İTİDÂLDEN SAPMA: ILIMLI İSLÂM

ÂYET:

مَْ حَسِبْتُمْ نَْ تَدْخُلو لْجَنَّةَ وَلَمَّا يَاأتِْكُمْ مَثَلُ لذ۪ينَ خَلَوْ مِنْ قَبْلِكُمْۜ مَسَّتْهُمُ لْبَاأ آسَْاءُ وَلضَّ آرَّءُ وَزلُْزلُِو حَتّٰى يَقُولَ لُرسَُّولُ وَلَّذ۪ينَ مَٰنُو مَعَهُ مَتٰىَّ نَصْرُ للّٰهِۜ آلََا نَِّ نَصْرَ للّٰهِ قَر۪يبٌ ﴿٢١٤﴾

“Yoksa, siz ey mü’minler, kendinizden evvel geçenlerin halleri hiç başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle ezici sıkıntılar, kımıldatmaz zarûretler dokundu ve öylesine sarsıldılar ki, peygamber ve beraberinde iman edenler; ‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ diyesiye kadar. Bilin ki Allah’ın yardımı muhakkak yakındır.” [1]

Sıcak savaşın (canla cihadın) terk edildiği, bununla birlikte “ben de müslümanım” diyen insanların resmî nüfusa göre çoğunlukta olduğu topraklarda soğuk ve sıcak şekilde süren hak ve bâtıl savaşı, günümüzde “hakiki İslâm” ile “ılımlı ve sahte İslâm” arasındaki savaşa dönüştü. Evet, müslümanların yaşadığı tüm ülkelerde Kur’an ve Sünnet çizgisindeki muvahhid müslümanların karşısında, yine kendisini müslüman; savunduğu ve koruduğu şeyleri de İslâm diye takdim eden zihniyet vardır. İslâm’ın ve müslümanların karşısına erkekçe çıkılmıyor. Müslümanın eğer birazcık ferâseti, azıcık basîreti varsa, hemen sahteliğini teşhis edebileceği şekilde İslâm maskesi takarak bâtıl, hak adı ve görünümüyle hakkın karşısına olanca zulüm ve istibdâdıyla çıkıyor. Bu maske yırtılmadan, altındaki iğrenç yüz teşhir edilmeden, halkın Allah’ın râzı olacağı hakiki İslâm safında yer almasına imkân ve ihtimal yoktur. Barışın, huzurun, müslümanca güzelliklerin önündeki en önemli engel, bu sahte müslümanlar ve bu sahte İslâmlardır, yani ılımlı İslâm anlayışıdır.

Nâsır’lar, Kaddâfi’ler, Ziyaülhak’lar, devleti ele geçirinceye kadar hep bu maskeyi takmışlar, durumlarını kuvvetlendirinceye kadar tâvizsiz İslâm inkılâpçısı geçinmişler, oyunlarını sürdürebilmek için zaman zaman kullanmak üzere bu maskeyi yanlarında hazır bulundurmayı ihmal etmemişlerdir. Müslümanların yaşadığı hemen her ülkede lider ve önder kabul edilenlerin tavrı da çok farklı olmamıştır. Bu oyunun, yaşadığımız topraklarda daha zengin mizansenlerle oynandığını görmemek için kör olmak gerekmektedir.

Bugün din, din adına tahrip ediliyor. Din adına, ehl-i sünnet adına İslâm’ın devlet ve şeriat anlayışına en büyük düşmanlıklar yapılıyor. Çoğu radyo ve TV’deki din programlarıyla hakiki İslâm’a en büyük iftiralar atılıyor. Din, önce câmilerde sonra dinin öğretildiği okullarda ve din dersi ve dinle ilgili programlarda kâfirlerin ve düzenlerinin hizmetine sunuluyor.

Din dersleriyle putlar ve putçu düzenler gençlere sevdirilmeye çalışılıyor. Din öğreten kurs, okul ve fakültelerde bu uzlaşmacı, tâvizci, Amerikancı İslâm’ın askerleri yetiştirilmek isteniyor. İslâmî değişim ve dönüşüme, tâğutlarla mücâdeleye, câhil halktan önce resmî din teşkilâtları karşı çıkıyor. Küfre ve küfrün tüm kurumlarına, dinî kurumlarla yardım ediliyor.

Allah’la harbetme kabul edilen fâiz, hac için Diyanetin mecbûriyetlerinden biri haline getiriliyor. “Câmi, siyasete âlet edilmemeli” diyen egemen güçler, câmileri ve tüm dinî kurumları kendi devlet siyasetine istediği doz ve şekilde âlet ediyor ve kullanıyor.

Vaazlarla, dinî konuşma ve din dersleriyle tâğutlara ve onların düzen ve uygulamalarına saygılı, putlara hürmetkâr veya en azından müsâmahakâr, düzene ayarlanmış vatandaş yetiştiriliyor. Allah’ın evi olması, sadece Allah’a çağrı yapılması gereken yerler olan câmiler (), devlet dairesi; Peygamber’in vârisi ve Allah’ın memuru olması gerekenler de zâlim bir düzenin memuru haline geliyor. Câmiler bile Allah’ın değil, tâğûtî yasaların hâkimiyeti altına giriyor.

Bu insan eliyle değiştirilerek kuşa benzetilmiş muharref müslümanlığa hizmet etmek amacıyla din öğretecek öğretmenler putlara saygı duruşunda bulunabiliyor. Din kurumlarında görev almak veya öğrencilere din anlatmak isteyenler, hangi dine hizmet edeceklerini karıştırmasınlar diye, ılımlı İslâm ilkeleriyle ancak bağdaşabilecek sözler söylüyor, daha işe başlarken nasıl bir din tercihi yaptığını zâhiren deklare etmiş oluyorlar. Tâğûtî düzene ve tâğutların yoluna bağlı kalacaklarına dâir taahhüde giriyor, belge imzalamakta tereddüt etmiyorlar. Din eğitimi almak isteyen bir kız, İmam-Hatip ve İlâhiyat Fakültelerinde yine bazı din hocalarının teşvik ve zorlamasıyla, en azından rızâsıyla başını açmak zorunda bırakılıyor. Bazıları da başörtü farîzasını teferruat, böyle bir din tercihini de büyük hizmet diye sunuyor.

Resmî kurumlar böyle de, bazı gönüllü teşkilatlar farklı mı? Subay ve astsubayların askerî gazinolarda içki içebileceklerine, oralardaki her çeşit haram eğlencelere katılabileceklerine dair bazı hoca efendiler fetvâlar verebiliyorlar. Üniversitelerdeki kızların ılımlı bir dine hizmet için başlarını açabileceğini, açmaları gerektiğini tavsiyeden de öte emredebiliyorlar. Bazıları köşelerine çekilmiş, sadece tesbih çekmekle işin hallolacağını düşünüyor. Havadan sudan konuşmayı tercih edip, suya sabuna dokunmamaya özen gösteriyor. Hâlbuki suya sabuna dokunmadan temizliğin ve temiz kalmanın mümkün olmadığını çocuklar bile bilmektedir.

Televizyon müftüleri zaten malûm. Çoğu TV. ve gazetelerin bütün imkân ve fırsatları kullanarak zaten gerçek İslâm’la savaştığını bilmeyen yok. Onların birkaç kuşu birden vurmak için atmak istediği taş olarak programlarında yer verdiği yeşil rengin ne derece ılımlı tonları olduğunu, yeşilden başka her renge benzediğini görmeyen, bilmeyen yok. Bu program ve köşelerin Allah’ın dinine değil de; ulusal muharref Türk dinine hizmet etmeyi amaçladığını, bu çerçeveye uymayan basit ve etkisiz bireysel tavırların bu çorbaya çeşni katsın diye dozu ayarlı acı biber şeklinde kabul edildiğini görmek gerekir.

Uslandırma ve sulandırma: Ilımlı İslâm anlayışının dış kaynaklı olduğunda şüphe yok. Zaten tek millet olan küfür cephesi, yerlisi ve yabancısıyla işbirliği yaparak İslâm’ın rengini değiştirmeye çalışıyorlar. Allah’ın râzı olduğu dinden ve onu yaşayanlardan râzı olmayacak olan Batılılar,[2] Müslümanları hak dinden uzaklaştırmak için silâhlı ve silâhsız her çeşit mücâdele ve fitneden çekinmediklerini tarih boyunca ve güncel nice örneklerle ortaya koyarlar. BOP (Büyük Ortadoğu Politikası), müslümanların kökünü kazıyamayacağını ve çok pahalıya mal olan işgallerle işi halledemeyeceğini anlayan büyük şeytan Amerika’nın kendilerine göre doğunun ortasında, Ortadoğu’da radikal diye tanımladığı kaynağa bağlı gerçek İslâm’ı terörize edip suçlamak, yasakla(t)mak ve ılımlı İslâm anlayışını daha bir yayıp dayatmaktır. Böylece uslandırılmış ve sulandırılmış bir dini İslâm diye takdim edip sadece adı ve kâfirleri rahatsız etmeyecek özellikleri kalan din anlayışı ile yetinen sözde müslümanları emperyalist hedefleri istikametinde köleleştirmektir.

Halk ne yapsın; artık halk Peygamber denilince sadece gülü aklına getirmektedir. İbâdet denilince sadece cuma ve teravih namazını, Allah’a yaklaşma denilince kandil gecelerindeki bid’atleri, kabirleri yüceltmeyi, evliyâyı uçurtmayı, mevlitleri, içinde bol bol aşk, sevda kelimeleri geçen ezgi ve ilâhîleri gündemine alıyor. Allah’tan değil; türbelerden ve Hızır’dan medet umuyor, Allah’a (bilinçsizce şirk karıştırarak) iman edip tâğutlara kulluk yapıyor, “Allah devletimize zeval vermesin!” duâlarını dilinden eksik etmiyor.

Küfre isyânı emreden din, kâfirlerin ve küfrün koltuk değneği, düzenin destek ve dayanağı haline gelmiş durumda. Laiklik ve demokrasi, düzen ve kurucusu dinle ilgili konuşma ve derslerle sevdirilirken, Allah ve Rasûlü’nün istediği hakiki dine giden yollar din adına tıkanıyor. Müslümanların kestiği kurbanların derileriyle gerçek dine düşman kurumlar biraz daha güçleniyor. Kur’an’ı seçim nutuklarında öpüp alnına koyanlar Kur’an’ı mahkûm ediyor, ahkâmına düşmanlık yapıyor. İnsanlar, Allah’ın indirdiğiyle hükmedilmesini değil; câhiliyye hükümlerinin namaz kılanlar tarafından yürütülmesini istiyor.

Özetin özeti olarak kısa ve basit bir çerçevesini çizdiğimiz Atatürk ilkelerine ters düşmeyen, tâğûtî ilke ve yasalara uygun ve saygılı bu İslâm, Amerika ve Avrupa’nın da râzı olduğu İslâm’dır. Hâlbuki Kur’an, hıristiyan ve yahûdilerin, kendi milletine (dinine) tâbi olmadıkça Rasûl-i Ekrem’in şahsında müslümanlardan kesinlikle râzı olmayacaklarını beyan ediyor.[3] Nasıl, onlar Allah’ın dininden ve ona uyan dindardan râzı değillerse, onların râzı olduğu bir dinden ve dindarlıktan da Allah’ın (ve muvahhid mü’minlerin) râzı olması beklenemez.

Yine, laikliğe aykırı olup olmadığı hiç tartışılmadan, cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana müftü, vâiz ve imamlara, din öğretmenlerine maaş, makam ve imkânlar veriyorlar. Tabii, Allah’ın hükmüyle hükmedilmesine en büyük irtica damgası vuran bir düzen, bu maaşları Allah rızâsı için vermeyeceğine göre, niçin veriyor dersiniz? Elbette ılımlı İslâm için ve bu tür İslâm’a katkı sağlayanları ödüllendirmek için.

Bütün bunlar, yaşanılan, anlatılan, serbest olan, teşvik gören dinin, adına İslâm denilse de gerçek İslâm’la öz yönüyle alâkası olmayan tahrif edilmiş sahte bir din olduğudur. Aslında, tek hak din olan İslâm’ın o devirdeki şekli olan gerçek hıristiyanlık nasıl tahrif edilmiştir? Müslümanlar bu hususu tekrar düşünmeli ve ona göre tedbir almalıdır. Çünkü aynı oyun günümüzde İslâm’a karşı da oynanmaktadır. Müslümanların da bu oyuna gelmediklerini maalesef söyleyemiyoruz. Onları uyaracak olanların kendi horlamaları, şeytanî bir müzik gibi ruhlara dinî(!) gıda ve heyecan vermekte, uyarıcılar icrâ ettikleri mûsikîye ninnileri de güfte ve nağme olarak katmakta, bu sanatlarının karşılığı olarak ücretlerini de efendilerinden almaktadırlar.

Önceleri örf-âdet dini haline getirilmiş, pasifize edilerek uyuşturulmuş şekliyle, bid’at ve efsânelerle, Kesikbaş hikâyeleri, Bektaşî fıkraları, uydurma kerâmet ve evliya menkabeleleriyle, gâfil veya hâin, câhil veya yobaz, yarım veya çeyrek hocalar vâsıtasıyla yarı yarıya tahrif edilmiş ve sultanların emrine, sarayların yönlendirmesine çoktandır girmiş bir İslâm’ı devralan Kemalizm, hiç de güçlük çekmedi dini bugünkü sulandırılmış haline getirmek için. İnkılâplarla, zorlamalarla, karşı çıkan üç-beş hocayı darağaçlarında sallandırma, diğerlerine maaş ve makamlar dağıtarak avlamayla, devletin tahakkümü ve değişik yönlendirmeleriyle, küfür rejiminin kurumlarıyla, özellikle kurs, okul, din teşkilatı ve demokrat/muhâfazakâr/sağcı partiler aracılığıyla vatancılık, milliyetçilik (daha doğrusu ulusalcılık) ilâvesiyle, atalar mirası olan din anlayışını bugünkü ulusal Türk dini haline kolaylıkla getirdi. Ve bugün İslâm, aslî hüviyetini halk yığınlarının zihninde ve yaşayışında kaybederek şu çizgilere geldi:

Putlara ve putçulara (isteyerek veya istemeyerek) yardım eden,

Mü’min-kâfir ayrımı değil; Türk-yabancı, devletçi ve bölücü diye insanları ayıran,

Tüm kâfirlere değil; sadece komünizme, biraz da Ermenilere ve Yunanistan’a düşman olan,

Düzeni veya düzenin bazı kurumlarını savunan,

Dini siyasetten ayrı kabul edip devleti dinden, dini de devletten ayıran,

Grupçu, partici, ağabeyci, üstadcı olan, sahte kahraman ve sahte şeyhlerin izinden gitmeyi şeref sayan,

Dâvâ için her yolu meşrû gören, hizmet için her tavizci fetvâya uyan,

Müslümanım demek yerine; Türküm, milliyetçiyim, mukaddesatçıyım, demokratım, filan partiliyim, falan tarikattanım demeyi tercih eden,

Doğduğu veya doyduğu yeri putlaştıran, ümmetçi değil; ırkçı olan,

Ulusal simgelerle, ulusal sınır ve ulusal tarihiyle gurur duyan,

Cihad denilince ürken; korkak, uyuşuk, mıymıntı ve pasif yaşayıp dünyevîleşen,

Namaz ve tesbihle, virdlerle yetinen; mukaddesâta ve farzlara hücum edilir, haramlar şiirleşip süslenirken, nâfilelerle uğraşıp kapısına ve kalbine kadar gelen tehlikeden haberdar olmayan,

Yöneticilerinin Allah’ın indirdiğiyle hükmedip etmemesini önemsemeyen, düzenin İslâmî olup olmadığını cehâlet veya ihânetinden ötürü tespit edemeyen,

Bildiği hakikatleri ketmedip gizleyerek lânete uğrayan ve dilsiz şeytanlığa rızâ gösteren,

Rızık endişesiyle Allah’ın dinini ve âyetlerini satan, âyet ve hadisleri kâfirlerin istediği şekilde te’vil ve tefsir eden,

İslâm’a düşman bir düzen ve devletin sanayileşip zenginleşmesini, kalkınmasını İslâmlaşmasından önce isteyen,

Ülkenin daha bir Batılı olmasını, AB’nin, Avrupa’nın (gazab edilmiş ve sapıtmışların) yoluna uymayı fazilet gibi gören,

Bazı küçük tamir ve ıslahatlarla yetinen, düzenin her şeyiyle baştan aşağı değişmesi gerektiğini düşünmeyen,

Uzlaşmacı ve tâvizci; biraz Allah’ı, biraz da tâğutları memnun etmeye çalışan,

Yaşadığı ülkede iki kişinin öldüğü bir âfete üzüldüğü kadar Filistin’deki vahşete, Irak’taki işgale vb. üzülmeyen, onlara duâlarıyla bile destek olmayan,

Amerika’nın çıkarları doğrultusunda Kore’de savaşmayı normal gördüğü halde, meselâ Filistin, ya da sözgelimi Lübnan’da siyonist yahûdilere karşı müslümanlarla beraber savaşmayı aklının ucundan geçirmeyen,

İslâm devleti, imamet, bey’at, çocuklarının müslümanca yetişmesi gibi konulara ehemmiyet vermeyen ya da önem verdiğini düşünse de takınılacak tavrı belirleyemeyen,

Hafta sonu müslümanı, Cuma ve Bayram müslümanı haline gelen... müslüman tipi sadece yetişmedi, tümüyle kökleşti; Halkın çoğunluğunu teşkil etti. Ve o noktaya gelindi ki, gerçek İslâm’ın topluma ve düzene hâkimiyeti konusunda, kâfirlerden önce; müslümanım diyen halk, hatta câmi cemaati, belki başlarında da namaz kıldırma görevlisi olmak üzere karşı çıkmakta tereddüt etmeyecek bir halk oluştu. Bütün bunlar ılımlı İslâm’ın hânesine yazılabilir.

Kur’an, tahrif edilmekten Allah tarafından korunacak, ümmetin tümü dalâlette birleşmeyecek, az sayıda da olsa, daima hakkın müdâfiîleri her devirde mevcut olacaktır.

“Şüphe yok ki Kur’an’ı Biz indirdik ve muhakkak onu (tahrif ile tebdilden, değişikliğe uğramaktan) Biz koruyacağız.”[4];

“(Kâfirler) istiyorlar ki, Allah’ın nûrunu (İslâm Dinini), ağızlarıyla (kötü söz ve iftirâlarıyla) söndürsünler. Allah ise nûrunu tamamlayacaktır; isterse kâfirler hoşlanmasınlar.” [5]

Ama Allah bunu kullarının eliyle yapmak istiyor. Sünnetullah bunu gerektirir. Halifeliğin anlamı budur. Tüm tarih boyunca peygamberler ve mü’minlerin, Efendimiz ve ashâbının çile çekmesinin sebebi budur. “Yoksa, siz ey mü’minler, kendinizden evvel geçenlerin halleri hiç başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle ezici sıkıntılar, kımıldatmaz zarûretler dokundu ve öylesine sarsıldılar ki, peygamber ve beraberinde iman edenler; ‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ diyesiye kadar. Bilin ki Allah’ın yardımı muhakkak yakındır.” [6]

Evet, Allah (c.c.) Kur’an’ı ve İslâm’ı koruyacak, ama sadece müslümanım demekle yetinerek Allah için fedâkârlık yapıp çileye katlanmayanları, müttakî olmayanları koruyacağına dâir, onların fikir ve İslâm anlayışlarını tahrifattan muhâfaza edeceğine dâir bir vaadi yoktur. Aksine, Kıyâmete yakın müslümanların bu sapmalarının vuku bulacağını, âhir zaman fitnelerini, müslümanların inanç, fikir ve amellerinin müthiş bozulmaya uğrayacağını anlatan, kurtuluş için Kur’an ve Sünnete yapışmayı salık veren yüzlerce hadis rivâyeti vardır.

 

[1] ] 2/Bakara, 214

[2] ] 2/Bakara, 120

[3] ] 2/Bakara, 120

[4] ] 15/Hıcr, 9

[5] ] 61/Saf, 8

[6] ] 2/Bakara, 214

Pazartesi, 01 Mart 2021 11:01

51.HUTBE: OLUMSUZ DEĞİŞİM

Yazan

OLUMSUZ DEĞİŞİM

ÂYET:

نَِّ للّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّروُ مَا بِانَْفُسِهِمْۜ

“…Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını [1]değiştirmez…” آيَا يَُّهَا لَّذ۪ينَ مَٰ آنُو نِْ تَتَّقُو للّٰهَ يَجْعَلْ لَكُمْ فُرقَْاناً وَيُكَفِّرْ عَنْكُمْ سَيِّأـاتِكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْۜ وَللّٰهُ ذُو لْفَضْلِ لْعَظ۪يمِ

“Ey iman edenler! Eğer Allah’tan (hakkıyla) ittika eder (şirk ve isyandan) sakınırsanız; O, sizin için furkan kılar (hakla bâtılı, doğru ile yanlışı ayırt edecek özellik ihsan eder).” [2]

ربََّ آنَا فَْرِ غْ عَلَيْنَا صَبْرً وَثَبِّتْ قَْدَمَنَا وَنْصُرنَْا عَلَى لْقَوْمِ لْكَافِر۪ينَۜ

“Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımızı istikamet üzere sâbit kıl (Bize cesaret ver ki tutunalım), kâfir kavme karşı bize yardım et!” [3]

Gelişme, ilerleme, güzelleşme anlamında kullandığımız “değişim”, günümüzde daha çok olumsuz anlamlar içeriyor. Artık değişim denilince yozlaşma, bozulma akla geliyor. Değişim günümüz dünyasında Müslüman geçinenler açısından dünyevîleşmeyi ifade ediyor.

İnancımızı tanıtıp sevdiremediğimizden diğer mahalleye bilinçli-bilinçsiz taşınan kayıp çocuklarımızı konu dışı tutarsak; bizim mahallenin durumu, bu konuda da içler acısıdır. Giderek sağcılaşıp muhafazakârlaşan, uzlaşmacı, pragmatist, liberal bir çizgiye doğru devamlı bir kırılma yaşanan, satılan salyangoza karşı çıkılmadığı gibi alıcısının bol olduğu bir mahalle… “Lâ”sı olmayan bir inanç yaygınlaştırılıyor; teslimiyeti, itaati ve olumlu anlamda (yani, Allah’a isyan edenlere) isyanı olmayan, düzene uygun bir din dayatılıyor. Her şeyle, özellikle egemen tüm güçlerle, onların düzenleriyle, anayasalarıyla uzlaşan, tâğutların râzı olduğu yapay müslümanlık(!) hâkim kılınmak isteniyor. Bu kırılma yeterli düzeye gelmiş olmalı ki, düzene pasif destek veren mahallemizin insanları, artık düzenin en temel kaynağı olan anayasayı sahiplenmeye çağrılıyorlar. İçlerinde tevhid erlerinin de bulunduğunu bildiğimiz büyük kuruluşlar, hormonal büyü(tül)menin gereği olarak, kamuoyuna daha dün “yetersiz ama evet” mesajları veriyordu. Yarın da büyük ihtimalle, üstü örtülü veya apaçık şekilde demokrasiyi savunmanın sonucu olarak; cihadı, oy sandığının içinde kaybolmak olarak tanımlayacaklar.

“Demek ki düzene karşı çıkanların bile önemli bir kısmı, Kur’anî temel verilerden, tâğutu tüm kurum ve kurallarıyla reddettiğinden dolayı değil, beşerî hesaplardan dolayı düzene muhâlif görünüyormuş. Uzlaşma adıyla cephelerini terk edebilen, kitabın bir kısmını reddettiğini fark edemeyen, kahraman geçinen zavallılarmış. Kafadaki kelliğin gözükmesi için iyi ki zaman zaman takkeleri düşüren kuvvetli rüzgârlar esiyor. Artık tâğut, velâ, berâ, günahta ve küfürde yardımlaşma, hâkimiyet, hüküm koyma, teşrî, yani kanun koyma, ilâhlığa yeltenme, tevhidî ilkeler, şirkten sakınma, beşerî ideolojileri red gibi kavramlar radikal sanılan kesimlerde bile etrafına insan toplamak için işportacı sloganlarıymış, demek ki” dese biri, çok ağır ve sert mi olur? Kimi “İslâmcılar”ın takvimleri hâlâ 28 Şubat’ı gösteriyor. İlkesel değilmiş demek ki tavırlar, konjonktürelmiş ki, bu kadar basit imtihanlarda bile bu kadar kurum savrulabiliyor. Bu tavırlar, şirki izâle ve tevhidi ikame etme görevini üstlenen İslâmî değişim ve dönüşüm taraftarı muvahhid gençleri daha bileyecek, kendilerine daha çok iş düştüğü bilinciyle onlar maratona devam edecek.

Aslında bir Kur’an insanı muvahhid mü’mini; demokrasi, düzen, Amerika, ılımlı İslâm anlayışının nefse hoş gelen uzlaşmacı çizgisi veya başka hiçbir şey değiştiremez. O bir kez değişmiştir; tevhidi öğrenmiş ve inanmıştır, Kur’an’a uymuş ve her şeyiyle değişmiştir. Bir daha değişmeyecek hale gelmiştir.

Hani kıssa şeklinde anlatılır: Muvahhid bir mü’minle dini de dünyayı da doğru anlamamış bir Mevlevî dervişi karşılaşmışlar. Dervişe sormuş bizimki: “Siz ne yaparsınız?” diye. O da yaptıkları semâ denilen derviş dansını kast ederek cevaplamış: “Biz ‘Allah’ der, döneriz. Peki, ya siz ne yaparsınız?” Muvahhid mü’min cevap vermiş: “Biz bir defa ‘Allah’ dedikmi, bir daha dönmeyiz!”

Mü’min, “Allah” dedimi, bir daha dönmez, dönüşmez, dönüştürülemez. O gerçeği bulmuştur. Başkaları ona, İslâm’ın vaad etmediği hangi güzel şeyi vaad edebilir ki?! O, güç kaynağını bilir; Allah’tan başka güç ve kuvvet tanımaz. O rızık kaynağını bilir; O’ndan başka Rezzak’ın varlığını kabul etmez. O malınmülkün esas sahibini bilir ve inanır ki, mülkün sahibi mülkü dilediğine verir, dilediğinden alır, dilediğini onurlu-şerefli kılar, dilediğini zelil eder.

O bilir ki, düzenin cenneti yoktur; nimetleri sanaldır, tadı sahtedir, vaadleri kandırmacadan ibarettir. Onun yararı çok azdır, azın azı. “Metâun kalîl”; az bir yarar, yalancı menfaat…

Muvahhid mü’min bilir ki, iman kazandırır; hem dünyada, hem âhirette. Allah, sadece Kendi yolunda olanlara hayatı kolaylaştıracak, güzel bir hayat verecek, kalp mutmainliği ihsan edecektir. Âhiret açısından zaten o kazançlıdır.

Bütün bunlara rağmen; bizim mahallenin insanlarının, özellikle 28 Şubattan bu yana, bırakın olumlu gelişme içinde ilerleyip koşmaları; yerinde saymaları, dünkü çizgilerini korumaları bile takdir edilecek özellik oldu. Sayıları 167 000’i geçen dernek ve vakıflar, hele büyüdükçe zemini daha kayganlaşıyor; içindekileri merkeze, demokrasiye, muhâfazakârlığa, ılıman İslâm anlayışına doğru savuruyor. Artık “tekbir” sloganları yerine “tedbir” çağrıları yapılıyor, bazıları “tehdit” şeklinde algılamasın diye “tevhid” gündeme bile getirilmiyor. Artık en fazla tüketilen kavramlar; maslahat, zaruret, hılfu’l-fudul, eman vb. İnsanımız artık ümmetin nasıl gâlip geleceğinden bahsetmiyor bile; hâlâ Rumların gâlibiyetine alkış tutuyor. Görmek istemiyor ki, Rumlar artık müslümanım diyenleri yanına alarak Müslümanlarla savaşıyor.

Allah’ın dinine yardım etmeyince, Allah’ın yardımından ve O’nun ayakları sağlam tutup kaydırmaması müjdesinden de mahrum oluyor insanlık.[4] “Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımızı istikamet üzere sâbit kıl (Bize cesaret ver ki tutunalım), kâfir kavme karşı bize yardım et!”[5] demesi gereken insanımız, “Rabbimiz, bize aceleyi (dünyayı) ver, biz korkmayı tercih ediyoruz, ayaklarımızı sâbit kılma, çünkü biz bâtıla doğru değişip geri adım atmak istiyoruz, kâfirlere karşı çıkmak istemiyoruz, onlara benzeyip onlar gibi olmak istiyoruz, onlarla bizi karşı karşıya getirme!” diye fiilî olarak duâ ettiği müddetçe, her halde (her durumda) İlâhî yardım gelmez.

İnsanımızın çoğu şaşkınlığı ve sapkınlığı hidâyete tercih ediyor. Arayış içinde bile değil. Doğru ile eğriyi ayırt edemiyor. Hakla bâtılı karıştırmayı seviyor. Kitabın, doğru ile eğri arasında bir ölçü, bir furkan olduğunu[6] çoktan unutmuş. “Ey iman edenler! Eğer Allah’tan (hakkıyla) ittika eder (şirk ve isyandan) sakınırsanız; O, sizin için furkan kılar (hakla bâtılı, doğru ile yanlışı ayırt edecek özellik ihsan eder).”[7] müjdesi, yalancı politikacıların bâtıl çağrılarının gürültüsüyle duyulmaz olmuş.

Müslümanların önemli bir kısmı, gerçek anlamıyla iman etmediği, imanlarına zulüm karıştırdığı veya en azından imanın tadına varacak bir kaliteye erişemediği için, İsrailoğullarının gittiği yoldan giderek dünyevîleşmiş ve yozlaşmış durumda. Adı konulmamış irtidadı, gerisin geriye cahiliyyeye dönüşü yaşıyor nice insanımız.

Tâğutî düzen ve câhiliyye toplumu insanı nasıl değiştirip dönüştürüyor? Dünyaya gelişigüzel bir bakış bile yeterli (Zaten hep gelişi de gidişi de güzel olmalı bakışlarımızın ve davranışlarımızın). Batılı kâfirlere, hıristiyan ve özellikle de yahudilere ait Kur’an’da beyan edilen olumsuz özelliklerin çoğu, bugün “müslümanım” diyenlerde hiç eksiksiz bulunmaktadır. Dolayısıyla hıristiyan ve yahudilere verilecek dünyevî ve uhrevî cezalar, mü’min geçinenlerden onları örnek alan taklitçilere de verilecektir. Bu, İlâhî adâletin gereğidir. Lânete, gazaba uğrama ve dalâlet/sapıklık hükümleri/damgaları da... Bu değerlendirmeler, fertler için olduğu kadar, toplum için de geçerlidir. Toplumların, devlet ve rejimlerin, lânetli ve sapık yolu izledikleri zaman, helâkleri ve cezaları, tarihtekinden farklı olmayacaktır. Sünnetullah’ta (Allah’ın toplumsal kanunlarında) bir değişiklik olmaz. Saâdeti asra taşımak ve sahâbeleşmek mümkün olduğu gibi, İsrâil’leşmek de mümkündür. Bu tercih; mutluluk veya felâketi, cennet veya azâbı seçmektir. Dışımızdaki kâfirden daha tehlikeli olan, içimizdeki küfür ve kâfirdir, yahûdileşmedir; inanç, ahlâk ve yaşayış tarzı olarak gâvurlaşmadır; içimizdeki tâğutlar ve onlara destek olan anlayıştır.

“Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın. Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca, dalâlette olan kimseler size zarar veremez.” [8]

“Allah, mü’minlerin dostudur, onları karanlıklardan nura (aydınlığa) çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur. O, onları nurdan (aydınlıktan) alıp karanlığa götürür.” [9]

“Bir toplum, kendini değiştirinceye kadar Allah onlarda bulananı değiştirmez.”[10]

“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (O’nun dinine) yardım ederseniz, Allah da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar.” [11]

“Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten iman etmişseniz, üstün gelecek olan, en yüce olan sizsiniz.” [12]

“Ey iman edenler, iman edin!” [13]

Gönüllerdeki gâvurluğa savaş ilân edip içimizdeki işgali kaldırmadan, dıştakine tavır almak mümkün değildir. Kalp ve kafamızdaki, el ve dilimizdeki şirktir, küfürdür, tuğyandır dünyamızı perişan, âhiretimizi zindan edecek olan.

İki milyara yakın kalabalığın yeniden tek bir İslâm ailesi şeklinde ümmet olması için, müslümanım diyenlerin her şeyden önce yeniden imanını; içinde yaşadığı sosyal, ekonomik ve siyasal yapıyı gözden geçirmesi gerekmekte, köklü değişikliklere ve değiştirmelere aday olması icap etmektedir. Bunun için de başlanacak yer: Şirkin izâlesidir, tevhidin ikamesidir.

Sonra canlı Kur’an adayları yetiştirmek, iman-amel bütünlüğüne ermek, takvâ ve ahlâkî erdemlerle örnekliğe önem vermektir. İşte bu özelliklere sahip olan ümmetin içinde tüm ümmeti ve İslâm’ı temsil edebilecek öncü insanların, nasıl cihad edilmesini bilen ilim sahibi, muttakî ve ahlâklı mücâhidlerin cihadı, kapıları açacak ve Allah’ın yardımına muhatap olunacaktır. Allah, ancak bu aşamalardan geçmiş, kendi dinine yardım edenlere yardım edecektir. Ve Allah’ın yardımına lâyık olmadan böylesi büyük işleri başarmak ve hatta girişmek mümkün değildir.

Ümmetin ekserisinin evleri ve işyerleri, çocukları ve gençleri, okulları ve sokakları işgal edildiği halde farkında bile değiller. Ümmetin fertlerinin çoğu işgalcilerine tutkun, hayran ve yardımcı durumda. Ümmet, dostunu düşmanını tanımıyor, işgalin ne olduğunu bilmiyor. Gardiyanına âşık oluyor, cellâdını ölesiye (öldürülesiye) seviyor. Aman Allah’ım, nasıl olur, şehid kanları bile bu durumu değiştiremiyor. “Her yer Kerbelâ” denir ya, bugün “her yer Filistin!” Her yer işgal altında. Zulmün en büyüğü, bedenlere yapılan değil; kafa ve gönüllere yapılandır. Dünyasını yok etmekten daha büyük zulüm, insanın âhiretini mahvetmektir. Kur’an öyle diyor: “…Allah’a şirk koşma! Şüphesiz şirk, gerçekten en büyük zulümdür.”[14] Yardım edilmesi istenilen cephelerden daha feci olanı, bu ülkedeki insanların durumu. Onlar hiç olmazsa düşmanlarını tanıyorlar ve atacak taş bulduklarında taşlıyorlar, onlara tavır alıyorlar. Ölüyorlar (ölümsüzleşiyorlar) ve kurtuluyorlar. Buradaki işgal sonucu ölenlerinse âhireti mahvoluyor. Biz, insanların suçsuz yere ölmemesi için mücadele etmeyi önemseriz, ama çevremizdeki insanların âhiretlerinin mahvolmaması için gayretleri daha öne çıkartırız. Önceliğimiz, insanların bedenleri değil, ruhları olmalı; Dünyaları değil, âhiretleri… İnsanların öncelikle karınlarını değil, gönüllerini doyurmalıyız.

Beyinlerini ve gönüllerini, yaşadıkları çevredeki topraklarını ve hatta mescidlerini her çeşit işgalden arındıramayanlar, uzaklaştıkları mübârek yerleri ve büyük mescidlerini hiç kurtaramazlar. Her tarafımızı kuşatmış şirk ve küfre, tuğyan ve isyâna savaş ilân edip içimizdeki işgali kaldırmadan, dıştakine tavır almak mümkün değildir.

İlâhî yardım olmadan hiçbir netice alamaz, felâha ve zafere eremez mü’minler. Görevlerinden kaçan, tâğutlardan korkan, beşerî ideolojiler peşinde koşan, gündelik işlerden dâvâya vakit ayıramayan, kâfirleri dost ve velî kabul eden dünyevîleşmiş müslümanlar bunca zulüm, vahşet, işgal ve şirkin dayatması karşısında kendilerine gelmezler ve Allah’ın ipine topyekûn sarılmazlarsa, İlâhî yardıma nasıl ulaşılır?

İlâhî yardımdan, rahmeti yağdıracak özelliklerden uzak yaşamayı tercih etmenin bir sonucudur bu rezilce hayat, câhilce câhiliyye yaşayışı ve tuğyanla yönetilme. Kadın-erkek mü’minlerin birbirlerini velî kabul ederek birbirlerine iyiliği emredip gördükleri kötülükten sakındırmaları, namazı kılıp zekâtı vermeleri, Allah ve Rasûlüne itaat etmeleri, âhirette güzel meskenlere ve cennete ulaştıracağı gibi, Allah’ın rızasına ve dünyada Allah’ın rahmetine de sebep olacaktır.[15] Kur’an’a tâbi olup uymak ve Allah’tan korkmak, (şirk başta olmak üzere günahlardan sakınmak) insanı Allah’ın rahmetine ulaştıracak;[16] tüm (muvahhid) mü’minleri kardeş kabul edip aralarını düzeltmek İlâhî rahmeti harekete geçirecektir. [17]

Allah, kullarına zerre kadar zulmetmez. İnsanın başına gelenler, kendi elleriyle yaptıkları yüzündendir. Bugünkü zillet de insanın tercihidir. İnsan hayrı da şerri de kendisi çağırır. “İnsan, hayrı istediği gibi şerri de ister. İnsan pek acelecidir.”[18] Allah’ın gösterdiği kıbleyi, istikameti, hidâyeti, izzeti, nimeti, kitabı terk edip rezilliği isteyen topluma Allah onu da verir. İnsan hürdür; dilerse cehenneme giden yolu tercih edebilir.

“…Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez…”[19] Ayet, Allah’a itaatkâr bir kavmin nimet ve hayır istikametinden[20] masiyet yönünde[21] tercihte bulunarak kendini olumsuza doğru değiştirdikleri[22] takdirde Allah’ın da o kavmi (olumsuz yönde) değiştireceğini ortaya koymaktadır. Yine ayetteki “mâ bi kavm” ifadesi, değişebilirlik özelliğine sahip toplumsal yapı anlamına gelmektedir. Buna göre toplumsal yapıda meydana gelen değişim, o toplumda yaşayan bireylerde de bir değişiklik meydana getirmektedir. Ve yine tersine bir süreç olarak insanlarda meydana gelen değişmelerin de, toplumsal yapıda bir değişikliğe yol açtığından aynı şekilde söz etmek mümkündür.

Nefiste yani iç âleminde olanı değiştirmek, takvâyı bırakıp Allah’ın âyetlerini terk edip hevâya tâbi olmaktır. İşte Enfal 53 ile Ra’d 11. âyetlerde yer alan enfüs kavramı, “şahsiyet, kimlik, kişilik, karakter” mânâlarına gelmektedir. Demek ki toplumları olumsuz yönde değiştiren, yani Allah tarafından değiştirilmelerine neden olan dinamik, kimlik bunalımıdır.

Her toplum kendi kültürünü oluştururken, halkına da bir kimlik kazandırır. Bu kimliği değiştirmeye kalktıkları an, toplumların kimliği de buna bağlı olarak değişecektir.

Halkın, Allah’ın bizi yücelere tırmandırmak için gökten uzattığı ipe yapışıp yükselmeyi değil de, Allah’tan uzaklaştıracak ve alçaltacak özelliklere yapıştığından kendi seçiminin cezasını çekmektedir. Kâfirlerin azgınlığı ve çokluğu değildir bu durumun sebebi; insanımızın kendi intiharıdır: “Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın. Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca, dalâlette olan kimseler size zarar veremez.”[23] Ayaklarının sırat-ı müstakim üzere sâbit kalmasını isteyen ve Allah’ın yardımını arzulayan kimsenin Allah’ın dinine yardım etmesi gerekiyor. [24]

Kur’ân-ı Kerim, toplumların yıkılış biçimlerini ve kötü sonlarını ortaya koyduğu gibi; onları, bu noktaya getiren sebepleri de açıkça beyan eder. Bu nedenlere ilişkin şu örnekler verilebilir: Zulüm, baskı, haksızlık ve günahlar;[25] lüks, israf, fısk ve bozgunculuk içinde olmak;[26] cinsel sapıklık, aşırılık ve yol kesmek;[27] günah, zulüm, refah ve zevke dalma. [28]

Zaten Allah’a itaatsizlik, nimetlerine nankörlük dünyada da cezasız kalmaz:

“Bu ülkenin halkı, Allah’ın nimetlerine nankörlük etti. Bu yüzden Allah onlara, yaptıklarına karşılık, korku ve açlık elbisesini/ıstırabını tattırdı.”[29] Kitabın (Kur’an’ın) bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamanın da âhiretteki büyük cezadan önceki karşılığı, dünya hayatında rezil olmaktır.1241 Hz. Peygamber’in emrine muhâlefet de; fitne/belâ ya da acıklı bir azâbı getirir.[30] Önde gelenlerin ve sâlihlerin fesâdı önlememeleri[31] ve ekonomik dengesizlik, vurgun ve soygunlar da dünyevî azâbın ve helâkin sebeplerindendir. [32]

Dinini sevenler İslâm dışı düzeni savunamazlar. Dindar geçinenler muhâfazakâr olamazlar. Muhâfaza edilmesi değil; mücâdele edilmesi gerekli yıkılası câhiliyye ve küfür düzeniyle çevrilmişiz çünkü. Hak Din, câhiliye düzenini muhâfaza etmeyi (muhâfazakârlığı) değil; câhiliyeyle inkılâbî mücadeleyi esas alır. Böyle olduğu halde, inkılâpçı tevhid dinini, muhâfazakâr bir din diye insanlara sunan tahrifatçı zihniyet, kendini olumsuz değiştirdiği gibi, dini de tahrif edip değiştirme eğilimindedir.

Tüm peygamberler tâğutlarla mücadeleyi öne çıkaran[33] ve önce fertleri İslâmlaştırarak içinde yaşadıkları câhiliyeyi, tevhidî istikamete doğru olumlu tarzda değiştirmeye çalışan korkusuz önderlerdir.

Ulemâ ve ümerânın gaflet veya dalâletlerinden kaynaklanan uyarı, yönlendirme ve tavsiyenin (emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker) yetersizliği, hatta tümden terk edilmesinin bu cinâyetlerin sergilenmesinde büyük katkısı vardır.

Ve… hayra doğru değişip değiştirmeyeni değiştirirler. Çevresini olumlu anlamda değiştirmeye çalışmayan kimse, çevrenin olumsuz değişiminden payını alır. Neyin, hangi şeylerin değişmemesi gerektiğini, ayağımızın hangi çizgide sâbit kalmasını iyi bilip tespit etmek gerekiyor öncelikle. Değişim, dönüşüm derken, olumsuz değişimin kıskacında tükürdüğünü yalayan, gerisin geriye haktan dönen insanlarımızı hatırlamak gerekiyor. Pergelin sabit ayağında hiçbir kayma olmadan diğer ayağını belli sistem içinde açarak halkayı büyütmeye çalışmak; yapılması gereken bu.

Zafer önce gönüllerde ve kafalarda kazanılır. Gönüllerindeki, zihinlerindeki, hayatlarındaki işgallere karşı direnenler, er-geç zafere ulaşacaktır. Kurtulamayan kurtaramaz. Kendini fethedemeyen hiçbir şeyi fethedemez. Olumlu şekilde hayat boyu değişmeye çalışmayan, başkalarını değiştiremez. Gönül kapısını tevhid anahtarıyla açabilen kimsenin önünde ise, nice kapalı kapılar kolayca açılacaktır. Allah nazarında en üstün olan kişi, gönlünü, bileğini ve kafasını birlikte güçlendiren ve bu dengeli gücü Allah yolunda kullanabilen, kendi güzel değişimini toplumu değiştirme yolunda kullanan kimsedir.

Öyleyse haydi yeniden iman etmeye, bir daha değişmemek üzere yeniden Kur’an’la değişmeye. Güzele doğru değişip değiştirmeye

 

[1] ] 13/Ra’d, 11

[2] ] 8/Enfâl, 29

[3] ] 2/Bakara, 250

[4] ] 47/Muhammed, 7

[5] ] 2/Bakara, 250

[6] ] 2/Bakara, 185; 25/Furkan, 1

[7] ] 8/Enfâl, 29

[8] ] 4/Nisâ, 105

[9] ] 2/Bakara, 257

[10] ] 13/Ra’d, 11

[11] ] 47/Muhammed, 7

[12] ] 3/Âl-i İmrân, 139

[13] ] 4/Nisâ, 136

[14] ] 31/Lokman, 13

[15] ] 9/Tevbe, 71-72

[16] ] 6/En’âm, 155

[17] ] 49/Hucurât, 10

[18] ] 17/İsrâ, 11

[19] ] 13/Ra’d, 11

[20] ] Ebu Hayan el- Endülüsi, El-Bahru’l-Muhit, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1992, C.6, s.363

[21] ] İbn Cerir-et Taberi, Cami’ul Beyan, Darul Fikr, Beyrut, 1999, C.8, s.159; Muhammed el- Emin bin Muhammed el- Muhtar, Edvau’l Beyan, Mektebetu İbn Teymiyye, Kahire, 1992, s.86.

[22] ] İbn Kesir, Tefsiru-l Kuran’il Azim, Meüessetü Kurtuba,Kahire, 2000, C.8, s.119

[23] ] 4/Nisâ, 105

[24] ] bk. 47/Muhammed, 7

[25] ] 7/A’râf, 5

[26] ] 17/İsrâ, 16

[27] ] 29/Ankebût, 28-29

[28] ] 6/En’âm, 44

[29] ] 16/Nahl, 112 1241] 2/Bakara, 85

[30] ] 24/Nûr, 63

[31] ] 11/Hûd, 116

[32] ] 11/Hûd, 84-86

[33] ] 16/Nahl, 36

ALLAH TEÂLÂ VE RASÛLÜNE KARŞI SAVAŞANLAR: FÂİZCI DÜZEN VE FÂİZCİLER!

لَذ۪ينَ يَاأكُْلونَ لربِّٰو لَا يَقُومُونَ لَِّا كَمَا يَقُومُ لذ۪ي يَتَخَبَّطُهُ لشَّيْطَانُ مِنَ لْمَسِّۜ ذٰلِكَ بانََّهُمْ قَاَّلُآو نِمَا لُْبَيْعُ مِثْلُ لربِّٰو وَحََلَّ للهُ لْبَيْعَ وَحَرمَََّّ لربِّٰو فَمَنْ آجَاءَهُ مَوْعِِظَةٌ مِنْ ربَِّه۪ فَانْتَهٰىِ فَلَهُ مَا سَلَفََّۜ وَمَْرآهُُ لَِى للّٰهِۜ وَمَۢنْ عَادَ فَاّٰوُ۬لآئِٰكَ صَْحَابُ لنَّۜارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالدُونَ

“Faiz yiyenler ancak şeytanın çarparak sersemlettiği kimse gibi kalkarlar. Bunun sebebi onların, “Alım satım da ancak faiz gibidir” demeleridir. Hâlbuki Allah alım satımı helâl, faizi ise haram kılmıştır. Artık kime Allah’tan bir öğüt erişir de faizciliği bırakırsa geçmişte yaptığı kendisine aittir, işi de Allah’a kalmıştır. Kim de yine faizciliğe dönerse işte bunlar orada devamlı kalmak üzere cehennemliklerdir.” [1]

يَمْحَقُ للّٰهُ لربِّٰو وَيُربِْي لصَّدَقَاتِۜ وَللّٰهُ لَا يُحِبُّ كُلَّ كَفَّارٍ ثَ۪يمٍ

“Allah faizi tüketir, sadakaları ise arttırır ve Allah hiçbir inkârcı günahkârı sevmez. Allah faizi tüketir, sadakaları ise arttırır ve Allah hiçbir inkârcı günahkârı sevmez.” [2]

آيَا يَُّهَا لَّذ۪ينَ مَٰنُو تَّقُو للّٰهَ وَذَرُو مَا بَقِيَ مِنَ لرآبِّٰو نِْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve gerçekten iman etmiş iseniz faizden [3]kalanı bırakın.” فَانِْ لَمْ تَفْعَلُو فَاأذَْنُو بِحَربٍْ مِنَ للّٰهِ وَرسَُولِه۪ۚ وَنِْ تُبْتُمْ فَلَكُمْ رُؤُ۫سُ مَْوَلِكُمْۚ لَا تَظْلِمُونَ وَلَا تُظْلَمُونَ

“Bunu yapmazsanız Allah ve Resulü tarafından size bir savaş açıldığını bilin. Eğer tövbe ederseniz, haksızlık etmemek ve haksızlığa uğramamak üzere anaparanız sizindir.” [4]

Hanefî fakîhlerinden Serahsi; “fâiz’in kesin olarak haram kılındığını beyandan” sonra, fâizcilik yapanlara beş çeşit cezanın verileceğini zikretmektedir.

Birincisi: Şeytan çarpmışa dönmek. Allah Teâla:

“Faiz yiyenler, kendilerini şeytan çarpmış (birer mecnun) dan başka halde (kabirlerinden) kalkamazlar”[5] buyurmuştur.

Fâiz yiyenin karnı kıyâmet günü öyle şişer ki, ayakları onu taşıyamaz. Kalkmak istedikçe, ayakta duramaz düşer. Şeytan çarpmış insanlar gibi olur, bir türlü ayağa kalkamaz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Yediği fâizler miktarınca karnına ateş doldurulur.”

İkincisi: Bereketin kaldırılmasıdır. Kur’ân-ı Kerim’de: “Allah, fâizin bereketini tamamen giderir”[6] buyurulmuştur. Yani bu yolla kazanılan mal ve paranın bereketini Allah yok eder, demektir. Bu bereketin kaldırılması, elde edilen o fazlalıktan istifade edilememesi şeklinde de tevil edilmiştir. Öyle ki; ne fâizci kendisi, ne de evlâdı, bu faiz kazancından istifade eder.

Üçüncüsü: Allah’a karşı savaş açmış olmaktır. Allah Teâla şöyle buyurmuştur: “Eğer faizden vazgeçmezseniz, Allah’a ve Rasûlü’ne karşı savaş açmış olduğunuzu bilin.”[7] Burada fâizcilik yapanlar, Allah Teâlâ’ya karşı savaşanlar zümresinden sayılmıştır.

Dördüncüsü: İnkâr etme hastalığıdır. Allah Teâla şöyle buyurmuştur:

“Ey iman edenler, gerçekten mü’min iseniz Allah Teâlâ’dan korkun, fâizden (henüz almamış olup da) kalanını bırakın”[8] Bu husustaki diğer âyet-i kerimede: “Allah (haramı helâl tanımakta) ısrar eden çok kâfir, çok günahkâr kimseleri sevmez”[9] buyurulmuştur. Yani, fâizi helâl görerek sürekli inkârcılık yapanları ve fâiz yiyerek günaha dalmış olanları Allah sevmez.

Beşincisi: Cehennem’de ebedi kalmaktır. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur:

“(Her) Kim tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemliktir ki, orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalıcıdırlar.” [10]

Bu, ribânın (fâizin) haramlığını kabul etmemenin cezasıdır. Mü’minler; Serahsi’nin kat’î nasslara dayanarak izah ettiği bu “beş ceza” üzerinde iyi tefekkür etmelidirler.

Molla Hüsrev: “Fâiz yiyen kimsenin şâhidliği kabul edilmez. Zira, fâiz yiyen kimse fâsıktır” der. Mebsut’ta; “faiz yemekle şöhret bulmuş (tanınmış) olmak” şart kılınmıştır. Çünkü ticaretle uğraşanlar, akdi ifsad eden sebeplerden (akd-i fesid’den) çok az kurtulurlar. Bunların hepsi fâizdir. Öyle ise şâhidliğin kabul edilmemesi için; fâiz yemekle şöhrete ulaşmış (tanınmış) olmalıdır” hükmünü beyan etmektedir.

Kur’ân-ı Kerim’de fâiz günahı için kullanılan sert ifâdeler, şirk dışında başka hiçbir günah için kullanılmaz. Bunun sebebi, fâiz suçunun büyüklüğü ve şümûlü ile ilgilidir. Allah Teâlâ, zerre kadar zulmetmez. Küçük bir suça büyük cezâ vermez. Cezâ, suçun büyüklüğüyle orantılır. Fâiz konusundaki sert ifâdeler, fâizin tüm topluma zararları dokunacak, adâlet ve dengeyi bozacak büyüklükte ve doğurgan bir suç olmasından dolayıdır. Kur’an ve Sünnet’te en şiddetli dille yasaklanan fâizin mü’minler için kaçınılması gereken çok önemli bir problem olduğu gâyet açıktır. Dünyada sınıf farklılıkların ve düşmanlıkların ortaya çıkmasına zemin olması, fakir-zengin arasında uçurumlar oluşturması, sömürü ve zulmün yayılmasına sebep olan bir suçun, âhirette cezâsız kalması beklenemez. Fâizin ne büyük bir belâ olduğunu kısaca ifâde etmeye çalışalım:

  • İlk büyük tahribi, rûhî ve ahlâkî değerler üzerinde olan fâiz, korkunç bir haramdır. Çünkü fâiz, insanda bencillik, cimrilik, katı kalplilik, duygusuzluk, zaafları ve zor durumları sömürme, ihtiras, maddeye tapma gibi en iğrenç duygu ve düşünceleri geliştiren, sevgi, şefkat ve yardımlaşmaya ilgisiz kalan büyük bir sömürü aracıdır.
  • Fâiz, sosyal zararları da son derece büyük olan bir İlâhî yasaktır. Bireyleri bencil ve nefisperest kılarak bütün fertler arası ilişkileri menfaatlere dayandıran ve böylece ahlâkî çözülmelere neden olan fâiz, toplumun sâbit gelirlilerini ezen korkunç bir sömürü çarkıdır. Zira, fâize dayanan ekonomik düzenlerde mal varlığı daima fakirlerden fâizcilere ve fâizli kredi kullananlara akar. Bu sebeple rant peşindeki azınlığı giderek zenginleşen, sâbit gelirli çoğunluğu sürekli fakirleşen bir toplum yapısının oluşumu kaçınılmazdır.

Fâizli ekonomik düzenlerde zarara uğrayan, ihtirasla sömürülen grup, her zaman sâbit gelirli tüketici çoğunluk olan halktır. Fâizli krediler kullanan menfaatperest yatırımcı ve tüccarlar da ödedikleri fâizleri hep ürettikleri ve mübâdele ettikleri malların mâliyetine ilâve ederler. Malın üretiminden perakendeci esnafa kadar bütün evrelerde fâizli kredi, malın fiyatını büyük oranlarda artırır. Böylece tüketici büyük halk kesimi ezilir de ezilir. Fiyatları aşırı şekilde artıran fâiz, alım gücünü zayıflatarak tüketimin kısılmasına, kısılan tüketim de, üretimin azaltılmasına neden olur. Böylece işsizlik yaygınlaşır.

İşsiz sayısı arttıkça, işçi ücretleri düşer. Bu da giderek sosyal sefâleti doğurur ki, neticede ortaya çıkacak huzursuzluk, anarşi ve fesat, tüm toplumu boğan bir fitneye dönüşür.

Rabbimiz Kur’an’da bu gerçeği şöyle açıklar:

“... Allah fâizi mahveder. (Zekât ve infak gibi) sadakaları da arttırır...”[11]

Yüce Peygamberimiz de, mahvın iktisadî şeklinede şöyle dikkatlerimizi çeker: “Pek çok da olsa, fâizle kazanan her kişinin sonuçta fakirliğe düşmesi kaçınılmazdır.” [12]c- Ekonomik hayat için zarûrî olduğu propaganda edilen fâizin asıl büyük zararı ise, ekonomidedir. Toplum kalkınmasını engellemesindedir. Zira ekonominin emeksiz, rizikosuz büyük kazançlar, aşırı çıkarlar ve ihtiraslar üzerine kurulmasına, yani rant ekonomisine dönüşmesine ve büyük kitlenin aleyhine rantın büyümesine sebep fâizdir. Gerçek toplum kalkınması için zarûrî olan ucuz sermaye sağlanmasına ve ancak 3-5 senede üretime geçebilecek büyük ve ciddî yatırımlara rağbet olunmasına engel olan fâizdir.

Fâize dayanan ekonomik düzenlerde bankacılar kendi paraları yanı sıra, toplum kalkınması için gerekli olan paranın çok önemli bir bölümü olan halk tasarruflarına da yaptıkları sürekli reklâmlar yoluyla sahip olurlar. Böylece yalnız kendi paralarının fâizini değil; kendi paralarının kat kat fazlası olan halk tasarruflarının fâizlerini de alırlar. Sermayeye hâkim olan gözü dönmüş bu modern fâizci para babaları, düşük bir yüzde ile aldıkları paraları ancak büyük yüzdelerle devrederler. Hep büyük kârlar gözetir ve paranın parayı çektiği büyük rantı devşirirler. Her yıl büyük fâizler ödeyen yatırımcı toplum kesimi de kazancı çok olan ama çoğu kez toplum için zarûrî olmayan üretime yönelir. Böylece ciddî yatırımlar ertelenir, toplum muhtaç olduğu atılımı yapamaz. Bütün bunların sebebi fâizdir.

Kısaca değinmeye çalıştığımız bu rûhî, ahlâkî ve iktisadî zararları sebebiyledir ki Allah bize fâizi haram kılmıştır. Peygamberimiz de fâizle ilgili her çeşit işi ve işlemi yasaklamıştır. Rasûlullah (s.a.s.) fâiz yiyeni, fâiz yedireni, fâiz akdini yazanı, bu işleme kâtiplik yapanı, bunlara şâhitlik yapanı lânetledi, bunlara “Allah lânet etsin!” buyurdu.

Şurası çok iyi bilinmelidir ki, fâiz ilkelliğin, eski câhiliyye anlayışının delilidir. Aşağılığın, gericiliğin belirtisidir. O yüzden, Peygamberimiz Vedâ haccında, câhiliyye döneminde yürürlükte olan fâizin bütün çeşitlerini ayaklarının altına alıp kaldırmış ve yasaklamıştır. İslâm olmadan bir toplum mânen gelişemez. Maddî yoldan da adâletli bir servet dağılımına kavuşamaz. Gelişemeyen bir toplum da fâizi kaldıracak bir güç bulamaz. Onun mahkûmu olur. Ahlâken yükselememiş, yardımlaşma duygularıyla bezenememiş, bir bütün olarak kalkınma şuuruna varamamış ve sömürmeyi lânetleyememiş insanlar pek tabiî ki, fâize karşı çıkamazlar.

Çok büyük bir sömürü düzeni olan, toplumu kamplara bölen ve sermaye ile emeği birbirine düşman kıldığı için de sosyalizm ve komünizmin materyalizmle birlikte ana kaynağı olan fâize karşı çıkılmamasının sebebi, onun ekonomi için zarûrî olması değildir; Fâizcilerin aldatıcı propagandalarıdır. Daha da önemlisi, ona karşı çıkabilecek kadroların da bu zulüm düzeninden çıkar sağlamalarıdır. İslâm, mekanizmanın fâiz üzerinde kurulu olmasını reddeder. Milyonlardan toplanan paraların bir avuç fâizcinin yönetimine terkedilmesini onaylamaz. Mutlu ve putlu azınlığın refahı için toplumun büyük kesiminin kan ve terinin içilmesini yasaklar.

İnsan fıtratı ile çatışan fâiz olmaksızın âdil bir düzen elbette kurulabilir. Fâizin yerini kazanç ümidine, şahıs ve devlet adâletine, zekâtlı, karz-ı hasenli, şirketli sağlıklı bir ekonomiye bıraktığı bir nizamda tasarruflar tabiî ki toplanabilir. Bereketli bir düzen kurulabilir. Ama bunu kapitalizmin olmayan merhametine, fâizcilerde hiç bulunmayan insafa bırakarak sağlamak, mümkün değildir. Fâizi savunanlar ve bu sümürü düzenini ayakta tutmak için gayret gösterenler kadar fâize ve ekonomik zulme karşı olanlar çaba göstermeden adâlet sağlanamayacaktır.

Fâiz, bir kan nehridir. Buraya giren kanlanır ve kan kokar. Kan ise pistir. “Fâizli kredi alınmazsa müslüman güçlenemez” görüşü bâtıldır. Doğru olan; “müslümanlar birleşmez ve şirketleşemezse güçsüz kalırlar” görüşüdür. İslâm’ın yasakladığı ve fâillerine harp ilân ettiği tefecilik de, banka fâizciliği de büyük bir haramdır. Onda ısrar eden kişi Cehennemliktir.

İslâm, yalnız âhiret nizâmı olmadığı için fâize getirdiği dünyevî cezâlar da büyüktür. İslâm Hukukunda ribâyı/fâizi helâl gören kişi, İslâm dâiresinin dışına çıkmış bir mürteddir. Mürted, mü’minlere ne vâris olabilir, ne de miras bırakabilir. Nikâhı da düşer, mü’minlerle evlenemez. Mürtedin cezâsı çok büyüktür. Fıkıh âlimlerine göre; fâiz alıp verenler topluluksa üzerlerine ordu gönderilerek kendileriyle savaşılır. Malları da müsâdere olunur. [13]

Öyle bir karanlık ve fırtınalı câhiliyye dönemi yaşıyoruz ki, fâizden en kaçınanımız bile, Peygamberimiz’in lisânıyla fâizin tozundan kurtulamıyor.

“İnsanlar öyle bir devre ulaşacak ki, o zamanda ribâ yemeyen kalmayacak. Öyle ki, (doğrudan) yemeyene buharı (veya tozu) ulaşacak.”[14]

Öyle bir sömürü düzeni içinde yaşıyoruz ki, kapitalizm din olmuş, para da, bir kapitalist için tanrı, banka tapınak, çek ve hisse senedi kutsal bir kitaptır. “Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul; / Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul. / Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa; / Yaşasın, kefenimin kefili kara borsa!”

Ne mutlu başta fâiz olmak üzere tüm haramlardan kaçanlara, parayla imtihanı kazanıp Allah’la alışveriş yapanlara!

 

[1] ] 2/Bakara, 275

[2] ] 2/Bakara, 276

[3] ] 2/Bakara, 278

[4] ] 2/Bakara, 279

[5] ] 2/Bakara, 275

[6] ] 2/Bakara, 276

[7] ] 2/Bakara, 279

[8] ] 2/Bakara, 278

[9] ] 2/Bakara, 276

[10] ] 2/Bakara, 275

[11] ] 2/Bakara, 276

[12] ] Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 17, s. 261

[13] ] Ali Rıza Demircan, İslâm Nizamı, c. 3, s. 257-262

[14] ] Ebu Dâvud, Büyû’ 3, h. no: 3331; Nesâî, Büyû’ 2, h. no: 7, 243; İbn Mâce, Ticârât 58, h. no: 2278