4. BÖLÜM (1)
Alt kategoriler
Cuma Namazı Etrafında Bilgi
Cuma Namazı Nerede, Nasıl Kılınmalı?
Konuyla İlgili Sorulan Bazı Sorular ve Cevapları
“Bizler İslâm dışı bir devletin memurlarının arkasında Cuma namazının câiz olmayacağı görüşündeyiz. Cuma namazı için de birçok şart ileri sürülüyor. Bu şartlar yerine gelmiyor. Kendi aramızda Cuma namazı kılmış olsak, şartlar yerine gelmediği halde, caiz olur mu? Yoksa, öğle namazı kılmaya devam mı edelim?”
Müslüman, her şeyden önce Kur’an’a kulak vermeli, onun emirlerini hayata geçirmelidir. Ona ters düşen yorum, te’vil, anlayış ve uygulamalardan kaçınmalıdır. “Sana bu Kitab’ı her şeyi açıklayan ve müslümanlara bir rehber, bir rahmet ve bir müjde olarak gönderdik.” [1]; “...Bu Kur’an, her şeyin açıklanması ve mü’minler için bir kılavuz ve rahmettir.”[2] Müslümanlar, herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüklerinde, onu Allah’a ve Rasûlü’ne arzetmekle mükelleftirler. [3]
Kur’an, Cuma namazını kesin şekilde emretmektedir. Müslüman da, Kur’anın hükümlerini uygulamak zorundadır. Allah, insanlara “niye falan müctehidi, filan fetvâyı uygulamadın?” diye sormayacak, ama mutlaka Kur’an’ın emrini uygulayıp uygulamadığından soracaktır. Kur’an Cuma namazını çok net bir şekilde emretmekte, bu konuda herhangi bir şart ileri sürmemekte, herhangi bir durum sözkonusu olduğunda Cuma namazının kılınmayacağından, işaret yönüyle bile olsa bahsetmemektedir. Müslümanların, Kur’an’ın herhangi bir hükmüne karşı nasıl davranmaları gerektiği de Kur’an’da çok net şekilde açıklanır.
Peygamberimiz’in Cuma namazının faziletiyle ilgili onlarca hadisi hadis kitaplarını doldurduğu halde, Rasûlullah’tan zayıf bile olsa, herhangi bir durumda Cuma namazı kılınmaması gerektiğine dair bir rivâyet sözkonusu değildir. Yani, o, Cumanın şartlarıyla ilgili kesin bir şey söylememiş, hele hele “şu şu şartlar yoksa, Cuma namazı kılmayın!” gibi bir söz onun ağzından kesinlikle çıkmamıştır.
Yani, hutbe ve cemaat dışında ve öğle namazının vaktinde kılınması şartı Kur’an ve Sünnetten çıkan şartlardır. Bunların dışında cemaat olarak kaç kişi bulunmalıdır, mutlaka camiide kılınmalı, başka yerlerde kılınmamalıdır” gibi hiçbir şart Kur’an ve Sünnette bulunmamaktadır. Daha sonraki dönemlerdeki müctehidler, kendi dönemlerindeki cuma namazlarına disiplin getirme ihtiyaçlarından dolayı bazı şartlar ileri sürmüşlerdir. Dolayısıyla, cuma namazını aynen ikindi namazını kılan insanlar gibi bir evde, bir işyerinde kılabilirsiniz. Aradaki tek önemli fark Cuma namazında mutlaka hutbe okunmalıdır. Ayrıca cemaatle kılınır ve öğle namazı vakti içinde kılınır. Kazaya bırakılması sözkonusu değildir. Yine, aynen ikindi namazı gibi iki-üç kişi ile birlikte de kılabilirsiniz. “Kılabilirsiniz” tabirim, aslında “kılmalısınız” anlamına geliyor. Sünnetten anlaşıldığı şekilde, Cuma namazı, kadınlara, kölelere, hasta ve yolculara farz değildir. Bu kimseler Cuma namazı kılarlarsa üzerlerinden öğle namazı düşmüş olur. Cuma namazına katılamamışlarsa, bu kimseler öğle namazı kılarlar.
Cuma namazının illâ camide kılınmasını emreden bir âyet veya hadis yoktur. Sayı mecburiyeti de öyle. Yeryüzü, bu ümmete mescid kılınmıştır. Mü’minler, akidesi sağlam olduğuna kanaat getirdikleri bir imamın arkasında Cuma namazını kılarlar, kılmalıdırlar. Bu, olmasa da olabilir denilecek bir konu değildir; Kur’an ve Sünnet bizden Cuma namazını kılmamızı emretmektedir. Pireye kızıp yorgan yakmak kabilinden tâğutlara kızıp namaz terk edilmez. Daha fazla kızıp diğer beş vakit namazı da terk etmek nasıl doğru bir mantık değilse, tâğutlara kızanlar Cuma’yı onların önemsemeyeceği şekilde terk etmek yerine, onları daha rahatsız edecek şekilde açık havada, parklarda kılsınlar. Ya da cami yerine kullandıkları, müslümanlara açtıkları evlerinde, işyerlerinde, dernek ve vakıflarında eda etsinler. Cuma namazını terk ederek tâğutlar devrilecekse, beş vakit namaz da kılmayan, Cuma da kılmayan insanlar, demek ki düzeni yıkmak üzere olan kahramanlar sayılır ve düzen de bunlardan korkar, düzen kendini sağlama almak için sokaktaki serserileri Cuma kılmaya çağırır. Yok böyle bir şey…
Câmi Görevlilerinin Arkasında Cuma Namazı Kılınabilir mi?
Cemaatle kılınan namazın sahih olması için öncelikle imamın Müslüman olması gerekir. Mutlaka cemaatle kılınması gereken Cuma namazı da, ancak mü’min bir imamın arkasında kılınınca caiz olur. İmam denilen bir cami görevlisinin mü’min olup olmadığını, onun konuşmalarından, hutbe ve vaazlarından anlayabiliriz. Bir imam-hatip, “hutbede kendince İslâm’ı anlatıyor, hutbenin sonunda da İslâmî olmayan sisteme dua ediyorsa, bu kimsenin inanç yönüyle durumu belli olmuş, açığa çıkmıştır. Şöyle ki: “Kendince İslâm’ın anlatılması”, kendi kafalarına göre suç olan, suç olmayan tasnifi yapıp suç olmadığını düşündükleri T.C.nin istediği (yasaklamadığı) bazı hakikatleri anlatmak ise durum şudur: Gerçeğin yarısını söylemek, hiç bir şey söylememektir. Yarım hakikat, çok kere muazzam bir yalandır. “Kendilerince İslâm’ın anlatılması”, kendi görüş ve kabullerine göre, ki bu görüş devlet dinini ölçü kabul eden Diyanet’in kabullerini ve yasaklarını içeriyor ise, Kur’an’ın en fazla önem verdiği tevhid ve şirk gibi dinin temel esaslarını, bunların güncel yansımalarını anlatmıyor, açıklanması gereken hakkı gizliyorlarsa, hakla bâtılı karıştırarak anlatıyorlarsa, İslâm’a düşman kişileri veya düzenleri övüyor ya da onlara dua ediyorlarsa, bu kimselerin itikatları/inançları açığa çıkmış demektir. Böyle bir kimsenin arkasında ne vakit namazı, ne de Cuma namazı kılınabilir. Tâğuta karşı çıkmak, onu red ve inkâr etmek Kur’an’ın emridir.[4] Böyle bir red ve inkârı göremediğimiz, tam tersine tâğutu kabul ettiğiyle ilgili gösterge olarak onlara dua ettiğine şahit olduğumuz kişi, arkasında namaz kılınamayacak kişidir.
İyi niyetli halk tarafından büyük fedâkârlıklarla yapılan câmilere Diyânet hemen el koyar. Maksat, orada kendisinin anlattığı devletin dininden farklı bir dinin anlatılmasına, yaşanmasına engel olmaktır. Câmiler, Diyanet eliyle devlet dairesi haline gelmiştir; İmamlar da namaz kıldırma memuru. İşgal edilen bu mekânlar, mü’minler için zararlı mıdır, tartışılmalı ama, devlet için öylesine faydalı yerlerdir ki, devlet bu yerlerin kendi kontrolünde olmak şartıyla sayılarının artmasından memnun bile oluyor. Haftada bir gün, o kadar insana Cuma günü anlatacağı mesajları neden fırsat bilmesin? O kadar insan zorla toplanmaya çalışılsa bu kadar başarılı olunmaz.
Bu konuda Abdurrahman Dilipak şöyle diyor: “Şimdi modern din adamı adına, Kemalist imam görüntüsü altında İslâm’a ve müslümanlara karşı bir tehdit odağı oluşturulmak isteniyor. İslâm’da din adamı, ruhban sınıfı yok, ama bu düzen içinde bunlar var. Bu tip insanlar, sadece Cuma namazında imama ihtiyaç duyuyor olsa gerekir. Ömürleri boyunca İslâm’a ve müslümanlara saldırdıktan sonra, bir maaş karşılığı susturulmuş imamların öncülüğünde, ne olur ne olmaz, yarın âhirette belki lâzım olur diye, biraz da Allah’ı kandırmak istercesine müslümanların kendileri hakkında iyi şahitlik yapmasını isterler. Müslüman mezarlığına gömülmek, garip bir tutkudur onlar için. Bu iş için, fazla baş ağrıtmayan, ölülerin arkasından kırkıncı günlerinde şen şakrak mevlitler okuyacak bir aydın imama ihtiyaçları vardır.”
Hutbeler ve vaazlar sivil karakterli, dinin özünden alınan ilhamlarla günün problemlerine çözüm getiren şeyler değil. Çoğu câmide okunan hutbe ve vaazları bir başka şekli ile bir kilise papazının ya da budist bir râhibin vaazlarında duyabilirsiniz. On emir”den ibaret ya da hıristiyanlaştırılmış, sadece kişisel ahlâka indirgenmiş bir din.
İmamlara bunca maaşı niye veriyorlar dersiniz? Çok sevdikleri için, dine imana hizmet olsun diye mi? Yoo, onlara maaş verenler, onların ellerine kendi bildirilerini tutuşturup okutmak için... [5]
İmam denilince, sözlük anlamına da uygun olarak, çevresine önderlik ve öncülük eden kimse anlaşılır. Bunun için imamın, hem namaz ibâdetinin, hem de her türlü hayırlı hizmetin yerine getirilmesinde toplumuna önderlik etmesi, ilim ve ahlâkıyla, söz ve davranışlarıyla insanların takdirini kazanması beklenir. Tabii, her şeyden önce, imâmet-i kübrâ için olduğu gibi, namaz imamının da müslüman olması gerekir. Bazılarının, “bu da mevzû mu edilir, tabii ki imamların hepsi müslümandır” diyecekleri büyük ihtimaldir. Ama günümüzde imamlarda aranacak ilk şart, onların her çeşit şirkten arınmış, sadece Allah’tan korkan muvahhid birer müslüman olmalarıdır. İmamlar ve cemaatler, gereği gibi muvahhid mü’min olsalar, nihâi tercihlerini Allah’tan ve âhiretten yana yapsalar, her şey bir başka olacaktır.
Mü’minlerin imamı/lideri, ancak mü’minlerden olur. Herhangi bir kâfirin mü’minlere yönetici olma hakkı yoktur. “Allah kâfirlere mü’minler üzerine asla velâyet hakkı tanımamıştır.”[6] Ümmetin ekserisi, müslüman olduğu halde fâsık veya zâlim olan birisinin de imam ve yönetici olma hakkına sahip olmadığı görüşündedir. Bu anlayış, Kur’an’da “imam” ve “itaat” kavramıyla ilgili âyetler değerlendirildiğinde tercih etmek zorunda olduğumuz bir tavırdır. Kur’an’da kâfirlerin, ancak kâfirlere imam olduğu, kendisine uyanları ateşe/cehenneme ulaştıracağı ifade edilir. Fâsık ve zâlimlerin de, ancak kendileri gibi imamları olacaktır. Çünkü insanlar nasıl iseler, öyle idarecilere/imamlara müstahak olacak ve o şekilde yönetileceklerdir.
Mü’min imamlar ise, imamların imamı Hz. İbrâhim örnekliğinde ortaya konulur. O, put ve putçulara karşı tek başına bir ümmettir. Ve aynı zamanda ümmetin imamıdır. O’nun İshak, İsmail gibi oğulları, Ya’kub, Dâvud, Mûsâ, İsa, Muhammed (salevâtullahi aleyhim ecmaîn) gibi torunları imamdır. Kur’an, apaçık bir imam/rehber olduğu gibi, yol (hidâyet yolu, sırât-ı müstakîm) da imamdır. İmam hakkındaki Kur’an’ın bu tanımlarından yola çıkarak diyebiliriz ki; iyilik imamı, peygamberlerin izinden ayrılmayan, Kur’an’ın ahkâmını inanarak uygulayan ve İslâm hidâyeti üzere, sırât-ı müstakîm yolunda önder kişidir. Bu özellikleri taşımayan kimse, mü’minlerin imamı olamaz; olsa olsa, küfür imamı/önderi olabilir.
Sadece Cuma değil, beş vakit farz namazlar da tabii ki müslümanların arkasında kılınabilir. Akaidinin sağlam olduğunu zannettiğimiz, yani küfre girdiğine dair kesin delillerimizin olmadığı her kıble ehlini müslüman kabul etmek zorundayız. Hutbesinde tâğutun dostu olduğunu (te’vil edilemeyecek açıklıkta) ifâde eden bir imama rastladığında müslümanlar câmiyi terkeder, bir daha o imamın arkasında namaz kılmazlar. Bu konuda diğer namazlarla Cuma namazı arasında fark yoktur.
Namaz kılanların imamlığa geçecek kişiyi seçmeleri haklarıdır. Mescit ehli, devamlı namaz kıldıracak kişiyi kendileri seçer. Eğer ihtilâf ederlerse, çoğunluğun seçtiği namazı kıldırır. Kişinin, cemaat istemediği takdirde imamlığa yeltenmesi doğru değildir. “Üç kişinin namazları kabul olmaz. Bunlardan birisi, cemaat istemediği halde imamlık yapmak isteyen kişidir...”[7]; “Üç kişi vardır ki, namazları kulaklarını aşmaz: Cemaatin kerih gördüğü (kendisini sevmediği) halde bir cemaate imamlık yapan kişi...” [8]
Konuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
“Kim tâğuta küfreder (onu tanımaz, reddeder) ve Allah’a iman ederse o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah kemaliyle işitici ve bilicidir.” [9]
“Hakka bâtılı karıştırmayın, bile bile hakkı gizlemeyin.” [10]
“Ey kitap ehli! Neden hakka bâtılı karıştırıyor ve bile bile hakkı/gerçeği gizliyorsunuz?” [11]
Ve, aşağıda mealleri verilecek olan 2/Bakara, 174-176; 3/Âl-i İmran, 187; 2/Bakara, 159-160.
Konuyla İlgili Hadis-i Şerifler
Hadis-i şeriflerde şöyle buyrulur: “Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyamet gününde ateşten bir gem vurulacaktır.” [12]
“Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” “En fazletli cihad, zâlim sultana karşı hakkı söylemektir.” [13]
“Kıyamet gününde bir adam getirilir ve cehenneme atılır da cehennem değirmen merkebinin taşlarıyla (buğday) öğütmesi gibi onu öğütür. Bunun üzerine cehennem halkı onun başına toplanır da: ‘Ey filan, sen ma’rufla emrediyor ve münkerden nehyediyor değil miydin?’ derler. O da: ‘Evet, ben ma’rufla emrederdim de onu kendim yapmazdım ve yine ben, münkerden nehyederdim de, onu kendim işlerdim’ der.” [14]
“Benden sonra birtakım emîrler (idareciler) olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik eder, yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa benden değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse benim ‘havz’ımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez, zulümlerinde onlara yardım etmezse bendendir. Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında bana ulaşacaktır.” [15]
“Benden sonra, yakında birtakım sultanlar (yöneticiler) peydah olur. Kapılarında fitneler develerin yatakları gibidir. Kimseye bir hayır göstermezler (ellerinden kimse hayır görmez). Bir şey verirlerse, ancak onların dinlerinden bir tâviz kopararak verirler.” [16]
“Benden sonra sizin (yönetim) işinizi birtakım insanlar üzerine alacaklar, sünneti söndürecekler, bid’atı ihdâs edecekler (uyduracaklar), namazı vakitlerinden geciktirecekler.” Bunun üzerine İbn Mes’ud Rasûlullah’a sordu: “Ben onlara yetişirsem ne yapmalıyım?” Rasûlullah şöyle buyurdu: “Ey Ümmü Abd’in oğlu! Allah’a isyan edene itaat olmaz!” [17]
Soru: Tevhid ehli olsa bile cuma namazını camilerde resmî görevli olan memurların arkasında kılmak caiz mi? Değilse neden?
Tevhid ehli olan kişilerin arkasında beş vakit namaz da, Cuma namazı da kılınır. Fıkıh olarak câizdir. Ancak, ben dâvâ insanı olan, topluma az-çok dâvet götüren kimselerin, özellikle kendisine hoca denilen tevhid ehli kimselerin Camilerden birinde resmî görevli kimselerin arkasında Cuma namazı veya başka bir namaz kılmamaları gerektiğini söylüyorum. Sebebini aşağıda ele alacağım.
Sadece Cuma değil, beş vakit farz namazlar da tabii ki müslümanların arkasında kılınabilir. Akaidinin sağlam olduğunu zannettiğimiz, yani küfre girdiğine dair kesin delillerimizin olmadığı her kıble ehlini müslüman kabul etmek zorundayız. Hutbesinde tâğutun dostu olduğunu (te’vil edilemeyecek açıklıkta) ifâde eden bir imama rastladığında müslümanlar câmiyi terkeder, bir daha o imamın arkasında namaz kılmazlar. Bu konuda diğer namazlarla Cuma namazı arasında fark yoktur.
Soru: Pek yoktur, ama eğer bir yerde tevhidi ve şirki güncel boyutlarıyla anlatan ve düzeni kurum ve kurallarıyla reddeden bir imam olsa, onun arkasında Cuma namazı kılınır mı?
Böyle bir durumda bu imamın arkasında cemaat olmaya yönelik gönlün yatıp yatmamasına (huzur bulup bulmamasına) bağlı tavır gösterilebilir. Peygamberimiz (s.a.s.): “Fetvasını alsan da kalbine/gönlüne danış” buyurur. İmamın ketmetme gibi, hakla bâtılı karıştırma gibi, yanlışları olmamış olsa bile, “bakın böyle güzel imamlar da var, bunlar da devlet memuru. Demek ki devletimiz kötü değilmiş, sizin tağuti devlet diye başlayıp suçlayarak anlattığınız devletin bu da memuru…” diyebiliyorlar. Yani o imam, tevhid üzere olduğu durumda, düzeni aklamış, rejime katkı sağlamış oluyor. Düzen bunların gayreti ile ayakta duruyor. Bu suç da onlara yeter demek durumundayız. Ama, bir kişi zâhire bakar, bu tür imamların arkasında namaz kılabilir (imamın mü’min olduğuna şahit olan, tâğutları reddeden biri olduğu durumlarda) o imama uyabilir, mescide girebilir. Fakat bu görüş ve uygulama, bizim tavsiye ettiğimiz şey kapsamına girmez. Bir imamın sadece kendisinin şirk koşup koşmaması yeterli değildir. Bu şahıs, herhangi bir tüccar ile, esnaf veya işçi ile aynı kategoride değildir, bu kimseden dinin beklediği şey de sıradan vatandaşla aynı değildir. Yani bir konfeksiyoncu, bir berber müşterilerine kendi bulundukları ülkedeki şirki, fesat ve tuğyanı (tâğutluğu) anlat(a)mayabilir. Bu kimsenin suçu önemli görülmez. Ama bir imam aynı konumda değildir. Onun anlatması şarttır. O, başka insanlara kötü örnek olamaz. Ve hakkı savunup bâtıla karşı çıkmak, öncelikle onun görevidir. O bu görevi yapmayınca, hakkı ketm etmiş/gizlemiş olmaktadır. Camide görevli insanlar anlatmayınca, tevhid ehli başka şahısların bunları anlatması da inandırıcı olmuyor; halk o cami imamını gösteriyor ve “eğer dinimizde bu senin anlattıklarına yer olmuş olsa idi, imamlarımız da bahsederdi. Onlar anlatmadığına göre siz kendi kafanızdan din çıkarıyorsunuz, siz sapıksınız” diyebiliyorlar. “Sükût ikrardan gelir.” Sessiz kalmak, mevcut durumu onaylamak anlamına gelir. Kendi anlatmadığı gibi, sizin gibi şahısların anlatmasının da inandırıcı olmamasına sebep oluyor. Dini, dinin özü olup tevhid ve şirki halka anlatmayanların durumuna Kur’an’dan bakalım, bu konuyu Allah’a arz edelim, mü’min olarak Allah’a danışıp sonra alacağımız cevaba peşin ve tereddütsüz şekilde iman edip teslim olalım:
“Allah’ın indirdiği kitap’tan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah, ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onlar doğru yol karşılığında sapıklığı, mağfiret bedeli olarak da azabı satın almış kimselerdir. Onlar, ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar! O azabın sebebi, Allah’ın, kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır. (Buna rağmen farklı yorum yapıp) kitap’ta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir.” [18]
“Allah, kendilerine Kitap verilenlerden, ‘Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz’ diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar kötü!” [19]
“İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti Biz Kitaptan insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak tevbe edip, durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır. Onları bağışlarım; çünkü Ben tevbeyi çok kabul eden ve çokça merhamet edenim.” [20]
Allah Teâlâ tarafından vuku bulan lânet, dünyada hayır ve tevfikten/başarıdan, âhirette ilâhî lütuf ve rahmetten uzaklaştırılmak manasını ifade etmektedir. Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılan, Rabbimizin rahmetiyle muâmele etmeyeceğini bildiğimiz bir kimse, bizim namazımızı nasıl kıldırabilir, bizim namazımızı Allah’a nasıl taşıyabilir? Hak etmeyen bir kimseye lânet etmek veya çokça lânet tabirini kullanmak, büyük günahlardan kabul edilir. “Mü’mine lânet etmek, onu öldürmek gibidir.” [21]
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) Tebük seferi sırasında, helâk edilen Semûd kavminin yurdu olan Hıcr’a uğradığı zaman: “Nefislerine zulmedenlerin meskenlerine girerken onların mâruz kaldığı musîbetin size de gelmesi korkusuyla ağlayarak girin!” buyurdu. Sonra başını (rıdâsıyla) örtüp yürüyüşünü hızlandırdı ve vâdiyi geçinceye kadar bu hâl üzere devam etti.”[22] Diğer bir rivâyette, “Şu anda sizler, mel’ûn (lânete uğramış) bir vâdidesiniz; onun için hızlanın (buradan çabuk çıkın) Kim buranın suyu ile hamur yaptı, tencere kaynattı ise ters çevirsin.” Bir diğer rivâyette: “Bu azaba uğrayanların yanına girmeyin. Ancak ağlayarak girerseniz o başka. Eğer ağlamazsanız yanlarına girmeyin de onlara gelen belâ size de gelmesin.”[23] Yine İbn Ömer anlatıyor: “Halk, Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte Hıcr’a, Semûd kavminin yurduna inince, kuyularından su aldılar ve onunla hamur yoğurdular. Efendimiz, onlara derhal aldıkları suyu dökmelerini ve hamurları develere yem yapmalarını emretti. Ayrıca, Hz. Sâlih’in devesinin su içtiği kuyudan su almalarını emretti.” [24]
Diyelim ki, siz kendisiyle konuştunuz ve sizin yanınızda tâğutları sevmediğini söyledi. Ve siz bu kimseyi mü’min kabul ettiniz ve arkasında namaz kıldınız. Sizi tanıyan nice insan, sizin her imamın arkasında değil, muvahhid olduğuna şahit olduğunuz bir imamın arkasında kıldığınız (imamları seçerek arkalarında cemaat oluşturduğunuz) durumu bilmiyor. Bir Diyanet görevlisinin arkasında namaz kılmanızı, çevrenizde sizi iyi olarak tanıyan nice insan, kolaycı ve ucuzcu bir şekilde “Filan kardeş de camiye gidiyor, Cuma ve vakit namazlarını resmi görevlilerin arkasında kılıyor, ben de, biz de kılabiliriz” demek ve sizi örnek almak durumunda olabiliyor. Kabul edersiniz ki, teke tek konuşulduğunda imamların çoğu “ben tağuta düşmanım, onu reddediyorum” demiyor, diyemiyor. Hüküm de çoğunluğa göre verilir.
Bazıları diyor ki: “Bir insan, kâfir, müşrik veya mürted olunca ve küfrü ortada olunca arkasında namaz kılınmaz. Bunun dışında her imamın gidip arkalarında namaz kılmak lazımdır.” Hayır, sadece kâfir ve mürted olunca değil; imamın arkasında namaz kılınacak özellikleri olmadığında, şüpheli durumlarda, insanlara dinin özünü anlatmadıklarında, fiilen İslâm dışı devleti, rejimi destekliyor görünümü verdiklerinde bir imamın arkasında namaz kılınmaz. Olaya dar pencereden bakmak bizi yanlışlığa götürür. Bugün bütün dünyada, Amerika’nın ve Batının etkisiyle “dine karşı din” projeleri geliştiriliyor. Lâ’sı olmayan bir din, isyanı barındırmayan, mevcut şirk düzenlerine karşı çıkmayan bir din anlayışı. Halkın ve devletin doğru yolda olduğunu haliyle ve tavrıyla göstermeye çalışan namaz kıldırma memurlarının da arkasında Cuma ve vakit namazları kılınmaz.
Halkının önemli bir kesimi müslüman olan ülkelerdeki Diyanet görevlileri, büyük çoğunlukla, dini vicdanlara hapsederek gerçekleri gizlemişler, hakkın toplum tarafından anlaşılmasına engel olmuşlardır. Bu ise, yapılabilecek en kötü işti: “Onlar, işledikleri kötülükten, birbirlerini vazgeçirmeye çalışmıyorlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür!”[25]; “Allah’ın âyetlerini az bir paraya sattılar da O’nun yoluna engel oldular. Onların yaptıkları, gerçekten ne kötüdür!”[26] Bu görevliler, bunu ister bilerek yapsınlar, isterse bilmeden; bâtılı emretmeleri, bundan da kötüsü, hakla bâtılı karıştırmaları, cinâyet olarak yeter! “Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın; yalnız Benden (Benim azâbımdan) korkun. Hakkı bâtıl ile karıştırmayın; bilerek hakkı gizlemeyin.” [27] Atasözünde denildiği gibi; “Dinini paraya satan, dininden de olur, paradan da.” Paradan olmasa ne çıkar, paralandıkça paramparça âhireti paralanır.
Yine, hangi sebeple olursa olsun, hakkı gizleyerek sadece belli konuları işlemeleri, onların Kur’an’ı böldüklerinin açık bir delilidir. Bunun hesabı, elbette sorulacaktır. “Onlar ki Kur’an’ı bölük bölük ettiler. Senin Rabbin hakkı için Biz onların hepsine, yaptıkları şeylerden soracağız. O halde sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklere aldırma!” [28] Kur’an’ı parça parça ederek bir bölümü ile hareket edenler için Kur’an’ın öngördüğü ceza, dünya hayatında tâğûtî düzenlerin isteklerine göre hareket ettiklerinden dolayı rezillik; rezillerin âhiret cezâsı ise, azâbın en şiddetlisine atılmaktır. “...Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezâsı, dünya hayatında rezil olmaktan başka nedir? Kıyâmet gününde de (onlar) azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah, yaptıklarınızı bilmez değildir.” [29]
Ülkelerdeki Diyânet örgütlerinin memurları, bu itaatkâr tavırlarıyla, bilerek veya farkında olmadan; Diyanetin, dolayısıyla laik düzenlerin emir ve yasaklarını Allah ve Rasûlünün emir ve yasaklarının üstüne çıkarmış oluyorlar. Bu nedenle, Kur’ânî emirler bunlar için pek bir şey ifade etmeyebiliyor. Bunun açık örneklerinden biri, cenaze namazları ile ilgili tutumlarıdır. Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın dininden hoşlanmayanların, fâsıkların ve münâfıkların namazlarının kılınmamasını, mezarları başında durulmamasını isterken; bu namaz memurları, bırakın münâfıkları, Allah’ın dinine ve müslümanlara düşman olan dinsizlerin (daha doğrusu, farklı din mensubu müşriklerin) bile namazlarını kılmakta, onlar için duâ etmektedirler. Namazdan sonra da bu müşriklerin ölüsünü almaya gelenlerin bazılarınca, “kahrolsun şeriat!” diye İslâm’a saldırdıkları durumlar bile olabilmektedir. “Onlardan ölen hiçbirine asla namaz kılma, onun kabri başında da durma. Çünkü onlar, Allah ve Rasûlünü inkâr ettiler de fâsık olarak öldüler.”[30] Şimdi, bir tarafta Yüce Allah’ın emri, diğer tarafta Diyanet teşkilatları ve laik sistemlerin emri var. Namaz memurları tâğûtî düzenlerin emrine tâbi olduklarını ortaya koyarak, Yüce Allah’ın bu emrinin tersine hareket ediyorlar. Bu davranışlarıyla da Kitab’ın hükümlerini arkalarına atmış oluyorlar.
Resmî din teşkilatlarına, daha doğrusu tâğûtî ve laik düzenlere hizmeti ibâdet kabul eden memurlardan oluşan bu grup, tevbe ederek Allah’a ve O’nun yüce Kitabına tam teslim olmadıkları ve Kur’ânî gerçekleri insanlara olduğu gibi anlatmadıkları sürece, ne müslümanlarla beraber olabilirler ve ne de Yüce Allah tarafından bağışlanırlar. “İşte onlar, âhireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir. Onlardan azap hiç hafifletilmez ve onlara hiç yardım edilmez.”[31]; “Ancak, tevbe edip kendini düzeltenler, (Hakkı) açıklayanlar başka. Onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çok kabul eden ve merhametli olanım.” [32]
Soru: Camide resmî görevli memurun arkasında cemaat olarak Cuma namazı kılmanın câiz olmaması halinde, bu durum, cuma namazının farzını yerine getirmemeye mazeret sayılabilir mi? Cuma namazını bağımsız bir şekilde kılacak; dernek gibi imkânımız olmayan bir yerde cuma namazın farzı üzerimize borç kalır mı, yoksa Cuma namazını terk etmeye mazeret sayılabilir mi?
Hayır, mazeret sayılmaz. Dernek gibi Cuma namazı kılınabilecek bir imkân olmayan yerde yine Cuma namazı mü’minlerin üzerine farzdır, kılınmazsa borç olarak kalır. Peki, nasıl kılacaklar?
Tevhid ehli bir mü’min, oturduğu veya çalıştığı bir semtte, birlikte Cuma namazı kılacakları bir-iki mü’min bulamaz mı? Bulur, bulmak zorundadır. Mümkün, biraz fedakârlık yaparak, beş-on dakikalık mesafedeki bir yerde buluşulacak oralarda uygun bir yerde namaz kılınacaktır. Birlikte Cuma namazı kılacakları bir-iki arkadaş bulabildiği gibi, namaz kılabilecekleri müsait bir yer de bulabilirler. Burası, bir dernek değilse, ev olabilir, iş yeri olabilir. Arayan bulur. Samimi olan bulur. İçlerinden kıraati en düzgün olan birisi, bir hutbe hazırlar ve sunar. Eğer topluluğa karşı konuşma yeteneği yoksa, birkaç nasihat cümlesiyle yetinir. Hutbede şart olan hamdele ve salveledir. Yani; sadece “elhamdu lillâhi rabbi’l-âlemin, ve’s-salâtu ve’s-selâmu alâ rasûlinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmeıyn” deyip hutbeden inen kimse, hutbe okumuş sayılır. Normal olarak hutbede birkaç kişi olunsa bile, bazı önemli bilgiler verilir, gündemle ilgili yorumlar yapılır, takvâ ve sâlih amelin artması için bazı nasihatler ve uyarılar yapılır. Birlikte Cuma namazı kılmak, cemaati bilinçlendirir ve inançlarında, düşüncelerinde, yorumlarında yakınlaşmalar olur, sevgi bağları kuvvetlenir, cemaat ruhu kazanmış olurlar. Bunlardan da önemlisi, Cuma namazı sahih bir şekilde edâ edilerek Rabbimizin emri yerine getirilmiş olur.
Bulunduğu yerde tek başına ise ve birlikte Cuma namazı kılacakları hiç kimse bulamamışsa, bütün sorup soruşturmalarına rağmen kimseye ulaşamamış ise, buluncaya kadar (Allahu a’lem) mâzur olabilir.
Soru: Ve arkasında namaz kılınmayan imamlara dinî konularda herhangi bir meselede başvurabilir miyiz?
Eğer ilimlerine, bildiklerini gizlemeyeceklerine, hakla bâtılı karıştırmayacaklarına güveniyorsak, dinî konularda onlara başvurulabilir. Nikâh da kıyabilirler. Arkalarında namaz kılmayışımız, bunları mü’min kabul etmediğimizden değil de başka bir gerekçeye dayandığından ehil olduğunu bildiğimiz konularda danışabilir, görüş ve fetva alabiliriz, tabii gönlümüz ona danışma konusunda fetvâ verirse, gönlümüz uygun görürse...
Türkiye Dâru’l-Harp’tir Diyerek veya Peygamberimiz Mekke’de Kılmadı Gerekçesiyle Cuma Namazı Kılınmaz Diyenler Yanılmaktadır!
Cuma Namazını Kim Emrediyor, Kim Yasaklıyor?
1-Kur’an, Cuma namazını kesin şekilde emretmektedir. Müslüman da, Kur’anın hükümlerini uygulamak zorundadır. Allah, insanlara “niye falan müctehidi, filan fetvâyı uygulamadın?” diye sormayacak, ama mutlaka Kur’an’ın emrini uygulayıp uygulamadığından soracaktır. Kur’an Cuma namazını çok net bir şekilde emretmekte, bu konuda herhangi bir şart ileri sürmemekte, herhangi bir durum sözkonusu olduğunda Cuma namazının kılınmayacağından, işaret yönüyle bile olsa bahsetmemektedir. Müslümanların, Kur’an’ın herhangi bir hükmüne karşı nasıl davranmaları gerektiği de Kur’an’da çok net şekilde açıklanır.
Kur’an, Cuma namazına öyle bir önem vermiştir ki, özel olarak Cuma namazından bahsetmiş, hatta Kur’an’ın bir sûresi (62. sûre) bu isimle adlandırılmıştır. Cuma namazına öyle önem vermiştir ki, helâl olan alışverişi Cuma vakti yasaklamış, müslümanların ezanla birlikte Cuma namazına gitmelerini emretmiş ve gerçeği anlayan, bilen insanlar için en hayırlı şeyin bu olduğunu belirtmiştir: “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah’ı zikretmeye gidin ve alış-verişi bırakın. Eğer siz gerçeği anlayan/bilen kimseler iseniz elbette bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz bitince yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan isteyin. Allah’ı çok zikredin, umulur ki kurtuluşa erersiniz.”
Müslüman, her şeyden önce Kur’an’a kulak vermeli, onun emirlerini hayata geçirmelidir. Ona ters düşen yorum, te’vil, anlayış ve uygulamalardan kaçınmalıdır. “Sana bu Kitab’ı her şeyi açıklayan ve müslümanlara bir rehber, bir rahmet ve bir müjde olarak gönderdik.” ; “...Bu Kur’an, her şeyin açıklanması ve mü’minler için bir kılavuz ve rahmettir.” Müslümanlar, herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüklerinde, onu Allah’a ve Rasûlü’ne arzetmekle mükelleftirler. “Biz sana Kitab’ı indirdik ki, hakkında ayrılığa düştükleri şeyi onlara açıklayasın ve iman eden bir kavim için yol gösterici ve rahmet olsun.” ; “İnsanlar için hidâyet rehberi olan Kur’an, yol gösterici ve hakkı bâtıldan ayırıcı (furkan), apaçık belgeler (beyyinât) olarak Ramazan ayında indirildi.” ; “De ki: ‘en üstün delil (hüccetü’l-bâliğa) Allah’ındır. Allah dileseydi, elbette hepinizi hidâyete erdirirdi.” Allah, Kur’an’da hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır. Bir müslüman, Kur’an varken, başka hakem arayamaz: “Allah size hakikati apaçık ve ayrıntılı olarak açıklayan Kitab’ı indirmiş iken, ben (neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda) ondan başka bir hakem mi arayayım?” ; “Rabbiniz katından size indirilene uyun. O’ndan başka önderlerin ardından gitmeyin. Ne kadar az öğüt tutuyorsunuz?” İnsanlar, falan kişinin ictihad, fetvâ ve yorumuna uymaktan değil; Kur’an’a uyup uymadıklarından hesaba çekileceklerdir: “Muhakkak ki o Kur’an, hem senin hem de ümmetin için bir şeref ve öğüttür. İleride ona uyup uymadığınızdan sorguya çekileceksiniz.”
Kur’an, anlaşılması zor bir kitap değildir. Onun emirleri arasına kimse giremez. O, “apaçık” ve “anlaşılır” bir kitaptır. ; “İşte bunlar, apaçık Kitab’ın âyetleridir. Anlayasınız diye onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik.” Allah, kullarına “kaldıramayacakları bir yük yüklememiş”, Kur’an’ı herkesin ve her seviyeden insanın anlayabileceği bir dil ve basit, sade, anlaşılır bir üslûpla göndermiş, anlaşılsın ve uygulansın diye kolaylaştırmıştır. “Tâ-hâ. Bu Kur’an’ı sana güçlük çekesin diye değil, Allah’tan korkanlara bir uyarı olsun diye indirdik.” ; “Yemin olsun! Bu Kur’an’ı öğüt almak ve düşünmek için kolaylaştırdık. Yok mudur öğüt alan?” Allah Teâlâ, kullarına, “ancak kaldıracakları kadar sorumluluk yükler.” Allah “dinde bir zorluk kılmamıştır.” Kur’an’a muhâtap olan mü’minlerin özelliği, Kur’an’daki her İlâhî fermanı işittiklerinde “semi’nâ ve eta’nâ: İşittik ve itaat ettik” demeleridir. “Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman, iman edenlerin sözü, ancak: ‘işittik ve itaat ettik’ demeleridir. İşte umduklarına erenler bunlardır, bunlar!” Dünya ve âhiret felâketlerinin en büyük nedeni, Kur’an’ın emirlerini (önemsemeyerek, te’vil ederek veya herhangi bir gerekçe ile) uygulamayıp arkaya, geri plana atmaktır. “O gün, haksızlığı kendisine yol edinmiş olan kişi ellerini kemirip ‘ah, ne olurdu, Rasûl’ün gösterdiği yolu tutmuş olsaydım! Vah, yazıklar bana, ne olurdu filanı da kendime dost edinmeseydim. Çünkü o, gerçekten bana uyarıcı, hatırlatıcı mesaj geldikten sonra beni ondan (Kur’an’dan) saptırmış oldu. Şeytan da insanı yapayalnız ve yardımsız bırakandır.’ Ve Peygamber dedi ki: ‘Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur’an’ı terkedilmiş bir kitap olarak bıraktılar.”
Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, kâfir, zâlim ve fâsık olarak nitelendirilir. Devamındaki âyetlerde de, başta Peygamber olmak üzere müslümanların Allah’ın indirdiği ile hükmetmesi emredilir: “Sana da, önceki kitapların bir kısmını doğrulayan ve onları düzelten bu Kitab’ı hak olarak indirdik. Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Sana da hak geldikten sonra, onların hevâlarına uyma... De ki: ‘Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum.” Kitaptan pay sahibi olanların, bildikleri ve inandıkları Kitabın hükümlerini uygulamaları, yolların ayrılış noktasıdır: “Kendilerine Kitab’dan bir pay verilenleri görmedin mi? Aralarında Allah’ın Kitab’ı hükmetsin diye çağrılıyorlar da, onlardan bir bölümü yüz çeviriyor. Onlar, işte böyle arka dönenlerdir.” ; “...Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine ve Peygamber’e gelin’ denildiğinde, o münâfıkların senden kaçabildiklerince kaçtıklarını görürsün.”
Kimsenin Kur’an’ı devre dışı bırakma hakkı yoktur. Hangi niyetle olursa olsun Kur’an’la sâbit bir hükmü, bir ibâdeti kimse yasaklayamaz. Bazı kimseler, Kur’an’da ve sahih hadislerde hiç geçmeyen ve mezhepler arasında da tartışma konusu olan “dâru’l-harp” yaklaşımını sebep göstererek fâizi helâl kabul edebiliyor, bazıları da Cuma namazı gibi farîzaları yasaklayabiliyor. Birincisi, kolaylaştırma adına ruhsat, ikincisi de cihad adına azîmet diye takdim edilebiliyor. Biri, Kur’an’la sâbit bir haramı helâl, diğeri de Kur’an’la sâbit bir farzı haram ilân edebiliyor. Bu örneklerin her ikisi arasında pek bir fark yoktur. Dini tahrif eden yaklaşım, daha çok bu tür atmalar veya katmalarla olur. Kur’an’ı ve sahih sünneti devre dışı bırakan hiçbir yaklaşım, sırât-ı müstakîm olamaz. İmanından ve samimiyetinden şüphe etmediğimiz bazı müslümanların, Kur’an’daki çok net bir emri yasaklamalarına şaşmamak mümkün değildir. Kur’an’ın emrine uyup Cuma namazı kılanlar değil, bunu yasaklayanlar suçlanmalıdır. Ve Kur’an’ın ve Sünnetin kesin emrine rağmen Cuma namazını kılmamakta hâlâ ısrar etmekle kalmayıp başkalarına da yasaklayanların bu tavırlarıyla taban tabana zıt sloganı: “Temel kaynağımız Kur’an ve Sünnettir. Referansımız bu ikisidir. Biz Kur’an ve Sünnet’e bağlıyız!” Ya bu sözü söylemesinler, ya da Kur’an ve Sünnetin emrini suç saymasınlar, deme hakkımız olmalı değil mi?
2-Müslümanın ikinci kaynağı Sünnettir. Sünnet, hiçbir zaman Kur’an’a ters uygulama içermez. Peygamberimiz de kendisine vahyedilen Kur’an’a uymak zorundadır. O, yaşayışıyla, canlı Kur’an olmuş, Kur’an’ın mücmel âyetlerini açıklamıştır. Peygamberimiz’in Cuma namazının faziletiyle ilgili onlarca hadisi hadis kitaplarını doldurduğu halde, Rasûlullah’tan zayıf bile olsa, herhangi bir durumda Cuma namazı kılınmaması gerektiğine dair bir rivâyet sözkonusu değildir. Yani, o, Cumanın şartlarıyla ilgili kesin bir şey söylememiş, hele hele “şu şu şartlar yoksa, Cuma namazı kılmayın!” gibi bir söz onun ağzından kesinlikle çıkmamıştır.
Şu hadisin kapsamına girilip girilmediği bütün müslümanlar tarafından muhâsebe edilmelidir: “Allah bir toplumdan ilmi çekip almak sûretiyle kaldırmaz. Toplumlar, gerçek âlimlerin tükenmesiyle âlimsiz kalırlar. Gerçek âlimlerin tükendiği bu toplumda, insanlar câhil önderler edinirler. Bu câhil önderler ilimsiz fetvâ verirler. Bu sûretle kendileri de sapar, peşindekileri de saptırırlar.”
Sahih-i Müslim’de “Cuma’yı Terk Edenler Hakkında Gösterilen Şiddet Bâbı” adlı bölümde birçok hadis vardır. Onlardan biri olan şu hadis-i şerif çok önemli bir uyarıdır: “Birtakım kimseler, Cuma namazlarını terk etmekten ya vazgeçerler yahut Allah, onların kalplerine muhakkak sûrette mühür vurur da artık gâfillerden olurlar.”
Cuma namazının fazîletini belirten; terkedenleri, hafife alanları tenkit ve ihtar eden çok miktarda hadis bulunmasına rağmen, Cuma namazının kılınamayacağı ve kılanların sorumlu tutulacakları bazı şartlara dâir zayıf da olsa tek bir hadis rivâyeti yoktur. Aksi görüşte olanlar, Hanefî mezhebinin bu konudaki şartları için de ileri sürdüğü tek delil olarak İbn Mâce’nin kendisinin de “zayıf” dediği ve aslında hiç de Cuma’nın kılınmaması için bir çıkarım yapılamayacak olan ve Cuma namazı kılmayanları tehdit eden şu zayıf hadisi delil olarak kullanıyorlar:
“Bilmiş olun ki, Allah Teâlâ Cum’ayı, benim şu durduğum yerde ve bu yılımın bu ayındaki bu günümde; size kıyâmet gününe kadar farz kılmıştır. Her kim hayatımda olsun, benden sonra olsun, âdil yahut câir (zâlim) bir devlet reisi varken onu istihfaf ederek (önemsemeyerek, hafife alarak) veya inkâr ederek terkedecek olursa Allah iki yakasını bir araya getirmesin ve kendisine ait hiçbir hususu mübârek kılmasın (işini rast getirmesin). Haberiniz olsun ki, böylesi tevbe etmedikçe ne namazı, ne zekâtı, ne haccı, ne orucu, ne de başka bir hayrının sevabı vardır. Her kim de tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder (etsin).”
Tekrar ifâde edelim ki, bu hadisten Cuma’nın bazı şartlarının çıkartılması ve Peygamberimiz’e “şu şartlar varsa ancak Cuma’yı kılabilirsiniz, yoksa Cuma namazı kılmayın” şeklinde bir ifâdede bulunduğunu ileri sürmek, Cumanın şartları için delil kabul etmek birçok yönden kesinlikle doğru ve mümkün değildir. Bu hadis rivâyetinin meşhur hadis âlimlerince zayıf kabul edildiği için delil olarak kullanılamayacağını da ifade etmek zorundayız.
Cuma namazının bu ülkede câiz ve sahih olmadığını iddiâ edenler, Cuma konusundaki âyetin mücmel olduğundan dolayı bu çıkarımlara vardıklarını söylüyorlar. Mücmel olan bir âyeti Peygamberimiz tafsîl eder, açıklar, uygulamasıyla izah eder. Peygamberimiz (s.a.s.)’in hadislerinde kesinlikle “sultanın izni şarttır, halife bizzat kendisi veya tâyin ettiği kişi Cuma’yı kıldırmalıdır, yoksa sahih olmaz” veya benzeri zayıf bir rivâyet bile yoktur. O yüzden mücmel âyeti Peygamberimiz sözleriyle ve uygulamasıyla nasıl anlayıp anlattıysa o hükmü Kur’an ve Sünneti esas kabul eden kimseler -tüm âlimler farklı şey ileri sürseler bile-, Allah’ın emrini ve Rasûlü’nün kavlî ve fiilî açıklamasını tercih etmek zorundadırlar.
Sultanın/halifenin izni gibi şartlar, Kur’an’ın ve Sünnetin tâyin ve tesbit ettiği şartlar değildir; ictihâdî, dolayısıyla zannî bir yorumdur, o zamanın şartları dikkate alınarak değerlendirilmiştir. Hiçbir ictihad, âyet ve hadisle sâbit olan bir farzı iptal edemez. “Allah’a ve Rasûlüne itaat edin ki size rahmet edilsin.”
3-Temel kaynaklar Kur’an ve Sünnet olmakla birlikte, onlara ters düşmemek şartıyla, hatta bu iki kaynağın daha iyi anlaşılmasına hizmet ettiği müddetçe, delilleri sağlam, inandırıcı ve iknâ edici kabul edilince fıkhî ictihadlar, mezhebî görüşler de müslümanların ibâdetleri için istifade edilebilecek ikinci derecede kaynaktır. Müslümanlar, kendileri Kur’an ve Sünnetten hüküm çıkarabilecek ilmî yetenekte değilse Kur’an’ın ve sünnetin kesin hükme bağlamadığı konularda delili sağlam olan müctehidin Kur’an ve Sünnete uygun hükmüne uyabilir. Bu konuda dikkat edilmesi gereken şeyler: Bağnaz olmamak, diğer fıkhî görüş ve ictihadları görmezden gelmemek, “benim mezhebim veya müctehidim mutlak doğrudur, diğer mezhep veya müctehidlerin hükmü kesin yanlıştır” dememek, farklı mezhepleri veya ictihadları taklit edenleri kınamamak şarttır. Unutulmamalıdır ki, mezhep imamları ve müctehidler de birer beşerdir, hatâdan ma’sûm/korunmuş değildir. Onların ictihadları da zannîdir, mutlak doğru değil; göreceli doğrulardır, şüphe sözkonusudur. O yüzden delillerinin kuvvetli olmadığını, ya da bir âyet ve sahih hadise ters düştüğünü gördüğünde, hiçbir müslüman buna rağmen ictihadı öne çıkaramaz. Zaten “Kur’an ve sünnet” vurgusunu öne çıkaranlar, fıkıh bağnazlığının farkına varan, 1200-1300 sene önce yaşamış insanların günümüz şartlarını bilmelerini, kıyâmete kadar geçerli hükümleri hiç yanılmadan ve aşılamayacak şekilde en isâbetli ictihadlarla tesbit ettiklerini iddia etmeyen (etmemesi gereken) bilinçtedir. Önceki müctehidler, kendilerine ulaşan deliller ve kendilerini çevreleyen tarihî şartlarla, o günkü problemlere çözüm getirmeye çalışmışlardır. Ve bütün şuurlu müslümanların ittifak ettikleri tek bir mezhep veya müctehid yoktur. Yani, kimine göre bir konuda Hanefî mezhebi veya onun müctehidleri doğruyu yakaladıkları ve kuvvetli delillere sahip olduğu halde, kimine göre farklı bir mezhep ve müctehidler o konuda veya başka bir konuda daha doğru ve kuvvetli delillere sahip olabilir. O yüzden bir mezhebin veya müctehidin hükmünü tüm müslümanların uygulamalarını istemeye kimsenin hakkı yoktur. Bir müslüman, falan mezhebin hükmünü tercih edebilir, ama başkalarına dayatamaz, başkası da farklı bir mezhebin görüşünü tercih edebilir. Yoksa mezhepler din edinilmiş olur. “Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri dinî kaide kılan ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.”
Cuma namazı muhkem bir farîzadır. Farziyeti Kitab, Sünnet ve icmâ ile sâbittir. Kitab ve Sünnet gibi ana deliller mevcut iken, ictihâdî ve tâlî bir şartın yokluğu öne sürülerek, beşer sözü ile Cuma farîzası ortadan kaldırılamaz. “Şek/şüphe ile yakîn zâil olmaz.” Hanefî mezhebinin dışındaki İslâm mezheplerinin tümü (cumhûr-ı ulemâ), Cuma namazını halifenin kıldırma şartını ileri sürmezler, bu namazın dâru’l-harple ilişkisi olduğunu da iddia etmezler. Elbette hiçbir mezhep ve âlim, Cuma namazının devlet namazı olduğunu da ileri sürmez. Mezhep bağnazı olmayan “Kur’an ve Sünnet, Kur’an ve Sünnet!” diyen müslümanlar, Kur’an ve Sünnetin kesin emri konusunda, gerekirse başka bir mezhebin görüşüyle amel eder, Kur’an ve Sünnetin emrini çiğneme ihtimalini ortadan uzaklaştırır.
Kaldı ki, bu insanlar, kraldan fazla kralcı kesildiklerini fark etmiyorlar mı? Hanefî mezhebi adına Cuma namazının şartları oluşmadığı için Cuma namazının kılınmayacağını iddia edenler, Hanefî mezhebine ait “şu şartlar yerine gelmeyince Cuma namazı kılınmaz, kılmayın!” diye net bir fetvâdan bile bahsedemezler. Nice müslümanın kanını döktüğü gibi, kendisini de zindanlara atıp orada şehid eden zâlim bir yöneticinin hâkim olduğu şartlar altında Ebû Hanife’nin Cuma namazı kılmadığını veya kılınmasını câiz görmediğini kimse iddia ve isbat edememektedir. Onun zamanında da, ondan sonra da hanefî müctehidler, kendi çıkarımlarıyla tesbit ettikleri cumanın sıhhat şartları yoksa Cuma namazı kılmayın demedikleri ve tarihte Cuma namazı kılmayan cemaatlerden bahsedilmediği gibi, daha sonra gelen bazı hanefî müctehidleri, bu şartlardan bazıları yerine gelmediği için, Cuma namazı terk edilmez, belki sahih olmamıştır diye, öğle namazı yerine geçmek üzere “zuhr-ı âhir” adı verilen Peygamberimiz zamanında hiç bilinmeyen namazı tavsiye etmiştir. Başka hiçbir mezhebin bilmediği bu namazın tek bir gerekçesi vardır: Bir mezhebe göre şartların yerine gelmediğinde Cuma namazının terk edilmemesi, ama aynı zamanda Cuma namazı sahih olmayabilir endişesinden dolayı, öğle namazı yerine geçecek dört rekâtlık bu namazın da kılınması.
Tarihte olduğu gibi günümüzde de hiçbir ülkede Cuma namazını protesto etme ve Cuma namazının kılınmaması gerektiğini (belki bir-iki istisnâ dışında) âlimler gündeme getirmemiştir. Bu konuda yüzlerce âlimden kimler Cuma namazı kılınmasına karşıdır? “Bugünkü şartlarda Cuma namazı kılınmaz” diyen ne kadar âlim gösterilebilir? Çağımızda dünya çapında kabul gören Mevdûdi mi, Seyyid Kutub mu, kardeşi Muhammed Kutub mu, Hasan el-Bennâ mı, Muhammed Ali Sâbûnî mi, Ebû Ğudde mi, el-Âlbânî mi, Muhammed Gazâlî mi, Yusuf el-Karadavî mi, bunlardan veya bunlara benzer âlimlerden herhangi birinin Cuma namazının kılınmaması gerektiğiyle ilgili bir fetvâ, görüş veya uygulama iddiâ edilebiliyor mu? Bu konuyu Türkiye’de ilk ortaya atanlar bile bu görüşlerinden vazgeçmiş, Cuma namazının kılınması için yine Hanefî fıkıhçıların görüşleri istikametinde çözümler önermeye ve (Cuma imamı olarak seçtikleri kişilerin arkasında) Cuma namazını kılmaya ve kılınmasını istemeye başlamıştır. Dâru’l-harp durumunda olduğu ve tâğûtî düzeni protesto ve Diyanete tepki için bugünkü şartlarda Türkiye’de Cuma namazı kılınmamalıdır diye ilk kamuoyu oluşturan zâtın, hatasından dönmüş olması sevindiricidir. Bu konuları ondan öğrenen bazı kişilerin hâlâ kraldan fazla kralcılığı ise düşündürücüdür. Bu konuda şâz kalan rahmetli Sadreddin Yüksel Hoca’dan başka Türkiye’de veya diğer ülkelerde “Cuma namazı kılınmamalıdır” diyen meşhur hiçbir âlim gösterilememektedir. İhvân-ı Müslimin’den tutun, ülkeleri işgal altındaki (dâru’l-harp kavramı için gerçek bir örnek, yani savaş ülkesi olan) Kudüs’te, Filistin topraklarında da Cuma namazı terkedilmemiştir ve hâlâ büyük katılımlarla kılınmaktadır.
Bu konu, tekfir konusuyla da (mevcut câmi imamlarının kâfir olduğu değerlendirmesi ile) ele alınmaktadır. Tâğutlara gönülden bağlı olmayan resmî görevlilerin, sırf memur diye Allah’ın değil, tâğûtî devletin emrinde olduğunu ve küfrü imana tercih eden kâfirler olduğunu iddiâ etmek, insanı vebal altına sokabilir. Bu konu, Müslümanlar arasında tartışılmaktadır. Sadece Cuma değil, beş vakit farz namazlar da tabii ki Kur’an’ın istediği gibi şirksiz şekilde iman eden müslümanların arkasında kılınabilir. Akaidinin sağlam olduğunu zannettiğimiz, yani küfre girdiğine dair kesin delillerimizin olmadığı, ağzından elfâz-ı küfür, davranışlarından ef’âl-i küfür sâdır olmayan her kıble ehlini müslüman kabul ederiz. Hutbesinde tâğutun dostu olduğunu (te’vil edilemeyecek açıklıkta) ifâde eden bir imama (daha doğrusu hakka bâtılı karıştıran devlet memuruna) rastladığında müslümanlar câmiyi terketmeli, alenen tevbe etmediği müddetçe bir daha da o şahsın arkasında hiçbir namazı kılmamalıdır. Tâğutu seven, bunu görüşleriyle ya da okuduğu hutbeyle gösteren bir kimsenin arkasında sadece Cuma değil, hiçbir namaz kılınamaz. Bu konuda diğer namazlarla Cuma namazı arasında fark yoktur. Yani, arkalarında beş vakit namaz kılınması câiz olan kimsenin Cuma imamı olmasında, günümüz şartlarında bir sakınca yoktur. Okul diplomalarının, resmî nikâh işlemlerinin küfre ait birer vesika kabul edilmeyip düzenin dayattığı birer formaliteden ibâret kabul edildiği gibi, resmî görevlerin de birer formalite kabul edilmesi gerektiğini ileri süren çok sayıda kişi vardır. Bununla birlikte en azından bu konuda şüphe olduğundan ihtiyatlı davranarak beş vakit namaz ve Cuma namazı gibi çok önemli bir ibâdeti, kabul olmama ihtimalinden dolayı diyanet görevlilerinin arkasında kılmayan kimseleri de haksız görme hakkımız yoktur. Resmî görevlileri namaz ve Cuma imamı kabul etmeyen, ama bunlar yüzünden cumayı da terk etmek istemeyip formül arayan çok sayıda muvahhid mü’min bulunmaktadır.
Cuma namazını resmî imamların arkasında kılmak zorunda değiliz; devlet memuru durumundaki resmî görevlilerin arkasında kılmaya gönlümüz yatmıyorsa, kendi aramızda cemaat teşkil ederek herhangi bir yerde Cuma namazı kılmalıyız. Cuma namazlarının ille de bir camide kılınmasının şart olmadığını belirtelim. Özellikle günümüz ortamında câmilerden daha özgür alternatifler oluşturabiliriz. Müslümanlar, diyanete bağlı bir câmi imamının (namaz kıldırma memurunun) arkasında namaz kılmaya gönülleri elvermiyorsa, toplanıp kendi aralarında bir dernekte, vakıfta, hatta bir işyerinde veya uygun bir evde Cuma namazı kılabilirler, kılmalıdırlar.
“Biz de Mûsâ ve kardeşine; ‘Kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi yönelinecek kıble, namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın. (Ey Mûsâ, size uyan) mü’minleri (zaferle) müjdele!’ diye vahyettik.”
Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, Firavunların hâkim olduğu yerlerde, evlere sahip çıkılması, evleri hem bir sığınak, hem birer kale edinmek, tüm fonksiyonlarıyla mescid haline getirip kurumlaştırmak şarttır.
Mekke döneminde, İslâm’ın tebliği ve hâkimiyetine yönelik faâliyet alanı olarak tek kurum vardı: “Erkam’ın evi.” Bu ev, tüm fonksiyonlarıyla mescit ve mektep görevi yapıyordu. Bugünkü cemaat evleri, bağımsız dernek ve vakıf durumundaydı. Kâfirlerin müdâhalesinden, hatta bilgi ve kontrolünden tümüyle uzak bu özgür kurum, insanı hem nefsinin hevâsına kul olmaktan ve hem de değişik tâğutların kulu-kölesi haline gelmekten koruyan bir kale idi.
Mescid, sadece ma’bed görevini yerine getirip dünyevî hayatla bağlarını kesen laik kurum değildir. Asr-ı saâdet örneğindeki mescid, şu fonksiyonları da görür: Eğitim-öğretim kurumu ve kültür merkezi, kütüphane, cihad karargâhı, irşad yeri, buluşma ve görüşme mekânıdır mescid. Nikâh ve düğün salonudur, misafirhanedir, spor merkezidir, istişâre ve organizasyon meclisidir. O yüzden câhiliyye döneminde mescid haline getirilmesi gereken evlerin de bu özelliklere sahip olması, ya da tüm bu görevleri yerine getirecek “dâru’l-erkam” tipli cemaat evlerinin, vakıf ve derneklerin -tümüyle tâğûtî özelliklerden bağımsız ve özgür olma şartıyla- oluşturulması gerekmektedir.
Hem Firavunlar çağında, hem Mekke döneminde müslümanlar, evlerini, ders yaptıkları ve cemaat olarak toplandıkları yerleri ihyâ etmeleri, ev ve benzeri yerlerin kendilerini ve çevrelerini ihyâ etmesi için oraları Allah’ın evi haline getirmeleri Kur’ânî bir gereklilik ve nebevî bir tavır olmaktadır.
O yüzden câmilerde Cuma kılmayı uygun görmeyen Müslümanların cumayı bu sebepten terk etmeleri de doğru olmaz. Kendilerine alternatif mescidler, yani cemaatle namaz ve Cuma kılabilecekleri mekânlar rahatlıkla bulabilirler, bulmalıdırlar.
20.y.y.ın ilk çeyreğindeki işgal ve savaş zamanlarında Maraş’taki bir imamı, o günkü özel şartlar nedeniyle farklı değerlendirdiğimizde, Cuma namazının Türkiye şartlarında kılınmaması gerektiği, Türkiye’de ilk defa 1970’lerin sonlarına doğru ortaya atıldı. Osmanlı devletinde olduğu gibi, Cumhuriyetin ilânından sonra da Cuma namazının kılınmaması gerektiği gündeme gelmemiştir. Şeyh Said, Said Nursi, Atıf Hoca ve benzeri düzene belirli oranlarda karşı çıkan hiçbir âlim böyle bir fetvâ vermemiştir. Arap ülkelerinde de aynı şey geçerlidir. Bu konuyu Türkiye’de gündeme getiren kişiler, bununla aslında müslümanların şuurlanmasını, siyasî bilince ulaşmasını, devlet ve tâğut konusunun bu şekilde anlaşılabileceğini düşünmüşlerdir. Ama, hiçbir zaman böyle olmamıştır. Cuma namazı kılmayanların bu görüşünden devletin etkilenip geri adım attığı söylenemeyeceği gibi, halkın da Cuma namazını kılmayanlara tavrı beklentilerin tam aksine olmuştur. Cuma’yı terk, halkı şuurlandıracağına; terkeden gençlerin câmi cemaatinin gözünden tümüyle düşmesine sebep olmuştur. Cuma, terkedilerek değil; sahiplenilerek aslî hüviyetine kavuşturulabilir. Haccı (gidişleri Diyanet ve dolayısıyla T.C. düzenliyor ve hac paraları önceden bankaya yatırılıyor diye) câiz görmeyip terketmeye, cemaate katılmamaya, Cuma namazını protestoya hiçbir müslümanın hakkı yoktur. Bu tavırlar, ilhâmını Kur’an ve Sünnetten alan davranışlar olmadığı gibi, tebliğe de zarar veren yanlışlardır.
Cuma namazı kılmayanların da hemen hepsi, Cuma vaktinde vicdânen rahat olmadıklarını, bir ibâdeti terk etmenin vebalini düşündüklerinden dolayı kalplerinin huzura kavuşmadığını -en azından yakın çevrelerine- dillendirirler. Yine bunlardan bazıları, alternatif de oluşturamamakta, bazen de farklı şekilde Cuma namazı kılmak için özel bir yer bulduklarında kendi ictihadlarıyla çelişen tavırlara girebilmektedirler.
Kur’an’dan başka kutsal ve yanlışsız kitap, Peygamberimiz’den başka da mâsum insan yoktur. Müctehidlerin görüşleri de herkesi bağlamaz. Kaldı ki, hiçbir mezhepten hiçbir müctehid, hangi şartlar eksik olursa olsun, Cuma namazının kılınmaması gerektiğini net bir şekilde fetvâya bağlayıp şartlar eksik olunca Cuma’nın kılınmasını yasaklamamıştır. Çünkü Kur’an’ın emrini yasaklamak çok büyük bir cür’ettir. “Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri dinî kaide kılan şerikleri/ortakları mı var?”
Kendisinin müctehid değil; taklitçi olduğunu söylediği halde, müctehidlerin bile vermediği fetvâları, güya onların ictihadlarından yola çıkarak cesâretle vermek, kraldan fazla kralcılıktır; mezhepli olmak değil, mezhepçilik yapmaktır. Kur’an’dan başka kutsal kitaplar, Peygamber’le (s.a.s.) birlikte, sözü eleştirilemeyecek başka insanlar kabulü diye tanımlanacak problemlerle müslümanlar dünyada rahmet ve devlete, âhirette cennete zor kavuşur.
Bugün insanlara sunulan din; büyük oranda şudur: Beşerî görüşler, göreceli ve tartışmalı konular, cemaatlerin ihtilâflı yorumları, filân efendi hazretlerinin görüşleri, bundan yüzlerce sene önceye ait ve o günkü şartlarla ilgili fetvâlar ve kelâmî değerlendirmeler, hatta yer yer Kur’an’ın bazı emirlerini yasaklayan, bazı yasaklarını mubah kılan tavırlar... Kur’an’ın ısrarla emrettiği halde, bazı müslümanların ısrarla yasakladığı kimi ibâdetler sözkonusu olabilmekte, bazı şahıs ve cemaatler Kur’an’a taban tabana zıt olan bir yasağı, meselâ Kur’ânî bir emrin, Cuma namazının terkini, fâiz gibi bir haramın mubahlığını cihad yorumu ve dâru’l-harp mantığı ile topluma empoze etmektedir. Kimine göre İslâm, sanki cihad nutukları atmaktan veya Cuma kılmamak, câmileri boykot etmekten, İslâm’ın sadece siyâsî taraflarını öne çıkarmaktan ibârettir. Dâvet edilen din, altı çizilen esaslar bu tür beşerî yorumlardır.
Bu gibi durumlar, karşısındakine ictihad hakkı vermeden, kendini veya reisini müctehid ilân etmektir. Hatta, müctehid hata yapabilecek kişi olduğu halde, kendi cemaat görüşünde, liderinde yanılma ihtimali kabul etmeyen kişinin bu tavrının ne anlama geldiği, dilin ifâde etmekten çekindiği fecî bir tavır olmaktadır. “Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), râhiplerini rabler edindiler...” Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına geldiğinde bu âyeti okuyunca, Adiy: “Yâ Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir, tapınmadır.”
Din anlayışımız; özellikle akîdeye, haram-helâl ölçüsüne ve ibâdet hükmündeki ahkâma, mutlak doğrulara dayanmak durumundadır. Mutlak doğruyu te’vil edip beşerî yorumları din haline getiren anlayış, İslâmî anlayış olamaz. Falan hocanın veya filan İmamın bir görüşünü, İslâm’ın olmazsa olmaz bir unsuruymuş gibi din adına ileri sürmek, bu görüş doğru olsa dahi, çok yanlış bir yaklaşımdır. Her grubun, İslâm cemaatini kendisinin temsil ettiğini, kendi dışındakilerin sapma içinde olduğunu zannetmesi, hatta buna inanıp başkalarına dayatması Dinimiz için problem olmaktadır. Müslümanların kendi kanaatlerini, üstad, lider ve âlimlerinin yorumlarını Din zannetmeleri, bugünkü ihtilâfların temelini teşkil etmektedir.
Meşhur hadis-i şerifte, bir kötülük görüldüğünde el, dil veya kalple onun (daha iyisiyle) değiştirilmesi emredilir. Bu hadis, aynı zamanda alternatif göstermeyi emretmektedir. Kur’an’da Mescid-i takvâ alternatifi gösterilerek mescid-i dırardan bahsedilmesi konuya örnektir. İctihad, ilgili nassla yaşanan olay arasında bağ kurabilmektir. Yaşanan hayatı yeterince tanımayan, tahlil edemeyen kimselerden doğru ictihad beklemek, elma ağacından armut beklemek gibidir. Allah için bir bakın, dünyadaki şuurlu müslümanlar bu konularla mı uğraşıyor dersiniz?!
Bekri Mustafa’nın imam olmasıyla ilgili fıkrayı konumuza adapte edebiliriz: Öteki âlemdeki ruhlar sorarlarsa, onlara buralardaki müslümanların pireye kızıp yorgan yaktıklarını, tâğutlara kızıp bazı farzları terk ettiklerini söylersin, onlar gerisini anlarlar...
[1] 16/Nahl, 89
[2] 12/Yusuf, 111
[3] 4/Nisâ, 59
[4] Bak. 2/Bakara, 256; 4/Nisâ, 60 vb. âyetler
[5] Abdurrahman Dilipak, Bu Din Benim Dinim Değil, İşaret/Ferşat Yay., s. 36-37
[6] 4/Nisâ, 141
[7] Ebû Dâvud
[8] Tirmizî, Salât 266, hadis no: 360
[9] 2/Bakara, 256
[10] 2/Bakara, 42
[11] 3/Âl-i İmran, 71
[12] Ebû Dâvud, İlm 9, hadis no: 3658; Tirmizi, İlm 3, hadis no: 2651; Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 11, s. 501
[13] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 538
[14] S. Buhâri, Fiten, 17; hadis no: 46; S. Müslim, Zühd 7, hadis no: 51, hadis no: 2989
[15] Tirmizî, 121, hadis no: 2360; Tâc Terc. III/106, hadis no: 168
[16] Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî, Râmûzu’l-Ehâdîs, I/302; Taberânî, Kebir; Hâkim, Müstedrek -Abdullah bin Hars’dan-
[17] Ahmed bin Hanbel, 5/301, hadis no: 3790; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2865
[18] 2/Bakara, 174-176
[19] 3/Âl-i İmran, 187
[20] 2/Bakara, 159-160
[21] Buhârî, Eymân 7, Cenâiz 84, Edeb 44, 73; Müslim, İman 176 -110-; Tirmizî, İman 16
[22] Buhârî, Enbiyâ 7, Mesâcid 53, Meğâzi 80, Tefsir, Hıcr 2; Müslim, Zühd 38-40)
[23] Kütüb-i Sitte, 7/250-251
[24] Buhârî, Enbiyâ 17; Müslim, Zühd 40
[25] 5/Mâide, 79
[26] 9/Tevbe, 9
[27] 2/Bakara, 41-42
[28] 15/Hicr, 91-94
[29] 2/Bakara, 85
[30] 9/Tevbe, 84
[31] 2/Bakara, 86
[32] 2/Bakara, 160