Pazartesi, 01 Mart 2021 13:15

75.HUTBE: MODERN FİTNE ODAKLARI

Yazan

MODERN FİTNE ODAKLARI

AYET:  

وَتَّقُوْ فِتْنَةً لاَّ تُصِيبَنَّ لَّذِينَ ظَلَمُوْ مِنكُمْ خَاآصَّةً وَعْلَمُوْ أنَّ للّهَ َشَدِيدُ لْعِقَابِ

“Ey mü’minler! Öyle bir fitneden sakının ki, o, sizden yalnızca zulmedenlere dokunmaz. Bilin ki gerçekten Allah, (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.”[1]

وَخْتَارَ مُوسٰى قَوْمَهُ سَبْع۪يِنَ رجَُلاً لِم۪يقَاتِنَاۚ فَلَ آمَّا خََذَتْهُمُ لرجَّْفَةُ قَالَ ربَِِّ لَوْ شِئْتَ هَْلَكْتَهُمْ مِنْ قَبْلُ وَيَِّايَۜ تَُهِْلِكُنَا بمَا فَعَلَ لسُّفَ آـهَاءُ مِنَّاۚ نِْ هِيَ لَِّا فِتْنَتُكَۜ تُضِلُّ بهَا مَنْ تَ آشَاءُ وَتَهْد۪ي مَنْ تَ آشَاءُۜ نَْتَ وَليُّنَا فَاغْفِرْ لَنَا وَرحَْمْنَا وَنَْتَ خَيْرُ لْغَافِر۪ينَ ﴿١٥٥﴾

“Mûsâ, kavminden, belirlediğimiz yere gitmek için yetmiş adam seçti. Onları sarsıntı yakalayınca (bayıldılar). Mûsâ, “Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de bundan önce helak ederdin. Şimdi içimizden bir takım beyinsizlerin işledikleri günah sebebiyle bizi helak mı edeceksin? Bu sırf senin bir imtihanındır. Onunla dilediğin kimseyi saptırırsın, dilediğini de doğruya iletirsin. Sen bizim velimizsin. Artık bizi bağışla ve bize acı. Sen bağışlayanların en hayırlısısın” dedi. [2]

FİTNENİN ORTAYA ÇIKIŞI VE ZARARLARI

Peygamberimiz (s.a.s.) kendinden sonra meydana gelecek ve müslüman toplumun dirlik ve düzenliğini bozacak çeşitli fitnelerden ümmetini sakındırmıştır. Bu fitnelerin özelliklerini de sayarak bunları ümmetine tanıtmıştır. Ümmetin birliğini bozan faâliyetler, fırka fırka olmalar, dinî ve siyasî çekişmeler, müslümanlar arasında çıkan bağy (azgınlık) gibi olaylar, İslâm uğruna çalışma gayretinin azalması, zâlim yöneticilerle mücâdele edilmesi gerekirken onlara dalkavukluk yapılması, din bağının zayıflaması, dinden dönmelerin artması birer fitnedir. Fitne zamanında bereket azalır, sâlih ameller az yapılır, aç gözlülük artar, çıkar ve kan dâvâları sürüp gider, dinî konularda câhillik yaygınlaşır, can ve mal güvenliği kalmaz. İnsanlar arasındaki güven kaybolur, hak ve hukuka riâyet edilmez. Hatta öldüren niçin öldürdüğünü, ölen de niçin öldüğünü bilmeyecek kadar her şey birbirine karışır. Haklı haksız belli olmaz, anarşi, kaos, huzursuzluk ve emniyetsizlik alıp başını gider. Böyle bir fitne ortamında mü’minlere düşen, fitnelere karışmadan, gücü yetiyorsa fitneyi önlemeye çalışmak, yetmiyorsa bir kenara çekilip mü’minlerin hayrına duâ etmek, ya da fitneyi ve fitneye bulaşma tehlikesi olan işleri terk etmektir.

Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin rivâyetine göre Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kıyâmetten hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi fitneler meydana gelecek. Kişi o fitnelerde mü’min olarak sabaha erer, akşama kâfir olur; mü’min olarak akşama erer, sabaha kâfir çıkar. O fitne zamanında oturan ayakta durandan, ayaktaki yürüyenden, yürüyen koşandan hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun. Sizden birinizin evine girerlerse Hz. Âdem’in iki oğlundan hayırlısı olsun (ölen olsun, öldüren değil).” [3]

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İhlâs sahibi kimselere ne mutlu! Onlar hidayet meşaleleridirler. Her türlü karanlık fitne onlardan uzak kılınmıştır.”[4]

Yine, Peygamberimizden şöyle rivayet edilmiştir: “Biliniz ki, kim Allah’tan sakınırsa Allah, onun için fitnelerden bir çıkış yolu ve karanlıklarda bir nur verir.”

Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İnsana hatalarının çok olması, amelinin azalması, hakikatinin az olması, gece leş olması, gündüz boşta gezmesi, hiçbir şeye şevki olmaması tembel ve rahatına düşkün olması fitne olarak yeter.”[5]

Hz. Ali şöyle buyurmuştur: “Her kim fitne ateşini yakarsa, kendisi de yakıtı olur.”[6]

Yine Hz. Ali (r.a.) şöyle buyurmuştur: “Dünyaya bağlanmak, en büyük fitnedir.”

Fitneler karşısında dili tutmak (zamanımızda kalemi de tutmak), fitnelerden râzı olmamak, fitneye düşenler arasında uzlaştırıcı olmaya çalışmak, kendi yandaşına değil; hak ve adâlete destek olmak en iyisidir. Mü’minler fitne ortamını Peygamberimiz’in târiflerinden hareketle tanırlar ve mümkün olduğu kadar kendilerini bu zararlı fitnelerden korumaya çalışırlar. Fitneler bazen yavaş yavaş ortaya çıkar. İnsan kimi kez bunun farkında olmayabilir. Bir yere fitne girince de orasını kolay kolay terk etmez. İyi düşünmedikleri ve iyi hesap etmedikleri için fitneye bulaşanlar, pek çok zarara uğrarlar ve çoğu zaman fitne içinde olduklarını bile düşünmezler.

Fitneler bazen de Din’de grup grup (fırka fırka) olmak yüzünden de çıkabilir.[7] Herkes kendi görüşünü en doğru kabul eder, başkalarını bâtılda, yanlışta ve sapıklıkta görürse, müslüman cemaat arasına fitne girmiş demektir. Bunun sebebi kimilerinin grubunu veya cemaatini, o gruba ait görüş ve prensipleri Din’in önüne koymasıdır. Bu hataya düşenler bundan sonra başkalarına “öteki” gözüyle bakmaya başlarlar. Bu yanlış bakış açısından da anlaşmazlıklar, fitneler ve kavgalar doğar. Bundan dolayı hiç kimse bağlı bulunduğu grubu, cemaati, hizbi Din’in ilkelerinin önüne koymamalıdır.

Fitne zamanında yalan artar, ilmin getirdiği ölçüler dinlenilmez, gerçekler bir işe yaramaz. İlim ve gerçekler çok rahatlıkla istismar edilir, hatta fitneyi artırıcı bir şekilde kullanılır. Herkes kendi görüşünü doğru kabul eder ve onu gözü kara bir şekilde savunur. Fitneye bulaşanlar için din ve onun hükümleri lafta kalır. Kişilere ve gruplara câhillik yön verir, akl-ı selimden çok hevâlara uyulur. Fitneye düşenlerin hedefleri belli değildir. Kör kuyuya taş atanlar gibidirler. Fitne zamanında dinî hükümlerle, fitneye yön veren güçler arasında derin bir uçurum meydana gelir. Bu bir anlamda zorba güçlerin müslümanların yönetimini ellerine geçirip İslâm’ı ve onun hükümlerini yürürlükten kaldırmalarıdır. Onlar, insanlara dinin emir ve yasaklarının zor olduğunu aşılarlar. Dinden dönmeyi teşvik ederler ve bunun alt yapısını hazırlarlar. İnsanlar zengin olsa bile Allah yolunda harcama ahlâkı azalır. Asâletli ve yüce karakterli insanların sözü dinlenmez. Meydan âdi ve kötü kimselere kalır. Değerlere hücum edilir, haysiyetlere dokunulur, belki canlara bile kıyılır. Böyle bir ortamda hak ve adâletten yana olanlar, şeref ve haysiyetine değer verenler ile İslâm’a gönül verenler; ölümün yaşamaktan daha hayırlı olduğunu düşünürler.

Mü’minlerin karşılaştıkları bütün güçlükler ve ellerinde bulunan bütün nimetler ve imkânlar birer fitne/deneme sebebidir. Günümüzde, eskiye oranla insanların ellerinde daha fazla imkân ve eşya var, daha fazla nimetlere sahipler. Eskiden karşılaşılan pek çok zorluklar ve darlıklar, yerini kolaylık ve konfora bıraktı. İşte bütün bu imkânlar ve nimetler birer fitnedir/imtihandır. Bazı müslümanların karşılaştıkları baskılar, işkenceler, zulümler, haksızlıklar birer fitnedir. Müslüman ülkelerin zorbalar, diktatörler, tâğutlar, zâlimler veya zulüm düzenleri tarafından ele geçirilmesi bir fitnedir. Onurlu mü’minlerin bu zorbalarla ve zâlimlerle mücâdele zorunda kalmaları, kendileri hakkında bir fitnedir, sınav sebebidir. Özellikle modern toplumlarda ortaya çıkan ve giderek bütün dünyaya yayılan; şirk, ilhad, ahlâksızlık, sapıklık, isyan ve günah rüzgârları birer fitnedir.

Müslüman nesillerin karşı karşıya kaldığı inkârcılık, dünyalıklara aşırı derece bağlanma, Din’in emirleri karşısındaki duyarsızlıklar birer fitnedir. Müslümanların bölünmüşlüğü, fırka fırka olmaları, aralarındaki çekişmeler, müslüman ülkeler arasındaki yapay sınırlar birer fitnedir. Her bir müslüman; içinde bulunduğu şarta, elindeki nimete ve karşılaştığı güçlüğe göre fitneye uğratılıyor, denemeye tabi tutuluyor.

Müslümana düşen, varlık tablosundaki âyetlerden, oluşlardan ve karşılaştığı denemelerden ibret alması, Allah’tan gelen fitneyi kazanmaya çalışması ve bizzat kendisinin fitnelere sebep olmamasıdır.[8]

İslâm tarihinin ilk dönemlerinden siyâsî sebeplerle ortaya çıkan iç ihtilâf ve sürtüşmeler, âlimlerce fitne olarak değerlendirilmiştir. Hz. Osman’ın şehid edilişi ilk fitne olarak kabul edilmiş, Cemel ve Sıffîn vakaları, Hz. Ali’nin şehâdeti, Muâviye’nin meşrû halifeye isyanı ve oğlu Yezid’i kendisinden sonra devlet başkanlığı için veliaht seçip insanlardan zorla beyat alması, onun da Hz. Hüseyin’i şehid ettirmesi, yani Kerbelâ fâciası gibi ümmet içinde ve devlet bünyesinde ortaya çıkan karışıklıklar büyük fitneler olarak kabul edilmiştir. Bu tür fitneler sonucu birçok müslüman hayatını kaybetmiş, yeni yeni bâtıl mezhep ve anlayışların ortaya çıkmasına bu fitneler sebep olmuştur. Açılan bu çeşit yaraların kanları zamanımıza kadar dinmemiştir.

Fitnenin duayeni; ilk fitneci, İblis’tir. İlk cinâyet işleyen, haksız yere kan döken Kabil; dini yozlaştırıp, yöneticilerin arzuları doğrultusunda hakka bâtılı karıştıran din tüccarı Bel’am; zorbalıkta Nemrut; kendini tanrı ilân etmek sûretiyle Firavun; Muvahhidleri putçuluğa çağıran Sâmirî; Hakka sırt çevirme, kibir, kin ve nefretle, İslâm düşmanlığıyla yahûdi; tâğut ve müşriklerin gizli işbirlikçisi ve ajan provakatör özelliğiyle münâfık; Mekke’li müşriklerin içinde tevhid düşmanlığının simgesi Ebû Cehil “fitne” tarihi konusunda isimleri lânetle anılan öncüler durumundadır. Bütün bu isimler, kendi özellikleri içinde fitnede farklı bir çığır açtıkları için, tâkipçilerinin günahlarının bir mislini de kendi üzerlerine alacak kadar nefislerine zulmeden kimliklerdir. Bunlar, tarihî kişilik olmaları yanında, her devirde ve her ülkede görülebilecek semboller, prototipler olarak da değerlendirilmelidir. Allah’ın hükmünü uygulamadan kaldırıp beşerî ideoloji ve tâğutî düzenleri insanların başına büyük fitne olarak musallat eden kimliği de fitne duayenleri/pir ve üstadları arasında unutmamak gerekecektir.

Emperyalizm, hakkı olmayanı gasbeden uluslararası sömürü ağının plan ve program odağı, eylem biçimi anlamına gelir. Emperyalizm ve siyasal, sosyal yansımaları, son çağların büyük fitnesidir. Çağdaş insan, her yönüyle sömürülmekte, ezilmekte ve fitneye uğramaktadır. Hukuk sömürüsü, kültürel sömürü, ekonomik sömürü, ahlâk ve din sömürüsü, yer altı ve yerüstü zenginliklerin sömürüsü, eğitim adına, özgürlük adına, moda adına yapılan sömürü, savaşla, katliâmlarla yapılan sömürü...

İnsanların ezilip sömürülmesi için zayıf bırakılmaları gerekir. Birey ve toplumu zayıf düşürebilmenin en etkili yolu da anlayış ve yaşayış olarak “din” ve ona bağlı dinamikleri yozlaştırmaktır. Dinin yozlaşması, tahrifle, kavram kargaşasıyla, hakka bâtılı karıştırmak sûretiyle, dinin hâkim olmasına giden yolları tıkamakla, insanları dinlerini yaşayamayacak şekilde dinden soğutmak, câhil bırakmak vb. şekillerde olur. Bütün bunlar, toplumu derinden sarsan büyük fitnedir. Fitne, toplumu yok eden ve güçsüz bırakan en güçlü silâhtır. Fitne başı olan tâğut ve zâlimler, bu silâha toplum içerisinde bulunan uygun karakterleri kullanarak veya uygun kimlikleri bizzat yetiştirerek sahip olurlar. Uygulanan kapitalizm ve materyalizm gibi fitne zihniyetiyle insanları tüketim köleleri haline getirenler, karınlarını doyurmaktan başka bir şey düşünmeyen insan tipi oluşturmakta, düşünce, tefekkür, ibâdet ve cihad gibi insanı insan yapan temel dinamikleri devreden çıkararak sömürü fitnesini alabildiğine yaygınlaştırmaktalar.

Çok yönlü işgal güçlerinin keşif kolu durumundaki oryantalizm (şarkiyatçılık) ve misyonerlik çalışmaları, yahova şâhitlerinin insan avlama yöntemleri, modern fitne odaklarındandır. Çağdaş fitne tarikatı olan mason cemiyetleri, lions ve rotary klüpleri de yahûdi emperyalizminin ahtapotvari kollarıdır. Filistin’de kadın-erkek, çoluk-çocuk bütün müslümanlara kan kusturan terörist İsrâil adlı açık fitnenin yanında; gizli veya değişik kamuflajlar içinde siyonizm fitnesi, İsrâil’le işbirliği çerçevesinde insanları yahûdi çıkarları doğrultusunda yönlendirme ve denetime almaya çalışıyor. Müslümanların yaşadığı ülkelerde halktan gizli olarak askerî faâliyetlerini sürdüren üsler de ayrı bir fitne organizasyonundan başka bir şey olmasa gerekir. Üsler aracılığıyla insanları gözleyen fitne odakları, yeryüzünü parsellemenin ötesinde, uzaya bile uydular yerleştirerek mahremiyet ve sır diye bir şey bırakmamaya çalışıyor; gökyüzünde de üsler kurma gayreti gösteriyorlar. Gizli haber alma teşkilatları olan başta, CIA, MOSSAD ve KGB gibi sınır ve ülke ayrımı gözetmeden herkese yönelik her çeşit fitnenin tezgâhlanıp uygulandığı yerlerdir. Bunları örnek alan ve yer yer işbirliği yapan müslümanların yaşadığı memleketlerdeki istihbârat örgütlerini de unutmamak gerekir.

İslâm’ın dışındaki tüm dünya görüşleri, ideolojiler, izmler ve düzenler fitnedir; hem de fitne doğuran ana fitnelerdir. Irkçılık, bölgecilik, mezhepçilik (mezhep bağnazlığı), cemaat taassubu, particilik, futbol fanatikliği, müzik düşkünlüğü, para hırsı, makam sevdâsı, şehvet tutsaklığı, moda hastalığı, televizyon esirliği, ideoloji çığırtkanlığı, tedbir adı altında zâlim ve tâğutlardan gereksiz korku, ümmeti saran çağdaş fitnelerdendir. Biraz sert ifadeyle, bugünkü kullanımıyla ilgili olarak ve çoğu kanalların misyonundan dolayı “fitnevizyon” denilebilen tv.nin, okunmak için değil de daha çok bakılmak için alınan boyalı basının, yani medyanın “haber” adı altındaki, müslümanları uyuşturma, karalama ve yönlendirmelerinin, fitnenin en olumsuz anlamlarıyla paralellik arzettiğini unutmamak gerekiyor. Bırakın İslâm düşmanı kâfir düzencilerin verdiği haberi, müslüman da olsa, açıktan günah işleyen fâsıkların aktardığı haberlere bile araştırmadan inanmamayı emreden Kur’an,[9] bizi fitne kaynaklarına karşı uyarmaktadır.

Bâtıl ideolojilerin egemenliği ve emri altındaki resmî din kurumlarını da unutmamak gerekiyor. Laikliğin, hatta din düşmanlığının resmî devlet politikası olarak uygulandığı yerlerde din kurumlarının özerk olması elbette fitnecilerin işine gelmez. Dinin devlet olmadığı yerde ister istemez devlet dini ortaya çıkacaktır. Bu ülkelerde sistemli bir şekilde câmiler kiliseye, imamlar papazlara; müslümanlar da laik kâfirlere benzetilmeye çalışılmaktadır. Din adına gerçek dine hücumlar yapılmaktadır. Din çarpıtılmakta, düzene ve kanunlara uygun hale getirilmek için kuşa benzetilmektedir. Bir sürü ilkel ve modern hurâfe din adına insanlara takdim edilirken; tevhid ve her çeşit fitneye karşı savaşın çeşitli adları olan cihad unutturulmakta ve dışlanmaktadır. Firavunun emrinde ve hizmetindeki Bel’am’ın rolünü üstlenen ve hatta kraldan fazla kralcı olan kişiliksizler, her devirde ortaya çıkar. Bunların elinde din, halkı uyuşturan afyon, âyinsel tören ve düzenin emniyet sibobu, koltuk değneğidir.

GÜNCEL FİTNELERDEN BAZILARI

Devlet, devleti temsil eden modern kutsallar, tâğutlar ve yüceltilen tağuti değerler…

Particilik, hizipçilik, bağnazlık…

Müzik, spor tutkunluğu, futbol fanatikliği…

Cep telefonu bağımlılığı, internet tutkunluğu, dizi hastalığı…

Aşk ve karşı cinse karşı aşırı ilgi ve saplantılar…

Eğlence ve rahat düşkünlüğü, marka ve lüks takıntısı…

Parayı tanrılaştıracak kadar sevmek, paraya sahip olmak için her yolu kabul etmek…

Ümmet arasında, farklı gruplar ve cemaatler arasında tefrika ve tekfir…

Çok çeşitli hurâfe ve bid’atler…

Irkçılık, kavmiyetçilik, hemşehricilik…

Birey olarak bir müslüman için en büyük fitneler; “servet”, “şehvet” ve “şöhret”; toplum olarak da; “devlet”, “cemiyet” ve “âdet”tir. Bütün bu fitne odaklarına karşı mü’minler, fitne/sınav bilincine sahip olarak, her davranışlarının ibâdet ve cihad olacağı şekilde fedâkârlığı kuşanmak zorundadır. Sayılamayacak kadar çok başı olan ve ağzından ateş saçan ejderha gibi çetin fitnelerle kuşatılan günümüz müslümanı, gününü gün etmekle, kâfirler gibi sadece geçim derdiyle uğraşmak veya müzik ve futbol gibi uyuşturucularla vakit geçirmekle, ya da namazını kılıp başka şeye karışmamakla; kendini ve evlâdını, çevresini ve dünyayı fitneden nasıl kurtaracak, görevini nasıl yerine getirmiş olacaktır? Dünyayı cehenneme çeviren ve âhireti de mahveden fitneler çok ve büyük, doğru; ama unutmamak lâzım, cennet de ucuz değil! Her şuurlu müslüman, öncelikle kendisi, fitne unsuru olmamalı, fitnecilerle işbirliği yapmamalı, onların emrinde ve yardımında bulunmamalıdır. Sonra, hiçbir fitne kalmayıncaya kadar savaşla, mücâdeleyle görevli olduğunu unutmamalıdır. Tüm yeryüzündeki bütün fitneleri kaldırma görevi kendilerine verilmiş müslümanlar, devlet çatısını zâlimlerden temizlemeden bu görevi üstlenmeyi rüyalarında bile gerçekleştiremezler. Ümmet, devlet gücüne ulaşmadan, yeryüzünün her tarafındaki zulüm, baskı, katliâmlar, savaşlar, ahlâk ve imanlara saldırılar son bulmayacaktır. Çevremizden başlayarak her çeşit fitneyi yok etme hedefini canlı tutmak ve böylece dünya huzuruna ve âhiret saâdetine kavuşabilmek için, İslâm’ı gönlümüzden başlayarak ulaşabildiğimiz her yere hâkim kılma mücâdelesi şarttır.

Fitne konusunda söylenmesi gereken bir durum da, bunu itham olarak kullanmaktır. “Fitne çıkarıyor”, “fitneci” gibi suçlayıcı ifadeler kullanırken, muhâtabın inancına ve yaşayışına çok dikkat edilmeli, bu ifadeleri cihad eden samimi müslümanlara karşı -hatta onlar, beğenmediğimiz ve farklı metodlar benimsemiş olsalar bile- kullanmaktan şiddetle kaçınmalıdır. Hakkı haykırmak, tâğutlara ve tâğûtî düzenlere karşı çıkmak için gayret gösteren mü’minleri fitne çıkarmakla suçlayanlar; gerçek fitnecilerin ta kendileridir. Tüm fitnelerin kaynağı olan İslâm dışı sistemler içinde rahat ve refah içinde, ümmetin derdiyle dertlenmeden ve köklü değişim ve dönüşüm için uğraş vermeden gününü gün edenlerin bu tavırları, fitneye uğradıklarının göstergesidir. Fitne kazanını kaynatanlar, müşrikler, yahûdiler, münâfıklar ve bu sınıflardan birine destek verip onlara âlet olanlardır. İnsanı Allah yolundan alıkoyan ideoloji, düzen, yönetim, mal, evlât, âile, çevre, medya ve tâğutî kurumlar hep fitne unsurlarıdır. Tüm dünyadan fitneyi kaldırma, fitnenin kökünü kurutma hayali, planı, gayreti, cihadı ve savaşı içinde olanlara selâm olsun!

 

[1] ] 8/Enfâl, 25

[2] ] 7/A’râf, 155

[3] ] Ebû Dâvud, Fiten 2, hadis no: 4259-4262, 4/100, 101; Tirmizî, Fiten 30, hadis no: 2197, 4/488; Buhârî

Fiten 31

[4] ] et-Terğib ve’t-Terhib, 1/54/5

[5] ] Kenzu’l Ummâl, 43839

[6] ] Gurer’ul Hikem, 9163

[7] ] 23/Mü’minûn, 53

[8] ] Hüseyin Ece, İslâm’ın Temel Kavramları

[9] ] 49/Hucurât, 6

Siyasî Otoritenin Tuğyânı, Tâğut Kimdir?

 

لَٓااِكْرَاهَ فِي الدّ۪ينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّۚ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ

وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰىۗ لَا انْفِصَامَ لَهَاۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ

"Artık kim tâğutu reddedip Allah'a iman ederse, kopmayan sağlam kulpa yapışmış olur." [1]

 

وَالَّذ۪ينَ اجْتَنَبُوا الطَّاغُوتَ اَنْ يَعْبُدُوهَا وَاَنَابُٓوا اِلَى اللّٰهِ لَهُمُ الْبُشْرٰىۚ فَبَشِّرْ عِبَادِۙ

اَلَّذ۪ينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُۜ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ هَدٰيهُمُ اللّٰهُ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمْ اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ

"Tâğuta ibâdet etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var. Söylenenleri dinleyip de en güzeline uyan kullarımı müjdele! İşte Allah’ın doğru yolu buldurduğu kimseler onlardır, asıl akıl iz‘an sahipleri de onlardır." [2]

"Cihadın en üstünü, zâlim yöneticiye karşı hak sözü söylemektir." [3]

 

Siyasî otoritenin tuğyânı, insanın kendisine verilen emretme ve yasaklama yetkisi ve gerektiğinde başkalarına zorla yaptırımı sebebiyle ölçü ve haddini aşması, Allah'ın koyduğu hükümlerle belirtilen hududullahın dışına çıkmasıdır. Bu tuğyan türü, genelde yönetici ve emir sahiplerinde olur. Çünkü onların güç ve yetkileri ve bu konulardaki azgınlık ve taşkınlıkları insanların genelini ilgilendirir. Siyasî otoritenin tuğyânı, bazan insanı rubûbiyet iddiasına kadar götürür. Bu, ya Firavun'un yaptığı gibi lisan-ı kaliyle (konuşma diliyle) veya nice tâğutun yaptığı gibi lisan-ı haliyle rablik iddia etmekle olur. "(Adamlarını) topladı ve (onlara) bağırdı: 'Ben sizin en yüce rabbinizim'  dedi." [4]

Siyasî otoritenin tuğyânına baş örnek Firavun'un tuğyanıdır. Onun haddini aşması ve ölçüyü kaçırmasının bir görüntüsü, rubûbiyet dâvâsı güdecek kadar gerçek Rabb'e; haklarını küçümseyecek, zulmedecek ve köleleştirecek kadar da insanlara karşı büyüklenmesidir.  Nitekim Allah, birçok âyetinde ibret ve öğüt almak için, Firavun'un tuğyanını ve bu azgınlığı yüzünden başına gelenleri tekrar tekrar anlatmıştır. Bu da insanların çoğunun otorite tuğyânıyla imtihana tâbi tutulduğunu gösterir. "Musa'nın haberi sana geldi mi? Hani Rabbi ona Kutsal Vadi'de Tuvâ'da seslenmişti: 'Firavun'a git, çünkü o tuğyan etti (azdı)."[5] Buradaki tuğyanı, hem Yaratıcı'ya karşı, hem yaratılanlara karşı haddi aşmak olarak anlayabiliriz. Yani Firavun, küfürle Yaratıcı'ya karşı başkaldırdı; halkı köleleştirmek ve onlara zulmetmek suretiyle de yaratılanlara büyüklük tasladı.

Firavun, rubûbiyet (rablik) iddia ederek tuğyanın zirvesine ulaştı. O, bu bâtıl iddiasıyla, yöneticiliğini yaptığı vatandaşların kendisine, kendi kanunlarına uymalarını; Allah da olsa, kendi ilkelerine ters düşenlere itaat etmelerini yasaklıyor, bu mutlak itaat edilmeye kendini yetkili görüyordu. Fahreddin Râzî'nin yorumuna göre Firavun, rablik iddiasıyla şunları diyordu: "Ben, sizin terbiye eden, büyütüp geliştiren, ihsan eden rabbinizim. Size âlemde emredecek ve yasak koyacak da ancak benim!"

 

İnsanlara Zulüm de Siyasî Otoritenin Tuğyanıdır

"Görmedin mi Rabbin ne yaptı Âd kavmine? Yüksek sütunlarla dolu İrem'e? Ki şehirlerarasında onun eşi yaratılmamıştı. Vâdide kayaları oyan Semûd'a? Ve kazıklar sahibi Firavun'a? Bunlar ülkelerde azmışlardı. Oralarda çok kötülük etmişlerdi. Bu yüzden Rabbin onların üzerine azap kırbacını çarptı. Elbette Rabbin her an gözetlemededir."[6] Bunlar ülkelerinde azmışlardı; yani isyan edip günah işlediler. İnsanlara eziyetle ve yeryüzünü fesâda uğratmakla haddi aştılar. Kazıklar sahibi Firavun denilmesi: Firavun, yere dört kazık çaktırır, işkence edeceği kimseleri ellerinden ve ayaklarından bu kazıklara bağlatır, o şekilde işkence ederdi. Bunun için veya kazık gibi askerleri çok olduğundan böyle nitelenmiştir. Âyetlerde ifade edilen azdıkları ve çok kötülük ettikleri de gösteriyor ki, bu azgın ve zâlim yöneticiler, Allah'a isyan edip başkaldırdıkları gibi; zulüm ve düşmanlıkta da haddi ve ölçüyü aşmışlar, halklarına işkence ve eziyeti çoğaltmışlardı.

 

Tuğyâna Karşı Müslümanların ve Özellikle Âlimlerin Tavrı

Tuğyanın temelinde "kibir"  ve  "benlik"  yatar. Tâğutlardan biri olan Şeytanın azgınlığının sebebi de kibir ve benlik idi. Tuğyan, küfür, şirk ve zulüm olarak insanlara yansır. "Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür."[7] Çünkü şirk, bile bile hakkı inkâr etmek, nimeti görmemek ve onu verene isyan etmektir. Bu, iman noktasından bir tuğyandır. İman açısından tuğyan içinde bulunan kimsenin, uygulama bakımından da zâlim olması doğaldır. Firavun'un tuğyanı buna örnektir. Uygulama açısından tuğyan ise, zulüm ve haksızlıktır. Özellikle yetki sahibi bir kimsenin, kendisini haklı gösterecek bazı gerekçelerle(!) adaletten ayrılması ve emri altındakilere zulmetmesidir. Zaten, Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen yöneticinin zâlim olmaması beklenemez.[8] Böyle kişilerin, hakkı korkusuzca söyleyen müslümanlar, özellikle de âlimler tarafından uyarılması gerekir. Tâğutlaşan yöneticiye (sultanun câirun) karşı hakkı söylemek, mazlumları savunmak ve zulme engel olmaya çalışmak, en önemli ibâdetlerdendir. "Cihadın en üstünü, zâlim yöneticiye karşı hak sözü söylemektir." [9]

İslâm tarihi, zâlim sultanlara ve kötü yöneticilere karşı gelen güçlü bilginlerle doludur. Çoğu kez bu muhalefet, dil ve kalemden mızrak ve kılıca dönüştü. Tıpkı Abdurrahman b. el-İş'as ve beraberindeki fakîh ve muhaddislerin, Haccac'ın tuğyânına ve Emevî devletinin sapmasına başkaldırmaları gibi. Medine'nin ünlü fakihi Said bin Müseyyeb, Hulefa-i Raşidin'in yolundan gitmeyen, mal-mevki ve nüfuz peşinde koşan Emevî emîr ve valilerinin, kendi itibarından yararlanmak için yaptıkları mal ve mevki tekliflerini reddediyor ve onların kötü emellerine âlet olmuyordu. Velid bin Abdülmelik'e biatı reddeden Said bin Müseyyeb'e 60 değnek ceza vuruldu. Tâbiin dönemi âlimlerinden Said bin Cübeyr, Haccac'ın zulmünü önce vaaz ve nasihatle önlemeye çalıştı, bu fayda vermeyince ona karşı ayaklandı ve şehid edildi. (Yusuf el-Kardavi, bu destansı mücadeleyi tiyatro eseri şeklinde Âlim ve Tâğut adıyla kitaplaştırmıştır.)

Halife Mansur'un zulmüne boyun eğmeyerek onun isteklerine âlet olmamak için teklif edilen kadılık görevini reddeden Ebu Hanife de işkenceyle şehid edilmiştir. Diğer bir mezheb imamı Malik bin Enes de Halife Mansur'dan haksızlık ve zulüm gördü. Hz. Ali (r.a.) taraftarlarının isyanına fetva vermesi üzerine ona da işkenceler yapıldı. Her dönem, tâğutî düzenler tarafından zulüm ve işkence gören, hatta idam edilen âlimler çok sayıda âlim vardır. Bu konuda son dönemdeki âlimleri göz önüne getirirsek, hemen meşhur bütün âlimlerin isimlerini saymak gerekecektir: Said Nursi, Şeyh Said, İskilipli Âtıf Hoca, Süleyman Efendi, Ali Haydar Efendi, Hasan el-Bennâ, Seyyid Kutub, Abdülkadir Udeh, Mevdudi, Ali Şeriati, İmam Humeyni, Muhammed Bâkır es-Sadr...

Örneklerden de anlaşıldığı gibi tuğyan (zulüm), ister mü'min geçinsin, ister kâfir, maddî gücü ve siyasî iktidarı elinde bulunduran yöneticilerin yakalandıkları bulaşıcı bir hastalıktır. Yöneticiler, bu hastalıktan ancak hiç taviz vermeden Allah'ın kitabıyla hükmederek adalete sarılmak suretiyle ve yanlarına müttakî âlim yardımcılar (müşavirler) alarak kurtulabilirler. Bunun gerçekleşmesi için de, öncelikle sistemin tâğutî olmayıp İslâmî olması gerekir. Adaletin gerçekleşmesi buna bağlıdır. Çünkü Allah'ın hükmü adalet; onun zıddı ise zulümdür. "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir." [10]       

 

Siyasî Otorite ve Yöneticinin Tuğyânını Başkalarına Ulaştırması/Tâğut'laşması

Tuğyankâr insanların özellikle elebaşıları ve önde gelenleri, kendi tuğyanlarını haklı göstermek ve insanlar üzerinde rableşip onların dünya hayatlarını düzenlemek için belli hükümler koyarlar. Böylece diğer insanlar da bunların koydukları hükümleri kabul eder, Allah'ın hükmünü bırakır, tuğyankârların hükümleriyle muhâkeme olunmak ister ve böylece tuğyankârlara hem ibâdet etmiş, hem de onları velî edinmiş olurlar. İşte, Kur'an, bunlardan birinci tür, yani tuğyankâr olan ve başkaları üzerinde rableşip tuğyanlarını haklı çıkarmaya, dünya hayatını yönlendirip vatandaşlarının rabbi kesilmeye girişen insanlara tâğut der. Bu kelimenin tekili de çoğulu da aynıdır; yani tâğut bir yerde bir tane olabildiği gibi, işbirliği içinde birden fazla da olabilir. Tâğut, kendisini velî/dost edinenleri nurdan zulümâta çıkarır. Kendisi zulümât, yani karanlıklar içinde olduğu için kendi peşinden gidenleri de baş aşağı bu karanlıkların içine yuvarlar.[11] Böylece, tâğutun peşinden gidenler, onu velî/dost edinmekle ona ibâdet etmiş[12] olurlar. Allah'a imandan önce  'lâ/hayır'  silahıyla tâğuta küfretmeleri, onu tanımamaları gerekirken onun koyduğu hükümlerle muhâkeme olunmak istemekle Allah'a küfretmiş ve tâğuta iman etmiş olurlar.[13] Artık, karanlıkları yırtıcı birer ışık olan Kur'an âyetleri böylelerinin ancak tuğyan ve küfrünü arttırır.[14] Böylelikle, şirk toplumunun üzerine oturduğu üçlü de (tâğut, onun tanrısı olan nefsi, yani heva ve hevesi ile yardımcılarıyla tâğuta ibâdet edenler) tamamlanmış olur; tevhid toplumunun yerini alır veya karşısına geçer.[15]    

 

Tâğut Kimdir?

Tâğut, kelime olarak haddi aşan, azan, hakikatten sapan, taşkınlık gösteren ve her sapıklığın başı gibi anlamlara gelir; Istılahta ise Allah'a isyan eden anlamında kullanılır. Allah'ın indirdiği hükümlere alternatif olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler koyan her varlık tâğuttur. Bunun insan olması, put, şeytan veya bunların dışında herhangi bir şey olması farketmez. Kur'an-ı Kerim'de: "Andolsun ki, biz her kavme; 'Allah'a ibâdet edin, tâğuta kulluktan kaçının'  diye (tebliğat yapması için) bir peygamber gönderdik."[16] İnsanlar, sadece Allah'a kul olma, yalnız O'na ibâdet etme hususunda istisnasız uyarılmışlardır. "İman edenler Allah yolunda cihad ederler; küfredenler ise tâğut yolunda savaşırlar."[17] Yani insanlar ya Allah'a ibâdet edecekler veya tâğuta kul olacaklardır; bu iki yolun dışında üçüncü bir hal yoktur.

Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulur: "Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tâğutun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Hâlbuki tâğutu inkâr etmekle (tekfir etmek, lanetlemekle) emrolunmuşlardır."[18] Kur'an'daki konuyla ilgili bütün bu âyetleri dikkate alarak şu hususu belirtmekte fayda vardır: Tâğutun hükümlerine râzı olanlar ve boyun eğenler, kâfirlerdir. Nitekim İbn Kesir, bu hususta şunları kaydediyor: “Bu âyet-i kerimede[19] Hz. Muhammed (s.a.s.)'e ve diğer peygamberlere iman ettiklerini söylemekle beraber, ihtilaf ettikleri hususlarda, Allah'ın kitabından ve Peygamber'in sünnetinden kaçınıp, insanların kendi akıllarına göre (beşerî kanunlarla) hüküm vermesini isteyen kişinin iman iddiasını Allah reddetmektedir.”[20]

Bugün dünyada; vahyi inkâr ederek, insanların çoğunluğunun rızasına göre kurulduğu iddia olunan bütün demokratik sistemler, Allah'ın hükümlerine mukabil ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad etmektedir. Dolayısıyla bütün demokratik sistemler, bu noktada "tâğutî"  özellikler taşırlar. Bu, bir anlamda bütün ideolojik sistemler için de geçerlidir. Daha genel bir ifade ile, İslâm'ın dışındaki bütün sistemler tâğutîdir. Tâğutların hükümlerine göre yönetilen bütün yerlerde yaşayan mü'minlerin, Allah'ın indirdiği hükümlerin galip gelmesi uğruna cihad etmeleri farz-ı ayndır. Şurası unutulmamalıdır ki, tâğutun hükümlerine  "evet"  diyenler, Allah'ın dinine  "hayır "  demiş, küfretmiş durumundadırlar. Bunu ister bilerek, ister bilmeyerek yapsınlar durum asla değişmez. Çünkü bütün peygamberlerin insanlara; "Allah'a ibâdet edin, tâğuta kulluktan kaçının" diye tebliğat yaptıkları âyetlerle sabittir. Tâğutun hükümlerini inkâr etmeyen ve tâğutî güçlerle mücadele vermeyen kimse, ne kadar âlim olursa olsun,  "müsteşrik"  çizgisini asla geçemez. [21]    

Tâğut, Hakkı tanımayıp azan ve sapan her kişi ve güce verilen addır. Şeytana da bu yüzden tâğut denmiştir. Tâğut, hakka, hakikate ve imana karşı gelen, Allah'ın kulları için çizdiği nizamı ve sınırları aşan her şeyi ifade eder. Tâğut, bir şahıs olabileceği gibi, Allah nizamından alınmamış her türlü sistem, Allah'a bağlanmayan her çeşit fikir, düşünce, âdet ve alışkanlık da olabilir. Kim bütün bunları ne şekilde olursa olsun reddeder ve yalnız Allah'a iman edip bağlanır, sadece Allah'ın kanun ve nizamlarını kabul eder ve tüm yaşantısını buna göre düzenlerse, sağlam bir kulpa bağlanmış, yani kurtulmuş olur.[22] Tâğutu reddetmeden iman eksiktir, yarımdır; böyle bir iman geçerli olmaz. Bu durum, aynen müşriklerin Allah'a inanması gibidir. Tâğut, Allah'a ibâdetten alıkoyan, Allah'a giden yolu tıkayan, dini Allah'a has kılmayı, Allah ve Rasülü'ne tâbi olmayı önleyendir. Bu, cinnî ve insî şeytan olabileceği gibi, ağaç, beton, tunç, taş, mezar, inek, para, ateş, âdet ve sistem de olabilir. Günümüzdeki medya araçlarının çoğunu da bu kavramın içine koyabiliriz.

Mevdudi'ye göre tâğut kelimesi, sözlük anlamıyla, sınırları aşan herkes için kullanılır. Kur'an bu kelimeyi Allah'a isyan eden, Allah'ın kullarının hâkimi olduğunu iddia eden ve onları kendi kulu olmaya zorlayan kimse için kullanır. Eğer bir kimse Allah'a isyan eder ve O'nun kullarını kendisine boyun eğmeye zorlarsa, o zaman tâğuttur. Böyle bir kimse; şeytan, rahip, dinî veya politik lider, kral veya bir devlet olabilir. Bu nedenle bir kimse tâğutu reddetmedikçe Allah'a inanmış sayılamaz. Tâğutun, tekil ve çoğul anlamı birlikte kullanılır.  Çünkü Allah'ı inkâr eden kimse, sadece bir tek değil; binlerce tâğutun kölesi olur.[23] Tâğut, ilahî olmayan hükümlere göre kararlar veren otorite demektir. Tâğut kelimesiyle, aynı zamanda, Allah'ı tek hâkim / egemen ve Rasülü'nü nihâî otorite olarak tanımayan hüküm sistemleri de kastedilir. [24]

Seyyid Kutub da tâğutu şu şekilde tanımlar: Allah'ın emri dışındaki her çeşit sistem, Allah'ın şeriatına dayanmayan her türlü nizam tâğuttur. Tâğut, Allah'ın şeriatından başka bütün idare şekilleridir. Zira insan, ülûhiyet özelliklerinden birisini kendisine mal edip, adaletin ve hakkın ta kendisi olan şeriatın hudutlarını aşarak kendi egemenliğini ileri sürerse tuğyan etmiş ve kendi haddini aşmış demektir. Böyle bir şey, tuğyandır ve böyle iddialar ileri sürenler tâğî denilen haddini aşmış âsilerdir.  Bunlara inananlar, bunlara tâbi olanlar şirk içerisindedirler, küfür içerisindedirler.[25] 

Yusuf el-Karadavî'ye göre, Allah'ın şeriatı ile çatışan bütün gelenekler, rejimler, zâtında güç görülen eşya, insan ve putlar tâğuttur. Tâğut, kulun haddi tecavüz ederek, ibâdet ettiği, tâbi olduğu ve itaat ettiği şeydir. Her kavmin tâğutu, kendisine hüküm götürdükleri, huzurunda muhakemeleştikleri, ibâdet ettikleri, tâbi oldukları, yalnız Allah'a itaat edilmesi gerektiği yerde itaat ettikleri kimse veya varlıklardır. Bunların ve bunlarla ilişkisi olan insanların durumlarını düşündüğümüz zaman, insanların çoğunu Allah'a ibâdet ve itaatten yüz çevirmiş, tâğutlara ibâdet ve itaat eder halde görürüz. [26]

Nisa, 76. Âyetine göre tâğut, Allah'a karşı olanların, uğruna savaştığı şey, nesne, insan, dâvâ, ideoloji olarak anlaşılmaktadır. Tâğut, itaatte Allah'a ortak koşulan her şeydir. Kendisine kayıtsız şartsız itaat edilecek tek merci Allah'tır. O'nun dışındakilere O'ndan dolayı itaat edilir. Bu tür itaatler, meşruiyetini Allah'tan alırlar. Kur'an, Allah'tan başkasına itaati, tâğuta itaat ve ibâdet olarak nitelemektedir.[27] İtaat edilen şey, Allah'ın hükümlerine aykırı olursa, itaat tâğuta itaatin ta kendisi olmaktadır.[28]

Tâğut bir semboldür; küfrün, zulmün, şerrin, haksızlığın, adaletsizliğin, putçuluğun, azgınlığın, sapkınlığın ve daha aklınıza gelen tüm kötülüklerin sembolü. Bu sembol, bazan kendini Firavun ilan eden antik ya da çağdaş bir yönetici, bazan cansız bir eşya, bazan bir ideoloji, bazan da şeytan, uğur, şans, talih gibi soyut şeylerdir. Tâğut, insanoğlunun ilahlaştırdığı her şeydir. Daha doğrusu tâğut, insanla Allah arasına gerilen şeylerin tümüne verilen ortak isimdir. Allah'ın koyduğu sınırları çiğneyen insan tuğyan etmiştir. İşte tâğut, o insana bu sınırları çiğneten şeydir. Eğer o şey insansa ve kâfirse ona itaat eden de kâfir olur; yok eğer insanın itaat ettiği tâğut münâfıksa ona itaat eden de münâfık olur. Tabii fâsıksa fâsık; zâlimse zâlim olur.[29]         

Bütün bu açıklamalar çerçevesinde tâğut, her türlü azgınlık, sapkınlık, aşırılık ve bâtıl inanç ve davranışları sembolize eder. Tâğut, tuğyanı yaşayan ve yaşatmaya çalışan kişi ve güçtür.

Tâğut, her devirde Firavun ruhlu kişilerle, onların yardakçıları olan grubun genel adı, cins ismidir. Her devirde birden çok tâğut bulunur. Tâğutların, kabile çapında, millet çapında olanları yanında bölgesel ve enternasyonal olanları da bulunacaktır. Bunlar, birbirlerinden habersiz olabilecekleri gibi, organize de olabilirler. Hatta İblisler parlamentosu (hizbu'ş-şeytan, evliyâu'ş-şeytan) gibi birlikler, beraberlikler vücuda getirebilirler. Tâğutlar, aralarında hiyerarşik bir düzen kurabilir, paralellik veya entegrasyona gidebilirler. Böyle olunca tâğutî sistemler, parlamentolar, prensipler geliştirilebilir. Mesala, Muhammed İkbal, emperyalist batılıların oluşturdukları sömürü düzeninin temsilcilerinin vücut verdikleri organizasyonu, İblisler parlamentosu diye anmıştır. Aynen bunun gibi tâğutlar parlamentosu deyimini de kullanabiliriz.  Kur'an, bu noktada evliyâu't-tâğut (tâğutun dostları, görev arkadaşları, destekçileri) deyimini kullanıyor. [30]    

Bir kimse, Allah'a, meleklerine... inandığını ikrar etse, buna mukabil, tâğutî rejimleri (demokratik, laik, hümanist, kapitalist, sosyalist vs.) çağdaş devlet modelleri adı altında benimsese, doğruluklarına itikat etse, irtidat etmiş olur, yani dinden çıkar. Kim, insanların maslahat ve iyiliklerini Allah'tan daha iyi bildiğini iddia ederek, insanlar üzerinde hükümler koymaya ve bunları tatbik etmeye gayret ederse  "ilahlık"  iddiasına girişmiş olur. Her kim de bunların bu iddialarını doğrulayarak onlarla işbirliği yaparsa, tevhid akidesini parçalamış, ilahlara iman etmiş, kâfirler zümresine dâhil olmuş demektir. Bu açıdan  "çağdaş devlet modelleri"  iyi değerlendirilmeli, isimleri milliyetçi-mukaddesatçı dahi olsa, Allah'ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere doktrinler imal eden, bu doktrinleri insanların hayatına tatbik edeceğini ilân eden insanların tâğut olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Bu gün dünyada insanların beşikten mezara hayatlarını düzenlemek iddiasındaki meclisler, konsüller, krallar, kavimlerarası kuruluşlar, insanları teslim almış görünmektedirler. [31]

Hz. Âdem'den günümüze kadar, genel anlamda insanlığın iki tanrısı var olagelmiştir: Allah ve tâğut... Tarih boyunca insanoğlu ya tevhid dinine mensup olmuş ve bu dinin tanrısı olan Allah'ı kendisi için yegâne ilah edinmiş; ya da şirk dinine mensup olmuş ve bu dinin çok çeşitli olan tanrı veya tanrılarına ittiba etmiştir. İşte Kur'an, şirk dininin tanrı veya tanrılarına genel olarak tâğut demektedir.

Günümüzde müslümanlık iddiasında bulunanların birçoğu bu bakımdan profan / bölmeli bir kafa yapısına sahip bulunmaktadır. Bu kimseler, bir yandan Allah'a iman ettikleri iddiasında bulunurken, diğer yandan İslâm'ın açıkça emrettiği ve yasakladığı şeylere ters düşebilmekte ve tâğutların yasalarına kabulleri arasında yer verebilmektedirler. Oysa bir kalpte hem imana, hem de küfre yer verilmesi İslâm'a göre açık bir paradoks, gerçek bir çelişkidir. "Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil ve rüsvaylıktır. Kıyamet gününde de azabın en şiddetlisine itilirler. Allah, yaptıklarınızı bilmez değildir." [32]

Bir kalpte hem iman ve hem de aynı zamanda küfür bulunamaz. Bu iki olgu, ateş ile barut gibi yanyana bulunamazlar. Birisinin yerleştiği kalpte bir diğerine yer yoktur. Mü'min, kâfir ve münâfıktan farklıdır; kendisine İslâm ile beraber bir veya birkaç dünya görüşünden veya ideolojiden sentezler yapan, bukalemun bir şahsiyete sahip olamaz. Çünkü tevhidi, şirkten farklı kılan; başka felsefelere, herhangi bir dünya görüşüne veya ideolojiye ihtiyaç duymaması, mü'minin bütün bir hayatını kuşatan yetkin bir inanç, bir pratik; kısacası bir sistem, bir yaşam biçimi olmasıdır. Bugün beşeriyet, Tevhid dininden uzaklaşarak, yeryüzünde egemen olan tâğutların dinine sapmış bulunuyor. Müslümanlık iddiasında bulunan yığınların Allah'a değil; tâğutlara ibâdet ettikleri su götürmez bir gerçektir. Bu gerçekten hareketle Kur'an'ı öğrenmek, manasının derinliklerine dalmak ve onu pratik hayatlarına indirgemek isteyen her müslümanın, tâğut kavramının gerçek anlamını kavraması ve kavradığı tâğutu tüm kuralları ve kurumlarıyla birlikte reddetmesi, bu reddi davranışlarıyla göstermesi itikadî bir sorumluluktur.          

 

Siyasî Rejimler, Hüküm ve Yetkiyi Allah'tan Almıyorsa Tâğuttur

Bugün yeryüzünde yürürlükte olan rejimlerin hemen hepsi, beşerî rejimlerdir ve hükümlerini kendileri koymakta; dolayısıyla da Allah'ın hükümlerine muhalefet etmektedirler. O yüzden bu rejimlerin hepsi "tâğut" olarak isimlenir.

Bir kimse; Allah'a, ahirete ve inanılacak hususlara inandığını açıklasa; fakat demokratik, laik, sosyalist, kapitalist vb. rejimlerden herhangi birinin hükümlerini kabul edip itaat etse, böyle bir kimsenin irtidadına hükmedilir. Zira insanları yaratan Allah'tan başkası, insanların nasıl idare olunacağı hususunda ve onların sosyal yaşamlarına yönelik hükümler koyma yetkisine sahip değildir. Çükün hüküm koyan insan, o hükme tâbi olmasını istediği insanlardan üstün ve herhangi bir ayrıcalığa sahip değildir. Allah katında üstünlük, sadece takvâ iledir.[33] Kendisinde böyle yetkiler gördükten sonra, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyip, hevâ ve hevesleri doğrultusunda hükümler koyanlar aynı zamanda "ilâhlık" iddiâsı içindedirler. Dolayısıyla Allah'ın hükümleri dışında hüküm koyanlar ve o hükümlere tâbi olanlar da, tevhid akidesinin dışına çıkarlar. Tâğut, müslümanın en büyük düşmanıdır. Tâğut, devlet sistemlerini, ahlakî değerleri ele geçirmiş ve onları müslümana zarar verecek bir hale dönüştürmüştür. Kısaca tâğut, müslümanı dört yanından kuşatmış bulunmakta ve müslümana müslümanca hayat hakkı tanımamaktadır. Tâğutî güçler, Allah'ın arzında, O'nun hükümlerine karşı tuğyan eden ve insanların üzerinde ilahlık iddiasında bulunan otoritelerdir. Bunlarla sürekli olarak savaşmak farzdır.[34]

Günümüzde Allah'ın indirdiği hükümleri bir kenara bırakarak, “hâkimiyet kayıtsız ve şartsız insanındır” sloganına sarılan ve insanların çoğunun rızasına göre kurulduğu iddia edilen siyasî otoriteler, iktidar haline gelmişlerdir. Bu siyasî otoritelerin tâğut hükmünde olduğu unutulmamalıdır. Daha açık bir ifade ile İslâm nizamının dışındaki bütün sistemler "tâğutî"  özellikleri taşırlar. Kelime-i şehadet getirerek, başka ilahları ve tâğutları reddeden müslümanlar, bu sözlerini davranışlarıyla da ispatlamak zorundadırlar.

Allah, zâlim yöneticilere yardım etmeyi de haram kılmış, onlara küçük çapta meyil ve yardım anlamı taşıyan sözlerden, davranış veya tasvipten nehyetmiştir: "Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın; sonra size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin Allah'tan başka

evliyânız/dostlarınız yoktur. Sonra (O'ndan da) yardım göremezsiniz." [35]

İnsanlara zulmeden tâğutî siyasal otorite konusunda, unutulmaması gereken hususlardan biri, zâlim yöneticilerin, yardımcıları olmasa, zulmetmeye güçlerinin yetmeyeceğidir. Tâğutî yönetim ve kurumlardaki bu yardımcılar, zulüm ve tuğyanda yöneticinin kullandığı malzemeleridir. Zulüm ve tuğyan çarklarının dönmesi için bir taraftan ezen ve diğer taraftan ezilen dişlilerdir. Bu sebeple, onlar da aynen o zâlim tuğyankâr gibi suçlu ve zulmünün cezasında ortaktırlar. Bundan dolayı Allah, Firavun ve avanelerini aynı vasıfla anmıştır: "Gerçekten Firavun, Hâmân ve askerleri yanlış yolda idiler."[36] Allah, Firavun'u helak edince, onları da helak ettiğini açıklar: "Firavun, askerleriyle birlikte onların peşine düştü. Deniz onları gömüp boğuverdi."[37] "Biz de onu (Firavun'u) ve askerlerini yakalayıp denize atıverdik. Bak, işte zâlimlerin sonu nasıl oldu!" [38]   

 

Tâğut tanımına girenler şunlardır:

a- Arzuları mâbudlaştırılan nefis, tâğuttur.

b- Allah'ın emir ve yasaklarını tanımayan, İslâm nizamı ile çatışan düzen ve düsturlara çağıran her fert ve önder tâğuttur.

c- Allah'tan gayrı, zâtında güç görülen eşya, insan ve putlar tâğuttur.

d- Şeytan tâğuttur.

e- Allah'ın şeriatı ile çatışan bütün gelenekler, esas alınan bütün rejimler tâğuttur.[39]  

Tâğutları destekleyen, onları ölçü alan, onlara sevgi besleyen her insan, Allah'a ibâdet ve kulluktan vazgeçip tâğutun kulluğunu kabullenen şeytan askeridir. Allah'ın emirleri ve yasaklarıyla çatışan nefsi, fertleri, önderleri, rejimleri ve ilkeleri reddetmedikçe, hâkimiyetin yalnız Allah'a ve O'nun nizamı İslâm nizamına ait olduğunu tasdik etmedikçe, tevhid kulpuna yapışılamaz.[40] Müslüman olmak için şart olan tâğutun şiddetle reddedilmesi, sadece sözle yeterli değildir. Ruhun derinliklerinde kasırgalaşan ve amelî hayatta neticeler doğuran fiilî bir red gerekir. Bunun için de tâğutla savaşmak lazımdır. Bu savaşın gerekleri:

a- Allah'ın emir ve yasaklarına tâbi oluncaya kadar tâğut olan nefisle savaşmak,

b- Kişisel ve toplumsal hayatımızı Allah'a döndürmemize engel olan ve tâğut olan cahiliyye düzenleri ve tâğutî fikir babaları ile savaşmak.

İslâm'da emrolunan cihad, işte bu tâğutlara karşı verilmesi gerekli olan mücadeledir. Tâğutla çatışmak, hakkı getirmek ve bâtılı gidermek için olacağından, her kesimden ve her iş yapanlardan bütün mü'minler, tâğutla mücadele edeceklerdir. Bu, farz bir görevdir. Rabbimiz, mü'minleri tâğuta karşı kendi nizamının savaşçıları olarak takdim ediyor.[41] Tâğuta ve ondan yana olanlara karşı mücadele vermeyenler mü'min kalamazlar. Bunun içindir ki, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Her kim (tâğuta karşı) cihad etmeden ve onunla mücadele (ederek Hakkı hâkim kılma) arzusunu ruhunda duymadan ölürse nifaktan bir şube üzerinde ölür."[42] Tâğutu kalben reddetseler dahi, fiilen onunla vuruşmayanlar, amelî hayatın icabı onunla anlaşma ve dostluk kurma yoluna gitmeye mecbur kalırlar. Bu da Allah ve tâğut dostluğunu bir araya getirmek olan nifakın ilk tezahürü olur. Hâlbuki Allah, tâğuta ancak kâfirlerin dostluk gösterebileceğini açık bir şekilde belirtmiştir.[43]

Müslümanlar, bugün Allah ve tâğut hâkimiyetini, dostluğunu bir arada yaşatmağa çalışmak gibi sonu zulmet ve ateş olan çıkmaz bir yolun üzerindedirler. Namazı, orucu... kabul edip, hatta yerine getiren niceleri, İslâm'ın asrımızın yaşayan bir toplumsal ve siyasal düzeni olmasını lüzumlu bulmayanlar, Allah ve tâğut hâkimiyetini bir arada tanımış oluyorlar. İslâm insanının yetiştirilmesini isteyen niceleri, materyalist eğitim sistemine mücadele etmeksizin rızâ göstermekle tâğut dostluğuna sine açıyorlar. Ferdî mülkiyeti, Allah'ın mülk vb. hâkimiyetini kabul eden niceleri, faiz düzenini zaruri görmekle, tâğut egemenliğine baş eğiyorlar. Ahlâk ve fazilet ölçülerinin yaşanmasını isteyen niceleri, kişisel çıkarları uğruna çeşitli çirkinlik ve kötülükleri yapmakla tâğut dostluğunu açığa vuruyorlar. Bütün bu durumlar, kendisinden râzı olundukça veya tâğuta karşı bir iman ve amel harbi açılmadıkça bir küfürdür.[44]

Yaşadığımız toplum düzeni, fikir putlarıyla, cahiliyye örfü ve sistemleri ile ve sapıttırdığı öz nefsimizle, bizleri kuşatmış, tâğutu hâkim ve dost tanımak sapıklığı ile karşı karşıya getirmiştir. Öyle ki, fert, aile, cemiyet, sanat, ticaret, memuriyet, eğitim ve politika hayatının her bölümü bir kavşak noktası olmuştur. Bu kavşakta bir tek yol İslâm nizamına; diğer yollar tâğuta gidiyor: Abdullah bin Mes'ud anlatıyor: Hz. Peygamber bize bir hat çizdi ve sonra, "bu Allah'ın yoludur"  dedi. Bu hattın sağına ve soluna da birçok hatlar (çizgiler) çizdi ve "bunlar, birtakım yollardır ki her biri üzerinde kendisine çağıran bir tâğut vardır." buyurdu ve şu âyeti okudu: "Şüphesiz ki bu (İslâm) benim dosdoğru yolumdur. Ona uyun. (Tâğuta ait) yollara tâbi olmayın ki, sizi O'nun yolundan saptırıp parçalamasınlar. İşte Allah (tâğutun kötülüklerinden) sakınasınız diye size bunları emretti." [45]

Yolların ayrılış noktasındayız: İnsan, ya tâğuta tâbi olup geçici zevkler peşinde koşacak; o zaman sonuç, dünyada zillet ve kullara kulluk; tâğuta kalben teslim olmak (iman etmek) suretiyle hevâ ve heveslerine göre yaşamanın sonucu ahirette de varış, cehennem olacaktır. Veya tâğutları reddedip Allah'a dostluk; hayatını İslâm'ın hükümlerine göre tanzim edip izzetli, onurlu bir hayat ve cennet: "Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah'a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır."[46] Bu iki inanç ve yaşama biçiminin dışında üçüncü bir durumdan söz etmek mümkün değildir!      

“İman edenler Allah yolunda savaşır; küfredenler de tâğut yolunda savaşırlar. O halde, şeytanın dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi zayıftır.”[47]    

[1] 2/Bakara, 256

[2] 39/Zümer, 17

[3] İbn Mâce, Fiten 20

[4] 79/Nâziât, 23-24

[5] 79/Nâziât, 15-17

[6] 89/Fecr,  6-14

[7] 31/Lokman, 13

[8] 5/Mâide, 45

[9] İbn Mâce, Fiten 20

[10] 5/Mâide, 45

[11] 2/Bakara, 257

[12] 5/Mâide, 60

[13] 4/Nisâ, 60

[14] 5/Mâide, 64

[15] Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, s. 320-321

[16] 16/Nahl, 36

[17] 4/Nisâ, 76

[18] 4/Nisâ, 60

[19] 4/Nisâ, 60

[20] İbn Kesir, 1/519

[21] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 316-317

[22] 2/Bakara, 256

[23] Mevdûdi, Tefhimü'l- Kur'an, İnsan Yay., c. 1, s. 202

[24] Mevdûdi, a.g.e. c. 1, s. 375

[25] Seyyid Kutub, Fi Zılali'l Kur'an,  c.3, s. 269 

[26] Yusuf el-Karadavî, Tevhidin Hakikati, Saff Yay., s. 57

[27] 16/Nahl, 36

[28] 4/Nisâ, 60

[29] Mustafa İslâmoğlu, İman Risalesi, 170

[30] Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 562

[31] Hüsnü Aktaş, Medeni Vahşet, Düşünce Yay., s. 140

[32] 2/Bakara, 85

[33] 49/Hucurât, 13

[34] 4/Nisâ, 76

[35] 11/Hûd, 113

[36] 28/Kasas, 8

[37] 20/Tâhâ, 78

[38] 28/Kasas, 40

[39] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. 2, s. 869

[40] Bk. 2/Bakara, 256

[41] 4/Nisâ, 76

[42] Sahih-i Müslim; Riyâzü's- Sâlihin, II, no: 1346

[43] Bk. 2/Bakara, 257

[44] Bk. 4/Nisâ, 60

[45] 6/En'âm, 153; Ali Rıza Demircan, İslâm Nizamı, Eymen Yay, c. 2, s. 41

[46] 39/Zümer, 17-18

[47] 4/Nisâ, 76

Perşembe, 25 Şubat 2021 09:16

77.HUTBE: TÂĞUTA İBÂDET/TAPMA

Yazan

                      Tâğuta İbâdet/Tapınma

لَٓااِكْرَاهَ فِي الدّ۪ينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّۚ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ

وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰىۗ لَا انْفِصَامَ لَهَاۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ

"Artık kim tâğutu reddedip Allah'a iman ederse, kopmayan sağlam kulpa yapışmış olur." [1]

وَالَّذ۪ينَ اجْتَنَبُوا الطَّاغُوتَ اَنْ يَعْبُدُوهَا وَاَنَابُٓوا اِلَى اللّٰهِ لَهُمُ الْبُشْرٰىۚ فَبَشِّرْ عِبَادِۙ

اَلَّذ۪ينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُۜ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ هَدٰيهُمُ اللّٰهُ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمْ اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ

"Tâğuta ibâdet etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var. Söylenenleri dinleyip de en güzeline uyan kullarımı müjdele! İşte Allah’ın doğru yolu buldurduğu kimseler onlardır, asıl akıl iz‘an sahipleri de onlardır." [2]

"Andolsun biz, her toplum içinde: 'Allah'a ibâdet edin, tâğuttan kaçının'  diye bir elçi gönderdik."[3] Bu âyette "tâğut", ibâdet konusunda Allah'ın karşısına konulmuş ve ondan kaçınılması emredilmiştir. Şu âyette ise, tâğuta ibâdetten sakınan ve Allah'a yönelen kimsenin müjdelenmesi istenmiştir: "Tâğuta ibâdet etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var."[4] Şu âyette de, tâğuta ibâdet edenler şiddetle kınanmaktadır: "De ki: Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size söyleyeyim mi? Allah'ın lânetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymun, domuz ve tâğuta tapanlar çıkardığı kimseler; işte onların yeri daha kötüdür ve onlar doğru yoldan daha çok sapmışlardır." [5] 

Nedir tâğut? "Tâğut" kelimesinin kökü "tuğyan"dır. Tuğyan, isyanda haddi aşmak, azmak, zulmetmek, sapmak, ölçüsüz şekilde hareket etmek, büyüklenmek anlamlarına gelir. Tâğut; şeytana, putlara, Allah'tan başka tapılan her varlığa, insanı azdıranlara, insanları haktan ve hidâyetten saptıranlara, hayır yolundan men edenlere, haddi aşanlara, küfür ve dalâlette önderlik edenlere, gaybdan haber verdiğini ileri süren kâhinlere/medyumlara, insanların Allah'a İbâdet etmelerine ve İslâm'ı yaşamalarına engel olanlara denir. Put olsun, ağaç olsun, insan veya hayvan olsun, Allah'tan başka tapınma konumunda olan her şey; kanunlarında Allah'ın dinine karşı sınırı aşan zâlim yönetici ve Allah'ın indirdiği hükümlerin gayrisiyle hükmeden idareci; İslâm şeriatina uymayan bütün metod, düşünce, fikir, ideoloji, pozisyon, âdet, gelenek ve görenekler tâğut kapsamına girer. Ayrıca tâğuttan hoşnut olup ona bağlanan, tâğuta kulluğa çağıran, tâğutun dâvet ettiği şeye sahip çıkan da kendi sapıklığı içinde tâğuttur. 

Kur’ân-ı Kerim'de tâğutla ilgili bütün âyetleri dikkate aldığımızda şu sonuca varırız: Kulu Allah'a kulluktan, dinde ihlâslı olmaktan, Allah ve Rasûlüne itaatten alıkoyan ve çeviren her şey tâğuttur. Tâğut; hakkı ezmeye çalışan, Allah'ın kulları için çizdiği sınırları çiğneyen her kimse veya her nesnedir. Allah ile bağlantısı olmayan her program ve Allah'a bağlanmayan her çeşit düşünce, sistem, edep ve alışkanlık; otoritesini Allah'ın sisteminden almayan her idare, Allah'ın otoritesine, ulûhiyetine ve hâkimiyetine düşman olan her şey tâğuttur.

Allah'a isyan konusunda herhangi bir kimseye itaat eden kişi, o kimseye İbâdet etmiş olur ve bu itaat edilen kimse tâğuttur. Mevdûdi, tâğut kelimesini şöyle izah eder: "Tâğut, Allah'a karşı azan, isyan eden, kulluk haddini aşarak kendisi için ulûhiyet ve rubûbiyet iddiâsına kalkışan her şahıs, zümre ve idareye denir. Tâğut, Allah'a karşı haddi aşan ve zulmeden her türlü üstünlük, otorite, başkanlık veya komutanlıktır. Tâğut, mülkünde hükmünü yerine getirir; kullarını zorla, aldatmakla yahut kötü yollarla kendine itaate çağırır. Kişinin bu türlü otoriteye, başkanlığa, liderliğe boyun eğmesi ve ona tapması tâğut için bir İbâdettir.

Kur'an'a göre tâğut; Allah'ın, dininin, elçisinin ve kitabının karşısına konulan, Allah yerine tapılan, İslâm'ın hükümleri, emir ve yasakları, helâl ve haramları yerine ikame edilen, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) yerine önder seçilen, Kur'an düşüncesi, inanç ve hayat tarzı yerine başka düşünce, inanç, hayat ve yönetim biçimi koyan, hayata geçiren, bunlara öncülük eden ve uyulan her insanın, her sistemin ortak adı ve sembolüdür.

Buna göre tâğuta ibâdet, Allah'tan başka şeytan, insan, önder, kâhin gibi canlı ve cansız varlıklara, Allah'a isyan anlamına gelecek şekilde itaat etmek, boyun eğmek, Allah'ın hükmü yerine Allah'tan başkalarının hükümlerini kabul edip isteyerek uygulamak demektir ki bu, insanı şirke, küfre götürür.

Günümüzde, kelime-i şehâdet getirip namaz kılan, oruç tutan, hacca giden bazı kimselerin tâğutun hükmüne rızâ gösterdikleri, tâğuta itaat ettikleri, sadece Allah'a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri bilinen bir gerçektir. Yine bu kimselerin Allah'ı bırakıp birtakım armaları, şiarları, işaretleri, bayrakları, gelenek ve görenekleri yücelttikleri ve bu sayılan değerler uğruna mallarını, namuslarını, ahlâklarını fedâ ettikleri, böylece bu değerlere kulluk ve ibâdet ettikleri ortadadır. Bu şahısların tâğutun ortaya koyduğu nefsanî, şehvanî ve indî değer yargılarıyla Allah'ın kanunları ve şeriati çatışacak olsa, hep Allah'ın şeriatinı onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri, kısacası putların veya putların arkasına sığınmış olanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah'ın şeriatina tamamen zıt olan sistemleri kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri de inkâr edilemez. Bundan daha açık putçuluk düşünülebilir mi?

Putların emir ve direktifleri doğrultusunda hareket ederek onların yolundan en küçük çapta ayrılmayanlar, Allah'ın Kitabına ve Rasûlünün sünnetine kulaklarını tıkayarak putların ve onların işbirlikçilerinin çağrısına kulak verenlerden daha iyi putperest olur mu? Bunlar apaçık müşrik olduklarını kendileri bile ilân ediyorlar. Bu tür insanlar; ister namaz kılsın, ister oruç tutsun, ister haccetsin ve isterse sabahlara kadar Allah diyerek tesbih çeksinler. Ne yaparlarsa yapsınlar, kendilerini putçu müşrik olmaktan kurtaramaz, kimse de onları zorla temize çıkararak müslüman yapamaz; onlar tevbe edip, her türlü puta ve tâğuta kulluk/ibâdetten vazgeçmedikleri müddetçe...     

Bir kimse tâğutu reddetmedikçe gerçekten iman etmiş sayılamaz. Tevhid'in şartı, Allah'a imandan önce tâğutları reddetmek, onları tanımamaktır. Bu durum, Kur’an’da açıkça beyan edilmiştir: "Artık kim tâğutu reddedip Allah'a iman ederse, kopmayan sağlam kulpa yapışmış olur." [6]

 

Allah'ın Kanunlarından Başka Kanun veya Kanunlar Yapmanın ve Demokratik Kanunlara Göre Hayatı Tanzîm Etmenin Hükmü Nedir?

Üzülerek ifade etmeliyim ki son dönemlerde ümmetçi Müslüman geçinenlerin çoğu İslâm teşrîini (yasasını) bırakıp, Batının teşrîlerine yönelerek onların yasalarına benzer şekilde hevâ kaynaklı anayasa ve kanunlar yapıyor ve yaptırıyorlar. Nitekim yaşamaya gayret ettiğimiz coğrafyada bazıları “evet” diyerek 2010 Avrupası'nın istediği yeni teşrîyi desteklerken; bazıları da “hayır” deyip seksenlerde yapılan teşrîyi (anayasayı) destekliyorlar. Fakat her iki taraf da Allah'ın kanunlarına zıt şekilde teşrî yapma ve yaptırmayı câiz görmüş oluyorlar. Kendi yaptıklarını meşrû göstermek için de kırk dereden su getirmeye kalkıyorlar.

Hâlbuki onlarca ayet ve ümmetin icmâsı, kendi keyfine (veya başka bir beşerin keyfine) göre kanun yapanların şirkine açık delildir. Rabbimizin bazı ayetlerini beraberce okumaya çalışalım: "Rabbin hakkı için yemin ederim ki onlar aralarında çekiştikleri şeyde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümde kendileri için hiçbir darlık duymadan tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar." [7]

Allâme İbn-i Hazm bu ayetin tefsirinde şöyle der: "Bu nass, tevil kabul etmez. Onu zahirinden döndüren hiçbir nass yoktur. Onu tahsis eden başka bir nass da yoktur."[8]

Allâme Şevkânî ise bu ayeti şöyle açıklar; "Bu tehdit, tüyleri diken diken eden büyük bir tehdittir. Zira evvelâ Allah (c.c.) nefsiyle yemin edip, te’kidi ifade eden nefiy harfiyle başlıyor. Sonra onunla yetinmeyip içlerinde hiçbir sıkıntı kalmamasını şart koşuyor. Sonra onunla da yetinmeyip mef’ûl-i mutlak olan “teslîmen” kelimesini kullanıyor. Böylece nefsinin hevasına göre hüküm vermenin ne kadar büyük bir küfür ve şirk olduğunu ve bu hükmün hiç şüphe taşımadığını ifade etmiş oluyor." [9]

"Allah’ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler. Hâlbuki onlar da sadece bir olan Allah’a ibâdet etmekle emrolunmuşlardı. Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden münezzehtir."[10]

Allâme İbn-i Kesir bu ayetin tefsirinde şöyle der: "Adiyy bin Hatem boynundaki gümüş haçıyla beraber Hz. Peygamber'in (s.a.s.) yanına gelirken Rasûlullah (s.a.s.) bu ayeti okuyordu. Adiyy “Onlar haham ve papazlarına ibâdet etmezlerdi.” dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) "Evet, onlar helâli haram, haramı da helâl kabul ediyorlardı. Allah’ın (c.c.) yasaklarını serbest kılıyor, serbest kıldığını yasaklıyorlardı. Halk da onlara tâbi oluyordu. İşte bu, onlara yapılan ibâdettir."[11] buyurdu.

 Allâme Şevkânî bu ayetin tefsirinde şöyle der:

"Ayetin manası; onlar emir ve nehiyde haham ve papazlara itaat ederken sanki onları rab edindiler. Zira onlar bir rabbe itaat eder gibi onlara itaat ediyorlardı."

"Yoksa, onların birtakım ortakları var da onlara dinden Allah'ın izin vermediği şeyleri meşrû mu kıldılar? Eğer o fasıl (ayıran) kelimesi olmasaydı muhakkak aralarında hüküm verilip işleri bitirilmişti. Şüphesiz zâlimler için acıklı bir azap vardır." [12]

Allâme İbn-i Kesir bu ayetin tefsirinde şöyle der:

"Yani onlar Allah'ın şeriatına değil; insî ve cinnîlerin şeriatına tâbi olurlar. O şeriatta bazı deve çeşitlerini haram kılmak, murdar, kan, kumar vs. cahiliyede yaptıkları tahrîm (haram/yasak kılma) tahlil (helâl/serbest bırakma) ve bâtıl ibâdetler vardı..."

Allâme Şankıtî ise bu ayetin tefsirinde şu açıklamayı yapar:

"Bu ayette Allah (c.c.) kendi kanunlarının dışında (onlara zıt) kanun yapanları "ortaklar" diye adlandırır." [13]

İslâm şehidi Seyyid Kutub der ki;

"Bu konu açık olmasına rağmen tartışmaya girerler. Kanunları Allah'tan başkasından almayı câiz görerek, cür’et gösterip, ‘zaman ve zemine göre toplumumuz için kanun koyma hakkına sahibiz’ derler. Sanki Allah'tan daha bilinçli ve daha âdildirler." [14]

Evet, bu ayetlerden açıkça anlaşılır ki, kim kendi arzusuna göre kanun yapar ve yaptırırsa ne kadar namaz kılıp oruç tutsa ve "ben müslümanım" dese bile müslüman kabul edilmez. Zira bu kişi, bu tavrıyla Allah'ın (c.c.) vazgeçilmez ulûhiyet vasfıyla kendisinin de vasıflandığını kabul etmiş ve kendi ulûhiyetini ilan etmiştir. Kanun yapanların küfründeki icmâya gelince Allâme İbn-i Teymiyye şöyle der: "İnsan ne zaman helâlı haram, haramı da helâl yapar veya Allah'ın şeriatını değiştirirse tüm âlimlerin ittifakı ile kâfir olur." [15]

Allâme İbn-i Kesir de bu konuda şunları söyler;

"Kim Allah'ın şeriatını bırakıp mensuh olan şeriate başvurursa kâfir olur. Acaba beşerî yasaya başvurup onu şeriatın önüne almanın hükmü nasıl olur? Tüm müslümanların icmâsı ile o kişi kâfir olur."[16]

Allah (c.c.) şöyle buyurur: "Onlar cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Yakînen iman eden bir kavim için Allah'tan (c.c.) daha güzel hüküm veren kim olabilir?" [17]

Allâme İbn-i Kayyım şöyle der:

"Kur'anda geçtiği şekilde ve sahih icmâ ile sabittir ki İslâm dini önceki tüm dinleri neshetmiştir. O yüzden kim Kur'an'a değil de Tevrat ve İncil'in hükümlerine tâbi olursa kâfir olur." [18]

Şeyhu’l-İslâm allâme Mustafa Sabri (Mevkıfu’l-Akl, 1/123), Dr. Abdullah Azzam (El-Âkîde ve Eseruha, 178), Abdulkadir Udeh (Teşrîü’l Cinâî, 2/708), Ahmed Şâkir (Umdetu’t-Tefsir, 3/214), Said Havva (el-İslâm, 83) ve bunlar gibi nice âlimler bu fetvâyı eserlerine almış ve topluma ilan etmişlerdir. Fakat son dönemde kendilerine âlim görüntüsü veren bazı kişiler "Ameller niyetlere göredir" gerekçesine sığınarak diyerek bu fetvâlara göz yumdular. Kendi çıkarlarına göre kanun koyanların, yasa ve anayasa yapanların küfrünü açıklayanı tekfirci ve hâricî olmakla itham ettiler. Böylece kendi ebedî hayatlarını harap etme pahasına tâğutî sistemlerin işlerini kolaylaştırdılar. Şunu unutmayalım ki kanun yapanlar ne kadar büyük bir şirk işlemişlerse, onlara kanun yapma hakkını verenler de o kadar büyük şirk işlemişlerdir. Zira tâğutların yardımcıları olmazsa tâğutların ifsâdı ve ömrü kısa olur. Onun için tarih boyunca tâğutlara destekçi ve yardımcı olanlar, onların el ve ayakları olmuşlardır. Bundan dolayı âhiret gününde tâbî olanların ve kendisine tâbî olunanların azabı eşit olur. Üstün çektiği azabın aynısını ast da çekecek, küfrün liderleri ile destekçileri aynı azaba ortak olacaklardır. Allah (c.c.) onların azabı hakkında şöyle buyurur: "Nitekim hepsi birbiri ardına orada toplanınca en sonda yer alanlar en önde gelenler için ‘Rabbimiz işte bunlar bizi saptırdı. Öyle ise ateşte kat kat artırılmış bir azap ver’ diyecekler. Allah da (c.c.) ‘hepsi için kat kattır ancak siz bilmezsiniz’ diyecektir."[19]

"Allah (c.c.) kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz."[20]

Allâme Şankıtî bu ayetin tefsirinde şöyle der:

"Bu ayetten açıkça anlaşılır ki Allah'ın kanunlarının dışında kanun yapanlara itaat edenler müşriktirler. Ve sonunda şöyle der: Semâvî nasslar apaçıktır ki beşerî kanunlara, şeytanın kendi dostlarının dilleri üzerinde yaptıkları kanunlara ittibâ edenler, açık şekilde şirk içerisindedirler. Vahyin penceresinden bakamayan gözü kör olan hâriç hiç kimse bunların şirkinde şüpheye düşmemelidir."[21]

Allâme Şakir şöyle der;

"İngilizlere hangi çeşit olursa olsun az veya çok yardım etmek kişiyi şirke götürür. Bu konuda özür veya te’vil kişiyi kurtarmaz. İster bu yardımı fertler yapsın, ister başkanlar veya hükümetler yapsın fark etmez."[22]

Allâme Mevdûdi de şöyle der:

"Bizim, tâğutların mahkemelerine başvurmamız imanımıza ters düşer. Aslen Allah'a iman, insanın bu mahkemeleri reddetmesini emreder. Zira Allah'a iman ve tâğutu red Kur'an’da birbirini gerektirir. Hem Allah'a hem de tâğuta itaat nifâkın ta kendisidir." [23]

"Sizden onları kim dost edinirse şüphesiz o da onlardandır."[24]                                                                     

Allâme Kurtubî bu ayetin tefsirinde şöyle der:

"Kim onları dost edinirse, yani Müslümanlara karşı onları desteklerse o da onlardandır. Yani onun hükmü onların hükmü gibidir."

Allâme İslâm şehidi Abdullah Azzâm da şöyle der:

"Bilinmelidir ki ibâdet; kanunlar, haramlar ve helâllerden meydana gelmektedir. Bu yasalar şayet Allah'tan alınırsa o zaman ibâdet Allah'a yapılmış demektir. Şayet bu yasalar beşer tarafından düzenlenmiş ise ulûhiyet yani ibâdet beşeredir. İsterse insanlar namaz kılsalar, oruç tutsalar ve dinî vecibelerini yerine getirseler dahi bu çok kesin hüküm konusunda tereddüt yoktur. Tüm âlimler şu konuda ittifak etmiştir: "Kim haramı helâl yaparsa kâfir olur ve yine kim helâli haram yaparsa kâfir olur."[25]

Şehid Seyyid Kutub da şunları söyler:

"Dilleri ile Allah'tan başka ilâhın olmadığını ve Muhammed’in (s.a.v.) Allah'ın kulu ve Rasûlü olduğunu söyleyip bireysel davranışlarda arınma, evlenme, boşanma ve miras gibi konularda Allah'ın vahyine tâbi oldukları için kendilerini müslüman diye isimlendirenler, bununla beraber bunun dışındaki konularda Allah'ın kitabına göre şekillendirilmemiş kanun ve nizamlara itaat edenler... Allah, kitabında izin vermediği halde Allah'ın kitabına muhalif olan yasalara itaat edenler, isteyerek veya istemeyerek bu çağda tâğutların kendilerinden istedikleri görevi yerine getirme noktasında tüm değerlerini feda edenler... Kutsal değerleri ile çağdaş tâğutların istekleri çeliştiği zaman Allah'ın emirlerini kulak arkası yapıp bu çağdaş tâğutların emirlerini yerine getirenler... Evet, kendilerini müslüman ve Allah'ın dinine mensup sayanlar, kafalarını yastıklarından kaldırıp bir an önce uyanmak ve ne kadar büyük bir şirk bataklığının içinde bocaladıklarını düşünmek zorundadırlar. Şirk ve müşrik; sadece rablik noktasında Allah'tan başka bir rabbin, yaratan, rızık veren, öldüren vb. varlığa inanmakla ortaya çıkmaz. Allah ile beraber veya Allah'ın dışında başka rablerin hâkimiyetine inanmak da şirkin en bâriz örneklerindendir. O halde yeryüzünün doğusunda ve batısında yaşayan tüm insanlar yaşantılarında da yetkiyi kime verdiklerine, kimin emrine uyup sözünü dinlediklerine bir baksınlar! Şayet tüm bu konularda Allah'a itaat ediyorlarsa Allah'ın kendisinden râzı olduğu dine, İslâm'a mensupturlar. Yok, şayet bu konularda Allah'tan başkasına tâbi oluyorlarsa -Allah korusun- onlar, tâbi oldukları tâğutların dinine mensupturlar."[26]

Üzücüdür ki bazı çevreler, “bizim yasama yaptığımız kanunlar İslâm'ın kanunlarına ters değildir. Biz "evet" derken Allah'ın meşrû gördüğü kanunlara evet diyoruz” derler.

Cevaben deriz ki;

Tatarların uyguladığı kanunların çoğu İslâm'dan, Yahudilikten ve Hristiyanlıktan alıntıydı. Fakat buna rağmen İslâm âlimleri hepsine küfür deyip itaat edeni tekfir etmişlerdir. Mâlumdur ki abdest bazı şeylerle bozulduğu gibi iman da bazı ameller ile bozulur. Acaba birkaç sene önce demokratik İslâm düşüncesine sahip olan evetçi iktidar, zinayı serbest bırakmadı mı? İşte bu onların şirke girmesi için yeterlidir. Onlar "Allah'ın kanunlarına ters kanun yapmayız" diye iddia ediyorlar ise onların böyle demeleri ancak bir çelişkiden ibarettir. Ayrıca demokratik düzenin ve Atatürk ilkelerinin gölgesinde yapılan hiçbir kanun Allah'ın hükmü sayılmaz. Zira demokrasilerde en azından teorik olarak toplumun iradesi hâkimdir. O irade ne derse o olur. Bazen yapılan kanunlar İslâm'a uygun gözükse de durum aslında böyle değildir. Genelde İslâm’a açıkça zıt olan kanunlar yapılır. İster İslâm’a uygun gözüksün isterse de tamamen aykırı... Sonuçta hepsi demokrasi dininin tatbik edilmesi demektir.

Bu konu hakkında İslâm şehidi Seyyid Kutub şöyle der:

"Bilin ki milletin hükmü Allah'ın hükmü sayılmaz. Bazen İslâm şeriatına uygun olsa da farketmez. Zira böyle ortamlarda yapılan İslâm kanunları aslen milletin iradesini tatbik etmektedir. Yoksa Allah'a kulluk sözkonusu değildir. Çünkü böyle atmosferlerde millet ne derse o olur. Allah'ın kanunu da saf dışı olmuştur. Hiçbir fonksiyonu yoktur. Ulûhiyyet yalnız Allah'ın değil, uluhiyyetin göstergesi olan egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Yapılan kanunlar milletin iradesine göredir. Allah'ın iradesinin hiçbir fonksiyonu yoktur. Kulluk Allah'a değildir.[27]

[1] 2/Bakara, 256

[2] 39/Zümer, 17

[3] 16/Nahl, 36

[4] 39/Zümer, 17

[5] 5/Mâide, 60; ayrıca, tâğutu reddetmek konusunda bkz. 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 16/Nahl, 36

[6] 2/Bakara, 256

[7] Nisâ, 4/65

[8] El-Fisal fi’l-Milel, 3/293

[9] Fethulkadir, 1/484

[10] Tevbe, 9/31

[11] Tirmizî, Tersir 10

[12] Şûrâ, 42/21

[13] Edvâu’l Beyan, 7/173

[14] Fi-Zilali-l Kur'an, 5/3152

[15] Mecmûu’l Fetâvâ, 3/267

[16] El- Bidâye ve’n-Nihâye, 13/119

[17] Mâide, 5/50

[18] Ahkâm-ı Ehl-i Zimme, 8/259

[19] A’raf, 7/38

[20] Kehf, 18/26

[21] Edvâu’l-Beyân, 4/82

[22] Kelimetu’l-Hak, 126

[23] El-Hukûmetu’l-İslâmiyye

[24] Mâide, 5/51

[25] Hâkimiyet Mefhûmu

[26] Fi-Zilali-l Kur'an, 9/89

[27] Tağut, s. 19

Okullarda Tören Adıyla İşlenen Putperestlik

Ayet:

قَالَ اَفَتَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مَا لَا يَنْفَعُكُمْ شَيْـًٔا وَلَا    يَضُرُّكُمْۜ اُفٍّ لَكُمْ وَلِمَا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ

“(İbrâhim) Dedi ki: Siz Allah’ı bırakıp da size hiç fayda ve zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Siz hiç akıllarınızı kullanmaz mısınız?” [1]

                                                   

Bunun Adı Putperestliktir!                                                      

“Resmî törenler vesilesiyle sergilenen görüntüler ve ortaya konan kimlik İslâmî açıdan neye tekabül etmektedir?” Soruya hemen cevabı vereyim: Tek kelimeyle: “Putperestlik” yani putperestliğe tekabül etmektedir. Bu törenlerin İslâmî açıdan ne demek olduğuna şöyle cevap verilebilir mi?: “Câizdir, hiçbir sakıncası yoktur, hatta sevaptır. Okullarda uygulanması yetmez, bu sevabı câmi cemaatine de yaymak gerekir. Namazlara da ezanla değil, okullardakine benzer törenle başlanmalıdır. İmamlar cami önünde cemaati “hazır ol!” komutuyla hizaya sokmalı, cami önlerindeki göndere bayrak çekilmeli, heykelin önünde saygı duruşunda bulunulduktan sonra camiye girilmelidir. Hem öyle bedava vatandaşlık yok: Kutsal devlete ibâdet için Kürt bölgelerindeki camilerde daha kocaman bayrak ve daha büyük heykel olmalı; “devletten Kürt vatandaşlarına kıyak olarak” diye takdim edilmelidir. Önce millî ibâdet, sonra dinî ibâdet gelir, değil mi ya?! Zaten memleket niye kalkınamıyor; hep bu putlara karşı çıkan yobazlardan ötürü. Krizi filan bahane etmeyelim, bir an önce camileri de okullar gibi heykellerle donatalım, cami kapılarının önüne minareden daha büyük bayrak direği dikelim. Eh ekonomik olsun diye düşünüyorsanız, onun da kolayı var. Minarelerin büyüklüğüyle oranlı kocaman bayraklar yapalım. Nasıl olsa oradan ezan da okunmuyor, minareler bayrak direği olarak işlev görsün. İmamlar sadece 29 Ekim’de, 23 Nisan’da filan değil, her hafta hutbelerde Atatürk’ten bahsetsin. Yetmez, her gün ve her namazda o büyük devlet adamının geceleri ne kadar kaim, gündüzleri ne kadar sâim olduğuna dair menkıbeler, kıssalar anlatsın. (Çok zorlanmazlar, antrenmanlıdır imamların çoğu. Çok iyi bildikleri menkıbe kahramanlarının sadece ismini değiştirecekler o kadar. Ne yapsınlar canım, zaten “emir kulu” değiller mi?! Cami cemaati, mihraplara konulacak heykelin önünde  vecd içinde vatandaşlık görevini yerine getirerek saygı duruşunda bulunmadan namaza başlayamasın. Okullarımızda öğrencilerimize yaptırılan bu davranışları cami cemaatinden esirgemeyelim; böylece hem memleket daha bir kurtulur, hem daha büyük sevaba girilir. Camilerin bu konuda nasıl bir düzenlemeye gidileceği konusunda allâme-i cihan muhterem Yaşar Nuri Efendi Hazretleri ile televizyonların meşhur şeyhülislâmı, ünü tüm dünyaya yayılmış, büyük ermiş Hazreti Zekeriya Bembeyaz başkanlığında bir komisyon toplanır. Kısa zamanda bu devrimi gerçekleştirirler; böylece Ata’larının (varsa) cennetine aday olurlar. Onun tamamlayamadığı İslâm’da ve camide devrimi de gerçekleştirmiş, onun izinden gittiklerini ispatlamış olurlar…”

Böyle bir cevap mı bekleniyor kamuoyu tarafından? “Dâru’l-İslâm”, “ülü’l-emre itaat”, “vatan sevgisi imandan”, “vatan uğruna ölen şehitlerimiz”, “cumhuriyet İslâm’dır”, “en iyi demokrasi İslâm’dadır, dört halifenin seçimi de buna örnektir”, “en büyük gazi, Atatürk” gibi konu ve uyduruk malzemeler de Diyanet’in hutbe metinlerinden bulunabilir, diye ilâve etmemi herhalde beklemiyorsunuz. Aslında, bu tür cevap vermek doğru kabul edilmezse, bu yanlışın karşıtının doğru olduğunu herhalde gö(ste)rmek zor olmaz. Okuldaki törenler doğru ise, İslâm açısından sakıncalı değilse, bunları camideki Müslümanlara da yaymanın ne sakıncası olabilir? Zaten bu cami cemaati, yukarıda anlatılan hususlarda sakınca görse okullardaki çocuklarına veya torunlarına bu yanlışları vurgulaması, her bedeli ödemek zorunda kalsalar da karşı çıkılması gereken “imanî-tevhidî gereklilik” görmezler mi? Görmediklerine göre?! Evet, okullardaki törenleri sakıncalı görmediklerine göre, aynı uygulamalar yukarıda anlatıldığının hatta fazlası uygulansa, onda da sakınca görürler mi, görmezler mi?

Camide yapılması ve tapılması câiz olmayan şey, özellikle ibâdet ya da put kavramıyla ilgili ise, başka yerde de câiz değildir. Biz, sadece camide Allah’ın kulu değiliz. Allah, camide kendisine, cami dışında başka ilahlara yönelmeyi mi meşrû kıldı? Namaz kılarken yönelinen ilâh, okullara, devlete karış(tırıl)mayan âciz biri mi? Namazda yönelinen ilâh başka, devlet kurumlarında ve özellikle okullarda yönelinen ilâh başka mı? Eğer öyle ise, bu, çok tanrılı bir şirk dini olmaz mı? “Câmilerimizde putlar ve putlara tapmaya canımız pahasına karşı çıkarız, yukarıda anlatılan hususlar mescidlerimizde kesinlikle olamaz!” diyenlere altını çizerek ifade edelim ki; tüm yeryüzü Müslümanlar için mesciddir ve yeryüzü mescidindeki putlarla ve putperestlerle mücadele şarttır. Evet, tüm yeryüzü câmidir, mesciddir. Rasûlullah öyle buyurur:

“Yeryüzü bana mescid ve (teyemmüm için) temiz kılındı. Ümmetimden biri namaz vaktine ulaştığında nerede olursa namazını kılsın.”[2] Tüm yaratıklar secde halinde olduğu için, bütün kâinat bir mesciddir. Teshîrî secde için varlıklara evrenin mescid olduğu gibi, ihtiyârî secde sahibi mü’min insan için de yeryüzünün tamamı mesciddir.

Her insanın, kendi dinine göre değişen bir kıblesi ve istikameti vardır. “Herkesin yöneldiği bir yönü (viche) vardır.”[3] Kıble; kalplerdeki imana, kafalarda taht kuran düşünce sistemine ve ferdin kendini tümüyle teslim ettiği “ilâh”a göre değişen bir yön ve istikamettir. “Kâbe Arab’ın olsun, bize Çankaya, anıtkabir yeter” diyen şâir Kemalettin Kamu gibilerin itiraflarıyla bazı kimseler Kâbe yerine Anıtkabir’i, Çankaya veya Washington’u kıble edinebilmekteler. Kâbe’yi kıble edinenin, tüm varlığıyla kendisini Allah’a döndürmesi, diğer yönlere ve kıblelere itibar etmeyip onları reddetmesi gerekir; çünkü her milletin ve her dinin bir kıblesi, herkesin yüzünü döndüreceği bir yönü ve istikameti vardır. Mü’min, Allah’ın dinini tanımayanların kıblesine tâbi olmaz. Onlar da İslâm’ın kıblesine tâbi olmazlar. [4]

Tarihteki putları ve puta tapanları incelediğimiz zaman, şirk temeline dayalı putçuluğun, günümüzde geçerli olan şirkten ve putçuluktan pek de farklı olmadığını görürüz. Mekke’li müşrikler de “Allah” inancına sahipti.[5] Fakat, Kâbe’de tavaf etmek gibi Allah’a ibâdet kastıyla bazı görevleri yaptıkları halde, zaman zaman put heykellerin karşısında saygı duyuyorlar, onların önünde törenler düzenliyorlardı. Allah’ın hükmü yerine Mekke site devletinin parlamentosu Dâru’n-Nedve’nin kanun yapmasını ve Ebû Cehil gibi tâğutların kendilerini yönetmelerini istiyorlar, eski büyük tâğutlarını da unutmamak için heykellerine hürmet ediyorlardı. Onlar da yer yer dindar kesilmelerine rağmen, tevhid’in karşısında durarak şirke sarılıyorlar, putlarından vazgeçmiyorlardı.

Israrla vurgulamalıyız ki, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerdeki okullarda müşrik olmama özgürlüğü yok. Öğrenci ve öğretmen olarak şirk tornasından geçmeme hakkı için mücâdele gerekiyor. Bir manifestomuz yok. Bir müslümanın her çeşit eğitim kurumlarında yapmasının kesinlikle câiz olmadığı şeyler, yapıldığında öncelikle insanlık suçu olduğu ilan edilecek davranış ve sözler, resmî âyinlerde/törenlerde, şirk unsuru olan hususlar, derslerde kabulü ve dillendirmesi şirk olan durumlar, tâğutları övmeler vb. kamuoyuna hâlâ yansıtılmamıştır. Çok net olarak, eğitimle ilgili İslâm’la bağdaşmayacak şirk unsurları şunlardır diyerek maddeleştirip kamuoyuna veli, öğrenci ve öğretmenlere ilan ve tebliğ bile edememişiz. Şirki güncel açılımlarıyla topluma duyuramamanın vebalinin büyüklüğünü düşünmek bile zor. Her vatandaşın ve her düzenin bunları rahatlıkla bilmesi ve zulmün boyutlarının sergilenmesi gerektiğini düşünüyorum. Sanki tevhidin yasaklanmasından ve putperestliğin mecbur edilmesinden daha önemliymiş gibi, varsa-yoksa sadece başörtüsü yasağı gündemde. ABD gibi, Avusturya ve diğer Avrupa ülkeleri gibi, başörtüsünün suç olmadığı memleketlerde yaşasaydık, bizim câhiliyye okullarından istediğimiz olmayacak mıydı? Yani sadece üniversitelerde ve sadece başörtüsünden başka?! Başörtüsüne bile müsaade etmeyen bir zihniyet aracılığıyla, başın içine konulan inanç, bilgi ve kültürün ne olup olmadığı, ciddi mânâda maddeler halinde net olarak dosta düşmana ilan edilebilmiş bile değildir ki, ona göre eylem planı hazırlansın.

Düzenin ve okulların farklı bir dini dayattığı için, Müslüman çocuklarımız iki dinli yetişiyor. Evdeki din ile okuldaki din farklı; birbirine tümüyle düşman iki inanç ve yaşam tarzı sunuluyor. Çocuklar, çifte standartlı yetişiyor. Ana ve babaların “aman oğlum, şunu sevme, şuna inanma, ama bunları okulda öğretmenine filan da belli etme!” diye tavsiyesi, çocuğun karakterini daha küçük yaşta anormalleştiriyor, iki dinli ve münâfık karakteri oluşturuluyor.   

Bu ülkedeki tüm problem, çatışma ve gerginliklerin sebebinin dinler arası çatışma olduğunu söyleyebiliriz. Devlet dini olan laiklik ve Kemalizm ile çoğunluğun dini İslâm arasındaki çatışmadan bahsediyorum. En önemli Kemalist devrimlerden biri tevhid-i tedrisattır. Yani, eğitim ve öğretimin tekel olarak devlete ait olduğu ilkesi. Tevhid eri Müslümanlar olarak biz tevhid-i tedrisat değil; tevhîdî tedrisat istiyoruz. Eğitim, tümüyle devlet tekelinde olduğu için, okullarda şikâyet edilen tüm problemlerden öncelikle bu düzen sorumludur. Bu ilkeden yola çıkarak düzen, eğitim kurumlarında kendi dinini, kendi kutsallarını bütün Müslüman çocuklara dayatmakta, bütün çocukların laik ve Kemalist olmasından başka bir seçenek ve özgürlük tanımamaktadır. İslâm’ın putperestlik olarak kabul ettiği uygulamalar, törenler, âyinler, övgüler okutulan derslerden de önemli, en öncelikli ders kabul edilmektedir. Siyer dersi işlenir gibi ama farklı bir kişinin hayatı işleniyor; uydurma coşkularla döne döne her yıl ezberlettirilip körpe beyinlerin yıkanması için anlatılıyor, anlatılıyor. Tüm derslerin içeriği Batıcı, laik ve Kemalist inanca uygun olarak veriliyor okul denilen tapınakta. Okullar, düzene uygun kafalar yetiştiren birer torna atölyesi konumunda işlev yapmakta. Uysal ve düzene itaatkâr nesiller, tâğuta kulluk yapmaya hazır insanlar yetiştirmek okulların temel görevi olmaktadır.   

Evet, maalesef bin kere evet; Bu törenler, bir âyindir, putperest tapınmalarıdır. Allah’tan başka rab edinmenin, başka ilâh kabul etmenin, tâğutlara ibâdet etmenin göstergesidir. Tepkisiz ve buğzsuz olarak bu törenleri kabullenmek insanı şirke götürür. Şirk de Allah’ın affetmeyeceği tek büyük suçtur. Kişiyi dünyada Allah’ın yardımından uzaklaştırır, âhirette de ebedî cehennemlik yapar. Şirk, hastalıktır, bünyeye sonradan giren bir mikroptur, bir ârızâdır, bir anormalliktir. Bir küçük kibrit çöpü koca ormanı yakıp mahvettiği gibi, şirk de amelleri mahveder. Bir kanser mikrobunu veya yanan kibrit çöpünü önemsiz, tehlikesiz görüp bunların zararlarına duyarsız kalmak, hiç akılla bağdaşır mı? Şirk, kaos ve düzensizliktir. Şirkin olduğu yerde, kargaşa, fesat, kavga, anarşi, düzensizlik ve huzursuzluk vardır.[6] Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlana geldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücâdeleden ibarettir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas tevhiddir. Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulması konusudur.

İbrâhim (a.s.), babasına ve kavmine demişti ki:

“Sizin şu karşısında durup ibâdet ettiğiniz heykeller nedir? (Babası ve kavmi), ‘Babalarımızı onlara ibâdet eder bulduk’  dediler. (İbrâhim), ‘Doğrusu siz de, babalarınız da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz’  dedi.”[7]

“Siz Allah’ı bırakıp da size hiç fayda ve zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Siz hiç akıllarınızı kullanmaz mısınız?” [8]

Buyurun hep beraber Müslümanlığımızı ilan ederek andımızı tazeleyelim:

“Ey kâfirler! Tapmam sizin taptıklarınıza. Sizin dininiz size, benim dinim bana!” [9]

 

[1]  21/Enbiyâ, 66-67

[2]  Müslim, Mesâcid 3, hadis no: 521; Buhârî, Salât 56, hadis no: 84; Nesâî, Mesâcid 42, hadis no: 2, 56

[3]  2/Bakara, 148

[4]  2/Bakara, 145

[5]  Bk. 29/Ankebût, 61, 63; 39/Zümer, 3

[6]  21/Enbiyâ, 22

[7]  21/Enbiyâ, 52-54

[8]  21/Enbiyâ, 66-67

[9]  109/Kâfirûn, 1, 6