47. HUTBE: GENÇLİK NEREYE GİDİYOR?

47. HUTBE: GENÇLİK NEREYE GİDİYOR? (1)

Pazartesi, 01 Mart 2021 09:12

47.HUTBE: GENÇLİK NEREYE GİDİYOR?

Yazan

GENÇLİK NEREYE GİDİYOR?

ÂYET:

آيَا يَُّهَا لذ۪يِنَ مَٰنُو عَلَيْكُمْ نَْفُسَكُمْۚ لَا يَضُركُُّمْ مَنْ ضَلَّ ذَِ هْتَدَيْتُمْۜ لَِى للّٰهِ مَرجِْعُكُمْ جَم۪يعاً فَيُنَبِّئُكُمَّْ بمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ

“Ey iman edenler! Siz kendi sorumluluklarınıza dikkat edin. Siz doğru gittiğiniz takdirde yanlış yola sapanlar size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır ve yapmakta olduğunuz her şeyi o zaman Allah size bildirecektir.”[1]

İslâmî hareket, Türkiye’de çok eskiye dayanmaz; Kur’an merkezli, tevhid eksenli çalışmalar 1975’lerden sonra dillendirilmeye başlanmıştır. Ondan önce daha çok sağcı, muhafazakâr, milliyetçi, yer yer tasavvufi etkilerle yönünü bulmaya çalışan, üstatçı, partici çizgide hareketler görüyoruz. 75’lerden sonra -hatta net bir şekilde 80’lerden sonra- yeni yeni İslâmî hareket Türkiye’de kendini göstermeye başladı. Bu İslâmî hareketin kendini göstermesinde Seyyid Kutupların, Mevdudilerin eserlerinin tercüme edilmesi ciddi mânâda rol oynadı.

Tabii, İslâmî hareketin mazisi Türkiye’de çok eski olmadığından ister istemez bazı hatalar da oldu. Bizim nesiller veya bizden bir sonraki nesillerin dönemlerinde çok sert çıkışlar yapılmıştı. Biraz tekfircilik vardı, sert tartışma üslûbu vardı. Yanlış yerlerden başlanma söz konusuydu. Şimdiki gençlerin avantajı, bu ağabeylerinin yaptığı hataları kendi tecrübe hânelerine kaydetmeleridir. Dolayısıyla bu birikim değerlendirilirse benzer hataları yapma olasılıkları da azalır. Bununla birlikte, günümüzün gençleri, ağabeylerinin gerçekten samimi, fedâkâr gayretlerine ve tevhidî birikimine, hayırlı miraslarına da sahip çıkmalıdır.

Dünyadaki İslâmî hareketlerle mukayese edilince, Türkiye’de İslâmî hareketler; ne çok önde, ne de çok geride sayılabilir. Belki; 1960’ların, 1970’lerin İhvân-ı Müslimîn’i gibi çok büyük ve uluslararası güce ulaşmış, geniş halk kitlelerine yayılmış teşkilatlara sahip değiliz. Türkiye’nin tahrif edilmiş bir din geleneğine sahip olması, elbette gençleri de etkiliyor. Buna alternatif olarak sunulan modernist çizginin de ayrı bir aşırı ucu temsil ettiğini gençler fark edebilmeli. Dolayısıyla bir taraftan gayr-i meşrû gelenek ve hurâfeler; bir taraftan modernist çizgi, diğer taraftan da devlet dini hâline getirilmeye çalışılan, Diyanet, İmam-Hatip ve İlahiyat’ın temsil ettiği resmî din anlayışı gençlerin çok sağlıklı bir İslâmî harekete sahip olmasında zorluklara sebep oluyor. Bununla birlikte, öncelikle ifade edeyim ki; ümitvârım. Sayımız az da olsa, gücümüz yeterli de olmasa, imkânlarımız sınırlı bile olsa, çok sahih/ net bir din anlayışını, eskiye göre daha sağlıklı ve daha yoğun dillendirmeye çalıştığımız bir vâkıa. Böyle bir yürüyüşün de, Kur’an nesli gençlerin İslâmî hareketinin de İlâhî yardıma paratonerlik yapacağını ümit ediyorum. Biz, sahih bir iman üzere olur ve bunu sâlih amelle hayata geçirmeye çalışırsak; Allah’ın yardım vaatleri bizi bulacaktır.

Gençlerimizi nasıl buluyoruz? Tabii, bizim bahsettiğimiz gençler, Türkiye gençlerinin, İstanbul bazında söylüyorsak İstanbul’daki gençlerin %10’unu bile aşmayan İslâmî hareket sahibi gençlerdir. Eskiye göre sevinilecek tarafları olsa bile gençlerin en azından % 90 civarı, top peşinde, kız peşinde, eğlence peşinde, rahat peşinde ve benzeri maddî olanaklar uğrunda kendini kaybediyor; her şeyini harcıyor. Gençlerin bir taraftan kendi çizgilerini netleştirmeleri, sahih bir din anlayışına sahip olmak için bolca okuyup, kendilerini donatmaları kadar; gençlik kesimine de hakkı tebliğ etme görevleri vardır. Kendimizi kurtarmak için, başkalarını kurtarmaya çalışmak zorundayız. Hani, eteği tutuşan bir itfaiye eri başka insanların kurtulması için ne kadar gayret sarf ederse etsin, çoğunlukla çözümsüz olur. Buradan hareketle söylemek gerekir ki; çok net bir çizgide olmalı ve imanı, sâlih ameli içselleştirmeliyiz.

Üniversite gençliğinin 4’te 3’ünün hiç namaz kılmadığı tespit edildi. Bu kesim, alnı hiç secdeye varmayan gençlerin sayısını belirtiyor. %25’in ne kadar namaz kıldığını -hayatlarına namazın ne oranda yansıdığı ve 5 vakit kılıp kılmadıkları yönüyle- anketler olmadığı için bilmiyoruz. Tabii, sözgelimi üniversiteli kız öğrencilerin -ki üniversitelilerin yarısına yakını- başörtülü olanları hâriç namaz kılıp kılmadıkları kıyafet(sizlik)lerinden az-çok belli oluyor. Belki, yüzde 1-2 başı açıklarda namaz kılmış olsa; oranda pek bir değişiklik olmayacaktır. Dolayısıyla üniversiteliler arasında, başörtülü kızlarımızın sayısının ne kadar az olduğunu tahmin edebiliriz. Önemli bir kesimin de, başka dâvâlar peşinde olduğunu ya da dâvâsızlık, idealsizlik peşinde bulunduğunu görüyoruz. Ki biz de, yüzde 25 namaz kılan varsa, bunların yüzde 15’ini yetersiz görüp elersek yüzde 10’luk bir kesimle övünüyoruz.

Bunlar bizi karamsar etmemeli. Nice az sayıdaki insan, çok sayıdaki insana karşı galip gelmiştir. Kur’an’da bu durum, özellikle Tâlut ve Câlut kıssası içerisinde ifade edilir ([2]). Asr-ı saâdette gâlibiyetle biten savaşların hemen hepsinde Müslümanların sayısı müşriklerden çok çok azdı. O yüzden, az olmak/çok olmak önemli değildir; önemli olan doğru bir çizgide olmamız ve kalitemizin sağlam olmasıdır. Allah’ın yardımına muhatap olacak özelliklere sahip olmamız her türlü sayı hesabından önce gelir. İnşallah, sizler bu çalışma üzeresinizdir. Bu gayretinizi görebiliyoruz. Fakat bu, dergilerle sınırlı kalmamalıdır. Israrla belirtiyorum ki, dernekle, dergiyle, toplantıyla, arkadaş grubuyla görevimizi yaptığımızı düşünürsek yanılırız. Adamlar kalkıyor, Amerika’dan; zevkini, evini, çoluk-çocuğunu bırakıyor, Anadolu’nun bir köyüne bâtıl bir dini -Hıristiyanlığı- propaganda yapmak için geliyor. Aylarca, hiçbir koşulda vazgeçmeyerek dâvâsını yaymaya çalışıyor.

Dâvâlar, hep gençler eliyle yükselir. Mus’ab bin Umeyr çok genç yaşta, Kur’an ve Din öğretmenliği yaptı. Sadece öğretmenlik değil, Medine’de devlet başkan vekilliği yaptı. Peygamberimiz (s.a.s.), Medine’ye gelinceye kadar orada İslâm’ın temsilcisi idi. Örnekleri arttırmak mümkün. Ashâb-ı Kehf de örnek olarak verilebilir.

Gençlerin ideal noktasında çok ciddi hedefleri vardır. Dolayısıyla gençler, kendilerini Allah yolunda, din uğruna ortaya korlar ve büyüklerinin tecrübelerinden de yararlanırlarsa inşaAllah, İslâm’ın geleceği daha aydınlık olacaktır.

Gençlerimiz sadece modernitenin esirleri değil; başka esaretler de var. Gelenekler, şirk eğitimi, resmî putlar… Paranın, makamın veya karşı cinsin yüceltilerek tutsaklığa gönüllü meyil...

Allah’a hakkıyla kul ol(a)mayan bir kimse, mutlaka başkasına kul olur. Eğer kendini başkasına kulluk yapacak kadar aşağıda görmüyor, büyüklük taslıyorsa -müstekbir ise- o zaman da başkalarını kendine kul edinir, yani rablik taslar. Evet, Allah’a hakkıyla kul olmayan, ya kendisi gibi veya kendinden de aşağıda olan birine kul olur ya da kendisi başkalarına rablik taslamaya çalışır. Gençliğin durumu da böyledir.

 Sadece modernite değil dedik, gençlerin etrafını saran olumsuz etkenler... Her türlü fesat dört değil, on dört yönden hücum etmekte. Örnek olarak; çocukları ve gençleri ilim yönüyle geliştirmesi gereken eğitim kurumları, onları bilgi yönüyle donatmaktan öncelikli olarak bir müşrik vatandaş yapmak için gayret sarf etmektedir. Okulların açılması ve kapanmasında ‘âyin’ diyebileceğimiz törenlerden tutun da siyer gibi birilerinin hayatının anlatılmasına kadar, bundan daha önemlisi; öğretilen bilgilere “vahy”i asla referans kabul etmeyen, vahyi tümüyle dışlayıp reddeden; onun yerine başka ölçüler kabul eden bir sistem var.

Bunların arasında modernitenin altını çizebiliriz. Modernite, sadece bir iki alanda kendini göstermez. Ahtapotun kolları gibi, gençleri her yönden sarar. Modernitenin kendine göre bir dünya görüşü, bir ekonomisi, israf, marka ve tüketim anlayışı vardır. Modernitenin kendine göre bir İslâm(!) anlayışı da vardır. ‘Ilımlı İslâm’ dedikleri, muhafazakâr, sağcı, liberal, namazını kılıp başka bir şeye karışmayan, hiçbir şeyi reddetmeyen bir Müslümanlık anlayışı vardır. Modernitenin insanı uzlaşmaya mecbur eden çıkarcı bir yaklaşımı vardır. Modernitenin Müslüman anne ve babalarımıza bile etki ederek, onları dâvâ adamı bilincinden uzaklaştıracak cazip teklifleri vardır. Yani bütün bunları tek tek, başlıklar halinde inceleyemeyeceğimize göre biz; Kur’ân-ı Kerim’de “atalar dini” denilen, İslâm’a düşman örf ve âdetler, gelenek ve görenekler kadar, Batıdan gelen anlayışlara, modernist İslâm anlayışına ciddi mânâda önyargılı bakmalıyız. Batıdan gelen her türlü teknik araçlar bile, yan etkisi çok fazla olan uyuşturucu haplar gibidir. Batıdan gelen ve dinle direkt ilgili olmadığı düşünülen aygıtların bile geçici olarak faydaları düşünülebilir, ama bir hastalığı giderirken başka nice hastalıklara sebep olacak, insanı uyuşturacak ve daha kötüsü alışkanlığa sebep olacak ilaçlar gibi olduğunu ve bize hapı yutturmak isteyenlerin hiç de iyi niyetli olmadıkları kabul edilmelidir. Batı, önce ruhundan, hislerinden yakaladı insanımızı. Kirletip hasta ettiği insanın iç dünyasını tedavi adı altında psikolojik haplar sunarak uyuşturdu, uyuttu. Uyutucu ve uyuşturucu işlevi gören futbol, müzik, film ve diziler, internet siteleri ve benzeri birçok aracı sayabiliriz. İşte modernite günümüz insanına sunduğu teknolojik aygıtlarla ve sunduğu diğer imkânlarla; bizi ideallerimizden uzaklaştıran, dikkatimizi yoğunlaştırmamamız gereken, arka planında çokça ihanetin gizlendiği bir alandır.

BUNLARDAN NASIL KAÇINABİLİRİZ?

Bunlardan ne kadar kaçınabileceğimiz tartışılır. Çünkü devlet her yönüyle modern bir çizgiyi benimsemiştir. Dolayısıyla bu, topluma da yansımıştır. Çoğu başörtülü kızlarımıza bakıyoruz: Modernizm onları bile tepeden tırnağa kuşatmış durumda… Hatta bazılarının başörtülerinin ve giysilerinin markası ‘Bak Bana’ olmuş.

Kızlarımızı eleştirip erkekleri eleştirmemek olur mu? Erkeklerimizde de modanın esiri olmuş bir tavır gözlüyoruz. Bazen erkeklerin dışından belli olmuyor, ama ‘başörtülü çıplaklar’ diyebileceğimiz, ‘üstü Mekke altı Paris’ diye alay konusu edilen o kızlarımızın konumu, erkekler için de geçerli. Erkeklerimizin ve kızlarımızın dış görünüşleri Batılılı efendiler tarafından şekillendirilirken bir de zihinlerini ve gönüllerini tahmin etmeye çalışalım.

Maalesef gençlerimizin önemli bir kesiminin gönülleri işgale uğramış durumda. Gençlerimiz Afganistan’ın ve Filistin’in işgaline ağıt yakmadan önce, kendi evlerinin, okullarının, sokaklarının; ondan da önce kendi kafa ve gönüllerinin işgal edilip edilmediğini değerlendirmeli ve cihadı Afganistan cephesinden önce, kendini kuşatmış bu modernist cephenin acımasız saldırılarına karşı bayraklaştırmalıdır.

Modernitenin etkilerini açıkça görüyoruz. Parfümeri, kozmetik, kıyafet vs. satan mağazaların, mağaza toplamının yarısından fazlasını oluşturduğunu görebiliriz. Dolayısıyla, insanların sadece tüketmeye, modernite adına tüketirken de tükenmeye yöneldiğini söyleyebiliriz. Sonrasında da insanlarımızı moderniteye ayak uydurma yolunda tükenirken ‘para yetmiyor’ şikâyetleriyle yakınırken görüyoruz. Koltuğumuz olmasa, televizyonumuz olmasa ne olacak? Ayakkabımız ‘Nike’ olmasa, 20 Lira’lık bir ayakkabı giyilse insanî değerlerimiz mi kaybolur?

Bir soru sorsak; “14 asır önce Medine’de mi, yoksa 21. Y.Y.’da Paris’te mi yaşamak istersiniz?” diye… Çoğunluğun Paris diyeceği bir gerçektir. Neden böyle? Bu sorunun cevabı başkalarını suçlamakla değil, kendimize görev bilinci yüklemekle bulunabilir. Yani bunlardan kaçınmanın ilk aşamasında iğneyi kendimize batırarak görev bilincine ulaşmak gerekir.

İMAM-HATİP LİSELERİNİN DİĞER OKULLARDAN NE KADAR FARKI VAR?

İmam-Hatipleri İslâmî okul olarak nitelendirenlere şiddetle tepki göstereceğimi belirtmeliyim. Sanki onlar sistemin okulları değil. Sanki oradan yetişenler düzenin herhangi bir kurumunda, düzeni daha bir güçlendirmek için yetişmiyor. Sanki oradaki, törenler/âyinler diğer okullardan farklı. Sanki orada putların/ putçuların hâkimiyeti yok. Sanki orada eğitim sistemi vahye dayalı; sanki orada çocuklar tümüyle Kur’an’ın istediği eğitimi alıyorlar; peygamber mirasçısı şekilde yetişiyorlar. Böyle olsaydı, çok başka olurdu. İmam-Hatiplerden beslenen camilerin hali bambaşka olurdu. Tam tersine, İmam-Hatipler de yarım hoca yetiştirmenin, camiye gelen insanlara devleti, düzeni sevdirmenin, vatandaşla devlet arasında bir köprü oluşturmanın, devletin istediği bir dinin insanlara anlatılmasının misyonunu üstlenmektedir. Tevhidle, şirkle, tâğutla, İslâm Devleti’yle ilgili hiçbir konunun camilerde anlatılmayacağına dair devletle gizli bir anlaşma yapmanın, hakla bâtılı karıştırarak anlatmanın gönüllü fedailerine benziyor bu kurumdan yetişmiş görevliler. “Niye doğruları anlatmıyorsunuz?” diye kendilerine sorulunca, çoğu imamın; “biz emir kuluyuz” dediklerine şahit oluyoruz. İnsanları Allah’a kulluğa dâvetle görevli olması gereken bu kişilerin kendileri “Allah’ın kulu” değil, devletin kulu olmayı gayet normal kabul eden yaklaşımları var. Niye laik devlet, halkın yaptırdığı İmam-Hatiplere istediği gibi öğretmen tayin ediyor? Bıraksın, halk kendi hocalarını kendi bulsun, maaşını da kendisi versin, kimin ne okutacağını kendi belirlesin. Haa, devlet, Müslümanlığı çok seviyor(!), “bu gariban halka zahmet olmasın(!), cami binasını, cami görevlisi İmam-Hatibin binasını halk yapıyor, onları daha fazla masrafa sokmayalım, hiç olmazsa imamların ve İmam-Hatip öğretmenlerin maaşlarını biz verelim; din için, Alah rızası için(!) bir katkımız olsun!” diyor; öyle mi? İnanan beri gelsin!

Gençliğin yozlaşması, ahlâksızlaşması, dinsizleşmesi kimsenin umurunda değil. Okullardaki, sokaklardaki, çarşılardaki, kurumlardaki şirkten, fesattan kim ve kimler birinci derece sorumlu? Önceliği kim nereye verme hakkına sahip? Tâğutu reddetmeden iman geçerli olabilir mi? “Lâ”sı olmayan bir din, Allah’ın dini vasfına mı, ılımlı İslâm(!) sıfatına mı lâyıktır? Tevhidî iman olmadan Allah korkusu, Allah korkusu olmadan ahlâk, ahlâk olmadan insanlık olur mu? Soruları çoğaltmak mümkün. Ama bu soruları kime soracağız ve nasıl bir cevap bekleyeceğiz?

Modern Türkiye oluyoruz. Batıdan da Batılı oluyoruz. Kurtarıcı sayesinde, kurtarıcılar sayesinde iyice bir kurtulmaya az kaldı. Avrupa’da bile bu denli İslâm’a, İslâm’ın dışa yansıyan görüntülerine düşmanlık göremezsiniz.

Tabii bunlara kızmakla bir yere varamayız. Onlar görevlerini yapıyorlar. Bizim Müslümanlar ne yapıyor? Onlarla uzlaşan, demokratik yollarla bu işlerin çözümünü düşünen, dinlerini müdafaa bile edemeyen, kabuğuna çekilmiş Müslümancıklar… Sanki imtihan için değil de dünyaya seçim veya geçim için gelmişler gibi yaşayan, daha çok zengin olmayı en önemli hedef kabul eden, sadece geçim derdiyle uğraşan, yalnız dünyevî ve basit başarılara endekslenmiş hayat sürenler, gittikçe daha nesneleşiyor, daha edilgen hale geliyorlar. Bazıları da sadece namaz kılıp tesbih çekmekle işin biteceğini sanıyor. Allah da çalışanlara neticeyi veriyor. İlâhî kanun, sünnetullah bu: “İnsan için, ancak çalıştığının karşılığı var. O çalışmasının karşılığını görecek.”[3] Kâfirler çalışırsa zafer onlara gülümser tabii.

ÇÖZÜM NEREDE?

Zaten problemler, çözümü de içeriyor… Ne yapılması gerekiyor? Bugün genel boyutta kitapsız devlet yoluyla, kitapsız toplum ve kitapsız gençlik yetiştirildiğini kabullenmek zorundayız. Bu ifade ağır gelse bile… Dolayısıyla devlet dinsiz devlettir, düzen cahiliye düzenidir. Cahiliye, sadece peygamberimiz döneminde yaşanıp bitmiş bir olgu değildir. Günümüzde de nerede Kitab’ın yönlendirmediği bir toplum varsa, orada cahiliye vardır.

İşte, cahiliye egemenliğinde peygamberler tedaviye/çözüme nereden başladıysa bizim de oradan başlamamız gerekiyor. Kur’an; cahiliyeyi yok etmek için hangi çözümleri sunduysa biz de o istikamette ilerlemeliyiz. Yani, on üç sene Mekke’de inzal olan vahiy, hep tevhid ve iman konularını içeriyordu. Biz de hep bu konuları işleyecek ve bu hususları önemseyeceğiz.

Kur’an ilk aşamada insanlara hükümler, çokça ibadetler ve yasaklar getirmedi. Hz. Peygamber, ilk aşamada insanların içki içmeleriyle, faizli işlemleriyle değil, gönüllerinin ve kafalarının cahiliyenin pisliklerinden temizlenmesiyle ilgileniyordu. Tevhidî esasları anlatıyordu.

Tevhidin hâkim olmadığı bir coğrafyada ahlâklı olmak ve ahlâkı hâkim kılmak, delik kabı suyla doldurmaya çalışmak gibidir. Allah korkusunun olmadığı; cennet sevgisinin bulunmadığı bir toplum, ahlâk kurallarıyla kendine gelecek değildir.

Bugün, nâfileleri, ihmal edilen nice farzların önüne geçirmenin, ibâdetlere tevhid ve şirke ait hususlardan daha fazla önem vermenin çok yanlış olduğunu vurgulamalıyız. Evvelâ insanımızın gönlündeki şirk virüslerini yok etmek gerekiyor. Bu mikropları yok sayarak sadece ibâdetleri anlatmak veya bunlarla uğraşmak, çöp kutusuna temiz gıda atmaya benzer…

Din ‘Lâ ilâhe’ ile başlar. Önce bir red, bir isyan, bir ‘hayır’, bir temizlik mekanizması, cahiliye pisliğine her yönüyle bir direnişte bulunan bir tavır gerekir ki; o temizlenen yere tertemiz bir İlâh anlayışı yerleşmiş olsun. Öteki türlü hakla bâtılın karıştırıldığı bir ortam oluşturulur. Bu da Müslümanlığın doğru anlaşılmasını zorlaştırır.

Bizim, bugün var olan ve giderek ivme kazanma eğilimindeki ‘Ilımlı İslâm Anlayışı’na net ve sert tepki göstermemiz; İslâmî değişim ve dönüşüm talebi olmayan, uzlaşmacı, ulusalcı, sağcı, muhafazakâr çizginin Kur’an İslâm’ına birinci derecede engel olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Tabii bu vurgu, boşalan yerin tevhidî bir yaklaşımla doldurulmasını gerekli kılıyor. Kolay işler değil bunlar… Bunu halka net bir şekilde sunabilecek imkânlara sahip değiliz. Halkın, Allah’ın anlattığı dini, peygamberin vurguladığı tevhidi anlayacak altyapısının -şu an için- olmadığını zannediyoruz. Sesimiz de çok güçlü çıkmadığından, nebevî öncelik ve nebevî usûlle anlatılan şeyler cahiliye toplumu tarafından kabullenilmeyebilir. Çünkü yıllardır din adına farklı şeyler öğretildi insanımıza.

Gençlerin farkı burada anlaşılıyor. Meselâ, dört gence, onları dışlamayıp değer vererek, güzel bir üslûpla tevhidi anlatsak, bunlardan en az üçü bize kulak verecektir. En azından zihinlerinde soru işaretleri oluşacaktır bu gençlerin. Mümkündür, bilinçli bir şekilde kabul edecek yahut bilinçsizce reddedecekler. Onun için kitlelere yönelmeden önce gençlere yönelmeliyiz. Ama gençlere “falan gazeteyi okuyun”, “filan dergiye abone olun”, “falan partiye üye olun”, “filan derneğe kaydolun” diyerek yaklaşmamalıyız. Bu gibi parçacı yaklaşımlardan uzak durmalı; insanları Allah’a, Kur’an’a davet eden bir anlayışa sahip olmalıyız. Gençlere ‘Şu cemaate gel’ demekten öte, ‘Kendine gel!’ demeliyiz. Eğer güzel ve sürekli bir davetle yoğrulursa gençler, içlerinden bizden çok daha sahih imanlı, çok daha bilgili insanlar çıkıp yetişeceğine inanıyoruz. Ve bu konuda başta söylediğim gibi, ümitliyiz.

 

[1] ] 5/Mâide, 105

[2] ] 2/Bakara, 246-251

[3] ] 53/Necm, 39