Hutbeler Kitabı (80)
Alt kategoriler
29 EKİM ÜZERİNE
ÂYET:
وَلذ۪ينَ جْتَنَبُو لطَّاغُوتَ نَْ يَعْبُدُوهَا وَنََ آابُو لَِى للهِ لَهُمُ لْبُشْرىٰۚ فَبَشِّرْ عِبَادِۙ لََّذ۪ينَ يَسْتَمِعُونَ
لْقََّوْلَ فَيَتَّبِعُونَ حَْسَنَهُۜ وُ۬لآئِٰكَ لَّذ۪ينَ هَدٰيهُمُ للّٰهُ وَّٰوُ۬لآئِٰكَ هُمْ وُ۬لُو لْالَْبَابِ
“Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.” [1]
مَٰنَ لرسَُّولُ بِ آمَا نُْزلَِ لَِيْهِ مِنْ ربَِّه۪ وَلْمُؤْمِنُونَۜ كُلٌّ مَٰنَ باللّٰهِ وَمَلآئِٰكَتِه۪ وكَُتُبِه۪ وَرسُُلِه۪ۜ لَا نُفَرُِّقُ بَيْنَ
حََدٍ مِنْ رسُُلِه۪۠ وَقَالُو سَمِعْنَا وَطََعْنَا غُفْرَنَكَ ربََّنَا وَلَِيْكَِ لْمَص۪يرُ
“Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın; sonra size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin Allah’tan başka evliyânız/dostlarınız yoktur. Sonra (O’ndan da) yardım göremezsiniz.”1323
آيَا يَُّهَا لَّذ۪ينَ مَٰ آنُو طَ۪يعُو للّٰهَ وَطَ۪يعُو لرسَُّولَ وَوُ۬لِي لْامَْرِ مِنْكُمْۚ
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine (ulu’l-emr’e) de (itaat edin).”[2]
HADİS:
“Ey Ebû Bekir, her toplumun (kendi inancına göre) bayramı vardır. Bu (Ramazan ve Kurban Bayramı) bizim bayramımızdır.”[3]
SABRET VE GAYRET ET EY MUVAHHİD; 29 EKİM’DEN 10 KASIM’A KAÇ GÜNLÜK ZAMAN VARDIR? KÜFRÜN ZEVALİ, SENİN GAYRETİNLE ÇABUKLAŞACAKTIR!
Cumhur; çoğunluk, ekseriyet anlamına gelir. İslâmî literatürde İslâm âlimlerinin büyük bir çoğunluğunu ve genel eğilimini yansıtmak için cumhûr-ı ulemâ terimi şeklinde kullanılır. Çoğunluk anlamındaki cumhûr kelimesinden türeyen cumhuriyet; terim olarak bir toplumu yönetme yetkisinin, seçimle halktan alındığı siyasal örgütlenme biçimine denir. Cumhuriyet, tek kişinin bir toplumu yönetmesi anlamındaki “monarşi”nin karşıtıdır. Cumhuriyet yönetiminde, toplumu yönetecek olanlar, halk tarafından seçilir. Monarşide ise böyle bir seçim yoktur; yönetim, babadan oğula veya kardeşe geçen bir sistemle iş başına gelen bir kişi tarafından yönetilir.
Kazançlara bayram; kayıplara mâtem yapılır. 29 Ekim, Müslümanlara ne kazanım getirmiş, ne kayıplara sebep olmuştur, bunları iyi değerlendirmek zorundayız. Türkiye’de ilan edilip uygulanan şekliyle cumhuriyet rejimi, şeriatle bağların tümüyle koparılıp Batı tarzı laik ve demokratik yönetimi temsil etmektedir. Monarşiyi, padişahlığı savunan bir muvahhid Müslüman çıkmaz. Ona antitez olarak gösterilen Türkiye Cumhuriyeti, 550 tane padişah çıkarmış, bu sultanlar, aynı zamanda tâğut vasfıyla insanlara ilâhlığa soyunmuştur. Peygamberimiz’in uyguladığı Kur’an’da özellikleri belirtilen İslâm Devletinden yana olan muvahhid mü’minler, padişahlığı savunmadığı gibi, Türkiye’de uygulanan şekliyle Cumhuriyet rejimini de savunamaz. Hele böyle İslâm’ın siyasal ve sosyal hayattan uzaklaştırılmasının yıl dönümlerini bayram olarak hiç mi hiç kabul edemez.
Bu rejim, adı cumhuriyet de olsa, halkı, çoğunluğu temsil de etmemektedir. Halkı, halk değil; yattığı yerden Atatürk, silahlı güçler ve derin devlet, zenginler klübü, medya, bürokrasi, Amerika ve İsrail zihniyeti yönetmektedir.
Bugün insanlar huzurlu ve mutlu ise, memleket manevî ve maddî yönden kalkınmış ise, insanlar birbirine güvenebiliyor, ahlâklarından şikâyet edilmiyorsa, geçim problemleri insanların çoğunu kuşatmamışsa, her şeyden önemlisi insanlar cennete doğru yol alıyor, Allah’ın rızasına uygun yaşayabiliyorsa, o zaman bu rejimin kuruluş gününü bayram olarak kabul etmek tartışılabilir. Yok, her konuda rejim, yapacağını yapmış, insanlara vaad edeceği başka bir şey kalmamış, buna rağmen her kesim şikâyetçi ise, o zaman baş suçluyu rejim olarak görmek zorundayız. Türkiye’nin problemlerinden Cumhuriyetin ilanıyla birlikte yönetimden tümüyle uzaklaştırılan İslâm’ı kimse sorumlu gösteremez. Tüm problemlerin gerçek kaynağı bu rejimdir.
Allah’ın Rasûlü şöyle der: “Ey Ebû Bekir, her toplumun (kendi inancına göre) bayramı vardır. Bu (Ramazan ve Kurban Bayramı) bizim bayramımızdır.”[4] Filistin başta olmak üzere dünyanın nice yerinde müslüman kanı akar, insanımıza maddî ve mânevî her çeşit zulüm uygulanırken, İslâm dışı ortam ve yapılar kişileri Allah’tan koparmaya ve dünyevîleştirmeye çabalarken Müslüman, hangi günü, niçin, nasıl bayram kabul edecektir?
Kur’an’ın yönetim ilkeleri adalet ve şûrâ ve bey’at esaslarına dayanır.
Adâlet: “Şüphesiz Allah size emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emrediyor.”[5] Adalet: Bir işi yerli yerine (hakkı olan yere) koymak, her şeyi yerli yerinde yapmak hak sahibine hakkını vermek, hak ve hukuka uygunluk, doğru ve yerinde olmak anlamlarına gelir. İnsan-eşya ilişkilerini, insanların birbirleriyle olan münasebetlerini ve insanın devletle olan alâkasını, Allah’ın indirdiği hükümlere göre düzenlemeye adalet denir. Bu, bir anlamda Allah’ın emrini, emrettiği şekilde yerine getirmektir. Bir yönetim ilkesi olarak adâlet, iki kişi ve bireyle toplum arasındaki ilişkilerde ilâhî yasalara uygun davranmak, haklıya hakkını tam olarak ödemek; suçluya cezasını vermede gevşeklik yapmamak demektir.
“Allah adalete uyanları sever.”[6]; “Andolsun, biz elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve onlarla beraber Kitab’ı ve adalet ölçüsünü indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler.”[7]; “De ki: ‘Rabbim bana adaleti emretti.”[8]
Adâlet, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmek, zulüm başka hüküm ve kanunlarla yönetip yönetilmektir. Allah’ın koyduğu sınırı (hududu) aşanlar zâlimdir.[9] Allah’ın yasakladıklarını yaparak, insanlar kendi (nefis)lerine zulmederler.[10] Kâfirleri dost edinmek zulüm; onları dost edinenler de zâlimdir.[11] Çünkü “Kâfirler (in tümü) zâlimdir.”[12];“Şirk en büyük zulümdür.”[13]; “Allah’ın
indirdikleriyle hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir.”[14]
Şûrâ: “Mü’minlerin işleri aralarında şûrâ (danışma, istişare) iledir.”[15]
Kavram olarak ‘bey’at’ veya ‘biat’ ise; müslümanların devlet başkanını (veliyyü’l-emr’i) seçme, belirleme ve İslâmî hükümlere uygun işlerde ona bağlılık göstermedir. Müslümanların içerisinden çıkan ehl-i hal ve’l akd (müslümanların işlerini görmek üzere seçilen yetkili şûra -danışma topluluğu-) tarafından tesbit edilen bir imama (halifeye ) itaat ve bağlılık sözüdür.
Bey’, yani alım-satım; bir değer karşılığında bir değeri vermek demektir. Araplar önceden alış-verişlerde yaptıkları satış akdini (anlaşmayı) kuvvetlendirmek üzere el sıkışırlardı. Buradan hareketle, müslümanlar da bir başkan seçerken el sıkışma örneğini almışlar ve aralarındaki benzerlikten dolayı buna da ‘biat/ bey’at’ demişlerdir. Sorumlu başkanı seçme konusunda yönetilenler haklarını seçtikleri kişiye, seçilen kişi de onların hakkına ve Allah’ın koyduğu sınırlara uymak şartıyla bunun karşılığını yönetilenlere, yani biat edenlere verir.
Bu, tıpkı rızâ ile bir mal alım-satımındaki anlaşma gibidir. Bir taraf kendi isteği ile, yönetim emanetini hakka-hukuka uyma şartıyla biat ettiği kimseye verir ve ona bağlı kalacağını ilân eder. Kendisine biat edilen de biat edenleri Allah’ın hükümleri doğrultusunda yöneteceğine söz verir.
Peygamber (s.a.s.) mü’minlerden biat aldığı gibi, mü’minlerin işlerini yürütmekle ve Allah’ın hudutlarını (koyduğu hükümleri) uygulamakla görevli ülü’l-emr, bir başka deyişle veliyyü’l-emr (müslüman yetki sahibi) de, müslümanlardan Allah’ın hükümleri doğrultusunda onların işlerini yerine getirmek üzere biat alır. Müslümanların, din ve dünya işlerini yürütmek, Allah’ın hudutlarını uygulamak, müslümanların çıkarını ve İslâm vatanını korumak, mazlumlara yardım etmek ve zâlimlerin zulmünü önlemek üzere aralarında uygun bir başkan seçmeleri gerekir. Bunun İslâmî bir görev olduğu noktasında İslâm âlimleri arasında icmâ, yani söz birliği bulunmaktadır. Bu yetkili kimseye imam, halîfe, başkan, veliyyü’l-emr ya da emîru’l-mü’minîn denilmesi yalnızca bir nitelemedir.
Müslümanların işlerini görmek üzere kendisine biat edilen başkan, bey’at denilen ümmetin bir çeşit serbest seçimi ile göreve gelir. Bu biat işinde karşılıklı rızâ esastır. Tıpkı alış-verişte olduğu gibi. Zorla ve dayatma ile alınan biatler geçersizdir, bir faydası da yoktur. Biat olayı, biat edenleri bağlar ve onlara bazı sorumluluklar yükler. Seçilen yetkili kişilere İslâm’a aykırı olmayan konularda itaat etmek gerekir. Biat ettikten sonra haklı bir gerekçe olmadan onlara karşı gelmek, onların tutarlı ve adâletli yönetimlerine keyfî tutumlarla isyan etmek, toplumda kargaşa doğurur ve zulme sebep olur.
“Şüphesiz sana bağlılık bildirerek bey’at edenler (ellerini verenler, bağlılıklarını bildirenler) Allah’la bey’at edip O’na el vermiş sayılırlar. Allah’ın eli onların ellerinin üstündedir. Verdiği bu sözden (ahidden) dönen, ancak kendi aleyhine dön müş olur. Allah’a verdiği sözü yerine getirene, o büyük ecir (ödül) verecektir.”[16]Bey’at; Kitap, sünnet ve sahâbe-i kirâm’ın icmâı ile sâbit olan sâlih bir ameldir. Bey’at, insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde ve siyasî otorite ile olan münasebetlerinde, İslâm’ın hükümlerine râzı olduklarını ihlâsla ortaya koyan bir akiddir. Bilindiği gibi mü’minlerin kendi aralarından seçtikleri bir Ulû’lemr’e (siyasî otoriteye) itaat etmeleri kat’î nasslarla farz kılınmıştır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’ de: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine (ulu’l-emr’e) de (itaat edin).”[17] emri verilmiştir.
İslâm’ın temel hedeflerini gerçekleştirebilecek ve bu uğurda her türlü engeli aşabilecek vasıftaki insanın tesbiti önemli bir hâdisedir. Bu sebeple fukahâ, bey’at edilecek kimsede aranan vasıflar hususunda titizlik göstermiştir. Şurası muhakkak ki, halîfe (ulû’l-emr), mü’minlerin irâde beyanı ve rızâları sonucu ortaya çıkabilir. Zorbalıkla ve kılıç zoruyla (ikrahla) alınan bey’at geçerli değildir. Zira Hz. Ömer (r.a.): “Bir kimse müslümanlara danışmadan ister kendisi başkan olmaya, isterse de başkasını başkanlığa geçirmeye kalkışırsa (vazgeçmediği tadirde) onu öldürmelisiniz” demiştir.[18] Öldürülmeye müstehak olan tiplerin “meşrû bir ulu’lemr” olarak değerlendirilebilmesi imkânsızdır.
Mü’minlerin kime ve hangi şartlarda itaat edecekleri kat’i naslarla sâbittir. Kâfirlerin kültürlerine boyun eğerek ve tâğûtî iktidarları kabullenerek yaşamayı esas alanların, “câhiliye ölümüyle ölmeleri” kaçınılmazdır. Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.): “Her kim ülü’l-emr’e itaatten bir karış kadar ayrılırsa kıyamet gününde Allah’a ameli hususunda, lehinde hiçbir hücceti olmaksızın kavuşacaktır. Her kim de (ülü’l-emr’e) bey’at sorumluluğu olmadan ölürse, câhiliye ölümüyle ölür”[19] buyurduğu sâbittir. Mü’minler için iki yol vardır: Eğer meşrû bir ulu’l-emr mevcut ise, O’na bey’at etmeleri ve meşrû emirlerine itaat hususunda gayretli olmaları esastır. Yok, eğer tağûtî bir yönetimin istilâsı altında iseler; kendi içlerinden bir ulu’l-emr (cihad emîri) seçmek ve istilâyı ortadan kaldırmak için, dilleriyle, mallarıyla ve canlarıyla cihad etmek zorundadırlar,
“Kim (meşrû bir yöneticiye) itaatten elini çekerse, Kıyamet günü elinde hiçbir delil olmadan Allah’a kavuşur. Kim de boynunda biat (meşrû bir emîre bağlı) olmadan ölürse, câhiliyye ölümüyle ölmüş olur.”[20]
Seçim olayı ve biat konusunda önemli olan bir husus da, biatin/bey’atin bugünkü demokratik seçimlerle hiçbir şekilde uyum göstermediğidir. Demokrasi ile İslâm, hâkimiyet hakkının kime ait olduğu ve hangi ilkelerle hükmedileceği, kimin hakem ve ölçü olacağı gibi temel hususlarda birbiriyle tümüyle çelişen sistemlerdir. Biri, beşerî ideoloji, diğeri Allah’ın nizamıdır. Bu sistemlerin seçim sistemlerinin de farklı olacağı gâyet doğaldır. Biat, İslâm’a has özel bir seçim sistemidir; demokratik seçim sisteminden ayrılan birçok yönü vardır.
Bey’at; İslâmî terminolojide “siyasî veya askerî şartların gerektirdiği vasıflardan biriyle ehliyeti olan li dere, her türlü şartlarda itaat etmek üzere, ehl-i hal ve’l-akd sınıfına girenlerin ahidleşmesi”dir.
İMÂMET/HİLÂFET SİSTEMİNİN TEMEL ÖZELLİKLERİ
Kur’an’da imâm ve imâmetle ilgili âyetler, ahkâmla ve Allah’ın indirdiğiyle hüküm konusunu içeren âyetlerle birlikte değerlendirildiğinde, bu konudaki hadis-i şerifler ve İslâm âlimlerinin görüşleri ışığında şu gerçekler ortaya çıkar:
- İslâm, yönetim sahasında mükemmel bir sistem getirmiştir. Bu, İslâm’ın her zamana ve her yere uygun olduğunu, evrensellik ve kapsamlılığını bize gösterir. Bu düzen ebedîdir ve kıyâmete kadar da tatbiki mümkündür. Bu ümmetin sonra gelenlerine yaraşacak sistem, önce gelenlerine yaraşan ve “asr-ı saâdet” örneğinde ortaya çıkan sistemden başkası değildir.
- İmâmetin vâcip oluşu, Kitap, sünnet, icmâ ve şer’î kurallarla sâbittir. Bu ümmetin temsilcileri olmaları, bu önemli konuda ümmetin vekili olmaları bakımından “ehl-i hal ve’l-akd”e yöneltilen bir farz-ı kifâyedir. Ehl-i hal ve akd bu işte zayıflık gösterirse, bu vâcibin yerine getirilmesi için gücü yeten her müslüman gayret göstermedikçe kendilerini vebalden kurtaramaz ve gücü yetip de bu faâliyeti göstermeyen herkes günahkâr olur.
- “İslâm, hüküm alanında bir düzen getirmemiştir. ‘İslâm devleti’ diye bir şey olmaz. Müslümanlara câhiliyye düzenlerinden farklı bir İslâm devletini kurmak farz kılınmamıştır” diyenlerin iddiâsı kesinlikle bâtıldır, geçersizdir.
- İmâmet vesiledir; gâye değildir. Gâye, Allah’a ibâdet/kulluk yaparak O’nun rızâsını kazanmaktır. İmâmet ümmetin hayır ve adâlet üzere kalmasını, hakkın hak, bâtılın da bâtıl olarak kabul edilip bunun geçerli kılınmasını sağlamaya bir vesiledir. O ümmet ki, iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah’a inanır; O’nun indirdikleriyle hükmetmek için Kur’an’a uygun düzenin oluşması için gayret eder. Kendisinin ve toplumunun, İslâmî değişim ve dönüşümü için tüm gayretlerini seferber eder; bu gayretlerini de, beşerî metotlara göre değil; Allah’ın çizdiği hudûda ve Rabbânî usûle göre ortaya koyar.
- İmâmetin hedeflerinin en önemlisi, dini korumak, dünyayı da din ile yönetmektir. Bu ise, imamın boynuna takılan görevlerin en önemlisidir. Zira din ile siyaseti/yönetimi ayıran ve dünyayı bu dinin dışında yöneten mü’min olamaz.[21] Dini siyasetten ayırıp “din başka, devlet başka” deyince; devlet dinsiz, din de devletsiz/güçsüz kalacaktır.
- İzzet, şeref ve İslâm ümmetinin ayakta kalışı, ancak Allah’ın kitabı ve Rasûlü’nün sünnetinin hükmüne dönmekle mümkündür. Dini koruyup müslümanlara izzet ve şereflerini iâde etmek, İslâmî hilâfeti/imâmeti oluşturup onun uygulanmasına çalışmakla gerçekleşebilir.
- İmâmete geliş usûlü, Kur’an ve sünnet ilkeleri çiğnenmemek şartıyla ümmete bırakılmıştır. Râşid halîfelerin iş başına geliş şekilleri ve bey’atin yapılış tarzı örnek alınmalı ve bu örnekler çağa uyarlanabilmelidir.
- İmâmete dayalı sistemde 3 ana esas dikkate alınmalıdır. Bunlar; “bey’at” denilen İslâm’a has özel seçim sistemi, “adâlet” denilen Allah’ın indirdiğiyle hükmetme (5/Mâide, 45) ve zerre kadar haksızlık yapmama gayreti, “istişâre” denilen emin ve ehil kimselerle, işinin uzmanı ve dinini yaşayan takvâ sahibi güvenilir kişilerle danışarak onların öneri, eleştiri ve tavsiyelerini dikkate alma şeklindeki uygulamadır.
- İmamı seçme yetkisine sahip olanlar, “ehl-i hal ve’l-akd” diye isimlendirilen ümmetin en âlim ve seçkinleridir. Demokrasilerde olduğu gibi seçime bütün insanlar direkt olarak katılamaz. Şûrâ’ya da bundan dolayı, en uygun ve en akıllı olanlar seçilir. Çağdaş demokrasilerde olduğu gibi milletvekili olabilmek için insanları iknâ etmeye (kandırmaya) ve bu uğurda boş yere ve çokça para harcamaya ve propaganda yapmaya gerek de yoktur.
- İmâmet, verâset yoluyla (babadan oğula) intikal etmez. İslâm, bir ırka, bir soy ve kabileye ayrıcalık verme anlayışını kabul etmez. Krallıkla imâmetin bir farkı da; birinde soy, diğerinde ehliyet/yetenek ve en uygun olanı belirlemenin öne çıkmasıdır.
- Bey’at, imâmete lâyık bir imamın bulunduğu vakit müslümanın boynuna borçtur. Aksine bir tavır, kişinin câhiliyye ölümü ile ölmesini sonuçlandırabilir. Keyfî ve indî gerekçelerle bey’ati bozmak da, meşrû imamın meşrû her emrine en küçük bir itaatsizlik de haramdır.
- Devrim yoluyla ve zorla imâmete geçmek, şer’î bir yol değildir. İmâmet, ümmetin bey’ati olmaksızın gerçekleşmez.
- İmam adayının o makama ehil olabilmesi için imâmete ait şartları taşıması gerekir.
- İmamın, mevcut insanların en faziletlisi olması şart değildir. Zaten bunu tesbit de mümkün olmayabilir. Evlâ olan, faziletlilerden biri olması, müslümanlara en faydalı ve en uygun olanının seçilmeye çalışılmasıdır.
- Ümmetin maslahatıyla ilgili olarak imamın üzerinde birçok görev vardır. Bunları imamın yerine getirme zorunluluğu ve sorumluluğu vardır. Fakat bu görevleri yerine getirebilmesi için kendisine yardım edilmesi, kendisinin ümmet üzerindeki haklarındandır.
- Âdil imama karşı çıkmak ve fitneyi uyandırmak haramdır, büyük günahlardandır. Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmettiği ve ma’siyeti emretmediği müddetçe imama itaat vâciptir. Şeriata ters düşen yerde, Allah’a isyan kabul edilecek durumlarda itaat ise haramdır. İmamların otoritesi, Kitap ve sünnete uygun davranmasına bağlıdır. Allah’a itaat ettiği müddetçe kendilerine itaat edilir. Allah’a karşı geldiklerinde de kendilerine karşı gelinir. Yaratıcı’ya isyanda mahlûka itaat yoktur. Kim isyanda onlara itaat ederse, günah hem emredene ve hem de emri uygulayanadır.
- Şûrâ, meşrû ve gereklidir. İmamın seçilmesi ânında şûrânın olması vâcip olduğu gibi, halkın işlerinin düzenlenmesinde de şûrâ gereklidir. Bu, halkın direkt veya dolaylı seçimiyle oluşabilecek “Danışma Meclisi” şeklinde seçilecek milletvekillerinden veya İslâm’a ters düşmeyen çağın anlayış ve ihtiyaçlarına uygun farklı şekillerde istişâre meclisinden oluşabilir.
- İslâm hukuk sistemi ve yönetim tarzı, geçmişte ve bugün uygulanan beşerî sistemlerin tümünden farklı özelliklere sahiptir. Güttüğü amaç, gâyeye götüren araçlar, vesileler, hedefler, dayandığı kaynak/referans, ulaşmak istediği hedef... yönünden sayılamayacak farkı vardır. O, beşerî düzenlerden çok ayrı bir sistemdir. Onunla beşerî hüküm, rejim ve kanunları kıyaslamak mümkün değildir.[22]
Firavunî sistemlerin temeli, zora ve zulme dayanır. Orada insanlar gruplara, partilere ayrılarak güçsüzleştirilerek birlikleri yok edilir. Bu sistemlerin zulüm ve sömürülerinden kendilerini korumaya çalışanlar, Firavunların/küfür önderlerinin kendilerine müsaade etmiş oldukları yasalar çerçevesinde hareket ederler. Bu sebeple orada güç ve inisiyatif Firavunların elindedir, onu diledikleri gibi kullanırlar. Tüm mücâdeleci hareketleri kontrolleri altında tutarlar.
Allah ise zayıf bırakılmış, ezilen ve sömürülen müstaz’af halka seslenerek onları birlik olmaya, yeniden imâmeti diriltmeye ve müstekbirlere karşı mücâdeleye dâvet ediyor, kendilerine lütufta bulunarak onları yeniden önderler yapacağını, ezilmiş ve sömürülmüşlükten kurtaracağını ve ne yapmaları gerektiğini anlatarak uyarıyor. “Biz istiyoruz ki, o yeryüzünde müstaz’aflara (güçsüz düşürülenlere) lütufta bulunalım, onları imamlar/önderler yapalım, onları vârisler kılalım (ötekilerin yerini aldıralım).”[23]
“Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah’a ve Rasûlüne icâbet edin. Ve bilin ki, muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz O’na götürülüp toplanacaksınız.”[24]
İman edenler, imanlarının gereği olarak Allah’ın ve Rasûlünün çağrısına dikkat etmeliler. Bu çağrının gösterdiği hedefin gerçekleşebilmesi için gerekli güç ve çalışmayı ortaya koymalılar. Zira bu çağrı iman edenlere hayat bahşedecek bir dâvettir. İmâmet kurumunun yeniden gerçekleşebilmesi için imamlı cemaatlerini oluşturmaları gerekir. Zira Allah’ın huzuruna götürüldükleri âhiret gününde bu ağır sorumluluk gerektiren görevlerini yerine getirmemenin ne anlama geldiğini bilirler.
Her imam, kendi cemaatini oluştururken, İslâm’ın karşısında insanlar da oluşacaktır. Bu insanlar da küfrün imamlarıdır. İnsanları kendi küfür yollarına dâvet ederken, kendi küfrî toplumlarını oluştururlar. Artık orada iki ayrı topluluk oluşmuştur. Bir yanda insanları Allah ve O’nun dinine çağıran imam ve beraberinde oluşan “İslâm toplumu”, diğer yanda, insanları ateşe (cehenneme) çağıran küfür imamları ve beraberinde oluşan “câhiliyye toplumu”.
Bu iki toplumun da inandıkları bir rabbi, bir dini vardır. Bu topluluklar, âhirete imamlarıyla birlikte giderler. Peygamber’i, O’nun getirdiği Kur’an’ı ve Kitap’la insanlar arasında hükmeden Peygamber’in halefi olan imamları kendisine rehber edinenler âhirette O’nunla beraber cennete girerler. Allah, Kur’an ve Peygamber’i tanımayan veya bunları tanıdığını iddia etmesine rağmen, Kur’an’ı yaşam biçimi olarak kabullenmeyip kendi yanlarından sistem belirleyerek insanları onunla idare edenleri önder ve rehber edinenler de âhirette o imamlarıyla birlikte ateşe girecekler, cehenneme atılacaklardır.
Her ümmetin peygamberi Allah huzurunda şâhidlik edecek[25] ve “Ya Rabbi, Senin dinini, Senin mesajını insanlara ulaştırdım, onlara Kitap’ta belirlediğin hayat şeklini ve bana öğrettiğin doğru düşünme ve uygulama biçimini öğrettim” diyecektir. Rasûlullah’ın ümmeti, sadece kendi bulunduğu dönemde yaşayıp da dâvetini kabullenerek onun gereklerini yerine getiren insanlarla sınırlı değildir. Bu ümmet, O’nun risâlet döneminde başlayıp kıyâmet gününe kadar getirmiş olduğu dine girerek ona uygun amellerle imanını doğrulayarak onun göstermiş olduğu yolda yürüyen ve o dinin sürekli yaşanılabilmesi için dâvet ve cihad görevini yerine getiren insanların tamamından oluşmaktadır.
Biz de, bizim için çizilmiş olan bu yolda imamlarımızı hangi ölçüye göre tesbit etmiş olduğumuza, kimleri imam olarak tanıdığımıza dikkat edelim. Dikkat edelim ki, âhiretimizi kurtarmaya çalışmış, görevimizi yapmış olabilelim; âhirete imamımızla birlikte gideceğimizi unutmayalım. Onlar bizim hakkımızda orada şâhidlik edeceklerdir.
Kur’an’da belirlenen imamlı cemaatimizi oluşturarak, âhirette kurtuluşumuzu sağlayacak davranış içerisinde olalım. Bu ümmetin kıyâmete kadar devam edebilmesi için bizden sonra gelen nesillere bu kurumu sapasağlam, tertemiz bir vaziyette bırakalım ki, kurtuluşa erenlerden olabilelim. “İçinizden hayra çağıran ve ma’rûfu emredip münkerden nehyeden bir ümmet bulunsun. Kurtuluşa erenler, işte bunlardır.”[26]; “Muhakkak ümmetiniz tek bir ümmettir ve Ben de sizin Rabbinizim; o halde Bana ibâdet edin.”[27]
İşte Allah’ın tarif ettiği ideal toplum. İslâm’ı kendine din olarak seçmiş, Allah’a iman ederek yalnız O’nu Rab edinmiş, kulluğunu sadece O’na yaparak başka hiçbir şeyi ortak tanımayan, sahte rableri reddederek onların yaşam biçimlerini ve ideolojilerini kabul etmeden, kıble edinilen çeşitli şeylere yönelmeyip sadece Rabbimizin belirlediği kıbleye yönelen, Kur’an’da tarif edilen, özellikleri belirtilen şahsı kendisine imam edinerek, başkalarını önder ve rehber edinmeyen muttakî toplum; işte kurtulacak olan cemaat de budur.[28]
Kim hükmetme, kanun koyma hakkını Allah’tan başkasına verirse, Allah’tan başkasını rab edinmiş olur. Bu hakkı verdiği otoriteyi Allah’a şirk koşmuş olur. İslâm’ın dışındaki tüm yönetim şekilleri, hayat sistemleri küfürdür, tâğutîdir, çağdaş tâğutları temsil etmektedir. Onları inkâr etmek, tanımamak ve onlardan uzak durmak gerekir. Aynı şekilde onları bilinçli olarak ve doğru kabul ederek destekleyenler de iman-küfür saflaşmasında tercihini yapmış sayılır.
Kur’an ve sünneti bırakıp insanların hayatlarını düzenleyen beşerî kanunlar koyanlar, “tâğut” kategorisine girer. Bu tâğutî otoriteleri ikrah olmaksızın reddetmeyenler, bunların hükümlerini mutlak şekilde kabul edip tatbik edenler de saflarını belli etmiş kimselerdir.
SİYASÎ REJİMLER, HÜKÜM VE YETKİYİ ALLAH’TAN ALMIYORSA TÂĞUTTUR
Bugün yeryüzünde yürürlükte olan rejimlerin hemen hepsi, beşerî rejimlerdir ve hükümlerini kendileri koymakta; dolayısıyla da Allah’ın hükümlerine muhâlefet etmektedirler. O yüzden bu rejimlerin hepsi “tâğut” olarak isimlenir.
Bir kimse; Allah’a, âhirete ve inanılacak hususlara inandığını açıklasa; fakat demokratik, laik, sosyalist, kapitalist vb. rejimlerden herhangi birinin hükümlerini kabul edip gönül rızâsıyla onlara itaat etse, böyle bir kimsenin irtidadına hükmedilir. Zira insanları yaratan Allah’tan başkası, insanların nasıl idare olunacağı hususunda ve onların sosyal yaşamlarına yönelik hükümler koyma yetkisine sahip değildir. Çünkü hüküm koyan insan, o hükme tâbi olmasını istediği insanlardan üstün ve herhangi bir ayrıcalığa sahip değildir. Allah katında üstünlük, sadece takvâ iledir.[29] Kendisinde böyle yetkiler gördükten sonra, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyip hevâ ve hevesleri doğrultusunda hükümler koyanlar aynı zamanda “ilâhlık” iddiâsı içindedirler. Dolayısıyla Allah’ın hükümleri dışında hüküm koyanlar ve o hükümlere isteyerek gönül rızâsıyla tâbi olanlar da, tevhid akîdesinin dışına çıkarlar. Tâğut, müslümanın en büyük düşmanıdır. Tâğut, devlet sistemlerini, ahlâkî değerleri ele geçirmiş ve onları müslümana zarar verecek bir hale dönüştürmüştür. Kısaca tâğut, müslümanı dört yanından kuşatmış bulunmakta ve müslümana müslümanca hayat hakkı tanımamaktadır. Tâğutî güçler, Allah’ın arzında, O’nun hükümlerine karşı tuğyan eden ve insanların üzerinde ilâhlık iddiasında bulunan otoritelerdir. Bunlarla sürekli olarak mücadele etmek farzdır.[30]
Günümüzde Allah’ın indirdiği hükümleri bir kenara bırakarak, “hâkimiyet kayıtsız şartsız insanındır (ulusundur)” sloganına sarılan ve insanların çoğunun rızâsına göre kurulduğu iddia edilen siyasî otoriteler, iktidar haline gelmişlerdir. Bu siyasî otoritelerin tâğut hükmünde olduğu unutulmamalıdır. Daha açık bir ifade ile İslâm nizamının dışındaki bütün sistemler “tâğutî” özellikleri taşırlar. Kelime-i şehâdet getirerek, başka ilâhları ve tâğutları reddettiklerini dillendiren müslümanlar, bu sözlerini davranışlarıyla da ispatlamak zorundadırlar.
Allah, zâlim yöneticilere yardım etmeyi de haram kılmış, onlara küçük çapta meyil ve yardım anlamı taşıyan sözlerden, davranış veya tasvipten Müslümanları nehyetmiştir: “Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın; sonra size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin Allah’tan başka evliyânız/ dostlarınız yoktur. Sonra (O’ndan da) yardım göremezsiniz.”[31]
İnsanlara zulmeden tâğutî siyasal otorite konusunda, unutulmaması gereken hususlardan biri, zâlim yöneticilerin, yardımcıları olmasa, zulmetmeye güçlerinin yetmeyeceğidir. Tâğutî yönetim ve kurumlardaki bu yardımcılar, zulüm ve tuğyanda yöneticinin kullandığı malzemeleridir. Zulüm ve tuğyan çarklarının dönmesi için bir taraftan ezen ve diğer taraftan ezilen dişlilerdir. Bu sebeple, onlar da aynen o zâlim tuğyankâr gibi suçlu ve zulmünün cezasında ortaktırlar. Bundan dolayı Allah, Firavun ve avanelerini aynı vasıfla anmıştır: “Gerçekten Firavun, Hâmân ve askerleri yanlış yolda idiler.”[32] Allah, Firavun’u helâk edince, onları da helâk ettiğini açıklar: “Firavun, askerleriyle birlikte onların peşine düştü. Deniz onları gömüp boğuverdi.”[33]; “Biz de onu (Firavun’u) ve askerlerini yakalayıp denize atıverdik. Bak, işte zâlimlerin sonu nasıl oldu!”[34]
Tâğutları destekleyen, onları ölçü alan, onlara, tâğut olduklarını bile bile sevgi besleyen her insan, Allah’a ibâdet ve kulluktan vazgeçip tâğutun kulluğunu kabullenen şeytan askeridir. Allah’ın emirleri ve yasaklarıyla çatışan nefsin hevâsını, fertleri, önderleri, rejimleri ve ilkeleri reddetmedikçe, hâkimiyetin yalnız Allah’a ve O’nun nizamı İslâm nizamına ait olduğunu tasdik etmedikçe, tevhid kulpuna yapışılamaz.1357 Müslüman olmak için şart olan tâğutun şiddetle reddedilmesi, sadece sözle yeterli değildir. Ruhun derinliklerinde kasırgalaşan ve amelî hayatta neticeler doğuran fiilî bir red gerekir. Bunun için de tâğutla mücadele etmek lâzımdır. Bu mücâdelenin gerekleri:
a- Allah’ın emir ve yasaklarına tâbi oluncaya kadar tâğut olan nefsin
hevâsıyla mücâdele etmek, b- Kişisel ve toplumsal hayatımızı Allah’a döndürmemize engel olan ve tâğut
olan câhiliyye düzenleri ve tâğutî fikir babaları ile mücâdele etmek.
Tevhid, bütün beşeriyetin, sahte ilâh ve rablere başkaldırarak esâret zincirinden kurtulması ve Allah’tan başkasına kul olmaması demektir. Bu yüzden, tevhid kavramı aynı zamanda, kullara kul olmanın pençesinden kurtularak yalnız Allah’a kul olmaya yönelmek ve bunun tabii neticesi olarak da Allah’ın hâkimiyetini kabul etmek; Allah’ın egemenliğinin dışında her gücü, sultayı, otoriteyi, sistemi, fikri, ideolojiyi, dünya görüşünü, kısacası hangi kılıf, örtü ve görüntü altında olursa olsun hâkimiyet/egemenlik iddiasında bulunan her kimseyi ve her şeyi reddetmek anlamlarını da içerir.
“Rabb’in, yalnız Kendisine kulluk etmenizi... emretti.”[35]; “Hüküm, hâkimiyet/ egemenlik yalnız Allah’ındır. O, yalnız Kendisine ibâdeti/kulluk yapmanızı emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.”[36] Bu âyetler şu gerçeği açıkça ortaya koyuyor: Allah’a inanmanın, tevhid dinine dâhil olmanın ve muvahhid sayılabilmenin şartı, kişinin Allah’ın hâkimiyetini kabul ederek, O’nun isteğini, kendi dilediğine veya başkalarının isteklerine tercih etmek ve tüm diğer arzuları O’nun yolunda fedâ etmektir. Müslüman olmak, kısaca Allah’ı kural koyucu sıfatlarıyla tek, emir verici olarak tek, yasak koyucu olarak tek ve insan hayatına hükmedici olarak tek olarak kavramak, inanmak ve bu doğrultuda yaşayıp tavır koymaktır.
Yolların ayrılış noktasındayız: İnsan, ya tâğuta tâbi olup geçici zevkler peşinde koşacak; o zaman sonuç, dünyada zillet ve kullara kulluk; tâğuta kalben teslim olmak (iman etmek) sûretiyle hevâ ve heveslerine göre yaşamanın sonucu âhirette de varış, cehennem olacaktır. Veya tâğutları reddedip Allah’a dostluk; hayatını İslâm’ın hükümlerine göre tanzim edip izzetli, onurlu bir hayat ve cennet: “Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.” [37] Bu iki inanç ve yaşama biçiminin dışında üçüncü bir durumdan söz etmek mümkün değildir!
[1] ] 39/Zümer, 17-18
[2] ]1324] 24/Bakara, /Nisâ, 59285
[3] ] Buhârî, Iydeyn 3; Müslim, Salâtu’l-Iydeyn 16
[4] ] Buhârî, Iydeyn 3; Müslim, Salâtu’l-Iydeyn 16
[5] ] 4/Nisâ, 58
[6] ] 60/Mümtehıne, 8
[7] ] 57/Hadid, 25
[8] ] 4/Nisâ, 105
[9] ] 2/Bakara, 229
[10] ] 2/Bakara, 35, 131
[11] ] 9/Tevbe, 23
[12] ] 2/Bakara, 254
[13] ] 31/Lokman, 13
[14] ] 5/Mâide, 45
[15] ] 42/Şûrâ, 39
[16] ] 48/Fetih, 10
[17] ] 4/Nisâ, 59
[18] ] Muhammed Ravvas Kal’aci, Mevsûatu fıkh Ömer b. el-Hattâb, 1401/1981, 103
[19] ] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, el-İmâre 58, h.no: 1851
[20] ] Müslim, İmâre 58, Hadis no: 1851
[21] ] 5/Mâide, 44
[22] ] Süleyman ed-Demirci, El-İmâmetu’l-Uzmâ, İslâm’da Devlet Başkanlığı, s. 491-493
[23] ] 28/Kasas, 5
[24] ] 8/Enfâl, 24
[25] ] 4/Nisâ, 41
[26] ] 3/Âl-i İmrân, 104
[27] ] 21/Enbiyâ, 92
[28] ] C. Tayyar Soykök, Kur’an’da İmam ve İmamet, Haksöz, sayı 62
[29] ] Muhammed bin İdris eş-Şâfiî, er-Risâle, 178
[30] ] 42/Şûrâ, 10
[31] ] 2/Bakara, 285
[32] ] 42/Şûrâ, 21
[33] ] 9/Tevbe, 31
[34] ] Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292; Tirmizî şerhi Tuhfetu’l-Ahvezî, hadis no: 5093 1357] İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4204, 4205
[35] ] 17/İsrâ, 23
[36] ] 12/Yûsuf, 40
[37] ] 39/Zümer, 17-18
15 TEMMUZ DARBESİNİN YILDÖNÜMÜ -2-
ÂYET:
آيَا يَُّهَا لذ۪يِنَ مَٰنُو عَلَيْكُمْ نَْفُسَكُمْۚ لَا يَضُركُُّمْ مَنْ ضَلَّ ذَِ هْتَدَيْتُمْۜ لَِى للّٰهِ مَرجِْعُكُمْ جَم۪يعاً فَيُنَبِّئُكُمَّْ بمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ
“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca dalâlette olan sapık kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık O, size yaptıklarınızı haber verecektir.”[1]
آيَا يَُّهَا لَّذ۪ينَ مَٰنُوِ كُونو قَوَّم۪ينَ لِلهِ ُشُهَ آدَءَ بالْقِسْطِِۘ وَلَا يَجْرمَِنَّكُمْ َشَنَانُٰ قَوْمٍ عَلآىٰ لََّا تَعْدِلُوۜ
عِْدِلُو۠ هُوَ قَْربَُ للتَّقْوٰىُۘ وَتَّقُو للّٰهَّٰۜ نَِّ للّٰهَ خَِب۪يرٌ بمَا تَعْمَلُونَ
“Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten takvâya daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”1306
لَذِ۪ينَ قَالَ لَهُمُ لنَّاسُ نَِّ لنَّاسَ قَدْ جَمَعُو لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَدَهُمْ ۪ يمَاناًۗ وَقَالُو حَسْبُنَا للّٰهُ وَنَّعْمَ لْوكَ۪يلُ
“Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, ‘insanlar size karşı toplanmışlar, onlardan korkun!’ dediklerinde, bu söz onların imanını arttırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ dediler.”[2]
SORULARLA DARBE VEYA HAYIRLI DARBE GİBİ SORULAR
Darbe girişimi başarıya ulaşamasa da, Müslümanlara darbe yapılmış oldu. Tevhidî inançlar darbe yedi. Artık demokrasi diyor insanımız, elinde bayrak sallayarak vatan diyor, devlet diyor; başka da bir şey demiyor. Önce darbeye nasıl bakmamız gerektiği konusunda yardımcı olacak bazı sorular soralım kendi kendimize ve cevaplarını vermeye çalışalım:
- Hangi asker (subay) veya sivil vatandaş hâin sıfatını daha çok hak eder? Allah’a, O’nun nizamına karşı isyan eden veya hükümete karşı, rejime karşı isyan eden? Bizim esas düşmanlığımız Allah’ı ve O’nun dinini sevmeyenlere karşı mı olmalı, yoksa hükümeti sevmeyenlere mi? Devlete, düzene karşı olan ve bazı beşerî yasalara karşı gelene terörist; düzeni, hükümeti yıkmaya çalışana da darbeci deniyor. Peki, Allah’a karşı olan ve Allah’ın yasalarına karşı gelenler terörist; İlâhî yasalarla mücadele edenler darbeci yaftasını hak etmiyorlar mı diyorsunuz? Bunlardan hangisi daha büyük terörist ve daha büyük darbeci? Darbeye katılmayan İslâm düşmanı Kemalist subaylar mı, darbeci subaylar mı daha büyük teröristtir? Bu soruya hangi açıdan ve neyi ölçü alarak cevap vermeniz gerekir? Soruya devam edelim: Allah’ın hükmüne, kanunlarına, O’nun nizamına karşı başka alternatiflere sarılarak karşı çıkan yöneticiler ve onları destekleyenler de darbeci sayılmaz mı? “Allah’a ait olan kanunları, hükümleri uygulamayan, O’nun hükmüne fiilen karşı çıkan, Allah’ın egemenlik hakkını gasbedenler Allah’a karşı darbecidir, en zararlı darbe de bunların yaptıklarıdır” diyenlere karşı ne diyebilirsiniz?
- Vatanı, halkın namusunu koruma iddiasında olan asker Mehmetçik, askerlik yaparken anasına ve karısına sövdürmeden askerlik yapma şansı bulamıyorsa; yani askerde kendi anasının ve karısının namusunu koruyamıyorsa, başkasının namusunu nasıl koruyacak? Vatanı koruma iddiasındaki asker, kendi vatandaşına kurşun sıkıyorsa, vatandaş askerine nasıl güvenecek? Ve, kendini koruyamayan Genel Kurmay ve kuvvet komutanları, askerini ve vatandaşını nasıl koruyacak?
- Ebû Hanife, başında “halife”nin olduğu, zahiren şeriatla yönetilen bir ülkede İslâm’ı tümüyle uygulamıyor gerekçesiyle yönetime katkı mı sağladı, en küçük bir itaati bile caiz görmeyip, yönetime karşı ayaklananlara destek mi oldu? Yönetime itaat etmediği için zindanlara atılıp orada şehit mi oldu? Sebepleri ve o yönetimle bugünkü yönetimi, onun tavrıyla onun yolunu takip ettiklerini iddia eden Hanefîleri karşılaştırabilir misiniz? Ebu Hanife ve Hanefî (Ebu Haneficiler) çizgisi ile Tayyip Erdoğan ve Tayyibîler (Tayyipçiler) çizgisi arasında nasıl bir tercih yapılmalı?
- Olmaz ama, Nebevî usûle de uygun görülmeyebilir, tamam ama varsayalım ki oldu; en sevdiğiniz, en güvendiğiniz, muttakî kabul ettiğiniz bir âlim, İslâm’ı hâkim kılma kasdı ile bugünkü yönetime darbe girişiminde bulunsaydı, kimin safında yer alırdınız? Halk kimin safını tercih ederdi? Bugünkü devletin mi, o âlimin darbesinin mi? Şeyh Said’in o gün yaptığı darbe girişiminde başarılı olmasını ister miydiniz? Peki, o zat, bugün yaşasaydı ve bu düzene karşı ayaklansaydı, ne yapardınız?
- Bundan meselâ beş yıl önce bugün Fetö, Fetöş, terör ele başısı, paralelcibaşı denilen şahsın “Hoca Efendi” denilip Tayyip’lerce takdir gördüğü, tavsiye ve hatta işaret ettiklerinin devlet kadrolarına itirazsız yerleştirildiği dönemde aynı şahıs kadrolarıyla darbe yapsaydı, bugünkü iktidar ne derdi, bugünkü halk nasıl tepki gösterirdi? İktidarla ilişkisini eskisi gibi sürdürseydi, darbeye bile gerek kalır mıydı? Eski kabul gören Fetullah Gülen aynı çizgisi ile bugünkü darbede başarılı olsaydı, bugünkü tepki olur muydu?
- Birileri iktidara gelmek için gayri İslâmî darbe yapmaya çalışıyor; diğerleri de iktidarı kaybetmemek için gayri İslâmî yöntemlere sarılıyor. Meselâ, demokrasiyi bayraklaştırıyor, Allah’ın hükmüyle hükmetmiyor. Her ikisi de laikliği savunuyor. Her ikisi de demokrasiyi övüyor. Her ikisi de Batıyı ve Batılı değerleri yüceltiyor. Yani, tren rayları gibi birbirine paralel; paralel raylar gibi aynı istikamete gidiyor ikisi de. Kavga, neyin kavgası? Fikir kavgası, inanç kavgası değil elbet; tabii ki çıkar çatışması. Peki, bu iki kavgalı kardeşin çatışması, nasıl hak-bâtıl mücadelesi oluyor? Bir zulme karşı çıkmak, başka bir zulmü onaylamayı mı gerektirir? Şirk en büyük zulümdür.[3] Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler zâlim[4] ve Allah’ın indirdiği hükümlerin uygulanmadığı rejimlerin zulüm yönetimi olduğu hesaba katılırsa, bir zulme karşı çıkarken, başka bir zulmü desteklemenin hükmü ne olur?
- Darbeye karşı çıkmak, bu düzeni sahiplenmeyi, bu düzenin kutsalları altında demokrasi nöbetleri tutmayı gerektiriyorsa; “biz oraya Allah rızası için gidiyoruz” diyenlere ne diyeceğiz? Niyetlerin hak veya hayır olması yeterli midir? İyi niyetle haram veya şirk, helâl veya caiz olur mu? Toplantının adı: Demokrasi nöbeti, katılanların görevi: Devleti, demokrasiyi korumak; sloganlar, şarkı ve türkülerin arasında tekbirlerle, düzenin simgeleri, rejimin kutsalları ile beraber, Devlet’çilerin sloganı haline gelen “ya Allah, bismillâh, Allahu ekber” ifadeleriyle, hakla bâtılın karmakarışık hale getirildiği, hakkın, bâtılı güçlendirmek için istismar edilerek kullanıldığı iddiasına ne cevap verilebilir? Bütün bunlar gayr-ı meşrû ise, niyet kurtarır mı?
- Meydanlara sığmayan bu kalabalıklar; “Şeriat istiyoruz, Kur’an’ın emir ve yasaklarının uygulanacağı Medine Devleti gibi bir devlet istiyoruz” demeleri için bir âlim halkı meydanlara dâvet etseydi; veya daha kolayı; “okullardaki heykelleri ve heykellere saygı duymayı” protesto edeceğiz diye çağrılsaydı, böyle koşarak gelirler miydi? Halkın kaçta kaçı gelirdi, kaçta kaçı kaçar giderdi? “Aynen gelirlerdi” diyen varsa, sözünü ispatlamak için deneyebilir mi?
- Demokrasi yürüyüşlerini sona erdiren bir toplantı yapıldı Yenikapı’da 7 Ağustos 2016’da. Cumhurbaşkanı ve başbakanla birlikte CHP ve MHP Genel Başkanları da katıldı ve hepsi birer konuşma da yaptılar. Meydanlara dökülüp demokrasi nöbeti tutmaya onlar da sahip çıktılar. Özellikle CHP’nin zihniyeti ile Allah için şehid olanların zihniyetleri arasında ciddi bir fark varsa, bu durumu nasıl izah edeceğiz?
- Düzenin sempatizanlarına, bağnaz particilere, demokrasi hayranlarına eklemlenmeden, gayri İslâmî şiar ve simgelerin altında bulunmadan, bâtıl ideolojilere sahip kalabalıkların sayılarını arttıracak ve onlardan biri gibi kabul edilecek şekilde olmaksızın; bağımsız İslâmî kimliğiyle kişinin özgün tevhidî mesajını sunması, tebliğini yapması ile; yukarıda anlatılan “uydum kalabalığa” anlayışı aynı mıdır? Sakıncaları nelerdir, gereği var mıdır?
Kızmayın, ben sadece soru sordum.
KİMİMİZ ÖLDÜK, KİMİMİZ GÜLDÜK
“Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.”[5] Fitne, imtihan, ya da belâ... İçindeki bir grubun ne şekilde olursa olsun, zulüm, hatta zulmün en büyüğü şirk işlemesine hoşgörü ile bakan, zâlimlerin karşısına dikilmeyen, bozguncuların yoluna engel olmayan bir toplum, zâlimlerin ve bozguncuların cezasını hak eden bir toplumdur. Yalnız unutulmamalıdır ki, zulüm bedenlere yapılan eziyetten önce, ruhlara yapılan eziyettir; kişinin rahatını kaçıran haksızlıktan önce, kişinin cennetini yok eden, âhiretini mahveden uygulamalardır. Müslümanca yaşayacağı ortam oluşturmamaktır esas zulüm. Zulüm, bozgunculuk ve kötülük yaygınlık kazanırken, insanların hiçbir şey yapmadan yerlerinde oturmalarını İslâm asla hoş görmez. Zira İslâm, birtakım pratik yükümlülükler gerektiren bir hayat sistemidir. Kaldı ki, Allah’ın dinine uyulmadığını ve Allah’ın ilâhlığının rededilip yerine kulların tanrılığının yerleştirildiğini gördüklerinde müslümanların sessiz kalmaları, bununla beraber Allah’ın, onları belâdan kurtarmasını istemeleri, sünnetullaha ters bir arzu ve kabul olmayacak bir tavırdır. “Sakın, zulmedenlere az da olsa meyletmeyin. Yoksa size ateş (Cehennem) dokunur. Sizin Allah’tan başka velîniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz.”[6]
Öyle bir acayip dünyada yaşıyoruz ki, söz fayda etmiyor; meşhur tabirle sözün bittiği yerdeyiz. Bize hep ölmeyi uygun görürler. Biz ölürüz, onlar yaşarlar. Ziya Paşa, yaklaşık yüz yıl önce aynı oyunu hatırlatır: “Kalkın ey ehl-i vatan! dediler; kalktık. Onlar oturdu, biz ayakta kaldık.” Orhan Veli de bu durumu şöyle hicveder: “Neler yapmadık şu vatan için! Kimimiz öldük; Kimimiz nutuk söyledik.”
15 TEMMUZ BAYRAM MI OLUYORMUŞ?
Eh, bir bu eksikti; artık tüm problemler hallolur. “Deliye her gün bayram” diye bir deyim var. Biz de tatil ve bayramları çoğaltalım; dünyaya nasıl olsa gülüp eğlenmeye geldik; öyle değil mi? Bahaneyle düzene biraz daha güç verilsin, düzenin ölümcül iskeletine kan pompalansın: Haydi demokrasi nöbetine! (“Haydi, şükür için namaz kılmaya!” demelerini beklemiyoruz elbet). Demokrasi kendini bile koruyamıyor ve onu korumak için nöbet tutulması gerekiyorsa, beni nasıl koruyacak demokrasi demiyor insanımız. Demokrasi seni koruyacak bir güç ise, o senin nöbetini tutsun. Kendini bile korumaktan âciz ise, çekiver kuyruğunu gitsin. “İnsanlardan bir kısmı, kendilerine yardım edecekleri ümidiyle, Allah’tan başka ilahlar, sahte tanrılar edindiler. Oysa bilmezler ki, o sahte tanrıları kendilerine, yardım edemezler. Ama o insanlar her hususta kendi tanrılarına karşı hazırlanmış askerlerdir, hazır bir ordu durumundadırlar.”[7]
Bırakalım zafer kazanmış kahraman edâsını. Bu gurur ve kibir, mahveder bizi ve çevremizi. Kazanılan bir zafer yok; dünkü duruma dönmüş oldu herkes. Ama dünkü, sırât-ı müstakîm miydi acaba? Zina, devletin koruması altında apaçık icrâ edilmiyor mu? Kumar, değişik şekillerde devlet eliyle oynatılmıyor mu? İçki, sigara serbest değil mi? Harama girmeden bir erkek sokağa çarşıya çıkma hak ve özgürlüğüne sahip mi? Hırsıza, katile Allah’ın uygulanmasını istediği yaptırımlar uygulanıyor mu? İnsanlar koşar adım Cehenneme doğru gitmiyor mu? Çoluk-çocuğuna söz dinletebilen kaç insan kaldı? Namazlardan ne haber? Huşû ile, namazın zevkini, tadını çıkararak edâ edenlerimiz ne kadar? Geleneksel ve modern hurafelere, devletin kutsallarına İslâm diye sarılmanın ve başkalarını onlara çağırmanın vebalini ne kadar düşünüyoruz? Faizsiz, yalan ve hilesiz ticaret kalmamış, putlara saygı duruşunda bulunmadan eğitim imkânı yok olmuş bir durumda, neyin bayramını yapıyoruz? Cennet müjdesi aldık da ona mı seviniyoruz? Küfrün hâkimiyetini kırdık, İslâm’ın devletini kurduk da onun bayramını mı yapıyor veya talep ediyoruz?
Fesat her tarafı kuşatmış; bu fesadın temel sorumlusu bizleriz: “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde (şehirde ve kırsalda) fesat belirdi ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.”[8] Müslümanlar olarak başımıza gelen belâ ve musibetlerin sebebi bizleriz: “Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle yaptıklarınız yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu da affeder.”[9]; “Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsinden/kendindendir…”[10]
Kâfirlerin, dalâletteki kimselerin bize pek zararı olmaz; bize esas zarar bizden, içimizden gelecek, kendimizden zannettiğimiz kimselerden sakınmamız gerekecektir: “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca dalâlette olan sapık kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık O, size yaptıklarınızı haber verecektir.”[11] Düşmanlarımıza Allah’ın yardımıyla gücümüz yeter; ama ya dost bildiklerimize? Öyleyse arınıp temizlenmek, yenilenip fıtratımıza dönmek, mağlûp olduğumuz bir-iki raunttan sonra diğer rauntları alıp şeytanın sırtını yere getirmek, yani tevbe edip kendimizi düzeltmek gerekiyor, aynen ana ve babamızın dediği gibi dememiz gerekiyor: “(Âdem’le eşi) dediler ki: ‘Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik; eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen mutlaka ziyan edenlerden oluruz.”[12]
Kıyâmeti (kıyâmet gibi kaosu, dehşeti) dünyada yaşıyorsak, yeniden dirilişi de önce dünyada gerçekleştirmeliyiz. “Kıyâmet”, yaratılmışların topyekûn ölümünü ifade ettiği gibi, ondan daha çok, ölümden sonra yeniden dirilişi, canlanış ve ayağa kalkışı belirtir. Kıyâmeti dünyadayken yaşayan kimseler olarak yeniden canlanmalı ve diğer insanları canlandırmalıyız. Bak görmüyor, duymuyor musun, kalk borusu öttü; darbelerden önce Kur’an bizi uyanmaya ve göreve çağırıyor.
TAHLİLLER VE TAVSİYELER
- Esas darbe, Allah’ın emirlerine, hükümlerine, yasalarına karşı yapılan başkaldırma, isyan hareketleridir. Darbeden ve darbecilerden şikâyet eden, aslında kimden ve nelerden şikâyet ettiğinin bilincinde olmalıdır.
- 15 Temmuz darbe girişimini şiddetle ve nefretle kınıyoruz. Ama, bunun istisnâî bir durum olmadığını, Türkiye’nin mayasında darbelerin bulunduğunu, T.C.’nin de darbe ürünü olduğunu unutmamak gerekir. Askerlerin ayaklanması, ta 16. yüzyıllarda Yavuz zamanlarında başlayan Celali isyanlarına dayanır ve 2016 yılında da biteceğe benzemez.
- On yıl birlikte bu devlete güç veren, her ikisi de demokrasiden, Cumhuriyetten, Amerika ile dostluktan, Nato ile işbirliğinden, Avrupa Birliğinden yana; bireysel anlamda tesettür ve namaz gibi emirleri yaşamaya çalışan, biri diğerine paralel, muhafazakâr zihniyete sahip olan güçler birbiriyle mücadele ederken, en büyük kazanç sistemin olmaktadır. Bu tür hesaplaşmalar en çok rejime yaramakta, rejim güçlenmekte, safrasını atarak kendini yenilemektedir. Darbe yapmanın maddî ve mânevî karşılığı olarak, dünyevî ve uhrevî cezalara aday olup şimdiden kendisi ağır darbe yiyen darbeci güçler gibi; neredeyse yıkılıyor imajı veren ve birçok zaafı ortaya çıkan hükümet de yaralanmış, darbeden ciddi hasarla çıkmıştır. Darbe neticesi, “demokrasi, halkın egemenliği, devletin önemi…” gibi sloganlar ve enerji pompalanmasıyla halkın desteğini daha çok üzerine çeken; rejimdir, TC sistemidir.
- Darbenin arkasında kesinlikle ABD vardır. Paralelciler figürandır, piyondur. İncirlik kapatılmadan, casus örgütleri gibi çalışan Amerikan elçilikleri, Siyonist ve mason teşkilatları her istediği fesadı yapabilecek özgürlüğe sahip olduğu ortamda, işte bu tür darbe girişimleri ve darbeler kaçınılmaz olacaktır.
- Hem Allah’a karşı başkaldırı ve hem de diğer darbelerin önlenmesi için laiklik, demokrasi, Kemalizm, halkın egemenliği gibi içi boş veya zararlı uygulamalar çözüm yerine, tam tersine darbelere davet etkisi oluşturmaktadır. Çözüm; ahlâk, hukuk, siyaset ve hayata ait her alanda Kur’an’ı hâkim kılmaktır. Darbeleri önlemenin tek yolu, insanları tevhid ehli, Kur’an talebesi yapmaktır. Atatürkçülük dersinin arasında ahlâktan bahsetmek, haftada üç saat İnkilâp Tarihi varsa, bir saat de Siyer dersi koymakla ancak şirk denilen hakla bâtıl koalisyonu oluşur. Çözüm; adına Mehmedçik deyip Atatürkçük yetiştirerek, Peygamber ocağı deyip çağdaş Ebu Cehiller oluşturarak, ancak potansiyel darbeciler yetiştirilir. Paralelciler çay içerken kimseye çaktırmadan masa başında îmâ ile namaz kılmak mecburiyetinde kaldığı; rütbeli askerlerin kahir ekseriyetini teşkil eden Atatürkçü laik subayların (istisnâ dışında) namazla ilişkilerinin hiç olmadığı bir kurumda darbelerin önü alınabilir mi?
- Ashâbın, Peygamberin kurduğu devlete karşı darbe yapıp onu devirme ihtimali olabilir mi? Çözüm askeri ashab gibi yetiştirmek, devleti de Medine devletine benzetmektir. Sen gençlerine ve askerlerine Kur’an’a dayalı dosdoğru bir din öğret; öğret de Fetullah gibileri kendi bâtıl zihniyetlerini din diye takdim etmesin. Mü’minle kâfir, cennetle cehennem kadar birbirine zıt, birbirinden uzak kişilerdir. İslâm askeri ile Batılı küfür askeri de öyle olmalıdır. Madem “Peygamber ocağı”, öyleyse inancından, mücadele ettiği değerlere kadar her şeyini Peygamber’in sünneti ve yolu yön vermeli, Allah’ın askeri denilecek şekilde askerde insanlar Nebevî ölçüde ve Kur’anî çizgide yetişmelidir. Bunun için vatan, millet, Atatürk sloganlarından önce tevhidî içerik ve açılımlarıyla birlikte Allah, Kur’an kavramlarının öne çıkartılması gerekiyor. Kur’an’da Firavun’un askerlerinin Firavun’la birlikte azap göreceği, Peygamber’le birlikte cihad eden ashabın da Allah’ın rızasına erdiği belirtilir.
Tabii, bu Kur’an’ı öğrenip yaşamak isteyen kimse; laik, kapitalist, Kemalist devleti sevemeyeceği ve ona uygun gelmeyeceği için devletin de İslam Devleti olması gerekir. Yani, her iki anlamdaki darbenin bir daha tekrarlanmaması için tek şart, bireylerin ve devletin Kur’an’a uygun; Kur’an insanı (canlı Kur’an) ve Kur’an devleti (İslam Devleti) haline gelmesidir. Bu konuda ciddi hiçbir adım atılmadığına ve halkın da kuru beklentiden başka, oy verdiği kesimleri sıkıştırmadığına şahidiz. İki ay maaşını alamamış olsa, işçi ve memurlar nasıl sokağa dökülürler. Ama, Allah’ın dini hâkim olsun diye ciddi anlamda fedâkârlık yapmaya çalışanların sayılarının da, faaliyetlerinin de yetersiz bile olmadığı görülmektedir. Faizin ticaretle uğraşan tüm kesime kaçınılmaz şekilde dayatıldığı, zinanın devlet yardımı ve korumasıyla, özendirme ve kolaylaştırmasıyla bir alo kadar, bilgisayarda bir tık kadar yakınlaştırıldığı, kumarın devlet eliyle oynatıldığı, okullarda 20 milyona yakın gencin çağdaş putperestlik olarak heykellerin önünde saygı duruşunda bulunmak zorunda bırakıldığı, “Allah’a inandım” diyenlerin Allah’ın indirdiği hükümlerle değil de, insanların uydurduğu kanunlarla yönetildiği bir ülkede, bunca isyanın cezasının şu veya bu şekilde bekleneceği bir vâkıadır. “Darbelere son” diyenlerin öncelikle “Allah’a isyana son!” deyip Kitapsız bir devletten Kur’an’ı her yerde ve her yönüyle tatbik eden bir devlet uygulamasına doğru Nebevî usûlle yönelinmesi şarttır.
- Bunun için de halkın Kemalizmi, laikliği, demokrasiyi, kapitalizmi savunmaktan vazgeçerek, o tür bâtıl ideolojileri reddedip uzlaşmaması gerektiğini kabullenmesi gerekiyor. Böyle olması gerekirken, başına gelen ve gelme ihtimali olan her musibetten Allah’a sığınması ve hangi toplumsal isyan ve günahların neticesi olduğunu hesaba katıp o haramlardan dönmesi gereken insan, rejimi destekliyor ise, Kur’an hükümleri yerine demokrasiyi savunuyorsa bunun sonu ne olacaktır? En büyük darbe olan kıyameti mi bekliyoruz?
- Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaverleri, Genelkurmay Başkanı Akar’ın Özel Kalem Müdürü ve Milli Savunma Bakanının Müsteşar Yardımcısı ve üst düzey komutanların emir subaylarının önemli bir bölümünün FETÖ/PDY üyesi olduğu tespit edildi ve gözaltına alındı. Bu durumu, darbeciler için başarılı bir takiyye ve gizlenme kabul edebiliriz de, bu taraf için basit bir dikkatsizlik diye geçebilir miyiz? Genelkurmay Başkanı ile kuvvet komutanları, en yakınındaki özel kalem müdürü, emir subay ve astsubayları ile korumaları tarafından rehin alınmaktan kurtulamadı. Kendi emrindekilerin emrine uymak zorunda kalanların, yakın çalışma arkadaşlarını seçmekte bu kadar yanılan kimselerin diğer işlerinde ne kadar isabetli davranabilecekleri gündeme gelmez. Darbe girişiminde Erdoğan’ın yaverleri ile üst düzey komutanların emir subaylarının önemli bir bölümünün rol almasını ne ile ve nasıl izah edeceğiz? Göklere çıkarılan büyük istihbaratçı Hakan Fidan’a ne demeli? Aylar öncesinden hazırlıkları yapılan ve bütün illerde örgütlenen koca darbe örgütünün büyük kalkışmasını olaydan birkaç saat önce ancak öğreneceksin. Sonra bilgini kiminle paylaşman gerektiğini de bilmeyerek saatlerce Genelkurmay’da pasifize edilip oyalandırılacaksın. Basit ihmal ve dikkatsizliği çok aşan bu durumlar yine devam edecek. On sene beraberce ülkeyi yönettikleri darbecileri tanımayanların, hemen yanındaki dostunu düşmanını karıştıran kimselerin, Avrupa’da ve Amerika’daki düşmanını dost sanması sürpriz mi olur? Firâset ve basiret denilen özellik, ancak Allah’a yakın olan kimselerde bulunur.
- Darbe yapanlarla darbeye muhatap olan hükümetin aralarında ciddi anlamda fikir zıtlığı olduğunu sanmıyorum. Ama aralarında çıkar kavgası olduğunu herkes duydu, biliyor. Paralel; yan yana, aynı uzaklığı muhafaza ederek birleşmeden uzayıp giden çizgilerin haline ve bu çizgilerin her birine deniliyor. Paralel iki çizgi, tren rayları gibi aynı istikamette olan iki çizgidir. Birine paralel yapı deniliyor; diğeri de para yer yapı kabul edilmeli. Hatırlanacağı gibi, on yıl sürdürdükleri canciğer dostluk bağlarını ilk koparan darbecilerdi; muhataplarını para yemekle suçluyorlardı; para yemeyi üç bakana yüklediler, fazla önemsenmedi, unutulup gitti. Her iki fırkanın birbirine düşmanlıkta ve nice İslâmî hususlarda tutarsızlık ve ölçüsüzlüğünün temel sebebi, gurur, kibirdir. Menderes’i bu gururlu müstekbir tavrı mahvetmişti. Tâğutlar ve küfrü tercih eden her kesim için kibir ve şımarıklık önemli bir vasıftır. Ve kibirliliğin en anormal derecesi, tevazu kılıflarıyla ortaya konulur.
- Minarelerden salâ verilerek demokrasi nöbetlerine ve hükümete destek verilmesi, yadırganmamalı; Diyanet, başbakanlığa bağlı bir devlet kuruluşudur, cami görevlileri de devlet memuru. Yani, yadırganacak bir durum yok. Başkan Görmez, “zerre kadar paralel yapıya gönül bağı olan bir görevlinin mihrapta yeri yoktur.” demişti. Atatürkçüler, laikler ve bağnaz particiler için de benzer şey söyledi mi? Onlara mihrap emanet edilebilir, ama paralelciye hayır! Yine, D. İ. Başkanı, “darbeci askerlerin salâsının okunmayacağını ve cenaze işlemlerinin yapılmayacağını ve namazlarının kılınmayacağını” açıkladı. Bunların arasına yanlışlıkla katılan, kandırılan, işin içyüzünü tam bilmediği için onların arasında bulunmuş olanlar çıkabilir. Katıldıktan sonra tevbe edip pişmanlık duymuş kimseler olabilir. Onlardan zannedilebilir. Mü’minim deyip kâfirliğine kesin bir delil olmadığı müddetçe camilerden hiçbir kimseyi kovamaz, lâ ilâhe illâllah diyen ve şirk koştuğu bilinmeyen bir kimsenin cenazesini açıkta bırakamazsınız. Bu fetvanın sadece paralelcilere yönelik olması şunu gösteriyor: Paralel yapılanma ile devlete şirk koşanın cenazesi kılınmaz, Allah’a şirk koşanın ise cenaze namazının kılınması açısından bir sakınca yoktur. Öyle mi bay başkan? Görmez olabilirsin, ama böyle bir çelişkiyi veya yanlış tercihi görmezden gelemezsin. Hz. Ali, devlete başkaldıran, devlet başkanı olduğu halde kendisi ile savaşan Hâricîlerin cenaze namazlarını kılmıştır. Kenan Evren’in cenazesi Kocatepe Camii imamı İsmail Coşar tarafından, İsmet İnönü gibi İslam’a karşı tavrı belli olan kişinin cenazesini yanlış hatırlamıyorsam Diyanet İşleri Başkanı tarafından kılınacak, İslâm düşmanı laik ve Atatürkçülerin cenazeleri Diyanet görevlilerince kılınacak, ama paralelcilerin namazı kılınmayacak. Bu fetvanın doğru olduğunu düşünmediğim gibi, insanlar ve cemaatler arası uçurumu daha büyüteceğini, tefrika ve tekfir zihniyetini körükleyeceğini söyleyebilirim.
- Kamuda çalışan 50 bin’in üzerinde memur ve personel görevden alındı. Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde toplam 36.200 öğretmenin görevine son verildi. Bunlar bir hafta dolmadan şimdiki rakamlar, daha artacağı bekleniyor. Bu durum, devletin sık sık birlik ve bütünlük nutuklarına, kimsenin inançlarından dolayı kınanamayacağı ve suçlanamayacağı anayasalarına ne kadar uyduğunu kimse sormuyor. “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten takvâya daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”[13]; “Ey insanlar! Allah’ın verdiği söz şüphesiz gerçektir; dünya hayatı sizi aldatmasın. Allah’ın affına güvendirerek şeytan sizi ayartmasın.”[14] Darbecilerin de, darbeye muhatap olanların da; her iki kesimin de tevbe edip Kur’an’a dönmeleri ve Kur’an’ın hükümlerini bulundukları cemaat ve birlikteliklerde ve de devlette uygula(t)maları duasıyla…
DEVAMI İNŞAALLAH GELMEZ; DARBELERİN VE DARBEYLE İLGİLİ BU SÖZLERİN…
Not: Fikir özgürlüğü kısmen de olsa var olan bir ülkede bu hutbe, inşaAllah kimsenin başına şerli bir iş açmaz. Nöbeti tutulan demokrasi çarpmaz. “Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, ‘insanlar size karşı toplanmışlar, onlardan korkun!’ dediklerinde, bu söz onların imanını arttırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ dediler.”[15] Eleştirenler lütfen, “şu cümlende şunu diyorsun ve bu ifaden Kur’an’daki şu âyete ters, Peygamber’in şu uygulamasına zıt” desinler. Kur’an’a ve Sünnete ters değilse eğer, hatta onların açılımı ise anlatılanlar, eleştirenler eleştirsin, pek de ciddiye almak doğru olmaz. “İşte ben, hem benim, hem sizin Rabbiniz olan Allah’a dayanıp tevekkül ettim. Yeryüzünde bulunan hiçbir canlı yoktur ki, Allah, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz
Rabbimin (gösterdiği) yol dosdoğru bir yoldur.”[16]
[1] ] 5/Mâide, 105
[2] 6]1307] 53/Mâide, /Âl-i İmrân, 8 173
[3] ] 31/Lokman, 13
[4] ] 5/Mâide, 45
[5] ] 8/Enfâl, 25
[6] ] 11/Hûd, 113
[7] ] 36/Yâsin, 74-75
[8] ] 30/Rûm, 41
[9] ] 42/Şûrâ, 30
[10] ] 4/Nisâ, 79
[11] ] 5/Mâide, 105
[12] ] 7/A’râf, 23
[13] ] 5/Mâide, 8
[14] ] 35/Fâtır, 5
[15] ] 3/Âl-i İmrân, 173
[16] ] 11/Hûd, 56
15 TEMMUZ DARBESİNİN YILDÖNÜMÜ -1-
ÂYET:
وَتَّقُو فِتْنَةً لَا تُص۪يبَنَّ لَّذ۪ينَ ظَلَمُو مِنْكُمْ آخَاصَّةًۚ وَعْلَ آمُو نََّ للّٰهَ َشَد۪يدُ لْعِقَابِ
“Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.”[1]
وَلَا تَركَْ آـنُو لَِى لَّذ۪ينَ ظَلَمُو فَتَمَسَّكُمُ لنَّارُۙ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ للّٰهِ مِنْ وَْلِ آيَاءَ ثُمَّ لَا تُنْصَرُونَ
“Sakın, zulmedenlere az da olsa meyletmeyin. Yoksa size ateş (Cehennem) dokunur. Sizin Allah’tan başka velîniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz.”1298 ظَ هَرَ لْفَسَادُ فِي لْبَرِّ وَلْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ يَْدِي لنَّاسِ لِيُذ۪يقَهُمْ بَعْضَ لَّذ۪ي عَمِلُو لَعَلَّهُمْيَرجِْعُونَ
“İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde (şehirde ve kırsalda) fesat belirdi ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.”[2]
وَ آمَا صََابَكُمْ مِنْ مُص۪يبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ يَْد۪يكُمْ وَيَعْفُو عَنْ كَث۪يرٍۜ
“Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle yaptıklarınız yüzündendir. 1300(Bununla beraber) Allah, çoğunu da affeder.”آمَا صََابَِكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ للّٰهِۘ وَ آمَا صََابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَۜ وَرَسَْلْنَاكَ لِلنَّاسِ رسَُولاًۜ وكََفٰى باللّٰهِ َشَه۪يدً
“Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsinden/ kendindendir…”[3]
15 TEMMUZ DARBESİNİN YILDÖNÜMÜNDE, DARBENİN HEMEN SONRASINDA YAZDIĞIM YAZIYI HATIRLAMANIN DAYANILMAZ ÖNEMİ SİLAH, BELDE SAKİN SAKİN DURMAYI SEVER Mİ?
Hani, içki için şöyle denir ya: “Şişede uslu durur, onu içen kudurur.” İnsanın içine giren içki, şişenin içinde durduğu gibi durmaz. Silah da öyledir. Tahrik eder sahibini; gıdıklar durur. Suriye devleti ile savaşan mücahidlerden bir sniperla konuşuyordum; öyle diyordu: “Elinizde attığınızda vuracağınız bir silahınız olunca, karşınızdaki insan istediğin zaman ayağının altına alıp ezivereceğin bir böcek gibi gözüküyor insanın gözüne.” Para ile silah sahibini değiştirir; daha doğrusu gücü olmadığı için zulüm ve fesat işleyemeyenin içyüzünü ortaya serer.
NİYE BAŞARILI OLAMADILAR?
Onların inancı karışık, Kitabın bir kısmına inanıyorlar; diğer kısmını da kırmızı kaplı kitaplarla, demokrasi ve cevşenlerle, celcelutiyelerle, hurafelerle tamamlıyorlar. İnancı yere düşenin silahı da yere düşer. İnsan zaferi önce gönlünde kazanır. Bize karşı silah taşıyan, bizden değildir. Bunlar Ağustos’ta askeriyeden atılacaklarını bilen, can havliyle nereye nasıl saldıracağını kestiremeyen gözü dönmüş, kinleri akıllarını bürümüş subay takımı. Subaylar, akıllarını çalıştırmayı öğrenmiş üretken, plancı, stratejist insanlar olmaktan önce; emir almayı, bir üste itaat etmeyi din haline getirmiş kimselerdir. Bunlara da talimatlar, darbe planları abdi oldukları ABD’den geliyor. ABD de kendi istediği şekilde planlama yapıyor. ABD açısından istedikleri tümüyle yerine gelmese de, yine de başarılı bir plan, başarılı bir girişim. ABD’nin tam istediği olsaydı, asker iki kampa ayrılıp birbirini kıracak, halk da müdahale edince iç savaş çıkacaktı. Türkiye Suriye’ye benzeyecekti. ABD’nin tutturduğu türkü makamıyla aranjmanı duymuyor musunuz? “Gönül ne kavga ister, ne darbe; gönül karışıklık ister, darbe bahane.” Ama, Fetullahçılar gitti, kavga bitti” diye düşünmeyin. Ülke, bugüne kadar Fetullahçı subaylardan çekmedi sadece. Darbe girişiminde bulunmasalardı, kendi hallerinde sakin şekilde yaşayıp kimseye zarar vermeyen, karınca ezmez kişi rolüyle bilinip gideceklerdi Fetullahçı subaylar. Esas Atatürkçü subaylar var, her an ihtilal yapmaya aday. Bugüne kadar onca ihtilalin faili olanlar, sabıkası kabarık olanlar. Alnı secdelileri büyük düşman bildiniz, ama esas alnı secde görmeyenlerdir, esas olarak alnı secdeliye düşman olanlardır düşmanlarımız. Demiyorum ki, her alnı secdeli bizim destekleyebileceğimiz dostumuzdur; ama diyorum ki, alnı secdeli olmayanlar bizim dostumuz değildir, olamazlar da. “Sizin velîniz, dostunuz, ancak Allah, Rasûlü, rukû edenler olarak namaz kılan ve zekâtı veren mü’minlerdir.”[4] Esas düşmanımızı politikacılar belirlememeli, Kur’an’ın ilkeleri belirlemeli. Politikacılar ölçü olunca, en az on yıl bunları dost kabul etmenin, örnek bir “hocaefendi” imajını güçlendirip devleti yönetmede ortak kabul etmenin, bugün sana darbe yapanları işbaşına getirmenin doğru mu yanlış mı olduğunu nasıl tesbit edebiliriz?
DARBECİLERİN YAPTIĞI DARBELER, YIKTIKLARI HÂNELER YANLARINA KÂR MI KALIYOR?
Ergenekon’da bunca rezaletin ifşa olunmasına rağmen, en üst generaline kadar dün suçlu görülen subaylar mahkeme faslı tamamlanmadan Gülen’e gösterilen tepkinin bir sonucu olarak salıverildiği ve darbe yapanlardan bile hesap sorulamadığı unutulup gidiyor. Yakın zamanların zulmü en geniş ve en uzun süreli olanın 80 darbesinin fâilleri tantana ile yargılanıyordu; kamuoyu darbecilerden hesap sorulacağını sanıyordu. Ne oldu? Ne olacaktı, düzen kendi evladını yer miydi hiç? Kenan Evren yargılanmadan ölüp gitti, Çevik Bir’ler hâlâ çalım satıyor. Darbe yapanın yaptığı yanına kâr kalıyor. Düzen kendine çeki düzen verdi mi ki, silahlı kuvvetlere çekidüzen verecek? Ama, böyle devam ettiği müddetçe onlar fırsat buldukça düzenle ve halkla istediği gibi oynamaya devam edecek. Her on yılda bir darbe geleneği, hangi yüz yıllara kadar sürecek, kimse bilmiyor.
DARBE İSTATİSTİĞİ
Daha üç sene geçmeden başarısız darbe girişimi, Ergenekon’un içyüzü ve çalışma sistemi, unutuldu gitti; bize de istatistik bilgiler vermek kaldı; 1960’dan beri gelenekselleşen darbelerin çetelesini tutmak için:
27 Mayıs 1960: İhtilal adlı askerî darbe,
12 Mart 1971: Muhtıra adlı askerî darbe,
12 Eylül 1980: İhtilâl adlı askerî darbe,
28 Şubat 1997: Balans Ayarı adlı askerî darbe,
27 Nisan 2007: E-Muhtıra adlı askerî darbe,
2009: Ergenekon adıyla askerî ve sivil darbe girişimlerinin açığa çıkması.
17-25 Aralık 2013: Arkasında ABD’nin olduğu Pansilvanya merkezli darbe girişimi,
15 Temmuz 2016: Arkasında ABD’nin olduğu (öncekinden biraz daha ciddi) Pansilvanya merkezli darbe girişimi.
DARBELER BUNLARLA SINIRLI DEĞİL!
Aslında darbeler tarihi son 60 yılla sınırlı değil; çok daha derinlerde, köklerde. Türkiye Cumhuriyeti de darbe sonucu kurulmuştur, denilse yanlış olmaz. II. Abdulhamid, başında Atatürk’ün Kurmay Başkanı olarak görev aldığı, silahlı kuvvetlerden teşekkül etmiş Harekât Ordusu tarafından tahtından indirilmişti. T.C. de, başını askerlerin çektiği bir grup tarafından, içinden çıktıkları Osmanlı Devletine karşı silahsız darbe yapılarak kurulmuştu.
İLK DARBECİ KİMDİR DERSİNİZ?
Ve… ilk darbeci İblis’tir. Allah’ın hükmüne, O’nun sistemine, emrine karşı ayaklanmış, insanın yeryüzündeki halifeliğine karşı darbe planları yaparak icraya koymuştur. Allah’ın hükmüne ters planlar yapıp o doğrultuda uygulamalarda bulunanlar da onun darbeci askerleridir.
DARBE VAR, DARBE VAR!
Darbeler ikiye ayrılıyor artık; faydalı darbeler, zararlı darbeler diye. Hükümeti, yık(a)mayan her darbe (girişimi), iktidarı güçlendirir. Hükümetlerle birlikte rejimler de güçlenir her başarısız darbe sonunda. Vücudu güçlendiren aşı gibidir başarısız darbe. Osman Gazi’den bu yana bizim insanımız mağduru pek sever. Fakat, bu güçlenme hormonlu bir güçtür, yasak dopingli madde kullanımına benzer. Çünkü her darbe, ülkenin güvenilirliğini kemirir, ekonomisine kalıcı zararlar verir, Ortadoğunun ağabeyliği gibi prestijleri elinden aldırır, Batının ciddiye almadığı, geleceğinin belli olmadığı, ümit vaad etmediği, kimsenin koltuğunda devamlılık göremeyeceği, istikrarsız, depreme tutulmuş gibi sallantı halinde bir görünüm veren ülke konumuna düşürür. Faydasız da olsa darbeler aşıdır aşı olmasına, ama altın vuruşa benzeyen yüksek dozda uyuşturucu içeren bir aşıdır bu. O yüzden böyle anormalliği kim kendine yakıştırır da oyun olsun, tiyatro olsun diye kendi aleyhine darbe yapılmış görüntüsü verir? Böyle bir şey yapan kimse yüzde bir ihtimalle ileride açığa çıkmış olsa, sadece siyasi itibarı değil, insanî itibarlarını da sıfırlamış olur. Bunu kim niye yapsın?
EN BÜYÜK ASKER KİMİN ASKERİ?
“En büyük asker bizim asker!” Bu sloganın neresini eleştirelim? Sen böyle dersen asker, kendisinin en büyük olduğuna inanır ve en büyük olmaya kalkar. “Parmaklarıyla kurt işareti yapan gençlerin sloganı bu, bilindiği gibi. Bir taraftan böyle diyorlar, diğer taraftan başarısız darbenin başarısız askerlerini yakaladıkları yerde acımasızca dövüyorlar. “En büyük asker” unvanını yaptıkları darbeler sayesinde almış olmalılar. Ama, en büyüklerin büyüklükleri belli oldu. Burnundan kıl aldırmayan, yanına yaklaşılmayan omzu kalabalık rütbeliler süklüm püklüm, sivil polisin elinde emre hazır bekliyor.
TEPEDEN İNME DARBE SİSTEMİ
Tepeden inme zoraki değişim İslâmî bir yöntem olmasa da, Müslümanlar açısından da darbeler ikiye ayrılmalı değil mi? İslâm’ın hâkim olmasını amaçlayan darbeler; beşerî görüş ve ideolojiler için yapılan darbeler diye. Ama, egemen güçle iyi olan paralelin devletin en hassas kadrolarını ele geçirme imkânı ile, egemen güçlerle zıtlaşan aynı zihniyet ve aynı kadroların nasıl tü-kaka edildiği gözler önündedir. Aslında bugün darbeden şikâyet eden yöneticiler, kendilerini suçlamalıdır her şeyden önce. Darbecileri darbe yapacak güce kendileri getirmiş değil midir? Kendileri parayer yapı oluştururken paralel yapı da kendi kadrolarını tamamlıyordu. Darbenin tohumunu, darbeden en çok zarar görmesi gerekenler, ama tam tersine darbe ile güçlenenler ekiyor demek ki. Ve darbenin suçundan yüzde birlik hisse bile onlara verilmiyor. Haksızlık yapılıyor açıkça.
KUKLAYI CEZALANDIR, KUKLACIYI KENDİNE GÜLDÜR
Darbeyi esas planlayanlara, bizzat yürütenlere diş geçirilemiyor. Atını dövemeyen, semerine vururmuş kamçıyı hesabı, vatandaş kendi oğlu konumundaki rütbesiz er’i bir daha darbe yapamayacak hale getirecek kadar dövüyor, linç etmeye kalkıyor. Gücü yeten yetene. Gariban rütbesiz asker, emir eri, hatta emir kulu. Yat denilince yatmayı, kurşun at denilince atmayı, heykele tap denilince tapmayı ibâdet, kutsal bir görev olarak kabul eden, daha doğrusu kabul ettirilen bir müstaz’af. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu, “Darbenin arkasında Amerika Birleşik Devletleri var.” diyor ve bazı veriler sunuyor. Hükümet bunu biliyor da Amerika’ya karşı en küçük bir tavır alabiliyor mu? “Bugünkü kanunlar, büyük sineklerin delip geçtiği, küçük sineklerin takılıp kaldığı bir örümcek ağıdır.” diyordu Balzac. Sadece Hindistan’da ineklere ayrıcalık verilmez; buralarda da büyük başlara ayrıcalık vardır, büyük arabaların geçiş üstünlüğü, büyüklerin söz kesme hakkı vardır. Küçük hırsızlar hapishaneyi boylarken büyük hırsızlar beydir, vekildir, büyük yöneticidir. Amerika’ya hesap sorulmaz, 1 numaralar ve onların arkasındakiler ne kadar ve nasıl sorgulanacak, göreceğiz. Kenan Evren’ler nasıl cezalandırıldıysa… Kuklalara ceza verilecek, kuklayı oynatanlara sevgiler gönderilecek.
AZİZ KILAN DA ZELİL EDEN DE ALLAH’TIR
“De ki: “Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz eder, şereflendirirsin, dilediğini de zelil eder, alçaltırsın. Hayır senin elindedir. Şüphesiz Sen her şeye kadirsin, hakkıyla gücü yetensin.”[5] 15 Temmuz darbe girişiminde görüldüğü gibi, kocaman askerler, omzunda birçok yıldız bulunanlar ne kadar da âciz, nasıl da zavallı… Jandarma Genel Komutanı, Hava Kuvvetleri Komutanı ve Genel Kurmay başkanı, kendilerine bağlı (olması gereken) altlarındaki subaylar tarafından kaçırılabiliyor. İmzaları kullanılarak sahte belgeler yayınlanabiliyor.
ASKERLİK DENEN ŞEY
Tuz yiyecekleri kokmaktan korur. Tuz kokarsa yiyeceklerin hali ne olur? Askerlerin temel görevi, düşmandan bu ülkeyi korumaktır; peki, askerden bu ülkeyi kim koruyacak? Türkiye, bir türlü kurtarıcılardan kurtulamamıştır. Düşmandan korunmakası çok zor değildir; ama ya dost bildiklerinden? Dost bilinenlerin zararı, ölümcül yan etkisi olduğu bilinmeyen ilaç gibidir. Esas tedbir, içinde zehir olan ilaca karşı olmalı. Evet, cevabı zor soru: Asker bu ülkeyi koruyacak da, askerden bu ülkeyi kim koruyacak?
ASKERLİK; DEVLET TANRISINA KULLUK
Türkiye’de zorunlu askerlik uygulaması, sistem açısından bir vatandaşlık görevi kabul edilmektedir. Yani devlet, kendini vatandaşın tanrısı konumunda görür. Vatandaşa düşen de kayıtsız şartsız devlet tanrısına kulluk yapmaktır. Devlet tanrı, “yat” deyince yatacak, “sürün” deyince sürünecek, “öldür” deyince öldürecek bir kul istemektedir. Karşılığında bırakın yalancı da olsa bir cenneti, teşekkür bile etme zorunluluğunu duymaz devlet; çünkü vatandaş buna mecburdur, kendisini de bu kulluğa lâyık görür. Cenneti yoktur, ama cehenneme benzetmeye çalıştığı zindanları vardır, bu kulluğu kabul etmeyenler için. Bu durum, rütbesiz askerler içindir. Her ezilenin bir ezeni, her zulmün bir düzeni vardır. Askeri ezen de askerdir; rütbeli asker…
Vatandaşı askerlikten soğutmak kanunen suç. Ya askerlerden soğutmak? Askerlikten soğutmayalım, ısıtalım; sonra? Sonra sıcağı sıcağına, onlar da sana saldırsınlar, dinine saldırsınlar… Asker kimin askeri? Kendi halkına karşı kurşun sıkan, tankla halkın üzerine yürüyen askeri nereye koyacağız? Peki, kendi halkının dinine, imanına, tesettürüne, Müslümanca yaşayışına düşmanca davranan askerleri, yani subayları ne yapacağız? Halkı koruması gereken polisleri bugün askerden halk koruyor. Aynı polis dün Taksim’den tüm ülkeyi karıştırıyordu, daha önceki gün nice Müslümana zulmediyordu. Ne dediğini insan bilmeli: En büyük asker, bizim asker mi, gerçekten mi? Bize saldıran asker ve polis mi en büyük olan? Bir hadis rivayeti şöyledir: “Silahını bize karşı doğrultan, bizden değildir.” Gardiyanına âşık olan, celladını ölesiye, öldürülesiye seven zavallı insanımız…
Doğru teşhis olmadan sağlıklı tedavi olmaz. Düzeni doğru tanımlamadan doğru bir çözüme gidilemez. Tâğut kavramını tanımadan düzeni ve anlatılan konuları doğru bir yere koymak da mümkün değildir.
ÜLKEYİ HEP ASKERLER YÖNETMİŞTİR, YÖNETMEKTEDİR
Sistem, askerî vesayet ve velâyet yönetimidir. Memleketi hep askerler yönetir. Asker Atatürk yattığı yerden ilke ve devrimleriyle, ihtilal yapan askerler anayasaları ile, yaşayan rütbeli askerler de her şeyleriyle. Her şehrin en mûtena yerinde askeriye konuşlanır, en güzel ve en geniş yerleri onlar parsellemiştir. “Bu memleketin (ve vatandaşların) sahibi biziz” diyen tavırları ile âdeta haykırırlar: Subay olmayanlar kiracıdır bu ülkede, kira parasını ev sahiplerine gerektiğinde canlarıyla bile ödemek zorunda olan bu basit insancıklar, istedikleri zaman kapı dışarı edilebilecek yabancıdır, zencidir, ötekidir. Zaman zaman hadleri bildirilir; inançlarına, yaşayış ve kıyafetlerine hakaret etme hakkını kendinde bulur ev sahibi(!) İşin tuhafı, kiracının, çok çalışsa da ev sahibi olma hakkı yoktur; o hep alttadır, emir eridir. Rejimin (İslâm’dan ve Müslümanlardan) korunup kollanması onlara aittir. Halkın yanlış tercih yapıp silahlı kuvvetlerin istemediklerini başa geçirdiğinde, ya da vatanseverlikleri depreşip canları istediğinde ihtilal yapmaya hazırdırlar. Can atarlar vatanı kurtarmaya(!), kesmez artık postmodern darbeler, 28 Şubatlar…
AYAĞA DÜŞEN DARBELER, YERDE SÜRÜNEN DARBECİLER
Son girişim gösteriyor ki; darbeler de ayağa düştü veya artık darbe yapmak, yapmış olsa halka benimsetmek, zorun da ötesinde bir şey oldu. Halkın en azından darbeler konusunda gözü açıldı. Artık dünya, öyle askerin baskısını, sıkıyönetimleri savunan ve “bize bu gerekir, biz bundan anlarız; bize astığı astık demir yumruklu komutan yöneticiler lâzım!” diyen pek kimse kalmadı. En azından özgürlüğünü kısıtlatmak istemiyor insanlar. “Halka yorum beğendiremiyorum, ne yazsam sert eleştiri alıyorum” diye yorumcu şikâyet ede dursun; darbeci darbe beğendiremiyor halka. “Darbe dediğin işte böyle olur” diyeceklerini bekliyor boşuna. Tam tersine; “Böyle darbe mi olur, bu tiyatro, tiyatro!” diye bağırıyor kimileri. Temel, mezar taşına yazdırmış: “hastayım, hastayım dedim, inanmadınız; gördünüz mü şimdi?” Adamlar ölüyorlar, öldürüyorlar; süklüm püklüm, yaka paça yakalanıyorlar; don gömlek soyunduruluyor, ellerine kelepçe takıyorlar; “hayır, böyle darbe olmaz, inanmayız” demeyi sürdürüyor bazıları. Taksim’deki daha usta işi miydi? Ama, yine de darbenin çok bilinmeyenli denklemleri var. Hakan Fidan saatlerce Genel Kurmay’dan niye çıkmadı? Darbeyi Başbakanına, Cumhurbaşkanına niye zamanında haber vermedi? Kuvvet komutanları ve Genel Kurmay Başkanı, nasıl kayboldu ve başlarına bir şey gelmeden darbe sonrasında nasıl serbest bırakıldılar? Fetöcü yaverler, Fetöcü sekreterler, yardımcılar niye korur gözüktükleri şahıslara dokunmadı? Erdoğan’ın eniştesinin haberi oluyor da, devletin niye haberi olmuyor? Hükümet biliyordu da, önlemek yerine “başarısız olsunlar bizim için daha iyi” mi dedi?
DİN ANLAYIŞLARI PROBLEMLİ OLANLARIN DARBELERİ DÖRT DÖRTLÜK OLUR MU?
Cemaat ve lider tercihlerinde çok akıllıca davranamayanlar, darbe işinde farklı mı davranabilecek? Din anlayışları problemli olanların darbe anlayışları mı dört dörtlük olacak? Sonra, kimden yanasınız? Darbeciler mükemmel bir planla halkın karşısına geçseydi, 1917 devrimi gibi milyonların ölümüne sebep olacak mükemmel bir darbe yapsalardı; biz de iyi hazırlanılmış bir darbe görseydik” (görseydik ve ölseydik) mi denilmek isteniyor? Bunlar otoriteden izinsiz bir şey yapmazlar. Otorite ABD olursa, onların ipiyle kuyuya ancak bu kadar inebilirsiniz. Tayyip’den razı olmayan ABD düne kadar sıfatı “hoca efendi” olan birinin yönetiminden veya onun talebelerinden razı olur, onu yönetici kabul eder mi? Her ikisine de ağır bir mesaj gönderir attığı tek bir taşla. Başarılı bir darbe olsa, alternatif yönetici kim olacak? Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan olmak da var hani… Ama, Taksim mesajını anlamadığını düşündükleri Tayyib’e daha yüksek sesli ikinci bir mesaj daha sunmuş oldular. “İstersek başka yollarla senin ipini çekebiliriz. Bu açık bir uyarı olsun” demiş oldular. Aynı zamanda son kullanma tarihinin dolduğunu düşündükleri maşayı maşaAllah diyerek emekliye ayırmış oldular. O maşayı eski ortağına kaç paraya satacağının hesabını yapmaya başladılar bile. Darbe başarısız oldu denilse bile, ABD açısından başarılı oldu; o böyle istiyordu çünkü. Yaramaz çocuklarının kulağını çekmiş oldular, bir daha sözümüzden çıkarsan ağzına Fetullah biberi gibi daha acı biberler süreriz, gerekirse ipini de çekeriz demiş oldular; öteki emirerlerine de, “biz yeterince destek vermezsek siz hiçbir şey yapamazsınız” mesajını kan rengi kırmızı boyalı yazıyla yazıp sunmuş oldular. Ve Amerika’nın aynı taşla vurduğu diğer büyük kuş: Burnunu soktuğu her ülkede derin ihtilaflar, mü’min sayılabilecek halklar arasında yıllarca sona ermeyecek kavgalar, sürtüşmeler oluşturmak, İslam düşmanlarını bıraktırıp halkı bu sanal düşmanlarla uğraştırmak onun en ustalıkla becerdiği iş. Bakın Irak’a; Amerika girmezden önce halk birbiriyle nasıl geçiniyordu, Amerika’dan sonra nasıllar? Bakın Suriye’ye. Ve bakın Türkiye’ye.
FETULLAH DÜŞMANLIĞINDA DA HADDİ AŞMAK
Varsa yoksa Fethullah terör örgütü; kısa adıyla FETÖ. Sanırsınız ki gerçekten terörist ve terörde IŞİD’i de PKK’yı da geçti; resmî söylemlere bakarsanız, öyle. Artık Amerika veya İsrail’e düşmanlık bile Fetullah terör örgütüne düşmanlık yanında çok hafif kalıyor. Bunları yazdım diye beni de onlardan olmakla suçlayanlar çıkar mı çıkar. 1970’de Kestane Pazarı’nda tanıdığım Fethullah Gülen’in din anlayışını halk ona saygı duyup hoca efendi derken de daha önceleri de onu ağır şekilde eleştiren birkaç kişiden biri bendim. Onu savunacak kadar sapıtmadım. Ancak adaletli olmak gereğini duyuyorum. Allah, savaş yaptığımız küffara karşı bile aşırı gidip adaletten ayrılmayı yasaklar: “Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.”[6] Duygusal bir toplumuz; çabuk gaza getirilebilen, sevdiğinde ölesiye seven, buğzettiğinde öldüresiye buğzeden, fıtrî ölçüyü koruyamayan, kontrolsüz güç, sahibinin kontrol edemediği, başkalarının yönlendirebildiği güç…
T.C. HÂLÂ MİLİTARİST BİR DEVLETTİR
T.C., Kurulduğundan bugüne, demokratik çizgiden çok; militarist bir özelliğe sahiptir. Hâlâ da bu hükmü boşa çıkaracak yola girilmiş değildir. Darbe, bu düzenin mayasında vardır. Darbeler sadece şekil değiştirmiş, ama darbe mantığı değişmemiştir. Darbelerin kanun kılıfı altında yapılması, olayın mâhiyetini değiştirmez. Esas darbeleri TSK yapsa da, Meclis de darbe yapar, Anayasa Mahkemesi de, bürokratlar da. Burası darbeler ülkesidir. Ata da darbe yapar GATA da. Beşerî düzenler zulme dayanır; Zulme, kandırmaya, hileye, ifsâda ve darbelere… “Beşerin böyle dalâletleri var / Putunu kendi yapar kendi tapar.” Elleriyle yaptıkları, tapıp halkı zorla taptırdıkları helvadan putlarını kendi elleriyle yiyip yuttukları da olur, yutturdukları da.
Türkiye, yönetim şekliyle nasıl bir ülkedir, bilen varsa beri gelsin. Anayasa’nın girişindeki ifadeleri sakın hatırlatmayın bana. Hukuk devleti mi, hatta dine karışmayan laik ülke mi, demokratik mi? Güldürmeyin insanı. “Bu ülke darbeler ülkesidir” derseniz, o başka. Darbeler de demokrasi için yapılır, demokrasiye demokrasi için ara verilir bu düzende. Ordu, tanklarla demokrasiye balans ayarı çeker. Tüm konularda olduğu gibi, bedelli askerlik konusunda da, hükümet askere sözünü geçirememekte, ama tersi devamlı sözkonusu olmaktadır. Ergenekon gibi bir fırsat, darbeci geleneği olmayan ve kendine karşı darbe yapılmasından korkmayan başka bir devletin başka bir yönetiminin eline geçmiş olsaydı… En azından herkese haddini bildirir, bir daha üzerine vazife olmayan şeylere kimsenin burnunu sokmasına izin vermezdi, darbecilere ve fırsat bulduğunda darbe yapacaklara büyük darbeyi indirirdi.
DEVLETE YAKIN OLAN ÂLİMLERİN DÜNYADA BİLE SONU HÜSRAN OLUR
PKK unutuldu, Apo değil idam edilmesi istenen; Tayyib’in daha dün adı konulmamış koalisyon ortağı “Hoca Efendi”. İktidara o kadar yakın olmaktan öte ortak olmak, kendisini aşırı şımarttı. Gülen iken ağlayan olmuştu; artık ağlayan iken gülen oldu. Eskiden mümkün ki samimiyetinden ağlıyordu, şimdi rol yapıp bazı yerlerde miş gibi yapıyor, sadece sümüğünü çekiyordu. Amerika’nın önünü açıp 150 civarındaki ülkede okul açtırıldığına bakarak kendine devlet de kurdurulabileceğine inandı saf saf (veya) cin cin. Devlet içinde (paralel) devlet olmaya alışanların bir devlet idaresinde bile şirki insanoğlu kabul edemediğinden bağımsız ve tek ilahlığını ilan etmeye kalktı. Şımarıklığının cezasını çekecek o da. Onun karşıtları ise; dün sevgide ve güvende aşırı gidenler bugün düşmanlıkta aşırı gidiyorlar. Ve ihtimal ki, Erdoğan ve müridleri her konuşmalarında en büyük düşman olarak bunları öne sürmeseydi, bunlar bugün Tayyip taraftarları diye halka silah sıkacak hale gelmezlerdi. Etrafınızda gördüğünüz, tanıdığınız Fetullahçılara bakın, halka silah sıkacak karakterde birini veya birilerini gördünüz mü hiç? Hani kediyi çok sıkıştırınca, kaçacak yer vermeyince üzerine atılır, aslan kesilir. Bunlar da sıkıştıkları için sırtlan kesildiler.
KAHVEHANELERDE DARBE DERSLERİ
Darbeciler, tüm darbelerin yapıldığı gün olan Cuma’yı seçmişlerdi, darbe için. Başlangıç saati konusu acemice diye düşünülür. Enformasyon çağında darbe hakkında öyle bilgilendik, öyle naklen yayınlara şahit olduk ki, artık halkın çoğu, herhangi bir Lise’de bir yıl sürecek Darbe Dersi verebilir; Darbe nasıl yapılır, darbeciler arası koordinasyon nasıl sağlanır, darbe nasıl önlenir… Zaten öğretmenler odası olmuş kahvehanelerin tümünde bu dersin müzakereleri yapılıyor; darbe öğretmenleri birbirlerine ilmî ve ictihadî deliller sunuyor. “Benim tespit ettiğim darbeler usûl ve esasları ilkelerinin 132. Maddesinin b fıkrasına terstir, köprüde akşamın dokuzunda tankların konuşlandırılması.” diyor biri. Diğeri sözünü keserek: “Tamam da, hiçbir darbeci mecbur olmadan o saatte darbe başlatmaz. Mit, Cuma günü saat 16’da o gece darbenin olacağı haberini alıp gerekli yerlere servis edince; adamlar darbe saatini bekleyecek değiller ya; b planını devreye sokmuşlar; her türlü uygulamayı 5 saat 20 dakika öne almışlar.” Bir diğeri lafa karışıyor: “Niye 15 Temmuz, ben söyleyeyim: 15 Temmuz’da Cumhurbaşkanı Beştepe’de olmayacak, tatil için Marmaris’te bir otelde olacak; darbeciler bunu çok önceden tespit ediyorlar. Beştepe’ye saldırmak, saldırınca netice almak mümkün değil gibi. Ama, bir otele saldırmak çok kolay. O yüzden o günü seçtiler; kaldı ki, 15-20 gün daha bekleseler askerî şûra başlayacak, Fetullahçıların hemen hepsi ordudan atılacak, o tarihe kadar ellerini çabuk tutmazlarsa kendilerine darbe yapılmış olacaktı.” Bir diğeri söze daldı: “Yine de çok ustalıklı plan yapamamışlar, bu planla başarılı olunmaz ki…” “Darbe dediğin Türkiye’de, çocuk oyuncağı. Sanki daha önceki darbeler çok daha farklı mıydı, bunun kadar ayrıntılı planları bile yoktu. 60 İhtilalini hatırlayanlar veya araştıranlar bilirler ne kadar kolay olmuştu darbe.” “Tamam da o zamanlardan bugüne çok şey değişti; meselâ o zamanlar cep telefonu yok, televizyon yok; radyo tek iletişim aracı. Radyo da TRT’den ibaret. TRT binasını ele geçirip bir bildiri okutunca iş yarı yarıya halloluyordu. Birkaç tank da önemli yerlerde gezdirince işin diğer tarafı da tamamlanıyordu. Tabii, bu arada Hasan Mutlucan’ın efeler, seymenler eşliğiyle o gür Davudî sesiyle kahramanlık türküleri okuturdunuz radyodan. 80 ihtilalinde televizyondan okutulmaya başlandı; o türküleri duyanlar ihtilali kabullenirdi.” “Hayır, bunlar önemli değil; en önemli fark, halkın bilinçlenmesi; halkımız bilinçleniyor, sauna eşofmanları giyiyor. Şaka yaptım, halk artık eski suskun pasif halk değil; darbelere karşı çıkabilecek, tankların önünde dik duruş gösterebilecek bir halk; bu halkı hesaba katmadıkları için bu darbe başarılı olamadı.” “Tamam, bütün bu sosyolojik faktörlerin rolü var, ama en önemlisi bunlar değil; en önemli faktör “Re cep Tay yip Er do ğan, RecepTayyipErdoğan” Şekil a’da görüldüğü gibi, her biri darbeleri tahlil etme ve önleme okulu haline gelmiş kahvehaneler ve ev sohbetlerinde darbe kültürleri artmış insanımız, hele facebooka da girip çıkıyorsa, darbeleri değerlendirme profesörü olmuştur.
[1] ] 8/Enfâl, 25
[2] ]1299] 1130/Hûd, /Rûm, 11341
[3] ]1301] 424/Nisâ, /Şûrâ, 7930
[4] ] 5/Mâide, 55
[5] ] 3/Âl-i İmrân, 26
[6] ] 2/Bakara, 190
56.HUTBE: 27 MAYIS: ASKERİ DARBELERİN 60. YILDÖNÜMÜ
Yazan Asim Şensaltık27 MAYIS: ASKERÎ DARBELERİN 60. YILDÖNÜMÜ
ÂYET:
وَسْتَكْبَرَ هُوَ وَجُنُودُهُ فِي لْارَضِْ بغَيْرِ لْحَقِّ وَظَنُِّآو نََّهُمْ لَِيْنَا لَا يُرجَْعُونَ فَاخََذْنَاهُ وَجُنُودَهُ فَنَبَذْنَاهُمْ فِي لْيَمِّۚ فَانْظُرْ كَيْفَ كَاِنَ عَاقِبَةُ لظَّالم۪ينَ وَجَعَلْنَاهُمْ ئَِمَّةً يَدْعُونَ لَِى لنَّارِۚ وَيَوْمَ
لْقِيٰمَةِ لَا يُنْصَروُنَ وَتَْبَعْنَاهُمْ ف۪ي هٰذِهِ لدُّنْيَا لَعْنَةًۚ وَيَوْمَ لْقِيٰمَةِ هُمْ مِنَ لْمَقْبُوح۪ينَ۟
“O (Firavun) ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve gerçekten Bize döndürülmeyeceklerini sandılar. Biz de onu ve askerlerini yakalayıp denize atıverdik. Bir bak, zâlimlerin sonu nasıl oldu? Onları ateşe çağıran öncüler kıldık. Kıyâmet günü onlar yardım görmeyeceklerdir. Bu dünyada arkalarına lânet taktık. Onlar, Kıyâmet gününde de kötülenmişler arasındadır.”[1]
فَالْتَقَطَ آهُ لُٰ فِرعَْوْنَ لِيَكُونَ لَهُمْ عَدُوًّ وَحَزنَاًۜ نَِّ فِرعَْوْنَ وَهَامَانَ وَجُنُودَهُمَا كَانُو خَاطِ أـ۪ينَ
1283“Şüphesiz Firavun ile Hâmân ve askerleri yanılıyor, yanlış yapıyorlardı.”وَلذ۪ينَ جْتَنَبُو لطَّاغُوتَ نَْ يَعْبُدُوهَا وَنََ آابُو لَِى للهِ لَهُمُ لْبُشْرىٰۚ فَبَشِّرْ عِبَادِۙ لََّذ۪ينَ يَسْتَمِعُونَ
لْقََّوْلَ فَيَتَّبِعُونَ حَْسَنَهُۜ وُ۬لآئِٰكَ لَّذ۪ينَ هَدٰيهُمُ للّٰهُ وَّٰوُ۬لآئِٰكَ هُمْ وُ۬لُو لْالَْبَابِ
“Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.”[2]
وَسَيَعْلَمُ لَّذ۪ينَ ظَلَ آمُو يََّ مُنْقَلَبٍ يَنْقَلِبُونَ
“(Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen) O zâlimler, çok yakında nasıl bir inkılâpla devrileceklerini görecekler.”[3]
Ergenekon’da bunca rezaletin ifşa olunmasına rağmen, en üst generaline kadar dün suçlu görülen subaylar mahkeme faslı tamamlanmadan Gülen’e gösterilen tepkinin bir sonucu olarak salıverildiği ve darbe yapanlardan bile hesap sorulamadığı unutulup gidiyor. Düzen kendine çeki düzen verdi mi ki, silahlı kuvvetlere çekidüzen verecek? Ama, böyle devam ettiği müddetçe onlar fırsat buldukça düzenle istediği gibi oynamaya devam edecek. Her on yılda bir darbe geleneği, hangi yüz yıllara kadar sürecek, kimse bilmiyor. Başarısız darbe girişimi Ergenekon’un içyüzü ve çalışma sistemi, unutuldu gitti; biz bugün elli altıncı yılını değer(siz)lendireceğimiz 1960’dan beri gelenekselleşen darbeleri bir hatırlayalım:
27 Mayıs 1960: İhtilal adlı askerî darbe, 12 Mart 1971: Muhtıra adlı askerî darbe, 12 Eylül 1980: İhtilâl adlı askerî darbe, 28 Şubat 1997: Balans Ayarı adlı askerî darbe, 27 Nisan 2007: E-Muhtıra adlı askerî darbe, 2009: Ergenekon adıyla askerî ve sivil darbe girişimlerinin açığa çıkması. 17-25 Aralık 2013: Pansilvanya merkezli darbe girişimi.
Aslında darbeler tarihi son 60 yılla sınırlı değil; çok daha derinlerde, köklerde. Türkiye Cumhuriyeti de darbe sonucu kurulmuştur, denilse yanlış olmaz. II. Abdulhamid, başında Atatürk’ün Kurmay Başkanı olarak görev aldığı, silahlı kuvvetlerden teşekkül etmiş Harekât Ordusu tarafından tahtından indirilmişti. T.C. de, başını askerlerin çektiği bir grup tarafından, içinden çıktıkları Osmanlı Devletine karşı silahsız darbe yapılarak kurulmuştu.
Ve… ilk darbeci Şeytan’dır. Allah’ın hükmüne, O’nun sistemine, emrine karşı ayaklanmış, insanın yeryüzündeki halifeliğine karşı darbe planları yaparak icraya koymuştur. Allah’ın hükmüne ters planlar yapıp o doğrultuda uygulamalarda bulunanlar da onun darbeci askerleridir.
Yönetimi belirleme hakkı olmayan, “tâğutların düzenini değil, Allah’ın hükmünü istiyorum” deme özgürlüğü verilmeyen halk, kendisine dayatılan düzenin zulümleri altında inleyedursun, taht kavgası olanca şiddetiyle sürmektedir. Kendini yönetecekleri belirleme hakkı halka âittir diye takdim edilse de, silahlı kuvvetlerin istemediği bir uygulamanın hiçbir yönetim tarafından icrâsı mümkün değildir. Kim seçilirse seçilsin, hangi parti iktidar olursa olsun, her dönem esas iktidar TSK’ya aittir. İktidarın icraatlarının şu veya bu oranda kendi siyasi çıkarlarıyla veya idare anlayışlarıyla uzlaşmadığını fark ettiklerinde silahlı kuvvetler hemen değişik darbe çeşitlerinden biriyle iktidara müdahale ederler. Muhtıra, ihtilal, darbe, yönetime el koymak, demokrasiye balans ayarı, postmodern darbe, sanal, modern, sözlü, yazılı ve benzeri darbelerden darbe beğenir askerler ve istedikleri şekilde düzeni ve halkı yönetir ve yönlendirirler. Referandum dönemi tekrar açılıyor nasıl olsa. Yarınların muhtemel referandum sorusu: “Darbeleri nasıl alırdınız?” Yok, darbesiz olmaz! Demokrasi bu; yönetim şeklini seçemez halk, ama mümkün yarın hangi tür darbe istediğini halka seçtirecekler; eski câhiliyye döneminde Kâbe içindeki ve civarındaki putlardan birini, tapmaları için halka seçtirdikleri gibi. Modern câhiliyyede herkese kendi tâğutunu, kendi cellâdını seçtirdikleri gibi.
Askerlerin kanlarında vardır darbe geleneği. Osmanlı Devleti, ne çekmişti Yeniçeri isyanlarından. Yeniçeriler, kazan kaldırarak, yani bugünün tabiriyle darbe yaparak siyasete açık müdâhalede bulunabiliyor, önce devlet adamlarını değiştirip idam ederken, sonraları, padişah değiştirmeyle, hatta bununla da yetinmeyip II. Osman örneğinde olduğu gibi sultan kanıyla, onların idamlarıyla tatmin oluyorlardı. Yeniçerinin çocukları, reddettiklerini iddia etseler de, Osmanlı mirasını özellikle darbe konusunda tepe tepe kullanıyorlar.
Tek parti dönemlerinde iki jandarma halka ne korkular yaşatmış, halk kendi çocuklarından nasıl korkar hale getirilmişti. Kendi vergilerinden kesilen para ile halk kendi gardiyanlarını, cellatlarını beslemek zorunda bırakılmıştı. Hâlâ Doğu Anadolu’da asker, “ben varım, buradayım!” diyor en olmadık yerlerde. Sıkı fıkı yönetimlerle yönetmeyi, silahın gücünden yararlanmayı pek sever bazıları. Normal zamanlarda da, başka ülkelerde askerin ancak darbe ile yapabileceği hususları, istediği şekilde yaptıran iktidarlar üstü bir yönetimin, Milli Güvenlik Kurulu gibi güçlerin, borusu öter hep bu ülkede. İstendiği kadar Anayasalar değişsin. Türkiye, “gizli anayasa” ile yönetilir öncelikle. Asker zihniyetiyle hazırlanmış devletin kutsal kitabı, nass gibi, yasa ve anayasa üstü kabul edilir. Kırmızı ciltli küçük bir kitap olduğu için “Kırmızı Kitap” denilen bu kitabın içinde ne yazdığını pek az kimse bilir. Ama halkın bilmediği bu kitapla, halk yönetilir. Allah’ın kitabını terk edenler, buna müstahaktır çünkü.
Sistem, askerî vesayet ve velâyet yönetimidir. Evet, memleketi hep askerler yönetir; Asker Atatürk, yattığı yerden ilke ve devrimleriyle, ihtilal yapan askerler, yaptıkları anayasaları ile, yaşayan rütbeli askerler de her şeyleriyle… Her şehrin en mûtenâ yerinde askeriye konuşlanır, en güzel ve en geniş yerleri onlar parsellemiştir. “Bu memleketin (ve vatandaşların) sahibi biziz” diyen tavırları ile âdeta haykırırlar: Subay olmayanlar kiracıdır bu ülkede, kira parasını ev sahiplerine gerektiğinde canlarıyla bile ödemek zorunda olan bu basit insancıklar, istedikleri zaman kapı dışarı edilebilecek yabancıdır, zencidir, ötekidir. Zaman zaman hadleri bildirilir; inançlarına, yaşayış ve kıyafetlerine hakaret etme hakkını kendinde bulur ev sahibi(!) İşin tuhafı, kiracının, çok çalışsa da ev sahibi olma hakkı yoktur; o hep alttadır, emir eridir. Rejimin (İslâm’dan ve Müslümanlardan) korunup kollanması onlara aittir. Bu görevi kendilerine Ata’larının verdiğini ileri sürerler. Halkın yanlış tercih yapıp silahlı kuvvetlerin istemediklerini başa geçirdiğinde ya da vatanseverlikleri depreşip canları istediğinde ihtilal yapmaya hazırdırlar. “Büyük Kurtarıcı” kabul ettikleri şahsın izinden gitmenin ispatı olarak; can atarlar vatanı (İslâm’dan ve Müslümanlardan) kurtarmaya, kesmez artık postmodern darbeler, 28 Şubatlar…
Her Türk askerdir ya, her öğrenci de, asker olmak zorundadır. Milli Güvenlik Dersi, askere gitmeden asker olmayı öğretir öğrencilere. Okullar da sivil olmaktan çıkar böylece. Milli Güvenlik gibi, Milli Eğitim de, okullarda okuyan öğrencileri askerî disiplinle yetiştirir. “Sıra ol, rahat, hazır ol, rap rap rap!” (“Rab, Rab!” değil, adımlar ona benzemesin; irticanın ayak sesi diye bakarsın darbe olur.)
Kur’ân-ı Kerim’de çeşitli âyetlerin, Firavun’u fert olarak ele almaktan çok onu erkânıyla birlikte zikretmesi dikkat çekicidir. Birçok âyette Firavun’un ailesi (âl-i Fir’avn), avanesi (mele’), kavmi ve askerleriyle (cünûd) birlikte anılması, onun tek bir kişi olmaktan ziyade, bir sembol olarak takdim edildiğini göstermektedir. Kur’an, Firavun’un en önemli suç ortağı olarak onun askerlerinden/cunûdundan birçok âyette[4] bahseder. Hz. Mûsâ, insanlık tarihinde tevhid, hak, adâlet ve sağduyuyu temsil eden nübüvvet zincirinin bir halkasını oluştururken; Firavun da, Karun, Hâmân ve askerleri ile birlikte bunun karşısında yer alan bir zihniyeti temsil etmektedir.
Kur’an’da Hz. Mûsâ ve döneminden, Firavun ve çevresinden uzunca bahsedilmesi, hak-bâtıl mücadelesinde baş örneklik oluşturmasıyla ve evrensel İlâhî kanunlara, toplumsal sünnetlere örneklik teşkil etmesiyle ilgilidir. Mûsâ ve Hârun hak dâvâyı temsil ettikleri gibi, karşı cephenin tüm elemanları da mevcuttur bu yapıda.
Tarihî kişiliklerinden çok, sembol karakterleri oluşturur Firavun, Hâman, Karun, Bel’am, Sâmirî, hatta yahudileşme süreciyle benî İsrâil. Firavun, Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen zâlim yöneticiye örnektir, tuğyan ve ifsâdın sembol kişisidir; tâğutların prototiplerindendir. Hâmân, zâlim tâğutî yönetimin bürokrat ve askerî yetkililerine örnek şahsiyettir. Cünûd: Firavun’un askerleri, ajanları ve polislerinin; Karun da, mal ve servet düşkünü emperyalist ve kapitalist para babalarının simgesidir. Allah ve Peygamber adıyla insanları aldatmayı da Bel’am ve Sâmiri adlı resmî din adamları temsil etmektedir. Bunlar, zulmün duayenleridir. Kur’an, başta bunlara ve yardımcılarına “âl-i Fir’avn” ve “mele-i Fir’avn” demektedir. Bütün bunlar, her tarih kesitinde ve her toplum kesiminde ortaya çıkan zâlim tâğutların ortak ve örnek isimleri olmuştur.
“O (Firavun) ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve gerçekten Bize döndürülmeyeceklerini sandılar. Biz de onu ve askerlerini yakalayıp denize atıverdik. Bir bak, zâlimlerin sonu nasıl oldu? Onları ateşe çağıran öncüler kıldık. Kıyâmet günü onlar yardım görmeyeceklerdir. Bu dünyada arkalarına lânet taktık. Onlar, Kıyâmet gününde de kötülenmişler arasındadır.”[5]; “Şüphesiz Firavun ile Hâmân ve askerleri yanılıyor, yanlış yapıyorlardı.”[6]
Kur’an’a baktığımızda, Firavun ve çevresi arasında organizeli bir uyum görürüz. Bu, davranış ve yaşayışta birlikte olmanın ve bir diğerine ayak uydurmanın ötesinde “uyarlanma” ürünü bir uyum, danışıklı bir uyumdur. Tepede oturuyor olmasına karşın Firavun, bu çevresi içinde kendince kararlar alıp uygulayan ve diğerlerini de kendine uydurmak ve karşı çıkmaktan alıkoymak üzere “baskı” altında tutan bir ceberut olarak gözükmez. Öyle ki, en küçüğünden en büyüğüne dek yapılan işlerin hemen hemen tümü bu mele’nin/ çevrenin sözbirliği ve işbirliği ile gerçekleştirilir; neredeyse Firavun, yaptıkları ve yapacakları için onlardan (milli güvenlik gereği) “onay” alır. Görünen, bir Firavun saltanatı olmakla birlikte, gerçek olan, Mısır’da bir firavunlar saltanatının bulunduğudur. Nemrud’da gözlenen “tek adam” imajı, Firavun için pek sözkonusu değildir; Bu tarafıyla Firavun idaresi, günümüzdeki demokrasi yönetimine benzetilebilir. Firavun, tüm yetkiyi kendinde toplayan diktatörlerden çok, meclisinin ve kanunlarının ve de askerî bürokratların kararlarını, milli güvenlik kurulunun gerekli gördüklerini uygulayan basbayağı bir demokrat kişiliktir. Oradaki mele’in yerini, günümüzdeki meclisler almış; sihirbazların yerini de medya. Karun’un yerini kartel, holdingler ve TÜSİAD, Hâmân’ın yerini de rütbeli subaylar ve üst kademe bürokratları… Anlayacağımız, Firavunî yönetim cephesinde yeni bir şey yok.
Hz. Mûsâ ve Hârun, diğer peygamberlerin aksine, Firavun kavmine değil; Firavun’a ve Firavun’un mele’ine/erkânına gönderilir. Bu erkân arasında Hâmân’ı, Karun’u ve bunların sahip bulunduğu askerleri sayabiliriz. Doğal olarak bir de “aile” vardır. Kur’an’ın “Firavun ve erkânının kendilerine kötülük etmelerinden korktukları için, kavminin bir kısım gençleri dışında, kimse Mûsâ’ya inanmamıştı”[7] mealindeki âyetinde gözlemlediğimiz bu çevre, öylesine etkin ki, Hz. Mûsâ ile tartışması sırasında Firavun, onlara dönerek “ne buyurursunuz?” diye sorma gereğini duymakta ve gösterdikleri önlemleri uygulamaya koymaktan da geri kalmamaktadır. Büyücülerin İslâm’ı kabullenmeleri üzerine İsrâiloğullarının Mısır’dan çıkmaları için izin vermeye niyetlenen Firavun’a, bu çevre “Mûsâ ve kavmini yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar, seni ve tanrılarını bıraksınlar diye mi koyuveriyorsun?” sözleri ile karşı çıkınca, karar hemen değişebilmekte ve öneriler doğrultusunda “oğulları öldürüp kızlarını alıkoymak” türünden bir uygulama başlatılmaktadır.
Firavun ailesinden olan gizli mü’min ile Firavun’un yanında değeri büyük olan eşi Asiye’nin, imanlarının açığa çıkması üzerine şehid edilmiş olmaları ise, bu mele’nin (güncel deyimle etkili ve yetkili çevrenin, egemen güçlerin), aileden daha güçlü, daha baskın ve Firavun nezdinde daha sayılır olduğunu göstermesi açısından önemli bir noktadır. Günümüz açısından bu durumu şöyle güncelleştirebiliriz: Derin güçlerin ve her dönem zirvedikilerin hatırı için, yönetici gözükenlerin, namaz kılanları ordudan atması, cihad kavramını dillendirenlerin ağızlarına acı biber sürmesi, bâtılla mücadeleyi gündeme getirenleri terörist damgası vurup zindanlara tıkması… hep modern şekilde sürdürülen Firavunî yönetim tarzının ilkelliğinin, gericiliğinin göstergesidir.
Kur’an’da iki çeşit yönetici vardır. Biri, hoşlanmadığımız durumlarda bile itaat etmek zorunda olduğumuz, Allah’ın indirdiğiyle hükmeden bizden olan yönetici, yani “ülü’l-emr”[8] İkincisi, hiçbir halde itaat edemeyeceğimiz, onun iyi taraflarını bile kabul edemeyeceğimiz kötülük odağı, şeytanın siyasal versiyonu “tâğut”. İşte bu ikinci yöneticiyi aynı zamanda inkâr etmemiz, iyiliklerini örtmemiz iman için şart koşuluyor.[9] Güne kâfirlere ültimatomla başlamamız Peygamberimizin sünneti: Her sabah ilk işimiz namaz kılmak. Sabah namazının ilk kıldığımız sünnetinin ilk rekâtında Fâtiha’dan sonra “Kâfirûn” sûresi okumak sünnettir. Bu sûrede “De ki: ‘Ey kâfirler! Tapmam sizin taptıklarınıza… Sizin dininiz size, benim dinim bana!”[10] âyetlerini okur, kâfirlere ültimatom veririz. Günümüzü de benzer bilinçle kapatıyoruz: Gece, en son kıldığımız namaz, yatsıdan sonra vitir namazı. Onun da en son rekâtında okuduğumuz kunut duâsı. Bu duada “ve nahlau ve netrukü men yefcuruk” diye Allah’a söz veriyoruz. Yani diyoruz ki: “(Ey Allah’ım!) Biz Sana isyan eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi (yönetimden, liderlikten) hal’ edip alaşağı ederiz, onu kendi haline terk ederiz.” Nahlau (hal’ ederiz) derken kullandığımız hal’ kelimesi, “ehl-i hal’ ve’l-akd” denilen yöneticiyi azletme ve yeni bir yönetici atama konusunda ehil olan şahısların yaptığı iştir. “Yöneticiyi makamından indirmeye, alaşağı etmeye” hal’ etme denir. Ve netrukü: Terk ederiz, onu yardım(cı)sız bırakır, onunla ilişkilerimizi keseriz, ona destek olmayız, onu inkâr ederiz. Dikkat edilirse, Allah’a isyan eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi, sadece bu vasıflarıyla hal’ etme sözü veren müslüman, yüz binlerce, hatta milyonlarca insanı Allah’a isyan etmeye sevk eden, onların fâsık ve fâcir, hatta müşrik olması içi zorlayıp yönlendiren tâğutlara karşı haydi haydi hal’ etme sözü vermiş olacaktır. İşte, bizim namazımız bile tâğutlara ve her çeşit darbecilere bir ültimatom ve onlara karşı nasıl tavır takınacağımıza dair bir ahid ve söz verme, bir siyasî bilinçtir.
Sınavların en güzeli, kazanma ihtimali küçük olmadığı halde zorluğu büyük olan sınavlardır… “Bir kısım insanlar mü’minlere, ‘düşmanlarınız size karşı toplandılar; aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırmış ve ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir’ demişlerdir.”[11]
Herkes savaşçıdır; kendi dininin savaşçısı. “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar, İslâm dışı düzenler ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni, hilesi ve tuzağı zayıftır.”[12]
Yolların ayrılış noktasındayız: İnsan, ya tâğuta tâbi olup geçici zevkler peşinde koşacak; o zaman sonuç, dünyada zillet ve kullara kulluk; tâğuta kalben teslim olmak (iman etmek) sûretiyle hevâ ve heveslerine göre yaşamanın sonucu âhirette de varış, cehennem olacaktır. Veya tâğutları reddedip Allah’a dostluk; hayatını İslâm’ın hükümlerine göre tanzim edip izzetli, onurlu bir hayat ve cennet: “Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.”[13] Bu iki inanç ve yaşama biçiminin dışında üçüncü bir durumdan söz etmek mümkün değildir!
T.C., Kurulduğundan bugüne, demokratik çizgiden çok; militarist bir özelliğe sahiptir. Hâlâ da bu hükmü boşa çıkaracak yola girilmiş değildir. Darbe, bu düzenin mayasında vardır. Darbeler sadece şekil değiştirmiş, ama darbe mantığı değişmemiştir. Darbelerin kanun kılıfı altında yapılması, olayın mâhiyetini değiştirmez. Esas darbeleri TSK yapsa da, Meclis de darbe yapar, Anayasa Mahkemesi de, YSHK da, bürokratlar da. Burası darbeler ülkesidir. Ata da darbe yapar GATA da. Beşerî düzenler zulme dayanır; Zulme, kandırmaya, hileye, ifsâda ve darbelere… “Beşerin böyle dalâletleri var / Putunu kendi yapar kendi tapar.” Elleriyle yaptıkları, tapıp halkı zorla taptırdıkları helvadan putlarını kendi elleriyle yiyip yuttukları da olur, yutturdukları da.
Türkiye, yönetim şekliyle nasıl bir ülkedir, bilen varsa beri gelsin.
Anayasa’nın girişindeki ifadeleri sakın hatırlatmayın bana. Hukuk devleti mi, hatta dine karışmayan laik ülke mi, demokratik mi? Güldürmeyin insanı. “Bu ülke darbeler ülkesidir” derseniz, o başka. Darbeler de demokrasi için yapılır, demokrasiye demokrasi için ara verilir bu düzende. Ordu, tanklarla demokrasiye balans ayarı çeker. Ergenekon rezilliğine rağmen hâlâ asker, tehdit içerikli demeçler verecek kadar küstahtır. Tüm konularda olduğu gibi, bedelli askerlik konusunda da, hükümet askere sözünü geçirememekte, ama tersi devamlı sözkonusu olmaktadır. Hükümetin başındaki parti, asker tarafından ihtilalle indirilme, mahkeme kararıyla kapatılma, Anayasa Mahkemesi tarafından yaptıklarının bozulması gibi değişik şekillerde kendisine karşı darbe yapılamayacağından emin değil ki, ülkeyi darbelerden ve darbecilerden korusun. Ergenekon gibi bir fırsat, darbeci geleneği olmayan ve kendine karşı darbe yapılmasından korkmayan başka bir devletin başka bir yönetiminin eline geçmiş olsaydı… En azından herkese haddini bildirir, bir daha üzerine vazife olmayan şeylere kimsenin burnunu sokmasına izin vermezdi, darbecilere ve fırsat bulduğunda darbe yapacaklara büyük darbeyi indirirdi.
Biz darbeci değiliz. Peygamberlerimizin hiçbiri darbeci değildiler. Müslümanlar olarak bizim darbe ile işimiz yok. Biz darbe ile yönetimi değiştirmeyi düşünmüyoruz, biz İslâmî inkılâptan yanayız. Halkı, tevhid açısından Allah’ın istediği tarzda tağyîr ederek değiştirip dönüştürmeyi, yani aslî/fıtrî çizgisine yöneltip İslâm’laştırmayı görev biliyor, bunları savunuyoruz. Bu görevlerimizi kuşanmanın neticesinde, Rabbimizin râzı olacağı yönetimsel bir değişim sürecine girip bu yolda her türlü bedeli ödemeye hazır olduğumuzu da ilan ediyoruz. Darbe başkadır, inkılâp denilen değişim ve dönüşüm başka: “(Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen) O zâlimler, çok yakında nasıl bir inkılâpla devrileceklerini görecekler.”[14]
Sonuç: “Demokrasi”, içinde bulunduğumuz ülkede uygulandığı tarzda, yönetimin ister direkt, isterse dolaylı yoldan, ister ihtilal adıyla, ister sanal şekilde darbelerle belirlenip oluşturulduğu, silahlı kuvvetlere rağmen kimsenin bir şey yapamadığı yönetim biçiminden başka bir şey değildir. Ve, Müslümanlar olarak biz, Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen tüm yönetim ve yöneticileri sadece darbecilerin işbirlikçileri olarak değil; Allah’ın hükmüne karşı darbe ve darbeciler olarak görüyor ve reddediyoruz. Evet, silahsız kuvvetlerin de Allah’ın hükmüne boyun eğmedikleri müddetçe insanlığın huzuruna, Rabbe kulluğuna, cennet adaylığına karşı darbe içinde olduklarını iddia ediyor ve tüm darbeleri insanlık suçu olarak görüp reddediyoruz.
[1] ] 28/Kasas, 39-42
[2] ]1284] 2839/Kasas, /Zümer, 817-18
[3] ] 26/Şuarâ, 227
[4] ] 10/Yunus, 90; 20/Tâhâ, 28/Kasas, 6, 8, 39, 40; 51/Zâriyât, 40
[5] ] 28/Kasas, 39-42
[6] ] 28/Kasas, 8
[7] ] 10/Yûnus, 83
[8] ] 4/Nisâ, 59
[9] ] 2/Bakara, 256
[10] ] 109/Kâfirûn, 1, 2, 6
[11] ] 3/Âl-i İmrân, 173
[12] ] 4/Nisâ, 76
[13] ] 39/Zümer, 17-18
[14] ] 26/Şuarâ, 227
19 MAYIS ADIM ATMA BAYRAMI!
ÂYET:
وَيَوْمَ يَعَضُّ لظَّالِمُ عَلىٰ يَدَيْهِ يَقُولُ يَا لَيْتَنِي تَّخَذْتُ مَعَ لرسَُّولِ سَب۪يلاً يَِا وَيْلَتى لَيْتَن۪ي لَمْ تََّخِذْ فُلَاناً خَل۪يلاً لَقَدْ ضََلَّن۪ي عَنِ لذكِّْرِ بَعْدَ ذِْ آجَاءَن۪يۜ وكََانَ لشَّيْطَانُ للْاِنْسَانِٰ خَذُولاً
“O gün zalim kişi ellerini ısırarak der ki: ‘Ah keşke Peygamberle birlikte bir yol edinmiş olsaydım.
Yazık bana! Keşke filancayı dost edinmeseydim!
Çünkü o, gerçekten bana geldikten sonra beni zikirden (Kur’an’dan) saptırmış oldu.
Şeytan da insanı yapayalnız ve yardımsız bırakıp rezil ediyor.”[1]
Adı konulmamış Peygamber taslağı, altı iman esasına alternatif olsun diye altı ok adıyla ilkeler koyar. “Elhamdu lillâh Müslümanım” cümlesine nazîre olarak “ne mutlu Türküm diyene” dedirtir. Peygamberimizin hicreti vardır; devlet kuran hicret. Peygamberimizin Medine’ye adım atmasına alternatif olarak o da Samsun’a adım attığı günü bayram ilan eder. Ne olmuş, ne olmuş; filan kimse Samsun’a ayak basmış! O da önemli sayar bir başka ülkeye gider gibi başka bir şehre gidişini. Cumhuriyet rejimi için atılan adımdır bu çünkü. “Bu adım attığım gün bayram olsun!” diye kükrer. Çocuklara, yok yok, çocuklara değil, gençlere bayram olsun. O olsun dedimi olur, o başpadişah.
Cumhur; çoğunluk, ekseriyet anlamına gelir. İslâmî literatürde İslâm âlimlerinin büyük bir çoğunluğunu ve genel eğilimini yansıtmak için cumhûr-ı ulemâ terimi şeklinde kullanılır. Çoğunluk anlamındaki cumhûr kelimesinden türeyen cumhuriyet; terim olarak bir toplumu yönetme yetkisinin, seçimle halktan alındığı siyasal örgütlenme biçimine denir. Cumhuriyet, tek kişinin bir toplumu yönetmesi anlamındaki “monarşi”nin karşıtıdır. Cumhuriyet yönetiminde, toplumu yönetecek olanlar, halk tarafından seçilir. Monarşide ise böyle bir seçim yoktur; yönetim, babadan oğula veya kardeşe geçen bir sistemle iş başına gelen bir kişi tarafından yönetilir. Her ikisi de İslâm’ın reddettiği yönetimlerdir. İslâmî sistem, bey’at denilen özel bir seçimle iş başına gelmiş, yönetimde ehil ve emin kişilerle istişare ederek Allah’ın indirdiği hükümlerle adâletli şekilde hükmeden, bizim gibi müslüman olan kişilerin yönettiği; Peygamberimizin Medine’deki yöneticiliğini örnek alan sistemdir. Bugünü bayram kabul etmek, işte böyle bir devlet sistemini istememek, yönetimde Peygamberimizi değil, Atatürk’ü örnek almak demektir.
Bu gün, Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı imiş. Anma, yani zikir… Kaç defa çekmemiz gerekiyor ki… 1000 mi, 1500 mü, yoksa 1919 mu? Yüzüncü yılda daha çok tantana bekleniyordu. Herhalde heveslerini 2023’e saklıyorlar. Herkes atasının izinden gidiyor. Atalar yolu denen şey bu olsa gerek. Türkiye Cumhuriyeti, vatandaşlarını önce Ataist, sonra ateist yapılmaya uğraşan, okulları bu konuyla görevlendiren bir sistemsiz sistem, düzensiz düzen. Gençlerin hali, tam bayramlık gerçekten. İşsiz, dâvâsız, idealsiz; inanç ve ahlâk kalıplarından kurtulan özgür gençler. Kitapsız, namazsız yapabilen; ama telefonsuz, müziksiz, futbolsuz yapamayan gençler…
Sadece 19 Mayıs’ta değil, her gün bayram yapması gerekir gençlerin… Sporun da bayramı mı olurmuş, demeyin. T.C.’de olur. Spor demek buralarda, futbol demektir. Trabzon – Fener, Bursa-BJK örneklerinde olduğu gibi “ölmeye gelen” savaşa gider gibi gidilen maçlar. Demek ki bu bayram, sporun kurban bayramı. Kurbanlar da top olacak değil, top seyircisi gençlik.
Kazançlara bayram; kayıplara mâtem yapılır. 19 Mayıs, Müslümanlara ne kazanım getirmiş, ne kayıplara sebep olmuştur, bunları iyi değerlendirmek zorundayız. Türkiye’de ilan edilip uygulanan şekliyle cumhuriyet rejimi, şeriatle bağların tümüyle koparılıp Batı tarzı laik ve demokratik yönetimi temsil etmektedir. Monarşiji, padişahlığı savunan bir muvahhid Müslüman çıkmaz. Ona antitez olarak gösterilen Türkiye Cumhuriyeti, 550 tane padişah çıkarmış, bu sultanlar, aynı zamanda tâğut vasfıyla insanlara ilâhlığa soyunmuştur.
Peygamberimiz’in uyguladığı Kur’an’da özellikleri belirtilen İslâm Devletinden yana olan muvahhid mü’minler, padişahlığı savunmadığı gibi, Türkiye’de uygulanan şekliyle Cumhuriyet rejimini de savunamaz. Hele böyle İslâm’ın siyasal ve sosyal hayattan uzaklaştırılması için atılan adımın yıl dönümlerini bayram olarak hiç mi hiç kabul edemez. Bu rejim, adı cumhuriyet de olsa, halkı, çoğunluğu temsil de etmemektedir. Halkı, halk değil; yattığı yerden Atatürk, silahlı güçler ve derin devlet, zenginler klübü, medya, bürokrasi, Amerika ve İsrail zihniyeti yönetmektedir.
Bugün insanlar huzurlu ve mutlu ise, memleket manevî ve maddî yönden kalkınmış ise, insanlar birbirine güvenebiliyor, ahlâklarından şikâyet edilmiyorsa, geçim problemleri insanların çoğunu kuşatmamışsa, her şeyden önemlisi insanlar cennete doğru yol alıyor, Allah’ın rızasına uygun yaşayabiliyorsa, o zaman bu rejimin kuruluşu için atılan adım gününü bayram olarak kabul etmek tartışılabilir. Yok, her konuda rejim, yapacağını yapmış, insanlara vaad edeceği başka bir şey kalmamış, buna rağmen her kesim şikâyetçi ise, o zaman baş suçluyu rejim olarak görmek zorundayız. Türkiye’nin problemlerinden 19 Mayısta ilk tohumlarının atıldığı Cumhuriyetin ilanıyla birlikte yönetimden tümüyle uzaklaştırılan İslâm’ı kimse sorumlu gösteremez. Tüm problemlerin gerçek kaynağı bu rejimdir.
Allah’ın Rasûlü şöyle der: “Ey Ebû Bekir, her toplumun (kendi inancına göre) bayramı vardır. Bu (Ramazan ve Kurban Bayramı) bizim bayramımızdır.”[2] Filistin başta olmak üzere dünyanın nice yerinde müslüman kanı akar, insanımıza maddî ve mânevî her çeşit zulüm uygulanırken, İslâm dışı ortam ve yapılar kişileri Allah’tan koparmaya ve dünyevîleştirmeye çabalarken Müslüman, hangi günü, niçin, nasıl bayram kabul edecektir?
Firavunî sistemlerin temeli, zora ve zulme dayanır. Orada insanlar gruplara, partilere ayrılarak güçsüzleştirilerek birlikleri yok edilir. Bu sistemlerin zulüm ve sömürülerinden kendilerini korumaya çalışanlar, Firavunların/küfür önderlerinin kendilerine müsaade etmiş oldukları yasalar çerçevesinde hareket ederler. Bu sebeple orada güç ve inisiyatif Firavunların elindedir, onu diledikleri gibi kullanırlar. Tüm mücâdeleci hareketleri kontrolleri altında tutarlar.
Allah ise zayıf bırakılmış, ezilen ve sömürülen müstaz’af halka seslenerek onları birlik olmaya, yeniden imâmeti diriltmeye ve müstekbirlere karşı mücâdeleye dâvet ediyor, kendilerine lütufta bulunarak onları yeniden önderler yapacağını, ezilmiş ve sömürülmüşlükten kurtaracağını ve ne yapmaları gerektiğini anlatarak uyarıyor.
“Biz istiyoruz ki, o yeryüzünde müstaz’aflara (güçsüz düşürülenlere) lütufta bulunalım, onları imamlar/önderler yapalım, onları vârisler kılalım (ötekilerin yerini aldıralım).”[3]
“Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah’a ve Rasûlüne icâbet edin. Ve bilin ki, muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz O’na götürülüp toplanacaksınız.”[4] İman edenler, imanlarının gereği olarak Allah’ın ve Rasûlünün çağrısına dikkat etmeliler. Bu çağrının gösterdiği hedefin gerçekleşebilmesi için gerekli güç ve çalışmayı ortaya koymalılar. Zira bu çağrı iman edenlere hayat bahşedecek bir dâvettir. İmâmet kurumunun yeniden gerçekleşebilmesi için imamlı cemaatlerini oluşturmaları gerekir. Zira Allah’ın huzuruna götürüldükleri âhiret gününde bu ağır sorumluluk gerektiren görevlerini yerine getirmemenin ne anlama geldiğini bilirler.
Her imam, kendi cemaatini oluştururken, İslâm’ın karşısında insanlar da oluşacaktır. Bu insanlar da küfrün imamlarıdır. İnsanları kendi küfür yollarına dâvet ederken, kendi küfrî toplumlarını oluştururlar. Artık orada iki ayrı topluluk oluşmuştur. Bir yanda insanları Allah ve O’nun dinine çağıran imam ve beraberinde oluşan “İslâm toplumu”, diğer yanda, insanları ateşe (cehenneme) çağıran küfür imamları ve beraberinde oluşan “câhiliyye toplumu”. Bu iki toplumun da inandıkları bir rabbi, bir dini vardır.
Bu topluluklar, âhirete imamlarıyla birlikte giderler. Peygamber’i, O’nun getirdiği Kur’an’ı ve Kitap’la insanlar arasında hükmeden Peygamber’in halefi olan imamları kendisine rehber edinenler âhirette O’nunla beraber cennete girerler. Allah, Kur’an ve Peygamber’i tanımayan veya bunları tanıdığını iddia etmesine rağmen, Kur’an’ı yaşam biçimi olarak kabullenmeyip kendi yanlarından sistem belirleyerek insanları onunla idare edenleri önder ve rehber edinenler de âhirette o imamlarıyla birlikte ateşe girecekler, cehenneme atılacaklardır.
Her ümmetin peygamberi Allah huzurunda şâhidlik edecek[5] ve “Ya Rabbi, Senin dinini, Senin mesajını insanlara ulaştırdım, onlara Kitap’ta belirlediğin hayat şeklini ve bana öğrettiğin doğru düşünme ve uygulama biçimini öğrettim” diyecektir. Rasûlullah’ın ümmeti, sadece kendi bulunduğu dönemde yaşayıp da dâvetini kabullenerek onun gereklerini yerine getiren insanlarla sınırlı değildir. Bu ümmet, O’nun risâlet döneminde başlayıp kıyâmet gününe kadar getirmiş olduğu dine girerek ona uygun amellerle imanını doğrulayarak onun göstermiş olduğu yolda yürüyen ve o dinin sürekli yaşanılabilmesi için dâvet ve cihad görevini yerine getiren insanların tamamından oluşmaktadır.
Biz de, bizim için çizilmiş olan bu yolda imamlarımızı hangi ölçüye göre tesbit etmiş olduğumuza, kimleri imam olarak tanıdığımıza dikkat edelim. Dikkat edelim ki, âhiretimizi kurtarmaya çalışmış, görevimizi yapmış olabilelim; âhirete imamımızla birlikte gideceğimizi unutmayalım. Onlar bizim hakkımızda orada şâhidlik edeceklerdir.
Kur’an’da belirlenen imamlı cemaatimizi oluşturarak, âhirette kurtuluşumuzu sağlayacak davranış içerisinde olalım. Bu ümmetin kıyâmete kadar devam edebilmesi için bizden sonra gelen nesillere bu kurumu sapasağlam, tertemiz bir vaziyette bırakalım ki, kurtuluşa erenlerden olabilelim. “İçinizden hayra çağıran ve ma’rûfu emredip münkerden nehyeden bir ümmet bulunsun. Kurtuluşa erenler, işte bunlardır.”[6]; “Muhakkak ümmetiniz tek bir ümmettir ve Ben de sizin Rabbinizim; o halde Bana ibâdet edin.”[7]
İşte, Allah’ın tarif ettiği ideal toplum. İslâm’ı kendine din olarak seçmiş, Allah’a iman ederek yalnız O’nu Rab edinmiş, kulluğunu sadece O’na yaparak başka hiçbir şeyi ortak tanımayan, sahte rableri reddederek onların yaşam biçimlerini ve ideolojilerini kabul etmeden, kıble edinilen çeşitli şeylere yönelmeyip sadece Rabbimizin belirlediği kıbleye yönelen, Kur’an’da tarif edilen, özellikleri belirtilen şahsı kendisine imam edinerek, başkalarını önder ve rehber edinmeyen muttakî toplum; işte kurtulacak olan cemaat de budur.[8]
Kim hükmetme, kanun koyma hakkını Allah’tan başkasına verirse, Allah’tan başkasını rab edinmiş olur. Bu hakkı verdiği otoriteyi Allah’a şirk koşmuş olur. İslâm’ın dışındaki tüm yönetim şekilleri, hayat sistemleri küfürdür, tâğutîdir, çağdaş tâğutları temsil etmektedir. Onları inkâr etmek, tanımamak ve onlardan uzak durmak gerekir. Aynı şekilde onları bilinçli olarak ve doğru kabul ederek destekleyenler de iman-küfür saflaşmasında tercihini yapmış sayılır.
Kur’an ve sünneti bırakıp insanların hayatlarını düzenleyen beşerî kanunlar koyanlar, “tâğut” kategorisine girer. Bu tâğutî otoriteleri ikrah olmaksızın reddetmeyenler, bunların hükümlerini mutlak şekilde kabul edip tatbik edenler de saflarını belli etmiş kimselerdir.
Safını Allah’tan yana belirlemiş olanlara selâm olsun!
[1] ] 25/Furkan, 27-29
[2] ] Buhârî, Iydeyn 3; Müslim, Salâtu’l-Iydeyn 16
[3] ] 28/Kasas, 5
[4] ] 8/Enfâl, 24
[5] ] 4/Nisâ, 41
[6] ] 3/Âl-i İmrân, 104
[7] ] 21/Enbiyâ, 92
[8] ] C. Tayyar Soykök, Kur’an’da İmam ve İmamet, Haksöz, sayı 62
23 NİSAN, ÖFKE DUYUYOR İNSAN!
ÂYET:
ثُمَّ جَعَلْنَاكَ عَلىٰ َشَر۪يعَةٍ مِنَ لْامَْرِ فَاتَّبِعْهَا وَلَا تَتَّبِـعْ هَْ آوَءَ لَّذ۪ينَ لَا يَعْلَمُونَ
“Sonra seni de emrimizden bir şeriat üzere kıldık o halde ona uyun bilmeyenlerin hevâsına uymayın.”[1]
مَْ لَهُمْ ُشُرَ آكٰؤُ۬ َشَرَعُو لَهُمْ مِنَ لدّ۪ينِ مَا لَمْ يَاأذَْنْ بِهِ للّٰهُۜ وَلَولَْا كَلِمَةُ لْفَصْلِ لَقُضِيَ بَيْنَهُمْۜ وَنَِّ
لظَّالِم۪ينَ لَهُمْ عَذَبٌ لَ۪يمٌ
“Yoksa Allah’ın dinde izin vermediklerini sizin için şeriat haline getiren ortaklarınız mı var?”[2]
Bir taraftan devlet dininin kutsalı Atatürk ve çocuk bayramı, diğer taraftan Diyanet’in yönlendirmesiyle 20-26 Nisan tarihleri arasında kutlanan Kutlu Doğum Haftası ve Peygamberimiz. Şimdi Kutlu Doğum Haftası kutlanmıyor artık. Sebep: Bid’at olduğu için değil; Kutlu Doğum, belki hatırlarsınız; Fetö’nün teklifiyle uygulanmaya başlanmıştı, onun için. Fetullah Gülen teklif ettiği ve kabul görüp onun girişimiyle kutlanmaya başlandığı için. O zaman Fetö değil; Hoca Efendi idi. Saray mollası ve koalisyon ortağı (gibi) idi. Şimdi, terörist başı kabul edilip onun girişimiyle uygulanan Kutlu Doğum Haftası iptal edildi. Artık dost değil düşman; eyvallah anladık. Ama, 23 Nisan kutlanmaya ve Atatürk anılmaya devam ediyor. Fetö kötü ve düşman ilan edildi, ama Çocuk Bayramı ve Atatürk’ten rahatsız olan yok. Birbirine düşman iki ayrı lider birlikte kutlanıyordu. Halkı iki dinli, iki peygamberli yaptılar. Şimdi Atatürk tek lider kabul ediliyor. Artık ona hiç kimse şirk koşturulmuyor. Hakla bâtıl karıştırılıyordu, şimdi ise sadece bâtıl hâkim.
23 Nisan Çocuk Bayramını camide hutbe okuyarak kutlamak ise, halkı çocuk yerine koymak anlamına geliyor aslında. Cemaatten “Burası devlet dairesi mi, biz de çocuk muyuz?” diyen çıkmıyor. Bazı camilerin ana kapısına rejimin simgesi Türk bayrağı asılıyor, cemaatten hiç tepki gelmiyor. Bu gidişle camilere heykel de konulsa kimse itiraz etmeyecek.
HALKIN EGEMENLİĞİ VE ÇOCUKÇA BAYRAM
23 Nisan’da ne olmuş? TBMM’nin Ankara’daki açılışı gerçekleştirilmiş. Gelin bu açılış gününe gidelim ve neler yaşandığına bir bakalım. Hacı Bayram Camiinde Cuma namazı kılıyorlar ondan sonra çıkıp hep birlikte tekbirlerle, tehlillerle ve Peygamberimizin sancağını önde taşıyarak meclise kadar yürüyorlar. Ve devamında bu sancağı kutsal bir sembol olarak kürsüye yerleştiriyorlar ve Kur’an okuyorlar. Hatimler indiriliyor, Kur’an hatminin yanında hurafe olarak da Buhari hatimleri bile indiriliyor. Meclis başkanın arkasına denk gelen duvara Şura Suresinin “Onların işleri aralarında şura iledir” ayeti asılıyor. Konuşmalar besmele ve Allah’a hamd ile başlıyor. İşte Meclis böyle açılıyor, ama bir süre sonra ülke yönetimini tümüyle ele geçiren Atatürk ve yandaşları tarafından bu ülkenin halkları tehdit ediliyor ve büyük bir baskı ve zulüm ortay çıkıyor; Kur’an öğrenmek, Arapça okumak, İslâm’ı tebliğ etmek yasak ilan ediliyor.
23 Nisan, Kemalist rejimin temelinin atıldığı bir gündür. Şeriat yerine beşerî yönetime gidişin adımları, bugünlerde gündeme gelmeye başladı. İslam şeriatı ilk tehdit ve düşman ilan edilmişti. Hâlbuki Rabbimiz “Sonra seni de emrimizden bir şeriat üzere kıldık o halde ona uyun bilmeyenlerin hevâsına uymayın.”[3] buyuruyordu.
Meclis, kanun yapar, İslâmî kavramla söylersek teşrî yapar, yani insanların hangi kanunlarla yönetileceğini kendisi belirler. Kur’an ise şöyle buyurur: “Yoksa Allah’ın dinde izin vermediklerini sizin için şeriat haline getiren ortaklarınız mı var?”[4]
Meclis, kanun koyarken Allah’ın hükmünü, kitabını hiç kaale almaz, onu referans kabul etmez. Kur’an ise; Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenlerin kâfir, zâlim ve fâsık olduğunu belirtir.[5]
Allah’ın şeriatına muhalif şekilde insanları yöneten, Batı devletlerini örnek alan ve Atatürk ilkelerini temel ölçü kabul eden bir rejim kurulmuştur.
Kur’an, bu tür rejimlere ve yöneticilerine tâğut adı vermekte ve bütün mü’minlerin tâğutu reddetmeleri gerektiğini bildirir.
23 Nisan’da meclis, namazla, Peygamber sancağı ile, Kur’an ve Buhari hatmi ile, tekbir ve tehlillerle, tabii dualarla açılmıştı. Sonra ipleri ellerine geçirenler İslâm’a savaş açarlar. 23 Nisan’la açılan meclisin kanunlarına göre; şeriat birinci tehdit olur, halkın dinine, Kitabına savaş açılır. Ezanlar susturulur, Allah demek bile yasaklanır.
Türk ulusalcılığı resmi ideoloji ve din haline getiriliyor. Devletin adı Türkiye, halk Türk vatandaşı, liderin soyadı Atatürk. Tabii, Kürtler ve diğer ırklar dışlanıyor. Kürt kimliği reddedilir, Kürtler ve diğer ırklar asimilasyona uğratılır.
Kur’an, üstünlüğün takvâda olduğunu belirtir. İslam, Arab’ın aceme, acemin Araba üstün olmadığını ilan eder.
Laiklik zorla halka dayatıldı. “Devletin dini İslâm’dır” ibaresi kaldırıldı. Devlet dinsiz, din de devletsiz oldu. İslâm, laikliği reddeder ve Allah’ın hükmüyle hükmetmeyi temel görevlerden biri olarak görür.
Harbiye marşında “Kanla irfanla kurduk biz bu cumhuriyeti” deniyor.
Evet, kanla kurdukları doğru ama irfan hiç bu ülkenin sisteminin içine girmedi.
Padişahlığı kaldırdı bu meclis, Ama başta Atatürk tam bir padişah ve diktatör idi. Milletvekilleri de yarı padişah kabul edildi.
Bu sistemi kabul ettirmek için çok kan döktüler. Büyük acılar çektirdiler, yaygın zulümler yaptılar ülke halklarına. Üstelik “Halka rağmen halk için” diye bir slogan da üretildi biliyorsunuz. “Halk cahildir, halk kendisinin menfaatinin nerede olduğunu bilmez, kendisi için neyin hayırlı olduğunu akledemez, halka rağmen ama halk adına tercihleri biz yapacağız.” dediler. Ondan sonra da utanmadan halkın egemenliği yalanını söylemeye devam ettiler.
Şirke, cahiliyeye dayalı anayasalar yapıldı sürekli. Sık sık değiştirilen halka rağmen yaptıkları anayasalar ülkenin insanlarına dayatıldı. Bu ülkede hiçbir zaman halkın sözü geçmedi. Zalim oligarşilerin egemenliği söz konusu oldu hep ve halk sürekli ezildi, horlandı.
Ulusal egemenlik ya da halkın egemenliği adı altında nasıl bir despotizmin süregeldiğini hepimiz yaşayarak biliyoruz. Halkın egemenliği diye halkı kandırdılar. Hep oligarşik bir zümrenin baskıcı diktatörlüğü söz konusu oldu. Gerçekten de halka yönelik çok büyük zulümler yapıldı. Kürt, Türk, Arap, Roman, Sünni, Alevi herkes ezildi, horlandı, sömürüldü, işkence gördü, hakları gasp edildi. Halkın egemenliği bile olsa, İslâm’a ters idi yönetim. İslâm Hakkın egemenliğini öne çıkarıyordu; ona son verip hevânın egemenliğini esas aldılar.
23 Nisan’la birlikte Atatürk diye biri ilâhlaştırıldı. Onun inkılapları, onun ilkeleri, onun kurtarıcılığı gibi ifadelerle onun putlaştırılması… Kovdukları padişahlar hiç değilse putlaştırılmıyordu. Biz, tabii ki padişahlığı değil, asr-ı saâdet yönetimini istiyoruz.
Hâlbuki İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığını ısrarla vurgular. Ve bu tevhid inancını dinin esası kabul eder.
Daha önce uygulanan şeriat kanunları kaldırıldı. Onun yerine İsviçre’den medeni kanun, İtalya’dan ceza kanunu, Almanya’dan Borçlar kanunu, Fransa’dan Laiklik ve giyim-kuşam alındı. Hani, TBMM kanun yapacaktı, bazen kanun yapma yerine, kanun ithal etmeyi tercih etti; yeter ki şeriat olmasın da dün savaştığın ülkelerin kanunu olsun, önemli değil dendi.
Aşağı yukarı her 10 yılda bir ihtilaller oldu, darbeciler Cumhuriyeti koruma ve kollama iddiasıyla ülkeyi sıkıyönetimlerle, Ohal ile, baskı ile yönetmeyi tercih ettiler. Gerekçe belli idi: Demokrasiyi rayına oturtmak. Bu görevi Atatürk orduya vermişti, onlar da seve seve bu görevi üstlenmiş oldular. ,
Böyle bir ülkede Çocuk bayramımı kutlanmalı yoksa ezilen sömürülen tecavüze uğrayan zihinleri işgal edilen fıtratları bozulan çocuklara mı ağlanmalı?
İşte “Halkın ya da ulus’un/’millet’in egemenliği “ yalanı böyle bir zeminde, böyle zulümlerle sürdürüldü. Şimdi de “Çocuk Bayramı” olma yalanı altında aslında bu ülkenin çocuklarına ne büyük zulümler yapıla geldiğinin üzerinde duralım. Bu ülkenin ezilen, horlanan ve harcanan çocuklarından bahsedebiliriz. Bu ülkede milyonlarca çocuk harcandı, ezildi. Her şeyden önce öğütüm sistemine dönüştürülen eğitim sisteminde esir alındı çocuklarımız. Zihinleri resmi ideoloji ile işgal edildi, ruhları kirletildi, fıtratları bozuldu. Sözde çocuk bayramı olduğu iddia edilen 23 Nisan’da bile çocuklara zulmediliyor. Bu günde de çocuklar zorla götürülüyor ve resmi ideolojiye bağlılığa zorlanıyorlar.
Bu ülkede “Sokak Çocukları” diye bir kavram üretilmiştir. “Tinerciler” diye nitelendirilen çocuklar vardır. Hâlbuki bu çocuklar, fıtraten tertemiz olarak emanet edilmişlerdi. Bu duruma getirilmelerinden bu ülkedeki yöneticiler mesuldürler. O çocukları Kemalist sistem tinerci yaptı, sokak çocuğu yaptı. Ondan sonra da utanmadan çocuk bayramı kutlamaları yapılıyor. Hangi çocuk bayramı? Çocuklar nasıl bir zulüm altındalar yıllardır? O çocuklar nasıl tinerci oldular? Nasıl sokak çocuğu oldular? Çocuk yaşında karın tokluğuna çalıştırılan on binlerce çocuk var. İstismar edilen, sömürülen, tecavüze uğrayan, çocuk pornografisinde taciz edilen çocuklar kimin eseri? Bunları niye önlemiyorsunuz? Mendil satmaya zorlanan çocuklar niye sokaklarda? O çocuklar çok mu zevk alıyorlar bunu yapmaktan? Trafiğin ortasında, her an bir araba çarpma ihtimali olan bir zeminde bir tane mendil satıp da evine bir şey götürebilme telaşında ve belki de onu kullananlara, istismar edenlere bir şeyler götürecek... Neden bunun önlemi alınmaz? Neden adaletle o çocuklar korunmaz? Neden merhametle kuşatılmaz? Neden merhametle o çocuklara kendilerini geliştirebilecekleri eğitim ortamları hazırlanmaz?
Ülkeye büyük zararlar veren yöneticiler, generaller serbest; 28 Şubat’ta darbe yapan generallere formalite icabı müebbet verildi, sonra hepsi salıverildi. Ama taş atan çocuk on beş yıla mahkûm ediliyor. İşte Kemalist sistemin adaleti… Evet, çocuk bayramı kutlayarak zulümlerini örtmeye çalışan ülkenin hukuk anlayışı bu. Hatırlayın bu ülkede Baklava çalan çocuğa on iki yıl hapis cezası verdiler, ama bankaları batıranlar serbest kaldılar. Bankaları boşaltıp fakir halkın yüz milyar dolarını çalanlar hep desteklendiler, korundular. Emekli generaller, batan bankaların yönetim kurullarında yer aldılar. Neden? Tabii ki, nüfuz ticareti ve dönen çarka şemsiyelik yapmak için.
Bu ülkeyi ne hale getirdiklerini görmemiz gerekiyor? Daha dün denilecek kadar yakın zamanda Özgecan olayı oldu. Unutuldu mu yoksa o zina teklifine direndiği için yapılan cinayet?
Müslümanlara Müslümanca faâliyet konusunda nice zorluklar, yasaklar, kınamalar revâ görülürken; cemaatler, dernek ve vakıflar kapatılma riskiyle karşı karşıya kalıyor. Bununla birlikte, her türlü ahlâksızlığa, cinsel azgınlığa sonuna kadar özgürlük veriliyor. Bir Müslüman, Müslümanca, günaha girmeden caddeye çıkamaz, denizden, deniz kenarından istifade edemezken; inlerinden çıkmış iki ayaklılar yatakta yapılacak şeyleri sokakta yapma özgürlüğünü doyasıya kullanıyor. Siz Allah’tan korkmazlar, siz düzenciler, siz laikler, Atatürkçüler, Batıcılar! Sizin Özgecan’ın katli ile ve her gün tecavüze uğrayan kızlarla ilgili sızlanmaya hiç mi hiç hakkınız yok. Siz öldürdünüz bu kızı. Sadece bu kızı değil, milyonlarca Özgecan’ı. Dünyasını da âhiretini mahvettiniz kızların. Eski Arap câhiliyesinde kızları diri diri toprağa gömerlermiş, sizler daha fecisini yapıyorsunuz, kızların âhiretlerini mahvederken. Dünyada iffetten, hayâdan, tesettürden, dinden-imandan soyarken. Düzenciler, laikler, Batılılar! Övünün eserlerinizle. Bu katiller sizin eseriniz. Sizin okullarınızda okudu, Allah’ın kanunu yerine Atatürk ilkelerini öğrendi. Siz azdırdınız bu gençleri. Açıkta bırakılan yerlerinin örtülen yerlerinden daha çok olduğu sözüm ona giysilerle siz baştan çıkardınız bu gençleri. Gâvuru bile utandıracak TV. Programlarıyla, bakılacak yeri okunacak yerinden çok fazla olan boyalı basında siz özendirdiniz fuhşu. Ahlâk nutukları atmaya hakkınız yok. İmansız ahlâk mı olurmuş hiç? Olsa olsa ne idüğü belirsiz “etik” olur. İmanın olmadığı ahlâk, delik kaba su doldurmaya benzer. Niye ahlâklı olsun ki çağdaş insan?! Hem, çıplaklık, zina, içki ahlâksızlık mıdır ki? Ahlâksızlık olsa, devlet ve hükümet ahlâksızlığa müsaade eder mi hiç? İmanı, tevhidi, Kur’an ahlâkını gündeme bile getirmeyen hükümetin, İslâm’a kapalı ama küfrün her çeşidine açık Kemalist düzenin, laik ve karma eğitim sisteminin aslan (aslında sırtlan) payı var Özgecan olayında ve her gün şahit olduğumuz yeni tecavüzlerde, vahşice öldürmelerde. Allah’ı hukuka, ahlâka, eğitime, devlete karıştırmayanlar, siz, evet siz suçlusunuz; katilleri, sapıkları siz yetiştirdiniz, onları bu hale siz getirdiniz, dolayısıyla katil ve saldırgan sizsiniz. Ülke sapıklar memleketine döndü. 3 yaşındaki bebeye de 70 yaşındaki nineye de namus güvenliği yok. Her an tecavüze uğrayabilirler. Akrabalar arası tecavüzler, kesip biçmeler… İlkokul ve hatta ortaokul öğrencisi çocuğunu anneler, kendi başlarına okula da sokağa da gönderemiyor artık. Herkes birbirinden çekiniyor, korkuyor. Mahvettiniz çocukları. Sonra çocuk bayramı, öyle mi?
Devletin bölünmez bütünlüğü putu adına, resmi ideoloji putları adına, ha bire ülkenin insanları, çocukları katledildi 98 yıldır. Unutturulan ötekileştirilen, cezaevlerinde çürütülen, ümitleri gelecekleri karartılan çocuklarımızı düşünelim.
Okullarda okuyacağım diye hayâdan, iffetten uzaklaştırılan çocukların hesabını kim verecek? İlköğretim ve ortaöğretim çağındaki okul çocuklarına Cuma ve pazartesi günleri heykellere taptırmak zulüm değil de nedir? Çocukların küfre girmesinin, çocukları müşrik hale getirmenin bayramı mı kutlanıyor? Bunca zulüm altındaki çocukların olduğu bir ülkede çocuk bayramı kutlama iddiası ülkenin tüm çocukları ve halklarıyla alay etmekten başka bir anlam taşır mı? Kendi halkına bu kadar zulüm yapan bir ülke, bir sistem nerede var? Çocukları okullarda, meydanlarda, salonlarda bugün zorla toplayıp bayram adı altında yine zulüm sürdürülüyor. Heykeller, putlar, tapınmalar, Atatürk’ü ilâh veya peygamber yerine koyan şiirler… “Bugün 23 Nisan, Neşe doluyor insan…” Hayır, biz neşe dolmuyoruz, demek ki onlara göre insan değiliz. Yani oyun çocuklarına tam bir oyun oynanıyor...
HALKIN EGEMENLİĞİ Mİ OLİGARŞİK DİKTATÖRLÜK MÜ?
İslam şeriatı ilk defa tehdit ve düşman ilan edilmişti. Hâlbuki Rabbimiz “Sonra seni de emrimizden bir şeriat üzere kıldık o halde ona uyun; bilmeyenlerin hevâsına uymayın”[6] buyuruyordu. Yeni sistem bilmeyenlerin hevâsını tercih ediyor, zanlar ve hevâlar ilâhlaştırılıyor, üstelik Şûrâ sûresindeki şûrâ âyetini oraya asıyorlar. Aynı sûrenin başka bir âyetinde ne diyor Rabbimiz; “Yoksa Allah’ın dinde izin vermediklerini sizin için şeriat haline getiren ortaklarınız mı var?”[7] diye soruyor. Evet, tam da bu ayetin uyardığı gibi yaparak ortaklar ihdas ediyorlar Allah’a. Yani Allah’ın hükümlerine rağmen hüküm koyma yetkisini kendinde gören, kendini ilahlaştırılan bir kurum haline getiriyorlar oligarşinin tahakkümü altındaki TBMM’ni ve tabii ki esasta oligarşiyi.
Türk ulusalcılığı, Atatürkçülük ve pozivitizmin karışımından bir resmi ideoloji oluşturuyor ve bu ülkenin insanlarına dayatıyorlar. Türk ulusalcılığı resmi ideoloji ve din haline getirilince, bu sefer Türklerden sonra kalabalık nüfusu oluşturan Kürt halkı sebebiyle, Kürt kimliğini ve Kürt ana dilini tehdit ve düşman ilan ediyorlar. Bunun üzerine asimilasyon başlıyor ve on binlerce insan, haksız yere zulme uğruyor, katlediliyor. Seküler bir sistem zorla kabul ettirilmeye çalışılıyor. Zaten biliyorsunuz harbiye marşında “Kanla irfanla kurduk biz bu cumhuriyeti” deniyor. Evet, kanla kurdukları doğru ama irfan hiç bu ülkenin sisteminin içine girmedi. Ama bu sistemi kabul ettirmek için çok kan döktüler. Bu ülkede egemenlik kayıtsız şartsız, öncelikle yattığı yerden Atatürk’ün ve onun ilkelerinin, silahlı kuvvetlerin, Sonra Amerika’nın, TÜSİAD gibi para babalarının, medyanın, bürokrat kesimindir. Ondan sonra bütün bu gruplara ters düşmemek şartıyla biraz da seçilenlerindir. Halkın bu egemenliklerle pek bir bağlantısı yoktur.
Allah rızası için aklımızı başımıza toplamalıyız ve tüm tâğutlara ve en başta tâğutî rejime karşı tavır almalıyız. Bu ülkenin insanlarına ve çektikleri ıstıraplara sahip çıkıp, zulme ve zalimlere karşı durmamız; İslâmî ve insanî sorumluluğumuzdur. En büyük zulmün şirk olduğunun bilinciyle, tevhidi ve adaleti ikame etme mücadelemizi ısrarla ve tavizsiz bir biçimde sürdürmeliyiz. Tevhidi ve adaleti ikame etmek için Kur’an toplumunu inşa etmemiz lazım. Bunun için mü’minler olarak adım adım vahdete doğru yürümemiz lâzım. Türkiye Kur’an Toplumu diyebileceğimiz bir yapıyla açıkça ve başımız dik olarak, ona layık olmak için seferber olmalıyız. Kur’an ahlakını kuşanıp, Kur’an Toplumunun inşasının ardından Ümmeti inşa etmek için; Kur’an’ın gösterdiği yolda ve ilk neslin bıraktıkları yoldaki işaretleri dikkate alarak hep birlikte yürüyeceğiz inşallah. Hiç değilse bu yolda öleceğiz.
[1] ] 45/Câsiye, 18
[2] ] 42/Şûrâ, 21
[3] ] 45/Câsiye, 18
[4] ] 42/Şûrâ, 21
[5] ] 5/Mâide, 44, 45, 47
[6] ] 45/Câsiye, 18
[7] ] 42/Şûrâ, 21
1 OCAK KUTLU OLSUN!
AYET:
آيَا يَُّهَا لَّذ۪ينَ مَٰنُو لَا تَتَّخِذُو لْيَهُودَ وَلنَِّصَآ ارىٰ وَْلِ آيَاءَۢ بَعْضُهُمْ وَْلِ آيَاءُ بَعْضٍۜ وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ مِنْكُمْ فَانَِّهُ مِنْهُمْۜ نَِّ للّٰهَ لَا يَهْدِي لْقَوْمَ لظَّالم۪ينَ
“Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları veli edinmeyin. Onlar birbirlerinin velileridir. Sizden kim onları dost edinirse şüphesiz o da onlardandır.
Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.”[1]
نَِّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحاً مُب۪يناًۙ
“Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsân ettik”1253
ذَِ آجَاءَ نَصْرُ للهِ وَلْفَتْحُۙ وَرَيَْتَ لنَّاسَ يَدْخُلُونَ ف۪ي د۪ينِ للّٰهِ فَْوَجاًۙ فَسَبِّـحْ بِحَمْدِ ربَِّكَ
وَسْتَغْفِرهُْۜ نَِّهُ كَانَّٰ تَـوَّباً
“Allah’ın yardımı gelip fetih gerçekleştiğinde; Ve insanların akın akın Allah’ın dinine girdiğini gördüğünde; Rabbine hamdederek şanının yüceliğini dile getir ve O’ndan af dile; şüphesiz O, tövbeleri çok kabul edendir.” [2]
1 Ocak tarihi, müslümanlar için önemli bir gündür. 31 Aralık gecesinde şuurlu müslümanlar bir kutlamaya katılırlar; Kutlamaya ve muhâsebeye. Elbette noel değildir kutlanan. Hıristiyanların tanrı kabul ettikleri bir zâtın doğum günü değildir değerlendirilen. 1 Ocak, müslümanlar için bir senenin israf edilip defterinin dürülmesi ve yeni bir yılın başlangıcının delice kutlanılması değil; Câhiliyye denilen karanlık bir çağın kapatılıp yeni bir çağın açıldığının bütün dünyaya ilânı olan en büyük fethin, Mekke fethinin yıldönümü ve fethin değerlendirildiği gündür.
İnsanları hayra yönelterek hayırlı ümmet olma şuurunu ve yeryüzünün halîfesi olma sorumluluğunu kuşanan fetih rûhuna sahip müslümanlar, gündem oluşturmak zorundadır. Başkalarının tâyin ve tespit ettiği gündemlerin arkasından koşan basit taklitçiler durumuna düşmemelidirler. Gündemimiz: Yılsonu, yılbaşı değil; Mekke fethidir. Daha doğrusu, başta Mekke olmak üzere bir zamanlar fethedilmiş şehirlerin yeniden fethedilme ihtiyacı…
Nedir Fetih? Fetih, kalplerin ve kapıların açılmasıdır. Fetih, kelime-i tevhidin, içine girip fethettiği gönlün, heyecanını dışa taşırıp başkalarını da kuşatıp yararlandırmasıdır. Şâirin; “Ballar balını buldum / Kovanım yağma olsun!” dediği cinsten, tattığı güzellikleri, başkalarına ikram etmektir fetih. Fetih, Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur!” diyen muvahhidin, tüm ilâh taslaklarına ve tüm putlara meydan okumasıdır. Karşısındaki, hangi dilden anlıyorsa, o dilden anlatmaktır. En büyüğün, sadece Allah olduğunun dünyaya ilânıdır fetih.
Fetih, küfür kalelerinin İslâm’a açılması demek olduğu kadar, gönül kapılarının da hidâyete açılmasıdır. İster dış, ister iç fetihten, isterse her ikisinden beraberce bahsedelim, cihadsız, mücâhedesiz fetih olmaz.
Fetih, Allah’ın kullarını kullara kulluktan kurtarıp sadece Allah’a kul etme eyleminin zaferle sonuçlanmasıdır.
Fetih, toprakları ele geçirip işgal etmek değil; tam tersine, her şeyi sahibine iâde etmektir. İçimizde ve çevremizdeki işgalleri kaldırmaktır.
Fetih, müslümanların ülke veya şehirleri i’lâ-yı kelimetullah amacıyla İslâmiyet’e açmaları, İslâm devleti idâresine almaları demektir. Arapça’da “açma, yol gösterme, hüküm verme, gâlibiyet ve zafere ulaştırma” anlamlarına gelen feth, terim olarak İslâm’da meşrû görülen savaşlar hakkında cihad kavramına benzer şekilde, müslümanların gayrı müslimlerden gerçekleştirdikleri toprak kazançlarını tarihte ve günümüzde bilinen diğer istilâ ve sömürü savaşlarından ayırmak amacıyla kullanılmıştır.
Fetih, öncelikle ve daha çok, kalbi ve aklı İslâm gerçeğine açmak, ikinci olarak da İslâm mesajının önündeki engelleri kaldırmak, insanın kalbine ve aklına ulaşmayı mümkün kılacak ortamı hazırlamak anlamına gelir. Medine’nin savaşsız fethedilmesi ve İslâm’a kazandırılması hakkında Rasûlullah’ın şöyle dediği rivâyet edilir: “Ülkeler ve şehirler zorla alınır: Medine ise Kur’an ile fethedilmiştir”[3]; “Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsân ettik”1256 meâlindeki âyet, askerî bir zaferin değil; Mekke’li müşriklerle hicrî 6, milâdî 628 yılında yapılan Hudeybiye Antlaşması’nın arkasından inmiştir.
Fetih sûresinin 18 ve 27. âyetlerindeki “ fethan karîbâ/yakın fetih” ibâresi Hudeybiye Antlaşmasından sonraki Hayber’in fethine, Nasr sûresinin 1 ve
Hadîd sûresinin 10. âyetlerindeki “el-feth” kelimesi ise, Mekke’nin fethine işâret etmektedir. Böylece Kur’ân-ı Kerim’de fethin hem savaş, hem dâvet ve tebliğ yoluyla gerçekleştirilebileceği açıklanmış bulunmaktadır.
En mübîn, en büyük fetih olan Mekke’nin fethi ise; Allah’ın hükmünün yeryüzünün kalbine nakşedilmesi; Lâ ilâhe illâllah mührünün dünyanın merkezine vurulmasıdır.
Yeryüzünde halîfe olabilmek için, tüm kulluk ve kölelikleri reddedip sadece Allah’a hakkıyla kulluk yapmak şarttır. Kulluk yapmak, yani ibâdet etmek için yöneleceğimiz bir kıbleye ihtiyacımız olacaktır. Aynen başkalarına kulluk yapanların kıblelerinin Washington, Çankaya, Medya... olduğu gibi. Bizim kıblemizi tâyin eden Rabbimiz şöyle buyurur: “Yüzünü Mescid-i Harâm’a çevir.”[4] Bu emre uyarak kıblemize yüzümüzü çevirip dikkatlerimizi Mekke’ye yöneltmeli, oraya doğru “Allahu ekber!” diyerek kıyâma durmalıyız. Bugün Mekke’miz ne durumdadır? Yeniden fethi bekleyen Mekke’mize yüzümüzü çevirip kıyâmımızı bekleyen başka Mekke’lerimiz olup olmadığını değerlendirmeliyiz. İslâm âleminin kalbi durumunda olan Kâbe ve Mekke ile, yine işgal altındaki kendi kalplerimizi mukayese etmeliyiz. Asr-ı Cehâlette Ebû Cehiller tarafından, arzın kalbi Kâbe ve Mekke nasıl işgal edildi ve putlarla doldurulduysa; arzın halîfesi olması gereken insanımızın kalbi de işgâle uğrayıp putlarla dolduruldu. Önce, bu putlardan uzaklaşmalı, hicret edecek Medine’ler bulmalı; sonra Mekke’lerimizi fethedip oraların sadece Allah’a kulluk yapılacak yerler olmasını sağlamalıyız.
Bu anlamda fetihler bekleyen Mekkelerimiz: Gönüllerimiz, evlerimiz, çevremiz ve halîfesi olduğumuz/olmamız gereken tüm dünyamızdır.
Allah’a ibâdet eden, Kâbe’ye, Mekke’ye yönelmiş müslümanlar, ilk kıblelerinin de halini düşünmek zorundadır. Kudüs’ümüz, Mescid-i Aksâ’mız ne durumda? O da fetih beklemiyor, yeni Salâhaddin’leri imdâda çağırmıyor mu?
Cemaat halinde dünya müslümanları gerçekten kıblelerine yönelip kıyâma dursalar, bu işgal, yerini fethe kısa bir anda bırakmaz mı? Cemaat ve ümmet bilinci içinde dünya müslümanları olarak hepimiz, fetih şuuruyla Mekke fâtihleri gibi davransak; Filistin’deki zulüm, Irak’taki vahşet, karşımızda kaç dakika dayanabilir?
Kimdir Fâtihler ve Fâtih Adayları? İnsan, yeryüzünün halîfesi olarak, ahsen-i takvîm üzere (en güzel biçimde) yaratılmıştır.[5] Bu kerem vasfını, ancak müslümanlar devam ettirmiş, diğerleri dört ayaklılardan aşağı seviyeye düşmüştür.[6] Peki, müslümanların hepsi, Allah katında aynı değerde midir? Hucurât sûresinde; “Allah yanında sizin en üstününüz en takvâlı olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır.”[7] buyrulurken, Nisâ sûresinde; “Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı... Allah mücâhidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle fazîletli kıldı.”[8] buyurulmaktadır. Zümer sûresinde ise üstünlük konusunda şöyle denilir: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[9] Demek ki bilenler, yani âlimler bu âyete göre üstün ve fazîletli kimselerdir. Bu üç âyette üç ayrı şahsiyetin fazîleti ifâde edilmektedir. Peki, en kıymetli kimse, Kur’an’a göre kimdir, düşündünüz mü? Yukarıdaki âyetlerden yola çıkarak cevaplayabiliriz: Takvâ sahibi, cihad eri âlim. Ya da ilim erbâbı, müttakî mücâhid. Veya cihad rûhuna sahip, ilimde derinleşmiş, müttakî gönül adamı.
Bilindiği gibi, takvâ kalptedir; ilim kafada, cihad da bilekte, kas gücünde. Fazîletin esası, bu üç gücü dengeli bir şekilde birleştirmektedir. İlim olmadan kaba kuvvet, sahibini kolayca zâlim ya da terörist yapabilir. Takvâ olmadan bilgi, hatta vahye dayalı ilim bile müşrik düzenin destekçisi Bel’am yapabilir kişiyi. İlim olmadan da takvâ gerçekleşmez. Çünkü Allah “Kulları içerisinde ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar.”[10] buyurmaktadır. Dolayısıyla öğrendikleri, kişiyi Allah’tan, daha fazla huşû ile korkutup takvâya meylettirmiyorsa, öğrenilenler ilim; öğrenen kişi de âlim değildir.
Allah nazarında en üstün olan kişi, gönlünü, bileğini ve kafasını birlikte güçlendiren ve bu dengeli gücü Allah yolunda kullanabilen kimsedir.
Bugün İslâmî çalışma yapanların başarısızlıkları, saâdet asrının yıldızlarına çağdaş ayna olamaması, bu altın sentezi yapamamaları, bu bütüncül bileşim için ciddî gayret göstermemeleriyle ilgilidir. Bileği güçlü ve cesâreti, ya da maddî imkânı olan müslümanın ilmi yetersiz kalmakta; dışından takvâ sahibi olduğu zannedilen kişiler, ellerine gücü, kafalarına bilgiyi yerleştirememektedirler. Âlim zannedilen kişilerin çoğu ise, cihad rûhuna yeterince sahip olamadıklarından, korkup İslâm’ı ketmetmekte/gizlemekte, kafaları kadar gönüllerini doldurmayı da düşünmemekteler. Fili olduğu gibi tanımlaması gerekenler, tuttuğu parçayı fil zannetmekle kalmamakta, başkalarını da bu organın fil olduğuna inandırmaya çalışmakta, hatta gözü açık olanların da bu körebe oyununa katılmasını istemekteler.
Fetih rûhuna sahip olmanın önündeki en önemli engel bu olduğuna göre, fâtih olmanın yolunun da nereden geçtiği ortaya çıkmaktadır. Kur’an’a bakıyoruz; İman ve küfrü, tevhid ve şirki, bunların aralarındaki savaşı görüyoruz. Tarihe bakıyoruz; tarihin hak ve bâtıl mücâdelesinden ibâret olduğunu görüyoruz. Günümüze bakıyoruz; manzara yine aynı: İşgalci müstekbirler ve zulme uğrayan müstaz’af kalabalıklar.
Anadolu, 10. ve 11. yüzyıllarda gönül ve kafa yoluyla fethedildi; kılıçla değil. Moro, Malezya, Endonezya gibi ülkeler, İslâm’ı yeterince bilen, bildiğini yaşayan, yaşadığını tebliğ eden müslüman tüccarlar tarafından kılıçsız fethedildi. Aynen kan dökülmeden fethedilen Mekke gibi. Mekke; fetihte de önder şehir. En büyük fetih, Mekke’nin fethi; en büyük fâtih de Hz. Muhammed (s.a.s.). O, Mekke’nin, Medine’nin, Tâif’in, Hayber’in, tüm Arap yarımadasının fâtihi olduğu gibi, O’nun öğrencileri, O’nun izini tâkip ederek 30 sene içinde o günkü dünyanın iki süper devletinin ikisini de fethetti. Fetihler, Mekke’nin fethine benzediği oranda fetih, fâtihler de Peygamber’e benzediği ölçüde fâtihtir. Gönülleri fethetmeden yapılan ülke fetihlerinin ne kadar fetih özelliği taşıdığı tartışılabileceği gibi, bunlar uzun süreli de olamaz. Başlarında büyük fâtihin (Rasûlullah’ın) izini tâkip eden yöneticiler olmaksızın ele geçirilen yerler, fetihle ihyâ edilen yerler değil; işgal ile imhâ edilen topraklar olacaktır.
Fetih; açmak demektir, yani kapalılığı gidermek. Bir memleketin fethi de, savaşla veya savaşsız Allah’ın hâkimiyetine boyun eğdirilmesi demektir. Kalbin fethi ise, kalbi “lâ” süpürgesiyle temizleyip “illâ Allah”ı o tertemiz gönül sarayına yerleştirmektir. Fetih, önce gönüllerimizde olmalı; sonra dalga dalga çevreye yayılmalı. Gönüller her türlü şirkten ve her çeşit puttan arınmalı öncelikle. Önce kalbimizin burçlarına dikmeli ve orada her an dalgalandırmalıyız tevhid bayrağını. Kurtulmayan kurtaramaz. Kendini fethedemeyen hiçbir şeyi fethedemez. Gönül kapısını tevhid anahtarıyla açabilen kimsenin önünde nice kapalı kapılar kolayca açılacaktır. Allah bir göğüste iki kalp yaratmadığı için,[11] bir kalp ya Allah’a tahsis edilmiştir, ya da başka bir şeye. Kalp Allah’a tahsis edilmişse, o kalp Beytullah olur.[12] Böyle bir kalp artık Kâbe’ye, bu mukaddes evin bulunduğu Mekke’ye dönmüştür. İşte o zaman Mekke’mizi fethetmiş, işgalcilerden, putlardan temizlemiş oluruz. Mekke’nin şehirlerin anası[13] ve dünyanın merkezi olduğu gibi; vücudun başkenti de kalptir. Kalbin fethi, insanın fethidir; insanların fethi de ülkenin ve dünyanın.
Allah’tan gayrıya tahsis edilmiş, Allah’ı sever gibi başka sevgilerle dolmuşsa, işgal edilmiştir gönül. Şeytanın, tâğutun, hevânın işgali altındadır. Veya para, kadın, sanat, spor, makam gibi putlar tarafından işgale uğramış demektir. Böyle bir gönül, ne Mekke’nin fethini, ne de başka fethi anlayabilir. O kalp ve sahibi için 31 Aralık gecesi Fetih gecesi değil; yılbaşı gecesidir. Beytullah olması gereken kalpte putlar varken, orayı fethedip özgürlüğüne kavuşturmadan Mekke fethini ve Beytullah Kâbe’deki putları deviren en büyük fâtih Rasûlullah’ı nasıl an(lay)acağız? Beytullah da, Mekke de içimizde. Fetih önce gönülde ve kafada olmalı. Sonra evimizde, iş yerimizde, çevremizde...
Günümüzde istismar edilmeyen kavram kalmamış, ifrât veya tefrîte kurban edilmeyen erdemden söz edilemez olmuştur. Fetihle işgal, ıslâh ile ifsâd, amel-i sâlih ile eylem, cihad ile terör, huzur ile anarşi, özgürlük ile başıboşluk, sabır ile zillet, tedbir ile korkaklık, cesâret ile delilik, tedrîcilik ile ihmalkârlık, ilim ile faydasız bilgi, takvâ ile şekilcilik, tebliğ ile propaganda, dâvet ile çığırtkanlık, denge ile aşırılık, istikrar ve sebat ile anlık heyecan ve geçici heves birbirine karıştırılmıştır. Gönül, kafa ve bileklerin dengeli beslenmediği ve birbirleriyle uyumuna önem verilmediği ortamlarda bu karışıklıktan başka bir şey beklemek zâten cehennemde saraylar aramaya kalkmak demektir.
Mekke, bugün yeniden fethedilmeyi beklemektedir. Aynen, İstanbul’un ve diğer şehirlerimizin yeniden fethi beklediği gibi. Ancak, unutmamalıyız ki, kendini fethedemeyen şehirleri hiç fethedemez. Kaybolan nesilleri fethetmeye çalışmayan, ülkeler fethedemez. Önce, işgale uğramış gönüllerimizi ve akıllarımızı işgalden kurtararak fethe başlamalıyız. Caddeler, sokaklar cahiliye rezillikleriyle işgale uğramış. Okullar, heykeller ve resimlerle, o resmî simgelerin çağrıştırdığı zihniyetle işgal edilmiş. Mahkemeler tâğutun hükümleriyle işgal edilmiş, meclisler tâğutlar tarafından işgali her şeyiyle yaşamış. Daha ne diyelim: Câmilerimiz bile işgalden payını almış, devlet dairesi haline gelmiş, tâğutlara dua edilen tâğutî zihniyetlere çağrılan yerler olmuş. Öyleyse fâtih adaylarına çok iş düşüyor. Önce kendini fethetmeye çalışacak, sonra halka halka halkı fethe gayret edecek, sonra büyük fetih nasip olacak, çevresini kurtarmaya çalışarak Müslüman kendisi kurtulacak. Başkalarını değiştirmeye, fethetmeye uğraşmayan kendisi başkaları tarafından işgal edilmeyi hak ediyor demektir. Kur’an’la kâfirlere karşı en büyük cihadı gerçekleştirmeye çalışan, bu gayeyle yaşayan muvahhidlere selâm olsun!
[1] ] 5/Mâide, 51
[2] ]1254] 48110/Fetih, /Nasr, 11-3
[3] ] Belâzûrî, Fütûhu’l-Büldân, I/6 1256] 48/Fetih, 1
[4] ] 2/Bakara, 144
[5] ] 2/Bakara, 30; 95/Tîn, 4
[6] ] 95/Tîn, 5; 7/A’râf, 179
[7] ] 49/Hucurât, 13
[8] ] 4/Nisâ, 95
[9] ] 39/Zümer, 9
[10] ] 35/Fâtır, 28
[11] ] 33/Ahzâb, 4
[12] ] 50/Kaf, 16; 8/Enfâl, 24
[13] ] 6/En’âm, 92
İTİDÂLDEN SAPMA: ILIMLI İSLÂM
ÂYET:
مَْ حَسِبْتُمْ نَْ تَدْخُلو لْجَنَّةَ وَلَمَّا يَاأتِْكُمْ مَثَلُ لذ۪ينَ خَلَوْ مِنْ قَبْلِكُمْۜ مَسَّتْهُمُ لْبَاأ آسَْاءُ وَلضَّ آرَّءُ وَزلُْزلُِو حَتّٰى يَقُولَ لُرسَُّولُ وَلَّذ۪ينَ مَٰنُو مَعَهُ مَتٰىَّ نَصْرُ للّٰهِۜ آلََا نَِّ نَصْرَ للّٰهِ قَر۪يبٌ ﴿٢١٤﴾
“Yoksa, siz ey mü’minler, kendinizden evvel geçenlerin halleri hiç başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle ezici sıkıntılar, kımıldatmaz zarûretler dokundu ve öylesine sarsıldılar ki, peygamber ve beraberinde iman edenler; ‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ diyesiye kadar. Bilin ki Allah’ın yardımı muhakkak yakındır.” [1]
Sıcak savaşın (canla cihadın) terk edildiği, bununla birlikte “ben de müslümanım” diyen insanların resmî nüfusa göre çoğunlukta olduğu topraklarda soğuk ve sıcak şekilde süren hak ve bâtıl savaşı, günümüzde “hakiki İslâm” ile “ılımlı ve sahte İslâm” arasındaki savaşa dönüştü. Evet, müslümanların yaşadığı tüm ülkelerde Kur’an ve Sünnet çizgisindeki muvahhid müslümanların karşısında, yine kendisini müslüman; savunduğu ve koruduğu şeyleri de İslâm diye takdim eden zihniyet vardır. İslâm’ın ve müslümanların karşısına erkekçe çıkılmıyor. Müslümanın eğer birazcık ferâseti, azıcık basîreti varsa, hemen sahteliğini teşhis edebileceği şekilde İslâm maskesi takarak bâtıl, hak adı ve görünümüyle hakkın karşısına olanca zulüm ve istibdâdıyla çıkıyor. Bu maske yırtılmadan, altındaki iğrenç yüz teşhir edilmeden, halkın Allah’ın râzı olacağı hakiki İslâm safında yer almasına imkân ve ihtimal yoktur. Barışın, huzurun, müslümanca güzelliklerin önündeki en önemli engel, bu sahte müslümanlar ve bu sahte İslâmlardır, yani ılımlı İslâm anlayışıdır.
Nâsır’lar, Kaddâfi’ler, Ziyaülhak’lar, devleti ele geçirinceye kadar hep bu maskeyi takmışlar, durumlarını kuvvetlendirinceye kadar tâvizsiz İslâm inkılâpçısı geçinmişler, oyunlarını sürdürebilmek için zaman zaman kullanmak üzere bu maskeyi yanlarında hazır bulundurmayı ihmal etmemişlerdir. Müslümanların yaşadığı hemen her ülkede lider ve önder kabul edilenlerin tavrı da çok farklı olmamıştır. Bu oyunun, yaşadığımız topraklarda daha zengin mizansenlerle oynandığını görmemek için kör olmak gerekmektedir.
Bugün din, din adına tahrip ediliyor. Din adına, ehl-i sünnet adına İslâm’ın devlet ve şeriat anlayışına en büyük düşmanlıklar yapılıyor. Çoğu radyo ve TV’deki din programlarıyla hakiki İslâm’a en büyük iftiralar atılıyor. Din, önce câmilerde sonra dinin öğretildiği okullarda ve din dersi ve dinle ilgili programlarda kâfirlerin ve düzenlerinin hizmetine sunuluyor.
Din dersleriyle putlar ve putçu düzenler gençlere sevdirilmeye çalışılıyor. Din öğreten kurs, okul ve fakültelerde bu uzlaşmacı, tâvizci, Amerikancı İslâm’ın askerleri yetiştirilmek isteniyor. İslâmî değişim ve dönüşüme, tâğutlarla mücâdeleye, câhil halktan önce resmî din teşkilâtları karşı çıkıyor. Küfre ve küfrün tüm kurumlarına, dinî kurumlarla yardım ediliyor.
Allah’la harbetme kabul edilen fâiz, hac için Diyanetin mecbûriyetlerinden biri haline getiriliyor. “Câmi, siyasete âlet edilmemeli” diyen egemen güçler, câmileri ve tüm dinî kurumları kendi devlet siyasetine istediği doz ve şekilde âlet ediyor ve kullanıyor.
Vaazlarla, dinî konuşma ve din dersleriyle tâğutlara ve onların düzen ve uygulamalarına saygılı, putlara hürmetkâr veya en azından müsâmahakâr, düzene ayarlanmış vatandaş yetiştiriliyor. Allah’ın evi olması, sadece Allah’a çağrı yapılması gereken yerler olan câmiler (), devlet dairesi; Peygamber’in vârisi ve Allah’ın memuru olması gerekenler de zâlim bir düzenin memuru haline geliyor. Câmiler bile Allah’ın değil, tâğûtî yasaların hâkimiyeti altına giriyor.
Bu insan eliyle değiştirilerek kuşa benzetilmiş muharref müslümanlığa hizmet etmek amacıyla din öğretecek öğretmenler putlara saygı duruşunda bulunabiliyor. Din kurumlarında görev almak veya öğrencilere din anlatmak isteyenler, hangi dine hizmet edeceklerini karıştırmasınlar diye, ılımlı İslâm ilkeleriyle ancak bağdaşabilecek sözler söylüyor, daha işe başlarken nasıl bir din tercihi yaptığını zâhiren deklare etmiş oluyorlar. Tâğûtî düzene ve tâğutların yoluna bağlı kalacaklarına dâir taahhüde giriyor, belge imzalamakta tereddüt etmiyorlar. Din eğitimi almak isteyen bir kız, İmam-Hatip ve İlâhiyat Fakültelerinde yine bazı din hocalarının teşvik ve zorlamasıyla, en azından rızâsıyla başını açmak zorunda bırakılıyor. Bazıları da başörtü farîzasını teferruat, böyle bir din tercihini de büyük hizmet diye sunuyor.
Resmî kurumlar böyle de, bazı gönüllü teşkilatlar farklı mı? Subay ve astsubayların askerî gazinolarda içki içebileceklerine, oralardaki her çeşit haram eğlencelere katılabileceklerine dair bazı hoca efendiler fetvâlar verebiliyorlar. Üniversitelerdeki kızların ılımlı bir dine hizmet için başlarını açabileceğini, açmaları gerektiğini tavsiyeden de öte emredebiliyorlar. Bazıları köşelerine çekilmiş, sadece tesbih çekmekle işin hallolacağını düşünüyor. Havadan sudan konuşmayı tercih edip, suya sabuna dokunmamaya özen gösteriyor. Hâlbuki suya sabuna dokunmadan temizliğin ve temiz kalmanın mümkün olmadığını çocuklar bile bilmektedir.
Televizyon müftüleri zaten malûm. Çoğu TV. ve gazetelerin bütün imkân ve fırsatları kullanarak zaten gerçek İslâm’la savaştığını bilmeyen yok. Onların birkaç kuşu birden vurmak için atmak istediği taş olarak programlarında yer verdiği yeşil rengin ne derece ılımlı tonları olduğunu, yeşilden başka her renge benzediğini görmeyen, bilmeyen yok. Bu program ve köşelerin Allah’ın dinine değil de; ulusal muharref Türk dinine hizmet etmeyi amaçladığını, bu çerçeveye uymayan basit ve etkisiz bireysel tavırların bu çorbaya çeşni katsın diye dozu ayarlı acı biber şeklinde kabul edildiğini görmek gerekir.
Uslandırma ve sulandırma: Ilımlı İslâm anlayışının dış kaynaklı olduğunda şüphe yok. Zaten tek millet olan küfür cephesi, yerlisi ve yabancısıyla işbirliği yaparak İslâm’ın rengini değiştirmeye çalışıyorlar. Allah’ın râzı olduğu dinden ve onu yaşayanlardan râzı olmayacak olan Batılılar,[2] Müslümanları hak dinden uzaklaştırmak için silâhlı ve silâhsız her çeşit mücâdele ve fitneden çekinmediklerini tarih boyunca ve güncel nice örneklerle ortaya koyarlar. BOP (Büyük Ortadoğu Politikası), müslümanların kökünü kazıyamayacağını ve çok pahalıya mal olan işgallerle işi halledemeyeceğini anlayan büyük şeytan Amerika’nın kendilerine göre doğunun ortasında, Ortadoğu’da radikal diye tanımladığı kaynağa bağlı gerçek İslâm’ı terörize edip suçlamak, yasakla(t)mak ve ılımlı İslâm anlayışını daha bir yayıp dayatmaktır. Böylece uslandırılmış ve sulandırılmış bir dini İslâm diye takdim edip sadece adı ve kâfirleri rahatsız etmeyecek özellikleri kalan din anlayışı ile yetinen sözde müslümanları emperyalist hedefleri istikametinde köleleştirmektir.
Halk ne yapsın; artık halk Peygamber denilince sadece gülü aklına getirmektedir. İbâdet denilince sadece cuma ve teravih namazını, Allah’a yaklaşma denilince kandil gecelerindeki bid’atleri, kabirleri yüceltmeyi, evliyâyı uçurtmayı, mevlitleri, içinde bol bol aşk, sevda kelimeleri geçen ezgi ve ilâhîleri gündemine alıyor. Allah’tan değil; türbelerden ve Hızır’dan medet umuyor, Allah’a (bilinçsizce şirk karıştırarak) iman edip tâğutlara kulluk yapıyor, “Allah devletimize zeval vermesin!” duâlarını dilinden eksik etmiyor.
Küfre isyânı emreden din, kâfirlerin ve küfrün koltuk değneği, düzenin destek ve dayanağı haline gelmiş durumda. Laiklik ve demokrasi, düzen ve kurucusu dinle ilgili konuşma ve derslerle sevdirilirken, Allah ve Rasûlü’nün istediği hakiki dine giden yollar din adına tıkanıyor. Müslümanların kestiği kurbanların derileriyle gerçek dine düşman kurumlar biraz daha güçleniyor. Kur’an’ı seçim nutuklarında öpüp alnına koyanlar Kur’an’ı mahkûm ediyor, ahkâmına düşmanlık yapıyor. İnsanlar, Allah’ın indirdiğiyle hükmedilmesini değil; câhiliyye hükümlerinin namaz kılanlar tarafından yürütülmesini istiyor.
Özetin özeti olarak kısa ve basit bir çerçevesini çizdiğimiz Atatürk ilkelerine ters düşmeyen, tâğûtî ilke ve yasalara uygun ve saygılı bu İslâm, Amerika ve Avrupa’nın da râzı olduğu İslâm’dır. Hâlbuki Kur’an, hıristiyan ve yahûdilerin, kendi milletine (dinine) tâbi olmadıkça Rasûl-i Ekrem’in şahsında müslümanlardan kesinlikle râzı olmayacaklarını beyan ediyor.[3] Nasıl, onlar Allah’ın dininden ve ona uyan dindardan râzı değillerse, onların râzı olduğu bir dinden ve dindarlıktan da Allah’ın (ve muvahhid mü’minlerin) râzı olması beklenemez.
Yine, laikliğe aykırı olup olmadığı hiç tartışılmadan, cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana müftü, vâiz ve imamlara, din öğretmenlerine maaş, makam ve imkânlar veriyorlar. Tabii, Allah’ın hükmüyle hükmedilmesine en büyük irtica damgası vuran bir düzen, bu maaşları Allah rızâsı için vermeyeceğine göre, niçin veriyor dersiniz? Elbette ılımlı İslâm için ve bu tür İslâm’a katkı sağlayanları ödüllendirmek için.
Bütün bunlar, yaşanılan, anlatılan, serbest olan, teşvik gören dinin, adına İslâm denilse de gerçek İslâm’la öz yönüyle alâkası olmayan tahrif edilmiş sahte bir din olduğudur. Aslında, tek hak din olan İslâm’ın o devirdeki şekli olan gerçek hıristiyanlık nasıl tahrif edilmiştir? Müslümanlar bu hususu tekrar düşünmeli ve ona göre tedbir almalıdır. Çünkü aynı oyun günümüzde İslâm’a karşı da oynanmaktadır. Müslümanların da bu oyuna gelmediklerini maalesef söyleyemiyoruz. Onları uyaracak olanların kendi horlamaları, şeytanî bir müzik gibi ruhlara dinî(!) gıda ve heyecan vermekte, uyarıcılar icrâ ettikleri mûsikîye ninnileri de güfte ve nağme olarak katmakta, bu sanatlarının karşılığı olarak ücretlerini de efendilerinden almaktadırlar.
Önceleri örf-âdet dini haline getirilmiş, pasifize edilerek uyuşturulmuş şekliyle, bid’at ve efsânelerle, Kesikbaş hikâyeleri, Bektaşî fıkraları, uydurma kerâmet ve evliya menkabeleleriyle, gâfil veya hâin, câhil veya yobaz, yarım veya çeyrek hocalar vâsıtasıyla yarı yarıya tahrif edilmiş ve sultanların emrine, sarayların yönlendirmesine çoktandır girmiş bir İslâm’ı devralan Kemalizm, hiç de güçlük çekmedi dini bugünkü sulandırılmış haline getirmek için. İnkılâplarla, zorlamalarla, karşı çıkan üç-beş hocayı darağaçlarında sallandırma, diğerlerine maaş ve makamlar dağıtarak avlamayla, devletin tahakkümü ve değişik yönlendirmeleriyle, küfür rejiminin kurumlarıyla, özellikle kurs, okul, din teşkilatı ve demokrat/muhâfazakâr/sağcı partiler aracılığıyla vatancılık, milliyetçilik (daha doğrusu ulusalcılık) ilâvesiyle, atalar mirası olan din anlayışını bugünkü ulusal Türk dini haline kolaylıkla getirdi. Ve bugün İslâm, aslî hüviyetini halk yığınlarının zihninde ve yaşayışında kaybederek şu çizgilere geldi:
Putlara ve putçulara (isteyerek veya istemeyerek) yardım eden,
Mü’min-kâfir ayrımı değil; Türk-yabancı, devletçi ve bölücü diye insanları ayıran,
Tüm kâfirlere değil; sadece komünizme, biraz da Ermenilere ve Yunanistan’a düşman olan,
Düzeni veya düzenin bazı kurumlarını savunan,
Dini siyasetten ayrı kabul edip devleti dinden, dini de devletten ayıran,
Grupçu, partici, ağabeyci, üstadcı olan, sahte kahraman ve sahte şeyhlerin izinden gitmeyi şeref sayan,
Dâvâ için her yolu meşrû gören, hizmet için her tavizci fetvâya uyan,
Müslümanım demek yerine; Türküm, milliyetçiyim, mukaddesatçıyım, demokratım, filan partiliyim, falan tarikattanım demeyi tercih eden,
Doğduğu veya doyduğu yeri putlaştıran, ümmetçi değil; ırkçı olan,
Ulusal simgelerle, ulusal sınır ve ulusal tarihiyle gurur duyan,
Cihad denilince ürken; korkak, uyuşuk, mıymıntı ve pasif yaşayıp dünyevîleşen,
Namaz ve tesbihle, virdlerle yetinen; mukaddesâta ve farzlara hücum edilir, haramlar şiirleşip süslenirken, nâfilelerle uğraşıp kapısına ve kalbine kadar gelen tehlikeden haberdar olmayan,
Yöneticilerinin Allah’ın indirdiğiyle hükmedip etmemesini önemsemeyen, düzenin İslâmî olup olmadığını cehâlet veya ihânetinden ötürü tespit edemeyen,
Bildiği hakikatleri ketmedip gizleyerek lânete uğrayan ve dilsiz şeytanlığa rızâ gösteren,
Rızık endişesiyle Allah’ın dinini ve âyetlerini satan, âyet ve hadisleri kâfirlerin istediği şekilde te’vil ve tefsir eden,
İslâm’a düşman bir düzen ve devletin sanayileşip zenginleşmesini, kalkınmasını İslâmlaşmasından önce isteyen,
Ülkenin daha bir Batılı olmasını, AB’nin, Avrupa’nın (gazab edilmiş ve sapıtmışların) yoluna uymayı fazilet gibi gören,
Bazı küçük tamir ve ıslahatlarla yetinen, düzenin her şeyiyle baştan aşağı değişmesi gerektiğini düşünmeyen,
Uzlaşmacı ve tâvizci; biraz Allah’ı, biraz da tâğutları memnun etmeye çalışan,
Yaşadığı ülkede iki kişinin öldüğü bir âfete üzüldüğü kadar Filistin’deki vahşete, Irak’taki işgale vb. üzülmeyen, onlara duâlarıyla bile destek olmayan,
Amerika’nın çıkarları doğrultusunda Kore’de savaşmayı normal gördüğü halde, meselâ Filistin, ya da sözgelimi Lübnan’da siyonist yahûdilere karşı müslümanlarla beraber savaşmayı aklının ucundan geçirmeyen,
İslâm devleti, imamet, bey’at, çocuklarının müslümanca yetişmesi gibi konulara ehemmiyet vermeyen ya da önem verdiğini düşünse de takınılacak tavrı belirleyemeyen,
Hafta sonu müslümanı, Cuma ve Bayram müslümanı haline gelen... müslüman tipi sadece yetişmedi, tümüyle kökleşti; Halkın çoğunluğunu teşkil etti. Ve o noktaya gelindi ki, gerçek İslâm’ın topluma ve düzene hâkimiyeti konusunda, kâfirlerden önce; müslümanım diyen halk, hatta câmi cemaati, belki başlarında da namaz kıldırma görevlisi olmak üzere karşı çıkmakta tereddüt etmeyecek bir halk oluştu. Bütün bunlar ılımlı İslâm’ın hânesine yazılabilir.
Kur’an, tahrif edilmekten Allah tarafından korunacak, ümmetin tümü dalâlette birleşmeyecek, az sayıda da olsa, daima hakkın müdâfiîleri her devirde mevcut olacaktır.
“Şüphe yok ki Kur’an’ı Biz indirdik ve muhakkak onu (tahrif ile tebdilden, değişikliğe uğramaktan) Biz koruyacağız.”[4];
“(Kâfirler) istiyorlar ki, Allah’ın nûrunu (İslâm Dinini), ağızlarıyla (kötü söz ve iftirâlarıyla) söndürsünler. Allah ise nûrunu tamamlayacaktır; isterse kâfirler hoşlanmasınlar.” [5]
Ama Allah bunu kullarının eliyle yapmak istiyor. Sünnetullah bunu gerektirir. Halifeliğin anlamı budur. Tüm tarih boyunca peygamberler ve mü’minlerin, Efendimiz ve ashâbının çile çekmesinin sebebi budur. “Yoksa, siz ey mü’minler, kendinizden evvel geçenlerin halleri hiç başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle ezici sıkıntılar, kımıldatmaz zarûretler dokundu ve öylesine sarsıldılar ki, peygamber ve beraberinde iman edenler; ‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ diyesiye kadar. Bilin ki Allah’ın yardımı muhakkak yakındır.” [6]
Evet, Allah (c.c.) Kur’an’ı ve İslâm’ı koruyacak, ama sadece müslümanım demekle yetinerek Allah için fedâkârlık yapıp çileye katlanmayanları, müttakî olmayanları koruyacağına dâir, onların fikir ve İslâm anlayışlarını tahrifattan muhâfaza edeceğine dâir bir vaadi yoktur. Aksine, Kıyâmete yakın müslümanların bu sapmalarının vuku bulacağını, âhir zaman fitnelerini, müslümanların inanç, fikir ve amellerinin müthiş bozulmaya uğrayacağını anlatan, kurtuluş için Kur’an ve Sünnete yapışmayı salık veren yüzlerce hadis rivâyeti vardır.
[1] ] 2/Bakara, 214
[2] ] 2/Bakara, 120
[3] ] 2/Bakara, 120
[4] ] 15/Hıcr, 9
[5] ] 61/Saf, 8
[6] ] 2/Bakara, 214
OLUMSUZ DEĞİŞİM
ÂYET:
نَِّ للّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّروُ مَا بِانَْفُسِهِمْۜ
“…Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını [1]değiştirmez…” آيَا يَُّهَا لَّذ۪ينَ مَٰ آنُو نِْ تَتَّقُو للّٰهَ يَجْعَلْ لَكُمْ فُرقَْاناً وَيُكَفِّرْ عَنْكُمْ سَيِّأـاتِكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْۜ وَللّٰهُ ذُو لْفَضْلِ لْعَظ۪يمِ
“Ey iman edenler! Eğer Allah’tan (hakkıyla) ittika eder (şirk ve isyandan) sakınırsanız; O, sizin için furkan kılar (hakla bâtılı, doğru ile yanlışı ayırt edecek özellik ihsan eder).” [2]
ربََّ آنَا فَْرِ غْ عَلَيْنَا صَبْرً وَثَبِّتْ قَْدَمَنَا وَنْصُرنَْا عَلَى لْقَوْمِ لْكَافِر۪ينَۜ
“Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımızı istikamet üzere sâbit kıl (Bize cesaret ver ki tutunalım), kâfir kavme karşı bize yardım et!” [3]
Gelişme, ilerleme, güzelleşme anlamında kullandığımız “değişim”, günümüzde daha çok olumsuz anlamlar içeriyor. Artık değişim denilince yozlaşma, bozulma akla geliyor. Değişim günümüz dünyasında Müslüman geçinenler açısından dünyevîleşmeyi ifade ediyor.
İnancımızı tanıtıp sevdiremediğimizden diğer mahalleye bilinçli-bilinçsiz taşınan kayıp çocuklarımızı konu dışı tutarsak; bizim mahallenin durumu, bu konuda da içler acısıdır. Giderek sağcılaşıp muhafazakârlaşan, uzlaşmacı, pragmatist, liberal bir çizgiye doğru devamlı bir kırılma yaşanan, satılan salyangoza karşı çıkılmadığı gibi alıcısının bol olduğu bir mahalle… “Lâ”sı olmayan bir inanç yaygınlaştırılıyor; teslimiyeti, itaati ve olumlu anlamda (yani, Allah’a isyan edenlere) isyanı olmayan, düzene uygun bir din dayatılıyor. Her şeyle, özellikle egemen tüm güçlerle, onların düzenleriyle, anayasalarıyla uzlaşan, tâğutların râzı olduğu yapay müslümanlık(!) hâkim kılınmak isteniyor. Bu kırılma yeterli düzeye gelmiş olmalı ki, düzene pasif destek veren mahallemizin insanları, artık düzenin en temel kaynağı olan anayasayı sahiplenmeye çağrılıyorlar. İçlerinde tevhid erlerinin de bulunduğunu bildiğimiz büyük kuruluşlar, hormonal büyü(tül)menin gereği olarak, kamuoyuna daha dün “yetersiz ama evet” mesajları veriyordu. Yarın da büyük ihtimalle, üstü örtülü veya apaçık şekilde demokrasiyi savunmanın sonucu olarak; cihadı, oy sandığının içinde kaybolmak olarak tanımlayacaklar.
“Demek ki düzene karşı çıkanların bile önemli bir kısmı, Kur’anî temel verilerden, tâğutu tüm kurum ve kurallarıyla reddettiğinden dolayı değil, beşerî hesaplardan dolayı düzene muhâlif görünüyormuş. Uzlaşma adıyla cephelerini terk edebilen, kitabın bir kısmını reddettiğini fark edemeyen, kahraman geçinen zavallılarmış. Kafadaki kelliğin gözükmesi için iyi ki zaman zaman takkeleri düşüren kuvvetli rüzgârlar esiyor. Artık tâğut, velâ, berâ, günahta ve küfürde yardımlaşma, hâkimiyet, hüküm koyma, teşrî, yani kanun koyma, ilâhlığa yeltenme, tevhidî ilkeler, şirkten sakınma, beşerî ideolojileri red gibi kavramlar radikal sanılan kesimlerde bile etrafına insan toplamak için işportacı sloganlarıymış, demek ki” dese biri, çok ağır ve sert mi olur? Kimi “İslâmcılar”ın takvimleri hâlâ 28 Şubat’ı gösteriyor. İlkesel değilmiş demek ki tavırlar, konjonktürelmiş ki, bu kadar basit imtihanlarda bile bu kadar kurum savrulabiliyor. Bu tavırlar, şirki izâle ve tevhidi ikame etme görevini üstlenen İslâmî değişim ve dönüşüm taraftarı muvahhid gençleri daha bileyecek, kendilerine daha çok iş düştüğü bilinciyle onlar maratona devam edecek.
Aslında bir Kur’an insanı muvahhid mü’mini; demokrasi, düzen, Amerika, ılımlı İslâm anlayışının nefse hoş gelen uzlaşmacı çizgisi veya başka hiçbir şey değiştiremez. O bir kez değişmiştir; tevhidi öğrenmiş ve inanmıştır, Kur’an’a uymuş ve her şeyiyle değişmiştir. Bir daha değişmeyecek hale gelmiştir.
Hani kıssa şeklinde anlatılır: Muvahhid bir mü’minle dini de dünyayı da doğru anlamamış bir Mevlevî dervişi karşılaşmışlar. Dervişe sormuş bizimki: “Siz ne yaparsınız?” diye. O da yaptıkları semâ denilen derviş dansını kast ederek cevaplamış: “Biz ‘Allah’ der, döneriz. Peki, ya siz ne yaparsınız?” Muvahhid mü’min cevap vermiş: “Biz bir defa ‘Allah’ dedikmi, bir daha dönmeyiz!”
Mü’min, “Allah” dedimi, bir daha dönmez, dönüşmez, dönüştürülemez. O gerçeği bulmuştur. Başkaları ona, İslâm’ın vaad etmediği hangi güzel şeyi vaad edebilir ki?! O, güç kaynağını bilir; Allah’tan başka güç ve kuvvet tanımaz. O rızık kaynağını bilir; O’ndan başka Rezzak’ın varlığını kabul etmez. O malınmülkün esas sahibini bilir ve inanır ki, mülkün sahibi mülkü dilediğine verir, dilediğinden alır, dilediğini onurlu-şerefli kılar, dilediğini zelil eder.
O bilir ki, düzenin cenneti yoktur; nimetleri sanaldır, tadı sahtedir, vaadleri kandırmacadan ibarettir. Onun yararı çok azdır, azın azı. “Metâun kalîl”; az bir yarar, yalancı menfaat…
Muvahhid mü’min bilir ki, iman kazandırır; hem dünyada, hem âhirette. Allah, sadece Kendi yolunda olanlara hayatı kolaylaştıracak, güzel bir hayat verecek, kalp mutmainliği ihsan edecektir. Âhiret açısından zaten o kazançlıdır.
Bütün bunlara rağmen; bizim mahallenin insanlarının, özellikle 28 Şubattan bu yana, bırakın olumlu gelişme içinde ilerleyip koşmaları; yerinde saymaları, dünkü çizgilerini korumaları bile takdir edilecek özellik oldu. Sayıları 167 000’i geçen dernek ve vakıflar, hele büyüdükçe zemini daha kayganlaşıyor; içindekileri merkeze, demokrasiye, muhâfazakârlığa, ılıman İslâm anlayışına doğru savuruyor. Artık “tekbir” sloganları yerine “tedbir” çağrıları yapılıyor, bazıları “tehdit” şeklinde algılamasın diye “tevhid” gündeme bile getirilmiyor. Artık en fazla tüketilen kavramlar; maslahat, zaruret, hılfu’l-fudul, eman vb. İnsanımız artık ümmetin nasıl gâlip geleceğinden bahsetmiyor bile; hâlâ Rumların gâlibiyetine alkış tutuyor. Görmek istemiyor ki, Rumlar artık müslümanım diyenleri yanına alarak Müslümanlarla savaşıyor.
Allah’ın dinine yardım etmeyince, Allah’ın yardımından ve O’nun ayakları sağlam tutup kaydırmaması müjdesinden de mahrum oluyor insanlık.[4] “Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımızı istikamet üzere sâbit kıl (Bize cesaret ver ki tutunalım), kâfir kavme karşı bize yardım et!”[5] demesi gereken insanımız, “Rabbimiz, bize aceleyi (dünyayı) ver, biz korkmayı tercih ediyoruz, ayaklarımızı sâbit kılma, çünkü biz bâtıla doğru değişip geri adım atmak istiyoruz, kâfirlere karşı çıkmak istemiyoruz, onlara benzeyip onlar gibi olmak istiyoruz, onlarla bizi karşı karşıya getirme!” diye fiilî olarak duâ ettiği müddetçe, her halde (her durumda) İlâhî yardım gelmez.
İnsanımızın çoğu şaşkınlığı ve sapkınlığı hidâyete tercih ediyor. Arayış içinde bile değil. Doğru ile eğriyi ayırt edemiyor. Hakla bâtılı karıştırmayı seviyor. Kitabın, doğru ile eğri arasında bir ölçü, bir furkan olduğunu[6] çoktan unutmuş. “Ey iman edenler! Eğer Allah’tan (hakkıyla) ittika eder (şirk ve isyandan) sakınırsanız; O, sizin için furkan kılar (hakla bâtılı, doğru ile yanlışı ayırt edecek özellik ihsan eder).”[7] müjdesi, yalancı politikacıların bâtıl çağrılarının gürültüsüyle duyulmaz olmuş.
Müslümanların önemli bir kısmı, gerçek anlamıyla iman etmediği, imanlarına zulüm karıştırdığı veya en azından imanın tadına varacak bir kaliteye erişemediği için, İsrailoğullarının gittiği yoldan giderek dünyevîleşmiş ve yozlaşmış durumda. Adı konulmamış irtidadı, gerisin geriye cahiliyyeye dönüşü yaşıyor nice insanımız.
Tâğutî düzen ve câhiliyye toplumu insanı nasıl değiştirip dönüştürüyor? Dünyaya gelişigüzel bir bakış bile yeterli (Zaten hep gelişi de gidişi de güzel olmalı bakışlarımızın ve davranışlarımızın). Batılı kâfirlere, hıristiyan ve özellikle de yahudilere ait Kur’an’da beyan edilen olumsuz özelliklerin çoğu, bugün “müslümanım” diyenlerde hiç eksiksiz bulunmaktadır. Dolayısıyla hıristiyan ve yahudilere verilecek dünyevî ve uhrevî cezalar, mü’min geçinenlerden onları örnek alan taklitçilere de verilecektir. Bu, İlâhî adâletin gereğidir. Lânete, gazaba uğrama ve dalâlet/sapıklık hükümleri/damgaları da... Bu değerlendirmeler, fertler için olduğu kadar, toplum için de geçerlidir. Toplumların, devlet ve rejimlerin, lânetli ve sapık yolu izledikleri zaman, helâkleri ve cezaları, tarihtekinden farklı olmayacaktır. Sünnetullah’ta (Allah’ın toplumsal kanunlarında) bir değişiklik olmaz. Saâdeti asra taşımak ve sahâbeleşmek mümkün olduğu gibi, İsrâil’leşmek de mümkündür. Bu tercih; mutluluk veya felâketi, cennet veya azâbı seçmektir. Dışımızdaki kâfirden daha tehlikeli olan, içimizdeki küfür ve kâfirdir, yahûdileşmedir; inanç, ahlâk ve yaşayış tarzı olarak gâvurlaşmadır; içimizdeki tâğutlar ve onlara destek olan anlayıştır.
“Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın. Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca, dalâlette olan kimseler size zarar veremez.” [8]
“Allah, mü’minlerin dostudur, onları karanlıklardan nura (aydınlığa) çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur. O, onları nurdan (aydınlıktan) alıp karanlığa götürür.” [9]
“Bir toplum, kendini değiştirinceye kadar Allah onlarda bulananı değiştirmez.”[10]
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (O’nun dinine) yardım ederseniz, Allah da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar.” [11]
“Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten iman etmişseniz, üstün gelecek olan, en yüce olan sizsiniz.” [12]
“Ey iman edenler, iman edin!” [13]
Gönüllerdeki gâvurluğa savaş ilân edip içimizdeki işgali kaldırmadan, dıştakine tavır almak mümkün değildir. Kalp ve kafamızdaki, el ve dilimizdeki şirktir, küfürdür, tuğyandır dünyamızı perişan, âhiretimizi zindan edecek olan.
İki milyara yakın kalabalığın yeniden tek bir İslâm ailesi şeklinde ümmet olması için, müslümanım diyenlerin her şeyden önce yeniden imanını; içinde yaşadığı sosyal, ekonomik ve siyasal yapıyı gözden geçirmesi gerekmekte, köklü değişikliklere ve değiştirmelere aday olması icap etmektedir. Bunun için de başlanacak yer: Şirkin izâlesidir, tevhidin ikamesidir.
Sonra canlı Kur’an adayları yetiştirmek, iman-amel bütünlüğüne ermek, takvâ ve ahlâkî erdemlerle örnekliğe önem vermektir. İşte bu özelliklere sahip olan ümmetin içinde tüm ümmeti ve İslâm’ı temsil edebilecek öncü insanların, nasıl cihad edilmesini bilen ilim sahibi, muttakî ve ahlâklı mücâhidlerin cihadı, kapıları açacak ve Allah’ın yardımına muhatap olunacaktır. Allah, ancak bu aşamalardan geçmiş, kendi dinine yardım edenlere yardım edecektir. Ve Allah’ın yardımına lâyık olmadan böylesi büyük işleri başarmak ve hatta girişmek mümkün değildir.
Ümmetin ekserisinin evleri ve işyerleri, çocukları ve gençleri, okulları ve sokakları işgal edildiği halde farkında bile değiller. Ümmetin fertlerinin çoğu işgalcilerine tutkun, hayran ve yardımcı durumda. Ümmet, dostunu düşmanını tanımıyor, işgalin ne olduğunu bilmiyor. Gardiyanına âşık oluyor, cellâdını ölesiye (öldürülesiye) seviyor. Aman Allah’ım, nasıl olur, şehid kanları bile bu durumu değiştiremiyor. “Her yer Kerbelâ” denir ya, bugün “her yer Filistin!” Her yer işgal altında. Zulmün en büyüğü, bedenlere yapılan değil; kafa ve gönüllere yapılandır. Dünyasını yok etmekten daha büyük zulüm, insanın âhiretini mahvetmektir. Kur’an öyle diyor: “…Allah’a şirk koşma! Şüphesiz şirk, gerçekten en büyük zulümdür.”[14] Yardım edilmesi istenilen cephelerden daha feci olanı, bu ülkedeki insanların durumu. Onlar hiç olmazsa düşmanlarını tanıyorlar ve atacak taş bulduklarında taşlıyorlar, onlara tavır alıyorlar. Ölüyorlar (ölümsüzleşiyorlar) ve kurtuluyorlar. Buradaki işgal sonucu ölenlerinse âhireti mahvoluyor. Biz, insanların suçsuz yere ölmemesi için mücadele etmeyi önemseriz, ama çevremizdeki insanların âhiretlerinin mahvolmaması için gayretleri daha öne çıkartırız. Önceliğimiz, insanların bedenleri değil, ruhları olmalı; Dünyaları değil, âhiretleri… İnsanların öncelikle karınlarını değil, gönüllerini doyurmalıyız.
Beyinlerini ve gönüllerini, yaşadıkları çevredeki topraklarını ve hatta mescidlerini her çeşit işgalden arındıramayanlar, uzaklaştıkları mübârek yerleri ve büyük mescidlerini hiç kurtaramazlar. Her tarafımızı kuşatmış şirk ve küfre, tuğyan ve isyâna savaş ilân edip içimizdeki işgali kaldırmadan, dıştakine tavır almak mümkün değildir.
İlâhî yardım olmadan hiçbir netice alamaz, felâha ve zafere eremez mü’minler. Görevlerinden kaçan, tâğutlardan korkan, beşerî ideolojiler peşinde koşan, gündelik işlerden dâvâya vakit ayıramayan, kâfirleri dost ve velî kabul eden dünyevîleşmiş müslümanlar bunca zulüm, vahşet, işgal ve şirkin dayatması karşısında kendilerine gelmezler ve Allah’ın ipine topyekûn sarılmazlarsa, İlâhî yardıma nasıl ulaşılır?
İlâhî yardımdan, rahmeti yağdıracak özelliklerden uzak yaşamayı tercih etmenin bir sonucudur bu rezilce hayat, câhilce câhiliyye yaşayışı ve tuğyanla yönetilme. Kadın-erkek mü’minlerin birbirlerini velî kabul ederek birbirlerine iyiliği emredip gördükleri kötülükten sakındırmaları, namazı kılıp zekâtı vermeleri, Allah ve Rasûlüne itaat etmeleri, âhirette güzel meskenlere ve cennete ulaştıracağı gibi, Allah’ın rızasına ve dünyada Allah’ın rahmetine de sebep olacaktır.[15] Kur’an’a tâbi olup uymak ve Allah’tan korkmak, (şirk başta olmak üzere günahlardan sakınmak) insanı Allah’ın rahmetine ulaştıracak;[16] tüm (muvahhid) mü’minleri kardeş kabul edip aralarını düzeltmek İlâhî rahmeti harekete geçirecektir. [17]
Allah, kullarına zerre kadar zulmetmez. İnsanın başına gelenler, kendi elleriyle yaptıkları yüzündendir. Bugünkü zillet de insanın tercihidir. İnsan hayrı da şerri de kendisi çağırır. “İnsan, hayrı istediği gibi şerri de ister. İnsan pek acelecidir.”[18] Allah’ın gösterdiği kıbleyi, istikameti, hidâyeti, izzeti, nimeti, kitabı terk edip rezilliği isteyen topluma Allah onu da verir. İnsan hürdür; dilerse cehenneme giden yolu tercih edebilir.
“…Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez…”[19] Ayet, Allah’a itaatkâr bir kavmin nimet ve hayır istikametinden[20] masiyet yönünde[21] tercihte bulunarak kendini olumsuza doğru değiştirdikleri[22] takdirde Allah’ın da o kavmi (olumsuz yönde) değiştireceğini ortaya koymaktadır. Yine ayetteki “mâ bi kavm” ifadesi, değişebilirlik özelliğine sahip toplumsal yapı anlamına gelmektedir. Buna göre toplumsal yapıda meydana gelen değişim, o toplumda yaşayan bireylerde de bir değişiklik meydana getirmektedir. Ve yine tersine bir süreç olarak insanlarda meydana gelen değişmelerin de, toplumsal yapıda bir değişikliğe yol açtığından aynı şekilde söz etmek mümkündür.
Nefiste yani iç âleminde olanı değiştirmek, takvâyı bırakıp Allah’ın âyetlerini terk edip hevâya tâbi olmaktır. İşte Enfal 53 ile Ra’d 11. âyetlerde yer alan enfüs kavramı, “şahsiyet, kimlik, kişilik, karakter” mânâlarına gelmektedir. Demek ki toplumları olumsuz yönde değiştiren, yani Allah tarafından değiştirilmelerine neden olan dinamik, kimlik bunalımıdır.
Her toplum kendi kültürünü oluştururken, halkına da bir kimlik kazandırır. Bu kimliği değiştirmeye kalktıkları an, toplumların kimliği de buna bağlı olarak değişecektir.
Halkın, Allah’ın bizi yücelere tırmandırmak için gökten uzattığı ipe yapışıp yükselmeyi değil de, Allah’tan uzaklaştıracak ve alçaltacak özelliklere yapıştığından kendi seçiminin cezasını çekmektedir. Kâfirlerin azgınlığı ve çokluğu değildir bu durumun sebebi; insanımızın kendi intiharıdır: “Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın. Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca, dalâlette olan kimseler size zarar veremez.”[23] Ayaklarının sırat-ı müstakim üzere sâbit kalmasını isteyen ve Allah’ın yardımını arzulayan kimsenin Allah’ın dinine yardım etmesi gerekiyor. [24]
Kur’ân-ı Kerim, toplumların yıkılış biçimlerini ve kötü sonlarını ortaya koyduğu gibi; onları, bu noktaya getiren sebepleri de açıkça beyan eder. Bu nedenlere ilişkin şu örnekler verilebilir: Zulüm, baskı, haksızlık ve günahlar;[25] lüks, israf, fısk ve bozgunculuk içinde olmak;[26] cinsel sapıklık, aşırılık ve yol kesmek;[27] günah, zulüm, refah ve zevke dalma. [28]
Zaten Allah’a itaatsizlik, nimetlerine nankörlük dünyada da cezasız kalmaz:
“Bu ülkenin halkı, Allah’ın nimetlerine nankörlük etti. Bu yüzden Allah onlara, yaptıklarına karşılık, korku ve açlık elbisesini/ıstırabını tattırdı.”[29] Kitabın (Kur’an’ın) bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamanın da âhiretteki büyük cezadan önceki karşılığı, dünya hayatında rezil olmaktır.1241 Hz. Peygamber’in emrine muhâlefet de; fitne/belâ ya da acıklı bir azâbı getirir.[30] Önde gelenlerin ve sâlihlerin fesâdı önlememeleri[31] ve ekonomik dengesizlik, vurgun ve soygunlar da dünyevî azâbın ve helâkin sebeplerindendir. [32]
Dinini sevenler İslâm dışı düzeni savunamazlar. Dindar geçinenler muhâfazakâr olamazlar. Muhâfaza edilmesi değil; mücâdele edilmesi gerekli yıkılası câhiliyye ve küfür düzeniyle çevrilmişiz çünkü. Hak Din, câhiliye düzenini muhâfaza etmeyi (muhâfazakârlığı) değil; câhiliyeyle inkılâbî mücadeleyi esas alır. Böyle olduğu halde, inkılâpçı tevhid dinini, muhâfazakâr bir din diye insanlara sunan tahrifatçı zihniyet, kendini olumsuz değiştirdiği gibi, dini de tahrif edip değiştirme eğilimindedir.
Tüm peygamberler tâğutlarla mücadeleyi öne çıkaran[33] ve önce fertleri İslâmlaştırarak içinde yaşadıkları câhiliyeyi, tevhidî istikamete doğru olumlu tarzda değiştirmeye çalışan korkusuz önderlerdir.
Ulemâ ve ümerânın gaflet veya dalâletlerinden kaynaklanan uyarı, yönlendirme ve tavsiyenin (emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker) yetersizliği, hatta tümden terk edilmesinin bu cinâyetlerin sergilenmesinde büyük katkısı vardır.
Ve… hayra doğru değişip değiştirmeyeni değiştirirler. Çevresini olumlu anlamda değiştirmeye çalışmayan kimse, çevrenin olumsuz değişiminden payını alır. Neyin, hangi şeylerin değişmemesi gerektiğini, ayağımızın hangi çizgide sâbit kalmasını iyi bilip tespit etmek gerekiyor öncelikle. Değişim, dönüşüm derken, olumsuz değişimin kıskacında tükürdüğünü yalayan, gerisin geriye haktan dönen insanlarımızı hatırlamak gerekiyor. Pergelin sabit ayağında hiçbir kayma olmadan diğer ayağını belli sistem içinde açarak halkayı büyütmeye çalışmak; yapılması gereken bu.
Zafer önce gönüllerde ve kafalarda kazanılır. Gönüllerindeki, zihinlerindeki, hayatlarındaki işgallere karşı direnenler, er-geç zafere ulaşacaktır. Kurtulamayan kurtaramaz. Kendini fethedemeyen hiçbir şeyi fethedemez. Olumlu şekilde hayat boyu değişmeye çalışmayan, başkalarını değiştiremez. Gönül kapısını tevhid anahtarıyla açabilen kimsenin önünde ise, nice kapalı kapılar kolayca açılacaktır. Allah nazarında en üstün olan kişi, gönlünü, bileğini ve kafasını birlikte güçlendiren ve bu dengeli gücü Allah yolunda kullanabilen, kendi güzel değişimini toplumu değiştirme yolunda kullanan kimsedir.
Öyleyse haydi yeniden iman etmeye, bir daha değişmemek üzere yeniden Kur’an’la değişmeye. Güzele doğru değişip değiştirmeye
[1] ] 13/Ra’d, 11
[2] ] 8/Enfâl, 29
[3] ] 2/Bakara, 250
[4] ] 47/Muhammed, 7
[5] ] 2/Bakara, 250
[6] ] 2/Bakara, 185; 25/Furkan, 1
[7] ] 8/Enfâl, 29
[8] ] 4/Nisâ, 105
[9] ] 2/Bakara, 257
[10] ] 13/Ra’d, 11
[11] ] 47/Muhammed, 7
[12] ] 3/Âl-i İmrân, 139
[13] ] 4/Nisâ, 136
[14] ] 31/Lokman, 13
[15] ] 9/Tevbe, 71-72
[16] ] 6/En’âm, 155
[17] ] 49/Hucurât, 10
[18] ] 17/İsrâ, 11
[19] ] 13/Ra’d, 11
[20] ] Ebu Hayan el- Endülüsi, El-Bahru’l-Muhit, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1992, C.6, s.363
[21] ] İbn Cerir-et Taberi, Cami’ul Beyan, Darul Fikr, Beyrut, 1999, C.8, s.159; Muhammed el- Emin bin Muhammed el- Muhtar, Edvau’l Beyan, Mektebetu İbn Teymiyye, Kahire, 1992, s.86.
[22] ] İbn Kesir, Tefsiru-l Kuran’il Azim, Meüessetü Kurtuba,Kahire, 2000, C.8, s.119
[23] ] 4/Nisâ, 105
[24] ] bk. 47/Muhammed, 7
[25] ] 7/A’râf, 5
[26] ] 17/İsrâ, 16
[27] ] 29/Ankebût, 28-29
[28] ] 6/En’âm, 44
[29] ] 16/Nahl, 112 1241] 2/Bakara, 85
[30] ] 24/Nûr, 63
[31] ] 11/Hûd, 116
[32] ] 11/Hûd, 84-86
[33] ] 16/Nahl, 36
50.HUTBE: ALLAHU TEALA VE RASULÜNE KARŞI SAVAŞANLAR: FAİZCİ DÜZEN VE FAİZCİLER!
Yazan Asim ŞensaltıkALLAH TEÂLÂ VE RASÛLÜNE KARŞI SAVAŞANLAR: FÂİZCI DÜZEN VE FÂİZCİLER!
لَذ۪ينَ يَاأكُْلونَ لربِّٰو لَا يَقُومُونَ لَِّا كَمَا يَقُومُ لذ۪ي يَتَخَبَّطُهُ لشَّيْطَانُ مِنَ لْمَسِّۜ ذٰلِكَ بانََّهُمْ قَاَّلُآو نِمَا لُْبَيْعُ مِثْلُ لربِّٰو وَحََلَّ للهُ لْبَيْعَ وَحَرمَََّّ لربِّٰو فَمَنْ آجَاءَهُ مَوْعِِظَةٌ مِنْ ربَِّه۪ فَانْتَهٰىِ فَلَهُ مَا سَلَفََّۜ وَمَْرآهُُ لَِى للّٰهِۜ وَمَۢنْ عَادَ فَاّٰوُ۬لآئِٰكَ صَْحَابُ لنَّۜارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالدُونَ
“Faiz yiyenler ancak şeytanın çarparak sersemlettiği kimse gibi kalkarlar. Bunun sebebi onların, “Alım satım da ancak faiz gibidir” demeleridir. Hâlbuki Allah alım satımı helâl, faizi ise haram kılmıştır. Artık kime Allah’tan bir öğüt erişir de faizciliği bırakırsa geçmişte yaptığı kendisine aittir, işi de Allah’a kalmıştır. Kim de yine faizciliğe dönerse işte bunlar orada devamlı kalmak üzere cehennemliklerdir.” [1]
يَمْحَقُ للّٰهُ لربِّٰو وَيُربِْي لصَّدَقَاتِۜ وَللّٰهُ لَا يُحِبُّ كُلَّ كَفَّارٍ ثَ۪يمٍ
“Allah faizi tüketir, sadakaları ise arttırır ve Allah hiçbir inkârcı günahkârı sevmez. Allah faizi tüketir, sadakaları ise arttırır ve Allah hiçbir inkârcı günahkârı sevmez.” [2]
آيَا يَُّهَا لَّذ۪ينَ مَٰنُو تَّقُو للّٰهَ وَذَرُو مَا بَقِيَ مِنَ لرآبِّٰو نِْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve gerçekten iman etmiş iseniz faizden [3]kalanı bırakın.” فَانِْ لَمْ تَفْعَلُو فَاأذَْنُو بِحَربٍْ مِنَ للّٰهِ وَرسَُولِه۪ۚ وَنِْ تُبْتُمْ فَلَكُمْ رُؤُ۫سُ مَْوَلِكُمْۚ لَا تَظْلِمُونَ وَلَا تُظْلَمُونَ
“Bunu yapmazsanız Allah ve Resulü tarafından size bir savaş açıldığını bilin. Eğer tövbe ederseniz, haksızlık etmemek ve haksızlığa uğramamak üzere anaparanız sizindir.” [4]
Hanefî fakîhlerinden Serahsi; “fâiz’in kesin olarak haram kılındığını beyandan” sonra, fâizcilik yapanlara beş çeşit cezanın verileceğini zikretmektedir.
Birincisi: Şeytan çarpmışa dönmek. Allah Teâla:
“Faiz yiyenler, kendilerini şeytan çarpmış (birer mecnun) dan başka halde (kabirlerinden) kalkamazlar”[5] buyurmuştur.
Fâiz yiyenin karnı kıyâmet günü öyle şişer ki, ayakları onu taşıyamaz. Kalkmak istedikçe, ayakta duramaz düşer. Şeytan çarpmış insanlar gibi olur, bir türlü ayağa kalkamaz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Yediği fâizler miktarınca karnına ateş doldurulur.”
İkincisi: Bereketin kaldırılmasıdır. Kur’ân-ı Kerim’de: “Allah, fâizin bereketini tamamen giderir”[6] buyurulmuştur. Yani bu yolla kazanılan mal ve paranın bereketini Allah yok eder, demektir. Bu bereketin kaldırılması, elde edilen o fazlalıktan istifade edilememesi şeklinde de tevil edilmiştir. Öyle ki; ne fâizci kendisi, ne de evlâdı, bu faiz kazancından istifade eder.
Üçüncüsü: Allah’a karşı savaş açmış olmaktır. Allah Teâla şöyle buyurmuştur: “Eğer faizden vazgeçmezseniz, Allah’a ve Rasûlü’ne karşı savaş açmış olduğunuzu bilin.”[7] Burada fâizcilik yapanlar, Allah Teâlâ’ya karşı savaşanlar zümresinden sayılmıştır.
Dördüncüsü: İnkâr etme hastalığıdır. Allah Teâla şöyle buyurmuştur:
“Ey iman edenler, gerçekten mü’min iseniz Allah Teâlâ’dan korkun, fâizden (henüz almamış olup da) kalanını bırakın”[8] Bu husustaki diğer âyet-i kerimede: “Allah (haramı helâl tanımakta) ısrar eden çok kâfir, çok günahkâr kimseleri sevmez”[9] buyurulmuştur. Yani, fâizi helâl görerek sürekli inkârcılık yapanları ve fâiz yiyerek günaha dalmış olanları Allah sevmez.
Beşincisi: Cehennem’de ebedi kalmaktır. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur:
“(Her) Kim tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemliktir ki, orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalıcıdırlar.” [10]
Bu, ribânın (fâizin) haramlığını kabul etmemenin cezasıdır. Mü’minler; Serahsi’nin kat’î nasslara dayanarak izah ettiği bu “beş ceza” üzerinde iyi tefekkür etmelidirler.
Molla Hüsrev: “Fâiz yiyen kimsenin şâhidliği kabul edilmez. Zira, fâiz yiyen kimse fâsıktır” der. Mebsut’ta; “faiz yemekle şöhret bulmuş (tanınmış) olmak” şart kılınmıştır. Çünkü ticaretle uğraşanlar, akdi ifsad eden sebeplerden (akd-i fesid’den) çok az kurtulurlar. Bunların hepsi fâizdir. Öyle ise şâhidliğin kabul edilmemesi için; fâiz yemekle şöhrete ulaşmış (tanınmış) olmalıdır” hükmünü beyan etmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’de fâiz günahı için kullanılan sert ifâdeler, şirk dışında başka hiçbir günah için kullanılmaz. Bunun sebebi, fâiz suçunun büyüklüğü ve şümûlü ile ilgilidir. Allah Teâlâ, zerre kadar zulmetmez. Küçük bir suça büyük cezâ vermez. Cezâ, suçun büyüklüğüyle orantılır. Fâiz konusundaki sert ifâdeler, fâizin tüm topluma zararları dokunacak, adâlet ve dengeyi bozacak büyüklükte ve doğurgan bir suç olmasından dolayıdır. Kur’an ve Sünnet’te en şiddetli dille yasaklanan fâizin mü’minler için kaçınılması gereken çok önemli bir problem olduğu gâyet açıktır. Dünyada sınıf farklılıkların ve düşmanlıkların ortaya çıkmasına zemin olması, fakir-zengin arasında uçurumlar oluşturması, sömürü ve zulmün yayılmasına sebep olan bir suçun, âhirette cezâsız kalması beklenemez. Fâizin ne büyük bir belâ olduğunu kısaca ifâde etmeye çalışalım:
- İlk büyük tahribi, rûhî ve ahlâkî değerler üzerinde olan fâiz, korkunç bir haramdır. Çünkü fâiz, insanda bencillik, cimrilik, katı kalplilik, duygusuzluk, zaafları ve zor durumları sömürme, ihtiras, maddeye tapma gibi en iğrenç duygu ve düşünceleri geliştiren, sevgi, şefkat ve yardımlaşmaya ilgisiz kalan büyük bir sömürü aracıdır.
- Fâiz, sosyal zararları da son derece büyük olan bir İlâhî yasaktır. Bireyleri bencil ve nefisperest kılarak bütün fertler arası ilişkileri menfaatlere dayandıran ve böylece ahlâkî çözülmelere neden olan fâiz, toplumun sâbit gelirlilerini ezen korkunç bir sömürü çarkıdır. Zira, fâize dayanan ekonomik düzenlerde mal varlığı daima fakirlerden fâizcilere ve fâizli kredi kullananlara akar. Bu sebeple rant peşindeki azınlığı giderek zenginleşen, sâbit gelirli çoğunluğu sürekli fakirleşen bir toplum yapısının oluşumu kaçınılmazdır.
Fâizli ekonomik düzenlerde zarara uğrayan, ihtirasla sömürülen grup, her zaman sâbit gelirli tüketici çoğunluk olan halktır. Fâizli krediler kullanan menfaatperest yatırımcı ve tüccarlar da ödedikleri fâizleri hep ürettikleri ve mübâdele ettikleri malların mâliyetine ilâve ederler. Malın üretiminden perakendeci esnafa kadar bütün evrelerde fâizli kredi, malın fiyatını büyük oranlarda artırır. Böylece tüketici büyük halk kesimi ezilir de ezilir. Fiyatları aşırı şekilde artıran fâiz, alım gücünü zayıflatarak tüketimin kısılmasına, kısılan tüketim de, üretimin azaltılmasına neden olur. Böylece işsizlik yaygınlaşır.
İşsiz sayısı arttıkça, işçi ücretleri düşer. Bu da giderek sosyal sefâleti doğurur ki, neticede ortaya çıkacak huzursuzluk, anarşi ve fesat, tüm toplumu boğan bir fitneye dönüşür.
Rabbimiz Kur’an’da bu gerçeği şöyle açıklar:
“... Allah fâizi mahveder. (Zekât ve infak gibi) sadakaları da arttırır...”[11]
Yüce Peygamberimiz de, mahvın iktisadî şeklinede şöyle dikkatlerimizi çeker: “Pek çok da olsa, fâizle kazanan her kişinin sonuçta fakirliğe düşmesi kaçınılmazdır.” [12]c- Ekonomik hayat için zarûrî olduğu propaganda edilen fâizin asıl büyük zararı ise, ekonomidedir. Toplum kalkınmasını engellemesindedir. Zira ekonominin emeksiz, rizikosuz büyük kazançlar, aşırı çıkarlar ve ihtiraslar üzerine kurulmasına, yani rant ekonomisine dönüşmesine ve büyük kitlenin aleyhine rantın büyümesine sebep fâizdir. Gerçek toplum kalkınması için zarûrî olan ucuz sermaye sağlanmasına ve ancak 3-5 senede üretime geçebilecek büyük ve ciddî yatırımlara rağbet olunmasına engel olan fâizdir.
Fâize dayanan ekonomik düzenlerde bankacılar kendi paraları yanı sıra, toplum kalkınması için gerekli olan paranın çok önemli bir bölümü olan halk tasarruflarına da yaptıkları sürekli reklâmlar yoluyla sahip olurlar. Böylece yalnız kendi paralarının fâizini değil; kendi paralarının kat kat fazlası olan halk tasarruflarının fâizlerini de alırlar. Sermayeye hâkim olan gözü dönmüş bu modern fâizci para babaları, düşük bir yüzde ile aldıkları paraları ancak büyük yüzdelerle devrederler. Hep büyük kârlar gözetir ve paranın parayı çektiği büyük rantı devşirirler. Her yıl büyük fâizler ödeyen yatırımcı toplum kesimi de kazancı çok olan ama çoğu kez toplum için zarûrî olmayan üretime yönelir. Böylece ciddî yatırımlar ertelenir, toplum muhtaç olduğu atılımı yapamaz. Bütün bunların sebebi fâizdir.
Kısaca değinmeye çalıştığımız bu rûhî, ahlâkî ve iktisadî zararları sebebiyledir ki Allah bize fâizi haram kılmıştır. Peygamberimiz de fâizle ilgili her çeşit işi ve işlemi yasaklamıştır. Rasûlullah (s.a.s.) fâiz yiyeni, fâiz yedireni, fâiz akdini yazanı, bu işleme kâtiplik yapanı, bunlara şâhitlik yapanı lânetledi, bunlara “Allah lânet etsin!” buyurdu.
Şurası çok iyi bilinmelidir ki, fâiz ilkelliğin, eski câhiliyye anlayışının delilidir. Aşağılığın, gericiliğin belirtisidir. O yüzden, Peygamberimiz Vedâ haccında, câhiliyye döneminde yürürlükte olan fâizin bütün çeşitlerini ayaklarının altına alıp kaldırmış ve yasaklamıştır. İslâm olmadan bir toplum mânen gelişemez. Maddî yoldan da adâletli bir servet dağılımına kavuşamaz. Gelişemeyen bir toplum da fâizi kaldıracak bir güç bulamaz. Onun mahkûmu olur. Ahlâken yükselememiş, yardımlaşma duygularıyla bezenememiş, bir bütün olarak kalkınma şuuruna varamamış ve sömürmeyi lânetleyememiş insanlar pek tabiî ki, fâize karşı çıkamazlar.
Çok büyük bir sömürü düzeni olan, toplumu kamplara bölen ve sermaye ile emeği birbirine düşman kıldığı için de sosyalizm ve komünizmin materyalizmle birlikte ana kaynağı olan fâize karşı çıkılmamasının sebebi, onun ekonomi için zarûrî olması değildir; Fâizcilerin aldatıcı propagandalarıdır. Daha da önemlisi, ona karşı çıkabilecek kadroların da bu zulüm düzeninden çıkar sağlamalarıdır. İslâm, mekanizmanın fâiz üzerinde kurulu olmasını reddeder. Milyonlardan toplanan paraların bir avuç fâizcinin yönetimine terkedilmesini onaylamaz. Mutlu ve putlu azınlığın refahı için toplumun büyük kesiminin kan ve terinin içilmesini yasaklar.
İnsan fıtratı ile çatışan fâiz olmaksızın âdil bir düzen elbette kurulabilir. Fâizin yerini kazanç ümidine, şahıs ve devlet adâletine, zekâtlı, karz-ı hasenli, şirketli sağlıklı bir ekonomiye bıraktığı bir nizamda tasarruflar tabiî ki toplanabilir. Bereketli bir düzen kurulabilir. Ama bunu kapitalizmin olmayan merhametine, fâizcilerde hiç bulunmayan insafa bırakarak sağlamak, mümkün değildir. Fâizi savunanlar ve bu sümürü düzenini ayakta tutmak için gayret gösterenler kadar fâize ve ekonomik zulme karşı olanlar çaba göstermeden adâlet sağlanamayacaktır.
Fâiz, bir kan nehridir. Buraya giren kanlanır ve kan kokar. Kan ise pistir. “Fâizli kredi alınmazsa müslüman güçlenemez” görüşü bâtıldır. Doğru olan; “müslümanlar birleşmez ve şirketleşemezse güçsüz kalırlar” görüşüdür. İslâm’ın yasakladığı ve fâillerine harp ilân ettiği tefecilik de, banka fâizciliği de büyük bir haramdır. Onda ısrar eden kişi Cehennemliktir.
İslâm, yalnız âhiret nizâmı olmadığı için fâize getirdiği dünyevî cezâlar da büyüktür. İslâm Hukukunda ribâyı/fâizi helâl gören kişi, İslâm dâiresinin dışına çıkmış bir mürteddir. Mürted, mü’minlere ne vâris olabilir, ne de miras bırakabilir. Nikâhı da düşer, mü’minlerle evlenemez. Mürtedin cezâsı çok büyüktür. Fıkıh âlimlerine göre; fâiz alıp verenler topluluksa üzerlerine ordu gönderilerek kendileriyle savaşılır. Malları da müsâdere olunur. [13]
Öyle bir karanlık ve fırtınalı câhiliyye dönemi yaşıyoruz ki, fâizden en kaçınanımız bile, Peygamberimiz’in lisânıyla fâizin tozundan kurtulamıyor.
“İnsanlar öyle bir devre ulaşacak ki, o zamanda ribâ yemeyen kalmayacak. Öyle ki, (doğrudan) yemeyene buharı (veya tozu) ulaşacak.”[14]
Öyle bir sömürü düzeni içinde yaşıyoruz ki, kapitalizm din olmuş, para da, bir kapitalist için tanrı, banka tapınak, çek ve hisse senedi kutsal bir kitaptır. “Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul; / Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul. / Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa; / Yaşasın, kefenimin kefili kara borsa!”
Ne mutlu başta fâiz olmak üzere tüm haramlardan kaçanlara, parayla imtihanı kazanıp Allah’la alışveriş yapanlara!
[1] ] 2/Bakara, 275
[2] ] 2/Bakara, 276
[3] ] 2/Bakara, 278
[4] ] 2/Bakara, 279
[5] ] 2/Bakara, 275
[6] ] 2/Bakara, 276
[7] ] 2/Bakara, 279
[8] ] 2/Bakara, 278
[9] ] 2/Bakara, 276
[10] ] 2/Bakara, 275
[11] ] 2/Bakara, 276
[12] ] Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 17, s. 261
[13] ] Ali Rıza Demircan, İslâm Nizamı, c. 3, s. 257-262
[14] ] Ebu Dâvud, Büyû’ 3, h. no: 3331; Nesâî, Büyû’ 2, h. no: 7, 243; İbn Mâce, Ticârât 58, h. no: 2278
Diğer...
49.HUTBE: HEPİMİZ DÜNYA ADLI İMTİHAN SALONUNDAYIZ; KARNELERİMİZ YAKINDA!
Yazan Asim ŞensaltıkHEPİMİZ DÜNYA ADLI İMTİHAN SALONUNDAYIZ; KARNELERİMİZ YAKINDA!
ÂYET:
كُلُّ نَفْسٍ آذَئِقَةُ لْمَوْتِۜ وَنَبْلُوكُمْ بِالشَّرِّ وَلْخَيْرِ فِتْنَةًۜ وَلَِيْنَا تُرجَْعُونَ
“Sizi, bir imtihan olarak, şer ve hayırla deneyeceğiz. Hepiniz de nihayet bize döndürüleceksiniz.” [1]
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ لْخَوْفِ وَلْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ لْامَْوَلِ وَلْانَْفُسِ وَلثَّمَرَتِۜ وَبَشِّرِ لصَّابِر۪ينَۙ
“Biz sizi biraz korku, biraz açlık ve biraz mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmeyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!” 1194
Dünya, ne seçim, ne geçim dünyasıdır; dünya, bugün var yarın yok, imtihan dünyasıdır. Dünyaya başka şey için değil; kulluk dersinden imtihan olmaya geldik. İnsan Allah’a kulluk için yaratılmıştır. Allah’a mı, başkalarına mı kulluk yaptığı dünyadaki sınavlarla ortaya çıkacaktır. Kur’an açısından hayat, bir imtihan, daha doğrusu bir imtihanlar silsilesidir. Rabbimiz bütün insanları onlara verdiği hoşlarına giden nimet, kabiliyet ve imkânlarla ve hoşlanmadıkları korkuyla, açlıkla ve nimetlerden noksanlaştırmayla denemektedir. Ölümle birlikte, imtihan sona erecek, hesap günü herkes ya sağından ya solundan karnesini alacak. Daha önce bu imtihan salonuna zengin-fakir, işçi-işveren, erkek-kadın, güçlü-zayıf niceleri gelmiş, bir süre oturmuş, kalkmış gitmişler. Şimdi sıra bu asrın insanlarında, bizlerde.
Dünyada imtihanlar çok çeşitli. Kimi servetinden imtihan oluyor, kimi servet düşmanlığından. Kimi sıhhatinden, kimi hastalığından... Kimi borçlu kalmaktan, kimi alacaklı olmaktan... Herkes imtihan olduğu içindir ki, gerçek manada, kimse rahat değil. “Dünyada rahat yoktur”[2] yani imtihanda rahat olmaz; çalışma ve gayret vardır, endişe ve ümit vardır, üzüntü ve sabır vardır, kazanmak için çaba göstermek vardır. İmtihan salonunda gülüp oynayan, kalem ve kâğıdının çok kaliteli olması için uğraşan, güzel elbiseli olanlara özenip sınava odaklanmayan kimse, imtihanı kazanmak istemiyordur.
Herhangi bir okul veya Üniversite imtihanına verilen önem, kulluk imtihanına verilseydi, cennet garanti olurdu. Âhiret imtihanı zor olduğu için mi insanlar başarısız oluyor? Hangi imtihan daha kolay, gelin bir karşılaştırma yapalım:
Üniversite sınavında sorular önceden kimseye verilmez. İlâhî imtihanda sorular da, doğru cevaplar da, önceden Kur’an ve Sünnetle bildirilmiştir.
Üniversite sınavında yardımlaşma yasaktır. Allah’ın sınavında yardımlaşma tavsiye edilir. Bu imtihanda kendisi kadar başkalarının kazanması için de gayret gösterenlerin ödülleri daha büyük olur. Öğrettiği kadar da kendi notuna ilâve edilir. Yaptığı bu işe cihad ünvanı verilir. Bu ticarette verenin malı artar, cimrilik edenin değil.
Üniversite sınavında kopya çekmek büyük suçtur. Esas sınavda ise, sevaptır. Üniversite sınavında üç yanlış bir doğruyu götürüyor. Âhiret için olan sınavda bir doğru bir yanlışı götürüp yok ediyor.
Üniversite sınavlarında her doğruya bir puan verilir. Allah, yaptığı sınavlarda yanlışa eksi bir puan verdiği halde, doğru cevaba en az 10 puan vermektedir.
Her iki sınavda zamanla yarış sözkonusu olsa da Üniversite sınavı 3-5 saate sığdırılıyor, bütün hayat boyu birikimler birkaç saat içinde test oluyor. Bir sene başka sınav hakkı yok. Diğer imtihanda hata yapıldı, başarısız olundu ise, her an eski sınavları yok saydırıp yeniden sınav hakkı var, hem de sonsuz denilebilecek sayıda. İstenilen zaman kurtarma sınavı hakkı var. Tevbe gibi eski sınavları silip yok saydıran bir silgi var.
Birinde çok soru çözmek şart. Diğerinde az soru da çözebilir insan, yeter ki doğru cevap versin.
Üniversite sınavında sorular doğru sorulmamış olabilir. Seviyeye uygun olmayabilir, zor sorular çıkabilir. Sorular anlaşılmayabilir. İlâhî imtihan ise, herkesin seviyesine göredir, kolaydır, Allah kimseye çözemeyeceği soru sormaz, başaramayacağı güçlükte imtihan etmez, zorluk dilemez.
Üniversite sınavları hiç de âdil değildir, bilgileri doğru ölçtüğü söylenemez. İlâhî imtihanda ise bir kula kıl kadar zulmedilmez.
Üniversite sınavında başarı şansı, başkalarını yenmeye bağlıdır. O yüzden başkalarının başarılı olması hoş görülmez. İlâhî sınavda ise başkalarının aldığı notun diğerlerine hiç zararı dokunmaz, sınavda üstün başarılı olanlar cennetin kontenjanını doldurmaz. Onlar rakip değil, refik kabul edilir.
Veee üniversite sınavını kazanınca ne tür bir iş, ne kadar maaş, ne miktar rahat ve huzur var? Ya âhiret sınavını kazananlara? “Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir insanın hayaline getiremediği güzellikler, nimetler.” [3]
İlk bakışta bu imtihanı herkesin kazanacağı akla geliyor. Ama gel gör ki, insanların çoğu, yine de yanlış yola sapıyor. Zoru başararak esas sınavı kaybetmeye çalışıyor. Öyle ise, kendi karnesini daha güzelleştirmek ve ümmetin sınavlarına yardımcı olmak için bu karnenin sahibine çok iş düşüyor.
Bu dünyada yerine getirdiğimiz âhirete yönelik imtihanda aslında zor olan, yanlış yazmak. Bu ise, bize büyük bir ilâhî lütuf. Aksi olsaydı, bizim için gerçekten çetin bir imtihan olurdu. Doğru söylemenin nefes almak kadar doğal ve kolay olduğunu hepimiz biliriz. Bir insan, gün boyunca doğru söylese yorulmaz, ama her cümlesi yalan olmak şartıyla yarım saat konuşmaya mecbur tutulsa perişan olur. Su içen, yüzünü buruşturmaz, ekşitmez; içki içenin ise yüzüne bakılmaz. Helâl kazanç ruhu rahat ettirir; haram ise vicdana azap çektirir...
Hayatımız boyunca güzel bir şeyi elde etmek için hep bir çaba ve emek sarf etmişizdir. Eğitim hayatımızı düşünelim. O dönemden aklımızda en çok yer eden şeyler, büyük ihtimalle, sık sık karşılaştığımız sınavlardır. Bunların içinde en önemlisi, kuşkusuz üniversite sınavlarıdır. Çoğu genç, üniversite sınavını hayatının dönüm noktası olarak tanımlar. Çünkü geleceklerini nasıl şekillendireceklerini bu birkaç saatlik imtihanın sonucunda belirleyeceklerini düşünürler. Bu nedenle yıllarca çalışır, uykusuz kalır, pek çok sosyal faaliyetten, tatil ve eğlenceden uzak durup, kendilerini sadece derslerine verirler. Tek amaçları üniversiteye girebilmektir. Bu amaca ulaşabilmek için büyük bir sabır ve kararlılık gösterirler.
Günümüz Türkiye’sinde üniversite diplomasının ne kadar faydalı olup olmadığı bile düşünülmez. Çok yararlı olduğunu düşünsek bile, elde edilmek istenen yararların tümü geçicidir. Ama, bir de asla kaybolmayacak olan, asla tükenmeyecek güzelliklerin, sonsuz yararların bulunduğu ve insanın devamlı yaşayacağı gerçek bir hayat var. Bu, iman eden insanların dünya hayatında ulaşmak istedikleri her durumdan önemli gördükleri âhiret hayatıdır. Çok az bir faydası olan ve yararının da geçici olduğu üniversite sınavına gösterilen değer, nice müslüman tarafından âhiret sınavı için gösterilmiyorsa, bu sınavın kaybedilme ihtimalinin büyüklüğünü de gösterir. Üniversite sınavına hazırlandığı gibi esas imtihana hazırlanan bir mü’min, büyük ihtimalle cenneti garanti edecektir.
İnsanın sonsuz âhiret yurduna ulaşmak için denendiği yer “dünya hayatı”dır. İnsan, yeryüzünde bulunduğu sürece âhirete yönelik bir sınav yaşamakta ve bu konuda gösterdiği çabayla denenmektedir. Hayat, gerçekte Allah’ın bizleri sınamak ve eğitmek için yarattığı geçici bir süredir. İnsan bu süre boyunca düşünmek, böylece Rabbini tanımak, O’nun hükümlerine uymak ve O’nun rızâsını aramakla sorumludur. Bunun yanında bu imtihan hayatı boyunca başına gelen herşeye en güzeliyle karşılık vermek, sabretmek ve güzel ahlâk göstermekle yükümlüdür. Başına gelen her şeyin, Rabbinden gelen bir deneme olduğunu bilmek, bunlardan zevk almak, karşılaştığı her olayı neşe ve şevkle karşılamak ise, dünyadaki imtihanın mü’minlere has olan bir sırrıdır. Bu sırrı kavrayan ve tüm yaşamını denendiğinin bilincinde geçiren insanlar, asla son bulmayacak ve tükenmeyecek olan bir kazanç sağlayacaklardır.
Dinden uzak insanların en büyük yanılgıları, bu dünyadaki hayatın geçici olduğunu unutmaları ve aslında bir imtihandan geçirilmekte olduklarının bilincinde olmamalarıdır. Dünyada böyle bir gaflet içinde yaşayan insanları etkileyebilecek, akıllarını çelebilecek pek çok güzellik ve süs vardır. Âhiretin unutulduğu toplumlarda insanlar, doğdukları andan itibaren kendilerine süslü görünen bu değerleri elde etme hırsına kapılırlar. Allah, insanları dünyaya hırsla bağlayan bu süsleri şöyle belirtir: “Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet, insanlara süslü ve çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının metâıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır. De ki: ‘Size bundan daha hayırlısını bildireyim mi? Korkup sakınanlar için Rablerinin katında, içinde ebedî kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızâsı vardır. Allah, kulları hakkıyla görendir.” [4]
Allah bütün insanları dener; en büyük rasüllerden avam tabakasındaki her insana kadar herkes denenir. Bu denemeler aslında, gördüğü derslerden imtihana tâbi tutulan öğrencinin durumu gibidir. İmtihanı başarırsa bir üst sınıfa geçer, başaramazsa kalır. Allah’ın Kur’an okuluna girememiş, “mekteb-i İslâm”a kayıt olamamış insanlar, bu okulu görsünler diye çok çeşitli şekillerde denenirler; kıtlıkla denenirler, bollukla denenirler, zaferle denenirler, yenilgiyle denenirler. Ama durumlarını değiştirmeyip küfür ve nifaklarında ısrar ederlerse “üzerlerine göklerin kapısı açılır”, iyice azıp tuğyanda bulunurlar ve sonunda ya bütün azabı âhirette görmek üzere cehenneme yuvarlanırlar, ya da dünyada iken cezalarını görürler. Bu ceza, yerden ve gökten gelebileceği gibi, başka insanların eliyle de olabilir; kendi aralarında fitneler şeklinde de olabilir. Öte yandan, mü’minler de bir üst sınıfa geçmek, imanlarının sağlamlığının açığa çıkması, imanlarının derecelerinin belirlenmesi için denenirler. Onlar da ya kaybedip -Allah korusun- nifaka, fıska veya küfre dönerler, ya da imanları daha bir güçlenir ve derece alırlar.
“Belâ gelmez kula Hak yazmayınca / Hak, belâ vermez, kul azmayınca.”
SINAV ESNASINDA GÜLÜP EĞLENMEK…
İmtihan: Kazanmakla kaybetmeyi aynı anda hatırlatan esrarlı bir kelime... İçinde hem ümidi saklıyor, hem korkuyu. Niye unutuyor insan, dünyaya imtihan olmak için geldiğini? Dünya, sürekli ve her şeyle imtihana tâbi tutulduğumuz bir sınav salonu değil mi?
Bülûğa erinceye kadar, imtihan öncesi: Kâğıt-kalem hazırlama safhası. Bülûğa ermekle, insan imtihan kâğıdını, amel defterini doldurmaya başlar ve ölünceye kadar aralıksız kalem oynatır. Bu imtihanın herkes için günün birinde sona ereceği mâlûm; ama kimin elinden kâğıdının ne zaman alınacağı belli değil. Sınav salonunda çok kalmakla değil, salonda kaldığı müddetçe doğru cevaplar önemli. Salonda yüz sene kalıp imtihanı kazanamayan da, 20 sene kalıp başarılı olan da var. İmtihan salonunda en önde oturmak, elbiselerin en güzelini giyinmek, kalemlerin en kıymetlisini kullanmak neticeye zerre kadar tesir etmez.
İmtihanda önemli olan çok yazmak değil, doğru yazmaktır. On kâğıt doldurup, “bir” alamayanlar da var, bir kâğıtla “yüz” alanlar da. Öyle ise, uzun ömür, güzel şeylerden daha fazla yazmak için istenmeli. Bunların hepsi câiz, ama hiçbiri vâcip değil. Vâcip olan, şart olan: Sorulara doğru cevap vermek.
[1] ] 21/Enbiyâ, 35 1194] 2/Bakara, 155
[2] ] Ahmed bin Hanbel, Zühd, s. 128
[3] ] Buhari, Tefsiru sureti’s-Secdeh, 32/1
[4] ] 3/Âl-i İmran, 14
TATİL DE NE DEMEK?
ÂYET:
ذَرهُْمْ يَاأكُْلُو وَيَتَمَتَّعُو وَيُلْهِهِمُ لْامََلُ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ
“Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş emel onları oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler!” [1]
فَانَِّ مَعَ لْعُسْرِ يُسْرًۙ نَِّ مَعَ لْعُسْرِ يُسْرًۜ فَاذَِ فَرغَْتَ فَانْصَبْۙ وَلِىٰ ربَِّكَ فَارغَْبْ
“Demek ki zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Evet, doğrusu her güçlüğün yanında bir kolaylık var. O halde önemli bir işi bitirince hemen diğerine koyul. Ve yalnız rabbine yönel.” [2]
Tatil, bir yönüyle atalet, tembellik, iş yapmamak, yaptığı işi bırakmak demektir; diğer yönüyle dinlenmek, istirahat etmek, bir işi geçici olarak bırakmak, ara vermek, yapılan işi değiştirmek, tekrar işe başlamak için enerji toplamak demektir. Birinci anlamıyla Müslüman için tatil düşünülemez; ikinci anlamıyla ise tatilsiz Müslüman, tatilsiz insan düşünmek mümkün değildir. Bir şey, yozlaştırılmış, aslını ve güzelliğini kaybetmiş ise, o şeyin aslının ve doğrusunun câiz olmayıp terk edilmesi gerektiğine delil olmaz. Yaşadığımız ülke açısından İslâm hâkim değil, mahkûm konumunda. Şu an, hayat İslâm’ın istediği şekilde ve Müslümanca yaşanılacak şekilde kurgulanmış değil. Hangi şey Müslümanca yapılıyor ki, bugün tatil de Müslümanca yapılmış olsun? Böyle oluyor diye, işin aslına da karşı çıkmak gerekmez tabii. İnsan makineden çok farklıdır. Makinenin devamlı aynı şeyi yapmaktan canı sıkılmaz, morali etkilenmez, psikoloisi bozulmaz, motivasyonu zarar görmez. İnsan ise, sürekli aynı şeyleri yapmaktan rahatsızlık duyar ve değişiklikler ister. Değiştirme ve değişme anlamında tebdil ve tebeddül, insanî bir özelliktir. Tümüyle âtıl olup hiçbir iş yapmama anlamında Müslüman için tatil ne kadar yanlış ise; dinlenmek, zaman zaman yaptığımız işi değiştirmek anlamında tatil de o kadar ihtiyaçtır.
İnşirâh Sûresi 7. âyet; şunları söyler: “Öyleyse, bir işi bitirince diğerine koyul.
Boş kaldığın zaman yine yorul. Din ve dünya ile ilgili işlerinin, ibadetlerinin birini bitirdiğin zaman, hemen ötekine başla! Boş kaldığın zaman (ibadet ve dua ile) yorul.” Sıhhatini tam olarak bilmesem de Peygamberimiz’in de şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Men lâ ta’tîle lehû, lâ tahsîle leh…” yani; “Tatili olmayanın (zihnini, bedenini dinlendirmeyenin) tahsili de olmaz; yok sayılır.” Hz. Ömer’in de bu konudaki sözü, insan psikolojisinin sırlarını verecek cinstendir:
“Haftada bir gün tatil vermezseniz, tüm haftayı tatil yaptırırsınız.”
ASIL EĞLENME VE DİNLENME MEKÂNI, DÜNYADAN SONRADIR!
Bir okul düşünün, günde altı saat ders yapıyor olsun ve hiç teneffüs vermesin. Hiç ara vermeden peş peşe bu dersi hangi öğrenci kaldırabilir? Ve zorla tahammül eden öğrenci bu teneffüssüz dersten ne kadar verim alıp yararlanabilir? Ancak, öğrenci psikolojisi ile o dersi devamlı kaynatmak isteyenler çıkabilir, ders yerine devamlı teneffüsü tercih edenler olabilir. İtiraz ve tepkimiz, tatilin ve dinlenmenin kendisine değil, nasıllığına yönelik olmalıdır. Dinlenme ve tatili, amaç değil; araç olarak görür bir Müslüman. Daha verimli çalışmak için lazım olan enerjiyi elde edecek, tazelenmeyi sağlayacak bir araç olacaktır. Asıl eğlenme ve dinlenme mekânı dünyadan sonradır. Yani burası çalışma, orası tatil yeridir; burası ağaç dikme, sulama ve üretme; orası ise meyve toplama mekânı; burası çalışma, orası ödül ve istirahat yeri; burası ‘din’lenme yeri, orası dinlenme yeridir.
MÜSLÜMANIN TATİLİ DE KULLUK DAİRESİNİN VE ŞERİAT ÇERÇEVESİNİN İÇİNDE OLMALIDIR
Bindiğimiz ne ise, ondan daha fazla yararlanmak için onu yormamak gerekiyor. Bedenin aşırı yorulması, onu makul bir süre dinlendirdiğimizde alacağımız verim kadar verim almamıza engel olan ve sonu zulme kadar varabilecek bir eziyettir. Bizim duraklamamız, hatta biraz geri çekilmemiz, daha sistemli ve daha yüksek atlamak için gerilmemiz için olur. Yoksa yaptıklarımızı faydasız hale getirip yok etmek anlamında tatil olmaz. Sonra, nelerden tatil yapabileceğimiz de önemlidir. İnsan nefes almaktan tatil yapar mı? Su içmenin, beslenmenin tatili olur mu? Beslenme saatlerini değiştirebiliriz en fazla; Ramazan’da gıda saatlerini değiştirmek, alışkanlıklarımızı gözden geçirmek için olmalıdır. Ama bu, yiyip içme konusunda tümüyle tatil yapmak anlamına gelmez elbette. İnsan imandan, ahlâktan, namazdan, infaktan ilimden, cihattan tatil yapabilir mi? “Evet” denilecek olursa “insanlıktan tatil yapılabilir” denilmiş olur. İnsan, alışkanlıklarını gözden geçirecek, tiryakilik dediğimiz bağımlılıktan kurtulmaya çalışacak, onları tatile çıkaracaktır. Kendini esir alan, iradesini işlemez hale getiren maç hastalığından, telefon, televizyon ve dizi bağımlılığından… Yani kişiyi tutsak haline getiren, kendine bağımlı yapan ne varsa onları tümüyle tatile göndermesi gerekir. Özgürlüğümüzün ilanıdır bizi tutsak eden ne varsa onlardan kurtulmak. Allah’a kulluğu tatil etmek ise nefsin hevâsını tanrılaştırıp onun köleliğini kabullenmek demek… İnsanlıktan, İslamlıktan tatil olur mu hiç? Tatil, onsuz olamayacağımız şeyler konusunda olmaz. Bu anlamda hicret tatildir, tatil de hicret. Bireyselliği tatile gönderip cemaatin bizi koruyan kanatlarının altına sığınmak, dünyevileşmeyi dönüşü olmayan tatile yollamak, tembellik ve atâleti tatile çıkarmak; o tatilcilerle bağlarımızı koparmak gerekiyor. Balığın tatili, suyun içinde gerek. Suyun dışındaki tatil, tatil değil ölümdür onun için. Müslümanın tatili de kulluk dairesinin ve şeriat çerçevesinin içinde olmalıdır. Tatil, Allah’la bağımızı güçlendirdiği oranda makbul; Allah’la aramızı açtığı oranda merdut kabul edilmeli. Allah’tan uzaklaştıran tatil helâkımız; Allah’a doğru, Allah için tatil ise baş tacımız. Aklını tatile gönderemiyorsa insan, imanını, vicdanını da, ibâdetini, itaatini de tatile gönderemez. Hayatımızın devamını sağlayan hayatî ihtiyaçlarımızı tatile çıkaramıyorsak, bizi yoktan var eden yaratıcımıza, bize hayat verip canlandıracak şeylere çağırdığı zaman, Allah ve elçisinin mesajına uymak[3] ve bu kulluğu ölüm gelinceye kadar sürdürmek[4] zorundayız. Haramları süresiz tatile gönderemeyen, kulluk bilincini tatile göndermiş olur. Allah’ın güneşi hiç tatil yapmıyor, iç organlarımız, herhangi bir gün tatile çıkmıyor. Kalbimiz, “ben bugün tatildeyim, kan pompalamayacağım, tatil yapacağım” dese ne olurdu? “Ben bugün namazı tatile gönderdim” demek için ben bugün Allah’ın bütün nimetlerinin bana karşı tatil yapmasına hazırım demeye kalkmaktır ki, bu intihar demektir. İlki de mânevî intihar.
MÜSLÜMANIN TATİLİ DE EĞLENCESİ DE ANCAK MÜSLÜMANCA OLABİLİR!
Öncelikle soruyu tashih edeyim; “Müslüman, İslam’ın izin verdiği şekilde kendini âtıl bırakmalı mı” diye soruyorsunuz. İslâm, bir Müslümanın kendini âtıl bırakmasına, atâlet ve tembellik içinde ot gibi hayat sürmesine izin vermez. İslâm dinlenmenin en doğru ve en fıtrî yolunun iş değişikliği olduğunu söyler.[5] Ve kolaylığın zorlukla beraber olduğunu ısrarla belirtir.[6] Müslümanın tatili de, eğlencesi de olur, fakat bu ancak Müslümanca olabilir. Nefsimizin de bizim üzerimizde hakkı vardır. O hakkı fıtrî özellikler çerçevesinde yerine getirmek gerekir. Mesele tatil yapıp yapmamak meselesi değil, tatili nasıl yapacağımız meselesidir.
İSLÂM’DA “BOŞ VAKİT” KAVRAMINA YER YOKTUR!
Müslümanlar açısından “boş kalmak, işlevsiz olmak” anlamında “tatil”, sığınak değil; ancak şeytanî bir tuzaktır. “Boş zaman” kavramı, “tatil” kavramı gibi, modern çağın zihnimize ve oradan da tüm organlarımıza bulaştırdığı bir virüstür. İslâm’da “boş vakit” kavramına yer yoktur. Çünkü dinimiz, her anımızdan hesaba çekileceğimiz bilinciyle zamanımızı hep dolu dolu geçirmemizi ister.
TEBDÎL-İ MEKÂNDA (YAŞANILAN YERİ DEĞİŞTİRMEDE) FERAHLIK VARDIR!
İnsan, hayrın ve güzelliğin zirvesine doğru yol alabilmek için devamlı değişmek/gelişmek zorundadır. Değişiklik, insanı esir eden bağlardan kurtulma çabasıdır. Yozlaşmamak, donuklaşmamak için; mü’minin bir ayağı sırât-ı müstakîmin sâbit/değişmeyen çizgisinde, diğer ayağı ise tekâmül/olgunlaşma arayışında bir pergel olmalıdır. Tebdîl-i mekânda ferahlık vardır. İnsan, bazen yaşadığı çevrenin dışına çıkıp, kendini saran şartlara ve hatta kendisine dışarıdan bakabilmeli, bazen farklı bir kimse gibi kendini gözlemleyebilmeli ki, objektif değerlendirmelerde bulunabilsin, muhâsebe yapabilsin. İnsanın iç dünyası anlamında psikolojisi, uzun süre aynı yerde zapt edilemez, aynı şeyle devamlı meşgul olamaz; kuş gibi özgürdür, sık sık kanatlanır daldan dala konar. Bazen bedenin de ruhu takip etmesi kaçınılmaz olur.
Günlük hayatında kendisine fazla vakit ayıramayan kişinin kendisini kontrol etmesine, “bu gidiş nereye?” diye kendini sorgulamasına, işine, evine uzaktan ve dışarıdan bakmasına, tefekkür edip geleceğini daha düzenli hale getirerek planlı, programlı, sistemli yaşamaya insanı götürmelidir tatil. Tatilleri tanıdıklarından kopuk yerlerde geçirmektense, kendi köyünde, varsa ana ve babasının yanında geçirmeli; tabiatla iç içe olabilmelidir. Tatili, sıla-i rahmi yerine getirmenin, akraba ve hemşehrilerine davet ve tebliğ ile tevhidî dâvâyı ulaştırabilmenin yolu olarak görebilmelidir. Hayatındaki monotonluğu kırarak, yapmadığı veya yapamadığı olumlu şeyleri hayatına geçirmeye çalışmalıdır. Meselâ, eşiyle, çocuklarıyla yeterince ilgilenme, sarsılan bazı ilişkilerin sağlamlaşması tatil ortamlarında daha mümkün olacaktır.
FAZLA VAKİT KALMADI
Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası/ahiret için çalışandır. Aciz/sefih kişi de, nefsini, hevâsına tâbi kılan ve Allah`tan dileklerde bulunup duran (bunu yeterli sayan) dır.” [7] İnsanın uzunca zahmetlere katlanıp ileride lazım olacak birikimler yapması ne kadar olumlu değerlendirilirse, bunları zaruri olmayan yerlere ve özellikle israf kabul edilecek şekilde birkaç gün içinde harcaması da o derece olumsuz bir durumdur, önceki olumluluğu da boşa çıkarır. Bir çuval pirinci ayıkladıktan sonra çamura döküveren kimse gibi yapmış oluruz.
Dün, en sevdiğimiz gıdaları yemiş, eğlenmiş, günümüzü zevkle geçirmiş olsaydık, bugüne kalan hiçbir şey olmayacaktı; gafletle geçirilen, dolayısıyla kaybedilen zamandan başka. Hele o zevk ve eğlenmelerde ölçüye dikkat etmediysek, bugüne ve yarına kalacak olan sadece günah yükü olacaktı. Yok, dünü zorluk ve sıkıntılarla geçirmiş isek de bugün için pek bir şey değişmeyecek, hatta bu gün daha az sıkıntı içinde isek, dünle karşılaştırdığımızda bu, mutluluk sebebi olacaktı. Ve eğer o sıkıntılar Allah için idiyse ve sabrettiysek, bugüne ve yarınlara taşınacak kalan şey, sevaplar olacaktı. Hayat, dünler, bugünler ve yarınlardan ibaret olduğuna göre; dün geçmiştir, yok hükmündedir. Yarını yaşayacağımız meçhuldür, bugünü değerlendirmek ve âhirete azık hazırlamak en akıllı yol olsa gerek. Hayat, bir yönüyle oyun ve eğlenceden ibaret. Hayat oyunu bitmek üzere, göz perdelerimizin kapanmasına kim bilir, belki fazla bir vakit kalmadı. Zevkler, sanal; hayat ise bir oyun, masal, rüya. Bir varmış bir yokmuş.
İNSAN, İHTİYAÇ LABİRENTLERİNDE YOLUNU ŞAŞIRMAKTADIR
İnsanın dünyevî olarak zarûrî ihtiyacı, beslenme/gıda, giyinme/tesettür ve ev/barınmadan ibaret olduğu ve bu gereksinmelerini israfa ve lükse kaçmadan helâl yoldan temin etmesi, kalan birikimlerini infak etmesi gerektiği halde, tüketim toplumunun bir ferdi olarak insan, günümüzde ihtiyaç labirentlerinde yolunu şaşırmaktadır. Alınır, tüketilir, tekrar alınır, alınır... Ömür biter, alınacaklar ve ihtiyaçlar(!) bitmez. Kimi savunmacı ve uzlaşmacı insanlar öyle derler: “Batılıların sadece tekniği alınmalı, ahlâk ve kültürü alınmamalıdır.” Düşünülmez ki, teknik ve teknolojik aygıtlar, dünya görüşü ve yaşama biçimiyle birlikte gelir. Zaten bunlar, belirli bir kültürün ürünüdür ve o arka plandan koparılamaz. Batılıların birkaç basit unsurunu aldığını düşünenler tatilsiz, tatilde de israfsız yapamıyor artık.
İNSANIMIZ “DOYMAK BİLMEYEN GÖZLERİYLE” DÜŞÜNÜYOR!
İnsanımız artık aklıyla değil; bin bir çeşit göz alıcı illüzyonlarla tahrik edilen “doymak bilmeyen gözleriyle” düşünüyor, daha doğrusu düşündüğünü zannediyor. Tatil adı altında sergilenen cepten para çaldırma yarışına katılmanın aklı tatile çıkarmakla eşdeğer olduğunu unutuyor. Çarşılar, pazarlar, marketler, vitrinler de insanın bu midesi olmayan gözlerine nasıl hitap ediyor? Başkalarına (kendinden maddî yönden öndekilere) bakıyor bu gözüyle düşünen insan ve mukayese ediyor: “Onda var, bende niye yok?”; “O böyle tatil yapıyor, benim ondan ne eksiğim var?” Ve daha çok harcamak için daha çok çalışması, çalışması, çalışması gerektiğini görüyor. Sonra bakıyor ki, çalışarak kazanılan para “ihtiyaç” maskesini takmış “gereksiz” veya “olmasa da olur”lara yetmiyor, çalışmadan para kazanmanın yollarını arıyor. Herkes bir başkasını kandıracak yollar bulmaya çalışıyor. Kumarın bin bir çeşidi, sahtekârlığın hiç akla gelmeyecek şekli, insanları en yakınlarına bile itimat edemeyen, yardım edemeyen, borç veremeyen duruma getiriyor. “Haram” mı, “ayıp” mı? O da ne demek? Güldürmeyin insanı! Hangi devirde, hangi kültürde yaşıyoruz?
Dünkü lezzet veya acı, bugün yok hükmünde. Akıllı, bazı istek ve zevklerini ertelemesini bilen, az önemli ile çok önemliyi ayırt edebilen insandır. İnsan, en çok 60-70 yaşında hükmü infaz edilecek müebbet hapisteki bir idam mahkûmu gibi gününü bekliyor. Ölüm olmasa, belki bazı zevklerin kıymeti olabilir; ama ölüm var, ruh ve ego ise sonsuzluk ve yarınlarda mutluluk istiyor. Bir çelişki doğuyor. Temel çatışma denilen bu durumdan kurtulmak için insan, sonunu, yani ölümü hatırlamak istemeyip unutmaya çalışmak için eğlenceye, içki ve uyuşturucuya, futbol-müzik-TV seyretmek gibi avutucuya yöneliyor; bu temel çatışmadan ölümü yok sayarak kurtulmaya çalışıyor. İslâm insanı ise, bilir ki, ölüm yokluk değil; daha güzel, daha hayırlı ve ebedî bir âleme açılan kapıdır. Dolayısıyla böyle bir çatışma, gerçek Müslüman için söz konuşu olmaz, olmamalıdır.
İSLÂMÎ KAVRAMLAR İSTİSMAR EDİLEREK “İSLÂMİ TATİL KÖYÜ” GİBİ İFADELERLE MÜSLÜMAN AİLELER BU YERLERE ÇEKİLMEYE ÇALIŞILIYOR
“Tekbir” giyimle başlayan İslâmî(!) moda, “Âlâ” Dergisi’yle kamuoyuna sunuldu. Başlara taç olmaktan çıkıp ayağa düşmüş şekliyle başörtüsü, artık bir aksesuara, modaya dönüştü; genç kızlarımız artık mini eteklerinin altına yeşil çorap giyerek “İslâm modası”nı takip ediyor. Amerikalı artistlerle Ramazan sofralarında reklamları yapılan Cola Turka “helal gıda” sembolü oldu… Ne demişler? “Demokrasilerde çare tükenmez” demişler. Nasıl olsa, muvahhid mü’minler uyuyor ya da birbirleriyle uğraşıp kavga ediyor veya artık mevcudu kalmayan su kuyusuna düşme ihtimali olan farenin suyu ne oranda pisleme olasılıklarının denklemini çözmek gibi çok hayatî şeylerle meşguller. Onların kutsal(!) meşguliyetleri devam ede dursun, jet hızıyla birileri Müslümanların eksiklerini kapatma cihadındalar. Tabii canım, Müslümanlar her şeyin en iyisine lâyıktırlar; Eğlencenin de tatilin de. Özel ultra tatil, onların da hakkıdır; “çalışmak da ibadettir” diyerek çalışıp para biriktirdiler, tatil için verilen para nasıl olsa “infak” yerine geçecektir; çünkü bu tatil, tabii canım helâl cinsinden. Bakın işte delil ve ispatı: Plajlarda haremlik-selamlık uygulanacak; özel aile plajlarına girmenin Suriye’deki savaş benzeri kaç cihaddan daha faziletli olduğuna dair rivayetleri tatil köyünün imamı belirleyecektir. Beşşar zulmü altında inleyen, karnını zor doyuran Suriye’deki Müslümanlar sorarlarsa söylersiniz, Türkiye’li Müslümanlar meşguller; onlar mübarek tatil cihadı içindeler. Filistinliler Yahudilere taş atmaya, Suriyeliler bulabilirse zâlimlere mermi atmaya baksınlar; buradakiler de yaz boyunca uzak tatil bölgelerine hicret edip kulaç atıyorlar. Filistin’de, Suriye’de açlıktan kemikleri mi sayılıyor Müslümanların? Buradakileri de normal teraziler tartmıyor, araba kantarlarında tartılıyorlar. Fazla kiloları vermek için en az beş yıldızlık tatil, israf mı sayılır, hadi canım sen de…
HAYAT ŞEKLİ DEĞİŞTİ, EVLER DEĞİŞTİ, KIYAFETLER DEĞİŞTİ, HER ŞEYDEN ÖNEMLİSİ İNANÇ DEĞİŞTİ
Arz-talep meselesi… Hayat şekli değişti, evler değişti, kıyafetler değişti. Her şeyden önemlisi inanç değişti. “Müslümanım” diyenler artık farklı. Ashâb-ı Kehf’i izleyen ashâb-ı keyif müslümancıklar varsa, bunlara hizmet de olacak. Bunların tatil ihtiyacı da karşılanacak. Ne zamandır Müslümanca haremlikselamlık plajları olan lüks otellerde tatil yapamamanın sıkıntısını çeken bu insanlar mevcut iktidar sayesinde bu imkânlara da kavuştu. Bugün çarşıda, pazarda, tezgâhta, masa ve kasa başında, başörtülü bayanların “örtülü çıplak” diye tanımlanabilecek şekilde başörtülü yozlaşmanın görüntüleri olayın geri planını veriyor aslında. Pardesü, çarşaf cinsinden bir şey olmaksızın sadece başörtü, altına etek veya pantolon, üstüne bluz cinsinden bir şey giyerek çarşı pazarda dolaşma veya işyerlerinde ya da okullarda bu kıyafetle yabancı erkeklere (iş arkadaşlarına, sınıf arkadaşlarına, müşterilere…) boy gösterme… Yasak savma kabul edilemeyecek tarzda, çok ince veya çok kısa ya da çok dar ceket gibi bir dış giysi. Yüzde makyaj, dudaklarda ruj, yanaklarda allık, gözlerde boya ve hatta başörtüsünün rengine uygun özel lens, kaşlarda inceltme ve vücutta ağır parfüm kokusu gibi acaiplikler… Yani, başörtülü sekreter veya tezgâhtar bayanların büyük çoğunluğu başta olmak üzere ev hanımı veya ev kızı olmadıkları imajını her haliyle yansıtmaya çalışarak entel takılan genç bayanların da önemli bir kesiminin çarşıda, okulda, işte… başörtülü mankenlere benzeme gayreti… Üstü kapalı altı havalı; uygunsuz etek üstü türban; üstte başörtüsü altta dar kot pantolon; üstü Mekke, altı Paris; bacakları açık ama başı kapalı tipler… Bunların babaları var, akrabaları var, bazılarının kocaları da. Sayıları da giderek artıyor. Peki, bunların tatil ihtiyacını kim giderecek? Bunların plaj ihtiyaçları görmezden mi gelinecek? Birileri çıkıyor, bu hizmetleri insanımıza sunuyor. Talep varsa arz da olacaktır.
Dini istismar edip kapitalizmi dinleştirme, meşrulaştırma demek olan ve bir adı da hedonizm olan hazcılığı İslâmî kavramlarla uzlaştırma çabaları, önce “Cihad Köfte Salonu, Takvâ Kereste, İhlâs Banka, Uhuvvet Fırın, Vahdet Nalbur, Nur Berber” tabelaları ile başladı. İhlâstan tümüyle uzak zihniyetlerin “İhlâs” Finansları “İflâs” Finansa dönüşmekte gecikmedi. “Onların iflâsı da tatil köyleri ile başlamıştı” diye Fadıllara birileri hatırlatmalı diyeceğim, ama her ikisinin de bu düzende kolay kolay sırtı yere gelmez. Düzen bunların düzeni.
Allah’ın dinine yardım etmeyince, Allah’ın yardımından ve O’nun ayakları sağlam tutup kaydırmaması müjdesinden de mahrum oluyor insanlık. “Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımızı istikamet üzere sâbit kıl (Bize cesaret ver ki tutunalım), kâfir kavme karşı bize yardım et!” [8]
YAKINDA, ÇOK YAKINDA!
Dünkü lezzet veya acı, bugün yok hükmünde. Akıllı, bazı istek ve zevklerini ertelemesini bilen, az önemli ile çok önemliyi ayırt edebilen insandır. İnsan, en çok 60-70 yaşında hükmü infaz edilecek müebbet hapisteki bir idam mahkûmu gibi gününü bekliyor. Ölüm olmasa, belki bazı zevklerin kıymeti olabilir; ama ölüm var, ruh ve ego ise sonsuzluk ve yarınlarda mutluluk istiyor. Bir çelişki doğuyor. Temel çatışma denilen bu durumdan kurtulmak için insan, sonunu, yani ölümü hatırlamak istemeyip unutmaya çalışmak için eğlenceye, lüks otellerde kahkaha atmaya, içki ve uyuşturucuya, futbol, TV, seyretmek, müzik dinlemek gibi avutucuya yöneliyor; bu temel çatışmadan ölümü yok sayarak kurtulmaya çalışıyor. İslâm insanı ise, bilir ki, ölüm yokluk değil; daha güzel, daha hayırlı ve ebedî bir âleme açılan kapıdır. Dolayısıyla böyle bir çatışma, gerçek Müslüman için söz konusu değildir.
Allah’ı, âhireti akıllarına getirmeden lüks tatil köylerinde ve eğlence yerlerinde keyif sürenler mi? “Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş emel onları oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler!”[9] Yakında, çok yakında!
İki yol var: Biri dünyevîleşme, dünyayı âhirete tercih; ikincisi ise dünyayı ebedî hayatın kapısı yapmak. Bugün yol ayrımındayız: Ya hevâmız veya Rabbimiz. Ya geçici menfaat veya dâvâ. Ya fâni olan ya bâki olan. Tercih bize kalmış. Tercihini Allah’tan yana yapanlara selâm olsun!
MÜSLÜMANLAR NASIL DİNLENMELİ, TATİLLERİNİ NASIL KULLANMALI?
Biz ve çocuklarımız tatili nasıl değerlendirmeliyiz? Mesela tatilde, müfredatı önceden tespit edilmiş, planlı, programlı dersler yapılabilir, kitap okuma saatleri düzenlenebilir. Bu derslerde inanç ve ahlâk eğitimleri öncelikli olmalıdır. Tatilde eğer aile bu eğitimi veremiyorsa, çocuklarına İslâm`ı, tevhidi, cahiliye kurumlarındaki şirk ve küfrü güncel boyutlarıyla anlatacak hayırlı insanlara müracaat etmelidirler. Yaz sıcağında sahillerde tatil değil; koruyucu ve kuşatıcı şemsiyeler şeklindeki cami kubbelerinin altındaki tatlı serinliklerde tatil yapılmalıdır.
ANA-BABALAR, YAZ TATİLLERİNİ ÇOCUKLARININ İSLÂMÎ EĞİTİMİ İÇİN FIRSAT BİLMELİDİR!
Yaz geldi, cehennemi hatırlatan sıcaklarla birlikte çocuklar için tatil başladı. Ana-babalar, yaz tatillerini fırsat bilerek, daha önce ihmal ettikleri çocuklarının İslâmî eğitimini yoğunlaştırılmış ama sevdirme eksenli programlarla yerine getirmek için tüm gayretlerini sarf edebilmelidir. Evlerde, müfredâtı önceden tesbit edilmiş, planlı, programlı dersler yapılabilir, kitap okuma saatleri düzenlenebilir. Bu derslerde, çocukların yaş ve seviyelerine göre, öncelikle inanç ve ahlâk eğitimleri, rûhî/psikolojik eğitimleri, zihnî eğitimleri verilebilir. Kendilerinden direkt sorumlu olduğu çocuklarına Kur’an ve zarûrî bilgiler ve şuur vermede zorlanan, bu konularda yetersizliğini fark eden ana-babalar, suçlarını kabullenip Allah’tan af dilemeliler. Sonra, kendilerine vekil olacak güzel kurum ve hayırlı insanları bulmalılar. Böyle kurum ve şahıslara emanet ederek işlerinin bitmeyeceğini de bilmeliler. Çocuklarını başlarından savma için baştan savma elif-be kültürüyle yetinmemelidirler. Bunaltıcı yaz sıcağının en güzel alternatifi sahillerde tatil değil; koruyucu ve kuşatıcı şemsiyeler şeklindeki câmi kubbelerinin altındaki tatlı serinliktir. Zorlukların yerini kolaylığın alması, yorgunluğun giderilmesi için en güzel yol, bir başka güzel işe geçip o faâliyetle dinlenmek ve Rabbe rağbet etmektir.[10] Müslüman açısından “boş kalmak, işlevsiz olmak” anlamında “tatil”, sığınak değil; şeytânî bir tuzaktır. Şuurlu bir mü’min, “din”lenmeden dinlenemeyeceğini bilir. Bu bilinci en önemli İlâhî emanet olan çocuklarına da taşır.
Çocuklara, her şeyden önce Allah`ı ve Rasûlünü (dolayısıyla Kur’an’ı, namazı, tesettürü, güzel ahlâkı) sevdirip güncel itikadî sapmalardan koruyabilecek tevhidî bir imanı gönüllerine severek nakşetmeye çalışmalıyız. Elif-bâyı öğretmekle işin bitmeyip onunla başladığını unutmamak gerekir. Kur`an`ı okuyabilmesi, sevebilmesi, anlamıyla ilgilenmesi için gerekli ön bilgiler, Kitapsızlıktan kurtulup hayatta Kur’an’la canlanıp O’nunla yaşayabilmesi için gerekli tüm çabalar için yaz ayları fırsat bilinmelidir.
Haydi çocuklar! Kur’an öğrenmeye… Haydi ana-babalar! Başlara taç hazırlamaya… Haydi hocalar! İnsanların en hayırlısı olma yarışına... Hayye ale’l-Kur’an!
[1] ] 15/Hicr, 3
[2] ] 94/İnşirâh, 5-8
[3] ] 8/Enfâl, 24
[4] ] 15/Hıcr, 99
[5] ] 94/İnşirâh, 7
[6] ] 94/İnşirâh, 5-6
[7] ] Tirmizi, Kıyame,25; İbn Mace, Zühd, 31
[8] ] 2/Bakara, 250
[9] ] 15/Hicr, 3
[10] ] bkz. 94/İnşirâh, 7-8
GENÇLİK NEREYE GİDİYOR?
ÂYET:
آيَا يَُّهَا لذ۪يِنَ مَٰنُو عَلَيْكُمْ نَْفُسَكُمْۚ لَا يَضُركُُّمْ مَنْ ضَلَّ ذَِ هْتَدَيْتُمْۜ لَِى للّٰهِ مَرجِْعُكُمْ جَم۪يعاً فَيُنَبِّئُكُمَّْ بمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ
“Ey iman edenler! Siz kendi sorumluluklarınıza dikkat edin. Siz doğru gittiğiniz takdirde yanlış yola sapanlar size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır ve yapmakta olduğunuz her şeyi o zaman Allah size bildirecektir.”[1]
İslâmî hareket, Türkiye’de çok eskiye dayanmaz; Kur’an merkezli, tevhid eksenli çalışmalar 1975’lerden sonra dillendirilmeye başlanmıştır. Ondan önce daha çok sağcı, muhafazakâr, milliyetçi, yer yer tasavvufi etkilerle yönünü bulmaya çalışan, üstatçı, partici çizgide hareketler görüyoruz. 75’lerden sonra -hatta net bir şekilde 80’lerden sonra- yeni yeni İslâmî hareket Türkiye’de kendini göstermeye başladı. Bu İslâmî hareketin kendini göstermesinde Seyyid Kutupların, Mevdudilerin eserlerinin tercüme edilmesi ciddi mânâda rol oynadı.
Tabii, İslâmî hareketin mazisi Türkiye’de çok eski olmadığından ister istemez bazı hatalar da oldu. Bizim nesiller veya bizden bir sonraki nesillerin dönemlerinde çok sert çıkışlar yapılmıştı. Biraz tekfircilik vardı, sert tartışma üslûbu vardı. Yanlış yerlerden başlanma söz konusuydu. Şimdiki gençlerin avantajı, bu ağabeylerinin yaptığı hataları kendi tecrübe hânelerine kaydetmeleridir. Dolayısıyla bu birikim değerlendirilirse benzer hataları yapma olasılıkları da azalır. Bununla birlikte, günümüzün gençleri, ağabeylerinin gerçekten samimi, fedâkâr gayretlerine ve tevhidî birikimine, hayırlı miraslarına da sahip çıkmalıdır.
Dünyadaki İslâmî hareketlerle mukayese edilince, Türkiye’de İslâmî hareketler; ne çok önde, ne de çok geride sayılabilir. Belki; 1960’ların, 1970’lerin İhvân-ı Müslimîn’i gibi çok büyük ve uluslararası güce ulaşmış, geniş halk kitlelerine yayılmış teşkilatlara sahip değiliz. Türkiye’nin tahrif edilmiş bir din geleneğine sahip olması, elbette gençleri de etkiliyor. Buna alternatif olarak sunulan modernist çizginin de ayrı bir aşırı ucu temsil ettiğini gençler fark edebilmeli. Dolayısıyla bir taraftan gayr-i meşrû gelenek ve hurâfeler; bir taraftan modernist çizgi, diğer taraftan da devlet dini hâline getirilmeye çalışılan, Diyanet, İmam-Hatip ve İlahiyat’ın temsil ettiği resmî din anlayışı gençlerin çok sağlıklı bir İslâmî harekete sahip olmasında zorluklara sebep oluyor. Bununla birlikte, öncelikle ifade edeyim ki; ümitvârım. Sayımız az da olsa, gücümüz yeterli de olmasa, imkânlarımız sınırlı bile olsa, çok sahih/ net bir din anlayışını, eskiye göre daha sağlıklı ve daha yoğun dillendirmeye çalıştığımız bir vâkıa. Böyle bir yürüyüşün de, Kur’an nesli gençlerin İslâmî hareketinin de İlâhî yardıma paratonerlik yapacağını ümit ediyorum. Biz, sahih bir iman üzere olur ve bunu sâlih amelle hayata geçirmeye çalışırsak; Allah’ın yardım vaatleri bizi bulacaktır.
Gençlerimizi nasıl buluyoruz? Tabii, bizim bahsettiğimiz gençler, Türkiye gençlerinin, İstanbul bazında söylüyorsak İstanbul’daki gençlerin %10’unu bile aşmayan İslâmî hareket sahibi gençlerdir. Eskiye göre sevinilecek tarafları olsa bile gençlerin en azından % 90 civarı, top peşinde, kız peşinde, eğlence peşinde, rahat peşinde ve benzeri maddî olanaklar uğrunda kendini kaybediyor; her şeyini harcıyor. Gençlerin bir taraftan kendi çizgilerini netleştirmeleri, sahih bir din anlayışına sahip olmak için bolca okuyup, kendilerini donatmaları kadar; gençlik kesimine de hakkı tebliğ etme görevleri vardır. Kendimizi kurtarmak için, başkalarını kurtarmaya çalışmak zorundayız. Hani, eteği tutuşan bir itfaiye eri başka insanların kurtulması için ne kadar gayret sarf ederse etsin, çoğunlukla çözümsüz olur. Buradan hareketle söylemek gerekir ki; çok net bir çizgide olmalı ve imanı, sâlih ameli içselleştirmeliyiz.
Üniversite gençliğinin 4’te 3’ünün hiç namaz kılmadığı tespit edildi. Bu kesim, alnı hiç secdeye varmayan gençlerin sayısını belirtiyor. %25’in ne kadar namaz kıldığını -hayatlarına namazın ne oranda yansıdığı ve 5 vakit kılıp kılmadıkları yönüyle- anketler olmadığı için bilmiyoruz. Tabii, sözgelimi üniversiteli kız öğrencilerin -ki üniversitelilerin yarısına yakını- başörtülü olanları hâriç namaz kılıp kılmadıkları kıyafet(sizlik)lerinden az-çok belli oluyor. Belki, yüzde 1-2 başı açıklarda namaz kılmış olsa; oranda pek bir değişiklik olmayacaktır. Dolayısıyla üniversiteliler arasında, başörtülü kızlarımızın sayısının ne kadar az olduğunu tahmin edebiliriz. Önemli bir kesimin de, başka dâvâlar peşinde olduğunu ya da dâvâsızlık, idealsizlik peşinde bulunduğunu görüyoruz. Ki biz de, yüzde 25 namaz kılan varsa, bunların yüzde 15’ini yetersiz görüp elersek yüzde 10’luk bir kesimle övünüyoruz.
Bunlar bizi karamsar etmemeli. Nice az sayıdaki insan, çok sayıdaki insana karşı galip gelmiştir. Kur’an’da bu durum, özellikle Tâlut ve Câlut kıssası içerisinde ifade edilir ([2]). Asr-ı saâdette gâlibiyetle biten savaşların hemen hepsinde Müslümanların sayısı müşriklerden çok çok azdı. O yüzden, az olmak/çok olmak önemli değildir; önemli olan doğru bir çizgide olmamız ve kalitemizin sağlam olmasıdır. Allah’ın yardımına muhatap olacak özelliklere sahip olmamız her türlü sayı hesabından önce gelir. İnşallah, sizler bu çalışma üzeresinizdir. Bu gayretinizi görebiliyoruz. Fakat bu, dergilerle sınırlı kalmamalıdır. Israrla belirtiyorum ki, dernekle, dergiyle, toplantıyla, arkadaş grubuyla görevimizi yaptığımızı düşünürsek yanılırız. Adamlar kalkıyor, Amerika’dan; zevkini, evini, çoluk-çocuğunu bırakıyor, Anadolu’nun bir köyüne bâtıl bir dini -Hıristiyanlığı- propaganda yapmak için geliyor. Aylarca, hiçbir koşulda vazgeçmeyerek dâvâsını yaymaya çalışıyor.
Dâvâlar, hep gençler eliyle yükselir. Mus’ab bin Umeyr çok genç yaşta, Kur’an ve Din öğretmenliği yaptı. Sadece öğretmenlik değil, Medine’de devlet başkan vekilliği yaptı. Peygamberimiz (s.a.s.), Medine’ye gelinceye kadar orada İslâm’ın temsilcisi idi. Örnekleri arttırmak mümkün. Ashâb-ı Kehf de örnek olarak verilebilir.
Gençlerin ideal noktasında çok ciddi hedefleri vardır. Dolayısıyla gençler, kendilerini Allah yolunda, din uğruna ortaya korlar ve büyüklerinin tecrübelerinden de yararlanırlarsa inşaAllah, İslâm’ın geleceği daha aydınlık olacaktır.
Gençlerimiz sadece modernitenin esirleri değil; başka esaretler de var. Gelenekler, şirk eğitimi, resmî putlar… Paranın, makamın veya karşı cinsin yüceltilerek tutsaklığa gönüllü meyil...
Allah’a hakkıyla kul ol(a)mayan bir kimse, mutlaka başkasına kul olur. Eğer kendini başkasına kulluk yapacak kadar aşağıda görmüyor, büyüklük taslıyorsa -müstekbir ise- o zaman da başkalarını kendine kul edinir, yani rablik taslar. Evet, Allah’a hakkıyla kul olmayan, ya kendisi gibi veya kendinden de aşağıda olan birine kul olur ya da kendisi başkalarına rablik taslamaya çalışır. Gençliğin durumu da böyledir.
Sadece modernite değil dedik, gençlerin etrafını saran olumsuz etkenler... Her türlü fesat dört değil, on dört yönden hücum etmekte. Örnek olarak; çocukları ve gençleri ilim yönüyle geliştirmesi gereken eğitim kurumları, onları bilgi yönüyle donatmaktan öncelikli olarak bir müşrik vatandaş yapmak için gayret sarf etmektedir. Okulların açılması ve kapanmasında ‘âyin’ diyebileceğimiz törenlerden tutun da siyer gibi birilerinin hayatının anlatılmasına kadar, bundan daha önemlisi; öğretilen bilgilere “vahy”i asla referans kabul etmeyen, vahyi tümüyle dışlayıp reddeden; onun yerine başka ölçüler kabul eden bir sistem var.
Bunların arasında modernitenin altını çizebiliriz. Modernite, sadece bir iki alanda kendini göstermez. Ahtapotun kolları gibi, gençleri her yönden sarar. Modernitenin kendine göre bir dünya görüşü, bir ekonomisi, israf, marka ve tüketim anlayışı vardır. Modernitenin kendine göre bir İslâm(!) anlayışı da vardır. ‘Ilımlı İslâm’ dedikleri, muhafazakâr, sağcı, liberal, namazını kılıp başka bir şeye karışmayan, hiçbir şeyi reddetmeyen bir Müslümanlık anlayışı vardır. Modernitenin insanı uzlaşmaya mecbur eden çıkarcı bir yaklaşımı vardır. Modernitenin Müslüman anne ve babalarımıza bile etki ederek, onları dâvâ adamı bilincinden uzaklaştıracak cazip teklifleri vardır. Yani bütün bunları tek tek, başlıklar halinde inceleyemeyeceğimize göre biz; Kur’ân-ı Kerim’de “atalar dini” denilen, İslâm’a düşman örf ve âdetler, gelenek ve görenekler kadar, Batıdan gelen anlayışlara, modernist İslâm anlayışına ciddi mânâda önyargılı bakmalıyız. Batıdan gelen her türlü teknik araçlar bile, yan etkisi çok fazla olan uyuşturucu haplar gibidir. Batıdan gelen ve dinle direkt ilgili olmadığı düşünülen aygıtların bile geçici olarak faydaları düşünülebilir, ama bir hastalığı giderirken başka nice hastalıklara sebep olacak, insanı uyuşturacak ve daha kötüsü alışkanlığa sebep olacak ilaçlar gibi olduğunu ve bize hapı yutturmak isteyenlerin hiç de iyi niyetli olmadıkları kabul edilmelidir. Batı, önce ruhundan, hislerinden yakaladı insanımızı. Kirletip hasta ettiği insanın iç dünyasını tedavi adı altında psikolojik haplar sunarak uyuşturdu, uyuttu. Uyutucu ve uyuşturucu işlevi gören futbol, müzik, film ve diziler, internet siteleri ve benzeri birçok aracı sayabiliriz. İşte modernite günümüz insanına sunduğu teknolojik aygıtlarla ve sunduğu diğer imkânlarla; bizi ideallerimizden uzaklaştıran, dikkatimizi yoğunlaştırmamamız gereken, arka planında çokça ihanetin gizlendiği bir alandır.
BUNLARDAN NASIL KAÇINABİLİRİZ?
Bunlardan ne kadar kaçınabileceğimiz tartışılır. Çünkü devlet her yönüyle modern bir çizgiyi benimsemiştir. Dolayısıyla bu, topluma da yansımıştır. Çoğu başörtülü kızlarımıza bakıyoruz: Modernizm onları bile tepeden tırnağa kuşatmış durumda… Hatta bazılarının başörtülerinin ve giysilerinin markası ‘Bak Bana’ olmuş.
Kızlarımızı eleştirip erkekleri eleştirmemek olur mu? Erkeklerimizde de modanın esiri olmuş bir tavır gözlüyoruz. Bazen erkeklerin dışından belli olmuyor, ama ‘başörtülü çıplaklar’ diyebileceğimiz, ‘üstü Mekke altı Paris’ diye alay konusu edilen o kızlarımızın konumu, erkekler için de geçerli. Erkeklerimizin ve kızlarımızın dış görünüşleri Batılılı efendiler tarafından şekillendirilirken bir de zihinlerini ve gönüllerini tahmin etmeye çalışalım.
Maalesef gençlerimizin önemli bir kesiminin gönülleri işgale uğramış durumda. Gençlerimiz Afganistan’ın ve Filistin’in işgaline ağıt yakmadan önce, kendi evlerinin, okullarının, sokaklarının; ondan da önce kendi kafa ve gönüllerinin işgal edilip edilmediğini değerlendirmeli ve cihadı Afganistan cephesinden önce, kendini kuşatmış bu modernist cephenin acımasız saldırılarına karşı bayraklaştırmalıdır.
Modernitenin etkilerini açıkça görüyoruz. Parfümeri, kozmetik, kıyafet vs. satan mağazaların, mağaza toplamının yarısından fazlasını oluşturduğunu görebiliriz. Dolayısıyla, insanların sadece tüketmeye, modernite adına tüketirken de tükenmeye yöneldiğini söyleyebiliriz. Sonrasında da insanlarımızı moderniteye ayak uydurma yolunda tükenirken ‘para yetmiyor’ şikâyetleriyle yakınırken görüyoruz. Koltuğumuz olmasa, televizyonumuz olmasa ne olacak? Ayakkabımız ‘Nike’ olmasa, 20 Lira’lık bir ayakkabı giyilse insanî değerlerimiz mi kaybolur?
Bir soru sorsak; “14 asır önce Medine’de mi, yoksa 21. Y.Y.’da Paris’te mi yaşamak istersiniz?” diye… Çoğunluğun Paris diyeceği bir gerçektir. Neden böyle? Bu sorunun cevabı başkalarını suçlamakla değil, kendimize görev bilinci yüklemekle bulunabilir. Yani bunlardan kaçınmanın ilk aşamasında iğneyi kendimize batırarak görev bilincine ulaşmak gerekir.
İMAM-HATİP LİSELERİNİN DİĞER OKULLARDAN NE KADAR FARKI VAR?
İmam-Hatipleri İslâmî okul olarak nitelendirenlere şiddetle tepki göstereceğimi belirtmeliyim. Sanki onlar sistemin okulları değil. Sanki oradan yetişenler düzenin herhangi bir kurumunda, düzeni daha bir güçlendirmek için yetişmiyor. Sanki oradaki, törenler/âyinler diğer okullardan farklı. Sanki orada putların/ putçuların hâkimiyeti yok. Sanki orada eğitim sistemi vahye dayalı; sanki orada çocuklar tümüyle Kur’an’ın istediği eğitimi alıyorlar; peygamber mirasçısı şekilde yetişiyorlar. Böyle olsaydı, çok başka olurdu. İmam-Hatiplerden beslenen camilerin hali bambaşka olurdu. Tam tersine, İmam-Hatipler de yarım hoca yetiştirmenin, camiye gelen insanlara devleti, düzeni sevdirmenin, vatandaşla devlet arasında bir köprü oluşturmanın, devletin istediği bir dinin insanlara anlatılmasının misyonunu üstlenmektedir. Tevhidle, şirkle, tâğutla, İslâm Devleti’yle ilgili hiçbir konunun camilerde anlatılmayacağına dair devletle gizli bir anlaşma yapmanın, hakla bâtılı karıştırarak anlatmanın gönüllü fedailerine benziyor bu kurumdan yetişmiş görevliler. “Niye doğruları anlatmıyorsunuz?” diye kendilerine sorulunca, çoğu imamın; “biz emir kuluyuz” dediklerine şahit oluyoruz. İnsanları Allah’a kulluğa dâvetle görevli olması gereken bu kişilerin kendileri “Allah’ın kulu” değil, devletin kulu olmayı gayet normal kabul eden yaklaşımları var. Niye laik devlet, halkın yaptırdığı İmam-Hatiplere istediği gibi öğretmen tayin ediyor? Bıraksın, halk kendi hocalarını kendi bulsun, maaşını da kendisi versin, kimin ne okutacağını kendi belirlesin. Haa, devlet, Müslümanlığı çok seviyor(!), “bu gariban halka zahmet olmasın(!), cami binasını, cami görevlisi İmam-Hatibin binasını halk yapıyor, onları daha fazla masrafa sokmayalım, hiç olmazsa imamların ve İmam-Hatip öğretmenlerin maaşlarını biz verelim; din için, Alah rızası için(!) bir katkımız olsun!” diyor; öyle mi? İnanan beri gelsin!
Gençliğin yozlaşması, ahlâksızlaşması, dinsizleşmesi kimsenin umurunda değil. Okullardaki, sokaklardaki, çarşılardaki, kurumlardaki şirkten, fesattan kim ve kimler birinci derece sorumlu? Önceliği kim nereye verme hakkına sahip? Tâğutu reddetmeden iman geçerli olabilir mi? “Lâ”sı olmayan bir din, Allah’ın dini vasfına mı, ılımlı İslâm(!) sıfatına mı lâyıktır? Tevhidî iman olmadan Allah korkusu, Allah korkusu olmadan ahlâk, ahlâk olmadan insanlık olur mu? Soruları çoğaltmak mümkün. Ama bu soruları kime soracağız ve nasıl bir cevap bekleyeceğiz?
Modern Türkiye oluyoruz. Batıdan da Batılı oluyoruz. Kurtarıcı sayesinde, kurtarıcılar sayesinde iyice bir kurtulmaya az kaldı. Avrupa’da bile bu denli İslâm’a, İslâm’ın dışa yansıyan görüntülerine düşmanlık göremezsiniz.
Tabii bunlara kızmakla bir yere varamayız. Onlar görevlerini yapıyorlar. Bizim Müslümanlar ne yapıyor? Onlarla uzlaşan, demokratik yollarla bu işlerin çözümünü düşünen, dinlerini müdafaa bile edemeyen, kabuğuna çekilmiş Müslümancıklar… Sanki imtihan için değil de dünyaya seçim veya geçim için gelmişler gibi yaşayan, daha çok zengin olmayı en önemli hedef kabul eden, sadece geçim derdiyle uğraşan, yalnız dünyevî ve basit başarılara endekslenmiş hayat sürenler, gittikçe daha nesneleşiyor, daha edilgen hale geliyorlar. Bazıları da sadece namaz kılıp tesbih çekmekle işin biteceğini sanıyor. Allah da çalışanlara neticeyi veriyor. İlâhî kanun, sünnetullah bu: “İnsan için, ancak çalıştığının karşılığı var. O çalışmasının karşılığını görecek.”[3] Kâfirler çalışırsa zafer onlara gülümser tabii.
ÇÖZÜM NEREDE?
Zaten problemler, çözümü de içeriyor… Ne yapılması gerekiyor? Bugün genel boyutta kitapsız devlet yoluyla, kitapsız toplum ve kitapsız gençlik yetiştirildiğini kabullenmek zorundayız. Bu ifade ağır gelse bile… Dolayısıyla devlet dinsiz devlettir, düzen cahiliye düzenidir. Cahiliye, sadece peygamberimiz döneminde yaşanıp bitmiş bir olgu değildir. Günümüzde de nerede Kitab’ın yönlendirmediği bir toplum varsa, orada cahiliye vardır.
İşte, cahiliye egemenliğinde peygamberler tedaviye/çözüme nereden başladıysa bizim de oradan başlamamız gerekiyor. Kur’an; cahiliyeyi yok etmek için hangi çözümleri sunduysa biz de o istikamette ilerlemeliyiz. Yani, on üç sene Mekke’de inzal olan vahiy, hep tevhid ve iman konularını içeriyordu. Biz de hep bu konuları işleyecek ve bu hususları önemseyeceğiz.
Kur’an ilk aşamada insanlara hükümler, çokça ibadetler ve yasaklar getirmedi. Hz. Peygamber, ilk aşamada insanların içki içmeleriyle, faizli işlemleriyle değil, gönüllerinin ve kafalarının cahiliyenin pisliklerinden temizlenmesiyle ilgileniyordu. Tevhidî esasları anlatıyordu.
Tevhidin hâkim olmadığı bir coğrafyada ahlâklı olmak ve ahlâkı hâkim kılmak, delik kabı suyla doldurmaya çalışmak gibidir. Allah korkusunun olmadığı; cennet sevgisinin bulunmadığı bir toplum, ahlâk kurallarıyla kendine gelecek değildir.
Bugün, nâfileleri, ihmal edilen nice farzların önüne geçirmenin, ibâdetlere tevhid ve şirke ait hususlardan daha fazla önem vermenin çok yanlış olduğunu vurgulamalıyız. Evvelâ insanımızın gönlündeki şirk virüslerini yok etmek gerekiyor. Bu mikropları yok sayarak sadece ibâdetleri anlatmak veya bunlarla uğraşmak, çöp kutusuna temiz gıda atmaya benzer…
Din ‘Lâ ilâhe’ ile başlar. Önce bir red, bir isyan, bir ‘hayır’, bir temizlik mekanizması, cahiliye pisliğine her yönüyle bir direnişte bulunan bir tavır gerekir ki; o temizlenen yere tertemiz bir İlâh anlayışı yerleşmiş olsun. Öteki türlü hakla bâtılın karıştırıldığı bir ortam oluşturulur. Bu da Müslümanlığın doğru anlaşılmasını zorlaştırır.
Bizim, bugün var olan ve giderek ivme kazanma eğilimindeki ‘Ilımlı İslâm Anlayışı’na net ve sert tepki göstermemiz; İslâmî değişim ve dönüşüm talebi olmayan, uzlaşmacı, ulusalcı, sağcı, muhafazakâr çizginin Kur’an İslâm’ına birinci derecede engel olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Tabii bu vurgu, boşalan yerin tevhidî bir yaklaşımla doldurulmasını gerekli kılıyor. Kolay işler değil bunlar… Bunu halka net bir şekilde sunabilecek imkânlara sahip değiliz. Halkın, Allah’ın anlattığı dini, peygamberin vurguladığı tevhidi anlayacak altyapısının -şu an için- olmadığını zannediyoruz. Sesimiz de çok güçlü çıkmadığından, nebevî öncelik ve nebevî usûlle anlatılan şeyler cahiliye toplumu tarafından kabullenilmeyebilir. Çünkü yıllardır din adına farklı şeyler öğretildi insanımıza.
Gençlerin farkı burada anlaşılıyor. Meselâ, dört gence, onları dışlamayıp değer vererek, güzel bir üslûpla tevhidi anlatsak, bunlardan en az üçü bize kulak verecektir. En azından zihinlerinde soru işaretleri oluşacaktır bu gençlerin. Mümkündür, bilinçli bir şekilde kabul edecek yahut bilinçsizce reddedecekler. Onun için kitlelere yönelmeden önce gençlere yönelmeliyiz. Ama gençlere “falan gazeteyi okuyun”, “filan dergiye abone olun”, “falan partiye üye olun”, “filan derneğe kaydolun” diyerek yaklaşmamalıyız. Bu gibi parçacı yaklaşımlardan uzak durmalı; insanları Allah’a, Kur’an’a davet eden bir anlayışa sahip olmalıyız. Gençlere ‘Şu cemaate gel’ demekten öte, ‘Kendine gel!’ demeliyiz. Eğer güzel ve sürekli bir davetle yoğrulursa gençler, içlerinden bizden çok daha sahih imanlı, çok daha bilgili insanlar çıkıp yetişeceğine inanıyoruz. Ve bu konuda başta söylediğim gibi, ümitliyiz.
[1] ] 5/Mâide, 105
[2] ] 2/Bakara, 246-251
[3] ] 53/Necm, 39
46.HUTBE: ÇOCUKLARIN EĞİTİM PROBLEMİ NASIL ÇÖZÜLÜR?
Yazan Asim ŞensaltıkÇOCUKLARIMIZIN EĞİTİM PROBLEMLERİ NASIL ÇÖZÜLÜR?
ÂYET:
يَوْمَ تُقَلَّبُ وُجُوهُهُمْ فِي لنَّارِ يَقُولونَ يَا لَيْتَ آنَا طََعْنَا للهَ وَطََعْنَا لرسَُّولَا وَقَالو ربََّ آنَا نَِّآا طََعْنَا سَادَتَنَا وكَُـبَ آرَءَنَا فَاضََلُّونَا لسَّب۪يلَا رُبََّ آـنَا تِٰهِمْ ضِعْفَيْنِ مِنَّٰ لْعَذَبِ وَلْعَنْهُمْ لَعُْناً كَب۪يرً۟
“Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, ‘Eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik!’ derler. ‘Ey Rabbimiz! Biz reislerimize/beylere ve büyüklerimize itaat edip uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar’ derler. ‘Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle lânetleyip rahmetinden kov.” [1]
Eğitim, “Rab” kavramını tümüyle içeren bir olgudur. Rab, terbiye edip yetiştiren demektir. Allah’ın eğitim konusundaki prensipleri kabul edilmeyince, O’ndan bağımsız ve O’na rağmen eğitim yapan kişi rablik iddiasında bulunmuş, bu kimsenin Allah’ın ilkelerine ters eğitimini kabul eden, onda bu hakkı gören kişi de o şahsı rab kabul etmiş olur. Vahyi tümüyle reddeden kurum tâğut hükmündedir ve Müslümanların reddetmesi gereken yapıdır.
“Ne yapmalı?” sorusu bu teşhisin içinde. Hastalık doğru teşhis edilmeden tedâvi mümkün değildir. Doğru teşhise katılan, hatanın nerede olduğunu tesbit eden, çözümü bulmakta zorlanmayacaktır. Çocuk, anne ve babaya emânet olarak teslim edilmiş bir fitnedir/sınavdır. Ana-baba, kendisi veya vekilleri eliyle çocuğun ya İslâm fıtratını koruyacak, ya da şirke bulaştırılacak. İkincisi olursa, âhirette de kendisini bu şekilde yetiştiren büyüklerine lânet okuyacak, kendilerine verilen azâbın iki katını kendisini bu şekilde yetiştiren, saptıran ve sapmasına göz yuman kimseler için Allah’tan isteyecek.[2]
“Eğitim konusunda neler yapılmalı?” sorusuna verilecek cevabın şekli, öncelikle bizim nerede durduğumuz ile alâkalıdır. Nihâî tercihimizi Allah’tan, âhiretten, cennetten, İslâm’dan, Kur’an’dan yana yapıp yapmadığımızla ilgilidir. İmkân ondan sonraki mesele. Zaten Allah, nihâî tercihini Kendinden yana yapanlara, yollarını açacak, onları güçlerinin dışındakinden zaten hesaba çekmeyecek. Ama önce biz bu tercihi yapmış mıyız, ya da böyle bir arayış içerisinde miyiz, onu sorgulamamız lâzım. Yani, Allah’a kulluğu birinci sıraya alıyor muyuz? İşimizi seçerken, eşimizi, aşımızı seçerken, evlâdımızla ilgili tercihimizi yaparken, kendimizle ilgili kararlar verirken Allah’ı merkeze alarak mı hareket ediyoruz? Yoksa, kulluk görevlerimizle ilgili çoğu alanda mâzeret adıyla bahânelere mi sığınıyoruz?
Okul gibi, askerlik gibi konuları çözmek için devlet gücü lâzımdır. Müslümanlar günümüzde dünyanın hemen hiçbir yerinde siyasî otorite oluşturamadılarsa, bunu mâzeret sayıp kesin haram olan, hatta haramın ötesinde şirkle bağlantılı olan hususlara bahane arama lüksüne sahip olamazlar. Siyasî otoriteleri yoksa cemaatleri vardır (olmalıdır). Mekke’de camii yoktu, okul yoktu; ama Erkam’ın evi vardı. Ümmetin evleri vardı. Yani camii, okul fonksiyonunu icra edecek, insanlara vahyi öğretebilecek, çocuklarını bu noktada korumalarını sağlayacak, imkânların elverdiği en uygun çözümlere gidilmişti. Yine Hz. Musa, Firavun gibi azgın bir zorbanın her uygulamasıyla tanrılık tasladığı bir yerde risâlet görevine muhâtap olmuştu. Hz. Musa’yla ve O’na iman edenlerle ilgili bir âyet-i kerime var; meâli şöyle: “Mûsâ’ya ve kardeşine, ‘kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapın. Namazı dosdoğru kılın. Mü’minleri müjdele’ diye vahyettik.”[3] Zaferle müjdelenecek mü’minlerin yapmaları gereken zafere yönelik faâliyetler gündeme gelir. Nedir o? Evleri mescid edinmek. Mescid tâbirini bugünkü vâkıadan yola çıkarak sadece namaz kılınıp dağılınan yerler değil; otuz civarında işlevi bulunan, siyasal, sosyal, ailevî ve eğitimle ilgili her türlü düzenlemeyi içeren bir muazzam kurum olarak düşündüğümüzde, evlerin mescid, yani mektep, okul ve insanların ihtiyaçlarına cevap verecek kurumlar haline getirilmesi emri ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla hantal yapıların modası da geçti. Müslümanlar ne kaybettilerse araçlardan, metotlardan kaybettiler. Halen de yeterince ibret almıyorlar. Çoğunluk olarak 1969’dan sonra bir partinin arkasında faâliyetler yaptılar. Bir düdük öttü, bütün müslümanların faâliyetleri kesiliverdi. Sonra Kur’an Kursu, İmam Hatip faâliyetleri oldu. Bir yönetmelik çıktı, bir başörtüsü yasağı oldu, sekiz yıllık zorunlu eğitim başladı; Kur’an Kurslarının kapıları kapanıverdi. Katsayı değişti, İmam Hatipler câzibesini yitirmeye başladı. Yeni ve köklü alternatifler oluşturulmadı. Vakıflara bazı zorluklar getirildi, tavizler ve geri adımlar hızlandı. Müslümanlar dar ve engelli alanlarda sıkıştılar kaldılar. Yani çok yönlü mobil hizmet alanları oluşmadı. Çok yönlü kullanılabilecek ve değişik planlara müsâit faâliyet için cemaatlere, dernek ve vakıflara çok iş düşüyor.
Okullarda Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersini zorunlu saymayarak ateist bir insanın çocuğuna din dersini mecbur etmeyen bir düzen, bir müslümana da ateist ve İslâm’ı dışlayan eğitim anlayış ve uygulanışını mecbur etmeme eşitliği tanımalı değil midir? Okulsuz olma özgürlüğü, okul reddetme hakkı, insan hakları kapsamına girmiyor mu? Böyle hukuk anlayışı ve özgürlük olur mu? Bir Müslüman kalksa, “her istediğiniz bâtılı, zihnine yerleştirmek ve onu düzene uygun bir tarzda bir müşrik vatandaş haline getirmek için çocuğumu zorla elimden alıyorsunuz, bu bizim özgürlüğümüzü yok sayan bir durumdur; okul dediğiniz şey, bizim için hapishane ve zindan konumundadır” dese, ne cevap verir yetkililer? Bir hak mıdır eğitim, yoksa vatandaş açısından bir sorumluluk ve zorunluluk mu; devletin uyguladığı tek tipleştirme dayatmasından önce bunu hukukçularına danışıp anayasaya uygunluğunu değerlendirmesi gerekir. Dayatmacı bir düzen hukukun üstünlüğünü tanıyarak özgürlükçü ve eşitlikçi davranır mı; zaten problemin özü bu sorunun cevabında yatıyor.
ABD’de, Avrupa’da okulları ve askerliği protesto eden vicdanî retçiler, “anarşistler”, sıkhlar, Yehova şahitleri ve benzerleri var. Buralarda da benzer hak arayışı olmalı. Müslümanların okullara karşı çıkıp alternatif oluşturma çabası, çözümlerden bir tanesi olarak değerlendirilebilir. Bu tavrı beğenmesek, ya da bedelinin zor olduğunu düşünsek bile, içimizden bazılarının yapmaları gereken bir seçenektir bu. On defa başarısız olsalar da, on birincide başarılı olmak niyetiyle denemeleri, eskilerden tecrübe alarak, bazı müslümanların evlerini Erkam evlerine, küçük çaplı mescid ve okul sistemine benzetmeleri gerekiyor. Bunu deneyenler nerelerde hatalar yaptı? Sadece antitez öne çıkarıldığı için çocuklar eksik, yarım yetişti. Okulun yerini başka şeyler doldurdu. Ya da çocuğun kafasında okulun bir eksikliği vardı, bu giderilemedi; hatta okul putlaştı, yüceldi, büyük bir değer oldu. Diploma kutsal bir kitaba dönüştü. Bunlara alternatif neler olabilirdi, başka hatalar nelerdi ve nasıl düzeltilebilirdi?
Çok ilkel usuller ile, dayak ve baskı ile Kur’an Kurslarımızda hâfızlık yaptırılıyorsa bu köhne ve gayrı İslâmî metotla çocuklarımızın patolojik ruh hali sergilememesi veya Kur’an sevgisinden mahrum, ibâdetlere soğuk olmaması mümkün değil. Çocuk yaştaki öğrenciler için onsuz olunamayacak kadar önemi olan oyun alanı yoktur, okul olmaya uygun bina yoktur, uygun bahçe yoktur, öğretmende pedagojik formasyon ve sevdirme gayreti yoktur, daha nice şeyler yoktur. Peki, böyle oldu diye biz Kur’an’ın eğitimine soğuk mu bakmalıyız? Yani “Kur’an Kursu faâliyetlerimiz tıkandı, çalışmıyor artık; bir daha böyle bir şey yapmamalıyız, başarısız olduk”mu demeliyiz? Yoksa daha güzel bir Kur’an Kursu modelini oluşturmaya, en azından teori planında, yeşil ışık mı yakmalıyız? Okul meselesi de böyle, sekiz on tane müslüman bir araya gelebilir, eski tecrübelerden yola çıkarak, belirli bir yaşa kadar çocuklarını yetiştirmek için özel hocalar tutabilir. Ama bu, çok az bir kesimin büyük bedeller ödemeyi göze alarak yapabilecekleri bir tercihtir. İngiltere’de bile daha dün müslüman olmuş Yusuf İslâm kalkıp İslâm Okulu kurarak işe başlıyorsa, bu ülke insanı çok geride kalmış demektir.
Öncelikle vurgulamalıyız ki, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerdeki okullarda müşrik olmama özgürlüğü yok. Öğrenci ve öğretmen olarak şirk tornasından geçmeme hakkı için mücâdele gerekiyor. Bir manifestomuz yok. Bir müslümanın her çeşit eğitim kurumlarında yapmasının kesinlikle câiz olmadığı şeyler, câiz tâbirinden de öte insanlık suçu olduğunu ilan edecekleri, resmî âyinlerde şirk unsuru olan hususlar varsa bu törenler, bazı derslerde kabulü ve dillendirmesi şirk olan durumlar varsa onlar, kamuoyuna hâlâ yansıtılmamıştır. Burada ben, tartışmalı olan, yoruma tâbi olan hususları kastetmiyorum. Çok net olarak, eğitimle ilgili İslâm’la bağdaşmayacak şirk unsurları şunlardır diyerek maddeleştirip kamuoyuna veli, öğrenci ve öğretmenlere ilan ve tebliğ bile edememişiz. Her vatandaşın ve her düzenin bunları rahatlıkla bilmesi ve zulmün boyutlarının sergilenmesi gerektiğini düşünüyorum. Varsa yoksa sadece başörtüsü yasağı gündemde. ABD gibi, Avusturya ve diğer Avrupa ülkeleri gibi, başörtüsünün suç olmadığı memleketlerde yaşasaydık, bizim okullardan istediğimiz olmayacak mıydı? Yani sadece üniversitelerde ve sadece başörtüsünden başka. Başörtüsüne bile müsaade etmeyen bir zihniyet aracılığıyla, başın içine koyduğu bilgi ve kültürün ne olup olmadığı, ciddi mânâda maddeler halinde net olarak dosta düşmana ilan edilebilmiş bile değildir ki, ona göre eylem planı hazırlansın.
Okullarda Darwin teorisinin ve benzeri özgül ağırlığı fazla olmayan birkaç meselenin, bir de ahlâkî problemlerin dışında karşı çıkılması gereken meseleleri yok gibi davranıyor müslümanlar. Yani kim neye niçin karşı çıkıyor, kim neyi niçin istiyor; belli değil. Karşı çıkılan şeyler olmazsa olmaz şeyler midir, olmazsa güzel olur cinsinden midir, bu da net değil.
Çocuk, anne ve babaya emânet olarak teslim edilmiş bir fitnedir/sınavdır. Ana ve baba, kendisi veya vekilleri eliyle çocuğun ya İslâm fıtratını koruyacak, ya da şirke bulaştıracak. İkincisi olursa, âhirette de kendisini bu şekilde yetiştiren büyüklerine evlât şöyle diyecek: “Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, ‘Eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik!’ derler. ‘Ey Rabbimiz! Biz reislerimize, beylerimize ve büyüklerimize itaat edip uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar’ derler. ‘Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle lânetleyip rahmetinden kov.” [4]
Çağımız, bilgi çağı değil, bilgi kirliliği çağıdır. Modern yaşam biçiminde insanların beyni çöp kutusuna döndü. Vahiyle bağları koparılan insana eğitim kurumları, medya, teknoloji, çevre bırakın âhireti, dünya için bile gereksiz, hatta zararlı şeyleri bilgi ve kültür adına (insan istemese bile) dayatarak depoluyor. İnsanlar, vahye dayalı gerçek ilimden koparılıp lügat ve itikadî anlamlarıyla cehâlete itilirken, diğer yandan bilgi kirliliğinin kurbanı oluyorlar.
Kurumlardan ve çevreden öğrenilenlerin hepsi de yanlış ve zararlı değil elbette. Ama vahiyle, dünyada ve âhirette insanı kurtaracak “ilim”le karşılaştırılınca küçük bilgi kırıntıları şeklinde kalmaktadır bunlar. Bırakın zararlısını, “faydasız ilimden” bile Allah’a sığınmaktadır tek önderimiz.1174 Bilgi kırıntılarının “ilim” haline gelmesi için vahiyle sağlamasının yapılması, hazmedilip özümsenmesi, posasının çıkarılması, pratikte faydalı hale gelip uygulanması gerekmektedir. Yine illet ve gâyesinin belirlenmesi, Allah rızâsına hizmet etmesi, bütün içindeki yerinin uygunluğu ve insanlığın hayrına/salâhına hizmet etmesi lâzımdır. Kur’an’a göre âlim kuru bilgi sahibi, hele kitap yüklü merkep[5] değil; Allah’tan huşû duyup titreyen muttakî kimsedir.[6] O yüzden takvâdan uzak bilgi ilim sayılmaz, hele vahiyden kopuk ve kişiyi Allah’tan uzaklaştıran şeyin adı kesinlikle “ilim” olamaz. Eğitim, insana yön vermek, onu yönlendirmektir. Terbiye (eğitim) insanı inşâ etmek demek olduğundan mutlak terbiyeci/eğitimci ancak Allah’tır. O’ndan kopuk bir eğitimci farkında olmasa bile rablik iddiasındadır. Osmanlı dedelerinin yaptıklarının tam tersi bir uygulama ile karşı karşıyadır bugün bu topraklarda yaşayan nesiller; tersine bir devşirme söz konusudur.
Evler, sadece çocukların değil; anne ve babanın da okuludur. Ama ana ve babaları yetiştirecek ehil ve emin yerlere büyük ihtiyaç var. Müslüman cemaat ve teşkilâtlara düşen önemli bir görev, çocuklardan önce ana ve babaları yetiştirmek olmalıdır. Evlilik ve ana baba okulları açmalı, geliştirmelidirler. Eğer baba evinde ve evlilik öncesinde anne adayı, kendini yeterince yetiştirmediyse, evlilikten sonra sorumluluk hanımın kendisiyle birlikte kocaya âittir. Zarûri olan hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya da öğrenmesine imkân ve fırsatlar oluşturacaktır.
Dernek, vakıf ve kursların durumu da gözden geçirilmelidir. Dine hizmet iddia ve amacıyla ortaya çıkan İslâmî eğitime katkı hedefindeki kurumlar giderek bu araçların amaçlaşması ve motor olmak yerine fren görevi üstlenmeye başlaması riskine karşı çok uyanık olmalıdırlar. İnsanları Allah’ın dininden uzaklaştırıp kendi sapık anlayışlarını topluma dayatan câhiliyyenin hâkimiyetinde, onların yönlendirmesine açık kurumlar ve hantal yapılanmalar yerine; ciddi, özgür ve özgün alternatifler, gerekli değişime çabuk uyum sağlayabilecek mobil çalışma sistemleri ve farklı seçenekler oluşturulmalıdır.
Eğitim, hevâî isteklere (vahyin tesbit ettiği şekilde) istikamet ve sınır tâyin edebilecek irâde eğitimini, tevhidî bilinci, ibadete devamı ve ahlâkî özellikleri ihmal etmeyecek şekilde, daha doğrusu bunların temel alındığı bir ölçüde değerlendirilmelidir. Bunların, vahyi merkeze almadan yerine getirilemeyeceği gibi, ümmet planında ve ideal tarzda yerine getirilmesi ve eğitim problemlerinin kesin çözümü için İslâmî bir otoriteye ihtiyaç vardır. Bununla birlikte cemaatler ve riskleri göze alabilen müslümanlar, kendi çocuklarıyla ilgili radikal (tâğutun kurumlarını reddedip onlarla uzlaşmayan) tavırlar alabilmeli; lokal, kısmî ve yüzeysel de olsa çözümler üretmek için işbirliğine gidebilmelidir. Yakın yaşlarda çocukları olan beş on ebeveyn birleşerek ev ortamını okula dönüştürecek çalışmalar yapabilmelidir. Ama, riskleri göze alamayan mü’minleri bırakın tekfir etmeyi, onları kıracak tavırlardan bile kaçınmalı, halleriyle örnek ve alternatif olmaya çalışmalıdır. Unutmayalım, bu din, sadece kahramanların dini değildir. Herkesten kahramanlık beklenemez. Kaldı ki, günümüzdeki kahramanlar, bu özelliklerini hayatın tüm alanlarına da taşıyamadıklarını itiraf etmelidir. Unutulmamalı ki eğitim, hayatın sadece bir parçasıdır; tümü değil.
Çözüm konusunda azîmet veya ruhsat olarak iki çizgiden biri seçilmelidir. İlki, yanlış olarak radikallik denilen savaşçı kimliği, Allah askeri olmak ile; diğeri de en asgarî bir tevhid eri Müslüman kimliğiyle alâkalıdır. Birincisi toptan reddetmektir, tüm tâğutları ve tâğûtî kurumları. Bedeli vardır elbette bu tavrın. Mümkün ki, bu tavır savaş ilanı kabul edilecek, sürgünler yani hicretler, mahrûmiyetler, sıkıntılar, cezalar gibi karşı tarafın zulmüne göğüs germeyi gerektirecektir. Ayrıca, alternatifler oluşturmadan sadece tavır almak yeterli olmadığı için imkânlar oranında çözüm üretmeyi, müslümanca bir eğitim arayış ve çabalarını da mutlaka oluşturma mecburiyetini de ebeveynin sırtına yükleyecektir.
Her müslümanın kahraman olması beklenemeyeceği, İslâm’ın bedevîlerin, ihtiyar kadınların, âciz müstaz’afların da dini olduğu için, ruhsat yolu da tercih edilebilir. Bu konuda, tâviz verilebilecek hususlarla tâviz verilmesi bir Müslüman için mümkün olmayan şeyleri ayırt etme mecbûriyeti karşımıza çıkmaktadır. Müslüman, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerde ve böyle ortamlarda belki zâhiren tâğutların egemenliğini kabul etmiş gözükerek Allah’ın affetmesini umacağı günahlarla bu konuda tâviz vererek kurtulabilir. Ama, yeterli bir ikrâh olmadığı müddetçe küfür lafız söyleyemez ve küfür davranışlarını sergileyemez. Bülûğa ermemiş olan temyiz yaşındaki çocukların mürtedliği de geçerlidir Hanefî fıkhınca. O yüzden çocuğunu kendi elleriyle ateşe atmamak için ebeveyn, onu kurumlardaki küfre karşı uyarmalı, Müslüman kimliğini nasıl taşıyıp nasıl koruyabileceğini iyi öğretmelidir. Cezalar da verilse, tâğutların övgüsü niteliğindeki şiirleri okumayacak, onların övüleceği bayram ve törenlere katılmayacak, en azından ağzından tâğutların kutsallarını över anlamda sözler çıkmayacak ve bu tür davranışlardan her ne pahasına olursa olsun uzak kalacaktır. Bu konuda ant törenleri ve bayramlar çözüm getirilmesi gereken problemler olarak karşısına çıkacaktır Müslüman ebeveynin. Derslerdeki terslikler, yani bir Müslüman açısından küfür olan hususlar tesbit edilmeli ve zihin ve gönüllere o tür zehirli gıdaların girmemesine özen gösterilmelidir. Okullarda nasıl gıdalar verildiği, her akşam çocuk eve geldiğinde kontrol edilmeli ve varsa zehirler iyice yerleşmeden hemen temizlenmelidir.
Radikal çözümlere ve resmî olarak riskli tavırlara hazır değilse ebeveyn, yine yapabileceği hayli tedbirler vardır. En azından cumartesi ve pazar günleri, hiç değilse bir günün yarısı, çocukların İslâmî eğitimine ayrılabilmelidir. Mahallenin çocukları her hafta ayrı bir öğrencinin evinde velîlerin tâyin edeceği şuurlu bir veya birkaç öğretmenin eğitim ve terbiyesine teslim edilir. Bir mahallede beş on velî bir araya gelip imkânlarını birleştirerek çocukları için alternatif çözümler üretebilir. Üretmiyorlarsa, samimi ve gayretli olmadıklarındandır, diğer gerekçeler bahaneden öte bir değer taşımaz. Bireyler olarak bu işlerin üstesinden gelinemiyorsa, cemaatleşerek, eğitimin sancısını duyan insanlar birleşerek bu hayatî meseleye kısmî de olsa çözümler getirebilir. Zâten Allah, kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemediğinden, ancak devlet otoritesiyle çözülebilecek ideal ve kesin çözümler de acele olarak beklenmemelidir.
Müslümanım diyenlerin genelini bağlayacak şekilde yine de çok şeyler yapılabilir.
NELER YAPILABİLİR?
- Evler okul olmalıdır. Çocuğun eğitiminden dinimize göre direkt olarak ebeveyn sorumlu olduğundan esas muallim ve mürebbi (öğretmen ve eğitici) anne ve baba olmalı, evler de esas okul haline gelmelidir. Kişilik/karakter eğitimi esas olarak ancak evde ve aile ortamında verilip inşâ edilebileceği gibi; müslümanlık da, ahlâk, sevgi ve samimiyet gibi erdemler de çocuğa mükemmel olarak ancak evde kazandırılabilir. “Koca”, aynı zamanda “hoca” olmalı; evin reisi, liderliğini evde imamlık, muallimlik ve muhtesiblik yaparak da yerine getirmelidir. Çocuğunu canından fazla seven anne, onun cehennemde yanmasına rızâ göstermediğini davranış ve fedâkârlığıyla ispat etmelidir. Çocuğunu cehenneme götüren inanç, düşünce ve eylemlerden koruyacak şekilde onu eğitmenin yollarını bulabilmelidir.
İnançlar, değerler, gelenekler ve iyi alışkanlıklar, daha çok aile içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, aile içinde geçer. Çağdaş tüm pedagoglar, “altı yaşa kadar çocuğun karakteri nasılsa, ondan sonraki yaşantısında fazla ekleme yapılmadan aynı izler devam eder” görüşünde birleşirler. Bu sebeple, ilk yıllardaki eğitim ve terbiye, hayâtî ve hayat boyu önem taşır.
- Münkerden nehy görevi yapılmalı, çocuk evde karantinaya alınıp, günlük ve haftalık arındırmalardan geçirilmelidir. Okulun, iletişim araçlarının, medyanın, sokağın/çevrenin münkerlerinden çocuklar evde arındırılmalı, gönül ve zihinlerine bulaşmış tortuların atılması sağlanmalıdır. Çocuklarımız, okul sonrası, seyrediyorlarsa tv. sonrası ve giriyorlarsa internet sonrası virüs taramasından geçirilmelidir. Çocuk eve geldiğinde, yanlış bilgilerden, câhilî kültürden, kötü ahlâktan, çirkin alışkanlıklardan temizlenmelidir; çamurda oynayan çocuğun eve girer girmez temizliği yapılıp mikroplardan arındırıldığı gibi. Küfür ve şirk başta olmak üzere kötülüklerden, Allah’a isyan sayılacak davranışlardan, yalan ve hayâsızlık gibi her çeşit kötü alışkanlıklardan ve tiryakiliklerin her türünden koruma faâliyetleri yapılmalı, çocukları doğru ve faydalı kaynaklarla temasa geçirmelidir. Okuduğu kitapları, gazeteleri, konuştuğu arkadaşlarını, terbiye ve eğitim verenleri, seyrettiği filmleri, oynadığı oyunları... kontrol etmeli; gerektiğinde ambargo koymalıdır. Bütün bunları kendi yerine ve daha güzel yapacak Allah korkusunu, ihsan bilincini, tevhid şuurunu gönlüne yerleştirmelidir. Anne ve babalar gecesini gündüzüne katıp, “çocuğumu nasıl müslümanca yetiştirebilirim?” diye planlar, programlar yapmalıdır.
- Emr-i bi’l-ma’rûf yapılmalı, hakkı tavsiye etmeli ve tevhidî eğitim ve şuur verilmeye çalışılmalıdır. Bütün bunlar mutlaka sevdirilerek yapılmalı; eğer dinden nefret ettirecekse usûl/metod mutlaka değiştirilmeli, dini sevdirme ve dinî bilgi konusunda mutlaka birinden tâviz verilmesi gerektiğinde sevgiden/ sevdirmekten kesinlikle taviz verilmemelidir. Çocuklara özgüven ve güzel ahlâk kazandırılmalıdır.
- Helâl haram ayrım ve bilincini aşılarken, haram lokmadan uzak şekilde temiz gıdalarla beslemenin eğitimle çok yakın ilişkisi unutulmamalıdır. İsrâfın her çeşidine ve özellikle zaman savurganlığına meyletmeyecek bilinç verilmelidir. Çocuklarının gıda ihtiyaçlarını karşılamayan ya da tamamen hastalık taşıyan mikroplu pis gıdalarla onları besleyen anne ve babanın suçluluğu kabul edilir de, midelerinden çok daha önemli olan kafa ve gönüllerini aç bırakan veya ondan daha kötüsü, hastalıklı düşünce ve inançlarla doldurulmasına sebep olan ebeveyn suçlu sayılmaz mı? Ebeveynin çocuklarının midesini doldurup kafa ve kalbini ihmali, kapitalistçe bir zulümdür elbet. Ama şunu da unutmayalım: Nasıl midelerini mikropsuz, zehirsiz gıdalarla, dengeli beslenme kurallarıyla doldurmak zorundaysak; kafalarına ve gönüllerine giden gıdaların da mikroplardan arınmış, çocukları zehirlemeyecek ve dengeli beslenmeyi sağlayacak temel gıdalardan seçmemiz gerekmektedir. Abur cuburla midenin doldurulması gibi, abur cuburların okunması veya seyredilmesi de insanı hasta eder. Bazı ana ve babalar, çocuğuna okul ders kitapları dışında kitap almayı, oyuncak kadar bile önemli görmemekte; çocuğunun tevhîdî iman ve ibâdet bilincine sahip olmasını, güzel duygularının güçlendirilip doğru yönlere kanalizesini lüks saymaktadır. Kendi çocukluğunda kitapla büyümediği için, çocuklarının kitap ihtiyacını umursamamaktadır. Hâlbuki öyle acâyip bir düzen ve ortamda çocuklarımız hayata atılıyor ki, bu devirde okumayanların, canına okuyorlar. Tabii, neyi nasıl okuyacağını bilemeyenler de intihar etmiş oluyor.
- İslâm’ı sevdirmeli, çok küçük yaştan itibaren Allah sevgisi, Peygamber sevgisi vermeli; her sevgiden önce ve en büyük sevgi olarak. İlâhî emirleri, ibâdetleri niçin yapması gerektiğini anlatmalı, her konuda şuurlandırmaya çalışmalı, okuduğu Kur’an’ın ne olduğunu, ne emirler içerdiğini, anlamını, namaza niçin ihtiyacı bulunduğunu... öğretip sevdirmeli. Bir yandan cihad sevgisi ve hazırlığı, diğer yandan sanat sevgisi kamçılanmalıdır. Balık avlayıp vermek yerine, balık tutmayı öğretmeli, Allah sevgisi ve belirli yaştan sonra da Allah korkusu ve takvâ bilinci verilmeye çalışılmalıdır. Sorumluluk ve görev şuuru aşılanmalıdır. Kız çocuklara küçük yaşlardan itibaren tesettür ve hayâ bilinci, kız ve erkek çocuklara ibâdet ve özellikle namaz şuuru kazandırılmalı ve bu konuda çok titiz olunmalı.
Görüldüğü gibi esas iş, ana ve babaya düşmektedir. Bunun yanında elbette çözüme katkı cinsinden cemaat ve kurumların da büyük sorumlulukları vardır. Mü’minler, böyle bir konuda birbirleriyle yardımlaşmayacak da hangi konuda yardımlaşacak? Bu alanda kimler neler yapabilir, özetin özeti olarak ona temas edelim:
Cemaat ve kanaat önderleri, yazarlar ve hocalar eğitimi ciddiye almalıdır; faâliyetlerinin birinci sırasına, merkezine yerleştirmelidir. Yapılabilecekleri tavsiye etmekle, sempatizanlarını yönlendirmeyle de yetinmemeli, bu konularda öne düşmeli, örnek olmalı, organizelere katkıda bulunmalıdır.
Asr-ı saâdette eğitimin merkezi olan câmilerimizin bugünkü şartlarla bu alanda bir boşluğu doldurabileceklerini sanmıyorum. Elif be öğretiminden (öğretir gibi yapmaktan) ibâret olan câmi kursları, hiçbir şekilde alternatif özelliklere sahip değildir; “yetersiz” bile değildir. Kur’an eğitimini daha farklı mekânlara taşımanın şu ortam için daha doğru olduğunu düşünüyorum.
Yayınevleri, tevhidî duyarlığa sahip uzmanlara eğitimle ilgili alternatif kitaplar, dergiler, broşürler hazırlattırıp bunları yayınlayabilir. Sesli ve görsel malzemeler alanında faâliyet yapabilenler bu alanda hizmet verebilir.
Radyolara da büyük iş düşmektedir. Radyo okulu şeklinde çalışmalar yapılabilir. Okul ciddiyeti ve programıyla müfredatlar hazırlanıp sunulabilir. Okullarda uygulanan ders konularının tashihi yapılabilir.
Cemaatler, dernekler, vakıflar ana baba okulları/kursları açabilir. Ders araç ve gereçleri hazırlayabilir. Sadece kendi mekânlarında eğitime katkıda bulunmakla yetinmeyip evlerdeki çalışmalara yön verecek katkılar ve destekler sağlayabilir. Her yaş dilimine yönelik kitap, dergi, CD, kaset, hatta radyo ve TV faâliyeti yapabilir.
Allah, Kitab’ında Kendi yolunda cihad edenlere yollarını açacağını vaad ediyor.[7] “Kim Allah’tan korkar takvâ sahibi olursa, Allah ona bir çıkış yolu verir.”[8] Yeter ki samimi olunsun ve gönülden istensin…
İnsanımızda yeterli şekilde savaşçı kimliği yok. Truva atının içerisinde, karşı tarafın savaşçısı olarak bir misyon yüklenebilir miyiz; Hz. Musa’nın Firavun’un sarayında üstlendiği bir misyon gibi. Bu, ancak savaşçı kimliğiyle, tevhid kelimesindeki “lâ” bilinciyle, dâvâsı için her bedeli ödemeye hazır bir fedakârlık ruhuyla olabilecek husustur. Bu noktada biz çocuklarımıza tevhidi bilinç ve dâvâ adamı kimliğini verirsek, çocuk istikametini korur ve kolay kolay sapmaz. Tamam da bu kimliği vatandaşa ne kadar verebilmişiz ki, o çocuğuna versin?
EVLERİMİZ
Acaba hangi kurumlar Ali’leri ve Fâtıma’ları oluşturdu, bunlar hangi kurumun ürünleriydi? Dolayısıyla burada evi merkeze alarak değerlendirirsek, İslâmî bir toplumda, üç sacayağı kurum vardır. Bu ev, cami ve medresedir. Medrese yerine bugün dernek vs. diyebiliriz. Ama işte Hz. Musa ile ilgili ayete[9] ve Mekke dönemindeki Hz. Peygamber’in uygulamalarına baktığımızda, ev dışında bir kurum yok. Ev, başkalarının müdahale edemeyeceği bir alan. Dolayısıyla tek kurum var. Hz. Musa’ya vahyedildiği gibi, “evlerinizi mescid edinin” ki, ben mescidi genel anlamda geniş fonksiyonlu bir yer olarak düşünüyorum.
Darul Erkam bir evdi. Bu gün eğitimin de yön vericisi, bel kemiği olması gereken yerlerimiz evlerimiz olmalı. Biz, kurumları olmazsa olmaz gibi gördük. Alternatifleri, illa bir kurum vasıtası ile düşünmenin çıkmazlarını hesaba katmalıyız. “Okullarla nasıl yarışabilirim?” diyoruz. Bu, imalâthaneye bile sahip olamayan sadece el tezgâhı olan birinin fabrika ile yarışma zorunluluğu duyması gibi bir şey. Dolayısıyla yarışmaya kalkıyoruz, galip olamayacağımız bir savaşa giriyoruz, yaralarımız büyüyor, çıkmaz sokaklara kendimizi mahkûm ediyoruz.
Burada yine Hz. Peygamber’in olumlu bir vasfı olarak “ümmî” vasfını ele almak lâzım. Ümmî, “okuma yazma bilmeyen”den ziyade, “anneye mensup olmak” demektir. Yani, anneden doğduğu gibi, fıtrî yapısını koruyan demektir ümmî. Câhiliyyenin hiçbir pisliğine bulaşmamış, fıtratına uyan demek. Ümmet kelimesi de aynı ümm kelimesinden türemiştir ve anne kavramının olumlu yapısını içerir. Çocukların yetişmesinin sorumluluğu, anne ve babaya ait olması gerekirken, bu işi anne ve babanın vekillerinin merkeze alındığı ve yarışamayacağımız bir alan olan kurumlar ile halletmeyi öncelikliyoruz. Hâlbuki, Hz. Fâtıma’yı babası Hz. Peygamber yetiştirdi. Hz. Ali’yi de Erkam’ın evi ve Peygamberin öğretileri yetiştirdi. Herkes kendi çocuğunu evvelâ kendisi, diğer müslümanlarla yardımlaşarak yetiştirmeye çalıştı. Bu durumda kurumların hegomanyası olmayacak, mağlup olma riski büyük olan bir alana müslümanın kendisini sıkıştırması söz konusu edilmeyecektir. Okullar sadece belirli saatlerde, sadece belli mekânda, sadece uzmanı olan öğretmenin, sadece kendi müfredatı ve konusuyla ilgili, sadece eğitim (aslında sadece öğretim) verdiği bir kurum. Hâlbuki insan yetiştirmenin bireyle, zamanla, mekânla, konuyla, öğretmeyle sınırlanamayacak kapsamda yüceliği vardır.
Bunun yanında hiçbir öğretmen, öğrencisini bir anne ve babanın evlâdını sevdiği kadar sevemez, onların fedâkârlık yapacağı kadar yapamaz. Fıtratta bu denli sevgi ve özverililik yok çünkü. Belki öğretmen de çok gayretli olabilir, ama fedâkârlık ve sevgi anlamında anne ve babanın yerini hiçbir eğitimci, hiçbir öğretmen tutamaz. İşte biz bu yedeği, vekili asıl yapı yerine koyduk. Yani Musa (a.s.) döneminde de, Mekke döneminde de evin merkez teşkil ettiği bir yapı var. Camiler de, bugün İslâmî merkez ve eğitim mekânı olarak kullanamadığımız dışlanmış bir yer haline geldi. Yani câmiler bir devlet kurumu durumunda. Kanunlar var, yönetmelikler var, devlet buraları nasıl işleteceğini belirliyor. Hatta imam olmak için kanun açısından müslüman olma şartı aranmıyor. Hatırlayın, Turan Dursun gibi ateist ve İslâm düşmanı biri yıllarca müftülük yaptı, imamların âmiri oldu. .
Demek ki, bugün tarihe karışmış medresenin yerini tutan özgür ve bağımsız İslâmî bir eğitim kurumu olmadığı gibi, câmiler de bu özelliklerden aynı derecede uzak. Tek kurum kalıyor; o da ev. Zaten insan eğitiminde ana ve babanın rolü başkasına devredilemez. Ailenin merkezî bir rol üstlenmek zorunda olduğunu söylemek istiyorum. Çocuğunun eğitiminin kendisini direkt ilgilendirdiği kişi, anne ve babadır. Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzerine doğar, annesi ve babası onu hıristiyanlaştırır, yahudileştirir (hadisin bir rivâyetinde), müşrikleştirir. “Müslümanlaştırır” denmiyor. Zaten müslüman fıtratı ile doğmuş. Bu aslî yapı korunup kirletilmezse, zaten müslüman olacak. İkinci olarak “çevre şartları, okul, çocuğu hıristiyanlaştırır…” da denmiyor; anne ve babasının bu işlevi gördüğü söyleniyor. Dolayısıyla okul, çevre, televizyon dediğin şey, anne ve babanın seçtiği, kendine bir vekil olarak görev ve yetki verdiği şeylerdir. Anne ve baba, çocuğunu İran’da ya da Mekke’de yetiştirmek isterse, televizyon ya da çevre faktörleri (arkadaş, okul, medya, oyun, iş, komşu ve benzeri) de çok farklı olabilecek, hatta çevresel sorunlar çözüme dönüşebilecektir.
[1] ] 33/Ahzâb, 66-68
[2] ] Bkz. 33/Ahzâb, 66-68
[3] ] 10/Yûnus, 87
[4] ] 33/Ahzâb, 66-68
[5] 4]1175] Tirmizî, Deavât 68, hadis no 62/Cum’a, 5 : 3711
[6] ] 35/Fâtır, 28
[7] ] 29/Ankebût, 69
[8] ] 65/Talâk, 2
[9] ] 10/Yûnus, 87