Asim Şensaltık
ZEKERİYYÂ VE YAHYÂ (A.S.)
Z E K E R İ Y Y Â VE Y A H Y Â (A. S.)
- Zekeriyyâ (a.s.); Hayatı ve Şahsiyeti
- Yahyâ (a.s.); Hayatı ve Şahsiyeti
- Kur’ân-ı Kerim’de Zekeriyyâ ve Yahyâ (a.s.)
- Peygamber Katili Yahûdiler
- Muharref İncillere Göre Hz. Yahyâ ve Şehâdeti
- Tefsirlerden İktibaslar
- Peygamberî Mesaj ve Örnekler
“Rabbi Meryem’e hüsn-i kabul gösterdi; onu güzel bir bitki olarak yetiştirdi. Zekeriyyâ’yı da onun bakımı ile görevlendirdi. Zekeriyyâ, onun yanına, mâbede her girişinde orada bir rızık bulur ve ‘Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?’ der; o da: ‘Bu, Allah tarafındandır, çünkü Allah, dilediğine sayısız rızık verir’ derdi.”
“Orada Zekeriyyâ, Rabbine duâ etti: ‘Rabbim! Bana tarafından hayırlı bir nesil bağışla. Sen, duâyı hakkıyla işitensin.”
“Zekeriyyâ, mihrapta durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle nidâ ettiler: ‘Allah sana, Kendisi tarafından gelen bir Kelime’yi tasdik edici, efendi, iffetli ve sâlihlerden bir peygamber olarak Yahyâ’yı müjdeler.”
“Zekeriyyâ, ‘Rabbim! dedi, bana ihtiyarlık gelip çattığına, üstelik karım da kısır olduğuna göre benim nasıl oğlum olabilir?’ Allah şöyle buyurdu: ‘Öyle de olsa, Allah dilediğini yapar.”
“Zekeriyyâ: ‘Rabbim! (Oğlum olacağına dâir) bana bir alâmet ver’ dedi. Allah buyurdu ki: ‘Senin için alâmet, insanlara, üç gün, işaretten başka söz söylememendir. Ayrıca Rabbini çok zikret, sabah akşam tesbih et.” [1]
Hz. Zekeriyyâ (a.s.); Hayatı ve Şahsiyeti
Zekeriyyâ (a.s.), Kur'ân'da adı geçen peygamberlerden biridir. Soyu Dâvud’a (a.s.) dayanmaktadır. Kur'ân'da anılan duâlarından[2] anlaşıldığına göre, soyu daha sonra Yâkub’a (a.s.) varmaktadır. [3]
Zekeriyyâ (a.s.) İsrâiloğullarının peygamberi olduğu gibi, aynı zamanda onların bilgini, reisi ve müşâviri, yani danışmanı idi.[4] Onun hakkında çeşitli âyet ve hadisler vardır. Ebû Hureyre'nin naklettiğine göre, Hz. Muhammed (s.a.s.); “Zekeriyyâ (a.s.) marangoz idi.”[5] diyerek onun elinin emeği ile geçinen bir zanaat ehli olduğunu haber vermiştir.
Zekeriyyâ’nın (a.s.) hanımı, İsa’nın (a.s.) annesi Meryem'in teyzesi İşâ (Elizabeth) idi. Zekeriyyâ (a.s.) da, Meryem'e bakmakla meşgul oluyordu. Ona Beyt-i Makdis'te bir yer yapmıştı. Onun odasına her girdiğinde, yanında kış mevsiminde yaz meyvesini ve yaz mevsiminde de kış meyvesini buluyordu. Zekeriyyâ (a.s.), “Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?” diye sorunca, Meryem, “Allah tarafından” diye cevap veriyordu. [6]
Zekeriyyâ (a.s.) Hz. Meryem'in yanında böyle yaz mevsiminde kış meyvesini ve kış mevsiminde de yaz meyvesini görünce, Meryem'e bu nimetleri veren, buna gücü yeten Yüce Allah, eşimin yaşı geçtiği halde, bize de hayırlı bir evlât verebilir” şeklinde düşündü ve hayırlı bir evladın olması için Allah'a gizlice şöyle duâ etti: “Rabbim! Gerçekten kemiklerim zayıfladı, saçlarım ağardı, Rabbim! Sana yalvarmaktan dolayı herhangi bir şeyden mahrum kalmadım. Doğrusu, benden sonra yerime geçecek yakınlarımın iyi hareket etmeyeceklerinden korkuyorum. Karım da kısırdır. Katından bana bir oğul bağışla ki, bana ve Yâkub oğullarına mirasçı olsun! Rabbim! O'nun, Senin rızânı kazanmasını da sağla!”[7]; “Ya Rabbi! Bana kendi katından temiz bir soy bahşet!”[8];“Rabbim! Beni tek başıma bırakma! Sen vârislerin en hayırlısısın.” [9]
Gücü her şeye yeten Yüce Allah, Zekeriyyâ (a.s.)'nın duâsını kabul etti ve O'na bir erkek evlât vereceğini müjdeledi: “Ey Zekeriyyâ! Sana Yahyâ isminde bir oğlanı müjdeliyoruz. Bu adı daha önce kimseye vermemiştik”[10]; “Mihrabda namaz kılmaya durduğu sırada, hemen melekler ona şöyle seslendi: ‘Haberin olsun! Allah sana Yahyâ adlı çocuğu müjdeliyor. O, Allah'tan gelen bir kelimeyi (İsâ'yı) tasdik edecek, milletinin efendisi olacak, nefsine hâkim bulunacak ve sâlihlerden bir peygamber olacaktır” [11]
Zekeriyyâ (a.s.), Allah'ın verdiği bu müjdeye şaştı, hayret etti. Çünkü kendisi de hanımı da hayli yaşlı idiler. “Rabbim! Karım kısır, ben de son derece kocamışken nasıl oğlum olabilir?”[12] diyerek, bu ilginç müjde karşısında hayretini dile getirdi. Yüce Allah ona şöyle cevap verdi: “Rabbin böyle buyurdu. Çünkü bu Bana kolaydır. Nitekim sen yokken, daha önce seni yaratmıştım.” [13]
Kur'ân'ın başka bir yerinde bu durum şöyle haber verilmiştir: “Zekeriyyâ'nın duâsını kabul edip kendisine Yahyâ’yı bahşetmiş, eşini de doğum yapacak hale getirmiştik. Doğrusu onlar iyi işlerde yarışıyorlar, korkarak ve umarak Bize yalvarıyorlardı. Bize karşı gönülden saygı duyuyorlardı.” [14]
Yüce Allah'ın bu güzel müjdesine son derece sevinen Zekeriyyâ (a.s.): “Rabbim! Öyle ise bana bir alâmet ver, dedi.”[15] Allah ona şu cevabı verdi: “Alâmetin; üç gün, işaretten başka şekilde insanlarla konuşmamandır. Rabbını çok zikret, akşam sabah tesbih et!”[16] Gün oldu, Zekeriyyâ’nın (a.s.) nutku tutuldu. Mihrabdan çıktı ve milletine: “Sabah-akşam Allah'ı tesbih edin, diye işârette bulundu.”[17] Zamanı gelince, Zekeriyyâ’nın (a.s.) oğlu Yahyâ (a.s.) dünyaya geldi.
Yukarıda görüldüğü gibi, Zekeriyyâ (a.s.) ile ilgili olarak zikredilen âyetlerin çoğu, duâ mahiyetindedir. O, çok duâ eden, Allah'ın emir ve yasaklarına riayet ederek tam bir teslimiyet içinde yaşayan yüce bir peygamberdi. Allah: “Zekeriyyâ, Yahyâ, İsa ve İlyas'a da (yol göstermiştik). Hepsi sâlihlerden/iyilerden (idi)ler”[18] diyerek onu şâhit peygamberlerle birlikte anmıştır.
Zekeriyyâ (a.s.) bu şekilde ömrünü ibâdetle geçirdi. Daima insanları Yüce Allah'a inanmaya ve O'nun yolunda yürümeye çağırdı. Fakat azmış olan, küfre dalan ve önünü görmeyecek kadar gözü dönenler, onu şehid ettiler. [19]
Zekeriyyâ (a.s.), Hz. İsa’nın (a.s.) doğumundan önce İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderilmiştir. Hz. Zekeriyyâ, İsrâiloğullarını Allah’a dâvet etmeye ve başlarına gelmesi muhtemel İlâhî azapla korkutmaya başladı. Çünkü Zekeriyyâ (a.s.); isyan ve azgınlığın arttığı, kötülüklerin yayıldığı, günahların çoğaldığı ve İsrâiloğullarını mânevî bozulmalar ve çözülmeler ile maddî sapmaların, azgınlaşan şiddetli dalgalar halinde kapladığı bir devrede peygamber olarak gönderilmişti. Zira İsrâiloğulları o kadar bozulmuşlardı ki, Allah’ı ve âhiret gününü unutmuşlardı. Allah da, onların başına zorba ve zâlim hükümdarları ve vâlileri Mûsâllat etti. Bu hükümdarlar ile yöneticiler, yeryüzünde fesat çıkarıyorlar, tüyler ürperten suçlar işliyorlar ve peygambere karşı hürmet ve dinin kutsallığına karşı ilgisiz davranıyorlardı. Çünkü onların dini, şeytanın kendilerine fısıldadığı şeylerden ve ibâdetleri de hevâlarının isteklerinden ibâretti. Sâlih kimselere, takvâ sahiplerine ve peygamberlere Mûsâllat oluyorlar, hatta hiç çekinmeden onların kanlarını döküyorlardı. Zâlimlik ve zorbalık yönünden bu hükümdarlar ile yöneticilerin en önde geleni, Hz. Zekeriyyâ’nın oğlu Yahyâ’yı, sevgilisini memnun etmek için öldürülmesini ve başının bir tabak içerisinde kendisine sunulmasını emreden Filistin vâlisi Herodes idi.
Hz. Zekeriyyâ (a.s.), birçok zâlim yönetici ve vâlilerle karşılaştı. Çünkü o sırada İsrâiloğulları; her türlü haksızlık, zorluk, eziyet ve sıkıntı içerisinde bulunuyordu. Bundan dolayı İsrâiloğullarına gelen birçok eziyetten Hz. Zekeriyyâ da nasibini alıyordu. Öyle ki, sıkıntılar ve musîbetler birbirini tâkip ediyordu.
Zekeriyyâ (a.s.), Süleyman’ın (a.s.) soyundan olan Elisa(bet) ile evlendi. Elisa (Eşyâ), Meryem’in (a.s.) annesi olan Hanne’nin kızkardeşidir. Zekeriyyâ (a.s.) ile Elisa’dan Yahyâ (a.s.) doğmuştur. Hz. Zekeriyyâ’nın kemikleri zayıflamış, saçına beyazlık düşmüş ve ezâ ile zorluklara tahammül edecek gücü kalmamıştı. Buna rağmen İsrâiloğullarının sapıtıp fitneye düşmesinden korkuyordu. Kendisinden sonra kavminin doğru yoldan sapmasından korktuğu ve yakınlarına güvenemediği için kavmini Allah yoluna çağıracak birinin olmasını arzu ediyordu. İşte bundan dolayı Rabbinden, ihtiyarlığında kendine yardım edecek, risâleti tebliğ etmede kendisine halef olacak ve bu dünya hayatının sıkıntıları içinde kendisini yalnız bırakmayacak bir evlât vermesini istedi.[20] Zekeriyyâ (a.s.), Rabbinden bir çocuk istediğinde rivâyete göre 99 yaşında ve hanımı da 98 yaşında idi.
Hz. Zekeriyyâ, sadece çocukları sevdiği ve baba olmayı arzuladığı için evlât istemiş değildi. Rabbinden, İsrâiloğullarını uyarma hususunda kendisine halef olacak ve kendisinin taşıdığı dâvet yükünü üzerine alacak bir çocuk istemişti. Çünkü Zekeriyyâ (a.s.), ölümünden sonra İsrâiloğullarının din ile ilgili işlerini câhil ve fâsık liderlerin üstlenmesinden ve bu kimselerin Allah’ın şeriatına ve hükmüne uygun olmayan işler yapmalarından korkuyordu. İşte bundan dolayı Rabbinden çocuk istedi. Bunun için de, gizliyi açığı bilen ve duyan Rabbine, başka kimsenin işitemeyeceği şekilde gizlice seslenip, takvâ sahibi sâlih bir çocuk vermesini istedi. Allah da onun bu duâsını kabul etti. [21]
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerin sonuncusu olan Hz. İsa (a.s.)’nın doğumundan önce İlâhî dâveti açıklayıp yaymak için peygamber olarak seçilen Zekeriyyâ (a.s.) ve oğlu Yahyâ (a.s.), Hz. İsa’yı doğumundan delikanlı oluncaya kadar hep koruyup gözettiler. İncillerde geçtiği üzere, Zekeriyyâ ve Yahyâ (a.s.), göklerin melekûtunun/krallığının yaklaşmasına yakın bir dönemde peygamber olarak gönderilmişlerdir.
Zekeriyyâ (a.s.) zamanında Şam ve Kudüs, Batlamyusçular’ın elindeydi. Bunlar, Beyt-i Makdis’e hürmet ederler ve İsrâiloğullarını hoş tutarlardı. Bu kavmin ileri gelenleri, ibâdethâneden hiç dışarıya çıkmazdı. Beyt-i Makdis’de gece-gündüz ibâdet ederlerdi. O zamanlar İsrâiloğulları arasında bir peygamber yoktu. Kendilerine bir peygamber göndermesi için Allah’a ilticâ ettiler. Nihâyet, Zekeriyyâ (a.s.), Allah (c.c.) tarafından peygamber olarak gönderildi. Cenâb-ı Allah, Zekeriyyâ’ya (a.s.) risâlet görevini ve İsrâiloğullarını sapıklıktan kurtarması için tebliğ görevi vermeden önce o, mâbedin (Beytü’l-Makdis’in) hizmeti için bir araya gelmiş din adamlarından biri idi. Daha sonra onu Cenâb-ı Allah, peygamber olarak seçti.
Hz. Meryem’in babası İmrân, İsrâiloğullarının önderi, ileri geleni ve en büyük hahamları idi. İmrân ölünce, kızı Meryem’in bütün sorumluluğunu, Meryem’in teyzesinin kocası Hz. Zekeriyyâ üstlendi. [22]
Hz. Yahyâ, babasının gözetiminde güzel bir hayat yaşadı. Daha sonra Yahyâ (a.s.) için asıl büyük fitne; ihtiyar ve onurlu babası daha sağ iken dalâlet ehli ve gazaba uğramış olanların arzularına kurban edilerek başının kesilmesi idi. Sâlih bir peygamber olan Hz. Zekeriyyâ’nın ölümü de, zâlim vâlilerin elinde oldu. O da, şehidlik şerbetini, oğlunun içtiği bardaktan içti. Bazı tarihçilerin kaydettiğine göre Zekeriyyâ (a.s.), testereyle biçilerek şehid edilmiştir. Bazı tarihçiler, onun azgın yahûdiler tarafından taşlanarak şehid edildiğini ileri sürerler. İlâhî rızâya sâdık ve sâlih bir peygamber olarak yaşayan Zekeriyyâ (a.s.), zâlim ve azgın yahûdiler tarafından hunharca şehid edilmiştir. Zekeriyyâ’nın (a.s.) kavmi tarafından nasıl şehid edildiği Kur’an’da ve hadislerde bildirilmemektedir. Bazı tarihçiler, onun şehid olmayıp normal yolla öldüğünü ileri sürerler. [23]
Zekeriyyâ (a.s.), ömrünü Allah’a ibâdet, O’na dâvet ve Kudüs’teki Beyt-i Makdis’e/Mescid-i Aksâ’ya hizmet uğrunda geçirmiştir. Türbesi, Suriye’nin Halep şehrindedir.
Hz. Yahyâ (a.s.); Hayatı ve Şahsiyeti
Yahyâ (a.s.), Kur'an'da adı geçen peygamberlerden biridir. Yüce Allah tarafından, Kur'an'da: “Ey Zekeriyyâ! Sana Yahyâ isminde bir oğlanı müjdeliyoruz. Bu adı daha önce kimseye vermemiştik.”[24] âyeti ile haber verildiğine göre; Yahyâ (a.s.), Zekeriyyâ’nın (a.s.) oğlu idi. Kendisine Yahyâ adı da, Allah tarafından verilmişti.
Yahyâ’nın (a.s.) yüzü güzel, kaşları çatık, saçları seyrek, burnu uzun, sesi ince ve parmakları kısa idi. O, İsâ’dan (a.s.) altı ay önce dünyaya gelmişti. Yani İsâ’dan (a.s.) altı ay büyüktü. Dolayısıyla, Mûsâ’nın (a.s.) şeraitiyle amel eden peygamberlerin sonuncusuydu. Daha küçük yaşta iken, kendisine hikmet verilmişti. Yaşıtı olan çocuklar kendisine: “Ey Yahya! Bizimle gel, oynayalım” dedikleri zaman: “Ben, oyun için yaratılmadım” derdi. [25]
Onun küçüklüğünden itibaren böyle temiz, saygılı ve ibâdet ehli olduğu, Kur'an'da şöyle haber verilmiştir: “(Ona çocukluğunda): Ey Yahyâ! Kitabı, kuvvetle tut! (dedik). Henüz çocuk iken, ona, hikmet'i verdik (Tevrat'ı öğrettik). Tarafımızdan (ona) bir kalp yumuşaklığı ve (günahlardan) temizlik (verdik). O, çok muttakî idi. Anasına ve babasına itaatli idi, bir serkeş ve âsî değildi. Dünyaya getirildiği gün de, öleceği gün de, diri olarak (kabrinden) kaldırılacağı gün de, ona selâm olsun!” [26]
Bu âyetlerde görüldüğü gibi Yüce Allah, Yahyâ (a.s.)'nın çeşitli güzel vasıflarını haber vermiş ve onu selâmla anmıştır. Bu, onun doğduğunda, vefat ettiğinde ve âhiret gününde Allah'ın himâyesinde bulunduğunu ifâde etmektedir. Her insanın başına geleceği kesin olan bu üç yalnızlık ve korku günlerinde Allah'ın selâm ve esenliği içinde olmak, ne büyük bir bahtiyarlıktır. Bu üç durumda Allah'ın himâyesinde bulunmak, bir nevi devamlı bir şekilde Allah'ın himâyesinde bulunmak demektir. [27]
Yahyâ (a.s.) Allah'ın emrettiği gibi kitabı kuvvetle tuttu. Önce Tevrat'a ve daha sonra İncil'e uygun hareket etti. Bu mukaddes kitapların hükümlerinin milleti tarafından yaşanması için çalıştı. Hz. Muhammed (s.a.s.) onun bu mücâdelesi hakkında şöyle buyurdu:
“Yüce Allah, Zekeriyyâ (a.s.)'nın oğlu Yahyâ (a.s.)’ya, hem kendisi amel etmek, hem de amel etmeleri için İsrail oğullarına emretmek üzere, beş kelime emretmişti. Kendisi bu hususta biraz ağır ve yavaş davranınca, İsâ (a.s.) ona:
-Sen, hem kendin amel etmek hem de amel etmelerini İsrâil oğullarına emretmek üzere, beş kelime ile emrolunmuştun. Bunu İsrail oğullarına ya sen tebliğ edersin, ya da ben tebliğ ederim, deyince, Yahyâ (a.s.):
-Ey kardeşim! Sen bu vazifeyi yerine getirmekte beni geçersen, ben azâba uğramamdan veya yere batırılmamdan korkarım, dedi ve hemen İsrâil oğullarını Beytü'l-Makdis'te topladı. Beytü'l-Makdis, İsrail oğulları ile doldu. Yahyâ (a.s.) yüksek bir yere oturarak Allah'a hamd ve senâda bulunduktan sonra şöyle dedi:
-Yüce Allah, bana, hem kendim amel edeyim, hem de amel etmenizi size emredeyim diye beş kelime emretti. Onların ilki, Allah'a hiç bir şeyi şerik/ortak koşmaksızın O'na ibâdet etmenizdir. Bunun misâli, öz malı olan altın veya gümüşle bir köle satın alıp çalıştıran bir adama benzer ki, köle çalışmasının kazancını, efendisinden başkasına ödüyor. Hanginiz, kölesinin böyle davranmasına sevinir, râzı olur? Hiç kuşkusuz, sizi Yüce Allah yarattı ve rızkınızı vermektedir. Öyle ise Allah'a, hiç bir şeyi şirk koşmaksızın ibâdet ediniz.
Allah namaz kılmanızı size emretti. Namaza durduğunuzda, yüzünüzü sağa sola çevirmeyiniz. Şüphe yok ki Yüce Allah, kulu, yüzünü başka tarafa çevirmedikçe, hep ona yöneliktir.
Allah size orucu emretti. Bunun misâli, yanında misk kesesi olduğu halde, bir topluluk içinde bulunan ve hepsi ondaki misk kokusunu duyan bir kimseye benzer. Hiç şüphesiz oruçlunun ağzının kokusu, Allah'ın katında misk kokusundan daha güzeldir.
Allah size sadakayı emretti. Bunun misâli, düşmanını esir edip elini boynuna bağladıkları ve boynunu vurmak üzere yaklaştırdıkları bir kimseye benzer ki o, ‘canımı elinizden kurtarmak için size bir fidye, kurtulmalık versem, olmaz mı?’ diyerek kendisini onlardan kurtarıncaya kadar, az çok fidye parası öder durur.
Allah size, Allah'ı çok zikretmenizi, anmanızı da emretti. Bunun misâli, düşmanın süratle kendisini tâkip ettiği bir kimseye benzer ki, sağlam bir kaleye gelip onun içine sığınmıştır. İşte kul da, Allah'ı zikir ile meşgul oldukça, şeytandan böyle korunur.” [28]
Bu hadiste görüldüğü gibi tevhid inancı, namaz, oruç, zekât ve zikir gibi ibâdetler, yalnız Hz. Muhammed’in (s.a.s.) ümmetine mahsus ibâdetler değildir. Daha önceki peygamberlerin de ümmetlerine emrettiği ibâdetlerdir.
Yahyâ (a.s.) da, babası Zekeriyyâ (a.s.) gibi içinde yaşadığı kendi kavminden olan azgın yahûdiler tarafından şehid edildi. [29]
Cenâb-ı Allah, Hz. Yahyâ’yı çok övmüş ve onu sâlih/iyi, takvâ sahibi, dosdoğru ve dürüst olarak nitelemiştir. Yüce Allah ona daha 30 yaşlarında iken peygamberlik vermiş; onu efendi, nefsine hâkim, şehvet ve kötülüklerden uzak kılmıştır.[30] Hz. İsa (a.s.) ile aynı zaman diliminde ve aynı (ya da yakın) topraklarda uzun müddet birlikte yaşamışlardır. O, çokça ibâdet eder, Allah’a devamlı yalvarır ve O’nun korkusundan dolayı çokça ağlardı. Tâbiînin meşhur müfessiri Mücâhid, Hz. Yahyâ’nın bu durumuyla ilgili olarak şöyle der: “Hz. Yahyâ’nın yiyeceği ot idi. Allah korkusundan o kadar ağlardı ki, eğer gözyaşı gözünün üzerinde kalsa, kesinlikle gözünü yakıp kör ederdi.”[31] İbn Asâkir’in şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Bir gün, anne ve babası, Hz. Yahyâ’yı aramaya çıktıklarında, onu Ürdün Gölü yakınında buldular. Yanına vardılar. Onu, Allah’a karşı olan korku/huşû ve ibâdet içinde buldular. Onun bu halini görünce onları şiddetli bir ağlama tuttu.”
Yüce Allah, Yahyâ’ya (a.s.) sabî yaşta hikmet verdi. Tevrat ile ilgili şeriatı, şeriatın esaslarını ve hükümlerini öğrenmeye koyuldu. Öyle ki benzeri bulunmayan ve derin bir âlim oldu. Din konusundaki fetvâlar ona sorulurdu. 30 Yaşına geldiğinde, ona risâlet ve nübüvvet verildi. Yüce Allah, Yahyâ (a.s.)’ya bu konuyla ilgili olarak şöyle hitap etmektedir: “Ey Yahyâ! Kitab (Tevrat)’a kuvvetle sarıl (dedik).” [32]
Heyseme’den şöyle rivâyet edilmiştir: “Hz. Yahyâ ile Hz. İsa, teyze çocuklarıydılar. İsa, yün elbiseler giyerdi. Yahyâ ise, kıldan dokunmuş elbise giyerdi. Hiçbirinin ne dinarı, ne dirhemi, ne kölesi, ne câriyesi ve ne de sığınacakları barınağı vardı. Nerede akşam, orada sabah yaşayıp giderlerdi. Birbirlerinden ayrılmak istediklerinde, Yahyâ: ‘Bana tavsiyede bulun!’ deyince, Hz. İsa: ‘Asla öfkelenme!’ dedi. Hz. Yahyâ: ‘Ben bunu beceremem’ deyince, Hz. İsa ona: ‘Mal biriktirme ve saklama’ diye tavsiye etti. Hz. Yahyâ: ‘Bunu, belki yapabilirim’ dedi.” [33]
Hz. Yahyâ, zühd hayatı yaşayıp çoğunlukla insanlardan uzak yaşar, çölde dolaşır, ağaçların yapraklarını yer, nehir sularından içer ve bazı zamanlarda ise çekirge yemek sûretiyle açlığını giderirdi. Bütün bunlara rağmen, bazen kendi kendine: “Ey Yahyâ! Senden daha çok nimet içinde kim var?” diye sorardı. Yahyâ (a.s.), İsrâiloğullarını Allah’a dâvet ediyor ve onlara göklerin melekûtunun yaklaşmakta olduğunu müjdeliyordu. Hz. Yahyâ’nın dâvet metodu, hikmet ve güzel öğütten ibâretti.
Hıristiyan din bilginleri; Hz. Yahyâ’yı “Yuhanna” diye adlandırmışlar ve ona “Vaftizci” lakabı takmışlardı. Hz. Yahyâ’nın insanları vaftiz ettiğine dâir özellikle Matta İncilinin çeşitli yerlerinde konu geçmektedir. Hz. Yahyâ, hıristiyanlarca yapılan vaftiz işini üstlenmişti. Bu, günahlardan tevbe etmek için suyla yıkanılıp takdis edilme işidir. İncillerin anlattığına göre Yahyâ (a.s.), Ürdün çevresinde peygamberliğini açıklayıp insanları tevbe etmeye çağırdı. Bunun üzerine Kudüs halkı ile Ürdün’e yakın kasaba halkı, Hz. Yahyâ’nın yanına geldi. Yahyâ (a.s.) onları, nehirde vaftiz edip onlara göklerin krallığının yaklaşmakta olduğunu haber verdi. Hz. Yahyâ, İsa’yı (a.s.) Ürdün nehrinde vaftiz edip takdis etti. O sırada Hz. İsa’nın 33 yaşında olduğu belirtilir.
Tarihçiler, Yahyâ’nın (a.s.) öldürülmesi ile ilgili birçok sebep naklederler. Bunların en meşhur olanını, İbn Kesir rivâyet etmiştir. İncillerden alındığı anlaşılan bu rivâyeti, en-Neccâr, Kasasu’l-Enbiyâ adlı kitabında şu şekilde aktarmaktadır: “Filistin hükümdarı/vâlisi Herodes, belâlı ve fâsık bir kimse idi. Bunun, erkek kardeşinin Herodya adında çok güzel bir kızı vardı. Kızın amcası, onunla evlenmek istiyordu. Kız ile annesi de, bu evliliğe râzı idiler. Fakat Hz. Yahyâ, bu evlilik işini öğrenince, böyle bir şeyin olamayacağını belirtmişti. Çünkü bu evlilik işi, (müslümanlara göre haram olduğu gibi) ehl-i kitabın şeriatına göre de haramdı. Bu nedenle de kızın annesi, Hz. Yahyâ’ya karşı kalbinde kin besleyerek onu öldürtmek için bir hile tasarlıyordu. Bu sebeple de kızı Herodya’yı çok güzel bir şekilde süsledi ve en güzel elbiseler giydirdi ve Herodes’in huzuruna yolladı. Kız, Herodes’in aklını başından çelinceye kadar dans etti. Herodes, kıza: ‘Dile benden ne dilersen?’ dedi. Herodya, annesinin kendisine öğrettiği gibi: ‘Şu tabakta Yahyâ’nın başını istiyorum’ dedi. Herodes, kızın bu isteğini kabul edip Yahyâ’nın başının kendisine getirilmesini emretti. Bunun üzerine Yahyâ’yı (a.s.), namazda iken, bir koyun boğazlar gibi boğazlayıp öldürdüler. Daha sonra, kesik başını, kanlar içinde tabağa koyarak Herodes’e getirdiler. Bunun üzerine Herodya’nın, o anda helâk olduğu söylenir.”
(Romalılar, genellikle fethettikleri yerlere, yerli vali ve hükümdar atama eğiliminde oldukları için Filistin’de kendilerine tâbi olan yerlilerden oluşmuş bir devlet kurulmasına izin verdiler. Bu devlet, M.Ö. 40 yılında son derece akıllı ve zekî olan Herodes adlı bir yahûdinin eline geçti. Bu kişi, tarihe “Büyük Herodes” adıyla geçmiştir. Herodes, iktidara sahip olduktan sonra aldığı çeşitli tedbirler ve izlediği dirâyetli siyâset sâyesinde yahûdi devletinin sınırlarını benzeri görülmemiş şekilde genişletti. Öyle ki M.Ö. 40’tan M.Ö. 4’e kadar bütün Filistin ve Ürdün’ün büyük bir bölümüne hâkim oldu. Herodes, bir yandan dinî lider ve din adamlarını himâye ederek yahûdilerin desteklerini kazandı, diğer yandan da Roma kültür ve medeniyetini yayarak Roma İmparatorluğunu da memnun etti. Fakat yahûdiler, siyâset ve devlette söz sahibi olmalarına rağmen din, ahlâk ve mâneviyat açısından büyük kayıplara uğradılar. Hz. İsa’yı öldürmek isteyen Herodes, bu “Büyük Herodes”tir. Hz. Yahyâ’yı şehid eden ise onun torunu olan Herodes olmuştur. Herodes’ten sonra devlet, 3’e bölündü.)
Bu kıssa, bize; İsrâiloğulları hükümdarlarının zulüm ve haksızlıkta ne kadar ileri gittiklerini göstermektedir. Çünkü bu hükümdarlar, bir anlık istekleri uğruna veya dine hürmeti ve şeriata saygısı olmayan câhil, fâsık kimselerin arzularını yerine getirmek için peygamberleri öldürmeye ve sâlih kulların kanlarını dökmeye cür’et etmişlerdir. Çünkü İsrâiloğulları, bu kötü işi başlatanların ilkidir. Hatta peygamber öldürmek, onların sapıklıklarının ve taşkınlıklarının bir alâmet ve işareti olmuştur. Hz. Yahyâ, Hz. Zekeriyyâ ve Hz. İsa’ya karşı tertiplenen olaylar ve sayılarını ancak Allah’ın bildiği peygamberlerin, hem insanlığın ve hem de Allah’ın düşmanları yahûdileşmiş kimselerin ellerinde suçsuz yere kanları dökülmüştür.
Hz. Yahyâ’nın öldürülmesi olayında zorbalığa ve hükümdarın zulmüne karşı çıkan pek çok âlim de öldürülmüştür. Bunların başında Hz. Yahyâ’nın babası Hz. Zekeriyyâ gelmektedir. Bazı tarihçiler, oğlu Yahyâ’nın öldürülmesinden sonra, Hz. Zekeriyyâ’nın testere ile biçilerek öldürüldüğünü belirtirler.
Said bin Müseyyeb’in şöyle söylediği rivâyet edilmiştir: “Buhtu’n-Nasr, Şam’a geldi. Orada Hz. Yahyâ’nın fokurdamakta olan kanı ile karşılaştı. Bunun nedenini sorunca, kendisine meseleyi anlattılar. O da, yetmiş bin kişiyi orada öldürünce, Hz. Yahyâ’nın kanı sâkinleşip durdu.” [34]
Yahyâ’nın (a.s.) öğrencileri, Hz. Yahyâ’nın öldürülmesinden sonra, oraya gelip başsız cesedini aldılar ve gömdüler. Daha sonra Hz. İsa’ya gidip ona Hz. Yahyâ’nın öldürüldüğünü anlattılar. Hz. İsa, bu olaya çok üzüldü. [35]
Yahyâ’nın (a.s.) mübârek başı, Şam’daki Ümeyye Câmii’nde gömülüdür. Yahyâ (a.s.), şehid edildiği zaman otuz küsur yaşındaydı.
Kur’ân-ı Kerim’de Zekeriyyâ ve Yahyâ (a.s.)
“Zekeriyyâ” ismi, Kur’ân-ı Kerim’de 7 yerde zikredilir: 3/Âl-i İmrân, 37, 37, 38; 6/En’âm, 85; 19/Meryem, 2, 7; 21/Enbiyâ, 89. Zekeriyyâ’nın (a.s.) kıssası, 3/Âl-i İmrân ve 19/Meryem sûrelerinde detaylı bir şekilde anlatılmıştır. Özellikle Meryem sûresinin ilk 15 âyetinde geniş bilgi verilmiştir.
“Yahyâ” ismi ise, Kur’ân-ı Kerim’de 5 defa geçer.[36] (Ayrıca, 3 yerde fiil olarak geçen yaşar, dirilir anlamına gelen yahyâ kelimesi, konumuzun dışındadır.)
“Rabbi Meryem’e hüsn-i kabul gösterdi; onu güzel bir bitki olarak yetiştirdi. Zekeriyyâ’yı da onun bakımı ile görevlendirdi. Zekeriyyâ, onun yanına, mâbede her girişinde orada bir rızık bulur ve ‘Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?’ der; o da: ‘Bu, Allah tarafındandır, çünkü Allah, dilediğine sayısız rızık verir’ derdi.”
“Orada Zekeriyyâ, Rabbine duâ etti: ‘Rabbim! Bana tarafından hayırlı bir nesil bağışla. Sen, duâyı hakkıyla işitensin.”
“Zekeriyyâ, mihrapta durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle nidâ ettiler: ‘Allah sana, Kendisi tarafından gelen bir Kelime’yi tasdik edici, efendi, iffetli ve sâlihlerden bir peygamber olarak Yahyâ’yı müjdeler.”
“Zekeriyyâ, ‘Rabbim! dedi, bana ihtiyarlık gelip çattığına, üstelik karım da kısır olduğuna göre benim nasıl oğlum olabilir?’ Allah şöyle buyurdu: ‘Öyle de olsa, Allah dilediğini yapar.”
“Zekeriyyâ: ‘Rabbim! (Oğlum olacağına dâir) bana bir alâmet ver’ dedi. Allah buyurdu ki: ‘Senin için alâmet, insanlara, üç gün, işaretten başka söz söylememendir. Ayrıca Rabbini çok zikret, sabah akşam tesbih et.” [37]
"Zekeriyyâ, Yahyâ, İsa ve İlyâs’ı da (doğru yola iletmiştik). Hepsi de sâlihlerden/iyilerden idi.” [38]
“Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd.
(Bu,) Zekeriyyâ kuluna Rabbinin rahmetinin yâdıdır.
Hani o, gizli bir sesle Rabbine niyaz etmişti:
‘Rabbim, dedi. Benim kendimde kemik yıprandı, baş bembeyaz alev aldı. Ve ben, Rabbim, Sana (ettiğim) duâ sâyesinde bedbaht olmadım.
Doğrusu ben, arkamdan iş başına geçecek olanlardan endişe ediyorum. Karım da kısırdır. Tarafından bana bir velî (oğul) ver.
Ki o bana vâris olsun; Ya’kub hânedânına da vâris olsun. Rabbim, onu rızâna lâyık kıl!’
Allah şöyle buyurdu: ‘Ey Zekeriyyâ! Biz sana bir oğul müjdeleriz ki, onun adı Yahyâ’dır. Daha önce ona kimseyi adaş yapmadık.’
‘Rabbim, dedi, karım kısır olduğu, ben de ihtiyarlığın son sınırına vardığım halde, benim nasıl oğlum olabilir?’
‘Öyledir’ Rabbin buyurdu. ‘O bana kolaydır. Daha önce, sen hiçbir şey değilken seni de yaratmıştım’ dedi.
O, ‘Rabbim!’ dedi, ‘(çocuğum olacağına dâir) bana bir işâret ver.’ Allah : ‘Sana işâret, sapasağlam olduğun halde üç gün insanlarla konuş(a)mamandır’ dedi.
Bunun üzerine Zekeriyyâ, ma’bedden kavminin karşısına çıkarak, ‘sabah akşam tesbihte bulunun’ diye onlara işâret verdi.
‘Ey Yahyâ! Kitab’a (Tevrat’a) kuvvetle sarıl!’ (dedik) ve henüz sabî iken ona hikmet verdik.
Tarafımızdan ona kalp yumuşaklığı ve temizlik de (verdik). O, çok sakınan (takvâ sahibi) bir kimse idi.
Ana-babasına iyilik ederdi; isyânkâr bir zorba değildi.
Doğduğu gün, öleceği ve diri olarak kabirden kaldırılacağı gün ona selâm olsun!” [39]
“Zekeriyyâ’yı da (an). Hani o, Rabbine şöyle niyaz etmişti: ‘Rabbim! Beni yalnız bırakma! Sen, vârislerin en hayırlısısın (her şey sonunda Senindir).
Biz, onun da duâsını kabul ettik ve ona Yahyâ’yı verdik; eşini de kendisi için (çocuk doğurmaya) elverişli kıldık. Onlar (bütün bu peygamberler), hayır işlerinde koşuşurlar, ümit ve korkuyla Bize yalvarırlardı; onlar, Bize derin saygı (huşû) duyarlardı.” [40]
Peygamber Katili Yahûdiler
Yahûdilerin Hz. İsa’yı öldürmek istemeleri, Meryem Anamıza çok çirkin şekilde iftira etmeleri yanında, peygamberlerini öldürmelerini Kur’ân-ı Kerim çeşitli âyetlerinde açıklar. Bunlardan biri şöyledir: “Sözlerinden dönmeleri, Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve ‘kalplerimiz kılıflanmıştır’ demeleri sebebiyle (onları lânetledik, türlü belâlar verdik. Onların kalpleri kılıflı değildir;) tam aksine küfürleri sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur; pek azı müstesnâ, artık iman etmezler. Bir de inkâr etmelerinden ve Meryem’in üzerine büyük bir iftirâ atmalarından ve: ‘Allah elçisi, Meryem oğlu İsa’yı öldürdük’ demeleri yüzünden...” [41]
Bu konuda başka bir âyette şöyle buyrulur: “Kendilerine; 'Allah'ın indirdiği Kur'an'a iman edin' denilince, 'Biz sadece bize indirilene (Tevrat'a) inanırız' derler. Ondan başkasını inkâr ederler. Hâlbuki o Kur'an, kendi ellerinde bulunan (Tevrat)ı doğrulayıcı olarak gelmiş Hak bir kitaptır. Onlara: 'Şâyet siz gerçekten inanıyor idiyseniz daha önce Allah'ın peygamberlerini neden öldürüyordunuz?' deyiver.” [42]
Konuyla ilgili diğer âyetlerde şöyle denir: “Onlar (yahûdiler), nerede bulunurlarsa bulunsunlar, kendilerine zillet (damgası) vurulmuş, Allah'ın gazabına/hışmına uğramışlar, miskinliğe mahkûm edilmişlerdir. Bunun sebebi, onların, Allah'ın âyetlerini inkâr etmiş ve haksız yere peygamberleri öldürmüş olmaları, ayrıca isyan etmiş ve haddi aşmış bulunmalarıdır.” [43]
"Gerçekten 'Allah fakir, biz ise zenginiz' diyenlerin sözünü andolsun ki Allah işitmiştir. Onların bu sözünü, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ile birlikte yazacağız ve diyeceğiz ki: 'Tadın o azâbı!” [44]
Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şerifler, yahûdiler tarafından öldürülen peygamberlerin isimlerini belirtmez. Ama bu durum, o kadar açıktır ki, yahûdilerden bu konudaki âyetlere itiraz eden kimse çıkmamış, dolaylı yoldan hepsi bu tarihsel suçu kabul etmiştir.
Bazı tarih ve araştırma kitaplarında yahûdiler tarafından öldürülen peygamberler olarak Zekeriyyâ ve Yahyâ (a.s.) ile birlikte başka peygamber isimleri de verilir. Yahûdiler, Dâvud’un (a.s.) soyundan gelen İsrâiloğulları peygamberi Amos'u öldürdüler.[45] Yahûdi kralı Minşa putçu idi. İşaya Peygamber'in başını testere ile kestirerek şehid etti.[46] İsrâiloğullarının akîdede gösterdiği zikzaklar, temelde asabiyetten kaynaklanıyordu. Bir boy/sülâle, yönetimi ele geçirince, diğer boylar ona itaat etmek yerine düşmanlarıyla ilişki kuruyor, hatta onların dinini benimsiyordu. Bir peygamber gönderilse, bu peygamberin hangi boydan olduğuna bakılıyor, eğer karşı boydansa diğerleri onu inkâr ediyor, yok eğer gönderilen peygamberi inkâr eden boy siyasal gücü elinde tutuyorsa, bu inkâr peygamberleri öldürmeye kadar varıyordu.
Yahûdiler, peygamberlerini, onların elçiliklerini inkâr ettikleri için öldürüyorlardı. Geçmişte yaşayıp da sadece kendi ırklarından olmadığı için inkâr ettikleri peygamberler vardı: Sâlih, Hûd, Şuayb, İsmâil gibi peygamberler bunlardan bazılarıdır. Bir yandan Allah'ın elçilerinin peygamberliğini reddederken, bir yandan da aralarından yalancı peygamberler çıkarıyorlardı. Bel'am tipli yahûdi bilginleri, peygamberlik ve ermişlik rolüne yatarak halkı aldatmaya kalkıyordu. Bu konuda Kitab-ı Mukaddes'te şöyle uyarıldılar: “Benim adımla yalancı elçilik yapıyorlar. Onları göndermedim, onlara emretmedim, onlara söylemedim. Size ettikleri peygamberlik yalan bir görüntü, falcılık, bir hiç ve kendi kalplerinin dizdiği hiledir.” [47]
Yahûdiler, nice peygamber şehid etmekle yetinmemişler, son peygamber Muhammed’i (s.a.s.) de öldürmek için sûikast teşebbüsünde bulunmuşlardır. Rasûlullah (s.a.s.), aralarındaki antlaşma gereğince, Bi'r-i Mâûne katliâmından paçayı kurtaran Amr İbn Ümeyye ed-Damrî'nin yanlışlıkla öldürdüğü Benî Kilâb'tan iki kişinin diyetine ortak olmalarını teklif için onların yurduna uğramıştı. Bunlar Rasûlullah'ın birkaç sahâbesiyle yurtlarına gelmiş olmasını, bir sûikast tertibi için iyi bir fırsat bildiler. “İstediğini verir, meseleyi hallederiz” dedikten sonra, sohbete tutup Rasûlullah'la konuşurken, damdan üzerine bir değirmen taşı atmak üzere harekete geçtiler. Cenâb-ı Hak vahyen, hazırlıklarını bildirince, Rasûlullah, bir işi varmış gibi sür'atle kalkıp Medine'ye gider. Beraberindekiler de bir müddet sonra Rasûlullah'a yetişirler. Onlara yahûdilerin hazırlıklarını haber veren Peygamberimiz, ânî kalkışının sebebini açıklar.
Muharref İncillere Göre Hz. Yahyâ ve Şehâdeti
Muharref İncillerin Hz. Yahya ile ilgili olarak verdikleri haberler çoğunlukla birbirleriyle çelişkilidir. Bu çelişkilerin başında, Yahya'nın, İlya olup olmadığı hususunda verilen bilgilerdeki farklılıklar gelir. Matta İncilinde Yahya'nın İlya olduğu belirtilirken, Yuhanna İncilinde ise tam tersi söylenerek Yahya'nın İlya olmadığı ifâde edilmektedir. “İsa, 'İlya gerçekten gelecek ve her şeyi yeniden düzene koyacak' diye cevap verdi. 'Size şunu söyleyeyim. İlya zaten gelmişti, ama onu tanımadılar, ona yapmadıklarını bırakmadılar... O zaman öğrenciler İsa'nın kendilerine vaftizci Yahya'dan söz ettiğini anladılar.[48] Matta İncilindeki bu ifadeden, Yahya'nın İlya olduğu açıkça anlaşılıyor. Bir de Yuhanna'nın yazdıklarına bakalım: “Yahudiler Yahya'ya, 'sen kimsin?' diye sormak üzere Kudüs'ten kâhinlerle Levilileri gönderdikleri zaman, Yahya'nın tanıklığı şöyle oldu: 'Ben peygamber değilim' diye açıkça konuştu. Onlar kendisine, 'Öyleyse sen kimsin? İlya mısın?' diye sordular. O da: 'Değilim' dedi. 'Sen peygamber misin?' sorusuna da: 'hayır' cevabını verdi.”[49] Görüldüğü gibi, Yuhanna'da bizzat Yahya'nın kendisi, kendisinin İlya olmadığını söylüyor. Yahya İlya mı, değil mi? Hangi İncile inanalım ve nasıl karar verelim?
İncillerde Yahya ile ilgili olarak geçen çelişkili haberlerden bir diğeri de, onun Hz. İsa'yı baştan beri tanıyıp tanımadığı konusunda verilen haberlerdir. Yuhanna'ya göre Hz. Yahya, Hz. İsa'yı vaftiz ettiği günden itibaren tanımakta ve onun mesih olduğunu bilmektedir. Çünkü o, ruhun gökten Hz. İsa'nın üzerine bir güvercin biçiminde indiğini görmüş ve onun “Tanrı'nın oğlu” olduğuna o andan itibaren tanıklık etmiştir. Yuhanna İnciline göre Hz. Yahya şöyle söylemiştir: “Ben su ile vaftiz ediyorum, ama aranızda biri duruyor. Benden sonra gelen odur. Ben onun çarığının bağını bile çözmeye lâyık değilim... Yahya ertesi gün İsa'nın kendisine doğru geldiğini görünce şöyle dedi: İşte dünyanın günahını ortadan kaldıran Tanrı'nın kuzusu... Benden sonra biri geliyor, o benden üstündür, çünkü o, benden önce vardı, dediğim kişi işte budur”[50] Yuhanna'da geçen bu ifadelere göre Yahya (a.s.), ilk gördüğü andan itibaren Hz. İsa'nın “Tanrı'nın oğlu” olduğunu bilmektedir. Diğer İncillerde ise bunun tersine, Hz. Yahya'nın, Hz. İsa'yı iyice tanımadığı, onun Mesih olup olmadığı konusunda tereddütlerinin bulunduğu, hatta bu tereddüdü gidermek için öğrencilerini Hz. İsa'nın bulunduğu yere gönderip işi tahkik ettirdiği haber verilmektedir. Luka ve Matta bu konuda şu bilgiyi veriyorlar: “Yahya'nın öğrencileri bütün bu olup bitenleri kendisine bildirdiler. Öğrencilerden ikisini yanına çağıran Hz. Yahya, 'Gelecek olan sen misin, yoksa başkasını mı bekleyelim?' diye sormaları için onları rabbe gönderdi”[51] Luka ve Matta'da verilen bu bilgiye göre Hz. Yahya, Hz. İsa'nın kim olduğunu tam bilmemektedir ve onun gelecek olan Mesih olduğundan emin değildir. Bu yüzden kendisine “Sen Mesih misin, değil misin?” diye sordurmaktadır. Hâlbuki Yuhanna İncilinde, Yahya'nın, Hz. İsa'yı daha vaftiz etmeden önce tanıdığı ve onun “Tanrı'nın oğlu” olduğunu bildiği haber verilmektedir.
Yahya konusundaki diğer bir çelişki, Hz. Yahya'nın, Hz. İsa'ya onun kim olduğunu öğrenmek üzere göndermiş olduğu öğrencilerin sayısı konusundaki çelişkidir. Matta'ya göre öğrencilerin sayısı belli değildir. Bu İncil, Hz. Yahya'nın Hz. İsa'ya kaç kişi gönderdiğini rakamla belirtmiyor. Luka İncilinde ise rakam verilmek sûretiyle iki öğrencinin gönderildiği belirtiliyor.
İncillerde Hz. Yahyâ’nın (a.s.) Şehid Edilmesi: Hz. Yahya ile ilgili olarak İncillerde geçen çelişkili haberlerden biri de, onun öldürülmesiyle ilgili olarak verilen haberlerdir. Ancak, bu haberlerin çok dikkat çekici bir yanı daha vardır. O da, bu olaya bağlı olarak İncillerde anlatılan dansözün oynatıldığı doğum günü partisidir.
Yahya'nın öldürülmesi Matta ve Markos'ta çok geniş şekilde anlatılırken, Yuhanna İncilinde olaya hiç temas edilmez. Luka İncilinde ise olay çok kısa bir şekilde anlatılır.[52] Yahya'nın hapse atılarak öldürülmesini çok geniş bir şekilde veren Matta ve Markos İncillerinin, vermiş oldukları haberlerde birtakım çelişkiler vardır. Matta'ya göre olay şöyle cereyan etmiştir: O sırada Yahudiye'de kral olan Hirodes, kardeşi Filipus'un karısı Hirodiya ile evlenmek istemiş, ancak Yahya “Kutsal yasaya göre kardeşinin karısı ile evlenmen câiz değildir” diye onu ikaz etmiştir. Bu uyarıya çok öfkelenen Hirodes, Yahya'yı öldürtmek istemiş, ancak Yahya'yı çok sevmekte olan halkın tepkisinden korktuğu için onu öldürmemiş, fakat hapse attırmıştır.[53] Markos da Yahya'nın tutuklanışının, Matta'nın anlattığı gibi Hirodes'in, kardeşinin karısı Hirodiya ile evlenmesine Yahya'nın karşı çıkışı yüzünden olduğunu söylemektedir. Ancak Matta, Yahya'nın bu karşı çıkışına bizzat Hirodes'in öfkelendiğini ve bu öfkesi yüzünden Yahya'yı hapse attırdığını, Hirodes'in aslında onu öldürtmek istediğini, fakat Yahya'yı seven halktan korktuğu için onu öldürtmediğini söylerken; Markos, Yahya'nın bu itirazına Hirodes'in değil; Hirodiya'nın çok öfkelendiğini söylemektedir. Markos'a göre Hirodes Yahya'yı doğru ve kutsal bir adam olarak tanımakta, bu yüzden ondan korkmakta ve onu korumaktadır. Bu İncile göre Hirodes, zaman zaman Yahya'yı dinlemekte, dinlediği zaman büyük şaşkınlık içinde kalarak onun konuşmalarından zevk almakta idi. Özet olarak söylemek gerekirse, Matta'ya göre Yahya'ya öfkelenip onu tutuklatan Hirodes'tir. Markos'a göre ona öfkelenen ve onu tutuklatan Hirodes değil; Hirodiya'dır. Matta'ya göre Hirodes, Yahya'yı öldürtmek istiyordu, ancak halktan korktuğu için onu öldüremiyordu. Markos'a göre Hirodes, Yahya'yı öldürtmek istemiyordu; aksine onu seviyor ve koruyordu. Yahya'yı öldürmek isteyen Hirodiya idi.
Markos İnciline göre Hirodiya, uzun süre Yahya'yı öldürtmek için fırsat kollamış, sonunda beklediği fırsatı yakalayarak onu öldürtmüştür. Hirodiya, Hirodes'in doğum günü partisinde eline geçen bir fırsatı iyi değerlendirerek onu öldürtmüştür. Hirodes'in onuruna verilen doğum günü partisine sarayın ileri gelenleri, ordu komutanları ve Galile'nin eşrafı dâvetli olarak gelmişlerdi. Partide yemekler yenmiş, içkiler içilmiş, bundan sonra danslı müzikli eğlence faslı başlamıştı. Bu sırada Hirodiya'nın kızı sahneye çıkarak müthiş bir dans gösterisi yapmış, yaptığı bu dans ile herkesi büyülemişti. Dâvetliler onun dansından öylesine memnun kalmışlar ki, onların bu aşırı memnuniyetini gören Hirodes, üvey kızını çağırarak “dile benden ne dilersen” demiş ve ona her istediğini vereceğini vaad etmişti. Bunun üzerine kız, hemen annesine giderek Hirodes'ten ne istemesi gerektiğini ona sormuştur. Annesi Hirodiya, kızına “Yahya'nın başını iste” diye söyleyince, kızı Hirodes'e gelip “Yahya'nın başını isterim” demiş; Hirodes aslında istemediği halde yüksek rütbeli zevatın önünde vermiş olduğu sözden dönemeyerek Yahya'nın başını kestirmiş ve bir tepsi üzerinde onun başını kıza vermiştir. Kız da tepsiyi götürüp annesine vermiştir. [54]
Bu olayın Matta ve Markos İncillerinde bu kadar çelişkili olarak anlatılmış olması bir yana, bundan da önemlisi Kitab-ı Mukaddes adı ile anılan bir kitapta böylesine acayip bir sahnenin vahiy mahsülü kutsal sözler olarak nasıl yer alabildiği hususudur. Vahiy ürünü İncillerde bir doğum günü partisi; kanunlar izin vermediği halde kardeşinin karısı ile evlenen bir kişi için parti verilmiş, yenilmiş, içilmiş, sıra dans ve müziğe gelmiş, tam bu sırada onuruna parti verilen adamın üvey kızı, piste çıkarak öyle bir dansözlük gösterisi yapmış ki orada bulunan herkes, kızın bu gösterisi yüzünden üvey babayı tebrik etmiş. İşte vahiy ürünü İncillerden tam vahye uygun(!) manzaralar. Ayrıca, günümüzde de kutlanmakta olan doğum günlerinin kutlanış örneklerine ve kutlanış şekillerine hıristiyanlık öncesi dönemlerde, Roma İmparatorluğu zamanında rast gelmekteyiz. İncillerin verdiği bilgilere göre içkili, danslı, müzikli bu âdet, Hz. İsa'dan önce putperest Romalılar tarafından icrâ edilmekte idi. [55]
Tefsirlerden İktibaslar
Meryem’e Kefil Olan Zekeriyya: Meryem’in koruyuculuğunu üstlenen Hz. Zekeriyyâ (a.s.) büyük bir ihtimalle Hz. Meryem'in teyzesinin kocası idi ve Mâbed'in koruyucularından biri idi. O, Eski Ahid'e göre öldürülen Zekeriyyâ Peygamber'le (a.s.) aynı kişi değildir. [56]
Zekeriyya işte orada Rabbine dua etti. Dedi ki: “Rabbim, bana katından tertemiz bir zürriyet bağışla! Muhakkak ki sen duâyı hakkıyla işitensin.” [57]
Hz. Zekeriyyâ (a.s.) o döneme kadar çocuksuzdu. Bu temiz genç kızı görünce bir çocuğu olsun istedi. O'nun Allah'ın özel koruması altında ve O'nun tükenmez kaynaklarından verilen nimetlerle nasıl büyüdüğünü görünce, bu ileri yaşında bile Allah'ın kendisine, eğer dilerse, bir çocuk verebileceğini ümit etmeye başladı. Zekeriyya Meryem’in yanında, mihrapta şöyle duâ etti: “Rabbim, bana katından Meryem gibi tertemiz, sâlih bir nesil bağışla! Muhakkak ki Sen ihlâslı kullarının duâlarını hakkıyla işiten ve duâya icâbet edensin.”
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Allah'tan bir kelimeyi (yani İsa'yı) tasdik edici”. Burada Hz. Yahya'nın, Hz. İsa'yı ilk tasdik eden kimse olduğu zikrediliyor. Bu tasdik, Yahyâ'nın ana karnına düşmesiyle başlamıştır. Çünkü “âkır”, hayız ve nifastan kesilmiş çok ihtiyar bir kadının hâmile kalması da âdete aykırı bir şeydir. Şu halde Yahya, Cenâb-ı Allah'ın âdete aykırı şeyler yaratabileceğine fiilen bir şâhittir. Ve onun vücuduyla esas tasdik ettiği de “Allah dilediğini yapar.” kelâmıdır. Bu ise Meryem'in de, âdet dışı olarak, hâmile olabileceğini tasdiktir. Bu mânâ iledir ki, Yahya'nın anasının Hz. Meryem'e: “Benim karnımdaki, senin karnındakini tasdik ediyor.” dediği rivâyet ediliyor.
“Bir efendi”: Kerim (cömert), halîm (yumuşak), bâtıla tenezzül etmeden güzel şekilde insanların rızâsını (hoşnutluğunu) alır, yaşıtlarına üstün, başkanlığa layık, gücü, kudreti varken, gerek kadın ve gerek diğer dünya şehvetlerinden nefsini son derece koruyan ve zapteden, mücerred (soyut), namuslu, zâhid, dünyayı terkeden. Bir nebevî hadiste varid olduğu üzere bir hata yapmamış, kelime’yi (Hz. İsa) tasdik edici olan Yahya böyle bir efendi, böyle bir zâhid, böyle bir sâlih peygamber idi. Hz. Yahya'nın İsa'dan yaşça altı ay büyük olduğu çoğunlukla rivâyet edilmiştir. Bununla beraber üç yaş da denilmiştir. İşaret edilen (Yahya), İsa'nın göğe kaldırılmasından önce şehit edilmiştir. Bir hadis-i şerifte şöyle rivâyet edilmiştir: “Dünyanın Allah'a karşı değersizliğindendir ki, Zekeriyya'nın oğlu Yahya'yı bir kadın öldürmüştür.” Meryem'in kefili, Yahya'nın babası olan, kin ve iftiralarla şehit edilen Hz. Zekeriyya da böyle nezih ve fevkalâde (olağanüstü) bir Rabbanî (İlâhî) mazhariyette bulunuyordu.
Hz. Zekeriya (a.s.) o döneme kadar çocuksuzdu. Bu temiz genç kızı görünce bir çocuğu olsun istedi. O'nun Allah'ın özel koruması altında ve O'nun tükenmez kaynaklarından verilen nimetlerle nasıl büyüdüğünü görünce, bu ileri yaşında bile Allah'ın kendisine, eğer dilerse, bir çocuk verebileceğini ümit etmeye başladı. [58]
O, mihrapta durup namaz kılarken melekler ona seslendi: “Şüphesiz Allah sana Allah’tan olan bir kelimeyi tasdik edici, efendi, nefsine hâkim ve sâlihlerden bir nebî olan Yahyâ’yı müjdeliyor!” [59]
Zekeriyya, mihrapta, mescitte durup namaz kılarken melekler ona seslendi: “Şüphesiz Allah sana Allah’ın ‘ol’ kelimesi ile babasız olarak meydana gelen İsa’yı ve Allah katından gelen kitapları tasdik edici, kavmine efendilik eden ve sözüne başvurulan, ilim ve takvâda ileri ve şerefli bir kişi, nefsine hâkim olup haramlardan uzak duran ve Allah’ın emirlerini yerine getiren, insanların haklarını veren sâlih kullarından bir nebi olan Yahya’yı müjdeliyor!” Yahya (a.s.) hiç evlenmemiştir. İsrailoğulları tarafından kafası kesilerek şehid edilmiştir.
Hz. Yahyâ Hakkında: Kitab-ı Mukaddes, Hz. Yahya'dan (a.s.) John the Babtist olarak bahseder. [60]
“Allah’tan Bir Kelime” Hakkında: “Allah'tan bir emir (kelime)” ile burada Hz. İsa (a.s.) kastediliyor. Kur'an-ı Kerim Onu “Allah'ın bir emri (kelimesi)” olarak anar; çünkü Onun doğumu mûcizevî olarak Allah'ın bir tek “Ol” emri ile meydana gelmiştir. [61]
Dedi ki: “Rabbim, bana ihtiyarlık gelip çatmışken eşim de kısırken benim nasıl oğlum olabilir?” Buyurdu ki: “İşte böyledir, Allah dilediğini yapar!” [62]
Zekeriyya sevincin verdiği heyecanla bunun keyfiyetini merak ederek dedi ki: “Rabbim, bana ihtiyarlık gelip çatmışken eşim de çocuk doğuramayacak yaştayken benim nasıl oğlum olabilir?” Allah buyurdu ki: “İşte böyledir, Allah size bu şekilde de çocuk vermeye kadirdir. Çünkü Allah dilediğini yapar! Hiçbir şey O’na ağır gelmez. Senin yaşlılığına ve karının kısırlığına rağmen Allah sana bir oğul bağışlayacak. Bu O’na göre kolaydır.” [63]
“Rabbim bana bir alâmet ver!” dedi. “Senin alametin insanlarla işaretleşmen dışında üç gün konuşmamandır. Rabbini çokça zikret ve sabah akşam tesbih et!”[64] buyurdu.
Zekeriyyâ sevinç ve heyecanla: “Rabbim Benim gibi yaşlı bir adamla, karım gibi kısır bir kadından bir oğul dünyaya geleceğinden emin olabilmem için bana bir işaret ver, bana çocuğumun ne zaman olacağına dair bir alâmet ver! Benim bunu öğrenmem mümkün değil.” dedi. Allah onun bu isteğini kabul etti ve sâkinleşmesi için ona: “Senin alâmetin insanlarla el, göz, dudak, kaş, baş vb. uzuvlarla işaretleşmen dışında üç gün üç gece konuşamamandır. Ancak zikir ve tesbih amacıyla konuşabilirsin. Bunun için Rabbini çokça zikret ve sabahın ilk saatleri ile akşamın ilk saatlerinde tesbih et, namaz kıl!” buyurdu. [65]
Bu Bölümün Amacı: Bu bölümün en önde gelen amacı Hıristiyanların, Hz. İsa'yı (a.s.) Allah'ın oğlu kabul edip ona karşı ibâdet ederek yaptıkları büyük hatayı anlamalarını sağlamaktır. Hz. Yahyâ'nın (a.s.) mûcizevî doğumu da onların bu yanlış inançlarını savunmalarına karşı bir delil olarak Kur'an'da anlatılıyor. Hz. İsa'nın (a.s.) mûcizevî doğumu Onu ilâh olarak kabul etmeye yol açmamalıdır. Çünkü aynı ailede yetişen ve çok değişik bir şekilde yetiştirilen Hz. Yahyâ da (a.s.) bir mûcize sonucu dünyaya gelmiştir. [66]
Seyyid Kutub Diyor ki:
“Zekeriyya O'nu, himâyesine aldı”[67] Yani Meryem'in ihtiyaçlarını karşılamayı ve onu korumayı Zekeriyyâ üstlendi. Zekeriyya yahûdi havrasının başkanıydı. Havranın hizmeti kendilerine geçmiş bulunan Harun'un (selâm üzerine olsun) soyundandır. Meryem bolluk ve bereket içinde yetişti. Allah lütuf ve kereminden bereket olarak O'na rızkını veriyordu:
“Bunun üzerine Rabbi O'nu güzelce kabul etti, onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi; bakımı ile Zekeriyya'yı görevlendirdi. Zekeriyya ne zaman o mâbede girse çocuğun yanında yiyecek bulur ve ‘Ey Meryem, bu sana nereden geldi?' diye sorardı. Meryem de ‘Allah tarafından geldi. Hiç kuşkusuz Allah dilediğine hesapsız rızık verir' derdi.” [68]
Biz bu rızkın nitelikleri hakkında pek çok rivâyetin ayrıntılarına girmeyeceğiz. Onun mübarek olduğunu, etrafında bolluğun yayılıp taştığını ve rızık olarak adlandırılan her nesnenin bollaştığını bilmemiz yeterli olacaktır. Öyle ki onun geçimini üstlenen kişi -bir peygamber olmasına rağmen- bu rızık bolluğuna hayret etmekte ve ona; “bunların hepsi nasıl ve nereden geliyor?” diye sormaktadır. O ise müminin samimiyeti ve alçak gönüllülüğü ile Allah'ın nimeti ve bereketini dile getiriyor ve her işin dizginini O'na havâle ediyor. “Ve o Allah katındandır. Hiç kuşkusuz Allah dilediğine hesapsız rızık verir!”
Bu, müminin Rabbi ile durumunu belirten bir sözdür. Kendisi ile Allah arasındaki sırrı korumayı, bu sırdan söz ederken alçak gönüllü olmayı dile getiriyor. Onunla övünüp başkasına üstünlük taslamayı değil...
Allah'ın elçisi Zekeriyya'nın bile hayret etmesine neden olan bu alışılmamış olayı dile getirmekle ondan sonra gelecek olan Yahya'nın ve İsa'nın doğuşunda görülen akıl almaz olaylara bir giriş yapılmıştır.
Allah’ın Kudreti: Bu esnâda hiç çocuğu olmayan Zekeriyyâ'nın iç dünyası harekete geçiyor. İnsanın içindeki güçlü fıtrî çocuk arzusu varlığını devam ettirme, ardında birilerini bırakma arzusu... Kendilerini ibâdete ve basit bir hayata adayan, kendilerini kulluğa ve mâbede hizmete bağışlayan, gönüllerde bile tamamıyla yok edilemeyen istek... Bu, insanların hayatlarını sürdürmeleri ve onu daha ileriye götürmelerinde yüce bir hikmetten dolayı Allah'ın insanları ona göre yarattığı fıtratın yapısından gelen bir istektir.
“Orada Zekeriyya, Rabbine duâ etti; ‘Ey Rabbim, bana kendi tarafından temiz bir soy bağışla, hiç kuşkusuz Sen şu duâyı işitensin’ dedi.
Bunun üzerine Zekeriyyâ, mâbette namaz kılarken melekler ona şöyle seslendiler; ‘Allah sana Yahya'yı müjdeliyor. O, Allah'ın dolaysız kelimesini doğrulayan, efendi, iffetli ve sâlihlerden bir peygamberdir.’
Zekeriyyâ ‘Yâ Rabbi, kendim iyice yaşlanmış ve karım çocuktan kesilmişken nasıl oğlum olabilir?’ dedi. O da: ‘Böyledir, Allah dilediğini yapar’ dedi.
Zekeriyyâ ‘Rabbim, bana bunun belirtisini göster’ dedi. Allah ona şöyle buyurdu; ‘Senin belirtin üç gün boyunca, işaretleşme dışında insanlarla konuşmamandır. Rabbinin adını çokça an ve sabah akşam O'nu noksanlıktan tenzih et.” [69]
Aynı şekilde... Kendimizi normal olmayan bir olay karşısında buluyoruz. Bu olay, Allah'ın sınırsız irâdesinin görünümlerinden birini taşımakla, bu irâdenin insanların alışageldiği sınırlamalara bağımlı olmadığını görüyoruz. İnsanoğlu asla değişmez bir yasa sandığı ve bu nedenle bu yasanın sınırlarını taşan olayları kuşku ile karşıladığı ve bu türden bir olayla realite olarak karşılaşıp yalanlayamaz duruma düştüğünde de onun etrafını uydurmalar ve efsânelerle örmeye yönelir.
İşte yaşı geçmiş bir ihtiyar olan Zekeriyya ve gençliğinde çocuğu olmamış kısır karısı... Allah'ın bol rızık verdiği ve sâliha bir kız olan Meryem'i gördüğünde, nesil sahibi olma konusunda kalbinde fıtrî bir arzu coşar, Rabbine yönelerek niyâza geçer ve kendisine temiz bir nesil bağışlanmasını diler:
“Orada Zekeriyyâ, Rabbine duâ etti; ‘Ey Rabbim bana Kendi tarafından temiz bir soy bağışla, hiç kuşkusuz sen şu duâyı işitensin’ dedi.” [70]
Bu samimi, sıcak ve gönülden gelen duânın sonucu ne oldu? Hiçbir yasayla ifâde edilemeyen ve insanların alışageldiklerinin tersine bir durum ile karşı karşıya kalındı. Çünkü bu dileği yerine getiren kudret, Yüce Allah'ın kudretidir: “Bunun üzerine Zekeriyyâ, mâbette namaz kılarken melekler O'na şöyle seslendiler; ‘Allah sana Yahya'yı müjdeliyor. O, Allah'ın dolaysız kelimesini doğrulayan, efendi, iffetli ve sâlihlerden bir peygamberdir.” [71]
Arı-duru bir gönülden kopup gelen çağrıya müsbet cevap verilmişti. Çünkü o umudunu, duâları işitene ve dilediği zaman istekleri karşılayana bağlamıştı. Melekler Zekeriyyâ'ya erkek bir çocuk müjdelediler. Doğmadan önce adı biliniyordu: “Yahyâ”. Karakteri de biliniyordu, iyi, efendi, namuslu, şehevî duygularını frenleyebilen, duygusal arzularının tepkilerini dizginleyebilen, Allah'tan kendisine gelen her sözü doğrulayan bir mü’min (Bazı tefsirler Allah'tan olan sözü doğrulamaktan amacın Hz. İsa (selâm üzerine olsun) olduğunu belirtmiştir. Burada bu anlayışı zorunlu kılan bir neden yoktur.) ve iyi insanların kafilesine katılan bir peygamber...
Duâ kabul edildi. İnsanların bir kanun olduğunu sandıkları alışılagelen şeyler, Yüce Allah'ın irâdesinin gerçekleştirdiği bu olayı algılayamaz. Aslında insanın tabiatta kanun olarak sandığı ve gördüğü her yasa -sınırsız ve nihâî değil- göreli bir olgudan öteye geçemez. İnsan, bu sınırlı ömrü, sınırlı bilgisi ve bütünüyle sınırlı aklıyla nihâî bir kanunu bütünüyle algılayamaz ve bu noktada mutlak bir gerçeğe varamaz. İnsana, Cenâb-ı Allah'a karşı edebini takınması yakışır. Tabiatının sınırları ile sahasının çerçevesini taşmaması yaraşır ona. Böylece, kılavuzsuz olarak çöllerde bilinçsizce yol tepmekten kurtulur. Olabilecek ve olamayacaklardan söz ederken bizzat deneyimlerinden kendisinin belirlediği kurallardan ve bilgilerinden hareketle Allah'ın bağımsız olan dilemesini dar kalıplara sokmaya çalışmaktan kurtulur.
Duânın kabul edilişi bizzat Zekeriyyâ'ya da bir sürpriz olmuştur. Çünkü Zekeriyya da nihayet insanlardan biriydi. İnsanların alışageldiği olaylara oranla olağanüstü bir niteliğe sahip bulunan bu olayın, nasıl meydana geldiğini öğrenmeye meraklanmıştı. “Zekeriyya ‘Rabbim, kendimi iyice yaşlanmış ve karım çocuktan kesilmişken nasıl oğlum olabilir?’ dedi. O da; ‘Böyledir; Allah dilediğini yapar’ dedi.” [72]
Ve hemen cevap yetişiyor. Cevap sade ve kolaydır... İşi ehline havâle ediyor. Anlaşılmasında hiçbir zorluk, oluşunda hiçbir ilginçlik bulunmayan gerçek mâhiyetine gönderiyor. “Böyledir; Allah dilediğini yapar.”
Aynı şekilde... İş, Allah'ın dilemesine ve sürekli olarak bu şekilde meydana gelen Allah'ın irâdesine havâle edildiğinde onun alışılagelen, tekrar edilen ve normal olan bir iş olduğu kavranabilmektedir. Fakat insanlar olayı konumunda değerlendirmiyor, Allah'ın yaratıcılığı üzerinde düşünmüyor ve gerçeği gözlerinin önüne getirmiyorlar. Böylece kolaylıkla ve bağımsızlıkla Allah dilediğini yapar. Öyleyse kendisi yaşlandığı ve karısı kısır olduğu halde Allah'ın Zekeriyya'ya bir erkek çocuk bağışlamasında anlaşılmayacak ne olabilir? Yaşın ve kısırlığın; ancak, insanların kendilerinin kural olarak tesbit ettiği ve onlardan kanunlar çıkarttıkları zaman bir değeri olabilir. Allah için ise böyle kıyaslama yoktur. O'nun için ne alışılagelen ne de ilginç bir olaydan söz edilebilir. O'na göre her nesnenin kaynağı, dilemesinin ona yönelmiş olmasıdır. O’nun dilemesi ise her çeşit bağdan tamamen bağımsızdır. Fakat Zekeriyya beşerî araştırmaların suya indirilmesine duyduğu aşırı üzüntüden ve müjdenin kendisinde şok etkisi yapmasından ötürü Rabbine yönelmekte kendisine huzur bahşedecek bir işaret vermesini istemektedir. “Rabbim bana bir işaret ver dedi.”
Burada Allah onu gerçek huzura yöneltiyor... Kendisini içinde bulunduğu alışılagelen olayların etkisinden kurtarıyor. Artık onun işareti üç gün boyunca insanlarla konuşmaması, Rabbine yöneldiğinde ise zikir ve tesbihlerle onu yâd edip dilini depretmesidir. “Zekeriyya ‘Rabbim, bana bunun belirtisini göster’ dedi. Allah ona şöyle buyurdu; ‘Senin belirtin üç gün boyunca, işaretleşme dışında insanlarla konuşmamandır. Rabbinin adını çokca an ve sabah akşam O'nu noksanlıklardan tenzih et.”
Burada açıklama kesiliyor... Fakat biz bunun pratik olarak gerçekleştiğini biliyoruz. Şimdi artık Zekeriyyâ (a.s.) bizzat kendisinde, yani kendisinin hayatında, başkasının hayatında alışılmamış şeyleri yaşıyor. Bu dil onun eski dilidir. Fakat o bunu insanlarla konuşmaktan alıkoyuyor ve Rabbine yakarmak için serbest bırakıyor. Peki bu olaya egemen olan yasa hangisidir? Bu, Yüce Allah'ın irâdesinin sınırsız ve bağımsız yasasıdır. O’nsuz bu ilginç olayı açıklama imkânsızdır. Aynı şekilde ihtiyarladıktan sonra ve karısının kısırlığına rağmen ona Yahyâ'yı bağışlaması da bu yasa olmadan açıklanamaz.
Peygamberî Mesaj ve Örnekler
Kur'an'da kıssaları anlatılan peygamberler, hayatımızın çeşitli safhalarında karşılaşacağımız problemlere nasıl çözümler bulacağımız konusunda pratik örnek kabul edilmeleri için zikredilmiştir. Özellikle ilmî ve imanî noktadan zaafları olan halk kesimi, teoriden ziyade pratik örneklere ihtiyaç duyar. Nice insan, kendilerine Kur'ânî hakikatler anlatan ve İslâmî tebliğ yapan kimselere “doğru, kabul ediyorum ama, hocalar da şöyle şöyle yapmıyor mu?”; “Kimi örnek alacağız, birçok cemaat var, hocalar bile birleşemiyor, kime inanacağız, kime benzeyeceğiz?” veya “sen haklısın, doğru Kur'an bunları emrediyor ama, bunları kim uyguluyor ki?!” diyerek ille somut örnekler istemektedir. İslâmî usûller yerine, nice haramlara yol açan Batıdan ithal edilmiş metotlarla çalışma ve faâliyetler eleştirilince, çoğu müslüman, “başka alternatif yok ki!” diyebilmekte. Şeytan da müslümanların yaşayış ve faâliyetlerini bu tür mantık yürütmelerle saptırabilmektedir. Bütün bunlara Kur'an'ın verdiği cevap, peygamberlerin hayatı, tebliği ve tevhid mücâdeleleridir. Yukarıdaki soru ve sorunlara sanki Kur'an şöyle cevap vermektedir: “Somut örnek mi istiyorsunuz? Alın size peygamberler. Alternatif mi istiyorsunuz? İşte peygamberlerin faâliyetleri.”
Cin ve ins şeytanlarının gayr-i İslâmî yöntemlerle güya İslâmî çalışma yapanlara sunduğu gerekçe ve savunma mantığı daha çok şöyledir: “Başta Hz. Muhammed (s.a.s.) olmak üzere, tüm peygamberlerin hayatı ve mücâdelesine bir sözümüz yok, onlar elbette bizim örneğimizdir; ama bizim şartlarımız farklı. Birincisi, onlar peygamberdi, biz ise zayıf birer beşeriz. İkincisi, onlar apaçık müşriklerle mücâdele ettiler, biz ise müslüman olduğunu iddia edenlerle, münâfık tipli kişilerle karşı karşıyayız...”
Bu insanların en büyük eksiği, Kur'an talebesi olmamalarıdır. Kendi problemlerini çözmek için peygamberlerin Kur'an'da anlatılan hayat ve faâliyetlerine yönelmemeleri, peygamberleri örnek almaları gerekirken, çokça hata yapma ihtimali ve riski olan devirlerindeki başka kişileri örnek edinmeleridir. Peygamberler, vahiy almanın dışında her yönleriyle aynen bizim gibi beşerdirler. “Onlar peygamberdi, biz onlar gibi olamayız!” diyen mantık, eğer “bir mûcize göster, Allah'tan vahiy getir” diyen biri varsa, ancak o zaman haklı olabilir. Kimse onlardan sadece peygamberlere âit bu özellikleri istemiyor ki... Bu özelliklerin dışında aynen bizim gibi beşer olan peygamberlerin örnek alınması gereken davranışlarına çağrılıyorlar. Öyleyse onlar demagojiden başka bir şey yapmıyorlar.
Hz. Zekeriyyâ ve Yahyâ (a.s.)'nın hayatları, mücâdeleleri de bütün bu soru ve sorunlara en güzel şekilde cevap vermektedir. Onlar, dine düşman ve açıkça kâfir olmadıkları halde kaypaklığın ve isyanın en çirkinini icrâ etmekte çok ustalaşmış yahûdi karakterine sahip olanlarla uğraşmışlardır. Bu yahûdileşmiş karakter, tam bir münâfık karakteridir. Bu zihniyet “bile bile hakkı kabul etmeyen, ya da kabul ettiği hakka teslim olmayan, kendi içlerinden çıkmış peygamberleri bile öldürecek kadar alçalan yapıdır.
Hemen her peygamberin mücâdele ettiği tâğut veya tâğutlar vardır. Bunun yanında, özellikle Hz. Mûsâ ve ondan sonra gönderilen peygamberlerin, “inandım” dediği halde kaypak ve kalleşçe tavırlar takınan bozuk karakterlilerle uğraştıkları bilinmektedir. Evet, gerçekten bizim şartlarımız peygamberlerin gönderildiği şartlardan farklıdır. Farklıdır ama, bu nitelik farkı, bizim lehimize olan farklılıktır. Onların tümü, bizden çok, ama gerçekten çok zor şartlarla imtihan olmuşlardır. Hemen her tebliğcinin ezbere bildiği şu âyet, hem onların çektiği zorluğu hem de bizim şartlarımızı onlarla mukayese etmemiz gerektiğini çok net şekilde anlatmaktadır: “Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş kavimlerin başlarına gelenler size de gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu ve onlar öyle sarsıldılar ki peygamber ve onunla beraber iman edenler nihâyet 'Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?' dediler. İşte o zaman (onlara); 'şüphesiz Allah'ın yardımı yakın' denildi.”[73] Bu âyette eşsiz bir terbiye örneği vardır. Müslümanlara dünyada ve dolayısıyla âhirette başarılı olmanın yolu, iman ve sebatla çalışmak, çabalamak, cihadın her aşamasından geçmek, sıkıntılara katlanmak, güçlüklerden yılmamak; tembelliği, kolaylığı, rahatı, eğlenceyi tercih eden nefsî arzu ve hevâdan, şeytandan uzak olmaktır. “Ey müslümanlar! Sıkıntı çekmeden, cihad edip kurban vermeden zafere ulaşamazsınız, cennete giremezsiniz!” denmektedir.
Dünyada izzet ve devlete, âhirette sonsuz nimet ve cennete sahip olmak için örnek gösterilen peygamberlerin ve onlara itaat eden mü'minlerin, günümüzün rahatı tercih eden müslümanından önce, asr-ı saâdetteki çok ağır çilelerle karşılaşan ashâba örnek gösterildiği de işin daha zahmetli tarafıdır. Çünkü bu âyet, bir rivâyete göre Hendek savaşında müslümanların çektiği sıkıntılar dolayısıyla inmiş, onların o sıkıntılarının doğal olduğunu, bu tür sıkıntılar çekmeden eski ümmetlerin de felâha ulaşmadığı hatırlatılmıştır. Diğer rivâyete göre ise, evlerini, mallarını ve yakınlarını Mekke'de bırakıp destansı sıkıntılara katlanarak Medine'ye hicret eden müslümanları teselli için inmiştir. Onların çektiği sıkıntıların dünya ve âhiret beklentileri için sünnetullah olduğu ifade edilmiştir. Ve Allah, hepimizi bu tür sıkıntılarla imtihan edeceğini söylemekte, bu imtihandan kaçan, ya da sınavı kaybeden kimsenin, yani sabredemeyenlerin müjdelenmeyeceği işaret edilmektedir: “Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. Sen, sabırlı davrananları müjdele. İşte o sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman 'Biz Allah için varız ve biz sonunda O'na döneceğiz' derler. İşte Rablerinden bağışlamalar ve merhametler hep onlaradır. Ve yalnızca onlar doğru yolu bulmuşlardır.” [74]
İşte, günümüz müslümanının şartlarıyla geçmiş müslümanların şartlarından hangisinin daha ağır olduğunu gösteren örnek: Aynı dönemde yaşamış olan üç peygamberin hayatı ve ölümleri: Münâfık yahûdiler tarafından bin bir eziyete uğratılan ve sonunda onlar eliyle bir dansöz kadının keyfi için başı vücudundan koparılan Hz. Yahyâ, testere ile vücudu parçalanıp şehid edilen Hz. Zekeriyyâ ve kendi talebesi/havârîsi tarafından ihânete uğrayıp idam kararı alınan Hz. İsa...
Onlar, tâğutlara boyun eğmediler, Allah'ın yasaklarına kılıf bulmadılar, zâlim yöneticilerin haram işlerine rızâ göstermediler. Cennetin bedelini hayatlarıyla ödediler. Ölüm riskine ve kendilerinden önce şehid edilen Hz. Yahyâ'nın yolu, Zekeriyyâ ve İsa peygamberleri korkutup tâvize zorlayamadı. Ölüm riskine rağmen onlar şirke ve bâtıla, nifak ve kaypaklığa karşı olanca yiğitlikleriyle tavır aldılar. Eğilmediler, bükülmediler, “illâllah -illâ (ancak) Allah”tan önce “lâ ilâhe” diye haykırdılar. Günümüzdeki yönlendirilmiş ve aslî çizgiden saptırılmış güya İslâmî mücâdelede; “lâ ilâhe”si olmayan bir renksizlik ve bulanıklık sırıtıyor. Karşı çıkıp mücâdele ettiği, reddettiği bir tâğutu olmayan anlayışla, uzlaşmacı ve gayr-i İslâmî yöntemlerle başarı ve cennet aranıyor. Allah'ın dini için cihad etmekle emrolunan müslümanlar, “gerginlik olmasın” diyerek kâfirleri memnun etmenin, hiç değilse rahatsız etmemenin rahatıyla dünyada zafer, âhirette ödül bekliyorlar...
İman ettiklerini iddiâ eden yahûdilerin peygamberlerini bile gözlerini kırpmadan öldürecekleri çizgiye nasıl geldikleri gözden uzak tutulmamalıdır. Onlar, ırkçılık asabiyeti ve grupçuluk bağnazlığıyla gözleri kör olmuş, basîretleri bağlanmış, hakkı bâtıl, bâtılı da hak görecek yanılgılara düşmüşlerdir. Günümüz müslümanlarının, peygamber yolunu, nebîlerin tevhîdî mücâdelelerini, örneklik ve mesajını öldürmelerinin temelinde aynı asabiyet ve bağnazlığı görüyoruz.
Günümüzde, “ben de müslümanım!” dediği halde yahûdileşen, münâfıklaşan insanların izini tâkip edip “gazaba uğramış” ve “lânetlenmiş” peygamber katillerini her yönüyle taklit eden insanların sayısı her geçen gün artmaktadır. Müslümanlığı kimseye bırakmak istemeyenlerin önemli bir kesimi, hayatlarıyla, davranışlarıyla, duygu ve düşünceleriyle peygamberi hatırlatan “örnek” olmadıkları gibi, “örneği” de unutturuyorlar. Dinin özünü değiştirip peygamberin hâtırasını tahrif ediyorlar. Böylece peygamberlerini mânen “öldürmüş” oluyorlar. Esas ölüm, ruhun bedenden ayrılması değil, ruhun katledilmesi, inancın mahvedilmesidir. İzinden gidecekleri başka önderler bulanlar kadar, onlara gerçek örneği sunmayanlar da suçludurlar. Peygamberlerin getirdiklerine kayıtsız şartsız teslim olmayanlar, onların mesajlarını, sünnetlerini öldürmüş olmanın vebalini yahûdilerle paylaşacak olanlardır.
Takvâ ve cihadın ayrılmaz bütünlüğünü Zekeriyyâ ve Yahyâ peygamberlerde görüyoruz. Onlar, köşelerine çekilip namaz ve duâlarıyla yetinmediler. Onların namazları, kendilerini fahşâ ve münkerin tüm toplumsal boyutlarını engellemeye götürdü. Onların dillerindeki duâları, ellerinin fiilî duâlarıyla birleşti. Onlar, kendi başlarını kaybederek çok büyük kazançlar sağladılar. Gövdesinin üzerinde başları olan nice insandan daha büyük başarılara ölümsüzlük kapısı şehâdetle ulaştılar. Hâlâ yolumuzu aydınlatıyor, bize ders veriyorlar. Dersimizi sabote eden, içi başka örnekliklerle doldurulmuş kafaların sahibi canlı cenâzelere rağmen...
Evlât, büyük imtihanlardan biridir. Hz. Nûh, Hz. İbrâhim, Hz. Zekeriyyâ, Hz. Muhammed (Allah'ın salât ve selâmı üzerlerine olsun) bu imtihandan başarıyla geçtiler. Evlâtsızlık imtihanı ve evlâtlarını kaybetme imtihanı. Olmama ve ölme imtihanı...
Hz. Zekeriyyâ’nın (a.s.), bir hadis rivâyetine göre marangoz olduğunu, dolayısıyla kendi eliyle geçimini temin ettiğini öğreniyoruz. Dünyevî geçim ve maîşet temininin, insanı dâvet ve tebliğden engellemediğinin, her ikisini beraber yürütmenin canlı bir örneğidir bu. Yine, rızık bolluğu ile takvâ ve Allah'a adanma arasında yakın bir ilişki ve bağlantı olduğunu, mihrapta Allah'ın ikrâmı güzel rızıklara sahip olan Allah'a adanmış müttakî Hz. Meryem örneğinde görüyoruz.
Zekeriyyâ ve Yahyâ (a.s.) ile İlgili Âyet-i Kerimeler
A- “Zekeriyyâ” İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 37, 37, 38; 6/En’âm, 85; 19/Meryem, 2, 7; 21/Enbiyâ, 89.
B- Zekeriyyâ (a.s.) İle İlgili Âyet-i Kerimeler:
- Zekeriyyâ (a.s.)’ya Peygamberlik Verilmiştir: 6/En’âm, 85.
- Zekeriyyâ (a.s.)’nın Allah’tan Hayırlı Nesil İstemesi ve Yahyâ (a.s.) İle Müjdelenmesi: 3/Âl-i İmrân, 38-39; 19/Meryem, 2-6; 21/Enbiyâ, 89-90.
- Zekeriyyâ (a.s.), Kendisi İhtiyar, Karısı da Kısır Olmasına Rağmen Allah Ona Yahyâ’yı Verdi: 3/Âl-i İmrân, 40-41; 19/Meryem, 7-11.
- Zekeriyyâ (a.s.)’nın Beyt-i Makdis’te Hizmet Görevi: 3/Âl-i İmrân, 37.
C- “Yahyâ” İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 5 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 39; 6/En’âm, 85; 19/Meryem, 7, 12; 21/Enbiyâ, 90.
D- Yahyâ (a.s.) İle İlgili Âyet-i Kerimeler:
- Yahyâ (a.s.), Zekeriyyâ (a.s.)’nın Oğludur: 3/Âl-i İmrân, 40-41; 19/Meryem, 7-12.
- Yahyâ (a.s.)’nın Babası Zekeriyyâ (a.s.)’nın Hayırlı Nesil İçin Duâsı: 3/Âl-i İmrân, 38-41; 19/Meryem, 2-6; 21/Enbiyâ, 89-90.
- Yahyâ (a.s.)’ya Peygamberlik Verilmiştir: 6/En’âm, 85.
- Yahyâ (a.s.) Çocuk Yaşta İken Allah Ona Tevrat’ı Öğretti: 19/Meryem, 12.
- Yahyâ (a.s.) Takvâ Sahibidir: 19/Meryem, 13.
- Yahyâ (a.s.), Ana-Basına İtaatkârdır: 19/Meryem, 14.
- Allah’ın Selâmeti Yahyâ (a.s.)’nın Üzerinedir: 19/Meryem, 15.
[1] 3/Âl-i İmrân, 37-41
[2] 19/Meryem,
[3] el-Kurtubî, Ahkâmu'l-Kur'ân, Kahire 1967, XI, 82; er-Razî, Mefâtihu'l-Gayb, Mısır 1937, V, 769
[4] es-Sa'l-ebî, el-Arâis, 1951, 372
[5] Ahmed bin Hanbel, II/405
[6] el-Kurtubî, Ahkâmu'l-Kur'ân, IV, 69 vd.
[7] 19/Meryem, 4-6
[8] 3/Âl-i İmrân, 38
[9] 21/Enbiyâ, 89
[10] 19/Meryem, 7
[11] 3/Âl-i İmrân, 39
[12] 19/Meryem, 8
[13] 19/Meryem, 9
[14] 21/Enbiyâ, 90
[15] 19/Meryem, 10
[16] 3/Âl-i İmrân, 41
[17] 19/Meryem, 11
[18] 6/En'âm, 85
[19] Taberî, et-Tarih, Mısır 1326, II, 16; Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, İstanbul 1966, I, 41; Nureddin Turgay, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 6, s. 444
[20] 21/Enbiyâ, 89-90; 3/Âl-i İmrân, 38
[21] 19/Meryem, 1-9
[22] 3/Âl-i İmrân, 37
[23] Muhammed Ali Sâbûnî, Âyetler Işığında Peygamberler Tarihi, Ahsen Y. s. 680-686
[24] 19/Meryem, 7
[25] es-Sa'lebî, el-Arais, Mısır 1951, 375 vd.
[26] 19/Meryem, 12-15
[27] Muhammed Ali es-Sabûnî, Safvetu't-Tefâsîr, İstanbul 1987, II, 213
[28] Tirmizî, el-Emsâl, 3, Edeb 78; Ahmed bin Hanbel, IV/202, V/244
[29] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1971, I, 421; Nureddin Turgay, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 369
[30] 3/Âl-i İmrân, 39
[31] İbn Kesir, el-Bidâye, II/54
[32] 19/Meryem, 12
[33] İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, II/52
[34] İbn Kesir, el-Bidâye, II/55
[35] Muhammed Ali Sâbûnî, a.g.e., s. 687-696
[36] 3/Âl-i İmrân, 39; 6/En’âm, 85; 19/Meryem, 7, 12; 21/Enbiyâ, 90
[37] 3/Âl-i İmrân, 37-41
[38] 6/En’âm, 85
[39] 19/Meryem, 1-15
[40] 21/Enbiyâ, 89-90
[41] 4/Nisâ, 155-157
[42] 2/Bakara, 91
[43] 3/Âl-i İmrân, 112
[44] 3/Âl-i İmrân, 181
[45] M. İslâmoğlu, Yahûdileşme Temâyülü, s. 96
[46] a.g.e. s. 97
[47] Kitab-ı Mukaddes, Yeremya, 14/14
[48] Matta, 17/11-13; 11/12-15
[49] Yuhanna, 1/19-21
[50] Yuhanna, 1/26-34
[51] Luka, 7/18-19; Matta, 11/2-3
[52] Luka, 9/7-9
[53] Matta, 14/1-5
[54] Markos, 6/14-28; Matta, 14/1-12; Luka, 9/7-9
[55] Şaban Kuzgun, Dört İncil, Farklılıkları ve Çelişkileri, s. 305-338
[56][56] Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 1/223
[57] 3/Âl-i İmrân, 38
[58] Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 1/223
[59] 3/Âl-i İmrân, 39
[60] Matta, l/3, 11, 14; Markos, 1/6; Luka, 1/3; Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 1/223
[61] Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 1/223
[62] 3/Âl-i İmrân, 40
[63] Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 1/223
[64] 3Âl-i İmrân, 41
[65] Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 1/223
[66] Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 1/223
[67] 3/Âl-i İmrân, 37
[68] 3/Âl-i İmrân, 37
[69] 3/Âl-i İmrân, 38-41
[70] 3/Âl-i İmrân, 38
[71] 3/Âl-i İmrân, 39
[72] 3/Âl-i İmrân, 40
[73] 2/Bakara, 214
[74] 2/Bakara, 155-157
SÜLEYMAN (A.S.)
S Ü L E Y M A N (A.S.)
- Süleyman (a.s.)’ın Hayatı ve Peygamberliği
- Kur’an-ı Kerim’de Süleyman (a.s.)
- Allah Teâlâ’nın Hz. Süleyman’a Bahşettiği Bazı Lütuflar
- Süleyman (a.s.) ve Belkıs
- Süleyman (a.s.) Kıssasından Bazı İbret ve Hikmetler
- Ehl-i Kitabın Süleyman (a.s.) Hakkındaki İftiraları
- Peygamberliği ve Tevhidî Mesajı, Efsâne ve Masal Ögelerinin Gölgelemesi
- Süleyman (a.s.) Kıssasından Alacağımız Mesaj ve Dersler
“Süleyman’ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların söylediklerine tâbi oldular. Hâlbuki Süleyman kâfir olmadı (Büyü yapmadı ve ona inanmadı). Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri (büyü ilmini) ve Bâbil’de Hârût ve Mârût’a indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki o iki melek herkese ‘Biz imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız’ dedikten sonra ancak ilim öğretirlerdi. Onlar karı ile koca arasını açan şeyleri öğreniyorlardı. Büyücüler, Allah’ın izni olmadan hiçbir hususta zarar veremezler. Onlar (büyücüler) kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler. Onlar kesinlikle bilmişlerdir ki, kim onu (sihri) satın alırsa (ona para verirse), onun âhiretten nasîbi yoktur. Karşılığında kendi varlıklarını sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı!” [1]
Hz. Süleyman’ın (a.s.) Hayatı ve Peygamberliği
“Süleyman” İsmi, Soyu ve Şemâili: “Süleyman” isminin aslı, İbrânîce olan Salomon’dur. Bu kelime, akl-ı selîm ve nâzik mânâlarına gelen “Selîm” ile eş anlamlıdır. Hz. Süleyman, kendisi gibi kral peygamber olan Dâvud (a.s.)’un (en küçük) oğludur.[2] Peygamberler, maddî miras bırakmadıkları[3] için, babasına malda değil; saltanat ve peygamberlikte vâris olmuştur. Rivâyetlere göre Hz. Dâvud’un 19 evlâdından biri olduğu halde, diğer 18 kardeşinden ilim, hikmet, takvâ gibi özellikleri ile küçük yaşlarından beri sivrildiği için, babasının mânevî alanlardaki miraslarına sahip olmuştur.[4] Milattan önce 1032 ilâ 975 yılları arasında yaşadığı, 1014 yılında babası Hz. Dâvud’un vefatı üzerine İsrâiloğulları krallığını devraldığı tarihî bilgilerden anlaşılmaktadır. Anası, ibâdete düşkün sâliha bir kadındı ve oğlu Süleyman’a geceleri az uyumasını öğütlemişti. Rivâyetlere göre, Kudüs yakınlarında Gazze’de doğdu. Babası gibi önce sultan, sonra peygamber oldu. Mescid-i Aksâ’yı yedi yılda inşâ ettirdi. Kudüs’de vefat etti. Rivâyete göre Hz. Süleyman, beyaz tenli, iri gövdeli, nur yüzlü bir zat olup tüy ve kılları çoktu; beyaz elbise giyerdi. Çok sayıda hanımı olduğu rivâyetleri vardır.
Kitab-ı Mukaddes’e göre, hepsi de kral kızı olan 700 karısı ve 300 de câriyesi vardır.[5] Hadis-i şerifte ise 90 hanımı olduğu belirtilir.[6] Rivâyet edilen bir hadis-i şerife göre, bir gün Hz. Süleyman, bir arzusunu dillendirerek şöyle der: “Vallahi, bu gece 70 (veya 90) hanımımı dolaşırım da, onların her biri Allah yolunda vuruşacak birer süvâri mücâhid dünyaya getirir” diye yeminle bahsetti. Kendisine “inşâallah de!” denildiği halde Süleyman (a.s.) “inşâallah” demeyi unuttu ve bütün hanımlarını dolaştı. Sonuçta hanımlarından sadece biri hâmile kaldı. O da “eksik doğumlu” yani sakat bir çocuk dünyaya getirdi. Hz. Peygamber: “Eğer Süleyman ‘inşâallah’ deseydi, o kadınlardan her biri, muhakkak süvâri olacak ve Allah yolunda savaşacak birer oğlan doğururdu” buyurdu. [7]
Nitekim Hz. Peygamber’e (s.a.s.) de, rûh, Ashâb-ı Kehf ve Zülkarneyn’den bilgi sorulunca; “yarın gelin, haber vereyim!” buyurmuştu. Ancak “inşâallah” demeyi unutmuştu. Bu sebeple Ona da bir müddet vahiy gelmedi. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah’ın dilemesine bağlamadıkça (inşâallah demedikçe), hiçbir şey için ‘bunu yarın yapacağım’ deme! Bunu unuttuğun takdirde Allah’ı zikret ve ‘umarım Rabbim beni, doğruya bundan daha yakın olan bir yola iletir’ de.” [8]
Süleyman (a.s.), Kur’an’da isminden çokça bahsedilen bir peygamberdir. Büyük dünya nimetlerine mazhar olmuştur. Dillere destan, darb-ı mesellere konu olan muazzam bir saltanatın sahibidir. Kuş dilinden anlayan, rüzgârın kendisine âmâde olduğu, İnsanlar, cinler ve kuşlardan müteşekkil ordusu olan kral peygamberdi. Bakır madeni ilk kez kendisi için bir pınar gibi akıtılmıştı. Cinler, itirazsız hizmetini görür ve emrinden dışarı çıkmazlardı. Varlıklı ve mevki sahibi herkes gibi, peygamberlerin tümü için geçerli olduğu şekilde[9] Süleyman (a.s.) için de birtakım düşmanlar çıkmış ve bunlar çeşitli fitnelerle Hz. Süleyman’ın mülkünde çeşitli ihtilâl denemelerine girişmişti.
Kur’an-ı Kerim’de Süleyman (a.s.)
“Süleyman” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 17 yerde zikredilir; yani Hz. Süleyman, Kur’an’da 17 yerde ismi geçen bir peygamberdir. Süleyman’ın (a.s.) peygamberliği, şahsiyeti, krallığı ve hak dini tebliği ile ilgili olarak.[10] Kur’an’da toplam olarak 51 âyette ondan bahsedilir.
“Bir zaman Dâvud ve Süleyman, bir ekin konusunda hüküm veriyorlardı. Bir grup insanın koyun sürüsü, geceleyin başıboş bir vaziyette bu ekinin içine dağılıp ziyan vermişti. Biz, onların hükmünü görüp bilmekte idik. Böylece Süleyman’ın bunu (dâvâ konusunu, daha derinden) anlamasını Biz sağladık. Bununla birlikte Biz, onların her birine hüküm (sağlam bir muhâkeme gücü, hükümdarlık, peygamberlik) ve ilim verdik.” [11]
“İçinde bereketler yarattığımız kutlu ülkeye doğru onun emriyle esip gitsin diye kasırga (gibi esen zorlu) rüzgârı Süleyman’ın emrine Biz verdik. Çünkü her şeyin aslını bilen Biziz.” [12]
“Şeytanlardan da, onun için dalgıçlık eden ve bundan başka işler görenler vardı. Bu güçleri de gözetim altında tutan yine Bizdik.” [13]
“Andolsun ki Biz, Dâvud’a ve Süleyman’a ilim verdik. Bunun için onlar, ‘Bizi mü’min kullarının birçoğundan üstün kılan Allah'a hamd olsun’ derlerdi.” [14]
“Süleyman Dâvud’a vâris oldu ve dedi ki: ‘Ey İnsanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden (cömertçe, nasip) verildi. Doğrusu bu (Allah’tan) apaçık bir lütuftur.” [15]
“Cinlerden (görünmeyen varlıklardan), İnsanlardan ve kuşlardan müteşekkil orduları Süleyman’ın hizmetine toplandı; hepsi bir arada (onun tarafından) düzenli olarak sevk ediliyordu.” [16]
“Nihâyet karınca(larla dolu bir) vâdiye geldikleri zaman, bir karınca, ‘ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin!’ dedi.” [17]
“(Süleyman) onun sözüne gülümseyerek dedi ki: ‘Ey Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve râzı olacağın sâlih amel yapmamı gönlüme getir. Rahmetinle, beni sâlih (dürüst ve erdemli) kullarının arasına kat.” [18]
“(Bir gün Süleyman) Kuşları gözden geçirdikten sonra şöyle dedi: ‘Hüdhüdü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı?” [19]
“Ya bana (mâzeretini gösteren) apaçık bir delil getirecek, ya da mutlaka onu şiddetli bir cezayla azâba uğratacağım veya boğazlayacağım!” [20]
“Çok geçmeden (hüdhüd) gelip ‘Ben, dedi, senin (henüz) bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe’den sana çok doğru (ve önemli) bir haber getirdim.” [21]
“Gerçekten, onlara (Sebe’lilere) hükümdarlık eden, kendisine her türlü imkân verilmiş ve büyük bir tahta sahip olan bir kadınla karşılaştım.” [22]
“Onun ve kavminin, Allah’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için hidâyete giremiyorlar.” [23]
“Göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğiniz ve açıkladığınızı bilen Allah'a secde etmezler.” [24]
“(Hâlbuki) O çok büyük arşın sahibi olan Allah’tan başka tapılacak yoktur.” [25]
“(Süleyman Hüdhüde) dedi ki: ‘Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın, bakacağız.” [26]
“Şu mektubumu götür, onu kendilerine ver, sonra onlardan biraz çekil de, ne sonuca varacaklarına bak.” [27]
“(Süleyman’ın mektubunu alan Sebe’ melikesi,) ‘Beyler, ulular! Bana çok önemli bir mektup bırakıldı’ dedi.” [28]
“Mektup Süleyman’dandır, Bismillâhirrahmânirrahîm (diye); Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla (başlamakta)dır.” [29]
“Bana karşı baş kaldırmayın, teslimiyet göstererek, müslümanlar olarak bana gelin’ diye (yazmakta)dır.” [30]
“(Sonra kraliçe) dedi ki: ‘Beyler, ulular! Bu işimde bana bir fikir verin. (Bilirsiniz) siz yanımda olmadan hiçbir işi kestirip atmam.” [31]
“Onlar, şöyle cevap verdiler: ‘Biz güçlü kuvvetli kimseleriz, zorlu savaşçılarız; emir ise senindir, artık ne emredeceğini düşün taşın.” [32]
“Kraliçe, ‘hükümdarlar bir memlekete girdilermi, orayı perişan ederler ve halkının ulularını hakir hale getirirler. (Herhalde) onlar da böyle yapacaklardır’ dedi.” [33]
“Ben (şimdi) onlara bir hediye göndereyim de, bakayım elçiler ne (gibi bir sonuç) ile dönecekler.” [34]
“(Elçiler, hediyelerle) gelince Süleyman şöyle dedi:’Siz bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz? Allah’ın bana verdiği, size verdiğinden daha iyidir. Ama siz, hediyenizle böbürlenirsiniz.” [35]
“(Ey elçi!) Onlara var (söyle:) İyi bilsinler ki, kendilerine asla karşı koyamayacakları ordularla gelir, onları muhakkak sûrette hor ve hakir halde oradan çıkarırız.” [36]
“(Sonra Süleyman müşâvirlerine) dedi ki: ‘Ey ulular! Onlar teslimiyet gösterip bana gelmeden önce, hanginiz o melîkenin tahtını bana getirebilir?” [37]
“Cinlerden bir ifrit, ‘sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm ve güvenim var’ dedi.” [38]
“Kitaptan ilmi olan kimse ise, ‘gözünü açıp kapamadan, ben onu sana getiririm’ dedi. (Süleyman) onu (kraliçenin tahtını) yanı başına yerleşivermiş görünce, ‘bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; nankörlük edene gelince, o bilsin ki Rabbim müstağnîdir, çok kerem sahibidir.” [39]
“(Süleyman devamla) dedi ki: ‘Onun tahtını bilemeyeceği bir vaziyete sokun; getirin, bakalım tanıyabilecek mi, yoksa tanıyamayanlardan mı olacak?” [40]
“Kraliçe gelince, ‘Senin tahtın da böyle mi?’ dendi. O şöyle cevap verdi: ‘Tıpkı o! Zaten bize daha önce bilgi verilmiş ve biz teslimiyet göstermiştik (müslüman olmuştuk).” [41]
“Onu, Allah’tan başka taptığı şeyler (o zamana kadar tevhid dinine girmekten) alıkoymuştu. Çünkü kendisi kâfir/inkârcı bir kavimdendi.” [42]
“Ona ‘köşke gir!’ dendi. Melike onu görünce derin bir su sandı ve eteğini çekti. Süleyman ‘bu billûrdan yapılmış, şeffaf bir zemindir’ dedi. Kraliçe dedi ki: ‘Rabbim! Ben gerçekten kendime yazık etmiştim. Süleyman’ın maiyyetinde âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum.” [43]
“Süleyman’a da sabah gidişi bir aylık mesâfe, akşam dönüşü de bir aylık mesâfe olan rüzgârı verdik (emrine âmâde kıldık) ve onun için erimiş bakırı da kaynağından sel gibi akıttık. Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı, onun önünde çalışırdı. Onlardan kim emrimizden sapsa, ona alevli azâbı tattırırdık.” [44]
“Onlar Süleyman’a kalelerden, heykellerden, havuzlar kadar (geniş) leğenlerden, sâbit kazanlardan ne dilerse yaparlardı. Ey Dâvud âilesi! Şükredin. Kullarımdan şükreden azdır!” [45]
“(Süleyman’ın) ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. Bu sûretle yere kapanıp yıkılınca öldüğü anlaşıldı. Eğer cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.” [46]
“Biz Dâvud’a Süleyman’ı verdik. Süleyman ne güzel bir kuldu! Doğrusu o, daima Allah'a yönelirdi.” [47]
“Öğleden sonra kendisine, üç ayağının üzerinde durup bir ayağını yere diken çalımlı ve safkan koşu atları sunulmuştu.” [48]
“Süleyman, ‘gerçekte ben mal sevgisine, Rabbimi anmayı sağladığı için düştüm’ dedi. Nihâyet bu atlar koşup gözden kayboldukları zaman, ‘onları bana getirin!’ dedi. Bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.” [49]
“Andolsun Biz Süleyman’ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik, sonra o, yine eski haline döndü.” [50]
“Süleyman, ‘Rabbim, beni bağışla; bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Şüphesiz Sen daima bağışta bulunansın’ dedi.”[51]
“Bunun üzerine Biz de, istediği yere onun emriyle kolayca giden rüzgârı, bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları, demir halkalarla bağlı diğer yaratıkları onun emrine verdik.”[52]
“İşte Bizim bağışımız budur. İster ver, ister tut; hesapsızdır’ dedik.” [53]
“Doğrusu onun, Bizim yanımızda yüksek bir makamı ve güzel bir istikbâli vardı.” [54]
Allah Teâlâ’nın Hz. Süleyman’a Bahşettiği Bazı Lütuflar
Ehl-i Kitap, Hz. Süleyman’ı peygamber olarak tanımaz. Kendisinden Kitab-ı Mukaddes’ te daima “kral” olarak bahsedilir.[55] Kur’an-ı Kerim ise Süleyman’ı (a.s.) vahye mazhar olmuş peygamberler arasında sayar.[56] Kendisine Allah tarafından bahşedilen nimetlerden bazılarını dile getirir:
1- Kuş Dilini Bilmesi: Kur’an, bu konuda şöyle der: “Süleyman Dâvud’a vâris oldu ve dedi ki: ‘Ey İnsanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden (cömertçe, nasip) verildi. Doğrusu bu (Allah’tan) apaçık bir lütuftur.”[57] Kuşların, hayvanların dilini bilmesi, Hz. Süleyman’a Allah’ın bahşettiği bir mûcizeydi. Ona bu mûcize sâyesinde, kuşların hislerindeki münâsebetleri sezecek kadar derin ve uzaklardaki cüz’î şeylere nüfuz edecek kadar yüksek bir his ve idrâkle birlikte, aynı zamanda kuşların tabiatı olan “uçma”nın ilmi öğretilmişti.[58] Hz. Süleyman’a kuş dilinin öğretilmesi kesin olmakla birlikte, işin detayları ve nasıl olduğu bizce meçhuldür.
2- Hz. Süleyman’ın Atları: Kur’ân-ı Kerim, Hz. Süleyman’ın atlarından şu şekilde bahsediyor: “Öğleden sonra kendisine, üç ayağının üzerinde durup bir ayağını yere diken çalımlı ve safkan koşu atları sunulmuştu. Süleyman, ‘gerçekte ben mal (yani at) sevgisine, Rabbimi anmayı sağladığı için düştüm’ dedi. Nihâyet bu atlar koşup gözden kayboldukları zaman, ‘onları bana getirin!’ dedi. Bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.”[59] Atın üç ayağını yere basıp dördüncünün tırnağını dikerek duruşu, en güzel duruşu ifade eder ki bu hal ekseriya safkan Arap atlarında görülür. Âyette bir de Süleyman’ın (a.s.) atlarının güzel koştuğuna işaret edilmiştir. En fazla beğenilip övülen iki sıfatı dile getirilen bu atların sayısı hakkında 20’den 20 bin’e kadar, cinsi hakkında da savaş atından kanatlı olmasına kadar hayli değişik rivâyetler vardır ki, bu tür rivâyetlerin Hz. Peygamber’den mervî sahih haberler olmadığı için, sadece abartı ve masalımsı unsurların boyutları açısından değerlendirmelidir. At sevgisi fıtrîdir, salma atlara karşı düşkünlük insanlara çekici kılınmış, süslü gösterilmiştir.[60] Mü’minlerin düşmanlara karşı, onları korkutacak şekilde, gücü yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlaması Kur’an’ın emridir.[61] Peygamberimiz (s.a.s.) de, kıyâmete kadar “at”ta hayır olduğunu belirtir. [62]
3- Hz. Süleyman’ın Üç Duâsı: Hz. Peygamber’in bildirdiğine göre, Süleyman (a.s.) Beytü’l-Makdis’i yapıp bitirdiği zaman Allah’tan:
- a) Allah’ın hükmüne uygun hüküm; İnsanlar arasındaki dâvâ konusu problemlerde ve ictihada dayanan hususlarda Allah’ın kendisini doğruya ulaştırması,
- b) Kendisinden sonra hiçbir kimseye nasip olmayacak mülk ve saltanat;
- c) Mescidine ibâdet niyetiyle girecek herkesin, anasından doğduğu gündeki gibi günahlarından arınmasını dilemiş ve bu dilekleri kabul edilmiştir.[63] Bu hadisin başka varyantlarındaki ifadeye göre Süleyman’a (a.s.) ilk iki dileği verilmiştir. Hz. Peygamber, “sonuncu dileğin biz (Muhammed ümmetin)e verilmesini umarız.”[64] buyurmuştur.
Kur’ân-ı Kerim Hz. Süleyman’a ait bu dileklerden ikisine temas eder. Şöyle ki: Gece vakti çobansız bir sürünün bir tarlada meydana getirdiği zararla ilgili olarak Hz. Dâvud ve oğlu Hz. Süleyman ayrı ayrı hüküm vermişlerdi. Meselenin çözümü Allah tarafından Süleyman’a (a.s.) anlatılmıştı: “Bir zaman Dâvud ve Süleyman, bir ekin konusunda hüküm veriyorlardı. Bir grup insanın koyun sürüsü, geceleyin başıboş bir vaziyette bu ekinin içine dağılıp ziyan vermişti. Biz, onların hükmünü görüp bilmekte idik. Böylece Süleyman’ın bunu (dâvâ konusunu, daha derinden) anlamasını Biz sağladık. Bununla birlikte Biz, onların her birine hüküm (sağlam bir muhâkeme gücü, hükümdarlık, peygamberlik) ve ilim verdik.”[65] Tefsirlerde anlatıldığına göre, ekin sahibi ile koyun sürüsü sahipleri arasındaki dâvâda hâkimlik yapan Dâvud (a.s.) ile Süleyman (a.s.), farklı hükümler vermişlerdi. Hz. Dâvud, tahrip edilen ekinin kıymetinin, koyunların kıymetine denk olduğunu göz önüne alarak, koyunların ekin sahibine tazminat olarak verilmesine hükmetmişti. Oğlu Süleyman ise, şu hükme varmıştı: Ekin tarlası koyun sahiplerine verilmeli, onlar ziyandan önceki haline gelinceye kadar tarlanın bakımını üstlenmelidir. Koyunlar da tarla sahibine verilmeli, tarlası eski bakımlı haline gelinceye kadar bu koyunların sütünden, yününden ve kuzularından yararlandırılmalıdır. Hz. Dâvud, oğlunun bu ictihâdını beğenerek kendi görüşünden vazgeçmişti.
Kur’an ikinci dileğe şöyle temas eder: “Süleyman, ‘Rabbim, beni bağışla; bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Şüphesiz Sen daima bağışta bulunansın’ dedi.”[66] Hz. Süleyman’ın bu dileğine nâil olduğuna müteâkip âyetler işaret eder. Ayrıca Hz. Peygamber’in, birçok hadis mecmuasında yer alan bir vâkıası da bunu teyid eder: Peygamberimiz, namaz kıldığı esnâda, ibâdetine engel olmak için kendisine hücum eden cin tâifesinden bir ifriti zararsız hale getirdikten sonra onu mescidin direklerinden birine bağlamayı ve ashâbına göstermeyi düşünmüş, fakat kardeşi Süleyman peygamberin duâsını hatırladığı için bundan vazgeçmiştir. [67]
Mevsuk hadislerde bir de yine Dâvud (a.s.)’la oğlu Süleyman (a.s.) arasında geçmiş fetvâ konusu başka bir olaya yer verilir. Bir çocuk üzerinde hak iddia eden iki anne arasında geçen olayla ilgili hükümde de yine Hz. Süleyman haklı çıkmıştır. Olay şöyledir:
“Vaktiyle iki kadın ve beraberlerinde iki oğlan çocuğu (bebek) vardı. Yolda giderlerken, bir kurt gelip kadınlardan birinin (büyük kadının) çocuğunu alıp götürdü. Bunun üzerine büyük kadın, arkadaşı (olan küçük) kadına: ‘Kurt, senin çocuğunu götürdü’ dedi. Öbür kadın: ‘Hayır, senin çocuğunu götürdü!’ dedi. Nihâyet bu iki kadın, aralarında hükmetmesi için Dâvud (a.s.)’a mürâcaat ettiler. Dâvud (a.s.) da, çocuğun büyük kadına âit olduğuna hükmetti. (Daha sonra kadınlar) muhâkemeden çıkıp Dâvud (a.s.)’un oğlu Süleyman (a.s.)’a gittiler. Dâvud(a.s.)’un hükmünü söylediler. Süleyman (a.s.) da: ‘Bana bir bıçak getirin!’ Çocuğu (bu) iki kadın arasında paylaştırayım!’ dedi. Bunun üzerine küçük kadın: ‘Aman, sakın öyle yapma! Allah sana rahmet etsin! Çocuk bu kadınındır’ dedi. Bunun üzerine Süleyman (a.s.), çocuğun (kesilmesine şiddetli tepki gösteren ve hayatta kalması için kendi analığından fedâkârlık gösteren) küçük kadına âit olduğuna hükmetti.” [68]
4- Rüzgârın Emrine Verilmesi: Bir âyet-i kerimede şöyle buyrulur: “İçinde bereketler yarattığımız kutlu ülkeye doğru onun emriyle esip gitsin diye kasırga (gibi esen zorlu) rüzgârı Süleyman’ın emrine Biz verdik. Çünkü her şeyin aslını bilen Biziz.”[69] Başka bir âyet, bu rüzgârın Süleyman (a.s.)’ı sabahtan öğleye ve öğleden akşama kadarki zaman içerisinde, yürüyüşle birer aylık mesâfeye (takriben 900 km.) götürdüğünü beyan eder.[70] Rüzgârın Hz. Süleyman’ın emrine âmâde kılınması konusunda pek çok rivâyet vardır ve bu rivâyetlerde hâkim unsur isrâiliyattır; bu rivâyetlerden sakınmak evlâ, Kur’an’ın nassı ile yetinmek en sağlam yoldur.[71] Eski tefsir, kasasu’l-enbiyâ ve tarih kitaplarımız isrâiliyat kaynaklı akla mantığa ters rivâyetlerle maalesef doludur. Hz. Süleyman, bu anlatımlarda tevhid peygamberi vasfından ziyade bir masal kahramanı, efsânevî destansı kişi hüviyetindedir. Hakikatini bilmediğimiz ve tahkikten de uzak olduğumuz bu tür hurâfelere girmemek gerekir.
5- Hz. Süleyman’a Verilen “Aynü’l-Kıtr”: Sebe’ sûresinin 12. âyetinde Allah. “aynü’l-kıtr’ı ona sel gibi akıttık” buyurur. Bütün müfessirler bunun “erimiş bakır madeni” olduğunda müttefiktirler. (Bu âyette geçen “aynü’l-kıtr”ın petrol olduğunu iddia edenler varsa da bu, hiçbir delile dayanmayan hayali bir görüştür.) Bu sâyede Hz. Süleyman kendisine lâzım olan binaları, âlet ve edevâtı, muhtemelen ordusunun techizatını kolaylıkla yapmaya ve temin etmeye muvaffak olmuştur. Bakır madeni bir mûcize olarak Hz. Süleyman’a cidden bir pınar gibi mi akıtıldı, yoksa bu, Süleyman’ın (a.s.) ilim ve fen yardımıyla bakırı eritmesinden kinâye midir? Bu soru da zihinleri meşgul etmiştir. Bu iki ayrı görüşü savunan iki büyük müfessiri örnek olarak verebiliriz: Fahreddin Râzi, bu işi mûcize olarak düşünmeyenleri kınar ve bunları inanç zayıflığı ve Allah’ın kudretine itimatsızlıkla itham eder. Elmalılı ise, bakırın ilim ve sanatla akıtılmış olmasını peygamberlik makamı için daha mühim görür. [72]
6- Timsaller/Heykeller ve Dalgıçlar: Kur’ân-ı Kerim, Süleyman (a.s.)’a iş gören bazı cinlerin râm edildiğini bildirir ki bunlar, ona, mihrablar (mescidler), timsaller/heykeller, havuz büyüklüğünde çanaklar, sâbit kazanlar yaparlardı. [73]
Timsâl: Canlı veya cansız bir şeyin aslına benzer biçimde yapılan herhangi bir sûreti, heykelidir. Cinlerin Hz. Süleyman için yaptıkları, onların aynı zamanda sanatkâr ve ellerine iş yakışır, belli bir seviyede hesap kitap, ilim-irfan sahibi olduklarını ifade eder. Ve yine aynı âyetler Hz. Süleyman’ın halka son derece şefkatli, onların huzurunu ön planda tutan ve düşünen bir kişi olduğunu da ifade ederler. İri iri çanaklar, havuz büyüklüğünde yerinden kalkmaz çömlek, tencere ve kazan gibi kapların yapılması, Hz. Süleyman’ın fakir dostu olduğunu, kurulan muazzam sofralarda halkın ağırlandığını ifade eder. [74]
Kur’ân-ı Kerim Hz. Süleyman’a şeytanlardan bina ustaları, dalgıçlar ve fesatlarına meydan verilmeyecek bir sûrette sıkı kontrole tâbi olan diğerlerinin de râm edildiğini bildirir.[75] ki, rivâyetlere göre dalgıçlar, Hz. Süleyman’a denizlerde bulunan her çeşit süs eşyasını, cevher ve incileri bulup çıkarırlardı. Şeytanların Hz. Süleyman’ın emrine râm edilmesinden sonra onun için yaptıkları ve bunların nelerden ibaret oldukları yolunda birçok rivâyet varsa da, bunlara itibar etmemek, Kur’an’ın nassı ile yetinmek ve dolayısıyla hurâfelere dalmamak en hayırlı iştir. [76]
Hz. Süleyman ve Nemle (Karınca): Hz. Süleyman maiyetiyle bir sefere çıktığında yolları “karınca vâdisi”ne uğrar; ya da karıncaların olduğu bir vâdiden geçerler. Süleyman ve ordusunun kendilerine doğru yaklaşmakta olduğunu gören bir nemle/karınca (muhtemelen reis durumunda olan, arkadaşlarını uyarır): “Nihâyet karınca(larla dolu bir) vâdiye geldikleri zaman, bir karınca, ‘ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin!’ dedi.” (Süleyman) onun sözüne gülümseyerek dedi ki: ‘Ey Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve râzı olacağın sâlih amel yapmamı gönlüme getir. Rahmetinle, beni sâlih (dürüst ve erdemli) kullarının arasına kat.”[77] Bu âyetlerde bir karıncanın, kendi hemcinslerini, Süleyman’ın (a.s.) ordusu tarafından çiğnenmesinler diye uyardığını görüyoruz. Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde bunun dışında herhangi bir bilgi mevcut değildir. Buna rağmen tarih ve tefsir kitaplarına konuyla ilgili yığın yığın mâlûmat dercedilmiştir.
Hz. Süleyman’ın Kürsüsüne Atılan Ceset: Süleyman’la (a.s.) ilgili olarak bir âyette şöyle buyrulur: “Andolsun Biz Süleyman’ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik, sonra o, yine eski haline döndü.”[78] Kürsüye atılan “ceset” konusu müfessirleri çok meşgul etmiş ve buna dair hayli değişik izahlara yer verilmiştir.
Kur’an’da anılan bu cesedin ne olduğu ve bundan neyin kastedildiği kesin olarak belli değildir. Konu ile ilgili olarak Hz. Peygamber’den de bir açıklama yoktur. Hurâfelerden uzak kalmak düşüncesiyle bazı müfessirler cesetten maksadın hadislerde bahis konusu edilen “yarım çocuk” olduğunu ifade ediyorlarsa da bunda da kesinlik yoktur ve bazı yönleriyle tenkide müsaittir. Âyette Hz. Süleyman’ın fitneye düşürüldüğü ve kürsüsüne bir cesedin atıldığı bildirildiğine göre böyle bir şey olmuş demektir. Ama bunun, şu veya bu diye kestirilip atılmasına imkân yoktur. Muhtemelen Hz. Süleyman’ın Beytü’l-Makdis’i yaptırdığı sırada inşaat işlerinde çalıştırdığı sanatkârlar içinde, çeşitli hilelere vâkıf dessas kişiler vardı. Bu şeytanların veya şeytan ruhluların planladıkları bir ihtilâl yüzünden Hz. Süleyman bir müddet nüfûzunu yitirmiş veya tahtından uzaklaşmış, bu sûretle tahtında ya kendisi kuvvetsiz bir ceset halinde hükümsüz kalmış yahut tahtı işgal edilip, ona muayyen bir zaman için heykel gibi birisi oturtulmuş olabilir.
Hz. Süleyman’ın Mülkünün Genişliği: Hz. Süleyman Cenâb-ı Hak’tan kendisinden sonra kimseye nasip olmayacak bir mülk ve saltanat istemişti. Kur’an, onun duâsının kabul edildiğini ve dileğine nâil olduğunu haber verir.[79] Bahis konusu mülkün daha ziyade mânevî mülk olduğu ve mânevî varlıklara tasarrufta bulunduğu anlaşılıyor. Fakat bilindiği gibi Hz. Süleyman, peygamber olması yanında aynı zamanda bir kraldı. Kral, coğrafî bir vatan üzerinde hükmeden kişi olduğuna göre Hz. Süleyman da bundan hâriç tutulamaz. Bugünkü Filistin’le Ürdün’ün tamamı ve Sûriye’nin bir kısmını içine alan topraklarında hüküm sürdüğünü tarihî bilgilerden ve ilgili haberlerden öğrendiğimiz Süleyman’ın (a.s.) hükmettiği topraklar hakkında aşırı büyüklüklere ve abartılı tasvirlere yer verildiğini görüyoruz.
Süleyman (a.s.) ve Belkıs
Belkıs, Sebe’ kraliçesinin ismidir. Hz. Süleyman’ın hizmetinde bulunan Hüdhüd’ün haberi sonucu Süleyman (a.s.) ona mektup yazar. Durumu kendi adamlarıyla görüşen Belkıs maiyetinden bazısı ve birtakım hediyelerle yurdundan kalkar ve Hz. Süleyman’ın ziyaretine gelir. Bu ziyaret ve ona tekaddüm eden mektup olayı üzerine de teşekkül eden hayli zengin efsâneler kitaplara konu olmuştur.
Süleyman (a.s.) ve Hüdhüd: Halkımız arasında “ibibik” ve “çavuş kuşu” gibi isimlerle anılan hüdhüd, müslümanlarca muhterem tanınan bir kuştur ve Hz. Peygamber öldürülmesini ve avlanmasını yasak etmiştir.[80] Başında dikkat çeken bir sorgucu bulunan bu kuşun huy ve itiyatları hakkında pek çok şey söylenmiştir. Ana ve babasına gösterdiği hürmet özellikle belirtilir. Hüdhüdün ölen anasını kefenleyerek cesedini, bir istirahat yeri buluncaya kadar, sırtında ve başında taşıdığı yolunda bir hikâye anlatılır ve sırtının kahverengi oluşu buna bağlanır. Eşi ölünce hüdhüd yeni bir eş aramaz. Ebeveyni yaşlanınca, onların yiyeceklerini temin eder. [81]
Kısaca tanıtılmaya çalışılan hüdhüdün Hz. Süleyman ile Belkıs kıssasında rolü büyüktür. İbn Abbas’tan nakle göre, Hz. Süleyman’ın (a.s.) özellikle hava yolculuklarında kendisi ve ordusu için su lâzım olduğunda hüdhüdü çağırırdı. Hz. Süleyman’ın su mühendisi olan bu kuş, İnsanların yeryüzünde olan bir cismi gördükleri gibi arzın derinliklerinde bulunan suyu görür ve onun ne kadar derinlikte olduğunu da anlardı. Suyun yer ve derinliği böylece keşfedildikten sonra Süleyman görevlilere emreder, orası kazılır ve su çıkarılırdı.[82] Ordusunda bu kadar önemli bir görev yaptığı söylenen hüdhüdü bir gün Hz. Süleyman arar. “(Bir gün Süleyman) Kuşları gözden geçirdikten sonra şöyle dedi: ‘Hüdhüdü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı?”[83] Hüdhüdü aradığı anda bulamayan Hz. Süleyman kızar ve şöyle der: “Ya bana (mâzeretini gösteren) apaçık bir delil getirecek, ya da mutlaka onu şiddetli bir cezayla azâba uğratacağım veya boğazlayacağım!” [84]
Belkıs’ın Tahtının Getirilmesi: Hz. Süleyman, kendisini ziyarete gelmekte olan Belkıs ve maiyetinin ulaşmasından önce kraliçenin dillere destan özelliklere sahip meşhur tahtının getirilmesini arzu etti. Allah’ın bir lütfu olarak taht çok kısa bir müddet içinde getirilip Hz. Süleyman (a.s.)’ın yanına kondu.[85] Tahtın nasıl geldiği merakını gidermek için bu konuda bazı tarihçi ve müfessirler birbirini tutmayan çok çeşitli ifadeler kullanmışlardır.
Belkıs’ın Hz. Süleyman’a Takdim Ettiği Hediyeler: Hz. Süleyman’ın, müslüman olmalarını isteyen mektubunu alan Belkıs, durumu maiyetiyle istişâre eder ve neticede, önce Hz. Süleyman’a (a.s.) elçiler ve hediyeler göndermeye, sonra da bizzat ziyaret etmeye karar verir. Ziyaretinden önce gönderdiği hediyeler, bir gerekçe ile redde uğrar. Kendisinin dünya peşinde koşan bir insan değil; hak dini yayma çabasında bir peygamber olduğunu karşı tarafa oldukça sert ve kesin bir ifadeyle bildiren Hz. Süleyman sonuç olarak misafirlerini karşısında bulur.
Hz. Süleyman Belkıs ile Evlendi mi? Hz. Süleyman’ın Belkıs’ı alıp almadığı da merak konusu olmuş, soruya olumlu ve olumsuz karşılıklar verilmiştir. Rivâyetlerin ekseriyeti evlendiklerini beyan ediyorsa da buna dair Kur’an ve hadislerde hiçbir açıklama yoktur; sıhhatine inanılır bir haber de mevcut değildir.
Ölümü Bildiren “Dâbbetü’l-Arz”: Yüce Allah “gaybı bilirim” iddiasında bulunan cinlere ve onlarla aynı paralelde hareket etmek için çaba sarfeden kötü ruhlu insanlara ebedî bir ders vermek için Hz. Süleyman’ın ölümünü gizlemiş, onu hayatta sanan cinler uzun bir müddet daha tıpkı sağlığında olduğu gibi ağır işlerde çalışmaya devam etmişler ve akılsızca “zillet verici azap içinde” beklemiş durmuşlardır.[86] Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Süleyman’ın vefatını asası vâsıtasıyla halka duyurduğu mutlak bir gerçektir. Süleyman (a.s.) irtihal edince, na’şının uzun süre asasına dayanarak ayakta kaldığı anlaşılmaktadır. Hz. Süleyman’ın ölümünü anlamadıkları için hayatında olduğu gibi, yorucu işlere Onun ölümünden sonra da bir süre daha devam etmişlerdi. O halde gaybı ancak Allah bilir.
Hz. Süleyman’ın hayatını ve kıssasını özetlersek; Dâvud Peygamber’in oğlu olan Süleyman (a.s.) dillere destan ve darb-ı mesellere konu olan muazzam bir saltanatın sahibidir. Kur’an, kendine verilen hârikulâde nimet ve hasletlerden bazısını zikreder. Hz. Peygamber’in hadislerinde de “Süleyman” ismine oldukça sık rastlanır. Kuş dilini bilen Hz. Süleyman’a maddî ve mânevî sahada büyük bir tasarruf gücü verilmişti. İstediği takdirde rüzgâr kendisini çok kısa bir müddet zarfında “bir aylık” mesafeye götürür; şeytanlar kendisine muazzam kap kacak, çanak çömlek gibi mutfak eşyaları yanınde devâsâ binalar inşâ ederlerdi. Tarihte ilk kez bakır madeninin kendisine Yüce Allah’ın kudreti eseri “su gibi” akıtıldığı Süleyman (a.s.) bu sâyede de son derece dayanıklı malzeme ve evlere, muhtemelen ordusunun ihtiyacı olan silâhlara, harp araç ve gereçlerine, kışlalar ve kervansaraylara sahip olmuştur.
Sağlığında halk içinde cereyan eden hâdiselerde hakem, dâvâlarda yargıç vazifesi gören Hz. Süleyman, son derece isabetli sonuçlara varmış ve hatta bu konuda babası Hz. Dâvud’u geçmiştir. Kur’an onun bu durumuna kısaca temas eder, hadisler de izah eder.
Mevki sahibi olan ve nimet içinde yüzen herkes için olduğu gibi Hz. Süleyman için de sağlığında sayıları oldukça kabarık bir gayr-ı memnunlar zümresi türemiş ve şeytan ruhlu bu adamlarla İblis ve avanesinin iş birliği sonucu, iktidarı aleyhine hayli kesif bir propaganda ve yıkım faâliyeti sürdürülmüş, bunların bir sonucu olarak Hz. Süleyman bir müddet tahtından ayrı kalmış veya güç ve nüfuzunu yitirmiştir.
Hüdhüdün haberi sonucu Yemen ülkesinin kraliçesi Belkıs ile irtibat kuran Hz. Süleyman (a.s.) önce mektup yazmış, sonra da ziyaretine gelen bu kadının ziyaretinden önce tahtını da getirmiş, gördüğü manzaradan hayretler içinde kalan kraliçenin maiyeti ile birlikte Allah’a teslimiyetine vesile olmuştur. Cenâb-ı Hakk’ın “ağaç kurdu” ile ölümünü insanlara ve cinlere bildirdiği Hz. Süleyman elli küsur yıl ömür sürdükten sonra Kudüs’te bu fâni âleme vedâ etmiştir. Görkemli saltanatın yerinde sahibinin ölümünü müteâkip yeller esmiş; ondan bize, dünyaya karşı zühdü öğütleyen birkaç cümle ve atasözü miras kalmıştır. Bir örnek verelim:
“Seyr etti havâ üzre derler taht-ı Süleyman,
Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde!”
Hz. Süleyman’ın Kur’an ve hadiste çok muhtasar anlatılan bazı halleri ve buna bağlı olan diğer şeyler, meraklı yazarlarca, rivâyetlerin kaynağına bakılmaksızın zenginleştirilmiş ve bu iş yapılırken de kritik bir zihniyete sahip olunmadığı için onun özellikle yüzüğü (mührü), havaî seyahatleri, hanımları, atları, emrine âmâde cinler ve şeytanlar, Belkıs’ın ziyareti, ihtişamı ve ölümü gibi konularda anlamsız, gereksiz, mantık dışı, geniş ölçüde hayal mahsulü olan bilgilere, isrâilî haberlere, efsânelere yer verilmiştir. Bunlar onu gerçek bir kral ve Allah elçisi değil; destanî bir hüviyete büründürmüştür. Hz. Süleyman’ı anlatan eski tefsir ve tarih kitaplarındaki bilgilerin büyük çoğunluğu, gerçekle irtibatlı değildir; Hz. Süleyman hakkında bilgi sahibi olmak isteyenlerin bunu göz önünde bulundurmaları faydalı olur. [87]
Süleyman (a.s.) Kıssasından Bazı İbret ve Hikmetler
“Gerçekten onların (peygamberlerin) kıssalarında akıl sahipleri için çok ibret vardır.”[88]; “Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini (tatmin ve) teskin edeceğimiz her haberi kıssa olarak sana anlatıyoruz. Bunda sana hak, gerçeğin bilgisi, mü’minlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir.” [89]
Hakka Dâvet ve Açık Mesaj:“(Süleyman’ın mektubunu alan Sebe’ melikesi,) ‘Beyler, ulular! Bana çok önemli bir mektup bırakıldı’ dedi. ‘Mektup Süleyman’dandır, Bismillâhirrahmânirrahîm; Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla (başlamakta)dır. ‘Bana karşı baş kaldırmayın, teslimiyet göstererek, müslümanlar olarak bana gelin’ diye (yazmakta)dır.”[90] Bu âyetlerden anlaşılıyor ki, İslâm’a dâvet ve tebliğ görevini üstlenen peygamberler, her vesileyle insanlara, hatta başka ülkelerdeki uygun kişilere İslâm mesajını sunmuşlardır. Mektup gibi iletişim araçlarından faydalanmışlar, mektuba ilk başlarken bile ilk söz ve dâvetleri Allah olmuştur. Nitekim Peygamberimiz de (s.a.s.), zamanında yaşayan farklı ülkelerin devlet başkanlarına İslâm dâvetini içeren mektuplar göndermiştir.
Süleyman (a.s.), mektubundaki besmele ile Belkıs’a ibâdetin yalnız Allah’a yapılacağını anlatmış, dikkatleri ilk planda Rahmân ve Rahîm olan Allah’a çekmişti. “Bana karşı baş kaldırmayın!” demek sûretiyle de, nefis muhâsebesine dâvet etti ve “teslimiyet göstererek, müslümanlar olarak bana gelin” diyerek net bir şekilde dâvetini yaptı, bütün huzurun İslâm’da olduğunu ifade etti. Bütün bunlar bizim için, peygamberlerin vârisleri âlimler için örneklerdir.
Allah’tan Nimet İsterken Gösterdiği Hassâsiyet: “Süleyman, ‘Rabbim, beni bağışla; bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Şüphesiz Sen daima bağışta bulunansın’ dedi.”[91] Âyet-i kerimenin başlangıcında belirtilen Hz. Süleyman’ın ifadesi gösteriyor ki o, nefsinin Allah’ın bağışı olan nimetlerden olumsuz etkilenmemesi için Allah’ın yardımını da istemekte, peşinen af talep etmektedir. Süleyman (a.s.)’ın kimsenin muktedir olamayacağı güçlerin, başkalarının ulaşamayacağı bazı mânevî mülkün kendisine verilmesini istemesi, övünmek ve hevâsını tatmin etmek için değildi. Zamanındaki kâfir ve zâlim kralları zelîl etmek, Allah’a teslim olup kulluk yapmalarına engel olan gururlarını kırmak içindi. Çünkü, hemen her dönemde olduğu gibi onun devrindeki krallar, gurur, kibir, zulüm, ihtişam sergilemek için büyük savurganlık ve sömürü içindeydi. Fahreddin Râzi, bu âyete şöyle de mânâ vermiştir: “Bana öyle şanlı bir mülk ver ki, ben ona kavuşup öldükten sonra ‘dünya mülkünün vefâsı olsaydı, Süleyman’a olurdu!’ denilsin de, kimsenin dünya saltanatına hırs ve rağbeti kalmasın!” Bu ifadeden de anlaşıldığı gibi, Süleyman’ın (a.s.) asıl maksadı, dünya mülkünü değil; âhiret mülkünü istemektir. Yoksa, Allah’ın sünneti, âhiretten kopuk şekilde sadece dünya nimetlerini isteyeni esas yurt olan öteki âlemde nasipsiz bırakmaktır. Bir peygamberin böyle geçici küçük faydayı, büyük ve ebedî nimetlere tercih etmesi düşünülemez. “Kim âhiret kazancını isterse, onun kazancını arttırırız. Kim de dünya kârını isterse ona da dünyadan bir şeyler veririz; fakat onun âhirette bir nasibi olmaz.” [92]
Dünya Malına Karşı Tavrı, Hırsa Kapılmaması, Tâğutların Rüşvet Gibi Olan Hediyelerini Reddetmesi: Kendisini İslâm’a dâvet eden mektubu alıp okuduktan sonra, Belkıs, durumu halkının ileri gelenleriyle, yani istişâre kurulu ile görüşmüş, neticede Hz. Süleyman’a elçiler gönderip çok kıymetli hediyeler sunarak onun dâvet ve baskısından kurtulma kararı almıştı. Belkıs şöyle demişti: “Ben (şimdi) onlara bir hediye göndereyim de, bakayım elçiler ne (gibi bir sonuç) ile dönecekler.”[93] Süleyman (a.s.) ise onların hediyelerine güvendiklerini anlamış ve o hediyeleri bir rüşvet mâhiyetinde görerek tehdit edercesine geri göndermişti. “(Elçiler, hediyelerle) gelince Süleyman şöyle dedi:’Siz bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz? Allah’ın bana verdiği, size verdiğinden daha iyidir. Ama siz, hediyenizle böbürlenirsiniz. (Ey elçi!) Onlara var (söyle:) İyi bilsinler ki, kendilerine asla karşı koyamayacakları ordularla gelir, onları muhakkak sûrette hor ve hakir halde oradan çıkarırız.” [94]
“...(Süleyman) onu (kraliçenin tahtını) yanı başına yerleşivermiş görünce, ‘bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; nankörlük edene gelince, o bilsin ki Rabbim müstağnîdir, çok kerem sahibidir.”[95] Bir mûcize eseri olarak Allah’ın lütfu gereği binlerce kilometre uzaktan Belkıs’ın dillere destan tahtını, göz açıp kapamadan daha kısa bir zamanda naklini gerçekleştiren Hz. Süleyman, bunu kendi nefsine ve diğer zayıf yaratıklara haml etmeyip Allah’ın lütfu olarak görmektedir. Günümüzde bile henüz gerçekleştirilemeyen eşya naklinin Allah’ın izniyle çok kısa bir anda gerçekleştirildiğini gören Hz. Süleyman, her şeyin olduğu gibi bu nimetin de Allah’ın bir sınavı olduğunu değerlendirir ve şükretme vesilesi kabul eder.
Kahramanlar Ayakta Ölür: “(Süleyman’ın) ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. Bu sûretle yere kapanıp yıkılınca öldüğü anlaşıldı. Eğer cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.”[96] Hz. Süleyman’ın bastonuna dayanarak ayakta ölmesi de düşündürücüdür. Sürünerek yaşamayı ayakta ölmeye tercih eden günümüz dünya adamlarına bakıldığında bu örneğin büyüklüğü daha iyi anlaşılır. Hz. Süleyman’ın hayatı gibi ölümü de bir tevhid mücâdelesi ve hak mesajı idi. Gaybı, Allah’tan başka hiçbir varlığın bilemediğini, cinlere ve şeytanlaşan insanlara Allah bir ağaç kurdu örneği ile göstermektedir.
Muazzam Dünya Servet ve Saltanatını Kalbinin Dışında Taşıması: Allah Teâlâ, peygamberler içinden varlık sahibi olarak Süleyman’ı (a.s.) örnek vermektedir. Süleyman (a.s.) ile Karun’un, emperyalist zenginlerin arasındaki temel fark şundan kaynaklanıyor: Hz. Süleyman, mülkün Allah’a ait olduğunu, bunun insanlara bir sınav için geçici bir süre verildiğini, nimetlere bol bol şükredilmesi gerektiğini iyi biliyor ve kendisine emânet olarak bahşedilen dünya servetini daima kalbinin dışında taşıyordu. “Eğer siz şükrederseniz, size olan nimetlerimi arttırırım.”[97] Nimetlerin artmasının yolunun da şükürden geçtiğini bildiğinden Allah’ın emri gereği bol bol şükrediyordu. “Onlar Süleyman’a kalelerden, heykellerden, havuzlar kadar (geniş) leğenlerden, sâbit kazanlardan ne dilerse yaparlardı. Ey Dâvud âilesi! Şükredin. Kullarımdan şükreden azdır.”[98] Kur’an, Hz. Süleyman’ın daima Allah’a yöneldiğini[99] haber verir. Dâvud ve Süleyman peygamberler, çok şükür ve hamd eden İnsanlardı: “Andolsun ki, Dâvud’a ve Süleyman’a ilim verdik. İkisi de: ‘Bizi mü’min kullarının çoğundan üstün kılan Allah’a hamdolsun’ dediler.” [100]
Hz. Süleyman örneği göstermektedir ki, dünya malı, mülkü ve saltanatı, sadece belirli bir zaman dilimi için ve sınırlı bir şekilde istifade olduğu gibi, bir sınavdır da. “Ey İnsanlar! Hepiniz Allah’a karşı fakirsiniz, muhtaçsınız. Zengin ve hamde/övülmeye lâyık olan ancak O’dur.”[101] İnsan emânetçidir; mülk tümüyle Allah’ındır. “Göklerin ve yerin mülkü ve hükümranlığı Allah’a âittir. Allah’ın gücü her şeye yeter.”[102]; “De ki: ‘Mülkün gerçek sahibi Allah’ım! Sen mülkü ve hükümranlığı dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden çekip alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü hayır senin elindedir. Gerçekten Sen, her şeye kadirsin.”[103]; “Kim izzet (güç ve şeref) isterse (bilsin ki), izzet tümüyle Allah’ındır.” [104]
Ehl-i Kitabın Süleyman a.s. Hakkındaki İftiraları
Kitab-ı Mukaddes’de 31 baptan (bölüm) meydana gelen “Süleyman’ın Meselleri”nin Hz. Süleyman’a ait olduğu yahûdi kaynaklarında zikredilir. Bu bölümde Hz. Süleyman’ın hikmetli sözlerinden örnekler bulunmaktadır. Bunun yanı sıra, yine Kitab-ı Mukaddes’de sekiz baptan meydana gelen ve Onun yazdığı iddia edilen “Neşîdelerin Neşîdesi” bölümünde, bir peygamber’e hiç de yakışmayacak aşk ve harem hayatından bahseden cümleler vardır. Bunlar da Tevrat’ın tahrife uğradığını açıkça göstermektedir. Neşîdelerin Neşîdesi baştan sona okununca bu cümlelerin bir peygamber ağzından çıkmayacağını dindar yahûdiler dahi kolayca kabul edebilir. Saydıklarımızdan ayrı olarak yahûdi mezheplerinden Ferisiliği desteklemek için “Süleyman’ın Mezmurları” adıyla uydurulmuş 18 Mezmur daha vardır. Bunlar Tevrat’a alınmamıştır. Tevrat’taki Mezmurlar Onun babası Hz. Dâvud’a atfedilir.
Hıristiyan ve yahûdiler, onu peygamber olarak kabul etmezler, onu sadece kral, hem de krallığını büyüye borçlu, büyücü bir kral olarak görürler. Birçok sihir kitabını onun yazdığı iddia edilerek ona iftira atılır. Ölümünden sonra, sarayının altında gömülü olan büyü kitaplarını cinlerin gömüldükleri yerden çıkardıkları gibi ithamlar yapılır. Hz. Süleyman’ın büyük saltanat ve güçlerini büyülerle elde ettiği yolunda Tevrat[105] kaynaklı isnad, itham ve iftirasını Kur’ân-ı Kerim şiddetle reddeder. Kitab-ı Mukaddes’i tahrif edenler, Hz. Süleyman için, puta tapma suçu işlediği iftirasını da Tevrat’a geçirmekten[106] çekinmemişlerdir. Yahûdilere göre o, sihirbazlığın mûcidi bir büyücü kraldır; krallığını büyülü güç kaynağı yüzüğünden almaktadır.
Peygamberliği ve Tevhidî Mesajı, Efsâne ve Masal Ögelerinin Gölgelemesi
Hz. Süleyman’ın Kişiliği, Hanımları: Bazı eski tefsirlerin ve tarih kitaplarının Hz. Süleyman’ın hanımları ve câriyelerinin sayıları ile ilgili olarak verdikleri rakamlar çeşitlidir. 700 hanımı ve 300 odalığı, 300 hanımı ve 700 odalığı veya 300 hanımı 900 odalığı olduğu rivâyetlerine yer verilir. Kitaplarında bu abartılı rakamlara yer veren Taberî ve Kurtubî gibi yazarlar, bu kadar hanımın hakkını edâ için Hz. Süleyman’a yüz erkeğin şehveti verildiğine dair haberler de kaydetmişlerdir. Bu konuda 38/Sâd, 39. âyetine istinad etmişlerdir. Hâlbuki bu âyette Hz. Süleyman’a verildiği söylenen şehvet ve erkeklik gücüne dolaylı da olsa en ufak bir işaret yoktur. Taberî’nin de bu rivâyeti tenkit ederken dediği gibi, Hz. Süleyman’a verilen şeyin “şehvet” değil; “mülk ve saltanat” olduğudur. Hz. Süleyman’ın eş ve câriyelerinin toplam 1000 olduğu yolunda tefsirlere geçen rivâyetlerin kaynağı Kitab-ı Mukaddes’tir. I. Krallar bab 113’de aynen şöyle denir: “Ve onun 700 karısı kral kızı olup, 300 de câriyesi vardı.”
Hz. Süleyman ve Rüzgâr: “İçinde bereketler yarattığımız kutlu ülkeye doğru onun emriyle esip gitsin diye kasırga (gibi esen zorlu) rüzgârı Süleyman’ın emrine Biz verdik. Çünkü her şeyin aslını bilen Biziz.”[107]; “Süleyman’a da sabah gidişi bir aylık mesâfe, akşam dönüşü de bir aylık mesâfe olan rüzgârı verdik (emrine âmâde kıldık)...”[108] Bu âyetlerde Süleyman’ın (a.s.) emrine verilen rüzgârla ilgili hayli masalımsı söylentiler kitaplara geçmiştir. Bu rivâyetlere göre Hz. Süleyman’ın ahşaptan mâmul bir döşemesi/tahtı vardı. Bir gezinti, bir sefer, bir kral veya düşmanla savaşmak gerektiğinde, lâzım olan her şey bunun üzerine yüklenirdi. Bu öyle geniş bir döşeme/taht idi ki, bütün evler, köşkler, çadırlar, mallar, malzemeler, atlar, develer, ağırlıklar, ins ve cinden erkekler, kuşlar ve diğer hayvanlardan her şeyi içine alırdı. Yükleme işi bitince rüzgâra emreder, o da döşemenin altına girer ve onu havaya kaldırırdı. Muayyen bir yüksekliğe çıktıktan sonra, tatlı ve yumuşak esen rüzgâr onu alır götürürdü. Eğer daha serî bir hareket arzu edilirse, o zaman bu işi şiddetli esen rüzgâr yapardı.[109] Kaynaklar, bir ihtiyaç halinde Süleyman (a.s.) için 600 veya 600 bin tahtın kurulduğunu kaydederler. Tahtların kurulmasını müteâkip önce İnsanların eşrâfı gelerek Hz. Süleyman’ın yanındaki tahtlara, bundan sonra cinlerin eşrâfı gelir ve insanlara yakın olan tahtlara oturur; sonra kuşları çağırır ve onlar da bu oturanlara gölge yapar; sonra da rüzgârı çağırırdı.[110] Hz. Süleyman’ın bu ahşap tahtının 1000 rüknü (sütun, direk) bulunduğunu, her rükünde bir evin olduğu, her bir rüknün 1000 şeytanın omzunda taşındığı da rivâyetler arasındadır. [111]
Bu kaynaklar bir de 1x1 fersah ebadında yani 5 km.lik eni ve boyu olan altın ve ibrişimden şeytanlarca dokunmuş bir halıdan bahsederler ki bu, Hz. Süleyman’ın havada bir yerden bir yere gitmesinde kullanılırdı. Bunun üzerine Hz. Süleyman’ın oturacağı altın bir minber yerleştirilirdi. Bu minberin sağına konan altın koltuklara peygamberler; soluna konan gümüş koltuklara da bilginler otururdu. Ulemânın etrafında diğer İnsanlar, İnsanların etrafında da cin ve şeytanlar yerlerini alır ve bütün cemaate, güneşe karşı siper olurdu.[112] Ve bunun gibi masalımsı nice unsurlar...
Görüldüğü gibi, bunlar ölçüsü, hesap ve kitaba gelmez rakamlar olup, büyük ihtimalle Hz. Süleyman’ı sevmeyenlerce, onu büyücü kabul edenlerce uydurulmuş şeylerdir. Bin rükün (sütun, direk) her direkte bin ev. Her evde on askerin barındığı düşünülse, on milyon eder. On milyonluk bir ordu nereye sığar? Böyle bir orduya o gün için imkân ve lüzum var mıydı...?
Kur’an’ın ifadesine göre, Süleyman (a.s.) için rüzgâra Allah’ın boyun eğdirdiği,[113] Allah’ın rüzgârı onun buyruğu altına verdiği, onun emriyle dilediği yöne yumuşakça estiği[114] belirtilir. Mevdûdî, bu konuda şöyle der: Rüzgâr Süleyman (a.s.)’ın emrindeydi ve o, bir aylık uzağa deniz seferleri düzenleyebiliyordu. Çünkü rüzgâr onun gemileri için istediği yönde esiyordu. Tevrat’ın I. Krallar bölümünde Süleyman’ın Edom’da, Kızıldeniz kıyısında gemiler yaptırdığı, büyük bir deniz ticareti geliştirdiği kaydedilir. Rüzgârın ona boyun eğdirilmesi, Allah’ın lütfu ile rüzgârın yönünün hep Süleyman (a.s.)’ın gemilerinin gideceği yöne esmesi –ki o dönemde gemiler tamamen rüzgâra bağlı olarak hareket ediyorlardı- anlamına gelebilir. Fakat, “rüzgâr onun emriyle eserdi”[115] ifadesini zâhirî anlamda olduğu gibi kabul etsek de bir sakıncası yoktur. Çünkü Allah, kullarından dilediğine böyle güçler verebilir. [116]
Hz. Süleyman’ın Cinlerden ve Kuşlardan Ordusu: Günümüz yazarlarından bazıları, âyetteki “cin” ve “tâir -kuş-” kelimelerinin, bildiğimiz cin ve kuşları ifade etmediğini, aksine Hz. Süleyman’ın ordusunda çok çeşitli vazifeler icrâ eden insanlara işaret ettiğini ispat etmek üzere çok çaba göstermişlerdir: “Cin” kelimesinin, Hz. Süleyman’ın idaresi altına aldığı ve onun emri altında güç ve kabiliyet gerektiren olağanüstü işlerle uğraşan dağ kabileleri, “tâir -kuş-” kelimesinin de, piyâde askerden çok daha süratli hareket edebilen süvârileri ifade ettiğini söylerler. Ne var ki bunlar, Kur’an’ı yanlış tefsir etmenin en kötü örnekleridir. Kur’ân-ı Kerim burada, İnsanlardan, cinlerden ve kuşlardan meydana gelen birbirinden farklı üç ayrı ordu zikreder. Ayrı birer askerî sınıfı ifade etmeleri için de her üç kelimede belirlilik (harf-i ta’rif) ön eki kullanılmıştır. Binâenaleyh “el-cin” ve “et-tâir” kelimeleri ve mânâları “el-ins” kelimesinin içine dâhil edilemez. Aksine her ikisinin de, insanoğlundan ayrı ve farklı iki sınıf olması mümkündür.
Ayrıca Arapça ile biraz meşgul olan herhangi bir şahıs, tek “el-cin” kelimesinin bir grup İnsanı veya “et-tâir” in atlı askerî birlikleri îmâ ettiğini aklından geçirmeyeceği gibi, bir Arap da bu kelimelerden bu anlamları çıkarmaz. Olağanüstü bir mahâretinden dolayı bir adama cin, güzelliği sebebiyle bir kadına peri, ya da çok hızlı hareket etmesi nedeniyle bir kimseye kuş denmesi, sadece mecâzî olarak mümkündür. Yoksa cin, peri ve kuş kelimeleri, sırasıyla güçlü bir adam, güzel bir kadın ve hızlı hareket eden bir kişi anlamına gelmez. Bütün bunlar bu kelimelerin gerçek değil; mecâzî mânâlarıdır. Bir konuşmada bir kelime lügat mânâsı yerine mecâzî anlamda kullanılabilir. Fakat metinde onun mecaz olduğuna dair bir karîne varsa, ancak o zaman onu muhâtap orada kullanılan mecaz mânâsıyla anlar. Netice olarak burada “cin” ve “tâir” kelimelerinin gerçek ve lügat mânâlarında değil de mecaz anlamlarında kullanıldığını biz bu metinde hangi karîneden anlayabiliriz? Oysa bunun aksine, takip eden âyetlerden zikredilen iki gruptan her bir ferdin işi ve durumu böyle bir tefsirden çıkacak anlama bütünüyle zıttır. Şâyet bir kimse Kur’an’da anlatılan bir şeye inanmak istemiyorsa ona inanmadığını açıkça (dobra dobra) söylemesi gerekir. Fakat biri kalkar, Kur’ân-ı Kerim’deki açık ve net kelimeleri zorlayarak istediği mânâyı yükler ve aynı zamanda Kur’an’ın dediğine inandığını da dünyaya ilân ederse, aslında bu kimse, Kur’an’a değil; kendi kafasındaki çarpık mânâya inanıyor demektir. Böyle bir davranış da aslında, ahlâkî korkaklık ve entelektüel nâmus yoksunluğundan başka bir şey değildir. [117]
“Onun için denizde dalgıçlık yapan ve bundan başka iş(ler) de gören şeytanlardan kimseleri de (emrine verdik). Biz onların koruyucuları idik.” [118] Bu âyet, Süleyman (a.s.) için çalışan şeytanların ve cinlerin İnsanlardan tamamen farklı bir yapıya sahip olduklarını göstermektedir. Nitekim Araplar, cinlerin gaybın ilmine vâkıf olduklarına inanırlardı. Ayrıca bizzat cinlerin kendileri de gaybın ilmini bildikleri zannı içindeydiler. Bu âyetleri önyargısız okuyan herhangi bir kimse buradaki cin ve şeytanların ne tür bir niteliğe sahip mahluklar olduklarını açıkça görür. İşte Arapların gaybın ilmine vâkıf sandıkları cinler bunlardı. Bu nedenle, bazı çağdaş müfessirlerin yaptığı gibi bunların “insan” olduğu sonucuna varmak için Kur’an’ın anlamını saptırmak doğru değildir. Kur’an’daki ifade tarzından ve bu ifadenin yer aldığı konunun akışından, bahsedilen cinlerin insan olmadığı anlaşılmaktadır. Eğer bunlar insan olsalardı, bu sadece Süleyman (a.s.)’a lutfedilmiş bir nimet olamazdı. Çünkü o zamana dek İnsanlar Mısır’daki piramitler gibi dev yapılar inşâ etmişlerdi bile. [119]
Hz. Süleyman’ın Atları: Bazı tefsir ve tarih kitapları, Hz. Süleyman’ın atlarının sayısı hakkında da değişik rivâyetler sunarlar. Bu sayılar 20’den 20 bin’e kadar çıkar. Normal at olmasından kanatlı olmalarına kadar vasıfları konusunda da farklı rivâyetlere yer verilir. Nereden ve nasıl geldikleri konusunda da hayli rivâyet vardır. Yine Hz. Süleyman’ın atları teftiş edip seyrederken ikindi namazının vaktinin çıkması ve atların kendisini Allah’ın zikrinden alıkoyduğu için kılıcıyla hepsinin ayaklarını ve boyunlarını doğradığı rivâyetlerine yer verilir. Bütün bunlar, peygamber olarak Hz. Süleyman’ı küçülten isrâiliyattan geçmiş, yanlış yaklaşımlardır.
Hz. Süleyman ve Nemle (Karınca): “Nihâyet karınca(larla dolu bir) vâdiye geldikleri zaman, bir karınca, ‘ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin!’ dedi. Süleyman) onun sözüne gülümsedi...”[120] Bu konuda da uydurma olduğu hemen anlaşılacak nice söylentiler kitaplara geçirilmiştir. Bu rivâyetlere göre Hz. Süleyman, karıncanın, ayaklar altında ezilmemeleri için hemcinslerine “yuvanıza girin!” sözünü üç mil mesafeden duymuştur. Bir peygamber olarak Hz. Süleyman’ın Allah’ın verdiği bir mûcize gereği karıncanın sözünü veya işaretini ya da içinden geçeni duyması, bilmesi normaldir. Ama bu rivâyet aynı zamanda karıncanın Süleyman ve ordusunun gelişini üç mil gibi çok uzak bir mesafeden bilmiş ve anlamış olması demektir ki, bu normal değildir. Akla hayli uzak görünen rivâyetteki bu haberin inkârında hiçbir zarar yoktur; bilâkis fayda vardır. Sanki Hz. Süleyman’ın karıncaya nerede rastlaması çok önemli imiş gibi müfessir ve tarihçilerimiz de karıncaların bulunduğu bir memleket aramışlardır. Bazılarına göre bu vâdi, Tâif’te, bazılarına göre Şam’dadır.[121] Vehb bin Münebbih’e varan rivâyete göre Hz. Süleyman karıncaya rastladığı zaman “Bisat” üzerinde idi, deniliyor. Böyle olsaydı, havada seyahat eden Hz. Süleyman ve maiyetini karınca nereden görecekti? Niçin çiğnenmekten bahsedecekti? [122]
Hiçbir önemi olmadığı halde bu karıncanın büyüklüğünden de söz edilmiştir. Güya o, deve,[123] veya kurt büyüklüğünde[124] imiş. Hahbuki asıl ve meşhur olan nemlenin (karınca) küçük olmasıdır. Kıssacıların hiçbir delile dayanmadan aktardıkları ve mübâlağaya düştükleri bu haber ehl-i kitaptan alınmıştır. Topal olduğu söylenen bu karınca, “eş-Şeysan” veya “Şeysaban” oğulları kabilesinden olup adı Cisr, Cers veya Tahıye’dir.[125] Bunlar son derece önemsiz konulardır; yalan yanlış söylenmiş söz ve kıssalardan ibarettir. Karıncalar toplum halinde yaşayan canlılardan iseler de, onların şu veya bu isimle kabilelere ayrıldığı ve kabilenin her ferdine özel isimler verildiği duyulmuş şey değildir. Karıncanın kanatlı olduğu ve kuşlar arasında bulunduğu yolunda da rivâyetler vardır.
Ebû İshak es-Salebî’nin “bir kitapta gördüm” diyerek anlattığına göre Hz. Süleyman Nemle’ye: “diğer karıncaları ‘yuvalarınıza girin!’ diye niçin uyardın? Zulüm edeceğimden mi korktun? Benim âdil bir peygamber olduğumu bilmedin mi? Niçin ‘Süleyman ve ordusu sizi ezmesin!’ dedin?” tarzında birtakım sorular sorar. Nemle de: “Onlar ‘bilmeden, farkına varmadan’ dediğimi duymadın mı?” der ve “ben nefislerin değil; kalplerin kırılmasını kasdettim; sana verilen nimetleri görürler de aynısını isterler, dünyaya aldanırlar. Böylece de Allah’ı tesbih ve zikirden vazgeçerler” şeklinde maksadını izah eder. Bunun üzerine Hz. Süleyman, bu karıncaya: “Bana nasihat et!” der. Nemle, babasına Dâvud; kendisine de Süleyman isminin verilme sebebini bilip bilmediğini sorar, bunlara Hz. Süleyman “bilmiyorum” cevabını verir ve Nemle’nin izahlarını dinler. Nemle aynı şekilde Allah’ın kindesine rüzgârı müsahhar etmesinin nedenini sorar; yine “bilmiyorum” cevabını alır ve sebebini izah eder. Sonra hızlıca kavmine (karıncalara) varır ve Hz. Süleyman’a hediye edebilecekleri bir şeyin olup olmadığını sorar. Onlar yanlarında bir tek “köknar yemişi” (Arabistan kirazı)nden başka bir şey olmadığını söylerler. Onu ağzına alır ve sürükleyerek götürmeye çalışır. Allah’ın emriyle rüzgâr onu alır ve bisat üzerinde seyahat etmekte olan Hz. Süleyman’ın önüne bırakır. Ağzıyla getirdiği yemişi Hz. Süleyman’ın avucuna koyar ve bu hakir hediyenin kabulü için dört beyitlik bir şiir söyler. Hz. Süleyman da ona bereket duâsıyla karşılık verir. (Bazı esnafın dükkânlarında karınca duâsı diye isimlendirilen yazılı levhalar, bu anlatımın eseridir) Karıncalar bu duâ sâyesinde Allah’a en çok şükreden ve çoğalan bir cemaat olurlar.[126] Bütün bunların doğruluğu konusunu akl-ı selim insanlara bırakmak gerekir.
Eski isrâiliyattan bu örnekleri gördükten sonra, olayın bir de çağdaş yorumunu Mevdûdi’nin eleştirileriyle birlikte görelim: Günümüz müfessirlerinden bir kısmı, Hz. Süleyman’la karınca konusundaki âyete[127] çok ters bir mânâ vermişlerdir. Bunlar, âyetteki “vâdi’n-neml” terkibinin “karıncalar vâdisi” anlamını ifade etmediğini, aksine, Suriye’de bu isimde bir vâdinin bulunduğunu, “nemle”nin de, karınca değil; bu vâdide yaşamış olan bir kabilenin ismi olduğunu söylerler. Dolayısıyla bunlara göre âyet şöyle bir anlama gelir: “Hz. Süleyman (a.s.), bu ‘karınca vâdisi’ne vardığı zaman, Nemle kabilesine mensup biri: ‘Ey Nemle kabilesi halkı...’ diye başlayan âyette işaret edilen konuşmasını yaptı.” Ancak bu da, Kur’an âyetlerinin desteklemediği bir tefsirdir. “Vâdi’n-neml” terkibinin, bir vâdinin ismi olduğunu kabul etsek ve Benî Nemle adında da bir kabile ile de meskûn olduğunu farzetsek bile, böyle bir kabileye mensup birinden “Nemle” diye bahsetmemiz Arapça ifade tarzına ve kullanımına aykırıdır. Hayvan isimleri ile anılan birçok Arap kabilesi -meselâ Esed (aslan), Kelb (köpek) gibi- bulunmasına rağmen hiçbir Arap, Kelb veya Esed kabilesinin mensûbundan “Bir köpek dedi ki...” veya “bir aslan şöyle dedi” diye bahsetmez. Binâenaleyh “Nemle” kabilesine mensup birisinden; “Bunu bir karınca dedi” diye söz etmek Arapça ifade tarzına aykırı olur.
Sonra, Nemle kabilesinden bir ferdin; “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin ki, Süleyman ve orduları, farkında olmayarak sizi ezmesinler” diyerek konuşması anlamsız olur. İnsanlardan oluşmuş bir ordunun, bir grup insanı farkında olmayarak ezdiği (tarihte) hiç vâki değildir. Eğer bir ordu bir yere hücum niyeti ile gelmişse, baskına uğrayan tarafın evlerine sığınmaları zaten bir fayda vermez. Çünkü işgalciler onları evlerine kadar tâkip eder ve daha acımasız bir şekilde ezerdi. Fakat ordu sadece sefer yürüyüşü halinde ise ona, yalnızca yolu açmak yeterli olur. Orduların sefer yürüyüşlerinden insanlar zarar görebilir, ancak farkında olmayarak insanları ezmeleri hiç de olacak şey değildir. Binâenaleyh, şâyet Benî Nemle İnsanlardan meydana gelen bir kabile ve böyle bir hücum ânında, fertlerden biri kendi kabilesini uyarmak zorunda kalmış olsaydı, o şöyle derdi: “Ey Nemleliler! Hz. Süleyman’ın ordularının sizi ezip imhâ etmemesi için, evlerinizi terkedip dağlara sığının” Dahası, bir hücum tehlikesinin söz konusu olmadığı bir durumda o şöyle diyecekti: “Ey Nemleliler! Hz. Süleyman’ın ordularının geçişinin size zarar vermemesi için yolları açınız.”
Âyetin yorumundaki bu hata, Arapça ifade tarzı ve konunun yanlış anlaşılmasından ileri geliyor. Terkibin vâdi ismi ve orada oturan Benî Nemle kabilesinin ismi olmasına gelince bu, bilimsel hiçbir dayanağı olmayan sırf bir varsayımdan ibarettir. “Vâdi’n-Neml”in bir vâdi ismi olduğunu kabul edenler, içinde çok miktarda karınca bulunması nedeniyle böyle bir isim almış olduğuna bizzat işaret etmiş bulunmaktadırlar. Nitekim Katâde ve Mukatil, “Bu bölge, karıncası bol bir vâdidir” derler. Hiçbir tarih ve coğrafya kitabı ile hiçbir arkeolojik kazı, bir önceki görüşün aksine, orada Benî Nemle adında bir kabilenin yaşamış olduğunu zikretmez. Öyleyse bundan, böyle bir mânâ çıkarmak, kişinin kendi kişisel yorumunu desteklemek için ortaya attığı, tam bir hezeyanıdır.
Böyle bir kıssa, İsrâil rivâyetlerinde vardır. Ancak oradaki hikâyenin son bölümü, Hz. Süleyman’ın vakarına olduğu kadar Kur’an’a da terstir. Bu açıklamaya göre Hz. Süleyman (a.s.), karıncası bol vâdiden geçerken karıncalardan birinin diğerine şöyle seslendiğini işitti: “Yuvalarınıza giriniz! Yoksa Hz. Süleyman’ın orduları sizi çiğneyecektir.” Bu anda Hz. Süleyman, karıncanın önünde büyüklük tasladı. Bunun üzerine karınca, “Siz de kim oluyorsunuz, siz kimsiniz? Bir damla sudan meydana gelmiş mahlûk!” diye sert bir karşılık verdi. Bunu duyan Hz. Süleyman, bu durum karşısında çok utandı ve mahcup oldu.[128] Bu husus Kur’ân-ı Kerim’in İsrâiloğullarının çarpıtmış oldukları rivâyetleri nasıl düzelttiğini ve peygamberlerinin temiz şahsiyetlerini, bizzat İsrâillilerin bulaştırdığı çirkinlik ve ayıplardan nasıl temizlediğini gösterir. İsrâiloğullarına gönderilen peygamberler hakkındaki Kur’an’ın bu açıklamalarını ele alan batılı müsteşrikler, Kur’an’ın bu kıssaları, İsrâiliyattan aşırdığını hayâsızca iddia ederler.
Bir karıncanın kendi türünün fertlerini, vuku bulacak bir tehlike karşısında uyarması ve yuvalarına girmelerini söylemesi aklen hiç de hayret verici değildir. Hz. Süleyman’ın bunu nasıl işittiği sorusuna gelince, bunun cevabı şudur: Vahiy Kelâmı gibi çok hafif bir çağrıyı kavrayıp anlayabilen duyular sahibi bir şahıs için, karıncanın sesli konuşmasını anlamak hiç de zor değildir. [129]
Hz. Süleyman’ın Kürsüsüne Atılan Ceset: “Andolsun Biz Süleyman’ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik, sonra o, yine eski haline döndü.”[130] Kürsüye atılan “ceset” konusu müfessirleri çok meşgul etmiş ve buna dair birçok değişik izahlara ve “Bin bir gece masalları”nı aratmayacak masalımsı unsurlara yer verilmiştir:
a- Rivâyete göre Hz. Süleyman’ın Cerâde isimli bir hanımı vardı. Günün birinde bu kadının akrabalarından biri ile bir başkası arasında dâvâ konusu bir mesele ortaya çıktı. Hz. Süleyman, kendisine arzedilen bu dâvâda tarafsız davranmakla birlikte Cerâde’nin akrabasının haklı çıkmasını arzu etti. Kalben de olsa bu iki kişi hakkında tarafsız davranmadığı için cezaya çarptırıldı. Allah vahiy yoluyla kendisine: “Yakında sana bir belâ gelecektir” dedi. Hz. Süleyman bu belânın kendisine gökten mi, yerden mi geleceğini bilmiyordu.
b- Hz. Süleyman’ın hanımları arasında Cerâde’nin seçkin bir mevkii vardı. Bu hanım bir gün Hz. Süleyman’a: “Kardeşimle falan kimse arasında bir dâvâ vardır. Senin, kardeşim lehinde hüküm vermeni arzu ediyorum” şeklinde bir teklifte bulundu. O da: “Peki” dedi. Fakat, hanımına söz vermekle birlikte yine de tarafsız davrandı. İşte Hz. Süleyman bu konuda söylediği “söz” sebebiyle belâya uğradı.
c- Hz. Süleyman, Cerâde’yi, yaptığı bir savaş sonunda esir etmiş ve kendine hanım olarak almıştı. Bir kral kızı olan bu kadın, Hz. Süleyman’ın eşi olduktan sonra müslüman olmuş, yani Hz. Süleyman’a iman etmişti. Yalnız gece gündüz devamlı ağlar ve ağlaması bir türlü bitmezdi. Süleyman (a.s.) ona bir gün niçin ağladığını sordu. O da: “Babamı ve onunla beraber olduğu anları düşünüyorum. Ne olur, şeytanlara emretsen de, evimin içinde babamın heykelini yapsalar, ben de onunla teselli bulsam” dedi. Hz. Süleyman bu isteği kabul etti ve heykel yapıldı. Hz. Süleyman evden çıkınca Cerâde ve hizmetçileri bu heykele taparlardı. Hz. Süleyman’ın evinde bu hal 40 gün devam etti. Hz. Süleyman işin farkına vardıktan sonra heykeli kırdı ve hanımını da cezalandırdı. Sonra da evinde cereyan eden bu halden dolayı Allah’a tevbe ve istiğfarda bulundu. Bu hâdiseden sonra şeytan Hz. Süleyman’ın yüzüğüne Mûsâllat oldu ki, olay Vehb bin Münebbih’e göre şöyle cereyan etmiştir:
Haberi olmadan evinde puta tapılmasını müteâkip Hz. Süleyman temiz elbiseler istedi. Kendisine, ipleri bâkirelerce eğrilmiş, aybaşılı ve lohusa olan kadının eli değmemiş elbiseler getirildi; bunları giyip tek başına bir çöle gitti. Emri ile çölün belli bir yerine kül serpildi. Allah’a tevbe etmek kasdıyla küle yatıp yuvarlandı. Ağladı, duâ etti, istiğfarda bulundu. Ve “Yâ Rab, Dâvud hânedanına Senden bakasına ibâdet etmek yakışmaz; evlerinde Senden başkasına el açılmaz!” dedi. Bu hal akşama kadar devam etti. Akşam vakti evine döndü. Hz. Süleyman’ın Emine isminde bir hanımı vardı. Abdest bozmak icap ettiği veya hanımlarından biriyle yalnız kalmak istediği zaman, ayakyolundan dönüp tekrar abdest alıncaya veya cünüplükten temizleninceye kadar yüzüğünü (mührünü) bu hanımına bırakırdı.
Temizlenmedikçe yüzüğüne dokunmazdı. Çünkü yüzüğü yeşil yakuttan olup Cebrâil tarafından verilmişti ve üzerinde “lâ ilâhe illâllah Muhammedu’r-rasûlullah” yazılı idi. Süleyman’ın mülk ve saltanatı yüzüğünde idi. Günlerden birinde yüzüğünü hanımı Emine’ye bıraktı. İşte bu sırada okyanusların sahibi olan Sahr isimli şeytan Süleyman kılığında gelip kadından yüzüğü istedi. Ondan şüphe etmeyen kadın yüzüğü verdi ve o da alır almaz parmağına taktı. Sonra gidip Hz. Süleyman’ın tahtına kuruldu. Derhal kuşlar, cinler, İnsanlar ve şeytanlar emrine râm oldular. Bu arada Hz. Süleyman işini bitirip geldi ve Emine’den yüzüğünü istedi. Kılık kıyafeti, fizyonomisi değişmişti. Emine: “Sen kimsin?” diye sordu. Süleyman: “Dâvud oğlu Süleyman’ım” dedi. Hanımı: “Yalan söylüyorsun! Sen Süleyman değilsin; Süleyman gelip yüzüğünü aldı; o, işte orada tahtında oturmaktadır” dedi.
Hz. Süleyman başına gelenleri anladı ve dışarı çıktı. Sokaklarda dolaşıyor ve İsrâil oğullarının kapılarına varıp: “Ben Dâvud oğlu Süleyman’ım!” diyordu. Fakat bunu duyan herkes ona sövüp sayıyor ve başına toprak saçıyordu. Arkasından da: “Bakın şu deliye, kendini Süleyman sanan şu serseriye!” diyordu. Bunun üzerine Hz. Süleyman şehirden ayrılıp deniz kenarına gitmekten başka çare kalmadığını anlayarak yola düştü. Orada deniz ürünleriyle uğraşanlara balık taşıyarak, hamallık yaparak hayatını kazanmaya çalıştı. Gördüğü hizmet mukabili her gün kendisine iki balık veriyorlardı. O, bunlardan birini satıp parasıyla ekmek alıyor, diğerini de kızartıp karnını doyuruyordu. Bu hal, kırk gün devam etti ki bu, Hz. Süleyman’ın evinde puta tapılma müddetidir. Hz. Süleyman’ın veziri olan Âsaf bin Berhıya ve İsrâiloğullarının bilginleri, Allah düşmanı şeytanın bu 40 gün içinde verdiği hükümleri yadırgadılar. Âsaf bir gün: “Süleyman’ın hükümlerinde siz de benim gibi tutarsızlıklar görüyor musunuz?” diye sordu. Onlar da “evet” dediler. “Durun” dedi Âsaf; “Ben hanımlarına varıp umûmî ve halka açık işlerinde olduğu gibi özel işlerinde de bazı garipliklerin olup olmadığını sorayım.” Hanımlarının yanına varıp; “Dâvud oğlu Süleyman’ın sizin hoşlanmadığınız işleri var mı?” diye sordu. Onlar: “Hayızlı hayızsız demeyip bizlere yaklaşıyor ve gusül abdesti almıyor” dediler. Bu cevabı alan Âsaf, “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn, gerçek bu âşikâr bir belâdır” dedi.
Sonra halk içine çıkıp: “Onun özel hayatı, umûmîsinden de betermiş!” diye onları etrafa duyurdu. Kırk gün tamam olunca Hz. Süleyman kılığına bürünmüş şeytan tahttan inip deryaya vardı ve yüzüğü parmağından çıkarıp suya attı. Yüzüğü bir balık yuttu. Onu avcılardan biri yakaladı. Süleyman o gün balıkçının hizmetini görüyordu. Akşam vakti ücreti karşılığı iki balık aldı ki, bunlardan biri yüzüğü yutan balıktı. Hz. Süleyman balıklarını alıp iş yerinden ayrıldı. Her zamanki gibi birini satıp parasıyla ekmek aldı. Öbürünü de kızartmak maksadıyla karnını yardı. İşte bu balığın karnında yüzüğü buldu ve parmağına taktı ve hemen secdeye kapandı. Yüzüğü takar takmaz derhal kuşlar, cinler, İnsanlar ve şeytanlar etrafına toplandılar. (Halk, kitaplardan okuyup hocalarından dinlediği bu rivâyetlerin doğru olduğundan şüphe etmediği için olsa gerektir; “mühür kimde ise Süleyman odur” der.)
d- Hz. Süleyman fitneye uğratıldığı zaman yüzüğü elinden düştü. Mülkü bu yüzükte idi. Yüzüğünü aldı ve eline taktı; yüzük tekrar düştü. Yüzüğün elinde durmadığını gören Süleyman fitneye uğradığını kesin olarak anladı. Bu hale muttalî olan Âsaf, Süleyman’a: “Sen günahından ötürü belâya uğramışsın; artık yüzük senin elinde 14 gün durmaz. Sen Allah'a ilticâ et, yalvar. Ben tahtına oturur, seni Allah yarlığayıp mülkünü iâde edinceye kadar işlerini görürüm” dedi. Âsaf’ın tavsiyesine uyan Hz. Süleyman bir kenara çekilip Allah'a yalvardı; Âsaf da yüzüğü parmağına takıp tahta geçti ve memleketi 14 gün idare etti. Cenâb-ı Hakk’ın Kur’an’da anlattığı “cesed”den maksat, Süleyman’ın kâtibi olan Âsaf’tır ki, kendisi ilim sahibi bir zat idi. Hz. Süleyman 14 gün sonra gelip yüzüğü Âsaf’tan aldı ve parmağına taktı. Bu sefer yüzük parmağından düşmedi.
e- Said ibnu’l-Müseyyeb’den nakledildiğine göre, Hz. Süleyman İnsanlardan üç gün gizlendi. Bunun üzerine Allah kendisine vahiy yoluyla: “Ey Süleyman, sen kullarımdan üç gün gizlendin; işleriyle ilgilenmedin; bu müddet içinde mazlumu zâlimden kurtarmadın” dedi. Râvi, bundan sonra “yüzük ve şeytan” hikâyesini anlatmıştır.
f- Eş-Şa’bî’ye göre Süleyman’ın mülkünün muvakkat olarak elinden alınmasına sebep şudur: Bir gün Hz. Süleyman’ın bir erkek evlâdı dünyaya gelmişti. Bunu göre şeytanlar bir toplantı yaparak “şâyet bu çocuk yaşarsa, biz daha yıllarca çektiğimiz sıkıntılardan kurtulamayız. (Zira babasının ölümünden sonra oğlu yerine geçer ve bizi çalıştırmaya devam eder.) Bizim için tek çıkar yol, bu çocuğu öldürmektir” dediler. Şeytanların bu kararını öğrenen Süleyman, oğlunu alıp götürmesi ve muhâfaza etmesi için buluta emir verdi. (Yine onun emriyle) rüzgâr onu aldı ve istenilen yere sevketti. Çocuk bu sâyede şeytanların şerrinden kurtulmuş oldu. Allah Süleyman (a.s.)’ı şeytanlardan korktuğu için payladı. Neticede çocuk öldü ve bir ceset halinde kürsüsüne atıldı. İşte Allah’ın Kur’an’da bahis konusu ettiği ceset budur.
g- “İnşâallah” demeyi unutarak hanımlarını dolaştıktan sonra dünyaya gelen yarım (eksik doğumlu, yani sakat) çocuğunu Hz. Süleyman çok severdi. Bunun sebebi de doğan çocuklarının yaşamaması idi. Bir gün Azrâil ile karşılaştığında: “Eceli geldiği zaman bu oğlumun ölümünü sekiz gün geciktirebilir misin?” dedi. Melek: “Hayır, fakat vefatından üç gün önce sana haber veririm” dedi. Vefatına üç gün kala Azrâil haber verince Hz. Süleyman, maiyetindeki cinlere: “Benim bu oğlumu Melekü’l-Mevt’den kim gizleyebilir?” diye sordu. İçlerinden biri: “Ben onu maşrıkda (doğuda) saklarım” dedi. “Kimden saklarsın?” sorusuna da: “Melekü’l-Mevtden” diye cevap verdi. Hz. Süleyman: “Onun gözü her şeyi görür” dedi. Bir diğeri, “mağribde (batıda) saklarım” dedi. Hz. Süleyman aynı şeyleri ona da söyledi. Bir başkası, arzın yedinci katında saklayabileceğini söyledi. Buna da diğerlerine söylediğini tekrar etti. Biri de: “Ben onu görülmeyen iki bulutun arasında saklarım” dedi. Hz. Süleyman: “İşte tek çıkar yol budur” dedi. Çocuğun eceli gelince Azrâil yeryüzünün doğusunu, batısını, denizleri aradı bulamadı. Nihâyet onu iki bulut arasında bulup babasının tahtı üzerinde canını aldı. İşte “ceset”ten maksat budur. [131]
Aslında bu rivâyetlerdeki saçma sapan görüşleri tenkide tâbi tutmaya ihtiyaç var mıdır, bilinmez. Kur’an’ın tevhid, peygamberlik anlayışına ve selim akla ters o kadar unsur var ki... Buna rağmen, yukarıdaki rivâyetlerde yer alan hususları tahlil ettiğimizde şunlar söylenebilir:
a- Hz. Süleyman’ın hanımından yüzüğü istediği anda şeytanın Hz. Süleyman’ın kılığına girdiği söyleniyor ki, bu asla mümkün değildir. Eğer şeytan, herhangi bir peygamberin şekil ve sûretine bürünmeye muktedir olsaydı, hiçbir ilâhî şeriate güvenilemezdi. Ve o takdirde, Hz. İsa, Hz. Mûsâ ve Hz. Muhammed ve emsâli peygamberler İnsanları doğrudan saptırmak için insan ve peygamber olarak zuhur etmiş birtakım şeytanlar olarak -hâşâ- düşünülebilirdi. Bu da tahmin edileceği gibi ilâhî dinleri temelinden yıkar.
b- Şâyet şeytan, Allah’ın elçisi, Hz. Süleyman’a bunları yapmaya muktedir farzedilirse, o takdirde bütün din bilginleri ve zâhidlere de aynı şeyleri rahatlıkla yapabilir. Hatta onları öldürebilir; evlerini, barklarını yıkar ve eserlerini paramparça eder, yakar ve yok eder. Gerçek odur ki şeytan hiçbir din âlimine ve en sade, en basit hayatı yaşayan bir zâhide bile bunu yapamamıştır ve yapamaz. O halde şeytanın Hz. Süleyman’ın sûretine girdiği ve hanımından yüzüğü aldığını ifade eden bütün rivâyetler yalan ve uydurmadır.[132] Bütün bu rivâyetler, zındıkların ve yahûdilerin düzmesidir. [133]
Şeytanın hâkimiyeti konusunda bunca söze bile gerek yoktur. Kur’an şeytanın mü’minler üzerinde hâkimiyeti olamayacağını açık şekilde belirtiyor. [134]
c- Şeytanın, Hz. Süleyman’ın hanımlarına Mûsâllat olmasının doğruluğu bir tarafa, nasıl ağza alıp söylenebilir? Hangi mantıkla kitaplara geçirilebilir?
d- Maalesef birçok kitapta Hz. Süleyman’ın kürsüsüne atılan cesedin şeytan olduğu ve 40 gün bu makamda oturup hükmettiği yolundaki rivâyete yer verilmiş, imâen dahi olsa bunun yalan olduğuna işaret edilmemiştir. El-Müstedrek sahibi Hâkim konu ile ilgili rivâyeti kaydettikten sonra, bunu Buhârî ile Müslim’in şartına uygun sahih bir hadis olduğunu söylemiştir[135] ki, buna şaşmamak elde değildir.
e- Bir peygamber, kendisine arzedilen dâvâyı sadece hakkaniyet prensiplerine riâyetle karara bağlar. Şunun veya bunun hatırı için muhâkemenin normal mecrâsını tersyüz edemez, bunu aklından bile geçirmez.
Uzun münakaşa ve tereddütlerden sonra, hadd cezası icap eden bir konuda Mahzum oğulları kabilesinden bir kadın hakkında Hz. Peygamber’den şefaate cesaret eden Üsâme’nin nasıl bir karşılık gördüğü mâlûmdur.[136] Peygamber olan Hz. Süleyman’ın da dâvâ konusu olan meselelerde Hz. Peygamberimiz’den ayrı düşündüğünü tahayyül etmek dahi câiz değildir.
f- Bir hanımının hatırı için bir peygamber evine put diktirmez; buna müsâade edemez. Böyle bir şeyin ona sorulmadan gizlice yapıldığı söylenebilirse de, vahye mazhar bir peygamber bundan gâfil olamaz. Bunlar peygamberlik makamı ile zıtlık arzeden şeylerdir.
g- Eceli gelmiş bir çocuğu Azrâil’den gizlemeğe çalışmak veya o zarar vermesin diye bulutlarda büyütmek ne mümkün? Bunları bir peygamber hakkında düşünmek ne kadar akıl dışı şeylerdir!
h- Hz. Süleyman’ın bütün güç ve kudretinin yüzüğünde (mühründe) olduğu şâyiası da yalandır. Yüzüğü kaybetmesinden sonra kapı kapı dolaşıp kendini takdim ederek ekmek dilenmesi, hakarete mâruz kalması, sövülüp sayılması, balıkçılara hamallıkla hayatını kazanması vs. gibi şeyler de peygamberlik makamına yakışmayan hususlardır. Bunlar Hz. Süleyman’dan öç almak isteyen yahûdilerin uydurmasıdır.[137] Ayrıca bunlarda peygamberlere olan güveni yıkmayı, onları alelâde kişilermiş gibi göstererek iman edenlerin gözünden düşürmeyi hedef alan din ve peygamber düşmanı zındıkların ve onların oyununa, tuzağına düşen gâfil ve câhil, her duyduğu rivâyeti kutsal metin gibi düşünmeden alıp doğru kabul edenlerin de büyük rolü vardır.
Tabii, bu rivâyetlerin başında; “bir varmış, bir yokmuş...” diye giriş cümlesi olsa, masal kahramanı da bir peygamber değil; hayalî bir kişilik olsa, hoşça vakit geçirmeye sebep olacak ve kurgu ve anlatı açısından güzel kabul edilecek faydalı bir masal olarak değerlendirilebilir. Ama olayı mâsumâne ve zararsız bir hikâye olmaktan çıkaran yön, bunların din adına, bir peygamberi büyüteceğim diyerek küçülten, onu efsânevî kişilik olarak yansıtan, örnekliği, ibretliği, tevhidî mesajı yok eden, zenginlik, maddiyat, ihtişam ve aşk temaları ile günümüzdeki pembe dizilere yer yer benzeyen rivâyet kültürü, peygamberliğe ve tevhide en büyük darbe vurmanın yollarından, halkın bu önderleri ibret ve örnek kabul edemediğinin temel sebeplerindendir. İsrâiliyatın dini ve tevhidi ne kadar gölgelediği Hz. Süleyman’la ilgili tefsir ve peygamberler tarihi gibi ciddi kitaplara, ilmî eserlere geçmesi, üzerinde düşünülmesi ve sağlıklı değerlendirmeler yapılması gereken hususlardandır.
Halk kültürüne, deyim ve darb-ı mesellere konu olan Süleyman’ın “mührü” konusundaki yukarıda örneği görülen rivâyetlerdeki yaklaşım, din açısından tam bir cinâyet veya hiyânet örneği kabul edilebilir. Bir peygamber’e Allah tarafından verilen mûcizevî özellikleri, bire bin katarak büyünün eseri olarak görmek ve bu olağanüstü olayların da yüzük (mühür) aracılığı ile meydana geldiğini iddia etmek, peygamberi, mûcizeyi, ilâhî bağışları inkâr etmekten de öte, onları şeytânî özellik ve küfür davranışı olan sihirle eş tutmak, yahûdilerin tavrı olabilir belki, ama müslümanların olamaz, olmamalıdır.
Hz. Süleyman kıssası ile ilgili sayılamayacak kadar uydurma rivâyetler vardır. Bunların tümünü nakletmek belki yüzlerce sayfalık roman kaleme almak olacaktır. Başka bir örnek daha verelim ve bazı masalcıların uydurduklarını sahâbenin ileri gelenlerinin rivâyeti olarak sunarak, bir taşla birkaç kuş birden vurduklarını veya onları da akılsız ve dini bilmeyen veya bildiği halde hurâfelere sarılan, vahye ters düşen kişiler gibi gösterdiklerini belirtmiş olalım:
İbn Abbas, Hz. Ali, Said İbnu’l Müseyyeb ve Zeyd bin Eslem gibi kişilerden rivâyete göre Hz. Süleyman, yüzüğünü parmağına takınca şeytanlar, cinler, İnsanlar, kuşlar, vahşi hayvanlar ve rüzgâr hemen kendisine gelip baş eğdiler. Bir gün, nasılsa Süleyman (a.s.)’dan yüzüğü almış (çalmış) olan şeytan da kaçıp deryanın ortasındaki bir adaya sığındı. Hz. Süleyman onu yakalatmak gayesiyle emrine âmâde olan diğer şeytanları gönderdi. Şeytanlar “biz onu yakalayamayız, yalnız haftada bir gün adada mevcut bir kaynağa su içmeye gelir. İşte o vakit sarhoş ederek yakalamak mümkündür” dediler. Süleyman (a.s.) pınarın suyunu boşalttırıp yerine şarap koydurdu. Şeytan belli gününde pınara geldi; baktı ki şarap akıyor. “Vallahi ben biliyorum ki sen güzel ve hoş bir içkisin; lâkin içilince yumuşak huylunun aklını başından alır, hırçınlaştırırsın; câhilin de cehâletini artırırsın” dedi. Bir hayli gezip dolaştıktan sonra tekrar geldi ve yine aynı şeyleri söyledi. Çok susamış olduğu için eğilip içti ve sarhoş oldu. İşte tam bu sırada kendisine Hz. Süleyman’ın yüzüğü gösterildi. Yüzüğü görünce “başüstüne!” deyip boyun eğdi. Hz. Süleyman’a getirdiler. Hz. Süleyman onu bağlattırıp bir dağa sürgün etti. Rivâyete görü sürgün yeri “Cebelü’d-Duhan (Duman Dağı)’dır. Ve yine rivâyete göre, bu dünyada görülen duman ve sisler bu şeytanın nefesidir; dağlardan çıkan sular da idrarı (küçük abdesti)dir. İsmi Âsaf ve Habkık olarak bildirilen bu şeytanın yakalandıktan sonra demir bir sandığa konulup kapağının kilitlendiği ve mühürlenip denize atıldığı ve kıyâmete kadar denizde kalacağı söylenmiştir. [138]
Hz. Süleyman’ın yüzüğünün şeytanın eline geçmesi ve muayyen müddet için mülkünde tasarruftan menedilmesi yolundaki rivâyetleri tamamlar nitelikte olan bu rivâyet de itimada şâyân değildir. Eğer rivâyetin İbn Abbas ve Hz. Ali gibi kişilere ait oluşu doğru ise (ki böyle kabul etmek, onları tanımamaktır), bunlar, haberi ehl-i kitaptan almışlar demektir. Ehl-i kitap da besbellidir ki, Hz. Süleyman’a yalan nisbet ediyorlar.[139] Her ne kadar İbn Cerîr et-Taberî bu rivâyetlerden bazısını kuvvetli bir isnadla Nesâî tarafından tahriç edildiği gerekçesiyle takviyeye taraftar ise de buna da itibar edilmez. Zira bu gibi mühim konularda sadece senedin kuvvetli olması yeterli değildir.[140] Hadisin muhtevâsını da düşünmek gerekir.
İmam Müslim’in Sahih’inde bulunan ve Abdullah bin Amr’dan rivâyet edilen bir hadiste, denizlerde hapsedilmiş ve Hz. Süleyman’ca bağlanmış birtakım şeytanların mevcûdiyetinden bahsedilmiştir ki[141] bu hadisin isrâilî bir haber olduğu kuvvetle tahmin edilmektedir. Sonuç olarak söylemek gerekirse, Hz. Süleyman’ın ne gaye ile olursa olsun, bir veya müteaddit şeytanları bağladığı ve onları deryaya hapsettiği yolundaki haberler -Müslim’in Sahih’inde yer alan bir hadise rağmen- asılsızdır; kabule şâyan değildir. [142]
Kubbe ve Süleyman: Vehb bin Münebbih’in anlattığına göre, gökte geçen seyahatlerinden birinde Hz. Süleyman’ın yolu bir sahile uğramıştı. Denizin iri dalgalarına bakarken deryanın tabanını merak etti. Havâî bineğinden inip yere tahtına oturdu. Sonra dalgıçların başkanını çağırıp: “Bana yüz dalgıç seç” dedi. Seçimden sonra “bunların içinden 30’unu seç” dedi. Daha sonra, 30’dan 10; 10’dan da 3 kişi seçtirdi. Bunlardan birine: “Denize dal ve bana dibinden haber getir” emrini verdi. Dalgıç geri döndüğü zaman, neler gördüğünü sordu. O da dalgalar, balıklar ve büyük bir sultandan gayri nesne görmediğini ve sultanla arasında geçen konuşmayı anlattı. Dalgıcın Hz. Süleyman’dan aldığı emri dinleyen sultan, Hz. Süleyman’a selâm göndermiş ve 40 yıldan beri bu denizin dibini keşf için müteaddit defalar teşebbüsler yapıldığını ve fakat hiç birinin muvaffak olmadığını, bu teşebbüs sahiplerinden birinin düşürdüğü keserin 40 yıldır tabana doğru gittiği halde henüz dibe ulaşmadığını söylemiş. Dalgıç gelip bunları Hz. Süleyman’a anlattı ve Hz. Süleyman dinlediklerinden hayrete düştü.
Vehb’in ifadesine göre Hz. Süleyman deniz kenarında iken dalgaların arasında bir kubbe gördü. Dalgıçlara emir verip getirtti. Kubbe sahile konunca, ikişer kanatlı iki kapı açıldı ve içinden sütten daha beyaz giysili, başından sular damlayan bir genç çıktı. Genci Hz. Süleyman’ın huzuruna getirdiler. Hz. Süleyman ona cinlerden mi, İnsanlardan mı olduğunu sordu. O, İnsanlardan olduğunu söyledi ve mâcerasını şöyle hikâye etti:
“Benim yaşlı bir annem vardı. Ben ona yedirir, içirirdim. Ve gerekli hiçbir hizmetini ihmal etmezdim. Öleceğine yakın bana duâ etmesini istedim. Başını göklere çevirdi ve: ‘Yâ Rab, oğlumun bana nasıl iyilik ettiğini biliyorsun. İblis ve avanesinin tasallutundan uzak bir yerde ona ibâdet etmeyi lutfet, dedi ve öldü. Kendisini defnettikten sonra bir gün buraya geldim ve bu kubbe ile karşılaştım. İçine girmeyi arzu ettim. Girince de kapıları kapandı ve dalgalar deryaya sürükledi” dedi. Hz. Süleyman, yiyecek ve içeceğinin nereden geldiğini sordu. O da: “gece vakti olup karanlık basınca beyaz bir kuş gagasıyla beyaz bir şey getirir ve bırakır. Onu yiyince doyarım” cevabını verdi. Gece ve gündüzü nasıl bildiği yolundaki bir soruya da, “kubbede beyaz ve siyah iki ip bulunduğunu, beyazın beyazlığı artınca gündüz; siyahın siyahlığı artınca da gece olduğunu anlarım” dedi ve gene yerine çekilip gitti.
Vehb bin Münebbih’in hayalhanesinde imal ettiği bu hikâyeleri sağlam bir zemine oturtmak ve sıhhatlerini garanti etmek imkânsızdır. Bitmez tükenmez bir mesai ile hurâfeleri müslümanlar arasında yayan bu zâta ve onunla aynı paralelde çalışan Kâ’bu’l-Ahbar’a hayret etmemek mümkün değildir. [143]
Belkıs’ın Tırnağı: Kur’an’ın bildirdiğine göre Hz. Süleyman, Belkıs’ı sırçadan mâmul mücellâ bir köşkte karşıladı. Köşkün avlusu da yine cam gibi parlaktı. Köşke giden bu meydana varınca Belkıs onun parlaklığını su sandı ve ıslanmasın diye eteklerini topladı. Hz. Süleyman “O sırçadan döşenmiş mücellâ bir meydandır”[144] diyerek Belkıs’ı uyardı. Manzaradan son derece etkilenen Belkıs, kendi kendini kınadı ve Allah'a teslimiyetini belirtti. [145]
Bazı eserler, bu köşkün niçin yapıldığını izah sadedinde değişik rivâyetler kaydederler ki, bunların ortak noktasına göre, Hz. Süleyman’ın anası peri kızı olan Belkıs’la evlenebileceğinden endişe eden ve evlenmeleri halinde esârette devamlı kalacaklarından korkan şeytanlar, onu var güçleriyle Hz. Süleyman’ın gözünden düşürmek ve evlenmelerine engel olmak için gayret sarfederler. Ayağının merkep ayağına benzediğini sansasyonel bir haber niteliğinde yayarlar. Hz. Süleyman köşkün meydanının girişine büyük bir havuz yaptırıp içine balık ve kurbağaya kadar deniz hayvanları koydurur. Bunu gören Belkıs da paçalarını sıvar. Kadının ayaklarını bu fırsattan istifade ile gören Hz. Süleyman onları son derece güzel ve fakat biraz kıllıca bulur. Kraliçenin ayağının kıllı olmasını bekârlığına bağlayan râvîler hemen Hz. Süleyman’ın bu kılların izâlesi için çare sormasına, şeytanlar usturayı salık verirler. “Ustura kadının bacaklarını keser” gerekçesiyle râzı olmayan Hz. Süleyman’a şeytanlar hamam otunu icad ederler. [146]
İş bu kadarla da kalmaz. Mü’minlerin annesine de, mü’min evlâtlara yakışmayacak çağrışımlarda bulundurulur. Bazı haberlere göre Hz. Peygamber, Belkıs’ın bacakları itibarıyla dünya kadınlarının en güzeli olduğunu ve Cennette Hz. Süleyman (a.s.)’ın hanımları arasında yer alacağını bildirmiştir. Hz. Âişe’nin: Onun bacakları benimkilerden de mi güzel?” tarzındaki endişe ve kıskançlık ifade eden sorusunu da: “Sen Cennette de ondan daha güzel bacaklı olacaksın” diyerek karşılık vermiştir.[147] Sa’lebî’nin Ebû Mûsâ el-Eş’arî’den rivâyetine göre Hz. Peygamber, ilk hamam yaptıran ve hamamda yıkanan kişinin Hz. Süleyman olduğunu söylemiştir (aynı yer). Sabunu ilk icat edenin de keza Süleyman (a.s.) olduğu söylenmiştir
Belkıs’ın ayağının hayvan ayağına benzediği, tırnağının katır tırnağı gibi olduğu yolundaki haberler zayıftır[148] ve itimada şâyân değildir. Bu kadının bacaklarının kıllı olduğu, ustura ve hamam otu gibi şeyler de son derece garip ve münkerdir. Kâ’bu’l-Ahbar ve Vehb bin Münebbih gibi zevat kanalıyla ehl-i kitaptan alınmış irâiliyat makulesi şeylerdir.[149] Hz. Süleyman gibi bir peygamber, bir Allah elçisi şeytanların dedikodusuna aldırmaz, onların söylentilerinin kıymetsizliğini bilir. Bunun için emek sarfederek köşk yaptırmaz. Bütün bunları bir kadının bacaklarını görmek için yapması mümkün değildir. Belkıs’ın bacaklarının Hz. Peygamber’in hadislerine konu olması ise hiç düşünülemez. Kezâ Hz. Süleyman’ın sabunu ilk icat eden[150] ve ilk hamama giren olması da vâkıalara mutâbık değildir ve haberlerin sıhhatında “nazar” vardır. [151]
Abdullah Aydemir’in İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler kitabında[152] ayrıntılarıyla, kaynaklarıyla ve bazı eleştirileriyle görülebilecek olan bu rivâyetler, bu kadarla da bitmez. Bütün bunların Kur’an ruhuna ve selim akla ters düştüğünü gören günümüz akılcı yorumcuların bazıları, ifrattan kaçarak tefrite tutulmuşlar, Süleyman (a.s.)’a ait olan mûcizevî unsurların hepsini te’vil ederek, Kur’an’daki bu konuyla ilgili ifadelerin mecâzî olduğunu izah etmek için uğraşmışlar ve hiç kimseye verilmeyip sadece Hz. Süleyman’a verilen mülkle ilgili, direkt değilse de dolaylı yoldan inkâra gitmişlerdir. Yukarıda bu aklî yorum ve te’villere, Mevdûdî’nin eleştirel bakışıyla beraber bazı örnekler verilmişti. Bunlara bir ilâvede daha bulunalım: Ömer Rıza Doğrul’un Tanrı Buyruğu adlı tefsirine göre, Süleyman’ın dayandığı “değnek”, onun saltanatıdır. Değneğini yiyen “kurt” da oğlunun idaresizliği ve zaafıdır. “Cinler” de kendisinin emri altına giren yabancı İnsanlardır. Süleyman (a.s.)’ın ölümünden sonra onun saltanatına Mûsâllat olan oğlu Rehoboam, sefâhete ve zevke daldığından, onun saltanatını kemirdi, çürüttü, sonunda İsrâiloğullarına hizmet eden, boyun eğen kabileler, artık onlara boyun eğmediler. [153]
Şeytan, insanın merakını gıdıklayarak, gereksiz şeyleri, dünyasına da âhiretine de lâzım olmayacak detayları lüzumsuz konuları önemsettirir. Maalesef ilim adına bu gereksiz merakın kurbanı olan bazı eski müfessir ve peygamberler tarihi yazarlarımız, Kur’an’da geçen bir kelimeden yola çıkarak, merakları tatmin etmek uğruna ipe sapa gelmez nice hurâfeleri eserlerine hakikat diye geçirmişler, bunların kuyuya attığı taşları çıkarmak binlerce akıllı âlimlerin mesâisini işgal olmuş.
Müslümanlar, Kur’an’la bağlarını kaybettiklerinden, peygamber kıssalarını ibret ve örnek almak için değil; gereksiz ve uydurma ayrıntılara boğulmuş şekilde masal ve roman ihtiyaçlarına cevap bulmak için yönelmişler. Ayrıntıların tartışıldığı ve rivâyet adına her mirasa konulduğu; dolayısıyla hakla bâtılın, ilimle hurâfenin karıştığı salata olmamalı tefsir ve peygamber kıssaları. Kur’an, peygamber kıssalarında, akıl sahipleri için çok ibret vardır[154] buyurur. Başka bir âyette peygamber kıssalarının, kalpleri tatmin ve teskin etmek için hak ve gerçeğin bilgisi olarak ve mü’minlere de bir öğüt ve bir uyarı[155] olarak anlatıldığı vurgulanır.
Kur’an’ı okuyan, Süleyman (a.s.) kıssasını bilen halk, Hz. Süleyman gibi nice krallık kuranların gidişat ve çökmeleri hakkında sağlıklı değerlendirme yapamamış, bu konudaki sünnetullahı anlayamamış, yöneticilerin Hz. Dâvud ve Süleyman gibi ilâhî hükümle hükmeden adâleti icrâ eden kimseler olması için üzerine düşeni yapamamış, zâlim sultanlara gerekli tepki gösterememiştir.
Süleyman (A.S.) Kıssasından Alacağımız Mesajlar Ve Dersler
Süleyman (a.s.) kıssasının vermek istediği mesajları şöyle sıralayabiliriz:
a- Hz. Süleyman kıssasının nâzil olmasının ilk sebebi, Tevrat, İncil gibi muharref kitaplardan ve çeşitli rivâyetlerden, Hz. Süleyman hakkında birtakım yanlış fikirlere sahip olan câhiliye toplumuna kıssanın doğrusunu bildirmektir. Çünkü hidâyetle ilgili içerikten yoksun olan olan Süleyman kıssasından İnsanlar öğüt ve ibret alamazlardı.
b- Mekke’yi kendi hevâ ve heveslerine göre yöneten Mekke egemen güçleri olan müstekbirlere, toplumu hak ve adâletle yönetmeleri kıssa yoluyla bildirilmiş oluyordu.
c- Hz. Süleyman’ın kıssasının bütünü, ülke yönetiminde bulunan bir yöneticinin Allah’ın emirlerini gerek kendisine, gerek toplumuna ve gerekse diğer toplumlara uygulamalarını ibret olarak vermektedir.
d- “Ey Dâvud! Biz seni yeryüzünde halîfe yaptık. O halde İnsanlar arasında hak ile hükmet, hevâna tâbi olma; yoksa seni Allah’ın yolundan saptırır.”[156] Babası Dâvudâ Allah’ın emrettiği bu ilke; Hz. Süleyman’ın da kavmini yönetirken uyguladığı ilâhî bir ilkedir. Allah böylece ülke yöneticilerinin toplumlarına yapacakları davranışlarının nasıl olması gerektiğinin iki İslâmî otorite olan Dâvud ve Süleyman’ın kıssası ile bildirmiş oluyordu.
e- Sebe’ melîkesinin mele’si ile yaptığı istişâre, ülke yönetiminde şûrâ prensibinin önemini gösterir.
f- Allah’ın verdiği nimetleri, O’nun kanunlarına göre değerlendirerek toplumun refahını arttırmak... Diğer toplumların önüne geçmek... Hz. Süleyman’ın gemiler inşâ ettirip rüzgârlardan faydalanarak ticarette ilerlemesi, zırh ve Arap atları ile teçhiz edilmiş kuvvetli bir orduya sahip olması, bakır madenini işleme sanatını geliştirmesi ve inşaat sanatını ilerleterek elde ettiği göz alıcı binalar sâyesinde kurduğu medeniyet bizlere ibrettir. Böylece silâh üstünlüğü sâyesinde gelecek tehlikelere karşı hem hazırlıklı olmak, hem de diğer kavimlere üstünlüğünü bu yolla da kabul ettirmek mümkün olabilir. İyi değerlendirilen yer altı ve yerüstü servetleri ve iyi yapılan ticaret sâyesinde ekonomik olarak hem kavmini refaha ulaştırmak ve hem de diğer kavimlere egemenlik sağlamak mümkün olabilir. İslâm bunu yaparken insanlara adâlet ve refah götürür. Fakat günümüzde ise aynı imkânlara sahip müşrik, emperyalist Batı ülkeleri kendi refah ve zenginliklerini, diğer milletlerin sömürülmesine, aç kalmasına, yokluk ve sefâlet içinde kalmasına dayandırmaktalar.
g- Yöneticiler geldikleri makama Allah’ın lütfu ile gelirler, dolayısıyla böbürlenme, şöhret tutkusu ve tamahkârlık onlara yakışmaz. Elde ettikleri mevkinin Allah’ın onlara bahşettiğive sınandıkları bir durum olduğunu her zaman hatırlamaları gerektiği kıssa yolu ile anlatılır.
h- Süleyman (a.s.)’ın Sebe’ kraliçesini İslâm’a çağrı metodu olan mektup gönderme yöntemini, daha sonra Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’in çağdaşları diğer hükümdarları İslâm’a dâvet ederken kullandığını görmekteyiz. Mektup gibi iletişim araçlarını çağdaş dâvetçilerin, tebliğ metodu ve aracı olarak kullanmaları gerektiğini bu kıssadan çıkarabiliriz.
l- Dâvud ve Süleyman kıssası, Allah’ın yeryüzündeki halîfesi olarak İslâm otoritesinin yapması gereken davranışların neler olduğunun; olması gerektiğinin örneklerini veren bir ibret ve nasihat vesikasıdır.[157] Dillere destan muhteşem saltanat ve serveti kalbine koymayan, bunları emânet olarak değerlendiren, şükür ve kulluk görevini aksatmayan, kendisi mütevâzi ve sade bir hayat yaşayan Hz. Süleyman, eline üç kuruş para geçince din ve dâvâdan uzaklaşıp dünyevîleşen İnsanımıza, mal ve mülkle imtihan konusunda örnektir. Bütün bunlar değerlendirilmeli, tevhid mesajının, nübüvvet hikmet ve ibretinin, ders, öğüt ve uyarısının efsâne ve masal ögelerince gölgelenmesine müsâade edilmemeli, tefsirlerimize kadar hem de bolca giren rivâyetler, kutsal bir metin gibi görülmemeli, Kur’an ve sahih sünnetle sağlaması yapılmadan doğru kabul edilmemelidir.
Hz. Süleyman’la İlgili Âyet-i Kerîmeler
A- “Süleyman” kelimesinin Kur’an’da geçtiği yerler (17 yerde): 2/Bakara, 102, 102; 4/Nisâ, 163; 6/En’âm, 84; 21/Enbiyâ, 78, 79, 81; 27/Neml, 15, 16, 17, 18, 30, 36, 44; 34/Sebe’, 12; 38/Sâd, 30, 34.
B- Süleyman a.s. Kıssası
Süleyman a.s.’ın Kıssasını Anlatan Âyetler: 21/Enbiyâ, 78, 81-82; 27/Neml, 15-44; 34/Sebe’, 12-15; 38/Sâd, 30-40
C- Süleyman a.s.’ın Peygamberliği ve Şahsiyeti
- Süleyman a.s. Dâvud a.s.’ın Oğludur: 34/Sebe’, 13; 38/Sâd, 30.
- Süleyman a.s. Babası Dâvud a.s.’a Vâris Oldu: 27/Neml, 16.
- Süleyman a.s.’a Peygamberlik Verilmiştir: 4/Nisâ, 163; 6/En’âm, 84; 21/Enbiyâ, 78; 27/Neml, 15; 38/Sâd, 40.
- Süleyman a.s.’ın İnsanlar Arasında Makam ve Mevkî İstemesi: 38/Sâd, 35.
- Süleyman a.s’a Allah, İnsanlar Arasında Mevkî Verdi: 27/Neml, 15-16; 38/Sâd, 35-39.
- Süleyman a.s.’ın Mûcizeleri: 21/Enbiyâ, 81-82; 27/Neml, 16-19, 38-40; 34/Sebe’, 12-14; 38/Sâd, 36-38.
- Süleyman a.s. Kuş Dilini Biliyordu: 27/Neml, 16.
- Süleyman a.s.’ın Cinlerden, İnsanlardan ve Kuşlardan Orduları Vardı: 27/Neml, 17-18; 34/Sebe’, 12-14; 38/Sâd, 37-38.
- Süleyman a.s.’ın Kendisi ve Ana-Babası İçin Duâsı: 27/Neml, 19.
- Süleyman a.s.’ı Allah’ın İmtihan Etmesi: 38/Sâd, 34-35.
- Süleyman a.s.’ın Emrine Rüzgârın Verilmesi: 38/Sâd, 35-36.
- Süleyman a.s.’ın, Allah’ın Şükür Nasip Etmesi İçin Duâsı: 27/Neml, 19.
- Süleyman a.s.’ın Allah’ın Dinine Hizmet İçin At Beslemesi: 38/Sâd, 31-33.
- Süleyman a.s.’ın Ölümü: 34/Sebe’, 14.
D- Süleyman a.s.’ın Sebe’ Kavmini ve Kraliçe Belkıs’ı Hakka Dâvet Etmesi
- Süleyman a.s.’ın, Belkıs’a Yazdığı Mektubun İlk Satırı Besmele ile Başlıyordu: 27/Neml, 30.
- Süleyman a.s.’ın, Belkıs’ı Hakka Dâvet Etmesi: 27/Neml, 28-44.
- Süleyman a.s.’a Hüdhüd Kuşunun, Yemen’deki Sebe’ Kavminden ve Hükümdarı Belkıs’tan Haber Getirmesi: 27/Neml, 20-28.
- Sebe’ Kavmi ve Belkıs: 27/Neml, 20-28; 34/Sebe’, 15.
- Süleyman a.s.’ın, Belkıs’ın Tahtını Yanına Getirtmesi ve Belkıs ile Bunun Değerlendirilmesi: 27/Neml, 38-44.
- Sebe’ Kavminin Yok Oluşu: 34/Sebe’ 15-20.
[1] 2/Bakara, 102
[2] 38/Sâd, 30
[3] Buhârî, Meğâzi 14; Müslim, Cihad 51, 52; Ebû Dâvud, İmâre 19
[4] 27/Neml, 16
[5] I. Krallar, 113
[6] Buhârî, Nikâh 119; Müslim, Eymân 22, 24
[7] Buhârî, Nikâh 119; Keffâret 9; Müslim, Eymân, 22, 25; Tirmizî, Nüzûr 7; Nesâî, Eyman 43
[8] 18/Kehf, 23-24
[9] 6/En’âm, 112; 25/Furkan, 31
[10] 21/Enbiyâ sûresi 78-82. âyetlerde, 27/Neml sûresi 15-44, 34/Sebe’ sûresi 12-14 ve 38/Sâd sûresi, 30-40. âyetlerde bilgi verilir
[11] 21/Enbiyâ, 78-79
[12] 21/Enbiyâ, 81
[13] 21/Enbiyâ, 82
[14] 27/Neml, 15
[15] 27/Neml, 16
[16] 27/Neml, 17
[17] 27/Neml, 18
[18] 27/Neml, 19
[19] 27/Neml, 20
[20] 27/Neml, 21
[21] 27/Neml, 22
[22] 27/Neml, 23
[23] 27/Neml, 24
[24] 27/Neml, 25
[25] 27/Neml, 26
[26] 27/Neml, 27
[27] 27/Neml, 28
[28] 27/Neml, 29
[29] 27/Neml, 30
[30] 27/Neml, 31
[31] 27/Neml, 32
[32] 27/Neml, 33
[33] 27/Neml, 34
[34] 27/Neml, 35
[35] 27/Neml, 36
[36] 27/Neml, 37
[37] 27/Neml, 38
[38] 27/Neml, 39
[39] 27/Neml, 40
[40] 27/Neml, 41
[41] 27/Neml, 42
[42] 27/Neml, 43
[43] 27/Neml, 44
[44] 34/Sebe’, 12
[45] 34/Sebe’, 13
[46] 34/Sebe’, 14
[47] 38/Sâd, 30
[48] 38/Sâd, 31
[49] 38/Sâd, 32-33
[50] 38/Sâd, 34
[51] 38/Sâd, 35
[52] 38/Sâd, 36-38
[53] 38/Sâd, 39
[54] 38/Sâd, 40
[55] Örnek olarak bkz. I. Krallar, 10/23; 11/1
[56] 4/Nisâ, 163
[57] 27/Neml, 16
[58] Elmalılı, Eser Y. V/3666
[59] 38/Sâd, 31-33
[60] 3/Âl-i İmrân, 14
[61] 8/Enfâl, 60
[62] Buhârî, Cihad 43; Müslim, İmâre 96; Muvattâ, Cihad 44
[63] Nesâî, Mesâcid 6; İbn Mâce, İkametu’s-Salât 196; K. Sitte, 12/357
[64] İbn Mâce, İkame 196; Ahmed bin Hanbel, II/176; K. Sitte Terc, 17/103
[65] 21/Enbiyâ, 78-79
[66] 38/Sâd, 35
[67] Buhârî, Salât 75, Enbiyâ 40; Müslim, Mesâcid 39, 40; Nesâî, Sehiv 19
[68] Buhârî, Enbiyâ, 40, Ferâiz 30; Müslim, Akdiye 20; Nesâî, Kudât 14; K. Sitte, 12/355-356
[69] 21/Enbiyâ, 81
[70] 34/Sebe’, 12
[71] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an, 10/160
[72] Elmalılı, Eser Y. VI/3951
[73] 34/Sebe’, 12-13
[74] Elmalılı, VI/3953
[75] 38/Sâd, 37-38
[76] Seyyid Kutub, Fî Zılâl, 12/390
[77] 27/Neml, 18-19
[78] 38/Sâd, 34
[79] 38/Sâd, 35-40
[80] Ebû Dâvud, Edeb 164; İbn Mâce, Sayd 10; Dârimî, Edâhî 26
[81] İslâm Ansiklopedisi, Hüdhüd maddesi
[82] İbn Kesir, Tefsir 5/227-228; Taberî, Tefsir 19/143
[83] 27/Neml, 20
[84] 27/Neml, 21
[85] 27/Neml, 38-41
[86] 34/Sebe’, 14
[87]Hz. Süleyman’ın hayatı, daha çok Abdullah Aydemir’in İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler adlı eserinden yararlanılarak, bazı yerleri özetlenerek yazılmıştır. Geniş bilgi için bk. a.g.e. s. 187-224
[88] 12/Yûsuf, 111
[89] 11/Hûd, 120
[90] 27/Neml, 29-31
[91] 38/Sâd, 35
[92] 42/Şûrâ, 20
[93] 27/Neml, 35
[94] 27/Neml, 36-37
[95] 27/Neml, 40
[96] 34/Sebe’, 14
[97] 14/İbrâhim, 7
[98] 34/Sebe’, 13
[99] 38/Sâd, 30
[100] 27/Neml, 15
[101] 35/Fâtır, 15
[102] 3/Âl-i İmrân, 189
[103] 3/Âl-i İmrân, 26
[104] 35/Fâtır, 10
[105] I. Krallar ve II. Krallar
[106] Kitab-ı Mukaddes, 1. Krallar 11/1-10
[107] 21/Enbiyâ, 81
[108] 34/Sebe’, 12
[109] Taberî; İbn Kesir
[110] Taberî, Bağavî, İbn Kesir, İbnu’l-Cevzî, İbnu’l Arabî -Ahkâmu’l-Kur’ân-
[111] Taberî, Tefsir; Bağavî, Tefsir; el-Âlûsî, Tefsir
[112] Taberî, Tefsir; Bağavî, Tefsir; Zemahşeri, Tefsir
[113] 34/Sebe’, 12
[114] 38/Sâd, 36
[115] 21/Enbiyâ, 81
[116] Mevdûdi, Tefhîmu’l Kur’an, c. 3, s. 323
[117] Mevdudi, a.g.e., c. 4, s. 98-99
[118] 21/Enbiyâ, 82
[119] Mevdûdi, a.g.e., c. 3, s. 325
[120] 27/Neml, 18-19
[121] Tabresi, Tefsir; İbn Kesir, Tefsir
[122] İbn Kesir, Tefsir
[123] Bağavî, Tefsir
[124] el-Hâzin, Tefsir; İbnu’l-Cevzî, Tefsir
[125] İbn Kesir, Tefsir; Zemahşerî, Tefsir
[126] Ebû Hayyan, el-Bahru’l-Muhît; el-Âlûsi, Tefsir, 19/79
[127] 27/Neml, 18-19
[128] Yahûdi Ansiklopedisi, c. 11, s. 440
[129] Mevdûdi, a.g.e., c.4, s. 99-101
[130] 38/Sâd, 34
[131] Bu rivâyetler ve kaynakları için, bkz. Abdullah Aydemir, a.g.e. s.200-203
[132] Fahreddin Râzi, Tefsir; Zemahşerî, Tefsir
[133] İbn Kesir; İbn Hazm
[134] 15/Hıcr, 39-42
[135] Hâkim, el-Müstedrek, 2/433-434
[136] Buhârî, Hudûd 12; Müslim, Hudûd 8, 9; Ebû Dâvud, Hudûd 4
[137] İbn Kesir, Tefsir
[138] en-Nesâî, Tefsir; Taberî, Tarih; ez-Zemahşerî, Tefsir; Kurtubî, Tefsir; İbn Kesir, Tefsir
[139] İbn Kesir, Tefsir
[140] el-Kasımî, Tefsir
[141] Müslim, Mukaddime 4; en-Nevevî, Müslim Şerhi I/79-80
[142] Abdullah aydemir, a.g.e., s. 206
[143] A. Aydemir, a.g.e. s. 209-210
[144] 27/Neml, 44
[145] 27/Neml, 44
[146] Taberî, Tefsir; Bağavî, Tefsir; ez-Zemahşerî, Tefsir; İbn Kesir, el-Bidâye
[147] Kurtubî, Tefsir, 13/210
[148] İbn Kesir, el-Bidâye
[149] İbn Kesir, Tefsir
[150] el-Âlûsi, Tefsir
[151] İbn Kesir, el-Bidâye
[152] s. 187-224
[153] Tanrı Buyruğu’ndan naklen S. Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, c. 7, s. 243
[154] 12/Yûsuf, 111
[155] 11/Hûd, 120
[156] 38/Sâd, 26
[157] Cengiz Duman, Haksöz sayı 29 (Ağustos, 93), s. 83
DÂVÛD (A.S.)
DÂVÛD (A.S.)
- Dâvûd (a.s.); Hayatı ve Peygamberliği
- Dâvûd’un (a.s.) Özellikleri
- Dâvud Âilesine Verilen Nimetler ve Şükür
- Ekin Sahibinin Dâvâsı
- Tâlût ve Câlût
- Zebur; Dâvûd’a (a.s.) Verilen İlâhî Kitab
- Kur’ân-ı Kerim’de Dâvud (a.s.)
- Hadis-i Şeriflerde Dâvûd (a.s.)
- Tefsirlerden İktibaslar
- Dilleriyle Savaş İstedikleri Halde, Savaştan Kaçanlar
- Tâlût ve Câlût Kıssasından Çıkarılabilecek Hisseler
- Başarı ve Zafer "Çok" ile Birlikte Olmakta Değil; "Hak" ile Birlikte Olmaktadır
- Tâbûtu Getiren Adam ve Nehrin Öte Yakası
“Allah’ın izniyle onları yendiler. Dâvûd Câlût’u öldürdü. Allah ona (Dâvûd’a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti. Eğer Allah insanlardan bir kısmı ile diğerlerini defetmeseydi/savıp hizaya getirmeseydi, elbette yeryüzünde nizam bozulurdu. Lâkin Allah bütün insanlığa lütuf ve keremi ile muâmele etmiştir.”[1]
Dâvûd (a.s.); Hayatı ve Peygamberliği
İbrânîce’de “en çok sevilen kişi, göz bebeği” anlamına gelen bu ismin Kitab-ı Mukaddes’te Dâvid (Deyvid) veya Dâvîd şeklinde geçtiği ve sadece Hz. Dâvûd’a ad olarak verildiği görülmektedir. Dâvûd (a.s.), M. Ö. 1010-970 yılları arasında hüküm sürmüş, ikinci İsrâil kralı ve peygamberidir. Kaynaklar, onun on birinci dedesi olarak Ya’kub’u (a.s.) gösterir. Kur’ân-ı Kerim ve hadislerde Hz. Dâvûd’un çeşitli özellikleri belirtilmekle beraber, gerek soy kütüğü ve gerekse hayat hikâyesiyle ilgili ayrıntılı bilgi yoktur. Bu konuda diğer İslâmî kaynaklarda yer alan bilgiler de İsrâiliyat türünden olup Ahd-i Atîk’teki mâlumatla büyük ölçüde benzerlik göstermektedir.
Ahd-i Atîk’e (Tevrat’a) göre Dâvûd (a.s.), Yahuda sıbtının ileri gelenlerinden ve Büytülahm’de (Beytlehem) ikamet eden Yesse’nin oğludur.[2] Onun Hz. İbrâhim’e kadar varan şeceresi Kitab-ı Mukaddes’te ve İslâmî kaynaklarda şu şekilde verilmektedir: Dâvûd, Yesse, Obad, Boaz, Salmon, Nahşon, Aminadab, Ram, Hetsron, Perets, Yahuda, Ya’kub, İshak, İbrâhim.[3] Yesse’nin bir rivâyete göre yedi oğlu ve iki kızı,[4] başka bir rivâyete göre sekiz oğlu,[5] Taberî ve Sa’lebî’ye göre ise on üç oğlu vardır ve Dâvûd en küçükleridir.[6]
Ahd-i Atîk’te “kızıl, kırmızı yüzlü, güzel gözlü ve hoş bakışlı”;[7] “iyi çeng çalan cesur bir yiğit, cenk eri, sözü tutarlı ve yakışıklı”[8] şeklinde nitelendirilen Dâvûd (a.s.), İslâmî kaynaklarda “bedeni ve saçı kızıl, mavi gözlü, az saçlı ve kısa boylu”;[9] “kısa boylu, sarı benizli ve mavi gözlü”;[10] “gür ve güzel sesli, iyi huylu, temiz kalpli, çok anlayışlı ve çok güçlü”[11] olarak tavsif edilir. Babasının koyunlarını otlatırken aslan yahut ayı geldiğinde bunları vurup kaptıkları kuzuyu ağızlarından kurtarmakta, onları tutup yere çalmakta,[12] sapanıyla attığı her şeyi vurmakta, rastladığı aslanın üzerine binip kulaklarından tutmakta, fakat aslan ona bir şey yapmamaktadır.[13]
Hz. Mûsâ’nın vefatından sonra, İsrâiloğulları, daha önceleri olduğu gibi yine isyanın karanlığına daldılar. Azgınlık yaparak Hz. Mûsâ’nın Allah’tan getirdiği akîde ve şeriatı terk etmeye başladılar. Cenâb-ı Allah, onların üzerlerine başka bir kabîleyi musallat etti. Hz. Mûsâ’nın vefatından sonra İsrâiloğullarının idaresi Yûşâ’ya (a.s.) kaldı. İsrâiloğulları çölden çıkarak onları dedelerinin ülkesine yerleştirdi. Bu ülke, Hz. Ya’kub’un yaşadığı Ken’an bölgesi olup, İsrâiloğulları için mukaddes ülke sayılır. İsrâiloğulları Hz. Mûsâ’dan sonra Filistin çevresine yerleşmiş bulunan Amâlika kabilesi ile karşı karşıya geldiler. İsrâiloğulları Amâlika ile yaptıkları bu ilk savaştan mağlûp çıktılar. İsrâiloğulları tarafından kutsal kabul edilen bir sandık vardı. Kur’ân-ı Kerim’de bu sandığa “tâbût” adı verilmektedir. Amâlikalılarla yapılan savaş sonucunda bu sandık Câlût’un (Golyat) eline geçmişti. İsrâiloğulları bunun acısını duyuyorlardı.
Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Dâvûd’dan ilk defa Câlût’u (Golyat) öldürmesi münâsebetiyle şu şekilde bahsedilir: “Tâlût’un askerleri Câlût ve askerlerine karşı çıktıklarında şöyle dediler: ‘Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sağlam tut ve o kâfir millete karşı bize yardım et.’ Derken Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Dâvûd Câlût’u öldürdü.”[14]
Dâvûd’un (a.s.) Câlût’u öldürmesiyle ilgili olarak gerek Ahd-i Atîk’te, gerekse tefsir ve kısas türünden İslâmî kaynaklarda oldukça ayrıntılı ve benzer bilgiler vardır. Buna göre Tâlût’un (Saul) askerleriyle Câlût’un askerleri karşılaşıp Câlût meydan okuyunca hiç kimse ona karşı çıkmaya cesâret edemez. Bunun üzerine Tâlût, peygamber Şemuyel’e/İşmoyel’e (Samuel) başvurarak Allah’a duâ edip yardım dilemesini ister. Allah, “Câlût’u öldürecek olan İşâ’nın (Yesse) oğludur. Şu yağ boynuzu kimin başına konulduğunda kaynarsa Câlût’u öldürecek odur ve o Benî İsrâil’e kral olacaktır” buyurarak Câlût’u kimin öldüreceğine işaret eder. Bunun üzerine Samuel İşâ’nın yanına giderek, “oğullarını bana göster. Yüce Allah oğullarından birinin Câlût’u öldüreceğini bana vahyetti” der. İşâ da her biri boylu boslu on iki oğlunu birer birer onun huzuruna çıkarır, yağ boynuzu her birinin başına konulduğu halde hiçbir değişiklik olmaz. Başka oğlu olup olmadığı sorulunca İşâ önce gerçeği saklarsa da daha sonra, “Ey Allah’ın elçisi! Benim Dâvûd adında bir oğlum daha var, fakat halkın onun kısa boyluluğunu ve çelimsizliğini görmesinden utandığım için koyunların başında bıraktım” der. Samuel Dâvûd’un bulunduğu yeri öğrenerek oraya gider ve koyunları ikişer ikişer alıp sel suyundan geçirdiğini görünce, “İşte aradığım budur. Hayvanlara böyle acıyan kişi insanlara daha çok acır” diyerek yağ boynuzunu başına koyar ve yağ kaynamağa başlar. Böylece Dâvûd, daha Câlût’u öldürmeden önce Allah tarafından kral olarak seçilir.[15] Ahd-i Atîk’e göre,[16] henüz Saul kral iken ve Golyat’la karşılaşmadan önce Rab Samuel’e, Beytlehem’li Yesse’nin oğullarından birini kral olarak hazırladığını, yağ boynuzunu yanına almasını ve onu kral olarak meshetmesini emreder. Bu şekilde henüz Saul kralken Dâvûd da kral olarak meshedilir. Bir başka rivâyete göre Câlût’un karşısına kimsenin çıkmadığını göre Tâlût, onunla çarpışacak kişiye kızını ve malının yarısını vereceğini ilân eder. Bu sırada Dâvûd’un kardeşleri savaşmak için orduya katılmışlar, Dâvûd ise koyunların başında kalmıştır. Koyunları otlatırken, “Ey Dâvûd! Câlût’u sen öldüreceksin, haydi sürünü Rabbine emânet et ve kardeşlerine katıl” diye bir ses duyar. Bunun üzerine Dâvûd babasına gider ve cephedeki kardeşleri için hazırlanan azığı alıp yola koyulur. Ordugâha vardığında Tâlût ona, “Câlût’u öldür, sana kızımı vereyim ve seni hükümdarlığıma ortak edeyim” der. Sonra da zırhını ve silâhlarını verir. Dâvûd önce zırhı giyip silâhları kuşanırsa da fikir değiştirerek onları çıkarır ve sadece sapanını alıp Câlût’un karşısına dikilir. Dâvûd’un sapanla karşısına çıktığını gören Câlût kendisini küçümsediğini düşünerek çok kızar. Ancak Dâvûd sapanına koyduğu taşla Câlût’u iki kaşının arasından vurur ve Câlût ölür. Bunun üzerine Tâlût sözünü tutarak ona kızını verir; yönetimine de ortak eder.[17] Ahd-i Atîk’e göre ise Saul başka şartlar ileri sürer ve sonunda kızını verir.[18] Fakat halkın Dâvûd’u çok sevmesini kıskanarak ona düşman olur ve onu öldürmeye karar verirse de bunu başaramaz. Buna karşılık Dâvûd’un eline fırsat geçmesine rağmen Saul’u öldürmez. Nihâyet Saul katıldığı bir savaşta ölünce yerine Dâvûd kral olur.[19]
Câlût; zâlim, güçlü, zengin ve korkunç bir hükümdardı. Onun açıkça belli olan zâhirde büyük üstünlüğü vardı. Fakat Allah Teâlâ, o zaman işlerin yalnız zâhiriyle meydana gelmeyip, gerçek anlamıyla Kendisinin isteği doğrultusunda vuku bulduğunu göstermek istedi. İşlerin hakikatini sadece O bilir. Her şeyin ölçüsü yalnız O’nun elindedir. Aslında insanlara güçlü görünenin zayıf, zayıf görünenin de Allah’ın yardımıyla güçlü olduğu ölçüsü Allah’a aittir. Zafer, zâhirî gücü elinde bulunduranın değil; Allah’ın yanındadır. “Zafer yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’ındır.”.[20] Zaten O’nun dışında, gerçek anlamda güç ve kuvvet sahibi de yoktur. “Nice az topluluk vardır ki, sayıca kendilerinden çok olan topluluklara Allah’ın izniyle gâlip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.”[21] İnsanlar, görevlerini yerine getirmek, Allah Teâlâ’ya verdikleri ahitlerini ifa etmekle yükümlüdürler. Bundan sonra Allah’ın istediği şeyler istediği şekilde olur. İnsanlara, kendilerini korkutan zâlimlerin zayıf, çok zayıf olduklarını, Allah onların yok olmasını istediği zaman küçücük delikanlıların bile mağlup edebileceğini göstermek için bu zâlim diktatörün ölümünü, çok genç bir delikanlı iken Hz. Dâvûd’un eline verdi. Câlût, sadece güçlü fizikî cüsseye değil; aynı zamanda o devre göre çok güçlü silâhlara da sahipti. Karşısındaki Dâvûd’un ise sadece sapan taşından ibaret bir silâhı. Ve şimdi aynı topraklarda Dâvûd’un (a.s.) torunları, Câlût’un rolünü üstlenmiş, onların düşmanları konumundaki müslümanlar da Dâvûd konumunda, silâhları da taştan, sapan taşından başka bir şey değil. Savaştıkları da Câlût’un Amalika’sına bedel Amerika veya onun piyonu İsrâil. Silâhları zâhiren güçlü, müslümanlar güçsüz gözükse de tarih tekerrür edecek, Allah’ın sünneti değişmeyecektir: Dâvûd imanlı gençler çok kısa bir süre içinde zorba düşmanlarını perişan edecektir. Müslüman; insanlardan değil, sadece Allah’tan korkmalı,[22] O’nun yolunda elindeki imkânlarla cihad etmeli, gerisini Allah’a bırakmalıdır. Allah’a gönülden iman edip O’na tevekkül eden mü’minlerin zâlimleri nasıl yendiği Dâvûd ve Câlût olayında da gösterilmektedir. Mülk Allah’ındır, dilediğini ona mirasçı kılar, yerdeki ve gökteki her şey O’nun askeridir.[23] Bazen rüzgârıyla, bazen yağmuruyla, bazen ebâbil kuşları veya sivrisinekle zâlim düşmanlarını perişan eder; bazen de zayıf sanılan müslüman kullarıyla. Kendisi vâsıtasız olarak veya emrindeki tabiat güçleriyle kahredebileceği düşmanları, Allah, mü’min kullarının eliyle def etmek istiyor. Allah’ın bu arzusunu gerçekleştirmek için gayret eden mü’minler dünyada izzete ve devlete, âhirette de cennete hak kazanacaklardır.
Burada, Allah’ın tahakkukunu istediği gizli başka hikmetler de vardı. Allah, Tâlût’tan sonra mülkü Hz. Dâvûd’un (a.s.) almasını ve onun yerine oğlu Süleyman’ı (a.s.) vâris kılmayı istedi. Bu sebeple Hz. Dâvûd’un gücü, Câlût’u öldürmesiyle gösterilmiş oluyordu. “Allah’ın izniyle, onları hemen hezimete uğrattılar. Dâvûd da Câlût’u öldürdü. Allah ona mülk ve hikmet verdi. Dilemekte olduğu şeylerden de ona öğretti.”[24]
Hz. Dâvûd’un yeryüzünde halîfeliği, hükümranlığı ve adâletle hükmetmesiyle ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de şu açıklamalar yer alır: “Dâvûd ile Süleyman’a da lutfettik. Hani onlara bir ekin hakkında -zarar tesbiti ve tazmini için- hüküm veriyorlardı. Bir grup insanın koyun sürüsü geceleyin başıboş bir vaziyette bu ekinin içine dağılıp zarar vermişti. Biz onların hükmüne şâhit idik.”[25] İslâmî kaynaklardaki rivâyete göre bu meselede Hz. Dâvûd bir çözüm yolu bulmuş, fakat oğlu Süleyman’ın getirdiği çözüm şekli daha mâkul olduğu için onu kabul etmiştir.
Hz. Dâvûd’un, halkın şikâyet ve dileklerini bizzat dinleyip çözüme kavuşturmasıyla ilgili olarak Kur’an’da verilen başka örnek de şöyledir: “(Ey Muhammed!) Sana dâvâcıların haberi ulaştı mı? Ma’bedin duvarına tırmanıp Dâvûd’un yanına girmişlerdi de Dâvûd onlardan ürkmüştü. ‘Korkma; Biz birbirine hasım iki dâvâcıyız, aramızda adâletle hükmet, haksızlık etme; bizi doğru yolun ortasına götür’ dediler. (İçlerinden biri) ‘Bu kardeşimin doksan dokuz koyunu var. Benimse bir tek koyunum var. Böyle iken ‘onu da bana ver’ dedi ve tartışmada beni yendi.’ Dâvûd, ‘Andolsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu ortakçıların çoğu, birbirlerinin haklarına tecâvüz ederler. Yalnız iman edip de sâlih ameller/iyi işler yapanlar müstesnâ. Bunlar da ne kadar az!’ dedi. Dâvûd, kendisini denediğimizi sandı da Rabbinden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapandı, tevbe edip Allah’a yöneldi. Böylece onu bağışladık. Yanımızda onun yüksek bir makamı ve güzel bir geleceği vardır.”[26]
Bu kıssa Ahd-i Atîk’te de yer alır ve Dâvûd’un zinâ edişiyle ilgili bir misal olmak üzere zikredilir.[27] Ahd-i Atîk’e göre dokuz karısı ve pek çok câriyesi olan Dâvûd,[28] ordusu Ammonoğulları’na karşı sefere çıktığında bu savaşa iştirak etmez ve Kudüs’te kalır. Bir akşam kral evinin damında gezinirken yıkanmakta olan bir kadın görür ve kim olduğunu soruşturur. Orduda asker olan Hittî Uriya’nın karısı Bat-Şeba olduğunu öğrenip evine aldırır ve onunla zinâ eder. Daha sonra kocasını çağırtıp ordu kumandanına teslim edilmek üzere bir mektup vererek tekrar cepheye gönderir. Uriya kuşatma sırasında, Dâvûd’un mektupta yazdığı tâlimat doğrultusunda ön safa konulur ve ölür. Dâvûd da Uriya’nın karısını evine alıp eşleri arasına katar.[29] Rab Dâvûd’un bu davranışına çok öfkelenir ve peygamber Natan’ı ona gönderir. Natan Dâvûd’a gelerek şu kıssayı anlatır: Bir şehirde biri zengin, öbürü fakir iki adam yaşardı. Zengin adamın pek çok koyunu ve sığırı vardı; fakir adamın ise küçük bir dişi kuzudan başka malı yoktu. Kuzu onun yanında kendisiyle ve çocuklarıyla beraber büyümüştü. Bir gün zengin adama bir yolcu geldi. Zengin adam bu yolcuyu ağırlamak için kendi koyunlarına ve sığırlarına kıyamadı, fakir adamın kuzusunu aldı ve misafirine onu hazırladı. Bu olayı duyan Dâvûd’un öfkesi alevlenip Natan’a şöyle dedi: “Hay olan Rabbin hakkı için, bunu yapan adam ölüm oğludur ve bu şeyi yaptığı ve acımadığı için kuzuyu dört kat ödeyecektir.” Natan Dâvûd’a şöyle dedi: “O adam sensin!”.[30] Daha sonra Dâvûd Rabbe karşı suç işlediğini itiraf eder. Rab onun suçunu bağışlar, fakat yine de cezâ olmak üzere zinâ neticesi doğan çocuk ölür.[31]
Kur’ân-ı Kerim’de Dâvûd’un (a.s.) tevbesine böyle bir zinâ suçunun sebep olduğundan söz edilmez. Diğer İslâmî kaynaklarda ise bu kıssa ile ilgili başlıca üç görüş ve izah tarzı yer almaktadır. Bunlardan birincisi, Hz. Dâvûd’un büyük günah işlediği şeklindedir. Buna göre Dâvûd (a.s.) Uriya’nın karısına âşık olmuş, hile ile kadının kocasını öldürterek onunla evlenmiştir. Bunun üzerine birbirinden dâvâcı iki insan şeklinde iki melek gönderilmiş, bunlar söz konusu kıssayı naklederek Dâvûd’un suçlu olduğunu ima etmişler, Dâvûd da suçunu anlayıp tevbe etmiştir. Ahd-i Atîk’teki yoruma benzeyen bu değerlendirme kaynaklarda şu şekilde açıklanır: Hz. Dâvûd’un doksan dokuz karısı vardı. Rivâyete göre Dâvûd okuduğu kitaplarda ataları İbrâhim, İshak ve Ya’kub’un fazîletteki üstünlüklerini görünce, “Yâ Rabbi! Görüyorum ki hayrın tamamını benden önceki atalarım almış. Onlara verdiğin gibi bana da ver, bana da onlara yaptığın gibi yap” diye duâ etmiş. Bunun üzerine Allah, “Ataların çeşitli şeylerle imtihan edildiler; sen o tür bir imtihan geçirmedin. İbrâhim oğlunu kurban etmekle, İshak gözlerini kaybetmekle, Ya’kub ise Yûsuf’a olan üzüntüsüyle imtihan edildi” buyurmuş. Dâvûd’un, “Beni de onlar gibi dene; onlara verdiğin gibi bana da ver” demesi üzerine, “Bekle, sen de deneneceksin” denilmiştir. Nitekim bir süre sonra şeytan altın bir güvercin şekline bürünerek namaz kılan Hz. Dâvûd’un önüne konar. Dâvûd onu tutmak istedikçe kaçar. Nihâyet güvercini kovalarken yıkanmakta olan bir kadın görür. Son derece güzel olan bu kadın Dâvûd’u farkedince saçlarıyla kendini gizlemeye çalışırsa da bu tutumu Dâvûd’un arzusunu daha da kamçılar. Kadına kim olduğunu sorar; kocasının asker olduğunu öğrenince ordu kumandanına mektup yazarak o askerin ön safa sürülmesini emreder. Adam cephede ölür, Dâvûd da bu kadınla evlenir.[32]
Kur’ân-ı Kerim ve hadislerin dışında tarih ve tefsir kitaplarında buna benzer pek çok rivâyet vardır ki çoğu Vehb bin Münebbih’e dayanmaktadır ve İsrâiliyattandır. Kur’an’daki kıssanın,[33] Ahd-i Atîk’te olduğu gibi Hz. Dâvûd’un kadınla evlenmek için kocasını öldürttüğünü gösterdiği iddiası ise hem gerçeklerle, hem de İslâm’daki nübüvvet anlayışıyla bağdaşmayan bir iftiradır. Zira peygamberlere zinâ isnâdı onların ismet sıfatlarına ters düşmektedir. Normal insan için bile haram olan, ayrıca Mûsâ şeriatında yasaklanmış bulunan bir fiilin bir peygamber tarafından işlenmesi mümkün değildir. Söz konusu kıssadan önce ve sonra Hz. Dâvûd’un birçok fazîleti zikredilmektedir. Dinî yaşayışta güçlü ve sağlam, Allah’a yönelen, O’nu çok zikreden, kendisine hikmet verilen, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırma kabiliyeti gelişmiş, Allah’a yakın olan ve güzel bir gelecek kazanmış bir kimsenin[34] zinâ gibi büyük bir günahı işlemiş olması düşünülemez. Sonuç olarak bazı İslâmî eserlere de geçen buna benzer rivâyetlerin İsrâiliyattan olduğu anlaşılmaktadır.
Bu haberlerin çoğu muharref Tevrat kaynaklı olmasına rağmen, pek çok müslüman yazar, müfessir bunları eleştirmeden, Kur’an’a uyup uymadığını gözden geçirmeden kitaplarında yer vermişlerdir. Bu yanlış rivâyetler, belli ki İslâm’ın ilk dönemlerinden beri anlatılmaktadır. Nitekim rivâyete göre Hz. Ali (r.a.); “Kim Hz. Dâvûd’la ilgili bu kötü haberleri anlatırsa, ona iki celde -yüz altmış sopa- vuracağım”[35] demiştir. Biz, Hz. Dâvûd’u ve diğer mâsum peygamberleri, onlara yakışmayacak sıfatlardan tenzih ederiz. Bizim inancımızın gereği budur. Onlar hakkında Kur’an’ın verdiği sağlam haberler ve övücü sözler bizim için yeterlidir.[36]
Kıssa ile ilgili diğer bir yorum da Hz. Dâvûd’un küçük günah işlediği şeklindedir. Buna göre Hz. Dâvûd, evli olan bir kadını almak için onun kocasını öldürmemiştir; zira kadın Uriya ile evli değil; nişanlı idi. Hz. Dâvûd nişanlı olan bu kadını almıştır. Onun hatası, birçok karısı olduğu halde bir mü’min kardeşinin nişanlısını elinden almasıdır. Bir başka açıklamaya göre de dönemin âdeti uyarınca Hz. Dâvûd’un Uriya’dan karısını boşamasını, onunla evlenmek istediğini söylemiş, Uriya da kralın isteğini reddetmenin uygun olmayacağını düşünerek bu teklifi kabul etmek zorunda kalmıştır. Her ne kadar bu davranış o dönemdeki şer’î hükümlere uygunsa da Dâvûd’un kemâliyle bağdaşmadığı için günah sayılmış, bu sebeple de Dâvûd tevbe etmiştir.
Hz. Dâvûd’u suçlu veya kusurlu gösteren yukarıdaki açıklamaları reddeden İslâm bilginlerinin çoğunluğuna göre ilgili âyetlerde ilk bakışta Dâvûd’un günah işlediğini düşündüren, “Dâvûd, onu imtihan ettiğimizi zannetti de Rabbinden mağfiret diledi, tevbe etti; Biz de ondan bunu affettik” şeklindeki ifadeler gerçekte onun suç işlediğini göstermez. Olay şöyle olmuştur: Hz. Dâvûd’un düşmanlarından bir grup, onu öldürmek maksadıyla beklenmedik bir zamanda ve beklenmedik bir yoldan onun bulunduğu odaya tırmanıp içeriye girmişler, Dâvûd onların asıl niyetini anlayınca nefsi kendisini onlardan intikam almaya zorlamış, ancak o bunu yapmamıştır. Zaten içeri girenler de Hz. Dâvûd’un yalnız olmadığını görünce korkarak yalan söylemişler ve söz konusu anlaşmazlığı gündeme getirmişlerdir. Dâvûd da bir an bile olsa intikam duygusuna kapıldığı için tevbe etmiş veya gerçek öyle olmadığı halde onların kendisini öldürmek için geldiklerini zannetmiş ve bu sûizan sebebiyle tevbe etmiştir.
Kıssa bu şekilde de açıklanabilir. Kurân-ı Kerim’de de belirtildiği gibi Hz. Dâvûd sadece dâvâcıyı dinleyip hüküm vermiş, dâvâlıyı dinlememiş, daha sonra bu tutumunun yanlış olduğunu düşünerek tevbe etmiştir. Olay yine Kur’an’da zikredilen, ekin tarlasına girip zarar veren sürü kıssasıyla da ilgili olabilir.[37] Zira iki kıssada da haksızlık, koyunlar ve Hz. Dâvûd’un hükmünde tam isâbet etmemesi söz konusudur. Sonuç olarak kıssa kesinlikle Hz.Dâvûd’un günah işlediğini göstermemektedir.[38]
Ahd-i Atîk’e göre Hz. Dâvûd, otuz yaşında kral olmuş ve kırk yıl altı ay (yedi yıl altı ay Hebron’da, otuz üç yıl Kudüs’te) saltanat sürdükten sonra yetmiş bir yaşında vefat etmiş.[39] Dâvûd şehrine (Kudüs) defnedilmiştir.[40]
Hz. Dâvûd’un (a.s.) Özellikleri
Hz. Dâvûd (a.s.) Hz. Nûh (a.s.)’un soyundandır[41] ve İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de, Câlût’u öldürmesinden sonra Dâvûd’a hem hükümdarlık hem de hikmet (nübüvvet) verildiği bildirilir.[42] İsrâiloğullarının tarihinde peygamberlikle hükümdarlık ilk defa Hz. Dâvûd’un şahsında bir araya gelmiştir. ([43]). Kur’an, Dâvûd (a.s.)’a peygamberliğin ve Zebur’un dışında bir lutuf ve mûcize olarak, diğer insanlara verilmeyen başka şeyler de verildiğini söylüyor. Hz. Dâvûd, bir Allah elçisiydi. Ona verilenler, hem onun peygamberliğinin delili, hem de gerçekten şükrün, hakkıyla kulluk yapmasının karşılığıydı. Şüphesiz Allah hakkıyla şükreden kullarını değişik şekillerde mükâfatlandırır.
Hz. Dâvûd’a geniş bir hükümdarlığın yanında hikmet, ilim, anlayış, adâletle hükmetme, neyin nasıl yapılacağını bilme, yerli yerinde iş yapma, faydalı olana sarılma, güzellikler üretme gibi şeyler verildi. O, bu hikmetle hükümdarlığını süslüyor, sürekli Kur’an’ın sâlih amel dediği, güzel ve faydalı işleri yapıyordu.[44]
Hz. Dâvûd’un Kur’an’da belirtilen özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
Demiri işleyip zırh yapması: Allah, İsrâiloğullarını savaşın şiddetinden korumak için Hz. Dâvûd’a zırh yapmayı öğretmiş, demiri yumuşatmak sûretiyle ustaca işlenmiş geniş zırhlar yapmasını bildirmiştir.[45] İslâmî kaynaklarda, Hz. Dâvûd’un hükümdar olduktan sonra tebdîl-i kıyâfet ederek halkın arasına karıştığı, hükümdarın ve devletin icraatı hakkında onların düşüncelerini öğrendiği nakledilir. Bir defasında insan sûretine girmiş bir melek, Dâvûd (a.s.)’un hem kendisi hem de ümmeti için hayırlı bir insan olduğunu, ancak kendisinin ve ev halkının geçimini devlet hazinesinden karşıladığını söyleyince Dâvûd (a.s.) Allah’a yalvararak geçimini temin edecek bir kazanç yolu ihsan etmesini dilemiş, bunun üzerine kendisine zırh yapma sanatı öğretilmiştir. Rivâyete göre zırh yapıp giyen ilk kişi odur. Hz. Peygamber bir hadisinde, “İnsanın yediğinin en güzeli kendi kazandığıdır. Allah’ın nebîsi Dâvûd kendi elinin emeğinden başkasını yemezdi”[46] demiştir.
Kur’an açıkça ifade ediyor ki, Hz. Dâvûd, demircilerin pîridir ve bu sanatını daha çok, son derece saygın olan insan kanının akıtılmasını önlemek için zırh yapımında kullanmıştır. Dâvûd (a.s.) mahâretini kılıç imalinde de kullanabilirdi. Fakat o, hücum silâhı değil; müdâfaa silâhı yapmıştır.[47] Buradaki incelik ise gâyet açıktır: Bir peygamber ancak güzel ve faydalı işlerle meşgul olur. Hz. Peygamberimiz çeşitli vesilelerle çalışmaya teşvik etmiş ve onlara peygamberler tarihinden örnekler vermiştir. Çalışmak, elinin emeğini ve alın terinin karşılığını yemek İslâm’da önemli bir yer işgal eder. Çalışmamak, gücü ve kuvveti yerinde olduğu halde tembel tembel oturmak, şuna buna el açıp dilenmek ayıp ve günahtır. Hz. Peygamberimiz, sosyal ve ekonomik önemi büyük olan bir hadisinde bunu dile getirmiştir.[48] Bu hadisten de anlaşılıyor ki, Dâvûd (a.s.) kimseye yük olmadan kendi kazancı ile geçimini temin eden mâhir bir sanatkâr idi.
Dağlar ve kuşların onunla beraber Allah’ı tesbih etmesi: Allah dağları ve kuşları Hz. Dâvûd’un buyruğuna vermiş, onlar da akşam sabah onun tesbihine katılmışlardır.[49] İslâmî kaynaklarda nakledildiğine göre Hz. Dâvûd’un sesi hem çok gür hem de çok güzeldi. Dâvûd o gür ve güzel sesiyle Zebur’u okumaya başladığında kurt kuş durup onu dinler, sesinden dağlar yankılanırdı. Hz. Âişe ve Ebû Hüreyre’den rivâyet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin sesini işittiğinde, “Ebû Mûsâ’ya Dâvûd’un Mezâmir’inden verilmiştir.”[50] Ebû Mûsa’nın naklettiği bir başka rivâyette de, “Ey Ebû Mûsâ! Sana Âl-i Dâvûd’un Mezâmir’inden bir mizmar verilmiştir.”[51] demiştir. Hz. Dâvûd, sesinin güzelliği yanındaı süratli okuyuşuyla da tanınmıştı. Ebû Hüreyre’den nakledilen bir hadise göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Dâvûd’a kıraat kolaylaştırılmıştır. O bineğinin hazırlanmasını emreder ve daha bineği hazırlanmadan Zebûr’u okurdu. Ayrıca o, yalnız kendi el emeğini yerdi.”[52]
Allah Teâlâ, Dâvûd’a (a.s.) eliyle demiri eritip işleme özelliği ihsân ettiği gibi, sesiyle de demir gibi kalpleri eritip yumuşatma mûcizesini mazhar kılar. Dağların Hz. Dâvûd ile birlikte tesbih etmesi Allah’ın ona fazlı ve geniş bir bağışı idi. Diğer kullardan hiçbirine böyle bir bağış yapılmamıştı.
İbâdete çok düşkün oluşu: Hz. Dâvûd’un günah işlemekten titizlikle kaçındığı, Allah’ı çok zikrettiği, ibâdete ve sâlih amele düşkün olduğu Kur’ân-ı Kerim’de belirtilmektedir.[53] Hz. Peygamber de onun namazını ve orucunu şu şekilde övmüştür: “Allah’ın en sevdiği namaz Dâvûd’un namazı, en sevdiği oruç, yine Dâvûd’un orucudur.”.[54] Yaşadığı sürece gündüzleri oruç tutacağını, geceleri namaz kılacağını ifâde eden Abdullah bin Amr’a Rasûl-i Ekrem, her ay üç gün oruç tutmasını söylemiş, bunu az görmesi üzerine bir gün oruç tutup iki gün tutmamasını tavsiye etmiş, bunu da kabul etmeyince, “Bir gün tut, bir gün tutma. Bu Dâvûd’un orucudur ve oruçların en fazîletlisidir; ondan daha fazîletli oruç yoktur”[55] demiştir. Öte yandan Hz. Peygamber, Dâvûd’un (a.s.) her gecenin yarısında uyuduğunu, üçte birinde namaz kıldığını, altıda birinde yine uyuduğunu haber vermiştir.[56]
Dâvud Orucu: Gün aşırı oruç tutmak, yani bir gün oruç tutup ertesi gün tutmamak, Peygamberimiz tarafından “savm-ı Dâvûd” olarak nitelenmiş ve bu şekilde oruç tutmanın fazîletli olduğu ifâde edilmiştir. Peygamberimiz bu şekildeki oruç hakkında “En fazîletli oruç, Dâvud’un tuttuğu oruçtur; o bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı” demiştir. Sahâbeden Abdullah bin Amr, “Ben daha fazlasını tutabilirim” deyince, Peygamberimiz bunun fazîletli bir şekil olduğunu ve daha fazlasını tutmaya çalışmamayı tavsiye etmiştir.[57] Bu bakımdan gün aşırı oruç tutmak, en fazîletli nâfile oruç olarak değerlendirilmiştir.
Kendisine Zebûr verilmiştir: Kur’ân-ı Kerim Hz. Dâvûd’a Zebur’un verildiğini bildirip,[58] muhtevâsına kısaca temas etmekle birlikte,[59] ayrıntılı bilgi vermemektedir. Diğer İslâmî kaynaklarda ise Hz. Dâvûd’a verilen Zebur’un Ramazan ayında indirildiği, içinde mev’ıza ve hikmetli sözlerin bulunduğu, Davûd’un (a.s.) onu genellikle makamla ve bir mûsikî âleti eşliğinde okuduğu nakledilmektedir.
Hz. Dâvud, yeryüzünde halîfe kılınmıştır: Dâvûd (a.s.) yeryüzünde halîfe kılınmış, onun saltanatı güçlendirilmiş, adâletle hükmetmesi emredilmiştir. “Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ve adâletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, yoksa bu, seni Allah yolundan saptırır. Doğrusu Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır.[60] Onun döneminde İsrâiloğullarının tam anlamıyla yerleşik medeniyete geçip devleti güçlendirdikleri, Hz. Dâvûd’un gerek kendi evini, gerekse krallığın idaresini belli bir düzene koyduğu, ibâdetleri sistemleştirdiği, sürekli bir ordu kurduğu Kitab-ı Mukaddes’te ayrıntılı şekilde anlatılmaktadır. Buna göre, Dâvûd (a.s.) Allah'tan aldığı görevi sadâkatle yerine getirmiş, krallığına Allah'ın İbrâhim nesline vaad ettiği genişliği kazandırmış, onun hükümranlığı Fırat sâhillerinden Kızıldeniz kıyılarına kadar yayılmıştır.[61] Hz. Dâvûd gerçek bir devlet başkanı ve ehliyetli bir yöneticiydi. Kudüs’ü başşehir yapmak sûretiyle iktidarı merkezîleştirmiş, askerî teşkilâtını geliştirmiştir. Devleti yönetirken adâleti öncelikle kendisi icrâ ediyor, dâvâlara bizzat bakıyordu.[62]
Fasl-ı hitap verilmiştir: "Onun hükümranlığını kuvvetlendirmiş, ona hikmet ve fasl-ı hitap/açık, güzel konuşma vermiştik."[63]. Hz. Dâvûd’a hikmetle beraber “fasl-ı hitap” yani, anlaşmazlıkları kesin ve âdil ölçülerle çözme, her maksadı sözle açıklama yeteneği[64] de bağışlandı. O, bu yetenekle kendisine gelen dâvâları çözüme kavuşturuyor, mülkünde adâleti sağlıyordu. Hikmet, hakka/gerçeğe uygun bilgi demektir. Fasl-ı hitap da: Hatıra gelen düşünceleri açıklama yeteneğidir. Güzel konuşma, işlerin içyüzünü anlama, dâvâları adâletle, iknâ edici bir üslûpla çözüme kavuşturma anlamları da vardır. Dâvûd’un (a.s.) özelliklerinden birinin de güzel konuşma yeteneğinin olması, insanların arasında çıkan olayları, anlaşmazlıkları güzel çözüme bağlamasıdır.
Dâvud Âilesine Verilen Nimetler ve Şükür
Hz. Dâvûd’a hem hükümdarlık hem de hikmet (nübüvvet) verildiği Kur’an’da bildirilir.[65] Bu, iki özellik, yani peygamberlikle hükümdarlık İsrâiloğullarının tarihinde ilk defa Hz. Dâvûd’un şahsında bir araya gelmiştir. Allah, Hz. Dâvûd’a ve Hz. Süleyman’a, diğer insanlardan hiç birine verilmeyen nimetler verdi. Onları âlemlere üstün kıldı. Sonra da onlara “Şükredin ey Dâvûd âilesi. Çünkü kullarım içinde hakkıyla şükreden azdır.”[66] buyurdu. Dâvûd (a.s.) ve oğlu Süleyman (a.s.), Allah’ın kendilerine verdiği nimetlerden dolayı şöyle dediler: “Bizi mü’min kullarının birçoğuna göre üstün kılan Allah’a hamdolsun.”[67]
Şükür, nimetin sahibini tanımaktır. Nimet verenin makamını, yüceliğini, emrini ve ölçülerini kabul ettiğini ilân etmektir. O makamdan gelen teklifleri benimsemektir. “Nankörlük” ile “küfür” Arapça’da aynı kelime ile ifade edilir. Allah’ın nimetlerini örtmek, görmezlikten gelmek demek olan nankörlük, Allah’ı örtmek, tanımazlıktan gelmek demek olan küfre basamaktır. Nankörlüğün zıddı olan şükür, öncelikli olarak imanla başlar, fiillerle ortaya konulur. Şükrün ilk yansıması Allah’ın Rabliğine teslim olmaktır. Sonra bütün bir hayatı nimet verenin ölçüleriyle yaşamaktır. Şükür, Allah’a kulluk, nimetlerine karşı teşekkürdür.
Hz. Süleyman, kendisine verilen nimetlerden sonra şöyle der: “Bu, Rabbımın fazlındandır, beni denemektedir; şükür mü edeceğim, nankörlük mü edeceğim?”.[68] Dâvûd (a.s.) ve oğlu Süleyman (a.s.) kendilerine verilen nimetlerin hep imtihan için verildiğini, buna hakkıyla şükretmeleri gerektiğini bilen ve bunu uygulayan insanlardı. Allah, Hz. Dâvûd (a.s.) ve onun ailesine bol bol nimet ve diğer kullara verilmeyen kimi üstünlükler ve lutuflar bağışladığını haber verdikten sonra buyuruyor ki: “... Bundan dolayı şükreder misiniz?”.[69] Bir başka âyette yine onlara verilen birçok nimet sayıldıktan sonra deniliyor ki: “... (Artık) Siz de (bunlara karşılık) sâlih amellerde bulunun. Gerçekten Ben, sizin yapmakta olduklarınızı görenim (diye vahyettik).”[70]
Dâvûd (a.s.) bu emirlerin gereğini yerine getiren, Rabbine bunca nimetten dolayı hakkıyla şükreden bir insandı. O, nimet vereni biliyordu. Kendisine bunca üstünlüğün, mülkün ve ilmin hangi kaynaktan ve niçin geldiğinin şuurunda idi. Nimete nasıl şükredileceğini biliyordu. Çünkü Rabbinden hikmet ve ilim öğrenmişti. Bu ilim ve hikmet ona şükrü, hamdi ve tesbihi öğretmişti. Kulluğu nasıl yerine getireceğinin, kulun Rabbi karşısındaki konumunun, insan olarak bulunduğu yerin farkında idi. Bu bilinçle nimetlere şükretti. Kendisine verilen peygamberlik görevini yerine getirdi. İnsanları, kendisine tâbi olanları hidâyete çağırdı, onlara Allah’ın hükümleriyle, ölçüleriyle hükmetti. Rabbinin; “Ey Dâvûd ailesi! Şükredin, sâlih amel işleyin” emri onun rehberi idi. Emrin yüceliğini idrâk edecek seviyede idi. İmanlı, bilinçli, Rabbinin emirleri karşısında boyun bükecek, büyüklük taslamayacak edepte idi. Kur’an onun bu tavrını şöyle övüyor: “Onların (imansızların) söylemekte olduklarına karşı sabret ve Bizim güç sahibi kulumuz Dâvûd’u hatırla; Çünkü o, (her tutum ve davranışında Allah’a) yönelip duran biri idi.”[71]
Bu yöneliş içten ve samimi idi. Bilinçli ve iyi niyetli idi. Kimbilir belki de Allah onun bu ihlâsı sebebiyle dağların ve kuşların, gece gündüz, sabah akşam onunla birlikte tesbih etmelerini ona bir hediye olarak bağışlamıştı. Onun Allah’ı tesbihi o kadar içten idi ki, ona bu tesbihinde kuşlar ve dağlar bile eşlik ediyorlardı.
Bu onun Allah katında derecesini gösterdiği gibi, ihlâsla kulluk yapanların ulaşabileceği ödüllere bir örnektir. Allah’ın insanlara bağışı çoktur. Kul, Hz. Dâvûd örneğinde olduğu gibi şükreder, Rabbini içtenlikle tesbih ederse hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği karşılığa kavuşur. Bunun somut göstergesi, Dâvûd’a (a.s.) verilenlerdir.
Dâvûd (a.s.) ilim sahibiydi. O bu ilimle Rabbini tanıyor, O’nun nimetlerini algılıyor, nasıl şükredeceğini öğreniyordu. Bu ilimle, Rabbinin âyetlerini idrâk ediyor, bu âyetlerin ifade ettiği gerçeklere ulaşıyordu. O bu ilimle derin bir anlayışa, isâbetli bir görüşe, doğru karar verme yeteneğine kavuşmuştu. Onunla hüküm veriyor, onunla adâleti sağlıyor, onunla insanları hidâyete dâvet ediyordu.
O, aynı zamanda hikmet sahibiydi. Her işini sağlam yapıyor, sâlih amel işliyor, kulluğun en güzel örneklerini sergiliyordu. Demir onun için yumuşatılmıştı, yani demir madeni emrine verilmişti. O, demirden savaş elbiseleri yapıyor, bunları giyen mü’min askerleriyle Allah yolunda müslümanlara saldıranlara karşı cihad ediyordu. Dâvûd (a.s.) aynı zamanda güçlü, kuvvetli, çok cesur bir kimseydi. Nitekim Tâlût’un ordusunda genç bir çoban iken, kendilerinden kat kat kalabalık düşman ordusunun komutanı Câlût’a karşı yiğitçe düelloya çıkmış ve onu öldürerek müslümanların zafer kazanmasına kapı açmıştı. Onun bu cesareti, akıllı hareketi, ilim ve hikmet sahibi oluşu, adâleti ve iyili ahlâkı İsrâiloğullarına başkan olmasını sağlamıştı.
Dâvûd (a.s.), bunun yanında takvâ sahibi bir kimse idi. Sürekli tesbih eder, Rabbini zikreder, kulluktan geri kalmazdı. Rabbine karşı bir hata yaptım zannıyla hemen tevbe istiğfar eder, Rabbine yönelirdi. O, Rabbinin huzurunda saygıyla rükûya ve secdeye varırdı. Allah da onu sâlih bir insan olarak seçti. Onun Rabbi katında bir yakınlığı ve varılacak güzel bir yeri vardır.[72]
Rivâyete göre Dâvûd’un (a.s.) çok güzel bir sesi vardı. Onun bu yakıcı sesiyle tesbih ve zikredişi o dereceye yükselmişti ki, o tesbih yaptığı zaman kendi varlığı ile kâinat varlığı arasındaki engeller ortadan kalkıyordu. Hz. Dâvûd’un hakikatiyle, dağların ve kuşların gerçeği, Rabbine olan ilgi ile birleşiyor, O’na ibâdetle tamamlanıyordu. Bundan dolayı kuşlar başına toplanıyor, dağlarla birlikte zikirlerin en güzelini terennüm ediyorlardı. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Rabbimiz dilediğini yaratmaya güç yetirendir. Sevdiği kullarına dilediği şeyi bağışlar. Yeryüzündeki her şey bir tek İlâhî gerçeğe dayanır. Hepsi de mutlak bir gerçekle birleşir. O da, her şeyi yoktan var eden Allah’ın Rabliğidir. Rabbiyle ilgisi ihlâs ve tam teslimiyet noktasına ulaşan kullar için soyut hakikatler apaçık olur. Farklı şekillerdeki varlıkların farklı biçimleri ortadan kalkar ve hepsi de aynı amaç etrafında tevhid/birlik olurlar. Güzel ve gür sesler için “dâvûdî ses” denmesi, Dâvûd’un (a.s.) sesinin güzel olmasındandır.
O, takvâsının bir eseri olarak senenin yarısını oruçlu geçirirdi. O bir gün iftar eder, bir gün oruç tutardı. Hükümdarlığa sahip olmasına rağmen elinin emeği ile geçinirdi. Demirden yaptığı zırhları satar, bununla rızkını kazanırdı.
Bütün insanlar, son nefeslerini verinceye kadar Allah’ın her çeşit ve sayılmayacak kadar nimetlerinden yararlanmaktadırlar. Bu yararlanma kimileri hakkında az veya çok olsa da farketmez. Haysiyetli kişi, velînimetini, kendine nimet vereni bilir ve ona teşekkür eder. Kulların Allah’a teşekkürü, O’na Rab olarak iman edip isyan etmemektir. Allah, şüphesiz ki şâkir (şükreden) kullarını sever, onlardan râzı olur, onlara hesapsız mükâfatlar verir. Sâdi-i Şirazî’nin dediği gibi, her bir nefes alış verişte bile insan Allah’a karşı iki defa şükretmek zorundadır. Nefes almazsa yaşayamadığı gibi, aldığı nefesi az sonra dışarı veremezse yine yaşayamaz. Eğer insanlar Allah’a şükrederlerse, Allah nimetlerini, nimetlerin bereketini arttırır, insanın mal karşısında kölelik tutkusunu, mala sahip olma izzetine döndürür. Eğer insanlar Allah’ın nimetlerine nankörlük ederlerse, nimet sahibini tanımaz, inkârcı ve isyancı olurlarsa; şüphesiz Allah’ın azâbı şiddetlidir, dayanılır gibi değildir.[73]
Ekin Sahibinin Dâvâsı
“Bir zaman Dâvûd ve Süleyman, bir ekin konusunda hüküm veriyorlardı: Bir grup insanın koyun sürüsü, geceleyin başıboş bir vaziyette bu ekinin içine dağılıp ziyan vermişti. Biz, onların hükmünü görüp bilmekte idik. Böylece bunu (bu fetvâyı) Süleyman’a Biz anlatmıştık. Biz, onların her birine hüküm (hükümdarlık, peygamberlik) ve ilim verdik. Tesbih eden dağları ve kuşları da Dâvûd’a boyun eğdirdik. (Bunları) Biz yaparız. Ona, savaş sıkıntılarınızdan sizi koruması için zırh sanatını/zırh yapmayı öğrettik. Artık şükredecek misiniz?”[74]
Hz. Dâvûd ve oğlu Hz. Süleyman (a.s.), Allah’ın onların hükmüne şâhit olduğunu açıklayarak, her ikisinin hükmünün doğru olduğunu, her ikisinin de yanlış yapmadıklarını vurgulamış oluyor. Ya da onların bu şekilde hükmetmelerine Allah izin vermişti, onlar da kendi görüşleriyle önlerindeki dâvâyı halletmeye çalışıyorlardı.
Kaynaklar bu âyetin tefsiri ile ilgili şöyle bir olay anlatıyorlar: “Anlatıldığına göre Hz. Dâvûd’a dâvâ için iki kişi geldi. Bunlardan biri ekin tarlası ya da bağ sahibi, diğeri ise sürü sahibi idi. Birisi ekin ekmiş veya bağ-bahçe yapmıştı. Tarla sahibi Hz. Dâvûd’a dedi ki: ‘Bu adamın sürüsü geceleyin benim tarlama/bağıma girdi ve hiçbir şey bırakmadı. (Aramızdaki meseleyi çözer misin?)’ Bu olayın doğru olduğunu anlayan Hz. Dâvûd (a.s.) sürünün, tarlaya verdiği zarar karşılığı tarlanın veya bağın sahibine verilmesine hükmetti. Bunun üzerine sürünün sahibi Hz. Süleyman’a gitti ve durumu anlattı. Hz. Süleyman babasının yanına gelerek: ‘Ey Allah’ın peygamberi! Hüküm senin verdiğin gibi değildir’ dedi. Hz. Dâvûd, ‘nasıldır?’ diye sorunca Hz. Süleyman şöyle dedi: ‘Sürüyü geçici olarak faydalanması, yavrularından ve sütlerinden yararlanmaları için tarla/bağ sahibine ver. Tarlayı/bağı da sürü sahibine ver. Ta ki sürü sahibi ekin tarlasını/bağı eski haline getirsin. Sonra da herkes kendine ait olanı tekrar geri alsın.’ Bunun üzerine Hz. Dâvûd; ‘isâbetli hüküm, senin dediğin gibidir’ deyip, oğlunun görüşünü karar olarak benimsedi.”
Kaynaklar Hz. Süleyman’ın o zaman on bir yaşlarında bir çocuk olduğunu da ilâve ediyorlar.[75] (En doğrusunu yalnızca Allah bilir.)
Her iki peygamberin hükmü de kendi ictihadlarına/görüşlerine göre idi. Hz. Dâvûd (a.s.) ekin/bağ sahibinin zararının büyüklüğünü göz önünde bulundurarak o zararı karşılamak istemişti. Şüphesiz bu adâletin gereği idi. Ancak Hz. Süleyman’ın görüşü ise adâletin de ötesinde daha yapıcı, daha uygun bir hüküm idi. Allah (c.c.), Hz. Dâvûd’un hükmünün yanlış olduğunu söylememekle birlikte, Hz. Süleyman’a onun hükmünü öğrettiğini haber veriyor, sonra da her ikisine de hüküm ve ilim verdiğini bizlere duyuruyor. Her iki peygamber de vahyin getirdiği ölçülerden hareket ettiler. Kendilerine bağışlanan ilim ve hükmetme yeteneğine dayanarak kendi ictihadlarıyla karar verdiler. Böyle bir hüküm, vahyi ölçü almakla beraber, bir vahiy değildi. Hz. Dâvûd’un kararı vahiy olsaydı Hz. Süleyman’ın ona karşı görüş beyan etmesi düşünülmezdi.
Bu kararı anlatan pek çok kaynak, Hz. Dâvûd’un (a.s.) yukarıdaki kararı açıklamasından sonra dâvâcıların Hz. Süleyman’a gittiklerini, bir de onun bu dâvâya bakmasını istediklerini söylüyorlar. Onlara göre Hz. Süleyman, babasının kararını doğru bulmayarak kendisi daha uygun bir başka görüş ileri sürdü ve önceki kararın değişmesini sağladı. Buradan hareketle de peygamberlerin ictihadı, ictihad-vahiy ilişkisi, âlimlerin ictihadı ve nesih gibi konular gündeme getirilmekte ve uzun uzun açıklamalar yapılmaktadır.
Bu olayı anlatan yukarıdaki âyet, her iki peygamberin de verdikleri karara/hükme değinmiyor. Ancak “iz yahkümâni” diyerek, bir dâvâ konusunda her iki peygamberin beraberce hüküm verdiklerine veya bu konuda istişâre ettiklerine dikkat çekmektedir. Çünkü burada kullanılan fiil kalıbı tesniye, yani iki kişinin birlikte iş yaptığını ifade eden bir kalıptır. Bilinen bir şeydir ki, iki bağımsız hâkim bir olayda iki ayrı hüküm verseler, bunun bir anlamı olmaz. Âyette kast edilen anlam; her iki peygamberin de bu dâvâ konusunda istişâre etmeleri veya karşılıklı bu dâvâyı görüşmeleri olabilir. Burada “hükmettiler” değil de; “iz yahkümâni = karşılıklı hükmettikleri zaman” gibi bir ifadenin yer alması bu görüşü güçlendirmektedir.[76] Buna göre, Hz. Dâvûd’un görüşü tamamlanmış ve uygulamaya konulmuş hukukî bir karardan çok, kesin bir çözüm aramaya yönelik bir görüş açıklama, ya da istişâre etmeye ehil görülen Hz. Süleyman’ın bu meselenin cevabını bulmaya yönelik bir ictihadı gibi görünmektedir.
Hz. Süleyman da (a.s.), babasının verdiği kesin hükme karşı çıkmamış veya babasının verdiği kararı yanlış bulmamış, konuyla ilgili olarak görüşünü açıklamış ve bu görüşü de isâbetli bir karar olarak uygulamaya konulmuş olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.) Kaldı ki, Peygamberimiz’in bildirdiğine göre hükmetme makamında olan bir hâkim, ictihad eder (doğru kararı vermede bütün gücünü kullanır) ve isâbet ederse iki sevap alır. Hâkim bütün gücünü kullandığı halde ictihadında isâbet edemezse bir sevap/ecir alır.[77]
Her iki peygambere de İlâhî bir bağış olarak uygun ve yerinde hükmetme, isâbetli karar verme yeteneği ihsan edilmiş, ancak âyetin ifadesine göre Allah (c.c.), Süleyman’a (a.s.) bazı konularda daha derin bir anlayış vermiştir. Şüphesiz Allah fazlını istediğine verir ve O’nun gücü her şeye yeter. [78]
Tâlût
Tâlût; İsrailoğullarının Dâvûd (a.s.) zamanındaki meliki/kralıdır. Esas adı Saul'dür. Kelime olarak "Tâlût" İbranice bir lakabdır. Arapça "Tûl" kelimesi ile alâkalı olup, aşırı derecede boylu ve kudretli anlamına gelir.[79]
Kur'an'da iki yerde Tâlût kelimesi geçmektedir.[80] Birkaç yerde de, ona işaret eden zamirler bulunmaktadır. Mısır ile Filistin arasında yaşayan Amalika adlı bir kavim vardı. Başlarında Câlût adında bir kral bulunuyordu. Bunlar İsrailoğullarına saldırıp onları perişan ettiler. İsrailoğulları da, kendi peygamberlerinden, düşmanlarıyla çarpışmak için kendilerine bir kumandan tâyin etmesini istediler. Onların bu peygamberi, Mûsâ’dan (a.s.) sonraki peygamberlerden biriydi. Onların bu talebi üzerine, peygamberleri onların başına, nesli Ya'kûb (a.s.)'un oğlu Bünyâmin'e dayanan Tâlût'u hükümdar olarak tâyin etti.[81] Bu durum Kur'an'da söyle ifâde edilmiştir: "Peygamberleri onlara: 'Bilin ki Allah, Tâlût'u size hükümdar olarak gönderdi' dedi. Bunun üzerine (onlar): 'Biz hükümdarlığa daha lâyık olduğumuz halde, kendisine servet ve zenginlik yönünden geniş imkânlar verilmemişken, o bize nasıl hükümdar olur?' dediler. (Peygamberleri:) 'Allah sizin üzerinize onu seçti. İlimde ve cüssede ona, sizden daha çok üstünlük verdi. Allah, mülkünü dilediğine verir. Allah her şeyi ihâta eden ve her şeyi bilendir' dedi." [82]
İsrâiloğulları onun krallığını tasvip etmek istemediler; işi zenginlik ve kısır kavmiyet noktasından ele almaya çalıştılar. Oysa âyette ifâde edildiği gibi, Yüce Allah, Tâlût'a ilimde ve cisimde, maddî ve mânevî yönden bir üstünlük vermişti. Maddî yönden iri cüsseli, güçlü, kuvvetli ve güzel olarak yaratmıştı. Mânevî yönden de, dinî, siyasî, fen, teknik ve savaş ilimlerinde ona üstün bir başarı ve mahâret vermişti. Aynı zamanda o, fakirlere karşı merhametli ve şefkatliydi, yoksulların dertleriyle dertlenir, sıkıntılarını gidermeye çalışırdı. Bir de, Yüce Allah âmirliği dilediğine verir. Komutanlık ve âmirlik için bunlar önemlidir. Yoksa verâset, soy-sop, ayrı nesepten gelme şartları geçerli ve önemli değildir.[83]
Tâlût komutanlığı ele aldıktan sonra, askerleriyle Câlût'a karşı cihada çıkıyor ve önce askerlerini deniyor. Askerlerinden ihlâslı ve samimi olanlar belirlendikten sonra, düşmanlarıyla cihada devam ediyor. Yüce Allah bu hususta Kur'an'da şu açıklamada bulunmuştur: “Tâlût, ordusuyla birlikte ayrıldığında dedi ki: ‘Doğrusu Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim bundan içerse, artık o benden değildir ve kim de -eliyle bir avuç avuçlayanlar hâriç- onu tatmazsa, o bendendir.’ Onlardan az bir bölümü dışında ondan içtiler. O, kendisiyle beraber iman edenlerle onu (ırmağı) geçince, onlar (geride kalanlar): 'Bugün bizim Câlût'a ve ordusuna karşı (koyacak) gücümüz yok' dediler. (O zaman) Allah'a kavuşacaklarına kesin gözü ile bakanlar: 'Nice az bir topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah'ın izniyle gâlip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir' dediler."[84]
Tâlût ve askerlerinin, Câlût ve askerlerine karşı cihada hazırlandıklarında, Allah'a karşı yaptıkları niyâz ve duâları, Kur'an'da şöyle haber verilmiştir: "Onlar, (Tâlût ve ordusu) Câlût ve ordusuna karşı meydana (savaşa) çıktıklarında, dediler ki: 'Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır. Adımlarımızı sâbit kıl (kaydırma) ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et."[85]
Tâlût ile askerlerinin zaferini ve Câlût ile askerlerinin de yıkılışını haber veren bir âyetin meâli ise, şöyledir: "Derken, Allah'ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Dâvûd Câlût'u öldürdü. Allah ona (Dâvûd'a) hükümdarlık ve hikmet verdi ve ona dilediğini öğretti. Eğer Allah, insanların bir kısmiyla diğerlerini savmasaydı, dünya bozulurdu. Fakat Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir."[86] Âyette de ifâde edildiği gibi, Dâvûd (a.s.), Tâlût'un komutasında toplanmış bulunan İsrailoğullarının arasındaydı ve karşı ordunun başında bulunan Câlût'u öldürdü. Böylece İsrailoğulları bu savaşta gâlip çıktı. Filistin ordusu yenildi. Dâvûd (a.s.) bilâhare Tâlût'un kızı ile evlendi ve onun ölümünden sonra da onun yerine kral oldu.[87]
Câlût
Câlût; Hz. Dâvud (a.s.) zamanında, Tâlût’un (Saul) krallığı döneminde yaşamış, "Amâlika" kralının adıdır. Kur’ân-ı Kerim’de Câlût olarak adlandırılan bu kişinin ismi Ahd-i Atîk’te Golyat şeklinde geçmektedir. "Amâlika" kavmi Akdeniz'in sahilinde, Mısır ile Filistin arasında yaşayan bir milletti. Câlût, iri cüssesi sebebiyle âdeta dev gibi tasvir edilmekte, onun Refaîm denilen ve devâsâ cüsseleriyle meşhur olan ırkın bir bakiyesi olduğuna inanılmaktaydı.[88] Golyat’ın boyu İbrânîce Ahd-i Atîk’e göre 6 arşın 1 karış, yani 2,93 m., Ahd-i Atîk’in Yunanca tercümesine ve yahûdi tarihçisi Josephus’a göre ise 4 arşın 1 karış, yani 2.03 m.dir.[89] Kuşandığı zırhın ağırlığı 5000 şekel tunç (yaklaşık 60 kg.), mızrağının ucundaki demirin ağırlığı ise 600 şekeldir.[90]
Amâlika kavminin kralı Câlut, Hz. Mûsâ'nın vefatından sonraki bir dönemde İsrâiloğullarına saldırmış, onları yenerek birçok esir ve kıymetli eşyalarını almış, ülkesine götürmüştü. Esirler içinde İsrâil krallarının birçok prensi de bulunuyordu. Câlut sadece bunlarla kalmamış, geride kalan İsrailoğulları'na da ağır vergiler koymuştu. Hatta Tevrât'larını bile almıştı. Bu sırada İsrailoğulları'nın bir peygamberi de yoktu. Bunlar Allah'a yalvararak bir peygamber göndermesini istemişler, Allah Teâlâ da onlara bir peygamber göndermişti.[91]
Nihâyet, önceleri bir intikam duygusuyla, kendilerine peygamber olarak gönderilen Eşmuil veya Şâmuil'e başvurarak, kendilerine dirâyetli bir hükümdar ve komutan tayin etmesini istemişlerdi. Bu hükümdar sâyesinde çıkarıldıkları yurtlarına dönmek isteklerini dile getirmişlerdi. Peygamberleri de bu istek üzerine, Tâlut ismindeki bilgili, basiretli, cesâret sahibi bir zâtı hükümdarı tâyin etti. Fakat İsrailoğulları tâyin edilen bu kumandana itiraz ettiler. Her şeyi maddî ölçülere göre değerlendirmeye alışmış olduklarından içlerinden daha zenginleri varken, böyle birisinin tâyinine râzı olmadılar. Fakat Peygamber, Tâlut'un hem bilgili hem de fiziksel yapı itibarıyla bu işe uygun olduğunu söyleyip bu işin ehli olduğunu belirtmiştir.[92] Yine Peygamber, İsrailoğulları'na, Tâlut'un hükümdarlığının işâreti olarak içinde atalarına ait birtakım kutsal emânetler ve Tevrat levhaları bulunan kutsal tâbutu, meleklerin getirmesi mûcizesini göstermiştir.[93]
Bunlardan sonra, Tâlut, İsrailoğulları'nın başına geçip, Câlut'a saldırmak üzere Filistin veya Ürdün nehrini geçerken, ordusunun sabrını veya samimiyetini ölçmek istemişti. Hava çok sıcaktı ve ordusuna nehirden geçerken su içmemelerini söylemişti. Fakat ordusundan bu emre uyanların sayısı oldukça az miktarda kalmıştı.
Fakat Tâlut bu kutsal mücâdelesinden caymamış ve Câlut ile savaşa girmiştir. Hâlbuki savaştan önce ordusundan bazıları, Câlut'un ordusunu görünce: "Bugün Câlut'un ordusuyla karşılaşacak gücümüz yok" demişler ve kumandanlarını bırakarak savaşa girmemişlerdi. Buna rağmen, az sayıda samimi mü’min ile beraber savaşa giren Tâlut, Câlût'a karşı savaşa çıkmıştır.
Kral Saul döneminde İsrail toprağını işgal eden Filistî ordusunda yer alan Golyat, zorlu bir savaşçıdır. İsrâil ordusu ile Filistî ordusu karşı karşıya geldiğinde başında tunç başlık, üzerinde pullu zırh, baldırlarında tunç zırhlar, omuzları arasında tunç kargı ve elinde mızrağı ile İsrâil ordusuna meydan okuyarak onları mübârezeye dâvet eder. Bu meydan okuma kırk gün sürer, fakat İsrâil ordusundan hiç kimse onun karşısına çıkmaya cesâret edemez. Orduya katılan büyük kardeşlerini ziyâret için karargâha gelen genç yaştaki Dâvûd bu durumu görünce Golyat’ın karşısına çıkmak ister ve sapanıyla attığı taş ile onu alnından vurur, sonra da kılçla başını keser.[94] Tâlut'un ordusunda bulunan Hz. Dâvud’un Câlut'u öldürmesiyle büyük moral kazanan Tâlût ve askerleri, Câlût’un ordusuna karşı savaşı kazanır.
Mes'ûdî, Mürûcu'z-Zeheb'de Dâvûd’un (a.s.) Câlût ile, Ürdün'ün aşağı vâdisi Gor'daki Baysan'da dövüştüğünü anlatır. Bugün Baysan yakınlarında Aynu Câlût adını taşıyan bir yer bulunmaktadır.[95]
Ahd-i Atîk’te Golyat’ın öldürülmesiyle ilgili olarak çelişkili bilgiler vardır. Bir yerde Golyat’ın Dâvûd tarafından öldürüldüğü belirtilirken,[96] başka bir yerde Gatlı Golyat’ı Elhanan’ın öldürdüğü[97] bildirilmektedir. Öte yandan Kitab-ı Mukaddes’in İbrânîce nüshası ile Batı dillerine yapılan
çevirilerinde, “Beytülahm’li Elhanan Gatlı Golyat’ı vurdu” denilirken, Türkçe tercümesinde, “Beytülahmli Elhanan Gatlı Golyat’ın kardeşini vurdu” denilmektedir. Bu son ifade, Ahd-i Atîk’in başka bir bölümünde de yer almaktadır.[98]
Ahd-i Atîk Golyat’ı Filistî (peliştî-peliştîm) diye takdim ederken; İslâmî kaynaklarda Bâbilli[99] veya Âd ya da Semûd kavimlerinin ahfâdından bir kişi olarak gösterilmekte,[100] hatta Berberîlerin kralı olduğu da nakledilmektedir.[101] Tarih ve tefsir kitaplarında Câlût’un kimliği ve Dâvûd’la mücâdelesine dâir İsrâiliyat türünde çeşitli rivâyetler yer almaktadır ki bunlar Ahd-i Atîk’teki kıssaya benzer mâhiyettedir.
Hz. Dâvud (a.s.), Tâlut ve Eşmuil’in (a.s.) vefatından sonra İsrailoğulları'nın başına geçmiş ve kendisine peygamberlik de verilmişti.[102] Aynı kıssa biraz daha geniş olarak Kitab-ı Mukaddes, 1. ve 2. Samuel bölümünde geçmektedir.
Kur'an'ın anlattığı bu hâdise, samimiyet ve iman gücünün nelere kadir olacağını ve İsrailoğulları'nın azgınlığını gözler önüne sermektedir. [103]
Zebûr; Dâvûd’a (a.s.) Verilen İlâhî Kitab
Zebûr; Allah tarafından Hz. Dâvud (a.s.)'a gönderilen Mezmurlar ve Mezâmir adı ile de anılan mukaddes kitabın ismidir. Lügatte Mezmur, "Kavalla söylenen ilâhî, Hz. Dâvud'a inen Zebur'un sûrelerinin her biri" anlamlarına gelir. Aynı zamanda Mezmur "yazılmış" mânâsına gelen kitap anlamındadır. Büyük bilgin Zeccac, Zebur'un "Hikmetli kitap" mânâsına geldiğini; 3/Âl-i İmran, 184 âyetindeki "Zebûr" kelimesinin "men etmek" manasına gelen "Zebr" kökünden olduğunu açıklamıştır. Kitap da Hakkın hilâfına olan hususlardan halkı meneden şeyleri bildirdiği için Zebûr diye adlandırılmıştır.[104]
İlâhî kitapların ikincisi olan Zebur, Kur'ân-ı Kerîm'in üç ayrı âyetinde[105] geçmektedir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Nûh'a, O'ndan sonraki peygamberlere vahy ettiğimiz ve İbrâhim'e, İsmâil'e, İshâk'a, Yakub'a, İsa’ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Hârun'a ve Süleyman'a vahy eylediğimiz ve Dâvûd'a Zebur verdiğimiz gibi (Habibim) şüphesiz sana da vahy ettik Biz"[106]; "Rabbin göklerde ve yerde olanları en iyi bilendir. Andolsun ki, Biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kılmışızdır. Dâvûd'a da Zebur verdik"[107]; son olarak Enbiyâ sûresinde de Cenâb-ı Hak: “Andolsun, Tevrat'tan sonra Zebur'da da yazmışızdır ki, arza ancak sâlih kullarım mirasçı olur"[108] buyurmaktadır.
Bu âyet meâllerinden ilk ikisi, dört İlâhî kitaptan biri olan Zebur'un Hz. Dâvud (a.s.)'a verildiğini açıklamakta, üçüncü âyet de Zebur'un Tevrat'tan sonra nâzil olduğunu, yeryüzüne ancak sâlih kişilerin mirasçı olacaklarını bildirmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.s) de bir hadis-i şeriflerinde, ehl-i kitaptan bir fırkanın Zebur okuduklarını beyan buyurmuşlardır.[109]
İmanın şartlarından olan "Allah'ın kitaplarına iman" ilkesi bir müslümanın, diğer İlâhî kitaplarla birlikte Zebur'a da inanmasını gerekli kılar. Ancak yine İslâm, bugün eldeki mevcut Zebur'un tahrife uğradığını da özellikle belirtir.
Kitab-ı Mukaddes külliyatında ve Ahd-i Atik bölümü içinde yer alan "Mezmurlar" diye zikredilen kitabın içinde 150 Mezmur vardır. İlk Mezmur "Ne mutludur o adama ki, kötülerin öğüdü ile yürümez ve günahkârların yolunda durmaz" cümleleriyle başlamakta, 150. Mezmur da, "Bütün nefes sahipleri Rabbe hamdetsin, Rabbe hamdedin" sözleriyle son bulmaktadır.[110]
Hz. Dâvud'a indirilmiş olan Zebur'da genellikle, O'nun Allah'a yakarışları ve ilâhîleri yer almaktadır. Zebur'un İbranice asıl metni manzumdur. Allah'ın birliği (tevhid) temeline dayanan dinler döneminin ilk İlâhî kitaplarından olan Zebur, doğruluğu terkeden, ahlâkî kaideleri tanımayan, kötülük ve günah içinde yüzen Yahûdi kavmine Allah’ın yolunu göstermek için nâzil olmuştur. Bütün bunlardan ayrı olarak Yahûdilerin, "Tevrat'tan sonra kitap gelmeyecektir" yolundaki iddiaları Hz. Dâvûd'a Zebur verilmesiyle nakzedilmiş bulunmaktadır.[111]
Günümüzde Zebur hemen bütün dünya dillerine tercüme edilmiştir. Zebur'da geçen konular, daha sonraları Batılı ressam, şâir ve heykeltıraşlara ilham kaynağı olmuş ve sanatkârların eserlerinde çeşitli şekillerde işlenmiştir. Bilindiği üzere Zebur'la müstakil bir şeriat vazedilmemiş, Hz. Dâvûd Hz. Mûsâ'nın şeriatı ile amel etmiştir. Hz. Dâvûd sesinin güzelliği ile de bilinmektedir. O, Mezmur denilen Zebur sûrelerini güzel sesi ile okurdu. Nitekim kalın, gür, pek hoş ve tesirli sesler için "Dâvûdî" tâbiri kullanılır.[112] Kur'ân-ı Kerîm'in birçok âyetinde de[113] çeşitli vesilelerle Hz. Dâvud'un adı geçmektedir.
Zebur önceleri İbrânîce idi ve İbrânî-Ârâmî alfabesiyle yazılmıştı. Hristiyanlığın yayılmasından sonra da Lâtinceye çevrilmiştir. Ancak günümüzde orijinal bir Zebur nüshasının mevcut olduğunu söylemek mümkün değildir. Bugün yeryüzünde Zebur'a tâbi bir millet bulunmamakla beraber, gerek yahûdiler, gerek hristiyanlar ibâdet ve âyinlerinde duâ niyetiyle Zebur'dan parçalar okumaktadırlar. Özellikle hristiyanların pazar âyinlerinde Mezmur'dan seçilmiş parçalar okumayı ihmal etmedikleri bilinen bir husustur. [114]
Kur’ân-ı Kerim’de Dâvud (a.s.)
“Mûsâ’dan sonra, Benî İsrâil’den ileri gelen kimseleri görmedin mi, ne yaptılar?! Kendileri için gönderilmiş bir peygambere ‘Bize bir hükümdar gönder ki başımıza geçsin de Allah yolunda savaşalım’ dediler. ‘Size savaş yazılır/farz kılınır da ya savaşmazsanız!’ dedi. ‘Yurtlarımızdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz halde neden savaşmayalım?’ dediler. Üzerlerine savaş yazılınca, içlerinden pek azı hâriç geri dönüp kaçtılar. Allah zâlimleri iyi bilir.
Peygamberleri onlara ‘Bilin ki Allah, Tâlût’u size hükümdar gönderdi’ dedi. Bunun üzerine ‘Biz hükümdarlığa daha lâyık olduğumuz halde, kendisine servet ve zenginlik yönünden geniş imkânlar verilmemişken o bize nasıl hükümdar olur?’ dediler. ‘Allah sizin üzerinize onu seçti, ilimde ve cüssede ona, sizden daha çok üstünlük verdi. Allah mülkünü dilediğine verir. Allah her şeyi ihâta eder ve her şeyi bilendir’ dedi.
Peygamberleri onlara, ‘Onun hükümdarlığının alâmeti, Tâbut’un size gelmesidir. Onun içinde Rabbinizden size bir sekîne/ferahlık ve sükûnet, meleklerin taşıdığı, âl-i Mûsâ ve âl-i Hârun’un bıraktıklarından bir miktar bakıyye vardır. Eğer inanmış kimseler iseniz sizin için onlarda mutlaka bir âyet ve alâmet vardır’ dedi.
Tâlût askerlerle beraber (cihad için) ayrılınca, ‘Biliniz ki Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Kim ondan hiç tatmazsa bendendir (benimledir), ancak eliyle bir avuç içen de istisnâ edilmiştir (o da benimledir)’ dedi. İçlerinden pek azı müstesnâ hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve onunla beraber iman edenler ırmağı geçince, ‘bu gün bizim Câlût’a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur’ dediler. Kendilerinin, sonunda Allah’ın huzuruna varacaklarını bilenler, kendi aralarında ‘nice az kişiler vardır ki, sayıca kendilerinden çok olan topluluklara Allah’ın izniyle gâlip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir’ dediler.
Câlût ve askerleriyle savaşa tutuştuklarında ‘Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır. Bize cesâret ver ki tutunalım. Kâfir kavme karşı bize yardım et’ dediler.
Allah’ın izniyle onları yendiler. Dâvûd Câlût’u öldürdü. Allah ona (Dâvûd’a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti. Eğer Allah insanlardan bir kısmı ile diğerlerini defetmeseydi/savıp hizaya getirmeseydi, elbette yeryüzünde nizam bozulurdu. Lâkin Allah bütün insanlığa lütuf ve keremi ile muâmele etmiştir.
O söylenenler, Allah’ın âyetleridir. Biz onları sana doğru olarak anlatıyoruz. Şüphesiz sen Allah tarafından gönderilmiş peygamberlerden birisin.” [115]
“Biz Nûh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve (nitekim) İbrâhim’e, İsmâil’e, İshak’a, Ya’kub’a, torunlara, İsa’ya, Eyyûb’a, Yunus’a, Hârûn’a ve Süleyman’a vahyettik. Dâvûd’a da Zebûr’u verdik.” [116]
“İsrâiloğullarından kâfir olanlar, Dâvûd ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, isyanları/söz dinlememeleri ve haddi aşmalarıdır.”[117]
“Biz ona (İbrâhim’e) İshak’ı ve (İshak’ın oğlu) Ya’kub’u da armağan ettik; hepsini de doğru yola ilettik. Nitekim daha önce de Nûh’u ve onun soyundan Dâvûd’u, Süleyman’ı, Eyyûb’u, Yûsuf’u, Mûsâ’yı ve Hârûn’u doğru yola iletmiştik; Biz muhsinleri/iyi ve güzel davrananları işte böyle mükâfatlandırırız.”[118]
“Rabbin göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilendir. Gerçekten Biz, peygamberlerin bazısını bazısından üstün kıldık; Dâvûd’a da Zebûr’u verdik.” [119]
“Bir zaman Dâvûd ve Süleyman, bir ekin konusunda hüküm veriyorlardı: Bir grup insanın koyun sürüsü, geceleyin başıboş bir vaziyette bu ekinin içine dağılıp ziyan vermişti. Biz, onların hükmünü görüp bilmekte idik. Böylece bunu (bu fetvâyı) Süleyman’a Biz anlatmıştık. Biz, onların her birine hüküm (hükümdarlık, peygamberlik) ve ilim verdik. Tesbih eden dağları ve kuşları da Dâvûd’a boyun eğdirdik. (Bunları) Biz yaparız. Ona, savaş sıkıntılarınızdan sizi koruması için zırh sanatını/zırh yapmayı öğrettik. Artık şükredecek misiniz?”[120]
“Andolsun ki Biz, Dâvûd’a ve Süleyman’a ilim vermişizdir. Onlar, ‘Bizi mü’min kullarının birçoğundan üstün kılan Allah’a hamd olsun’ dediler. Süleyman Dâvûd’a vâris oldu ve dedi ki: ‘Ey insanlar! Bize kuşdili öğretildi ve bize her şeyden (nasip) verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftur.” [121]
“Andolsun, Dâvûd’a tarafımızdan bir üstünlük verdik. ‘Ey dağlar ve kuşlar, onunla beraber tesbih edin’ dedik. Ona demiri yumuşattık. “Geniş zırhlar imal et, dokumasını ölçülü yap. (Ey Dâvûd hânedânı!) Sâlih ameller/iyi işler yapın. Çünkü Ben, yaptıklarınızı görmekteyim’ diye (vahyettik).” [122]
“... Ey Dâvûd âilesi! Şükredin. Kullarımdan şükreden azdır.” [123]
“Onların söylediklerine sabret, kulumuz Dâvûd’u, o kuvvet sahibi zâtı hatırla. Çünkü o, daima Allah’a yönelendi. Doğrusu Biz akşam sabah onunla beraber tesbih eden dağları, toplu halde kuşları onun emri altına vermiştik. Her biri ona yönelmekteydi. Onun hükümranlığını kuvvetlendirmiş, ona hikmet ve açık, güzel konuşma vermiştik. (Ey Muhammed!) Sana dâvâcıların haberi ulaştı mı? Ma’bedin duvarına tırmanıp Dâvûd’un yanına girmişlerdi de Dâvûd onlardan ürkmüştü. ‘Korkma; Biz birbirine hasım iki dâvâcıyız, aramızda adâletle hükmet, haksızlık etme; bizi doğru yolun ortasına götür’ dediler. (İçlerinden biri) ‘Bu kardeşimin doksan dokuz koyunu var. Benimse bir tek koyunum var. Böyle iken ‘onu da bana ver’ dedi ve tartışmada beni yendi.’ Dâvûd, ‘Andolsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu ortakçıların çoğu, birbirlerinin haklarına tecâvüz ederler. Yalnız iman edip de sâlih ameller/iyi işler yapanlar müstesnâ. Bunlar da ne kadar az!’ dedi. Dâvûd, kendisini denediğimizi sandı da Rabbinden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapandı, tevbe edip Allah’a yöneldi. Böylece onu bağışladık. Yanımızda onun yüksek bir makamı ve güzel bir geleceği vardır. Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ve adâletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, yoksa bu, seni Allah yolundan saptırır. Doğrusu Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır. Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri Biz boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Bu yüzden inkâr edenlere ateşten bir helâk vardır. Yoksa Biz, iman edip de sâlih ameller yapanları, yeryüzünde fesatçılar/bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Veya müttakîleri/Allah’tan korkanları yoldan çıkanlar gibi mi sayacağız? (Ey Muhammed!) Sana bu mübârek Kitab’ı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik. Biz Dâvud’a Süleyman’ı verdik. Süleyman ne güzel bir kuldu! Doğrusu o, daima Allah'a yönelirdi.” [124]
Hadis-i Şeriflerde Dâvud (a.s.)
“İnsanın yediğinin en güzeli kendi kazandığıdır. Hiçbir kişi asla kendi elinin emeğinden daha hayırlısını yememiştir. Allah’ın nebîsi Dâvûd kendi elinin emeğinden başkasını yemezdi”[125]
Hz. Peygamber (s.a.s.) geceleyin geçerken Ebû Mûsâ el-Eş'arî'nin Kur'an okuduğunu duyar. Okuyuşunu, güzel sesini beğenir, durup Kur'an'ı dinler ve: "Bu adama, Dâvûd âilesine verilen mizmarlardan bir mizmâr verilmiş" der. Ebû Mûsâ: 'Yâ Rasûlallah, eğer senin dinlediğini bilseydim, daha güzel okurdum' der.[126]
Hz. Âişe ve Ebû Hüreyre’den rivâyet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin sesini işittiğinde şöyle der: “Ebû Mûsâ’ya Dâvûd’un Mezâmir’inden verilmiştir.”[127]
Hz. Dâvûd, sesinin güzelliği yanında süratli okuyuşuyla da tanınmıştı. Ebû Hüreyre’den nakledilen bir hadise göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Dâvûd’a kıraat kolaylaştırılmıştır. O bineğinin hazırlanmasını emreder ve daha bineği hazırlanmadan Zebûr’u okurdu. Ayrıca o, yalnız kendi el emeğini yerdi.”[128]
“Allah’ın en sevdiği namaz Dâvûd’un namazı, en sevdiği oruç, yine Dâvûd’un orucudur.”[129]
Yaşadığı sürece gündüzleri oruç tutacağını, geceleri namaz kılacağını ifâde eden Abdullah bin Amr’a Rasûl-i Ekrem, her ay üç gün oruç tutmasını söylemiş, bunu az görmesi üzerine bir gün oruç tutup iki gün tutmamasını tavsiye etmiş, bunu da kabul etmeyince, “Bir gün tut, bir gün tutma. Bu Dâvûd’un orucudur ve oruçların en fazîletlisidir; ondan daha fazîletli oruç yoktur”[130] demiştir.
“En fazîletli oruç, Dâvud’un tuttuğu oruçtur; o bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı.”[131]
“Allah Teâlâ’ya en sevimli oruç, Dâvûd’un orucudur. O, bir gün oruç tutar, bir gün iftar ederdi. Allah’a en sevimli namaz da Dâvûd namazı idi. O, her gecenin yarısında uyur, üçte birinde (nâfile) namaz kılar, altıda birinde yine uyurdu.”[132]
Ebû'd-Derdâ (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Hz. Dâvud’un (a.s.) duâları arasında şu da vardır: "Allahım! Senden sevgini ve Seni sevenlerin sevgisini ve Senin sevgine beni ulaştıracak ameli talep ediyorum. Allah'ım! Senin sevgini nefsimden, âilemden, malımdan, soğuk sudan daha sevgili kıl." Ebû'd-Derdâ der ki: "Rasûlullah (s.a.s.) Hz. Dâvud'u zikredince, onu "insanların en âbidi (yani çok ve en ihlâslı ibâdet yapanı)" olarak tavsif ederdi."[133]
Berâ bin Âzib’den (r.a.) rivâyet edilmiştir: “Biz Muhammed (s.a.s.) ashâbı olarak derdik ki: Bedir ashâbı (Bedir Savaşına katılan) ashâbın sayısı; Tâlût’la beraber nehri geçenlerin sayısı kadardır, o nehri sadece 310 küsür mü’min geçmişti.”[134]
Tefsirlerden İktibaslar
2/Bakara, 246:
Mele’: Bakara sûresi, 246. âyetinde geçen ve çeşitli vesilelerle Kur’an’da çok yerde tekrarlanan Mele’ kelimesi; Kavim, raht (cemaat, topluluk) gibi tekili olmayan bir çoğul isimdir ki, toplandıkları zaman göz veya yer dolduran bir cemaat veya cemiyet anlamıyla insanların eşrâfına; yani ileri gelen, görüş, fikir ve itibar sahibi olan, işleri bitirip, çözüm ve sonuca bağlayacak nitelik ve yetkiye sahip bulunan heyete denir. İbn Atiyye demiştir ki; Mele’ kelimesinin asıl kullanılışı, kavmin tamamınadır.
İleri gelenlere mele' denilmesi, benzetme yoluyladır. Yani ileri gelenlere, bütün bir kavmi temsil edebilmeleri bakımından onlar gibi mele' denir. Onun için ileride göreceğiz ki sözler, fikir ve görüş sahiplerine nisbet edilmekle beraber, sorumluluk tamamına yöneliktir. Kısaca iki bakımdan kavmin büyük çoğunluğu demektir. Ferrâ açıklıyor ki, Kur'an'daki bütün mele’ kelimeleri erkekler için kullanılmaktadır, bu anlamın içinde kadın yoktur.
“Ey görüş ve fikir sahibi! Görmedin mi, baksana, Musa'dan sonra İsrail oğullarından o kalabalık topluluğa. Bir vakit bunlar bir peygamberlerine bize kumanda edecek bir emîr (kumandan) gönder, Allah yolunda savaşalım, dediler. O peygamber, ‘size savaş farz kılınırsa yapmamazlık etmeyesiniz’ dedi, damarlarına bastı, gerçeği gördü, tesbit etmek istedi. Cevap olarak bütün topluluk, ‘biz niye Allah yolunda savaş etmeyelim? Hâlbuki yurtlarımızdan çıkarıldık ve çocuklarımızdan olduk’ dediler.”[135]
İntikam duygusu ve Allah'tan zafer ümidiyle savaş sebeplerinin fazlasıyla mevcut olduğunu söylediler. Bu sırada Mısır ile Filistin arasında yerleşmiş bulunan Amalika'nın başında Imlîk oğullarından Câlût adında zorba bir hükümdar bulunuyordu. Bunlar İsrâiloğullarına gâlip gelmişler, vatanlarının birçoğunu zaptederek çocuklarını, hatta şehzâdelerinden dört yüz kırk kişiyi esir edip götürmüşler, kalanlara vergiler bağlamışlar ve Tevratlarını bile almışlardı. Bu sırada İsrâiloğullarının bir peygamberleri yokmuş. Nihâyet Allah'a yalvarmışlar. Allah Teâlâ bunlara peygamber sülâlesinden kalma tek bir kadından bir çocuk vermiş ve buna peygamberlik ihsan etmiş; bu sâyede ümitlenmişler, bir taraftan onun peygamberliğini imtihan, bir taraftan da zafer ümidiyle savaşmak arzusuna düşmüşler. Bu sebeple ondan bu talepte bulunmuşlar ve böyle söz vermişler. İmam Kuşeyrî, bu noktada der ki, fakat iyi niyetlerine mal ve evlat endişesini karıştırarak hareket etmiş ve sırf Allah yolunda tam bir samimiyetle İlâhî emre boyun eğmeyip, yiğitlik göstererek harbe coşturmak için ayaklanmış bulunduklarından, maksatları tamam olmamış ve çoğunlukla rahata alışmış kimselerin âdeti olduğu üzere başlangıçta intikam duygusuyla yiğitlik göstermişler ve sonra iş sıkıya gelince davranışları sözlerine uymamıştır.
Gerçek şu ki, ne zaman ki savaş yazıldı, emir verilip iş kesinlik kazandı, geri döndüler. Hareketleri, sözlerine uymadı, sözlerinde durmadılar, emre riâyet etmediler. Savaş alanına gelirken yüz çeviriverdiler. Ancak içlerinden birazı müstesnâ bir makam kazandılar ki, yakında görüleceği üzere bunlar, bir avuç su ile yetinenlerdi. Azlıklarına bakmadılar, sebat ettiler ve muzaffer oldular.
Bir hadis-i şerife göre bu azınlıkta olanlar, "Bedir" ashâbının sayısı kadardılar ki üç yüz on üç kişilermiş, demek olur. Sözlerinde duran ve başarıya ulaşan bu azınlıktan başkaları, başlangıçta halkı harbe coşturdular da savaş alanında bunları yalnız bırakıp çekiliverdiler. Allah da böyle zâlimleri bilir, dolayısıyla onlara yapacağını da bilir. Bu tezyîl (ilâve) cümlesi, sözlerinde durmayan ve özellikle savaşa tâlip olup da sonradan dönenler hakkında büyük bir uyarıyı içermektedir. Burada "Benim ahdim (vaadim) zâlimlere ulaşmaz."[136] İlâhî sözünü hatırlamak gerekir.[137]
Bu olay burada mü’minlere cihadın zorluklarını anlatmak için ele alınmıştır. M.Ö. 1000 yıllarında Amalika'lılar İsrailoğulları'na saldırdılar ve Filistin'in birçok bölümünü ele geçirdiler. O dönemde İsrailoğulları'nın işlerine bakan Peygamber Samuel (a.s.) çok yaşlanmıştı. Bu nedenle İsrailoğulları'nın büyükleri Samuel'e gittiler ve "Allah yolunda savaşacak bir hükümdar (kral) tayin et" dediler. Onlar da diğer milletler gibi kendilerini yönetecek bir kral istiyorlardı.
Böyle bir istekte bulunmuşlardı, çünkü dine bağlı olmayan yabancı yöneticilerin etkisi ile İlâhî kanun yönetimi arasındaki farkı unutmuşlardı. Bu nedenle bu istek "Samuel'i kızdırdı" ve Rabbin gazabına neden oldu. Burada Samuel I'in 7, 8, 12. bölümlerinden bazı ayrıntıları sunuyoruz: "Ve Samuel bütün hayatı boyunca İsrail'e hükmetti... Samuel çok yaşlanınca tüm İsrail uluları toplandı, Rama'ya, Samuel'in yanına geldiler ve şöyle dediler: ‘Bak, sen yaşlısın, oğulların da senin yolundan gitmiyorlar. Diğer ülkelerdeki gibi bize hükmedecek bir kral tâyin et.’ Fakat onlar ‘bize hükmedecek bir kral tâyin et’ deyince, bu söz Samuel'in hoşuna gitmedi. Ve Samuel Rabb'a dua etti. Rabb Samuel'e seslendi: ‘Kavminin sana söylediklerini tut. Onlar seni değil, beni reddediyorlar. Benim onları yönetmemi reddediyorlar...’ Daha sonra Samuel Rabbin söylediklerini kendisinden bir kral isteyen kimselere tekrarladı. Size hükmedecek olan kral şöyle olacak dedi: ‘Sizin oğullarınızı alacak ve kendi atları, arabaları için kendisine hizmet ettirecek. Oğullarınızdan bazıları arabaların önüne koşulacak. Onları binlerce, yüzlerce kişiye kumandan yapacak, onlara kendi toprağına baktıracak, harmanını dövdürecek, savaş araçlarını, arabalarını yaptıracak. Ve kızlarınızı terzi, aşçı ve ekmekçi olarak alacak. Sizin tarlalarınızı ve bahçelerinizi ellerinizden alacak ve kendi kölelerine verecek... Sizin ürününüzün ve bahçenizin onda birini alacak ve kendi memurlarına, hizmetçilerine verecek. Sizin erkek hizmetçilerinizi, kadın hizmetçilerinizi, en iyi gençlerinizi ve merkeplerinizi kendi hizmetine alacak. İşte o gün siz kendi seçtiğiniz kralınız nedeniyle ağlayacaksınız ve o gün Rab sizi duymayacak.’ Buna rağmen kimse Samuel'in sözlerine aldırmadı. ‘Hayır, dediler, bizim de bir kralımız olacak. Biz de diğer milletler gibi olacağız. Kralımız bizi yönetecek, önümüzden gidecek ve bizim savaşlarımızda savaşacak.’ Ve Rabb Samuel'e onları dinle ve onlara bir kral tâyin et dedi..."
"Ve Samuel tüm İsrail'e şöyle dedi: ‘Sizin sözünüzü dinledim... ve size bir kral tâyin ettim... Siz Beni Amun soyundan gelenlerin kralı Nahash'ın üzerinize saldırdığını gördüğünüzde, Rabbiniz olan Allah sizin melikiniz iken, bize bir kral gerek dediniz. O halde şimdi istediğiniz ve seçtiğiniz kralı alın! İşte Rabb'ın seçtiği kral. Eğer Rabb'dan korkar, O'na hizmet eder, O'nun sözüne itaat eder ve O'nun emrine isyan etmezseniz, o zaman siz ve sizi yöneten kral Rabbiniz olan Allah'ın yolundan gitmeye devam edersiniz. Fakat, Rabbin sözüne itaat etmez ve onun emrine isyan ederseniz o zaman Allah'ın kudreti aynen babalarınız gibi, sizin de aleyhinize olacaktır. Bana gelince, Allah sizin için duâ etmeyi terketme günahından beni korusun. Bilakis ben size iyiyi ve doğru yolu öğreteceğim... Fakat siz günah işlemeye devam ederseniz, o zaman siz ve kralınız mahvolursunuz."[138]
Yukarıdaki alıntıdan anlaşıldığına göre Allah ve Peygamberi onların bir kral (melik) isteyişlerini hoş karşılamamıştır. "Allah Kur'an'da neden kral tâyin etmeyi yasaklamamıştır?" sorusunun cevabı ise basittir. Burada bu hikâye sadece müslümanların ders alması için ele alınmıştır. Bu nedenle krallığın yasaklanması veya desteklenmesi gibi bir mesele söz konusu değildir ve bu isteğin haklı mı, haksız mı olduğu konusuna değinmek anlamsız olacaktır. Burada tek amaç İsrailoğulları'nın dejenerasyonuna neden olan şeyleri, onların korkaklıklarını, nefse tapınmalarını ve disiplinsizliklerini ortaya koymaktır. Böylece mü’minler, bu tip zayıflıklara karşı uyanık olabileceklerdir.[139]
2/Bakara, 247:
Harbin nasıl kesinlik kazandığına gelince: Onlar öyle söylediler, o peygamberleri de onlara, Allah size Tâlût'u emir (hükümdar) olarak gönderdi, dedi. Buna karşı o topluluk, o bize karşı nerden hükümdar olacak? Yahut bizim üzerimize onun hükümdar olması nasıl olur? Hâlbuki biz, hükümdarlığa ondan daha lâyığız, hükümdar olmak, ondan daha çok bizim hakkımız, ona bir mal genişliği, bolluğu da verilmiş değil, diye itiraz ettiler. Cevap olarak o peygamber dedi ki: Allah onu seçip ayırarak üzerinize kesin bir şekilde tayin etti ve ona ilimde ve vücutta, maddi ve manevi birçok gelişmeler ve güç verdi. Vücutça iri, güçlü, kuvvetli, güzel; manevi bakımdan da din ilmi, siyaset, idare tekniği ve savaşta sizden yüksek yarattı. Fiilen hükümdarlık ve kumandanlık için esas olan şartlar da bunlardır. Yoksa varislik ve soy, asıl şart değildir.
Deniliyor ki İbrâni olan "Tâlût" ismi, Arapça maddesiyle de ilgili olarak kuvvet ve uzunlukta mübalağa mânâsını içermektedir. Bu bakımdan ilim ve vücut kuvvetine bir ünvan gibidir. Aslında ucme (yabancı) bir özel isimden ibaret olsa da Kur'ân, Arapça açısından mânâsına işaretle bunu bir genel kural hâlinde tarif ve tesbit etmiştir. Tâlût'un ismi Süryanice Sayil ve İbranice Savil bin Kays imiş. Demek ki Tâlût lakaptır.
Şimdi, biz dururken Allah bunu niye böyle yapmış mı denecek? Allah, mülkünü dilediğine verir. Mülkün sahibi o, asıl mülk (hükümranlık) O'nundur. Hükümranlığa kavuşanlar, asaleten değil, ondan vekâleten kavuşurlar. Hem Allah'ın rahmeti geniştir, o her şeyi bilir. Rahmet ve ihsanı çoktur, dilediğini yapar. Daraltmasını, genişletmesi takip eder. Fakiri, zengin kılar, mülksüze mülk verir, vereceğini vermek için de hiç bir kayıt ve şarta tabi değildir, bilgisizlikten münezzehtir, yücedir. Hükümdarlığa layık olup olmayanları, kimlere niçin ve n e kadar müddet vereceğini de bilir. Buna karşı, “Biz dururken mülkünü Tâlût'a niye verdi?” denemez. Ancak habere itimat edemeyecek kimseler, mantık açısından bu davanın önermesi (suğrâ) olan seçme meselesini (kaziyye), “ne mâlûm?” diye reddedip, delil isteyebilirler. Bunu tamamlamak için, Bir de peygamberleri onlara dedi ki:
2/Bakara, 248: Tâlût'un hükümdar olmasının görünürdeki alâmeti ve peygamberliğin mucizesi, size tabutun gelmesidir.
Tâbût: Sandık demektir. Bununla birlikte müracaat demek olan "tevb" maddesinden mübalağa sığası (kipi) olması bakımından dönüp dolaşıp gelinecek olan herkesin dönüş yeri meâlinde bir anlam da ifade eder. Bu tabuttan maksat da Tevrat sandığıdır ki Hz. Mûsâ'dan sonra İsrail oğullarının isyanıyla ellerinden çıkmış, (Allah tarafından) kaldırılmıştı. Haberciler demişlerdir ki: "Allah Teâlâ, Hz. Âdem'e bir tabut indirmiş, içinde çocuklarından gelecek peygamberlerin sûretleri (resimleri) varmış. Şimşir ağacından eni boyu üç iki (3x2) kadarmış. Âdem’in (a.s.) vefatına kadar yanında kalmış, ondan sonra birer evladı miras yoluyla devralmışlar, nihâyet Yakub’a (a.s.) intikal etmiş. Sonra İsrail oğullarının elinde kalmış, Musa’ya (a.s.) kadar gelmiş. Hz. Mûsâ, Tevrat'ı buna kor, savaş yaptığı zaman öne geçirir, İsrail oğullarının gönülleri b ununla huzur bulurdu. Vefatına kadar yanındaydı. Ondan sonra İsrail oğulları arasında elden ele geçti. Bir hususta muhakeme olacakları zaman buna müracaat ederler, aralarında hâkim olurdu. Savaşa gittiklerinde önlerinde götürürler ve bununla teberrük ederek (bereket umarak) düşmanlarına karşı zafer ümit ederlerdi. Melekler bunu askerin başında tutar, savaşa girişirler, sonra tabuttan bir ses işittikleri zaman gâlip geleceklerine kesin bilgi edinirlerdi. Ne zaman ki İsrail oğulları isyana başlamışlar, fesada düşmüşler, işleri çığırından çıkmış; Allah, başlarına Amalika'yı musallat etmiş, bunlar galip gelmişler, tabutlarını da almışlar, götürmüşler, bir pisliğe, bir tuvalete bırakmışlar. Cenab-ı Allah, Tâlût'u hükümdar yapmak isteyince Amalika'ya bir bela vermiş, hatta tabutun yanında abdest bozanlar basura tutulur olmuş, diğer taraftan ülkelerinden beş şehir de mahvolmuş, kâfirler bu belânın tabut yüzünden olduğu kanaatine varmışlar, onu çıkarmışlar, iki öküze yükletip koyuvermişler. Allah da bunun için dört melek görevlendirmiş, sürmüşler, Tâlût'un evine getirmişler. İşte İsrail oğulları, Tâlût'un hükümdarlığına delil istedikleri zaman peygamberleri, onun hükümdarlığının alâmetinin, tabutun gelmesi olduğunu söylemiş..."
Demek oluyor ki İsrail oğullarında tabut, mukaddes emanetlerden olup Hıristiyanlıktaki "haç" gibi bir mevkide tutulurmuş. Nitekim Hıristiyanların büyük haçları da buna benzer bir olay geçirmişti. Tabutun ta Hz. Âdem'den beri gelmesi, içi resimli bir sandık olması, bunun insanların babası olan Hz. Âdem olmasıyla uyumu güçtür; aynı zamanda bu yaygın haberleri düşünmeksizin hemen yalanlamak da haksız olacağından İbnü Abbas hazretlerinden rivâyet olunduğu üzere bunun zayi olmuş "Tevrat sandığı" olmasıyla yetinmek ve şu kadar ki bunu Hz. Mûsâ yaptırmış olmayıp, daha eski tarihi bir sandık olduğunu da kabul etmek uygun olacaktır. Bununla beraber Ragıb'ın naklettiği gibi, "Tabut, kalp; sekîne (huzur) ise ondaki ilimden ibarettir." de denilmiş. Çünkü kalbe: "İlmin düşüp biriktiği yer", "hikmet evi", "ilim tabutu", "ilim kabı", "ilim sandığı" isimleri de verilir. Gerçi bu, meşhur ve zahir olan görüşlere aykırı görünürse de onun gereği olan önemli iş'arî (işaret yoluyla çıkarılan) bir mânâ olduğu da inkâr edilemez. Buna göre meâlin özeti: Onun hükümdarlığının gerçek alâmeti, isyan ve gururla zayi olmuş ve sizi perişan etmiş olan kalbinizin yerine gelmesi ve hakikate iman ederek huzur ve sükünete ermenizdir. Gerçek delil, objektif olmaktan çok sübjektiftir. Siz, bozgunculuk düşüncesiyle zayi olmuş kalbinizi bulup, davayı bırakarak ona biat ettiniz mi (uydunuz mu) mesele biter. Aksi halde Allah'ın ona verdiği kudret ve vereceği başarı, size hükümdarlığını, karşısında aciz bırakarak kabul ettirir. İşte onun hükümdarlığına kesin delil, bu zahirî (açık) ve bâtınî (gizli) tabutun gelmesidir. O tabutta veya gelişinde Rabbinizden bir sekîne, Mûsâ ailesiyle Hârun ailesinin bıraktıklarından bir kalıntı vardır.
Sekîne: Aslında sukûnet gibi (sukûn) kökünden ve vakar, sebat, güven, gönül rahatlığı demektir ki dilimizde de sekinet (huzur) denir. Hafifliğin ve telaşın zıddıdır. Bir de tanınan ve kendisiyle huzur ve rahatlık hissedilen herhangi bir işarete, bir alâmete "sekine" denir. Meselâ bir ordu için sancak bir sekinedir. Burada bunun ne olduğu hakkında çeşitli rivâyetler vardır ki bazıları maddî ve bazıları manevîdir: Özel bir resim, hoş bir rüzgâr, konuşan ilâhî bir ruh, cennetten altın bir tas ki, içinde peygamberlerin kalpleri yıkanır, rahmet, levha kutusu, belirli bir âyet. Bunların özeti başlıca şöyle toplanmıştır:
1- Sekîne, İsrail oğullarında zebercedden veya yakuttan iki kanatlı ve kedi gibi başı ve kuyruğu bulunan bir resimmiş, bir inilti yaparmış, inledikçe tabutu alıp düşmana doğru giderler, durdukça dururlarmış.
2- Hz. A li'den: insan yüzüne benzer yüzü olan bir "rîh-i haffâfe = hoş, hafif bir rüzgâr."
3- Sekine, Hz. Mûsâ ve Hârun ile onlardan sonraki İsrail oğullarının peygamberlerine inmiş kitaplardan Cenab-ı Allah'ın, Tâlût ve askerlerine yardım ihsan edip, düşmanları savacağına dair bazı müjdeler.
4- Ne olduğu bilinmeyen bir şey.
Bakiyye: Bakıyyeye gelince; Diyorlar ki bu da levhaların kırıkları, Mûsâ'nın asası ve Tevrat'tan bir parça idi. Birinci mânâ üzere tabut'un, bir sakinlik sebebi olduğu da rivâyet edilmiştir.
Mânânın özü: O tabutta veya gelişinde size Rabbinizden bir sukûnet, bir gönül rahatlığı ve Musa ailesiyle Hârun ailesinden kalma kutsal şeylerden bir kalıntı vardır ki siz bununla huzur bulur, güven ve gönül rahatlığına erer, onlar gibi amel edersiniz, demek olur. Bu durumda tabut, içindekilerle kendisi bir sekinedir (rahatlıktır). "Peygamberler ne bir altın, ne bir gümüş miras bırakmamış, ancak ilim miras bırakmışlardır."[140] hadis-i şerifi gereğince peygamberlerden kalma yadigâr kalıntısı ise ilme, din ve şeriata ait şeyler olur.
Fakat bu kalıntıyı ve o sekine ve huzuru içeren tabut nasıl gelir? Onu melekler, Allah'ın elçileri, kuvvetleri getirir. Yerden getirir, gökten getirir, nasıl getirirse getirir, siz o tarafı düşünmeyin de gelirse bilin ki Tâlut hükümdardır. O tabutun gelişinde sizin için mutlaka bir gerçek alâmeti, ilâhî bir delil vardır. Eğer siz iman etmiş kimseler iseniz veya iman şanınızdan ise bu böyledir. Bu bölüm, şunu da gösterir ki iman ehline yaraşan, hafiflik değil, vakar (ağır başlılık) ve sakinlik, kararlılık ve gönül rahatlığıdır. Bunda da peygamberlerin mirasının, ilim ve dinin büyük önemi vardır. Mukaddes emanetlerin de kalbin kuvveti için bir feyiz ve bereketi bulunduğu inkâr edilmemelidir.[141]
2/Bakara, 248: “Peygamberi, onlara (şöyle) dedi: "Onun hükümdarlığının belgesi, size Tabut'un gelmesi (olacaktır)...” Kitab-ı Mukaddes Tabut'un ayrıntıları konusunda Kur'an'dan farklıdır, fakat buna rağmen ondan çok şeyler öğrenmemiz mümkündür.
İsrailoğulları Tabut'u, yani Tabut ahdini çok kutsal sayıyorlardı. Onlar bu Tabut sayesinde "Allah'ın gelip kendilerini düşman güçlerinden kurtaracağına" inanıyorlardı. Bu nedenle onun geri gelmesi İsrailoğulları'nı bu denli sevindiriyor ve cesaretlendiriyordu.
Tabut, Hz. Mûsâ (a.s.) ve Hz. Hârun'un (a.s.) evinin kutsal emanetlerini ihtiva ediyordu. Bunlar Hz. Mûsâ'ya (a.s.) Sina dağında verilen levhalardı. Bunun yanısıra Hz. Mûsâ'nın (a.s.) rehberliğinde yazılan ve Levilere verilen Tevrat'ın orijinal bir nüshası da vardı.
Tabut'ta, gelecek İsrail nesillerinin atalarına çölde lütfettiği nimetler için Allah'a şükretmelerini sağlamak üzere bir şişe de (kudret helvası) vardı. Büyük bir ihtimalle Allah'ın bir mucizesi olan Hz. Mûsâ'nın (a.s.) asası da bunlarla birlikteydi.
“Onu (tâbûtu) melekler taşımaktadır...” Burada Kur'an, muhtemelen I Samuel'in 4, 5, 6. bölümlerinde ele alınan olaya değinmektedir.
Rabbin Tabut'u İsrailoğulları'nın yaptığı bir savaşta Filistîlilerin eline geçti. İsrailoğulları cesaretlerini kaybetmişlerdi: "Tabut'un elden çıkmasıyla İsrailoğulları'nın şerefi kayboldu" diye bağırıyorlardı. Tabut yedi ay boyunca Filistîlerin elinde kaldı; fakat "Allah onlara büyük bir yük yüklediği" için Filistî şehirlerinde büyük bir panik başladı. Öyle ki: "İsrail Tanrısı'nın Tabut'u (sandık) bizde kalmamalı, çünkü O bize karşı çok acımasız" diye bağırmaya başladılar. Daha sonra Tabut'u İsrail'e geri göndermeye karar verdiler. "İki tane sığır alıp bir arabaya koştular. Ve sığırlar Beyt-Şemes yönüne doğru yol aldı."
Arabada sürücü olmadığına göre, araba Allah tarafından tayin edilen melekler vasıtasıyla İsrail'e doğru götürülüyordu.
2/Bakara, 249. “... Pek azı hâriç, hepsi o nehirden içtiler...” Bu nehir, Tâlût'un İsrail ordusu ile geçmek zorunda olduğu Ürdün nehri veya başka bir nehir olmalıdır. Tâlût toplulukta disiplin eksikliği olduğunu bildiği için, korkağı cesurdan, yetenekliyi yeteneksizden ayırdetmek için bu sınavı uygulamıştır. Bir müddet için susuzluklarını kontrol edemeyen kişilere, bir süre önce yenildikleri düşmanla karşılaştıklarında disiplini korumaları konusunda güvenilemeyeceği açıktır. Aynı sınamayı Tâlût'tan önce Gideon da yaptığı için Palmer ve Rodwell burada (249. âyet) Saul (Tâlût) ile Gideon'un karıştırılmış olduğu sonucuna varmışlardır. Bununla, aslında Kur'an'ın vahyî bir kitap değil Hz. Muhammed'in (s.a.s.) bir eseri olduğunu göstermek istiyorlardı. Bu iddia kendi kendisini çürütmektedir. Eğer iki benzer olaydan sadece biri Kitab-ı Mukaddes'te yer almışsa, bu kitapta yer almadığı için diğer olayın olmadığı anlamına gelmez. Bundan başka Kitab-ı Mukaddes'in İsrailoğulları'nın tüm tarihini eksiksiz bir şekilde ele aldığı da söylenemez. Kitab-ı Mukaddes'te değinilmeyen birçok olayın Talmud'da yer alması bunu ispatlamaktadır.
“Bugün Câlût’a ve askerlerine karşı gücümüz yok’ dediler.” Bu sözü söyleyenler, büyük bir ihtimalle bunlar nehir kıyısında sabredemeyen kimselerdi.[142]
2/Bakara, 249: Ne zaman ki bunlar tamam olup, Tâlût askerleriyle hareket etti, askerlerine hitaben şöyle dedi: Allah sizi mutlaka bir ırmakla imtihan edecektir. Dolayısıyla ondan her kim içerse benden değil ve her kim ona ağzını sürmezse o şüphesiz bendendir, benim askerlerimden veya beni sevenlerdendir. Ancak eliyle bir avuç alan içlerinden müstesna, bu kadarına ruhsat vardır. Doğrudan doğruya ağızla içmeye izin yoktur. Tâlût bir hükümdar sıfatıyla bu emri, bu talimatı vermişken ırmağa gelince askerlerin birazı hâriç, hepsi de ondan içtiler, emri dinlemediler.
Rivâyet olunuyor ki, bir adam bir avuç alır, kendine ve hayvanına yetermiş, fakat saldırıp içenlerin dudakları morarır, hararetleri artarmış. Bu bakımdan onlar ırmağın berisinde dökülüp kaldılar da Tâlût ile iman eden beraberindeki kimseler ırmağı geçince kalanlar geriden bu gün bizim Câlût ve askerleriyle savaşacak gücümüz yok dediler. Yahut bunlar değil de ırmağı geçmiş olan mü’minlerin zayıf kısmı düşmanın çokluğunu görünce, ümitsizliğe düşüp birbirlerine böyle söylediler. Çünkü mü’minlerin de imanda dereceleri farklıdır. Söylediler de ne oldu? Her halde Allah'a kavuşacaklarını bilen ve bunu bekleyenler, yani ölümden kaçmanın mümkün olmadığını, bugün bu savaşta ölmezse diğer bir gün mutlaka öleceklerini ve nihâyet Allah'ın huzuruna varacaklarını bilen, bundan dolayı da sözünde duran veya zafer ümidiyle ya şehid veya gâzi olmaya karar veren kesin iman sahipleri, nice defalar azıcık bir bölük, birçok bölüklere Allah'ın izniyle galip geldiler. Allah sabır ve sebat edenlerle beraberdir, dediler. Zayıfların kalplerine de kuvvet verdiler.
2/Bakara, 250: Ne zaman ki Tâlut ve beraberindeki bu mü’minler, Câlut ve askerlerine karşı savaş alanına çıktılar ve düşmanın çokluğunu ve hazırlığını gördüler, hepsi birden kalp kuvvetiyle Allah'a yalvarıp şöyle dediler: Ey Rabbimiz! Bize sabır yağdır, bizi sâbit kıl, ayaklarımızı denk ve yerinde tut, titretme, kaydırma, azim ve hedefimizden şaşırtma ve o kâfirler topluluğuna karşı bize yardım ve zafer ihsân et.
2/Bakara, 251: Bunun üzerine, çok geçmeden o kâfirleri Allah'ın izniyle bozdular ve Dâvud, Câlût'u öldürdü ve Allah ona -yani Dâvud'a- hükümdarlık, hikmet ve peygamberlik ihsan etti. Tâlût kendisine kızını vermiş ve daha sonra Arz-ı mukaddesin (Filistin ve Kudüs civarı) doğusunda ve batısında büyük bir devlete kavuşmuştu. İsrailoğulları, Dâvud'dan önce hiçbir hükümdarın etrafında bu kadar toplanmamıştı. Bunlardan başka ona daha dilediği bazı şeyler de öğretti. Bu cümleden olarak, demirleri yumuşatıp zırhlı elbiseler yapma sanatını ve başkalarının bilmediği kuşdilini, güzel nağmeleri ve diğerlerini öğretti ve işte o zalimlerin zulmüne rağmen bir azınlığın azim ve imanı, gayret ve duasıyla Allah Teâlâ böyle ümit edilmez büyük başarılar ihsan etti. Şimdi, buna karşı, iyi ama Allah savaşa hiç meydan vermese ve hükümetin baskısına müsaade etmese daha iyi olmaz mıydı, dememeli. Çünkü Allah insanların bazısını, bazısıyla savmasa veya müdafaa etmese, bozguncu ve saldırganları, ıslah ediciler ve mücahit l erle savıp barış ve düzen taraftarlarını, çocukları ve kadınları korumasaydı, yeryüzü bozulurdu, dünyanın menfaat ve düzeni dağılır, çoluk çocuktan, ilim ve sanattan, din ve imandan eser kalmazdı. Çünkü uzaklaştırıp karşı koyma kanunu olmasaydı, insanların çoğu, uyum içinde, itaatkâr ve boyun eğmiş bile olsa, saldırganların devamlı olarak hücumuna uğrarlar, çiğnenir, mahvolurlardı. Sosyal eşitlik bulunmaz, nihâyet herkes saldırgan olur; herkes saldırgan olur da, direnme de varsayılmazsa hepsi mahvolur. Cenâb-ı Allah, insanları irade sahibi olarak yaratmıştır ve böyle yaratması, sırf rahmet ve kudrettir. Fakat bu iradeler mutlak bırakılır da birbirleriyle ölçülü hâle getirilmez ve hiçbir direnişle karşılaşmazlarsa, çalışma zahmetine katlanmaz, önüne geleni çiğnemeye çalışır. Savunma ve karşı koyma olmayınca da saldırı, yolların en kısası ve doğru yol olmuş olur; o zaman da insan adına bir şey kalmaz, yeryüzünün düzeni bozulur. Fakat Allah, bütün âlemlere ve bu arada özellikle akıl sahipleri âlemine bütün b ir lütuf ve rahmet sahibidir. Bu fesada razı olmaz, o yeryüzünü imar edecek, üzerinde insanları lütuf ve ikramıyla yaşatacak, ebedî mutluluklara, yüksek mertebelere erdirecektir. Şu halde sonradan gelen fesat batıldır. Allah'ın istediği düzendir. Bu bakım d an düzenin, fesadı ortadan kaldırması için; düzen ve hayır sahiplerinin, bozgunculuk ve kötülük çıkaranları defetmesi lazımdır ve zaten karşı koyma ve savunma, bütün dünyada hak olan bir kanundur. İradeden, akıl ve şuurdan nasibini almayan yaratıklar, bu direnişlerini, Hakk'ın zorlamasıyla mecburen ortaya koyarlar. İstediğini, dilediğini yapanlarda bunun tatbikinin de akıl, irade ve imanlarıyla yapılması gerekir. İşte Allah, savaşı ve hükümeti bu hikmetle meşrû kılmış ve insanların bozguncu ve saldırgan kısmını, ıslahatçı kısmıyla defetmek ve güzel bir şekilde çalışacak korumak için emretmiştir. Düzen ve fazilet sahipleri, bu noktayı göz önünde tutmayıp ve savunma kaydıyla meşgul olmayıp da saldırganları serbest bırakacak olurlarsa, bütün güç onların eline geçer ve onlar da dünyayı ele geçirmek sevdasıyla yeryüzüne bozgunluk verecekler ve buna meydan verenler, sorumlu olacaklardır ki yukarda buna bir, "Ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın"[143] hatırlatması geçmişti.
Şu halde iki savaş vardır: Birisi ıslah savaşı, diğeri ifsad (fesat ve bozgunculuk) savaşıdır. İman ehline emredilen de Allah yolunda ıslah savaşıdır ki, bu da zulüm ve bozgunculuğun ve zulmün kaynağı olan küfür ve şirkin yok edilmesi ve genel barışı sağlamaktır. Düzene v e İslâma sahip çıkanlar, bunu yapmazsa, küfür ve bozgunculuk ortalığı kaplayacak; o zaman da insanlar, kökünden kazınıp kıyamet kopacaktır.
2/Bakara, 252: Ey Muhammed! Şunlar, binler kıssasından Dâvud kısmına kadar olan şu kıssalar, Allah'ın ibret alınacak âyetleridir. Biz bunları sana her türlü şüphe ve hatadan, bozup değiştirme ve yanlış kuşkusundan uzak, sırf hak ve gerçek olarak okuyoruz, Cebrail ile sana devamlı bir şekilde okuyoruz. Sen de gerçekten mutlaka gönderilmiş olan resullerdensin, o büyük peygamberlerden birisin. Bunu bil, vazifeni yap.[144]
2/Bakara, 251: “Dâvud Câlût'u öldürdü. Allah da ona mülk ve hikmet verdi; ona dilediğinden öğretti.” Kitab-ı Mukaddes'e göre Dâvud o zaman genç bir delikanlıydı. Şans eseri olarak Filistîlerin şampiyonu olan Câlut İsrailoğulları'nı tehdit ettiğinde Tâlût'un ordusu içindeydi. Câlût şöyle diyordu. "İsrail kuvvetlerine meydan okuyorum. Bir adam çıkarın karşıma da onunla dövüşeyim." Bunu duyan İsrailoğulları'nın cesareti kırılmıştı; fakat Dâvud, Tâlut'a: "Onun böyle dik başlılık etmesine izin vermeyin, bırakın hizmetkârınız gitsin ve Filistînlilerle savaşsın" dedi. Tâlût izin vermedi, fakat Dâvud ısrar edince kabul etti. Câlut onu görünce gençliğiyle alay etti ve: "Gel de senin etini gökteki kuşlara ve dağlardaki hayvanlara yedireyim" dedi. Buna cevap olarak Dâvud şöyle dedi: "Allah seni benim ellerime teslim edecek ve bütün dünya İsrail'in bir Allah'ı olduğunu anlayacak. Hatta bütün buradakiler Allah'ın kılıç ve mızrakla korunmadığını öğrenecekler... Savaş O'nun elindedir; O, seni bize teslim edecek." Daha sonra Dâvud onu öldürdü ve İsrailoğulları arasında çok meşhur oldu. Tâlut kendi kızını onunla evlendirdi. Ve Dâvûd Tâlût'tan sonra İsrail'in meliki (kral) oldu.[145]“Eğer Allah'ın, insanların bir kısmı ile bir kısmını def'i (engellemesi) olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada uğrardı.” Yeryüzünde barış ve düzeni korumak amacıyla Allah farklı grup, millet ve partilerin belli bir sınıra kadar güç kazanmalarına izin verir. Fakat onlar bu sınırları aşarlarsa, o zaman onların gücünü kırar ve yerlerine yenilerini getirir. Eğer Allah bir milletin veya bir grubun sonsuza dek hâkimiyette kalmasına izin verseydi, o zaman Allah'ın arzı karışıklık ve düzensizliklerle dolardı.[146]
Dilleriyle Savaş İstedikleri Halde, Savaştan Kaçanlar
"Görmedin mi?..."[147] Sanki şu anda olmakta olan bir olaydan ve gözler önünde cereyan eden bir manzaradan söz ediliyor. Yahudi ileri gelenlerinden ve sözü geçenlerinden bir grup aralarında toplanıp peygamberlerinden birine başvuruyorlar. Bu peygamberlerin adı belli değil. Çünkü kıssanın amacı, konusu o peygamber değil. Onun adının söylenmesi kıssanın vermek istediği mesaja hiçbir şey katmıyor. İsrâiloğulları'na uzun tarihleri boyunca birbirinin peşi sıra çok sayıda peygamber geldi. İşte sözünü ettiğimiz seçkin yahûdi önderleri, aralarında toplanıp bu peygamberlerinden birine başvurdular ve ondan komutası altında "Allah yolunda" savaşacakları bir hükümdar belirleyip başlarına getirmesini istediler.
Onların ağzından çıkan bu savaşın karakterini tanımlayıcı "Allah yolunda" sözü kalplerindeki inanç coşkunluğunu, vicdanlarındaki iman uyanıklığını, kendilerinin haklı bir inancın savunucuları, düşmanlarının ise batıl yanlısı, sapık kâfirler olduklarının bilincinde olduklarını, Allah yolunda cihad etmek için önlerindeki yolun kafalarında belirgin olduğunu kanıtlar.
Bu algı belirginliği, bu idrak kesinliği zafere giden yolun yarısıdır. Buna göre kendisinin hak yolda, buna karşılık düşmanın batıl yanlısı olduğu, mü’minin zihninde belirgin bir biçimde yer etmesi; hedefin, yani Allah yolunda olduğu gerçeğinin kafasında mutlaka soyutlanıp kavramlaşması gerekir. Düşünceleri nereye gittïğini bilmesini engelleyecek bir kavram kargaşasının egemenliği altında olmamalıdır.
Peygamberleri de onların azimlerinin gerçekliğinden, niyetlerinin sağlamlığından, bu ağır görevi yerine getirmekte kararlı, önüne getirdikleri teklifte ciddi olup olmadıklarından emin olmak istemişti: "Peygamberleri onlara; ‘Ya eğer size savaşmak farz kılındığında bu emre karşı gelirseniz?’ diye sordu." Acaba savaşmak size farz kılınırsa bundan kaçma ihtimaliniz yok mu? Şimdi bu bakımdan serbest ve rahatsınız. Ama eğer isteğiniz kabul edilir de savaşmanız karara bağlanırsa, o zaman savaş, hesabınıza yazılmış bir farz olur ve artık bu karardan dönemezsiniz.
Bu, peygambere yaraşacak bir konuşma tarzıdır; bu üsteleme, ısrarlı vurgulama peygamberlere lâyık bir vurgulamadır. Peygamberlerin sözlerinin ve emirlerinin tereddüt, oyalanma ve erteleme konusu olması câiz değildir.
Bu noktada ayaklanma coşkusunun derecesi yükseliyor. Çünkü Peygamber ile görüşmeye gelen heyetin mensupları kendilerini savaşmaya sürükleyen sebepler arasında savaşmayı tereddüt götürmez, kesin bir zaruret haline getiren gerekçeler bulunduğunu belirtiyorlar: "Yurdumuzdan ve çocuklarımızdan ayrı düşürüldüğümüze göre niye savaşmayalım ki?" dediler.
Meselenin zihinlerinde belirgin olduğunu, vicdanlarında karara bağlandığını görüyoruz. Düşmanlar, Allah'ın ve O'nun dininin düşmanlarıdır, bu düşman onları yurtlarından çıkarıp evlâtlarını tutsak yapmıştır. Buna göre bu düşmana karşı savaşmak gereklidir. Önlerinde tek yol vardır ki, o da savaşmaktır. Bu karardan ve bu mücadeleden geri dönmeyi gerektirecek hiçbir sebep yoktur.
Fakat düşmanın ortada görünmediği tehlikesiz dönemde verdikleri bu kararda uzun süre sebat edemediler, zira savaşla yüz yüzeydiler artık; "Fakat savaşmak kendilerine farz kılınınca az bir kısmı hâriç, çoğu sözlerinden döndüler." Gerçi burada yahûdilerin öteden beri bilinen köklü bir huyu ile karşılaşıyoruz. Onlar sık sık sözleşmelerini tek taraflı olarak bozarlar, verdikleri sözlerden cayarlar, liderlerine itaat etmezler, düzen tanımazlar, yükümlülüklerinden kaçarlar herhangi bir konuda ortak bir karara varamazlar ve apaçık gerçeklerden yüz çevirirler. Fakat bu tutum imana dayalı eğitimde olgunluk düzeyine yükselmemiş bütün toplumların, hatta bütün insanlığın ortak özelliğidir. Bu huy ancak imana dayalı, yüksek düzeyli, uzun vadeli, köklü ve etkin bir eğitimle değiştirilebilir. Bundan dolayı çetin bir yola girmeye azmedenler bu konuda son derece dikkatli olmalı, sarp yollara girecekleri sırada bu faktörü hesaba katmalıdırlar. Yoksa insan mayasındaki zorluk anında kaçma huyu sürpriz olarak karşılarına çıkarsa işlerini daha da zorlaştırır. Özellikle içgüdülerinin tutsaklığından kurtulamamış, herhangi bir potada pişerek bu zararlı unsurlardan arınamamış toplumlarda bu olumsuz tepki, beklenen bir tutumdur. Ancak hakkı ortada bırakıp geri dönenler Allah'ın şu uyarı ve tehdidini de göze almadılar: "Hiç kuşkusuz Allah zâlimlerin kimler olduğunu bilir."
Bu cümle savaşmayı istedikten sonra ve daha bilfiil savaşa girişmeden önce bu görevden kaçan çoğunluğu azarlar ve onları zalimlikle suçlar niteliktedir. Bu çoğunluk, hem kendilerine hem peygamberlerine ve hem de gerçek olduğunu bile bile onun batıl yanlarının boyunduruğu altında kalmasına göz yumdukları hakka karşı zâlimlik etmiştir.
Bir grup insan düşünelim ki, bunlar kendilerinin hak yolda ve düşmanlarının batıl, eğri yolda olduğunu biliyorlar. Tıpkı burada sözkonusu olan yahudi heyeti gibi. Arkasından bunlar peygamberlerinden "Allah yolunda" savaşmak amacıyla başlarına bir komutan görevlendirmesini istiyorlar. Sonra da cihaddan kaçarak gerçek olduğuna iman ettikleri hakkın batıl karşısında kendilerine yüklediği savaşma görevini yerine getirmiyorlar. Bunlar zulümlerinin cezasına çarpılmaları kaçınılmaz olan zalimlerdir. "Allah zâlimlerin kimler olduğunu bilir."
"Peygamberleri onlara; Allah size hükümdar olarak Tâlût'u gönderdi' deyince, ‘O bize nasıl hükümdar olabilir? Hükümdarlık bize ondan daha çok yakışır. Çünkü ona bol servet verilmiş, değildir' dediler. Peygamberleri onlara; Allah onu hükümdar olarak seçerek başınıza getirdi, Ona bilgi ve vücut gücü bakımından üstünlük bağışladı' dedi. Allah mülkünü (egemenlik yetkisini) dilediğine verir, Allah'ın lütfu geniştir ve O, her şeyi bilir.”[148]
Burada görülen ısrarlı karşı koyma, İsrâiloğulları'nın bu sûrede sık sık değinilen bir özelliğini ortaya koyuyor. Bilindiği gibi onlar, sancağı altında savaşacakları bir hükümdarları olsun istemişlerdi. Yine bilindiği gibi açıkça "Allah yolunda" savaşmak istediklerini belirtmişlerdi.
Fakat aynı kişiler hararetle istedikleri ve onayladıkları Allah'ın kendileri için uygun gördüğü ve Peygamberleri aracılığıyla bilgilerine sunduğu tercihe karşı çıkıyorlar, bizzat yüce Allah tarafından başlarına getirilen Tâlût'un hükümdar olmasını içlerine sindiremeyerek ona itiraz ediyorlar. Niçin? Çünkü onların düşüncelerine veraset gerekçesiyle hükümdarlığa kendileri daha layıktır. Çünkü Tâlût eski yahudi hükümdarların soyundan gelmiyordu! Üstelik serveti de yoktu ki kendisine verilen liyakat önceliğine göz yumsunlardı. Bütün bunlar, yahûdilerin tarih boyunca vazgeçmedikleri bilinen karakteristik huyları olduğu gibi aynı zamanda sapık düşüncelerini ve kavram kargaşası içinde olduklarını da açığa vurucu özelliklerdir.
Peygamberleri onlara, Tâlut'un liyakat önceliğine sahip olduğunu ve Allah'ın ne hikmetle onu tercih ettiğini açıklıyor: "Peygamberleri onlara; ‘Allah onu hükümdar olarak seçerek başınıza getirdi, ona bilgi ve beden gücü bakımından üstünlük sağladı’ dedi. Allah mülkünü (egemenlik yetkisini) dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir ve O, her şeyi bilir." Tâlut, doğrudan doğruya Allah'ın seçtiği bir kişidir. Bu onun için bir liyakat gerekçesidir. Bunun yanı sıra Allah ona bilgi ve beden gücü bakımından üstünlük sağlamıştır. Bu da onun için bir başka liyakat gerekçesidir. Ayrıca Allah "Mülkünü, egemenlik yetkisini dilediğine verir." Çünkü mülk, O'nundur, onu dilediği gibi kullanma yetkisi kendisine aittir, buna göre kulları arasından kimi isterse onu seçer. Yine Allah "engin kerem sahibi ve her şeyi bilen"dir. Ne hazinesinin bekçisi ve ne de bağışlayıcılığının sınırı vardır. Bunun yanında O, neyin hayırlı olduğunu ve işleri nasıl düzenleyeceğini herkesten iyi bilir.
Bu uyarılar ve öğütler, aslında insan kafasındaki kavram kargaşasını düzene koyduracak ve düşüncelerdeki yanılgıyı ortadan kaldıracak nitelikte ve yeterliliktedirler. Fakat önemli bir savaşın eşiğinde olan yahûdilerin karakter yapılarındaki olumsuzlukları bu yüce gerçekler tek başına düzeltmeye yetmez. Onların karakter yapısındaki bu olumsuzlukları peygamberleri de biliyor. Onlara, kalplerini sarsarak, güvene ve kesin kanaate vardıracak açık bir mucize göstermek gerekir:
“Peygamberleri onlara dedi ki; ‘Tâlût'un hükümdarlığının belirtisi, size meleklerin taşıdığı bir sandığın gelmesidir. Bu sandıkta Rabbinizden size yönelik bir huzur ile birlikte Musa ve Hârun ailelerinin geride bıraktıkları bazı önemli eşyalar vardır. Eğer mü’min kimseler iseniz, bu sizin için kesin bir belirtidir.”[149]
Yahudiler, çöldeki perişanlık dönemlerinden ve Hz. Mûsâ'nın ölümünden sonra peygamberleri Hz. Yuşa'nın (Allah'ın selâmı her ikisi üzerine olsun) liderliği altında mukaddes topraklara egemen olmuşlardı. Fakat bir süre sonra düşmanları kendilerini bu topraklardan sürüp çıkarmış ve bu arada Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun'un oğullarından gelen peygamberlerinin geride bıraktıkları değerli eşyaları içeren bir sandıkta somutlaşan kutsal emanetlerine de el koymuşlardı. Bir rivâyete göre bu sandıkta yüce Allah'ın Tur dağında Hz. Mûsâ'ya vermiş olduğu levhaların kopyaları saklı idi. Peygamberleri onlara, belirti olarak Allah'tan kaynaklanan ve gözleri ile görecekleri bir mucize göstermeyi ve bu amaçla sandukanın, üstelik "melekler tarafından taşınarak" önlerine getirilmesini uygun gördü; bu sandukanın bu şekilde önlerine getirilmesi onların kalplerini huzur ve güvenle dolduracaktı. Arkasından da onlara "Eğer mü’min kimseler iseniz, bu mucize, Tâlût'un Allah tarafından seçilmiş olduğunu kanıtlamaya yeterli bir delildir" diyecekti.
Âyetin akışından anlaşıldığına göre bu olağanüstü olay, gerçekten meydana gelmiş ve yahûdi ileri gelenlerinin kuşkularını dağıtarak peygamberlerinin sözlerine kesinlikle inanmalarını sağlamıştı.
Daha sonra Tâlut, cihad farzını terk etmeyen daha yolun başında peygamberleri ile yaptıkları sözleşmeyi çiğnememiş olanlardan ordusunu oluşturdu. Kur'an-ı Kerim, kıssa anlatımında kullandığı her zamanki üslubu uyarınca burada iki tablo arasında bir boşluk bırakıyor ve doğrudan doğruya aşağıdaki tabloyu sunuyor. Bu tabloda Tâlût, ordusu ile sefere çıkmıştır: “Tâlut, ordusu ile birlikte sefere çıkınca askerlerine dedi ki;;9llah sizi bir ırmak aracılığı ile sınavdan geçirecek. Kim bu ırmağın suyundan kana kana içerse benden değildir. Kim onun suyundan içmez de sadece bir avuç dolusu ile yetinirse o bendendir. Askerlerin az bir kısmı dışında çoğu bu ırmaktan su içtiler. Bir süre sonra Tâlût, yanında kalan mü’minlerle birlikte o ırmağı geçince, askerlerin bir kısmı "Bugün bizim Câlût ve ordusu ile başa çıkacak gücümüz yok." dediler. Fakat Allah'ın huzuruna çıkacaklarına kesinlikle inanmış olanlar "Allah'ın izni ile nice az sayılı topluluk, nice kalabalık topluluğu yenilgiye uğratmıştır."dediler. "Hiç kuşkusuz Allah, sabırlılarla beraberdir."[150]
Burada yüce Allah'ın bu kişiyi hükümdar seçmesinin hikmeti somut biçimde ortaya çıkıyor. O, adım adım savaşa doğru ilerliyor. Komutası altındaki ordu, tarihinde birçok kez bozgunu ve ezikliği tatmış mağlup bir milletten oluşmuş, bir süre sonra da galip bir milletin ordusu ile karşılaşacak. O halde, ordusunun vicdanında gizli bir güç bulunmalıdır ki, onun sayesinde karşılaşacağı üstün ve güçlü ordu karşısında durabilsin. Bu gizli güç olsa olsa irâdede bulunabilir. Nefsin arzularını ve içgüdülerini denetim altına alan, mahrumiyetlere ve sıkıntılara dayanan, zaruretlerin ve ihtiyaçların üstesinden gelen, itaati elden bırakmayan, bunun getireceği yükümlülüklere katlanan ve böylece ardarda gelecek sınavları başarı ile aşan bir iradedir onun aradığı.
O halde Allah tarafından seçilmiş olan komutan, ordusunun iradesini, direnme gücünü ve sabırlılık derecesini mutlaka denemeli, sınavdan geçirmelidir. İlk önce, ordusunun isteklere ve arzulara karşı ne kadar dayanabildiğini, ikinci aşamada da yokluklara ve sıkıntılara karşı ne derece sabırlı olduğunu deneyecektir. Bu yüzden rivâyetlerin verdikleri bilgiye göre Tâlût, askerlerinin susuz oldukları bir sırada bu denemeyi yapmayı uygun gördü. Böylece kendisi ile birlikte kalıp sabredecek olanlar ile rahatını tercih edip geri dönecek olanları ayırt edebilecekti. Deneme sonunda ileri görüşlülüğü ortaya çıktı: "Askerlerinin az bir kısmı hâriç, çoğu bir ırmağın suyundan içtiler."
Kana kana içtiler. Oysa isteyenlere, ırmağın suyundan bir avuç dolusu olarak aşırı susuzluklarını gidermeleri ve böylece ordudan ayrılmak isteğinde olmadıklarını kanıtlamaları serbest bırakılmıştı. Ordunun çoğunluğu sırf nefislerinin isteklerine boyun eğerek söz dinlemedikleri için ondan ayrıldılar. Ondan ayrıldılar, çünkü onun ve kendilerinin omuzlarına yüklenen görev için yeterli kimseler değillerdi. Onların düşmanla yüz yüze gelmenin eşiğinde olan ordudan ayrılmaları hayırlı ve tedbirliliğe uygun bir olaydı. Çünkü orduda zayıflık, moralsizlik ve bozgunculuk tohumu oluşturuyorlardı. Orduların gücü, asker sayılarının kalabalıklığı ile değil, bu askerlerin kalplerinin dirençlilik derecesi ile, iradelerinin kesinliği ile, yolundan sapmaz ve sarsılmaz imanları ile ölçülür.
Bu tecrübe sadece kalplerde gizli olan niyetlerin yeterli olmadığını, savaşa girmeden önce ordunun pratik bir sınavdan geçirilerek, bu yolda kaçınılmaz gerçekleri daha baştan ortaya çıkarıp tavrını ona göre belirleme gereğini ispatladı. Bunun yanı sıra bu tecrübe, Allah tarafından seçilen komutanın cevherinin de dayanıklı olduğunu, çünkü ilk tecrübe sırasında ordusunun dökülüşü yüzünden sarsılmayarak yoluna devam ettiğini kanıtladı.
Gerçi bu tecrübe, Tâlût'un ordusunu faydadan çok zararı olacak askerlerden arındırmıştı, ancak aşılması gereken tecrübeler henüz sona ermiş değildi: "Bir süre sonra Tâlût, yanında kalan mü’minler ile birlikte o ırmağı geçince askerlerin bir kısmı; ‘Bugün bizim Câlût ve ordusu ile başa çıkacak gücümüz yok' dedi."
Sayıları çok azalmıştı. Üstelik Câlût komutasındaki düşmanlarının güçlü ve sayıca kalabalık olduğunu biliyorlardı. Yukarıdaki sözü söyleyenler mü’mindi, peygamberleri ile yaptıkları sözleşmeyi bozmamışlardı. Fakat burada gözleri ile gördükleri somut realite ile karşı karşıya idiler ve bu realiteye karşı koyacak güçleri olmadığını algılıyorlardı. İşte şimdi belirleyici tecrübeye, nihai sınava sıra gelmişti. Bu tecrübe gözle görünen somut realiteden daha büyük bir gücü üstün tutmaktı. Bu sınavı ancak eksiksiz imana sahip olarak kalpleri ile Allah arasında sıkı ilişki olanlar, insanların somut durumlarından edindikleri ölçüleri bir yana bırakarak imanlarının realitesi sayesinde edinilmiş yeni ölçüleri olanlar başarı ile aşabilirdi!
İşte bu denemede bir avuç mü’min grup ortaya çıktı. Sayıca az, fakat seçkin grup. İlâhî ölçülere sahip olan küçücük grup: "Fakat Allah'ın huzuruna çıkacaklarına kesinlikle inanmış olanlar; ‘Allah'ın izni ile nice az sayılı topluluk, nice kalabalık topluluğu yenilgiye uğratmıştır. Allah sabırlılarla beraberdir.' dediler." İşte böyle... "Nice az sayılı topluluk, nice kalabalık topluluğu yenilgiye uğratmıştır." Dikkat edilirse çokluk ifade eden bir üslup ile karşı karşıyayız; başka bir deyimle tek-tük görülen, istisnai bir durum değil söz konusu olan. İşte Allah'a kavuşacaklarından kuşku duymayanların algıladıkları kural budur. Kural bu mü’min grubun az sayılı olmasıdır. Çünkü bu küçük grup, sıkıntı merdiveninin basamaklarından bir bir çıkarak seçilme ve kalburüstünde kalma mertebesine ulaşmış kimselerden oluşur. Fakat galip gelecek olan da bu gruptur. Çünkü o merkezi güç kaynağı ile sıkı ilişki halindedir; çünkü üstün ve galip gücü, Allah'ın gücünü temsil ediyor. O Allah-ki, iradesi tartışmasız, kulları üzerinde kesin egemenliğe sahip, zorbaların belini kıran, zalimlerin burnunu yere sürten ve kendini beğenmişleri kahredendir.
Onlar "Allah'ın izni ile" derken elde edecekleri bu zaferi Allah'a dayandırıyorlar ve "Allah sabırlılar ile beraberdir" derken de bu zaferi gerçek sebebine bağlıyorlar. Böylece de hak ile batılı birbirinden kesinlikle ayıracak hak savaşının Allah tarafından seçilmiş erleri olduklarını kanıtlamış oluyorlar.
Kendimizi hikâyenin akışına bırakıyoruz. Ve... Allah'a kavuşacağına kesinlikle inanan, tüm sabırlılığını bu buluşmanın kesinliğine dair beslediği imandan alan, tüm gücünü Allah'ın izninden alan, tüm inanç kesinliğini Allah'a güveninden ve Allah'ın sabırlıların yanında olduğu gerçeğinden alan bu bir avuç grup...
İşte az sayılı ve zayıf olmasına rağmen, düşmanın sayılı üstünlüğünün ve gücünün kalbindeki güveni sarsamadığı bu güvenle, sabırlı, kararlı küçücük grup, savaşın sonucunu belirleyen etkin güç oluyor. Bu inanılmaz başarıya, yüce Allah ile arasındaki taahhüdü yenileştirdikten, kalbi ile O'nun dergâhına yöneldikten, savaşın korkunç dehşeti karşısındayken zaferi sırf O'ndan dilemesinden sonra ulaşıyor:
“Tâlût ve askerleri, Câlût ve ordusu ile karşılaştıklarında; ‘Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sabit kıl ve kâfirlere karşı bize zafer nasip eyle' dediler. Derken, Allah'ın izni ile onları bozguna uğrattılar ve Dâvud, Câlût'u öldürdü. Arkasından Allah, Dâvud'a hükümdarlık (egemenlik) ve bilgelik (hikmet) verdi; kendisine dilediği bazı bilgileri öğretti. Eğer Allah, bazı insanların şerrini diğerleri aracılığı ile savmasaydı, yeryüzünü kargaşa kaplardı. Ama Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir.”[151]
İşte böyle... "Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır." Bu ifade sabır tablosunu Allah'tan gelen feyze benzeterek tasvir ediyor. Allah, bu feyzini o kahramanların üzerine yağmur gibi yağdırarak kendilerini onunla çepeçevre kuşatıyor, bu feyiz yağmuru onların kalplerini huzur, güven, dehşete ve sakıntıya tahammül gücü ile dolduruyor “Ayaklarımızı sâbit kıl.” Bu, Allah'ın elinde olan bir şey. Dilerse onların yere basan ayaklarını sabit tutar, onları titretmez, kaydırmaz ve sarsmaz. "Kâfirlere karşı bize zafer nasip eyle." Artık durum iyice aydınlandı, belirginleşti. Ortada küfrün karşısına çıkmış bir iman, batılın önüne dikilmiş bir hak; mü’min dostlarına, düşmanı olan kâfirler karşısında yardım etsin, zafer nasip etsin diye Allah'a yöneltilen bir dua var. Vicdanlarda tereddüt; düşüncelerde karmaşıklık, amacın sağlıklılığından ve yolun belirginliğinden şüphe yok.
Savaş, bu kahramanların bekledikleri ve inandıkları gibi sonuçlandı. "Derken, Allah'ın izni ile onları bozguna uğrattılar." Âyet "Allah'ın izni ile" diyerek bu cümleciğin ifade ettiği gerçeği vurguluyor, pekiştiriyor. Bu gerçeği mü’minlere öğretmek, ya da buna ilişkin bilgilerini güçlendirmek istiyor. Şu evrende meydana gelen tüm gelişmelerin mahiyetine ve bu gelişmeleri meydana getiren gücün kimliğine ilişkin eksiksiz düşünceyi iyice belirginleştirmeyi amaçlıyor.
Mü’minler bu gücün önündeki perdedirler. Allah onlar aracılığı ile dilediğini yapıyor, tercihini yürürlüğe koyuyor. "O'nun izni ile"; olup bitenlerde aslında onların bir rolü yok. Kullandıkları güç ve enerji aslında onlara ait değil. Allah onları meramını yürütmek için seçiyor, aslında O'nun dilediği, O'nun izni ile onların eli ile oluyor. Bu gerçek, mü’minin kalbini barış, güven ve kesin imanla dolduracak nitelikte bir ilkedir. Zira o, Allah'ın kuludur. Onun, Allah'ın seçtiği rolü oynaması, Allah'ın karşı durulmaz takdirini uygulama alanına geçirmesi, Allah'ın ona yönelik bir keremi, bir bağışıdır. Sonra da onu -istediğini yapabilme şerefinin arkasından- sevaplandırma, ödüllendirme payesi ile onurlandırıyor. Eğer Allah'ın lütfu olmasaydı o bir şey yapamazdı, eğer Allah'ın keremi olmasaydı sevap elde edemezdi, ödül kazanamazdı. Bunun yanı sıra o gayesinin soyluluğundan, amacının arılığından ve yolunun temizliğinden emindir. Çünkü bütün bu olup-bitenlerde hiçbir art maksadı yoktur; o sadece meramını mutlaka gerçekleştiren Allah'ın hayırdan ibaret olan dileğinin yürürlüğe koyucusudur. O bütün bunları iyi niyeti ile, itaat etmeye yönelik kararlılığı ve samimi olarak Allah'a yönelişi ile hak etmiştir.
Âyetin devamında Hz. Dâvud'un (a.s.) rolü belirtiliyor: "Dâvud, Câlût'u öldürdü." Dâvud, İsrailoğulları'ndan genç bir delikanlı, buna karşılık Câlût, güçlü bir hükümdar, herkesin yüreğine korku salan bir komutan idi. Fakat o sırada yüce Allah istedi ki, İsrailoğulları olayların, dış görünüşlerine göre değil, asıl mahiyetlerine göre geliştiklerini, yakından görsünler. Olayların asıl mahiyetlerini yalnız Allah biliyordu, bunların akibetlerini belirlemek sadece O'nun elinde idi. Buna göre kullara sadece görevlerini yerine getirmek, Allah'a verdikleri sözleri tutmak düşüyordu. Sonra Allah neyi diledi ise O'nun dilediği biçimde oluyordu.
Nitekim Yüce Allah Câlut adındaki kan içici zorbanın ölümünün -ileride Hz. Dâvud olacak- bu genç delikanlının eliyle olmasını dilemiş, böylece yüreklere korku salan zalimlerin, Allah öldürülmelerini dileyince genç delikanlılar tarafından yere serilecek derecede zayıf kimseler olduklarını insanlara göstermek istemişti.
Bu olayın arkasında Allah tarafından amaçlanan, murad edilen bir başka gizli hikmet daha vardı: Yüce Allah Hz. Dâvud'un, Tâlût'tan sonra hükümdar olmasını, arkasından da yerine oğlu Hz. Süleyman'ın geçmesini ve Hz. Süleyman döneminin, yahudilerin uzun tarihleri içinde "Altın dönem"leri olmasını takdir etmişti. Bu altın dönem, uzun bir sapıklık, Allah'a karşı verilen taahhütleri çiğneme ve perişanlık döneminin arkasından yahudilerin vicdanlarında parıldayan inanç ateşlenmesinin, inanç gerekçeli ayaklanmalarının mükâfatı olarak kendilerine sunulmuştu: "Arkasından Allah, Dâvud'a hükümdarlık (egemenlik) ve bilgelik (hikmet) verdi, kendisine dilediği bazı bilgileri öğretti."
Hz. Dâvud aynı zamanda peygamber olan bir hükümdardı. Kur'an-ı Kerim'in başka sûrelerinde verilen ayrıntılı bilgilere göre yüce Allah ona başta zırh olmak üzere çeşitli savaş araçları yapmayı öğretmişti. Burada ise âyetlerin akışı, yukardaki kıssanın tümünde güdülen bir başka amaca yöneliyor. Hikâyenin bu şekilde son bulduğu, yani nihaî zaferin maddi güç yerine Allah'a güvenen inanç tarafından, sayı çokluğunun oluşturduğu kuru kalabalık yerine özüne saygı besleyen irade tarafından kazanıldığı ilân edilince, tam bunun arkasından bu kuvvetler arasındaki çatışmanın yüce amacı açıklanıyor. Bu yüce gaye savaş ganimetleri, yağmalar, ünvanlar ve görkemli törenler değildir. Bu yüce gaye, yeryüzünde dirlik ve huzur sağlamak, kötülüğe karşı kavga vererek iyiliği, hayırlıyı egemen kılmak, iktidara getirmektir: "Eğer Allah bazı insanların şerlerini, diğerleri aracılığı ile savmasaydı, yeryüzünü kargaşa kaplardı."
Âyetin bu kısacık bölümünde yeryüzünde hüküm süren kuvvetler çatışmasının, güç odakları arasındaki yarışın; insan çabasının coşkun, dalgalı ve çağıltılı hayat selinin akıntısına kapılarak sürüklenişinin gerisindeki ilâhi hikmetin iyice belirgin hale gelmesi için kişiler ve olaylar sahneden çekiliyor, gözlerden kayboluyor. Burada üzerinde karınca sürüleri gibi insan kaynayan uçsuz-bucaksız hayat alanı gözler önüne seriliyor. Bu insan kalabalıkları kesintisiz bir karşılıklı savunma, yarışma ve aralarında itişerek hedefleri peşinde koşuşma halindedirler. Bütün bu olup bitenler süreci içinde o yüce, hikmet sahibi ve önceden tasarlayıcı (mudebbir) el, bu kalabalıkların tümünün iplerini elinde tutarak aralarında çatışan, yarışan, itişen insan yığınlarını son aşamada hayra, dirliğe, yapıcılığa ve gelişmeye doğru yönlendiriyor.
Eğer Allah kötü insanların kötülüğünü, başka birtakım insanlar aracılığıyla savıp önlemeseydi hayat bozulur ve yaşanmaz hale gelirdi. Bunun yanı sıra eğer insanlar arasında Allah tarafından öyle yaratılan fıtrî yapılarının gereği olarak menfaat ve kısa vadeli, yüzeysel amaçlar çatışması olmasaydı, bütün enerji birimleri özgür biçimde yarışmaya, yenişmeye ve karşılıklı meşru savunmaya girişir, böylece insanlar tembelliği ve aylaklığı üzerinden silkeleyip atar, potansiyel enerji kaynaklarım tam kapasite ile harekete geçirir, sürekli biçimde uyanık, faal, yeryüzünün üstündeki ve altındaki kaynakları ortaya çıkarma, onun çeşitli güçlerini ve gizli hazinelerini keşfedip kullanma çabasını harcar durumda olurdu.
Gerçi son aşamada dirlik, huzur, hayır ve gelişme gerçekleşir. Fakat bu olumlu gelişmelerin görülebilmesi için iyilik yanlısı, doğru yol yolcusu ve fedakâr bir cemaatin, sıkı dayanışmalı bir insan topluluğunun ortaya çıkması gerekir. Bu cemaat, yüce Allah'ın kendisine açık açık anlattığı hakkı, kendisini Allah'a ulaştıracak yolu kesin bir şekilde bilir. Yine bu cemaat batılı ortadan kaldırarak yeryüzünde hakkı egemen kılmakla yükümlü olduğunu, bu soylu görevi yerine getirmedikçe, bu uğurda sırf Allah'ın emrini yerine getirmek ve O'nun hoşnutluğunu elde etmek amacı ile dünyada önüne çıkacak her sıkıntıya katlanmadıkça yüce Allah'ın azabından asla kurtulamayacağını da bilir.
Bu çatışmalı hengâmede yüce Allah hükmünü yürütür, takdirini pratiğe uygular; hakka, hayra, dirliğe ve huzura söz üstünlüğü kazandırır; bu çatışmanın, bu yarışın ve bu karşılıklı savunmanın olumlu birikimini, hayır yanlısı ve yapıcı olan gücün avucuna koyar, kazanç hanesine yazar. O hayır yanlısı ve yapıcı güç ki, giriştiği bu çatışma sırasında içindeki en soylu, en onurlu, kendisini hayatta erişebileceği en yüce kemal düzeyine yükseltecek itici yetenekler harekete geçmiş, ortaya çıkmıştır.
“Bunlar Allah'ın âyetleridir. Bunları sana hakka bağlı olarak okuyoruz. Hiç kuşkusuz sen de peygamberlerden birisin.”[152] Bu yüksek düzeyli, geniş amaçlı âyetleri "sana okuyoruz." Yani bu âyetleri okuyan, bizzat Yüce Allah'ın kendisi. Eğer insan bu olayın, bu açıklamanın içerdiği derin ve dehşet verici mahiyeti yeterince düşünebilse bunun ne kadar korkunç ve büyük bir şey olduğunu kavrardı. "Bu âyetleri sana hakka bağlı olarak okuyoruz." Yani bu âyetler beraberlerinde "hakkı" taşıyorlar ve onları okuma ve indirme yetkisini elinde bulunduran yüce Allah'tır bu âyetleri okuyan. Bu yetki Allah'tan başka hiç kimsenin elinde değil.
O halde Yüce Allah dışında kullar için sistem düzenlemeye yeltenen herkes haddini aşarak Allah'ın yetki alanına dalan bir mütecaviz, kendine ve kullara zulmeden bir zorba, gerçekte sahip olmadığı bir şeye sahip olduğunu iddia eden bir sahtekâr, itaat görmeyi beklemeye hakkı olmayan bir batıl yolun yolcusudur. Kul, sadece Allah'ın buyruklarına ve bir de Allah'ın gösterdiği yoldan ayrılmayan hak kılavuzlarının emirlerine itaat eder, başkasının söylediklerine değil.
"Hiç kuşkusuz sen de peygamberlerden birisin." Onun için sana bu âyetleri okuyoruz. Onun için seni bütün geçmiş yüzyıllarda yaşanmış insanlık tecrübeleri ile, iman kervanının deneyim birikiminin bütün aşamaları ile donatıyor ve bütün peygamberlerden kalan mirası sana aktarıyoruz.
Ve tecrübe hazineleri ile dolu olan bu bölüm burada sona eriyor. Böylece müslüman cemaati çeşitli alanlarda çeşitli yönlerde gezintiye çıkaran ve bu gezintilerin izlenimleri aracılığı ile onu eğiterek son derece önemli görevine hazırlayan bu cüz de burada noktalandı. O önemli görev ki, Allah onu müslüman cemaatin üstlenmesini takdir etti, onu bu görevin başına dikti, yine onu zamanın bitimine, dünyanın son anına kadar bu ilâhi sistem uyarınca insanları yönlendirecek bir örnek ümmet olarak ortaya çıkardı.
Genel Bir Değerlendirme: Bu cüz iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümü, Bakara sûresinin geride kalan kısmı, ikinci bölümü ise Âl-i İmran sûresinin ilk yarısıdır. Şimdi burada bu cüzün ilk bölümü hakkında özet niteliği taşıyan birkaç söz söyleyecek, bu Cüzün ikinci bölümüne ilişkin söyleyeceklerimizi ise inşallah, Âl-i İmran sûresinin giriş yazısında dile getireceğiz.
Bakara sûresinin bu kalan bölümü, birinci cüzün başında açıkladığımız ve ikinci cüzün sonuna kadar incelemeyi sürdürdüğümüz sûrenin tümüne ilişkin ana konunun devamı niteliğindedir. Bu ana konu, müslüman toplumu, Medine'de, İslâm ümmetinin yükümlülüklerini omuzlamaya hazırlamaktır. Bu toplum, sözkonusu emaneti taşıyabilsin diye daha önce şu ön hazırlıklardan geçirilmişti: İmana ilişkin doğru düşünceye kavuşturuldu, daha önceki peygamberlerin mü’min ümmetlerinin yaşadıkları tecrübeler ile donatıldı, kendisine bu yolda karşılaşacağı engeller ve gerekli olan ihtiyaçları tanıtıldı, aynı zamanda hakkın ve imanın düşmanı olan kâfirlerin hileleri, tuzakları konusunda uyarıldı, böylece yolunun her aşamasında düşmanlarını iyi tanıması amaçlandı.
Bütün araçları, azığı, tarihî tecrübeleri ve amaçları ile bu hazırlık süreci, Kur'ân-ı Kerim'in tarih boyunca ilk müslüman kuşaktan sonra gelen bütün müslüman kuşaklara aynen uyguladığı bir eğitim programıdır. Bu program, bu ümmetin her kuşağında müslüman bir cemaat oluşturmak ve İslâmî hareketi yönetmek için uygulanması gereken değişmez, belirgin ve istikrarlı bir programdır. Bundan dolayı Kur'ân-ı Kerim, canlı, hareketli ve etkin bir eğitim aracı, her dönemde uygulanabilir, geniş kapsamlı bir ilkeler bütünüdür. Başka bir deyimle Kur'ân-ı Kerim, olgunlaşmayı, kılavuzluğu ve nasihati âyetlerinde arayan herkes için, her durumda her adımda ve her kuşakta fonksiyonunu yerine getiren ideal bir kılavuzdur.
Bakara sûresinin bu son kısmı, ikinci cüzün sonunda yer alan Yüce Allah'ın Peygamberimize yönelik "Bunlar Allah'ın âyetleridir. Onları sana hakka bağlı olarak okuyoruz. Hiç kuşkusuz sen de peygamberlerden birisin." şeklindeki seslenişinin arkasından geliyor.[153] Bu sesleniş de "Hani onlar, Peygamberlerine; ‘Başımıza bir hükümdar getir de, onun emri altında Allah yolunda savaşalım'' diye başlayıp[154] "Ve Dâvud, Câlût'u öldürdü. Arkasından Allah, Dâvud'a hükümdarlık (egemenlik) ve bilgelik (hikmet) verdi, ona dilediği bazı bilgileri-öğretti." diye noktalanan"[155] Hz. Mûsâ'dan sonra yaşamış bir yahudi heyetine ilişkin kıssayı izliyor. Başka bir deyimle ikinci cüz, Hz. Mûsâ'nın kavmi olan yahudilerden ve Hz. Dâvud'dan söz ederek, bu konuda Peygamberimizin de peygamberlerden biri olduğuna ve kendisinin "daha önceki peygamberler"in tecrübeleri ile donatıldığına işaret ederek noktalanmıştı.
İşte bundan dolayı bu cüz, bir önceki cüzün sonu ile bütünlüğü ve devamlılığı gözetip peygamberlerden, onlardan bazılarının diğerlerine üstün kılınışından, bazılarına bağışlanan özel imtiyazlardan, bazılarının derece bakımından yükseltilişinden, bunların yanısıra bu peygamberlerden sonra gelen bir kısım bağlıları arasında anlaşmazlık çıkmasından ve bu bağlılardan bazılarının birbirlerini öldürmelerinden sözederek başlıyor: "İşte şu peygamberler. Bunların bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. onlardan kimileri ile Allah konuştu, kimilerini de derecelerle yükseltti. Meryem oğlu İsa'ya açık mucizeler verdik, O'nu Ruh-ul Kuds aracılığı ile destekledik. Eğer Allah dileseydi, bu peygamberlerin arkasından gelen ümmetler, kendilerine açık belgeler geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat onlar anlaşmazlığa düştüler. Onlardan kimi iman etti, kimi de kâfir oldu. Eğer Allah dileseydi, onlar birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah neyi dilerse onu yapar."
İkinci cüzün sonu ile incelemekte olduğumuz üçüncü cüzün baş tarafı arasında konu bakımından belirgin bir uyum, açık bir bütünlük vardır. Çünkü her iki yerde de peygamberlerden söz ediliyor. Bunun yanında sûrenin geride kalan âyetleri arasında da yine açık bir konu uyumu, bir bütünlük göze çarpar. Bu bölümün ağırlık noktasını Medine'de yeni yeni gelişmekte olan müslüman cemaat ile yahudiler arasındaki mücadele oluşturur. Nitekim ilk iki cüzde de bu konu bütünlüğü vardır.
Bundan dolayı burada, peygamberlerin ölümünden sonra bağlıları arasında baş gösteren görüş ayrılıklarından, bu bağlıların bir kısmı mü’min ve diğer bir kısmı kâfir olduktan sonra aralarında çıkan savaşlardan sözediliyor. Bu görüş ayrılıklarının ve inanç kökenli savaşların gündeme getirilmesi gâyet yerindedir. Böylece müslüman cemaatin yoluna devam ederek gerek yahudilere ve gerekse yahudi olmayanlara eski peygamberlerin bağlıları arasında hüküm süren gerçek durumu gözönüne alarak, yani bunların doğru yolda olanları ile sapıtmışlarını birbirinden ayırarak karşı koyması ve bu ümmetin sapıklara karşı sürekli mücadele vermesi gereken doğru yol yolcusu bir cemaat sıfatı ile yükümlülüklerini yerine getirmesi kolaylaştırılmış oluyor, amaç budur.
Tabiat Kanunları Karşısında Peygamberlerin Durumu: Bu bölümde karşımıza çıkan ilk incelik peygamberlere ilişkin şu özel ifade tarzıdır: "Şu peygamberler..." Dikkat edersek "Bu peygamberler.." denmiyor, bunun yerine güçlü ve belirgin bir mesaj içeren yukarıdaki ifade tarzı ile peygamberlerden sözetmeye giriyor. Bu kısmın âyetlerini incelemeye geçmeden önce bu incelik hakkında birkaç söz söylememiz yerinde olur.
Evet, "Şu peygamberler..." Gerçekten "bunlar" karakteristik özelliği olan, kendine özgü bir grup, orjinal bir topluluk oluştururlar. Her ne kadar onlar da teker teker bir insan iseler de bu böyledir. Peki, kimdir bunlar? Peygamberlik (Risâlet) nedir? Nasıl bir karakteristik özellik taşır? Nasıl gerçekleşir? Niçin sadece "bunlar" peygamber oldular ve neyin sayesinde peygamberlik mertebesine ulaştılar?
Bunlar uzun süre kendilerine cevap bulmaya çalıştığım sorulardır. Bu konuda için için algı alanım öyle duygular ve anlamlar ile dolu ki, bunları ifade edecek kelime bulmakta güçlük çekiyorum. Fakat bu duyguları ve anlamları mümkün olduğu oranda kelimelere ve cümlelere yüklemek gerekir!
İçinde yaşadığımız ve ayrılmaz bir parçasını oluşturduğumuz bu evrenin dayandığı birtakım köklü ilkeler vardır. Bu ilkeler yüce Allah'ın bu kâinata sunduğu evrensel kanunlardır. Evren sistemi bu kanunlar uyarınca gelişimini sürdürür, bu kanunlar gereğince hareket eder ve bu kanunlara göre çalışır.
İnsan bilgi merdiveninin basamaklarım çıktıkça bu kanunların bir kısmını keşfeder. İnsanoğlu bu kanunların sınırlı idrak kapasitesine sığacak kadarını belirli bir süre zarfında keşfeder -ya da bu kadarı kendisine keşfettirilir.- İdrâk kapasitesi ise yeryüzü halifeliği görevinin üstesinden gelmesine yetecek oranda yaratılmıştır.
İnsan evrensel kanunların bu sınırlı bölümünü öğrenirken şu iki -kendi açısından- temel araca, şu iki bilgi edinme yöntemine dayanır: a) Akıl yürütme b) Deney. Bunlar öz nitelikleri itibarı ile göreli (izafî, relatif) yöntemlerdir; nihaî, kesin ve mutlak sonuçlar verecek yetenekte değildirler. Bununla birlikte uzun bir zaman sürecinde kimi zaman insana, genel geçerli (küllî) evrensel kanunların bir kısmını keşfettirirler. Ama başarılan bu keşifler de göreli olma niteliklerini sürdürürler, nihaî ve mutlak olamazlar. Çünkü bütün evrensel kanunlar arasında uyum sağlayan, bu kanunların tümüne ahenkli bir bütünlük kazandıran ana ilke niteliğindeki sır, gizli ve çözümsüz kalır; ne kadar uzun zaman geçerse geçsin göreli (izâfî) ve göreceli (nisbî) insan aklı, insanın akıl yürütme gücü, bu sırrın özüne yol bulamaz. Çünkü zaman bu alanda nihaî bir unsur, kesin belirleyici bir faktör değildir. Zaman, insanın yapısı ve varlık bütünü içindeki rolü gereğince insanın kendisi için konmuş bir sınırlama, bir ölçü birimidir. İnsanın evren içindeki rolü de göreli ve görecelidir. Sonra yeryüzü üzerinde yaşayan bütün insan soyuna sunulmuş olan zamanın göreliliğine sıra gelir, o da göreli ve sınırlıdır. Bütün bunlardan dolayı bütün bilgi edinme araçları, insanın bu araçlar yolu ile elde ettiği bütün bilimsel sonuçlar sözünü ettiğimiz görelilik (izâfîlik) ve görecelik (nisbîlik) dairesinin sınırları içinde kalır.
İşte bu noktada peygamberliğin, yani Allah tarafından bağışlanan, ledünnî (Allah'ın kalbe ilham ettiği bilgi) bir yetenek sayesinde tüm evrenin dayandığı genel geçerli ana ilke ile derinliklerinde -sonuçlarını kavramakla birlikte mahiyetini hiçbir zaman bilemeyeceğimiz bir yolla- iletişim kurabilen özel ve karakteristik yapının rolü, fonksiyonu gündeme gelir.
İşte vahyi alan, almaya güç yetiren harika cihaz, bu özel ve karakteristik yapıdır. Çünkü bu karakteristik yapı vahyi karşılamaya hazırlıklıdır. Bu yapı evren bütününün aldığı ilahi işaretin aynısını alır, çünkü bu evren bütünü yönlendiren ana evrensel ilke ile dolaysız biçimde ilişkilidir. Acaba bu karakteristik yapı bu ilâhî işareti nasıl alıyor, onu hangi cihazla karşılıyor, algılıyor? Bu soruya cevap verebilmek için Allah'ın (c.c.) sadece seçkin kullarına bağışladığı bu karakteristik yapıya bizim de sahip olmamız gerekir. Oysa "Allah, peygamberliği kime vereceğini çok iyi bilir."[156] Bu mesele, aklımızın ucundan geçebilecek büyük evrensel sırların tümünden daha büyük ve ölçüler üstü derecede önemli bir meseledir.
Bütün peygamberler "Tevhid" gerçeğini kavramışlar ve hepsi de bu gerçeği insanlara duyurmak için gönderilmişlerdir. Çünkü hepsinin yapısında varolan aynı ana ilkenin ilhamı, onları bu ilhamın tek olan, birden fazlası söz konusu olmayan kaynağına iletmiştir. Bu ilhamın kaynağı birden fazla olamaz, çünkü aksi halde gerek evrensel ana ilkenin ve gerekse peygamberlerin bu ana ilkeden aldıkları ilhamın da birden fazla olması gerekirdi. Bu idrak, insanlık tarihinin alacakaranlıklı başlangıcında, akıl yürütme ve deneye dayalı nesnel bilgiler henüz ortada yokken, bu birlik (Tevhid) ilkesine işaret eden evrensel kanunların henüz hiçbiri keşfedilmemişken de vardı.
Bütün peygamberler insanları bir olan Allah'a kulluk etmeye, ilâhi kaynaktan aldıkları ve duyurmakla görevlendirildikleri bu gerçeğe çağırmışlardır. Onlar bu ilkeyi, aynı evrensel ana ilkenin, evrenle bütünleşmiş fıtrata yönelik ilhamının doğal mantığı gereği olarak kavramışlardı. Bu ilkeyi insanlara duyurma görevini üstlenmeleri de onun gerçek olduğuna, kendilerine tek olan Allah tarafından iletildiğine ilişkin mutlak imanlarının sonucu idi. Onlar, fıtratlarında yer eden güçlü, kuşku götürmeyen ve zorlayıcı ilhama göre birden fazla ilahın olamayacağını kavrıyorlar, bilinçaltında hissediyorlardı.
Peygamberlerin fıtratlarının bilincinde yer eden bu ısrarlı zorlama, zaman zaman onların Kur'ân-ı Kerim'de nakledilen sözlerinde ya da kimi âyetlerde onları tanıtmak için kullanılan ifadelerde ortaya çıkar.
Biz bu içten gelen bilinci, meselâ Hz. Nuh'un (a.s.) kavmine yönelik sözlerini nakleden şu âyetlerde buluyoruz: "Nuh dedi ki; ‘Ey kavmim, ya ben Rabbimden gelen açık bir mesajın izinde isem, ya O bana katından bir rahmet bağışlamış ve siz de bunun farkında değilseniz, siz istemediğiniz halde biz size onu zorla mı benimseteceğiz? Ey kavmim, ben buna karşı sizden bir mal istemiyorum; benim ücretimi verecek olan Allah'tır. İman edenleri yanımdan kovmam söz konusu değildir, onlar Rabb'leri ile buluşacaklardır. Fakat görüyorum ki, siz cahilce davranan bir topluluksunuz. Ey kavmim, eğer ben iman edenleri yanımdan kovarsam Allah'a karşı beni kim savunabilir? Bunu hiç düşünmüyor musunuz?"[157] Aynı ısrarlı içten gelen bilinci Hz. Salih'in (a.s.) sözlerini nakleden âyette de görebiliriz:
"Salih onlara dedi ki; ‘Ey kavmim, ya ben Rabbimden gelen açık bir mesajın izinde isem, ya O bana katından bir rahmet bağışlamış ise, Allah'a karşı geldiğim takdirde O'na karşı beni kim savunabilir? Sizin bana, yıkımımı artırmaktan başka hiçbir katkınız olamaz."[158] Bu ısrarlı zorlanmışlık duygusunu Hz. İbrahim'in (a.s.) hayatını anlatan şu âyetlerde de bulabiliriz:
"Kavmi onunla (İbrahim'le) tartışmaya girişince onlara dedi ki; ‘Beni doğru yola iletmiş olan Allah hakkında benimle tartıyor musunuz? Ben O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam, Rabbim ne dilerse o olur. Rabbimin bilgisi herşeyi kaplamıştır. Acaba ders almaz mısınız? Allah'ın size, ilâh olduklarına ilişkin hiçbir delil indirmemiş olduğu şeyleri siz O'na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan niye korkayım? Biliyorsanız, söyleyin bakalım; sırf Allah'a inananlar ile O'na ortak koşan iki gruptan hangisi korkmamakta daha haklıdır?"[159]
Bu ısrarlı zorlanmışlık duygusunun aynısına Hz. Şuayb kıssasında da rastlıyoruz: "Ey kavmim, ya ben Rabbimden gelen açık bir mesajın izinde isem, ya O bana kendi katından güzel bir nasip bağışlamış ise? Size yasakladığım şeyi kendim yaparak size ters düşmek istemiyorum. Benim istediğim şey, gücümün yettiği kadar eğrilikleri düzeltmektir. Başarım sadece Allah'a bağlıdır. Sırf O'na dayanır, O'na yönelirim."[160]
Aynı ısrarlı zorlanmışlık bilinci Hz. Yakub'un oğullarına söylediği şu sözlere de yansımıştır: "Ben üzüntümü ve tasamı yalnız Allah'a açarım. Allah ile ilgili olarak sizin bilmediğiniz şeyler biliyorum."[161]
Gerek bunlarda ve gerekse bunlara benzer nice örneklerde peygamberlerin fıtratlarına yönelik bu derin ve ısrarlı mesajın izlerini, onların sözlerinde ve tanıtıcı niteliklerinde görürüz. Onların sözleri, bu zorlayıcı mesajın vicdanlarının derinliklerinde bıraktığı etki hakkında bize ipucu veriyor.
Gün geçtikçe insanoğlu nesnel bilgiler alanında şu evrendeki birlik ilkesine uzaktan işaret eden birçok bulgular keşfediyor. Bilim adamları şu uçsuz-bucaksız evrende yaratılış (yapı) ve hareket birliği olduğunun farkına varmışlardır. İnsanoğlunun bilgi edinme kapasitesinin sınırları içinde bütün evren yapısının temel taşının atom olduğu ve atomun da aslında enerjiden başka bir şey olmadığı ortaya çıktı. Böylece, evrende varolan madde ile enerjinin atomun yapısında bütünleştiği ve uzun yüzyıllar boyunca madde ile enerji arasında varolduğu sanılan ikiliğin gerçek olmadığı ortaya çıktı. Görüldü ki, atomlar yığınından oluşmuş olan madde aynı zamanda enerjidir, yapısındaki atomlar parçalanınca enerji türlerinden birine dönüşmektedir.
Yine insanın bilme kapasitesinin elverdiği ölçüde ortaya çıktı ki, atom, içyapısında sürekli hareket halindedir, kalbini oluşturan (merkezinde yer alan) çekirdekten ya da çekirdeklerin çevresindeki yörüngelerinde dönen elektronlardan meydana gelmiştir. Bu hareket süreklidir ve her atomda aynıdır ve her atom, vaktiyle ünlü müslüman şâir Feridüddin Attar'ın dediği gibi, çevresinde yıldızların döndüğü bir güneştir; tıpkı sürekli biçimde yıldızların çevresinde döndüğü şu bizim güneşimiz gibi.
Evrendeki yapı ve hareket birliği insanoğlunun farkına vardığı, bilgi birikimine eklediği iki evrensel kanundur. Bu iki kanun kapsamlı ve büyük birlik ilkesine uzaktan birer işarettir. İnsan bilgisi, akıl yürütmenin ve deneyin sağladığı imkân oranında bu ilkeleri keşfetti. Oysa peygamberlerin kendine has ve Allah vergisi karakteristik yapısı, göz açıp kapayıncaya kadar o geniş kapsamlı ve büyük birlik kanununu kavrayıverdi. Çünkü bu yapı, o ilkenin mesajını direkt olarak alıyor, bu mesajı alabilen yalnız odur.
Peygamberler bu evrensel birliğe ilişkin belgeleri ve kanıtları bilimsel deneyler yolu ile toplamadılar. Fakat onlara mükemmel ve dolaysız iletişim kurabilen bir cihaz bağışlandığı için aynı ilkenin mesajını iç iletişim yolu ile direkt olarak almışlar ve bu tek tip mesajın mutlaka aynı kapsamlı ilkeden gelmiş olması ve aynı kaynaktan çıkmış olmasının kaçınılmaz olduğunu kavramışlardır. O özel ve karakteristik yapılara bağışlanmış olan bu ledünnî (Allah vergisi) cihaz, son derece duyarlı, mükemmel ve geniş kapasiteli idi. Çünkü söz konusu mesaj birliğinin arkasındaki kaynak birliğini, şu evrene egemen olan irade ve etkinlik birliğini anında fark ederek şu evreni çekip çeviren yüce Allah'ın "birliği"ni iman olarak belirlemiştir.
Şu noktayı hemen vurgulayalım ki, modern bilim, evrensel birliğin kanıtlarından birini ya da ikisini kavradığını görüyor diye bu sözleri söylüyor değilim. Çünkü bilim, kendi alanında bazı şeyleri kimi zaman ispatlar, kimi zaman da reddeder. Onun ulaştığı "gerçekler"in tümü göreli (izâfî), göreceli (nisbî) ve kayıtlıdır, o hiçbir zaman tek, nihaî ve mutlak bir gerçeğe varamaz. Üstelik bilimsel teoriler, değişkendir, birbirini yalanlar ve değiştirirler.
Ben evrenin yapı ve hareket birliği hakkında anlattıklarımı, peygamberlerin algısına yansıyan evrensel birliğe ilişkin mesajın doğruluğuna katkıda bulunmak amacı ile anlatmış değilim. Asla. Benim amacım başka. Ben bu anlattıklarımla evrenin mahiyetine ilişkin eksiksiz, geniş kapsamlı ve doğru düşünce oluştururken dayanılacak algı kaynağını belirlemeyi hedefliyorum.
Bilimsel keşifler, büyük evrensel birliğin özüne ilişkin bazı kanıtların bilgisine yol bulabilir, ulaşabilirler. Oysa peygamberlerin algılama gücü bu birliği çok daha önce geniş, kapsamlı bir düzeyde ve direkt bir şekilde somutluğa kavuşturmuş, onların ledünni fıtratı bu ilkeyi mükemmel, yaygın ve dolaysız biçimde kavramıştır. Modern bilimsel nazariyeler, bu ilkeye ilişkin bazı belgeleri ortaya koymuş olsa da olmasa da peygamberlere bahşedilen ledünni ilim kesindir, nihaî doğrulardır. Çünkü bilimsel teoriler, bizzat bilimin araştırma ve gözden geçirme girişimlerine açıktırlar. Onlar işin başında değişmez şeyler değildirler, sonra da nihaî ve mutlak değildirler. O halde bunlar peygamberliğin doğru olup olmadığını belirleyecek kriterler olmaya elverişli değildirler. Çünkü ölçülerin, kriterlerin değişmez ve mutlak doğrular olmaları gerekir. Bundan dolayı peygamberlik kurumu, değişmez ve mutlak tek kriterdir.
Bu gerçekten, son derece önemli bir başka gerçek çıkar ki, o da şudur: İnsanlığa geniş kapsamlı biçimde yön verebilecek olanlar, ona evrenin yaratılışı ile, değişmez kanunları ile ve sürekli geçerliliğe sahip ilkeler sistemiyle uyumlu olarak yön verebilecek olan, sadece varlık âleminin ilkeler sistemi ile direkt biçimde bütünleşmiş olan bu özel karakteristik yapılardır. Dolaysız biçimde Allah'tan vahiy alanlar onlardır. Bu gerekçe ile onlar yanılmazlar, sapıtmazlar, yalan söylemezler, gerçeği saklamazlar, zaman ve mekân faktörleri kendileri ile gerçek arasında perde ve engel oluşturmaz. Çünkü bu gerçeği zamandan ve mekândan münezzeh olan yüce Allah'tan alırlar.
Yüce irade, zaman aralıkları içinde peygamber göndermeyi diledi. Amaç, insanlığa mutlak gerçeği iletmektir. O mutlak gerçek ki, insanlar akıl yürütme ve deney yolu ile bunun bir kısmını ancak yüzlerce asır sonra kavrayabilmişler ve gelecekteki çağlar boyunca bu araçlarla bu gerçeğin tümünü hiçbir zaman kavrayamayacaklardır. İnsanlar hesabına bu ilişkinin değeri, attıkları adımları evren ile paralel hale getirmek, evrenin hareketi ile kendi hareketleri arasında yön birliği sağlamak, evrenin yaratılışı ile kendi fıtrî yapıları arasında uyum temin etmektir.
İşte bundan dolayı insanın gerek tüm varlıklar âlemine gerekse kendi öz varlığına gerek tüm varlık âleminin ve gerekse öz varlığının amacına ilişkin eksiksiz, doğru ve geniş kapsamlı düşünce sistemini alabileceği tek kaynak vardır. Evrenin kararı, hareketi ve doğrultusu ile uyumlu, insanları topyekün varlıkları ile "barış"a kavuşturabilecek tek doğru ve dengeli hayat sistemi, ancak bu düşünce sisteminden kaynaklanabilir. Bu hayat sistemi ïnsan ile evren arasında, insanla evrenin yaratılışının doğal uzantısı olan kendi öz fıtratı arasında; dünyada insan soyu için imkânları hazırlanmış çalışma, girişim, büyüme, gelişme ve ilerleme alanlarında insanların kendileri arasında "barış" sağlar.
Tek kaynak, yani peygamber kaynağı. Bunun dışındaki kaynaklar sapık ve batıldır. Çünkü bu diğer kaynaklar, sözünü ettiğimiz bütünleşmiş tek kaynakla iletişim halinde değildirler, ondan mesaj almamaktadırlar. İnsana sunulan diğer bilgi edinme araçları, evrenin bazı görüntülerini, bazı kanunlarını, bazı güçlerini yeryüzündeki halifelik görevinin üstesinden gelmesine, hayatı geliştirip evrimleştirmesine yetecek derecede sınırlı olarak keşfedebilmesi için kendisine kısıtlı olarak verilmiştir. İnsan bu alanda gerçekten ileri adımlar atabilir. Fakat bu adımlar ne kadar ileri olurlarsa olsunlar, insanı hiçbir zaman mutlak gerçeğin düzeyine ulaştıramazlar. O mutlak gerçek ki, insanın, hayatını sırf geçici ve değişken durumlar ve şartlar uyarınca değil, varlık âleminin dayandığı değişmez ve sürekli evrensel kanunlar ve topyekün insan varoluşunun büyük amacı uyarınca düzenlemek için ona muhtaçtır. Bu büyük amacı zaman ve mekân şartlarından münezzeh olan yüce Allah görür, ama zaman ve mekân şartları ile bağımlı ve sınırlı olan insan bunu göremez.
Ancak bir yolu baştan sona kadar kavramış olan bir merci bu yolun tümüne ilişkin bir yolculuk plânı yapabilir. Oysa insanın önünde bu yolun bütününü görmesini engelleyen perde var. Hatta bir saniye sonrasını bile görmesi engellenmiştir. İnsanın önünde ve içinde yaşadığı anın önünde, arkasını görmesine imkân tanımayan yere kadar uzanan bir perde gerilmiştir. Buna göre insan, kendisi için meçhul olan bir yolu aşmak üzere nasıl plân yapabilir?
Ya çarpıklık, sapıklık ve başıboşluk ya da evrenin yaratıcısından alınmış yaşama sistemine, peygamberliklerin ve peygamberlerin sistemine, varlıklar âlemi ve bu âlemin yaratıcı ile ilişki halinde olan fıtratın sistemine dönüş...
Ard arda gelen peygamberler insanlığın elinden tutup onu hidâyete ulaştıran aydınlık yolda ileriye doğru yürütüyor. Oysa insanlık bu yol boyunca ikide bir kervandan ayrılıyor, rotadan sapıyor, kılavuzun yol gösterici çağrısını umursamıyor, yeni bir kılavuzun gelişine kadar sapıtmışlığını sürdürüyor. Her defasında biricik gerçek, yenilenen tecrübeleri ile uyumlu bir şekilde daha olgunlaşmış olarak zihninde belirginleşiyor.
Böylece son peygamberlik dönemine sıra gelince insan aklı olgunluk çağına eriyor. Bu gerekçe ile son peygamber, insan aklına genel geçerli (küllî) gerçeklerin tümü ile sesleniyor. İnsanların bu nihaî ve geniş hatların, çizgilerin kılavuzluğunda sürekli adımlarla ilerlemesini istiyor. Büyük gerçeğin çizgileri artık yeni bir peygamberin gelmesini gerektirmeyecek derecede belirginleşmiştir. Sadece yüzyıllar boyunca ortaya çıkacak yenileyici yorumcular yeterlidir.
Bundan sonra insanlık ya her zaman gerek kendisine gerekse ilerici ve yenileyici atılımlarına yetecek genişlikte olan bu şeridin içinde kalarak ilerleyecek ve bu yoldan, başka hiçbir yolla ulaşamayacağı mutlak gerçeğe erecek ya da yolunun işaretlerinden uzak düşerek belirsizlik çölünde şaşkın, sapıtmış ve başıboş bir biçimde taban tepecektir![162]
Tâlût ve Câlût Kıssasından Çıkarılabilecek Hisseler
Kur’an’daki tüm kıssalar, tarihî bilgi vermekten ve geçmişte yaşanmış ve bir daha yaşanmayacak bir olayı anlatmaktan çok öte bir hikmete dayanır. Kur’anî kıssaların tümü, her devirde ve her yerde yaşayacak insanlara mesajlar ve pratik örnekler taşır. Bu kıssalarda esas mesele, ayrıntılarla uğraşmak, Kur’an’da anlatılmayan olayları İsrâiliyattan devşirmek değil; söz konusu kıssanın verdiği fikir, gösterdiği hedef ve ulaştırmak istediği mesajdır. Örnek insanı, örnek olay ve davranışı yakalamaya çalışmak, kötü örneklere karşı tedbirli olmak Kur’an’ı ve dolayısıyla bu kıssayı okuyan insanın gâyesi olmalıdır. Bu kıssada da, insanın pratik hayatındaki eğilimleri eğitilmek istenmektedir. Hayatta Allah’a kulluk ve O’na dâvet yolunda bu Kur’ânî kıssadan çıkaracağımız yararlı hisselerin önemlileri şunlar olmalıdır:
1) İsrâiloğullarının risâletlerinde bu aşamada ve bundan önceki aşamalarda roller peygamberlik ile hükümdarlık ve kumandanlık arasında (bu toplumun isteği doğrultusunda) paylaştırılmıştır. Bundan dolayı âyetlerde zikri geçen bu kavim, peygamberlerinden savaşta kendilerine savaş için bir hükümdar ve kumandan tâyin etmesini istemişlerdir. Hâlbuki İslâm’da büyük savaşlarda peygamber veya Onun vârisi imam bizzat ordunun başına geçerek savaşır.
2) Allah yolunda çalışanlar, savaş sloganları atanlara ve “başımıza bir komutan geçse, topyekün savaşırız” diye hamâsî nutuklar çekenlere karşı dikkatli olmak durumundadırlar. Çünkü böyle insanların birçoğu bu beklenen kumandanın gelmeyeceği düşüncesiyle ileri geri konuşabilirler. Bunun için Allah yolunda çalışanlar, bu iddiâlarla ortaya çıkan insanları deneyip ciddî ve samimi olup olmadıklarını, bunların şahsî etkenlerle mi, yoksa inanca dayanan kalbî güdülerle mi böyle iddiâları ortaya attıklarını belirgin bir şekilde ortaya koymak durumundadırlar.
3) Zafer ve hezimet meselesi, azlık veya çokluk ile ilgili değildir. Aksine bu mesele, tamamıyla iman, teşkilat, program, eğitim ve itaatle ilgilidir. Çünkü teşkilatlı mü’min bir azınlık, imanını ve teşkilatını yitirmiş kâfir bir çoğunluğa karşı kahredici bir zafer elde edebilir. “Nice az topluluklar, Allah’ın izniyle çok topluluklara gâlip gelmişlerdir. Allah sabredenlerle beraberdir.”[163]
4) Bu âyetlerde anlatılan geçmiş bir kavmin hikâyesi, kesinlikle sonradan yaşayan müslümanların ibret alması içindir. Yani bu, geçtiği yer ve zamanla sınırlı bir tarihî hikâye değildir. Bu âyetlerde bizden, kıssada karşılıklı olarak anlatılan iki insan örneğinden sağlam olanına yapışmamız istenmektedir.
5) Mücâhid mü’min zayıf da olsa, çok büyük güçlere de sahip olsa, Allah’tan yardım istemek ve O’na muhtaç olduğu şuurunu yaşamak konumundadır. Çünkü onun, elinde bulundurduğu maddî güçlerden çok, savaşın zorlu şartlarında sabra ve sebâta ihtiyacı vardır. Zafer de önünde sonunda Allah’ın tarafındadır. Bu itibarla, sahip olduğu güçler veya güçlü olduğu yolundaki hisleri, kendisini Allah’ı unutturacak bir gurura kapılmak gibi bir yanlışa götürmemelidir. Yine, zayıflık hissi de onu Allah’ın sonsuz gücüne bağlayıp O'na dayanmaktan alıkoymamalıdır. Savaşta mü’min ile kâfir arasındaki fark, mü’minin gücünü yeryüzünden göklere uzanan ve hiçbir sınır tanımayan mânevî, rûhî, İlâhî kuvvetten alması; kâfirin ise gücünü yeryüzünden ve onun sınırlı maddî kuvvetlerinden almasıdır.
6) Âyette anılan “Allah’ın mülkü dilediğine vermesi”[164] yeryüzünde çeşitli çevrelerin ellerinde bulundurdukları otoritelerin meşrûluğu anlamına gelmemektedir. Yoksa, bu sultaların, yöneticilerin kâfiri de vardır, zâlimi de, sapığı da. Aksine, bunun anlamı; yerde ve gökte her şeyin Allah’ın dilemesiyle meydana geldiğini ve O’nun idaresinde olduğudur. Allah dilerse tekvinî idaresi ile eşyayı ve olayları doğrudan doğruya yaratır, kâinatı yarattığı gibi. Dilediğinde de onları kendi İlâhî sünnetleri olan tabiî kanunlarla dolaylı olarak yaratır. Süregelen tabiat olayları, toplumsal olaylar ve tarihin seyrinde olduğu gibi. Hayatı ve olayları olumlu ve olumsuz yönlerde sürükleyen insan irâdesi de Allah’ın kevnî kanunlarındandır ve O’nun küllî irâdesinin hâkimiyeti altında işler.
7) Âyet-i kerîmenin te’kid ettiğine göre; İnsanların diğer insanlar veya topluluklar tarafından yurtlarından çıkarılması, mallarından mülklerinden ve çocuklarından uzaklaştırılması bu haksız eylemleri yapanlara karşı bir saldırı ve savaş sebebidir. Bu durumdaki insanın saldırmak ve savaşmak hakkı vardır. Bu itibarla böyle bir savaş müdafaa savaşıdır, meşrûdur. Yani savaşın meşrûiyeti için doğrudan imanlarına karşı bir saldırı bulunması şart değildir. Hem zaten daha önce geçen âyet-i kerimelerde bildirildiği üzere, bu insanlar yalnızca “Rabbimiz Allah’tır ve biz yalnız O’na kulluk ederiz” demekten başka suçları olmadan yurtlarından çıkarılmış, mallarından mülklerinden, çoluk çocuklarından ve yakınlarından uzaklaştırılmışlardır.
8) “Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla defetmese/savmasaydı, yeryüzü bozguna uğrardı. Fakat Allah (bütün) âlemlere karşı lütuf ve ikram sahibidir.”[165] Âyet-i kerîmenin bu cümlesinden şunu anlıyoruz: İnsanların yaşadıkları toplumsal hayatın hareketinde Allah’ın koyduğu tabiî ve fıtrî bir kanun (sünnetullah) vardır. Bütün insanlar sevdiği, istediği ve inandığı şeylere karşı müsbet; sevmeyip istemediği, red ve inkâr ettiği şeylere karşı da menfî bir eğilim taşırlar. Bu gerçek üzere hayatta karşı fikirler ve tavırlar oluşur ve bunlar hayat içerisinde yerlerini alırlar.
İşte Allah Teâlâ bu âyette, hayatın onun üzerine kurulu olduğu ve üzerinde yürüdüğü bu tabiî kanuna, bunun insanların hayatındaki önemine ve hayatın ıslahatındaki rolüne işaret etmekte, bu sünnetullah olmasaydı, yeryüzünün bozguna uğramış olacağını bildirmekte ve bunun Allah’ın âlemlere bir lutfu olduğu vurgulanmaktadır. Çünkü insanlardan biri veya bir kısmı büyük güçlere sahip olduğunda diğer insanlara, onları kendi irâdeleri altında toplamak yolunda baskı yaparlar. Diğer insanlar da buna karşı çıkmazlarsa bu baskıcı insanların baskıları son derece artar ve yeryüzünü fesâda uğratır, yeryüzünde hakka ve iyiliğe yer bırakmaz. Bunun için hayatın hak, iyilik ve adâlet üzere kaim olmasını ve gelişip ilerlemesini isteyen Allah, bu tabiî kanunu sebebiyle kötülüğün iyilik üzerindeki, bâtılın hak ve zulmün adâlet üzerindeki baskılarını, insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile savarak kaldırmak ve yeryüzü halkına insanca yaşama fırsatını bağışlamak istemiştir. Bu da Allah’ın âlemlere olan bir lütfu ve ikrâmıdır. [166]
Başarı ve Zafer "Çok" ile Birlikte Olmakta Değil; "Hak" ile Birlikte Olmaktadır
Amalika kavminin kralı olan Câlût (Golyat) İsrâiloğullarını defalarca bozguna uğratır. İsrâiloğulları, içlerinde bulunan Samuel peygamberden kendilerine ille de bir kral tâyin etmesini isterler. O güne kadar, saltanat ve istibdat idâresiyle değil, meşverete dayalı nübüvvet idâresiyle yönetilmekteydiler. Samuel peygamber, Allah'ın emriyle onlara Tâlût'u (Saul) kral atadı. İlginçtir ki Tevrat, İsrâiloğullarının bu isteğini Allah'ın hoş karşılamadığını ihsas ederek, kral atamayı âdeta bu talebe verilmiş bir cezâ olarak takdim etmektedir.[167] Tevrat'ın bu bölümündeki ifadeler, saltanatla nübüvvet arasındaki farkı güzel bir şekilde açıklıyor. Aslında gerek monarşik, gerek teokratik ve demokratik, gerek dikta ve cunta, tüm saltanat çeşitleri Allah'ın nübüvvet yolundan ayrılan toplumlara verdiği bir belâdır. Bu kral istemelerini ve bunun ardında yatan anlayışı, "yahûdileşme temâyülü" bağlamında değerlendirirsek, saltanat, bir "yahûdileşme alâmeti"dir. Peygamberleri, onları saltanattan sakındırıp onun getireceği zulüm ve sefâhati bir bir saydığı[168] halde, onlar yine de ısrarla kendilerine bir kral seçmesini istemişler, istişâreye dayalı sivil yönetime, zorbalığa dayalı monarşiyi tercih etmişlerdir.
İşte bu istek üzerine Samuel Peygamberin atadığı Tâlût ile Amalika kralı Câlût arasında geçen savaşta olanlardan bir kesit Kur'an'da şöyle verilir: "Tâlût askerlerle beraber (cihad için) ayrılınca, ‘Biliniz ki Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Kim ondan hiç tatmazsa bendendir (benimledir), ancak eliyle bir avuç içen de istisnâ edilmiştir (o da benimledir)’ dedi. İçlerinden pek azı müstesnâ hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve onunla beraber iman edenler ırmağı geçince, ‘bu gün bizim Câlût’a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur’ dediler. Kendilerinin, sonunda Allah’ın huzuruna varacaklarını bilenler, kendi aralarında ‘nice az kişiler vardır ki, sayıca kendilerinden çok olan topluluklara Allah’ın izniyle gâlip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir’ dediler."[169]
Burada iki grup var: a) Allah'a hüsnüzan edenler, b) Allah'a sûizan edenler. Allah'a hüsnüzan edenler, komutanlarına itaat ediyorlar. Başarıyı kelle sayısında değil; öncelikle Allah'ın izninde, sonra da disiplin ve itaatte görüyorlar. Allah'a hüsnüzan edenler, O'na kavuşacaklarını biliyorlar. Bu nedenle de ölümden korkmuyorlar. Şehâdetin bir bayram olacağının farkındalar. Allah'a sûizan edenler ise, hem itaat ve disiplinden yoksunlar, hem de başarıyı kelle sayısında, çoklukta arıyorlar. Onların derdi "hak" ile birlikte olmak değil; "çok" ile birlikte olmak. Çünkü "ekseru'n-nâs/insanların çoğu" böyledir. Onun için de Allah'ı hakkıyla takdir edemiyorlar.
Allah'a hüsnüzan edenler diyorlar ki: "Ey Rabbimiz, üzerimize sabır dök! Ayaklarımızı sağlam tut ve o kâfir millete karşı bize yardım et."[170] Ve sonunda bilinçli, inançlı, disiplinli ve itaatli azınlığın, çoğunluğa gâlip geldiğini yine Kur'an'dan öğreniyoruz.
Günümüz müslümanlarının düştüğü bu çokluk ve güç tuzağı, temelde bir Allah'a itimatsızlık ve sûizan olayıdır. İnsanlık tarihini doğru okuyanlar iyi bilirler ki, insanlığın kaderini değiştiren büyük devrimler, şuursuz kalabalıklar sâyesinde değil; iyi eğitilmiş bir avuç şuurlu kadrolar sâyesinde gerçekleşmiştir. Bunun en canlı örneği yeryüzünün en büyük inkılâbı olan Saâdet Asrı inkılâbıdır. Bu inkılâp şuursuz kitlelerin, câhil kalabalıkların elleriyle değil; inandığı değerler uğruna ölmeyi bilen bir avuç iyi yetiştirilmiş insan eliyle gerçekleştirilmiştir.
Günümüzdeki hareketlerin en büyük zaafı kitleleri şuurlandırmaya çalışmaktır. Kitleler tarihin hiçbir döneminde şuurlandırılamamış, ancak şartlandırılmıştır. Şuurlandırılması elzem olan çekirdek kadrolardır. Çağdaş İslâmî yapılanmalar ise bunun tam tersini yapmaya çabalıyorlar: Kitleleri şuurlandırmak, kadroları şartlandırmak... Çünkü, eğer kadrolar şuurlandırılırsa belki elden kaçabilir. Bu korkuyla onları şuurlandırma yerine, şartlandırma mantığı güdülmektedir. [171]
Çoklukla Övünenler: "(Mal, mülk ve servette) Çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp kendinizden geçirdi. Öyle ki ziyaret edip saydınız kabirleri."[172] İlk âyette geçen ve aynı zamanda sûrenin de adı olan "tekâsür", çokluk yarışı yapmak, çoklukla övünmek anlamındadır. Kur'an'da bu deyim, insanın niteliğe karşılık niceliği öne çıkarışını kınamak için kullanılmaktadır. Seviyesiz, onuru düşük bir hayatın temsilcileri mal ve evlât çokluğu ile böbürlenmeyi ve hayatı böyle bir çoklukta öne geçmenin bir yarış arenası haline getirmeyi esas alırlar. İnsanoğlunun bu yarışı, mezarlıkları ve ölüleri sayacak kadar ileri götürdüğünü söyleyen Kur'an, bunun en büyük aldanışlardan biri olduğuna dikkat çeker.
Tekâsür, çokluk anlamına gelen "kesret" teriminden türetilmiştir. Onun üç anlamı vardır: Birincisi, insanın en fazla kesret/çokluk elde etmek için çalışmasıdır. İkincisi, insanların bolluk elde etmek için birbirleriyle yarışması ve birbiri üzerine çıkmaya çabalamasıdır. Üçüncüsü, insanların birbirlerine karşı kibirli davranmalarının bolluk dolayısıyla olmasıdır. Tekâsür, yani "çoklukla yarış" insanların yaşamını öylesine derinden etkilemiştir ki, onlar, daha önemli şeylerden gâfil olmuşlardır. Onlar, hayat seviyeleri yükselsin diye kendilerini o kadar kaptırmışlardır ki, insanî seviyelerini düşürmeyi bile göze almışlardır. Çok fazla servet elde etmek isterken bunun hangi yolla olacağını düşünmeden bu isteklere tutulmuşlardır. Onlar, çok fazla güç, en büyük askerî kuvvet ve en gelişmiş silahları elde etmek isterler. Bu yolda birbirleriyle yarış içindedirler. Fakat onlar, bütün bunların, Allah'ın arzında zulüm yapmak ve insanlığın felâketini hazırlamak anlamına geldiğini düşünmezler. Kısaca "tekâsür", insanları ve toplumları içine çeken sayısız şekillerdedir. Artık gece gündüz dünyadan, ondan faydalanmaktan ve dünyevî lezzetlerden başka bir şey düşünmeye meydan kalmamıştır.
İkinci âyette geçen "sonunda kabirleri ziyâret ettiniz" deyiminde üç anlam muhtemeldir: İlkine göre, "siz ölünceye kadar mal ve evlât çoğaltmakla meşgul oldunuz" demektir. Kabirleri ziyâret etmek, ölüp kabre gömülmek anlamındadır. İkincisine göre, "kabirleri ziyâret etmek", kabirlerdeki ölüleri anmaktır, kabirlerde olan ölülerle övünmek, onları ziyâret etmek şeklinde ifade edilmiştir. Bazı kimseler ölen atalarıyla övünürler. Âyetin anlamı, çokluk övünme sizi o kadar oyaladı ki, ölüleri anacak, onlarla övünecek kadar ileri gittiniz. Üçünscüsüne göre, "kabirleri ziyâret ettiniz" deyimi, fiilen kabirlere gittiniz, demektir. Bazı kimseler övünmek için kabirlere gider, adamlarının kabirlerini göstererek "işte şu, şu bizim kabirdir" demek sûretiyle oradaki ölülerle övünürlerdi. Bir rivâyete göre Ensar kabilelerinden Hârise oğullarıyla, Hâris oğulları birbirine karşı övünmüşler, biri diğerine: "Sizin içinizde falan, falan gibisi var mı?" demiş, ötekiler de böyle söyleyip her kabile, ötekine karşı sağ olan adamlarıyla övündükten sonra sıra mezarlıktaki ölüleri saymaya kadar gelmiş: "Haydi kabristana gidelim" demişler. Mezarlıktaki ölüleri göstererek: "Sizde falan, falan gibi var mı?" diye birbirlerine karşı övünmüşler, Allah bu âyeti indirmiş.
Âyette gerçekten kabirleri ziyâret kast edilmiş olsa da, burada kötülenen ziyâret, ölülerle övünmek için yapılan ziyârettir. Ölüleri rahmetle anma ve âhireti düşünmek için kabirleri ziyâret kötü değil; tam aksine, sünnettir. Çünkü kınanan kabir ziyâreti, kişiyi âhiretten gaflete düşüren ziyârettir. Özetle, âyetlerde insanların mal ve evlât çoğaltmak için birbirleriyle yarışa girmeleri ve ölünceye kadar ömürlerini bu tutku ile geçirmeleri kınanmakta ve yakında, kendilerine haber verilen âhiret sorumluluğunun gerçek olduğunu kesin olarak bilecekleri ve o gün, kendilerine verilmiş olan dünya nimetlerinin hesabının sorulacağı vurgulanmaktadır.
Sanki bir uyarış çığlığı, yüksek bir yerden olanca sesiyle ve sesinin keskinliğiyle bağırmaktadır: "Ey uykuya dalmış olan mahmur gözlüler, ey mallarıyla çocuklarıyla ve dünya hayatıyla aldananlar, ey bulundukları duruma kapılıp kalanlar, ey böbürlenip gururlandıkları şeyleri her ikisinin de bulunmadığı dar bir çukura atıp gidenler... Uyanın, kendinize gelin!" [173]
Çokluk, Çoğunluk: İnsanların çoğunun bilmediğini, şükretmediğini, akletmediğini, akıllarını kullanmadığını, yoldan çıkmışlığını, günah ve haram peşinde koştuklarını, insanların mallarını haksız yere yediklerini, çokluğu ve çoğunluğu ile şişindiğini, bu yüzden mallarının ve evlâtlarının çokluğu ile övündüklerini, daha çok ve daha zengin oldukları halde, kendilerinden önce nice toplulukların yok edildiğini, bütün bunlardan ders almayan insanların yine pek çoğunun yoldan çıktığını, âyetler sıralanamayacak kadar çoklukta ve ısrarla söz etmektedir. Çokluğun ancak Allah'ı zikirde, şükretmede, zikretmede, kulluk etmede işe yarayan bir şey olduğu da yine Kur'an'da üzerinde durulan gerçek olarak belirtilmektedir. "Onların (insanların) çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, gerçekten hiçbir şey ifade etmez."[174] Evet, gerçekten/haktan bir şeyin ifadesi bulunmayan zanna uyanlar ister çoğunluk, ister azınlık olsun, haktan bir şeyin ifadesi olmayana uyduklarına göre akletmiyorlar demektir. Gerek çokluğun, gerek çoğunluğun, gerekse çoğulculuğun temelinde kendini bile bilmeyen insan ve onun zanna uyan aklı yatmaktadır.
Çokluğu da, çoğunluğu da, çoğulculuğu da demokrasi bütününe güvenmemesi için yaşamının sağlamasını yapmakla varacağı nokta insana, kendinin farkına varmasına yardımcı olacaktır. Teslim olmadan yapamadığı görülen insanın, teslim olmaması değil; kime ve neye teslim olacağı ile ilgili tercihleri söz konusudur. İnsan kendi hevâsına mı, başkalarının (çoğunluğun) hevâsına mı, yoksa Allah'a mı teslim olmalıdır, sorusuna verilecek isâbetli cevap insanın önünü açacaktır. Açılan ufku insanın bütünü görmesini, kendinin farkına varmasını sağlayacaktır. Önü açılan insanın görebildiği bütün karşısında yapacağı seçim, elbette daha isâbetli olacaktır. Hayat, ona hayat verene teslim olmakla anlamlanacaktır. Teslim olamadan yapamayan insan, en güvenilire teslim olmakla ancak tatmin olabilir. [175]
Kur'an'da Ekseriyet/Çokluk:
"...Nice az kişiler vardır ki, sayıca kendilerinden çok olan topluluklara Allah’ın izniyle gâlip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir’ dediler."[176]
"Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler."[177]
"Andolsun ki Allah, birçok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn savaşında size yardım etmişti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonunda (bozularak) gerisin geri dönmüştünüz."[178]
"Sen ne kadar üstüne düşsen de insanların çoğu iman edecek değillerdir."[179]
"Onların (insanların) çoğu, ancak şirk/ortak koşarak Allah'a iman ederler."[180]
"İnsanların çoğu şükretmez."[181]
"İnsanların çoğu fâsıktır."[182]
"İnsanların çoğu bilmezler."[183]
"İnsanların çoğu iman etmezler."[184]
"Onlardan çoğunun günah, düşmanlık ve haram yemede yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları ne kadar kötüdür!"[185]
"Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için (âhiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür; Allah onlara gazab etmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar."[186]
"İblis dedi ki: 'Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için Senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve Sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!"[187]
"Andolsun Biz cinler ve insanlardan çoğunu cehennem için yaratmışızdır..."[188]
"Onların (insanların) çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların yapmakta olduklarını pek iyi bilir."[189]
"İnsanların çoğu, âyetlerimizden ğâfildir."[190]
"Onlar (insanlar) Allah'ın nimetini bilirler (itiraf ederler). Sonra da onu inkâr ederler. Onların çoğu kâfirdir."[191]
"Yoksa O'ndan başka birtakım tanrılar mı edindiler? De ki: 'Haydi delillerinizi getirin! İşte benimle beraber olanların Kitab'ı ve benden öncekilerin Kitab'ı. Hayır, onların çoğu hakkı bilmezler; bu yüzden de yüzçevirirler."[192]
"... İnsanlardan birçoğunun üzerine de azap hak olmuştur."[193]
"Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha sapıktırlar." [194]
"Şüphesiz bunlarda (Allah'ın kudretine) bir alâmet vardır; ama çoğu iman etmezler."[195]
"Şüphesiz bunda bir ibret vardır; ama çokları iman etmiş değillerdir."[196]
"Bunda elbet (alınacak) büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler."[197]
"Doğrusu bunda büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler."[198]
"Doğrusu bunda büyük bir ibret vardır; ama çokları iman etmezler."[199]
"Bunlar, (şeytanlara) kulak verirler ve onların çoğu yalancıdırlar."[200]
"Şeytan sizden pek çok milleti kandırıp saptırdı. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?"[201]
"Bu kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğu yüzçevirdi. Artık dinlemezler."[202]
"(Cehennem bekçisi Mâlik, cehennemliklere şöyle der:) Andolsun Biz size hakkı getirdik, fakat çoğunuz haktan hoşlanmıyorsunuz."[203]
Tâbûtu Getiren Adam ve Nehrin Öte Yakası
Hz. Mûsâ ve Hârun (a.s.), İsrâiloğullarına hakkı tebliğ vazifelerini ifa eder ve her fâni gibi, bir gün bu dünyadan ayrılırlar. Onlardan sonra, Benî İsrâil’e Yûşa (a.s.) gibi başkaca peygamberler gönderilir. Onlar da vazifelerini yapar ve bu dünyadan ayrılırlar. Bu arada, İsrâiloğulları gün gün nebevî aslı nefsânî tevillerle saptırırlar. Yalanla doğruyu, hakla bâtılı birbirine karıştırırlar. Bunun âcil bir cezâsı olarak Rableri onları zillet ve esârete dûçar kılar. Gün be gün bu kötü durumdan kurtulma çaresi ararlar. En sonunda, o an peygamber olarak kendilerine hakkı tebliğle görevlendirilmiş kişiye giderler. Bu zilletten kurtulmak için, Rablerinin içlerinden ehil birini melik ve komutan olarak seçmesini isterler. Rableri, bu mürâcaatı yapanların ummadığı birini, Tâlût’u seçer. Ama bu tercih, İsrâiloğullarının kahir ekseriyetini memnun etmez. Önde gelenleri, bu İlâhî tercihe açık açık dil uzatma küstahlığını sergilerler. Bu küstahlığa cür’et ederken dayandıkları iki gerekçe vardır:
1- “Biz melik olmaya ondan daha lâyık iken...” [204]
2- “...Ve ona maldan da bir bolluk verilmemişken.”[205] Vaziyet bu iken krallık makamı nasıl Tâlût’a verilir, bir türlü anlamazlar.
İtirazın her iki gerekçesi de mânidardır. Bu gerekçeler, İsrâiloğullarının düştüğü nefisperestliğin (hevâya tapınmanın) ve esbâbperestliğin (sebepleri putlaştırmanın) açık bir habercisidir. En başta”Biz daha lâyık iken” sözü, açık bir nefsânîliği yansıtır. Kendini hep temize çıkarır nefis; âdeta Mâbûd’a lâyık bir sûrette kendini över. Kendini kusursuz ve mükemmel görür. Akıl adlı vericisini nefis istasyonundan gelen mesajı dinler şekilde ayarlayan birinin, kendisini daha lâyık görmesi, kendini en üstün bilmesi kaçınılmaz bir durumdur. Bu liyâkat için öne sürülen ikinci delil ise, “zenginlik”tir. Kim zenginse, melik olmaya o daha lâyıktır, tavrı mevcuttur. Bu tavırda da, Karun gibi kişilerden miras kalan bir esbabperestliğin izini sürmek kesinlikle mümkündür.
Oysa, peygamberleri onlara, “üstünlük” ölçüsü olarak, şu doğru adresi göstermiştir: “Allah onu üstünüze beğenip seçmiştir.”[206] O Allah ki, Hakîmdir, abes iş yapmaz. Tâlût’u da, hâşâ, lâf olsun diye beğenip seçmiş değildir. Onda, komutan ve melik olma noktasında, iki özelliği görüp gözetmiştir: “İlm” ve “cism.” Bu iki özelliğin ilki, Tâlût’un mânevî kemâline, diğeri de maddî kemâline işaret eder. Bu iki özellik, onun gerek mânevî cihadı, gerek maddî cihadı Rabbi adına liyâkatle ifa edebilme ehliyetini göstermektedir. Rableri, Tâlût’un melik oluşunun hakkaniyetini tasdik için, bir alâmet de göndermiştir: “Tâbût.”[207] Bu, sıradan bir sanduka değildir. İçinde, Hz. Mûsâ ve Hârun’dan kalan Tevrat levhaları bulunmaktadır. Tâlût’un melik oluşuna bir hüccet olarak, bu tâbût hiçbir sürücünün gütmediği iki öküz tarafından, Benî İsrâilin bulunduğu yere sâlimen getirilmiştir. Bu tâbûtun yitip gitmesi nasıl İsrâiloğullarındaki bozulmanın, Hz. Mûsâ’nın tebliğ ettiği istikametten sapmanın bir alâmetiyse, Tâlût’un melik oluşuna hüccet olarak geri gelişi de, Tâlût’un iman ve ubûdiyet yolunda bir çığır açarak kavmini Mûsâ ve Hârun’la gelen vahye yeniden muhâtap kılacağının alâmetidir. Bu olay, Tâlût’un Hz. Mûsâ’nın tebliğ ettiği vahye aynıyla teslim olduğunun, ona nefsânîlikler ve dünyevîlikler bulaştırmadığının da tescilidir.
Tâlût kıssası, Tâbûtun gelişiyle bitmiyor. Ama devamına geçmeden, bir ara verip biraz düşünmemiz gerekiyor. Kur’an bu kıssayı elbette “şu yahûdiler de ne adamlarmış!” dememiz için anlatmıyor. Bu kıssa, diğer tüm kıssalar gibi, doğrudan bize bakan, doğrudan şu asra konuşan, doğrudan bizim iç dünyamıza hitap eden mesajlar da taşıyor. Tâlût zamanının insanları örneğinde, hepimize, düşebileceğimiz ama düşmememiz gereken çukurlar gösteriliyor.
Nitekim dönüp kendimize ve şu güne baktığımızda, o günkü Benî İsrâilin sergilediği tavrın bir benzerini, belki farkına bile varmaksızın, bizim de sergilediğimiz maalesef kolaylıkla görülüyor. Bırakalım ehl-i dünyayı, ehl-i dinin dünyası dahi, buna benzer bir manzara ve düşünce tarzı sunabiliyor. Meselâ, hepimizin gözünde zenginlik bir değer ölçüsü olmuş ki, eğer zengin isek öne çıkmamız gerektiğini düşünüyoruz. Uhrevî hizmet alanlarında bile, bize öyle davranılmasını istiyoruz. Eğer zengin değilsek, zenginlere o şekilde davranıyor ve aynı hale biz de ulaşalım diye, bütün hayatımızı zenginleşme projelerine göre kuruyoruz. Kezâ hepimizin içinde “sen daha iyisin, sen daha akıllısın, sen daha lâyıksın, senden iyisi yok” diye durmaksızın fısıldayan biri bulunuyor. Çoğu davranışımızı bu üflemelerine göre yönlendirmeyi pekâlâ beceriyor. Öte yandan, gerek “zenginlik” ölçüsünün habercisi olduğu esbabperestlik, gerek “ben daha lâyıkım” anlayışının açıkça belgelediği nefisperestlik, hayatımızın başka birçok noktasında da hükmünü icrâ ediyor. Oysa, Tâlût’un yanında yer almak için, bu hallerden sıyrılmak, bu asılsız düşüncelerin yerini imanî asıllarla doldurmak gerekiyor.
Nehrin Öte Yakası: Tâlût kıssası, bunları anlatmakla bitmez. Takip eden âyetlerde, nazarını imanî ölçülerden sıyırıp nefsânî ve dünyevî ölçülere yönelten İsrâiloğulları değerini anlamasa; özellikle o makama kendilerini lâyık gören “önde gelenler” hiç beğenmese de, Tâlût, Rabbinin emri gereği, başlarına melik olur. Ve, İsrâiloğullarını tâciz eden zâlim ve müşrik hükümdar Câlût’un ordusuna karşı cihad etmekle görevlendirilir. Benî İsrâilden bir ordu toplar. Yola koyulurlar.
Tâlût, bu arada, ordusuna, Rablerinin onları bir nehir ile imtihan edeceğini söyler. Yolda, karşılarına bir nehir çıkacaktır: “Kim ondan içerse, benden değildir. Kim de ondan içmezse o bendendir. Ancak eli ile alıp (azıcık) içenler müstesnâ.”[208] Bir müddet sonra, nehrin yanına varılır. Az bir kısmı hâriç, kana kana içerler. Tâlût ve sudan içmeyen diğer mü’minler, nehrin öte yakasına geçer. Sudan kana kana içen güruh ise, beri tarafta kalır. Gerekçeleri şudur: “Bugün bizim Câlût’a ve ordusuna karşı koyacak tâkatimiz yoktur.” [209]
Tâlût’la beraber nehrin öte yakasına geçen mü’minler ise, Allah’ın huzurunda âciz, O’nun mağrur kulları karşısında aziz insanlar olarak, dergâh-ı İlâhîye yönelirler. Nice az bir topluluğun, Allah’ın izniyle nice çoklara galebe çaldığını hatırlatırlar birbirlerine. Duâ ederler: Rabbimiz! Üzerimize bol bol sabır yağdır. Ayaklarımıza sebat ver, kâfirlere karşı bize yardım et.”[210] Sonuç, Tâlût ve az sayıdaki askerinin, Câlût’un güçlü ve donanımlı ordusuna karşı zafer kazanmasıdır. Üstelik, Câlût da öldürülmüştür. Hem de Dâvûd isimli bir çocuk tarafından ve de, sapan taşıyla!
Rabbimizin Benî İsrâili imtihan ettiği nehrin, her gün bizim de önümüzden akıp durduğu düşünülmelidir. Evet, maddî anlamda, kimi rivâyetlerden Ürdün nehri olduğu anlaşılan nehirle hemhâl değiliz, onun yanında yaşamıyoruz, belki onu hiç görmedik ve görmeyeceğiz. Ama bir yönden, “sebepler ırmağı”dır o nehrin adı. Ne zaman bir hakikate râm olmaya kalksak, nefis (hevâ) ve şeytan ikilisi, önümüze o nehri sürer. Ne zaman sebeplere mürâcaatı yalnız “fiilî bir duâ” olarak bilip sonuç Allah’tandır diyecek olsak, o sebepler ırmağından kana kana içip kandırılmamızı; sonucu âciz, kör ve sağır sebeplerden bilmemizi ister. Önümüze maddiyatı getirir; dünya malını, şöhreti, iktidarı, parayı, makamı getirir. Bunları en başta mânevî cihad, gereğinde maddî cihad için bir engele dönüştürür.
Benî İsrâilin çoğunluğu, “susuzluktan ölecek durumda iken, düşmanla nasıl harbederiz?” diye düşünmüştür. O sebeple, kuvvetli olmayı sudan bilerek, İlâhî yasağa rağmen o suyu kana kana içmişlerdir. İnsanı düşmana karşı muzaffer kılan sanki su imiş gibi davranmışlardır. Aynı şekilde, her ne zaman imanî bir cehde girip ubûdiyete uygun bir tavırla donanmak isteyelim, karşımıza “sudan sebepler”in durmaksızın akıp durduğu bir “sebepler ırmağı” çıkarılır: “Bizde o imkânlar olsa...” “Evet, yapacak çok şey var, ama para yok.” “ Bunu yapmak isterdim, ama maddiyat gerekiyor...”
Sonuç, bu gerekçelerle, sebepler ırmağının suyunu kana kana içmektir. İçtikçe, insan, umduğunun aksine güçlenmez ve gayreti artmaz; bilakis, Rabbinin esmâ ve sıfatını, rahmet ve kudretini görmekten bir adım daha uzaklaşır, en sonunda hiç mi hiç savaşım veremez, hiç mi hiç cihad cehdini kuşanamaz hale gelir. Artık, olsa olsa, sebepler ırmağının gerisinde, o ırmağı aşamamış bir vaziyette, bir zamanlar bizi hakikat yolculuğuna ve hakikat yolunda enfüsî ve âfâkî engellerle cihada çağıran öncülerle çıktığımız ama yarı yolda döndüğümüz seferin hâtıralarıyla avunuruz. Serzenişler eder, ama hemen peşi sıra, sebepler karşısındaki yılgınlığımızı ele veren cümleler sarfeder; bir adım ötede, durumumuzu mâzur göstermeye yönelik “maslahat” izahları geliştiririz.
Kezâ bu anlayışa göre nicelik de önemlidir. Sayı önemlidir. Bakışlar keyfiyete değil, kemmiyete; niteliğe değil, niceliğe dönüktür. Çünkü nehrin bu tarafında, nicelik geçerlidir. Nehrin öte yakasına geçilmediği sürece, niceliğin egemenliği yakamızı bırakmayacaktır. Oysa, melekûtî bir nazarla bakan, eşyanın hakikatine nazar eden, sebeplere değil, Müsebbibu’l-Esbâb olan Allah’a yapışan için, niteliktir önemli olan. O bilir ki, herşey Rabbimizin izin, havl ve kudretine bağlıdır. O isterse ve hikmeti iktizâ ederse, küçük bir sinek Nemrud’u gebertir, küçücük karıncalar Firavun’un sarayını yıkar, elektron mikroskobuyla dahi görülemeyen bir hepatit virüsü kendini dünyaya bedel sayan bir müstekbiri alteder. Ve bir çocuk, donanımlı ordusunun başındaki heybetli Câlût’u tek bir sapan taşıyla cehenneme gönderir. Esbâb ırmağının öte yakasına geçebilenler, Tâlût’u terk etmeyen az sayıda mü’min gibi, görürler ki, “Allah’ın izniyle, nice azlar, nice çokları yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.” [211]
Yeter ki, bizi daima sebepler batağına çekmeye çalışan hevâ ve şeytan ikilisine karşı Allah’a iman ve emrine itaatle sabır gösterilsin. Ayaklarımız iman üzere olsun ve bu halde sebat bulsun. Sonucu Allah’tan değil; sebeplerden bilme gibi tavırlara kaymasın. Bugün ehl-i dünyanın maddî başarıları ve niceliğin egemenliği karşısında yılgın ve ezik olan ehl-i din için, Rabbimizin zikrettiği bu mânidar kıssa öyle şifâlı, öylesine nûrânî bir reçete sunuyor ki... [212]
Kur'ân-ı Kerim'de Dâvud (a.s.) Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
- Dâvud (a.s.)’ın İsminin Geçtiği Âyetler (16 Yerde): 2/Bakara, 251; 4/Nisâ, 163; 5/Mâide, 78; 6/En’âm, 84; 17/İsrâ, 55; 21/Enbiyâ, 78, 79; 27/Neml, 15, 16; 34/Sebe’, 10, 13; 38/Sâd, 17, 22, 24, 26, 30.
- Dâvud (a.s.) ile İlgili Konular:
- Dâvud (a.s.)’a Allah, Peygamberlik ve Saltanat Vermiştir: 2/Bakara, 251; 6/En’âm, 84; 21/Enbiyâ, 78-79; 27/Neml, 15; 34/Sebe’, 10; 38/Sâd, 20.
- Dâvud (a.s.)’a Zebur Verilmiştir: 4/Nisâ, 163; 17/İsrâ, 55.
- Dâvud (a.s.)’ın Mûcizeleri: 21/Enbiyâ, 79; 27/Neml, 15; 34/Seber’, 10; 38/Sâd, 18.
- Dâvud (a.s.) Hüküm ve Hikmet Sahibidir: 38/Sâd, 20-26
- Dâvud (a.s.)’ın İbâdeti: 38/Sâd, 17-18.
- Dâvud (a.s.)’ın Bazı Özellikleri: 21/Enbiyâ, 78-80; 34/Sebe’, 10; 38/Sâd, 18-19.
- Dâvud (a.s.)’ın Zırh Sanatını Bilmesi: 21/Enbiyâ, 80; 34/Sebe’, 10-11.
- Dâvud (a.s.)’ın, Tâlut’un Ordusunda İken Câlut’u Öldürmesi: 2/Bakara, 251.
- Tâlut’un İsminin Geçtiği Âyetler (2 Yerde): 2/Bakara, 247, 249.
- Câlût’un İsminin Geçtiği Âyetler (3 Yerde): 2/Bakara, 249, 250, 251.
- Zebûr Kelimesinin Geçtiği Âyetler (3 Yerde): 4/Nisâ, 163; 17/İsrâ, 55; 21/Enbiyâ, 105
[1] 2/Bakara, 251
[2] Rut, 4/22; I. Samuel 16/13
[3] Rut, 4/18-22; Matta, 1/1-6; Luka, 3/31-35; Taberî, Tarih I/476
[4] I. Tarihler 2/13-16
[5] I. Samuel 16/10-11; 17/12
[6] Taberî, a.g.e., I/476; Sa’lebî, Arâisu’l-Mecâlis, s. 206
[7] I. Samuel, 16/12: 17/42
[8] I. Samuel, 16/18
[9] Taberî, Tarih I, 476-477
[10] Sa’lebî, s. 206
[11] Taberî, Tarih I/246
[12] I. Samuel, 17/34-36
[13] Taberî, a.g.e. I/472; Sa’lebî, s. 206
[14] 2/Bakara, 250-251
[15] Taberî, Târih I/476-478; Sa’lebî, s. 206-207
[16] I. Samuel 16/1-13
[17] Taberî, Târih I/473
[18] I. Samuel, 18/27
[19] I. Samuel 31/6; II. Samuel, 2/4; Taberî, Târih I/475; Sa’lebî, s. 209-210
[20] 3/Âl-i İmrân, 126
[21] 2/Bakara, 249
[22] 5/Mâide, 44
[23] 48/Fetih, 7
[24] 2/Bakara, 251
[25] 21/Enbiyâ, 78
[26] 38/Sâd, 21-25
[27] II. Samuel, 12/1-6
[28] II. Samuel, 3/2-5, 13; 5/13-16; 11/27; I. Krallar, 1/3
[29] II. Samuel, 11
[30] II. Samuel, 12/1-7
[31] II. Samuel, 12/13-18
[32] Sa’lebî, Arâisu’l-Mecâlis, s. 213-214
[33] 38/Sâd, 21-25
[34] bk. 38/Sâd, 17-20, 25
[35] Sa’lebî, Arâisu’l-Mecâlis, s. 284; Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l Kur’an, 15/119; F. Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, 26/192
[36] H. Ece, s. 51
[37] bk. 21/Enbiyâ, 78
[38] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Gayb 26/188-198
[39] II. Samuel, 2/11; 5/4, 5; I. Tarihler, 29/27
[40] I. Krallar, 2/10; Ömer Faruk Harman, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 9, s. 21-22; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 373-375
[41] 6/En’âm, 84
[42] 2/Bakara, 251
[43] İbn Kesir, Kısasu’l-Enbiyâ, s. 248
[44] 2/Bakara, 251
[45] 21/Enbiyâ, 80; 34/Sebe’, 10-11
[46] Buhârî, Büyû’ 15
[47] Elmalılı, IV/3950
[48] Buhârî, Büyû’ 15
[49] 21/Enbiyâ, 79; 34/Sebe’, 10; 38/Sâd, 18-19
[50] Ahmed bin Hanbel, II/354
[51] Buhârî, Fezâilu’l-Kur’an 31
[52] Buhârî, Enbiyâ 37; Tefsîr 17/6
[53] 38/Sâd, 17
[54] Buhârî, Teheccüd 7
[55] Buhârî, Savm 55-57, 59, Enbiyâ 37, Fezâilu’l-Kur’an 34, Edeb 84, İsti’zân 38
[56] Buhârî, Teheccüd 7, Enbiyâ 38
[57] Müslim, Sıyâm 187-192
[58] 4/Nisâ, 163; 17/İsrâ, 55
[59] 21/Enbiyâ, 105
[60] 38/Sâd, 26
[61] I. Samuel 8/3; I. Tarihler 18/3
[62] II. Samuel, 8/15; 14/4-22; 15/2-6; I. Tarihler, 18/14; Ömer Faruk Harman, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 9, s. 22-24
[63] 38/Sâd, 20
[64] Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 15/107
[65] 2/Bakara, 251
[66] 34/Sebe’, 13
[67] 27/Neml, 14
[68] 27/Neml, 40
[69] 21/Enbiyâ, 80
[70] 34/Sebe’, 11
[71] 38/Sâd, 17
[72] 38/Sâd, 24-25
[73] 14/İbrâhim, 7; Hüseyin K. Ece, Hz. Süleyman, s. 194-195; 47-50
[74] 21/Enbiyâ, 78-80
[75] Taberî, Tarih 1/344, Taberî, el-Câmiu’l-Beyan, 17/38; F. Râzî, M. Gayb, 22/195; İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2/26;
İbn Kesir, Muh. Tefsir, 2/516; Zemahşerî, el-Keşşâf, 3/125; Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 11/203; Âlûsî, Rûhu’l-
Beyan, 17/75; Süfyân es-Sevrî, Tefsîru Kur’âni’l-Azîm, 160, S. Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an, 4/2389
[76] M. H. Tabatabai, el-Mîzân, 14/340
[77] Ebû Dâvûd, Akdiyye 2, hadis no: 3574; Buhârî, İ’tisâm 21; Tirmizî, Ahkâm 2, hadis no: 1326; Nesâî, Kadâ 3
[78] Hüseyin K. Ece, Hz. Süleyman, s. 100-103
[79] Goldziher, Der Mythosbei den Hebraern, 162 vd.
[80] 2/Bakara, 247, 249
[81] Taberî, Câmiu'l-Beyân, Mısır 1954, II, 595 vd.
[82] 2/Bakara, 247
[83] el-Beydâvî, Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl, Mısır 1955, I, 55
[84] 2/Bakara, 249
[85] 2/Bakara, 250
[86] 2/Bakara, 251
[87] Taberî, Camiu'l-Beyân, II, 627 vd.; İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, Beyrut 1969, 1, 303; Nureddin Turgay, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 110
[88] Tesniye, 2/11; II. Samuel, 21/19-20); I. Tarihler, 20/8
[89] I. Samuel, 17/4
[90] I. Samuel, 17/5-7
[91] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini, İstanbul 1979, II, 828
[92] 2/Bakara, 246-247
[93] 2/Bakara, 248
[94] I. Samuel, 17
[95] Bk. Meydan Larousse, 2/739
[96] I. Samuel, 17/50-51
[97] II. Samuel, 21/19
[98] I. Tarihler, 20/51
[99] Mes’ûdî, I/54
[100] Taberî, I/467
[101] Mes’ûdî, I/56-58
[102] 2/Bakara, 249-252
[103] Talat Sakallı, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 271; Abdurrahman Küçük, TDV İslâm Ans., c. 7, s. 38
[104] Fahreddin er-Râzi, Mefâtihu'l-Gayb, Ankara, 1990, VIII, 417
[105] 4/Nisâ, 163; 17/İsrâ, 55; 21/Enbiyâ, 105
[106] 4/Nisâ, 163
[107] 17/İsrâ, 55
[108] 21/Enbiyâ, 105
[109] Buharî, Teyemmüm, 6
[110] Kitab-t Mukaddes, Eski ve Yeni Ahit, İstanbul, 1954
[111] Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1938, IV/3081
[112] M. Âsım Köksal, Peygamberler Tarihi, Ankara 1990, II, 179 vd.
[113] 2/Bakara, 251; 5/Mâide, 78; 6/En'âm, 84; 21/Enbiyâ, 78, 79; 27/Neml, 15, 16; 34/Sebe’, 10-13; 38/Sâd, 17
[114] Osman Cilacı; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 439-440
[115] 2/Bakara, 246-252
[116] 4/Nisâ, 163
[117] 5/Mâide, 78
[118] 6/En’âm, 84
[119] 17/İsrâ, 55
[120] 21/Enbiyâ, 78-80
[121] 27/Neml, 15-16
[122] 34/Sebe’, 10-11
[123] 34/Sebe’, 13
[124] 38/Sâd, 17-30
[125] Buhârî, Büyû’ 15, Enbiyâ, 37; İbn Mâce, Ticâret 1; Ahmed bin Hanbel, II/314, III/466; Muvattâ, Sadaka 1; Dârimî, Büyû’ 6
[126] Buhârî, Fezâilu'l-Kur'an 31; Müslim, Salâtu’l-Müsâfirîn 34, hadis no: 236; Tirmizî, Menâkıb 55; Nesâî, İftitah 83; İbn
Mâce, İkame 176
[127] Ahmed bin Hanbel, II/354
[128] Buhârî, Enbiyâ 37; Tefsîr 17/6
[129] Buhârî, Teheccüd 7
[130] Buhârî, Savm 55-57, 59, Enbiyâ 37, Fezâilu’l-Kur’an 34, Edeb 84, İsti’zân 38; Müslim, Sıyâm 187-192
[131] Müslim, Sıyâm 187-192
[132] Buhârî, Teheccüd 7, Enbiyâ 38; Müslim, Sıyâm 183, 189, 190; Nesâî, Sıyâm 69; Ebû Dâvud, Savm 66; İbn Mâce, Sıyam 31
[133] Tirmizî, Da'avât 74, hadis no: 3485
[134] Buhârî, Meğâzî, 5; İbn Mâce, Cihad 25
[135] 2/Bakara, 246
[136] 2/Bakara, 124
[137] Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı H. Yazır
[138] Ahd-i Atîk, Samuel I/7, 8, 12
[139] Mevdudi, Tefhîmu’l Kur’an, Mevdûdi
[140] Ebû Dâvud İlim 1; Tirmîzî, İlim, 19; İbn Mâce, Mukaddime, 17; Dârimî, Mukaddime, 32
[141] Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır
[142] Tefhîmu’l Kur’an, Mevdûdi
[143] 2/Bakara, 195
[144] Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır
[145] Daha ayrıntılı bilgi için bk. I Samuel, 17-18 bölümü
[146] Tefhîmu’l-Kur’an, Mevdûdi
[147] 2/Bakara, 246
[148] 2/Bakara, 247
[149] 2/Bakara, 248
[150] 2/Bakara, 249
[151] 2/Bakara, 250-251
[152] 2/Bakara, 252
[153] 2/Bakara, 253
[154] 2/Bakara, 246
[155] 2/Bakara, 251
[156] 6/En’âm, 124
[157] 11/Hûd, 28-30
[158] 11/Hûd, 63
[159] 6/Enâm, 80-81
[160] 11/Hûd, 88
[161] 12/Yusuf, 86
[162] Fî Zılâli’l Kur’an, Seyyid Kutub
[163] 2/Bakara, 249
[164] 2/Bakara, 247
[165] 2/Bakara, 251
[166] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l-Kur’an, c. 4, s. 209-212
[167] Bk. I. Samuel, 8/7-17
[168] Bk. I. Samuel, 8/7-17
[169] 2/Bakara, 249
[170] 2/Bakara, 250
[171] Mustafa İslâmoğlu, Yahûdileşme Temâyülü, s. 367-369
[172] 102/Tekâsür, 1-2
[173] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, s. 339-342
[174] 10/Yûnus, 36
[175] Ercüment Özkan, İnanmak ve Yaşamak, c. 2, s. 149-150
[176] 2/Bakara, 249
[177] 6/En'âm, 116
[178] 9/Tevbe, 25
[179] 12/Yûsuf, 103
[180] 12/Yûsuf, 106
[181] 2/Bakara, 243
[182] 5/Mâide, 59
[183] 7/A'râf, 187
[184] 11/Hûd, 17
[185] 5/Mâide, 62
[186] 5/Mâide, 80
[187] 7/A'râf, 17
[188] 7/A'râf, 179
[189] 10/Yûnus, 36
[190] 10/Yûnus, 92
[191] 16/Nahl, 83
[192] 21/Enbiyâ, 24
[193] 22/Hacc, 18
[194] 25/Furkan, 44
[195] 26/Şuarâ, 8
[196] 26/Şuarâ, 67
[197] 26/Şuarâ, 103
[198] 26/Şuarâ, 121
[199] 26/Şuarâ, 139
[200] 26/Şuarâ, 223
[201] 36/Yâsin, 62
[202] 41/Fussılet, 4
[203] 43/Zuhruf, 78
[204] 2/Bakara, 247
[205] 2/Bakara, 247
[206] 2/Bakara, 247
[207] 2/Bakara, 248
[208] 2/Bakara, 249
[209] 2/Bakara, 249
[210] 2/Bakara, 250
[211] 2/Bakara, 249
[212] Metin Karabaşoğlu, Kur’an Okumaları, s. 72-78
YUNUS (A.S.)
Yunus (a.s.)
- Yunus, Hayatı ve Tevhid Mücadelesi
- Yûnus’un (a.s.) Zühdüne Dair Haberler
- Yunus (a.s.): Ninova ve Yerel İnançlar
- Niye Yunus (a.s.) Gibi Olmamalıyız?
Hz. Yunus, Hayatı ve Tevhid Mücadelesi
Yunus (a.s.): Adı Kur'ân'da geçen peygamberlerden biridir.
Soyu, Bünyamin vasıtasıyla Ya'kûb’a (a.s.) ve onun vasıtasıyla de İbrâhim (a.s)'a dayanmaktadır. Bazı âlimlerin naklettiğine göre, İsa (a.s.) annesinin adıyla İsa b. Meryem diye anıldığı gibi, Yûnus (a.s) da annesinin adıyla Yûnus b. Matta diye anılmaktadır. (İbn Sa'd, Tabakatü'l-Kübra, Beyrut 1957, I, 55). Buhârî'nin verdiği bilgiye göre ise, bu görüş yanlıştır. Aslında Matta, Yûnus (a.s)'ın annesinin değil, babasının adıdır. Yani Yûnus (a.s.), Yûnûs b. Matta diye anılınca, babasının adıyla anılmış olur (ez-Zebîdî, Sahihi Buhârî Muhtasarı Tecridi Sarih Tercemesi ve Şerhî, trc: Kamil Miras, Ankara, 1971, IX, 152).
Yûnus (a.s.)'ın Ya'kub’un (a.s.) torunlarından olduğu, Kur'ân'da şöyle haber veriliştir:
"Nûh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. Nitekim İbrâhim'e, İsmail'e, İshâk'a, Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Harûn'a, Süleyman'a da vahyetmiş ve Davud'a da Zebûr'u vermiştik" (en-Nisâ, 4/163).
Bu âyette ifâde edildiği gibi İsâ (a.s.), Eyyûb (a.s), Harun (a.s.) ve Süleyman (a.s.)'da Yunus (a.s) ile aynı soydan, Yakub (a.s)'ın torunlarındandırlar.
Yûnus (a.s.)'ın nüfusu yüz bini aşkın bir şehrin halkına uyarıcı ve tevhide çağrıcı bir peygamber olarak gönderildiği, Kur'ân'da şöyle geçmektedir:
"Ve onu yüz bin insana, ya da daha fazla olanlara peygamber gönderdik" (es-Saffat, 37/147).
O'nun peygamber olarak gönderildiği bu yerin Ninova şehri olduğu nakledilmiştir. Ninova şehri, Dicle nehrinin kıyısında, şimdiki Musul'un yerinde bulunmaktaydı. Bu beldenin insanları küfrün içinde bulunuyorlardı ve putlara tapmakta idiler. Yûnus (a.s) onları küfürden ve putperestlikten nehyetmek bir de onlara, küfürlerinden dolayı tevbe etmelerini, Yüce Allah'ın varlığına ve birbirine inanmalarını emretmek üzere gönderilmişti (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire, t.y., V, 126; et-Taberî, Tarih, Mısır 1326, II, 42).
Yûnus (a.s)'ın adı, Kur'ân'ın çeşitli yerlerinde geçmekle berâber, Kur'ân'daki sûrelerden birine isim olarak verilmiştir. Kur'an'ın onuncu sûresinin adı, Yûnus sûresidir.
Yûnus (a.s) milletini otuz üç yıl Allah'a imân etmeye, küfürden kurtulmaya davet etti, tebliğde bulundu ve peygamberlik vazifesini yerine getirdi. Ancak sadece iki kişi ona imân etti (İbn Esir, el-Kâmil, Beyrut 1965, I, 360; Sahihi Buhâri ve Tecridi Sarih Tercümesi, IX, 152).
Milletinin bu şekilde küfürde direnmesi ve imâna gelmemesi, Yûnus (a.s.)'ın zoruna gitti. Yüce Allah onun bu kızgınlığını ve bunun neticesinde milletini terketmeye kalkışmasını şöyle haber vermiştir:
"Zünnûn (Yûnus)'a gelince, o, öf keli bir halde geçip gitmişti. Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihâyet karanlıklar içinde; "Senden başka hiç bir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum!" diye niyaz etti." (el-Enbiyâ, 21/87).
Bu âyette Yûnus (a.s.)'dan Zünnûn diye bahsedilmiştir. Zünnûn, balık sahibi demektir. Kur'ân'ın başka bir yerinde de, Yûnus (a.s.) bu lakabla anılmıştır:
"Sen Rabbinin hükmünü sabırla bekle. Balık sahibi (Yunus) gibi olma. Hani, o dertli dertli Rabbine niyaz etmişti" (el-Kalem, 68/48).
Hem bu âyette hem de yukarıdaki âyette Yûnus (a.s)'ın sabretmemesine, Allah'ın emri olmadan milletini terketmeye kalkışmasına işâret edilmiştir. Onun bu hali üzerine, Yüce Allah şöyle buyurmuştu:
"O halde, peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret" (el-Ahkâf, 46/35).
Allah'ın müsaadesi olmadan Yûnus (a.s.)'ın ayrılmaya kalkışması, iyi netice vermemişti. Ninova'dan ayrılmak için bir gemiye binmişti. Geminin batmaya yüz tutması üzerine, hafiflemesi için yolculardan birinin suya atılması gerekti. Kimin suya atılacağını tesbit için kur'a çekildi ve kur'a Yûnus (a.s.)'a isâbet etti. Bu durum kur'ân'da şöyle haber verilmiştir:
"Gemide onlarla karşılıklı Kur'a çektiler de yenilenlerden oldu" (es-Saffat, 37/141).
İşin daha acısı, Yûnus (a.s) denize atıldıktan sonra bir balık onu yutmuştu. Yüce Allah Kur'ân'da onun bu durumunu şöyle haber vermiştir:
"Yûnus, (Rabbinden izinsiz olarak kavminden ayrıldığı için) kendisi kötülüklerken, onu bir balık yuttu" (es-Saffat, 37/142).
Burada Yûnus (a.s.) hatasını anlamış ve nefsini kınamaya başlamıştı. Balığın karnındaki karanlıklarda:
"Senden başka ilâh yoktur. Sen eksikliklerden uzaksın, yücesin. Ben zalimlerden oldum!" (el-Enbiyâ, 21/87) diye dua etmeye ve Allah'a yalvarmaya başladı. Bu şekilde imân ve inançla Allah'a sığınması neticesinde, Yüce Allah onu affetmişti (el-Maverdî, en-Nuketu ve'l-Uyûnu, Beyrut 1992, III, 465 vd). Yûnus (a.s)'ın duasının kabul edildiği ve Allah tarafından bağışlandığı, Kur'ân'da şöyle dile getirilmiştir:
"Biz de onun duasını kabul ettik ve onu tasadan kurtardık. İşte biz, insanları böyle kurtarırız" (el-Enbiyâ, 21/88).
"Eğer tesbih edenlerden olmasaydı, (insanların) yeniden diriltilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı" (es-Saffat, 37/143, 144).
Gücü her şeye yeten Yüce Allah, balığın karnındaki Yûnus (a.s)'ı öldürmedi. Bir süre sonra balık onu ağzı ile sahile bırakmıştı. Onun kurtuluş ve daha sonraki hafi, Kur'ân'da şöyle haber verilmiştir:
"(Ama balığın karnında bizi andı, tesbih etti), biz de onu hasta bir halde ağaçsız, boş bir yere attık ve üzerine (gölge yapması için) kabak türünden bir ağaç bitirdik" (es-Saffat, 37/145, 146).
Yûnus (a.s)'ın Allah tarafından affedilmesi ve büyük bir tehlikeden kurtarılması, Kur'ân'ın başka bir yerinde dile getirilmiştir:
"Sen Rabb'inin hükmüne sabret, balık sahibi (Yûnus) gibi olma. Hani o, sıkıntıdan yutkunarak (Allah'a) seslenmişti. Eğer Rabb'inden ona bir nimet yetişmeseydi, yerilerek çıplak bir yere atılırdı. Fakat (böyle olmadı), Rabb'i onun duasını kabul etti de onu salihlerden kıldı" (el-Kalem, 68/8, 49, 50).
Yûnus (a.s)'ı bu sıkıntılardan kurtaran Yüce Allah, onun milletine de neticede hidâyeti nasib etti. Onlar da sonunda Allah'a imân edip tevhid'e sarıldılar. Onların tevbe edip hakka dönüşlerini ifâde eden âyetin meâli şöyledir:
"İnandılar, biz de onları bir süreye kadar geçindirdik" (es-Saffat, 37/148).
Yûnus (a.s)'ın milletinin bu şekilde tevbe etmeleri, küfürden dönüp Allah'a inanmaları, Allah tarafından övülmüş, methedilmiştir:
"Keşke (azabı gördükten sonra) inanıp da, inanması kendisine fayda veren bir memleket olsaydı! (Azabı gördükten sonra inanmak, hiç bir memlekete yarar sağlamamıştır). Yalnız Yûnus'un kavmi, (azab henüz inmeden önce) inanınca, dünya hayatında onlardan rezillik azabını kaldırmış ve onları bir süre daha yaşatmıştık" (Yûnus, 10/98).
Yûnus (a.s)'ın faziletli bir insan olduğu, Yüce Allah tarafından şöyle haber verilmiştir:
"İsmâil, el-Yesa', Yunus ve Lut'a da (yol gösterdik). Hepsi iyilerden idiler" (el-En'âm, 6/86).
Hz. Muhammed (s.a.v) de onu şöyle övmüştür:
"Her kim ben Yûnus b. Mattâ'dan hayırlıyım derse, yalan söylemiştir" (Buhârî, Tefsiru süre 6, 4).
Yûnus (a.s) da, diğer peygamberler gibi, insanları küfrün şerrinden nehyetmiş ve Allah'a imân etmeye davet etmiştir. İnanan insanlar için, onun hayatından alınacak çeşitli ibretler vardır. ( )
Nebi Yunus a.s, kavmi hidayete gelmeyince onları terk edip bir gemiye binerek ordan uzaklaşmak istemiş.
Bu yolculuğu esnasında birgece denizde fırtına kopmuş. O zamanki insanların inanışında böyle durumlarda bir kişi kurban olarak denize atılırsa gemi batmaktan kurtulur ve diyer insanlar yaşar idi.
Bunun üzerine gemidekiler, kimin feda edileceği konusunda kura çektiler ve kura Hz yunus a.s çıktı. Onu denize atılar ve büyük bir balık gelip onu yuttu.
Yunus (a.s.) Biliyordu ki, öyle biri var ki onun gücü hem gecenin karanlığına, hem denizin fırtınasına, hem de onu yutan balığa yeter.
Ve o da dedi ki:"la ilahe illa ente subhaneke inni kuntu minezzalimin" Bu duası hatırına kudereti her şeye yeten Allah (c.c.) denizdeki fırtınayı durdurdu o dalgalı deniz çöl gibi dümdüz oldu. Kap karanlık gece bulutların çekilmesi ile mehtabın ışığıyla aydınlandı. Ve bir balıkçı gemisi gelerek o balığı avladı. Balığın karnı yarılınca Yunus (a.s.) çıktı. Ancak balığın midesindeki asit derisini yakmış olduğu için Balıkçılar onu kıyıya getirerek, kuranda geçtiği gibi yaktin denen ağacın yaprakları ile tedavi etiler.
Şimdi bu belki tarihi ve özel bir durumdur, ama bize bakan ciheti şu imiş. Onun bindiği gemi, bizim için hayat ve ömürdür. Onun gecesi, bizim karanlık ve aşılmaz akidevi sorunlarımızdır. Onu yutan balık, bizi yutan nefsimiz ve şehvetimizdir.
Onu yutan balık sadece dünyasına zarar verebilirdi, ancak bizim nefsimiz dünya ve ahiretimizi yutuyor.
O yüzden sayısız defa LÂ İLÂHE İLLÂ ENTE SUBHÂNEKE İNNÎ KÜNTÜ MİNE’Z-ZÂLİMÎN demeliyiz.
Ve peygamber kısalarından nefsimize hisse çıkarmalıyız. Birer tarihi vakka olarak bakmamalıyız.
Yûnus’un (a.s.) Zühdüne Dair Haberler
Mücâhid'den rivayet edildiğine göre, Beytullah'ı yetmiş tane peygamber haccetmiştir. Bunlardan biri Mûsâ b. İmran olup, hac esnasında sırtında pamuktan ma'mûl iki abayesi varmış. Bu peygamberlerden bir diğeri de Yûnus (as)'muş. (O da, hac esnasında) "Davetine icabet ettim, ey sıkıntıları gideren, davetine icabet ettim" dermiş.
Katâde'den Allah Teâlâ’nın (Yûnus (as) hakkında) 'Eğer Allah'ı teşbih edenlerden olmasaydı, tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında kalmıştı' âyetini şöyle te'vîl ettiği nakledilmiştir: "Yûnus (as) bela ve sıkıntıların olmadığı zamanlarda çok uzun namaz kılardı. Güzel işler yapmak, sahibinin ehli ve iyâli içinde değerim artırır. Düşüp kalacak olursa, o takdirde de başını sokacak bir yer bulur."
Salim b. Ebû'1-Ca'd, Allah Teâlânın; Yûnus (as), nihayet karanlıklar içinde, senden başka bir ilah yoktur. Seni tenzih ederim, gerçekten ben zalimlerden oldum?[158] ifadesi hakkında şöyle diyor: "Allah balığa Yûnus (as)'un ne etine ve ne de kemiğine bir zarar vermemesini vahyetti. Daha sonra başka bir balık onu yutuverdi. O da karanlıklarda, Rabbine nida etti. (Bu karanlıklar) balığın (karnının) karanlığı ve denizin karanlığıdır."
Ebû'l-Celed'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Yûnus (as) kavmine azab inmeye başlayınca, zifiri karanlık geceler gibi başlarına üşüşmüş. İçlerinden akıllı olanları hemen âlimlerden geriye kalan bir şeyhin yanma gitmişler ve 'Gördüğün gibi başımıza gelen geldi. Bize bir dua öğret de, ola ki Allah bu sayede musibeti başımızdan giderir' demişler. O da 'Ey, hiçbir canlı yok iken diri olan!; Ey ölülere hayat bahşeden ve ey kendisinden başka ilâh olmayan mutlak diri!, diyerek yakarın' demiş. Bunun üzerine Allah Teâlâ azabı onlardan defetmiştir."
Sadî'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Yanında bulunan bir zât Yûnus (as) balığın karnında kırk gün mü kaldı?' diye sormuş. Şa'bî de 'Bir günden daha az bir süre kalmıştır. Balık onu kuşluk vakti yutmuş, ikindiden sonra olup da güneş batmaya doğru meyledince balık sıçramış ve Yûnus (as) güneşin parıltısını gö-rüvermiş, derhal 'Senden başka hiçbir ilâh yoktur, seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum' demiştir. (Hemen balık onu kıyıya atmış ve o da gam ve kederinden kurtulmuştur)' demiştir. Birisi Şa'bî'ye yönelerek 'Sen Allah'ın kudretini inkâr mı ediyorsun?' deyince, o da 'Hayır, ben Allah'ın kudretini inkâr etmiyorum. Eğer Allah Teâlâ dileseydi balığın karnında bir çarşı bile kurardı' cevabını vermiştir."
Ebû Mâlik'ten Yûnus'un (a.s.) balığın karnında kırk gün kaldığı rivayet edilmiştir.
Hz. Yunus (a.s.): Ninova ve Yerel İnançlar
Hz. Yunus Kur'an-ı Kerîm'de kıssası anlatılan büyük peygamberlerden birisidir. Kendisi Ninova'ya yani şu anki Irak'taki Musul'a peygamber olarak gönderilmişti. Bazıları Kur'an-ı Kerîm'deki bu olayı imkânsız bulabilir. Ancak görülecek ki yakın tarihlerde bile benzeri olaylar meydana gelmiştir.
“Deniz Köpeği" adlı bir balık (Carcharodon cacharias) 12 metre boya bile ulaşabilmektedir. Bu canlı ılık sularda yaşar. 1758 yılında Akdeniz'de bir gemici gemiden düşüp bir balık tarafından yutulmuştu. Geminin kaptanı balığı topa tutturmuş ve balık yuttuğu adamı öldürmeden çıkarmıştır.”
1. Sperm balinaları 2.4 metrelik bir kütleyi bir kerede yutabilirler. Şubat 1891'de James Bartley adlı bir gemici, "Star of the East" adlı gemiden düşüp Falkland Adaları civarında bir balina tarafından yutuldu. 48 saatten fazla balinanın içinde kalan gemici balina avcılarının balinayı zıpkınlayıp geminin güvertesinde balinanın karnını yardıktan sonra tesadüfen çıkarıldı. Sir Francis bunun hakkında şöyle der:
“Bartley, balina içinde bir insanın havasızlıktan ölmeden yaşayabileceğini kanıtladı. Bu kişi balinaya girişini hatırlıyor. Balinaya girdikten hemen sonra zifiri bir karanlık etrafını kaplamış. Çevresinde ne olup bittiğini anlamayan denizci biraz araştırdığında yumuşak birşeye temas ettiğini anlamış. Daha fazla hareket edememiş ama hala nefes alabiliyormuş. En kötü şey korku ve müthiş sıcaklıkmış. İçerde durdukça cildi asitle beyazlamış ve kurtarılınca da bu beyazlık hiç geçememiş. Bunun dışında her şeyi sağlıklı imiş”
2.Asurluların önde gelen tanrısı "Dagan", "yarı balık-yarı insan" şeklinde tasavvur edilirdi. Bu balık tanrısı figürleri Ninovadaki yıkık sarayların girişinde ve Ninova'daki tapınak harabelerinde ve Babil mühürlerinde değişik formlarda yer alır.
Babil tarihçisi Berosus M.Ö.4.üncü y.y.'da bu balık adam inancının kökeni ile ilgili kayda sahiptir. En eski geleneklere göre Kalde ve Babil, sudan gelen "yarı balık-yarı insan" birisinin yönetimindeydi. Hz. Yunus (a.s.) zamanında insanlar onun peygamberliğine inanırlardı. H. Clay Trumbull şöyle yazar:
"…Tarihce kayıtlara geçen ani ve yaygın Ninova inancı ile Yunus'un mucizesi bir tesadüf değildir.."
3.Berosis bu tanrının adını Odacon'un çeşitli tezahürlerinden bahsederken, Asur Balık Tanrısı "OANNES" olarak verir. Ünlü Asurolog Dr. Herman V. Hilprecht, Yunancaya geçmiş şekliyle aynı olan Oannes'in Yunus'tan geldiğinden bahseder.
4."Yunas" kelimesinin Ninova'da kalıntıları da Yunus (as) kıssasının doğruluğuna işaret eder. ([1])
Niye Yunus (a.s.) Gibi Olmamalıyız?
“Sen Rabbinin hükmünü sabırla bekle. Balık sahibi (Yunus) gibi olma. Hani o, dertli dertli Rabbine niyaz etmişti.
Şayet Rabbinden ona bir nimet yetişmemiş olsaydı o, mutlaka, kınanacak bir halde ıssız bir diyara atılacaktı.
Fakat ardından, Rabbi onu seçti (vahiy verdi) ve onu sâlihlerden kıldı.” [2]
"Rabbinin hükmü"nden maksat Hz. Muhammed'e (s.a.s.) verilen peygamberlik ve dinî tebliğ görevidir veya Allah'ın inkârcılara mühlet vererek onlara karşı Hz. Peygamber'e yar-dımını ertelemesidir. "Balık sahibi" ise Yûnus peygamberdir. Hz. Peygamber'e, Allah'ın verdiği görevi sabırla yerine getirmesi emredildikten sonra Yûnus'a atıf yapılmakta ve Rasûlullah'a onun hatalı davranışını tekrar etmemesi telkin edilmektedir. Çünkü Yûnus, tebliğ ettiği dini halkın hemen kabul etmediğini görünce sabır ve azimle görevine devam edeceği yerde, halkına kızarak ülkeyi (Ninova’yı) terk etmiş, bir gemiye binip denize açılmış, yolda fırtına çıkmış, yolcuların bir kısmının denize atılmasına karar verilince çekilen kur'ada Yûnus'un şansına denize atılmak düşmüştü; fakat denizde bir balık tarafından tutularak boğulmaktan kurtulmuştu. Böylece kendisine burada da Allah'ın rahmeti yetişti; Allah Teâlâ'nın lütfuyla bu balık onu sahile bırakarak ölümden kurtardı. Yûnus Allah'ın emriyle ülkesine dönüp peygamberlik görevini sürdürmeye, tevhid inancını yaymaya devam etti. Bir rivayete göre Hz. Yûnus kavmine, inanmadıkları takdirde bir azaba uğrayacaklarını bildirmiş, ancak onlar tövbe edip imana geldikleri için bu azap tahakkuk etmemiştir. Fakat onların imana geldiklerinden habersiz olan Yûnus, belirttiği azabın vaktinde gerçekleşmediğini görünce kendisinin alay konusu olacağını düşünerek kızgın bir halde kavminden ayrılıp gitmiştir. Bu olay Sâffât sûresinde şöyle anlatılır: “Doğrusu Yûnus da gönderilen peygamberlerdendi. Hani o, dolu bir gemiye binip kaçmıştı. Gemide olanlarla karşılıklı kur’a çektiler de kaybedenlerden oldu. Yûnus kendini kınayıp dururken onu bir balık yuttu. Eğer Allah’ı tesbih edenlerden olmasaydı, tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı. Halsiz bir vaziyette kendisini dışarı çıkardık. Ve üstüne (gölge yapması için) kabak türünden geniş yapraklı bir nebat bitirdik. Onu, yüz bin veya daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik. Sonunda ona iman ettiler, bunun üzerine Biz de onları bir süreye kadar yaşattık.” Enbiyâ sûresinde de Yûnus’un (a.s.) duâsı, tevbesi zikredilir: “Zünnûn’u (Yûnus’u da zikret). O öfkeli bir halde geçip gitmişti; Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihayet karanlıklar içinde: “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn: Senden başka hiçbir ilâh/tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum!” diye niyaz etti. Bunun üzerine onun duâsını kabul ettik ve onu kederden kurtardık. İşte Biz mü’minleri böyle kurtarırız.” Burada Yûnus Peygamber'in kıssasına değinilerek Hz. Muhammed uyarılmakta, Mekke müşriklerinin kendisine gösterdiği muhâlefete kızıp da ümitsizliğe kapılmaması ve peygamberlik görevini sürdürmesi telkin edilmektedir.
Yunus (a.s.) ve Tevhidî Mücadele Sabır
Kur'an-ı Kerim'de müstakil bir sureye ismini vermiş olan Yunus (a.s.); aynı zamanda Allah tarafından, Zü’n-nûn ve sahib-i hût (balık sahibi) olarak isimlendirilmiştir. Yunus (a.s.)'ın balık sahibi olarak nitelenmesinin sebebi, onun balığın karnına haps edilişinden gelmektedir. Yoksa balıkçılık ve buna benzer bir iş yaptığından dolayı değildir.
Yunus kıssası hakkında Kur'ân-ı Kerim'de dört yerde işaret vardır. Yûnus Sûresi, Enbiyâ Sûresi, Sâffât ve Kalem sûrelerinde kıssa hakkında detaylı olmayan ve fakat kıssanın amacını en beliğ biçimde ifade eden ayetler yer alır. Şurası muhakkak ki Yunus kıssası hakkında Kur'an'ın iniş dönemi esnasında yaşayan müşrikler, atalarından gelen lafzî olmayan bir tevatür olarak ve de Ehl-i Kitab sahiplerinden edindikleri birtakım tahrif edilmiş, kıssanın amacından uzaklaşmış sadece ve sadece tarihî bilgi konumunda olan bilgilere sahiptiler.
Bu hususta Kitab-ı Mukaddes'te Yonah adlı bir bölümün bulunduğunu ve orada anlatılanların; Kur'an'da anlatılan Yunus (a.s.) kıssası ile ortak özelliklere sahip olduğu görülmektedir. Ancak gerek Kitab-ı Mukaddes'te yer alan metinler ve gerekse müşriklerin Yunus (a.s.) hakkında edindikleri lafzi olmayan tevatürler insanları hidayete sevkedecek bir amil olmaktan öte, tarihsel bir biyografi veya efsane niteliğine sahipti. Bu yüzden Cenab-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'de Yunus kıssasının doğrusunu zikrederek, tüm insanların konumlarına göre bu kıssadan dersler alarak Allah'ın birliğini tasdik etmelerini istemiştir.
Kur'an-ı Kerim'de anlatılan Rasullerin kıssalarında görülen ortak noktalardan biri de, vahyin iniş dönemi esnasında müşriklerin müslümanlara uyguladıkları baskılardır. Rasullerin elçilik görevlerini toplumlarına açıklamasıyla beraber, müşrikler tarafından yoğun bir baskı ve eziyet kampanyası başlatılır. Hedef; rasul ve ona uyanların dirençlerini yıkmak ve aynı zamanda müslümanları kitleye âciz göstermektir.
Rasuller yalancılıkla itham edilir. Üstünlük heveslisi olarak nitelendirilir. Mecnun olarak vasıflandırılır. Sihirbaz, kâhin ve şair olduğu iddia edilir. İftiranın her türlüsü yapılır. Müslümanlara çeşit çeşit tuzaklar kurulur. Bütün bu eziyet ve baskılara rağmen Rasul ve müslümanların yapacakları tek hareket; "okuma" (tebliğ) eyleminde "sabr" etmek, gidişatın seyrini Allah'ın istediği istikamette devam ettirmektir.
Kur'an'ın iniş döneminde de Rasulullah'ın elçiliğini ilan etmesiyle beraber geçmişte diğer rasullere yapılanlar "sünnetullah"ın gereği tekrar edilmeye başlandı. Müşriklerin Rasul ve Kur'an'a yaptıkları iftira ve saldırıları, Allah, Kur'an'da şöyle beyan ediyor:
"(Ey Muhammed) öğüt ver; Rabb'inin nimetiyle sen, ne kâhinsin, ne de mecnunsun."
"Arkadaşınız sapıtmadı ve azmadı."
"(Dediler ki:) Bu Kur'an öğretilegelen bir sihirdir. Bu Kur'an sadece bir insan sözüdür."
"Biz ona şiir öğretmedik."
Rasulullah'a yapılan bütün iftira ve eziyetlere karşın Allah, rasulüne şöyle emreder:
"Bizi anmaktan yüz çevirenlere ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlere aldırma!"
"...Yanlarından güzelce ayrıl."
Rasulullah'a yapılan çirkin iftira ve taarruzlara karşı ondan, müşriklerin yaptıkları bu tazyiklere aldırış etmemesi, onların yaptıklarının karşılığını Allah'a havale etmesi istenir.
Allah, müşriklerin bu tavırlarına çok üzülen, adeta kendi kendini yiyen Hz. Peygamber ve beraberindeki müslümanlara "sabr" etmelerini, tebliğ eyleminde gevşememelerini ve kafirlerin akıbetini kendine bırakmalarını ister.
"Yalanlayanları Bana bırak."
"Yalanlayanları bana bırak. Onlara az bir süre tanı."
"Sen Rabb 'inin hükmüne sabret. Balık sahibi gibi olma..."
Kalem Sûresi kırk sekizinci ayet-i kerimede geçen "...balık sahibi gibi olma..." ibaresi ile Rasulullah ve diğer müslümanlara; geçmişte müşriklerin baskı ve eziyetlerine dayanamayarak toplumunu terk eden Yunus peygamber kıssası anlatılır.
Allah müşriklerin baskılarına karşı, dayanma güçlerinin sınırını zorlayan Rasulullah ve ashabının; geçmişte müşrik toplumunun baskılarına sabretmeyerek elçilik görevini bırakıp toplumunu, Allah'ın izni olmaksızın terk ederek hata eden Yunus (a.s.)'ın kıssasından öğüt ve ibret almalarını ve Yunus'un bu hatalı davranışına meyletmemelerini, Allah'ın Mekke müşrikleri hakkındaki hükmüne kadar sabretmelerini ister.
"Doğrusu Yunus da rasullerdendir." Putperest bir toplum içinde yaşayan Yunus (a.s.), Allah tarafından elçi olarak seçilir. Allah'tan aldığı vahyi insanlara iletmesi, onları İslâm'a davet etmesi için görevlendirilir. Allah Kur'an'da elçilikle görevlendirdiği peygamberler arasında Yunus’u (a.s.) da sıralar: "Nuh'a, ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimizi, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a ve Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettiğimiz gibi, şüphesiz sana da vahyettik."
Yunus (a.s.) risâletle görevlendirildikten sonra büyük bir çaba ile kavmine; putlara tapmamalarını, bir ve eşi benzeri bulunmayan, doğmamış ve doğurmamış, bütün kâinatın yaratıcısı olan Allah'a tapmalarını, ona kulluk etmelerini söyler. Taptıklarının onlara bir faydasının olmayacağını, kendilerine bile fayda ve zarar vermekten aciz durumda olan bu putları terk etmelerini her fırsatta insanlara bildirir.
Yunus'un tüm uyarılarına rağmen kavminin inkârcıları onun aleyhine bir tutum içine girerler. Onun yalancı, büyücü, insanları yönetme heveslisi biri olduğunu öne sürerler. Yunus’dan (a.s.) mûcize talebinde bulunurlar. Yanında melekler olmasını isterler. Daha neler neler... Maksatları peygamberi zor durumda bırakmak, toplumun gözünden iyice düşürmekti.
Her seferinde Yunus’a (a.s.) elle ve dille saldırıda bulundular. Onun direncini yıkmaya ve söylediklerinden vazgeçirmeye çalıştılar. Bu baskılar her geçen gün daha da artarak sürdü. Kavmi sanki taş kesilmişti, Yunus'un uyarıları hiç işitilmemiş gibiydi. Yunus bunalmıştır. Kendi kendini yemektedir. Onun bu hali peygamberin müşfik vasfındandır. Kavminin iman etmemiş olması onun için Allah nezdinde görevini yapmadığı anlamına gelmezdi. Çünkü Allah şu umumi kaideyi zaten ona bildirmişti.
"Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi mutlaka iman ederdi. O halde sen mi insanları, inanmaları için zorlayacaksın? Allah'ın izni olmadan kimse iman edemez."
Yunus (a.s.) yine de kavminin inkârcı tutumuna çok üzülüyordu. İşte ne oldu ise oldu, bu sıkıntı ve çaresizlik içindeki durum esnasında Allah'tan bir emir olmaksızın kavmini terk ederek yola koyuldu. Allah, Yunus'un bu davranışı hakkında Kur'an'da şöyle beyan eder: "Zünnun hakkında söylediğimizi an. O öfkelenerek giderken, kendisini sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı."
Enbiyâ Sûresi'ndeki bu âyet-i kerimede Yunus’un (a.s.), kavmini terk etmesine sebep olarak öfkelenmesi gösterilir. Resulün öfkesi Allah'a değil, toplumuna karşıdır. Ayete görev kavmine kızan Yunus "kendisini sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı." ibaresi ile belirtilen; Allah'tan bir emir olmadığı halde kavmini terk etmiştir. Oysa Kur'an'da, Rasullerin kendi toplumlarından ayrılmalarının hep Allah'ın izniyle olduğunu görürüz:
"Biz Mûsâ'ya: ‘Kullarımı geceleyin yola çıkar. Şüphesiz takip edileceksiniz’ diye vahyettik."
"Senin kavminden inanmış olanlar dışında (bundan sonra) kimse imarı etmeyecek. Onların yapageldiklerine üzülme. Nezaretimiz altında ve sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap..."
"Rabbim! Beni ve ailemi bunların yapa geldiği kötülükten kurtar.’ dedi. Bunun üzerine geride bulunan yaşlı bir kadın dışında, onu ve ailesini, hepsini kurtardık."
Dolayısıyla Yunus Peygamber’in, kavminin âkıbeti hakkında Allah'ın emrini beklemeden, yanlış bir kararla Allah'ın kendisini sıkıntıya sokmayacağını da zannederek toplumunu terketmesi "sünnetullah"a yani Allah'ın kanununa ters düşer. Yunus’un (a.s.) kavmini terk etmesinden sonraki olaylar şöyle gelişir:
"Dolu bir gemiye kaçmıştı.
Gemide olanlarla karşılıklı kur'a çekmişti ve yenilenlerden olmuştu. Bu sebeple denize atılmıştı.
Kendini kınarken onu bir balık yutmuştu.
Eğer Allah'ı teşbih edenlerden olmasaydı, tekrar diriltilecek güne kadar balığın karnında kalacaktı.
Halsiz bir halde iken kendisini sahile çıkardık.
Onun için geniş yapraklı bir bitki bitirdik.
Onu yüz bin veya daha çok kişiye rasul olarak gönderdik."
Yaptığı yanlışlığın neticesinde Allah, Yunus'u sıkıntıya uğratır. Başına gelen bu musibetlerin kendi davranışı sebebiyle olduğunu idrak eden Yunus (a.s.) Allah'a kulluğunun bir ifadesi olan tevbe kapışma başvurur. Sonunda Allah onu tevbesini kabul eder. Ve onu yeniden kavmine Rasul seçer.
Ummadığı halde Allah tarafından sıkıntıya uğratılan Yunus Allah'a kulluğun gereği olarak umutsuzluğa düşmez. Tevbe etmenin/geri dönüşün bir ibadet olduğunu en iyi bilen o şanlı Rasul'ün yaptığı tevbe sayesinde, Allah tarafından affedilir. Tekrar elçilikle görevlendirilir ve böylece kavminin yolunu tutar. "Sonunda ona inandılar, bunun üzerine biz de onları bir süreye kadar geçindirdik."
Yunus’un (a.s.) rasullükle tekrar vazifelendirilip kavmine yollanması ile beraber, kavminin bu sefer ona iman ettiğini görüyoruz. Bu olay da gösteriyor ki insanların hidayetinin tek müsebbibi Allah'tır. Hidâyet yalnızca onun elindedir.
Kur'an'da beyan edilen Yunus (a.s.) kıssasından çıkaracağımız dersler:
Kur'an'ı imam kabul etmiş olanların, karşılarındaki inkârcıların hal ve tavırları ne olursa olsun tebliğ mücadelesini bırakmayarak, toplumlarından kendilerini soyutlamamaları gerekir.
Müslümanlar, inkârcıların Kur'an karşısındaki katı tavırlarının belki bir gün Allah'ın hidayeti ile değişebileceğini unutmamalıdır. Bu yüzden Allah, Hz. Muhammed ve ashabına "Yanlarından güzelce ayrıl", "yalanlayanları Bana bırak; onlara az bir süre tanı" diye emrederek onlardan sabretmelerini istemiştir. İnkârcılar hemen iman etmiyor diye acele etmemelerini, onlara süre tanımalarını istemiştir.
Allah'ın kesin olarak iman etmeyeceklerini bildirmesi halinde toplumdan veya şahıslardan ilişik kesilebilir ki bu da günümüz toplumunda vahyin tekrar gelmesinin mümkün olamayacağına göre "okuma" tebliğ eylemi kıyamete kadar kesintisiz sürecektir.
Toplumun inkârcı tavırlarına kızarak tebliğ vazifesinden yüz çevirip, dünya nimetlerine dalan yahut ıssız beldelere kaçma fikrinde olanlara Yunus’un (a.s.) kıssası en güzel ibrettir.
Zaman bozuldu, bu insanlara din-min anlatılmaz diyerek toplumlarını terk edip inzivaya çekilen veya çekilmek isteyenlere en güzel örnek Yunus kıssasıdır.
Toplumlarının iman etmelerinden ümit kesenlere; Yunus’un (a.s.) hatasını anlayıp tevbe etmesinden sonra tekrar rasullükle toplumuna gönderilmesi neticesi kavminin iman etme olayı, hidayetin Allah'ın elinde olduğunun en güzel öğüt ve ibret numunesidir.
Sonuçta görülen odur ki hayatımızın her safhası Allah'ın takdiriyle gerçekleşmekte, onun müsaadesiyle gündemimiz oluşmaktadır. Kendimizi yetkimizin, sınırlarımızın Ötesinde görüp küfür-hidayet olayı hakkında gaybî yargılara varmamamız gerekir.
İslâm tarihindeki bazı hadiseler de, bu hususta bize örneklik teşkil eder. Ömer bin Hattab, Halid b. Velid ve hatta Ebû Süfyan ve bunlar gibi nice İslâm düşmanlarının daha sonraları hidayete erdiklerini ve o andan itibaren İslam'ın savunucuları oldukları göz önüne alındığında tebliğ eyleminde sürekliliğin ve sabrın önemini daha iyi kavramak mümkün olacaktır.
Tevbe ibâdetinin İslam'ın yegâne kulluk imkânlarından biri olduğu Yunus’un (a.s.) tevbesi ve Allah'ın bu tevbeye icabet etmesi ile kıssada ortaya konmuş olur. Yunus'un hatasını idrak etmesiyle beraber derhal gerçekleştirdiği Allah'a tevbesi, yanılan kullar için Allah'ın bahşettiği nimetin sınırını en veciz biçimde bize beyan etmektedir.
Hz. Peygamber’e Hz. Yunus’un görevi terk edişi hatırlatılarak “Sakın büyük balık sahibi gibi olma!” denilir. Bu âyetler, Hz. Peygamber’in ve O’nun izinden giden dâvâ erlerinin üstlendiği görevin ne kadar ağır olduğunun da tescilidir (48-50. âyetler).
Yunus peygamber kıssası, 28 Şubat süreci sonunda yaşanan ölçüsüz özeleştiri furyası, nice dâvâ adamının mücadeleyi terk etmesini sonuçlandırdı. Yunus peygamber gibi sabırsız, aceleci tavırlar Allah tarafından kınanıyor. Yûnus (a.s.) kıssası, günümüz İslâmî hareketi için önemli çıkarımları olan bir rehberliktir, güzel bir uyarıdır. Dâvâyı yaymak için bile olsa, izinsiz ve zamansız şekilde imtihan edildiğmiz ülkeyi terk etmenin savaşta izinsiz cepheyi terk etme gibi olduğu unutulmamalıdır (48-50. âyetler).
[1] Mehmet Kahraman
[2] Kalem, 48-50
YUNUS (A.S.)
Yunus (a.s.)
- Yunus, Hayatı ve Tevhid Mücadelesi
- Yûnus’un (a.s.) Zühdüne Dair Haberler
- Yunus (a.s.): Ninova ve Yerel İnançlar
- Niye Yunus (a.s.) Gibi Olmamalıyız?
Hz. Yunus, Hayatı ve Tevhid Mücadelesi
Yunus (a.s.): Adı Kur'ân'da geçen peygamberlerden biridir.
Soyu, Bünyamin vasıtasıyla Ya'kûb’a (a.s.) ve onun vasıtasıyla de İbrâhim (a.s)'a dayanmaktadır. Bazı âlimlerin naklettiğine göre, İsa (a.s.) annesinin adıyla İsa b. Meryem diye anıldığı gibi, Yûnus (a.s) da annesinin adıyla Yûnus b. Matta diye anılmaktadır. (İbn Sa'd, Tabakatü'l-Kübra, Beyrut 1957, I, 55). Buhârî'nin verdiği bilgiye göre ise, bu görüş yanlıştır. Aslında Matta, Yûnus (a.s)'ın annesinin değil, babasının adıdır. Yani Yûnus (a.s.), Yûnûs b. Matta diye anılınca, babasının adıyla anılmış olur (ez-Zebîdî, Sahihi Buhârî Muhtasarı Tecridi Sarih Tercemesi ve Şerhî, trc: Kamil Miras, Ankara, 1971, IX, 152).
Yûnus (a.s.)'ın Ya'kub’un (a.s.) torunlarından olduğu, Kur'ân'da şöyle haber veriliştir:
"Nûh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. Nitekim İbrâhim'e, İsmail'e, İshâk'a, Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Harûn'a, Süleyman'a da vahyetmiş ve Davud'a da Zebûr'u vermiştik" (en-Nisâ, 4/163).
Bu âyette ifâde edildiği gibi İsâ (a.s.), Eyyûb (a.s), Harun (a.s.) ve Süleyman (a.s.)'da Yunus (a.s) ile aynı soydan, Yakub (a.s)'ın torunlarındandırlar.
Yûnus (a.s.)'ın nüfusu yüz bini aşkın bir şehrin halkına uyarıcı ve tevhide çağrıcı bir peygamber olarak gönderildiği, Kur'ân'da şöyle geçmektedir:
"Ve onu yüz bin insana, ya da daha fazla olanlara peygamber gönderdik" (es-Saffat, 37/147).
O'nun peygamber olarak gönderildiği bu yerin Ninova şehri olduğu nakledilmiştir. Ninova şehri, Dicle nehrinin kıyısında, şimdiki Musul'un yerinde bulunmaktaydı. Bu beldenin insanları küfrün içinde bulunuyorlardı ve putlara tapmakta idiler. Yûnus (a.s) onları küfürden ve putperestlikten nehyetmek bir de onlara, küfürlerinden dolayı tevbe etmelerini, Yüce Allah'ın varlığına ve birbirine inanmalarını emretmek üzere gönderilmişti (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire, t.y., V, 126; et-Taberî, Tarih, Mısır 1326, II, 42).
Yûnus (a.s)'ın adı, Kur'ân'ın çeşitli yerlerinde geçmekle berâber, Kur'ân'daki sûrelerden birine isim olarak verilmiştir. Kur'an'ın onuncu sûresinin adı, Yûnus sûresidir.
Yûnus (a.s) milletini otuz üç yıl Allah'a imân etmeye, küfürden kurtulmaya davet etti, tebliğde bulundu ve peygamberlik vazifesini yerine getirdi. Ancak sadece iki kişi ona imân etti (İbn Esir, el-Kâmil, Beyrut 1965, I, 360; Sahihi Buhâri ve Tecridi Sarih Tercümesi, IX, 152).
Milletinin bu şekilde küfürde direnmesi ve imâna gelmemesi, Yûnus (a.s.)'ın zoruna gitti. Yüce Allah onun bu kızgınlığını ve bunun neticesinde milletini terketmeye kalkışmasını şöyle haber vermiştir:
"Zünnûn (Yûnus)'a gelince, o, öf keli bir halde geçip gitmişti. Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihâyet karanlıklar içinde; "Senden başka hiç bir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum!" diye niyaz etti." (el-Enbiyâ, 21/87).
Bu âyette Yûnus (a.s.)'dan Zünnûn diye bahsedilmiştir. Zünnûn, balık sahibi demektir. Kur'ân'ın başka bir yerinde de, Yûnus (a.s.) bu lakabla anılmıştır:
"Sen Rabbinin hükmünü sabırla bekle. Balık sahibi (Yunus) gibi olma. Hani, o dertli dertli Rabbine niyaz etmişti" (el-Kalem, 68/48).
Hem bu âyette hem de yukarıdaki âyette Yûnus (a.s)'ın sabretmemesine, Allah'ın emri olmadan milletini terketmeye kalkışmasına işâret edilmiştir. Onun bu hali üzerine, Yüce Allah şöyle buyurmuştu:
"O halde, peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret" (el-Ahkâf, 46/35).
Allah'ın müsaadesi olmadan Yûnus (a.s.)'ın ayrılmaya kalkışması, iyi netice vermemişti. Ninova'dan ayrılmak için bir gemiye binmişti. Geminin batmaya yüz tutması üzerine, hafiflemesi için yolculardan birinin suya atılması gerekti. Kimin suya atılacağını tesbit için kur'a çekildi ve kur'a Yûnus (a.s.)'a isâbet etti. Bu durum kur'ân'da şöyle haber verilmiştir:
"Gemide onlarla karşılıklı Kur'a çektiler de yenilenlerden oldu" (es-Saffat, 37/141).
İşin daha acısı, Yûnus (a.s) denize atıldıktan sonra bir balık onu yutmuştu. Yüce Allah Kur'ân'da onun bu durumunu şöyle haber vermiştir:
"Yûnus, (Rabbinden izinsiz olarak kavminden ayrıldığı için) kendisi kötülüklerken, onu bir balık yuttu" (es-Saffat, 37/142).
Burada Yûnus (a.s.) hatasını anlamış ve nefsini kınamaya başlamıştı. Balığın karnındaki karanlıklarda:
"Senden başka ilâh yoktur. Sen eksikliklerden uzaksın, yücesin. Ben zalimlerden oldum!" (el-Enbiyâ, 21/87) diye dua etmeye ve Allah'a yalvarmaya başladı. Bu şekilde imân ve inançla Allah'a sığınması neticesinde, Yüce Allah onu affetmişti (el-Maverdî, en-Nuketu ve'l-Uyûnu, Beyrut 1992, III, 465 vd). Yûnus (a.s)'ın duasının kabul edildiği ve Allah tarafından bağışlandığı, Kur'ân'da şöyle dile getirilmiştir:
"Biz de onun duasını kabul ettik ve onu tasadan kurtardık. İşte biz, insanları böyle kurtarırız" (el-Enbiyâ, 21/88).
"Eğer tesbih edenlerden olmasaydı, (insanların) yeniden diriltilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı" (es-Saffat, 37/143, 144).
Gücü her şeye yeten Yüce Allah, balığın karnındaki Yûnus (a.s)'ı öldürmedi. Bir süre sonra balık onu ağzı ile sahile bırakmıştı. Onun kurtuluş ve daha sonraki hafi, Kur'ân'da şöyle haber verilmiştir:
"(Ama balığın karnında bizi andı, tesbih etti), biz de onu hasta bir halde ağaçsız, boş bir yere attık ve üzerine (gölge yapması için) kabak türünden bir ağaç bitirdik" (es-Saffat, 37/145, 146).
Yûnus (a.s)'ın Allah tarafından affedilmesi ve büyük bir tehlikeden kurtarılması, Kur'ân'ın başka bir yerinde dile getirilmiştir:
"Sen Rabb'inin hükmüne sabret, balık sahibi (Yûnus) gibi olma. Hani o, sıkıntıdan yutkunarak (Allah'a) seslenmişti. Eğer Rabb'inden ona bir nimet yetişmeseydi, yerilerek çıplak bir yere atılırdı. Fakat (böyle olmadı), Rabb'i onun duasını kabul etti de onu salihlerden kıldı" (el-Kalem, 68/8, 49, 50).
Yûnus (a.s)'ı bu sıkıntılardan kurtaran Yüce Allah, onun milletine de neticede hidâyeti nasib etti. Onlar da sonunda Allah'a imân edip tevhid'e sarıldılar. Onların tevbe edip hakka dönüşlerini ifâde eden âyetin meâli şöyledir:
"İnandılar, biz de onları bir süreye kadar geçindirdik" (es-Saffat, 37/148).
Yûnus (a.s)'ın milletinin bu şekilde tevbe etmeleri, küfürden dönüp Allah'a inanmaları, Allah tarafından övülmüş, methedilmiştir:
"Keşke (azabı gördükten sonra) inanıp da, inanması kendisine fayda veren bir memleket olsaydı! (Azabı gördükten sonra inanmak, hiç bir memlekete yarar sağlamamıştır). Yalnız Yûnus'un kavmi, (azab henüz inmeden önce) inanınca, dünya hayatında onlardan rezillik azabını kaldırmış ve onları bir süre daha yaşatmıştık" (Yûnus, 10/98).
Yûnus (a.s)'ın faziletli bir insan olduğu, Yüce Allah tarafından şöyle haber verilmiştir:
"İsmâil, el-Yesa', Yunus ve Lut'a da (yol gösterdik). Hepsi iyilerden idiler" (el-En'âm, 6/86).
Hz. Muhammed (s.a.v) de onu şöyle övmüştür:
"Her kim ben Yûnus b. Mattâ'dan hayırlıyım derse, yalan söylemiştir" (Buhârî, Tefsiru süre 6, 4).
Yûnus (a.s) da, diğer peygamberler gibi, insanları küfrün şerrinden nehyetmiş ve Allah'a imân etmeye davet etmiştir. İnanan insanlar için, onun hayatından alınacak çeşitli ibretler vardır. ( )
Nebi Yunus a.s, kavmi hidayete gelmeyince onları terk edip bir gemiye binerek ordan uzaklaşmak istemiş.
Bu yolculuğu esnasında birgece denizde fırtına kopmuş. O zamanki insanların inanışında böyle durumlarda bir kişi kurban olarak denize atılırsa gemi batmaktan kurtulur ve diyer insanlar yaşar idi.
Bunun üzerine gemidekiler, kimin feda edileceği konusunda kura çektiler ve kura Hz yunus a.s çıktı. Onu denize atılar ve büyük bir balık gelip onu yuttu.
Yunus (a.s.) Biliyordu ki, öyle biri var ki onun gücü hem gecenin karanlığına, hem denizin fırtınasına, hem de onu yutan balığa yeter.
Ve o da dedi ki:"la ilahe illa ente subhaneke inni kuntu minezzalimin" Bu duası hatırına kudereti her şeye yeten Allah (c.c.) denizdeki fırtınayı durdurdu o dalgalı deniz çöl gibi dümdüz oldu. Kap karanlık gece bulutların çekilmesi ile mehtabın ışığıyla aydınlandı. Ve bir balıkçı gemisi gelerek o balığı avladı. Balığın karnı yarılınca Yunus (a.s.) çıktı. Ancak balığın midesindeki asit derisini yakmış olduğu için Balıkçılar onu kıyıya getirerek, kuranda geçtiği gibi yaktin denen ağacın yaprakları ile tedavi etiler.
Şimdi bu belki tarihi ve özel bir durumdur, ama bize bakan ciheti şu imiş. Onun bindiği gemi, bizim için hayat ve ömürdür. Onun gecesi, bizim karanlık ve aşılmaz akidevi sorunlarımızdır. Onu yutan balık, bizi yutan nefsimiz ve şehvetimizdir.
Onu yutan balık sadece dünyasına zarar verebilirdi, ancak bizim nefsimiz dünya ve ahiretimizi yutuyor.
O yüzden sayısız defa LÂ İLÂHE İLLÂ ENTE SUBHÂNEKE İNNÎ KÜNTÜ MİNE’Z-ZÂLİMÎN demeliyiz.
Ve peygamber kısalarından nefsimize hisse çıkarmalıyız. Birer tarihi vakka olarak bakmamalıyız.
Yûnus’un (a.s.) Zühdüne Dair Haberler
Mücâhid'den rivayet edildiğine göre, Beytullah'ı yetmiş tane peygamber haccetmiştir. Bunlardan biri Mûsâ b. İmran olup, hac esnasında sırtında pamuktan ma'mûl iki abayesi varmış. Bu peygamberlerden bir diğeri de Yûnus (as)'muş. (O da, hac esnasında) "Davetine icabet ettim, ey sıkıntıları gideren, davetine icabet ettim" dermiş.
Katâde'den Allah Teâlâ’nın (Yûnus (as) hakkında) 'Eğer Allah'ı teşbih edenlerden olmasaydı, tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında kalmıştı' âyetini şöyle te'vîl ettiği nakledilmiştir: "Yûnus (as) bela ve sıkıntıların olmadığı zamanlarda çok uzun namaz kılardı. Güzel işler yapmak, sahibinin ehli ve iyâli içinde değerim artırır. Düşüp kalacak olursa, o takdirde de başını sokacak bir yer bulur."
Salim b. Ebû'1-Ca'd, Allah Teâlânın; Yûnus (as), nihayet karanlıklar içinde, senden başka bir ilah yoktur. Seni tenzih ederim, gerçekten ben zalimlerden oldum?[158] ifadesi hakkında şöyle diyor: "Allah balığa Yûnus (as)'un ne etine ve ne de kemiğine bir zarar vermemesini vahyetti. Daha sonra başka bir balık onu yutuverdi. O da karanlıklarda, Rabbine nida etti. (Bu karanlıklar) balığın (karnının) karanlığı ve denizin karanlığıdır."
Ebû'l-Celed'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Yûnus (as) kavmine azab inmeye başlayınca, zifiri karanlık geceler gibi başlarına üşüşmüş. İçlerinden akıllı olanları hemen âlimlerden geriye kalan bir şeyhin yanma gitmişler ve 'Gördüğün gibi başımıza gelen geldi. Bize bir dua öğret de, ola ki Allah bu sayede musibeti başımızdan giderir' demişler. O da 'Ey, hiçbir canlı yok iken diri olan!; Ey ölülere hayat bahşeden ve ey kendisinden başka ilâh olmayan mutlak diri!, diyerek yakarın' demiş. Bunun üzerine Allah Teâlâ azabı onlardan defetmiştir."
Sadî'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Yanında bulunan bir zât Yûnus (as) balığın karnında kırk gün mü kaldı?' diye sormuş. Şa'bî de 'Bir günden daha az bir süre kalmıştır. Balık onu kuşluk vakti yutmuş, ikindiden sonra olup da güneş batmaya doğru meyledince balık sıçramış ve Yûnus (as) güneşin parıltısını gö-rüvermiş, derhal 'Senden başka hiçbir ilâh yoktur, seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum' demiştir. (Hemen balık onu kıyıya atmış ve o da gam ve kederinden kurtulmuştur)' demiştir. Birisi Şa'bî'ye yönelerek 'Sen Allah'ın kudretini inkâr mı ediyorsun?' deyince, o da 'Hayır, ben Allah'ın kudretini inkâr etmiyorum. Eğer Allah Teâlâ dileseydi balığın karnında bir çarşı bile kurardı' cevabını vermiştir."
Ebû Mâlik'ten Yûnus'un (a.s.) balığın karnında kırk gün kaldığı rivayet edilmiştir.
Hz. Yunus (a.s.): Ninova ve Yerel İnançlar
Hz. Yunus Kur'an-ı Kerîm'de kıssası anlatılan büyük peygamberlerden birisidir. Kendisi Ninova'ya yani şu anki Irak'taki Musul'a peygamber olarak gönderilmişti. Bazıları Kur'an-ı Kerîm'deki bu olayı imkânsız bulabilir. Ancak görülecek ki yakın tarihlerde bile benzeri olaylar meydana gelmiştir.
“Deniz Köpeği" adlı bir balık (Carcharodon cacharias) 12 metre boya bile ulaşabilmektedir. Bu canlı ılık sularda yaşar. 1758 yılında Akdeniz'de bir gemici gemiden düşüp bir balık tarafından yutulmuştu. Geminin kaptanı balığı topa tutturmuş ve balık yuttuğu adamı öldürmeden çıkarmıştır.”
1. Sperm balinaları 2.4 metrelik bir kütleyi bir kerede yutabilirler. Şubat 1891'de James Bartley adlı bir gemici, "Star of the East" adlı gemiden düşüp Falkland Adaları civarında bir balina tarafından yutuldu. 48 saatten fazla balinanın içinde kalan gemici balina avcılarının balinayı zıpkınlayıp geminin güvertesinde balinanın karnını yardıktan sonra tesadüfen çıkarıldı. Sir Francis bunun hakkında şöyle der:
“Bartley, balina içinde bir insanın havasızlıktan ölmeden yaşayabileceğini kanıtladı. Bu kişi balinaya girişini hatırlıyor. Balinaya girdikten hemen sonra zifiri bir karanlık etrafını kaplamış. Çevresinde ne olup bittiğini anlamayan denizci biraz araştırdığında yumuşak birşeye temas ettiğini anlamış. Daha fazla hareket edememiş ama hala nefes alabiliyormuş. En kötü şey korku ve müthiş sıcaklıkmış. İçerde durdukça cildi asitle beyazlamış ve kurtarılınca da bu beyazlık hiç geçememiş. Bunun dışında her şeyi sağlıklı imiş”
2.Asurluların önde gelen tanrısı "Dagan", "yarı balık-yarı insan" şeklinde tasavvur edilirdi. Bu balık tanrısı figürleri Ninovadaki yıkık sarayların girişinde ve Ninova'daki tapınak harabelerinde ve Babil mühürlerinde değişik formlarda yer alır.
Babil tarihçisi Berosus M.Ö.4.üncü y.y.'da bu balık adam inancının kökeni ile ilgili kayda sahiptir. En eski geleneklere göre Kalde ve Babil, sudan gelen "yarı balık-yarı insan" birisinin yönetimindeydi. Hz. Yunus (a.s.) zamanında insanlar onun peygamberliğine inanırlardı. H. Clay Trumbull şöyle yazar:
"…Tarihce kayıtlara geçen ani ve yaygın Ninova inancı ile Yunus'un mucizesi bir tesadüf değildir.."
3.Berosis bu tanrının adını Odacon'un çeşitli tezahürlerinden bahsederken, Asur Balık Tanrısı "OANNES" olarak verir. Ünlü Asurolog Dr. Herman V. Hilprecht, Yunancaya geçmiş şekliyle aynı olan Oannes'in Yunus'tan geldiğinden bahseder.
4."Yunas" kelimesinin Ninova'da kalıntıları da Yunus (as) kıssasının doğruluğuna işaret eder. ([1])
Niye Yunus (a.s.) Gibi Olmamalıyız?
“Sen Rabbinin hükmünü sabırla bekle. Balık sahibi (Yunus) gibi olma. Hani o, dertli dertli Rabbine niyaz etmişti.
Şayet Rabbinden ona bir nimet yetişmemiş olsaydı o, mutlaka, kınanacak bir halde ıssız bir diyara atılacaktı.
Fakat ardından, Rabbi onu seçti (vahiy verdi) ve onu sâlihlerden kıldı.” [2]
"Rabbinin hükmü"nden maksat Hz. Muhammed'e (s.a.s.) verilen peygamberlik ve dinî tebliğ görevidir veya Allah'ın inkârcılara mühlet vererek onlara karşı Hz. Peygamber'e yar-dımını ertelemesidir. "Balık sahibi" ise Yûnus peygamberdir. Hz. Peygamber'e, Allah'ın verdiği görevi sabırla yerine getirmesi emredildikten sonra Yûnus'a atıf yapılmakta ve Rasûlullah'a onun hatalı davranışını tekrar etmemesi telkin edilmektedir. Çünkü Yûnus, tebliğ ettiği dini halkın hemen kabul etmediğini görünce sabır ve azimle görevine devam edeceği yerde, halkına kızarak ülkeyi (Ninova’yı) terk etmiş, bir gemiye binip denize açılmış, yolda fırtına çıkmış, yolcuların bir kısmının denize atılmasına karar verilince çekilen kur'ada Yûnus'un şansına denize atılmak düşmüştü; fakat denizde bir balık tarafından tutularak boğulmaktan kurtulmuştu. Böylece kendisine burada da Allah'ın rahmeti yetişti; Allah Teâlâ'nın lütfuyla bu balık onu sahile bırakarak ölümden kurtardı. Yûnus Allah'ın emriyle ülkesine dönüp peygamberlik görevini sürdürmeye, tevhid inancını yaymaya devam etti. Bir rivayete göre Hz. Yûnus kavmine, inanmadıkları takdirde bir azaba uğrayacaklarını bildirmiş, ancak onlar tövbe edip imana geldikleri için bu azap tahakkuk etmemiştir. Fakat onların imana geldiklerinden habersiz olan Yûnus, belirttiği azabın vaktinde gerçekleşmediğini görünce kendisinin alay konusu olacağını düşünerek kızgın bir halde kavminden ayrılıp gitmiştir. Bu olay Sâffât sûresinde şöyle anlatılır: “Doğrusu Yûnus da gönderilen peygamberlerdendi. Hani o, dolu bir gemiye binip kaçmıştı. Gemide olanlarla karşılıklı kur’a çektiler de kaybedenlerden oldu. Yûnus kendini kınayıp dururken onu bir balık yuttu. Eğer Allah’ı tesbih edenlerden olmasaydı, tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı. Halsiz bir vaziyette kendisini dışarı çıkardık. Ve üstüne (gölge yapması için) kabak türünden geniş yapraklı bir nebat bitirdik. Onu, yüz bin veya daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik. Sonunda ona iman ettiler, bunun üzerine Biz de onları bir süreye kadar yaşattık.” Enbiyâ sûresinde de Yûnus’un (a.s.) duâsı, tevbesi zikredilir: “Zünnûn’u (Yûnus’u da zikret). O öfkeli bir halde geçip gitmişti; Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihayet karanlıklar içinde: “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn: Senden başka hiçbir ilâh/tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum!” diye niyaz etti. Bunun üzerine onun duâsını kabul ettik ve onu kederden kurtardık. İşte Biz mü’minleri böyle kurtarırız.” Burada Yûnus Peygamber'in kıssasına değinilerek Hz. Muhammed uyarılmakta, Mekke müşriklerinin kendisine gösterdiği muhâlefete kızıp da ümitsizliğe kapılmaması ve peygamberlik görevini sürdürmesi telkin edilmektedir.
Yunus (a.s.) ve Tevhidî Mücadele Sabır
Kur'an-ı Kerim'de müstakil bir sureye ismini vermiş olan Yunus (a.s.); aynı zamanda Allah tarafından, Zü’n-nûn ve sahib-i hût (balık sahibi) olarak isimlendirilmiştir. Yunus (a.s.)'ın balık sahibi olarak nitelenmesinin sebebi, onun balığın karnına haps edilişinden gelmektedir. Yoksa balıkçılık ve buna benzer bir iş yaptığından dolayı değildir.
Yunus kıssası hakkında Kur'ân-ı Kerim'de dört yerde işaret vardır. Yûnus Sûresi, Enbiyâ Sûresi, Sâffât ve Kalem sûrelerinde kıssa hakkında detaylı olmayan ve fakat kıssanın amacını en beliğ biçimde ifade eden ayetler yer alır. Şurası muhakkak ki Yunus kıssası hakkında Kur'an'ın iniş dönemi esnasında yaşayan müşrikler, atalarından gelen lafzî olmayan bir tevatür olarak ve de Ehl-i Kitab sahiplerinden edindikleri birtakım tahrif edilmiş, kıssanın amacından uzaklaşmış sadece ve sadece tarihî bilgi konumunda olan bilgilere sahiptiler.
Bu hususta Kitab-ı Mukaddes'te Yonah adlı bir bölümün bulunduğunu ve orada anlatılanların; Kur'an'da anlatılan Yunus (a.s.) kıssası ile ortak özelliklere sahip olduğu görülmektedir. Ancak gerek Kitab-ı Mukaddes'te yer alan metinler ve gerekse müşriklerin Yunus (a.s.) hakkında edindikleri lafzi olmayan tevatürler insanları hidayete sevkedecek bir amil olmaktan öte, tarihsel bir biyografi veya efsane niteliğine sahipti. Bu yüzden Cenab-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'de Yunus kıssasının doğrusunu zikrederek, tüm insanların konumlarına göre bu kıssadan dersler alarak Allah'ın birliğini tasdik etmelerini istemiştir.
Kur'an-ı Kerim'de anlatılan Rasullerin kıssalarında görülen ortak noktalardan biri de, vahyin iniş dönemi esnasında müşriklerin müslümanlara uyguladıkları baskılardır. Rasullerin elçilik görevlerini toplumlarına açıklamasıyla beraber, müşrikler tarafından yoğun bir baskı ve eziyet kampanyası başlatılır. Hedef; rasul ve ona uyanların dirençlerini yıkmak ve aynı zamanda müslümanları kitleye âciz göstermektir.
Rasuller yalancılıkla itham edilir. Üstünlük heveslisi olarak nitelendirilir. Mecnun olarak vasıflandırılır. Sihirbaz, kâhin ve şair olduğu iddia edilir. İftiranın her türlüsü yapılır. Müslümanlara çeşit çeşit tuzaklar kurulur. Bütün bu eziyet ve baskılara rağmen Rasul ve müslümanların yapacakları tek hareket; "okuma" (tebliğ) eyleminde "sabr" etmek, gidişatın seyrini Allah'ın istediği istikamette devam ettirmektir.
Kur'an'ın iniş döneminde de Rasulullah'ın elçiliğini ilan etmesiyle beraber geçmişte diğer rasullere yapılanlar "sünnetullah"ın gereği tekrar edilmeye başlandı. Müşriklerin Rasul ve Kur'an'a yaptıkları iftira ve saldırıları, Allah, Kur'an'da şöyle beyan ediyor:
"(Ey Muhammed) öğüt ver; Rabb'inin nimetiyle sen, ne kâhinsin, ne de mecnunsun."
"Arkadaşınız sapıtmadı ve azmadı."
"(Dediler ki:) Bu Kur'an öğretilegelen bir sihirdir. Bu Kur'an sadece bir insan sözüdür."
"Biz ona şiir öğretmedik."
Rasulullah'a yapılan bütün iftira ve eziyetlere karşın Allah, rasulüne şöyle emreder:
"Bizi anmaktan yüz çevirenlere ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlere aldırma!"
"...Yanlarından güzelce ayrıl."
Rasulullah'a yapılan çirkin iftira ve taarruzlara karşı ondan, müşriklerin yaptıkları bu tazyiklere aldırış etmemesi, onların yaptıklarının karşılığını Allah'a havale etmesi istenir.
Allah, müşriklerin bu tavırlarına çok üzülen, adeta kendi kendini yiyen Hz. Peygamber ve beraberindeki müslümanlara "sabr" etmelerini, tebliğ eyleminde gevşememelerini ve kafirlerin akıbetini kendine bırakmalarını ister.
"Yalanlayanları Bana bırak."
"Yalanlayanları bana bırak. Onlara az bir süre tanı."
"Sen Rabb 'inin hükmüne sabret. Balık sahibi gibi olma..."
Kalem Sûresi kırk sekizinci ayet-i kerimede geçen "...balık sahibi gibi olma..." ibaresi ile Rasulullah ve diğer müslümanlara; geçmişte müşriklerin baskı ve eziyetlerine dayanamayarak toplumunu terk eden Yunus peygamber kıssası anlatılır.
Allah müşriklerin baskılarına karşı, dayanma güçlerinin sınırını zorlayan Rasulullah ve ashabının; geçmişte müşrik toplumunun baskılarına sabretmeyerek elçilik görevini bırakıp toplumunu, Allah'ın izni olmaksızın terk ederek hata eden Yunus (a.s.)'ın kıssasından öğüt ve ibret almalarını ve Yunus'un bu hatalı davranışına meyletmemelerini, Allah'ın Mekke müşrikleri hakkındaki hükmüne kadar sabretmelerini ister.
"Doğrusu Yunus da rasullerdendir." Putperest bir toplum içinde yaşayan Yunus (a.s.), Allah tarafından elçi olarak seçilir. Allah'tan aldığı vahyi insanlara iletmesi, onları İslâm'a davet etmesi için görevlendirilir. Allah Kur'an'da elçilikle görevlendirdiği peygamberler arasında Yunus’u (a.s.) da sıralar: "Nuh'a, ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimizi, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a ve Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettiğimiz gibi, şüphesiz sana da vahyettik."
Yunus (a.s.) risâletle görevlendirildikten sonra büyük bir çaba ile kavmine; putlara tapmamalarını, bir ve eşi benzeri bulunmayan, doğmamış ve doğurmamış, bütün kâinatın yaratıcısı olan Allah'a tapmalarını, ona kulluk etmelerini söyler. Taptıklarının onlara bir faydasının olmayacağını, kendilerine bile fayda ve zarar vermekten aciz durumda olan bu putları terk etmelerini her fırsatta insanlara bildirir.
Yunus'un tüm uyarılarına rağmen kavminin inkârcıları onun aleyhine bir tutum içine girerler. Onun yalancı, büyücü, insanları yönetme heveslisi biri olduğunu öne sürerler. Yunus’dan (a.s.) mûcize talebinde bulunurlar. Yanında melekler olmasını isterler. Daha neler neler... Maksatları peygamberi zor durumda bırakmak, toplumun gözünden iyice düşürmekti.
Her seferinde Yunus’a (a.s.) elle ve dille saldırıda bulundular. Onun direncini yıkmaya ve söylediklerinden vazgeçirmeye çalıştılar. Bu baskılar her geçen gün daha da artarak sürdü. Kavmi sanki taş kesilmişti, Yunus'un uyarıları hiç işitilmemiş gibiydi. Yunus bunalmıştır. Kendi kendini yemektedir. Onun bu hali peygamberin müşfik vasfındandır. Kavminin iman etmemiş olması onun için Allah nezdinde görevini yapmadığı anlamına gelmezdi. Çünkü Allah şu umumi kaideyi zaten ona bildirmişti.
"Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi mutlaka iman ederdi. O halde sen mi insanları, inanmaları için zorlayacaksın? Allah'ın izni olmadan kimse iman edemez."
Yunus (a.s.) yine de kavminin inkârcı tutumuna çok üzülüyordu. İşte ne oldu ise oldu, bu sıkıntı ve çaresizlik içindeki durum esnasında Allah'tan bir emir olmaksızın kavmini terk ederek yola koyuldu. Allah, Yunus'un bu davranışı hakkında Kur'an'da şöyle beyan eder: "Zünnun hakkında söylediğimizi an. O öfkelenerek giderken, kendisini sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı."
Enbiyâ Sûresi'ndeki bu âyet-i kerimede Yunus’un (a.s.), kavmini terk etmesine sebep olarak öfkelenmesi gösterilir. Resulün öfkesi Allah'a değil, toplumuna karşıdır. Ayete görev kavmine kızan Yunus "kendisini sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı." ibaresi ile belirtilen; Allah'tan bir emir olmadığı halde kavmini terk etmiştir. Oysa Kur'an'da, Rasullerin kendi toplumlarından ayrılmalarının hep Allah'ın izniyle olduğunu görürüz:
"Biz Mûsâ'ya: ‘Kullarımı geceleyin yola çıkar. Şüphesiz takip edileceksiniz’ diye vahyettik."
"Senin kavminden inanmış olanlar dışında (bundan sonra) kimse imarı etmeyecek. Onların yapageldiklerine üzülme. Nezaretimiz altında ve sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap..."
"Rabbim! Beni ve ailemi bunların yapa geldiği kötülükten kurtar.’ dedi. Bunun üzerine geride bulunan yaşlı bir kadın dışında, onu ve ailesini, hepsini kurtardık."
Dolayısıyla Yunus Peygamber’in, kavminin âkıbeti hakkında Allah'ın emrini beklemeden, yanlış bir kararla Allah'ın kendisini sıkıntıya sokmayacağını da zannederek toplumunu terketmesi "sünnetullah"a yani Allah'ın kanununa ters düşer. Yunus’un (a.s.) kavmini terk etmesinden sonraki olaylar şöyle gelişir:
"Dolu bir gemiye kaçmıştı.
Gemide olanlarla karşılıklı kur'a çekmişti ve yenilenlerden olmuştu. Bu sebeple denize atılmıştı.
Kendini kınarken onu bir balık yutmuştu.
Eğer Allah'ı teşbih edenlerden olmasaydı, tekrar diriltilecek güne kadar balığın karnında kalacaktı.
Halsiz bir halde iken kendisini sahile çıkardık.
Onun için geniş yapraklı bir bitki bitirdik.
Onu yüz bin veya daha çok kişiye rasul olarak gönderdik."
Yaptığı yanlışlığın neticesinde Allah, Yunus'u sıkıntıya uğratır. Başına gelen bu musibetlerin kendi davranışı sebebiyle olduğunu idrak eden Yunus (a.s.) Allah'a kulluğunun bir ifadesi olan tevbe kapışma başvurur. Sonunda Allah onu tevbesini kabul eder. Ve onu yeniden kavmine Rasul seçer.
Ummadığı halde Allah tarafından sıkıntıya uğratılan Yunus Allah'a kulluğun gereği olarak umutsuzluğa düşmez. Tevbe etmenin/geri dönüşün bir ibadet olduğunu en iyi bilen o şanlı Rasul'ün yaptığı tevbe sayesinde, Allah tarafından affedilir. Tekrar elçilikle görevlendirilir ve böylece kavminin yolunu tutar. "Sonunda ona inandılar, bunun üzerine biz de onları bir süreye kadar geçindirdik."
Yunus’un (a.s.) rasullükle tekrar vazifelendirilip kavmine yollanması ile beraber, kavminin bu sefer ona iman ettiğini görüyoruz. Bu olay da gösteriyor ki insanların hidayetinin tek müsebbibi Allah'tır. Hidâyet yalnızca onun elindedir.
Kur'an'da beyan edilen Yunus (a.s.) kıssasından çıkaracağımız dersler:
Kur'an'ı imam kabul etmiş olanların, karşılarındaki inkârcıların hal ve tavırları ne olursa olsun tebliğ mücadelesini bırakmayarak, toplumlarından kendilerini soyutlamamaları gerekir.
Müslümanlar, inkârcıların Kur'an karşısındaki katı tavırlarının belki bir gün Allah'ın hidayeti ile değişebileceğini unutmamalıdır. Bu yüzden Allah, Hz. Muhammed ve ashabına "Yanlarından güzelce ayrıl", "yalanlayanları Bana bırak; onlara az bir süre tanı" diye emrederek onlardan sabretmelerini istemiştir. İnkârcılar hemen iman etmiyor diye acele etmemelerini, onlara süre tanımalarını istemiştir.
[1] Mehmet Kahraman
[2] Kalem, 48-50
MÛSÂ (A.S.)
M Û S Â (a.s.)
- Mûsâ; Kelime Anlamı ve Hz. Mûsâ'nın Kimliği
- Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Mûsâ'nın Hayatı ve Mücadelesi
- Mûsâ’nın Tevhid Mücadelesinden Alınacak Bazı İbretler
- Mûsâ’nın Dâvet Konusuyla İlgili Duâları
a- Sadrının Şerhi (Ruhuna genişlik Verilmesi)
b- İşinin Kolaylaştırılması
c- Dilindeki Düğümün Çözülmesi
d- Hârun’un Vezir/Yardımcı Olarak Verilmesi
- Mûsâ’nın Tâğutla Mücadelesinden Dâvetçiler İçin Çıkarılacak Bazı Dersler
"Kırk gece (söyleşmek) için Mûsâ ile sözleşmiştik. O (huzurumuza gelmek üzere aranızdan) ayrıldıktan sonra, kendilerine kötülük edenler olarak buzağıyı (tanrı) edindiniz." [1]
“Doğru yolu bulursunuz ümidiyle Mûsâ’ya Kitab’ı ve hak ile bâtılı ayıran (hükümleri) verdik.” [2]
Mûsâ; Kelime Anlamı ve Hz. Mûsâ'nın Kimliği
"Mûsâ" kelimesi, İbrânîce olan iki kelimeden meydana gelmiş bir bileşik isimdir. Su manasına gelen "mû" ve ağaç anlamına gelen "sâ" kelimesinin birleşmesinden oluşmuştur. O, bu isimle isimlendirilmiştir. Çünkü annesi onu Firavun'un öldürülmesinden korktuğu zaman bir sandukaya koymuş ve denize atmıştı. Sonra denizin dalgaları, Firavun'un sarayı yanındaki ağaçların arasına sokuncaya kadar sürüklemişti. Firavun'un hanımı Asiye'nin câriyeleri yıkanmak için dışarı çıktıklarında sandukayı bulup onu almışlar ve ona, onu buldukları yere göre ad vermişlerdi. Bulunduğu yer ise, ağaç ve su idi. [3]
Hz. Mûsâ'nın babası, İmran'dır. Onun babası Yahser, onun da babası Kahes'dir. Sonra Lâvî ve babası Yâkub. Bu silsile ile nesebi Yâkub (a.s.)'a ulaşır ki, onun babası Hz. İshak, onun da babası Hz. İbrahim’dir (a.s.). Hz. Mûsâ'nın yanında gördüğümüz Hârun (a.s.), onun kardeşidir. Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ'yı Firavun'a imana dâvet için gönderdiğinde, Hz. Hârun'u da ona yardımcı olarak seçmiş ve görevlendirmişti. Hz. Mûsâ Allah Teâlâ'ya şöyle duâ ederek, kardeşi Hârun'u kendisine yardımcı istemişti: "Bir de bana ehlimden bir vezir (yardımcı) ver. Kardeşim Hârun'u (ver)." [4]
Hz. Mûsâ, Allah Teâlâ'nın, dört büyük kitaptan biri olan Tevrat'ı verdiği ve yeryüzünde dinini tebliğ edip hâkim kılmak için gönderdiği ulu'l-azm peygamberlerden biridir. Hz. İbrahim'in soyundan olup, İsrâil oğullarının akidelerini ıslah etmek ve onları Allah Teâlâ'nın dilediği nizama kavuşturmakla görevlendirilmişti.
Hz. Âdem'den, Rasulullah’a (s.a.s.) kadar pek çok peygamber gelmiştir. Bu peygamberler, gönderildikleri kavimleri, Allah'a iman etmeye çağırmışlar; bu yolda kâfirlerle savaşmışlar, yaşadıkları diyarlardan çıkarılmışlar; ezilmişler, hakaretlere uğramışlar ve hatta öldürülmüşlerdir. Mûsâ (a.s.) da, Allah tarafından İsrâiloğullarına gönderilmiş bir rasul idi. O da tıpkı kendisinden önce gönderilmiş olan peygamberler gibi kavmini Allah'a iman etmeye çağırdı. Kavmine zulmeden ve ilâhlık iddiasında bulunan Firavun'a karşı tevhid yolunda mücâhede etti. Bu uğurda, bütün peygamberlerin karşısına çıkan güçlükler, onun da karşısına çıktı. Doğup büyüdüğü diyardan çıkarıldı, kâfirler tarafından öldürülmek amacıyla kovalandı.
Hz. Mûsâ'nın Firavun ile olan kıssası, Kur'an'ın bazı surelerinde çeşitli üslûplarda ve teferruatlı olarak anlatılmıştır. Firavun ve ordusunun Kızıldeniz'de boğulmaları olayından sonra, İsrâil oğulları ile ilgili kıssasına da genişçe yer verilmiştir. Mûsâ’nın (a.s.) Firavun ile olan Tevhid mücadelesi, bir şahsın bir kralla, bir peygamberin sadece büyük bir zorba ile aralarında geçen basit bir hadiseden ibaret değildir. Aksine, her vakit ve her an ortaya çıkabilen, her zaman ve her coğrafyada tekrar edebilen gerçekçi olaylardandır. Bu, hak ile bâtılın çatışması, Rahman'ın ordusu ile şeytanın ordusunun kaçınılmaz savaşıdır. Aslında hak ile bâtıl arasındaki bu savaş, İnsanoğlunun yaratılışından, İnsanları ıslah etmek üzere nebîler ve rasullerin hayat sahnesine çıkmasından beri devam edegelmektedir. Sapıklık ve bâtıl, daima İblis ve ordusu tarafından temsil edilmiş, imana, tevhide, peygamberliğe, kısaca bâtıl, hakka sürekli meydan okumuştur. Fakat kazanan daima hak olmuştur. "Muhakkak ki Biz peygamberlerimizi ve iman edenleri hem dünya hayatında, hem de meleklerin şâhid olacağı günde muzaffer kılacağız."[5] Hz. Mûsâ da gönderildiği kavmi cehâlet ve sapıklık içerisinde buldu. Onları hakka dâvet etti, yurdundan çıkarıldı, savaştı ve sonunda Allah'ın izniyle kazandı.
Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Mûsâ'nın Hayatı ve Mücadelesi
Hz. Mûsâ ve onun küfür ve şirkle mücadelesi Kur'ân-ı Kerim'de, özellikle A’râf, Tâhâ ve Kasas surelerinde olmak üzere birçok surede uzun uzun anlatılmaktadır. Mûsâ (a.s.) ismi Kur'an'da 136 yerde geçmektedir. Hz. Mûsâ, Kur’an’da en çok zikri geçen peygamberdir. 34 sûre, 131 âyet ve 136 yerde kendisinden doğrudan bahsedilir. Bu konuda Kur'an'da ismi en çok geçen peygamberler içerisinde ikinci sırada yer alan Hz. İbrahim’in yalnız 69, üçüncü sırada yer alan Hz. Nûh'un 43 yerde zikredilmesi, Hz. Mûsâ’nın Kur’an’da önemli bir yer tuttuğunu mukayeseli olarak ortaya koyar. Hz. Mûsâ ile dolaylı olarak ilgili âyetlerin de dikkate alınması halinde âyet sayısının 502’ye ulaştığı görülmektedir. Allah, Kur'an'da Hz. Mûsâ'dan şöyle bahsediyor: "Kur'an'da Mûsâ'yı da an. Çünkü o ihlâs sahibi idi ve İsrâil oğulları'na gönderilmiş bir peygamber idi."[6] Hayatını ve mücadelesini Kur’an-ı Kerim’den izleyelim:
"İman eden bir kavim için (faydalı olmak üzere) Mûsâ ile Firavun'un haberlerinden bir kısmını sana dosdoğru nakledeceğiz.
Firavun, (Mısır) toprağında gerçekten azmış, halkını parça parça etmişti. Onlardan bir zümreyi (İsrâil oğullarını) güçsüz buluyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. Belli ki o, fesatçılardan / bozgunculardandı.
Biz ise istiyorduk ki, o yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunalım, onları önderler yapalım, onlara (ötekilerin) yerini aldıralım.
Ve o yerde onları hâkim kılalım, Firavun ile Hâmân'a ve ordularına, onlardan (geleceğinden) çekinmekte oldukları şeyi gösterelim.
Mûsâ'nın anasına, 'Onu emzir, kendisine zarar geleceğinden endişelendiğinde onu denize (Nil nehrine) bırakıver, hiç korkup kaygılanma, çünkü Biz onu tekrar sana geri vereceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız' diye bildirdik.
Nihayet Firavun ailesi O'nu yitik olarak aldı. Çünkü o, sonunda kendileri için bir düşman ve bir tasa olacaktı. Şüphesiz Firavun Firavun ile Hâmân ve askerleri yanılıyorlardı.
Firavun'un karısı (sepetin içinden çocuk çıkınca kocasına), 'İkimizin de gözü aydın! Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur, ya da onu evlât ediniriz' dedi. Hâlbuki onlar (işin sonunu) sezemiyorlardı.
Mûsâ'nın anasının yüreği (tasadan) bomboş kalıverdi. Eğer Biz, (va'dimize) inananlardan olması için onun kalbini pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse işi meydana çıkaracaktı.
Annesi Mûsâ'nın ablasına, 'Onun izini takip et' dedi. O da, onlar farkına varmadan uzaktan kardeşini gözetledi.
Biz (annesine geri vermezden) daha önce onun süt analarının sütünü kabulüne müsaade etmedik. Bunun üzerine ablası, 'Size, onun bakımını sizin namınıza üstlenecek, hem de ona iyi davranacak bir aile göstereyim mi?' dedi.
Böylelikle Biz onu, gözü aydın olsun, gam çekmesin ve Allah'ın va'dinin gerçek olduğunu bilsin diye anasına geri verdik. Fakat yine de pek çoğu (bunu) bilmezler.
Mûsâ yiğitlik çağına erip olgunlaşınca, Biz ona hikmet ve ilim verdik. İşte güzel davrananları Biz böylece mükâfatlandırırız.
Mûsâ, ahâlisinin habersiz olduğu bir sırada şehre girdi. Orada, biri kendi tarafından, diğeri düşman tarafından olan iki adamı birbiriyle döğüşür buldu. Kendi tarafından olanı, düşmana karşı ondan yardım diledi. Mûsâ da ötekine bir yumruk indirip onun ölümüne sebep oldu. 'Bu, şeytan işidir. O, gerçekten saptırıcı, apaçık bir düşman' dedi.
Mûsâ, 'Rabbim! Doğrusu kendimi ziyana uğrattım. Beni bağışla!' dedi, Allah da onu bağışladı. Çünkü, çok bağışlayıcı, çok esirgeyici olan ancak O'dur.
Mûsâ, 'Rabbim! Bana lutfettiğin nimetlere andolsun ki, artık suçlulara asla arka olmayacağım' dedi.
Şehirde korku içinde, (etrafı) gözetleyerek sabahladı. Bir de ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen kimse, feryad ederek yine ondan imdad istiyor. Mûsâ ona dedi ki: 'Doğrusu sen, besbelli bir azgınsın!'
Mûsâ, ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince, o adam dedi ki: 'Ey Mûsâ! Dün bir cana kıydığın gibi, bana da mı kıymak istiyorsun? Demek, arabuluculardan olmak istemiyor da, bu yerde yaman bir zorba olmayı arzuluyorsun sen!'
Şehrin öbür ucundan bir adam geldi ve şöyle dedi: 'Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için hakkında müzâkere ediyorlar. Derhal (buradan) çık! İnan ki ben senin iyiliğini isteyenlerdenim.'
Mûsâ korka korka, (etrafı) gözetleyerek oradan çıktı. 'Rabbim! Beni zâlimler güruhundan kurtar' dedi.
Medyen'e doğru yöneldiğinde, 'umarım, Rabbim beni doğru yola iletir' dedi.
Mûsâ, Medyen suyuna varınca, orada (hayvanlarını) sulayan birçok İnsan buldu. Onların gerisinde de, (hayvanlarını suyun olduğu yerden) geri çeken iki kadın gördü. Onlara, 'derdiniz nedir?' dedi. Şöyle cevap verdiler: 'Çobanlar sulayıp çekilmeden biz (onların içine sokulup hayvanlarımızı) sulamayız; babamız da çok yaşlıdır.'
Bunun üzerine Mûsâ, onların davarlarını suladı. Sonra gölgeye çekildi ve 'Rabbim! Doğrusu bana indireceğin her hayra muhtacım' dedi.
Derken, o iki kadından biri utana utana yürüyerek ona geldi, 'Babam, dedi, bizim yerimize (hayvanları) sulamanın karşılığını ödemek için seni çağırıyor' Mûsâ ona (Hz.Şuayb'a) gelip başından geçeni anlatınca o, 'Korkma, o zâlim kavimden kurtuldun' dedi.
(Şuayb'ın) iki kızından biri, 'Babacığım! Onu ücretle (çoban) tut. Çünkü ücretle istihdam edebileceğin en iyi kimse, bu güçlü ve güvenilir adamdır' dedi.
(Şuayb) dedi ki: Bana sekiz yıl çalışmana karşılık şu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan artık o kendinden; yoksa sana ağırlık vermek istemem. İnşaallah beni sâlihlerden/iyi kimselerden bulacaksın.
Mûsâ şöyle cevap verdi: 'Bu seninle benim aramdadır. Bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım, demek ki bana karşı husumet yok. Söylediklerimize Allah vekildir.
Artık Mûsâ süreyi doldurup ailesiyle yola çıkınca, Tûr tarafından bir ateş gördü. Ailesine 'Siz (burada) bekleyin; ben bir ateş gördüm, belki oradan size bir haber yahut ısınmanız için bir ateş parçası getiririm' dedi.
Oraya gelince, o mübarek yerdeki vâdinin sağ kıyısından, (oradaki) ağaç tarafından kendisine şöyle seslenildi: 'Ey Mûsâ! Bil ki Ben, bütün âlemlerin Rabbi olan Allah'ım.
Ve 'Asânı at!' (denildi). Mûsâ (attığı) asâyı yılan gibi deprenir görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. 'Ey Mûsâ! Beri gel, korkma. Çünkü sen emniyette olanlardansın' (buyuruldu).
'Elini koynuna sok; kusursuz, bembeyaz çıkacaktır. Korkudan (açılan) kollarını kendine çek. İşte bu ikisi Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kat'i delildir. Çünkü onlar, yoldan çıkan bir kavim olmuşlardır' (diye seslenildi).
Mûsâ dedi ki: 'Rabbim! Ben onlardan birini öldürmüştüm, beni öldürmelerinden korkuyorum.
Kardeşim Hârun'un dili benimkinden daha düzgündür. Onu da beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle birlikte gönder. Zira bana yalancılık ithamında bulunmalarından endişe ediyorum.'
Allah buyurdu: 'Seni kardeşinle destekleyeceğiz ve size öyle bir kudret vereceğiz ki, âyetlerimiz sayesinde onlar size erişemeyecekler. Siz ve size tâbi olanlar üstün geleceksiniz." [7]
(Rasulüm!) Mûsâ'nın haberi sana ulaştı mı?
Hani o, bir ateş görmüş ve ailesine: 'Bekleyin. Eminim ki bir ateş gördüm. Belki ondan size bir parça kor getiririm, veya ateşin yanında bir rehber bulurum' demişti.
Oraya vardığında kendisine: 'Ey Mûsâ!' diye seslendik:
'Muhakkak ki Ben, evet Ben senin Rabbinim! Hemen nalınlarını /ayakkabılarını çıkar! Çünkü sen, kutsal vâdi Tuvâ'dasın!
Ben seni seçtim. Şimdi vahyedilene kulak ver.
Muhakkak ki Ben kendim Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Öyle ise Bana ibâdet/kulluk et; Beni anmak için namaz kıl.
Kıyâmet zamanı mutlaka gelecektir. Herkes peşine koştuğu şeyin karşılığını bulsun diye, neredeyse onu açıklayacağım.
Ona inanmayan ve nefsinin arzularına uyan kimseler sakın seni ondan (kıyâmete inanmaktan) alıkoymasınlar!
Sağ elindeki nedir, ey Mûsâ?'
'O, benim asamdır, dedi. Ona dayanırım; onunla davarlarıma yaprak silkerim; benim ona başkaca ihtiyaçlarım da vardır.'
Allah: 'Yere at onu, ey Mûsâ!' dedi.
Onu hemen yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan oldu.
Allah buyurdu: 'Al onu! Korkma! Biz onu şimdi ilk haline sokacağız.
Bir de elini koltuğunun altına sok ki, bir başka mûcize olmak üzere, o, kusursuz ve lekesiz beyazlıkta çıksın.
Ta ki sana, en büyük âyetlerimizden birini gösterelim.
Firavun'a git. Çünkü o iyice azdı.'
Mûsâ: 'Rabbim! dedi, göğsüme (ruhuma) genişlik ver.
İşimi bana kolaylaştır.
Dilimin bağını çöz.
Ki sözümü anlasınlar.
Bana ailemden bir de vezir ver.
Kardeşim Hârun'u.
Onun sayesinde arkamı kuvvetlendir.
Ve onu işime ortak kıl.
Böylece Seni bol bol tesbih edelim.
Ve bol bol zikredelim / analım Seni.
Şüphesiz Sen bizi görmektesin.'
Allah: 'Ey Mûsâ! dedi, istediğin sana verildi.
Andolsun Biz sana bir defa daha lutufta bulunmuştuk.
Bir zaman, annene vahyedilecek şeyi şöyle vahyetmiştik:
'Mûsâ'yı sandığa koy; sonra denize at ki, deniz onu kıyıya atsın da, Benim ve senin düşmanlarımız olan biri onu alsın.’ (Ey Mûsâ! Sevilmen) ve Benim nezâretimde yetiştirilmen için sana Kendi sevgimi lutfettim.
Hani, kız kardeşin gidip ‘Ona bakacak birini size bulayım mı?’ diyordu. Bu yüzden seni, gözü gönlü mutluluk dolsun ve üzülmesin diye annene geri verdik. Ve sen, birini öldürdün de seni endişeden kurtardık. Seni iyiden iyiye denemeden geçirdik. Bu yüzden Medyen halkı arasında yıllarca kaldın. Sonra sen, takdire göre (bu makama) geldin ey Mûsâ!
Seni, kendim için seçtim.
Sen ve kardeşin birlikte âyetlerimi (Firavuna) götürün. Beni anmayı ihmal etmeyin.
Firavuna gidin. Çünkü o, iyiden iyiye azdı.
Ona tatlı dille, yumuşak üslûpla konuşun. Belki o, aklını başına alır veya korkar.'
Dediler ki: ‘Rabbimiz! Doğrusu biz, onun bize aşırı derecede kötü davranmasından yahut iyice azmasından endişe ediyoruz.’
Buyurdu ki, ‘Korkmayın, çünkü Ben sizinle beraberim, (her şeyi) işitir ve görürüm.
Haydi, gidin de ona deyin ki: ‘Biz, senin Rabbinin elçileriyiz. İsrâil oğullarını hemen bizimle birlikte bırak; onlara eziyet etme! Biz, senin Rabbinden bir âyet (mûcize) getirdik. Kurtuluş, hidâyete uyanlarındır.
Hakikaten bize vahyolundu ki; Azap, (peygamberleri) yalanlayan ve yüz çevirenlerin üstünedir.'
Firavun, ‘Rabbiniz de kimmiş, ey Mûsâ?’ dedi.
O da, ‘Bizim Rabbimiz, her şeye hılkatini veren,sonra da hidayete yöneltendir’ dedi.
‘Öyle ise, önceki milletlerin hali ne olacak?’ dedi.
Mûsâ: ‘Onlar hakkındaki bilgi, dedi, Rabbimin yanında bir kitapta bulunur. Rabbim, ne yanılır, ne de unutur.
O, yeri size beşik yapan ve onda size yollar açan, gökten de su indirendir.’ Onunla biz çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık.
Yiyiniz; hayvanlarınızı otlatınız. Şüphesiz bunda akıl sahipleri için (Allah’ın kudretine alâmetler vardır.
Sizi ondan (topraktan) yarattık; yine oraya döneceksiniz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız. Andolsun Biz ona (Firavun’a) delillerimizin hepsini gösterdik; yine de yalanladı ve diretti.
Dedi ki: ‘Yaptığın büyü ile bizi yurdumuzdan çıkarasın diye mi geldin bize, ey Mûsâ?
Öyle ise, muhakkak surette biz de sana, aynen onun gibi bir büyü getireceğiz. Şimdi sen, seninle bizim aramızda, ne senin, ne de bizim muhalefet etmeyeceğimiz uygun bir yerde buluşma zamanı ayarla.’
Mûsâ: ‘Buluşma zamanınız, bayram günü, kuşluk vaktinde İnsanların toplanması (zamanı) olsun’ dedi.
Bunun üzerine Firavun dönüp gitti. Hilesini tertipledikten sonra çok geçmeden geldi.
Mûsâ onlara: ‘Yazık size!’ dedi, Allah hakkında yalan uydurmayın! Sonra O, bir azap ile kökünüzü keser! İftira eden, muhakkak perişan olur.’
Bunun üzerine onlar, durumlarını aralarında tartıştılar; gizli gizli fısıldaştılar.
‘Bu ikisi muhakkak ki, sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve sizin ideal yolunuzu ortadan kaldırmak isteyen iki sihirbazdırlar sadece’ dediler.
‘Öyle ise, hilenizi kurun; sonra sıra halinde gelin! Muhakkak ki bugün, üstün gelen kurtulmuştur.’
Dediler ki: ‘Ey Mûsâ! Ya sen at veya önce atan biz olalım.’
‘Hayır, siz atın’ dedi. Bir de baktı ki, büyüleri sayesinde ipleri ve sopaları gerçekten koşuyor gibi görünüyor.
Mûsâ, birden içinde bir korku duydu.
‘Korkma!’ dedik, ‘üstün gelecek olan kesinlikle sensin.
Sağ elindekini at da, onların yaptıklarını yutsun. Yaptıkları, sadece bir büyücü hilesidir. Büyücü ise, nereye varsa iflâh olmaz.’
Bunun üzerine sihirbazlar secdeye kapandılar. ‘Hârun’un ve Mûsâ’nın Rabbine iman ettik’ dediler.
(Firavun) Şöyle dedi: ‘Ben size izin vermeden ona inandınız ha! Hakikat şu ki o, size büyü öğreten büyüğünüzdür. Şimdi elleriniz ile ayaklarınızı tereddüt etmeden çaprazlama keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım! Böylece, hangimizin azabının daha şiddetli ve sürekli olduğunu iyice anlayacaksınız.’
Dediler ki: ‘Seni, bize gelen açık açık mûcizelere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Öyle ise yapacağını yap! Sen, ancak bu dünya hayatında hükmünü geçirebilirsin.
Bize, hatalarımızı ve senin bize zorla yaptırdığın büyüyü bağışlaması için Rabbimize iman ettik. Allah, (mükâfatı) en hayırlı ve (cezası) en sürekli olandır.’
Şurası muhakkak ki, kim Rabbine günahkâr olarak varırsa, cehennem sırf onun içindir. O ise orada ne ölür, ne dirilir.
Kim de sâlih amellerde / iyi davranışlarda bulunmuş bir mü’min olarak varırsa, üstün dereceler işte sırf bunlar içindir.
İçinde ebedî kalacakları, zemîninden ırmaklar akan Adn cennetleri! İşte tertemiz arınanların mükâfatı budur.
Andolsun ki Biz Mûsâ’ya, ‘kullarımla birlikte geceleyin yola çık da (size) yetişilmesinden korkmaksızın ve (boğulmaktan) endişe etmeksizin onlara denizde kuru bir yol aç’ diye vahyetmiştik.
Bunun üzerine o, askerleri ile birlikte onların peşine düştü. Deniz onları öyle bir kapladı ki, boğuverdi onları.
Firavun, kavmini saptırdı, doğru yola sevketmedi.
Ey İsrâil oğulları! Sizi düşmanınızdan kurtardık; Tûr’un sağ tarafına (gelmeniz için) size vâde tanıdık ve size, kudret helvası ile bıldırcın eti lutfettik.
Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyiniz, bu hususta taşkınlık ve nankörlük de etmeyiniz; sonra size gazabım çarpar. Her kim ki kendisine gazabım çarparsa, hakikaten o, yıkılıp gitmiştir.
Şu da muhakkak ki Ben, tevbe eden, iman eden ve sâlih amel işleyen, sonra (böylece) hidâyette / doğru yolda giden kimseyi bağışlarım.
‘Seni acele ile kavminden ayırmaya sevkeden nedir, ey Mûsâ?’
‘İşte, dedi, onlar da benim peşimdeler. Ben, râzı (memnun) olasın diye Sana acele ile geldim Rabbim.’
Allah buyurdu: ‘Senden sonra Biz, kavmini imtihan ettik ve Sâmirî onları yoldan çıkardı.’
Bunun üzerine Mûsâ, öfkeli ve üzüntülü olarak kavmine döndü. ‘Ey kavmim! dedi, Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmamış mıydı?Şu halde size zaman mı çok uzun geldi, yoksa üstünüze Rabbinizin gazabının inmesini mi istediniz ki, bana olan vaadinizden döndünüz?’
Dediler ki: ‘Biz sana olan vaadimizden kendi kudret ve irâdemizle (kendiliğimizden) dönmedik. Fakat biz, o kavmin (Mısır’lıların) zînet eşyasından birtakım ağırlıklar yüklenmiş, sonra da onları atmıştık; aynı şekilde Sâmirî de atmıştı.’
Bu adam, onlar için, böğürme kabiliyeti olan bir buzağı (heykeli) icad etti. Bunun üzerine, ‘İşte, dediler, bu, sizin de, Mûsâ’nın da tanrısıdır. Fakat onu unuttu.’
O şeyin, kendilerine hiçbir sözle mukabele edemeyeceğini, kendilerine bir zarar, veya fayda vermek gücünde olmadığını görmezler mi?
Hakikaten Hârun, onlara daha önce, ‘Ey kavmim, demişti, siz, bunun yüzünden sadece fitneye uğradınız. Sizin Rabbiniz, şüphesiz, çok merhametli olan Allah’tır. Şu halde bana uyunuz ve emrime itaat ediniz.”
‘Biz, dediler, Mûsâ aramıza dönünceye kadar buna tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz!’
(Mûsâ döndüğünde) ‘Ey Hârun! dedi, sana ne engel oldu da, bunların dalâlete düştüklerini gördüğün vakit peşimden gelmedin? Emrime âsî mi oldun?’
(Hârun:) ‘Ey annemin oğlu! dedi, saçımı başımı yolma! Ben,senin: ‘İsrâil oğullarının arasına ayrılık düşürdün; sözümü tutmadın!’ demenden korktum.’
‘Ya senin zorun nedir, ey Sâmirî?’ dedi.
O da, ‘Ben, onların görmediklerini gördüm. Zira, o elçinin izinden bir avuç (toprak) alıp onu (erimiş mücevheratın içine) attım. Bunu böyle bana nefsim hoş gösterdi’ dedi.
Mûsâ, ‘Defol! dedi, artık hayatın boyunca sen: ‘Bana dokunmayın!’ diyeceksin. Ayrıca senin için, kurtulamayacağın bir ceza günü var. Tapmakta olduğun tanrına da bak! Yemin ederim, biz onu yakacağız; sonra da onu parça parça edip denize atacağız.
Sizin ilâhınız, yalnızca, kendisinden başka ilâh olmayan Allah’tır. O’nun ilmi, her şeyi kuşatmıştır.” [8]
Hz. Mûsâ’nın Tevhid Mücadelesinden Alınacak Bazı İbretler
Firavun gibi günahkâr, büyüklük taslayan,[9] yoldan çıkmış bir fâsık,[10] zâlim[11] ve tanrılık iddia edecek kadar azgın[12] bir müşrik ile mücadele etme görevi Hz. Mûsâ’ya verildi. Hz. Mûsâ’nın isteği ile kardeşi Hârun da tevhid mücadelesinde kendisine yardım etmek üzere ve peygamber olarak görevlendirildi.[13] Allah bu kardeş peygamberlere şu emri verdi: “Firavun’a gidin! Doğrusu o tuğyan etmiş/azmıştır.” [14]
Hz. Mûsâ, Firavun ile karşılaşmaktan endişe duyuyordu. Çünkü o, daha önce Firavun’un memleketi olan Mısır sokaklarında gezerken iki adamın kavga ettiğini, birbirlerine girerek vuruştuklarını, birinin diğerine baskın gelerek ezdiğini görmüş, ezilen kişiyi ezenin zulmünden kurtarmak için güçlü olana bir tokat atmış, fakat, niyeti öldürmek olmadığı halde, adam, eceli dolmuş olduğu için cansız yere düşerek ölmüştü. Ne var ki, Hz. Mûsâ’nın attığı tokat yüzünden ölen kişi Firavun’un avanesinden bir kıptî idi. Haber Firavun'a intikal edince, onu öldürmek için asker ve polislerine, yakalayıp kendisine getirmelerini emretmişti. Durumun ciddiyetinin farkına varan Hz. Mûsâ da Firavun’un zulmünden kaçmış, şehri terketmiş ve Medyen’e gitmişti.
Bu olaydan dolayı, Hz. Mûsâ, Firavun’a tevhid dâvetini götürmekten çekiniyordu. Çünkü onun kendilerine karşı taşkınlık etmesinden korkuyordu. “İkisi (Mûsâ ve Hârun) dediler ki: ‘Rabbimiz, onun bize taşkınlık etmesinden yahut iyice azmasından korkuyoruz.”[15] Ve Allah’ın cevabı: “(Allah) Buyurdu ki: ‘Korkmayın; Ben sizinle beraberim, (her şeyi) görür ve işitirim.”[16] Burada yüce Allah, peygamberleri Mûsâ ve Hârun’a tevhid dâvetinin metodunu açık bir şekilde beyan ediyor. Bu hususu üç maddede özetlemek mümkün:
1- Öncelikle yüce Allah, tevhid dâvetine muhatap olan şahıslar, güçler, otoriteler vs. ne kadar güçlü olursa olsunlar, ne kadar tuğyankârlık/azgınlık yaparlarsa yapsınlar, ne kadar zâlim olurlarsa olsunlar... Tevhid erlerinin onlardan korkmamaları, çekinmemeleri gerektiğini belirtiyor. Çünkü o kuvvet, kudret sahibi, yüce ve büyük, cebbâr, zü’l-celâl ve’l-kemâl, kulları üzerinde kahredici güce sahip olan, bütün evreni, canlıları, eşyayı bir tek “ol” emriyle yaratan, noksan sıfatlardan münezzeh, kemâl sıfatlarıyla donanmış olan... Yüce Allah her an onlarla beraber... Her şeyi hem gören ve hem de işiten, her şeyden haberdar olan, sonunda her şeyin kendisine döneceği Allah onlarla beraber olduktan sonra, bu dünyada güçlü gözükse bile ne yapabilir Firavun? Kızsa, azgınlık etse, köpürse de ne gelir elinden? [17]
2- Tevhid dâvetçisi öncelikle kendi akîdelerinin temellerini izah etmelidir. Nitekim Hz. Mûsâ ve Hârun kendi akîdelerinin temellerini izah etmekle emrolunmuşlardır: “Haydi varın ona deyin ki: ‘Biz senin Rabbinin elçileriyiz.”[18] Dâvetçi, daha ilk anda tevhid akîdesini sunmalıdır muhatabına. Kendisinin ve tüm kâinatın bir Rabbinin olduğunu, O’ndan başka ilâh bulunmadığını, yeryüzünde yegâne hâkim ve mutasarrıf olduğunu belirtmek zorundadır. Nitekim Hz. Mûsâ da, Firavun’a daha ilk anda kâinatın bir rabbinin olduğunu ve O’nun hem kendisinin, hem de bütün İnsanların Rabbi olduğunu belirtmiş, böylece de onun rablik iddiasının sahte ve bâtıl olduğunu açıklamıştır. Bu sahne Kur’ân-ı Kerim’de şöyle dile getirilir: “O (Firavun), ‘ey Mûsâ, Rabbiniz kimdir sizin?' dedi. Mûsâ da ona: ‘Rabbimiz her şeye varlık veren, sonra doğru yola eriştirendir’ dedi.” [19]
Mûsâ (a.s.), Firavun’un sorduğu soruya Allah’ın sıfatlarından “yaratıcı” ve idare edici” sıfatlarını sayarak cevap veriyor. Çünkü bu sıfatlar, Rabbimizin bütün mevcûdâta varlığını verip ve onu bugünkü şekliyle yarattığını, ayrıca bu yarattığı şeylere neler yapmaları gerektiği fikrini öğrettiğini belirtirler. Aynı zamanda Kur’ân-ı Kerim’in Mûsâ’dan (a.s.) söz ederek anlattığı Allah’ın bu vasıfları, kâinatı idare eden Yüce Yaratıcı’nın ulûhiyet eserlerini de en mükemmel şekilde özetlemektedir. Bütün varlıklara varlığını verip, bütün yaratıkları yarattığı şekilde halkederek yaratılış gayesini gösteren vazifelerini bilmeyi de ihsan etmesi ulûhiyetin eserlerinin en mükemmel ifadesidir. İnsanoğlu dikkatini toplayarak gücü yettiği nisbette çevresindeki şu büyük mevcûdâta atf-ı nazar ettiği zaman, büyük-küçük her varlıkta, en küçük zerreden en büyük kürreye kadar, en basit hücreden en gelişmiş hayat şekline kadar bütün canlı varlıklarda ibdâ edici kudretin eserlerini bütün açıklığıyla görür. [20]
Hz. Mûsâ, her şeyden önce bu perspektiften bakarak Firavun’a Tevhid akîdesini sunmayı bir gereklilik olarak görmüştü. Çünkü Firavun: “Rabbiniz kimdir ey Mûsâ?”[21] sözüyle her ne kadar kendisinin halkının tek ilâhı olduğunu veya Mısır’da başka hiçbir şeye tapılmadığını kasdetmemiş, bu sözü ile Allah’ın elçiler göndererek emirler vermesi ve yeryüzündeki siyasî hükümranlığına müdahale etmesi olayını reddetmeyi[22] kasdetmiş ise de, o kendisinin sadece Mısır’ın değil; teoride bütün İnsanlığın siyasî anlamda yeryüzündeki rabbi, yani hâkimi olduğunu iddia ediyordu. İşte bu iddianın önüne geçmek için Hz. Mûsâ ona, kendisine itaat etmesi için bir elçi gönderen başka bir varlığın, yani Allah’ın her varlığı yarattığını, her varlığa varlığını veren ve onu bulunduğu şekilde halk edenin Allah olduğunu belirtmiştir. Ayrıca yüce Allah’ın İnsanı yaratarak, yapması gereken görevi bildirdiğini tebliğ etmiştir. Kısacası, bu tebliğin özü şu idi: Bir tek ilâh vardır, o da Allah’tır. Allah ki, her şeyi yaratan, sonra da doğru yola götüren Rabbimizdir.
3- Tevhid önderleri, kendi öğretilerinin, yahut müslümanların selâmeti için yapmak istedikleri fiillerin mâhiyetini, kısacası ortaya koymak istedikleri işlerin ana gayesini açıklamak zorundadırlar. Hz. Mûsâ ve Hârun, Firavun’a gittikleri vakit, ulûhiyet ve rubûbiyet noktasında Allah’ın birliğini belirttikten, kısaca Tevhid akîdesini özetledikten sonra kendi risâletlerinin mâhiyetini açıklamışlardır: “Artık İsrâil oğullarını bizimle gönder ve onlara azap etme!”[23] Diyebiliriz ki, Hz. Mûsâ, Firavun’un önüne iki mesajla çıktı: Birincisi, Allah’a itaat etsin, İslâm’ı ve İslâm’ın özü olan Tevhid akîdesini kabul etsin; ikincisi, eskiden müslüman olan İsrâil oğullarına yaptığı baskı ve zulme son versin.
Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun, Allah Teâlâ’dan aldıkları görev, tâlimat ve usûlle Firavun’a gittiler. Ona gerçek ilâh, gerçek Rab ve gerçek ma’budlarından mesajlar sundular: “Ey Firavun! Ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim. Bana Allah’a karşı ancak gerçeği söylemek yaraşır. Size Rabbinizden bir mûcize getirdim. İsrâil oğullarını bizimle beraber gönder.”[24] Bunun üzerine Firavun, Hz. Mûsâ’ya: “Âlemlerin rabbi de nedir? dedi.”[25] Hz. Mûsâ: “Eğer kesin olarak bilecek kimseler iseniz, bilin ki, O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulananların Rabbidir.”[26] dedi. Firavun, saltanatı ayakta tutmak ve Hz. Mûsâ’yı da halkının yani İsrâil oğullarının gözünden düşürmek, onun peşinden gitmelerini engellemek için çeşitli hile ve desiselere başvurma yoluna gitti. Bu hile ve desiselerin tabii sonucu olarak çevresindekilere şöyle hitap etti: “Size gönderilen peygamberiniz mutlaka delidir.”[27] Hz. Mûsâ’ya da: “Benden başka tanrı edinirsen, andolsun ki seni zindanlık ederim.”[28]; “Sen bizi, babalarımızdan bulduğumuz yol üzerinden çevirmek için mi geldin? Yeryüzünde saltanat ikinize mi ait olacak? Biz ikinize de iman etmeyiz.”[29] Ve “Ey Mûsâ! Ben seni büyülenmiş sanıyorum”[30] dedi.
Firavun, kendi mevki, makam ve düzenini korumak için İsrâil oğullarına Hz. Mûsâ’yı sihirbaz olarak tanıtmaya başladı. Kendi meşhur sihirbazlarını çağırdı. Onlardan Hz. Mûsâ ile bir yarışma düzenlemelerini ve onu yenmelerini istedi. Bununla Hz. Mûsâ’yı ve onun Tevhid dâvetini halkın gözünde küçük düşürmek istedi. Ne var ki sihirbazlar Mûsâ’nın (a.s.) Allah’tan aldığı mûcizeler karşısında yenilerek secdeye kapandılar ve şöyle dediler: “Âlemlerin Rabbine, Mûsâ ve Hârun’un Rabbine iman ettik.”[31] Sihirbazların büyük bir topluluk içinde, kalabalık bir grup halinde Mûsâ’ya (a.s.) inanmaları Firavun’un hâkimiyetini, tanrılık iddiasını sarsmış ve halkın Firavun korkusunu azaltmıştı. Bunun farkına varan Firavun, durumu kurtarmak için mü’minlere kızdı, hiddetle çıkıştı, onlara ceza vermeye kalkıştı, Yerinden fırladı ve bağırdı: “Ben size izin vermeden ona inandınız ha?!”[32]; “Andolsun ki, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim. Sizi hurma kütüklerine asacağım. Hangimizin azabının daha çetin ve devamlı olduğunu bileceksiniz.!” [33]
Firavun’un bu açık ve korkunç tehdidi Hz. Mûsâ, Hz. Hârun ve onlarla beraber olan mü’minleri yıldırmadı. Bilakis bu tehditler onların imanlarını kuvvetlendirdi. Çünkü Tevhid inancı, Allah'tan başka hiçbir otoriteyi tanımamak, hiçbir güçten korkmamak ve hiçbir tehditten dolayı yılmamaktır. Bu şuuru taşıyan muvahhid mü’minler Firavun’un karşısında şöyle haykırdılar: “Biz seni, bize gelen açık delillere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Yapacağını yap; sen ancak bu dünya hayatında istediğini yapabilirsin!”[34] “Zararı yok, biz şüphesiz Rabbimiz’e döneceğiz. İman edenlerin ilki olmamızdan ötürü Rabbimiz’in kusurlarımızı bize bağışlayacağını umarız.”[35]
Hem sihirbazların ve hem de halkın Tevhid akîdesine yönelmeleri Firavun’u iyiden iyiye çileden çıkardı ve onu fena şekilde azdırdı: “Bırakın beni de Mûsâ’yı öldüreyim. O, Rabbine yalvara dursun. O’nun sizin dininizi değiştireceğinden veya yeryüzünde fesad/bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum.”[36] Hz. Mûsâ, Firavun ve yandaşlarının ıslah olmaz hallerini görünce Rabbine yöneldi. Suçlu bir millet karşısında kendilerine yardım elini uzatması için Rabbine yakardı.[37] Allah, Mûsâ’nın (a.s.) bu yakarışına şöyle cevap verdi: “Kullarımı geceleyin yürüt! Şüphesiz takip edileceksiniz.”[38]; "Denizden onlara kuru bir yol aç; batmaktan ve düşmanların yetişmesinden korkma, endişelenme!” [39]
Mûsâ (a.s.) İsrâil oğullarını bir gece topluca Filistin’e doğru yola çıkardı. O, mü’minleri Firavun’un zulmünden uzaklaştırmak için çaba sarfediyordu. Fakat Firavun, Hz. Mûsâ’nın milletini Mısır’dan çıkarmak üzere yola çıkardığını haber alınca, ordusuyla derhal onları takip etmeye başladı. “Güneş üzerlerine doğarken onların ardına düştüler.”[40] “Firavun ve askerleri haksızlık ve düşmanlıkla (Hz. Mûsâ ve milletinin) ardına düştüler.”[41] Bunun üzerine vahiy geldi Mûsâ’ya: “Asanla/ deyneğinle denize vur!”[42] Hz. Mûsâ emre uydu. Bastonuyla denize vurdu. “Hemen deniz ikiye bölündü. Her parçası yüce bir dağ gibiydi sanki.”[43] Mûsâ (a.s.) Allah’tan şu emri aldı: “Denizi de açık bırak. Çünkü onlar bir ordu halinde boğulmuş olacaklardır.”[44] Firavun, ordusuyla onları takip etti. Deniz de onları içine alıverdi. Hem de ne alış! [45]
Firavun ve ordusu denizde boğulmaktaydı. Firavun boğulacağını anlayınca şöyle bağırmaya başladı: “İsrâil oğullarının iman ettiğinden başka ilâh olmadığına inandım. Artık ben O’na teslim olanlardanım.”[46] Bu âyet-i kerimeden de anlaşılıyor ki, Firavun’un daha önce “...Ey ileri gelenler, ben sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyorum”[47] ve Mûsâ’ya (a.s.) hitaben: “Andolsun, eğer benden başka bir ilâh edinirsen seni muhakkak ve kesinlikle zindana girenlerden ederim.”[48] şeklinde söylediği sözlerle kastı, kendinden başka bütün ilâhları, özellikle de Allah’ı inkâr etmek değil; gerçek maksadı Hz. Mûsâ’nın dâvâsını red ve iptal etmektir. Mûsâ (a.s.) rubûbiyetini sadece tabiat üstüne inhisar ettirmekle kalmayıp emretme ve nehyetme gücüne sahip medenî ve siyasî manaları ile üstün hüküm ve kuvvet sahibi bir ilâha dâvet edince, Firavun kavmine: “Ey kavmim, sizin için bu türden bir ilâh olarak benden başkasını bilmiyorum” dedi ve Hz. Mûsâ’yı kendisinden başkasını ilâh edinirse hapse atmakla tehdit etti. [49]
Evet, Firavun ve ordusu denizde boğuldu. Firavun, bu hengâmede dalgalar arasında, boğulmakla yüz yüze, ölümle burun buruna gelince iman ettiğini, yani Allah’a inanarak Tevhid akîdesini kabul ettiğini ilân etti. Fakat imanı ve tevbesi ona fayda vermedi: “Şimdi mi inandın? Oysa daha önce baş kaldırmış ve bozgunculuk etmiştin!”[50] Rabbimiz, çaresizlik içerisinde, başka tutunacak dalın kalmadığı bir anda başvurulan iman etme olayını kabul etmedi. Çünkü yeis/ümitsizlik halinde iman etme makbul olamazdı. Bunca zulüm ve fesâdı böylesi bir anda, boğulurken söylenen “inandım” sözü nasıl silerdi? Firavun ve yandaşları ilâhî tokadı yedi. Hz. Mûsâ ve beraberindekiler kurtuldu. Firavun ve yandaşları ise suda boğuldu. Zira bu değişmeyen ve değişmeyecek olan ilâhî kanundur. Mü’minler kurtulur; kâfirler helâk olur. Fakat bir şartla: Tevhid dâvetinin açık-seçik, bütün netliğiyle İnsanlara sunulması. Bu şart yerine getirilmeden mü’minlerin galip gelmesi ve kâfirlerin de helâk olması beklenemez.
“Mûsâ’yı ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardık. Sonra ötekileri boğduk.”[51] Mûsâ (a.s.) bunca eziyetlere katlanarak milletiyle birlikte denizden geçmiş ve Mısır’a nisbetle daha tehlikesiz bir toprağa ayak basmıştı. Mûsâ’nın (a.s.) mücadelesi, bundan böyle kendi öz kavmi İsrâil oğullarıyla olacaktı. Mûsâ (a.s.) ve İsrâil oğulları Filistin’e doğru ilerlerken “kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine ‘Ey Mûsâ! Onlara ait tanrılar gibi bizim için de bir tanrı yap!” dediler.”[52] Mûsâ (a.s.) asıl Tevhid mücadelesinin daha yeni başladığını hissetti. Olacak şey miydi Firavun belâsından yeni kurtulmuş bir toplumun Rabbinin öğretileriyle kuşanmış bir peygamberden, bir Tevhid önderinden kendilerine put yapmalarını istemesi? Bu yüzden toplumuna döndü ve onlara şöyle hitabetti Hz. Mûsâ: “Doğrusu siz koyu câhil bir toplumsunuz.”[53] Putlara tapan Amalika kavmine işaret ederek: “Şunların içinde bulundukları (din) yıkılmıştır ve yaptıkları şeyler bâtıldır/boşa çıkmıştır. Allah sizi âlemlere üstün kılmışken size Allah’tan başka bir ilâh/ tanrı mı arayayım?” [54]
Peygamber put yapar mıydı? Peygamber ancak put kırardı. Kişileri putlara tapmaktan alıkoyardı. Allah’a kulluk yapmaya çağırırdı. Çünkü put, Allah düşüncesinin ve tevhidin karşıtıdır. Allah ve tevhid dtüşüncesi İnsanın içine dolmadan kişinin kendi kendisini aşması mümkün olmaz; kendi kendisini aşmadan da bunalımlardan kurtulma imkânı yoktur İnsanın. Hem put nedir ki? Taş. Taş, İnsandan üstün olamaz ki! Hatırlamanın, saygı duymanın taşla hiçbir ilgisi de yoktur. Heykel, saçmalığın taşlaşmasıdır; ilkelliğin de simgesi. [55]
Bundan sonra Mûsâ (a.s.) Mikat’a dâvet edildi. Orada kendisine Tevhid dininin esasları öğretilecekti: “Mûsâ ile otuz gece (için) sözleştik ve buna on gece daha kattık. Böylece Rabb’in tâyin ettiği vakit kırk geceye tamamlandı.”[56] Mûsâ (a.s.), kırk gün sürecek olan Mikat yolculuğuna çıkmadan önce kardeşi Hârun’u (a.s.) yerine vekil tâyin etti. Ve ona: “Kavmim içinde benim yerime geç, ıslah et; bozguncuların yoluna uyma!”[57] dedi. Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ’ya Mikat’ta öğütte bulundu: “Mûsâ için nasihat ve her şeyin açıklamasına dair ne varsa hepsini levhalarda yazdık (ve dedik ki): ‘Bunları kuvvetle tut, kavmine de onu en güzel tutmalarını (gereği ile amel etmelerini) emret. Yakında size, yoldan çıkmışların yurdunu (nasıl harâbeye çevirdiğimi) göstereceğim.”[58]; "Mûsâ’nın ardından kavmi, zînet takımlarından, böğüren bir buzağı heykelini (yapıp tanrı) edindiler.”[59] Onlar buzağıya tapınırken Hârun (a.s.) onların yanında bulunuyordu. Ne var ki onları bu kötü ve çirkin sapıklıktan alıkoyamadı. “Mûsâ, kızgın ve üzgün bir halde kavmine dönünce: ‘Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrini (beklemeyip) acele mi ettiniz?’ dedi. (Tevrat’ın yazılı olduğu) levhaları yere attı ve kardeşinin (Hârun’un) başını tutup kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi,) ‘Annemin oğlu! Bu kavim beni cidden zayıf gördüler ve nerede ise beni öldüreceklerdi. Sen de düşmanları bana güldürme ve beni bu zâlim kavimle beraber tutma!’ dedi.” [60]
Mûsâ (a.s.) şiddetli bir şekilde öfkelendi. Çünkü kavmi kendisinden sonra Tevhid’i bırakıp şirke düşmüştü. Allah’ı bırakıp buzağıya ibâdet etmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Hz. Mûsâ levhaları atıp kardeşinin başından tutarak kendine doğru çekti. Bu hareket, Hz. Mûsâ’nın kapıldığı infialin şiddetini ifade ediyor. Attığı bu levhalarda Rabbi’nin kelimeleri vardı. Atamazdı onları, ama kızınca kendisini kaybetti.[61] Anlaşılıyor ki Hz. Mûsâ, asıl din olan Tevhid’in ihlâli karşısında esas meseleyi şiddet ve öncelikle halletmek için tafsilâta ait olan, muhtevâ olarak İnsanlara hidâyet ve rahmet prensiplerini içeren levhaları muvakkaten (geçici bir süreyle) bir tarafa bırakmış ve ilk iş olarak Tevhid’e taalluk eden büyük bir ihtilâl karşısında teferruatla uğraşmanın yanlış olacağı kanaatine varmıştır. Çünkü Allah, şirk günahını affetmemekle beraber,[62] şirk koşanların amellerinin de boşa gideceğini açıkça beyan etmiştir.[63] Zira şirk, iyi işleri yok eden çok çirkin bir günahtır. Bu gerçeğin farkında olan Hz. Mûsâ da kavminin öncelikle i’tikadını düzeltmeyi, daha sonra da bu sağlam i’tikad/inanç ve düşünce gereği amel etmelerini sağlamayı amaç edinmiştir. Zaten bütün peygamberler aynı noktadan, yani “iman”dan başlamışlardır işe. İnsanların kafalarındaki câhiliyye tortularını, küfür pisliklerini ve şirk artıklarını temizledikten sonra amele taalluk eden konulardan bahsetmişlerdir.
Demek ki, buzağı putu meselesi Mûsâ’nın (a.s.) Tevhid mücadelesinde büyük karşı ihtilâl/devrim, Elmalılı merhumun deyimiyle Tevhid’in ihlâli; tevhidin ihtilâli/karşı devrimiydi. Ancak Hz. Mûsâ, gerek kendi döneminde ve gerekse de kendisinden sonraki bütün dönemlerde şirke karşı mücadele verecek Tevhid erlerine bir örnek, bir numûne-i imtisal olarak bu vahim olay karşısında teferruatla kendisini oyalamadı, şirkin üzerine gitti ve kavmini öncelikle bu kötü durumdan kurtarma yolunu seçti. Bu yüzden levhaları muvakkaten (geçici kısa bir süre) bir kenara bıraktı. Yeniden Tevhid dinine dâvet etmeye başladı kendi kavmini. Benî İsrâil’in tarihinden çıkarılacak en büyük ders, budur. [64]
Hz. Mûsâ’nın Dâvet Konusuyla İlgili Duâları
Sadrının Şerhi (Ruhuna genişlik Verilmesi)
“Firavun'a git. Çünkü o iyice azdı. Mûsâ: Rabbim! dedi, göğsüme (ruhuma) genişlik ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimin bağını çöz. Ki sözümü anlasınlar. Bana ailemden bir de vezir ver. Kardeşim Hârun'u. Onun sayesinde arkamı kuvvetlendir. Ve onu işime ortak kıl. Böylece Seni bol bol tesbih edelim. Ve bol bol zikredelim/analım Seni. Şüphesiz Sen bizi görmektesin.' Allah: 'Ey Mûsâ! dedi, istediğin sana verildi.” [65]
Peygamber yolunun vârisi olmaya çalışan her dâvetçi ve tebliğcinin bu konulardaki kendi eksikliklerini fark etmeleridir bu duâlardan yansıyanlar. Ve Allah’tan bu konuda destek ve yardım isteyeceği hususlardır bu duâlarda istenenler. Hz. Mûsâ, dâvet ve tebliğ emrini aldıktan sonra, Rabbinden ilk adımda “sadrını şerh etmesini” (genişletmesini) istemiştir.[66] Bunun, kendisinde eksikliğini hissettiği bir niteliğin talebi anlamına geldiği anlaşılıyor. Bunun ne olduğuna yine Kur’an, “sadrın dayk olması” yani göğsün daralması âyetiyle[67] işaret etmektedir. Bazı müfessirler, bunun izahını; “onlara götürdüklerinin yalanlanmasından dolayı infiâle kapılarak kalbin daralması, ruhun sıkılması” olarak açıklıyorlar.[68] Hâlbuki infiâle kapılmak, bir sonuçtur. Bunun temelindeki asıl neden, olaylara; sebeplere dayalı olarak değil de; iman gözüyle bakılmasıdır. Nitekim Hz. Mûsâ da kendisinin bu özelliğini bildiğini, dünyevî destek olarak hemen ilk planda sadrının şerh edilmesini talep ettiğini Kur’an bize haber veriyor.
Hz. Mûsâ’da böyle bir psikolojinin oluşumunun, yalan ve fesada dayalı bir ortamda uzun süre kalmasıyla bağlantılı olduğu söylenebilir: Bebekliğinden itibaren birkaç kez Firavun tarafından öldürülmek istenmiştir. Firavun’un sarayında çocukluğunun geçmesiyle, onun nice zulümlerine şahit olmuştur. Hz. Mûsâ, sadrının şerhi duâsıyla, göğsünün genişletilmesini, gelecek yüklere tahammüllü olması ve tebliğ yolunda meşakkatlere sabredebilmesi için kalbine genişlik verilmesini, böylece Hak’tan başka hiç kimseden korkmayan ve Allah’ın izni olmadıkça hiç kimsenin kendisine zarar vermeyeceğini bilen bir kimse haline gelmesini istediği anlaşılıyor.
b- İşinin Kolaylaştırılması
Hz. Mûsâ’nın tebliğe başlama emrinden sonra duâsındaki ikinci isteği “emrinin teysîri”, yani işinin kolaylaştırılmasıdır.[69] Bununla da, Firavun’a İslâm’ı tebliğinde, gerekli sebeplerin oluşması ve engellerin kaldırılması suretiyle işinin kolaylaştırılmasını talep ettiği anlaşılıyor. Zira kendisine gönderildiği kral, yeryüzünün en güçlü, en ceberut, küfür konusunda en şiddetli, asker olarak en büyük orduya sahip ve tuğyanda/azgınlıkta en ileri gitmiş, kendi halkı için kendisinden başka ilâh tanımayan bir kraldır. Hz. Mûsâ, büyüme dönemini onların yanında, hatta yer yer Firavun’un odasında tamamlamış, sonra onlardan birini öldürmüş, onların da kendisini öldüreceğinden korkarak kaçmış, sonra Rabbi onu onlara, tevhide, tek ve ortağı olmayan Allah’a ibâdete dâvet için göndermişti. Bu nedenle işi son derece zordu. Bu sebeple Hz. Mûsâ’nın Rabbine “Sen yardımcım ve destekçim olmazsan buna, gücüm yetmez” anlamında “Rabbim, işimi kolaylaştır.”[70] dediği anlaşılıyor.
c- Dilindeki Düğümün Çözülmesi
Peygamberlerin temel görevlerinin tebliğ olduğunu biliyoruz. Bu konuda onların sahip olmaları gereken en etkin güçleri dilleri, konuşma yetenekleridir. Zira İnsanlara ulaştırılması istenen hakikatler, kelimeler, cümleler halinde ve öncelikle konuşma yoluyla ulaştırılabilir. Hz. Mûsâ’nın bu konuda sıkıntısı olduğunu Kur’an, “Dilimdeki ukdeyi/dilimin bağını çöz.”[71] “Lisan olarak benden daha fasih kardeşim Hârun’u benimle gönder.”[72] âyetleriyle bildirmektedir. Bu durumun, yani Hz. Mûsâ tarafından yapılan talebin “Sözünün fıkhedilmesi/anlaşılması”[73] amacına yönelik olduğu hemen takip eden âyetten anlaşılmaktadır.
Hz. Mûsâ’nın dilinde meydana gelen ukdenin, bebekken Firavun’a karşı yaptığı hareketin, Firavun tarafından öldürülerek cezalandırılmak istenmesi üzerine, bunu bilinçli bir şekilde yapmadığını ispat için altın veya yakutla, kor ateşten birini seçme imtihanından geçirilmesi olayında onun ateşi seçerek alıp ağzına atması üzerine meydana geldiği nakl olunmaktadır.[74] Bazı rivayetlerde de Cebrâil’in Mûsâ’nın (a.s.) madene uzanan elini ateşe yönlendirdiği belirtilir. [75]
İbn Abbas, İbn Mes’ûd ve sahabenin bazı ileri gelenlerinden rivâyet edilen nakle göre olayın tafsilâtı şöyledir: Hz. Mûsâ, bebekliğini geçirdiği Firavun’un sarayında, yürüyüp koşacak hale gelip biraz palazlanınca, annesi onu oynatıyor, eğlendiriyordu. Bir gün onu Firavun’un kucağına vererek: “Bu göz nurunu ve ciğerpâreni al, sev!” dedi. Firavun: “Bu çocuk benim için değil; senin için göz aydınlığıdır” karşılığını verdi. Kucağına aldığında, Mûsâ, Firavun’un sakalını tutup çekti. (Adam/Mûsâ olacak çocuk, zâlim Firavun'un düşman olduğunu bilerek, sakalından tutup çekmesinden belli olur.) Bunun üzerine canı yanan Firavun: “Cellatlar gelsin!” diye bağırdı. Maksadı çocuğu öldürtmekti. Karısı Asiye, hemen atılarak, yalvarıp yakardı ve öldürülmesini engelledi. [76]
Asiye, şöylece idare-i kelâm etti: “(Efendimiz!) Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur veya onu evlât ediniriz. Çünkü o çocuktur, ne yaptığını bilmez. Sen, Mısır halkı arasında, zînet ve süs eşyası bakımından benden daha zengin bir kadın bulunmadığını bilirsin; ben şimdi onun için yakuttan yapılmış bir süs eşyası getireceğim; aynı anda bir de kor alıp ikisini aynı yere, yan yana koyacağım. Eğer çocuk, elini uzatıp yakutu alırsa, akıllı ve zekî biri olduğu anlaşılır, bu takdirde onu boğazlatırsın; eğer yakut ortada dururken ateş parçasını kavrarsa, çocuk olduğu ve aklının gelişmediği ortaya çıkar” dedi.
Asiye bu iş için bahis konusu ettiği yakutu getirdi ve bir de tas içine kor ateş koydu. Bu sırada Cebrail gelerek Mûsâ’nın eline ateş parçasını verdi. Mûsâ, eline aldığı koru derhal ağzına götürdü ve dilini yaktı. [77]
Bu korla dili yanan Hz. Mûsâ, bu yüzden dilinde meydana gelen peltekliğe benzer bir ârıza sebebiyle çok iyi konuşamıyordu. Onun için Allah’tan kardeşinin yanına verilmesini istedi.
Birçok tefsirde yer alan bu rivâyetler doğru mudur? İşin aslını elbette Allah bilir. Bu rivâyetin İsrâiliyât olduğu, İbn Abbas’ın yahudi çevrelerinden duyup naklettiği mevkuf bir rivayet olduğu değerlendirmesi yapılır.[78] Bizim tercihimiz de bu rivâyetlerin İsrâiliyât kokuyor olduğu yönündedir.
Kur’an-ı Kerim’de belirtildiği üzere, Hz. Mûsâ, gerçekleri Firavun’a anlatmakla görevlendirildiğinde, dilindeki pürüzün/peltekliğin giderilmesini Cenâb-ı Hak’tan dilemiştir.[79] Hz. Mûsâ’nın bu konudaki istekleri hakkında, devam eden âyette şöyle buyurulur: “Allah, ‘Ey Mûsâ! dedi, istediğin sana verildi.”[80] Bu âyetle Hz. Mûsâ’nın bu isteklerinin kabul edildiği beyan edildiğine göre, peltekliğin de son bulduğu anlaşılmaktadır.
Firavun’un, fikrî mücadele ile yenemediği Hz. Mûsâ’nın bu İnsanî zaafını yüzüne vurarak onunla alay ettiğini de görüyoruz: “Firavun kavmine seslendi ve dedi: ‘Ey kavmim! Mısır’ın mülkü ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz? Yoksa ben, kendisi zayıf ve neredeyse söz anlatamayacak durumda bulunan şu adamdan daha hayırlı değil miyim?”[81]
Hz. Mûsâ’nın dilindeki tutukluk hakkında Mevdûdî’nin tercih ettiği görüş ise daha farklıdır. Aslında bu, bir dil/lisan meselesidir. Zira Mûsâ (a.s.) İsrâil oğullarından bir İbrânî idi ve dili de Kıptîlerinkinden farklıydı. Firavun’un evinde büyümesi dolayısıyla Kıptîce biliyordu, fakat doğal olarak ana dili olan İbrânîce gibi konuşamıyordu. Kur’an’dan anlaşıldığı üzere, Mûsâ’nın (a.s.) anası Firavun sarayında (süt annesi ve) mürebbiye olarak bulunuyordu ve çocuğunu kendisi büyütmüştü. Mürebbiyelerin/dadıların da çocukların dili üzerinde büyük etkisi olduğu bir gerçek. Dolayısıyla annesi O’na kendi dillerini öğretmiştir.
Mûsâ (a.s.) Medyen’e kaçıncaya kadar annesiyle beraber yaşamışlardır. Zira Kur’an-ı Kerim’de onun belli bir süre sonra öldüğüne veya Firavun sarayında belli süre çalışıp da sonra ayrıldığına dair herhangi bir açıklama yok. Mûsâ (a.s.) kaçınca Kıptî dilinden tümüyle uzak kaldı. Ayrıca İbrânîce konuşulan bölgeden bir hanımla evlendi. Daha sonra da Kıptî dilini konuşan Firavun’a hitap etmek üzere görevlendirildi. Bu nedenle pek iyi konuşamadığı yabancı dille mesajını iletmeye çalışmasında bu durum garipsenemez. İşte Firavun, “neredeyse söz anlatamayacak durumda” derken bunu kastediyordu. [82]
d- Hârun’un Vezir/Yardımcı Olarak Verilmesi
Hz. Mûsâ’nın burada yaptığı bir diğer talebin, ailesinden, kardeşi Hârun’un kendisine vezir/yardımcı kılınması[83] olduğu anlaşılıyor. Hz. Mûsâ’nın bu talebi, Hârun’un “kendisinden lisan olarak daha fasih”[84] olması, “tasdik eden/doğrulayan bir yardımcı”[85] ve “beraberce Rabbi bol bol tesbih ve tezekkür etmeleri/anmaları”[86], “sırtının/arkasının güçlenmesi ve işine iştirak etmesi/ortak olması”[87] için istediği Kur’an tarafından bildirilmektedir.
Hz. Mûsâ’nın fiilî tebliğ hareketinde Hârun’un gerek İsrâil oğulları, gerekse Firavun nezdindeki etkinliğinden yararlanmak istediği anlaşılıyor. Ayrıca, Hz. Mûsâ’nın Hârun’u yardımcı olarak istemesinde bir diğer sebep olarak, en az on yıldır Mısır’dan uzak kalması da gösterilebilir.
Peygamberlerin, tebliğ faâliyetlerinin sürekli İnsanlarla uğraşma zorunluluğu, onların dünyevî problemleri; Rabbin zikri ve tesbihi süresinde kısıtlamalar yapılmasını gerektirebilir. Bu konuda peygambere yapılacak yardım, zikre rağbeti artırabileceği gibi, ilmin çoğalması sonucunu da sağlar. Bu bakımdan âyette zikrolunan “Böylece Seni bol bol tesbih edelim, bolca analım.”[88] âyeti “Onu işimde ortak kıl. Onunla arkamı güçlendir.”[89] âyetlerinin nihâî varmak istediği hedefi olmaktadır. Ve Hz. Mûsâ’ya bu talep ettiklerinin verildiğini Kur’an açıkça belirtir. [90]
Hz. Mûsâ’nın Tâğutla Mücadelesinden Dâvetçiler İçin Çıkarılacak Bazı Dersler
Dâvâ adamı dâvetçinin Kur'an prensiplerini çok iyi bilmesi ve bunların pratik modelleri olan peygamberlerin hayatlarından ve mücadelelerinden örnek almaları, olmazsa olmaz bir şarttır. "O peygamberler ki Allah'ın gönderdiği emirleri tebliğ ederler/duyururlar. Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah herkese yeter."[91]
"Allah dilerse bu dini fâcir/sapık bir adamla da kuvvetlendirir." Allah, Firavun'un iktidar ve saltanatını yıkmakla görevli düşmanını sarayında elleriyle besletip büyüttü. Zâlim ve tâğut, kendisi farkında olmasa da Allah isterse, onun vasıtasıyla da hakkı ortaya çıkarır veya hâkim kılar. Her fabrikadan zaman zaman imalât hataları çıkar, marangoz hatası olarak zâlimin kucağında âlim, tâğutun sarayında o saltanatı yıkacak bir peygamber yetişebilir.
Allah, dâvâ adamı elçilerini özel şartlarda yetiştirir, olgunlaştırır. Onların peygamberlik dönemleri olduğu kadar, nübüvvet öncesi hayatları, yetişme ve olgunlaşmaları da dersler çıkartılacak alanlardır. Onların izini takip eden tebliğ ve dâvet adamına, mücahid ve devrimciye peygamberler çocukluklarından vefatlarına kadar daima yol göstermektedir. Hz. Mûsâ'nın yetişme ve hazırlık devresi de bizim için büyük örnekler ve dersler taşımaktadır. O, düşmanını tanıma yönünden daha çocukluğundan itibaren hazırlandı. Saray hayatını tanıdı, yönetim ve egemenlik işlerini, bürokrasiyi yakından gördü. Sosyal statü olarak en üst sınıf olan saray hayatından çobanlık gibi o toplum için en altta kabul edilen sınıfa kaderin cilvesi olarak muhâtap oldu. Dolayısıyla her grubun, her sınıfın problemlerini yakından öğrendi. Rahatlıkla da zorlukla da imtihan oldu.
Hemen her peygamberin çobanlık yaptığını biliyoruz. Mûsâ (a.s.) da, Hz. Şuayb'ın yanında geçen 8-10 yıl, çobanlıkla meşgul olmuş, doğayı, arzı ve gökleri yakından inceleme fırsatı bulmuş, tefekkür için müsait ortam içinde yaşamıştır. Medyen'de sâlih bir kişinin yanında yaşadı. Bu hayatı, Firavun'la girişeceği zorlu mücadelenin sıkıntılarını göğüsleyebilme hazırlığıydı. Hayat mektebinde sâlih ve olgun bir öğretmenin özel eğiticiliğinde eğitildi. Bu eğitim ve hazırlık, öncülerin hayatın içinde eğitilmelerinin önemine işarettir. Sarayda yaşadığı zamanda da hak tarafını tutuyor, ezilmiş mazlum İnsanlara yardım etmeyi kendine görev biliyordu. Kavga eden iki kişiden mazlum olanın yanında yer alması ve hayatını bu konuda riske atması da bunun bir örneğidir. O her zaman hak tarafında ve ıslah edici idi.
Allah Teâlâ, Mûsâ’dan (a.s.) elçisi olarak Firavun’a gitmesini istemiştir. Hz. Mûsâ ile Firavun ve kavmi arasında bir sorun vardı. Mûsâ (a.s.) konuşurken kekeliyor, bazen zorlanıyordu. Mûsâ (a.s.) Rabbinin kendisine bu görevi vermesi üzerine O’ndan kardeşini de risâlet tebliği görevine katmasını istedi. Allah da onun bu isteğini olumlu karşıladı ve iki kardeşten Firavun’a giderek onunla yumuşak bir üslûpla, tatlı dille konuşmalarını istedi. Ve Firavun’a gittiler. O ikisiyle Firavun arasındaki diyaloglar çok çeşitli ve renkli geçmiştir. Firavun, diyaloglarında sürekli konu değiştirmek istemiş ama Mûsâ (a.s.) zekâ ve ferâsetiyle onu engellemiştir. Aralarındaki diyalog, uzun süre devam etmiştir. Biz bu diyaloglardan dâvet üslûbumuzda yararlanabileceğimiz şu noktaları çıkartabiliriz:
1- Dâvetçi, nebevî bir sorumluluğa çağrıldığında olumlu karşılık vermelidir. Psikolojik durumu ne olursa olsun -korkulu, kaygılı- bunu gerekçe göstererek sorumluluktan kaçma cihetine gitmemelidir. Aksine sorumluluk konusunu Mûsâ’nın (a.s.) yaptığı gibi iyi düşünmeli ve Rabbine yakararak gücünün nelere yetebileceğini samimi olarak itiraf etmelidir. Allah’tan eksikliklerini gidermesi ve kendisini takviye etmesini niyaz etmelidir. Rabbine ve O’nun yardımına karşı sürekli mânevî bir güven duygusu içinde olabilmesi için bunu yapmalıdır. Sonra Allah’tan tebliğde kendisine yardımcı olabilecek birilerini kendisiyle beraber görevlendirmesini istemelidir. Biz bu âyetlerden şu dersleri çıkartmaktayız: Müslüman dâvetçi, faâliyetinde başkalarından yardım istemesini engelleyecek derecede bireysel ve kişisel düşünmemelidir. Böyle bir teklif, başkalarından geldiğinde iyice düşünerek bunu kabul edebilmelidir. Kesinlikle bağımsız hareket etme övüncünü hesaba katarak aksi şekilde davranmamalıdır. Başkalarıyla birlikte çalışmanın kendi eksikliğine yorumlanacağını da düşünmemelidir.
Bunun sebeplerine indiğimizde şunu görürüz: Tebliğ faâliyetinde mesele, belli kişileri ilgilendiren özel bir mesele değildir. Dolayısıyla tebliğle ilgili sorumlulukların, özel ve kişisel hesaplar dairesine sokulması mümkün değildir. Burada temel mesele, inanılan ve düşünce ve sorumluluğu yüklenilen dâvâ meselesidir. Başarı veya başarısızlık, kişileri değil; ümmeti ilgilendiren konulardır. Bu yüzden dâvetçiye düşen; dâvet sorumluluğuyla ilgili hesap yaparken hedefe ulaşmada katkısı olacak bütün unsurları devreye sokmasıdır. Bu unsurlar, yardımlaşabileceği şahıslar olabileceği gibi, çeşitli fiziksel araçlar da olabilir. Mûsâ’nın (a.s.) Rabbiyle diyalogundaki konumu ve Hârun’un (a.s.) kendisiyle birlikte gönderilmesi isteği, ondaki sorumluluk bilincinin ne derece yüksek olduğunu göstermesi açısından çok önemlidir. O, Allah’a karşı öyle samimi ve açıktır ki kardeşinin de bu sorumluluğa ortak edilmesi isteğini dile getirmekten çekinmemektedir. Unutmayalım ki, Allah’ın peygamberi dahi eksiklik hissederek bunu açıkça ifade etmektedir.
İslâmî tebliğ faâliyetini kişisel itibarlar ve bencillikleri açısından düşünen kimseler için Hz. Mûsâ’nın bu davranışında büyük bir ders vardır. Bencillik ve kişisel düşünce, İnsanı, kim olursa olsun diğerleriyle yardımlaşmaktan ve yardım istemekten alıkoyar.
2- Allah dâvetçiden daima şunun bilincinden olmasını istemektedir. Allah kendisini işitmekte, görmekte; düşmanlarının da tehditlerini duymakta ve yaptıklarını da görmektedir.[92] Bu bilinç, müslüman dâvetçinin tavırlarında güçlü olmasını sağlayacak, düşmanlarının tehditleri karşısında zayıflama eğilimine girer girmez bunu hatırlayıp güçlenecektir. Bu bilinçle hareket eden dâvetçi, yalnızlık duygusuna kapılmayacak ve ne suretle olursa olsun çözülmeyecektir.
3- Dâvetçi, dâvetinde muhataplarının kalplerini ve düşüncelerini Allah’ın kelâmına açacak bir üslûp izlemeli, konuşurken netlik, kararlılık ve şefkat içeren sözcükleri özellikle seçmelidir.[93] Ağır ve karmaşık kelimelerden mümkün olduğunca kaçınmalı, kaygı ve tehdit duygusu uyandıracak zıtlaşma üslûbundan uzaklaşmalıdır.
Bunun sebeplerine indiğimizde peygamberî tebliğ çizgisinin temelde iki gerçekten hareket ettiğini görürüz:
a- Dâvetçiler, dâvet ettikleri kimselerin önüne hakla buluşup onu anlamalarına mâni olacak psikolojik veya düşünsel engeller koymamalıdırlar. Böyle yaparak onların inkâr ve inatları için gerekçe sahibi olmalarına mâni olmalıdırlar. Deliller açıkça ortaya konduktan ve hak açıkça tebliğ edildikten sonra, onların hiçbir hüccetleri kalmayacaktır: “Ta ki helâk olan, açık bir delili gördükten sonra helâk olsun; Sağ kalan da bu açık delilden sonra yaşasın.”[94]
b- Şuna inanmak gerekir ki, İnsan Rabbine ne kadar başkaldırsa, isyan ve azgınlıkta bulunsa da hak çağrılarına ve iyilik olgusuna daima sıcak yaklaşır. Bu, Allah’ın İnsan üzerine yarattığı fıtratın bir gereğidir. Bu boyut, her İnsanın derinliklerinde vardır. İyilik ve tatlı sözler duyduğu bazı anlarda ise uyanır. Bu nedenle bize düşen, sapıklığı ve yoldan çıkmışlığı hangi boyutta olursa olsun her İnsana güzel söz söylemek ve sevgiyle dolu iyiliklerden bahsetmektir. Sevgi ve iyilik faktörlerinin onun derinliklerinde yatan mânevî ve rûhî özelliklerle buluşup hidâyete açılmasını sağlaması hiç de uzak bir ihtimal değildir.
Allah Teâlâ’nın Mûsâ (a.s.) ile Hârun’a (a.s.) Firavun’u uyarma sorumluluğunu yüklemesinin sırrı da bu olsa gerektir. Yüce Allah, Hz. Mûsâ ile kardeşinden Firavun’a karşı yumuşak konuşmalarını istemektedir. Belki de iyilik olgusunu hatırlayarak ibret alabilir ve yaşadığı karanlık hayatın sonunda Allah’ın katında karşılaşacağı acı azabı düşünerek doğru yola gelebilirdi. [95]
Tur’daki birinci mükaleme akabinde Hz. Mûsâ’ya, Firavun ve meleine gittiklerinde hangi usulle ve hangi amaca hizmet etmek için hareket edecekleri “ona kavl-i leyyinle (yumuşak üslûpla ve tatlı dille) konuşun. Belki o, aklını başına alır veya korkar.”[96] âyetiyle öğretilmiştir. Bu âyet, bazı şeylerin duyurulmasının yanında, ondan çok, bu ifade olunacakların usûl ve üslûbunu belirtmektedir. Müfessirler, “kavl-i leyyin”le ifade edilen bu emrin; incelikli, yumuşak, yaklaştırıcı kelâm olduğunu belirtmektedirler. Zira nefislerde etkili ve beliğ olanın da bu olduğu açıktır. Yine bu konuda
“Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.”[97] âyeti benzer üslûbu emretmektedir.
“Kavl-i leyyin”, yani yumuşak üslûptan amacın, Firavun’un tezekkür etmesi, aklını başına alması, nasihat ve öğüt alması, iz’ana gelmesi, ve haşyet etmesi, yani inkârının onu helâke ve felâkete götüreceğini anlayarak korkması ve teslim olması olduğu anlaşılıyor.
Burada, tezekkür ve haşyet etmeyeceği, aklını başına alıp korkmayacağı ve dolayısıyla teslim olmayacağı Allah’ın ilminde belli olan Firavun gibi bir kimsenin nasıl bunları yapabileceği sorusu akla gelebilir. Buna, Allah’ın kazâsının ancak gerekenler yapıldıktan sonra tecellî edeceği ve ancak bu şekilde karşı tarafın mâzeretinin ortadan kalkacağı görüşüyle cevap verilebilir. Nitekim bu durumu, “Eğer onları senden önce azab ile helâk etseydik onlar, “ey Rabbimiz, bize bir rasul/peygamber gönderseydin de, senin âyetlerine ittibâ etseydik’ derlerdi.”[98] âyeti açıkça ortaya koymaktadır.
Yine Hz. Mûsâ’dan Firavun’un tezkiyesi, Rabbine yönelmesi ve ulaşması, ona rehberlik yapması, onu bu yöne irşâd etmesi de istenmiştir. “Firavun’a git! Çünkü o tuğyân etti. De ki: ‘Tezkiyeye/arınmağa gönlün var mı? Sana Rabbinin yolunu hidâyet edeyim/göstereyim de, O’ndan kork.”[99] Hz. Mûsâ’nın Firavun’a karşı, diğer görevleri yanında âdeta onu irşâd etmekle yükümlü hale geldiği görülüyor. Bu, bir İnsanda hakka gelmek konusunda hiçbir ümit olmasa dahi, onun hakkında yapılması gereken dâvet ve tebliğin yapılması gerektiğini ortaya koymaktadır. [100]
4- Dâvetçi, düşmanların diyalog ortamını asıl hedefinden uzaklaştırmaya yönelik kullandıkları bütün yolları kavramalı ve onları ısrarla asıl konuya çekmelidir. Bunu da zekâ ve ferâsetini kullanarak yapmalıdır. Tıpkı Mûsâ’nın (a.s.) yaptığı gibi.
5- Büyücülerin Hz. Mûsâ’ya inandıktan sonra Firavun’la yaptıkları konuşmalara gelince; Bildiğimiz gibi Firavun kendi izni olmaksızın Hz. Mûsâ’ya ve getirdiklerine iman ettikleri için büyücülere kızmıştır. Sanki iman olayı, günlük hayat veya idarî meseleler gibi Firavun’un iznini gerektiren bir olguymuşçasına Firavun, kendisine danışmadan iman eden sihirbazlara yaptıklarından dolayı ağır tehditler savurmuştur.
Bu, her yer ve zamanda tâğutların ortak düşünce ve kafa yapısının bir uzantısıdır. Onlar, İnsanların sadece bedenlerine değil; akıl ve düşüncelerine, inançlarına ve tercihlerine de sahip olmak isterler. Onlara göre İnsanlar, ancak onların istediği gibi düşünmeli, istediklerine ve izin verdiklerine inanmalıdır. Halklarının düşünmesi yasaktır. Resmî izin olmaksızın iman etmek ve inandığını yaşamak yasaktır. Firavun, bu tâğutî tepkisinden sonra, yaşadığı şoku hafifletmek, düştüğü sıkıntılı durumu gidermek ve otoritesindeki zaafı kapatmak istemiştir. Çünkü Mûsâ’ya (a.s.) inananlar, onun en yakın adamlarıydı. Bu bağlamda o, meseleyi hem kendisine hem de çevresindekilere sonradan gelişen bir olay olarak değil; önceden planlanmış bir komplo olarak kabul ettirme yoluna gitmiştir. Sihirbazların Hz. Mûsâ’ya mağlup olmaları ve sihirle uğraştıklarından neyin sihir, neyin mûcize olduğunu hemen anladıklarından dolayı, Hz. Mûsâ’ya kamu oyu önünde iman etmeleri Firavun’u endişeye sevketti. Bu olayın halk vicdanında Hz. Mûsâ lehinde güçlü bir delil olacağından korktuğu için, buna bir çare düşünmek gereğini duydu. Derhal bir şeytanlık ve kurnazlık ortaya attı. Halkın kafasına bazı şüpheler sokarak fikirlerini bulandırmak, zihinlerini karıştırmak niyetiyle, sihirbazları, itham ve tehdit etti.
Firavun’un tezine (daha doğrusu, iftira atarak suçlamasına) göre Hz. Mûsâ, onların en büyük hocasıydı ve büyüyü onlara o öğretmişti. Firavun, sihirbazlara geri adım atmaları için ağır tehditler savurdu. Ama onlar, bu tehditlere kulak asmadılar. Firavun’un suratına şunu açıkça haykırdılar: Biz seni gördüğümüz apaçık delillere asla tercih etmeyiz. Bizim hakkımızda ne istiyorsan yap, ama bizi döndüremezsin. Bizi susturmak için hepimizi yok etmen gerekecek. Bu, bizi asla üzmez; aksine sevindirir. Çünkü senin bizi öldürmenle büyük bir saâdete, Allah yolunda şehâdete ulaşacağız. Her hâlükârda sen de bir gün ölüp gidecek fâni bir İnsansın. Sahip olduğun şeyler, gerçekte basittir ve bunlara güvenilmez. Ama Allah, ezelî ve bâkî olandır. O, devamlı teminattır/güvendir. Zira O, kâinattaki her şeyin, hatta senin yegâne sahibidir. O, bizim için hayattaki her şeyden daha hayırlı ve daha kalıcı olandır.
Bu tavır, azgın küfür güçleri karşısında ve kanlı mücadelelerin, baskı ve işkencelerin en korkunç aşamasında gösterilen gerçekten eşsiz ve sarsılmaz bir mü’min tavrıdır. Bizim bu tavırdan çıkarmamız gereken önemli dersler vardır. Öncelikle tâğutların tehdit, ambargo ve yasaklarına aldırmamamız gerekmektedir. Onlar, İslâm düşüncesinin ve onu benimseyenlerin özgürce hareket etmelerine kendi çıkarlarının gerektirdiği ölçüde ve lütfen izin vermek istemektedirler. Böylelikle İslâm, ardında türlü sapıklık ve çarpıklıkların gizli olduğu bir düzenin vitrini ve koltuk değneği olacak ve o düzene kutsallık ve dokunulmazlık izafe edilecektir. Yine şehidliği seve seve göze alan bu mü’mince tavır, bize şu Kur’anî sloganı çok daha candan benimsetmektedir: Allah, iman edip sâlih ameller yapanlar için, her şeyden daha hayırlı ve daha kalıcı olandır. [101]
Kalpleri Allah ve peygamber sevgisiyle dolu olan İnsanlara, gerçekten inanmışlara tehdit fayda eder mi? Onları azim ve kararlarından döndürmek mümkün mü? Onları kanaatlerinden vazgeçirmek şöyle dursun, bilakis azimleri bilenir, kuvvet kazanır. İmanın yürekten olup olmadığı böyle zamanlarda belli olur. Elmasla kömür böyle ateşten bir denemeyle ortaya çıkar. Firavun’un itham ve iftira olarak söylediği gibi şikeye dayanan anlaşmalı sözde inanç ile gerçek iman, yani nifakla ihlâs, bu tür işkence ve ölüm imtihanlarıyla ortaya çıkar. Sihirbazlar daha önce sihir konusunda uzman ve mâhir kişiler olduklarından dolayı, imanları acaba bir plan ve tuzak olabilir mi, diye hatıra bir şüphe gelebilirdi. Hatıra gelebilecek böyle bir şüpheyi de, bu türlü bir sınav silebilirdi. Öldürülme, asılıp kesilme sınavı.
Allah’ın hikmetinin bir eseri olarak, Hz. Mûsâ’nın gösterdiği mûcizenin sihir olmadığını, her türlü şüpheden uzak bir surette ortaya koymak için, rekabet meydanında, secdelere kapanarak hakkı tasdik eden sihirbazların imanı akla gelebilecek bütün endişe ve şüpheleri silmiş ve Firavun’un tehdidine samimiyet ve metânetle: “(‘Eğer bizim ellerimizi ve ayaklarımızı keser ve bizi asarsan o zaman) biz doğrusu, ancak Rabbimize döneriz’ dediler.”[102] Bu cümle, birkaç anlama gelebilir:
Biz nasıl olsa öleceğiz. Sen istesen de öleceğiz, istemesen de. Başımıza gelmesi kesin olan ölüm, ölüm olmak yönünden, ha senin tarafından olmuş, ha olmamış bizce birdir, fark etmez. Sebepleri değişik olsa da ölüm, ölümdür. Zamanı gelince senin bizi ölümden kurtaramayacağın da bir gerçek. Sonuç olarak senin bu tehdidin önemsiz ve anlamsızdır. Sen bizi kesip asarsan, şehid olur ve Rabbimizin sevabına kavuşuruz. Cennet’e gireriz. O yüzden bu tehdidinden korkmak şöyle dursun, Hak uğrunda can vermeyi canımıza minnet biliriz.
Biz ölünce sen sağ kalacak, ebedî hayatta kalacak değilsin. Sen de, biz de öleceğiz ve gerçek mâbud olan Yüce Rabbimizin katına varacağız. Aramızda hükmü O verecek. Haklıyı haksızı seçecek. Zâlim kim, mazlum kim belli edecek.[103] O mü’minler, bundan sonra şunu ekledi: “(Şimdi sen)sadece Rabbimizin âyetlerine, bize geldikleri zaman iman ettiğimizden dolayı intikama kalkıyorsun.”[104]
Hak ve gerçek ortaya çıkınca, bâtılı bırakıp hakkı kabul etmek kızılacak, tehditle karşı durulacak bir şey değildir. Üstelik bu övülecek, takdir edilecek bir fazilettir. Sen ise bize bir suçluya kızar gibi kızıyorsun, intikam almaya kalkıyorsun. Bilesin ki bu, büyük bir zulümdür. Mûsâ’yı mağlup ettiğimizde bize büyük makamlar, mevkiler vaad ediyordun. Şimdi gerçeği gördük, inandık diye bizi asıp kesmeye kalkıyorsun. Bu ne büyük bir haksızlık! Bunları söyleyen sihirbazlar, Allah’a yönelip: “Ey Rabbimiz! Bize sabır ver ve canımızı müslüman olarak al!”[105] diye duâ edip yalvardılar. Samimiyetlerini, ölümü hiçe sayarak ispatladılar, Allah için imtihanlarını kazandılar.
Acaba Firavun dediğini/tehdidini yaptı mı, yapmadı mı? Bunda ihtilaf edilmiştir. İbn Abbas’tan nakledildiğine göre: “sabahleyin imansız sihirbazlar iken, akşam üzeri şehid oldular.” Denilmiştir.[106] Tehdidin yerini bulmadığını söyleyen de olmuştur. Kıssanın Kur’an’daki anlatılış biçimi, tehdidin yerini bulduğunu andırmaktadır. [107]
Bu kişiler, imanlarında sebat ederek ölmeyi canlarına minnet bilmişler ve hak yolunda şehid olmuşlardır. Tabiatiyle bu işin sonu Firavun’un aleyhine çıkmıştır. Tarih şahittir ki her zaman, kan kılıcı boğar; mazlumun âhı zâlimi kahreder. En usta sihirbazların imana gelmiş olmaları ve imanlarını (büyük bir ihtimalle) şehâdetle kanıtlamaları, Hz. Mûsâ’nın gösterdiği şeylerin gerçekliğini ve Firavun’un iddia ettiği gibi sihir olmadığını ortaya koymuştur.[108] Hak gelmiş, bâtıl zâil olmuştur.
Hz. Mûsâ’nın ve mü’min sihirbazların tâğutla mücadelesi de gösteriyor ki, kimin gönlünde Allah varsa, her iki dünyada da onun yardımcısı Allah’tır; kimin gönlünde de Allah’ın dışında başka şey (endâd) hâkimse, onun dostu sadece o fânî şey ve her iki cihanda da hasmı Allah’tır.
Selâm olsun Mûsâ’ya ve Mûsâların yolunu izleyen mü’minlere... Yuh olsun, yazıklar olsun Firavunlara, Karunlara, Hâmânlara, Sâmirî ve Bel’amlara ve de onların izinden gidenlere...
Hz. Mûsâ Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
- Mûsâ İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 136 Yerde):
- 2/Bakara, 51, 53, 54, 55, 60, 61, 67, 87, 92, 108, 136, 246, 248; 3/Âl-i İmrân, 84; 4/Nisâ, 153, 153, 164; 5/Mâide, 20, 22, 24; 6/En’âm, 84, 91, 154; 7/A’râf, 103, 104, 115, 117, 122, 127, 128, 131, 134, 138, 142, 142, 143, 143, 144, 148, 150, 154, 155, 159, 160; 10/Yûnus, 75, 77, 80, 81, 83, 84, 87, 88; 11/Hûd, 17, 96, 110; 14/İbrâhim, 5, 6, 8; 17/İsrâ, 2, 101, 101; 18/Kehf, 60, 66; 19/Meryem, 51; 20/Tâhâ, 9, 11, 17, 19, 36, 40, 49, 57, 61, 65, 67, 70, 77, 83, 86, 88, 91; 21/Enbiyâ, 48; 22/Hacc, 44; 23/Mü’minûn, 45, 49; 25/Furkan, 35; 26/Şuarâ, 10, 43, 45, 48, 52, 61, 63, 65; 27/Neml, 7, 9, 10; 28/Kasas, 3, 7, 10, 15, 18 19, 20, 29, 30, 31, 36, 37, 38, 43, 44, 48, 48, 76; 29/Ankebût, 39; 32/Secde, 23; 33/Ahzâb, 7, 69; 37/Sâffât, 114, 120; 40/Mü’min, 23, 26, 27, 37, 53; 41/Fussılet, 45; 42/Şûrâ, 13; 43/Zuhruf, 46; 46/Ahkaf, 12, 30; 51/Zâriyât, 38; 53/Necm, 36; 61/Saff, 5; 79/Nâziât, 15; 87/A’lâ, 19.
- Mûsâ Konusuyla İlgili Âyetler
- Mûsâ’nın (a.s.) Kavmi İsrâiloğullarıyla ve Firavun'la Mücadelelerini Anlatan Âyetler: 7/A'râf, 103-156; 10/Yûnus, 75-92; 20/Tâhâ, 47-79; 26/Şuarâ, 10-68; 27/Neml, 7-14; 28/Kasas, 3-43; 37/Saffat, 114-121; 40/Mü'min, 23-46; 43/Zuhruf, 46-56; 44/Duhan, 17-33; 79/Nâziât, 15-24.
- Firavun’un İsrâiloğullarına Zulmü: 2/Bakara, 49; 7/A’râf, 127; 28/Kasas, 4-6; 40/Mü’min, 25; 89/Fecr, 10.
- Mûsâ'nın Annesinin, Onu Nehire Bırakması, Firavun’un Karısının Mûsâ’yı (a.s.) Nil Nehrinde Bulması ve Hz. Mûsâ’nın Firavun Sarayında Büyümesi: 20/Tâhâ, 37-40; 28/Kasas, 3, 7-14.
- Firavun’un Karısının Teslimiyeti (Müslümanlığı): 66/Tahrim, 11.
- Mûsâ'nın Hata ile Bir Kıptiyi Öldürmesi, Tevbesi ve Kaçması: 28/Kasas, 14-22.
- Mûsâ'nın Öldürme Olayından Sonra Kaçarak Şuayb (a.s.)'ın Ülkesi Medyen'e Varışı ve Orada Evlenerek Sekiz Yıl Kalışı: 28/Kasas, 22-28.
- Mûsâ'nın Medyen'den Ailesiyle Tekrar Mısır'a Dönerken Tur Dağında Kendisine Mucizeler Verilmesi: 28/Kasas, 29-35.
- Tur Dağı: 2/Bakara, 63, 93; 4/Nisâ, 154; 19/Meryem, 52; 20/Tâhâ, 80; 23/Mü'minûn, 20; 28/Kasas, 44, 46; 52/Tûr, 1; 95/Tîn, 2.
- Mûsâ'nın Çocukluğundan, Kardeşi Harun (a.s.) ile Birlikte Firavun'a Gönderilmesine Kadar Geçen Olayları Anlatan Âyetler: 28/Kasas, 3-35.
- Mûsâ'ya Peygamberlik Verilmiştir: 6/En'âm, 84; 19/Meryem, 51; 37/Saffat, 114
- Mûsâ'nın Tuvâ Vâdisinde Allah'ın Vahyine Mazhar Olması: 20/Tâhâ, 9-23, 41; 79/Nâziât, 15-19.
- Mûsâ'nın Tuvâ'da İlk Vahyi Aldığı Zaman Allah ile Aralarındaki Konuşmalar: 20/Tâhâ, 9-46.
- Mûsâ ile Allah Teâlâ Vasıtasız Konuşmuştur: 2/Bakara, 253; 4/Nisâ, 164; 7/A'râf, 143-145, 154; 19/Meryem, 52.
- Mûsâ Firavun'a ve Onun Kavmine Gönderilmiştir: 7/A'râf, 103; 10/Yûnus, 75-76; 11/Hûd, 96-97; 20/Tâhâ, 24; 23/Mü'minûn, 45-46; 25/Furkan, 36; 26/Şuarâ, 10-11; 43/Zuhruf, 46; 44/Duhan, 17; 79/Nâziât, 15-19.
- Mûsâ, Firavun'a, Hâmân'a ve Karun'a Gönderilmiştir: 40/Mü'min, 23-24: 51/Zâriyât, 38.
- Mûsâ, İsrâiloğullarına Gönderilmiştir: 32/Secde, 23.
- Mûsâ'ya Tevrat Verilmiştir: 2/Bakara, 51, 53, 87; 6/En'âm, 154; 11/Hûd, 110; 17/İsrâ, 2; 21/Enbiyâ, 48; 23/Mü'minûn, 49; 25/Furkan, 35; 28/Kasas, 43-44; 32/Secde, 23; 37/Saffat, 117-118; 40/Mü'min, 53-54; 41/Fussılet, 45; 46/Ahkaf, 12.
- Mûsâ ve Hârun'un Nesillerinden Peygamberler Gelmiştir: 37/Saffat, 119-122;
- Mûsâ'nın, Kendisine Hikmet Verilen Bir Kul'la Kıssası: 18/Kehf, 60, 82.
- Mûsâ 'nın Şeriatiyle Amel Eden Diğer Peygamberler: 2/Bakara, 87.
- Mûsâ’ya (a.s.) Firavun’a Karşı Davet Görevinin Verilmesi: 20/Tâhâ, 24, 41-48; 26/Şuarâ, 16-17.
- Mûsâ'nın Firavun'a Karşı Dâvet Görevini Aldığı Zaman Duâsı ve Allah'tan İstekleri: 20/Tâhâ, 24-36.
- Mûsâ'nın Kardeşi Harun'un, Kendisine Yardımcı Olarak Verilmesi: 19/Meryem, 53; 20/Tâhâ, 29-36, 42; 25/Furkan, 35; 26/Şuarâ, 10-17; 28/Kasas, 33-35.
- Mûsâ'nın, Etkili Söz İçin Allah'a Duâsı: 20/Tâhâ, 24-28.
- Firavun’un Tanrılık İddiası: 10/Yûnus, 83; 26/Şuarâ, 29; 28/Kasas, 4, 38; 79/Nâziât, 20-24.
- Firavun’un Halka Zulmü: 89/Fecr, 10.
- Mûsâ’nın (a.s.) Firavun’a Daveti ve Firavun’un Tepkisi: 7/A’râf, 103-128; 10/Yûnus, 77-83; 17/İsrâ, 101-102; 20/Tâhâ, 47-79; 23/Mü’minun, 47; 26/Şuarâ, 10-68; 27/Neml, 13; 28/Kasas, 36-39; 43/Zuhruf, 46-47; 44/Duhân, 17-21; 51/Zâriyât, 38-39; 79?Nâziât, 16-24.
- Mûsâ'nın Mucizeleri: 2/Bakara, 53, 60; 7/A'râf, 106-108, 115-122, 132, 160; 20/Tâhâ, 17-23, 65-70; 26/Şuarâ, 29-33, 60-63; 27?Neml, 7-12; 28/Kasas, 29-32.
- Mûsâ'ya Verilen Dokuz Mucize: 17/İsrâ101; 27/Neml, 12.
- Firavun’un Sihirbazları: 7/A’râf, 115-126; 10/Yûnus, 79-82; 20/Tâhâ, 57-73; 26/Şuarâ, 36-51.
- Firavun ve Taraftarları Hz. Mûsâ’nın Mucizelerini Kibir ve Zulümlerinden Dolayı İnkâr Ettiler: 27/Neml, 13-14; 73/Müzzemmil, 16.
- Firavun’un Tanrıya Yükselmek İçin Kule Yaptırması: 40/Mü’min, 36-37.
- Firavun’un Müstekbirliği: 43/Zuhruf, 51-55; 44/Duhân, 30-31; 73/Müzzemmil, 16.
- Firavun’un Hz. Mûsâ’yı Öldürmek İstemesi ve Bir Mü’min Tarafından Firavun’un Uyarılıp Korkutulması: 40/Mü’min, 26-46.
- Mûsâ’nın Firavun ve Taraftarları İçin Bedduâsı: 10/Yûnus, 87-89; 44/Duhân, 22-23.
- Firavun ve Meleinin Kuraklık, Kıtlık vb.Belâlarla Cezalandırılması: 7/A’râf, 130-135;50/Kaf,13-14.
- Firavun ve Taraftarlarının Yok Oluşu: 2/Bakara, 50; 7/A’râf, 136-137; 8/Enfâl, 52-54; 10/Yûnus, 90-91; 17/İsrâ, 103-104; 20/Tâhâ, 77-79; 23/Mü’minun, 48; 25/Furkan, 36; 26/Şuarâ, 60-66; 27/Neml, 14; 28/Kasas, 40-41; 29/Ankebut, 39-40; 43/Zuhruf, 48-50, 55-56; 44/Duhân, 22-29; 50/Kaf, 13-14; 51/Zâriyât, 40; 54/Kamer, 41-42; 69/Hakka, 9-10; 79/Nâziât, 23-26; 89/Fecr, 10-13.
- Mûsâ’nın ve İsrailoğullarının Firavun’dan Kurtulması: 7/A’râf, 136-138; 10/Yûnus, 90; 20/Tâhâ, 77-78, 80; 26/Şuarâ, 60-66; 37/Saffât, 115-116; 44/Duhân, 22-24, 30-31.
- Firavun’un Boğulurken İman Etmesi: 10/Yûnus,90-92; 51/Zâriyât, 40.
- Firavun, Kavmini Âhirette Ateşe Götürecektir: 11/Hûd, 98-99; 28/Kasas, 40-42; 40/Mü’min, 46:
- Firavun’un Veziri Hâmân: 28/Kasas, 6, 8, 38; 29/Ankebut, 39.
- Mûsâ’yı Yalanlayanların Kötü Sonları: 22/Hac, 42-44.
- Mûsâ'nın, İsrâiloğullarına Dâveti ve Kavminin Tepkisi: 2/Bakara, 68-71; 5/Mâide, 20-26; 7/A'râf, 128-129; 10/Yûnus, 84-86; 14/İbrâhim, 5-8; 20/Tâhâ, 85-87; 26/Şuarâ, 65-67; 61/Saff, 5.
- Mûsâ'nın, Kavmini Kardeşi Hârun'a Bırakması: 7/A'râf, 142, 150-151; 20/Tâhâ, 92-94.
- İsrâiloğullarının Buzağıya Tapmaları: 2/Bakara, 51-52, 92-93; 7/A'râf, 148-152, 155-156; 20/Tâhâ, 83-97.
- İsrâiloğullarının Hz. Mûsâ'ya İsyanları: 5/Mâide, 20-26; 7/A'râf, 138-140.
- İsrâiloğullarının, Buzağıya Tapmalarından Sonra Tevbesi: 7/A'râf, 155-156.
- Mûsâ'nın Kavminden Karun: 28/Kasas, 76-84; 29/Ankebut, 39-40.
yy- Sina: 95/Tîn, 2.
[1] 2/Bakara, 51
[2] 2/Bakara, 53
[3] Fahreddin er-Râzî, Tefsir-i Kebir, II/538
[4] 20/Tâhâ, 29-30
[5] 40/Mü'min, 51
[6] 19/Meryem, 51
[7] 28/Kasas, 3-35
[8] 20/Tâhâ, 9-98
[9] 10/Yûnus, 75
[10] 28/Kasas, 32
[11] 28/Kasas, 38
[12] 79/Nâziât, 24; 66/Tahrim, 11
[13] 28/Kasas, 33-34
[14] 20/Tâhâ, 43
[15] 20/Tâhâ, 45
[16][16] 20/Tâhâ, 46
[17] S. Kutub, Fî Zılâl, c. 10, s. 44
[18] 20/Tâhâ, 47
[19] 20/Tâhâ, 49-50
[20] Seyyid Kutub, a.g.e., c. 10, s. 46
[21] 20/Tâhâ, 49
[22] Mevdudi, Tefhim, c. 3, s. 227
[23] 20/Tâhâ, 47
[24] 7/A’râf, 104-105
[25] 26/Şuarâ, 23
[26] 26/Şuarâ. 24
[27] 26/Şuarâ, 27
[28] 26/Şuarâ, 29
[29] 10/Yûnus, 78
[30] 17/İsrâ, 101
[31] 26/Şuarâ, 47-48
[32][32] 7/A’râf, 123
[33] 20/Tâhâ, 71; 7/A’râf, 124; 26/Şuarâ, 49
[34] 20/Tâhâ, 72
[35] 26/Şuarâ, 50-51
[36] 40/Mü’min, 26
[37] 44/Duhân, 22
[38] 26/Şuarâ, 52; 44/Duhân, 23
[39] 20/Tâhâ, 77
[40] 26/Şuarâ, 60
[41] 10/Yûnus, 90
[42] 26/Şuarâ, 63
[43] 26/Şuarâ, 63
[44] 44/Duhân, 24
[45] 20/Tâhâ, 78
[46] 10/Yûnus, 90
[47] 28/Kasas, 38
[48] 29/Şuarâ, 29
[49] Bkz. Mevdûdi, Kur’an’da Dört Terim, s. 68
[50] 10/Yûnus, 91
[51] 26/Şuarâ, 66
[52] 7/A’râf, 138
[53] 7/A’râf, 138
[54] 7/A’râf, 139-140
[55] Nuri Pakdil, Batı Notları, Edebiyat Y. s. 22
[56] 7/A’râf, 142; 2/Bakara, 51
[57] 7/A’râf, 142
[58] 7/A’râf, 145
[59] 7/A’râf, 148
[60] 7/A’râf, 150
[61] S. Kutub, Fî Zılâl, 6/265
[62] 4/Nisâ, 48; 5/Mâide, 72
[63] 6/En’âm, 88; 7/A’râf, 147
[64] Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, s. 90-100
[65] 20/Tâhâ, 24-36
[66] 20/Tâhâ, 25
[67] 26/Şuarâ, 13
[68] Beydavî, Envâr, IV/465
[69] 20/Tâhâ, 26
[70] 20/Tâhâ, 26
[71] 20/Tâhâ, 27
[72] 28/Kasas, 34
[73] 20/Tâhâ, 28
[74] Hâkim, el-Müstedrek, II/575; Taberî, Tefsir, 16/163, Beydavî, Envâr, 4/194; nakl. A.g.e. s. 89
[75] Taberî Tefsir, 16/159; Sa’lebî, Arâis, 152, nakl. A.g.e. s. 90
[76] Bkz. 28/Kasas, 9
[77] Taberî, Tarih, 1/ 549-550
[78] İbn Kesir, Tefsir, IV/ 515; İbn Kesir, el-Bidâye, I/307; el-Kasımî, Tefsir, I/43; nakl. A. Aydemir, Peygamberler, s. 130
[79] 20/Tâhâ, 26
[80] 20/Tâhâ, 36
[81] 43/Zuhruf, 51-52
[82] Mevdûdi, Kur’an’da Firavun, s. 246-247
[83] 20/Tâhâ, 29-30
[84] 28/Kasas, 34
[85] 28/Kasas, 34
[86] 20/Tâhâ, 33-34
[87] 20/Tâhâ, 31-32
[88] 20/Tâhâ, 33-34
[89] 20/Tâhâ, 31-32
[90] 20/Tâhâ, 36; Ali Sayı, Hz. Mûsâ, 86-92
[91] 33/Ahzâb, 39
[92] 20/Tâhâ, 46
[93] Bkz. 20/Tâhâ, 44; 3/Âl-i İmran, 159
[94] 8/Enfâl, 42
[95] M. Hüseyin Fadlullah, Kuram ve Eylem, c. 2, s.141-144
[96] 20/Tâhâ, 44
[97] 16/Nahl, 125
[98] 20/Tâhâ, 134
[99] 79/Nâziât, 17-19
[100] Ali Sayı, a.g.e., s. 93-95
[101] M. Hüseyin Fadlullah, a.g.e. s. 144-146
[102] 7/A’râf, 126
[103] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 4, s. 2255
[104] 7/A’râf, 126
[105] 7/A’râf, 126
[106] İbn Cevzî, Tefsir, c. 3, s. 241
[107] Bkz. Elmalılı, 4/2255
[108] Abdullah Aydemir, Peygamberler, s. 139-140
ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ
ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ
- Şuayb (a.s.); Hayâtı, Tevhid ve Ahlâk Mücâdelesi
- Şuayb (a.s.)’ın Kavmi Medyen
- Kur’ân-ı Kerim’de Şuayb (a.s.) ve Medyen Kavmi
- Ölçü-Tartı ve Hile
- Ticârî Muâmelelerdeki Haramlar ve Haram Kazanç Yolları
- Hadis-i Şeriflerde Ticaretin Övülmesi, Hilenin Yerilmesi
- Bozuk Düzenin Terazisi ve Şuayb (a.s.)
- Medyen Kavmi ve Almamız Gereken Dersler, Mesajlar
- Medyen Kavmi ve Günümüz
“Medyen (oğullarına) da kardeşleri Şuayb’ı (peygamber olarak gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a ibâdet/kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir: Artık ölçüyü tartıyı tam yapın. İnsanların eşyalarını eksik vermeyin. Islah edildikten sonra yeryüzünde ifsâd/bozgunculuk yapmayın. Eğer inananlardan iseniz bunlar sizin için daha hayırlıdır. (85)
İman edenleri tehdit ederek Allah yolundan alıkoymak için ve o yolda çarpıklık arayarak öyle her yolun (başını) kesip oturmayın. Düşünün ki siz az idiniz de O sizi çoğalttı. Bakın ki, fesatçıların/bozguncuların sonu nasıl olmuştur! (86)
Eğer içinizden bir grup benimle gönderilene iman eder, bir grup da inanmazsa, Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. O hâkimlerin en hayırlısı/iyisidir.’ (87)
Kavminden müstekbir mele’ (ileri gelen kibirliler/büyüklük taslayanlar) dediler ki: ‘Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber iman edenleri memleketimizden çıkaracağız, yahut dinimize döneceksiniz.’ (Şuayb) dedi ki: ‘İstemesek de mi (bizi yurdumuzdan çıkaracak veya dinimizden döndüreceksiniz)?! (88)
(Andolsun ki,) Allah bizi ondan (kâfirlikten) kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek, Allah’a karşı iftirâ emiş oluruz. Rabbimiz Allah’ın dilemesi hali müstesnâ, geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah’a tevekkül eder/dayanırız. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adâletle hükmet (kimin haklı, kimin haksız olduğunu adâletle açığa çıkar). Çünkü Sen hükmedenlerin en hayırlısısın.’ (89)
Kavminden mele’ (ileri gelen) kâfirler dediler ki: ‘Eğer Şuayb’e uyarsanız o takdirde siz mutlaka ziyana uğrarsınız.’ (90)
Derken o şiddetli deprem onları yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü donakaldılar (diz üstü çökerek helâk oldular). (91)
Şuayb’i yalanlayanlar sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular. Asıl ziyana uğrayanlar Şuayb’i yalanlayanların kendileridir. (92)
(Şuayb) Onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: ‘Ey kavmim! Ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!” [1]
Şuayb (a.s.); Hayâtı, Tevhid ve Ahlâk Mücâdelesi
Şuayb (a.s.), Kur’an’da adı geçen peygamberlerden biridir. Medyen ve Eyke halkına peygamber olarak gönderildi. Bu iki ülkede ayrı ayrı mücâdelede bulundu. Bu iki toplumla yaptığı mücâdelesi, çeşitli âyetlerde geçmektedir. Medyen ve Eyke, dağlık ve ormanlık olan iki ülke idi. Medyen toprakları, Hicaz’ın kuzey batısında, oradan Kızıldeniz’in doğu sahiline, güney Filistin’e, Akabe Körfezi’ne ve Sina Yarımadası’nın bir bölümüne kadar uzanan bölgelerde yer alır.
Kur’an’ın Medyen halkı hakkında anlattıklarının önemini kavramak için, bu İnsanların, Hz. İbrahim’in üçüncü hanımı Katurah’tan olma oğlu Midyan’ın soyundan geldikleri iddialarına dikkat edilmelidir. Doğrudan doğruya onun neslinden gelmemiş oldukları halde, tümü onun soyundan olduklarını iddia etmişlerdir. Çünkü eski bir geleneğe göre, büyük bir zâta bağlı olan herkes, daha sonra yavaş yavaş onun torunları arasında sayılmaya başlanırdı. Nitekim Hz. İsmail’in (a.s.) soyundan gelmemesine rağmen bütün Araplara "İsmailoğulları" denmiştir. Hz. Yakub’un (a.s.) soyu (İsrailoğulları) için de durum aynıdır. Aynı şekilde, Hz. İbrahim’in (a.s.) çocuklarından biri olan Midyan’ın etkisi altına giren tüm bölge halkına Benû Medyen (Medyenoğulları) ve onların oturduğu yerlere de, Medyen bölgesi dendi. [2]
Şuayb (a.s.), soyu anne tarafından Lût’un (a.s.) kızına ulaştığı ve Eyyûb’la (a.s.) teyze oğulları oldukları rivâyet edilmiştir. Mûsâ’nın (a.s.) kayınpederidir. Kavmine güzel söz söylemesi, tatlı ve tesirli hitâb etmesi sebebiyle kendisine Hatîb-ul-Enbiyâ (peygamberlerin hatibi) denilir. İnsanlara İbrâhim’e (a.s.) bildirilen dinin emir ve yasaklarını tebliğ etti. Arabistan Yarımadasının kuzeybatısında Hicâz’la Filistin arasında Kızıldeniz sâhilinde yer alan Akabe körfezinden Humus vâdisine kadar uzanan Medyen bölgesinde doğup büyüyen Şuayb (a.s.), o kavmin asil bir âilesine mensuptu. Gençliği, dedelerinden Medyen adlı bir şahsın etrâfında toplandıkları için bu adla anılan Medyen halkı arasında geçen Şuayb (a.s.), azgın ve sapık kavminin kötülüklerinden uzak yaşar, babasından kalan koyunlarıyla meşgul olur ve namaz kılardı. Medyenliler atalarının doğru yolundan ayrılmışlar ve kötü yollara sapmışlardı. Allah Teâlâ’ya iman ve ibâdet etmeyi bırakmışlar, kendi elleriyle yaptıkları putlara ve heykellere tapıyorlardı. Medyen, ticâret kervanlarının gelip geçtiği yollar üzerinde olduğundan ticâretle uğraşıyorlardı. Yaptıkları alış-verişte hep hile yapıyorlardı. Yiyecek maddelerini alıp stok yapıyorlar, pahalanınca fâhiş fiyatla satıyorlardı. Ölçü ve tartı için iki değişik ölçek kullanıyorlar, alırken büyük ölçekle alıyorlar, satarken küçük ölçekle veriyorlardı. İnsanların yollarını kesiyorlar, onların mallarına zorla el koyuyorlardı. Yol üstünde durup, bilhassa yabancı ve gariplerin mallarını çeşitli hilelere başvurarak ellerinden alıyorlardı. Ayrıca sahip oldukları pekçok nimetin şükrünü yapmayıp nankörlük ediyorlardı. Allah Teâlâ onlara, doğru yola dâvet etmek için Şuayb’ı (a.s.) peygamber olarak gönderdi. Şuayb (a.s.) onlara nasihatlerde bulunup Allah Teâlâ’ya şirk koşmamalarını ve yanlızca O’na ibâdet etmelerini, alış-verişte, ölçü ve tartıda haksızlık ve hile yapmamalarını, yeryüzünde bozgunculuk etmemelerini söyledi. Kötülüklere devam ettikleri takdirde azâba uğrayacaklarını, vazgeçtikleri takdirde mükâfâta kavuşacaklarını anlattı. Fakat azgın Medyen kavmi, Şuayb’ın (a.s.) sözlerini dinlemeyip ona karşı çıktılar. Ona inananları tehdit ettiler. Şuayb (a.s.), bütün sıkıntı, eziyet ve horlamalara rağmen, Medyenlileri doğru yola dâvete devâm etti. İbret olarak isyanları sebebiyle helâk edilen Nûh kavminin, Hûd ve Lût kavminin başına gelen azapları ve helâk olmalarını anlattı. İnkârdan vazgeçip imân etmelerini, mağfiret dilemelerini, aksi halde kendilerinin de isyan edip helâk olan kavimler gibi azâba düşeceklerini ve helâk olacaklarını açık bir lisanla anlattı. Onun peygamberliği Şam’a kadar duyulmuştu. Pekçok kimse gelerek Şuayb (a.s.)’a iman etmekle şereflendiler. Fakat Medyenliler yolda durup Şuayb (a.s.)’a gelenlere mâni olmaya çalıştılar. Şuayb (a.s.)’ı ve ona iman edenleri kendi sapık dinlerine dönmedikleri takdirde yurtlarından çıkaracaklarını söyleyip tehdit ettiler. Şuayb (a.s.) azgın Medyen halkının, bütün nasihatlerine rağmen imana gelmelerinden ümit kesince, onları Allah Teâlâ’ya havâle etti. Şuayb (a.s.) Allah Teâlâ’ya; “Yâ Rabbi! Bizimle kavmimiz arasında hak ile hüküm ver. Sen hükmedicilerin en hayırlısısın”[3] diye duâ etti.
Azgınlıklarına ve mü’minlere karşı düşmanlıklarına devam eden Medyen halkı üzerine, Allah Teâlâ azap gönderdi. Bir sayha ve bir zelzeleyle onların hepsini helâk etti. Hepsi yok oldular. Sanki onlar o beldede yaşamamışlardı. Şuayb (a.s.) ve ona inananlar kurtulup Medyen’e yakın bir yerde, yeşillik, ağaçlık ve bolluk içinde bir şehir olan Eyke’ye giderek oradaki insanlara doğru yolu göstermekle vazifelendirildi. Medyen halkının bütün husûsiyetlerini taşıyan Eyke halkı, parayı tartı ile alırlar, kenarlarından kırptıktan sonra, tane ile verirlerdi. Alış-verişlerinde karşı taraftakine muhakkak zarar verirler ve onu aldatırlardı. Alırken ucuz ve fazla fazla alırlar, satarken pahalı ve eksik verirlerdi. Yolcuları soyarlar, putlara taparlardı. Şuayb’a (a.s.) inanmak için gelenleri vazgeçirmek için çalışıyorlar, Şuayb’a (a.s.) yalancı diyorlardı. İstekleri olmazsa, tehditte bulunup, eziyet ediyorlardı. Şuayb (a.s.) Eyke halkını Allah Teâlâ’ya iman ve ibâdet etmeye dâvet etti. Şuayb (a.s.) son defâ ikaz edip puta tapmaktan vazgeçmelerini, Allah’a iman etmelerini ölçü ve tartıda adâletli olmalarını ve her türlü zulümden vazgeçip kurtulmalarını söylediyse de inkâr edip inanmadılar. Alay ettiler, onun yalancı, sihirbaz biri olduğunu ileri sürdüler. İman etmeyeceklerini açıkca söyleyip; “Eğer sen doğru sözlüysen, bize gökten azap indir.” dediler.
Şuayb (a.s.) bu azgın kavmi Allah Teâlâ’ya havâle etti. Allah Teâlâ onlara isyanları sebebiyle şiddetli bir azap göndererek hepsini helâk etti. Önce ortalığı kasıp kavuran şiddetli bir sıcaklığa tutuldular. Sular fokur fokur kaynadı. Susuzluktan kıvranıyorlar sıcak suları içtikçe içleri yanıyordu. Çaresizlikten gölge ve içecek su arıyorlar, bir tarafdan bir tarafa koşuyorlardı. Bu hâl yedi gün devâm etti. Sekizinci gün ufukta koyu gölgeli siyah bir bulut çıkıp yükseldi. Bunu gören Eykeliler serinlemek için koşup hepsi bulutun altında toplandılar. Onlar bulutun altına toplanır toplanmaz buluttan üzerlerine şiddetli bir ateş yağmaya başladı ve hepsi ateş altında helâk olup gittiler. Eykelilerin helâk edildiği bugün, Kur’ân-ı Kerim’de (gölge günü) olarak bildirilmekte ve meâlen şöyle buyurulmaktadır: “O gölge (zılle) gününün azâbı onları yakalıyıverdi. Gerçekten o azap büyük bir günah azâbı idi.”[4] Şuayb (a.s.), Eyke ahâlisinin helâk olmasından sonra, inananlarla birlikte Medyen’e gidip yerleşti. İnananlardan birinin kızıyla evlendi. İki kızı oldu. Kızlar büyüdü. Kendisi iyice yaşlandı. Allah korkusundan çok gözyaşı döktü. Gözleri zayıfladı, vücudu kuvvetten düştü.
Bu sırada Mısır’dan çıkıp Medyen’e gelen Mûsâ (a.s.), kuyu başında koyunlarını sulamak için bekleyen Şuayb’ın (a.s.) kızlarına yardım ederek koyunlarını suladı. Şuayb (a.s.) ücret vermek için onu evine dâvet etti. Onu emin/güvenilir bir kimse olarak görüp koyunlarına çoban tuttu. Sekiz sene koyunlarını gütmesi şartıyla kızlarından birini ona nikâhladı. Mûsâ (a.s.) orada on sene kaldı. Çocukları oldu. Daha sonra Mısır’a göç etti. Sıhhati düzelip gözleri açılan Şuayb (a.s.), her sene Medyen’den Mısır’a giderek kızı va damâdını ziyâret etti. Bir müddet sonra (rivâyete göre orada) vefât etti.
Şuayb (a.s.) çok namaz kılardı. Tevrât’ta ismi Mikâil olarak bildirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de A’râf, Şuarâ, Hûd ve Ankebût sûrelerinde Şuayb (a.s.) ve Medyen kavmi hakkında âyet-i kerimeler mevcuttur.
Şuayb (a.s.), Hz. İbrahim’in torunlarından Mikâil’in oğludur. Annesi ise Hz. Lût’un kızıdır. [5]
Yüce Allah’tan Şuayb’a (a.s.) kitab veya sahife gönderilmedi. O, Âdem, Şit, İdris, Nuh ve İbrahim’e indirilen sahifeleri okudu ve onlarla tebliğde bulundu. [6]
Şuayb (a.s.) büyük bir hatipti. İnsanları güzel söz ve nasihatlerle aydınlatmaya çalıştı. Dolayısıyla ona peygamberler hatibi denilmiştir.[7] Şuayb (a.s.) aynı zamanda Mûsâ (a.s.)’ın kayınpederi idi. Kızı Safura’yı Mûsâ (a.s.) ile evlendirmişti. [8]
Şuayb’ın (a.s.) peygamber olarak Medyen’e gönderilmesi ve Medyenlilerle mücâdelesi, Kur’an’da şöyle bildirilir: "Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, sizin ondan başka ilâhınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi. Ölçüyü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin, düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Eğer inanan (insan)lar iseniz böylesi sizin için daha iyidir!.. Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek İnsanları Allah yolundan çevirmeye ve O (Allah yolu)nu eğriltmeye çalışmayın. Düşünün siz az idiniz, O sizi çoğalttı ve bakın bozguncuların sonu nasıl oldu!.. Eğer içinizden bir kısmı benimle gönderilene inanmış, bir kısmı da inanmamış ise, Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. O, hükmedenlerin en iyisidir." [9]
Görülüyor ki Şuayb (a.s.) onları Allah’a kulluk etmeye, insan haklarına saygılı olmaya, her türlü bozgunculuktan uzak durmaya ve bu yolda sabırla hareket etmeye dâvet ediyordu. Fakat Medyen halkı Şuayb’ın (a.s.) nasihatlerini dinlemediler ve kötü hareketlerinde daha ileri gittiler. Onların bu isyan ve sapkınlıkları, Kur’an’da şöyle haber verilir: "Dediler ki: ‘Ey Şuayb, senin söylediklerinden çoğunu anlamıyoruz, biz seni içimizde zayıf görüyoruz. Kabilen olmasaydı, seni mutlaka taşlarla(öldürür)dük! Senin bize karşı hiç bir üstünlüğün yoktur!” [10]
Şuayb (a.s.) onların bu taşkınlıklarına karşı nasihat ediyor ve onları büyük bir azap ile kokutuyordu: “(Şuayb onlara de ki): ‘Ey kavmim, size göre kabilem Allah’tan daha mı üstün ki, O’nu arkanıza atıp unuttunuz? Şüphesiz Rabbim, yaptıklarınızı kuşatıcıdır (Ondan bir şey gizli kalmaz). Ey kavmim, olduğunuz yerde (yaptığınızı) yapın, ben de yapıyorum. Yakında kime azâbın gelip kendisini rezil edeceğini ve kimin yalancı olduğunu bileceksiniz. Gözetin, ben de sizinle beraber gözetmekteyim.” [11]
Her türlü mücâdelede, tebliğ ve nasihate rağmen, Allah’ın emirlerini dinlemeyen, zulüm, taşkınlık ve kötülükte ısrar eden Medyen halkı, azâbı hak etmişti: “Derken o (müthiş) sarsıntı onları yakalayıverdi, yurtlarında diz üstü çöke kaldılar. Şuayb’ı yalanlayanlar, sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular. Şuayb’ı yalanlayanlar... İşte ziyana uğrayanlar, onlar oldular.” [12]
Medyen halkı, kâfirlerin kaçınılmaz sonu olan azâba maruz kaldıktan sonra Şuayb (a.s.) onlara acımıştı. Bu durum, Kur’an’da şöyle bildirilir: “(Şuayb), onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: ‘Ey kavmim, ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!..” [13]
Buna göre, Allah’ın emirlerini dinlememede ısrar eden ve bunun neticesinde Allah’ın azâbı ile cezâlandırılanlara acımamak gerekir. Çünkü bu cezâyı hak etmiş oluyorlar.
Şuayb (a.s.) Medyenlilerle beraber, Eyke halkına da peygamber olarak gönderilmişti. Onlarla da önemli mücâdelelerde bulundu. Onlarla olan mücâdelesi ve onların isyankârlığı, Kur’an’da şöyle özetlenmektedir: “Gerçekten Eyke halkı da zâlim kimselerdi.” [14]
Eyke halkı da gönderilen elçileri yalanladı. Şuayb, onlara demişti ki: “(Allah’ın azâbından) korunmaz mısınız? Ben size gönderilen güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Ben sizden buna karşı bir ücret istemiyorum. Benim ücretim yalnız âlemlerin Rabbine aittir. Ölçüyü tam yapın, eksiltenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın. İnsanların haklarını kısmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın, Sizi ve önceki nesilleri yaratan (Allah’)dan korkun.” [15]
Eykeliler, Şuayb’ın (a.s.) telkinlerine karşı ters hareket ettiler. Söz dinlemeyip isyanda bulundular. Hatta, Şuayb’a (a.s.) hakaret ettiler. Onların bu isyanı, Kur’an’da şöyle dile getirilir: "Dediler ki: ‘Sen iyice büyülenmişlerdensin. Sen de bizim gibi bir insansın, biz seni mutlaka yalancılardan sanıyoruz." [16]
Eykeliler bununla da yetinmediler. Azap isteyecek kadar ileri gittiler: "Eğer doğrulardansan, o halde üzerimize gökten parçalar düşür!"[17] diyerek Şuayb’a (a.s.) meydan okudular. Şuayb (a.s.) onlara şöyle cevap verdi: "Rabbim, yaptığınızı daha iyi bilir.”[18] Yüce Allah da, onlara verilen azâbı, şöyle haber veriyor: "Onu yalanladılar. Nihâyet o gölge gününün azâbı, kendilerini yakaladı. Gerçekten o, büyük bir günün azâbı idi. Muhakkak ki, bunda bir ibret vardır. Ama yine çokları inanmazlar" [19]
Âyette söz konusu olan "gölge gününün azâbı" hakkında, müfessirler şöyle bir açıklamada bulunuyorlar: Eykeliler azap isteyince, güneş yedi gün müthiş bir sıcaklık yaydı. O sırada gökyüzünde bir bulut belirdi ve serin bir rüzgâr esti. Eyke’liler bulutun gölgesinde toplandılar. Birden o buluttan bir ateş indi ve Eyke halkı yeryüzünden silindi. [20]
Medyen ve Eyke halkı Hz. Şuayb’ı dinlemediler ve bunun neticesinde, yukarıda sunulan âyetlerde ifâde edildiği gibi helâk oldular. Allah’ı dinlememenin, peygambere uymamanın ve yanlış yollara sapmanın cezâsını buldular. Şuayb (a.s.), kendisine uyanlarla birlikte Mekke’ye gidip yerleşti.
Orta boylu, buğday benizli biri olan Şuayb (a.s.), hayatının sonuna doğru gözlerini kaybetmişti, âmâ olarak yaşıyordu. Mekke’de vefât etti. Türbesinin, Kâbe’nin batısında, Darünnedve ile Benû Semh kapısının arasında olduğu rivâyet edilir. [21]
Yukarıda iktibas edilen metinde ifâde edildiği şekilde, bazıları Eyke’nin ayrı bir kavim olduğunu belirtirler. Ama, biz Eyke ile Medyen’in aynı kavim olduğu kanaatini taşıyoruz. Kur’an’da ashâbu’l-Eyke[22] diye bahsi geçen “ağaçlı vâdilerin sâkinleri”nden kasıt, peygamberleri Hz. Şuayb’ın uyarılarına aldırmayan ve bu yüzden de, bir yer sarsıntısı ve/veya volkanik püskürtü sonucu yok olup giden Medyen halkıdır. Kur’ân-ı Kerim’de Eyke kelimesinin geçtiği dört âyette de[23] “ashâbu’l-Eyke” diye bahsedilip “kavm” kelimesiyle bahsedilmemesi, buranın Medyen’deki en önemli yerleşim yeri/şehir olduğunu düşündürmektedir. Eyke: sık ormanlık, ağaçlı vâdi demektir. Şuayb (a.s.) ve kavminin oturduğu ülke, ormanlık olduğu için, buradakilere ashâbu’l-Eyke (Eyke halkı) denilmiştir.
Ağaçları sık ve birbirine örülmüş koruluk ve orman demek olan Eyke, Şuayb Peygamber’in kavmi Medyenlilerin yurdudur. Tebuk’un kuzeyinde, Ürdün nehrinin doğu yakasında bir yer olup Leyke diye de isimlendirilmiştir. Bir görüşe göre, Eyke yerleşim merkezinin adı, Leyke ise genel olarak bu bölgenin adıdır.
Şuayb’ın (a.s.) Kavmi Medyen
Medyen, Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Şuayb’ın (a.s.) kavmini tevhide dâvet ettiği yer olarak adı geçen ülkedir. Kur’ân-ı Kerim’de Medyen kelimesi on kere geçer. Yüce Allah Medyen halkına kardeşleri Şuayb’ı gönderdiği[24], Hz. Şuayb onlara Allah’a kulluk etmeleri, âhirete inanmaları ve bozgunculuk yapmamaları[25], ölçüye-tartıya dikkat etmeleri, inananları yoldan çıkarmamaları, helâl kâra kanaat etmelerini bildirdi. Kavminin ileri gelenleri ona, daha önce yumuşak huylu ve akıllı bir insan iken kendilerini niçin babalarının taptığı şeylerden vazgeçirmeye çalışıp mallarını diledikleri gibi tasarruftan alıkoymak istediğini sordular. Hz. Şuayb, kendisinin Rabbi tarafından görevlendirildiğini, onlara yasakladığı şeyleri, kendisinin de yapmadığını, böylelikle onların hallerini düzeltmeye çalıştığını ifade etti. Medyen halkı, bu söylediklerini anlayamadıklarını ileri sürüp küçümser sözler sarfederek onu tehdit ettiler, onun kendilerinden bir üstünlüğü bulunmadığını ileri sürdüler. Hz. Şuayb onlara; "Allah’tan daha mı üstünsünüz ki onu unuttunuz" deyip onları Rabbine havâle etti ve başlarına gelecek felâketi beklemelerini de ilâve etti. Bunun üzerine onu ve inananları ya şehri terketmeleri veya dinlerine dönmeleri yolunda uyardılar. İnananlar bunlara kulak asmadılar. "Rabbimiz gerçeği açığa çıkarır" diye beklediler. İnanmayanlar, onlara eğer Şuayb’e uyarlarsa ziyana uğrayacaklarını söylediklerinde o korkunç ses ve sarsıntı geldi. Medyenliler sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular, diz üstü çökekaldılar. Hz. Şuayb ve inananlar Yüce Allah’ın rahmetiyle kurtuldular[26] Hz. Şuayb, "Ey kavmim, dedi; ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim."[27]
Hz. Şuayb, onları Nuh, Sâlih ve Lût kavimlerinin başına gelenlerle uyardıysa da Medyen halkı dinlemedi.[28] Peygamberleri açık deliller getirdiği halde Âd ve Semûd kavimleri, Nuh, İbrahim ve Lût kavimlerinin başına gelenler Medyen halkını da yakalamış, şehirleri başları üstünde ters dönmüştü.[29] Yüce Allah’ın Âd ve Semûd’u nasıl helâk ettiği, vaktiyle oturdukları yerlerden bellidir. Karun, Firavun ve Hâmân da helâk edilmiştir; Medyen halkı da. [30]
Medyen halkını ve diğerlerini helâk eden korkunç ses, onları ansızın yakalamıştı. Çekişip duruyorlardı. Sur da gâfilleri öyle yakalayacak ve o zaman peygamberlerin doğru söylediği son bir kere ortaya çıkacak. O da sadece korkunç bir sesten ibâret olacaktır. [31]
Hz. Mûsâ (a.s.), Medyen’de yıllarca kalmıştı. O, Firavun ve çevresinin zulmünden Yüce Allah’a ilticâ edip Medyen’e yöneldi. Medyen suyu başında hayvan sulama sırasına girememiş iki kızın hayvanlarını sulayıverdi. Babaları o zaman ihtiyarlamış olan bu iki kızdan biriyle evlenip burada sekiz yıldan az olmayan uzun bir süre kaldı.[32] Bu kızların babasının Hz. Şuayb olduğu kanaati vardır.
Dokuz hadis kitabında Medyen ismi geçmez. Hz. Şuayb, "Hatîbu’l Enbiyâ" diye bilinir. Medyenliler ticaretle meşguldüler. Hz. Şuayb’in ikazı bu yönden de dikkate alınmalıdır. Bu halk yahûdi ve hıristiyanların kutsal kitaplarında "Mudyâniler" (midianites) diye geçer. Bu ad, kuzey batı Arabistan’da Akabe körfezinin doğu kıyılarına uzanan alan içerisinde yer alan bu çöl şehri sâkinlerine Hz. İbrahim’in Keturah’dan[33] olma oğlu Midian’dan geldiği söylenir. Hz. Yusuf’u Gilead’dan Mısır’a giderken alıp götüren Midyâni tüccarlardır[34] Hz. Şuayb için yahûdi ve hıristiyan kutsal kitaplarında Hz. Mûsâ’nın kayınpederi olarak Yetro (Jethro, Revel) diye bahsedilir. [35]
Kur’ân-ı Kerim’de Şuayb (a.s.) ve Medyen Kavmi
Allah (c.c.) Şuayb’ın (a.s.) ismini, Kur’an’da toplam on bir yerde zirketmiştir: 7/A’râf, 85, 88, 90, 92, 92; 11/Hûd, 84, 87, 90, 95; 26/Şuarâ, 177; 29/Ankebût, 36. Şuayb (a.s.) ile kavmi arasındaki tevhid mücâdelesi, Kur’ân-ı Kerim’in 7/A’râf, 11/Hûd, 26/Şuarâ ve 29/Ankebût sûrelerinde gündeme gelir. Şuayb (a.s.)’ın kavmi Medyen ismi de Kur’ân-ı Kerim’de toplam 10 yerde zikredilir. Kavmin diğer adı olan Eyke ise toplam 4 yerde kullanılır.
“Medyen (oğullarına) da kardeşleri Şuayb’ı (peygamber olarak gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a ibâdet/kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir: Artık ölçüyü tartıyı tam yapın. İnsanların eşyalarını eksik vermeyin. Islah edildikten sonra yeryüzünde ifsâd/bozgunculuk yapmayın. Eğer inananlardan iseniz bunlar sizin için daha hayırlıdır. [36]
İman edenleri tehdit ederek Allah yolundan alıkoymak için ve o yolda çarpıklık arayarak öyle her yolun (başını) kesip oturmayın. Düşünün ki siz az idiniz de O sizi çoğalttı. Bakın ki, fesatçıların/bozguncuların sonu nasıl olmuştur! [37]
Eğer içinizden bir grup benimle gönderilene iman eder, bir grup da inanmazsa, Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. O hâkimlerin en hayırlısı/iyisidir.’ [38]
Kavminden müstekbir mele’ (ileri gelen kibirliler/büyüklük taslayanlar) dediler ki: ‘Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber iman edenleri memleketimizden çıkaracağız, yahut dinimize döneceksiniz.’ (Şuayb) dedi ki: ‘İstemesek de mi (bizi yurdumuzdan çıkaracak veya dinimizden döndüreceksiniz)?! [39]
(Andolsun ki,) Allah bizi ondan (kâfirlikten) kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek, Allah’a karşı iftirâ emiş oluruz. Rabbimiz Allah’ın dilemesi hali müstesnâ, geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah’a tevekkül eder/dayanırız. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adâletle hükmet (kimin haklı, kimin haksız olduğunu adâletle açığa çıkar). Çünkü Sen hükmedenlerin en hayırlısısın.’ [40]
Kavminden mele’ (ileri gelen) kâfirler dediler ki: ‘Eğer Şuayb’e uyarsanız o takdirde siz mutlaka ziyana uğrarsınız.’ [41]
Derken o şiddetli deprem onları yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü donakaldılar (diz üstü çökerek helâk oldular). [42]
Şuayb’i yalanlayanlar sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular. Asıl ziyana uğrayanlar Şuayb’i yalanlayanların kendileridir. [43]
(Şuayb) Onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: ‘Ey kavmim! Ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!” [44]
“Onlara, kendilerinden öncekilerin; Nuh, Ad, Semud kavminin, İbrahim kavminin, Medyen ahalisinin ve yerle bir olan şehirlerin haberi gelmedi mi? Onlara resulleri apaçık deliller getirmişlerdi. Demek ki Allah, onlara zulmediyor değildi, ama onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.” [45]
“Medyen (halkına da) kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah’a ibâdet edin, O’ndan başka ilâhınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın; gerçekten sizi bir bolluk ve refah (hayır) içinde görüyorum. Doğrusu sizi çepeçevre kuşatacak olan bir günün azâbından korkuyorum. [46]
Ve ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapın; insanlara eşyalarını eksik vermeyin; yeryüzünde bozguncular olarak dolaşmayın. [47]
Eğer mü’min iseniz Allah’ın (helâlinden) bıraktığı (kâr) sizin için daha hayırlıdır. Ben üzerinize bir bekçi değilim.’ [48]
Dediler ki: ‘Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını (putları), yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmayı terketmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın!’ [49]
Dedi ki: ‘Ey kavmim! Eğer benim, Rabbim tarafından (verilmiş) apaçık bir delilim varsa ve O bana tarafından güzel bir rızık vermişse buna ne dersiniz? Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam ancak Allah’ın yardımı iledir. Yalnız O’na dayandım ve yalnız O’na döneceğim. [50]
Ey kavmim! Sakın bana karşı düşmanlığınız, Nuh kavminin veya Hûd kavminin, yahut Sâlih kavminin başlarına gelenler gibi size de bir musibet getirmesin! Lût kavmi de sizden uzak değildir. [51]
Rabbinizden bağışlanma dileyin; sonra O’na tevbe edin. Muhakkak ki Rabbim çok merhametlidir, (mü’minleri) çok sever.’ [52]
Dediler ki:’ Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve içimizde seni cidden zayıf (âciz) görüyoruz! Eğer kabilen olmasa, seni mutlaka taşlayarak öldürürüz. Sen bizden üstün değilsin.’ [53]
(Şuayb:) ‘Ey kavmim dedi, size göre benim kabilem Allah’tan daha mı güçlü ve değerli ki, onu (Allah’ın emirlerini) arkanıza atıp unuttunuz. Şüphesiz ki Rabbim yapmakta olduklarınızı çepeçevre kuşatıcıdır. [54]
Ey kavmim! Elinizden geleni yapın! Ben de yapacağım! Kendisini rezil edecek azâbın geleceği şahsın ve yalancının kim olduğunu yakında öğreneceksiniz! Bekleyin! Ben de sizinle beraber beklemekteyim.’ [55]
Emrimiz gelince, Şuayb’ı ve onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık; zulmedenleri ise korkunç bir gürültü yakaladı da yurtlarında diz üstü çökekaldılar. [56]
Sanki orada hiç refah içinde yaşamamışlar gibi. Haberiniz olsun; Semud (halkına) nasıl bir uzaklık verildiyse Medyen (halkına da Allah’ın rahmetinden öyle) bir uzaklık (verildi).” [57]
“Eyke halkı da gerçekten zâlim idiler. [58]
Biz onlardan da intikam aldık. İkisi de (Eyke ve Hicr) açık bir yol üzerindedir.” [59]
“Hani kız kardeşin gezinip; ‘Onu(n bakımını) üstlenecek birini size haber vereyim mi?’ demekteydi. Böylece, seni annene geri çevirmiş olduk ki, gözü aydın olsun ve hüzne kapılmasın. Sen bir insan öldürmüştün de, biz seni tasadan kurtarmış ve seni esaslı bir denemeden geçirip sınamıştık. Medyen halkı arasında da yıllarca kalmıştın, sonra bir kader üzerine (buraya) geldin ey Mûsâ.” [60]
“Medyen halkı da (peygamberlerini yalanlamıştı). Mûsâ da yalanlanmıştı. Böylelikle Ben, o inkâr edenlere bir süre tanıdım, sonra onları yakalayıverdim. Nasılmış Benim (herşeyi alt üst edip kökten değiştiren) inkılâbım.?” [61]
“Âd’ı, Semûd’u, Ress halkını ve bunlar arasında daha birçok nesilleri de (inkârcılıklarından ötürü helâk ettik).” [62]
“Eyke halkı da peygamberleri yalancılıkla suçladı. [63]
Şuayb onlara şöyle demişti: ‘(Allah’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? [64]
Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim [65]
Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. [66]
Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir. [67]
Ölçüyü tastamam yapın, (insanların hakkını) eksik verenlerden olmayın. [68]
Doğru terazi ile tartın. [69]
İnsanların hakkı olan şeyleri kısmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. [70]
Sizi ve önceki nesilleri yaratan (Allah) dan korkun.’ [71]
Onlar şöyle dediler: ‘Sen, olsa olsa iyice büyülenmiş birisin! [72]
Sen de, ancak bizim gibi bir beşersin. Bilki, biz seni ancak yalancılardan biri sayıyoruz. [73]
Şâyet doğru sözlülerden isen, üstümüze gökten azap yağdır!’ [74]
Şuayb: ‘Rabbim yaptıklarınızı en iyi bilendir’ dedi. [75]
Velhâsıl onu yalancı saydılar da, kendilerini o gölge gününün azâbı yakalayıverdi. Gerçekten o, muazzam bir günün azâbı idi! [76]
Doğrusu bunda büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler. [77]
Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak galip ve engin merhamet sahibidir.” [78]
“Medyen’e doğru yöneldiğinde de: ‘Umarım Rabbim, beni doğru bir yola yöneltip iletir’ dedi. [79]
Medyen suyuna vardığı zaman, su almakta olan bir insan topluluğu buldu. Onların gerisinde (hayvanları su başına götürmekten çekinen) iki kadın buldu. Dedi ki: ‘Bu durumunuz ne?’ ‘Çobanlar sürülerini sulamadıkça, biz sürülerimizi sulayamayız; babamız, yaşı ilerlemiş bir ihtiyardır’ dediler.” [80]
“Ancak Biz birçok nesiller inşa ettik de onların üzerinde (nice) ömür(ler) uzayıp geçti. Ve sen Medyen halkı içinde yaşayıp da âyetlerimizi onlardan okuyarak öğrenmiş değilsin. Ancak (bu bilgileri sana) gönderen Biziz.”[81]
“Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Böylece dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah’a kulluk edin ve ahiret gününü umud edin ve yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın.’[82]
Fakat onu yalancılıkla itham ettiler. Derken, kendilerini bir sarsıntı yakalayıverdi ve yurtlarında diz üstü çöke kaldılar. [83]
Âd ve Semûd’u da (helâk ettik). Sizin için, (onların başına nelerin geldiği) oturdukları yerlerden apaçık anlaşılmaktadır. Şeytan onlara yaptıkları işleri güzel gösterip onları doğru yoldan çıkardı. Oysa bakıp görebilecek durumdaydılar. [84]
Karun’u, Firavun’u ve Hâmân’ı da (helâk ettik). Andolsun ki, Mûsâ onlara apaçık deliller getirmişti de onlar yeryüzünde büyüklük taslamışlardı. Hâlbuki (azâbımızı aşıp) geçebilecek değillerdi. [85]
Nitekim, onlardan her birini günahı sebebiyle cezâlandırdık. Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine zulmediyorlardı.” [86]
“Onlardan önce Nuh kavmi, Res halkı ve Semûd da yalanlamıştı. [87]
Âd ve Firavun ile Lût’un kardeşleri de (yalanladılar). [88]
Eyke halkı ve Tübba’ kavmi de. Bütün bunlar peygamberleri yalanladılar da tehdidim gerçekleşti!” [89]
“İnsanlardan alırken ölçüp tarttıklarında tam, onlara vermek (satmak) için ölçüp tarttıklarında ise noksan yapan hilekârlara yazıklar olsun!” [90]
Ölçü-Tartı ve Hile
Sıvılar ve taneli bitkiler gibi bir hacim ölçülü veya belirli bir kapla ölçülerek alınıp satılan şeylere ölçü ile satılan (mekîlât)lar denir. Zeytin yağı, gaz, arpa, mısır gibi. Günümüzde sıvı maddeler "litre" ile; katı fakat içine konulduğu kabın şeklini alabilen maddeler de "hacmi belirli bir ölçekle" alınıp satılmaktadır.
Ağırlık ölçüleri ile alınıp satılan şeylere de "tartı ile satılanlar (mevzûn)" denir. Ağırlık ölçü birimleri dirhem, dinar ve miskal gibi İslâm hukukunda ölçü alınan birimlerdir. Günümüzde bunların yerine gram, kilogram ve ton gibi ağırlık (vezn) ölçüsü birimleri kullanılmaktadır. Demir, kömür, çimento, şeker gibi şeyler tartı ile alınıp satılmaktadır.
Bazı malların ölçü veya tartıyla satılması onları standart hale getirmektedir. Bu; özellikle fâiz yasağında etkisini gösterir…
Bir toplumda sosyal adâletin sağlanabilmesi, karşılıklı hakların korunabilmesi için her şeyden önce ölçü ve tartının doğru ve düzgün olması gerekir. Bunu temin etmek için iki şart vardır. Biri bizzat ölçeği tam yapmak; eksik, fazla veya yanlış âlet/araç kullanmamaktır. İkincisi de, tam ve doğru alıp tartmaktır. Ölçme ve tartmanın doğru olması, bir hak, adâlet anlayışı, din ve vicdan meselesidir. Ölçüyü, ölçeği ve tartıyı doğrultacak olanlar bunlardır. Vicdanlardan hak ve adâlet fikrini kaldırdığınız zaman, içlerinde Allah korkusu olmayan İnsanlar, doğru âletle ölçerken bile yanlışlık yapmaktan çekinmezler. İnsanlar başkalarının haklarını kendi haklarıyla bir tutarak ölçü ve tartıda doğru ve dürüst olma duygusundan yoksun oldukları sürece; alırken fazla, verirken eksik yapmaktan kurtulmaları mümkün değildir. Bunun için önce vicdanları düzeltmek, sonra da ölçü ve tartı âletlerini ıslah etmek gerekir. Bu da vicdanlara Allah korkusu ve âhiret inancını yerleştirmekle olur. Ölçü ve tartıda hile yapmak, doğru dürüst hareket etmemek büyük günahtır.
Kur’ân-ı Kerim’de ticaret erbâbı, ölçü ve tartıda eksiklik yapmamaları için şöyle uyarılır: "Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline! Onlar, İnsanlardan ölçüp alırken eksiksiz alırlar. Kendileri onlara ölçerek veya tartarak sattıkları zaman eksik verirler."[91]
Ölçü ve tartının doğru olması, alış-verişe hilenin karıştırılmaması gerekir. İslâm dini, İnsanları ahlâka, fazîlete ve muâmelelerinde dürüstlüğe çağırır. Müslümanın en dikkate değer özelliği, dürüst oluşudur. Alış-verişlerde hîleden maksat; bir kimseyi söz, fiil ve davranışlarıyla etkileyerek satım akdinin onun yararına olduğunu telkîn etmek ve onu piyasa fiyatının dışında bir satış bedeline râzı etmektir. Âyet-i Kerîme'de şöyle buyrulur: "Veyl (Azap, yazıklar) olsun ölçüde tartıda noksanlık edenlere ki, onlar İnsanlardan ölçüp (haklarını) aldıkları zaman tam olarak alırlar. Fakat insanlara (verilmek üzere) ölçtükleri veya onlara tarttıkları zaman eksiltirler."[92] [93]
Hz. Muhammed (s.a.s.) Peygamber olduğu zaman Hicaz'da Araplar ticâretle uğraşıyordu. Peygamber (s.a.s.) vahiy gereği olarak düzenleyici bazı hükümler getirerek dürüst bir piyasanın teşekkülünü sağladı. Ebû Hüreyre’den rivâyet edildiğine göre, Hz. Peygamber bir gün pazar yerinden geçerken, elini bir zâhire yığınının içine sokmuş, altının ıslak olduğunu görünce satıcıya sebebini sormuştur. Satıcı yağan yağmurun ıslattığını bildirince, Allah’ın Elçisi şöyle buyurmuştur: “Bu ıslaklığı herkesin görmesi için zâhirenin üzerine çıkarman gerekmez miydi? Bizi aldatan bizden değildir.”[94] Bu hadis, alış-verişte hile yapmanın haram olduğuna delâlet eder. Hile sâbit olunca satılan şeyin veya satış bedelinin geri verilmesi, yalnız gabn-ı fâhiş (aşırı yararlanma) hali varsa gerekli olur. Bu da Hanefî mezhebine göre ancak tarafları aldatması (tağrîr) hâlinde sözkonusu olur. Yani hile ve aldatma yanında, fâhiş gabn hâli de varsa satım akdinin bozulması mümkün ve câiz olur. Satıcı veya dellâlin, alıcıyı yanıltması ve fâhiş bir kârla satım akdini yapmaya râzı etmesi gibi. Hz. Ebû Bekir, halife iken valilerini irşâdında fâhiş gabn nisbetini üçte bir olarak belirlemiştir. Bu duruma göre gabn; bir malın kıymetinden açık, yani göze batan bir şekilde fazla veya eksik bir fiyatla satılmasıdır. Fazlalık veya noksanlık açık olduğu zaman fâhiş gabn meydana gelir.
Hz. Peygamber, dürüst ticâret yapanları şu hadisi ile övmüştür: “Sözü ve muâmelesi doğru tüccâr, kıyâmet gününde arşın gölgesi altındadır.”[95] Ayrıca müşteri aldığı bir malı herhangi bir sebeple geri vermek isteyebilir. Hanefî fakîhlerine göre hem müşteri ve hem satıcı aldıkları malı geri verme veya geri alma hakkına sahiptirler. Ancak böyle bir geri dönüşte ilk alınan bedel aynen geri verilir. Yoksa yeni bir fiyat ile verilemez. O zaman yeni bir alış-veriş olur. Bu durumda iki taraf da zarara sokulmamalıdır. Alıcı malı geri vermek istediğinde satıcı bu mal karşılığı almış olduğu parayı tüketmiş ise, bu durum satışın bozulmasına engel değildir. Fakat satılan mal kısmen veya tamamen helâk olmuşsa böyle bir durumda satıştan geri dönülmez. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.): “Satışı bozmak isteyen mü’mine kolaylık gösteren kimseyi, Allah (c.c.) sürçüp düşmekten korur”[96] buyurmaktadır. [97]
Tefecilik, fâiz, kumar, rüşvet, gasb, çalma, hiyânet gibi hileli kazanç yollarının hepsi bâtıldır. Bu çeşit yollarla para kazanmak haramdır. Yalnız, kişinin çalışması, karşılıklı rızâya dayanan helâl malların ticâreti, hibe ve miras yoluyla elde ettiği mal helâldir. Ticâretin meşrûluğu, karşılıklı rızâya bağlıdır. Aldatma bulunan ve aldatmanın farkına varıldığı zaman, taraflardan birinin râzı olmayacağı ticâret meşrû değildir. Hz. Peygamber (s.a.s.), "...Aldatan kimse bizden değildir!"[98] buyurmuştur.
Ticârî Muâmelelerdeki Haramlar ve Haram Kazanç Yolları
a- Haram Olan Şeyleri Satmak: “Allah ve Rasûlü şarap, boğazlanmamış hayvan (meyte), domuz ve put satışını haram kılmıştır.”[99] “Allah bir şeyi haram kılınca onun bedelini de haram kılar.”[100] İçki, zina ve kumar gibi haram yollardan kazanç da haramdır:“İçki içilmesini yasaklayan Allah, içkinin alım ve satımını da haram kılmıştır.”[101]; “Çirkin eylem ve sözlerin mü’minlerin arasında yayılmasını arzu edenler (yok mu?) Onlara dünyada da âhirette de pek acıklı bir azab vardır.”[102]; “Kazancın en şerlisi zinâ bedelidir.” [103]
b- Bir Yanı Meçhul Satış: Fıkıh ve hadis kitaplarının “cehâlet ve ğarar” diye ifade ettikleri şey, akdin unsurlarından biri meçhul kalan, yahut gerçekleşmesi şüpheli bulunan satıştır. Eğer bu bilinmezlik, arada anlaşmazlık çıktığı takdirde çözüm ve icrâyı imkânsız kılacak ölçüde ise satım akdi fâsiddir. “Sürüden bir koyunu, başakları olgunlaşmadan buğdayı veya arpayı, denizdeki balığı...” satmak buna örnektir. Peygamberimiz (s.a.s.) anlaşmazlık çıkmasın, bir taraf zarara uğramasın diye bu nevi satışları yasaklamıştır. [104]
c- Narh Koymak: İslâm prensip olarak piyasaya müdâhale etmez; arz ve talep gibi tabiî ve iktisâdî kurallar içinde pazarı serbest bırakır. Nitekim Peygamberimiz’in zamanında fiyatlar yükselmiş, narh koyarak fiyatları sınırlaması için kendisine başvurmuşlardı; şöyle buyurdu: “Fiyatı ayarlayan, bolluk, darlık ve rızık veren Allah’tır. Şüphesiz ben, -hiçbir kimsenin, benden talep edeceği mal ve can hususundaki bir haksızlığım olmadan- Allah’a kavuşmak emelindeyim.”[105] Ancak, fertler bu hürriyeti toplumun zararına olacak şekilde kötüye kullanırlar, ihtikâr (karaborsa), stokçuluk, lüks tüketimi körüklemek gibi yollara saparlarsa müdâhale ve sınırlama zarûrî olarak câiz görülmüştür.
d- Fiyatlarla Oynamak: İslâm’da mukavele ve piyasa hürriyeti esas olmakla beraber, hürriyetin mutlak olmadığına, toplumun menfaati ile sınırlı bulunduğuna işaret etmiştik. Fiyatların yapay olarak artmasına sebep olanlar hakkında Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Pahalılığı arttırmak için müslümanların fiyatlarına müdâhale eden kimseyi, kıyâmet gününde büyük bir ateşe oturtmayı Allah üzerine almıştır.”[106] Üretimin az, tüketimin fazla olması gibi tabiî etkenler dışında fiyatların artması bazı müdâhalelerle olmaktadır; bunlardan birkaçını örnek olarak zikredelim:
İhtikâr/Karaborsacılık: İhtikâr, bir malı (fiyatı artınca satmak üzere) piyasadan çekmek, stok etmek veya piyasaya sürmemektir. “Pazara mal getiren merzuk (rızık verilmiş), ihtikâr yapan mel’undur (lânetlenmiştir).”[107]; “Fiyatını arttırmak gâyesiyle kırk gün ihtikâr eden kimse, Allah’tan uzaklaşır; Allah da ondan uzaklaşır.” [108]
Kabz-ı mallık ve Komisyonculukla Yapay Olarak Piyasaya Müdâhale: Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), şehirdeki satıcının, köylü malını, pazara gelmeden teslim alarak azar azar pahalı satmasını yasaklamıştır.[109] Bu mânâdaki birçok hadisin müşterek hedefi şudur: “Üretici malı doğrudan doğruya pazara arzedecek, araya başkaları girerek fiyatın sun’î (yapay) bir şekilde artmasına sebep olmayacaktır. Maksat bu olduğuna göre fiyat artışına sebep olmayan hizmetler, yardımlar, aracılıklar, pazarlama ve dağıtım işleri yasak değildir. Üreticinin malını tüketiciye arzeden, satıcıya müşteri bulan ve bunun için de belirli bir ücret veya yüzde alan hizmetler meşrûdur.
Menkul kıymetlerin fiyatlarını sun’î/yapay olarak artırmak veya düşürmek için başvurulan hileler, spekülatif faâliyetler de fiyatlarda oynamaktır ve câiz değildir.
e- Hileli Arttırma: Peygamberimiz’in men ettiği “necş”[110] şöyle açıklanmıştır: Malı almak niyeti olmadığı halde üçüncü şahısları aldatmak için değerinden fazla fiyat vermek. Açık ve kapalı arttırma veya eksiltmelerde yapılan hile ve muvâzaalar (danışıklı pazarlıklar) da bu hadisin hükmüne dâhildir.
f- Hile ve Aldatma: Peygamberimiz bir gün pazarı dolaşırken tahıl satan birisinin yanına gelmiş, elini daldırmış, altının ıslak olduğunu görerek sormuştu: “Bu (ıslaklık) nedir?” ‘Yağmur ıslatmıştı!’ “Halkın görebilmesi için ıslak olanı üste getirseydin ya? Bizi aldatan bizden değildir.”[111] Hadisin son cümlesi hile konusunda bir düstur mâhiyetindedir. Reklâm, malı tanıtma sınırını geçer, işe yalan ve abartma karışırsa hile ve aldatma gerçekleşmiş olur. (Şimdiki reklamların hemen hepsi helâl olan tanıtım sınırını aşmakta ve kazancı haram edecek aldatma ve yalan alanına girmektedir.)
g- Yemin: Peygamberimiz tüccarı, genel olarak çok yeminden ve özel olarak da yalan yere yeminden men etmiştir: “Yemin, malı harcama (elden çıkarma), bereketi mahvetme sebebidir.” [112]
h- Eksik Ölçmek ve Tartmak: Ölçme ve tartma konusunda elden geldiği kadar dürüst davranmak, hile yapmamak, eksik ölçü ve tartı ile satış yapmamak Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyetine konu teşkil etmiştir.[113] İstatistik, anket ve sayım hileleri de eksik ölçme ve tartma kavramına girer. “Ölçekte ve tartıda hile yapanların vay haline...”[114]; “Kim bize hile yapar (karıştırılmış mallarla bizi) aldatırsa, bizim yaşayışımız üzerinde yaşayanlardan değildir.” [115]
i- Çalınan ve Gasbedilen Şeyi Satın Almak: Çalınan veya haksızlıkla sahibinden alınan bir şeyi bilerek satın almak bu haksız fiile yardımdır. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kim, bildiği halde hırsızlık eşyayı satın alırsa onun günahına ve şerefsizliğine katılmış olur.” [116]
i- Fâiz: "Fâiz yiyen kimseler (kabirlerinden), tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali, 'alış veriş (ticâret) de fâiz gibidir' demelerindendir. Oysa ki Allah, ticâreti helâl, fâizi haram kılmıştır..."[117] İslâm, bütün çeşitleri ve miktarlarıyla fâizi yasaklamış, haram kılmıştır. İçkinin günahı, nasıl yalnızca içenin üzerinde kalmıyorsa, fâizin vebali de sadece onu yiyene âit değildir. Fâizi ödeyen, mukaveleyi yazan ve şâhidlik edenler de günaha girmektedir. Hadiste “Allah Teâlâ’nın fâiz yiyeni, yedireni, şâhidlerini ve yazanı lânetlediği”[118] ifade edilmiştir.
Fâiz yasağının sebep ve hikmetleri, şu maddelerle özetlenebilir:
1- Fâizli kredi kullananlar fâizi de maliyete ekledikleri için bu fazlalık sonunda tüketiciden (sermayesi olmayan, emekçi, zanaatkâr vb. dar gelirli ve fukarânın cebinden) çıkmaktadır. Böylece zengin daha zengin, fakir ise daha fakir hale gelmektedir.
2- Fâizli kapitalist sistemlerde zengin-fakir arasındaki refah farkı gittikçe büyüyeceği için bunun sonucu sosyal bunalımlar, anarşi ve fesât toplumu kasıp kavuracaktır.
3- Fâizsiz kredi İnsanları birbirine yaklaştırırken, fâiz uzaklaştırmakta, düşmanlık doğurmaktadır.
4- Fâizcilik, paradan para kazanan, rantiyeci, hortumcu, toplum içinde fâiz yiyip yatan, işsiz güçsüz ömür tüketen, topluma hizmetten uzak yaşayan bir sınıfın doğmasına sebep olmaktadır.
5- Fâizli kredi ile çalışan kimse gece gündüz çalışıp didinirken riziko içindedir; fâizci ise, hem emeksiz hem de endişesizdir. Bu durum, kişilerin adâlet duygusunu zedelemekte, ahlâka ve toplum dayanışmasına ters düşmektedir.
k- Sigorta Şirketi: İnsanoğlunun mutluluğu üzerinde güvenlik duygusunun büyük payı vardır. Malı, canı, değerleri üzerinde kaygısı ve korkusu olan kimse huzurlu ve mutlu olamaz. Hiçbir tedbir almadan Allah’a tevekkül, bazı havâssın hali ve kârı olabilir; ancak Rasûl’ün ümmetine tavsiyesi tedbirdir. Sigorta da dünyevî tedbirlerden biridir. Ancak sigorta, İnsanların istikbal endişesini, kaza ve felâkete uğrama korkusunu istismar ederse İslâm’ın bunu meşrû görmesi düşünülemez. Bilinen üç sigorta çeşidi vardır: Devlet sigortası, üyelik sigortası ve ücretli (özel) sigorta.
Bunlardan birincisi, İslâm’da en kâmil mânâda gerçekleşmiştir. Bütün vatandaşların kazâ, felâket, angarya yüklenme ve yoksulluk karşısında İslâm devletine (beytü’l-mâle) başvurma hakkı vardır. Üyelik sigortası: Meselâ bir iş koluna mensup üyelerin içlerinden birisi kazâ veya felâkete uğradığı, yardıma muhtaç olduğu zaman yardım edilmek üzere periyodik bir meblâğ vermeleriyle gerçekleşir. Bu da meşrûdur, teşvike değer bir sigorta çeşididir. Ücretli (özel) sigortaya gelince; bir sigortacının kazâ, yangın, ölüm ve benzeri durumlarda zararı ödemek, bunlar meydana gelmezse hiçbir şey ödememek, para sigortacıya kalmak üzere bir şahısla ücretli sigorta akdi yapmasıyla vücut bulur. Bu şekil, özellikle sigortacının kazancı açısından İslâmî hükümlere aykırıdır. Ancak, zarûret halinde câiz olabilir. [119]
l- Tahvil: Tahvil, alınıp satılabilen fâizli borç senedi mâhiyetindedir. Tahvili ister devlet çıkarsın, ister özel şahıs ve şirketler çıkarsın, esası fâiz karşılığında borç almaktır. İslâm fâiz alıp vermeyi haram kıldığına göre tahvil alıp satmak, bu yoldan kazanç elde etmek de helâl değildir.
Dövize endeksli tahvil ve döviz karşılığı borç alma: Tahvil alanın parasının değerini de koruyarak gelir sağlamasını mümkün kılmak ve tahvil alım-satımını teşvik etmek için başvurulan yeni bir yol da tahvile yatırılan parayı, daha doğrusu tahvilin nominal değerini, tahvil ihracı sırasında geçerli kura göre dolar ve Euro gibi bir dövize bağlamak ve ana para, Türk lirası olarak iâde edilirken, iâde sırasındaki kura göre tahvil bedelini ödemektir. Dövize endeksli tahvillerde fâiz de ödendiği için bu işlem İslâm hukuku bakımından câiz olmamaktadır.
Borçlanmaların karz-ı hasen (güzel borç, Allah rızâsı dışında karşılık beklemeden borç/ödünç para vermek) şeklinde olmasını Kur’an tavsiye etmektedir.[120] Dövize veya altına bağlı ödünç alıp verme işlemleri de paranın değer kaybını önlemeye, dolayısıyla borç verenin zarara girmesine engel olmaya yönelik tedbirlerdir.
m- Rüşvet: “(Kişi ve toplum haklarını kendi zimmetine geçirmek için) Rüşvet alana, verene ve aracı olana Allah lânet etsin!” [121]
n- Emeği sömürmek: “İşçiye hakkını, teri kurumadan veriniz.”[122]; “Ben kıyâmet gününde üç kişinin hasmıyım. Bana verdiği sözden cayanın, hür bir kimseyi satıp hakkını yiyenin, bir işçiyi çalıştırıp hakkını tam olarak vermeyenin.” [123]
o- Hırsızlık, gasp: "Ey iman edenler! Aranızda karşılıklı rızâya dayanan ticâret olması hali müstesna, mallarınızı, bâtıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size merhametlidir. Kim düşmanlık ve haksızlık ile bunu yaparsa (bilsin ki) onu ateşe sokacağız; bu ise Allah'a çok kolaydır." [124]
Haram Kazanç Yolları: Aslında helâl olan, fakat içki, kumar, fuhuş ve fâiz parası gibi haram yollarla kazanılmış olan paralarla alınan gıdâ maddelerini yemek de haramdır. Böyle haram parayla elde edilen yiyecekler, farkında olmasak bile beden ve ruh sağlığımız açısından sakıncalı, âhiret gıdâlarına ulaşma açısından engelleyici özelliktedir. Kur’an, helâl ve temiz gıdâlardan yememizi emretmiş, maddî bakımdan temiz olsa da, haram olan gıdâlar, manevî yönden temiz değildir.
Mü’min, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin ihtiyaçlarını karşılamak ve gücü yetiyorsa toplumdaki ihtiyaçları gidermek için Allah’ın meşrû kıldığı, helâl yollardan geçimini temin etmeye çalışacaktır. Geçim zorluğunu bahane ederek haram yollardan para kazanmaya çalışmak, dünyada zulme ve sömürüye sebep olmak, âhirette ilâhî azaba uğramak demektir. Peygamberimiz bu gerçeği şöyle açıklar: “Haramla beslenen vücut (cennete girmez;) ona ancak ateş yaraşır.” [125]
Haramla beslenen kimse, Allah'tan uzaklaşacağı için, duâsı da Allah tarafından kabul edilmeyecektir. "...Bir kimse ellerini semâya kaldırarak: 'Ya Rabbi, ya Rabbi, diye duâ eder. Hâlbuki, yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, kendisi haramla beslenmiş olursa, duâsı nasıl kabul edilir?"[126] Müslümanın yiyeceğine, içeceğine, giyeceğine ve diğer ihtiyaçlarına dikkat edip, bu konuda haramlardan tüm gücüyle uzak durması gerekmektedir. Helâl lokmanın getireceği nimet de büyük olacaktır: "Kim helâl lokma yer, Sünnet (Şeriat) gereğince amel eder ve İnsanlar da, onun kötülüklerinden emin olurlarsa, o kişi muhakkak cennete girer." [127]
Allah'a hakkıyla kulluk yapan, temiz ve helâl rızıklardan başkasını istemeyip nimetlere şükreden sâlih kullara, Allah dünyada da güzellikler ve zenginlikler verir. Nankörlük edenlerin kendilerine gelmesi için, onları cezalandırır: "Allah, güven (ve) huzur içinde olan bir şehri misal verir ki, o şehrin (halkının) rızkı her taraftan bol bol gelirdi. Fakat, Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler de yapmakta oldukları şeylerden dolayı Allah, onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı. Andolsun ki, onlara kendilerinden peygamber geldi de onu yalanladılar. Onlar (kendilerine) zulmederlerken azap onları hemen yakalayıverdi." [128]
İslâm âlimlerine göre kazanç yollarının fazilet sırası şöyledir: 1. Cihad, 2. Ticâret, 3. Ziraat, 4. Zanâat. Bu yollarla kazanç sağlamanın hükmü:
a- Kendine, âilesine ve borçlarını ödemeye yetecek kadar kazanmak farzdır.
b- Fakirlere bakmak, akrabaya ikrâm etmek için bundan fazlasını kazanmak müstehaptır.
c- Güzel ve müreffeh bir hayat sürmek için kazanmak mubahtır.
d- Helâl kazanç ile de olsa övünmek, yarışmak, azgınlık ve taşkınlık yapmak için kazanmak mekrûh veya haramdır. [129]
Hadis-i Şeriflerde Ticaretin Övülmesi, Hilenin Yerilmesi
Güvenilir ve doğru tâcirin, kıyâmet gününde şehidlerle beraber bulunacağını[130] söyleyen Hz. Peygamber (s.a.s.), yalanın İnsanı cehenneme sürükleyeceğini,[131] Allah'ın nasip ettiği rızkı güzel, helâl yoldan aramayı,[132] başkasının satışına engel olmamayı,[133] hayvanların sütlerini memelerinde bekletip satmamayı,[134] gereksiz yere ticârete aracı ve komisyoncuların girmemesini emretmiş[135], vurgunculuğu kesin şekilde yasaklamıştır. [136]
"Doğru, dürüst ve güvenilir tâcir, Peygamberlerle, sıddıklarla ve şehidlerle beraberdir." [137]
“Sözü ve muâmelesi doğru tüccâr, kıyâmet gününde arşın gölgesi altındadır.” [138]
"En güzel ve hoş kazanç o tüccarındır ki; konuştuğunda yalan söylemez, kendisine inanıldığında emniyeti kötüye kullanmaz, vaad ettiğinde vaadinden dönmez, satın aldığında malı kötülemez, sattığında da övmez, borçlandığında vâdesini geçirmez ve alacaklı olduğunda borçluya güçlük çıkarmaz." [139]
"Kim hacim ölçüsü ve tartıyla bir yiyecek satın alırsa, ölçmeden ve tartmadan onu başkasına satmasın." [140]
"Siz ıyne alış-verişi yaptığınız, sığırların kuyruğuna yapıştığınız, tarıma râzı olduğunu (sanâyileşmediğiniz) ve cihadı terk ettiğiniz zaman Allah size zilleti Mûsâllat kılar. Ondan, cihad yapıp dininize dönünceye kadar da kurtulamazsınız." [141]
"Alıcı ve satıcı ayrılmadıkça muhayyerdirler. Dürüst davranır, gerçeği açıklarlarsa satışları bereketlenir. Ama gerçeği saklar ve yalan söylerlerse satışlarından bereket kaldırılır." [142]
"Bizi aldatan bizden değildir." [143]
"Kim kusurunu söylemeden ayıplı malı satarsa Allah'ın gazabı ve meleklerin lâneti onun tepesine yağmaya devam eder durur." [144]
"Ey tâcirler topluluğu! Muhakkak ki Allah'tan korkan, iyi ve doğru olanların hâricindeki tâcirler günahkâr ve şerliler olarak haşr olunacaklardır!" [145]
"Yemin, malın tükenmesine, bereketin eksilmesine sebeptir." [146]
"Allah'ın buğzettiği üç kişi: Başa kakan cimri, kibirlenen mağrur ve çok yemin eden tâcirdir." [147]
"Üç kişiye Allah kıyâmet gününde rahmet nazarıyla bakmaz. Onları temize çıkarmaz. Onlar için elem verici bir azap vardır." Sahâbe dediler ki: "Kim onlar yâ Rasûlallah? Gerçekten onlar büyük zarara uğradılar, elleri boş kaldı ve iflâs ettiler." Rasûlullah (s.a.s.) cevaben buyurdu ki: "İyiliğini başa kakan, kibirlenmek için uzun elbise giyen ve malının değerini yalan yeminlerle arttırarak satışını kolaylaştırmak isteyen. Siz alış-verişte çok yemin etmekten sakının! Çünkü o satışı teşvik eder, sonra da bereketi yok eder." [148]
"Münâfığın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler. Vaad ettiği zaman zaman sözünde durmaz. Kendisine güvenildiğinde hâinlik eder." [149]
"İmkânı olanın borcunu vâdesinde ödememesi zulümdür." [150]
"Müslümanlar verdikleri söze, koydukları şartlara uyarlar. Sözlerinin erleridirler." [151]
"Kimse rızkını tamamlamadan ölmez. Sabırsızlık etmeyin. Allah'tan korkun. Ey İnsanlar! Rızkı meşrû yollardan güzellikle arayın. Helâl olanı alın, haram olanı bırakın." [152]
"Zenginlik, mal çokluğundan değildir. Gerçek zenginlik gönül zenginliğidir." [153]
"Müslüman olup yeterli rızık verilen ve Allah'ın kendisine verdiğine kanaat sahibi kıldığı kimse felâh bulmuştur." [154]
"İşçiye ücretini teri kurumadan veriniz." [155]
"Dışarıdan pazarımıza mal getiren rızıklandırılır. İhtikâr yapan/karaborsacı ise mel'undur." [156]
"Kim ihtikâr/karaborsacılık yaparsa o âsî bir günahkârdır." [157]
"Kim yiyeceklerde müslümanlara ihtikâr/karaborsacılık yaparsa Allah onu iflâs ettirir, cüzzam gibi pis hastalıklara uğratır." [158]
"İslâm'da zarar vermek ve zarara uğramak, zarara zararla karşılık vermek yoktur." [159]
Rasûlullah (s.a.s.), bir buğday satıcısına uğramışlardı. Ellerini buğday yığınına daldırdı. Elleri ıslandı. "Bu ne?" diye sordu. Satıcı yağmurdan ıslandığını söyledi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Islananı halk görsün diye üste çıkarsaydın ya? Bizi aldatan bizden değildir." [160]
Kim kusurunu açıklamadığı bir malı satarsa, Allah'ın gazabına ve hiddetine uğrar. Melekler de ona lânet eder dururlar." [161]
"Birbirinizin satışı üzerine satış yapmayın. Birbirinize müşteri kızıştırmayın. Şehirli de köylü adına satış yapmasın." [162]
Muhakkak ki Allah ve Rasûlü içki, ölü, domuz ve put alıp satmayı yasaklamış, haram kılmıştır." [163]
"Allah'ın rahmeti, satarken, alırken ve iddiâ ederken yumuşak olan kimseyedir." [164] buyurmuştur. Yine Buhârî'nin rivâyet ettiği bir hadiste şöyle buyrulur: "Alış-verişte yemin, malın sürümünü arttırsa bile, hakikatte kazancın bereketini giderir." [165]
"Alıp-satanlar" birbirlerinden ayrılmadıkça (vazgeçmekte) muhayyerdirler. Alıp-satanlar alışverişi sıdk ve doğruluk üzere yapar (kusuru) beyan ederlerse alış-verişleri her ikisi hakkında da mübarek kılınır. Yalan söylerler (kusurları) gizlerlerse, belli bir kâr sağlasalar bile, alış-verişlerinin bereketini kaybederler." Bir rivâyet şöyledir: "Alış-verişlerinin bereketi yok edilir: Yalan yemin malı rağbetli, kazancı bereketsiz kılar." [166]
"Satış işine yemin ve yalan bulaşmaktadır, siz (Rabbin gadabını söndüren) sadaka karıştırın" [167]
"(Ticarette yalan) yemin, (tüccarın zannınca) mala rağbeti artırır. (Hâlbuki gerçekte) kazancı giderir." [168]
"Ticârette çok yemin etmekten sakının. Çünkü yemin sürümü artırır, fakat bereketi yok eder." [169]
"Öyle bir devir gelecek ki, insanoğlu, aldığı şeyin helâlden mi, haramdan mı olduğuna hiç aldırmayacak."[170] Rezîn rivâyetinde şu ziyâde vardır: "...Böyle kimselerin hiçbir duâsı kabul edilmez."
“Yedi helâk ediciden kaçının!” Sahâbîler: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bunlar nelerdir?’ diye sordular. Hz. Peygamber: “Allah’a şirk/ortak koşmak, sihir (büyü) yapmak, Allah’ın haram kıldığı bir canı haksız yere öldürmek, fâiz yemek, yetim malı yemek, savaş meydanından kaçmak, evli, nâmuslu ve hiçbir şeyden haberi olmayan kadınlara zinâ isnad etmektir.” [171]
"Allah bir şeyi haram kılınca, onun bedelini de haram kılar." [172]
"Kim bildiği halde hırsızlıkla elde edilmiş çalıntı bir malı satın alırsa onun günahına ve alçaklığına ortak olmuştur" [173]
"Pazara mal getiren rızıklandırılmış; ihtikâr (stok ve karaborsa) yapan lânetlenmiştir." [174]
“Bilmiş ol ki, haramdan gıdâsını alıp büyüyen bir ete ancak ateş evlâdır.” [175]
“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden önce o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsı, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa, kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” [176]
“Muhakkak helâl belli, haram da bellidir. Lâkin aralarında helâle de harama da benzer şüpheli şeyler vardır ki, onları İnsanların çoğu bilmez. Şüpheli şeylerden kaçınan bir kimse; dinini, ırzını/insanî kıymetini korumuş olur. Şüpheli şeylere dalan bir kimse, harama düşme tehlikesindedir. O, tıpkı sınır kenarında hayvan otlatan ve nerede ise yasak yerde otlatacak bir çoban gibidir. Bilin ki, her hükümdarın hudûdu vardır; Allah’ın sınırları ise haramlardır. Haberiniz olsun, bedende bir küçük et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün vücut iyi olur, bozuk olursa bütün beden bozulur. İşte o (et parçası), kalptir.” [177]
“Ey İnsanlar, şüphesiz ki Allah, Tayyib’dir. Tayyibden (temiz, hoş ve helâl olandan) başka bir şey kabul etmez. Allah, mü’minlere de, Rasûllere emrettiği şeyi emreder: ‘Ey Rasûller, helâl olan şeylerden yiyin ve sâlih amellerde bulunun. Çünkü Ben, sizin yaptıklarınızı bilirim.[178] ve “Ey iman edenler, size verdiğimiz rızıkların tayyiblerinden (helâl ve hoş/temiz olanlarından) yiyin.’[179] buyurmuştur.” dedi. Sonra devam etti: “Bir kimse (Hak yolunda) uzun sefere çıkar, saçları dağılmış, toza-toprağa bulanmış bir halde ellerini semâya kaldırarak: ‘Yâ Rabbi, Yâ Rabbi’ diye duâ eder. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, kendisi haramla beslenmiş olursa, böyle birinin duâsı nasıl kabul edilir?” [180]
"Üç sınıf insan vardır ki kıyâmet günü Allah, onlarla konuşmaz, yüzlerine bakmaz, onları temize çıkarmaz. Hem de onlar için can yakıcı bir azap vardır." (Râvi Ebû Zer dedi ki; Rasûlullah bu cümleyi üç kere tekrarladı. Ebû Zer: 'Bu kimseler tam bir mahrûmiyete ve hüsrâna uğramışlar. Bunlar kimlerdir, ey Allah'ın Rasûlü?' diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.) de şu cevabı verdi: "Elbisesini kibirle yerlerde sürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve yalan yere yemin ederek ticâret malını iyi bir fiyatla satmaya çalışandır." [181]
“Her kim helâl lokma yer, Sünnet (Şeriat) gereğince amel eder ve İnsanlar da onun kötülüklerinden emin olurlarsa, mutlaka cennete girer.” Bunun üzerine bir adam: “Yâ Rasûlallah, bugün halk arasında bu (vasıfta kişiler) pek çoktur’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu: “Benden sonraki asırlarda da bulunacaktır.” [182]
“Allah, haramdan verilen hiçbir sadakayı ve abdestsiz (su veya toprakla temizlenmeden) de hiçbir namazı kabul etmez.” [183]
"Hiçbir kimse el emeğinden daha hayırlı yiyecek yememiştir ve Allah'ın peygamberi Dâvud da el emeğini yerdi." [184]
Ebû Zerr (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.): "Üç işi vardır, kıyamet gününde Allah onlara ne konuşur ne nazar eder ne de günahlardan arındırır, onlar için elim bir azab vardır!" buyurdu ve bunu üç kere de tekrar etti. Ben: "Ey Allah'ın Rasûlü! Öyleyse onlar büyük zarar ve hüsrana uğramışlardır. Kimdir bunlar?" dedim. Şöyle saydılar: "(Elbisesini kibirle, yerlere kadar salıp) süründüren, yaptığı iyiliği başa kakan, malını yalan yeminlerle reklâm eden kimseler!" [185]
"Bir kavimde gulûl (denen devlet malından hırsızlık) zuhûr ederse, Allah o kavmin kalplerine korku atar. Bir kavim içinde zinâ yayılırsa orada ölümler artar. Bir kavim, ölçü ve tartılarda (hile yaparak) miktarı azaltırsa Allah ondan rızkı keser. Bir kavmin (mahkemelerinde) haksız yere hükümler verilirse, o kavimde mutlaka kan yaygınlaşır. Bir kavm ahdinden dönüp gadre yer verirse, Allah onlara mutlaka düşmanlarını Mûsâllat eder." [186]
“Mal, yeşil (taze) ve tatlıdır. El açıklığıyla (cömertlik ve ikramla) onu ele geçirenin malına bereket verilir. İnsanlara zulmetmek için kazananın malı ise bereketlenmez. Onun durumu, yiyip doymayan kimse gibidir. Üstteki el, alttaki elden hayırlıdır.” [187]
“Haramla beslenen vücut (cennete girmez;) ona ancak ateş yaraşır.” [188]
“Kim dünyaya çok önem verirse, Allah onun işini dağıtır (zorlaştırır). İki gözünün arasına fakirliği (aç gözlülüğü) koyar. (Hâlbuki) dünyadan ona ulaşacak olan kendisi için yazılandan başkası olamaz. Kimin de niyeti âhiret(i kazanma) ise Allah onun işini toparlar (kolaylaştırır). Onun kalbine zenginliği koyar. Ona dünyadan da ihtiyaç duyduğu şey ulaşır.” [189]
"Zenginlik mal çokluğuyla değildir. (Hakiki) zenginlik göz tokluğudur, gönül zenginliğidir." [190]
“Sizin elde ettiğiniz dünya metâı, hayır değil; bir fitnedir. Evet, hayır, ancak hayır getirir. Lâkin bu dünya ziynetleri hayır değildir. Çünkü bunlar fitneye sebep olur. Onlarla siz âhiret hususuna yönelmekten meşgul olursunuz. Baharın yetiştirdiği nebatların bazısı, çok yiyen hayvanları ya patlatıp öldürür yahut ölüme yaklaştırır. Ancak ihtiyacına kadar yiyenlere zarar vermez. Dünya malı da öyledir, İnsanlar ona hoş görerek meylederler. Bazısı mala gark oldu denilecek şekilde çok mal edinir, bazısı fazlasına tamah etmeyerek azı ile yetinir. Mala gark olanlar, ekseriyetle onun sebebiyle ya helâk olur yahut helâke yaklaşırlar.” [191]
“İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, o zamanda ancak öldürmekle ve zorla mülke erişilir, ancak gasb ve cimrilikle zengin olunur, ancak dinden çıkmak ve hevâya uymakla sevgi kazanılır; kim bu zamana ulaşır da zengin olmaya gücü yettiği halde fakirliğe sabreder, sevgi kazanmaya gücü yettiği halde buğz olunmaya sabreder, izzete gücü yettiği halde alçaltılmaya sabrederse Allah kendisine beni doğrulayan elli doğrulayıcı sevabı verir.” [192]
“İhtiyarın kalbi iki şeyi sevme hususunda gençtir: Yaşama sevgisi ile mal sevgisinde.” Diğer rivâyetler de şöyledir: “Âdemoğlu ihtiyarlar, fakat onun iki şeyi genç kalır: Yaşama sevgisi ve mal sevgisi.” “Âdemoğlu büyür, onunla beraber iki şey de büyür: Mal sevgisi, uzun ömür sevgisi.” [193]
“Âdemoğlunun iki vâdi dolusu malı olsa, üçüncü bir vâdi daha isterdi. Âdemoğlunun karnını topraktan başka bir şey dolduramaz. Ama Allah tevbe eden kimsenin tevbesini kabul eder.” [194]
Sehl İbn Sa’d es-Saidî (r.a.) anlatıyor. “Bir gün Rasûlullah (s.a.s.)’a bir adam gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bana öyle bir amel gösterin ki, ben onu yaptığım takdirde Allah beni sevsin, halk da beni sevsin’ dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Dünyaya rağbet etme, Allah seni sevsin. İnsanların elinde bulunanlara göz dikme ki onlar da seni sevsin!” [195]
"Allah'ım, Âl-i Muhammed'in rızkını belini doğrultacak kadar ver.” -Bir diğer rivâyette- "yetecek kadar ver." [196]
Abdullah İbnu Muğaffel (r.a.) anlatıyor: "Bir adam gelerek "Ey Allah'ın Rasûlü! Ben seni seviyorum" dedi. Rasûlullah: "Ne söylediğine dikkat et!" diye cevap verdi. Adam: "Vallâhi ben seni seviyorum!" deyip, bunu üç kere tekrar etti. Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine adama: "Eğer beni seviyorsan, fakirlik için bir zırh hazırla. Çünkü beni sevene fakirlik, hedefine koşan selden daha sür'atli gelir." [197]
"Kişi mahzurlu olan şeyden korkarak mahzursuz olanı terketmedikçe gerçek takvâya ulaşamaz." [198]
"Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah'ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için gereklidir." [199]
“Dünya sevgisi her çeşit hatalı davranışın başıdır. Bir şeye karşı olan sevgin, seni kör ve sağır yapar.” [200]
“İki haslet vardır, bunlar kimde bulunursa Allah onu şükredenler ve sabredenler arasına yazar: Din hususunda kendinden üstün olana bakıp ona uymak; Dünyalıkta kendinden aşağı olana bakıp Allah’ın kendine vermiş olduğu üstünlüğe hamdetmek. İşte böyle olan kimseyi Allah şükredici ve sabredici olarak yazar. Kim de din konusunda kendinden aşağı olana bakar, dünyalıkta da kendinden üstün olana bakar ve elde edemeyeceğine üzülürse Allah onu şükreden ve sabreden olarak yazmaz.” [201]
“Ey İnsanlar! Allah’a karşı muttakî olun ve (dünyevî) isteklerde mûtedil/ölçülü olun. Zira, hiçbir kimse yoktur ki, (Allah’ın kendisine takdir ettiği) rızkını eksiksiz elde etmeden ölmüş olsun. Rızkı gecikse bile ona mutlaka kavuşacaktır. Öyleyse Allah’tan korkun ve talepte mûtedil olun, (gayr-ı meşrû yollara sapmayın) helâl olanı alın, haram olanı terkedin.” [202]
“(Bu dünyada malca) en çok olanlar, kıyâmet günü en aşağıda olacaklardır. Ancak malı şöyle şöyle (bol bol) harcayanlar ve onu temiz yoldan kazananlar hâriç.” [203]
“Malı şöyle, şöyle, şöyle ve şöyle dağıtanlar hâriç dünyalığı çok kazananlara yazıklar olsun!” “Şöyle” kelimesini Rasûlullah dört kere tekrar etti. Bunlarla “sağından, solundan, önünden ve arkasından (hayır için harcayanlar” demek istedi). [204]
"Bir kısım insan vardır, Allah'ın mülkünden haksız bir sûrette mal elde etmeye girişirler. Hâlbuki bu, kıyâmet günü onlara bir ateştir, başka değil." [205]
"Öyle devir gelecek ki, insanoğlu, aldığı şeyin helâlden mi, haramdan mı olduğuna hiç aldırmayacak."[206] Rezîn şu ziyâdede bulunmuştur: "Böylelerinin hiçbir duâsı kabul edilmez."
“Ümmetler (uluslar), İnsanların birbirlerini sofraya dâvet etmeleri gibi birbirlerini sizin üzerinize dâvet edecek ve üzerinize üşüşecekler.” Birisi sordu: “Bizim azlığımızdan mı?” Rasûlulullah cevap verdi: “Hayır, aksine, siz o gün çok olacaksınız. Fakat selin sürüklediği çer çöp gibi... Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı duydukları korkuyu kaldıracak ve sizin kalbinize de ‘vehn’ atacak.” Yine birisi sordu: “Ey Allah’ın Rasûlü, vehn nedir?” Cevap verdi: “Dünya sevgisi ve ölüme karşı isteksizlik.” [207]
"Satışında, satın alışında, borcunu ödeyişinde cömert ve kolaylaştırıcı davranan kimseye Allah rahmetini bol kılsın" [208]
"Allah, sizden önce yaşamış olan bir kimseye rahmetiyle muâmele etti. Çünkü bu adam satınca kolaylık gösterir, satın alınca kolaylık gösterir, alacağını isteyince (kabalık ve sertlik değil, anlayış ve) kolaylık gösterirdi." [209]
"Allah, satıştaki müsâmahayı, satın alıştaki müsâmahayı, ödemedeki müsâmahayı sever." [210]
"Sattığın zaman tart, satın alınca tarttır." [211
İbn Mes'ud (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) ribâyı (fâizi) yiyene de, yedirene de lânet etti." Ebû Dâvud ve Tirmizî'nin rivâyetlerinde şu ziyade vardır: "(Fâiz muâmelesine) şâhitlik edenlere de bu muâmeleyi yazana da..." [212]
"İnsanlar öyle bir devre ulaşacak ki, o zamanda ribâ yemeyen kalmayacak. Öyle ki, (doğrudan) yemeyene buharı ulaşacak." Bir rivâyette "...tozu ulaşacak" denir. [213]
"Pahalanması için, kim bir yiyecek maddesini kırk gün saklarsa, o, Allah'tan yüz çevirmiştir, Allah da ondan yüz çevirmiştir." [214]
"Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah'ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için gereklidir." [215]
"Iyne usulüyle alışverişte bulunur, sığırların peşine düşer, ziraate râzı olur ve cihadı da terkederseniz, Allah size öyle bir zillet verir ki, dininize tekrar rücu etmedikçe o zilleti kaldırmaz." [216]
İyne usulüyle satışı şârihler şöyle tarif etmiştir: Tüccar, malını veresiye olarak belli bir vade ile müşteriye satar. Sonra bu malı müşteriden daha ucuz bir fiyatla satın alır. Bu tarz alışveriş caiz mi, değil mi münakaşa edilmiştir. İmam Malik Ebû Hanife, Ahmed İbn Hanbel gibi bir kısım fukaha "caiz değil" derken, İmam Şafii ve ashabı "caizdir" demiştir.
Hadis, esas itibariyle, İnsanların ticaret ve ziraate kendilerini vererek cihadı ihmal etmelerini yasaklamaktadır. İlk nazarda, hadisten ticaret ve ziraatin kötülendiği anlaşılabilir. Aksine hadis, cihadın terkinden gelecek zillete dikkat çekmektedir. Daha önce de zikredildiği üzere Aleyhissalâtu vesselâm aslî meslekler olarak "ticaret, ziraat ve san'atı" saymıştır. Ama ne ticaret, ne ziraat ne de san'at cihad gibi mühim bir meşguliyeti ihmale sevketmemelidir. Şevkânî'nin dediği gibi "İslâm'ın izzet ve diğer dinlere üstünlüğünü izhar vesilesi olan "Allah yolunda cihad"ın terki halinde Allah, müslümanlara, düşüncelerinin aksiyle muâmele ederek zillet verir: Atların sırtında olduktan sonra sığırların peşlerine takar, hâlbuki at sırtı, sığırın peşinden makamca daha üstün, daha izzetlidir." [217]
"Zannediyorum bu hadisin bize anlattığı, işaret ettiği hususları ancak, sanayî inkılâbı ve sanayî hareketlerinden sonra anlayabildik. Onu da doğru anlayabildi isek. Cihadı, zaten unutmuştuk; sanayî derken ziraat ve hayvancılığı da ihmal ettik ve kendimizi bir başka dengesizliğin berzahında bulduk. Oysaki, yapılacak şeyi, hem de 14 asır evvel Allah Rasûlü haber veriyordu. Ve O, her meselede olduğu gibi, bu meselede de fevkalâde dengeliydi. Elbette ki, ziraat ve hayvancılık olacaktır. Nitekim bu tür çalışmaları teşvik eden hadis-i şerifler de vardır. Ancak, bütün himmeti bunlara hasretmek, işte doğru olmayan budur.Şehir hayatına karışmadan, bir dağa çekilip, kendi füyuzât hisleriyle baş başa kalmayı arzulayan insandan tutun da, teşebbüs gücünden mahrum ziraatçı ve hayvancıya kadar şümulü olan bu ifade, bize mühim bir iktisat ve ekonomi dersi vermektedir. Ayrıca, devletler muvazenesinde yerinizi almak için, gerekli caydırıcı gücü elde tutmadığınız, cihadı terkettiğiniz veya cihadı terkedip de, devletler muvazenesindeki yerinizi kaybettiğiniz zaman Allah, size altından kalkamayacağınız bir mezellet Mûsâllat edeceğini. tegallüpler, esaretler, tahakkümler altında kalıp ezileceğinizi de hatırlatmaktadır ki, bu durum, yeniden dine dönüp, İslâm'ı hayata hayat kılacağınız âna kadar da devam edecektir. Verdiğimiz misâl, deryadan bir katredir ve Allah Rasûlü'nün bu hususta daha nice sözleri var. Ne var ki biz, bu biricik misâlle iktifa edeceğiz. Allah Rasûlü, nasıl ki, istidat ve kabiliyetleri tahdid edip sınır altına almamış, öyle de bedenî güç ve kuvvetleri dahi hakir görmemiştir. Görmemiş ve aksine şöyle buyurmuştur: "Kuvvetli bir mü'min, (beden sıhhatine sahip olan bir mü'min) Allah indinde zayıf mü'minden daha hayırlı ve sevimlidir." Allah indinde sevimli olmak isteyenler, kalb sıhhatiyle beraber beden sıhhatine, cisim sıhhatiyle beraber ruh sıhhatine de sahip olmalıdırlar. Görülüyor ki, Allah Rasûlü (s.a.s.): "Zayıflayacaksınız, perhize girecek, bedenî güç ve kuvvetinizi kıracaksınız ki Allah indinde makbul olasınız" demiyor. Belki ruhbanlığa, keşişliğe ve papazlığa karşı realiteyi, fıtrî ve tabiî olmayı öne çıkarıyor ve meselelere, tabiatı içinde bir mecra araştırıyor; ve bizi o istikamete kanalize ediyor.
Bozuk Düzenin Terazisi ve Şuayb (a.s.)
İnsanlar hayatlarını idâme ettirebilmeleri için kendilerinde bulunmayan ihtiyaç maddelerini, ya kendilerine yakın olan bölge İnsanlarından ya da bu ihtiyaçların bulunduğu yerlerle yapılan alışverişlerle sağlarlar. Ticaret denilen bu olgu, İnsanların ihtiyaçlarını temin etme vâsıtası olduğu gibi, onlar için geçim sağlama vâsıtası da olmuştur.
Toplum bireylerinin kaynaşması ile aynı zamanda yakın ve uzak toplumların iletişim vâsıtası konumunda olan ticaret; İnsanlar arasındaki karşılıklı haklar korunduğu sürece toplumların ilerlemesinde büyük etken olurken, bu hakların ihlâlinde ise toplumu uçuruma sevkedecek bir âmil durumuna gelir. Allah, ticaretin; toplumun yaşamında önemli bir yeri bulunduğunu, doğru yapılmasından toplumun olumlu, karşılıklı hakların ihlâlinde toplumun büyük zararlar çektiğini, hatta; uçuruma (helâke) ittiğini göstermek amacıyla (özellikle tüccar bir toplum olan Mekke'lilere) Şuayb’ın (a.s.) kıssasını vahyeder. Böylece Allah, Müşriklerden kavimlerini uçuruma götüren, ticarette karşılıklı rızâyı gözetmeyip hile yapan Şuayb kavminin kıssasının ışığında, kıssadan öğüt ve ibret almalarını ister.
Mekkî sûrelerde anlatılan Şuayb kavminin, ticaretle ilgilenen tüccar bir toplum olduğu gözönüne alındığında ticaret kervanlarının geçtiği işlek bir yol üzerinde olduğu anlaşılmaktadır. Şuayb kavminin yaşadığı bölge, muhtemelen Hz. Mûsâ'nın da Mısır'da işlediği cürümden dolayı kaçtığı yer olması hasebiyle Mısır'a yakın olan; Mısır, Filistin, Sina üçgeni içerisinde Mekke ticaret kervanlarının da geçtiği bir yerde bulunmaktaydı. "Mûsâ 'Medyen'e yöneldiğinde: ‘Rabbimin bana doğru yolu göstereceğini umarım’ dedi.”[218]; "Sen bir cana kıymıştın, seni üzüntüden kurtarmıştık ve birçok musîbetlerle denemiştik. Bunun için 'Medyen' halkı arasında yıllarca kalmıştın." [219]
Risâlet vazifesini yüklenmeden önce, işlediği bir fiilden dolayı Mısır'dan kaçan Mûsâ (a.s.) Medyen'e sığınır. Medyen'de Şuayb’ın (a.s.) yanına yerleşir, onun kızıyla da evlenir. Daha sonra eşiyle birlikte Medyen'den ayrılarak Tur dağının bulunduğu yöreye doğru yola koyulur.
"Mûsâ süreyi doldurunca ailesiyle birlikte yola çıktı. Tur tarafından bir ateş gördü..."[220] Ve bundan sonra Mûsâ, Allah tarafından Firavun kavmine Rasûl olarak tâyin edilir. Kur'ân-ı Kerim'deki Mûsâ’nın (a.s.) anlatıldığı bu âyet-i kerimelerden Medyen'in bulunduğu yer tâyin olunduğu gibi, Medyen kavminin bulunduğu yörede yaşayanlar itibarıyla aynı zamanda Arap asıllı oldukları da anlaşılmaktadır. Mısır'a yakın bir yerde olduğu anlaşılan Medyenliler; aynı zamanda kendilerinin ticarette ileri bir seviyede olmalarını sağlayan zengin kervanların geçtiği bir yol üzerin deydiler. Hindistan'dan gelen ticaret kervanları Yemen, Tâif, Mekke, Medine istikametiyle Medyen kavminin de bulunduğu bölgeden geçip Şam'a ulaşırlardı. Mekkeliler'in de katıldığı bu ticarete Kur'an'da Kureyş sûresinde şöyle değinilir: "Kureyş kabilesinin yaz ve kış seferlerinde..." [221]
Kur'ân-ı Kerim bize, Mekkelilerin tüccar bir toplum olduğunu belirttiği kadar, onların Medyen ahâlisinin helâk olduğu yerlerden geçmeleri hasebiyle Medyenliler'in başından geçenleri; Kur'ânî doğrultuda olmasa da bildiklerini beyan etmektedir. Şuayb kavminin helâkten sonraki kalıntılarının bulunduğu yerlerden geçen Mekkelilerden ibret almalarını isteyen Allah, Lût ve Şuayb kavimlerinin, Mekke ticaret kervanlarının yolları üzerinde olduğunu Hicr sûresindeki şu âyetle ifâde eder: "Eykeliler de, şüphesiz zâlim kimselerdi. Bunun için onlardan öç aldık. Hâlâ her iki memleket de işlek bir yol üzerindedirler."
Kur'an'da Şuayb’ın (a.s.) kavminden bahsedilirken Medyen ve Eyke olarak iki isim verildiğini görmekteyiz. Medyen halkından bahsedilirken “Ehûhum (kardeşleri)” denmesinden yola çıkan bazı müfessirler, Eyke'lilerden bahsedilirken "Onlara" denmesinin Şuayb’ın (a.s.) Eyke'lilere sonradan gelmiş olması gerektiğini savunurlar. Bazı müfessirler de Şuayb'ın dâvet ve nasihatinin aynı, her iki ahâlinin de cezâsının benzer şekilde olmasından hareketle, Medyen ve Eyke'nin aynı kavim olduğu kanaatine varmışlardır. Bütün bunlara ilâveten; Kur'ân-ı Kerim'de kıssaları anlatılan tüm Rasûllerin, kendi kavimleri içinde yetişmiş "içlerinden bir Rasûl" ve "güvenilir bir elçi" olarak görevlendirdikleri dikkate alındığında, Medyen ve Eyke'nin aynı kavim olduğu, ancak anlatımın değişik varyantlarla yapıldığı kanaati hâsıl olmaktadır.
Allah'ın isteği, bu kavmin işlediği kötü fiillerin onları helâke götürdüğü nazar-ı dikkate alınarak bu suçların işlenmemesidir. Kur'an'ın hedeflediği bu noktayı kenara bırakıp, pek fazla fayda getirmeyecek, aksine birbirimizle cedelleştirecek tâlî konularla uğraşmak, kıssayı öğüt ve ibret olmaktan engellemek demektir.
Şuayb kavminin Allah ve rasûlüne karşı tutumunu birkaç grupta inceleyeceğiz: Bunlardan birincisi, Şuayb kavminin Allah'a karşı tutumudur.
"Ey kavmim.' Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilâhınız yoktur." [222]
"Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?" [223]
"Sizi ve daha önceki nesilleri yaratandan korkun."[224] diye çağrıda bulunan Şuayb (a.s.)'a karşı şöyle cevap verirler:
"Ey Şuayb! Babalarımızın taptığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmamızı men'eden senin salât'ın/namazın mıdır?" [225]
Âyetlerden anlaşıldığı gibi Şuayb'in kavmi, putlara tapan bir kavimdir. Kendilerinin arzu ettikleri şekillere göre yonttukları ilâhların, emirlerini de yine kendi içlerindeki; Kur'an'ın "ileri gelenler" olarak nitelediği zengin ve yönetici kimseler tarafından belirlendiği bir dine (yaşam tarzına) inanıyorlardı. Pek tabii ki Şuayb’ın (a.s.) tek ve gerçek İlâha inanmaları isteği hoşlarına gitmemişti.
Kendi yaşamlarını kendileri belirleyen bu İnsanlar, Allah'a inanmak istemediler, daha doğrusu; kendi kafalarına göre çizdikleri bir Allah'a iman ettiklerinden dolayı işlerine gelmeyen tek ve gerçek Allah'ı inkâr ettiler. Allah'ı inkâr eden bu İnsanlar onun elçisini de reddederek karşı tutum aldılar: "Sen ancak büyülenmiş birisin, bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsin. Doğrusu seni yalancılardan sanıyoruz. Eğer doğru sözlülerden isen göğün bir parçasını üzerimize düşür, dediler." [226]
Allah'a inanmak aynı zamanda rasûlüne inanmak demektir. Rasûlüne inanmak Allah'a inanmayı gerektireceğinden, Şuayb’ın (a.s.) tek Allah'ını inkâr eden kavmi, o Allah'ın rasûlünü de inkâr eder. Şuayb’ı (a.s.) beşerlikle, büyücülükle, yalancılıkla suçlarlar. Mûcize talebinde bulunarak; Allah'ın tekelinde bulunan bir konuda, sanki rasûlün elinde olan bir şeymiş gibi rasûlü âciz göstermeye çalışırlar. "Doğru söze" (vahye) inanmayanlar, mûcize gelse bile şu veya bu bahânelerle yine inkâr edeceklerdi.
Allah'ı ve rasûlünü reddeden bu müşrikler Rasûlün getirdiği vahye de karşı tutum alırlar. Neden reddetmesinlerdi!? Kendi inançları doğrultusunda uydurdukları ilâhları siper yaparak dilsiz, düşüncesiz ve âciz putlar adına oluşturdukları dinde zulmün en hasını gerçekleştiriyorlardı. Böylece mustaz’af halkı soyuyorlar, haklarını gasp ediyorlardı. Oysa Şuayb'ın getirdiği vahiy, onlardan bu yaptıkları zulmü bırakmalarını istiyordu.
Diğer karşıt tutumları ise Allah 'm emirlerine karşı gelmekti:
"Ölçüyü tam yapın, eksiltenlerden olmayın, doğru terazi ile tartın, İnsanların hakkını azaltmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın." [227]
"Ölçüyü, tartıyı eksik tutmayın. Doğrusu ben sizi bolluk içinde görüyorum." [228]
"Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı tamamı tamamına yapın; insanlara haklarını eksik vermeyin; yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. İnanıyorsanız Allah'ın geri bıraktığı helâl kâr sizin için daha hayırlıdır." [229]
Ticaret yapan bu toplumdaki haksızlıkları gündeme getiren ve bu haksızlıklardan vazgeçilmesini isteyen Allah, doğru yapılmayan ticaretin İnsanların haklarını gasbetmek olduğunu, bunun ise zulüm olduğunu beyan eder. İşin ilginç yanı; âyette "Doğrusu sizi bolluk içinde görüyorum" diye belirtilen durumdur. Şuayb’ın (a.s.) kavmi bolluk içinde olmasına rağmen yine de alışverişte hile yapılıyordu. Bu bolluk içerisindeki İnsanların ticarette hile yapmalarındaki sebep; satıştan kalan kârın daha çok olması isteğidir.
Oysa Allah hile yapılarak kazanılan kârın haram olduğunu; gerçek ve helâl olan kârın karşılıklı rızayla yapılan alışverişten kalan kâr olduğunu beyan eder: "İnanıyorsanız, Allah'ın geri bıraktığı helâl kâr sizin için daha hayırlıdır." Ama bu yozlaşmış toplumda rasûlün hatırlatmaları fayda vermez. İnkârcılar müslümanlar aleyhine ellerinden ne gelirse geri koymazlar. "Allah'a inananları yolundan alıkoyup ve yolun eğriliğini dileyerek tehdit edip her yolda pusu kurup oturmayın." [230]
Bu âyetler müşriklerin geldiği son noktanın, müslümanları tehdit ve işkence olduğunu belirtir. Her toplumda olduğu gibi "mele’" (ileri gelenler) tarafından yönetilen Şuayb'ın kavmi de inkârcıların safındaydı. Mevcut yönetimin icraatına, yani ilâhlar adına uydurulan bu yaşama karşı gelmek gibi bir istekleri yoktu. Zâten mevcut yönetime karşı gelip Şuayb'a inanmaya kalksalar “ileri gelen”lerin tehditleri onları da hedef alıyordu. "(Şuayb'm) kavminden ‘ileri gelen’ kâfirler dediler ki: ‘Eğer Şuayb'a uyarsanız o takdirde siz mutlaka ziyana uğrarsınız." [231]
Allah'ın Hûd Sûresi 84. âyetinde Şuayb’ın (a.s.) ağzından belirttiği "doğrusu ben sizi bolluk içinde görüyorum" değerlendirmesi ışığında bu kavmin neden Allah'a isyanda direndiğini tespit etmek lâzımdır.
Tarihte bolluk ve refahın zirvesinde olan birçok kavmin Allah'ı inkâr ettikleri görülmektedir. Çünkü; o bolluk ve refaha İnsanların haklarına tecâvüz edilmesi (zulüm) ile ulaşılmıştır. Tek amaçları servet biriktirmek ve diledikleri gibi yaşamak olan inkârcılar, ulaştıkları bu seviyeyi korumak isterler. Nasıl olacaktır bu koruma? Aynı yöntemle; yani zulümle. Böylesi bir toplumun, mevcut sömürücü konumlarını sürdürebilmeleri için Allah'ın elçilerine karşı gelmeleri gereklidir. Aksi halde, rasûlün getirdiği mesajı kabullenmeleri, düzenlerinin sonu anlamına gelir. Bunun farkında olan, kavmin yönetimini üstlenen "ileri gelenler" soyguncu düzenlerinin devamı için; ilâhlar/putlar adına düzenlerini tasdik ettirici şeyler uydurup İnsanları bu yaşam tarzına itaat etmeye çağırmışlardır.
Hal böyle olunca tabiidir ki, Allah'ın rasûlünü yalanlayacaklar, ondan olağanüstü isteklerde bulunacaklar, bu istekleri gerçekleşmeyince, peygamberliğinin de geçersiz olduğunu iddia ederek onu yalanlamak için kendilerince mâkul bir sebep bulmuş olacaklardır. Bunun yanı sıra, getirdiği vahiyde pazarlık yaparak, “şunu kabul edersek…” veya “bunu istemezsen…” gibi uzlaşmacı tavırlarla rasûlün getirdiği vahyi kendi hevâlarma göre eğriltmeye, karıştırmaya çalışacaklardır.
Müşrikler kendi bâtıl sistemlerini korumak için ne gibi önlemler gerekirse alacaklar ve iman edenleri susturmaki çin ne lâzımsa yapacaklardır. Bütün bu karşı gelme çabaları sonuç vermezse devreye baskı ve eziyet girecek, bu da işe yaramazsa iman edenler yurtlarından sürülmeye başlanacaktır. Bu hususta şu âyet bize, Şuayb kavminin de aynı tavırda olduğunu belirtiyor: "Ey Şuayb! Ya mutlaka seni ve seninle beraber iman edenleri kentimizden çıkarırız. Ya da dinimize dönersiniz." [232]
Peki, bütün bu zulümlerle yaşayan, Allah'a isyanda dönüş yapmayacağı belli olan kavim için Allah ne yapacaktır? Her şeyden önce Allah, bir kavmi yok yere cezalandırmaz. Bu hususta Allah şöyle diyor: "Biz Rasûl göndermedikçe hiç bir kavmi yok etmeyiz."[233] İnsanları kendine kulluk etsinler diye yaratan Yüce Allah, arzu ettiği vakit, "Bize Rasûl göndermedin" dememeleri için zaman zaman Rasûller göndermiş, onları bu yolla çeşitli imtihanlara sokarak denemiştir. "Biz hangi kasabaya bir Rasûl gönderdikse, ora halkını, yalvarıp yakarsınlar diye, darlık ve sıkıntıya uğratmışızdır. Sonra kötülüğün yerine iyiliği koyduk, öyle ki çoğalıp ‘babalarımız da darlığa uğramıştı, (bazen de) bolluğa kavuşmuşlardı’ dediler." [234]
Allah'ın Rasûl göndererek doğru yola gelmeleri için uyardığı, bolluk ve refah içerisindeki Şuayb'ın kavmi, Allah'ı inkârda direndikleri ve O’nun emirlerine karşı geldikleri için helâki hak etmişlerdir. "Kavminin inkâr eden ileri gelenleri, ‘Şuayb'a uyarsanız, andolsun ki siz kaybedersiniz!’ dediler. Bu yüzden onları bir sarsıntı tuttu ve oldukları yerde diz üstü çöküverdiler." [235]
Oysa, başlarına gelecekler hakkında uyarılmışlardı. Eğer Allah'a isyanda direnmeselerdi Allah onlara bu azâbı yollamazdı. Bu hususta Şuayb (a.s.)'ın duâsı gerçekleri ortaya koyar: "Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hak ile Sen hüküm ver, Sen hükmedenlerin en hayırlısısın."[236]; "Ey kavmim! Andolsun ki Rabbimin sözlerini size bildirdim, öğüt verdim; kâfir millet için niçin üzüleyim!" [237]
Allah da bu gerçeği şöyle vurgular: "Eğer inanmış ve Bize karşı gelmekten sakınmış olsalardı, onlara göğün ve yerin bolluklarından verirdik. Ama yalanladılar; bu yüzden onları yaptıklarına karşılık yakalayıverdik."[238] Kıyâmete kadar bâki olan Kur'ân-ı Kerim, hitâbettiği tüm insanlara Allah'a göre yapılması ve yapılmaması gerekli olanları belirtmiş ve İnsanların öğüt almalarını istemiştir. "Dinde zorlama yoktur." Akıllara hitâbeden Allah'a, kendi rızâları ile uyanlara esenlik, ebedî cennet; şu veya bu şekilde yine kendi istekleriyle gerçekleri inkâr edip, emirlere isyan edenlere de ebedî azap verileceği açıklanmıştır.
Sonuçta, Şuayb’ın (a.s.) kıssası ile tüccar bir toplum olan Mekkeli müşriklere ve Kıyâmete kadar yaşayacak tüm Kur'an muhâtaplarına alışverişlerde karşılıklı rızâya dayanan bir ticaret yapılması öğütlenmiş olur. Başkalarının mallarını haksızlık ve hile ile yememeleri için İnsanlar uyarılır. Bu hususta karşılıklı rızayla yapılan ticaretten kalan kârın, Allah'ın nezdinde hak ve helâl olan kazanç olduğu hatırlatılır. Ticaretin yapılmadığı hiç bir toplum düşünülemeyeceğine göre; adları ne olursa olsun; sanayi toplumu, tarım toplumu gibi tanımlamalarla kendilerini tanımlayarak, Allah'ın bu emirlerinden kaçmak demek zulümde devam edilmesi anlamına gelir ki bu hususta Allah şu hatırlatmayı yapar: "Kasabaların/şehirlerin halkı, geceleyin uyurlarken azâbımızın kendilerine gelmesinden emin midirler?" [239]
Medyen Kavmi ve Almamız Gereken Dersler, Mesajlar
Yüce Allah Lût kavmini toptan helâk ettikten sonra Şuayb’ın (a.s.) hareketinden bahsediyor. Bu kavim de ölçü ve tartıda hileli davranmak ve yeryüzünde bozgunculuk yapmakla tanınmaktadır. Bugün acaba onlar gibi İslâm’ın hudutlarını çiğneyip ölçü ve tartıda hileli davrananlar yok mudur? Elbette âlâsı var. Günümüz toplumu Lût kavminin, Sâlih kavminin, Hud ve Nuh kavminin yaptıklarım yapmıyor mu acaba? Ama Yüce Allah bir hikmete mebni olarak bunları dünya tarihinden silmiyor. Topyekün silmiyor, ancak çeşitli şekillerde bunlar da dünyada Allah’ın azâbından geçmektedirler. Günümüzde hemen herkesin hastalıklı olması, her gün binlerce kişinin trafik kazalarında hayatlarını kaybetmesi, depremler, savaşlar ve anarşik olaylardan her yıl sayısız İnsanların kaybı ve bunların da ötesinde lüks, konfor ve dünyaperest hastalığının getirdiği maddî ve mânevî krizleri sayabiliriz. Ama bütün bunlardan daha büyük olan cehennem azâbı vardır ki ondan hiç bir zâlim ve âsi kurtulamayacaktır.
Diğer Resullerin yaptığı gibi, Şuayb (a.s.) da başlangıçta tevhid akidesini gönüllere yerleştirmekle işe başladı. Arkasından, emanet ve adâlet konusuna da ağırlık verdi. Çünkü Medyen halkı, büyük bir ticarete sahipti. Yemen’den Suriye’ye, Irak’tan Mısır’a kadar uzanan iki ana ticaret yolunun kavşağında iskân ettiklerinden dünya üzerinde büyük bir öneme sahiptiler. Ticaretlerinde eksik tartma ve eksik verme, hileli davranma, zulüm ve soygun olaylarına karışma gibi konularda da kötü bir üne sahiptiler. Şuayb’ın (a.s.) onlara yaptığı bunca nasihatten maalesef pek yararlanan olmadı. Onlar, İnsanların eşyalarını eksik verdiklerinden, insanlara zulmedip bozgunculuk yaptıklarından ruhları körelmiş ve hayata adâlet gözlüğüyle bakamıyorlardı. Onlar sadece nefislerinin tuzağı olmuş, böylece Allah'ın elçisine karşı çıkarak şöyle diyorlardı: "Ey Şuayb, senin namazın mı bizim babalarımızın yaptıklarını ve mallarımızı dilediğimiz gibi kullanmamızı men ediyor? Sen doğrusu aklı başında yumuşak huylu birisin.' Şuayb: 'Ey kavmim, ben Rabbimden apaçık bir delil üzere isem ve bana kendisinden güzel bir nzık ihsan etmişse ne dersiniz? Size yasakladığım şeylere aykırı hareket etmek istemem. Gücümün yettiği kadar ıslah etmekten başka bir isteğim yoktur. Başarım ancak Allah'tandır. O'na güvendim, O'na yöneliyorum' dedi. 'Ey kavmim, bana karşı gelmeniz, Nuh kavminin, Salih kavminin başına gelen felâketin benzerini sakın sizin başınıza getirmesin. Lût kavmi de sizden pek uzak değildir. Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra da O'na tevbe edin. Doğrusu benim Rabbim Rahimdir, Veduddur." [240]
Şuayb'm kavmi, inat ve bilgisizlikleri yüzünden körü körüne onun hakkında alay ve istihzaya başladılar. Şehid müfessir Seyyid Kutub, günümüz toplumunun düşünce ve inkârları bakımından hiç de Şuayb peygamberin kavminden geri kalmadığı konusunda şunları söylüyor: 'İçinde yaşadığımız şu günün câhiliyesi ve şirki hiç de Şuayb peygamberin devrindeki cahiliyeden ve şirkten ayrı değil... Aralarında yahûdi, hıristiyan ve müslüman adı verilenler de dâhil olmak üzere günümüzde İnsanlığın içine düştüğü putperest hayat, inançla hareketin arasını açıp ayırıyor. Şeriat ile sosyal münâsebetleri birbirinden ayrı mülâhaza ediyor. İnanç ve ibâdetin Allah'a ait olduğunu, nizam ve münâsebetlerin ise Allah'tan başkalarına ait olduğunu savunuyor. Dinî konularda Allah'ın emirlerine, sosyal konularda Allah'tan başkalarının buyruğuna boyun eğiyor. Aslı ve hakikati itibarıyla en büyük şirk de budur zâten.
Ne acı ki, bugün aramızda kendilerine müslüman adını verdikleri halde din ile ahlâkın, din ile dünyanın ayrılması gerektiğim savunanlar da bulunmaktadır. Gerek kendi yerli ve gerekse yabancı üniversitelerden mezun olmuş aydınlar arasında öyleleriyle karşılaşıyoruz ki dudaklarını bükerek söze başlıyorlar ve hemen arkasından ekliyorlar: “Niçin karışsın İslâm bizim özel hayatımıza?... Neden İslâm’da plaja ve açık saçık kıyafetlerle denize girmek yasak olacakmış? Kadının kılık ve kıyafetine niçin karışsın İslâmîyet? Seksüel konularda dinin dogmaları hâlâ geçerli olabilir mi? Kafamızı dindirmek için bir iki yudum içki içmemize İslâmîyet neden kanşacakmış? Medenî memleketlerin yaptıkları şeylere İslâm'ın ne hakkı varmış müdâhale etmeye?” Ne fark var şu sorularla Medyen putperestlerinin: “Ey Şuayb, senin namazın mı bizi babalarımızın yaptıklarını ve mallarımızı dilediğimiz gibi kullanmamızı men ediyor?” demeleri arasında?!
Bu kadarla da kalmıyorlar. Şiddetle kızarak, dehşete kapılarak dinin, ekonomik konulara müdâhale etmesine karşı çıkıyorlar. “Sosyal ilişkiler ile inançların nasıl bir ilgisi olabilir? Bırakalım dinî inançları da, ahlâka bile ilgisi mevzû bahis edilimez. Fâiz neden yasak olacakmış? Faizsiz bir toplum hayatı olabilir mi? Birisi devlet tarafından konulan kanunların pençesine düşmeden hile yapıyorsa, aldatabiliyorsa neden karışacakmış din buraya?” diyorlar. Hatta daha da şımarıklık ederek, ahlâkî kaideler iktisadî hayata müdâhale edecek olursa ekonomik hayatı bozar diyorlar. Çünkü ekonomik hayat her türlü ahlâkî kayıttan âzâde olmalıymış. Bunlara göre eski çağ kalıntısı bir düşünüşmüş ahlâk denilen şeyler...
O ilk câhiliye devrinin Medyen halkının tutumu gözümüzde pek büyümesin. Bugün biz daha korkunç bir cehâlet ortamında yaşıyoruz. Ne var ki, günümüzün câhiliyesi eskisi gibi bilgisizliğe dayanmıyor, aksine bilgi, görgü ve medeniyet esaslarına istinat ediyor. Ve dinle günlük hayat arasında ilgi kurmak isteyenleri, sosyal muâmelelere dinî inançları müdâhale ettirenleri başlıyorlar itham yağmuruna. Gerici diyorlar, mutaasıp diyorlar, tutucu diyorlar...
Şurası muhakkaktır ki, bir gönülde hem Allah'ın birliğine inanmak, hem de sosyal münâsebetler hususunda Allah'tan başklanmn buyruklarına bağlanmak, yeryüzü kanunlarına tâbi olmak asla birleşemez. Nasıl olur, şirkle tevhid bir kalpte birleşir mi hiç? Şirkin de çeşitleri vardır şüphesiz. Bugün bizim de içinde yaşadığımız siyasal ve sosyal düzenlemeler bir şirk nevidir. Hatta diyebiliriz ki her zaman ve her devirde gelen müşriklerin müşterek tarafları günümüzdeki şirkçi unsurlardır...
Medyen halkı da tıpkı günümüzde saf tevhid akidesine dâvet eden ve bu uğurda çalışan gerçek mü’minler ile alay eden kimseler gibi Hz. Şuayb'ı alayla karşılıyorlar: 'Sen doğrusu aklı başında, yumuşak huylu birisin' Aslında bu söylediklerinin tam tersini belirtmek istiyorlar. Onlara göre yumuşak huyluluğun ve aklı başında olmanın biricik ifadesi hiç düşünmeksizin onlar gibi, atalarının tapındıkları şeylere tapınmaktır. İbâdet ile çarşıdaki muâmelelerini birbirinden ayrı mütâlea etmektir. Öyle değil mi günümüzdeki aydın ve medenî kimselerin(!) yanında da? Bu yüzden ayıplamıyorlar mı mutaasıpları ve geri kafalıları(!) [241]
Medyen kavmi Şuayb’ın (a.s.) bütün ikazlarına rağmen, öğüt ve ihtarlarına rağmen bir türlü şımarıklıklarından vazgeçmiyor ve onunla alaya kalkışıyorlardı. Bu davramşlarını daha ileriye götürerek onu ölümle tehdit etmeye başladılar: "Dediler ki: 'Ey Şuayb, söylediklerininin çoğunu anlamıyor ve seni aramızda zayıf görüyoruz. Taraftarların olmasaydı seni taşlardık, esasen sen bizim yanımızda şerefli kimse de değilsin.' Şuayb: 'Ey kavmim, elinizden geleni yapın. Doğrusu ben de yapacağım. Rezil edecek bir azâbın kime geleceğini ve kimin yalancı olduğunu bileceksiniz. Gözetleyin, doğrusu ben de sizinle beraber gözetleyeceğim.' Emrimiz gelince Şuayb'ı ve beraberindeki inananları katımızdan bir rahmet olarak kurtardık; zulmedenleri de korkunç bir ses yakaladı. Ve oldukları yerde dizüstü çöküverdiler. Sanki oralarda hiç yaşamamışlardı. Bilin ki Semud kavmi gibi Medyen halkı da Allah'ın rahmetinden uzaklaştı." [242]
Evet, Şuayb (a.s.)'ın halkı olan Medyenlilerin de sonu gelmişti artık. Tıpkı Sâlih peygamberin kavmi gibi tarih sahnesinden silindiler. Öyle ki, hiç yaşamamışlardı âdeta. Onlardan geriye kalan sadece bir kaç satır... Onların kıyâmeti sadece bir çığlık, bir ses olmuştu. Acaba beş milyar insanın yaşadığı şu günümüz dünyasının kıyâmeti nasıl olacaktır? [243]
Kendilerine Şuayb (a.s.)’ın peygamber olarak gönderildiği Medyen halkı hakkında bildiğimiz, İbrahim (a.s.)’ın soyundan olduklarıdır.[244] Kur’ân-ı Kerim’in ifâdelerinden Şuayb (a.s.)’ın kavminin tek Allah’a inanıp O’na kulluk yapmayan, O’na ortak koşan müşrik bir kavim olduklarını anlıyoruz, özellikle hâkimiyet konusunda Allah’a şirk koşuyor, muâmelâtta, -özellikle de alışveriş hususunda- Allah’ın ortaya koyduğu prensiplere uymuyor ve kendi yanlarından, hevâ ve heveslerinden kaynaklanan uydurma kanunlarla amelî konuları yürütüyorlardı.
Bu kıssa, Kuır’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılır: "Medyen halkına da kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. Onlara şöyle dedi; ‘Ey kavmim, Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. O’ndan size apaçık bir burhan/delil gelmiştir, ölçü ve tartıyı tam yapın, insanlara eşyasını eksik vermeyin. Düzeltilmişken yeryüzünde fesat çıkarmayın. İnanıyorsanız bilin ki, bunlar sizin için daha hayırlıdır."[245] Kur’ân-ı Kerim’in bu ifâdelerinden anlaşılıyor ki, Şuayb kavmi, alışveriş konusunda dürüst davranmayan, zâlim; hidâyete ermiş ve Allah’a iman eden İnsanlar arasında fitne-fesat çıkaran ve doğru yoldan alıkoyan İnsanlardı. Allah yolundaki doğruluktan hoşlanmıyorlar, İlâhî düsturun adâletine katlanamıyorlar, bu düsturu bozmak istiyorlardı. [246]
Kavminin sapıklığını muâmelâta taalluk eden bir noktada olduğunu bildiği halde Şuayb (a.s.), onları yalnız Allah’a ibâdet/kulluk etmeye, O’nun tek ilâh olduğuna inanmaya, yalnız O’nun dinini kabul etmeye çağırıyor. Şuayb (a.s.)’ın işe Tevhid akîdesine dâvet ile başlaması, onun, hayatın her türlü metod ve kanunlarının ancak bu kaideye bağlı olarak geliştiği zaman bir anlam kazanabileceğini bilmesinden dolayıdır. Yine yalnız Allah’a kulluk ederek O’na bağlanmalarını şart koşmasının nedeni; onun, sağlam bir akîde olmadan İnsanların yeryüzünde bozgunculuktan vazgeçmelerinin mümkün olmadığının idrâkinde olmasında dolayıdır. İşte bu sebepten dolayıdır ki, Şuayb (a.s.) kavmini ilk olarak sadece Allah’a kulluğa, yani Tevhid akîdesine dâvetle işe başlıyor. [247]
Tevhid’le Birlikte Fesâdın Önlenmesine Yönelik Çağrı: “Medyen (oğullarına) da kardeşleri Şuayb’ı (peygamber olarak gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a ibâdet/kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir: Artık ölçüyü tartıyı tam yapın. İnsanların eşyalarını eksik vermeyin. Islah edildikten sonra yeryüzünde ifsâd/bozgunculuk yapmayın. Eğer inananlardan iseniz bunlar sizin için daha hayırlıdır. [248]
Her peygamber, günün temel problemleriyle ilgili bir söyleme sahip olarak gelir. Gelen nebî Mûsâ ise ve sorun etnik ve dinî azınlığın problemleri, yani siyasal ahlâksızlıksa Mûsâ’ya inen vahyin buna kayıtsız kalması düşünülemez. Yoğun olarak bu sorun gündeme gelir. Gelen Şuayb ise ticarî ahlâksızlıkların önlenmesine yönelik çağrılar olacaktır. Ama bütün bu fesatların ancak, Allah’tan başka ilâh kabul edilmemesi ve sadece O’na ibâdet ve kulluk yapılması gereği, yani tevhid vurgusu yapılacaktır. Çünkü bütün fesat ve haramlar, temel problem olan şirkle bağıntılıdır. Tevhid hayata hâkim olmadan fesâdın ve ahlâksızlıkların önüne geçmek mümkün değildir.
Allah’tan Çok, Taraftarlarımızdan Korkan Bir Düşman: “Dediler ki:’ Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve içimizde seni cidden zayıf (âciz) görüyoruz! Eğer kabilen olmasa, seni mutlaka taşlayarak öldürürüz. Sen bizden üstün değilsin.’ (Şuayb:) ‘Ey kavmim dedi, size göre benim kabilem Allah’tan daha mı güçlü ve değerli ki, O’nu (Allah’ın emirlerini) arkanıza atıp unuttunuz. Şüphesiz ki Rabbim yapmakta olduklarınızı çepeçevre kuşatıcıdır.” [249]
Küfrün ve kâfirlerin basiret ve ferâseti kesinlikle yoktur. Onlar mücâdelede neyin araç, neyin ise amaç olduğunu; neyin asıl ve neyin ise fer’ (teferruat) olduğunu anlayabilecek bir idrâke bile sahip değildirler. Bu yüzden helâklerini getiren şeylere birer nimet gibi koşmakta ve kendilerine yok oluştan başka bir şey getirmeyecek amellere sarılmaktadırlar. Korkmadıkları ve hesâba katmadıkları gerçek İrâde’nin lütuf ve bereketi ise, mü’minlerin zaferlerinin temellerini oluşturmaktadır. [250]
Medyen Kavmi ve Günümüz
Medyenliler gibi karşı tarafın taraftarlarından korkmak yerine, gerçek güç ve kuvvet sahibi ve her şeyden değerli Allah’ın yardımına sahip olacak özellikler üzerinde bulunmamız gerekmektedir. [251]
Gayr-ı İslâmî toplumların temel problemi olan şirk ve Allah’la irtibatsızlık önemsenmeden, esas problemin ahlâkî olduğunu düşünüp sadece o alanda nasihatler yapmak delik kaba su doldurma çalışması gibi başarısız kalmaya mahkûmdur. Çünkü her türlü fesâdın ve ahlâksızlığın beslendiği şirk mikrobuyla savaşılmadan bu altyapıya bağlı olan yanlışlıkların düzelmesine imkân yoktur. O yüzden hangi çeşit ahlâksızlık, fesat ve zulüm varsa, bunların kökten giderilmesi için insanlara tevhidi hâkim kılma gayreti zorunludur. Bütün peygamberler, devirlerindeki yanlışlıklara karşı çıkarken, öncelikle tevhid vurgusu yapmışlardır. Toplumlarını Allah’tan başka ilâhları reddetmeye ve sadece O’na ibâdet ve kulluğa çağırmışlardır. Bu alt yapıyı oluşturarak fesâdın ve ahlâkî dejenerasyonun önüne geçmeye çalışmışlardır.
Bununla birlikte, câhilî topluma içi boş, kuru bir söylem olarak, felsefî ve teorik fikir yığını olarak tevhid söylemi de eksiktir, dolayısıyla tek başına yanlıştır. Bunun güncel şirkin izâlesi, bireyin ve toplumun yaşayışını kökten değiştirecek tevhid vurgusunu, yaşanan hayatla irtibatlandırak öncelikli olarak hangi davranış ve ahlâkî özelliklere sahip olunması gerektiğinin vurgulanması önemlidir. Tevhid, hayattan kopuk, insan davranışlarından bağımsız bir inanç esası değildir, tam tersine insanı ve hayatı her yönüyle kuşatıp yeniden inşâ etme projesidir. Vücutta etle kemik ne ise, tevhidin teorisi ile pratiği odur. O yüzden tâğutlara, sahte ilâhlara karşı çıkıp tavır almak, hayatı İslâmlaştırmak için kaçınılmaz bir zorunluluk olur. Bazı radikal geçinen gençlerin tevhidi, ahlâktan ve yaşayıştan uzak, sadece felsefî bir teori gibi algılaması, öncelikle kendi hayatlarında tevhîdî bir ahlâk ve yaşayışı, örnek şekilde gösterememesi, bir yönden İlâhî yardıma, diğer yönden iyi niyetli ama câhil İnsanların mesaja kulak vermesine engel olmaktadır.
“Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik)...”[252] Allah (c.c.), âyetin bu kısmında Medyen halkına, onlara hakkı tebliğ etmesi ve onları imana dâvet etmesi için Şuayb’ı (a.s.) bir Rasûl olarak seçip gönderdiğini haber vermektedir. Bu âyette geçen; “kardeşleri” kelimesinden kasıt, din kardeşliği değildir. Bundan kasıt; aynı kabileden olmaları veya meleklerden değil de insan cinsinden olmasıdır.
Şuayb kavminin en büyük hastalığı muâmelât konusuna Allah’ı karıştırmamak ve ölçüye, tartıya riâyet etmemek. Ölçü ve tartıda kapitalist bir hayatın ortaya konması. Maddeci ve materyalist bir anlayışın doruklaştırılması. Ahiret inancının, hesap duygusunun diskalifiye edilip dünyanın birinci plana alınması ve bunun sonucu olarak da putlaştırılan dünya ve dünyalıklara ulaşabilmek için her şeyin meşrû sayıldığı bir toplum.
Hz Şuayb’ın önce tıpkı önceki elçilerin yaptığı gibi bu toplumu Allah’a kulluğa çağırdığını görüyoruz: “Ey kavmim Allah’a kulluk edin, çünkü sizin O’ndan başka kulluk yapacağınız ilâhınız yoktur.” Allah’tan başka sözünü dinleyeceğiniz, kendisine ibâdet edeceğiniz, sizin üzerinizde yetki ve otorite sahibi yoktur. Yaratıcınız O, rızık vericiniz O, hayat programınızı belirleyen O’dur. Ondan başka hayatınızda minnet duyacağınız, hesap ödeyeceğiniz göklerde de yerde de başka bir varlık yoktur. İşte böyle bir Allah’ı dinleyin. Çünkü: “Rabbinizden size apaçık beyyineler gelmiştir. Öyleyse Rabbinizin emrettiği biçimde ölçü ve tartıya riâyet edin ve İnsanların mallarını eksiltmeyin.”
Evet, Allah’ın peygamberi evvelâ toplumunu tevhide dâvet ettikten sonra ölçü ve tartı konusunu, ticarette dürüst davranmaları konusunu gündeme getiriyor. Elbette tevhidi kavrayamamış, Allah’a Allah’ın istediği biçimde inanmamış bir bir insanın, içine iman ve akide yerleşmemiş bir toplumun amelî hayatının düzelmesi de mümkün olmayacaktır. Allah’ı Allah’ın kendisini tarif ettiği biçimde tanımayan ve inanmayan bir adama bir kısım amellerden söz etmenin anlamı yoktur. Çünkü ne adına yapacak insan bunları? İnsanlara önce Allah anlatılacak, Cennet anlatılacak, Cehennem anlatılacak, hesap-kitap anlatılacak, yani Cenneti ve Cehennemi olan, sonunda hesaba çekecek olan bir Allah anlatılacak ve ondan sonra da “işte bu Allah hatırına şunları şunları yapman lâzım” denilecektir. Sadece Allah’ı dinlemen ve Allah’tan başka hiç kimseyi dinlememen gerekir diyeceğiz. Yani, öncelikle İnsanları şirkten-küfürden arındırıp onların kalplerine imanı yerleştirmeliyiz.
İşte Allah’ın elçisi de işe buradan başladıktan sonra onların hayatlarındaki bir bozukluğa dikkat çekiyor: “Ölçü ve tartıya riâyet edin ve insanların eşyalarını eksiltmeyin, eksik vermeyin!” Ölçü ve tartıya riâyet edilmeli ve İnsanların eşyaları eksiltilmemeli. Bu emir, ticaretin her çeşidini içine alan bir emirdir. İhtiyaç olmayan şeyleri reklâm vâsıtasıyla ihtiyaçmış gibi göstermekten tutun da, insanların şartlandırılmasına, satılmaması gereken malın satılmasına kadar, enflasyon yoluyla çaktırmadan sade yağdan kıl çeker gibi İnsanların ceplerine uzanmaya kadar her türlü mal eksiltmeyi içine almaktadır ve bunların her türlüsü yasaktır.[253]
Bu âyette yer alan ve “İnsanların eşyalarını eksik vermeyin” anlamına gelen ibare, hem maddî, hem ahlâkî ve sosyal haklara riâyet etmek gerektiğini belirtir. Çünkü insan, sadece alış verişlerde değil, başkalarıyla girdiği tüm ilişkilerde de doğruluk ve adâletten ayrılmamakla yükümlüdür.
Şuayb (a.s.)’ın Kavmine Emrettikleri:
Şuayb (a.s.), kavmi Medyen’e şu beş şeyi emretti:
1) Sadece Allah (c.c.)’a İbâdet ve Şirki Terk:
“O şöyle dedi : “Ey kavmim! Allah’a ibâdet edin! Sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur.”[254] Şuayb (a.s.), kavmine ilk olarak sadece Allah’a (c.c.) ibâdet etmelerini, şirkin her çeşidini terk etmelerini emretti. İşte bu, bütün Rasûllerin insanlara ilk dâvet ettiği şeydir.
Allah (c.c.), bu konuyla ilgili olarak başka âyetlerde şöyle buyurmuştur: “Senden önce hiçbir Rasûl göndermiş olmayalım ki, ona: ‘Benden başka ibâdete layık ilâh yoktur, yalnız Bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım.”[255]; “Andolsun ki, her ümmete: ‘Allah’a ibâdet edin ve tâğuttan kaçının’ diye (tebliğ etmeleri için) bir Rasûl gönderdik. Allah, onlardan kimine hidâyet etti ve onlardan kiminin üzerine de sapıklık hak oldu. Yeryüzünde gezin de yalanlayanların sonunun nasıl olduğuna bir bakın!” [256]
Şuayb (a.s.), kavmi Medyen ahâlisine ilk olark şöyle dedi: “Ey kavmim! Sadece Allah’a ibâdet edin, sadece O’nun emirlerini dinleyin, sadece O’nun şeriatine göre hayatınızı düzenleyin ve O’na hiçbirşeyi ortak koşmayın! Çünkü sizin, O’ndan başka ibâdete lâyık ilâhınız yoktur.” Şuayb (a.s.) de bütün Rasûllerin yaptığı gibi ilk olarak kavmini tevhide ve her türlü şirki terke çağırdı.
Çünkü dinde ilk bozukluk şirk koşmakla başlar. Dinin esası da zaten bu temele dayanır. Yaratılışın asıl gâyesi de budur ve bütün ibâdetlerin geçerliliği tevhidin sağlanıp sağlanmamasına bağlıdır. İnsî ve cinnî şeytanlar, bu meseleyi çok iyi bildikleri için ilk olarak tevhidi bozmaya çalışırlar ve bunun için bütün güçlerini kullanırlar.
2) Gönderilen Rasûle Tâbi Olmak ve İtaat Etmek:
“Rabbinizden size bir delil geldi.” Şuayb (a.s.), kavmine ikinci olarak, kendisinin Allah (c.c.) tarafından gönderilmiş bir Rasûl olduğunu ve kendisine tâbi olunması gerektiğini emretti. Onlara şöyle dedi: “Ey kavmim! Sizlere, getirdiğim şeylerin doğruluğunu ve Allah tarafından olduğunu isbat eden, aklı başında herkesin anlayabileceği deliller gelmiştir.”
Bu âyette zikredilen deliller, kâinatla ilgili bir mûcize olabileceği gibi, aklî deliller de olabilir. Allah (c.c.) Şuayb’e (a.s.) kâinatla ilgili bir mûcize verdiğini belirtmemiştir. Fakat onun Allah’ın (c.c.) Rasûlü olduğunu, doğru söylediğini isbat eden kâinatla ilgili bir mûcizenin mutlaka verilmiş olması gerekir. Ebû Hureyre’den, Rasûlullah’ın (s.a.s) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Her nebiye, insanları ona iman etmeye sevk eden mûcizeler verilmiştir. Bana verilen mûcize ise Allah’ın (c.c.) vahyi Kur’ân-ı Kerim’dir. Kıyâmet gününde en çok tâbi olunan olmamı dilerim.” [257]
3) Ölçü ve Tartıda Âdil Olmak:
“Artık ölçü ve tartıyı tam yerine getirin!” Şuayb (a.s.), kavmine üçüncü olarak ölçü ve tartıda âdil olmayı emretti. Onlara şöyle dedi: “Ölçü ve tartı konusunda insanların haklarını verin! Tartıda eksiklik yaparak insanları kandırmayın ve böylece onlara zulmetmeyin!”
Şuayb (a.s.) kavmini Allah (c.c.)’ı tevhid etmeye ve her türlü şirki terk etmeye çağırdıktan ve kendisine tâbi olunmasını emrettikten sonra ölçü ve tartı konusunda insanlara haksızlık yapmamalarını emretti. Bu konu üzerinde hassâsiyetle durmuş olması, bu meselenin ne kadar önemli olduğunu ve ölçüde, tartıda âdil olmamanın ne kadar büyük suç olduğunu göstermektedir. İşte bu sebeple mü’minler, bu mesele üzerinde titizlikle durmalıdırlar.
4) İnsanlara Haklarını Tam Vermek:
“İnsanlara, eşyalarını eksilterek vermeyin!” Şuayb (a.s.), kavmine dördüncü olarak, insanlara ihânet ederek haksız yere mallarını almamayı emretti. Onlara şöyle dedi: “İnsanların haklarını tam olarak verin! Haklarını eksilterek, ihânet ederek, kandırarak ve zulmederek almayın!”
Şuayb (a.s.), kavmine ölçü ve tartıda eksiklik yapmamalarını emrettikten sonra, insanlara karşı yapılabilecek her türlü haksızlığı genel olarak yasaklamıştır. Böylece İnsanların mallarını gasb ederek, hırsızlık yaparak, rüşvet alarak veya hile yoluyla yemelerini de yasaklamıştır.
5) Yeryüzünde Bozgunculuk Çıkarmamak:
“Islahından sonra yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın!”
Şuayb (a.s.), kavmine son olarak yeryüzünde fesad çıkarmamalarını emretmiştir. Onlara şöyle dedi: “Yeryüzünü ıslah ettikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın, tevhidi bırakıp şirk işlemeyin. Çünkü yeryüzünde en büyük bozgunculuk, şirk işlemek, İnsanları bu yola sevketmek ve tevhidi engellemektir. Artık şirk işlemeyin, tevhidi bozmayın, muvahhidlere karşı gelmeyin! Allah’ın şeriatinin uygulanmasına engel olmayın, insanlara O’nun şeriatinden başka bir şeriatle hükmetmeyin! Aksi takdirde, zulmü yaymış olursunuz. Allah’ın yasakladığı amelleri işlemeyin ve size yaşamanız için gösterdiği doğru yoldan asla ayrılmayın! Allah’ın şeriatini hayatınızın her yönüne uygulayın! O’nun şeriatini terkederek, beşer aklının ürünü ve hevâ ü hevese dayalı olan şeraitleri/hükümleri tatbik etmeyin! İnsanları onunla muhâkeme olmaya zorlamayın!”
Eğer inananlardan iseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır.” Şuayb (a.s.), kavmine beş şeyi emrettikten sonra onlara şöyle dedi: “Ey kavmim! İyi bilin ki, yapmanızı emrettiğim şeyleri yerine getirirseniz, yani sadece Allah’a ibâdet eder ve ona hiçbirşeyi ortak koşmazsanız, tartıda ve ölçüde insanların haklarını yemezseniz, insanlara karşı hiç zulmetmez ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmazsanız, benim söylediklerimi tasdik eder, Allah tarafından gönderilmiş bir Rasûl olduğuma, size sadece O’nun emir ve yasaklarını bildirdiğime inanırsanız, bu, sizin için hem dünyada hem de âhirette daha hayırlı olur.”
Bu âyet gösteriyor ki, toplumun ıslahı için sadece ilim yetmez. Gelecek nesillerin de dine bağlanmaları için halkın ve özellikle de yeni nesillerin İslâmî bir terbiye ile terbiye edilmesi gerekir. Yeni neslin, her türlü şirki terkedip tevhide göre yaşamak ve pratikte bunu uygulamak üzere terbiye edilmesiyle birlikte, ahlâki yönden de çok iyi terbiye edilmesi gerekir. Doğruluk üzere yaşamaları, emânete ihânet etmemeleri, herkese karşı adâletli davranmaları, her türlü ahlâksızlıktan, fesad ve bozgunculuktan uzak durmaları gerektiği onlara aşılanmalıdır.
Medyen toprakları, Hicaz’ın kuzeybatısında, oradan Kızıldeniz’in doğu sahiline, güney Filistin’e, Akebe Körfezi’ne ve Sina Yarımadası’nın bir bölümüne kadar uzanan bölgelerde yer alır. Medayinde yaşayanlar büyük tüccar idiler. Onların yerleşim merkezleri, Kızıldeniz sahilini takip eden Yemen-Mekke ve oradan Suriye ticaret yolu güzergâhı ile Irak’tan Mısır’a giden yolun kesiştikleri mevkilerde yer alır. Bundan dolayı da onlar Araplar arasında iyi bilinirler ve helâk olmalarından sonra bile, Suriye ve Mısır’a giden ticaret kervanlarının yolları onların arkeolojik kalıntıları arasından geçmesi nedeniyle hatırlanırdı.
Yukarıdaki tarihî gerçeğin ışığı altında, onların Hakk’ın sesini ilk defa, Hz. Şuayb’dan (a.s.) duydukları bir hakikattır. Gerçekte Medyenoğulları, İsrail kavmi gibi aslında müslümandılar. Fakat Şuayb (a.s.) kendilerine peygamber olarak gönderildiği zaman onların inançları bozulmuş idi, tıpkı, Hz. Mûsâ’nın (a.s.) geldiğinde İsrailoğulları’nın saf inançlarının bozulmuş olduğu gibi. Benî İsrail, Hz. İbrahim’den (a.s.) sonraki yaklaşık altı asır süresince müşriklerle ihtilât ederek (onlara karışıp, benzeyip uyarak) şirke ve ahlâksızlığa dûçar olmalarına rağmen, hâlâ "mü’min" olduklarını ve bundan gurur duyduklarını iddia ediyorlardı.
Bu, Hz. Şuayb’ın kavmine, şirk ve ticarî ahlâksızlık gibi iki önemli günah bakımından onları ıslah etmek için gönderildiğini göstermektedir. Hz. Şuayb (a.s.) burada onların dikkatini özellikle şu hususa çekmek istemiştir: "Sizden önceki peygamberlerin (selâm üzerlerine olsun) yerleştirdiği Hak Yolu (Sırat-ı Mustakimi), kendi yanlış inanç ve ahlâksızlıklarınızla bozmayın."
Peygamberin onların inançlarına telmihte bulunması göstermektedir ki, onlar kendi kendilerinin "inananlar" olduklarını itiraf ediyorlardı. Her ne kadar yanlış inançlara ve sapmalara kaymışlarsa da her hal u kârda "inananlar" olduklarını ve bununla da övündüklerini söyleyen, güya baştan çıkarılmış müslümanlar idiler. İşte bunun için peygamber onlara: "Eğer gerçekten inananlar iseniz, iyilik ve kötülüğü, Allah’a, âhiret gününe inanmayan şu dünyaperest İnsanların ölçüleriyle değil, doğru ve dürüst İnsanların ölçüleriyle değerlendirmelisiniz diye hitapda bulunmaktadır.
Şuayb’ın (a.s.) Kavmini Yapmaktan Yasakladığı Şeyler
“Ona iman eden kimseyi tehdit ederek Allah’ın yolundan alıkoymaya ve onda çarpıklık aramaya çalışarak (böyle) her yolun başında oturmayın. Hatırlayın ki siz, az (ınlık) idiniz de O, sizi çoğalttı. Fesatçıların/bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın (bakalım).” [258]
Şuayb (a.s.), bu âyette kavmini şu üç şeyden nehyetmiştir:
1 - Yol keserek İnsanların mallarının gasbetmekten.
2 - İnsanların kendisine bağlanmalarını engellemekten ve ona bağlı olanları dinlerinden döndürmek için zor kullanmaktan.
3- Yalan, hile ve şüphe uyandırma ile Allah’ın (c.c.) dosdoğru yolunu eğriltmekten, bozmaktan ve tahrif etmekten.
İnsanlara zulmetmek, haksız yere onların mallarını yemek, hevâ ve hevese göre onlara hükmetmek, Allah’ın (c.c.) şeriatine göre değil de hevâ ve hevese göre yaşamak isteyenler, Allah’ın (c.c.) doğru olan şeriatinin hâkim olmasını asla istemez, daima eğri olan kanunların hâkim olmasını isterler.
Bu âyet gösteriyor ki tevhide çağıran, her türlü şirki zulmü, ahlâksızlığı yasaklayan, iyi ahlâka çağıran yegâne doğru yol, Allah’ın (c.c.) şeriatidir. Onun dışında olan düzenlerin, fikirlerin, ideolojilerin hepsi eğridir, bozuktur, sapıktır...
Allah (c.c.) bu âyette, Şuayb’ın (a.s.), yapmakta oldukları birtakım amellerden kavmini vazgeçirmeye çalıştığını haber vermektedir: “Ona iman eden kimseleri tehdit ederek Allah’ın yolundan alıkoymaya ve onda çarpıklık aramaya çalışarak (böyle) her yolun başında oturmayın.”
Âyette geçen “fesâd” halinin insanın, velî, koruyucu ve yardımcı olarak Allah'tan başkasını kabul etmesiyle başladığı Kur’an’da belirtilir. O halde düzen, ancak tek velî, koruyucu ve yardımcının, yalnız Allah olduğunu bilmekle tekrar sağlanabilir.
Allah (c.c.) âyetin bu kısmında Şuayb’ın (a.s.) kavmine şöyle dediğini bildirmektedir: “Ey kavmim! İnsanların Mallarını çalmak için yol köşelerinde oturarak onları ölümle tehdit etmeyin! Bana iman etmek isteyenlere telkinde bulunarak, onları imandan vazgeçirmeye çalışmayın! Onları, imanlarından döndürmek için korkutmayın! Allah’ın size bildirmiş olduğu doğru yolunun eğri olmasını istemeyin. Bu yolu bozmaya, tahrif etmeye, küçük düşürmeye çalışmayın!”
Rabbimiz diyor ki “ölçü ve tartıya iyi riâyet edin, İnsanların mallarını eksiltmeyin. İnsanların haklarını yemek sûretiyle onlara zulmetmeyin.” Eğer bir toplumun hayatı Allah’a iman esasına dayanmıyorsa, ekonomik hayatı Allah’a teslimiyyet esasına dayanmıyor, kapitalist yahut materyalist bir anlayışa dayanıyorsa, küfre ve şirke dayanıyorsa, o toplumda mutlaka zulüm olacak, İnsanlar her şeyi kendi menfaatlerine göre yontacak ve mutlaka o toplumda ezenler ve ezilenler olacaktır. Çünkü hayatları Allah’a iman esasına dayanmayan, hayat programlarını Allah’tan almayan toplum fertleri bencildir, hodbindir, sadece kendini düşünen, kendinden başka hiç kimseyi düşünmeyen, tüm dünya kendisine verilse bile bir türlü doymayan özelliktedir. Bundan dolayıdır ki daha çok kazanabilmek için, insanlara ölçüp tartarken hep eksik ölçüp tartacaklar ve insanlara zulmedeceklerdir.
İşte Medyen ahâlisi de böyleydi. Rivâyetlere göre ticarette kullandıkları altın ve gümüş paralardan insanlara verirken bir kısmını keserek, eksilterek veriyorlardı. İşte, içinde yaşamak zorunda olduğumuz toplumsal düzendeki enflasyon da aynı şeyi gerçekleştirmektedir. Tabii bu şekilde İnsanların birbirlerine zulmetmelerini sağlayan şu anda yaşadığımız sistemdir. Allah’a iman ve teslimiyyet esasına dayanmayan bu sistem her gün İnsanların cebindekini biraz daha eksiltmektedir. Ama halk da buna yardımcı oluyor.
"Allah’a inananları yolundan alıkoyup ve o yolun eğriliğini dileyerek tehdit edip her yolda pusu kurup oturmayın. Azken, Allah’ın sizi çoğalttığını hatırlayın; bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın." [259]
Her bir yolun üzerine oturup İnsanları Allah yolundan uzaklaştırıp kendi yollarınıza çağırmayın. Yolda eğrilik arayarak, yolun eğrisini isteyerek, İnsanların yollarını eğip bükerek İnsanların dinlerini, yollarını bozmayın. Anlayabildiğimiz kadar bunun birkaç mânâsı var:
1- Birincisi bu toplum Asya, Afrika ve Avrupanın ticaret kervanlarının geçtiği kesiştiği merkezî bir noktada oturan bir toplumdu. Bu bölgeden geçen ticaret kervanlarının yollarını değiştirerek kervanları soymaya çalışıyorlardı da Rabbimiz bunu yapmamalarını, böyle bir ahlâksızlıktan vazgeçmelerini öğütlemektedir. Tıpkı bugün reklamlar vasıtasıyla, İnsanları şartlandırmak sûretiyle İnsanların yollarını değiştirerek yazar kasalarının önlerine uğramalarını sağlayarak onları soymaya çalışan İnsanların yaptıkları gibi.
2- Devletin, toplumun önemli köşelerini ellerine geçirerek, önemli noktalarına oturarak, iktisad, ekonomi, hukuk, eğitim sahalarını ellerine geçirerek toplumun dinlerini, hayatlarını, hayat programlarını bozuyorlardı. Veya meselâ medyayı, basın ve yayın araçlarını ellerine geçirerek bütün bu sahip oldukları imkân ve araçlarla İnsanların düşüncelerini, inanışlarını ve dinlerini bozuyorlardı. Ellerine geçirdikleri bu vâsıtalarla İnsanları şartlandırarak hakkı bâtıl bâtılı hak, beyazı siyah, siyahı beyaz göstererek toplumun tüm ahlâkî değerlerini bozuyorlardı. Tıpkı bugün aynı vâsıtaları ellerine geçirerek, aynı köşe bucakları kaparak İnsanların dinlerini, inanışlarını ve düşüncelerini bozmaya çalışan zâlimler gibi. Devletin ve toplumun bütün imkânlarını, halkı soyarak elde ettikleri tüm ekonomik güçlerini bu yolda harcayan, bu toplumun dinini bozma ve toplumu dinsizleştirme yolunda kullanan zâlimler gibi.
Ekonomiyi bozuyorlar, hukuğu bozuyorlar, eğitimi bozuyorlar, kılık kıyafeti bozuyorlar, halkın paralarıyla yazdıkları güya din dersi kitaplarıyla halkın dinini bozuyorlar. Allah’ın dinini bozuyorlar, Allah’ın dinini eğip büküyorlar ve “işte din budur!” diye İnsanların karşısına bozuk bir din çıkarıyorlar. Allah’ın dinini kaldırarak yerine resmî bir din çıkarıyorlar. Kendi hevâ ve heveslerine göre hayata karışmayan, hayatta hiç bir etkinliği olmayan, devletle hiçbir problemi olmayan, kendi tanrılıklarına, kendi egemenliklerine evet diyen bir din çıkarıyorlar ve “işte din budur” diyorlar. Böylece Allah dininden kopardıkları İnsanları kendi dinlerine kul-köle edinerek Allah kullarını Cehenneme sürüklüyorlar. Halkın imkânlarıyla oturdukları makamlarda zorla mü’minlerin çocuklarının örtülerini çıkartıyorlar. “Bizim dinimize göre, resmî dine göre bu yasaktır!” diyorlar. “Resmî dine göre başörtüsü yasaktır, sakal yasaktır, sarık yasaktır, namaz yasaktır!” diyorlar. Bugün de aynen Medyenliler gibi Allah kullarının dinlerini eğip bükenleri görüyoruz.
3- Ya da her bir yolun başına oturarak yolu değiştirerek, yolun kurallarını kendileri koyarak, yolun özelliğini bozarak İnsanları Allah yolundan uzaklaştırıyorlardı. Kaynağın başına oturarak İnsanları bu dinin temel kaynaklarından uzaklaştırarak kendi yazıp çizdikleriyle İnsanların dinlerini karmakarışık hale getiriyorlardı. Üç kuruşluk dünya menfaati adına, beş kuruşluk statü adına İnsanları kendi yollarına, kendi anlayışlarına çağırarak Kitap ve Sünnetten uzaklaştırmaya çalışıyorlardı.
Şu anda da İnsanları Allah’ın kitabına ve Rasûlünün Sünnetine çağırmayarak kendilerine, kendi cemaatlerine, kendi anlayışlarına, kendi yollarına veya kendileri gibilerin yollarına çağıranların tamamı, Allah kullarının dinlerini karmakarışık etmeye çalışan İnsanlardır. O kadar çok İnsan sözü, o kadar çok İnsan hayatı duyuyor ki bu İnsanlar ne yapacaklarını, nasıl amel edeceklerini şaşırıyorlar. Filan şöyle dedi falan böyle dedi, filan şöyle uçmuştu, falan böyle kaçmıştı; “acaba bizler bunların hangisiyle sorumluyuz?” diyerek İnsanların kafaları karma karışık hale geliyor. Bırakalım bunları da, Allah’ın kitabını ve Rasûlünün Sünnetini anlatalım. Net ve açık İslâm’ı gündeme getirelim de, İnsanlar ne yapacaklarını bilsinler.
Evet ey Medyen toplumu! Ve ey şu anda Medyen’i aratmayacak biçimde Allah kullarının yollarını, dinlerini bozmaya çalışanlar, yapmayın bunu! Allah kullarının dinlerini bozmayın!
Sizler azken, güçsüzken Allah’ın sizi hem mal yönünden, hem güç ve kuvvet yönünden, hem makam-mansıp yönünden güçlendirdiğini hatırlayın. Şu anda sahip olduğunuz her şeyi size Allah vermedi mi? Bunu düşünün ve sizden önce şu anda sizin yaptığınız fesâdı yapanların âkıbetlerinin nasıl olduğuna da bir bakıverin. Eğer sizler şu anda bu fesatlarınıza devam edecek olursanız onların başlarına gelenlerin sizin de başınıza da geleceğiden hiç şüpheniz olmasın. [260]
“Hatırlayın ki siz, az (ınlık)idiniz de O, sizi çoğalttı..” Allah (c.c.) âyetin bu kısmında, Şuayb’ın (a.s.) kavmine şöyle dediğini haber vermektedir: “Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın! Siz, az idiniz de sizi çoğalttı, zilletten ve hakirlikten sonra size izzet verdi. Fakirlikten sonra ise sizi zenginleştirdi. Bunları ve diğer nimetleri hatırlayın ve yanlız Allah’a ibâdet edin, her türlü şirki terk edin! Sadece O’nun emirlerini yerine getirin ve yasaklarından kaçının! Böylece O’na gerektiği şekilde şükredenlerden olun!”
“Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın (bakalım)!” Allah (c.c.) âyetin bu kısmında Şuayb’ın (a.s.), kavmini korkutmak ve sakındırmak için şöyle dediğini haber vermektedir: “Ey kavmim! Sizden önceki ümmetlerin halini düşünün! Nuh, Âd, Semud, Lût kavimlerinin başlarına gelenlerden ibret alın! Şirk koştukları, insanlara zulmettikleri, yeryüzünde fesad çıkardıkları, Allah’ın emirlerini dinlemeyip yasaklarından kaçınmadıkları, Rasûlleri yalanlayıp onlara tâbi olmadıkları için onların başlarına gelenlerden ibret alın, onlar gibi olmayın! Yoksa onların helâk olduğu gibi, siz de zillet içinde helâk olursunuz.”
Şuayb (a.s.)’ın Kavmini Allah’ın Hükmüyle Uyarması:
“Şâyet sizden bir grup, kendisiyle gönderildiğime iman eder ve bir grup da iman etmezse, (bu durumda) Allah, aramızda hüküm verinceye kadar sabredin. Elbette ki O, hâkimlerin en hayırlısıdır. [261]
Allah (c.c.) bu âyette yine, Şuayb’ın (a.s.), kavmine söylediği sözleri zikretmektedir. “Şâyet sizden bir grup, kendisiyle gönderildiğime iman eder ve bir grup da iman etmezse, (bu durumda) Allah, aramızda hüküm verinceye kadar sabredin.” Allah (c.c.) bu âyette Şuayb’ın (a.s.), kavmine şöyle dediğini haber vermektedir: “Ey Medyen ahâlisi! Eğer bir kısmınız beni doğrulayıp bana inanmış, Allah tarafından getirdiğim şeyleri kabul etmiş, her türlü şirki terkedip ibâdeti sadece Allah’a ihlâslı olarak yapmış ve insanlara zulmetmeyi, tartı konusunda haksızlık yapmayı terk ederek bana bağlanmış, diğer kısmınız da yalanlayıp benim getirdiğimi reddetmişse, o zaman Allah aramızda hüküm verinceye kadar bekleyelim. Bakalım, hangi taraf doğru yoldadır! Bakalım, Allah kimlerden râzı olmuştur!”
“Elbette ki O, hâkimlerin en hayırlısıdır.” Şuayb (a.s.) sözlerini şöyle bitiriyor: “Allah hükmedenlerin en hayırlısı, en adâletlisidir. Çünkü hükmünde hiç kimseyi kayırmaz ve hiç kimseye meyletmez.” Bu âyet gösteriyor ki, adâletli hüküm, sadece Allah (c.c.)’ın verdiği hükümdür. Onun için, İnsanlar arasında haksızlık yapmaktan çekinen, onlara adâletli hüküm vermek ve doğruya isâbet etmek isteyen hâkimin sadece Allah’ın (c.c.) Kur’ân’ı Kerim ve sahih sünnette bulunan hükmünü uygulaması gerekir. “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerdir.”[262] Buna rağmen, Allah (c.c.)’ın hükmünü bir kenara bırakıp beşerî kanunları uygulayan hâkim, hem zulümle hükmetmiş hem de Allah’ın hükmünü inkâr etmiş olur. “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” [263]
Hz. Şuayb’ın (a.s.) konuşmasının hemen akabinde bu kelimeleri de ilâve etmesinin nedeni, onların yeniden inançsızların yolu üzerine dönmeyecekleri hususunda kesin bir iddiada bulunmaya yetkili olmadığını göstermek içindir. Allah’ın kudretini tam olarak anlamış mü’min, O’nun irâdesinin herşeyi kuşattığını bilir. Bundan dolayı da bir mü’min "Bunun ya da şunun yapılması tamamen Allah’ın dileğine bağlı iken, ben şunu yapacağım, şunu yapmayacağım" diye kesin iddialarda bulunmaz. "Eğer O dilerse, başarılı olurum, yoksa hayır" der. Allah Teâlâ, aynı şeyi âyetlerinde de bildiriyor. "Hiçbirşey hakkında: ‘ben bunu yarın mutlaka yapacağım’ deme; ancak, Allah dilerse, yapacağım’ de.” [264]
Ama şurasını hiç bir zaman unutmayalım ki yeryüzünde bâtıllar asla hakkın varlığına tahammül edemezler. Yeryüzünde kâfirler, bir mü’minin varlığına asla tahammül edemez. Hak taraftarları yani mü’minler bâtıl taraftarları kâfirlerle herhangi bir savaşa girişmese de, az evvel ifade edildiği gibi “mâdem ki ey kâfirler, sizler inanmadınız, öyleyse bizler de Allah aramızda hükmünü verene kadar bekleyeceğiz” dese de bâtıl taraftarları yine de rahat durmazlar. Yine de hakka karşı barıştan yana olmazlar. İlâhî yasa budur yeryüzünde ve bu yasa tarihin hiçbir döneminde değişmemiştir. Bakın ne diyorlar: “Milletinin büyüklük taslayan ileri gelenleri, ‘Ey Şuayb! Ya dinimize dönersiniz ya da, andolsun ki seni ve inananları seninle beraber kasabamızdan çıkarırız!’ dediler. Şuayb, onlara: ‘İstemesek de mi?’ dedi.”
İşte her zaman olduğu gibi mele’ grubunun tehdidi. Her dönemde ileri atılan, devlet yönetimine sahip olan, devletin kaymağını yiyen, devletin imkânlarından nasiplenen ve bunun için de devletin zevalinden çok korkan, daha doğrusu kendi menfaatlerinin zevalinden ödü kopan ve bunun için de her dönemde herkesden önce öne atılan mele’ grubu dediler ki Allah’ın elçisine: “Ey Şuayb! Ya bizim dinimize dönersiniz ya da seni ve sana inananları ülkemizden çıkaracağız. Ya bizim dediğimiz gibi inanır, bizim istediğimiz gibi düşünür, bizim istediğimiz gibi giyinir, bizim istediğimizi gibi yaşarsınız; ya da andolsun ki sizi memleketimizden söküp atacağız. Ya bizim gibi iktisadî bozukluklara ses çıkarmaz, bizim ahlâksızlıklarımıza siz de sahip çıkarsınız, bizim hayatımıza, bizim yasalarımıza, bizim ticaretimize, bizim çalıp çırpmamıza, yetimlerin haklarını, devletin imkânlarını kullanmamıza hiç laf etmezsiniz, bizim hukuğumuza, bizim eğitim anlayışımıza, bizim kılık kıyafet anlayışımıza ses çıkarmazsınız ya da sürülmeyi göze alırsınız. Ya bizim fâizlerimize, bizim gasplarımıza, bizim genelevlerimize, bizim fuhuşlarımıza, bizim rüşvetlerimize dil uzatmayarak fitne çıkarmazsınız yahut da sizi süreceğiz!” diyorlar. Yani “ya bizim huzurumuzu kaçırmaz, düzenlerimizi bozmazsınız, ya da sürülmeyi göze alırsınız!” diyorlar. “Ya bizim hayatımızı benimsersiniz ya da çeker gidersiniz!”; “ya seversiniz düzenimizi, ya da bu ülkeyi terk edersiniz!”
Allah elçisine ve beraberindeki mü’minlere kâfirlerin tehditleri böyleydi. Dünkü kâfirlerin mü’minlere söyledikleri bu gün bize söylenmiyorsa ya kâfirler değişmiş ya da müslümanlar değişmiştir. Kâfir hiç bir zaman değişmeyeceğine göre herhalde bugün onlar karşısında biz müslümanlar değiştik. “Ya bizim hayatımızı kabullenirsiniz, ya bizim anlayışlarımıza dönersiniz, ya bizim metodlarımızla hareket edersiniz, ya bizim gibi demokratik usullerle çalışırsınız bizim prensiplerimize uyarsınız ya da sizi ülkemizden çıkarırız!...”
Aslında bunu onlara biz demeliydik. Onlara bunu biz söylemeliydik. Ama biz demeyince onlar diyorlar tabii bunu. Biz demiyoruz onlara bunu. Biz diyoruz ki “vazgeç bu işten! Etliye sütlüye karışma! Sakın ileri gitme!” diyoruz. Arkadaşlarımız, akrabamız diyor, babamız, anamız diyor. Biz böyle davranınca da elbette onlar bize bunu deme hakkını elde ediyorlar.
Evet, Allah’ın elçisi Şuayb (a.s.) karşısında bu tehditleri savuruyorlardı. Çünkü şunu kesin olarak biliyorlardı onlar. Eğer Şuayb’ın (a.s.) Allah’tan getirdiği mesaj toplumda maya tutarsa o zaman toplum hayatını bu mesaja göre düzenleyecek ve toplumda zulümden eser kalmayacaktı. Toplumda materyalizm, maddecilik tutunamayacak, toplum ferlerinden hiç birisi diğerini sömüremeyecek, kimse kimsenin kanını ememeyecek, kimse kimseyi ezemeyecek, kimse kimsenin sırtına binerek para kazanamayacaktı. Dolayısıyla bu mele’nin hortumları, gelir kaynakları kesilecekti. İşte bundan dolayı herkesten önce bunlar peygamberin karşısına dikiliyorlar ve onun dâvetinin İnsanlar tarafından kabul görmesini engellemeye çalışıyorlardı. Hûd sûresinde de toplumun Hz. Şuayb’a (a.s.) şöyle dedikleri anlatılıyor: “Ey Şuayb! Babalarımızın taptığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmamızı men eden senin namazın mıdır? Sen doğrusu aklı başında, yumuşak huylu birisin’ dediler.” [265]
Namazın Kötülükleri Terk Ettirmesi
Diyorlar ki; ‘ey Şuayb! Senin namazın mı emrediyor bunları sana? Atalarımızın, babalarımızın senelerdir tapındıkları tanrılara, senelerdir uyup geldikleri bu yasalara itaat etmememiz gerektiğini ve sadece Allah’a kulluk etmemiz gerektiğini sana emreden senin namazın mıdır? Veya hayatımızı düzenleyen yasalar konusunda, ticaret hayatımızı belirleyen, hukukumuzu, eğitim hayatımızı düzenleyen yasalar konusunda sadece Allah’ı dinlememiz gerektiğini sana emreden senin namazın mı yoksa? Veya mallarımız konusunda dilediğimiz gibi tasarrufta bulunmaktan senin namazın mı menediyor? Bütün bunları senin namazın mı emrediyor?’
Demek ki Allah’tan mesaj alma makamı olan namazın böyle bir misyonu vardır. Namaz bütün hayatı düzenleme fonksiyonuna sahiptir. Kıldığı namazı kişiye sadece Allah’a kulluğu, sadece Allah’ı dinlemeyi ve Allah’tan başkalarını dinlememeyi, Allah’tan başkalarına kulluk etmemeyi öğretmesi lâzımdır. Namaz kişiyi tüm hayatında Allah’a teslimiyete götürmelidir. Malı konusunda, evlâdı konusunda, hanımı konusunda, zamanı konusunda dilediği gibi hareket etmemesini, tüm bu konularda sadece Allah’ı dinlemesini emreden bir fonksiyona sahip olması gerekmektedir. "Muhakkak ki namaz, fahşâ (iğrenç şeyler) ve münker (kötülükler)den vazgeçirir."[266] Bu âyet de bunu anlatır. Yani namaz, kişinin tüm hayatını düzenleyen bir özelliğe sahiptir ve böyle bir namaza namaz denir. Değilse, namaz kıldığı halde hayatını Allah’a teslim etmeyen kişinin kıldığı namaza namaz denmez. Namaz kıldığı halde malı konusunda Allah’ı söz sahibi bilmeyen, namaz kıldığı halde hukukunda Allah’ı söz sahibi bilmeyen, ekonomi anlayışında Allah’ı söz sahibi bilmeyen, eğitimi konusunda Allah’tan başkalarının yasalarını uygulayan bir adam namaz kılmıyor demektir.
Allah elçisinin karşısında bâtılın tehditlerinin estiğini görüyoruz. Ama kâfirler ne derlerse desinler, ne yaparlarsa yapsınlar, nasıl tehditler savururlarsa savursunlar Allah’ın elçisi asla tâviz makamında değildi. Allah’ın elçisi Hz Şuayb tâviz vermeye yetkili bir makamda değildi. Onların bu tür tehditleri karşısında Allah’ın elçisinin cevabı kesindi: “Yani biz istemesekde mi? Yani bu sizin bize sunduğunuz hayattan râzı olmasak da mı bunu bize yapacaksınız? Veya bu kendi vatanımızdan çıkmak istemesek de mi bizi çıkaracaksınız? Zorla ve zorbayla mı bizi kendi ülkemizden çıkaracaksınız? O zaman: “Allah bizi dininizden kurtardıktan sonra ona dönecek olursak, doğrusu Allah’a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimizin dilemesi bir yana, dininize dönmek bize yakışmaz. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz yalnız Allah’a güvendik. Rabbimiz! Bizimle milletimiz arasında hak ile Sen hüküm ver, Sen hükmedenlerin en hayırlısısın" dedi. [267]
Rabbimiz Allah istemedikçe bizim sizin inancınıza dönmemiz mümkün değil anlamına gelen ibâre, Allah’ın İnsanlardan inkâra dönmelerini isteyebileceği ihtimalini değil, aksine samimi mü’minin O’na tam teslim olma tavrını ifade eder. Allah bize hidâyetini gönderip bizi dalâletten, sapıklıktan kurtardıktan sonra tekrar o eski dalalet ve sapıklığa dönecek olursak o zaman bizler Allah’a açık bir iftirada bulunmuş oluruz. Eğer Rabbimizin gönderdiği hakkı, hidâyeti doğru yolu tanıdıktan sonra, Rabbimizden gelen hakka inandıktan sonra eğer sizin sapıklıklarınıza, sizin milletinize, sizin dininize, sizin anlayışlarınıza, sizin yasalarınıza, sizin dolandırıcılıklarınıza, sizin rüşvetlerinize, sizin kılık kıyafet anlayışınıza, sizin hukuk anlayışınıza, sizin hayat anlayışınıza dönersek, sizin gibi inanır sizin gibi yaşamaya kalkışırsak o zaman Allah’a karşı en büyük iftiraya kalkışmış oluruz. Eğer sizin bu sapık dininize, bu sapık hayat tarzınıza dönersek Allah’a en büyük iftirayı yapmış oluruz. Eğer sizler de bizler de Allah’ın bu hükümlerini duyduktan sonra, Allah’ın yolunu ve hidâyetini tanıdıktam sonra sanki bütün bunları duymamış gibi, tanımamış gibi hâlâ eski hayatımıza devam edecek olursak Allah’a en büyük iftirayı yapmış oluruz. Bir peygamber için asla geri dönüş yoktur. Peygamber yolunun yolcuları için de bu böyledir. Peygamber de peygamber yolunun yolcuları da hidâyeti tanıdıktan ve ona iman ettikten sonra tekrar eski küfürlerine, eski şirklerine dönmektense bin defa ateşe atılmayı tercih ederler. Çünkü gerçekten hakkı tanıdıktan sonra insanın onu bırakıp bâtıla uyması çok daha zor, çok daha çetrefilli ve yorucudur. Tevhidi tanıyan, Allah’ı tanıyan, Allah’a kulluğu tanıyan bir adamın Allah’ı bırakıp da Allah’tan başkalarına kulluğu insanda insanlık haysiyeti bırakmaz, öldürür. Böyle bir insanın insanlar tarafından boynuna gem vurulup zorla Allah’tan başkalarına kulluğa çağrılması kadar korkunç ve hakir birşey düşünülemez. Yeryüzünde bundan daha hakir bir kulluk türü de düşünülemez. Allah bile kâinatın sahibi ve yaratıcısı olduğu halde İnsanlardan böyle zoraki bir kulluk istememektedir. Ama bâtıl bu şekilde hâkimiyetini kurunca, gücü eline geçirince İnsanlar hem akıllarını, hem dinlerini, hem nesillerini hem de servetlerini kurtaramazlar. İnsanlar bâtıllara karşı mükellefiyetlerinin gereği olarak her şeylerini kaybederler. Çünkü doyumsuzdur bâtıllar ve İnsanların her şeylerine el koyarlar. [268]
Kavminden mele’ (ileri gelen) kâfirler dediler ki: ‘Eğer Şuayb’e uyarsanız o takdirde siz mutlaka ziyana uğrarsınız.’[269] Bu ifâdeleri üstünkörü geçmemeli, bilâkis içerdiği anlamları derinliğine düşünmeliyiz. Medayin’in ileri gelenleri ve şefleri şöyle söyleyerek halkı bu hususta kandırmak istediler: "Dürüstlük, doğruluk, ahlâk ve iyilik gibi hususları temel ilkeler kabul eder ve uygularsak, biz o zaman tümüyle mahvoluruz. Biz ticaret ve alışverişimizde doğruluk ve dürüstlüğe uyar ve mesleğimizi bunlara göre sürdürürsek, ticaretimiz kesinlikle büyüyemez, serpilemez. Bunun yanında, en önemli kervanların, güzergâhlarının kesiştiği bölgede yer alan şu coğrafî stratejik konumumuzdan yararlanamaz, bu yörenin uslu vatandaşları olur ve kervanların geçip gitmelerine birşeyler yapmadan seyirci kalırsak işte o zaman bu stratejik durumun sağlamakta olduğu bütün siyasî ve ticarî avantajlarımız bitti demektir. Bu da, komşu ülkelere karşı olan hâkimiyetimiz ve etkiğinliğimizin de bir sonu demektir." İşte bu "mahvolma" korkusu, sadece Hz. Şuayb’in kavmine özgü bir olay değildir. Sefih toplumlar, hak, doğruluk ve dürüstlük hakkında, her zaman aynı tedirginliği duymuşlardır. Yalan, üçkağıtçılık ve ahlâksızlığa başvurmaksızın, fâize bulaşmaksızın ticaret, siyaset ve diğer dünyevî işlerin yürütülmesinin imkânsız olduğu düşüncesi tarih boyunca bütün iflâs etmiş toplumların görüşü olagelmiştir. Bundan dolayı da Hak dâvete karşı her zaman yapılan en büyük itiraz, "hep eğer bilenen o dalavereli yollar bırakılır ve doğru yola uyulursa ilerleme sağlanamayacağı ve toplumun yıkılacağı" konusundadır.
Evet Hz Şuayb işi Allah’a bırakıyor. O Allah’a teslim bir peygamber olarak İnsanların tekliflerini reddeder ama meşîeti İlahîye de karışmaz. Zira o sadece bir elçidir ve Allah’ın bu mevzûdaki murâdını da bilmemektedir. İşte böylece Ulûhiyyet kavramının Peygamber şahsında billurlaşmasını görüyoruz. Allah’ın elçisinin kuvvet kaynağını görüp O’na sığındığını görüyoruz. Rabbine Rabbin istediği biçimde sığındığını gören toplumun da bakın O’nu bırakıp her dönemde olduğu gibi ona inanan mü’minlere yöneldiklerini görüyoruz. Alçaklar Peygambere dokunamıyorlar. Ona iliştikleri zaman biliyorlar başlarına nelerin geleceğini de ona inanan garibanların üzerine gidiyorlar. Peygamberi dize getiremeyince çevresindeki mü’minlere yükleniyorlar.
“Milletinin inkâr eden ileri gelenleri, ‘Şuayb’a uyarsanız, andolsun ki siz kaybedersiniz’ dediler.”[270] “Eğer Şuayb’a iman ederseniz andolsun ki kaybedenlerden olursunuz” ifâdesini iki anlamda söylediklerini anlıyoruz. Ya bu bir tehditti, mü’minleri tehdit ediyorlardı. Eğer ona iman ederseniz çok büyük ziyana uğrayacaksınız. Yani “bizim reddettiğimiz bu adama iman ederseniz artık başınıza gelecekleri siz düşünün. Neyiniz varsa hepsini elinizden alacağız, mallarınızı hatta canlarınızı ve tüm haklarınızı elinizden alıp sizi kendimize köleler edineceğiz. Her şeyinizi kaybedip bizim kölelerimiz durumuna düşeceksiniz” diye tehdit ediyorlardı mü’minleri. Ya da bunu onlara bir nasihat olarak söylüyorlar da olabilir. Yani “eğer bu adama iman ederseniz, bu peygamberin istediği gibi yaşamaya kalkışırsanız o zaman bu toplumda sizler yok olmak, erimek zorunda kalacaksınız. Öyle değil mi? Fâiz almadan, ölçüde-tartıda bizim gibi hile yapmadan, İnsanların cebindekine uzanmadan, içki içmeden, kumara yönelmeden, yalana-dolana bulaşmadan bu toplumda nasıl ticaret yapacaksınız? Kazanmak şöyle dursun, büyümek şöyle dursun sermayelerinizi bile koruyamayacaksınız. Bunları yapmadan bu toplumda ayakta kalmanız mümkün değildir. Bu kafayla sizler bu toplumda, bu toplumun ekonomik anlayışı içinde eiriyecek, silinip gideceksiniz. Eğer Şuayb’ın getirdiği dine tâbi olursanız, onun haram dediklerini haram, helâl dediklerini de helâl kabul ederek hayatınızı bu inanca binâ edecek olursanız, kesinlikle sizler zarar edeceksiniz” diyorlar. “Fâizsiz, kumarsız, rüşvetsiz bir ekonomi düşünülemez. İnsanlara zulmetmeden, İnsanların haklarını yemeden, İnsanların sırtlarına basmadan para kazanmak da yükselmek de mümkün değildir. Baksanıza Şuayb’ın getirdiği mesaj bunların tümünü reddetmektedir. Eğer ona iman ederseniz bütün bunları nasıl yapabileceksiniz? Mümkün değil, bu kafayla giderseniz zinhar sizler adam olamazsınız. Zarar etmek bir tarafa, sizler dünyanızı da zından edeceksiniz. Çünkü içkisiz, kumarsız, kadınsız, faizsiz, düzensiz, dalaveresiz bir hayat çekilebilecek bir hayat değildir. Gelin, hayatınızı yaşayın, bu adamın dediklerine inanmayın” diyorlardı.
Kâfirler mü’minlere böyle diyorlar ve nasihat ediyorlardı. “Bu peygamberin dediği gibi bir hayat yaşarsanız kaybedeceksiniz” diyorlardı. Alçaklar kendileri dünyayı hedef bildiklerinden dolayı dünyalık elde edemeyen mü’minlere: “Ssizler sonunda keybedecek ve enayi durumuna düşeceksiniz” diyorlardı. Müslümanca bir hayat onlar için kayıptır. Dünyada zevklerini yaşayamamış olmak onlar için kayıptır. Kâfirler müslümanlar için dün de bu gün de böyle düşünüyorlar. Hâlbuki gerçek keybedenler kendileridir, gerçek kayıp onların hayatlarıdır. Allah’a kulluğa dönüştürülemeyen bir dünya hayatı baştan sona kayıptır. Yedikten sonra Allah’a kulluğa dönüşrütülmeyen tüm nimetler boştur ve kayıptır. İstifade edilip de kulluğa dönüştürülemeyen tüm nimetler değersiz ve boştur. İşte kendileri boş şeylerle oyalanan kâfirler mü’minlerin hayatlarını boş olarak görüyorlar ve aldanıyorlar.[271]
“Derken o şiddetli deprem onları yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü donakaldılar (diz üstü çökerek helâk oldular). Şuayb’i yalanlayanlar sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular. Asıl ziyana uğrayanlar Şuayb’i yalanlayanların kendileridir. [272]
Medyen’in bu tümüyle yerle bir edilişi, komşu halkların dilinde darb-ı mesel olmuştu, Zebur’da,[273] Dâvud (a.s.) zâlimlere karşı Allah’ın yardımını şöyle istiyordu: "Senin kullarına karşı sinsice planlar yapan ‘bu hâinlere’ Medyen halkına yaptığını yap", İşaya peygamber de İsrailoğullarına "....Asurlu’dan korkma... O asasını Mısır’ın üzerine kaldırdığı gibi kaldıracak... Orduların Rabbi, Medyen vurgununda olduğu gibi kırbacı ona karşı kımıldatacaktır..."[274] diyerek teselli vermiştir.
“(Şuayb) Onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: ‘Ey kavmim! Ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!”[275] Burada anlatılan bütün bu olayların derin mânâları vardır. Her kıssa, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) ve onun kavminin durumuna tam ve yerinde uymaktadır. Her kıssada iki taraf vardır: Peygamber ve kavmi, her bir kıssada geçen peygamber ve onun tâlimleri, uyarıları vs. tamamıyla Hz. Muhammed’in (s.a.s.) dâvetinde olduğu şekildedir. Diğer taraftan, kötülük, ahlâksızlık ve inatçılıklara dalmış olan halk ve onların kendini beğenmiş şefleri, her zaman, küçümser bir tavırla dâvete karşı çıkmışlardı. Hz. Muhammed (s.a.s.) ve dâvetine karşı Kureyş halkı da aynı tarz bir tavır takındığı için, dolaylı olarak, eğer çağrıya kulak vermezler ve Allah’ın onlara bahşettiği fırsatı değerlendirmezlerse âkıbetlerinin de onlar gibi olacağı ikazı yapılmakta. Eğer körükörüne aynı yolda gitmekte ısrar ederlerse, sapkınlıklarında ısrar edenlere geçmişte müstehak olan aynı belâ kendilerinin de başına er geç gelecektir.
“Bu yüzden onları bir sarsıntı tuttu ve oldukları yerde diz üstü çöküverdiler.”[276] Bu yaptıkları yüzünden onları bir racfe, bir sarsıntı, bir deprem ya da geberin geberesiceler diye bir ses yakaladı da hepsi oldukları yere diz çöküverdiler. Oldukları yere yığılıp kaldılar. Evlerinin ortasında diz çökülü kalıverdiler. Zaten ölüydü bu kâfirler. Çünkü vahiyle ilgi kuramamış İnsanların tamamı ölüdürler. Kur’an ve Sünnetle tanışamamış İnsanların tamamı ölüdürler. İşte bu ölüleri bir sarsıntı kendilerine getiriverdi. Yani Allah’tan gelen bir racfe, bir sarsıntı onları olmaları gereken konuma getiriverdi. Onlar hayatlarında diz çöküp Allah’a kulluk yapmaları gerekirken bundan kaçınıyorlardı da bir sarsıntı onları diz çöktürüverdi. O âna kadar Allah huzurunda diz çökmeye yanaşmayan alçaklar çaresiz diz çöküverdiler. Kazandıkları o malları mülkleri, çalıp çırptıkları servetleri, o makamları mansıpları, güçleri, kuvvetleri, medeniyetleri onları Allah’ın azâbından kurtaramadı. Ekonomik yönden çok büyük bir güce sahip oldukları halde bu güç ve kuvvetlerine güvenerek Allah’a ve Allah’ın elçisine kafa tuttukları halde evlerinde çöküıverdiler. Allah diyor ki bakın: “Şuayb’ı yalanlayanlar, yurtlarında sanki hiç yaşamamışlar gibi oldular, izleri bile kalmadı. Mahvolanlar, Şuayb’ı yalanlayanlar oldu.” [277]
“(Şuayb) Onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: ‘Ey kavmim! Ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!”[278] Eğer bizler de çevremizdekilere karşı görevlerimizi tam yaparsak, onlara Allah’ın istediği biçimde İlâhî mesajı duyurursak o zaman biz de hiç üzülmeyeceğiz. Son derece rahat olacağız. Ama bizler bu insanlara karşı tebliğ görevimizi hakkıyla yapamadıysak hem kendimize hem de onlara ağlayalım.
Evet, üzülmüyordu Allah’ın elçisi, çünkü görevini tam yapmıştı. Üzülmüyordu, vazifesini eksizsiz yapmıştı. Gönül rahatlığı içindeydi Şuayb (a.s.), çünkü hakkıyla uyarmıştı onları. Tüm bu uyarılarına rağmen yine de iman etmeyen, yine de adam olmayarak burnunun doğrusuna giden bu insanlara üzülmeye değmezdi. Demek ki kâfirlerin, müşriklerin arkasından üzülmek câiz değildir. İşte Allah’ın en merhametli, en şefkatli, onların dirilişi için kendini bile ihmal edecek kadar çırpınan bir Allah elçisinin onların arkalarından üzülmediğini görüyoruz. Firavun’un arkasından da kimse üzülmedi. Rabbimiz Kur’an’ın başka bir yerinde “Ona ne gök ağladı ne yerdekilerden kimse ağladı”[279] buyurmaktadır.
Şuayb.(a.s.) ve Medyen Kavmi Hakkında Âyet-i Kerimeler
- Şuayb’ın (a.s.) İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 11 Yerde): 7/A’râf, 85, 88, 90, 92, 92; 11/Hûd, 84, 87, 91, 94; 26/Şuarâ, 177; 29/Ankebût, 36.
- Medyen İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler: (Toplam 10 Yerde): 7/A’râf, 85; 9/Tevbe, 70; 11/Hûd, 84, 95; 20/Tâhâ, 40; 22/Hacc, 44; 28/Kasas, 22, 22, 45; 29/Ankebût, 36.
- Eyke İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 4 Yerde): 15/Hıcr, 78; 26/Şuarâ, 176; 38/Sâd, 13; 50/Kaf, 14.
- Ress İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler: (Toplam 2 Yerde): 25/Furkan, 38; 50/Kaf, 12.
- Şuayb (a.s.) ve Kavmi Konusundaki Âyetler
- Şuayb (a.s.)’ın Kavmiyle Tevhid Mücâdelesi: 7/A’râf, 85-93; 11/Hûd, 84; 26/Şuarâ, 177-178; 29/Ankebût, 36.
- Şuayb (a.s.) Medyen Kavmine Gönderilmiştir: 7/A’râf, 85, 11/Hûd, 84; 26/Şuarâ, 177-178; 29/Ankebût, 36.
- Medyen Kavminin Kötülüğü: 7/A’râf, 85-86; 11/Hûd, 84-85; 26/Şuarâ, 181-183.
- Şuayb (a.s.)’ın Kavmine Dâveti ve Kavminin Tepkisi: 7/A’râf, 85-93; 11/Hûd, 84-93; 26/Şuarâ, 176-188; 29/Ankebût, 36-37.
- Medyen Kavminin Helâk Edilerek Yok Oluşu: 7/A’râf, 85-93; 11/Hûd, 94-95; 15/Hıcr, 78-79; 25/Furkan, 38; 26-Şuarâ, 189-191; 29/Ankebût, 36-37, 40; 50/Kaf, 12, 14.
[1] 7/A’râf, 85-93
[2] ez-Ziriklî, Kamûsu’l-A’Iâm, VI, 4244; Yakut el-Hamevî, Mu’cemü’l-Büldan, Beyrut 1956, V, 77
[3] 7/A’râf, 89
[4] 26/Şuarâ, 189
[5][5] et-Taberî, Tarih, Mısır 1326, I, 167; es-Sa’lebî el-Arâis, Mısır 1951, s. 164; M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Ankara 1990, I, 327
[6] İbn Asâkir, Tarih, Beyrut 1979, VI, 322
[7][7] ez-Zemahşerî, el-Kesşâf, Kahire 1977, II, 118
[8] İbnü’l-Esir, el-Kâmil, Beyrut 1965, 177
[9] 7/A’râf, 85-87
[10][10] 11/Hûd, 91
[11] 11/Hûd, 92-93
[12] 7/A’râf, 91-92
[13] 7/A’râf, 93
[14] 59/Haşr, 78
[15] 26/Şuarâ, 176-184
[16] 26/Şuarâ, 185, 186
[17] 26/Şuarâ, 187
[18] 26/Şuarâ, 188
[19] 26/Şuarâ, 189, 190
[20] el-Beydavî, Envâru’t-Tenzîl, Mısır 1955, II, 84
[21] et-Taberî, Tarih, Mısır 1326, I, 167; İbn Kuteybe, Kitabü’l-Maârif, Beyrut 1970, s. 19; İbn Asâkir, Tarih, Beyrut, 1979, VI, 322; Nureddin Turgay, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 53-55
[22] 15/Hıcr, 78
[23] 15/Hıcr, 78; 26/Şuarâ, 176; 38/Sâd, 13; 50/Kaf, 14
[24] 7/A’râf, 85; 11/Hûd, 84; 29/Ankebût, 36
[25] 29/Ankebût, 36
[26] 7/A’râf, 85, 93; 11/Hûd, 84-95
[27] 7/A’râf, 93
[28] 11/Hûd, 89
[29] 9/Tevbe, 70; 22/Hacc, 42
[30] 29/Ankebût, 36, 40
[31] 36/Yâsin, 48-54
[32] 28/Kasas, 22-30
[33] Tekvin 25: 1
[34] Tekvin, 37: 25-28, 36
[35] Çıkış 2: 15, 3: 1; Günay Tümer, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 104-105
[36] 7/85
[37] 7/86
[38] 7/87
[39] 7/88
[40] 7/89
[41] 7/90
[42] 7/91
[43] 7/92
[44] 7/A’râf, 85-93
[45] 9/Tevbe, 70
[46] 11/84
[47] 11/85
[48] 11/86
[49] 11/87
[50] 11/88
[51] 11/89
[52] 11/90
[53] 11/91
[54] 11/92
[55] 11/93
[56] 11/94
[57] 11/Hûd, 84-95
[58] 15/78
[59] 15/Hıcr, 78-79
[60] 20/Tâhâ, 40
[61] 22/Hacc, 44
[62] 25/Furkan, 38
[63] 26/176
[64] 26/177
[65] 26/178
[66] 26/179
[67] 26/180
[68] 26/181
[69] 26/182
[70] 26/183
[71] 26/184
[72] 26/185
[73] 26/186
[74] 26/187
[75] 26/188
[76] 26/189
[77] 26/190
[78] 26/Şuarâ, 176- 191
[79] 28/22
[80] 28/Kasas, 22-23
[81] 28/Kasas, 45
[82] 29/36
[83] 29/37
[84] 29/38
[85] 29/39
[86] 29/Ankebût, 36-40
[87] 50/12
[88] 50/13
[89] 50/Kaf, 12-14
[90] 83/Mutaffifîn, 1-3
[91] 83/Mutaffifin, 1-3; Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 162-163
[92] 83/Mutaffifîn, 1-3
[93] Ayrıca bk. 6/En'âm, 152; 17/İsrâ, 35; 28/Şuarâ, 181-183
[94] Müslim, İman 164; Ebû Dâvud, Büyû’ 50
[95] İbn Mâce, Ticâret 1
[96] Ebû Dâvud, Büyû’ 54
[97] Hamdi Döndüren, Akif Köten, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 103-108
[98] Müslim, İman 164; Tirmizî, Büyû' 74; İbn Mâce, Ticârât 36
[99] Buhârî, Meğâzî 51, Büyû’ 105; Müslim, Büyû’ 93
[100] Ebû Dâvud, Büyû’ 38, 63, 64
[101] Müslim, hadis no: 930
[102] 24/Nûr, 19
[103] Müslim; S. Müslim ve Ter. M. Sofuoğlu, 5/87
[104] Müslim, Büyû’ 43; Ebû Dâvud, Büyû’ 24
[105] Tirmizî, Büyû’ 73; Ebû Dâvud, Büyû’ 49
[106] Ahmed bin Hanbel, 5/27, 50
[107] İbn Mâce, Ticâret 6
[108] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2896
[109] Buhârî, Büyû’ 58, 64, 68, 71; Müslim, Büyû’ 11, 12, 18, 19, 20-22
[110] Buhârî, Büyû’ 60; Müslim, Büyû’ 13
[111] Müslim, İman 164; Ebû Dâvud, Büyû’ 50
[112] Buhârî, Büyû’ 26; Müslim, İman 117, Müsâkat 131
[113] 6/En’âm, 152; 17/İsrâ, 35; 26/Şuarâ, 181-183; 83/1-6
[114] 83/Mutaffifîn, 1-6
[115] Riyâzu’s Sâlihîn Terc. 3/160
[116] Beyhakî, Sünenu’l-Kübra, V/336
[117] 2/Bakara, 275
[118] Buhârî, Büyû’ 24, 113; Ebû Dâvud, Büyû’ 4; Tirmizî, Büyû’ 2
[119] Geniş bilgi için bk. Hayreddin Karaman, İslâm’a Göre Banka ve Sigorta
[120] 2/Bakara, 245; 5/Mâide, 12; 57/Hadîd, 11, 18; 64/Teğâbün, 17; 73/Müzzemmil, 20
[121] Câmiu’s Sağîr, 2/124
[122] İbn Mâce, hadis no: 2443
[123] İbn Mâce, hadis no: 2442
[124] 4/Nisâ, 29-30
[125] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2787; Keşfu’l Hafâ, hadis no: 2632
[126] Müslim, Zekât, 65; Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'an, 3173; Dârimî, Rikak 2720
[127] Tirmizî, Sıfatu'l Kıyâmet, 2640
[128] 16/Nahl, 112-113
[129] El-İhtiyâr, IV/171-172; Hayreddin Karaman, Günlük Hayatımızda Helâller Haramlar
[130] İbn Mâce, Ticârât 1
[131] İbn Mâce, Mukaddime 7
[132] İbn Mâce, Ticârât 2
[133] Müslim, Büyû' b. 4
[134] Müslim, Büyû' b. 4
[135] Müslim, Nikâh 51; İbn Mâce, Ticârât 15
[136] İbn Mâce, Ticârât 6, 16
[137] Tirmizî, Büyû' 4, h. no: 1209; İbn Mâce, Ticârât 1, h. no: 2139
[138] İbn Mâce, Ticârât 1
[139] Beyhakî, Şuabu'l-İman IV/221; Terğîb ve Terhîb, II/366
[140] Müslim, Büyû' 31-39
[141] Ebû Dâvud, Büyû' 56
[142] Buhârî, Büyû 19; Ebû Dâvud, Büyû' 51; Tirmizî, Büyû' 26
[143] Müslim, İman 164; Tirmizî, Büyû' 74
[144] İbn Mâce, Ticârât 45
[145] Tirmizî, Büyû' 4
[146] Buhârî, Büyû 26; Müslim, Müsâkât 131; Ebû Dâvud, Büyû' 6
[147] Ahmed bin Hanbel, V/151
[148] Müslim, İman 171; Tirmizî, Büyû 5
[149] Buhârî, İman 24; Müslim, İman 59
[150] Buhârî, Havalât 1; Müslim, Müsâkât 33; İbn Mâce, Sadâkat 8
[151] Buhârî, İcâre 14; Ebû Dâvud, Akdıye 12; Tirmizî, Ahkâm 17
[152] Müstedrek, II/5, IV/361; Beyhakî, es-Sünenu'l-Kübrâ, V/265
[153] İbn Mâce, Zühd 9
[154] İbn Mâce, Zühd 9
[155] İbn Mâce, Ruhûn 4
[156] İbn Mâce, Ticârât; Dârimî, Büyû' 12
[157] Ahmed bin Hanbel, II/351; Müslim, Müsâkât 26
[158] İbn Mâce, Ticârât 6
[159] İbn Mâce, Ahkâm 17; Muvattâ, Akdıye 31
[160] Müslim, İman 164; Tirmizî, Büyû' 74; İbn Mâce, Ticârât 36
[161] İbn Mâce, Ticârât 45
[162] Buhârî, Büyû' 64; Müslim, Büyû' 11; Ebû Dâvud, Büyû' 46
[163] Buhârî, Büyû' 105, 112; Müslim, Büyû' 71; Tirmizî, Büyû' 61
[164] Buhârî
[165] Müslim, Müsâkat, 131, 133, İman 117; Buhârî, Büyû' 26
[166] Buhârî, Büyû: 19, 22, 44, 46; Müslim, Büyû' 47, h. no: 532; Ebû Dâvud, Büyû' 53, h. no: 3459; Tirmizî, Büyû' 26, h. no: 1246; Nesâî, Büyû' 3, h. no: 7, 244-245; İ. Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları 3/11
[167] Ebû Dâvud, Büyû’ 1, h. no: 3326, 3327; Tirmizî, Buyû’ 4, h. no: 1208; Nesâî, Eymân 7, h. no: 7, 15
[168] Buhârî, Büyû' 26; Müslim, Müsâkât 13, h. no: 1607; Ebû Dâvud, Büyû' 6, h. no: 3335; Nesâî, Büyû' 5, h. no: 7, 246
[169] Müslim, Müsâkât, 27
[170] Buhârî, Büyû' 7, 23; Nesâî, Büyû' 2
[171] Buhârî, Vesâyâ 23, Tıb 38, Hudûd 44; Müslim, İman 145; Ebû Dâvud, Vesâyâ 10; Nesâî, Vesâyâ 12
[172] Ebû Dâvud, Büyû' 38, 63, 64
[173] Beyhakî, Sünen, V/336
[174] İbn-i Mâce, Ticâret, 6
[175] Tirmizî, Salât 429, hadis no: 609; Dârimî, Rikak 60, hadis no: 2779
[176] Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48
[177] Buhârî, İman 45, Büyû’ 5; Müslim, Müsâkat 107-108; İbn Mâce, Fiten 14, hadis no: 3984; Nesâi, Büyû’ 2, hadis no: 4431; Tirmizî, Büyû’ 1, hadis no: 1219; Ebû Dâvud, Büyû’ 1, hadis no: 3329-3330; İbn Mâce, Fiten 3984
[178] 23/Mü’minûn, 51
[179] 2/Bakara, 172
[180] Müslim, Zekât 65; Tirmizî, Tefsîrul’l-Kur’an 3, hadis no: 3173; Dârimî, Rikak 9, hadis no: 2720
[181] Müslim, İman 171; Ebû Dâvud, Libâs 25; Tirmizî, Büyû' 5; Nesâî, Zekât 69, Büyû' 5, Ziynet 103; İbn Mâce, Ticâret 30
[182] Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 22, hadis no: 2640
[183] Ebû Dâvud, Tahâre 31, hadis no: 59; Nesâî, Zekât 104, hadis no: 139; İbn Mâce, Tahâre 2, hadis no: 271-274; Dârimî, Tahâre 21, hadis no: 692
[184] Buhârî, Büyû' 15
[185] Müslim, İman 171, (106); Ebû Dâvud, Libas 28, -087, 4088- Tirmizî, Büyu 5, h. no: 1211; Nesâî, Büyu 5, h. no: 7, 245
[186] Muvattâ, Cihâd 26, h. no: 2, 460
[187] Buhâri; Askalani, S. Buhâri Şerhi, c. 3, s. 335
[188] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2787; Keşfu’l Hafâ, hadis no: 2632
[189] İbn Mâce, Zühd 1, hadis no: 4104; Tirmizî, Kıyâmet 31, hadis no: 2467
[190] Buhârî, Rikak 15; Müslim, Zekât 120, hadis no: 1051; Tirmizî, Zühd 40, h. no: 2374
[191] Müslim, S. Müslim Terc. ve Şerhi, c. 5, s. 474
[192] Naklen: Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 444-445
[193] Müslim, hadis no: 1046; S. Müslim Terc. ve Şerhi, 5/463
[194] Müslim, hadis no: 1048; S. Müslim, Terc. ve Şerhi, 5/465
[195] Kütüb-i Sitte, 17/563
[196] Buhârî, Rikâk 17; Müslim, Zekât 126, hadis no: 1055; Tirmizî, Zühd 38, hadis no: 2362
[197] Tirmizî, Zühd 36, hadis no: 2351
[198] Tirmizî, Kıyâmet 20, hadis no: 2453
[199] Buhârî, Rikak 30; Müslim, Zühd 8, hadis no: 2963; Tirmizî, Kıyâmet 59, h. no: 2515
[200] Ebû Dâvud, Edeb 125
[201] Tirmizî, Kıyâmet 59, hadis no: 2514
[202] Kütüb-i Sitte, 17/245
[203] Kütüb-i Sitte, 17/571
[204] Kütüb-i Sitte, 17/571
[205] Buhârî, Hums 7; Tirmizî, Zühd 41, hadis no: 2375
[206] Buhârî, Büyû' 7, 23; Nesâî, Büyû' 2, -7, 243-
[207] Ebû Dâvud, Melâhim 5; Ahmed bin Hanbel, V/278
[208] Buhârî, Büyû' 16; Tirmizî, Büyû' 75, h. no: 1320
[209] Tirmizî, Büyû' 75, h. no: 1320
[210] Tirmizî, Büyû' 75, h. no: 1319
[211] Buhârî, Büyû’ 51
[212] Müslim, Müsâkât 25, h. no: 1579; Ebû Dâvud, Büyû' 4, h. no. 3333; Tirmizî, Büyû' 2, h. no: 1206; İbn Mâce, Ticârât 58, h. no. 2277
[213] Ebû Dâvud, Büyû' 3, h. no: 3331; Nesâî, Büyû' 2, h. no: 7, 243; İbn Mâce, Ticârât 58, h. no: 2278
[214] Ahmed İbn Hanbel, II/33
[215] Buhârî, Rikak 30; Müslim, Zühd 8, h. no: 2963; Tirmizî, Kıyamet 59, h. no: 2515
[216] Ebû Dâvud, Büyû' 56, h. no: 3462
[217] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/423
[218] 28/Kasas, 22
[219] 20/Tâhâ, 40
[220] 28/Kasas, 29
[221] 106/Kureyş, 1
[222] 7/A’râf, 85
[223] 26/Şuarâ, 27
[224] 26/Şuarâ, 184
[225] 11/Hûd, 87
[226] 26/Şuarâ, 185-187
[227] 26/Şuarâ, 183
[228] 11/Hûd, 84
[229] 11/Hûd, 85-86
[230] 7/A’râf, 86
[231] 7/A’râf, 90
[232] 7/A’râf, 88
[233] 17/İsrâ, 15
[234] 7/A’râf, 94-95
[235] 7/A’râf, 90-91
[236] 7/A’râf, 89
[237] 7/A’râf, 93
[238] 7/A’râf, 96
[239] 7/A’râf, 97; Cengiz Duman, Haksöz, Sayı 37, Nisan 94, s. 43-45
[240] 11/Hûd, 87-90
[241] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, c. 8, s. 250-252
[242] 11/Hûd, 91-95
[243] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, 58-63
[244] Mevdûdî, Tefhim, c. 2, s. 61
[245] 7/A’râf, 85
[246] S. Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, c. 6, s. 139
[247] Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, s. 83-84
[248] 7/A’râf, 85
[249] 11/Hûd, 91-92
[250] Levent Uçkan, İslâm Tarihi Notları, s. 32-33
[251] bk. 11/Hûd, 91-92
[252] 7/A’râf, 85
[253] Ali Küçük, Besâiru’l-Kur’an, c. 6, s. 486-488
[254] 7/A’râf, 85
[255] 21/Enbiyâ, 25
[256] 16/Nahl, 36
[257] Buhârî; Müslim
[258] 7/A’râf, 86
[259] 7/A’râf, 86
[260] A. Küçük, a.g.e., c. 6, s. 489-493
[261] 7/A’râf, 89
[262] 5/Mâide, 45
[263] 5/Mâide, 44
[264] 18/Kehf, 23 ve 24
[265] 11/Hûd, 87
[266] 29/Ankebût, 45
[267] 7/A’râf, 89
[268] A. Küçük, a.g.e., c. 6, s. 496-501
[269] 7/A’râf, 90
[270] 7/A’râf, 90
[271] A. Küçük, a.g.e., 6/503-504
[272] 7/A’râf, 91-92
[273] 83/5-9
[274] İşaya, 10: 21-26
[275] 7/A’râf, 93
[276] 7/A’râf, 91
[277] 7/A’râf, 92
[278] 7/A’râf, 93
[279] 44/Duhân, 29
EYYÛB (A.S.)
EYYÛB (A.S.)
- Eyyûb (a.s.); Soyu, Yaşadığı Zaman ve Ülkesi
- Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Eyyûb
- Üstün Sabır Sahibi Güzel Bir Kul
- Şeytanın Vesvesesi
- Şifa Bulması
- Yüz Değnek Meselesi
- Kitab-ı Mukaddes'te Hz. Eyyûb (a.s.)
- Evlâdı
- Eyyûb (a.s.) ve Dertlerle İmtihanı
- Musibet ve Hastalıkların Hikmetleri
- Hastalık, Sakatlık ve Bazı Musibetler de Rahmettir
- Allah Niçin Kullarını Bir Yaratmadı? Kimini Kör, Kimini Topal Veya Sakat Yarattı?
- Hastalık İnsanı Melekleştirir
- Bunca Nimet, Bunca Şikâyet; Şükretmeyen Bir Toplum Olduk
- Şükür ve Nankörlük, İnsanın Yüzünden Okunur
- Bunca Nimet, Bunca Şikâyet; Şükretmeyen Bir Toplum Olduk
Eyyûb (a.s.); Soyu, Yaşadığı Zaman ve Ülkesi
Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Eyyûb’dan (a.s.) dört yerde bahsedilmiş ve hakkında çok az bilgi verilmiştir. Onun hakkındaki bu bilgiler, peygamber olarak görevlendirilmesi, üstün ahlâkı, ağır bir hastalığa yakalanması ve Cenab-ı Hakk'ın lütfuyla bu hastalıktan kurtulmasıyla sınırlıdır. Konunun akışı içinde aktaracağımız bu âyetlerde, onun soyu, ne zaman ve hangi ülkede yaşadığı veya görevi sırasında nelerle karşılaştığı hususlarında bilgi bulunmamaktadır. Buna karşılık, kısas-ı enbiyâ, tarih ve tefsir kaynaklarında, Hz. Eyyûb’un (a.s.) soyu ve yaşadığı zaman hakkında farklı rivayetler aktarılmıştır. İbn İshak'ın aktardığı bir rivayete göre, Hz. Eyyûb (a.s.), Hz. Yakub’un (a.s.) Rumların atası olan oğlu Ays evlâdındandır ve soy kütüğü şöyledir: Eyyûb b. Âmûs b. Râzic (veya Ruil) b. Ays. Annesi ise Hz. Lût (a.s.) soyundandır. Hanımı da, Efrâhim b. Yusuf'un kızıdır.
Diğer bir rivayete göre, Hz. Eyyûb’un (a.s.) babası, Hz. İbrahim’in (a.s.) Nemrut tarafından ateşe atılması esnasında iman edip onunla birlikte hicret edenlerden biri, annesi Hz. Lût’un (a.s.); hanımı ise Hz. Yakub’un (a.s.) kızıdır. Taberî ve İbnü'l-Esir, birinci rivayeti tercih etmekle birlikte, Hz. Eyyûb’un (a.s.) hal tercümesini, Hz. Yusuf’tan (a.s.) önce vermişlerdir. Hz. Eyyûb’un (a.s.), Hz. Yakub (a.s.) zamanı nebilerinden olduğunu bildiren ikinci rivayeti buna gerekçe göstermişlerdir.[1] Onun Hz. Dâvud (a.s.) ve Hz. Süleyman (a.s.) zamanında yaşayan Arap asıllı bir nebî olduğunu ileri sürenler de çıkmıştır. Mevdûdî, Ahd-i Atik'teki Eyyûb kitabından daha güvenilir olarak nitelediği İşâyâ ve Hezeikel kitaplarına istinaden Hz. Eyyûb’un (a.s.) M.Ö. IX. yüzyıl veya daha önce yaşadığı görüşünü benimsemiştir. [2]
Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Eyyûb
Az önce geçtiği gibi, Kur'ân dört yerde Hz. Eyyûb’dan (a.s.) bahsetmiştir. Bunlardan birincisi olan Nisa sûresinde Allah Teâlâ, Rasülullah’a (s.a.s.) hitaben, ona gönderdiği gibi, diğer bütün peygamberlere de vahiy gönderdiğini bildirerek onlardan bazılarının isimlerini vermektedir. Hz. Eyyûb (a.s.) da bunların arasındadır:
"(Ey peygamber) Biz, Nuh'a ve ondan sonraki bütün peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Tıpkı İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Hârun'a ve Süleyman'a vahyettiğimiz ve Dâvud'a Zebur'u verdiğimiz gibi." [3]
En'âm sûresinde ise, yine bazı peygamberlerin isimleri sayılmakta, onların hidâyete ulaştırıldıkları ve yaptıkları iyi işler karşılığında ödüllendirildikleri bildirilmektedir.
"Bundan başka ona (İbrahim'e) İshak ve Yakub'u ihsan ettik ve her birini hidâyete erdirdik. Nuh'u da daha önce hidâyete erdirmiştik. Onun soyundan Dâvud'u, Süleyman'ı, Eyyûb'u, Yusuf u, Musa'yı, Harun'u da. İşte sâlih amel işleyenleri / iyi işler yapanları böyle mükâfatlandırırız." [4]
Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Eyyûb’un (a.s.) isminin üçüncü defa zikredildiği Enbiyâ sûresinde Cenab-ı Hak, bazı peygamberlerine verdiği imkânlar ve onlara yaptığı yardımlardan bahsederken, Hz. Eyyûb’un (a.s.) yakalanmış olduğu hastalıktan kurtulmak için yaptığı duaya da işaret etmiş ve onun bu duasını kabul ettiğini, ona şifa ile birlikte yeniden evlât ve bol miktarda mal verdiğini açıklamıştır. Ayrıca onun bu durumunu, musibetlere mâruz kalan mü'minlerin, bu belâların giderilmesini Allah'tan istemeleri ve ihlâsla O'na sığınmaları hususunda örnek göstermiştir:
"Eyyûb'u da hatırla! O, bir zaman rabbine, 'Doğrusu ben bir hastalığa yakalandım. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin, bana merhamet et!' diye duâ etmişti. Bunun üzerine duasını kabul ettik ve onu yakalandığı dertten kurtardık. Ayrıca katımızdan bir rahmet ve bize kulluk edenlere bir ders olmak üzere, ona aile fertlerini ve onlarla birlikte bir o kadarını daha verdik." [5]
Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Eyyûb’dan (a.s.) son kez bahsedilen Sâd süresindeki âyetlerde (41-44) de onun hastalığı ve Allah'ın lütfuyla şifa bulması hakkında bilgi verilmiştir. Burada, önceki bilgilere ilâve olarak, onun yakalandığı dertten nasıl kurtulduğuna, malına mülküne yeniden kavuştuğuna, engin sabrına ve hanımıyla ilgili bir duruma işaret edilmiş; ayrıca onun Allah'a yönelen çok güzel bir kul olduğu belirtilmiştir:
"Kulumuz Eyyûb'u hatırla! Hani bir zaman o, Rabbine, 'Gerçekten şeytan bana meşakkat ve ıstırap dokundurdu!' diye nidâ etmişti, ona, 'Ayağını yere vur! İşte sana, yıkanılacak ve içilecek soğuk bir su!' dedik. Nezdimizden bir rahmet ve akıl sahiplerine bir öğüt olmak üzere Biz, ona aile fertlerini ve önceki mal-mülkünü bahşettik, bir o kadar da artırdık. Biz, Eyyûb'a, 'eline bir demet sap alıp onunla hanımına vur, yeminini bozma!' demiştik. Gerçekten Biz, onu sabırlı bulmuştuk. O, ne güzel kuldu! Daima Allah'a yönelirdi." [6]
Kur'ân-ı Kerim'in Hz. Eyyûb (a.s.) hakkında verdiği bilgiler, bunlardan ibarettir. Görüldüğü gibi, orada onun peygamber olduğunun bildirilmesi ve güzel ahlâkı yanında sâdece hastalığı ve Cenab-ı Hakk'ın lütfuyla bu hastalıktan kurtuluşundan söz edilmiştir. Bu hastalığından bahsedilirken de, duyduğu rahatsızlık yüzünden yaşadığı acıyı şeytana nispet etmesi, Yüce Allah'ın emrine uyarak hastalıktan şifa bulma şekli, yeniden mal mülk ve evlâda kavuşması, hastalığı sırasındaki bir yemini ve bu yeminini yerine getirmesiyle ilgili tavsiyeye yer verilmiştir. Dolayısıyla Kur'ân-ı Kerim'de, onun hastalığının sebebi, ne tür bir hastalık olduğu ve safhaları hakkında bilgi yoktur. Tevrat ve diğer kaynaklarda anlatılanları bir tarafa bırakıp, sâdece âyetlerdeki bilgileri esas aldığımız takdirde, onun bu hastalığının, diğer peygamberlerin tâbi tutulduğu imtihanlar cinsinden, derecesinin yükseltilmesine vesile kılınan bir imtihan olduğu anlaşılmaktadır. Hz. Eyyûb (a.s.), büyük bir sabır göstererek bu imtihanı başarıyla tamamlamıştır. Şimdi onun hastalığıyla ilgili olarak sâdece Kur'ân'da işaret edilen hususları ve bu konularda yapılan açıklamaları vermek istiyoruz:
Üstün Sabır Sahibi Güzel Bir Kul
Allah Teâlâ, mealini aktardığımız son âyette, hastalığı sırasında gösterdiği fevkalâde sabrı ve tevekkülü dolayısıyla Hz. Eyyûb (a.s.) hakkında şöyle buyurmuştur: "Gerçekten Biz, onu sabırlı bulmuştuk. O, ne güzel kuldu! Daima Allah'a yönelirdi." [7]Kavmine peygamber olarak görevlendirilen Hz. Eyyûb (a.s.), tefsirlerde ve diğer kaynaklarda anlatıldığına göre büyük bir zengindi. Geniş topraklar, bağlar, bahçeler ve kalabalık sürüler sahibiydi. Son derece sağlıklı bir bünyeye sahip olup çok sayıda çocuğu vardı. Ömrünün bolluk ve sağlık içinde geçirdiği yıllarında, varlıklı ve sağlıklı bir kulun yapabileceği en güzel kulluk şeklini göstermişti. Son derece muttaki, Allah'ın verdiği nimetlere şükreden ve muhtaçlara yardımcı olan bir kul olmuştu. Dünya malı hiçbir şekilde onu tuzağına düşürememişti. Bunlarla alâkalı olmalı ki, Yüce Allah, onu kendisine bol bol verdiği bu nimetlerle, çocuklarının çokluğu ve bedeninin sıhhatiyle imtihan etmek istedi. Onu malını mülkünü ve ardından yakınlarını elinden almakla imtihan etti. Bütün mal varlığını ve çocuklarını kaybeden Hz. Eyyûb (a.s.), aynı zamanda ağır bir hastalığa yakalandı. Bu durumda ise o, hasta ve muhtaç sâlih kullar için örnek bir hayat yaşadı. Başına gelen bu sıkıntılara karşı sabır zırhına bürünerek Allah'a hamdine ve yoğun ibâdetine devam etti. Asla kırgınlık göstermedi, büyük bir tevekkülle Allah'tan gelen her şeye râzı olduğunu gösterebilmek için elinden geleni yaptı. Bolluk zamanında olduğu gibi, darlık hallerinde nasıl olunması gerektiği hususunda sâlih kullar için güzel bir örnek oldu. Hatta neticede, Allah Teâlâ tarafından "sabırlı, güzel bir kul olarak tanıtılma" yanında, sabırlı kişiler hakkında en önemli örnek hâline geldi. Rivayete göre sâliha bir hatun olan hanımı da, bollukta ve darlıkta ondan farksızdı. Nimetlere şükretmesini bilen bu bahtiyar kadın, sıkıntı ve ağır hastalık günlerinde, kocasını terk etmedi, onu yalnız bırakmamak için elinden geleni yaptı ve her türlü hizmetini yürütmeye çalıştı.
Şeytanın Vesvesesi
Müfessirler, Sâd sûresindeki âyette, Hz. Eyyûb’un (a.s.) hastalığı sırasında duyduğu meşakkat ve acıyı, şeytana nispet etmesinin yanlış anlaşılabileceğini düşünerek, bu işin hakikatini şöyle açıklamışlardır; Hz. Eyyûb (a.s.), "Gerçekten şeytan bana meşakkat ve ıstırap dokundurdu!" [8] derken, şeytanın insanlar üzerinde hastalık ve sıkıntı meydana getirdiğini veya onun böyle bir güce sahip olduğunu kasdetmemiştir. Zâten şeytanın böyle bir gücü de yoktur. Çünkü böyle bir güce sahip olması durumunda insanların onun kötülüklerinden kurtulmaları mümkün olamazdı. Şeytanın insanlar üzerindeki yetkisi, vesvese vermek suretiyle onları etkilemesinden ibarettir. Hz. Eyyûb’un (a.s.) kasdettiği de işte bu vesvesedir. Şeytanın Hz. Eyyûb’a (a.s.) verdiği vesvesenin keyfiyeti hakkında ise farklı açıklamalar yapılmıştır. Bu hususta söylenenler özetle şöyledir
Hz. Eyyûb’un (a.s.) hastalığı şiddetlenince, ona gelen şeytan, önceden sahip olduğu nimetleri ve o andaki hastalığını hatırlatarak, onu rahatsız etmeye çalışırdı. Veya vesvese suretiyle gelir, sıhhat bulamayacağından bahsederek onun zihnini karıştırırdı. Yahut eşine, "Kocan bana itaat ederse, hastalığını gideririm" der, bunun üzerine eşi, şeytanın sözlerini aktararak Eyyûb'u rahatsız ederdi. Bu yollardan hangisiyle olursa olsun, onun vesvesesi kendisini rahatsız ettiğinden, Hz. Eyyûb (a.s.), onun şerrinden kurtulmak için Allah'a duâ etmiştir. Bu hususta Mevdûdî, şöyle demektedir:
"Hz. Eyyûb (a.s.), 'Gerçekten şeytan bana meşakkat ve ıstırap dokundurdu!' ifadesiyle, şeytanın bir musibet ve hastalık verme gibi bir güce sahip olduğunu söylemek istememiştir. Zîrâ Hz. Eyyûb (a.s.), şiddetli bir hastalığa yakalanması, tüm servetini ve evlâdını kaybetmesi ve tüm yakınlarının kendisinden yüz çevirmesinden ziyâde, şeytanın vesvese yoluyla kendisine eziyet etmesinden yakınıyordu. O, 'Şeytan bana vesvese vererek me'yus olmamı istiyor, beni nankör olmaya sevk ediyor ve sabrı terk etmem için elinden geleni yapıyor' demek istiyordu."[9]
Şifa Bulması
Kur'ân-ı Kerim'de açıklanan diğer bir husus, Hz. Eyyûb’un (a.s.) şifa bulmak için yaptığı duânın Allah Teâlâ tarafından kabul edilmesi ve hastalıktan kurtulması için ne yapması gerektiğinin bildirilmesidir. Cenab-ı Hak, ona "Ayağını yere vur! İşte sana, yıkanılacak ve içilecek soğuk bir su!"[10] buyurarak hastalığından nasıl kurtulacağını açıklamış, bunun üzerine ayağını yere vurduğunda, oradan soğuk bir su fışkırmış ve Hz. Eyyûb (a.s.), o sudan içip ardından banyo yapınca şifa bulmuştur.
Hz. Eyyûb’un (a.s.) hastalığı, Enes b. Mâlik'ten nakledilen bir hadise göre on sekiz yıl devam etmiştir.[11] Bu hastalığın yedi veya üç yıl sürdüğünü bildiren rivayetler de vardır. Bir hadiste de Hz. Eyyûb’un (a.s.) bu hastalığa bir çarşamba günü yakalandığı ve bir salı günü kurtulduğu belirtilmiştir.[12]
Kendisine Yeniden Çocuk ve Mal Verilmesi
Kur'ân-ı Kerim, Allah Teâlâ'nın, duasını kabul ederek sağlığına tekrar kavuşturduğu Hz. Eyyûb’a (a.s.), önceden olduğu gibi, çok sayıda çocuk ve büyük bir servet bahşettiğini, hatta önceki servetini ikiye katladığını da haber vermiştir:
"Nezdimizden bir rahmet ve akıl sahiplerine bir öğüt olmak üzere Biz, ona aile fertlerini ve önceki mal-mülkünü bahşettik, bir o kadar da artırdık." [13]
"Bunun üzerine duasını kabul ettik ve onu yakalandığı dertten kurtardık. Ayrıca katımızdan bir rahmet ve bize kulluk, edenlere bir ders olmak üzere, ona aile fertlerine ve onlarla birlikte bir o kadarını daha verdik." [14]
Rasülullah (s.a.s.) ona bahşedilen nimetlerle ilgili olarak şöyle buyurmuştur;
"Eyyûb peygamber bir gün çıplak olarak yıkanırken, üzerine altın çekirgeler düşmeye başladı. Eyyûb, onları toplayıp elbisesinin içine doldurmaya başlayınca, Cenab-ı Mevlâ, 'Ya Eyyûb! Ben seni bu gördüklerine dönüp bakmayacak kadar zengin kılmadım mı?' diye seslendi. Eyyûb ise, 'Evet, izzetine yemin ederim ki, beni çok zengin kıldın; fakat ben Senin lutfettiğin bereketten müstağni olamam.' dedi!.." [15]
Rivayete göre Hz. Eyyûb (a.s.) hastalanmadan önce yetmiş, sıhhatine kavuştuktan sonra da yetmiş yıl yaşamıştır. Ancak onun bütün ömrünün 93 yıl olduğu da söylenir.
Yüz Değnek Meselesi
Âyetteki "Biz, Eyyûb'a, 'Eline bir demet sap alıp onunla hanımına vur, yeminini bozma!' demiştik." ibaresiyle işaret edilen hususa gelince, Fahreddin Râzî ve Beyzâvî'nin naklettiklerine göre, hastalığı günlerinde, eşi bir ihtiyaç için gittiğinde geç gelmiş, bu duruma öfkelenen Hz. Eyyûb (a.s.), "Hastalığımdan kurtulursam sana yüz değnek vuracağım!" diye yemin etmişti. Cenab-ı Hak, onun yeminini yerine getirmesi için bir kolaylık gösterdi. Çöplerden bir demet yaparak bir defa vurmasıyla yemininin yerine geleceğini bildirdi.[16]
Başka bir rivayete göre ise, hastalığı arttığında hanımı, "Sen duası makbul bir adamsın, dua et de Allah şifanı versin!" deyince, "Biz yetmiş yıl nimetler içinde yüzdük, yetmiş yıl da belâ ve sıkıntıya sabredelim! Allah bana şifa verirse sana yüz sopa vuracağım." diye yemin etmiştir. Elmalılı, bu konu hakkında şöyle der:
"Deniliyor ki, Hz. Eyyûb (a.s.), bir hâdise dolayısıyla eşine yüz değnek vurmaya yemin etmişti. Böylece bir demet yaparak vurmakla yeminin yerine geleceği kendisine ruhsat olarak gösterilmiş, şer'î ceza ve yeminlerde bu "Eyyûb ruhsatı" adıyla bâkî kalmıştır. Âyette ne demeti olduğu açıkça belirtilmediği için, daha geniş mânâlara ihtimali vardır. Bizim kanaatimizce bu emir, yalnız o ruhsatı göstermekle kalmıyor, eli altında bir cemâat kurulması gerektiğini de anlatmış bulunuyor." [17]
Derveze, Hz. Eyyûb’a (a.s.) verilen bu ruhsatı, Allah'ın kulları için, tehlike, zarar ve günâha düşürecek problemlerden kurtulmaları hususunda meşru vesilelere tevessül edilmesine izin verdiğine delil olarak değerlendirmekte ve bunun Kur'ân'ın tekrarlarla prensip haline getirdiği bir kaide olduğunu söyleyerek çeşitli örnekler vermektedir.[18] Hz. Eyyûb’a (a.s.) tanınan ve Allah'ın onun vefakâr eşine büyük bir lütfu kabul edilen bu uygulama, fukahâ arasında çeşitli görüşlere mesnet olmuştur.[19]
Kitab-ı Mukaddes'te Hz. Eyyûb (a.s.)
Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Eyyûb (a.s.) hakkında verilen bilgiler yukarıda aktardıklarımızdan ibarettir. Bu bilgilerin dışında onun kavmi, mensup olduğu aile, yaşadığı dönem, hayatı ve özellikle, meşhur hastalığı ile ilgili olarak diğer kitaplarda pek çok şey söylenmiştir. Bu bilgilerin ekserisinin kaynağı Tevrat veya Ehl-i Kitabın elinde bulunan diğer bazı kitaplardır. Onun yakalandığı şiddetli hastalık ve rahatsızlığı esnasındaki durumu hakkında söylenenlerin ekseriyetinin uydurma olduğu açıktır. Onun hakkındaki bu bilgileri özet olarak vermek ve bilhassa uydurma olduğu bilinen rivayetlere işaret etmek istiyoruz:
Ahd-i Atik, Hz. Eyyûb’un (a.s.) başından geçenleri tafsilatıyla anlatmaktadır. Burada onun Edom diyarının bir bölgesi olan ve Ölü Deniz'in güneydoğusunda yer aldığı söylenen veya Celîle gölünün kuzeydoğusundaki Haran’la aynı yer olduğu ileri sürülen Uts bölgesinde yaşadığı bildirilmektedir. Kendi adını taşıyan kitapta anlatıldığına göre, o, yedi oğul ve üç kız babasıdır; binlerce koyunu ve devesi, pek çok kölesi vardır. Şarktaki insanların en büyüğüdür. Bütün bunlarla birlikte son derece kâmil bir insandır, Allah'tan hakkıyla korkar ve bütün kötülüklerden kaçınır. Bir defasında Rab, onun bu durumunu şeytana hatırlatınca, onu kıskanan şeytan, onun Allah'tan korkusunun, malının elinden alınma endişesinden kaynaklandığını söyler. Bunun üzerine Allah, Hz. Eyyûb'u denemek için şeytana onun malını mülkünü tahrip imkânı verir. Şeytan, onun çocuklarını öldürür ve bütün mallarını tahrip eder. Ancak Eyyûb, şeytanı yanıltmıştır. Bütün bu sıkıntıları büyük bir tevekkül ile karşılar, Allah'ın hükmüne teslim olarak, hamd ve şükrünü devam ettirir.[20]
Hz. Eyyûb’un (a.s.) peşini bırakmayan şeytan, bu defa Allah'tan onun ağır bir hastalıkla denenmesi için izin alır. Neticede onun bütün vücudu çıbanlarla kaplanır. Çıbanları kazımak için bir çömlek parçası alır ve küller içinde oturur. Onun bu durumuna üzülen karısı, "Allah'a lanet et de öl!" der. Eyyub, bütün bunlara rağmen, hastalığının ilk günlerinde büyük bir sabır örneği sergiler ve önceden olduğu gibi şükrüne devam eder. Ancak hastalık uzayınca yakınmaya başlar ve bu yakınmalar giderek isyana ve doğduğu güne lanet yağdırmaya dönüşür. Bunun büyük bir haksızlık olduğunu söyler.[21] Allah'ın bu isyanı sebebiyle kendisini kınamasına kadar isyan ve şikâyetlerini devam ettirir. İşte o zaman pişman olup isyanına tevbe eder. Onu bağışlayan Allah, hastalıktan kurtarır, önceki çocukları sayısınca çocuk ve önceki servetinin iki katı da mal verir. Hz. Eyyûb (a.s.) bu musibetten sonra 140 yıl daha yaşar.[22]
Görüldüğü gibi, Kur'an'da tanıtılan Eyyûb ile Kitab-ı Mukaddes'te tanıtılan Eyyûb arasında önemli bir fark vardır. Kur'an, daha önce de belirtildiği gibi, onu, Allah'a kulluk hususunda mükemmel bir örnek, sabır ve metanet âbidesi bir şahsiyet olarak takdim eder. Ancak Kitab-ı Mukaddes'in Eyyûb kitabında tanıtılan Eyyûb, sabırdan ziyâde sabırsızlığıyla ve sonuçta isyanıyla dikkat çeker. Gerçi bu kitabın ilk bölümündeki Eyyûb, Kur'ân'ın tanıttığı Eyyûb'a benzer. O, Allah'tan korkan mükemmel bir insandır. Ancak daha sonraki bölümlerde, açık bir isyankârdır. Kitabın bu iki bölümündeki çelişki, bu kitabın tahrif edildiğinin, dolayısıyla oradaki bilgilerin önemli bir kısmının Allah sözü olmayıp insanlar tarafından uydurulup ona isnâd edildiğinin açık bir delilidir.
Diğer taraftan, Hz. Eyyûb’un (a.s.) hastalığı, Tevrat'taki rivayetlerde insanların kendisinden nefretini gerektiren bir hastalık şeklinde anlatılmıştır, Kısas-ı enbiyâ, tarih ve tefsir kitaplarında geçen bu yöndeki malûmat da, tamamen İsrâilî kaynaklardan alınmış bulunmaktadır.[23] Onun hastalığı hakkında Kur'ân-ı Kerim ve güvenilir hadis kaynaklarında bulunmayan bu tür rivayetlerin önemli kısmının sonradan uydurulduğu açıktır. Çünkü peygamberler, kendilerinden nefrete ve uzaklaşmaya yol açacak, insanları tiksindiren her türlü hastalık ve noksanlıklardan korunmuşlardır.[24] Bu korunmuşluk, yürüttükleri önemli görevin zarurî bir şartıdır. Daveti yürütecek kişilerin halk ile birlikte olmasını ve onları doğru yola çağırmasını engelleyen, insanları onlardan uzaklaştıran bu durumlar, peygamberlik hikmetine aykırı görülmüştür.
Evlâdı
Bâzı tarihçiler, çok sayıda çocuk sahibi olduğu bildirilen Hz. Eyyub’un (a.s.) haklarında bilgi olan iki oğlundan bahsederler. Bunlardan biri, Havmel, diğeri ise, kendisinden sonra peygamber olarak görevlendirildiği belirtilen ve "Zülkifl" olarak isimlendirilen Bişr'dir. Hayatını Anadolu veya Şam'da geçiren Bişr (a.s.), 75 veya 95 yaşında ölmüştür.[25]
Eyyûb (a.s.) ve Dertlerle İmtihanı
“Eyyûb’u da an. O, Rabbine: ‘Bu dert bana dokundu, Sen merhametlilerin en merhametlisisin’ diye duâ etmişti. Biz onun duâsını kabul ettik, kendisine bulaşan derdi kaldırdık; ona tarafımızdan bir rahmet ve ibâdet edenler için bir öğüt olarak âilesini ve onlarla beraber bir katını daha verdik.”[26] Eyyûb’a (a.s.) dokunan dert hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bazı tefsirlerde ve peygamberler tarihinde, bazen çok abartılı ve bir peygamber için düşünülmeyecek itici hastalıklar isnâd edilmiştir. Bunların doğruluğu sâbit değildir. Şeklini tam olarak bilmesek de, şurası bir gerçektir ki, Eyyûb (a.s.) istenmedik bazı durumlarla imtihan edilmiş, bazı dertlerden mustarip olmuştur. Bu istenmedik durumdan kurtulmayı, kendisine sıkıntı veren şartların değişmesini, dertlerin giderilmesini Allah’tan istemektedir. Fakat Eyyûb’un (a.s.) tutum ve düşüncesinde herhangi bir taşkınlık, isyan, bağırıp çağırarak sızlanma görülmemektedir. Allah’a olan güveni, O’na dayanması, derdinin giderilmesi için O’ndan yardım istemesi, dertten kaynaklanan fiziksel ve ruhsal acılara katlanmaya çalışması, içinde bulunduğu şartları olduğu gibi kabullenmesi, Eyyûb’u (a.s.) örnek bir kişilik olarak ön plana çıkarmıştır: “Gerçekten Biz onu sabreden bir kul bulmuştuk. Ne güzel kuldu. O, daima Bize başvururdu.”[27] Peygamberler de birer insan oldukları için, hastalanabilirler. Bu doğaldır, normaldir. Gülerler, ağlarlar, ıstırap çekerler. Bunlarda hiçbir anormallik yok. Ama, Eyyûb’a (a.s.) nisbet edilen hastalık üzerinde çok fazla durulmuş, hakkında ileri geri pek çok lüzumsuz ve anlamsız şeyler söylenmiştir. Peygamberler hakkında asla câiz görülmeyecek haller kendisine nisbet edilmiştir. Bu konudaki asılsız haberler, asırlardan beri, işin iç yüzünü bilmeyenlerce, bir gerçekmiş gibi halka anlatılmış, böylece de güya Eyyûb’un (a.s.) ne sabırlı bir peygamber olduğu gösterilmeye çalışılmıştır. Gözyaşı döken cemaatler, hatipleri biraz daha coşturmuş ve böylece de Eyyûb Peygamber'in ismi etrafında söylentiler, hayallerin hızı nisbetinde her gün biraz daha mecrâsından saptırılmıştır. Hâlbuki gerçek, hiç de öyle değildir. Eyyûb’un (a.s.) hastalığı ile ilgili bildiğimiz tek hak nokta, onun duâsı esnâsında Allah'a şöyle niyaz etmesidir: "Başıma bir belâ geldi (Sana sığındım), Sen merhametlilerin merhametlisisin." [28]; "Kulumuz Eyyûb'u da an; Rabbine 'Doğrusu şeytan bana yorgunluk ve azâb verdi' diye seslenmişti."[29] Meal itibarıyla birbirine yakın bu iki cümle dışında Kur'an ve hadislerde Eyyûb’un (a.s.) hastalığının mâhiyeti ile ilgili hiçbir bilgi yoktur. O halde Kur'an'ın verdiği bu bilgi ile yetinmeli ve teferruata girmemelidir. Bazı Tefsir ve İslâm Tarihi kitaplarında, Eyyûb’un (a.s.) hastalığının uyuz veya çiçek ya da cüzzam olduğu söylenmiştir. Fakat bunların hiçbirine itibar edilemez, doğruluklarına inanılamaz. Bu eserlerde anlatıldığına göre, güya yıllarca devam eden hastalık sonucu Eyyûb'un vücuduna kurtlar düşmüş ve bu kurtlar yaraların içinde ve dışında, sağda-solda fokur fokur kaynar vaziyete gelmişlerdir. Yaraların kurtlanması sonucu dayanılmaz kokular hâsıl olmuş ve yanına kimse sokulamamıştır. Bu halde iken bile Eyyûb (a.s.), yaralardan düşen kurtları geri koymuş ve "Ye! Senin daha nasibin var" demiştir. Hz. Eyyûb'un sabrının ne dereceye ulaştığını isbat husûsunda ortaya atılan bu rivâyetler yalandır, asılsızdır. Bunlar reddi gerekli olan İsrâilyyât cinsindendir. Eyyûb'un ibtilâsı konusunda olduğu gibi, sabrı konusunda söylenenler de İsrâiyyatla dolmuş ve gerçekler gölgelenmiştir. Allah'ın seçkin bir kulu ve nebîsi olan bir kişiye yakıştırılan bu halleri kitaplara yazmak, bunları hak adına halka anlatmak günahtır. Bir peygamberin sabrını ortaya koymak için yaralarına kurt düşürmek şart mıdır? Kezâ düşen kurtları yerden alıp tekrar yaraya koymak çok mu gereklidir? Bunlarla insanlar dine ısındırılmak isteniyorsa, hata ortadadır. Temizliği bir ölçüde benimsemiş kişi bunları duyunca nefret eder. Hatta Eyyûb’a (a.s.) atıp tutar. Bu yolla da insanlar peygamberlerden soğur ve uzaklaşır. Bu tür rivâyetleri ortaya atan ve bunları halk arasında yayanların muhtemelen, böyle hâince maksatları da olabilir. Rivâyetlere bakılacak olursa, Eyyûb'un yaralarına kurt düşüp çevreyi çok fena ve dayanılmaz bir koku sarınca kasaba halkı kendisini şehirden çıkarmış ve bir çöplüğe atmıştır. Eşinden başka herkes ondan uzaklaşmış, yanına kimsecikler uğramaz olmuştur. Kendisi yıllarca bu çöplükte kalmıştır…
Allah elçileri maddeten ve mânen temiz insanlardır. Görevleri gereği toplum içinde yaşarlar. Hiçbir peygamber, insanları nefrete boğacak, çöplüklere atılacak tarzda hasta olmaz. Bunlar, câiz görülmesi aklen ve naklen asla mümkün olmayan ve yalan olduğuna inanmanın gerekli olduğu İsrâiliyyat türündendendir. Rivâyetleri doğrulayacak elimizde hiçbir sahih senet yoktur. Bilinmelidir ki, nefret uyandıran hastalık ile peygamberlik birbirine zıt şeylerdir. [30]
Musibet ve Hastalıkların Hikmetleri
Musîbet
İnsanlığa rahmet olarak gönderilmiş o büyük peygamber, Taiflilerin saldırısından kurtulduktan sonra, ellerini kaldırıp Rabbine şöyle seslenmişti: "Yâ Rabbi! Gerçekte benim üzerime çöken bu musîbet ve eziyet, şayet Senin bana karşı bir gadap ve öfkenden ileri gelmiyorsa, ben buna aldırış etmem ve gönülden tahammül ederim."
Musîbete karşı takınılan tavır, aynı zamanda iman ile nifakın arasını ayıran ve münafık tiplerin kalplerindeki nifakı açığa çıkaran bir imtihan aracıdır. Yani imanlar, bazen zenginlik ve rahatlıkla; bazen de musibet ve zorlukla sınanır.
Müslümanlar savaşta bir başarısızlığa (musîbete) uğradığı zaman münâfklar, onlarla beraber olmadıkları için sevinirler ve bunu kendileri için bir nimet sayarlar. Allah Teâlâ gerçek anlamda nimetlendirilenlerin musibetlere uğrayıp bunlara sabreden kimselerden başkaları olmadığını ve farklı düşünenlerin ise kalplerinde hastalık bulunan tipler olduğunu bildirmektedir: "Şüphesiz ki içinizden (savaşa çıkmak için) pek ağır davrananlar vardır. Size bir musîbet geldiği zaman (onlar) ‘Allah bana nimet ihsan etti de onlarla beraber olmadım’ der." [31]
Diğer bir musîbet de, insanların işledikleri kötü amelleri ve kalplerindeki nifak ve küfürlerinden dolayı muhatap oldukları musibettir. Kur'an-ı Kerîm'de bu anlamda kullanılan musîbet kelimesi ile, bu kötülüklere karşı bir cezalandırma kasdedilmektedir: "Başınıza gelen bir musîbet kendi ellerinizle kazandığınız günahlar yüzündendir. O, işlenenlerin birçoğunu da affeder." [32]
Münâfıkların hallerinden söz edilen başka bir âyet-i kerimede de şöyle buyurulmaktadır: "Kendi yaptıklarından dolayı başlarına bir musîbet geldiğinde nice olur halleri..." [33]
İşlenilen kötü amellere karşılık âhirette acıklı Cehennem azabına uğrayanların durumları da musîbet olarak nitelendirilmektedir: "Eğer onlar (Yahudiler) işledikleri günahlar yüzünden başlarına bir musibet geldiği zaman; ‘Rabbimiz bize Peygamber gönderseydin de biz de senin âyetlerine uyup mü'minlerden olsaydık ya’ diyecek olmasalardı (seni göndermezdik)." [34]
İnsanların başına gelen bütün musîbetler Allah Teâlâ'nın izni ve takdiri dâhilinde ortaya çıkmaktadır: "Yeryüzüne ve kendinize inen hiçbir musîbet yoktur ki Biz onu yapmadan önce Levh-i mahfuz'da yazılmış olmasın. Şüphesiz ki bu, Allah için çok kolaydır." [35]; "Allah'ın izni olmadan kulun başına hiç bir musibet gelmez..." [36]
Bu anlamda, ölüm olayı da bir musibet olarak zikredilmektedir: "... Veya yolculukta iseniz ve başınıza ölüm musibeti gelmişse..." [37]
Allah, insanı yaşadığı hayatta sınamaktadır. Bu ömür sonunda sağlığını, ömrünü nasıl geçirdiğini kendisine soracaktır. Her şey gibi hastalık da bir imtihandır. Hastalığın bildiğimiz ve bilemediğimiz büyük hikmetleri vardır. Mü’min açısından, hastalığın derece terfîine ve günahların affolunmasına sebep olacağı ümid edilir.
İmam Gazzâlî, insanların başına gelen musîbet ve hastalıkları üç kısma ayırmıştır:
1- Münâfığın hastalık ve musîbeti: Allah’a itirazda bulunduğu için ona gelen musîbet ve hastalıklar cezâ olur.
2- Mü’minin hastalık ve musîbeti: Allah’tan geldi diyerek sabrettiği için onun musîbeti günahlarına keffâret olur.
3- Şükür makamında olan mü’minin musîbeti: Bu da hastalığında Allah’a hamd ve şükürde bulunduğu için hastalığı Allah indinde derecesinin yükselmesine sebep olur.
En Ağır İmtihan Peygamberlerin İmtihanıdır
Sahabelerden Sa’d rivâyet ediyor: Dedim ki: ‘Yâ Rasûlallah, insanların belâsı/imtihanı en çetin olanı kimdir? Buyurdu ki: “Peygamberler ve sonra da derece derece mü’minlerdir. Kişi, dini oranında belâ görür/imtihan edilir. Dini kuvvetli ve sağlam ise belâsı ağır olur. Dininde zayıflık söz konusu ise, dini kadar belâ görür/imtihana tâbi tutulur. Belâ insanın yakasına öylesine yapışır ki, günahsız gezene kadar peşini bırakmaz.” [38]
“İnsanların belâ/imtihan yönünden en şiddetlisi, en çok belâya mübtelâ olanları peygamberlerdir, sonra sâlihler, sonra da derece derece iyi hal sahibi diğer mü’minlerdir.” [39]
İbn Mes’ûd’dan (r.a.) rivâyet edildiğine göre şöyle demiştir: “Bir zaman Nebî (s.a.s.)’nin yanına girdim, kendisi sıtmaya yakalanmıştı. Elimi vücuduna dokundurdum ve: ‘Gerçekten şiddetli bir sıtma nöbetine tutulmuşsunuz’ dedim. “Evet, sizden iki kişinin çekebileceği kadar ıstırap çekiyorum” buyurdu.” [40]
Sahâbelerden Abdullah ibn Mes'ûd diyor ki: ‘Rasûlullah’ın huzuruna girdim; Yâ Rasulallah, dedim, çok ateşin var. “Evet dedi, “Ben sizden iki kişinin hastalığı kadar hastalanırım.” Ben: ‘Şu halde, senin için ecir vardır’ deyince buyurdu ki: “Evet, aynen öyle. Hiçbir müslüman yoktur ki, ona bir diken ve daha küçük bir şey de olsa eziyet veren bir şey isâbet etsin de, Allah o şeyi, ağacın yapraklarını dökmesi gibi, o müslümanın günahlarına keffâret kılarak günahları ondan dökmesin.” [41]
Büyük İnsanlar, Zor Sınavlardan Başarıyla Geçenlerdir
“Sevabın çokluğu, belânın büyüklüğüyle beraberdir. Allah, bir toplumu sevdiği zaman şüphesiz onları (sıkıntı, musibet ve belâlarla) imtihan eder. Artık kim bir (imtihan edildiği belâ ve musibetlere) rızâ gösterirse, Allah’ın rızâsı (ve sevabı) o kimseyedir. Kim de (imtihan edildiği belâ ve musibetlere) öfkelenir (İlâhî hükme rızâ göstermez) ise, Allah’ın gazabı (ve azâbı) o kimseyedir.” [42]
“Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki O, bir mü’min için hayrına olmayan bir şeyle hükmetmez. Bu, ancak mü’minler içindir. Şayet mü’mine bir iyilik isâbet ederse o buna şükreder ve kendisi için hayırlı olur. Şayet bir sıkıntı isâbet ederse sabreder. Bu da kendisi için hayırlı olur.” [43]
"Yüce Allah buyuruyor ki: 'Mü'min bir kulumu bir hastalığa müptelâ ettiğim zaman Bana hamd ederse anasından doğduğu günkü gibi günahlarından temiz olarak yatağından kalkar. Yüce Allah buyuruyor ki: 'Ben kulumu bağladım, sınadım (şimdi ey meleklerim:) sağlam iken ona yazdığınız sevaplar gibi hastalık zamanı için de aynı sevapları yazın." [44]
“Allah, bir kulu sevdiği zaman onu dünyadan korur. Tıpkı sizden birinizin hastasını sudan korumaya devam etmesi gibi.” [45]
“Allah Teâlâ buyurur ki: ‘Kulumu iki sevgilisiyle (iki gözüyle) imtihan edip de kulum (şikâyet etmeyip) sabrederse iki gözüne karşılık olarak ona Cenneti veririm.” [46]
“Bu hastalığa tutulup sabrederek ecir umarsan, karşılık olarak sana Cennet vardır.” [47]
İbn Abbas, bir arkadaşına şöyle demiştir: “Ey Atâ! Sana Cennet kadınlarından bir kadın göstereyim mi?” O da “evet, gösterin” demesi üzerine İbn Abbas şöyle demiştir: “Şu (gördüğün iri yapılı ve uzun boylu habeşî) siyah kadın yok mu? Bu kadın bir kere Nebî’ye (s.a.s.) gelip: ‘Yâ Rasûlallah! Ben sâra hastasıyım, sâra nöbetim gelince de (bayılıyor) açılıyorum, Allah’a benim için duâ buyurun’ dedi. Hz. Peygamber: “Ey kadın! İstersen hastalığına sabret. Buna karşılık sana Cennet vardır. Veya sıhhat vermesi için Allah’a duâ edeyim” buyurdu. Kadın ‘hastalığıma sabrederim; ancak, açılıyorum, açılmamam için Allah’a duâ buyurun’ deyince Rasûl-i Ekrem duâ buyurdu (Mahrem yerleri açılmaz oldu).” [48]
“Bir musîbet, bin nasihatten iyidir.” [49]
Hastalık, Sakatlık ve Bazı Musibetler de Rahmettir
Dünya bir tiyatro sahnesidir. Hepimize kader, farklı roller dağıtmış. Âhirete göre bir-iki saat sayılan şu dünya sahnesinde, rolümüzü beğenmeyip ille zengin, güzel ve yakışıklı role özenmek usta oyuncuya yakışmaz. Bize hangi rolün daha iyi gideceğini bizi bizden iyi tanıyan yönetmen takdir etmektedir. Doğru olan, bize verilen rolü en güzel oynamak ve göz perdelerimiz kapanınca alkışları hak etmek, yüce senarist ve rejisörden ödül almaktır.
Bazı insanların kör, topal, sağır olarak yaratılmaları da hem kendilerine, hem başkalarına rahmet olabilir. Biz bunu çoğu zaman bilemeyebilir, fark edemeyebiliriz. Asıl olan sıhhattir. Hastalık ârızîdir, geçicidir. Sağlık bizim için rahmettir. Ama hastalık da birçok rahmete vesile olabilir. Düşünelim ki doktor, hastalarına baklava dağıtırken iki kişiye baklava vermiyor. O iki hasta rica ediyor, yalvarıyor ama doktor yine vermiyor. Dışarıdan birisi doktorun haksızlık yaptığını, o iki hastaya bir kastı olduğunu zannediyor. Doktordan durumu sorduklarında ise o ikisinin şeker hastası olduğu veya tatlı şeylerin o hastalar için zararlı olduğu belli oluyor.
Kehf suresinde Allah (c.c.), Mûsâ (a.s.) ile bir sâlih kulun yolculuğunu anlatır. Mûsâ (a.s.) ile o sâlih zat bir gemiye binerler. O sâlih zat gemide hasar meydana getirir. Mûsâ (a.s.): "Gemiye niçin zarar verdin?" diye sorduğunda cevap vermez. Uzun bir yolculuktan sonra yaptıklarının hikmetini Hz. Mûsâ'ya açıklar: "Gemi fakirlerin idi. Arkadan gelmekte olan bir kral (korsan) o gemiyi gasp edecekti. Ancak ben onu ayıplı hale getirince gasp etmedi" [50] der.
İsyanın zaten faydası da yoktur; zararı ise hem dünyada, hem âhirette görülecektir. Allah'tan gelen hastalık ve benzeri sıkıntılara çare aramakla birlikte sabreden, hamdini kesmeyen kişiye ise bu rahatsızlıklar, dünyada olgunluk, âhirette ise büyük mükâfat sebebi olacaktır. O yüzden hastalık da rahmettir. Hastanın isyan etmeksizin, çaresini aradığı halde bulamadığı için çektiği sıkıntıları, inlemeleri, günahlarına keffâret olabilir. Musibetler de insana rahmet olabilir; günahlarına mukabil dünyevî cezalarla insan esas azaptan kurtulmuş olabilir. İnsanlık, isyanla değil; verilen emanetleri verildiği doğrultuda kullanarak dünyada gönül rahatlığı, âhirette Rabbin rızâsını ve cennetini elde etmeye çalışmalıdır.
"Mademki Allah Rahmândır, dünyada kullar arasında ayrım yapmaz, peki niçin insanların akılları eşit değil?" diyor bazıları. Eğer akıllar ve bedenî güçler bütün insanlarda eşit olsaydı, ilim gelişmez, keşifler yapılmazdı. Evlerin plânı, rengi, bahçeler, yollar aynı tip ve renk olur, hayat çekilmez hale gelirdi. Spor karşılaşmaları, güreşler, koşular, bilgi yarışları yapılmaz, heyecan, zevk, neşe denen şey olmazdı. Çünkü güçler ve akıllar eşit. Herkes aynı saniyede aynı metreyi koşacak, rekorlar, rekabetler olmayacaktı. Bir güle bakan binlerce kişi, aynı kelimelerle aynı vezinle aynı şiiri yazacaktı.
Allah Niçin Kullarını Bir Yaratmadı? Kimini Kör, Kimini Topal Veya Sakat Yarattı?
Allah mülk sahibidir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Evvelâ, kimse O’na karışamaz. O’nun yapmak istediğine müdâhale edemez. Senin zerrelerini yaratan, terkibini düzenleyen Allah’tır. İnsanî hüviyeti bahşeden Allah’tır. Sen daha evvel bir şey vermemişsin ki, O’nun karşısında hak iddia edesin. Eğer karşılığında Allah’a bir şey vermiş olsaydın, “bir göz verme, iki göz ver!” demeye belki hak kazanırdın. “Bir el verme, iki el ver bana” demeye; “niye iki tanede değil de; bir ayak verdin?” diye itiraz etmeye belki hak kazanırdın. Sen Allah’a bir şey vermemişsin ki, -hâşâ- Allah’a adâletsizlik isnâdında bulunasın. Haksızlık, ödenmeyen bir haktan gelir. Senin ne hakkın var ki, yerine getirilmedi de haksızlık yapılmış olsun!
Allah Teâlâ, seni yokluktan çıkarıp var etmiş; hem de insan olarak... Dikkat etsen, senin altında birçok mahlûkat var ki, onlara bakıp nelere mazhar olduğunu düşünebilirsin.
Yüce Allah bazen insanın ayağını alır; onun karşılığında âhirette pek çok şey verir. Ayağını almakla o kimseye aczini, zaafını, fakrını hissettirir. Kalbini Kendisine çevirtip o insanın duygularında inkişaf başlatırsa, çok az bir şey almakla, pek çok şeyler vermiş olur. Demek ki, bu ona, Allah’ın lutfunun ifâdesidir. Tıpkı şehid etme gibi... Bir insan Allah yolundaki bir cihadda şehid olur ve büyük mahkemede, Allah’ın huzurunda, sıddıkların, sâlihlerin gıpta edeceği bir makama yükselir. Onu gören başkaları: “Keşke Allah bizi de cihad meydanında şehid ettirseydi!” derler. Dolayısıyla böyle bir insan, çok şey kaybetmiş sayılmaz. Belki aldığı şey, ona oranla çok daha büyüktür.
Çok nâdir olarak bazı kimseler bu konuda küskünlük, kırgınlık, bedbinlik ve aşağılık duygusu ile yoldan çıkıp azgınlaşsa bile, pek çok kimselerde bu çeşit eksiklikler, daha fazla Allah’a yönelmeye vesile olmuştur, olabilir. Zararlı haşereler çeşidinden bir kısım insanların bu meseledeki kayıplarının bahane edilmesi yerinde değildir. Bu konuda esas olan keyfiyettir.
Yaratılışımızın icabı olarak, her kişi kendisinde noksan olan şeyin hasretini duymaktadır. Bunun yanında her şeyi tamam olan insan, sahip olduklarının kadrini bilmiyor ve çok kere, sanki bir mirasyedi gibi, onların farkında bile olamıyor. Konuyu şu meşhur örnek ile açıklayabiliriz: Bir çocuk, ayakkabısı olmadığı için ağlayıp dururken, birden bire gözüne iki ayağı bulunmayan sakat bir çocuk ilişiyor. Dehşete kapılmış durumdadır, gözyaşlarını silip "Yâ Rab, Sana şükürler olsun ki, benim ayaklarım var; meğer ben ne kadar şanslıymışım, beni affet Allah'ım!" diye, yalvarıp huzura kavuşuyor. O halde insan, haline şükredici olmalıdır. Kendisinde mevcut olanları iyi tanımalı ve onların kıymetini takdir etmelidir. Yoklukta kendimizden aşağı olanlara bakıp tesellî bulmalı. Varlıkta, ilimde ve takvâda bizden üstün olanlara bakıp onlara yetişebilmek için gayret gösterebilmeliyiz.
İnsanoğlu bu dünyada daima adâlet aramıştır. Öncelikle bilmek lâzımdır ki, dünyada asla hakiki adâlet yoktur. Mutlak adâlet, kıyâmet gününde ortaya çıkacaktır. Dünya bir eğitim ve imtihan meydanıdır. Burada aklımızın ermediği, duygu ve hassalarımızın fark edemediği çok karışık meseleler vardır. Bazı örnekler verelim: Işıklar âlemi içinde görünür ışınların yeri, sadede % 4 kadar bir yer işgal eder. Diğerleri: Alfa, Beta, Gamma, Radyo, Televizyon, IKS, Ultrason, Infraruj, Ultraviole, Mion, Laser, Radar ve diğer kozmik ışınlardan ibâret, görünmeyen tabiattadırlar. O halde % 96'lık göremediğimiz yanında sadece % 4'lük görüş alanımız vardır. Dolayısıyla istatistikî yönden bizim görüyoruz zannettiklerimiz bile şüpheli mevkide kalıyorlar. Yani biz çok az şeyi görebiliyoruz.
Dokunma hissimizi ele alırsak, gözlerimizin göremediği nice küçük varlıkları ve uzaktaki galaksiler ve gezegenler gibi nice büyük yaratıkları temas ederek tanımamız mümkün değildir. Diğer hislerimizin güçleri de hemen hemen bu misallerdeki gibi zayıftır ve herşeyi anlamamıza yetmez. Ancak, hislerimizin üstünde "akıl" dediğimiz en kıymetli bir varlığımız mevcut. Birçok noksan yanlarımızı onunla tamamlamak mecbûriyetindeyiz. Nitekim aklımız sâyesinde birçok cihazlar imal edilmiş ve bazı meçhullerin bilinmesi veya farkedilmesi mümkün hale gelmiştir. Lâkin meçhullerin sayıları az değil ki...
Yine akıl sâyesinde, dünyada görülen bazı dengesizliklerin sebeplerini inceleyebiliriz. Meselâ, doğuştan bir organı eksik yaratılmış olan bir yavru üzerinde düşünelim. Bazılarımızın zannettiği gibi böyle bir doğuş, asla "Allah'ın adâletsizliği" değildir. Bu tabloda aklını çalıştıran insan için büyük ibretler vardır. Allah'ın mülkü olan bu dünyada, Cenâb-ı Hak insan neslinin devamını ve huzurlu olmasını ister. O sebeple diğer insanların hallerine şükretmeleri ve hallerinden memnun olmaları takdir olunmuştur. Genelde kendisi sağlam olan kişi, herkesin aynı şekilde bulunduğunu zannedecektir. Noksansız bir vücudun bir lütuf olduğunu fark edebilmek, ancak sakat kişileri görmekle mümkün hale gelebilir. İşte bu yüzden bizim nazarımızda birer zavallı gibi kabul edilen sakatların, insanlık âleminin selâmet yolunu bulabilmesinde büyük hizmetleri vardır. Dolayısıyla onlar, Allah katında birer gâzi kadar mübârek kişiler olabilirler. Ancak, insanoğlu buna benzeyen daha birçok hikmetleri anlamaktan uzaktır. Bizzat sakatların ve hastaların, Cenâb-ı Hakk'ın bu takdirinden haberleri bile olmayabilir.
O halde, tekrar edersek: Dünyaya noksanlıkla doğanlar veya sonradan sakatlananların durumlarında adâletsizlik yoktur. Ortada sadece çok anlamlı hizmetler ve derin hikmetler mevcuttur. Bir taraftan diğer insanların onları görerek, hallerine şükretmeleri ve gönül huzuruna kavuşmaları murat edilmiştir. Diğer taraftan alkol, sigara, uyuşturucu maddeler, zararlı ışınlara mâruz kalış, hastalıklar ve sâir zararlı şeylerden ve tehlikelerden korunulmasının gerektiği, aksi halde o kişilerin kazanacağı yavruların bunlar gibi sakat olacağı -insanın gözüne sivri kalem batırılırcasına- hikmet olarak anlatılmak istenmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın bu lütuflarına rağmen, günden güne iz'ansız, ferâsetsiz, hissiz, şükürden uzak ve bencil özellikteki kişilerin sayıları artmakta ve sakat gençlerin sayıları da o oranda çoğalmaktadır.
Yine, gayri meşrû çocuk edinmeler, boşanmalar, üveylikler, âile geçimsizlikleri gibi Allah Teâlâ'nın emirlerine uymayan bütün hareketlerin, netice olarak gençlik problemlerini arttırdığı herkesçe biliniyor. Fakat insan, dünyadaki bu hârikulâde ibret tabloları karşısında hissiz ve bir nevi kör hali ile hâlâ gönül huzuru ve saâdet arıyorsa, elbette bulamayacaktır. Genç nesil, hatalı ana ve babaların yanlışlarını görüp hiç olmazsa kendileri doğru istikamete yönelmezlerse, insanlığın gelecek nesilleri için çok daha karamsar olmak icap eder.
Özellikle uzun süren hastalıklara yakalanan insanlar için hastalık, güzel bir mânevî hal verir. O kimseler, âdetâ bir ayağı dünyada, bir ayağı âhirette gibi yaşarlar. Her an Allah’a duâ eder, O’ndan medet isterler. Dünyayı kalben terk eder, gönüllerini âhirete bağlarlar. Meselâ, ölümcül bir hastalığa yakalanmak, dış görünüşü itibarıyla kötü olabilir; fakat sürekli âhirete hazır bir halde bulunmak, mânen çok lezzetlidir. Âdeta her an şehâdeti bekleyen bir Allah askeri gibi, hâlis ve sırf Allah rızâsını gözeten bir ruh hâleti vardır.
Bir de hastaya bakanların durumu vardır. Görünüşte çok zor, zahmetli, sıkıntılı olan bu hizmet de hem çok sevaplı, hem çok hikmetlidir. Hastanın kazandığı mânevî hal ve sevabın bir benzeri, hastaya bakanlar için de geçerlidir. Eğer evimizde baktığımız hasta, babamız veya annemiz ise, bu hizmet bize âhiretimizi kazandıracaktır. Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: Allah’ın Rasûlü (s.a.s.) bir gün: “Burnu sürtülsün, burnu sürtülsün, burnu sürtülsün!’ dedi. ‘Kimin burnu sürtülsün ey Allah’ın Rasûlü?’ diye sorulunca şu açıklamada bulundu: ‘Ebeveyninden her ikisinin veya sadece birinin yaşlılığına ulaştığı halde cenneti kazanamayanın.” [51] Demek ki onları memnun etmek, Cenneti kazandıran bir hizmettir.
Bunca Nimet, Bunca Şikâyet; Şükretmeyen Bir Toplum Olduk
Kitabımızın ilk âyeti "Elhamdü lillâh" diye başladığı halde; hamdi, şükrü unutan bir toplum olduk. Şükretmek için nimetlerin farkında olmak lazımdır. Günümüz insanı ise, bunca varlık içinde, öylesine nankör ve âsî ki... Çok şikâyetçiyiz. Toplum ve fert olarak karamsar ve aç gözlülüğün ıstıraplarıyla kıvranıyoruz. Şikâyetlerin başında geçim sıkıntısı var. Bu tabir, eskiden pek bilinmezdi. İnsanımız bugüne göre daha fakirdi. Fakirdi, ama gönlü zengindi. Kanaat denilen bir hazineye sahipti dedelerimiz. Dillerden şükür, zikir taşardı.
"Kim benim zikrimden yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı, geçim sıkıntısı olacak ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz." [52] Hamd ve şükür zikirdir. Zikirden yüz çevirmenin dünyadaki cezası sıkıntılar ve özellikle geçim sıkıntısı, âhiretteki cezası da nimetleri ve nimet vereni dünyada göremediği için kör olarak haşrolmak. Çözüm ise zikir ve şükürde: "Hatırlayın ki, Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) arttıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir! diye bildirmişti." [53]
Gül bahçesine girsek, herhalde güllerin güzelliğinden, mis kokulardan önce, elimize değil ama gözümüze dikenler batacak. İslâmî geleneğimizde "nasılsınız?" sorusuna cevap "elhamdü lillâh" idi. Şimdi, beylik bir "iyiyim"den sonra başlıyor şikâyetler... Hoca talebeden, talebe hocadan, koca karısından, kadın kocadan, baba evlattan, evlat babadan, herkes toplumdan, hatta müslümanlardan, cemaat veya cemiyetlerden... şikâyet. İyi de, olayların güzel tarafları yok mu? Güzel bakmayı unutmaktan kaynaklanıyor bazı kara tablolar. Güzel bakan güzel görür. Güzel gören güzel düşünür. Rivayete göre; Medine çevresinde Rasulullah ashabıyla yürürken yol kenarında bir köpek leşi görürler. Sahabe, manzaranın ve kokusunun çirkinliğinden bahsetmeye başlayınca, Efendimiz, güzel bakmakla ilgili güzel bir ders verir: "Görmüyor musunuz, dişleri inci gibi, ne güzel!" (Bu olay, Havarileriyle gezinen Hz. İsa için de sözkonusu edilir.) Problem gözlüklerimizde. Kara gözlükleri çıkarıp, olaylara ve varlıklara Allah'ın nuruyla bakabilmeliyiz. Basarla gözükmeyen nice güzellikler basiretle görülebilecektir. Yani kalıp gözü olumsuz baksa bile, kalp gözü Mutlak Güzel'in, varlıklara ve eşyaya yansıyan güzelliklerini müşâhede eder. Her şey Rabbine devamlı hamdediyor.[54] Gül açıyor, bülbül ötüyor, güneş gülümsüyor, yani varlıkların şükür ve hamdi hal dillerinden anlaşılıyor. İnsanoğlu ise çok zâlim ve çok nankör.[55] Dikkat edilmelidir ki, âyette geçen nankör anlamına gelen kelime ile küfür kelimesi aynı kökten gelmektedir.
Şükür ve Nankörlük, İnsanın Yüzünden Okunur
Şükür ve Hamd, Hayata Gülümsemektir. Şükür, insanı iyimser yapar. Eşyanın, kendi halimizin güzel yanlarını gösterir. Kabir ve hasta ziyareti, kendimizdeki nimetleri görmeye katkı sağlar. Henüz ölmediğimiz, nice hastalardan daha sıhhatli olduğumuzu, hastahane ve mezarlık aynalarında görebiliriz. Şükrü artırdığı için bu ziyaretlerin önemi vurgulanmış. Dünyevî konularda bizden daha fakir, daha zayıf kimselerle kendimizi kıyaslamak, bizi şükre götürür. Dilimiz şükrettiği gibi, yüzümüz de her an şükretmelidir. Yüzün şükrü tebessümdür. Nimetlerin ve nimet sahibinin farkında olmanın getirdiği mutluluk ve huzurun gönülden yüze yansımasıdır bu. Önderimiz, tüm şemâil kitaplarının nakline göre devamlı mütebessim idi. Tebessümle sırıtma ve kahkaha çok farklı şeylerdir. Ekrem Elçi'nin suratı asık değildi; onca zulüm, onca işkence, onca açlık, yahûdilerin hâinlikleri, münâfıkların nifakları, dağların taşıyamayacağı onca yüke rağmen, tebessümü yüzünden hiç eksik olmazdı.
Efendimiz'in gözünden akan yaşlar, insanlarla değil; sadece Rabbıyla başbaşa olduğu, secdelerle süslü gecelerin incileriydi. "Benim bildiğimi bilseniz, az güler, çok ağlardınız!" buyuran o büyük zatın insanların içinde, çevresine huzur ve saadet dağıtan tebessümü, şükrünün dışa yansımasıydı. O'nu örnek alması gereken mü'min, içinden dua, haşyet, takva, İslam'ın derdi, müslümanların durumları ve bunları düşünmenin, tefekkürün gereği mahzun bir gönül taşımalı. Ama insanlara gülümseyen, şükrettiği yüzünden belli olan bir çehre aydınlatmalı zâlimlerin kararttığı çevreyi. İçi ağlasa bile dışı gülmeli müslümanın. Bir müslümana surat asmanın karşımızdakine hakaret ve kul hakkına tecavüz olduğunu bilmeli, kardeşlerine merhametinin izleri yüzünden okunabilmeli.
İnsan, diliyle olduğu gibi haliyle, tavrıyla, yüzüyle de devamlı şükretmeli, hamdetmeli. Seviyesizce cıvıklık, şuh kahkahalar, boş vermiş tavır, vur patlasın çal oynasın anlayışı mü'minden ne kadar uzak olmalıysa; karamsarlık ve ümitsizlik taşıyan bunalımlı bir yüz de o derece çirkin kabul edilmeli. İslam, insana huzur verir. Câhiliyye düzenini muazzam bir inkılâpla deviren peygamber nizamının ve o çağın adı "asr-ı saâdet", yani mutluluk çağıdır. Müslüman dünyada da haseneler içindedir. Etrafındaki güzelliklere karşı gözü kör değildir. Yaratılanı sever, Yaratan'dan ötürü. İçinde yarım bardak su olan kabın dolu tarafını görür. Ama, gücü ve imkânı el veriyorsa, boş kısmını önce kendisi doldurmaya çalışır.
Farkında olmadığımız, önemsiz görüp üzerinde düşünmediğimiz öylesine büyük ve öylesine çok nimetler içinde yüzüyoruz ki... Her şeyden önce, insan olarak yaratılmışız. Ot veya it olarak yaratılabilirdik. Tabii, insan olarak yaratıldığımız halde, ot gibi düşüncesiz, kaygısız hayat da sürebilir; dört ayaklılardan daha aşağı olabilirdik. İnsan olarak, yaratıkların en şereflisi olarak yaratıldık. Annemizi, babamızı, doğduğumuz memleketimizi biz seçmedik. Herhangi bir kentin fuhuş ortamında, batakhanelerinde veya çok fakir bir ülkenin çölünde, dağında ya da ormanında yarı aç yarı tok, çelimsiz, kültürsüz, daha da kötüsü dinsiz imansız olabilirdik. Elsiz, ayaksız, dilsiz, kulaksız veya görme özürlü olabilirdik. Daha fecîsi, hakkı görmeyen, gözleri perdeli, kalbi mühürlü olabilirdik. Felçli, sakat, yatalak değiliz. Uyuşturucu bağımlısı, alkolik, kumarbaz, hilebaz, düzenbaz, ahlâksız... olabilirdik.
Bütün bu nimetler, zenginlik değil de; dünyada bile mutluluk sağlamayan emanet paraların veznedarları olan kapitalistlerin para hamallığı mı zenginlik? Gözlerinizi bir milyon dolara satın almak isteyen olsa verir misiniz? Demek ki, ne kadar pahalı, ne kadar kıymetli varlıklara sahipmişiz! Ya aklınızın değeri? Kaça satardınız? Bütün bunların üstünde imanınızı değişebileceğiniz bir değer olabilir mi? Müslümanca mutluluğun, huzurun, kanaat denilen hazinenin, sabır denilen hazzın, dâvâ yolunda çekilen çilenin, infak etme, verme lezzetinin, ibadetlerden aldığımız zevkin, bereketin, ağız tadının, gönül şenliğinin, hele ebedî mükâfatın, cennetin değeri, bedeli?! Bütün bunlara şükredilmez de ne yapılır?
Şükür insanın ruh ve gönül âleminden coşan şükrandır. Bu şükran duygusunun, içinde kaynadığını hisseden müslüman için bu coşku, Allah'la olan en samimi bağlantıdır. Bu bağın kuvveti, dilimizin ve gönlümüzün, bütün organlarımızla uyumlu olarak şükür vazifesini yerine getirmesiyle kendini gösterir.
Şükür, sadece bize ait özel nimetlere yapılması gerektiği gibi, genel nimetlere de yapılmalıdır. Kur'ân-ı Kerim'de bu genel nimetlere vurgu yapılarak bunlar üzerinde düşünmemiz, Allah'ın bu âyetlerini okumamız ve şükretmemiz emredilir. Devamlı karşılaştığımız için önemi üzerinde düşünülmeyen alışılmış nimetlerin akabinde de şükür edilir ki, insanın Rabbi ile irtibatı, ilişkisi, iletişimi canlı tutulsun ve yapılanlar ibadet olsun. Yemekten sonra hamd ve şükür edilir ki, yediğimiz nimetleri ihsan eden, o gıdalara lezzet katan, bize ağız tadı veren, açlığımızı bunlarla gideren, gıdaları enerjiye dönüştüren Yaratıcı'yı görmezden, bilmezden, hatırlamazdan gelmeyelim, nankör olmayalım.
Kemal derecesinde bir şükrün üç basamağı vardır. Erişilen nimetin Allah'tan geldiğini bilmek, O'nun verdiğine rızâ göstermek ve nimetinin gücü bedeninde bulunduğu sürece O'na isyan etmemek. Her ciddi eylem, her nimet üç ibadet ister. Bunlar zikir, fikir ve şükürdür. Başta zikir (besmele), ortada -iş esnasında- fikir (tefekkür, Allah'ın nimet ve ihsanını düşünüp O'nun rızasını istemek) ve sonunda şükür (El-hamdü lillâh demek).
Hayatta zorluklar var. Sıkıntılar, gerçekleşmeyen istekler, hallolmayan problemler var. Ama hayatın güzel tarafları da çok. Zorlukla beraber kolaylık; sünnetullah, Allah’ın vaadi. Yine kolaylık istiyorsak, zorlukla beraber; unutmayalım. Zahmetsiz rahmet yok. Sıkıntılar, acılar hayatın tuzu, biberi; heyecanı, mutluluk kaynakları. Monotonluktan kurtaran, eksikliğini yaşadığımız şeylerin değerini öğreten hikmetler…
Hayat mücadelesinde hatalar yaptık, ama doğrularımız Allah’ın izniyle daha çok oldu. Kötü günlerimiz yanında iyi günlerimizin daha çok olduğu; hastalıklı günlerimiz yanında sağlıklı günlerimizin daha fazla olduğu gibi.
Hayatta ister yenelim, ister yenilelim. Ulu hakem, hükmünü, bizim oyunu ne kadar dürüst oynadığımıza göre verecektir. Yani, Pollyannacılık oynamalıyız; mutluluk oyunu. Dünya hayatı zaten oyundan ibaret, para, mal-mülk hep oyuncaklarımız. Çocuklar yapboz evlerle oynuyor, büyükler betondan evlerle; çocuklar nylon arabalarla oynuyor, büyükler sactan arabalarla. Çocuklar plastik bebeklerle oynuyor, büyükler büyük bebeklerle…
Dünya denilen salon, bir tiyatro sahnesi... Hepimize kader, ayrı ayrı roller dağıtmış. Âhirete göre bir-iki saat sayılan şu fâni dünya sahnesinde, rolümüzden şikâyet edip illâ başrol oyuncusunun rolüne veya zengin rolüne özenmek değildir önemli olan. Usta sanatkâr, kendisine ne rol uygun görülmüşse o rolü beğenmezlik yapmaz; topal rolü verilmişse o rolün hakkını verir; fakir ve garip rolünü en güzel şekilde oynar. Hepimiz kendimizi, kendimize biçilen rolümüzü oynuyoruz. Doğru olan; bize uygun görülen rolü en güzel oynamak ve Yüce Yönetmen ve senaristten ödül almaktır. Unutmayalım, sahnedeki oyun uzun sürmez. Perdeler (gözler) kapanmak üzere. Sonra oyunu nasıl oynadığımız ortaya çıkacak, notlarımız verilecek.
[1] Bu rivayetler için bkz. Taberî, Tarih, I, 165-167; İbnu’l-Esîr, I, 128-135; İbn Kesîr, Kasasu’l-Enbiyâ, I, 311
[2] Mevdûdi, Tefhîmu’l Kur’an, III, 325
[3] 4/Nisâ, 163
[4] 6/En’âm, 84
[5] 21/Enbiyâ, 83-84
[6] 38/Sâd, 41-44
[7] 38/Sâd, 44
[8] 38/Sâd, 41
[9] Mevdudi, Tefhîmu’l Kur’an, V, 79
[10] 38/Sâd, 42
[11] İbn Kesîr, el-Bidâye, I, 223
[12] İbn Mâce, Tıb 22
[13] 38/Sâd, 43
[14] 21/Enbiyâ, 84
[15] Buhârî, Gusül 20, Enbiyâ 20, Tevhid 35; Ahmed bin Hanbel, Müsned II, 243, 314, 490
[16] Mehmed Vehbi, Hulâsatu’l-Beyan, XII, 4806
[17] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, VI, 473
[18] Taberî, Muhammed bin Cerir, Câmiu’l Beyan (Tefsir), Beyrut 1406, I, 397
[19] Bu hususta bkz. Mevdûdî, Tefhîm, V, 80-81
[20] Eyyûb, I/6-22
[21] Eyyub 3/1-26
[22] Kitab-ı Mukaddes, Eyyûb, 42/1-17
[23] Ömer Faruk Harman, Eyyub, Diyanet İslam Ansiklopedisi, XII, 17
[24] Neccâr, Abdulvahhab, Kasasu’l Enbiyâ, Kahire, s. 416
[25] Sa’lebî, Ebu İshak Neysâburi, Arâisu’l-Mecâlis, Beyrut 1985, s. 164; İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Y., s. 358-368
[26] 21/Enbiyâ, 83-84
[27] 38/Sâd, 44
[28] 21/Enbiyâ, 83
[29] 38/Sâd, 41
[30] Abdullah Aydemir, İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler, s. 103-105
[31] 4/Nisâ, 72
[32] 42/Şûrâ, 30
[33] 4/Nisâ, 62
[34] 28/Kasas, 47
[35] 57/Hadîd, 22
[36] 64/Teğâbun, 11
[37] 5/Mâide, 106
[38] Tirmizî, c. 7, s. 78-79; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, c. 1, s. 136; Ahmed bin Hanbel
[39] Dârimî, c. 2, s. 320; Sabuni, Muhtasaru Tefsir-i İbn Kesir, III/28; Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr c. 1, s. 136; Keşfü’l-Hafâ, I/144
[40] Buhârî, Merdâ 3, 13, 16; Müslim, Birr 45
[41] Buhâri; Askalânî, S. Buhâri Şerhi, c. 10, s. 111
[42] İbn Mâce, Fiten 23, hadis no: 4034
[43] Müslim, Zühd 64; Ahmed bin Hanbel, V/24; Dârimî, Rikak 61
[44] Ahmed bin Hanbel, Müsned IV/123
[45] Tirmizî, Tıbb 1, hadis no: 2107
[46] Buhârî, Merdâ 7; Ahmed bin Hanbel, III/144
[47] Buhârî, Edebü’l-Müfred, I, hadis no: 532
[48] Buhârî, Merdâ 6; Müslim, Birr 54
[49] Atasözü
[50] 18/Kehf, 71, 79
[51] Müslim, Birr 9; Tirmizî Deavât 110
[52] 20/Tâhâ, 123
[53] 14/İbrahim, 7
[54] 17/İsrâ, 44
[55] 14/İbrahim, 34
YUSÛF (A.S.)
Y Û S U F (a. s.)
- Yusuf’un (a.s.) Hayatı ve Mücâdele Örnekliği
- Yusuf’un (a.s.) Yönetimi ve Çağdaş Çarpık Yorumlar
- Yusuf ve Tevhid Dâveti
- Kur’ân-ı Kerim’de Yusuf (a.s.) ve Yûsuf Sûresi
- Yûsuf Kıssasından Alınacak Dersler
- Yusuf Sûresinden Çıkan İlkeler
- Hadis-i Şeriflerde Yusuf (a.s.)
- Kişilik Psikolojisi Açısından Yusuf (a.s.)
- Züleyha; Hz. Yusuf’un Büyük İmtihanlarından Biri
- Yusuf’un Sınavları ve Biz
“Bir zaman Yusuf, babasına (Ya’kub’a) demişti ki: ‘Babacığım! Gerçekten ben (rüyada) on bir yıldızla güneşi ve ay’ı gördüm, yani onları bana secde ederlerken gördüm!”
“(Babası:) ‘Yavrucuğum! Rüyanı sakın kardeşlerine anlatma, sonra sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır’ dedi.”
“İşte böylece Rabbin seni seçecek, sana (rüyada görülen) olayların yorumunu öğretecek ve daha önce iki atan İbrâhim ve İshak’a nimetini tamamladığı gibi sana ve Ya’kub soyuna nimetini tamamlayacaktır. Çünkü Rabbin çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.”
“Andolsun Yusuf ve kardeşlerinde, (onların haberlerinden) soranlar/ilgi duyanlar için ibretler vardır.” [1]
Hz. Yusuf’un (a.s.) Hayatı ve Mücâdele Örnekliği
“Andolsun ki, Yusuf ve kardeşlerinin kıssasında ilgi duyan herkes için ibretler vardır.”[2] Kur’ân-ı Kerim’de kıssaları anlatılan peygamberler içinde, hayatı, bir sûre içerisinde ayrıntılarıyla muhâtaplara aktarılan tek peygamber Yusuf’tur (a.s.). Yusuf Peygamber kıssasını, diğer peygamber kıssalarından ayırt eden bu anlatım özelliği, Kur’an’ın anlatım üslûbu içerisinde hemen dikkati çeker.
Kur’an, insanların nazarlarını çekmek için çok çeşitli teknikler kullanmıştır. Kur’an’ın kullandığı bu anlatım teknikleri, peygamber kıssalarında özellikle belirginlik arzeder. Kur’an’da anlatılan tüm kıssalar içerisinde yalnızca Yusuf kıssasında, peygamberin tüm hayatına denk gelen bir sürecin ayrıntılarıyla anlatılması, muhâtapların bu kıssa üzerinde dikkatlerinin yoğunlaştırılması amacı güdülmektedir. Ve çocukluktan yöneticiliğe kadar olan tüm yaşam safhalarının birlikte ele alınarak, mesajın bu bütünlük içerisinde daha iyi anlaşılabileceği imajı muhâtaplara verilmektedir.
Yusuf Peygamber kıssasının diğer kıssalardan ayrıcalığını Allah, Yusuf sûresinde şöyle beyan ediyor: “Biz, bu Kur’an’ı vahyetmekle sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Sen ondan önce (bu kıssayı) bilmeyenlerden idin.” [3]
Yusuf’un (a.s.) Nesebi: Yusuf Peygamber’i anlamak için onun Kur’an’da anlatılan nesebini de bilmek lâzımdır. Çünkü o, İbrâhim (a.s.) gibi bir peygamberin soyundan gelen ve bu soyda kesintisiz olarak dedesi İshak (a.s.) ve babası Yakub’un (a.s.) da Rasûl olduğu bir sülâleye sahip olan, bu vechesiyle nev-i şahsına münhasır bir peygamberdir.
Hz. Yusuf’un atası Hz. İbrâhim, biri câriyesi Hacer, diğeri karısından olma iki evlât sahibi idi. İsmâil (a.s.) Kâbe’nin bulunduğu Hicaz bölgesinde yerleşti ve Arapların atası oldu. İbrâhim’in (a.s.) câriyesi Hacer’den doğan İsmail’den sonra; karısı Sara’dan doğan ikinci oğlu İshak için, Kur’an’da şöyle bilgi verilmektedir: “Ayakta durmakta olan karısı güldü. Biz ona İshak’ı müjdeledik. İshak’ın ardından da Yakub’u.” [4]
İshak’a (a.s.) İbrânîce’de “gülüyor” mânâsına “Yashak” denilmektedir. Bunun nedeni, melekler annesine İshak’ı müjdeledikleri zaman, doğurma devresini aşmış olan annesi Sara’nın, bu habere gülmesinden dolayı İshak’a (a.s.) “Yashak” ismi verilmiştir. İshak’dan sonra onun oğlu Yakub (a.s.) peygamber olarak seçilir. “Kuvvetli ve basîretli kullarımız İbrâhim’i, İshak’ı ve Yakub’u da an.” [5]
Tarihî kaynaklar Hz. Yakub’un babası İshak’ın vefatından sonra onun yerine geçtiği ve daha sonra peygamber olduğunu ve babasının yurdu olan Ken’an yöresinde ikamet ettiğini anlatırlar. Yakub Peygamber’in lakabı İsrail’di. Kur’ân-ı Kerim’de bu hususa şöyle değinilir: “Tevrat indirilmeden önce İsrail’in kendilerine haram kıldığının dışında bütün yiyecekler İsrailoğullarına helâl idi.’’[6] Bundan dolayı Yakub Peygamber’den sonra, onun nesli “İsrailoğulları” adıyla anılır olmuştur. Yakub’dan sonra İsrailoğulları olarak ünlenen yahûdilerin, silsile olarak ünlenen İbrâhim soyundan geldiklerini görmekteyiz. Bununla birlikte İbrâhim’in aynı zamanda Mekke ahâlisinin ilk atası olduğu, Kâbe’nin bulunduğu Mekke’de yerleştiği, İsmâil (a.s.) yoluyla bu silsilenin devam ettiğini görüyoruz.
Esâsen Kur’an’ın iniş sürecinde Mekke’de bulunan yahûdilerin, Hz. Muhammed’e (s.a.s.) vahyin inişini kıskanmalarının bir sebebi de Peygamberimiz’in, İsmail (a.s.) soyundan bir Rasûl olmasındandır. Tevrat’ta vasfını işittikleri peygamber Araplar arasından gelince “bu, İsrâiloğullarından değil, İsmâil evlâdındandır” diye içlerine işlemiş olan ırkçılıktan dolayı Peygamberimiz’i inkâr ettiler.
Böylece Allah, Yusuf kıssasıyla, yahûdi ve Arapların, kıssa hakkındaki Tevrat’tan ve diğer rivâyetlerden edindikleri yanlış inançlarını düzeltmekte ve hem de İsrâiloğulları ve Arapların menşei hakkında doğru bilgileri, Yusuf kıssası ile onlara bildirmekteydi.
Yusuf’un Çocukluğu ve Rüyası: Yakub’un (a.s.) on iki oğlu vardı. Bunlardan ikisi, Yusuf ve Tevrat’ta “Benyamin” diye isimlendirilen küçük kardeşi, diğer on kardeşle, baba bir anaları ayrı kardeştiler. Kur’an bunu şöyle ifade ediyor: “(Kardeşleri) demişlerdi ki: ‘Yusuf ve kardeşi, babamıza bizden daha sevgilidir.”[7] Tevrat metninde; Hz. Yakub’un, Yusuf’u sevmesinin sebebi olarak, onun ihtiyarlığının oğlu olduğu, bundan dolayı çok sevdiği yer alır. Oysa Yusuf’tan (a.s.) sonra “Benyamin”in doğmuş olduğu da anlatılmaktadır. O halde Yakub Peygamber’in en son oğlu olması hasebiyle en küçük oğlunu daha çok sevmesi gerekirdi. İşin doğrusu Kur’an’da şöyle verilmektedir: “(Yakub) böylece Rabbin seni seçecek ve sana ‘te’vîl el-ehâdîs’i öğretecek. Daha önce, ataların İbrâhim’e ve İshak’a nimetini tamamladığı gibi, sana ve Yakub soyuna da nimetini tamamlayacaktır.” [8]
Yusuf sûresindeki bu âyetten de anlaşıldığı gibi, Kur’an’da Yakub Peygamber’in, Yusuf’u (a.s.) diğer kardeşlerinden daha çok sevmesinin nedeni olarak, Yusuf hakkında Allah’tan vahy ile bilgi alması anlatılmaktadır: “Bir zamanlar Yusuf, babasına; ‘Babacığım! Rüyamda on bir yıldızın, güneş ve ayın bana secde ettiklerini gördüm’ demişti. Babası dedi ki: ‘ey oğulcuğum! Rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.”[9] Yakub’un (a.s.) vahy ile kendisine bildirilen bilgiden dolayı, Yusuf’a gördüğü rüyayı anlatmaması ikazına rağmen, Yusuf’un bu rüyayı anlatması neticesi şeytan, kolladığı fırsatı yakalamış ve kardeşlerinin, Yusuf aleyhinde kötü düşünceler üretmesini sağlamıştı. “Zira şeytan, benimle kardeşlerimin arasına fitne soktuktan sonra…”[10] Şeytanın fitnesi ile ilgili olarak, kıssanın bitiminde Yusuf Peygamber’in ağzından, şeytanın nifakıyla kardeşlerin arasının bozulduğunun bir kez daha tesbiti yapılmaktadır. “Demişlerdi ki: ‘Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir. Oysa biz bir cemaatiz. Babamız açık bir yanlışlık içindedir. Yusuf’u öldürün, ya da onu bir yere bırakın da babanızın yüzü yalnız size kalsın. Ondan sonra da iyi bir topluluk olursunuz.”[11]
Kur’an’da Yusuf kıssası hâricinde, kardeşler arasındaki çekişmeye bir diğer örnek olarak, Âdem’in çocuklarının kıssası anlatılır: “Onlara Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku: Hani her biri birer kurban sunmuşlardı. (Kurban) birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen, kurbanı kabul edilene:) ‘Seni öldüreceğim’ demişti. (O da;) ‘Allah, sadece muttakîleri/korunanı kabul eder’ dedi.”[12] “(Kurbanı kabul edilmeyenin) nefsi, onu kardeşini öldürmeye çağırdı, onu öldürdü, ziyana uğrayanlardan oldu.”[13] Her iki kıssada da üzerinde duruluna haseddir; kıskançlığın şeytan ve nefsin de tahrikiyle kardeş öldürmeye kadar insanı kötülüğe götürdüğü anlatılmaktadır.
Kardeşlerin Tuzağı: Babaları Yakub’un nezdinde daha sevgili olmak isteyen on kardeş, Yusuf’u öldürmeye karar verirler. Ancak içlerinden biri, Yusuf’un öldürülmemesini, onun kuyuya atılmasını teklif eder. Böylece peygamber nesli bu kardeşler, bir insanı öldürmenin bedelinin farkına son anda vararak, Yusuf’u kuyuya atmaya karar verirler. Kuyuya atma tepetaklak, metrelerce derinliğe itmekten ziyâde; Yusuf’u yalnız olarak çıkamayacağı kuyuya indirme şeklindeydi. Böylece bu kuyudan su alan kervanın onu bulmasını sağladılar. Böylece Yusuf öldürülmemiş, ancak bu tuzakla babalarından uzaklaştırılmış oluyordu.
Kervandakiler ise, köleliğin cârî olduğu o asırda bir köle bulmanın sevinciyle Yusuf’u satmak üzere yanlarına alırlar. Mısır’a vardıklarında onu az bir fiyata satarlar. Böylece ne olduğunu anlamadıkları, ancak şüphe içinde oldukları bu olayı kendi açılarından bitirmiş olurlar. Yusuf’un kardeşleri ise, Yusuf’un giysisine bulaştırdıkları bir kan vâsıtasıyla babalarını, Yusuf’u kendileri oynarken kurdun yediğine inandırmaya çalışırlar: “Ey babamız! Yusuf’u eşyamızın yanında bırakıp yarışmaya gitmiştik, bu arada onu kurt yemiş. Biz ne kadar doğru söylesek de sen bize inanmayacaksın’ dediler. Onun başka bir kana bulanmış gömleğini getirdiklerinde babaları: ‘Anlaşılan nefsiniz sizi kötü bir işe sürüklemiş. Artık bana güzelce sabretmek düşüyor’ dedi.” [14]
Yakub Peygamber’in bu âyette geçen sözleri, Yusuf’un öldüğüne inanmaktan çok, vahy ile kendisine bildirildiğini anladığımız bilgi ile Yusuf (a.s.) hakkında Allah’ın takdirinin tezâhür etmeye başladığının delâleti olarak olayı sabırla karşıladığını anlamaktayız: “O (Yakub) kendisine öğrettiğimiz bir bilgiye sahipti.”[15]
Yusuf (a.s.) Mısır’da: “Bir kervan geldi, sucularını kuyuya gönderdiler. Sucu kovasını sarkıtınca: ‘Müjde! Bir oğlan çocuğu’ dedi. Onu satmak üzere yanlarında götürdüler. Oysa Allah yaptıklarını görmekteydi. Onu kendisine rağbet etmeyerek, ucuz bir fiyata, birkaç dirheme sattılar.”[16] Kardeşlerinin hasedi ile başlayan uzun bir serüvende, ilk durağı Mısır olmuştu. Yusuf’un; Filistin’in bir yöresinde atıldığı kuyudan başlayan yolculuğu, köle olarak Mısır’da bir yöneticiye satılmasına varmıştı. Yusuf’u köle olarak satın alan Mısırlı yöneticinin niyetini Allah şöyle açıklıyor: “Mısır’da onu satın alan kimse, karısına: ‘Ona iyi bak, belki bize faydası dokunur veya evlât ediniriz’ dedi..”[17] Evet, Yusuf’u satın alan yönetici, çocuğunun olmaması sebebiyle onu evlât edinme gibi bir gâyeyle Yusuf’u satın almıştı. “Böylece olayların yorumunu öğretmek için Yusuf’u oraya yerleştirdik. Allah, dilediğini yapar, fakat insanların çoğu anlamaz.” [18]
Herkesin hesapları vardı. Yakub, Yusuf’ta gelecek görmüş, onu kardeşlerinden korumaya çalışmıştı. Kardeşleri, babalarına daha sevimli olmak için Yusuf’a tuzak kurmuşlar ve ondan kurtulmayı amaçlamışlardı. Kervan sahipleri, kuyuda buldukları Yusuf’tan çekinerek daha değerli olmasına rağmen az bir fiyata satmışlardı. Ve en son olarak Aziz, onu kendisine evlât edinme amacıyla satın almıştı. Ancak olaylara hükmeden Allah’tı ve Allah tüm hesap yapanların üstünde hesap yapandı.
Bir zamanlar yine Mısır’da Firavun da saltanatını devam ettirmek amacıyla, yeni doğan bütün erkek çocukları katletmişti, ancak sarayına aldığı ve kendisine sâdık bir kul olacağını umduğu Mûsâ sonunda onun hasmı ve saltanatının son vericisi olmuştu. İşte Allah bunun için hatırlatma yapıyor: “…Allah dilediğini yapar, fakat insanların çoğu anlamaz.”[19] Özellikle inkârcılar.
Yusuf’un, Peygamberlikle Vazifelendirilmesi: Satın alınarak köle yapılan Yusuf, Mısır’da yıllarca Azize ve karısına hizmet etmişti. Yıllar çabucak geçmiş ve artık o bir delikanlı olmuştu. Sonunda Allah ona peygamberlik vermiş ve onu tebliğ ile görevlendirmişti. “Olgunlaşınca, ona hüküm ve ilim verdik.”[20] Burada Yusuf’un rasüllükle vazifelendirilmesinde bazı inceliklere değinmekte fayda vardır:
a- Her peygamber gibi Yusuf (a.s.) da rasüllükle görevlendirildiği toplumun, tanınan ve hatta güvenilen bir ferdi olarak peygamberliğe muhâtap olmuştur. Çünkü küçük bir çocukken Mısır’a gelen Yusuf (a.s.), yıllarca Mısırlılar arasında kalmış, hem Mısır toplumunun yapısına vâkıf olmuş, hem de onlarca bilinen, tanınan biri olmuştu.
b- Kur’an’da anlatılan peygamberler içinde köle olarak rasüllükle vazifelendirilme vasfı kazanmıştır. Gerçi Kur’an’da anlatılan rasüller içinde İsmâil (a.s.) bir câriyeden, yani köle bir kadından doğmuştu. Ancak İsmâil (a.s.) bir köle değildir. Oysa Yusuf (a.s.) Mısırlı bir yöneticinin kölesidir. Böylece Allah, köle ile köle olmayan arasında hiçbir fark olmadığını, farkın takvâda olduğunu belirtmiş olmaktadır.
Azizin Karısının Zinâya Meyletmesi: Yusuf’un büyüyüp yakışıklı bir delikanlı olması, Azizin karısının nezdinde olumsuz bir etki yaparak ona cinsî yönden meyletmesine yol açar. Ve Yusuf’a bir tuzak kurarak ağına düşürmeye çalışır: “Kaldığı evin hanımı onunla olmak istedi. Kapıları kilitleyip: ‘Gelsene!’ dedi. Yusuf: ‘Allah’a sığınırım. Rabbim bana iyi baktı. Zâlimler asla iflâh olmaz’ dedi. Gerçekten kadın onu arzulamıştı. Rabbinin işaretini görmeseydi Yusuf da onu arzulayacaktı. Böylece onu kötülükten ve fuhuştan alıkoyduk. Çünkü o, bizim muhlis (ihlâslı) kullarımızdandı.” [21]
Yusuf (a.s.) 22. âyette anlatılan, rasüllük vazifesini almamış olsaydı, (Rabbinin burhânını görmemiş olsaydı) o zaman o da kadına meyledecekti. Yusuf (a.s.) bunu Kur’an’da şöyle beyan ediyor: “Yine de nefsimi temize çıkarmak niyetinde değilim. Rabbimin merhamet etmesi müstesnâ, nefis daima kötülüğü teşvik eder. Doğrusu Rabbim çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” [22]
Böylece Allah, Yusuf peygamberi korur ve peygamberlerin ismet sıfatının nasıl tecellî ettiğinin bir örneğini de vermiş olur. Eğer Yusuf (a.s.) günaha meyletmiş olsaydı doğrudan doğruya vahy ve onun belirttiği değerler zarar görmü olacaktı. Bu sebebe mebnî olarak Allah, bu olay öncesinde Yusuf’u rasüllükle görevlendirerek aynı zamanda Yusuf peygamberin ismet sıfatına da bürünmesini sağlamış oluyordu.
Yusuf’a (a.s.) Yapılan İftirâ: “Kapıya koştular. Kadın, Yusuf’un gömleğini arkasından yırttı. Kapının önünde kadının kocasıyla karşılaştılar. Kadın: ‘Eşine kötülük yapmak isteyen bir kimsenin cezâsı, hapsedilmekten veya can yakıcı bir azâba uğratılmaktan başka ne olabilir?’ dedi.”[23] Bu âyette belirtilen olayda tipik bir iftirâ durumuyla karşı karşıyayız. Olayda biri kadın diğeri erkek iki şahıs vardır ve evde yalnızdırlar. Azizin karısı kendisini savunmaya başlamıştır. Yusuf’a (a.s.) iftirâ ederek… Yusuf da kendini savunmaktadır. “Yusuf: ‘O benimle olmak istedi’ dedi.” [24]
Her ikisinin de suçsuzluklarını iddiâ ettikleri bu durumda ne yapmak gerekir? O halde olayın doğruluğu hakkında karar vermek için şâhit lâzımdır. Görgü şâhidi olmadığına göre, olayda suçlunun kim olduğuna karar vermek için anlatılanların vechesinde delil aramak lâzımdır. O halde, suçsuzluğunu ispatlamak için Yusuf’un kaçtığına delil olması açısından gömleğinin arkadan yırtılmış olması gerekir. Çünkü gömlek önden yırtılmış olsa kadın mütecâviz olamaz, erkek saldırmış kadın da kurtulmak için erkeğin gömleğini önden yırtmış olması gerekir. “Kadının ailesinden bir şahit: ‘Eğer gömleği önden yırtılmışsa kadın doğru söylüyor, erkek yalancıdır. Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa kadın yalan söylüyor, erkek doğrudur’ dedi. Adam gömleğin arkadan yırtıldığını görünce, dedi ki: ‘Bu, sizin tuzaklarınızdan biri. Çünkü sizin tuzaklarınız pek yamandır.” [25]
Kıssanın bu bölümü:
a) Kadın ile erkek arasındaki cinsî iletişimin başlangıcının her iki cinsin bir mekânda yalnız kalmalarıdır. Her iki cins hakkında yanlış anlaşılmaların, dedikodunun çıkmaması için ilk yapılacak işin birbirlerine mahrem olanların aynı mekânda yalnız bulunmamaları gerektiği bu olayla belirtilmektedir.
b) Aziz, karısının iddiâsına inanmamıştır ki; karısının ailesinden hakem isteyerek, olayın muhâkeme edilmesini ve böylece hâdisenin doğrusunun açığa çıkarılmasını istemektedir. Bu hususta muhâkeme ve hakem olayına dikkat çekilmektedir.
c) Meydana gelen olaylarda hukukî olarak aranacak şeylerin başında delilin geldiği ve bunun önemi anlatılır.
Şâhidin de hukukî olarak gerekliliğine ve önemine vurgulama yapılmaktadır. Muhâkemede şâhitliğin önemli bir hukukî norm olduğunu, şâhidin adâlet, dürüstlük gibi ilkelerle davranması, aleyhine bile olsa doğruyu beyan etmesi gerektiğine işaret edilmektedir.
Dedikodu: Azizin karısının, Yusuf’a yaptığı iftiranın sonucunda Yusuf’un aklanması neticesi, Aziz ve karısının olaya hakemlik yapan akrabaları bu olayın kapanması, örtbas edilmesi cihetine giderler. “Yusuf! Sen bu işi kapat. Kadın! Sen de günahlarının bağışlanmasını dile. Çünkü hatalısın.”[26] Ancak olayın örtbas edilme isteğine rağmen, dedikodu sâyesinde Mısır’ın bütün sosyetesi, Azizin karısının “zinâya meyletme” hâdisesini işitir. Sosyetenin işi, birbirlerinin yaptıkları iyi veya kötü işleri sakız gibi çiğnemek olduğuna göre artık bu dedikodunun önünün kesilmesi mümkün değildir.
“Şehirdeki kadınlar: ‘Vezirin karısı kölesiyle olmak istemiş. Kadın onun aşkından deliye dönmüş. Biz onu apaçık şaşkınlık içinde görüyoruz’ dediler.”[27] Tek çarenin olayı açıklamak olduğunu gören vezirin karısı, Mısır sosyetesini oluşturan “ileri gelen” kadınlara bir dâvet yaparak evinde toplar. “Kadın onların dedikodularını duyunca onları evine çağırdı. Onlara koltuklar hazırladı ve her birine birer bıçak verdi. Yusuf’a ‘yanlarına çık’ dedi. Kadınlar onu görünce şaşkınlıktan ellerini kestiler ve ‘Sübhânallah! Allah’ı tenzih ederiz. Bu insan değil, olsa olsa çok güzel bir melektir’ dediler. Kadın: ‘İşte beni kınadığınız kimse. Ben onunla olmak istedim, fakat o iffetli kalmak istedi. Eğer isteğimi yerine getirmezse, hapse atılacak ve zelil olacak’ dedi.” [28]
Azizin karısının, Yusuf (a.s.) ve kendisinin hakkında sosyetenin yaptığı dedikoduyu kendisince haklı bir mecrâya çekmek için yaptığı mizansen de önemli bir nokta gündeme gelmektedir. Sosyetenin kadınlarının, Yusuf’un güzelliği karşısında şaşırmalarını Azizin karısı, kendi işlemiş olduğu “zinâya meyletme” fiilinin haklılığı olarak sunmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla sosyetenin hanımları azizin hanımının haklı olduğunu teslim ediyorlar ki; azizin karısı şöyle diyor: “Eğer isteğimi yerine getirmezse, hapse atılacak ve zelil olacak’ dedi.[29] Oysa sosyetenin kadınları “zinâya meyletme fiilini tasvip etmemiş olsalardı, “senin yaptığın ayıp, günah, vs.” demeleri gerekirdi. Bu da Mısır sosyetesi ve yönettikleri insanların ahlâkî konumlarının hangi seviyede olduğunu bize anlatmaktadır.
Bu arada Yusuf peygamberin suçsuzluğunun ikinci bir tesbiti yapılmaktadır. Hem de Azizin karısının ağzından: “Ben onunla olmak istedim. Fakat o iffetli kalmak istedi.” Yusuf’un suçsuzluğu, birinci defa gömleğin yırtılma yerinin tesbiti ile hem Aziz, hem de karısının ailesi tarafından görülerek tesbit edilmesinin akabinde, sosyetenin kadınları tabiidir ki daha sonra beyleri tarafından ve Azizin hanımının ağzından tesbit edilmiş oluyordu. Kıssanın ileriki anlatımlarında üçüncü olarak da Yusuf’un suçsuzluğu tesbit edilecek ve böylece peygamberin ismet sıfatının gölgelenmemesi Yüce Allah tarafından sağlanmış olacaktır. “Yusuf, elçiye: ‘Efendine dön de ellerini kesen kadınların durumunu sor. Doğrusu Rabbim, onların tuzaklarını çok iyi bilmektedir’ dedi. Melik: ‘Yusuf’la olmak istediğinizde durumunuz neydi?’ dedi. ‘Sübhânallah/Allah’ı tenzih ederiz. Onun hiçbir kötülüğünü görmedik’ dediler. Azizin karısı ‘şimdi hak ortaya çıktı. Onunla olmak isteyen bendim. O, doğrudur’ dedi.” [30]
Kıssanın bu bölümünün anlatım ve tefsirinde; müfessirlerin ve tarihçilerin, Yusuf’un güzelliği, onu gören sosyete kadınlarının ellerini kesmesi olayı üzerinde gereksiz ve fazlaca durduklarını görmekteyiz. Bunun neticesi olarak, zinâ gibi toplumu ifsad eden bir fiilin ve bu fiile meylettiren sebeplerin hangi nedenle olursa olsun meşrû bir sebep sayılamayacağı vurgusunun yetersiz kaldığını gözlemekteyiz.
Hapis: “Yusuf: ‘Rabbim! Hapis bana, bunların çağırdığı şeyden daha sevimlidir. Eğer beni onların tuzaklarından korumazsan, onlara meylederim ve câhillerden olurum’ dedi. Rabbi duâsını kabul etti ve onu onların tuzaklarından korudu. Çünkü O, her şeyi işitir ve bilir. Bütün bu delilleri görmelerine rağmen onu yine de bir süre hapsetme gereği duydular.”[31] Otuz beşinci âyette Yusuf’un (a.s.) hapse girmesinin belirtilen sebebi zulümdür. Keyiflerince uygulamalar yapan insanlar, suçsuz da olsa mazlumlara işkence ve zulüm yapabilmektedir. İşte müfsit Mısır düzeni yöneticilerinin keyfî uygulamaları neticesi olarak, suçsuz olduğu halde Yusuf peygamber hapse atılır. Aslında hapse atılması, hakkında hayırlara vesile olacaktır. Birinci olarak gözü dönmüş kadınlardan kurtulmuş olmaktadır. İkinci olarak zulmün odağı hapishaneyi vahyi yayma merkezi olarak kullanmaya başlar. Bundan dolayıdır ki Yusuf peygamberden sonra gelen Müslümanlar hapishanelere “medrese-i Yusufiyye (Yusuf okulu) ismini vermişlerdir. Üçüncü olarak yapmış olduğu “te’vîl el-ehâdîs” neticesi Mısır yöneticisinin gözdesi olacak ve yöneticiliğe başlayacaktır. Bütün bunların neticesi olarak bizlere şu mühim mesaj sunulmaktadır: Neyin hakkımızda hayırlı olacağını ancak Allah bilir.
Yusuf peygamberin hapse girmesinin akabinde zindana iki kişi daha girer. Bunlardan birinin gördüğü rüyanın yorumunu Yusuf’tan (a.s.) istemesi ile kıssanın hapishane versiyonu başlar. Zindana giren iki kişiden rüyasının Yusuf’tan yorumunu isteyen genç bu isteğinin sebebini şöyle açıklar: “Senin Muhsinlerden olduğunu görüyoruz.”[32] İşte toplum içinde numûne/örnek bir şahsiyet olmanın önemi böylece vurgulanmaktadır. İnsanların sizin yapacağınız tebliğe önem vermelerinin ilk kuralı, tebliği iletenlerin muhsinlerden, güzel davranış sahibi olanlardan olması gerektiğinin mesajıdır bu. Müslümanların önemle üzerinde durması gerektiği bir husus olduğu ilan edilmektedir. İnandığını yaşamak ilkesi…
Kur’an’da anlatılan tüm peygamberler emindirler, muhsindirler. Yusuf da Muhsinlerden (güzellik sergileyenlerden) olduğu için zindana düşen kişiler ondan kendilerine yardım isterler. Yusuf peygamber onlara te’vîl el-ehâdîsten önce kendisinin bu bilgiye sahip olmasının temellerini, yani “vahy”i açıklar: “Bu söylediklerim Rabbimin bana öğrettiklerindendir. Doğrusu ben, Allah’a iman etmeyen, âhireti de inkâr eden bir toplumun dinini terk ettim. Atalarım İbrâhim, İshak ve Ya’kub’un dinine uydum. Bir şeyi Allah’a şirk/ortak koşmak bize yaraşmaz. Bu, bize ve insanlara Allah’ın bir lütfudur. Fakat insanların çoğu şükretmiyor. Ey hapishane arkadaşlarım! Çok sayıda rab mi daha hayırlı, yoksa tek ve kahhâr Allah mı? O’nun yanı sıra taptıklarınız, haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın uydurduğu isimlerdir. Hüküm ancak Allah’ındır. O, yalnızca kendisine kulluk etmenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu anlamıyor.” [33]
Bu âyet-i kerimelerde:
a- Mısır toplumunun sahip olduğu şirk dininin vasıfları veriliyor. Mısır toplumu; putçu, çok ilâhlı/tanrılı, âhireti inkâr eden şirk inancına sahip bir toplumdur.
b- Tek doğru din olan İslâm’ın esasları açıklanıyor.
c- Sanki Mekke şirk toplumu tarif edilmektedir. Mekke ve kıyâmete kadarki tüm câhilî toplumların yanlış dinî inançları ve bu yanlış inançlarının alternatifi İslâm’ın tarifi kıssa içerisinde Yusuf peygamberin ağzından verilmektedir. İşte Kur’an kıssalarının ve anlatım tekniğinin önemi, böylece gözler önüne serilmektedir.
d- Ayrıca “te’vîl el-ehâdîs”in kaynağını açıklayarak, bu vasfa sahip, Allah’ın rasûlü olan kendine ittibâ edilme isteği vardır.
e- Zindan arkadaşlarının, Allah’ın Yusuf’a ihsan ettiği bu meziyeti yanlış değerlendirip, Allah’tan gayri olarak Yusuf peygamberi de put ittihaz etmemelerinin mesajı, Yusuf peygamberin anlatımı içerisinde bulunmaktadır: “Bu söylediklerim Rabbimin bana öğrettiklerindendir.” [34]
Vahyin esaslarının açıklanmasından sonra Yusuf (a.s.) onlara yorumunu bildirir: “Ey hapishane arkadaşlarım! Biriniz efendisine içki sunacak, diğeriniz ise asılacak ve başından kuşlar yiyecek. Yorumunu istediğiniz husus bu şekilde kesinleşti.”[35] Burada üzerinde duracağımız nokta, hapisten çıkan gencin Yusuf peygamberi melikin yanında anmayı unutarak Yusuf’un bir süre daha hapiste kalması olayının müfessirlerce yapılan tefsirleri üzerinde olacaktır. Tevhidî düşüncenin önderi Yusuf peygamberin, hapisten kurtulan kişiden hapisten çıkış için şefaat ummasını Allah’tan başkasından yardım dileme olduğunu ve bunun üzerine Allah’ın kızarak onu birkaç yıl daha hapiste bıraktığı yorumları yanlış yorumlardır. Çünkü:
a- Yusuf peygamberin zindandan kurtulan kişiye: “Efendine benden bahset” demesini hapisten çıkma isteği olarak yorumlamaları yanlış değerlendirme olarak gözükmektedir. Çünkü daha sonra melikin çağırmasına rağmen Yusuf peygamberin kendisini toplum gözünde aklamaya yönelik hareketi, onun zindandan kurtulmadan ziyade, kendisine atılan iftirânın aydınlatılmasına mâtuf eylem içerisinde olduğunu göstermektedir.
b- Yusuf (a.s.), Allah’a duâ ederek zindanı kendine tercih etmiştir. Tevhîdî düşüncenin önderi nasıl Allah’tan zindanı istediyse, oradan kurtulmayı da Allah’tan istemesi vahy’in temsilcisinden beklenen bir hareket olması gerekir. Ve işin gerçekleşmesi de böyle olmuştur. Onun amacının zindandan kurtulmaktan ziyade, iftirâdan kurtulmak olduğunun kabulü, kıssanın gidişatına en uygun yorumdur. [36]
Yusuf’un (a.s.) Yönetimi ve Çağdaş Çarpık Yorumlar
Yusuf (a.s.), Maliye Bakanı mı, Yoksa Mısır’ın Tüm İdaresi Elinde Olan Biri miydi?
Karmaşık bir rüya gören melikin rüyasının yorumu hususunda ileri gelenlerden yardım istemesi ile Yusuf Peygamber’le hapiste kalan kişi, şeytanın kendisine unutturduğu Yusuf’u hatırlayarak ona melikin rüyasının te’vili için başvurur. Yusuf (a.s.) tarafından yapılan yorumu beğenen melik, Yusuf’un zindandan çıkarılması için emir verir. Ancak bu aşamada beklenilmeyen bir durum ortaya çıkar. Yusuf (a.s.) zindandan kurtulmaktan ziyâde, kendisine atılan iftirâdan kurtulmak için gayret eder ve şu teklifi yapar: “Melik: ‘onu bana getirin’ dedi. Elçi, Yusuf’a vardığında Yusuf elçiye: ‘Efendine dön de ellerini kesen kadınların durumunu sor. Doğrusu Rabbim onların tuzaklarını çok iyi bilmektedir’ dedi.” [37]
Bunun üzerine melik bu olay hakkında bir soruşturma yapar. Yusuf (a.s.)’a iftira edildiğini birinci elden öğrenmiş olur. Böylece hem Yusuf’un suçsuzluğu ve hem de emin vasfı melik dâhil herkes tarafından tescil edilmiş olmaktadır. Eğer bu durum üzerinde durulmamış olsa idi, belki de ileride yeniden iftira hortlatılacak, vahy ve onun temsilcisi Rasûl de bu açıdan suçlanılmaya çalışılacaktı.
“Melik: ‘Onu bana getirin, yanıma alayım’ dedi. Onunla konuşunca: ‘Bugün yanımızda sağlam ve güvenilir bir yere sahipsin’ dedi. Böylece Yusuf’u oraya egemen kıldık, orada dilediği gibi davranırdı.”[38] Kıssanın bu varyantında Kur’an’da anlatılan peygamberler içerisinde, Yusuf’un. (a.s.) hâricinde gündeme gelmemiş olan ilginç bir olay anlatılmaktadır. Nitekim bu vâkıa, Yusuf’tan (a.s.) sonraki vahiy muhâtapları tarafından üzerinde önemle durulmuştur. Şimdi bu konuda dikkatimizi çeken hususlara değinelim:
a- Kıssanın anlatımı içerisinde, melikin adının geçtiği tüm âyetlerde ondan olumlu bir biçimde bahsedilmektedir. Oysa Kur’an, daha sonraki Mısır yöneticisini “Firavun” olarak isimlendirmektedir. Firavun kelimesi, “fer’ane” ve “tefer’ane” fiilinden türemiştir. Bu iki fiil, büyüklendi, ceberut sahibi ve azamet sahibi oldu, ulaşılmaz bir güce erdi anlamına gelmektedir. Hâlbuki Yusuf (a.s.) zamanındaki yönetici olumlu (olabilecek) bir isimlendirme ile “melik” (kral) olarak adlandırılmaktadır.
b- Kur’an’da anlatılan peygamber karşıtı yöneticiler peygamberlerle gerek fikrî, gerekse fiilî mücâdele halindedirler. Peygamberlerin getirdiği vahiy hemen alelacele reddedilir. Karşı propagandalarla ona tâbi olanlara işkence, sürgün ve ölümler uygularlar. Oysa Yusuf kıssasının anlatımında, peygamberin çağdaşı melik’e ve ileri gelenlerine ait vahiy ve peyamber karşıtı olumsuz tavırlar bulunmamaktadır.
c- Bilakis Yusuf (a.s.) melik tarafından eziyetten kurtarılmakta, peygamberin aklanması temin edilmekte ve görüşlerine itibar edilmektedir. Mısır’a geldiğinde, azize satılmasıyla birlikte köle statüsüne giren Yusuf Peygamber’in bu statüden kurtulmasını da melik sağlamış olmalıdır.
“Melik: ‘Onu bana getirin, yanıma alayım’ dedi. Onunla konuşunca: ‘Bugün yanımızda sağlam ve güvenilir bir yere sahipsin’ dedi.”[39] Bu âyet-i kerimede anlatılanların bir benzeri, Kur’ân-ı Kerim’de bahsi geçen diğer peygamberlerin kıssalarında anlatılmamaktadır. Peygamberle görüşen melikin, Yusuf’un (a.s.) ona iletmiş olacağı vahiyden habersiz olması mümkün değildir. Ama toplumunu ve konumunu câhilî yapıdan arındıracak sahih bir kimliğe ve ölçü bütünlüğüne de sahip değildir. İhtimal ki, âdil bir yönetimden yanadır; ama yetersiz ve dalâlet içindedir ve sonunda melik, Yusuf’a tâbi olmuştur. Çünkü peygamber bu görüşmenin akabinde ondan yönetimi istemektedir. Eğer melik Yusuf’a (a.s.) karşıt olsa, peygamber ondan böyle istekte bulunmazdı. Melik de Peygambere ve söylediklerine karşı olsa, bırakın ona yönetimi teklif etmeyi, hapisten ya çıkarmaz ya da geri yollardı. Ve bu karşılaşmanın anlatımı; Mûsâ (a.s.) ile Firavun arasındaki karşılaşmadaki gibi, Peygamberin vahyî tebliği, Firavun’un da hem peygamberi hem de Allah’ı inkâr ettiği konuşmaları kapsayan Mûsâ kıssasının anlatımı gibi olurdu. Hâlbuki öyle değildir.
d- Yusuf’un (a.s.) yönetim talebinden sonra, melik ve ileri gelenler hakkında hiç bahsedilmemesi Mısır yönetiminin tamamen Yusuf Peygamber’e bırakıldığının göstergesi olmalıdır.
e- Dünyada hiçbir düzen bu şekilde el değiştirmemiştir. Karşıt güçlerin birbiri ile fikrî ve fiilî bir çarpışma olmaksızın yönetim bırakması mümkün olmadığına göre; Yusuf ile melikin inançlarının pekişmesiyle yönetime daha ehil olan Peygamberin geçmiş olması akla yatkın gelmektedir. Böylece Yusuf’un (a.s.) yönetiminde iken aldığı tedbirlerle, melikin rüyasının te’vili gerçekleşmiştir.
f- O halde Mısır yönetimi (melik ve ileri gelenler) İslâm’ı kabul etmiş ve Yusuf’u (a.s.) da İslâm’ın hayata tatbikini gerçekleştirmek üzere yönetime getirmiştir.
g- Eğer melik ve ileri gelenleri müşrik kabul edip Yusuf (a.s.) da onların idaresinden bir bölümüne tâlip, meselâ Hazine Bakanlığı, Maliye Bakanlığı, Tarım Bakanlığı gibi bir bakanlık sahibi kabul edilirse, -ki maalesef çoğu çağdaş yorumlar bu yöndedir- bu hilkat garibesi yapının vahyin mantığına ters olduğu ve emsâl olmasının gündeme gelebileceğinden dolayı daha sonra anlatılan kıssalar ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in hayatının bölümlerinde de bu yapıya benzer pragmatist uygulamalara rastlamamız gerekirdi. “Gel seni başımıza kral yapalım!” tekliflerine Peygamberimizin can atması gerekirdi. Oysa yöneticilerin kendi yönetimleri içerisinde yer alma tekliflerine peygamberler her zaman rest çekmişlerdir. Rasûller vahyin kabulüne ya da Allah’ın isteğine kadar mevcut yönetimlerle mücâdele etmişlerdir.
h- “Böylece Yusuf’u oraya egemen kıldık, orada dilediği gibi davranırdı.”[40] âyeti Yusuf’un (a.s.) yetki ve yönetiminin büyüklüğü hakkında yeterli bilgi vermektedir. Ülkede egemen olan ve dilediği gibi (tabii ki vahye göre) davrandığı belirtilen birinin bir başka yönetici ile beraber bu şekilde egemen ve dilediği gibi davranan biri olarak vasıflandırılması nasıl mümkün olur?
i- Kaldı ki, bir sistemin yürümesi; düzene hâkim olanların ülkenin kaynaklarına (hazâinu’l-ard) egemen olmasını gerektirir. Bu kaynakların işletilmesi ve geliri ile düzen işleyecektir. Pek tabiidir ki bu kaynaklara sahip olmakla ülkenin düzenine ait diğer kaynaklara hâkim olmak birliktelik gerektirir. “Melik, ülkenin Hazine veya Maliye Bakanlığı gibi parasal kaynaklarını Hz. Yusuf’a (tevhidî düşünceye) devredip kendi de diğer devlet işleriyle (şirk inancıyla) meşgul oluyordu” gibi kabul ve iddiâ, sistem işleyişi açısından mantıksızlıktır. Bu hususta; Firavun, Hâmân, Karun üçlüsünü örnek verebiliriz. Bu üç “kişilik” de aynı zihniyetin ürünü (şirk) ve bu zihniyetin egemen olduğu sistemin tüm değerlerinin sahibidirler. Tevhidî düşünce önderinin getirdiği vahye ve onun rasûlüne karşı çıkmaları; sahip oldukları zihniyetin ve bunun ürünleri olan egemenliğin ellerinden gitmesi endişesinden ötürüdür. Bırakın Mûsâ’yı aralarına almayı, onu gözleri ile yok etmeyi düşünmektedirler. Böyle bir sistem ve sistemin sahipleri içerisinde yer almak, Mûsâ Peygamber’in aklının ucundan dahi geçmez.
Kur’an’da kıssaları anlatılan diğer peygamberlerin hayatlarında da bu gerçeklik yaşanmıştır. Hz. Nuh’a da, Hz. Muhammed’e de şirk yönetimi içerisinde yer alma teklifi getirilmişti. Ancak o yönetimlerde yer alındığı tekdirde, vahyin tebliğinden, yani dâvâdan tâviz anlamı çıkaran peygamberler derhal red cevabı vermişlerdir. Size karşı olan sistemin, sizi baş tacı etmesi düşünülebilir mi? Olsa olsa sizin dâvânızın kenarından, köşesinden başlayarak, kendi düzenine uydurmak için bu teklifi yapmıştır. Nitekim Nuh’a (a.s.) yanındaki müstaz’afları kovmasını, Muhammed’e (s.a.s.) ise putlarına çatmaması gibi tekliflerle yanaşmışlar, bunların karşılığı olarak düzenlerinden makam sunmuşlardır.
k- “Ana babasını tahta oturttu”[41] âyetinde geçen “arş” kelimesi; Yusuf Peygamberin, Mısır yönetimindeki, tek olan otoritesini vurgulayan en kuvvetli anlatımdır. “Arş” (taht); egemenlik, dilediği gibi davranış (vahye göre) anlamlarına gelir.
l- Ancak daha sonraki âyetlerde; Yusuf’un kardeşleri ile ilgili olaylar esnâsında geçen “melikin dini (yasası)” ve “melikin kabı” ibâreleri ile Tevrat metinlerinde geçen Mısır firavunu ile ilgili anlatımları da göz önüne alarak bir başka alternatif daha düşünülebilir.
Tevrat’ın Tekvin babında, Yusuf Peygamber’in yönetimin başına getirilmesi ile ilgili olarak şu ifadeler yer almaktadır: “Ve bu söz Firavun’un gözünde ve bütün kullarının güzünde iyi idi. Ve Firavun kullarına dedi: Bunun gibi, kendisinde Allah’ın rûhu olan bir adam bulabilir miyiz? Ve Firavun Yusuf’a dedi: MÂdemki Allah sana bütün bu şeyi bildirdi, senin gibi akıllı ve hikmetli adam yoktur; sen evimin üzerinde bulunacaksın, ve bütün kavmim senin emrin üzere idare olunacaktır; ben yalnız tahtta senden büyük olacağım. Ve Firavun Yusuf’a dedi: Bak seni bütün Mısır diyarı üzerine koydum. Ve Firavun mühürünü parmağından çıkardı ve onu Yusuf’un parmağına taktı… Ve Firavun Yusuf’a dedi: Ben Firavun’um ve bütün Mısır diyarında hiç kimse sensiz elini yahut ayağını kaldırmayacaktır.” [42]
Tevrat’taki bu ifâdeler, Firavun’un, yönetimi tamamıyla Yusuf’a bıraktığını, ancak yönetime karışmasa da Yusuf’un bir üstünde bulunacağını ifâde etmektedir. Bu, günümüzde Britanya Krallığının fonksiyonuna benzemektedir. İngiltere, demokrasi ile idare olunduğu halde sembolik (şeklen, formalite) olarak kraliçe üstte bulunmaktadır. Ancak yönetime karışması diye bir şey sözkonusu değildir.
Tevrat’taki anlatımı ve Kur’an’da geçen “melikin dini (yasası)” ve “melikin kabı” ifâdelerini de göz önüne alarak; meliki (şeklen) bir üstte, Yusuf’un idaresine karışmayan sembolik bir yapıda olduğunu kabul etsek bile (velev ki melik İslâm’ı kabul etmemiş olsa dahi), bu savın vahyî ilkelerle hareket eden peygamberle, Yusuf’a fikren karşı çıkmadığı ve hatta ona tâbi olduğu varsayılabilen melikin bir arada bulunmasının tevhidî ilkelere aykırı olmadığını söyleyebiliriz. Esas olan vahyî yapı ile şirk unsurlarını meczeden garip bir yönetim yapısını kabul etmemektir. Yusuf Peygamber’in yönetimi kesinlikle vahy ile şirkin karıştırılarak oluşturulduğu hilkat garibesi bir yapı ve zihnin ürünü değildir. (Hz. Yusuf dâhil, hiçbir peygamber, tevhidle şirkin koalisyonunu onaylamaz, böyle bir koalisyonun parçası olmayı kabullenmez.) Böyle düşünülmesi dahi mümkün değildir. Bu konuda en fazla iki ihtimal üzerinde durabiliriz:
a- Tebliğde toplumsal yönetimin merkezî gücünü muhâtap almak asıldır. Hz. Yusuf, Mısır yönetimini/melikini vahyî ölçüye inandırmış ve toplumsal yönetimin inisiyatifini ele geçirmiştir.
b- Ya Yusuf, kimliğini ve ilkelerini gizlemeden ve hiçbir tâviz vermeden Mısır yönetimi içinde geniş bir inisiyatif alanı ele geçirmiştir.
Bize göre, birinci ihtimal daha kuvvetli ve Kur’ânî/tevhîdî ilkeler ışığında elçilik yapan nübüvvet makamına daha uygun görülmektedir. [43]
Yusuf’un (a.s.) yöneticiliğiyle ilgili Mevdûdi, tefsirinde şöyle der: “Hükümdar dedi ki: ‘Onu bana getirin, onu kendime bağlı kılayım.’ Onunla konuştuğunda da (şöyle) dedi: ‘Sen bugün bizim yanımızda (artık) önemli bir yer sahibisin, güvenilir (bir danışman-yönetici)sin.”[44] Şu demek isteniyor: “Hakkında öyle yüksek bir kanaate sahip olduk ki, memleketin en yüksek sorumluluk isteyen memuriyetini (yöneticiliğini) sana çekinmeden tevdî edebiliriz.”
“(Yusuf) Dedi ki: “Beni (bu) yerin (ülkenin) hazineleri üzerinde (bir yönetici) kıl. Çünkü ben, (bunları iyi) bir koruyucuyum, (yönetim işlerini de) bilenim.”[45] Bu âyette birtakım önemli sorular gündeme gelmektedir. Şimdi bunları birer birer tartışalım:
İlk soru şudur: Hz. Yusuf'un (a.s.) krala yaptığı teklif bir memuriyet için miydi? Mesele hedefine varmasını sağlayacak bir fırsat ânını kollayan hırslı bir kişinin başvurusu, yahut bir ricası olmadığı gibi, kralın kendi huzurunda dile getirilen bu teklifi kabul edişi de, (meselenin öncesi yokmuş gibi) âniden olmamıştır. Zira Talmud'a göre, “İbrani kendisini bilge ve uzman bir kimse olarak isbat etmişti”; ayrıca Talmud, Hz. Yusuf'un (a.s.) şöyle dediğini nakleder: “Şu kesin ki, benden daha temâyüz etmiş biri daha yok: Nihâyet ben Allah'ın tüm bilgileri öğrettiği biriyim.”
Aziz, nedimleri, şehzadeleri, subayları ve bürokratları, Hz. Yusuf (a.s.) huzurdayken artık onun gerçek değerini öğrenmiş durumdaydılar ve başından son on yılda geçen olaylar esnâsında sergilediği yüksek karakteri bizzat müşâhede etmişlerdi. Böylece Hz. Yusuf (a.s.) tevâzuda, doğrulukta, önsezide, kendini kontrolde, güvenilirlikte, cömertlikte, zekâ ve anlayışta eşsiz olduğunu kanıtlamıştı. Bu özellikler karşısında muhâtapları bildi ve anladı ki, ülke kaynaklarının nasıl korunacağını, onların nasıl tasarruf edileceğini en iyi bilen, kaynakları geleceğin teminatı olarak koruyabilecek yegâne kişi odur. Bu yüzden Hz. Yusuf (a.s.) isteğini belirtir belirtmez bütün kalpleriyle kendisine güvendiler. Hz. Yusuf (a.s.) hakkında kralın beslediği olumlu kanaat Kitab-ı Mukaddes'te teyid edilir. Ayrıca Talmud'da da belirtildiği gibi sadece kral değil, etrafında bulunan diğer yöneticiler de Hz. Yusuf'un (a.s.) yönetime geçmesini ittifakla kabul etmişlerdir.
Şimdi ikinci soruyu ele alalım: “Hz. Yusuf'a (a.s.) güven duyulmasını sağlayan gücün mâhiyeti neydi?” Bu önemlidir, çünkü Kur'an'ı kavramada tecrübesi olmayan kimseleri bu âyette geçen “hazâinu’l-ard” deyimi ve daha sonra geçen tahıl dağıtım işi yanıltmış; bu yanılgıyla sözkonusu memuriyetin bugünün “Hazine Müsteşarı”, “Kıtlık Dönemi Danışmanı” yahut “Maliye Bakanı” türünden bir memuriyet olduğu sonucuna varmışlardır. Aslında memuriyeti bunlardan hiçbiri değildi, zira Kur'an, Kitab-ı Mukaddes ve Talmud'a göre Hz. Yusuf'a (a.s.) tüm iktidar tevdi edilmiş ve bir yöneticinin tüm imtiyazı verilmiştir. Tahta oturmasının[46] ve kendisine melik denmesinin[47] sebebi budur. Bizzat Hz. Yusuf (a.s.) Allah'a kendisine melikliği bahşettiği için şükretmiştir.[48] Herşeyden öte, bizzat Allah bu olaya tanıktır; meâlen: “Böylece Yusuf'a ülkede iktidar verdik. Artık ülkenin her yanına istediği gibi tasarruf etme hakkına sahip olmuştu.” [49]
Kitab-ı Mukaddes'e baktığımızda şunları okuyoruz: “Ve Firavun Yusuf'a dedi: “Evimi mekânın bileceksin ve halkın senin emrinle yönetilecek. Ben yalnız tahtta senden büyük olacağım. Bak, tüm Mısır ülkesini yönetmeye seni tayin ediyorum. Senden habersiz Mısır ülkesinde hiç kimse ne parmağını kıpırdatabilecek ne de adım atabilecektir. Ve Yusuf'a Zaphnath-paaneah (Dünya Koruyucusu) adını verdi.”[50] Talmud'a göre ise olay şöyledir: Ağabeyleri Mısır'dan babaları Hz. Yakub'a (a.s.) döndüğünde Hz. Yusuf (a.s.) hakkında kendisine şunları söylediler: “Mısır meliki, halkı üzerinde öylesine egemen ki ondan üstünü yok. Herkes onun emriyle giriyor, onun emriyle çıkıyor ülkeye. Yöneten onun emirleri... Efendisi Firavun'un nefesini harcamasına gerek bile yok.”
Meseleyle ilgili bir diğer soru da şu: Hz. Yusuf'un (a.s.) ülkedeki tüm iktidarın kendisine teslimi için yaptığı teklifin hedefi neydi? Hizmetlerini kâfir bir devletin kanunlarına güç katmak için mi gerçekleştirdi? Yoksa elinde bulundurduğu hükümetin güçleriyle İslâm'ın kültürel, ahlâkî ve siyasî sistemlerini mi tesis etmek niyetindeydi? Bu sorulara en iyi cevap allâme Zemahşerî'nin Keşşaf Tefsirinde 55. âyete getirdiği yorumda verilmiştir. O şöyle diyor: “Yusuf (a.s.) ülkenin kaynaklarını benim tasarrufuma verin şeklindeki teklifinde bulunduğu zaman niyeti Allah'ın hükümlerini yürürlükte kılmak, hak ve adâleti tesis etmek ve tüm rasüller gibi görevini icrâ etmek üzere iktidar fırsatı kollamaktı. Yoksa tahta geçmeyi, saltanat sevdâsı için yahut dünyevî arzularını ve hırslarını tatmin için istememişti. Böyle bir talepte bulundu; çünkü bu işi icrâ edebilecek bir başkasının bulunmadığını gâyet iyi biliyordu.”
İşin açıkçası, yukarıdaki soru en önemli ve temel meseleye götürmektedir: Yusuf Allah rasûlü müydü, değil miydi? Eğer rasûl idiyse -ki, elbette öyledir- Kur'an nasıl oluyor da tâğutî prensiplerle işleyen bir küfür düzenine hizmet edebilen (demokrasiyi yücelten, particiliği ve dolayısıyla uzlaşmacılığı içselleştiren kimi çağdaş yorumcuların iddia ettiğine göre -hâşâ- Hz. Yusuf böyle yapmıştır!) bir peygamber tipinden söz ediyor? Hatta daha da önemli bir soruya varıyoruz: O sâdık bir kimse miydi, değil miydi? -ki Kur’an, onun sâdık ve sâdıklığın zirvesi olan sıddîk olduğunu söylüyor.[51] Eğer öyleyse, nasıl oluyor da hâkimiyetin Allah'a değil de, krala ait olduğu teorisini (güya) pratikte uygulayabiliyor, oysa zindandayken “hükmün yalnızca Allah'a ait olduğunu”[52] söylememiş miydi? Ve eğer kimilerinin sandığı gibi o başvurusunu krala hizmet için sunmuşsa, bu demektir ki hapisteyken şu söylediklerine ilkece aykırı bir iş yapmış demektir: “Hangisi daha hayırlı, çeşit çeşit tanrılar mı, yoksa tek bir kadir-i mutlak Allah mı?”[53] MÂdem ki Mısır kralı halkın ittihaz ettiği “tanrılar”dan bir tanrıdır; o halde İslâmî bir hukukla yönetilen gayri İslâmî bir düzenin yönetim işini üstlenmeyi, bu konuda hizmet vermeyi teklif etmesi Hz. Yusuf (a.s.) için Rabbiyle kralı müsâvi tutmak (eşit görmek) olmuyor muydu? Böyle bir durumda sözkonusu yorumcuların Yusuf'a biçtiği yer ne olacaktır?
Doğrusu bu âyeti böyle yorumlayan müslümanların Hz. Yusuf'un (a.s.) mânevî şahsını olmayacak derekelere düşürmeleri tam bir saçmalıktır. Bu durumlarıyla kendileri, bozulma dönemlerinde yahûdilerin geliştirdikleri zihniyetin bir benzerine saplanmış olmaktadırlar. Ahlâk ve mâneviyatları çökmeye başladığında yahûdiler kendi düşük karakterlerini haklı göstermek ve daha da alçalmaya mâzeret kotarmak için nebî ve velîlerini düşük karakterli insanlar olarak resmetmeye başlamışlardı. Aynı şekilde gayri müslim hükümetlerin yönetimi altına giren kimi müslümanlar, bu yönetime hizmet etmek istemişler, fakat İslâm'ın talimatı ve müslüman atalarının sergilediği örnekler önlerine dikilmiş ve utanmışlardı. Bu yüzden şuurlarını pasif hale getirmek sûretiyle bu âyetin hakiki anlamından sarf-ı nazar ettiler (kaçındıları) ve peygamberin gayri İslâmî kanunlarla yönetilen bir ülkenin gayri müslim yöneticisine hizmet etmek azmiyle memuriyet peşine düştüğü şeklinde saptırdılar. Oysa peygamberin kendi kıssası bize öyle bir hisse vermede ki, tek bir müslümanın bile (Hz. Yusuf örneğindeki gibi) yalnız başına, İslâmî safvetiyle imanı, aklı ve hikmetiyle tüm bir ülkede İslâmî bir inkılab oluşturabileceğini; gerçek bir mü’minin, ahlakî seciyesini gerektiği gibi kullanarak, bütün bir ülkeyi ordusuz, cephanesiz ve donanmasız fethedebileceğini öğretmektedir. [54]
Hz. Yusuf bir peygamberdir. Hiç şüphe yok ki onun risâleti de, gönderilen bütün peygamberlerin risâletlerinin aynısıydı ki, o risâletler Allah’ın dinini diğer bütün din ve düzenlere gâlip kılma ve yüceltme risâletidir. Yoksa biz Yusuf’un (a.s.) hükümette bulunduğu süre içerisinde, bir kâfir yöneticinin emrine ve hizmetine girerek, onun yardımcılığını yaparak, Allah’ın dinine göre değil de, hükümdarın/tâğutun kanunlarına göre hükmettiğini kabul edecek olursak, o takdirde Hz. Yusuf’un Süleyman Demirel’den, Bülent Ecevit ve benzerlerinden ne farkı kalır?
Bütün bu hakikatleri kavradıktan sonra, birisi çıkar da hâlâ, Hz. Yusuf’u delil göstererek “gayri İslâmî bir hükümet mekânizmasında görev almak câizdir; çünkü Hz. Yusuf gibi bir Allah elçisi bunu yapmıştır” diyebilir mi? Ama, utanmadan Medine İslâm Devletine “koalisyon hükümeti” diyebilen ve Peygamberimiz için; “yahûdilerle ve diğer kâfirlerle uzlaşarak ortak bir idare kurdu” diyenler, Peygamberimiz’e bu iftirayı atabilenler, Hz. Yusuf’a da bu seviyeyi(!), bu âdîliği uygun görebilirler. Allah şerlerinden İslâm’ı ve müslümanları muhâfaza eylesin!
“İşte böylece biz yeryüzünde Yusuf'a güç ve imkân verdik. Öyle ki, onda (Mısır'da) dilediği yerde konaklardı…[55] Bu âyette zikredilenler, tüm ülkenin tamamıyla onun kontrolüne girdiğini göstermek içindir. Yani ülke ona aitti, herhangi bir bölgesi üzerinde dilediği gibi tasarruf edebilirdi ve avucunun içinde olmayan hiçbir bölge mevcut değildi. İlk müfessirler de bu âyeti şöyle mânâlandırıyorlar: “Biz Yusuf'u Mısır'daki her şeyin sahibi yaptık. Dünyanın bu bölgesinde dilediğini dilediği yerde yapabilirdi. Zira bu ülkede bütün yetki kendisine verilmişti. Hatta kralı bile devirebilecek bir güce sahipti.” Taberî, en âlim müfessirlerden addedilen Mücâhid'den de bir nakilde bulunarak Mısır kralının Hz. Yusuf (a.s.) aracılığıyla müslüman olduğunu da ekliyor.
“Babasını ve annesini tahta çıkarıp oturttu…”[56] Talmud'a göre “Yusuf babasının, yolda olduğunu öğrenince dostlarını, subaylarını ve göz alıcı elbiselerle donatılmış ülke askerlerini bir araya topladı... Yakub peygamberi yolda karşılamak ve Mısır'a kadar eşlik etmek için büyük bir topluluk teşekkül ettirdi. Müzik ve mutluluk her yanı kaplamıştı; herkes, kadınlar ve çocuklar bu muhteşem gösteriyi izlemek üzere evlerin çatılarına çıkmıştı.” [57]
“Babasını ve annesini tahta çıkarıp oturttu. Onun için secdeye kapandılar…”[58] Bu âyetin tefsirinde İlâhî Hidâyet'in temellerine karşı olan birtakım ciddi hatalara düşülmüştür. Öylesine ki, bazı kimseler bir saygı nişanesi olarak melikler/pâdişahlar ve azizler huzurunda yerlere kapanmayı şer'î kabul edecek denli ifrata kaçmışlardır. Bir kısmıysa biraz daha sofuca davranıp bu konuda şöyle bir açıklama getirmiştir: “Önceki şeriatlerde, Allah'tan başkasının önünde sadece ibâdet/tapınma secdesi yapmak yasaklanmıştı; ibâdet maksadıyla yapılmazsa buna izin verilmişti. Ama şimdi Hz. Muhammed'e (s.a.s.) indirilen şeriatte bu da kesinlikle haram kılınmıştır.”
Böyle yanlış anlamalar; bu âyette secde etmek anlamına gelen “succeden” kelimesinin, halihazır İslâm fıkhındaki “elleri, dizleri ve alnı zemine değdirerek yere kapanmak” biçiminde dile getirilen teknik (ıstılahî) anlamıyla ele alınışı sonucu oluşmuştur. Oysa “succeden” kelimesi secud'un lügat anlamında yani “baş eğerek selamlama” (batı dillerindeki reverans-Çev.) anlamında kullanılmıştır. Hz. Yusuf'un (a.s.) ebeveyni ve kardeşleri o devrin insanları arasında yaygın olan eski bir âdet uyarınca (ki bu âdet hâlâ bazı toplumlarda yaşamaktadır) huzurda eğilerek selâm vermişlerdi. (Günümüzde Çin ve Japonya’da hâlâ sürdürüldüğü gibi, saygıyla eğilerek selâmlama benzeri,) o devrin insanları saygılarını sunmak, nezâket göstermek veya sadece selâmlamak istedikleri kimselerin karşısında ellerini göğüsleri üzerine koyarak eğilmek alışkanlığına sahiptiler. Bu durum Kitab-ı Mukaddes'in birçok yerinde zikredilir: “...ve o (Hz. İbrahim) onların (sözkonusu üç adamın) kendisine doğru geldiklerini görünce çadırın kapısından çıkarak onları karşılamaya koştu ve yere doğru eğilerek onları selâmladı.”[59] Kitab-ı Mukaddes Heth'in oğulları kendisine bir arazi ve Sare'yi defnetmek için bir mezar verdiğinde Hz. İbrahim'in (a.s.) onlara çok müteşekkir olduğunu ve “dikilip, Heth'in oğulları dâhil, belde halkına eğilerek selâm verdiğini zikreder.[60] ve başka bir yerde de[61] aynı türden davranışa değinir. Her iki durumda da “eğilip selâm vermek” biçimindeki davranış Kitab-ı Mukaddes'in Arapçasında “secede” (secde etti) kelimesiyle karşılanmıştır.
Kitab-ı Mukaddes'te zikredilen bu ve benzeri durumlar, l00. âyette geçen hâdiseyle ilgili olarak Kur'an'ın “secde” kelimesini ıstılahî anlamda değil lugat anlamında kullandığının kesin delilidir.
Öte yandan Allah'tan başkası huzurunda saygı göstermek amacıyla yapılan, şimdiki İslâmî anlamıyla secde hareketine önceki şeriatlarca izin verildiğini ileri süren müfessirler yanılmışlardır. Bu anlamda secde tüm şeriatlerde daima yasak olmuştur. Sözgelişi İsrailoğulları'nın Babillerin egemenliği altında bulunduğu esnada Kral Aha-Suerus, Haman'ı tüm prenslerin üstündeki mevkiye çıkarmış ve kölelerine secde edip onu selamlamalarını istemişti. Fakat Yahudiler arasında sıdkı ve velâyetiyle tanınan Mordecai ne secde etmiş ne de başını eğmişti.[62] Talmud'un aynı konuda söyledikleri gerçekten zikre şâyandır:
“Kralın köleleri Mordecai'ye şöyle dediler: “Haman'ın huzurunda secde etmeyi, kralın emrini hiçe sayarak niye reddediyorsun ki? Kralın huzurunda eğilip selam durmaz mıyız?” “Aptallar!” diye cevapladı Mordecai, “Bir de sebep istiyorsunuz ha! Dinleyin beni. Toprak olacak birini mi ululayayım? Bir kadından doğma, günleri sayılı birinin önünde mi secde edeyim? Küçük bir çocukken ağlayıp sızlayan, yaşlanınca ah vah edip duran; günleri öfke ve kızgınlıkla dolu geçen ve sonunda da toprağa dönecek olan böyle bir adama secde etmek, öyle mi? Asla! Ben Ezeli ve Ebedi olan, hiç ölmeyen Allah'ın huzurunda secde ederim. Yalnızca O yüce yaratıcıya, O büyük Melik'e... Başkasına asla!...” [63]
Kur'an'ın vahyedilişinden bir yıl önce İsrailoğulları'ndan bir mü’minin yaptığı bu konuşma, meseleyi sonuçlandırmaktadır. Demek ki, Allah'tan başkası huzurunda “secde”de bulunmak için hiçbir açık kapı yoktur. [64]
Yusuf’un (a.s.) Yönetimi
Yusuf Peygamber’in yönetimi devralmasıyla birlikte melikin rüyasının te’vili gerçekleşmeye başlar. Yedi sene süren bolluk dönemi esnâsında Hz. Yusuf, ihtiyaç fazlasını depolar. Arkasından gelen yedi kıtlık senesinde ise, bu depoladığı hubûbâtı harcamaya başlar. İsrafın olmadığı, geleceğe hazırlığın en mükemmel şekilde yapıldığı Yusuf Peygamber’in yönetiminden Mısır halkı memnundu. Onun bu başarısı yüzünden, diğer bölgelerde kıtlık çekenler Mısır’a akın ederek ihtiyaçları olan hubûbâtı Mısır’dan edinmeye çalışıyorlardı. Bunların arasında Yusuf’un kardeşleri de vardı. Kıtlık yılları Yakuboğullarını dasıkıntıya sokmuştu.
“Yusuf’un kardeşleri gelip huzuruna girdiler. Onlar onu tanımadılar, fakat o onları tanıdı. Yüklerini hazırlatınca dedi ki: ‘Bana, baba bir kardeşinizi de getirin. Ölçüyü tam yaptığımı ve sizi iyi bir şekilde ağırladığımı gördünüz. Eğer onu getirmezseniz, benden bir ölçek bile bir şey alamazsınız. O zaman yanıma da yaklaşmayın.”[65] Bu âyetlerde Yusuf’un (a.s.) yönetimi hakkında birtakım bilgiler de verilmektedir:
a- Ülkenin kaynakları en mükemmel şekilde değerlendirilmektedir. İsraf yoktur. Tasarruf ön plandadır. Keyfî bir yönetim değil, planlı programlı bir idare sergilenmektedir.
b- Yusuf’un (a.s.) yönetimi, insanların mallarını tam olarak vermektedir. Ölçü ve tartıyı tam yapmaktadırlar. Haksızlık ve zulüm yoktur.
c- Ülkeye gelen herkese, özellikle müstaz’aflara yardımsever ve misafirperver şekilde davranılmaktadır. “Bizim hubûbâta ihtiyacımız var, size veremeyiz!” denilerek ihtiyaç sahipleri uzaklaştırılmamaktadır. İnsanlarla ilgilenilme neticesi Yusuf (a.s.); babası, küçük kardeşi ve ahâlisi hakkında bilgi sahibi olmuştur. Vahyi ve peygamberliğini kardeşlerine anlatarak, bu haberi oğullarından duyan Yakub’un (a.s.), Yusuf hakkında sezgilerinin güçlenmesine vesile olmuştur: “Ey oğullarım! Gidin Yusuf’u ve kardeşini arayın. Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin.” [66]
d- Yönetici olan Yusuf (a.s.), kendinden önceki ya da sonraki müfsid düzen yöneticileri gibi, halk ile kendi arasında duvarlar oluşturmuyordu. Onların içinden, onlardan birisi olarak yönetimini icrâ ediyordu. İnsanlarla haşır neşir, onların sorunları ile hemhaldi. Böylece Allah’ın vahyini de rahatlıkla onlara ulaştırabiliyordu.
e- Kur’ân-ı Kerim’de kıssaları anlatılan yönetici peygamberlerden, Dâvud (a.s.) ve Süleyman (a.s.)’dan başka, Yusuf’dan (a.s.) da yönetim ve yöneticiliğin esaslarına dâir muhâtaplara dersler vaz edilmiş olmaktadır. [67]
Hz. Yusuf’un yöneticiliği ve yönetim tarzı ile ilgili olarak Mevdûdi, ilgili âyetlerin tefsirinde şunları söyler:
“Böylece (Yusuf) kardeşinin kabından önce onların kaplarını (yoklamaya) başladı, sonra da onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte biz Yusuf için böyle bir plan düzenledik…”[68] Şimdi şu soruyu düşünelim: Allah, planıyla (keyd) Hz. Yusuf'u (a.s.) doğrudan nasıl destekledi? Oysa biliyor ki Bünyamin'in yükündeki kap planı bizzat Hz. Yusuf (a.s.) tarafından tasarlanmıştı. Ayrıca memurların yükleri aramalarında olağanüstü bir şey yoktu, böyle bir durumda yapmaları gerekeni yapmışlardı. Bu ibarede, Allah tarafından mucizevî bir desteğin olduğuna dair, memurların biraderlere Hz. İbrahim'in (a.s.) şeriatında hırsızın cezasının ne olduğunu sormaları ve onların da “köleleştirilmesi gerekir” şeklindeki cevapları dışında olağanüstü bir alamet yoktur. Böylece Hz. Yusuf hem kardeşini alıkoymayı başarmış, hem de onun hapsedilmesini engellemiştir. Dolayısıyla Hz. İbrahim'in şeriatını uygulamıştır.
Bunu takip eden cümle de bu yorumu te’yid etmektedir: “…(Yoksa) Hükümdarın dininde (yürürlükteki kanuna göre) kardeşini (yanında) alıkoyamazdı. Ancak Allah'ın dilemesi başka…”[69] Allah dileseydi Hz. Yusuf'un (a.s.) planındaki boşluğu gidermezdi. Plandaki zayıf nokta şuydu: Yusuf planına göre kardeşlerini yalnızca melikin yasasına göre alıkoyabilirdi. Fakat bir Allah Rasûlüne kendi şahsi meselesi için gayri İslâmî bir yönetimin yasasına başvurmak yakışmazdı. Zira o, siyasi iktidarı tedrici olarak İslâmî yasayı yürürlüğe koymak için uhdesine almıştı, yoksa melikin yasasını takviye edip yürülükte kalmasını sağlamak için değil. Allah dileseydi, Hz. Yusuf'a (a.s.) gayri İslâmî bir yasaya başvurmaktan başka çıkar yol koymazdı. Fakat bunu dilemedi; zira Rasûlü'nün temiz isminin bu şekilde lekelenmesini istemedi. Bu yüzden Hz. Yusuf (a.s.) memurlarına emir vererek (alışılmadık) birşeyi öğrenmelerini istedi: Onlar hırsızları nasıl cezalandırıyorlardı? Biraderler de Hz. İbrahim'in (a.s.) yasasını söylediler. Bu, plandaki boşluğu gidermekle kalmadı aynı zamanda biraderlerin de Mısırlı olmadıkları dolayısıyla bu ülkenin yasalarıyla yargılanamayacakları şeklinde herhangi bir itiraz beyan etmelerine de mahal bırakmamış oldu.
Daha önce de işaret edildiği gibi bu Allah'ın bir yardımıydı; peşpeşe iki ayette O'nun lütfunun bir alameti, yüce ilminin bir işareti olarak zikredilen yardımı...
Hz. Yusuf'u (a.s.) kendi şahsî meselesi için Mısır Melikinin gayr-i İslâmî yasasına başvurmaktan koruyan Allah'ın lütfuydu. Çünkü insani zaafın baskısı altına bunu yapmaya yeltenebilirdi. Ve Allah'ın bizzat bir kimsenin ahlaki mertebesini korumak üzere düzenlemelerde bulunması kadar o kimse için büyük bir lütuf olamaz.
Ancak şu da belirtilmeli ki, yalnızca sıkı imtihanlardan “alnının akıyla” çıkanlar bu yüksek nişanla taltif edilir.
Hz. Yusuf'un (a.s.) planındaki boşluğu gidermek sûretiyle Allah, ilminin, kendisine ilim verilmiş olan (Hz. Yusuf gibi) kimselerin ilminden üstün olduğunu göstermiştir.
Bu bağlamda mütalaa edilmesi gereken bazı meseleler vardır. Onlara kısaca değinelim.
1) Genellikle “mâ kâne liye’huze ehâhu fî dîni’l-melik” ifadesi şöyle çevrilmektedir: (Yusuf) kardeşini Melik'in yasasına göre alıkoyamazdı. “Yahut:” (Yusuf) kardeşini Melik'in yasasına göre alıkoymaya yetkili değildi. “Diğer bir deyişle çeviri şu anlama gelmektedir: “Bunu yapamazdı zira Melik'in yasasında buna izin yoktu.” Fakat Arap dilinde ve Kur'an'da “ma kâne” bu şekilde kullanılmamıştır. Nitekim bunun örneklerini Kur'an'da fazlasıyla bulabiliriz; “ma kane limü'minin en yaktule mü’minen” (Bir mü’min bir mü’mini öldüremez “öldürmesi yakışık almaz”). “Mâ kâne Allahu en yettehize min veled” (Allah bir çocuk edinemez “edinmesi yakışık almaz”). Dolayısıyla Hz. Yusuf hakkında kullanılan “buna gücü yoktu”, “bunu yapamazdı”, “buna hakkı yoktu” şeklindeki ifadeler anlamsızdır.
Çünkü Hz. Yusuf'un (a.s.) kardeşini “bir hırsızdır” diye Melik'in yasasına göre alıkoymaya güç yetirememesi için bir neden yoktu. Bir hırsıza ceza vermek için bir yasaya sahip olmayan bir yönetim düşünülebilir mi? İfadenin gerçek karşılığı şu şekilde olmalıdır: “Kardeşini Melik'in yasasına göre alıkoyamazdı. Çünkü böyle davranmak bir peygambere yakışmazdı.”
2) Kur'an'ın kullandığı “din'il-Melik” (Melikin dini) tabirini “Melik'in yasası” şeklinde anlarsak bu, tartışmalı ifadeyi anlamamıza yardım eder. Çünkü çok açık ki, peygamber Allah'ın dininin (nizamının) ikamesi için gönderilmişti. Melik'in gayri İslâmî sistemini (dinini) yürürlükte kılmak için değil. Bu zaman zarfında Hz. Peygamber (a.s.) görevini bir ölçüde başarmıştı, ama yönetim tam anlamıyla Allah'ın dinine göre teşekkül ettirilememişti. Dolayısıyla artık bir peygamberin kendi şahsi bir meselesi için “Kralın sistemini” benimsemesi uygun olmaz, yakışık almazdı. Yani, “Kardeşini Melik'in yasasına göre alıkoymak Yusuf'a yakışmazdı.”
3) Dahası, “Melik'in Dini” ibaresini “ülke yasaları” anlamında kullanmak suretiyle Allah, “din” kelimesinin geniş kapsamına işaret etmiş; Risaletin sahasını yalnızca Allah'ın birliğine inanmakla sınırlandırıp, onu kültürel, siyasi, sosyal, hukuki ve hayatın diğer dünyevî cephelerinin dışarıda bıraktığına inanan kimselerin din kavramını kökünden kesmektedir. Veyahut böyle tipler dinin saydığımız vechelerle bir ölçüde ilgili olduğunu kabul ederler ama onlara göre bunlar, yapılsa da yapılmasa da olur kabilinden tavsiyelerdir. Güya din, inananları bunları yahut insan-yapısı yasaları benimsemekte serbest bırakmıştır, zira düşüncelerine göre, ikincisini benimsemelerinde bir beis yoktur. Din'in uzun bir süredir müslümanlar arasında yürürlükte olan bu yanlış kavranışı, İslâmî hayat tarzını hâkim kılmak için gerekeni yapmaları yolunda kendilerini ihmalkar hale getirmiştir ve bu yüzden mesul tutulacaklardır. Dinin bu yanlış kavranışının sonucu olarak müslümanlar İslâmî olmayan hayat tarzıyla uzlaşır hale gelmişlerdir. Hatta bu yanlış kavrayış yüzünden Hz. Yusuf'u (a.s.) güya örnek ittihaz ederek bu sistemlerin destekçisi ve uşağı haline gelebilmişlerdir. Oysa bu ayet ifade biçimi olarak bu yanlış kavramayı reddetmekte, “ülke yasaları”nın tıpkı namaz, hac, oruç ve zekât gibi dinin bir parçası olduğunu bildirmektedir. Dolayısıyla Âl-i İmran Sûresinin 19. ve 85. ayetlerindeki “el-din”in kabulu gereği, yasalar da namaz ve diğer farzlar gibi bu kavramın kapsamına girer. Bu yüzden dinin bu bölümünün herhangi bir sistemden ihracı Allah'ın gazabını celbedecektir.
4) Bunlarla birlikte yukarıdaki yorum, bir itiraza mahal bırakmamaktadır. Hiçbir şey olmasa, bu satırların yazarının bile katıldığı bir gerçek vardır ki, Hz. Yusuf (a.s.) ülkenin en yüksek mevkiindeyken Mısır'da gayri İslâmî bir düzen yürürlükte bulunmaktadır. Dolayısıyla bu durum bizzat peygamberin Melik'in gayri İslâmî yasalarını uygulamak zorunda olduğunun bir delilidir. Şu halde Hz. Yusuf'un (a.s.) kendi özel meselesinde Hz. İbrahim'in (a.s.), şeriatı yerine, uygulamak zorunda kaldığı Melik'in şer'i sistemine göre amel etse ne fark ederdi? Kesinlikle fark ederdi, zira mesele Hz. Yusuf'un bir peygamber oluşuyla ilgi içindedir. Çünkü o İslâmî hayat nizamını tesis etmeye çalışmaktaydı ve bu, tedrici olarak başarılabilecek bir işti. Dolayısıyla bu süre içinde Melik'in yasası kaçınılmaz olarak yürürlükte kalacaktı. Aynı şey Hz. Peygamber'in (s.a.s.) Medine'de olduğu sırada Arabistan'da vuku bulmuştu. İslâmî sistemi bütünüyle ikame etmek dokuz yılı almış ve bu dönemde birtakım gayri İslâmî yasalar yürürlükte kalmıştı. Sözgelişi içki, faiz, gayri İslâmî miras ve evlilik geleneği, batıl ticaret şekilleri vs. bir süre daha yürürlükte kalmak durumundaydı. Aynı şekilde İslâm'ın medeni ve ceza hukukunun bütün olarak yürürlüğe girmesi de belli bir süreyi gerektirmişti. Dolayısıyla Hz. Yusuf'un (a.s.) hükümranlığının ilk dokuz yılında Melik dininin (yasal düzeninin) yürürlükte kalmasında hiçbir tuhaflık bulunmamaktadır. Şu var ki geçiş dönemi esnasında gayri İslâmî melik yasasının devam etmesi, Allah Rasûlü'nün Allah'ın dinini ikame için değil, Melik'in dinini izlemek için gönderildiğine delil teşkil etmez. Melik'in yasasına kendi şahsi davası için başvurmasının Hz. Yusuf'a (a.s.) yakışmayacağı meselesine en iyi karşılık yine Rasûlullah'ın (s.a.s.) uygulamasında bulunmaktadır. Geçiş dönemi esnasında yani cahili yasaların henüz İslâmî yasalarla yer değiştirmediği dönemde, kimi müslümanlar daha önce yaptıkları gibi şarap içmeye, faiz yemeye devam ediyorlardı. Ancak Rasûlullah (s.a.s.) bu gibi fiilleri asla işlemiyordu. Yine iki kız kardeşle birden evlenmek, muta gibi yasalar uygulanmaktaydı, fakat Rasûlullah (s.a.s.) asla böyle bir uygulamada bulunmadı. Böylece açıklığa kavuştu ki, İslâmî yasaların evrimi döneminde kimi gayri İslâmî yasaların yürürlükte bırakılmasıyla onların bizzat uygulanması arasında fark vardır. Eğer Hz. Yusuf (a.s.) Melik'in yasasını kendi şahsi davası için uygulasaydı bu onun yaptırım gücünü bu yasaya hamlettiği, bu yasayı tasdik ettiği anlamına gelirdi. Oysa bütün cahili şeriatleri ortadan kaldırmak üzere gönderilmiş bir peygamberin, başkalarına ruhsat verilmiş olsa bile bu yasaları izleyemeyeceği açıktır. [70]
Hz. Yusuf ve Tevhid Dâveti
İncil ve Mısır tarihini mukayeseli olarak okumuş ve incelemiş olan çağımızın araştırmacıları, Mısır hükümdarlarından “Hymksos” (çoban) kralları arasında yer alan Apophis’in Hz. Yusuf (a.s.) olabileceği ihtimalini ortaya koymuşlardır. Zira bu kralın yaşadığı devir, Hz. Yusuf’unki ile denk gelmektedir.
“Mısır’ın başkenti Memphis idi. Bunun kalıntıları bugün Kahire’nin güneyinde yaklaşık 24. km’de bulunmaktadır. Hz. Yusuf buraya 17-18 yaşlarında iken gelmişti. 2-3 Sene Mısır kralının sarayında kaldı ve 8 sene de zindanda. 30 Yaşında iken Mısır hükümdarı oldu ve 80 yaşına kadar rakipsiz Mısır tahtında kaldı (…) İncil’deki kayıtlara göre Hz. Yusuf 80 yaşına geldikten sonra vefat etti ve ölmeden önce, İsrailoğullarına, Mısır’dan ayrılırken kemiklerini yanlarına almalarını vasiyet etti. [71]
Hz. Yusuf’un tevhid dâveti Kur’an’da şöyle dile getirilir: “Ey hapis arkadaşlarım! Ayrı ayrı bir sürü uydurma ilâhlar mı daha hayırlıdır, yoksa her şeyden üstün, kahredici olan Allah mı? Allah’ı bırakıp taptığınız, sizin ve babalarınızın adlandırdığı, putlardan başka bir şey değildir. Allah onların doğru olduğuna dair bir delil indirmemiştir. Hüküm ancak Allah’a aittir. Kendisinden başkasına değil, ancak O’na ibâdet edip kulluk yapmanızı emretmiştir. Bu, dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmez.” [72]
Hz. Yusuf (a.s.) bu mesajı, zindanda olduğu sırada hapiste beraber bulunduğu köle arkadaşlarına tebliğ etmişti. Hz. Yusuf’un bu esnâda sunduğu tevhid dâvetinden çıkaracağımız birçok önemli dersler vardır. Şimdi bunları genel hatları ile ele alalım:
1- Hz. Yusuf bir peygamber sıfatına sahip olduğunun bilincinde olarak, zindanda bile olsa tevhid dininin mesajını etrafındakilere yaymanın sorumluluğunu taşımış ve hapishane hayatı gibi olumsuz şartlarda dahi bu görevin gözardı edilmemesi gerektiğini pratik yaşantısı ile göstermiştir. Bu demektir ki, bir Müslüman bulunduğu konuma bakmaksızın, yerin yedi kat dibinde de olsa bu dâveti tebliğ etmekle yükümlüdür ve bu konuda hiçbir mâzeret Allah katında kabul görmeyecektir.
2- Hz. Yusuf (a.s.) başına gelen zindan musîbetine sabrederek, bulunduğu konumu İslâm’ın lehinde kullanmayı çok iyi bilmiştir. Bilindiği üzere, “yerine ve zamanına göre hareket” ile “yerinde ve zamanında faâliyet” İslâm’a dâvet metodunun iki önemli meselesini teşkil eder. Dâvetin neticeye ulaşabilmesi, müsbet bir sonuç verebilmesi için yer-zaman faktörlerine dikkat ve itina gereklidir. Dâvetçi, dâveti sunduğu mekânının şart ve imkânlarını çok iyi bilerek orada nasıl hareket edeceğini, hangi metodlarla dâvetini sunacağını, dâvetin hangi mesele ve merhalelerinin bu yer için uygun olacağını hesap etmek mecbûriyetindedir. [73]
3- Buna bağlı olarak Hz. Yusuf’un tevhide dâvet usûlü bize bir insanın, tıpkı Yusuf Peygamber gibi eğer hâlis niyete ve gerekli bilgeliğe sahipse mesajı tebliğ etmek üzere durumunun gerektirdiği bir metodu izleyebileceğini gösterir. İki adam ona itimad ederek kendisinden rüyalarını yorumlamalarını isterler.[74] Buna verdiği cevapta şöyle der: “Rüyalarınızı yorumlayacağım, fakat ilkin size, bana rüyaları yorumlama gücü veren bilgimin kaynağını haber vereyim.” Bu sûretle onların taleplerini avantaj olarak kullanarak kendi itikadını onlara vazeder.[75] Ayrıca onlara bu kısa, fakat özlü ve aydınlatıcı ifadelerle İslâm dininin ana hatlarını çizivermiştir. Aynı zamanda Yusuf bu beyanı ile; şirki, putperestliği ve câhiliyeyi ayakta tutan sütunları temelinden sarsmış,[76] tevhidin yüceliğini ve gerçekliğini beyan etmiştir.
4- Dâvette muhâtabı tanıyarak, duruma göre tebliğde bulunmak önemli bir gerekliliktir. İnsan olması yönüyle dâvete muhâtap olanlar, bizzat içlerindeki duygu ve hisleriyle hareket edecek, psikolojik motiflerin etkisi altında kalacaklardır. Dâvetçi bu duygu ve hisleri tespit ederek muhâtabında psikolojik etki icrâ edecek şekilde hareket ve davranışlarda bulunmalı, tebliğini buna göre sunmalıdır. Fikir, davranış veya yaşayışın ıslahı için her şeyden evvel bu fikir ve inanışa bağlanış derecesi, o fikir ve inanışın mâhiyeti hakkında bilgi sahibi olmak, muhâtabın içerisinde yaşadığı sosyal ve kültürel muhiti, kişi tabiatına yankıları olan coğrafî ve tarihî şartları, tebliğe muhâtap kaldığı anda muhâtabın içerisinde bulunduğu hâlet-i rûhiyeyi iyi tanıyarak[77] ortama göre davranmak zorundadır.
Bir tevhid önderi olması sebebiyle Hz. Yusuf (a.s.) yukarıda sunmaya çalıştığımız dâvet stratejisinin farkında olarak, bize mesajı sunarken takip etmemiz gereken doğru usûlü de öğretmiştir. Hz. Yusuf, hemen işin başında amele ilişkin ayrıntıları ve itikadî düzenlemeleri sunmamış, iman edenle etmeyeni, yani tevhid ile şirki birbirinden ayıran en temel esas üzerinde durmuştur. Daha sonra sağduyu sahibi bir kişiyi iknâda başarısızlığa uğramamak için de mesajı gâyet aklî bir tarzda sunmuş ve ortaya sürdüğü deliller bu iki kölenin zihninde derin tesirler uyandırmıştır: “Hangisi daha iyi? Çeşit çeşit tanrılar mı, yoksa bir tek Kadir-i mutlak Allah mı?” Köleler, kendi şahsî tecrübelerinden bir tek efendiye hizmet etmenin, bir çoğuna birden hizmet etmekten daha iyi olduğunu bilmekteydi. Dolayısıyla âlemlerin Rabbine hizmet etmek dururken, O’nun kullarına hizmet etmek daha iyi olamazdı. Dahası, Hz. Yusuf (a.s.) onları doğrudan imanı kabule ve itikatlarını redde dâvet etmemiş; oldukça hikmetli bir yol tutarak önce şuna dikkatlerini çekmişti: “Bizi ve tüm insanlığı kendisinden başkasına köle etmemesi Allah’ın bir lütfudur. Ancak insanların çoğu O’na şükretmez. Yalnızca O’na kulluk etmek yerine kendilerine tanrılar icat ederek onlara taparlar.” Zikre şâyan bir şey daha vardır ki, teklif ettiği imanın miyarı hikmeti esas almaktadır, herhangi bir icbar sözkonusu değildir. “Sizin servet tanrısı, sağlık tanrısı, bolluk tanrısı, yağmur tanrısı vs. diye isimlerden ibârettir sadece. Her şeyin gerçek sahibi, tüm kâinatın Rabbi ve yaratıcısı olarak sizin de kabul etmeniz gereken, Yüce Allah’tır. Allah hiçbir şeye, hiç kimseye ulûhiyet adına ne bir yetki vermiş, ne de böyle bir şeyi tasdik etmiştir. Aksine, tüm kudretleri, tüm hak ve yetkileri kendine hasretmiştir ve emretmiştir: “Yalnız Bana kulluk ve itaat edin.” [78]
Kur’ân-ı Kerim’de Yusuf (a.s.) ve Yusuf Sûresi
Nüzûlü: Mushaftaki sıralamada on ikinci, iniş sırasına göre elli üçüncü sûredir. Hûd sûresinden sonra, Hicr sûresinden önce Mekke'de nâzil olmuştur, 111 âyettir.
Yahudilerin telkini ile Mekke müşriklerinin Hz. Peygamber'e “îsrâiloğullan Mısır'a niçin gittiler?” şeklindeki sorusuna cevap olarak veya müslümanların Re-sûlullah'ın bir kıssa anlatmasını istemeleri üzerine indiği rivâyet edilmiştir. Ancak, Muhammed b. İshak'a göre sûrenin nüzul sebebi, kavmi tarafından zulme uğramış olan Hz. Peygamber'i teselli etmektir.[79] Kavminin baskıları ve işkenceleri karşısında Rasûl-i Ekrem ve arkadaşları bunalmışlardı; bu bunalımdan bir çıkış yolu arıyorlardı. Böyle sıkıntılı bir anda bu sûrenin inmesi, müslümanlara bir teselli ve müjde olmuştur. Zira kıssanın kahramanı olan Hz. Yûsuf da Filistin'de kardeşleri tarafından bazı kötülüklere mâruz kalmıştı. Fakat sonunda o, Mısır'da devlet yönetiminde söz sahibi oldu, kardeşleri de bu devletin yönetiminde görevlendirildiler.
Bu sûrede anlatılan kıssa da, dolaylı olarak Hz. Muhammed ve arkadaşlarına, sabrettikleri takdirde Hz. Yûsuf'a verilmiş olan mükâfatın bir benzerinin verileceğini ve Kureyşliler'in kendilerine boyun eğeceğini müjdelemektedir. Nitekim kavminin baskısı neticesinde Medine'ye göç etmiş olan Rasûlullah sekiz sene sonra Mekke'yi fethetmiş ve Kureyşliler ona boyun eğmiştir. Ancak Hz. Peygamber Kureyşliler'e, Hz. Yûsuf un Mısır'da kardeşlerine söylediği sözün aynısını söylemiş ve şöyle demiştir: “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi afetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir”[80] “Gidiniz hepiniz serbestsiniz!’’[81] Muhtevasına ve işaret ettiği konulara bakıldı-j£ınıh sûrenin, hicretin arifesinde meydana gelen olaylar esnasında, yani Kureyş’in Hz. Peygamber'i öldürme, sürgün etme veya hapsetme planlarını tasarladığı sırada ve bir defada inmiş olduğu anlaşılmaktadır.
Kur'ân ı Kerîm'deki kıssalar bazı hikmetlere dayanmaktadır. Özellikle peygamberlerin kıssaları, alınması gereken ibretlerle doludur. Nitekim bu sûrenin son âyetinde yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Andolsun onların kıssalarında akıl sahipleri için ibretler vardır.” Hz. Yûsuf'un kıssası hakkında da şöyle buyurmuştur: “Andolsun ki Yûsuf ve kardeşlerinde, almak isteyenler için ibretler vardır.”[82]
Adı: Sûre adını 4. âyetten itibaren 101. âyetin sonuna kadar kıssası anlatılan Yûsuf (a.s.)dan almıştır.
Konusu: İlk üç âyette bu sûredeki âyetlerin Kur'ân-ı Kerîm'İn âyetleri olduğu, Kur'an'ın Arap diliyle indirildiği ve bu sûrede kıssaların en güzelinin anlatılacağı bildirilmektedir. Bundan sonra 101. âyete kadar Hz. Yûsuf'un kıssası anlatılmıştır. Kıssada Hz. Yûsuf'un, kardeşleri tarafından kuyuya atılması, onu kuyudan çıkaran kafile tarafından Mısır'da köle olarak satılması, bir iftira sonucu cezaevine girmesi, Mısır kralının gördüğü rüyayı yorumlaması neticesinde cezaevinden çıkarılıp maliyeden sorumlu yüksek düzeyde yöneticiliğe getirilmesi, uzun süreli bir ayrılıktan sonra babası ve kardeşleriyle tekrar buluşması gibi konular ele alınmıştır. Daha sonraki âyetlerde İse mü’minlere müjde ve öğütler verilmektedir.
“Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla... 1. Elif-lâm-râ. Bunlar, apaçık kitabın âyetleridir. 2. Anlayabilesiniz diye biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik. 3. Biz, bu Kur 'an 'ı sana vahyetmekle en güzel kıssayı da anlatıyoruz. Gerçek şu ki, sen bundan önce elbette bunu bilenlerden değildin.”
Tefsiri
- Bazı sûrelerin başında bulunan “elif-lâm-râ” gibi harflere “hurûf-ı mukattaa” denmektedir. Yüce Allah, indirilen bu âyetlerin gelişigüzel söylenmiş sözler değil, gerçekleri açıklayan ve ebedî bir mucize olan İlâhî kitabın âyetleri olduğunu, dolayısıyla bu kitaba şanına yakışır bir şekilde saygı gösterilmesi ve emirlerinin uygulanması gerektiğini vurgulamaktadır.
2. Bütün insanlık için gönderilmiş olan Kur'an'ın Arabistan'da ve Arapça olarak indirilmesinin coğrafî, sosyolojik, psikolojik ve dil ile İlgili sebepleri vardır. Her şeyden önce Arap yarımadası eski dünyayı meydana getiren, bugün de insanlığın büyük bir bölümünü barındıran Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının birbirine en çok yaklaştığı merkezî bir yerde ve dünya ticaret yollarının kesiştiği bir noktada bulunmaktadır, Kur'an'ın nazil olduğu zamanda bu bölge komşu illerde yer alan siyasî güçlerin iktisadî ve siyasî menfaatlerini doğrudan ilgilendiren bir konumdaydı. Bu siyasî güçlerin aksiyon ve reaksiyonlarının toplandığı bir merkezde yer alan Arap toplumu bu kıtalarda yaşayan insanları ve bunların yaşayışlarını tanıma imkânına sahipti.
Arap toplumu çölde yaşadığı için, müreffeh bir hayat tarzından uzaktı. Tehlikeli işlere atılma ve değerlerin müdafaasında sabırla direnme gibi vasıflara sahip bulunuyordu. Asırlar boyunca dillerinin safiyetini korudukları gibi belirtilen nitelik ve enerjilerini de muhafaza etmişlerdi. Kabileler arasında uzun süre devam etmiş olan iç savaşlar, onlara atılganlık vb. meziyetler kazandırmıştı. Ayrıca ticaretle uğraşan bir toplum olmaları sebebiyle hareket kabiliyetine ve uzun süreli seyahatlere katlanma gibi hususiyetlere sahip bulunuyorlardı. Bu sayede Araplar ticaret yaptıkları ülkelerin örf ve âdetlerini, hususiyetlerini, kanunlarını Öğrenmişlerdi; kısaca İslâm'ı buralara ulaştırılmak için gereken tecrübeye sahip bulunuyorlardı.
Kur'an'ın Arapça olarak indirilmesinin temel sebebi, son peygamberin Araplar arasından seçilmiş olmasıdır. Yüce Allah her peygambere kendi kavminin diliyle hitap etmiş, vahyini onların diliyle göndermiştir ki peygamber Allah'ın emir ve yasaklarını kavmine rahatça anlatsın.[83] Şüphe yok ki Kur'an'ın Arap dili ile indirilmiş olması onun sadece Araplar'a indirildiğini ifade etmez. Nitekim bazı âyetler, onun bütün insanlığa hitap ettiğini, dolayısıyla evrensel bir kitap olduğunu göstermektedir.[84] Son peygamberin Araplar arasından seçilmesinin doğal bir sonum ıtl/ınık ona' onlar ıslah ve irşjıd edilecek, sonra da onların aracılık ve örnekliginde diğer kavimler İslâm iman ve ahlâkına gireceklerdi. Ayrıca Kur'an yalnız Araplar'm kutsal kitabı olmadığından Arapça bilmeyenlerin de onu anlayabilmeleri ve böylece İslâm'ı birinci kaynağından Öğrenme imkânını elde etmeleri için Kur'an'in başka dillere çevrilmesi zorunludur. Ancak bu çeviriler insan çabasının ürünleri, dolayısıyla az veya çok kusurlu olup Kur'an'ın orijinal metni mevcut şekliyle Arapça metindir.[85]
3. “En güzel kıssa” diye çevirdiğimiz “ahsenü'l-kasas” tamlamasındaki kasas kelimesi sözlükte “bir şeyin izini sürmek” anlamına gelmektedir; isim olarak, “anlatılan haber” demektir. Kur'an'da daha çok bu mânada kullanılmıştır.[86] Bu mânada kıssa ile eş anlamlı olup her ikisinin de çoğulu kjsastır. Edebiyatta hayâlı kıssalar olduğu gibi gerçek kıssalar da vardır. Hz. Yûsuf'un kıssası yaşanmış bir olaydır. Bir taraftan tasavvuf ve edebiyatta mecazî aşk denilen ve tabii bir gerçeklik olan beşerî sevgiyi, diğer taraftan bu tür sevgilerin insanı kötülüğe saptırmasına engel olacak güç ve içtenlikteki iman ve iffetin yüceliğini anlatan bu sûre, âyette “ahsenü'l-kasas” olarak nitelendirilmiştir. Kıssada aynı zamanda baba-oğul, Ya'kub (a.s.) ile Yûsuf un hasret, ıstırap ve üzüntüleri canlı bir şekilde dile getirilmektedir. “Ahsenü'l-kasas” tamlamasını “en güzel üslûp” şeklinde anlayanlar da vardır.[87] Buna göre cümlenin meali şöyle olur: “Biz, bu Kur'an'ı sana en güzel bir üslûpla anlatıyoruz.”
Âyette, Hz, Peygamber'İn, Yûsuf hakkında daha önce bilgisinin olmadığı, bu bilgilerin kendisine vahiy yoluyla geldiği bildirilmektedir. Bu durum, Hz. Muham-med'in hak peygamber, Kur'an'm da mucize olduğunu gösterir. Zira okur-yazar olmayan, yabancı dil bilmeyen ve İsrâiloğulları'nın Mısır'a gitmeleriyle ilgili yeterli bilgisi bulunmayan bir kimsenin, vahye dayanmadan, çok zaman olayların detayına kadar inen böyle mükemmel bir kıssayı ortaya koyması mümkün değildir.
İbrânîce'de “Allah'ın kulu” mânasına gelen İsrail kelimesi, Ya'kub peygamberin lakabı olup Allah'ın halis kulu olduğunu ifade eder. Soyundan gelenlere de “İsrâiloğulları” denilmektedir. Kitâb-ı Mukaddes araştırmacılarından nakledildiğine göre Ya'kub Filistin'de yaşıyordu ve on iki oğlu vardı. Yûsuf on birinci oğluydu. Milâttan önce 1906'da doğmuş, 1890'lı yıllarda Mısır'da köle olarak satılmıştı. Bir süre kölelik, oldukça uzun bir süre de hapis hayatı yaşadıktan sonra Mısır'da önemli bir üst düzey yöneticiliğe getirildi. Daha sonra babası ve kardeşlerini de Mısır'a götürdü. Böylece İsrâiloğulları Mısır'a yerleştiler. Hz. Mûsâ'nın zamanında ve onun liderliğinde tekrar Filistin'e dönmüşlerdir. [88]
4. “Bir zamanlar Yûsuf, babasına demişti ki: “Babacığım! Ben (rüyamda) on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm; onları bana secde ederlerken gördüm.” 5. Babası, “Yavrucuğum! Rüyanı sakın kardeşlerine anlatma, sonra sana tuzak kurarlar! Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır” dedi. 6. İşte böylece rabbin seni seçecek, sana rüyada görülenlerin yorumunu öğretecek ve daha önce iki atan İbrahim ve İshak'a nimetini tamamladığı gibi sana ve Ya'kub soyuna da nimetini tamamlayacaktır. Kuşkusuz rabbin çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.”
Tefsiri
4-6. Yûsuf’un (a.s.) soy kütüğü şöyledir: Yûsuf, babası Ya'kub, babası îshak, babası İbrahim (a.s.). Görüldüğü gibi Yûsuf, Hz. İbrahim'in dördüncü kuşaktan torunudur. Ya'kub ile eşi Rahîl'den dünyaya gelmiştir. Rasûlullah buyurmuşlardır ki: “İnsanların en şereflisi, Allah'ın peygamberi Yûsuf tur; o, Allah'ın peygamberinin oğludur; o da Allah'ın peygamberinin oğludur; o da Allah'ın dostunun (halîl) oğludur” [89]
Rüya, “görmek” mânasına gelen “rü'yet” mastarından alınmış bir isim olup, uyku halinde birtakım olay ve şekillerin görülmesi demektir, Türkçe'de buna “düş” denir. Rüya kişinin sadece iç dünyasıyla ilgili bir olay olmayıp, aynı zamanda hayalin ötesinde dış dünyada bir gerçeğe de işaret eder. Râzî'ye göre yüce Allah, insan ruhunu madde ötesi âleme çıkabilecek, levh-i mahfuzu okuyabilecek yetenekte yaratmıştır. Ancak ruhun bedenle ilgisi buna engel olmaktadır. Uyku halinde ruhun bedenle ilgisi azalır, Levh-i mahfuzu okuma gücü artar. Ruhun orada gördükleri, hayal âleminde kendine özgü izler bırakır.[90] Bu izler hayalin ötesindeki bir gerçeği yani levh-i mahfuzdaki bilgiyi gösterir ki rüyanın asıl işaret ettiği şey budur.
Gazzalî, levh-i mahfuz ile insan kalbini, karşı karşıya duran fakat aralarında perde bulunan iki aynaya benzetmektedir. Aynaların arasındaki perde kaldırıldığında birindeki görüntü diğerine aynen yansır. İşte rüya olayı buna benzer; insan uyuduğu zaman kalbin duyu organlarıyla ilgisi kesilir, levh-i mahfuz ile kalp arasındaki perde ise kalkar, böylece levh-i mahfuzdaki bazı bilgiler kalbe yansır; hayal gücü bu bilgileri sembollerle alarak korur, İnsan uyandığında ancak hayalindeki sembolleri hatırlar.[91] İşte rüyayı yorumlayıp İşaret ettiği perde arkasındaki gerçekleri göstermeye “rüya tabiri” (yorumu) denilmektedir. [92]
Psikanalizin kurucusu Freud'a göre rüyanın kaynağı ferdin şuur altı, rüya İse arzuların tatmini için yapılan bir teşebbüstür. Ona göre başta cinsel arzular olmak üzere çocukluk döneminden itibaren bastırılan duygular, geçmişte yaşananlar ve duyu organlarına etki eden duyumlar rüyanın esas öğesini oluşturur ve rüya esnasında ortaya çıkar.[93] “İnsanın yaşama kaynağı ve canlı organizmanın tek faaliyet gayesi cinsel hayattır. Bu da “libido” denilen idare merkezinde planlanmaktadır. Cinsel duygularla toplumdaki kuralların çatışması veya bu isteklerin şuur altına itilmesi, kişide bazı kompleksler meydana getirir. Rüyada görülen olaylar işte bu komplekslerin, bilinç dışı arzuların akıl sansürü ve baskısından kurtulmuş olarak örtülü bir şekilde tezahürüdür. Uyku esnasında sansürün gücü azaldığından arzular serbestçe dışa vurulursa da rüya gören kişinin bilincine girmelerini engellemek amacıyla kabul edilebilir imgelere dönüştürülür. Bu dönüştürmede uyku sırasında algılanan duyu uyaranlarından, önceden yaşanmış olaylardan ve derinde yerleşmiş anılardan yararlanılır. [94]
İslâmî kaynaklarda genel olarak üç türlü rüyanın bulunduğu ifade edilmektedir: a) Sâdık rüya. Kaynağı İlâhî olan İkaz ve işaretler olup doğru ve gerçek rüyalardır. Hz, Peygamber bu tür rüyaların peygamberliğin kırk altı cüzünden biri olduğunu haber vermiştir.[95] Sâdık rüya gören kimsenin ruhu, bu vesileyle Allah'ın ilim, irade, kudret ve yaratmasıyla ilgili bazı şeyler hakkında bilgi sahibi olur. Böylece zaman içerisindeki bazı gayb olaylarını meydana gelmeden önce keşfeder ve haber verir veya mekân içindeki bazı şeyleri insanların normal olarak görmesinden önce görür ve bildirir. Bu duruma, “rüya yoluyla keşif denilmektedir, b) Nefisten yani beyin, duyu organları ve iç organlardan kaynaklanan düşler. Bunlar, hâtıraların hayalde canlanmasından ibarettir, c) İnsan ruhunun gizli bk dış tesirden (şeytandan) etkilenmesi neticesinde meydana gelen korkma ve sapmalar olup yalancı bir çağrışım ve hayalî bir olaydır. Hz. Peygamber bu tür rüyaların şeytandan kaynaklandığını haber vermiştir. [96]
Gerek nefisten gerekse şeytandan kaynaklanan bu tür yorumu yapılamııyun karmakarışık rüyalara “ahlâm” veya “edgasu ahlâm” denmektedir. [97]
Hz. Yûsuf'un gördüğü bu rüyada baba, anne ve kardeşlerin güneş, ay ve yıldızlarla temsilî olarak anlatılması, rüyanın ve neticesinin önemine işaret ettiği gibi, Yûsuf'un şanının yüceliğini de gösterir, Yûsuf un rüyası, yüce Allah'ın onu peygamberlik görevine hazırladığının bir işaretidir. Nitekim Hz. Peygamber'e de vahyin gelişi sâdık rüya ile başlamıştır.[98] Yûsuf'un gördüğü bu rüyayı yorumlayan Hz. Ya'kub, oğlunun ileride büyük bir makama geleceğini anlamıştı. Ancak diğer oğullarının, yorumu gayet kolay olan bu rüyadan haberleri olduğu takdirde Yûsufu kıskanarak ona kötülük edeceklerinden endişe etmiş, bıı sebeple rüyasını kardeşlerine anlatmaması için onu uyarmıştır. Hz. Yûsuf'un rüyada gördüğü güneş, babası Ya'kub; ay, annesi Râhîl; yıldızlar ise on bir kardeşi idi. Bünyâmin adındaki en küçük olanı öz, diğerleri üvey kardeşleriydi. [99]
6.âyette “rüyada görülenlerin yorumu” diye çevirdiğimiz “te'vîlü'l-ehâdîs” tamlamasındaki te'vîl kelimesi terim olarak, “lafzı zahirî anlamında değil de kitap ve sünnete uygun olan muhtemel bir anlamda yorumlamak” mânasına gelir. Burada te'vil terimi, “tabir etmek” ile eş anlamlı olarak, “rüyadaki sembolleri yorumlayıp delâlet ettikleri mânayı ortaya çıkarmak” anlamında kullanılmıştır, Ehâdîs kelimesi ise “olay” ve “haber” anlamlarına gelen hadîsin çoğuludur. Birinci anlama göre cümle, “Allah sana olaylarda sebep-sonuç ilişkisini ve olayların yorumunu öğretecek” mânasına, ikinci anlama göre ise “Allah sana rüyaların yorumunu öğretecek” mânasına gelir. Bu anlamdan hareketle cümleyi, “Allah sana kendi kitaplarının ve peygamberlerin sözlerinin yorumunu öğretecek” şeklinde tefsir edenler de olmuştur. Bu görüşleri birleştirmek suretiyle cümlenin mânasını daha kapsamlı olarak değerlendirmek de mümkündür, Buna göre cümle, Hz. Yûsuf'a rüyaları yorumlama yeteneğinin verileceğini ifade ettiği gibi, hayatın problemlerini anlama ve onlara çözüm getirme, aynı zamanda her şeyin hakikatini kavrama yeteneğinin verileceğini de ifade eder.
Yüce Allah'ın Hz. Yûsuf a nimetini tamamlamasından maksat, ona nimetlerin en üstünü olan peygamberlikle birlikte devlet yöneticiliğini de nasip etmiş olmasıdır. Böylece ona hem dinî hem de dünyevî müstesna nimetler nasip etmiş, lütfunu tamamlamıştır. Ataları Hz. İbrahim ve İshak'a peygamberlik vererek onları on büyük şerefe erdirdiği gibi, Ya'kub'un soyundan da birçok peygamber ve hükümdar göndermek suretiyle bu soyu başka kavimlerin hiçbir şekilde ulasamavacakları bir şerefe ulaştırmıştı.[100] İşte Allah'ın Ya'kub’un (a.s.) ailesine nimetini tamamlamasından maksat da budur.
7. “Andolsun ki Yûsuf ve kardeşlerinde, almak isteyenler için ibretler Yardır. 8. Hani kardeşleri demişlerdi ki: “YûsuPla kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir. Hâlbuki bizim sayımız daha çok. Şüphesiz ki babamız apaçık bir yanılgı içindedir. 9. Yûsuf'u öldürün veya onu (uzak) bir yere atın ki babanızın teveccühü yalnız size kabın! Ondan sonra da (tövbe ederek) sâlih kimseler olursunuz!” 10. Onlardan biri, “Yûsuf u Öldürmeyiniz, eğer mutlaka yapacaksanız onu kuyunun dibine atın da geçen kervanlardan biri onu alsın” dedi.”
Tefsiri
7-8. Yüce A]lah Hz. Yûsuf İle kardeşlerinin kıssasında, almak isteyenler İçin birçok ibret bulunduğuna dikkat çekmiştir. Yûsuf'un, bu âyette geçen kardeşinden maksat, kendisinden küçük olan ana-baba bir öz kardeşi Bünyâmin'dir.[101] Gelecekte peygamberlikle görevlendirilecek olan Hz. Yûsuf, dürüstlük ve üstün karakteri sebebiyle babasının dikkatini çekmiş ve sevgisini kazanmıştır. Bünyâmin de peygamber olmamakla birlikte en küçük çocuğu olması ve üstün bir şahsiyete sahip bulunması gibi sebeplerle onu da çok seviyordu. Hz. Ya'kub'ıra bu en küçük iki oğluna karşı farklı bir sevgi göstermesi, diğer oğullarının haset duygularını iyice kamçılamıştı. Sonunda babalarının bir yanılgı içinde olduğuna hükmetmişlerdi.
8.âyette “Bizim sayımız daha çok” diye çevirdiğimiz cümle içindeki usbe kelimesi “10-40 kişiden oluşan, birbirine sıkı sıkıya bağlı güçlü bir cemaat” anlamına gelmektedir.[102] Hz. Ya'kub'un oğullan, aynı babanın çocukları olmalarına rağmen Yûsuf la Bünyâmin'in anaları ayrı olduğu için, “Yûsuf la kardeşi” şeklinde ifade etmişlerdir. [103]
9-10. Kabaran kıskançlık duyguları, kardeşlik şefkat ve merhamet duygularını o derece örtmüştü kî kardeşlerini öldürmek veya başka bir şekilde ortadan kaldırmak için karar almada tereddüt göstermediler. Böylece çarpık bir mantıkla, kardeşlerini ortadan kaldırdıktan sonra tövbe edip İyi kimseler olacaklarını ve babalarının teveccühünün sadece kendilerine kalacağını sanıyorlardı. İçlerinden biri vicdanının sesini bastıramadı ve Yûsuf'un öldürülmemesini istedi; ama onu babasından uzaklaştırmak için mutlaka bir şey yapılacaksa bir kuyunun dibine bırakılmasını tavsiye etti. Kervanlardan birinin Yûsuf'u alıp götüreceğini, böylece onu babasından uzaklaştirmış olacaklarını söyledi. Rivâyete göre bu fikri ileri süren, Hz. Ya'kub'un en büyük oğlu Rûbîl'dir.[104] Bu görüş uygun bulundu, uygulamak üzere babalarına geldiler.
11.“Dediler ki: “Ey Babamız! Niçin Yûsuf hakkında bize güvenmiyorsun? Oysa biz ona iyilik isteyen kimseleriz. 12. Yarın onu bizimle beraber (kıra) gönder de bol bol yesin, içsin, oynasın. Biz onu mutlaka koruruz.” 13. Babaları, “Onu götürmeniz beni mutlaka üzer, siz farkında olmadan onu bir kurdun yemesinden korkarım” dedi. 14. Dediler ki: “Hakikaten biz böyle kalabalık olduğumuz halde, eğer onu kurt yerse o zaman bize gerçekten yazıklar olsun!”
Tefsiri
11-14. “Niçin Yûsuf hakkında bize güvenmiyorsun?” şeklindeki soruların-ılan anlaşılıyor ki kardeşleri daha önce de Yûsuf'un kendileriyle beraber kıra çıkmasını istemişler fakat, babaları bu konuda onlara güvenmediği için buna izin vermemişti. Ya'kub (a.s.) aslında oğullarına güvenmediği halde, bunu hissetin meme nezaketini göstermiş, gerekçe olarak, onlar farkında olmadan Yûsuf u kurtların yiyebileceğinden korktuğunu ifade etmiştir.
15.“Onu götürüp kuyunun dibine atmaya ittifakla karar verdikleri zaman biz Yûsuf a, “Kardeşlerinin yaptıklarını bir gün onlara kendileri farkına varmadan mutlaka haber vereceksin!” diye vahyettik. 16. Akşam ağlayarak babalarına geldiler, 17. “Ey Babamız! Biz yarışma yaparak uzaklaştık, Yûsuf u da eşyamızın yanında bırakmıştık; onu kurt yemiş! Ama biz doğru söyleyen kimseler olsak da sen bize inanmazsın” dediler. 18. Gömleğinin üstünde sahte, kanlı bir gömlekle geldiler. Ya'kub, “Bilakis nefsiniz sizi kötü bir iş yapmaya sürüklemiş; artık (bana düşen) güzelce sabretmektir. Anlattığınız karşısında, yardım edecek olan ancak Allah'tır” dedi. 19. Bir kervan geldi, sucularını suya gönderdiler; sucu kovasmı kuyuya saldı; “Müjde! İşte bir oğlan çocuğu!” dedi. Onu bir ticaret mab olarak sakladılar. Allah onların yaptıklarını çok iyi bilir. 20. (Mısır'da) onu düşük bir bedelle, birkaç dirheme sattılar. Ona zaten değer vermemişlerdi.”
Tefsiri
- Kardeşleri, Yûsuf'u koruyacaklarına dair babalarına güvence verince Hz. Ya'kub, Yûsuf'u onlarla birlikte gönderdi. Kardeşleri onu kuyuya atmaya oy birliği ile karar verdiler ve kararı hemen uyguladılar.
Kardeşlerinin yaptıklarını bir gün kendilerine haber vereceğine dair Yûsuf a yapılan vahiyle ilgili olarak iki görüş vardır:
- a) Hz. Yûsuf'a peygamberlik daha o zamandan verilmiştir. Nitekim bu vaad daha sonra gerçekleşmiş ve Hz, Yûsuf kardeşlerinin kendisine yaptıklarını ileride onlara haber vermiştir. [105]
- b) Buradaki vahiyden maksat, ilhamdır; henüz peygamberlik verilmemiştir. Nitekim bu tür ilhamlara Kur’ân-ı Kerim’de vahiy denildiğine çokça rastlanmaktadır. [106]
16-18. Kardeşleri, Hz. Yûsuf'un gömleğini, kestikleri bir hayvanın kanına bulayarak akşam üzeri babalarına getirdiler ve kendileri yarış yaparken onu kurt yediğini ağlar bir vaziyette söylediler. Rivâyete göre bu acı haberi alan Hz. Ya'kub, çok üzüldü ve gömleği alıp yüzüne sürerek dedi ki: “Bugüne kadar böyle yumuşak huylu bir kurt görmedim! Oğlumu yemiş fakat sırtındaki gömleği yırtmamış!”[107] Ya'kub bu sözleriyle oğullarının söylediklerine inanmadığını ifade etmek istemiştir. Nitekim oğullarına, “Bilâkis nefsiniz sizi kötü bîr İş yapmaya sürüklemiş” diyerek bu kanaatini belirtmiştir.
19. Konunun akışından anlaşıldığına göre Yûsuf un atıldığı kuyu, ticaret kervanının geçtiği yol üzerinde bulunuyordu. Nitekim 10. âyette geçen “Onu kuyunun dibine atın da geçen kervanlardan biri onu alsın” cümlesi de bunu açıkça gösterir. Yûsuf un kuyudaki durumuna bakıldığında, kuyunun kuraklık sebebiyle suyunun çekilmiş olduğu ve onun burada hayatını etkilemeyecek kadar kısa bir süre kaldığı anlaşılmaktadır.
“Onu bir ticaret malı olarak sakladılar” cümlesindeki saklayanların kimler olduğu hakkında farklı iki görüş vardır:
a) Onu saklayanlar, su almaya gelenlerdir. Onu kervandaki diğer arkadaşlarından saklamışlar ve el altından değersiz bir bedelle satmışlardır.
b) Kardeşleri onun kendi kardeşleri olduğunu saklamışlardır. Yani onu kuyuya attıktan sonra gitmemişler, o yörede beklemişler, kervanın sucuları onu çıkardığında onun kendi köleleri olduğunu iddia etmişler, Yûsuf da korkusundan ses çıkaramamış, böylece onu köle olarak kervanın adamlarına düşük bir bedelle satmışlardır. [108]
Kanaatimizce Hz. Yûsuf'u bir ticaret malı olarak saklayanlar kardeşleri değil, kuyudan onu çıkaran kervancı ile yanındaki arkadaşlarıdır. Zira kardeşleri onu kuyuya attıktan sonra gömleğini kana bulayıp babalarının yanına dönmüşlerdi.
21. “Onu satın alan Mısırlı adanı karısına, “Ona değer ver ve güzel bak! Umulur ki bize faydası olur veya onu evlat ediniriz” dedi. İşte böylece Yûsuf'u orada yaşasın ve rüyada görülen olayların yorumunu öğretelim diye onu o yere yerleştirdik. Allah, emrini yerine getirmeye kadirdir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler. 22. Yûsuf erginlik çağına erişince, ona hüküm yeteneği ve ilim verdik. İşte güzel davrananları biz böyle mükâfatlandırırız.”
Tefsiri
- Yüce Allah'ın yardımı ve himayesi sayesinde Hz. Yûsuf tehlikelerden kurtularak Mısır'ın ileri gelen devlet adamlarından birinin evine köle olarak yerleşti. Bazı kaynaklarda onu satın alan şahsın, Mısır kralının maliye nâzın veya Mısır (Menfıs) şehrinin valisi ve polis teşkilâtının müdürü Potifar olduğu bildirilmektedir.[109] Kur'an bu zatı ismiyle değil, “el-azîz” unvanıyla anar.[110] İleride yüksek bir makama getirilecek olan Hz. Yûsuf da aynı unvanla anılacaktır.[111] Bu durum, “el-azîz” sıfatının Mısır'da yüksek bir resmî unvan olduğunu ifade eder. Nitekim “el-azîz” kelimesi, “gücüne karşı koyulamayan kimse” anlamına gelmektedir. Hz. Yûsuf, bu üst düzey yöneticinin hizmetinde kaldığı süre zarfında devlet yönetimiyle ilgili bilgi ve görgüsünü geliştirmiştir. Aziz'in, Hz. Yûsuf hakkında karışma söylediklerine bakılırsa, onu gördüğü andan itibaren zekâ ve kabiliyetini sezdiği ve onun gelecekte büyük işler yapabileceği kanaatine vardığı anlaşılır. Bu sebeple ona köle muamelesi değil, evlât muamelesi yapmış ve onu kendi çocuğu gibi büyütmüştür.
Kaynakların bildirdiğine göre Aziz'in karısının adı Zelîha veya Züleyha'dır. Yahudiler ona Raîl derler.[112] “Yûsuf'a olayların yorumunu öğretelim diye onu o yere yerleştirdik” mealindeki cümle, Hz. Yûsuf'un devlet yönetimine ait konularda eğitimden geçirildiğine işaret eder. En azından imkânları bol, görgülü ve kültürlü bir ortamda kalmakla devlet yönetimine ait bilgi ve görgüsü artmış, ülke yönetimini öğrenmiştir.
22. Mealinde “erginlik çağı” diye tercüme ettiğimiz eşüd kelimesi sözlükte “güç ve kuvvet” anlamına gelir. Âyette kişinin en fazla güçlü olduğu çağı ifade etmek üzere kullanılmıştır. Bu çağın 18, 20, 33, 40 yaşlar olduğuna dair farklı görüşler vardır. [113]
Hz. Yûsuf'a verilen hükümden maksat, yönetme veya yargılama yeteneği, ilimden maksat da peygamberliğe ek olarak ona verilmiş otan rüyaları yorumlama bilgisidİr. Nitekim Hz. Yûsuf'un, “Ey Rabbim! Bana servet ve iktidar verdin ve bana olayların yorumunu da öğrettin.”[114] mealindeki duasında buna işaret vardır.
23. “Evinde bulunduğu kadın, onun nefsinden murat almak istedi. Kapılan iyice kapattı ve “haydi gel!” dedi. O da “Hâşâ, Allah'a sığınırım! Zira o benim velinimetimdir, bana güzel davrandı. Gerçek şu ki zalimler iflah olmaz!” dedi. 24. Cidden kadın ona meyletti; eğer rabbinin işaret ve ikazını görmeseydi o da kadına meyletmişti. İşte böylece biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için (delilimizi gösterdik). Şüphesiz o ihlâslı kullarımızdandı. 25. İkisi de kapıya doğru koştular. Kadın onun gömleğini arkadan yırttı. Kapının yanında kocası ile karşılaştılar. Kadın dedi ki: “Senin ailene kötülük etmek isteyenin cezası, zindana atılmaktan veya elem verici bir işkenceden başka ne olabilir?” 26. Yûsuf, “Asıl kendisi benim nefsimden murat almak istedi” dedi. Kadımn akrabasından biri şöyle şahitlik etti: “Eğer gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir; bu ise yalancılardandır. 27. Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa, kadın yalan söylemiştir; bu doğru söyleyenlerdendir.” 28. Aziz, Yûsuf’un gömleğinin arkadan yırtılmış olduğunu görünce dedi ki: “Şüphesiz bu, siz kadınların tuzağınızdır. Sizin tuzağınız gerçekten yamandır. 29. Yûsuf! Sen bundan (olanları söylemekten) vazgeç! Hanım! Sen de günahının affını dile! Çünkü sen günahkârlardan oldun!”
Tefsiri
- Yûsuf'un köle olarak bulunduğu evin hanımı Zelîha ona âşık oldu ve onunla birlikte olmak için planlarını hazırladı. Eşinin evde bulunmadığı bir sırada bütün kapıları kilitledi ve “haydi gel!” diyerek kendisini ona teslim etmeye hazır olduğunu bildirdi. Ancak kadının aklını başından alan bu tutkusuna karşılık Yûsuf, iradesine ve duygularına hâkim oldu, peygamber namzedine yakışır bir şekilde cevap verdi ve Allah'ın haram kıldığı bir şeyi yapmayacağını bildirerek teklifi reddetti. “O, benim velinimetimdir, bana güzel davrandı” mealindeki ifadeden Yûsuf'un bu çirkin fiili Allah korkusundan değil de efendisine karşı saygısızlık olur, endişesiyle yapmadığı anlaşılmamalıdır. Zira o, önce Allah'a sığındığını ifade etmiş, sonra da ev sahibinin kendisinin efendisi olduğunu, dolayısıyla ona karşı da böyle bir ihanetin olamayacağını vurgulamıştır. Nitekim devamında zalimlerin iflah olmayacaklarını bildirmek suretiyle bu fiili işleyenlerin zalimler olduğuna işaret etmektedir. Bunu izleyen âyette de kadın ona meylettiği halde onun, Allah'tan gelen bir İlham sayesinde kadına meyletmekten korunduğu bildirilmiştir.
24. “İşaret ve ikaz” olarak çevrilen “burhan” hakkında çeşitli görüş ve rivâyetler olmakla birlikte[115] bunun, Allah'tan gelen bir ilham olduğu kanaati ağır basmaktadır. Buna göre kadının tahrikleri karşısında Yûsuf'ta ona yaklaşma arzu ve isteği doğmuş, ancak Allah'tan gelen bir ilham sayesinde bu çirkin işin haram olduğunu hatırlamış ve kadına yaklaşmamıştır. Âyetin akışı da Yûsuf'un bu fiilden korunmuş olduğunu göstermektedir. Bu olay, peygamberlerin peygamberlik öncesinde de büyük günah işlemekten korunmuş olduklarını savunan görüşü destekler.
25. Bundan sonra Yûsuf, Zelîha'nın kilitlemiş olduğu kapılan açarak dışarı çıktı. Onu dışarı bırakmak istemeyen Zelîha, arkadan gömleğinden tutup çekerek gömleği yırttı. Dışarı çıktıklarında kocasıyla karşılaştılar. Kölesiyle zina etmeyi göze alan Zelîha maksadına ulaşamadan böyle bir manzara ile karşılaşınca, durumunu kurtarmak için Yûsuf'a iftira etmekte bir sakınca görmedi, onun cezalandırılması gerektiğini söyledi.
26-27. Yûsuf'un kendisini savunması üzerine, kadının ailesinden olup kuvvetli ihtimalle Aziz ile birlikte eve gelmekte olan, akıllı ve tecrübeli bir tanık hakemlik etti: Gömlek önden yırtılmışsa kadının, arkadan yırtılmışsa Yûsuf'un haklı olacağını söyledi. Mevdûdî bu zatın yargıç olma ihtimalinden söz eder.[116] Yargıç olup olmadığı kesin olarak bilinmemekle birlikte âdil olduğu anlaşılmaktadır, zira kadının ailesinden olduğu halde taraf tutmamış ve adaletten ayrılmamıştır.
28-29. Aziz, gömleğin arkadan yırtılmış olduğunu görünce, bunun kadının bir tuzağı olduğunu anladı ve kadınların tuzağının yaman olduğunu vurguladıktan sonra, Yûsuf a olayı gizli tutmasını, karışma da günahından tövbe etmesini emretti. Aziz'in, “Sen de günahının affını dile çünkü sen günahkârlardan oldun” mealindeki ifadesi, Mısır halkının, putperest olmakla birlikte Allah inancına sahip olduklarını ve bu tür fiillerin günah kabul edildiğini göstermektedir.
30. “Şehirdeki bazı kadınlar, “Aziz'in kansı hizmetindeki gencin nefsinden murat almak istiyormuş; (Yûsuf'un) sevdası kalbine işlemiş! Biz onu gerçekten açık bir sapıklık içinde görüyoruz” dediler. 31. Aziz'in karısı, kadınların dedikodularını duyunca onlara davetçi gönderdi; onlar için dayanacak yastıklar hazırladı ve onlardan her birine bir bıçak verdi. (Kadınlar meyvele rini soyarken Yûsuf'a), “karşılarına çık!” dedi. Kadınlar onu görünce güzelliği karşısında şaşırıp kaldılar. Bu yüzden ellerini kestiler ve “Hâşâ Rabbinıiz! Bu bir beşer değil, bu ancak değerli bir melektir!” dediler. 32. Kadın dedi ki: “İşte hakkında beni kınadığınız şahıs budur. Ben onun nefsinden murat almak istedim. Fakat o, iffetini korudu, Andolsun, eğer kendisine emredeceğimi yapmazsa, mutlaka zindana atılacak ve elbette sürünenlerden olacaktır!” 33. Yûsuf, “Rabbim! Zindan bana bunların benden istediklerinden daha iyidir. Eğer onların bana kurduktan tuzağı boşa çıkarmazsan, onlara meyleder ve cahillerden olurum!” dedi. 34. Rabbi onun duasım kabul etti ve kadınların tuzağına düşürmedi. Şüphesiz O, çok iyi işiten, çok iyi bilendir. 35- Sonunda (yetkililer) -kesin delilleri görmelerine rağmen- onu bir zamana kadar mutlaka zindana atmayı uygun gördüler.”
Tefsiri
30-32. Olay yüksek tabaka arasında duyulup yayılınca bir grup kadın Aziz'in karısının, kölesine âşık olmasını kınadılar ve “Yûsuf'un sevdası onun kalbine işlemiş!” dediler. Bunu duyan Zelîha kadınları evine davet etti. Misafirler için evini donattı ve yaslanıp oturacakları yerler hazırladı. Davetliler gelince önlerine yemekler, meyveler ve bıçaklar koydu. Onlar meyveleri soyarken Yûsuf'a huzurlarına çıkmasını emretti. Yûsuf'un güzelliğine hayran kalan kadınlar, şaşkınlıklarından ellerini kestiler ve onun insan değil, değerli bîr melek olduğunu söylediler. Zelîha, “İşte hakkında beni kınadığınız şahıs budur. Ben onun nefsinden murat almak istedim. Fakat o, iffetini korudu. Andolsun, eğer kendisine emredeceğimi yapmazsa, mutlaka zindana atılacak ve elbette sürünenlerden olacaktır!” dedi. Burada dikkat çekici olay şudur: Mısır'ın ileri gelenlerinin hanımları, Zelîha'mn zina gibi çirkin bir fiile teşebbüs etmesini kınamış olmasına rağmen Zelîha, davet ettiği hanımlar içerisinde ihtiraslarını ve ahlâk dışı niyetlerini açıkça ilân etmekten çekinmemiştir. Nitekim ziyafet esnasında, kendisine âşık olduğu Yûsuf'u davetlilerin huzuruna çıkararak, böyle yakışıklı ve güzel bir köleye âşık olmanın, toplum değerleri açısından, kendisi için bir nakısa olmadığını vurgulamak istemiştir.
33.Yûsuf un bu duasından Zelîha'nm davetliler üzerinde etkili olduğu ve desteklerini sağladığı anlaşılmaktadır. Ancak bütün bunların karşısında, sağlıklı ve yakışıklı bir delikanlı olan Yûsuf, iradesine hâkim olarak insanın hayatta karşılaşabileceği en zor imtihanlardan birini başarıyla sonuçlandırmıştır.
35.Aristokrat kesimi temize çıkarıp zevahiri kurtarmak ve olayı örtbas etmek gerekiyordu. Bu da suçu köleye yükleyerek onun belli bir süre hapse atılmasıyla mümkündü. Bu sebeple bütün delillerin Yûsuf'un günahsız, kadının ise suçlu olduğunu göstermesine rağmen Aziz ve arkadaşları, Yûsuf un bir süre zindana atılmasını uygun gördüler.
36.“Onunla birlikte zindana iki delikanlı daha girdi. Onlardan biri, “Ben rüyada şarap yaptığımı gördüm” dedi. Diğeri de “Ben de başımın üstünde bir ekmek taşıdığımı gördüm. Kuşlar ondan yiyordu, Bunun yorumunu bize bildir. Kuşkusuz biz seni iyi insanlardan biri olarak görüyoruz” dedi. 37. Yûsuf şöyle cevap verdi: “Size yedirilecek yemek gelmeden önce, onun yorumunu mutlaka size haber vereceğim. Bu, rabbimin bana öğrettiklerindendir. Şüphesiz ben, Allah'a inanmayan bir kavmin dininden uzaklaştım. Onlar âhireti inkâr edenlerin kendileridir. 38. Atalarım İbrahim, İshak ve Ya'kub'un dinine uydum. Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bize yaraşmaz. Bu, Allah'ın bize ve insanlara olan lütfundandır. Fakat insanların çoğu şükretmezler. 39. Ey zindan arkadaşlarım! Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa gücüne karşı durulamaz olan bir tek Allah mı? 40. Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sadece Allah'a aittir. O size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler. 41. Ey zindan arkadaşlarım! Biriniz (önceden olduğu gibi) efendisine şarap sunacak; diğeri ise asılacak ve kuşlar onun başından yiyecek. Yorumunu sorduğunuz rüya (bu şekilde) kesinleşmiştir.” 42. Onlardan, kurtulacağını bildiği kimseye ''Efendinin yanında beni an” dedi. Fakat şeytan ona, efendisine anmayı unutturdu. Dolayısıyla Yûsuf birkaç sene daha zindanda kaldı.”
Tefsiri36.Böylece Yûsuf zindana atıldı. Onunla birlikte biri kralm şarap sunucusu, diğeri fırıncısı olmak üzere iki delikanlı daha zindana girdi. Tefsirlerdeki rivâyetlere göre bu iki genç, Mısır'da kralı öldürmek isteyen kimselerin teşvikiyle onun ekmeğine ve şarabına zehir katmışlar, fakat biraz sonra birbirlerini jurnal ederek ekmekçi, şarapta zehir olduğunu; şarapçı da ekmekte zehir olduğunu krala haber vermiş, bunun üzerine her İkisi de hapse atılmışlardı.[117] Bunlardan biri düşünde şarap yapmak için üzüm sıktığını, diğeri ise başının üzerinde ekmek taşıdığını ve kuşun gelip o ekmekten yediğini görmüş, muhtemelen rüyalarını birbirlerine anlatmışlar, fakat yorumunu yapamamışlardı. Bunun üzerine her ikisi de doğruluğuna, ilmine, yorumuna ve şahsiyetine güvendikleri Yûsuf'a gelip ondan rüyalarının yorumunu istediler.
37-38. Bu olay, Hz. Yûsuf'un risâletini tebliğe başladığı ilk olay olmalıdır. Zira bundan önce tebliğde bulunduğunu gösteren herhangi bir işaret yoktur. Ona güvenen ve ondan rüyalarının yorumunu isteyen iki arkadaşına o, gayet nazik bir şekilde hitap ederek rüya yorumlama ilminin kehânet ve falcılık değil, Allah'ın, kendisine vahyettİği ilimlerden olduğunu bildirmiştir. Kendisinin Allah'a ve âhi-ret gününe inanmayan putperest Mısırhlar'ın dinine asla iltifat etmediğini, hak peygamber olan atalarının dinine mensup olduğunu ve bunların Allah'a ortak koşmalarının doğru olmadığını ifade etmiştir.
Mısırlılar o zaman putperest olup çeşitli tanrılara tapıyorlardı.[118] Nitekim 39 ve 40. âyetler bunu ifade etmektedir. Burada dikkat çeken bir konu da Hz. Yûsuf un, “Size yedİrilecek yemek gelmeden önce onun yorumunu mutlaka size haber vereceğim” diyerek vakit sınırlaması yapmasıdır. Bu ifadeden, zin-dandakİlerin dış dünya ile ilişkilerinin kesildiği, güneşin hareketini dahi izleme imkânlarının bulunmadığı, dolayısıyla, muhtaç oldukları zaman ayarlamasını, ancak yemek, uyku ve havalandırma gibi olaylarla yaptıkları anlaşılmaktadır. Hz. Yûsuf'un, “Bu (rüya yorumlama ilmi) rabbimin bana öğrettiklerindendir” mealindeki İfadesi yüce Allah'ın ona rüya yorumlamanın dışında da şer'î ilimler, hikmet, iktisat, emanet vb. birçok İlmi öğretmiş olduğuna işaret eder. Nitekim 55. âyette krala hitaben söyledikleri de bu yorumu destekler mahiyettedir.
Hz. Yûsuf, aynı zamanda ibrahim, İshak ve Ya'kub’un (a.s.) kendisinin ataları olduğunu söyleyerek kimisini de Aynca o, kendisinin Allah tarafından seçilmiş olduğunu, dolayısıyla bir eğitim ve imtihan sürecinden geçtiğini biliyordu. Bununla birlikte kendisinin yeni bir din getirmediğini, tebliğ ettiği şeylerin, ataları Hz. İbrahim, İshak ve Ya'kub'un getirdikleri dinin aynısı olduğunu vurgulamıştır.
39-41. Rivâyete göre o dönemde Mısırlılar'in otuz dolayında tanrıları vardı; bunlar farklı tabiat kuvvetlerini veya bazı yıldızlan temsil ediyorlardı.[119] Hz. Yûsuf, bu iki hapishane arkadaşına tek tanrı İnancını telkin etmeden önce onlara “Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa gücüne karşı durulamaz olan bir tek Allah mı?” tarzında bir soru sorarak, tek ilâha tapmanın daha iyi ve daha tutarlı olduğunu onlara itiraf ettirmeye ve bunu düşünerek kabul etmeleri için zemin hazırlamaya çalıştı. Onların taptı klan tannların gerçek değil kendileri ve ata-lan tarafından isimlendirilmiş hayalî tannlar olduğunu, bunların tanrı olduğuna dair Allah tarafından gönderilmiş herhangi bir delil bulunmadığını ve tapanlara hiçbir fayda veya zarar veremeyeceklerini söyledi. Daha sonra da tevhid dinini ve Allah'ın yegâne hükümran olduğunu onlara telkin etti.
Bundan sonra arkadaşlannın rüyalarını yorumlayarak birinin daha önce olduğu gibi efendisinin hizmetine gireceğini ve ona şarap sunacağını; diğerinin ise asılacağını, beynini kuşların yiyeceğini söyledi.
42.Bu arada Hz. Yûsuf, kurtulacağım sandığı gençten kendisinin suçsuz olduğunu ve haksız yere zindana atılmış bulunduğunu krala anlatmasını rica etti, fakat genç zindandan çıktıktan sonra Yûsuf'un ricasını unuttu. Böylece Yûsuf birkaç yıl daha zindanda kaldı.
“Fakat şeytan ona, efendisini anmayı unutturdu” mealindeki cümle müfessirler tarafından iki farklı şekilde yorumlanmıştır:
a) Şeytan Hz. Yûsuf'a Allah'ı anmayı unutturdu. Böylece Yûsuf, zindan arkadaşından kendisinin suçsuz olduğunu krala hatırlatmasını rica etti de kurtuluşu Allah'tan dilemedi. Bundan dolayı Allah onu birkaç yıl daha zindanda tutarak cezalandırdı, Bu konuda rivâyet edilen bir de hadîs vardır. Rasûlullah meâlen şöyle buyurmuştur: “Yûsuf bu sözü söylememiş olsaydı, zindanda bu kadar uzun süre kalmazdı. Zira o kurtuluşu Allah'tan başkasından istedi”[120] Gerek bu yorum gerekse delil olarak getirilen bu hadis, diğer müfessirler tarafından zayıf kabul edilmiştir. [121]
b) Şeytan, zindandan çıkan gence Hz. Yûsuf'un durumunu efendisi krala anlatmayı unutturdu. Dolayısıyla Yûsuf birkaç yıl daha zindanda kaldı. Müfessirlerin birçoğu bu mânayı tercih etmişlerdir. Çünkü bir peygamberin ihtiyaç ânında insanlardan yardım istemesi Allah'ı unuttuğunu göstermez. Nitekim Hz. Muhammed de (s.a.s.) ihtiyaç anında müşriklerden bile faydalanmıştır. 45. âyet de bu mânayı destekler mahiyettedir.
Hz. Yûsuf'un zindanda kaldığı süre hakkında beş, yedi, on iki veya on dört yıl şeklinde farklı rivâyetler varsa da on iki yıl ihtimali daha isabetli görülmektedir. [122]
43.“Kral dedi ki: ''Rüyamda yedi arık ineğin yedi semiz ineği yediğini gördüm. Ayrıca yedi yeşil ye o kadar da kuru başak gördüm. Ey İleri Gelenler! Eğer rüya yorumluyorsanız, benim rüyamı da bana yorumlayınız. 44. Yorumcular, “Bunlar karmakarışık düşlerdir. Biz böyle düşlerin yorumunu bilenlerden değiliz” dediler. 45. O iki kişiden, kurtulmuş olanı, uzun bir zaman sonra hatırlayarak, “Ben size onun yorumunu haber veririm, beni hemen gönderin” dedi. 46. (Zindana gelerek) “Yûsuf! Ey doğru sözlü kişi! (Rüyada görülen) yedi arık ineğin yediği yedi semiz inek ile yedi yeşil başak ve diğerleri de kuru olan başaklar hakkında bize yorum yap. Ümit ederim ki, insanlara dönerim de belki onlar da doğruyu öğrenirler” dedi. 47. Yusuf şöyle dedi: “Yedi sene âdetiniz üzere ekin ekersiniz. Sonra da yiyeceklerinizden az bir miktar hariç, biçtiklerinizi başağında bırakın (ve stok edin). 48. Sonra bunun ardından, saklayacaklarınızdan az bir miktar (tohumluk) hariç, o yıllar için biriktirdiklerinizi yiyip bitirecek yedi kıtlık yılı gelecektir. 49. Sonra bunun ardından da bir yıl gelecek ki o yılda insanlara (Allah tarafından) yardım olunacak ve o yılda sıkarak (ürünlerden meyve suyu ve yağ) çıkaracaklardır.”
Tefsiri
43.Bu kralın, Sînâ yarımadası yoluyla gelip Mısır'ı istilâ ettikten sonra ülkede milâttan önce 1700'den 1580'e kadar hüküm süren altı Hiksos kralından biri olduğu bildirilmektedir.[123] Tarihçilerin bunları, “göçebe ülkelerin hükümdarları” veya “çoban krallar” diye isimlendirmiş olmaları bunların Mısır'ı İstilâ etmeden önce henüz tam olarak yerleşik hayata geçmemiş olan Suriyeli Araplar oldukları ihtimalini kuvvetlendirir. Bunların İbran asıllı Hz, Yûsuf ile menşe yakınlığı ihtimali de vardır. Çünkü İbrânîler de daha önce Arabistan yarımadasından Mezopotamya'ya, sonra Suriye'ye göç eden bedevi kabilelerden birinin soyundan gelmektedir. Kralın, Hz. Yûsuf'a güven duyması ve ailesine ülkesinde geniş imkân tanıması Mısırda zaman içinde İsrail toplumunun meydana gelmesini sağlamıştır. [124]
Hz. Mûsâ'nın zamanında ise Hiksoslar dönemi kapanmıştı, Mısır'ı Kıptî soyundan gelen Firavun yönetiyordu. İsrâiloğulları'mn, ülkesi için bir tehlike oluşturacağı endişesiyle erkek çocuklarını Öldürüyor, kız çocuklarını hayatta bırakıyordu. [125]
44.“Karmakarışık düşler” diye çevirdiğimiz “edgasu ahlâm” tamlamasında-ki edgas kelimesi dıgsm çoğulu olup “yaşı kurusu birbirine karışmış çeşitli bitkilerden meydana gelen ot demetleri” anlamına gelir. Hulm kelimesinin çoğulu olan ahlâm ise uyku halinde görülen ve fakat dış dünyada herhangi bir hakikate işaret etmeyen düşlerdir. Bunlar, dış dünyadaki olayların etkisiyle görülmüş rüyalar olmakla birlikte, hiçbir gerçeğe işaret etmezler. Dolayısıyla bunların yorumu yoktur. “Guslü gerektiren rüya” mânasında kullanılan ihtilâm da bu kelimeden türemiştir. Buna göre “edğâsu ahlâm” karışık ot demetine benzeyen karmakarışık rüyalar, demet demet evham ve hayal yığını düşler demektir. Kralın gördüğü rüyayı yorumlamaktan âciz kalan kâhinler, onu karmakarışık ot demetine benzetmişler, böyle bir rüyanın yorumunu yapamayacaklarını bildirmişlerdir. Bu tür yorumu yapılamayan karmakarışık rüyalara “ahlâm” veya “edgasu ahlâm” denmektedir.
Allah Teâlâ, zindanda çilesini doldurmak üzere olan Hz. Yûsuf'u buradan çıkarmak ve sabrının mükâfatını vermek istedi. Dolayısıyla onun zindandan çıkmasını gerektirecek sebepleri hazırladı. Kral gördüğü rüyadan etkilenip korktu. Bunun üzerine ülkesindeki riiya yorumcularını toplayıp, rüyayı onlara anlattı. Fakat yorumcular rüyayı yorumlamaktan âciz kaldılar. Ancak, cehaletlerini gizlemek için, kralın rüyasının normal bir rüya olmadığını, olayların şuur nltındııki izlrrinden meydana gelen karmakarışık evham ve hayallerden ibaret olduğunu, böyle rüyaları yorumlamayı bilmediklerini ifade ettiler.
45-46. Kâhinlerin, kralın rüyasını yorumlamaktan aciz kaldıklarım gören fırıncı, Hz. Yûsuf'u hatırladı ve gidip rüyayı ona yorumlatmak üzere izin istedi. İzin verilince, gitti, rüyayı Yûsuf'a anlattı ve ondan yorumunu aldı. Rüya ileride meydana gelecek bolluk, kıtlık ve sıkıntılara işaret etmekteydi.
47.Hz. Yûsuf, gelecekte Mısır'da etkili bir kıtlığın meydana geleceğini haber verdiği gibi, alınacak tedbirleri de anlattı. Mısır'da yedi sene bolluk olacağını, bu süre zarfında her sene bolca hububat ekmelerini, kaldıracakları ürünlerden sadece yiyecek ve tohumlukları ayıklayıp kalanları başakları içerisinde depo etmelerini tavsiye etti.
48.Bu bolluk yıllarından sonra yedi kıtlık yılı geleceğini, daha Önce depo etmiş oldukları hububatı bu kıtlık yıllarında yiyeceklerini, az bir miktarını da tohum olarak kullanacaklarını söyledi.
49.Bundan sonra yine bîr bolluk yılı geleceğini, o yılda Allah tarafından insanlara yardım edileceğini ve insanların bolca meyve ve sebzelere kavuşacaklarını; üzüm, hurma, zeytin ve susam gibi şeyleri sıkarak su ve yağlarından istifade edeceklerini haber verdi.
Kralın rüyasında bu bolluk yılına dair herhangi bir İşaret yoktur. Hz. Yûsuf, bunu, Allah'tan aldığı vahiyle onlara müjdelemiştir. Bu olay rüyayı herkese değil, ehline yoruml atmanın gerekli olduğunu göstermektedir. [126]
50.“Kral “Onu bana getirin!” dedi. Elçi Yûsufa geldiğinde Yûsuf, “Efendine dön de ona, ellerini kesen o kadınların zoru neydi? diye sor. Şüphesiz rabbim onların hilesini çok iyi bilir” dedi. 51. Kral (kadınlara) “Yûsuf un nefsinden murat almak istediğiniz zaman durumunuz neydi?” diye sordu. Kadınlar, “Hâşâ! Allah için, biz ondan hiçbir kötülük görmedik” dediler. Aziz'in karısı da “Şimdi gerçek ortaya çıktı, ben onun nefsinden murat almak istemiştim. Şüphesiz ki o doğru söyleyenlerdendir” dedi. 52. Yûsuf dedi ki: “Bu, Aziz'in, yokluğunda ona hainlik etmediğimi ve Allah'ın, hainlerin hilesini başarıya ulaştırmayacağını bilmesi içindir. 53. Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis rabbimin acıyıp koruması dışında daima kötülüğü emreder; şüphesiz rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” 54. Kral dedi ki: “Onu bana getiriniz, onu kendime özel danışman edineyim.” Onunla konuşunca, “Bugün sen yanımızda yüksek makam sahibi ve güvenilir birisin” dedi. 55. Yûsuf da “Beni ülkenin hazinelerine tayin et! Çünkü ben çok iyi korurum ve bu işi bilirim, dedi. 56. Böylece Yûsufa orada dilediği gibi hareket etmek üzere ülke içinde yetki verdik. Biz dilediğimiz kimseye rahmetimizi eriştiririz. Güzel davrananların mükâfatını zayi etmeyiz. 57. İman edip de sakınanlar için âhiret mükâfatı daha hayırlıdır.”
Tefsiri
50.Ekmekçi rüyanın yorumunu krala götürdü. Kral, yorumun rüyaya uygun olduğunu görünce sevindi ve bu yorumu yapanın akıllı, bilgili bir kimse olduğunu anladı. Yorumu bir de kendisinden dinlemek için onun huzura getirilmesini emretti. Elçi gelip kralın isteğini Hz. Yûsuf'a iletti. Fakat Yûsuf, yüce Allah'tan gelen bir ilhamla kendisinin ileride yüksek bir makama geleceğini biliyordu; dolayısıyla zindandan hemen çıkmayıp üzerindeki töhmet ve şaibenin ortadan kalkmasını, iffet ve şahsiyetine sürülmüş olan lekenin temizlenmesini istedi. Kendisinin haksız olarak zindana atılmış, masum ve günahsız biri olduğunun ortaya çıkmasını bekledi. Peygamberimiz (s.a.s.) Hz. Yusuf'un zindanda çektiği çileyi anlatırken onun gösterdiği sabır ve olgunluk hakkında takdîrkâr ifadeler kullanmıştır. [127]
Hz. Yûsuf burada peygambere yakışır bir nezaket ve örnek bir tavır da sergiledi. Şöyle ki, asıl zindana atılmasına sebep olan Aziz'in karısı olduğu halde velinimetinin şerefini korumak için, onun karısından hiç söz etmeden geçmişte yapılmış bir şölende ellerini kesmiş bulunan kadınların tutumu tahkik edilerek olayın aydınlatılmasını istedi.
51.Elçi Hz. Yûsuf'un isteklerini krala iletti. Kral bu isteği yerine getirmede tereddüt göstermedi. Muhtemelen olayı o da biliyor ve Yûsuf'un suçsuz olduğuna inanıyordu. Ancak devlet ileri gelenlerinin itibarını koruma uğruna zulme göz yummuştu. Zamanı gelince ilgili kadınları toplayıp onları sorguya çekti. Kadınlar Hz. Yûsuf’un günahsız olduğunu itiraf ettiler. Bu durum karşısında Aziz'in karısı da gerçeği itiraf etmekten başka bir yol olmadığını anladı.
52-53. Müfessirlerin çoğunluğu, bu âyetlerin Hz. Yûsuf'a ait sözler olduğu görüşündedir.[128] Bununla birlikte bu sözlerin Aziz'in karısına ait olduğunu söyleyenler de vardır. Onlara göre bu âyetler, bir önceki âyetin devamıdır. Çünkü bu sözler kralın huzurunda kadınların sorguya çekildiği sırada söylenmiştir. Hâlbuki o zaman Yûsuf zindanda bulunuyordu. Ayrıca bu âyetleri 51. âyetten ayıran herhangi bir alâmet de yoktur; dolayısıyla bu sözler kadına ait olmalıdır. O bu sözleriyle Yûsuf un gıyabında ona hıyanet etmediğini ve kendi nefsini de temize çıkarmak istemediğini ifade etmek İstemiştir.[129] Fakat kanaatimizce bu sözler ancak Allah'a, âhiret gününe, Allah'ın rahmet ve mağfiret sahibi yüce bir ilâh olduğuna inanmış iffetli ve yüksek şahsiyete sahip bir kimsenin söyleyeceği sözlerdir. Aziz'in karısında ise bu özellikler görülmemektedir. Aksine onun Hz. Yûsuf hakkında sarf ettiği söz ve davranışları kendisinin bu gibi üstün hasletlerden yoksun olduğunu göstermektedir.
54-55. Kral gördüğü rüyanın yorumunu bir de Hz. Yûsuf’tan bizzat dinlemek istedi; onun getirilmesini emretti. Hz. Yûsuf rüyanın yorumunu anlattı. Kral nasıl tedbir almak gerektiğini sorunca, Hz. Yûsuf, bolluk yıllarında çok ekin ekip ürünü stok etmek gerektiğini, böylece kıtlık yıllarında hem kendi geçimlerini temin edeceklerini hem de hazineye bolca gelir sağlayabileceklerini söyledi. Kral bu işi kimin yapacağını sorunca Hz. Yûsuf, “Beni ülkenin hazinelerine tayın et! Çünkü ben çok iyi korurum ve bu işi bilirim” dedi. Hz. Yûsuf'un bu davranışından anlaşıldığına göre herhangi bir alanda uzman olan kimsenin, umumun menfaati için, ülke yöneticisinden görev istemesi yerinde bir harekettir.
Hz. Peygamber kendisinden yöneticilik görevi İsteyenlere, “Vallahi biz bu işe ne onu isteyen birini ne de ona hırs gösteren birini tayin ederiz!” buyurarak onların isteklerini reddetmiştir.[130] Yöneticilik görevi istememesini tavsiye ettiği bir sabâbîye de “İstediğin için görev sana verilirse onunla baş başa katırsın; istemeden sana verilirse onun uğrunda yardım görürsün!”[131] buyurarak yöneticiliğe talip olmamanın gerekçesini anlatmıştır. Rasûlullah'ın maksadı şudur: Yöneticilik güç bir iştir, onu herkes yapamaz, liyakat ister. Eğer kişi kaprislerini tatmin maksadıyla böyle bir göreve talip olur da atanırsa o işte yalnız başına kalır; Allah'tan yardım görmeyeceği gibi insanlardan da yardım alamaz, dolayısıyla başarısız otur; ama kişi istemeden böyle bir göreve atanırsa ona hem Allah hem de insanlar yardım eder, dolayısıyla başarılı olur.
Hz. Yûsuf un ehliyet ve liyakatini açıklayarak iş istemesi, iyi niyetle ve yanlış atamaları engellemek için gerektiğinde devlet hizmetine talip olmanın caiz olduğunu göstermektedir.
56.Kral, Hz. Yûsuf hakkında edindiği bilgilerden onun yüksek karaktere sahip, ülke yönetiminde liyakatti biri olduğunu anladı ve tereddüt etmeksizin onu devletinde yüksek bir makama getirdi. Maliyenin yönetimini ona teslim etti ve bütün imtiyazları verdi, Kısacası emaneti ehline teslim etti. Böylece Hz. Yûsuf, ülkede dilediği gibi tasarrufta bulunmak üzere bütün yetkileri eline aldı. Olaylar onun, kralın rüyasını yorumladığı gibi cereyan etti. Hz. Yûsuf, gereken tedbiri alarak bolluk yıllarında tarıma önem verdi, üretimi arttırdı, ihtiyaç fazlası ürünleri depoladı. Nihayet kıtlık yılları geldi. Bu sefer depolanmış olan ürünleri yemeye ve ihraç etmeye başladılar. Çünkü kıtlık sadece Mısır'da değil, Kuzey Arabistan, Ürdün, Filistin ve Suriye'de de etkisini göstermiş, bu bölgelerin halkı da yiyecek sıkıntısı çekmeye başlamıştı. Ancak Hz. Yûsuf un aldığı tedbirler sayesinde Mıstr halkı kıtlık yıllarını rahatlıkta geçirdi, hatta erzak fazlasını ihraç ettiler. Her taraftan insanlar gelerek Mısır'dan erzak satın aldılar. Hz. Ya'kub da Yûsuf un öz kardeşi Bünyâmin hariç, diğer oğullarını erzak almak için Mısır'a gönderdi.
58.“Yûsuf’un kardeşleri gelip huzuruna girdiler, Yûsuf onları tanıdı, onlar onu tanımıyorlardı. 59. Yûsuf onların yüklerini hazırlayınca dedi ki: “Sizin baba-bir kardeşinizi de bana getirin. Görmüyor musunuz, ben ölçeği tam dolduruyorum ve ben misafir edenlerin en iyisiyim. 60. Eğer onu bana getirmezseniz artık benim yanımda size verilecek bir tek ölçek dahi yoktur; bana hiç yaklaşmayınız!” 61. Kardeşleri, “Onu babasından istemeye çalışacağız; kuşkusuz bunu yapacağız” dediler. 62. Yûsuf, emrindeki gençlere dedi ki: “Sermayelerini yüklerinin içine koyunuz. Olur ki ailelerine döndüklerinde bunun farkına varırlar da belki yine gelirler.”
Tefsir
58.Uzun süren kuraklık ve kıtlık Kenân bölgesini de etkiledi. Dolayısıyla Hz. Yûsuf'un kardeşleri de Mısır'ın ihraç ettiği erzaktan satın almak üzere Mısır'a, Hz. Yûsuf'un yanma geldiler. Ancak huzuruna çıktıklarında onu tanımadılar, Yûsuf İse onları tanıdı. Çünkü onu kuyuya attıkları zaman o çocuk denecek yaştaydı. Kardeşleri ise fizik yapılan tekâmül etmiş bir çağda bulunuyorlardı. Aradan geçen bu uzun süre, onlarda fazla bir değişiklik meydana getirmemişti. Buna karşılık Hz. Yûsuf'un fizikî yapısında değişiklikler meydana gelmişti. Ayrıca onlar kuyuya attıkları kardeşlerinin bir gün böyle bir makama geleceğini düşünemezlerdi, Ancak kader tecelli etmiş, 15. âyette bildirilen İlâhî vaad gerçekleşmeye başlamıştı.
59-60. Buradan anlaşıldığına göre Hz. Yûsuf kardeşlerini misafir etti, onlara ikram ve iltifatta bulundu; bu esnada, gelenlerin dışında bir tane de baba-bir kardeşlerinin bulunduğunu ona anlamlar; babalan ve kardeşleri için de tahıl istediler; muhtemelen babalarının ihtiyarlığı, kardeşlerinin de ona can yoldaşı olarak kalıp tahıl almaya gelemediği mazeretini ileri sürdüler, Hz. Yûsuf, kardeşlerinin istediği tahılı verdi, yüklerini hazırlattı, kendilerini donattı ve tekrar geldiklerinde baba-bir kardeşlerini de getirmelerini istedi. Aksi halde, yanlış beyanda bulunmuş olacakları için kendilerine tahıl vermeyeceğini bildirdi. Kendisini kardeşlerine tanıtmada acele etmedi, olayların olgunlaşmasını ve zamanının gelmesini bekledi. Onun böyle kuşkulu ve tehditkâr tutumu, kardeşlerinin onun öz kardeşi Bünyâmin'i getirme hususunda daha kararlı davranmalannı sağlamıştır.
61-62. Bünyâmin'i getireceklerine dair kardeşlerinden kesin söz alan Hz. Yûsuf, onlann sermayelerini de yüklerinin içine koydurarak parasızlık yüzünden gelememeleri gibi bir mazereti de ortadan kaldırdı.
63.“Babalarına döndüklerinde, “Ey Babamız! Erzak bize yasaklandı. Kardeşimizi bizimle beraber gönder de erzak alalım. Biz onu mutlaka koruyacağız” dediler. 64. Ya'kub dedi ki: “Daha önce kardeşi Yûsuf hakkında size ne kadar güvendi) sem, bunun hakkında da size ancak o kadar güvenirim! En iyi koruyucu Allah'tır. O, acıyanların en merhametlisidir.” 65. Eşyalarım açtıklarında sermayelerinin kendilerine geri verildiğini gördüler. Dediler ki: “Ey Babamız! Daha ne istiyoruz? İşte sermayemiz de bize geri verilmiş; yine ailemize yiyecek getiririz; kardeşimizi koruruz ve bir deve yükü de fazla alırız. Çünkü bu (getirdiğimiz) az bir miktardır.” 66. Ya'kub şöyle cevap verdi: “Kuşatılmanız hariç, onu bana mutlaka getireceğinize dair, Allah adına yeminle kesin söz vermediğiniz takdirde onu sizinle beraber göndermem!” Ona hepsi de kesin söz verince, “Söylediklerimize Allah şahittir” dedi. 67. Sonra şunu söyledi: “Oğullarım! (Şehre) hepiniz bir kapıdan girmeyiniz, ayrı ayrı kapılardan giriniz. Ama Allah'tan gelecek hiçbir şeyi sizden savamam. Hüküm Allah'tan başkasının değildir. Ben yalnız O'na güvenip dayandım. Güvenecek olanlar yalnız ona güvenip dayansınlar. 68. Babalarının kendilerine emrettiği şekilde girdiklerinde (emrine uymuş oldular. Fakat bu), Allah'tan gelecek hiçbir şeyi onlardan savamazdı; ancak Ya'kub'un içindeki bir dileği yerine getirmiş oldu. Şüphesiz o, ilim sahibiydi, çünkü ona biz öğretmiştik. Fakat insanların çoğu bilmezler.”
Tefsiri
65.Hz. Yûsuf'un kardeşleri eşyalarını açtıklarında, sermayelerinin kendilerine geri verildiğini görünce erzak için tekrar Mısır'a gitme arzulan daha da arttı. Kardeşleri Bünyâmin'i kendileriyle göndermesi için babalarına karşı biraz daha ısrarda bulundular ve onu koruyacaklarına dair tekrar söz verdiler. Rivâyete göre Hz. Yûsuf, bir kişiye bir deve yükünden fazla yiyecek vermiyordu. Onlara on deve yükü vermiş on birinciyi ise, kardeşleri Bünyâmin gelinceye kadar vermeyeceğini söylemişti.
66.Hz. Ya'kub'un bir peygamber basîretiyte oğlunun Mısır'da alıkonulacağını önceden görmesi ve bu durumu istisna etmesi dikkat çekici bir olaydır. Bu durum karşısında oğullan yemin edip ona kesin söz verince, “Söylediklerimize Allah şahittir” diyerek olup bitenlerin Allah'ın gözetiminde olduğunu bildirdi; böylece oğullanndan aldığı sözü iyice pekiştirmiş oldu.
67.Hz. Ya'kub'un oğullarına şehre ayn ayn kapılardan girmelerini emretmesi iki şekilde yorumlanmıştır:
a) Oğullan gösterişliydiler ve güzel giyinirlerdi. Hep birlikte aynı kapıdan girdikleri takdirde onlara göz değeceğinden korkmuş, dolayısıyla ayrı kapılardan girmelerini emretmiştir. Göz değmesi olayının gerçek olup olmadığı konusu müfessirler tarafından tartışılmış olmakla birlikte, Hz. Peygamber'in, torunları Hasan ile Hüseyin'i kem gözlerden koruması için Allah'a dua ettiği rivâyet edilmiştir.[132] Yine Rasûlullah'ın “Göz değmesi haktır; eğer kaderi geçecek bir şey olsaydı göz değmesi kaderi geçerdi” dediği rivâyet edilmiştir. [133]
b) Hz.Ya'kub'un endişesi siyasîdir. Böyle görkemli, güçlü, kuvvetli insanların şehre toplu halde girmeleri gerek halkın gerekse kralın dikkatini çeker, neticede başlarına bir hal gelebilirdi.[134] Bu yüzden kralın alabileceği tedbirleri düşünen Hz. Ya'kub, oğullarına şehre ayrı ayrı kapılardan girmelerini bir ihtiyat tedbiri olarak tavsiye etmiştir. Bununla birlikte bu davranışın sadece bir tedbir olduğunu ve Allah'ın kaderini önleyemeyeceğini vurgulamak üzere “Hüküm Allah'tan başkasının değildir. Ben yalnız O'na güvenip dayandım” demiştir.
68.Ya'kub’un (a.s.) oğulları, babalannın emrine uyarak şehre ayrı ayrı kapılardan girdiler. Ancak bu tedbirin Allah'ın takdirini değiştirmeyeceğini Ya'kub biliyordu. Çünkü yüce Allah ona bu bilgileri daha önce vermişti. Bununla beraber içindeki dileği yerine gelmiş oldu.
69. “Yûsuf’un huzuruna girdiklerinde öz kardeşini yanına aldı: “Ben, gerçekten senin kardeşinim; onların yaptıklarına üzülme” dedi. Yûsuf, onlar için yüklerini hazırlattığı zaman su kabını kardeşinin yükü içine koydu! Sonra bir tellâl, “Ey Kafile! Siz mutlaka hırsızsınız!” diye seslendi. 71. Kardeşleri onlara dönerek, “Ne arıyorsunuz?” dediler. 72. “Kralın su kabını arıyoruz; onu getirene bir deve yükü (bahşiş) var” diye cevap verdiler. (İçlerinden biri) “Ben buna kefilim” dedi. 73. Onlar, “Allah'a andolsun ki bizim yeryüzünde fesat çıkarmak için gelmediğimizi siz de bitiyorsunuz, biz hırsız da değiliz” dediler. 74. (Görevliler), “Peki, siz yalancıysanız bunun cezası nedir?” diye sordular. 75. “Onun cezası, kayıp eşya kimin yükünde bulunursa onun buna karşılık alıkonulmasıdır. Biz zalimleri böyle cezalandırırız” dediler. 76. Bunun üzerine Yûsuf, kardeşinin yükünden önce onların yüklerini aramaya başladı. Sonra da onu kardeşinin yükünden çıkardı. İşte biz YûsuFa böyle bir tedbiri öğrettik, yoksa kralın kanununa göre kardeşini alıkoyamazdı, ancak Allah'ın dilemesi başka; biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır. 77. Dediler ki: “Eğer o çal-dıysa, daha önce onun kardeşi de hırsızlık etmişti.” Yûsuf bunu içinde sakladı, onlara bunu açmadı. (İçinden) dedi ki: “Sizin durumunuz daha kötüdür! Allah, sizin suçladığınız hususu çok iyi bilir.” 78. Dediler ki: “Ey Aziz! Gerçekten onun çok yaşlı bir babası var. Onun yerine bizim birimizi alıkoyun. Şüphesiz biz seni, iyilik edenlerden görüyoruz. 79. Yûsuf, “Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını alıkoymaktan Allah'a sığınırız, o takdirde biz gerçekten zalimler oluruz!” dedi.”
Tefsiri
69. Rivâyet edildiğine göre Hz. Yûsuf, kardeşlerine ziyafet verdi. Onları sofraya ikişer ikişer oturttu. Bünyâmin yalnız kalınca ağladı, dedi ki: “Kardeşim Yûsuf sağ olsaydı o da benimle beraber otururdu.” Hz. Yûsuf onu kendi sofrasına aldı. Yemekten sonra kardeşlerini İkişer ikişer evlere misafir verdi. Bünyâmin yine yalnız kalmıştı. Yûsuf, “Bunun eşi yok, o halde benim yanımda kalsın” dedi. Böylece Bünyâmin onun yanında geceledi. Ona, “Ölen kardeşinin yerine beni kardeş olarak kabul eder misin?” diye sordu. Bünyâmin, “Senin gibi bir kardeşi kim bulabilir?; fakat seni babam Ya'kub ile annem Rahîl doğurmadı” diye cevap verdi. Hz. Yûsuf bunu işitince ağladı, kalkıp Bünyâmin'in boynuna sarıldı ve “Ben senin kardeşinim” dedi. [135]
70. Hz. Yûsuf, öz kardeşini yanında alıkoyabilmek için kralın su tasını Bünyâmin'in yükü İçine koydu. Sonra da tası onların çaldığını ilân etti. Muhtemelen bu planı Hz. Yûsuf, kardeşi Bünyâmin ile birlikte hazırladı ve onun bilgisi dâhilinde tası onun yükü içine koydu. Kardeşlerini suçlayabilmek için de yüklerini görevlilerle birlikte kendilerine hazırlattırdı. Çünkü yalnız kendi adamlarına hazırlatmaydı, böyle bir suçlamada bulunamazdı.
73.Hz. Yûsuf un hırsızlıkla itham ettiği kardeşleri, bu ithama nazik bir şekilde itiraz etmekle birlikte öz kardeşi Bünyâmin'in olumlu veya olumsuz herhangi bir cevap vermemiş olması dikkat çekmekte ve bu tutumu onun plandan haberdar olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir.
74-75. Mısır kanunlarına göre hırsızın kendisine el koymak mümkün olmadığı için, Hz. Yûsuf'un adamları, kardeşlerine sorup bu suçun cezasının onların kanunlarında ne olduğunu tespit etmek ve bunu uygulamak istediler.
76.Kralın kanunundan maksat, Mısır'da yürürlükte bulunun ceza kanunudur. Mısır kanunlarında hırsıza sopa vurulur ve çaldığı Ya'kub'un şeriatında ise hırsız yakalanarak çaldığı malın karşılığında mal sahibine bir sene köle olarak hizmet ettirilirdi. Hz. Yûsuf, işte bu kanundan yararlanıp kardeşi Bünyâmin'i alıkoymak istedi. Planını buna gere hazırladı; dikkat çekmemek için aramaya Önce üvey kardeşlerinin yüklerinden başladı. Sonunda su tasını Bünyâmin'in yükünden bulup çıkardı. Dolayısıyla onu Mısır'da alıkoydu.
77.Rivâyete göre Hz, Yûsuf'un halası onu çok severdi. Yûsuf büyüyünce halası onun kendi yanında kalmasını istedi. Ya'kub buna razı olmayınca halası, Hz. İbrahim'den kendisine miras kalmış olan kuşağını Yûsuf'un beline bağladı. Sonra kuşağın kaybolduğunu söyledi, Kuşak arandı, Yûsuf'un üzerinde bulundu. Halası kanun gereği Yûsuf'u yanında alıkoydu. İşte Yûsuf'un kardeşleri bu duruma işaret etmek istemişlerdir.[136]
78-79. Plandan haberdar olmayan kardeşleri, Bünyâmin'in ihtiyar babası olup onun için çok üzüleceğini söylediler ve yerine kendilerinden birini alıkoyup onu serbest bırakmasını Hz. Yûsuf'tan İstediler. Fakat Hz. Yûsuf, cezanın şahsîliği ilkesinden hareket etti ve suçlunun yerine başkasını cezalandırmanın haksızlık olduğunu, böyle bir şey yapmaktan Allah'a sığındığını bildirdi.
80.“Ondan ümitlerini kesince görüşmek üzere bir kenara çekildiler. Büyükleri dedi ki: “Babanızın sizden Allah adına söz aldığını, daha önce de Yûsuf hakkında işlediğiniz kusuru bilmiyor musunuz? Babam bana izin verinceye veya benim için Allah hükmedinceye kadar bu yerden asla ayrılmayacağım. O hükmedenlerin en iyisidir. 81. Babanıza dönünüz ve deyiniz ki: “Ey Babamız! Şüphesiz oğlun hırsızlık etti. Biz, bildiğimizden başkasına şahitlik etmedik. Biz gaybı bilmeyiz. 82. İstersen içinde bulunduğumuz şehir halkına ve aralarında geldiğimiz kafileye de sor. Biz gerçekten doğru söylüyoruz.” 83. Babaları şöyle dedi: “Hayır nefisleriniz sizi böyle bir işe sürükledi. Bana düşen artık güzel bir sabırdır. Umulur ki, Allah onlarm hepsini bana getirir. Şüphesiz O, çok iyi bilendir, hikmet sahibidir,” 84. Onlardan yüz çevirdi, “Âh Yûsufum âh!” diye sızlandı; üzüntüden gözlerine boz geldi. Artık kederini içine gömüyordu. 85. Oğulları, “Allah'a andolsun ki, sen Yûsuf u ana ana sonunda ya hasta olacaksın ya da büsbütün helak olacaksın!” dediler. 86. Ya'kub da şöyle dedi: “Ben gam ve kederimi ancak Allah'a arzediyorum. Ve ben, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri Allah tarafından vahiyle biliyorum. 87. Ey Oğullarım! Gidin de Yûsuf u ve kardeşini iyice araştırın, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. Çünkü inkâr edenlerden başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez!”
Tefsiri
80-82. Kardeşlerin büyüklerinden maksat yaşça büyük olan Rubîl mi yoksa akılca üstün olan Şem'ûn mu olduğu konusunda farklı rivâyetler vardır. Taberî yaşça büyük olan Rubîl'in kastedildiğini bildiren rivâyetlerin daha isabetli olduğu kanaatindedir.[137] Hz. Yûsuf'un kararlı tutumu karşısında, ondan ümitlerini kesen kardeşleri, durumu kendi aralarında görüşmek üzere bir kenara çekildiler. Büyükleri Rubîl, Bünyâmin hakkında babalarına verdikleri sözü, daha Önce de Hz. Yûsuf'a yaptıklarını onlara hatırlattı. Yûsuf'un bu kardeşi, daha önce onu öldürmek isteyen kardeşlerine, onu kuyuya atmalarını teklif etmiş ve ölümden kurtarmıştı.[138] Şimdi bu durum karşısında babası kendisine izin verinceye veya hakkında Allah'ın hükmü belirinceye kadar Mısır'dan ayrılmayacağını bildirdi ve gidip durumu babalarına anlatmalarını istedi. İnanmadığı takdirde Mısır halkından ve beraber geldikleri kafiledeki diğer şahıslardan sorup gerçeği öğrenebileceğini söyledi.
Hz. Ya'kub'un oğulları, “Biz gaybı bilenler değiliz” cümlesiyle Bünyâmin'i koruyacaklarına dair babalarına söz verdikleri zaman onun hırsızlık suçundan do layı Mısır'da alıkonulacağını bilemeyeceklerini ifade etmek istemişlerdi.
83. Kalkıp babalarına geldiler ve kardeşlerinin söylediklerini aynen anlattılar. Ancak, daha önce babalarına karşı yalan söylemiş olduklarından babalan onlara, “Hayır nefisleriniz sizi böyle bir işe sürükledi” diyerek bu seferki doğru sözlerine inanmak istemediğini açıkça ifade etti. Sonuçta sabretmekten başka çare olmadığını, bir gün Allah'ın, onların hepsini yani Yûsuf, Bünyâmin ve Rubîl'i kendisine döndüreceğini ümit ettiğini bildirdi.
84. Oğlu Bünyâmin'in Mısır'da tutulduğunu haber alan Hz. Ya'kub'un, diğer oğlu Yûsuf hakkındaki üzüntüleri yeniden depreşti ve üzüntünün şiddetinden gözlerine boz geldi. Hz, Ya'kub'un gözlerine boz gelmesi iki şekilde açıklanmıştır:
96. a) 96. âyette “tekrar görür hale geldi” buyurulduğu için bunu karine olarak alanlar, boz gelmekten maksat “üzüntüden ve ağlamaktan dolayı gözünün kapanmasıdır” demişlerdir. Tıp mensuplarının açıklamalarına göre nâdir de olsa üzüntüden gözde katarakt oluştuğu ve sonra bir şokla bunun zâil olduğu görülmüştür.
b) Râzî'nin de katıldığı[139] ikinci anlayışa göre göze boz gelmesi görmeyi engelleyecek kadar gözyaşı ile kaplanmasıdır; açılması ise üzüntü ve ağlama sebebinin ortadan kalkmasıdır.
86. Hz. Ya'kub, evlâtlarını yitirmenin ıstırabını kalbinin derinliklerinde hissettiğini ve üzüntülerini sadece yüce Allah'a arzettiğini İfade etmekle birlikte, “Ben, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri Allah tarafından vahiyle biliyorum” demek suretiyle olayın perde arkasındaki hikmetlerini de bildiğine işaret etmiştir.
87.Hz, Ya'kub'un bu ifadeleri, onun, oğlu Yûsuf'tan ümidini kesmediğini ve Allah'ın lütfuyla bir gün kendisine kavuşacağını umduğunu göstermektedir.
88.“Yusuf’un huzuruna girdiklerinde dediler ki; “Ey Aziz! Bizi ve ailemizi kıtlık bastı ve biz, değersiz bir sermaye ile geldik. Hakkımızı tam ölçerek ver. Ayrıca bize bağışta da bulun. Şüphesiz Allah sadaka verenleri mükâfatlandırır.” 89. Yûsuf, “Siz, cahilliğiniz yüzünden Yûsuf ve kardeşine yaptıklarınızı biliyor musunuz? dedi. 90. “Yoksa sen, gerçekten sen Yûsuf musun?” diye sordular. O da “(Evet), ben Yûsuf’um, bu da kardeşim. Allah bize lütfetti. Kim Allah'tan korkar ve sabrederse, şüphesiz Allah güzel davrananların mükâfatını zayi etmez.” 91. Dediler ki: “Allah'a andolsun, hakikaten Allah seni bize üstün kılmış. Gerçekten biz hataya düşmüşüz.” 92. Yûsuf şöyle dedi: “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en nıerhametlisidir. 93. Şu benim gömleğimi götürünüz de onu babamın yüzüne koyunuz, gözleri görecek duruma gelir ve bütün ailenizi bana getiriniz.”
Tefsiri
88.Hz. Ya'kub'un ısrarı üzerine oğulları, hem kardeşleri Yûsuf'u aramak, hem de yiyecek almak üzere üçüncü kez Mısır'a gittiler. Hz. Yûsuf'un huzuruna girdiklerinde kıtlığın kendilerini iyice sıktığını, dolayısıyla erzak temini için tekrar geldiklerini söylediler. Ellerindeki sermayenin yetersiz olduğunu, bu sebeple alışverişin dışında kendilerine biraz da tasaddukta bulunmasını Hz. Yûsuf’tan istediler.
89-92. Hz. Yûsuf, artık kendisini tanıtmanın zamanı geldiğini düşünerek, cahillikleri yüzünden kardeşlerinin kendisine ve kardeşi Bünyâmin'e yaptıklarını onlara hatırlatıp kendini tanıttı. Böylece Yûsuf kuyuya atıldığı zaman, kendisine vahyedilmiş olan, “Kardeşlerinin yaptıklarını bir gün onlara kendileri farkına varmadan mutlaka haber vereceksin!” mealindeki 15. âyetin verdiği haber, gerçekleşmiş oldu. Kardeşleri kusurlarını itiraf edip özür dilediler. O da onları bağışladığını bildirdi. İnsanların kıskanması, Allah'ın bir kimse için takdir etmiş olduğu nimeti engelleyemez. Nitekim, Rasûlullah duâsında şöyle demiştir: “Allahım! Senin verdiğine engel olacak yoktur. Senin engel olduğunu da verecek yoktur.”[140] Görüldüğü gibi, Yûsuf’un kardeşlerinin kıskanması, onun yükselmesine engel olamamıştır. Sonunda kendileri mahcup olmuş ve Allah'ın Yûsuf'u kendilerinden üstün kılmış olduğunu yemin ederek İtiraf etmişlerdir. Ziya Paşa'nın dediği gibi: Zâlimlere bir gün dedirir kudret-i Mevlâ: / Tallahi lekad âserakellahu aleynâ!”
93.Yûsuf babasının, üzüntü nedeniyle gözlerinin göremez hale geldiğini öğrenince, kendi gömleğini götürüp babasının yüzüne koymalarını, böylece tekrar görecek duruma geleceğini söyledi. Bu olayın tıbben izahı mümkün olmamakla birlikte Hz. Yûsuf'un bunu vahiyle yaptığı kabul edilmektedir. Bu durumda olay bir mucize olarak değerlendirilmelidir. Bir görüşe göre de Hz. Ya'kub'un gözlerine boz gelmesi psikolojik sıkıntıdan kaynaklanmaktadır. Yûsuf babasının üzüntü, sıkıntı ve sürekli olarak gözyaşı dökmekten görme duyusunun zayıfladığını anlamış ve bu sıkıntıyı gidermek üzere gömleğini babasına göndermiştir; Ya'kub oğlunun sağ olduğu haberini aldığı ve gömleğini yüzüne sürdüğü takdirde olayın vereceği psikolojik rahatlık, sevinç ve manevî güç, onun bedenini ve görme gücünü kuvvetlendirecek, gözleri görür hale gelecektir, diye gömleğini göndermiştir. [141]
94.“Kafile Mısır'dan ayrılınca babaları, “Eğer bana bunamış demezseniz, inanın ben Yûsuf’un kokusunu alıyorum!” dedi. 95. Onlar da “Vallahi sen hâlâ eski şaşkınlığındasın” dediler. 96. Müjdeci gelince, gömleği yüzüne koyar koymaz Ya'kub tekrar görür hale geldi. Dedi ki: “Ben size, 'Allah tarafından (vahiyle) sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim' demedim mi?” 97. “Ey Babamız! Bizim günahlarımızın affını dile! Çünkü biz gerçekten hataya düştük” dediler. 98. Ya'kub, “Sizin için Rabbimden af dileyeceğim. Şüphesiz O çok bağışlayan, pek merhametlidir” dedi.”
Tefsiri
94.Hz. Yûsuf'un gömleğini getirmekte olan kafile, Mısır'dan ayrılıp Hz. Ya'kub'un ülkesi olan Ken'ân iline doğru yola çıkınca, beri tarafta bulunan Ya'kub, kendisine getirilmekte olan gömleğin kokusunu uzaktan hissederek, birkaç gün sonra alacağı müjdenin büyük sevincine yavaş yavaş hazırlanmış oldu. Bu olayın nasıl meydana geldiği konusunda müfessirierin iki farklı yorumu vardır:
a) Yüce Allah, bu kokuyu bîr mucize olmak üzere o kadar uzak mesafeden Hz. Ya'kub'a ulaştırmıştır.
b) Allah Teâlâ, bu kokuyu o anda Hz. Ya'kub'un nefsinde yaratmıştır.
Elmalılı Muhammed Hamdi bu yorumları verdikten sonra şöyle der: “Hangi şekilde olursa olsun, bu olayın hârikulade İlâhî bir tervih (kokuyu hissettirme) olduğunda hîç şüphe yoktur. Zamanımız ilim felsefesi, bu gibi olağan üstü ruhî olayları açıklayamamakla beraber, inkâr da etmeyip telepati (aracısız iletişim) adı altında tasnif ve mütalaa etmektedir. Acizane kanaatime göre bu âyet, bize yalnız ruh ilimleri ve mucize cinsinden bir harikayı tespit ile kalmıyor, bugünkü teknolojik gelişme açısından dikkate değer ilhamlar da veriyor. Zira görülüyor ki rayiha yani koku kelimesi, rîh yani 'rüzgâr' anlamına gelen bir kelime ile ifade buyuruluyor. Bu kelimede 'iletme' anlamı daha belirgindir. Hâlbuki yukarıda da söylediğimiz gibi kafilenin Mısır'dan ayrıldığı anda Ya'kub'un vicdanına bu kokunun ulaşması rüzgâr hızından daha hızlı bir iletişimle olmuştur. O halde, meseleyi kimya veya atom fiziği sahasında izleyerek ses naklinden daha ince bir kanun ile koku kuvvetinin ve hareketinin zaptedilmesi ve nakledilmesinin dahi elektrik akımından yararlanarak mümkün olabileceği sonucuna varabileceğiz demektir. Gerçi Ya'kub'un kokuyu duyması fennî bir olay değil, mucizevî bir olaydır. Ancak âyetin ifadesinden açıkça ortaya çıkan mâna, bu kokunun rüzgâr içinde duyulması ve gömleği taşıyan müjde kafilesinin Mısır'dan ayrıldığı sırada iletilmiş olmasıdır. Bu ise kokunun da havadan bir telsizle şimşek gibi naklinin ve iletilmesinin mümkün olabileceğini, yaratılışta bunun da gizli bir kanunu olabileceğini düşündürür. Şüphesiz ki bunun gerek Mısır'dan gönderilmesi, gerekse böyle bir hızlı titreşimin Ya'kub tarafından algılanabilmesi ve o kokunun Yûsuf'a ait olduğunu kestirebilmesi, doğrudan doğruya İlâhî tasarrufu gösteren harikalardır. Gerek bu bakımlardan, gerek Yûsuf ile Ya'kub'un birer peygamber olmaları bakımından olay çok yönlü bir mucizedir. Zira bir insanın yakınındaki birinin kim olduğunu kokusundan tanıyabilmesi bile olağan üstü bir meseledir. Ancak olayın bütünüyle tabiat kanunlarının üstünde bir mucize olması, bununla ilgili birtakım tabiat kanunlarının mevcut olmasına engel değildir.[142]
97-98. Hz. Ya'kub'un oğullan, babalarına karşı suçlarını itiraf ettiler ve ondan günahlarının bağışlanması için Allah'tan af dilemesini istediler. Fakat, Ya'kub'un, oğullarına karşı kalbi kırıktı, kendisinin af ettiğine işaret etmekle birlikte Allah'ın affı için hemen dua etmedi. Onu müsait bir zamana erteledi.
99.“Yûsufun yanına girdiklerinde ana babasını bağrına bastı ve “Allah'ın izniyle Mısır'a gUven içinde giriniz!” dedi. 100. Ana babasını tahtına oturttu, hepsi onun huzurunda yere kapandılar; Yûsuf dedi ki: “Babacığım! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın ortaya çıkışıdır; Rabbinı onu gerçekleştirdi. Doğrusu Rabbim bana lütuflarda bulundu: Beni hapishaneden çıkardı ve şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozmuş iken daha sonra sizi çölden getirdi. Şüphesiz rabbim dilediğine çok lütufkârdır. Kuşkusuz O çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.” 101. “Ey Rabbim! Bana servet ve iktidar verdin ve bana olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada da âhirette de beni himaye eden sensin. Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat!”
Tefsiri
99. Ya'kub (a.s.), yakınlarıyla birlikte kendi ülkesinden ayrılarak Mısır'a Hz. Yûsufun yanına gitti. Rivâyete göre Hz. Yûsuf ile Mısır hükümdarı, kalabalık bir asker topluluğu, devlet adamları ve Mısır halkı ile birlikte Hz. Ya'kub'u şehrin dışında karşıladılar. Hz. Yûsuf, ana babasını kucaklayıp bağrına bastıktan sonra onları özel bir konakta dinlendirdi; sonra da güven içinde şehre girmelerini söyledi.[143]
100. Şehre girip Yûsuf'un huzuruna geldiklerinde Yûsuf ana babasını tahtına oturttu. İşte bu anda ana babasıyla birlikte on bir kardeşi secdeye kapandılar. Bu durumu gören Yûsuf, “Babacığım! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur. Rabbim onu gerçekleştirdi” dedi.
Müfessirler Hz. Yûsuf'un ana, baba ve kardeşlerinin secdeye kapanmalarını iki şekilde yorumlamışlardır:
4.a) Hz. Yûsuf'a karşı bir saygı selâmı olmak üzere yere kapanmışlardır. 4. âyet bu anlamı destekler mahiyettedir.
4.b) Hz. Yûsuf'a kavuştukları için Allah'a şükretmek üzere secdeye kapanmışlardır. 4. âyetin mealinde “Onları bana secde ederlerken gördüm” diye çevirdiğimiz cümle, “Onları benim için secde ederlerken gördüm” şeklinde çevirmek de mümkündür. Bu takdirde âyet ikinci anlamı destekler.
Hz. Yûsuf, bir nezaket ve tevazu örneği daha göstermiş, sahip olduğu bu debdebe ve ihtişamın kendisine Allah tarafından lütfedildiğini söyleyerek Allah'a senâda bulunmuştur. Kardeşlerinin kendisine muhtaç oldukları bir dönemde onlardan intikam almayı düşünmediği gibi, onların yaptıklarını hatırlatacak tek kelime dahi söylememiş, kardeşleriyle arasını şeytanın açtığını ifade etmiştir. Bununla birlikte bu olayların İlahî takdir ve hikmet neticesinde meydana geldiğine de işaret etmiştir.
101. Hz. Yûsuf, mülkü ve onu yönetmek için gerekli olan olayları yorumlama ilmini kendisine yüce Allah'ın verdiğini, dünyada da âhirette de kendisini himaye eden velîsinin Allah olduğunu vurgulayarak O'na şükranlarını arzetti. [144]
Rivâyete göre Hz. Ya'kub Mısır'da oğlunun yanında yirmi dört sene yaşadıktan sonra vefat etti. Önceden yaptığı vasiyet uyarınca naaşı, Suriye'de defnedilmiş bulunan babası Hz. İshak'ın yanına götürülüp gömüldü. Hz. Yûsuf da babasından sonra yirmi üç yıl daha yaşadı. Onun naaşını da Mısırlılar mermer bir sandukan koyarak Nil yatağına gömdüler. Mısırlılar onu çok sevdikleri için kendi memleketlerinde kalmasını istemişlerdi. Daha sonra Hz. Mûsâ onun naaşını bularak babası Hz. Ya'kub'un yanına götürüp defnetti.[145]
102.“İşte bu kıssa, gayb haberlerindendir. Onu sana vahyediyoruz. Onlar, tuzak kurmak üzere ittifak ettikleri zaman, sen onların yanında değildin. 103. Sen ne kadar inanmalarını istesen de insanların çoğu inanmazlar. 104. Hâlbuki sen bunun karşılığında onlardan bir ücret istemiyorsun. Kur'an âlemler için ancak bir öğüttür. 105. Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki onlar bu delillerden yüz çevirerek geçip giderler. 106. Onların çoğu Allah'a ortak koşmadan iman etmezler, 107. Allah tarafından onlara kuşatıcı bir azabın gelmesinden veya farkında olmadan kıyametin ansızın kopmasmdan kendilerini güvende mi hissediyorlar? 108. De ki: “İşte bu, benim yolumdur. Ben, Allah'a çağırıyorum. Ben ve bana uyanlar aydınlık bir yol üzerindeyiz. Allah'ı ortaklardan tenzih ederim! Ve ben ortak koşanlardan değilim.”
Tefsiri
102. Hz. Peygamber, bu kıssayı yaşayanlarla beraber yaşamadığı ve kitaptan okumadığı gibi, herhangi bir kimseden de öğrenmiş değildi. Çünkü onun yaşadığı ülkede yahudilerle temasta bulunan bazı kimseler bulunsa bile ilim adamları yoktu. Bütün bunlar, bu kıssanın gayb haberlerinden ve bir mucize olduğunun delilidir.[146]
103. Kureyş'in, “İsrâiloğulları Mısır'a niçin gitti?” şeklindeki sorusuna cevap olmak üzere inmiş olan bu kıssa ile Kur'an'ın bir mucize, Hz. Muhammed'in de bir peygamber olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte Kureyş'in çoğu inanmamıştır. Zira onlar gerçeği aramada samimi değillerdi. Yüce Allah, “Sen ne kadar inanmalarını istesen de insanların çoğu inanmazlar” buyurarak elçisini teselli etti.
105. Sözlükte âyet kelimesi “bir şeyin tanınmasına sebep olan ve varlığını gösteren İşaret, açık alâmet, delil, ibret, şaşırtıcı şey, mucize ve topluluk” anlamlarına gelir. Terim olarak, Kur'ân-ı Kerîm'in bîr veya birkaç kelime yahut cümleden meydana gelen bölümlerini ifade eder. Burada âyet kelimesi alâmet, delil ve ibret veren şey mânalarında kullanılmıştır. Yani gerek insanın kendisinde gerekse dış dünyada, göklerde ve yerde Allah'ın varlığına, birliğine, ilmine, kudretine ve hikmetinin üstünlüğüne delâlet eden nice delil vardır ki bunlar insanların nazarı dikkatine sunulmuştur. İnsanoğlu ilmî, fikrî, felsefî ve amelî hayatında bu olaylarla her zaman karşı karşıyadır. Bu tabiat olaylarını düşünüp bunlardaki incelikleri, bunlara hâkim olan İlâhî kanunları keşfetmesi ve yaratanını tanıması gerekirken o, düşünmeden, ibret almadan bunlara sırt çevirip gider. Hâlbuki insanoğlu hıınlan düşünüp dikkatli bir şekilde incelese hem dünyada kalkınacak hem de imanı nı taklitten tahkike çıkararak kâmil insan (has kul) olma yolunda ilerleyecek ve âhirette mutlu olacaktır.
106. İnsanların çoğu, göklerdeki ve yerdeki delilleri ibret gözüyle İncelemedikleri için, Allah'ın varlığını kabul ettikleri halde O'na çeşitli yollarla ortak koşarlar. Nitekim Câhiliye döneminde Arabistan halkı da Allah'a inanmakla birlikte[147] çeşitli şekillerde O'na ortak koşuyorlardı. Meselâ, bazı putperest Araplar meleklerin Allah'ın kızları olduğuna inanırken [148] bir kısmı da kendilerini tanrıya yaklaştırsınlar diye putlara tapıyorlardı.[149] Hıristiyanlar, Hz. Îsâ'nın Allah'ın oğlu olduğunu iddia ederken, yahudilerin bir kısmı “Üzeyir Allah'ın oğludur” diyorlardı.[150] Ayrıca cinleri Allah'a ortak koşanlar da vardı. [151]
108. “Aydınlık bir yol” diye çevirdiğimiz basiret kelimesi sözlükte “delil, kesin kanıt, inanç, bilgi, ibret alınacak şey, zihinsel olarak görmek, kestirmek, sezmek, idrak etmek, anlama ve kavrama yeteneği” gibi anlamlara gelmektedir. Mecaz olarak, “aklın kabul edebileceği veya akılla doğrulanabilir kanıt” demektir. “Bunun içindir ki, Hz. Peygamber'in telaffuz ettiği 'Allah'a çağrı' ifadesi burada insan aklına uygun ve onunla doğrulanabilir, bilinçli bir kavrayışın sonucu olarak tanımlanmakta”dır.[152] Âyette Hz. Peygamber'e, yolunun İslâm dini olduğunu, İnsanları sadece Allah'a çağırdığım, dolayısıyla kendisi ve ona uyanların aydınlık bir yol üzerinde bulunduklarını, Allah'a ortak koşanlardan olmadığını bildirmesi emredilmiştir. İşte Allah'a davet, bu şekilde basiret üzere, ne dediğini bilerek, ihlâs ve samimiyetle, hikmet ve güzel öğütle olmalıdır. [153]
109.“Senden önce de şehirler halkından kendilerine vahiy indirdiğimiz kişilerden başkasını peygamber göndermedik. İnkârcılar yeryüzünde dolaşıp da kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görmediler mi? Sakınanlar için âlıiret yurdu elbette daha iyidir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz? 110. Nihayet peygamberler ümitlerini yitirip de kendilerinin yalancı çıkarıldıklarını sandıklan sırada onlara yardımımız gelir ve dilediğimiz kimse kurtuluşa erdirilir. Fakat, suçlular topluluğundan azabımız geri çevrilmez. 111. Andolsun onların kıssalarında akıl sahipleri için ibretler vardır. Kur'an, uydurulabilecek bir söz depdir. Fakat o, kendinden öncekilerin onayı, her şeyin açıklaması, iman eden toplum için bir rahmet ve bir hidayettir.”
Tefsiri
109. Bu âyet-i kerîme, müşriklerin Hz. Peygamber'i kastederek “Ona bir melek indirilseydi ya!”[154] mealindeki sözlerine cevap olarak inmiştir. Bu ve benzeri âyetler, insanlara cin ve melek gibi insandan başka varlıklardan peygamber gönderilmediğini ifade eder. Müfessirlerin çoğunluğuna göre peygamberlerin tamam erkeklerden gönderilmiştir. Ancak bazı ilim adamları Hz. İbrahim'in eşi Sâre'nin, Hz. Mûsâ'nın annesinin ve Hz. İsâ'nın annesi Meryem'in de peygamber olduklarını iddia etmişlerdir. Zira bunlara da ya doğrudan veya melek vasıtasıyla vahyedilmiştir.[155] İşte bu âyetlerde adı geçen kadınların peygamber olduklarına işaret olmakla beraber çoğunluğa göre bunlar peygamber değil, sadece faziletli hanımlardır. [156]
Müfessirler, “şehirler halkından” diye çevirdiğimiz “nün ehli'1-kurâ” ifadesini dikkate alarak peygamberlerin göçebe kesimden değil, yerleşik medenî toplumlardan seçilmiş oldukları kanaatine varmışlardır.[157] “Ehli'1-kurâ” tamlamasına, “yeryüzünde yaşayan insanlar” mânası veren İbn Abbas'a göre ise bundan maksat, peygamberlerin müşriklerin istediği gibi göklerdeki varlıklardan değil, yeryüzünde yaşayan insanlardan gönderilmiş olduğunu ifade etmektir. [158]
110. Hz. Âişe, âyeti şöyle yorumlamıştır: “Sıkıntılar uzayıp da yardım gecikince peygamberler kavimlerinden kendilerini yalancılıkla itham edenlerin iman edeceklerinden ümitlerini kesmişler, inanmış olanların da kendilerini yalanlayacaklarını sanmışlardır. İşte o zaman Allah'ın yardımı gelmiştir.” [159]
Peygamberler de insan oldukları için birtakım olaylar karşısında bazı duygulara kapılabilirler. Nitekim Bakara sûresinin 214. âyetinde de mü’minlerin çektikleri sıkıntı ve geçirdikleri sarsıntılar karşısında peygamberlerin buradakine benzer davranışlar sergiledikleri ifade buyurulmuştur. Ancak peygamberlerin, Allah'ın vaadinden dönmesini, söz verdiği yardımı yapmayarak onları yalancı çıkarmasını düşünmeleri mümkün değildir. Bu, onların peygamberlik vasıflarına aykırıdır. Nitekim onlar, en şiddetli sıkıntılar karşısında bile insan gücünün dayanabileceği en son merhaleye kadar dayanmışlardır. Sıkıntı ve ıstıraplar dayanılmaz bir hale geldiği, Allah'tan başka hiçbir ümit kalmadığı anda Allah'ın yardım ve zaferi yetişmiş; peygamberler ve onlara inanan mü’minler kurtuluşa ermiş, suçlular ise cezalandırılmışlardır.
Mealinde “yalancı çıkarıldıkları” diye çevirdiğimiz “küzibû” fiil indeki kıraat farklarına göre, âyetin ilk bölümünden şu mânalar anlaşılabilir:
a) “Küzibû” şeklinde şeddesiz okunduğu takdirde: 1. Nihayet peygamberler insanların, kendilerine inanacağından umudu kestikleri, halkın da peygamberlerin kendilerine yalan söylediklerini sandıkları an, onlara yardımımız gelir. 2. Nihayet peygamberler, Allah tarafından kendilerine vaad edilen yardımın geleceğinden ümitlerini kesip, insanlar karşısında yalancı durumuna düşeceklerini sandıkları sırada onlara yardımımız gelir. İnsan olmaları sebebiyle, peygamberlerin de bu tür davranışlarının olabileceğine dair İbn Abbas'tan bir rivâyet aktarılmakla birlikte, bazı müfessirler, Allah'ın sözünden dönebileceğini, değil peygamberler, herhangi bir mü’minin bile düşünmesi mümkün değildir. Böyle bir düşünce kişiyi imandan çıkarır, derler. [160]
b) “Küzzibû” şeklinde şeddeli okunduğu takdirde: 1. Nihayet peygamberler insanların inanacaklarından umut kestikleri ve kendilerinin yalancı çıkarıldıklarını kesin olarak anladıkları zaman onlara yardımımız gelir. 2. Nihayet peygamberler, kavimlerinin iman edeceğinden umut kestikleri, inanmış olanların da kendilerini yalancı çıkarıldıklarını sandıklan an onlara yardımımız gelir.
111.Peygamberlerin kıssaları gönül eğlendirici hikâyeler değil, bilâkis ibret alınacak olaylardır. Buradaki “onların kıssalarından maksat, ya genel olarak peygamberlerin kıssalarıdır veya bu sûrede anlatılan Hz. Yûsuf, babası ve kardeşlerinin kıssastdır. Gerçekten de Hz. Yûsuf un yaşadığı sıkıntılardan kurtulup Mısır'da yüksek bir makama gelmesinde akıl sahipleri için büyük bir ibret vardır. Ancak bi rinci mâna daha daha kapsamlıdır.
Kur'ân-ı Kerîm insanlar tarafından uydurulabilecek bir söz değil, kendisin den önce peygamberlere indirilmiş olan Tevrat, İncil ve Zebur gibi kitapları tasdik eden İlâhî bir kitaptır.[161] Kur'an'ın her şeyi açıklamasından maksat, dünyada var olan her şeyi açıklaması değil, insanlığın muhtaç olduğu ve İlâhî bir aydınlatma olmadan ulaşamayacağı helâl-haram, sevap-günah gibi dinî ve ahlâkî konulara dair gereken ayrıntıları vermesidir. O, hükümleriyle amel edenler için hem bir hidayet hem de rahmettir.
Yûsuf kıssası, iyilerle kötülerin mücadelesine, sonuçta iyilerin başarısına somut bir örnektir. Bu sebeple kıssada ders almak İsteyenler için güzel ibretler vardır. Nitekim Allah Teâlâ kıssanın başlarında Yûsuf ve kardeşlerinin kıssasında, almak İsteyenler İçin ibretler olduğunu ifade buyurmuştu.[162] Burada da bütün peygamberlerin kıssalarında akıl sahipleri için alınacak ibret olduğunu bildirdi. Hz. Yûsuf un kıssasından alınacak dersler şöyle özetlenebilir:
Sûrede Hz. Ya'kub'un Allah'a imanı ve bu iman sayesinde musibetlere karşı gösterdiği sabır ve tevekkülü anlatılmıştır. Sevgili oğlu Yûsuf'u kurtların parçaladığı yalan haberi kendisine söylendiği zaman dahi metanetini yitirmemİş, sabretmiş ve Allah'ın yardımına sığınmıştır.[163] Diğer oğlu Bünyâmin’i kardeşleriyle birlikte Mısır’a gönderdiği zaman da en hayırlı koruyucunun Allah olduğunu vurgulamıştır.[164] Yûsuf hakkındaki aşın derecede üzüntüsünden dolayı oğullarının, “büsbütün helak olacaksın” şeklindeki uyarılan karşısında o, gam ve kederini sadece Allah'a arzettiğini ifade etmiş ve oğullarına, Allah'ın rahmetinden ümit kesmemelerini, gidip Yûsuf'u ve kardeşi Bünyâmin'i aramalarını emretmiştir. [165]
Yine Hz. Ya'kub, oğullanna “Mısır'a ayn ayn kapılardan giriniz” diye nasihat edip gelebilecek tehlikelerden korunmaları için tedbir almalarını tavsiye ettikten sonra, “Ama, Allah'tan gelecek hiçbir şeyi sîzden savamam; hüküm sadece Allah'ındır” diyerek Allah'a olan tevekkülünü göstermiştir. [166]
Hz. Yûsuf, zindandaki arkadaşlarını tevhid dinine çağırmış ve Allah'ın birliğine dair onlara çeşitli aklî deliller getirmiştir. Onun bu üslûbu güzel bir davet örneğidir.
Bu olay bir kadının yabancı bir erkekle baş başa kalmasının ortaya çıkaracağı tehlikeli sonuçlar için de bir örnek oluşturmaktadır. Nitekim Aziz'in karısının sık sık Hz. Yûsuf’la baş başa kalması kadının ona âşık olmasına yol açmıştır. İslâm, bu gibi sakıncalı durumları önlemek için kadının, halvet sayılabilecek şekilde yabancı erkeklerle bir arada bulunmasını yasaklamıştır. Fıkıhta halvet, aralannda devamlı evlenme engeli bulunmayan bir erkekle bir kadının bir yerde baş başa kalmalarını ifade eden bir terimdir. [167]
Hz. Yûsuf, kendisinden murat almak isteyen kadının çekiciliğine ve her türlü imkânı hazırlamış olmasına rağmen, velinimetine ihanet etmekten Allah'a sığınarak iffet ve sadakat örneği sergilemiştir. Daha sonraki tehditler karşısında da “Rabbim! Zindan, bunlann benden istediklerinden daha iyidir” diyerek günah işlemektense zindana atılmayı yeğlemiştir.[168]
Hz. Yûsuf, karşılaştığı sıkıntı, zulüm ve haksızlığa rağmen sarsılmamış, Allah'a olan inanç ve güvenini yitirmemiş, Allah'ın rahmetinden ümidini kesmemiştir.[169] Allah Teâlâ da sabrının karşılığında ona ilim, hikmet vermiş ve Mısır'da istediği gibi tasarruf edebilecek bîr makama getirmek suretiyle ödüllendirmiştir. [170]
Bu kıssa, Allah'ın takdirini hiç kimsenin önleyemeyeceğini göstermesi bakımından da ibret vericidir. Nitekim, kardeşlerinin Hz, Yûsuf'u kıskanmaları ve ona bunca kötülük etmeleri, onun yükselmesine engel olamamış, tam tersine buna zemin hazırlamıştır.
Hz. Yûsuf, kendisim öldürmek isteyen ve kuyuya atan kardeşlerinden istediği gibi intikam alma imkânına sahip olduğu halde bunu yapmamış, kötülüğü iyilikle karşılamıştır. Kardeşleri onun huzurunda suçlarını itiraf ettikleri zaman, “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin
en merhametlisidir” diyerek peygambere yakışır bir yücelik göstermiştir. Özü itibariyle kıssa, insanlığın serüvenine hâkim olan, insanın öz benliğinde ve sosyal hayatta sürüp giden iyi ile kötünün mücadelesinden ilginç ve etkileyici bir kesit vermektedir. [171]
Yûsuf Kıssasından Alınacak Dersler
1) Yûsuf düş görmüştü, peygamber olarak yaratılmış bulunan Yûsuf’un gördüğü düş, mutlaka çıkacaktı. Çünkü “Peygamberlerin gördükleri düşler sabah aydınlığı gibi çıkar.” [172]
2) Kardeşlerinin, Yûsuf’u kıskanmalarından, hasedin kötülüğü ve en temiz, soylu insanları dahi bazen kötü işlere sürükleyeceği; birer peygamber olan kardeşlerinin hased etmesinden, peygamberlerin dahi bu nefis zaafından yani günâhtan masum olmadıkları anlaşılır.
3) Kardeşlerinin kendisini kuyuya atmaları, Yûsuf'a ağır gelmişti. Ama böyle olmasaydı, Yûsuf un gördüğü düş gerçekleşmeyecekti. Demek ki insanın nefsine ağır gelen şeylerin altında Allah'ın nice nimeti ve hikmeti gizlidir ve insan o anda o hikmetleri anlayamaz. Onun içindir ki Cenâb-ı Hak: “Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey hakkınızda iyi olabilir ve hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir; Allah bilir, siz bilmezsiniz.”[173] buyurmaktadır.
Erzurumlu İbrâhîm Hakkı Ma' rifetnâme'sinde bu mânâyı şöyle ifade eder:
“Hak şerleri hayreyler, Zannetme ki gayr eyler, Arif ânı seyreyler
Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler!”
“Deme şu niçün şöyle, Yerincedir ol öyle, Bak sonuna sabreyle,
Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler!”
4) O halde Allah'ın takdirine, Hz. Ya'kûb gibi: “Fesabrun cemîl: Bana güzel sabretmek gerekir” deyip sabır ve rızâ göstermek lâzımdır.
5)Ana-baba, çocukları arasında çok ölçülü, adaletli hareket etmeli, aralarında ayırım yapmamalıdır. İçlerinden birini, gönülden daha çok sevse de bunu ötekilerine hissettirmemelidir. Açıkça çocuklarından birini daha çok kayırması, kardeşler arasına kıskançlık girmesine neden olur. Çoğu kez insan, içteki bu duygusunu gizleyemez. Nitekim Ya'kûb da Yûsuf'a olan sevgisini gizleyememiş, bu da öteki oğullarının Yûsuf'u kıskanmalarına sebeb olmuştu: “(Kardeşleri) Demişlerdi ki: 'Yûsuf ve (öz) kardeşi (Bünyâmîn), babamıza bizden daha sevgilidir. Oysa biz bir cemâatiz. Babamız açık bir yanılgı içindedir! Yûsuf'u öldürün, ya da onu bir yere bırakın da babanızın (gönlü) yalnız size kalsın (bundan böyle babanız yalnız sizi görsün ve sevsin)! Ondan sonra da Allah'a tevbe eder, iyi bir topluluk olursunuz.” [174]
6)Çocukların evde sürekli kapalı kalması uygun değildir. Çocuğun kıra gitmesi, koşup eğlenmesi, spor yapması, böylece bedenen ve ruhen sağlıklı yetişmesi gerekir: “Yarın onu da bizimle beraber (kıra) gönder; gezsin, oynasın!” [175]
7)Cevherin değerini ancak cevahirci bilir. Yoldan geçen yolcular, buldukları Yûsuf'un nasıl bir kabiliyet olduğunu anlamamış, onu birkaç para karşılığında satmışlardı. [176]
8)Yûsuf'u satın alan bakan, onun zekâsını fark etmiş, ona köle muâmelesi değil, evlât muâmelesi yapmış ve onu kendi çocuğu gibi yetiştirmiş, eğitmiş, tahsilini yaptırmıştı. [177]
9)Karısı Zelîhâ, Yûsuf'un güzelliğine hayran kalıp ona kendisini sunmuş, fakat o: “Allah'a sığınırım, efendim bana güzel baktı (ona hiyânet edemem). Çünkü zâlimler, iflah olmazlar!”[178] demişti. Bu sûretle, iyilik görülen yere nankörlük, hiyânet edilmemesi telkîn edilmektedir. [179]
10)Yûsuf da öteki delikanlılar gibi duygulara, arzulara sahipti. “Kadın onu arzu etmişti, eğer Rabbinin doğruyu gösteren delilini görmeseydi, o da onu arzu etmişti.”[180] Demek ki peygamber olan Yûsuf'un da nefsânî istekleri vardı. Ama yüksek duyguları, Hakk'a olan sarsılmaz îmânı, onun günâha düşmesini önlemişti. O halde peygamber de olsa, insanın nefsî arzuları vardır. O da nefsinin çektiğine yönelir, fakat Hakk'a îmân, onun günâha düşmesini veya günâhta ısrarını önler. Her mü'minin de böyle olması, Hakk'ın gözetimi altında bulunduğunu düşünerek günâhtan, kötülükten kaçınması gerekir.
11) Yûsuf'un kaçtığını, kadının arkasından koştuğunu gören bakan; karısının Yûsuf aleyhindeki sözlerine inanmamış, yanındaki bilirkişinin görüşüne başvurduktan sonra âdilâne davranıp ikisine de öğüt vermişti. Bu suretle olaylarda hissiyata kapılmamamız, acele etmeden, meseleyi iyice inceleyerek tarafsız hüküm vermemiz öğütlenmiş oluyor.
12) Bilirkişilik yapan insan, kadının ailesinden olduğu halde taraf tutmamış, adaletten ayrılmamıştı. Bundan, bilirkişinin yansız, hakkane hüküm vermesi gereği anlaşılır.
13) Kadının tuzağının büyük olduğu vurgulanıyor: “Sizin tuzağınız, büyüktür!” [181]
14) Zelîhâ'yı bu yola iten, dayanılmaz aşkı idi. Demek ki aşk ferman dinlemez: “Sevda onun bağrını yakmış!” [182]
15) Gören kadınlar Yûsuf'un güzelliğine hayran kalıp, hanımının arzusunu yerine getirmediği takdirde zindana kendisini attıracakları tehdidinde bulundukları halde, Yûsuf iffetini korumayı, hiyanet etmemeyi zindana atılmamaya tercih etmişti. İşte inanmış insan her zaman iffetini böyle mertçe korumalıdır.
16) 37'nci âyetten, Mısırlıların ve Yûsuf'un yetiştiği ortamlardaki birçok insanın Allah'a inanmadıkları, âhiret hayâtını kabul etmedikleri anlaşılmaktadır.
17) Bütün peygamberler, bütün İbrâhîm soyu nebileri, tevhîd inancını getirmişler; insanlara putperestliği, Allah'a ortak koşmayı bırakıp sadece Allah'a kulluk etmeyi öğütlemişlerdir. Çünkü Allah'tan başka, kendisinde tanrılık olduğu sanılan şeylerin hiçbir gücü yoktur. Bu tür inançlar, boş vehimden başka bir şey değildir. Böyle insanlar, gerçekte kendi vehimlerine tapmaktadırlar. [183]
18) Yûsuf'un zindan arkadaşları, gördükleri düşü Yûsuf'a anlatmışlardı. Yûsuf da düşleri, onların anlattıklarına göre yorumlayarak birinin kurtulacağını, diğerinin asılacağını söylemişti. Rivâyete göre düşün yorumu hoşuna gitmeyen kimse, bunu uydurmuş olduklarını söyledi ise de Yûsuf: “Artık iş, sizin dediklerinize göre böyle yapıldı.”[184] dedi. O halde düşü, tam doğru anlatmak lâzımdır. [185]
19) Kralın düşünü kimse yoramamış, buna düşlerin birbirine karışması (adğâsü ahlâm) demişlerdi. Bunu ancak Hz. Yûsuf yorumladı ve yorumu olduğu gibi çıktı.[186] O halde düşü herkese söylemek doğru değildir. Ehline söylemelidir. Rü'yâyı, ancak vehbî ilme vâkıf olan kimse tabir edebilir. Meşhur sözdür: “Ma'rifet, rü'yâyı görende değil, yorandadır” derler.
20) Yûsuf, kendisini kral çağırdığında, hemen acele ile gitmemiş, bedeninin zindandan kurtulmasından önce, iffet ve şahsiyyetinin, sürülen lekeden temize çıkmasını istemiş; bunun için, vaktiyle suçlanmış olduğu meselenin içyüzünün ortaya çıkarılmasını talebetmiştir. Demek ki büyük şahsiyetler acele etmezler, kişiliklerine, canlarından çok değer verirler. Şerefleri, canlarından ileridir. Hattâ Yûsuf'un bu olgunluğunu belirtmek için Peygamberimiz: “Şayet ben, Yûsuf un kaldığı kadar zindanda kalmış olsaydım, krala götürmek için gelen kişinin sözünü hemen kabul edip giderdim!”[187] demiştir.
21) Burada önemli bir nokta da Yûsuf'un, iyiliğini gördüğü ve gerçekten kendisini seven Zelîhâ'nın adını tasrîh etmeyip, kadınlar topluluğunun kendisini suçlamasının araştırılmasını istemesidir. Burada Yûsuf, kendisine iyilik yapan efendisinin şerefine saygısı yanında, Zelîhâ'ya da acıyarak onun adını anmamış, ona iftira suçunu bulaştırmamıştır.
22) Hiç kimse nefsini tamamen suçsuz sanmamalıdır. Çünkü nefis, zaten kötülüğü emredici özelliğiyle (kötülüğe eğilimli) yaratılmıştır. İnsanın üstünlüğü, nefsin kötü arzularıyla savaşıp onu yenmesidir. İşte Allah'ın rahmet ettiği, acıdığı kulları, nefislerinin kötülük telkinlerini bastırabilen kimselerdir: “Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis, dâima kötülüğü emredicidir. Meğer Rabbimin rahmet ettiği bir nefis ola!” [188]
23) Nihayet Hz. Yûsuf, doğruluğunun karşılığını görmüş, Mısır'a başbakan olmuştu. Sonunda yalanları ortaya çıkan, iftiracı kadınlar da mahcup olmuşlardı. Bu kıssa, hiçbir hakikatin gizli kalmayacağını, eninde sonunda meydana çıkağını gösterir.
24) Vaktiyle Yûsuf'a iftira etmiş olan kadınlar, sonunda gerçeği itiraf etmişler, bakanın karısı da, nihayet gerçeğin ortaya çıktığını; suçsuz olarak zindana atılmış olan Yûsuf'un arkasından ona hiyanet etmemek için gerçeği söylediğini açıklamıştır. Bundan, insanın vaktiyle yaptığı bir yanlışı, yalan ifadesini mutlaka düzeltmesi gerektiğini, geç de olsa gerçeği itiraf etmenin fazîlet olduğunu anlıyoruz. Sürekli olarak hakikati gizlemek büyük hiyânettir. Allah hâinlerin tuzağını başarıya ulaştırmaz. [189]
25) Ülke yönetiminde herhangi bir konuda uzman olan insanın, kendi nefsi için değil, fakat kamunun iyiliği için yöneticiden görev talebetmesi yerinde bir harekettir. Nitekim Yûsuf da Başbakanlığın kendisine verilmesini, kendisinin bu işi iyi bildiğini Krala söylemiş “Beni ülkenin hazîneleri üstüne bakan yap. Çünkü ben onları iyi korur (yönetmesini) iyi bilirim demişti.” [190]
Yûsuf'un bu söyleminden, kendisini evlâd edinmiş olan Potifaj'ın, kendi yönetiminde çalıştırıp onu ekonomist bir yönetici olarak yetiştirdiği anlaşılıyor. Yûsuf çalıştığı birimde yönetim ve ekonomiyi iyi öğrenmiş, bu konuda tam bir uzman olmuştur ki Krala, kendisinin bu işi bildiğini söylüyor.
26) Bolluk zamanlarında, darlık zamanını düşünmeli, ileride baş gösterebilecek herhangi bir kıtlığa, sıkıntıya karşı tedbir almalı; ülkeyi açlıktan korumak için devlet olarak, dar günler için gıda ve ihtiyaç maddeleri stoku yapmalıdır. Nasıl ki Yûsuf da Krala, bolluk yıllarında alınan fazla ürünün bir kısmını, darlık zamanları için stok etmeyi önermişti. [191]
Peygamberimiz de ailesinin bir yıllık geçimini devlet gelirinden ayırırdı. [192]
27) Ülke yönetimini, ehil ellere vermek, birer emânet olan devlet kurumlarının başına ehil kişileri getirmek lâzımdır. Nasıl ki Mısır Kralı, ülkenin başbakanlığını, Mısırlı Olmayan, fakat emânetine ve dirayetine güvendiği Yûsuf'a teslîm etmişti. [193]
28) Öz kardeşini görmek için sabırsızlanan, fakat hiçbir zaman acele davranmayan, dâima temkinli hareket eden Yûsuf, ilk ziyaretlerinde kendisini kardeşlerine tanıtmamış, her şeyin zamanını beklemişti. Çünkü vaktinden önce kendisini tanıtmış olsaydı, işleri karıştırabilirdi. [194]
29) Yabancılara, kendi yasalarıyla hükmetmek adalet gereğidir. Yûsuf da hırsızlıkla suçlanan kardeşine, onların kendi yasalarına göre hüküm vermiş, böylece onu yanında alıkoymuştu. [195]
30) Suçlunun yerine bir başkasını cezalandırmak zulümdür. Suç, bedeli kabul etmez: “Dediler ki: 'Ey vezir onun büyük bir ihtiyar babası var! (Onun alıkonduğuna çok üzülür). Onun yerine (bizden) birimizi al; Zira biz seni iyilik edenlerden, görüyoruz.”, “Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını almaktan Allah'a sığınırız, yoksa biz zulmedenler oluruz!'dedi.” [196]
31) Hiçbir zaman Allah'tan umut kesmemek gerekir. Üzücü olaylara sabretmeli ve işlerin düzelmesini Allah'tan beklemeli, umutsuzluğa kapılmamalıdır. [197]
32) Kişi derdini Allah'a arz etmelidir. Çünkü dertlerin çaresi O'nun elindedir. [198]
33) Hiçbir hasedçinin hasedi, Allah'ın bir insana nasibettiği nîmetin önüne geçemez. İşte Yûsuf'un kardeşlerinin hasedi, onun yücelmesine engel olamamış, bilâkis onu yükselme yoluna sokmuştu. Sonunda hased edenler pişman olur: “Vallahi, Allah seni bize üstün kıldı!” derler. [199]
“Zâlimlere bir gün dedirir kudret-i Mevlâ, Tallahi lekad âserekellâhu aleynâ!”
Nitekim Kureyş'in Hz. Muhammed’e (s.a.s.) hasedi de onun, İslâm dinini yerleştirip insanlığı aydınlığa kavuşturmasına engel olamamış ve o kıskançlar sonunda ondan af ve merhamet dilemek zorunda kalmışlardı.
34) Geç de olsa gerçeği itiraf etmek fazilettir.[200] Hakkı itiraf eden, hatâsını kabul eden kimseleri mahcûbetmemeli, artık hatâlarını anıp onları ma'nen yıkmamalıdır. Nasıl ki Yûsuf, özür dileyen, üstünlüğünü kabul edip önünde küçülen kardeşlerini utandırmamış: “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi bağışlar! O, merhametlilerin merhametlisidir!” demişti. [201]
35) Allah'ın nimetine şükretmeli, nîmeti verenin Allah olduğunu bilip gönülden O'na iltica etmelidir. [202]
36) Hz. Muhammed’in (s.a.s.) bilmediği bu kıssa, öğüt ve ibret olmak için kendisine Arapça olarak vahyedilmiştir. Peygamber, kendisine vaheyedilenleri, hiçbir dünyâ menfaati, hiçbir ücret beklemeden insanlara tebliğ etmektedir. [203]
37) Hz. Muhammed 'in daveti, düşünceye, basirete dayalıdır. O, insanları basiretle, açık kanıtlarla Hak yoluna çağırmaktadır. Kendisi böyle olduğu gibi kendisine uyanlar da böyledir. Düşüncesiz hareket etmezler. Bilinçli inanır ve bilinçli olarak davet ederler. Körü körüne taklîd yolunu bırakmış, Hak'tan gelen ilim ışıklarına uymuşlardır. [204]
38) Gökte, yerde nice âyetler var ki insanlar bunları hiç düşünmez, bunların neye delâlet ettiğini anlamaz; körü körüne bunların yanından geçip giderler. Kâinat âyetlerinin, yalnız Allah tarafından yaratıldığını, Allah'tan başka hiçbir varlığın, kendinden bir gücü olmadığını; bir gücü olmayanın da tanrı olamayacağını düşündükleri için kendi kendilerine birtakım yaratıklarda tanrılık vehmederek onlara tapmazlar. [205]
39) Peygamberler de, öteki insanlar gibi birer insandır. Onların da arzuları, şehvetleri vardır. Zaten kavimlerine önder olabilmeleri için diğer insanların hissettiklerini hissetmeleri gerekir. Melek, insana lider olamaz. Çünkü meleklerin yaratılışları insanın yaratılışına benzemez. Günâh işleme eğilimleri, zaafları, bağımsız iradeleri olmayan meleklerin, insanlara örnek lider olmaları mümkün değildir. “Senden önce de şehirler halkından, yalnız kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başka elçi göndermedik.”[206] Öyle ise peygamberi melek sanmak, evlenmeyi, çocuk sahibi olmayı, öteki insanlar gibi dolaşmayı, çalışıp kazanmayı onlara yakıştırmamak, onları hatâdan masum saymak yanlıştır.
40) Kavimlerinden çok olumsuz davranışlar gören peygamberler de bazen o kadar üzüntü çekmiş, o kadar sıkılmışlardır ki kendilerinin yalancı çıkarıldıklarını sanmışlar; bu derece bir bunalım içine düşmüşlerdir. İşte tam bu sırada yetişen Allah'ın imdadı onları ve inananları kurtarıp muhaliflerini batırmıştır. “Ne zaman ki, elçiler umutlarını kestiler ve kendilerinin yalancı çıkarıldıklarını sandılar, işte o zaman onlara yardımımız geldi ve dilediğimiz kimseler kurtarıldı. Azabımız suçlular topluluğundan asla geri çevrilmez.” [207]
Demek ki bunalım karşısında üzülmek, hattâ bazen şüpheye düşmek doğaldır. Peygamber de olsa insandır, hiçbir insan bu zaaftan kurtulamaz. İnsanın en çaresiz kaldığı durumlardaki bunalımını ifade eden âyet, tam bu anlarda Allah'ın yardımının yetişeceğini de vurgulamaktadır. Gerçekten öyledir. İnsan bütün gayretine rağmen umudunu kesecek kadar bir çaresizlik içine düştüğünde birden Allah'ın yardımı yetişir:
“Nâçâr kalacak yerde, / Nâgâh açar Ol perde, / Derman eder Ol derde!
Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler!”
41) Azgın, yoldan çıkmış kavme verilecek İlâhî ceza, hiç beklenmedik bir zamanda gelir: “Onlar Allah'ın azabından, herkesi saracak bir belânın kendilerine gelmeyeceğinden veya hiç farkında değillerken ansızın o (duruşma) sâatin(in) kendilerine gelmeyeceğinden emin midirler?” [208]
42)Kur'ân'ın anlattığı peygamber kıssalarında ibretler vardır. Kur'ân, bunları hikâye için değil, ibret alınması için anlatmaktadır. Kur'ân, insanın uydurabileceği bir söz değildir. Çünkü insan uydursa, o sözün aslı olmaz. Oysa Kur'ân'ın anlattıkları, bundan önceki İlâhî Kitapta mevcuttur: “Doğru iseniz, Tevrat'ı getirip okuyun (Kur'ân'ın anlattıklarının onda mevcut olduğunu göreceksiniz).” [209]
43) O Kitabı okumayan, dilini de anlamayan bir insanın, onda anlatılanları, ona uygun biçimde, fakat bambaşka canlı bir üslûb ile anlatması, vahiyden başka bir yolla olamaz. Bu Kur'ân, inananlara yol göstermek ve rahmet için Hz. Muhammed'e vahyedilmiştir: “Bu Kur'ân, uydurulacak bir söz değildir; ancak kendinden öncekinin (İlâhî Kitabın) doğrulanması, her şeyin açıklanması, inananlar için bir kılavuz ve rahmettir!” [210]
45) Son âyetten de Kur'ân'ın, Kitap ehlinin ellerinde bulunan Kitâb'a uygun olarak indirildiği, ona ters ve aykırı olmadığı anlaşılmaktadır.
İşte Yûsuf kıssasından çıkardığımız birkaç prensip, birkaç ibret dersi. Daha nice prensipler ve ibretler vardır. Kur'ân'ın bütün kıssaları da böyledir. Onlar hikâye değil, toplumun dile getirilmiş dertleri ve bu dertlerin çareleridir. Onları okurken dikkatle üzerinde durmalı, onlar vâsıtasıyla verilmek istenen mesajları, ibretleri anlamaya çalışmalıdır. [211]
Sûrede, Yusuf’un (a.s.) gömleğini babasının yüzüne sürmesiyle, görmeyen gözlerinin açılmasından bahsedilen mûcizeyi, Mısırlı göz doktoru Abdülbâsit Muhammed düşünür. Yıllarca bundaki sırrı bulmak için bilimsel çalışmalar yapar. Sonunda bu sırrı keşfeder: Yusuf’un teri. İnsan terinde, katarakt denilen göz kusurunu iyileştiren bir özellik tesbit eder. Abdülbâsit Muhammed’in elde ettiği bu ilaç, şu anda İngiltere’de satılmakta ve katarakt tedavisinde kullanılmaktadır.
Yusuf Sûresinden Çıkan İlkeler
- Yûsuf sûresinde kitab, eğitimin merkezine alınıp Kur'ân'ın, insanın aklını kullanıp düşünmesi için indirildiği bilgisi insanlara sunulmuştur. [212]
- Yûsuf sûresinde anlatılan Hz. Yûsuf olgusu ile hedeflenen husus, Kur'ân'ın uydurulmadığını ve Hz. Muhammed'in o olguyu önceden bilmediğini ispat etmektir. [213]
- Hz. Yûsuf'a Yüce Allah, rüyada görülen olayların yorumunu öğretip ona bu özelliği, bir mu'cize olarak vermiştir. Aslında bu yorumlama yeteneğinin, sosyal olaylara karşı da kullanılabileceğine bu sûrede işaret edilmektedir. [214]
- Bu sûrede Hz. Yûsuf’un gömleği motif olarak kullanılmakta ve bu örnekle de delilin ne kadar önemli olduğu insanlığa öğretilmektedir. [215]
- Aile ilişkilerinde kardeşler arasındaki kıskançlığın nelere mal olduğu anlatılırken psikoloji ile sosyal olaylar arasındaki bağlantının sebep-sonuç ilişkisi ile kurulduğu bu sûrede anlatılmaktadır. [216]
- Zina gibi bir tehlike ile karşı karşıya kalan delikanlının Allah'a sığınması ile Allah'ın onu kurtaracağının evrensel ilkesi bu sûrede konulmaktadır. [217]
- Haklı çıkan, yani suçsuz olduğu anlaşılan birinin sosyal baskıdan dolayı haksız yere zindana atılabileceği de yine bu sûrede dile getirilmktedir. [218]
- Köle olarak satın alınan birinin devlet kÂdemelerinde nasıl yükselip en yüksek makama gelebileceği de bu sûrede anlatılmakta ve bu fırsatı veren yönetim tanıtılmaktadır. [219]
- Bütün suçsuzluğuna ve günahsızlığına rağmen insanın kendini tezkiye etmesinin doğru olamayacağı, çünkü nefsin daima kötüyü emredeceği ilke olarak bu sûrede konmaktadır. Bunun istisnası ancak. Yüce Allah'ın merhamet edeceği nefistir. [220]
- Kendisini kuyuya atan kardeşlerini affetme örneğini göstererek affetmenin erdem oluşu da burada öğretilmektedir. [221]
- Bu sûrede, Hz. Ya'kûb'un ne denli tevekkül sahibi olduğu örneklerle anlatılarak imanın tevekküle dönüşünün önemi vurgulanmakta, tevekkülün sabırla olan ilişkisi açıklanmaktadır. [222]
- Bu sûrede, kardeşler arasına şeytanın girip onları nasıl ayırdığının değerlendirmesi evrensel bir ilke olarak insanlığa bırakılmaktadır. [223]
- Bir peygamberin bile müslüman olarak ölebilmesi ve iyi insanlara katılabilmesi için Allah'a dua etmesi bu sûrede işlenmektedir. Bunun anlamı, bütün mü'minler bu duayı yapmalıdırlar. [224]
- İnsanların imana girmesi peygamberin isteğine bağlı değildir. Onların hidâyeti kulun isteği ve İlâhî takdire kalmıştır. Peygamber sadece tebliğ eder. Ama insanların çoğu yine de müslüman olmaz. İşte bu gerçeklik, burada işlenmektedir. [225]
- Peygamber Allah'a bir aydınlık üzere davet etmektedir. Din âlimi ve görevlilerinin de aynı metodu uygulamaları gerektiği yine bu sûrede önerilmektedir. [226]
- Genel olarak Yûsuf sûresinde baba ile çocuklar ve kardeşler arasındaki ilişkilere dikkat çekilmekte ve işini iyi bilen yöneticinin devlet işlerini ehline vermesinin önemi vurgulanmakta; cinsel ahlâk ve bu konudaki iftiranın neticeleri ele alınmakta; yokluk zamanları için ekonomik açıdan nasıl tedbirlerin alınacağına ışık tutulmakta ve bu konulara İlâhî müdahalenin nasıl gerçekleştiği açıklanmaktadır.
Böylece Kur’ânî eğitimde Yûsuf sûresinin ışık tuttuğu alanlar ortaya çıkmaktadır: Ahlâk, devlet idaresi, aile ilişkileri, hukuk, tevekkül ve İlâhî müdahale gibi konulara kaynaklık edecek nitelikler bu sûrede işlenmektedir. Yûsuf sûresi insan doğasının hür bir şekilde nasıl ortaya çıktığını ve nasıl bir akış izlediğini anlatmaktadır. [227]
“En güzel kıssa”[228] olması, değişik şekillerde açıklanmıştır: “En güzel” ifadesi “en şaşırtıcı, en hayret verici” anlamındadır. Bu sûrede peygamberlerin, salihlerin, meleklerin, şeytanların, cinlerin, insanların, hayvanların, kuşların, hükümdarların ve yönettikleri kimselerin tüccar, ilim adamları ve cahillerin, erkeklerin, kadınların davranışları, kadınların hile ve tuzakları söz konusu edilmektedir. Yine bu sûrede tevhid, fıkıh, siyer, rüya tabiri, siyaset, muâşeret, geçim idaresi (iktisadî hayat) ve hem dine hem de dünyaya yarayacak pek çok faydalı hususlar bulunmaktadır. Bu sûrede sevenin, sevilenin ve bunların işledikleri davranışların, gittikleri yollar söz konusu edilmiştir.
Kimi Meanî bilginleri derler ki: Yûsuf Sûresi'nin kıssaların en güzeli olmasının sebebi, bu sûrede sözü edilen herkesin sonunda mutluluğu elde etmesidir. Mesela Yûsuf'u, babasını, kardeşlerini ve azizin karısını hatırlayınız. Hükümdarın da Hz. Yûsuf'a iman edip İslâm'a girdiği, İslâm'a güzel bir şekilde bağlandığı da söylenmiştir. Rüyasının tabir edilmesini isteyen ve rüyasında efendisine şarap sunduğunu gören kişi ve yine denildiğine göre şahitlikte bulunan kişi de böyledir. Kısacası hepsinin sonuçta hayra ulaştığı görülmektedir. “Andolsun ki onların kıssalarında olgun akıl sahipleri için bir ibret vardır. O uydurulan bir söz değildir. Fakat kendisinden önce olanları doğrulayıcı, gerekli her şeyin açıklayıcısı, iman edecek bir topluluk için de hidayet ve rahmettir.” [229]
Hadis-i Şeriflerde Yusuf (a.s.)
“İnsanların en şereflisi, Allah'ın peygamberi Yûsuf’tur; o, Allah'ın peygamberinin oğludur; o da Allah'ın peygamberinin oğludur; o da Allah'ın dostunun (halîl) oğludur.” [230]
“Kerim oğlu Kerim oğlu Kerim oğlu Kerim; İbrahim oğlu İshâk oğlu Yakub oğlu Yusuf'tur.” Ve ilave etti: “Şâyet, hapiste onun yerine ben yatmış olsaydım da, sonunda bana elçi gelseydi, çıkma hususunda hemen cevap verirdim.” Rasûlullah (s.a.s.) arkadan şu âyeti okudu: “Kendisine elçi gelince, “Efendine dön de ellerini kesen o kadınların zoru neydi kendisine sor” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) devamla şunu söyledi: “Allah Tealâ'nın rahmeti Lût'a olsun, o aslında çok sağlam bir kaleye sığınmıştı. Allah ondan sonra, her peygamberi kavminden kalabalık bir cemaat içinde gönderdi.” [231]
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “İbrâhim (a.s.)' in şu sözleriyle ifade ettiği şüpheyi yaşamaya biz ondan daha lâyıkız: “Ey Rabbim ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster’ deyince, (Allah: ‘Buna) inanmadın mı yoksa?’ dedi. O da: ‘İnandım, fakat kalbimin, (gözümle görerek) yatışması için (bunu istedim) dedi.”[232] Allah, Lût (a.s.)'a rahmetini bol kılsın, aslında o çok muhkem bir kaleye sığınmıştı. Eğer, Hz. Yusuf (a.s.)'un kaldığı müddetçe hapiste ben kalsaydım, (hapisten çıkma için) dâvete icâbet ederdim.” [233]
Hadisin Yusuf’la (a.s.) ilgili kısmının açıklaması: Başta kaydettiğimiz hadisin en son kısmında Rasûlullah (s.a.s.): “Eğer Hz. Yusuf'un kaldığı müddetçe hapiste ben kalsaydım, dâvete icâbet ederdim” buyurmaktadır. Rasûlullah (s.a.s.) burada da bir başka âyete telmihte bulunmaktadır: Bilindiği üzere, Hz. Yusuf (a.s.) Mısır Meliki'nin rüyasını başarılı bir şekilde tâbir edince, mükâfaten hapisten çıkarılmasına karar verilir. Hz. Yusuf bu kararı duyar duymaz hapisten çıkma cihetine gitmez, suçsuzluğunun te'yidini, yapılan ithamdan berâ-etini taleb eder ve çıkma haberini getiren elçiye: “Efendine dön de ellerini kesen o kadınların zoru neydi, kendine sor...” der.
Mısır Melik'i kadınları toplayıp: “Yusuf'un nefsinden kâm almak istediğiniz zaman ne haldeydiniz?” (Onu size meylettiğini hissettiniz mi, intibaınız nedir?) diye sordu. Kadınlar: “Hâşâ dediler, biz onda bir fenalık görmedik.” Azizin karısı da şöyle dedi:“Şimdi hak meydana çıktı, ben onun nefsinden murad almak istemiştim. O, doğru söyleyenlerdendir, (bu işte hiçbir kabahati yoktur).”
Sarayda yapılan bu tahkikat ve tesbit edilen itiraflardan sonra Hz. Yusuf (a.s.) hapisten çıkmaya karar verir. Âyet-i kerime, bu davranıştaki, Hz. Yusuf'un kasdını kendi ağzından şöyle verir: “(Benim bu itirafı taleb etmem, Melik'in) gıyabında, kendisine hakikaten hainlik etmediğimi ve Allah'ın, hainlerin hilesini mutlaka boşa çıkaracağını onun da bilmesi içindi.” [234]
İşte Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Yusuf kıssasının bu sahnesine telmihte bulunarak: “Onun kaldığı müddet (yedi sene) hapiste ben kalmış olsaydım af haberi gelir gelmez, sabırsızlık eder bir an önce çıkmayı düşünürdüm, tahkikata dayalı bir berâat talebinde bulunmazdım” demek istemiştir.
Böylece Hz. Yusuf’u (a.s.) kuvvetli bir sabırla tavsif etmiş olmaktadır. Şârihlerin de belirttiği üzere, burada, Rasûlullah (s.a.s.) tevazu izhar buyurmaktadır. Tevâzu, büyüğün mertebesini düşürmez, bilakis artırır. [235]
Kişilik Psikolojisi Açısından Yusuf (a.s.)
Her insanın varoluşunda eksiklik duygusu bulunur. Toplumsal normlar açısından eksiklik, arzu edilmeyen bir durumdur. Bu duygu, meydana getirmiş olduğu hoşnutsuzluğa rağmen yaşanması kaçınılmaz bir gerçekliktir. Üstelik insan, hayatını devam ettirebilmek, gelişebilmek için eksiklik duygusunun güdülemesinden faydalanır. Çünkü eksikliğin fark edilmesi insan için motivasyon sebebidir. Normal eksiklik duygusundan farklı olan “değersizlik duygusu” ise, insanın kendisini diğer insanlardan daha değersiz bir varlık olarak algılaması anlamına gelir. Değersizlik duyguları yaşayan kişi, karşısında değersizlik duygularına kapıldığı kimselere yönelik bilinç dışı bir düşmanlık da yaşar.
Hayatı iniş ve çıkışlarla dolu olan Yusuf, (a.s.) yaşadığı her dalgalanmada kendisini değersizlik duygusuna kaptırmadan başarılı bir kişilik portresi çizmiştir. Daha başlangıçta kendilerini değersizlik duygusunun kucağında bulan Yusuf’un (a.s.) kardeşleri ise, en sonunda mûtedil çizgiye gelebilmişlerdir.
Yusuf’un görmüş olduğu rüya ve babası Yakub’un (a.s.) yaptığı yorumdan[236] anlaşıldığı gibi, Allah’ın Yusuf’a vermiş olduğu değerle doğru orantılı olarak babası Yakub (a.s.) da o derece fazla ilgi ve sevgi gösterir. Yusuf’a verilen değer karşısında kardeşleri değersizlik duygusuna kapılırlar. Kendilerinin daha değerli, dolayısıyla babalarının sevgisine daha lâyık kimseler olduklarını iddiâ ederler. “Çokluk ve fayda sağlama bakımından biz Yusuf ve öz kardeşinden daha üstün (değerli) olmamıza rağmen babamız, o ikisine sevgi göstererek daha fazla değer veriyor” derler. Allah, Yusuf’a vermiş olduğu nimetlerle ona değer atfetmiştir. Yusuf’un kardeşleri ise, kendi gözlerinde kendilerini daha değerli buluyorlardı. Allah’ın Yusuf’a verdiği değeri ya takdir edemiyorlar ya da bunu kabullenemiyor, hazmedemiyorlardı.
Böyle bir durum karşısında Yusuf’a karşı düşmanlık, saldırganlık eğilimine yöneliş gösteriyor, hiç olmazsa Yusuf’u değer verilen biri olmaktan uzaklaştırmak istiyorlardı. “Yusuf’u öldürün ya da onu bir yere bırakın da babamızın yüzü yalnız bize kalsın! Ondan sonra da Allah’a tevbe eder, iyi bir topluluk olursunuz. İçlerinden bir sözcü: ‘Yusuf’u öldürmeyin, onu kuyunun dibine atın, kervanlardan biri onu alıp götürsün; eğer yapacaksanız böyle yapın!’ dedi.” [237]
“Sevgi” bir tür heyecandır, duygudur. Değersizlik duygusu ise temel eğilimlerden birisidir. Yakub’un Yusuf’a sevgiyle yaklaşması ona verdiği değerin yansımasıdır. Allah Yusuf’un değerini yükselttiği için onu daha çok sevmektedir. Yusuf’un kardeşlerini bu derece çileden çıkaran baba-oğul arasındaki basit bir sevgi heyecanı değil, bu sevginin asıl nedeni olan değer vermedir. Yani Yakub, Yusuf’a fazla değer veriyor. Diğer kardeşler de değersizlik duygusuna kapılıyorlar. Bu duygunun insana yaptırmayacağı şey yoktur. Babalarının kendilerine değer vereceğinden emin olabilmek için Yusuf’un ortadan kaldırılması gerektiğini düşünüyorlar. Neticede Yusuf’un değerini düşürecek bir planı yürürlüğe koyuyorlar. Plan gereği Yusuf’u bir kuyuya atıyorlar ve tam bekledikleri gibi yolcular Yusuf’u alıp götürüyor, köle olarak satıyorlar. Yusuf’un toplumsal statüsü düşüyor, hür bir insan iken kölelik statüsüne iniyor, yani bir anlamda değer kaybediyor. [238]
Bu safhayla birlikte Yusuf’un “değersizlik duygusu” konusunda imtihanı başlıyor. Önce köle olarak satılmasıyla statü kaybına uğrar. Fakat köle de olsa bulunduğu yerde belli bir konuma sahipti: “Böylece Biz Yusuf’a o yerde güzel bir imkân verdik.”[239] Müfessirler Yusuf’a verilen güzel imkânı “meliklik” makamı[240] olarak yorumlamışlarsa da bu durum olayların akışına uygun düşmez. Yusuf’a verilen imkân “azizin evinde ona verilen imkândır.” Köle de olsa azizin Yusuf’a değer verdiğini görüyoruz: “Mısır’da onu satın alan aziz karısına: ‘Ona iyi bak, belki bize yararı dokunur, ya da onu evlât ediniriz’ dedi.” [241]
Ardından azizin karısı Yusuf’a cinsel ilişki teklif eder. Yusuf buna yanaşmaz. Kadın da iffetime saldırdı diye Yusuf’a suç isnad etmeye çalışır. Ve Yusuf, haksız yere zindana kapatılmakla cezalandırılır. Önce kölelik, sonra da haksız yere zindana atılma. Sahip olduğu statüyü de kaybeden Yusuf iyiden iyiye değer kaybına uğrar; Üstelik haksız yere.
“Kadın dedi ki: ‘İşte siz beni bunun için kınıyorsunuz! Andolsun ben kendisinden murâd almak istedim de o, iffetinden ötürü beni reddetti. Ama kendisine emrettiğimi yapmazsa, elbette zindana atılacak ve alçalanlardan olacaktır.”[242] Hırsızlarla, katillerle, kaçaklarla birlikte[243] alçaklardan[244] sayılacaktır. Alçalanlardan olmak, değer ve statü kaybından başka bir şey değildir. Yusuf bu konumda uzun müddet zindanda kalır.
Zaman içinde gelişen olaylar Yusuf’u yeniden üstün bir mevkîye getirir. Toplum içerisinde saygın, itibarlı, kendisine değer verilen bir kişi olur. “Kral: ‘Onu bana getirin’ dedi, ‘onu kendime özel dost yapayım!’ Kendisiyle konuşup ondaki olgunluğu görünce Yusuf’a: ‘Sen dedi, artık bugün yanımızda mevkî sahibi, güvenilir bir kimsesin. Yusuf krala: ‘Beni ülkenin hazineleri üstüne yetkili kıl. Çünkü ben (onları) iyi korur, yönetmesini iyi bilirim’ dedi. Böylece Biz Yusuf’a o ülkede iktidar verdik…” [245]
Serüvenin sonunda kardeşleri bile Yusuf’un üstünlüğünü itiraf ettiler, belki de daha önce içine düşmüş oldukları değersizlik duygusundan kurtuldular. Değersizlik duygusunun dürtmesiyle işlemiş oldukları hatadan dolayı pişman oldular. “Vallahi dediler, Allah seni bizden üstün kıldı. Doğrusu biz suç işlemiştik!” [246]
Kişi, varoluşunun getirdiği sorunlara güvenli ve gerçekçi bir biçimde yaklaşabildiği oranda güvensizlik duygusu yaşamaz. Yenilgiyi de başarı gibi hayatın doğal bir parçası olarak değerlendirdiği için karşı karşıya geldiği şartlardan ve kendisi ile ilgili gerçeklerden kaçmaz. Gerek iç dünyasından gelen çaresizlik hissi, gerekse dışarıdan zorlayan etkenler karşısında yapıcı çabalar geliştirmesini bilir. Kendisinin ve diğer insanların ortak özelliklerine ve amaçlarına uygun değer yargılarına sahip oldu için tutarlı bir kişilik ortaya koyar.
Yusuf’a verilen “hüküm ve ilim”, Allah’ın otoritesine olan bağlılığı,[247] değersizlik duygusuna kapılmasına neden olabilecek şartlarda ona destek olmuş, üstünlük eğiliminin taşkınlığa yol açabileceği durumlarda onu dizginlemiştir. Kardeşleri ise güdü ve eğilimleriyle hareket etmişler, alt-ben’in sınırsız isteklerine kulak vermişlerdir. Onların bu halini babaları Yakub dile getirirken şöyle der: “Herhalde nefislerini sizi aldatıp kötü bir işe sürükledi.” [248] Yani nefsiniz bunu yapmayı size kolaylaştırdı, gözünüzde basitleştirdi.
Yusuf kıssasında kişilik açısından önem arzeden bir diğer husus da cinsel güdünün kontrol altına alınmasıdır. Cinsel güdü, fizyolojik güdülerin en önemlilerindendir. Yusuf, cinsel güdünün kontrol altına alınması ve değer yargılarının, sosyal normların meşrû sınırlarını aşmaması yönünde geliştirdiği mükemmel kişilikle insanlığa model olmuştur. En zor, kritik anlarda bile kendisini cinsel güdünün dürtüsüne bırakmamış, üst-ben’in sesine kulak vererek, İlâhî otoriteden güç alarak, değer yargısı olarak çizilen sınırların dışına çıkmamıştır. Cinsel güdünün sınırsız doyum arayışıyla üst-ben’in buyurucu gücü karşı karşıya geldiğinde üst-ben gâlip gelmiştir.
“Yusuf’un evinde kaldığı kadın, onun nefsinden murâd almak istedi ve kapıları kilitleyip: ‘Haydi gelsene!’ dedi. Yusuf: ‘Allah’a sığınırım, o benim Rabbimdir, benim yetişmemi, yerleştirilmemi güzel yaptı (efendim bana güzel baktı). Zâlimler iflâh olmazlar!”[249] Şartlar öylesine uygun bir durum arzediyor ki, Yusuf’un kadınla cinsel ilişkiye girmesi için her şey hazır ve cinsel ilişkiye girmesini engelleyecek hiçbir durum yok. Fakat Yusuf’un üst-ben’ine hâkim olan İlâhî otorite ve otoritenin buyurduğu değerler bu cinsel ilişkiye mâni oluyor.
“Andolsun, kadın onu arzu etmişti, eğer Rabbinin doğruyu gösteren delilini görmeseydi o da onu arzu etmişti. Böylece Biz kötülüğü ve fuhşu ondan çevirmek istedik; çünkü o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandır.”[250] Onlardan her biri insan doğasının ve yaratılış kanunun bir gereği olarak cinsel açıdan birbirine eğilim duydu. Fakat Yusuf bizzat irâdesini kullanarak bu işe niyet etmedi. Yusuf eğer kadına karşı ilgi duyacak biri olmasaydı, diğer insanlara örnek olamazdı. Alt-ben cinsel eğilim gösterdi, fakat değer yargılarına uymadğı için üst-ben derhal devreye girdi. Yusuf’un üst-ben’i çok sağlamdı, kaypak değildi. İlâhî otoriteyi ve O’nun emrettiği değerleri kabul ve itaatte son derece samimi ve ihlâslıydı.
Alt ben, üst ben tarafından kontrol altına alınmazsa sınırsız doyum arar. Bu da değerler açısından kötülüğe dâvetiye çıkarır. Eğer iyinin-kötünün ölçüsünü koyan ve bunları buyuran bir üst ben varsa kişilik, değerler doğrultusunda gerçekleşir. “(Bununla beraber) Nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis, aşırı şekilde kötülüğü emreder. Rabbim acıyıp korumuş başka. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, pek merhamet edendir.”[251] Doğası gereği nefis (alt ben) şehvetlere, arzulara eğilim duyar. Fakat merhamet edip koruduğu nefsi Allah bu durumdan alıkoyar. [252]
Kur’an “zinâ etmeyin!” yerine, “Zinâya yaklaşmayın!”[253] der. Haram bakışlar, insanı zinâya yaklaştırır. İnsan, ancak imanı derecesinde gözlünü haramdan koruma irâdesi gösterebilir. Kur’ânî emirlerden özellikle biri, açık-saçıklığın kol gezdiği, çıplak vücutlar karşısında akılların baştan gittiği, hayâsızca gözler önüne serilen vücut hatları karşısında kalplerin nefsin hevâlarına esir edildiği bir ortamda, akıl, kalp ve rûhuna rağmen gözlerini âdî bir röntgenci duruman düşürenler için mânidar dersler taşır: “Mü’min erkeklere söyle: ‘Gözlerini harama kapasınlar, ırzlarını da korusunlar. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır.”[254] Âyet, iman vurgusu taşır. Gözünü haramdan korumanın ancak mü’min için sözkonusu olduğuna, onun da bunu imanı derecesinde başarabileceğine işaret edilir. Yaratıcısını ve sahibini tanımayan biri, gözün kendisine Rabbi tarafından verilmiş bir emânet olduğunu hiç mi hiç tanımaz. Gözü emânet olarak tanımayan biri, elbette, onu emânet sahibinin emir ve izni dâhilinde kullanma yükümlülüğünü de değerlendirmez. Böyle biri, aksi halde emânete ihânet edeceğini de düşünmez. Sonuç olarak, bu kimsenin gözünü haramdan koruma sözkonusu olamaz.
Aynı şekilde, bir Yaratıcı’ya inandığı halde, o inancı hayatına taşımayan; yalnızca kendini darda hissettiği anlarda bir “emniyet sübabı” veya bir “yedek lastik” olarak o imana müracaat eden bir gaflet ehli de bu emre kulak asmayacaktır. İstese bile, asamayacaktır. Çünkü, iç dünyasını her dâim o Yaratıcının huzurunda olma şuuruyla diri ve uyanık kılmayan biri, vitesi boşalmış bir araba yahut dümensiz bir kayık misâlidir. Eğime ve akıntıya uyar, nefis ve hevâsı onu nereye sürüklerse, oraya sapar. Vicdanı onu Yaratıcının emri ve de âhiret konusunda uyarsa bile, bunun bir faydası olmaz. Çünkü, âhiret o gaflet ânında çok uzaklarda gözükür. Oysa, önünde nefsinin iştihâsını kabartan bir manzara vardı. Ve nefis, tam bir miyoptur; yalnız önündekini görür, ileri görmez, âhireti düşünmez.
Bu “gözünü haramdan koruma” emrinin mânidar veçhesi, öncelikle içe dönük bir çabayı emrediyor olmasıdır: “Sen gözünü koru!” Bu, Kur’an’ın önceliği insana veren, düğümü fertlerde çözen genel üslûbunun mânidar bir yansımasıdır. Çünkü, problemin kökü, “dış dünyada” değil; içimizdedir. İç dünyası muhkem, iman kalesi sağlam olan biri, tüm dünya haram tablolarla dolu olsa bile, sarsılıp sapmayacaktır. Dış dünyada nice haram mevcut olsa bile, imanın içerdiği hayâ, şuur ve uyanıklık hali içinde, Rabbinin huzurunda olduğundan gaflet edip, kendini pazarlayan süflîlerin, rezil cıvıkların peşine düşmeyecektir. Hayâsı, edebi, sabrı ve sebâtı, tabii her şeyden önce imanı buna izin vermeyecektir.
Nitekim Yusuf (a.s.) kıssası, bunun bir örneğidir. Önünde kendini tüm zînetleriyle sunan bir dünyalar güzeli, bir först leydi karşısında, Yusuf’un tavrı, gözünü ve sırtını dönmek olmuştur. Yusuf (a.s.), Kur’an’da övgüyle aktarılan bu haliyle, tüm insanlığa şu dersi vermektedir: İnsan, eğer “gözünün sahibi”ni tanır ve O’nun emrini hakkıyla bilirse, en “baştan çıkartıcı” manzara bile onu baştan çıkartamaz. Zâten Yusuf kıssasının bir örneğini oluşturduğu tüm peygamber kıssaları, gün gelip koca bir toplumu kendi yolunun yolcusu kılan nebîlerin, yola tek başına koyulduklarını açık açık ortaya koymaktadır. Her bir peygamber, fatratların bozulduğu, Allah’ın ve âhiretin unutulduğu, insanların hevâlarının istediği gibi davrandığı bir ortamda gelmişlerdir. Ortam onları değiştirmemiş, bozulmuş bir ortamda birer iman anıtı olarak sarsılmadan kalmış; sergiledikleri imanî şuur ve irâde ile onlar ortamı değiştirmişlerdir.
Nur sûresinin 30. âyeti, mü’min erkeklere “gözlerini haramdan sakınma”yı emrettikten sonra, ikinci bir emir daha verir: “ferclerini/ırzlarını koruma.” Bu da, mânidar bir husustur. Zira, ferclerin zinâya düşmesinin ilk basamağı, gözlerin harama bakışıdır. Göz harama kaydığında, irâde hükümsüz kalmış ve akıl nefsin çekim alanına girmiş demektir. Gözü harama kaydıran nefis, bu haram yolculuk nihâyete ulaşmadan teskin olmayacaktır. Gözü rabbinin emâneti bilip, öylece kullanmaktan uzaklaşmanın varacağı yer, fercin de, Rabbin emâneti olduğundan gafletle bir zinâ âleti deresine/seviyesizliğine düşürülmesidir. İsrâ sûresi, 32. âyetindeki “zinâya yaklaşmayın!” emrinin de dikkat çektiği gibi, tüm şehvânî şeylerde en kritik husus, yaklaşmaktır. [255]
Züleyha; Hz. Yusuf’un Büyük İmtihanlarından Biri
Kur'ân-ı Kerîm'de Yûsuf sûresinde anlatılan Yusuf kıssasında (hikâyesinde) söz konusu edilen kadın.
Züleyhâ kelimesi, Farsça bir isimdir. Arapça şekli ise, Zelihâ'dır. Kelime olarak her iki şekilde de okunabilir ve her iki şekildeki okunuş da doğrudur. Farklılık, hareke değişikliğine dayanmaktadır. Bazı kaynaklara göre onun gerçek adı, Râîl'dir. [256]
Kur'ân'da Züleyha ismen geçmemektedir. Ancak, Yusuf kıssasında, baştan sona Yusuf (a.s.) ile beraber anılmıştır. Kur'ân'daki Yusuf ile Züleyha'nın hikâyesi, Yüce Allah tarafından kıssaların, hikâyelerin en güzeli olarak haber verilmiştir.
“Biz bu Kur'ân'ı vahyetmekle, sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz.” [257]
Yusuf (a.s.) kardeşleri tarafından kuyuya atılmış, oradan geçen yolcular tarafından kuyudan çıkarılmış ve Mısır'a götürülerek köle olarak satılmıştır. Mısır'da onu satın olan kimse hanımına; “Ona güzel bak, belki bize faydası olur yahutta onu evlat ediniriz’ dedi.”[258] İşte bu hanım, Züleyhâdır. Yusuf'u ilk gördüğünden itibaren, onun güzelliğinden etkilenerek ona âşık oldu. Yusuf'a çeşitli tekliflerde bulundu fakat Yusuf onun tekliflerini her seferinde reddetti. Ancak Züleyhâ teklifinde ısrar ederek ona zorla sahip olmak istedi. Yusuf ondan kurtulmak için kapıya doğru koşarken, kapıda efendisi ile karşılaştı. O zaman Züleyhâ, Yusuf'un kendisine sataştığını söyledi. Fakat Yusuf'un gömleği arkadan yırtıldığı için, onun suçsuzluğu ve Züleyhâ'nın suçlu olduğu ortaya çıktı.
Kadınlar arasında Züleyhâ için dedikodular çıkınca, o kadınlara bir ziyâfet vererek Yusuf u bir münasebetle onlara göstermiştir. Kadınlar Yusuf'un bu güzelliği karşısında ona bakakalmışlar ve ellerindeki meyve yerine, parmaklarını kesmişlerdir. Ondan sonra da Züleyha'ya hak vermişlerdir. [259]
Bazı rivâyetlere göre, Züleyhâ'nın kocası vefât ettikten sonra Allah'ın irâdesi ile eski güzelliğini kazanmış ve Yusuf (a.s.) ile evlenmiştir. Yusuf (a.s.) ile evlendiği zaman, bakire olduğu anlaşılmıştır. [260]
Fakat bu rivâyetin ciddi bir temeli, dayanağı yoktur. Bu rivâyet, daha çok edebî hikâye türlerine uymakta ve dayanmaktadır. Aslına bakıldığı zaman, Züleyhâ iyi bir izlenim bırakmamıştır. Kur'ân'daki âyetlerden anlaşıldığına göre, Züleyhâ, Yusuf’u (a.s.) yoldan çıkarmak için her türlü şeytanî yola başvurmuştur. Onu, Allah yolundan, doğruluktan, haktan saptırmak için uğraşmıştır. Bunun için yalan söylediği ve çeşitli hilelere başvurduğu âyet ile sabittir. Bir peygamberin böyle bir hanımla evlenmesi, onun izzetini zedeler. Yusuf’un (a.s.) onunla evlenmesi, şu meâldeki âyete de ters düşmektedir:
“Kötü karakterli kadınlar öyle erkeklere, kötü karakterli erkekler öyle kadınlara. Temiz karakterli kadınlar, öyle erkeklere ve temiz karakterli erkekler öyle kadınlara...” [261]
Buna göre doğru olanı, Yusuf’un (a.s.) neticede Züleyhâ ile evlenmemiş olmasıdır. [262]
Hz. Muhammed’in (s.a.s.) hadislerinde, Züleyhâ hakkında bilgiye rastlanmamaktadır. Ancak bir seferinde Rasûlüllah (s.a.s.) ondan “Yusuf'un arkadaşı” diye bahsetmiştir. [263]
Züleyhâ, Kur'ân'ın ibret için sunduğu Yusuf (a.s.)'ın kıssasında yer aldığına göre, onun hakkında bilgi veren âyetlerde hikmetler vardır. İnsanların Züleyhâ hakkındaki bu bilgilerden çeşitli dersleri almaları gerekir. [264]
Kişiyi sevdiğinde kaybeden bir sevgi üretici değil, tüketici bir sevgidir. Züleyha’nın Yusuf’a (a.s.) olan sevgisi gibi. Hem kendisi tükenir hem de karşısındakini tüketir. Çünkü o sevdâya kara çalınmıştır, kontrolden çıkmış, “ak sevdâ” iken “kara sevdâ” olmuştur. Kur’an’da Züleyha için geçtiği gibi yakıp tüketen bir şey olmuştur: “Sevdâ onun bağrını yakmış, dediler.”[265] Evet, onu tüketmiş, o da kendisini tüketenden intikam almak istemiştir. Tabii bu intikam dönüp onu tüketmek biçiminde gösterecektir kendini. Onca sevgisine rağmen mi? Evet, onca sevgisine rağmen yapmak isteyecektir bunu. Böylesine bir sevgi kimse için meşrû değildir. Meşrû sevgi, aklı baştan almaz, tersine aklı lâyık olduğu yere koyar. [266]
İslâmî hiçbir kaynağa dayanmadan böyle bir kadının Yusuf (a.s.) ile evlenmiş olduğu gibi bir rivâyetin uydurma olduğunu, bu rivâyete itibar etmenin çok yanlış olduğunu belirtelim. Ayrıca özellikle Osmanlı Divan ve Halk Edibiyatında Yusuf ile Züleyha mesnevî ve halk hikâyelerinin son dönemlerde bu konuyla ilgili roman ve filmlerin ilginç bir aşk hikâyesinden öte bir mesaj içermeyen bir mâcera anlatımı olduğunu, bu tür anlatımlarla şuurlu mü’minlerin prim vermemeleri gerektiğini hatırlatmış olalım. Yusuf’un (a.s.) yüz güzelliğini, diğer güzelliklerinin çok önüne çıkaran değerlendirmenin de hedonist/zevkçi ve materyalist bakış açısı olduğunu ifade edelim.
Hz. Yusuf’un Sınavları ve Biz
Peygamber çocukluğundan yetim konumuna, asil bir aileye mensup özgürlükten köleliğe, kölelikten krallığa/devlet başkanlığına, zindandan saraya, çölden Mısır’a dönüşen bir hayat. Onca musibetlerle sınanma, çile ve ayrılık…
Kardeşleriyle imtihan (Kıskançlık ve sûikastle), haksız yere zindana ve kuyuya atılmakla imtihan, först leydi ile imtihan; Kadınla, cinsellikle sınav, zâlim devletle, yalnızlıkla, vatandan ve ailesinden ayrılmakla, gurbetle imtihan, iftira ile, çamur atılma ile ve belki en zoru olan mülkle, devletle, makamla, yöneticilikle, krallıkla imtihan. Zenginlikle, şan ve şöhretle, güzellikle/yakışıklılıkla sınanma, intikam alma gücü olduğu halde affedip etmeyeceğinin denenmesi ile. Entrikalar, tuzaklar, hile ve düzenlerle sınanma ile…
Yusuf’un (a.s.) imtihanları hicret ve inkılâp/devrim destanlarıdır. Allah’a iman, O’na dayanıp güvenme, O’na kulluk, sonucu zafere ulaşma ve kavmini de Filistin’den Mısır’a hicretle başlayıp yüzlerce sene huzur ve şerefle yaşatacak bir kurtarış…
Bugünün dâvâ adamları, muvahhid ve mücâhid özellikleriyle öne çıkan güzel ahlâklı, şuurlu mü’minler de Yusuf’un imtihanlarından alınlarının akıyla çıkarsa, Yusuf (a.s.) gibi dünyada devlete, âhirette cennete kavuşmalarını ümit edebilirler. Allah, peygamberlerini bile bunca sınava tâbi tutmadan ve imtihanlarını başarmalarını beklemeden netice vermiyor; Allah’ın sünneti (sünnetullah, Allah’ın değişmez yasaları) böyle. Öyleyse zafer ve felâh için, devlet ve cennet için, bunlara giden yolu açacak olan Allah için, O’nun rızâsını kazanmak için haydi sınava, sınavlara!
Bırakın kendini en uygun şartlarda çağıran först leydilere Allah korkusundan dolayı iltifat etmemeyi, sokak ve caddelerdeki bayanlara karşı gözlerini koruyamayan, tv.nin “bak bana” çağrısına “hayır!” diyemeyen; ailesiyle (Yusuf gibi kardeşleriyle ya da annesi-babasıyla, eşi veya çocuklarıyla) imtihanını kolayca kaybeden, bu konudaki sıkıntılara müslümanca çözümler bulamayan; kendine karşı sergilenen haksızlıklara, suçlamalara, suçsuz yere (kuyu gibi) kendi izbe köşesine atılmaya, baskıyla-hapisle yıldırılma çabalarına karşı, iftiralara ve çamur atmalara karşı müslümanca direnç gösteremeyen; anadan-babadan, vatandan hicret zorunda kaldığında, elinden insanî/İslâmî özgürlüklerinin alınmak istenip köleleştirmeyle karşı karşıya bırakıldığında, zâlim devletin hile ve baskısıyla karşılaştığında nihâî tercihini Allah’tan, O’nun rızâsından yana yapmakta zorlanan Yusuf adayları, Yusuf’luğa soyunmadan devlet ve cenneti giyinemeyeceklerini bilmelidir!
“Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş kimselerin başlarına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu ve öyle sarsıldılar ki Peygamber ve onunla beraber iman edenler nihâyet ‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ dediler. İşte o zaman (onlara), ‘Şüphesiz Allah’ın yardımı yakın’ (denildi).” [267]
Yusuf gibi iffet, sabır, metânet ve vakar timsâli olmak düşüyor gençlerimize. Tüm fitneleriyle bize saldıran dünyanın aldatıcı güzelliğine meyletmeden onun gömleğimizi arkadan yırtacağı şekilde iman ve ahlâkımıza saldırılarını püskürten bir yiğitlik gerekiyor. Bu uğurda zindan da olsa bedelleri ödemeye hazır bir bilinç. Yusufca fedâkârlığa hazır iman ve ahlâk şuuru, âhirette sonsuz ödüllere ulaştıracağı gibi, avans olarak dünyada da sultanlıklarla taçlandıracaktır sahibini.
Yusuf gibi yiğitlerden olamayan ümmete en azından Ya’kub olmak düşüyor. Gençlerimiz Yusuf gibi güzel, onun gibi sınavlarını başaranlardan değilse bile, gözü yolda bekleyen, beklemekten gözleri yorulup bozulan ümmetin Ya’kub sabrını, ümid ve cehdini taşıması gerekiyor. “…Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin…”[268]; “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer gerçekten iman etmişseniz üstün gelecek olan sizsiniz.” [269]
Selâm olsun Yusuf’a, Yusuf gibi güç sınavlardan alnının akıyla çıkan güzel insanlara…
Yusuf (a.s.) ile İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Yûsuf İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 27 Yerde): 6/En’âm, 84; 12/Yûsuf, 4, 7, 8, 9, 10, 11, 17, 21, 29, 46, 51, 56, 58, 69, 76, 7, 80, 84, 85, 87, 89, 90, 90, 94, 99; 40/Mü’min, 34.
B- Ya’kub (a.s.) İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 16 Yerde): 2/Bakara, 132, 133, 136, 140; 3/Âl-i İmrân, 84, 4/Nisâ, 163; 6/En’âm, 84; 11/Hûd, 71; 12/Yûsuf, 6, 38, 68; 19/Meryem, 6, 49; 21/Enbiyâ, 72; 29/Ankebût, 27; 38/Sâd, 45.
C- Yusuf (a.s.) İle İlgili Konular
a- Yusuf’un (a.s.) Kıssasını Anlatan Âyetler: 12/Yûsuf, 3-102.
b- Yusuf (a.s.) Ya’kub’un (a.s.) Oğludur: 12/Yûsuf, 4-6, 100.
c- Yusuf (a.s.)’a Peygamberlik Verilmiştir: 6/En’âm, 84; 12/Yûsuf, 4-6 21-22.
d- Yusuf’un (a.s.), Babası Hz. Ya’kub’a Gördüğü Rüyayı Anlatması: 12/Yûsuf, 4-6, 100.
e- Yusuf’u (a.s.), Kardeşlerinin Kıskanması ve Öldürme Girişimleri: 12/Yûsuf, 7-18.
f- Yusuf’un (a.s.) Atıldığı Kuyudan Kurtulması ve Mısır Azizine (Maliye Bakanına Satılması: 12/Yûsuf, 19-21.
g- Yusuf (a.s.)’a Allah’ın Rüya Tabirini Öğretmesi: 12/Yûsuf, 21-22
h- Yusuf’un (a.s.) Mûcizeleri: 12/Yûsuf, 36-37, 41-43, 47-49.
i- Yusuf (a.s.) ile Zeliha’nın Kıssası: 12/Yûsuf, 22-35
k- Yusuf’un (a.s.) Zindana Atılması ve Zindan Hayatı: 12/Yûsuf, 35-37
l- Yusuf’un (a.s.), Zindan Arkadaşlarının Rüyasını Tabir Etmesi: 12/Yûsuf, 41-42.
m- Yusuf’un (a.s.), Zindan Arkadaşlarını Hakka Dâveti: 12/Yûsuf, 36-40.
n- Yusuf’un (a.s.), Mısır Padişahının Rüyasını Tabir Etmesi ve Zindandan Kurtulması: 12/Yûsuf, 43-54.
o- Yusuf’un (a.s.), Mısır Kralından Hazineyle İlgili Görev İstemesi: 12/Yûsuf, 54-56
p- Yusuf’un (a.s.) Mısır’ın Hazinelerinin Başına Geçmesi ve Kardeşleriyle Kıssası: 12/Yûsuf, 54-93.
r- Yusuf’un (a.s.), Kardeşlerinden Bütün Ailesini Kendine Getirmelerini İstemesi ve Ailesine Kavuşması: 12/Yûsuf, 93-102.
s- Yusuf’un (a.s.) Kıssasında İbretler Vardır: 12/Yûsuf, 7.
[1] 12/Yûsuf, 4-7
[2] 12/Yusuf, 7
[3] 12/Yûsuf, 3
[4] 11/Hûd, 71
[5] 38/Sâd, 45
[6] 3/Âl-i İmrân, 93
[7] 12/Yûsuf, 8
[8] 12/Yûsuf, 6
[9] 12/Yusuf, 5-6
[10] 12/Yûsuf, 100
[11] 12/Yusuf, 8-9
[12] 5/Mâide, 27
[13] 5/Mâide, 30
[14] 12/Yûsuf, 17-18
[15] 12/Yûsuf, 68
[16] 12/Yûsuf, 19-20
[17] 12/Yûsuf, 21
[18] 12/Yûsuf, 21
[19] 12/Yûsuf, 21
[20] 12/Yusuf, 22
[21] 12/Yusuf, 23-24
[22] 12/Yusuf, 53
[23] 12/Yusuf, 25
[24] 12/Yusuf, 26
[25] 12/Yûsuf, 26-28
[26] 12/Yûsuf, 29
[27] 12/Yûsuf, 30
[28] 12/Yûsuf, 31-32
[29] 12/Yûsuf, 32
[30] 12/Yusuf, 50-51
[31] 12/Yusuf, 33-35
[32] 12/Yusuf, 36
[33] 12/Yusuf, 37-40
[34] 12/Yusuf, 37
[35] 12/Yusuf, 41-42
[36] Cengiz Duman, Hz. Yusuf’un Mücadele Örnekliği, Haksöz 56, Kasım 95
[37] 12/Yûsuf, 50
[38] 12/Yûsuf, 54-56
[39] 12/Yûsuf, 54
[40] 12/Yûsuf, 56
[41] 12/Yûsuf, 100
[42] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, Bap 41, cümle no: 37-44, s. 42
[43] C. Duman, a.g.m.
[44] 12/Yûsuf, 54
[45] 12/Yûsuf, 55
[46] 12/Yûsuf, l00
[47] 12/Yûsuf, 72
[48] 12/Yûsuf, l00
[49] 12/Yûsuf, 56
[50] Tekvin, 4l: 40-45
[51] 12/Yûsuf, 27, 51, 46
[52] 12/Yûsuf, 40
[53] 12/Yûsuf, 39
[54] Mevdûdî, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Y., 2. baskı, İst. 1991, c. 2, s. 471-473, 12/54. âyetin tefsiri
[55] 12/Yûsuf, 56
[56] 12/Yûsuf, 100
[57] H. Polano, sh. Lll; Mevdûdî, A.g.e., c. 2, s. 474-475, 12/56. âyetin tefsiri
[58] 12/Yûsuf, 100
[59] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 18: 2-3
[60] Tekvin, 23: 7
[61] Tekvin, 23:12
[62] Esther, 3: l-2
[63] Talmud'tan Seçmeler, Polano, sh. l72
[64] Mevdûdî, A.g.e., c. 2, s. 495-496, 12/100. âyetin tefsiri
[65] 12/Yûsuf, 58-60
[66] 12/Yusuf, 87
[67] Cengiz Duman, Haksöz 56, s. 38
[68] 12/Yûsuf, 76
[69] 12/Yûsuf, 76
[70] Mevdûdî, A.g.e., c. 2, s. 482-485, 12/76. âyetin tefsiri
[71] Mevdûdi, Tevhid Mücadelesi, c. 1, s. 517-518
[72] 12/Yusuf, 39-40
[73] bk. Ahmet Önkal, Rasûlullah’ın İslâm’a Dâvet Metodu, Esra Y., s. 199
[74] 12/Yusuf, 36
[75] Mevdûdi, Tefhimu’l Kur’an, c. 2, s. 462
[76] Seyyid Kutub, Fî Zılâlil Kur’an, c. 8, s. 400
[77] A. Önkal, a.g.e., s. 131
[78] Mevdûdi, Tefhim, c. 2, s. 463; Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, Şafak Y., s. 87-89
[79] Elmalılı, IV, 2841
[80] İbn Sa'd, Tabakat, n, 142
[81] İbn Kesîr, es-Sîre, III, 570
[82] 12/Yusuf, 7
[83] 14/İbrâhim, 4
[84] 2/Bakara, 185; 3/Âl-i İmrân, 138; 34/Sebe', 28; ayrıca bk. 13/Ra'd, 37
[85] bilgi için bk. 39/Zümer, 28
[86] Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât, "kss" md.
[87] Zemahşerî, II, 300-301; Râzî, XVIII, 85; Esed, II, 454-455
[88] İsrail ve İsrâiloğulları hakkında bilgi için bk. 2/Bakara 40, 132; 4/Nisâ, 153-161
[89] Buhârî, Tefsir 12/2
[90] 18/135
[91] İhyâ, IV, 504-505
[92] ayrıca bk. 12/Yusuf, 44
[93] Umur Günay, Âşık Tarzı Şiir Geleneği, s. 104
[94] bilgi için bk. İlyas Çelebi, Rüya, İFAV Ans. IV/29
[95] Buhârî, Ta’bîr 2-4
[96] Buhârî, Ta’bîr 3
[97] bk. 12/Yusuf, 43; Elmalılı, IV/2865
[98] Buhârî, Bed’ü’l-vahy 3
[99] Şevkânî, III/6
[100] 5/Mâide, 20
[101] Şevkânî, III/6
[102] İbn Aşûr, 12/222
[103] Râzî, 18/92
[104] Taberî, 12/93
[105] âyet 89
[106] Râzî, 18/99
[107] Taberî, 12/97-98
[108] Râzî, 18/106
[109] Tekvin, 37-36, 39/1; İbn Âşûr, 12/245
[110] 12/Yusuf, 30, 51
[111] 12/Yusuf, 78
[112] Kurtubî, IX, 158; İbn Kesîr, IV, 306; İbn Âşûr, XII, 245; Ömer Faruk Harman, "Yûsuf, İFAV Ans., IV, 507
[113] Zemahşerî, II/310; Şevkânî, III/13
[114] 12/Yusuf, 101
[115] Zemahşerî, II/312
[116] Tefhimu’l Kur’an, II/454
[117] Şevkânî, III/23-24
[118] İbn Âşûr, 12/271
[119] İbn Âşûr, 12/276
[120] Taberî, 12/132
[121] İbn Kesir, IV/317
[122] Şevkânî, III/34
[123] bk. Ahmet Suphi Fırat, Yusuf, İA, 13/441
[124] Esed, II/464-465; İbn Âşûr, 12/280
[125] 2/Bakara, 49
[126] Rüya ve rüya yorumu için ayrıca bk. 12/Yusuf, 4-6
[127] Buhârî, Tefsir 12/5
[128] bk. Taberî, XII, 140, XIII, 2; Zemahşerî, II, 328; Begavî, II, 430
[129] İbn Kesîr, IV, 319 vd.; Reşîd Rıza, XII, 323; İbn Âşûr, XII, 292
[130] Müslim, İmâre 3/14
[131] Müslim, İmâre 3/13
[132] Buhârî, Enbiyâ 19
[133] Müslim, Selâm 41-42; göz değmesi hakkında ayrıca bk. 68/Kalem, 51
[134] Râzî, 18/172
[135] Râzî, 18/177
[136] Şevkânî, III/42
[137] bk. 13/23-24
[138] âyet 10; Taberî, 12/93
[139] 18/195
[140] Buhârî, Ezân 155
[141] Râzî, 18/206
[142] Geniş bilgi için bk. Hak Dini Kur’an Dili, IV/2921 vd.
[143] Râzî, 18/210-211
[144] velî hakkında bilgi için bk. 2/Bakara, 257; 4/Nisâ, 2, 138-140; 6/En’âm, 14
[145] Râzî, 18/216
[146] gayb hakkında bilgi için bk. 2/Bakara, 3
[147] 31/Lokman, 25
[148] 16/Nahl, 57
[149] 39/Zümer, 3
[150] 9/Tevbe, 30
[151] 6/En’âm, 100
[152] Esed, II/481
[153] ayrıca bk. 16/Nahl, 125
[154] 6/En’âm, 8
[155] krş. 3/Âl-i İmrân, 42; 11/Hûd, 71); 28/Kasas, 7; 66/Tahrîm, 11-12
[156] İbn Kesir, IV/346
[157] Râzî, 18/226; Şevkânî, III/57
[158] İbn Kesîr, IV/346
[159] Buhârî, Tefsir 12/6
[160] Râzî, 18/226
[161] Şevkânî, III/58
[162] âyet 7
[163] âyet 18
[164] âyet 64
[165] âyet 86-87
[166] âyet 67
[167] geniş bilgi için bk. Orhan Çeker, Halvet, DİA, 15/384
[168] âyet 33
[169] âyet 90
[170] âyet 56
[171] Kur’an Yolu, Türkçe Meal ve Tefsir, DİB Y., c. 3, s. 201-244
[172] Buhârî, Bed'u'1-Vahy 3, Tefsir, sûre 96/1; Ta'bîr 1; Müslim, îmân 252; Ahmed bin Hanbel, Müsned 6/153, 232
[173] 2/Bakara, 216
[174] 12/Yûsuf, 8-9
[175] 12/Yûsuf, 12
[176] 12/Yûsuf, 20
[177] 12/Yûsuf, 21-22
[178] 12/Yûsuf, 23
[179] 23-24’üncü âyetler
[180] 12/Yûsuf, 24
[181] 12/Yûsuf, 28
[182] 12/Yûsuf, 30
[183] 12/Yusuf, 37-40
[184] 12/Yûsuf, 41
[185] 12/Yûsuf, 36, 41-42
[186] 12/Yûsuf, 43-49
[187] Buhârî, Ta'bîr 4, Enbiyâ 11, 14; Tefsîr sûre 12/5; Müslim, Îmân 228, Fedâilu's-sahâbe 152; Tirmizî, Tefsîr Sûre 12/1, Ahmed bin Hanbel, Müsned 6/326, 332
[188] 12/Yûsuf, 53
[189] 12/Yûsuf, 51-52
[190] 12/Yûsuf, 55
[191] 12/Yûsuf, 47-49
[192] Buhârî, Magâzî 14
[193] 12/Yûsuf, 55-56
[194] 12/Yûsuf, 59-69
[195] 12/Yûsuf, 76
[196] 12/Yûsuf, 78-79
[197] 12/Yûsuf, 18, 83, 87
[198] 12/Yûsuf, 86
[199] 12/Yûsuf, 90-91
[200] 12/Yûsuf, 91
[201] 12/Yûsuf, 92
[202] 12/Yûsuf, 101
[203] 12/Yûsuf, 102
[204] 108'nci âyet
[205] 12/Yûsuf, 105-106
[206] 12/Yûsuf, 109
[207] 12/Yûsuf, 110
[208] 12/Yûsuf, 107
[209] 3/Âl-i İmrân, 93
[210] 12/Yûsuf, 111
[211] Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 23, s. 5-13
[212] âyet, 1-2
[213] âyet: 3, 102, 111
[214] âyet: 6, 100-101
[215] âyet: 18, 26-28, 96
[216] âyet: 8-19
[217] âyet: 23-25. 31-35
[218] âyet; 35
[219] âyet: 43-52, 54-56
[220] âyet, 53
[221] âyet, 92
[222] ayet, 18, 67, 83
[223] âyet, 100
[224] âyet, 101
[225] âyet, 103-1061.
[226] âyet, 108
[227] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/532-534
[228] 12/Yûsuf, 3
[229] 12/Yûsuf, 111
[230] Buhârî, Tefsir, 12/2
[231] Tirmizî, Tefsir, Yusuf sûresi, hadis no: 3115
[232] 2/Bakara, 260
[233] Buhârî, Enbiyâ 11, 15, 19, Tefsir, Yusuf sûresi 5, Ta'bir 9; Müslim, İman 238, h. no: 151, Fedâil 152, h. No: 151; Tirmizî, Tefsir, Yusuf sûresi 12, h. no: 3115
[234] Yusuf: 12/50-52
[235] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 3/340-341
[236] 12/Yûsuf, 4-6
[237] 12/Yûsuf, 9-10
[238] 12/Yûsuf, 11-20
[239] 12/Yûsuf, 21
[240] ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, II/436-437; en-Nesefî, Medârikü’t-Tenzîl, II/310
[241] 12/Yûsuf, 21
[242] 12/Yûsuf, 32
[243] Nesefî, a.g.e, II/316
[244] el-Beydavî, Envâru’t-Tenzîl, I/483
[245] 12/Yûsuf, 54-56
[246] 12/Yûsuf, 91
[247] 12/Yûsuf, 101
[248] 12/Yûsuf, 18
[249] 12/Yûsuf, 23
[250] 12/Yûsuf, 24
[251] 12/Yûsuf, 53
[252] Abdurrahman Kasapoğlu, Âdem’den Hâtem’e Kişilik, İzci Y., s. 42-48
[253] 17/İsrâ, 32
[254] 24/Nûr, 30
[255] Metin Karabaşoğlu, Kur’an Okumaları, Karakalem Y., s. 103
[256] et-Taberî, Tarih, Beyrut, t.y., I, 337
[257] 12/Yusuf, 3
[258] 12/Yusuf, 21
[259] bk. 12/Yûsuf, 1-111
[260] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1971, IV, 2879
[261] 24/Nûr, 26
[262] Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur'ân, İstanbul 1991, II, 448 vd
[263] ez-Zebîdi, Sahihi Buhârî Muhtasarı Tecvidi Sarih Tercemesi, trc. Ahmed Naim, İstanbul 1972, II, 663
[264] Nureddin Turgay, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 490
[265] 12/Yûsuf, 30
[266] Mustafa İslâmoğlu, Yürek Devleti, Denge Y., s. 93
[267] 2/Bakara, 214
[268] 39/Zümer, 53
[269] 3/Âl-i İmrân, 139
LÛT (A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ
L Û T (A. S.) V E H O M O S E K S Ü E L K A V M İ
- Lût (a.s.); Hayatı; Tevhid ve Ahlâk Mücâdelesi
- Tevrat’a Göre Hz. Lût
- Tasavvuf Edebiyatı ve Türk Edebiyatında Hz. Lût ve Livâta
- Lût Kavmi ve Altı Üstüne Getirilen Şehir
- Livâta/Homoseksüellik
- Kur’ân-ı Kerim’de Lût (a.s.) ve Homoseksüel Kavmi
- Hadis-i Şeriflerde Livâta ve Erkeğin Kadına Benzemesi
- Lût Gölü
- Cinsellik Bunalımı ve Hz. Lût
- Lût Kavmi ve Almamız Gereken Dersler, Mesajlar
- Lût Kavmi ve Günümüz
- Tefsirlerden İktibaslar
“Lût’u da (peygamber olarak) gönderdik. Kavmine dedi ki: ‘Sizden önce âlemlerden hiç birinin yapmadığı fuhşu mu yapıyorsunuz?
Çünkü siz kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere gidiyorsunuz. Doğrusu siz, haddi aşan (azgın) bir kavimsiniz.
Kavminin cevabı: ‘Onları (Lût’u ve ona inanan taraftarlarını) memleketinizden çıkarın, çünkü onlar fazla temizlenen insanlarmış!’ demelerinden başka bir şey olmadı.
Biz de onu ve karısından başka âile efrâdını (iman edenleri) kurtardık. Çünkü karısı geride kalanlardan (kâfirlerden) idi.
Ve üzerlerine (taş) yağmuru yağdırdık. Bak günahkârların sonu nasıl oldu!” [1]
Lût (a.s.); Hayatı; Tevhid ve Ahlâk Mücâdelesi
Lût (a.s.), Kur'ân-ı Kerim'de geçen peygamberlerden biridir. Lût (a.s.), Hz. İbrâhim'in kardeşi Hârân'ın oğludur. (İslâmî kaynaklarda soy kütüğü Tarah oğlu Hârân oğlu Lût şeklinde geçmektedir.) Lût (a.s.), İbrâhim (a.s.) ile birlikte Harran'dan Filistin'e göç etti. Burada kıtlık baş gösterince Lût ve İbrâhim (a.s.) beraberce Mısır'a gittiler. Bir süre sonra Mısır kralının verdiği mal ve sürüleri yanlarına alarak birlikte tekrar Filistin'e döndüler. Zamanla yerleştikleri bölge, sürülerini almaz oldu. Hz. Lût bunun üzerine, amcası İbrâhim’in (a.s.) bölgesinden ayrılıp Sedom şehrine yerleşti. Daha
sonra bu şehre peygamber olarak gönderildi. Sedomlular bozuk ahlâklı, kötü niyetli insanlar idi. Yol keserler, yolcuların elinde avucunda ne varsa alırlardı.
Sedom halkı dünyada daha önce kimsenin yapmadığı sapık işleri, ahlâksızlıkları yapıyor, eşcinsel davranışlarda bulunuyor, azgınlıkta birbirleriyle yarış ediyorlardı. Hz. Lût, kavmini doğru yola dâvet ettiyse de aldırmadılar. Yaptıkları kötü işleri devam ettirdiler. Karısı da Lût’a (a.s.) inanmayanlardandı.
Hz. Lût, "âlemlerden hiç kimsenin sizden önce yapmadığı hayâsızlığı mı yapıyorsunuz? Siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz, doğrusu çok aşırı giden bir milletsiniz" [2]; "Evet, siz câhil bir milletsiniz" [3]; "yol kesiyor ve toplantılarınızda fena şeyler yapmıyor musunuz?"[4] diyerek onları doğru yola dâvet etti, içinde bulundukları dalâlet ve cehâletten kurtarmaya çalıştı.
Hz. Lût'un yaptığı ikazlara aldırmayan Lût kavmi de peygamberi yalanladı. Kardeşleri Lût onlara; "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum; benim ecrim ancak âlemlerin rabbine aittir. Rabbinizin sizin için yarattığı eşleri bırakıp da, insanlar arasında, erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz azmış bir milletsiniz!" dedi.[5] Bunun üzerine kavmi de ona cevâben. "Ey Lût! Bu sözlerinden vazgeçmezsen, mutlaka kovulacaksın!" [6]; “Doğru sözlü isen bize Allah'ın azâbını getir!” [7] diyerek Hz. Lût ve kendisine inananlarla alay ettiler ve şehirden çıkarmak istediler.[8] Lût Peygamber, kavminin azgınlıklarına karşı Allah'tan yardım istedi: "Rabbim şu bozguncu kavme karşı bana yardım et" [9]; "Rabbim, beni ve âilemi bunların yaptıklarından kurtar" [10] diye duâ etti.
Bunun üzerine Allah Teâlâ, Hz. Lût'un öğütlerine ve dâvetine uymayan kavmini yok etmek üzere "elçiler" (melekler) görevlendirdi. Melekler, önce Hz. İbrâhim’e (a.s.) uğradılar ve orada Hz. Lût'un kavmini cezâlandırmak üzere geldiklerini söylediler. "Biz şüphesiz suçlu bir millete gönderildik. Lût'un ailesi (Hz. Lût'a inananlar) bunun dışındadır. Karısı hâriç hepsini kurtaracağız. Karısının geride kalanlardan olmasını gerekli bulduk."[11]; "Biz bu kasaba halkını yok edeceğiz, çünkü oranın halkı zâlim kimselerdir. İbrâhim: ‘Ama Lût oradadır’ dedi. Elçiler (melekler): ‘Biz orada olanları daha iyi biliriz, onu ve geride kalanlardan olacak karısı dışında âilesini kurtaracağız’ dediler." [12]
Melekler, Hz. İbrâhim'den ayrıldıktan sonra Hz. Lût'un bulunduğu Sedom şehrine geldiler. Melekler gelince, Hz. Lût onları tanıyamadı. Melekler ona: "Biz sadece şüphe edip durdukları azâbı getirdik, sana gerçekle geldik. Şüphesiz biz doğru söyleyenleriz." [13] diyerek kendilerini tanıttılar. Melekler geldiğinde Hz. Lût çok sıkıldı. "Bu çetin bir gündür!" [14] dedi. Sıkılma sebebi, melekleri insan zannetmesi idi. Çünkü melekler genç ve yakışıklı erkekler sûretinde gelmişlerdi. Hz. Lût, kavminin yaptığı ahlâksız hareketleri ve kötü huylarını biliyordu. Korkusu bundandı. Misafirlerin geldiğini duyan "şehir halkı sevinerek geldiler." [15]
"Lût'un konukları olan melekleri elde etmeye (onlara tecâvüz etmeye) kalkıştılar." [16] "Hz. Lût onlara: ‘Bunlar benim konuklarımdır; onlara karşı beni rüsvay etmeyin. Allah'tan korkun, beni utandırmayın’ dedi." Misafirlere dokunulmaması için, “Ey kavmim, işte bunlar benim kızlarım, onlar sizin için daha temizdir (size nikâhlayabilirim). Konuklarımın önünde beni rezil etmeyin. İçinizde aklı başında kimse yok mudur?’ dedi” [17]. Sedom halkı sapıklıktan başka bir şey düşünmüyordu. "Andolsun ki senin kızlarınla bir işimiz olmadığını biliyorsun. Doğrusu ne istediğimizin farkındasın" [18] diyerek bunu reddettiler. Hz. Lût, bu defa: "Keşke size yetecek bir kuvvetim olsa veya sağlam bir yere sığınsam" dedi.[19] Hz. Lût iyice sıkılmıştı. Bunun üzerine melekler; "Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz, onlar sana ilişemeyecekler" [20] diyerek kimliklerini açıkladılar ve onu teselli ettiler.
Artık Allah Teâlâ'nın Lût kavmine takdir ettiği azâbın vakti gelmişti. Melekler, Hz. Lût’a: "Geceleyin bir ara, âilenle beraber yola çık. Karının dışında kimse geri kalmasın. Doğrusu onların başına gelenler onun başına da gelecektir. Vâdeleri gün doğana kadardır. Gün doğması yakın değil mi?"[21]; "Bu kasaba halkının yaptıkları yolsuzluklardan ötürü gökten elbette bir azap indireceğiz"[22] dediler. Sabahleyin Sedom müthiş bir zelzele ile sarsıldı. Halkın üzerine kime isâbet edeceği yazılı taşlar yağdırıldı. Böylece ahlâksızlıklarının cezâsını görmüş oldular. [23]
Bundan sonrası da Kur'ân-ı Kerim'de şöyle anlatılır:
“Buyurduğumuz gelince oraların altını üstüne getirdik; üzerine de Rabbinin katından işaretli olarak yığın yığın sert taş yağdırdık. Bunlar zâlimlerden hiç bir zaman uzak olmayacaktır.” [24]
“Tanyeri ağarırken çığlık onları yakalayıverdi. Memleketlerini alt üst ettik; üzerlerine sert taş yağdırdık. Bunda, görebilen insanlar için ibretler vardır. O şehrin kalıntıları işlek yollar üzerinde hâlâ durmaktadır. Bunda iman edenler için ibret vardır.” [25]
“Bunun üzerine onu (Lût'u) ve âilesini kurtardık. Yalnız karısının geride kalanlardan olmasını gerekli bulduk. Geride kalanların üzerine bir yağmur yağdırdık. Uyarılan, fakat yola gelmeyenlerin (azap) yağmuru ne kötü idi!” [26]
“Andolsun ki, sabah erken, önü alınmaz bir azap başlarına geldi. Azâbımı ve uyarılarımı dinlememenin sonucunu tadın!’ dedik.” [27]
Görüldüğü gibi, Lût'un kıssasındaki en büyük özellik onun eşcinsellikle yaptığı mücâdeledir. Eşcinsellik İslâm'da en büyük günahlar arasındadır. Eşcinselliğe livâta denmesi, bu çirkin fiili ilk olarak bu kavmin işlemesinden dolayıdır. Yine görüldüğü gibi Kur'ân-ı Kerim, bu iğrenç fiili yapanları kınamakta ve fâillerinin dünya ve âhirette büyük azap göreceklerini ifâde etmektedir. [28]
Bazıları Lût kavminin yaptığı çirkin fiil olan homoseksüelliğe “Lûtîlik” demektedirler. Bu ifâde, maalesef bazı tefsir ve meallere bile girmiş, genel kabul görmüştür. Hâlbuki Lûtîlik, Lût’a (a.s.) âit olan, onun yaptığı şey anlamına gelir. Dolayısıyla bu pis işle en büyük mücâdeleyi veren bir peygambere, farkında ve bilincinde olunmasa da büyük bir iftirâ atılmış olunur. Bir müslüman bu fiile kesinlikle lûtîlik dememeli, Lût kavmine nisbetle livâta veya homoseksüellik, eşcinsellik, oğlancılık gibi ifâdeleri tercih etmelidir.
Lût’un (a.s.) kavminin yaşadığı ve sonra helâk oldukları topraklar Kur'ân-ı Kerim’de alt-üst olan memleket mânâsına gelen ''El-mü'tefikât'' şeklinde zikredilmiştir. Sedum beldesi alt-üst olduktan sonra kaynarsular fışkırıp göl hâline geldi. Bu gün bu bölge, Lût Gölü adıyla anılmaktadır. Yahûdi kaynaklarında ise bu belde (Sodom) ismiyle geçmektedir.
Kur'ân-ı Kerim'de İbrâhim (a.s.) anlatılırken, Hz. İbrâhim'e iman edenlerden biri olarak Lût'un ismi geçer. "Bunun üzerine Lût ona inandı." [29] Bu âyetten Hz. İbrâhim ile Hz. Lût'un aynı kavimde yaşadığı ve Lût'un Hz. İbrâhim'e tâbi olduğu anlaşılıyor. Ayrıca Lût kavmini helâk için gelen meleklerin Hz. İbrâhim'e de uğraması her ikisinin de yakın coğrafyalarda rasullükle vazifeli olduklarını gösteriyor.
Kur’an, Lût’un (a.s.) yaşadığı yerin câhiliyye Arapları tarafından gerçekleştirilen ticaret kervanlarının yolu üzerinde olduğunu şu ayette anlatır: "Siz sabah akşam, onlann yaşadıkları yerlerden geçmektesiniz. Düşünmeyecek misiniz?" [30]; “O şehrin kalıntıları işlek yollar üzerinde hâlâ durmaktadır. Bunda iman edenler için ibret vardır.” [31]
Tevrat'ta Lût'un yaşadığı yerler olarak Sodom ve Gomorra kentlerinin isimleri verilir. Sodom ve Gomorra diye belirtilen yerler bugünkü Ürdün'ün sınırları içindedir.
Lût kavmi, şimdi Irak ile Filistin arasında yer alan topraklarda yaşamışlardı. Kitab-ı Mukaddes'e göre Lût kavmi Ölü Deniz’e yakın yerlerde ya da tamamıyla suyun altında kalmış olan Sodom şehrinde yaşamlarını sürdürmekteydi. [32]
Hz. İbrâhim'in bunca yıl tevhid uğruna verdiği mücâdelenin sonunda iman edenlerden sadece Lût’u (a.s.) görmekteyiz. Lût (a.s.) aynı zamanda İbrâhim’in (a.s.) yeğeni (kardeşinin oğlu) idi. Lût, İbrâhim (a.s.) ile birlikte Irak'tan çıkıp, bir süre Suriye, Filistin ve Mısırda kalmıştı. Vaaz ve tebliğin inceliklerini öğrenmesinin yanı sıra hakka dâvetin zorluklarından da haberdar oldu. Sonra Cenâb-ı Allah tarafından peygamberlik makamına getirilince 'Lût kavmi' ismiyle meşhur olan, en bozuk ahlâka sahip ve adâletsizliğin son haddine ulaşmış bir milletin ıslahına memur edildi. [33]
Lût (a.s.), âdeta İbrâhim’e (a.s.) yardımcı olmak için bu göreve getirilmişti. İbrâhim ile yeğeni Lût hicret ettikleri zaman Lût, Şam ve Ürdün civarına yerleştirildi. Kur'an'ın ifâdesine göre Lût'un mensup olduğu millet onu yalanlayıp karşı çıktığı için o millete 'Mü'tefikât (yalancılar, altı üstüne getirilmiş toplum) adı verilmişti. Bu toplum öyle bir iş yapmaya kalkışmıştı ki beşeriyet tarihinde asla benzeri görülmemişti.
Tarihî süreç içerisinde her toplum çeşitli şekillerde yaşam standartlarına sahip olmuş ve peygamberlerini yalanlamaya kalkışmışlardı. Ama Lût kavminin sapıklığı ve kompleksi daha başkaydı. Bu azgın kavim, ilk defa yeryüzüne tüm toplum olarak eşcinsellik ve homoseksüellik cinâyetini getirmekteydi. Bu beyinsiz herifler, üstelik bu çirkin fiili gizli-saklı da yapmıyorlardı. Alenen ve herkese açık bir şekilde icrâ etmekteydiler. Mevdûdi onların bu çirkefliğini şöyle izah ediyor:
Aslında Lût kavminin yakalandığı illet, çok eski çağlardan beri insanlar arasında süregelmektedir. Homoseksüellik veya eşcinsellik gibi kötü bir fiil, Lût kavminde çok yaygınlaşmış, Yunan felsefesinde de yüceltilmiştir. Bu hususta bir eksiklik kalmışsa bunu da bugünkü Avrupa ve Amerika tamamlamıştır. Çağımızda ileri ve gelişmiş olarak bilinen batı medeniyetsizliğinde olabildiğine yaygınlaşmıştır. Bunun yasallaşması için büyük çabalar harcandı.
Lût kavmi, toplantılarda birbirlerinden çekinmeyerek (utanmayarak) oralarını buralarını rahatlıkla açabiliyorlardı. Edep ve hayâ denen duygudan eser kalmamıştı (Tıpkı günümüzün medenî(!) toplumlarında olduğu gibi). Lût (a.s.) bu kavme “gelin bu çirkin davranışlardan vazgeçin, Allah'ı birleyin, müslaman olun. Yoksa Allah size yakında azâbını gönderir” dedi, onlar, “eğer doğru söylüyorsan, o dediğin azâbı getir de görelim!” diyorlardı.
Bu derece şehvetperesliğe mübtelâ olmuş bu azgın toplum, Lût (a.s.)'a gelen melekleri güzel delikanlı kılığında görerek onun evine hücum ederek evini kuşatmışlardı. [34] Bu derece vahşileşmiş, nasihat ve öğüt dinlemekten uzak ve peygamberlerini tekzib etmekte kararlı olan bu kavme artık hak edecekleri cezâyı vermenin zamanı gelmişti. "Üzerlerine bir azap yağmuru yağdırdık. İşte bak, peygamberi inkâr eden mücrimlerin sonu nasıl oldu?" [35]
Tarihî kalıntılara bakıldığında görülecektir ki Allah'a isyan bayrağını çeken ve defalarca elçiler ve vârisleri tarafından hatırlatıldığı halde zulüm ve isyankârlıklarına devam eden bir toplumu Yüce Allah topyekün helâk etmiştir. Allah'ın azâbı hiç bir zaman zâlimlerden ve müstekbirlerden uzak değildir, her an için onların başına yağabilir. [36]
Lût kavminin kıssası, bize fıtratın rayından çıkmasının onlara has bir örneğini göstermekte ve öteki kıssaların mihverini teşkil eden ulûhiyet ve tevhid meselesinden başka yeni bir meseleden bahsetmektedir. Gerçi, hakikatte söz konusu mesele, ulûhiyet ve tevhid konusundan uzak değildir. Zira tek Allah'a inanmak, O’nun nizam ve kanunlarına teslim olmaya götürür. İlâhî âdet, beşeriyetin erkek ve kadından meydana gelmesini gerektirmiş, tek nefsi biribiriyle tamamlamak üzere iki parçaya ayırmış, beşer cinsinin doğum yoluyla varlığını sürdürmesini dilemiş, doğumu da erkekle kadının birleşmesi sonucu vuku bulacak şekilde irâde eylemişti... İşte onları, bu irâde gereğince birleşmeye ve bu yoldan üremeye elverişli durumda yarattı. Rûhen ve bedenen birleşme yeteneğine bağladı.
Fakat Allah Teâlâ kadın ve erkeğin vücutlarını, cinsî arzularını tatmin ve insan neslinin üremesi için gerekli olan tabîî fonksiyonu yerine gelirebilmelerine müsâit bir şekilde ve yekdiğerini tamamlayıcı bir yapıda yarattığı halde, Lût kavmi kadınları bırakarak şehvetle erkeklere yönelme gibi çirkin bir fiili işlemiş, bununla da kalmayarak bu tiksinti verici fiili ahlâkî bir seçkinlik derecesine çıkarmış ve bu iğrenç eyleme yasal bir statü vermeyi başarmıştır. Oysa onların Allah'ın koyduğu İlâhî nizama uymaları ve gereğince amel etmeleri gerekirdi. Allah Teâlâ'nın koyduğu İlâhî nizamı anlamak ve gereğince amel etmek, Allah Teâlâ’ya, hikmetine, tedbir ve takdirindeki güzelliğe inanmaya bağlıdır. Bu noktadan hareket edilince Lût kavminin fıtratındaki sapıklığın inanç buhrânından ileri geldiği görülür.
Demek oluyor ki Lût (a.s.) da kendinden önce geçen peygamberlerin izinden giderek öncelikle kavminin inanç noktasındaki sapıklıklarını düzeltmek, yani onları tevhid dinine dâvet etmek İçin çaba sarfetmiştir. Buna bağlı olarak da onları Allah'ın koyduğu prensiplere uymaya dâvet etmiştir. [37]
Kaynaklarda. Lût'un yaşadığı yer ve çevresinin altının üstüne getirilmesi sebebiyle "mü'tefikât” diye adlandırıldığı belirtilmektedir. [38]
Şeyh Tantâvî, Dr. Ulbrapt'ın Sodom ve Gomorra kentlerinin bulunduğu sanılan Ürdün Vâdisi ve Ölü Deniz kıyılarında yaptığı araştırmalar sonucunda kıssanın bütün ayrıntılarıyla doğruluğunu saptayan kanıtlar bulduğunu bir makaleye dayanarak yazmaktadır.
Tekvîn Kitâb'ı'nın 19/26'da Lût'un, belâ inecek olan kentten kurtulmak için âile efrâdını çıkardığı, karısının ardına bakıp bir tuz direği haline geldiği yazılıdır. Bu makaleye göre: Dr. Ulbrapt'ın bulduğu, bundan dört bin yıl öncesine âit olan belgeler, o sıralarda bu bölgede bir medeniyetin bulunduğunu gösterir.
Tevrat'ın yazdığına göre beş kentin kralı, komşu ülke krallarıyla savaşmak için sefere çıkar. Dört kral düşmanını yener; Sodom'da oturan Lût'un malını mülkünü elinden alır, adamlarını da öldürür. Olayı duyan Hz. İbrâhîm, 318 adamıyla Lût'a yardıma gelir. Saldırganları yenip Lût ailesini ve mallarını onlardan kurtarır. Bu rivayete göre Sodom ve Gomorra kralları, Sedim Çukurunda öldürülür ki burada çok kırmızı kuyu (krater) vardı. Bilindiği gibi kırmızı kuyular, fışkırmağa hazır kraterlerdi. [39]
Sanıyoruz ki gökten kükürt ve ateş yağdırılması, fışkıran lavların ve kükürtlü dumanların bu kentleri basıp örtmesine işarettir. 27/Neml, 58. âyette Lût kavminin, başlarına yağdırılan kötü bir yağmurla helâk edildikleri bildirilmektedir. 15/Hicr, 74. âyette Lût kavminin başına pişmiş çamurdan bir taş yağmuru yağdırıldığı anlatılmaktadır. Tekvîn: 13/8-12. âyetlerine göre Lût kavminin başına kükürt ve ateş yağdırılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'in bu yağmuru, pişmiş taş yağmuru şeklinde nitelendirmesi, bu yağmurun yerden fışkırıp kentin üzerine düşen yanardağ lavları, kükürtlü dumanları olduğunu anımsatmaktadır. Çünkü ateş halinde düşen bu lavlar soğuyunca taş oluverir. [40]
Tevrat’a Göre Hz. Lût
Lût (a.s.) Tevrat’ta Terah’ın çocuklarından Haran’ın oğlu ve İbrâhim’in yeğeni olarak gösterilir. İslâm öncesi Arap toplumunda bilinmeyen lût kelimesinin İbrânîce veya Süryânîce olduğu ileri sürülmektedir. [41]
Haran Ur şehrinde öldükten sonra Terah, oğlu İbrâhim'i, gelini Sâre'yi ve torunu Lüt'u alarak Harran'a gelmiş. Terah Harran'da öldükten sonra Hz. İbrâhim yeğeniyle birlikte Ken'ân diyarına gitmiştir.[42] Lût, İbrâhim'in Mısır yolculuğuna da katılmış,[43] Ölü Deniz (Lût gölü) yazmalarından Genesis Apocryphon'a göre Firavun'un görevlilerine karşı İbrâhim'in sözcülüğünü yapmış, pek çok mülk edinmiş ve orada evlenmiştir.[44] Mısır'dan tekrar Ken’ân diyarına dönen Hz. İbrâhim ile Lût'un çok miktarda koyun ve sığır sürüleri vardı. Buna karşılık bölgede az sayıda kuyu bulunduğu için adamları arasında tartışmalar çıkınca Lüt onlardan ayrılarak verimli Erden havzasına yönelmiş ve Sodom çevresinde (günümüzde Ölüdeniz'in güneyindeki Usdum tepesi civarında) çadırlarını kurmuştur. Erden havzasındaki Sodom Gomore (Gomorre = Gomerrhe). Adma, Tseboim ve Bela şehirlerinin halkı Elam Kralı Kedorlaomer'e isyan edip yenilince Lût da esir alınmış, ancak yeğeniyle ilgisini kesmeyen İbrâhim tarafından kurtarılmıştır. [45]
Tevrat'a göre Sodom halkı Rabb'e karşı günahkârdır; orada her türlü ahlâksızlık, özellikle de cinsî sapıklık yaygındır.[46] Bunları cezâlandırmakla görevli melekler insan sûretine girip misafir olarak İbrâhim'e gelirler. Tanrı, Sodom ve Gomore'nin günahının çok ağır olduğunu ve helâk edileceklerini bildirir; İbrâhim ise oradaki iyi insanların hatırına bu kararın gerçekleşmemesi için yalvarınca kendisine eğer on iyi kişi varsa oranın helâk edilmeyeceği vaad edilir, ancak on kişi bile bulunamaz. Akşam vakti Sodom'a varan iki melek, şehrin kapısında oturan Lût'un dâveti üzerine ona misafir olurlar. Halk evin çevresini sararak Lût’tan misafirlerini kendilerine teslim etmesini ister. Lût ise her istenileni yapabileceğini, hatta kızlarını kendilerine teslim etmek sûretiyle fedâ edebileceğini, ancak misafirlerini vermeyeceğini söyler. Halk Lût'u tehdit ederek kapıyı kırmaya kalkışınca melekler müdâhale ederek Lût'u içeriye alır ve dışarıdakileri evin kapısını bulamayacak şekilde kör ederler.
Melekler Lüt'a şehri harap edeceklerini, aile fertlerini alıp burayı terk etmesini bildirirler. Lût ağır davranınca melekler karısını ve iki kızını şehrin dışına bırakırlar; onlara arkalarına bakmadan dağa kaçmalarını tenbih ederler. Lût kısa sürede dağa varmanın zor olduğunu, ancak yakındaki küçük şehre ulaşabileceklerini söyler. Güneş doğarken Tsoar'a varırlar. Arkalarından Sodom ve Gomore'ye göklerden kükürt ve ateş yağdırılır. Şehirler, bütün havza ve oralarda yaşayanların hepsi, bitkilere varıncaya kadar helâk edilir. Lût'un karısı da meleklerin uyarısına rağmen kaçarken geriye baktığından bir tuz direği oluverir. [47] Tsoar'da kendini güvende hissetmeyen Lût iki kızıyla birlikte Ölü Deniz'in doğusundaki dağlara çekilir ve bir mağaraya sığınır. Tevrat'ta Lût (a.s.) ile ilgili çok ağır bazı iftiraların dışında [48] başka bilgi yoktur.
Hz. İbrâhim'den ayrıldıktan sonra Lût, İsrâlloğullan tarihi için önemini yitirdiğinden onun ne kadar yaşadığı, nerede vefat ettiği bilinmemektedir. Bir rivâyete göre Lût'un kabri el-Halîl’in (Hebron) doğusunda Benî Naîm köyü yakınındadır.[49] Kitâb-ı Mukaddes'teki Lût oğulları ifâdesi hem Moablılar'ı hem Ammoniler'i içine almaktadır. [50]
Yahûdi tarihçisi Josephus, Lût'un karısının tuz sütunu haline dönüşmüş olan kalıntısını gördüğünü söylemekte, Romalı Saint Clement ve Saint Irenee de bu sütunun kendi dönemlerinde mevcut olduğunu nakletmektedir. Tenkitçiler tarafından gerçek dışı sayılan bu husus XVII. yüzyıldan itibaren çeşitli şekillerde açıklanmaktadır. Bunlardan en mâkul görüneni, ısınan ve eriyen tuz yığınlarının içinde kalarak öldüğü için Lût'un karısının tuz sütunu şeklinde tasvir edilmiş olmasıdır. Buna göre fırtına çıktığında göl sahilleri tamamen köpük ve tuz tabakasıyla kaplanmış, Sodom ve Gomore'nin helâkinde ise çok daha büyük tuz dalgaları, geride kalan kadını yakalayıp tuzla örtmüştür. Nitekim Ölü Deniz'in güneybatısında tamamıyla tuz kayasından ibaret Usdum denilen bir tepe bulunmakta, bu tepenin doğu tarafında 15 m. boyundaki bir tuz sütunu Lût'un karısı kabul edilmektedir.[51] Ayrıca kükürtlü Usdum tepesi bölgesinde heykeli andıran çok sayıda tabîî şekil mevcuttur. [52]
Kitâb-ı Mukaddes dışı kaynakların bazısında Lût fazileti sebebiyle övülmekte ve Tekvîn'deki[53] sâlih sıfatının ona ait olduğu kabul edilmekteyse de yahûdi din âlimlerinin onun hakkındaki kanaatleri pek müsbet değildir. Tevrat’ta olduğu gibi Tevrat dışı yahûdi dinî literatüründe de Lût ile ilgili
olarak İslâm'ın nübüvvet anlayışıyla bağdaşmayan pek çok iddia ve iftira yer almaktadır. Talmud'a göre Lût, Sodom'la birlikte helâk olmaktan ancak İbrâhim'in şefaatiyle kurtulmuştur; bu da Mısır'da eşi için “kız kardeşimdir” dediğinde İbrâhim'in yalanını açığa çıkarmamasının bir mükâfatıdır. Onun asıl mükâfatı Mesih'in Moablı Rut ve Amonlu Naamah kanalıyla onun soyundan gelmesidir. Bu rivâyette Lût'un 142 yaşında vefat ettiği kaydedilmektedir. [54]
Muharref Tevrat’ta Hz. Lût’a Atılan Büyük İftirâ
Muharref Tevrat'a göre Hz. Lût iki kızıyla zinâ eder. Hz. Lût'un kızları, sarhoş babalarını ayartırlar. Çünkü babalarının tohumunu korumalarını istemektedirler. "Ve Lût Tsoar'dan çıkıp dağda oturdu, iki kızı onunla beraberdi; çünkü Tsoarda oturmaktan korktu; ve o, ve iki kızı bir mağarada oturdular. Ve büyük kızı küçüğüne dedi: Babamız kocamıştır, bütün dünyanın yoluna göre yanımıza girmek için memlekette erkek yoktur, gel babamıza şarap içirelim ve babamızdan zürriyet yaşatmak için onunla yatalım. O gece babalarına şarap içirdiler, büyük kızı girip babası ile yattı ve onun yatmasını ve kalkmasını bilmedi. Ve vaki oldu ki, ertesi gün büyük kız küçüğüne dedi: İşte dün gece babamla yattım, bu gece de ona şarap içirelim ve babamızdan zürriyet yaşatmak için gir, onunla yat. Ve o gece de babalarına şarap içirdiler, küçük kız kalkıp onunla yattı; ve onun yatmasını ve kalkmasını bilmedi. Lût'un iki kızı böylece babalarından gebe kaldılar. Ve büyük kız bir oğul doğurdu ve onun adını Moab çağırdı; o bugüne kadar Moablıların atasıdır. Ve küçük kız, o da bir oğul doğurdu, ve onun adını Ben-ammi çağırdı; o bugüne kadar Ammon oğullarının atasıdır."[55] Hz. Lût'un, gayr-ı meşrû nesilleri mübarek kılınır, kutsallaştırılır. [56]
Kur’ân-ı Kerim’in bildirdiği gibi; peygamberlerden olan, [57] diğer peygamberler gibi, onun da ismi zikredilerek âlemlere üstün kılındığı bildirilen[58] kendisine hüküm ve ilim verilen, sâlihlerden olan ve İlâhî rahmete kabul edilen[59] Hz. Lût’a (a.s.) atılan bu büyük iftirâ bile, başka hiçbir delil olmasa, kendi başına bugünkü Tevrat’ın tahrif edildiğine yeterli bir vesikadır.
Tasavvuf Edebiyatı ve Türk Edebiyatında Hz. Lût ve Livâta
Hz. Lût Türk edebiyatında şahsı, misafirlerini ağırlaması, yapılan tehditlere aldırmadan sonuna kadar onları himâye etmesi, karısının kendisine ve misafirlerine karşı davranışı, hanımının misafirleri ihbar etmesi ve söz dinlememesi sebebiyle taş kesilerek cezâlandırılması, kavminin ahlâksız davranışları, onlara yaptığı nasihatler ve bu nasihatleri dinlemeyen kavminin cezâlandırılması gibi konularda yoğunlaşmış kıssalar ve menkıbelerde daha çok dinî-didaktik eserlerde yer almış bir peygamberdir.
Divan ve halk şairleri şiirlerinde Hz. Lût'tan ve onunla ilgili hususlardan bahseden bazı beyitlere yer vermişlerdir. Yahya Bey'ın, "Lût kavmi ki edip cürm ü günâh / Oldu günden güne gümrâh-ı tebâh" beyti bunlardandır. Âşık Tâlibî Kılıç'ın, "Lût'un kavmi çirkin işler işledi"; Ruhsatî’nin, "Cihan Lût kavmidir, çoğaldı şimdi"; Canımoğlu'nun "Lût kavmine ateş yağdı semâdan"; Cemal Hoca'nın "Lût'a bakın, ibret alın bu sözden" mısraları ahlâksızlığın arttığını, bunların cezâlandırılacağını ihtar eden örneklerdir. Huzûri "Köyün dönsün kavm-i Lût'un gölüne" derken zulmedenlere bedduâ için Lût gölünü teşbih yoluyla zikretmekte ve günümüzde daha çok Ölü Deniz adıyla anılan bu mevkiin Türk-İslâm kültüründeki yaygın adını zikretmektedir. [60]
Kur'an'da Lût kavminin çirkin davranışlarının onları büyük bir felâkete sürüklediği belirtilerek şiddetle kınanması, Hz. Peygamber'in hadislerinde livâta ve sevicilik gibi çirkin fiilleri işleyen kimseler hakkında kullanılan ağır ifâdeler, İslâmî öğretide eşcinselliğin fıtrata ve insanlık onuruna aykırı bir davranış olduğunun ısrarla vurgulanması ve zinâya denk bir suç olarak görülüp cezâî müeyyidelerle önlenmeye çalışılması İslâm toplumlarında bu konuda ortak bir bilinç oluşturmuş, bu tür fiillerin toplumda yaygınlaşmasını önlemiş veya en alt düzeyde kalmasını sağlamıştır. Bununla birlikte bu çirkin fiilin tarihsel süreçte müslüman toplumlarda da eksik olmadığı, özellikle refahın artıp insanların lüks içinde yaşadığı dönemlerde ve çevrelerde belli ölçüde yaygınlaşma eğilimi gösterdiği söylenebilir. İslâm tarihinde erkekler arasında eşcinsel ilişkilerin ilk olarak Abbasîler döneminde yaygınlaştığı görülmektedir. Bu tür ilişkiler başta şiir olmak üzere çeşitli edebî türlerdeki eserlere de yansımış ve "livâta edebiyatı" olarak adlandırılabilecek bir tür meydana gelmiştir[61] Ahlâk dışı söz ve davranışlarıyla tanınan Kûfeli şair Vâlibe bin Hubâb ve öğrencisi Ebû Nüvâs'ın (ö. 198/813-?-) erkekler arası eşcinsel ilişkilere dair şiirleri, Arap edebiyatında cinsel temaları işleyen ve erkekler arasındaki eşcinsel ilişkilere yer veren nesir türündeki ilk eserlerden biri olan Câhiz'in (ö. 255/869) Mütâharetü'l-Cevân ve'l-Ğılmân'ı [62] bu türün ilk örnekleri arasında sayılabilir. İbn Hindu'nun Risâletü'l-Visâta Beyne'z-Zünât ve'l-Lâta[63] ve Tîfâşî'nin Nüzhetü'l-Elbâb fi mâ lâ Yûced fi’l-Kitâb[64] adlı kitapları da bu konulara temas eder. Diğer taraftan livâtanın haramlığına dâir telif edilen müstakil eserler arasında Âcurrî'nin Zemmü'1-Livât [65] ve İbnü'l-Mibred'in et-Teva’ud bi'i-Recm ve's-Siyât li-Fâlli'l-Livât[66] isimli kitapları zikredilebilir [67]
Divan Edebiyatına İslâmî Türk Edebiyatı diyenler, ya da ona bu gözle bakanlar, bir de edebiyatın genel konusuna, hemen her şiirde abartılı aşklar sunulan şuh sevgiliye, kadeh ve şaraba, bundan daha önemlisi baştan sona müstehcen tarzdaki türlere baksınlar: Bahnâmeler, Hûbânnâmeler, Zenânnâmeler, Hamamnâmeler, Dellâknâmeler, İşretnâmeler, Çenginâmeler, Nedim’in birçok şarkısı gibi bazı şiirler, nice gazeller… sadece müstehcen değil, aynı zamanda fuhuş edebiyatının en çirkin (bazılarına göre en güzel) örneklerindendir. Belki bilmeyenler vardır; Bâhnâme, cinsî münâsebetlerden bahseden eser demektir. Hem şiir tarzında ve hem de nesir tarzında olabilirler. Bu kitapların içinde şehvet verici yazılar ve resimler bulunabilirdi.[68] Zenânnâme: Kadınların güzelliklerini manzum tarzda anlatan divan edebiyatı nazım şeklidir. Bunların en meşhuru olan Enderunlu Fâzıl, Zenânnâme’sinde erkeklere asla nikâhlanmamaları gerektiğini, nikâh ile bir tek kadına bağımlı kalmanın büyük bir sıkıntı olduğunu söyler. Şâir, kadını bir âile yuvasında anne olarak değil; yalnızca cinsel isteklerle dolu bir dişi olarak ele alır. Onun hâmile olmasını, çocuk doğurmasını, vücudunun tazeliğini yitirmesini istemez. Kitap, kadınların hamam eğlencelerinin müstehcen anlatımıyla sürer.[69] Hûbânnâme: Güzel delikanlıları, daha doğrusu güzel kabul edilen mef’ûl durumundaki oğlanları anlatan ve mesnevî tarzında yazılan divan şiirleridir. Bunların en meşhuru, Enderunlu Fâzıl tarafından yazılan Hûbânnâme’dir. İçinde müstehcen söyleyişlere bol bol rastlanan bu eser, 18. yy.ın Türk toplumundaki ahlâk ve eğilimlerin canlı bir vesikası sayılabilir. [70]
Hamamnâme ise, hamamla ilgili manzûme demektir. Daha çok hamamı ve hamamda bir güzeli tasvir amacıyla yazılırdı. Hamamlar, eskiden toplu eğlence ve sohbetlere de sahne olurdu. Divan şâirlerinin gerek hamamda gördükleri bir mahbûbu (eşcinsel oğlan sevgiliyi), gerekse bu tür eğlence meclislerini konu alan şiirler yazmaları gelenek halini almıştır. Hamamnâmeler daha çok kaside nazım biçimi ile yazılır. Ancak, gazel, mesnevî gibi nazım şekilleriyle yazılmış olanlarına da rastlanır. Hamamnâmelerde kasidelerin nesip bölümleri hamamdan ve orada görülen bir güzelden bahseder. Nedim’in (ö. 1730) karşılıklı konuşma tarzında yazılmış bir kasidesi bu tür hamamnâmelerin güzel (bize göre çirkin) bir örneğidir. Hamamnâmelerin birçoğunda olay, şairin hamama gelişi ile başlar. Sonra soyunmuş bir mahbûb (eşcinsel oğlan sevgili) ile karşılaşılır ve hayranlık içinde saçından ayağına dek bu âfet tasvir edilir. Daha sonra onun yıkanışı, çeşitli teşbihler aracılığıyla anlatılır. Hamamnâmeler divan edebiyatında insanı cinsel yönden en etkin biçimde anlatan ve ten zevkinin ön planda tutulduğu şiirlerdir. Daha çok şûh biçimde bir edâ ile söylenirler. Divan edebiyatında, en ağırbaşlı şâirlerin bile hamam konulu birer manzûme yazdıklarını görürüz. Bazen şâirlerin kelime oyunları yaparak hamamla ilgili müstehcen söyleyişler ortaya koyduklarına da şâhit oluruz. Fuzûlî gibi meşhur şâirler yanında, edebiyatımızda özellikle 17. y.y. ve sonrasında örneklerine çok rastlanan (meselâ Atâî, Nâbî, Sâbit, Vehbî, İzzet Molla) hamamnâmelerin aslı İran edebiyatına dayanır.[71] Dellâknâmeler de adından anlaşılacağı gibi hamamlarda dellâklık (tallâklık) yapan oğlanların güzelliklerinden ve onlarla yapılan eğlence ve çirkin işlerden bahseden edebî türdür.
İşretnâme ve sâkînâmeler, divan edebiyatında, gerçek ya da mecazlı anlamıyla içki ve içki âleminin övülerek anlatıldığı manzum eserlerin genel adıdır. Sâkînâmelerin kaynağı, câhiliyye dönemi Arap edebiyatındaki hamriyyeler (içkinâme, içkiyi öven şiirler)dir.[72] Çeng(i)nâme: Çeng, kanuna benzeyen ve dik tutularak çalınan bir çalgı âletidir. Bu âleti çalan anlamında çengi, genel mânâda bu sazı çalarken oynayan veya oynama (dans) işini sanat haline getiren kadın oyuncu/dansözlere denilir. Bunlardan bahseden edebî türe de çenginâme denilir.
Şehrengizler de benzer konuları içerir. Divan Edebiyatında bir şehir ile o şehrin mahbûbları (oğlan güzelleri) hakkında yazılan manzum eserlere şehr-engîz denir. Şehirden bahsedildiği gibi, o şehrin ünlü güzelleri anlatılır; onların beden yapılarından, mesleklerinden bahsedilir. Bu bölümlerde yer yer aşkla dolu seslenişlere ve cinsel temalara da yer verilebilir. Bazı şehrengizler oğlan sevgililerin tasvirleriyle doludur. Meselâ Nihalî’nin (öl. 1543) esnaf güzelleri hakkındaki şehrengizi bunlardan biridir. Fehîm’in (bs. 1648) 245 beyitlik şehrengizi (bs. 1934), Narhnâme-i Dilberân adlı şehrengiz, Beyânî’nin (16. y.y.) Sinop hakkında mizahî eseri hayli müstehcendir. [73]
Divan edebiyatında medrese profesörü, ya da önemli devlet görevinde bulunan Gelibolulu Mustafa Âlî gibi, kaymakam Eşref gibi nice önemli kimselerin yazdıkları, bugün bile çok müstehcen bulunacaktır. Lâle Devrinin meşhur şâiri, aynı zamanda müderris/profesör olan ve mahkemelerde kadılık yapmış olan Nedim’in, meselâ çok ünlü “Yürü serv-i revânım yürü Sâdâbâd’e” nakaratlı şarkısı, şâirin delikanlılık çağına yeni gelmiş oğlan sevgilisine yaptığı çirkin çağrıdan ibârettir.
Tasavvuf edebiyatında seks ve eşcinsel davranışları konu edinen özel araştırmalar da kaleme alınmıştır. Bunlardan Süreyya Aslaner “Tasavvuf ve Seks” adındaki kitapta tasavvufa çok sert eleştiriler getirir. Tasavvufun temel eserlerinden alıntılar yaparak eşcinsel ilişkiyi öven yer yer fuhşu güzel gösteren yazı ve öykülerin önemli bölümlerini toplayarak hakkında çok sert yorumlar yapar. Bu kitabın ikinci bölümündeki bazı başlıklar şöyledir: Tasavvufta Seksin Fenomenolojik Boyutu, İlâhî Aşk Mitolojisi, Pornografik Sûfî Kültürü, Tüysüz Oğlana Methiye, Tasavvufun Çift Cinsiyetli Tanrısı; Kerâmetle Transseksüel Olan Şeyh, Müridin Şeyh Fetişizmi, Aperatif İçki Kullanan Sanal Şeyhler, Şarabı Bala Çeviren İllüzyonist Şeyhler, Müridin Vücuduna Yerleşen Hologram Şeyh, Tanrı’yla Flört Edenler, Şeyhin Tanrı’yla Mistik Evliliği, Sûfî Seks İmajlarının Hinduistik Kabalistik ve Mitolojik Kökleri, Eşekle Animal Seks Yapan Şeyh, Tanrıdan İnen Hard-Porno… Bu başlıklarla yazar tasavvuf büyüklerinin kendi eserlerinden alıntılar yaparak bunları yorumlamaktadır. [74]
Zekeriya Gün, Şark-İslâm Klasiklerinde Eşcinsel Kültür adlı eserinde şunları söyler:
Şark-İslâm (Bize göre, “İslâm” kelimesinin böyle eserler için kullanılması doğru değildir -A. Kalkan-) klasiklerinde eşcinsellik konusuna değinen yerli ve yabancı literatür, azımsanmayacak kadar çoktur. Bu literatürün, divan edebiyatı söz konusu olduğunda en vazgeçilmez adı Nedim, içinde eşcinsellikle ilgili öğütlerin yeraldığı metni ise Keykavus'un Kabusname'sidir. Bu yapıtın üç eski çevirisinden en önemlisi, Mercimek Ahmet adlı bir çevirmen tarafından II. Murat döneminde Osmanlı Türkçesine yapılan bir çeviridir.
(Kahramanları eşcinsel olan ve bunların eleştirilmeden, hatta tam tersine övülerek tasvir edildiği hikâyelere çeşitli örnekler verip sonunda yorumlar yapan yazar, bu örneklerle ilgili şu değerlendirmeleri yapar:) “Bu bölümde öykülerini alıntıladığımız Feridüddin-i Attar (Ö.1199)'ın İlâhiname'si ile ünlü İran klasiği Sadi'nin Bostan'ıdır. Attar, ünlü bir sufidir. Yapıtları sufilerin en çok ilgi gösterdiği tasavvuf klasiklerindendir. Burada alıntılayacağımız öykülerinde de görüleceği üzere o, eşcinselliği insanî bir edim veya bir duygulanım olarak kabul etmekte ve eşcinsel aşkı herhangi bir çekingenlik göstermeden yansıtmaktadır. Öykülerinde kadın ve erkek arasındaki aşk kadar eşcinsel aşka da yer verir.
Bu öykülerde en çok "oğlan tasviri" yer bulmaktadır. Bu tür tasvirler, eşcinsel aşktan bahsedilmeyen öykülerde bile görülür; eşcinsel aşk ise gayet normal ve yaşamın bir gerçeği olarak anlatılır. Yalnız unutulmamalıdır ki, Attar, bütün sufiler gibi gerek kadın-erkek, gerekse erkek-erkek arasındaki aşkı "mecazî aşk" kapsamında değerlendiren anlayışın temsilcilerindendir. Yani bir sufinin önündeki aşılması gereken basamaklardır bu tür aşklar. Sonunda ulaşılması gereken ilâhî aşktır. Fakat mecazî aşkı tatmadan da gerçek anlamda ilâhî aşka ulaşılamamaktadır. Bakış açısı olarak bu anlayış, eşcinsel aşkla heteroseksüel aşk arasında bir fark görmez. Öyleyse, sonunda aşılacak olduktan sonra sakıncası yoktur; tersine sufiyi olgunlaştırır.
Attar'ın bu bakış açısı, tasavvufun genel anlamda aşk anlayışı olmakla birlikte, onun öykülerinde insanî bir sıcaklık bulabiliriz. Aşılması gerektiğini düşünse bile eşcinsel aşkı dışlamaz. Öykülerindeki oğlan tasvirleri de oldukça canlıdır; dönemin eşcinsel tercihlerini ve estetik anlayışını yansıtır.
Gelibolulu Âlî, XVI. yüzyılın gelenek ve göreneklerini olduğu gibi yansıttığı Mevâidü'n-Nefâis adlı yapıtında, dönemin eşcinsellikle ilgili tutumunu da gözler önüne serer, yaşadığı toplum hakkında sosyolojik gözlemler yapar. Eşcinsel aşk, bu öykülerde yüceltilir; daha doğrusu, tasavvufçu bakış açısıyla aşk (ama her türlü aşk) zaten yücelticidir ve insanı olgunlaştırır. Birbirine âşık olan erkekler "vuslat"a erişirler. (Bk. Güzel Bir Oğlanla Perişan Bir Hale Düşen Aşık Öyküsü). Bu aşkın tek taraflı olduğu öykülerde ise yine tek taraflı da olsa vuslat yaşanır. Buna "kısmî vuslat" diyebiliriz. Ama her öykünün sonunda mutlaka tasavvufî bir "kıssadan hisse" de yer almaktadır. Mevâid, Osmanlı bürokratları için yazılmış bir kitaptır. Yazarı da bir Osmanlı bürokratıdır.
Mevâid'in ilgili bölümlerine baktığımızda Osmanlı bürokratının, eşcinsel zevkleri de olan kimseler olduğunu bütün açıklığıyla görürüz. Hemen hepsinin bir "oğlan" sevgilisi vardır. Bu oğlanlara nasıl davranılması gerektiği, oğlanların sıkı sıkıya uymaları gereken kurallar, çeşitli yöre oğlanlarının ne gibi özelliklere sahip oldukları, oğlan-sevgili seçiminde dikkat edilmesi gereken hususlar, ayrıntılarıyla açıklanır bu yapıtta.
O dönemin bürokratı, istisnalar her zaman mümkünse de, genellikle tek eşli eşcinsel ilişkiyi tercih etmektedir. Sevgililerini bir defaya mahsus olarak, ama son derece dikkatle seçmekte ve onu yanlarından ayırmamaktadırlar. Sevgili seçiminde yanılmamak için ise Âlî'ye kulak vermeleri gerekiyor.
Baharistan, sufî bir yazarın kaleminden çıktığı için tamamen tasavvufî bir karakter taşır. Anlatılan öyküler, genellikle tasavvufî bir kıssadan hisse ile bitirilir. Bu yapıt, Sadî’nin Gülistan’ına nazire olarak yazılmıştır.
Tasavvufta Aşk Anlayışı: Burada tasavvufun aşk anlayışından söz etmek, öyküleri daha iyi anlamada bize yardımcı olacaktır. Sufîlerin anlayışında bir insanın diğer bir insana duyduğu her türlü aşk “mecazî”dir; semboliktir. Asıl aşk, tanrısal aşktır ve mecazî aşklar insanı tanrısal aşka götürür. İşte bu noktada, mecazî aşkın eşcinsel bir karakter taşıması, bir sufî için sorun teşkil eder mi, sorusu akla gelecektir. Bu soruyu cevaplamaya çalışalım: Sufîlerin kaleme aldığı klasik yapıtlara baktığımızda eşcinsel aşkı anlatan çok sayıda öyküye rastlamaktayız. Bu öykülerde tanrısal aşkın öncülü olarak eşcinsel aşkın anlatılmasına sıkça rastlanır. Anlaşılan odur ki, sufîler tanrısal aşka ulaşmayı amaçlamışlardır, bu nedenle de onlar için aşkın eşcinsel veya heteroseksüel bir karakter taşıması önemsizdir. Tanrısal aşka ulaştırıcı bir araç olarak her türlü mecazî aşk da kutsanmaya değer.
Evrenin özünün “sevgi” olduğunu vurgulayan sufîler için bunun eşcinsel veya heteroseksüel karakteri, takılıp kalınacak bir nokta değildir. Çağrısı ilahî aşka olan bir sufî, sonunda aşılacak olduktan sonra mecazî aşkın eşcinsel ya da heteroseksüel niteliğini önemsemeyecektir doğal olarak. Tasavvufun aşk anlayışı budur. Bir sufînin, özellikle gençlere yararlı olmak amacıyla kaleme aldığı kitabında eşcinsel öyküler de anlatması, ama her öykünün sonunda tanrısal aşk çağrısını yinelemesi. Kendi mantığı içinde son derece doğaldır.”
Sonuç bölümünde de şunlar ifâde edilir: “Tasavvufun aşk anlayışı esas itibariyle yukarıda özetlediğimiz gibi olsa da bilinen tasavvuf anlayışının dışında işi oğlancılığa dökmüş sufî görünümlü toplulukların bulunduğu da bir gerçektir. Yalnız ilâhî aşkı hedeflemeyen ve buna ulaşamayan kimselerin ne kadar tasavvuf iddiasında bulunurlarsa bulunsunlar sufî saymak doğru olmayacaktır kanısındayız. Bu en azından tasavvufun teorisine terstir. Teoriyle uygulama da her zaman aynı doğrultuda olmayabilir” [75].
Tasavvuf edebiyatında da, eski ve yeni Türk Edebiyatında da bu eşcinselliği savunan, güzel gösteren zengin literatür vardır. Bunlardan bizim tesbit ettiğimiz önemlilerini şöyle sıralayabiliriz:
Tasavvuf Edebiyatında eşcinsel davranışlara olumlu yaklaşan kitap ve metinler konusunda bk. Tasavvufta Seks Fenomeni, Süreyya Aslaner, Tevhid Yayınları, İstanbul, 1996; Şark İslâm Klasiklerinde Eşcinsel Kültür, Zekeriya Gün, Ankara; İlâhinâme I-II, Feridüddin-i Attar, Çeviri: Abdülbaki Gölpınarlı, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1996; Baharistan, Molla Câmî, M.E.B Yayınları, özellikle s. 151; Nefahatü’l-Üns, Molla Câmî, Marifet Y. s. 89, 509; el-İbriz, Abdülaziz ed-Debbağ, Demir Kitabevi (Seha Neşriyat), s. 41, 62, 63, 78, 79, 81, 91, 92, 93, 391, 393, 412, 415; Tabakatü'l-Kübra, Şârânî, c. 2, s. 122; Âriflerin Menkıbeleri (Menâkıbu’l-Ârifîn), Ahmet Eflakî, Terc. Tahsin Yazıcı, M.E.B Yayınları, c. 1, s. 324-325, c. 2, s. 69-70, 72, 205, 213, 214, 217; Füsûsu’l-Hikem, Muhyiddin-i Arabî, Çev. N. Gençosman, 2. Baskı, Devlet Kitapları, Ank, 1964, s. 213-214, 429-460; Füsusu’l-Hikem Terc. ve Şerhi, A. Avni Konuk, Marm. Ün. İlâhiyat Fk. Y. c. 4, s. 341; Mesnevî, Mevlâna, M.E.B. Y. c. 4, s. 242, 283, c. 5, s. 112-116 (Kabak hikâyesi), 172, 205, 315-322; Fihi Mâ Fih, Mevlâna, Çev. M. Ülker Anbarcıoğlu, Devlet Kitapları, s. 138; Kabusnâme, Kaykavus, Çeviri: Mercimek Ahmed, Hzl. O. Şaik Gökyay, MEB yayınları, 3. basılış, İst., 1974; Güvercin Gerdanlığı/Sevgiye ve Sevenlere Dair, İbn-i Hazm, Çeviren: Mahmut Kanık, İnsan Y., İstanbul, 1985; et-Tabakatü’l-Kübrâ, İmam Şaranî, c. 2, s. 122, 219, c. 4, Ali Vahiş md.; Mektubat Tercümesi, İmam Rabbani, Terc. Hüseyin Hilmi Işık, Sönmez Y., s. 6 (1. mektup), 445. Mektup; Tabakatu’s-Sûfiyye, es-Sülemî, s. 191; Tasavvuf ve İslâm, Abdurrahman el-Vekil, Tevhid Y., s. 57, 66, 68, 69, 72, 146, 147, 204, 206, 208, 209; Eski Arap Toplumunda Eşcinsellik ve İslâm, Colin Spencer, Çeviri: Selçuk, Kaos GL, Temmuz-Ağustos 1998, Sayı:47-48, s.10-12
Eski ve yeni Türk Edebiyatında eşcinsel davranışlara olumlu yaklaşan kitap ve metinler konusunda bk. Osmanlı'da Seks, Sarayda Gece Dersleri, Murat Bardakçı, Gür Y., İst. 1992; Osmanlı Kadın Âlemleri, Erdoğan Tokmakçıoğlu, Geçit Kitabevi Y., İst. 1991; Türk Edebiyatında Seks, Konur Ertop, İst. 1977; Osmanlı Eşçinsel Metinleri, Osmanlı'da Seks, Murat Bardakçı, Gür Y., s. 84-139; Eski İstanbul Nasıl Eğleniyordu? Refik Ahmed, İstanbul 1927; İstanbul Hayatı, Refik Ahmed, İst. 1917, 1932; Müslüman Toplumlarda Erkekler Arası Cinsellik ve Erotizm, Arno Schmidt-Jehoeda Safer, Çeviri: Dilek Canet, Kavram Yay., 1. basım, İst., 1995; Erkek ve Kadında Eşcinsellik, Ali Kemal Yılmaz, Özgür Yay., İst., 1998; Mevâidü'n-Nefâis fî Kavâidi'l-Mecâlis/Görgü ve Toplum Kuralları Üzerine Ziyafet Sofraları I, II, Gelibolulu Mustafa Âlî, Hzl. O. Şaik Gökyay, Tercüman 1001 Temel Eser Yay., İst., 1978; Tarihimizden Sayfalar, Fethi Işık, Kaos GL, Şubat 1998, Yıl:4, Sayı: 42, s. 26; Ünlülerimiz -Şair Nedim-, Fethi Işık, Kaos GL, Mart 1998, Yıl:4, Sayı: 43, s. 27
İsteyenler bu eserlerden, konuya nasıl bakıldığını araştırabilir. Bunlardan bazılarından alıntılar yapmak, Kur’an kavramlarını konu edinen bir çalışmanın ciddiyetine ve bizim edebimize uymayacak kadar müstehcen ve bayağı tasvirler taşımaktadır.
Lût Kavmi ve Altı üstüne Getirilen Şehir
“Lût kavmi de uyarıları yalanladı. Biz de onların üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Yalnız Lût ailesini (bu azaptan ayrı tuttuk;) onları seher vakti kurtardık; Tarafımızdan bir nimet olarak. İşte Biz, şükredenleri böyle ödüllendiririz. Oysa andolsun zorlu yakalamamıza karşı onları uyarmıştı. Fakat onlar bu uyarıları kuşkuyla karşılayıp yalanlamakta direttiler.” [76]
Lût Peygamber, İbrâhim peygamberle aynı dönemde yaşamıştır. Hz. Lût, Hz. İbrâhim'e komşu kavimlerden birine elçi olarak gönderilmişti. Bu kavim, Kur’an'da belirtildiğine göre, o güne kadar dünya üzerinde görülmemiş bir sapıklığı, eşcinselliği uyguluyordu. Hz. Lût, onlara bu sapıklıktan vazgeçmelerini söylediğinde ve onlara Allah'ın İlâhî tebliğini getirdiğinde onu yalanladılar, peygamberliğini inkâr ettiler ve sapıklıklarına devam ettiler. Bunun sonucunda da kavim, korkunç bir felâketle helâk edildi.
Hz. Lût'un yaşadığı bu şehrin, Eski Ahit'te geçen ismi Sodom'dur. Kızıldeniz’in kuzeyinde kurulmuş olan bu kavmin aynen Kur’an’da belirtilenlere uygun bir şekilde helâk edildiği anlaşılmıştır. Yapılan arkeolojik çalışmalardan anlaşıldığına göre şehir, İsrail-Ürdün sınırı boyunca uzanan Tuz Gölü'nün (Ölü Deniz) yakınlarında bulunmaktadır.
Hz. Lût, kavmini apaçık bir doğruya çağırıyor ve anlaşılır bir şekilde uyarıyordu. Ancak kavim hiçbir uyarıyı dinlemiyor ve Hz. Lût'u inkâr etmeye ve onun haber vermekte olduğu azâbı yalanlamaya devam ediyor; “eğer doğru söylüyorsan, bize Allah'ın azâbını getir!” diyorlardı.[77] Kavminden bu cevabı alan Hz. Lût, Allah'tan yardım istedi: Dedi ki: "Rabbim, fesat çıkaran (bu) kavme karşı bana yardım et."[78]; "Rabbim, beni ve âilemi bunların yaptıklarından kurtar." [79]
Elçilikle görevlendirilmiş melekler Hz. İbrâhim'in yanından çıktıktan sonra Hz. Lût'a geldiler. "(Elçiler) Dediler ki: 'Ey Lût, biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana kesin olarak ulaşamazlar. Gecenin bir parçasında âilenle birlikte yürü (yola çık). Sakın, hiçbiriniz dönüp arkasına bakmasın; fakat senin karın başka. Çünkü onlara isâbet edecek olan, ona da isâbet edecektir. Onlara vaad olunan (azap) sabah vaktidir. Sabah da yakın değil mi?" [80]
Şehir halkının azgınlığının son noktaya varmasıyla beraber Allah, meleklerin yardımıyla Hz. Lût'u kurtardı. Sabah vakti de, kavmin üzerine Hz. Lût'un uyardığı azap gönderildi: "Andolsun onlar, onun konuklarından da murâd almak için baskı yaptılar. Biz de onların gözlerini silip kör ettik. 'İşte azâbımı ve uyarmamı tadın.' Andolsun onları bir sabah vakti erkenden, üzerlerinde kararını kılmış bir azap yakalayıp bastırıverdi." [81]
Âyetlerde, kavmin helâki şöyle tarif ediliyor: "Derken, tan yerinin ağarma vaktine girdiklerinde onları (o korkunç ve dayanılmaz) çığlık yakalayıverdi. Ânında (yurtlarının) altını üstüne çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş taş yağdırdık. Elbette bunda 'derin bir kavrayışa sahip olanlar' için gerçekten âyetler vardır. O (şehir de) gerçekten bir yol üstünde (hâlâ) durmaktadır." [82]
"Böylece emrimiz geldiği zaman, altını üstüne çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık; Rabbinin katında 'belli bir biçime sokulmuş, damgalanmış' olarak. Bunlar zâlimlerden uzak değildir." [83]
"Sonra geride kalanları yerle bir ettik. Ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık; uyarılıp korkutulanların yağmuru ne kötü! Gerçekten, bunda bir âyet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, merhametlidir." [84]
Kavim helâk olurken içlerinden Hz. Lût ve sayıları ancak "bir ev halkı" kadar olan iman edenler kurtarıldı. Hz. Lût'un karısı iman etmemişti ve o da helâk edildi: "Bunun üzerine Biz, karısı dışında onu ve âilesini kurtardık; o (karısı) ise (helâke uğrayanlar arasında) geride kalanlardandı. Ve onların üzerine bir (azap) sağanağı yağdırdık. Suçlu günahkârların uğradıkları sona bir bak!" [85]
Böylece Hz. Lût, karısı dışındaki âilesiyle ve kendisine iman edenlerle beraber kurtarıldı. Sapık kavim ise, yerle bir oldu.
Lût Gölü'ndeki "apaçık âyetler" Hûd Sûresi'nin 82. âyeti "böylece emrimiz geldiği zaman, altını üstüne çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık" ifâdesiyle, Lût Kavmi'nin başına gelen felâketin şeklini açıkça bildirir.
Âyetin başında geçen "altını üstüne çevirmek" fiilinin şiddetli bir deprem ile bölgenin yerle bir olduğunu anlatıyor olması mümkündür. Nitekim, helâk olayının yaşanmış olduğu bölge olan Lût Gölü, böyle bir depremin oluştuğuna dair "apaçık deliller" taşımaktadır.
Alman arkeolog Werner Keller konu hakkında şöyle diyor: Bu bölgede bir gün kendini göstermiş olan çok büyük bir çökmede patlamalar, yıldırımlar, yangınlar ve doğal gazlarla birlikte korkunç bir deprem olmuş ve Siddim Vâdisi ile birlikte Lût kavminin şehirleri yerin derinliklerine gömülmüşlerdi. [86]
Zâten Lût Gölü, ya da diğer Adıyla Ölü Deniz, aktif bir sismik bölgenin, yani bir deprem kuşağının tam üstünde yer almaktadır: Ölü Deniz'in tabanı Rift Vâdisi denilen tektonik kökenli bir çöküntü içinde yer alır. Bu vâdi kuzeyde Taberiye Gölü'nden, güneyde Arabah Vâdisi'nin ortasına kadar 300 km.'lik bir uzantıda yer alır. [87]
Âyetin devamında "üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık" cümlesiyle ifâde edilen olayın ise, Lût Gölü kıyısında meydana gelen volkanik bir patlama ve bunun sonucunda püsküren "pişirilmiş kıvamdaki" kaya ve taşlar olması mümkündür. (Şuarâ Sûresi'nin 173. âyetinde bu olay "...ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık; uyarılıp korkutulanların yağmuru ne kadar da kötü!" şeklinde bildirilmiştir.)
Werner Keller bu konuda da şöyle diyor: Bu deprem sırasında, yer kabuğunun çatlayıp çöküşü, kabuğun altında uyuyan volkanlara serbest yol vermiştir. Şeria'nın yukarı vâdisinde bugün de sönmüş kraterlere rastlanmakta olup buralarda kireç katmanları üzerinde geniş lav kütleleri ve bazalt katmanları yer almıştır. [88]
İşte bu lâv ve bazalt katmanları, zamanında burada volkanik bir patlamanın ve depremin olduğunu gösteren en büyük kanıtlardır. Kur’an'da, "üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık" ifâdesiyle tarif edilen olay da büyük olasılıkla bu volkanik patlamadır. Aynı âyette "...emrimiz geldiği zaman altını üstüne çevirdik" şeklinde ifâde edilen olay da Rift Vâdisi'nde tektonik kökenli olan ve volkanların yeryüzüne büyük bir şiddetle çıkmasına sebep olan deprem ile onun getirdiği yarılma ve çöküntüler olmalıdır.
Lût Gölü'nün taşıdığı "apaçık âyetler" gerçekten de son derece dikkat çekicidir. Kur’an’da anlatılan kıssalar ve bildirilen olaylar, genelde, Ortadoğu, Arap Yarımadası ve Mısır etrafında yoğunlaşır. İşte bu toprakların hemen ortasında Lût Gölü vardır. Lût Gölü, etrafında geçen olaylar kadar jeolojik olarak da dikkat çekicidir. Göl, Akdeniz'in yüzeyinden yaklaşık 400 metre daha alçaktadır. Gölün en derin yeri de 400 metre olduğundan, göl tabanı Akdeniz'in yüzeyinden 800 metre alçaktadır. Burası, dünyanın en alçak noktasıdır. Dünyanın deniz yüzeyinden aşağı olan başka bölgelerinde alçaklık en fazla 100 metre kadardır. Lût Gölü'nün başka bir özelliği de suyundaki tuz yoğunluğunun çok yüksek olması, tuz miktarının %30'u bulmasıdır. Bundan dolayı gölde balık ya da yosun gibi herhangi bir canlı yaşayamaz. Batı dillerinde Lût Gölü'ne "Dead Sea" (Ölü Deniz) denilmesinin sebebi de budur.
Kur’an'da anlatılan Lût kavmi ile ilgili olay, tahminlere göre yaklaşık MÖ 1800 yıllarında olmuştur. Alman araştırmacı, Werner Keller, arkeolojik ve jeolojik incelemelere dayanarak yaptığı açıklamalarda Lût kavminin yaşadığı Sodom ve Gomorra şehirlerinin yerlerinin Siddim Vâdisi denilen ve Lût Gölü'nün en alt ucunda bulunan bölgede olduğunu ve zamanında buralarda büyük ve geniş yerleşim alanlarının bulunduğunu belirtiyor.
Lût Gölü'nün en dikkat çekici yapısal özelliği ise, Kur’an'da anlatılan helâk olayının nasıl yaşandığını gösteren bir kanıttır: Lût Gölü'nün doğusunda bir yarımada oluşturan ve dile benzeyen bir kısım, gölün içine uzanır. Bu kısma Araplar "El Lisan" yani "dil" Adını vermişlerdir. Burada suyun tabanında, âdeta gölü ikiye ayıran fakat görülmeyen keskin bir dirsek uzanmaktadır. Bu yarımadanın sağında taban 400 metre derin olduğu halde, sol tarafı şaşılacak kadar sığdır. Son yıllarda yapılan ölçümlerden burasının derinliğinin ancak 15-20 metre kadar olduğu anlaşılmıştır. Daha sonradan oluştuğu tesbit edilen bu sığ bölge, deprem ve bu deprem sonucu oluşan kütlevi bir çöküntünün eseridir. Eskiden Sodom ve Gomorra'nın bulunduğu, yani Lût kavminin yaşadığı yer işte burasıdır:
Zamanında buradan karşı kıyıya yürüyerek geçmek mümkündü. Eskiden Siddim Vâdisi'nde bulunan Sodom ve Gomorra şehirlerini, şimdi Ölü Deniz'in alt bölümünün düzgün yüzeyi örtüyor. MÖ 2. bin yılın başlarında korkunç bir doğal felâket sonucu tabanın çökmesi, kuzeyden gelen tuzlu suyun bu yeni oluşan boşluğa akmasına ve buranın dolmasına sebep oldu. [89]
Lût kavminin izleri, gözle de görülebilir... Kayıkla Lût Gölü'nün bu alt ucunda gezildiğinde, güneş ışınları da suya uygun bir açıyla yansıyorsa, insan şaşılacak bir görünümle karşılaşır. Kıyıdan biraz ötede suyun içinde ağaçların belirdiği görülür. Bunlar da gölün son derece yoğun olan tuzlarının konserve ettiği ağaçlardır. Derinlerde yeşil renkte görülen ağaç gövdeleriyle ağaç artıkları çok eskidir. Bir zamanlar bu ağaçların yapraklarının yeşillendiği ve çiçek açtığı yer yani Siddim Vâdisi, bölgenin en güzel yerlerinden biriydi.
Lût kavminin uğradığı felâketin teknik yönü, jeologların araştırmalarından anlaşılıyor. Buna göre, Lût kavmini yok eden deprem, oldukça uzun bir yerkabuğu çatlağı (fay hattı)nın sonucunda oluşmuştur: Şeria Nehri'nin yatağını oluşturan 190 kilometrelik mesafe boyunca Şeria Nehri toplam 180 metrelik bir düşüş yapar. Bu durum ve Lût Gölü'nün deniz seviyesinden 400 metre alçak olması, burada bir zamanlar büyük bir jeolojik olayın meydana geldiğini gösteren önemli delillerdendir.
Şeria Nehri ile Lût Gölü'nün bu ilginç yapısı da, yerkürenin bu bölgesinden geçen bir yarık ya da çatlağın ancak bir parçasından ibârettir. Bu çatlağın durumu ve uzunluğu son zamanlarda saptanmış bulunmaktadır.
Bu çatlak, Toroslar'ın eteklerinden başlayıp güneye doğru Lût Gölü'nün güney kıyılarından ve Arap çölü üzerinden Akabe Körfezi'ne uzayıp oradan da Kızıl Denizi geçerek Afrika'da son bulmaktadır. Bu uzun çöküntünün uzayıp gittiği yerlerde kuvvetli yanardağ hareketlerinin olduğu anlaşılmaktadır. Öyle ki, İsrail'deki Galilee Dağları'nda, Ürdün'ün yüksek yayla kısımlarında, Akabe Körfezi ve diğer yakın yerlerde siyah bazalt ve lavlar bulunmaktadır.
Tüm bu kalıntılar ve coğrafî özellikler, Lût Gölü'nde büyük bir jeolojik olayın yaşandığını göstermektedir. Werner Keller bu jeolojik olayı şöyle anlatıyor: Bu bölgede bir gün kendini göstermiş olan çok büyük bir çökmede patlamalar, yıldırımlar, yangınlar ve doğal gazlarla birlikte korkunç bir deprem olmuş ve Siddim Vâdisi ile birlikte Lût kavminin şehirleri de yerin derinliklerine gömülmüşlerdir. Bu deprem sırasında, yer kabuğunun çatlayıp çöküşü, kabuğun altında uyuyan volkanları harekete geçirmiştir. Şeria'nın yukarı vâdisinde bugün de sönmüş kraterlere rastlanmakta olup buralarda kireç katmanları üzerinde geniş lav kitleleri ve bazalt katmanları yer almıştır. [90]
National Geographic ise Aralık 1957 sayısında konu hakkında şöyle diyordu: Sodom tepesi, Ölü Denize doğru yükselir. Hiç kimse şimdiye dek yok olan şehirler Sodom ve Gomorra'yı bulamadı, fakat bilim Adamlarına göre bu şehirler kayalıkların karşısındaki Siddim Vâdisi'nde duruyorlar. Büyük ihtimalle Ölü Deniz'in taşkın suları ve depremin altında kaldılar. [91]
Pompei de Aynı Sona Uğramıştı: Kur’an'da, Allah'ın kanunlarında hiçbir değişiklik olmadığı şöyle haber verilir: "...Onlara uyarıcı/korkutucu geldiğinde, nefretlerinden başkasını arttırmadı. (Hem de) Yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek. Oysa hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp kuşatmaz. Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler? Sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın." [92]
Evet, "Allah'ın sünnetinde (kurallarında) hiçbir değişiklik" yoktur. Allah’ın kurallarına aykırı giden, O'na başkaldıran herkes, aynı İlâhî kanunla karşılık görür. Roma İmparatorluğu'nun dejenerasyonunun sembolü olan Pompei de, aynı Lût kavmi gibi, cinsel sapkınlıklara batmıştı. Sonu da Lût
kavmiyle benzer oldu.
Pompei'nin helâki, Vezüv Yanardağı'nın patlamasıyla gerçekleşmişti. Vezüv Yanardağı, İtalya'nın, özellikle de Napoli kentinin sembolüdür. Yaklaşık, 2000 yıldan beri suskun olan Vezüv "İbret Dağı" şeklinde adlandırılır. Vezüv'ün bu şekilde tanımlanması boşuna değildir. Ünlü Sodom ve Gomorra kentlerinin başına gelen felâketle, Pompei fâciası birbirine çok benzemektedir.
Vezüv'ün batı yamacında Napoli, doğu yamacında ise Pompei kenti yer alır. Yaklaşık 2000 yıl önce yaşanan bir lav ve kül felâketi, bu kentin insanlarını ânî bir biçimde yakalamıştı. Felâket öylesine ânî olmuştu ki, her şey 2000 yıl öncesinde olduğu gibi kaldı. Sanki zaman dondurulmuştu.
Pompei'nin böyle bir felâketle yeryüzünden silinmesinde, elbette ders çıkarılabilecek bir yön vardı. Tarihî kayıtlar, şehrin yok olmadan önce tam bir sefâhet ve sapkınlık merkezi olduğunu gösteriyor. Şehrin en belirgin özelliği, fuhşun çok yaygın olmasıydı. Ancak Vezüv'ün lavları bir anda tüm kenti haritadan sildi. Olayın en ilginç yanı ise, kentin günlük yaşantısı içinde, Vezüv'ün korkunç patlamasına rağmen, kimsenin kaçamamış ve âdeta büyülenerek felâketin farkına bile varamamış olmalarıydı. Yemek yiyen bir âile, o andaki gibi aynen taşlaşmıştı. Cinsel birleşme halinde, sayısız taşlaşmış çift bulunmuştu. Daha da önemlisi, bu çiftler arasında, aynı cinsten olanlar, küçük erkek ve kız çocuklar da vardı. Pompei kalıntılarından çıkarılan taşlaşmış insan cesetlerinin, bazılarının yüzleri hiç bozulmadan kalmıştı. Yüzlerin genel ifâdesi, şaşkınlıktı.
İşte fâcianın en akıl almaz yönü buradadır. Nasıl olmuş da binlerce insan hiçbir şey görmeden ve duymadan, âdeta ölümün gelip kendilerini yakalamasını beklemişlerdir? Olayın bu yönü, Pompei'nin yok oluşunun Kur’an'da anlatılan helâk olaylarına benzediğini gösteriyor. Çünkü Kur’an'da, helâk olayları anlatılırken "birden yok olma" üzerinde durulur. Örneğin Yâsin Sûresi'nde anlatılan "şehir halkı", tek bir anda topluca ölmüşlerdir. Sûrenin 29. âyetinde bu durum şöyle anlatılır: "(Onlara) Yalnızca bir tek çığlık (yetti); ânında sönüverdiler." [93]
Kamer Sûresi'nin 31. âyetinde Semûd kavminin helâki anlatılırken de yine "ânında yok olma" olayına dikkat çekilir: "Çünkü Biz onların üzerine bir tek çığlık gönderdik. Böylece onlar, ağıldaki çalı-çırpı olan kuru ot gibi oluverdiler. " [94]
Pompei halkının ölümü de âyetlerde anlatıldığı şekilde, "ânında yok olma" tarzında gerçekleşmiştir. Tüm bunlara rağmen, Pompei'nin eski yerinde, bugün de olaylar pek fazla değişmiş değil. Napoli'nin sefâhet mahalleleri, Pompei'den hiç aşağı kalmıyor. Kapri adası, eşcinsellerin ve çıplakların kamp yaptıkları bir üs durumunda. Kapri adası turizm reklâmlarında "Eşcinseller Cenneti" olarak tanımlanıyor. Sonuçta, yine bölge halkının aynı tür bir yaşamı seçtikleri görülüyor. Yalnızca Kapri'de ve İtalya'da değil, dünyanın hemen hemen her tarafında bu tür bir ahlâki dejenerasyon yaşanmakta ve insanlar geçmiş kavimlerin başlarına gelen felâketlerden ders almamakta ısrar etmektedirler. [95]
Livâta/Homoseksüellik
Livâta: Erkek erkeğe cinsel ilişkide bulunma demektir. İslâm dininde zinâ ve fâhişelik gibi bir hayâsızlık örneğini teşkil eden livâta da, kesinlikle yasaklanmıştır. Livâtaya, oğlancılık, eşcinsellik veya homoseksüellik de denir. Livâta, insan şahsiyetine ve haysiyetine hiç bir şekilde yaraşmayan ahlâkî suçlardan biridir.
Hz. Lût (a.s.), sapıklığın, ahlâksızlığın, edepsizliğin en âdîsi olan livâtanın yaygın olduğu Sedum (Sodom) halkına peygamber olarak gönderilmiştir. Sedum halkı, daha önceki toplumlarda görülmeyen bu ahlâksızlık suçunda çok ileri gitmişti. İffet, nâmus ve hayânın unutulduğu bu toplumda Lût (a.s.) ve onunla birlikte olanlar, onların bu tür ahlâksızlıklarına engel olmak istemişler, ancak susturulmuş ve etkisiz hale getirilmişlerdi. Ancak, bütün uyarılara aldırış etmeyen Lût kavminin yaptığı kötülükler cezâsız kalmamış, acı bir azap ile yerle bir edilmişlerdir.
Livâtanın veya başka bir deyişle homoseksüelliğin İslâm hukukundaki cezâsı, bazı fakihlere göre zinâ cezâsıdır. Öte yandan, hâkimin, bu kötü durumdan insanları alıkoymak için toplumun yararına göre cezâ verebileceği görüşünü savunanların yanında, livâta işini yapan ve yapılanın öldürülmesi gerektiği görüşünde olan İslâm fıkıhçıları da vardır. [96]
Livâta kelimesi, sözlükte "havuzu çamur vb. ile sıvamak sûretiyle onarmak" anlamına gelir. Livâta kelimesi örfte erkekler arasındaki eşcinsel ilişkiyi ifâde eder. Arapça'da bu mânâda aynı kökten türeyen livât, mülâvata ve televvut kelimeleri de kullanılmaktadır. Kelime, anlamını erkekler arası eşcinsel ilişkinin yaygın olduğu Lût kavminden almaktadır. Cevâd Ali, livâta kelimesinin Araplar arasında Kur'an'da Lût kavminden bahsedilmesinden sonra kullanılmaya başlandığını söyler.[97] Kesin bir ayrım yapılması güç olmakla birlikte livâta fiilinde aktif olan taraf lûtî (bu ifâde çok hatâlıdır, kullanılmamalıdır), lâit, mülâvit; pasif taraf me'bûn ve übne (Türkçede ipne) kelimeleriyle ifâde edilir. Türkçe'de livâta karşılığı olarak oğlancılık kelimesinin yanı sıra eşcinsellik (ve homoseksüellik) de kullanılmaktadır. Bununla birlikte aynı cinse mensup kişiler arasındaki cinsel ilişkileri ifâde etmesi sebebiyle eşcinsellik (İng. homosexsuallty), lezbiyenlik/sevicilik (bk sihâk) olarak adlandırılan kadınlar arası eşcinsel ilişkileri de kapsamaktadır. Türkçe'de livâta fiilini işleyen kimselere lûtî (bu kelime kullanılmamalıdır) ya da eşcinsel adı verilir. Batı dillerinde livâta karşılığı olarak Lût kavminin yaşadığı Sodom şehrinden türetilen sodomy/sodomie kelimesi de kullanılır.
Erkekler arası eşcinsel ilişki hemen her dönemde ve her toplumda cinsî bir sapkınlık olarak görülmüş ve kınanmış, dinlerin de ortaklaşa mücâdele ettiği çirkin bir davranış olmuştur. Tevrat'ta, Sodom halkının Rabbe karşı günahkâr olduğu ve orada her türlü ahlâksızlığın, özellikle cinsî sapıklığın yaygınlaştığı ifâde edilir.[98] Yahûdilikte çirkin bir davranış olarak kabul edilen erkekler arası eşcinsel ilişkiler yasaklanmış ve bu tür ilişkide bulunanların cezâlarının ölüm olduğu belirtilmiştir.[99] Yeni Ahid'de de eşcinsel ilişkide bulunanlar şiddetle kınanan kimseler arasında zikredilir. [100]
İslâm dini, cinselliği tabiî bir vâkıa olarak kabul edip cinsel ihtiyaçların mâkul ve meşrû zeminde giderilmesine imkân vermiş, ancak cinselliğin insanlık onur ve değerini ihlâl edecek biçimde kontrolsüz kullanımını önleyici bazı sınırlamalar getirmiştir. Evliliğin teşvik edilip âile hayatını ve kurumunu korumaya yönelik tedbirlerin alınması, iffetin ve neslin korunmasının dinin temel gâyeleri arasında gösterilmesi, cinsel sağlık ve ahlâk eğitimine önem verilmesi, müstehcenlik, fuhuş ve zinâ ile mücâdele edilmesi böyle bir anlam taşır. Bunun için Kur'an ve Sünnette cinsî hayata ilişkin olarak birçok ayrıntılı düzenleme ve hüküm yer almıştır. Bunlardan biri de livâtanın İslâm'da şiddetle kınanıp büyük günahlardan sayılması olmuştur. İslâm literatüründe konu ferdî ve sosyal ahlâk, cinsiyet ahlâkı ve eğitimi gibi açılardan ele alınıp fert ve toplumların böyle bir sapkınlıktan korunması, bireylerin bu tür davranış ve eğilimlerini önleyici ve tedâvi edici tedbirlerin alınması üzerinde durulmuş, fıkıh literatüründe ise daha çok hukukî açıdan bu gruba giren fiillerin suç teşkil etmesinin şartları ve bu fiili işleyenlere uygulanacak cezâ yönüyle incelenmiştir.
Kur'an'da ve hadislerde yer alan ifâdelerden hareketle İslâm âlimleri, livâtanın dünyevî cezâyı da gerektiren haram bir fiil olduğu konusunda görüş birliğine varmışlardır. Hatta livâtayı haramlık bakımından zinâdan daha ağır bir fiil olarak kabul edenler de vardır. Livâta yapan kimseye verilecek cezâ konusunda ise İslâm hukuk ekolleri farklı görüşlere sahiptir. Bu konudaki fikir ayrılığı, livâtanın zinâ kapsamında bir suç mu, yoksa ondan ayrı başka bir suç mu teşkil ettiği konusundaki farklı yaklaşımlardan, ayrıca bu fiili işleyen kimselere verilecek cezâ ile ilgili hadislerin yorumundan kaynaklanmaktadır.
İslâm hukukçularının çoğunluğu, Kur'an'da hem zinânın hem livâtanın açık hayâsızlık ve çirkin davranış (fâhişe) olarak nitelendirilmesini dikkate alarak livâtayı zinâya kıyas etmiş, bu fiilin zinâ olarak adlandırılabileceğini ve zinâ ile aynı hükümleri taşıdığını belirtmiştir. İmam Şâfiî ile Hanefi hukukçularından Ebû Yûsuf ve Muhammed bin Hasan eş-Şeybânî'ye göre livâta yapan kişiye zinâ suçunda olduğu gibi had cezâsı uygulanır; fâil muhsan ise recmedilir, muhsan değilse 100 celde ile cezâlandırılır. Şâfiîler, livâta suçunda fâilin bekâr olması durumunda kendisine ayrıca sürgün cezâsı verilmesi gerektiğini ifâde ederler. İmam Mâlik ve Ahmed bin Hanbel ise Hz. Peygamber'den nakledilen ve livâta yapan kişilerin öldürülmesi ya da recmedilmesi gerektiğini ifâde eden hadisleri[101] esas alarak muhsan olsun ya da olmasın livâta fiilinin fâiline recm cezâsı verileceği görüşündedir. Bu hukukçulara göre livâta suçunun ispatı için zinâ suçunda olduğu gibi dört şahit getirilmelidir. Livâta yapan kişilerin öldürülmesi gerektiğini ifâde eden hadisler, aralarında Nesâi'nın de bulunduğu bazı hadis otoriteleri tarafından sened yönünden tenkit edilmiştir.[102] Diğer taraftan Rasûl-i Ekrem'in livâta yapan kimseyi recm cezâsı ile cezâlandırdığına veya livâtanın cezâî müeyyidesi hakkında hüküm verdiğine dâir bir bilgi mevcut değildir. [103]
İmâmiyye ve Zâhiriyye mezhebine mensup hukukçularla Ebû Hanîfe, livâtayı zinâdan ayrı bir fiil olarak değerlendirmektedir. Onlara göre livâta, zinâya kıyas edilemeyeceği ve zinâ olarak adlandırılamayacağı için ondan farklı bir suç oluşturmakta ve farklı hükümler taşımaktadır. Ebû Hanife, üreme organının dışındaki bir yolla kadın ya da erkekle cinsel ilişkide bulunmanın zinâ olarak kabul edilemeyeceğini ve livâta yoluyla nesebin karışma ihtimâlinin bulunmadığını ifâde ederek suçu işleyen kimseye devletin yetkili organlarınca takdir edilecek bir cezânın verilmesi gerektiğini belirtir. Bu fakîhler ayrıca livâta suçunun ispatı için iki şâhidin yeterli olduğu görüşündedir. Diğer taraftan aralarında Ebû Müslim el-İsfahânî’nin de bulunduğu bazı âlimler, Kur'an'da kadınların açık hayâsızlıkta bulunmasıyla ilgili olarak yapılan açıklamanın ardından, "İçinizden iki kişi açık bir hayâsızlıkta bulunursa onlara cezâ verin" meâlinde bir ifâdenin yer almasını[104] erkekler hakkında bir açıklama olarak yorumlamakta ve bu hükmün livâta yapan kişilerle ilgili olduğunu, bu sebeple âyetin hükmü gereğince onlara ta'zîr cezâsı uygulanacağını ileri sürerler. Tabiîn âlimlerinden Mücâhid'in de bu görüşte olduğu nakledilmektedir. [105] İslâm hukukçularının çoğunluğu, bir kimse aleyhine yapılan livâta ithâmının ispat edilmediği takdirde kazf suçunu meydana getireceği görüşündedir. Ebû Hanîfe ve Zâhirîler ise bu tür bir ithâmı hakaret ve sövme kapsamına dâhil ederek ta'zîr cezâsını gerektiren bir suç olarak kabul ederler.
Livâtanın gerek din ve ahlâk, gerekse hukuk düzeni açısından günah, çirkin ve suç teşkil eden bir fiil olmasının yanı sıra, tıp otoriteleri de anal ilişkinin zedelenmeye ve yaralara yol açtığını, özellikle AİDS hastalığını meydana getiren virüsün eşcinsel ilişkiler yoluyla açılan yaralardan kolayca girmek sûretiyle hızlıca ürediğini ifâde etmektedir. Eşcinsel ilişki, modern refah toplumlarında çeşitli sebeplerle belli bir yaygınlaşma eğilimi gösterip bireysel özgürlük kapsamında telakkî edilerek sınırlı ölçüde hukuken korunsa ve doğal karşılansa bile, dinî ve ahlâkî öğretilerin yanı sıra günümüzde insanlığın ortak sağduyusu ve kamuoyu onu insanî değerlere ve insan haysiyetine aykırı çirkin bir davranı olarak görmeye devam etmekte, onunla mücâdelede en etkili çare olarak da karşı cinsler arası tabii ve meşrû ilişki önerilmektedir. Eşcinsellik eğilim ve davranışı biyolojik ve psikolojik bozukluğun bir ürünü olması durumunda ise tedavi edilmesi gereken bir hastalık sayılmaktadır. [106]
Livâtanın cezâsının Kur’an’da belirtildiğini ifâde eden Süleyman Ateş, şunları söyler: “Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı içinizden dört şâhit getirin. Eğer onlar şâhitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıncaya, ya da Allah onların yararına bir yol gösterinceye kadar evlerde tutun (dışarı çıkarmayın). İçinizden iki kişi, fuhuş yaparsa, onlara eziyet edin; eğer tevbe eder, uslanırlarsa artık onlardan vazgeçin. Çünkü Allah, tevbeleri çok kabul edendir, çok merhametlidir.” [107]
Bu âyetlerde homoseksüellik denen cinsel sapıklık ve bunun cezâsı anlatılmaktadır. Burada iki tür cinsel sapıklıktan söz edilmektedir. Birincisi şimdi lezbiyenlik denen kadın kadına cinsel ilişki; ikincisi de livâta veya oğlancılık denen erkek erkeğe cinsel ilişkidir.
Birinci âyette "Fuhuş yapan kadınları evlerde tutun" ifâdesinden, bu eylemin kadınlar arasında olan edepsizlik, yani sevicilik olduğu anlaşılmaktadır. Bunların evlerde tutulmasmdaki hikmet de bunların edepsizlik eylemlerine engel olmaktır. Burada kadınlar, bir sonraki âyette erkek erkeğe ilişkiyi anlatan âyette olduğu gibi ikil değil de çoğul olarak zikredilmiştir. Müfessirler bunun izahında zorluk çekmişlerse de, bizce bunun hikmeti açıktır. O da kadın kadına ilişkiye girenlerin, yalnız iki kadın değil, belki birkaç kadın, kadın cemaati de olabilir. Muhammed Abduh'un izahına göre de bu eylem, o kadar çirkin sayılmadığı için kadınlar arasında yaygınlığından ötürü fâiller çoğul getirilmiştir. Bu da ma'kul bir yorumdur, ama sanıyorum ki bu eylem, iki kadın arasında olduğu gibi, birçok kadın arasında, toplu bir seks halinde de işlendiğinden kadınlar ikil değil, çoğul zikredilmiştir. Ama livâta, çok daha utanç verici kabul edildiğinden hem daha gizli yapılırdı, hem de sadece iki kişi arasında olurdu. Onun için fâilleri ikidir: Biri fâil, diğeri mef’ûl durumunda iki kişi.
Şimdi bu âyetlerde kadınlar arası sapık ilişkinin cezâsı olarak “evlerde hapis”, erkekler arası sapık ilişkinin cezâsı olarak da “eziyet” getirilmiştir. Ancak her iki cezâdan kurtulmanın çâresi de gösterilmiştir. Sapık ilişkiye giren kadınların evlerde hapsi, Allah onların yararına bir yol gösterince son bulur. Erkekler arası sapık ilişkiye getirilen eziyet cezâsı da onların tevbe edip uslanmasıyla son bulur. Bu eylemlerinden sonra tevbe edip gerçekten uslanmış olanlara artık eziyet edilmez.
Kur'ân âyetleri arasında neshi kabul etmeyen Ebû Müslim Isfahânî de birinci âyette seviciliğin, ikinci âyette livâtacılığın cezâsının belirlendiğini söylemekte ve sebebini şöyle izah etmektedir:
- Bu sûretle hiçbir âyet neshedilmez, her âyetin hükmü geçerli olur.
- Eğer iki âyette de zinâ kasdedilmiş olsaydı, zinâ eden erkek ve kadının hükmü, tek bir âyet içinde zikredilirdi. Nitekim: "Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkeğin her birine yüz değnek vurun..." [108] âyetinde aynı suçu işleyen erkek ve kadının hükmü belirtilmiştir. İki âyette de kasıt zinâ olsaydı, burada da böyle olur ve aynı şeyden söz eden âyetler tekerrür etmezdi.
- "Allah kadınların yararına bir yol gösterinceye kadar onları evlerde tutun." âyetinin zinâ hakkında olduğunu söyleyenler, "Allah kadınların yararına bir yol gösterinceye kadar" cümlesinde gösterileceği bildirilen yolu, recm ve celd (taşlayıp öldürmek ve yüz değnek vurmak) şeklinde açıklamışlardır. Bu doğru olamaz. Çünkü âyette, Allah'ın, kadınların yararına bir yol göstereceği belirtilmektedir. Oysa recm, celd ve sürgün, kadınların yararına değil, zararınadır. Bunlar, kadın için çok ağır cezâlardır. Bundan dolayı biz, buradaki fuhşu, kadınlar arasındaki seviciliğe yorarak gösterilecek yolun, kendilerini bundan vazgeçirecek nikâh yolu olduğunu söylüyoruz. Allah'ın onlara evlenme nasib etmesi, onların lehine olan bir yoldur. [109]
Burada zinâ denen, nikâhsız olarak kadın-erkek ilişkisinin cezâsı henüz belirtilmemiştir. Onun cezâsı, Nur Sûresinde belirtilecektir. Böylece âyetler arasında farazî bir çelişki ortaya çıkarılmaz ve âyetlerin hepsinin hükmü tam yerine oturur:
- Eşcinsellik yapan kadınlar, evde gözetim altında bulundurulurlar, evleninceye dek evden dışarı çıkarılmazlar. Eşcinselliğin cezâsı, kadınlar için sürekli gözetim altında tutulmak, evden dışarı çıkarılmamaktır. Ancak evlendikleri veya uslanıp bu işten vazgeçtikleri takdirde evde sürekli hapis cezâsından kurtulurlar.
Eşcinsellik yapan erkeklere, dil ve el ile eziyet ve hakaret edilir. Birbiriyle zinâ eden erkek ve kadın ise, her birine yüz sopa vurularak cezâlandırılır. Bu hususta kişilerin evli, bekâr, genç veya ihtiyar olmaları arasında bir fark yoktur.
Reşid Rızâ da Ebû Müslim'in bu yorumunun, en doğru yorum olduğunu vurgulamaktadır: "Gerçek şu ki Ebû Müslim'in her iki âyet üzerindeki yorumu, tercihe şâyân yorumdur." Üstadı Muhammed Abduh da bu görüşü tercih etmiştir: "Sevici kadınların evde hapsedilmelerinin hikmeti şudur: Seviciliğe alışan kadın, artık erkeklerden uzak durur, evlenmek istemez. Bir nesil tarlası olmaya râzı olmaz. Onun edepsizliğine mâni olmak için evlerde tutulup benzeri kadınlarla buluşması önlenir ki, o, ömründe bu işi bir daha yapma imkânı bulamasın veya evlensin.
Ben derim ki: Kadın ölünceye, ya da sevicilikten soğuyarak erkeklere ilgi duyuncaya kadar, evli ise kocasıyla ilişkiyi kabul edinceye, bekâr ise evleninceye kadar hapsedilir. Kadınlara gösterilecek yolun, Allah'a bağlanmasında da bir hikmet vardır ki o da şudur: Bu, alışanın bırakması güç olan bir edepsizliktir. Zaten hapsedilmesindeki hikmet de bu edepsizliği bırakmanın zorluğuna bağlıdır. Yani bu edepsizlik, öyle bir belâdır ki, ancak Allah'ın bir çıkar yol göstermesiyle bundan kurtulmak mümkün olur." [110]
Livâtanın cezâsı
İmâm-i Şafiî'ye göre livâta yapana had (cezâ) uygulanır. Ebû Hanîfe'ye göre bu konuda bir hüküm bulunmadığı için buna cezâ gerekmez. Şafiî'ye göre Lût şerîatinde haram olan bu işi yapanların recmedilmesi gerekir. Zira “Onlar Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerdir, onların yoluna uy!" [111] âyeti uyarınca bizden öncekilerin şerîatindeki hükümler bizim şeriatimizde neshedilmedikçe bizim için de geçerlidir. Livâta eylemini yapanları Allah kınadığına göre, demek ki buna uygulanan cezâ, bizim şeriatimizce neshedilmemiştir. Bundan dolayı livâta yapanlar cezâlandırılır.
Şâfiî'nin bu görüşü uzak bir kıyastır. Elbette livâta iğrenç bir iştir ama fâilini recmetmek için açık bir delil yoktur. Çünkü Lût şeriatinde livâtanın cezâsının ne olduğu bilinmiyor. Günahları yüzünden bir kavmin başına âfet gelmesi başka, belli suçlar için şeriatçe (İslâmî yasa) ile konulan cezâ da başkadır. Şâfi'î, günâhları yüzünden kavmin başına âfet gelmesini şeriat cezâsıyla karıştırıyor ki bu yanlıştır. Bu tür âfetler sadece livâta dolayısıyla gelmiş değildir. Sahtekârlık, yalancılık, haksızlık gibi çeşitli eylemleri yüzünden de kavimler İlâhî âfetlerle cezâlandırılmışlardır. Ama bu eylemlerin bir kısmının şeriatte bir cezâsı yoktur. Meselâ yalan söylemeye, oruç tutmamaya, namaz kılmamaya, şeriat ma'nevi sorumluluk dışında maddî bir cezâ belirlememiş iken zinâ etme, adam öldürme gibi hususlara cezâ belirlemiştir. Eğer bizden önceki şeriatlerin cezâsı bizim için de geçerli olsaydı, o zaman zinâ için, adam öldürme için had ve kısas cezâlarını da koymazdı. Çünkü bunların öteki şeriatlerde cezâsı vardı. Onlar bizim için de geçerli olurdu. Bunlara ayrı ayrı cezâ konulduğuna göre, bizden önceki şeriatlerin ağır cezâlarının bizim için de geçerli olması gerekmez. Kaldı ki Hz. Muhammed (s.a.s.), önceki dinlerde bulunan ağır hükümleri, yükleri kaldıran, insanların yükünü hafifleten bir elçi olarak vasıflandırılır. [112] âyetinde Allah'ın, müslümanlara, öncekilerin yollarını beyan ettiği belirtildikten sonra: "Allah sizden ağır teklifleri hafifletmek istiyor, çünkü insan zayıf yaratılmıştır"[113] âyetiyle, önceki şeriatlerde bulunan bazı ağır teklifleri hafiflettiği vurgulanmaktadır. Öyle ise bizden önceki şeriatlerde bulunan ağır cezâların, bizim için geçerli olduğunu söylemek, Kur'ân'ın bu temel prensibine aykırıdır. Ama onlardaki genel prensipler, tevhîd esasları, elbette bizim için de geçerlidir. Fakat onların ağır yasaları, son İslâm şeriatinde hafifletilmiştir.
Ebû Hanîfe'nin görüşü daha isâbetlidir. Livâtaya şeriatte bir cezâ konmamıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de bütün günâhlara cezâ konmuş değildir. Livâta, son derece çirkin bir sapıklıktır, doğaya aykırıdır. Kur'ân, livâta eyleminin fâil ve mef’ûlüne bir ta'zir cezâsı koymuştur. Bu da eziyettir. Eziyet, halk içinde hakaret etme, dövme ile olur. Fakat öldüresiye dövme değil, bir iki tokat vurmaktan, yüzüne tükürmekten, sözle hakaret etmekten ibâret bir utandırma ve caydırma dövmesidir. Maksat, bu eylemcileri halk içinde rezil edip onların bir daha böyle bir eyleme cesaret etmelerini önlemektir.
Gerçi Nesâî dışındaki Sünen sahipleri, İkrime yoluyla İbn Abbas'tan: "Lût kavminin işini yapanlara rastlarsanız, fâil ve mef’ûlü öldürünüz" [114] sözünü rivâyet etmişlerdir, ama Nesâî bu hadîsi münker görmüştür. İbn Mâce bu hadîsi Ebû Hüreyre'den rivâyet etmiş ise de senedi birinciden de zayıftır. Hafız İbn Hacer, Ebû Hüreyre hadîsinin sahîh olmadığını söylemiştir. Hadîsin başka bir varyantında: "Üsttekini de, alttakini de recmedin" denmektedir ki bu da sahîh değildir. Beyhakî'nin: "Erkek, erkeğe varırsa ikisi de zinâ edendir. Kadın, kadına varırsa ikisi de zinâ edendir" rivâyetinin senedinde Ebû Hâtim'in yalancılıkla suçladığı Muhammed İbn Abdi'r-Rahman vardır. İbnu't-Tullâ', Ahkâmında: "Peygamber’in (s.a.s.) livâta yapanı recmettiği veya onun hakkında bir hüküm verdiği sübût bulmamıştır" demiştir.
Bu konudaki görüşleri toplayan Şevkânî şöyle diyor: "İlim sahipleri, mütevâtir hadîslere dayanarak livâtanın haram ve büyük günâhlardan; yapanların da mel'ûn olduğu kanısına vardıktan sonra cezâsı konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bir grup sahâbî, evli olsun, bekâr olsun, livâta yapanın da, yapılanın da öldürüleceği kanısındadır. Şâfiî, Nasır, Kasım İbn İbrâhîm de bu görüşe varmışlar, görüşlerine de Livâtacının recmedileceği hakkındaki münker hadîsi delil getirmişlerdir. Bu görüş sahipleri, öldürmenin nasıllığı hakkında da ihtilâf halindedirler. Hz. Alî'den, bunun kılıç ile öldürülüp sonra yakılacağı rivâyet edilmiştir. Hz. Ömer ve Hz. Osman'a göre bu adam duvarın altına konulup üstüne duvar yıkılarak öldürülür. İbn Abbas'a göre kentin en yüksek binasından baş aşağı atılarak öldürülür (Bu iki rivâyet de zayıftır). Kimine göre de recmedilir. Livâta, aynen zinâ gibi kabul edilmiştir."
Bu görüşleri kaydettikten sonra Şevkânî kendi görüşünü şöyle belirtiyor: "Muhakkak ki bu rezâleti işleyen kimseye, âleme ibret bir cezâ verilir. Azgınların şehvetini kıracak biçimde işkence edilir. Ebû Hanife'ye ve Şâfiî'den gelen başka bir kavle, Murtazâ ve Müeyyedbillâh'a göre livâta yapan, yalnız ta'zîr edilir. Livâtacı hakkındaki deliller özellik, zinâ hakkındaki deliller ise genellik arz ettiği için bu konuda büyük görüş ayrılıkları vardır..." [115]
Îbnu't-Tullâ'ın da belirttiği gibi livâta yapanın öldürüleceği veya recmedileceği hakkındaki hadislerin hiçbiri sahîh değildir. Zâten sahîh olsaydı, sahâbîlerden, cezâ konusunda bu kadar görüş ayrılığı nakledilmezdi. Bu ihtilâflar, Hz. Peygamber'den sonra sahâbîlerin, onlardan sonra da tâbiîlerin, konu hakkında kendi görüşlerini belirttiklerinden, kimi livâtacının yakılacağını, kimi kılıçla öldürüleceğini, kimi üstüne duvarın yıkılacağını, kimi yüksek binadan aşağı atılarak öldürüleceğini, kimi de öldürülmeyip ta'zîr edileceğini söylemiştir ki zaten Kur'ân'ın bu konuda açıkça belirttiği cezâ da ta'zîr'dir. Onun için Ebû Hanîfe, bir kavle göre Şâfıî de livâtacının sadece ta'zîr edileceğini söylemiştir. Çünkü Kur'ân: "İçinizden iki erkek fuhuş yaparsa onlara eziyet edin; eğer tevbe eder, uslanırlarsa artık onlardan vazgeçin. Çünkü Allah, tevbeleri çok kabul edendir, çok merhametlidir."[116] buyurmuştur.
Muhammed Reşîd Rızâ da bu görüştedir: "Hanefîlere göre ta'zîr, dövmek, böylelerini en kötü, pis bir yerde ölünceye, ya da tevbe edinceye dek hapsetmek sûretiyle olur. Ebû Müslim el-Horasânî: 'İçinizden iki erkek fuhuş yaparsa...' âyetinde livâtacı fâil ve mef’ûlün kasdedildiğini söyler. Biz o âyetin tefsirinde, üstâd İmam (Muhammed Abduh)un da Ebû Müslim'in görüşünde olduğunu söylemiştik. Bu görüş, şöyle diyenlerin sözüne uygundur: Livâtanın cezâsı da ta'zîrdir, ama bu, eziyet olan herhangi bir tarzda yapılabilir (mutlaka dövmek gerekmez). Ta'zîr; sözle, fi'ilen (döverek) yapılabileceği gibi, işkencesiz de olabilir." [117]
Livâta Eylemini Yapanların Toptan Cezâlandırılması;
7/A'râf, 80-84; 11/Hûd, 69-70, 74-83; 26/Şuarâ, 165-173; 27/Neml, 54-55; 29/Ankebût, 28-35'nci âyetlerde livâta eylemine düşkün olan Lût kavminin başlarına yağdırılan kükürt, lav yağmuru ile helâk edildikleri belirtilmiştir. Çok çirkin işler yapan bu kavmin helâk nedenlerinin başında livâta iptilâsı gelir. Livâtacılık, erkeklerin kendi aralarında ilişkiye girmesi biçimindeki homoseksüelliktir ki bu iğrenç eyleme, Lût kavminin adıyla ilişkili olarak livâta denmiştir. Lût (a.s.), kavmini bu kötü ahlâktan uzaklaştırmaya çalışmış, fakat bu işe müptelâ olan kavmi, Lût'un sözlerini dinlememişler, keyiflerini kaçırmaması için bu işe bulaşmayan Lût'u ve taraftarlarını ülkelerinden çıkarmak istemişlerdir. Sonuçta Allah Taâlâ, Lût'u ve iman edenleri kurtarıp, Lût'un karısı da dâhil, bütün suçluları helâk etmiştir.
Lût'un karısının da öteki suçlularla beraber helâk olması, peygamber karısı dahi olsa, suçlunun cezâsını çekeceğini; Allah'a isyan eden insanı hiç kimsenin kurtaramayacağını gösterir. İyilik, insanın kendi şahsında olmalıdır. Böyle olmadıktan sonra iyilere akraba olmak, sâlihlerin soyundan gelmek insana bir yarar sağlamaz.
7/A'râf, 80'de Hz. Lût'un, kavmine, dünyalarda kimsenin yapmadığı iğrenç bir işi yaptıklarını söylediği belirtilmektedir. Livâta, muhakkak ki Lût kavminin icadı değildir. Onlardan önce de bu işi yapanlar olmuştur. Öyle ise neden Lût kavmi, kendilerinden önce dünyada kimsenin yapmadığı işi yapmakla suçlanmıştır?
Müfessirlere göre bu iş, başka toplumlarda da yapılırdı ama, toplumsal bir düşkünlük halini almamıştı. Bireysel olaylar olarak görülürdü. Ancak bu fuhuş, Lût kavminde toplumsal bir iptilâya dönüşmüştü. Bundan dolayı onlar, daha önce kimselerin yapmadığı bir işi yapmakla kınanmışlardır. [118]
Kur'ân-ı Kerîm, bu işi yapanları israfçı olarak nitelendirmektedir. İsraf, bir işi gereksiz yapmak, Allah'ın nimetini boşa harcamaktır. Cinsel birleşmenin asıl amacı, neslin üremesidir. Kadınla erkeğin birleşme arzularının altında Allah'ın bu hikmeti yatmaktadır. İnsanın, çocuk olmayacak tarzda sadece şehvetini defetmesi, milyonlarca insan tohumunun boşa dökülüp ölmesine neden olur. Her biri bir insan olma istidadında bulunan milyonlarca tohumun tuvalete dökülmesi, israftır; cinsel birleşmeyi amacından saptırmaktır. Allah, birleşme isteğini sırf zevki tatmin için vermemiştir. Aslında o zevk, önemli bir amacın gerçekleşmesi için bir araçtır. Bu amaç, çocuk olmasıdır. Çocuk olmasını engellemek, insan tohumlarını boşa akıtmak israftır. Yaratılış yasasına aykırı olarak erkeklerle sapık ilişki kurmak haram olduğu gibi, kadını çocuk olmayacak tarzda kısırlaştırmak, onu sadece bir şehvet aracı haline getirmek olur ki bu da Allah'ın yaratma yasasına aykırıdır. [119]
Kur’ân-ı Kerim’de Lût (a.s.) ve Homoseksüel Kavmi
Lût (a.s.) ve Lût Kavmi, Kur’ân-ı Kerim’de toplam 27 yerde zikredilir. Lût (a.s.)’un kavmiyle olan mücâdelesi, Kur'ân-ı Kerîm'de 7/A'râf, 80-84; 11/Hûd, 77-83; 15/Hicr, 61-77; 27/Neml, 54-58; 29/Ankebût, 26-30; 37/Sâffât, 133-138. âyetlerinde anlatılır. Kur'ân-ı Kerîm'de yirmi yedi yerde ismen zikredilen Lût'un Hz. İbrâhim'in tebliğini kabul ettiği [120], onunla birlikte bereketli ülkeye ulaştırıldığı,[121] peygamberlerden olduğu[122] diğer peygamberler gibi âlemlere üstün kılındığı, [123] kendisine hüküm ve ilim verildiği, sâlihlerden olduğu ve İlâhî rahmete kabul edildiği [124] bildirilmektedir. Tevratta iddia edildiği gibi Lût, amcası İbrâhim'in çobanlarıyla kendi çobanları arasında çıkan bir anlaşmazlık üzerine ve münbit toprakları tercih ettiği için değil, peygamber olarak görevlendirilip gönderildiği için [125] Sodom'a gitmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de livâta kelimesi geçmemekle birlikte "aşırı derecede çirkin davranış, açık hayâsızlık ve sapkınlık" anlamındaki fâhişe (çoğulu fevâhiş) ve fahşâ kelimeleri livâta fiilini de kapsayan geniş bir içerikle yirmi dört yerde geçer ve zina, livâta, sevicilik gibi iffetsizlikler şiddetle kınanır, yol açacağı dinî ve hukukî sorumluluklara işaret edilir. Cinsî ihtiyaçların tabiî/doğal ve meşrû çerçevede karşılanması, fıtrat ve iffetin korunması, insanlık onurunu zedeleyen her türlü cinsî azgınlık ve sapıklıktan uzak durulması Kur'an'ın temel mesajlarından biridir. Kur'an'da, Lût kavminin livâtanın yaygınlık kazandığı ilk toplum olduğuna atıfla onların, bu çirkin fiili işlemeleri ve peygamberleri Hz. Lût'un kendilerini bu işten alıkoymaya yönelik uyarı ve öğütlerine kulak vermeyişleri sebebiyle helâk edildiği anlatılır [126].
“İsmail'i Elyasa'yı Yûnus'u ve Lût'u da (hidâyete eriştirdik). Onların hepsini âlemlere üstün kıldık.” [127]
“Lût’u da (peygamber olarak) gönderdik. Kavmine dedi ki: ‘Sizden önce âlemlerden hiç birinin yapmadığı fuhşu mu yapıyorsunuz?
Çünkü siz kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere gidiyorsunuz. Doğrusu siz, haddi aşan bir (azgın) kavimsiniz.
Kavminin cevabı: ‘Onları (Lût’u ve ona inanan taraftarlarını) memleketinizden çıkarın, çünkü onlar fazla temizlenen insanlarmış!’ demelerinden başka bir şey olmadı.
Biz de onu ve karısından başka âile efrâdını (iman edenleri) kurtardık. Çünkü karısı geride kalanlardan (kâfirlerden) idi.
Ve üzerlerine (taş) yağmuru yağdırdık. Bak gi günahkârların sonu nasıl oldu!” [128]
“Andolsun ki elçilerimiz (melekler) İbrâhim'e müjde getirdiler ve: ‘Selâm (sana)!’ dediler. O da: ‘(Size de) selâm!’ dedi ve hemen kızartılmış bir buzağı getirdi.
Ellerinin ona uzanmadığını görünce (İbrâhim durumdan) hoşlanmadı ve içine bir tür korku düştü. Dediler ki: ‘Korkma. Biz Lût kavmine gönderildik.’
İbrâhim'den korku gittiği ve ona müjde geldiği zaman Lût kavmi konusunda Bizimle çekişip tartışmalara giriyor(du).
İbrâhim cidden yumuşak huylu, bağrı yanık, kendisini Allah'a vermiş biri idi.
(Melekler dediler ki): ‘Ey İbrâhim! Bundan vazgeç. Çünkü Rabbinin (azap) emri gelmiştir. Ve onlara, geri çevrilmez bir azap mutlaka gelecektir!
Elçilerimiz Lût'a gelince, (Lût) onların yüzünden üzüldü ve onlardan dolayı içi daraldı da ‘Bu, çetin bir gündür!’ dedi.
Lût'un kavmi, koşarak onun yanına geldiler. Daha önce de o kötü işler yapmaktaydılar. (Lût): ‘Ey kavmim! İşte şunlar kızlarımdır (onlarla evlenin); sizin için onlar daha temizdir. Allah'tan korkun ve misafirlerimin önünde beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu!?’ dedi.
Dediler ki: ‘Senin kızlarında bizim bir hakkımız olmadığını biliyorsun. Ve sen bizim ne istediğimizi elbette bilirsin.’
(Lût:) ‘Keşke benim size karşı (koyacak) bir gücüm olsaydı veya güçlü bir kaleye sığınabilseydim!’ dedi.
(Melekler) dediler ki: ‘Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamazlar. Sen gecenin bir kısmında ailenle (yola çıkıp) yürü. Karından başka sizden hiçbiri geride kalmasın. Çünkü onlara gelecek olan (azap) şüphesiz ona da isâbet edecektir. Onlara vaad olunan (helâk) zamanı, sabah vaktidir. Sabah yakın değil mi?
Emrimiz gelince, oranın altını üstüne getirdik ve üzerlerine (balçıktan) pişirilip istif edilmiş taşlar yağdırdık.
(O taşlar:) Rabbin katında işaretlenerek (yağdırılmıştır). Onlar zâlimlerden uzak değildir.” [129]
"Onlara İbrâhim’in misafirlerinden (meleklerden) de haber ver.
Dediler ki: ‘Biz, suçlu bir topluma gönderildik.
Ancak Lût âilesi hâriç. Onların hepsini kurtaracağız.’
‘(Fakat Lût'un) karısı müstesnâ; biz onun geri kalanlardan olmasını takdir ettik.’
Melek olan elçiler Lût âilesine gelince,
Lût onlara: ‘Hakikaten siz tanınmayan kimselersiniz’ dedi.
Dediler ki: ‘Bilâkis, biz sana, onların şüphe etmekte oldukları şeyi (azâbı ve helâkı) getirdik.
Sana gerçeği getirdik; biz, hakikaten doğru söyleyenleriz.
Gecenin bir bölümünde aile fertlerini yola çıkar, sen de arkalarından yürü. Sizden hiç kimse, sakın dönüp de ardına bakmasın, istenen yere gidin.’
Ona (Lût'a) şu hükmümüzü vahyettik: ‘Sabaha çıkarlarken mutlaka onların ardı kesilmiş olacaktır.’
Şehir halkı, birbirlerini kutlayarak, (meleklerin yanına) geldiIer.
(Lût) onlara: ‘Bunlar benim misafirimdir. Sakın beni utandırmayın;
Allah'tan korkun, beni rezil etmeyin!’ dedi.
‘Biz seni, elâlemin işine karışmaktan men etmemiş miydik?’ dediler.
(Lût:) ‘İşte kızlarım! (Düşündüğünüzü) yapacaksanız (onlarla evlenin)’ dedi.
(Rasûlüm!) Hayatın hakkı için onlar, sarhoşlukları içinde bocalıyorlardı.
Güneş doğarken onları o korkunç ses yakaladı.
Böylece ülkelerinin üstünü altına geçirdik. Üzerlerine de balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.
İşte bunda ibret alanlar için işaretler vardır.
Onlar hâlâ gözler önünde duran bir yol üzerindedirler.
Hakikaten bunda iman edenler için bir ibret vardır.” [130]
“Biz, onu ve Lût'u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.” [131]
“Lût'a da bir hüküm ve ilim verdik ve onu çirkin işler yapmakta olan şehirden kurtardık. Şüphesiz onlar fenâ işler yapan kötü bir kavimdi. Onu rahmetimize kabul ettik; çünkü o sâlihlerdendi.” [132]
“İbrâhim'in kavmi de, Lût'un kavmi de (peygamberlerini) yalanladılar.” [133]
“(Rasûlüm!) Andolsun (bu Mekkeli putperestler), belâ ve felâket yağmuruna tutulmuş olan o beldeye uğramışlardır. Peki onu görmüyorlar mıydı? Hayır, onlar öldükten sonra dirilmeyi ummamaktadırlar.” [134]
“Lût kavmi de peygamberleri yalancılıkla suçladı.
Kardeşleri Lût onlara şöyle demişti: ‘(Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız?
Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.
Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.
Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir.
Rabbinizin sizler için yarattığı eşlerinizi bırakıp da, insanlar içinden erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz sınırı aşmış (sapık) bir kavimsiniz!’
Onlar şöyle dediler: ‘Ey Lût! (Bu dâvâdan) vazgeçmezsen, iyi bil ki, sürgün edilmişlerden olacaksın!’
Lût: ‘Doğrusu, dedi, ben sizin bu işinizden tiksinmekteyim!
Rabbim! Beni ve âilemi, onların yapageldiklerinden (vebâlinden) kurtar.
Bunun üzerine onu ve bütün âilesini kurtardık.
Ancak bir koca karı müstesnâ. O, geride kalanlardan (oldu).
Sonra diğerlerini helâk ettik.
Üzerlerine öyle bir yağmur yağdırdık ki... Uyarılanların (fakat yola gelmeyenlerin) yağmuru ne de kötü!
Elbet bunda büyük bir ibret vardır; fakat çokları iman etmezler.
Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak gâlip ve engin merhamet sahibidir.” [135]
“Lût'u da (peygamber olarak kavmine gönderdik.) Kavmine şöyle demişti: ‘(Göz göre göre hâlâ o hayâsızlığı yapacak mısınız?!
(Bu İlâhî ikazdan sonra hâlâ) siz, ille de kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşacak mısınız? Doğrusu siz, beyinsizlikte devam edegelen bir kavimsiniz!’
Kavminin cevabı sadece: ‘Lût ailesini memleketinizden çıkarın; çünkü onlar (bizim yaptıklarımızdan) uzak kalmak isteyen insanlarmış!’ demelerinden ibâret oldu.
Bunun üzerine onu ve âilesini kurtardık. Yalnız karısı müstesnâ; onun geride (azâba uğrayanların içinde) kalmasını takdir ettik.
Onların üzerlerine müthiş bir yağmur indirdik. Bu sebeple, uyarılan (fakat aldırmayan) ların yağmuru ne kötü olmuştur!” [136]
“(İbrâhim) Dedi ki: ‘Siz gerçekten, Allah'ı bırakıp dünya hayatında aranızda bir sevgi-bağı olarak putları (ilahlar) edindiniz. Sonra kıyamet günü, kiminiz kiminizi inkâr edip-tanımayacak ve kiminiz kiminize lanet edeceksiniz. Sizin barınma yeriniz ateştir ve hiçbir yardımcınız yoktur.’ Bunun üzerine Lût ona iman etti ve dedi ki: ‘Gerçekten ben, Rabbime hicret edeceğim. Çünkü şüphesiz O, güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.’ Biz ona İshak'ı ve Yakub'u armağan ettik ve onun soyunda (seçtiklerimize) peygamberliği ve kitabı (vahy ihsanı) kıldık, ecrini de dünyada verdik. Şüphesiz o, ahirette salih olanlardandır. Lût da; hani kavmine demişti: ‘Siz gerçekten, sizden önce âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı ‘çirkin bir utanmazlığı' yapıyorsunuz.’ ‘Siz, (yine de) erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve bir araya gelişlerinizde çirkinlikler mi yapacaksınız?’ Bunun üzerine kavminin cevabı yalnızca: ‘Eğer doğru söylüyor isen, bize Allah'ın azâbını getir!’ demek oldu. Dedi ki: ‘Rabbim, fesat çıkaran (bu) kavme karşı bana yardım et!’ Bizim elçilerimiz İbrâhim'e bir müjde ile geldikleri zaman, dediler ki: ‘Gerçek şu ki, biz bu ülkenin halkını yıkıma uğratacağız. Çünkü onun halkı zâlim oldular.’ Dedi ki: ‘Onun içinde Lût da vardır.’ Dediler ki: ‘Onun içinde kimin olduğunu biz daha iyi biliriz. Kendi karısı dışında, onu ve âilesini muhakkak kurtaracağız. O (karısı) arkada kalacak olanlardandır.’ Elçilerimiz Lût'a geldikleri zaman o, bunlar dolayısıyla kötüleşti ve içi daraldı. Dediler ki: ‘Korkuya düşme ve hüzne kapılma. Karın dışında, seni ve âileni muhakak kurtaracağız. O ise, arkada kalacaktır.’ ‘Şüphesiz Biz, fâsıklık yapmalarından dolayı, bu ülke halkının üstüne gökten iğrenç bir azap indireceğiz.’ Andolsun, Biz akledebilecek bir kavim için orada apaçık bir âyet bırakmışızdır.” [137]
“Nitekim, onlardan her birini günahı sebebiyle cezâlandırdık. Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine zulmediyorlardı.” [138]
“Gerçekten Lût da gönderilmiş (elçi)lerdendi. Hani biz onu ve ailesini topluca kurtarmıştık. Geride bırakılanlar arasında bir yaşlı kadın dışında. Sonra geride kalanları yerle bir ettik. Siz onların (memleketinin) üstünden muhakkak geçip gidiyorsunuz; sabah vakt ve geceleyin. Yine de akıllanmayacak mısınız?” [139]
"Semud, Lût kavmi ile Eyke halkı da. İşte onlar (Allah'a karşı isyanda birleşen ve güç toplayan) fırkalar(dı).” [140]
“Âd ve Firavun ile Lût'un kardeşleri de (yalanladılar).
Eyke halkı ve Tübba kavmi de. Bütün bunlar peygamberleri yalanladılar da tehdidim gerçekleşti!” [141]
“İbrâhim'in ağırlanan misafirlerinin haberi 0sana geldi mi? (Bunlar meleklerdi.)
Onlar İbrâhim'in yanına girmişler, selâm vermişlerdi. İbrâhim de selâmı almış, içinden, ‘Bunlar, yabancılar’ demişti.
Hemen âilesinin yanına giderek semiz bir dana (kebabını) getirmiş,
Onların önüne koyup ‘Yemez misiniz?’ demişti.
Derken (yemediklerini görünce) onlardan korkmaya başladı. ‘Korkma’ dediler ve ona bilgin bir oğlan çocuğu müjdelediler.
Karısı çığlık atarak geldi. Elini yüzüne çarparak: ‘Ben kısır bir koca karıyım!’ dedi.
Onlar: ‘Bu böyledir. Rabbin söylemiştir. O, hikmet sahibidir, bilendir’ dediler.
(İbrâhim:) ‘O halde işiniz nedir, ey elçiler?’ dedi.
‘Biz, dediler, suçlu bir kavme gönderildik.
Üzerlerine çamurdan taş yağdırmaya (geldik).
(Bu taşlar,) aşırı gidenler için Rabbinin katında işaretlenmiş (taşlardır).’
Bunun üzerine orada bulunan mü’minleri çıkardık.
Zâten orada müslümanlardan, bir ev halkından başka kimse bulmadık.
Acı azaptan korkanlar için orada bir işaret bıraktık.” [142]
“Lût kavmi de uyarıları yalanladı. Biz de onların üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Yalnız Lût âilesini (bu azaptan ayrı tuttuk;) onları seher vakti kurtardık; Tarafımızdan bir nimet olarak. İşte Biz şükredenleri böyle ödüllendiririz. Oysa andolsun zorlu yakalamamıza karşı onları uyarmıştı. Fakat onlar bu uyarıları kuşkuyla karşılayıp yalanlamakta direttiler. Andolsun onlar onun konuklarından da murad almak için baskı yaptılar. Biz de onların gözlerini silip kör ettik. ‘İşte azâbımı ve uyarmamı tadın!’ Andolsun onları bir sabah vakti erkenden üzerlerinde kararını kılmış bir azap yakalayıp bastırıverdi. Şimdi azâbımı ve uyarmamı tadın!” [143]
“Allah, inkâr edenlere, Nûh'un karısı ile Lût'un karısını misal verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kişinin nikâhları altında iken onlara hâinlik ettiler. Kocaları Allah'tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı. Onlara: ‘Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin!’ denildi.” [144]
“Irzlarını koruyanlar; Ancak eşlerine ve câriyelerine karşı müstesnâ; çünkü onlar kınanmaz; Bundan öteye (geçmek) isteyenler ise, onlar taşkınların ta kendileridir.” [145]
“İçinizden fuhuş yapan her iki tarafa cezâ verin; eğer tevbe eder, uslanırlarsa artık onlara cezâ verip eziyet etmekten vazgeçin; çünkü Allah tevbeleri çok kabul eden ve çok merhamet edendir.” [146]
Hadis-i Şeriflerde Livâta ve Erkeğin Kadına Benzemesi
Hz. Peygamber'in hadislerinde livâta kınanmış ve bu fiili işleyen kimseye Allah'ın rahmet nazarıyla bakmayacağı bildirilerek[147] livâta yapanların lânetlendiği ifâde edilmiştir. [148] Rasûl-i Ekrem, ümmeti hakkında en çok korktuğu şey olarak, Lût kavminin bu çirkin davranışı olduğunu belirtmiş[149] ve erkeğin eşiyle anal (arka yoldan) ilişkide bulunmasını da "küçük livâta" şeklinde nitelendirerek yasaklamıştır.[150] Bir başka hadiste de hemcinsleriyle ilişkide bulunan kadınlar ve erkekler zinâ yapan kişiler olarak ifâde edilmiştir. [151]
Hadislerde Hz. Lût'un Hûd sûresinde yer alan temennisiyle,[152] Lût kavminin yaptığı kötülüğü işleyenlere Allah'ın lânet edeceği ve onların öldürülmesi gerektiği de bildirilmektedir.[153] Lût (a.s.) ve kavmiyle İlgili olarak Kur'an ve hadis dışındaki İslâmî kaynaklarda yer alan çeşitli rivâyetler[154] çoğunlukla yahûdi kaynaklarındaki bilgilere dayanır.
“Allah Lût’a (a.s.) rahmetini bol kılsın; aslında o, çok muhkem bir kaleye (Allah’a) sığınmıştı.” [155]
"Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey Lût kavminin davranışıdır." [156]
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: "Kimin Lût kavminin sapık işini yaptığını görürseniz, fâili de mef'ûlü de öldürün." [157] Tirmizî, Ebû Hüreyre'nin de böyle bir rivâyette bulunduğunu belirtir. Ebû Dâvud'da İbn Abbâs (r.a.)'tan yapılan bir rivâyette: "Livâta yaparken yakalanan bekâr (yani muhsan olmayan kişi) de recmedilir" denmiştir.
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Lût kavminin iğrenç fiilini işleyen kimse mel'ûndur." (Rezin ilâvesidir -Münzir'de kaydedilen uzunca bir hadisin parçasıdır-). [158]
"Kadına dübüründen temas eden mel'undur" [159]
Bu hadis, kadınlara arka uzvundan temas etmenin haram olduğuna delâlet eder. Esâsen Kur'ân-ı Kerim, "Kadınlarınız tarlalarınızdır, tarlalarınıza (ön tarafa) nasıl isterseniz öyle varın!" [160] meâlindeki âyeti ile ekine elverişli cinsî uzva teması irşad etmiştir. Birçok hadiste Rasûlullah açık bir ifâde ile arka uzuvdan teması şiddetle yasaklamıştır. Tirmizî hadisi de şöyledir: "Hayızlı kadına arka uzvundan temas eden, kâhine giden, Muhammed'e indirileni inkâr etmiştir."
"Allah Teâlâ, erkeğe temas eden veya kadınlara arka uzvundan temas eden erkeğe (kıyâmet günü rahmet nazarıyla) bakmaz." [161]
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.): "Kim bir hayvana temas ederse onu öldürün, hayvanı da beraber öldürün" buyurdu." İbn Abbâs'a: "Hayvanın günahı ne (o niçin öldürülsün?)" diye soruldu. Şu cevabı verdi: "(Bu hususta Rasûlullah'tan bir şey işitmedim). Tahminimce eti yenmesin veya ondan istifâde edilmesin diyedir. Zîra ona, bu muâmele yapılmıştır." [162] Ebû Dâvud ve Tirmizî'de şu rivâyet de gelmiştir: "Hayvana temas edene bir hadd takdir edilmemiştir."
Şârihler, dört mezhep imamlarının, hayvana temas eden kimsenin öldürülmeyip ta'zir cezâsına maruz bırakılacağında müttefik olduklarını belirtirler. Hadis bu büyük amelden zecre (yasaklamaya) hamledilmiştir. Ulemâ, bu mevzûda İbn Abbâs (r.a.)'ın şu sözünü esas almıştır: "Hayvana temas edene hadd yoktur." Atâ da bir soru üzerine, hayvana temas mevzuunda hadd olmadığını söyledikten sonra, "Bu kabih/çirkin bir ameldir, kabihi takbih edin" diye cevap vermiştir. [163]
"Bir insan diğer bir insana: ‘Ey Yahudi!’ diye hitab edecek olursa ona yirmi sopa vurun. ‘Ey muhannes (kadınlaşmış, homoseksüel)!’ diyecek olursa yine o kadar cezâ verin. Nikâhı haram olan birine, bunu bilerek muvakaa (aşk-ı memnû) yaparsa öldürün." [164]
Ümmü Seleme (r. anhâ) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) yanımda idi. Evde bir muhannes vardı. Bu muhannes, Ümmü Seleme'nin kardeşi Abdullah İbn Ebî Ümeyye'ye: "Ey Abdullah, şâyet yarın Allah Tâif'in fethini müyesser kılarsa, ben sana Gaylân'ın kızını göstereceğim. Çünkü o, gelirken dört, giderken sekizdir" der. Bu söz üzerine Rasûlullah (s.a.s.): "Böyleleri bir daha yanınıza girmesin!" buyurdu. Bu sözüyle muhannesleri kasdetmişti. Bundan sonra onu, (evlerine girmekten) men ettiler." [165]
Açıklama: Muhannes kadınlaşmış erkek demektir. Ahlâkında, davranışlarında, konuşma tarzında ve bütün davranışlarında kadına benzeyen kimsedir. Bu hal, bazen yaratılıştandır. Böyleleri levm edilmezler; ancak kendilerini buna zorlayan (isteğiyle kadın gibi tavırlar takınan) kişilere de rastlanır. İşte bu mezmumdur ve müdâhale edilmesi gerekir. Sesi ve bazı halleriyle yaratılıştan kadına benzeyenlere hünsâ denir. Zikri geçen zâtı Rasûlullah'ın hünsâ bilmesi, ilk gördüğünde yasaklamayışının sebebini izah eder. Bâzı rivâyetler, herkesçe onun cimâya ihtiyaç duymayan biri olduğunun bilindiğini belirtir.
Peygamberimiz Medine'den bazı muhannesleri sürmüştür. Ebû Dâvud'da, ellerini ve ayaklarını kınalayan bir muhannesin Medine'den iki gece uzaklıktaki Nakî adlı mevkiye sürüldüğü belirtilir. Öldürülmesini teklif edenlere Rasûlullah, "Ben musallî olanları öldürmekten nehyolundum" cevabını verir. Bu sürülen kimsenin Hit adını taşıdığı belirtilir. Hind diyen de olmuştur, başka isimler de var. Sürüldüğü yerin adı da farklıdır. Bundan, birden fazla kimsenin sürüldüğü hükmüne varılabilir. Nitekim Âmirî, bunların dört kişi olduğunu kaydeder.
Rasûlullah birçok hadislerinde erkeklerin kadınlara, kadınların da erkeklere benzemesini yasaklamıştır. Bir hadisleri şöyledir: "Allah'ın yaratışından nefret ederek kadınlara benzeyenlere Allah'ın öfkesi şiddetlidir." Bir başka hadis de şöyledir: "Kadınlardan kendisini erkeklere benzetenlerle, erkeklerden kendilerini kadınları benzetenlere Allah lânet etsin!"
Rasûlullah'ın Hît'i sürgün edişinde başlıca üç sebep gösterilmiştir. Kadınlara ihtiyaç duyan biri olduğu halde bunu gizleyerek, kendinin herkesçe kadınlara ihtiyacı olmayan biri bilinmesine sebep olması. Kadınların güzelliklerini ve avret yerlerini erkeklere alenî şekilde anlatmasıdır. Bu, dinimizin yasakladığı bir edebsizliktir. Kadının erkeğini, erkeğin hanımını tasvir etmesi memnûdur. Bir rivâyette Hît, vasfettiği kız hakkında daha müstehcen tâbirler kullanmıştır: "Ağzı papatya çiçeği gibi, oturduğu zaman iki olur, konuşursa renk saçar gibi..." Kadınların en mahrem yerlerine muttalî olmuştur, bunları başka kadınlar bile kolay kolay öğrenmez. İşte bu sebeplerle Rasûlullah (s.a.s.) bunu sürmüştür.
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) erkeklerden kadınlaşanlara, kadınlardan da erkekleşenlere lânet etti ve: "Onları evlerinizden çıkarın!" şeklinde ferman buyurdu." [166]
Livâta, Lût kavminin içine düştüğü cinsî sapıklıktır; homoseksüalite de denir. Bu, erkeğin erkekle, kadının kadınla cinsî temasta bulunmasıdır. Dinimiz bu işi zinâdan da çirkin bir ahlâksızlık kabul etmiş, şiddetle yasaklamıştır. Hadis, sadece fâili, yani, erkeğe temas eden erkeği değil, mef'ûlü de yani kendisine cinsî temas yaptırtan erkeği de mahkûm etmekte, ikisinin de öldürülmesini emretmektedir.
Kur'ân-ı Kerim Lût kavminin helâk oluşunun sebebini bu ahlâksızlığa bağlar. Şu halde, bu küçümsenecek bir sosyal bozukluk değil, insanlığın ciddi bir meselesidir. Kur'ân her asra hitab ettiğine göre, onda yer eden meseleler asıl itibarıyla geçmişi anlatsa bile, hal ve istikbâle de parmak basmaktan uzak değildir. Öyle ise livâta her zaman için insanlığın karşılaşabileceği bir ahlâkî çöküş, sosyal bir musîbet kaynağıdır. Günümüzde ortaya çıkan ve tıbbî yollarla tedavisi ve önlenmesi henüz imkân dâhiline girmemiş bulunan AİDS âfetinin de livâtanın yaygın olduğu çevrelerde çıkmış olması ve yayılma sebebinin de esas itibariyle livâta ve zinâ olması, üzerinde durulması gereken bir husustur. Dinimizin cinsî hayatın disipline edilmesi husûsunda gösterdiği hassâsiyetin hikmeti şimdi daha iyi anlaşılmış olmalıdır. Haram yollardan cinsî tatmin arayanlara karşı İslâm'ın koyduğu müeyyideleri fazla sert ve hatta gayr-i medenî bulanlar, AİDS vak'asının, cinsî sapıklar yüzünden bütün insanlığı ve medeniyeti tehdit eder bir hal alışı karşısında insafa gelmeli, hakkı teslim etmeli değil midir!?
Münzirî'nin et-Terğîb ve't-Terhîb'de yazdığına göre, halifelerden dört tanesi livâta yapanı yakmıştır: Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali, Abdullah İbnu'z-Zübeyr ve Hişâm İbn Abdilmelik. İbn Ebî'd-Dünya ve Beyhakî'nin rivâyetlerine göre, Hâlid İbnu'l-Velîd, Hz. Ebû Bekir'e yazar ki, bir Arap karyesinde kadın gibi nikâhlanan bir erkeğe rastlamıştır. Hz. Ebû Bekir, bu haber üzerine Rasûlullah’ın (s.a.s.) ashâbını toplayıp ne yapmak gerektiği hususunda fikirlerini alır. Hz. Ali (r.a.): "Bu günahı tarihte tek bir ümmet işlemiştir. Bildiğiniz gibi Allah da o kavmi helâk etmiştir, ben bu adamın yakılmasını uygun görüyorum" der. Bunun üzerine bütün ashâbın re'yi onun yakılması hususunda icmâ etti. Hz. Ebû Bekir de (Halid İbn Velid'e yazarak) adamın yakılmasını emretti." Yine, İbn Abbâs (r.a.)'ın rivâyetine göre, Hz. Ali, livâta yapan çifti yaktırmıştır. Hz. Ebû Bekir (r.a.), üzerlerine bir duvarı yıktırmıştır." (Rezîn ilâvesidir.) [167]
Lût Gölü
Lût Gölü; Günümüzde bir kısmı İsrail, bir kısmı Ürdün sınırlan içinde kalan göldür. Müslümanlar tarafından Hz. Lût’a izâfeten Lût Gölü/Lût Denizi adıyla, Batılılar arasında da içinde ve kıyılarında canlı yaşamadığından (sadece gölü besleyen Ürdün/Şeria nehrinin ağzında yosun gibi bazı yeşillikler görülür) ve hakkındaki ölümcül efsânelerden dolayı "Ölü Deniz" anlamına gelen adlarla tanınır. Kitâb-ı Mukaddes ile çeşitli Grek, Roma, Bizans ve Arap coğrafyacı, tarihçi ve seyyahlarının eserlerinde coğrafî-tarihî konumuna ve fizikî özelliklerine göre Doğu denizi, Araba (Vâdi’l-Araba) denizi, Sodom ve Gomore denizi, Sogar denizi, Altüst Olmuş göl, Tuz denizi, Zift denizi, Fena Kokulu göl ve Ölü deniz mânâlarındaki çeşitli adlarla anılmıştır.
Lût gölü, üçüncü zamanın ikinci yarısında teşekkül etmiş Akabe körfezi-Vâdi’l-Araba rift vâdisinin devamı olan ve bir noktasında deniz seviyesinden 790 metreyi aşkın derinlikteki tabanı ile karaların en derin yerini oluşturan Gor (Gavr) çukurunun bir kesimine suların toplanmasıyla meydana gelen tektonik bir göldür. Doğu kıyısından çıkan ve "el-Lisân" (dil) denilen bir yarımada, gölü iki kesime ayırmakta ve derinliğin kuzeyde 410, güneyde sadece 10 m. kadar olduğu görülmektedir. Gölün suları yüzeyde binde 288, dipte binde 325 oranında tuzludur; dolayısıyla bu sularda yüzmek çok kolay, fakat dalmak zordur. Gölün suları ayrıca yüksek oranlarda magnezyum klorür (binde 102), sodyum klorür (binde 79), kalsiyum (binde 37) ve potasyum (binde 15), klorürleriyle sodyum bromür (binde 5) içerir. Dünyanın en tuzlu suyuna sahip olan gölün kıyıları, Sodom'dan çıkarken arkasına bakan Hz. Lût'un karısının tuzdan direk haline gelmesi gibi efsânelerin[168] doğmasına yol açan çeşitli şekillerde billûrlaşmış tuz kümeleriyle kaplıdır. Gölün suyunun terkibindeki, canlı barındırmamasına ve fena kokmasına sebep olan maddelerin yanında yüzeyinde de yer yer bitüm toplanmakta ve klasik kaynaklarda, gölün Lacus Asphaltitis adıyla anılmasına yol açan bu maddenin Nabatîler tarafından onu mumyalama işleminde kullanan Mısırlılar'a satıldığı bilinmektedir. Bugün golün suyu İsrail ve Ürdün kıyılarındaki arıtma tesislerinde ayrıştırılmakta ve içerdiği kimyasal maddeler ya sanayide kullanılmakta ya da ihraç edilmektedir.
Kur'an'da, çevresinde gelişen olaylara temas edilen, fakat adı verilmeyen Lût gölünün dinler tarihinde ve Kitâb-ı Mukaddes arkeolojisinde önemli bir yeri vardır. İşledikleri büyük günahlar sonucu altüst edilen Sodom ve Gomore şehirleriyle Tevrat'ta adları verilen aynı döneme ait diğer şehirlerin araştırılması faâliyetleri arkeologlar tarafından henüz kesin sonuçlara ulaştırılamamıştır ve bu konudaki çalışmalar halen sürdürülmektedir. XX. yüzyılın ilk çeyreğinden beri devam eden bu çalışmalar sırasında 1946-1956 yılları arasında gölün kuzeybatı kıyısındaki Kumran harabeleri yakınında bulunan mağaralarda keşfedilen ve Lût Gölü yazmaları veya Kumran mağaraları yazmaları denilen, milâttan önce II - milâttan sonra I. yüzyıllara ait Ârâmîce ve İbrânîce belgeler, Kitâb-ı Mukaddes tarihi ve Hıristiyanlığın kökenleri açısından büyük bir önem taşımaktadır.
Nâsır-ı Hüsrev, Yâküt el-Hamevî, İbn Battûta, Mes'ûdî, Makdisî ve İstahrî gibi İslâm coğrafyacılarının "el-Buhayretü'l-Müntine" (fena kokulu göl) ve "el-Buhayretü'1-Maklûbe" (altüst olmuş göl) gibi adlarla bahsettikleri Lût Gölünü Evliya Çelebi hac dönüşü sırasında görmüş ve “Buhayra-i Sidrem” başlığı altında anlattığı gölün sahillerinde yerleşim olmadığını, sadece bir kenarında bir câmii ile bunun kıble yönünde 200 evli bir köy bulunduğunu, burada oturanların müslümanlar, Yakubîler ve yahûdilerden oluştuğunu söylemiştir. Aynı şekilde bugün de yaşamaya elverişli olmaması sebebiyle gölün kıyılarında önemli bir iskâna rastlanmamakta ve çevrede daha çok sudaki kimyasal maddeleri değerlendirmeye yönelik faâliyetlerin sürdürüldüğü bazı küçük yerleşim merkezleri bulunmaktadır. [169]
Lût gölünün bugünkü durumu, tarihçilerin anlattıklarından farklı değildir. Batılıların Ölü Deniz, Tevrat'ın Tuz gölü, İslâmî kaynakların ise Lût gölü adını verdikleri göl, Akdeniz seviyesinden yaklaşık 400 metre daha aşağıda ve en derin yeri 400 metreyi bulmaktadır. Yani deniz seviyesinden 800 metre aşağıdadır. Oysa dünyada, deniz seviyesinden aşağıda olan yerlerde bu alçaklık en fazla 100 metre dolayındadır. Gölün bir başka özelliği, yüzde 20-30 oranına varan ölçüde tuzlu olmasıdır. Oysa, denizlerdeki en fazla tuz oranı yüzde 3-4'ü geçmez. Bu sebeple Lût gölüne giren bir kimsenin, yüzme bilmese de boğulma ihtimali yoktur.
Lût gölüne batı dillerinde Ölü deniz denmesinin sebebi, içinde balık veya yosun gibi bir canlının yaşamamasından ileri gelmektedir. Bu isimlendirme doğru değildir. Zira 1980 yılında yapılan araştırmalar gölün mikroorganizma kaynadığını göstermiştir.
İslâm âlimleri bu şekilci isimlendirmeden uzak kalarak göle; Lût gölü adını veriyorlardı. Bunun sebebi de Kur'ân-ı Kerîm âyetlerinin sözkonusu kavmin bu göl civarında yaşadığını işaret etmesinden gelmektedir.
Cinsellik Bunalımı ve Hz. Lût
Toplumun fuhuş girdâbına kapıldığı, cinsel bunalımların had safhayâ ulaştığı; cinsel ilişkilerin bırakınız gizli olmasını, açık açık, üstelik milyonlara hitap eden basın-yayın organlarınca ballandınla ballandınla anlatılıp gösterildiği bir ortamda yaşıyoruz. Bu sapkın ortamda ister istemez bulunan müslümanların, karşılaştıkları bu gibi olaylar karşısında alacakları tavır ne olmalıdır?
Bin dört yüz yıldır insanlara hidâyet kaynağı olan Kur'ân-ı Kerim; insanın yirmi dört saatinde, hayatının her safhası için insanlara yol gösterir. Cinsel konularda da helâl-haram sınırlarını çizer, insan hayatının tabii bir parçası ve aynı zamanda neslin devamı için gerekli olan cinsel ihtiyaçlarda da; yapmalarını istediği işleri emreder. Düştükleri yanlışları gösterir. Toplumu ifsâd edecek davranışlardan kaçınmalarını ister. Böylece toplumu refah ve mutluluğa götürecek yöne sevkeder.
Bütün bunları anlatırken geçmiş kavimlerden cinsel konularda sapmalar gösteren; hatta bu sebepten azâba uğrayan Lût kavmini örnek vererek; gerek indiği dönem içerisindeki câhiliyye Araplarına ve gerekse kıyâmete kadar İlâhî vahye muhâtap diğer toplumlara da bu kıssa örnekliğinde kendilerinin bu hal ve tavırlarını düzeltmelerini ister. "...Sen bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler." [170]
Lût Kavminin Durumu: Lût kavmi, insanların çoğalması için zarûri olan cinsel ihtiyacı, Allah'ın çizdiği sınırların dışına taşırarak; toplumu ifsâda götüren haram bir fiile meyletmiştir. "Lût da, kavmine şöyle demişti: 'Doğrusu siz, daha önce hiç bir kavmin yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyorsunuz. Erkeklere yaklaşıyor, yol kesiyor ve toplantılarınızda fena şeyler yapmıyor musunuz?"'[171]; "Kadınları bırakıp, şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Evet siz câhil bir kavimsiniz!" [172]; "...Rabbinizin sizin için yarattığı eşleri bırakıp da, insanlar arasında, erkeklere mi yaklaşıyorsunuz!?" [173]
Oysa Allah: "...Onlar (kadınlar) sizin örtünüz/giysiniz, siz (erkekler) de onların örtülerisiniz." [174] diyerek kadın ve erkeği birbirlerinin örtüleri olarak tavsif etmiştir. Helâl bir cinsel birleşmenin ancak nikâh yolu ile bu iki cins tarafından yapılacağını emretmesine rağmen; Lût kavmi harama meyletmiştir. Dolayısıyla helâl birleşmeyi terkederek; toplumu batağa sürükleyecek erkek-erkeğe yapılan haram birleşmeyi tercih etmişlerdir.
"Doğrusu siz âlemlerde hiç kimsenin sizden önce yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyosunuz."[175] âyetinde belirtilen "sizden önce hiç kimsenin yapmadığı" ifâdesi Lût kavminin yapmış olduğu homoseksüelliğin; daha önce hiç yapılmadığı şeklinde değil, böyle toplumsal olarak büyük boyutlarda daha önce yapılmadığı şeklinde anlaşılmalıdır. Çünkü tarihin her devrinde şu veya bu şekilde bir haram fiili ferdî olarak işleyenler bulunmuş olabilir. Lâkin "kavmi ona koşarak geldi" ve "Toplantılarınızda fena şeyler yapmıyor musunuz?" âyetlerinden anlaşılacağı üzere, fuhşun bireysel değil; toplumsal boyutlarda seyrettiği anlaşılıyor. Bundan dolayı Allah, bu kötü fiilin daha önce bu boyutlarda olmadığını bildiriyor. Lût (a.s.), kavminin Allah'ın emirlerini çiğnemesini sürdürecekleri durumda, artık geriye dönüşü olmayan bir mecrâya sürükleneceklerini, azâbın yaklaşmakta olduğunu haber veriyor.
Konuyla ilgili âyetlerin câhiliyye Araplarına indiği dönemde homoseksüellik, Lût kavminin yaptığı boyutlarda değildi. Buna rağmen Allah; bu kötü fiilin toplumu helâke sevkeden bir iş olduğunu, böyle bir fiile yönelenlerin bunu terketmelerinin en doğru yol olacağını Lût kıssasıyla anlatır.
Hz. Lût'un Tutumu: Lût (a.s.), kavmini sürekli olarak uyarır. Yaptıkları fiilin Allah nezdinde büyük bir suç olduğunu hatırlatır.[176] Bütün bu uyarılara rağmen Lût kavmi sapıklıkta ısrar eder. İşledikleri günahlar kalp ve gözlerini öylesine köreltmiştir ki, kendilerini helâk etmeye gelen insan kılığındaki meleklere bile yeltendiler. Buna karşılık Lût (a.s.) onlara şöyle der: "Ey kavmim! İşte şunlar kızlarımdır; sizin için onlar(ı nikâhlamak) daha temizdir. Allah'tan korkun, misafirlerimin önünde beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu?" [177]
Lût (a.s.) evine konuk olarak gelen Meleklere yeltenenlere "işte şunlar kızlarımdır; sizin için onlar daha temizdir" diyerek, yaptıkları sapıklığa karşı helâl bir alternatif teklif eder. Buradaki teklif husûsunda müfessirlerin bir kısmı "hakiki kızlarıdır" bir kısmı ise "kavminin kızlarıdır" demişlerdir.
"İşte şunlar kızlarımdır" ifâdesi ister Lût'un kızlarını, isterse kavminin kızlarını kapsasın farketmez. Bu teklif, Lût kavminin yaptığı işin kötü olduğunu, temiz olanın kadın-erkek arasındaki ilişki olduğunu göstermek içindir. Lût'un bütün çabalarına karşın kavmi tepki gösterir. "Dediler ki: ‘Senin kızlarında bizim bir hakkımız olmadığını biliyorsun. Sen bizim ne istediğimizi bilirsin." [178]; "Onlar şöyle dediler: ‘Ey Lût, (bizim yaptığımıza karşı gelmekten) vazgeçmezsen, iyi bil ki sürgün edileceksin!" [179]; "Doğru sözlü isen bize Allah'ın azâbını getir." [180]
Artık Lût (a.s.), kavminin doğru yola geleceğine dair tüm inancını tüketir. "Keşke size yetecek bir kuvvetim olsa veya sağlam bir yere sığınsam!" [181] Yapacağı iş, Allah'a sığınmaktı. Bütün gücüyle Allah'a sığınarak O’ndan yardım ister: "Rabbim! Bozgunculara karşı bana yardım et." [182]; "Rabbim! Beni ve âilemi, onların yapageldikleri kötülüklerden kurtar." [183]
Allah Lût'un duâsını kabul eder; kâfir karısı dışındaki âilesini kurtarır. "Bunun üzerine geride kalan yaşlı bir kadın dışında, onu ve âilesini, hepsini kurtardık." [184] Kur'an bize Lût'un karısının suçunu belirtmez (onun kâfir olduğunu ve kocasına ihânet ettiğini belirtir.[185] Müfessirler birtakım suçlamalarda bulunmuşlarsa da gaybî bir konu olan bu durum karşısında Kur'an'ın bize verdiği kadarla yetiniyor ve orada duruyoruz. Kur'an-ı Kerim'de Nûh’un (a.s.) oğlunun, Nûh'un duâsına rağmen helâk edilmesi olayından sonra anlatılan bu olayda da Lût'un âilesinin kurtulması duâsına mukabil karısı helâk edilenler arasında yer alır. Bu olay bize gösterir ki Allah'ın emirlerine karşı gelmiş olan bir kimse, Allah nezdinde peygamber âilesinden de, onun soyundan da olsa gerekli cezâyı görecektir. Allah nezdinde geçerli olan soy-sop, mevki, makam değil; takvâdır.
Kendilerini ziyârete gelen misâfirlerin, Lût kavmini helâk için görevli melekler olduğunu anlayan İbrâhim (a.s.),[186] kâfir de olsa Lût kavminin helâk edilmemesi için meleklerle tartışır. Hz. İbrâhim’in bu hareketi o anlık şoktan dolayıdır, yoksa meleklerin söylediği gibi Allah'ın azâbı geldikten sonra onu kimsenin durduramayacağını en iyi bilenlerden birisi de İbrahim'dir.
Melekler daha sonra Lût’a (a.s.) gelirler. Lût (a.s.) da Hz. İbrâhim'in üzüldüğü gibi kavminin helâkinden dolayı üzülür. Hz. İbrâhim ve Hz. Lût’da görülen bu latif tutum, peygamberleri kana susamış insanlar gibi göstermek isteyen kâfirlere karşı en güzel ibrettir. "Elçilerimiz Lut'a gelince, (Lût) onların yüzünden üzüldü ve onlardan dolayı içi daraldı da; 'Bu çetin bir gündür' dedi." [187]; "Dediler ki: 'Ey Lût! Biz Rabbinin eçileriyiz. Onlar asla sana dokunamazlar. Sen gecenin bir kısmında ailenle yürü. Karından başka sizden hiç biri geride kalmasın. Çünkü onlara gelecek olan şüphesiz ona da isâbet edecektir. Onlara vaad olunan helâk zamanı, sabah vaktidir. Sabah yakın değil mi?" [188]
Lût (a.s.)'a meleklerin bildirdiği hicret emri, Mûsâ’nın (a.s.) Firavun'un adamlarından inananları kaçırdığı zaman da Allah tarafından aynı şekilde bildirilmişti. "Biz Mûsâ'ya: 'Kullarımı geceleyin yola çıkar; şüphesiz takip edileceksiniz' diye vahyettik." [189]
Baskı altında yaşayan Mûsâ ve Lût gibi peygamberler toplumlarının helâk edilmesi kararlarının akabinde, inananlarla birlikte geceleyin kâfirlere fark ettirmeden hicret etmeleri istenir. Kâfirlere fark ettirmeden kaçmanın en uygun olduğu zaman gecedir. Lût (a.s.) da ailesinden karısı hâriç, diğer iman edenlerle beraber geceleyin kavmini terk ederek yola koyulur.
Tevrat'la Bir Karşılaştırma: Lût kavmini helâk ile görevlendirilen meleklerin, İbrâhim (a.s.)'e uğraması olayı Tevrat'ta da yer almaktadır. Ancak Kur'an ve Tevrat metinlerinde yer alan bu olayın karşılaştırılması, Tevrat metinlerinin nasıl tahrif edilmiş olduğunu gösterecektir. Bu karşılaştırma aynı zamanda Tevrat'ta anlatılan kıssaların hidâyet özelliğinin nasıl kaybolup, yerini küfrün aldığını rahatlıkla anlatmış olacaktır:
"Ve İbrahim sığırlara koştu ve körpe ve iyi bir buzağı alıp uşağına verdi, ve onu hazırlamakta acele etti. Ve ayranla süt ve hazırladığı buzağıyı alıp önlerine koy; ve kendisi yanlarında, ağaç altında durdu, ONLAR DA YEDİLER." [190]
Tahrif edilmemiş Tevrat metninde Meleklerin Kur'an'daki âyetlerde belirtildiği gibi sunulan yemeği yemedikleri muhakkaktır. Hz. Mûsâ’dan sonra Tevrat’ı kendi hevâlarınca tahrif eden yahûdiler meleklere yemek yedirttikleri gibi; daha sonraları müşrik Araplar işi meleklerin dişi oldukları, dahası Allah'ın kızları oldukları iftirâlarına kadar götüreceklerdir. Böylece Tevrat, hidâyete sevkeden bir kitap olmaktan ziyâde şirke götüren bir kitap konumuna düşürülmüş oluyor.
Allah'ın Kur'an'ı indirme gâyesi de, insanları doğru yola sevkedecek bir kitabın bulunmamasından, elde mevcut Tevrat ve İncil'in tahrif edilmesindendir. Kur'an inmeden câhiliyye döneminde mevcut bulunan muharref İlâhî kitaplarda, Allah'ın bildirdiği emir ve kıssalar hedefinden saptırılmış ve tevhidî çizgiden uzaklaştırılmıştı. Tevrat'ın şirk kitabına dönüştüğünün delillerinden bir tanesi de, Lût'un anlatıldığı bölümde Lût'un kızlarının babaları ile yatması iftirasının yer almasıdır ki; bu olay tamamı ile iftirâ ve kıssanın hidâyet içeriğinin tamamen tersyüz edildiğinin, tevhidî çizgiden saptırıldığının göstergesidir.
Bu kıssadan alınması gereken ders ve ibretleri şöyle sıralayabiliriz:
- Allah'ın bize Lût kıssasını anlatmasının ilk amacı muharref Tevrat vâsıtası ile Mekke insanlarının edindikleri yalan-yanlış bilgileri düzeltmektir.
- Kıssanın anlatılması ile yeryüzündeki bütün câhiliye toplumlarında olduğu gibi Mekke câhiliye toplumunda da görülen sapık bir münâsebet şekli, erkek erkeğe yapılan cinsî ilişki mahkûm edilir.
- Dahası, ferdî olmaktan ziyâde, yani yapanların var olduğu halde bilinmediği bir yapıdan çok, alenî ve üstelik toplumsal olarak yapılan bir fiil haline gelen cinsel suçların azâba müstehak olduğu anlatılır.
- Günümüzde yapılan bu çirkin fiillerin boyutu Lût kavminin yaptığı toplumsal pisliğin çok ilerisindedir. Erkek erkeğe, kadın kadına evlenmenin normal görüldüğü, homoseksüel olimpiyatları gibi tertiplerle global pisliklerin bir araya getirildiği, ameliyatlarla erkeklerin kadın, kadınların erkek olarak yaşamak istedikleri bir dünyanın sapıklıkta Lût kavminden çok ileri olduğunu söylemek yanlış bir tespit olmasa gerektir.
- Bir peygamberin yüzü suyu(!) hürmetine dahi onun ailesinden biri olan karısının bile affedilmediği Nuh (a.s.)'un oğlunun cezâlandırılmasından sonra, ikinci bir örnek olarak muhâtaplara sunulur. O halde Allah'ın kınadığı bu fiilin kötülüğü ve bunun getireceği belâlar tüm insanlara hatırlatılmalıdır. [191]
Lût Kavmi ve Almamız Gereken Dersler, Mesajlar
Âyetlerden Tesbitler
- Sığınacak Bir Kale
“(Lût) Keşke benim size karşı (savunacak) bir gücüm olsaydı veya güçlü bir kaleye sığınabilseydim!” dedi.[192]; “Lût, doğrusu dedi, ben sizin bu işinize buğzedenlerdenim.” [193]; “(Ey Lût) ‘Biz seni halkın işine karışmaktan men etmemiş miydik’ dediler.” [194]; "...Onları (Lût'u ve taraftarlarını) memleketinizden çıkarın, çünkü onlar fazla temizlenen insanlarmış’ dediler.”[195]; “Onlar şöyle dediler: Ey Lût, bu dâvâdan vazgeçmezsen, iyi bil ki, sürülenlerden olacaksın.” [196]
İyiliğin emri ve kötülüğün nehyinde aslolan; bunlara karşı olunduğunun belirtilmesi ve kalple, dille ve imkân/güç varsa elle bu karşı koyuşun gösterilmesidir. Her şartta bir mü’min bu karşı duruşunu belirtmek durumundadır. Zira bunun ötesinde bir hardal tanesi kadar bile iman olmadığı Rasûlullah tarafından bildirilmiştir. Bizlerden münkeri mutlaka ortadan kaldırmamız değil, öncelikle ona karşı mücâdele etmemiz, kulluk borcu olarak istenmiştir. Zira münkerin ortadan kaldırılmasında bizim dışımızdaki faktörlerin de etkileri vardır. Ve onu engelleyemediğimiz zamanlar da olacaktır. Ancak aslolan ona karşı koyuşumuzdur. Bu alanda sonuçla değil; duruş ve tavır geliştirmekle sorumluyuz.
Ancak her mü’min gibi rasullerin kalbinden de, münkeri tamamen ortadan kaldırmak arzusu geçer. Ve elde imkânların bulunmasını arzular. Bu açıdan iyiliğin emri ve kötülüğün yasaklanmasında sonuç açısından ideal noktaya "güç" ile ulaşılabilmektedir. Adâletin, güçle desteklenmesinden daha güzel ne olabilir? "Biz, Kitap (adâletin teorik malzemesi) ile mîzânı/ölçüyü indirdik. Biz demiri (onun uygulanmasında gerekli olan gücü) de indirdik ki, onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır."[197] Ve güç kullanarak kötülüğün yasaklanmasının mümkün olduğu zeminlerde bunun hemen uygulanması, hem aklın hem de vahyin gereğidir.
Farz olan bir şeyin yerine getirilmesi için gerekli olan şeyler de farzdır. Bu yüzden kötünün önüne set çekmek için günün gereklerini tedârik etmek da farzdır. Kalbinde küfre ve menhiyyâta buğz dahi kalmayan kişilerin dinî durumlarını tekrar kontrol etmeleri öncelikli bir görevdir.
“Allah Lût’a (a.s.) rahmetini bol kılsın; aslında o, çok muhkem bir kaleye (Allah’a) sığınmıştı.” [198]
“(Lût şöyle duâ etti:) ‘Rabbim! Bozgunculara karşı bana yardım et." [199]; "Rabbim! Beni ve âilemi, onların yapageldikleri kötülüklerden kurtar." [200]
"Bunun üzerine geride kalan yaşlı bir kadın dışında, onu ve âilesini, hepsini kurtardık." [201]
2.“Arkanıza Bakmayın!”
"Gecenin bir bölümünde âile fertlerini yola çıkar, sen de arkalarından yürü. Sizden hiç kimse, sakın dönüp de arkasına bakmasın, gitmeniz istenen yere gidin!" [202]
Hayr da şer de, önemli karar ve faâliyetlerin icrâ ânı olarak geceleri kullanır. O geceler hem nûrun hem de zulmün en kesif icraatlarına şâhit olmuşlardır. Gecenin bereketi ve farklılığından nasibini alamamış kişi ve hareketler berekete ulaşamazlar.
“Şüphesiz gece nâşiesi (kalkışı, neşesi), tam bir âhenge/uyuma ve sağlam bir söze/kırâate daha elverişlidir.” [203]
Arkana bakma! Nûh gibi fıtratının sıcaklığıyla bataklıkta bıraktığın yakınlarına meyledebilirsin. Bu seni bilgin olmayan konuda duâ etmeye ve câhilî davranışa itebilir. [204] Ya da Allah'ın azâbı o denli şiddetlidir ki, değil onu yaşamak, onu bir başka obje üzerinde izlemek bile insanın ruh halini etkileyip bozabilir. Mü’min bir gözün ve gönlün ona şâhit olması bile istenmemektedir. [205]
- Peygamber Karısı veya Akrabası Olmak İnsanı Kurtarmaz: “Allah inkâr edenler hakkında Nûh'un karısı ile Lût'un karısını misâl verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kulun (nikâhı) altında idiler, onlara hiyânet ettiler. Kocaları Allah'tan (gelen) hiçbir şeyi onlardan savamadı. (Onlara): ‘Haydi, girenlerle beraber siz de ateşe girin!’ denildi.” [206]
Bu âyette iki peygamber karısının, kocalarına inanmamakla kalmayıp ayrıca onları son derece üzdükleri anlatılmaktadır. Bu kadınların hiyânetleri küfürleri idi. Dinde ihânetlerinden dolayı peygamber kocaları, onları Allah'ın azâbından kurtaramamıştı ve onlar da öteki suçlular gibi ateşe atılmışlardı.
Kişiyi kurtaran, kendi imanı ve amelidir.
Kişinin kendi imanı ve sâlih ameli, yani takvâsı olmadıktan sonra, herhangi bir sâlih insana, âlime veya peygambere akraba olmanın bir yararı olmaz. Bu husus, Kur'ân'ın birçok yerinde yinelenir. Meselâ Hûd Sûresinde anlatıldığı üzere peygamber oğlu olmak, Nuh'un kâfir oğlunu azaptan kurtaramamıştı. "Nûh Rabbine seslendi: 'Rabbim, dedi, oğlum benim âilemdendir. Senin sözün elbette haktır ve sen hâkimlerin hâkimisin!' (Allah Teâlâ): 'Ey Nûh, dedi, o senin ailenden değildir. O, yaramaz iş yaptı. Bilmediğin bir şeyi Benden isteme. Sana câhillerden olmamanı öğütlerim!" [207]
Peygamber karısı olmak, Nûh'un ve Lût'un karılarına yarar sağlamadığı gibi, kâfir karısı olmak da Firavun'un karısına zarar vermemiş; tam tersine, o şartlar içinde inanması, kendisini Allah katında daha da yüceltmiştir. "Allah iman edenler hakkında da Firavun'un karısını misâl verdi. O: 'Rabbim, bana katında, cennetin içinde bir ev yap, beni Firavun'dan ve onun (kötü) işinden kurtar ve beni o zâlimler topluluğundan kurtar!' demişti.” [208]
4- Livâta Fiilinin Çirkinliği
a- Lût kavminin işlediği livata fiili, çok çirkin bir ameldir. Bu fiili işleyenler, hem dünyada hem de âhirette azâbı hak ederler. Çünkü bu ameli işleyenler, hasta/mikroplu kişilerdir, her toplumu bozarlar. Toplumu böyle kişilerden temizlemek gerekir. Bunlar hayvanlardan daha beterdirler. Onun için, Allah (c.c) böyle yapan kişileri hem dünyada hem âhirette büyük azapla tehdit etmiştir.
b- Lût kavminin yaptığı çirkin fiilin hem yapana hem yapılana sağlık yönünden büyük zararı vardır. Ayrıca yapan ve yapılan için büyük bir utanç kaynağıdır ve ikisinin arasında düşmanlık meydanan getirir.
c- Bu çirkin amelin işlenmesiyle kadın, erkek tarafından terkedildiği için kadınlar büyük zarar görür ve toplum bozulur.
d- Lût (a.s.) kavminin yaptığı çirkin fiil, neslin azalmasına sebep olur. Onun için Allah (c.c.), bu fiili yapan kavmi cezâ olarak helâk etmiş ve dünyadan tamamen kaldırmıştır. Ayrıca kıyâmet gününde de onlara büyük bir azap vardır.
5- Misâfire İkram
Bu kıssa, misafirin güzel bir şekilde ağırlanması, ikramda kusur edilmemesi ve her türlü eziyetlerden korunması gerektiğini gösterir. Lût (a.s.), evindeki misafirleri livata yapmak için götürmek isteyen kimselere, kızlarını onların liderleriyle evlendirme teklifinde bulunarak misafir olan melekleri korumak istemiştir.
Lût (a.s.), sakalsız ve bıyıksız güzel gençler sûretinde gelen melekler kapısını çaldıklarında, kavminin fuhuş yapmak için onları almaya geleceğini, onların yüzünden başına büyük bir problem geleceğini bildiği halde, misafirleri geri çevirmedi ve onları korumak için elinden geleni yaptı.
Lût (a.s.)’un bu davranışı, bizim için büyük bir örnektir. Eve gelen misafire ikram etmek ve onu korumak için elden geleni yapmak gerekir. Rasûlullah (s.a.s.), bu konuda şöyle buyurmuştur: “Kim Allah’a (c.c.) ve âhiret gününe iman ediyorsa misafirine ikram etsin!” [209]
Burada ve daha başka yerlerde Kur’an, tek başına sadece Sodomî (eşcinsellik) hastalığının Allah’ın gazâbını insanların üzerine çekmeye yetecek iğrenç bir günah olduğunu belirtmektedir. Bu yüzden, bu tür suçların kökünü kazıyıp ortadan kaldırmanın, Peygamberin örnekliğindeki İslâm devletinin bir görevi olduğunun ve bu suçu işleyen kimselerin cezâlandırılması gerektiğini öğreniyoruz. Buna işaret eden bazı hadisler de vardır: a) "Eşcinselin failini de, mefûlünü de öldürün" b) "Her ikisi ister evli olsun ister bekâr olsun", c) "Livata suçunun fâilini ve mef’ûlünü recm ediniz." Fakat, hayatı boyunca Hz. Peygambere hiçbir livata suçlusu getirilmemesi nedeniyle, bu tip suçlular için açık ve kati bir cezâ şekli tarif edilmemiştir.
Bununla beraber, O’nun haleflerinden gelen bazı görüşler vardır: Hz. Ali, bu tip suçluların kılıçla öldürülerek, cesetlerinin gömülmeyip yakılarak kül haline getirilmesi görüşündedir. Hz. Ebû Bekir de Hz. Ali ile aynı fikirdedir. Hz.Ömer ve Osman ise, bu gibilerin harâbe bir binanın içine atılıp, köhne yapının onların üzerine yıkılması gerektiği fikrindedirler. Hz. İbn Abbas ise, bunların en yüksek evin damından baş aşağı atılması ve recmedilmesi gerektiği kanaatindedir.
İmam Şâfiî, livataya iştirak eden iki tarafın fâil ve mef’ûlün, ister evli ister bekâr olsun, öldürülmesi gerektiğini söyler. İmam Şa’bi, Zührî, Malik ve Ahmed b. Hanbel’e göre, bu kimseler recmedilmelidir. Said b. Museyyeb, Atâ, Hasan Basri, İbrahim Nehaî, Süfyan-ı Sevrî ve Evzaî, bu tip suçlar hakkında verilecek cezânın, zinâ cezâsı ile aynı olduğu görüşündedirler; yani, bu cezâ, suçu işleyenler bekârsa, yüz kırbaç ve sürgün, evliyseler, recmederek öldürmektir. Ebû Hanife ise, suçlunun ibret olarak, yaptığı suçun durumuyla mütenâsip bir şekilde cezâlandırılması gerektiği görüşündedir. İmam Şafii’nin de bu görüşe uygun bir sözü vardır.
Erkeğin, (Lût kavminin yaptığı gibi) sapık ilişkilerde bulunmasının kesin haram olduğu husûsuna da dikkat edilmelidir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Böyle bir fiili işleyen erkek lânetlenmiş bir kimsedir" [210] ve "Allah hanımıyla böyle bir suçu (karısına arka yoldan yaklaşma) işleyen insanın yüzüne nazar etmeyecektir."[211] Başka bir hadisinde "Âdet günlerinde hanımıyla cinsel ilişkide bulunan, onunla livata yapan (karısına arka yoldan yaklaşan) veya fal bakmaya devam eden kimse, Muhammed’e gönderilene inanmamış bir kâfirdir" [212] diyerek şiddetle ikazda bulunmuştur. [213]
Lût Kavmi ve Günümüz
Toplumun, eşcinselliği genel olarak tiksinti verici bir davranış olarak görmesi, bu tür eğilimlerin ne oranda yaygın olduğunu gizlemektedir. Ama Batı tarzında aşırı özgürlüğün benimsenmesiyle hayvanların bile yapmadıkları bu çirkinlik giderek yaygınlaşmaktadır. Bu yaygınlığın boyutunu umumi tuvaletlerin kapılarındaki Tosun edebiyatı denilen yazılardan tahmin etmek mümkündür. Kendi aralarında tanışmak için (kulağa küpe gibi) özel aksesuarlar kullandıkları, hatta birleşerek siyasi parti kurdukları da bilinmektedir. Özellikle kot denen vücuda yapışan blue jeans (blucin)lerin ve vücut hatlarını belirtecek şekilde çok dar pantolonların kadın veya erkekler tarafından giyilmesinin livâta denilen insan fıtratıyla bağdaşmayacak fâhişeliğe dâvetiye çıkartması ve bu fiilin yaygınlaşmasına sebep olduğu göz ardı edilmemelidir. Yine metroseksüellik denilen erkeklerin fazlaca bakımlı olması, giderek bayanlar gibi süslenip makyaj vs. yapması bu anormal cinselliği teşvik etmektedir. Ayrıca kimi televizyon programlarında kadınımsı tavırlar ve konuşmalarla program sunan bazı yumuşak tiplerin de toplumda kötü örnek teşkil ettiğini belirtelim. Bu konuda kimi şarkıcıların davranışlarının, Zeki Müren’den Bülent Ersoy’a bazı şarkıcıların tavırlarının, giderek artan bu anormallikte payları unutulmamalıdır. Allah’ın emri olarak başını örten kızlara her türlü dışlayıcı ve yasaklayıcı tavır uygulanırken; büyük şehirlerin bazı semtlerinde, yol kenarlarında ya da televizyon reklâmı ve telefon gibi iletişim araçlarıyla müşteri arayan transseksüeller, homoseksüeller özgürlük denen şeyin bu topraklarda kimlere ve ne için olduğunu düşündürecek boyuttadır.
Balığın baştan kokması misali, bu konuda düzenin ne denli suçlu olduğunu değerlendirmek gerekir. Karma eğitim kurumları, erkeklerin caddede, iş yerinde, televizyon programlarında, şifreli-şifresiz kanallarda, şarkı kliplerinde, gazete ve dergilerde hep cinsel tahrikle, kışkırtılmayla karşı karşıya kalması, evliliğin zorlaştırılması, hepsinden önemlisi gençlerin çoğu açısından Allah korkusu ve takvâ gibi kavramların “para” kadar, “seks” kadar önemli görülmemesi toplumu helâke götürecek bu çirkinliğin yayılma sebepleri olarak gözükmektedir.
Amerika ve Avrupa ülkeleri, bu ahlâksızlığı gâyet doğal bir özgürlük olarak değerlendirmekte, gay veya lezbiyenleri küçük düşürücü, onları dışlayıcı, hele hakaret edici bir tavrı şiddetle cezâlandırmaya tâbi tutmaktadır. Tüm Avrupa Birliği ülkelerinde homoseksüelliğin insan hakları ve özgürlüğü kapsamında yer alması; Türkiye’nin de bu birliğe katıldığı zamanda vâizlerin ve hocaların bile bu davranışı eleştirip kınama haklarının olmayacağı, eşcinsel evlenmelere karşı çıkılamayacağı şu anda kimsenin üzerinde durmadığı önemli problemler olarak durmaktadır.
Seks hürriyeti, bir başka ifâdeyle cinsel özgürlük ile ortaya çıkan ciddi anormalliklere Batı, çözüm bulamamanın ıstırabını yaşıyor. Âile hayatı, Batıda tarihe karışmak üzere, erkekler ve kızlar, evlilik sorumluluğu ve görevlerinin altına girmektense, evlilik dışı beraberlik ve yaşam sürdürmenin hafifliği içinde tatmin aramakta. Şehvetin doyma hissini temsil eden bir midesi olmadığı için, akla gelmedik değişiklikler ve tatmin için farklılık peşinde koşturan nefis/hevâ, sahibini perişan ediyor. Homoseksüel evliliklere izin veren otoriteler, kiliseler ortaya çıktı. Uyuşturucu ve fuhuş ile kriminal suçlar arasında sıcak ve yakın bir ilişki sözkonusu. Birleşmiş Milletler, AIDS’in Batı Avrupa’da yeniden yayılmaya başladığını, Doğu Avrupa ve Orta Asya’da da büyük tırmanışa geçtiğini 2004 yılında, hâlâ duymak istemeyenlere olanca yüksek sesle haykırıyor. HIV salgınının en hızlı geliştiği yerler olan Doğu Avrupa ve Orta Asya’da, 1998’de 30.000 olan kayıtlı HIV taşıyıcısı sayısı, 2003 yılında tam bir buçuk milyona yükseldi. Sadece kendileri için değil, âileler ve sosyal çevresi için de ciddî bir tehdit oluşturan bu hastalık, en çok gayri meşrû ilişki, yani fuhuş yoluyla geçiyor ve kan ürünleri yoluyla mâsum insanları da tehdit edebiliyor. Bu işin tedâvisi için halk, devletler ve sigorta şirketleri olağanüstü büyük paralar ödemek zorunda kalıyor. Hastalar, âileleri ve arkadaş çevresi için uzun süren acılı günler yaşanmasına sebep oluyor. Fuhuş ve uyuşturucunun önüne geçilmediğinde modern Sodom-Gomore’ler ortaya çıkacak, bu sınır tanımayan cinsel özgürlük, toplumların feci şekilde intiharı olacaktır. Sigara ile başlayıp bira, alkollü içki, uyuşturucu ve fuhuş şeklinde gelişen ve hırsızlık, cinâyet gibi her çeşit kötülüğe ortam hazırlayan bataklıktan kultulmak için İslâmî değerlerin hâkim kılınmasından, fuhşa dur diyemeyen beşerî düzenlerden kurtulmaktan başka çare yok. Bu temel çözüme kadar, en azından âilelere çok iş düşmekte, İslâmî esaslara göre kurulacak âilenin güçlendirilmesi ve okul haline dönüşmesi gerekmektedir. Allah korkusu olmayan insanın kendini, çevresini ve içinde yaşadığı toplumu helâke ve her çeşit felâkete atması özgürlük olamaz, olmamalıdır. Bu, üreterek veya başka yolla ele geçirerek sahip olduğu bombaları çevresindeki insanlara rasgele atıp bombalama özgürlüğünden daha hafif bir suç değildir. Çocuklar, âile yapısı içinde İslâmî terbiyeden geçmeli ve içinde yaşayacağı toplumun her çeşit pisliklerine direnebilecek, onlarla mücâdele edebilecek bilinç aşılanmalıdır.
Dizi filmlerde, pembe dizilerde, sinema filmlerinde cinsellik ve gayr-ı meşrû ilişkiler, ahlâksız bir hayat alabildiğine normalleştirilir ve hatta özendirilir. Bâtıl Batı zihniyeti, homoseksüellere, "gay" ve "travesti"lere verdiği hak ve özgürlüğün onda birini başörtüsüne niye vermiyor, anlamak zor değildir.
Tefsirlerden İktibaslar
Mevdûdi şöyle der: “Hani Lût da kavmine şöyle demişti…”[214] Bu insanlar, şimdi Ürdün'ün doğu yakası denilen ve Irak ile Filistin arasında yer alan topraklarda yaşamışlardı. Kitab-ı Mukaddes'e göre merkezleri Ölü Deniz'e yakın yerlerde, ya da tamamıyla suyun altında kalmış Sodom şehridir. Talmud, bunların Sodom'un dışında dört büyük şehirlerinin daha olduğunu ve bu şehirlerarasındaki arazilerin, kilometrelerce devam eden büyük bir bahçeyi andırdığını ve seyredenleri büyülediğini anlatır. Fakat zamanımızda şehirlerin yerleri tam olarak belli değildir. Çünkü bu alanların tümü, Lût Gölü ya da diğer bir adıyla Ölü Deniz'in altında kalmıştır.
Hz. Lût (a.s.), Hz. İbrâhim'in (a.s.) yeğeni idi. Hakka dâvet'in tebliği, hususunda tecrübe kazanmak için Suriye, Filistin ve Mısır'ı ziyaret etmek üzere amcası Hz. İbrâhim'le (a.s.) birlikte Irak'tan ayrıldı. Daha sonra Allah tarafından bir rasûl olarak tayin edilip, kendileriyle bir kan bağı olmasından dolayı onun "kavmi" diye nitelenen günahkâr topluluğa ıslah etmek için gönderildi.
Ne yazık ki, Yahudiler tarafından tahrif edilmiş olan eldeki Kitab-ı Mukaddes'te Hz. Lût'un (a.s.) şahsiyeti lekelenmiştir. Başka hususlar bir tarafa, Ürdün topraklarında icra ettiği vazife, İbrâhim'in sığır sürüleri ile Lût'un sığır sürüleri arasında çıkan bir anlaşmazlık sonunda" [215] münbit bir toprağa göç olarak tanımlanmıştır. Fakat Kur'an bu iddiayı çürütür ve Hz. Lût'un (a.s.) bir resûl olarak tayin edilmiş olduğunu ve oraya, halkı ıslah etmek için gönderildiğini söyler.
"Gerçekten siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz…” [216]: Kur'an-ı Kerim daha başka yerlerde, bu kavmin diğer bazı günah ve suçlarını da zikreder, fakat burada, Allah'ın cezâsına uğramalarına neden olan, onların en iğrenç suçlarını hatırlatır. Her ne kadar bazı sapık kimseler, Sodom halkına nihayete kadar kötü bir şöhret sağlamış olan bu iğrenç günahı işlemiş iseler de, bu durum, bütün insanlar tarafından her zaman hayâsız ve çok kötü bir davranış olarak kabul edilmektedir.
Fakat bu çirkin fiili, ahlâkî bir seçkinlik derecesine çıkaranlar, eski çağlarda sadece Yunan filozofları, modern dünyada da yalnız Avrupalılar olmuştur. Avrupalılar, adeta bu işin eksik kalan yönlerini alenî surette tamamlamak için ellerinden geleni yapıyorlar ve bu iğrenç fiile yasal bir statü vermeyi de başarmış bulunuyorlar. O kadar ki, bazı memleketlerin kanun koyucuları onu yasallaştırmışlardır bile. Şöyleki, artık eşcinselliğin korkunç bir toplum suçu olduğunu göstermek için tartışmalar düzenlemek de fayda vermez hale geldi. Hâlbuki Halik (Yaratıcı) herşeyi dişi ve erkek olarak yaratmış, her türü ötekinden farklı ve üremeleri için yekdiğerine tamamlayıcı şekilde varlık âlemine çıkarmıştır.
Sonra insanoğlundaki bu farklılık, bir amaca hizmet etmek içindir. Bu iki insanın çocukları ile birlikte bir yuva kurması içindir. Zira aile, insanoğlunun uğruna yaratıldığı medeni hayatın temelidir. Bundan dolayı kadın ve erkeğin vücutları, cinsî arzularını tatmin ve insan neslinin üremesi için
gerekli olan tabiî fonksiyonu yerine getirebilmelerine müsait bir şekilde ve yekdiğerini tamamlayıcı yapıda yaratılmıştır. Binaenaleyh, bu cinsi arzuyu gayri meşru yollardan tatmin eden kişi, bir defada ve aynı zamanda birçok suçun faili haline gelir:
1) Böyle biri bu hareketiyle, şehvetinin kurbanı olarak, kendi vücut organlarının fıtrî ve fizikî işlevlerine karşı, tabir caizse, savaş açmış olur. Bu, kaçınılmaz olarak bu fiili işleyenlerin, fizik, zihin ve ahlâkları üstünde son derece zararlı etkiler meydana getirir.
2) Kendi türüne ve tüm âleme karşı gereken haklarını ve vazifelerini yerine getirmeden, salt cinsî zevkler peşinde koşması, taibata karşı ihanet ve vefasızlık suçu işlemiş sayılmasına neden olur.
3) Genelde, medeni toplumun bütün imkânlarından faydalanmasına karşılık bir aile hayatının getirdiği sorumlulukları yüklenmekten kaçınması ve bütün enerjisini, cinsel arzularını gayri meşru yollarla tatminde harcaması nedeniyle topluma karşı vefa sözünü tutmamış olur. Bu bencil ve uygun olmayan davranış sadece faydasız bir hareket olmakla kalmaz, aynı zamanda toplum ahlâkına da büyük zarar verir. Böylece, o kimsenin kendisini, ailesine ve insanlığa faydalı kılamaz hale getirir ve en aşağı bir başka erkekte de doğal olmayan kadınsal özelliklerin yerleşmesine neden olur. Bu da aslında, kendilerine rağbet edilmemesi dolayısı ile en azından iki kadının ahlâksızlığına ve zinaya düşmelerine yol açar.
“Kavminin cevabı: ‘Yurdunuzdan sürüp çıkarın bunları, çünkü bunlar çokça temizlenen insanlarmış!’ demekten başka olmadı.”[217] Aralarında muttaki kimselerin bulunmasına bile tahammül edememeleri onların ahlâkî tefessühün en aşağı derekelerine yuvarlandıklarının bir göstergesidir. Onlar sadece hayâsız, günahkâr ve ahlâksız değil, aynı zamanda her türlü iyilik ve fazilet duygularından da yoksundurlar. Bundan dolayı, aralarında kendilerini ahlâk ve fazilete dâvet edecek kimsenin kalmaması için, Hz. Lût (a.s.) ve taraftarlarını davalarından vazgeçirmek istediler. Ve topluca, günahkâr-lığın en son sınırına dayanmış ve aralarında iyilikten hiçbir eser kalmamış olduğundan, yeryüzünde bulunmaları için artık hiç bir sebep kalmamıştır. Bu nedenle, Allah o kavmin bütünüyle yok edilmesini emretti. Onların durumu, içinde sadece birkaçı sağlam meyve kalmış çürümüş bir sepete benzetilebilir. İçinden sağlam elmalar çıkarılıp alınınca, geriye kalanlar tamamen faydasızdır ve bundan dolayı da, çöp yığınına atılıp imha edilmesi gereklidir.
“Bunun üzerine biz, karısı dışında onu ve ailesini kurtardık; o (karısı) ise (helâke uğrayanlar arasında) geride kalanlardandı.”[218] Kur'an'ın diğer bölümlerinde, muhtemelen yoldan çıkmış olanlardan birisinin kızı olan, Hz. Lût'un (a.s.) zevcesinin, peygamberle anlaşmazlıklarında, kâfirleri desteklediği ve bundan vazgeçmediği açıklanmaktadır. Bundan dolayı Allah, Hz. Lût'dan (a.s.) arkadaşlarıyla beraber karısını götürmemesini istemiştir.
“Ve onların üzerine bir (azab) sağanağı yağdırdık…”[219] Buradaki "yağmur", bildiğimiz su damlaları şeklindeki yağmur değil, Kur'an-ı Kerim'in bazı yerlerinde açıkça ifâde edildiği gibi, taş yağmurudur. Onların evlerinin altı üstüne gelmiş ve toprağa gömülüp gitmişlerdir.
“Suçlu günahkârların uğradıkları sona bir bak işte.” Burada ve daha başka yerlerde Kur'an, tek başına sadece Sodomî (eşcinsellik) hastalığının Allah'ın gazâbını insanların üzerine çekmeye yetecek iğrenç bir günah olduğunu belirtmektedir. Bu yüzden, bu tür suçların kökünü kazıyıp ortadan kaldırmanın, Peygamberin önderliğinde İslâm devletinin bir görevi olduğunun ve bu suçu işleyen kimselerin cezâlandırılması gerektiğini öğreniyoruz. Buna işaret eden bazı hadisler de vardır:
a) "Eşcinselin failini de, mefûlünü de öldürün",
b) "Her ikisi ister evli olsun ister bekâr olsun",
c) "Livâta suçunun fâilini ve mef’ûlünü recm ediniz."
Fakat hayatı boyunca Hz. Peygambere hiçbir livâta suçlusu getirilmemesi nedeniyle, bu tip suçlular için açık ve kati bir cezâ şekli tarif edilmemiştir.
Bununla beraber, O'nun haleflerinden gelen bazı görüşler vardır: Hz. Ali, bu tip suçluların kılıçla öldürülerek, cesetlerinin gümülmeyip, yakılarak kül haline getirilmesi görüşündedir. Hz. Ebû Bekir'de Hz. Ali ile aynı fikirdedir. Hz.Ömer ve Osman ise, bu gibilerin harâbe bir binanın içine atılıp, köhne yapının onların üzerine yıkılması gerektiği fikrindedirler. Hz. İbn Abbas ise, bunların en yüksek evin damından baş aşağı atılması ve recmedilmesi gerektiği kanaatindedir.
İmam Şâfiî, livâtaya iştirak eden iki tarafın fâil ve mef’ûlün, ister evli ister bekâr olsun, öldürülmesi gerektiğini söyler. İmam Şa'bi, Zührî, Malik ve Ahmed b. Hanbel'e göre, bu kimseler recmedilmelidir. Said b. Museyyeb, Atâ, Hasan Basri, İbrâhim Nehaî, Süfyan-ı Sevrî ve Evzaî, bu tip suçlar hakkında verilecek cezânın, zina cezâsı ile aynı olduğu görüşündedirler; yani, bu cezâ, suçu işleyenler bekârsa, yüz kırbaç ve sürgün, evliyseler, recmederek öldürmektir. Ebû Hanife ise, suçlunun ibret olarak, yaptığı suçun durumuyla mütenasip bir şekilde cezâlandırılması gerektiği görüşündedir. İmam Şafii'nin de bu görüşe uygun bir sözü vardır.
Erkeğin, (Lût kavminin yaptığı gibi) sapık ilişkilerde bulunmasının kesin haram olduğu hususuna da dikkat edilmelidir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Böyle bir fiili işleyen erkek lanetlenmiş bir kimsedir" Ebû Davut ve "Allah hanımıyla böyle bir suçu işleyen insanın yüzüne nazar etmeyecektir."[220] Başka bir hadisinde "Adet günlerinde hanımıyla cinsel ilişkide bulunan onunla livâta yapan veya fal bakmaya devam eden kimse, Muhammed'e gönderilene inanmamış bir kâfirdir"[221] diyerek şiddetle ikazda bulunmuştur. [222]
Seyyid Kutub diyor ki:
Lût kavminin kıssası, fıtratın sapmasının özel bir türünü, yukardaki kıssaların ana konusu olan tevhid ve ilâhlık sorunundan daha farklı bir sorunu ortaya koymaktadır. Fakat gerçekte bu da, tevhid ve ilâhlık sorunundan pek uzak değildir... Tek Allah inancı, O'nun kanun ve şeriatına boyun eymeyi (teslimiyeti) de gerektirir. Allah'ın kanunu, insanın tek bir parçanın birbirini tamamlayan iki öğesi olarak erkek ve dişi cinsiyette yaratılmasını, üreme yoluyla bu cinsin hayatını sürdürmesini ve üremenin de erkek ve dişinin birleşmesiyle olmasını dilemiştir... Bu nedenle, bu kanun gereğince, onları bedensel ve ruhsal olarak bu birleşmeye ve bu birleşme yoluyla üremeye uygun şekilde donatmıştır. Bu birleşme anında duyacakları kuvvetli bir şehvet hissi ve temel bir arzu da yaratmıştır. Böylece, bu birleşmeyi garantiye almış ve sonuçta bu cinsin hayatını sürdürmesi noktasındaki Allah'ın dileğini gerçekleştirmiştir. Bu temel arzu ve bu kuvvetli şehvet, bir de birleşmenin sonucu olarak daha sonra dünyaya gelen neslin hamilelik, doğurma, emzirme, bakım, eğitim ve güvenliğinin sağlanması v.b. güçlüklerini etkisiz kılma fonksiyonu da vardı. Ayrıca, bu sayede, erkek ve dişinin bakım dönemi, hayvan yavrularından daha uzun süren ve yetişkin nesillerden daha fazla bakıma muhtaç olan yeni doğmuş çocuklara bakacak bir aile olarak hayatlarını sürdürmeleri de sağlanıyordu.
Bu, anlaşılması ve gereğinin yapılması Allah'a, hükmüne, tedbir ve takdirinin güzelliğine inanmaya bağlı olan Allah'ın kanunudur. İnançta ve Allah'ın koyduğu hayat nizamındaki sapmalara bağlı olarak bunlarda da sapmalar gerçekleşir. Fıtrattan sapma, Lût kavmi kıssasında apaçık olarak ortaya çıkmaktadır. Lût onlara, yaptıklarının Allah'ın yarattığını bozma olduğu ve bu çirkin sapıklığı ilk kendilerinin çıkardığını anlatmaya çalışıyor: "O soydaşlarına de ki; ‘Sizler daha önce dünyada hiç kimsenin işlemediği bir fuhuş türünü mü işliyorsunuz? Sizler kadınları bırakıp erkeklere şehvetle yaklaşıyorsunuz. Kuşkusuz siz her türlü ölçüyü çiğneyen, azgın bir toplumsunuz."
Lût'un kavmini damgaladığı ölçü tanımaz azgınlık, normal fıtratda somutlaşan Allah'ın sistemine tecavüzdeki azgınlıktır. Bu azgınlık, insanlığın yaşamını sürdürebilmesi ve hayatın gelişmesi için Allah'ın onlara verdiği cinsel güçtedir. Onlar bu gücü, özel amacına uygun olmayan yerlerde harcadılar. Hem de sırf kural dışı ‘şehvet' uğruna. Allah salim fıtri şehveti, Allah'ın doğal kanununun gerçekleşmesi için vermiştir. Eğer kişi kendisi nefsinde, bu kanuna aykırı amaçlar hissediyorsa, bu durumda o, ahlâkın bozulmasından önce, kural dışılık, sapma ve fıtratın bozulması demektir. Zaten bunlar arasında da bir fark yoktur. İslâmi ahlâk sapmamış ve bozulmamış fıtri ahlâktır.
Kadının -ruhî yapısı yanında- bedensel yapısı, erkeğe, sırf şehvet amaçlanmamış olan bu birleşmede bozulmamış fıtrat zevkini hissettirir. Yanı sıra olan bu zevk, Allah'ın rahmeti ve nimetidir. Hayatın devamı noktasındaki dileği ve kanunun gerçekleşmesini sağlamak için, teklifin güçlüğünü dengeleyen bir zevki de vermeyi ihmal etmemiştir. Fakat -erkeğe göre- erkeğin bedensel yapısı bu bozulmamış fıtrat zevkini sağlamaya elverişli değildir. Bilakis, iğrenme hissi ağır basar ve bozulmamış fıtrata sırf bu his bile engel olur. İnanç kaynaklı düşüncenin doğası ve buna dayalı hayat sistemi, bu durumda kesin etkilidir...
İşte Avrupa ve Amerika'daki modern cahiliye, sırf doğru inançtan ve buna dayalı hayat sisteminden sapma nedeniyle, pek yaygın bir şekilde kural dışı cinsel sapkınlıkları barındırıyor. Burada, yeryüzünde kendileri dışında tam insanlık hayatının dumûra uğramasını isteyen yahudinin sahip olduğu propaganda araçlarından kaynaklanan, ahlâk ve inançdaki çözülmenin yaygınlaşması nedeni hakkında yaygın bir iddia vardır. Burada, yönlendirilen bu propaganda araçlarından kaynaklanan kadının örtünmesinin, toplumlarda çarpık cinsi saplantıların yayılmasına neden olduğu yaygın iddiası ortaya atılıyor. Fakat gerçeklerin tanıklığı gözlere saplanıyor. Avrupa ve Amerika'da -hayvanlar âleminde olduğu gibi- bir kadın ile bir erkek arasında cinsel ilişkiyi önleyecek tek bir engel kalmamıştır. Bu kadın-erkek arası, karma hayat biçiminin yaygınlaşmasına paralel olarak, kural dışı sapık ilişkiler de eksilmeksizin artmaktadır. Erkekler arasında sapık ilişkiler azalmadığı gibi, bu tür sapık ilişkiler kadınlar arasında da yaygınlaşmaya başlamıştır. Gözleri ile bu gerçeği göremeyenler, Amerikalı yazar Kenzi'nin "Erkekler Arasında Cinsel Yaşam" ve "Kadınlar Arasında Cinsel Yaşam" adlı kitaplarını okusunlar. Fakat bu güdümlü propaganda araçları, siyon protokolleri ve misyoner kongreleri kararlarına uygun olarak, cinsi sapıklık konusunda bu uydurmaları yaymaya ve onu kadının örtülü olmasına bağlamaya devam etmektedirler.
Tekrar Lût kavmine dönüyoruz. Sapıklıkları peygamberlerine verdikleri şu cevapta bir kez daha görünmektedir: "Soydaşlarının verdikleri tek cevap şu oldu; ‘Lût'u ve arkadaşlarını kentinizden sürünüz, çünkü onlar temizliğe pek meraklı kimselermiş' dediler.
Ne tuhaf! Geriye pislik içindeki insanlar kalması için kentten temizliğe pek meraklı olanlar sürülecek? Fakat tuhaf olan ne? Modern cahilïye ne yapıyor? Temizliğe düşkün olanları kovmuyor mu? Cahiliye toplumunun -ilericilik adı altında, kadın, erkek herkesin bağlarını parçalayarak- yiyecek, can, mal, fikir ve düşünce alanlarında daldığı bataklığa düşmeyenleri baskı altına almıyor mu? O, temizliğe düşkün insanları görmek istemez. Çünkü o, buna tahammül edemez ve onları ancak kendisi gibi pisliğe batmış olarak görmek ister. Her dönemde cahiliye mantığı böyledir!
Diğer ayetlerde olduğu gibi burada da, ayrıntıya girilmeden ve konu fazla uzatılmadan hızla sonuç bildiriliyor: "Lût'u ve eşi dışındaki yakınlarım kurtardık. Eşi ise geride kalıp helâk olanlardan oldu. Onların üzerine müthiş bir yağmur yağdırdık. Gör bakalım, günahkârların sonu nasıl olur?" Sonuç, âsilerin tehdid ettiği kimseler lehinedir. Yanısıra bu, toplum àrasında inanç ve sistem temelli bir ayrımdır da. Lût'un karısı -kendisine en yakın kimse olduğu halde- helâktan kurtulamamıştır. Çünkü o, inanç ve sistem bakımından toplumunun helâk olan azgınlarının işbirlikçisi idi.
Üzerlerine fırtınalarla yüklü helâk eden müthiş bir yağmur yağdırıldı. Bu müthiş yağmur ve sel suları dünyayı, işledikleri bu pislikten ve içinde yaşayıp öldükleri bataklıktan temizlemek için miydi? Ne şekilde olursa olsun, yalanlayan günahkârların kitabından bir sayfa daha kapanmaktadır! [223]
Lût (a.s.) ve Homoseksüel Kavmi Hakkında Âyet-i Kerimeler
- Lût (a.s.)’uın İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 27 Yerde): 6/En’âm, 86; 7/A’râf, 80; 11/Hûd, 70, 74, 77, 81, 89; 15/Hıcr, 59, 61; 21/Enbiyâ, 71, 74; 22/Hacc, 43; 26/Şuarâ, 160, 161, 167; 27/Neml, 54, 56; 29/Ankebût, 26, 28, 32, 33; 37/Sâffât, 133; 38/Sâd, 13; 50/Kaf, 13; 54/Kamer, 33, 34; 66/Tahrîm, 10.
- Lût (a.s.) ve Kavm Konusunda Âyetler
- Lût (a.s.) ve Kavmiyle Tevhid Mücâdelesi: 7/A’râf, 80-84; 11/Hûd, 77-83; 15/Hıcr, 61-77; 26/Şuarâ, 160-175; 27/Neml, 54-58; 29/Ankebût, 28-35; 51/Zâriyât, 24-37; 54/Kamer, 33-39.
- Lût (a.s.)’a Peygamberlik Verilmiştir: 6/En’âm, 86; 21/Enbiyâ, 74; 27/Neml, 54; 37/Sâffât, 133.
- Lût (a.s.), Lût Kavmine Gönderilmiştir: 7/A’râf, 80; 26/Şuarâ, 162; 27/Neml, 54.
- Lût Kavminin Kötülüğü: 7/A’râf, 80-82; 11/Hûd, 77-80; 15/Hıcr, 67-71; 26/Şuarâ, 165-166; 27/Neml, 54-55; 29/Ankebût, 28-29; 54/Kamer, 37.
- Lût (a.s.)’un Karısının İhâneti: 66/Tahrîm, 10.
- Lût (a.s.)’un Kavmine Dâveti ve Kavminin Tepkisi: 7/A’râf, 80-84; 11/Hûd, 77-80; 15/Hıcr, 67-71; 26/Şuarâ, 160-169; 27/Neml, 54-57; 29/Ankebût, 28-29; 54/Kamer, 36.
- Meleklerin, Lût Kavminin Haberini Önce İbrâhim (a.s.)’e Getirmeleri: 11/Hûd, 69-70, 74-76; 15/Hıcr, 57-60; 29/Ankebût, 31-32; 51/Zâriyât, 31-34.
- Lût (a.s.)’un, İbrâhim (a.s.)’e İman Etmesi ve Beraber Hicretleri: 29/Ankebût, 26; 37/Sâffât, 99.
- Lût Kavminin Helâk Edilerek Yok Oluşu: 7/A’râf, 80-84; 11/Hûd, 81-83; 15/Hıcr, 61-66, 72-77; 37/Sâffât, 99; 21/Enbiyâ, 74; 25/Furkan, 40; 26/Şuarâ, 170-175; 27/Neml, 56-58; 29/Ankebût, 30-35, 40; 37/Sâffât, 134-136; 50/Kaf, 13-14; 51/Zâriyât, 35-37; 53/Necm, 53; 54/Kamer, 33-39.
Lût Kavminin Helâk Edilerek Yok Oluşunda İbretler Vardır: 29/Ankebût, 34-35; 37/Sâffât, 137-138.
[1] 7/A’râf, 80-84
[2] 7/A'râf, 80-81
[3] 27/Neml, 55
[4] 29/Ankebût, 29
[5] 26/Şuarâ, 160-166
[6] 26/Şuarâ, 167
[7] 29/Ankebût, 29
[8] 7/A'râf, 82
[9] 29/Ankebût, 30
[10] 26/Şuarâ, 169
[11] 15/Hicr, 58-60
[12] 29/Ankebût, 31-32
[13] 15/Hicr, 63-64
[14] 11/Hûd, 77
[15] 15/Hicr, 67
[16] 54/Kamer, 37
[17] 11/Hûd, 78
[18] 11/Hûd, 79
[19] 11/Hûd, 80
[20] 11/Hûd, 81
[21] 11/Hûd, 81
[22] 29/Ankebût, 34
[23] Abdulfettah Tabbara, Ma'al Enbiya' Fil-Kur'an, s. 142-146; Muhammed Ahmed Cad, Kısâsu'l-Kur'ân, 68-76
[24] 11/Hûd, 82-83
[25] 15/Hicr, 73-77
[26] 27/Neml, 57-59
[27] 54/Kamer, 38-39
[28] Ahmet Özgen, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 31-32
[29] 29/Ankebût, 26
[30] 37/Sâffât, 137-138
[31] 15/Hicr, 76-77
[32] Bk. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 12/13
[33] Mevdûdî, Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi, c. 1, s. 436
[34] 11/Hûd, 77-79
[35] 7/A’râf, 84
[36] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, s. 55-58
[37] Seyyid Kutub, Fî Zılâl, c. 6, s. 134-135; Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, s. 82-83
[38] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, XII, 97-98
[39] el-Cevâhir fî Tefsîri’l-Kur'ân, 13/88-89
[40] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 12, s. 501
[41] A. Jeffery, The Foreign Vocabulary of the Qur’an, Baroda, 1938, s. 255; Mustafavî, et-Tahkîk, c. 10, s. 258
[42] Tekvîn. 11/27; 12/5
[43] Tekvîn, 13/1
[44] İDB, lll. 62; Ejd, Lot, Xl, 508
[45] Tekvîn, 14/l-16
[46] Tekvîn, 13/13; 18/20; 19/4-5; Hezekiel, 16/49-50
[47] Tekvîn, 18/1; 19/26; Petrus'un İkinci Mektubu, 2/6-7
[48] Tekvîn, 19/30-38
[49] DB, İV/1. s. 365
[50] Tesniye. 2/9, 19; Mezmur. 83/8
[51] DB, IV/1, s. 365-366
[52] Ancien Testament, s. 72
[53] 18/23
[54] Ginzberg, The Legends of the Jews, Baltimore 1998, I/291; Ömer Faruk Harman, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 27, s. 227-229
[55] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 19/30-38, s. 17
[56] Kitab-ı Mukaddes, Tesniye, 2/9 ve 19, s. 178
[57] 37/Sâffât, 133
[58] 6/En’âm, 86
[59] 21/Enbiyâ, 74-75
[60] Mustafa Uzun, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 27, s. 229
[61] Selâhaddin el-Müneccid, 5. 89. 149-172
[62] nşr. Pellat, Beyrut 1957, A. Hârûn, Resâ'ilü'l-Câhiz, Kahire 1979 içinde
[63] Brockelmann, GAL Suppl, I, 426
[64] nşr. Celâl Azzûne, Tunus 1997
[65] nşr. Mecdî es-Seyyid İbrâhim, Kahire, ts., Mektebetü'l-Kur'ân), Muhammed bin Ömer el-Gamrî’nin el-Hukmü’l-Mazbût fî Tahrîmi fi’l-Kavmi Lût (nşr. Abdullah el-Mısrî, Kahire 1988
[66] Dârü'l-Kütübi'z-Zâhiriyye, nr. 3215/1
[67] Kâmil Yaşaroğlu, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 27, s. 199
[68] İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Akçağ Y., 2. baskı, s. 70
[69] İ. Pala, a.g.e. s. 535
[70] Bk. İskender Pala, a.g.e., s. 232-233
[71] İ. Pala, a.g.e. s. 206-207
[72] Bk. İ. Pala, a.g.e., s. 421-422
[73] İ. Pala, a.g.e., s. 463-465
[74] Bk. Süreyya Aslaner, Tasavvuf ve Seks, Tevhid Y, İst. 1996
[75] Zekeriya Gün, Şark-İslâm Klasiklerinde Eşcinsel Kültür
[76] 54/Kamer, 33-36
[77] 29/Ankebût, 28-29
[78] 29/Ankebût, 30
[79] 26/Şuarâ, 169
[80] 11/Hûd, 81
[81] 54/Kamer, 37-38
[82] 15/Hicr, 73-76
[83] 11/Hûd, 82-83
[84] 26/Şuarâ, 172-173
[85] 7/A’râf, 83-84
[86] Werner Keller, Und die Bibel hat doch recht (The Bible as History; a Confirmation of the Book of Books, New York: William Morrow, 1956)
[87] “Le Monde de la Bible”, Archeologie et Histoire, Temmuz-Ağustos 1993
[88] Werner Keller, Und die Bibel hat doch recht (The Bible as History; a Confirmation of the Book of Books, New York: William Morrow, 1956)
[89] Werner Keller, The Bible as History in Pictures, New York: William Morrow, 1964
[90] Werner Keller, Und die Bibel hat doch recht (The Bible as History; a Confirmation of the Book of Books), New York: William Morrow, 1956, s. 88
[91] G. Ernest Wright, “Bringing Old Testament Times to Life”, National Geographic, Vol. 112, Aralık 1957, s. 833
[92] 35/Fâtır, 42-43
[93] 36/Yâsin, 29
[94] 54/Kamer, 31
[95] Harun Yahya, Kavimlerin Helâkı, Vural Y., s. 41-55
[96] Mefâil Hızlı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 24
[97] Cevad Ali, el-Mufassal, V, 143; ayrıca bk. Râgıb el-lsfahânî, el-Mûfredât, "lvt md.
[98] Tekvin, 13/13; 18/20
[99] Levililer, 18/22; 20/13
[100] Romalılar'a Mektup, 1/27; Korintoslular'a Birinci Mektup, 6/9
[101] İbn Mâce, Hudûd 24; Ebû Dâvûd, Hudûd 29; Tirmizî, Hudûd 24
[102] Şevkânî, VII, 131
[103] İbnu’t-Tallâ’, Akzıyetü Rasûlillâh, Beyrut 1418/1997, s. 33
[104] 4/Nisâ, 16
[105] Fahreddin er-Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, IX, 231-232; Reşîd Rızâ, Tefsîru’l-Menâr, IV, 437-440
[106] Kâmil Yaşaroğlu, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 27, s. 198-199
[107] 4/Nisâ, 15-16
[108] 24/Nûr, 2
[109] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, c. 3, s. 245-246
[110] Tefsîru’l-Menâr, c. 4, s. 439
[111] 6/En’âm, 90
[112] 7/A’râf, 157
[113] 4/Nisâ, 26
[114] Ebû Dâvûd, Hudûd 28; Tirmizî, Hudûd 24; İbn Mâce, Hudûd 12; Ahmed bin Hanbel, Müsned 1/269
[115] Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, 7/116-118
[116] 4/Nisâ, 16
[117] Tefsîru'l-Menâr, 8/518-519. Reşid Rızâ, Tefsîrinin 4/434-439’ncu sayfalarına bakılmasını da tenbih ediyor.
[118] Fahreddin Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, 14/168
[119] Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 12, s. 510-517
[120] 29/Ankebût, 26
[121] 21/Enbiyâ, 71
[122] 37/Sâffât, 133
[123] 6/En’âm, 86
[124] 21/Enbiyâ, 74-75
[125] 37/Sâffât, 133
[126] 7/A'râf, 80-84; 11/Hûd, 78-83; 21/Enbiyâ, 74; 26/Şuarâ, 161-175; 27/Neml, 54; 29/Ankebût, 28-35
[127] 6/En’âm, 86
[128] 7/A’râf, 80-84
[129] 11/Hûd, 69-83
[130] 15/Hıcr, 51, 58-77
[131] 21/Enbiyâ, 71
[132] 21/Enbiyâ, 74-75
[133] 22/Hacc, 43
[134] 25/Furkan, 40
[135] 26/Şuarâ, 160-175
[136] 27/Neml, 54-58
[137] 29/Ankebût, 25-35
[138] 29/Ankebût, 40
[139] 37/Sâffât, 133-138
[140] 38/Sâd, 13
[141] 50/Kaf, 13-14
[142] 51/Zâriyât, 24-37
[143] 54/Kamer, 33-39
[144] 66/Tahrîm, 10
[145] 70/Meâric, 29-31
[146] 4/Nisâ, 16
[147] Tirmizî, Radâ 12
[148] Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/317
[149] İbn Mâce, Hudûd 12; Tirmizî, Hudûd 24
[150] İbn Mâce, Nikâh 29; Ebû Dâvud, Nikâh 45; Tirmizî, Tahâret 102
[151] Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, VII, 131
[152] 11/Hûd, 80
[153] Buhârî, Enbiyâ 11, 15, 19; Müslim, Fezâ'il, 152, 153; Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/217, 300, 309
[154] Sa'lebî, 'Arâisû'l-Mecâlis, s. 80
[155] Buhârî, Enbiyâ 11, 15, 19, Tefsir Yûsuf 5, Ta’bîr 9; Müslim, İman 238, h. no. 151, Fedâil 152, h. no: 151; Tirmizî, Tefsir, Yusuf 12, h. no: 3115
[156] İbn Mâce, Hudûd 12, h. no: 2563; Tirmizî, Hudûd 24, h. no: 1457;
[157] Tirmizî, Hudûd 24, h. no: 1456; Ebû Dâvud, Hudûd 29, h. no: 4462, 4463; İbn Mâce, Hudûd 12; Ahmed bin Hanbel, Müsned 1/269
[158] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 6, s. 254
[159] Ebû Dâvud, Nikâh 46, h. no: 2162
[160] 2/Bakara, 223
[161] Tirmizî, Radâ 12, h. no: 1165
[162] Ebû Dâvud, Hudûd 30, h. no: 4464; Tirmizî, Hudûd 23, h. no: 1454
[163] İ. Canan, Kütüb-i Site ve Şerhi, c. 6, s. 255
[164] Tirmizî, Hudûd 28, h. no: 1462
[165] Buhârî, Meğâzî 56, Nikâh 113, Libâs 62; Müslim, Selâm 32, h. no: 2180; Muvattâ, Vasiyyet 5, h. no: 2, 767; Ebû Dâvud, Edeb 61, h. no: 4929
[166] Buhârî, Libas 62, Hudûd 33; Ebû Dâvud, Edeb 61, h. no: 4930; Tirmizî, Edeb 34, h. no: 2785, 2786
[167] İbrâhim Canan, Kütüb-i Sitte ve Şerhi, c. 6, s. 252-253
[168] Tekvin, 19/26
[169] Cengiz Duman, Haksöz, sayı 40, Temmuz 94
[170] 7/A'râf, 176
[171] 29/Ankebût, 28-29
[172] 27/Neml, 55
[173] 26/Şuarâ, 166
[174] 2/Bakara, 187
[175] 29/Ankebût, 28
[176] 26/Şuarâ, 161-166
[177] 11/Hûd, 78
[178] 11/Hûd, 79
[179] 26/Şuarâ, 167
[180] 29/Ankebût, 29
[181] 11/Hûd, 80
[182] 29/Ankebût, 30
[183] 26/Şuarâ, 169
[184] 26/Şuarâ, 170-171
[185] 66/Tahrîm, 10
[186] 11/Hûd, 74/76
[187] 11/Hûd, 77
[188] 11/Hûd, 81
[189] 26/Şuarâ, 52
[190] Tevrat, Tekvin Babı
[191] Cengiz Duman, Haksöz, sayı 40, Temmuz 94
[192] 11/Hûd, 80
[193] 26/Şuarâ, 168
[194] 15/Hıcr, 70
[195] 7/A’râf, 82
[196] 26/Şuarâ, 167
[197] 57/Hadîd, 25
[198] Buhârî, Enbiyâ 11, 15, 19; Müslim, İman 238
[199] 29/Ankebût, 30
[200] 26/Şuarâ, 169
[201] 26/Şuarâ, 170-171
[202] 15/Hıcr, 65
[203] 73/Müzzemmil, 6
[204] 11/Hûd, 45-47
[205] Levent Uçkan, İslâm Tarihi Notları, (Basılmamış Çalışma), s. 24-25
[206] 66/Tahrîm, 10
[207] 11/Hûd, 45-46
[208] 66/Tahrîm, 11
[209] Buhârî; Müslim
[210] Ebû Dâvud
[211] İbn Mace; Ahmed bin Hanbel, Müsned
[212] Tirmizi
[213] Avbdülvahid Metin
[214] 7/A’râf,80
[215] Tekvin/Bölüm, 5:12, 13
[216] 7/A’râf, 81
[217] 7/A’râf, 82
[218] 7/A’râf, 83
[219] 7/A’râf, 84
[220] İbn Mace; Ahmed bin Hanbel
[221] Tirmizi
[222] Tefhîmu’l-Kur’an
[223] Fî Zılâli’l Kur’an