Asim Şensaltık
İBRÂHİM (A.S.)
İ B R Â H Î M (a. s.)
- “İbrâhîm”; Kelime Anlamı Ve Hz. İbrâhim'in Kimliği
- İbrâhim’in (a.s.) Hayatı ve Tevhid Mücâdelesi
- Kur’ân-ı Kerim’de İbrâhim (a.s.)
- Hadis-i Şeriflerde İbrâhim (a.s.)
- İbrâhim’in Çevresi: Putlar ve Putperestler
- Put ve Putlaştırma
- Put Kıran İbrâhim (a.s)
- Her Nemrud’a Bir İbrâhim
- İbrâhim (a.s.) ve Hicret
- İbrâhim’in (a.s.) Sınavları
- İmam/Önder İbrâhim (a.s.)
- İbrâhim Milleti; Haniflik
- İbrâhim’in (a.s) Duâları
- İbrâhim (a.s.) ile İlgili Âyetlerden Bazı Tesbitler
- İbrâhimî Duruş
- "O'nda Güzel Örnekler Vardır"
"Bir zamanlar Rabbi İbrâhim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; 'Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti. 'Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)' buyurdu." [1]
"İbrâhîm"; Kelime Anlamı Ve Hz. İbrâhim'in Kimliği
"İbrâhîm" ismi, elimizdeki Tevrat'ın bazı bölümlerinde Avraham (Abraham) olarak geçmektedir. Tevrat'a göre İbrâhim'in adı, önce "ulu ata" mânâsında Abram iken, daha sonra "milletlerin babası" anlamında Abraham'a dönüşmüştür. Bununla birlikte Abraham kelimesi menşei ve anlamı tam tesbit edilmiş değildir.
İbrâhim (a.s.) Keldânîler'in Ur şehrinde doğdu. Ur şehrinin, Aşağı Babilonya'da Fırat'ın batı yakasında, bugünkü Bağdat'ın 300 km. güneydoğusundaki Tel el-Mukayyer denilen bir yer olduğu belirtilmektedir. Bir başka yoruma göre ise, Hz. İbrâhim'in doğduğu yer, Kuzey Suriye'de Harran'a çok yakın olan Ufa'dır. Kitab-ı Mukaddes geleneği, İbrâhim (a.s.)'in memleketi olarak Kuzey Mezopotamya'yı, yani Güneydoğu Anadolu'ya tekabül eden bölgeyi gösterir. Bugün artık Hz. İbrâhim ve âilesinin anayurdunun, içinde Harran'ın da bulunduğu bu bölge olduğu kabul edilmektedir.
Hz. İbrâhim'in yaşadığı dönem, tam olarak bilinmemektedir. Milâttan önce 22-20. yüzyıllarda yaşadığı anlaşılmaktadır.
"Allah'ın dostu" anlamına gelen "Halîlullah" ünvanına sahip İbrâhim (a.s.) "ulü'l-azm" denilen büyük peygamberlerden biridir. Ulü'l-azm pâyesine erişen diğer peygamberler ise Nûh (a.s.), Mûsâ (a.s.), İsa (a.s.) ve Muhammed’dir (a.s.). Hz. İbrâhim'in Halîlullah lakabını alması, Allah'a olan sevgi ve bağlılığındandır. Bir rivâyete göre Hz. İbrâhim, insanlara karşı çok cömert olduğu ve onlardan hiçbir şey istemediği için "Halîlullah" diye nitelendirilmiştir.
İbrâhim’in (a.s.) Hayatı ve Tevhid Mücâdelesi
Hz. İbrâhim, Kur’an’da ismi geçen kendinden sonraki bütün peygamberlerin babasıdır. O, iki nûrânî silsilenin ilk halkasını teşkil eder. Küçük oğlu İshak’la başlayan silsile, torunu Ya’kub’la devam etmiş; Ya’kub’un neslinden ise, başta Yusuf olmak üzere, Mûsâ, Hârun, Yûşâ, Dâvud, Süleyman, Zekeriyyâ, Yahyâ ve İsa’ya dek uzanan nebevî bir zincir devam etmiştir. Büyük oğlu İsmâil ile başlayan nuranî silsilenin ortasında ise nebîlerin sonuncusu ve en ekremi olan Muhammed Mustafa (s.a.s.) vardır. Ki, bu silsile, Rasûl-i Ekrem’in kızı Fâtıma ile damadı Ali’nin oğulları olan Hz. Hasan ve Hüseyin’le devam edip bugünlere ulaşmıştır. Böylesi iki nuranî ve mübârek silsilenin başında İbrâhim (a.s.) vardır. Dört semâvî/ilâhî kitabın elçisi olan dört rasûl de onun soyundandır. Mûsâ da onun zürriyetindendir; Dâvud, İsa ve Muhammed de... (Salevâtullahi aleyhim ecmaîn).
Hz. İbrâhim, ülü'l-azm peygamberlerden biridir. Babasının adı, Kur'ân'da Âzer olarak geçmekte ve onun putperest olduğu bildirilmektedir [2]. Müslüman tarihçilerin kaydettiğine göre kâhin ve müneccimlerin o sene bölgede doğacak İbrâhim adlı bir çocuğun halkın dinini değiştireceğini, Nemrut'un saltanatına son vereceğini söylemeleri, diğer bir rivâyete göre ise, kendisinin bu mâhiyette bir rüya görmesi üzerine Nemrut hamile kadınları bir yere toplamış ve doğacak bütün erkek çocukların öldürülmesini, ayrıca erkeklerin eşlerinden uzaklaştırılmasını emretmiştir. Bunun üzerine Âzer, İbrâhim'e hamile kalan karısını Kûfe ile Basra arasındaki Ur şehrine götürüp bir mağaraya saklamış, İbrâhim bu mağarada doğmuştur. İbrâhim, Kur'ân-ı Kerim'de ayrıntılı biçimde anlatılan[3] Allah'ın sonsuz varlığına ve birliğine dair istidlâllerini de bu mağaradan ayrılışını takip eden günlerde yürütmüştür. Buna göre bir akşam vakti mağaradan çıkarılan İbrâhim, babasına gördüğü şeylerin ne olduğunu ve bunların bir yaratıcısının bulunup bulunmadığını sormuş, onların bir rabbi olması gerektiğini düşünmüş; yıldızları, ayı ve güneşi görünce her biri için, "Rabbim budur" demiş, fakat gördükleri kısa süre sonra sönüp gidince, "Ben böyle sönüp batanları sevmem" diyerek bunların hiçbirinin ilâh olamayacağını ifade etmiş; "Hiç şüphesiz ben, bir tevhid ehli olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim, ben müşriklerden değilim" diyerek bir olan Allah'a dönmüştür.
Rabbi İbrâhim'e ‘müslüman ol!’ dediğinde, “Âlemlerin rabbine teslim oldum, müslüman oldum[4] diyerek bu dâvete icâbet etmiştir. Bununla birlikte, "Andolsun, İbrâhim'e daha önce rüşdünü vermiştik; Biz onu iyi tanırdık." [5] meâlindeki âyetin de işaret ettiği gibi İbrâhim, peygamberlik öncesinde de doğru yolda idi. Hz. Nûh'a verilenler Hz. İbrâhim'e de tavsiye edilmiş,[6] ona sahifeler (küçük kitap) verilmiştir.[7] Müslüman tarihçiler Hz. İbrâhim'e on sahife indirildiğini, bunların mesellerden ibâret olduğunu bildirirler. (Elimizdeki muharref Kitab-ı Mukaddes'te 88 ve 89. Mezmurlar ile Yesirah bölümlerinin Hz. İbrâhim'e indirilen sahifeler olduğu, yahûdi ve hıristiyan kaynaklarca belirtilir.) Hz. İbrâhim, peygamber olarak seçilip kavmine gönderildiğinde önce babasına hak dini tebliği etmişse de, babası onu kovmakla tehdit etmiştir.[8] İbrâhim daha sonra kavmini de dine dâvet etmiş, ancak olumlu sonuç alamamıştır.[9] Kur'an'da Hz. İbrâhim'in babası için Allah'tan af dilediği, fakat bu dileğinin kabul edilmediği belirtilmektedir. [10]
Kur'an'ın çeşitli sûrelerinde İbrâhim’in (a.s.), babasının ve kavminin taptığı putlara karşı mücâdele ettiği ve bir tek Tanrı inancını savunduğu; gök cisimlerine ve bunların sembolleri olan putlara tapmanın mânâsız olduğunu, hiç kimseye fayda veya zarar vermesi mümkün olmayan bu cisimlere tapmaktan vazgeçmeleri gerektiğini söylediği ifade edilir. Hz. İbrâhim'in ay, güneş ve yıldızları görüp önce, "bunlar benim rabbimdir" demesi, daha sonra da batıp giden şeylerin rab olamayacağını belirtmesi, İslâmî kaynaklarda onun henüz küçük yaşta iken dinî bir endişe taşıdığı şeklinde yorumlanmaktadır. Ancak bu olaydan, İbrâhim'in kısa bir süre için bile olsa gök cisimlerini gerçekten tanrı zannettiği şeklinde bir sonuç çıkarılmamalı, bu husus, sadece kavminin dinî telâkkilerinin anlamsızlığını vurgulamak için başvurduğu bir tartışma yöntemi ve muhâkeme tarzı olarak kabul edilmelidir. Zira ay battığında söylediği "Rabbim bana doğru yolu göstermezse..." sözü, güneş batınca da, "Ey kavmim! Ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım" demesi, hâdisenin kavmine tevhid inancını tebliği esnasında vuku bulduğunu göstermektedir. Aynı şekilde Kur'an'da, Hz. İbrâhim'in Allah'a ölüleri nasıl dirilttiğini sorması da aslında inandığı halde "kalbinin tatmin olması" şeklinde olumlu bir gerekçeyle açıklanmaktadır. [11]
Hz. İbrâhim'in putları kırması ve bu yüzden putperestlerce ateşe atılmasına rağmen ateşin kendisini yakmaması, onun tevhid mücâdelesinin güzel bir hâtırası olarak Kur'an'da ve bazı ayrıntılarla birlikte diğer kaynaklarda yer alır. Buna göre İbrâhim (a.s.), taptıkları putların ne kadar âciz ve işe yaramaz olduğunu kavmine göstermek üzere fırsat kollar. Nihâyet bir bayram günü, halk şenlik için şehir dışına çıkınca[12] put evine giderek en büyük put dışındaki bütün putları kırar. Kavmi döndüğünde durumu görüp İbrâhim'i sorguya çeker. İbrâhim (a.s.), "Belki de şu büyükleri yapmıştır, ona sorun" der.[13] Nihâyet putperest yönetim İbrâhim’i (a.s.) ateşe atmak sûretiyle cezalandırmaya kalkışır.[14] Ancak Allah'ın, "Ey ateş, İbrâhim'e serinlik ve esenlik ol!" emri üzerine ateş İbrâhim'i yakmaz.[15] Tarih ve tefsir kaynaklarının çoğunda, Bakara sûresinde[16] Hz. İbrâhim'le tartışarak tanrılık iddiasında bulunduğu, fakat İbrâhim'in ortaya koyduğu deliller karşısında yenik düştüğü bildirilen kişinin, onu ateşe atan toplumun lideri Nemrut olduğu kabul edilir.
Hz. İbrâhim eşi Sâre, yeğeni Lût ve diğer adamlarıyla birlikte Nemrut'un ülkesini terkederek önce Harran'da, ardından Ürdün'de bir süre kalmış, oradan Mısır'a gitmiş, daha sonra Filistin diyarına dönmüştür. Hz. İbrâhim ve Lût, putperest kavmi terkedip Allah'ın kendilerine vaad ettiği bereketli ülkeye ulaştıktan sonra Lût kavmine gitmekle görevlendirilir ve İbrâhim'den ayrılır.[17] İbrâhim (a.s.), kavminden ayrılıp hicret ettikten sonra[18] yaşı bir hayli ilerlemiş olduğu ve hiç çocuğu bulunmadığı için Allah'tan sâlih bir evlât ister; kendisine akıllı, uslu (halîm) bir çocuk müjdelenir.[19] Hz. İbrâhim'in bu ilk çocuğu İsmâil'dir.
Hz. İbrâhim'e Allah'ın elçileri (melekler) misafir olarak gelirler. İbrâhim onlara kızartılmış buzağı ikram eder; fakat misafirler yemezler; durumdan kaygılanan İbrâhim'e endişe etmemesini, Lût kavmi için geldiklerini söylerler; ayrıca ona bir oğlu olacağı müjdesini verirler. O esnâda ayakta olan hanımı bu müjdeyi duyunca gülerek bu iki yaşlı insandan çocuk doğmasının şaşılacak bir şey olduğunu söyler. Bunun üzerine melekler, Allah'ın emrine şaşmamaları gerektiğini hatırlatırlar. [20]
İbrâhim’in (a.s.) eşi Sâre, câriyesi Hâcer'i, kendi rızâsı ile İbrâhim'e verdiği halde, İsmâil'in doğması üzerine kıskançlığa kapılıp onlarla bir arada yaşamak istemez. Allah, İbrâhim'den Hâcer ile İsmâil'i Mekke'nin bulunduğu yere götürmesini ister. Kur'an'ın ifadesiyle İbrâhim zürriyetinden bir kısmını Beytülharâm'ın yanına bırakır.[21] İsmâil, Hz. İbrâhim'in ilk çocuğudur ve oraya bırakıldığında daha çok küçüktür. [22]
Hâcer ile İsmâil'i Mekke'nin bulunduğu yere bırakan ve kendisi Filistin'de yaşayan Hz. İbrâhim, ilk çocuğu koşar çağa gelince onu kurban etmekle imtihan edilir. Hz. İbrâhim, bu imtihanı başarır ve mükâfat olarak geriden gelecekler arasında ismi ebedîleşir [23]. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. İbrâhim'in nerede ve nasıl vefat ettiği bildirilmemektedir. Müslüman tarihçiler, vefat ettiğinde 200 veya 175 yaşında olduğunu söyleyerek, İbrâhim'in naaşının Hebron'da Sâre'nin yanına defnedildiğini belirtirler.
Hadislerde ve tarih kitaplarında Hz. İbrâhim'in uzun boylu, elâ gözlü, güzel ve güler yüzlü, açık alınlı, ayak izlerine varıncaya kadar Hz. Muhammed’e (s.a.s.) en çok benzeyen insan olduğu nakledilmektedir.[24] Ayrıca onun Kûsâ'da Süryânîce konuştuğu, Harran'dan yola çıkarak Fırat'ı geçtiğinde dilinin de İbrânice'ye dönüştüğü, tirit yemeğini ilk defa onun yaptığı, "ebu'l-edyâf" (misafirler babası) diye anıldığı, 120 yaşında kendi kendini sünnet ettiği, 300 kölesini serbest bıraktığı, onların da müslüman olduğu nakledilmektedir.
Kur'an'da Hz. İbrâhim'in şahsiyet özellikleri, mânevî ve ahlâkî nitelikleri hakkında geniş bilgi verilmektedir. Buna göre İbrâhim, mü'minlerin babası, Allah'ın dostudur. Kendisine göklerin ve yerin melekûtu gösterilmiş, Rabbinin emrettiği yere hicret etmiştir. Onun soyuna da peygamberlik ve kitap verilmiştir. Hz. İbrâhim'in tevhid akîdesini çağında yeniden tesis etmesi yanında, oğlu İsmâil ile birlikte Kâbe'yi inşâ etmesi, Kur'an'da müslümanlardan biri olarak gösterilmesi ve kendisine itibarlı bir yer verilmesine vesile olmuştur. Allah tarafından Beytullah'ın yeri bildirildikten sonra İbrâhim, oğlu İsmâil ile beraber Kâbe'nin temellerini yükseltmiş ve bir olan Allah'a adanan ilk mâbed olarak Kâbe inşâ edilmiştir. İbrâhim'den insanlar arasında haccı ilân etmesi, Beytullah'ı temiz tutması istenmiş, böylece bu kutsal mekân bütün müslümanlar için hac yeri ve kıble yapılmıştır.
Beytullah'ın bulunduğu Mekke için duâ eden İbrâhim (a.s.), Mekke'nin emîn bir şehir olmasını dilemiş,[25] bölgeyi "harâm (kutsal) ilân ederek orada kan dökülmesini ve dışarıda câiz olan diğer bazı işlerin yapılmasını yasaklamıştır. Kendi zürriyetinden Allah'a itaat eden bir ümmet çıkarmasını, onlara peygamber göndermesini niyaz etmiştir.[26] İbrâhim ve oğlu İsmâil'in duâlarında yer alan bu peygamber, onların soyundan gelen Hz. Muhammed’dir (s.a.s.). Nitekim İsmâil'in neslinden daha başka peygamber de gelmemiştir. "Ben babam İbrâhim'in duâsı, kardeşim İsa'nın müjdesi ve annemin rüyasıyım."[27] hadisi de buna işaret etmektedir. Hz. İbrâhim'in bu duâsına şükran nişânesi olmak üzere müslümanlara namazlarda "salli bârik" duâlarını okumaları öğütlenmiştir. [28]
Kur'an'da İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya'kub ve esbâtın (torunların) yahûdi veya hıristiyan oldukları şeklinde yahûdi ve hıristiyanlarca ileri sürülen iddia reddedilmekte,[29] buna delil olmak üzere Tevrat ve İncil'in ondan sonra indirildiği hatırlatılmakta,[30] "yahûdi yahut hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız" diyen yahûdi ve hıristiyanlara karşı müslümanlardan, "hayır, biz hanîf olan İbrâhim'in dinine uyarız; o müşriklerden değildi"[31] demeleri istenmektedir. Öte yandan Arap müşrikleri de İbrâhim’in (a.s.) soyundan gelmek ve onun binâ ettiği Kâbe'yi koruma işini üstlenmiş olmaktan onur duyarlardı. Ancak Kur'an onlara da Hz. İbrâhim'in asla müşriklerden olmadığını, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman olduğunu hatırlatır. [32]
Kur'an'da, geçmiş peygamberler içinde özellikle İbrâhim’in (a.s.) öğretisine kalıcı bir değer yüklendiği görülür. Nitekim Peygamberimiz'e de, "doğru yola yönelerek İbrâhim'in milletine/dinine uy" diye emredilmiş,[33] Allah'ın onu doğru yola, gerçek dine, hakka yönelen ve puta tapanlardan olmayan ibrâhim'in dinine ilettiği belirtilmiştir.[34] Rasûl-i Ekrem de, "Ben müsâmahalı ve kolay olan Hanîflikle (İbrâhim'in tevhid dini ile) gönderildim."[35] şeklindeki açıklamasıyla aynı gerçeği dile getirmiştir. Ayrıca İslâm ümmetine de İbrâhim'in hanîf dinine uyması emredilmiş,[36] din bakımından en güzel yolun İbrâhim'in dinini benimsemek sûretiyle izlenen yol olduğu ifade edilmiştir.[37] Kâbe'nin haremindeki İbrâhim makamının namaz yeri kılınması,[38] İbrâhim'in dinine uyulması emredilmiş,[39] onun dininden ancak kendini bilmezlerin yüz çevireceği,[40] gerçek iman sahiplerine "müslüman" ismini, çok önceden İbrâhim'in verdiği[41] bildirilmiştir. İbrâhim (a.s.), dünyada seçkin kılınmış olanlardan, kendisine güzellik verilenlerden, âhirette de sâlihlerdendir.[42] O, Hakk'a yönelen, Allah'a itaat eden bir önderdir. [43]
Hz. İbrâhim, son derece ağır başlı, yumuşak huyluydu, varlığını Allah'a adamıştı.[44] Kendisi ve eşi ileri yaşta olduğu halde duâsı kabul edilerek ona akıllı, iyi huylu ve bilgili iki oğlu olacağı müjdelenmiştir.[45] Sadece kendisi değil; âilesi de Allah'ın rahmet ve bereketine mazhar olmuştur.[46] İbrâhim (a.s.) çok misafirperverdir,[47] sıdkı bütün bir peygamberdir.[48] Bu sebeple İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda mü'minler için güzel örnekler bulunduğu bildirilmiştir. [49]
Kur'ân-ı Kerim'de İbrâhîm (a.s.)
Kur'ân-ı Kerim'de "İbrâhîm" ismi 69 yerde geçer. 25 ayrı sûrede Hz. İbrâhim'den değişik vesilelerle bahsedilir. Hz. Mûsâ’dan sonra, Kur’ân-ı Kerim’de isminden en çok bahsedilen ikinci peygamber İbrâhim’dir (a.s.). Bunun yanında, 213 âyet, Hz. İbrâhim’le (hayatı, mücâdelesi, mesajı, duâları ile) ilgilidir.
Kur'an'da Hz. İbrâhim, değişik sıfatlarla anılmış ve kendisinden övgüyle bahsedilmiştir. Kur'an'da geçen sıfatlarından bazıları; Evvâh: Başkalarına çok üzülüp âh eden, bağrı yanık,[50] Halîm: Çok yumuşak huylu,[51] Münîb: Allah'a sığınan,[52] Hanîf: Allah'ı bir tanıyan, Hakka yönelmiş,[53] Halîl (Halîlullah): Dost, Allah dostu,[54] Kaanit: Allah'a kulluk eden. [55]
"Bir zamanlar Rabbi İbrâhim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; 'Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti. 'Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)' buyurdu." [56]
"Biz, Beyt'i (Kâbe'yi) insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrâhim'in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın). İbrâhim ve İsmâil'e: ''Tavaf edenler, ibâdete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim'i temiz tutun' diye emretmiştik." [57]
"İbrâhim de demişti ki: 'Ey Rabbim! Burayı emîn bir şehir yap, halkından Allah'a ve âhiret gününe inananları çeşitli meyvelerle besle.' Allah buyurdu ki: 'Kim inkâr ederse onu az bir süre faydalandırır, sonra onu cehennem azâbına sürüklerim. Ne kötü varılacak yerdir orası!" [58]
"Bir zamanlar İbrâhim, İsmâil ile beraber Beytullah'ın temellerini yükseltiyor, (şöyle diyorlardı:) 'Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz Sen işitensin, bilensin." [59]
"Ey Rabbimiz! Bizi Sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de Sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibâdet usûllerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak Sensin." [60]
"Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden Senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara Kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü azîz olan, üstün gelen; hakîm olan, her şeyi yerli yerince, hikmetle yapan yalnız Sensin." [61]
"İbrâhim'in dininden kendini bilmezlerden başka kim yüz çevirir? Andolsun ki, Biz onu dünyada (elçi) seçtik, şüphesiz o âhirette de sâlihlerden/iyilerdendir." [62]
"Çünkü Rabbi ona: 'Müslüman ol, demiş, o da: Âlemlerin Rabbine teslim olup boyun eğdim, müslüman oldum' demişti." [63]
"Bunu İbrâhim de kendi oğullarına vasiyet etti, Ya'kub da: 'Oğullarım! Allah sizin için bu dini (İslâm'ı) seçti. O halde sadece müslümanlar olarak ölün (dedi)." [64]
"Yoksa Ya'kub'a ölüm geldiği zaman siz orada mı idiniz? O zaman (Ya'kub) oğullarına: 'Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?' demişti. Onlar: 'Senin ve ataların İbrâhim, İsmâil ve İshak'ın ilâhı olan tek Allah'a kulluk edeceğiz; biz ancak O'na teslim olmuş, O'nun için müslüman olmuş kimseleriz' dediler." [65]
"(Yahûdiler ve hıristiyanlar müslümanlara:) 'Yahûdi ya da hıristiyan olun ki, hidâyeti (doğru yolu) bulasınız' dediler. De ki: 'Hayır! Biz, hanîf olan İbrâhim'in dinine uyarız. O, müşriklerden değildi." [66]
"Biz, Allah'a ve bize indirilene; İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya'kub ve esbâta (torunlara; Ya'kub'un on iki evlâdından torunlarına) indirilene, Mûsâ ve İsa'ya verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah'a teslim olup müslüman olduk' deyin." [67]
"Yoksa siz, İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya'kub ve esbâtın (torunların) yahûdi, yahut hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: 'Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?' Allah tarafından kendisine (bildirilmiş) bir şâhitliği gizleyenden daha zâlim kim olabilir? Allah, yaptıklarınızdan gâfil değildir." [68]
"Allah kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik) verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrâhim ile tartışmaya gireni (Nemrut'u) görmedin mi?! İşte o zaman İbrâhim: 'Rabbim, hayat veren ve öldürendir' demişti. O da: 'Ben (de) hayat verir ve öldürürüm' demişti. İbrâhim: 'Allah güneşi doğudan getirmektedir; haydi sen de onu batıdan getir' dedi. Bunun üzerine kâfır apışıp kaldı. Allah zâlim kimseleri hidâyete erdirmez." [69]
"İbrâhim Rabbine: 'Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster' demişti. Rabbi ona: 'Yoksa inanmadın mı?' diye sordu. İbrâhim: 'Hayır! İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için (görmek istedim).' dedi. Bunun üzerine Allah: 'Öyleyse dört tane kuş yakala, onları yanına al, sonra (kesip parçala), her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra da onları kendine çağır; koşarak sana gelirler. Bil ki Allah azîzdir, hakîmdir; üstün gelen, her şeyi yerli yerince, hikmetle yapandır' buyurdu." [70]
"Allah, birbirinden gelme bir nesil olarak Âdem'i, Nûh'u, İbrâhim âilesi ile İmrân âilesini seçip âlemlere üstün kıldı. Allah (her şeyi hakkıyla) işiten ve (her şeyi tümüyle) bilendir." [71]
"Ey ehl-i kitap! İbrâhim hakkında niçin çekişirsiniz? Hâlbuki Tevrat ve İncil, kesinlikle ondan sonra indirildi. Siz hiç düşünmez misiniz?" [72]
"İbrâhim, ne yahûdi, ne de hıristiyan idi; fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman idi; müşriklerden de değildi." [73]
"İnsanların İbrâhim'e en yakın olanı, ona uyanlar, şu Peygamber (Muhammed) ve (ona) iman edenlerdir. Allah mü'minlerin velîsi/dostudur." [74]
"De ki: 'Allah doğruyu söylemiştir. Öyle ise, hakka yönelmiş olarak İbrâhim'in milletine/dinine uyun. O, müşriklerden değildi." [75]
"Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidâyet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbed), Mekke'deki (Kâbe)'dir. Orada apaçık âyetler/nişâneler, (ayrıca) İbrâhim'in makamı vardır..." [76]
"...İbrâhim soyuna Kitab'ı ve hikmeti verdik ve onlara büyük bir hükümranlık bahşettik." [77]
"Onlardan bir kısmı İbrâhim'e inandı, kimi de ondan yüz çevirdi; (onlara) kavurucu bir ateş olarak cehennem yeter." [78]
"Doğru olarak kendini Allah'a veren ve İbrâhim'in, hanif/Allah'ı bir tanıyan dinine tâbi olan kimseden dince daha güzel kim vardır?! Allah İbrâhim'i halîl/dost edinmiştir." [79]
"İbrâhim, babası Âzer'e: 'Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de, kavmini de apaçık bir dalâlet/sapıklık içinde görüyorum' demişti." [80]
"Böylece Biz, kesin iman edenlerden olması için İbrâhim'e göklerin ve yerin melekûtunu (izzet ve hükümranlığını) gösteriyorduk." [81]
"Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü; 'Rabbim budur' dedi. Yıldız batınca, batanları, yok olanları sevmem' dedi." [82]
"Ay'ı doğarken görünce, 'Rabbim budur' dedi. O da batınca, 'Rabbim bana doğru yolu göstermezse elbette dalâlette olan/yoldan sapan topluluklardan olurum' dedi." [83]
"Güneşi doğarken görünce de, 'Rabbim budur, zira bu daha büyük' dedi. O da batınca, dedi ki: 'Ey kavmim! Ben sizin (Allah'a) şirk/ortak koştuğunuz şeylerden uzağım." [84]
"Ben hanîf (Allah'ı bir bilen ve O'na yönelmiş) olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim." [85]
"Kavmi onunla tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: 'Beni doğru yola hidâyet etmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na şirk/ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Rabbimin dilediği dışında hiçbir şey olmaz. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ ibret almıyor musunuz?" [86]
"Siz, Allah'ın size, haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na şirk/ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım?! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki gruptan (Allah'ı tek ilâh kabul edenlerle O'na ortak koşanlardan) hangisi (Allah'ın azâbından) emniyette/güvende olmaya daha lâyıktır?" [87]
"İman edip de inançlarına herhangi bir zulüm (şirk) karıştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır." [88]
"İşte bu, kavmine karşı İbrâhim'e verdiğimiz huccetlerimiz/delillerimizdir. Biz dilediğimiz kimselerin derecelerini yükseltiriz. Şüphesiz ki senin Rabbin hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir." [89]
"De ki: 'Şüphesiz Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, hanîf/Allah'ı birleyen İbrâhim'in milletine/dinine iletti. O, şirk/ortak koşanlardan değildi." [90]
"(Kâfir olarak ölüp) Cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, (Allah'a) şirk/ortak koşanlar için af dilemek, ne peygambere yaraşır, ne de iman edenlere. İbrâhim'in, babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Ne var ki, onun Allah'ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrâhim evvâh (başkalarına çok üzülüp âh eden, bağrı yanık, sabırlı) ve halîm (çok yumuşak huylu) idi." [91]
"Andolsun ki elçilerimiz (melekler) İbrâhim'e müjde getirdiler ve 'selâm (sana)' dediler. O da: '(Size de) selâm' dedi ve hemen kızartılmış bir buzağı getirdi." [92]
"Ellerini yemeğe uzatmadıklarını görünce, onları yadırgadı ve onlardan dolayı içine bir korku düştü. Dediler ki: 'Korkma! (Biz melekleriz.) Lût kavmine gönderildik." [93]
"O esnâda hanımı ayakta idi ve (bu sözleri duyunca) güldü. Ona da İshak'ı, İshak'ın ardından da Ya'kub'u müjdeledik." [94]
"(İbrâhim'in karısı:) 'Olacak şey değil! Ben bir kocakarı, bu kocam da bir ihtiyar iken çocuk mu doğuracağım? Bu, gerçekten şaşılacak bir şey!' dedi." [95]
"(Melekler) dediler ki: 'Allah'ın emrine şaşıyor musun? Ey ev halkı! Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir. Şüphesiz ki O, övülmeye lâyıktır, iyiliği boldur." [96]
"İbrâhim'den korku gidip kendisine müjde gelince, Lût kavmi hakkında (âdeta) Bizimle mücâdeleye (tartışmaya) başladı." [97]
"İbrâhim cidden halîm/yumuşak huylu, evvâh (başkalarına çok üzülüp âh eden, bağrı yanık, sabırlı), münîb (kendisini Allah'a vermiş) biri idi." [98]
"(Melekler dediler ki:) 'Ey İbrâhim! Bundan vazgeç. Çünkü Rabbinin (azap) emri gelmiştir. Ve onlara, geri çevrilmez bir azap mutlaka gelecektir!" [99]
"Hatırla ki İbrâhim şöyle demişti: 'Rabbim! Bu şehri (Mekke'yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut!" [100]
"Çünkü onlar (putlar), insanlardan birçoğunun dalâletine/sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık Sen gerçekten çok bağışlayansın, çok merhametlisin." [101]
"Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını Senin Beyt-i Harem'inin (Kâbe'nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vâdiye yerleştirdim. Artık Sen insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nimetlere şükrederler." [102]
"Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen bizim gizleyeceğimizi de açıklayacağımızı da bilirsin. Çünkü ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz." [103]
"İhtiyar halimde bana İsmâil'i ve İshak'ı lutfeden Allah'a hamdolsun! Şüphesiz Rabbim duâyı işiten, kabul edendir." [104]
"Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı ikame edenlerden (dosdoğru kılanlardan) eyle; ey Rabbimiz! Duâmı kabul et!" [105]
"Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, ana-babamı ve mü'minleri bağışla!" [106]
"Onlara (kullarıma) İbrâhim'in misâfirlerinden (meleklerden) de haber ver." [107]
"Onun yanına girdikleri zaman, 'selâm' dediler. (İbrâhim:) 'Biz sizden çekiniyoruz' dedi." [108]
"Dediler ki: 'Korkma; biz sana bilgin bir oğul müjdeliyoruz." [109]
"(İbrâhim:) 'Bana ihtiyarlık çökmesine rağmen beni müjdeliyor musunuz? Beni ne ile müjdeliyorsunuz?' dedi." [110]
"Sana gerçeği müjdeledik, sakın ümitsizliğe düşenlerden olma!' dediler." [111]
"(İbrâhim) dedi ki: 'Rabbinin rahmetinden, dalâlettekilerden/sapıklardan başka kim ümit keser?" [112]
"İbrâhim, gerçekten kaanit (kunut eden, Hakk'a yönelen), hanîf (Allah'ı birleyen ve O'na itaat eden) bir ümmet (önder) idi; Allah'a şirk/ortak koşanlardan değildi." [113]
"Allah'ın nimetlerine şükrediciydi. Çünkü Allah, onu seçmiş ve sırât-ı müstakîme hidâyet etmiş, doğru yola iletmişti." [114]
"Ona dünyada güzellik verdik. Muhakkak ki o, âhirette de sâlihlerdendir." [115]
"Sonra da sana: 'Doğru yola yönelerek İbrâhim'in milletine/dinine uy! O müşriklerden değildi' diye vahyettik." [116]
"Kitap'ta İbrâhim'i an. Zira o, sıdkı bütün bir peygamberdi." [117]
"Bir zaman o babasına dedi ki: 'Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın?" [118]
"Babacığım! Hakikaten sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Öyle ise bana uy ki, seni düz yola hidâyet edip çıkarayım." [119]
"Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah'a âsi oldu." [120]
"Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum." [121]
"(Babası:) 'Ey İbrâhim! dedi; sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni kovar, taşa tutarım! Uzun bir zaman benden uzak dur!" [122]
"İbrâhim: 'Selâm sana (esen kal)' dedi, Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O bana karşı çok lütufkârdır." [123]
"Sizden de, Allah'ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime duâ etmemle bedbaht (emeği boşa gitmiş) olmam." [124]
"Nihâyet İbrâhim onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden uzaklaşıp bir tarafa çekildiği (hicret ettiği) zaman Biz ona İshak ve Ya'kub'u bağışladık/verdik ve her birini peygamber yaptık." [125]
"Onlara rahmetimizden bağışta bulunduk; kendilerine haklı ve yüksek bir şöhret nasip ettik." [126]
“Andolsun Biz İbrâhim’e daha önce rüşdünü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım!’ Sonunda İbrâhim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye. ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zâlimlerden biridir’ dediler. (Bir kısmı:) ‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. O halde, dediler, ‘onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.’ ‘Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhim?’ dediler. ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Haydi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!’ dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) ‘zâlimler sizlersiniz, sizler!’ dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: ‘Sen bunların konuşmadığını pek âlâ biliyorsun’ dediler. İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz akıllanmaz mısınız?’ (Bir kısmı:) ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, onu ve Lût’u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.” [127]
"Bir zamanlar İbrâhim'e Beytullah'ın yerini hazırlamış ve (ona şöyle demiştik): 'Bana hiçbir şeyi şirk koşma/eş tutma; tavaf edenler, ayakta ibâdet edenler, rükû ve secdeye varanlar için Evimi (Kâbe'yi) temiz tut." [128]
"İnsanlar arasında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait birtakım yararları yakînen görmeleri, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın ismini anmaları (kurban kesmeleri) için sana (Kâbe'ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yiyin, hem de yoksula, fakire yedirin." [129]
"Sonra kirlerini gidersinler; adaklarını yerine getirsinler ve o Eski Ev'i (Kâbe'yi) tavaf etsinler." [130]
"Allah uğrunda, hakkını vererek, gereği gibi cihad edin. O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrâhim'in milletinde/dininde (de böyleydi). Peygamberin size şâhit olması, sizin de insanlara şâhit olmanız için O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur'an'da) size 'müslümanlar' adını verdi. Öyle ise namazı ikame edin (dosdoğru kılın); zekâtı verin ve Allah'a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır/dostunuzdur. Ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır!" [131]
"(Rasûlüm!) Onlara İbrâhim'in haberini de oku/naklet. Hani o, babasına ve kavmine: 'Neye tapıyorsunuz?' demişti. 'Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz' diye cevap verdiler. İbrâhim: 'Peki, dedi; yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut, size fayda ya da zarar verebiliyorlar mı?' Şöyle cevap verdiler: 'Hayır, ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk.' İbrâhim dedi ki: 'İyi ama, ister sizin, ister önceki atalarınızın; neye taptığını (biraz olsun) düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur). Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O'dur. Beni yediren, içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifâ veren O'dur. Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O'dur. Ve hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum O'dur. Rabbim! Bana hikmet ver ve beni sâlihler/iyiler arasına kat. Bana, sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmak nasip eyle! Beni naîm cennetinin vârislerinden kıl. Babamı da bağışla (ona tevbe ve iman nasip et). Çünkü o dalâlettekilerden/sapıklardandır. (İnsanların) dirilecekleri gün, beni mahcup etme. O gün, ne mal fayda verir, ne de evlât. Ancak Allah'a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur)." [132]
"İbrâhim'i de gönderdik. O kavmine şöyle demişti: 'Allah'a kulluk edin. O'na karşı gelmekten sakının. Eğer bilmiş olsanız bu sizin için daha hayırlıdır." [133]
"Siz Allah'ı bırakıp birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler yaratıyor/uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Ancak O'na döndürüleceksiniz." [134]
"Eğer (size tebliğ edileni) yalan sayarsanız, bilin ki sizden önceki birçok ümmetler/topluluklar da (kendilerine tebliğ edileni) yalan saymışlardır. Peygamber'e düşen, yalnız açık bir tebliğdir." [135]
"Kavminin (İbrâhim'e) cevabı ise: 'Onu öldürün, yahut yakın!' demelerinden ibâret oldu. Ama Allah onu ateşten kurtardı. Doğrusu bunda, iman eden bir kavim için ibretler vardır." [136]
"(İbrâhim onlara) dedi ki: 'Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet uğruna Allah'ı bırakıp birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyâmet günü (gelip çattığında ise) birbirinizi tanımazlıktan gelecek ve birbirinize lânet okuyacaksınız. Varacağınız yer cehennemdir ve hiç yardımcınız da yoktur." [137]
"Bunun üzerine Lût ona iman etti ve (İbrâhim): 'Doğrusu ben Rabbim'e (emrettiği yere) hicret ediyorum. Şüphesiz O, azîzdir, hakîmdir; mutlak güç ve hikmet sahibidir' dedi." [138]
"Ona İshak ve Ya'kub'u bağışladık/verdik. Peygamberliği ve kitapları, onun soyundan gelenlere verdik. Ona dünyada mükâfâtını verdik. Şüphesiz o, âhirette de sâlihlerdendir." [139]
"Elçilerimiz İbrâhim'e (iki oğul ihsan edeceğimize dair) müjdeyi getirdiklerinde şöyle dediler: 'Biz bu memleket halkını helâk edeceğiz. Çünkü oranın halkı zâlim kimselerdir." [140]
"(İbrâhim) dedi ki: 'Ama orada Lût var!' Şöyle cevap verdiler: 'Biz orada kimlerin bulunduğunu çok iyi biliyoruz. Onu ve âilesini elbette kurtaracağız. Yalnız karısı müstesnâ; o, (azapta) kalacaklar arasındadır." [141]
“Şüphesiz İbrâhim de onun (Nuh’un) milletinden idi. Çünkü Rabbine kalb-i selîm ile geldi. Hani o, babasına ve kavmine: ‘Siz kime kulluk ediyorsunuz?’ demişti. ‘Allah’tan başka birtakım uydurma ilâhlar mı istiyorsunuz? O halde, âlemlerin Rabbi hakkındaki görüşünüz nedir?’ (Hz. İbrâhim’in kavmi, yıldızlara bakar, onlarla kâhinlik yaparlardı. Bir bayram günü İbrâhim’e kendileriyle beraber bayram yerine gelmesini söylediler.) Bunun üzerine İbrâhim yıldızlara şöyle bir baktı. ‘Ben hastayım’ dedi. Ona arkalarını dönüp gittiler. Yavaşça (kavmin) putlarının yanına vardı. (Oraya konmuş çelenkleri, yemekleri görünce:) ‘Yemiyor musunuz? Neden konuşmuyorsunuz?’ dedi. Bunun üzerine, yanlarına gelip sağ eliyle vurdu (kırıp geçirdi). (Putperestler) koşarak İbrâhim’e geldiler. (Neden putları kırdığını sordular.) İbrâhim: ‘Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?! Oysa ki sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı’ dedi. ‘Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın!’ dediler. Böylece ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat Biz onları alçaklardan kıldık.” [142]
"(Oradan kurtulan İbrâhim:) 'Ben Rabbime gidiyorum. O, bana doğru yolu gösterecek. Rabbim! Bana sâlihlerden olacak bir evlât ver' dedi. O zaman Biz onu uslu bir oğul ile müjdeledik. Babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince: 'Yavrucuğum! Rüyada seni boğazladığımı görüyorum; bir düşün, ne dersin?' dedi. O da cevaben: 'Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşâallah beni sabredenlerden bulursun' dedi. Her ikisi de teslim olup, onu alnı üzerine yatırınca: 'Ey İbrâhim! Rüyayı gerçekleştirdin. Biz muhsinleri/iyileri böyle mükâfatlandırırız. Bu, gerçekten, çok açık bir imtihandır' diye seslendik. Biz, oğluna bedel ona büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında ona (iyi bir nam) bıraktık: 'İbrâhim'e selâm!' dedik. Biz ihsan sahiplerini/iyileri böyle mükâfatlandırırız. Çünkü o, Bizim mü'min kullarımızdandır. Sâlihlerden bir peygamber olarak ona (İbrâhim'e) İshak'ı mübârek (kutlu ve bereketli) eyledik. Lâkin her ikisinin neslinden ihsan sahibi iyi kimseler olacağı gibi, kendine açıktan açığa zulüm/kötülük edenler de olacak." [143]
"Kuvvetli ve basîretli kullarımız İbrâhim, İshak ve Ya'kub'u da an. Biz onları özellikle âhiret yurdunu düşünen, ihlâslı kimseler kıldık. Doğrusu onlar Bizim yanımızda seçkin, hayırlı/iyi kimselerdendir." [144]
"Bir zaman İbrâhim, babasına ve kavmine demişti ki: 'Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk yaparım. Çünkü O, beni doğru yola iletecektir.' Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar (onun dinine) dönsünler." [145]
"İbrâhim'in ağırlanıp ikrâm olunan misâfirlerin haberi sana geldi mi? (Bunlar meleklerdi.) Onlar İbrâhim'in yanına girmişler, selâm vermişlerdi. İbrâhim de selâmı almış, içinden, 'bunlar, yabancılar' demişti. Hemen âilesinin yanına giderek semiz bir dana (kebabını) getirmiş, onların önüne koyup 'yemez misiniz?' demişti. Derken onlardan korkmaya başladı. 'Korkma' dediler ve ona bilgin bir oğlan çocuğu müjdelediler. Karısı çığlık atarak geldi. Elini yüzüne çarparak: 'Ben kısır bir kocakarıyım!' dedi. Onlar: 'Bu böyledir. Rabbin söylemiştir. O, hikmet sahibidir, (her şeyi) bilendir' dediler. (İbrâhim:) 'O halde işiniz nedir, ey elçiler?' dedi. 'Biz, dediler, suçlu bir kavme gönderildik. Üzerlerine çamurdan taş yağdırmaya (geldik).' (Bu taşlar,) isrâf edenler (aşırı gidenler) için Rabbinin yanında işaretlenmiş (taşlar)dir. Bunun üzerine orada bulunan mü'minleri çıkardık. Zaten orada müslümanlardan, bir ev halkından başka kimse bulmadık. Acı azaptan korkanlar için orada bir işaret bıraktık."
"Yoksa, Mûsâ'nın ve ahdine vefâ gösteren İbrâhim'in sahifelerinde yazılı olanlar kendisine haber verilmedi mi?" [146]; "Gerçekten hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenemez."[147]; "Ve insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur."[148]; "Ve çalışması da ileride görülecektir." [149]; "Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir." [150]; "Ve şüphesiz en son varış Rabbinedir."[151]; "Doğrusu güldüren de ağlatan da O'dur."[152]; "Öldüren de dirilten de O'dur."[153]; "Şurası muhakkak ki (rahime) atıldığında nutfeden, erkek ve dişiden ibâret olan iki çifti O yarattı."[154]; "Şüphesiz tekrar diriltmek de O'na aittir." [155]; "Zengin eden de yoksul kılan da O'dur."[156]; "Doğrusu Şi'râ yıldızının Rabbi de O'dur." [157]
"Andolsun ki Biz, Nûh'u ve İbrâhim'i (peygamber olarak) gönderdik; peygamberliği de kitabı da onların soyuna verdik. Onlardan (insanlardan) kimi doğru yoldadır; içlerinden birçoğu da fâsıktır/yoldan çıkmışlardır." [158]
"İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.' Ancak, İbrâhim babasına: 'Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez' demişti. (O mü'minler şöyle dediler:) 'Rabbimiz! Ancak Sana tevekkül edip dayandık, Sana yöneldik. Dönüş de ancak Sanadır." [159]; "Rabbimiz! Bizi, inkâr edenler için fitne (deneme konusu) kılma; bizi bağışla! Ey Rabbimiz! Yegâne azîz (güçlü ve gâlip), hakîm (hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sensin." [160]; "Andolsun, onlar sizin için, Allah'ı ve âhiret gününü arzu edenler için güzel bir örnektir. Kim yüz çevirirse şüphesiz Allah ğanîdir (zengindir), hamîddir, hamde lâyık olandır." [161]
"Eğer hatırlatmak/öğüt fayda verirse hatırlatıp öğüt ver. (Allah'tan) huşû ile korkan, öğütten yararlanacak. En büyük ateşe girecek olan kötü kimse ise, öğütten kaçınır. Sonra o, ateşte ne ölür, ne de yaşar. (Maddî ve mânevi pisliklerden) Temizlenen, Rabbinin adını zikredip O'na kulluk eden kimse kuşkusuz kurtuluşa ermiştir. Fakat siz (ey insanlar!) âhiret daha hayırlı ve daha devamlı olduğu halde, dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Şüphesiz bu (anlatılanlar), önceki suhufta (kitaplarda), İbrâhim ve Mûsâ'nın kitaplarında (onlara inen suhufda) da vardır." [162]
Hadis-i Şeriflerde İbrâhim (a.s.)
Bir adam Rasûlullah’a (s.a.s.) geldi de: "Ey insanların en hayırlısı!" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): "O (sıfatın sahibi) İbrâhim (a.s.)!" buyurdular. [163]
"Kıyâmet günü ilk elbise giydirilen kişi, İbrâhîm'dir." [164]
"Bir gece bana rüyamda her zaman gelen iki melek (Cebrâil ve Mikâil) geldi. Bunlarla beraber gittik. Nihâyet uzun boylu birinin yanına vardık. (Semâya doğru yücelen) boyunun uzunluğundan başını neredeyse göremeyecektim. O İbrâhim (a.s.) idi." [165]
"İbrâhim'e gelince; arkadaşınıza yani bana bakıverin..." [166]
"Bana İsrâ vâki olduğu zaman... İbrâhim'i de gördüm, zürriyeti içerisinde ona en çok benzeyen benim..." [167]
"Ben babam İbrâhim'in duâsı, kardeşim İsa'nın müjdesi ve annemin rüyasıyım." [168]
"Ben müsâmahalı ve kolay olan Hanîflikle (İbrâhim'in tevhid dini ile) gönderildim." [169]
Beşir İbn Sa'd Peygamberimiz'e: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bize Allah Teâlâ, sana salât okumamızı emretti. Sana nasıl salât okuyabiliriz?" diye sordu. Efendimiz şu cevabı verdi: "Şöyle söyleyin: 'Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed, kemâ salleyte alâ İbrâhîme İnneke hamîdun mecîd. Allahümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed, kemâ bârakte alâ âl-i İbrâhîm. İnneke hamîdun mecîd. (Allah'ım! Muhammed'e ve Muhammed'in ehline rahmet kıl, tıpkı İbrâhim'e rahmet kıldığın gibi. Sen hamîdsin (hamd edilmeye, methedilmeye lâyık, hamd kendisine mahsus olansın), mecîdsin (azametli, şerefli, gâlip olansın). Muhammed'i ve Muhammed'in âlini mübârek kıl, tıpkı İbrâhim'in ehlini mübârek kıldığın gibi." [170]
Hadislerde Hz. İbrâhim'in faziletine dair bilgiler yer alır. İnsanlar, kabirden kalktıklarında çıplak olarak haşredilecek ve kıyâmet gününde elbise giydirilen ilk peygamber Hz. İbrâhim olacaktır.[171] Başka bir hadise göre, kıyâmet gününde Hz. İbrâhim, babasıyla karşılaştığında ona, "Ben sana, bana âsi olma, demedim mi?" diyecek, o da, "artık bugün sana âsi olmayacağım" karşılığını verecektir. Hz. İbrâhim babasının affı için Allah'a yalvaracak, fakat dileği kabul edilmeyecektir. [172]
Bir hadiste, Hz. İbrâhim'in Mekke'yi dokunulmaz bir şehir yaptığı ve onun için duâ ettiği, Rasûlullah'ın da aynı şeyi Medine için yaptığı bildirilmektedir.[173] Mi'râcda Hz. Muhammed (s.a.s.), Hz. İbrâhim'i yedinci (bazı rivâyetlerde altıncı) semâda Beytülma'mur’a dayanmış olarak görmüştür. [174]
Mekke'nin fethinde Kâbe putlardan temizlendiğinde Hz. İbrâhim ve İsmâil'in, ellerinde fal okları olan sûretleri çıkınca Rasûlullah, "Yazıklar olsun! Onların bu nesnelerle fal bakmadıklarını bilmiyorlar mı?" demiştir. [175]
Hz. İbrâhim’in Çevresi: Putlar ve Putperestler
Hz. İbrâhim’in yaşadığı döneme göz attığımızda, toplumun bütün siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel hayatının şirk esası üzerine kurulduğunu açıkça görmek mümkündür. İbrâhim’in (a.s.) doğduğu Ur şehrinde, tarihçilerin belirttiğine göre beş bin tane tanrı mevcuttu. Nüfusun ekseriyeti ticaret ve sanayi ile uğraşmaktaydı ve dolayısıyla bütünüyle maddeci bir zihniyete sahipti. Her maddeci toplum bireyleri gibi onların da başta gelen eğilimi, servet sahibi olmak ve lüks bir hayat yaşamaktı. Hal böyle olunca, İbrâhim (a.s.)’in getireceği tevhid inancı, sadece memleketin bir sınıfını veya putperest inancı değil; bütünüyle ülkenin ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal yapısını değiştirecekti. Bu amaçla, İbrâhim’in (a.s.) dâvetini kabul etmek, toplumu temelden değiştirmek ve yepyeni temellere oturtmak demekti. Bu da o toplum için ağır bir teklifti. Çünkü, bireysel ve toplumsal alanların tümünde anlayış, teori ve pratik olarak tümüyle şirke gömülmüş bir toplumu ıslaha çalışmak, onları İslâmî anlamda değiştirip dönüştürme gayreti, gerçekten ağır bir yüktür. Böylesine çile ve cefa ile karşı karşıya gelecek bir elçinin daha küçük yaşta iken Rabbi tarafından terbiye edilmesi ve yetiştirilmesi gerekirdi. Çünkü elçiye yüklenen görev ve emânetler, kabiliyet ve enerji ister, güç ve potansiyel ister.
İbrâhim (a.s.), tevhid emânetini yüklenince, ilk uğraşı, toplumun putperestliğini yok etmek ve onları İslâm’a çağırmak olmuştu. Bu dâvete, en yakınlarından başladı: "Babasına dedi ki: 'Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın? Babacığım! Hakikaten sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Öyle ise bana uy ki, seni düz yola hidâyet edip çıkarayım. Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah'a âsi oldu. Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum.’ (Babası:) 'Ey İbrâhim! dedi; sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni kovar, taşlarım! Uzun bir zaman benden uzak dur!” [176]
Bu mesaj, hem babasına, hem babasının şahsında topluma idi. İbrâhim (a.s.)’in yaptığı bunca dâvet, ne yazık ki şirke batmış kalplerin derinliğine ulaşmıyor, onlara fayda sağlamıyordu. Kendilerini yıllar boyu şirk bataklığı içinde görmüş putperestlerin kalpleri, gözleri ve kulakları bunca uyarıya rağmen görmüyor, duymuyordu. Artık ihtarlar, ikazlar, dâvet ve tebliğler fayda sağlamıyordu. Onlar o kadar azgınlaşmışlardı ki İbrâhim (a.s.)’in şaka yaptığını sanıyor ve onun dâvetini hafife alıyorlardı. “O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim.” [177]
Onlar körü körüne, heykellere tapıyorlar, bu konuda atalarının izini takip etmekten başka bir gerekçe de ileri süremiyorlardı. Onlar fikren ve rûhen ölmüş, hurâfe ve geleneklerin, örf, âdet ve an’anelerin altında ezilip duruyorlardı. Onun için de İbrâhim’in (a.s.) dâveti karşısında “şaka mı ediyorsun?” diyorlardı. İşte şirk, bid’at ve hurâfelere boğulmuş toplumların hali bundan farklı olamaz. Onlar duyu ve duygulardan o kadar mahrumdurlar ki, kendi putları gibi putlaşmış, robotlaşmış ve kendi putlarından farkları kalmamıştı. [178]
Hz. İbrâhim, aklî ve mantıkî delillerle, putperestlikten ve yıldızlara tapmaktan vazgeçirmek için giriştiği tevhid mücâdelesi sonunda kavmini susturmuş ve cevap veremez bir hale getirmiştir. Ama ne var ki bütün bu deliller karşısında şirksiz bir inançla Allah’a yönelmesi gereken bu insanlar; günümüzde de olduğu gibi, kendilerini sorgulayacak yerde “ilâhlaştırdıkları atalarının” ve “kutsal kemiklerin” arkasına sığınma açmazına düşmüşler, suçu onlara atarak sorumluluktan kurtulmaya çalışmışlardır.
Kur’an, hâlâ şirklerinde inat göstererek atalarını taklit bahanesine sarılmış olan bu insanların savunmalarını şöyle yansıtır: “İbrâhim, babasına ve kavmine: 'Neye tapıyorsunuz?' demişti. 'Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz' diye cevap verdiler. İbrâhim: 'Peki, dedi; yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut, size fayda ya da zarar verebiliyorlar mı?' Şöyle cevap verdiler: 'Hayır, ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk.”[179]; İbrâhim dedi ki: 'İyi ama, ister sizin, ister önceki atalarınızın; neye taptığını (biraz olsun) düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur).” [180]; "İbrâhim'i de gönderdik. O kavmine şöyle demişti: 'Allah'a kulluk edin. O'na karşı gelmekten sakının. Eğer bilmiş olsanız bu sizin için daha hayırlıdır. Siz Allah'ı bırakıp birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler yaratıyor/uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Ancak O'na döndürüleceksiniz." [181]
Hz. İbrâhim’in bu çağrısı; hiçbir bilgiye ve düşünmeye dayanmadan katı bir tutuculukla atalarını taklit eden bu insanları, geçmişin esâret zincirlerinden, gelenek pençesinden kurtararak İslâm’ın ışığında yeniden uyandırmak, vicdanlarındaki hürriyet duygularını harekete geçirerek özgürce düşünmelerini temin etmek içindir. Ne var ki bu insanlar, gerçeklerden kaçarak, ruhlarından İslâm’ın hidâyetini uzaklaştırarak “kemiklere sığınıyor” ve Hz. İbrâhim’in çağrısını cevapsız bırakıyorlar. Ama Peygamber ve Kitap; kendilerine “Allah’ın indirdiklerine uyun” deyince, “hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola (dine, ilkelere, ideolojiye) uyarız” diyorlar. Kur’an, böyle diyenlere şöyle sesleniyor: “Peki, ya ataları bir şey düşünmeyen, doğruyu bulamayan kimseler olsa da mı?”[182]; “Ya şeytan onları alevli azâba çağırıyor idiyse?!” [183]
Şüphesiz insanlar, atalarıyla, atalarının kemikleriyle uğraşmaya harcadıkları ümit ve enerjileri, kendilerini tanımaya ve oluşun çileli yolunda yürümeye harcadıklarında talih ufku aydınlanacak, vahyin hayat düzeni yeniden kurulacak; saâdet, asra taşınacaktır. [184]
Put ve Putlaştırma
Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlanageldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücadeleden ibarettir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas, tevhiddir. Kur’an-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulmasıdır. Şirkin en belirgin özelliklerinden biri putlara tapmak, onları Allah’a ulaşmada aracı veya şefaatçi görmektir. Fakat, şirk, sadece putlara tapmaktan ibaret değildir. Nefsin istekleri peşinde koşmak, Allah’ın sevgisi yerine dünya sevgisini tercih etmek, bunların sonucunda Allah’ın hükümlerinden birini dahi reddetmek de şirktir.
Aslında insanların Allah’tan başka bir puta tapmasının asıl nedeni; kendi nefislerini ilâh edinmeleridir. Bugünkü müşriklerle, Hz. İbrâhim dönemindeki ve Peygamberimiz zamanındaki müşrikler arasında temelde bir fark yoktur. Müşriğin mantığı her devirde aynıdır. Bu mantık, Allah’ı yeryüzüne karıştırmama, yeryüzünde ilâh olarak kendini tanımadır. İşte şirkin aslı budur. Zamanımızda da insanlar her ne kadar kâinatı yaratanın, yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah olduğunu kabul etseler de, O’nun tasarruflarında ortak tanıyorlar, dünya ile ilgili işlerde Allah’ın belirttiğinin aksine hükümler koyuyorlar. Günümüzde şirkin aldığı en net görünüm budur.
Put, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî mânevî her şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın amacı kılmak da şirktir. Put sadece tapılan bir takım nesneler değildir. Eğer hayatın amacı haline gelir ve insanı Allah’a isyana sevkederse, yerine göre makam, para, kadın, müzik, futbol veya insanlar için değerli herhangi bir şey put olabilir. Şirk düzeni; insanları köleleştiren, ilâhlık taslayan çağdaş Firavunlar ile, onlarla işbirliği yapan sahte din adamları yani Bel’amlar ve sömürüye ortak olan, bizzat şirk düzeninden beslenen, haramzâde, zengin elit tabaka ve bu üç kesime bağlanan, onlara itaat eden, onların koyduğu kanunlarla -Allah’ın hükümlerine aykırı olmasına rağmen- yaşayan halk yığınlarından meydana gelir.
Kur’ân-ı Kerim’in açıkladığı şirk çeşitlerinden birisi de putlara ibâdet şeklinde ortaya çıkan tapınmadır. Putlar çeşit olarak çok fazla olmakla beraber, genel olarak iki kısımda mütâlâa edilebilir:
1- İnsan, hayvan, kuş veya bunların karışımı bir şeklin; ağaç, taş ve madenden yapılarak tapınılması biçiminde ortaya çıkan ilkel putçuluk. Bu tür putlara sanem veya vesen adı verilir.
2- Herhangi bir şekil düşünmeksizin kafalara, gönüllere, kalplere dikilen veya tâbi olunan putçuluk. Bu tür putperestliğin görüntüsü daha moderndir. Sanem veya vesen dediğimiz ilk maddedeki putlar, tapanların nazarında tabiat üstü yüce bir gücü ve kuvveti temsil ettikleri için putperestler, bu güç ve kuvvetin tapındıkları putlarda gizli olduğuna inanırlar. Bu bağlamda her putun veya putçuluğun ilgili bulunduğu bir efsanesi, tahrif edilmiş tarihsel bir mitleştirmesi vardır. Bu putların bir kısmı iyiliği, bir kısmı şerri, bir kısmı ucuzluğu, düşmandan kurtuluşu, bereketi vs. yi temsil eder.
Putçuluğun her çeşidine karşı çıkan ve putlara tapınmanın kötülüğünü en beliğ biçimde ortaya koyan Kur’ân-ı Kerim âyetleri, insanoğluna, yaratıcının sadece Allah olduğu fikrini ve putların, heykellerin de yaratıcı değil; yaratık olduğu düşüncesini aşılama sadedinde deliller sunar. “Siz, elinizle yonttuklarınız (putlar)a mı tapıyorsunuz? Oysa sizin de, bütün taptıklarınızın da yaratıcısı Allah’tır.” [185]
Put, sadece Arapların Câhiliyye döneminde taptıkları basit ve alelâde şekillerden veya özellikle Hz. İbrâhim döneminde olduğu gibi muhtelif câhiliyye sistemlerinde tapınılan tahtadan, taştan, tunçtan heykellerden ve ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayallerden ibaret değildir. Bu basit puta tapınma şekilleri Allah'a şirk koşmanın bütün boyutlarını kapsamaz. Yalnızca bu ilkel putçuluklar üzerinde duracak olursak ve Kur’an’daki şirkten maksadın sadece bunlar olduğunu kabul edecek olursak, oldukça boyutlu olan şirk kavramından bir şey anlamış olmayız. Oysa Kur’an’a göre put, o kadar geniş anlamlıdır ki, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-manevî her şeydir. Bu putları, hayatın amacı kılmak da Allah'a şirk koşmak olarak nitelendirilmiştir.
Tarihteki putları ve puta tapanları incelediğimiz zaman, şirk temeline dayalı putçuluğun, günümüzde geçerli olan şirkten ve putçuluktan pek de farklı olmadığını görürüz. Mekke’li müşrikler de bir Allah inancına sahipti.[186] Fakat, Allah’ın hükmü yerine Mekke site devletinin parlamentosu Daru’n-Nedve’nin kanun yapmasını ve Ebû Cehil gibi tâğutların kendilerini yönetmelerini istiyorlardı. Yer yer dindar kesilmelerine rağmen, tevhid’in karşısında durarak şirke sarılıyorlardı.
Günümüzde de kelime-i şehâdet getirip namaz kılan, oruç tutan, hacca giden kimselerden birçoklarının tâğutun hükmüne rızâ gösterdikleri, tâğuta itaat ettikleri, sadece Allah'a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri bilinen bir gerçektir. Yine bu kimselerin Allah’ı bırakıp birtakım armaları, şiarları/sloganları, işaretleri, bayrakları, heykelleri, gelenek ve görenekleri, bazı kavram ve ideolojileri, sanatı, sanatçıları, futbolu, sporcuları, gruplarını, parti veya kurumlarını, devlet adamlarını, liderlerini... yücelttikleri ve bu sayılan değerler uğruna mallarını, mülklerini, namuslarını, ahlâklarını pâyimal ettikleri, böylece bunlara kulluk ettikleri ortadadır. Sözü edilen bu şahısların, tâğutun ortaya koyduğu nefsanî, şeytanî ve indî değer yargılarıyla Allah’ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep Allah’ın şeriatını onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri, kısacası putların veya putların arkasına sığınmış olanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah’ın şeriatına tümüyle zıt olan sistemleri kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri de inkâr edilemez.
Bunlar, müşrik değil de nedir? Bundan daha açık putçuluk düşünülebilir mi? Putların emir ve direktifleri doğrultusunda hareket ederek onların yolundan hiç ayrılmayanlar, Allah’ın kitabına ve Rasülü’nün sünnetine kulaklarını tıkayarak putların ve onların işbirlikçilerinin çağrısına kulak verenlerden daha iyi putperest olur mu? Bunlar, apaçık müşrik olduklarını kendileri ilân ediyorlar. Bu tür insanlar, ister namaz kılsın, ister oruç tutsun, ister hacca gitsin ve isterse sabahlara kadar Allah Allah diyerek tesbih çeksinler. Ne yaparlarsa yapsınlar, kendilerini putçu müşrik olmaktan kurtaramaz, kimse de onları zorla temize çıkararak müslüman yapamaz!.. [187]
Putları Kırmak: Şeytan insana, şirkten kurtulmayı çok zor ve karmaşık, tevhidi, ihlâsı ve imanı ise yaşanması imkânsız gibi olağanüstü zor gösterebilir. Oysa bu, yalnızca şeytanın verdiği bir vesveseden ibarettir.[188] Bilinmelidir ki, şirkten kurtulmak için samimi bir niyet ve tavır değişikliği yeterlidir. Bu niyet tashihi kişinin her şeye, herkese ve tüm olaylara karşı olan bakış açısını şirkten tevhide çevirecektir. Yani siyah gözlük takan birisinin etrafını görebilmek için her yeri tek tek aydınlatmasına gerek yoktur. Gözlüğünü çıkarması yeterlidir.
Şirk de her yeri karartan bu gözlük gibidir. Gözlüğü çıkarmadan zorlama yöntemlerle şirkten arınmaya çalışmak hem zor, hem de ümit kırıcıdır. Bir hamlede gözlüğü çıkarmak ise hem kolay, hem de tek etkili çözümdür. İnsanın şirk boyutundan Allah’ın râzı olduğu iman ve ihlâs boyutuna geçmesi de tek bir kararlılık hamlesi gerektirir. Bu da her ne durumda olursa olsun Allah'a güvenmek ve Kur’an’a bütünüyle ve samimi olarak uymaya karar vermektir. Bu samimiyet ve kararlılık, muhakkak beraberinde Allah’ın yardımını, hidâyetini ve büyük bir nimetle rahmetini getirecektir.
Şeytan tabii ki, tevhidi ve ihlâsı çirkin, sıkıntılı ve ıstırap verici olarak göstermeye çalışacaktır. Hâlbuki gerçek eziyet, sıkıntı ve ıstırap şirktedir. Bu, dünyada da âhirette de böyledir. Taptığı sahte ilâhları bırakarak sadece Allah'a yönelen bir insan boşlukta ve sahipsiz kalmaz; aksine tek gerçek ilâh olan Allah'a sığınarak olabilecek en büyük huzur, güven ve rahatlığı kazanır. “Kim Allah’tan ittika ederse (korkup sakınırsa), (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir.” [189]
Şirkle tevhid arasındaki fark, çoğu zaman niyet ve bakış açısı farkıdır. Peygamberimiz (s.a.s.) Kâbe’deki putları fiilî olarak kırmış, Hz. Mûsâ yahûdilerin edindiği altın buzağı heykelini yakıp küllerini denize savurmuştur. Hz. İbrâhim de ateşe atılma pahasına puthanedeki putları elindeki baltayla yerle bir etmiştir. Bunlar, sembolleştirilen şirklere karşı vurulan darbelerdir. Bugün de sembolleştirilen şirklere karşı aynı fiilî müdâhaleler yapılabilir; ama önemli olan öncelikle şirkin mantığını yıkmaktır. Gönül ve kafalardaki putlar yıkılmadan diğer putların yıkılması çok önemli olmayacaktır. Şirki gönül ve kafalardan yıkmak için, niyet ve bakış açısının değiştirilmesi gerekmektedir.
Bu nedenle, şirkten vazgeçip tevhide yönelen insanın yaşadığı büyük değişim, öncelikle kalpte ve zihinde meydana gelir. Dış görünüm olarak belki eski yaşamının bazı ögelerini devam ettirse bile, tamamen farklı bir bakış açısına ve kavrayışa sahip olur muvahhid insan. Eskiden atalarından gördüklerine, kendi tutkularına, birtakım insanların fikirlerine göre düzenlediği hayatını, şimdi sadece Allah’ın kitabına göre ve sadece O’nun rızâsı için düzenler. Böylece binlerce küçük ve sahte ilâha kulluk etmeyi, onları memnun etmek için uğraşmayı bırakarak, “birbirinden ayrı rabler mi daha hayırlıdır, yoksa Kahhar olan bir tek Allah mı?”[190] diyen Hz. Yûsuf gibi, sadece kendisini Yaratan’a teslim olur. [191]
Put Kıran İbrâhim (a.s.)
“Andolsun Biz İbrâhim’e daha önce rüşdünü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım!’ Sonunda İbrâhim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye. ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zâlimlerden biridir’ dediler. (Bir kısmı:) ‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. O halde, dediler, ‘onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.’ ‘Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhim?’ dediler. ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Haydi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!’ dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) ‘zâlimler sizlersiniz, sizler!’ dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: ‘Sen bunların konuşmadığını pek âlâ biliyorsun’ dediler. İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz akıllanmaz mısınız?’ (Bir kısmı:) ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, onu ve Lût’u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.” [192]
“Şüphesiz İbrâhim de onun (Nuh’un) milletinden idi. Çünkü Rabbine kalb-i selîm ile geldi. Hani o, babasına ve kavmine: ‘Siz kime kulluk ediyorsunuz?’ demişti. ‘Allah’tan başka birtakım uydurma ilâhlar mı istiyorsunuz? O halde, âlemlerin Rabbi hakkındaki görüşünüz nedir?’ (Hz. İbrâhim’in kavmi, yıldızlara bakar, onlarla kâhinlik yaparlardı. Bir bayram günü İbrâhim’e kendileriyle beraber bayram yerine gelmesini söylediler.) Bunun üzerine İbrâhim yıldızlara şöyle bir baktı. ‘Ben hastayım’ dedi. Ona arkalarını dönüp gittiler. Yavaşça (kavmin) putlarının yanına vardı. (Oraya konmuş çelenkleri, yemekleri görünce:) ‘Yemiyor musunuz? Neden konuşmuyorsunuz?’ dedi. Bunun üzerine, yanlarına gelip sağ eliyle vurdu (kırıp geçirdi). (Putperestler) koşarak İbrâhim’e geldiler. (Neden putları kırdığını sordular.) İbrâhim: ‘Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?! Oysa ki sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı’ dedi. ‘Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın!’ dediler. Böylece ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat Biz onları alçaklardan kıldık.” [193]
Her Nemrud’a Bir İbrâhim
"Allah kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik) verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrâhim ile tartışmaya gireni (Nemrut'u) görmedin mi?! İşte o zaman İbrâhim: 'Rabbim, hayat veren ve öldürendir' demişti. O da: 'Ben (de) hayat verir ve öldürürüm' demişti. İbrâhim: 'Allah güneşi doğudan getirmektedir; haydi sen de onu batıdan getir' dedi. Bunun üzerine kâfır apışıp kaldı. Allah zâlim kimseleri hidâyete erdirmez." [194]
Hz. İbrâhim döneminde, ülkenin hükümdarının veya makamının adı olarak bilinen Nemrut ismi, Kur’an’da geçmez. Hz. İbrâhim’le Rabbi hakkında tartışan hükümdar hakkındaki bu âyette görüldüğü gibi, “Nemrut” veya benzer bir isimden bahsedilmez. Hadis-i şeriflerde de böyle bir isme rastlanmaz. Rivâyetlerden ve İsrâiliyat kökenli kıssalardan yola çıkılarak Nemrut ismine ulaşırız. Bugünkü Tevrat’a baktığımızda Nimrod adına rastlarız.[195] Fakat Tevrat’ta bahsi geçen Nimrod’un “Nemrut” olmadığı; belki Nimrod’un çok büyük bir ünü olduğu için, ondan yıllar sonra Hz. İbrâhim’le tartışan ve O’nu ateşe atan kişinin, olayları dilden dile dolaşırken, olay, bu meşhur kişiye mal edilmiştir. Bazı tarih kitapları, Nemrud’un, tanınmış Bâbil kralı Hammurabi olduğu görüşündedirler. Bazı tarihçilere göre, Nemrut, bir Bâbil hükümdarıdır; ancak hangi hükümdar olduğu kesin değildir. Bunlara göre, Nemrut, aynen Firavun gibi, Bâbil hükümdarlarının ünvanıdır. Eski tarihçilerden bir bölümü, Hammurabi’ye ek olarak Sinaharib ve Buhtunnasır adlarını sayarken; yeni tarihçiler de Şemsiulana ve Buhtunnasır adlarını Hammurabi’yle birlikte saydıklarını görmekteyiz. Bu isimlerin yanında, Akad devletinin kurucusu olan ve M.Ö. 2350’lerde yaşamış olan Sargon’un Nemrud olduğu ihtimalinden bahsedilir.
Kimliği ve tarihsel kişiliği ne olursa olsun, kesin olan bir şey vardır. O da, yaygın bir biçimde “Nemrut” diye anılan bir hükümdarın Hz. İbrâhim’e karşı çıktığı ve onu ateşe atarak yok etmek istediğidir. Bu; isim bir yana bırakılırsa, Kur’ân-ı Kerim’in haberi ile sâbittir. Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. İbrâhim ile Nemrut’un ve kavminin mücâdelesine ilişkin âyetlerin sayısı 91’i bulur. Bu âyetlerin konusu özetle şudur:
Nemrud’un toplumunda putlara tapılmaktadır.[196] Onların yiyip içtiğine,[197] konuştuğuna[198] inanılmakta; onlardan rızık beklenmekte, şifâ umulmakta; kendilerinden bağışlanma dileğinde bulunulmaktadır.[199] Toplumda âhiret inancı yoktur.[200] Gök cisimleri de, putlardan daha üstün bir konumda, ama kendi aralarında hiyerarşik bir düzene oturtulmuş olarak tapınılan tanrılar arasında yer almaktadır ve bunların en büyüğü Güneş’tir. [201]
Halk, alabildiğine dindar olsa gerek ki, hem çok sayıda put edinmiş bulunmakta,[202] hem putların bakımını üstlenmekte,[203] hem de onları, inanmayan kimselere karşı canla başla savunup bu putların üstünlüklerini vurgulamaya çabalamaktadırlar.[204] Bu dindarlık, heykelcilik [205] gibi kimi iş kolları ile birlikte “aslı astarı olmayan söz yığını”[206] halindeki bir “edebiyat” ya da teolojik felsefeye de varlık kazandırmıştır.
Putların özenle yerleştirildiği tapınaklar, aynı zamanda, yargı gibi kimi kamusal işlerin yürütüldüğü merkezler durumundadır.[207] Toplumsal dinamiklerin en güçlüsü olarak gelenekleri görürüz.[208] Geleneklerle şartlanmış olduklarından ötürü insanlar, gözleriyle gördükleri gerçekleri bile kabullenemez, bir an için sezer gibi olduklarında da hemen geleneğin ve çevrenin ağır basmasıyla eski inançlarına yönelmekten başka bir şey yapamaz durumdadırlar.[209] Bunda, elbette, geleneklerle şartlandırma biçimindeki eğitim kadar, korkunun da payı vardır. Gerçekten de, toplumda geleneklere uymayan ve inançlardan sapan kimseler taşlanma, aforoz, sürgün ve hatta ateşe atılma gibi cezalara uğratılmaktadır.[210] Böylece, toplumda kendi inançlarından başka hiçbir şeyi ciddiye almayan, ya da inançlarına uymayan şeyleri gayr-ı ciddî bularak hafifseyen, dışlayan bir yapı oluşmuştur. [211]
Nemrut toplumunu tekdüze bir eşitlik içinde düşünmek mümkün olmayacağına göre, putları dostluk vesilesi kabul eden bu insanların “dostluk”ları ile bir piramit oluşturduklarını da varsayabiliriz. Herkesin kendisinden bir üstününü rab sayıp, bir altta olanına da rablik yaptığı bir ehram. En tepede de, kendisinde yaşatma ve öldürme yetkisi bulunduğunu açıkça belirterek rabliğini Hz. İbrâhim’e karşı ilân etmeye kalkışmış olan “Nemrut”. Evet, gökyüzündeki güneş, ay, yıldızlar sıralamasının tapınaklardaki putlara öylece yansıtılmasının ardından, bu putlar vesilesi ile kurulmuş bulunan dostluklardaki hiyerarşik piramit... Dostluk, bilindiği üzere “velâ” anlamında bir dostluk... Hz. İbrâhim’in topluluğa karşı kullandığı; “...Sizin ve atalarınızın; neye taptığını (biraz olsun) düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur). Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O'dur. Beni yediren, içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifâ veren O'dur. Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O'dur. Ve hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum O'dur...”[212] cümleleri, O’nun reddettiği putların dostluğunun ve dostluk vesilesi yapılmasının boyutlarını açıkça ortaya koymaktadır. Rızıktan, ölüme dek her alanda... kulların rabliğinin, putların dostluklarına dayanılarak, yürürlüğe konulduğu bir toplum; “Nemrut” da tepedeki “rab” kabul edilmektedir.
Bir yaratığın rablik dâvâsına kalkışması... Bir insanın Allah’tan başka rab veya rablar edinmesi, ya da başkalarına böyle bir kapı açması... Bir kimsenin Yüce Allah’ın gönderdiği elçiyi inkârı, öldürmeye kalkışması, herhangi bir insanı zulmen öldürmesi, hele peygamberi ateşe atmak... Bunlar, hep Nemrut’u “Nemrut” yapan tutumlardır.
Ama, onun asıl Nemrutluğu bunlar değil de, tüm bunları uygulayabileceği bir ortama elverişli düzeni kurabilmiş olmasıdır. Çünkü, “düzen” vardır ve tüm bunlara imkân veren de, zemin hazırlayan da, hatta yönlendiren de işte bu düzendir. Öyle bir düzen ki, Yüce Allah, yaşamın dışında tutulmuştur. Dünya hayatında Allah bırakılmıştır da, insanlar arası ilişkilerin kurulması ve yürütülmesi için putlar “vesile” edinilmektedir. İnsanlar arasındaki ilişkilere putların aracı kılınmış olduğu bu düzenin yürümesi için can, mal, akıl ve nesil güvenliği ortadan kaldırılmış; tüm bunlar “Nemrut Dini”nin ayakta kalabilmesi uğruna güdüm altına alınmıştır. Böylece, insanların “can”ları üzerinde tasarruf edebilme yetkisi, “mal”larını yönlendirebilme gücü, “akıl”ları denetim altına alan gelenekler birikimi, “edebiyat”ı oluşturma ve ona yön verme imkânı, “nesil”leri uyumluca yoğurabilme, yontabilme işlevini veren “eğitim”i yönlendirme araçları elde tutulmuş; bunlar birer silâh gibi kullanılarak insanlar güdülmüştür. Bu, tersine de olsa, dört dörtlük bir düzendir ve Nemrut’un asıl “Nemrutluk”u da işte bu noktadadır. Kişisel tutumlarından çok, Yüce Allah’a giden yolları tıkayıcı bir işlev veren bu düzenlemesindedir. [213]
İbrâhim (a.s.), kral Nemrut ile mücâdele ederken onu hiçbir zaman Allah’ın varlığını kabule dâvet etmemiştir. Çünkü Nemrut da diğer benzerleri gibi Allah’ın varlığına inanıyordu. Ancak, bu inançla birlikte Allah’a şirk koşuyor, kendini Allah’a denk görüyordu. Nemrud’un ilâhlık dâvâsı, kendisinin göklerin ve yeryüzünün ilâhı olduğu değildi. İbrâhim kavmininin üzerinde yaşadığı sosyal ve siyasal hayatın rabbi olmak, bütün toplumsal hayatı, merkezî bir otorite ve kendi diktatörlüğü ile yönetmek; helâl ve haramı tâyin etmek, emir ve yasaklar koymak sûretiyle onların hürriyetini elinde bulundurmak istiyordu. İbrâhim (a.s.) de, devrinin tâğûtuyla mücâdelesinde, hükmün/egemenliğin ancak Allah’a ait olacağını, bu yetki ve selâhiyetin kimseye verilemeyeceğini, Rabbin; yani yaratan, yöneten, sevk ve idare edenin sadece Allah olduğunu anlatıyordu. İbrâhim (a.s.); “haydi sen de güneşi batıdan getir!” demekle o azgın herifi susturmuştu.
Bu suskunlukla onun aczi ortaya açık bir şekilde konulduğu halde, yine de Allah’a iman edip İbrâhim’e (a.s.) tâbi olmamıştır. İstiğnâ ve istikbâr, kendini beğenmişlik, nefsinin arzu ve isteklerine sıkı sıkıya bağlılık, onu öyle bir aşağılığa düşürmüştür ki, hak ve hakikati, kendi acziyetini anladığı halde despot diktatörlüğünden bir türlü vazgeçip Allah’a ve elçisine itaat etmeyi nefsine yediremiyordu. Hatta bu gurur ve böbürlenme ile, dünyevî çıkarlarını altüst eden elçiyi yakalayıp öldürmek istiyordu. “(Nemrut ve kavminden bazıları:) ‘Eğer bir iş yapacaksanız yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk.” [214]
Yüce Allah, elçisine ve dolayısıyla dinine karşı çıkan herkesi mutlak sûrette cezâlandırmıştır, cezâlandıracaktır. Bu cezâ, bazen bir tûfan,[215] bazen bir kasırga olur,[216] bazen de bir deprem.[217] Allah, bazen melekleriyle[218] ve bazen görünmeyen askerleriyle [219] hak edenleri cezâlandırır. Dilerse, bir sivrisinekle. Her şey, O’nun emrinde askerdir. “Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.”[220] İbrâhim kavmi, başta Nemrut olmak üzere, İbrâhim’i (a.s.) ateşe atacak kadar açıkça hakka cephe aldıktan sonra, Allah onları helâk etmiştir.[221] Rivâyete göre bu cezâ, sivrisinekle olmuştur. Nemrud’un kavmini sinekler istilâ etmiş ve böylece helâk olmuşlardır. Nemrud’un beynine giren topal bir sivrisinek de onun feci şekilde, inleye inleye ölümüne sebep olmuştur. Burnundan giren sinek, beynine geçmiş, onun ısırmasının acısından dolayı, hizmetçilerine kafasını tokmakla dövdürmek zorunda kalmış, bu şekilde acılar içinde ölmüştür.
Burada önemli olan, Yüce Allah’ın, elçisini hazırlanan tuzaklardan kurtarması, müslüman olmayan putperest toplumu da cezalarından biriyle topyekün cezalandırıp helâk etmesidir. [222]
İbrâhim (a.s.) ve Hicret
"...(İbrâhim): 'Doğrusu ben Rabbim'e (emrettiği yere) hicret ediyorum. Şüphesiz O, azîzdir, hakîmdir; mutlak güç ve hikmet sahibidir' dedi."[223]; "(İbrâhim:) 'Ben Rabbime gidiyorum. O, bana doğru yolu gösterecektir.” [224]
Hz. İbrâhim, kendi kavmine Allah’ın dinini anlatmada hiçbir engel tanımamış, Nemrut’un zorbalığına boyun eğmemiş, her çeşit işkencelere mâruz kalmasına rağmen yolundan dönmemiştir. Fakat onun bütün gayretleri dünyevî bir netice doğurmamış ve toplumunu küfür bataklığından çekip kurtarmaya yetmemiştir. Artık netice belli olmuştur; kavmi kendi sapıklıkları istikametinde gitmektedir. Hz. İbrâhim de tevhid üzere yoluna devam etmektedir. Hz. İbrâhim, kavminin iman etmesine ihtimal kalmadığını anlayınca, sapıklık ve şirk diyarından uzak kalmak amacıyla, her şeyiyle yalnız Allah’a kulluk edebilmek için hicret etmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kim diniyle bir yerden bir yere hicret ederse, gittiği yer, bir karış yer de olsa, Cennette İbrâhim ve Muhammed (s.a.s.) onun arkadaşı olur.” “Muhâcir, Allah’ın kendisini nehyettiği şeylerden hicret eden/uzaklaşan kimsedir.” [225]
İbrâhim (a.s.) ve ona uyan mü’minlerde dünya-âhiret dengesine dair güzel numûneler vardır. Kur’ân-ı Kerim’de, Rabbimiz tarafında övgü ile dile getirilen bu tercih, onların âhiret bilincini kuşanmış olmalarından güç almaktadır. Onlar “putperest toplumdan berî/uzak olma” ilkesini kendileri için tavır olarak belirlemişlerdir. Müşriklerin değer verdiği şirk unsurlarını inkâr etmişler, kötülüğe olan ilgilerini düşmanlık ve nefretle karşılamışlardır.
Toplumun kirliliklerinden kesin bir beraat ile Allah’a hicret eden İbrâhim (a.s.) ve arkadaşlarında, âhiret gününü korku ve ümit ile bekleyen bütün zamanların mü’minleri için “müşrik toplumun kirliliklerinden berî olup onlardan tam bir kopuş ile uzaklaşmak” hususunda güzel örnek bulunmaktadır. "İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık, nefret ve öfke belirmiştir..." [226]
Allah’a ve âhiret gününe gönülden iman edenlerin, İbrâhim (a.s.) ve arkadaşları gibi, birlikte yaşadıkları halkın olumsuz değerlerinden kesin bir kopuşla ayrılıp beraat ilân etmeleri gerekir. Öte yandan ahlâkî hicret ile kendisini arındıran mü’minler, Allah’a ve âhirete öncelik vermelerinden dolayı gerektiğinde bulundukları şehirleri ve ülkeleri dahi terk edebilmelidirler. Çünkü Allah yolunda kararlı bir şekilde mücâdele edip zulüm diyarını terk eden muhâcirlere, hem bu dünyada hasene/güzellik, hem de âhirette güzellik vaad edilmiştir.[227] İster mânevî olarak günahların ve kötülüğün yurdundan uzaklaşmak anlamındaki hicret olsun, isterse mekânsal hicret olsun bu göç, çok büyük Rabbânî bereketlerle donatılmıştır. İbrâhim’in (a.s.) şirkten ve şirk değerlerinden i’tizâl edip uzaklaşmasının nasıl büyük İlâhî lütuflara yol açtığı uzun uzun mübîn olan kitabımız Kur’an’da anlatılmaktadır.
Meryem sûresinde İbrâhim (a.s.) ile müşrik babası arasında geçen uzun ve hikmetli konuşmaya yer verilmektedir. Bu âyetlerde ifade edildiğine göre müşrik babasının kendisini çağırdığı yozlaşmaya karşı hicret eden bu hanîf genç, şirkten i’tizâl etmiştir. İ’tizâl, mânevî hicret ile eş anlamlı bir kelime olup; ayrılmak, uzaklaşmak, berî olmak demektir. Müşrik toplumun değer verdiği, ama asla bir kıymeti olmayan tapınma ve sömürme aracı olan putlardan Allah’a i’tizâl/hicret eden, sonra da ıslah olmamakta direten toplumun yaşadığı diyarı terk ederek mekânsal olarak da onlardan ayrılan İbrâhim’in (a.s.), çağları aşan örnekliği Kur’an’da şöyle anlatılmaktadır: "Bir zaman o babasına dedi ki: 'Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın? Babacığım! Hakikaten sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Öyle ise bana uy ki, seni düz yola hidâyet edip çıkarayım. Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah'a âsi oldu. Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum.’ (Babası:) 'Ey İbrâhim! dedi; sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni kovar, taşa tutarım! Uzun bir zaman benden uzak dur!’ İbrâhim: 'Selâm sana (esen kal)' dedi, Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O bana karşı çok lütufkârdır. Sizden de, Allah'ın dışında taptığınız şeylerden de i’tizâl ediyorum/uzaklaşıyorum ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime duâ etmemle bedbaht (emeği boşa gitmiş) olmam.’ Nihâyet İbrâhim onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden i’tizâl edince/uzaklaşınca (hicret ettiği zaman) Biz ona İshak ve Ya'kub'u bağışladık/verdik ve her birini peygamber yaptık." [228]
Her mü’min, muhâcirdir. Allah’a iman etmek, şeytanî olan her şeyden hicret etmek demektir. Bu yönü ile, yaşadığı şehri hiç değiştirmemiş bir peygamber veya herhangi bir mü’min bile muhâcir sayılmalıdır. Ahlâkî hicret de diyebileceğimiz bu ibâdetin zamanını, zeminini beklemeye hâcet yoktur. İman eder etmez hemen işe koyulmaktır, nefsi kötülüklerden arındırmaktır, nihâî gâye. Toplumun kirliliklerine bulaşmamak, günahlardan kaçınmak, mânevî pisliklerden uzaklaşmaktır, en büyük amaç. Ahlâkî hicret; mânevî kirliliklerin sembolü olan putlara uzak durma konusunda sebat edip, onlarla cihadı sürekli kılmaktır. Bu cihadın amacı, öz benliklerimizde ve toplumsal yaşamın içinde var olan bütün mânevî pisliklerden berî olmaya devam etmektir. Kısacası, mânevî hicretin genel ilkesi; “halk içinde, ama Hakka uygun yaşamaktır.”
Mânevî hicret; mekânsal göçten ve kıtal cihadından önce gerçekleştirilmesi gereken kutlu bir tavırdır. İnsanların hayatında rastlanan şeytanî her hale, her davranışa, her görüntüye karşı alınması gereken bir duruştur mânevî hicret. Bu duruş, büyük bir cihaddır. Öyle ki, iç ve dış diye bölünüp parçalanamayacak bir bütünlük, bir karşı koyuştur. İç âlemimizde ve dış dünyamızda ne kadar kötülük varsa onlardan kaçınmak, her tür şerden ve şer taraftarından hicret ederek uzaklaşmaktır. Ancak bu uzaklaşmadır, bizi Allah’a yaklaştıracak olan.
“Muhakkak ki iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler, işte onlar Allah’ın rahmetini umabilirler.”[229]; “Odur, doğunun da batının da Rabbi. O’ndan başka ilâh yoktur. Öyleyse yalnız O’na yönel, O’nu vekil kıl, O’nun himâyesine sığın. Halkın senin aleyhinde söyleyebileceği her şeye sabırla tahammül et ve onlardan uygun bir şekilde hicret et/uzaklaş!”[230]; “Ey yalnızlığına bürünmüş olan! Kıyam et/kalk ve uyar! Rabbinin büyüklüğünü ve yüceliğini an! Elbiseni/özbenliğini temiz tut! Ve ruczden/bütün pisliklerden hicret et/kaçın!” [231]
Öteki dünyaya kesin iman eden mü’minler, maddî kazançlar umarak Allah’ın gazabına uğramış zâlim toplumlarla dostluk kurmamalıdırlar. Çünkü ilâhî hoşnutluktan nasibi olmayan kimselerle dost olmak, “sürekli hicret” bilincine sahip olan mü’minlere yakışmaz. Mü’minler onları terk ederek Rabbânî hoşnutluğun elde edilebileceği güzel ameller yurduna hicret etmelidir.
Dünya ile âhiret arasında tam tercih yapamayan, kâfirlerle yardakçılık mânâsında ilişkiler kuran, münâfıklarla yârenlik eden yarım gönüllü, kararsız ve kişiliksiz insanları velî edinmek biz mü’minler için haramdır. Onlarla bizim aramızda güzel bir ayrılışla öte yanına geçtiğimiz hicret duvarları vardır. Değil mi ki, Allah’ın gazabına uğrayan bir toplum ile dostluk kurmak “kötülükten hicret etmemek” anlamına geldiği için, mü’minlere yasaklanmıştır. Öyleyse, şeytanî olan her şeyden, tüm haramlardan hicret etmek lâzımdır. “Sürekli hicret şuuru” ilâhî rızâdan nasibi kalmamış kimseleri terk etmeyi gerektirir. Kur’an’a kulak verelim: “Ey mü’minler! Allah’ın gazabına uğrayan toplum ile dost olmayın! Onları dost edinenlerin öteki dünya ile ilgili hiçbir ümitleri kalmamıştır. Tıpkı kâfirlerin (şimdi) mezarlarında yatanları tekrar görme ümitlerini kaybetmiş bulunmaları gibi.” [232]
İbrâhim’in (a.s.) Sınavları
Dünya, ne seçim, ne geçim dünyasıdır. Dünya, tüm insanlar için bir sınav salonundan; hayat da imtihandan başka bir şey değildir. İnsanlar zaman zaman sıkıntı ve zorluklarla, zaman zaman da rahatlık ve imkânlarla sınanırlar. Sınavı başaran, daha zor sınava alınır, onu da başaran daha da zoruna... Ta ki, doğrularla sahtekârlar belli olsun, başaranlarla elenenler anlaşılsın, yarışmaya devam edeceklerle dökülenler ortaya çıksın. Sınav, hayatla birlikte sona erer. Öteki âlemde ise ödül veya ceza. “O (öyle Yüce Allah) ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.”[233]; “İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirdik. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.”[234]; “Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey Peygamber!) Sen sabırlı davrananları müjdele.” [235]
Herkes gücünün yettiğinden sorumlu olduğu için, güçlü insanların da sınavı, güçleri nisbetindedir. Devlerin yükü de, sınavı da ağır olur. Peygamberlerin imtihanı, sınavların en zor olanıdır. “İnsanların belâ/imtihan yönünden en şiddetlisi, en çok belâya müptelâ olanları peygamberlerdir. Sonra sâlihler, sonra da derece derece iyi hal sahibi diğer mü’minlerdir.” [236] Sahâbelerden Sa’d rivâyet ediyor: “Dedim ki: ‘Ya Rasûlallah, insanların imtihanı en çetin olanı kimdir?’ Buyurdu ki: “Peygamberler ve sonra da derece derece mü’minlerdir. Kişi, dini oranında belâ görür/imtihan edilir. Dini kuvvetli ve sağlam ise belâsı/imtihanı ağır olur. Dininde zayıflık söz konusu ise, dini kadar sınava tâbi tutulur. Belâ insanın yakasına öylesine yapışır ki, günahsız gezene kadar peşini bırakmaz.” [237]
Bir insan düşünün; başına gelmedik kalmamakta. En zor sınavlarla, en çetin problemlerle denendiği halde en küçük bir sızlanma ve şikâyette bulunmama... İmtihanın biri bitmeden daha zor bir diğeri başlamakta, ama hiç sarsılmadan o hep şükretmekte, sadece Allah’a dayanmakta. Putperest baba ile imtihan, çocuksuzlukla imtihan, sonra evlâttan vazgeçmekle imtihan, en sevdiğini kurban etmekle/fedâ etmekle imtihan, evlâdı dağ başına bırakmakla imtihan... Çevre şartlarının en olumsuzu ile, toplumda tek başına olmakla, ahlâksız ve putperest insanlarla sınav, tâğutların en inkârcılarından biriyle, yaratıcı ve öldürücü bir rab olduğunu iddia eden biriyle, sadistlikte Neron’a örnek olan gaddar Nemrut’la denenme, putperest düzenle sınanma, ateşle imtihan... Fakirlikle imtihan olmaktan çok daha zor olan zenginlikle, malı infak etmekle, misafirlere ikramla imtihan. İnsanlarla imtihan olduğu gibi hayvanlarla da imtihan. Hicretle, yeni vatan arayışlarıyla imtihan. Aile ile, çevre ile, devletle imtihanın her çeşidini tadan ve bütün sınavlardan başarıyla geçen kimsenin dünyada da avans cinsinden ödülü vardır: İmamlık/önderlik.
“Bizim şartlarımız başka, ülkenin durumu, yasalar, yasaklar, çevre şartları, konjonktür...” diye bin dereden su getirip kendini temize çıkarmaya çalışanların, “yenim dar, yerim dar” diyenlerin kulakları çınlasın! Ve bu tavrın dünyada avans cinsinden cezası da aynı âyette vurgulanır: “...Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti. 'Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)' buyurdu."[238] Yâni zâlimlerin önder olmaya hakları yoktur. Allah’ın ahdi, her şartta Allah’ı seçenleredir. İmam/önder, örnek olma liyakatini gösteremeyenler, gerçek imamları, peygamberleri önder ve örnek kabul etmezlerse, kâfirlerin elinde oyuncak olmaktan kurtulamayacaktır. Bugünkü her çeşit problemin temeli bundan ibarettir.
“Rabbi İbrâhim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; 'Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti...”[239] Bu sınavların neler olduğu hakkında müfessirlerin çeşitli yorumları vardır. İbn Kesir bu konuyu şöyle açıklıyor: “Muhammed İbn İshak... İbn Abbas’tan nakleder ki, o şöyle demiştir: Allah’ın Hz. İbrâhim’i deneyip de onun hepsini yerine getirdiği imtihanın kelimeleri şunlardır: Allah Teâlâ, İbrâhim’in kavminden ayrılmasını emrettiğinde İbrâhim (a.s.) Allah adına kavminden ayrılmıştı. Sonra Nemrud onu ateşe atıp yakmak istemiş, İbrâhim de Allah uğrunda buna dayanmıştır. Sonra Allah Teâlâ’nın yolunda hicret etmiştir. Yine Allah onu canı ve malıyla imtihan edip konuklar kıssasında anlatıldığı üzere onun durumunu ve tahammülünü ölçmüştü. Allah, oğlunu kurban etmesini emretmiş, o da bu imtihanda başarı göstererek oğlunu fedâ etmeye koyulmuştur. Bütün bunlardan sonra her şeyiyle Allah yoluna koyulup tüm bu imtihanlarda başarı gösterince, Allah ona “teslim ol/İslâm ol” demiş; o da “ben âlemlerin Rabbina teslim oldum/müslüman oldum” demişti. Halkın aksine ve onlardan ayrı olarak Nemrud’a değil; âlemlerin Rabbine teslim olmuştur. [240]
İbrâhim (a.s.), Allah’ın bu çetin sınavlarını en güzel şekilde başarınca Allah da İbrâhim’i insanlara imam/önder kılacağını beyan etmiştir.
İmam/Önder İbrâhim (a.s.)
Yüce Allah, kulu ve elçisi olan İbrâhim’ (a.s.) ateşten koruduğu gibi, evlâtlarını da korumuş ve onlara peygamberler arasında üstün mevki ve mertebe de vermiştir. Kur’ân-ı Kerim Hz. İbrâhim’in önderliğinden ve evlâtlarından şöyle bahsediyor: "Bir zamanlar Rabbi İbrâhim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; 'Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti. 'Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)' buyurdu."[241] Allah Teâlâ, sevdiği kulu İbrâhim’i herkesin tâbi olduğu bir imam/önder yaptığını beyan ediyor. Çünkü İbrâhim (a.s.), Yüce Allah’ın sınavlarını tümüyle ve en güzel şekilde kazanmıştı.
Yüce Allah, kulu ve elçisi olan İbrâhim’i (a.s.) ateşten koruduğu gibi, evlâtlarını da şirk ve haramlardan korumuş ve onlara peygamberler arasında üstün mevkî ve mertebe de vermiştir. Yüce Allah, sevdiği kulu İbrâhim’i herkesin tâbi olduğu bir imam/önder yaptığını beyan ediyor.[242] Çünkü İbrâhim (a.s.), Allah’ın sınavlarını kazanmıştı. Allah’ın kendisini insanlara imam kılacağını beyan edince, İbrâhim (a.s.) kendi soyundan da imamlar isteyince, Allah “zâlimler imamlık/önderlik hakkına sahip olamazlar” karşılığını vermiştir. Hiçbir zâlim, imam olamaz, kendisine uyulan önder olamaz, buna hakkı yoktur. Allah’ın imâmet ahdine hiç bir zâlim eremez.
Bu konuda Fahreddin Râzi şöyle der: “Onlar (zâlimler), Allah’ın emirlerinin kendilerine emanet edildiği kişiler olamazlar. Kendilerine uyulamaz. Dolayısıyla imam (önder, lider) olmazlar. Böylece fâsığın imâmetinin bâtıl olduğu bu âyetin delâleti ile sâbit olmuştur. Efendimiz buyuruyor ki: “Yaratana isyan konusunda hiçbir mahlûka itaat yoktur.”[243] Ve yine bu âyet-i kerime gösteriyor ki, fâsık hâkim olamaz. Hüküm mevkiine geçtiği zaman, onun verdiği hükümler uygulanamaz. Şehâdeti kabul edilmez ve Rasûlullah’tan naklettiği hadis benimsenemez. Fetvâ verirse fetvâsına itibar edilemez. Namaz için öne geçirilemez.” [244]
Görüldüğü üzere imamlık veya diğer bir adıyla önderlik, sıradan basit bir görev değildir. Babadan oğla geçen veya soy sop takip eden bir verâset malı olmadığı gibi, zâlim, fâcir, fâsık, münâfık ve müşrik gibi kimselerin de gelip oturduğu bir makam değildir. İmamlık; iman, amel, şuur ve yaptırıcı güce sahip olanların hakkıdır. Bu üstün meziyetlere sahip olmayanlar babası ve atası ne olursa olsun, o yüce makama getirilemez. İslâm, bir saltanat ve hükümdarlık dini değildir. İslâm, hak ve adâlet dinidir. Kim o mertebeye ulaşırsa onun hakkıdır.
İmamlığı sadece bir devlet başkanı olarak düşünmek doğru değildir. İmamlık; risâlet imamlığı, hilâfet imamlığı, devlet imamlığı, cemaat imamlığı ve namaz imamlığı şeklinde geniş bir muhtevâya sahiptir. Hangi şekliyle olursa olsun, o makamlara geçen şahsın zâlimlik, fâsıklık ve benzeri sıfatlardan uzak kalarak tam bir adâlet sıfatına sahip olmaları şarttır. Allah Teâlâ’nın İbrâhim’e (a.s.) söylediği “zâlimlere imamlık ahdim erişmez” ifadesi, sadece İbrâhim nesline münhasır değildir. Her dönemde geçerli bir kuraldır. Zâlimlik ve fâsıklık yaparak Allah’ın dinini hafife alan herkes için geçerli bir ölçüdür bu.
Dün de, bugün de, yarın da olsa zâlimler, bu yüce makama getirilemez. Şirk, en büyük zulüm[245] olduğu için, müşrik bir kimse büyük bir zâlimdir. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen zâlimlerin ta kendisi[246] olduğundan Allah’ın indirdiği dışında, O’na ters yasa veya hükümle hükmetmek, insanları yönetmek zulüm olduğu gibi, bu yönetici de zâlimin ta kendisidir.[247] Zulmün zıddı, adâlettir. Allah adâletle davranmayı emretmektedir.[248] Bütün bunlarla birlikte nefsine uyduğundan, câhillik ve başka sebepler yüzünden adâletten ayrılan kimse de zâlimdir. Ve zâlimlerin imam/önder/lider olma hakkı yoktur. [249]
Hz. İbrâhim’in (bir peygamberin) çocukları, onun sülâlesi, zürriyeti de olsa zâlim olduğu müddetçe hiç kimse imam olamaz. Demek ki, Hz. İbrâhim neslinden de bu tür insanlar çıkacaktır. Bu konuda Allah’ın vaadi kesindir: “Zâlimler imamlık ahdime erişemez!” Seyyid Kutub şöyle diyor: “İslâm, itikat ve amel esasına dayanmayan bütün bağları ve alâkaları tamamen koparıp atar. İtikat ve amel bağları kopunca hiçbir şekilde akrabalık ve kan bağını kabul etmez. İtikat ve amel zinciri ile bağlanmadıktan sonra bütün râbıta ve değerleri kökünden siler. Bir milletin iki nesli itikat yönünden muhâlefet ederse, aradaki bağlar kesilir. Hatta itikat ipi kopunca karı ile koca, baba ile evlât arasındaki bağlar bile kopar.
Müşrik Araplar ayrı, müslüman Araplar ayrıdır. Şirk devrinin Arab’ı ayrı şeydi, İslâm devrinin Arab’ı ayrı şeydir. Aralarında ne bir bağ, ne bir alâka, ne de bir akrabalık vardır. Ehl-i kitaptan iman edenler ayrı, İbrâhim, Mûsâ ve İsa’nın (a.s.) dininden inhiraf edip sapanlar ayrıdır. Âile; babalardan, evlâtlardan ve torunlardan ibaret değildir. Bu değer, aralarında müşterek bir inanç bağı olunca doğrudur. Ümmet de muayyen bir ırkın birbiri ardınca gelen nesiller topluluğundan ibaret değildir. Millet; ırkları, cinsleri, renkleri ve vatanları ne olursa olsun, birleşen mü’minler topluluğundan ibarettir. İşte Kerim olan Allah’ın şu Rabbânî beyanından fışkıran iman tasavvuru, iman duygusu, iman şuuru, iman düşüncesi bundan ibarettir.” [250]
İbrâhim Milleti; Haniflik
Hz. İbrâhim'in tebliğ ettiği tevhid akidesini koruyan ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) peygamber olarak gönderilmesinden önce Allah'ın birliğine iman edenlere hanifler denir.
Sözlükte; hanif masdarından bir sıfattır. Hanef, dalâletten doğruluğa, çarpıklıktan düzgünlüğe meyletmek demektir. Nitekim doğruluktan eğriliğe, haktan haksızlığa meyletmeye de "cim" ile cenef denir. Şu halde hanifin asıl mefhûmu, eğriliği bırakıp, doğrusuna giden demektir. Bu mefhum ile örfte İbrâhim’in (a.s.) milletine isim olmuştur ki; başka dinlerden, batıl ilanlardan kaçınıp yalnız bir olan Allah'a eğilen " Müvahhid" demektir. [251]
Hanif'in çoğulu Hünefâdır. Bazı Müfessirler, haniflerin, hacılar, sünnetli olanlar, ananın, mahremlerin nikahını haram tanıyanlar, namazda kıbleye yönelenler, İbrâhim'in dinine uyanlar, anlamlarına geldiğini yazmışlardır. Bunlardan başka Ebû Kilâbe'ye göre: "Peygamberleri arasında hiç birini ayırt etmeyiz."[252] âyetinin işaretiyle peygamberlerin hepsine iman edenler anlamına gelir. Dinin hepsini cami' olanlar diye de tarif edilmiştir ki, bu son iki tarif, birbirine yakındır. Ancak bu tariflerin çoğu mefhumu ile değil, bazı özel durumlarda tarif edildiği için tam tarif değildir. Bazı açıklamalar için nakledilir.
Din istilahında ise: Daha önce geçtiği gibi bütün bâtıl akidelerden İslâm'a meyletmektir. Bütün peygamberlere iman ve her dini içine almak da bununla olur. Bütün kitaplar ve Peygamberler dini yanlış akidelerden kurtararak "Allah katında gerçek din İslâm'dır."[253] âyetinde olduğu gibi hak tevhid ve ihlâs ile yalnız Allah'a ibâdet etmek ve insanlığı kurtuluşa erdirmek için gönderilmişlerdir. Onun için ehl-ı Kitab da bununla emrolunmuşlardı.
Kur’ân-ı Kerim'de Hanif kelimesi on yerde, hanifler ise iki yerde zikredilmiştir:
1- (Yahûdi ve hristiyanlar müslümanlara) "Yahûdî veya hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız’ dediler. De ki, ‘Hayır, (biz) muvahhid (Allah'ı bir tanıyarak ve müslim) olarak İbrâhim'in dinindeyiz. O, Allah'a müşriklerden (eş tutanlardan) değildi." [254]
Kur'ân-ı Kerîm'de hanif kelimesinin müslim kelimesiyle beraber zikredildiği her yerde, hanif kelimesi hacı anlamına gelmektedir. Ancak, yalnız başına zikredildiği yerde ise müslüman manâsına gelmektedir." [255]
2- "İbrâhim ne bir yahûdî, ne bir hristiyandır. Fakat o Allah'ı tanıyan (Hanif) dost doğru bir müslümandı. Müşriklerden de değildi."[256] Görüldüğü gibi bu âyette hanif kelimesi müslüman mânâsına gelmektedir.
3- "De ki; Allah (sözün) doğru(sunu) söylemiştir. Onun için Allah'ı birleyici (hanif) olarak İbrâhim'in dinine uyun. O, müşriklerden değildi." [257]
4- "İyilik yaparak kendisini Allah'â teslim edip Hakka yönelen Muvahhid İbrâhim'in dinine uyandan din bakımından daha iyi kim olabilir? Allah İbrâhim’i dost edinmiştir." [258]
5- "Şüphesiz ki ben, bir müvahhid (Allah'ı bir tanıyan) olarak yüzümü o gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim. Ben müşriklerden değilim." [259]
6- "(Şöyle) de: Şüphesiz Rabbim beni dosdoğru bir yola, dimdik ayakta duran bir dine İbrâhim'in hakka yönelmiş (hanif) milletine iletmiştir. O, Allah'a eş koşanlardan değildi." [260]
7- "Ve yüzünü Hanif (tevhîd) dinine döndür, sakın müşriklerden olma." [261]
8- "Hakikaten İbrâhim (başlı başına) bir ümmetti; Allah'a itaatkârdı, (bâtıl dinlerden uzak ve) Hanif (müvahid) bir müslümandı. O (hiç bir zaman) müşriklerden olmadı." [262]
9- "Sonra (Habibim) sana: ‘Hanif bir müslüman olarak İbrâhim'in dinine uy. O hiç bir zaman müşriklerden olmadı’ diye vahyettik." [263]
10- "O halde (İbrâhim) sen yüzün bir Hanif (müvahhid) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki, O, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışına (hiç bir şey) bedel olamaz. Bu dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilemezler." [264]
11- "Allah'ın hanifleri (müvahhidleri), ona eş tutmayanlar olarak (kaçının çekinin) kim Allah'a şirk/eş koşarsa o yüksekten düşüp de (parçalanmış ve) kendini kuş kapmış, yahut rüzgâr onu uzak bir yere atmış (nesne) gibidir." [265]
12- "Hâlbuki onlar Allah'a Onun dininde ihlas erbabı ve hanifler (müvahhidler) olarak, ibâdet etmelerinden, namazı dosdoğru kılmalarından, zekâtı vermelerinden başkasıyla emr olunmamışlardı. En doğru din de bu idi." [266]
Hadislerde de hanif, hanifler ile fıtrat kelimesi arasında bir irtibat olduğunu görmekteyiz. Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği bir hadiste Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: "Her doğan çocuk muhakkak İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra anası ile babası ona Yahudî yahut hristiyan veya mecûsî yaparlar. Nasıl ki, her hayvanın yavrusu tam a'zalı olarak doğar. Hiç o yavrunun burnunda, kulağında eksik, kesik bir şey görülür mü?" Sonra Ebu Hüreyre (r.a.); "Allah'ın insanları Hakkı idrâk ve kabule müsait yarattığı aslî fıtratı -ki, İslâm fıtratıdır- rehber edinmekle Allah'ın yarattığı bu İslâm ve tevhid seciyesinin şirk ile değiştirmek uygun değildir: Bu, İslâm ve Tevhid dini, en doğru bir dindir."[267] meâlindeki âyet-i kerîmeyi okumuştur. [268]
Bu hadis-i şerifin öğrettiği en büyük bir gerçek de insanlarda din duygusunun ve hakikat aşkının fıtrî oluşu ve akıllara hayret veren şu hayatın ve iç, dış bir takım özelliklerle mücehhez bulunan şu muazzam insanlık binasının, o din duygusu üzerine kuruluşudur. Bu gerçeği, gerek konumuz olan hadis-i şerifteki Peygamberimizin sözlerinden gerekse zikredilen (fıtratullah) âyet-i kerîmesinden öğrenmiş bulunuyoruz.
Müfessirler, âyet-i kerimedeki "fıtrat"ı, Hak dini kabule kabiliyetli anlamına hamlederler ki, âyetin gereği budur. Asıl yaradılış demektir. İbn Atiyye diyor ki; fıtrat lafzının en iyi tefsiri, insanın Allah'ın yarattıklarını fark etmeye, dünyevî işleri de birbirinden ayırabilen uygun bir kabiliyettir. Bu kabiliyet açıldıkça, kul yaratıcısını bilir ve bulur, şeriattaki güzelliği idrâk eder.
Fıtrî din, İslâm Dinidir, Tevhîd dinidir ve bir Allah'a iman dinidir. Hz. Âdem'den Hz. Muhammed'e gelinceye kadar bütün peygamberler İslâm Dini esaslarını ve Tevhîd akidesini tebliğe memur edilmişlerdir. Bu din müsâit olduğu mükemmel gâyeyi ancak son Peygamber’de bulmuştur. Dinleri, ihtivâ ettikleri kaide ve hükmü ile, tebliğ ettikleri faziletli medeniyet ile hulasa insanlığın her türlü ıstırâbına ilâç olabilmeleri yönüyle tetkik eden her insaflı âlim ve mütefekkir, Hak dinin İslâm Dini olduğuna hükmetmekte tereddüt etmez. Diğer dinler, tetkik yeri olabilecek bir tarihi açıklamayı haiz olmadıkları halde İslâm Dini, tarihi en yakın bir hayata sahip olması cihetiyle bütün hükümleri, güneş gibi açık olarak zamanımıza aktarmıştır. Onun tarihi seyri, bir ilmî tekâmülü takip ettiği için asıl saffetiyle devam edip gidecektir.
Bir rivâyette şöyle buyruluyor: "Ben kullarımı hanifler olarak istikamet ve selâmet üzere yarattım." [269]
Görüldüğü gibi Allah (c.c.) kullarını birer hanif olarak yaratmıştır. Hanif, Allah'ın birliğine iman eden kişiye denir, buna muvahhid de denir. Her doğan çocuğun İslâm fıtratı üzerine doğması demek, elest bezminde Cenâb-ı Hakk’a verdikleri söz üzere doğmaları demektir ki, Allah Onlara "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" [270] buyurdu. Onlar da; "Evet, sen bizim Rabbimizsin" dediler. İşte bu söz, Allah'ın "İnsanları hanif olarak yarattım" buyurmasının aslını oluşturmaktadır. [271]
Hanif Dini:
Hz. İbrâhim tarafından temsil edilen tevhid esasına dayalı hak dine Hanif Dini denir. Hanîf kelimesine lügat itibâriyle çeşitli mânalar verilmişse de genellikle kabul edildiğine göre "hakka ve doğruya yönelen, istikamet üzere bulunan kimse" demektir. İslâm literatüründe ise câhiliye döneminde her türlü sapıklıktan ve putperestlikten yüz çevirerek hakka yönelen, Hz. İbrâhim'in dinine tâlip olarak yalnız bir Allah'a inanan kimseler için ad olmuştur.
Hanîf kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'de tekil olarak "hanîf" şeklinde on yerde, çoğul olarak "hunefâ" şeklinde ise iki yerde kullanılmaktadır. Bu âyetlerin sekizinde hanîf kelimesi, Hz. İbrâhim'le ilgili olarak zikredilmiştir. Meselâ şöyle buyrulur: "Yahudi ve hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız’ dediler. ‘Bilâkis biz, doğruya yönelmiş (hanîf) olan ve Allah'a eş koşanlardan olmayan İbrâhim'in dinine uyarız' de!" [272]; "İbrâhim, ne bir yahudi, ne de bir hıristiyandı. Ama doğruya yönelen (hanîf) bir müslümandı ve müşriklerden de değildi." [273]
Cenâb-ı Hak, Peygamber Efeandimiz’e hanîf olan İbrâhim dinine tâbi olmayı, yani onun yolunu devam ettirmeyi şöylece emretmiştir: "İbrâhim, şüphesiz Allah'a boyun eğen ve O'na yönelen (hanîf) bir önderdi; puta tapanlardan değildi... Şimdi, sana, ‘Doğruya yönelmiş (hanîf) olan ve puta tapanlardan olmayan İbrâhim'in dinine uy!' diye vahyettik."[274] Bu sebeple hanîflik, İslâm için dahi kullanılmış ve samimi, ihlâslı bir müslümana da "hanîf" vasfı verilmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz; "Ben, müsâmahakâr hanîf dini (el-Hanîfıyye es-Semha) ile gönderildim" buyurmuştur. [275]
Peygamber Efendimiz’in nübüvvet ile görevlendirilmeden önce Arap Yarımadası'nda putperestliğin hâkim olduğu ve insanlığın dalâlet içerisinde bulunduğu câhiliyye döneminde putlardan ve her türlü sapıklıktan yüz çevirerek, Hz. İbrâhim dini olan hanîfliğe tâbi olmuş, hakka yönelerek hak dinin arayışı içerisine girmiş kişiler, çok az da olsa mevcut idi. İslâm tarihi kaynakları bunların bir kısmından ve faâliyetlerinden bahseder. Meselâ bunlardan birisi Varaka bin Nevfel idi. [276]
İbrâhim’in (a.s) Duâları
Kur’ân-ı Kerim, duâ etmemizi ısrarla tavsiye eder. “Rabbiniz (şöyle) buyurdu: ‘Bana duâ edin, size icâbet edeyim.”[277]; “De ki: ‘Duânız (yalvarmanız) olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?”[278]; “Rabbinize yalvara yakara ve gizlice duâ edin. Bilinki, O haddi aşanları sevmez.” [279]
Kur'ân-ı Kerim, bazı vesilelerle bize nasıl duâ edeceğimizi öğreterek, duâ örnekleri verir. Peygamberlerin duâları, hem onların birer kul olmalarının ve kulluk yaptıklarının göstergesi, hem de kendilerinin örnek alınarak Allah’tan neleri ve nasıl istememiz gerektiğine dair müslümanlara örnek ve rehberliklerdir. Hz. İbrâhim, Allah’a çok şükreden, O’na itaat ve ibâdet eden, O’na teslim olan, kendisini Allah’a adamış, sâlih bir zât olduğu gibi, aynı zamanda bol bol duâ eden biriydi. "İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır.”[280] Onun duâları da bize örnek olmalıdır. Kur’an’da İbrâhim’in (a.s.) yaptığı bazı duâlar açıklanarak bize duâ örnekleri verilir. Bunları görelim:
“Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)” [281]
"Ey Rabbim! Burayı (Mekke’yi) emîn bir şehir yap, halkından Allah'a ve âhiret gününe inananları çeşitli meyvelerle besle.” [282]
"Bir zamanlar İbrâhim, İsmâil ile beraber Beytullah'ın temellerini yükseltiyor, (şöyle diyorlardı:) 'Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz Sen işitensin, bilensin." [283]
"Ey Rabbimiz! Bizi Sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de Sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibâdet usûllerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak Sensin." [284]
"Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden Senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara Kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü azîz olan, üstün gelen; hakîm olan, her şeyi yerli yerince, hikmetle yapan yalnız Sensin." [285]
"Hatırla ki İbrâhim şöyle demişti: 'Rabbim! Bu şehri (Mekke'yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Çünkü onlar (putlar), insanlardan birçoğunun dalâletine/sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık Sen gerçekten çok bağışlayansın, çok merhametlisin." [286]
“Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını Senin Beyt-i Harem'inin (Kâbe'nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vâdiye yerleştirdim. Artık Sen insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nimetlere şükrederler." [287]
"Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen bizim gizleyeceğimizi de açıklayacağımızı da bilirsin. Çünkü ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz." [288]
"İhtiyar halimde bana İsmâil'i ve İshak'ı lutfeden Allah'a hamdolsun! Şüphesiz Rabbim duâyı işiten, kabul edendir." [289]
"Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı ikame edenlerden (dosdoğru kılanlardan) eyle; ey Rabbimiz! Duâmı kabul et!" [290]
"Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, ana-babamı ve mü'minleri bağışla!" [291]
“...Ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur). Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O'dur. Beni yediren, içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifâ veren O'dur. Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O'dur. Ve hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum O'dur. Rabbim! Bana hikmet ver ve beni sâlihler/iyiler arasına kat. Bana, sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmak nasip eyle! Beni naîm cennetinin vârislerinden kıl. Babamı da bağışla (ona tevbe ve iman nasip et). Çünkü o dalâlettekilerden/sapıklardandır. (İnsanların) dirilecekleri gün, beni mahcup etme. O gün, ne mal fayda verir, ne de evlât. Ancak Allah'a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur)." [292]
“Rabbim! Bana sâlihlerden olacak bir evlât ver' dedi.” [293]
“...Rabbimiz! Ancak Sana tevekkül edip dayandık, Sana yöneldik. Dönüş de ancak Sanadır." [294]
"Rabbimiz! Bizi, inkâr edenler için fitne (deneme konusu) kılma; bizi bağışla! Ey Rabbimiz! Yegâne azîz (güçlü ve gâlip), hakîm (hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sensin." [295]
İbrâhim’in (a.s.) tefekkürüne, hayat tarzına ve sözlerine akseden imanî/tevhidî tablo, elbette duâlarında da berrak bir biçimde görülür. Duâ, ubûdiyetin/kulluğun özüdür. Duâ halinde olma, insanın acziyetini kabul ettiğinin ve Allah’tan başka ihtiyaçlarına cevap verecek hiçbir mercî olmadığını anladığının ifadesidir. Nasıl kulluk yapılacağını hayatlarıyla gösteren peygamberlerin duâları da Kur’an’da yer bulur. Bu duâlar, bize nebîlerin neyi nasıl ve ne için istediğini gösterir. Böylece, bize de duânın aslını, usûlünü ve edebini bildirir. İbrâhim’in (a.s.) duâları da, bu anlayışla okunmalı ve üzerinde durulmalıdır. Onun duâlarında, “millet-i İbrâhim”e dâhil olmamızın usûlünü bulmamız mümkündür.
İbrâhim’in (a.s.) hepsi de Rabbinin katında kabul görmüş duâları, değişik sûrelerde zikredilir. İbrâhim sûresinde ise, bu duâların bir kısmı ard arda gelir. Bu İbrâhimî duâların altıncısı ise, bugünün âile ve evlât belâsı çeken insanları için, nuranî bir iksir sunmaktadır. Altı kelimeden oluşan ve kısa meali “Rabbim, beni ve soyumdan gelecek olanları namazı devamlı kılanlardan eyle” şeklinde verilen bu duâda, o mübârek nebî Rabbine şöyle yakarır: “Rabbi’c’alnî mukîme’s-salâti ve min zürriyyetî,”[296] Bu kısacık duâ, kısalığına karşılık, geniş ve derin mânâlar barındırır. Bu duânın her bir kelimesi bile, çok anlamlar taşır dünyalarımıza.
İbrâhim, Rabbine yönelişiyle, en başta, bize hep hatırımızda olması gereken ama neredeyse daima unuttuğumuz rubûbiyet-ubûdiyet denklemini hatırlatır. İnsan, tüm kâinatı kuşatan mutlak bir rubûbiyetin sahibi olan; zerreden galaksilere tüm mahlûkatı her an her haliyle terbiye, idare ve tasarrufu altında tutan; bütün yarattıklarının her ihtiyacını görüp onu gereği gibi karşılayan Yüce Allah’a karşı, küllî bir ubûdiyetle yükümlüdür. Öyle bir Rabbin huzurunda terbiye ve idareyi başka ellerde aramak, o kulluğun edebine aykırıdır. İbrâhim (a.s.), daha en başta, Rabbine yönelişiyle bu dersi verir. Tüm kâinatın O’nun tasarrufunda olduğunun, tüm yapılışların ardındaki “câil”in O olduğunun şuuru içinde, kendi matlûbunu ve maksûdunu doğrudan doğruya O’ndan ister.
Matlûbu ve maksûdu ise, Rabbine hep dünyanın fâni yüzüne takılıp kalan nazarlarla yalvaran; O’na yönelmeyi çoğunlukla unuttuğu gibi, hatırladığı anların çoğunda da O’ndan fenâ ve fâni şeyler talep eden bizlere ibretli bir uyarı hükmündedir. İbrâhim’in (a.s.) bu duâsında istediği şudur: Namaz kılmak! Daha doğrusu, “namazda mukîm olmak.” Çünkü, tüm kâinatı yaratan, tüm evrenin şehâdetiyle mutlak ve küllî rabliğini, gören gözlere gösteren ve bizi rubûbiyete karşı ubûdiyetle/kullukla mukabele edecek bir fıtratla yaratan Rabbimize karşı kulluğumuzun en net, en berrak, en muazzam ifadesi namazdır. O yüzden, bütün nebîler namaz kılmış ve Rasûl-i Ekrem onu “iki gözünün nuru” olarak tanımlamıştır.
Rabbimiz, tüm kâinatın şâhit olduğu devamlı bir rablik sergilediğine göre, böyle devamlı terbiye ve idare karşısında kula yakışan, daimî bir ubûdiyet/kulluk sergilemektir. Kulluğun en berrak, en muazzam ifadesi olan namazı devamlı ve dosdoğru kılmaktır. Zâhiren namaz kılmıyor olduğu anları da, namaz kıldığı anların dünyasına taşıdığı ubûdiyet şuuruyla yaşamaktır. Üzerimizde her an cilvesi görünen bir rubûbiyete karşı, üzerimizde her an bir kulluk tavrı, şuuru ve edebi taşımaktır. Bunun için, İbrâhim “Rabbim, beni namaz kılanlardan eyle” demekle yetinmez. “ Namaz üzere kaaim olma”, “namazda mukîm olma”, “namazı ayakta tutma”, “namazla ayağa kalkma”, “devamlı namaz şuuru üzere olma” duâsında bulunur.
Mânidardır, duâ burada bitmez. Hemen ardından, İbrâhim (a.s.) “ve min zürriyyetî” diyerek, çoluk-çocuğu ile soyundan gelecek olanları da duâsına dâhil eder. Çünkü, yalnız kendisi için yaptığı bir duâ, yalnız kendisi yaşadığı sürece yaşanacaktır. Oysa, İbrâhim şu dünyadan göçüp gitse bile, dünya durduğu müddetçe, rubûbiyet-ubûdiyet denklemi de duracak; Rabbimizin mutlak rubûbiyetine karşı kullarının küllî bir ubûdiyetle mukabele etmesi gerekecektir. Bu noktada, İbrâhim (a.s.) mutlak ve dâimî bir rabliğa karşı devamlı bir kulluğun gereğine inandığı için, yalnız kendisi için namaz duâsı etmekle kalmaz. Kendinden sonra da, zürriyetinin bu kulluğu her dâim sergilemelerini ister.
İbrâhim’in (a.s.) bu duâsı, çift yönlü bir mâhiyet taşır. İbrâhim, bir yanda öncelikle ve bizzat kendisinin namaz üzere olmasını istemektedir. Öte yanda, bununla yetinmeyip âilesi, çoluk-çocuğu, zürriyeti için de aynı şeyi istemektedir. Diğer bir açıdan bakarsak, İbrâhim yalnızca zürriyetinin namazda mukîm olup her ânını kulluk şuuruyla yaşaması duâsında bulunmamakta; bunu evvelâ ve bizzat kendisi için istemektedir. Bu çift yönlü duâ, şu dersi verir: Yalnız kendi kulluğunu düşünüp çoluk-çocuğunun kulluğuna dair bir sorumluluk hissi taşımamak da yanlıştır; yalnız çoluk-çocuğunun kulluğunu düşünüp kendisi o şuurdan uzak yaşamak da. Her iki çaba da, her iki yöneliş de yarımdır, eksiktir, boştur. İnsan, evvelâ ve bizzat kulluk şuuruyla donanmakla; ama aynı zamanda bu bilinci âilesi, evlâdı, zürriyeti ile paylaşmakla yükümlüdür. İbrâhim’in (a.s.) bu duâsı, bu zamanın âile ve evlât belâsı taşıyan biz insanlarına muazzam mesajlar taşımaktadır. [297]
İbrâhim’in (a.s.) tevhid mücâdelesini tahlil ederken, “tevhid”in zıddı olan şirk ve putçuluk hakkında Yüce Allah, İbrâhim’in (a.s.) şöyle duâ ve niyazda bulunduğunu bildiriyor: "Hatırla ki İbrâhim şöyle demişti: 'Rabbim! Bu şehri (Mekke'yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Çünkü onlar (putlar), insanlardan birçoğunun dalâletine/sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık Sen gerçekten çok bağışlayansın, çok merhametlisin." [298]
Üstad Seyyid Kutub, İbrâhim’in (a.s.), “Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut!” duâsını, İslâm’ın öğretileri doğrultusunda günümüz şartlarını da göz önünde bulundurarak şöyle izah ediyor: “Hz. İbrâhim’in hem kendisini hem de çocuklarını, tapınmaktan korumasını Allah’tan istediği put, sadece Arapların ilkel câhiliyet dönemlerinde yaptıkları gibi basit ve alelâde şekilden ibaret değildir. Veya muhtelif câhiliyet sistemlerinin taş, ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayaller biçiminden ibaret değildir put.
Bu basit ve alelâde puta tapınma şekilleri, Allah’a şirkin bütün anlamlarını içine almaz. Allah’tan başka tapınılan tüm putları ihtivâ etmez. Yalnızca bu basit ve alelâde şirk ve put şekilleri üzerinde durarak, Kur’an’daki şirkten maksadın bunlar olduğunu kabul edecek olursak, sonsuz derecede şekilleri olan şirk kavramını iyi kavramış olmayız. Ve bugün beşeriyetin içine saplandığı şirk ve modern câhiliyye şekillerinin gerçek yüzlerini tam olarak göremeyiz. Bunun için şirkin mâhiyetini derinliğine araştırmak ve putun şirkle olan alâkasını açığa çıkarmak gerekir.
Allah’tan başka ilâhın olmadığını belirten “lâ ilâhe illâllah”ın zıddı olan şirk, hayatın tüm alanlarında, Allah’ın buyruğuna dayanmayan ve her konuda dinin emirlerini benimsemeyen tüm sistem ve her tavır şirktir. Tek bir ilâh olarak Allah’tan başkasını tanımadığını söyleyip de abdest, namaz, oruç ve hac gibi dinin emirlerini yerine getirdiği halde; siyasî, sosyal ve ekonomik konularda Allah’tan başkasının koyduğu hükümlere bağlananlar... Değer ölçülerinde ve hükümlerinde Allah yapısı olmayan düşünceleri ve fikirleri benimseyenler... Geleneği, ahlâkı, âdet ve alışkanlıkları itibarıyla giyindiği kıyafeti ve elbiseleriyle birtakım insanları tanrı tanırcasına onların icat ettikleri kılık ve kıyafetlere girip modalarına uyan ve Allah’ın şeriatının yasakladığı şekillere bürünenler... Evet, bunlar, şirkin âlâsını işlemektedirler. Bütün gerekçeleriyle birlikte söyledikleri “eşhedü en lâ ilâhe illâllah” kelime-i şehâdetinin zıddını yapmaktadırlar... İşte günümüzdeki insanların çoğunun yanıldıkları noktalardan birisi budur.
Put... Sadece o, ilkel ve basit şekilde olmaz. Dikilen heykeller biçiminde olması şart değildir putun. Put, putlaşmak isteyenlerin arkasına gizlendikleri birer işaret ve alâmetten başka bir şey değildir. Onlar insanları kendilerine kul köle yapmak için o dikili putların arkasına sığınırlar ve onun gerisinden kendi buyruklarını rahatça yürütürler. Hiçbir zaman için bir putun konuştuğu, duyduğu ve gördüğü görülmemiştir. Ancak, putların arkasına gizlenmiş olan râhipler ve mâbet bekçileri mırıldanarak etrafında onun adına duâlar okur ve bereketler dağıtan muskalar asarlar. Sonra da kitleleri ezmek ve kölesi kulu haline getirmek istediği kimselerin adına o putları konuştururlar. Herhangi bir yerde herhangi bir zamanda idarecilerin ve kâhinlerin adına konuştukları ve Allah’ın izni, müsaadesi olmaksızın hükümler koydukları ve kanunlar vaz ettikleri, hareket ve işlemler yaptıkları şeyler ortaya sürülecek olursa... İşte bu ortaya atılan şey tabiatı, mâhiyeti ve vazifesi itibarıyla putun ta kendisi olur.
Bir yerde bunlar arma olarak “ırkçılığı” mı seçiyorlar? Bir yerde arma olarak “vatan”ı mı çıkarmak istiyorlar? “Halk”ı mı işaret ve simge olarak kendilerine bayrak yapmak istiyorlar veya bir “sınıf”ı mı kendilerine sembol olarak yükseltiyorlar? Sonra da insanlardan bu yükseltilen armalara, şiarlara, işaretlere ve bayraklara Allah’ı bırakıp kulluk etmelerini mi istiyorlar? Halkın bu kaldırılan alâmetler uğruna fedâkârlığa katlanmasını mı istiyorlar? Malını, mülkünü, ahlâkını, ırz ve namusunu bu uğurda harcamasını mı diliyorlar? Ve her ne zaman bu işaretlerin, alâmetlerin ve armaların isteğiyle Allah’ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep Allah’ın şeriatını onların isteğine göre yontarak şekiller vermek mi istiyorlar? Ve Allah’ın emirlerini bırakıp o armaların ve işaretlerin veya daha doğru bir tâbirle bu putların, yani putların arkasına saklanmış olanların istek ve emirlerini mi yerine getiriyorlar? İşte orada putçuluk vardır. Allah’tan başkasına tapınma vardır. Yoksa putun mutlaka bir ağaçtan dikilmiş veya bir taştan, tunçtan yontulmuş olması zarûri değildir. Put bir sistem olabilir, bir arma olabilir, bir ekol olabilir...
Hem İslâm, sadece ağaçtan, taştan, tunçtan yontulmuş putları yıkmak için gelmemiştir ki... Bunca gelmiş geçmiş peygamberler silsilesi sadece bu putları yıkmak için uğraşmamışlardır ki. İslâmî hareket, yalnızca ağaçtan dikilmiş veya taştan yontulmuş putları yıkmak için tarih boyunca bunca fedâkârlıklar yapmış, bunca acı ve ıstıraplara katlanmamıştır...
Bilâkis İslâm, gerçek mânâda Allah’a kulluk ve her meselede Allah’ın emirlerine itaat ile, her ne şekilde olursa olsun Allah’tan başkasına kulluk ve itaatten ayrılış noktalarını kesinkes belirtmek için gelmiştir. Her devirde geçerli olan prensipleri iyice inceleyip tevhid esasına mı, şirk esasına mı dayandığını ortaya koymak gerekir. O sistemde ve prensipte Allah’ın hâkimiyetinin mi esas alındığını, yoksa putların hâkimiyetinin mi esas alındığını belirtmek icap eder...
Dilden söyledikleri kelime-i şehâdet ile “Allah’ın dini”ne girmiş olduklarını ve fiilen yaptıkları ibâdetleri, kıldıkları namazları, tuttukları oruçlarıyla müslüman olduklarını sanıp da bunun dışında kalan ahkâm ve diğer hususlarda Allah’tan başkasının buyruklarına uyanlar, Allah’ın emrinin zıddı olan sistem ve prensipleri benimseyenler, Allah’ın şeriatına tamamı tamamına zıt olan hükümleri tatbik edenler...
Sonra bu her gün yenilenen putların istediğini yerine getirmek ve arzularını tatmin etmek için bu uğurda namuslarını, ahlâklarını, mallarını ve canlarını verenler... Bu putların istek ve arzularıyla dinin emir ve hükümleri çatıştığı zaman Allah’ın emir ve hükümlerini arkaya atıp putların istek ve arzularını yerine getirenler... Evet bütün bu yaptıklarına rağmen hâlâ “Allah’ın dini”nde olduklarını ve “müslüman” kaldıklarını sananlar bir kere kendilerine gelsin de içinde yüzdükleri şirki görsünler...
Allah’ın dini bu kendilerinin müslüman olduklarını sananların tasavvur ettiği gibi zayıf değildir, basit değildir. Şurası muhakkak ki Allah’ın dini, hayatın en küçük meselelerine, bütün teferruatına kadar şâmil olan tam ve mükemmel olan bir hayat nizamıdır. Esas ve temelleri bir yana, hayatın en ufak bir meselesinde bile yalnız ve yalnız Allah’ın buyruklarına uymaktır. Ve Allah’ın, başkasını kabul etmediği yegâne din, İslâm dini budur.
Şirk, yalnızca Allah’tan başka ilâhların olmadığını kabullenmekle bitmez. Allah’tan başka hüküm koyan rablerin bulunmadığını kabullenmek de gerekir. Puta tapıcılık, sadece dikilen bir ağaca ve yontulan bir taşa tapınmak değil; hatta ondan daha fazlasıyla kaldırılan bayraklar, flamalar, işaretler ve bunların arkasına gizlenen güçler, nüfuzlar ve isteklerdir. Ve işte buna göre herkes kendi yurduna baksın en yüce hüküm ve makam kimin elindedir? Bütünü bütününe kimin dinine bağlanmışlardır? Kimin emrine uymaktadırlar? Şâyet bu konuların hepsinde hâkimiyet ve emir Allah’a aitse işte onlar katıksız olarak Allah’ın dinindedirler. Şâyet bu hâkimiyet ve emir Allah’tan başkalarına ait ise, onlar Allah’ın dininde değil; hâkim/egemen olan putların ve tâğutların dinindedirler. [299]
İbrâhim (a.s.) ile İlgili Âyetlerden Bazı Tesbitler
- Rasûllerin Soyları Korunmuş Değildir: “Bir zamanlar Rabbi, İbrâhim’i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince, ‘Ben seni insanlara imam/önder yapacağım’ demişti. ‘Soyumdan da imamlar/önderler yap Rabbim’ dedi. Yüce Allah: ‘Ahdim zâlimlere erişmez’ buyurdu.” [300]
Ne Hz. İbrâhim’in ne de bir başka nebînin soyları tamamen korunmuştur. Onların içlerinden de zâlim ve fâsıkların çıkma ihtimali vardır. Sûfi yaklaşımca kabul edilen, nesilden nesle aktarılan Nûr-ı Muhammedî gibi kabuller birçok açıdan sağlıklı bir temele oturmamaktadır. Yaratılışı açıklamak ve Vâcibu’l-Vücud olan Bir’den tüm bu kesretin nasıl vuku bulduğu sorusu üzerinde üretilen sudûr nazariyeleri için de malzeme olarak kullanılan bu yaklaşımın sağlam kaynakları mevcut değildir. Hiçbir soy başlangıçtan günümüze ve yarınlara değin koruma altına alınmamıştır ve seçilmemiştir. Özellikle din gibi ümmetin tamamının taşıyacağı bir emâneti biyolojik aktarımın temel olduğu bir anlayışla koruma altına alma çabası sağlıklı olmaz.
- Hangi Gurup Emniyette: “Siz, Allah'ın size hakkında hiçbir hüküm göndermediği şeyleri Ona şirk/ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin ortak koştuğunuz putlardan nasıl korkarım! Şimdi biliyorsanız söyleyin iki gruptan hangisi güvende olmaya daha lâyıktır?” [301]
Mücâdele esnâsında arkasındaki bu gücü hissedebilen mü’minin gösteremeyeceği tavır olamaz. Gücünü bu tanımdan değil de farklı şeylerden alan her şahıs ise dayandığı o fânîlerin gücü miktarınca kendini emniyette hissetmelidir.
- Hicret Berekettir: "... Ben çocuklarımdan bir kısmını senin Beyt-i Haremin'in yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısminin gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara nzık ver...." [302]
Allah için ortaya konan her tavrın bereketleneceği muhakkaktır. Ot bitmeyen bir kum yığını diye tanımlanan Mekke arâzisi de bir mü’minin hicreti ve duâsıyla bereketlenen zeminlerin efendisidir. Mekânlara ve zamanlara anlam/değer kazandıran şâhit oldukları kulluk pratikleridir. Kök salınan, alışılmış olan, sevilenlerden; bilinmeyen, riskler taşıyan ve her şeyden öte gayb olana sırf Allah için yönelebilmenin bereketidir Mekke'de, Medine'de ve tüm hicret mekânlarında şâhit olduğumuz.
- Allah ve Mü’minler Katında Anılmak: “Sonra gelecekler içinde beni doğrulukla anılanlardan eyle.” [303]
Rasûlün ağzından dökülen bu duâ bir şöhret isteği değildir. Rabbi katında saygın bir yere sahip olanın başka bir yerde fazladan bir statüye ihtiyacı da olamaz. Ancak, dâvâ kardeşleri ve o kervanın yolcuları arasında hatırlanmanın bir Rasûl için bile önemli bir nimet olduğunu da inkâr edemeyiz. Yoksa bu talep, nesillerin dilinde yer etmek için, o sâikle yapılan ameller ve verilen bir mücâdeleyi anlatmaz bize. Çünkü bu, şirkin bir çeşidi olurdu. Bizler de adımızın, Tevhid tarihinde yüceltilmesini Rabbimizden niyaz ederiz.
- Kurban: "İşte o zaman biz onu uslu bir oğul ile müjdeledik. Babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince ‘Yavrucuğum rüyada seni boğazladığımı (kurban ettiğimi) görüyorum, bir düşün ne dersin?’ dedi. O da cevâben: ‘Babacığım emrolunduğun şeyi yap. İnşâallah beni sabredenlerden bulursun’ dedi. Her ikisi de teslim olup onu alnı üzerine yatırınca; ‘Ey İbrâhim! Rüyayı doğruladın Biz muhsinleri böyle mükâfatlandırırız. Çünkü bu gerçekten çok açık bir imtihandır’ dedik. Biz oğluna bedel ona büyük bir kurban verdik...." [304]
En düşkün olduklarımızdan, en sevdiğimiz için vazgeçtiğimiz an... Dinin en çok lezzetine varılan an. “Sadece Senin için veririm, başka hiçbir şey için bu bedeli vermem!” dediğimiz an. İşte o an yani kurbanımızı O’na takdim ettiğimiz an. Bu anlamda ve seviyede verilen kurbanda asla riyâ olmaz. Duygu ve düşüncelerde saklı ve O’nun rızâsı öncesine geçen bir art niyet gizlenemez. Çünkü o an arkasına gizlenilecek herhangi bir şey de kalmamıştır. Bir ömür beklenip sonunda mûcize olarak kavuşulan bir sevginin, o en büyük sevgi adına fedâsı. Kalpteki en ufak bir pıhtı büyüklüğündeki farklı bir niyetin dahi temizlendiği son gönül operasyonu. Gönlümüzde hiçbir şeyin sevgisinin önü alınamaz şekilde ve O’na gölge yapıcı tarzda boy atmasına izin vermemeliyiz.
- Hz. İbrâhim ve Putlar: "Allah'a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım. Sonunda İbrâhim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı. Belki ona mürâcaat ederler diye. ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o zâlimlerden biridir’ dediler. Bir kısmı; ‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk, kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. ‘O halde onu hemen insanların gözü önüne getirin!’ dediler. ‘Belki şâhitlik ederler.’ ‘Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhim?’ dediler. O, ‘belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Haydi onlara sorun eğer konuşuyorlarsa’ dedi. Bunun üzerine kendi vicdanlarına dönüp ‘biz zâlim insanların kendisiyiz’ dediler. Sonra tekrar eski tartışmalara döndüler: ‘Sen bunların konuşmayacaklarını pekâlâ biliyorsun’ dediler." [305]
Müşriklerin kutsallarının açıkları ve izledikleri yollardaki mantık hataları gibi öğeler, dâvetçi tarafından gözler önüne serilmelidir. Rasûllerin topluluklar önünde ileri gelenlerle karşılaşmaları, topluma yönelerek, onların zayıf ve çaresiz yönlerini göstermeleri farklı farklı zeminlerde olagelmiştir (Hz. Mûsâ'nın bir bayram günü toplumun gözleri önünde sihirbazları yenilgiye uğratması ve çaresizliklerini ortaya koyması gibi).
Önünde kulluk sergiledikleri, kendilerini ne duyan ne duâlarına cevap verebilen bu âciz nesneleri bir an olsun sorgulayabilecek bir zemin oluşturmanın bir pratiğidir, Hz. İbrâhim'in put kırışı. Bir an kendi vicdanlarıyla baş başa kalan fertler kendilerini zâlimlikle sıfatlamışlardır. Ancak bu düşünebilme zemini kısa sürmüş ve içinde bulundukları pratik ağır basmıştır. Bir an olsun câhiliyyenin pratiklerine “dur!” denilir ve sâlim kafayla insanların vahiyle muhâtaplıkları sağlanabilirse ağızlardan bu cümlenin döküldüğüne bizler de şâhit olabiliriz. Sonrasında câhilî pratiğin ve iktidarın devamını engelleyemeyen her İbrâhimî eylem halklara bir bahar soluğu verse de, vahiyle bir an olumlu bir karşılaşma zemini oluştursa da bundan ötesini getirmemektedir. Bu amelle, vicdanların bir an gerçeği algılamasının daha ötesi (toplumun düşünsel ve eylemsel dönüşümü) öngörülmemişti. Bunları öngören bir hareket, İbrâhimî bu örnekliğe, farklı ve yeni unsurlar eklemek durumundadır.
- Toplum Parçalanırken Takınılan Üslûp: "Bir zaman o babasına dedi ki: ‘Babacığım! Duymayan görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın? Babacığım! Hakikaten bana, sana gelmeyen bir ilim geldi. Öyle ise bana uy ki, seni düz yola çıkarayım. Babacığım! Şeytana kulluk etme. Çünkü şeytan çok merhametli olan Allah'a âsi oldu. Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum.’ Babası: ‘Ey İbrâhim!’ dedi; ‘Sen, benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen andolsun seni taşlarım. Uzun bir süre benden uzak dur.’ İbrâhim: ‘Selâm sana’ dedi; ‘Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O bana çok lütufkârdır."[306]; “Dediler ki biz babalarımızı bunlara tapar kimseler olarak bulduk.’ ‘Doğrusu’ dedi; ‘Siz ve babalarınız açık bir sapıklık içindeymişsiniz."
[307]; "İbrâhim dedi ki: ‘İyi ama ister siz, ister önceki atalarınız olsun, neye taptığınızı düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır..." [308]
Vahiy, muhâtap olduğu câhilî değerlere göre yapılanmış toplumlarda parçalayıcıbir etkiye sahiptir. Bu kırılma anlarında bile İbrâhim’in (a.s.) babasıyla ilişkilerinde gösterilen hassâsiyetten ders alınmalıdır. İlişkilerin, karşı tarafın zulmünden dolayı koptuğu aşamada bile muhâtabın hidâyeti ve (ve hidâyeti gerçekleşecekse) bağışlanması için duâ eden bir dil ve tavır, nefse zor gelen, ama bir o kadar güçlü bir imana sahip insanın üslûbudur.
- İlâhî Emirler Karşısında Tek Sözümüz “Lebbeyk”: “Rabbi ona ‘İslâm ol’ dediğinde, ‘Âlemlerin Rabbine teslim oldum’ demişti.” [309]
Mü’min bir ağza İlâhî emirler karşısında tek yakışan şey “Lebbeyk”dir. İlâhî lutuflar ve emirler karşısında itiraz eden; teslimiyet ve itaat yerine nefsinin hevâsını ve arzularını koyan beşer tipi eleştirilmiştir. Çünkü bu duruş, kulluktan öte bir tarzdır. [310]
İbrâhimî Duruş
Korkunun kol gezdiği, güvenin yıkıldığı, insanın metâ olarak algılandığı, eşyalaştırıldığı; paranın, maddenin, gücün putlaştırıldığı bir dünyada ve ülkede kurtuluşun tek reçetesi, “İbrâhimî duruş”tur. Hz. İbrâhim’in, sapık bir toplum düzenine karşı gösterdiği onurlu direniş ve karşı koyuştur. Bir tarafta babasının da içinde yer aldığı bâtıl bir düzen ve halk, diğer tarafta yalnızca Allah’a iman edip O’na güvenen ve yalnızca O’ndan korkan Hz. İbrâhim... Muvahhid kimliği gereği putperest sisteme karşı çıkan tek kişilik bir ümmet.
Böyle toplumlarda putlar, yönetimin bir parçasıdır. Refahtan şımarıp azan önde gelenler, putlar etrafında efsâne ve mit oluşturarak toplumu yönetmeyi temel ilke edinirler. Putlar, ibâdet edinilen bir varlık olmanın ötesinde, sömürü çarkının ağırlık merkezini de oluştururlar. “İbrâhim dedi ki: “Siz gerçekten Allah’ı bırakıp da dünya hayatında aranızda bir sevgi bağı olarak putları ilâhlar edindiniz.” [311]
Bu tür toplumlarda putlar; dünya hayatında aralarında bir sevgi bağı oluşturması ve böylelikle toplumun daha kolay kontrol edilebilmesi için, refahtan şımarıp azan önde gelenler tarafından uydurulmuş ve isimlendirilmişlerdir: “Bu (putlar), sizin ve atalarınızın (kendi istek ve öngörülerinize göre) isimlendirdiğiniz (kuru ve keyfî) isimlerden başkası değildir. Allah, onlarla ilgili ispatlayıcı bir delil indirmemiştir. Onlar, zanna ve nefislerinin hevâ olarak arzu ettiklerine uymaktadırlar. Oysa andolsun, onlara Rablerinden yol gösterici gelmiştir.” [312]
Tarihî süreci incelediğimizde, ihdas edilen ve koruma zırhına büründürülen putlarla ilgili hiçbir tartışma yapılamadığını görmekteyiz. Bu ülkelerde putların dışında, Allah’ın varlığı da dâhil olmak üzere, her şeyi tartışabilirsiniz; fakat putları tartışamazsınız. Onlar hakkında, refahtan azan önde gelenler, bu konuda ileri sürülebilecek her türlü fikri engellemek için korkuyu, bir yönetim aracı olarak kullanmaktadırlar.
Bu yüzden Hz. İbrâhim: "Ben hanîf (Allah'ı bir bilen ve O'na yönelmiş) olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim. Kavmi onunla tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: 'Beni doğru yola hidâyet etmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na şirk/ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Rabbimin dilediği dışında hiçbir şey olmaz. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ ibret almıyor musunuz? Siz, Allah'ın size, haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na şirk/ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım?! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki gruptan (Allah'ı tek ilâh kabul edenlerle O'na ortak koşanlardan) hangisi (Allah'ın azâbından) emniyette/güvende olmaya daha lâyıktır?" [313] diyerek putperest düşünceye karşı tavır almaktadır.
Yukarıdaki âyetlerde konumuz açısından şu noktalar önemlidir: Putperestler, Allah’tan korkmamakta; fakat iman edenlerin putlardan korkmasını istemektedirler. Putları önemli bir korku kaynağı olarak insanların hâfızalarında diri tutarak toplumu yönetme ilkesi egemendir, bu tür toplumlarda. Bundan dolayı, putların gölgesinde sürdürdükleri otoritelerini sarsacak her düşünce ve hareketi tehlikeli sayarlar. Farklı düşünenler; yıpratma, tehdit ve korkutma gibi yöntemlerle sindirilmeye çalışılır. Hz. İbrâhim, babasını putlardan vazgeçirme konusunda ısrarcı olunca, oğluna verecek cevabı kalmayan baba, putlara olan bağlılığını oğlunu tehdit ederek ortaya koymuştur: "(Babası:) Demişti ki: 'Ey İbrâhim! Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni kovar, taşa tutarım! Uzun bir zaman benden uzak dur! İbrâhim: ‘Sizden de, Allah'ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime duâ etmemle bedbaht (emeği boşa gitmiş) olmam." [314]
Putperest/câhilî düzenin yöneticileri, otoritelerini zedeleyecek hiçbir inanç, düşünce ve davranışa asla tahammül göstermezler. Sisteme ve düzenin ana felsefesine yönelik köklü eleştiri bir tek kişi tarafından da başlatılmış olsa, bundan şiddetli bir paniğe kapılırlar; zira “haksız” olduklarının bilincindedirler ve eleştirileri cevaplayacak tutarlı bir fikir bütünlüğüne sahip değildirler. Nitekim, Nemrut ve adamları, Hz. İbrâhim’in putlara ve putperest düzene yönelik eleştirilerini sürdürmedeki kararlılığı karşısında, onu yakma girişiminde bulunmaktan çekinmemişlerdir: “Dediler ki: ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk.” [315]
İbrâhim (a.s.), sırf inançlarından dolayı, babasının da dâhil olduğu bir topluluk tarafından yakılmak istenir. Yerleşik değerlerin (putperestlik) temellerine yönelen bir eleştiri, çok şiddetli bir cezalandırma yöntemiyle susturulmak istenir. Refahtan şımarıp azan önde gelenler, sömürü ve zulüm çarkının işlemesini engelleyecek her türlü inanç, düşünce ve harekete karşı tahammülsüzdür. Tarihte Hz. İbrâhim’in yakılma teşebbüsü bunun en canlı örneklerinden biri olmuştur. Günümüzde yapılanlar ise, refahtan şımarıp azan önde gelenlerin toplumu korku, tedhiş ve terör kıskacında yönetebilmek için tarihte benzer zihniyettekilerin yaptıklarının bir tekrarından ibarettir. Tarihsel süreç incelendiğinde benzer senaryolar hep tekrarlanıp durmuştur. Halkı sindirerek daha rahat yönetebilmek için korku, silâh olarak kullanılmakta ve tüm ülke acımasız bir psikolojik savaşın içine sokulabilmektedir. Halkın muhâlif olduğu politikalar karşısında sessiz kalmasını sağlayabilmek için klasik bir yöntem vardır: Yüreklere korku salmak. Halk, malının ve canının bir büyük düşmanın tehdidi altında bulunduğuna inandırılırsa, muhâlif olduğu programların uygulanması karşısında sessiz kalmayı tercih eder; yapılanları hoş karşılamasa bile, zarûri bulabilir. Yüreklere korku salabilmek için propaganda sistemi çalıştırılır.
İstenen sonuca ulaşabilmek için, o zamana kadar halka söylenilen ve fakat gerçekte inanılmayan birçok kavram, ilke unutulur. Her şey te'vil edilerek birçok kavramın içi boşaltılır, anlam alanları daraltılır veya saptırılır. Her türlü hile, entrika, yol ve yöntem mubahlaşır: “Nuh dedi ki: ‘Rabbim, gerçekten onlar bana isyan ettiler; mal ve çocukları kendisine kayıptan başka bir şeyi arttırmayan kimselere uydular. Ve büyük hileli düzenler kurdular.” [316] Ama İbrâhim (a.s.), putperest düzene karşı mücâdelesinde bütün olumsuz koşullara rağmen, inancının gerektirdiği duruşu, tavrı sergiler: “Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim.”[317] Hz. İbrâhim, yalnızca Allah’a ibâdet ve itaat etmenin, yalnızca O’nu ilâh ve Rab kabul edinmenin, yalnızca O’ndan korkmanın doğal sonucu olarak böyle bir tavır, bir duruş ortaya koyar. Bu nedenle Allah, tüm mü’minlere Hz. İbrâhim’i örnek gösterir: “İbrâhim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır.” [318]
Putperest bir toplum içerisinde tek başına kalmış olmasına karşın inancından ve bu uğurdaki kararlı mücâdelesinden vazgeçmemiş olması ise, İbrâhim’in (a.s.) en belirgin vasfıdır. Tek başına olmasına rağmen hiçbir korku ve kaygıya kapılmadan, en olumsuz şartlarda direnmenin, ayakta kalmanın sembolüdür Hz. İbrâhim. O nedenle Kur’ân-ı Kerim onu hem tekil (muvahhid), hem de çoğul (ümmet) olarak tanıtmakta ve örnek olarak gelecek nesillere göstermektedir: “Gerçek şu ki, İbrâhim tek başına bir ümmetti; Allah’a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhiddi ve o müşriklerden değildi.” [319]
Hz. İbrâhim’in ateşe atılırken söylediği “Allah bana kâfidir” ve kavmi ile tartışmasında söylediği “ben sizin ilâhlarınızdan korkmuyorum”; “sizden ve sizin ilâhlarınızdan kopup ayrılıyorum.” sözleri, onun teslimiyetinin bir ölçüsü olmanın yanı sıra; tüm korkuları, Allah korkusu içinde eritip yok ettiğinin de bir göstergesidir. Bir önder ve örnek olarak o, özgür olmanın yolunun yalnızca Allah’tan korkarak ve böylelikle tüm korkulardan arınmaktan geçtiğini, tüm iman edenlere göstermektedir. Yalnızca Allah’tan korkan bir mü’min, Allah’ın çizdiği sınırları koruma konusunda gerekli hassâsiyeti gösterir.
Yalnızca Allah’tan Korkmak: Malın, canın, neslin ve inancın tehlike altında olması durumunda genelde insanlar, özelde mü’minler, inancını yaşatmak için tüm imkânlarını seferber ederek ölüm de dâhil olmak üzere her şeyi göze alırlar. Bu insanlık tarihinde genel bir kanun olarak hep var olmuştur. Mü’minler ise bu noktada özel bir yer işgal ederler. Onlar, öldükten sonra dirilmeye, Allah’ın huzurunda hesap vermeye olan inançlarından dolayı dünyayı âhiret için bir hazırlık, bir tarla gibi görürler. Öldükten sonra dirilme ve yaptıklarından dolayı hesap verme, mü’mini teyakkuz halinde tutan bir duygu oluşturur. Hesap gününde Allah’ın huzurunda mahçup olma, Allah’ın rızâsını kaybetme mü’minin asıl korkusudur.
Birçok korku kaynağı aynı anda vuku bulduğunda, mü’minin bunların etkisi altında kalmaması mümkün olmayabilir. Korkular anaforunda yaşanan geçici durum bu bakımdan önemli değildir. Önemli olan kalıcı haldir; kalıcı hal üzerinde hangi korku kaynağının etkili olduğudur. İşte yalnızca Allah’tan korkmaktan kasdettiğimiz, kalıcı halin Allah korkusu ile tâyin edilmesidir. Bu nedenle mü’min, inancına zarar verecek, dolayısıyla ölüm ötesi hayatta kendini sıkıntıya sokacak herhangi bir davranış içinde bulunamaz. İşte bu yüzdendir ki Allah, mü’minleri yalnızca kendinden korkmaya çağırarak korkularından arındırmak ister: “Öyleyse Benden, yalnızca Benden korkun. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, itaat-kulluk da O’nundur. Böyleyken Allah’tan başkasından mı korkup sakınıyorsunuz?”[320]; “Öyleyse insanlardan korkmayın; Benden korkun ve âyetlerimi az bir değere karşılık satmayın.” [321]
Allah, Kur’an’ın değişik yerlerinde, kâfirlerden, zâlimlerden, müşriklerden ve onların ilâh kabul ettiklerinden, kınayıcıların kınamasından ve şeytandan korkmamaları gerektiğini mü’minlere hatırlatmaktadır.[322] Yalnızca Allah’tan korkmanın, mü’min olma şartı ile birlikte ifade edilmesi, mü’min olmaktan ne anlamamız gerektiğini de berraklaştırmaktadır: “İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer mü’minseniz Benden korkun.”[323] Allah’tan korkmak, O’nun azâbından ve O’nun sıfatlarının derin anlamlarını bilmekten doğan uyanıklık ve dikkat halinde bulunmaktır. Kendisinden dolayı ceza çekeceğini bildiği şeyleri yapmaktan kaçınan kimse, gerçekte Allah’tan korkmaktadır. Mü’minlerin, temiz akla sahip olarak Allah’tan korkup sakınmaları Kur’an’da ısrarla istenmektedir. [324]
“Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkup sakınmak gerekiyorsa öylece korkup sakının ve siz, müslüman olmaktan başka bir din ve tutum üzerinde ölmeyin.”[325] Allah’a yaraşır şekilde Allah’tan korkmak demek, Allah’ın adını yükseltmek, O’nun emir ve yasaklarına riâyet ederek gösterdiği yolda yürümek demektir. Onun dışında edinilen tüm ilâh ve rabların hükümranlığına son vermektir: “Benden başka ilâh yoktur; şu halde Benden korkup sakının diye uyarıp korkutun.”[326] Bir mü’min için; şeytanın taraftarları ile işgal edilmiş bir dünyada, Allah’tan başka ilâh ve rab olmadığını deklare etmek demek, zulme karşı Hz. İbrâhim gibi meydan okumak, kıyâma kalkmak demektir. İşte böyle bir durumda dimdik ayakta durabilmek için, Hz. İbrâhim’in ateşe atılırken “Allah bana kâfidir” şeklindeki sözünü diyebilme güç, irâde ve bilincinde olmak gerekir. Bunun yolu da, Allah’a güvenip dayanmak, O’na teslim olmak, O’ndan gereği gibi korkup O’na yönelmektir.
Zâlimleri etkisiz hale getirmenin yolu mücâdeledir. İnatla, sabırla ve meşrûiyet içinde yürütülecek bir mücâdele ile bütün engeller aşılabilir, kurulan tuzaklar işe yaramaz hale getirilebilir. Bütün korkulardan arınıp yalnızca Allah’tan korkarak, O’na güvenip dayanarak, O’na sığınarak Allah’ın gösterdiği dosdoğru yolda İbrâhimî duruşu göstererek ve bu yolda tüm mazlumlara kimlikleri sorulmadan birlik içinde sahip çıkarak zulme son verilebilir. [327]
"O'nda Güzel Örnekler Vardır"
"İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.' 'Rabbimiz! Ancak Sana tevekkül edip dayandık, Sana yöneldik. Dönüş de ancak Sanadır. Andolsun, onlar sizin için, Allah'ı ve âhiret gününü arzu edenler için güzel bir örnektir. Kim yüz çevirirse şüphesiz Allah ğanîdir (zengindir), hamîddir, hamde lâyık olandır." [328]
Kur’an, “üsvetün hasenetün (güzel örnek)” ifadesiyle tüm müslümanlara örnek gösterdiği Muhammed Mustafâ’dan (s.a.s.) başka sadece Hz. İbrâhim’in adını verir.[329] Bu, Hz. İbrâhim’in Allah katındaki faziletini gösterdiği gibi, bizim de pratik hayatımızda Hz. İbrâhim’i model almamız, onun davranışlarını hayatımıza geçirmemiz için de her dönem referansımız olması açısından önemlidir.
Allah, Hz. İbrâhim’i mü’minlere örnek olarak gösterdiğine göre, acaba bu örnek insanın temel özellikleri nelerdir? Kur’ân-ı Kerim’den Hz. İbrâhim’in en temel özelliklerini şöyle özetleyebiliriz:
Nûh’un milletinden [330]
Seçilmiş önder, elçi, peygamber [331]
Yalnızca Allah’tan korkan [332]
Muvahhid ve tek başına bir ümmet [333]
Hanîf (Allah’ı bir tanıyan muvahhid ve O’na yönelen müslüman) [334]
Allah’ın dostu [335]
Allah’a itaat ve ibâdet eden [336]
Doğru yolda olan [337]
Kitap verilen [338]
Hikmet sahibi [339]
Delil verilen [340]
İlim sahibi [341]
Rüşd sahibi [342]
Akıl yürüten ve aklı en iyi şekilde, gerçeği aramada kullanan [343]
Mutmain olmak isteyen [344]
İyi bir tartışmacı [345]
Kendisini Allah’a vermiş [346]
Sâlihlerden [347]
Şükredici [348]
Denenmiş, imtihanlardan başarıyla çıkmış [349]
Duâ eden [350]
Düşünen ve düşünmeye dâvet eden [351]
Neslini düşünen [352]
Âhiret yurdunu düşünen [353]
İyi davranan [354]
Kuvvetli [355]
Basîretli [356]
İhlâslı [357]
Sabırlı [358]
Ümit dolu [359]
Yumuşak huylu [360]
Kalb-i selîm sahibi [361]
Ahde vefâlı [362]
İnsanlara güzel örnek [363]
Müslüman, müşriklerden olmayan [364]
Allah’ın düşmanlarını velî/dost edinmeyen, onlardan kopup uzaklaşan [365]
Allah’ın rahmetini kazanmış [366]
Derecesi yüksek [367]
Kendisine güzellik ve mükâfat verilmiş. [368]
Kur’an’ın üçte birini teşkil eden kıssalar, binlerce hikmetle yüklüdür. Zâhiren olmuş bitmiş bir olayı anlatıyor gibi gözüken peygamber kıssaları, her dönem için nice örnekler taşıyan önemli referanslardır. Bu kıssalar, olanı anlatırken olması gerekeni bildirir bize; elbette, olmaması gerekeni de. Bu kıssalarda şahsî hayata, aile hayatına, toplum hayatına, hayatın tüm alanlarına ilişkin mânidar dersler verilir. İbrâhim (a.s.) ile ilgili kıssada da, nefis terbiyesinden çocuk terbiyesine, câhiliyye ile tek başına mücâdeleden cemaat ve ümmet olmaya kadar hayatın birçok alanında engin ibretler, zengin dersler vardır.
İbrâhim (a.s.) putları parçaladıktan sonra kavmiyle diyaloga girmektedir. İbrâhim (a.s.) putların kırılmasıyla ilgili olarak kendisine soru sorulduğunda bundan en büyük putu sorumlu tutmuş ve kavminden eğer konuşma güçleri varsa onlara sormalarını istemiştir. Sapıklık içinde yaşayan toplumun durumuna karşı hissettiğimiz bazı durumlarda bu üslûba ihtiyaç duyabiliriz. Toplumda, sahiplerinin dahi farkında olmadıkları bazı küçük ve büyük boşluklardan yararlanarak onlarla mücâdele sürecine girebiliriz. İnanç ve davranışlarındaki hataları yüzlerine vurarak bu kimseleri zayıf konuma düşürebiliriz. Bu girişimimiz sonucunda karşımızdakiler şu iki tavırdan birini alacaklardır. Ya hatalarını görerek hakikati kabullenecekler, ya da inat edip ve büyüklük taslayarak hatalarında ısrar edeceklerdir. Bu ikinci tavır, onların başkaları yanında saygınlıklarını yitirmelerine yol açacak, kendi iç bütünlüklerini kaybettirecektir. Dolayısıyla diğer insanları sapıklık ve çarpıklığa sürükleme çabalarındaki etkinlikleri zayıflayacaktır.
Bu üslûbu izlerken, diğerlerinin düşünce ve uygulamalarını iyi tanımamız gerekmektedir. Onların zayıf ve güçlü noktalarını ancak bu şekilde öğrenebiliriz. Daha sonraki diyaloglarımızda akîdeyi anlatmak için bu bilgilerden yararlanmamız mümkün olacaktır.
Nemrut’la konuşmasına gelince; burada İbrâhim peygamberin, dünya tarihinde yaşamış tâğutların en büyüklerinden biriyle yaptığı mücâdeleye şâhit olmaktayız. Nemrut’un azgınlığı o dereceye varmıştır ki, kendisini ilâh olarak görmeye başlamış ve insanlardan Allah’ı bırakıp kendisine kulluk etmelerini istemiştir. İbrâhim (a.s.), Nemrut’a karşı katı ve kararlı bir tavır sergilemiş, ilâhlığın mutlak güce dayanması gerektiğini, oysa Nemrut’un buna sahip olmadığı tezini işlemiştir. Ardından hayat ve ölüm meselesinden bahsederek kendi Rabbinin ölümsüz olduğunu söylemiştir. Bu tâğut da, İbrâhim (a.s.)’in taraftarlarının saflığını kullanarak sözcüklerle oynamak sûretiyle onları kandırmaya çalışmıştır. İbrâhim (a.s.) ona Rabbinin dirilten ve öldüren olduğunu söylediğinde o, kendisinin de dilediğini öldürüp dilediğini dirilttiğini iddia etmiştir. O, adamları tarafından tutuklanan insanlardan bazılarını astırıp bazılarını sağ bırakarak öldürme ve diriltme gücüne ve dolayısıyla ilâhlık vasıflarına sahip olduğunu ileri sürmüştür. İbrâhim (a.s.) bu tâğutun sözkonusu altın fırsatı kullanarak övünüp böbürlenmesine fırsat vermemiş ve Allah’ın kâinatta yarattığı tabiat hârikalarını ön plâna çıkararak Nemrut’tan eğer gerçekten ilâhsa bunları değiştirmesini istemiştir. İnkârcı Nemrut, bu istek karşısında çaresiz kalmış ve verecek cevap bulamamıştır.
Bu diyalogda bizim yararlanacağımız nokta şudur: Günümüzde gerçekleri çarpıtmak isteyen çevreler saf ve basit insanları ikna edip kandırmak için bazı yollara başvurmaktadırlar. Halkın kandırılmaya çalışıldığı konular, bazen akîdeyle ilgili hususlar, bazen de günlük hayatla ilgili meseleler olabilmektedir. Biz bu gibi çevrelerin çabalarına karşı İbrâhim’in (a.s.) üslûbundan ilham alabiliriz. O, Nemrut’un benzeri girişimlerine karşı açık meydan okuma yoluna başvurmuş ve neticede saptırma ve karalama çabalarını boşa çıkarmıştır.
Bu hedefe ulaşabilmek için saf insanların alt oldukları çarpıtma ve saptırma yollarının iç yüzüne vâkıf olmamız gerekir. Tabii ki, meydan okuma gücüne sahip açıklama yollarını da bilmemiz gerekir. Bütün bunlar dâvetçilerin yaşadıkları vâkıayı, bu gerçeğe hâkim olan üslûpları ve vâkıanın seyir biçimini bilinçli, dikkatli ve kapsamlı bir şekilde izlemelerini zarûri kılmaktadır. [369]
"Bir zaman İbrâhim, babasına ve kavmine demişti ki: 'Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk yaparım. Çünkü O, beni doğru yola iletecektir. Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar (onun dinine) dönsünler." [370]
Başta İbrâhim (a.s.) olmak üzere peygamberlerin tevhid mücâdeleleri, yozlaşmış bir toplum içinde, bireyin nasıl mümtaz bir yaşam süreceği, onurlu bir direniş ve muhâlefeti nasıl ortaya koyacağı sorusuna verilen cevabın etrafını örmektedir.
"İbrâhim'de, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır.”[371] O, öyle bir örnektir ki, baba sevgi ve saygısı, onu dâvâsından tâvize mecbur edemediği gibi, evlât sevgisi de ilâhî emrin önüne geçirememiştir. En inatçı müşrik bile olsa, babaya dâvâ anlatılırken nasıl bir üslûp kullanılması gerektiğini öğreten bir evlâttır o. Ne saygı ve sevgiden dolayı tâviz; ne de hakkı anlatırken haksız duruma düşüren kabalık, küstahlık, saygısızlık ve ukalâlık... Babasının, putperestlerin önde geleni olmasına rağmen, onun eylemlerine Allah için buğzederken, “yâ ebetî, yâ ebetî” hitabıyla babasını fıtratının sesine çağırmıştır. “Babacığım, ey babacığım” gibi hem hürmet, hem şefkat yüklü bir hitapla babasını şeytanın icat ettiği putlara tapmaktan alıkoymaya çalışan bir peygamberdir o. Her yanı küfür ateşinin sardığı bir ortamda yakıcı ateşler içinde kalmış, ama yanmamıştır. Hiçbir ânını ve hiçbir duygusunu küfür ateşine atmamış; o yüzden, yıllar sonra Nemrut’un dağ gibi ateşleri bile, Allah’ın izniyle onu yakmamıştır.
İbrâhim’i (a.s.) örnek almak demek; İbrâhim olup Allah’tan başka en çok sevdiğimiz İsmâil’lerimizi Allah yoluna fedâ edebilmek demektir. Putlara, putlaştırmaya ve putçulara karşı tek başımıza da olsa mücâdele edebilmektir. Âhiret ateşine atılmamak için dünya ateşlerinden korkmamak, ateşle imtihanı göze alabilmektir. Babamız ya da zâlim devlet reisi de olsa muhâtaplarımıza hakkı haykırabilmektir. İbrâhim olup sevdiğimizi, İsmâil olup nefsimizi Allah'a adama bilinci, tavsiyesi ve duâsıyla...
"İbrâhîm
İçimdeki putları devir
Elindeki baltayla
Kırılan putların yerine
Yenilerini koyan kim?
Güneş buzdan evimi yıktı
Koca buzlar düştü
Putların boyunları kırıldı
İbrâhîm
Güneşi evime sokan kim?" [372]
“Hasretle andım put kıran İbrâhim’i
Kalbimde saklamaktan paslandı baltam.” [373]
“Eğer âşık isen yâre
Sakın aldanma ağyâre
Gir İbrâhim gibi nâre
Bu gülşende yanar olmaz.” [374]
Hz. İbrâhim'in putperestlerin yüzüne haykırdığını, çağdaş putçulara biz de tekrarlıyoruz: "Yuh olsun size ve Allah'tan başka taptıklarınıza! Siz, aklınızı kullanmaz mısınız?" [375]
"Selâmun alâ İbrâhîm: 'İbrâhim'e selâm olsun!" [376]
Konuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Kur’ân-ı Kerim’de İbrâhîm İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (69 yerde): 2/Bakara, 124, 125, 125, 126, 127, 130, 132, 133, 135, 136, 140, 258, 258, 258, 260; 3/Âl-i İmrân, 33, 65, 67, 68, 84, 95, 97; 4/Nisâ, 54, 125, 125, 163; 6/En’âm, 74, 75, 83, 161; 9/Tevbe, 70, 114, 114; 11/Hûd, 69, 74, 75, 76; 12/Yûsuf, 6, 38; 14/İbrâhim, 35; 15/Hicr, 51; 16/Nahl, 120, 123; 19/Meryem, 41, 46, 58; 21/Enbiyâ, 51, 60, 62, 69; 22/Hacc, 26, 43, 78; 26/Şuarâ, 69; 29/Ankebût, 16, 31; 33/Ahzâb, 7; 37/Sâffât, 83, 104, 109; 38/Sâd, 45; 42/Şûrâ, 13; 43/Zuhruf, 26; 51/Zâriyât, 24; 53/Necm, 37; 57/Hadîd, 26; 60/Mümtehıne, 4, 4; 87/A'lâ, 19.
B- İbrâhim (a.s.)’in Şahsiyeti, Hayatı ve Peygamberliği
a- İbrâhim (a.s.) Hayatını ve Kıssasını Anlatan Âyetler: 6/En’âm, 74-84; 11/Hûd, 69-76; 15/Hicr, 51-60; 19/Meryem, 42-50; 21/Enbiyâ, 51-73; 26/Şuarâ, 69-104; 29/Ankebût, 16-18, 24-27; 37/Sâffât, 83-113.
b- İbrâhim (a.s.)’e Peygamberlik Verilmiştir: 2/Bakara, 124, 130; 4/Nisâ, 163; 16/Nahl, 121, 122; 21/Enbiyâ, 51; 38/Sâd, 45-47; 57/Hadîd, 26.
c- İbrâhim (a.s.)’in Allah’a Teslimiyeti: 2/Bakara, 128, 131-132; 16/Nahl, 120; 19/Meryem, 41; 37/Sâffât, 100-107.
d- İbrâhim Milleti/Dini: 2/Bakara, 130, 135; 3/Âl-i İmrân, 95; 4/Nisâ, 125; 6/EN’âm, 161; 16/Nahl, 120, 123.
e- İbrâhim (a.s.) Nûh (a.s.)’un Dini Üzereydi: 37/Sâffât, 83-84.
f- İbrâhim (a.s.)’in, İnsanlar Arasında Hükmedecek Mevkî İstemesi: 26/Şuarâ, 83.
g- Lût (a.s.)’un, İbrâhim (a.s.)’e İman Etmesi: 29/Ankebût, 26; 37/Sâffât, 99.
h- Meleklerin Lût Kavminin Haberini Önce İbrâhim (a.s.)’e Getirmeleri: 11/Hûd, 69-70, 74-76; 15/Hicr, 57-60; 29/Ankebût, 31-32; 51/Zâriyât, 31-34.
i- İbrâhim (a.s.)’in, Yakîn İlme Sahip Olması: 6/En’âm, 75.
j- İbrâhim (a.s.)’in Neslinden Peygamberler Gönderilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 33-34; 6/En’âm, 84; 21/Enbiyâ, 72-73; 29/Ankebût, 27; 37/Sâffât, 108-113; 57/Hadîd, 26.
k- İbrâhim (a.s.)’in Karı-Koca İhtiyar Olmalarına Rağmen, Melekler Tarafından İshak ve Torunu Ya’kub ile Müjdelenmesi: 11/Hûd, 69-73; 15/Hıcr, 51-55; 19/Meryem, 49-50; 21/Enbiyâ, 72-73; 29/Ankebût, 27; 37/Sâffât, 112-113; 51/Zâriyât, 24-30.
l- İbrâhim (a.s.)’e, İsmâil ve İshak’ın Verilmesi: 14/İbrâhim, 39; 29/Ankebût, 27.
m- İbrâhim (a.s.)’in, Peygamberimiz İçin Duâsı: 2/Bakara, 129.
n- İbrâhim (a.s.)’in, Hz. İsmâil’i Kurban Etmek İstemesi ve Allah’ın İmtihanı: 37/Sâffât, 100-107.
o- İbrâhim (a.s.)’in , Kâbe’yi İnşâsı: 2/Bakara, 127.
p- Makam-ı İbrâhim: 2/Bakara, 125.
r- İbrâhim (a.s.)’in, Mekke Hakkındaki Duâsı: 14/İbrâhim, 35.
s- İbrâhim (a.s.)’in, Hz. Hâcer ve İsmâil’i Mekke’ye Götürüp Bırakması: 14/İbrâhim, 37.
t- İbrâhim (a.s.)’in, İnsanları Hacca Dâvetle Emrolunması: 22/Hacc, 27-29.
u- İbrâhim (a.s.)’in, Kendisi, Ana-Babası ve Mü’minler İçin Duâsı: 14/İbrâhim, 41; 26/Şuarâ, 83-87.
v- İbrâhim (a.s.)’in, Dirilme Hakkında Merakı: 2/Bakara, 260.
y- Allah’ın İbrâhim (a.s.)’i Dost Edinmesi: 4/Nisâ, 125.
z- Yahûdi ve Hıristiyanların İbrâhim (a.s.) İçin Çekişmeleri: 3/Âl-i İmrân, 65-67.
C- İbrâhim’in Dâvet Görevi ve Tevhid Mücâdelesi
a- İbrâhim (a.s.)’in Atası Âzer’e Dâveti ve Gördüğü Tepki: 6/En’âm, 74; 19/Meryem, 42-48; 21/Enbiyâ, 52-57; 26/Şuarâ, 69-82; 37/Sâffât, 85-87; 43/Zuhruf, 26-27; 60/Mümtehine, 4.
b- İbrâhim (a.s.)’in, Kavmine Dâveti ve Kavminin Tepkisi: 21/Enbiyâ, 52-57; 26/Şuarâ, 69-82; 29/Ankebût, 16-18, 24-26; 37/Sâffât, 85-87; 43/Zuhruf, 26-27.
c- İbrâhim (a.s.)’in, Kavmine Karşı Akıl Yolu İle Allah’ı Arayıp İspat Etmesi: 6/En’âm, 76-79; 21/Enbiyâ, 58-67; 26/Şuarâ, 70-82.
d- İbrâhim (a.s.)’in Kavmiyle Münâzarası: 6/En’âm, 80-83; 26/Şuarâ, 70-82; 37/Sâffât, 88-96.
e- İbrâhim (a.s.)’in Kavminin Putlarını Kırması ve Gördüğü Tepki: 21/Enbiyâ, 52-68; 37/Sâffât, 88-97.
f- İbrâhim (a.s.)’in, Kâbe’yi Putlardan Temizlemesi: 22/Hacc, 26.
g- İbrâhim (a.s.)’in, Nemrut ile Münâzarası: 2/Bakara, 258.
h- Nemrut’un Tanrılık İddiâsı: 2/Bakara, 258.
i- İbrâhim (a.s.)’in Nemrut Tarafından Ateşe Atılması: 21/Enbiyâ, 68-71; 29/Ankebût, 245; 37/Sâffât, 97-98.
j- Nemrut’un Ölümü/Helâkı: 21/Enbiyâ, 70.
Konuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhârî; Tefsir 26; Enbiyâ 8; Nikâh 12, Salât 1, Tevhîd 19, 24, 37; Hac 54, Büyû' 53, Cihad 71, 74; İ'tisâm 16, 100; Hîbe 28, 36; Libâs 68; Rikak 45, 51; Deavât 31, 32.
Müslim, İman 259, 263, 264, 270, 272, 278; Fezâil 150, 151, 154.
Tirmizî; Tefsîr 21/3
Ebû Dâvud; Talak 16.
[1] 2/Bakara, 124
[2] 6/En'âm, 74
[3] 6/En'âm, 75-79
[4] 2/Bakara, 131
[5] 21/Enbiyâ, 51
[6] 42/Şûrâ, 13
[7] 53/Necm, 36-37; 87/A'lâ, 19
[8] 19/Meryem, 42/46
[9] 6/En'âm, 80-81; 21/Enbiyâ, 51-73; 26/Şuarâ, 70-89; 29/Ankebût, 16-27
[10] 19/Meryem, 41-50; 9/Tevbe, 114
[11] 2/Bakara, 260
[12] 37/Sâffât, 88-90
[13] 21/Enbiyâ, 57-67; 37/Sâffât, 88-96
[14] 21/Enbiyâ, 68; 29/Ankebût, 24
[15] 21/Enbiyâ, 68-70
[16] 2/258
[17] 29/Ankebût, 28
[18] 21/Enbiyâ, 71; 29/Ankebût, 26
[19] 37/Sâffât, 99-101
[20] 11/Hûd, 69-76; 15/Hicr, 51-60; 29/Ankebût, 31-32
[21] 14/İbrâhim, 37
[22] 37/Sâffât, 100-102
[23] 37/Sâffât, 101-112
[24] Buhârî, Libâs 68; Müslim, İman 270-272, 278
[25] 2/Bakara, 126; 14/İbrâhim, 35
[26] 2/Bakara, 126-129; 14/İbrâhim, 35, 40
[27] Ahmed binHanbel, Müsned, IV/127, 128; V/2623/
[28] Buhârî, Tefsir 33/10, Deavât 31, 32
[29] 2/Bakara, 135, 140
[30] 3/Âl-i İmrân, 65
[31] 2/Bakara, 135
[32] 3/Âl-i İmrân, 67
[33] 3/Âl-i İmrân, 95, 16/Nahl, 123
[34] 6/En'âm, 161
[35] Ahmed bin Hanbel, Müsned, V/266; VI/116, 233
[36] 3/Âl-i İmrân, 95
[37] 4/Nisâ, 125
[38] 2/Bakara, 125
[39] 3/Al-i İmrân, 95
[40] 2/Bakara, 130
[41] 22/Hacc, 78
[42] 2/Bakara, 130; 16/Nahl, 122
[43] 16/Nahl, 120-122
[44] 11/Hûd, 73
[45] 15/Hicr, 53; 37/Sâffât, 101, 112
[46] 11/Hûd, 73
[47] 15/Hicr, 51
[48] 19/Meryem, 41
[49] 60/Mümtehine, 4; Ömer Faruk Harman, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, c. 21, s. 266-272
[50] 9/Tevbe, 114; 11/Hûd, 75
[51] 9/Tevbe, 114; 11/Hûd, 75
[52] 11/Hûd, 75
[53] 2/Bakara, 135, 3/Âl-i İmrân, 67, 95; 4/Nisâ, 125 vd.
[54] 4/Nisâ, 125
[55] 16/Nahl, 120), Şâkir (Allah'a çok şükreden (16/Nahl, 121
[56] 2/Bakara, 124
[57] 2/Bakara, 125
[58] 2/Bakara, 126
[59] 2/Bakara, 127
[60] 2/Bakara, 128
[61] 2/Bakara, 129
[62] 2/Bakara, 130
[63] 2/Bakara, 131
[64] 2/Bakara, 132
[65] 2/Bakara, 133
[66] 2/Bakara, 135
[67] 2/Bakara, 136
[68] 2/Bakara, 140
[69] 2/Bakara, 258
[70] 2/Bakara, 260
[71] 3/Âl-i İmrân, 33-34
[72] 3/Âl-i İmrân, 65
[73] 3/Âl-i İmrân, 67
[74] 3/Âl-i İmrân, 68
[75] 3/Âl-i İmrân, 95
[76] 3/Âl-i İmrân, 96-97
[77] 4/Nisâ, 54
[78] 4/Nisâ, 54
[79] 4/Nisâ, 125
[80] 6/En'âm, 74
[81] 6/En'âm, 75
[82] 6/En'âm, 76
[83] 6/En'âm, 77
[84] 6/En'âm, 78
[85] 6/En'âm, 79
[86] 6/En'âm, 80
[87] 6/En'âm, 81
[88] 6/En'âm, 82
[89] 6/En'âm, 83
[90] 6/En'âm, 161
[91] 9/Tevbe, 113-114
[92] 11/Hûd, 69
[93] 11/Hûd, 70
[94] 11/Hûd, 71
[95] 11/Hûd, 72
[96] 11/Hûd, 73
[97] 11/Hûd, 74
[98] 11/Hûd, 75
[99] 11/Hûd, 76
[100] 14/İbrâhim, 35
[101] 14/İbrâhim, 36
[102] 14/İbrâhim, 37
[103] 14/İbrâhim, 38
[104] 14/İbrâhim, 39
[105] 14/İbrâhim, 40
[106] 14/İbrâhim, 41
[107] 15/Hıcr, 51
[108] 15/Hıcr, 52
[109] 15/Hıcr, 53
[110] 15/Hıcr, 54
[111] 15/Hıcr, 55
[112] 15/Hıcr, 56
[113] 16/Nahl, 120
[114] 16/Nahl, 121
[115] 16/Nahl, 122
[116] 16/Nahl, 123
[117] 19/Meryem, 41
[118] 19/Meryem, 42
[119] 19/Meryem, 43
[120] 19/Meryem, 44
[121] 19/Meryem, 45
[122] 19/Meryem, 46
[123] 19/Meryem, 47
[124] 19/Meryem, 48
[125] 19/Meryem, 49
[126] 19/Meryem, 50
[127] 21/Enbiyâ, 51-71
[128] 22/Hacc, 26
[129] 22/Hacc, 27-28
[130] 22/Hacc, 29
[131] 22/Hacc, 78
[132] 26/Şuarâ, 69-89
[133] 29/Ankebût, 16
[134] 29/Ankebût, 17
[135] 29/Ankebût, 18
[136] 29/Ankebût, 24
[137] 29/Ankebût, 25
[138] 29/Ankebût, 26
[139] 29/Ankebût, 27
[140] 29/Ankebût, 31
[141] 29/Ankebût, 32
[142] 37/Sâffât, 83-98
[143] 37/Sâffât, 99-113
[144] 38/Sâd, 45-47
[145] 43/Zuhruf, 26-28
[146] 53/Necm, 36-37
[147] 53/Necm, 38
[148] 53/Necm, 39
[149] 53/Necm, 40
[150] 53/Necm, 41
[151] 53/Necm, 42
[152] 53/Necm, 43
[153] 53/Necm, 44
[154] 53/Necm, 45-46
[155] 53/Necm, 47
[156] 53/Necm, 48
[157] 53/Necm, 49
[158] 57/Hadîd, 26
[159] 60/Mümtehıne, 4
[160] 60/Mümtehıne, 5
[161] 60/Mümtehıne, 6
[162] 87/A'lâ, 9-19
[163] Müslim, Fezâil 150
[164] Buhârî, Enbiyâ 8, Rikak 45; Müslim, Cennet 58
[165] Buhâri, Enbiyâ 8
[166] Müslim, İman 270
[167] Müslim, İman 272, 278
[168] Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/127, 128; V/262
[169] Ahmed bin Hanbel, Müsned, V/266; VI/116, 233
[170] Buhârî, Deavât 33; Müslim, Salât 66; Tirmizî, Vitr 20; Ebû Dâvud, Salât 183; Nesâî, Sehv 51
[171] Buhârî, Rikak 45; Müslim, Cennet 58
[172] Buhârî, Tefsir 26
[173] Buhârî, Büyû' 53, Cihad 71, 74, İ'tisâm 16; Müslim, Hac 454, 456, 458, 462, 473, 475, 478
[174] Buhârî, Salât 1, Tevhîd 37; Müslim, İman 259, 263, 264
[175] Buhârî, Hac 54
[176] 19/Meryem, 42-46
[177] 21/Enbiyâ, 52-56
[178] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, s. 42-44
[179] 26/Şuarâ, 70-74
[180] 26/Şuarâ, 75-77
[181] 29/Ankebût, 16-17
[182] 2/Bakara, 170
[183] 31/Lokman, 21
[184] Necmettin Şahinler, Tek Başına Bir Ümmet, s. 93-95
[185] 37/Sâffât, 95-96
[186] Bkz. 29/Ankebût, 61, 63; 39/Zümer, 3
[187] Mehmet Kubat, Kur'an'da Tevhid, s. 132-138
[188] 14/İbrâhim, 22
[189] 65/Talak, 2-3
[190] 12/Yûsuf, 39
[191] Harun Yahya, Şirk, Vural Y. s. 90, 92
[192] 21/Enbiyâ, 51-71
[193] 37/Sâffât, 83-98
[194] 2/Bakara, 258
[195] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 10/8-12
[196] ; 21/Enbiyâ, 52, 57, 66; 26/Şuarâ, 70, 71; 29/Ankebût, 17, 25; 37/Sâffât, 85, 86, 95
[197] 37/Sâffât, 91
[198] 37/Sâffât, 92
[199] 26/Şuarâ, 78-82
[200] 29/Ankebût, 19, 20
[201] 6/En’âm, 74-79
[202] 21/Enbiyâ, 58
[203] 37/Sâffât, 91
[204] 2/Bakara, 258; 6/En’âm, 76-80; 21/Enbiyâ, 55, 59, 60; 29/Ankebût, 24; 37/Sâffât, 97
[205] 21/Enbiyâ, 52; 37/Sâffât, 95
[206] 29/Ankebût, 17
[207] 21/Enbiyâ, 61
[208] 21/Enbiyâ, 52-54; 26/Şuarâ, 71-74
[209] 21/Enbiyâ, 58-65
[210] 6/En’âm, 80; 19/Meryem, 46-48; 21/Enbiyâ, 68, 29/Ankebûtü, 24; 37/Sâffât, 97
[211] 21/Enbiyâ, 55
[212] 26/Şuarâ, 75-82
[213] Zübeyir Yetik, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 81-83
[214] 21/Enbiyâ, 68-70; Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, s 44-45
[215] 54/Kamer, 11-12
[216] 17/İsrâ, 69; 51/Zâriyât, 41
[217] 22/Hacc, 1; 99/Zilzâl, 1
[218] 3/Âl-i İmrân, 124
[219] 9/Tevbe, 40
[220] 48/Fetih, 4, 7
[221] 21/Enbiyâ, 70
[222] 21/Enbiyâ, 70
[223] 29/Ankebût, 26
[224] 37/Sâffât, 99
[225] Buhârî, İman 4, Rikak 26; Ebû Dâvud, Cihad 2
[226] 60/Mümtehıne, 4
[227] 16/Nahl, 41
[228] 19/Meryem, 42-49
[229] 2/Bakara, 219; 9/Tevbe, 20
[230] 73/Müzzemmil, 9-10
[231] 74/Müddessir, 1-5
[232] 60/Mümtehine, 13; Furkan Eren, Siz Hâlâ Hicret Etmediniz mi?, Haksöz, Sayı 114, Eylül, 2000
[233] 67/Mülk, 2
[234] 29/Ankebût, 3
[235] 2/Bakara, 155
[236] Dârimî, c. 2, s. 320
[237] Tirmizî, c. 7, s. 78
[238] 2/Bakara, 124
[239] 2/Bakara, 124
[240] İbn Kesir, Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tefsiri, c. 2, s. 530-531
[241] 2/Bakara, 124
[242] 2/Bakara, 124
[243] Müslim, İmâre, 38, hadis no: 1839
[244] İbn Kesir, a.g. e. c. 2, s. 536
[245] 31/Lokman, 13
[246] 5/Mâide, 45
[247] 5/Mâide, 45
[248] 16/Nahl, 90
[249] Beşir İslâmoğlu, a.g.e. s. 46-49
[250] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, c. 1, s. 240
[251] Okyanus, Mütercim Asım Efendi, Hanef ve Hanîf maddeleri; Hak Dini, Kur'ân Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, VI, 3821
[252] 2/Bakara, 285
[253] 3/Âl-i İmrân, 19
[254] 2/Bakara, 135
[255] H. Basri Çantay, Kur'ân-ı Hakim ve Meâl-i Kerîm, I, 40
[256] 3/Âl-i İmrân, 67
[257] 3/Âl-i İmrân, 95
[258] 4/Nisâ, 125
[259] 6/En'âm, 79
[260] 6/En'âm, 161
[261] 10/Yûnus, 105
[262] 16/Nahl, 120
[263] 16/Nahl, 123
[264] 30/Rûm, 30
[265] 22/Hacc, 31
[266] 98/Beyyine, 5
[267] 30/Rûm, 30
[268] Buhârî, Cenâiz 80
[269] Aynî, Umdetü'l-Kaarî, VIII, 179
[270] 7/A'râf, 172
[271] Hâzin Tefsiri, V, 45; Ahmet Yaşar, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 329-331
[272] 2/Bakara, 135
[273] 3/Âl-i İmrân, 67
[274] 16/Nahl, 120, 123
[275] Ahmed bin Hanbel, V, 266. Ayrıca bk. Buhârî, İmân 29; Tirmizî, Menâkıb 32, 64; Ahmed bin Hanbel, III, 442
[276] Ahmet Önkal, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 331
[277] 40/Mü’min, 60
[278] 25/Furkan, 77
[279] 7/A’râf, 55
[280] 60/Mümtehıne, 4
[281] 2/Bakara, 124
[282] 2/Bakara, 126
[283] 2/Bakara, 127
[284] 2/Bakara, 128
[285] 2/Bakara, 129
[286] 14/İbrâhim, 35-36
[287] 14/İbrâhim, 37
[288] 14/İbrâhim, 38
[289] 14/İbrâhim, 39
[290] 14/İbrâhim, 40
[291] 14/İbrâhim, 41
[292] 26/Şuarâ, 77-89
[293] 37/Sâffât, 100
[294] 60/Mümtehıne, 4
[295] 60/Mümtehıne, 5
[296] 14/İbrâhim, 40
[297] Metin Karabaşoğlu, Kur’an Okumaları, 48-51
[298] 14/İbrâhim, 35-36
[299] Seyyid Kutub, a.g.e. c. 9, s. 87-90
[300] 2/Bakara, 125
[301] 6/En’âm, 81
[302] 14/İbrâhim, 37
[303] 26/Şuarâ, 81
[304] 37/Sâffât, 101-107
[305] 21/Enbiyâ, 57-65
[306] 19/Meryem, 41-47
[307] 21/Enbiyâ, 53-54
[308] 26/Şuarâ, 75-77
[309] 2/Bakara, 131
[310] Levent Uçkan, İslâm Tarihi Notları, s. 25-28
[311] 29/Ankebût, 25
[312] 53/Necm, 23
[313] 6/En’âm, 79-81
[314] 19/Meryem, 46, 48
[315] 21/Enbiyâ, 68-70
[316] 71/Nûh, 21-22
[317] 6/En’âm, 79
[318] 60/Mümtehıne, 4
[319] 16/Nahl, 120
[320] 16/Nahl, 51-52
[321] 5/Mâide, 44
[322] 5/Mâide, 3, 54; 6/En’âm, 81, 82
[323] 3/Âl-i İmrân, 175
[324] 33/Ahzâb, 39; 35/Fâtır, 28; 5/Mâide, 100; 65/Talak, 10
[325] 3/Âl-i İmrân, 102
[326] 16/Nahl, 2
[327] 8/Enfâl, 45-47; Yıldırım Canoğlu, İbrâhimî Duruş, Umran, sayı: 77, Ocak 2001
[328] 60/Mümtehıne, 4, 6
[329] 33/Ahzâb, 21; 60/Mümtehıne, 4, 6
[330] 37/Sâffât, 83
[331] 2/Bakara, 124, 130; 16/Nahl, 120, 121
[332] 15/Hicr, 51-59; 6/En’âm, 80, 81; 51/Zâriyât, 28, 29
[333] 16/Nahl, 120, 121
[334] 3/Âl-i İmrân, 67
[335] 4/Nisâ, 125; 26/Şuarâ, 77-93
[336] 7/A’râf, 131; 16/Nahl, 120, 21/Enbiyâ, 73
[337] 6/En’âm, 84; 37/Sâffât, 99, 100
[338] 29/Ankebût, 27; 53/Necm, 36, 37
[339] 26/Şuarâ, 83
[340] 6/En’âm, 83, 75
[341] 19/Meryem, 43
[342] 21/Enbiyâ, 51
[343] 6/En’âm, 74-83; 15/Hicr, 54, 55; 19/Meryem, 42; 37/Sâffât, 95, 96
[344] 2/Bakara, 259, 260; 6/En’âm, 75
[345] 37/Sâffât, 83-113; 21/Enbiyâ, 57-69; 2/Bakara, 258
[346] 11/Hûd, 75
[347] 16/Nahl, 122; 29/Ankebût, 27; 26/Şuarâ, 83, 84
[348] 16/Nahl, 121
[349] 2/Bakara, 124; 37/Sâffât, 103-106
[350] 2/Bakara, 127-129; 14/İbrâhim, 35, 41; 60/Mümtehine, 5
[351] 26/Şuarâ, 75, 76; 29/Ankebût, 19
[352] 2/Bakara, 127-129; 29/Ankebût, 27
[353] 38/Sâd, 46
[354] 6/En’âm, 84
[355] 38/Sâd, 45
[356] 38/Sâd, 45
[357] 38/Sâd, 45
[358] 9/Tevbe, 114
[359] 15/Hicr, 55, 56
[360] 9/Tevbe, 114; 11/Hûd, 75
[361] 37/Sâf1fât, 84
[362] 53/Necm, 36, 37
[363] 60/Mümtehine, 4, 6
[364] 2/Bakara, 131; 6/En’âm, 161; 16/Nahl, 120, 123; 37/Sâffât, 107-111
[365] 9/Tevbe, 114; 43/Zuhruf, 26; 60/Mümtehıne, 4; 19/Meryem, 48, 49; 21/Enbiyâ, 67
[366] 11/Hûd, 73; 12/Yûsf, 6; 19/Meryem, 47
[367] 6/En’âm, 83
[368] 16/Nahl, 122; 29/Ankebût, 27
[369] M. Hüseyin Fadlullah, Kuram ve Eylem, c. 2, s. 139-141
[370] 43/Zuhruf, 26-28
[371] 60/Mümtehıne, 4
[372] Âsaf Hâlet Çelebi
[373] İbrâhim Demirci
[374] Yunus Emre
[375] 21/Enbiyâ, 67
[376] 37/Sâffât, 109
SÂLİH (A.S.) VE SEMÛD KAVMİ
S Â L İ H (A. S.) V E S E M Û D K A V M İ
- Sâlih (a.s.); Hayatı ve Tevhid Mücâdelesi
- Semûd Kavmi
- Hicr
- Semûd Kavmi ve İbretlik Tavrı
- Kur’ân-ı Kerim’de Sâlih (a.s.) ve Semûd Kavmi
- Semûd Kavmi ve Günümüz
- Semûd Kavmi ve Almamız Gereken Dersler, Mesajlar
- Tefsirlerden İktibaslar
“Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i (peygamber olarak gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir. İşte o da, size bir mûcize olarak (gönderilmiş) Allah’ın şu devesidir. Onu (kendi haline) bırakın, Allah’ın arzında yesin (içsin). Sakın ona herhangi bir kötülükle dokunmayın; sonra sizi acıklı bir azap yakalar.
Düşünün ki, (Allah) Âd’dan (Âd kavminden) sonra (onların yurduna) sizi hükümdarlar kıldı. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi. Onun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah’ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesatçılar olarak karışıklık çıkarmayın.
Kavminin ileri gelenlerinden müstekbirler/büyüklük taslayanlar, içlerinden müstaz’aflara/zayıf görülen iman edenlere dediler ki: ‘Siz Sâlih’in gerçekten Rabb’i tarafından gönderildiğini biliyor musunuz (Buna inanıyor musunuz)?’ Onlar da: ‘Şüphesiz biz onunla gönderilene iman eden mü’minleriz’ dediler.
Müstekbirler/kibirlenip büyüklük taslayanlar da dediler ki: ‘Biz de sizin iman ettiğinizi inkâr eden kâfirleriz’
Derken o dişi deveyi ayaklarını keserek öldürdüler ve Rab’lerinin emrinden dışarı çıktılar da: ‘Ey Sâlih! Eğer sen gerçekten peygamberlerdensen bizi tehdit ettiğin azâbı getir!’ dediler.
Bunun üzerine onları o (şiddetli) sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü dona kaldılar.
Sâlih de o zaman onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: ‘Ey kavmim! Andolsun ki ben size Rabbimin elçiliğini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, fakat siz nasihat edenleri sevmiyorsunuz.” [1]
Sâlih (a.s.); Hayatı ve Tevhid Mücâdelesi
Sâlih (a.s.), Kur'ân-ı Kerîm'de adı geçen peygamberlerden biridir. Semûd kavmine gönderilmiştir. Sâlih’in (a.s.) şeceresi İslâm kaynaklarında Nûh oğlu, Sâm oğlu, İrem oğlu, Âmir (Âbir) oğlu, Semûd oğlu, Hâzir oğlu, Ubeyd oğlu, Mâşih (Mâsih) oğlu, Esif (Âsif) oğlu, Ubeyd oğlu Sâlih şeklinde Hz. Nûh’a bağlanır. Allah Teâlâ onu, önceki peygamberlerin getirmiş olduğu tevhid dininden sapıp kendilerine ilâhlar edinen Semûd kavmini uyarmak için bu kavme peygamber olarak göndermiştir. Ancak Semûd kavmi, öteki azgın kavimlerde olduğu gibi onu dinlememişler ve eziyet ederek, yanlarından kovmuşlardır. Semûd kavminin ileri gelenleri onunla alay ederek küçümsemeye çalışmış ve kendilerini tehdit ettiği azâbın gelmesini istemişlerdir. Bunun üzerine Allah Teâlâ, onları şiddetli bir şekilde cezalandırarak yok etmiştir. Sâlih’in (a.s.) ve Semûd kavminin kıssası sonraki nesillere ibret olsun diye Kur’ân-ı Kerim'de yer almıştır.
Hz. Hud'un vefatından sonra, Semûd'un torunları Kuzey Arabistan bölgesine yerleştiler. Kendilerine köşkler, saraylar inşâ ettiler. Taşları oydular, onlara yeni şekiller verdiler. Köşklerini ve saraylarını bu şekillerle süslediler.
Semûd kavmi, tevhid inancını unutup Allah'a ortak koştular ve yapmış oldukları putlardan kendilerine tanrılar edindiler. Bu kavmin ahlâk ve fazilet bakımından en üstünü olan Sâlih'e kırk yaşına geldiği zaman peygamberlik görevi verildi.
Hz. Sâlih, kavmine gerçeği bildirdi. Onları doğru olan yola çağırdı. Tebliğde bulundu; "Şüphesiz ben, size gönderilmiş emin bir peygamberim. Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Ben sizden tebliğim için bir ücret istemiyorum. Benim ücretim âlemlerin Rabbine âittir."[2] dedi.
Sâlih (a.s.) gerçekten saygı duyulacak bir İnsandı. Semûd Kavmi de Hz. Sâlih'i sever, sayardı. Sâlih, dâvetini açıkladıktan sonra durum değişti. Kavmi, Sâlih'e karşı cephe almaya başladı. Babalarının yanlış inançlarını sürdürmeyi tercih ettiler. "Babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi yasaklıyor musun?"[3] dediler.
Semûd kavmi, kendi aralarından birisinin gerçeği haber vermesini kabullenemediler, "İçimizden bir İnsana mı uyalım?"[4] dediler. Kavmi, Hz. Sâlih'i suçlamaya başladı. Terbiyesizlik ettiler. Hz. Sâlih için "o, şımarık bir yalancıdır."[5] dediler.
"Onlar yarın kıyâmette şımarık ve yalancının kim olduğunu bilecekler. Ama iş işten geçmiş olacak. Onların yalvarıp yakarmaları kendilerine bir yarar sağlamayacaktır."[6] Semûd kavmi, Hz. Sâlih'e engel olamayacaklarını anlayınca, onunla uğraşmaktan vazgeçtiler. Sâlih peygambere inanan mü'minleri yollarından döndürmeye çalıştılar. Allah'ın elçisini yapayalnız bırakmak istediler. Mü'minlere; "Sâlih'in, Rabbı tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu gerçekten biliyor musunuz?"[7] dediler. O, gerçek iman mutluluğuna eren İnsanlar da "Biz, onunla gönderilen her şeye iman ederiz" dediler.
Hiçbir şüpheye yer vermeyen bu kayıtsız şartsız iman karşısında Semûd kavminin inkârcıları şaşkınlığa düştüler; "Sizin inandığınızı bir inkâr ederiz"[8] diyerek vicdanlarını bir kez daha sattılar. Bu inkârcılar, Hz. Sâlih'i bozgunculukla suçlarken halkı da inkâra zorladılar; "Yeryüzünü islah etmeyip bozgunculuk yapan beyinsizlerin emirlerine itaat etmeyin" dediler.
Hz. Sâlih sabretti. Ümitsizliğe kapılmadı. Gerçeğe yüz çeviren kavmini putlardan uzaklaştırmaya çalıştı. Onlara öğütlerde bulundu. Semûd kavminin sapıkları Hz. Sâlih'e; "Eğer doğru söyleyenlerden isen bir mûcize getir" dediler. Bu istekleri inanmaya yönelmelerinden değildi. Sapkınlıklarına yeni malzeme aramalarındandı.
İstedikleri mûcize, dişi ve hâmile bir deve idi. Allah, mûcize olarak Semûd kavmine bu dişi deveyi verdi. Bu mûcize karşısında bazıları iman ettiler, bazıları da inkârlarında direttiler ve Allah elçisi hakkında "amma da sihirbazmış!" demek alçaklığında bulundular.
Semûd kavmi, bu kez de deveden rahatsız olmaya başladılar. Devenin fazla su içmesinden yakındılar. Yüce Allah suyu, deve ile Semûd kavmi arasında paylaştırdı; "Suyu içme hakkı bir gün onun, bir gün de sizindir" buyurdu. Deveyi her gördüklerinde mü'minlerin inancı yenileniyordu. Azgınların da kini artıyordu. Hz. Sâlih bu durumu biliyordu. Kavmini uyarıyordu; "Sakın ona fenalık ile dokunmayın. Eğer dokunursanız sizi büyük bir günün azâbı yakalar" diyordu.
Bu kavmin inkârcıları Sâlih'in sözlerini dinlemediler. Kendi aralarında Sâlih'i, mü'minleri ve dişi deveyi öldürmeyi kararlaştırdılar. Önce, mûcize olarak gönderilen deveyi öldürdüler. Bu hareketleriyle Sâlih peygamberi ve mü’minleri yıldırmak, korkutmak istediler; isyanlarını ve kinlerini kustular. "Ey Sâlih!" dediler. "Eğer sen gönderilmiş peygamber isen vaad ettiğin azâbı getir!" [9]
Allah Elçisi yılmadı. Bu azgınlar topluluğuna; “Ey kavmim! Ben size Rabbımın risâletini tebliğ ettim. Size nasihat ettim. Fakat siz, nasihat edenleri sevmezsiniz"[10] dedi. Hz. Sâlih, kavmine iyi muâmelede bulundu. Yine kurtuluş yollarını gösterdi. Tevbe etmelerini öğütledi. "Ey kavmim" dedi. “Niçin tevbeden evvel çabucak kötülüğü istiyorsunuz? Allah'tan mağfiretinizi istemeli değil miydiniz? Belki merhamet olunurdunuz." [11]
Semûd Kavmi bu sözlere kulaklarını tıkadılar. Biz, senden ötürü ve seninle bulunanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık" dediler. Belâ ve musîbetlere sebep olarak Sâlih'le mü'minleri gösterdiler. "O şehirde dokuz kişi vardı, ki bunlar, yeryüzünde fesat çıkarıyor, iyilikte bulunmuyorlardı." [12]
Deveyi öldürten bu adamlar, kötü arzularını devam ettirmek niyetindeydiler. Bunların hepsi bir araya geldiler. "Gece baskını yapıp Sâlih'i ve âilesini öldürelim. Sonra velîsine; ‘biz o âilenin helâkinde hazır değildik, gerçekten biz doğru söyleyenlerdeniz’ diyelim, dediler.”[13] Kendi aralarında bu karara vardılar.
Şânı Yüce Allah, bu olayı şöylece belirtiyor: "Onlar, bir hile düşündüler. Biz de onların haberleri olmadan hilelerini alt-üst ettik."[14] Sâlih peygambere münkirlerin bu hilesi haber verildi. O da âilesini ve mü'minleri yanına alarak bu şehri terk etti. Böylece hicret olayı da gerçekleşti.
Azgınlar, planlarını uygulamak için geceleyin Sâlih peygamberin evini kuşattılar. Evin içinde kimseyi bulamayınca şaşırıp kaldılar. "Allah'ın azâbı onları yakalayıverdi. Bunun üzerine şiddetli bir sarsıntı tuttu. Yurtlarında yüz üstü düşüp öyle kaldılar." [15]
Ne kadar inkârcı ve sapkın varsa hepsi de helâk oldu. Şehir bir harâbe haline dönüştü. Mü’minler bir müddet sonra bu harâbe haline dönüşen şehre geldiler. Azgınlığın ve inkârcılığın kötü sonucunu seyrettiler. Mü'min olduklarından dolayı Allah'a şükrettiler. Sâlih peygamber, mü'minlerle birlikte tekrar hicret ettikleri şehre döndü. Allah Elçisi Sâlih (a.s.), mü’minlere öğütlerde bulundu; onlara, Allah'a kul olmanın sevincini tattırdı.
Her peygamber gibi o da Rabbinin rahmetine kavuştu. Ölümsüzlük diyarına ulaştı. [16]
Kavminin helâk edilmesi üzerine Sâlih (a.s.) ve ona iman eden topluluğun Mekke’ye göç ettikleri rivâyet edilir.
Semûd Kavmi
Semûd, Kur’ân-ı Kerim'de adı geçen ve kendilerine uyarıcı olarak Sâlih’in (a.s.) gönderildiği, Hicaz ile Suriye arasında Vadil-Kura'da yaşamış eski bir Arap kabilesidir. Kur’ân-ı Kerim'de bu kabilenin ismi yirmi altı yerde geçmekte olup, ayrıca Sâlih’den (a.s.) bahseden âyetler de onun kavmi olan Semûd ile ilgilidir.
Semûd, Hz. Sâlih’in peygamber olarak gönderildiği eski bir Arap toplumunun adıdır. Nûh’un oğlu Sâm’ın soyundan gelmiştir. Dedeleri Semûd’un adıyla anılırlar. Suriye ile Hicaz arasında bulunan Hicr’de yaşamışlardır. Kur’an’da “Ashâbu’l-Hıcr”[17] diye de anılır. Arap kaynaklı olmayan bazı vesikalardan da bu isimde bir kavmin varlığından ve yaşadıkları bölgeden söz edilmektedir.[18] Bunlar, Vâdi’l-Kurâ’da kayaları oyarak evler,[19] düz arâzide de saraylar yapan bir Arap toplumu idi.
Bu kavmin Kur’ân-ı Kerim'de zikredilişinin sebebi, peygamberlerini yalanlayıp inkârlarına devam etmelerinden dolayı helâk edilişlerinin bir ibret vâsıtası kılınmış olmasıdır. Semûd kavminin başına gelenler Kur’ân-ı Kerim'de ondan önceki Âd kavminin başına gelenlerle birlikte zikredilmektedir. Semûd kavmi; Semûd b. Casır b. İrem b. Sam b. Nuh'un neslidir.[20] Arap kaynaklı olmayan tarihî belgelerde de Semûd kavminden bahsedilmektedir. M.Ö 715 tarihli Sargon kitabesinde Semûd kavmi, Asuriler'in hâkimiyet altına aldıkları, Şarkî ve Merkezî Arabistan kavimleri arasında zikredilmektedir. Aristo, Batlamyus ve Plinus, Semûd kavmini (Thamudaei) belirten isimden bahsetmişlerdir. Plinus'un Semûd kavminin oturduğu yer olarak zikrettiği Domatha ve Hegra'nın, İslâmî kaynaklarda bu kavmin oturduğu yer olarak kaydedilen Hicr ile aynı yer olduğu kabul edilebilir. [21]
Hadis-i Şeriflerde, Rasûlullah’ın (s.a.s.) H. 9. yılda Tebük seferine giderken Semûd kavminin yaşadığı Hicr'e uğradığı ve bu yerin Sâlih’in (a.s.) kavminin yaşadığı yer olduğunu söylediği nakledilmektedir. [22]
Semûd kavmi, Âd kavminden sonra Allah Teâlâ'ya isyan edip küfre sapmış ve kendilerine tapındıkları putlar edinmişlerdi. Onları uyarmak ve ortağı bulunmayan tek Rab olan Allah Teâlâ'ya ibâdet etmeye yöneltmek için Sâlih’i (a.s.) görevlendirdi. Sâlih’e (a.s.) kavminin müstaz’aflarından az bir topluluk iman etmişti. Dünyevî makam ve zenginliklerinden dolayı kendilerinin diğer İnsanlardan üstün olduklarını zanneden Semûd kavminin ileri gelenleri (mele'), hor gördükleri (müstaz’af) kimselere: ‘Siz gerçekten Sâlih'in Rabbı tarafından gönderilmiş olduğuna inanıyor musunuz?’ dediler. Onlar da; ‘Doğrusu biz, onunla gönderilene iman ediyoruz’ dediler. Büyüklük taslayanlar, ‘Biz, doğrusu sizin iman ettiğinizi inkâr edenleriz’ dediler." [23]
Sâlih (a.s.), Semûd kavmini İslâm’a dâvet etmeye devam etti. Sâlih’in (a.s.) onları imana dâvet edip uyarma ve korkutmaya ısrarla devam etmesi üzerine, ona şöyle dediler: "Ey Sâlih; bayramımızı kutlayacağımız zaman sen de bizimle gel (Semûd kavminin putlarını alıp şehir dışına çıkarak kutladıkları bir bayramları vardı). Bize bir âyet (dâvânı ispatlayacak bir şey) göster. Sen ilâhına duâda bulun; biz de ilâhlarımıza duâda bulunalım. Eğer senin ilâhın duâna icâbet ederse sana uyarız. Yok, bizim ilâhlarımız bize icâbet ederse sen bize tâbi olursun!" Bu isteklerini kabul eden Sâlih (a.s.) bayramda onlarla birlikte gitti. Putperestler, putlarından istekte bulundular. Ancak bir karşılık bulamadılar. Bunun üzerine kavmin reisi, Sâlih’e (a.s.); "Ey Sâlih; bize şu kayadan bir deve çıkar. Eğer bunu yaparsan seni doğrulayacağız" dedi. Sâlih (a.s.), Allah Teâlâ kendileri için böyle bir deveyi bu kayadan çıkartırsa, onlardan iman edeceklerine dâir söz vermelerini ve yemin etmelerini istedi. Onlar, bu konuda yemin edip söz verdikten sonra, Sâlih (a.s.), namaza durdu ve Allah'a duâ etti. Bunun üzerine kaya yarıldı ve içinden onların istediği gibi gebe, karnı aç bir deve çıktı. Bu olay üzerine, onlar daha önce vermiş oldukları sözden cayarak iman etmediler.[24] Sâlih (a.s.) onlara şu nasihatlerde bulundu: "...Ey kavmim; Allah'a ibâdet edin. Sizin için O'ndan başka ilah yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir mûcize gelmiştir. İşte, Allah'ın şu dişi devesi size bir mûcizedir. Bırakın onu Allah'ın arzında otlasın. Ona bir kötülük yapmayın. Sonra can yakıcı bir azâba uğrarsınız. Hatırlayın; Allah sizi Âd kavminden sonra halifeler yaptı. Ve sizi yeryüzüne yerleştirdi. Orada, ovalarda köşkler yapıyor, dağları yontup evler yapıyorsunuz. Allah'ın nimetlerini hatırlayın. Yeryüzünde bozguncular olarak fesat çıkarmayın." [25]
Allah Teâlâ, hayvanların sulandığı kuyunun suyunun mûcize deve ile diğerleri arasında nöbetleşe kullanılacağını bildirmişti: “Onlara, suyun aralarında taksim olunduğunu haber ver. Her biri su nöbetinde hazır bulunsun.”[26] Sâlih (a.s.) kavmine; "İşte şu devedir. Su içme hakkı belirli bir gün onun ve belirli bir gün sizindir" dedi.[27] Deve onların arasında bir süre kaldı. Bu süre içerisinde, bir gün kuyunun suyunu deve içiyor, bir gün de onlar kuyunun suyundan istifade ediyorlardı. Semûd kavmi devenin su içtiği günlerde onun sütünü sağıyor ve kaplarını dolduruyorlardı. [28]
Semûd kavminin Sâlih’in (a.s.) dâvetine duydukları düşmanlık ve kinleri artınca, deveyi öldürmeyi planladılar. Allah Teâlâ bu durumu Sâlih’e (a.s.) bildirdi. Sâlih (a.s.), gördükleri mûcizeye rağmen iman etmekten kaçınan kavmine, eğer böyle bir iş yaparlarsa helâk edilecekleri uyarısında bulundu. Ancak onlar, onun bütün uyarılara kulak tıkayarak deveyi kestiler: “Onu yalanladılar. Ve derken deveyi kestiler. Bunun üzerine Rableri günahları yüzünden onları kırıp geçirerek yerle bir etti.” [29]
Allah Teâlâ, Semûd kavmini, görmüş oldukları mûcizeye rağmen iman etmemelerinden dolayı hemen cezalandırmamış ve onlara mühlet vermişti. Ancak Sâlih (a.s.) onlara; eğer kendi isteklerinden dolayı mûcize olarak Allah tarafından gönderilen deveye bir zarar vermeye kalkarlarsa affedilmeyecekleri ve korkunç bir şekilde helâk edileceklerini onlara bildirmişti. İnkârlarında direten ve deveyi öldürerek azıtan Semûd kavmi için kurtuluş yolu kalmamıştı. Sâlih (a.s.), yaptıklarını görünce ağlamış ve onlara; "Yurdunuzda üç gün daha kalın..."[30] diyerek gelecek azâbı haber vermişti. Deveyi kestikleri günün akşamı dokuz kişilik bir grup[31] Sâlih’i (a.s.) öldürmeye karar verdiler. Onlar şöyle diyorlardı: "Eğer söylediği doğru ise biz ondan önce davranalım. Yok, yalancılardan ise onu da devesinin yanına gönderelim." Allah Teâlâ bu olayı şu şekilde haber vermektedir: "Aralarında Allah'a yemin ederek, şöyle konuştular; ‘Sâlih'i ve âilesini bir gece baskınıyla öldürelim, sonra da akrabasına ‘yakınlarınızın öldürülmesinden haberimiz yok; şüphesiz biz, doğru kimseleriz’ diyelim." Onlar bir tuzak kurdular. Biz de onlar farkına varmadan, tuzaklarını alt üst ediverdik. Tuzaklarının âkıbeti nasıl oldu bir bak! Biz onları da kavimlerini de toptan helâk ettik. İşte zulümleri yüzünden, harap olmuş, bomboş evleri, şüphesiz ki bunda, bilen bir kavim için, büyük bir ibret vardır. İman edip Allah'tan korkanları kurtardık." [32]
Semûd kavminin Sâlih’e (a.s.) isyan edip mûcize istemeleri ve sonrasında gelişen olaylar ve helâk edilişleri hakkında birçok rivâyet vardır. [33]
İbn Kesir, konu ile ilgili olarak şöyle der: Bunlar, kendilerine ‘Semûd’ denen meşhur bir kabileydi. Dedeleri Semûd’un adını almışlardı. Semûd, Cedis’in kardeşidir. Bu ikisi de, Asir bin İrem’in oğullarıdır. İrem ise, Hz. Nûh’un (a.s.) oğlu Sam’ın oğludur. Semûd kavmi, Arab-ı Arîbe’dendir. Hicaz ile Tebük arasında Hicr denen yerde yaşarlardı. Rasûlullah (s.a.s.), Tebük Gazvesine giderken, beraberindeki Müslümanlarla Semûd kavminin yurdu Hicr’e uğramıştı. Semûd halkının (kalıntı halinde) evlerinin bulunduğu ‘Hicr’ denilen yere sahâbîlerle birlikte konakladı. Ashâb, Semûd halkının su içtikleri kuyulardan su çekip hamurlarını yoğurdular ve (kazan kurup bu hamurları) pişirdiler. Rasûlullah (s.a.s.), sahâbîlerin yemek yapmak için kazanlar kurduklarını haber alınca, onlara kazanlarını dökmelerini ve yoğurmuş oldukları hamurları develere yedirmelerini emretti. Daha sonra Rasûlullah (s.a.s.) ashâbını alıp Hz. Sâlih’in (a.s.) devesinin su içmiş olduğu kuyunun yanına götürdü. Buhârî ile Müslim’de geçtiği üzere, ashâbına: “Şu azâba uğramışların yurduna ancak ağlayarak girin. Eğer ağlamayacaksanız girmeyin. Yoksa onlara gelen musîbet, size de gelir.”[34] buyurdu.
Hicr
Hıcr, Semûd kavminin yaşadığı kabul edilen bölge ve burada yer alan şehir için kullanılır. Sözlükte "men etmek" anlamında masdar ve "akıl; engel, yasak; himâye, korunan şey" mânâlarında isim olan hicr kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'de çeşitli sözlük anlamları yanında [35] yer adı olarak da zikredilmekte ve burada yaşayanlardan "ashâbu'l-Hicr" diye söz edilmektedir.[36] Bu bölgeye Hicr denilmesinin sebebi, muhtemelen muhâfazalı bir yer oluşudur.[37] Eski dönemlerde Hegra (Strabon’da Egra. Pliny'de Hegra) diye anılan bu yerleşim merkezi, Kur'an'da olduğu gibi ilk dönem tarih ve coğrafya eserlerinde de Hicr diye geçmektedir. Buranın bir adı da Medâinu Sâlih olup bu adlandırma Sâlih peygamberle ilgisi dolayısıyladır.[38] Zamanla Hicr adı terkedilmiş, bunun yerini Medâinu Sâlih almıştır. [39]
İslâmî kaynaklarda Medine ile Şam arasındaki Vâdi’l-Kurâ'da bulunduğu belirtilen Hicr,[40] Arap yarımadasının kuzeybatısında, Medine-Tebük yolu üzerinde Teymâ'nın yaklaşık 110 km. güneybatısında, içinden Hicaz demiryolunun geçtiği sarp kayalıklarla çevrili vâdinin ve bu vâdideki beldenin adıdır. Bugünkü yerleşim merkezi Alâ'nın 15 km. kuzeyine düşmektedir. [41]
Kur'ân-ı Kerîm'de belirtildiğine göre ashâbü'l-Hicr dağlarda oydukları güvenli evlerde yaşayan, Allah'ın âyetlerinden yüz çevirip peygamberlerini yalanlayan bir kavimdi. Bir sabah vakti korkunç bir sesle gelen felâketle cezalandırılmışlar, yaptıkları şeyler ve kazandıkları kendilerine fayda vermemiştir.[42] Ashâbü'l-Hicr'in Kur'an'da anlatılan özellikleri dikkate alınırsa bunların Semûd kavmi olduğu anlaşılır. Zira İlâhî âyetlerden yüz çevirme ve kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlama, inanmayan kavimlerin ortak özelliği olmakla birlikte, korkunç bir sesle cezalandırılma Kur'an'da Lû,[43] Şuayb[44] ve Sâlih[45] peygamberlerin kavimleriyle ilgili olarak zikredilmekte, kayaları oyup evler yapma işi ise, sadece Hz. Sâlih'in kavmi Semûd'un özelliği olarak belirtilmektedir.[46] Bu hususu dikkate alan müfessirler, Hicr sûresinde kıssaları anlatılan ashâbü'l-Hicr'in kendilerine Sâlih'in peygamber olarak gönderildiği Semûd kavmi olduğunu kabul etmişlerdir. Bu kavim Hz. Sâlih'i dinlemediği gibi, bir mûcize ve işaret olmak üzere yaratılan dişi deveyi de, konan yasağa rağmen kesmek sûretiyle Allah'ın emrini hiçe saymış ve neticede helâk edilmiştir.
Hz. Peygamber Tebük Gazvesi sırasında Hicr'den geçerken ashâbına buradan su almamalarını söylemiş, onların, "Biz bu kuyunun suyundan alıp hamur yoğurduk, kaplarımızı doldurduk" demeleri üzerine, "Öyleyse hamuru atın, aldığınız suyu da dökün!" buyurmuştur (). Bir rivâyete göre de hamuru deveye yedirmelerini, devenin içtiği kuyudan su almalarını (içmediklerinden almamalarını) istemiştir (Buhârî, Enbiyâ 17). Başka bir rivâyete göre ise Rasûlullah Hicr'den geçerken, "Kendilerine zulmedenlerin meskenlerine, onların başına gelen felâketin sizin de başınıza gelmemesi için ağlayarak girin, aksi halde girmeyin!" demiş ve devesini hızla sürerek oradan uzaklaşmıştır (Buhârî, Tefsîrü'l-Kur'ân 15/2; Müslim, Zühd 1).
Nabatîler döneminde gelişen Hicr şehri daha sonra önemini kaybetmiştir. X. yüzyılın başlarında İstahrî Hicr'i nüfusu az bir köy olarak zikreder (İstahrî, Mesâlik -de Goeje-, s. 19). Ünlü gezgin İbn Battûta Hicr'e uğradığını, burada Semûd kavminin kızıl kayalara oyulmuş meskenlerini gördüğünü, bu yapıların cephelerindeki nakış ve tasvirlerin parlaklık ve canlılığını koruduğuna, içlerinde hâlâ Semûd kavminin iskelet kalıntılarının bulunduğuna şâhit olduğunu kaydetmektedir (Seyahatname, I/119). Hicr'i ziyaret eden ve buradaki mevcut eserler hakkında bilgi veren ilk Avrupalı seyyah Charles M. Doughty'dir. Doughty, 1876-1877'de gerçekleştirdiği bu ziyareti esnâsında buradaki Osmanlı kalesinde kalarak hem bölge üzerinde incelemeler yapmış, hem de önemli kitâbelerin kopyasını çıkarmıştır. Doughty'nin Travels in Arabia Deserta (London 1888) adlı eseri bu seyahatin ürünüdür. 1907'de Medâinu Sâlih'te A. Jaussen ve R. Savignac adlı iki Fransız papazın yaptığı ilmî araştırmanın sonuçları da Mission archeologique en Arabie adıyla kitap haline getirilmiştir (Paris 1909-1914). Bölgede 1962'de ve 1985’te de çalışmalar yapılmıştır.
Bölgede yaşayan bedevilere göre Hicr adı kuzey-güney istikametinde 3, doğu-batı istikametinde 2 kilometrelik düz bir alanı ifade etmektedir. Vâdi, çok sayıda sarp kayalıkla ve çakıl tepecikleriyle çevrilidir. Arapça, Ârâmîce, Semûd dilinde, Nabatîce, Lihyânîce, hatta İbrânîce, Grekçe ve Latince birçok kitâbenin bulunduğu bölgenin merkezinde eski ticaret şehri Hicr'in önemli harâbeleri yer alır. Çok sayıda çanak çömlek parçası, yapı kalıntıları ve bir kısım ihâta duvarı Hicr'in eski dönemdeki önemini göstermektedir. Ancak daha etkileyici olan eserler ovayı kuşatan dağ yamaçlarında, özellikle de Kasrü'1-bint denilen kayalıkta bulunan, çoğunluğunu aile mezarlarının teşkil ettiği kalıntılardır. Genellikle ölü gömüleri zemin altına yapılmış, bazen de ölüler ana odanın duvarları içine yapılan nişlere konmuştur. Medâinu Sâlih mezarlarının detayları genel olarak Petra'dakilere benzer. Mezarların cepheleri sahte sütunlarla, silme ve kornişlerle donatılmıştır. Buralara bazen kuş, bazen de urne (ölü yakıldıktan sonra küllerinin konulduğu kap) motifleri işlenmiştir, ancak bu ikinciler genellikle kapı girişlerinin üzerine oyulmuştur.
Vâdinin doğu ağzında Cebelu İslîb denilen kayalıklarda urne ve kuş tasvirli, yontulmuş sütunlu küçük nişler ihtivâ eden kayalar vardır. Cebelu İslîb merkezî bir alan etrafında çevrelenen kaya bloklarından oluşur. Dar bir boğazdan bu alana girilir. "Divan" veya "meclisü's-sultân" denilen bu alan üçgen şeklinde olup genişliği 10, derinliği 12 ve yüksekliği 8 metredir. Bu salonda dinî âyinler yapılmış olmalıdır. Bir duvarın ayırdığı kanyonun karşı ucunda yamacın kuzey yüzüne oyulmuş uzun bir kanal vardır, bununla şehre su getirildiği tahmin edilmektedir. [47]
Semûd Kavmi ve İbretlik Tavrı
“Semûd (kavmi) de uyarıları yalanladı. Dediler ki: ‘Bizden biri olan bir beşere mi uyacağız? Bu durumda gerçekten biz bir sapıklık (dalâlet) ve çılgınlık içinde kalmış oluruz. Zikr (vahy) içimizden ona mı bırakıldı? Hayır, o çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarıktır.’ Onlar yarın, kimin çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarık olduğunu bilip öğreneceklerdir.” [48]
Kur’an'da belirtildiğine göre Semûd kavmi de, aynı Âd kavmi gibi Allah'ın uyarılarını göz ardı etmiş ve bunun sonucunda helâk olmuştur. Günümüzde arkeolojik ve tarihsel çalışmalar sonunda Semûd kavminin yaşadığı yer, yaptığı evler, yaşama biçimi gibi birçok bilinmeyen, gün ışığına çıkartılmıştır. Kuran'da bahsedilen Semûd kavmi, bugün, hakkında birçok arkeolojik bulguya sahip olunan bir tarihsel gerçektir.
Semûd kavmiyle ilgili bu arkeolojik bulgulara bakmadan önce, elbette, Kuran'da anlatılan kıssayı incelemekte ve bu kavmin peygamberlerine çıkardıkları zorlukları gözden geçirmekte yarar var. Zira Kur’an her çağa hitap eden bir kitap olduğundan, Semûd kavminin kendisine gelen tebliği inkâr etmesi de her çağ için ibret alınması gereken bir olaydır.
Hz. Sâlih'in Tebliği: Kur’an’da Semûd kavmini uyarıp korkutması için Hz. Sâlih'in gönderildiğinden bahsedilir. Hz. Sâlih, Semûd halkı içinde tanınan bir kişidir. Onun hak dini tebliğ etmesini ummayan kavim ise, kendilerini içinde bulundukları sapkınlıktan uzaklaşmaya çağırması karşısında şaşkınlığa düşmüştür. İlk tepki, yadırgama ve kınamadır:
“Semûd (halkına da) kardeşleri Sâlih'i (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur. O sizi yerden (topraktan) yarattı ve onda ömür geçirenler kıldı. Öyleyse O'ndan bağışlanma dileyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz benim Rabbim, yakın olandır, (duâları) kabul edendir.’ Dediler ki: ‘Ey Sâlih, bundan önce sen içimizde kendisinden (iyilikler ve yararlılıklar) umulan biriydin. Atalarımızın taptığı şeylere tapmaktan sen bizi engelleyecek misin? Doğrusu biz, senin bizi dâvet ettiğin şeyden kuşku verici bir tereddüt içindeyiz." [49]
Sâlih Peygamber'in çağrısına halkın az bir kısmı uydu, çoğu ise anlattıklarını kabul etmedi. Özellikle de kavmin önde gelenleri Hz. Sâlih'i inkâr ettiler ve ona karşı düşmanca bir tavır takındılar. Hz. Sâlih'e inananları güçsüz duruma düşürmeye, onları baskı altına almaya çalıştılar. Hz. Sâlih'in kendilerini Allah'a ibâdet etmeye çağırmasına öfke duyuyorlardı. Bu öfke sadece Semûd halkına özgü de değildi aslında; Semûd kavmi, kendisinden önce yaşayan Nûh ve Âd Kavimleri’nin yaptığı hatayı yapıyordu. Kur’an’da bu üç toplumdan şöyle söz edilir: “Sizden öncekilerin, Nûh kavminin, Âd ve Semûd ile onlardan sonra gelenlerin haberi size gelmedi mi? Ki onları, Allah'tan başkası bilmez. Elçileri onlara apaçık delillerle gelmişlerdi de, ellerini ağızlarına götürüp (öfkelerinden ısırdılar) ve dediler ki: ‘Tartışmasız, biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeyden de gerçekten kuşku verici bir tereddüt içindeyiz.” [50]
Hz. Sâlih'in uyarılarına rağmen kavim, Allah hakkında kuşkulara kapılmaya devam etti. Ancak yine de Hz. Sâlih'in peygamberliğine inanmış bir grup vardı, ki bunlar, daha sonra azap geldiğinde Hz. Sâlih ile beraber kurtarılacaklardı. Önde gelenler ise, Hz. Sâlih'e iman etmiş olan topluluğa zorluk çıkarmaya çalıştılar: “Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler), içlerinden iman edip de onlarca zayıf bırakılanlara (müstaz'aflara) dediler ki: ‘Sâlih'in gerçekten Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?’ Onlar: ‘Biz gerçekten onunla gönderilene iman edenleriz’ dediler. Büyüklük taslayanlar (müstekbirler de şöyle) dedi: ‘Biz de, gerçekten sizin inandığınızı inkâr edip tanımayanlarız.” [51]
Semûd kavmi hâlâ Allah ve Hz. Sâlih'in peygamberliği hakkında kuşkulara kapılmaktaydı. Üstelik bir kısmı, Hz. Sâlih'i açık olarak inkâr ediyordu. Hatta, inkâr edenlerden bir grup -hem de sözde Allah Adına- Hz. Sâlih'i öldürmek için planlar yapıyordu: “Dediler ki: ‘Senin ve seninle birlikte olanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık.’ (Sâlih) Dedi ki: ‘Sizin uğursuzluğunuz (başınıza gelenler) Allah katında (yazılı)dır. Hayır, siz imtihan edilmekte, denenmekte olan bir kavimsiniz.’ Şehirde dokuzlu bir çete vardı, yeryüzünde bozgun çıkarıyorlar ve dirlik düzenlik bırakmıyorlardı. Kendi aralarında Allah adına and içerek, dediler ki: ‘Gece mutlaka ona ve ailesine bir baskın düzenleyelim, sonra velîsine: ‘Âilesinin yok oluşuna biz şâhit olmadık ve gerçekten bizler doğruyu söyleyenleriz’ diyelim.’ Onlar hileli bir düzen kurdu. Biz de (onların hilesine karşı) onların farkında olmadığı bir düzen kurduk. [52]
Hz. Sâlih, Allah’ın vahyi üzerine, kavminin Allah'ın emirlerine uyup uymayacaklarını belirlemek için Allah’tan bir mûcize olmak üzere son bir deneme olarak onlara dişi bir deve gösterdi. Kendisine itaat edip etmeyeceklerini sınamak için kavmine, sahip oldukları suyu bu dişi deve ile paylaşmalarını ve ona zarar vermemelerini söyledi. Böylece kavim bir denemeden geçirildi. Kavminin Hz. Sâlih'e cevabı ise, bu deveyi öldürmek oldu. Şuarâ Sûresi'nde, bu olayların gelişimi şöyle anlatılır: “Semûd (kavmi) de, gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Sâlih: ‘Sakınmaz mısınız?’ demişti. ‘Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; Siz burada güvenlik içinde mi bırakılacaksınız? Bahçelerin, pınarların içinde, ekinler ve yumuşak tomurcuklu göz alıcı hurmalıklar arasında? Dağlardan ustalıkla zevkli evler yontuyorsunuz. Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Ve ölçüsüzce davrananların emrine itaat etmeyin. Ki onlar, yeryüzünde bozgunculuk çıkarıyor ve dirlik düzenlik kurmuyorlar (ıslah etmiyorlar).’ Dediler ki: ‘Sen ancak büyülenmişlerdensin. Sen yalnızca bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsin; eğer doğru sözlü isen, bu durumda bir âyet (mûcize) getir görelim.’ Dedi ki: ‘İşte, bu bir dişi devedir; su içme hakkı (bir gün) onun, belli bir günün su içme hakkı da sizindir. Ona bir kötülükle dokunmayın, sonra büyük bir günün azâbı sizi yakalar.’ Sonunda onu (yine de) kestiler, ancak pişman oldular.” [53]
Hz. Sâlih ile kavmi arasındaki mücâdele Kamer Sûresi'nde ise şöyle bildirilir: “Semûd (kavmi) de uyarıları yalanladı. Dediler ki: ‘Bizden biri olan bir beşere mi uyacağız? Bu durumda gerçekten biz bir sapıklık (dalâlet) ve çılgınlık içinde kalmış oluruz. Zikr (vahy) içimizden ona mı bırakıldı? Hayır, o çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarıktır.’ Onlar yarın, kimin çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarık olduğunu bilip öğreneceklerdir. Gerçek şu ki Biz, bir fitne (imtihan ve deneme konusu) olarak o dişi deveyi kendilerine göndereniz. Şu halde sen onları gözleyip bekle ve sabret. Ve onlara, suyun aralarında kesin olarak pay edildiğini haber ver. Su alış sırası (kiminse, o) hazır bulunsun. Derken arkadaşlarını çağırdılar, o da bıçağını kapıp hayvanı ayağından biçip yere devirdi.” [54]
Deveyi öldürdükten sonra kendilerine azâbın çabucak gelmemesi, kavmin azgınlığını daha da arttırdı. Hz. Sâlih'i rahatsız etmeye, onu eleştirmeye ve yalancılıkla suçlamaya başladılar: “Böylelikle dişi deveyi öldürdüler ve Rablerinin emrine karşı çıkıp (Sâlih'e de şöyle) dediler: ‘Ey Sâlih, eğer gerçekten gönderilenlerden (bir peygamber) isen, vaad ettiğin şeyi getir bakalım!” [55]
Allah, inkâr edenlerin kurdukları hileli düzenleri boşa çıkarttı ve Hz. Sâlih'i kötülük yapmak isteyenlerin ellerinden kurtardı. Bu olaydan sonra artık kavme her türlü tebliği yaptığını ve hiç kimsenin öğüt almadığını gören Hz. Sâlih, kavmine kendilerinin üç gün içinde helâk olacaklarını bildirdi: “...(Sâlih) Dedi ki: 'Yurdunuzda üç gün daha yararlanın. Bu, yalanlanmayacak bir vaaddir.” [56]
Nitekim üç gün sonra Hz. Sâlih'in uyarısı gerçekleşti ve Semûd kavmi helâk edildi: “O zulmedenleri dayanılmaz bir ses sarıverdi de kendi yurtlarında diz üstü çökmüş olarak sabahladılar. Sanki orada hiç refah içinde yaşamamışlar gibi. Haberiniz olsun; Semûd (halkı) gerçekten Rablerini inkâr etmişler, O’na nankörlük yapmışlardı. Haberiniz olsun; Semûd (halkına Allah'ın rahmetinden) uzaklık (verildi).” [57]
Semûd Kavmi Hakkındaki Arkeolojik Bulgular: Günümüzde Semûd kavmi, Kur’an’da bahsi geçen kavimler içinde hakkında en fazla bilgiye sahip olunanlardan bir tanesidir. Tarih kaynakları da, Semûd isimli bir kavmin yaşadığına deliller sunmaktadır.
Kuran'da bahsi geçen Hicr halkı ve Semûd kavminin aslında aynı kavim oldukları tahmin edilmektedir; zira Semûd Kavmi’nin bir başka ismi de Ashâb-ı Hicr'dir. Bu durumda "Semûd" kelimesi bir halkın ismi, Hicr şehri ise bu halkın kurduğu şehirlerden biri olabilir. Nitekim Yunan coğrafyacı Pliny'nin tarifleri de bu yöndedir. Pliny, Semûd kavminin oturmakta olduğu yerlerin Domatha ve Hegra olduğunu yazmıştır ki, buralar günümüzdeki Hicr kentidir. [58]
Semûd kavminden bahseden, bilinen en eski kaynak, Babil Kralı II. Sargon'un bu kavme karşı kazandığı zaferleri anlatan Babil devlet kayıtlarıdır (MÖ 8. yüzyıl). Sargon, Kuzey Arabistan'da yaptığı bir savaş sonunda onları yenmiştir. Yunanlılar da bu kavimden bahsetmekte ve Aristo, Batlamyus ve Pliny'nin yazılarında isimleri "Thamudaei", yani "Semûdlar" olarak anılmaktadır.[59] Peygamberimizden önce, yaklaşık MS 400-600 yılları arasında ise izleri tamamen silinmiştir.
Kuran'da Âd ve Semûd kavimlerinin isimleri daima birlikte anılır. Dahası Allah âyetlerde, Semûd kavmine Âd kavminin helâkinden ders almalarını öğütlemektedir. Bu ise, Semûd kavminin Âd kavmi hakkında detaylı bir bilgi sahibi olduğunu gösterir: “Semûd (toplumuna da) kardeşleri Sâlih'i (gönderdik. Sâlih:) ‘Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur... (Allah'ın) Âd (kavminden) sonra sizi halifeler kıldığını ve sizi yeryüzünde (güç ve servetle) yerleştirdiğini hatırlayın. Ki onun düzlüklerinde köşkler kuruyor, dağlardan evler yontuyordunuz. Şu halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın, yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın.” [60]
Âyetlerden anlaşıldığına göre Âd kavmi ve Semûd kavmi arasında bir ilişki vardır, hatta belki de Âd kavmi, Semûd kavminin tarihinin ve kültürünün bir parçasıdır. Hz. Sâlih, Semûd kavmine Âd kavminin örneğini hatırlamalarını ve bundan ders almalarını emretmektedir.
Âd kavmine de kendilerinden önce yaşamış olan Nûh kavminin örnekleri gösterilmiştir. Âd kavminin Semûd kavmi için tarihsel bir önemi olması gibi, Nûh kavminin de Âd kavmi için tarihsel bir önemi vardır. Bu kavimler birbirlerinden haberdardırlar ve belki de aynı soydan gelmektedirler. Oysa Âd kavmi ve Semûd kavimlerinin yaşadıkları yerler, birbirlerinden coğrafî olarak uzak bir konumdadırlar. Bu iki kavim arasında görünüşte herhangi bir bağlantı yoktur; öyleyse âyette Semûd kavmine hangi sebepten dolayı Âd kavmini hatırlamaları söylenmektedir?
Cevap, biraz araştırıldığında ortaya çıkar. Âd ve Semûd kavimleri arasındaki coğrafî uzaklık aldatıcıdır. Semûd kavmi Âd kavmini bilmekteydi, çünkü bu iki kavim, büyük bir olasılıkla aynı kökenden geliyorlardı. Ana Britannica Ansiklopedisi "Semûdlar" başlığı altında bu kavimden şöyle bahseder: Semûd, Eski Arabistan'da önem taşıdığı anlaşılan kabile ya da kabileler topluluğudur. Güney Arabistan kökenli oldukları, ancak içlerinden büyük bir grubun çok eskiden kuzeye göç ederek Aslab Dağı yamaçlarına yerleştiği sanılmaktadır. Hicaz ve Şam arasında yaşayan Semûdlar, Ashâb-ı Hicr olarak bilinir. Son arkeolojik araştırmalarda, Arabistan'ın orta kesimlerinde Semûdlar'a ait çok sayıda kaya, resim ve yazı ortaya çıkartılmıştır. [61]
Semûd medeniyetinin kullandığı bir çeşit alfabenin (buna "Semûdik alfabe" ismi verilir) çok benzeri bir alfabeye hem Hicaz'da, hem Güney Arabistan'da rastlanmıştır. Bu alfabe, ilk defa Orta Yemen'deki bugünkü Semûd kasabası yakınlarında bulunmuştur. Bu bölgenin kuzeyinde Rub al-Khali, güneyinde Hadramût ve batısında da Sabwah kenti vardır.
Daha önce Âd kavminin, Güney Arabistan'da yaşayan bir kavim olduğunu görmüştük. Âd kavminin yaşadığı bölgede, özellikle Âd'ın torunları olan Hadramîler'in yaşadıkları bölgenin ve başkentlerinin yakınlarında Semûd kavmine âit bulguların elde edilmesi ise son derece önemlidir. Bu durum, Kur’an’da işaret edilen Âd-Semûd kavimlerinin bağlantısını da açıklar. Bu bağlantı, Hz. Sâlih'in, Semûdların Âd kavminin yerine geldiklerini belirten sözünde şöyle açıklanmaktadır: “Semûd (toplumuna da) kardeşleri Sâlih'i (gönderdik. Sâlih:) ‘Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur... (Allah'ın) Âd (kavminden) sonra sizi halifeler kıldığını ve sizi yeryüzünde (güç ve servetle) yerleştirdiğini hatırlayın.” [62]
Kısacası Semûd kavmi, Allah'ın elçilerine uymamanın karşılığını helâk olarak ödemiştir. Yapmakta oldukları yapılar, sanat eserleri kendilerini azaptan koruyamamıştır. Semûd kavmi, daha önceki ve sonraki birçok inkârcı kavim gibi şiddetli bir azapla helâk edilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de Sâlih (a.s.) ve Semûd Kavmi
Kur’ân-ı Kerim’de “Sâlih”in (a.s.) ismi, toplam 9 yerde geçer. [63]
“Semûd” kelimesi ise toplam 26 yerde zikredilir. Semûd kavmi veya onların evleri, ya da şehirleri anlamındaki “Hıcr” kelimesi ise (bu anlamda) Kur’an’da sadece bir yerde geçer ve bu ismin geçtiği sûreye de bundan ötürü Hıcr sûresi adı verilir. [64]
“Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i (peygamber olarak gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir. İşte o da, size bir mûcize olarak (gönderilmiş) Allah’ın şu devesidir. Onu (kendi haline) bırakın, Allah’ın arzında yesin (içsin). Sakın ona herhangi bir kötülükle dokunmayın; sonra sizi acıklı bir azap yakalar.
Düşünün ki, (Allah) Âd’dan (Âd kavminden) sonra (onların yurduna) sizi hükümdarlar kıldı. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi. Onun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah’ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesatçılar olarak karışıklık çıkarmayın.
Kavminin ileri gelenlerinden müstekbirler/büyüklük taslayanlar, içlerinden müstaz’aflara/zayıf görülen iman edenlere dediler ki: ‘Siz Sâlih’in gerçekten Rabb’i tarafından gönderildiğini biliyor musunuz (Buna inanıyor musunuz)?’ Onlar da: ‘Şüphesiz biz onunla gönderilene iman eden mü’minleriz’ dediler.
Müstekbirler/kibirlenip büyüklük taslayanlar da dediler ki: ‘Biz de sizin iman ettiğinizi inkâr eden kâfirleriz’
Derken o dişi deveyi ayaklarını keserek öldürdüler ve Rab’lerinin emrinden dışarı çıktılar da: ‘Ey Sâlih! Eğer sen gerçekten peygamberlerdensen bizi tehdit ettiğin azâbı getir!’ dediler.
Bunun üzerine onları o (şiddetli) sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü dona kaldılar.
Sâlih de o zaman onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: ‘Ey kavmim! Andolsun ki ben size Rabbimin elçiliğini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, fakat siz nasihat edenleri sevmiyorsunuz.” [65]
“Onlara, kendilerinden öncekilerin; Nuh, Âd, Semûd kavminin, İbrahim kavminin, Medyen ahâlisinin ve yerle bir olan şehirlerin haberi gelmedi mi? Onlara resulleri apaçık deliller getirmişlerdi. Demek ki Allah, onlara zulmediyor değildi, ama onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.” [66]
“Semûd (halkına da) kardeşleri Sâlih'i (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur. O sizi yerden (topraktan) yarattı ve onda ömür geçirenler kıldı. Öyleyse O'ndan bağışlanma dileyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz benim Rabbim, yakın olandır, (duâları) kabul edendir.’
Dediler ki: ‘Ey Sâlih, bundan önce sen içimizde kendisinden (iyilikler ve yararlılıklar) umulan biriydin. Atalarımızın taptığı şeylere tapmaktan sen bizi engelleyecek misin? Doğrusu biz, senin bizi dâvet ettiğin şeyden kuşku verici bir tereddüt içindeyiz.’
Dedi ki: ‘Ey kavmim, görüşünüz nedir söyler misiniz? Eğer ben Rabbimden apaçık bir belge üzerindeysem ve bana tarafından bir rahmet vermişse, bu durumda O'na isyan edecek olursam Allah'a karşı bana kim yardım edecektir? Şu halde kaybımı arttırmaktan başka bana (hiç bir yarar) sağlamayacaksınız.
Ey kavmim, size işte bir âyet (delil ve mûcize) olarak Allah'ın devesi; onu serbest bırakın, Allah'ın arzında yesin. Ona kötülük (vermek niyeti) ile dokunmayın. Yoksa sizi yakın bir azap sarıverir.’
Onu (deveyi) öldürdüler. (Sâlih) dedi ki: ‘Yurdunuzda üç gün daha yararlanın. Bu, yalanlanmayacak bir vaaddir.’
Emrimiz geldiği zaman, tarafımızdan bir rahmetle Sâlih'i ve O'nunla birlikte iman edenleri o günün aşağılatıcı azâbından kurtardık. Doğrusu senin Rabbin, güçlü olandır, aziz olandır.
O zulmedenleri dayanılmaz bir ses sarıverdi de kendi yurtlarında diz üstü çökmüş olarak sabahladılar.
Sanki orada hiç refah içinde yaşamamışlar gibi. Haberiniz olsun; Semûd (halkı) gerçekten Rablerini inkâr etmişlerdi. Haberiniz olsun; Semûd (halkına Allah'ın rahmetinden) uzaklık (verildi.)” [67]
"(Şuayb dedi ki:) Ey kavmim, bana karşı gelişiniz, sakın Nuh kavminin ya da Hûd kavminin veya Sâlih kavminin başlarına gelenlerin bir benzerini size de isâbet ettirmesin. Üstelik Lût kavmi size pek uzak değil.” [68]
“Sanki orada hiç refah içinde yaşamamışlar gibi. Haberiniz olsun; Semûd (halkına) nasıl bir uzaklık verildiyse Medyen (halkına da Allah'ın rahmetinden öyle) bir uzaklık (verildi).” [69]
“Sizden öncekilerin, Nuh kavminin, Âd ve Semûd ile onlardan sonra gelenlerin haberi size gelmedi mi? Ki onları, Allah'tan başkası bilmez. Elçileri onlara apaçık delillerle gelmişlerdi de, ellerini ağızlarına götürüp (öfkelerinden ısırdılar) ve dediler ki: ‘Tartışmasız, biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeyden de gerçekten kuşku verici bir tereddüt içindeyiz." [70]
“Andolsun, Hicr halkı da peygamberlerini yalanlamıştı. Biz, onlara mûcizelerimizi vermiştik, fakat onlardan yüz çevirmişlerdi. Onlar da sabaha çıkarlarken, o korkunç ses yakaladı. Kazanmakta oldukları şeyler, onlardan hiçbir zararı sav(a)madı.” [71]
“Bizi âyet (mûcize)ler göndermekten, öncekilerin onu yalanlamasından başka bir şey alıkoymadı. Semûd'a dişi deveyi görünür (bir mûcize) olarak gönderdik, fakat onlar bununla (onu boğazlamakla) zulmetmiş oldular. Oysa biz âyetleri (mûcizeleri) ancak korkutmak için göndeririz.” [72]
"Eğer seni yalanlıyorlarsa, onlardan önce Nuh, Âd, Semûd kavmi de yalanlamıştı.” [73]
“Âd'ı, Semûd'u, Ress halkını ve bunlar arasında birçok nesilleri (yok ettik).” [74]
“Semûd (kavmi) de, gönderilen (elçi)leri yalanladı.
Hani onlara kardeşleri Sâlih: ‘Sakınmaz mısınız?’ demişti.
‘Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.
Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin.
Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum;
Siz burada güvenlik içinde mi bırakılacaksınız?
Bahçelerin, pınarların içinde,
Ekinler ve yumuşak tomurcuklu göz alıcı hurmalıklar arasında?
Dağlardan ustalıkla zevkli evler yontuyorsunuz.
Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin.
Ve ölçüsüzce davrananların emrine itaat etmeyin.
Ki onlar, yeryüzünde bozgunculuk çıkarıyor ve dirlik-düzenlik kurmuyorlar (ıslah etmiyorlar).’
Dediler ki: ‘Sen ancak büyülenmişlerdensin.
Sen yalnızca bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsin; eğer doğru sözlü isen, bu durumda bir âyet (mûcize) getir görelim.’
Dedi ki: ‘İşte, bu bir dişi devedir; su içme hakkı (bir gün) onun, belli bir günün su içme hakkı da sizindir.
Ona bir kötülükle dokunmayın, sonra büyük bir günün azâbı sizi yakalar.’
Sonunda onu (yine de) kestiler, ancak pişman oldular.
Böylece azap onları yakaladı. Gerçekten, bunda bir âyet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler.
Ve şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, merhamet sahibidir.” [75]
“Andolsun ki, Semûd kavmine, ‘Allah’a kulluk edin!’ (demesi için) kardeşleri Sâlih’i gönderdik. Hemen birbiriyle çekişen iki zümre oluverdiler.
(Sâlih) dedi ki: ‘Ey kavmim, neden iyilik dururken kötülüğe koşuyorsunuz? Allah'tan bağışlanma dilemeniz gerekmez mi? Belki size merhamet edilirdi.’
Dediler ki: ‘Senin ve seninle birlikte olanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık.’ Dedi ki: ‘Sizin uğursuzluğunuz (başınıza gelenler) Allah katında (yazılı)dır. Hayır, siz denenmekte olan bir kavimsiniz.’
Şehirde dokuzlu bir çete vardı, yeryüzünde bozgun çıkarıyorlar ve dirlik-düzenlik bırakmıyorlardı.
Kendi aralarında Allah adına and içerek, dediler ki: ‘Gece mutlaka ona ve ailesine bir baskın düzenleyelim, sonra velîsine: Ailesinin yok oluşuna biz şâhit olmadık ve gerçekten bizler doğruyu söyleyenleriz, diyelim.’
Onlar hileli bir düzen kurdu. Biz de (onların hilesine karşı) onların farkında olmadığı bir düzen kurduk.
Artık sen, onların kurdukları hileli düzenin uğradığı sona bir bak; Biz, onları ve kavimlerini topluca yerle bir ettik.
İşte, zulmetmeleri dolayısıyla enkaza dönüşmüş ıpıssız evleri. Şüphesiz bilen bir kavim için bunda bir âyet vardır.
İman edenleri ve sakınanları da kurtardık.” [76]
“Âd'ı ve Semûd'u da (yıkıma uğrattık). Gerçek şu ki, kendi oturdukları yerlerden size (durumları) belli olmaktadır. Kendi yaptıklarını şeytan süsleyip çekici kıldı, böylece onları yoldan alıkoydu. Oysa onlar görebilen kimselerdi.” [77]
Onlardan önce Nuh kavmi, Âd kavmi, sarsılmaz bir saltanatın sahibi Fir’avn, Semûd, Lût kavmi ve Eyke halkı da peygamberleri yalanladılar. İşte bunlar da peygamberlere karşı birleşen topluluklardır. Onların her biri gönderilen peygamberleri yalanladılar da bu yüzden (kendilerine) azâbım hak oldu.” [78]
“Semûd kavmi de uyarıcıları yalanladı.
Dediler ki: ‘Bizden biri olan bir beşere mi uyacağız? Bu durumda gerçekten biz bir dalâlet/sapıklık ve çılgınlık içinde kalmış oluruz.
Zikr (vahy) içimizden ona mı verildi? Hayır, o çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarıktır.’
Onlar yarın, kimin çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarık olduğunu bilip öğreneceklerdir.
Gerçek şu ki Biz, bir fitne (imtihan ve deneme konusu) olarak o dişi deveyi kendilerine göndereniz. Şu halde sen onları gözleyip bekle ve sabret.
Ve onlara, suyun aralarında kesin olarak pay edildiğini haber ver. Su alış sırası (kiminse, o) hazır bulunsun.
Derken arkadaşlarını çağırdılar, o da bıçağını kapıp 'hayvanı ayağından biçip yere devirdi.'
(Bu azgınlara) Benim azâbım ve uyarmam nasıl oldu?
Biz onların üzerine korkunç bir çığlık gönderdik. Böylece onlar, ağıldaki çalı-çırpı olan kuru ot gibi oluverdiler.
Andolsun Biz Kur'an'ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp düşünen var mı?” [79]
Semûd ve Âd (kavimleri), başlarına çarpacak felâketi (kıyâmeti) yalan saymışlardı. Semûd’a gelince: Onlar, korkunç bir sesle helâk edildi.” [80]
“Orduların haberi geldi mi sana? Onlar Fir’avn ve Semûd orduları idi (Nasıl helâk oldular?!)” [81]
“Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine; ülkelerde benzeri yaratılmamış olan İrem şehrine; yontulmuş kayaları vâdiye getiren Semûd kavmine; kazıkların (kazık gibi dikilmiş piramitlerin/anıtkabirlerin) sahibi Fir’avn’a. Zira onların hepsi ülkelerinde azgınlık ettiler. Bulundukları yerlerde kötülüğü çoğalttılar. O sebepten dolayı Rabbin onların üstüne azap kamçısı yağdırdı. Çünkü Rabbin her an gözetlemededir.” [82]
“Semûd kavmi azgınlığı yüzünden Allah’ın elçisini yalanladı. Çünkü onların en azgını deveyi kesmek için ayaklandı. Allah’ın Rasûlü onlara: ‘Allah’ın devesine ve onun suyuna dikkat edin!’ dedi. Derhal onu yalanladılar ve deveyi kestiler. Bunun üzerine Rableri günahları sebebiyle o beldeyi başlarına geçirdi ve her tarafı dümdüz etti. Allah bu şekilde azap etmenin âkıbetinden korkmaz.” [83]
Semûd Kavmi ve Günümüz
Kur’ân-ı Kerim’de kıssaların anlatımı içerisinde şu ifadeler dikkati çeker:
"Ey insanlar! Sabah akşam, onların yerleri üzerinden geçersiniz. Akletmez misiniz?" [84]; "Âd ve Semûd kavimlerini de yok ettik. Bunu oturdukları yerler göstermektedir." [85]
Yüce Allah, Kur'an'ın indiği câhiliyye toplumuna, kıssaları vaz’ eder. Kıssalarda anlatılanlar, câhiliyye Araplarınca tanınan ve meşhur olmuş kavimlerdir. Yapmış oldukları kervan yolculukları sırasında geçtikleri yollar özerinde o kavimlerin harâbelerini görürler, rivâyetlerini işitirlerdi. Kutsal kitap sahiplerinden ve atalarından, tevâtür yoluyla işittikleri rivâyetler, bu kavimlerin hakkındaki efsânevî hikâyelerdi.
Burada şöyle bir soru sorulabilir: MÂdem câhiliyye Arapları bu kıssalar hakkında bilgi sahibi idiler, o halde Kur'an bunları niçin anlatıyor?
İşte bu soruya cevap ararken, Kur'ân-ı Kerim ile Tevrat ve İncil’in aralarında ve câhiliyye Araplarının tevâtür yoluyla edindikleri efsânevî bilgilerle kutsal kitaplar arasında muazzam bir yaklaşım farklılığı görüyoruz. Tevrat, İncil ve câhiliyye Araplarınm efsânevî bilgilerinde kıssalara; tarihsel, mekânsal ve biyografik bir yaklaşım tarzı sergilenir. Kur'an'da ise bunlar en son plandadır. Kur'an vaz’ ettiği kıssalarda; küfûr-hidâyet olgusunu ön plana çıkarır. Tarih, kişiler ve zaman önemli değildir. Çünkü, geçmişte yaşamış ve kıyâmete kadar yaşayacak tüm toplumlarda, aynı iman-küfür olgusu yaşanacaktır. Bu bir sünnetullahtır, Allah'ın kanunudur. O halde Kur'an nokta-yı nazarında; kişiler, zaman ve mekân önemli değildir. Kıssalarda anlatılan kişiler, tarihler ve yerler değişebilir, ancak iman ve inkâr mücâdelesi aynı şekilde gerçekleşecektir.
İşte bu yüzden Cenâb-ı Allah, câhiliyye Araplarına Sâlih (a.s.) kıssasının doğrusunu vahyeder. Ve bu kıssadan câhiliyye Arapları ve tüm kıyâmete kadar yaşayacak İnsanların ibret almalarını ister. "Semûd kavminin başına gelenlerde ibret vardır." [86]
Câhiliyye Araplarının geçtiği işlek bir ticaret yolu üzerinde olan Semûd kavminin Arabistan yarımadasının batısında Medine ile Sina yarımadası arasında olduğu
rivâyet edilir.
Kur'ân-ı Kerim'de Semûd kavminin oturduğu bir bölgenin İsmi "Hıcr" olarak geçer. "Hıcr" aynı zamanda Kur'an'da bir sûreye ad olarak verilmiştir. Semûd halkı, çöllerle kaplı olan Arabistan yarımadası gibi bir coğrafyada, Allah'ın verdiği yeşillikler içinde cennet gibi bir beldede yaşıyorlardı. Kur'an bu husûsu; Allah'ın Semûd kavmine verdiği nimetler açısından şöyle beyan eder: "Siz burada, bahçelerin, pınarların içinde; ekinlerin, salkımları sarkmış hurmalıkların arasında güven içinde bırakılacak mısınız?" [87]
Yine Kur'an'da Semûd kavminin özellikleri arasında, dağları oymak sûretiyle yaptıkları evlerden bahsedilir. “Onlar, dağlardan emniyet içinde kalacakları evler edinirlerdi/yaparlardı.” [88]
Allah'ın bunca zenginlik verdiği Semûd halkı zenginleştikçe giderek azgınlaşmış, zâlimleşmişti. Aynı, kendilerinden önce yaşamış olan Âd kavmi gibi. Allah'ın bahşettiği nimetler şükürlerini artıracağı yerde sapıklıklarını artırmıştı. Allah bu kavme, onların içinden bir kişi olan Sâlih (a.s.)'ı rasul olarak gönderir. “Semûd kavmine kardeşleri Sâlih'i gönderdik. ‘Ey kavmim! Allah'a kulluk edin; O'ndan başka ilâh yoktur.” [89]
Sâlih peygamberin risâletle vazifelendirilip yollanmasıyla Semûd kavminde hak-bâtıl mücâdelesi başlamış oldu. Sâlih (a.s.), kavminden, bir Allah'a inanmalarını, O'nun emirleri doğrultusunda yaşamalarını ister. Taptıkları putların onlara bir faydasının olmayacağını belirtir.
Sâlih'in bu çağrıları karşısında kavminin aldığı tavır ise ona karşı çıkmak olur. Toplum Sâlih (a.s.)'e tabi olanlar ve karşı çıkanlar olarak ikiye bölünür. "Semûd kavmine kardeşleri Sâlih'i gönderdik. Hemen birbiriyle çekişen iki zümre oluverdiler." [90]
Vahyi temsil eden Sâlih (a.s.), kavminden şunları ister: “Artık Allah’tan sakının, bana itaat edin. Yeryüzünü ıslah etmeyip, bozgunculuk yapan beyinsizlerin emrine itaat etmeyin.” [91] Putların terkedilip, Allah'ın istediği biçimde yaşamaları, yeryüzünde bozgunculuk yapmamaları istenir Semûd kavminden...
Vahyin gelişiyle beraber çıkarları; putçuluğu teşvik eden bir yaşam tarzına dayalı olan, Kur'an'ın "ileri gelenler" diye nitelediği sermaye ve bunun emrindeki yönetici kesim ise işin ucunun kendilerine dokunacağını anlayınca, halkı Sâlih’e (a.s.) karşı örgütlerler.
Allah Kur'ân-ı Kerim'de; Semûd kavminin “ileri gelenleri”nin dokuz kişi olduğunu açıklar. "O şehirde dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar, iyilik tarafına yanaşmıyorlardı." [92]
Evet! Bu dokuz kişi toplumun ahlâkî, sosyal ve ekonomik yapısını ellerinde bulunduruyorlardı. Zenginlik ve halk adına söz söyleme ve onları diledikleri gibi yönetmek yalnızca onların hakkıydı!.. Tarihin her kesitinde ve günümüzde de öyle değil midir?
Böylece "ileri gelenler" yönetimindeki inkârcı grup Sâlih peygamberi kavmin gözünden düşürmek için başlarlar saldırı ve iftiralara: “Sen şüphesiz büyülenmiş birisin; bizim gibi bir İnsandan başka bir şey değilsin. Eğer doğru sözlülerden isen bir belge getir, dediler.”[93]; "Aramızda bir beşere mi uyacağız?"[94]; 'Vahiy aramızda ona mı verildi? Hayır o, yalancı ve şımarığın biridir, dediler." [95]
Artık Sâlih’i (a.s.) yıpratmak için ellerinden ne gelirse yapmaya onu tâciz etmeye çalışırlar. Oysa peygamberlik gelmeden evvel onu çok iyi tanıyorlardı. Emin bir İnsandı. Dürüsttü. Aynı, kendinden önceki geçmiş ve kendinden sonra gelmiş diğer rasuller gibi... Hatta; peygamber olduktan sonra bile, ona karşı çıkanlar bu husûsu şöyle belirtiyorlardı: "Ey Sâlih! Sen bundan önce aramızda kendisinden iyilik beklenen biriydin." [96]
Hem onun bu faziletli durumunu teslim ediyorlar, hem de söylediklerine karşı geliyorlardı. Ne olmuştu da, aralarından biri ve hem de güvenilir biri olan Sâlih'e cephe alıp; onun beyinsiz, yalancı ve şımarık olduğunu söylemeye başlamışlardı?
Sebep basitti. Zulüm ve soygun düzeni olan putçuluğa karşı çıkmıştı. Dolayısıyla zenginler ve yöneticilerin rahatını kaçırmış, düzenlerini alt üst etmişti. Hal böyle olunca tabii ki Sâlih (a.s.) kötülenecek, tecrit edilecek ve tâciz edilecekti
Sâlih’in (a.s.) tebliğ mücâdelesi hiç kesintisiz olarak devam etti. Bulduğu her fırsatta, her zaman ve her yerde Allah'ı anlattı ve O’nun emirlerini bildirdi. Yıllarca tebliğ etti durdu. Onun bu çabasına karşılık kavminin İnsanları ona pek meyletmiyorlardı. Zulüm ve soygun düzeni olan putçuluk içlerine öyle işlemişti ki söküp atmak çok zordu.
Semûd kavminde tebliğ mücâdelesi sürerken; Allah onlara verdiği nimetleri kısar. İşlerinin bozulması, kesat gitmesi karşısında buna bir sebep arayan inkârcılar faturayı Sâlih'e keserler. Böylece ‘ileri gelenler’ aynı zamanda Sâlih'i de halkın gözünden iyice soğutmuş, bir taşla iki kuş vurmuş oluyorlardı. Sâlih’in (a.s.) uğursuz biri olduğunu iddia etmeye başladılar.
Gerçekten bir uğursuzluk, yani kısmetsizlik gelmişti üzerlerine. Artık eskisi gibi her şey yolunda gitmiyordu. Kazançları düşmüştü. Bunun Sâlih’in (a.s.), putlarına karşı yaptığı hareketlerden olduğu kanısındaydılar. Oysa gerçek öyle değildi. Bu hususa Neml Sûresi'nde şöyle değinilir: "Şöyle dediler: ‘Senin ve beraberindekiler yüzünden uğursuzluğa uğradık.’ Sâlih: ‘Size çöken uğursuzluk Allah katındandır. Hayır, siz imtihana çekilen bir kavimsiniz." [97]
Sâlih’in (a.s.) bu sözleri Semûdluları daha da kızdırıyor, düşman ediyordu. Sâlih (a.s.) bu vesile ile onların imtihana çekildiklerini, belki iman ederler diye darlıkla denendiklerini anlatır. Fakat bu söylediklerinin yine de faydası olmaz.
Kavmi artık ondan olağanüstü şeyler, mûcizeler istemeye başlamıştı. Mûcizeler Allah'ın elinde olan şeylerdi. Peygamberlerin böyle bir yetkileri yoktu. "Doğru sözlülerden isen bir delil getir, dediler." [98]
O da; “bekleyin ben de sizin gibi bekleyenlerdenim” diyerek, onların bu isteğinin Allah'ın elinde olan bir şey olduğunu belirtti. Semûd kavminin inkârcılarının amaçları mûcize görmek değil, rasûlü âciz bırakmak, onun Allah ile ilgisinin olmadığını göstermek, tuzağa düşürmekti.
Nihâyetinde Allah onların bu tuzaklarına karşı peygamberini destekleyerek, müşriklerin istediği mûcizeyi verdi: "Sâlih: ‘İşte âyet (mûcize, delil) bu devedir. Kuyudan su içme hakkı belirli bir gün onun, belirli bir gün de sizindir; Sakın ona bir kötülük yapmayın, yoksa sizi büyük bir günün azâbı yakalar’ dedi." [99]
"Buna rağmen onu kesip devirdiler."[100] Mûcize isteklerinin yerine getirilmesine karşılık Semûd kavminin inkârcılarına bu kâfi gelmemişti. Allah'ın zarar verilmemesi isteğine karşılık yine de deveyi kestiler. Zaten amaçları iman etmek değildi, Rasûlü aciz göstermekti. Fakat “ileri gelenler”in kurdukları bu tuzak geri tepince, deveyi keserek Sâlih peygamberin, kavim nazarındaki itibarını düşürmek, gündemi değiştirmek istediler.
Deveyi kesmeye kesmişlerdi, ama kesmekten pişman olmuşlardı. Artık işleri tamamen alt-üst olmuş, azap emâreleri kavmi kuşatmıştı. Allah bunu şöyle beyan eder: "Onlar ise deveyi kestiler; ama pişman da oldular." [101]
İş işten geçmişti bir kere, peygamber üç gün daha yaşayabileceklerini ondan sonra azâbın kendilerini yakalayacağını bildirmişti. Zaten bunun alâmetlerini yaşamaya başlamışlardı bile. Son pişmanlık içerisindeki Semûd kavminin sersem halinden kurtulması için, Sâlih'in katledilmesi gerektiğine karar veren; kentin azgın dokuz kişisi olan "ileri gelenler" ona tuzak kurarlar. Bu husûsu Allah şöyle beyan eder: “O şehirde dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar, iyilik tarafına hiç yanaşmıyorlardı. Allah'a and içerek birbirlerine şöyle dediler: Gece ona ve ailesine baskın yapalım, sonra da velîsine 'biz ailesinin yok edilişi sırasında orada değildik, inanın ki doğru söylüyoruz' diyelim. Onlar öyle bir tuzak kurdular. Biz de kendileri farkında olmadan, onların planlarını altüst etlik.” [102]
İnkârcıların vardığı son nokta, rasûlü ortadan kaldırma fikri olmuştu. Aynı düşünce tüm inkârcı toplumlarda görülür. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) için de Mekkeli müşriklerin aynı tuzağı kurdukları nazar-ı dikkate alınmalıdır. Kabilecilik anlayışının o dönemdeki bir yansıması olan öldürme planındaki ortak eylem ve sonucunda kimsenin eylemi üstüne almaması neticesi maktûlün velisinin karşısında birden fazla hasım çıkarılarak onun kısastan vazgeçirilmesi anlayışı görülmektedir. Müşriklerin kabilecilik anlayışının bir gereği olan bu zihniyet, Peygamberimiz zamanında da aynı eylemi gerçekleştirmeye kalkışmış ve Sâlih (a.s.)'da olduğu gibi tuzakları geri tepmişti.
Artık Sâlih’in de (a.s.) yapacak bir şeyi kalmamıştı, mü’minlerle beraber Allah onları, azap gelmezden evvel kâfirlerin tuzağından kurtardı. "Buyruğumuz gelince, Sâlih'i ve beraberindeki iman edenleri o günün rezilliğinden kurtardık." ([103]); "Haksızlık yapanları bir çığlık tuttu, oldukları yerde diz üstü çöküverdiler." (11/Hûd, 67)
Böylece doğru yola gelmekte direnen Semûd kavminin inkârcıları da, diğer Nuh ve Âd kavimlerinin inkârcıları gibi azâbı tattılar. "İşte haksızlıkları yüzünden çökmüş evleri! Anlayan bir kavim için elbette bunda bir ibret vardır." [104]
Semûd Kavmi ve Almamız Gereken Dersler, Mesajlar
Âyetlerden Tesbitler
- Mûcizeye Rağmen Red ve Taşkınlık, Helâki Getirir: "Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. Size Rabbinizden bir delil gelmiştir. İşte o da, size bir mûcize olarak Allah'ın şu devesidir. Onu bırakın, Allah'ın arzında yesin, sakın ona herhangi bir kötülükle dokunmayın, sonra sizi acıklı bir azap yakalar." [105]
Rasulleri inkâr eden kavimler azâbın hemen indirilmesi veya mûcize gösterilmesi tarzında taleplerde bulunmuşlardır. Bu talepleri sağlıklı bir psikolojiyle yapılmış ve imana götüren bir kalbin istekleri olmaktan çok uzaktır. Daha çok inkârı katmerleyen ve vahye karşı körlüğü arttıran bir yaklaşımla, bu isteklerini bildirmişlerdir. Muhâtabın vahiy karşısında kulluk ve hayranlıkla değil de istiğnâ, kibir ve ukelâ bir tarzda duruşu, gayret-i İlâhiyeyi doğurmaktadır. Bu yüzden, kendi açılarından olumlu bir sonuç vermeyeceği bilinen bu talepleri ertelenebildiği kadar ertelenmiştir. Ne zaman ki helâkleri hakkında İlâhî irâde netleşmiş, Rasuller "Artık kavmimizle bizim aramızda hükmünü ver" duâsıyla Yaratıcıya iltica etmişlerse, o zaman belki de helâkin başlama düğmesine basılması anlamında mûcize yaratılmaktaydı. Bu ise mûcizeyi, rasûlü küçük düşürmek ve alaylarına malzeme yapmak için talep eden kavmin ilk etapta şaşkınlığını arttırmaktaydı. Ancak kendilerine geldiklerinde küfürleri artmakta ve o taşkın ruh halleriyle mûcizeyi inkâr etmekteydiler. Bu örnekte olduğu gibi, taşkınlıkları bazen o mûcize ve rasûlün şahsını ortadan kaldırma teşebbüsüne kadar varabilmekteydi.
Ancak Allah'a iman eden kimse, haddini bilen bir gönle ve görmek isteyen bir göze ulaşılabilir. Duyularını ısrarla çalışmaz hale getiren ve kibir dağları ötesindeki gerçekler için boyları kısa kalan bir yaklaşımla Allah'a ulaşma ihtimali yoktur.
"Beni niçin âmâ olarak yarattın? Hâlbuki ben dünyadayken görüyordum."[106] Bir kâfirin, âhirette karşılaştığı bir uygulamayla ilgili ağzından dökülenler... Hayır, ey kulluğunu unutan kul, aslında sen her zaman kör ve sağırdın, İlâhî gerçeklere karşı. [107]
- Geleceğin Parlaktı: "Dediler ki: Ey Sâlih! Sen bundan önce içimizde ümit beslenen birisiydin. Babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi engelliyor musun? Doğrusu biz, bizi kendisine çağırdığın şeyden ciddi bir şüphedeyiz." [108]
Sen aklı başında bir adamdın. Bu yeni iddiaların da neyin nesi?! Bu cümle birkaç anlamı içinde barındırmaktadır. Sen bu işten geri dön, senin hakkındaki eski kanaatimiz ve sana olan sevgimiz devam etsin. Ortak bir noktada buluşabilmemiz mümkündür. Bundan hem sen, hem de biz kârlı çıkabiliriz. Bu apaçık bir uzlaşma îmâsıdır.
Tercihlerini net yapamayan İnsanlar, bu tür çağrılarla zorluklar/belâlar arasında bir seçim yapmaları istendiğinde gerisin geriye câhiliyeye kayabilmektedirler. Bu yüzden arkaya ve terk edilene bakmamak, gemileri yakmış bir ruh haline ulaşabilmek, eski yaşantısına en ufak bir hasret ve özlem duymamak gerekmektedir. İslâmlaştığı halde, gözü hâlâ geçmiş yaşantısında kalanlar, asla imanın tadına varamazlar ve mü’min olarak can verme bahtiyarlığını da riske atmış olurlar.
- Zulme Sessiz Kalmak: "Fakat, Semûd kavmi o deveyi, ayaklarını keserek öldürdüler. Sâlih dedi ki: ‘Yurdunuzda üç gün yaşayın.’ O söz, yalanlanamayan bir tehdit idi."[109]; "O şehirde dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar, iyilik tarafına hiç yanaşmıyorlardı."[110]; "Bir arkadaşlarını çağırdılar, o da cür’et gösterip kılıcını çekerek deveyi kesti." [111]
Hz. Sâlih'in kavmi bu zulmü işledi. Aslında bu büyük zulme dokuz kişi katılmıştı. Ama topluluk onlara engel olmadı. Engel olmanın ötesinde, bu suskunlukları zulmün işlenmesinde, zâlimler için yeterli bir toplumsal zemini oluşturmaktaydı. Zulmün icrâsı tarih boyunca pek az İnsanın bizzat rol aldığı bir nitelik arzetmiştir. Ancak, sessiz kalan halk, bu fiilin cezâsına da ortak olmak durumundadır. Unutmamak lâzımdır ki, aslında zâlimler marjinaldir.
- Vahiy, Toplumda Ne Tür Bir Sonuca Yol Açar?: "Andolsun ki, Semûd kavmine, Allah'a kulluk edin (demesi için) kardeşleri Salih'i gönderdik. Hemen birbiriyle çekişen iki zümre oluverdiler." [112]
Günümüzde din, milletler için bir dayanışma ve birlik ilâcı olarak algılanmaktadır. “Toplumların iç dayanışmalarında dinin reddedilemez bir yeri olduğu” tarzındaki cümleler, kulaklarımızın alışık olduğu cümlelerdir. Gerçekten de din, birleştirici bir sıfat mı taşımaktadır?
Peygamber kıssalarında anlatılanları göz önünde bulundurduğumuzda, pek çok peygamberin, câhiliye elitleri tarafından bölücülükle suçlandıklarını görmekteyiz. Yukarıdaki âyette bu duruma işaretler vardır. "Sen geldin geleli toplumda huzur kalktı. Baba ile çocuğu, kadın ile kocası arasını, getirdiğin sözlerle ayırdın. Toplumu birbirine düşman kısımlara böldün!..." Bu ve bunun gibi ifâdeler rasullere karşı hep söylenegelmiştir. O halde toplumun yapıştırıcı gücü olarak tanımlanan din, bu ilk muhâtaplarınca niye böyle tanımlanmıştır?
Sadece, genel adı İslâm olan İlâhî dinler değil, toplumun yürürlükte bulunan değerler sistemine alternatif bir değerler bütünü öneren her yaklaşımın sosyolojik bir gerçek olarak, toplumda parçalanmaya sebep olması kaçınılmazdır. Bu parçalanma, yeni önerilen değerlere inanan İnsanlar ve diğerleri olarak toplumu ikiye bölmektedir. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur.
İnsanlar, inançları dışında da pek çok farklı şey sebebiyle çeşitli bölünmeler yaşarlar. Ve bunun sonucu olarak da ulaştıkları durumlarla kendilerini tanımlar; bu tanıma göre dost ve düşmanlarını belirlerler. Sonra da savaşmaya bile uzanabilecek mücâdelelere girişirler. Bazen bir coğrafyalı olmaktır belirleyici vasıf, bazen bir ırktan dünyaya gelmiş olmak. Özetleyecek olursak coğrafyaya, kan bağına, ticarî ilişkilere, ortak inançlara vb. sebeplere dayanan "biz" tanımları vardır. Din, bu tanımları sosyolojik bir gerçek olarak kabul etmiştir. Bunların münker olan bazı tanım ve hukuklarını ıslah ederek yeniden inşâ etmiştir. Ancak, bir üst tanım olarak ve diğer ilişkileri/hukukları belirleyen odak hukuk olarak, İslâm, inanca dayalı "biz" tanımını koymuştur. Birey, şu coğrafyadan, bu kabileden olabilir; ancak, o, her zaman inancın genel tanım ve çıkarlarına göre hareket edecektir. Kendi seçmediğimiz özelliklerimizin değil; bizzat irâdemizle oluşan "inanca" göre bir tanım yapılması, bizleri yüceltmektedir. Hiçbir katkıları olmadan taşıdıkları vasıflarla dostu ve düşmanı tanımlayıp belirleyen, mücâdele eden varlıklar nere, tanımlarını kendi seçtiği ilkeler ve vahye göre yapan İnsan nere!?
Bir toplumun yeni değerlere geçiş esnâsında yaşadığı bu iç parçalanma, geçici bir olaydır. Bu parçalanmanın aile, komşu, akraba, ortak vb. birliklerde verdiği bedel de geçicidir. Yoksa din ebediyyen bu sosyal ilişkilerin reddi ve imhâsı gibi bir çağrıda bulunmaz. Ayrıca geçiş ânındaki bu parçalanmanın olabildiğince harâretinin az olması önemsenmiştir, özellikle parçalanmanın yaşandığı Mekkî yıllarda sıla-i rahim (akrabayla ilişki), birru'l-vâlideyn (ana-babaya iyilik) gibi hususlar üzerinde, akideyle ilişkilendirilerek durulması önemlidir. Ana-baba başta olmak üzere, iman etmeyen, ya da imanlarına şirk bulaştıran yakın akrabâlarla ilişki konusunda “Din”in tavsiyesini şöyle özetleyebiliriz: Onların şirke dayalı değerler sistemini kabul etme, şirk içeren tavsiyelerine uyma; ancak, üzerindeki haklarını yerine getir, onlara kaba davranma, ilişkini kesme!
Kendine inanan ve değerlerini paylaşan bir topluluk oluştuğunda ise din, artık bu aşamadan sonra en güçlü bir bütünleyici unsur halini alır. Öyle ki, yeryüzünün en uzak bölgesindeki bir kardeşine dokunan bir zarar, dünyanın öbür ucundaki mü’mine acı vermelidir. Yoksa duyarsızlık, ilgisizlik, vurdumduymazlık, ona yardım için gerekli gayret ve fedâkârlıktan uzak tavır, imânî bir zâfiyet anlamı taşıyacaktır. Özetle, “Din”, vahiy değerlerini değiştireceği toplum için bölücü, parçalayıcı; hak değerler üzere olan bir toplum için ise bütünleyici sıfata sahiptir.
- Senin Yüzünden: "...Senin ve beraberindekiler yüzünden uğursuzluğa uğradık..." [113]
"Bu dış ambargolar sizin tavırlarınız yüzünden. Başımıza başka ülkelerin üşüşmesi sizin bu aptalca tavırlarınızdan. Uyuyan yılanı uyandırdınız da onun için..." Bu gibi sözler tarih boyunca rasullerin ve dâvâ adamalarının kulaklarının alışık olduğu sözler olagelmiştir. Gerek düşmanları, gerekse kalplerinde hastalık izleri bulunan tâkipçileri tarafından bu suçlamalara muhâtap olmuşlardır.
Hareketler “Geçmişteki dâvâ adamı müslümanların başına gelen zorluklar bizim de başımıza gelmeden Cenneti kazanamayız!”[114] formülü ve ölçüsüyle fertlerini yetiştirmemişlerse, bu tür problem karşısında hemen büyük kayıplar vereceklerdir. Fertlerine önce felâhı (âhiret kurtuluşunu) değil de; refahı (dünya nimetlerini) vaad edenler en ufak zorlukta, taraftarlarınca yuhalanacaklardır.
Zorluklarla karşılaşan ashâba, münâfıklar: "Efendiniz size boş vaadlerde bulunuyor" dediklerinde, mü’minler: "Hayır! Bizim karşılaştıklarımız, bizim başımıza gelenler ancak, Allah'ın ve Rasûlünün bize anlattıklarıdır" diye karşılık vermişlerdi. Zira onlar, Akabe bey’atlerinde, yapacakları katkıların karşılığında neyin olduğunu Rasûlün ağzından şöyle duymuşlardı: "Cennet!"
Kitleler, bedel ödeme husûsunda önderlerin boyuna ulaşamazlar. Bu hususta âhirete çevrilen bir söylem ve bu söylemin pratiğinde ayaklan Allah'ın lütfuyla sâbit önderler sâyesinde bedel boyları yükselir. Bunlara sahip olamadıklarında ise, mevcut boylarının, sindirme operasyonlarıyla daha da cüceleştiğine şâhit olunmaktadır.
- Allah'ın Yardımı Olmasaydı: "...Gece ona ve ailesine baskın yapalım (hepsini öldürelim); sonra da velisine ‘Biz o ailenin yok edilişi sırasında orada değildik, inanın ki doğru söylüyoruz’ diyelim."[115]; "Onlar böyle bir tuzak kurdular. Biz de kendileri farkında olmadan, onların planlanın altüst ettik." [116]
Mü’minlerle kâfirler arasındaki mücâdeleyi anlatan Kur'an âyetlerinde ilginç bir vurgu yine bizi beklemektedir. Mücâdelenin ana karakterlerinden biri de mü’minlerin bu zeminde sayı, araç-gereç ve şartlar açısından yaklaşık % 90 zayıf görünümde olmalarıdır. Mücâdele tarihi de bizim gayba (zâhiren görünenin aksine bir güç ve siyasal gayb anlamında) imanımızı arttırmaktadır. İmkânsızlıklar, tüm gayretlere rağmen doldurulamayan boşluklar, âdeta dâvânın gerçek Sahibi tarafından doldurulmakta ve taraftarlarının fizikî eksiklikleri giderilmektedir. Vahiy, mü’minlerden ısrarla bir yönlerini sağlam tutmalarını ister: "Allah'la olan iletişimlerini/diyaloglarını". Bu yön sağlam olduktan sonra, güçleri yettiğince hazırlık yapmaları istenir. Temel noktası sağlıklı olanların, çabalarının sonrasında kalan maddî eksiklikleri tamamlanacaktır.
- Küfrün Temeli, İlâhî Taksime Rızâ Göstermemektir: "Vahy, aramızda ona mı verildi. Hayır, o yalancı ve şımarığın biridir." [117]
Kendi içlerinden birine verilmesini bekledikleri nebîlik, Araplar içinden birine verildiğinde, oğullarından daha iyi tanıdıkları rasûlü inkâr eden Ehl-i Kitab'ın pratiği de buna bir örnektir.
Yaradan’ın adâlet, rahmet, ilim ve pek çok sıfatına mebnî bulunan İlâhî taksime itiraz ve çekememe, küfrün temel taşlarındandır. Bu yüzden verilen nimete, başa gelen hâdiselere isyan, küfre çıkan bir yolun başlangıcı sayılmıştır. Şeytanın ilk günahında da İlâhî takdîre ve konumlandırmaya bir itiraz vardı. [118]
“Hoştur bana Senden gelen, Ya gonca gül, yahut diken;
Ya hil’at ü yahut kefen. Lutfun da hoş, kahrın da hoş.”
- Allah’ın Emânetine İhânet Helâk Sebebidir: “Ey kavmim, size işte bir âyet (delil ve mûcize) olarak Allah'ın devesi; onu serbest bırakın, Allah'ın arzında yesin. Ona kötülük (vermek niyeti) ile dokunmayın. Yoksa sizi yakın bir azap sarıverir.”[119] Semûd kavmine Allah’tan bir âyet olarak deve verilmişti. Onlar bu Allah’ın devesinin hakkını gözetip, onun Allah’ın arzında rahatça yiyip içmesine karışmayacaklar, ona zarar vermeyeceklerdi. Çünkü bu bir emânet idi. Böyle yapmadıklarında yakın bir azâbın kendilerini kuşatacağı bildirilmekteydi.
Bugün de Allah’ın emâneti olarak Kur’an’a sahip çıkılması, tevhid sancağının daha yüksek burçlara dikilmesi, Rasûlullah’ın yolunun sürdürülmesi bugünkü müslümanlara düşmektedir. Bu dâvâ, bugünün İnsanlarına ulaşan emânettir. Bu emânete ihânet, belâ ve musîbete, azap ve helâke sebep olacağından, dolayısıyla İnsanın kendine yapmış olduğu ihânet ve zulüm olmuş olur: “Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’e hâinlik etmeyin. (Sonra) bile bile kendi emânetlerinize hâinlik etmiş olursunuz.”[120] Günümüzde yaşanan kaos, fitne, güvensizlik, bireysellik, stres ve bunalımlar, helâkin avansı olarak değerlendirilmeli ve daha büyüğünden sakınılmalıdır. “Onlar (kurtuluşa eren mü’minler), emânetlerine ve ahidlerine (verdikleri sözlere) riâyet ederler.” [121]
“Kavminin ileri gelenlerinden müstekbirler/büyüklük taslayanlar, içlerinden müstaz’aflara/zayıf görülen iman edenlere dediler ki: ‘Siz Sâlih’in gerçekten Rabb’i tarafından gönderildiğini biliyor musunuz (Buna inanıyor musunuz)?’ Onlar da: ‘Şüphesiz biz onunla gönderilene iman eden mü’minleriz’ dediler.”[122] Hz. Sâlih'in getirdiği haberin kendi muhtevâsı, Hz. Sâlih'in görevi konusunda, ayrıca bâtınî ya da mûcizevî bir “delil”e ihtiyaç bırakmaksızın bu mesajın sıhhat ve değerini kabul etmeleri yönünde yeterli göründü onlara. Bu iman ikrârı, ince bir tarzda, Semûd kıssasının sadece tarihî bir olay olarak taşıdığı yüklemi aşan derin bir anlam ifâde etmektedir. Bu, dinî bir mesajın İlâhî kaynak ve niteliğine inanmakta güçlük çeken şüpheci kimseler için, onların asıl mesajın içsel anlamı ve değerini anlamaya, değerlendirmeye çalışmaları, fakat inanç ve tasdiklerini, gerçekleşmesi nesnel olarak imkânsız birtakım zâhirî ve mûcizevî ispatlara dayandırmamaları yolunda yapılmış bir dâvet niteliğindedir. Çünkü bir mesaj, sıhhat ve doğruluğunu ancak muhtevâsıyla, ifâde ettiği anlamla ortaya koyabilir. [123]
Sâlih (a.s.) Kıssasının Mesajları
Kıssanın bize vermek istediklerini de şöyle sıralamak mümkündür:
- a) Sâlih’in (a.s.) kavmi Allah'ın sonsuz nimetler verdiği bir kavimdir. Buna mukabil Semûdlular geçmiş kavimlerde olduğu gibi, bu nimetlerin kendi çalışmalarının ürünü olduğunu, bu ürünleri de diledikleri gibi harcayacaklarını öne sürerek Allah'ı ve Rasûlünü inkâr ederler. Hâlbuki Allah o nimetleri zenginlerin elinde gezen bir metâ olsun diye vermemişti. O servet ve nimetlerde yoksulların da hakkı vardı. Zülüm ile o servetleri yığanlar pek tabii ki onlardan istiğnâ etmeyip diledikleri biçimde, yani zevk ve eğlencelerde harcayacaklardı.
Günümüzde bunun en çarpıcı örnekleri görülmüyor mu? Tüyü bitmedik yetim hakkı olduğu herkesçe bilinen servetler, o yetimlere değil; bir gecelik harcamalara, kumarhanelere, batakhanelere, yatakhanelere gitmiyor mu?
- b) Zulüm düzenleri sâyesinde edindikleri servetleri, dayanıklı olduğunu zannettikleri dağlara oydukları evlere yığıyorlardı. Sanki oralarda ebedî yaşayacaklarmış gibi... İnkârcı biri olan Nuh'un oğlu da dağın onu Allah'ın azâbından kurtaracağını zannetmişti. Yine aynı inkâr psikolojisi ile sığınılabilecek en sağlam yer gördükleri için olsa gerek, Semûdlular da dağları oyup evler yapıyorlardı.
Günümüzde ise bu inkârcı psikolojinin aynı tavrı değişik bir şekilde ortaya koyduğunu görüyoruz: Milimetrik mühendislik ve yüksek teknoloji ürünü olarak yaptıkları gökdelenler ve binaların; depremlere, doğal âfetlere karşı testlerini de yaparak doğaya hâkim oldukları imajını veriyorlar. Böylece zulümle kazandıkları paraları bu mekânlarda tüketerek sanki ebedî kalacaklarmış gibi yaşıyorlar.
- c) Kıssa içerisinde belirtilen çok önemli bir husus vardır: “O şehirde dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar, iyilik tarafına hiç yanaşmıyorlardı.” Kıssa anlatımı içerisinde Allah'ın mele’ ve “ileri gelenler” olarak nitelediği zenginler ve yöneticilerden oluşan ve kavmi inkâra azmettiren, rasûle şiddetle karşı gelen, mûcize devenin kesilmesini gerçekleştiren ve öldürmek için Sâlih'e tuzak kuranlar sadece ve sadece "dokuz" kişidir.
Gerçi Kur'an'da, Semûd kavmi hakkında sayısal bir bilgi verilmiyor ama; binlerce kişilik kavmi yöneten, çekip çeviren ve gelirine el koyanların adedinin "dokuz" kişi olduğu ibretle belirtiliyor.
Bunu günümüz toplumlarında çok daha iyi görmüyor muyuz? Milyonların oluşturduğu bir ülkeyi, bir elin parmakları kadar zengin ve onların direktifi altındaki çok az sayıdaki yöneticiler idare ediyor. Bu azınlık zümrenin çıkarları ile çatışanlar, hakkı da temsil etse, mahkûm edilerek ezilmiyorlar mı? Toplumlar bu azınlığın istediği şekilde yönlendirilmiyor mu?
- d) Semûd'un inkârcılarının en son düşündükleri şey ise bükemedikleri -susturamadıkları- Sâlih’i (a.s.) öldürmek. Bütün dâvâ adamlarının inkârcılar karşısında bu pozisyonu unutmamaları; bükülmediklerinde ellerinin öpülmeyeceği, aksine yok edilmek istenecekleri hatırlatılmaktadır. [124]
Yüce Allah, Âd kavmini helâk ettikten sonra onların yerine Semûd kavmini getiriyor ve onlara vermiş olduğu nimetlerden bahsediyor.[125] Semûd kavmi, Yüce Allah'ın bunca nimetlerine şükran borcunu ödemeyip, şan ve şöhret peşinde koştular. Kendi güç ve kuvvetlerine güvendiler. Maddî refah, zenginlik, bolluk onları da çıldırtmıştı. Bir yandan kışlık evler, bir yandan da dağlarda ve mağaralarda yazlık evler oyup yontuyorlardı. (Bu günkü yazlık ve kışlık villalar hatırlansın...) Fakat ne yazık ki, teknikte bu kadar ilerlemelerine rağmen, dinde alçaldıkça alçalıyorlardı. Çünkü şirk, putperestlik, adâletsizlik zulüm ve baskı son raddeye varmıştı. Herifler iktidar koltuğunda oturup ahkâm kesiyorlardı. Yüksek rütbeliler, kabile ağaları, villa beyleri büyüklük ve üstünlük kompleksiyle böbürleniyorlardı. Bu sınıflar elçinin (Sâlih (a.s.) dâvetini kibirlerine yediremeyip kabullenmedikleri gibi, aşağı sınıf olarak kabul ettikleri kişileri de engellemek istiyorlardı. O kibir ve gurur sahibi herifleri Kur'an şöyle konuşturuyor: “Salih'in kavminden imana gelmeyip kibirlenenler, içlerinden iman eden zayıflar için alay yollu şöyle dediler: 'Siz Sâlih'in hakikaten Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz? Onlar da: 'Biz doğrusu onunla gönderilen her şeye iman edenlerdeniz' dediler. O kibirlenerek iman etmeyenler: 'Doğrusu biz, o sizin iman ettiğiniz şeyi inkâr eden kafirlerdeniz' dediler.” [126]
Semûd sapıklarının Sâlih’i (a.s.) reddetmelerinin temel amacı iktidar sevdâsıydı. Eğer bir tek Rabbe iman edip Sâlih’e (a.s.) uysalardı, saltanatları ellerinden çıkmış olacaktı. Evet, her şey saltanat ve hâkimiyetlerini düşündükleri, bugün dünya müstekbirlerinin düşündükleri... Hepsi saltanat, egemenlik ve hükümranlık ihtirâsı...
Allâme Mevdudi, Semûd kavminin İslâm'a yanaşmamalarının temelinde şu üç ana sebebi görüyor ve şöyle diyordu: "Semûd kavmi üç sebepten dolayı Sâlih’in (a.s.) dâvetini reddediyorlardı. Birincisi, Sâlih (a.s.) bir beşerdi, İnsandı. Başka İnsanlardan üstünlüğü yoktu. Sâlih’in (a.s.) Semûd kavminin bir ferdi olması ve herhangi bir özelliğe sahip olmaması ikinci sebepti. Üçüncü ise, Sâlih alelâde ve yalnız bir İnsandı. Kendisi tanınmış bir hâkim veya kabile reisi değildi. Çevresinde pervane gibi dolaşan İnsanlar yoktu. Bir ordusu yoktu, gösterişli tavırları yoktu. Semûdlu eşrâfa göre Sâlih (a.s.) İnsan üstü bir varlık olmalıydı. Onlar, onun beşeriyetini de kabul etmeye hazırdılar, ancak alelâde bir kişi olması ve bizzat kendi milletinden olmasını hazmedemiyorlardı. Böyle bir İnsan başka bir yerden ve milletten gelmeliydi. Hatta gökten indirilmeliydi. Bunların hiç biri olmazsa, en azından nüfuzlu bir kabile reisi ve zengin bir lider olmalıydı. Sâlih gibi sade ve saf bir İnsanın peygamber olmasını bir türlü kabul edemiyorlardı." [127]
Doğrusu, tarihî süreç içerisinde tekzip edenlerin içindeki kin ve şüphe asla değişmemiştir. Tarihin seyrine baktığımızda inanmak ve teslim olmak istemeyenlerin söz ve davranışları hep aynı olmuştur. 'İçimizden bir İnsana mı uyacağız? Kitap aramızda ona mı verilmeliydi? Bir melek gelmeli değil miydi?...' Hep aynı davranış...
Hakikat şudur ki, İnsanı ilgilendirmesi gereken, haklı söz ve haklı dâvettir. Bir dâvetin ne kadar gerçek olduğuna bakmak gerekir. Yoksa tebliğ eden dâvetçinin içimizden herhangi biri olması hiç bir şey değiştirmemelidir. Asıl olan da dâvetçinin içimizden görevlendirilmiş olması ve bizim de gururlanmadan, kibirlenmeden ona tâbi olmamızdır. Sınavın sırrı da buradadır. Ama maalesef, İnsanların çoğu tâbi olacak kişiye, kendilerinden servet ve makamca üstün ve hürmete şâyan olmasından endişe ederek tâbi olmamaktadırlar.
Tarih sahnesinde böylesine inkârcılar çoğalıp kol gezmeye başlayınca ve içlerinde bulunan elçi de son noktasına kadar görevini tebliğ edip bir şey yapamaz hale gelince; işte o zaman mü’minleri kurtarmak, inkâr edenleri topyekün helâk etmek zamanı gelmiş demektir.
Yüce Allah, Semûd kavmini büyüklenip kibirlenmelerinin ve bu yüzden inkâr edip küfürde inatlaşmalarının karşılığının helâk olduğunu beyan ediyor.
“Sâlih, ümmetini şöyle uyardı: 'Yurdunuzda üç gün daha yaşayın durun!”[128] Sâlih’in (a.s.) bu uyarısını dahi alaya almışlardı. Hz. Sâlih, müslümanlarla birlikte onların arasından Sina'ya doğru ayrılıp gitti. Üçüncü gün, mühletin sona ereceği gece yarısı korkunç bir çığlık (patlama) ve bununla birlikte şiddetli bir deprem oldu ve bütün kâfirler helâk olup ahırda ezilen otlar gibi ezilip çerçöp haline geldiler. O muhteşem medeniyetleri; sarayları, yazlık ve kışlık villaları, kibir ve gururları, teknolojileri bu patlamanın önüne geçememişti. O azgınlara yaraşan bundan başka bir şey olamazdı.
Yüce Allah, böylece İslâm'ı yalanlayarak inkâr edip reddeden bir toplumu daha yok ediyor dünya sahnesinden. Kafile kafile İnsanlar gelip geçiyor o yüce imtihandan. Tâbir câizse bütün sorular hep bir merkezden ve değişmez bir şekilde hazırlanıyor. Hepsinin ortak bir amacı var, o da: 'Allah'a kulluk edin O'ndan başka ilahınız yoktur.' Bütün kâinatın, yerin ve göğün yaratılışındaki hikmet ancak budur. Bu kadar melekler, bu kadar peygamberler, bu kadar kitaplar, bu kadar vârisler ve nihayet bu kadar yazılar ve bu kadar konuşmaların asıl amacı budur... Ne kadar sözü uzatırsanız uzatınız, son sözünüz yine bu olacaktır: 'Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilâhınız yoktur.' Evet, bütün çabalar, bütün çalışmalar, bütün amaçlar budur, bu olmalıdır... [129]
Tefsirlerden İktibaslar
Nice müfessir ve peygamber kıssası kitapları Sâlih’in (a.s.) devesi hakkında “kayadan çıktığını” sanki Kur’an ya da sahih hadislerin ifâdesiymiş gibi, kesin doğruymuşçasına anlatırlar. Muhammed Esed, bu konuda şöyle demektedir: Müfessirler, bu dişi devenin mûcizevî bir yapıda olduğunu belirten çeşitli menkıbeler anlatmaktadırlar. Bu tür menkıbeleri ne Kur’an, ne de sahih hiçbir Hadis doğrulamadığı için, bunların birtakım duyarlı müslümanları hayal ürünü düşünce ve anlayışlara sevk eden, ayetteki nâkatullâh (Allah'ın dişi devesi) tabirinden türetildiğine hükmetmemiz gerekir. Oysa Reşid Rıza'nın[130] belirttiği gibi bu tür fantastik düşüncelere yol açan eğer devenin Allah'a izâfe edilmesi ise, aslında bu, sadece sözü geçen hayvanın herhangi bir kişiye âit olmadığına ve dolayısıyla bütün bir toplumun onu korumakla yükümlü olduğuna işaret içindir; nitekim, aynı âyette “Allah'ın arzı” şeklinde benzer bir deyim daha vardır ki bu da her şeyin Allah'a âit olduğunu ifâde içindir. Hz. Sâlih'in Kur’an'da muhtelif yerlerde sözü geçen bu sahipsiz hayvana iyi davranılması yönündeki özel ısrarı, müteâkip âyetlerin de gösterdiği gibi, zayıf gördüğü herkese, her varlığa karşı kaba ve küstah davranmakta kendilerine gurur payı çıkaran ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak kötülüğü yayan bu kavmin kaba kuvvete dayanan tahakkümüne yönelmiştir. Başka bir ifâdeyle, bu savunmasız hayvana karşı seçecekleri davranış tarzı, onların kalplerinin değişmesine bir “işaret” yahut [131] “onlar için bir imtihan” olacaktı. [132]
Elmalılı diyor ki: Sûrenin başındaki "Nice memleketler var ki Biz onları helâk ettik..." [133] tehdidinin tarihî şâhitleriyle bir açıklamasına, Hz. Âdem'in yaratılmasından sonra bütün İnsan toplulukları ve çeşitli kavimler üzerindeki İlâhî hâkimiyyetin tecellisiyle peygamberlerin gönderiliş hikmet ve neticelerine, şeriat ve dinlerin seyr ve tekâmülüne ve onlardaki maksatların rûhuna yönelik pek mühim hakikatleri açıklayıp aydınlatan ve birçok sûrede çeşitli ibret ve ikaz bakış açısından genişçe anlatılacak veya işaret edilecek olan bu kıssalardan, Kur'ân'ın letâfet (güzellik), ciddiyet ve belâğatına bilhassa itina gösterilerek okunduğu zaman bunlardan alınacak olan ibret dersi ve ilham o kadar yüksek, açık ve boldur ki, kütüphaneler dolusu tarih kitapları okunup araştırılacak olsa elde edilecek ders, yükselmek için bağlanılacak ibret düsturları bunlardan başkası olmayacak ve bunların verdiği açık ilhâmı vermeyecektir. Önceki kavimlerin bütün masalları, eski eserleri, kaleme alınan kitaplar ve meydana gelen olaylar incelenmiş olsa bunların ihtivâ ettikleri bozukluklar ve hurâfeler bir araya getirilerek İnsanlık hayatının başlangıç ve sonucu bakımından ifade edecekleri sâbit hakikatlerin, Kur'ân'ın söz konusu bu kıssalarında özetle işaret edilen esasların hudûdunu aşamadıkları görülür. Bu kıssaların ihtivâ ettikleri gerçekler, Kur'ân'ın indirilmesinden önce dillerde ve kitaplarda o kadar bozulmuş ve hurâfelerle karıştırılmıştı ki, İnsanlar onları duyup dinledikçe dinî hisleri, bir çocuğun masal dinlemekten aldığı hayâlî neş'e gibi bir şey zannedecek hale gelmişlerdi. Nitekim bugün de dinler tarihini ve edebiyatı bu ruh hali ile takip etmek isteyenler pek çoktur.
Tefsircilerden bir kısmı, özellikle öncekiler bu kıssalar etrafında, Kur'ân'ın indirilmesinden önce anlatılagelen çeşitli rivâyet ve hikâyeleri nakletmişler ve bununla Kur'ân'ın onlardaki bozulmaları nasıl bertaraf ettiğine ve İnsanları hayalden hakikate nasıl götürdüğüne dair bir mukayese dersi vermişlerdir. Fakat tefsir mütâlaasına ehil olmayan birçok kimse de bu nakilleri, kıssaların tefsiri gibi telakki etmiş ve Kur'ân'da anlatılan hususlardan ziyâde bu rivâyetlerin arkasında koşarak Kur'ân'ın açtığı hakikat yolundan aksi yönde istifadeye kalkışmışlar ve dini, sünnetin dışında mücerred yorumlarda ve garip rivâyetlerde aramak sevdâsına düşmüşlerdir. Bunlara karşılık, sırf tabii kalmak isteyenler de, önceki İnsanları hiç hesaba katmayarak harika cinsinden olan ve dillerde destan şeklinde dolaşan bu nakilleri "öncekilerin masalları" deyip geçmişler veya mutlak sûrette tabiate bağlama yolunu seçmişlerdir. Kur'ân ise, hakikatin bu ikisi arasında bulunduğunu anlatmak için söz konusu kıssaları ne kadar güzel tebliğ etmiş ve ne ciddi bir şekilde tasvirini yapmıştır. Dolayısıyla bunları her kıssanın mevzû ve gâyesine, tasvir tarzı ve münâkaşasına, yani her peygamberin dâvetinin aslına ve dâvetinin tebliğ biçimi ve ispatına ve kavmiyle olan münâkaşalarının üslûbuna, soru ve cevabın kapsadığı ilmî gerçeklere ve edebî kurallara, neticede iman ve küfrün sonucuna, sonra bütün kıssalar arasındaki ortak değere, yükseliş ve gelişme âhengine ayrı ayrı ve birlikte göz atarak son derece ibretli bir tarzda okumalı ve bunlardan tarih sahnesinden silinen kavimlerin yaşantılarıyla düşüş ve helâklerine yol açan sebepleri çıkararak gelecek için ibret almanın yollarını öğrenmelidir. Görülecektir ki, bütün düşüş ve yok olma sebepleri, Hakk'ın emrini dinlememeye, Allah'ın rehber olarak gönderdiği önderlerin kıymetini bilmemeye ve sonuçta şükrün yerine nankörlüğü koymaya bağlıdır.
Hak dini, İnsanlığın koyduğu sosyal bir kurum değil, sağlam ve mutlu bir sosyal kurumun aslını ve hareket tarzını teşkil eden İlâhî bir müessesedir. Ve her milletin hayat ve mutluluk kabiliyeti, kalbini verdiği Yaratıcının şânıyla uyum içindedir. Onun için hepsi hiç, ancak Allah'ın dini haktır. İnsanlara gök kapılarını açacak olan kanun, Zeyd ve Amr'ın kanunları, arzu ve hırslı istekleri değil, yaratma ve emretme hakkı kendisinde olan âlemlerin Rabbi'nin kanunudur. Yoksa dünya bir tarafa toplansa, bir yaprağın tâbi olduğu düşüş ve yükseliş kanununun İlâhî konumunu değiştirmeye güç yetiremezler. [134]
Mevdûdi der ki: “Semûd (toplumuna da) kardeşleri Sâlih'i (gönderdik...”[135] Semûd, Arabistan'ın Âd'dan sonra en yaygın olarak bilenen ikinci eski kabilesidir. Kur’ân-ı Kerim gelmeden önce onlar hakkındaki hikâyeler, Araplar arasında çok yaygındı. Adları, şiirde, İslâm öncesi Arap hutbelerinde ve Asur'da bulunan levhalarda da sık sık geçmektedir. Eski Yunan, İskenderiye ve Roma tarihçi ve coğrafyacıları da bu kavmin adından bahsederler. Onların bazı kalıntıları Hz. İsa'nın (a.s.) doğumu öncesi yıllara kadar mevcut idi. Roma tarihçilerine göre bu kabileye mensup kişiler Roma ordusuna katılmış ve düşmanları Nebatîlere karşı savaşmışlardı.
Semûd kabilesi, günümüzde el-Hicr diye bilenen Arabistan'ın kuzey-batı kısmında yer alan topraklara vâris olmuş idiler. Başkenti, halen Medine-Tebük demiryolu üzerinde bir istasyon olan Medâin-i Sâlih idi. Eski ismi Hicr'dir. Bu kavmin, tepe ve yamaçlarda oydukları taş evler bugün bile büyük bir alana yayılmış haldedir. Bu ölü şehre, şöyle bir üstünkörü bakıldığında, nüfusunun o zamanlar yaklaşık beş yüz bin civarında olduğu tahmin edilebilir.
Kur'an'ın nüzûlü sıralarında, Hicaz'dan gelen ticaret kervanları Semûd kavminin bu arkeolojik kalıntıları arasından geçmekte idi. Yüce Peygamber (s.a.s.) Tebük'e doğru ashâbını sevk ederken bu harâbelere doğru işaret ederek onlardan, düşünen bir gözlemciye bu gibi şeyler nasıl bir ders veriyorsa öyle bir ibret dersini akıllarında tutmalarını istedi. Arkadaşlarına, Hz. Sâlih'in dişi devesinin su içtiği kuyuyu gösterdi ve onların da o kuyudan su içmelerini söyledi. Daha sonra bir tepe geçidini gösterdi ve Sâlih Peygamberin (a.s.) devesinin su içmek için kuyuya bu geçitten geçtiğini anlattı. O geçit halen Feccu'n-Nâka: (Dişi Devenin Geçidi) diye anılır.
Daha sonra kalıntılar arasında bir gezinti yapmak isteyenleri bir araya toplayarak, şöyle söyledi: "Burası, Allah'ın cezâsını başlarına geçirdiği, helâk ettiği bir kavmin arazisidir. Bu yüzden, buradan olabildiğince nefret ederek, tiksinti duyarak geçin. Burası eğlenilecek bir yer değil, aksine hüzünlenecek, mâtem tutulacak bir yerdir."
“Allah'ın bu dişi devesi size bir mûcizedir/belgedir…”[136] Âyetin üslûbu açıkça gösteriyor ki, "Allah'ın bu dişi devesi" bir "açık delil"dir. Bir sonraki âyette ise "bir âyettir" denilmekte. 26/Şuarâ sûresi 154-158 arası âyetlerden öğreniyoruz ki, bu kabile İnsanları, Sâlih peygamberden, eğer Allah'ın gönderdiği bir elçi ise, kendilerine açık bir delil getirmesini talep etmişler ve bunun üzerine Sâlih peygamber dişi deveyi bir delil olarak onlara sunmuştur. Bu, o dişi devenin doğumunun mûcizevî bir şekilde meydana geldiğini ve tıpkı diğer peygamberlerin gösterdikleri mûcizeler nev'inden bir mûcize gibi zuhur ettiği gerçeğinin ispatıdır. Mûcizevi doğuşunun diğer bir kanıtı ise Sâlih peygamberin (a.s.) onu, bir mûcize hususunda dikkat çekerek inanmayanlara sunuşudur. "Sizin hayatınız doğrudan bu dişi devenin hayatı ile bağlantılıdır. Salıverin, özgürce bayırlarınızdan otlasın, sırayla bir gün yalnızca o içsin kuyularınızdan su, ertesi gün de sığırlarınız içer. Eğer ona bir kötülük ederseniz, Allah'ın azâbı âniden size çarpacaktır" demişti. Aşikârdır ki, dişi deve örneğinin böyle canlı bir biçimde sunuluşu, İnsanların onun olağanüstü bir hayvan olduğunu görmeleri içindir. Bu yüzden de, kendi bayırlarında serbestçe otlamasına, kuyularından bir gün de onun su içmesine müsaade ettiler. Fakat gönülleri bir türlü râzı değildi buna. Sonuçta o kadar korkmuşlardı ki, onu öldürebilmek için, günlerce müşâvere edip sonunda da gizli bir plân kurmuşlardı. Bunu yaparken de Sâlih peygamberin, kendilerine mâni olacak dünyevî bir güce sahip olmadığını biliyorlardı. Dişi devenin öyle istediği gibi, bir başına, her yerde dolaşabilme cesaretini göstermesi onun arkasında bazı gizli güçlerin olduğunu göstermekteydi.
Kur'an, bu devenin fiziksel yapısı ve nasıl vücuda geldiği hususunda bir şey söylemiyor. Ayrıca onun mûcizeleri hakkında da mevcut hiçbir sahih hadiste de bir işaret yok. Bu yüzden, müfessirlerin devenin doğuşu vs. hakkında anlattıklarına inanma zorunluluğu yoktur, kabul etmeyen de olabilir. Her ne olursa olsun Kur'an'ın kesin delilidir ki, o dişi deve mûcizelerden bir çeşit mûcize idi.
“(Allah'ın) Âd (kavminden) sonra sizi halifeler kıldığını ve sizi yeryüzünde (güç ve servetle) yerleştirdiğini hatırlayın; ki, onun düzlüklerinde köşkler kuruyor, dağlardan evler yontuyordunuz…”[137] Semûd halkı, yukarıda zikredildiği gibi tepe yamaçlarında büyük evler oyarlardı. Onların bir kısmı hâlâ olduğu gibi Medain-i Sâlih'de bulunmakta olup, o İnsanların mühendislikte ulaştıkları üstün dereceleri göstermektedir.
“…Şu halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın da, yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın.”[138] Yani "Siz Âd kavminin âkıbetinden bir ibret almalısınız. O sapıtmış kavmi yok edip sizi onlara halef kılan aynı Allah, Âd kavmi gibi sapkınlığa düşerseniz aynı şekilde sizi de yok edip yerinize başkalarını geçirecek güce sahiptir."
“Böylelikle dişi deveyi öldürdüler…”[139] Hz. Sâlih'in (a.s.) dişi devesini yalnızca bir kişi öldürdüğü halde[140] bütün kabile bu suçun ortağı sayılmıştır. Çünkü bütün kabile o kişiye arka çıkmış, desteklemişti. Bir birey tarafından işlenmiş olsa bile, bir toplum tarafından tasvip görülen veya bir toplumun irâdesini yansıtan her suç, toplumun suçudur. Onu yapan kişi ise burada sadece bir maşadır. Kur'an'a göre, bir birey tarafından işlenen ve ilgili toplum tarafından da kabul gören bu suç bir millî suç sayılmaktadır.
Bunun üzerine onları dayanılmaz bir sarsıntı…”[141] Semûd kavminin başına gelen musîbete "recfe" (şiddetli sarsıntı) ismi verilmiş, fakat başka yerlerde “sayha” (korkunç ses), “sâika” (yıldırım) ve (kulakları patlatan ses) diye de geçmektedir. [142]
Seyyid Kutub der ki:
Bu, tarih boyunca süren, İnsanlık kitabının bir başka sayfası. İşte, câhiliyyeye tekrar dönülüyor, hak ile bâtılın ayrılış sahnesi sergileniyor, yalanlayanların sonu, yeniden gerçekleşiyor.
"Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih'i peygamber olarak gönderdik. Sâlih onlara dedi ki, ‘Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur."[143] Bunlar, mahlûkatın yola kendisiyle başladıkları ve onunla bitirecekleri sözlerdir. İnanç, yöneliş, tavır alış ve tebliğ noktasında tek bir yöntem vardır. Burada ek olarak bir de, Sâlih'in kavminden doğrulamasını istediği bir mûcize yer almaktadır.
“Rabbinizden size bir belge geldi. Şu Allah'ın dişi devesi size bir delildir.”[144] Burada âyetlerin amacı, ortak çağrıyı ortaya koymak ve O'na inananlar ile O'nu yalanlayanların âkıbeti gerçeğini belirlemek olduğu için, mûcize istekleri ayrıntıyla incelenmemiş, sadece bu mûcizenin varlığını ilân etmiştir. Yanı sıra, deve hakkında da onun Rablerinden gelen bir kanıt olduğu, Allah'ın devesi ve mûcizesi olduğundan başka bir ayrıntıdan söz edilmemiştir. Allah'ın devesi olduğunun belirtilmesinden, Rablerinin kanıtı olmasından, bizzat Allah'a nisbet edilmesinden ve peygamberliğini doğrulayan bir delil olmasından, onun sıradan bir deve olmadığını ve sıradan yollarla meydana çıkmadığını anlıyoruz... Devenin durumu hakkında, bu güvenilir kaynakta söz edilenlere başka hiçbir şey eklemiyoruz. -Kur'an'da ona dair bu işaret, başka bütün ayrıntılardan daha yeterlidir- Biz âyetleri izlemeyi ve gölgelerinde yaşamayı sürdürüyoruz:
“Bırakın onu, Allah'ın çayırında otlasın, sakın ona bir kötülük etmeyin, yoksa acı bir azâba çarptırılırsınız.”[145] Çünkü o Allah'ın devesidir. Bırakın onu, Allah'ın çayırında otlasın, yoksa o kötü sonuç ile uyarıcıdır.
Âyet, kötü son ile uyardıktan sonra Sâlih kavmini, düşünmeye, ders almaya, azgınların sonlarına bakmaya, bu azgınların ardından onlara verilen nimetlere şükre çağırmaya başlıyor: “Allah'ın sizi Âd kavminin yerine geçirdiğini ve ovalarında köşkler edinip dağlarında yontma evler yaptığınız bir bölgeye yerleştirdiğini hatırlayınız. Allah'ın nimetlerini hatırlayınız da yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan kesinlikle kaçınınız.” [146]
Burada âyetler, Semûd yurdunun nerede olduğundan söz etmiyor. Fakat başka sûrede onların -Hicaz ile Şam arasında yer alan- Hicr'de yaşadıkları belirtilmiştir. Sâlih'in onlara yaptığı hatırlatmalardan, Semûdluların yaşadıkları yerin doğası hakkında kimi bilgiler edindiğimiz gibi, yerleşim şekilleri, onlara verilen nimetlerin etkileri hakkında da bilgi ediniyoruz. Burası hem ovalık, hem de dağlık bir arazidir. Ovalık arazide köşkler (villalar, yalılar) yapmışlar, dağda evler oymuşlardı. Bu kısa âyetlerdeki işaretlerden açıkça anlaşıldığına göre, bu bir uygarlık idi... Sâlih Allah'ın onları Âd kavmine halef kıldığını hatırlatıyor. Yerleşim yerleri onların yerleşim yerleri ile aynı olmasa bile, tarihî süreç içerisinde, Âd medeniyetini izleyen medeniyetin sahibi idiler. Otoriteleri Hicr dışına da taşmıştı. Bu nedenle, yeryüzünde yerleşenlerin halifeleri ve hâkimleri oldular. Sâlih onları, önlerindeki Âd kavminin azgınlarının durumunu ibret alarak, güç ve medeniyetlerinden gurura kapılıp yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan kesin olarak sakındırdı.
Yine buradaki veciz ve özet ifadeli âyetlerden, şunları da anlıyoruz: Sâlih’in (selâm üzerine olsun) kavminden bir grup İnsan iman etmiş, bir grup ise büyüklenmiştir. İnanmayanların ileri gelenleri, yeryüzündeki otoritelerinden soyutlanmaları ve âlemlerin Rabbi olan tek İlâha dönmeleri çağrısına iman edenleri, tek Allah'a kulluk ederek bu sâyede kullara kulluktan kurtulan ve boyunlarından tâğutun boyunduruğunu söküp atan mü’minlere işkence etmeye kalkışmaları gerekmektedir!
İşte tam böyle, Sâlih'in kendini beğenmiş ileri gelen soydaşlarının güçsüz, ezilen mü’minlere işkenceye ve tehditler savurmaya koyulduklarını görmekteyiz: "Sâlih'in kendini beğenmiş soydaşları, içlerinden iman etmiş horlanmışlara, ezilenlere ‘Sâlih'in Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?’ derler.” [147]
Açıktır ki bu soru, Sâlih'in Rabbinden getirdiğini iddia ettiği mesajı doğrulamalarından kaçınmaları ve imanlarından hoşlanmamaları nedeniyle tehdit ve küçümseme yüklüdür. Fakat ezilenler artık bir daha ezilmeyeceklerdi. Allah'a iman, gönüllerine kuvvet, ruhlarına güven ve huzur doldurmuştu... Onlar, dinlerinden kesinlikle emin idiler. Kendini beğenmiş ileri gelenlerin tehdit ve korkutmalarının ne yararı var? Alaya almalar ve zorlamalarının ne faydası olur?
“Evet, biz onun aracılığı ile gönderilen mesaja inanıyoruz’ dediler.”[148] Bundan dolayı ileri gelenler, tehdide yorulacak şekilde açıkça konumlarını ilân ettiler: “Biz sizin inandığınızı inkâr ediyor, reddediyoruz’ dediler.” [149]
Sâlih'in getirdiği hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekildeki delile rağmen... İleri gelenlerin Sâlih'i doğrulamaktan alıkoyan delil yetersizliği değildir... Çünkü, tek İlâha kulluk, onların otoritelerini yıkmakla tehdit ediyordu... Çünkü İnsanda, hükümdar olma arzusu ve hâkimiyet ve otorite kompleksi vardır. Şeytan sapkınları bu yulardan tutup güdüyordu.
Sözlerini pratiğe geçirdiler. Kendilerine Allah katından, peygamberini çağrısında doğrulayan bir delil olarak gönderilen ve peygamberlerinin onları, saldırıdan sakındırdığı Allah'ın devesine saldırdılar ve acı bir azâba çarptırıldılar.
“Ardından Rablerinin emrine başkaldırarak dişi deveyi boğazladılar ve ‘Ey Sâlih, eğer gerçekten peygambersen, ileride çarpılacağımızı söylediğin azâbı şimdi başımıza getir bakalım!' dediler.”[150] Bu, isyanın yanı sıra bulunan bir küstahlıktır. Allah onların isyanlarını, bundaki küstahlıklarını ortaya koymak ve buna eşlik eden kişisel duygularını tasvir etmek, yanı sıra azâbı çabuk isteme ve uyarı ile alay ettiklerini de ifade etmek amacıyla, “başkaldırı” olarak isimlendiriyor.
Gelen âyetler, sonucu ilânda gecikmediği gibi, ayrıntıya da girmiyor: "Bu arada ânî bir yer sarsıntısına tutuldular da oldukları yerde yığılıp kalıverdiler."[151] Ânî sarsıntı ve yığılıp kalma, isyan ve arsızlığın cezâsıdır. Ânî sarsıntıya bir dehşet de eşlik ediyor. Yere yığılıp kalma, hareket etmekten âcizliği sahnelemektedir. İsyankâra ânî sarsıntı ne de uygun! Saldırgana âcizlik ne yakışır! Kötü sona uygun bir ceza. Ve bu kötü sonu uygun bir tasvir ile ifade.
Âyetler onları ‘yığılıp kaldıkları’ şekilde bırakıyor ve yalanlayıp karşı çıktıkları Sâlih'in durumunu sahneliyor: “Bunun üzerine Sâlih onlara sırt çevirdi ve ‘Ey soydaşlarım, size Rabbimin mesajını ilettim, size öğüt verdim, fakat siz öğüt verenlerden hoşlanmıyorsunuz' dedi.” [152]
O, tebliğ ve öğüt verme emânetini yerine getirdiğine dair şâhidlik ediyor ve isyan ve yalanlama ile kendi başlarına getirdikleri kötü sondan uzak olduğunu belirtiyor... Böylece, yalanlayanların kitabından başka bir sayfa daha kapanıyor. Alay edenler, hatırlatmadan sonra, kendilerine yapılan tehdide çarpılıyorlar. [153]
Sâlih (a.s.) ve Semûd Kavmi Hakkında Âyet-i Kerimeler
- Sâlih’in (a.s.) İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 9 Yerde): 7/A’râf, 72, 75, 77; 11/Hûd, 61, 62, 66, 89; 26/Şuarâ, 142; 27/Neml, 45.
- Semûd Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 26 Yerde): 9/Tevbe, 70; 11/Hûd, 61, 68, 68, 95; 14/İbrâhim, 9; 17/İsrâ, 59; 22/Hacc, 42; 25/Furkan, 38; 26/Şuarâ, 141; 27/Neaml, 45; 29/Ankebût, 38; 38/Sâd, 13; 40/Mü’min, 31; 41/Fussılet, 13, 17; 50/Kaf, 12; 51/Zâriyât, 43; 53/Necm, 51; 54/Kamer, 23; 69/Hakka, 4, 5; 85/Burûc, 18; 89/Fecr 9; 91/Şems, 11.
- Semûd Kavmi veya Onların Evleri Anlamındaki “Hıcr” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerime (1 Yerde): 15/Hıcr, 80.
- Sâlih (a.s.) ve Kavmi Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
- Sâlih (a.s.)’ın Kavmiyle Tevhid Mücâdelesini Anlatan Âyetler: 7/A’râf, 73-79; 11/Hûd, 61-68; 15/Hıcr, 80-84; 26/Şuarâ, 141-159; 27/Neml, 45-53; 54/Kamer, 23-31.
- Sâlih (a.s.), Semûd Kavmine Gönderilmiştir: 7/A’râf, 73; 11/Hûd, 61; 26/Şuarâ, 143; 27/Neml, 45.
- Semûd Kavminin Kötülüğü: 7/A’râf, 74; 15/Hıcr, 82; 26/Şuarâ, 146-149; 41/Fussılet, 17; 69/Haaka, 4, 9; 89/Fecr, 9; 91/Şems, 11-12.
- Sâlih (a.s.)’in Kavmine Dâveti ve Kavminin Tepkisi: 7/A’râf, 73-79; 11/Hûd, 61-65; 15/Hıcr, 80-81; 26/Şuarâ, 141-157; 27/Neml, 45-53.
- Sâlih (a.s.)’in Mûcizesi: 7/A’râf, 73; 11/Hûd, 64.
- Semûd Kavmi, Sâlih (a.s.)’in Mûcizesi Deveyi Öldürdü: 7/A’râf, 77; 11/Hûd, 64-65; 26/Şuarâ, 154-157; 54/Kamer, 27-29; 91/Şems, 13-14.
- Semûd Kavminin Helâk Edilip Yok Oluşu: 7/A’râf, 73-78; 11/Hûd, 66-68; 15/Hıcr, 80-84; 25/Furkan, 38; 26/Şuarâ, 155-159; 27/Neml, 49-53; 29/Ankebût, 38, 40; 41/Fussılet, 17-18; 50/Kaf, 12, 14; 51/Zâriyât, 43-45; 53/Necm, 51; 54/Kamer, 23-31; 69/Hakka, 5; 89/Fecr, 9, 11-13; 91/Şems, 14-15.
[1] 7/A’râf, 73-79
[2] 26/Şuarâ, 143-145
[3] 11/Hûd, 62
[4] 54/Kamer, 24
[5] 54/Kamer, 25
[6] 54/Kamer, 26
[7] 7/A’râf, 75
[9] 7/A’râf, 77
[10] 7/A’râf, 79
[11] 27/Neml, 46
[12] 27/Neml, 48
[13] 27/Neml, 49
[14] 27/Neml, 50
[15] 7/A’râf, 78
[16] Ahmet Özgen, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 332-334
[17] 15/Hıcr, 80
[18] bk. H. H. Brau, Semûd, İslâm Ansiklopedisi, 10/474-475
[19] 89/Fecr, 9
[20] Taberî, Tarih, Beyrut -t.y-, I, 226
[21] H. N. Brau, İ. A., Semûd maddesi
[22] Buhârî, Enbiyâ 17; Ahmed bin Hanbel, I/66, 73
[23] 7/A'râf, 75-76
[24] İbnul-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarih, Beyrut 1979, I, 89-90). (Çok azı müstesnâ, hemen hemen tüm meal ve tefsirlerde geçen -meselâ bk. Taberî, 8/224-225; F. Râzî, 14/162- bu rivâyetin, Kur’ân-ı Kerim’e, sahih hadislere ve güvenilir vesikalara dayanmadığı için doğruluğu şüphelidir.)
[25] 7/A'râf, 73-74
[26] 54/Kamer, 28
[27] 26/Şuarâ, 155
[28] İbn Kesîr, Tefsîrul-Kur'ânil-Azîm, İstanbul 1984, III, 437
[29] 91/Şems, 14
[30] 11/Hûd, 65
[31] 27/Neml, 48
[32] 27/Neml, 49-53
[33] Bu rivâyetler için bk. Taberî, Câmiul-Beyan, Mısır 1968, VIII, 224 vd.; İbn Kesir, a.g.e., III, 434 vd.; İbnu'l-Esir, a.g.e., I, 89 vd.; Ömer Tellioğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 387-3388.
[34] Buhârî, Salât 53, Enbiyâ 17, Tefsîru Sûreti’l-Hıcr 2; Müslim, Zühd 38, 39; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/9, 58
[35] Meselâ bk. 6/En'âm, 138; 25/Furkan, 22, 53; 89/Fecr, 5
[36] 15/Hicr, 80
[37] Mustafavî, et-Tahkîk, II/184
[38] J. Healey, The Nabataeans an Madâin Sâlih, Atlal, Riyad, 1986, X/3, s. 108
[39] F. S. Vidal, Al-Hidr, El 2, -Fr.-, III/377
[40] Yâkûtî, II/320-221
[41] M. Beyyûmî Mihrân, Dirâsât fî Târîhi’l-Arabi’l-Kadîm, İskenderiye, 1480/1980, s. 490
[42] 15/Hicr, 80-84
[43] 15/Hicr, 73; 38/Sâd, 13-14
[44] 11/Hûd, 94; 38/Sâd, 13-14
[45] 11/Hûd, 67; ve 54/Kamer, 31
[46] 7/A'râf, 74; 26/Şuarâ, 141-159
[47] F. S. Vidal, Al-Hidr, El 2, -Fr.-, III/377; Ömer Faruk Harman, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 454-455
[48] 54/Kamer, 23-26
[49] 11/Hûd, 61-62
[50] 14/İbrâhim, 9
[51] 7/A’râf, 75-76
[52] 27/Neml, 47-50
[53] 26/Şuarâ, 141-157
[54] 54/Kamer, 23-29
[55] 7/A’râf, 77
[56] 11/Hûd, 65
[57] 11/Hûd, 67-68
[58] “Hicr” maddesi, İslâm Ansiklopedisi: İslâm Âlemi, Tarihi, Coğrafya, Etnoğrafya ve Bibliyografya Lugati, Cilt 5/1, s. 475
[59] Phillip Hitti, A History of the Arabs, London: Macmillan, I970, s. 37
[60] 7/A’râf, 73-74
[61] “Semûdlar” maddesi, Ana Britannica, Cilt 19, s. 232
[62] 7/A’râf, 73-74
[63] 7/A’râf, 72, 75, 77; 11/Hûd, 61, 62, 66, 89; 26/Şuarâ, 142; 27/Neml, 45.
[64] 15/Hıcr, 80
[65] 7/A’râf, 73-79
[66] 9/Tevbe, 70
[67] 11/Hûd, 61-68
[68] 11/Hûd, 89
[69] 11/Hûd, 95
[70] 14/İbrâhim, 9
[71] 15/Hıcr, 80-84
[72] 17/İsrâ, 59
[73] 22/Hacc, 42
[74] 25/Furkan, 38
[75] 26/Şuarâ, 141-159
[76] 27/Neml, 45-53
[77] 29/Ankebût, 38
[78] 38/Sâd, 12-14
[79] 54/Kamer, 23-32
[80] 69/Haakka, 4-5
[81] 85/Bürûc, 17-18
[82] 89/Fecr, 6-14
[83] 91-Şems, 11-15
[84] 37/Sâffât, 137-138
[85] 29/Ankebût, 38
[86] 51/Zâriyât, 43
[87] 26/Şuarâ, 146-148
[88] 15/Hıcr, 82
[89] 11/Hûd, 61
[90] 27/Neml, 45
[91] 26/Şuarâ, 144
[92] 27/Neml, 48
[93] 26/Şuarâ, 153-154
[94] 54/Kamer, 24
[95] 54/Kamer, 25
[96] 11/Hûd, 62
[97] 27/Neml, 47
[98] 26/Şuarâ, 154
[99] 26/Şuarâ, 155-156
[100] 11/Hûd, 65
[101] 26/Şuarâ, 157
[102] 27/Neml, 48-50
[103] 11/Hûd, 66
[104] 27/Neml, 52; Cengiz Duman, Sâlih (a.s.) ve Semûd Kavmi, Haksöz, sayı 3, Haziran 94
[105] 7/A’râf, 73
[106] 20/Tâhâ, 125
[107] Bk. 20/Tâhâ, 126
[108] 11/Hûd, 62
[109] 11/Hûd, 65
[110] 27/Neml, 48
[111] 54/Kamer, 29
[112] 27/Neml, 45
[113] 27/Neml, 47
[114] 2/Bakara, 214
[115] 27/Neml, 49
[116] 27/Neml, 50
[117] 54/Kamer, 25
[118] Levent Uçkan, İslâm Tarihi Notları, Basılmamış Çalışma, s. 20-24; karşılaştırın: Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Y. (İlgili Âyetlerin Tefsiri)
[119] 11/Hûd, 64
[120] 8/Enfâl, 27
[121] 23/Mü’minûn, 8; 70/Meâric, 32
[122] 7/A’râf, 75
[123] Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, c. 1, s. 287-288
[124] C. Duman, a.g.m.
[125] 7/A’râf, 73-74
[126] 7/A’râf, 75-76
[127] Mevdûdî, Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi, c. 1, s. 420-421
[128] 11/Hûd, 65
[129] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, s. 38-41
[130] Menâr, VIII, 502
[131] 54/Kamer, 27'de açıklandığı gibi
[132] Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, c. 1, s. 286
[133] 7/A'râf, 4
[134] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili
[135] 7/A’râf, 73
[136] 7/A’râf, 73
[137] 7/A’râf, 74
[138] 7/A’râf, 74
[139] 7/A’râf, 77
[140] Bk. 4/Nisâ, 27-29, 91/Şems: 12-14
[141] 7/A’râf, 78
[142] Tefhîmu’l Kur’an
[143] 7/A’râf, 73
[144] 7/A’râf, 73
[145] 7/A’râf, 73
[146] 7/A’râf, 74
[147] 7/A’râf, 75
[148] 7/A’râf, 75
[149] 7/A’râf, 76
[150] 7/A’râf, 77
[151] 7/A’râf, 78
[152] 7/A’râf, 79
[153] Fî Zılâli’l Kur’an
HÛD (A.S.) VE ÂD KAVMİ
H Û D (A. S.) V E Â D K A V M İ
- Hûd (a.s.); Hayatı ve Tevhid Mücâdelesi
- Âd Kavmi
- Ahkaf
- İrem
- Âd Kavmi ve Kumların Atlantis’i Ubar Kenti
- Kur’ân-ı Kerim’de Hûd (a.s.) ve Âd Kavmi
- Hûd Sûresi
- İbret Alınması İçin Anlatılan Kıssaları Masallaştırma
- Maddî Üstünlük ve Lüks Yaşam Üzerine
- Hûd (a.s.) ve Dâvetinden Almamız Gereken Ders ve Mesajlar
- Âd Kavmi ve Onların İzindeki Günümüzün Âdîleri
“Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u (gönderdik). O, (kavmine) dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a ibâdet/kulluk edin, sizin O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. (Hâlâ O’na karşı gelmekten) sakınmayacak mısınız?’
Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: ‘Biz seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz.’
(Bunun üzerine Hûd): ‘Ey kavmim! dedi, bende beyinsizlik yoktur, fakat ben âlemlerin Rabbinin gönderdiği bir peygamberim.
Size Rabbinin gönderdiği gerçekleri tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir nasihatçiyim/öğütçüyüm.
Sizi uyarmak için içinizden bir adam vâsıtasıyla Rabbinizden size bir zikir (kitap) gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O sizi, Nûh kavminden sonra (onların yerine) hâkimler kıldı ve yaratılışta sizi onlardan üstün yaptı. O halde Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz.’
Dediler ki: ‘Sen bize tek Allah’a kulluk etmeniz ve atalarınızın tapmakta olduklarını bırakmanız için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin (azâbı bize) getir.’
(Hûd) dedi ki: ‘Artık size Rabbinizden bir azap ve bir gadap/hışım inmiştir. Haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler husûsunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!’
Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik.” [1]
Hûd (a.s.); Hayatı ve Tevhid Mücâdelesi
Hûd (a.s.), Kur'ân-ı Kerim'de kıssası geçen peygamberlerden biridir. Âd kavmine gönderilen Allah'ın rasûlüdür. A'râf, Hûd, Şuarâ ve Ahkaf sûrelerinde kendisinden bahsedilmektedir. Âd kavmine gönderilmiştir ki, Kur'ân dışında diğer mukaddes kitaplarda bu kavimden söz edilmemektedir. Âd kavmi Hz. Nûh tûfanından sonra putperestliğe dönen ilk kavimdir. [2]
Hûd (a.s.), Âd kavmi içinde soyu şerefli bir kişiydi. Peygamberlikten önce ticaretle uğraşırdı. Hûd (a.s.) orta boylu, esmer tenli, gür saçlı, güzel yüzlü idi. Âdem’e (a.s.) benzerdi. Zâhid, muttakî ve ibâdete düşkün idi. Cömert ve şefkatli idi; yoksullara bol bol sadaka verirdi. [3]
Âd kavmi Arabu'l-âribe denilen Arabistan yarımadasına ilk yerleşen kavimlerdendir. Hadramevt'e ve Yemen'e kadar uzanan yurtlarda oturan bu kavmin yurtları otu, suyu ve çeşitli nimetleri bol olan bir yerdi. Yerin üzerinden akan ırmakları, bağları, bahçeleri, sürü sürü davarları[4] yer altında da, su depoları ve köşkleri vardı.[5] Başkalarına nazaran onlara boy pos, güç ve kuvvet verilmişti.
Allahu Teâlâ, Âd kavmine, peygamber olarak Hûd’u (a.s.) gönderdi. O da kavmini bir ve tek olan Allah'a iman ve ibâdete, insanlara zulmetmekten vazgeçmeğe dâvet etti ise de, red ve tekzib ile karşılandı. Bunun üzerine, Allahu Teâlâ onlardan üç yıl yağmuru kesti. Onlar yağmur için Mekke'ye bir heyet gönderdiler. Allah, yağmur bekledikleri halde bir kasırga ile onları helâk etti.
Hz. Peygamberimiz (s.a.s.) Vedâ haccında, Usfan vâdisine vardığı zaman, Hz. Ebû Bekr'e: "Ey Ebâ Bekr! Bu hangi vâdidir?" diye sormuştu. Hz. Ebû Bekir "Usfan vâdisidir" diye cevaplayınca, Hz. Peygamber (s.a.s.) Hûd’un (a.s.), beline aba tutunmuş, belinden yukarısını alacalı bir kumaş ile bürümüş, genç ve kızıl, yuları hurma liflerinden örülmüş dişi bir deve üzerinde, hac için buradan telbiye ederek geçmiş olduğunu haber vermiştir. [6]
Âd kavmi helâk olunca Hz. Hûd kendisine inananlar ile beraber Mekke'ye gelmiş ve vefat edinceye kadar orada kalmıştır. Âd kavminin, Hz. Hûd'a karşı çıkarken ileri sürdükleri itirazlar, diğer Peygamberlere karşı muârızlarının ileri sürdükleri itirazların aynıdır. Hatta günümüz münkirlerinin de itirazları aynı türdendir. Ona itirazda baş çekenler de, diğer peygamberlere itiraz edenler gibi kavmin ileri gelenleridir. İtirazın temelinde ise, dönmekte olan çıkar çarklarının devam etmesi vardır. Hz. Hûd'a yaptıkları itirazlarını şu maddelerde özetlemek mümkündür:
a- Hz. Hûd'u beyinsizlik ve sapıklıkla itham etmek: "Kavminden ileri gelenler dediler ki: ‘Biz seni açık bir sapıklık içinde görüyoruz."[7]; "Kavminden ileri gelen inkârcılar dediler ki; ‘biz seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve biz seni yalancılardan sanıyoruz.'' [8]
b- Atalar dinine bağlılık: "Dediler ki: ‘Demek sen, tek Allah'a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarını bırakalım diye mi bize geldin?"[9]; "Dediler ki: ‘Sen bizi tanrılarımızdan çevirmek için mi geldin?" [10]
c- Kendilerinin güçlü kuvvetli olduklarını söyleyip Hz. Hûd tarafından gelebilecek bir zararın olamayacağını ileri sürmeleri: "Âd kavmi, yeryüzünde haksız olarak büyüklük tasladılar ve; ‘bizden daha kuvvetli kim var?’ dediler." [11]
d- Âhireti inkâr etmeleri ve hayatın sadece dünya hayatından ibâret olduğunu ileri sürmeleri: "Ne ise hep bu dünya hayatımızdır; ölürüz ve yaşarız (bir kısmımız ölürken bir kısmımız doğar). Biz öldükten sonra diriltecek değiliz." [12]
e- Hz. Hûd'u küçümsemeleri: ''Kavminden, kendilerine dünya hayatında bol nimet verdiğimiz o inkâr eden ve âhiret hayatına kavuşmayı yalanlayan eşrâf takımı dedi ki; ‘bu da sizin gibi bir insandan başka birisi değildir. Sizin yediğinizden yiyor, sizin içtiğinizden içiyor. Eğer sizin gibi bir insana itaat ederseniz o takdîrde siz, mutlaka ziyana uğrayanlardan olursunuz." [13]
Onların bu itiraz ve tavırlarına karşı Hz. Hûd'un takındığı tavır şöyle idi: ''Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. (O'na karşı gelmekten) sakınmaz mısınız?"; ''Ey kavmim, bende bir sapıklık yok; ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyuruyorum, size öğüt veriyorum ve Allah tarafından, sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum."[14]; "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilâhınız yoktur. Siz (putları Allah'a ortak koşmakla) sadece iftira ediyorsunuz. Ey kavmim, ben sizden bunun için bir ücret istemiyorum. Benim ücretim beni yaratana aittir. Aklınızı kullanmıyor musunuz? Ey kavmim Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin (O'na yönelin) ki gökten üzerinize bol bol rahmet göndersin, kuvvetinize kuvvet katsın, suç işleyerek (Allah'tan) yüz çevirmeyin." [15] Geçmiş peygamberlerin ve kavimlerin kıssalarının Kur'ân'da zikredilmesi mü’minlerin ibret almaları içindir. Geçmiş peygamberlerin her tavrı müslümanlar için de tâkip edilecek bir yoldur. Meseleye bu yönden baktığımızda Hz. Hûd kıssasından alınacak ibretleri de şu şekilde özetlememiz mümkündür:
Hz. Hûd, Allah yoluna samimiyetle sarılmış vakur bir kişidir. Söyleyeceğini, ölçüp tarttıktan sonra söylemektedir. Kötülüğe kötülükle karşı koymadığı gibi, yumuşak davranmaktadır. Kavmi kendisini beyinsizlikle itham ederken, kendisinin beyinsiz olmadığını, onları uyarmak üzere Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu söylemekle yetinmektedir. Allah'ın üzerlerindeki nimetlerini kendilerine hatırlatmakta ve bu nimetlere şükretmiş olmaları için Allah'ın emirlerine riâyet etmeleri gerektiğini anlatmakta ve bundan dolayı onlardan bir ücret istemediğini özellikle belirtmektedir. [16]
Hûd (a.s.), Nûh’un (a.s.) oğlu Sâm'ın neslindendir. Bir ismi de Âbir olup, lakabı Nebiyyullahtır. Kur'ân-ı Kerim’de ismi bildirilen peygamberlerdendir. Yemen'de Aden ile Umman arasında bulunan Ahkaf diyârında doğup yetişti. Çocukluğundan itibaren Allahu Teâlâ’ya ibâdet etmekle meşgul oldu. Ara sıra ticâretle de uğraşan Hûd (a.s.), gâyet şefkâtli ve çok cömertti. Nûh tûfânında sonra, onun torunlarından biri olan Âd, Yemen'de Hadramut civârında Ahkaf denilen yerde yerleşti. Âd'ın neslinden gelen insanlar çoğalarak büyük bir kavim oldular. Bunlara Âd kavmi denildi. Bulundukları belde bereketli bir yerdi. Bağlar, bahçeler her tarafı sarmış ve İrem bağları diye meşhur olmuştu. Oğulları, malları, davarları ve muhteşem sarayları vardı. Güçleri, kuvvetleri, boyları ve cüsseleri ile meşhur olan bu insanlar, servetlerinin ve maddî güçlerinin çokluğuna bakarak azdılar ve doğru yoldan, dinlerinden ayrıldılar. Yeryüzünde büyüklük tasladılar. Allah Teâlâ’yı unuttular ve çeşitli putlara tapmaya başladılar. Ellerindeki maddî imkânlarla etrâfa dehşet salıyorlar, fakirleri ve diğer kabileleri zulümleri altında inletiyorlardı. Onları köle gibi çalıştırıyorlar, çeşitli işkencelerle öldürüyorlardı. Allah Teâlâ, Âd kavmini doğru yola kavuşturmak için Hûd’u (a.s.) onlara peygamber gönderdi. Bu hususta Kur'ân-ı kerimde meâlen buyruldu ki:
Âd kavmine kardeşleri Hûd'u peygamber olarak gönderdik. Hûd (a.s.) onlara; ‘Ey kavmim! Allah Teâlâ’ya ibâdet edin. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur. Hâlâ o'nun azâbından korkmayacak mısınız?’ dedi.[17] Hûd (a.s.) kavmini doğru yola kavuşturmak için tebliğ vazifesine başladı. Onları putlara tapmaktan, zulüm ve günahlardan tevbe ederek vazgeçmeye ve Allah Teâlâ’ya şükür ve ibâdete çağırdı. Fakat Âd kavminin insanları, Hûd’u (a.s.) dinlemeyip ona karşı kaba ve inkârcı davrandılar. Hûd (a.s.) kavminin bu tutumu üzerine; ''Eğer doğru yola gelmezseniz, haberiniz olsun, ben size tebliğ vazifemi yapıyorum; Rabbim size acı bir azap gönderir de helâk olursunuz?'' buyurdu. Azgın Âd kavmi, Hûd’a (a.s.); ''Mûcize getirmeden sana inanmayız, putlarımızı terk etmeyiz.'' dediler. Hûd (a.s.) onlara; ''İstediğiniz mûcize nedir?'' diye sordu. Onlar da: ''Rüzgârı istediğin tarafa çevir!'' dediler. Hûd (a.s.) duâ etti. Allah Teâlâ; ''Ne tarafa istersen elinle işâret et!'' buyurdu. O da eliyle işâret edince, rüzgâr istediği istikamette esmeye başladı. Büyük kayaların toprak olmasını istediler. Hûd’un (a.s.) duâsı ile bu da oldu. Bu mûcizeleri gördükleri halde inanmayıp hırçınlaşarak koyunların yünlerinin de ipek olmasını istediler. Hûd (a.s.) duâ etti. koyunların yünü ipek hâline geldi. Âd kavmi, gösterilen mûcizelere rağmen inanmadılar. ''Sen bizi putlarımızdan ayırmak için mi geldin? Doğru söylüyorsan, haydi bizi tehdit ettiğin azâbı getir de görelim!'' dediler. Hûd (a.s.) kavmini imâna dâvete devâm etti. Pek az kimse imân etti. Kavmi ise hakaret edip kendinden geçinceye kadar dövdü. Kavminin ıslâh olmayacağını anlayan Hûd (a.s.): ''Yâ Rabbi! Sen her şeyi biliyorsun. Ben onlara peygamberliğimi bildirdim. Ey Rabbim! Onlara, ders almalarına vesile olacak bir musîbet ver?'' diye bedduâda bulundu. Hûd (a.s.)’un bedduâsını kabul buyuran Allah Teâlâ, Âd kavmine önce kuraklık, kıtlık musîbetini verdi. Üç sene müddetle akan pınarlar kurudu. Yeşillikler sarardı, soldu. Meşhûr İrem Bağları yok oldu. İnsanlar bir yudum suya, bir parça ekmeğe muhtaç hâle geldiler. Hayvanlar susuzluktan telef oldular. Devamlı olarak bunaltıcı kuru bir rüzgâr esiyordu. İnsanlar ağızlarını güçlükle açıyor, zor nefes alıyordu. Tozdan göz gözü göremiyordu. Bu arada Hûd (a.s.) kavmini imana, tevbe ve istiğfâra dâvete devam ediyordu. Hûd’un (a.s.) kavmine meâlen şöyle dediği bildirilmektedir:
''Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra o'na tevbe edin ki, gökten üzerinize bol bol bereket (ekinleri yetiştirecek yağmur) indirsin ve kuvvetinize kuvvet katarak sizi çoğaltsın. Günahlarınıza ısrar ederek imandan yüz çevirmeyin.''[18] Hûd’un (a.s.) bu son dâveti de onların aklını başlarına getirmeye yetmedi. Hûd’a (a.s.) işkenceye ve onu öldürmeye kalkıştılar. Artık onlara azâbın gelmekte olduğu Hûd’a (a.s.) bildirildi. Bir sabah Hûd (a.s.) iman edenleri bir araya topladı. Gün ağarırken ufukta siyah bir bulut belirdi. Bunu gören Âd kavmi, “işte bize yağmur geliyor” dediler. Hûd (a.s.) ''Hayır, o can yakıcı azâb veren bir rüzgârdır. Her şeyi yok eder'' dedi. Rüzgâr korkunç bir ses çıkararak vâdiyi kapladı. Son derece hızlı ve soğuk olup, her şeyi saman çöpü gibi savuruyordu. 41/Fussılet sûresi 16. âyet-i kerimesinde, bu rüzgâr ''sarsar'' (kavurucu rüzgâr); azâb günleri de ''eyyâm-ı nehısât'' (uğursuz günler) olarak geçmektedir. Âd kavmi kasırgadan kurtulmak için tutundukları ağaç ve taşlarla birlikte havaya fırlayarak paramparça oldular. Hepsi ölüp yere serildiler. Daha sonra rüzgâr bunları sürükleyip denize attı. Mal ve mülklerinden hiçbir eser kalmadı, helâk olup gittiler. Âd kavminin helâk oluşu Kur'ân-ı Kerim’de meâlen şöyle bildirilmektedir:
"'Nihâyet Hûd'u ve berâberindeki imân edenleri, rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi tekzib edip yalanlayarak iman etmemiş olanların kökünü kestik.''[19] Hûd (a.s.) ve ona iman edenler bu şiddetli kasırgada Allah Teâlâ tarafından muhâfaza edildi. Kâfirleri helâk eden şiddetli fırtına, onlara serinletici ve rahatlatıcı hafif bir rüzgâr gibi esiyordu. Hûd (a.s.), Âd kavmi helâk olduktan sonra, kendine inananlarla birlikte Mekke-i Mükerreme’ye gitti. Kâbe-i Muazzama’nın bulunduğu yerde ibâdet ve tâatle meşgul oldu ve orada vefat etti. Kabrinin Harem-i Şerif’te (Kâbe-i Muazzama’nın etrafındaki mescidde) Hicr denilen yerde bulunduğu rivâyet edilmektedir.
Hûd (a.s.) ve peygamber olarak gönderildiği Âd kavmiyle ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’in A'râf, Hûd, Mü'minin, Fussilet, Ahkâf, Zâriyât, Kamer, Haakka, Şuarâ ve Fecr sûrelerinde bilgi verilmektedir.
Âd Kavmi
Âd: Birinci Âd diye anılan bir kavim olup Hûd Peygamber’in gönderildiği on-on üç kabileden oluşan üç-dört bin kişilik bir topluluktur.[20] Âd, Nuh'un torunlarından Avs'ın oğludur. Avs’ın babası İrem, onun babası Hz. Nuh'un oğlu Sam'dır. Tarihçiler ve müfessirler Âd kavmini Âd-ı ûlâ ve Âd-ı uhrâ olmak üzere iki kısma ayırırlar. Hz. Hûd'un peygamber olarak gönderildiği kavim Âd-ı ûlâ'dır. Kur’ân-ı Kerim’de: "Allah daha önce gelen Âd'ı (Âdeni’l-ûlâ, ilk Âd’ı) helâk etti"[21] denilmektedir. Bu sebeple müfessırler. Âd ve Hz. Hûd ile ilgili olarak Kur'an'da zikredilen müşterek olayların hepsinin birinci Âd kavmiyle ilgili bulunduğunda hemfikirdirler. Âd-ı ûlâ'nın helâk edilmesinden sonra bu kavimden kurtulanların neslinden ikinci Âd, yani Âd-ı uhrâ ortaya çıkmıştır. Zemahşerî’ye göre İrem şehrine sahip olan da bu ikinci Âd kavmidir. Ancak Kur'ân-ı Kerîm’de birinci Âd kavminden bahsedildiği halde,[22] ikinci Âd kavminden açıkça söz edilmemektedir. Yine Kur'an'da İrem şehrinden bahsedilirken[23] bu şehrin hangi Âd kavmine ait olduğu açıkça zikredilmemiştir. Tefsir kaynaklarında kaydedildiğine göre İrem, Âd’ın dedesidir. Bu durumda İrem şehrinin ona izâfe edilmesi ve birinci Âd kavmiyle ilgili olması ihtimali daha kuvvetli görünmektedir.
Âd kavminin yaşadığı coğrafî bölge, birçok tarihçi ve müfessire göre Yemen'dir. Bu kavim Yemen'de Uman ile Hadramut arasındaki bölgede yaşamıştır ki Kurân-ı Kerîm'de de Hz. Hûd'un Ahkaf bölgesinde yaşayan bir kavme peygamber olarak gönderildiği anlatılmaktadır. [24]
Âd kavmiyle ilgili bilgiler genellikle Kur'an'a dayanmakta, ayrıntılar ise daha çok tefsirlerde bulunmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm’in beyanına göre bu kavim muhteşem saraylara, [25] mallara, sürülere ve eşsiz bağ ve bahçelere sahipti.[26] Bu yüzden gurur ve kibre kapılmış olan Âd kavmi putlara tapmaya başlamış, insanlara zulmederek azgınlık ve taşkınlıkta bulunmuştur.[27] Allah. Hz. Hûd'u bu kavme peygamber olarak göndermiş, fakat kavmi onu yalanlayarak kendisine karşı çıkmıştır.[28] Hz. Hûd'un onları uyarması ve Allah'ın kendilerine verdiği nimetleri hatırlatarak O’na iman etmelerini istemesine karşı onlar: "İster öğüt ver ister verme, bizce birdir, fark etmez."[29] diyerek kendilerine yapılan ikazları dinlememişlerdir, isyan ve inkârlarının cezası olarak Allah, önce yağmurlarını keserek kuraklık sebebiyle ünlü İrem bağlarını kurutmuş, daha sonra kasıp kavuran bir rüzgârla onları cezalandırmıştır.[30] Sekiz gün süren bu rüzgâr Kur'an'ın tasvirine göre Âd kavmini hurma kütükleri gibi bulundukları yerden söküp atmıştır.[31] Hz. Hûd ve ona inanan mü’minler ise bu felâketten kurtularak,[32] ikinci Âd kavminin çekirdeğini oluşturmuşlardır. [33]
Âd, Kur'ân'da adı geçen eski bir Arap kavmidir. Hz. Âdem (a.s.) ile başlayan tevhîd mücâdelesinin mâhiyeti, Kur'ân-ı Kerim'de kıssalar yoluyla insanlara tebliğ edilmiştir. Esasen kıssaların nakledilmesinin sebeplerinden birisi de onlardan ibret alınmasıdır. Meydana gelen olayların sebeplerini iyi tespit etmek ve aynı hataları tekrarlamamak esastır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: "Andolsun onların kıssalarını açıklamada selîm akıl sahipleri için birer ibret vardır. Bu (Kur'an) uydurulacak bir söz değildir. Ancak kendinden evvel indirilen kitapların tasdîki, (Dine âit) her şeyin tafsilidir."[34] hükmü beyan buyurulmuştur. Dikkat edilirse selîm akıl sahiplerinin ibret alması ön plândadır.
Âd kavminin yaşadığı beldenin ismi Ahkaf'tır. Müfessirler Yemen ile Umman arasındaki geniş bir beldenin, bu isimle anıldığını kaydederler. Kur'ân-ı Kerim'de: "Âd (kavmi)ne gelince: Onlar yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve ‘Kuvvetçe bizden daha güçlü kimmiş!’ dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah'ı -ki O, bunlardan pek kuvvetlidir- hiç düşünmediler mi? Onlar bizim mûcizelerimizi bilerek inkâr ediyorlardı." [35] hükmü beyan buyurulmuştur. Fizikî yapıları hakkında değişik rivâyetler vardır. Fakat gerek boy, gerek fizikî güç olarak, gâyet kuvvetli oldukları bilinmektedir. Hz. Âdem’in (a.s.) boyunun altmış zira (arşın) olduğu, Buhârî'de kaydedilen haberlerle sabittir. Kendisinden sonra gelen nesillerin giderek kısaldığını iddia edenler, Âd kavminin boyunun altmış ziradan aşağı olduğunu ifade etmişlerdir. Bazı müfessirler ise, Âd kavminin, boy itibariyle Hz. Âdem'den de büyük olduğu üzerinde durmuşlardır. [36]
Hz. Hûd döneminde Âd kavminin lideri Şeddâd'dır. Temel hedefi, yeryüzündeki bütün insanları kendisine boyun eğdirmektir. Heykeller çevresinde geliştirdiği siyâsî yorumlarla, zorbalığı ve kan dökmeyi meşrû gösterme gayretinde olmuştur.[37] Bu lider Hz. Hûd’un (a.s.) tebliğine muhâtap olmuştur. Fakat gerek kendisi, gerek kavmi, vahye karşı, heykellerine (putlarına) ön planda yer veren mevcut siyâsî yapıyı savunmuştur. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: "İşte Âd kavmi!.. Onlar Allah'ın âyetlerini bilerek inkâr ettiler. Peygamberlerine isyan ettiler. Böylece başları (liderleri) olan her zorbanın emrine uyup gittiler. Onlar bu dünyada da, kıyâmet gününde de lânet cezasına tâbi tutuldular."[38] hükmü beyan buyurulmuştur.
İnsanlara kuvvetle ve silâhla gâlip gelen zorbalara boyun eğmek bir zillettir. Nitekim Âd kavmi heykellere izâfe edilen siyâsî teorilere ve zorbalara boyun eğdiği için, lânetlenmiştir. Esasen İslâm'ın dışındaki bütün sistemler temelde zulme ve zorbalığa dayanırlar.
Âd kavmi, gerek siyâsî, gerek ekonomik açıdan büyük bir güçtü! "Bağ-ı İrem" diye anılan; muhteşem sarayların süslediği büyük bir şehir, dillere destan olmuştu. Kur'ân-ı Kerim'de: "Ey Muhammed, Rabbinin, ülkelerde benzeri yaratılmayan, sütunlara (büyük saraylara) sahip İrem şehrinde yaşayan Âd kavmine ne yaptığını görmedin mi?" [39] denilmek sûretiyle, bu mâhiyet meydana konulmuştur. Fakat heykellere (putlara) tapan Âd kavmi, zorbalıkta ve zulümde de şöhret sahibiydi. Yeryüzünde kendilerinden daha güçlü hiçbir şeyin bulunmadığına inanmışlardı. Kendi içlerinden Hz. Hûd’a (a.s.) peygamberlik görevi verildiğinde, büyük bir mücâdele başladı. Akılları ve bilimsel teorileri, zorbaların safında yer almak gerektiğini esas alıyordu. Şimdi bu mücâdeleyi Kur'ân-ı Kerim'i esas alarak özetleyelim: "Hani kardeşleri Hûd onlara: ‘Allah'tan korkmaz mısınız?’ demişti. ‘Şüphesiz ben size gönderilmiş, emin bir peygamberim. Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Sizden buna karşılık hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım âlemlerin Rabbinden başkasına âit değildir. Siz her yüksek yerde bir alâmet (saray, kule) bina edip, eğlenir misiniz? Tutup yakaladığınız vakit, zorbalar gibi yakalar mısınız? Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Size bilip durduğunuz şeylerde (nimetlerde) yardım eden, size davarlar, oğullar, bağlar, ırmaklar ihsan eden Allah'tan sakının. Ben cidden üstünüze gelecek büyük bir günün azâbından korkuyorum." [40]
Bu tebliğ karşısında Âd kavminin ileri gelenleri, ulusal çıkarlarını bahane ederek, iftira kampanyasını başlatırlar. "(Âd) kavminin ileri gelenlerinden kâfir bir cemâat de: ‘Biz seni muhakkak bir beyinsizlik içinde görüyoruz. Seni muhakkak yalancılardan sayıyoruz’ dedi. (Bunun üzerine Hûd) ‘Ey kavmim’ dedi. ‘Bende hiç beyinsizlik yoktur. Fakat ben âlemlerin Rabbi tarafından (gönderilmiş) bir peygamberim. Size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum. Ben sizin emin/güvenilir bir nasihatçiyim. Size o korkunç âkıbeti haber vermek için içinizden bir kimse (vâsıtasıyla) Rabbinizden size bir ihtar gelmesi tuhafınıza mı gitti? Düşünün ki o, sizi Nûh kavminden sonra hükümdarlar yaptı, size yaratılışta onlardan ziyâde boy-pos (ve kuvvet) verdi. O halde Allah'ın nimetlerini unutmayıp hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz." [41]
Şeddâd'ın çevresinde yer alan politik güçler, Hûd’un (a.s.) tebliğine engel olabilmek için, değişik yöntemlere başvuruyorlardı: "Dediler ki: ‘Sen bize yalnız Allah'a kulluk etmemiz, atalarımızın ibâdet etmekte olduklarını bırakmamız için mi geldin? O halde sıddıklardan (doğru sözlülerden) isen bizi tehdit etmekte olduğun şeyi (azâbı) getir bize!.."[42]; "Bize, bizi ilâhlarımızdan (heykellerimizden, putlarımızdan) alıkoymak için mi geldin? Doğru sözlülerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir."[43]; "Dediler ki: ‘Ey Hûd! Sen bize açık bir mûcize getirmedin. Biz de senin sözünle tanrılarımızı (heykellerimizi, putlarımızı) bırakmayız. Senin söylediklerine inananacak da değiliz. Biz ‘Tanrılarımızdan bazıları seni fenâ çarpmış!’ (demekten) başka bir şey söylemeyiz." [44]
Hûd’un (a.s.) tebliği karşısında iyiden iyiye hırçınlaşan Âd kavmi, heykellerinin kendilerini koruyacaklarından oldukça emin görünüyordu. Hâkimiyetin kayıtsız-şartsız kendilerine âit olduğu iddiasına iman etmişlerdi. Bu hâkimiyetlerini, heykellerinin ifâde ettiği ideolojileri sâyesinde sürdürdüklerini kabul ediyorlardı. Sürekli olarak; "Biz azâba uğratılacak da değiliz"[45] diyerek kendi kendilerini iknâ etme yoluna gidiyorlardı. Hûd’un (a.s.) tebliğini kabul eden mü’minlere, işkence etmekten asla çekinmeyen ve zindanlarda çürütmeyi hedef alan Âd kavmi alay ederek: "Haydi tehdit ettiğin azâbı getir!" sloganına sarılmıştı. Kısa bir süre sonra azâbın belirtileri görüldü. Akarsular kurumaya, yeşillikler sararmaya başladı. Ünlü İrem bağları birer birer yok oluyordu. Kuraklık etrafı kasıp kavuruyordu. O yiğit yapılı, güçlü kuvvetli insanlar bir yudum suya, bir dilim ekmeğe muhtaç hale gelmişlerdi. Bu noktada Hûd (a.s.) yeniden tebliği denedi ve; "Eğer şimdi yüz çevirirseniz (ne diyeyim). Ben size ne ile gönderilmişsem, işte onu tebliğ ettim. Rabbim sizin yerinize diğer bir kavmi getirir de, ona (Allah Teâlâ'ya) hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Şüphesiz ki benim Rabbim her şeyi koruyandır." [46] dedi.
Âd kavminin Şeddâd ve çevresinin geliştirdiği ideolojiyle beyni yıkanmıştı. Heykellerinin izinden ayrılmıyorlardı. Belirli bir süre sonra her zaman yağmur getiren bulutların geldiği yönde bir bulut gördüler, sevindiler. Çünkü kuraklığı "tabiat kanunlarıyla" açıklama âdetleri vardı. Bunun "Allahü Teâlâ’nın (c.c.) bir ihtarı" olduğunu kabule yanaşmıyorlardı. Şimdi hâdisenin cereyan ediş şeklini Kur'ân-ı Kerim'den öğrenelim: "Artık onu (azâbı) vâdilerine doğru gelen bir bulut halinde görmüşlerdi. Dediler ki: ‘Bu bize yağmur verici bir buluttur.’ (Hûd) ‘Hayır!’ (dedi) ‘bu çarçabucak gelmesini talep ettiğiniz (bu hususa beni sıkıştırdığınız) şeydir. Bir rüzgârdır ki, onda elem verici bir azâb vardır. O (Rüzgâr) Rabbimin emriyle her şeyi helâk edecektir." [47]
İnkârcı Nûh kavmi tufan sonucu helâk edilmişti. Âd kavmi ise, korkunç bir rüzgârla, şirkin ve zulmün cezasını bu dünyada gördü: "Âd kavmi (peygamberleri Hûd'u) yalanladı. İşte benim azâbım (ve bundan evvel) tehditlerim nice imiş (düşünün). Çünkü Biz (haklarında) uğursuz ve (uğursuzluğu) sürekli bir günde onların üstüne çok gürültülü bir fırtına gönderdik. (Öyle bir fırtına) ki, insanları, sanki onlar köklerinden sökülmüş hurma kütükleri imiş gibi tâ temelinden kopar(ıp, helâke) uğratıyordu." [48]
Bu azâb sırasında Hz. Hûd (a.s.) ve beraberinde bulunan mü’minlerin durumu ne olmuştu? Bunu da Kur'an-ı Kerim'den öğreniyoruz: "Hûd'u ve beraberindeki iman edenleri rahmetimizle kurtardık."[49] Âd kavminin durumu, bütün insanlara büyük bir ibrettir. Politik ve ekonomik güçlerine güvenerek şirki ve zulmü yaymak için gayret sarfeden, bütün müstekbirlerin zaferleri geçicidir. Elbette azâbın en şiddetlisine muhâtap olacaklardır. Kısacık dünya hayatı için zorbalara boyun eğen ve şirkin hâkimiyetine râzı olanlar Âd kavmini asla unutmamalıdırlar. [50]
Ahkaf
Ahkaf, “hıkf” kelimesinin çoğulu olup kum yığınları demektir.[51] Arabistan yarımadası genelde kum yığınlarından oluştuğundan, “Ahkaf” kavramı, genel olarak tüm bölgeyi içine alabilir. Zaten Kur’an’da bölgenin sınırları belirtilmemiştir. Ancak, tarihçiler ve müfessirler bölgenin yerini belirlemeye çalışmışlardır.
Bu görüşlere göre Ahkaf, Umman ile Hadramût arasındaki kum dağları, Hz. Hûd’un peygamber olarak gönderildiği ve Âd kavminin yaşadığı bölgedir. Arap Yarımadasının güney tarafı ile, Hadramût’un kuzeyinde bir yer olup doğusunda Umman, batısında er-Rub’u’l-Hâlî bulunmaktadır. Bugün bu bölgede hiçbir bitki ve insan yaşamamaktadır. İncecik kumuyla ıssız bir çöl görünümündeki bu bölgeye hiç kimse girmeye cesâret edememektedir.
1992 yılında yapılan kazı çalışmaları sonucu Âd kavmine âit bölgenin, Umman’ın sahile yakın bir yerinde olduğu tesbit edilmiş ve kumların altından çıkan şehre, Kumların Atlantis’i Ubar adı verilmiştir. Ubar’da yapılan kazı ve araştırmalar, buranın bir zamanlar çok yüksek kule ve görkemli yapılardan oluşan bir şehir olduğunu ortaya koymuştur.
Hûd Peygamber’in kabrinin burada olduğu rivâyet edilmiştir. Bugün Mukallâ diye bilinen kasabanın yaklaşık 125 mil kuzeyinde “Kabr-i Hûd” diye bilinen bu yere günümüzde Arap Yarımadasından binlerce kişi gelerek merâsimler yapmaktadır. “Urs” denilen bu merâsimlerin yapılması ve bölgede bazı harâbelerin bulunması Âd kavminin burada yaşamış olma ihtimâlini güçlendirmektedir.
Kur’an’da bir sûrenin (46. sûre) adı olan “Ahkaf” kelimesi, söz konusu sûrede bir kere, şu şekilde geçmektedir: “Âd'ın kardeşini hatırla; onun önünden ve ardından nice uyarıcılar gelip geçmişti; hani o, Ahkaf'taki kavmini: ‘Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azâbından korkarım’ diye uyarmıştı.” [52]
İrem
İrem, Kur'an'da sözü edilen bir kabilenin veya yerleşim merkezinin ismidir. Kelimenin aslının İbrânîce "Âram" olduğu ve "yüksek memleket" anlamına geldiği belirtilmektedir.[53] Tevrat'a göre bu kelime, hem Âram veya Suriye diye adlandırılan bölgenin, hem de bu bölgede yaşayan ve Ârâmîler'in atası olan kişinin adıdır. Aram, Akkad Kralı Naramsin'in bir yazıtında Yukarı Fırat yöresinde bir bölgeye verilmiş yer adı, milâttan önce 2000 yıllarına ait tabletlerde ise Aşağı Dicle havzasında bir şehir ismi olarak geçmektedir. Kelime, sonraları Mari, Alalah ve Ugarit belgelerinde şahıs adı, Mısır belgelerinde ise yer adı olarak ortaya çıkmaktadır.
Tevrat'a göre Aram, Hz. Nûh'un üç oğlundan Sâm'ın beşinci oğludur; kendisinin de Üs (Uts).Hul, Geter ve Maş adında dört oğlu vardır.[54] İrem kelimesini bir kişi adı kabul eden müslüman tarihçi ve müfessirler de onun şeceresini İrem b. Sâm b. Nûh [55] veya İrem b. Avs (Ûs) b. Sâm b. Nûh[56] olarak vermektedirler.
İslâm tarihçilerine göre Arap yarımadasındaki kavimlerin çoğu İrem'in soyundan gelmektedir. Ahkâf ta yerleşmiş olan,[57] kendilerine Hz. Hüd'un peygamber olarak gönderildiği kavme adını veren Âd da İrem'in büyük oğlu Avs'tan torunudur. İrem'in diğer oğlu Âbir'den torunu Semûd'un kavmi ise Hicr'de yerleşmiş olup onlara da Hz. Salih gönderilmiştir. [58]
Şark Edebiyatlarında olduğu gibi, Divan edebiyatında da, İrem kelimesi daha ziyâde (Bağ-ı İrem) şekliyle mutluluk verici, mâmur ve gösterişli binaları, evleri vb. yerleri ifade eden (olumlu) bir mazmun olarak kullanılmıştır. Bağları ve rengârenk ağaçları ile İrem bahçeleri baharı temsil eden, ayrıca sevgilinin bulunduğu evi, gezindiği bahçeyi vb. mahalleri tanımlamada kullanılır. İrem, tasavvufî edebiyatta da "insanın gönlü, Tanr'nın tecellîgâhı, Tanrı ile buluşma yeri" anlamında bir remiz olarak kullanılmıştır. [59]
İrem: Helâk edici, yok edici; çölde yol gösteren alâmet taşı; nişan için dikilen taş anlamlarında kullanılır. Halk arasında; Âd'ın oğlu Şeddâd tarafından, Cennete karşılık olarak bina edildiğine inanılan, bağ ve bahçeleriyle ünlü bir şehir olarak bilinir.
Kur'ân-ı Kerîm, yeri geldikçe, insanların ibret almalarını sağlamak maksadıyla geçmiş kavimlerden, bunların işlemiş oldukları kötülüklerden ve buna karşılık uğradıkları İlâhî cezâlardan söz eder. Bazen, kısaca temas edilen bu gibi konular, kimi âlimler tarafından tarihî ya da semantik bilgilere dayanılarak ilmî izahları yapılmaya çalışılmış, kimi kıssacılar tarafından da alabildiğine genişletilmiş, haklarında birçok haberler uydurulmuştur. Bu haberler, sonraları kitaplara da geçerek daha sonra gelenler tarafından gerçekmiş gibi telakki edilmiştir. "İrem"le ilgili durum da bunlardan farklı değildir.
Kur'ân-ı Kerîm, bu kelimeden: "Görmedin mi Rabbin nice yaptı Âd'e; o direk sahibi İrem'e? Ki o, beldelerde bir benzeri yaratılmayandı."[60] şeklinde bahseder, ayrıntıya girmez. "İrem"in ne olduğunu açıkça belirtmez. Sahih hadislerde de bu konuda herhangi bir bilgi yoktur.
Âyetler bir bütün olarak ele alındığında, "İrem zâtü'l-imâd" terkibinden, bunun; bir belde adı veya bir ümmet adı yahut Âd kavminden bir kabile adı ya da Âd'ın dedesinin adı olabileceği sonucuna varılır. Bunlardan hangisinin doğru olduğunu ancak Allah bilir.
Bunun bir belde adı olduğunu söyleyenler, bu beldenin; Dımaşk, İskenderiye, Şeddâd'ın yaptırdığı şehir; Yemen'de bir kasaba, Irak'ta bir kasaba ya da Şam'da bir kasaba olabileceği ihtimali üzerinde dururlar ki, çoğu zaman görüşleri farklıdır. [61]
"İrem"in bir şehir olduğunu iddia edenlerden bazıları, Vehb b. Münebbih'ten gelen, tamamen uydurma bir rivâyete dayanırlar. Şöyle ki: Abdullah bin Kılâbe isimli biri kaybolan devesini çölde ararken; etrafı sularla çevrili, içinde göz kamaştıran çeşitli taşlardan yapılmış binlerce köşkü olan bir şehre rastlar. Buradan ayrılırken yanına aldığı çok kıymetli bazı eşyayı da arkadaşlarına gösterir. Bu haber Muaviye'ye ulaşınca, bilgi almak üzere Ka'bü'l-Ahbâr'ı çağırtır. Ka'b da bunu teferruatlı bir şekilde Muâviye'ye anlatır. [62]
İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu bu rivâyeti reddederek, râvîsini de eleştirmişlerdir. İbn Hacer el-Askalânî, İbn Haldûn, Yakut el-Hamevî, İbn Kesîr, eş-Şevkânî, el-Âlûsî ve İzmirli İsmail Hakkı gibi bilginler, bunu şiddetle reddederler. [63]
"İrem"in bir kabile veya kavim olduğunu söyleyenler de çoktur.[64] Mu'cem sahibi Yakut el-Hamevî, "İrem"in, Eyle ile Benî İsrâil çölü arasındaki Cüz'am diyarında Hısmey Dağlarından yüksek bir dağın adı olduğunu; bâdiye halkının, burada bağlar ve çam ağaçları bulunduğuna inandıklarını zikreder. [65]
Âd Kavmi ve Kumların Atlantis’i Ubar Kenti
"Âd (halkın)a gelince; onlar da, uğultu yüklü, azgın bir kasırga ile helâk edildiler. (Allah) Onu, yedi gece ve sekiz gün, aralık vermeksizin üzerlerine musallat etti. Öyle ki, o kavmin, orada sanki içi kof hurma kütükleriymiş gibi çarpılıp yere yıkıldığını görürsün. Şimdi onlardan hiç arta kalan (bir şey) görüyor musun? " [66]
Kur’an’ın çeşitli sûrelerinde sözü geçen bir başka helâk olmuş kavim ise, adı Nûh Kavmi'nden sonra anılan Âd Kavmi'dir. Âd Kavmine gönderilen Hz. Hûd tüm peygamberler gibi kavmini ortak koşmadan Allah'a iman etmeye ve kendisinin söylediklerine itaat etmeye çağırır. Kavim, Hz. Hûd'a düşmanlıkla cevap verir.
Âd Kavmi'nden bahseden diğer bir sûre ise Şuarâ Sûresi'dir. Bu sûrede Âd Kavmi'nin bazı özelliklerine dikkat çekilir. Buna göre Âd, "yüksek yerlere anıtlar inşa etmekte" ve "ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları edinmekte" olan bir kavimdir. Ayrıca bozgunculuk yapıp, zorbaca davranmaktadır. Hz. Hûd, kavmini uyardığında ise, onun sözlerini "geçmiştekilerin geleneksel tutumu" olarak yorumlarlar. Başlarına bir şey gelmeyeceğinden de son derece emindirler: "Âd (kavmi) de gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Hûd: 'Sakınmaz mısınız?' demişti. 'Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca âlemlerin Rabbine aittir. Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz? Tutup yakaladığınız zaman da zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz? Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeylerle size yardım edenden korkup sakının. Size hayvanlar, çocuklar (vererek) yardım etti. Bahçeler ve pınarlar da. Doğrusu, ben sizin için büyük bir günün azâbından korkuyorum.' Dediler ki: 'Bizim için fark etmez; öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da. Bu, geçmiştekilerin geleneksel tutumundan başkası değildir. Ve biz azap görecek de değiliz.' Böylelikle onu yalanladılar, Biz de onları yıkıma uğrattık. Gerçekten, bunda bir âyet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, merhamet edendir." [67]
Hz. Hûd'a düşmanlık eden ve Allah'a başkaldıran kavim, gerçekten de yıkıma uğradı. Korkunç bir kum fırtınası Âd'ı "sanki hiç yaşamamışçasına" yok etti...
İrem Şehri Hakkındaki Arkeolojik Bulgular: 1990'lı yılların başında dünyanın tanınmış gazeteleri çok önemli bir arkeolojik bulguyu "Muhteşem Arap Şehri Bulundu", "Efsanevî Arap Şehri Bulundu", "Kumların Atlantis’i Ubar" başlıklarıyla verdiler. Bu arkeolojik bulguyu daha ilgi çekici hale getiren özelliği, isminin Kuran'da anılıyor olmasıydı. O güne kadar Kuran'da bahsi geçen Âd kavminin bir efsane olduğunu veya hiçbir zaman bulunamayacağını düşünen birçok kişi, bu yeni bulgu karşısında hayrete düştüler.
Kuran'da sözü edilen bu şehri bulan kişi, amatör bir arkeolog olan Nicholas Clapp idi.[68] Bir Arap uzmanı ve belgesel yapımcısı olan Clapp, Arap tarihi üzerine yaptığı araştırmalar sırasında çok ilginç bir kitaba rastlamıştı. Bu, 1932 yılında İngiliz araştırmacı Bertram Thomas tarafından yazılmış olan Arabia Felix idi. Arabia Felix, Romalıların Arap Yarımadası’nın güneyinde bulunan ve günümüzdeki Yemen ve Umman'ı kapsayan bölgeye verdikleri isimdi. Bu bölgeye Yunanlılar "Eudaimon Arabia", Ortaçağdaki Arap bilginleri ise "Al-Yaman as-Saida" ismini veriyorlardı. [69]
Bu isimlerin tümü "Şanslı Araplar" anlamına geliyordu. Çünkü eski zamanlarda bu bölgede yaşayan insanlar o devrin en şanslı kavimleri olarak biliniyorlardı. Peki, böylesine bir yakıştırmanın sebebi neydi acaba?
Bunun sebebi, bu bölgenin stratejik konumuydu. Bölge, Hindistan ve Kuzey Arabistan arasında yapılmakta olan baharat ticaretinin merkezi durumundaydı. Ayrıca bölgede yaşayan kavimler "frankicense" isminde nâdir bulunan bir bitkinin üretimini yapıyor ve bunu pazarlıyorlardı. Eski toplumlar tarafından oldukça rağbet gören bu bitki, çeşitli dinsel âyinlerde tütsü olarak kullanılıyordu. Bu bitki, o zamanlar neredeyse altın kadar değerliydi.
Kitabında bütün bunlardan bahseden İngiliz araştırmacı Thomas, sözünü ettiği bu "şanslı" kavimleri uzun uzun tarif ediyor ve bunlardan bir tanesinin kurmuş olduğu bir şehrin izini bulduğunu iddia ediyordu. Bu, bedevîlerin "Ubar" ismini taktıkları şehirdi. Bölgeye yaptığı araştırma gezilerinden bir tanesinde çölde yaşayan bedevîler, kendisine eski bir patika yolu göstermişler ve bu patikanın Ubar isimli çok eski bir şehre ait olduğunu anlatmışlardı. Konuyla çok ilgilenen Thomas, bu araştırmalarını tamamlayamadan ölmüştü. [70]
İngiliz araştırmacı Thomas'ın yazdıklarını inceleyen Clapp de, kitapta bahsedilen bu kayıp şehrin varlığına inanmıştı. Çok vakit kaybetmeden araştırmalarına başladı. Clapp, Ubar'ın varlığını kanıtlamak için iki ayrı yola başvurdu. Önce bedevîler tarafından var olduğu söylenen patika izlerini buldu. NASA'ya başvurarak bu bölgenin resimlerinin uydu aracılığıyla çekilmesini istedi. Uzun bir uğraşıdan sonra, yetkilileri bu bölgenin resimlerinin çekilmesi için iknâ etmeyi başardı. [71]
Clapp daha sonra Californiya'da Huntington kütüphanesinde bulunan eski yazıtları ve haritaları incelemeye başladı. Amacı, bölgenin bir haritasını bulmaktı. Kısa bir araştırmadan sonra buldu da. Mısır-Yunan coğrafyacısı Batlamyus tarafından MS 200 yılında çizilmiş bir haritaydı bulduğu. Haritada, bölgede bulunan eski bir şehrin yeri ve bu şehre doğru giden yolların çizimi gösterilmişti.
Bu sırada NASA'dan resimlerin çekilmiş olduğu haberi de geldi. Resimlerde, yerden çıplak gözle görülmesi mümkün olmayan, ancak havadan bir bütün halinde görülebilen bazı yol izleri ortaya çıkmıştı. Bu resimleri elindeki eski haritalarla karşılaştıran Clapp, sonunda beklediği sonuca vardı. Hem eski haritada belirtilen yollar, hem de uydudan çekilen resimlerde görülen yollar birbirleriyle kesişiyorlardı. Bu yolların bitiş noktası ise eskiden bir şehir olduğu anlaşılan geniş bir alandı.
Sonunda bedevîlerin sözlü olarak anlattıkları hikâyelerin konusu olan efsânevî şehrin yeri bulunabilmişti. Kısa süre sonra kazılara başlandı ve kumların içinden eski bir şehrin kalıntıları çıkmaya başladı. Bu nedenle de bu kayıp şehir "Kumların Atlantis’i Ubar" olarak tanımlandı.
Peki, bu eski şehrin Kuran'da bahsedilen Âd Kavmi’nin şehri olduğunu kanıtlayan şey neydi? Yıkıntılar ilk olarak ortaya çıkarıldığı andan itibaren bu yıkık şehrin Kuran'da bahsedilen Âd Kavmi ve İrem'in sütunları olduğu anlaşılmıştı. Zira kazılarda ortaya çıkartılan yapılar arasında, Kuran'da varlığına dikkat çekilen uzun sütunlar yer alıyordu. Kazıyı yürüten araştırma ekibinden Dr. Zarins de, bu şehri diğer arkeolojik bulgulardan ayıran şeyin yüksek sütunlar olduğunu ve dolayısıyla bu şehrin Kuran'da bahsi geçen Âd Kavmi’nin kenti İrem olduğunu söylüyordu. Kuran'da, İrem'den şöyle söz ediliyordu: "Rabbinin Âd (kavmin)e ne yaptığını görmedin mi? 'Yüksek sütunlar' sahibi İrem'e? Ki, şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi." [72]
Âd Kavmi’nin İnsanları: Buraya kadar, Ubar'ın Kuran'da bahsi geçen İrem şehri olabileceğini gördük. Kuran'a göre bu şehrin halkı, kendilerine mesaj getiren ve uyarıp korkutan peygamberlerini dinlememişler ve böylece helâk edilmişlerdi.
İrem şehrini kuran Âd Kavmi’nin kimliği de tartışmalara yol açmış bir konudur. Tarih kayıtlarında böylesine gelişmiş kültüre sahip bir halktan ve bunların kurmuş oldukları medeniyetten bahsedilmemektedir. Böyle bir halkın isminin, tarih kayıtlarında bulunmamasının oldukça garip bir durum olduğu düşünülebilir.
Aslında bu halkın varlığına kayıtlarda ve eski devletlerin arşivlerinde rastlanmamasına çok fazla şaşırmamak gerekir. Zira bu halk, Ortadoğu ve Mezopotamya bölgesinde bulunan diğer kavimlerden uzak bir bölge olan Güney Arabistan'da yaşıyordu ve onlarla olan ilişkileri sınırlıydı. Haklarında pek az şey bilinen bir devletin kayıtlarda geçmemesi olağan bir durumdu. Bununla birlikte, Ortadoğu'da Âd Kavmi hakkında halk arasında dilden dile anlatılan hikâyelere rastlamak mümkündür.
Âd Kavmi’ne yazılı kayıtlarda rastlanılmamasının en önemli sebebinin ise bu tarihlerde, bu bölgede henüz yazılı iletişimin yaygın olarak kullanılmaması olabilir. Âd Kavmi’nin bir devlet kurmuş olduğunu, ancak bu devletin tarih kayıtlarına geçirilmediğini düşünmek mümkündür. Bu devlet biraz daha uzun yaşasaydı, belki de günümüzde bunlar hakkında çok daha fazla şey biliniyor olacaktı.
Âd kavmi ile ilgili tarihsel bir kayıt yoktur, ama onların "torunları" hakkında önemli bilgiler bulmak ve bu bilgiler sâyesinde Âd Kavmi hakkında fikir yürütmek mümkündür.
Âd'ın Torunları Hadramîler: Âd Kavmi insanlarının ya da onların torunlarının kurdukları olası bir medeniyetin izlerinin araştırılması gereken ilk yer, "Kumların Atlantis’i Ubar"ın bulunduğu ve "Şanslı Araplar"ın bölgesi olarak nitelendirilen Güney Yemen'dir. Güney Yemen'de Yunanlılar tarafından "Şanslı Araplar" olarak isimlendirilmiş dört halk yaşamıştır. Bunlar Hadramîler, Sebe’liler, Minalar ve Katabanlılar'dır. Bu dört halk uzunca bir süre birbirlerine yakın bir coğrafyada hüküm sürmüşlerdir.
Günümüzde birçok tarihçi, Âd kavminin bir değişim süreci içine girdiğini ve tarih sahnesine tekrar çıktığını söyler. Bunlardan Ohio Üniversitesi'nde araştırmacı olan Dr. Mikail H. Rahman, Âd Kavmi’nin Güney Yemen'de yaşamış bulunan dört kavimden birisi olan Hadramîlerin ataları olduğuna inanmaktadır. Ortaya çıkışları MÖ 500'lü yıllara rastlayan Hadramîler, "Şanslı Araplar" olarak nitelendirilen insanlar içinde en az bilinenlerdir. Bu kavim, çok uzun bir süre Güney Yemen bölgesinin kontrolünü elinde tutmuş, uzun bir zayıflama sürecinin sonunda da MS 240 yılında tamamen ortadan kalkmıştır.
Hadramîlerin Âd Kavmi’nin torunları olabileceğinin bir belirtisi, bunların isimlerinde gizlidir. MÖ 3. yüzyılda yaşamış Yunanlı yazar Pliny, bu kavimden "Âdramitai" -bu kelime Hadramî demektir- olarak bahsetmektedir.[73] "Âdramitai" kelimesinin isim hali ise "Âdram"dır. Kuran'da "Âd-ı İrem" olarak ismi geçen bu kelimenin zaman içinde meydana gelen bozulma sonucu "Âdram" haline gelmiş olması mümkündür.
Yunan coğrafyacı Batlamyus (MS 150-160) da, "Âdramitai" isimli kavmin yaşadığı yer olarak Arap Yarımadası'nın güneyini gösterir. Nitekim bu bölge, yakın bir tarihe kadar da "Hadramût" ismiyle bilinmiştir. Hadramî Devleti’nin başkenti Sabwah, Hadramût vâdisinin batısında yer almıştır. Bu arada birçok eski efsâneye göre de Âd Kavmi’ne elçi olarak gönderilmiş olan Hz. Hûd'un mezarı Hadramût'tadır.
Hadramîler’in Âd Kavmi’nin devamı olduğu düşüncesini güçlendiren bir diğer etken, bunların zenginlikleridir. Yunanlılar, Hadramîleri "dünya üzerindeki en zengin ırk" olarak nitelendirmişlerdir. Tarih kayıtları, Hadramîlerin o çağların değerli bitkisi "frankinsce"in tarımında çok ileri gittiklerini söylemektedir. Bitkinin yeni kullanım alanlarını bulmuşlar ve kullanımını yaygınlaştırmışlardır. Hadramîlerin yaptığı tarım üretimi, bu bitkinin günümüzdeki üretiminden çok daha fazladır.
Hadramîler’in başkenti olduğu bilinen Sabwah'ta yapılan kazılarda bulunanlar oldukça ilginçtir. 1975 yılında başlanan kazılarda, yoğun kum yığınları sebebiyle arkeologların kentin kalıntılarına ulaşması son derece zor oldu. Kazılar sonunda elde edilen bulgular şaşırtıcıydı; çünkü ortaya çıkartılan antik şehir, o güne kadar rastlanılanların içinde en muhteşemlerinden bir tanesiydi. Şehri çevreleyen kalenin duvarları, Yemen'de bulunanların arasında en kalın ve en kuvvetli olanıydı. Krallık sarayının ise artık bir harâbe halinde olmasına rağmen, bir zamanlar çok muhteşem bir bina olduğu anlaşılmaktaydı.
Hadramîler’in bu mimarî üstünlüklerini, ataları olan Âd Kavmi’nden miras aldıklarını varsaymak son derece mantıklıydı kuşkusuz. Nitekim Hz. Hûd, Âd Kavmi’ni uyarırken onlara şöyle demişti: "Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz?" [74]
Sabwah'ta bulunan yapıların bir başka dikkat çekici özelliği de gösterişli sütunlardı. Yemen'deki birçok şehirde sütunlar, kare şeklinde ve yekpâre olarak yapılmışlardı. Sabwah'tan çıkartılan sütunlar ise bölgede bulunan diğer şehirlerin sütunlarına hiç benzemiyordu; bunlar yuvarlak yapılıydılar ve dizilişleri de dairesel şekildeydi. Sabwah halkı, ataları Âd Kavmi’nin mimarî tarzını miras olarak almış olmalılardı. MS 9. yüzyılda yaşamış Bizans İstanbul Başpiskoposu Photius, günümüzde kaybolmuş eski Yunan yazıtlarını, özellikle Agatharacides'in (MÖ 132) yazdığı Kızıl Deniz Hakkında isimli kitabı kullanarak, Güney Arapları ve onların ticarî faâliyetleri hakkında birçok araştırma yapmıştı. Photius bir yazısında şöyle diyordu: "Şu söyleniyor ki onlar (Güney Araplar) üzeri gümüş ve altınla kaplı birçok sütunlar inşa etmişlerdi. Bu sütunların yerleştirilişi de görülmeye değerdi." [75]
Photius'un bu ifâdesi, doğrudan Hadramîlere işaret etmese bile, bu bölgede yaşayan halkların zenginliğini ve mimarî alanındaki gelişmişliğini göstermesi bakımından dikkate değerdir. Yunanlı klasik yazarlar Pliny ve Strabo da bu şehirlerden "çarpıcı güzellikte tapınaklar ve saraylarla bezeli" yerler olarak bahsetmektedirler.
Bu şehirlerin sahiplerinin Âd Kavmi’nin torunları olduğunu düşündüğümüzde Kur’an’ın, Âd Kavmi’nin yurdunu "sütunlar sahibi İrem" [76] olarak tanımlamasının nedeni açıkça anlaşılmaktadır.
Âd Kavminin Pınarları ve Bahçeleri: Günümüzde Güney Arabistan'a seyahat eden bir kişinin en sık karşılaşacağı şey, geniş çöl alanları olacaktır. Şehirlerin ve sonradan ağaçlandırılmış bölgelerin dışında kalan yerlerin çoğu kumlarla kaplıdır. Bu çöller, yüzlerce belki de binlerce yıldır burada bulunmaktadırlar.
Ancak Kuran'da, Âd Kavmini anlatan âyetlerin birinde önemli bir bilgi verilir. Kavmini uyaran Hz. Hûd, onlara Allah tarafından bahşedilmiş olan pınarlara ve bahçelere dikkat çekmektedir: "Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeylerle size yardım edenden korkup sakının. Size hayvanlar, çocuklar (vererek) yardım etti. Bahçeler ve pınarlar da. Doğrusu, ben sizin için büyük bir günün azâbından korkuyorum." [77]
Ama belirttiğimiz gibi, İrem şehriyle özdeşleştirilen Ubar veya bölgede Âd kavminin yaşaması muhtemel olan herhangi bir yer, bugün tümüyle çöllerle kaplıdır. Öyleyse Hz. Hûd neden kavmini uyarırken böyle bir ifâde kullanmıştır?
Cevap, tarihteki iklim değişimleridir. Tarihsel kayıtlar, günümüzde çölleşmiş bulunan bu yerlerin, bir zamanlar oldukça verimli ve yeşil bir toprak olduğunu göstermektedir. Bölgenin büyük bir kısmı, günümüzden birkaç bin yıl öncesine kadar Kur’an'da anlatıldığı gibi yeşil alanlarla ve pınarlarla kaplıydı, bölge halkları da bu nimetlerden faydalanıyordu. Ormanlar, bölgenin sert iklimini yumuşatıyor ve yaşamaya daha uygun hale getiriyordu. Çöl yine vardı, ancak günümüzdeki kadar geniş bir alan kaplamıyordu.
Güney Arabistan'da, Âd Kavmi’nin yaşadığı bölgelerde bu konuya ışık tutacak önemli ipuçları elde edildi. Bunlar, bölgede yaşayan kavimlerin gelişmiş bir sulama sistemi kullandıklarını gösteriyordu. Bu sulama sistemi tek bir amaca hizmet ediyor olabilirdi: Sulu tarım. Günümüzde yaşamaya elverişli olmayan bu bölgelerde insanlar bir zamanlar tarım yapıyorlardı.
Uydudan çekilen resimlerde Ramlat at Sab'atayan isimli bir yerleşim bölgesinde çeşitli sulama kanalları ve baraj kalıntıları bulunmuştu. Bu yapıların şekilleri ve boyutları, bunların bu bölgede yaşayan 200.000 kişilik bir topluluğa yetecek kadar büyük olduklarını gösteriyordu. [78]
Araştırmayı yürüten arkeologlardan Doe şöyle demişti: "Ma'rib çevresinde bulunan alan o kadar verimliydi ki, bir zamanlar Ma'rib ve Hadramût arasında kalan bölgede çok yüksek verimli bir tarım yapıldığı söylenebilir." [79]
Yunanlı klasik yazar Pliny de yazılarında bu bölgede bulunan verimli topraklardan, sislerle kaplı, ağaçlıklı dağlardan ve kesintisiz uzanan ormanlardan bahsediyordu. Hadramîlerin başkenti Sabwah yakınlarında erken döneme ait bazı tapınaklardaki yazıtlarda, bu bölgede hayvanların avlandığından ve bunların kurban edildiklerinden söz ediliyordu. Bütün bunlar, bu bölgede bir zamanlar çöllerin yanı sıra verimli toprakların da geniş bir alan kapladığını gösteriyordu.
Bir bölgenin çölleşmesi için geçerli olan süre, çeşitli araştırmalara konu olmuştur. Bunlardan biri, Smithsonian Enstitüsü'nün Pakistan'da yaptığı araştırmadır. Ortaçağ'da verimli bir arâzî olduğu bilinen bir bölgenin günümüzde 6 metrelik bir kum tepesine dönüştüğü görülmüştür. Kumlar, günde 15 cm. kadar kalınlaşabilmekte ve böylece en yüksek yapıları bile zaman içinde yutabilmekte, bunları sanki hiç var olmamış gibi örtebilmektedir. Yemen'de Timna bölgesinde 1950'li yıllarda başlatılan kazılar sonucu ortaya çıkartılan yapılar, günümüzde tekrar kumlara gömülmüştür. Mısır piramitleri de bir zamanlar tümüyle kumlar altındaydı ve ancak çok uzun süren kazılar sonucunda tekrar yeryüzüne çıkartılabilmişlerdi. Kısacası, bugün çöl olarak bilinen bir bölgenin geçmişte daha değişik bir görünüme sahip olması olası bir durumdur.
Âd Kavmi Nasıl Helâk Edildi? Kuran'da, Âd Kavmi’nin helâk edilme şeklinin "kulakları patlatan bir kasırga" vâsıtasıyla gerçekleştirildiği söylenmektedir. Âyetlerde bu kasırganın yedi gece ve sekiz gün sürdüğünden ve Âd Kavmi insanlarını tümden yok ettiğinden de bahsedilir: “Âd (kavmi) de yalanladı. Şu halde Benim azâbım ve uyarmam nasılmış? Biz, o uğursuz (felâket yüklü ve) sürekli bir günde üzerlerine 'kulakları patlatan bir kasırga' gönderdik. İnsanları söküp atıyordu; sanki onlar, kökünden sökülüp kopmuş hurma kütükleriymiş gibi.”[80]; “Âd (halkın)a gelince; onlar da, uğultu yüklü, azgın bir kasırga ile helâk edildiler. (Allah) Onu, yedi gece ve sekiz gün, aralık vermeksizin üzerlerine musallat etti. Öyle ki, o kavmin, orada sanki içi kof hurma kütükleriymiş gibi çarpılıp yere yıkıldığını görürsün.” [81]
Daha önceden uyarılmış olan kavim, hiçbir uyarıya kulak asmamış ve elçisini sürekli yalanlamıştı. Hatta öylesine bir gaflet içindeydiler ki, helâkin kendilerine gelmekte olduğunu gördüklerinde bile bunu kavrayamamış ve inkâra devam etmişlerdi: "Derken, onu (azâbı) vâdilerine doğru yönelerek gelen bir bulut şeklinde gördükleri zaman, ‘Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur’ dediler. Hayır! O, kendisi için acele ettiğiniz şeydir. Bir rüzgâr; onda acı bir azap vardır." [82]
Âyette, kavmin kendisine azap getirecek olan bulutu gördüğü, ancak bunun gerçekte ne olduğunu anlayamadıkları ve bir yağmur bulutu sandıkları belirtilmektedir. Bu durum, kavme gelen azâbın ne şekilde olduğu konusunda önemli bir gösterge sayılabilir. Çünkü çöl kumunu kaldırarak ilerlemekte olan bir kasırga da uzaktan bir yağmur bulutuna benzer. Âd Kavmi insanlarının da bu görüntüye aldanmış ve azâbı fark etmemiş olmaları mümkündür. Güney Arabistan'da araştırmalar yapan Doe, bir kum fırtınasını şöyle tarif etmektedir: Bir (kum fırtınasının) ilk işareti, kuvvetli rüzgârla savrulan ve yükselmekte olan akımlarla yüzlerce metre yükseğe çıkan kumla dolu bir buluttur. [83]
Nitekim Âd Kavmi’nin kalıntısı olduğu düşünülen "Kumların Atlantis’i Ubar" da, metrelerce kalınlıktaki bir kum tabakasının altından çıkarılmıştır. Anlaşılan Kur’an’ın ifâdesiyle "yedi gün ve sekiz gece" süren kasırga, şehrin üzerine tonlarca kum yığmış ve kavmin insanlarını diri diri toprağa gömmüştür. Ubar'da yapılan kazılar da aynı gerçeği gösterir. Fransız Ça m'Interesse dergisi aynı tespiti şu ifâdeyle bildirir: "Ubar, çıkan bir fırtına neticesinde 12 metre kumun altına gömülmüştü." [84]
Âd Kavmi’nin bir kum fırtınası ile toprağa gömüldüğünü gösteren en önemli delil ise, Kuran'da Âd Kavmi’nin yerini belirtmek için kullanılan "ahkaf" kelimesidir. Ahkaf Sûresindeki âyette geçen ifâde şöyledir: "Âd'ın kardeşini hatırla; onun önünden ve ardından nice uyarıcılar gelip geçmişti; hani o, Ahkaf'taki kavmini: 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azâbından korkarım' diye uyarıp korkutmuştu." [85]
Ahkaf Arapça'da "kum tepeleri" demektir ve "kum tepesi" anlamına gelen "hikf" kelimesinin çoğuludur. Bu ise Âd Kavmi’nin "kum tepeleri"yle dolu bir bölgede yaşadığını gösterir ki, bir kum fırtınası ile toprağa gömülmüş olmasının bundan daha mantıklı bir zemini olamaz. Bir yoruma göre, Ahkaf "kum tepeleri" anlamından çıkarak doğrudan bir bölgenin, güney Yemen'de Âd Kavmi’nin yaşadığı bölgenin adı haline gelmiştir. Ama bu da kelimenin kökeninin kum tepeleri olduğu gerçeğini değiştirmez, sadece kelimenin bu bölgedeki yoğun kum tepeleri nedeniyle yöreye has hale geldiğini gösterir.
Verimli topraklar üzerinde tarım yaparak yaşayan ve kendisine barajlar ve su kanalları yapan Âd Kavmi’ne "insanları içi boş hurma kütükleri gibi söküp atan" kum fırtınasıyla beraber gelen helâk, tüm kavmi kısa sürede yok etmiş olmalıdır. Kavmin tüm verimli ekili tarlaları, su kanalları, barajları kumlarla kaplanmış, tüm şehir ve içindekiler diri diri kuma gömülmüşlerdir. Kavim helâk edildikten sonra da zamanla genişleyen çöl, bu kavimden hiçbir iz bırakmayacak şekilde üzerlerini örtmüştür.
Sonuç olarak şöyle söylenebilir ki, tarihsel ve arkeolojik bulgular, Kur’an'da bahsi geçen Âd Kavmi’nin ve İrem şehrinin varlığını ve Kuran'da anlatıldığı biçimde helâk olduklarını ispatlamaktadır. Yapılan araştırmalarla bu kavmin kalıntıları, kumların içinden çıkarılmıştır.
İnsana düşen, kumların içine gömülmüş olan bu kalıntılara bakarak Kuran'da çok defa üzerinde durulan şekilde ibret almaktır. Allah Kuran’da, Âd Kavmi’nin kibirlenme nedeniyle doğru yoldan saptığını bildirir ve "yeryüzünde haksız yere büyüklenerek, 'kuvvet bakımından bizden daha üstünü kimmiş?" dediklerini haber verir. Âyetin devamında da şöyle denir: "Onlar, gerçekten kendilerini yaratan Allah'ı görmediler mi? O, kuvvet bakımından kendilerinden daha üstündür..." [86]
İşte insana düşen, bu değişmez gerçeği her zaman görmek, en büyük ve en üstün olanın her zaman için Allah olduğunu ve sadece O'na kulluk etmekle kurtuluşa erişilebileceğini bilmektir. [87]
Kur’ân-ı Kerim’de Hûd (a.s.) ve Âd Kavmi
Kur’ân-ı Kerim’de Hûd’un (a.s.) ismi, toplam 7 yerde geçer. [88]
Hûd’un (a.s.) kavminin adı olan Âd ise toplam 24 yerde zikredilir. Ahkaf kelimesi ise bir yerde geçer ve geçtiği sûrenin adı da bu yüzden Ahkaf adını alır.[89] İrem kelimesi de sadece bir yerde kullanılır. [90]
“Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u (gönderdik). O, (kavmine) dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a ibâdet/kulluk edin, sizin O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. (Hâlâ O’na karşı gelmekten) sakınmayacak mısınız?’
Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: ‘Biz seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz.’
(Bunun üzerine Hûd): ‘Ey kavmim! dedi, bende beyinsizlik yoktur, fakat ben âlemlerin Rabbinin gönderdiği bir peygamberim.
Size Rabbinin gönderdiği gerçekleri tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir nasihatçiyim/öğütçüyüm.
Sizi uyarmak için içinizden bir adam vâsıtasıyla Rabbinizden size bir zikir (kitap) gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O sizi, Nûh kavminden sonra (onların yerine) hâkimler kıldı ve yaratılışta sizi onlardan üstün yaptı. O halde Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz.’
Dediler ki: ‘Sen bize tek Allah’a kulluk etmeniz ve atalarınızın tapmakta olduklarını bırakmanız için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin (azâbı bize) getir.’
(Hûd) dedi ki: ‘Artık size Rabbinizden bir azap ve bir gadap/hışım inmiştir. Haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler husûsunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!’
Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik.” [91]
“Onlara kendilerinden evvelkilerin, Nuh, Âd ve Semûd kavimlerinin, İbrahim kavminin, Medyen halkının ve altüst olan şehirlerin haberi ulaşmadı mı? Peygamberi onlara apaçık mucizeler getirmişti. Demek ki, Allah onlara zulmedecek değildi, fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekte idiler.” [92]
“Âd (halkına da) kardeşleri Hûd'u (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim Allah'a ibâdet edin sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Siz yalan olarak (tanrılar) düzenlerden başkası değilsiniz.
Ey kavmim ben bunun karşılığında sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir. Akıl erdirmeyecek misiniz?
Ey kavmim, Rabbinizden bağışlanma dileyin sonra O'na tevbe edin. Üstünüze gökten sağanak (yağmurlar bol nimetler) yağdırsın ve gücünüze güç katsın. Suçlu günahkârlar olarak yüz çevirmeyin.’
‘Ey Hûd, dediler. ‘Sen bize apaçık bir belge (mucize) ile gelmiş değilsin ve biz de senin sözünle ilahlarımızı terk etmeyiz. Sana iman edecek de değiliz.
Biz: ‘Bazı ilâhlarımız seni çok kötü çarpmıştır' (demekten) başka bir şey söylemeyiz. Dedi ki: ‘Allah'ı şâhit tutarım, siz de şâhitler olun ki, gerçekten ben sizin şirk koştuklarınızdan uzağım.
O'nun dışındaki (tanrılardan). Artık siz bana toplu olarak dilediğiniz tuzağı kurun, sonra bana süre tanımayın.
Ben gerçekten benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun alnından yakalayıp denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır).
Buna rağmen yüz çevirirseniz, artık size kendisiyle gönderildiğim şeyi tebliğ ettim. Rabbim de sizden başka bir kavmi yerinize geçirir. Siz O'na hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Doğrusu benim Rabbim, her şeyi gözetleyip koruyandır.’
Emrimiz geldiği zaman tarafımızdan bir rahmet ile Hûd'u ve O'nunla birlikte iman edenleri kurtardık. Onları şiddetli/ağır bir azaptan kurtardık.”
İşte Âd (halkı): Rablerinin âyetlerini tanımayıp reddettiler. O'nun elçilerine isyan ettiler ve her inatçı zorbanın emri ardınca yürüdüler.
Ve bu dünyada da kıyâmet gününde de lânete tâbi tutuldular. Haberiniz olsun; gerçekten Ad (halkı) Rablerine (karşı) inkâr ettiler. Haberiniz olsun; Hûd kavmi Ad'a (Allah'ın rahmetinden) uzaklık (verildi).” [93]
"Ey kavmim bana karşı gelişiniz sakın Nuh kavminin ya da Hûd kavminin veya Salih kavminin başlarına gelenlerin bir benzerini size de isabet ettirmesin. Üstelik Lût kavmi size pek uzak değil." [94]
“Sizden öncekilerin, Nuh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin haberleri size gelmedi mi? Onları Allah'tan başkası bilmez. Peygamberleri kendilerine mucizeler getirdi de onlar, ellerini peygamberlerinin ağızlarına bastılar ve dediler ki: Biz, size gönderileni inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeye karşı derin bir kuşku içindeyiz.” [95]
“(Rasûlüm!) Eğer onlar (inkârcılar) seni yalanlıyorlarsa, (şunu bil ki) onlardan önce Nuh'un kavmi, Ad, Semûd(kavimleri de kendi peygamberlerini) yalanladılar.” [96]
“Sonra onların ardından bir başka nesil meydana getirdik.
Onlar arasından kendilerine: ‘Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka bir tanrınız yoktur. Hâlâ Allah'tan korkmaz mısınız?’ (mesajını ileten) bir peygamber gönderdik.
Onun kavminden, kâfir olup âhirete ulaşmayı inkâr eden ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz varlıklı kişiler: ‘Bu, dediler, sadece sizin gibi bir insandır; sizin yediğinizden yer, sizin içtiğinizden içer.’
Gerçekten, sizin gibi bir beşere itaat ederseniz, herhalde ziyan edersiniz.
Size, öldüğünüz, toprak ve kemik yığını haline geldiğinizde, mutlak sûrette sizin (kabirden) çıkarılacağınızı mı vaad ediyor?
Bu size vâdedilen (öldükten sonra yeniden dirilmek, gerçek olmaktan) çok uzak!
Hayat, şu dünya hayatımızdan ibarettir. (Kimimiz) ölürüz, (kimimiz) yaşarız; bir daha diriltilecek de değiliz.
Bu adam, sadece Allah hakkında yalan uyduran bir kimsedir; biz ona inanmıyoruz.’
O peygamber: Rabbim! dedi, beni yalanlamalarına karşılık bana yardımcı ol!
Allah şöyle buyurdu: Pek yakında onlar mutlaka pişman olacaklar!
Nitekim vukuu kaçınılmaz olan korkunç bir ses yakalayıverdi onları! Kendilerini hemen sel süprüntüsüne çevirdik. Zalimler topluluğunun canı cehenneme!” [97]
“Bizimle karşılaşmayı (bir gün huzurumuza geleceklerini) ummayanlar: Bize ya melekler indirilmeliydi ya da Rabbimizi görmeliydik, dediler. Andolsun ki onlar kendileri hakkında kibire kapılmışlar ve azgınlıkta pek ileri gitmişlerdir.
(Fakat) melekleri görecekleri gün, günahkârlara o gün hiçbir sevinç haberi yoktur ve: ‘(Size, sevinmek) yasaktır, yasak!’ diyeceklerdir.
Onların yaptıkları her bir (iyi) işi ele alırız, onu saçılmış zerreler haline getiririz (değersiz kılarız).
O gün cennetliklerin kalacakları yer çok huzurlu ve dinlenecekleri yer pek güzeldir.
O gün gökyüzü beyaz bulutlar ile yarılacak ve melekler bölük bölük indirileceklerdir.
“İşte o gün, gerçek mülk (hükümranlık) çok merhametli olan Allah'ındır. Kâfirler için de pek çetin bir gündür o.” [98]
“Âd'ı, Semud'u, Ress halkını ve bunlar arasında birçok nesilleri (yok ettik).” [99]
“Âd (kavmi) de gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Hûd: "Sakınmaz mısınız?" demişti. "Gerçek şu ki ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca âlemlerin Rabbine aittir. Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz? Tutup yakaladığınız zaman da zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz? Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeylerle size yardım edenden korkup-sakının. Size hayvanlar çocuklar (vererek) yardım etti. Bahçeler ve pınarlar da. Doğrusu, ben sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum." Dediler ki: ‘Bizim için fark etmez; öğüt versen de öğüt verenlerden olmasan da. Bu geçmiştekilerin ‘geleneksel tutumundan başkası değildir. Ve biz azab görecek de değiliz.’ Böylelikle onu yalanladılar Biz de onları yıkıma uğrattık. Gerçekten, bunda bir âyet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve şüphesiz senin Rabbin güçlü ve üstün olandır esirgeyendir.” [100]
“Âd'ı ve Semud'u da (yıkıma uğrattık). Gerçek şu ki, kendi oturdukları yerlerden size (durumları) belli olmaktadır. Kendi yaptıklarını şeytan süsleyip-çekici kıldı, böylece onları yoldan alıkoydu. Oysa onlar görebilen kimselerdi.” [101]
“Onlardan önce Nuh kavmi, Âd kavmi, kazıklar sahibi Firavun da, yalanladılar.” [102]
“Bu durumda eğer onlar yüz çevirirlerse, artık de ki: ‘Ben sizi, Ad ve Semud (kavimlerinin) yıldırımına benzer bir yıldırımla uyardım.’
Âd (kavmin)e gelince; onlar yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve dediler ki: ‘Kuvvet bakımından bizden daha üstünü kimmiş?’ Onlar, gerçekten kendilerini yaratan Allah'ı görmediler mi? O kuvvet bakımından kendilerinden daha üstündür. Oysa onlar, bizim âyetlerimizi (bilerek) inkâr ediyorlardı.
Bundan dolayı biz de onlara dünya hayatında zillet azâbını tattırmak için o uğursuz günlerde soğuk bir rüzgâr gönderdik. Ahiret azabı elbette daha çok rüsvay edicidir. Onlara yardım da edilmez.” [103]
“Âd'ın kardeşini hatırla; onun önünden ve ardından nice uyarıcılar gelip geçmişti; hani o, Ahkaf'taki kavmini: ‘Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azabından korkarım’ diye uyarmıştı. Dediler ki: ‘Sen, bizi ilahlarımızdan çevirmek için mi bize geldin? Şu halde eğer doğru söylüyorsan, tehdit ettiğin şeyi, bize getir.’ Dedi ki: ‘İlim ancak Allah katındadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum; ancak sizi Câhillik eden bir kavim olarak görüyorum.’ Derken, onu (azabı) vadilerine doğru yönelerek gelen bir bulut şeklinde gördükleri zaman, ‘Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur’ dediler. Hayır, o, kendisi için acele ettiğiniz şeydir. Bir rüzgâr; onda acı bir azab vardır. Rabbinin emriyle herşeyi yerle bir eder. Böylece meskenlerinden başka, hiçbir şey(leri) görünemez duruma düştüler. İşte biz, suçlu/günahkâr bir kavmi böyle cezalandırırız. Andolsun, biz onları, sizleri kendisinde yerleşik kılmadığımız yerlerde (size vermediğimiz güç ve iktidar imkânlarıyla) yerleşik kıldık ve onlara işitme, görme (duygularını) ve gönüller verdik. Ancak ne işitme, ne görme (duyuları) ve ne gönülleri kendilerine herhangi bir şey sağlamadı. Çünkü onlar, Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlardı. Alay konusu edindikleri şey, onları sarıp kuşattı.” [104]
“Âd ve Firavun ile Lût'un kardeşleri de (yalanladılar).
Eyke halkı ve Tübba' kavmi de. Bütün bunlar peygamberleri yalanladılar da tehdidim gerçekleşti!” [105]
"Âd (kavmin)de de (âyetler vardır). Hani onların üzerine köklerini kesen (akîm) bir rüzgâr gönderdik.
Üzerinden geçtiği hiçbir şeyi bırakmıyor, mutlaka çürütüp kül gibi dağıtıyordu.” [106]
Âd kavminde de (ibretler vardır). Onlara kasıp kavuran rüzgâr göndermiştir. Üzerinden geçtiği şeyi canlı bırakmıyor, onu kül edip savuruyordu.” [107]
“Doğrusu, önce gelen Âd (halkın)ı O yıkıma uğrattı.” [108]
“Âd (kavmi) de yalanladı. Şu halde Benim azabım ve uyarmam nasılmış?
Biz o uğursuz (felaket yüklü ve) sürekli bir günde üzerlerine ‘kulakları patlatan bir kasırga' gönderdik.
İnsanları söküp atıyordu; sanki onlar kökünden sökülüp-kopmuş hurma kütükleriymiş gibi.
Nasılmış benim azabım ve uyarılarım!
Andolsun biz Kur'an'ı düşünüp öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mu?” [109]
“Semûd ve Âd (toplumları) kâria'yı yalan saydılar.
Semûd'a gelince: Onlar pek zorlu (bir sarsıntı) ile helâk edildiler.
Âd (halkın)a gelince; onlar da, uğultu yüklü, azgın bir kasırga ile helâk edildiler.
(Allah) Onu, yedi gece ve sekiz gün, aralık vermeksizin üzerlerine musallat etti. Öyle ki, o kavmin, orada sanki içi kof hurma kütükleriymiş gibi çarpılıp yere yıkıldığını görürsün.
Şimdi onlardan arda kalan bir şey görüyor musun?
Firavun, ondan öncekiler ve altı üstüne getirilen beldeler halkı (Lût kavmi) hep o günahı (şirki) işlediler.” [110]
“Görmedin mi Rabbinin Âd (kavmin)e ne yaptığını?
Direkleri (yüksek binaları) olan, İrem şehrine?
Ki ülkeler içinde onun benzeri yaratılmamıştı,
O vadide kayaları yontan Semûd kavmine?
Kazıklar (çadırlar, ordular) sahibi Firavun'a?
Ki onların hepsi ülkelerinde azgınlık ettiler.
Oralarda kötülüğü çoğalttılar.
Bu yüzden Rabbin onların üstüne azap kamçısı yağdırdı.” [111]
Hûd Sûresi
Kur'ân-ı Kerîm'in onbirinci sûresidir. Yüzyirmi üç âyet, bin yediyüz onbeş kelime, yedibin altıyüz beş harftir. Mekkîdir. Âyet sonlarına âhenk veren fâsıla harfleri: Be, Dal, Zel, Ra, Ze, Sad, Tı, Zı, Kaf, Lam, Mim-Nun'dur. Sûre, adını elli ila altmışıncı âyetler arasında kıssası zikredilen Hz. Hûd'dan almıştır. Mirâc'tan sonra inen sûre, Kur'ân sûreleri içinde Miûn bölümünde yer alan yüz âyeti geçkin sûrelerdendir. Ana konusu, davet, korkutma, uyarma, Allah'ın kitabı ve Nuh, Hûd, Sâlih, Lût, Şuayb, Mûsâ peygamberlerin kıssalarıdır. Sûrenin nüzulünden önce Rasûlullah'ı (s.a.s.) koruyan amcası Ebu Talib ile Hz. Hatice vefat etmiş, müşriklerin baskıları artmış ve bu şartlarda Hz. Peygamber en sıkıntılı zamanlarını yaşamıştır. İslâm tarihçilerinin "Hüzün yılı" ve "Fetret dönemi" dedikleri bu dönemde inen Hûd sûresi hakkında Rasûlullah: "Beni Hûd, Vâkıâ, Mürselât, Nebe, Tekvîr sûreleri kocalttı" buyurmuştur. [112]
Hûd sûresinin ilk bölümü Kur'ân-ı Kerîm'den bahsetmekte, sonra geçmiş peygamberlerin gayb haberleri, kafirlerin nasıl yalanladıkları ve azabı çağırdıkları anlatılmaktadır.
- Kur'ân-ı Kerîm: ''Elif, Lâm, Râ. Bu, âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra hüküm ve hikmet sahibi olan ve her şeyden haberdar bulunan Allah tarafından birer birer açıklanmış bir kitaptır." [113]
Kur'ân-ı Kerîm, doğruluğu şüphe götürmeyen ve Allah'a karşı gelmekten sakınanlara yol gösteren,[114] kesin, sağlam, uyumlu, veciz, beliğ, fasih, açık, fazlalık ve eksikliği olmayan bir kitap, bir ferman bir kanun ve öğüttür. Bu kitap, Arapça konuşan bir kavme anlaşılsın diye apaçık bir Arapça ile indirilmiştir.[115] Ona şiir diyenlere onun gibi bir sûre getirin denildiğinde, kâfirler taklid etmek istemişler fakat gülünç birtakım laf kalabalığı yapmaktan öteye gidememişler[116] ve Peygamberin onu, hevâsından konuşmadığını, ancak vahyedileni aktardığını anlamışlardır.[117] Bu kitabı bile bile yalanlayanların sonları çok acıklı olmuştur.
Hûd sûresinin başlangıcındaki "Elif, Lam, Râ" buyruğu hakkında müfessirler: "Bununla ne murad edildiğini en iyi bilen Allah'tır" demişlerdir. Ayrıca, bu harflerle başlayan her sûrede mutlaka Kur'ân'dan söz edilmektedir. Bu hurûf-ı mukattaâ harfleri Kur'ân'dan önce de Araplar tarafından şiirde kullanılmaktaydı. Onlar hiç bir zaman Kur'ân'ın bir âyetinin benzerini bile getiremediler. Bu harfler, işte onlara karşı bu meydan okuma ve aciz bırakmaya da işarettir.[118]; "Yoksa onu kendi mi uydurdu diyorlar? De ki: Eğer doğru söylüyorsanız hadi öyleyse onun sûrelerine benzer uydurma on sûre getirin. Hem de Allah'tan başka çağırabileceklerinizi de çağırın. Söylediğinizi yapamazlarsa bilin ki o ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir. On dan başka tanrı yoktur. Artık müslümansınız değil mi?" [119]
Hûd sûresi, Kur'ân-ı Kerîm'in sağlamlığını böylece daha girişte sunduktan sonra, itikâdî hakikatleri ortaya koymaktadır. Allah'tan başkasına ibâdet edilmez. Dönüş Allah'adır Yeryüzünde debelenen bütün canlıların rızkı Allah'a aittir. Onun karar yerini de geçici bulunduğu yeride bilir Bunların tümü apaçık bir kitaptadır. Allah gökleri ve yeri, insanların amel bakımından hangisinin daha iyi olduğunu denemek için yaratmıştır. Kir dünya hayatını ve onun çekiciliğini isterse onda onlara yapıp ettikleri tastamam ödenir; hiçbir eksikliğe uğramaksızın. Ancak onların yaptıkları boşa çıkmıştır ve ahirette onlara ateş azabı vardır. Kur'ân'a inanan, salih amellerde bulunan, Rablerine kalpleri tatmin olmuş halde bağlanan müslümanlar ise Cennet halkıdırlar ve orada temelli kalacaklardır.
Hûd sûresi, bu giriş kısmından sonra geçmiş peygamberlerin gayb haberlerini vermektedir. Bu sûrede kıssaları zikredilen Nuh, Hûd, Salih, Lût, İbrahim, İshak, Yakub, Şuayb, Musa ve Hz. Peygamber gibi peygamberlerin hepsi, Allah'ın birliğine ve sadece O'na itaate çağırmışlardır. Ancak hepsinin de kendi kavimleri yalanlamışlar ve Allah'ın azabıyla helâk olmuşlardır. Bu kıssaların anlatılmasının sebebini de yine Hûd sûresinin son âyetlerinden öğreniyoruz: "Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini sağlamlaştıracak her şeyi anlatıyoruz ki, kavminden gördüğün haksız davranışlara karşı kalbin kuvvet bulsun, ruhun açılsın. Bunda da sana hak ve inananlar için bir öğüt ve ibret gelmiştir." [120]
Öğüt ve ibret almacak kıssaların özü şöyledir: Hz. Nuh, (a.s.) puta tapan, kötü, zalim, fasık, vicdansız milletine Ulu'l-Azm peygamberlerin ilki olarak gönderildi. Milletini Allah'a ibâdete çağırdıysa da onu dinlemediler, yalanladılar, alaya aldılar ve azabı çağırmasını istediler. Hz. Nuh, Allah'ın emriyle bir gemi yaptı; her cinsten birer çifti, aleyhine hüküm verilmemiş olan çoluk çocuğunu gemiye aldı. Tufan çıktığında gemide çok az inanan vardı. Geride kalanların hepsi, Hz. Nuh'un karısı ve kâfir olan oğlu da helâk olmuşlardı. Tufan bittikten sonra Nuh'un gemisinden inen mü'minler yeryüzünde halifeler yapıldı.
Ancak bunlardan çoğalanlardan âd kavmi, Ahkâf'ta İrem diye anılır her türlü imkâna sahip olmakla büyüklendiler, âyetleri bile bile inkâr ettiler. Allah, Hz. Hûd’u (a.s.) gönderdi. onlar da azabı istediler. Bunun üzerine pınarları kurudu, yeşillikleri kalmadı, ünlü İrem bağları yok oldu, hayvanları öldü. Hz. Hûd onları tevbe etmeye çağırdıysa da yine putlara tapmaya devam ettiler. Sonunda ufukta gördükleri bir bulutu yağmur bulutu sandılar. Hâlbuki o azabı getiren buluttu. Her şeyin kökünü kurutan bir rüzgâr insanları kökünden sökülmüş hurma kütükleri gibi söküp attı. Rezillik azabını dünya hayatında tattılar, hepsi yok oldular. Allah, Hûd ve inananları rahmetiyle kurtardı.
Hz. Sâlih (a.s.) ile gönderildiği Semûd milletinin kıssası da aynı şekilde tebliğ, yalanlama, azabı çağırma ve yok olma safhalarını anlatır. Şiddetli bir yer sarsıntısı hepsini yok etti, sanki orada hiç yaşamamış gibi olmuşlardı.
Hz. İbrahim (a.s.), Hz. Hûd ile kurtulan müslümanların meydana getirdiği yeni nesildendi. Sâbiîler, Bâbil medeniyeti ile büyüklendiler Nemrut, "Allah dostu" Hz. İbrahim’i (a.s.) ateşe attırdı. Fakat Cenâb-ı Allah İbrahim’i (a.s.) kurtardı. O, Bâbil'i terkettiğinde ardında yalnızca ona inanan Lût vardı. Babası bile kâfirler arasında kalmıştı. Hz. İbrahim ve yanındakiler bereketli topraklara gittiler. Tevhid dini, "İbrahim milleti" yoluyla yaşadı.
Lût (a.s.); aralarında fuhşun, cinsî sapıklığın yayılarak azgınlaştığı bir ulus olan Sedom'a peygamber olarak gönderildi. Hz. Lût, İbrahim'e ilk inanan, iyilerden, ilim ve hikmet sahibiydi. Ama her peygamber gibi onu da yalanladılar. Lût, Allah'a dua etti. Allah', Hz. İbrahim'e İshak'ı müjdeleyen iki melek gönderdiği zaman İbrahim (a.s.) Sedom'un yok edileceğini de öğrendi. Elçi melekler Lût’un (a.s.) yanına genç, güzel erkekler şeklinde gittiklerinde Hz. Lût çok sıkıldı. Sedomlular da bu tanınmamış güzel erkeklerin etrafını sardılar. Lût konuklarını rahat bırakmalarım, isterlerse kızlarını verebileceğini söylediyse de Sedomlular sarhoşluk içinde azmışlardı: "Andolsun ki senin kızlarınla bir işimiz olmadığını biliyorsun. Doğrusu ne istediğimizin farkındasın."[121] diyorlardı. Hz. Lût çaresiz bir haldeyken melekler kimliklerini açıkladılar, olacakları ona anlattılar. Sabah yakınken Lût'un evinin etrafındaki azgınlar genç erkek kılığındaki meleklere saldırınca kör edildiler. Lût karısı dışında kalan ailesini aldı ve yola çıktı. Sabah olunca korkunç çığlık Sedomluları yakaladı, üzerlerine taş yağdı, ülkeleri altüst oldu, hepsi helâk oldular.
Medyen ve Eyke halkına peygamber olarak gönderilen Şuayb’ın (a.s.) mücadelesi sonunda bu halkların da sonu aynı Semûd milleti gibi oldu. Korkunç bir gürültüyle yurtlarında çöküp helâk oldular. Sûrede son olarak da Hz. Mûsâ’yı (a.s.) yalanlayarak denizde boğulan Firavn'dan söz edilmiş ve bütün yalanlayıcı kâfirlerin dünyada da ahirette de lanetlendikleri bildirilerek bu kıssalarla ilgili olarak şöyle söylenilmiştir: "Bunlar sana doğru haber olarak aktardığımız geçmişlerin haberleridir. Onlardan kimi ayakta kalmıştır halâ izleri vardır; yeryüzünü geniş görün kimi de biçilmiş ekin gibi yerle bir edilmiş, izi bile kalmamıştır."[122] Yüce Allah onların kendi nefislerine zulmettiklerini azab geldiğinde taptıkları ilahlarının hiç bir fayda sağlamadığını; Allah'ın yakalayı vermesinin pek acıklı ve şiddetli olduğunu; ahiret azabından korkanlara bunda kesin âyetler olduğunu beyan buyurmaktadır. Hûd sûresinin bu son bölümünde anlatılan kıssalardan ibret alınmalıdır: "Seninle birlikte tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru davran. Ve azıtmayın. Çünkü O yapmakta olduklarınızı görendir."[123] Zulme sapanlara eğilim göstermeyin, sizin veliniz ancak Allah'tır. Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın saatlerinde namazı kıl. Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir. Sabret. Rahmet olunanların dışındakiler cehenneme doldurulacaktır.
Sûre şu âyetle sona ermektedir: "Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır. Bütün işler O'na döndürülür. Öyleyse O'na kulluk edin ve O'na tevekkül edin. Senin Rabbin yapmakta olduklarınızdan habersiz değildir." [124]
Kâfirlerin, azgın ulusların hemen her peygamberi yalanladıklarını ve azabı hak ettiklerini, bu kıssalardan anlıyoruz. Bütün sapık milletlerin, aynı üslûpla nebileri ve resûlleri yalanladıkları gibi, Rasûlullah'ın kavminin de onu yalanladığı görülmektedir: Sen de bizim gibi bir insansın, özelliğin ne ki? Kitabı sen uydurdun. Senin sözünle, biz ilahlarımızı terkedecek değiliz. Biz üstünüz; siz peygamberler yumuşak baslı ve zayıfsınız, koruyucunuz da yok. Birer melek olsaydınız ya gibi sözlerle...
İşte hep bu yüzden onlar azâbı hak ettiler. Allah onlara zulmetmedi, kendileri nefislerine zulmettiler. Bu, Allah'ın her zaman geçerli olan bir kanunudur. Ve Allah zalimleri yeryüzünde mirasçı kılmaz, amellerini boşa çıkarır. [125]
İbret Alınması İçin Anlatılan Kıssaları Masallaştırma
Kur’ân-ı Kerim’in tevhid mücâdelesinin seyri ve peygamberlerin örnek dâvet ve tebliği, İlâhî mesaja karşı çıkanların fecî âkıbetleri konusu, nice tefsir kitapları, peygamber kıssaları ve vaazlardaki uydurma rivâyetlere kurban edilmiştir. Kur’an’ın üslûbu, bu tür kıssalarda gereksiz ayrıntılardan kaçınmak, zaman ve coğrafî sınırlamalara yer vermeyip mesajın evrenselliğini göstermek şeklinde beliren “her dönemdeki insanların ibret ve ders alması”nı sağlamaktır. Kur’an’ın gösterdiği bu tavrı Sünnet de aynen korumuş, Rasûlullah’ın yetiştirdiği ashâb da gereksiz ayrıntılara, kendilerine fayda vermeyecek meraklara saplanmamıştır. Ama ne var ki, sahâbeden sonra bu tavır, değişime uğramış; mesaj ve ibret unsuru kıssalara İsrâiliyât denilen çoğu uydurma olan asılsız rivâyetler, efsâneler ve masalımsı unsurlar karıştırılmıştır. Böylece tevhidî muhtevâ gölgelenmiş, Kur’an kıssalarındaki ibret ve mesaj unsuru yok edilmiştir.
Âd kavmi ve İrem hakkında da bu tür İsrâiliyât ve uydurma rivâyetler bolca görülmektedir. Özetin özeti mâhiyette konumuzla ilgili bir-iki örnek verelim: Bazı tefsirlerde Âd kavminin şiddeti, boylarının uzunluğu ile ilgili haberler, selîm aklın kabul edemeyeceği abartılarla doludur. “…Düşünün ki O sizi, Nûh kavminden sonra (onların yerine) hâkimler kıldı ve yaratılışta sizi onlardan üstün yaptı, onlardan ziyâde boy-bos verdi.”[126] Bu tür rivâyetler, bu âyetin açıklaması sebebiyle uydurulmuştur.
İbn Abbas’tan: Âd kavminden olanların en uzunu 100 zirâ; en kısası da 60 zirâ idi.[127] El-Kelbî ve es-Süddî’den: Âd kavminden olup uzun sayılan kişilerin boyu 100 zirâ, kısa sayılanlar ise 60 zirâ idi.[128] Vehb İbn Münebbih’ten: Âd kavminden olan bir kişinin başı, büyük bir kubbe ve tepeyi andırırdı; göz yuvaları ve burun deliklerinde ise sırtlanlar yavrulardı.[129] Ebû Câfer el-Bakır’dan: Âd kavminden olanların boyları uzun hurmalara benzerdi. Bunlardan biri iki eliyle bir dağı tuttuğu zaman ondan bir parça yıkar ve koparırdı.
Aslında bu rivâyetlerdeki saçma sapan görüşleri tenkide tâbi tutmaya ihtiyaç var mıdır, bilinmez. Kur’an’ın tevhid, peygamberlik anlayışına ve selim akla ters o kadar unsur var ki... Sanki görevli birisi tarafından ölçülmüşçesine, en uzun boyluların 100 zirâ, en kısaların ise 60 zirâ olduğu söylenmiştir. Bunlar, gerçekten asılsız, lüzumsuz birtakım hayâl mahsûlü şeylerdir. Âd kavminden olan kişilerin başlarının büyük tepeler kadar olduğu, burun deliklerinde ve göz yuvalarında sırtlanların yaşadığı, barındığı ve yavruladığı; elleriyle bir dağa sarılan adamın dağdan büyük parçalar kopardığı yolundaki masallara temas etmeye gerek yok. Bunlar müfessir el-Kasımî’nin de dediği gibi, masal anlatmaya düşkün olan kıssacı ve tarihçilerin uydurmalarıdır. Bunları doğrulayacak elimizde ne aklî ve ne de naklî delil vardır. Hz. Peygamber’den (s.a.s.) sahih bir senedle rivâyet edilmeyen rivâyetlerin arkasına düşmek ve bunları din gibi göstermek, ayrıca Kur’an âyetlerinin tefsiri sadedinde bunlara yer vermek hiç de doğru değildir. [130]
Kur’ân-ı Kerim, yeri geldikçe insanların ibret almalarını temin maksadı ile geçmiş kavimlerden ve bunların çarptırıldıkları İlâhî cezâlardan da bahseder. Bazen çok kısa olarak temas edilen bu konular, kıssacılar tarafından genişletilmiş, haklarında İslâmî olmayan birçok haberler uydurulmuştur. Bu haberler İslâmî çevrelerde yayılmış ve kitaplara geçmiştir. İrem hakkındaki durum bunun canlı örneklerinden biridir. “Görmedin mi Rabbinin Ad (kavmin)e ne yaptığınıi? Direkleri (yüksek binaları) olan, İrem şehrine? Ki ülkeler içinde onun benzeri yaratılmamıştı.” [131] Bu âyette geçen İrem’den maksat nedir? Bu konuda öylesine çok rivâyet ve gereksiz ihtilâf var ki… İrem’in ne olduğu, tefsirlerdeki rivâyetlere göre şunlardan biridir: a) Bir beldenin adıdır. Bu belde de: a1) Dımeşk (Şam) şehridir, a2) İskenderiye şehridir, a3) Şeddâd’ın yaptığı şehirdir, a4) Yemen’de bir kasabadır, a5) Irak’ta bir kasabadır, a6) Şam’da bir kasabadır. b) Ümmet adıdır, c) Âd kavminden bir kabile adıdır, d) Âd’ın dedesinin adıdır. Âyette geçen “irame zâti’l-ımâd”, yani “direk sahibi İrem”den maksat kimlerdir? A) Göçebe, çadır erbâbı olan kavimdir, b) Uzun boylu adamlardır, c) Kuvvet ve şiddet erbâbı olan bir kavimdir, d) Direkli, son derece sağlam binâ sahibi bir kavimdir.
İrem şehrinin bânîsi olan Âd kavminin lideri Şeddâd a) 900 yıl yaşamıştır, b) 1000 yıl yaşamıştır. Şeddâdın tam 1000 hanımı vardı. Şeddâd’ın kavmi yüz sene hiç cenâze görmedi, yani yüz yılda bir, ancak bir adam ölürdü. Şeddâd’ın mensup olduğu kavmin insanlarının boyları a) On iki zirâ idi, b)70 zirâ idi, c) En kısa boylu adamları 300 zirâ idi, d) Dört yüz zirâ idi, e) Beş yüz zirâ idi. Şeddâd’ın vücuda getirdiği yapı, tam 400 000 direkli idi.
Cennete Benzetilen İrem Şehri
Vehb İbn Münebbih’ten nakledilen ve çokça tefsirde zikredilen meşhur (ama uydurma) rivâyete göre İrem şehri, altın ve gümüşten yapılmıştı. Muâviye’nin hilâfeti döneminde Abdullah İbn Kılâbe isimli bir zât, kaybolan devesini aramaya çıkarkenbu şehri bulmuştu. Devesini arayan İbn Kılâbe Aden çöllerinde dolaşırken, bu çöllerde üzerinde kale bulunan bir şehre rastladı; kalenin etrafında çok sayıda köşkler vardı. Şehre yaklaşınca burada devesini soracağı bir adam bulacağını zan ve tahmin etti. Fakat şehrin ne dışında ve ne de içinde kimseye rastlamadı. Bineğinden indi; onu bağladı; kılıcını çekti ve kalenin kapısından içeri girdi. Kaleye girince karşısına iki büyük kapı çıktı ki, ömründe bunlardan daha iri kapı görmemişti. Kapılar beyaz ve kırmızı yakutlarla işlenmişti. Abdullah İbn Kılâbe bu manzarayı görünce dehşetle irkildi; kapılardan birini açtı; gördü ki, bu, hiçbir kimsenin benzerini görmediği bir şehirdi. İçeride birtakım köşkler vardı; her köşkün üstünde odalar vardı. Her odanın üzerinde de yakut, inci, gümüş ve altından yapılmış başka odalar vardı. Bu odaların kapılarının kanatları da tıpkı şehrin kapısının kanatları gibi süslü idi. Hepsi birbirine bakıyordu. Bütün odalar inci, misk ve zâferandan yapılmış küçük taşlarla döşenmişti.
Abdullah İbn Kılâbe’yi hiç kimsenin görmediği bu şeyler korkuttu; sonra şehrin yol ve sokaklarına baktı; her sokak meyveli ağaçlarla donatılmıştı. Ağaçların altında birbirine bağlı nehirler vardı. Bu nehirlerin suları gümüş kanallardan akıyordu. Bütün bunları müşâhede eden Abdullah: ‘Bu gerçek Cennet’in ta kendisi!” dedi ve şehrin inci, misk ve zâferan taşlarından bir miktar bineğine yükleyip Yemen’e döndü. Beraberinde getirdiği şeyleri insanlara gösterdi. Bu haber döndü dolaştı Muâviye’ye ulaştı. Muâviye, Abdullah İbn Kılâbe’ye haber yolladı. Adam geldi ve gördüklerini Muâviye’ye anlattı. Muâviye, Kâ’bü’l-Ahbâr’a haber saldı; huzuruna girince, Kâb’a: ‘Ey Ebâ İshak! Dünyada altın ve gümüşten yapılmış şehir var mıdır?’ diye sordu. O da: ‘Evet vardır. O şehrin yapılış tarzını, tezyînâtını ve kim tarafından yapıldığını sana anlatayım mı? Onu Şeddâd ibn Âd yapmıştır. Şehir ‘İrem Zâtü’l-Imâd’dır dedi. Muâviye: ‘Bu şehrin hikâyesini bana anlat!’ dedi. O da söze başladı:
“Bunlar ‘Âd-ı Ûlâ’dandır. Âd’ın Şedîd ve Şeddâd adında iki oğlu vardı. Aradan zaman geçti, önce Âd, sonra da Şedîd öldü. Şeddâd tek başına hayatta kaldı. Şeddâd yeryüzüne egemen oldu; bütün krallar kendisine boyun eğdi. Şeddâd kitap okumaya düşkün idi. Okuma esnâsında Cennetin tasvirini gördü. Allah’a baş kaldırıp Cennet’in benzerini dünyada yapmaya karar verdi. “İrem Zâtü’l-Imâd”ın yapılması için emir verdi. Bu iş için kendi hassâsından 100 kahraman (uzman) görevlendirdi. Her kahramanın/uzmanın 1000 tane yardımcısı vardı. Bütün dünya krallarına, memleketlerinde bulunan mücevherlerin gönderilmesi husûsunda emir çıkardı. Yukarıda konu edilen kahramanlar, şehrin yani dünya cennetinin yapılması için bir yer aramaya koyuldular. Büyük, temiz, tepelerden oluşan bir bir yerde karar kıldılar. Burası aynı zamanda akarsuları bulunan güzel bir yerdi. Kahramanlar “kralımız Şeddâd’ın şehir yapılması için seçilmesini ve arzu ve emrettiği yer burasıdır” dediler. Şehrin temellerini el-Cizeu’l-Yemânî denilen alaca renkli bir çeşit göz boncuğundan attılar. Yapılması için tam 300 yıl çalıştılar. Şeddâd 900 yaşında idi. Şehri yapıp bitirince Şeddâd’a gelip durumu arzettiler. Şeddâd: “Gidin, onun üzerine bir kale yapın; kalenin etrafına 1000 köşk yapın; her köşkte vezirlerimden birinin bulunduğunu gösteren 1000 ‘alem’ bulunsun” dedi. Bunları da yaptılar. Kral Şeddâd, sayıları bin tane olan vezirlerine yapımı tamamlanmış bulunan “İrem Zâtü’l-Imâd”e taşınma hazırlığı yapmaları için emir verdi. Melik ve yakınlarının hazırlığı tam on sene sürdü. Hazırlıklar bitince yola düştüler. Şehre bir gün ve bir gecelik mesâfe kalınca semâdan bir sayha ile hepsi helâk oldu. Tek bir kişi bile kurtulmadı. [132]
Bu şehrin yeri durmadan değişir ve bir yerden diğer bir yere intikal eder durur. Bazen Yemen’dedir, bazen Şam’da; bazen Irak’tadır, bazen başka bir yerde. Bu rivâyetlerin hepsi katıksız yalandır. Yunan mitolojisindeki sahte tanrılar gibi, hemen her eski toplumda birçok efsâneler anlatılır. Yukarıdaki rivâyetler de bu efsânelerden ibârettir, gerçekle ilgileri yoktur.
Yukarıda genel hatları iktibas edilen rivâyetlerde Şeddâd’ın kavminin (Âd kavmi) boyları hakkında verilen rakamlarda, 300, 400, 500 zirâ olması, aklın mantığın kabul edeceği bir şey değildir. Bunlardan 70 rakamına dikkatimizi çeken Ahkâmu’l-Kur’an sahibi İbnü’l-Arabî, açıkça bunun bâtıl olduğunu söyler. Sebep olarak da Âdem’in (a.s.) boyunun sahih hadislerde 60 zirâ olarak zikredildiğini,[133] kendinden sonra gelecek nesillerin ise zamanla kısala kısala daha küçük miktarlara müncer olacağının ifâde edildiğini gösterir. [134]
Not: Arşın da denilen zirâ, takrîben 68 santimetre tutarında uzunluk ölçüsüdür. Adım, yani yürüyüşte bir normal bacaklar arası açıklığı belirtir.
Yukarıda bir kısmı aktarılan bu tür rivâyetler İbn Kesir’in de dediği gibi, yahûdilerin uydurmasıdır.[135] Bu tür İsrâiliyât cinsinden rivâyetlerin yayılmasında, din ve peygamber düşmanı zındıkların ve onların oyununa, tuzağına düşen gâfil ve câhil, her duyduğu rivâyeti kutsal metin gibi düşünmeden alıp doğru kabul edenlerin de büyük rolü vardır.
Tabii, bu rivâyetlerin başında; “bir varmış, bir yokmuş...” diye giriş cümlesi olsa, masal kahramanı da hayalî bir kişilik olsa, hoşça vakit geçirmeye sebep olacak ve kurgu ve anlatı açısından güzel kabul edilecek faydalı bir masal olarak değerlendirilebilir. Ama olayı mâsumâne ve zararsız bir hikâye olmaktan çıkaran yön, bunların din adına, bazen bir peygamberi büyüteceğim diyerek küçülten, onu efsânevî kişilik olarak yansıtan, örnekliği, ibretliği, tevhidî mesajı yok eden rivâyet kültürü, peygamberliğe ve tevhide en büyük darbe vurmanın yollarından, halkın bu önderleri ibret ve örnek kabul edemediğinin temel sebeplerindendir. Bir-iki örneği yukarıda aktarılan İsrâiliyatın dini ve tevhidi ne kadar gölgelediği, Hz. Hûd ve Âd kavmiyle ilgili tefsir ve peygamberler tarihi gibi ciddi kitaplara, ilmî eserlere geçmesi, üzerinde düşünülmesi ve sağlıklı değerlendirmeler yapılması gereken hususlardandır.
Şeytan, insanın merakını gıdıklayarak, gereksiz şeyleri, dünyasına da âhiretine de lâzım olmayacak detayları lüzumsuz konuları önemsettirir. Maalesef ilim adına bu gereksiz merakın kurbanı olan bazı eski müfessir ve peygamberler tarihi yazarlarımız, Kur’an’da geçen bir kelimeden yola çıkarak, merakları tatmin etmek uğruna ipe sapa gelmez nice hurâfeleri eserlerine hakikat diye geçirmişler, bunların kuyuya attığı taşları çıkarmak binlerce akıllı âlimlerin mesâisini işgal olmuş.
Müslümanlar, Kur’an’la bağlarını kaybettiklerinden, peygamber kıssalarını ve eski kavimlerin Kur’an’da anlatılan ibretlik durumlarını, ibret alıp ders çıkarmak ve peygamberleri örnek almak için değil; gereksiz ve uydurma ayrıntılara boğulmuş şekilde masal ve roman ihtiyaçlarına cevap bulmak için yönelmişler. Ayrıntıların tartışıldığı ve rivâyet adına her mirasa konulduğu; dolayısıyla hakla bâtılın, ilimle hurâfenin karıştığı salata olmamalı tefsir ve peygamber kıssaları. Kur’an, peygamber kıssalarında, akıl sahipleri için çok ibret vardır,[136] buyurur. Başka bir âyette peygamber kıssalarının, kalpleri tatmin ve teskin etmek için hak ve gerçeğin bilgisi olarak ve mü’minlere de bir öğüt ve bir uyarı[137] olarak anlatıldığı vurgulanır.
Bütün bunlar değerlendirilmeli, tevhid mesajının, nübüvvet hikmet ve ibretinin, eski müşrik kavimlerin başından geçenlerin ders, öğüt ve uyarısının efsâne ve masal ögelerince gölgelenmesine müsâade edilmemeli, tefsirlerimize kadar hem de bolca giren rivâyetler, kutsal bir metin gibi görülmemeli, Kur’an ve sahih sünnetle sağlaması yapılmadan doğru kabul edilmemelidir.
Maddî Üstünlük ve Lüks Yaşam Üzerine
Kur'ân-ı Kerim'de Mekkî sûrelerde anlatılan Âd kavmi; Hz. Nuh'un milletinden sonra gelmiş bir kavimdir. [138]
Muhtemelen Arabistan yarımadasının güneyinde yaşamış olan Ad kavminin kıssası, câhiliye Araplan'na ibret olarak anlatılır. Kendileri gibi Arap bir toplum olan Âd kavminin başına gelenler Allah tarafından hatırlatılarak aynı sona uğramamaları için Hz. Muhammed'e (s.a.s.) ve ona indirilen Kur'an'a iman etmeleri istenir.
Arabistan'ın eski ve şöhretli bir kavmi olan Âd'ın başından geçenler, câhiliye Araplannca efsânevî olarak biliniyordu. Kur'an'm inişi ile beraber Hûd peygamber ve Âd kavmi hakkındaki doğrular vahyedilerek, insanların bu kıssadan öğüt almaları gerektiği belirtilir. "Âd kavminin başından geçende de (ibret vardır)."[139] Kur'an'da anlatılan Âd kavminin sosyal ve ekonomik yapısı incelendiğinde Allah'ın Âd kavmine büyük nimetler ihsan ettiği görülmektedir. Nuh kavminden sonraki en güçlü kavimdir Âd "Düşünün ki Allah, sizi, Nuh kavminden sonra halifeler yaptı ve yaratılışça size, onlardan ziyade boy ve güç verdi."[140]; "Bildiğiniz şeyleri veren, size davarlar, oğullar, bağlar, pınarlar ihsan eden Allah'tan sakının." [141]
Allah'ın büyük bir nimet bahşettiği Âd kavmi, bolluk içinde yaşayan, toprak ve hayvancılığa dayanan bir tarım toplumuydu. Aynı zamanda ticaret yoluyla da zenginlemişler ve bu zenginliği tepeler üzerine binalar kurarak değerlendirmeye başlamışlardı. "Siz her tepeye bina diker, eğlenir misiniz? Ve ebedî kalacakmışsınız gibi, muhkem binalar mı ediniyorsunuz?"[142] Bu muhteşem zenginliğe sahip Âd kavminin, İrem adındaki kentlerinin, numune bir kent olduğunu Allah, şöyle belirtiyor: “O direkli İrem'e. Ki, o, beldeler içinde, misli yaratılmamıştı.” [143]
Allah'ın nimeti sâyesinde büyük bir medeniyetin sahibi olan Âd kavmi; kendilerine bahşedilen bu nimetin kadrini bilip, O’na itaat etmediler. Aksine büyüklük taslayıp, kibirlenip böbürlenerek yaşayan bir kavim oldular.
Kendilerinden önce yaşayanlara rasûl olarak gelen Nuh'un (a.s.) getirdiği İlâhî mesaj onun ölümünden sonra terkedilmiş unutulmuştu. Dolayısıyla Âd kavmi, Allah'ı, O'nun istediği biçimde tanıyamıyorlardı. Putlarının emri sandıklan; aslında zenginler ve yönetenler tarafından, onların çıkarları doğrultusunda, putlar adına uydurulan bir dine -hayat tarzına- göre yaşıyorlardı.
Onlara göre, Allah'ın verdiği bu nimetler, Allah tarafından değil; kendi zekâ ve çalışmalarının, elde ettikleri teknolojilerinin ürünüydü. Zaman içinde zulüm iyice azmıştı. Edindikleri mal ve mülk onlan şımartmış, yoksulu ezen, haklının yerine kuvvetli olanın egemen olduğu bir düzenin insanları olmuşlardı. "Âd kavmi yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamış 'Bizden daha kuvvetli kim vardır?' demişti." [144]
İşte bu esnâda, Nuh'tan (a.s.) beri hiç bir uyarıcıya muhâtap olmayan Âd kavmine Hûd (a.s.) elçi olarak gönderilir. "Ad kavmine kardeşleri Hûd'u gönderdik: 'Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur, karşı gelmekten sakınmaz mısınız?' dedi." [145]
Aralarında yaşayan, kavmin bireylerinden biri olan Hûd'u, Allah "kardeşleri" olarak niteler. Bir diğer âyet-i kerimede şöyle belirtilir: "Sizi uyarmak için, aranızdan bir adam vâsıtasıyla, size Rabbinizden ihtar geldiğine hayret mi ediyorsunuz?"[146] Böylece aralarından bir adam rasûl seçilmiş, Allah'ın imtihanı başlamıştı. Bu sınav aynı zamanda kendilerinden sonra yaşayanlara, hatta kıyâmete kadar yaşayacak tüm insanlara öğüt ve ibret olacaktı.
Hûd'un (a.s.) kavmi putlara tapan, yani onların emrettiğini zannettikleri bir yaşam tarzına inanan insanlardı. Aslında akılsız olan ve kendilerine bile fayda ve zarar veremeyecek bir nesne olan bu putlar aracılığıyla; kavmin "ileri gelenleri" kendi işlerine gelenleri halka putların emriymiş gibi yansıtıyorlardı. Böylece halkı çıkarları doğrultusunda yönetiyorlardı. "İşte bu, Rablerinin âyetlerini bile bile inkâr eden, peygamberlerine kafa tutan ve her inatçı zorbanın emrine uyan Âd kavmidir." [147]
Âd kavminin inkârcıları Hûd’a (a.s.) şöyle sesleniyorlardı: "Sen, bize yalnız Allah'a ibâdet edelim de atalarımızın taptıkları putları bırakalım diye mi geldin?"[148] Hûd (a.s.) ise onlara şöyle cevap veriyordu: "Allah'ın hiç bir delil indirmediği putlar hakkında mı benimle tartışıyorsunuz?"[149]; "Artık Allah'tan korkun da, bana itaat edin." [150]
Hz. Hûd'un bu uyanlarına rağmen inkârcılar ona çeşitli iftiralarda bulunurlar. "Kavminin inkârcı ileri gelenleri, 'biz senin beyinsiz olduğunu görüyor ve seni yalancılardan sanıyoruz' dediler."[151]; "Herhalde ilâhlarımızdan bazısı, seni fena çarpmış olacak.”[152]; "Bu bize getirdiğin eskilerin âdetinden başka bir şey değildir."[153]; "Eğer Rabbimiz böyle bir şey dileseydi, melekler indirirdi. Doğrusu seninle beraber gönderileni inkâr ederiz’ demişlerdi." [154]
Hz. Hûd'a en çok karşı koyan ve iftiralarda bulunanlar, kavmin ileri gelenleriydi. Kavmin insanlarının Hûd'a meyletmemeleri için ellerinden geleni esirgemiyorlardı. Kavmin insanlarının Hûd'a inanmaları halinde çıkarları en çok tehlikeye düşecek olanlar "ileri gelenler"di. Bütün karşı gelmelere rağmen Hûd, Allah'ın mesajını onlara iletmeye devam ediyordu. “Onlara, önlerinden artlarından, her yandan 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin.”[155] diyordu. "Ben sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim yaratana aittir. Akletmez misiniz?" [156]; "Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O’na tevbe edin ki, size gökten bol bol yağmur göndersin, kuvvetinize kuvvet katsın; suçlular olarak yüz çevirmeyin." [157]
Hûd (a.s.) yıllarca çırpındı, durdu. Kavmine Allah'ın mesajını iletmeye çalıştı. Ama nafile... Kavmi imana yanaşmıyordu. Onları Allah'ın azâbıyla da tehdit etti. "Doğrusu size büyük bir günün azâbından korkuyorum."[158] Kavminin artık basîreti bağlanmıştı. Azab ile korkutmaları bile onları uyandırmıyordu. Hz. Hûd'un bu çağrısına şöyle diyorlardı: "Sen öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da bizce farketmez." [159]; "Biz azab olunacaklar da değiliz." [160]; "Eğer doğru sözlülerden isen, haydi bizi tehdit ettiğin azâbı getir." [161]
Hz. Hûd'un bütün uyarılarına rağmen kavmi inkârda direniyordu. Âd kavmi öyle bir teknolojiye sahipti ki, bu teknoloji ile yaptıkları tepeler üzerindeki kâşâneler, villalar, devâsâ binaların hiç bir güç tarafından yok edilemeyeceği kanaatine sahip olmuşlardı. Bağlar, bahçeler, en güzel yiyecek ve içecekleri sağlıyordu onlara... Hiç kimseye muhtaç değillerdi. Diledikleri gibi yer, içer, yaşarlardı. Kimse onlara karışamazdı...
İşte, onların edindikleri mal-mülk ve servetlerin körelttiği basîretleri; kâinatın tek hâkimi olan Allah'ın isteklerini inkâra götürmüştü. Sonlarını göremiyorlardı. Oysa peygamberleri onlar için çırpmıyor, var gücü ile Allah'ın vahyini kavmine iletmeye çalışıyordu. "İşte ben Allah'ı şâhid tutuyorum. Siz de şâhid olun ki, ben, sizin Allah'ı bırakıp O'na şirk koştuğunuz şeylerden uzağım. Artık bana (isterseniz) toptan tuzak kurun. Sonra bir an bile mühlet vermeyin." [162]; "Siz yüz çevirirseniz, ben size gönderilmiş olduğum vazifemi tebliğ ettim. Hem Rabbim, sizin yerinize başka bir kavmi getirir de, siz O’na hiçbir zarar veremezsiniz…” [163]
Kavmi ile Hûd (a.s.) arasında mesâfe iyice açılmıştı. Kavminden ona inananlar çok azınlıktaydı. İnkârcılar bunu gördükçe daha da azıyorlardı. Artık rasûlü memleketten sürmekle tehdit etmeye başlamışlardı. Hûd (a.s.) ise Rabbine sığınır. Kavminin ısrarlı karşı koyuşlan karşısında yapacağı tek hareket bu kalmıştı. "Ben hem benim, hem sizin Rabbiniz olan Allah'a dayanmışım. Yerde debelenen hiç bir canlı yotur ki, alnından O tutmuş olmasın. Şüphesiz ki benim Rabbim doğru yol üzerindedir."[164]; "Bize ettiğiniz eziyete elbette katlanacağız. Güvenenler ancak Allah’a tevekkül edip güvensinler.” [165]
Artık iş Allah'a kalmıştı. Hûd (a.s.) yapacağını yapmış, kavmini uyarmıştı. Allah nezdinde bir kavmin helâki için tüm alâmetler belirmiş, son yaklaşmıştı. "O azâbın, yayılarak vâdilerine doğru yöneldiğini gördüklerinde; 'Bu yaygın bulut bize yağmur yağdıracaktır.' dediler. Hûd: 'Hayır o acele beklediğiniz şeydir, can yakıcı azab veren bir rüzgârdır. Rabbinin buyruğu ile her şeyi yok eder." [166]
Artık azâbın emâreleri de görünmüştü. Hz. Hûd ve ona tâbi olanlar, Âd kavminin yerleşim yeri Ahkaftan ayrıldılar. Böylece Allah inananları kurtarmıştı. "Buyruğumuz gelince, Hûd'u ve beraberindeki inananları, rahmetimizle kurtardık. Onları çetin bir azabdan kurtardık." [167]
Hûd kıssası anlatılırken, Âd kavminin helâk edilişi, dikkat çekecek biçimde ayrıntılarıyla üzerinde durularak çok çeşitli perspektiflerle anlatılmaktadır: "Böylece onu yalanladılar. Biz de onları heâak ettik."[168]; "Rezillik azâbını onlara dünya hayatında taddırmak için o uğursuz günlerde üzerlerine dondurucu bir kasırga gönderdik. Âhiret azâbı ise daha çok alçaltıcıdır ve onlar yardım da görmezler."[169]; "Gerçekten Biz, üzerlerine uğursuzluğu dâim bir günde, uğultulu bir rüzgâr gönderdik."[170]; "İnsanları kökünden sökülmüş hurma kütükleri gibi atıyordu."[171]; "Allah onların kökünü kesmek üzere, üzerlerine o rüzgârı, yedi gece sekiz gün estirdi. Halkın kökünden çıkarılmış hurma kütükleri gibi yıkıldıklarını görürsün."[172]; "Onlardan arda kalmış bir şey görüyor musun?” [173]
- Böylece âlemlerin rabbi olan Allah'a karşı gelmekte direnen bir kavmin nasıl bir fecî sona ulaştığı; kıssayı okuyup dinleyenlere ibret olması açısından çok dehşetli olarak tasvir edilir: "Bak! Nasıl oldu azâbım ve tehditlerim?”[174] Âd kavmine verilen bu cezâ, bu dünya hayatındakidir. Âhiretteki ise, orada verilecektir. Bu hususta Allah şöyle diyor: "Âhiret azâbı ise daha alçaltıcıdır..." [175]
Hûd (a.s.) ve Dâvetinden Almamız Gereken Ders ve Mesajlar
- "Kardeşiniz olan": "Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u gönderdik.”[176] Tebliğin muhâtap üzerinde etkisi, dâvetçide bazı sıfatların bulunmasını gerektirir. Bunlardan biri de mübelliğin, muhâtap tarafından tanıdık, bilindik bir geçmişe sahip olmasıdır. Gönderilen peygamberlerden haber veren âyetlerde, nebîlerin, o kavmin içinden seçilmiş olduğuna vurgu vardır. Öncelikle kana dayalı yakınlıkları ifade için kullanılan "kardeş" kelimesi bu özelliği İfade eder. Günlük pratiklerimizde yapılan eleştirinin yabancı bir kimlik tarafindan değil, içten, bizden birileri tarafından yapılması kabulünü kolaylaştırır. "Kol kırılsa da yen içinde kalır/kalmalıdır." "Başkası", "öteki" sıfatına sahip fertlerin dışarıdan yaptıkları uyarılar, çoğu kez ukelâlıkla eşdeğer algılanır, normal insan cinsinden olan, bizim aramızda yetişmiş ve bizden birilerinin dâveti ise bir nebze daha avantajlıdır. O, bizim kötülüğümüz için ve yıkıcı bir eleştiri mantığıyla yöneltmez bakış açısını.
Toplumun içinden çıkan kimselerin, onların kültürünü, örf ve âdetlerini, eğilimlerini, zevklerini, dilini ve psikolojisini iyi bilen kimselerin o toplumu geliştirme, iyiye doğru değiştirme ve dönüştürme şansı, yabancı kimselere göre çok fazladır. İthal liderler, ithal çözüm çabaları çoğunlukla başarılı olamaz. İnsanlar, yabancı kimselere genellikle kuşku ile bakarlar, onlara yaklaşmaktan çekinirler. Cemaatler de çözümlerini içlerinde üretmeli, liderlerini aralarından çıkarmalıdır ki başarılı olsunlar. Davulun sesi uzaktan hoş gelse de, yakınındaki kimseler gürültüden rahatsız olurlar. Aksini gerektirecek çok önemli zarûruretler olmadıkça; ithal çareler yerine yerel çözümlere mürâcaat etmeli, sorunu içinde yaşayanların çözmesi beklenmelidir. Bu, dünyaya kapalı olma anlamına gelmez. Yardımlaşma, hikmet arayışları, evrensel zenginliklerden yararlanma arayış ve bunlardan istifade ayrı şeydir, tümüyle ithal çözümler, ithal kurtarıcılar, ithal mehdiler beklemek ayrı şeydir. Kurân-ı Kerim, Allah’ın insanları şûbelere, kabilelere ayırmasını “birbirleriyle tanışma” sebebine bağlar.[177] Bu tür tanışıklık, halkın çok önem verdiği hemşehrilik, ya da aynı semtin çocuğu olma, tebliğ ve hayra çağırma yönünde kullanılabilecek bir avantajdır.
“Kardeş” ifadesinde bir sıcaklık var. İçlerinden çıkan dâvetçi, hal diliyle şöyle demiş oluyor: “Evet, seni düşünen, seven, iyiliğini arzulayan kardeşin olarak ben, bu inancının seni sürüklediği yerden endişe ediyorum. Amacım seni sömürmek, yeni bir inanç adına sırtına binmek değil. Sadece hepimizin ortak boyun eğeceği bir İlâh’ı sana tanıtmak. Bunu da sadece seni sevdiğim ve kardeşim olduğunu hissettiğimden yapıyorum.” Câhiliye içindeki muhâtabın kardeş sıcaklığı içinde algılanması ve ona o psikolojik kanaldan mesajın aktarılması iletişim ve etki açısından bir avantajdır.
Sayılan tüm bu avantajlarının yanında, dâvetçinin içimizden biri olmasının getirdiği dezavantajlar da yok değildir. Düşüncesiz halk yığınları şöyle de düşünebilrler: “O, daha düne kadar kendi aramızda görüp bildiğimiz, Zeyd’in (filanın) oğlu değil midir? Nereden çıkarıyor bu iddiâları? O kim oluyor da, şimdi bizi atalarımızın yolundan çevirmeye yelteniyor?”
2. Kınayanın Kınamasından Çekinmemek: "Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: Biz seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten seni bir yalancı sayıyoruz." [178]
İddia sahibi olmak, toplumun örfü, geneli ve normal tanımı ötesinde bir gerçeğe iman etmek... Hele bu farklı olanı rüzgârın tam ters yönden estiği bir vasatta yapıyorsanız, âyetlerde sayılan kâfirlerin olumsuz tepkilerine bu itham, yakıştırma ve suçlamalarına; bunların çağdaş açılım ve benzerlerine hazır olmak zorundasınız. Siz, yalancısınız, dış mihrakların âletisiniz, hâinsiniz, mecnunsunuz, hayalperestsiniz, rüya âleminde geziniyor, insanlara boş şeyler vaad ediyorsunuz, evrensel kabullere ters kürek çekmektesiniz, aileleri parçalamakta, bölücülük yapmaktasınız… Bu vb. suçlamaları göğüslemeye hazır olmadan kesinlikle insanlara tebliğe koyulmayın. Tüm bu yergilere, ancak hakkıyla iman eden ve gerçekten haklı olmanın huzur ve tatminini duyan bir yürek karşı koyabilir. O yüzden tebliğ, ancak kâmil iman sahiplerinin yapabileceği bir eylemdir. "Allah’a dâvet eden (Emr-i bİ'l-ma’rûf ve nehy-i ani'l-münker yapan), sâlih amel yapan ve ben de müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim vardır?"[179] ifâdesi, kâmil bir mü’min duruşunu resmetmektedir. Bu konuda körler ülkesinde gözleri sağlıklı bir insanın çevreyi, körlere anlatması örneği verilebilir. Bu ülkenin kör sâkinleri, kendi algılamadıkları bir dünyadan bahseden bu kişinin gözlerini kör ederek gerçekleri algılamasını önlemişlerdir.
3.Câhilin Cür’eti: "...Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin (azâbı bize)
getir." [180]
Allah'ı hakkıyla takdir edememek küfrün özelliklerindendir. Şeytan ve kendi kötü zanları, hevâları onları bu hususta karanlıklara götürmüştür. Ya Allah’ın rahmetine aldanarak yaptıkları her türlü taşkınlığı küçük ve bağışlanır görmüşler, ya da İlâhî tehditlerin vukuunu imkânsız saymışlardır. Her hâlükârda bu alandaki Câhillikleri bilgisiz cür’etlerini arttırmıştır. Yanlış bir hedefe ve ilimsiz bir zemine oturduğundan dolayı bu tavra cesaret değil, cür’et demekteyiz.
- Rasûller Ne İster? "Ey kavmim! Ben (tebliğime) karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir..." [181]
Peygamber kıssalarında en çok rastlanana cümlelerden biri de yukarıda alıntıladığımız bölümdür. Onların çağrıları, kavimleri tarafından çoğu kez doğru algılanmamış ve neyi istedikleri yolunda pek çok güncel spekülasyona sebep olmuştur. Şahıslarıyla ilgili yergi sıfatları bir yana, niyetleri de dünya merkezli iktidar hesaplan olarak nitelenmiştir. Gerek zatları gerekse niyetleri hakkındaki bu tanımlama ve yakıştırmalar, açık bir iftirâ olduğu halde, toplumun ileri gelenleri tarafından özenle seçilmiş ve halk arasına yayılmışlardı. Bu ithamlar, düşünülmeksizin gelişigüzel sarf edilmiş sözler değildi. "Ölçtü biçti, kahrolası ne biçim ölçtü biçti. Sonra yine canı çıkası ne biçim ölçtü biçti, nasıl ölçüp biçtiyse! Sonra baktı. Sonra yüzünü ekşitti ve surat astı. Sonra arkasını döndü ve büyüklendi. Ve ‘bu muhakkak büyüleyici bir sihirdir!’ dedi."[182]; "O ve kardeşi ancak seni yurdundan çıkarmak için gelmiş iki büyücüden başkası değildir."[183]; "Eğer biz sahip çıkmazsak bizi atalarımızın yolundan çevirmek için gelen ve yeryüzünde ululuk sizin sizin olsun diye mi bize geldin?" [184]
Peki, ama Rasûllerin “Allah 'a kulluk/iman edin ve bana itaat edin!” çağrısının anlamı bu söylediklerimizle çelişmiyor mu? Bu talepleri apaçık bir iktidar talebi, yani dünyevî bir rant değil mi?
Rasûller kendi adlarına, kendileri için bir iktidar talebinde bulunmamışlardır. Kendilerinin de diz çöküp, “kulluk”tan öte bir pozisyona tâlip olmadıkları bir İlâhî nizam için itaat talep etmişlerdir. Bu ise dâvetleri için istenen bir ecr (karşılık) olarak tanımlanamaz. Olsa olsa “Haydi Yaratıcı önünde topluca secde edelim ve O’nun sınırlarım çiğnemeyelim!” çağrısı olur. Onlar şahıslarının değil Rabbin irâdesi olan vahyin iktidarına çağırmışlardır. Ancak, soyut, zaman ve mekân ötesi bir Varlıkla ilişkide belli sembollerle olay sâbitlenmek zorundadır. O’na yapılan ibâdetlerde bir kıbleye yönelmemiz, duâ esnâsında ellerimizi göğe kaldırmamız gibi yönelimler bu zorunluluğun birer nişânesidir. O’na ve kitabına itaat de, sözde kalmamalı ve farklı yönlere eğilip bükülmemelidir. Bunun için kendi cinsimizden bir rasûle itaat, Yaratıcı kudretin irâdesine itaatin ete kemiğe bürünmüş şeklidir.
- Kulluk Berekettir: "Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret isteyin, sonra da O’na tevbe edin ki, üzerinize göğü (yağmuru) bol bol göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın..." [185]
Âyetlerde bu vaat pek çok defa tekrarlanır. Kul olan evrenin, boyun eğdiği Yaratıcıya, irâdeli kul olan insanın da itaat etmesi bereketi getirmektedir. “Kim Allah’tan korkarsa (ittika ederse), Allah ona bir çıkış yolu ihsân eder ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah’a tevekkül edip güvenirse O, kendisine yeter…”[186]; “Allah güven (ve) huzur için olan bir şehri misal verir ki, o şehrin (halkının) rızkı her taraftan bol bol gelirdi. Fakat Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler de yapmakta oldukları şeylerden dolayı Allah, onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı.”[187]; “O (peygamberlerin gönderildiği) ülkelerin halkı iman etseler ve (Allah’ın azâbından) korunsalardı (ittika etselerdi), elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket (ve bolluk kapılarını) açardık; fakat yalanladılar, Biz de kazanmakta oldukları kötülükler yüzünden onları yakalayıverdik.” [188]
Bazen de kulların tüm itaatlerine rağmen geçici süreyle mallardan, canlardan eksiltme ve korku ile ümmet imtihan olunabilir.[189] Bu durum, yukarıdaki âyetlerle tezat oluşturmaz. Çünkü "Şu günler ki, Biz onları insanlar arasında dönüp dolaştırırız."[190] âyeti olayların ve şartların mevsimler ve bulutlar gibi coğrafyalar üzerinde dolaşıp durduğunu belirtir.
- "Ben Sizden Berîyim": "(Hûd) dedi ki: Ben Allah'ı şâhit tutuyorum, siz de şâhit olun ki, ben sizin ortak koştuklarınızdan berîyim/uzağım!" [191]
Uzlaşma ve ortak payda bulma teklifleri, dâvâ adamları ve hareketlerin önündeki en kritik dönemeçlerdendir. Bu tür karışımlarda, uzlaşma ve tâvizlerde câhiliye ve şirkin kaybedeceği bir şey yoktur. Kayıp tevhid cephesinindir. Bu anlarda sağlam bir duruşa ihtiyaç vardır. Ve en net bir söylemle "Ben sizden uzağım, farklıyım; ben mü’minlerdenim" gibi farklılıkların altı çizilmelidir. Durduğumuz sâbit noktadan insanları tevhide çağırmamız anlamlıdır. Yoksa câhiliyeyle ilişkisinde, olumsuz değişime açık, ayakları sürekli ileri-geri yer değiştiren ve sâbit doğruları üzerinde direnemeyen bacaklar bu yükü taşıyamaz. Sözün eğilip büküldüğü, netliğin hareket açısından zorlukların kaynağı olarak algılandığı bir değerlendirme zemininde Rabbimizden niyâzımız "ayaklarımızı sâbit kılması, üzerimize sabır yağdırması, kâfirlere karşı yardım etmesi ve canımızı ancak mü’min sıfatı üzere alması"[192] olmalıdır.
- Meydan Okuma: "...Haydi hepiniz bana tuzak kurun. Sonra da bana mühlet vermeyin!" [193]
"Elinizden ne geliyorsa yapın!" Ne müthiş bir irâde ve ayak direme. Sırtını biriktirdiklerine ya da oğullarına değil; Rabbine dayamış bir tevhid erinin ağzına yakışan bir ifâde. Sağlam bir gönlün iktidarı altındaki bir ağızdan dökülen... Gücünü ve güven duygusunu araç-gereçlerden ve kalabalıklardan alan bir ağızda ise sırıtan bir terkip. Bu tür bir iman ve tevekkül, tartının diğer ucundaki milyonlarca sürüklenen irâdeyi, tek başına alıp götürür ancak. Ve bu irâdedir kişinin amelini öncüler sıfatıyla, binlerce kat fazlasıyla bereketli yazdıran.
- Vahye İtaat; Ya da... "İşte Âd (kavmi); Rablerinin âyetlerini inkâr ettiler, O’nun peygamberine âsî oldular ve inatçı her zorbanın emrine uydular." [194]
Vahye itaatin ötesi, inatçı ve zorba gibi sıfatlara sahip iktidarlara itaatten başka bir yere çıkarmaz insanoğlunu. Ey kul, nedir senin derdin? Rab (Efendi) olarak Allah'tan daha iyisini mi arıyorsun? Sırf bu arayıştaki ukelâlığın bile burnunun sürtülmesi için yeter sebep. Bu lüksün seni çıkaracağı tek yer merhametli, halim, kerem sahibi bir Rab’den/Efendiden; inatçı, zorba bir yaratılmışa kölelik. Kişinin kendisini nasıl bahası dışında birine nisbet etmesi lânetlenmiş bir fiilse, bundan daha büyüğü; ferdin kendine Yaradanı dışında bir Rab/Efendi aramasıdır.
Merhamet sahibi ve adâletli Allah’a teslim olmayan kimseler, mutlaka teslim olup kulluk yapacakları bir otorite bulurlar. Bu otorite de, başka problemleri yanında en azından inatçı ve zorbadır. Bu rab taslakları, kendi hevâlarından çıkardıkları kanun ve hükümlerle kendisine boyun eğen Âdîleri kendilerine uymaya, kayıtsız-şartsız itaate zorlarlar. Allah’a yönelmeyen, sadece O’nun otoritesine boyun eğmeyen inançsız kimse de, böylesine acınacak duruma düşer, şahsiyetini, izzet ve onurunu kaybeder, kendisi gibi, hatta kendisinden daha seviyesiz birilerine kul olur. Bu da âd kavminin yaptığı bir özellik olması yönüyle her dönemde görülen bir âdîliktir.
- İtiraz Sahiplerinin Sıfatları: "Onun kavminden, kâfir olup âhirete ulaşmayı inkâr eden ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz varlıklı kişiler; ‘bu’ dediler, ‘yalnızca sizin gibi bir insandır. Sizin yediğinizden yer içtiğinizden içer." [195]
Âhirete ulaşma konusundaki flu/bulanık görüntü, kişinin tuğyânında etkin bir faktördür. Bu, kâfirlerin inkârında etkin olduğu gibi, biz müslümanların günaha düşmelerinde de etkisi büyük olan bir durumdur. Dünya hayatı, ardından asırlarca sürecek kabir âlemi, sonrasında baas, mîzan, sırat ve ebedî âlem. Tüm bunların gerçekleşmesini binlerce yıl ötesi olarak algılamak ve uzak görmek bilinçteki resimde buğulanma oluşturuyor. Rasûlün anlatımı esnâsında "Cehennemin sıcaklığını hissediyorum!" diyen sahâbînin âhireti hissediş ve duyuşu... Savaş esnâsında "Cennetin kokusu burnuma geliyor" diyen ve attığı adım yere düştüğünde ebedî hayatı tadacağını duyumsayan bir kişinin âhiret bilincinin parlaklığı... En az, elindeki peşin dünya hayatı kadar peşin ve yakın hissedilen bir âhiret inancı, yani âhirete yakînî, gözle görür gibi iman bizleri günahlardan dizginleyebilir. Yoksa, buğulu bir anlatım ve algılanış düzlemindeki âhiretin bir cezbe oluşturması ve sâlih amelleri doğurması da, fiilleri kontrol etmesi de asla mümkün değildir. Kendi katlarından ulaştıkları bir diğer iddia da şu âyette geçmektedir: "Biz azâba uğratılacak da değiliz!"[196] Eğer âhiret, sizin anlattığınız gibi gerçekse, bu dünyada bizi güzel rızıklarla rızıklandıran varlık orada da bundan daha iyisiyle bizleri karşılar...
Refah içinde bulunmak da, müstağnî tavırların temelinde bulunan bir unsurdur. "Hayır! Muhakkak ki insan, kendini yeterli gördüğünden dolayı azar, taşkınlık yapar."[197] ifâdesi bu durumu anlatır. Yine Rasûllerin tebliğleri öncesinde kavimlerin zorluklarla imtihan edilmeleri, “umulur ki bu durum, kibirlerini kırar ve vahye itaat için müsâit bir rûha bürünürler” hikmetine mebnîdir.
- Yönetimin Kutsallaşma Meyli Karşısında İslâmî Tavır: “Gerçekten tıpkı kendiniz gibi bir beşere itaat ederseniz, herhalde ziyan uğrarsınız.’ (dediler).” [198]
“O, bizim gibidir. Ve bu bir eksikliktir. Zira itaat edilecek bir otorite, olağanüstülüklerle donanmış, kutsal bir nitelik arzetmelidir!” Kâfirler peygamberlere bu tür beklentilerle karşı çıktıkları halde, itaat ettikleri otoritelerde gerçekten bunu aramakta mıdırlar, yani bu beklentilerinde samimi midirler? Onların itaat ettiği şu anki liderlerinde bu olağanüstü, kutsal ve beşer üstü özellikler var mıdır? Bu soru, kendilerine sorulduğunda bunun cevabı da şöyle olacaktır: “Hayır, onlar da bizim gibi insanlar, ama onları üstün kılan fazlalıkları var. Onlar mal, evlat ve soyca üstünler. Yani önlerinde eğilmeyen boyunları zorla kıracak maddî güçleri, imkânları var…” Özetle câhiliye insanının zihninde iki şey önünde boyun eğme ve itaat etme kavramı mevcuttur: Ya zorla boyun eğdiren maddî güç ya da karşı konulamaz, olağandışı vasıflarla donatılmış bir varlık. Kendileri gibi olan, hem de mal ve evlâtça zenginleştirilmemiş bulunan bir kişiye itaat etmek câhilî mantığın algılayabileceği bir şey değildir.
- Şeytanın Vesveseleri Aşılabilecek Boyuttadır: "...Şeytan onlara yaptıkları
işleri güzel gösterip onları doğru yoldan çıkardı. Oysa bakıp görebilecek durumdaydılar."[199]
Şeytanın sâlih kullar üzerinde bir yaptırımı olmadığı Kur’an’da ısrarla vurgulanır. Şeytanın kullandığı tüm yöntemleri aşmak için, müslüman kulların elinde yeterli psikolojik, biyolojik ve ilmî veri/güç mevcuttur. Şeytana olan esâret, insanların yetersizliğinden değil; onunla mücâdele etmediklerinden kaynaklanmaktadır.
- İlâhî Azaptan Siyasî Mücâdeleye Örnekler: "Nihâyet onu vâdilere doğru yayılan bir bulut şeklinde görünce; ‘Bu bize yağmur yağdıracak yaygın bir buluttur’ dediler. Hayır, o sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. İçinde acı azap bulunan rüzgârdır." [200]
Kâfirler anlayış ve hissediş açısından basîretsiz varlıklardır. Basîret ve ferâset, bu anlamda yalnızca mü’minlerin sıfatıdır. Kendilerine yaklaşan helâk bulutunu zorlu bir kuraklık ânından sonra, rahmet bulutu olarak algılamışlar ve bir araya gelip onu topluca ve sevinçle karşılamışlardır. İlâhî azap için resmedilen bu tarz ameller için, belli örnek sıfatlar mevcuttur. Azap bazen gizli, bazen açık olarak gelmektedir. Kâfirler ummadıkları yönden azâba yaklaştırılmaktadırlar. Azap son âna kadar onlarca hissedilmemektedir. Bir anda olup bitmekte ve sonuç almaktadır. Tek bir sadmeyle noktalanmaktadır. Tedrîcen ve yavaş yavaş artan bir şekilde değildir. Çok büyük bir şiddete sahiptir, ki bu onun uygulama zamanının, mekânının sınırlı olmasından kaynaklanmaktadır. Zamana yayılmış ve mekân açısından odaklanmamış bir tarzda olsa, bu denli yıkım şiddeti olmayabilirdi.
- Helâkin Sebebi: "...Zira onların hepsi ülkelerinde azgınlık ettiler. Bulundukları yerlerde kötülüğü çoğalttılar. O sebepten dolayı Rabbin onların üstüne azap kamçısı yağdırdı." [201]
Hz. Hûd Kıssasının Mesajları
Hûd (a.s.) kıssasının vahye muhâtap olan tüm insanlara verdiği mesajları şöyle sıralayabiliriz:
- Bu dünya hayatında insanların elde ettikleri bütün nimetler Allah'ın onlara bahşettiği şeylerdir.
- Allah'ın onlara verdiği bu nimetleri, yine Allah'ın istediği biçimde harcamak gerekir.
- Allah'ın ihsan ettiği mal-mülk ve serveti, Allah'ın lutfundan ve sınav olarak verdiği değil de, sırf kendi akıl ve becerileri neticesi elde ettiklerini zannedenler, daha sonra onları diledikleri gibi harcama yetkisinde kendilerini görürler ki, bu tavır onları inkâr zincirine ulaştırmış olur.
- Hele bu inkârcı servet sahipleri âhireti yalanladıklarından; diledikleri gibi harcadıkları servetlerini kazanırken yaptıkları zulümlerin ve Allah'ın verdiği servetlerden yoksullara vermediklerinin hesabını, kimseye vermeyecekleri düşüncesinde olurlar ki, onları azdıran, inkâr ettiren âmillerden biri de bu olur. Hûd kavminin inkârcılarının düşünceleri de bu idi. Âhireti red…
- İşte bu gibi mesajların verildiği Âd kavminin kıssası; Kur'an'ın indiği câhiliye toplumunun aynı bazdaki düşüncelerinin yanlışlığını beyan etmiş olur. Âd kıssasından ders almayanların sonu, dehşetli sahnelerle anlatılan Âd kavminin sonu gibi olacağı mesajı verilmiş olmaktadır.
- Çağımız toplumlarında da Âd kavminin kıssasında anlatılan inkâr psikolojisi yaşanmaktadır. Bu insanların sahip oldukları villa, yazlık gibi binalarda diledikleri gibi kayıtsızca özgür yaşama isteği, bu uğurda kazandıkları ve kazanacakları paraların, nasıl ve nereden geldiğinin önemsizliğine itmiştir. Zulümle de olsa, bu uğurda kazandıklarını kendileri için helâl(!) addetmektedirler. Lüks binalarda diledikleri gibi harcayacakları servetlerden, fakir ve yoksulun ihtiyacı için de harcanması veya onların da bu servette haklarının olduğu, onların hiç umurunda değildir.
- Helâk sahnesinin çok dehşetli olarak tasvir edilmesi inkârcıları düşündürmek için en ibretli mesaj değil midir? [202]
Âd Kavmi ve Onların İzindeki Günümüzün Âdîleri
Âd kavmi, Arabistan kabilelerinin en eskilerinden birisi idi. Peygamberimiz’in gönderilişi ve öncesindeki câhiliyye dönemlerinde bu kavmin kıssası bilinmekte ve anlatılmakta idi. Onların güç, kuvvet ve zenginlikleri, İrem bağlarının güzel meyveleri ve ihtişamı hakkındaki hikâyeler çok meşhur olmuş ve sonunda bu kavmin helâk edilişleri de ibret alınacak bir örnek olarak anlatılıyordu. Onların bu şöhretleri Âd kelimesinden yeni kelimeler türetilmesine yol açtı. Meselâ, her eski şeye “âdî”, arkeolojik kalıntılara da “âdiyât” diye isim verilir oldu. Hiçbir izleyeni ve sahibi kalmamış ve bu yüzden çoraklaşmış arâziye de “âdî el-arz” denilmektedir. [203]
Âdî; Aslında Âd kavmine âit demektir. Âd kavminin özelliğinden dolayı “âdî”; bayağı, aşağı, alçak ve kıymetsiz anlamında kullanılır. Âdet haline gelmiş olan anlamına da gelir. Âdiyât da, kıymetsiz şeyler, insanlarca alışılmış olan basit olaylar için kullanılır. (Kur’ân-ı Kerim’in 100. sûresinin adı olan ve ilk âyetin ilk kelimesinde kullanılan âdiyât kelimesi ise, Âd’dan değil; “adiv” kelimesinden türemiştir, -deve ve at gibi- hızlı koşanlar anlamına gelir.) Âdîlik: Aşağılık, saygısızlık, değersizlik, önemsizlik, düşüklük anlamına gelir. Âd kavminin yalancı ve sahte cenneti olan İrem’in fecî âkıbetini değerlendirmeyip, İrem’i gözlerinde büyütüp ona arzu duymalarının neticesi, Müslüman olduğunu iddiâ eden nice şâir onu abartılı şekilde övmüş, mutluluk verici ev ve bahçeleri ifâde eden bir mazmun olarak kullanmışlar. Yine günümüzde de devam ettiği gibi, nice Müslüman, kızına İrem adı koyarak ona olan özlem ve arzusunu dillendirmiştir. Fecî bir helâkle Allah’ın kamçısına muhâtap olan İrem’i kızlarına ad vererek onların sonlarından ibret almak yerine, onların hayatını örnek alınacak bir yaşam olarak görmeye devam etmekteler.
Âd kavminin yöneticisi Şeddad, zorbalığı ve kan dökmeyi meşrû gösterme gayretinde olmuştur.[204] Bu lider Hz. Hûd’un (a.s.) tebliğine muhâtap olmuştur. Fakat gerek kendisi, gerek kavmi, vahye karşı, heykellerine (putlarına) ön planda yer veren mevcut siyâsî yapıyı savunmuştur. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: "İşte Âd kavmi!.. Onlar Allah'ın âyetlerini bilerek inkâr ettiler. Peygamberlerine isyan ettiler. Böylece başları (liderleri) olan her zorbanın emrine uyup gittiler. Onlar bu dünyada da, kıyâmet gününde de lânet cezasına tâbi tutuldular."[205] hükmü beyan buyurulmuştur.
Âd kavminin Allah’a şirk koşma problemiyle birlikte önemli bir özelliği de, kendilerine liderlik yapan her zorbanın emrine uymalarıdır.[206] Rabbin âyetlerini inkâr ve O’nun peygamberlerine isyan eden Âd kavminin zorba/zâlim yöneticilerine ittibâ etmeleri, bu dünyada da, kıyâmet gününde de lânet cezasına tâbi tutulmalarına sebep olarak gösterilmektedir.[207] İnsanlara kuvvetle ve silâhla gâlip gelen zorbalara boyun eğmek bir zillettir. Nitekim Âd kavmi heykellere izâfe edilen siyâsî teorilere ve zorbalara boyun eğdiği için, lânetlenmiştir. Esasen İslâm'ın dışındaki bütün sistemler temelde zulme ve zorbalığa dayanırlar. Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler zâlim olarak vasıflandırılır.[208] Şirk de en büyük zulümdür.[209] Ve Hûd sûresinde zâlimlere meyletmenin neticesi açıklanır: “Zulmedenlere meyletmeyin. Aksi halde size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra da size yardım edilmez.” [210]
"Âd (kavmi) de gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Hûd: 'Sakınmaz mısınız?' demişti. 'Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca âlemlerin Rabbine aittir. Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz? Tutup yakaladığınız zaman da zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz? Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeylerle size yardım edenden korkup sakının. Size hayvanlar, çocuklar (vererek) yardım etti. Bahçeler ve pınarlar da. Doğrusu, ben sizin için büyük bir günün azâbından korkuyorum.' Dediler ki: 'Bizim için fark etmez; öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da. Bu, geçmiştekilerin geleneksel tutumundan başkası değildir. Ve biz azap görecek de değiliz.' Böylelikle onu yalanladılar, Biz de onları yıkıma uğrattık. Gerçekten, bunda bir âyet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, merhamet edendir." [211]
Bu âyetlerden rahatlıkla anlaşılmaktadır ki, yakaladıklarına karşı zorbalık yapan Âd kavmi, anıtlar, anıtkabirler, yüksek binâlar, sanat eserleri konusunda birbirleriyle yarışıyordu. Günümüz insanları da âdîlikte onları taklit ediyor ve dünya zevklerine karşı aşırı tutkular besliyor. Dünyevîleşen, materyalist insan, her şeye pragmatik yaklaşıyor ve âhireti hatırına getirmiyor. Hayallerini dâvânın hedefleri değil; lüks ve ihtişam süslüyor, rüyâlarını rahat ve yalancı zevkler dolduruyor. Âd kavminin tüm olumsuz özellikleri günümüz toplumunda eksiksiz mevcut.
Âd Kavminin Helâk Edilişi: “Âd'ın kardeşini hatırla; onun önünden ve ardından nice uyarıcılar gelip geçmişti; hani o, Ahkaf'taki kavmini: ‘Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azabından korkarım’ diye uyarmıştı. Dediler ki: ‘Sen, bizi ilahlarımızdan çevirmek için mi bize geldin? Şu halde eğer doğru söylüyorsan, tehdit ettiğin şeyi, bize getir.’ Dedi ki: ‘İlim ancak Allah katındadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum; ancak sizi Câhillik eden bir kavim olarak görüyorum.’ Derken, onu (azabı) vadilerine doğru yönelerek gelen bir bulut şeklinde gördükleri zaman, ‘Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur’ dediler. Hayır, o, kendisi için acele ettiğiniz şeydir. Bir rüzgâr; onda acı bir azab vardır. Rabbinin emriyle herşeyi yerle bir eder. Böylece meskenlerinden başka, hiçbir şey(leri) görünemez duruma düştüler. İşte biz, suçlu-günahkâr bir kavmi böyle cezalandırırız. Andolsun, Biz onları, sizleri kendisinde yerleşik kılmadığımız yerlerde (size vermediğimiz güç ve iktidar imkânlarıyla) yerleşik kıldık ve onlara işitme, görme (duygularını) ve gönüller verdik. Ancak ne işitme, ne görme (duyuları) ve ne gönülleri kendilerine herhangi bir şey sağlamadı. Çünkü onlar, Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlardı. Alay konusu edindikleri şey, onları sarıp kuşattı.” [212]
Âd kavmi, “sarsar”, yani soğuk ve dondurucu, “âtiye”, yani şiddetli esen ve “akîm”, yani kasıp kavuran bir rüzgârla yok edildiler. Ayrıca, buna ek olarak kendilerini “sayha”, yani korkunç bir çığlık[213] yakalayıvermişti.
Bugün de Batıdan esen ve rahmet/bereket getireceği zannedilen rüzgâra gönüllerini açmış zâlim yöneticiler ve onlara uyan insanlar bu rüzgârla ülkenin üstünde dolaşan helâk yüklü bulutları, önceden tahmin etmeleri beklenemez. Ama Hûd (a.s) gibi tevhid önderlerinin izcileri, kendilerine çok iş düştüğünü bilmek ve değil gülmeye; ağlamaya bile vakitlerinin olmadığını değerlendirmek zorundadırlar. Hakkıyla iman edip sâlih ameller yapmalı, Hakkı ve sabrı hem kendileri yaşamalı ve hem de çevrelerine tavsiye etmelidir. Bunun dışında hüsrandan kurtuluşun olmadığını her toplantılarının sonunda birbirlerine hatırlatmalıdırlar.
Son söz olarak demek istiyoruz ki, şirk ve zorbalara uymak Âd kavmine âit özelliktir, yani âdîliktir, alçaklıktır, mel’unluktur. Tarihte olduğu gibi günümüzde de insanın önünde iki yol var: ya Âd kavminin yolu, yani Âdîlik, ya da Hz. Hûd’un (ve tüm peygamberlerin) yolu olan tevhid ve Rabbe itaat/kulluk…
Hakk’a hakkıyla kulluk yapıp dünyada huzur ve âhirette cenneti hak edenlere selâm olsun!
Hz. Hûd'un Kıssasından Çıkarımlar
Şimdi de Hz. Salih'in hikâyesine geçmeden önce bu sûrede anlatılan biçimi ile Hz. Hûd ile soydaşlarının hikâyesinden çıkarmamız gereken dersler üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Çünkü İslâm çağrısının, tarihin süreci boyunca izlediği çizginin bu şekilde Kur'an'da anlatılmasının sebebi, bu inanç sistemine ilişkin stratejinin çağlar üstü kilometre taşlarını, yol işaretlerini belirlemektir. Bu kilometre taşları İslâm çağrısının sadece geçmiş yüzyıllarının değil, kıyâmet gününe kadarki gelecek yıllarının da yol göstericileridir. Yine bu stratejik kilometre taşları, Kur'ân-ı Kerim'in ilk muhâtapları olup onun ışığında o günlerin câhiliyesinin karşısına dikilmiş olan ilk müslümanların kılavuzları değildir sadece; tersine bu işaret taşları, kıyâmet gününe kadar câhiliyeye karşı mücâdele verecek olan her müslüman cemaatin stratejisini belirleyeceklerdir. İşte Kur'ân-ı Kerim'i, İslâm çağrısının ölümsüz kitabı yapan, ona bütün zamanların stratejik rehberi fonksiyonunu kazandıran özellik de budur.
Kur'an-ı Kerim'in bu yoldaki vurgulamalarına yukarıda kısaca değinmiştik. Şimdi bu vurgulamaların hemen hemen hepsine bir kez daha gözatmak istiyoruz. Çünkü bu vurgulamaları sûrenin hızlı akışı içinde âyetlerin kısaca açıklanması çerçevesine bağlı kalarak gündeme getirebilmiştik. Oysa bu vurgulamalar, yine de özetleme çerçevesini aşmamakla birlikte, daha uzun bir irdelemeyi gerektirecek önemdedirler. Bu irdelemenin kapsamına aldığımız "vurgulama"ları şöyle sıralayabiliriz:
1- İlk önce bütün peygamberlerin dile getirdikleri, bütün peygamberlik misyonlarının baş maddesini oluşturan tek ve ölümsüz çağrıya deyinmek istiyoruz. İbâdeti ve kulluğu birlikte Yüce Allah'a sunma çağrısı. Kur'ân-ı Kerim, bu çağrıyı bize her peygamberin dilinden şöyle aktarıyor; "Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk (ibâdet) ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur."
Biz tek Allah'a "ibâdet etmeyi, sürekli biçimde dünya ve âhiretle ilgili bütün konularda tek Allah'a kapsamlı biçimde boyun eğmek" şeklinde açıkladık. Çünkü "ibâdet" kelimesi sözlük anlamı ile bu demektir. Çünkü "ibâdet"; kökünden türemiş bir fiil olan "abede": "Boyun eğdi, baş eğdi, eğildi" anlamlarına gelir. Yine aynı kökten türemiş bir kelimenin oluşturduğu "Tarîkun muabbedün" tamlaması "düzleştirilmiş, yürünmeye elverişli duruma getirilmiş yol" demektir. Yine bu kökten türemiş "Abbedehû" ifâdesi "ona boyun eğdirdi, onu emri altına aldı" anlamına gelir.
Zâten Kur'ân-ı Kerim'in Mekke'deki ilk muhâtapları olan ve "ibâdet" etme emrini alan Araplar bu kelimenin içeriğini bildiğimiz "kulluk amaçlı hareketler" ile sınırlı görmüyorlardı. Hatta Kur'an, Mekke'de onlara ilk seslendiği günlerde henüz bu "kulluk içerikli hareketler" farz kılınmamıştı bile. O günün Arapları bu kelimeyi ilk duyduklarında onun "Yüce Allah'ın bütün emirlerine uyarak O'nun dışındakilerin boyunlardaki her türlü itaat halkalarını söküp atmak" demek olduğunu biliyorlar, bu kelimeden bu anlamı çıkarıyorlardı.
Öte yandan Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- de "ibâdet" kelimesini "kulluk amaçlı hareketler" anlamında değil de "bağlılık, uyum" anlamında yorumlamıştır. Bu açıklamayı şu münâsebetle yaptı. Bir defasında sahâbîlerden Adiyy b. Hatem'e yahûdiler ile hristiyanlardan, onların hahamlarını ve râhiplerini rab edinmelerinden sözederken, konuşmasının bir yerinde şöyle buyurdu; "Evet. Bu hahamlar ile râhipler, yahûdiler ile hristiyanlara helâl şeyleri haram ve haram şeyleri de helâl ilân etmişler, onlar da din adamlarının bu yasalarına uymuşlardır. Bu da onlara ibâdet etmeleri demektir."
"İbâdet" kelimesinin "kulluk amaçlı hareketler" için kullanılması, bu hareketlerin çeşitli alanlardaki Allah'a boyun eğme biçimleri olarak sayılmalarından ileri gelir. Fakat bu biçimler "ibâdet" kavramının tüm içeriğini kapsamazlar; hatta kavramın asıl içeriği değil, bu içeriğin bağımlı tezâhürleridirler. Zaman içinde gerek "din" ve gerekse "ibâdet" kavramları kafalarda çarpıtmaya uğrayınca insanları İslâm’dan çıkararak câhiliyenin bataklığına düşüren "Allah'tan başkasına ibâdet etme" eyleminin sadece ibâdet içerikli davranışları Allah'tan başkasına, meselâ putlara ve heykellere sunmakla gerçekleşebileceğini düşünmeye başlamışlardır. Bu bakış açısına göre insan bu somut sapıklık türünden kaçındıkça, câhiliyeden ve müşriklikten uzak kalmış ve "müslüman" olmuş olur. Bu yüzden ona kâfir denemez. Böyle bir adam, İslâm toplumunun müslümanlara tanıdığı bütün haklardan yararlanır. Yani can, ırz, mal dokunulmazlığı gibi İslâm hukukunun getirdiği bütün dokunulmazlıkların koruyucu şemsiyesi altındadır.
Bu görüş asılsız bir saplantıdır; insanın İslâm’a girişini ve ondan çıkışını belirleyen "ibâdet" kavramının özüne yönelik bir sınırlandırma, bir daraltma, hatta bir değiştirme ve başkalaştırma girişimidir. Bu kavram, her konuda Yüce Allah'a eksiksiz biçimde boyun eğmek ve yine her konuda Yüce Allah'tan başkasına boyun eğmeyi kesinlikle reddetmek demektir. "İbâdet" kelimesinin sözlükteki anlamı bu olduğu gibi, Peygamber Efendimiz "Yahûdiler ile hristiyanlar, Allah'ı bir yana bırakarak hahamlarını ve râhiplerini ilâh edindiler" âyetini[214] açıklarken, bu kavramı böyle yorumlamıştır. Herhangi bir terimi doğrudan doğruya Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- açıkladıktan sonra, o konuda artık hiç kimseye söz düşmez.
Bu gerçeği bu tefsir kitabında birçok kez vurguladığımız gibi bu dinin mâhiyeti ve stratejisi konusunda Yüce Allah'ın bizi yazmaya muvaffak kıldığı her eserimizde üstüne basa basa belirtmeye çalıştık. Şimdi ise bu sûrede anlatılan biçimi ile Hûd hikâyesinde bu meselenin özünü belirleyen bir vurgu buluyorum. Bu vurgu, aynı zamanda Hz. Hûd ile soydaşları arasındaki savaşın, Hz. Hûd'un getirdiği İslâm ile soydaşlarının içinde debelendikleri câhiliye arasındaki çatışmanın da eksenini belirliyor; bu belirlemelerin sonucu olarak Hz. Hûd'un "Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur" derken, ne kasdettiği de ortaya çıkıyor.
Hz. Hûd, bu sözleri söylerken, "Ey soydaşlarım, sakın ibâdet amaçlı davranışlarınızı Allah'tan başkasına sunmayınız" demek istemiyordu. Oysa "ibâdet" kavramını kafalarında sınırlandırarak onu sadece "kulluk amaçlı davranışlar"ın dar çerçevesine hapsedenler böyle demek istediğini sanırlar. Aslında Hz. Hûd'un maksadı, tümü ile yaşama tarzında tek Allah'a boyun eğmek ve buna karşılık yine tümü ile yaşama tarzında zorbalardan birine itaat etmeyi, boyun eğmeyi reddetmektir. Hûd'un soydaşlarının, helâk edilmelerini, dünyada ve âhirette lânete uğramalarını haketmelerini gerektiren kötülükleri sadece "kulluk amaçlı davranışlar"ı yüce Allah'tan başkasına sunmak değildi. Bu kötülükleri, çok sayıdaki müşriklik türlerinden sadece biri idi. O çok sayıdaki müşriklik türleri ki, Hz. Hûd, onları bunların tümünden arındırarak tek Allah'a kul olmaya, sadece tek Allah'a boyun eğmeye inandırmak üzere gelmişti. Onların sözünü ettiğimiz ağır cezayı haketmelerine yol açan kötülükleri, sözlerin en doğrusunu söyleyen, tüm âlemlerin Rabbinin "İşte o Âdoğulları, onlar Rablerinin âyetlerini yalanladılar, peygamberlerine karşı geldiler ve ne kadar küstah zorba varsa hepsinin emirlerine uydular" âyetinde belirttiği gibi, Rablerinin âyetlerini yalanlamaları, peygamberlerine karşı gelmeleri ve zorba kullarının buyruklarına boyun eğmeleridir.
Onların "Rablerinin âyetlerini yalanlamaları" peygamberlere karşı gelmelerinde ve zorbaların direktiflerine boyun eğmelerinde açığa çıkar, somutlaşır. Bunlar aynı eylemdir, birden çok eylemler değildirler. Yani insanlar ne zaman peygamberinin kendilerine duyurdukları İlâhî yasalarda, Allah'tan başkasına boyun eğmemeyi ve zorbalara boyun eğmeye yanaşmamayı hükme bağlayan yasalarda somutlaşan Allah'ın emirlerine karşı gelirlerse Rablerinin âyetlerini yalanlamış ve peygamberlere başkaldırmış ve böylece İslâm’dan çıkıp müşrik olmuş olurlar. Daha önce açıkça gördük ki, yeryüzünde hayat İslâm ile birlikte başlamıştır. Hz. Âdem cennetten yere inip dünya halifeliğini üstlendiğinde kafasında ve gönlünde İslâm vardı. Hz. Nuh da gemiden inip yeryüzünü şenletecek yeni insan kuşağının çekirdeği olurken, bağlısı olduğu hayat sistemi yine İslâm’dı. İnsanlar zaman geçtikçe her defasında İslâmdan çıkıp câhiliye bataklığına saplanagelmişlerdir. Yine her defasında yeniden ortaya çıkan İslâm çağrısı, insanları câhiliye bataklığından çıkarıp İslâm’ın aydınlığına kavuşturmayı amaçlamıştır. Bu zigzaglı süreç günümüze kadar akışını sürdürmüştür.
Gerçek şu ki, eğer "ibâdet" teriminin gerçek anlamı sadece "kulluk amaçlı davranışlar"dan ibâret olsaydı, bu sınırlı amaç, bunca peygamberden ve peygamberlik misyonundan oluşmuş onurlu iman kafilesine değmezdi; peygamberlerin harcadıkları bunca yoğun çabaya değmezdi; tarih boyunca insanları İslâm’a çağıran önderlerin ve mü'minlerin mâruz kaldıkları bunca işkencelere ve acılara değmezdi. Bütün bu ağır faturalara değen tek yüce amaç, insanları tümü ile kula kulluktan kurtarıp her konuda ve hayatın her alanında tek Allah'a boyun eğme bilincine erdirmektir; hem dünya ve hem de âhiret hayatının sistemini Yüce Allah'ın ortaksız egemenliğine bağlamaktır.
İlâhın birliği; Rabbin birliği; yönlendirici merciin birliği; yasa kaynağının birliği; hayat sisteminin birliği; insanların kapsamlı biçimde benimseyecekleri egemen merciin birliği; otoritenin birliği. İşte bunca peygamberlerin gönderilişine, uğrunda bunca zahmetli çabaların harcanmasına, tarih boyunca gerçekleşmesi için bunca işkenceye ve acıya katlanılmasına değen tek yüce amaç budur. Bütün bunlar, Yüce Allah böyle bir sonuca -hâşâ- muhtaçtır diye yapılmamıştır. Çünkü O'nun hiçbir canlıya ve hiçbir şeye ihtiyacı yok. Bütün bu çabaların gerisinde yatan sebep şudur: İnsan hayatının dirlikli, düzenli, tutarlı, üst düzeyli ve "insana yaraşır" bir hayat tarzı olabilmesi için sosyal hayatı, her yanı ve yönü ile kesin etkisi altında tutan böylesine yaygın bir "birlik" sisteminin var olması şarttır.
2- Üzerinde durmak istediğimiz ikinci gerçek, başka bir deyimle ikinci "vurgulama" Hz. Hûd'un "Ey soydaşlarım, Rabbinizden af dileyiniz, arkasından O'na yöneliniz ki, o size gökten bol yağmur göndersin, gücünüze güç katsın. Suç işlemekte ısrar ederek çağrıma sırt çevirmeyiniz" âyetinde bize aktarılan sözlerinin açığa vurduğu gerçektir. Bu gerçek, bizim Peygamberimizin, "Her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından, âyetleri muhkem cümlelerle örülen, sonra ayrıntılı biçimde açıklanan" Kur'an'ın içeriğini Mekkeli müşriklere tanıtırken, açıkladığı ve bu sûrenin baş tarafında okumuş olduğumuz gerçeğin aynısıdır. Bu gerçeği açıklayan âyet şuydu:
“Rabbinizden af dileyiniz, pişmanlık duygusu içinde O'na yöneliniz ki, belirli bir sürenin sonuna kadar sizi mutlu yaşatsın ve her erdemli kişiye erdemli davranışlarının ödülünü versin. Eğer O'na sırt dönerseniz, sizin hesabınıza ‘büyük gün’ün azâbından korkarım.” [215]
Bu gerçeğin özü kısaca şudur: İnanç kaynaklı değerler ile insan hayatının pratik değerleri arasında sıkı bir ilişki vardır. Şu gördüğümüz evrenin yapısı ve genel-geçer yasaları, bu dinin içerdiği gerçekle, hakla bağlantılıdır. Bu gerçeğin aydınlığa kavuşturulması ve yerine sağlamca oturtulması gerekir. Özellikle sadece dünya hayatının dış görüntüsüne ilişkin bilgi ile yetinenler, bu sıkı ilişkiyi görmelerini, hiç değilse sezmelerini sağlayacak derecede arınmamış, şeffaflaşmamış kimseler bu aydınlatmaya fazlası ile muhtaçtırlar. Bu gerçeği onların vicdanlarına sindirip yerleştirmek son derece kaçınılmaz bir gerekliliktir.
Bu dinin insanlığa sunduğu gerçek (hak kavramı}, Yüce Allah'ın ilâhlığında ifâdesini bulan gerçek (hak) kavramı ile ve yanı sıra şu evrenin yapısında ve değişmez yasalarında somutlaşan, gökler ile yerin yaratılışlarının dayanağını oluşturan gerçek (hak) kavramı özdeştir; bu "gerçek"ler birbirinden farklı ve birbirleri ile ilgisiz kavramlar değildirler. Kur'ân-ı Kerim, sık sık Yüce Allah'ın ilâhlığında ifâdesini bulan gerçek ile göklerin ve yerin yaratılışlarına dayanak olan gerçek arasındaki, bu iki gerçekle tek Allah'a boyun eğme gerçeği arasındaki, bu üç gerçekle Yüce Allah'ın kıyâmet günü hesaplaşması sırasındaki özellikli ve ortaksız egemenliğine ilişkin gerçek arasındaki, bu gerçeklerin tümü ile dünyada ve âhirette iyiliklere ve kötülüklere karşılık biçme gerçeği arasındaki sıkı bağlılığı vurgular. [216]
Gerek bu âyetlerde ve gerekse bu anlamdaki başka âyetlerde görüyoruz ki, Yüce Allah'ın gerçek (hak) oluşu ile O'nun şu evreni gerçeklik (hak) ilkesine dayalı olarak yaratması, yasaları ve özgür dileği ile onu çekip-çevirmesi arasında, bu iki gerçek ile gerçeğe (hakka) dayalı olarak gerçekleşen evrensel olgular arasında, bu üç gerçek ile şu Kur'an'ın gerçeğe dayalı olarak indirilişi arasında ve bu gerçeklerin tümü ile dünyada ve âhirette insanlar arasında gerçeğe dayalı olarak hüküm verilmesi arasında sıkı bir ilişki vardır. Bunların hepsi bütünleşmiş bir tek gerçektir. Bu bütünden Yüce Allah'ın dileği uyarınca gerçekleşen takdiri kaynaklanır. Allah bu takdiri gereğince insanların sınav alanı olan dünyada işledikleri iyiliklere ve kötülüklere karşılık olarak iyiliğe ve kötülüğe ilişkin evrensel güçleri dilediği kullarının üzerine salar. İşte tevbe etme, günahlardan af dileme ile mutlu hayat ve bol yağmur alma arasındaki ilişki bundan kaynaklanır. Bütün bunlar tek bir kaynağa bağlıdırlar. Bu kaynak, Yüce Allah'ın zâtında, takdirinde, tasarısında, yönlendirmesinde, yönetiminde, hesâbında, ödüllendirmesinde ve cezâlandırmasında ifâdesini bulan "gerçek (hak)" kaynağıdır.
Bu sıkı ilişkiden açıkça anlaşılıyor ki, inanç kaynaklı değerler, insanın hayatındaki pratik değerlerden kopuk değildirler. Her ikisi de bu hayatı etkilerler. Bu etki ya Yüce Allah'ın mâhiyetini bilmediğimiz takdîrî yolu ile gerçekleşir ki, bu takdir insan bilgisinin ve emeğinin ötesinde sebepler âlemi ile bağlantılı olarak işler. Ya da bu etki insanın da görüp belirleyebileceği pratik ve algılanabilir sonuçlar yolu ile gerçekleşir. Bunlar imanın olup olmadığına bağlı olarak insanların hayatlarında meydana gelen somut ve duyu organları ile algılanabilir sonuçlardır.
Daha önce bu pratik ve elle tutulur sonuçlara işaret ederken şöyle demiştik: Hani sistemin bir toplumda egemen olmasının anlamı şudur: O toplumda her çalışan insan, emeğinin âdil karşılığını alır. Herkes kalbindeki imandan kaynaklanan iç huzurun, iç istikrarın ve iç güvenliğinin yanı sıra toplumsal güvenliğin ve toplumsal huzurun mutluluğunda yaşar. Bütün bunların doğal sonucu olarak insanlar âhiretteki son ödüllerine kavuşmadan önce daha dünyadayken mutlu yaşamanın hazzını tadarlar.
Başka bir yerde de şöyle demiştik: Bir toplumda tek Allah'a boyun eğmenin doğal sonucu şudur: Uydurma ilâhların etrafında çalınan davul-zurnalarda, tüketilen nefeslerde, atılan nutuklarda, çekilen tesbihlerde, okunan marşlarda ve düzenlenen cafcaflı törenlerde harcanan enerjiler ve emekler heder olmaktan korunur. Bütün gösterişli törenler uydurma ilâhlara, putlara gerçek ilâhlığın bazı niteliklerini yansıtarak insanların onlara boyun eğmelerini sağlamaktır. Bunun normal sonucu olarak İlâhî sistemin egemen olduğu toplumda bu tasarruf edilmiş enerjiler ve emekler yapıcılık alanında, kalkınma yolunda, yeryüzü halifeliğinin yükümlülüklerini yerine getirme uğrunda kullanılır. Bundan, insanlar adına hayırlı ve verimli sonuçlar elde edilir. Üstelik kulların keyfî sultasına fırsat vermeyen Yüce Allah'ın ortaksız egemenliği altında insanlar onurlu, eşit ve özgür olmanın da tadını çıkarırlar.
Bu söylediklerimiz, gerçek anlamı ile sosyal hayata yansıyacak olan imanın meyvelerinin, kazanımlarının sadece birkaç örneğidir.
3- Şimdi de Hz. Hûd'un, soydaşlarına karşı takındığı o son tavrı ele alacağız. Bilindiği gibi o, son aşamada soydaşları ile bütün ilişkilerini kesmiş, aradaki bütün köprüleri atmıştı. Bu kararını açık açık yüzlerine karşı haykırmaktan çekinmemişti. Bu açıklamayı son derece kesin bir dille, tam bir meydan okuma edâsı ile, savunduğu gerçeğin üstünlüğünden zerrece kuşku duymayan bir rahatlıkla, gerçekliğini vicdanının dolaysız algısı ile kavradığı Rabbine güvenerek yapmıştı. [217]
Her dönemde ve her yerde insanları Allah'ın dinine çağıran kahramanların, bu göz kamaştırıcı sahnenin önünde uzun uzun durup düşünmeye ihtiyaçları vardır. Düşünelim ki, Hz. Hûd bir tek adamdır. Çevresindeki mü'minlerin sayısı parmakla sayılacak kadar az. Karşısında yeryüzünün o dönemdeki en şımarık, en zengin ve maddî uygarlık alanında en gelişmiş toplumu var. Nitekim Yüce Allah, başka bir sûrede Hz. Hûd'un soydaşlarına nasıl karşı koyduğunu bize anlatırken, bu dediklerimizi vurgulamaktadır. [218]Bu adamlar şımarık zorbalardır. Yakaladıkları insanlara karşı acımasızdırlar. Ellerindeki nimetler onları baştan çıkarmış. Hep dünyada kalacaklar, hiç ölmeyecek hayali ile koca koca köşkler yapmışlar! İşte Hz. Hûd, bunlara karşı dikiliyor. Mü'mine yaraşır bir yiğitlikle, üstünlük duygusu ile, güvenle ve korkusuzca. Soydaşları olmalarına rağmen onlarla arasındaki ilişkileri tümü ile kesiyor, aradaki bütün ipleri gözünü kırpmadan koparıveriyor. Dahası onlara meydan okuyor. Kendisine karşı akıllarına gelebilecek her tuzağı kurmalarını, bu yolda ona hiçbir mühlet tanımamalarını, ellerinden gelen kötülüğü arkalarına koymamalarını, yapacaklarından pervâsı olmadığını yüzlerine karşı haykırıyor!
Hz. Hûd, soydaşlarına karşı bu göz kamaştırıcı tavrı takınmadan önce kendilerine elinden geldiğince nasihat etmiş, her fırsatta onlara sevecenlikle yaklaşmış, son derece tatlı bir dille kendilerini Allah'a çağırmıştı. Fakat sonunda açıkça anladı ki, adamlar Yüce Allah'a başkaldırma konusunda, onun tehditlerini alaya alma konusunda, ona karşı küstahça davranma konusunda kesinlikle kararlı ve ısrarlıdırlar.
Hz. Hûd, soydaşlarına karşı bu göz kamaştırıcı tavrı ortaya koyabildi. Çünkü Allah gerçeğini vicdanında buluyordu. Kesinlikle inanıyordu ki, karşısındaki sözden anlamaz, şımarık, küstah, ellerindeki nimetlere güvenip baştan çıkmış zorbalar "yeryüzünde hareket eden birer canlı"dan başka bir şey değildirler. Hiç kuşkusu yok ki, "yeryüzünde hareket eden tüm canlıların perçemleri onun Rabbinin avucu içinde idi." Öyleyse "yeryüzünde hareket eden bu canlı yığının" nesini umursayacaktı ki!?
Bu şımarıkları eski insan kuşaklarının yerine geçiren; onlara ellerindeki nimetleri, zenginliği, maddî gücü, evlâtları, köşkler yapma ve maden çıkarıp işleme yeteneklerini veren onun Rabbi idi. O, bu ayrıcalıkları onlara iş olsun diye değil, sınama amacı ile vermişti. Buna göre eğer dilerse onları ortadan kaldırıp yerlerine başkalarını getirebilirdi. Bu durumda onlar ona ne bir zarar verebilirler ve ne de hükmünü engelleyebilirlerdi. Öyleyse onların nesinden korkacaktı? İstediğinde ve istediği şekilde veren de, verdiklerini geri alan da onun Rabbi değil miydi?
İnsanları Allah'a çağıran dâvâ adamları, Rablerin yüce gerçeğini vicdanlarında bu canlılıkta bulabilmelidirler. Ancak o zaman, böyle bir imanın kazandıracağı üstünlük duygusu sâyesinde çevrelerini sarmış olan azgın câhiliye cephesi karşısında durabilirler. Câhiliye cephesinin maddî gücü, endüstriyel gücü, insan kaynaklı bilimsel ve teknolojik gücü, uzmanlaşmış, deneyimli ve kurumlaşmış propaganda ve istihbarat gücü karşısında ayakta durabilirler. Bu korkusuz tavrı ortaya koyabilmeleri için kuşkusuzca bilmelidirler ki, "yeryüzündeki tüm canlıların perçemleri Rablerinin avucu içindedir" ve insanlar, bütün insanlar "yeryüzünde hareket eden canlılar"dan başka bir şey değildirler!
Bu dâvâ adamları, günün birinde mutlaka içinde yaşadıkları toplumla, ırkdaşları, milletleri ile, bütün bağlarını kesinlikle koparmalıdırlar. O zaman aynı soyun, aynı ırkın, aynı milletin fertleri iki kampa, iki karşıt "ümmet"e ayrılacaktır. Bir tarafta tek Allah'ın egemenliğini benimseyen, bunun dışındaki her türlü egemenliği reddedenlerin oluşturduğu ümmet yerini alırken, karşı tarafta Yüce Allah'ı bir yana bırakarak düzmece ilâhlara tapanların, Allah'a karşı savaş açanların ümmeti saf tutacaktır. Bu kesin ayrılık, bu kararlı saflaşma gerçekleştiği zaman Yüce Allah'ın dostlarına vaad ettiği zafer kesinlikle gerçekleşir, Allah'ın düşmanları şu ya da bu şekilde yok edilir. Bu yok etme, daha önce akla gelebilecek bir yolla meydana gelebileceği gibi, hiç kimsenin aklının ucundan geçmeyen bir biçimde de olabilir.
Yüce Allah'a çağrı sürecinin ilk insandan günümüze kadarki tarihi boyunca görülen şudur: Yüce Allah'ın dostları, O'nun düşmanlarından kendi inisiyatifleri ile ayrılmadıkça, mü'minler bu ayrılmayı inanç farklılığı esasına oturtarak tek Allah'ı tercih etmedikçe Allah, dostlarını düşmanlarından ayırmaz. Mü'minler bu kararlı tercihi yaptıkları zaman "Allah'ın taraftarları (Hizbullah)" olurlar, artık O'ndan başka hiç kimseye dayanmayan ve O'ndan başka hiç kimseden yardım görmeyecek olan bir mücâhidler ordusu oluşturmuş olurlar. [219]
Hûd (a.s.) ve Âd Kavmi Hakkında Âyet-i Kerimeler
A- Hûd’un (a.s.) İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 7/A’râf, 65; 11/Hûd, 50, 53, 58, 60, 89; 26/Şuarâ, 124.
B- Hûd Kavminin adı olan Âd Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 24 Yerde): 7/A’râf, 65, 74, 9/Tevbe, 70; 11/Hûd, 50, 59, 60, 60; 14/İbrâhim, 9; 22/Hacc, 42; 25/Furkan, 38; 26/Şuarâ, 123; 29/Ankebût, 38; 38/Sâd, 12; 40/Mü’min, 31; 41/Fussılet, 13, 15; 46/Ahkaf, 21; 50/Kaf, 13; 51/Zâriyât, 41; 53/Necm, 50; 54/Kamer, 18; 69/Hakka, 4, 6; 89/Fecr, 6.
C- Ahkaf Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerime: 46/Ahkaf, 21.
D- İrem Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerime: 89/Fecr, 7.
D- Hûd (a.s.) ve Kavmini Konu Edinen Âyet-i Kerimeler
a- Hûd (a.s.)’un Kavmiyle Tevhid Mücâdelesini Anlatan Âyetler: 7/A’râf, 65-72; 11/Hûd, 50-60; 23/Mü’minûn, 31-41; 26/Şuarâ, 123-140; 46/Ahkaf, 21-23; 54/Kamer, 18-21.
b- Hûd (a.s.), Âd (İrem) Kavmine Gönderilmiştir: 7/A’râf, 65; 11/Hûd, 50; 23/Mü’minûn, 32; 26/Şuarâ, 125; 46/Ahkaf, 21.
c- Âd Kavmi, Nuh Kavminden Sonradır: 23/Mü’minûn, 31.
d- Birinci ve İkinci Âd Kavimleri: 53/Necm, 50.
e- Âd Kavminin Oturduğu Yer: 46/Ahkaf, 21.
f- Âd Kavminin Kötülüğü: 26/Şuarâ, 128-130; 41/Fussılet, 15; 69/Hakka, 4, 9.
g- Hûd (a.s.)’un Kavmine Dâveti ve Kavminin Tepkisi: 7/A’râf, 65-72; 11/Hûd, 50-57; 23/Mü’minûn, 32-38; 26/Şuarâ, 123-138; 46/Ahkaf, 21-23.
h- Hûd (a.s.)’un, Kavmine Karşı Allah’a Duâsı: 23/Mü’minûn, 39-40.
i- Âd Kavminin Yok Oluşu: 7/A’râf, 65-72; 11/Hûd, 57-60; 23/Mü’minûn, 39-41; 25/Furkan, 38; 26/Şuarâ, 139-140; 29/Ankebût, 38; 41/Fussılet, 15-16; 46/Ahkaf, 24-26; 50/Kaf, 13-14; 51/Zâriyât, 41-42; 53/Necm, 50; 54/Kamer, 18-22; 69/Hakka, 6-8; 89/Fecr, 6-8, 11-13.
[1] 7/A’râf, 65-72
[2] İbn Kesîr, Kasasu'l-Enbiyâ, Beyrut 1982, I, 149
[3] Hâkim, el-Müstedrek, I, 563
[4] 26/Şuarâ, 133, 134
[5] 26/Şuarâ, 129
[6] Ahmed bin Hanbel, I, 232
[7] 7/A'râf, 60
[8] 7/A'râf, 66
[9] 7/A'râf, 70
[10] 46/Ahkaf, 22
[11] 41/Fussılet, 15
[12] 23/Mü'minûn, 37
[13] 23/Mü'minûn, 33-34
[14] 7/A'râf, 65, 67, 71, 72
[15] 11/Hûd, 50-52
[16] M. Sait Şimşek, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 9-10
[17] 7/A'râf, 65
[18] 11/Hûd, 52
[19] 7/A'râf, 72
[20] M. Âsım Köksal, Peygamberler Tarihi 1/117-118
[21] 53/Necm, 50
[22] bk. 53/Necm, 50
[23] bk. 89/Fecr, 6-7
[24] bk. 46/Ahkâf, 21
[25] bk. 26/Şuarâ, 128-129
[26] bk. 26/Şuarâ, 133-154
[27] bk. 11/Hûd, 59; 26Şuarâ, 130
[28] bk. 7/A'râf, 65; 11/Hûd, 50; 26/Şuarâ, 123-126
[29] 26/Şuarâ, 136
[30] bk. 46/Ahkaf, 24-25; 54/Kamer, 19-21
[31] bk. 69/Haakka, 6-8
[32] bk. 7/A'râf, 72
[33] Yusuf Kerimoğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c, 1, s. 25-27
[34] 12/Yusuf, 111
[35] 41/Fussılet, 15
[36] Kurtubî, XX, 48; Buhârî, Enbiyâ, I; Ahmed bin Hanbel, II, 3 1 5-325
[37] 26/Şuarâ, 130; 11/Hûd, 59
[38] 11/Hûd, 59-60
[39] 89/Fecr, 6-8
[40] 26/Şuarâ, 124-135
[41] 7/A'râf, 66-69
[42] 7/A'râf, 70
[43] 46/Ahkaf, 22
[44] 11/Hûd, 53-54
[45] 26/Şuarâ, 138
[46] 11/Hûd, 57
[47] 46/Ahkaf, 24-28
[48] 54/Kamer, 18-20
[49] 7/A’râf, 22
[50] Ali Akpınar, Kur’an Coğrafyası, s. 121-122
[51] Râgıb el-Isfehânî, s. 181
[52] 46/Ahkaf, 21; Ömer Faruk Harman, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 22, s. 443
[53] Mustafavî, et-Tahkik, "el-İrem" md., Jeffery, s. 53
[54] Tekvin, 10/22-23
[55] Taberî, Târih, 1,216; Mes'ûdî, I,41
[56] Taberî, Târih, 1,216; Mes'ûdî, I,41) veya İrem b. Avs (Ûs) b. Sâm b. Nüh (Taberî, Câmi'u't-Beyân, XXX, 111; İbn Kesir, VIII, 394) olarak vermektedirler.
[57] 46/Ahkâf, 21
[58] Mes'ûdî, l,41-42,Cevâd Ali, I, 299
[59] İsrâiliyât cinsinden bu uydurma rivâyetlerin hangi tefsirlerde geçtiğiyle ilgili olarak bk. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyat, s. 99-108; 216-222
[60] 89/Fecr, 7-8
[61] Ebû Bekr İbnü'l-Arabî, "Ahkâmü'l-Kur'an, IV, 1930; Yakut el-Hamevî, "Mu'cemü'l-Buldân", I, 212; İbn Kesîr, "Tefsîrü'l-Kur'ani'l-Azîm' VIII, 417-418
[62] bk. İbn Kesîr, a.g.e., 418; eş-Şevkânî,"Zâdü'l-Mesîr", IX, 115
[63] bk. Abdullah Aydemir, "Tefsirde İsrailiyyat", Ankara 1979, 216-222
[64] bk. Aynı kaynaklar, aynı sahifeler
[65] Yakut el-Hamevî, Mu'cem, I, 212; Cengiz Duman, Haksöz, Sayı 38, Mayıs 94
[66] 69/Haakka, 6-8
[67] 26/Şuarâ, 123-140
[68] Thomas H. Maugh II, “Ubar, Fabled Lost City, Found by LA Team”, The Los Angelas Times, 5 Şubat 1992
[69] Kamal Salibi, A History of Arabia, Caravan Books, l98O
[70] Bertram Thomas, Arabia Felix: Across the “Empty Quarter” of Arabia, New York: Schrieber’s Sons 1932, s. 161
[71] Charles Crabb, “Frankincense”, Discover, Ocak 1993
[72] 89/Fecr, 6-8
[73] Nigel Groom, Frankincense and Myrrh, Longman, 1981, s. 81
[74] 26/Şuarâ, 128-129
[75] Nigel Groom, Frankincense and Myrrh, Longman, 1981, s. 72
[76] 89/Fecr, 7
[77] 26/Şuarâ, 131-135
[78] Joachim Chwaszcza, Yemen, 4 PA Press, I992
[79] Joachim Chwaszcza, Yemen, 4PA Press, I992
[80] 54/Kamer, 18-20
[81] 69/Haakka, 6-7
[82] 46/Ahkaf, 24
[83] Brian Doe, Southern Arabia, Thames and Hûdson, 1971, s. 21
[84] Ça m’Interesse, Ocak 1993
[85] 46/Ahkaf, 21
[86] 41/Fussılet, 15
[87] Hârun Yahya, Kavimlerin Helâkı, s. 56-70
[88] 7/A’râf, 65; 11/Hûd, 50, 53, 58, 60, 89; 26/Şuarâ, 124
[89] 46/Ahkaf, 21
[90] 89/Fecr, 7
[91] 7/A’râf, 65-72
[92] 9/Tevbe, 70
[93] 11/Hûd, 50-60
[94] 11/Hûd, 89
[95] 14/İbrâhim, 9
[96] 22/Hacc, 42
[97] 23/Mü’minûn, 31-41
[98] 25/Furkan, 21-26
[99] 25/Furkan, 38
[100] 26/Şuarâ, 123-140
[101] 29/Ankebût, 38
[102] 38/Sâd, 12
[103] 41/Fussılet, 13-16
[104] 46/Ahkaf, 21-26
[105] 50/Kaf, 13-14
[106] 51/Zâriyât, 41-42
[107] 51/Zâriyât, 41-42
[108] 53/Necm, 50
[109] 54/Kamer, 18-22
[110] 69/Haakka, 4-9
[111] 89/Fecr, 6-13
[112] Tirmizî, Tefsîr 57
[113] 11/Hûd, 1
[114] 2/Bakara, 2
[115] 12/Yûsuf, 2; 19/Meryem, 9; 42/Şûrâ, 7; 46/Ahkaf, 12 vb.
[116] 2/Bakara, 23; 10/Yûnus, 38; 11/Hûd, 13
[117] 53/Necm, 3-4
[118] Seyyid Kutub, Fî Zılâli'l-Kur'ân, 1,75 vd., Vlll, 90 vd.
[119] 11/Hûd, 13-14
[120] 11/Hûd, 120
[121] 11/Hûd, 79
[122] 11/Hûd, 100
[123] 11/Hûd, 112
[124] 11/Hûd, 123
[125] M. Sait Şimşek, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 10-12
[126] 7/A’râf, 69
[127] Zâdu’l-Mesîr, III/222; et-Tabressî, II/437; Tenzîl, II/335
[128] M. Tenzîl, II/335
[129] M. Tenzîl, II/335
[130] İbn Kesîr, V/197; el-Kasımî, VII/2772; İzmir’li İsmail Hakkı, Siyer-i Celîle-i Nebeviye Mukaddimesi, s. 112
[131] 89/Fecr, 7-8
[132] Zâdu’l-Mesîr, 9/112 vd.; M. Tenzîl, 4/219; et-Tabressî, 5/486-487; el-Keşşâf, Zemahşerî, 4/748: M. Büldân, 1/213; İbn Haldun, Mukaddime, s. 34-35; İbn Kesir, 7/285-286
[133] Buhârî, Enbiyâ, bab 1; Ahmed bin Hanbel, II/315, 323
[134] Ahkâmu’l-Kur’an, IV/1918; İsrâiliyât cinsinden bu uydurma rivâyetlerin hangi tefsirlerde geçtiğiyle ilgili olarak bk. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyat, s. 99-108; 216-222
[135] İbn Kesir, Tefsir
[136] 12/Yûsuf, 111
[137] 11/Hûd, 120
[138] 7/A’râf, 69
[139] 51/Zâriyât, 41
[140] 7/A’râf, 69
[141] 26/Şuarâ, 132-134
[142] 26/Şuarâ, 128-129
[143] 89/Fecr, 7-8
[144] 41/Fussılet, 15
[145] 7/A’râf, 65
[146] 7/A’râf, 65
[147] 11/Hûd, 59
[148] 7/A’râf, 70
[149] 7/A’râf, 71
[150] 26/Şuarâ, 126
[151] 7/A’râf, 66
[152] 11/Hûd, 54
[153] 26/Şuarâ, 137
[154] 41/Fussılet, 14
[155] 41/Fussılet, 14
[156] 11/Hûd, 52
[157] 11/Hûd, 52
[158] 46/Ahkaf, 21
[159] 26/Şuarâ, 136
[160] 26/Şuarâ, 138
[161] 7/A’râf, 70
[162] 11/Hûd, 54-55
[163] 11/Hûd, 57
[164] 11/Hûd, 56
[165] 14/İbrâhim, 12
[166] 46/Ahkaf, 24-25
[167] 11/Hûd, 58
[168] 26/Şuarâ, 139
[169] 41/Fussılet, 16
[170] 54/Kamer, 19
[171] 54/Zâriyât, 20
[172] 69/Haakka, 7
[173] 69/Haakka, 8
[174] 54/Zâriyât, 21
[175] 41/Fussılet, 16; Cengiz Duman, Haksöz, Sayı 38, Mayıs 94
[176] 7/Arâf, 65
[177] 49/Hucurât, 13
[178] 7/Arâf, 66
[179] 41/Fussılet, 33
[180] 7/A’râf, 70
[181] 11/Hûd, 51
[182] 74/Müddessir, 18-24
[183] 20/Tâhâ, 63
[184] 10/Yûnus, 78
[185] 11/Hûd, 52
[186] 65/Talâk, 2-3
[187] 16/Nahl, 112
[188] 7/A’râf, 96
[189] 2/Bakara, 155
[190] 3/Âl-i İmrân, 140
[191] 11/Hûd, 54
[192] 2/Bakara, 250; 7/A’râf, 126
[193] 11/Hûd, 55
[194] 11/Hûd, 59
[195] 23/Mü’minûn, 33
[196] 26/Şuarâ, 138
[197] 96/Alâk, 6-7
[198] 23/Mü’minûn, 34
[199] 29/Ankebût, 38
[200] 46/Ahkaf, 24
[201] 89/Fecr, 11-13; Levent Uçkan, İslâm Tarihi Notları, Basılmamış Çalışma, s. 16-20; karşılaştırın: Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Y. (İlgili Âyetlerin Tefsiri)
[202] C. Duman, a.g.m.
[203] Nuri Tok, Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, s. 97-98
[204] 26/Şuarâ, 130; 11/Hûd, 59
[205] 11/Hûd, 59-60
[206] 11/Hûd, 59
[207] 11/Hûd, 60
[208] 5/Mâide, 45
[209] 31/Lokman, 13
[210] 11/Hûd, 113
[211] 26/Şuarâ, 123-140
[212] 46/Ahkaf, 21-26
[213] 23/Mü’minûn, 41
[214] 9/Tevbe, 31
[215] 11/Hûd, 3
[216] Bu vurgulamaya örnek oluşturan âyetler için bk. 21/Enbiyâ, 16-25; 22/Hacc, 5-7, 54-67
[217] 11/Hûd, 54-57
[218] 26/Şuarâ, 123-138
[219] Fî Zılâli’l Kur’an, Hûd Sûresi, 59-60. âyetlerin tefsiri
NÛH (A.S.)
N Û H (A. S.)
- Nûh (a.s.); Hayatı ve Peygamberliği
- Nûh Sûresi
- Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Nûh ve Tevhid Mücâdelesi
- Nûh Tûfânı
- Tûfan Evrensel mi, Yoksa Yerel Bir Âfet miydi?
- Gemiye Bütün Hayvanlar Alındı mı?
- Tûfan'ın Arkeolojik Delilleri
- Tûfan'dan Söz Eden Din ve Kültürler
- Nûh Kıssasının Kur’an’da ve Muharref Tevrat’taki Karşılaştırması
- Nûh’un Gemisine Binmek
- Nûh’un (a.s.) Tebliğ Mücâdelesindeki Örneklik
Rahmetten Tûfâna
- Nûh Kıssasının Mesaj ve Dersleri
“Gerçek şu ki, Allah Âdem’i ve Nûh’u, İbrâhim âilesini ve İmrân ailesini seçip bütün İnsanlığın üzerinde bir konuma çıkardı.” [1]
“Âlemler içinde selâm olsun Nûh'a. Gerçekten Biz ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz. Şüphesiz o, Bizim mü’min olan kullarımızdandı.” [2]
Nûh (a.s.); Hayatı ve Peygamberliği
Nûh (a.s.), Allah Teâlâ'ya ibâdeti terkedip, tapınmak için kendilerine putlar edinen ve böylece yeryüzünde ilk defa fesâda uğrayan bir kavmi tevhid akîdesine döndürmek için gönderilen peygamberdir. "Ulul-Azm" peygamberlerin ilki olan Nûh’un (a.s.), kavmini tevhide döndürmek için verdiği mücâdele, Kur'an-ı Kerim'de uzunca zikredilmektedir. Adı, kırk üç ayrı yerde zikredilen Nûh’un (a.s.) kıssası, şu sûrelerde mufassal olarak ele alınmıştır: 7/A'râf, 11/Hûd, 23/Mü’minûn, 26/Şuarâ, 54/Kamer ve kendi adıyla adlandırılmış olan 71/Nûh sûresi.
Nûh (a.s.), peygamber olarak gönderilinceye kadar, İnsanlık genel olarak tevhid üzere hayatlarını sürdürüyordu. İnsanların çoğunluğu tevhid üzere olup Allah Teâlâ'ya şirk koşmaktan kaçınırlardı. İbn Abbas’dan (r.a.) şöyle rivâyet edilmektedir: "Âdem ile Nûh arasında on asır vardır. Bu zaman zarfında İnsanların hepsi İslâm üzere idiler."[3] İbn Abbas’ın (r.a.) sözünde, İslâm üzere on asırdan bahsedilmektedir. Bu on asırdan sonra, Nûh (a.s.) gönderilinceye kadar, İnsanların sapıklık üzere bulundukları daha başka asırların da olması muhtemeldir.
Ayrıca, İbn Abbas’ın (r.a.) bu sözü, tarihçilerin ve Ehl-i kitab'ın zannettikleri gibi, Kabil ve oğullarının ateşe tapan bir topluluk olarak varlığının sözkonusu olmadığını da ortaya koymaktadır. Yani, toplum olarak tevhidden ilk sapma, Âdem’den (a.s.) en az bin sene sonra olmuştur.
Allah Teâlâ'ya şirk koşan bu putperest topluluk, âniden ortaya çıkmadı. İdris’den (a.s.) sonra İnsanlar, onun şeriatına uyarak ibâdet ediyor ve sâlih âlimlerin çizgisinden yürümeye özen gösteriyorlardı. Bir zaman sonra İnsanların sevip uydukları bu sâlih kimseler ölüp gittiklerinde, kavimleri onları kaybetmekten dolayı büyük üzüntüye kapıldılar. Şeytan, onların bu hassâsiyetlerinden istifade ederek, sevdikleri bu sâlih kişileri hatırlamak ve böylece onların nasihatlerini zihinlerinde canlı tutmak için onlara, bu kişilerin her zaman bulundukları yerlere, onların birer heykelini, anıtını dikmeyi telkin etti. İlk defa put diken bu nesil onları, kesinlikle tapınmak için dikmemiş ve onlara ibâdet edip şirk koşanlardan olmamışlardı. Ancak bunların peşinden gelen nesiller zamanla bu heykellerin birer ilâh olduğuna inanmaya, hayır ve şerrin sahibi olduklarını vehmetmeye başlamışlardı. Böylece yeryüzünde ilk defa, tevhid akidesinden sapılmış ve İnsanlar Allah'tan başka ilâhlar edinerek O'na şirk koşmaya başlamışlardı. Putları diken bu ilk neslin vebali oldukça büyüktür. Zira onlar, bu putları dikmekle bir sonraki neslin putperest olmasına sebep olan ve Allah'a şirk koşmayı ilk icad edenlerdir. Ayrıca onlar, canlı sûretler yapmakla da Allah Teâlâ'nın azâbına müstahak olmuşlardır. Hz. Peygamber (s.a.s.) canlı bir şeye benzer bir sûret yapan kimse için şöyle buyurmaktadır: "Her kim bir sûret yaparsa, Allah Teâlâ ona kıyamet günü, yaptığı sûrete ruh verinceye kadar azap edecektir. O kimse ise asla bunu başaramayacaktır", Kıyamet günü en şiddetli azap suret yapanlara olacaktır. Onlara; "yarattıklarınızı diriltin bakalım" denilecektir." [4]
Nûh kavminin tapındığı putların her birinin, Kur'an-ı Kerim'de zikredildiğine göre bir adı vardı: "...‘Ved, Suva', Yağûs, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin’ dediler" [5]. Allah Teâlâ, İlâhî rahmeti gereği, doğru yolu bulup hidayete erebilmeleri için sapıtan bütün topluluklara peygamberlerini göndermiş, böylece onlara, şirk ve isyan bataklığından kurtulmanın yollarını göstermiştir. Peygamber, Allah Teâlâ'nın kullarına rahmetinin en açık bir delilidir. Allah Teâlâ, elîm Cehennem azâbından sakındırmaları için peygamberlerini göndermiş; bunlardan, inkârcıların isyan ve işkencelerine karşı sabrederek, tebliğlerine devam etmelerini istemiştir. Nuh (a.s.) da, kavmine gönderildiği zaman, büyüklenmelerine, bütün aşırılıklarına ve vurdumduymazlıklarına rağmen onlara şefkatle yaklaşarak, kendilerini gelecek can yakıcı azâba karşı korumak istemiştir. Allah Teâlâ, Nûh (a.s.)'un, kavmine gönderilişi hakkında şöyle buyurmaktadır: "Kavmine can yakıcı bir azap gelmeden önce onları uyar" diye Nuh'u milletine gönderdik." [6]
İyice azıtmış ve korkunç bir helâkle cezalandırılmayı hak etmiş bir topluluk olan Nûh kavmine, bu helâkten kurtulmak için Rahmânî bir el uzatılmıştı. Allah'ın elçisi Nûh (a.s.), şirki bırakıp tevhid akidesine dönüşü tebliğle görevlendirildiğinde, onlara yaptığı ilk tebliğ, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle zikredilmektedir: “...Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. O'ndan başka ilâhınız yoktur; doğrusu sizin için büyük günün azâbından korkuyorum’ dedi.” [7]; “Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah'tan başkasına kulluk etmeyin! Doğrusu ben, hakkınızda can yakıcı bir günün azâbından korkuyorum’ dedi.” [8]; “Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yoktur. Sakınmaz mısınız?’ dedi.” [9]; “Ey Milletim! Şüphesiz ben, size gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım. Allah'a kulluk edin, O'ndan sakının ve bana itaat edin ki, Allah günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir süreye kadar ertelesin. Doğrusu Allah'ın belirttiği süre gelince geri bırakılmaz. Keşke bilseniz!” [10].
Nûh’un (a.s.) bu tebliği karşısında onlar, büyüklenerek ve şımararak Nûh (a.s.)'a türlü şekillerde saldırılarda bulunmuşlar ve çeşitli kötülüklerle onu itham etmişlerdir. Her zaman hakkın karşısında durup toplumlarını peygamberlere uymaktan alıkoyan mele' (ileri gelenler) Nûh’un (a.s.) da karşısına çıkmış, Kureyş’in ileri gelenlerinin Hz. Muhammed’e (s.a.s.) yaptıklarını andıran bir tarzda, onu sapıklık ve sefihlikle itham etmişlerdi. Nûh (a.s.) onları, Allah'tan başkasına kulluk etmemeye çağırdığında; “Kavminin ileri gelenleri: ‘Biz senin apaçık sapıklıkta olduğunu görüyoruz’ dediler. Nûh onlara; ‘Ey kavmim! Bende bir sapıklık yoktur; ancak ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim, Rabbimin sözlerini size bildiriyor, öğüt veriyorum. Sizin bilmediğinizi Allah katından ben biliyorum. Sakınmanızı ve böylece merhamete uğramanızı sağlamak için aranızdan bir vâsıtayla Rabbinizden size haber gelmesine mi şaşıyorsunuz?’ dedi.” [11]
Şirkin ve küfrün pisliğiyle bulanmış akıllar, tarihin her döneminde Allah Teâlâ'nın, bir elçi gönderdiği zaman, o hangi topluma gönderiliyorsa o toplum içerisinden çıkarmasına şaşmışlar, bundaki açık gerçekleri görmemişlerdir. Nûh kavmi de ona itiraz ederken, Allah Teâlâ'nın elçisinin bir İnsan değil ancak bir melek olabileceğini ileri sürmüştü: “Senin ancak kendimiz gibi bir İnsan olduğunu görüyoruz”[12]; "Bu, sizin gibi bir İnsandan başka bir şey değildir. Sizden üstün olmak istiyor. Allah dilemiş olsaydı melekler indirirdi. İlk atalarımızdan beri böyle bir şey işitmedik."[13] Mustaz'af İnsanlardan bir topluluğun etrafında toplanıp onu tasdik etmeye başlaması sebebiyle, tebliğini tesirsiz bırakmak için çareler arayan mele', bu gelişme üzerine daha da sertleşerek, onu yalancılık ve delilikle itham etmeye başlamışlardı. Onun için şöyle deniliyordu: “Daha başlangıçta, sana bizim ayak takımı dışında kimsenin uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizden bir üstünlüğünüz de yoktur. Biz sizin bir yalancı olduğunuz kanaatindeyiz” [14]; “Bu adamda nedense biraz delilik var. Bir süreye kadar onu gözetleyin” [15]; “Bu putperestlerden önce Nûh milleti de yalanlayarak; delidir" demişlerdi, yolu kesilmişti.” [16]
Zenginlik ve riyâset sahibi bu İnsanlar üstünlüğün malda ve topluma hâkim bir konumda olmakta olduğunu zannettikleri için, gerçekte, kendileriyle kıyas kabul etmez derecede bir üstünlüğe sahip olan Nûh’a (a.s.) inanan mustaz'afları küçümsüyor ve onlarla bir arada, aynı seviyede bulunmayı nefislerine bir türlü kabul ettiremiyorlardı. Bunun için Nûh’a (a.s.) mürâcaat etmişler ve bu İnsanları yanından uzaklaştırırsa, o zaman belki kendisini dinleyebileceklerini bildirmişlerdi. Ancak Nûh (a.s.) onlara kesin bir üslûpla cevap vererek gerçek anlamda üstünlüğün, iman edenlerde olduğunu şu ifâde ile ortaya koymuştu: “Ben iman edenleri kovacak değilim. Ben sadece açıkça bir uyarıcıyım.” [17]
Nûh (a.s.), bıkmadan, her türlü eziyetlerine sabrederek onları her yerde İslâm'a çağırıyor, Cehennem azâbından kurtulmalarının yollarını belletmeye çalışıyordu. Ancak kavmi, onu her defasında alaya alıyor; söylediklerini aralarında eğlence konusu yapıyorlardı: "Kavminin ileri gelenleri (mele’) yanından her geçtiklerinde onunla alay ediyorlardı. Nuh ise onlara şöyle diyordu: Bizimle alay edin bakalım. Biz de, bizimle alay ettiğiniz gibi sizinle alay edeceğiz." [18]
Nûh (a.s.), kavmini şirkten dönmeye dâvet ederken, onlara tesir edebilecek her yolu deniyordu. Onlara Allah'a ibâdet etmeyi ve bir peygamber olarak kendisine tâbî olmayı telkin ederken, buna karşılık kendilerinden hiç bir maddî menfaat istemediğini ve beklemediğini; amacının yalnızca onları, Allah Teâlâ tarafından gelecek olan büyük cezâlardan korumak olduğunu bildiriyordu: “Kardeşleri Nûh, onlara şöyle demişti: ‘Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah'tan sakının, ittika edin ve bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim, ancak âlemlerin Rabbine aittir. Doğrusu hakkınızda büyük günün azâbından korkuyorum.” [19]
Kavmi, inadında direnmiş ve kesin kararını vermişti. Ona; “İster öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma, bizce birdir’ dediler.”[20] Buna rağmen o, çağrısında ısrar edince, müşrikler tamamen sertleşmiş ve onu tehdit ederek artık bu söylediklerini tekrarlamayı terk etmezse kendisini taşlayacaklarını bildirmişlerdi: "Ey Nûh! Eğer bu işe son vermezsen, şüphesiz taşlanacaklardan olacaksın’ dediler." [21]
Nûh (a.s.), dâvetini tekrarladıkça onların inadı artıyor, ona ve inananlara eziyetlerini daha da şiddetlendiriyorlardı. Nûh (a.s.) onların bütün bu tahammül edilmez eziyet ve işkencelerine katlanıyor ve onları kurtarmak için bir an olsun boş durmuyordu. Asırlar süren bu yorucu tebliğ faâliyeti, kavminden çok az bir topluluk dışında, kimsenin iman etmesini sağlayamamıştı: "Pek az kimse onunla beraber inanmıştı." [22]
Azgınlaşan kavmi, Allah Teâlâ'ya meydan okurcasına Nûh’a (a.s.) şöyle çıkışıyordu: “Ey Nûh! Bizimle cidden tartıştın; hem de çok tartıştın. Doğru sözlülerden isen tehdit ettiğin azâbı başımıza getir’ dediler.”[23] Onlar, Nûh’un (a.s.) tebliğine kulaklarını tıkadıkları için, onun ne söylediğini bir türlü idrâk edemiyorlardı. Nûh (a.s.), belki düşünürler diye, azâbın sahibinin Allah olduğunu ve O’nun kudretinin sınırsızlığını bir kez daha onlara tebliğ ediyordu: “Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir, siz O'nu âciz bırakamazsınız. Allah sizi azdırmak isterse, ben size öğüt vermek istesem de faydası olmaz. O, sizin Rabbinizdir. O'na döndürüleceksiniz” [24]
Nûh (a.s.), bu zâlim topluluğun iman etmeyeceğini anlamıştı. Kavmi için hiç bir kurtuluş yolu kalmamıştı. Onlar zulümlerini artırdıkça artırdılar. Bunun üzerine Nûh (a.s.), dokuz asırdan fazla bir müddet tahammül ettiği zorluklar karşısında hiç kimseye tesir edemediğini ve edemeyeceğini anlayınca, kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya havâle etmekten başka çare bulamadı. Allah Teâlâ, onun bu durumunu Kur'an-ı Kerim'de şöyle dile getirmektedir: “Nûh; ‘Rabbim! Kavmim beni yalanladı. Benimle onların arasında sen hüküm ver. Beni ve beraberimdeki iman edenleri kurtar’ dedi”[25]; “Nûh; ‘Rabbim! Beni yalanlamalarına karşılık bana yardım et’ dedi” [26]; “O da; ‘Ben yenildim, bana yardım et!’ diye Rabbine yalvarmıştı.” [27]
Allah Teâlâ da ona, kavmini sularla helâk edeceğini, bunun için bir gemi yapmasını bildirdi. Ayrıca bundan dolayı kavmine acıyıp da, onlar için bağışlama dilememesi gerektiğini de bildirdi: “Nûh'a; ‘Senin kavminden iman etmiş olanlardan başkası inanmayacaktır. Onların yapageldiklerine üzülme. Nezâretimiz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap. Haksızlık yapanlar için Bana başvurma. Çünkü onlar suda boğulacaklardır’ diye Allah tarafından vahyolundu.” [28]
Nûh (a.s.), Cebrâil’in (a.s.) gözetimi altında gemiyi yapmaya başladı. Müşrikler yanına geldikleri her defasında onunla alay ediyorlardı: "Gemiyi yaparken kavminin inkârcı ileri gelenleri yanına uğradıkça onunla alay ederlerdi. O da; ‘Bizimle alay ediyorsunuz ama, alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz. Rezil edecek olan azâbın kime geleceğini ve kime sürekli azâbın ineceğini göreceksiniz’ dedi.” [29]
Taberî, Nûh’un (a.s.) kavmini İslâm'a dâvet edişi, gemiyi yapmaya başlaması ve kavminin onunla alay edişi hakkında, Âişe (r. anhâ)'dan rivâyetle, Rasûlullah (s.a.s.)'ın şöyle söylediğini nakletmektedir: “Nûh, kavminin arasında dokuz yüz elli sene kalmıştı. Bu zaman zarfında onları hakka dâvet etti. Son zamanlarına doğru bir ağaç dikti. Ağaç her taraftan çok büyüdü. Sonra onu kesip gemi yapmaya başladı. Onun yanından geçerlerken, ona ne yaptığını soruyorlar ve onunla dalga geçerek şöyle diyorlardı: ‘Onu yap; karada gemi yapıyorsun; bakalım nasıl yüzdüreceksin?’ Nûh (a.s.) da onlara; ‘yakında bileceksiniz!’ diyordu.”[30] Ve yine ona; "Nebîliği bırakıp marangozluğa mı başladın?" diyerek eğleniyorlardı. [31]
Nûh’un (a.s.) yaptığı geminin şekli ve büyüklüğü hakkında İbn Abbas’dan (r.a.) şöyle bir rivâyet nakledilmektedir: "Geminin uzunluğu, Nûh'un babasının dedesinin (yani İdris (a.s.) zirâ'ıyla üç yüz zirâ'; eni elli zirâ'; yüksekliği otuz zirâ'; su seviyesinden yukarısı ise altı zirâ' idi. Katlara ayrılmış olan geminin üç kapısı bulunmaktaydı. Bu kapılar üst üste açılmıştı [32]. Bu rivâyetin doğruluğunu Allah bilir.
Nûh (a.s.), gemiyi inşâ ederken, tahtaları birbirine mıhlar kullanarak çakmıştı: "Onu, tahtadan yapılmış, mıhla/çiviyle çakılmış bir gemiye bindirdik."[33] Nûh (a.s.) bu esnâda, artık tamamen yüz çevirdiği kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya arzediyor ve onları bütün imkânlarını kullanarak şirkten nasıl vazgeçirmeye çalıştığını anlatarak, buna karşı kavminin takındığı tutumu O'na şikâyet edip yeryüzünde onlardan kimseyi bırakmamasını istiyordu.
Nûh’un (a.s.) adını taşıyan ve onun kıssasının anlatıldığı sûrede bu durum şöyle anlatılır: “Nûh dedi ki: ‘Rabbim! Doğrusu ben, kavmimi gece gündüz çağırdım. Fakat benim çağırmam, sadece benden uzaklıklarını artırdı. Doğrusu ben Senin onları bağışlaman için kendilerini her çağırışımda parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, direndiler, büyüklendikçe büyüklendiler. Sonra, doğrusu ben onları açıkça çağırdım. Sonra onlara açıktan açığa, gizliden gizliye de söyledim. Dedim ki: ‘Rabbinizden bağışlanma dileyin; doğrusu O, çok bağışlayandır. "Nûh, ‘Rabbim! Doğrusu bunlar bana baş kaldırdılar ve malı, çocuğu Kendisine sadece zarar getiren kimseye uydular. Birbirinden büyük hilelere başvurdular’ dedi. İnsanlara; ‘sakın tanrılarınızı bırakmayın; Ved, Suva', Yağûs, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin!’ dediler. Böylece birçoğunu saptırdılar. Rabbim! Sen bu zâlimlerin sadece şaşkınlığını artır. Nuh dedi ki; ‘Rabbim! Yeryüzünde hiç bir inkârcı bırakma. Doğrusu Sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; ahlâksız ve çok inkârcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler.” [34]
Allah Teâlâ, bu kavme helâkı umûmî kıldığı gibi, Nûh (a.s.) da bunun umûmî olmasını istemişti. Çünkü, asırlar süren dâveti neticesinde anlamıştı ki; bunlardan kalan nesil, yine onlar gibi inkârcılar olacaktı. İbn İshak şöyle demektedir: "Bir sonraki asır geldiğinde o nesil, bir öncekinden daha berbat oluyordu. Sonra gelen nesiller; ‘Bu adam babalarımızla, dedelerimizle birlikte yaşamıştı ve onun hiç bir sözünü kabul etmemişlerdi. Bu deliden başka biri değildir’ diyorlardı." [35]
Yeryüzünde ilk defa fesad çıkararak, zâlimlerden olan bir toplumu cezalandırmak için Allah Teâlâ'nın takdir etmiş olduğu vakit yaklaşmakta idi. Allah Teâlâ, Nûh (a.s.)'a Tûfanın gelişini haber veren alâmet olarak, tandır (tennûr)dan suların kaynamasını göstermişti. Tandırdan su kaynamaya başlayınca Allah Teâlâ, ona her cins canlıdan ikişer çifti ve kendisine iman edenleri gemiye bindirmesini vahyetti: “Emrimiz gelip tandırdan sular kaynamağa başlayınca; her cinsten ikişer çifti ve aleyhine hüküm verilmemiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu ve mü’minleri gemiye bindir’ dedik. Zâten onunla beraber pek az kimse iman etmişti.” [36].
Onunla beraber olanların sayısı hakkında yedi kişi ile seksen kişi arasında değişen rivâyetler vardır.[37] Nûh (a.s.) ile, ailesinden Ham, Sam, Yâfes adlarındaki üç oğlu da gemiye binmişti. (Hz. Nûh’un oğullarının kaç tane olduğu ve isimleri Kur’an’da ve sahih hadislerde geçmez). Ancak dördüncü oğlu Kenan (Yam), ona iman etmediği için gemiye binmemişti. Sular her yeri kaplamaya ve gemi yüzmeye başlayınca Nûh (a.s.) oğluna; "Ey oğulcuğum! Bizimle beraber gel; kâfirlerle birlik olma" diye seslendi. Oğlu; "Dağa sığınırım, beni sudan kurtarır" deyince, Nûh; "Bugün Allah'ın buyruğundan, O'nun acıdıkları dışında kurtularak yoktur" dedi. Aralarına dalga girdi. Oğlu da boğulanlara karıştı." [38]
Nûh (a.s.), muhtemelen, oğlunun küfredenlerden olduğunu bilmediği için, Allah Teâlâ'ya; "Rabbim! oğlum benim ailemdendi. Doğrusu senin va'din haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin" diye seslenerek, oğlunun başına gelenlerin hikmetini öğrenmek istemişti. Allah Teâlâ, bir peygamber dahi olsa, kan bağının hiçbir şey ifade etmediğini, İnsanların birbirinden olmalarının yegâne ölçüsünün akîde olduğunu; "Ey Nûh! O senin ailenden değildir. Çünkü o, çok kötü bir iş işlemiştir. Öyleyse bilmediğin şeyi benden isteme" âyetiyle Nûh’a (a.s.) bildirerek, ortaya koymuştur.
Tûfan, gemidekilerin dışında hiç kimsenin sağ kalmasının mümkün olmadığı bir şekilde her yeri sular altında bırakmıştı. Gök, kapılarını açarak sularını boşaltmış; Yer, her tarafından sular fışkırtmaya başlamıştı: "Biz de bunun üzerine gök kapılarını boşanan sularla açtık. Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık. Her iki su, takdir edilen bir ölçüye göre birleşti." [39]
Allah'a isyanda direten ve O'nun elçisine olmadık eziyetleri revâ gören ve asırlar boyu, gidişatında hiçbir değişiklik yapmayan zâlim bir topluluk, sonraki nesillere, inkârcı zâlimlerin sonunun ne olduğunu anlamaları için, bu şekilde, tûfan ile helak edilmişti. Allah Teâlâ, inkârcı zâlimler helâk olduktan sonra, Tûfanı sona erdirmiş ve mü’minlerin bulunduğu gemiyi selâmetle Cûdî dağı üzerine durdurtmuştu; "Yere; ‘Suyunu çek!’ göğe; ‘Ey gök sen de tut!’ denildi. Su çekildi, iş de bitti. Gemi Cûdîye oturdu. ‘Haksızlık yapan millet Allah'ın rahmetinden uzak olsun!’ denildi." [40]
Taberî'nin Rasûlullah’a (s.a.s.) dayandırılan bir rivâyetine göre Tûfan, altı ay sürmüştür. Recebin ilk günlerinde başlayan Tûfan, Muharremin onuncu gününde son bulmuş ve gemi Cûdî dağının üzerine oturmuştu. Nûh (a.s), şükür için, herkese oruç tutmasını emretmişti.[41] Bu gün, Aşûre günü olarak o zamandan günümüze dek hâtırasını sürdürmüştür.
İnkâr edip yeryüzünde fesad çıkaran topluluk yok edilip sular çekildikten sonra, Allah Teâlâ peygamberine artık emniyet içerisinde gemiden inebileceğini bildirmişti: "Ey Nûh! Sana ve seninle beraber olan topluluklara bizden bir selâmet ve bereketle gemiden in."[42] Nûh (a.s), gemiden indikten sonra, Semânîn diye isimlendirilen bir yerleşim yeri inşa etmişti. Bu yer ve Cûdî dağı; Ceziretu İbn Ömer’in (Cizre) yakınında bulunmaktadır. [43]
Diğer bir rivâyete göre de Nûh (a.s.) gemide yüz elli gün kalmış, Allah Teâlâ, gemiyi Mekke’ye yöneltmiş; gemi kırk gün Beytullah etrafında dönmüş ve sonra da Cûdi'ye yönelterek orada durdurmuştu.[44] Geminin kalıntıları muhtemelen bu dağın üzerinde hâlâ bulunuyor olmalıdır. Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de, İnsanlara ibret olsun diye onu, bulunduğu yerde bıraktığını zikretmektedir: "And olsun ki Biz, o gemiyi bir ibret olarak bıraktık; öğüt alan yok mudur." [45]
Rivâyete göre Nûh (a.s) ile birlikte Tufandan kurtulanlardan, Nûh (a.s) ve oğulları dışında kalanlar, yok olup gitmişler ve sonraki nesiller Sam, Ham ve Yafes'ten türemişlerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Biz onun soyunu sürekli kıldık.”[46] Rasûlullah (s.a.s.) bu âyeti okuduğu zaman, sürekli kılınanlardan kastın, Ham, Sam ve Yafes olduğunu söylemiştir. [47] Tarihçiler; Sam'ı, Arapların ve Fars'ların atası; Ham'ı, Zenciler ve Habeşlilerin atası ve Yafes'i de Türkler, uzak doğu milletleri, Berberîler, Çinliler ve Mâverâünnehir kavimlerinin atası olarak kabul etmektedirler. [48]
Nûh (a.s)'ın tûfana kadar dokuz yüz elli yıl yaşadığı kesindir: "Şüphesiz ki Biz Nûh’u kavmine Peygamber olarak gönderdik. Aralarında elli yıl hariç bin yıl kaldı."[49] Ancak, Tufandan sonra ne kadar yaşadığı hakkında bir bilgi yoktur. İbn Abbas’ın (r.a.) görüşüne göre, Nûh (a.s.) bin yedi yüz seksen sene yaşamıştır ve öldüğünde de Mescid-i Haram'a yakın bir yere defnedilmiştir. [50]
Nûh (a.s.), Ulûl-Azm peygamberlerin ilkidir. Allah Teâlâ onu, "çok şükreden kul (abden şekûrâ)" olarak isimlendirmiş ve kıyâmete kadar gelen nesiller, anıp selâm getirsinler diye onun ismini herkesçe bilinir kılmıştır: "Sonra gelenler içinde, âlemlerde, Nûh'a selâm olsun diye ona iyi bir ün bıraktık. Doğrusu o, Bizim inanmış kullarımızdandı."[51] Ve o, sonraki peygamberler için, tâkip edilmesi gereken bir önder kılınmıştır: "İbrahim de şüphesiz, onun yolunda olanlardandı." [52]
Allah Teâlâ, Peygamberimize, kendisine yapılan itiraz ve işkencelere karşı, Nûh (a.s.) ve onun yolunda olan diğer ulul-azm peygamberler gibi sabretmesini emretmektedir. Yani o, Rasûlullah (s.a.s.)'a bir örnek olarak gösterilmektedir: "Rasullerden azim ve sebat sahibi (ulu’l-azm) olanların sabrettiği gibi sen de sabret."[53] Nûh (a.s), Peygamber’e (s.a.s.) ve inanan tebliğcilere bir numûne olarak gösterildiği gibi; onun inkârcı kavminin helâkı da, müslümanlara zulmetmeyi gelenek haline getiren sapık topluluklara bir örnek olarak sunulmaktadır. [54]
Âdem (a.s.) ile başlayan iman kafilesi, uzun yolda yürümesine devam ediyor. Fakat asırlar geçtikçe İnsanoğlu yeni şartların dalgaları içinde çalkalanıp rotasını kaybedebiliyor. Zira İnsan beşer olma hasebiyle kendisine öğretilenleri unutabilirdi, zaafa düşebilirdi ve şeytana mağlûp olabilirdi. Yüce Allah, böyle sapıklığa itilmiş olan İnsanoğlunu asla yalnız bırakmamış, gerekli zamanlarda elçilerini/peygamberlerini göndermiştir. Çünkü beşeriye elçisiz, lidersiz ve öndersiz olamazdı. Onlara İslâm’ı tebliğ edecek ve İslâm’ı hâkim kılacak birinin olması kaçınılmazdır. O gün böyleydi, bugün de böyledir, yarın da böyle olacaktır. Bu elçiler veya o elçilerin vârisleri, onların yolunu sürdürenler, dünü bugüne bağlayan, bugünü de yarına bağlayacak olan en önemli etkenlerdir.
Tevhid caddesinde yürürken trafik levhalarına veya yoldaki işaretlere bağlı kalmadan yürümek sağlıklı olamaz. Çünkü fırsatı kollayan (hak yoldaki trafik canavarı) İblis, her an pusudadır. İşte, peygamberlerine kulak verip onlara itaat eden mü’minler tevhid caddesinde tökezlemeden yürümüş, kulak vermeyip itaati reddedenler de tevhid caddesinde tökezlenip kalmışlardır. İdris’den (a.s.) sonra tökezlenip bataklığa saplanmış İnsanoğluna Yüce Allah, Nuh’u (a.s.) gönderdi.
Azâbı hak eden her toplum gibi onlar da peygamberlerini yalanladılar. Kıskançlık ve gururlarından ötürü kavmi, Nuh’un her dâvetinde ona karşı çıkmış, âlemlerin Rabbine teslim olmaya yanaşmamışlardı. Onlar küfrü yücelik sanıyorlar, atalarının izlemekte olduğu yol hak/doğru sanıyorlardı. Bu yolda öylesine şartlanmışlardı ki., aralarından birinin elçi olarak çıkmasını kibir ve gururlarına yediremiyorlardı. Allah’ın kendilerine gönderdiği peygambere karşı çıkanların başında, kavmin ileri gelenleri, nüfuzlu kişiler ve aşiret reisleri geliyordu. Bu kimselerin karşı çıkışlarının temelinde hükümranlıkları ve basit çıkarları yatıyordu. Eğer onlar, peygamberin getirdiği mesaja kulak verip Allah’a kulluğa yanaşsaydı, dünyevî tüm saltanatları sarsılır ve artık despotluklarını sürdüremezlerdi. Ama bu kavme saltanat, burjuva mantığı ve tuğyan sevdâsı öylesine işlemişti ki, İlâhî mesaj asla fayda vermiyordu. Bu dünyevî egemenlik, onlara Allah’ın dinini unutturmuş, onları haktan uzaklaştırmıştı. Hatta gurur ve kinleri, alaya alma, tehdit etme ve işkence yapmaya kadar kendilerini sürüklemişti.
Hak dâvânın tarihî seyrini tahlil ederken karşılaşacağımız temel espri budur: Allah’ın elçileri mesajlarını kavimlerine sunarlarken hep aynı reddiyeler ile karşılaşmışlardı; sanki karşı çıkan müşrikler tek ağız kullanıyorlardı: “Biz senin ancak kendimiz gibi bir İnsan olduğunu görüyoruz. İçimizde ancak ayak takımının/zayıfların daha başlangıçta düşünmeden sana uydukları gözümüzün önündedir. Sizin bizden üstün bir meziyetini de göremiyioruz! Nuh, bizler gibi alelâde bir İnsandır. Ona vahiy geldiğini nasıl kabul edebiliriz? Ayak takımı ve aşağı sınıf kimseler, Nuh’u hiç düşünmeden Allah’ın elçisi olarak kabul etmektedir. Hâlbuki Nuh’un söyledikleri azıcık önemli ve değerli olsaydı, eşrâf ve soylular ona ilk önce iman ederlerdi.[55] Eğer Allah dileseydi melek indirirdi.[56] Eğer bu şahıs, Allah tarafından gönderilmiş olsaydı, hazinesi olacaktı, gâipten haberi olurdu. Melekler gibi her türlü ihtiyaçtan müstağnî olurdu.[57] Nuh ve yandaşları hangi üstünlüğe ve fazilete sahiptir ki sözleri dinlensin. Bu adam (Nuh), aslında size hâkim olmak istiyor. Ve bu adam bir “cin”in etkisindedir ki, onu divane haline getirmiştir.” [58]
Nuh kavminin elebaşları tıpkı her peygamberin kavminin ileri gelenleri gibi, ulvî hakikatleri görmezlikten geliyorlar. Dünyevî makamlar onların gözlerini kör ediyor da Allah’ın bildirdiği yüce hakikatleri görmek istemiyorlar. Risâlet görevine peygamberlerin neden seçilmiş olacağını farketmiyorlar. Çünkü onların kanaatine göre bu vazife, bir İnsana verilmez. Eğer verilecek olursa da, bu kimse, mutlaka kendileri gibi kavimlerinin ileri geleni veya yeryüzünde sözünü geçiren birisi olmalıdır.
Nuh’un (a.s.) kavmi, İbrâhim’in (a.s.) kavmi, Şuayb’ın (a.s.) kavmi... ve nihayet Muhammed’in (s.a.s.) kavminin ithamı, “ayaktakımı” ile bir mi olacağız?” Onlara göre fakir ve kimsesizler, güçsüz ve zayıflar ayaktakımıydı. Onlara göre mustaz’aflar bu dâvâya iman etmişlerse, kendilerinin bu dâvâya iman etmeleri asla doğru olmazdı. Bu beyefendiler(!) mustaz’afların inandığı dâvâya mı inanacaklardı? Hayır, bu asla olamazdı. Bu onlar için bir felâketti.
O gün; Nuh, Hûd, Sâlih, İbrâhim, Mûsâ, İsa’nın (a.s.) kavimleri; dün Mekke müşrik toplumu; bugün de dünya müstekbirleri... Hep aynı inanç, aynı söz ve aynı davranış... Sanki bunlar tarihin başlangıcında bir araya gelmiş ve bu konuda yemin edip anlaşmışlardı. Yani küfür ve şirk cephesinde yeni bir şey yok... [59]
Nûh Sûresi
Nûh Sûresi; Kur'an-ı Kerim'in yetmiş birinci sûresidir. Yirmi sekiz âyet, iki yüz yirmi bir kelime ve yedi yüz elli harften ibârettir. Mekkî sûrelerden olup Nahl Suresinden sonra nâzil olmuştur. Sûre, bütünüyle Nûh’un (a.s.) kıssasından bahsettiği işin bu adı almıştır.
Nûh (a.s.), "Ulûl-Azm" peygamberlerin ilkidir. Kendilerine gönderildiği kavim de, Allah'a kulluğu terkedip kendilerine putlar edinerek yeryüzünde fesad çıkartan ilk inşan topluluğudur. Allah Teâlâ İnsanlar için birer yol gösterici olan peygamberlerinden biri olan Nûh’u (a.s.) kavmine gönderdiğinde, onu yalanlamışlar, alaya almışlar ve onunla mücadeleye girişmişlerdi. Allah'a isyan edip, Rasûlünün dâvetine kulak asmayan bu kavim, aynı zamanda yeryüzünde helâk edilerek cezalandırılan ilk kavimdir. Bu cezalandırma daha sonraki kavimler için bir ibret kaynağı kılınmış ve Kur'an-ı Kerim'de teferruatlıca zikredilerek, bununla evvelki kavimlerin helâklerine sebeb olan davranışlardan kaçınılması için somut bir uyarıda bulunulmuştur.
Nûh (a.s.), dokuz yüz elli sene kavminin arasında kalmış ve bu uzun zaman içinde onları Allah'ın gösterdiği yola tabi olmaya çağırmıştı. Onun bitmek tükenmek bilmeyen uzun süreli bu yorucu gayreti, toplumuna kendisini dinletememiş, onları, sürekli uyarısını yaptığı korkunç azaptan kurtaramamıştı. Sure, Nûh’un (a.s.), mal ve mevki sahibi, sapıtmış liderlerinin peşinde koşan ve inanışlarını onun arzularına göre ayarlayan inatçı kavmiyle yaptığı mücadeleleri anlatıyor.
Sûreye, Nûh’un (a.s.) haber verilen acıklı azap gelmeden kavmini doğru yola dönmeleri için uyaran bir peygamber olarak gönderildiği haber verilerek giriliyor: "Biz Nuh'u; ‘Can yakıcı bir azap gelmeden önce kavmini uyar’ diye vahyederek, kavmine peygamber olarak gönderdik.” (1. âyet)
Nûh (a.s.) onları, Allah'a ibâdet, O'nun azabından korkma (takvâ) ve Rasûle itaate çağırmıştı: "Allah'a kulluk edin O'ndan korkun, bana da itaat edin" (3. âyet). Bu çağrıya uymak için İnsanoğlunun zamanı sınırlıdır. Allah'ın ona verdiği mühlet içerisinde tercihini yapmak zorundadır. Çünkü Allah'ın takdir ettiği ve dönüşün mümkün olmadığı an geldiğinde, bunu geciktirmeye hiç kimsenin gücü yetmez! "Muhakkak ki Allah'ın tayin ettiği vakit geldiği zaman, asla ertelenmez. Keşke bunu bir bilseniz" (4. âyet). İnsana verilen zamanın kısıtlı olduğu ve bir gün bu hayatın son bulacağı gerçeği, bilinen bir şey olduğu halde; İnsanoğlu, büyük bir gaflet içerisinde zamanını boş şeylerle ve Allah'a isyanla geçirir. Şeytan bu hayatın sonlu olduğunu, cezalandırma ve hesap gününün çok yakında gelip çatacağını ona unutturur. İşte Allah Teâlâ bunu; "Keşke bilseydiniz" ifadesiyle vurgulamaktadır.
Nûh (a.s), çok uzun bir hayatın tamamını bu gerçekleri kavmine kavratabilmek için, yorucu bir faaliyetle geçirmişti: "Rabbim! Kavmimi gece gündüz yılmadan imana davet ettim." (5. âyet). Ama sonuçta küçük bir topluluk hariç, kendini hiç kimseye dinletememişti. Burada, Nûh (a.s.) ve ondan sonra gelen bütün peygamberlerin karşılaştıkları inat, alaya alma ve büyüklenerek direnme olayının küfrün ve câhili düşüncenin geleneksel davranış biçimi olduğu gözler önüne seriliyor. Nûh (a.s.), kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya şikâyet ederken şöyle demektedir: "Doğrusu ben bağışlaman için onları ne zaman imana davet ettimse; onlar, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, beni görmemek için elbiselerine büründüler, inkârlarında ısrar ettiler ve büyüklendikçe büyüklendiler" (7. âyet).
Daha sonra, Nûh’un (a.s.) kavmini ne şekilde iman'a dâvet ettiği anlatılmaktadır. Bütün peygamberler getirdikleri ilâhî mesajın hakikatini akıllarda hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir netlikte açıklamış, tebliğ etmişlerdir. Nûh (a.s.) da kavmine, Allah'tan getirdiklerini anlayabilecekleri bir dille, akıllarına hitap eden delillerle tebliğ etmişti. Bu tebliğ esnasında kendisine bir hareket stratejisi de tayin etmişti. Bazı gruplar, Allah'ın birliğine imana çağırırken; maslahata uygun olarak, tebliğ faaliyetini gizlice yürütmüş; açıkça söylenmesi icap eden şeyleri de hiç kimsenin korkutmasından çekinmeden toplumun karşısına geçip haykırmıştı. Nûh’un (a.s.) böyle bir tebliğ metodu takip ettiği; "Sonra da onlara, bazen açıktan açığa, bazen de gizliden gizliye hakkı tebliğ ettim" (9. âyet) ifadesinden açıkça anlaşılmaktadır.
İnkâr edip Allah'a savaş ilan edenler, ahirette şiddetli azaplarla cezalandırılacakları gibi; bu dünyada da büyük belâlarla karşılaşacaklardır. İman eden topluluklar ise, ahirette hesapsız nimetlerle mükâfatlandırılacakları gibi, bu dünyada da üzerlerine Allah Teâlâ'nın nimetleri yağacaktır. Bu gerçek, Kur'an-ı Kerim'in değişik yerlerinde defalarca zikredilmektedir. Bunun içindir ki Nuh (a.s.), kavmini Allah'ın cezalandırmasından korumaya çalışırken, iman edip af dilemeleri karşılığında, Allah tarafından nimetlerin bollaştırılması ile de ödüllendirileceklerini onlara bildirmekte idi: "Ve şöyle dedim: Rabbinizden bağışlanmanızı dileyin; şüphesiz o çok bağışlayandır. Size gökten bol bol yağmur indirsin. Size çok mallar ve oğullar versin, bahçeler bağışlasın, ırmaklar akıtsın" (10-12. âyet).
Nûh (a.s.), tebliğ ettiği şeyin gerçekliğini, İnsan aklına hayret verecek ve idrakten aciz bırakacak olan evrenin işleyişi ve İnsanoğlunun yeryüzünde yaradılışı mucizelerini gözler önüne sererek anlatmaya çalışmıştı. Allah'ın varlığına ve birliğine mutlak anlamda delalet eden hilkat olayı, varlığın bütün incelikleri, İnsan aklına durgunluk verecek ilâhî bir uslûpla bütün peygamberler tarafından gönderildikleri toplumların gözleri önüne serilmiştir.
Kavmini ilâhî rahmete ulaştırmak için her türlü yolu deneyen Nûh (a.s.), dokuz yüz elli yıllık uzun mücadele sonunda kavminin durumundan ümidini kesmiş ve onların artık uydukları tağutî liderlerinin peşinden kesinlikle ayrılmayacaklarını anlamıştı: Nuh, şöyle dedi: "Rabbim! Kavmim bana isyan etti; malı ve evladı kendisine zarardan başka bir şey vermeyen kimseye uydu" (21. âyet).
Kâfirlerin her zaman yaptıkları gibi, Nûh (a.s.) kavmi de, onun tebliğinin İnsanlar üzerindeki etkisini engellemek için çeşitli hileli yollara başvurarak, ona tuzaklar kurdular ve tapındıkları putları ayakta tutabilmek için her türlü yolu denediler ve bunda da başarılı oldular: "Onlar büyük tuzaklar kurdular. Sakın ilâhlarınızı bırakmayın, "Ved", "Suvâ", "Yağus", "Yeûk" ve Nesr" gibi putlarınızdan vazgeçmeyin dediler" (22-23. âyet).
İlâhî tebliğe uzun süre kulak tıkayıp, onu yok etmek için zalimce yollara başvuran İnsanlar, kendileri için açık tutulan rahmet kapısını kaybederler. Artık, onların İslâm'ı anlamaları mümkün değildir. Allah Teâlâ onları işledikleri büyük zulümler karşılığında böylece cezalandırmaktadır. Nûh (a.s.), kavminden ümidini kesince Allah Teâlâ'dan onları cezalandırmasını istemiş ve Rabbine şöyle seslenmişti: “Ey Rabbim! Kâfirlerden yeryüzünde dolaşan tek kişi bırakma!” (26. âyet). Kurtuluşa erenler ise Peygambere uyan az bir topluluk idi: “Rabbim! Beni, anamı, babamı, evime mümin olarak gireni mümin erkekleri ve kadınları affet. Zalimlerin ise sadece helâkını artır” (28. âyet).
Ve neticede sapıtmış bir topluluğun başına gelecek belalardan biri Nûh (a.s.) kavmini yeryüzünden silip götürmüştü. Bunda, sonraki topluluklar için büyük bir ibret vardır. [60]
Kur’ân-ı Kerim’de Nûh (a.s.) ve Tevhid Mücâdelesi
Hz. Nûh’un ismi, Kur’ân-ı Kerim’de toplam 43 yerde geçer. Nûh (a.s.)’un kıssası, Kur’an’da detaylı bir şekilde 28 ayrı sûrede anlatılmıştır. Bunlar: 7/A’râf, 59-64; 11/Hûd, 25-48; 23/Mü’minûn, 23-30; 42/Şuarâ, 105-122; 54/Kamer, 9-17; 10/Yûnus, 71-74; 21/Enbiyâ, 72, 77; 25/Furkan, 37; 29/Ankebût, 14-15; 37/Sâffât, 75-82; 40/Mü’min, 5; 51/Zâriyât, 46; 53/Necm, 52; 71/Nûh, 1-28. Kur’ân-ı Kerim’in 71. sûresinin ismi ise Nûh sûresidir. Bu sûrelerin hepsinde, Hz. Nûh (a.s.)’un peygamber olarak gönderilişi, peygamberliği, dâvetini kavminin bile bile inkârına ve ona isyanı, onların eziyetlerine karşı göstermiş olduğu uzun müddet sabredişi, yalanlayıcıların tûfanla boğulup cezâlandırılması anlatılmaktadır.
“Allah Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ailesi ile İmrân ailesini seçip âlemlere üstün kıldı.” [61]
“Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik....” [62]
“Andolsun biz Nuh'u kendi kavmine (toplumuna) gönderdik. Dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Doğrusu ben, sizin için büyük bir günün azabından korkmaktayım.’ Kavmimin önde gelenleri: ‘Gerçekte biz seni açıkça bir ‘şaşırmışlık ve sapmışlık' içinde görüyoruz’ dediler. O: ‘Ey kavmim, bende bir şaşırmışlık ve sapmışlık yoktur; ama ben alemlerin Rabbinden bir elçiyim’ dedi. ‘Size Rabbimin risaletini tebliğ ediyorum. (Ayrıca) Size öğüt veriyor ve sizin bilmediklerinizi ben Allah'tan biliyorum. Sakınıp rahmete kavuşmanız için, içinizden sizi uyarıp korkutacak bir adam aracılığı ile bir zikir (Kitap) gelmesine mi şaştınız?’ Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık, ayetlerimizi yalan sayanları suda-boğduk. Çünkü onlar kör bir kavimdi.” [63]
"Sizi uyarmak için aranızdan bir adam aracılığıyla Rabbinizden size bir zikr'in gelmesine mi şaşırdınız? (Allah'ın) Nuh kavminden sonra sizi halifeler kıldığını ve sizin yaratılışta gelişiminizi arttırdığını (veya üstün kıldığını) hatırlayın. Öyleyse Allah'ın nimetlerini hatırlayın, ki kurtuluş bulasınız." [64]
“Onlara, kendilerinden öncekilerin; Nuh, Ad, Semud kavminin, İbrahim kavminin, Medyen ahâlisinin ve yerle bir olan şehirlerin haberi gelmedi mi? Onlara rasulleri apaçık deliller getirmişlerdi. Demek ki Allah, onlara zulmediyor değildi, ama onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.” [65]
“Onlara Nuh'un haberini oku. Hani kavmine demişti ki: ‘Ey kavmim, benim makamım ve Allah'ın ayetleriyle hatırlatmalarım eğer size ağır geliyorsa ben, şüphesiz Allah'a tevekkül etmişim. Artık siz ortaklarınızla toplanıp yapacağınız işi karara bağlayın da işiniz size örtülü kalmasın (veya tasa konusu olmasın), sonra hakkımdaki hükmünüzü -bana süre tanımaksızın- verin. Eğer yüz çevirecek olursanız, ben sizden bir karşılık istemedim. Benim ecrim, yalnızca Allah'a aittir. Ve ben, Müslümanlardan olmakla emrolundum.’ Fakat onu yalanladılar; Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık ve onları halifeler kıldık. Âyetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk. Uyarılanların nasıl bir sonuca uğratıldıklarına bir bak.” [66]
“Andolsun, biz Nuh'u kavmine elçi gönderdik. Onlara: ‘Ben (dedi), sizin için apaçık bir uyarıcıyım.”[67] “Allah'tan başkasına tapmayın! Ben, size (gelecek) elem verici bir günün azabından korkuyorum." (26. âyet). “Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: "Biz seni sadece bizim gibi bir İnsan olarak görüyoruz. Bizden, basit görüşle hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilakis sizin yalancılar olduğunuzu düşünüyoruz." (27). “(Nuh) dedi ki: Ey kavmim! Eğer ben Rabbim tarafından (bildirilen) açık bir delil üzerinde isem ve O bana kendi katından bir rahmet vermiş de bu size gizli tutulmuşsa, buna ne dersiniz? Siz onu istemediğiniz halde biz sizi ona zorlayacak mıyız?” (28). “Ey kavmim! Allah'ın emirlerini bildirmeye karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim mükâfatım ancak Allah'a aittir. Ben iman edenleri kovacak değilim; çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizi, bilgisizce davranan bir topluluk olarak görüyorum.” (29). “Ey kavmim! Ben onları kovarsam, beni Allah'tan (onun azabından) kim korur? Düşünmüyor musunuz?” (30). “Ben size: "Allah'ın hazineleri benim yanımdadır" demiyorum, gaybı da bilmem. "Ben bir meleğim" de demiyorum, sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için, "Allah onlara asla bir hayır vermeyecektir" diyemem. Onların kalplerinde olanı, Allah daha iyi bilir. Onları kovduğum takdirde ben gerçekten zalimlerden olurum." (31). “Dediler ki: Ey Nuh! Bizimle mücadele ettin ve bize karşı mücadelede çok ileri gittin. Eğer doğrulardan isen, kendisiyle bizi tehdit ettiğini (azabı) bize getir!” (32). “(Nuh) dedi ki: "Onu size ancak dilerse Allah getirir. Ve siz (Allah'ı) âciz bırakacak değilsiniz.” (33). “Eğer Allah sizi azdırmak istiyorsa, ben size öğüt vermek istesem de, öğüdüm size fayda vermez. (Çünkü) O sizin Rabbinizdir. Ve (nihayet) O'na döndürüleceksiniz." (34). “(Rasûlüm!) Yoksa, "Bunu uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Eğer onu uydurduysam günahım bana aittir. Fakat ben sizin işlediğiniz günahtan uzağım." (35). “Nuh'a vahyolundu ki: Kavminden iman etmiş olanlardan başkası artık (sana) asla inanmayacak. Öyle ise onların işlemekte olduklarından (günahlardan) dolayı üzülme.” (36). “Gözlerimizin önünde ve vahyimiz (emrimiz) uyarınca gemiyi yap ve zulmedenler hakkında bana (bir şey) söyleme! Onlar mutlaka boğulacaklardır!” (37). “Nuh gemiyi yapıyor, kavminden ileri gelenler ise, yanına her uğradıkça onunla alay ediyorlardı. Dedi ki: "Eğer bizimle alay ediyorsanız, iyi bilin ki siz nasıl alay ediyorsanız biz de sizinle alay edeceğiz!” (38). “Kendisini rezil edecek azabın kime geleceğini ve sürekli bir azabın kimin başına ineceğini yakında bileceksiniz." (39). “Nihayet emrimiz gelip de sular coşup yükselmeye başlayınca Nuh'a dedik ki: "(Canlı çeşitlerinin) her birinden iki eş ile -(boğulacağına dair) aleyhinde söz geçmiş olanlar dışında- aileni ve iman edenleri gemiye yükle!" Zaten onunla beraber pek azı iman etmişti.” (40). “(Nuh) dedi ki: "Gemiye binin! Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah'ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir." (41). “Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu. Nuh, gemiden uzakta bulunan oğluna: Yavrucuğum! (Sen de) bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma! diye seslendi.” (42). “Oğlu: Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım, dedi. (Nuh): "Bugün Allah'ın emrinden (azabından), merhamet sahibi Allah'tan başka koruyacak kimse yoktur" dedi. Aralarına dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu.” (43). “(Nihayet) "Ey yer suyunu yut! Ve ey gök (suyunu) tut!" denildi. Su çekildi; iş bitirildi; (gemi de) Cûdî (dağının) üzerine yerleşti. Ve: "O zalimler topluluğunun canı cehenneme!" denildi.” (44). “Nuh Rabbine duâ edip dedi ki: "Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin vâdin ise elbette haktır. Sen hâkimler hâkimisin." (45). “Allah buyurdu ki: Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim.” (46). “Nuh dedi ki: Ey Rabbim! Ben senden hakkında bilgim olmayan şeyi istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve esirgemezsen, ben ziyana uğrayanlardan olurum!” (47). “Denildi ki: Ey Nuh! Sana ve seninle beraber olan ümmetlere bizden selam ve bereketlerle (gemiden) in! Kendilerini (dünyada) faydalandıracağımız, sonra da bizden kendilerine elem verici bir azabın dokunacağı ümmetler de olacaktır.” (48). “(Rasûlüm!) İşte bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin. O halde sabret. Çünkü iyi sonuç (sabredip) sakınanlarındır.” [68]
"Ey kavmim, bana karşı gelişiniz, sakın Nuh kavminin ya da Hud kavminin veya Sâlih kavminin başlarına gelenlerin bir benzerini size de isâbet ettirmesin. Üstelik Lut kavmi size pek uzak değil." [69]
“Sizden öncekilerin, Nuh kavminin, Âd ve Semûd ile onlardan sonra gelenlerin haberi size gelmedi mi? Ki onları, Allah'tan başkası bilmez. Elçileri onlara apaçık delillerle gelmişlerdi de, ellerini ağızlarına götürüp (öfkelerinden ısırdılar) ve dediler ki: ‘Tartışmasız, biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeyden de gerçekten kuşku verici bir tereddüt içindeyiz." [70]
“(Ey) Nuh ile birlikte taşıdıklarımızın çocukları! Şüphesiz o, şükreden bir kuldu.” [71]
“Biz, Nuh'tan sonra nice kuşakları yıkıma uğrattık. Kullarının günahlarını haber alıcı, görücü olarak Rabbin yeter.” [72]
“İşte bunlar; kendilerine Allah'ın nimet verdiği peygamberlerdendir; Âdem'in soyundan, Nuh ile birlikte taşıdıklarımız (İnsan nesillerin)den, İbrahim ve İsrail (Yakup)in soyundan, doğru yola eriştirdiklerimizden ve seçtiklerimizdendirler. Onlara Rahman'ın ayetleri okunduğunda, ağlayarak secdeye kapanırlar.” [73]
“Nuh da; daha önce çağrıda bulunduğu zaman, biz onun çağrısına cevap verdik, onu ve ailesini büyük bir üzüntüden kurtardık. Ve ayetlerimizi yalanlayan kavimden ‘ona yardım edip-öcünü aldık'. Şüphesiz onlar, kötü bir kavimdi, biz de onların tümünü suya batırıp boğduk.” [74]
“Eğer seni yalanlıyorlarsa, onlardan önce Nuh, Ad, Semud kavmi de yalanlamıştı.” [75]
“Andolsun ki, Nuh'u kavmine gönderdik ve o: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka bir tanrı yoktur. Hâla sakınmaz mısınız? dedi.” [76]; “Bunun üzerine, kavminin inkârcı ileri gelenleri şöyle dediler: "Bu, tıpkı sizin gibi bir beşer olmaktan başka bir şey değildir. Size üstün ve hâkim olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak ki melekler gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık." (24). "Bu, yalnızca kendisinde delilik bulunan bir kimsedir. Öyle ise, bir süreye kadar ona katlanıp bekleyin bakalım." (25). “(Nuh), Rabbim! dedi, beni yalanlamalarına karşı bana yardım et!” (26). “Bunun üzerine ona şöyle vahyettik: Gözlerimizin önünde (muhafazamız altında) ve bildirdiğimiz şekilde gemiyi yap. Bizim emrimiz gelip de sular coşup yükselmeye başlayınca her cinsten eşler halinde iki tane ve bir de, içlerinden, daha önce kendisi aleyhinde hüküm verilmiş olanların dışındaki aileni gemiye al. Zulmetmiş olanlar konusunda bana hiç yalvarma! Zira onlar kesinlikle boğulacaklardır.” (27). “Sen, yanındakilerle birlikte gemiye yerleştiğinde: ‘Bizi zalimler topluluğundan kurtaran Allah'a hamdolsun’ de.” (28). “Ve de ki: Rabbim! Beni bereketli bir yere indir. Sen, iskân edenlerin en hayırlısısın.” (29). “Şüphesiz bunda (Nuh ve kavminin başından geçenlerde) birtakım ibretler vardır. Hakikaten biz (kullarımızı böyle) deneriz.” [77]
“Nuh'un kavmi de, elçileri yalanlandıklarında onları suda boğduk ve İnsanlar için bir ayet kıldık. Biz zulmedenlere acıklı bir azab hazırladık.” [78]
"Nuh kavmi de peygamberleri yalancılıkla suçladılar.” [79]; “Kardeşleri Nuh onlara şöyle demişti: (Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız?”(106). “Bilin ki ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.”(107). “Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.”(108). “Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir.”(109). “Onun için, Allah'tan korkun ve bana itaat edin.”(110). “Onlar şöyle cevap verdiler: Sana düşük seviyeli kimseler tâbi olup dururken, biz sana iman eder miyiz hiç!”(111). “Nuh dedi ki: Onların yaptıkları hakkında bilgim yoktur.”(112). “Onların hesabı ancak Rabbime aittir. Bir düşünseniz!”(113). “Ben iman eden kimseleri kovacak değilim.”(114). “Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.”(115). “Dediler ki: Ey Nuh! (Bu dâvâdan) vazgeçmezsen, iyi bil ki, taşlanmışlardan olacaksın!” (116). “Nuh: Rabbim! dedi, kavmim beni yalancılıkla suçladı.” (117). “Artık benimle onların arasında sen hükmünü ver. Beni ve beraberimdeki müminleri kurtar.”(118). “Bunun üzerine biz onu ve beraberindekileri, o dolu geminin içinde (taşıyarak) kurtardık.”(119). “Sonra da geri kalanları suda boğduk.”(120). “Doğrusu bunda büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler.”(121). “Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak galip ve engin merhamet sahibidir.” [80]
“Andolsun, biz Nuh'u kendi kavmine (elçi olarak) gönderdik, içlerinde elli yılı eksik olmak üzere bin sene yaşadı. Sonunda onlar zulme devam ederlerken tufan kendilerini yakalayıverdi. Böylece biz onu ve gemi halkını kurtardık ve bunu alemlere bir ayet (kendisinden ders çıkarılacak bir olay) kılmış olduk.” [81]
“Nitekim, onlardan her birini günahı sebebiyle cezalandırdık. Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine zulmediyorlardı.” [82]
“Hani Biz peygamberlerden kesin sözlerini almıştık; senden, Nuh'tan, İbrahim'den, Mûsâ'dan ve Meryem oğlu İsa'dan. Biz onlardan sapasağlam bir söz almıştık.” [83]
“Andolsun, Nuh bize (duâ edip) seslenmişti de, ne güzel icabet etmiştik. Onu ve ailesini, o büyük üzüntüden kurtarmıştık. Ve onun soyunu, (dünyada) onları da baki kıldık. Sonra gelenler arasında ona (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık. Alemler içinde selam olsun Nuh'a. Gerçekten Biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz. Şüphesiz o, bizim mü'min olan kullarımızdandı. Sonra diğerlerini suda boğduk.” [84]
“Kendilerinden önce Nuh kavmi de yalanladı ve kendilerinden sonra (sayısı çok) fırkalar da. Her ümmet, kendi elçilerini (susturmak için) yakalamaya yeltendi. Hakkı, onunla yürürlükten kaldırmak için, ‘batıla-dayanarak' mücadeleye giriştiler. Ben de onları yakalayıverdim. Artık Benim cezalandırmam nasılmış?” [85]
"Nuh kavmi, Ad, Semud ve onlardan sonra gelenlerin durumuna benzer (bir gün). Allah, kullar için zulüm istemez." [86]
“O: "Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye dinden Nuh'a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Mûsâ'ya ve İsa'ya vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri' etti (bir şeriat kıldı). Senin kendilerini çağırdığın şey, müşriklere ağır geldi. Allah, dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni hidayete erdirir.” [87]
“Onlardan önce Nuh kavmi, Ress halkı ve Semud (kavmi) de yalanladı.” [88]
“Bundan önce Nuh kavmini de (yıkıma uğrattık). Çünkü onlar da fâsık bir kavim idi.” [89]
“Kendilerinden önce Nuh kavmi de yalanlamıştı; böylece kulumuz (Nuh)u yalanladılar ve: "Delidir" dediler. O ‘baskı altına alınıp engellenmişti.' Sonunda Rabbine duâ etti: "Gerçekten ben, yenik düşmüş durumdayım. Artık Sen (bu kâfir toplumdan) intikam al." Biz de ‘bardaktan boşanırcasına akan' bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeri de ‘coşkun kaynaklar' halinde fışkırttık. Derken su, takdir edilmiş bir işe karşı (hükmümüzü gerçekleştirmek üzere) birleşti. Ve onu da tahtalar ve çiviler(le inşa edilmiş gemi) üzerinde taşıdık; Gözlerimiz önünde akıp-gitmekteydi. (Kendisi ve getirdikleri) İnkâr edilmiş-nankörlük edilmiş olan (Nuh)a bir mükafaat olmak üzere. Andolsun, Biz bunu bir ayet olarak bıraktık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı? Şu halde Benim azabım ve uyarıp-korkutmam nasılmış?” [90]
“Andolsun, Biz Nuh'u ve İbrahim'i (elçi olarak) gönderdik, peygamberliği ve kitabı onların soylarında kıldık. Öyle iken, içlerinde hidayeti kabul edenler vardır, onlardan birçoğu da fasık olanlardır.” [91]
“Allah, inkâr edenlere, Nuh'un eşini ve Lut'un eşini örnek verdi. İkisi de, kullarımızdan salih olan iki kulumuzun nikâhları altındaydı; ancak onlara ihanet ettiler. Bundan dolayı, (kocaları) kendilerine Allah'tan gelen hiçbir şeyle yarar sağlamadılar. İkisine de: ‘Ateşe diğer girenlerle birlikte girin!’ denildi.” [92]
“Şüphesiz, su bastığı vakit sizi gemide Biz taşıdık.”. “Onu sizin için bir ibret ve öğüt yapalım ve belleyici kulaklar onu bellesin diye.” [93]
“Kendilerine yakıcı bir azap gelmeden önce kavmini uyar, diye Nuh'u kendi kavmine gönderdik.
Ey kavmim, dedi, ben sizin için açık bir uyarıcıyım.
Allah'a kulluk edin; O'na karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.
Ki Allah bir kısım günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir vâdeye kadar tehir etsin (muâheze etmeden yaşatsın). Bilinmeli ki Allah'ın tayin ettiği vâde gelince, artık o ertelenmez. Keşke bilseydiniz!
(Sonra Nuh:) Rabbim! dedi, doğrusu ben kavmimi gece gündüz (imana) davet ettim;
Fakat benim davetim, ancak kaçmalarını arttırdı.
Gerçekten de, (imana gelmeleri ve böylece) günahlarını bağışlaman için onları ne zaman dâvet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, (beni görmemek için) elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler.
Sonra, ben kendilerine haykırarak davette bulundum.
Sonra, onlarla hem açıktan açığa hem de gizli gizli konuştum.
Dedim ki : Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O çok bağışlayıcıdır.
(Mağfiret dileyin ki,) üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin,
Mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıtsın.
Size ne oluyor ki, Allah'a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz?
Oysa, sizi türlü merhalelerden geçirerek O yaratmıştır.
Görmediniz mi, Allah yedi göğü birbiriyle âhenkli olarak nasıl yaratmış!
Onların içinde ayı bir nûr kılmış, güneşi de bir lamba yapmıştır.
Allah, sizi de yerden ot (bitirir) gibi bitirmiştir.
Sonra sizi yine oraya döndürecek ve sizi yeniden çıkaracaktır.
Allah,yeryüzünü sizin için bir sergi yapmıştır.
Ki, onda geniş yollar edinip dolaşabilesiniz.(diye).
(Öğütlerinin fayda vermemesi üzerine) Nuh: Rabbim! dedi, doğrusu bunlar bana karşı geldiler de, malı ve çocuğu kendi ziyanını arttırmaktan başka işe yaramayan kimseye uydular.
Bunlar da, büyük hileler, büyük desiseler kurdular!
Ve dediler ki: Sakın ilâhlarınızı bırakmayın; hele Ved'den, Suvâ'dan, Yeğûs'tan, Ye'ûk'tan ve Nesr'den asla vazgeçmeyin!
(Böylece) onlar gerçekten birçoklarını saptırdılar. (Rabbim!) Sen de bu zalimlerin ancak şaşkınlıklarını arttır!
Bunlar, günahları yüzünden suda boğuldular, ardından da ateşe sokuldular ve o zaman Allah'a karşı yardımcılar da bulamadılar.
Nuh: ‘Rabbim! dedi, yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma!
Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlâksız, nankör (İnsanlar) doğururlar (yetiştirirler).’
Rabbim! Beni, ana-babamı, iman etmiş olarak evime girenleri, iman eden erkekleri ve iman eden kadınları bağışla, zâlimlerin de ancak helâkini arttır." [94]
Nûh Tûfânı
“Andolsun, Biz Nuh'u kendi kavmine gönderdik, o da içlerinde elli yılı eksik olmak üzere bin sene yaşadı. Sonunda onlar zulmetmekte devam ederlerken tufan kendilerini yakalayıverdi.” [95]
Hemen her kültürde yer aldığını gördüğümüz Nuh Tufanı, Kuran'da anlatılan kıssalar arasında, üzerinde en çok durulanlardan biridir. Hz. Nuh'un gönderildiği kavmin uyarılara ve öğütlere kulak asmaması, gösterdikleri tepkiler ve olayın meydana gelişi birçok âyette detaylarıyla anlatılır.
Hz. Nuh, Allah'ın ayetlerinden uzaklaşarak O'na ortaklar koşan kavmini, sadece Allah'a kulluk etmeleri ve sapkınlıklarından vazgeçmeleri konusunda uyarmak amacıyla gönderilmişti. Hz. Nuh, kavmine Allah'ın dinine uymaları konusunda defalarca öğüt verdiği ve onları Allah'ın azabına karşı birçok kez uyardığı halde, onlar Hz. Nuh'u yalanladılar ve şirk koşmaya devam ettiler. Mü’minûn Sûresi'nde, Nuh Kavmi'nde gelişen olaylar şöyle anlatılıyor: “Andolsun, Biz Nuh'u kendi kavmine (elçi olarak) gönderdik. Böylece kavmine dedi ki: 'Ey Kavmim, Allah'a kulluk edin. O'nun dışında sizin başka ilahınız yoktur, yine de sakınmayacak mısınız?' Bunun üzerine, kavminden inkâra sapmış önde gelenler dediler ki: 'Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karşı üstünlük elde etmek istiyor. Eğer Allah (öne sürdüklerini) dilemiş olsaydı, muhakkak melekler indirirdi. Hem biz geçmiş atalarımızdan da bunu işitmiş değiliz.' O, kendisinde delilik bulunan bir adamdan başkası değildir, onu belli bir süre gözetleyin. Rabbim' dedi (Nuh). 'Beni yalanlamalarına karşılık, bana yardım et.” [96]
Âyetlerde anlatıldığı gibi, kavminin önde gelenleri Hz. Nuh'u, onlara karşı üstünlük elde etmeye çalışmak, yani kişisel çıkarlar aramak gibi basit bir suçlamayla karalamaya çalıştılar ve ona "deli" damgası vurmak istediler. Ve onu gözetlemeye, baskı altında tutmaya karar verdiler. Bunun üzerine Allah Hz. Nuh'a, inkâr edip zulmedenlerin suda boğularak azaplandırılacağını ve iman edenlerin kurtarılacağını haber verdi.
Sözü edilen azap vakti geldiğinde, yerden sular ve coşkun kaynaklar fışkırdı ve bunlar şiddetli yağmurlarla birleşerek dev boyutlu bir taşkına neden oldu. Allah, Hz. Nuh'a "onun içine her (cinsten) ikişer çift ile, içlerinden aleyhlerine söz geçmiş onlanlar dışında olan aileni de alıp koy"[97] emrini verdi ve Hz. Nuh'un gemisine binmiş olanlar dışında -Hz. Nuh'un, yakındaki bir dağa sığınarak kurtulacağını sanan "oğlu" da dahil olmak üzere- tüm kavim suda boğuldu. Tufan sonucunda sular çekilip, ayetin ifadesiyle "iş bitiverince" de gemi, Kuran'da bildirildiğine göre, Cudi'ye -yani yüksekçe bir yere- oturdu.
Yapılan arkeolojik, jeolojik ve tarihî çalışmalar olayın Kuran'da anlatıldığı şekilde meydana geldiğini göstermektedir. Eski çağlarda yaşamış birçok uygarlığa ait tabletlerde ve elde edilen birçok tarihi belgede, tufan olayı, kişi ve yer isimleri farklılık gösterse de, çok büyük benzerliklerle anlatılmış ve "sapkın bir kavmin başına gelenler" bir ibret kaynağı olarak çağdaşlarına sunulmuştur.
“Tûfan olayı, Tevrat ve İncil'in dışında, Sümer, Asur-Babil kayıtlarında, Yunan efsanelerinde, Hindistan'da Satapatha, Brahmana ve Mahabharata destanlarında, İngiltere'nin Galler yöresinde anlatılan bazı efsanelerde, İskandinav Edna efsanelerinde, Litvanya efsanelerinde ve hatta Çin kaynaklı öykülerde birbirine çok benzer şekillerde anlatılır. Birbirinden ve Tûfan böِlgesinden hem coğrafîi hem kültürel olarak bu kadar uzak kültürlerde, Tûfan'la ilgili bu denli detaylı ve birbiriyle uyumlu bilgi nasıl yerleşmiş olabilir?”
Sorunun cevabı açıktır: Eski dönemlerde birbirleriyle ilişki kurmuş olmaları imkânsız olan bu toplumların yazıtlarında aynı olaydan bahsedilmesi, aslında bu İnsanların bir ilahi kaynaktan bilgi aldıklarını gösteren açık bir kanıt durumundadır. Görünen odur ki, tarihin en büyük helak olaylarından biri olan Tufan, farklı uygarlıklara gönderilen birçok peygamberler tarafından ibret için anlatılmış ve bu şekilde Tufan'la ilgili bilgiler çeşitli kültürlere yerleşmiştir.
Bununla birlikte, Tufan olayı ve Nuh Kıssası bir çok kültür ve dini kaynaklarda anlatılmasına rağmen, kaynakların tahrif edilmesi veya yanlış aktarma ve kasıtlar sebebiyle birçok değişikliğe uğramış, aslından uzaklaştırılmıştır. Yapılan araştırmalardan, temelde aynı olayı anlatan ancak aralarında birtakım farklılıklar da bulunan Tufan anlatımları içinde, eldeki bilimsel bulgulara uygun yegâne anlatımın Kuran'daki olduğunu görüyoruz.
Tûfan'ın Fiziksel Özellikler
Allah, bardaktan boşanırcasına akan bir su ile göğün kapılarını açtı, şiddetli yağmurlar yağdırdı. Yeri de coşkun kaynaklar halinde fışkırttı. Yağmur, kaynak sularla bir işe karşı birleşti. Çivilerle tutturularak tahtadan yapılmış gemiyi bu sularda Allah taşıdı.[98] Allah’ın gözetimi altında ve vahiyle Nûh gemiyi yaptı. Allah’ın emri gelip de tandır kızışınca, hayvanlardan ikişer çift ile iman etmiş kimseleri gemiye alması emredildi.[99] Geminin Cûdî’ye/yüksekçe bir yere oturdu.[100] Tûfan olayı, ibret vericidir. [101]
Tûfan Evrensel mi, Yoksa Yerel Bir Âfet miydi?
Nuh Tufanı'nın varlığını inkâr edenler, bu iddialarına delil olarak dünya çapında bir tûfanın varlığının imkânsız olduğunu söylemektedirler. Ayrıca böylesine bir tufanın gerçekleşmemiş olduğu iddiasını, Kuran'a saldırmak amacıyla da öne sürmektedirler. Oysa bu iddia, Allah'ın indirdiği ve tahrif edilmemiş tek kutsal kitap olan Kuran'ı Kerim için geçerli değildir. Çünkü Kuran'da, Tufan olayına, Tevrat ve çeşitli kültürlerde bahsedilen Tufan efsanelerinden çok daha farklı bir bakış açısı getirilir. Eski Ahit'in ilk beş kitabını oluşturan Muharref Tevrat, bu tufanın evrensel olduğunu ve tüm dünyayı kapsadığını söylemektedir. Oysa Kuran'da böyle bir bilgi verilmez, aksine, ilgili ayetlerden Tufan'ın yöresel olduğu ve tüm dünyanın değil, Hz. Nuh tarafından uyarılıp-korkutulan Nuh Kavmi'nin cezalandırıldığı anlaşılmaktadır.
Tevrat'ın ve Kuran'ın Tufan anlatımlarına bakıldığında bu farklılık kolaylıkla kendi gösterir. Tarih içinde çeşitli tahrifatlara ve eklemelere maruz kalmış olan Tevrat, Tufan'ın başlangıcını şöyle açıklamaktadır: “Ve Rab gördü ki, yeryüzünde adamın kötülüğü çoktu, ve her gün yüreğinin düşünceleri ve kuruntuları ancak kötü idi. Ve RAB yeryüzünde adamı yaptığına nadim oldu, ve yüreğinde acı duydu. Ve RAB dedi: Yarattığım adamı, ve hayvanları, sürünenleri ve göklerin kuşlarını toprağın yüzü üzerinden sileceğim; çünkü onları yaptığıma nadim oldum. Fakat Nuh, Rabbin gِzünde inayet buldu.” [102]
Oysa Kuran'da tüm dünyanın değil, sadece Nuh kavminin helâk edildiği bildirilmektedir. Tıpkı Âd kavmine gönderilen Hz. Hûd [103] veya Semud Kavmi'ne gönderilen Hz. Sâlih [104] ve diğer peygamberler gibi Hz. Nuh da yalnızca kendi kavmine gönderilmiştir ve Tufan da Nuh'un kavmini ortadan kaldırmıştır: “Andolsun, Biz Nuh'u kavmine gönderdik. (Onlara) 'Ben sizin için ancak apaçık bir uyarıp- korkutucuyum. Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben size (gelecek olan) acıklı bir günün azabından korkmaktayım' dedi.” [105]
Helâk olanlar Hz. Nuh'un tebliğini hiçe sayan ve isyanda direten kavimdir. Bu konudaki ayetler hiçbir tartışmaya meydan vermeyecek kadar açıktır: “Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık, ayetlerimizi yalan sayanları da suda-boğduk. Çünkü onlar kör bir kavimdi.”[106].; “Böylece onu ve onunla birlikte olanları katımızdan bir rahmet ile kurtardık. Âyetlerimizi yalan sayarak inanmamış olanların da kökünü kuruttuk.”[107] Ayrıca, Kuran'da Allah, herhangi bir kavme elçi gönderilmedikçe, o kavmin helak edilmeyeceğini söylemektedir. Helak için, kavmin kendisine uyarıcı korkutucu gelmiş olması ve bu uyarıcının yalanlanmış olması gerekmektedir. Yine, Kur’an’da şöyle denilir: “Senin Rabbin, 'ana yerleşim merkezlerine' onlara ayetlerimizi okuyan bir elçi göndermedikçe şehirleri yıkıma uğratıcı değildir. Ve Biz, halkı zulmeden şehirlerden başkasını da yıkıma uğratıcı değiliz.” [108]
Kendisine uyarıcı gönderilmeyen bir kavmin helâk edilmesi, Allah'ın sünneti değildir. Bir uyarıcı olan Hz. Nuh ise sadece kendi kavmine gönderilmiştir. Bu sebeple Allah, uyarıcı gönderilmemiş olan kavimleri değil, sadece Hz. Nuh'un kavmini helâk etmiştir.
Kuran'daki bu ifadelerden Nuh Tufanı'nın tüm dünyayı kaplayan değil, yöresel bir felâket olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Tûfan'ın gerçekleştiği düşünülen arkeolojik bölgede yapılan kazılar da, Tûfan'ın tüm dünyayı kaplayan evrensel bir olay değil, Mezopotamya'nın bir bölümünü etkisi altına almış olan çok geniş bir âfet olduğunu göstermektedir.
Gemiye Bütün Hayvanlar Alındı mı?
Kitab-ı Mukaddes yorumcuları, Hz. Nuh'un yeryüzündeki tüm hayvan türlerini gemiye aldığına ve hayvan neslinin Hz. Nuh sayesinde yok olmaktan kurtulduğuna inanırlar. Bu inanışa göre yeryüzündeki tüm hayvanlar toplanmış ve gemiye yerleştirilmiştir.
Bu iddiayı savunanlar elbette birçok açıdan çok zor duruma düşmektedirler. Gemiye alınan hayvan türlerinin nasıl beslendikleri, gemide nasıl istiflendikleri, birbirlerinden nasıl tecrit edildikleri gibi soruların cevaplanması elbette mümkün değildir. Dahası, farklı kıtalara has hayvanların nasıl toplandığı da merak konusudur; kutuplardaki memeliler, Avustralya'daki kangurular veya Amerika'ya has bizonlar gibi. Ayrıca İnsan için son derece tehlikeli olan yılan, akrep gibi zehirli olanların ve vahşi hayvanların nasıl yakalandığı, Tufan'a kadar bunların kendi doğal ortamlarının dışında nasıl yaşatılabildiği gibi sorular da birbirini izlemektedir.
Ancak bunlar Tevrat'ın karşı karşıya kaldığı zorluklardır. Kuran'da ise, yeryüzündeki tüm hayvan türlerinin gemiye alındığına dair bir açıklama bulunmamaktadır. Daha önce belirttiğimiz gibi Tufan belirli bir bölgede gerçekleşmiştir. Bu nedenle gemiye alınan hayvanlar, Nuh kavminin bulunduğu bölgede yaşayanlar olmalıdır.
Ancak sadece o bölgede yaşayan tüm hayvan türlerinin bile biraraya getirilmesinin mümkün olmadığı açıktır. Hz. Nuh'un ve çok az sayıda oldukları belirtilen müminlerin [109] çevrelerindeki yüzlerce hayvan türünden çiftler topladıklarını düşünmek de zordur. Yaşadıkları bölgedeki hayvanlardan sadece böcek türlerinin toplanması bile mümkün değildir; hem de erkek dişi ayrımı yaparak! Bu nedenle, toplanan hayvanların rahatlıkla yakalanıp himaye edilebilecek ve özellikle de İnsanlara yarar sağlayacak evcil hayvanlar olduğu düşünülebilir. Buna göre, Hz. Nuh muhtemelen, inek, koyun, at, tavuk, horoz, deve ve benzeri hayvanları gemiye almış olabilir. Çünkü Tufan nedeniyle canlılığını büyük ölçüde yitirmiş olan bölgede yeni kurulacak hayat için gerekli olan temel hayvanlardır bunlar.
Burada önemli olan nokta şudur: Allah'ın Hz. Nuh'a verdiği hayvanları toplama emrindeki hikmet, hayvanların neslini korumaktan çok, Tufan sonrasında kurulacak yeni yaşama gerekli olan hayvanların toplanması olmalıdır. Çünkü Tufan yerel olduğu için hayvanların soylarının tükenmesi söz konusu olamaz. Nasıl olsa Tufan'dan sonra zamanla diğer bölgelerden hayvanlar bu bölgeye göç edip bölgeyi eski canlılığına getireceklerdir. Önemli olan Tufan'dan hemen sonra bölgede kurulacak yaşamdır ve toplanan hayvanlar temelde bu amaçla toplanmış olmalıdırlar.
Sular Ne Kadar Yükseldi?
Tufan hakkındaki bir başka tartışma ise, suların dağları kaplayacak kadar yükselip yükselmediği konusundadır. Bilindiği gibi Kuran'da, geminin Tufan sonrası "Cudi"ye oturduğu bildirilmektedir. "Cudi" kelimesi kimi zaman özel bir dağ ismi olarak alınır, oysa kelime Arapça'da "yüksekçe yer-tepe" anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Kuran'da "Cudi"nin, özel bir dağ ismi olarak değil, sadece geminin yüksekçe bir mekâna oturduğunu anlatmak için kullanılmış olabileceği gözardı edilmemelidir. Ayrıca cudi kelimesinin bu anlamından, suların belirli bir yüksekliğe eriştiği, ama yine de büyük dağların seviyesine kadar yükselmemiş olduğu da çıkarılabilir. Yani Tufan Tevrat'ta anlatıldığı gibi tüm yeryüzünü ve yeryüzündeki tüm dağları yutmamış, sadece belirli bir bölgeyi kaplamış olmalıdır.
Nuh Tûfanı'nın Yeri
Nuh Tufanı'nın gerçekleştiği yer olarak Mezopotamya Ovası gösterilir. Bu bölgede tarihte bilinen en eski ve en gelişmiş uygarlıklar kurulmuştur. Ayrıca bu bölge, Dicle ve Fırat nehirlerinin ortasında yer alması sebebiyle, coğrafi olarak büyük bir su baskınına uygun bir zemin teşkil etmektedir. Tufan'ın etkisini artıran sebeplerden birisi, büyük bir ihtimalle, bu iki nehrin yataklarından taşıp bölgeyi etkisi altına almış olmasıdır.
Bu bölgenin Tûfan'ın gerçekleştiği yer olarak kabul edilmesinin ikinci bir sebebi de tarihseldir. Bölgedeki birçok medeniyetin kayıtlarında, aynı dönemde yaşanmış bir Tufan'ı anlatan çok sayıda belge ortaya çıkarılmıştır. Nuh kavminin helak edilmesine tanık olan bu medeniyetler, bu felaketin oluş biçimini ve sonuçlarını tarihsel kayıtlara işleme ihtiyacı hissetmiş olmalıdırlar. Tufan'ı anlatan efsanelerin çoğunluğunun Mezopotamya kökenli olduğu da bilinmektedir. En önemlisi de arkeolojik bulgulardır. Bunlar, bu bölgede gerçekten de büyük bir su baskınının meydana geldiğini göstermektedir. Bu su baskını, ayrıntılı olarak inceleyeceğimiz gibi, bölgede bulunan uygarlığın bir süre için duraksamasına neden olmuştur. Yapılan kazılarda böylesine büyük bir felâketin açık izleri toprağın altından çıkartılmıştır.
Mezopotamya bölgesinde yapılan kazılardan anlaşıldığına göre, bu bölge tarih içinde birçok kez seller ve Dicle, Fırat nehirlerinin taşması sonucu meydana gelen felaketlerle yüz yüze gelmiştir. Örneğin, MÖ 2000 civarında Mezopotamya'nın tam güney kısmında bulunan büyük Ur kentinin hükümdarı olan İbbi-sin zamanındaki bir yıl, "gökle yer arasındaki sınırları yok eden bir Tufan sonrası" şeklinde tanımlanmaktadır. MÖ 1700'lerde Babilli Hammurabi zamanında bir yıl da "Eşnunna kentinin bir selle yıkılması" olayıyla tanımlanmaktadır.
MÖ 10. yüzyılda hükümdar Nabu-mukin-apal zamanında Babil şehrinde bir su baskını gerçekleşmiştir. Milattan sonra 7., 8., 10., 11. ve 12. yüzyıllarda da bölgede önemli su baskınları vuku bulmuştur. 20. yüzyılda 1925, 1930 ve 1954 yıllarında da bu meydana gelmiştir. Anlaşılan odur ki bölge, her zaman için bir sel felaketine açıktır ve Kuran'da belirtildiği gibi büyük çaplı bir selin tüm bir kavmi yok etmesi açıkça mümkündür.
Tûfan'ın Arkeolojik Delilleri
Kuran'da helak edildiği haber verilen kavimlerin birçoğunun izlerine günümüzde rastlanılması bir tesadüf değildir. Arkeolojik verilerden anlaşılmaktadır ki, bir kavmin ortadan kaybolması ne kadar ani olursa, buna ait bulgu elde edilmesi şansı da o kadar fazla olmaktadır.
Bir uygarlığın birdenbire ortadan kalkması durumunda -ki bu bir doğal felâket, ânî bir göç veya bir savaş sonucu olabilir- bu uygarlığa ait izler çok daha iyi korunmaktadır. İnsanların içinde yaşadıkları evler ve günlük hayatta kullandıkları eşyalar, kısa bir zaman içinde toprağın altına gömülmektedir. Böylece bunlar, uzunca bir süre İnsan eli değmeden saklanmakta ve günışığına çıkartılmalarıyla geçmişteki yaşam hakkında önemli ipuçları sunmaktadırlar.
İşte Nuh Tufanıyla ilgili birçok delilin günümüzde ortaya çıkarılması bu sayede olmuştur. MÖ 3000 yılları civarında gerçekleştiği düşünülen Tufan, tüm bir uygarlığı bir anda yok etmiş ve bunun yerine tamamen yeni bir uygarlık kurulmasını sağlamıştır. Böylece Tufan'ın açık delilleri, bizlerin ibret alması için binlerce yıl boyunca korunmuştur.
Mezopotamya Ovası'nı etkisi altına alan Tufan'ı araştırmak için yapılmış birçok kazı vardır. Bölgede yapılan kazılarda başlıca dört şehirde büyük bir tufan sonucu gerçekleşmiş olabilecek sel felaketinin izlerine rastlanmıştır. Bu şehirler Mezopotamya Ovası'nın önemli şehirleri Ur, Uruk, Kiş ve Şuruppak'tır.
Bu şehirlerde yapılan kazılar, bunların tümünün MÖ 3000'li yıllar civarında bir sele maruz kaldıklarını göstermektedir.
Önce Ur şehrinde yapılan kazıları ele alalım: Günümüzde Tel-El Muhayer olarak isimlendirilen Ur şehrinde yapılan kazılarda ele geçirilen medeniyet kalıntılarının en eskisi MÖ 7000'li yıllara kadar uzanmaktadır. İnsanların ilk uygarlık kurdukları yerlerden birisi olan Ur şehri, tarih boyunca birçok medeniyetin birbiri ardına gelip geçtiği bir yerleşim bölgesi olmuştur.
Ur şehrinde yapılan kazılarda ortaya çıkartılan arkeolojik bulgular, buradaki medeniyetin çok büyük bir sel felaketi sonunda kesintiye uğradığını, daha sonra zaman içinde tekrar yeni uygarlıkların meydana çıkmaya başladığını göstermektedir. Bu bölgede ilk kazıyı yapan kişi, British Museum'dan R. H. Hall'dür. Hall'den sonra kazıyı yürütme görevini devralan Leonard Woolley, British Museum ve Pennsylvania Üniversitesi tarafından ortaklaşa yürütülen bir kazı çalışmasına da başkanlık etmiştir. Woolley'in yürüttüğü ve dünya çapında büyük sansasyon yaratan kazı çalışmaları 1922'den 1934 yılına kadar sürdürülmüştür.
Sir Woolley'in kazıları Bağdat ile Basra Körfezi arasındaki çölün ortalarında gerçekleşti. Ur şehrinin ilk kurucuları, Kuzey Mezopotamya'dan gelmiş olan ve kendilerine "Ubaidyen" ismini veren bir halktı. Bu halka dair bilgi elde etmek için detaylı kazılar başlatıldı. Reader's Digest dergisinde Woolley'in kazıları şöyle anlatılıyor:
Kazı yapılan bölgede, derine inildikçe çok önemli bir buluntu ortaya çıkarılmıştı, bu Ur şehrinin krallar mezarlığıydı. Araştırmacılar Sümer krallarının ve soyluların gömülmüş olduğu bu mezarlıkta birçok efsanevi sanat eserlerine rastladılar. Miğferler, kılıçlar, müzik aletleri, altından ve kıymetli taşlardan yapılmış sanat yapıtları. Bunlardan çok daha önemli olan başka şeyler de vardı; kil tabletlere hayret verici bir ustalık ve beceriyle, yüksek bir teknikle pres edilmiş tarihsel kayıtlar. Araştırmacılar, Ur'da kral listelerindeki aynı adları taşıyan yazılar bulmuş, hatta bunların arasında Ur'un ilk krallık ailesini kuran kişinin adına rastlamıştı. Woolley, mezarlığın ilk Ur Hanedanlığı'ndan önce başladığı neticesine vardı. Bu nedenle, son derece gelişmiş bir medeniyetin ilk hanedandan daha önceleri var olduğu sonucuna vardı.
Kanıtın iyice incelenmesinden sonra Woolley kazıyı daha derinlere, mezarların altına doğru ilerletmeye karar verdi. İşçiler çamur olmuş tuğlaların içinden bir metre kadar derine daldılar ve çanak çömlekleri çıkarmaya başladılar. "Ve sonra birdenbire herşey durdu." Woolley böyle yazıyordu. "Artık ne çanak, ne çömlek, ne kül vardı, yalnız suyun getirdiği temiz çamur."
Woolley kazıya devam etti, iki buçuk metre kadar temiz kil tabakasından geçilerek derine dalındı ve sonra birdenbire işçiler, tarihçilerin son Taş Devri kültürü olarak isimlendirdiği bu devrin İnsanları tarafından yapılmış zımpara taşından aletler ve çanak çömlek parçalarına rastladılar. Çamur iyice temizlenince altında kalmış bir medeniyet ortaya çıktı. Bu durum, bölgede büyük bir su baskınının meydana geldiğini gösteriyordu. Ayrıca mikroskobik analiz, temiz kilden kalın bir katmanın, eski Sümer uygarlığını yok edecek kadar büyük bir tufan tarafından buraya yığılmış olduğunu gösteriyordu. Gılgamış Destanı ile Nuh'un öyküsü, Mezopotamya Çölü'nde kazılan bir kuyuda ortak bir kaynakta birleşmiş oluyordu.
Ayrıca Max Mallowan kazıyı yürüten Leonard Woolley'in düşüncelerini şöyle aktarıyordu: Woolley, tek bir zaman diliminde oluşmuş böylesine büyük bir mil kütlesinin sadece çok büyük bir sel felaketinin sonucu olabileceğini belirterek; Sümer Ur'u ile Al-Ubaid'in boyalı çanak çömlek kullanan halkı tarafından kurulan kenti ayıran sel tabakasını, efsanevi Tufan'ın kalıntıları olarak tanımladı.
Bu veriler, Tufan'ın etkilediği yerlerden birinin Ur şehri olduğunu gösteriyordu. Alman arkeolog Werner Keller de söz konusu kazının önemini şöyle ifade etmişti: "Mezopotamya'da yapılan arkeolojik kazılarda balçıklı bir tabakanın altından şehir kalıntılarının çıkması burada bir sel olduğunu ispatlamış oldu."
Tufan'ın izlerini taşıyan bir başka Mezopotamya şehri ise günümüzde Tel El-Uhaymer olarak isimlendirilen, Sümerlilerin Kiş şehridir. Eski Sümer kayıtlarında, bu şehir "Büyük Tufan'dan sonra başa geçen ilk hanedanlığın başkenti" olarak nitelendirilmektedir.
Günümüzde Tel El-Fara olarak adlandırılan Güney Mezopotamya'daki Şuruppak kenti de Tufan'ın açık izlerini taşımaktadır. Bu kentteki arkeolojik çalışmalar 1920-1930 yılları arasında Pennsylvania Üniversitesi'nden Erich Schmidt tarafından yürütüldü. Kazılarda MÖ 3000-2000 yılları arasında var olan bir uygarlığın doğuşu ve gelişmesi değişik tabakalarda rahatlıkla izlenebiliyordu. Çivi yazılı kayıtlardan anlaşılan oydu ki, bu bölgede MÖ 3000'li yıllarda, kültürel olarak oldukça gelişmiş bir halk yaşıyordu.
Asıl önemli nokta ise, bu şehirde de MÖ 3000-2900 yılları civarında büyük bir sel felaketinin gerçekleştiğinin anlaşılmasıydı. Schmidt'in çalışmalarını anlatan Mallowan şöyle diyor: "Schmidt 4-5 metre derinlikte kil ve kum karışımı sarı topraktan bir tabakaya erişti (bu tabaka selle beraber oluşmuştu). Bu tabaka, höyük kesitine göre ova seviyesine yakın bir düzeyde yer alıyordu ve höyüğün her yerinde izlenebiliyordu..." Cemdet Nasr dönemini Eski Krallık döneminden ayıran kil ve kum karışımı tabakayı Schmidt "tamamen nehir kökenli bir kum" olarak tanımlayarak Nuh Tufanı ile ilişkilendirdi.
Kısacası Şuruppak kentinde yapılan kazılarda da yaklaşık MÖ 3000-2900 yıllarına rastgelen bir selin kalıntıları ortaya çıkartılmıştı. Diğer şehirlerle beraber Şuruppak kenti de muhtemelen Tufan'dan etkilenmişti.
Tufan'dan etkilendiğine dair elde kanıtlar olan son yerleşim birimi, Şuruppak'ın güneyinde yer alan ve günümüzde Tel El-Varka olarak isimlendirilen Uruk kentidir. Bu kentte de diğerleri gibi bir sel tabakasına rastlanmıştır. Bu sel tabakası da, MÖ 3000-2900'li yıllarla tarihlendirilmektedir.
Bilindiği gibi Dicle ve Fırat nehirleri Mezopotamya'yı boydan boya kesmektedir. Anlaşılan odur ki, olay anında, bu iki nehir ve irili ufaklı bütün su kaynakları taşmış, bunlar yağmur sularıyla birleşerek büyük bir su baskını oluşturmuşlardır. Kuran'da olay şöyle anlatılır: “Biz de 'bardaktan boşanırcasına akan' bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeri de coşkun kaynaklar halinde fışkırttık. Derken su, takdir edilmiş bir işe karşı birleşti.”[110]; “Gerçek şu ki, su taştığı zaman, o gemide biz sizi taşıdık.” [111]
Aslında felâketin gerçekleşmesine neden olan öğeler tek tek ele alındığında hepsi gayet doğal olaylardır. Tüm bu olayların aynı anda olması ve Hz. Nuh'un da kavmini böyle bir felaket için uyarması, olayın mucizevi yönünü oluşturur.
Yapılan çalışmalar sonucu elde edilen ipuçları değerlendirildiğinde Tufan'ın oluştuğu alanın boyutlarının yaklaşık olarak doğudan batıya (genişlik) 160 km, kuzeyden güneye (boy) 600 km. olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu tespit de, Tufan'ın tüm Mezopotamya ovasını kapladığını göstermektedir. Tufan'ın izlerini taşıyan Ur, Uruk, Şuruppak ve Kiş şehirleri dizilimini incelediğimiz zaman bunların bir hat üzerinde yer aldığını görürüz. Öyleyse Tufan, bu dört şehri ve çevresini etkilemiş olmalıdır. Ayrıca MÖ 3000'li yıllarda Mezopotamya ovasının coğrafi yapısının günümüzdekinden daha farklı olduğunu söylemek gerekir. O devirlerde Fırat nehrinin yatağı, bugünküne göre daha doğuda bulunmaktaydı; bu akış rotası da Ur, Uruk, Şuruppak ve Kiş'ten geçen bir hatta denk geliyordu. Kuran'da belirtilen "yeryüzü ve gökyüzü pınarları"nın açılmasıyla, anlaşıldığına göre, Fırat nehri taşmış ve yukarıda belirtilen bu dört şehri yerle bir ederek yayılmıştı.
Tûfan'dan Söz Eden Din ve Kültürler
Hak dini tebliğ eden peygamberlerin ağzından hemen her kavme duyurulmuş olan Tufan, zamanla çeşitli dejenerasyon ve eklemelerle karıştırılarak, sözü edilen toplumların efsaneleri haline dönüştürülmüştür.
Allah, Nuh Tufanı'nı, İnsanlara bir ibret ve ders konusu teşkil etmesi için farklı toplumlara gönderdiği peygamberler ve kitaplar yoluyla aktarmıştır. Ancak her defasında metinler orijinalinden uzaklaştırılmış ve Tufan anlatımlarına mistik, mitolojik öğeler katılmıştır. Arkeolojik bulgularla uyuşan ve onları tasdik eden tek kaynak ise Kuran'dır. Bunun tek nedeni Allah'ın Kuran'ı en ufak bir değişikliğe uğramadan korumuş olması ve aslının bozulmasına izin vermemesidir. Kuran, "hiç şüphesiz zikri (Kuranı) biz indirdik biz; onun koruyucuları da biziz" [112] hükmüne göre, Allah'ın özel koruması altındadır.
Tevrat'ta Nuh Tufanı
Hz. Mûsâ'ya indirilmiş hak kitap olan Tevrat, bilindiği gibi zamanla orijinalliğini yitirmiş, bazı kısımları Yahudi toplumunun önde gelenleri tarafından değiştirilmiştir. Hz. Mûsâ döneminden sonra İsrailoğulları'na gönderilen peygamberlerin bildirdikleri de aynı sona uğramış ve tahrif edilmiştir. Dolayısıyla orijinalliğini kaybetmiş olan "Muharref Tevrat"ın bu özelliği, bizim ona bir kutsal kitaptan çok, bir tarih kitabı gibi bakmamızı gerektirir. Nitekim M. Tevrat'ın bu yapısı ve barındırdığı çelişkiler, -bazı bölümlerinde Kuran ile paralellikler içermekle birlikte-, Nuh kıssasında da kendini gösterir.
Tevrat'a göre, Allah, Hz. Nuh'a yeryüzünün zorbalıklarla dolu olması sebebiyle, inananların dışındaki tüm İnsanların yok edileceğini bildirir. Bunun için kendisine gemi yapmasını emreder ve gemiyi nasıl yapacağını etraflıca tarif eder. Ayrıca, gemiye ailesiyle beraber üç oğlunu ve onların üç karısını ve tüm canlılardan ikişer adet ve bir takım yiyecek erzak da almasını söyler.
Yedi gün sonra Tufan vakti geldiğinde, yerin bütün kaynakları yarılmış, göklerin pencereleri açılmış ve büyük bir sel ortaya çıkmıştır. Bu kırk gün, kırk gece devam etmiştir. Gemi, bütün yüksek yerleri ve dağları örten sular üzerinde yüzmüştür. Böylece Hz. Nuh ile beraber gemide olanlar kurtulmuşlar, geride kalanlar ise Tufan'ın sularına kapılıp gitmiş ve boğularak ölmüşlerdir. 40 gün 40 gece süren tufandan sonra yağmurlar kesilmiş ve bundan 150 gün sonra sular alçalmaya başlamıştır.
Bunun üzerine gemi yedinci ayda, ayın on yedinci gününde, Ararat (Ağrı) dağları üzerine oturur. Hz. Nuh, suların iyice çekilip çekilmediğini anlamak için birkaç defa güvercin yollar ve sonunda güvercin geri dönmeyince suların iyice çekildiği anlaşılır. Bunun üzerine Allah da Hz. Nuh'a yeryüzüne yayılmaları için gemiden çıkmalarını söyler.
Tevrat'ta yer alan Nuh Tufanı ile ilgili bazı bölümler şöyledir: Ve Allah Nuh'a dedi: Önüme bütün beşerin sonu geldi; çünkü onların sebebiyle yeryüzü zorbalıkla doldu, ve işte, ben onları yeryüzü ile beraber yok edeceğim. Kendine gofer ağacından bir gemi yap; Ve ben, işte ben, göklerin altında kendisinde hayat nefesi olan bütün beşeri yok etmek için yeryüzü üzerine sular tufanı getiriyorum; yeryüzünde olanların hepsi ölecektir. Fakat seninle ahdimi sabit kılacağım; ve sen ve seninle beraber oğulların, ve senin karın ve oğullarının karıları gemiye gireceksiniz. Ve seninle beraber sağ kalmak için her yaşayan, bütün beden sahibi olanlardan, her nevinden ikişer olarak gemiye getireceksin; erkek ve dişi olacaklar. Ve Nuh Allah'ın kendisine emrettiği her şeye göre yaptı; öyle yaptı. [113]
Ve gemi yedinci ayda, ayın on yedinci gününde, Ararat dağları üzerine oturdu.[114] Bütün yeryüzü üzerinde zürriyetlerinin sağ kalması için, kendine her temiz hayvandan, erkek ve onun dişisi olarak yedişer ve temiz olmayan hayvanlardan, erkek ve onun dişisi olarak ikişer... [115] Ve ahdimi sizinle sabit kılacağım, ve bütün beşer artık tufanın suları ile silmeyecektir, ve yeryüzünü helak etmek için artık tufan olmayacaktır. [116]
Tevrat'a göre, tüm dünyayı kaplayan bir Tufan'la "yeryüzünde olanların hepsi ölecektir" hükmü gereği, tüm İnsanlar cezalandırılmış, Tufan sonrasında yaşayan yegâne İnsanlar Hz. Nuh ile gemiye binenler olmuştur.
İncil'de Nuh Tufanı
Bugün elimizde var olan İncil de gerçek anlamda İlahi bir kitap değildir. Yeni Ahit, Hz. İsa'nın sözlerini ve eylemlerini içeren, onun göğe yükselişinden 30 ila 50 yıl sonra, onu hiç görmemiş ya da bir süre yanında bulunmuş kişiler tarafından yazılmış dört "İncil"le başlar; Matta, Markos, Luka ve Yuhanna. Bu dört İncil arasında çok belirgin çelişkiler vardır, özellikle Yuhanna İncili, birbirlerine büyük ölçüde paralel olan diğer üçünden (Snoptik İnciller) çok farklıdır. Yeni Ahit'in diğer kitapları ise Hz. İsa'dan sonra onun havarilerinin yaptıkları işleri anlatan ve havariler veya Tarsuslu Pavlus (sonradan Aziz Paul) tarafından yazılan mektuplardan oluşur.
Dolayısıyla bugünkü İncil de İlâhî bir metin değil, bir tarih kitabı niteliğindedir. İncil'de Nuh Tufanı kısaca şöyle geçmektedir: Nuh peygamber sapkın ve itaatsiz kavme gönderilmiş, ancak kavmi ona uymayıp sapkınlıklarına devam etmiştir. Bunun üzerine Allah tufan ile inkâr edenleri yakalamış, Nuh peygamberi ve inananları gemiye bindirip kurtarmıştır. Konuyla ilgili bazı İncil bölümleri şöyledir:
“Nuh'un günlerinde nasıl olduysa, İnsanoğlu'nun gelişinde de öyle olacak. Nuh'un gemiye bindiği güne dek, tufandan önceki günlerde İnsanlar yiyip içiyor, evlenip evlendiriliyorlardı. Tufan gelinceye, hepsini süpürüp götürünceye dek başlarına geleceklerden habersizdiler. İnsanoğlu'nun gelişi de öyle olacak.”[117] “Tanrı, eski dünyayı da esirgemedi. Ama Tanrısızların dünyası üzerine tufanı gönderdiği zaman, doğruluk yolunu bildiren Nuh'u ve yedi kişiyi daha korudu.” [118]
Tufan'la İlgili Diğer Kültürlerdeki Bilgiler
Sümerlerde; Enlil isimli bir tanrı, diğer tanrıların İnsanlığı yok etmeye karar verdiklerini, kendisinin de onları kurtarmaya niyetli olduğunu İnsanlara açıklar. Olayın kahramanı Sippar kentinin sofu kralı Ziusudra'dır. Tanrı Enlil, Ziusudr'aya Tufan'dan kurtulmak için ne yapması gerektiğini anlatır. Metnin kayığın yapılışını anlatan parçası yitiktir, ancak böyle bir parçanın varlığı, Tufan'ın gelip, Ziusudra'nın nasıl kurtulduğunu anlatan bölümlerinden anlaşılmaktadır. Tufan'ın Babilonya versiyonuna dayanılarak, olayın eksiksiz Sümer versiyonunda, Tufan'ın nedeni ve kayığın yapılışı hakkında çok daha doyurucu ayrıntının bulunduğu sonucuna varılabilir.
Sümer ve Babil kayıtlarına göre, Xisuthros ya da Khasisatra, ailesi, arkadaşları, kuşlar ve hayvanlarla birlikte 925 metre uzunluğunda bir gemiyle Tufan'dan kurtulmuşlardır. "Sular göğe doğru uzandı, okyanuslar kıyıları örttü ve nehirler yataklarından taştı." denir. Gemi daha sonra Gordiyen Dağı'na oturmuştur.
Asur-Babil kayıtlarına göre ise Ubaratutu ya da Khasisatra, ailesi, uşakları, sürüleri ve vahşi hayvanlarla birlikte 600 kübit uzunluğunda, 60 kübit yüksekliğinde ve genişliğinde bir tekneyle kurtulmuştur. Tufan 6 gün 6 gece sürmüştür. Gemi Nizar Dağı'na gelince uçurulan güvercin dönmüş ama karga dönmemiştir.
Bazı Sümer, Asur ve Babil kayıtlarına göre de, Utnapishtim, ailesiyle birlikte 6 gün 6 gece süren Tufan'ı atlatmışlardır: "Yedinci gün Utnapishtim dışarı baktı. Her şey çok sessizdi. İnsanoğlu tekrar çamura dönmüştü" diye anlatılır. Gemi Nizar Dağı'nda karaya oturunca Utnapishtim bir güvercin, bir karga ve bir de kırlangıç gönderir. Karga cesetleri yemek için kalır, fakat diğer iki kuş geri dönmez.
Hindistan'ın Satapatha, Brahmana ve Mahabharata destanlarında, adı geçen Manu, Rishiz ile birlikte Tufandan kurtulmuştur. Efsaneye göre Manu'nun yakalayıp yaşamını bağışladığı bir balık birdenbire büyüyüp, bir gemi inşa edip boynuzlarına bağlamasını söylemiştir. Balık gemiyi dev dalgaların üzerinden aşırıp, kuzeye, Himavat Dağı'na çıkarmıştır.
Britanya'nın Galler yöresi efsanelerine göre, Dwyfan ve Dwyfach büyük felaketten bir gemiyle kurtulmuşlardır. Dalgalar Gölü adı verilen Llynllion'un patlaması sonucu oluşan korkunç seller durulunca, Dwyfan ve Dwyfach yeniden Britanya halkını oluşturmaya başlarlar.
İskandinav Edna efsaneleri Bergalmer ile eşinin büyük bir tekneyle Tufan'dan kurtulduğunu anlatır.
Litvanya efsanelerinde ise birkaç çift İnsanın ve hayvanın yüksek bir dağın tepesinde bir kabuğun içinde barınarak kurtuldukları anlatılır. 12 gün 12 gece süren rüzgarlar ve seller yüksek dağa erişip oradakileri de yutacağı zaman, Yaratıcı onlara dev bir ceviz kabuğu atar. Dağdakiler ceviz kabuğu ile yolculuk yaparak felaketten kurtulurlar.
Çin kaynaklı öyküler Yao adında birisinin 7 kişiyle birlikte, ya da Fa Li, eşi ve çocuklarıyla birlikte bir yelkenliyle sel ve depremlerden kurtulduğu anlatır. "Dünya paramparça oldu. Sular fışkırıp her tarafı kapladı." diye söylenir. Sonunda sular çekilir.
Tüm bu bilgiler bizlere somut bir gerçeği göstermektedir. Tarihte her topluluğa İlahi vahyin mesajı ulaşmıştır ve bu sayede de pek çok toplum Nuh Tufanı ile ilgili bilgileri öğrenmişlerdir. Ancak İnsanların İlahi vahyin özünden uzaklaşmalarıyla birlikte Tufan ile ilgili bilgiler de çeşitli değişikliklere uğramış, efsanelere ve mitolojiye dönüşmüştür.
Hz. Nuh'un ve onun inkârcı kavminin gerçek hikayesini öğrenebileceğimiz yegâne kaynak ise, İlahi vahyin bozulmamış tek kaynağı olan Kuran'dır. Kuran'ın bu özelliği, yalnızca Nuh Tufanı değil, başka tarihsel olaylar ve kavimler hakkında da doğru bilgileri edinmemizi sağlar. [119]
Hz. Nûh Kıssasının Kur’an’da ve Muharref Tevrat’taki Karşılaştırması
Yukarıda değinildiği gibi, Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Nûh’un kıssası, tafsîlâtlı olarak A’râf, Hûd, Mü’minûn, Şuarâ, Kamer ve Nuh Sûrelerinde zikredilmektedir. Tevrat’ta ise, Kitab-ı Mukaddes’in Tekvin bölümünün 6., 7., 8. ve 9. bablarında anlatılmıştır. Bu iki kaynak, karşılaştırıldığında, bu iki anlatım arasındaki farkları şöyle belirtebiliriz:
a- Diğer bazı peygamber kıssalarında olduğu gibi, Tevrat burada da teferruâta dalmakta; geminin hacmini, hangi ağaçtan yapıldığını, tûfanda suyun ne kadar yükseldiğini vs. gibi hususları nakletmektedir. Kur’ân-ı Kerim ise, sadece ibret alınması gereken hususlar üzerinde durmaktadır.
b- Kur’ân-ı Kerim, Hz. Nuh’un gemiye binmeyen müşrik bir oğlundan bahsetmektedir ki, Tevrat’ta böyle bir oğlunun olduğuna dâir bir kayıt yoktur.
c- Kur’an, tûfanın yeryüzünün tamamını kapladığından bahsetmemektedir. Tevrat’ta ise, yeryüzünün tamamının sular altında kaldığı ifâde edilmektedir. (Haddi zâtında o gün için İnsanlar, yeryüzünün belli bir bölgesinde yaşıyorlardı ve helâk edilmeleri için yeryüzünün tamamının sular altında kalması gerekli değildir.)
d- Tevrat’a göre gemiye binen ve tûfandan kurtulanlar Hz. Nûh ile onun eşleri ve oğulları ile oğullarının eşleridir. Kur’an’da ise gemiye binip kurtulanların iman eden kişiler olduğu bildirilmekte ve bunların -sayıları az da olsa- Hz. Nuh’un âilesinden ibâret olmadığı anlatılmaktadır. (Ayrıca, Nuh’un (a.s.) eşinin ve bir oğlunun gemiye binip kurtulanlar arasında olmadığı Kur’an’da belirtilmektedir. Tevrat’ta ise bu bilgiler olmadığı gibi, anlatılanların zâhirene bakılınca, sanki Nuh’un bütün akrabalarının kurtulduğu anlaşılmaktadır.)
e- Tevrat’ta tûfandan sonra Yüce Allah’ın (bu tür bir cezâ vermekten) pişmanlık duyduğu ve bir daha yeryüzünde böyle bir tûfanı yaratmayacağı anlatılmaktadır. Kur’an’ın hiçbir yerinde Yüce Allah’ın yaptığından dolayı pişmanlık duyduğuna dâir bir ifâde yoktur. Yüce Allah, böyle bir şeyden münezzehtir.
f- Tevrat, tûfandan kurtulması sebebiyle Hz. Nuh’un takdim ettiği kurbanların etlerini kızartmasıyla, kızartılan etlerin kokularının Allah’a ulaşması üzerine Yüce Allah’ın bu güzel et kokularını kokladıktan sonra gazabının dindiğini ve hoşnut olduğunu anlatmaktadır. Kur’an, yahûdilerin bu anlayışlarını reddederek şöyle buyurmaktadır: “Onların ne etleri, ne de kanları Allah’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvânız ulaşır.” [120]
Bu karşılaştırmadan da anlaşılacağı gibi, Kur’an kıssaları yalnız hedef açısından değil; üslûp ve muhtevâ açısından da Kitab-ı Mukaddes’in kıssalarından birtakım farklılıklar arzetmektedir. [121]
Tûfan konusunda Mevdûdi şunları söyler: Hem Kur'ân-ı Kerim'in ifâdeleri, hem İncil'deki kayıtlardan, Hz. Nûh'un ümmetinin bugün Irak olarak bildiğimiz topraklarda yaşamış olduğu kesinleşmiştir. Babil'in tarihî kalıntılarında bulunan eski belgeler de bu tesbiti doğrulamaktadır. Bazı kitabelerde, Kur'ân-ı Kerim'de ve Tevrat'ta yer alan ve Musul'da geçtiği bildirilen tûfan olayına benzer bir olaya da rastlanıyor. Ayrıca, Kürdistan ve Ermenistan'ın eski tarihleri ile nesillerden nesillere aktarılan rivâyetlerde de, tûfan vak'ası ayrıntılı şekilde anlatılmıştır. Bu kayıtlara göre, tûfandan sonra Hz. Nuh'un gemisi Musul yakınlarına gelerek durmuştu. Musul'un kuzeyinde İbn Ömer adası çevresinde ve Türkiye toprakları içinde bulunan Ağrı dağında da Nuh'un gemisi ve diğer kalıntılarının bulunduğuna dâir hâlâ çeşitli açıklamalar yapılıyor. Nahcivan halkı arasında hâlâ yaygın olan inanca göre Musul'un temelini Hz. Nuh (a.s.) atmıştı.
Tûfan Evrensel Nitelikte miydi? Tûfanın evrensel bir mâhiyette mi, mahallî nitelikte mi olduğu henüz kesin değildir. İsrâiloğullarının rivâyetlerine bakılırsa bu cihanşümûl/evrensel bir tûfandı ve bütün yeryüzünü kaplamıştı.[122] Fakat Kur'ân-ı Kerim'de böyle bir ifâdeye rastlanmıyor. Kur'an'da yer alan işaretler, daha sonraki İnsan soyunun Nuh tarafından kurtarılanlardan geldiğini göstermektedir. Fakat bu husus, tûfanın bütün dünyayı kapladığı anlamına gelmez. Eski devirlerde İnsanların yerleşim bölgelerinin küçük olduğunu biliyoruz. Belki de sadece Nuh tûfanında etkilenen bölge o zamanın bilinen dünyasıydı ve Hz. Âdrem'in bütün evlâtları Irak ve çevresinde yaşıyordu. Eğer tûfan sadece bu topraklarda yaşayanları yok etmişse, o zamanki ölçülere göre bütün dünyayı ve İnsanlığı yok etmiş sayılır. Tûfandan sonra, Nuh'un gemisindeki İnsanlar zamanla çeşitli bölge ve ülkelere dağılmış olabilirler. Bu görüşü doğrulayan iki nokta vardır. Birincisi, Dicle ile Fırat arasındaki topraklarda büyük bir kasırga ve selin koptuğu, hem tarihî verilerle hem harâbelerle ve hem de jeolojik çalışmalarla sâbittir. Fakat bütün yeryüzünü etkisi altına alan cihanşümûl bir fırtına, kasırga veya sel felâketinin belirtileri yoktur. İkincisi, dünyanın hemen hemen bütün uluslarında, hatta Avustralya'ya, Yeni Gine'ye ve Amerika'ya kadar uzanan bölgelerde, büyük bir tûfan ile ilgili hikâye ve rivâyetler meşhurdur. Bundan çıkan sonuç şudur: Bütün bu ülkelerin İnsanlarının ataları Hz. Nûh (a.s.) zamanında tûfanın geldiği sırada bir tek bölgede yaşıyorlardı, ama tûfandan sonra dünyanın çeşitli bölgelerine dağılarak yeni yeni yerleşim merkezleri kurdular.
Nûh'un Gemisi Bir İbret Nişânesi Olmuştur: "Ve gemiyi âlemlere bir ibret kıldık."[123] Bu âyet tefsir edilirken, geminin değil; tûfanın, İnsanlar için ibret nişânesi yapıldığı mânâsı da çıkarılabilir. Fakat hem burada, hem Kamer sûresinin 115. âyetinde bu hususta kullanılan ifâde gösteriyor ki, İnsanlar için ibret nişânesi bizzat Nûh'un gemisiydi ve şimdi de olmaya devam ediyor. Bilindiği gibi, bu geminin çeşitli dağların tepesinde, özellikle Ağrı dağının tepesinde bulunduğuna dâir binlerce yıldan beri rivâyet ve efsâneler halk arasında dolaşmaktadır. Bu gemi, tûfandan hemen sonraki yıllarda ve günümüzde de dünyada büyük bir İlâhî azâbın vuku bulduğu, böyle bir azâbın büyük bir İnsan kitlesini yok ettiği ve Allah'ın buyruklarına uymayanların ağır biçimde cezâlandırıldıklarını İnsanlara hatırlatmıştır. İbn Cerîr et-Taberî, Kamer sûresinin tefsirini yaparken, ayrıca İmam Buhârî, İbn Ebî Hâtim ve Abdürrezzak da Katâde'nin şu rivâyetini nakletmişlerdir: Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sahâbîleri henüz sağ iken, müslümanlar Irak'ın fethi sırasında el-Cezire'ye (İbn Ömer adasına) gittiğinde Cûdî dağında (ve bir rivâyete göre Bakırda köyü yakınlarında) bir gemi gördüler. Zamanımızda da Ağrı dağı üzerinden uçakla geçerken gemiye benzer bir iskeletin görüldüğü ve bunun araştırılması için dağın tepesine çeşitli araştırması ve dağcı ekiplerin gittiğini gazete, dergi ve radyolardan öğreniyoruz.
Tûfanla ilgili Tarihî Kayıtlar: Hz. Nuh'un kıssasına benzer efsâne ve rivâyetler Yunan, Mısır, Hindistan ve Çin gibi hemen hemen bütün eski medeniyetlerin literatüründe yer almıştır. Ayrıca, Birmanya, Malezya, Batı Hint Adaları, Avustralya, Yeni Gine ve Avrupa ile Amerika'nın çeşitli bölgelerinde de Hz. Nuh tûfanına benzer hikâyeler yaygın şekilde bilinmektedir. Demek ki bu olay, bütün İnsan soyunun bir tek bölgede yaşadığı bir sırada meydana gelmiş ve daha sonra İnsanların çeşitli gruplarının dünyanın çeşitli bölgelerine dağılmalarıyla oralara kadar çeşitli hâtıra, rivâyet ve efsâneler şeklinde ulaşmıştır. Dünyanın hemen hemen bütün kavimleri, geçmiş tarihlerine baktığında büyük ve müthiş bir tûfandan bahsedildiğini görürler. Aradan geçen yüzyıllar bu olayın asıl mâhiyetini, yerini, zamanını ve bazı unsurlarını değiştirmiştir. İnsanların hayal gücü ve anlatım tarzı da bunları bambaşka şekle sokmuştur.
Cûdî dağı, Kürdistan bölgesinde, İbn Ömer adasının kuzeyinde bulunuyor. Kitab-ı Mukaddes'te ise, bu geminin durduğu yerin Türk-Rus sınırındaki Ağrı dağı (Ararat) olduğu zikredilir. Aynı isimde bir sıradağı da vardır ki, Ermenistan yaylasından başlayarak güneyde Kürdistan'a kadar uzanıyor. Cûdî dağı işte bu dağlar silsilesinin bir dağıdır ve bugün de aynı isimle meşhurdur. Kadim tarih kitaplarında geminin durduğu yer Cûdî olarak kaydedilmiştir. Nitekim, Hz. İsa'nın doğumundan 250 yıl önce Babil'in bir râhibi (Berasus) eski Keldani rivâyetlerine dayanarak yazdığı Babil tarihinde Nuh'un gemisinin Cûdî dağına yanaşarak durduğunu beyan etmiştir. Aristo'nun öğrencilerinden Abydenus da kendi eserinde bunu doğrulamıştır. Buna ilâveten, kendi devrinin durumunu anlatırken, Irak'ta pek çok kişi de bu geminin parçalarının bulunduğunu ve bunların sulara karıştırılarak hastalara verildiğini ve şifâ dağıtıldığını yazmıştır. [124]
Cûdi dağı ile ilgili Kur'an Coğrafyası adlı kitapta şu bilgiler verilir: Hz. Nûh (a.s.)un gemisinin demirlendiği Cûdî, Dicle'nin doğu yakasında ve Musul bölgesinde bir dağın adıdır. Dağın tepesinin avuç içi gibi olması, geminin demir atmasına ve gemidekilerin barınmasına elverişli olması sebebiyle bu isim verilmiştir. "Cûdî", sözlükte cömertlik anlamına gelen cûd kökünden türemiştir. Cûdî dağı, Güneydoğu Anadolu bölgesinde Türkiye-Irak sınırına 15 km. uzaklıkta ve Şırnak il merkezine 17 km. mesâfededir. Elips biçiminde olan dağ üzerinde iki bin metreyi aşan dört doruk vardır. Bunların en yükseği 2114 metredir. Bu tepelerin 2017 metre yükseklikte olanı "Nûh Peygamber'in ziyâret tepesi" adını taşır.
Kaynaklar, dağın eteğinde, tûfandan kurtulanlar tarafından kurulmuş "Karye Semânîn" (Seksenler Köyü) adlı bir kasaba ve "Deyru'l-Cûdî" adlı bir manastırdan bahsederler. Yüce Allah, Cûdî dağını Hz. Nûh ile, Tûr dağını Hz. Mûsâ ile, Mekke'deki Hira dağını da Hz. Muhammed (s.a.s.) ile şereflendirilmiştir. Cûdî kelimesi, İnsanlık tarihinde çok önemli bir yeri olan Nuh tûfanına işaret edilerek Kur'an'da bir âyette şu şekilde geçer: "Yere, 'suyunu çek!', göğe de: 'Ey gök, sen de tut!' denildi. Su çekildi, iş de bitti; gemi Cûdî'ye oturdu. 'Haksızlık yapan toplum Allah'ın rahmetinden uzak olsun!' denildi." [125]
Kitab-ı Mukaddes'de bu geminin durduğu yerin, Cûdî değil; Anadolu'da Ağrı dağı (Ararat) olduğu beyan edilmiştir [126]. Hâlbuki Ağrı dağının, konumu itibarıyla geminin demirlenmesine ve gemidekilerin barınmasına uygun olmayışı nedeniyle tutarlı bir görüş olmadığı, belki Kitab-ı Mukaddes yazarlarının yanlış yorumlamalarından kaynaklandığı ispat edilmiştir [127]. Nitekim Yakut elHamevî (1299), bu konuda lafzî olarak Arapça'ya çevrilen bir Tevrat metninden hareketle geminin Cûdî dağına oturduğunu kaydeder [128]. Nitekim Hz. İsa'dan önce kaleme alınan eserlerde Hz. Nuh'un gemisinin oturduğu dağın Cûdî dağı olduğu yazılıdır. Son dönemde yapılan bazı bilimsel araştırmalar da Nuh Peygamber'in gemisinin demir attığı dağın Cûdî dağı olduğunu isbat ve ilân etmiştir. [129]
Hz. Nûh ve tûfan kıssası ile ilgili olarak İslâm ulemâsı bazı konularda ihtilâf etmişler ve bu güne kadar bu tartışmalar sürmüştür. Bunlardan bir kısmı, yukarıda ayrıntılarıyla ele alındı: Cûdî kelimesinin bir dağı mı, yoksa yüksek bir yer mi olduğu, Tûfanın yerel mi, evrensel mi olduğu gibi. Bunların dışında âlimlerin tartıştığı bu konuyla ilgili diğer hususları da şunlardır:
Tûfanın gelişini haber veren alâmet olarak, tandır (tennûr)dan suların kaynaması: 11/Hûd Sûresi, 40. âyette geçen “tennûr” kelimesi, lügatta tandır dediğimiz, içinde ekmek pişirilen bir ocaktır, bir çeşit fırındır. Müfessirler tandırın kaynamasını çeşitli şekillerde tefsir etmişlerdir. Son asrın müfessirlerinden M. Hamdi Yazır, Hz. Nûh’un gemisinin alelâde yelkenli bir gemi olmayıp buharlı bir vapur olduğuna işaret etmektedir ki, o zaman, “tandır kaynadı” demek, vapurun ocağı yandı ve harekete hazır duruma getirildi, demek olur. Bunun bir deyim olduğunu iddiâ edenler de vardır. Buna göre “Tandır kaynadı” demek, iş bitti demektir.
Nûh’un Gemisi mi, Gemileri mi? Kur’an’da geçen gemi hakkında kullanılan “fülk” kelimesinin çoğul anlamı olduğu, Kur’an’da istisnâ dışında bu kelimenin hep çoğul anlamda kullanıldığı ifâde edilir. Dolayısıyla fülk kelimesi “gemi” değil, gemiler anlamına gelir ve bu kadar çok canlının sığacağı tek bir gemiden değil; Kur’an’da bu kelime ile “filo” dan bahsedilmektedir, diyen âlimler de vardır.
Hz. Nûh’un 950 Yılı dâvet ve tebliğe ayrılan 1000 yıl civarında yaşamış olması: Bazı âlim ve araştırmacılar, İnsan ömrünün tarihin ilk zamanlarından bugüne genelde ortalamasının aynı olduğunu, bunun değişmeyen bir İlâhî sünnet olduğunu değerlendirirler. Hz. Nûh’un “binden elli yıl eksik” tebliğ ettiğinin mecâzî bir anlatım olduğunu, bunun şu şekilde te’vil edilebileceğini ifade ederler: Nûh (a.s.), bir İnsanın en ideal anlamda tebliğ yapabileceği müddet olan “bin”den elli kadar, yani % 5 oranında az tebliğ etmiştir. Nuh (a.s.), gece-gündüz, açık-gizli ve bütün zamanlarını kullanıp mükemmele/ideale çok yakın olarak, zamanının % 95’lik bir alanını tebliğle geçirdi (Allah en doğrusunu bilir).
Nûh’un Gemisine Binmek
Semâvî dinlerin ortak örneklerinden biri: “Nûh’un gemisi” örneğidir. Tûfanlara gark olmuş bir dünyada, ancak Nûh’un gemisine binenler kurtulmuştu. Ve (çoğunlukla ortak kabule göre), içinde aslanla ceylanın, kurtla kuzunun, köpekle kedinin kardeşçe yaşadığı bir gemiydi bu. Bu nebevî mûcizenin zihinlerde uyandırdığı güçlü çağrışım, çağlar boyu, pek çok İnsan, özellikle politikacılar tarafından hep kullanılagelecek; içinde yaşanılan ülke, sık sık, “Nuh’un Gemisi”ne benzetilecekti.
Yaşadığımız ülkede de, böylesi bir “gemi” söylemine sık sık muhâtap olmaktayız. “lâfla peynir gemisi yürümez!” gibi atasözlerine mukabil, birileri bizlere sık sık “devlet gemisini beraberce yüzdürmek”ten söz eder. İkide bir, “Hepimiz aynı gemide yaşıyoruz. Bu devlet, hepimizin” diye vurgulanır. Öyle ki, yetmiş küsur yıldır “Türklük gurup ve şuuru”yla geçip gittikten sonra, bu deyimin yaşadığı tıkanma karşısında, “Türkiyelilik” vurgusu ağırlık kazanıyor. “Anayasal vatandaşlık”tan “Anadolu müslümanlığı”na; “aynı ülkenin çocuklarıyız”dan “ne mutlu Türkiyeliyim diyene” sözüne ve “ya sev, ya terket!” anlayışına kadar, bir sürü yeni deyim ve anlayış üretiliyor.
Ve bu çabalar karşılıksız kalmıyor. Birçok ehl-i din, özellikle ya doğrudan veya dolaylı biçimde kafası politikayla karışık olanlar, bu sözlere olumlu karşılıklar veriyorlar. “Aynı Allah’ın kuluyuz” esası üzere anlaşamadığı İnsanlarla “aynı devletin çatısı”nda buluşabilen İnsanlar görülüyor. Şeytanın nefis kulağına üflediği desîselerden başka kural tanımayan İnsanları hoşnut etmek için, “bir arada yaşama” teorileri geliştiriliyor. Rasûlullah’ın “Medine sözleşmesi” bile, bu uğurda bin bir zorlamaya konu ediliyor. Ömrünü kâinatın her an tebliğ ettiği imanî gerçekleri bozmaya ve yıkmaya vakfetmiş İnsanlara, kimilerince “devletimizin(!) büyüğüdür” gerekçesiyle toz kondurulmuyor. Kâinâtı Sâni’siz, İnsanı sahipsiz gören İnsanlarla “devlete sahip çıkma” ortaklığına gidiliyor. Hoşgörü adına İslâm’a ihânetler ediliyor. Tahammülsüz yobazları iknâ adına, hakikatten tâviz üstüne tâvizler veriliyor.
Kalp ve vicdanları buna iknâ için ise, önümüze “Nuh’un gemisi” temsili sunuluyor. Hz. Nuh’un gemisinde her türlü mahlûkun kader birliği ederek barış içinde yaşadıkları hatırlatılıyor. Ama, “küçük” bir püf noktası da hemencecik atlanıyor. Gerçekten, Nuh’un gemisinde aslan da, ceylan da vardı. Ayılar, maymunlar, domuzlar, fareler ve yılanlar bile vardı. Ama inançsızlar yoktu! Tüm bu hayvanlar Nuh’un çağrısına fıtraten icâbet etmiş; onun selâmına selâmla mukabele etmiş; “Selâmun alâ Nûhın fi’l-âlemîn” [130] sırrına onlar da dâhil olmuşlardı. Hiçbiri “hudûdullah”a müdâhale etmeyen; binlerce yıldır yılanlar fareleri, gelincikler ve leylekler yılanları, büyük balıklar küçük balıkları, aslanlar ceylanları yediği halde, hiçbiri hiçbirinin soyuna ve sonuna kasdetmeyen, kendilerine takdir edilen rızıktan yalnızca karınlarını doyurup hayatlarını sürdürecek kadar yiyen mahlûklardı onlar. İmansız ve şükürsüz İnsanlar gibi, bir türün, hatta tümüyle hayatın canına kasdetmiyorlardı. Tok bir aslan, yanından geçen bir ceylana kem gözle bakmaz; karnı doymuş bir leylek keyif için yılan yakalamazdı. Bizim “vahşi” diye hakir gördüğümüz bu mahlûkat, Rabbinin koyduğu hadlere, “hudûdullah”a riâyet ediyorlardı; O’nun peygamberini tanımışlardı.
(O yüzden, hâlâ daha, Kur’ânî bir ta’limden hissedar olmuş anneler, her gün binlerce cinâyet ve soygunun yaşandığı medenî hayatın öte yandan İnsansız mekânlar için saldığı korkudan etkilenen çocuklarına, kırlara çıkarken, ormana giderken korkmamaları öğüdünü verirler. Derler ki, “ormana veya kıra adım atarken, ‘Selâmun alâ Nûhın fi’l-âlemîn’ deyin; mahlûkat Nuh selâmını bilir.” Nuh’un yanında olduğunuzu bilirse ve sizden kendisine zarar verecek bir tavır görmezse, size ilişmez. Rasûl-i Ekrem’in ders verdiği bir hakikatin cilvesidir bu. Onun, yılan gördüğünüzde “Enşednâkum bi’l-ahdi’lllezî ehaze aleykum Nûhun”, yani “Nuh’a verdiğiniz söz sebebiyle, Allah aşkına bize dokunmayın” deyiniz buyurduğuna dâir sahih rivâyetler mevcuttur.)
Akılsız hayvanlar bile Nuh’u tanır ve çağrısına fıtraten icâbet ederken, inançsızlar, Nuh’un (a.s.) tevhid çağrısına ısrarla kulak tıkamışlardı. Kulak tıkadıkları için, akletmeye de mecalleri kalmamıştı. Hz. Nuh’un, vaad edilen azâbın gelmesi için bedduâ etmesine sebep olan, hakikate karşı gözünü ve kulağını bu denli kapamış inançsız İnsanlardı. Nuh’un inkârda direten hanımı ve bir oğlu dâhil! Hatta onlar için “Ehlimi kurtar!” diye yakaran Nuh’a (a.s.), Rabbi tarafından “Onlar senin ehlin değil!” uyarısı yapılmıştı. Zira Nuh’un gemisine girmek için gereken ehliyet, mü’min olmaktı. Rabbini bilmek; yalnız ve ancak Allah’ı rab tanımaktı. Soyu, rengi, ırkı, ülkesi ne olursa olsun, Rabbini bilen herkes, “Nuh’un gemisi”ne girme hakkı taşıyor; Rabbini tanımayan ise, isterse Nuh’un oğlu olsun, bu haktan mahrum oluyordu.
Yani ne Nuh’un gemisi belli bir ırkı veya coğrafyayı temsil ediyor; ne de o coğrafyadaki herkes gemiye giriyordu. Nuh’un gemisi, tevhid gemisiydi; nereli ve kim olursa olsun, tevhide iman eden herkesi içeriyordu. Ama yalnız tevhide inananları içeriyordu. Ki, şu fırtınalı asırda, dünyevîliğin ortalığı sele verdiği şu çağdaş tûfan hengâmında, hepimizin bizi “sâhil-i selâmet”e çıkaracak böylesi bir gemiye ihtiyacımız var.
Ama, unutmayalım: Her gemi Nuh’un gemisi değildir. Nuh’un gemisi ise; toprağın, millî sınırların, devlet çatılarının “asıl” olduğu bir gemi değildir. Nuh’un gemisi, Rabbini tanıyan her türden mahlûkun buluştuğu bir gemidir. İnsanları o gemide görmenin yolu, herkesi mevcut haliyle oraya sokmak için gemiye giriş nizamnâmesini tâvizler ve te’villerle bozmaktan değil; herkese ulaşacak bir imanî dâvette bulunma cehdinden geçmektedir. Yoksa, Nuh’un gemisine girelim derken, başkalarının dolduruşuna gelip onların dolmuşuna binmek pekâlâ ihtimaldir. [131]
Hz. Nûh (a.s.)’un Tebliğ Mücâdelesindeki Örneklik
“Sonra gelenler içinde âlemlerde Nûh’a selâm olsun diye ona (iyi bir ün) bıraktık.” [132]. “Biz onu (Nûh’u) ve gemide bulunanları kurtardık. Geri kalanları suda boğduk. Doğrusu bunda (alınacak) âyet (ibret/ders) vardır; ama çokları iman etmiş değillerdir.” [133]
İslâm dâvetinin, kendi zâlim otoritelerinin ortadan kaldırılmasını da hedeflediğini anlayan Mekke ileri gelenleri (mele’), bunun önüne geçmek için, Rasûlullah’a ve diğer mü’minlere karşı hakaret ve baskı dolu bir kampanya başlattılar. Buna rağmen müslümanlar, Allah’ın âyetlerini onlara “okumak”tan vazgeçmediler. Fakat içinde bulundukları baskı ve zulüm, nihâyetinde bir beşer olan mü’minleri sıkmaya, zorlamaya başladı. Bunun üzerine Allah, müslümanlara şöyle seslendi: “Andolsun asra ki, İnsan şüphesiz ziyandadır. Ancak, iman edip sâlih amel işleyenler, birbirlerine Hakk’ı ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.”[134] Böylece Allah, her konuda olduğu gibi, “tebliğ”de de müslümanlardan “sabırlı” olmalarını istedi. Bir süre sonra, Nûh (a.s.) kıssasını indirerek Nûh kavminin peygamberlerine karşı olumsuz tavırlarını ve âkıbetini anlattı, muhâtapları uyardı.
Aynı zamanda “okuma” ve “sabır” örneği olarak Nûh’u zikrederek, rasûl ve müslümanların, karşılaştıkları engellere bakarak eylemlerinde gevşememeleri öğütlendi. Yanı sıra Yûnus (a.s.) kıssasını da indirerek “okuma” eyleminde “sabır”da sonuna kadar direnmeyen Yûnus (a.s.)’un kınandığı gösterildi. Rasûl ve mü’minlerin aynı olumsuz davranıştan sakınmaları istendi. “Sen Rabbinin hükmüne sabret, balık sahibi (Yûnus) gibi olma.” [135]
Nûh (a.s.): Allah Nûh’u da, diğer peygamberlerde olduğu gibi, kavminin içinden seçerek peygamber tâyin eder. “Andolsun Biz Nûh’u kavmine peygamber olarak gönderdik.” [136]; “Biz Nûh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik.” [137]
Kur’an’dan öğrendiğimize göre Nûh kavmi, çeşitli sahte tanrılara/putlara tapan, şirk içerisinde bir kavim idi. Nûh kavmi, ekonomik ve siyasî olarak sivrilmiş olan ve Allah’ın Kur’an’da mele’ olarak isimlendirdiği kimselerin istekleri, kanun ve düzenleri doğrultusunda yaşamaktaydı. Halkın yaşamını yönlendirmek için kanun ve düzenleri yapan ve İnsanlara dayatan kişiler mele’ adı verilen yönetici takımıydı. “Rabbim! Doğrusu bunlar bana isyan ettiler, malı ve evlâdı kendisinin sadece hüsrânını arttıran kimseye uydular, birbirinden büyük düzenler kurdular. Dediler ki: ‘Sakın ilâhlarınızı bırakmayın; Vedd, Suvâ, Yeğûs, Yeuk ve Nesr’i asla terketmeyin. Böylece birçok kimseyi yoldan çıkardılar.”[138]; İşte Nûh, böyle putperest bir kavme rasul olarak seçildi. “Andolsun Nûh’u da kendi toplumuna gönderdik. ‘Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah’tan başkasına kulluk etmeyin! Doğrusu ben hakkınızda can yakıcı bir günün azâbından korkuyorum’ dedi.” [139]
Kendilerine daha önce rasûl gönderilip inzâr edilmemiş bir toplumda artık hak-bâtıl mücâdelesi başlamış, Nûh (a.s.), kavmini sadece Allah’a kulluk etmeye, taptıkları ilâhlardan yüzçevirmeye çağırmıştır. Nûh’un bu çağrısına kavmi şaşırıp kalmıştı. İçlerinden çıkan Nûh, toplumun dinini ve o dine dayalı toplumsal yapıyı değiştirmek istiyordu. Tüm toplumu karşısına aldığı bu hareketteki cesareti nereden aldığını merak ediyordu İnsanlar. Öte yandan emperyalist mele’, yani ileri gelenler, ilâhlarına yapılan saldırılara sessiz kalamazlardı. İlâhların terkedilmesi, kâfirlerin otoritelerinin ve toplum üzerindeki sömürülerinin de tehlikeye düşmesi demekti. Bu nedenle Nûh’a (a.s.) karşı gelmeye ve halkın ona ittibâ etmemesi için var güçlerini kullanmaya başladılar. “Dediler ki: ‘Seni de ancak kendimiz gibi bir İnsan görüyoruz.”[140]; “Bu da sizin gibi bir İnsan! Ama size egemen olmak istiyor. Allah dileseydi (peygamber olarak) melekler indirirdi.” [141]
Egemenlikleri ve çıkarları tehlikeye düşen “ileri gelenler”, Nûh’a (a.s.) çamur üstüne çamur atmaya, Allah’ın İnsanlardan bir rasul göndermesinin anlamsız olduğunu iddia etmeye başlarlar. Nûh’un çabasını, “liderlik ve yönetici olma” çabası olarak göstermeye çalışırlar. Böylece Nûh’un (a.s.) dâvâsının İlâhî yönünü halktan saklamaya uğraşırlar. Hâlbuki Nûh, emin bir rasuldü, yalan ona yakışmazdı. Kendini olduğundan başka gösteremezdi. Sivrilme amacında olsaydı bunun için başka yollar denerdi. Meselâ yanına basit görüşlü “ayaktakımı” olarak nitelenen müstaz’af halkı değil; “mele” adı verilen, toplumun egemen sınıfına âit güçlü kimseleri toplardı. Oysa o, Allah’ın âyetlerini okuyordu onlara. Bu âyetlere kim iman ederse, o, Nûh’un yandaşı, sahâbîsi oluyordu.
Peygamber için mal-mülk değil; inanç önemliydi. Çünkü Allah, İnsanların servet ve güçlerine değil; iman ve amellerine göre değer biçiyordu.
Müşriklerin Dâvâdan Tâviz İstekleri: Bütün bu hamlelerine rağmen, Hz. Nûh’un tavrını değiştiremeyen mele’/ileri gelenler, kendileri gibi bir İnsanın bu “basit görüşlü ayak takımı” ile birlikte hareket etmesini onun şânına uygun görmezler. O “ayak takımı” olarak nitelendirdikleri müstaz’afları etrafından kovması gerektiğini, Nûh’un (a.s.) yerinin kendi yanları olduğunu telkin ederler. Nûh (a.s.), bu isteklere karşı şöyle cevap verir: “Benim ücretim Allah’a âittir.”[142]; “Mü’minleri yanımdan kovacak değilim; çünkü ben sadece uyarıcıyım.”[143] Nûh (a.s.) sonuna kadar iman edenleri savunur, onlara kol-kanat gerer. Onların hesabının Allah’a âit olduğunu, kendisinin sadece uyarıcı olduğunu defalarca anlatır. Mal-mülk için dâvâsından tâviz vermesinin mümkün olmadığını ısrarla beyan eder.
Nûh kıssasında Allah’ın Nûh (a.s.) hakkında belirttiği vasıflar, diğer kıssaları anlatılan rasullerde olduğu gibi, Mekke’de Hz. Muhammed (s.a.s.) için de sözkonusuydu. Mekke ileri gelenleri Peygamberimiz’e servet ve dünya nimetleri karşılığı dâvâsından vazgeçmesini teklif etmişlerdi. Peygamberimiz’in de cevabı, Nûh’un (a.s.) cevabı gibi olmuş ve müşriklerin bu taleplerini “Güneşi bir elime, ayı da diğer elime koysanız, yine de dâvâmdan vazgeçmem!” diyerek şiddetle geri çevirmişti. Kıssaların Mekke’de yaşamakta olan Hz. Muhammed’e (s.a.s.), sahâbîlerine ve müşriklere örnekliği, İnsanların sorunlarına ânında müdâhale etmesi ve örnek geçmiş tutumları bildirmesi; Peygambirimiz’in Mekke müşriklerinin kendisini mal-mülk karşılığı dâvâsından döndürme isteklerini bu şekilde reddedişi ile daha da somutlaşmaktadır.
Tebliğde Sabır: Kavminin müşrikleri ile Nûh (a.s.) arasındaki bu mücâdelede yıllar, asırlar geçer. Hz. Nûh, her fırsatta İnsanlara, Allah’ın risâletini bildirme, ulaştırma çabası içindedir: “Rabbim! Doğrusu ben kavmimi gece gündüz çağırdım.”[144]; “Onlara, açıktan açığa, gizliden gizliye söyledim.” [145]
Hz. Nûh’un tebliğ süresi hakkında Kur’an’da, Kur’an kıssalarında pek sık rastlanmayan bir uygulama ile, tebliğ sürecinin miktarı bildirilir: “Andolsun Biz, Nûh’u kavmine yolladık. Onların arasında bin seneden elli yıl eksik kaldı.”[146] Allah’ın bize bu miktarı bildirmesinde mutlak bir hikmetin olduğu âşikârdır. Allah bu uzun süreci bildirmekle, Mekke’deki mü’minlere ve kıyâmete kadar yaşayacak tüm iman edenlere, tebliğde sabretmelerini, bu hususta Nûh’un (a.s.) tebliğ eylemindeki sabrını örnek almalarını, Allah’ın emri gelinceye kadar tebliğ eylemini sürdürmelerini ister.
Nûh’un (a.s.) bu uzun tebliğ sürecindeki yoğun çabalarına rağmen, kavminin bir gemi dolusu iman eden İnsan hâricindeki çoğunluğu, dinlerinde ısrar ederek muhâlif kaldılar. Etrafında bir avuç mü’min toplandı. Hatta oğlu ve karısı bile iman etmediler [147]. Nûh’un dâvetine karşı kavmi: “Parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, inatlaştılar, büyüklendikçe büyüklendiler.”[148]; “Benim dâvetim, onlara kaçışlarını arttırmaktan başka bir katkıda bulunmadı.”[149] Nûh’la müşrikler arasında saflar net ve kesin olarak ayrılmıştı. Müşriklerin en son kozları, Nûh’u memleketten sürme tehditlerine ve azap isteklerine ulaşmıştı: “Ey Nûh! Bu işe son vermezsen taşlananlardan olacaksın!”[150] “Bizimle tartıştın, hem de çok tartıştın. Doğru sözlülerden isen bize tehdit ettiğin azâbı getir!” [151]
Mücâdelede Sonucun Allah’a Havâle Edilmesi: Çaresiz ve bitkin düşmüştü Hz. Nûh. Dayanacak gücü kalmamıştı. Sığınabileceği tek sığınağa, Allah’a sığındı ve şöyle yalvardı: “Rabbim! Beni yalanlamalarına karşı bana yardım et.”[152]; “Benimle onların arasında Sen hüküm ver. Beni ve beraberimdeki mü’minleri kurtar.”[153] Kâfirlerin yıllar süren inat ve kibirleri yüzünden işledikleri kötü fiiller basiretlerini köreltmişti. Artık Allah’ın nezdinde o kavmin iman etmesi mümkün değildir. Haklarındaki Allah’ın hükmü gerçekleşmiş, artık oranın müşriklerinin iman etmeyeceği ve helâk olacağı vurgulanmıştır. Nûh (a.s.), kavminin alaylarına aldırış etmeden gemi inşâ etmeye başlamıştır. Nihâyet gemi biter ve Tûfan da başlar.
Şefaat: Sular yükselmeye, gemiyi kaldıracak seviyeye gelmeye başlamıştı. O esnâda Nûh, oğlunu gördü. Allah’ın “aleyhine hüküm verilmiş olanın dışında” emrine rağmen babalık yüreği dayanamadı, onu da gemiye çağırdı: “Ey oğulcuğum, bizimle beraber gel, kâfirlerle birlik olma!”[154] Basîreti körelmiş kâfirlerden biri olan oğlu, Nûh’a şöyle cevap verdi: “Dağa sığınırım, o beni sudan kurtarır.”[155] Nuh oğluna şöyle seslendi: “Bugün acıdığı hâriç, O’nun emrinden koruyacak hiçbir şey yoktur. Aralarına dalga girdi ve o da boğulanlardan oldu.”[156] Nûh (a.s.) dayanamadı ve Rabbine seslendi: “Rabbim, oğlum benim ehlimdendi.”[157] Rasul olan bir baba bile oğlunu kurtaramamıştı. Bu dünyada şefaat edememişti ki, âhirette şefaat etmesi mümkün olsun! Hz. Nûh’un “kan bağı”na dayalı duygusal davranışına Allah şöyle cevap verdi: “Ey Nûh! O senin ehlinden sayılmaz, çünkü (onun yaptığı) sâlih olmayan bir ameldir. Öyleyse bilmediğin bir şeyi Benden isteme. Câhillerden olmamanı sana tavsiye ederim.” [158]
Allah’ın bu ifâdesi kıyâmete kadar tüm mü’minlere de bir uyarı, bir ihtardır. Müslüman olmayanın, (bırakın, babasının hacı, dedesinin hoca olmasını) peygamber soyundan gelse, babası peygamber bile olsa, bir değeri yoktur Allah yanında. Olamaz da. İnsanı âhirette kurtaracak olan ancak “selim bir kalp” (derin bir iman)[159] ve buna dayalı amellerdir.[160] Allah nezdinde kâfirlere şefaatçi yoktur. Müslümanlara da şefaatçi gerekmeyecektir. Herkes yaptığı amellerin karşılığını alacaktır. Kâfirler için rasul babası ve peygamber oğlu ya da rasul eşi olsa bile hiçbir şefaat, fidye ve diğer araçlar/vesileler, Allah katında kabul edilmez. [161]
Tûfân: Suların yükselmesiyle beraber Allah’ın Nûh kavmi hakkındaki kararı yerine gelmiş ve tûfan gerçekleşmişti. Kur’an’da tûfan üzerinde kâfirlere vaad (vaîd) edilen azap olarak durulmaktadır. Bundan başka bir gâye yoktur. Buna rağmen âlimler, tûfânın tüm dünyaya mı, yoksa Nûh kavmini mi kapsadığı üzerinde durmuşlar ve bu hususta hayli fikir yarıştırmışlardır. Ancak, ulemânın, tûfanın tüm dünyaya mı, yoksa sadece Nûh kavmine mi şâmil olduğu hakkında da somut bir karara varamadığı da âşikârdır. Her şeyden önce, kıssanın odak noktası “tûfan” değil; mü’min ve müşriklerin vahye karşı aldığı tavırdır. Tûfan olayı, Hz. Nûh’un verdiği uzun mücâdelede, kâfirler aleyhine gerçekleşmiş bir sonuçtur ve kıssanın sadece bir bölümünü oluşturmaktadır.
Tûfanın ister tüm dünyaya, isterse Nûh kavmine şâmil olduğuna inanalım, bu inanış bizim için imanî bir zaaf teşkil etmez. Ancak “gaybî bir olay” olan tûfan üzerinde sonuç getirmeyecek tartışmalara girmek, bizi özden cüze, hidâyetle ilgili içerikten gereksiz ayrıntılara çekeceğinden “gaybe taş atmak”tan kaçınmak daha doğrudur.
Rahmetten Tûfâna
Rahmeti zahmete çevirmekte insanoğlunun eline su dökecek yok. Zâten Nuh tûfânı da, İlâhî ve nebevî rahmeti takdir edemeyen insanın kendi çağırdığı ceza değil miydi? Suya hükmünü geçiremeyen, onunla yarışamayan, yağmura "yağ!" veya "dur!" diyemeyen, sellerin ve doğal âfetlerin ders veren zararlarını teknolojisiyle sıfırlayamayan insanın kendi âcizliğini ve tüm tabiatın/âlemlerin rabbine teslim olması gerektiğini kabul için, aslında çok zeki ve kültürlü olmaya gerek yok.
Kur'an, semâdan inzâl edildiği gibi; yağmur da yine semâdan (yukarıdan, üstten) inzâl edilmiş/indirilmiştir. Her ikisi de rahmettir. Bir çiçeğin, bir gülün semâdan inen rahmete/yağmura ihtiyacı vardır; yoksa bir ot yığını, bir diken parçası olur, ölür gider. Bir insanın da semâdan inen rahmete/Kur'an'a ihtiyacı vardır; yoksa canlı cenazeye, elbiseli oduna benzer, rûhen ölür gider. Su, hayat kaynağı olabilir; Kur'an ise âb-ı hayattır/ölümsüzlük suyu. Kur'an nağmelerinin ruhu coşturması gibi, su sesi de insana huzur verir; İkisi de Allah'ın kitabıdır çünkü. Birini içmeye başlarken "Elhamdü lillâh..." deriz; diğerini içtikten sonra. Kur'an çeşmesi cehennemimizin ateşini söndürecektir; suyun ateşi söndürdüğü gibi.
Su Tûfandır aynı zamanda; Firavunları ve destekçilerini de boğandır. Gökten sadece rahmet yağmaz; gazap yağdığı da olur. Rahmet, özdeki zehri artıran işlev de görür. Yağmur, kirazın tadını arttırır, ama Ebû Cehil karpuzu, bundan yararlanmasını bilmediğinden, ancak acılığı çoğalacaktır. Kur'an'ın mü'minlere şifâ ve rahmet yağdırırken; zâlimlerin hüsran/ziyanlarını arttırdığı (17/İsrâ, 82) gibi. Sen de rahmet ol; ince ince ve latifçe yağ gül tomurcuklarına, güldür yüzünü güllerin. Ama gülle olup yağmasını da bil, suya düşman olanların tepelerine. Sun rahmeti, rahmet ol, yağ insanların başlarına; tûfan ol, sertleşip dolu olarak in, rahmete sövenlere, bakma timsah gözyaşlarına. Binecek başka gemileri olmadığı halde, göz önündeki Nuh'un gemisini reddeden için kaçınılmaz sondur tûfanla helâk. Mûsâ'nın Rabbine ve mesajına kör ve sağır olanlar için su, ne hayat kaynağı ne de dosttur. Onlar, suya akseden kendi canavar görüntülerinin pençelerinde kıvranacaktır. Saydamdır su, aynadır; bakan göze göre değişir rengi. Yeşil gözle bakan yeşili, kızıl gözle bakan kızılı görecektir. Firavunlar Kızıl Denizde boğulurken, Mûsâlar yemyeşil ova gibi sıratta, sırât-ı müstakimde yol almıştır, yol alacaktır.
Yeryüzüne her saniye ortalama 16 milyon ton su inmekte, aynı miktarda da yeryüzünden buharlaşmaktadır. Modern bilimin ortaya koyduğu bu gerçek, 1400 yıl önce Yüce Rehber tarafından: "Her sene, yeryüzüne inen su miktarı eşittir. Sadece, suyun indiği yerler muhteliftir." şeklinde ifade edilmiştir. Tabii ki, yağış miktarı her yerde aynı değildir.
Dakikada yeryüzüne yaklaşık bir milyar ton, saniyede 16 milyon ton su, yağmur olarak indirilmektedir. Yağışlar, yeryüzünün değişik bölgelerinde farklı miktarlarda olmasına rağmen, evrende israfa yer verilmeyerek bu rakam korunur ve bir yıl içerisinde dünyaya düşen toplam yağmur miktarı, diğer yıllarda da hep aynı kalır ve bütün zaman boyu böylece devam eder.
Yağmur damlaları, dengelenmemiş bir yerçekimi kuvvetinin etkisinde kalsalardı; yere düşene kadar hızları devamlı artarak çok büyük değerlere ulaşırdı. Bu da, dolayısıyla muazzam hareket enerjisi kazanmış damlaların yeryüzüne taş gibi düşen felâketi olurdu. Bunun hiç de böyle olmadığını, ilmi sonsuz bir Yaratıcı'nın tecellisiyle başlangıçta hareketsiz olan her bir damlanın, yerçekiminin ters yönünde artan bir hava direncinin etkisinde hareket ettiğini görüyoruz. Bu şekilde damlaların hızları, yukarı yönlü hızla artan hava direnci ile, aşağı yönlü yerçekimi kuvvetinin birbirine eşit olmasına kadar artarak sonunda sabit kalmaktadır. O aktif, berrak ve tatlı su, hiçten ve gaybî bir hazine-i rahmet'ten gönderildiği hem câhillerce hem bilginlerce kabul edilir ki, sanki rahmet, tüm canlıların ihtiyaçlarına cevap vermek için tebessüm ederek damlalar suretinde ilahî hazine çeşmesinden akmaktadır. Yağmurda görülen bu İlâhî yardım tecellisinden dolayı ona rahmet adı verilmiştir.
Denizler dolusu su, gökler dolusu su... Bir senede yağan yağmurları bir araya toplamak mümkün olsaydı, belki Akdeniz'i doldururdu. Demek ki, bir senede Akdeniz'i gökyüzüne çıkarıp yere indiren, onları toprağın altına geçirip, yer altı kanallarında dolaştırıp, tekrar yeryüzüne ulaştırıp, insanların hizmetine sokan var.
"Hiç yağmur yağmasaydı ne olurdu?" "Yağan yağmurlar, hiç durmasaydı ne olurdu?" "Yağmurlar tane tane değil de oluktan boşanırcasına yağsaydı, kaya gibi başımıza düşseydi ne olurdu?" Bu üç sorunun cevapları aynı olacaktı: Tek kelimeyle "felâket!" Öyleyse yağmurun yağışında üç felâket gizlenmiş. Bizi bu üç felâketten koruyan var. Şükretmeyelim mi?
Suyun terkibi belli; iki hidrojen bir oksijenden oluşmuş. İyi de, teknolojiyi putlaştıran insanoğlu, laboratuvarda üretsin suyu, yağmur beklemesine ne gerek var? "De ki: (Sabahın birinde) Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?" [162]; "İçtiğiniz suyu düşündünüz mü? Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren Biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?" [163]
Nûh Kıssasının Mesaj ve Dersleri
a- Nûh (a.s.)’un risâletle görevlendirildiği esnâdan başlayarak giriştiği tebliğ mücâdelesi: Dokuz yüz elli yıl gibi çok uzun süren tebliğ mücâdelesinde, bıkmadan yılmadan sonuna kadar mücâdele etmesi, kıyâmete kadar yaşayacak tüm muhâtaplar için ders alınacak bir örnekliktir. Nûh (a.s.)’un bu uzun mücâdeledeki metodu ise âyetlerde şöyle veriliyor: “Rabbim, doğrusu ben kavmimi gece gündüz dâvet ettim.”[164]; “Onlara açıktan açığa, gizliden gizliye söyledim.” [165]
b- Kâfirlere yaranmak için dâvâdan tâviz verilmemesi ve müslümanların bütünlüğünün korunması: Kur’an’da kıssaları anlatılan tüm peygamberlerde olduğu gibi, Nûh kıssasında da, kâfirlerin dâvâdan tâviz verilmesi ve peygambere ittibâ eden müslümanların terkedilmesi karşılığı yaptıkları dünyalık tekliflere itibar edilmeyerek İslâm dâvâsından tâviz verilmemesi bizim için en güzel örnekliktir. “Benim ücretim Allah’a âittir.” [166]; “Mü’minleri de kovacak değilim. Çünkü ben sadece uyarıcıyım.” [167]
c- Peygamber soyundan olsa dahi, hiç kimse Allah’a teslim olmadıkça bu dünyada ve âhirette kurtuluşa eremeyecektir. Rasûl kendi soyundan olsa bile, Allah’a isyankâr olan ehline bu dünya şefaat edemez. Zâten bir kâfire, âhirette de şefaat etmesi mümkün değildir. Dolayısıyla İnsanlar iman etmedikçe bu dünyada ve âhirette şefaate ulaşamazlar. “Allah kâfirlere Nuh’un karısıyla, Lût’un karısını misal gösterir. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kulun (nikâhı) altında idiler; fakat onlara hıyânet ettiler. Kocaları Allah’tan (gelen) hiçbir şeyi onlardan savamadı. (Onlara:) ‘Cehenneme girenlerle beraber siz de girin!’ denildi.” [168]
d- Mücâdelede sürekli direniş ve sonucun Allah’a havâle edilmesi: Allah’ın âyetlerini var güçleri ile topluma ileten müslümanlar, bu çalışmalarının toplumsal neticesini, Allah’a havâle etmeleri, sonucun O’nun takdirinde olduğunu anlamaları gereklidir. Yani tebliğ mücâdelesini akamete uğratmamaları, Yûnus (a.s.) gibi toplumdan uzaklaşmamaları lâzımdır. Bu husustaki Nûh’un (a.s.) duâsı, bize metod hakkında bilgi vermektedir: “Benimle onların arasında Sen hüküm ver. Beni ve beraberimdeki mü’minleri kurtar.”[169] Eğer müslümanlar toplumlarının tebliğe boyun eğmemelerine kızarak Allah’ın âyetlerini tebliğ etmekten vazgeçerlerse, bu hususta Allah’ın emri olmadan böyle bir davranış gösteren Yûnus (a.s.) kıssasındaki gibi Allah tarafından kınanma durumunda kalabileceklerdir. Bu yüzden tebliğ sürecinin fetrere uğratılmaması ve tebliğde sürekli direniş gösterilmesi gereklidir Nûh kavmindeki tebliğin sonunu, Allah şöyle belirtiyor: “Senin kavminden iman etmiş olanlardan başkası (bundan sonra) iman etmeyecek.” [170]
e- Hidâyet ve zafer, Allah’ın dilemesine bağlıdır. Bu yüzden müslümanların sayılarının azlığı ve dünyada kâfirlere gâlip gelememeleri gerçek anlamda yenilgi değildir. Müslümanların yapması gereken Hakk’ın şâhitliğini göstermektir. Bu hususta ellerinden gelen tüm gayreti ortaya koymaları, onların yegâne görevidir. Nûh (a.s.)’un az sayıda İnsanın hidâyetine vesile olması, onun görevini yapmadığı anlamına gelmez. Nûh, Hakk’ın şâhitliğini yapmış ve Allah’ın bu imtihan dünyasındaki ondan istediği hususları en güzel şekilde yerine getirmiştir. Hz. Muhammed (s.a.s.) ve sahâbîleri bu kıssanın Kur’an’da indiği zaman belki Nûh kavminin âkıbeti gibi kendilerinin de aynı âkıbete uğrayacaklarını sanmışlardı. Oysa Allah onlara çoğunluğa dayanan bir zafer ihsan etti. Hz. Muhammed (s.a.s.) ve sahâbîlerini yeryüzünün hâkimleri yaptı. Bu örnek, bizim sonuçlarla ilgilenmemizin çok önemli olmadığını, asıl olanın Allah’ın emirlerini topluma iletmek, Hakk’ın şâhitliğini yapmak, hidâyet ve zafer olayının Allah’ın elinde olduğuna inanmak gerektiğini ortaya koymaktadır. [171]
Hz. Nûh, ümmetinin durumunu değiştirmek, onları üzerinde bulundukları bâtıl yoldan hakka iletmek ve şirkin karanlığından kurtararak tevhidin aydınlığına iletmek için uzun süre çabaladı durdu. Tevhid dâvetini net bir biçimde saf olarak hiç kapalılık bırakmadan, bütün berraklığıyla açık-seçik bir vaziyette kavmine sundu. Bunun için her gün artan bir gayret sarfetti. Geceyi gündüze kattı. Dokuz yüz elli sene kavmini iman aydınlığına kavuşturmak için durmak bilmeden çalıştı, çalıştı. Onları gerçeği görmeye çağırdı.
Nûh (a.s.) kavmini hakka çağırırken durmadı, yorulmadı, bıkmadı. Tek tek söyledi; topluca çağırdı. Açıktan konuştu. Gizli anlattı. Yüksek sesle seslendi. Dış dünyaya, göklerin yaratılışına, ayın ışıklarına, güneşin ışık dağıtışına, yağmurun yağışına, toprağın yetiştiriciliğine, Allah’ın kendilerine verdiği çocuk ve mal nimetlerine dikkat etmeye, öz nefislerini incelemeye ve bunlardan ibret alıp Allah’a inanmaya çağırdı. Hak dâvetçilerinin vasıflarını ve çalışma usûllerini ilk defa açıkladı. Bu yönde ilk örnek oldu. [172]
Nuh (a.s.) dâvetiyle tevhid mücâdelesinin dayandığı temelleri ve bu dâvet esnâsında kullanılan usûlleri açıkça gösterdi. Bunu yaparken birinci derecede peygamberlik, dolayısıyla da tevhid dâvetçisi olma görevinin hesabını verdi. Eksiksiz ve net bir söylemle kavmini tevhide dâvet etti. Usûl güzeldi. Çalışma yerindeydi. Fakat kavmine istediği ölçüde tesir edemedi. Çünkü etki ve netice Allah’a âitti. [173]
Hz. Nuh’un müşrik oğlunun, sâlih amel sahibi bir mü’min olmadığından dolayı, Hz. Nuh’un evlâdı bile sayılamayacak ve dünyada helâka uğrayanlardan olduğu gibi, âhirette de azâba uğrayacak olması konusunda, inanç bağının ne kadar önemli olduğu açıkça görülmektedir. Kendi öz oğlunu kâfirlikten dolayı kurtaramamıştı Hz. Nuh. İnanç bağı dışında kalan kan ve soy bağı, cins ve ırk bağı, meslek ve sınıf bağı, renk ve dil bağı, kavim ve aşiret bağı, toprak ve vatan bağı müslüman fertleri birbirine bağlayamaz. İşte bu olay, câhiliyye mantığı ile İslâm mantığını birbirinden ayıran temel noktalardandır. Câhiliyye mantığıyla bakış açısına sahip olanlar, büyük bir yanılgıya düşmüş olurlar. Çünkü câhiliyye mantığında ne olursa olsun, baba çocuğunu dışlayıp yabana atamaz. Tehlikeli günlerde mutlaka sahip çıkması gerekir. Baba-evlât bağları her bağın üstündedir. Ama İslâm, bütün bu ince ve kopmak üzere olan bağlara sahip çıkmaz. İslâm, sadece akîde bağını tanır ve neticeyi de ona göre sonuçlandırır.
Nuh (a.s.) ile oğlu arasında geçen olay ile, İbrâhim (a.s.) ile babası, Muhammed (s.a.s.) ile Ebû Tâlip arasında geçen olayın mâhiyeti birdir. Yol şudur: Ya bir olan Allah’ın tek ilâh olduğuna dayanan İslâm’a; ya da birçok âciz İnsanın kendi kafasından türettiği, kendi gibi bir beşer olan birinin ilke ve felsefesinden türeyen câhiliye düzenine inanılacaktır. Neticede ya gemiye binip Allah’ın izniyle kurtulup dünyada huzurlu ve âhirette sonsuz bir şekilde müreffeh bir hayat seçilecek, ya da sularda boğulup Allah’ın çetin azâbıyla başbaşa kalınacaktır. Öz olarak ya tevhid, ya şirk; ya İslâm, ya küfür, ya cennet ya da cehennem...
Nûh (a.s.) ve Tebliğ Mücâdelesiyle İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Nûh İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 43 Yerde): 3/Âl-i İimrân, 33; 4/Nisâ, 163; 6/En’âm, 84; 7/A’râf, 59, 69; 9/Tevbe, 70; 10/Yûnus, 71; 11/Hûd, 25, 32, 36, 42, 45, 46, 48, 89; 14/İbrâhim, 9; 17/İsrâ, 3, 17; 19/Meryem, 58; 21/Enbiyâ, 76; 22/Hacc, 42; 23/Mü’minûn, 23; 25/Furkan, 37; 26/Şuarâ, 105, 106, 116; 29/Ankebût, 14; 33/Ahzâb, 7; 37/Sâffât 75, 79; 38/Sâd, 12; 40/Mü’min, 5, 31; 42/Şûrâ, 13; 50/Kaf, 12; 51/Zâriyât, 46; 53/Necm, 52; 54/Kamer, 9; 57/Hadîd, 26; 66/Tahrîm, 10; 71/Nûh, 1, 21, 26.
- Nûh (a.s.)’un Kavmiyle Dâvet İlişkisini Anlatan Âyetler: 7/A’râf, 59-64; 10/Yûnus, 71-73; 11/Hûd, 25-49; 23/Mü’minûn, 23-30; 26/Şuarâ, 105-122; 29/Ankebût, 14-15; 37/Sâffât, 75-82; 54/Kamer, 9-16; 71/Nûh, 1-28.
- Nûh (a.s.)’a Peygamberlik Verilmiştir: 4/Nisâ, 163; 6/En’âm, 84; 57/Hadîd, 26.
- Nûh (a.s.)’un İnsanlığın İkinci Atası Olması: 17/İsrâ, 3.
- (Nûh (a.s.)’un Peygamberlik Süresi: 29/Ankebût, 14.
- Nûh (a.s.)’un Neslinden Peygamber Gönderilmesi: 3/Âl-i İmrân, 33-34; 37/Sâffât, 77-81; 57/Hadîd, 26.
- Nûh (a.s.) Nûh Kavmine Gönderilmiştir: 23/Mü’minûn, 23; 26/Şuarâ, 105-107; 29/Ankebût, 14; 71/Nûh, 1.
- Nûh (a.s.)’un Kavmine Dâveti ve Kavminin Tepkisi: 7/A’râf, 59-64; 10/Yûnus, 71-73; 11/Hûd, 25-34; 23/Mü’minûn, 23-26; 26/Şuarâ, 105-118; 71/Nûh, 1-20.
- Nûh (a.s.)’un Hem Açık, Hem Gizli Dâveti: 71/Nûh, 8-9.
- Nûh Kavminin Taptığı Putlar: 71/Nûh, 23.
- Nûh (a.s.)’un Kavmine Bedduâsı: 71/Nûh, 5-28.
- Nûh (a.s.)’un Karısının İhâneti: 66/Tahrîm, 10.
- Nûh (a.s.)’un Kavminin Kötülüğü: 54/Kamer, 9.
- Nûh Tûfânı: 54/Kamer, 9-14.
- Nûh (a.s.)’un, Gemi Yapmakla Emrolunması: 11/Hûd, 36-40; 23/Mü’minûn, 26-27.
- Nûh (a.s.)’un, Gemiye Hayvanlardan İkişer Çift Alması: 23/Mü’minûn, 27.
- Nûh (a.s.)’un, Akrabâsının Kurtulması İçin Duâsı ve Aldığı Cevap: 11/Hûd, 45-47; 23/Mü’minûn, 27.
- Nûh (a.s.)’un En Yakın Akrabâsının Durumu: 11/Hûd, 40, 42-43.
- Nûh Kavminin Yok Oluşu: 7/A’râf, 59-64; 10/Yûnus, 71-73; 11/Hûd, 42-43; 17/İsrâ, 17; 21/Enbiyâ, 76-77; 25/Furkan, 37; 26/Şuarâ, 119-1222; 29/Ankebût, 14, 40; 37/Sâffât, 75-76, 82; 50/Kaf, 12, 14; 51/Zâriyât, 46; 53/Necm, 52; 54/Kamer, 9-14; 71/Nûh, 25-26.
- Nûh (a.s.)’un Kavminden İman Edenlerin Tûfandan Kurtulması: 11/Hûd, 41-42, 44; 48-49; 21/Enbiyâ, 76-77; 23/Mü’minûn, 28; 26/Şuarâ, 119; 29/Ankebût, 15.
- Nûh (a.s.)’un, Tûfandan Kurtulunca Duâsı: 23/Mü’minûn, 28-29.
- Nûh (a.s.)’ın Kıssasında İbretler Vardır: 23/Mü’minûn, 30; 69/Haakka, 11-12.
- Nûh (a.s.)’un Mü’minler İçin Duâsı: 71/Nûh, 28.
[1] 3/Âl-i İmrân, 33
[2] 37/Sâffât, 79-81
[3] İbn Sa'd et-Tabakâtû'l-Kübrâ, Beyrut t.y., I, 42
[4] Buhârî, Libâs, 89, 97
[5] 71/Nûh, 23
[6] 71/Nûh, 1
[7] 7/A'râf, 59
[8] 11/Hûd, 25-26
[9] 23/Mü'minûn, 23
[10] 71/Nûh, 2-4
[11] 7/A'râf, 61-63
[12] 11/Hûd, 27
[13] 23/Mü'minûn, 24
[14] 11/Hûd, 27
[15] 23/Mü’minûn, 25
[16] 54/Kamer, 9
[17] 26/Şuarâ, 14-15
[18] 11/Hûd, 38
[19] 26/Şuarâ, 106-110, 135
[20] 26/Şuarâ, 136
[21] 26/Şuarâ, 116
[22] 11/Hûd, 40
[23] 11/Hûd, 32
[24] 11/Hûd, 33-34
[25] 26/Şuarâ, 117-118
[26] 23/Mü'minûn, 26
[27] 54/Kamer, 10
[28] 11/Hûd, 36-37
[29] 11/Hûd, 36-39
[30] Taberî, Târîhu’r-Rasûl vel-Mulûk, Beyrut 1967, I, 180
[31] a.g.e., I, 183
[32] Taberî, a.g.e., I, 182
[33] 54/Kamer, 13
[34] 71/Nûh, 5-11, 21-24, 26-27
[35] Taberî, a.g.e., I, 182
[36] 11/Hûd, 40
[37] Taberî, a.g.e., I, 187-189
[38] 11/Hûd, 42-43
[39] 54/Kamer, 11-12
[40] 11/Hûd, 44
[41] Taberî, a.g.e., I,190
[42] 11/Hûd, 48
[43] a.g.e., 189
[44] M.Ali Sabûni, en-Nübüvve vel-Enbiyâ, Dımaşk 1985, 154
[45] 54/Kamer, 15
[46] 37/Saffât, 77
[47] Taberî, a.g.e., I, 192
[48] İbnul-Esîr, el-Kâmü fi't-Tarih, Beyrut 1979, I, 78
[49] 29/Ankebût, 14
[50] Sabûnî, a.g.e., 154
[51] 37/Sâffât, 81-82
[52] 37/Sâffât, 83
[53] 46/Ahkaf, 35
[54] Ömer Tellioğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 117-120
[55] 11/Nûd, 27
[56] 23/Mü’minûn, 24
[57] 11/Hûd, 31
[58] 23/Mü’minûn, 25
[59] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, s. 28-33
[60] Ömer Tellioğlu, Şamil İslâm Ans. C. 5, s. 120-121
[61] 3/Âl-i İmrân, 33
[62] 4/Nisâ, 163
[63] 7/A’râf, 59-64
[64] 7/A’râf, 69
[65] 9/Tevbe, 70
[66] 10/Yûnus, 71-73
[67] 11/Hûd, 25
[68] 11/Hûd, 25-49
[69] 11/Hûd, 89
[70] 14/İbrâhim, 9
[71] 17/İsrâ, 3
[72] 17/İsrâ, 17
[73] 19/Meryem, 58
[74] 21/Enbiyâ, 76-77
[75] 22/Hacc, 42
[76] 23/Mü’minûn, 23
[77] 23/Mü’minûn, 23-30
[78] 25/Furkan, 37
[79] 26/Şuarâ, 105
[80] 26/Şuarâ, 105-122
[81] 29/Ankebût, 14-15
[82] 29/Ankebût, 40
[83] 33/Ahzâb, 7
[84] 37/Sâffât, 75-82
[85] 40/Mü’min, 5
[86] 40/Mü’min, 31
[87] 42/Şûrâ, 13
[88] 50/Kaf, 12
[89] 51/Zâriyât, 46
[90] 54/Kamer, 9-16
[91] 57/Hâdîd, 26
[92] 66/Tahrîm, 10
[93] 69/Haakka, 11-12
[94] 71/Nûh, 1-28
[95] 29/Ankebût, 14
[96] 23/Mü'minûn, 23-26
[97] 23/Mü'minûn, 27
[98] 54/Kamer, 11-13
[99] 23/Mü’minûn, 27
[100] 11/Hûd, 44
[101] 69/Haakka, 11-12
[102] Tekvin, 6/5-8
[103] 11/Hûd, 50
[104] 11/Hûd, 61
[105] 11/Hûd, 25-26
[106] 7/A'râf, 64
[107] 7/A'râf, 72
[108] 28/Kasas, 59
[109] Hud Suresi, 40
[110] 54/Kamer, 11-12
[111] 69/Haakka, 11
[112] Hicr Suresi, 9
[113] Tekvin, 6/13-22
[114] Tekvin, 8/1-19
[115] Tekvin, 7/1-24
[116] Tekvin, 9/11
[117] Matta, 24/37-39
[118] II. Petrus, 2/5
[119] Harun Yahya, Kavimlerin Helâkı, s. 12-34
[120] 22/Hacc, 37
[121] M. Sait Şimşek, Kur’an Kıssalarına Giriş, s. 28-29
[122] Bk. Tekvin, 7/18-24
[123] 29/Ankebût, 15
[124] Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber'in Hayatı, Mevdûdi, Pınar Y. s. 305-308
[125] 11/Hûd, 44
[126] Bk. Tekvin, 8/4
[127] Geniş bilgi için Bk. Hikmet Tanyu, Cûdî D. İslâm Ansiklopedisi, 8/79-80; Mevdûdi, tefhim, 2/395-396
[128] Bk. Hamevî, Mu'cemu'l-Büldân, 3/162-163
[129] Bk. Harun Yahya, Kavimlerin Helâkı, s. 20-21; Ali Akpınar, Kur'an Coğrafyası, Fecr Y. s. 144-145
[130] 37/Sâffât, 79
[131] Metin Karabaşoğlu, Kur’an Okumaları, Karakalem Y. s. 81-84
[132] 37/Sâffât, 78-79
[133] 26/Şuarâ, 119-121
[134] 103/Asr, 1-3
[135] 68/Kalem, 48
[136] 11/Hûd, 25
[137] 4/Nisâ, 163
[138] 71/Nûh, 21-24
[139] 11/Hûd, 25
[140] 11/Hûd, 27
[141] 23/Mü’minûn, 24
[142] 11/Hûd, 29
[143] 26/Şuarâ, 114-115
[144] 71/Nûh, 5
[145] 71/Nûh, 8-9
[146] 29/Ankebût, 14
[147] 11/Hûd, 46; 66/Tahrîm, 10
[148] 71/Nûh, 7
[149] 71/Nûh, 6
[150] 26/Şuarâ, 116
[151] 11/Hûd, 32
[152] 23/Mü’minûn, 25
[153] 26/Şuarâ, 118
[154] 11/Hûd, 42
[155] 11/Hûd, 43
[156] 11/Hûd, 43
[157] 11/Hûd, 45
[158] 11/Hûd, 46
[159] 26/Şuarâ, 89
[160] 52/Tûr, 19
[161] Bk. 66/Tahrîm, 10; 26/Şuarâ, 120
[162] 67/Mülk, 30
[163] 56/Vâkıa, 68-70
[164] 71/Nûh, 15
[165] 71/Nûh, 8-9
[166] 11/Hûd, 29
[167] 26/Şuarâ, 114-115
[168] 66/Tahrîm, 10
[169] 26/Şuarâ, 118
[170] 11/Hûd, 36
[171] Cengiz Duma, Hak Söz, sayı 50, (Mayıs 1995), s. 39-41
[172] N. Mehmet Solmaz, L. Çakan, Kur’ân-ı Kerime’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi, 1/43
[173] Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, s. 80
ÂDEM (A.S.)
 D E M (A. S.)
- Âdem Kelimesi
- Âdem'in Yaratılışı
- Âdem'e Ruh Verilmesi
- Âdem'e İsimlerin Öğretilmesi
- Âdem'in Cennete Yerleştirilmesi; Âdem’in Cennetinin ve Yasak Ağacın Mâhiyeti
- İsrâiliyât ve Kitab-ı Mukaddes'e Göre Hz. Âdem
- Âdem'in Peygamberliği
- Âdem Olmak / Adam Olmak
- Âdem'in Kur'an'da Anlatılan Kıssasından Ders ve İbretler
"Allah Âdem'e bütün isimleri, (eşyanın adlarını ve ne işe yaradıklarını) öğretti. Sonra onları önce meleklere arzedip, 'Eğer siz sözünüzde sâdık iseniz; şunların isimlerini Bana bildirin' dedi." [1]
Âdem Kelimesi
"Âdem" kelimesinin hangi dilden geldiği ve hangi kökten türemiş olduğu konusu müslüman dilciler arasında tartışmalıdır. Arap dilcilerinin çoğu, bu kelimenin Arapça asıllı olduğunu, "esmerlik" ve "ülfet" anlamına gelen "üdme" veya "tip, örnek" anlamına gelen "edeme" kökünden türediğini savunurlar. Başka bir görüşe göre, "bir şeyin dış yüzü" anlamına gelen "edîme" kelimesinden türetilmiştir. Âdem kelimesinin Arapça'ya Süryânîce veya Ârâmîce'den geçtiğini savunanlar da olmuştur.
İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem'e İslâmî kaynaklarda insanlığın atası olması sebebiyle "Ebu'l-Beşer", Kur'an'da Allah'ın seçkin kulları arasında sayılmış olduğundan[2] "safiyyullah" ünvanlarıyla da anılmaktadır. Âdem kelimesi, Kur’ân-ı Kerim'de 25 yerde geçmektedir.
Hz. Âdem'in Yaratılışı
Kur’ân-ı Kerim'e göre Hz. Âdem'in yaratılışının diğer insanlarınki gibi olmadığı kesindir. "Allah nezdinde (yaratılış bakımından) İsa'nın durumu Âdem'e benzer. Allah, onu topraktan yarattı; sonra ona 'ol!' dedi ve o da oluş sürecine girdi."[3] Bu âyet, bu iki peygamberin yaratılışlarındaki olağan üstü duruma işaret eder. Allah, Hz. Âdem'i topraktan yarattı.[4] Yüce Allah yeryüzünde bir halife yaratacağını meleklerine bildirdiği zaman; ilim, irâde ve kudret sıfatlarıyla donatacağı bu varlığın yeryüzüne uyum sağlaması için maddesinin de yeryüzü elementlerinden olmasını dilemiştir. "Sizi (aslınız Âdem'i) topraktan yaratmış olması O'nun âyetlerindendir. Sonra siz (her tarafa) yayılır bir beşer oldunuz." [5]
Genellikle sahih kabul edilen bir hadis-i şerife göre Allah, Âdem'i yeryüzünün her tarafından alınan toprak örneklerinin birleşiminden yaratmıştır. Bu toprağın çeşitliliğinden dolayı da Âdem'in nesli değişik karakterler taşır. "Allah Teâlâ Âdem'i yeryüzünün her tarafından avuçladığı bir avuç topraktan yarattı. Bunun için Âdemoğulları kendilerinde bulunan toprak miktarına göre, kimi kırmızı, kimi beyaz, kimi siyah, kimi bunların arasında bir renkte; (tabiat/huy bakımından da) kimi yumuşak, kimi sert, bazıları kötü, bazıları da iyi olarak geldiler." [6]
Allah Teâlâ, Hz. Âdem'i yaratırken maddesi olan toprağı çeşitli hal ve safhalardan geçirmiştir:
1- Türâb (toprak) safhası "Sizi (aslınız Âdem'i) topraktan yaratmış olması O'nun âyetlerindendir." [7]
2- Tîn safhası. Tîn: Toprağın su ile karışımıdır ki, buna çamur ve balçık denilir. Bu safha insan ferdinin ilk teşekkül ettirilmeğe başlandığı merhaledir: "O (Allah) her şeyi güzel yaratan ve insanı başlangıçta çamurdan yaratandır." [8]
İnsan hayatının ruh üflenmesinden/candan sonra iki temel unsuru su ve topraktır. "Allah her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürüyor, kimi iki ayağı üstünde yürüyor, kimi de dört ayağı üzerinde yürüyor. Allah ne dilerse yaratır. Çünkü Allah her şeye hakkıyla kaadirdir."[9]; "O (Allah) sudan bir beşer (insan) yaratıp da onu soy-sop yapandır. Rabbin her şeye kaadirdir." [10] Yeryüzünün 3/4'ü su ile kaplıdır. İnsan vücudunun da % 75'i sudur. Demek ki dünyadaki bu düzen, aynen insana da intikal ettirilmiştir. "Andolsun Biz insanı (Âdem'i) çamurdan süzülmüş bir hülâsadan yarattık." [11] İşte ilk insan, yaratılışının mertebelerinde, önce böyle bir çamurdan sıyrılıp çıkarılmış, sonra hülâsadan (bir soydan) yaratılmıştır.
3- Tîn-i lâzib: Cıvık ve yapışkan çamur demektir. Toprağın su ile karıştırılıp çamur olmasından sonra, üzerinden geçen merhalelerden birisi de "tîn-i lâzib" yani yapışkan ve cıvık çamur safhasıdır. Hz. Allah, bu süzülmüş çamuru cıvık ve yapışkan bir hale getirdi. "Biz onları (asılları olan Âdem'i) bir cıvık ve yapışkan çamurdan yarattık." [12]
4- Hame-i Mesnûn: Sûretlenmiş, şekil verilmiş, değişmiş ve kokmuş bir haldeki balçık demektir. "Andolsun Biz insanı kuru bir çamurdan, sûretlenmiş ve değişmiş bir çamurdan yarattık." [13] Böylece Allah, Âdem'i topraktan yaratmaya başlıyor. Bunu da su ile karıştırarak tîn-i lâzib yapıyor. Sonra bunu da değişikliğe uğratarak kokmuş ve şekillenmiş hame (balçık) haline getiriyor.
5- Salsâl: Kuru çamur demektir. Cenâb-ı Hak, kokmuş ve sûretlenmiş çamuru da kurutarak "fahhâr" (kiremit, saksı, çömlek, porselen) gibi tamtakır kuru bir hale getir. "O Allah insanı bardak gibi (pişmiş gibi) kuru çamurdan yaratmıştır." [14]
Hz. Âdem'in hangi günde yaratıldığı Kur'an'da belirtilmemekte, ancak hadislerde onun Cuma günü yaratıldığı, o günde cennete konulduğu, yine Cuma günü cennetten çıkarıldığı, aynı günde tevbesinin kabul edildiği ve yine bir Cuma günü vefât ettiği haber verilmektedir. [15]
Hz. Âdem'e Ruh Verilmesi
Cenâb-ı Allah, Hz. Âdem'i yaratırken, maddesi olan çamuru, çeşitli mertebelerde değişikliğe uğratarak, canın verilmesi ve ruhun nefh edilmesine müsait bir hale getirdi. Nihâyet şekil ve sûretinin tesviyesini/düzenlemesini tamamlayınca ona can vermiş ve ruhundan üflemiştir. "Rabbin o zaman meleklere demişti ki: 'Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Artık onu düzenleyerek (hilkatini) tamamlayıp ona da rûhumdan üfürdüğüm zaman kendisi için derhal secdeye kapanın.' Bunun üzerine İblis'ten başka bütün melekler secde etmişlerdi. O (İblis) büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu. Allah: 'Ey İblis, iki elimle (bizzat kudretimle) yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yücelerden mi oldun?' buyurdu. İblis dedi: 'Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın." [16]
Cenâb-ı Allah, böylece Hz. Âdem'i en mükemmel bir şekilde yarattı. Yaratılışı tamamlandıktan sonra Allah ona, haydi şu meleklere git, selâm ver ve onların selâmını nasıl karşıladıklarını dinle! Çünkü bu, hem senin, hem de zürriyetinin selâmlaşma örneğidir, buyurdu. Bunun üzerine Hz. Âdem meleklere: "Es-selâmü aleyküm" dedi. Onlar da "Es-selâmü aleyke ve rahmetullah" diye karşılık verdiler. Âdem, insanların büyük atası olduğu için, Cennete giren her kişi, Âdem'in bu güzel sûretinde girecektir. Hz. Âdem'in torunları, onun güzelliğinden birer parçasını kaybetmeye devam etti. Nihâyet bu eksiliş şimdi (Peygamberimiz zamanında) sona erdi. [17]
Kur’ân-ı Kerim'de Hz. Âdem'le ilgili âyetlerde üç nokta dikkatimizi çekmektedir. Öncelikle Âdem'in, önemsiz bir madde olan topraktan başlamak üzere bedenî ve ruhî yönleriyle tam ve kâmil bir insan haline gelinceye kadar geçirdiği safhalardan söz edilir ve bu sûretle Allah'ın kudretinin üstünlüğü vurgulanmış olur. İkinci olarak Âdem'in varlık türleri arasındaki mevkiinin yüksekliğine işaret edilir. Bu âyetlerde hem Âdem'in hem de onun soyunun yeryüzünün halifeleri olduğu, Allah'ın kendilerine verdiği aklî, zihnî, ahlâkî meziyetlerden, dolayısıyla Allah'a ibâdet hükümlerinin yerine getirilmesini sağlayan, ayrıca diğer birçok varlık türlerini kendi hizmetinde kullanabilen varlık olduğuna dikkat çekilir. Çeşitli âyetlerde Allah'ın emri uyarınca meleklerin Âdem'e secde ettikleri bildirilmektedir.
Buna göre Allah, Âdem'i meleklerden daha üstün ve onların saygısına lâyık bir mertebede yaratmıştır. Bu meziyet yalnız Âdem'e ait olmayıp aynı zamanda bütün insanlığa şâmil bir şereftir. Kur'an'da başka vesilelerle de insanoğlunun bu meziyetine işaret edilmiştir.[18]
Kur’ân-ı Kerim'in Âdem'le ilgili olarak ele aldığı üçüncü konu onun peygamberliğidir. Hz. Âdem'in nebî veya Rasûl olduğunu açık ve kesin olarak ifade eden âyet yoksa da yine Kur'an'ın açıkladığına göre, Âdem Rabbi'nden vahiy (kelimât) almıştır.[19] Allah ona hitap etmiş, yükümlülük ve sorumluluğunu bildirmiştir.[20] Başka bir âyette de Allah'ın Nuh, İbrahim hânedanı ve İmran'ın ehli ile birlikte Âdem'i de âlemlere üstün kıldığı belirtilmekte,[21] böylece dolaylı olarak onun peygamber olduğuna işaret edilmektedir.
Hz. Âdem'e İsimlerin Öğretilmesi
Allah, Hz. Âdem'i yarattıktan sonra, dünyaya yerleşip kendilerinden faydalanabilmeleri için ona eşyanın isimlerini ve özelliklerini öğretti. İsimlerin delâlet ettiği varlıkları anlama yeteneği verdi. "Hatırla ki Rabbin meleklere: 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' dedi. Onlar: 'Biz hamdinle Seni tesbih ve Seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?' dediler. Allah da onlara: 'Sizin bilemeyeceğinizi Ben bilirim' dedi. Allah, Âdem'e bütün isimleri öğretmişti. Sonra onları (onların delâlet ettikleri âlemleri ve eşyayı) meleklere gösterip sâdıklar iseniz (her şeyin içyüzünü biliyorsanız) bunları isimleriyle bana haber verin' demişti. (Melekler de:) 'Seni tenzih ederiz; Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Çünkü her şeyi hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan şüphesiz ki Sensin Sen' demişlerdi." [22]
Allah, Âdem'i yeryüzünün halifesi yapacağını meleklerine tebliğ etmiş, Âdem'i yarattıktan sonra ona eşyanın isimlerini öğretmiş, eşyanın bilgisini edinme ve beyan etme kabiliyetini vermiştir. Meleklerin devamlı olarak tesbih ve takdis vazifesiyle meşgul olmaları ve nefislerinin olmaması sebebiyle yeryüzünde halifelik ve imtihan keyfiyetlerine Âdem ve evlâtlarının lâyık olacaklarını Allah, Âdem ile melekleri bir imtihandan geçirerek göstermiştir.
Hz. Âdem ve onun soyunun diğer birçok varlıktan daha üstün ve değerli sayılmasının[23] temelinde, Allah'ın onlara verdiği bilgi gücü bulunduğu söylenebilir. Nitekim Kur'an'da meleklerin, insanoğlunu "yeryüzünde fesat çıkaran ve kan döken" varlık olarak nitelendirmeleri üzerine Allah'ın Âdem'e bütün isimleri öğrettikten sonra bunları meleklere sorduğu, onlar bilemeyince Âdem'e "Ey Âdem, onlara eşyanın isimlerini bildir!" dediği ve Âdem'in isimleri onlara bildirdiği açıklanmıştır.[24] Tefsirlerde genellikle bu âyetlerdeki "isimler"in kavram bilgisi olduğu ve meleklerin bilmedikleri şeyler hakkında Hz. Âdem'in bilgili kılındığı, böylece onun ilimde meleklerden daha üstün nitelikte yaratıldığı yine bu âyetlerden anlaşılmaktadır. Söz konusu âyetlerin birinde, "Allah Âdem'e bütün isimleri öğretti" denilerek Âdem'in bilgisinin genişliğine işaret edilmiştir. Bilgi gibi bir meziyet ve imtiyaza sahip olmak, meleklerin bile Âdem'e secde etmesini gerektirdiğine göre, insanoğlu aynı meziyet sayesinde tabiattaki birçok varlığa ve güçlere hâkim olup eşyaya şekil verme ve onları kendi yararına kullanma kabiliyetinde yaratılmıştır.
Kur'an'da belirtildiğine göre, Allah Âdem'i yarattığı ve ona ruh verdiği zaman meleklere, "Âdem'e secde edin!" diye emretmiş, bütün melekler bu emre uymuşlar,[25] ancak İblis kendisinin ateşten, Âdem'in ise topraktan yaratıldığını, dolayısıyla ondan üstün olduğunu ileri sürerek emre karşı gelmiş[26] ve bu yüzden lânetlenerek Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmıştır.[27] Bunun üzerine, Allah'tan kıyamete kadar, düşmanı olan Âdem soyunu doğru yoldan ayırmak, kendi dostlarını çoğaltmak için mühlet istemiş,[28] Allah da ona bu fırsatı vermiştir. İslâm'da Allah'tan başkasına ibâdet maksadıyla secde etmek küfür olduğundan, meleklerin Hz. Âdem'e secdesi İslâm âlimlerince ibâdet secdesi değil; saygı secdesi ve bir nevi biat olarak yorumlanmıştır.
Hz. Âdem'in Cennete Yerleştirilmesi; Âdem’in Cennetinin ve Yasak Ağacın Mâhiyeti
Allah, Âdem ve eşini cennete yerleştirdi: "Ey Âdem, sen ve eşin cennette yerleş, otur. Ondan (cennetin yiyeceklerinden) istediğiniz yerden ikiniz de bol bol yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de kendinize zulmedenlerden olursunuz." [29]; "Muhakkak bu (İblis) sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra zahmet çekersin. Çünkü senin acıkmaman ve çıplak kalmaman ancak burada mümkündür ve sen burada susamazsın ve sıcaktan bunalmazsın." [30]
Yasak Ağaç
Hz. Âdem ve eşine yasaklanan bu ağacın ne olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Çünkü Allah, bu ağacın adını bize bildirmemiştir. Âyetlerde, “yasak ağaç” genel olarak zikredilir, fakat bu ağacın mâhiyeti hakkında bilgi verilmez. Onun iyiyi kötüyü bilme, cinsel bilince erme durumu veya üzüm, asma, buğday ve incir ağacı olduğunu belirten rivayetler ise, kesin gerçeği yansıtmaz. Çünkü Kur’an, bu ağacın gerçek mâhiyeti hakkında, ondan “ölümsüzlük ağacı” olarak söz edenin, şeytan olduğuna işaret etmenin ötesinde bir şey belirtmez. Şu halde “yasak ağaç”, insana harama ihtiyaç duymayacak derecede sayısız nimetler bahşeden Allah’ın, kişinin arzu ve eylemleri için belirlediği sınırlara; irâdesini sınamak için koyduğu haramlara işaret etmektedir.[31] Sadece şeytanın Âdem ve Havva'ya çirkin yerlerini göstermek için, hangi sözlerle kandırıp vesvese verdiği ifade edilmiştir: "Rabbiniz başka sebepten dolayı değil; sırf melek olursunuz yahut ebedî kalıcılardan olursunuz diye şu ağacı size yasakladı"[32] ve "Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacını ve yok olmayacak bir hükümranlığı göstereyim mi?"[33] diyerek şeytanın onları yanılttığı belirtilmektedir. Bu ağacın mâhiyeti konusunda sahih hadislerde de başka bilgi yoktur. Âyetlerden anlaşılmaktadır ki, Cenâb-ı Hak cennette Âdem'e büyük bir hürriyet vermekle beraber yine de buna bir sınır koymuştur. Bu sınırı aştıkları takdirde, kendilerine zulüm edeceklerdir. Cennete bu yasak ağaç, yenilmek için değil; insanın hayatını disipline etmek ve bir sınırlama ve kulluk için konulmuştur.
Âdem’in Cennetinin Mâhiyeti
Âlimler, Hz. Âdem ve eşinin yerleştirildiği cennet hakkında görüş ayrılıklarına düşmüşlerdir. Âyette geçen “cennet” kelimesi, filolojide “bitki ve ağaçları ile toprağı örten bahçe”; İslâmî terminolojide ise, “ölümden veya kıyâmetin kopmasından sonra, mü’minlerin sonsuz mutluluk içinde yaşayacakları yer” anlamına gelir. Acaba Hz. Âdem'in ve eşinin iskân edildiği bu cennet, yeryüzünün bağlık, bahçelik ve ağaçlık köşelerinden bir köşe midir; yoksa dünyadan ayrı âhirette mü'minlere vaad edilen cennet midir? Kur'an'da buna dair açık ve kesin bir bilgi verilmemiştir. Kur’an’da bu kelimenin hangi anlamda kullanıldığı açıkça belirtilmediğinden, İslâm bilginleri bu ve benzeri âyetlerdeki “cennet” kelimesini farklı yorumlamışlardır.
- İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre Hz. Âdem'in eşiyle yerleştirildiği ve içinde yasak ağacın bulunduğu cennet, âhirette mü'minlere ve iyilik yapanlara vaad edilen, mükâfat yurdu olan cennettir. Çünkü:
a) "Allah dedi ki: 'Kiminiz kiminize (nesilleriniz birbirlerine veya mü'minlerle şeytan birbirlerine) düşman olarak Arz'da sizin için bir zamana kadar yerleşip kalmak ve geçinmek vardır. Orada (yeryüzünde) yaşayacaksınız, orada öleceksiniz, yine oradan diriltilip çıkarılacaksınız."[34] Bu âyetlerde "hubût" (inmek) tâbiri ve inilecek yer de arz (yeryüzü) olarak zikredilmiştir. İlk yerleşme noktası yeryüzü dışında bir yer olmalıdır ki, buradan yeryüzüne iniş söz konusu edilebilsin. Eğer Hz. Âdem ve Havva'nın yerleştikleri yer, arzdaki bir bahçe olsaydı "hubût"tan, inişten söz etmek mümkün olmazdı.
b) Tâhâ sûresi 118-119'uncu âyetlerde Hz. Âdem'in yerleştiği cennetin anlatılan vasıfları, yani acıkmamak, susamamak, çıplak kalmamak, güneşte yanmamak, sevap ve mükâfat yurdu olan, mü'minlere vaad edilen cennete ait niteliklerdir. Bu özellikte olan bir cennet (bahçe) dünyada yoktur. Öyle ise Hz. Âdem'in yerleştirildiği cennet, âhirette mü'minlere vaad edilen cennettir.
c) Bu "cennet" lafzının başındaki elif lâm, umum için değil; ahid içindir. Bu da göstermektedir ki, cennetin mânâsı, müslümanlar arasında bilinen ve mükâfat yurdu olan cennete delâlet eder.
d) Yine bazı hadis rivâyetlerine göre, Allah meleklerden birine dünyanın her yerinden topraklar getirterek Hz. Âdem'i cennette yaratmıştır.[35] Âdem ile Hz. Mûsâ'nın ruhlarının münakaşa ettiğini bildiren hadis [36] de bu cennetin sevab yurdu olan cennet olduğunu açıklar.
2- Âlimlerden diğer bir kısmı ise, söz konusu âyetlerde yer alan “cennet” kelimesini sözlük anlamıyla “bahçe” olarak yorumlamışlar ve bunun yeryüzünde olması gerektiğini savunmuşlardır. Meselâ, Ubey bin Kâ’b, İbn Abbas, Süfyan bin Uyeyne, Ebû Hanife ve Mâturîdî bu cennetin yeryüzünde bulunan bir bahçe olduğunu söyleyenlerdendir.[37]
Böyle düşünenler, şu delilleri getirirler:
- Eğer Âdem ve eşinin konulduğu cennet, âhiret cenneti olsaydı, onlara yasak konulmaması gerekirdi, çünkü ebedîlik yurdu olan cennette yasak yoktur.
- Cennette günah ve isyan da söz konusu olamaz; hâlbuki ayetlerde geçen cennette Âdem ve eşi günah işlemişlerdir.
- Eğer burası asıl cennet olsaydı, orada kâfirin de bulunmaması gerekirdi. Oysa İblis, cennetteyken kâfir olmuş ve bu yüzden oradan kovulmuştur.
- Âhiret cenneti, ebedîlik yurdudur. Oraya giren bir daha çıkmaz; Hâlbuki Âdem ve eşi, konuldukları cennetten çıkarılmışlardır.
Bütün bunlarla birlikte, Hz. Âdem'in yaratılıp yerleştiği cennetin mükâfat yurdu olan cennet veya yeryüzü bahçesi olması mümkündür. Çünkü bu konudaki naklî deliller kesin değildir ve Kur'an'da buna dair kesin bir hüküm yoktur. Bunu Allah'tan başka kimse bilemediğine göre, şu cennettir veya bu cennettir diye kestirip atmamak en uygunudur.
Bazı âlimler de, Âdem ve eşinin bulunduğu cennetin gökte olduğunu söylemişler; bahis konusu ayetlerde geçen ve “ininiz” anlamına gelen “ihbitû” fiilinin kullanılmış olmasını da, buna kanıt göstermişlerdir. Hâlbuki h b t kökü, lafzan “yokuş aşağı inmek ve yüksekten düşmek.” Mecâzen de “onurunu yitirip düşkün ve sefil hale gelmek” anlamını taşır. Bu yüzden “habita” fiili Kur’an’da gökten inmek mânâsından ziyâde, “yeryüzünde bir yerden diğer bir yere gitmek; daha iyi bir konumdan aşağı bir duruma düşmek” anlamında kullanılır. Gökten inme veya indirme gibi durumlar, Kur’an’da daha çok n z l kökünün değişik kullanım biçimleriyle dile getirilir ve h b t kökünün aksine, indirilen şeyin şerefine dikkat çekilir.
İsrâiliyât ve Kitab-ı Mukaddes'e Göre Hz. Âdem
Müslümanların kültürüne etki eden Hz. Âdem ve onunla ilgili olarak yaratılış, zelle, cennetten çıkarılma kıssası halka mal olduğu şekliyle maalesef büyük çapta Tevrat ve İsrailiyât kaynaklıdır. Kısâs-ı Enbiyâ gibi bazı kitaplarda da bu İsrâiliyât, İslâmî rivâyetler gibi takdim edilebilmiştir.
Kur'an, Âdem kıssasının şekil yönü ve ibret için lüzumlu olmayan teferruatı üzerinde durmamış; aksine onun, insanlık tarihi ve insan varlığı bakımından dikkate değer noktalarını belirtmiştir.
Nice insanımızın, Kur'an'ın daha çok ders ve ibret almamız için anlattığı doğruları bilmediği ve öğrenmek istemediği halde, efsane ve masal karışımına biraz da yahudilerin uydurmalarını ilâve ederek dinî kıssa diye öğrenip başkalarına aktarması cidden gülünmekten öte ağlanacak hâlimizi yansıtmaktadır. Faydalı ilim sınıfına girmeyen, kulluğumuz ve imtihanımız ile hiçbir çıkarımı olmayan, mesaj içermeyen, Kur'an'ın gereksiz görüp anlatmadığı konulara halkımız merak duyabiliyor ve bu meraklarını uydurmalarla tatmin ediyorlarsa, bilen insanlara çok büyük görev düşüyor demektir. İnsanları, masal ve efsane yığını, İsrâiliyâttan nice katmalarla dejenere edilmiş, aslındaki nice hakikatlerin de yok sayıldığı bir din, dünyada da âhirette de kurtaramaz.
İsrâiliyât dediğimiz daha çok yahudi kaynaklarına ve hıristiyanların da kabullerine göre, kır hayvanlarının en hilekârı olan yılan, Aden'deki bahçede yaşamakta olan Havva'ya yaklaşmış, "Allah bilir ki ondan yediğiniz gün, gözleriniz açılacak, iyiyi ve kötüyü bilerek Allah gibi olacaksınız" diyerek onu yasak ağacın meyvesinden yemeye ikna etmiş, daha sonra Havva, yasak meyveden Âdem'e de yedirmiştir.[38] Kur’ân-ı Kerim'de ve hadislerde yılandan söz edilmez. Bazı İslâm tarihi kitaplarında geçen bu yılan unsuru tamamen İslâm dışı kaynaklara dayanmaktadır.
Yine bugünkü Kitab-ı Mukaddes'e göre yasağı çiğnemelerinin sonucu olarak ikisinin de gözleri açılır, çıplaklıklarının farkına varırlar ve incir yapraklarından kendilerine örtü yaparlar.[39] Kur'ân-ı Kerim'e göre de yasağı çiğnemenin hemen ardından utanılacak yerleri kendilerine görünmüş ve cennet yapraklarını üst üste yamayıp üzerlerine örtmeye başlamışlardır.[40] Bundan sonra, müslüman halk arasında da yer etmiş Kur'an'a ters yorumlar daha önemlidir: Elimizdeki Tevrat'a göre esas suçlu kadındır, yani şeytan Havva'yı kandırmıştır; o da Âdem'i. Bundan yola çıkılarak kadınların kötülüğü ve şeytana meyli vurgulanır. Bu yüzden tüm kadınlar Allah tarafından cezayı hak eder. Eldeki Tevrat'a göre kadın için asıl ceza gebelik sıkıntıları, çocuk doğurma sancıları ve erkeğin hâkimiyetinde olmak şeklindedir. Erkek için de kadının sözünü dinleyip suç işlediğinden cezalar vardır: Geçim temini için toprakla uğraşmak, toprağa dönünceye kadar alın teriyle yiyeceğini sağlamak ve sıkıntılı bir hayat geçirme ceza olarak erkeğe yazılmıştır.[41] Kur'an'a göre ilk suçlu, esas suçlu olarak Havva validemiz gözükmez. Şeytan her ikisini kandırmış, her ikisi aynı suçu işlemişler, sonra beraber tevbe etmişler ve affedilmişlerdir. Âdem ve eşi, içinde bulundukları cennetten, belirli bir müddet yaşamaları için yeryüzüne indirilmişlerdir.[42] Zaten insan, yeryüzü için yaratılmıştır; arzda kendileri için apaçık düşman olan şeytanı ve aldatıcılığını tanıtmak için cennetteki olay yaşanmıştır.
Hıristiyanlar Âdem'in yasak ağaca yaklaşmakla büyük bir günah işlediğine, Allah'ın gadabına uğradığına, onun bu günahının kıyamete kadar her yeni doğan çocuğa geçtiğine, dolayısıyla onların da günahkâr olarak doğduklarına, ancak vaftiz edilmek sûretiyle cehennemlik olmaktan kurtulabileceklerine inanırlar. Bu aslî günah inancı, hıristiyan kültür ve felsefesinin ana fikridir. Hıristiyanlıkta insan, kötülüğün içinde rehbersiz bırakılmış, günahı ile baş başa kalmıştır. Hıristiyanlıkta insan, dünyaya artılarla (fıtrat üzere ve en şerefli varlık olarak) değil; eksilerle başlamaktadır, daha doğuştan günahkârdır. Dünyaya gözlerini açar açmaz sırtında, utanıp ezilmesine sebep olan bir kambur bulunmaktadır. Bundan daha kötüsü, bu kambur bazı insanların aracılığı olmadan insanın sırtından düşmemekte, Allah'a kendi başına tevbe ederek temizlenememektedir. Bu demektir ki, insan hiçbir zaman kendi imkânlarını kendisi kullanabilen hür bir benlik olamayacaktır. Bu kapı ona ezelden kapatılmıştır. Batı insanının dine açtığı savaş sebepleri arasında birinci sırayı, insan yaratılışına ters düşen ve insanı sahip bulunduğu soyluluğundan mahrum bırakan bu anlayış gelmektedir.
İslâm'a göre ise Allah yol gösterici, bağışlayıcı ve yardım edicidir. Zaten Âdem de cennetten çıkarıldıktan sonra birtakım kelimeler almış ve tevbesi kabul edilmiştir.[43] İslâm'a göre suç ve ceza ferdî/kişiseldir; kimse kimsenin günahından sorumlu değildir.[44] Kur'an'da, hıristiyan itikadının aksine, Âdem'in hatasının ve cezasının ferdîliği/kişiselliği, Allah'ın insanlara yönelttiği şu hitapla da belirtilmiştir: "Yalnız size benden bir hidâyet geldiği zaman, kimler benim hidâyetime uyarsa artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir; inkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlar ise ateş ehlidir, orada ebedî kalacaklardır." [45]
İslâm âlimleri Âdem'in yasak ağaçtan uzak durması yönündeki İlâhî emre uymamasının Allah'a bir isyan ve büyük günah sayılıp sayılmayacağı konusunu tartışmışlardır. Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunluğu, bunun bir günah olduğunu, yani Âdem ile Havva'nın yasağı çiğnemek sûretiyle emre karşı geldiklerini ve bu yüzden âsi olduklarını kabul etmişlerdir. Ancak bazı âlimler, "Andolsun ki Biz daha önce Âdem'e emir vermiştik; ancak o unuttu ve biz onu azimli bulmadık." [46] mealindeki ifadeyi göz önüne alarak, Âdem'in yasaklanmış ağaca günah işleme azmi olmaksızın dalgınlıkla yaklaştığını belirtmişlerdir.
Nitekim Tefsir-i Kebir'de Fahreddin Razi'nin aktarmasıyla Hasan-ı Basrî, "Vallahi, o unuttuğu için âsi oldu" demiştir. Ayrıca İslâm âlimlerinin kanaatine göre bu olay, Âdem cennette iken, yani peygamber olmadan önce cereyan etmiştir. O zaman ne ümmet, ne de cemaat vardı. Âdem'in kasıtsız olarak işlediği bu hata, tevbe etmesi üzerine Allah tarafından bağışlanmış, yeryüzüne indikten bir müddet sonra da kendisine peygamberlik verilmiş, böylelikle o ilk insan, ilk baba ve ilk peygamber olmuştur. Aslında Hz. Âdem ve eşinin şeytanın iğvâsına kapılmaları, pişmanlık duymaları gibi hâdiseler, onların soyunun dünya hayatına ait macerasının bir özeti gibidir. Bu ilk günah ve daha sonraki gelişmelerin, yeryüzünde insanlar da haramlara yaklaştıktan sonra ataları Âdem gibi tevbe ederlerse tevbelerinin kabul edileceğini, günah karşısında insan için bir tevbe ve af müessesesinin daima işleyeceğini, insanın böylelikle kemale ereceğini gösterdiği düşünülebilir. [47]
Hz. Âdem'in Peygamberliği
Hz. Âdem, ilk insan olduğu gibi aynı zamanda ilk peygamberdir. Hz. Âdem, yeryüzüne indirildikten sonra, Cenâb-ı Allah, insan nesillerinin hepsini onunla eşi Havva'dan türetmiştir. "Ey insanlar! Sizi tek bir candan (Âdem'den) yaratan, ondan da yine onun zevcesini (Havva'yı) yaratan ve ikisinden pek çok erkekler ve kadınlar türetip yayan Rabbiniz'e ittika edin, O'na karşı gelmekten sakının." [48]
Allah, insanı nefsinin şehvet ve şeytanın vesveselerine mâruz kalacak şekilde yaratmış, ona bunlara karşı koyacak akıl ve vicdan (kalp gözü) vermiştir. Cenâb-ı Allah böylece insanı bu dünyada imtihan alanına koyduğu için, hikmet ve rahmetinin gereği olmak üzere hayır ve kemâl yollarına irşad edecek peygamberler göndermiştir. Cenâb-ı Hak peygamberler göndermekle, insanın tabiatına ve halifeliğine uygun imtihan şartlarını tamamlamıştır. Neticede insan bu dünyada yaptıklarının hesabını öldükten sonra diriltilince verecek, imanlı olan, iyilik ve sevap terazileri ağır gelenler cennete girecektir. Bunları kendilerine öğretip ikaz etmek için peygamberlere ihtiyaç vardır. İlk insanlara peygamber olmaya en lâyık olan zât, Allah'ın doğrudan doğruya vâsıtasız konuştuğu ataları Hz. Âdem'di.
Hz. Âdem'in peygamberliği, Kur'an âyetleriyle sâbittir. Kur'an, Âdem'e Allah'ın emir ve nehiylerini haber verir. Kendisine gelen o emir ve yasaklar, vahiy vasıtasıyla bildirilmiştir. Yine Kur'an'da geçen Hz. Âdem'in iki oğlunun Allah'a kurban takdim etmeleri, ikisinden birinin kurbanının kabul olunduğunun bildirilmesi[49] Hz. Âdem'e vahiy ile bildirilmiştir. Kur'an'da Hz. Âdem'in peygamberliğe seçildiğinin anlatılması için "ıstafâ" -seçti-[50] kelimesi ile "ictebâ" -seçkin kıldı-[51] kelimeleri kullanılıyor. Bu kelimeler Kur'an'da diğer peygamberler için de kullanılmaktadır. Hz. Âdem'in peygamber olduğunu açıkça bildiren hadisler de vardır. Ebû Zerr, Peygamberimiz'e "Yâ Nebiyyallah, peygamberlerden ilk peygamber kimdir?" diye sorduğunda, Peygamberimiz (s.a.s.): "Âdem'dir." dedi. Ebû Zerr, "Ya Rasûlallah, o nebî oldu mu?" diye sorunca, Hz. Peygamber: "Evet o mükellem bir nebî (Allah'ın kendisiyle vâsıtasız konuştuğu peygamber) idi" dedi.[52] Diğer bir hadis-i şerifte de Kıyâmet gününde, diğer nebîler gibi Hz. Âdem'in de bir peygamber olarak Rasûlullah'ın sancağı altında bulunacağı haber verilmiştir.[53] Hz. Âdem'in peygamberliği hususunda (istisnâ dışında) bütün müslümanlar ittifak etmişlerdir.
Hz. Âdem'in evlâtları onun irşâdı ile Allah'a iman etmiş, zamanlarındaki maddî ve manevî ihtiyaçlarını temin eden hükümleri ondan öğrenmişlerdi. Ebû Zerr'den rivâyet edilen (sıhhati tartışılan) bir hadis-i şerifte Hz. Peygamberimiz (s.a.s.) Hz. Âdem'e on sahifelik bir kitap indirildiğini söylemiştir.
İnsanların dinden ayrılarak ihtilâf etmeleri, hak dinin izini kaybederek bâtıl itikadlara saplanmaları, sonradan çeşitli sebeplerle meydana gelen kötü bir durumdur. Böylece beşeriyetin başlangıcının bir vahşet devri olmadığı anlaşılır. Hz. Âdem'den sonra yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağılan insanlar doğru yoldan ayrılmışlardır. Allah, onlara zaman zaman peygamberler göndermiştir. "İnsanlar (ilk önce) bir tek ümmetti. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi..." [54]
Vahyi inkâr eden, bilimin kaynakları arasında Allah'ın kitabını kabul etmeyen câhiliyye anlayışına göre ilk insan, yarı hayvan yarı insan ilkel mağara adamıdır. O ne konuşma, ne ateş yakma, ne dünya rızıklarından yeterince yararlanabilme ve tabii ne de okuma yazma biliyordu. Bütün bu özellikler, insanın tekâmülü ve gelişmesi sonucu çok sonraları insan tarafından keşfedildi... vs.
Allah, yaratma, peygamberlik, halifelik, meleklerin bile saygı duyduğu yaratıkların en şereflisi... yoktur bu câhiliyyenin bilim diye takdim ettiği tarih kitaplarının, sosyal bilgilerin bilimsel(!) hükümlerinde. Hz. Âdem'le ilgili olarak bir müslümanın tartışmasız kesin doğru kabul ettiği Kur'an'a dayanan ilimle; müslümanlara, müslümanların çocuklarına bilim diye öğretilen câhiliyyenin bu tavrı arasında cennetle cehennem kadar fark vardır. Vahye tümüyle ters düşen bu anlayışlara ve dayatmalara tepkisiz kalması müslümanların ihmal, gaflet ve hatta ihânetiyle ilgilidir. Kâfirler, müslüman mahallesinde salyangoz satabilmekte, hatta dolma yaparak bu salyangozları müslüman çocuklarına yutturabilmektedirler. Kur'an'a dayalı ilim ile, câhiliyyenin bilim anlayışlarının arasındaki uçurum için küçük bir örnektir ilk insan konusu. Bir de bilim seviyesinde olmadığı kendilerince de kabullenildiği halde insanımızın inancını zehirlemesine göz yumulan ilk insanın menşei ile ilgili nazariye/teori var ki evlere şenlik!
Yukarıda âyetlerle ifade edildiği gibi Yüce Allah, ilk insan Hz. Âdem'i bizzat doğrudan doğruya çeşitli safhalardan geçirerek yaratmıştır. Darwin'ci tekâmülcülerin iddia ettiği gibi, insan maddenin kendiliğinden gelişerek tek hücreli canlı olması ve bunun da gelişerek çeşitli hayvanlar ve maymunlar oluşması ve maymunların da insana dönüşmesi yoluyla meydana gelmemiştir. Uydurma ve yakıştırmadan ibaret olan bu nazariye/teorinin doğruluğuna, deney ve gözlemlerde, delil olarak kabul ettikleri materyal fosillerinde en ufak bir ipucu bile yoktur. Bunun aksini ispat edecek fosil ve deliller ise pek çoktur. Mendel ve Pastör kanunları bunlardan sadece iki örnektir.
Evrim teorisi, ya da eski adıyla tekâmül nazariyesi, vahy terazisinde tümden bâtıl olduğu gibi; bilim ve akıl ölçülerinde de imkân dışıdır. Şöyle ki: Madde ve enerjide "emtropi" vardır. Yani gözlenen bütün doğal sistemlerde düzensizliğe, dağılıp saçılmaya doğru bir eğilim vardır. Bu gerçek, hem mikro ve hem de makro seviyelerde geçerlidir. Madde parçacıkları dağılıp saçılır gider. Enerji de akıllı birisi tarafından plânlı ve düzenli olarak kapalı duvarlar arasında ve borular içerisinde kontrol altına alınmazsa dağılır gider. Dışarıdan gelen güneş enerjisi de, bunu alıp kullanacak çok muazzam bir makine sistemi yoksa, boşlukta dağılır. Bu bir fizik kanunudur (Allah'ın evrendeki yasalarından, tabiattaki kanunlarındandır). Aklı başında hiçbir bilgin bu kanuna karşı fikir ileri sürme cesareti gösteremez.
Madde âtıldır (eylemsizdir), kendiliğinden bir gücü yoktur (fizikteki atâlet/eylem-sizlik prensibi). Allah'tan başka hiçbir şeyin kendiliğinden hiçbir gücü, düzen ve nizamı yoktur (lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh). Akıllı ve şuurlu birisi tarafından plânlı düzenli bir makine sistemiyle kontrol edilmeyen enerji de her şeyi dağıtır, yakar ve yıkar. Meselâ nükleer bir santralde kontrol altına alınamayan bir atom enerjisi her şeyi yakar ve yıkar, dağıtır ve boşlukta dağılır gider. Öyle ise basit bir otomobilin bir yapıcı mühendisi olmadan demir yığınları arasından güneş enerjisi veya herhangi bir enerji ile meydana gelmesi imkânsızdır. Deney ve gözlem de akıl da bunu kabul etmez.
En basit bir canlının organizmasının (cesedinin) yanında, mükemmel bir otomobil veya en ileri seviyede yapılmış bir bilgisayar, çocuk oyuncağı gibi kalır. Bir elektronik beyin bozulduğu vakit kendi kendisini tamir edemez, kendi mislini ve benzerini, maddelerini dışarıdan toplayarak yapamaz. Çünkü âtıldır/eylemsizdir, şuuru yoktur. Bunlar akıllı birisinin yapacağı hesap ve plân işidir. Akılsız ve cansız madde kendiliğinden bir makine veya bir bilgisayarı yapamayınca, ya bunların yapıcısı olan insanı nasıl yaratabilir? İnsanın yaptığı en mükemmel bir bilgisayar, insan tarafından tamir edilip kontrol edilmezse, kendisini tekâmül/evrim ettirmek şöyle dursun, madde yığınları arasında dağılıp gider.
Bir eser, müessirinden (yaratıcısından) üstün olamaz. Bir eser de yapıcısında bulunmayan vasıflar bulunamaz. Netice, sebebinden üstün olamaz. Taş sebep olursa, parçacıkları taşın eseri (neticesi) olur. Maddede can yoktur; insanî ruh ve bunun özellikleri olan şuur ve akıl hiç yoktur; vicdan ve bunun özellikleri olan sevgi, nefret ve üzüntü de yoktur. Bir maddenin, pek çok mükemmel makine sistemi olan bir canlının vücudunu meydana getirmesi ve ona kendisinde hiç bulunmayan canı, hele akıl, irâde ve vicdanın kaynağı olan ruhu vermesi ne kadar akıl ve imkân dışıdır. Can enerji değildir. Can, canlının duyup görmesini ve gayeli hareket etmesini sağlayan, vücudunu tamir etme, kendisini koruma ve neslini devam ettirme görevini üstlenen manevî bir cevherdir. Bir canlı sisteminin meydana gelebilmesi için mutlaka şu şartlar gereklidir:
1- Sistemin gelişigüzel değil; enerji ve besinleri dönüştürecek mükemmel mekânizması ve makine sistemi olmalıdır
2- Otomobilin çalışması için nasıl petrol lazımsa, bunun da kullanılabileceği bir enerji kaynağı, yani besinler bulunmalıdır. Canlıların besinleri, bitki ve hayvan organizmalarıdır.
3- Bu enerjinin dönüşüm mekânizmalarını idare edip devam ettirmek ve çoğaltmak için bir kontrolcü bulunmalıdır. Çünkü Termodinamiğin ikinci kanunu olarak ifade edilen ve kâinatta geçerli İlâhî kanuna göre sistemlerin düzensizliğe doğru tabii bir kaymaları vardır. Otomobilde bu kontrolcü şoför, elektronik beyinde kontrol mühendisidir. Otomobilin şoförü veya elektronik beynin kontrolcüsü ölmüşse bunlar kendi kendilerine gayeli ve düzenli çalışamazlar. Kendilerinin benzerlerini meydana getiremezler ve kendilerini tamir edemezler. Az bir zaman sonra çürür, dağılır ve saçılıp giderler. Canlıların mekânizma ve makinelerinin kontrolcü ve idarecisi canlıdır. Canlının canı çıkmışsa, bunca muazzam zekâsına rağmen insan dahi ona canı veremez.
4- Canlı bir sistemin mutlaka akıllı ve âlim bir yaratıcısı olmalıdır. O da Allah'tır. Otomobilin yapıcısı akıllı bir insandır. Öyle ise canlıların organizmalarını, o akıllara durgunluk verecek çok muazzam makine sistemlerini, oksijen - hidrojen (yani su), fosfor, kükürt, azot, karbon, kalsiyumdan yaratan ve bunlara canı veren Allah'tır.
İnsanla hayvan arasında mâhiyet farkı vardır. İnsanlarda akıl, irâde ve vicdan vardır. Hayvanlarda bunlar yoktur. Bunların kaynağı da Allah'ın insana verdiği ruhtur. Bu insanî ruh hayvanda yoktur. Buna göre evrim teorisi/Darwinizm imkânsızdır. Darwinizme inananların, insanın maddeden kendiliğinden tekâmül ederek/evrimleşerek meydana gelişini "Akılları mı emrediyor, yoksa bunlar, azgın kimseler midir?" [55]
Kur'an, sahih hadisler ve bunlara dayanan diğer güvenilir İslâmî kaynakların Hz. Âdem hakkında verdiği bilgilerden çıkan sonuca göre Hz. Âdem topraktan yaratılmıştır. Konuyla ilgili âyetlerden, bu yaratılışın belli bir gelişme seyri takip ettiği ve süresi bilinmemekle birlikte belli bir zaman içinde tamamlandığı sonucu da çıkarılabilir. Ancak bu gelişme, hiçbir zaman İlâhî irâde ve kudretin tesiri olmaksızın doğal bir evrim şeklinde anlaşılamaz. Bütün ilgili âyetlerde Hz. Âdem'in herhangi bir başka canlıdan tekâmül sûretiyle değil; topraktan ve tamamıyla bağımsız bir canlı türün atası, öteki bütün canlı ve cansız varlıkların aksine, yeryüzünde halife kılınarak, yükümlü ve sorumlu tutulan ve bunun için gerekli manevî, ahlâkî, zihnî ve psikolojik kabiliyetlerle donatılmış bir varlık olarak yaratıldığı, tartışmaya yer vermeyecek şekilde açıklanmıştır. Bu sebepledir ki insanın yaratılışının bu özel yanını bütünüyle reddederek onu bayağı canlılar seviyesine indiren teorileri İslâm inançları ile bağdaştırmak mümkün değildir. [56]
Âdem Olmak
Âdem (adam) olmak, bir iddiadır. Her iddia da bir ispat/bir bedel ister. Âdem olmanın bedeli, Arapça yazılışında âdeta simge hâlinde gösterilmiştir. Bu yazılışı mercek altına aldığımızda, bu hakikati daha yakından görürüz. Âdem bir elif, bir dal ve bir mim harfinden oluşur. Birçoğumuzun bildiği gibi bu harfler, Âdem kelimesinde namazın simgesidirler.
Elif; kıyamı, dal; rükûyu ve mim de secdeyi imler. Bu basit yazılımın bize gösterdiği hakikat şudur: Ey Âdemoğlu! Âdem (adam) olmak istiyorsan, kul olmak zorundasın. Allah’ın karşısında esas duruşa geçmek zorundasın.
Kıyam, rükû ve secde… İşte insan (Âdem/adam) olmanın anahtarları… Allah karşısında esas duruşa geçmek, eğilmek ve secdeye gitmek… İblis, bunları yapmadığı için şeytan oldu. Sureta insan olanlar da bunlardan kaçındığı için Âdem olamıyorlar/olamayacaklar…
Âdem olduğunu söyleyen her kişi, önce esas duruşa geçecek, sonra eğilecek, sonra secdeye kapanacak ve insanlığa (er kişiliğe) adımını atacaktır. Burada eğilmek, alçalmanın değil, yücelmenin işaretidir. Bunlar da semboldür ve bunların da içinin hakkıyla doldurulması gerekir. Her kıyam, rükû ve secde ferdî hayatta doğruluk ve dürüstlüğe, güvene, şefkate, vicdana, merhamete, sevgiye vb.; cemiyet hayatında da dayanışmaya, yardımlaşmaya, kardeşliğe, adalete, özgürlüğe vb. değerlere karşılık gelmelidir.
İçi boş bir kıyam, bir rükû ve bir secdenin de bir anlamı ve karşılığı olmayacaktır. Âdem olma iddiası, hayat boyu ispat edilmesi gereken zor bir iddiadır. Hatta dünya hayatını Âdemleşme veya Âdemleşememe serüveni olarak da adlandırabiliriz. Kimi, iddiasını ispatlayacak, kimisi böyle bir iddianın farkına bile varamayacaktır.
Görünen o ki, birçoğu bu iddiayı kaybetmekle karşı karşıyadır. Rabbimizin birçok ayetinde de belirttiği gibi insanların birçoğu akıllarını kullanmamaktadır.
Âdem (adam-insan) olma meselesi, söylem planında kolay, eylem planında zor bir mesele olarak karşımızda hayatiyetini sürdürmeye devam ettirmektedir. [57]
Hz. Âdem'in Kur'an'da Anlatılan Kıssasından Ders ve İbretler
Hz. Âdem topraktan yaratılmıştır. İnsanın topraktan yaratılması, bir yönüyle Allah'ın yüce kudretine delil olurken, bir yönden de insana bir hatırlatmadır: "İşte senin aslın, hakir/âdi bir çamurdur. Büyüklenmeye hakkın yoktur." O yüce kudret olmasaydı, çamur nasıl insan haline gelebilirdi? O çamura üflenen İlâhî ruh onu canlandırıyor, hareketli ve şuurlu hale getiriyor. Bu, insanın iki boyutlu olduğunu da gösterir: Topraktan meydana gelen maddî ve beşerî boyutu, İlâhî ruhtan üflenen ve Allah'ın isimleri öğretmesinden oluşan manevî, ruhî ve ilmî yönü, halifelik boyutu. İnsan, kendine verilen yetenekler sayesinde mayasındaki çamurluğu, yani değersizliği, düşük bir seviyeyi de seçebilir; kendisine üflenen İlâhî ruh yönüne meylederek yüceliği, üstünlüğü, İlâhî ahlâkı da seçebilir.
Çamur, durağanlığı, hantallığı, bir yerde çöküp kalmayı; ruh ise hareketi, canlılığı, çabayı ve gayreti işaret eder. İnsan mayasındaki çamur alçaklığa, ruhu ise yüceliğe meyillidir. İnsanı ancak İlâhî ruhtan gelen bilinç, olgun harekete yöneltebilir.[58] İnsanlar arasındaki mesafe, çamur ile İlâhî ruh arasındaki mesafe kadar olabilir.
Meleklerin Hz. Âdem'e secdesi, insana verilen değerin göstergesidir. Başta melekler olmak üzere yeryüzünde hemen her şey insanın hizmetine verilmiştir. Her şey, insanın önünde âdeta melekler gibi secde etmektedir. Bu hizmetten ise yalnızca İblis kaçınmaktadır. O, bu evrensel değerleri ve nizamı inkâr ederek bu âhengin dışında kalmıştır. Avrupa'da ortaya çıkan Hümanizm, insana verilen bu ulvî değerin yanında hiçbir anlam ifade etmez.
Hz. Âdem'in Kur'an'da anlatılan kıssası, bütünüyle yaratılışın ve insanlığın hikâyesidir. İnsan hayatının nasıl başladığını, nasıl devam etmesi gerektiğini ve nereye varacağını haber veriyor. Âdem kıssası, insanın yüksek mertebesini, kendisine melekler dahil bütün yerdeki varlıkların hizmet ettiği yeryüzü halifeliğini ve bunun sorumluğunu hatırlatıyor. Yeryüzünde halife kılınan insan, ancak emanet yükünü hakkıyla taşırsa bu görevini hakkıyla yerine getirebilir. Âdem kıssası, insanı Allah'ın emrine uymaya, yasaklarından kaçmaya alıştırıyor, İblis'in düşmanlığını hatırlatıyor.
Eşyanın isimlerini insan kendiliğinden bilip öğrenmiş değildir. Meleklerin ve insanın Allah'ın öğrettikleri ve öğrenme kabiliyeti verdiklerinin dışında kendiliklerinden bir ilimleri yoktur.[59] İnsana, Allah ilim öğrenme yeteneği vermemiş, onu vahiyle desteklememiş, ona eşyanın isimlerini öğretmemiş olsaydı, insan dünyada hiçbir ilerleme gösteremez, yeryüzünün efendisi, halifesi de olamazdı. Öğretilen isimler sayesinde bilgiye, bilince, adlandırmaya, bilmeye, idrâk ve ifade etmeye kavuşmuş bulunuyoruz. Bunlar olmadan hayat olur mu?
İlimlerin kaynağı olan Kur'an'ı öğreten O olduğu gibi Beyanı, açıklama yeteneğini de Allah öğretmiştir. "Rahmân, Kur'an'ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı/açıklamayı öğretti."[60]
Meleklerin Allah'ın öğrettiğinden başkasını bilmemeleri, gaybın Allah'a ait bir sır olduğunu ortaya koyar. Rabbimiz, bizim bilmemizin faydalı olmadığı gaybı kendine saklamıştır. Bu anlamda gaybı bildiği zannedilenler, falcılar, kâhinler, medyumlar, cinciler, üçkâğıtçı sihirbazlar yalancıdır.
Hz. Âdem'in cennete konulmasının hikmetini en iyi Rabbimiz bilir. Onun cennet hayatının, Allah'ın nimetlerinin büyüklüğünü görme, O'nun koyduğu sınırları tanıyıp onlara uyma, insana kötülük yapabileceklere karşı dikkatli olma amacı taşıdığı söylenebilir. Bu cennet, insanlar için bir örnektir ya da dünyayı nasıl cennet gibi yapabileceklerinin metodunu göstermedir. Kişi kendi hayatını dilerse cennet gibi ve ölümden sonrasını da cennet yapar; dilerse hayatı kendisi ve çevresi için cehenneme çevirir. Allah'ın bir emrine isyan insanın Cennetten uzaklaşmasına sebep olmaktadır. Yapılan isyana, hatayı kabul edip tevbe edilmez ve Allah'ın emrine karşı bir mantık yürütülmeye, hataya te'vil bulup kılıf uydurmaya kalkılırsa Allah'ın lânetine uğranılan şeytanlaşma söz konusu olacaktır. Hz. Âdem'in cennet hayatı bu esprileri hatırlatıyor.
Kaybedilen cenneti yeniden bulmanın yolu, İslâm'ın tanımını yaptığı takvâ elbisesini kuşanıp müttakîlerden olmaktır. Bu ahlâk, yeryüzünü de insan için cennet haline getirecektir. Müttakîlerden kurulu bir toplum, saadet/mutluluk toplumudur. Takvâ sahibi mü'minler, her devirde asr-ı saadeti yaşayan, saadeti asra taşıyan kutlu insanlardır. Müttakîler için hazırlanmış olan ebedîlik cenneti, geçici olan dünya cennetinde kazanılır. Dünyayı kendisi ve çevresi için cennet gibi yapanlar, Âhiret cennetine adaydırlar. Ebedîlik cenneti, ancak bir bedel karşılığı kazanılır. Bu bedeli mü'minler nefisleriyle, İblisle ve Allah'ın düşmanlarıyla, her şartta ve her imkânda mücadele ederek, hiç kimsenin kınamasına aldırmadan Allah'ın emrini yerine getirerek öderler. Hz. Âdem'in cennet hayatı, bu gerçeklerin işaretlerini vermektedir.
Hz. Âdem, cennette olmasına rağmen yasak ağaca yaklaşmama emri ile denendi. İnsan orada bile başıboş, kuralsız ve sorumsuz değildi. İnsan yeryüzünde, İblis'in serbestçe faaliyet yapabildiği, nefislerin hoşuna gidecek sayısız çekici zevklerin olduğu, saptırıcıların kol gezdiği bir ortamda başıboş olabilir mi? Kuralsız ya da şeriatsiz kalabilir mi? Sorumluluk, hayatın anlamıdır ve devamını sağlayan en önemli ilkedir. Sorumsuzluk kişi için yokluktur. İnsanın yokluktan kurtulup var olmasını isteyen Yaratıcı, onu yaptıklarından ve emaneti taşıma görevinden sorumlu tutmuştur. Bu, ona değer vermedir, bir başka deyişle adam yerine koymadır.
Yasak ağaç -Allah daha iyi bilir- yeryüzündeki yasakları/haramları sembolize etmektedir. Rabbimiz bununla insanları kendi haram sınırları konusunda duyarlı olmaya davet ediyor. Yasak ağaçtan yemek, Hz. Âdem'in şekavetine/bedbahtlığına sebep oldu.[61] İnsan tıpkı atası Âdem gibi, ister bilerek, ister unutarak Rabbinin yasak ağaçlarından yerse, O'nun sınırlarını çiğnerse ya da hükmüne uymazsa; şekavete düşer, mutsuz olur, hüsrâna uğrar, çok şey kaybeder.
Günümüzde ne yazık ki İblis’in yandaşları yeryüzünün her tarafını, işledikleri şerler, sebep oldukları fesatlar, yapa geldikleri günahlar yüzünden yasak ağaçlarla doldurdular. Onlar, sürekli yasak ağaç üretmekte ve onu reklâmlayarak pazarlamaktadırlar. Şimdilerde asıl mesele, yasak olmayan ağaçları bulup onların meyvesinden yemek ya da cennetin helâl ağaçlarını yeryüzünde yetiştirmek ve diğer insanlara sunmaktır.
İnsan, diğer varlıklardan üstün kılınmasına rağmen,[62] hem unutkan ve zayıftır, hem de yaratılışında olan çamurluğa ve İlâhî ruha meyillidir.[63] Hz. Âdem, cennette olmasına ve Rabbinin uyarılarına rağmen yasağı unuttu.[64] İnsan, unutarak veya aldanarak hata yapabilir. Mü'min insana düşen, hatasını İblis gibi savunmak değil; Âdem ve eşi gibi hatasını anlayıp Allah'tan bağışlanma dilemektir. Çünkü Allah, şirkin dışında bütün günahları affeder. [65]
Hz. Âdem ve Hz. Havva, hatalarını anladıktan sonra şu duayı yapmışlardı: "(Âdem ile eşi) dediler ki: 'Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz."[66] Yaptıkları bu dua, tevbe edilmeyen küçük günahların bile karşılık göreceğinin, cezaya sebep olacağının delilidir. Öyleyse bütün günahlara tevbe etmeli, sürekli Allah'a istiğfârda (bağışlanma dileğinde) bulunmalı. Peygamberimiz bile her gün sayısız çoğunlukta istiğfâr ederdi. [67]
İblis, Âdemoğluna duyduğu haset yüzünden iğvâsını, her zaman ve her şartta sürdürecektir. İblis de, onun askerleri ve yardımcıları da tatil yapmayacaklar.[68] İblis ve yandaşları en çok müslümanlarla uğraşırlar. Onları Allah'tan, O'na ibâdetten, O'nun yolunda harcama yapmaktan alıkoymaya çalışırlar. Onlar, müslümanların bütün hayırlı işlerine engel olmaya gayret ederler.
Allah, Âdem'i ve eşini affetti. Çünkü onlar günahlarını itiraf ettiler, hatalarının bağışlanmasını istediler. Yaptıkları yanlışı savunmadılar, Allah'ın emrini beğenmezlik etmediler, O'na karşı kibirlenmediler. İblis ise af dilemediği gibi hatasını da kabullenmedi, Allah'ın emrine karşı istikbar etti. Allah'ın İslâm’la gönderdiği hükümlere/ölçülere teslim olduğu ve onları kabul ettiği halde hata edenler, sonra da günahlarına tevbe edenler, tıp Hz. Âdem gibi affedilirler. İmanda, İlâhî yasaklarda, Allah'ın hükümleri konusunda pazarlık yapanlar, sonra kendi görüşlerini daha doğru ve üstün görenler, İblisin arkadaşıdırlar.
Hataya düşmenin, günah işlemenin sebebi, başkasının teşviki olsa bile, insanın bizzat kendisi esas suçludur; esas sebep, insanın kendi arzusu, kendi hevâ ve hevesidir. Kimse kimsenin günahından sorumlu olmadığı gibi, kimse bir başkasının yerine kulluk da yapamaz. Herkesin yaptığı kendisine aittir.
Kadın, insanın asırlar boyu çektiği çilenin sebebi değil; onun yaratılışta kardeşi, insan olmada eşi veya annesidir. Üstünlük cinsiyette veya rütbelerde aranmamalıdır.
Çıplaklık şeytandandır. O, Hz. Âdem'i ve eşini cennette kandırarak onları elbiselerinden soydu, ayıp yerlerini ortaya döküp onları utandırdı. Bu olay, aynı zamandan hem günah işlemenin insanı sıkıntıya sokacağına, hem de şeytanın insanı elbiselerinden soyarak ona daha rahat hâkim olabileceğine işaret etmektedir. Bu nedenle Kur'an insanları bu konuda uyarmaktadır: "Ey Âdemoğulları, şeytan, anne-babanızın ayıp yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini sıyırarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de bir belâya uğratmasın." [69]
Bilinmeli ki, avret yerlerini örtmek ve namusu korumak ölçüsü, insana verilmiş önemli nimetlerden ve yüceliklerden biridir. Değerini anlayanlar için böyledir ama, hayvanlar örtünme gereği duymazlar. Hz. Ömer'in rivâyetine göre Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: "Kim (uygun) bir elbise bulursa onunla (gereği gibi) örtünsün. (Giyerken), elbise köprücük kemiğine gelince; 'Beni giydiren, kendisiyle avret yerimi örten ve hayatıma (o elbise ile) güzellik kazandıran Rabbime hamdolsun' desin." [70]
İblis, çıplaklığı insanları avlamak için bir tuzak olarak kullanıyor; ağına düşürdüğü kurbanlarının da takvâ elbisesinden sıyrılıp ayıplarının ortaya dökülmesine çalışıyor. Onları Rablerinin huzurunda, insanların içerisinde rezil ediyor. Mü'min, takvâ elbisesi ile ruhunu, hayatını ve edebini koruma altına alır. İman ve takvâ ile Allah'ın istediği gibi bedenini örtüp, haysiyetini, iffetini, şerefini ve fıtrattaki yüceliğini korur.[71] İblis ve yandaşları İslâm'ın getirdiği tesettür/örtünme ölçüleriyle savaşırlar. Çünkü örtüsüzlük, insanları, toplumları ve nesilleri bozmaya götüren önemli yollardan biridir. Günümüzdeki İblis askerlerinin de belirttiği doğru olabilir; "tesettür siyasal ve dinsel bir simgedir." Tamam da, açıklık ve çıplaklık da şeytanî bir simge ve haram tanımazlığın, ahlâksızlığın simgesidir/alâmetidir. [72]
Âdem kıssasında cennette iskân, yasak ağaçtan yeme ve tevbe”den oluşan üç aşama, Abduh’a göre insanın yaratılışındaki üç evreye tekabül eder. Âdem kıssası Âdemoğlunun kıssasıdır. Âdem’in adının anılması, kavmi, büyüğünün adıyla anmak kabilindendir. Cennette iskân, üzüntü ve kederin olmadığı, “kederden kaç hazza koş” sözünde ifadesini bulan çocukluk evresine delâlet eder. Ağacın meyvesinin yasaklanması ve bu yasağı çiğnemek irâdenin ortaya çıkma evresine, pişman olarak Allah’a yönelmek ise olgunluk evresine tekabül eder. Allah’tan kelimelerin verilmesi insan aklının hakikati bulmaya yetmediği, mutlaka nübüvvete ihtiyaç duyduğuna delâlet eder.[73] İnsanlığın atası Âdem’in yaşadığı bu süreçle, her bir insanın anne karnında yaşadığı embriyolojik gelişim süreci arasında, “tedebbür” için bazı paralellikler kurulabilir mi? Anne rahmi, Âdemoğlunun zahmetsizce yaşadığı bir tür “cennet”; Âdem’in kovuluşu, insanın dünyaya gelişini; Âdem’in yasak ağaçtan yedikten sonra cinselliği keşfetmesi, insanın âkıl-bâliğ olarak cinselliği keşfetmesini çağrıştırır. İnsanın dünya hayatının âhirete nisbeti, ana rahmindeki sürenin dünya hayatındaki süreye nisbeti gibidir. Allahu a’lem. [74]
Hz. Âdem Kıssasından Çıkarılabilecek Dersler ve İbretler
1- Bu kıssada üç yaratıktan söz edilmektedir. Bunlar: Teslimiyet örneği melekler; kibir, öfke, isyan ve günahta ısrar eden nankörlük örneği İblis ve iyiliğe de kötülüğe de yönelme hissini içinde barındıran, her iki yöne de gidebilme gücüne sahip olan insan.[75] İnsan bu haliyle hem meleklerle hem de İblis'le aynı yerde bulunabilecek ve yarışabilecek durumdadır. Yani hem meleklerden de yüce, hem de İblis'ten de aşağılık olabilir. [76]
2- Hz. Âdem kıssası, bütünüyle yaratılışın ve insanlığın hikâyesidir. Onun var edilmesiyle yeryüzündeki hayat olgunluğa ulaşmıştır. Bu kıssa, insanın yeryüzü sınav alanına inmesinden Allah'a dönüşüne kadar geçen zamanın açık bir sahnesidir.
3- İnsanın dünyadaki hayatı tesadüfen başlamamıştır. Onu Allah yaratmış ve yaratılışını da belli ölçüler içinde ve kâinatın işleyişiyle uyumlu bir şekilde yapmıştır.
4- Allah, yüce gücü bilinsin diye varlıkları ve insanı yarattı. O kendisine ibâdet edilmesini sevdiği için, ibâdet edici kullar var etti. O aynı zamanda az bir amele çok karşılık vermeyi, suç işleyeni affetmeyi sever. Bu da insanın yaratılışı ile gerçekleşti. Allah'ın bir adı da Muhsin'dir. O kullarına ihsan etmeyi sever. Âdemoğullarını yarattı ve onlara bol bol ihsan etti.
5- Kur'an'da Hz. Âdem'in topraktan yaratılışının yedi yerde tekrar edilmesi, aynı zamanda ölümden sonra diriliş olacağına bir işarettir. İnsanı topraktan yaratan, çürümüş ve toprağa karışmış kemiklere de can verebilir. [77]
6- Yüce Allah, yoktan varlık, zayıftan güçlü, sâkinden hareket, cansızdan canlı yaratır. Onun izniyle su ve toprak hareket eder, konuşur hale gelir.[78] İnsan, kendisini böyle yaratan zâta karşı sorumlu değil midir?
7- İnsanın topraktan yaratılması, bir yönüyle Allah'ın yüce kudretine delil olurken; bir yönden de insana bir hatırlatmadır: "İşte senin aslın, hakir/âdi bir çamurdur. Büyüklenmeye hakkın yoktur." O Yüce Kudret sayesinde çamur insan haline geldi. O çamura üflenen İlâhî ruh onu canlandırıyor, hareketli hale getiriyor. Bu insanın iki boyutlu olduğunu da göstermektedir.
8- İnsan, kâinatta üstün, eşsiz bir varlık olarak yaratılmış, bu eşsiz ve üstün konumuyla uyumlu bir vazifeyle görevlendirilmiştir. Onun bu dünyadaki sıfatı "halife"dir. Halife, başkasının yerine geçmek anlamına gelmektedir. İnsan ya yeryüzüne ya da başka toplulukların yerine vâris kılınmıştır.[79] İnsan dünyada kendi başına buyruk olarak yaratılmamıştır. İnsan, Allah'ın ölçülerini unutmamalı, halife olduğunu hatırından çıkarıp kendini hâkim zannetmemelidir. Eğer haddini aşıp böyle bir iddiada bulunursa kâfir, zâlim ve fâsıklardan olacaktır. [80]
9- Âdem'e isimlerin öğretilmesi, hem insanın değerinin yüce olduğuna bir işarettir; hem de kullar için muazzam bir nimettir. Öğretilen isimler sayesinde bilgiye, bilince, adlandırmaya, bilmeye, idrak ve ifade etmeye kavuşmuş bulunuyoruz. Bunlarsız hayat nasıl olurdu?
10- Meleklerin Allah'ın öğrettiğinden başkasını bilmemeleri; gaybın Allah'a ait bir sır olduğunu ortaya koyar. Rabbimiz, meleklerin ve bizim bilmemizin faydalı olmadığı 'gayb'ı kendine saklamıştır. Bu anlamda gaybı bildiği zannedilenler, falcılar, medyumlar, kâhinler yalancıdırlar.
11- Meleklerin "yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek halife mi yaratacaksın?" diye sormaları ve Allah'ın cevap olarak "sizin bilmediğinizi Ben bilirim," demesi göstermektedir ki, bilmeden hüküm vermek yanlıştır, hele dinî konularda rastgele fetvâ vermek kötüdür.
12- Allah, Âdem'e isimleri öğreterek eşya hakkında temel bilgiyi vermiştir. İnsana bilgi ve yetki (irâde) birlikte verilmiş ve ondan bazı isteklerde bulunulmuştur. O hilâfetini bu verilen bilgi ve yetkiyle sürdürecektir. Hilâfeti adâlet sınırları içinde olmalı; hevâsına uymamalı ve Allah'a teslim olması gerektiğini unutmamalıdır.[81] "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." sözü aynı zamanda insanların tümüne verilen nimetlerin hatırlatılmasıdır.
13- Yeryüzünde halife kılınan insan, ancak "emanet" yükünü taşırsa bu görevini hakkıyla yerine getirebilir. Dağların, yerin ve göklerin taşıyamamaktan korktukları[82] "emanet" nedir? Gerçek mü'min olmak, insanlar arasında emîn/güvenilir sıfatı kazanmak, Allah'tan gelen İlâhî vahiyden emin olarak, İlâhî hükümleri tereddütsüz kabul etmek, kulluk emaneti, Kur'an ve Kur'an'la bildirilen İlâhî yasalar, insana yeryüzünde yön veren serbest irâde... Bütün bunlar, emanetin değişik açılardan görünüşüdür. İrâdesini Allah'ın hükmüne tâbi kılanlar, halifelik görevini yaparlar; irâdelerini İblis'e ve nefislerine teslim edenler ise emanete ihanet ederler.
14- Meleklerin Hz. Âdem'e secdesi, insana verilen değerin göstergesidir. Başta melekler olmak üzere yeryüzündeki hemen her şey, insanın hizmetine verilmiştir. "O, arzda/yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı."[83] Her şey, insanın önünde melekler gibi âdeta secde (bey'at/hizmetinde olma yemini) etmektedir. Bu hizmetten ise yalnızca İblis kaçınmaktadır. O, evrensel değerleri ve düzeni inkâr ederek bu âhengin dışında kalmıştır.
15- İblis'in üstünlük ölçüsü geçersizdir. Kişiye değerini kendi hammaddesi veya soyu değil; Allah'ın koyduğu ölçü verir. Irkçılık ve soy üstünlüğü iddiası, şeytanî mantıktır. Kur'an'a göre üstünlük takvâda,[84] ilimde[85] ve cihaddadır.[86] Kim, kendi aslını, soyunu, ırkını başkalarına karşı bir üstünlük sebebi sayarsa, onda iblis anlayışı var demektir. İblis, bu yanlış çıkarım sonucu Rabbine istikbâr edip isyan ettiği gibi, her çeşit ırkçılık da istikbâra ve isyana yol açan tehlikedir.
16- Allah, Âdem'e kendi ruhundan üflemiş, tüm eşyanın isimlerini öğretmiş, onu yeryüzüne halife tayin etmişti. İblis bunu görünce kıskandı ve secde etmedi. İblis, Allah'ın Âdem'e verdiği bu halifelik emanetini anlamadı, kibri ve bilgisizliği yüzünden secde etmedi. İblis, Allah'ın gelecek zamanlara ait planlarını ve hikmetlerini göremeyip kör nefsinin arzusuna uydu ve isyan etti. Kim nefsinin arzularına hiçbir sınır tanımadan uyarsa, onda İblis ahlâkı var demektir. İblis'i isyana sevk eden haset/kıskançlık, kibir ve cehalet, şeytanî özelliklerdir. Kimde bu özellikler varsa, o şeytanî karaktere sahiptir.
17- İblis, Âdem'in varlığının dış görünüşüne bakıp kendini üstün görmüştür ve yaratılışın iç yüzünü, sırrını, hikmetini anlamamıştır. Hâlbuki Allah'ın bütün işlerinin hikmetleri vardır, her birinin kendine ait sırları vardır. Âdem'i sırf toprak zanneden İblis mantığı, kendi maddesini ondan üstün sanmıştır. Materyalizm/maddecilik şeytanî bir felsefedir. Ona göre ateşten yaratılmak, bir üstünlük sebebiydi.[87] Böylece o, ateşin topraktan üstünlüğü gibi iki madde arasında, aslında olmayan bir fark görmüştü. Her iki maddenin yaratıcısının da Allah olduğunu itiraf etmesine rağmen, Âdem'in halifelik ve İlâhî ruh taşıması, eşyanın isimlerini bilmesi gibi üstünlüklerini bilmezden gelmişti.
Âdem'de toprak, kendisinde ateşten başka bir mâhiyet görmemiş; ölüden diri, diriden ölü yaratan ve bütün meziyetleri bahşeden Allah'ı maddeye mahkûm saymıştı. Bu, İlâhî hükümleri, kendi nefsine ve aklına göre değerlendirip mantığına ters gelen bir hükmü reddeden bir akılcılık olduğu gibi; ırkçılığın da temeli idi. Yaratıkları, ruhî yapısıyla değerlendirmeyip, sadece maddî özellikleriyle, asâletiyle değerlendiren ırkçı anlayışın temeli de İblis tarafından böyle atılıyordu. Maddeyi tek ve gerçek ölçü sanmakla şeytanca bir yanılgıya düşmüştü. His ve duygularıyla hareketi sonucu kendi nefsinden kaynaklanan yanılgısını Allah'ın emrine tercih etmekle insanın üstünlüğü gerçeğini kabul etmemişti.
18- İblis'in belki en önemli hatası, yanlış şekilde kıyas etmesi, Allah'ın hükmüne rağmen akıl yürütmesidir. Bu akıllılık değil; akılcılıktır. Bu şeytanî anlayışa göre ölçü, Allah'ın hükmü değil; akıldır. Böylece akıl putlaştırılmıştır. Aklın Allah'ın hükmüne teslim olması, kulun yaratıcısına itaat etmesi gerektiği halde,[88] kendi görüşünü/hevâsını ilâhlaştırmasıdır. Yani kendi aklınca ateş topraktan üstündür; dolayısıyla kendisi de Âdem'den üstündür. Hâlbuki o durumda Allah'ın kesin secde emri vardı. İtaat eden bir kula yakışan, mutlak Yaratıcı karşısında emri dinlemekti. Aklına çok güvenip Âdem'i kıskanan İblis isyan etti ve lânetlendi. O, ölçüleri tersyüz etti, Allah'ın yarattığı akılla Allah'ın hükmünü tartmaya çalıştı. Allah'a teslim olması, hükmüne itaat etmesi gerekirken alternatif üretmeye kalktı. "Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, iman etmiş bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlü'ne karşı gelirse, apaçık bir dalâlete/sapıklığa düşmüş olur." [89]
19- Şeytanın ateşin topraktan üstün olduğuna dair hükmü de yanlıştır. Toprak, nimetleri, bereketi, üremeyi temsil eder. Toprağın bu üreticiliğine, besleyiciliğine karşılık, ateş; yakıcı, yıkıcı, mahvedicidir. Bu, toprağın ateşe mânevî üstünlüğüdür. Maddî üstünlük ve galibiyete gelince, ateş toprağı yakamaz; ama toprak ateşi söndürür. Ateş geçicidir, yanan ateş, bir müddet sonra sönüp kaybolur gider. Toprak ise çağlar boyu, nesilden nesile hem de çeşit çeşit verir de verir. Ateşin, yani yakıcı ve yıkıcı şeylerin, meselâ ateşli silâhların, atom bombası vb. araçların güç kaynağı, büyüklük ve üstünlük vasıtaları olduğunu iddia etmek şeytânî bir değerlendirmedir. Şeytan, bu tür yakıcı ve yıkıcı şeyleri, dostlarının gözünde büyüterek, bu sahte güçleri elinde bulunduranlardan insanları korkutur. Ayrıca toprak tevâzunun, secdenin timsalidir; ateş ise isyanın.
20- Kibir/büyüklük taslamak, insanı alçaltan şeytanî bir huydur. Bu huy, insanı Allah'ın hükümleri karşısında istikbâr etmeye ve istiğnâ duygusuna götürür. Kibir, istikbâr, istiğnâ (kendini Allah'a karşı muhtaç hissetmeme) duyguları, şeytanın önemli araçlarındandır. Tarih boyunca gelmiş geçmiş bütün azılı inkârcıların tavrı istikbârdı. Bu çirkin huy yüzünden insanlar Rablerine secde etmekten, O'nun emirlerini dinlemekten yüz çevirirler.
İnsanın topraktan yaratılmasının bir hikmeti de, toprağın tevâzu (alçak gönüllülük) ve haddini bilme halini hatırlatmasıdır. Böylece insan, Allah karşısında haddini bilmeye çağrılıyor. Peygamberimiz şöyle buyurur: "Kim Allah için tevâzu gösterirse, Allah onu yüceltir; kim de kibirlenirse Allah onu alçaltır." [90]
21- Allah, meleklere "bir halife yaratma" iradesinden söz etti. Bu âyetten, bir şey yapmadan önce akıllı ve işin ehli insanlara danışma (istişâre etme) ahlâkına işaret çıkarılabilir.
22- Hz. Âdem'in cennet hayatının, Allah'ın nimetlerinin büyüklüğünü görme, O'nun koyduğu sınırları tanıyıp onlara uyma, insana kötülük yapabilecek düşmanlarına karşı dikkatli olma bilincine sahip olma amacı taşıdığı söylenebilir. Bu cennet, insanlar için bir örnektir. Dünyayı nasıl cennet gibi yapabileceklerinin metodunu gösterir. Kişi kendi hayatını cennet gibi ve ölümden sonrasını dilerse cennet yapar; dilerse hayatı kendisi ve çevresi için cehenneme çevirir. Hz. Âdem'in cennet hayatı bu espriyi hatırlatıyor.
Allah'ın başlangıçta insan için uygun gördüğü yer cennettir. İnsan, Allah'ın hidâyetine uyar ve hatalarında ısrar etmeyip tevbe yolunu seçerse yine cennete kavuşacaktır. Ancak bu defa kazanarak, yani dünyada iken şeytanın yolunu reddedip Allah'ın emri istikametinde yol almanın mükâfatı olarak cennete girecektir. [91]
23- Allah, Âdem'in hayatının bir bölümünde fiilen gösterdiği, sayısız nimetlerle donattığı, gözlerin görmediği huld cennetini, müttakîler için, Allah'tan hakkıyla korkup sakınanlar için hazırlamıştır.[92] Kaybedilen cenneti yeniden bulmanın yolu, Kur'an'ın tanımını yaptığı takvâ elbisesini kuşanıp müttakîlerden olmaktır. Bu ahlâk, yeryüzünü de insan için cennet haline getirir. Müttakîlerden kurulu bir toplum, saâdet/mutluluk toplumudur. Günümüzde de insan "asr-ı saâdet"i yaşayabilir; "saâdet"i "asr"a taşıyabilir. Nasıl mı? Cevabı "Asr" sûresinde.
24- Hz. Âdem'i şekavete (bedbahtlığa/mutsuzluğa) düşüren şey, İblis'e aldanıp Rabbinin tenbihini/uyarısını unutmaktır. Onun ve soyunun şekavetten kurtulması da Allah'tan gelen "hidâyet"e uymasıdır.[93] İlâhî hidâyette yaratılışın cevabı, saadetin formülü, kurtuluşun reçetesi vardır. Bu hidâyette fıtratın ihtiyaç duyduğu ilkeler ve ölçüler, fazilet, en olgun düzen ve dosdoğru bir yol vardır. İnsan, sapmamak ve sıkıntıya uğramamak için Allah'ın hidâyetine tâbi olmalıdır. O daima bu hidâyete muhtaçtır. Bu hidâyetten ve Allah'ın zikrinden yüz çevirenler, kendi bedbahtlığını kendileri kazanırlar, gündüzleri geceye ve nurları zulumâta (karanlıklara) çevirirler. [94]
25- Müttakîler için hazırlanmış olan ebedîlik cenneti, geçici olan dünya cennetinde kazanılır. Dünyayı kendisi ve çevresi için cennet gibi yapanlar, âhiret cennetine adaydırlar. Huld (ebedîlik) cenneti, ancak bir bedel karşılığı kazanılır. Bu bedeli, mü'minler, nefisleriyle, şeytanla, şeytanlaşanlarla her şartta ve imkânda mücadele ederek, hiç kimsenin kınamasına aldırmadan Allah'ın emrini yerine getirerek öderler. Cennet, kul için üstün bir makam olduğundan, orayı hak etmenin bedeli de ona göredir. Orayı arzu edenler, gereken bedeli ödemek zorundadır.
26- Hz. Âdem, cennette olmasına rağmen "yasak ağaca yaklaşmama" emri ile denendi. İnsan orada bile başıboş, kuralsız ve sorumsuz değildi. İnsan, yeryüzünde, şeytanın serbestçe faaliyet yapabildiği, nefislerin hoşuna gidecek sayısız çekici zevklerin olduğu, devlet eliyle haramların kolaylaştırılıp Allah'a itaatin önüne sayısız engeller konulduğu, saptırıcıların kol gezdiği bir ortamda başıboş olabilir mi? Kuralsız ya da şeriatsiz kalabilir mi? Bunca şeytânî yollar içinde kılavuzsuz sırât-ı müstakimi bulabilir mi?
27- Sorumluluk, hayatın anlamıdır ve devamını sağlayan en önemli ilkedir. Sorumsuzluk kişi için "yok"luktur. İnsanın yokluktan kurtulup "var" olmasını isteyen Yaratıcı, onu yaptıklarından ve emaneti taşıma görevinden sorumlu tutmuştur. Bu, ona değer vermedir, bir başka deyişle "adam yerine koyma"dır. Yasak ağaç, ihtimal ki yeryüzündeki haramları sembolize etmektedir. Rabbimiz bununla insanları kendi haram sınırları konusunda duyarlı olmaya davet ediyor.
28- Yasak ağaçtan yemek, Hz. Âdem'in şekavetine (bedbahtlığına) sebep oldu.[95] İnsan, tıpkı atası Âdem gibi, ister bile bile, ister unutarak Rabbinin yasak ağaçlarından yerse, O'nun sınırlarını çiğnerse veya hükmüne uymazsa, şekavete düşer, mutsuz olur, hüsrâna uğrayıp çok şey kaybeder.
Günümüzde tâğûtî düzenlerin ve düzenbazların egemenliği sayesinde şeytanın yandaşları yeryüzünün her tarafını işledikleri şerler, sebep oldukları fesatlar, yapa geldikleri günahlar yüzünden "yasak ağaçlar"la doldurdular. Onlar sürekli "yasak ağaç" üretmekte ve şeytânî vesvese ve kandırmaca ile insanları o ağaçlara yaklaştırmaktadırlar. Müslümana yakışan, yasak olmayan ağaçlar bulup onların meyvesinden yemek, ya da cennetin helâl ağaçlarını yeryüzünde yetiştirmektir.
29- Âdem ve eşi cennetteyken Allah tarafından denenmiş ve eğilimleri ortaya çıkmıştır. Dünyada da benzer bir imtihan vardır. Her iki imtihanda da Allah'ın sınırsız mubah alanı ve çok az haram alanı vardır. Mubah alan, insanın tüm ihtiyaçlarını sonuna kadar karşılamaya yeterlidir. Helâl/mubah nimetler, keyfe kâfidir. Bundan dolayı haram sınırını aşan kimselerin kendilerini savunabilecekleri hiçbir gerekçeleri olmaz. Savunma çabaları, temelsiz görüşlerden (hakkı göremeyişlerden) başka bir şey değildir; tıpkı şeytanın demagojileri gibi.
30- İnsan, diğer varlıklardan üstün kılınmasına rağmen,[96] hem unutkan ve zayıftır, hem de İlâhî ruha yatkınlığı yanında, yaratılışında olan çamura/çamurluğa da meyillidir. [97]
31- Hz. Âdem, Rabbinin uyarılarına rağmen yasağa uymayı unuttu.[98] İnsan unutarak veya aldanarak hata yapabilir. İman eden insana yakışan, hatasını İblis gibi savunmak değil; Âdem ve eşi gibi yanlışını anlayıp Allah'tan bağışlanma dilemektir. Çünkü Allah, şirkin dışında bütün günahları affeder.[99] Hz. Âdem ve Hz. Havvâ'nın, hatalarını anladıktan sonra yaptıkları dua; tevbe edilmeyen küçük günahların bile karşılık göreceğinin delilidir. Öyleyse, bütün günahlara tevbe etmeli, sürekli Allah'a istiğfarda (bağışlanma dileğinde) bulunmalıdır.
32- Çıplaklık şeytandandır. O, Hz. Âdem'i ve eşini cennette kandırarak onları elbiselerinden soydu, ayıp yerlerini ortaya döküp onları utandırdı. İnsan, fıtrî olarak hayâ duygusuna, çıplaklıktan utanma hissine sahiptir. Hayâsız insanlar, fıtratları bozulmuş, insanlıktan uzaklaşmış kimselerdir. Bu olay, aynı zamanda hem günah işlemenin insanı sıkıntıya sokacağına ve hem de şeytanın insanı elbiselerinden soyarak ona daha rahat hâkim olabileceğine işaret etmektedir. Bu nedenle Kur'an insanları; "Ey Âdemoğulları, şeytan, anne-babanızın ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini sıyırarak onları cennetten çıkardığı gibi, sakın sizi de bir belâya uğratmasın."[100] diyerek uyarıyor.
Şeytan, çıplaklığı insanları avlamak için bir tuzak olarak kullanıyor. Ağına düşürdüğü kurbanlarının da takvâ elbisesinden sıyrılıp ayıplarının ortaya dökülmesine sebep oluyor. Onları Rablerinin huzurunda, insanların içerisinde rezil ediyor. Mü'min, takvâ elbisesi ile ruhunu, hayatını ve edebini koruma altına alır. Takvâ imanıyla da Allah'ın istediği gibi bedenini örtüp, haysiyetini, iffetini, şerefini ve fıtrattaki yüceliğini korur.[101] Şeytan ve yandaşları İslâm'ın getirdiği tesettür/örtünme ölçüleriyle savaşırlar. Çünkü örtüsüzlük, insanları, toplumları ve nesilleri bozmaya götüren önemli yollardan biridir. Bilinmeli ki, avret yerlerini örtmek ve korumak ölçüsü, insana verilmiş önemli nimetlerden ve yüceliklerden biridir.
33- Fıtratı bozulmamış insanlar, kötülüğü kolay kolay kabul etmezler. İblis, insanın bu özelliğini bildiği için ona öğüt veriyormuş edasıyla sokulur, doğrulardan olduğuna inandırmak için yemin eder, yasakları çiğnetmek için bunu yapınca elde edeceği çok güzel sonuçlardan bahseder ve böylece onu kandırabilir. Şeytan ve onun yardımcıları, insanı kandırmak için daima hoşa gidecek şekilde yaldızlı ve süslü sözler söylerler. İddialarını ispatlamak için inandırıcı ve kandırıcı -kendilerine göre- deliller getirirler, ikna odaları kurarlar, her türlü ikna yöntemlerini kullanırlar. Allah tarafından yasaklanan şeyleri, çeşitli yorumlarla güzel/normal göstermeye çalışırlar. Bütün bu nefse hoş gelen söz ve tavırlar, aslında saptırıcı, istikameti şaşırtıcı ve çarpık içeriklidir. Bu câzip yöntemler, avlarını tuzağa düşürmeye yarayan hilelerdir. [102]
34- İnsanda mevcut hali yeterli görmeme, bulunduğu mevkiden daha üstün konuma geçme arzusu vardır. Bazan insan bunun için haramları da çiğneyebilir. Şeytan, Âdem ve eşini üstün bir mevki göstererek ve buna inandırarak kandırmış, yasağı çiğnemelerini sağlamıştır.
35- Şeytan, Âdemoğluna duyduğu haset yüzünden iğvâsını, her zaman ve her şartta sürdürecektir. Ne şeytan, ne de onun yardımcıları tatil yapmayacaklardır.[103] Şeytan ve dostları en çok müslümanlarla uğraşırlar. Onları Allah'tan, O'na ibâdetten, O'nun yolunda harcama yapmaktan, cihaddan, her türlü hayırlı işlerden alıkoymaya çalışırlar.
36- "Kahrolsun İblis!" demenin, "şeytana uydum", "şeytanın vesvesesi, kandırması olmasaydı..." demenin faydası yoktur. Kişi kendi arzusuyla ve nefsinin isteğiyle şeytanın aldatmalarına kanar, onun adımlarını izler. Çünkü şeytanın ve yandaşlarının sâlih mü'minler üzerinde bir gücü yoktur. O yalnızca vesvese verir, davet eder, günahları ve dünya tutkularını çekici gösterir, yanlış yapmaya özendirir.[104] O, hiç kimseyi kendi emrine uymaya zorlayamaz. Üstelik, şeytanın hilesi, oldukça zayıftır.[105] Ama ne yazık ki insanların çoğu bu zayıf hilelere aldanır. Şeytanın davet ettiği veya söz verdiği şey de aldanmadan, yanılmadan, yani seraptan ve ümniyyeden (boş hayalden) başka bir şey değildir. [106]
37- İblis'in lânete uğrama meselesi, sadece Allah'ın bir emrini yerine getirmemekle oluşan bir isyan değildi; Mü'min insan da yanılarak, unutarak isyan edebiliyor, ama lânetlenmiyor, şeytanlaşmıyordu. Çünkü tevbe çeşmesi ile tekrar arınabiliyor, hatasından dönebiliyordu. İşte şeytanî isyanın farkı burada düğümleniyordu: İblis, günahını itiraf ve tevbe etme, özür dileme yerine itirazı ve rezil bir hayatı tercih etti. İnsanın kendi hatasını savunması, te'vil etmesi, suçunu Allah'a karşı itiraf edip kabullenmemesi şeytanî özelliktir.
Allah, Âdem'i ve eşini affetti. Çünkü onlar, günahlarını Allah'a itiraf ettiler, hatalarının bağışlanmasını istediler. Yaptıkları yanlışı savunmadılar, Allah'ın emrini beğenmezlik etmediler, ona karşı kibirlenmediler. İblis ise af dilemediği gibi hatasını da kabul etmedi. Allah'ın emrine karşı istikbâr etti. İnsanın önünde iki yol vardır. Birisi, İblis'in itaatten çıkma ve Allah'a isyan yolunda ısrar yolu; diğeri, Âdem'in hatasından dönüp tevbe etme yolu. Allah'ın İslâm'la gönderdiği hükümlere (ölçülere) teslim olduğu ve onları kabul ettiği halde hata edenler, sonra da günahlarına tevbe edenler, tıpkı Hz. Âdem gibi affedilirler. İmanda, farz ve haramlarda (Allah'ın hükümleri konusunda) pazarlık yapanlar, sonra kendi görüşlerini daha doğru ve üstün görenler, şeytanın arkadaşıdırlar.
38- Hataya düşmenin, günah işlemenin sebebi, üçüncü şahısların teşviki olsa bile, esas suçlu, insanın bizzat kendi arzusu, kendi hevâ ve hevesidir. Kimse kimsenin günahından sorumlu olmadığı gibi, kimse bir başkasının yerine kulluk da yapamaz. Herkesin yaptığı kendisine aittir.
39- Allah, yasak sınırını aşan Âdem ve eşini affetmiş, dünya imtihanını günahsız olarak başlatmıştır. Tüm insanlar da dünyaya günahsız olarak gelecekler, dünya hayatları boyunca sayısız imtihanlar geçireceklerdir.
40- Kadın, tüm insanların asırlar boyu çektiği çilenin sebebi değil; onun yaratılışta kardeşi, insan olmada eşidir. Üstünlük, cinsiyette veya rütbelerde aranmamalıdır. Bu kıssaya göre, şeytanın ilk saptırdığı kadındır veya erkektir denilemez. Kadının, şeytanın görevini üstlenip kocasını saptırdığı da iddia edilemez. Kadın ve erkek (Âdem ve eşi), yasağı birlikte çiğnemişler; yine birlikte tevbe etmişlerdir.
Yine bu kıssaya göre, insanoğlunun hangi şeyden yaratıldığı gâyet açıktır. Kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığı gibi iddialar, Kur'an'dan dayanak alamaz. Kadın ve erkeğin ortak adı insandır ve insan topraktan yaratılmıştır. [107]
41- Allah, hâlis (ihlâs sahibi) kullarını meleklerle de destekleyecektir. Melekler, muhâfızlık yaparak, haber (vahy) getirerek, mü'minleri müjdeleyerek, cihadda mü'minlerle birlikte yer alarak ve onlar için Allah'a dua ederek mü'minleri destekleyeceklerdir. [108]
Şeytan melek değil; cinlerdendir.[109] Dolayısıyla melekler, Allah'a isyan etmezler. Melekler, bazı müşriklerin iddia ettikleri gibi Allah'ın kızları da değildir. Allah'a tamamen teslim olmuş, Allah'ı hamd ile tesbih eden kullardır.
42- İblis, Allah'a inanmakta, O'nun sıfatlarını bilmektedir. Ancak Allah'a itaat etmeyip büyüklenen ve yüz çeviren biridir. Bu yüz çevirmesi ve büyüklenmesinden dolayı lânetlenmiştir. İnsanlardan da kim büyüklük taslar, Allah'ın emirlerinden yüz çevirirse Allah'ı tanısa ve O'na inandığını söylese de İblis gibi nankörlerden sayılacak ve lâneti hak edecektir. İsyan eden, büyüklenen ve Allah'ın yolundan alıkoymaya çalışanlar, İblis ile birlikte cehennem halkı olarak orayı dolduracaklardır.
43- İnsan, şeytanın kendisine düşman olduğunu ve daima kendisinin felâketini istediğini unutmamalıdır. Şeytanın ve dostlarının tuzağına düşerek günah işlemesi, onun şeytan tarafından zavallı duruma düşürülmesi demektir. Günaha devam ettikçe hareket yönü, alçalmaya doğru olacaktır. Tevbe etmemek ve şeytanın süslediği hayallere dalmak, zaafın ve alçaklığın en derinine doğru yol almak demektir. İnsanın şerefli olabilmesi için el-Aziz olan Allah'a dayanıp teslim olması, isyandan ve şeytandan uzak durması gerekir.
44- Kur'an, şeytanın velî (dost-yardımcı) tutulmamasını ihtar ediyor.[110] Şeytanla dost olmak, yılanla yatağa girmekten çok daha tehlikelidir. Akıllı insan, kendine zararlı dost tutmaz. İnsan, ya Allah'ın hizbi, ya şeytanın hizbidir (yandaşı, taraftarıdır).[111] İnsan savaşçıdır; ya Allah yolunda ya da tâğut uğrunda.[112] İnsanın her davranışı bir ibâdettir; Allah'a veya şeytana ibâdet![113] Yolların ayrılış noktası; insanın ya Allah'ın emirlerine kulak verip hakka itaat etmesi yahut da şeytana uyup onun emirlerine itaat etmesidir. Üçüncü bir yol yoktur. Ya Allah yahut şeytan. Ya hidâyet yahut dalâlet. Ya hak, ya bâtıl. Ya kurtuluş ya hüsran. Kur'an'ın bütünüyle anlattığı hakikat işte budur. Diğer bütün düşünceleri ve insanları ilgilendiren halleri Kur'an, bu hakikat üzerine bina eder.
Şeytan ve yandaşlarına karşı mücadele ciddî ve sürekli bir iştir. İnsan güçlü bir iman ve şeytanın istekleri yerine Allah'a şartsız itaat ile mücadeleyi başarı ile bitirebilecek ve şeytanın alçaltmasından kurtulmuş olacaktır. İnsan, sürekli olarak şeytanî hilelere karşı uyanık olmalı, onlarla savaşmalı, tuzakları sezmeye ve açığa çıkarmaya çalışmalıdır. Ancak her şeye rağmen tuzağa düşebilir. Tuzağa düşünce de tevbe ederek toparlanmalıdır. İnsan fıtratına uygun davranış, hatalarda ısrar değil; tevbedir. [114]
Âdem kıssası, tüm insanlığın tarihidir. Bu kıssa, insanı Allah'ın emrine uymaya, yasaklarından kaçınmaya alıştırıp teşvik ediyor, İblis'in düşmanlığını hatırlatıyor. Adam olmak; Âdem olmak, Âdem gibi olmak, onun gibi yaşamak demektir. Âdem, yeryüzünde halife olarak yaratılmıştı. Âdem kelimesi elif, dal ve mim harfiyle yazılır. Âdem’in elif’i kıyâmı, dal’ı rukûyu, mim’i de secdeyi çağrıştırır. Adam olmak, Allah için kıyâm etmek, belimizi sadece O’nun huzurunda bükmek, O’nun huzurunda eğilip başkalarının önünde eğilmemek ve sadece O’na secde etmekle, ibâdet edip kulluk yapmakla mümkün olur. Âdem gibi/Adam gibi adam olanlara selâm olsun!
Âdem (a.s.) ile İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Âdem İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 25 Yerde): 2/Bakara, 31, 33, 34, 35, 37; 3/Âl-i İmrân, 33, 59; 5/Mâide, 27; 7/A’râf, 11, 19, 26, 27, 31, 35, 172; 17/İsrâ, 61, 70; 18/Kehf, 50; 19/Meryem, 58; 20/Tâhâ, 115, 116, 117, 120, 121; 36/Yâsin, 60.
B- Âdem (a.s.) Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
a- İlk İnsan ve İlk Peygamber Hz. Âdem: Bakara, 30-31, 33, 37; Al-i İmran, 33, 59; Nisâ, 1, 116, 120; En'am, 2; A'raf, 12, 23, 189; Hıcr, 26, 28, 43; İsrâ, 61, 64; Kehf, 50; Tâhâ, 115, 123; Mü'minun, 12; Rûm, 21; Secde, 7; Sâd, 71, 85; Zümer, 7; Rahmân, 3-4, 14; İnsan, 1.
b- Âdem A.S.'ın Yaratılışı: Bakara, 30; Al-i İmran, 59; Nisâ, 1; A'raf, 189; Mü'minun, 12; Furkan, 54; Secde, 7; Fâtır, 11; Saffat, 11; Sâd, 71-74; Mü'min, 67; Necm, 32; Rahmân, 15; Nûh, 19.
c- Hz. Havvâ'nın Yaratılışı: Nisâ, 1; A'raf, 189; Rûm, 21; Zümer, 6.
d- Âdem A.S.'ın Bilgisi: Bakara, 31, 33.
e- Âdem A.S. ile Şeytan: Bakara, 34-36; A'raf, 19-24; İsrâ, 61-62; Kehf, 50; Tâhâ, 116-119.
f- Hz. Âdem ile Hz. Havva'nın Cennetten Çıkarılışları: Bakara, 35-36, 38; A'raf, 19-24; Tâhâ, 120-121.
g- Hz. Âdem ile Hz. Havva'nın Dünyaya İnişleri: A'raf, 24-25; Tâhâ, 122-124.
h- Âdem A.S.'ın Tevbesi: Bakara, 37.
i- Hz. Âdem ile Hz. Havva'nın, Nesillerinden Peygamberler Gönderilmesi: Al-i İmran, 33-34.
j- Hz. Âdem ile Hz. Havva'nın, Allah'ın Salih Çocuk Vermesi İçin Duâları: A'raf, 189-190.
k- Hz. Âdem'in Çocuklarından Hâbil ile Kabil'in Allah'a Kurban Sunmaları: Mâide, 27.
l- Kabil'in Hâbil'i Öldürmek İstemesi: Mâide, 27-29.
m- Kabil'in Hâbil'i Öldürmesi: Mâide, 30, 32.
n- Kabil'in, Kardeşinin Cesedini Gömmesi ve Pişmanlığı: Mâide, 31.
[1] 2/Bakara, 31
[2] 3/Âl-i İmran, 33
[3] 3/Âl-i İmran, 59
[4] 11/Hûd, 61; 20/Tâhâ, 55; 71/Nuh, 18
[5] 30/Rûm, 20
[6] bk. Ebû Dâvud, Sünnet 16; Tirmizî, Tefsir 1, 3; Müsned-i Ahmed, IV/400, 406
[7] 30/Rûm, 20
[8] 32/Secde, 7
[9] 24/Nur, 45
[10] 25/Furkan, 54
[11] 23/Mü'minun, 12
[12] 37/Saffat, 11
[13] 15/Hicr, 26-28
[14] 55/Rahman, 14
[15] bk. Ebû Dâvud, Salât 207; Tirmizî, Cum'a 1; İbn Mâce, İkametü's-Salât 79, Cenâiz 65
[16] 38/Sâd, 71-76
[17] Buhârî, Halk-ı Âdem 2 (IV/102); Tecrîd-i Sarih Terc. IX/76, hadis no: 1367
[18] bk. 17/İsrâ, 70; 95/Tîn, 4
[19] 2/Bakara, 37
[20] 2/Bakara, 33, 35; 7/A'râf, 19; 20/Tâhâ, 117
[21] 3/Âl-i İmran, 33
[22] 2/Bakara, 30-32
[23] bk. 17/İsrâ, 70
[24] bk. 2/Bakara, 30-33
[25] bk. 2/Bakara, 34; 7/A'râf, 11; Hıcr, 29-31
[26] bk. 7/A'râf, 12; 15/Hıcr, 33; 17/İsrâ, 61
[27] bk. 38/Sâd, 74-78
[28] bk. 7/A'râf, 13-18; 15/Hıcr, 34-43; 17/İsrâ, 61, 65
[29] 2/Bakara, 35; 7/A'râf, 19
[30] 20/Tâhâ, 117-119
[31] Fahrettin Yıldız, Tefsir Dersi Notları, A’râf Sûresi, 19. Âyetin Tefsiri
[32] 7/A'râf, 20
[33] 7/A'râf, 20
[34] 20/Tâhâ, 120
[35] bk. Ebû Dâvud, Sünnet 16; Tirmizî, Tefsir 1, 3; Müsned-i Ahmed, IV/400, 406
[36] et-Tâc, I, hadis no: 40
[37] İbn Kayyim, Hâdi’l-Ervah, Dımaşk 1419; s. 25
[38] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 1-6
[39] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 7
[40] bk. 7/A'râf, 22; 20/Tâhâ, 121
[41] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 16-19
[42] bk. 2/Bakara, 36, 38; 7/A'râf, 24, 20/Tâhâ, 123
[43] bk. 2/Bakara, 37
[44] bk. 6/En'âm, 164
[45] 2/Bakara, 38-39; 20/Tâhâ, 123
[46] 20/Tâhâ, 115
[47] T. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 362
[48] 4/Nisâ, 1
[49] 5/Mâide, 27
[50] 3/Âl-i İmran, 33
[51] 20/Tâhâ, 122
[52] Müsned-i Ahmed bin Hanbel, V/265
[53] Tirmizî, II/202
[54] 2/Bakara, 213; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 1, s. 35 ve devamı
[55] 52/Tûr, 32; Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 40
[56] İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 1, s. 359
[57] Eyüp Yıldırım
[58] Ali Şeriati, İnsan, s. 15-16
[59] bk. 2/Bakara, 30-33
[60] 55/Rahmân, 1-4
[61] bk. 20/Tâhâ, 117
[62] 17/İsrâ, 70
[63] 4/Nisâ, 28
[64] 20/Tâhâ, 115
[65] 4/Nisâ, 116; 5/Mâide, 40; 39/Zümer, 53 vd.
[66] 7/A'râf, 23
[67] bk. İbn Mâce, Edeb 57, hadis no: 3815-3817
[68] bk. 36/Yâsin, 60; 7/A'râf, 16-17; 17/İsrâ, 64 vd.
[69] 7/A'râf, 27
[70] Tirmizî, İbn Mâce ve Ahmed bin Hanbel, naklen: İbn Kesir, 2/12
[71] 7/A'râf, 26
[72] Hz. Âdem, Hüseyin K. Ece, s. 243 ve devamı
[73] El-Menâr, c. 1, s. 282-284
[74] Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, Düşün Y., s. 17
[75] 76/İnsan, 2-3; 91/Şems, 8
[76] 95/Tîn, 4-5
[77] 36/Yâsin, 78-81
[78] 30/Rûm, 20
[79] 6/En'âm, 165; 7/A'râf, 69
[80] 5/Mâide, 44, 45, 47
[81] 2/Bakara, 30; 38/Sâd, 20
[82] 33/Ahzâb, 72
[83] 2/Bakara, 29
[84] 49/Hucurât, 13
[85] 39/Zümer, 9
[86] 4/Nisâ, 95
[87] 38/Sâd, 71-85
[88] 33/Ahzâb, 36
[89] 33/Ahzâb, 36
[90] İbn Mâce, Zühd 16; hadis no: 4176
[91] 7/A'râf, 43; 24/Nûr, 38; 31/Lokman, 8; 32/Secde, 19; 16/Nahl, 32
[92] 3/Âl-i İmran, 133; 15/Hıcr, 45; 26/Şuarâ, 90 vd.
[93] 2/Bakara, 38; 20/Tâhâ, 123
[94] 20/Tâhâ, 124
[95] 20/Tâhâ, 117
[96] 17/İsrâ, 70
[97] 4/Nisâ, 28
[98] 20/Tâhâ, 115
[99] 4/Nisâ, 116; 5/Mâide, 40; 39/Zümer, 53; 61/Saff, 12 vd.
[100] 7/A'râf, 27
[101] 7/A'râf, 26
[102] 6/En'âm, 112-113
[103] 36/Yâsin, 60; 7/A'râf, 16-17; 17/İsrâ, 64; 2/Bakara, 268 vd.
[104] 17/İsrâ, 65
[105] 4/Nisâ, 67
[106] 14/İbrahim, 22; 4/Nisâ, 120; 15/Hicr, 42; 17/İsrâ, 64 vd.
[107] 55/Rahmân, 14; 6/En'âm, 2; 23/Mü'minûn, 12; 32/Secde, 7; 37/Saffat, 11
[108] 35/Fâtır, 37; 3/Âl-i İmran, 39, 42, 45 124, 125; 8/Enfâl, 9, 12; 16/Nahl, 32 vd.
[109] 18/Kehf, 50
[110] 18/Kehf, 50-51
[111] 58/Mücâdele, 19, 22
[112] 4/Nisâ, 76
[113] 51/Zâriyât, 56; 36/Yâsin, 60
[114] Adnan Adıgüzel, Âdem Kıssası ve Düşündürdükleri, Haksöz 44, s. 44-45; H. K. Ece, Hz. Âdem, s. 243-254
PEYGAMBERLİK VE PEYGAMBERLERİMİZ
PEYGAMBERLİK VE PEYGAMBERLER
- Nebî ve Rasül; Anlam ve Mâhiyeti
- Kur’ân-ı Kerim’de Nebî ve Rasül Kavramı
- Peygamberlerin Özellikleri
- İnsanların Peygamberlere İhtiyacı
- Peygamberlerin Gönderiliş Gâyeleri
- Peygamberlerin Dâvetlerinin Özellikleri
- Peygamberlerin Peygamberliği Nasıl Anlaşılır?
- Son Peygamber
- Mütenebbî/Sahte Peygamber
- Peygamberlerin Sıfatları
- Kur'ân-ı Kerim'de İsmi Geçen Peygamberler
- Peygamberlere İman
- Peygamberlere İman, Onları Örnek ve Önder Kabul Edip Onlara İtaat Etmek İçindir
- Peygamberlere Vâris Olabilmek
- Nebî ve Rasül Kelimeleri Arasında Fark Var mıdır?
“Hatırlayın (ey İsrâil oğulları!) Verilen nimetlere karşılık, 'Ey Mûsâ! Bir tek yemekle dayanamayız, bizim için Rabbine duâ et de yerin bitirdiği şeylerden; sebzesinden, kabağından, sarmısağından, mercimeğinden, soğanından bize çıkarsın' dediniz. Mûsâ ise (onlara): 'Daha iyiyi daha kötü ile değiştiriyor musunuz?! O halde mısıra (şehre) inin. Herhalde istedikleriniz sizin için orada vardır.' dedi. İşte (bu hâdiseden sonra) üzerlerine zillet (alçaklık) ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah'ın gazabına uğradılar. Bu musîbetler (onların başına), Allah'ın âyetlerini inkâra devam etmeleri, haksız olarak nebîleri/peygamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi. Onların hepsi, sadece isyanları ve düşmanlıkları sebebiyledir." [1]
Nebî ve Rasül; Anlam ve Mâhiyeti
"Nebî" sözlükte haber getiren, haberci demektir. Nebe’ fiilinin fâil ismidir. "Nebe’", kendisiyle ilim meydana gelen, çok faydalı ve önemli haber demektir. "Nebî", önemli ve faydalı, aynı zamanda sağlam bir haber getiren elçi demektir. Bazılarına göre nebî kelimesi, yükseklik anlamına gelen "nübüvvet" kelimesinden türemiştir. Buna göre "nebî", her bakımdan yüksek bir makam sahibi, İnsanlara doğru ve önemli haber getiren kimse demektir.
"Rasûl" kavramı "risl" kökünden türemiştir. "Risl" sözlükte; yerine getirmek üzere gitmek, yumuşaklık ve kolaylık üzere göndermek demektir. "Rasûl", hem gönderilen mesaj, hem de mesaj yüklenip götüren anlamında kullanılmıştır. Kur’an’da daha çok ikinci anlamda geçmektedir. Allah (c.c.) İnsanlar arasından bazılarını seçer ve onları özel bir görevle gönderir. Bu gönderme işine "irsâl", gönderilen elçiye "rasûl", rasûllerin görevlerine de "risâlet" denir. İslâm literatüründe "nebî" ile "rasûl" aynı anlamı ifade ederler. Kur’an her iki kelimeyi de aynı anlamda kullanmaktadır.
Türkçe’de ise, Farsçadan gelen "peygamber" kelimesi daha yaygın olarak kullanılmaktadır. Her üç kelime de "Allah’ın elçisi" anlamına gelir. Nebî’nin çoğulu "enbiyâ" ve "nebiyyûn"dur. Kur’an’da, nebîlerden/peygamberlerden çokça bahseden 21. sûrenin adı: "Enbiyâ" sûresidir. "Rasûl" veya "mürsel", haber ve mesaj götüren anlamında elçi demektir. "Rasûl"ün çoğulu; rusül, mürsel’in çoğulu ise; mürselîn’dir.
Rasûller tıpkı nebîler gibi Allah’ın seçtiği elçilerdir. Ancak nebîler, haber getiren anlamında yalnızca İnsanlardan seçilirken; rasûller hem İnsanlar arasından, hem de İnsan dışındaki varlıklardan seçilebilir. Rasûle aynı zamanda mürsel de denilmektedir. "Rasûl", risâlet görevini Allah ile İnsan arasında yürüten kimsedir. Rabbimizin mesajlarını bir plana bağlı olarak, yumuşaklıkla, ürküntüye yer vermeden yerine ulaştıran elçidir.
Rasûller haberci anlamında elçi oldukları için bazen şuursuz varlıklar arasından da seçilmiş olabilirler. Şuursuz elçilere yağmur ve rüzgâr, şuurlu rasûllere melekler ve nebîler örnek olarak verilebilir. “Allah, meleklerden de elçiler seçer, İnsanlardan da. Şüphesiz Allah, işitendir, görendir.”[2] Kur’an, rüzgârın aşılayıcı elçi olarak gönderildiğini ifade etmektedir.[3] Elçi, bir işle görevlendirilen ve görevi konusunda yetkisi olan kimsedir. O, kendisini gönderen makama karşı sorumludur. Hangi iş için gönderilmişse, o işi yapmaya memurdur. Nitekim rüzgârın veya yağmurun elçi olarak gönderilmesi, onların belli bir işlevi yerine getirmeleri ile sınırlıdır. Rüzgâr aşılayıcı, yağmur yeryüzünü diriltici bir fonksiyon gösterir; onların elçilikleri bunlarla sınırlıdır.
Nebî, Allah’ın kendisine vahyettiği şeyleri İnsanlara aktaran, onları bu vahye inanmaya ve itaat etmeye davet eden kişidir. Onlar İnsanları, vahiyle terbiye eden terbiyecidirler. Onlar, Allah tarafından seçildikleri için, en temiz İnsanlardır. İnsanlık için örnek kişilerdir. Onlar, Allah’ın kendilerine vahyettiği şeyi canlı olarak yaşıyorlardı. Peygamberler, aldıkları vahyin canlı örnekleridir. Her nebî, kendi döneminin İnsanları için, Allah tarafından seçilmiş örnek (numûne) idi. Nebîler, Allah’a hakkıyla kulluk yaparlar ve ubûdiyyetin (kulluğun) nasıl yapılması gerektiğini gösterirler.
Allah’ın İnsanlar arasından seçtiği elçiler de belli bir mesajı İnsanlara ulaştırmak, bazı şeyleri haber vermek ve aldıkları vahiyle İnsanlara örnek olmak üzere görevlidirler. Risâlet, bir anlamda nübüvvettir ve Allah’ın İnsanlara haber ulaştırma yoludur. İnsanları hidâyete götürmenin, onları dünya hayatında yaşantılarını düzenlemenin, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarmanın, onları âhiret hayatına hazırlamanın bir yoludur.
Risâlet, İnsanları Allah’ın vahyi ile terbiye etmenin sistemidir. İnsanlık bu kurum sayesinde Allah’a kulluğu ve fıtratındaki güzelliği keşfedebilir. Rasûller, aldıkları vahiy ve yüklendikleri görevle; İnsan fıtratının derinliklerindeki güzellikleri, iyilikleri ve Hakk’a bağlılığı pratik hayata geçirirler; İnsan hayatından çirkinlik ve kötülükleri uzaklaştırmaya çalışırlar.
Kur'ân-ı Kerim'de Nebî ve Rasül Kavramı
Kur'ân-ı Kerim'de "nebî" kelimesi, tekil ve çoğul olarak 75 defa, "nübüvvet" 5 defa geçer. Bu sayı, aynı kökten fiillerle toplam 160'a çıkar. "Rasül" ve "mürsel" kelimeleri ise Kur'an'da toplam 383 yerde kullanılır. Buna aynı kökten fiiller de eklenince bu sayı 513'e yükselir. Nebîlerin soyları, ahlâkları, hayatları ve yürekleri pak ve aydınlıktır. Onlar selâm üzerine doğar, selâm ile ölürler.[4] Yani, onlar her türlü kirden ve pislikten, isyandan ve sapıklıktan korunmuşlardır. Emniyet ve güven, itimat ve barış onların karakteridir. Çevrelerine selâm (güven ve barış) ortamı sunarlar. “Ve selâmün ale’l mürselîn = Gönderilen bütün peygamberlere selâm olsun!”[5]
Peygamberler, İnsanları cennet ve Allah’ın nimetleriyle müjdelemek, cehennem ve Allah’ın azabıyla korkutmak için gönderilmişlerdir.[6] En güzel biçimde yaratılan İnsan,[7] irâde sahibidir. Tüm davranışlarından mes'uldür. Allah’ın verdiği nimetlere karşı şükretmek ve O’na ibâdet etmekle yükümlüdür. İnsan, tek başına, nasıl şükredileceğini, nasıl kulluk yapılması gerektiğini bilemez; bu görevlerini yerine getirme noktasında bir çok engelle ve zorluklarla karşılaşır. O yüzden İnsanın bir mürşide, rehber ve kılavuza ihtiyacı vardır. İşte bu mürşid ve rehber, peygamberdir. [8]
İnsanlar arasından seçilmiş rasûllerin görevleri, diğer elçilerden farklıdır. Şu âyet onların işlevini en güzel bir şekilde açıklamaktadır: “Nitekim, kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi tezkiye eden (temizleyen), size Kitabı ve hikmeti öğreten ve size bilmediklerinizi öğreten rasûller gönderdik.”[9] Rasûller, açık deliller ile gelirler. Yanlarında ilâhî adâletin ölçüsü vardır. Kitab'ı ve onunla gelen gerçekleri mü’minlere öğretirler. Gücün, kuvvetin ve malın nasıl kullanılacağını bildirirler. Allah (c.c.), bu anlamda İnsanlardan kimin peygambere yardım edeceğini, kimin onun dâvetine uyup uymayacağını imtihan etmektedir. [10]
Allah (c.c.) bazı peygamberlere, nasıl yaşayacaklarını, hangi prensiplere göre hareket edeceklerini ve ibâdetlerini nasıl yerine getireceklerini bildiren şeriatler göndermiştir.[11] Ama bütün peygamberler, İnsanlara yalnızca Allah’ın dini olan İslâm'ı anlatmakla görevli idiler. Allah’ın rasûlleri arasında da bir ayrım yoktur; Hepsi de seçilmiş, şerefli elçilerdir.[12] Mü’minler, peygamberlerin tümüne iman ederler. Peygamberlere itaat etmek Allah’a itaat etmektir.[13] Peygamberler bir şeye hüküm verdikleri zaman mü’minler "işittik ve itaat ettik" derler. Son Peygamber’e iman eden mü’minler, O’nun herhangi bir konuda verdiği hükme itirazda bulunmazlar ve O’nun verdiği hükme teslimiyetle rızâ gösterirler. [14]
Mü’minler, Allah’ı sevdikleri için son Peygamber’e uyarlar, onu tâkip ederler.[15] Peygamberler, İnsanlar için seçilmiş en güzel örneklerdir.[16] Mü’minler, Peygamber’in getirdiği her şeyi almak, yasakladığı her şeyden de kaçmak zorundadırlar.[17] Son peygamber olan Hz. Muhammed (s.a.s.), mü’minleri sever, onların üzerine titrer, sıkıntıya düşmelerinden dolayı üzülür.[18] Bütün peygamberler rahmet; Son Peygamber de âlemlere rahmettir. [19]
"Kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitab'ı ve hikmeti getirip size bilmediklerinizi öğreten bir Rasül gönderdik." [20]
"İnsanlar (aslında) bir tek ümmet (millet) idi. Bu durumda iken Allah, müjde verici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları indirdi." [21]
"Gönderilen peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, mü'minler de iman ettiler. Onlardan her biri Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. (Biz de onun için) Allah'ın peygamberlerinden hiç birini ayırmayız (hepsine inanırız). Onlar 'işittik, itaat ettik; ey Rabbimiz mağfiretini niyaz ederiz, dönüş yalnızca sanadır' dediler." [22]
"Hiç bir beşerin, Allah'ın kendisine Kitap, hikmet ve peygamberlik vermesinden sonra (kalkıp) İnsanlara: 'Allah'ı bırakıp bana kul olun' demesi mümkün değildir. Bil'akis (şöyle demesi gerekir ve der:) Okumakta ve öğretmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe hâlis kullar olunuz." [23]
"İçlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, mü'minlere büyük bir lütfuta bulunmuştur." [24]
"Biz her peygamberi, ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi için gönderdik." [25]
"Hayır! Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar." [26]
"Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki, İnsanların, peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın! Allah azizdir, hakîmdir." [27]
"Ey Rasül! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni İnsanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu hidâyete erdirmez." [28]
"İşte o peygamberler, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy." [29]
"Şüphesiz her ümmete bir peygamber gelmiştir. Peygamberleri geldiğinde, aralarında adâletle hümolunur. Onlara asla zulmedilmez." [30]
"Andolsun Biz, 'Allah'a kulluk edin, tâğuttan sakının' diye (emretmeleri için) her kavme bir peygamber gönderdik." [31]
"Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona; 'Benden başka ilâh yoktur; o halde Bana kulluk edin' diye vahyetmiş olmayalım." [32]
"Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Rasülü'ne dâvet edildiklerinde, 'işittik ve itaat ettik' demek, sadece mü'minlerin söyleyeceği sözdür. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Kim Allah'a ve Rasülü'ne itaat eder, Allah'a saygı duyar ve O'ndan sakınırsa, işte asıl bedbahtlıktan kurtulanlar onlardır." [33]
"O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: 'Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Ne yazık bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim.' Çünkü zikir (Kur'an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan, İnsanı (uçuruma sürükleyip, sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmakta." [34]
"Andolsun, size, Allah'ı ve âhiret gününü umanlara ve Allah'ı çokça zikredenlere Allah'ın rasûlü'nde güzel bir örnek vardır." [35]
"O peygamberler ki Allah'ın emirlerini İnsanlara tebliğ ederler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar." [36]
"Muhakkak ki Biz, peygamberlerimizi açık delillerle/mûcizelerle gönderdik. İnsanlar, aralarında adâleti hâkim kılsınlar diye, o peygamberlere kitap ve ölçü/nizam indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve İnsanlar için faydalar vardır. Bu, Allah'ın dinine ve peygamberlerine görmeden yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima üstündür. " [37]
Peygamberlerin Özellikleri
Peygamberler, "nübüvvet/peygamberlik" kurumunu hayata geçiren elçilerdir. Onlar, Allah’tan aldıkları dini, İnsanlara öğretirler. Her türlü zorluğa katlanarak İnsanları tevhîde, kurtuluşa dâvet ederler. Bu dâvetleri için İnsanlardan hiç bir karşılık beklemezler. Kendilerini dinlemeyen inkârcıların ve haddi aşanların kınama ve eziyetlerine aldırmazlar. Peygamberleri, İnsanı ve İnsanla ilgili her şeyi bilen Allah seçer. İnsanlar kendi istekleriyle peygamber olamazlar. Peygamberleri İnsanlar kendi aralarından seçselerdi, şüphesiz en uygununu değil; belki en kuvvetlisini, kendilerine hoş geleni veya makam sahiplerini, üstünlük taslayan zorbaları seçerlerdi.
İnsanlara önderlik etmeye kalkışan nice bilginler, filozoflar, nice sultanlar, onları bölmüşler, onları lâyık olmadıkları halde kendilerine itaate çağırmışlar, hatta zorlamışlardır. Üstünlük ölçüsü olarak renkleri, zenginliği, sosyal statüleri temel almışlardır. Peygamberler ise İnsanları yalnızca Allah’a ve takvâya çağırmışlardır. Allah (c.c.) bütün İnsanlara peygamberler göndermiştir. Bütün peygamberler de, İnsanlara tevhid dinini anlatmıştır. Hiç bir peygamber diğer nebîleri yalanlamamış; bir sonra gelen bir öncekini doğrulamıştır.
Peygamberler İnsanları en doğru yola, ahlâka, şerefe, İnsanlığa, dünya ve âhiret mutluluğuna dâvet etmişlerdir. Kendileri en yüce ahlâka sahip oldukları gibi, İnsanları da o üstünlüğe çağırmışlardır. Onlar, İnsanların hayatına güzellikleri, adâleti, yardımlaşmayı hâkim kılmaya çalışmışlardır. Zulmü, haksızlığı, sömürüyü, cehaleti, düşmanlığı, ahlaksızlığı kaldırmaya gayret etmişlerdir.
Onlar, peygamber olarak gönderildikleri toplumun öncüsü idiler. Kavimlerine hem vahyi öğretiyor, hem de din ve dünya işlerine ait sorunlarını çözüyorlardı. Peygamberler birer beşer/İnsandırlar. Hepsi de Allah’ın kullarıydı. Ancak onların peygamber olmalarına sebep olacak üstün özellikleri vardı. Bu özellikleri (sıfatları) sebebiyle, diğer İnsanlardan farklılaşıyorlar ve risâlet (peygamberlik) görevini yükleniyorlardı.
Nübüvvet kurumu Allah’a aittir. Rabbimiz, yarattığı İnsanın tüm ihtiyaçlarını ve zayıf taraflarını bildiğinden dolayı, onun için gerekli ilâhî bilgileri, şeriatleri ve prensipleri nübüvvet yoluyla göndermiştir. Bu kurum, Rab ile O’nun kulları arasında haberleşmenin yoludur. Bu haberleşme Allah’tan İnsana doğru "vahy" ile; İnsandan Allah’a doğru "duâ ve ibâdet" ile olmaktadır.
İnsanların Peygamberlere İhtiyacı
Nübüvvet, İnsanın yeryüzündeki konumunu, görevlerini, geliş yerini ve varacağı yeri, gücünü ve kapasitesini gösterir, öğretir. Bu durum, İnsanlık için bir okul gibidir. Hayatın nasıl yaşanacağını İnsan bu okulda öğrenir. Nübüvvet, İnsanlar için bir "örneklik" kurumudur. İnsanın Allah karşısındaki konumunu bu kurum tanıtır. İnsanın nasıl olması gerektiğini bu kurum canlı örnekler halinde ortaya koyar. Vahy, İnsanları hayal olan bir hayata değil, önlerinde canlı olarak kendi cinslerinden (beşer) peygamberlerin gösterdiği somut örneğe dâvet eder.
İnsan, fıtrattan/yaratılıştan getirdiği birtakım duygulara sahiptir. İrâdesiyle bu duygularını istediği gibi yönlendirir. Kendisine verilen nefis, iyi şeyleri de isteyebilir; kötü şeyleri de. Toplu olarak yaşayan İnsanlar belli kurallara bağlı olmazsa; huzur olmaz, haklar yerini bulmaz. İnsan, tutkularının esiri olarak haddi aşabilir, mal ve dünyalığa haksız yere sahip olmak isteyebilir, diğer İnsanlara hükmetmek, onları sömürmek isteyebilir. Bu aşırı davranışlar ise İnsanlar arasında düşmanlığa ve huzursuzluğa sebep olur. Bu karışıklığın çaresi topluma adâletin yerleştirilmesidir. Peki bu nasıl olacaktır ve bunu kim gerçekleştirecektir?
Adâletin sağlanması için birtakım ölçülere, kurallara ve prensiplere ihtiyaç vardır. Bu ölçüleri koyan, İnsan mı olmalı, yoksa İnsandan daha farklı bir üstün güç mü? Bu ölçüleri İnsan kendisi koyarsa, şu ihtimaller akla gelebilir: Bu ölçüleri koyan, diğer İnsanlar üzerinde haksız, bazen de sınırsız otorite kurar. Ölçüyü koyanlara, kendi koydukları ölçü genellikle uygulanmaz. Konulan ölçülere uymak zorunda olanlar arasından daha güçlü birisi çıkar, o ölçüleri tanımaz ve kendisi yeni ölçüler koymak ister. İnsanlar hiç bir zaman mutlak adâlet ölçülerini bulamazlar. Çünkü İnsanın zayıf tarafları ve kapasitesinin yetersizliği söz konusudur.
İnsanlar için ölçü koyan öyle birisi olmalı ki, bütün bu sorunlar olmasın. O, İnsanı tamamen bilen ve İnsandan güçlü biri olsun. Ölçüye uyanlara mükâfat, uymayanlara ceza verebilsin. Gücü ve kudreti tartışılmaz ve hükmünde asla yanılmasın. Hiçbir noksanı bulunmasın, mutlak ve gerçek adâlet sahibi olsun. Böyle birisi elbette İnsanlar arasından çıkmaz. Bu sıfatları ancak âlemlerin rabbi Allah taşımaktadır. O Allah, İnsanın dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayacak ilâhî prensipleri, yeryüzünün halifesi olarak yarattığı İnsanlar arasından seçtiği peygamberleri aracılığıyla bildirmektedir.
Peygamberlik kurumu olmasaydı, şüphesiz İnsanlar doğru yolu bulamazlardı. İnsan, beşer olması dolayısıyla kendi aklı ve irâdesiyle nasıl hareket edeceğini, nasıl kulluk yapacağını bilemez. Üstelik zayıf tarafları vardır, hırs ve aşırı isteklere sahiptir. Bu şekilde yaratılan İnsanın sürekli "irşâd" edilmesi gerekir. Kendisine doğru yol gösterilmeli, iyi ve kötü şeyler anlatılmalı, fenalıklardan sakındırılmalı, hayırlı olan şeylere ve kulluğa teşvik edilmeli. İnsana, hiç şaşırmayacağı, mutlak doğru olan prensipler verilmeli. Peygamberler bu anlamda İnsanları irşâd eden mürşidlerdir. Öyleyse nübüvvet, ilâhî irşâd kurumudur.
Risâlet veya nübüvvet, Allah’ın İnsana olan rahmetinin bir tecellisidir. Başıboş bırakılan İnsan tek başına, ne hidâyeti ne de güzel davranışları bulabilir. İnsan, kendi kendine ilâhî güzelliklere ulaşamaz. Yaratılışı gereği bir rehbere, üstün nitelikli bir imama/öndere muhtaçtır. Peygamberler, bu manada İnsanların önderleridir.
Peygamberler, yeryüzünde canlı vahiylerdir. Allah’ın kullarından istediği İnsan tipinin somut örnekleridir. Risâlet/peygamberlik görevi çalışılarak, okuyarak elde edilebilecek bir makam değildir. Allah (c.c.) kulları içerisinden üstün niteliklere sahip kimseleri elçi olarak seçer ve onlar vasıtasıyla İnsanlara mesajını gönderir. Elçilerinin diğer İnsanları vahiyle terbiye etmesini ister.
Son Rasûl de diğer şerefli elçiler gibi, yalnızca mektup getiren postacı benzeri, yani sadece mesajı (vahyi) getirip haber veren kimse değildir. O, vahyi getirip haber verir, onu tebliğ etmek için çaba sarf eder ve o vahyi bizzat uygular. Daha doğrusu vahyin hedefini bizzat yaşayarak gösterir. Mü’minler O’na bakarak müslümanlığı nasıl yaşayacaklarını ve Allah’ın kendilerinden ne istediğini öğrenirler. Rasûl, Allah’ın mesajını İnsanlara ulaştırırken her türlü eziyet ve sıkıntıya göğüs gerer. Gerekirse vahyin düşmanları ile mücadele de eder.
Peygamberler, İnsanlar arasında en emin/güvenilen İnsanlardır. Ahlâk ve davranış bakımından üstün özellikleri vardır. Onlarda herhangi bir ahlâk düşüklüğü, çirkin bir davranış, veya günah işlemek yoktur. Onlar Allah’ın vereceği mükâfâtın müjdecisi, azgınlara vereceği cezanın da korkutucusudurlar (beşîr ve nezîrdirler)[38]. İnsanların sorunları ancak onların getirdiği ölçülerle çözülebilir. İnsanlık ancak onların getirdiği mesaj ile gerçek huzura, İnsanlığa ve kurtuluşa ulaşabilir.
Dünya hayatını nasıl yaşayacağımız konusundaki prensipler Allah tarafından, peygamberleri ile bize bildirilmeseydi, İnsanların hepsi bugünkü İslâm dışı görüşlere sahip olanlar gibi; kendi kafalarına, yani kendi hevâlarına uyacaklar ve sayısız uydurma dinlerin peşinden gitmek zorunda kalacaklardı. [39]
Peygamberlerin Gönderiliş Gâyeleri
1- Allah'a Dâvet: İnsanoğlunun dünyaya gönderilmesindeki asıl gâye, Kur'an'ın da bize bildirdiği gibi, Yaratıcı'sını tanıyıp O'na hakkıyla kulluk etmektir. "Ben cinleri ve İnsanları ancak Bana kulluk/ibâdet etsinler diye yarattım."[40] İşte peygamberlerin gönderiliş sebeplerinin başında, bu kulluğun nasıl yapılacağı, en açık bir şekilde İnsanlara öğretmek gelmektedir. Aslında Allah'a inanmak, her doğan İnsanın fıtratında var olan bir gerçektir.[41] Her İnsan, fıtratında, kendinden yüce, güçlü ve kuvvetli birine inanmayı ihtiyaç olarak hisseder. Bazıları bu yüce varlığı, “tabiat güçleri” olarak algılarken, diğer bazıları, kendi elleriyle yapıp taptıkları “put” olarak telakki eder. Gönderilen her peygamber, kendi kavmini bu yüce gerçeğe dâvet etmiş, onlara, inanılması gerekli olan Zât'ı bildirmiştir. "Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona; 'Benden başka ilâh yoktur; o halde Bana kulluk edin' diye vahyetmiş olmayalım."[42]; "Andolsun Biz, 'Allah'a kulluk edin, tâğuttan sakının' diye (emretmeleri için) her kavme bir peygamber gönderdik." [43]
Tarih de açıkça ortaya koymuştur ki, İnsan, tek başına doğru bir şekilde Yaratıcı'sını tanıyamamakta, O'na kulluk yollarını bilememektedir. Gönderilen peygamberler arasındaki devrede bile İnsan, pek çok bâtıl ve hurâfelere tapmış, herhangi bir fayda ve zararı olmayan putlara, cansız varlıklara, yıldızlara vs. ibâdet etmiştir. Gönderilen her peygamber, ümmetini Allah'a dâvet etmiş, bu konuda büyük gayretler sarfetmiş, onlara gerçek Mâbud'u anlatmıştır. Bütün peygamberler, hayatları boyunca bunun mücadelesini vermiştir. Hz. Nûh'un 950 sene gece-gündüz, gizli-açık bir şekilde, bütün yolları deneyerek kavmini hidâyete çağırdığını, ancak toplumun buna yanaşmadıklarını[44] örnek verebiliriz.
2- Allah'ın Emirlerini Tebliğ: Peygamberlerin gönderiliş amaçlarından bir diğeri, dini tebliğdir. Eğer onlar gelmeseydi biz, ibâdete ait meseleleri bilemez, Allah’ın emir ve yasaklarını hiçbir zaman alamaz ve mükellefiyetlerimizi kavrayamazdık. Namaz, oruç, zekât, hac gibi görevlerimizi; içki, kumar, zina, ihtikâr/karaborsa ve faiz gibi haramları bilemezdik. Bütün bunları ve bunlara benzer birçok meseleleri peygamberler vasıtasıyla öğrenmiş bulunuyoruz.
Hayat ve medeniyetle beraber İnsan düşüncesinin de ilerlediği öne sürülür. Asırlar içerisinde ve nesiller boyunca İnsanda meydana gelen değişikliğe rağmen, ilk İnsanla bugünkü İnsan, İnsan olma bakımından müşterek, hatta aynı mâhiyete sahiptir. İlk İnsanlarla günümüz İnsanının ortak ihtiyaçları ve ortak kaderleri vardır. İnsanda değişmeyen bu ihtiyaçların çözümü için, İnsanlığın ebedî kurallara bağlanması ve öyle tanzim edilmesi bir zarûrettir. Bu ihtiyacın, durmadan değişen ve olgunlaştığı kabul edilen akıl ve ilim yoluyla değil; mutlak ve ebedî esaslara sahip olan din yoluyla tanzim edilmesi gerekmektedir.
İlâhî emir ve yasakları İnsanlara ulaştıracak bir İnsana ihtiyacın varlığı inkâr edilemez. Ve aynı zamanda bu elçinin bir İnsan olması da gereklidir. Allah da bu elçileri İnsanlardan seçmiştir. Seçilen bu peygamberler, bu yüce görevi tamamen yerine getirmiş, hiçbiri İnsanları Allah'a dâvetten geri kalmamışlardır. "O peygamberler ki Allah'ın emirlerini İnsanlara tebliğ ederler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar."[45]; "Ey Rasül! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni İnsanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu hidâyete erdirmez." [46]
3-İnsanları Doğru Yola Dâvet: İnsan, kendisinde bulunan birtakım özelliklerden dolayı, zaman zaman "sırât-ı müstakim" dediğimiz, doğru yoldan sapabilir. Ancak ona, bu sapmasını haber vererek, onun yeniden fıtratına dönmesine, iyilikleri yakalayıp onları işlemesine yardımcı olacak birtakım uyarıcılar gelmiştir. İşte bunlar, Allah'ın kendilerini seçip görevlendirdiği peygamberlerdir. Evet, gelen her peygamber, etrafındaki İnsanları uyarmış, yanlış yolların kötülüğünü izah etmiş, onları sırât-ı müstakime yönlendirmeye çalışmıştır. "Elif Lâm Râ. (Bu Kur'an,) Rablerinin izniyle İnsanları karanlıklardan nûra/aydınlığa, yani her şeye gâlip (ve) övgüye lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır." [47]
4- İnsanlara Örnek Olmak: Peygamberlerin gönderiliş gâyelerinden birisi de, her konuda İnsanlara örnek olmalarıdır. Nebîlerin fıtratları temiz, rûhî yönden pek yüksek, irâdeleri ise, çok güçlüdür. Kur'an da Rasulullah'a, diğer peygamberlerin yolunu takip etmesini emretmekle, aynı zamanda diğer İnsanları da bu konuda uyarmıştır. "İşte o peygamberler, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy!"[48] Buradan da, her konuda peygamberlere uymanın ve onları örnek almanın, İnsanlar için bir emir olduğunu anlıyoruz.
Her şeyden önce, peygamberlerin kendi hayatları, hakikaten çok büyük bir ahlâkî temizlik ve dürüstlük örneğidir. Bunlar, İnsanlara dinî ve ahlâkî hakikatleri bildirmekten, onlara her bakımdan faydalı olmak ve hizmet etmekten başka bir şey düşünmemişler, hiçbir menfaat hırsı gütmemişlerdir. Onların hayatlarını ve davranışlarını düşünürken, İnsan gerçekten heyecan duymaktadır. Sonra onların din ve ahlâk namına getirdikleri ölmez prensiplerin doğruluğu, asırlar sonra dahi meydandadır. Kur'an, "onların hepsi de sâlih kimselerdendi." [49] demekle, peygamberlerin bütünü hakkında değer hükmünü bildirmiştir.
Allah, olgunluk ve fazilette, onları birer örnek ve numûne kılmıştır. Çünkü onlar, akıl yönüyle mükemmel, hedef ve yöneliş yönüyle tertemiz, şeref ve rütbe yönüyle de bütün İnsanlardan üstündürler. "Andolsun, size, Allah'ı ve âhiret gününü umanlara ve Allah'ı çokça zikredenlere Allah'ın rasûlü'nde güzel bir örnek vardır."[50] Peygamberler, bütün İnsanlık için, en güzel birer önder, en güzel birer örnektirler. Herkes, onlara uymak ve onların metodlarını tâkip etmekle yükümlüdür.
5- İnsanları Bâki Âleme Yönlendirme: İnsanoğlu, yaratılışı gereği dünyaya karşı aşırı bir şekilde sevgi beslemektedir. Hz. Peygamber'den rivâyet edilen şu hadiste de, onun bu yönüne dikkat çekilmiştir: "Şâyet İnsanoğlunun bir vâdi dolusu altını olsa, yine o, iki vâdi dolusu olmasını arzu eder. İnsanoğlunun ağzını (aç gözlülüğünü) topraktan başkası doyurmaz."[51] Ahiret hayatı, peygamberler olmaksızın aklın hakikatini anlayamayacağı, gaybe âit işlerdendir. İşte peygamberler, devamlı olarak dünyaya meyilli olan İnsanları, bu âleme doğru yönlendirmeye çalışmışlardır.
Kur'ân-ı Kerim'in pek çok âyetinde, dünya hayatının bir aldanma metâı olduğu,[52] İnsanlar için çok süslü gösterildiği,[53] oyun ve oyalanmadan ibaret olduğu,[54] dünyadaki nimetlerin geçici olup asıl bitmeyen ve tükenmeyenlerin âhiret yurdunda olacağı [55] üzerinde durulmuştur.
Günümüzde şu gerçeğin görülmemesi mümkün değildir: Âhiret inancının olmadığı toplumlarda, huzur ve mutluluktan söz etmek hiç de kolay değildir. Zira İnsanoğlunun hemen yarısını teşkil eden çocuklar, yalnız cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere karşı dayanabilirler ve bu ümitle sevinçli bir şekilde yaşayabilirler. İnsanlığın azımsanamayacak bir bölümünü teşkil eden ihtiyarlar, uhrevî hayatla yakınlarında bulunan kabre karşı tahammül gösterebilirler. Toplumun önemli bir kesimini oluşturan gençler, delikanlılar aşırı bir şiddette olan duygularını, nefislerini, hevâ ve isteklerini; tecavüzlerden, zulüm ve haksızlıklardan, ancak cennet düşüncesi ve cehennem korkusuyla dizginleyebilirler. Böyle mutlu bir toplumu da ancak, getirmiş oldukları prensiplerle İnsanları istikamete götüren peygamberler kurabilmişlerdir.
6- Dünya-Âhiret Dengesini Sağlama: Peygamberler, dünya ve ukbâ dengesini kurmak için gelmişlerdir. Onların getirdiği muvâzene/denge ile İnsanoğlu, ifrat ve tefritten kurtulacak ve istikameti bulacaktır. Ne papazlar ve ruhbanlar gibi bütün bütün dünyayı terkedip manastırlara çekilme, ne de her şeyiyle dünyaya dalıp ona kul-köle olma değil; sürekli orta yolu bulma ve yaşama ki, bu da ancak vahyin aydınlık dünyasında elde edilebilecek bir nasiptir. Yoksa akıl ve vicdanla böyle bir denge kurulamaz.
İslâm'da İnsanın dünyadan tamamen çekilmesi ve kendini sadece namaza oruca vermesi istenmediği gibi; aynı zamanda kendini tamamen maddeye kaptırıp onun arkasından devamlı koşması da tavsiye edilmemiştir. Bilakis, dünya-ukbâ uygunluğu, dünyanın âhirete bir tarla kılınması tavsiyesinde bulunulmuştur. Mü'minin dünya ve âhiret mutluluğunu beraber istemesi,[56] Karun gibi sadece dünyaya takılıp kalınmaması,[57] ama bununla birlikte, çeşitli nimetlerden istifade edilebilmesi[58] de, yine İslâm'ın, dolayısıyla bütün peygamberlerin prensipleri arasındadır.
7- İtiraz Kapısını Kapatma: Peygamberlerin gönderiliş sebeplerinden biri de, İnsanların âhirette Allah'a karşı herhangi bir itirazlarının olmasını önlemektir. "Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler (gönderdik) ki, İnsanların, peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah azizdir, hâkimdir."[59] Yani iman ve itaat edenlere, âhirette ecir ve sevap ile müjde vermek; küfür ve isyan edenlere, cehennem azâbını haber verip çekindirmek üzere elçiler gönderilmiştir ki, azâbı gördükleri zaman mâzeretleri kalmasın: "Eğer Biz, bundan önce onları helâk etseydik, muhakkak ki şöyle diyeceklerdi: 'Ey Rabbim! Bize bir peygamber gönderseydin de, şu aşağılığa ve rüsvaylığa düşmeden önce âyetlerine uysaydık!"[60] Peygamber gönderilmemiş olsaydı, demek ki İnsanlar, bunu bahane edeceklerdi: "Vaktiyle bize bunları bildirseydin, hükümlerini, şeriatını, kanunlarını bildiren bir peygamber gönderseydin de, bilmediklerimizi öğrenip onlara tâbi olsaydık ve felâketler başımıza gelmeseydi ne olurdu; bize bir elçi gönderseydin de böyle alçak ve rezil olmadan önce, senin âyetlerine uysaydık" diyebileceklerdi. İşte bu mâzeret kapısını Allah, peygamber göndermekle kapatmıştır.
Kıyâmet gününde Allah, bütün İnsanları toplayacak, her peygamberi de aynı zamanda kendi ümmetine tebliğde bulunduğuna dair şâhit olarak getirecektir: "Kıyâmet gününde, her ümmete bir şâhit getirdiğimizde halleri ne olacaktır? O gün, inkâr edip peygambere isyan edenler, yerle bir olmayı isterler. Allah'tan hiç bir sözü gizleyemezler."[61] Yine onlar, kıyâmet gününde, cehenneme atılmadan önce, o korkunç âkıbete götürülürken, kendilerine işlemiş oldukları suçlardan sorulur da, onlar, bunu itiraf ederler: "Cehennem, öfkeden parçalanacak bir hale gelir. Cehenneme her topluluk atıldığında, zebâniler onlara: 'Size bir uyarıcı gelmemiş miydi?' diye soracaklardır. Onlar da: 'Evet, uyarıcı gelmiş, fakat biz yalanlamıştık ve Allah hiçbir şey indirmedi; siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz' demiştik diye cevap verirler. 'Eğer dinlesek veya düşünseydik, alev alev yanan cehennemin ehlinden olmazdık' derler. İşte böylece günahlarını itiraf ederler. Kahrolsun alev alev yanan o cehennem ehli!" [62]
Her peygamber, İnsanları inandırmak ve inanmayanların da bahanelerine meydan vermemek için bazı mûcizelerle gelmiştir. Artık bundan böyle kimsenin itiraza hakkı yoktur. Allah, inanmamızı istediği hakikatleri, peygamberleriyle gayet açık bir şekilde gözler önüne sermiştir. Zaten bu da, onların gönderiliş gayelerinden biridir. Ayrıca önemli bir nokta da, Allah, "Biz, peygamber göndermedikçe azab edici değiliz."[63] buyurmaktadır. Demek ki, peygamberler gönderildiği için mizan ve terazi kurulacak ve kimsenin mâzeretine (daha doğrusu bahanesine) bakılmadan herkesin hesabı sorulacaktır.
8- İnsan Fıtratına Uygun Olan Gerçek Din Duygusunu Öğretme: İlk İnsanla beraber ortaya çıkan din, çağlar boyunca inanların rûhunu tatmin etmiş, meraklarını gidermiştir. Dinin bu vasfı, kaynağının sağlamlığındandır. Günümüz dünyasında da, bütün eski dönemlerde olduğu gibi, İnsanların büyük çoğunluğu Allah'a inanmakta ve tüm varlıkları O’nun eseri olarak kabul etmektedir. Din, İnsanlığın en önemli gereksinimlerindendir.
İnsanlar, ilâhî ve uhrevî hakikatleri, kendi akıllarıyla idrâk edemezler. Zira aklın kapasitesi sınırlıdır. Akıl, İnsanları çeşitli yollara götürebilir. Büyük hakikatlere dair söz söylemek iddiasındaki filozofların, İnsanlığa ne kadar değişik, hatta birbirini yalanlayan, zıt yollar çizdikleri bilinir ve bilinmesi gerekir. Allah, lütfu ile zaman zaman yeryüzünün çeşitli bölgelerinde, ilâhî tebliği alıp kavimlerine ulaştıracak İnsanlar seçmiştir. Zira, hayatın, yaşayış tarzının, ilâhî tâlimata göre tanzim edilmesi gerekmektedir. İnsan fıtratı da, bu evreni var eden bir yaratıcıya ibâdet etmekle donatılmış gibidir ki, bunu, Kur’ân-ı Kerim, şu âyetiyle kullara ifade etmektedir: “Sen, yeryüzünü, hanîf (tevhid eri, Allah’ı birleyici) olarak dine, yani Allah İnsanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise o fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat İnsanların çoğu bilmezler.”[64] İnsanlar, fıtraten sağlam, fikir ve düşünce yönüyle düzgün oldukları müddetçe, dine yönelmeleri devam edecektir. Çünkü İnsanın duygu ve düşüncelerinin yöneldiği en kıymetli şey, dindir. Aynı zamanda onu, diğer yaratıklardan ayıran en belirgin öge de din ve onu yaşamadır. İşte peygamberler de, İnsanların muhtaç oldukları gerçek dini getirerek, onların bu ihtiyaçlarını en güzel bir şekilde karşılamışlardır.
9- İnsanlara, Doğru Kuralları Gösterme: Nübüvvet görevlerinden birisi de, Allah’tan almış oldukları dosdoğru kurallar vasıtasıyla, hem bu, hem de öbür dünyada İnsanları saâdete götürecek, faziletli davranışlara yönlendirmektir. İnsanların tek başlarına, iyi şeylerin tamamını kavrayıp onların gerektirdiği doğrultuda hareket etmeleri söz konusu değildir. Zira İnsanların arzu, istek ve menfaatleri farklı farklıdır. Buna en büyük delil, bugünkü dünyanın içinde bulunduğu durumdur. Pek çok zulüm işlenmesine, haksızlıklar yapılamasına, İnsan hakları çiğnenmesine rağmen birçokları, medeniyetin zirvesinde olduğunu pek rahat bir şekilde söyleyebiliyorlar. İşte bundan dolayıdır ki, peygamberlerin risâleti, toplumu düzeltip İnsanları Allah'a kul olma noktasına getirecek kuralları açıklamak ve yine toplumu felâkete sürükleyip Allah’ın gazabını gerektirecek, kötü hareketlere dikkat çekmektir.
Kur’ân-ı Kerim’i incelediğimizde, her peygamberin, kendi dönemindeki İnsanları doğruya sevk edip, kötü şeylerden sakındırdığını görürüz. Hz. Nûh, İnsanları putlara tapmaktan sakındırmış, tutmaları gereken yolu göstermiş,[65] Hz. İbrahim, kavmiyle büyük mücadeleler vermiş, akıl yönünden değişik metodlar kullanarak doğruları göstermeye çalışmış[66], Hz. Sâlih, kavmini kötü şeylerden ve kötü kimselere uymaktan sakındırmış[67], Hz. Lût, kavmi arasında yaygın olan livâtadan (homoseksüellikten) vazgeçirmeye çalışmış ve bu uğurda çetin mücadeleler vermiş,[68] Hz. Şuayb, ölçü ve tartıda eksiklik yapan kavmini bu davranışlarından caydırmaya uğraşmıştır.[69] Netice itibariyle her peygamber, kavmiyle buna benzer nice mücadelelerde bulunmuştur. "Şüphesiz her ümmete bir peygamber gelmiştir. Peygamberleri geldiğinde, aralarında adâletle hümolunur. Onlara asla zulmedilmez." [70]; "Muhakkak ki Biz, peygamberlerimizi açık delillerle/mûcizelerle gönderdik. İnsanlar, aralarında adâleti hâkim kılsınlar diye, o peygamberlere kitap ve ölçü/nizam indirdik.” [71]
10- Ahlâk Eğitimini Gerçekleştirme: İnsan için hem iyilik, hem de kötülük yolu açıktır. “Biz, ona her iki yolu da (hayır ve şerri) göstermedik mi?”[72];“Gerçekten de nefis, kötülüğü emreder.”[73] Ancak İnsan, arzu ve isteklerini yönlendirme, sınırlama ve frenleme gücüne sahiptir. “Rabbinin azametinden korkup kendini şehevî arzulardan koruyana gelince, onun da varıp kalacağı yer mutlaka cennettir.”[74] Fakat her İnsan, nefsine hâkim olamayabilir. Demek ki İnsanda, bir şeyi emreden veya yasaklayan gizli bir güç vardır. Kötülüklere karşı İnsanı dizginleyen en önemli faktör, Allah'a inanma ve yaptıklarının hesabını verme düşüncesidir. Ahlâk eğitimi de diyebileceğimiz bu davranışları en iyi, peygamberler vermiştir. Onlar, getirdikleri kanunlarla, İnsanlar arası münasebetleri en iyi bir şekilde ayarlamaya çalışmışlar, onları güzel ahlâka yönlendirmişler ve bu konuda en güzel birer örnek olmuşlardır. Kur’ân-ı Kerim de, peygamberimizin bu yönüne dikkatleri çekmiş, O’nun yüce bir ahlâkla yaratıldığını vurgulamıştır.[75] Ayrıca peygamberimiz de, kendisinin, “güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildiğini”[76] ifade etmiştir. [77]
Peygamberlerin Dâvetlerinin Özellikleri
1- Rabbânîlik: Kur’an’da peygamberlik, Allah’ın kulları arasından seçtiği şahıslara verdiği bir lütuf ve rahmet olarak takdim edilir. İnsanların kendi istek ve çabalarıyla bu unvânı elde etmeleri mümkün değildir. Peygamberlerin, Allah tarafından bu görev için tercih edildiğini,[78] onların seçkin[79] kişiler olduğunu belirten âyetlerin yanında; Allah’ın, peygamberliği dilediği kimselere vereceğini ifade eden âyetler de vardır.
Hiçbir peygamber, düşünüp taşınıp kendi aklına göre, “şöyle bir sistem ortaya koyayım” diyerek işe başlamamıştır ve başlamaz. Doğrudan doğruya Allah, İnsanlar içinden bir kimseyi peygamber yapmayı diler. Vakti gelince, tamamen peygamberlik için yaratılmış bu seçkin İnsana, peygamberlik vazifesini duyurur, o da peygamberliğini ilân eder. Nübüvvet, Allah’ın istediğine verdiği bir görevdir. O, ne akıl, ne çalışma, ne çok ibâdet ve ne de verâset yoluyla ulaşılacak bir şey değildir. Onların getirmiş olduğu her şey, vahiyden ibarettir. Onlardan her biri, şöyle der: “Ben yalnızca bana vahy olunana uyuyorum.” [80]
Bulundukları çevre şartları, ekonomik ve sosyal hâdiseler, onların konumlarını asla değiştiremez. Onlar, bildikleri yolda hedeflerine varmaya çalışırlar. Vazifelerini yaparlarken de, muhâtaplarının kabul veya reddi onları pek bağlamaz. Onların vazifesi, sadece tebliğ edip anlatmak ve ilâhî emirleri tatbik etmekten ibarettir. Muhâliflerin dedikleri, söyledikleri veya yaptıkları, onların tavırlarını değiştirmez. Mesajlarını, çarpıtmadan, eğip bükmeden net bir şekilde toplumlarına iletirler. Dâvâları adına tâviz vermeleri, kat’iyyen düşünülemez. “Ayı bir eline, güneşi diğer eline koysalar, peygamberler, bu dâvâlarından kesinlikle vazgeçmezler.”
2- Tevhide Çağrı: Bütün peygamberlerin tebliğ ettiği din olan İslâm’da temel nokta, tevhid bayrağı altından toplanmaktır. Bunun da esası, kelime-i tevhiddir. “...Yalnız Allah'a kulluk edelim ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayalım...”[81] Bütün peygamberlere baktığımızda, hepsinin temel gayelerinin, İnsanları Allah’ın varlığına ve birliğine çağırdıklarını görürüz. Her peygamber, çevresindekilere şunları söylemiştir: “Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur.” [82]
Bütün peygamberlerin dâvetlerindeki esas tema, temel vurgu, İnsanları sadece Allah'a kulluğa ve O’na inanıp teslim olmaya yöneliktir. “Andolsun Biz, her ümmet/millet içinde; ‘Allah'a kulluk edin; tâğuttan (ona itaatten) kaçının’ diyen bir rasül gönderdik.”[83] Bunlardaki söz birliği ve hepsinin tevhid hakikatiyle gelmesi de, yine peygamberlik kurumuna ait bir özelliktir. Onun içindir ki, Allah Rasülü: “Ben ve benden evvel gelen bütün peygamberlerin söylediği en faziletli söz: ‘Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke lehû”(Bir tek olan ve hiç ortağı bulunmayan Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur) sözü veya bu anlama gelen sözdür.”[84] buyurmuştur.
3- Ücret İstememe: Peygamberlerin, yaptıkları hizmetler karşılığında İnsanlardan hiçbir beklentileri yoktur. Diğer İnsanların böyle bir şeyi arzulamaları mümkün olabilir. Ancak Kur’an, peygamberlerin böyle bir istekte bulunmadıklarını söylemektedir. Onlardan her birinin, bu konudaki yegâne sözü: “Ben sizden hiçbir ücret/karşılık istemiyorum. Benim ücretim/mükâfatım ancak Allah'a aittir.”[85] cümlesi olmuştur. Onlar, bunun karşılığını Allah’tan beklerler. Nasihatleri ve irşadları karşılığında, İnsanlardan bir övgü de beklemezler. Yegâne istekleri, Allah rızâsı ve âhiret sevabıdır.
4- Kavimlerinin Diliyle Gelme: Allah, İnsanlara olan merhametinden dolayı, gönderdiği her peygamberi, İnsanlar ondan, anlaşılması gerekli olan şeyleri kolaylıkla kavrayabilsinler ve anlasınlar diye, kendi kavminin diliyle göndermiştir. Allah’ın âdeti, sünneti böyledir. Öteden beri, her peygamber, gönderildiği ümmetin ve özellikle içlerinde oturduğu topluluğun dili ile gönderilmiştir. Tâ ki, tebliğine emredilmiş olduğu şeyleri kavmine anlatsın, anlattırsın. Çünkü bir peygamberin peygamberliği, gerek kavmine ait olsun ve gerek daha başkalarını da kapsasın, mutlaka o peygamber, öncelikle kavmini dâvet edecek ve ilk işi onlara peygamberliğini anlatmak olacaktır. Bu ise, onların en iyi, en kolay anlayabilecekleri kendi dilleriyle açıklamaya bağlıdır. Şayet Kur’an, başka bir dille indirilseydi, peygamberin de içlerinde bulunduğu ve ilk önce hitap edeceği kavmi anlamayacaktı. Kur’an, bu durumu şöyle dile getirir: “Eğer Biz bu Kur’ân’ı, yabancı bir dille indirseydik, iman etmeyenler, mutlaka diyeceklerdi ki, ‘âyetleri uzun uzadıya açıklamalı değil miydi? Arap bir peygambere yabancı dil, öyle mi?”[86] Peygamberler, içinden çıktıkları toplumlarının diliyle gönderilmeseydi, diğer kavimlere tebliğ etmek ve mesajı umûmileştirmek için, ilk neşredenler yetişmeyecek ve bundan dolayı, hiçbir topluluk hakkında Allah’ın kesin delili gerçekleşmeyecekti. “Allah, her peygamberi kendi kavminin diliyle göndermiştir.” [87]
5- Hedef ve Gâyenin Açıklığı: Bütün peygamberler, İnsanların fıtratlarına uygun bir şekilde hareket eder, onlara akıllarının alabileceği sadelikte hitap ederlerdi. Çünkü dâvetçinin, konuşmalarında, sohbetlerinde sözünün muhâtapları tarafından anlaşılır netlikte ve sadelikte olması gerekir. Aksi takdirde dediği anlaşılmaz, sözleri hedefini bulamaz. “(Ey peygamber!) Sen, İnsanları Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.” [88]
İnsanlar, çoğu hususta birbirinden farklıdır. Zekâ ve ilimleri farklı olduğu gibi, karakter ve duyguları da farklıdır. Ayrıca düşünce ve tasavvurlarında farklı oldukları gibi, eğilim ve yönelişlerinde de farklılık gösterirler. Bütün bu farklılıklar, dâvet ve dâvetçilerin, onları etkileyecek ve karakterlerine münasip düşecek bir şekilde giriş yapmalarını mecburi kılmaktadır. Bu noktayı çok iyi bir şekilde bilen peygamberler, gayet açık ve net bir şekilde, aktaracakları şeyleri aktarmış, İnsanların anlamakta güçlük çekecekleri bir metottan uzak durmuşlardır. Tekellüfe/zorluğa girilmemiş,[89] en kolay ve açık deliller ileri sürülmüş,[90] anlatılacak şeylerde bir kapalılık bırakılmamıştır. [91]
6- İhlâs ve Samimiyet: İhlâsı, “yapılan bir şeyi Allah için yapma ve bunu Allah’tan başkasının görmesini istememe” şeklinde tanımlayabileceğimiz gibi, “yapılan bir harekette, diğer İnsanların değerlendirmelerini göz ardı etme ve onların düşüncelerinden kaçınma” diye de tarif edebiliriz. İşte peygamberler, bütün işlerinde ihlâsa erdirilen şahsiyetlerdir. İhlâs ve samimiyetin zirvesini onlar tutmuştur. Kur’an, onların bu yönlerini bazı peygamberlerin şahsında şöyle anlatmaktadır: “Kitab’da Mûsâ’yı da an! Gerçekten o, ihlâsa erdirilmiş bir rasûl, nebî idi.”[92] Hz. Yusuf için: “Şüphesiz o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandır.”[93] Ve Hz. Peygamber’e ise: “Şüphesiz ki Kitab’ı sana hak olarak indirdik. (O halde sen de) dini O’na has kılarak, ihlâs ile Allah'a kulluk et!”[94]; “De ki: ‘Ben dinimde ihlâs ile (dini O’na has kılarak) ancak Allah'a ibâdet ederim.” [95]
Peygamberlerin Peygamberliği Nasıl Anlaşılır?
Bir peygamberin peygamberliği, onun gösterdiği mûcizelerden anlaşılır. Bütün peygamberlerin bir mûcizesi vardır. Peygamberlerin peygamberliklerini ispat etmeleri için Allah’ın izni ile göstermiş oldukları hârikulâde (olağanüstü) olaylara mûcize denir. Peygamberlerde görülen mûcizelerin benzeri, başkaları tarafından gösterilemez. Mûcize, Allah’ın bir fiili olup, peygamberlere nisbet edilmesi mecazîdir. Peygamberler, kendiliklerinden ve istedikleri mûcizeyi gösteremezler. Peygamberin, bi’setinden (peygamber olarak gönderilmesinden) kısa bir süre önce zuhur eden hârikulâde hallere irhasat; daha evvel zuhur eden olağanüstü hallere de keramet denir.
Son Peygamber
Allah son peygamber olarak Hz. Muhammed’i (s.a.s.) göndermiştir. Ondan sonra artık peygamberlik kapısı kapanmıştır. Yani, bir daha peygamber gelmeyecektir. Peygamberlerin en üstünü ve en faziletlisi Hz. Muhammed’dir. “Biz Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.”[96];“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber Muhammed’i överler/salât getirirler). Ey iman edenler! Siz de O’nu övün, O’na salât ve selâm getirin.” [97]
Müslümanların örnek alması gereken kişi, tek önderimiz Hz. Muhammed’dir. Müslümanlar yaşayış tarzını, en ufağından en büyüğüne bütün hal ve hareketlerini O’nu örnek alarak düzenlerler. Allah Kur’an’da şöyle buyuruyor: “Ey inananlar! And olsun ki, sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için Resulullah en güzel örnektir.” [98]
Peygamber’e itaat Allah’a itaattir. Allah Kur’an’da şöyle buyuruyor: “(Ey Muhammed) de ki, A llah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi ve günahlarınızı bağışlasın. Allah affeder ve merhamet eder. De ki Allah’a ve Peygamber’e itaat edin. Yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah, inkâr edenleri sevmez.” [99]
Mütenebbî/Sahte Peygamber
Mütenebbî: Son peygamber olarak Hz. Muhammed’in (s.a.s.) gelmesi ve O’ndan sonra başka peygamberin gelmeyecek olmasına rağmen, Hz. Muhammed (s.a.s.)’den sonra peygamberlik iddiasında olan kimselere verilen isimdir. Bunlara yalancı peygamber de denir. Bu kişiler; ya deli, ya şöhret düşkünü veya basit çıkar peşinde koşan İnsanlardır.
İlk mütenebbi, Peygamberimiz zamanında ortaya çıkan Müseylimetü’l-Kezzab’tır. Bu yalancı peygamber, Hz. Ebu Bekir’in halifeliği zamanında yapılan savaşta öldürülmüştür. Son zamanların sahte peygamberlerinden Hindistan’da Sör Seyyit Ahmet nice fitnelere sebep olmuş bir İngiliz ajanıdır. Yine 20. asrın mütenebbîlerinden Reşad Halife de, Amerika’daki bir mescidde meçhul birisi tarafından öldürülmüştür. Ankara’daki İskender Evrenesoğlu (İskender el-ekber), içinde Demirel’den, bazı bakanlardan isim isim bahseden Allah’tan “kitap” getirdiğini iddia eden meczup İnsanlar da cahil halkı kandırarak bu tür komik iddialarda bulunabilmektedir.
Peygamberlerin Sıfatları
1-) Sıdk; Doğruluk demektir. Peygamberler, hem sözlerinde hem de işlerinde doğru sözlüdürler. Asla yalan söylemezler. "Kitapta İbrahim'i de an. O, dosdoğru (sıddîk) bir nebî idi."[100] Yine bütün peygamberlerin doğru olduklarını, örneklendiren benzer âyetlerde, Hz. İsmâil,[101] Hz. İdris,[102] Hz. Yusuf[103] için sıdk sıfatı verilir; diğer peygamberlerin de sâdık oldukları başka ifadelerle anlatılır.
2-) Emanet; Güvenilir olmak demektir. Peygamberler güvenilir İnsanlardır. Peygam-berler asla emanete hıyanet etmezler. “Bir peygamber için, emanete hiyanet etmek olur şey değildir.”[104] Mekke müşrikleri Peygamberimize “Muhammed’ül-emin” diyorlardı. Peygamberimizin en azılı düşmanı olan bu müşrikler, en değerli eşyalarını Peygamberimize emanet ediyorlardı.
3-) Fetanet; Peygamberler, İnsanların en zekileri ve en akıllılarıdır.
4-) İsmet; Günah işlememek demektir. Peygamberler büyük günah işlemezler. Ancak, İnsan olduklarından dolayı “zelle” denilen çok küçük hatalar yaparlar. Kur’an bu hataları bazen zelle kelimesi ile, bazen zulüm kelimesiyle, bazen de zenb/günah kelimesi ile ifade eder. Bu hatalar derhal Allah tarafından düzeltilir.
5-) Tebliğ; Bildirmek demektir. Peygamberler Allah’tan almış oldukları emirleri mutlaka İnsanlara bildirmişlerdir. Hiçbir şeyi gizlememişler; hiçbir şey ilave etmemişlerdir. "O peygamberler ki Allah'ın emirlerini İnsanlara tebliğ ederler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar." [105]
Bütün peygamberler, tebliğ görevini yapmak için büyük meşakkat ve çilelere göğüs germişlerdir. Hatta bazıları bu uğurda canlarını feda etmişlerdir. Peygamberler, gördükleri tüm kötülükleri mutlaka elleriyle veya dilleriyle düzeltmeye çalışmışlardır.
Peygamberler âdil kimselerdir. Adalete ters hiçbir iş yapmazlar. Peygamberler, görevlerinden azl olunmazlar. Peygamberlik çalışmakla elde edilmez. Allah, onu dilediğine vermiştir. Peygamberler seçilmiş, seçkin İnsanlardır; soyları temizdir. Güzel ahlak sahibidirler. Yaratılışları ve suretleri de güzeldir. Allah’tan başkasından korkmazlar. Bütün bunlarla birlikte, peygamberler, beşerdir, yani bizim gibi İnsandırlar. İnsanlar için tabii olan yeme-içme, evlenme, uyuma, yanılma, unutma, hastalanma... gibi hususlar peygamberler için de mümkündür. Fizikî bünye ve ihtiyaçları itibariyle diğer İnsanlardan farksızdırlar. [106]
Kur’an’da İsmi Geçen Peygamberler
Peygamberlik makamı Hazreti Âdem ile başlayıp Hazreti Muhammed Mustafa ile son bulmuştur. Bu iki peygamber arasında ne kadar peygamber gelip geçtiğini Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Bütün peygamberler Kur’an-ı Kerim’de açıklanmamıştır. “Bir kısım peygamberleri sana anlattık, bir kısmını ise anlatmadık.”[107] Fakat, her ümmete (topluma) peygamber gönderildiği ifade edilmektedir. Kur’an’da ismi geçen 25 peygamber vardır. Bu peygamberler şunlardır:
Âdem, İdris, Nuh, Hud, Salih, Lut, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Şuayb, Harun, Mûsâ, Davud, Süleyman, Eyyub, Zülkifl, Yunus, İlyas, Elyasa, Zekeriyya, Yahya, İsa, Muhammed Mustafa (s.a.s.).
Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de ismi geçtiği halde peygamber olup olmadıkları hakkında bilgi bulunmayanlar vardır. Bunlar: Uzeyir, Lokman ve Zülkarneyn’dir.
Peygamberlere İman
Bilindiği gibi, peygamberlere inanmak imanın esaslarından biridir. Peygamberlerin birini bile inkâr eden kişi dinden çıkar. Yüce Allah, her topluma İslâm’ı tebliğ için peygamberler göndermiştir ki, Allah’ı bilsinler ve O’ndan başkasına kulluk etmesinler. Allah, kendilerine peygamber göndermediği bir topluma azab etmez. “Biz bir peygamber göndermedikçe azab etmeyiz.”[108] Peygamberlere imanla alakalı olarak Kur’an-ı Kerim’de birçok âyet vardır. “Allah'a ve peygamberlerine iman eden ve peygamberlerden hiç birisi arasında (kendisine iman etme bakımından) fark gözetmeyen kimselere gelince, işte onların mükâfatını Allah kıyamette verecektir. Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir.” [109]
“O kimseler ki, Allah’ı ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir olurlar. Allah ile peygamberlerinin arasını açmak isterler. Ve ‘peygamberlerden bir kısmına inanırız, bir kısmını inkâr ederiz!’ derler. Böylece iman ile küfür arasında bir yer tutmak isterler.” [110]
Kendilerine peygamber gönderilen toplumların çoğu, peygamberlerini yalanlamış ve onlara uymamışlardır. Bugün olduğu gibi, geçmişte de peygamberlerine tâbi olan İnsanlar çok az olmuştur. Mesela Hz. İsa’ya on iki kişilik “havâriler” dediğimiz kimseler inanıp tâbi olmuştur. Diğer İnsanlar, tâbi olmadığı gibi onu öldürmek istemişlerdir.
Bütün peygamberlerin getirdiği dinin adı İslâmiyet idi. Ne Hz. İsa’nın dini hıristiyanlık; ne de Hz. Mûsâ’nın dini yahudilikti. Hz. İsa’nın da Hz. Mûsâ’nın da, bütün peygamberlerin de dini ancak İslâm idi ve bütün peygamberler müslüman idiler. Bu gerçek, Kur’an’ın dilinden şöyle ifade edilir: “İbrahim ne bir yahudi, ne de bir hıristiyandı. Fakat Allah’ı bir tanıyan gerçek bir müslümandı. Ve müşriklerden de değildi.”[111]; “Mûsâ da kavmine şöyle dedi: Ey kavmim, siz gerçekten Allah’a iman ettiyseniz O’nun birliğine teslim olmuş müslümansınız. Artık Allah’a tevekkül edin.”[112]; “Hani havarilere (Hz. İsa’ya bağlı olanlara): ‘Bana ve peygamberlerime iman edin’ diye ilham etmiştim de onlar, ‘iman ettik, bizim hakiki müslümanlar olduğumuza şahid ol’ demişlerdi.” [113]
Görüldüğü gibi, Allah tarafından gönderilen bütün dinlerin adı İslâm, peygamberlerinin ve onlara tâbi olanların da adı müslüman idi. Fakat sonradan, bu saf ve temiz olan isim (İslâm), çeşitli isimler adı altında değiştirilmiştir. İslâm, her asır ve her peygamberin dinidir. Fakat çoğu peygamberin şeriatı ayrıdır. Buna göre din (İslâm) geniş, şümullü bir kavram; şeriat ise, bu dinin içerisinde her bir peygamberin tâkip ettiği yoldur.
Bu ümmet ile geçmiş ümmetlerin şeriatları ayrı olabilir; fakat bizim ile onlar arasında müsavi (aynı) olan bir kelime vardır ki o özdür, temeldir, hiç bir zaman ve hiç bir şarta göre değişmez. Bu gerçeği Yüce Allah şöyle beyan ediyor: “De ki, ey ehl-i kitap, hepiniz bizimle sizin aranızda müsavi olan bir kelimeye gelin; şöyle diyerek: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim; O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler tanımayalım.” [114]; “Senden önce gönderdiğimiz her peygambere: ‘Benden başka ilah yoktur, Bana kulluk edin’ diye vahyetmişizdir.”[115]; “Andolsun ki her ümmete; ‘Allah’a ibâdet edin ve tâğutlardan kaçının’ diye peygamberler gönderdik.” [116]
İşte, Hz. Âdem’den kıyamete kadar her İnsanın ve her cinnin, hatta bütün kâinatın uyması gereken kural ve gerçek budur. Mü’min bilir ve inanır ki, geçmişte ne kadar nebi ve rasül varsa, onlara uyanlarla beraber müslüman idiler. Onlar Allah’tan başkasına kulluk etmiyorlardı.
Tevhid dininin (İslâm’ın) son halkasını Hz. Muhammed (s.a.s.) teşkil etmektedir. Artık Rasülullah gönderildiğinden itibaren, Rasülullah’sız bir din, Rasülullah’sız bir akide ve inanç olamaz. Öyleyse, yeryüzünde Allah’a bağlanmak isteyenlerin ve müslüman olarak kalmak isteyenlerin rehberi, kılavuzu Rasülullah’tan başkası olamaz. Zira Rasül’e itaat Allah’a itaattır. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Kim Rasül’e itaat ederse, muhakkak ki Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, bu seni üzmesin. Zira seni onlara koruyucu ve gözetici olarak göndermedik (ancak tebliğci olarak gönderdik).” [117]
Allah Teâlâ bu âyet-i kerimede Rasülüne itaat edenin Allah’a itaat etmiş olduğunu, Rasül’e isyan edenin de Allah’a isyan etmiş olduğunu haber veriyor. Bunun sebebi, Rasülullah’ın (s.a.s.) kendi hevâ ve hevesinden konuşmaması ve Allah’ın dinini tebliğ etmesidir.[118] Rasülulah, hiç bir zaman Allah adına kendi kafasından bir şey konuşmaz; kendisine vahyedileni bildirir. Onun için Allah ile Rasülü’nün hükümleri arasında ayrılık, zıtlık, farklılık olamaz.
İslâm akidesi açısından peygamberlik kurumu gerçekten büyük değer taşır. Bu müessese, akidenin ikinci yarısıdır. Peygambere iman, tevhid kelimesinin ikinci kısmıdır. Peygamberlik inancının tezahürleri pratik hayatta mutlaka görülmelidir. Normalde her İnsan, peygamberlere inandığını söyleyebilir. Fakat bu akide gerçeklere dayandırılırsa görülür ki, mü’min olduklarını iddia eden pek çok İnsan bu bağdan kopmuştur. Rasüllere iman olsun, diğer iman esaslarına iman olsun, her zaman kulluk ve itaat gerektirir. İtaat ve kullukla beslenmeyen bir iman, iman olarak kalamaz. Günün birinde tamamen söner veya yön değiştirir. Bunun içindir ki, itaat imana bağlı kılınmıştır. Böylece, Allah’a inanan kimse, Rasül’e bağlanmak zorundadır. Rasül’e bağlanmayanlar, Allah’a da bağlanmamışlardır.
Kur’an-ı Kerim, peygamberler ve itaat konusunu şöyle açıklıyor: “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ülü’l-emre (emir sahiplerine) de. Eğer bir hususta çekişirseniz, onu Allah’a ve Rasülüne götürünüz. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanmışsanız; bu hem hayırlı ve hem de netice itibariyle en güzeldir.” [119]“Hayır, Rabbine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra haklarında verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olamazlar.” [120]“Biz peygamberleri ancak itaat olunsunlar diye gönderdik.” [121]“Allah’a ve O’nun rasülüne itaat edin ve onların emirlerine ve yasaklarına aykırı hareket etmekten sakının. Eğer itaat etmekten yüz çevirirseniz, bilin ki, Peygamberimiz’e düşen sadece açık bir tebliğdir.” [122]
Bu âyetlerde mü’minlerin, Allah ile beraber Rasülü’ne de itaat etmeleri şart koşuluyor. Rasül’e itaat etmeden İslâm yaşanamaz. Zira, “Rasüller sadece kendilerine itaat edilsin diye izn-i ilahi ile gönderilmişlerdir.”[123] İtaat, imanın ve İslâm’ın şartı ve hudududur. İman edip de Allah’a ve Rasül’e itaat etmemek boş bir iddiadan başka bir şey değildir. Bu yalan, tâğutla hükmetmek isteyen her yalancının iddiasıdır. Çünkü, münâfıkların alâmeti, devamlı surette itaatten kaçınmaktır. Zira Yüce Allah münâfıklar hakkında şöyle buyurur:“Onlara Allah’ın indirdiğine ve Peygamber’e gelin denildiği zaman, senden büsbütün kaçtıklarını görürsün.”[124] İtaat, bir akide meselesidir. Mü’min, akidesini sağlam temeller üzerine oturtmalıdır. İslâm’ın ve imanın hududunu çok iyi bilmelidir. [125]
Peygamberlere İman, Onları Örnek ve Önder Kabul Edip Onlara İtaat Etmek İçindir
Peygamberlerin en büyük ve en önemli görevleri, İnsanların, hakkında ihtilâfa düşerek kendi imkânlarıyla hakkı bulamayacakları alanlarda ihtilâflarını çözümleyici hükümler getirmeleridir: "İnsanlar (aslında) bir tek ümmet (millet) idi. Bu durumda iken Allah, müjde verici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları indirdi." [126] İşte bunun için Yüce Allah, her bir kavim için bir nezîr/uyarıcı göndermiştir.[127] Peygamberlere iman, onların çağrısını kabul etmek, onların izinden gitmek, “olsa da olur, olmasa da” kabilinden İnsanların tercihine bırakılmış bir tutum değildir. İnsanlar, peygamberlere iman etmekle, onların izinden gitmekle yükümlüdürler. Aksini yaptıkları takdirde her peygamberden ümmeti hakkında şâhitlik etmesi de istenecek ve bu şehâdet, onların kesinleşmiş ceza ve azaplarını daha bir pekiştirici anlam taşıyacaktır. “Allah yolunda hakkıyla cihad edin. O, sizi seçti. Dinde size güçlük vermedi. Babanız İbrahim’in milletine/dinine (uyun). Sizi daha önceden ve bunda (Kur’an’da) ‘müslümanlar’ diye adlandırdı ki Peygamber size şâhit olsun; siz de İnsanlar üzerine şâhitlik edesiniz. O halde namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah'a güvenin. O’dur sizin Mevlânız. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır.”[128] Böylece peygamberler, ümmetlerine karşı, peygamberlere iman edenler de diğer İnsanlara karşı şâhitlik edecek ve hakkında şehâdet ettikleri kimselerin peygamberlerin gösterdikleri yoldan gidip gitmedikleri hususunda beyanda bulunacaklar; ya da bulunmaları istenecektir.
Peygamberlere uymakla yükümlü olmanın yanında, İnsanın başka sorumlulukları da vardır: Peygamberlerin mesajını yaymak, bu mesajı İnsanlar arasında uygulanan yegâne din ve şeriat haline getirmek yolunda, peygamberî metod istikametinde cihad etmek, gereken gayreti gösterip hakkıyla mücadele vermek.
Peygamberlerin gösterdiği yoldan başka yolda gitmenin, dünya hayatında sayılamayacak kadar çok olumsuz sonucu ve cezasından ayrı olarak, âhirette de büyük bir cezası vardır. Bu ceza o kadar büyük olacaktır ki, kâfirler dünyada iken peygamberlerin izinden gitmediklerinden, kendilerinden farklı hiçbir meziyetleri olmayan, haktan uzak sapık önderlere uyduklarından dolayı, -faydasını göremeyecekleri bir zamanda- pişman olacaklar ve pişmanlıklarını dile getireceklerdir. Bu durumu Yüce Rabbimiz şöyle tablolaştırmaktadır: “...O gün kâfirlere çok zordur. O günde zâlim, ellerini ısırıp: ‘Keşke peygamberle birlikte yol almış olsaydım!’ der. ‘Eyvah bana, keşke filanı dost edinmeseydim. Andolsun ki o, bana geldikten sonra beni haktan saptırdı.’ Şeytan İnsanı yardımsız ve zelil bırakandır.”[129] İşte bu dünyada şeytanın ardından giderek peygamberlerin yolunu terk edenler, âhirette bu dünyada iken uydukları kimselerden uzaklaşmak isteyecekler; böylelikle azaptan kurtulmayı deneyeceklerdir. Ancak bunun da kendilerine bir faydası olmayacaktır. [130]
Allah, İnsanlara İnsan olarak, kendi aralarından peygamberler göndermiş ve onların yolundan gitmelerini, peygamberlerine her hususta itaat etmelerini emretmiştir. Peygamberlerin izinden gitmeyenlere uymak, ya da onların izinden gidilmeyen hallerde baştakilere, ileri gelenlere itaat, Allah’ın yolundan sapmak için gösterilecek geçerli bir mâzeret değildir. Yüce Rabbimiz, peygamberlerin yolundan sapmak için gösterilecek hiçbir mâzereti kabul etmeyecektir. Peygamberlerin getirdikleri yola aykırı yol izleyenlere itaat, -kim olursa olsunlar- meşrû bir itaat değil; “Yaratan’a isyanı gerektiren hususlarda yaratılmışa itaat yoktur” şeklindeki nebevî düstur ile ve “mârufu emredip münkeri nehyetmek” ilkesi gereğince böylelerini hizaya getirmek gerekir; Onların sapıklıklarının peşinden gitmek değil. Peygamberlerin dışında, uyulan kimsenin büyük yanılgılara düştüğü önemli bir husustur. Uyulan kimselerin peygamberlerin yolundan gitmemeleri halinde kimlikleri, sıfatları, nitelikleri, makamları, yakınlıkları ne olursa olsun, uyanlara âhirette hiçbir fayda sağlayamayacakları, ebedî azaptan kurtaramayacakları herkes tarafından gayet açık ve net bir şekilde bilinmelidir. “Yüzleri ateşte (bir taraftan bir tarafa) çevrileceği o günde diyeceklerdir ki: ‘Ne olaydı, biz Allah'a ve Rasûl’e itaat etseydik!’ Ve diyecekler ki: ‘Rabbimiz, gerçekten biz başkanlarımıza, efendilerimize itaat ettik de, onlar da bizi saptırdılar. Rabbimiz, onlara azaptan iki kat ver ve onları en büyük lânet ile lânetle!” [131]
İşte âhirette durum böyle olacaktır; peygamberlerden başkalarının yolunu izleyenler için. Peygamberler ise, kendilerine itaat eden ümmetlerine hatalarının affedilmesi için şefaatçi olacaklardır. Dünyada her iki tür önderliğin ve bu önderliğe tâbi olmanın farklı sonuçları olduğu gibi; âhirette de aynı farklılık sözkonusu olacaktır; hatta daha da geniş boyutlarda...
Gerçekten akıl sahibi olanlar, peygamberlerden başkalarının yolundan gitmeyi düşünmek, akıllarının en ücra köşesinden geçirmek şöyle dursun; bu hayırlı ve biricik doğru yoldan gitmeyenleri gafletlerinden uyandırmak için peygamberlerin açtıkları yolda, gösterdikleri istikamette ve onların metoduyla mücadele eder, cihad ederler...
Peygamberlerin ve –günümüz için söyleyecek olursak- son peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirmiş olduğu şeriate aykırı bir hüküm ya da hükümleri, düzen ya da düzenleri, kurum ya da kurumları, değer ya da değerleri alternatif olarak göstermek, kabul etmek, onlara çağırmak; bunlar İnsanlara hükmetmekte iseler, bunları kabul edip rızâ göstermek, izâleleri için çalışmamak, onlara gereken tepkiyi göstermemek; bütün bunlar peygamberin getirdiği şeriatı reddetmek anlamına geleceğinden, iman ile bağdaşamaz. Yani, böyle bir tutum, anlayış ve davranış küfürdür. Çünkü İslâm’ın ve Kur’an’ın üzerinde hassasiyetle durduğu “peygamberlere iman” ilkesine ve kelime-i şehâdetin ikinci bölümü olan “Muhammed’in (s.a.s.) Allah’ın Rasûlü” olduğunu kabul ve ikrar etmeye aykırıdır.
Peygamberlere iman, onlara karşı belli bir edeple edeplenmeyi de gerektirir. Onların dâvetlerini kabul etmek, onların izinden gitmek, uymakla yükümlü olduğumuz bütün hususlarda, yani peygamberlik makamları gereği, kendilerine has olan hususlar dışında kalan bütün alanlarda onlara uymak, bu edebin en önemli yanıdır.
Peygamber Efendimiz’e karşı –hayatta iken- ümmet fertleri seslerini yükseltmemekle[132] yükümlü oldukları gibi, vefatından sonra da kayıtsız şartsız ona uyarak, hükmüne teslim olarak, önüne geçmemekle yükümlüdürler.[133] Hiçbir zaman kendilerini ona tercih edemezler. O kendilerine öz canlarından daha yakındır. Onun zevceleri, mü’minlerin anneleridir.[134] Bu bakımdan onun hanımları, mü’minler için bir kadının saygı ve ihtiram noktasının en zirvesindedirler. Mü’min bir kimsenin onlara annelik nazarından başka türlü bakması mümkün değildir. [135]
Mü’minin Allah’ın peygamberlerine ve özellikle de son peygamber Hz. Muhammed Mustafâ (s.a.s.)’ya karşı konumu şudur: Katıksız, şeksiz, şüphesiz tam bir tasdikin yanında; ona tam anlamıyla uymanın mutlak bir farz olduğunu kabul etmeli; hükümlerini tam bir tasdik ve teslimiyetle karşılayarak dünyada hidâyet üzere olmanın, âhirette de vaad olunan cennete girmenin onun sünnet-i seniyyesine tâbi olmakla mümkün olacağına tam bir yakîn ile inanmalı ve bunu amelî hayatında da ortaya koymalıdır. Onun dışında hiçbir yol gösterici ve önder aramamalı; kendisini, kendisine emir verenleri ve emri ve sorumluluğu altındakileri hep onun gösterdiği yol ile, getirdiği şeriat ile, uyguladığı ve söylediği sünnet ile ölçüp değerlendirmelidir. Kendisinde ve çevresinde bu ölçülere aykırı gördüklerini ilk fırsatta ve en güzel yolla düzeltme yoluna gitmelidir. [136]
Peygamberlere Vâris Olabilmek
İnsanları ıslahın bedeli ağır, fiyatı çok yüksektir. Bu yüksek fiyatı ödeyecek bir varlık vardır ki o da Yüce Allah’tır (c.c.). Rabbi ile irtibatı zayıflamış veya kopma noktasına gelmiş, yahut da tamamen kopmuş olan İnsanları tebliğ ve dâvetleriyle irşad eden bu güzel İnsanlar, ücretsiz gönül erleridir. Ücretleri tamamen Rabbimiz’e aittir.
İlk peygamber Hz. Âdem’den, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.s.) kadar gelmiş olan peygamberler bugün yine tüm tazelikleriyle İnsanları irşad etmekte, onları Yüce Allah’ ımızla barıştırmanın mücadelesini vermektedirler. Gerek hayatları ve gerekse temiz sicilleri bizzat Rabbimiz tarafından açıklanmış olan bu gönül erleri kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de sık sık anlatılır ve tüm İnsanlığa numune olarak gösterilir.
Her biri Allah’ın yolu dediğimiz sırât-ı müstakimin kenarlarında bir nevi nöbet tutmakta ve bu mübarek yoldan çıkmak ve sapmak isteyenlere güzel usulleriyle, temiz tavırlarıyla engel olmaktadırlar.
Gün olmuş İnsanlar kendi içlerinden bazı büyükleri rab edinmişler, bu sapıtmış kimselere Hz. Nuh gönderilmiş... Gün olmuş İnsanlar dünyaya meyletmiş, köşk ve saraylarda, yüzme havuzları olan villalarda zevk ve sefaya dalmışlar, Rabbimiz Hz. Sâlih’i görevlendirmiş. Yine gün olmuş İnsanlar cinsî sapıklığa düşmüş, nikâh yoluyla meşrû olan kadın ve kızları dışlayarak hemcinsleriyle düşüp kalkmaya başlamışlar, derhal Hz. Lut görevlendirilmiş. Saltanat ve müstekbir yaşayışlarıyla yoldan çıkmış olanlara Hz. Süleyman; Allah’a göklerin hâkimiyetini verip yeryüzü egemenliğini vermeyen Firavun’a Hz. Mûsâ; ölçü, tartı ve adâlet mekânizmasını tahrip eden bir topluma Hz. Şuayp; köleliğin, İnsanı sömürmenin ve sınıfsal bir toplumun yapısını ortaya koymanın zirvesini yaşayan bir topluma Hz. Yusuf; akla ve hayale gelebilecek tüm kötülükleri hayatlarına geçirmiş olan bir başka topluluğa ve hak yol arayışında olan tüm İnsanlığa ise Hz. Muhammed (s.a.s.) gönderilmiştir.
Gönderilmiş olan tüm peygamberler, sırât-ı müstakimde yürüyen yolcuları, Allah adına kollamak ve sapmalara karşı ikaz ve irşad görevlerini noksansız olarak ifa etmişlerdir. Allah’ın selâmı hepsinin üzerine olsun.
Batının kendi toplumsal problemlerini çözmek için geliştirdiği formül ve çözüm yollarını olduğu gibi aynen müslüman bir ümmete uygulamak için baskıcı ve dayatmacı zihniyete karşı çıkmak, bir iman borcudur. Bu borcu ödemek durumunda olan her İslâm tebliğcisi ve dâvetçisi bir peygamber vârisidir/olmalıdır.
Sözgelimi, fâize yenik düşmüş bir toplumu, kapitalist sisteme karşı reaksiyoncu bir seviyeye getirmeye çalışan, İslâm’ın bölünmez bir bütün olduğunu söyleyerek bunu icabında hayatıyla ödeyen bir müslüman, peygamber vârisidir.
“Alimler peygamberlerin vârisleridir.” buyuran Rasûlullah Efendimiz’e tam manası ile vâris olmak meselesine gelince; Kur’ân’ı öğrenip öğreten, İnsanları İslâmî yaşayış esasları üzerinde eğiten, nefisleri şirkten ve diğer hastalıklardan temizlemek mücadelesini sürdüren, bütün bunları gerçekleştirmek için ilim, amel, kesin tavır ve numûne olmayı ihmal etmeyen, tefsir, hadis, fıkıh halkaları kurarak, İnsanları sohbet ve dersleriyle yetiştiren İnsanlar, peygamberin vârisleridir. [137]
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin hayatından bazı enstantaneler, kesitler sunar. Bundaki temel amaç, o örnekleri müslümanlar güncelleştirsin, benzer konumdaki örnekleri yaşayışlarına geçirsinler; böylece peygamberlerin bıraktığı mirası bölüşsünler. O miras, öyle büyük bir hazinedir ki, o birikimle hem dünyanın hem âhiretin tüm güzel kapıları açılacak, her hastalığa nebevî reçeteler şifa verecek, her probleme nebevî çözümler çare olacaktır. Nu mutlu peygamber vârislerine!
Nebi İle Rasül Arasında Fark Var mıdır?
(Geleneğin Yanlışından Modern Küfre/Sahte Peygamberliğe)
Nebi ve Rasul kavramları müteradif, yani eşanlamlı ifadelerdir. Kur’an’da “nebî” ve “rasûl” kelimeleri peygamberler için kullanılmıştır. Ancak klâsik anlayışa göre, ikisi arasında şöyle bir fark olduğu belirtilir: Rasul, kendisine kitap ve şeriat gönderilen peygambere denir. Nebi ise, kendisine kitap ve şeriat gönderilmeyip, kendisinden önceki rasulün kitap ve şeriatını İnsanlara tebliğ eden peygambere denir. O halde her rasûl aynı zamanda nebîdir, ama her nebî rasûl değildir. Çağımızda bazı yalancı peygamberler ve onları savunanlar da bu farkları tersine çevirirler.
Modern mütenebbiler, sahte peygamberliklerinin dine ters düşmediğini güya kanıtlamak için, nebî ile rasül kavramı arasında olduğunu kabul ettikleri farktan yola çıkarlar. Nebî, kitap verilenlere; rasül ise, bu mesajı taşıyanlara verilen ad olduğunu ileri sürerler. Hindistan'da Sör Seyyit Ahmet'in başını çektiği modernist akım, bunu iddia eder. Bunlara göre, her nebî aynı zamanda rasüldür; fakat her rasül nebî değildir. Nebî, hem kendinden önceki kitapları doğrulayıcı, hem de aldığı yeni kitabı İnsanlara ulaştırıcıdır. Her kitap verilen nebî bir elçidir/rasüldür; fakat her elçiye/rasüle kitap verilmemiştir. Kur'an'dan uydurma deliller bulmaya çalışan bu sahtekârlar, Peygamberimiz’in (s.a.s.) "hâtemu'l enbiyâ/nebîlerin sonuncusu" [138] olduğunu kesin biçimde ifade edildiğini görüp bir teville bunu çürütemedikleri için, sahte peygamberlerini, nebî değil de rasül olarak isimlendirirler. Nebî ve rasülle ilgili geleneksel yanlışı tersinden başka bir yanlışla sürdüren bu kimseler, yalancı peygamberlik kurumunu yeniden işletmeye çalışırlar. Hâlbuki Kur'an, nebî ile rasül arasında bir fark gözetmiyor.
Kur'an'a Göre Nebî ile Rasül Arasında Fark Yoktur. Nebî, peygamberlerin haber alma, vahiy alma vasıflarına, rasül ise, alınan mesajın elçiliğini yapma, aktarma vasıflarına işaret etmektedir. Tıpkı adâletli davranmayı ve takvâlı olmayı şahsında birleştiren mü'min gibi. Yani nasıl bir mü'minin aynı anda âdil ve muttakî olması, çelişki arzetmiyorsa, bir peygamberin de aynı anda nebî ve rasül olması da tenâkuz teşkil etmez. Nebî ile rasül arasındaki fark, sadece kelime anlamları itibariyledir. Yoksa, şeriat alıp almaması, kitap alıp almaması açısından aralarında anlam farkı yoktur. Geleneksel bazı iddialara göre, Hz. İsmail gibi peygamberler sadece nebîdir; kendilerinden önceki rasülü tekrar ederler. Oysa Kur'an, Hz. İsmail için, hem rasül, hem de nebî sıfatlarını kullanmaktadır: "Kitap'ta İsmail'e dair anlattıklarımızı da an. Çünkü o sözünde duran rasül nebî idi."[139] Hz. Hârun için de Kur'an, Hz. Mûsâ ile beraber her ikisine rasül demektedir: "Fir'avn'a giderek (ona) deyin ki: 'Biz âlemlerin Rabbinin rasûlüyüz." [140]
Geleneksel görüşün nebî'yi önceki kitabın ve rasülün mukallidi durumuna indirgemesi çok yanlıştır. Çünkü birçok âyette nebî kavramına kitap nispet edilmiştir. "Allah, nebîlerden şöyle söz almıştı: 'Bakın, size kitap ve hikmet verdim, şimdi yanınızda bulunanı doğrulayıcı bir rasûl geldiğinde, ona mutlaka yardım edeceksiniz; bunu kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?' demişti. Kabul ettik dediler. O halde şâhit olun, Ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım dedi."[141] Bu âyetten kesin olarak anlaşılmaktadır ki, nebî, kitap ve şeriat olmayan biri değildir. Yine Kur'an'da kendilerine kitap verildiği muhkem olarak Kur'an'da anlatılan peygamberleri nebî olarak vasfetmektedir. "Nebîlerden söz almıştık. Senden, Nuh'tan, İbrâhim'den, Mûsâ'dan, Meryem oğlu İsâ'dan sağlam bir söz (misak) almışızdır."[142] Dolayısıyla Kur'an, nebî ile rasül arasında kitap alıp almamak açısından bir ayrım yapmamaktadır. Kur'an, bazı nebîlere kitap verildiğini belirttiği gibi, rasüllere de kitap verildiğini açıklar: "Andolsun Biz rasüllerimizi açık delillerle gönderdik. Ve onlarla beraber Kitab'ı, mizan'ı/nizâmı indirdik ki, İnsanlar adâleti yerine getirsinler."[143] Görüldüğü gibi âyet-i kerimede rasül kavramına kitap nispet edilmiştir. Bu da gösteriyor ki, Kur'an, nebî ile rasül arasında kavramsal fark gözetmemektedir. Fakat peygamberlerin genel Kur'anî tanımı nebîdir; rasül, gönderilmekle (irsâl) ve tebliğle, görevin icrâsıyla ilgili bir kavramdır.
Kur'an, Hz. İsmail, Hz. Mûsâ ve Hz. Muhammed’e (s.a.s.) aynı âyetlerde hem nebî, hem rasül demektedir.[144] Hâtemiyetin (son nebî olmanın) sadece nebîlik için söz konusu olduğunu, rasüllük için söz konusu olmadığını iddia etmek, hastalıklı kalplere sahip olanların bir tahrif çabasından ibarettir. Kur'an nebî ile rasül arasında bir ayrım gözetmediği gibi, şu peygamberler nebî; şunlar da rasüldür diye Kur’an’ın bir beyanı da yoktur. Nebî, genellikle peygamberlerin haber alma, vahiy alma yönünü, rasül ise genellikle, alınan vahyin elçiliğini yapma yönünü ifade eden kavramlardır. Her peygamber vahiy almıştır (nebî); ve aldığı vahyi tebliğ etmiştir (rasül). Bu iki vasfı bünyesinde bulundurmayan birine de peygamber denemez. Yani kalbine indirilen vahyin elçiliğini (rasüllüğünü), İnsanlara iletimini üstlenmeyen birine nebî denemeyeceği gibi, vahiy almayan (nebî olmayan) birine de rasül denemez. Hz. Muhammed’den (s.a.s.) sonra bir İnsan, kavramsal anlamda ister rasül olduğunu, isterse nebî olduğunu iddia etsin, yalancı peygamberdir, müseylimetü'l kezzâbtır. Çünkü nebî de rasül de ıstılâhî açıdan peygamberliğe delâlet etmektedir. Her nebî rasüldür; her rasül de nebîdir. [145]
Peygamber ve Peygamberlikle İlgili Âyet-i Kerimeler
- Peygamber Anlamındaki Nebî ve çoğulu Enbiyâ ve Nebiyyûn/Nebiyyîn Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 75 Yerde:) 2/Bakara, 61, 91, 136, 177, 213, 246, 247, 248; 3/Âl-i İmrân, 21, 39, 68, 80, 81, 84, 112, 146, 161, 181; 4/Nisâ, 69, 155, 163; 5/Mâide, 20, 44, 81; 6/En’âm, 112; 7/A’râf, 94, 157, 158; 8/Enfâl, 64, 65, 67, 70; 9/Tevbe, 61, 73, 113, 117; 17/isrâ, 55; 19/Meryem, 30, 41, 49, 51, 53, 54, 56, 58; 22/Hacc, 52; 25/Furkan, 31; 33/Ahzâb, 1, 6, 7, 13, 28, 30, 32, 38, 40, 45, 50, 50, 50, 53, 53, 56, 59; 37/Sâffât, 112; 39/Zümer, 69; 43/Zuhruf, 6, 7; 49/Hucurât, 2; 60/Mümtehıne, 12; 65/Talâk, 1; 66/Tahrîm, 1, 3, 8, 9.
- Peygamberlik Anlamındaki Nübüvvet Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 5 Yerde:) 3/Âl-i İmrân, 79; 6/En’âm, 89; 29/Ankebût, 27; 45/Câsiye, 16; 57/Hadîd, 26.
- Elçi/Peygamber Anlamına Gelen Rasûl ve Çoğulu Rusul Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 332 Yerde:) 2/Bakara, 87, 87, 98, 101, 108, 129, 143, 143, 151, 214, 253, 279, 285, 285, 285; 3/Âl-i İmrân, 32, 49, 53, 81, 86, 101, 132, 144, 144, 153, 164; 172, 179, 179, 183, 183, 184, 194; 4/Nisâ, 13, 14, 42, 59, 59, 61, 64, 64, 69, 79, 80, 83, 100, 115, 136, 136, 136, 150, 150, 152, 157, 164, 164, 165, 165, 170, 171, 171; 5/Mâide, 12, 15, 19, 19, 32, 33, 41, 55, 56, 67, 70, 70, 75, 75, 83, 92, 92, 9, 104, 109, 111; 6/En’âm, 10, 34, 61, 124,130; 7/A’râf, 35, 37, 43, 53, 61, 67, 101, 104, 157, 158, 158; 8/Enfâl, 1, 1, 13, 13, 20, 24, 27, 41, 46; 9/Tevbe, 1, 3, 3, 7, 13, 16, 24, 26, 29, 33, 54, 59, 59, 61, 62, 63, 65, 70, 71, 74, 80, 81, 84, 86, 88, 90, 91, 94, 97, 99, 105, 107, 120, 128; 10/Yûnus, 13, 21, 47, 50, 74, 103; 11/Hûd, 59, 69, 77, 81, 120; 12/Yûsuf, 110; 13/Ra’d, 32, 38, 38; 14/İbrâhim, 4, 9, 10, 11, 13, 44, 47; 15/Hıcr, 11; 16/Nahl, 35, 36, 113; 17/İsrâ, 15, 77, 93, 94, 95; 18/Kehf, 106; 19/Meryem, 19, 51, 54; 20/Tâhâ, 47, 96, 134; 21/Enbiyâ, 25, 41; 22/Hacc, 52, 75, 78; 23/Mü’minûn, 32, 44, 44, 51, 69; 24/Nûr, 47, 48, 50, 52, 52, 54, 54, 56, 62, 62, 63; 25/Furkan, 7, 27, 30, 37, 41; 26/Şuarâ, 16, 27, 107, 125, 142, 162, 178; 28/Kasas, 47, 59; 29/Ankebût, 18, 31, 33; 30/Rûm, 9, 47; 33/Ahzâb, 12, 21, 22, 22, 29, 31, 33, 36, 36, 40, 53, 57, 66, 71; 34/Sebe’, 45; 35/Fâtır, 1, 4, 25; 36/Yâsin, 30; 38/Sâd, 14; 39/Zümer, 71; 40/Mü’min, 5, 22, 34, 50, 51, 70, 78, 78, 83; 41/Fussılet, 14, 43; 42/Şûrâ, 51; 43/Zuhruf, 29, 45, 46, 80; 44/Duhân, 13, 17, 18; 46/Ahkaf, 9, 35; 47/Muhammed, 32, 33; 48/Fetih, 9, 12, 13, 17, 26, 27, 28, 29; 49/Hucurât, 1, 3, 7, 14, 15; 50/Kaf, 14; 51/Zâriyât, 52; 57/Hadîd, 7, 8, 19, 21, 25, 25, 27, 28; 58/Mücâdele, 4, 5, 8, 9, 12, 13, 20, 21, 22; 59/Haşr, 4, 6, 6, 7, 7, 7, 8; 60/Mümtehıne, 1; 61/Saff, 5, 6, 6, 9, 11; 62/Cum’a, 2; 63/Münâfıkun, 1, 1, 5, 7, 8; 64/Teğâbün, 6, 8, 12, 12; 65/Talâk, 8, 11; 69/Haakka, 10, 40; 72/Cinn, 23, 27; 73/Müzzemmil, 15, 15, 16; 77/Mürselât, 11; 81/Tekvîr, 19; 91/Şems, 13; 98/Beyine, 2.
- Gönderilmiş Rasûl/Peygamber Anlamına Gelen Mürsel ve Çoğulu Mürselûn/Mürselîn Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 35 Yerde:) 2/Bakara, 252; 6/En’âm, 34, 48; 7/A’râf, 6, 75, 77; 13/Ra’d, 43; 15/Hıcr, 57, 61, 80; 18/Kehf, 56; 25/Furkan, 20; 26/şuarâ, 21, 105, 123, 141, 160, 176; 27/Neml, 10, 35; 28/Kasas, 7, 65; 36/Yâsin, 3, 13, 14, 16, 20, 52; 37/Sâffât, 37, 123, 133, 139, 171, 181; 51/Zâriyât, 31.
- Elçilik/Peygamberlik Anlamına Gelen Risâlet ve Çoğulu Risâlât Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 10 Yerde:) 5/Mâide, 67; 6/En’âm, 124; 7/A’râf, 62, 68, 79, 93, 144; 33/Ahzâb, 39; 72/Cinn, 23, 28.
- Peygamberlere İman ve Peygamberlik Konularındaki Âyetler
- Peygamberlere İman Etmek: 2/Bakara, 98, 136-137, 177, 253, 285; 3/Âl-i İmran, 84; 4/Nisâ, 64, 136, 150, 152, 171; 5/Mâide, 12, 32, 99, 109, 111; 6/En’âm, 34, 86-87, 89, 130; 7/A’râf, 53; 10/Yûnus, 103; 17/İsrâ, 15, 55; 18/Kehf, 106; 21/Enbiyâ, 6-9; 42/Şûrâ, 13; 44/Duhân, 5.
- Mü’minler, Peygamberler Arasında Ayrım Yapmazlar: 2/Bakara, 135-137, 285; 3/Âl-i İmran, 84; 4/Nisâ, 150-152.
- Peygamberlerin Bazılarına Üstün Özellikler Verilmiştir: 2/Bakara, 253; 17/İsrâ, 55.
- Allah, Peygamberliği Dilediği Kimseye Verir: 3/Âl-i İmrân, 74; 6/En’âm, 88; 14/İbrahim, 11; 16/Nahl, 2; 17/İsrâ, 55; 28/Kasas, 68; 40/Mü’min, 15; 62/Cum’a, 4.
- Peygamberleri Yalanlayanlar: 3/Âl-i İmrân, 137; 6/En’âm, 11, 42-45; 7/A’râf, 94-96, 101; 10/Yûnus, 13, 47; 12/Yûsuf, 13, 47; 12/Yusuf, 110; 13/Ra’d, 42; 14/İbrahim, 9, 46; 16/Nahl, 26, 36; 17/İsrâ, 76-77; 19/Meryem, 42-45; 23/Mü’minûn, 44; 25/Furkan, 39; 30/Rûm, 47; 35/Fâtır, 26; 37/Saffât, 72-74; 38 Sâd, 1-4, 11-14; 39/Zümer, 25-26; 40/Mü’min, 5-6, 22, 83; 43/Zuhruf, 6-8, 24-25; 50/Kaf, 12-14; 58/Mücâdele, 5-6; 64/Teğâbün, 5-6; 69/Hakka, 9-10.
- Peygamberlere Düşmanlık Edenler: 2/Bakara, 98; 13/Ra’d, 42.
- Peygamberlerin Şeriatlerinin Çeşitli Olmasının Hikmetleri: 5/Mâide, 48.
- Peygamberlere Mûcize ve Kitap Verilmiştir: 16/Nahl, 44; 57/Hadîd, 25.
- Peygamberler, Kıyamet Gününde Ümmetleri Üzerine Şahit Olarak Bulunacaklardır: 16/Nahl, 84, 89; 17/İsrâ, 71; 28/Kasas, 75.
- Peygamberleri İnkâr: 4/Nisâ, 136, 150-151; 6/En’âm, 89, 148; 10/Yûnus, 74; 16/Nahl, 63; 17/İsrâ, 94-96; 43/Zuhruf, 6-7; 51/Zâriyât, 52-53.
- Bütün Peygamberlere Selâm: 37/Saffât, 181.
- Her Ümmete Peygamber Gönderilmiştir: 4/Nisâ, 41; 10/Yûnus, 47; 15/Hıcr, 10; 16/Nahl, 36; 26/Şuarâ, 208-209; 28/Kasas, 47; 30/Rûm, 47; 35/Fâtır, 24; 37/Saffât, 72-74; 43/Zuhruf, 6.
- Peygamberlere İtaat: 4/Nisâ, 64, 70; 7/A’râf, 35.
- Kıssaları/Hikâyeleri Anlatılan ve Anlatılmayan Peygamberler: 4/Nisâ, 164; 6/En’âm, 83-87, 89; 21/Enbiyâ, 48-91; 40/Mü’min, 78.
G- Peygamberlerin Görevleri ve Özellikleri
- Peygamberler, Beşîr ve Nezîrdir (Rahmet Müjdecileri ve Azap Habercileridir): 2/Bakara, 213; 4/Nisâ, 165; 6/En’âm, 48; 18/Kehf, 56; 34/Sebe’, 34; 53/Necm, 56.
- Peygamberler, Kendilerine Kesinlikle Kulluk İstemezler: 3/Âl-i İmrân, 79-80; 21/Enbiyâ, 90; 27/Neml, 45; 33/Ahzâb, 7-8.
- Peygamberler, Kendiliklerinden Hiçbir Şey Getirmezler: 40/Mü’min, 78.
- Peygamberler, Eziyetlere Sabrederler: 6/En’âm, 34; 14/İbrahim, 12; 33/Ahzâb, 69; 35/Fâtır, 4; 46/Ahkaf, 35.
- Peygamberler, Allah’ın Hidâyet Ettiği Kimselerdir: 6/En’âm, 90; 19/Meryem, 58.
- Yalancı Peygamberler: 6/Enâm, 93.
- Peygamberlerin Gönderilmesi, Allah’ın Zulüm İle Yok Edici Olmadığındandır: 6/En’âm, 131; 7/A’râf, 6; 26/Şuarâ, 208-209; 28/Kasas, 47; 34/Sebe’, 34.
- Peygamberler de, Sorguya Çekilecektir: 7/A’râf, 6-7; 33/Ahzâb, 7-8.
- Bütün Peygamberlerle Alay Edilmiştir: 13/Ra’d, 32; 15/Hıcr, 11-12; 21/Enbiyâ, 41.
- Peygamberler, Allah’ın İzni Olmadan Mûcize Gösteremezler: 13/Ra’d, 38.
- Peygamberler, Kendi Kavimlerinin Dilleriyle Gelirler: 14/İbrahim, 4.
- Peygamberlerin Görevleri Tebliğdir: 16/Nahl, 35; 29/Ankebût, 18; 33/Ahzâb, 7-8, 39.
- Peygamberler, Beşerdir/İnsandır: 17/İsrâ, 94-95; 21/Enbiyâ, 8; 22/Hacc, 75; 25/Furkan, 20.
- Şeytan, Peygamberler Üzerinde Etkili Olamaz: 22/Hacc, 52-53.
- Peygamberler, Güzel Amel ile Emredilmişlerdir: 23/Mü’minûn, 51.
- Bütün Peygamberlerin Getirdiği Ortak Prensipler: 6/En’âm, 90; 21/Enbiyâ, 92; 23/Mü’minûn, 51-52; 42/Şûrâ, 13; 43/Zuhruf, 45; 87/A’lâ, 14-15, 18-19.
- Peygamberler Mâsumdurlar: 38/Sâd, 48-49.
- Peygamberler, Emaneti Korurlar: 3/Âl-i İmrân, 161.
- Peygamberler, Allah'a İbâdete Dâvet Ederler: 3/Âl-i İmrân, 79-80; 21/Enbiyâ, 90; 27/Neml, 45; 33/Ahzâb, 7-8.
- Peygamberleri Yalanlamak ve Onlara İsyan:
- Peygambere İsyân: 4/Nisâ, 14, 42, 80, 115; 5/Mâide, 56; 8/Enfâl, 27; 9/Tevbe, 61, 63; 22/Hacc, 78; 33/Ahzâb, 36; 72/Cin, 23.
- Peygamberleri Yalanlayanların Kötü Sonları: 3/Âl-i İmrân, 137; 6/En’âm, 11, 42-45; 7/A’râf, 94-96, 101; 10/Yûnus, 13, 47; 12/Yusuf, 110; 13/Ra’d, 42; 14/İbrahim, 9, 46; 16/Nahl, 26, 36; 17/İsrâ, 76-77; 19/Meryem, 59; 22/Hacc, 42-45; 23/Mü’minûn, 44; 25/Furkan, 39; 30/Rûm, 47; 35/Fâtır, 26; 37/Saffât, 72-74; 38/Sâd, 1-4, 11-14; 39/Zümer, 25-26; 40/Mü’min, 5-6, 22, 83; 43/Zuhruf, 6-8, 24-25; 50/Kaf, 12-14; 58/Mücâdele, 5-6; 64/Teğâbün, 5-6; 69/Hakka, 9-10.
- Peygambere Karşı Gelmek ve Çok Soru Sormak, Yok Oluş Sebebidir: 5/Mâide, 101-102.
- Peygamber Gönderilmeyen Toplumlara Azap Edilmez: 17/İsrâ, 15; 26/Şuarâ, 208-209; 28/Kasas, 59.
- Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.):
- Peygambere Biat Etmek: 48/Feth, 10, 18.
- Peygambere İtaat Etmek: 3/Âl-i İmrân, 31-32, 132; 4/Nisâ, 13, 59, 64, 69-70, 80; 5/Mâide, 92; 7/A’râf, 157-158; 8/Enfâl, 1, 20, 46; 9/Tevbe, 71; 24/Nûr, 51-52, 54, 56; 33/Ahzâb, 36, 71; 47/Muhammed, 33; 48/Feth, 17; 58/Mücâdele, 13; 59/Haşr, 7; 64/Teğâbün, 12.
- Peygamberin ve Mü’minlerin Yolundan Ayrılanlar: 4/Nisâ, 115; 28/Kasas, 85.
- Peygamber Güzel Ahlak Örnekleri Vardır: 33/Ahzâb, 21; 68/Kalem, 4
- Peygamberimiz’e Salevat Getirmek: 33/Ahzâb, 56.
- Peygamberimiz Rahmettir: 9/Tevbe, 61, 128; 21/Enbiyâ, 107; 28/Kasas, 46; 44/Duhân, 6.
[1] 2/Bakara, 61
[2] 22/Hacc, 75
[3] 15/Hicr, 22
[4] 19/Meryem, 15, 33
[5] 37/Saffât, 181
[6] 5/Mâide, 19; 7/A’râf, 184, 188; 11/Hûd, 2, 12; 4/Nisâ, 165
[7] 95/Tîn, 4
[8] 5/Mâide, 16
[9] 2/Bakara, 151
[10] 57/Hadid, 25
[11] 42/Şûrâ, 13
[12] 2/Bakara, 285
[13] 4/Nisâ, 59, 64
[14] 24/Nûr, 51; 33/Ahzâb, 36
[15] 3/Âl-i İmrân, 31
[16] 33/Ahzâb, 21
[17] 59/Haşr, 7
[18] 9/Tevbe, 128
[19] 21/Enbiyâ, 107
[20] 2/Bakara, 151
[21] 2/Bakara, 213
[22] 2/Bakara, 285
[23] 3/Âl-i İmrân, 79
[24] 3/Âl-i İmrân, 164
[25] 4/Nisâ, 64
[26] 4/Nisâ, 65
[27] (4/Nisâ, 165)
[28] 5/Mâide, 67
[29] 6/En'âm, 90
[30] 10/Yûnus, 47
[31] 16/Nahl, 36
[32] 21/Enbiyâ, 25
[33] 24/Nûr, 51-52
[34] 25/Furkan, 27-29
[35] 33/Ahzâb, 21
[36] 33/Ahzâb, 39
[37] 57/Hadîd, 25
[38] 6/En’âm, 48
[39] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 487-489; 506-508
[40] 51/Zâriyât, 56
[41] Buhâri, Cenâiz 92; Ebû Dâvud, Sünnet 17; Tirmizî, Kader 5
[42] 21/Enbiyâ, 25
[43] 16/Nahl, 36
[44] 29/Ankebût, 14; 71/Nûh, 9, 21
[45] 33/Ahzâb, 39
[46] 5/Mâide, 67
[47] 14/İbrahim, 1
[48] 6/En'âm, 9
[49] 6/En'âm, 85
[50] 33/Ahzâb, 21
[51] Buhârî, Rikak 10; Tirmizî, Menâkıb 32, 64
[52] 3/Âl-i İmrân, 185; 13/Ra'd, 26; 31/Lokman, 33
[53] 2/Bakara, 212; 3/Âl-i İmrân, 14; 57/Hadîd, 20
[54] 6/En'âm, 32; 29/Ankebût, 64; 47/Muhammed, 36
[55] 4/Nisâ, 77; 16/Nahl, 96; 35/Fâtır, 5
[56] 2/Bakara, 200-201
[57] 28/Kasas, 81
[58] 7/A'râf, 31-32, 15
[59] 4/Nisâ, 165
[60] 20/Tâhâ, 134
[61] 4/Nisâ, 41-42; 16/Nahl, 89
[62] 67/Mülk, 8-11
[63] 17/İsrâ, 15
[64] 30/Rûm, 30
[65] 7/A’râf, 59-64; 10/Yûnus, 71-73...
[66] 6/En’âm, 76-79, 80-83; 21/Enbiyâ, 58-67...
[67] 7/A’râf, 73-79; 11/Hûd, 61-68...
[68] 7/A’râf, 80-82; 11/Hûd, 77-80...
[69] 7/A’râf, 85-86; 11/Hûd, 84-85...
[70] 10/Yûnus, 47
[71] 57/Hadîd, 25
[72] 90/Beled, 10
[73] 12/Yûsuf, 53
[74] 79/Nâziât, 40-41
[75] 68/Kalem, 4
[76] Ahmed bin Hanbel, II/381; Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk, 8
[77] Muhittin Akgül, Kur’ân-ı Kerim’de Peygamber, s. 28-36
[78] 3/Âl- İmrân, 33; 7/A’râf, 144...
[79] 27/Neml, 59; 38/Sâd, 47
[80] 6/En’âm, 50; 7/A’râf, 203...
[81] 3/Âl-i İmrân, 64
[82] 5/Mâide, 72, 117; 7/A’râf, 59, 65, 73, 85...
[83] 16/Nahl, 36
[84] Muvattâ, Kur’an 32, Hacc 246
[85] 10/Yûnus, 72; 11/Hûd, 29, 51...
[86] 41/Fussılet, 44
[87] Ahmed bin Hanbel, V/158
[88] 16/Nahl, 125
[89] 38/Sâd, 86
[90] 2/Bakara, 258
[91] 12/Yûsuf, 108
[92] 19/Meryem, 51
[93] 12/Yûsuf, 24
[94] 39/Zümer, 2
[95] 39/Zümer, 14; M. Akgül, a.g.e. s.37-40
[96] 21/Enbiyâ, 31
[97] 33/Ahzâb, 56
[98] 33/Ahzâb, 21
[99] 3/Âl-i İmrân, 31-32
[100] 19/Meryem, 41
[101] 19/Meryem, 54
[102] 19/Meryem, 57
[103] 12/Yusuf, 46
[104] 3/Âl-i İmrân, 161
[105] 33/Ahzâb, 39
[106] bk. 25/Furkan, 20; 13/Ra’d, 38
[107] 4/Nisâ, 164
[108] 17/İsrâ, 15
[109] 4/Nisâ, 152
[110] 4/Nisâ, 150; Peygamberlere imanla ilgili diğer âyetler için, bkz. 2/Bakara, 4-5; 4/Nisâ, 14-15, 59, 80; 7/A’râf, 35. Peygamberlere itaat etmeyelere azab ile ilgili bkz. 6/En’âm, 11; 13/Ra’d, 32; 5/Mâide, 33; 3/Âl-i İmrân, 32
[111] 3/Âl-i İmrân, 67
[112] 10/Yunus, 84
[113] 5/Mâide, 112
[114] 3/Âl-i İmrân, 64
[115] 21/Enbiyâ, 25
[116] 16/Nahl, 36
[117] 4/Nisâ, 80
[118] Bk. 53/Necm, 3-4
[119] 4/Nisâ, 59
[120] 4/Nisâ, 65
[121] 4/Nisâ, 64
[122] 5/Mâide, 92; Ve yine bk. 3/Âl-i İmrân, 132; 47/Muhammed, 33
[123] 4/Nisâ, 64
[124] 4/Nisâ, 61
[125] Ahmed Kalkan, Akaid Ders Notları, 80-83
[126] 2/Bakara, 213
[127] 35/Fâtır, 24
[128] 22/Hacc, 78
[129] 25/Furkan, 26-29
[130] Bk. 2/Bakara, 165-167
[131] 33/Ahzâb, 66-68 ve yine bk. 7/A’râf, 38
[132] 49/Hucurât, 2
[133] 49/Hucurât, 1
[134] 33/Ahzâb, 6
[135] 33/Ahzâb, 53
[136] M. Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, s. 59-91
[137] Abdullah Büyük, Müslümana Mesajlar, 79-80
[138] 33/Ahzâb, 40
[139] 19/Meryem, 54
[140] 26/Şuarâ, 16
[141] 3/Âl-i İmrân, 81
[142] 33/Ahzâb, 7
[143] 57/Hadîd, 25
[144] 19/Meryem, 54, 51; 7/A'râf, 157; 33/Ahzâb, 40
[145] F. Zülaloğlu, Nebî İle Rasül Arasındaki Fark, Haksöz 66
KISSA
K I S S A
- Kıssa; Anlam ve Mâhiyeti
- Kur’an Kıssaları
- Tebliğ Sürecinde Kur’an Kıssaları
- Kur’ân-ı Kerim’de Anlatılan Kıssaların Hikmetleri
- Kur’an Kıssalarında Sünnetullah (Değişmeyen İlâhî Yasalar)
- Kur’an’da Kıssalar Yoluyla Verilen Mesaj
- Kur’ân-ı Kerim’deki Bazı Kıssaların Tekrarı
- Kur’ân-ı Kerim’de Kıssa Kavramı
- Tefsirlerden İktibaslar
- Hadis-i Şeriflerde Kıssa Kavramı
- Hadis-i Şeriflerdeki Kıssalara Örnekler
- Kıssacılık ve Kıssacılar
“(Ey Muhammed!) Biz sana bu Kur’an’ı vahyetmekle (geçmiş toplumların haberlerini) en güzel şekilde sana anlatıyoruz. Gerçek şu ki; Sen bundan önce (bu haberleri) elbette bilmiyordun.” [1]
Kıssa; Anlam ve Mâhiyeti
Kıssa: Bir haberi nakletme, bir olayı anlatma hikâye etmek demektir. Bu, Arapça'da ‘kassa’ (hikâye etti) kelimesiyle ifade edilir. Anlatılan hikâye ve olaya da "kıssa" denilir. Buhâri, bab başlıklarında "kıssa"yı "olay" anlamında kullanmıştır: "Bâbu Kıssati Ehl-i Necran, Bâbu Kıssati Gazvet-i Bedr..." Aynı kökün "kesmek", "kısaltmak" anlamı da vardır.
"Kıssa" kelimesi esas olarak "izlemek", "izi tâkip etmek" anlamına gelmektedir. 18/Kehf, 64 ve 28/Kasas, 11'de bu anlamda kullanılmıştır: "(Mûsâ): ‘İşte aradığımız o idi’ dedi. Tekrar izlerini tâkip ederek geriye döndüler" (ferteddâ alâ âsârihimâ kasasâ) [2]; "(Mûsâ'nın) kız kardeşine ‘Onun izini takip et (kussî hi)’ dedi. O da onlar farkına varmadan onu uzaktan gözetledi." [3]
Kıssa dilimize de girmiş bir kelimedir; “Kıssadan hisse” ve “bir kıssa bin hisse” gibi tâbirler Türkçede sıkça kullanılır. "Kıssa", edebiyatta "hikâye" anlamında kullanılır. Hikâye ise, olmuş veya olması muhtemel olayları belirli birtakım noktaları ön planda tutarak anlatan edebiyat türüdür. Kur'an'daki kıssalar, meydana gelmiş olayları anlattığı için "gerçek kıssa"lardir: "İşte (İsa hakkındaki) "gerçek kıssa" (el-kasasu'l-hakku) budur" [4] Kıssanın gerçek olmayan bir türü vardır ki, buna hikâye denir. Kıssa denilebilecek hikâyeler nâdir olur. Bir haber veya hikâyenin kıssa olabilmesi için, yaşanmış ve kaleme alınmış bir özelliği olması gerekir.
Kur'an, kıssaların gerçeğini anlattığı, yani tarihte meydana gelmiş olanlarını anlattığı için ondaki kıssalara hikâye denilmez. Çünkü hikâye; meydana gelmemiş fakat vukua gelmesi muhtemel olayları temsil yoluyla anlatır. Kur'an'ın anlattığı kıssalar ise, bazı müsteşriklerin iddia ettiği gibi, tarihî hakikatlerle ilgisi olmayan, sırf öğüt vermek maksadıyla söylenmiş hikâyeler değildir. Kur'an'ın anlattığı kıssalar tarihî hakikatler, geçmişlerin haberleridir: "Böylece sana geçmişlerin haberlerinden bir miktar anlatıyoruz. Gerçekten sana katımızdan bir zikir (ibret verici olayları taşıyan bir kitap) verdik" [5]; "Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz. Onlar Rablerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidâyetlerini arttırmıştık." [6]
Kur'an'ın bu ifâdeleri, hem okuma-yazma bilmeyen, dolayısıyla eski kitapları okuyup da içindekileri öğrenmesi mümkün olmayan ümmî Peygamber’in bir mûcizesi, hem de Kur'an'a eskilerin masalları: Esâtîru'l evvelîn [7] diyen müşriklere bir cevaptır. Çünkü Kur'an eskilerin masallarını değil, geçmişlerin gerçek haberlerini, tarihlerini anlatır.
Kur'an Kıssaları
Kur'an, insanları doğru yola iletmek için gönderilmiştir. Bunun için de hikmet ve güzel öğüt metodunu kullanmaktadır. Yaşanmış olayları etkili bir üslûpla anlatmış, bunu yaparken, benzer olayların insanların başına her zaman gelebileceğini vurgulayarak dersler çıkarılmasını istemiştir.
Kur'an, muttakiler için bir öğüt ve insanlar için bir açıklama (beyan) dır: "Bu (Kur'an) insanlara bir açıklama, (Allah'tan) korkanlara yol gösterme ve öğüttür."[8]; "(Ey Muhammed,) Sen hikmetle, güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve anlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin, yolundan sapanları, en iyi bilen O'dur ve O, yola gelenleri de en iyi bilendir." [9]
Kur'an'ın metod olarak kullandığı beyan, öğüt ve hikmet unsurları kıssada bir araya gelmiş bulunmaktadır. Kur'an'ın içine aldığı beş konu (iman, ibâdet, muâmelât, ukûbât, ahlâk ve kıssalar) dan kapsam itibarıyla en geniş olanı ahlâk ve kıssalardır. Gerçekten de, peygamberlerin gönderiliş gayesi imanlı ve ahlâklı insanlar yetiştirmek olduğu için Kur'ân-ı Kerim'in yarısına yakın bölümü, insanlara ders ve ibret olmak üzere anlatılan geçmiş peygamberlerin ve milletlerin kıssalarıdır.
Kıssanın insan eğitiminde büyük rolü vardır. Geçmiş insanların başından geçen olayları ve sebeplerini anlatmak, bugünün insanına da yol gösterir, ders verir. Çünkü insan, yaratılışı, eğilimleri ve zaaflarıyla aynı insandır. Tarihte yaşamış insanlar ve milletler için sözkonusu olan, bugünün insanı için de sözkonusudur. Meselâ; inkârcıların ve zâlimlerin acı sonları Kur'an'da, Firavun ve ordusunun denizde boğulmasına yol açan zulümleri anlatılmak sûretiyle gözler önüne serilir. Yine sıkıntılara göğüs gererek, Allah'a olan iman ve tevekkülünü kaybetmeyen kimselerin, sonuçta büyük mertebelere ulaşacakları ve sabırlarının mükâfatını görecekleri Hz. Yûsuf kıssasında en güzel şekilde anlatılır.
Kur'an'da geçen kıssalarda esas gâye; "tarihî bilgi vermek olmadığı için, yer ve zaman belirtilerek teferruata girilmez. Esas gâye: "çeşitli toplumların tarihlerindeki birtakım özellikleri belirtmek, diğer peygamberlerin hayatında, Hz. Muhammed'in hayatında karşılaştığı olaylara benzeyen hâdiseleri açıklamak, hak ve hakikatin daima galebe çaldığını, daima üstün geldiğini göstermek; Peygamber’e ve mü'minlere teselli vermek, her peygamberin karşılaşmış olduğu muhâlefetin eninde sonunda yıkıldığını ve eridiğini tarihî misallerle tesbit ederek mü'minlerin azmini kuvvetlendirmektir." [10]
Kur'an kıssaları; peygamber kıssaları ve geçmişlerin haberleri diye iki kısımdan meydana gelir.
Peygamber Kıssaları: Kur'an'da peygamberlerden yirmi beş veya yirmi sekizinin hayatları hakkında yeterli mâlûmat verilmiştir. Kur'an'da "Peygamber kıssaları" ifâdesi değil, "peygamberlerin haberleri: Enbâu'r-rusul" tâbiri geçer: "Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini sağlamlaştıracak her şeyi sana anlatıyoruz (ki kavminden gördüğün haksız davranışlara karşı kalbin kuvvet bulsun, ruhun açılsın). Bunda da sana hak ve inananlar için bir öğüt ve ibret gelmiştir." [11]
Kur'an'da Hz. Âdem, Nuh, Hûd, Sâlih, İbrâhim, İsmâil, İshak, Lût, Yakub, Yûsuf, Şuayb, Mûsâ, Dâvud, Süleyman, İdris, Lokman, Zü'lkifl, İlyas, Üzeyr, Eyyub, Yûnus, Zekeriyyâ, Yahyâ, İsa, Muhammed (s.a.s)'in kıssaları geçmektedir.
Geçmişlerin Haberleri: Kur'an'da 'geçmişlerin haberleri' [12] ifâdesiyle; Zülkarneyn, Ashâbu'l-Kehf, Ashâbü'l-Uhdûd, Ashâbü'l-Fîl, Ashâbu'r-Ress, Ashâbü'l-Eyke, Âd, Semûd, Lût, Nuh kavimleri kastedilir. Ayrıca İsrâ, Hicret, Bedr, Uhud, Benû Nâdir, Ahzâb, Mekke Fethi, Huneyn Gazvesi, İfk Hâdisesi, münâfıklara ait kıssalar yer almaktadır.
Genellikle muharref Tevrat ve İncil'de nakledilen Yahûdi-Hristiyan kültürüne âit kıssalara İsrâiliyyat adı verilir. Kur'an geçmiş milletlere âit haberlerin doğru olanlarını içine aldığı için, doğru olup olmadığı bilinmeyen, çoğu zaman uydurma olan bu gibi rivâyetlere ihtiyaç kalmamıştır.
Kur'an'da "en güzel kıssa" (ahsenü'l-kasas) olarak anlatılan Hz. Yûsuf'un kıssasında çok yönlü dersler vardır: Sabır ve sıkıntılara katlanmanın büyük mükâfatı, Allah'tan hiçbir zaman ümit kesmemek, nefsin ve şeytanın kötü isteklerine uymayarak Allah'a bağlanmak, bilmeyerek kötülük yapanları affederek onlara güzel ahlâk dersi vermek, üzerine aldığı görevi en iyi şekilde yerine getirerek güvenilir olduğunu isbat etmek, emânete hiyânet etmemek ve üzerinde hakkı olanların hakkını gözetmek.
Eğitim ve Öğretim Aracı Olarak Kıssa: Çocukların ve gençlerin eğitiminde tarihî, dinî ve ahlâkî kıssaların büyük bir önemi vardır. Gerçek veya gerçekleşmesi muhtemel olayları canlı bir dille, edebî bir üslûpla tasvir etmek, okuyanlar üzerinde büyük bir etki bırakır. Kötülüklerin ve ahlâksızlıkların korkunç neticeleri, en güzel şekilde hikâye üslûbuyla anlatılır ve insanlar bu yolla kötülüklerden sakındırılır. İyi işler ve güzel ahlâklıların örnek davranışları da hikâye yoluyla etkili bir biçimde aktarılarak gençler bu iyi hareket ve davranışlara teşvik edilir.
İslâm'ı insanlara sevdirmek için kıssa ve menkıbelerden büyük ölçüde yararlanılmıştır. Eğitim maksadıyla bu çeşit ahlâkî hikâyelerin anlatılmasında bir sakınca yoksa da, Kur'an ve Sünnet'te bir dayanağı olmayan bir şeyi teşvik etmek veya yasaklamak için, dinî bir hüviyet vererek hikâye uydurmak yasaktır. Kıssanın insanlar üzerinde bıraktığı tesiri kötüye kullanarak, şahsî çıkarları için hikâye uyduran ve nakleden kıssacı (kassâs)lara tarihte rastlanmıştır. [13]
Allah, muhâtaplarına tevhid ve ahlâk ilkelerini, tarihin kanunlarını anlatıp öğretirken, pedagojik açıdan çok önemli bir metod kullanmıştır. Bu da tarihte yaşanan hâdiseleri, dinî ve ahlâkî bir muhtevayla insanların önüne koyan kıssalar yoluyla anlatımdır.
Kıssa kelimesinin iştikak ettiği kökün anlamlarından biri, herhangi bir hâdiseyi veya bir haberi bildirmek ve nakletmektir.[14] Bu mânâ ile alâkalı olarak önceki toplulukların, şahısların, nebî ve rasullerin yanında; başından geçen hâdiseleri anlatan Kur’an birimlerine de kıssa denir. [15]
Kur’ân-ı Kerim’de, geçmiş peygamberler ve milletlere dâir kıssalar yer almaktadır. Ayrıca Rasûlullah’ın zamanında meydana gelen Hicret, Uhud, Mekke’nin Fethi, İfk Hâdisesi ve benzeri olaylar da Kur’an’da anlatılmıştır. “Kasasu’l-Kur’an” adını alan tüm bu olayların zikredilmesindeki maksat insanların ibret almalarını sağlamaktır. Yoksa tarihî bir olayın anlatılıp tesbit edilmesi gâye edinilmemiştir. Nitekim kıssaların bazısı birkaç kere tekrar edilmiştir. Bu tekrarlarla ahlâk ve terbiye ilkelerinin pekiştirilmesi hedeflenmiştir. Çünkü kıssalarda, daha önceki dönemlerde doğru yol üzerinde bulunan kimselere mükâfat verildiği, kötü ve yanlış yoldakilerin de cezalandırıldığı bildirilip öğretilmiştir. Bu arada geçmiş peygamberlerin ve toplumların başına gelenler anlatılmış ve sonunda hakkın gâlip geldiği açıklanmıştır. “Sana elçilerin haberlerinden -kalbini sağlamlaştıracak- doğru haberler aktarıyoruz. Bunda sana hak ve mü’minlere bir öğüt ve uyarı gelmiştir.” [16]
Kur’ân-ı Kerim’deki kıssalarda bir yandan müslümanların azimleri kuvvetlendirilirken öte yandan az sözle çok bilgi ve sonuç alma imkânı sağlanmıştır. Birçok sûrede ortaya konulan ibret sahneleriyle, kütüphaneler dolusu tarih kitabı okumaktan daha faydalı bilgi ve belgeler kazandırılmıştır. Ayrıca daha önce nakledilen birçok gerçek dışı motiflerle doldurulan olaylar en ciddi ve doğru şekliyle anlatılarak insan düşüncesi hayal ve masal dünyasından uzaklaştırılarak gerçeğin aydınlığına götürülmüştür. Kur’ân-ı Kerim’de en veciz ve en güzel şekilde anlatılan ve gözlerimizin önüne canlı tablolar halinde serilen kıssaların bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:
1) Âdem ile melekler ve İblis, Âdem ile Havva, Âdem ve iki oğlu (Hâbil ve Kabil) hâdisesi,
2) Nuh, Hûd, Sâlih, Şuayb, Eyyub’un (a.s.) hayatı ve tevhid mücâdelesi,
3) Lokman (a.s.)’ın oğluna yaptığı öğütler,
4) İbrâhim (a.s.) ve oğullarının kıssası, Kâbe’nin temellerinin yükseltilmesi, İsmail’in kurban edilmesi hâdisesi,
5) Yusuf’a (a.s.) karşı kardeşlerinin kıskançlığı ve onu kuyuya atmaları, Yusuf ile Aziz’in karısı arasında geçen hâdise, Yusuf’un hapse girmesi, kardeşleriyle görüşmesi,
6) Mûsâ’nın (a.s.) rasullüğünden önceki hayatı, risâleti, mûcizeleri, Firavun’un inadı, İsrailoğullarının Mısır’dan çıkması, Bakara ve Hızır (diye bilinen, kendisine rahmet ve ilim verilen kul) kıssası,
7) Dâvud ve Süleyman’ın (a.s.) kıssası, Süleyman ve Belkıs,
8) İsa’nın (a.s.) doğumu, risâleti, sofrası,
9) İsrail oğulları, Zülkarneyn, Ashâb-ı Kehf, Ashâb-ı Uhdûd, Ashâb-ı Fil,
10) İsrâ, Hicret, Bedir, Uhud, Benî Nadir, Ahzab, Mekke Fethi, Huneyn Gazvesi, İfk Hâdisesi ve münâfıklara âit kıssalar. [17]
Kur’an’da peygamber kıssaları yanında, başka insan ve topluluklarla ilgili kıssalar da vardır. Bunları şu şekilde tasnif edebiliriz:
a) Kur’an’da Kıssaları Anlatılan (Peygamberler Dışındaki) İnsan ve Topluluklar:
İsrailoğulları (yahûdiler), hıristiyanlar, sâbiîler, Semud toplumu, Lût kavmi, Medyen halkı, Ress halkı, bir kasaba halkı, Yesrib halkı, Hicr halkı, Âd halkı, bedevîler, Medine halkı, Tubba kavmi, Hz. Mûsâ’nın kavmi, Yunus kavmi, Hz. İbrâhim ve onunla birlikte olanlar, ikiden biri (Hz. Muhammed’in (s.a.s.) arkadaşı), Hz. Mûsâ’nın yardımcısı, ilim sahibi bir kişi, Hz. Mûsâ ve kadınlar, Tâlût ve topluluğu, Câlût ve ordusu, Ashâb-ı Kehf, Rakîm ehli, Ye’cûc v Me’cûc, bağ sahipleri, Hz. Yusuf’un zindan arkadaşları, Hz. Yusuf’un kardeşleri, Firavun ailesinden imanını gizleyen adam, Hz. Nuh’un ve Hz. Lût’un eşleri, şehir halkının üç elçisi, on iki güvenilir gözetleyici, Hz. Nuh’un oğlu, Hz. İbrâhim’in babası Âzer, Hz. Mûsâ’nın annesi ve kızkardeşi, Hz. Lût’un ailesi ve karısı, Hz. Âdem’in iki oğlu, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in eşleri, İmran ailesi, Firavun ve önde gelen çevresi, sihirbazlar, büyücüler, Firavun ve orduları, Karun, Hâmân, Firavun, Firavun ailesi, Hz. Mûsâ’dan sonra İsrailoğuları’nın önde gelenleri, Firavun’un eşi, Ebû Leheb ve karısı, Mısırlı aziz ve karısı, müstazaflar-müstekbirler, Zü’lkarneyn, Zeyd, Sâmirî, Üzeyr, Sebe melîkesi, bahçe sahipleri.
Bunun yanında Kur’an’da mü’minlerin ve kâfirlerin değişik özellikleri de anlatılır.
b) Kur’an’da Melekler:
Güç sahibi melek; Cebrâil, çarpıcı bir güzelliğe sahip olması, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Cebrâil’i görmesi, Cebrâil’in ufukta görülmesi, Cebrâil’in Hz. Meryem’e düzgün bir beşer kılığında gönderilmesi, gözetleyici ve yazıcı iki meleğin her insanın yanıbaşında olması, ikişer üçer ve dörder kanatlı elçi melekler, cehennemin sert ve güçlü melekleri, Allah’ın makamına süresi elli bin yıl olan bir günde çıkmaları, meleklerin şâhitliği, yakınlaştırılmış meleklerin Allah’a kulluğu, Arşın etrafını çevreleyen melekler, saflar halinde dizilen ve tesbih eden melekler, Hz. Âem’e secde eden melekler, mleklerin Rablerinden krkmaları ve erolundukları şeyi ypmaları, dizi dizi duran melekler, iman edenlerin karanlıklardan nura çıkmaları için duâ etmeleri, meleklerin Peygamber’e salât etmeleri, iman edenlerin üzerine meleklerin inmesi ve onları müjdelemesi, Allah’ın mü’minlere meleklerle yardımı, meleklerin Kadir gecesi Rablerinin izniyle yeryüzüne inmeleri, inkâr edenlere lânet etmeleri, meleklerin ikrama lâyık görülmüş kullar olmaları, Hz. İbrâhim’e gelen melekler, Hz. Lût’a gelen melekler, Hz. İbrâhim’e müjde ile gelen meleklerin yemek yememesi, Hz. Zekeriya’ya gelen melekler, Hz. Meryem’e gelen melekler, ölüm melekleri, yazıcı melekler, Arşı taşıyan melekler, Hârut ve Mârut, Tabutu taşıyan melekler, Kıyâmet gününde melekler, Cennet melekleri, Cehennem melekleri (bekçileri).
c) Kur’an’da Bahsedilen Mekânlar:
Tûr-i Sina, Tuvâ vâdisi, Mescid-i Haram (Beyt-i Haram, Beyt-i Atîk, Kâbe), Safâ-Merve, Mescid-i Aksâ, Mekke, Medine (Yesrib), Mısır, İrem, Babil.
d) Kur’an’da Peygamberlerin ve Mü’minlerin İmtihan Oldukları Mekânlar:
Hz. Yunus: Balık ve gemi, Hz. Yusuf: Kuyu ve zindan, Ashâb-ı Kehf: Mağara, Hz. Muhammed (s.a.s.): Mağara, mescidler, Müminlerin yaşadıkları mekânlar.
e) Kur’an’da Dikkat Çekilen Diğer Mekânlar:
İki denizin birleştiği yer, güneşin battığı yer, güneşin doğduğu yer, iki seddin arası, Hz. Meryem’in doğu tarafında çekildiği yer, hurma dalının altı, Hz. Meryem ve İsa’nın (a.s.) yerleştirildiği yer, Kehf ehlinin kaldığı yer, ekini olmayan bir vâdi.
Kur’an’daki kıssaların tarihî gerçekleri yansıtan ibret levhaları olduğuna inanıp bunların sebepleri üzerine düşünerek hayata müsbet yön vermeye çalışmalıyız.
Kur’ân'da anlatılan kıssalar en doğru kıssalardır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'tan daha doğru sözlü kimdir?"[18] Bu ise, Kur’ân kıssalarının vâkıa ile eksiksiz bir uyum göstermesinden ileri gelmektedir.
Yine en güzel kıssalar da Kur’ân kıssalarıdır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz sana bu Kur’ân'ı vahyetmekle, sana en güzel kıssaları anlatıyoruz."[19] Çünkü Kur’ân kıssaları belâğatta mükemmellik ve anlamda üstünlük derecelerinin en yücesini kapsamaktadır.
En faydalı kıssalar da Kur’ân kıssalarıdır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki onların kıssalarında olgun akıl sahipleri için bir ibret vardır."[20] Çünkü Kur’ân kıssalarının kalplerin ıslâhı, amellerin ve ahlâkın düzeltilmesi üzerinde güçlü bir tesiri vardır.
Yukarıda bazı ayrıntılı örnekleri görülen Kur’ân kıssaları, özetle üç kısma ayrılır:
Bir kısmı peygamberler; onların kendilerine iman edenlerle ve onları inkâr eden kâfirlerle, başlarından geçen olaylarla ilgilidir.
Bir diğer kısım başlarından ibretli olaylar geçen fertler ve çeşitli gruplarla alâkalıdır. Yüce Allah onların bu kıssalarını bize nakletmiştir. Meryem ve Lokman kıssaları ile duvarları çatıları üstüne yıkılmış bomboş bir kasaba yanından geçen kimsenin kıssası,[21] Zükarneyn, Karun, Ashâb-ı kehf, Ashâb-ı fil, Ashâb-ı uhdûdd ve benzer kıssalar gibi.
Bir üçüncü kısım da Peygamber (s.a.s.) döneminde meydana gelmiş birtakım olaylar ve kimselerle ilgilidir. Bedir, Uhud ve Ahzab gazveleri, Kureyza oğulları, Nadir oğulları gazveleri, Zeyd b. Hârise, Ebû Leheb ve başka kimselere âit kıssalar gibi.
Tebliğ Sürecinde Kur’an Kıssaları
Kur’ân-ı Kerim’in anlatım tekniklerinden biri de kıssalar yoluyla olanıdır. Kıssalar muhâtaplara birer örnek ve ibret olarak anlatılır. Muhâtapların bu kıssalardan dersler alması istenir. “Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini (tatmin ve) teskin edeceğimiz bir haberi sana kıssa ediyoruz/anlatıyoruz. Bunda sana hak, mü’minlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir.” [22]
Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’in yaklaşık yarısına yakınını oluşturan kıssaları sırf tarihî bir olay/anlatı olarak vahyetmemiştir. Yusuf (a.s.) kıssası hâricinde tüm ayrıntılarına kadar aynı sûre içerisinde anlatılan başka bir kıssa yoktur. Bir sûre içerisinde anlatılan bir bölüm diğer sûrelerde anlatılmamış olabilir. Aynı kıssanın o bölümünün başka sûre içerisinde değişik varyantlarla anlatıldığını görebiliriz. Bütün bu anlatım teknikleri Allah’ın, kıssaları bize, sırf kronolojik, tarihî bir biçimde anlatma arzusunda olmadığını gösterir. Kıssaların anlatımından Allah’ın o anda insanlara vermek istediği mesajların ön planda tutulduğunu görüyoruz.
Dolayısıyla Kur’an kıssalarının amacı tarih anlatmak değildir. Amaç geçmişte yaşanmış olayları ve kişileri örnek göstererek o anda yaşayanlar ve kıyâmete kadar yine aynı olayları yaşayabilecek diğer insanlara ibretler vermektir. “Allah’ın sünnetinde/kanununda bir değişme bulamazsın.” [23]
Kur’an’ın iniş sürecinde; Rasûlullah ve sahâbe bu kıssalardan ne anlıyordu? Acaba Rasûlullah ve ashâb, bugünün muhâtapları bizler gibi kıssaların tarihî, edebî, sosyolojik, pedagojik yönlerini araştırıp öyle mi hayata aktarıyorlardı? Yoksa kıssaların özel oludğunu mu kabul ediyorlardı?
Mekke dönemi, müslümanların harıl harıl İslâm’ı tebliğ etmeye çalıştıkları bir dönemdir. Karşılarında ana ve babalarından tutun, âilelerinden kabile bireylerine kadar herkes vardır. Mü’minler İslâm’ı bu insanlara anlatmaya çalışırken Allah onlara, daha önce yaşayanlardan bir örnek verir. Bu örnek, aynı zamanda müşriklerle beraber hepsinin atası olan İbrâhim’in (a.s.) kıssasıdır. Hem tebliğ edenler hem de edilenler için öğüt ve ibret numûnesi… Aynı örnek bizler ve kıyâmete kadarki tüm muhâtaplar için de geçerlidir.
Tanrı ve evren üzerine sorular ve düşüncelerle başlayan bir tefekkür sonunda gerçeği, “Allah’ı bularak bu inancını diğer insanlara en başta babasına anlatmaya, onları düştükleri yanlıştan kurtarmaya çabalayan Hz. İbrâhim, Allah’ın tüm insanlara sunduğu öğüt ve ibret anıtıdır. Oysa günümüzde İbrâhim’in (a.s.) kıssasının Nemrud’un onu ateşe atması ve Hz. İbrâhim’in oğlunu kurban etmesi hâricinde diğer anlatılanlar geri plana itilmiş; “Nemrud”, “kurban” gibi rumuzlarla anılır olmuştur.
Müslüman ve müşrikler arasındaki mücâdele uzadıkça müşrikler müslümanları yoğun bir işkence ve baskı altına alırlar. İman edenler, bunalmaya, endişeye düşmeye başlamışlardır. Bu çaresizlik ve ıstırap içerisinde Allah’tan yardım dilemektedirler. Bu esnâda Allah Nûh’un (a.s.) kıssasını vahyeder. Bu kıssa nâzil olunca Müslümanların tavrı ne olmuştur? Nûh’un (a.s.) gemisinin ebatlarıyla mı uğraşmışlardır? Gemiye bindirilen hayvanların hangileri olduğu üzerinde mi kafa yormuşlardır? Yoksa Tûfan’ın tüm dünyayı mı, yoksa Nûh’un (a.s.) yaşadığı kavmi mi kapladığını bulmaya çalışmışlardır? Allah Nûh kıssasını bu düşüncelerin cevabı için mi indirmiştir?
Oysa Allah, Nûh’un kıssasını vahyetmekle, Mekkeli müslümanlara şu mesajları vermek istemiştir. Nûh (a.s.) gece-gündüz durmaksızın açık ve gizli olarak insanları İslâm’a dâvet etmiştir. “Gece gündüz çağırdım onları, açıkça da söyledim gizlice de.”[24] Müşriklerin, Nûh’un (a.s.) mü’minleri etrafından kovmasını, dâvâdan vazgeçmesini, buna karşılık olarak Nûh’a (a.s.) büyük ödüller vereceklerini vaat etmelerine karşılık o; Allah’ın dinini tebliğ etmeye devam etmiştir. “Benim ücretim Allah’a âittir.”[25] Nûh (a.s.) bütün baskı ve eziyetlere rağmen tebliğin gidişâtını Rabbine havâle etmiştir. “Rabbim, beni yalanlamalarına karşı bana yardım et.”[26]; “Benimle onların arasında Sen hüküm ver.” [27]
Nûh kıssasının inişi, müşriklerin baskı ve eziyetlerinden yılan Mekkeli müslümanlara Nûh’u (a.s.) örnek alarak tebliğde gevşememelerini, sebat etmelerini öğütlemiş oluyordu. Tabii ki daha sonra kıyâmete kadar Kur’an’a muhâtap tüm insanlara da bir ibret ve öğüt olacaktı.
Günümüzde ise Nûh (a.s.) kıssası okunduğunda birçok kimse Kur’an’ın muhâtapları Mekkeli müslümlar gibi ibret almaktansa, Nuh’un gemisiyle, içine binen hayvanların nitelikleriyle, Tufan’ın nasıl olduğu gibi tarihî bilgilerle uğraşmaktadırlar. Yunus, Yusuf, Eyyub ve Süleyman kıssaları gibi diğer kıssalar da aynı kaderi paylaşmaktadırlar ne yazık ki…
Bazıları kıssalarla ilgili konular gündeme getirildiğinde “ne gereği var bunların üzerinde durmaya” gibi düşünceler içerisindedirler. “Biz bunları aştık, daha önemli konulara bakalım!” dercesine kayıtsız kalmaya çalışmaktadırlar. Hâlbuki rasüllerin kıssalarında görülen ortak noktalardan biri de vahyin iniş dönemi esnâsında müslümanların müşriklere karşı verdikleri tebliğ mücâdelesidir. Mekke’nin ilk dönemlerinden itibaren inen kıssaların tebliğ eylemindeki konumunu değerlendiremeyen müslümanlar tebliği neye göre ve nasıl yürüteceklerdir?
Kâfirlerin baskısını görünce Nûh (a.s.) gibi mi olacaklar, yoksa “Allah kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemez” deyip, kendi gücünün neye yeteceğini denemeye bile gerek görmeyerek sadece çoluk-çocuğunun rızkını kazanmaya mı çalışacaklardır? Ya da, “devir değişti, insanlar bozuldu; kimseye din-min anlatılmaz” deyip, yanlış bir ictihadda bulunarak kavmini terk eden Yunus (a.s.) gibi toplumu terk mi edecekler? Ya da kırk gün kırk zeytinle inzivâya çekilip toplumun belâlarından kaçtıklarını söyleyenlere alkış mı tutacaklar?
Şâyet ders alırlarsa Yunus kıssası onlara ibret olacaktır. Çünkü Yunus (a.s.) kavmine kızarak Allah’tan bir emir almadığı halde çeker gider, düşüncesine göre o kavim artık ıslah olamazdı. “O öfkelenip giderken kendisini sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı.”[28] Ancak düşündüğü gibi olmadı. Allah, bu hatasına karşılık verdiği cezâdan sonra onu tekrar elçi olarak kavmine yolladı. Yunus’un (a.s.) kavmi daha sonra iman etti. “Sonunda ona inandılar.”[29] Böylece müslümanların tebliğ eyleminde sonucu Allah’a bırakmalarını, gevşememelerini, Yunus (a.s.) kıssası vâsıtasıyla Mekkeli müslümanlara öğütlemiş oluyordu. Tabii daha sonrakilere de, bize de…
Ancak sonra gelenlerin birçoğu bu mesajları alacakları yerde, Yunus’un (a.s.) balığın karnına nasıl sığdığı, “yaktin”in nasıl bir ağaç olduğu üzerinde fikir yarıştırmakla meşgul olmuşlardır.
Görülüyor ki Kur’an’daki kıssalar yaşadığımız hayatla o kadar iç içedirler ki, onları anlamadan, ne yapacağımız hareketlerin, ne de bu hareketlerin karşılığı olarak gelecek sonuçları iyi değerlendirmemiz mümkün olacaktır.
Kıssalara tarih gözüyle bakmak, ya da onların yaşayan şahıslara özel, onlarla sınırlı olduğu şeklinde bir kabul, Kur’an’ın yeterince özümsenmediğinin bir göstergesi olacaktır. Kur’an’da Yusuf (a.s.) kıssası, onun hayatını anlatmak için midir? Süleyman’la (a.s.) Sebe melikesi arasında diyalog, Sebe kraliçesi gibi bir yöneticiye Allah’ın dininin tebliğ edilmesi örnekliği değil midir? Peygamberimiz’in diğer kavimlerin krallarına yaptığı İslâm’a dâvete örneklik teşkil etmemiş midir?
Mûsâ (a.s.), İsa (a.s.) ve diğer rasullerin kıssaları bize yaşadığımız anın ve gelecekte bunlara karşılık yaşayacağımız olayların ipuçlarını verir, yol gösterir. İslâmî mücâdelede yöntem sorunlarımıza cevaplar verir. Karşılaşacağımız soruları, atılacak çamur ve iftiraları bildirir. Kâfirlerin takınacakları tutumlar ve bunlara karşı alınacak tedbirler hakkında bizleri uyarır.
Öyleyse; tûfan, gemi, balık, taht, cin, köşk, yaktin, dâbbe vs. gibi tâlî meselelerle uğraşıp, kıssalardaki ana mesajları gözden kaçırmayalım. Kıssalardaki kapalı meseleleri ancak Kur’an’ın bildirdiği gayb bilgisinin sınırları içerisinde mütâlaa etmeli, bu meselelerin “kıssacılık” veya “İsrâiliyât”tan kaynaklanan mevzû haberlerle yorumlanması cihetine gitmemeliyiz. Özellikle kıssaları tarihî ayrıntılara hapsederek vakit geçirmeyelim; zira biliyoruz ki, bu tür bir çaba bize hak nâmına hiçbir şey kazandırmayacağı gibi, yaptığımız iş “gaybı taşlmak”tan öte bir şey olmayacaktır. Birer tebliğci olan/olması gereken bizler, bu gerçeklerin ışığında tekrar kıssaları okuyalım. Okuduklarımızı Kur’an bütünlüğü içerisinde ele alarak değerlendirelim. [30]
Kur’ân-ı Kerim’de Anlatılan Kıssaların Hikmetleri
Kur’ân-ı Kerim'deki kıssaların oldukça büyük, pekçok hikmetleri vardır. Bunların bazıları şunlardır:
1- Yüce Allah'ın bu kıssaların ihtivâ ettiği hikmeti açıklaması. Çünkü Yüce Allah: "Andolsun onlara kendisinde alıkoyucu özelliği olan haberler gelmiştir." [31] buyurmaktadır.
2- Yalanlayanları cezâlandırmak sûretiyle Yüce Allah'ın adâletinin açıklanması. Allah Teâlâ yalanlayıcılar hakkında: "Biz onlara zulmetmedik; Fakat onlar kendi nefislerine zulmettiler. Rabbinin emri gelince Allah'ı bırakıp da tapındıkları ilâhları onlara bir fayda sağlamadı." [32] diye buyurmaktadır.
3-Mü'minleri mükâfatlandırmak sûretiyle Allah'ın lutfunun açıklanması. Allah: "Biz üzerlerine ufak taş yağdıran bir rüzgâr gönderdik. Lût’un ailesi müstesnâ. Onları seher vaktinde kurtardık. Tarafımızdan bir nimet olmak üzere (bunu yaptık). İşte şükredenleri Biz böyle mükâfatlandırırız." [33] diye buyurmaktadır.
4-Peygamber (s.a.s.)'in, yalanlayıcıların kendisine yaptıklarına karşı teselli edilmesi. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer seni yalanlıyorlarsa, onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Peygamberleri onlara apaçık delillerle (mûcizelerle), sahifelerle ve nur saçan kitaplarla gelmişti. Sonra kâfir olanları yakaladım. Şimdi onlara azâbım nasıldır!?" [34]
5-Mü'minleri iman üzere sebat etmeleri ve imanlarını arttırmaları için teşvik etmek. Çünkü mü'minler kendilerinden önce yaşayan mü'minlerin kurtulduklarını ve cihad ile emrolunanların İlâhî yardıma mazhar olarak zafere eriştiklerini bu kıssalarla öğrenmiş bulunuyorlardı. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Biz de duâsını kabul edip, kendisini gamdan kurtarmıştık. Biz mü'minleri işte böyle kurtarırız." [35]; "Andolsun ki Biz senden önce kavimlerine rasûller gönderdik, onlar da kavimlerine açık açık delillerle geldiler. Biz günahkârlardan intikam aldık. Mü'minlere yardım etmek ise zâten üzerimize bir haktır." [36]
6-Kâfirleri küfürlerini sürdürmekten sakındırmak. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Acaba onlar yeryüzünde gezip kendilerinden öncekilerin âkıbetlerinin nasıl olduğuna bakmadılar mı? Allah onları toptan helâk etmiştir. Kâfirlere de onların (âkıbetlerinin) benzerleri vardır." [37]
7-Peygamber’in (s.a.s.) risâletini ispatlama. Çünkü geçmiş ümmetlere dâir haberleri ancak Yüce Allah bilir. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onları bundan evvel ne sen biliyordun, ne de kavmin." [38]; "Sizden öncekilerin Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonra Allah'tan başkasının bilmediği kavimlerin haberleri size gelmedi mi?" [39]
Kur’an Kıssalarında Sünnetullah (Değişmeyen İlâhî Yasalar)
Kur’an kıssalarında vurgulanan ya da hikmet olarak çıkarılan toplumlarla ilgili sünnetullah özelliklerini şu maddeler halinde, ana başlıklarıyla sunabiliriz:
1- Toplumların Yapılarıyla İlgili Sünnetullah Özellikleri
- İnsan, toplumsal bir varlıktır.
- Toplumlar canlı (hayatî) bir yapıya sahiptirler.
- Toplumlar yasalara (sünen/sünnetler) sahiptir.
- Toplumsal yasalarda değişme olmaz.
- Toplumların belirli hayat süreçleri (ecel) vardır.
- Toplumlar değişkendirler.
- Toplumların gelecekleri kendi davranışlarına bağlıdır.
- Bütün toplumlar elçiler aracılığıyla uyarılmıştır.
- Elçi gönderilmeyen toplumlar helâk edilmezler.
- Helâk edilen toplumlarca bütün elçiler yalanlanmıştır.
- Toplumun önderleri, toplumdan sorumludur.
- Toplumların mânevî yönleri maddî yönlerinden önceliklidir.
2- Mü’min Toplumlarla İlgili Sünnetullah Özellikleri
- Yeryüzüne mü’min toplumlar hâkim olacaktır.
- Allah mü’minlerle beraberdir ve onlara yardım eder.
- Allah, dinine yardım edenlere yardım eder.
- Mü’minler, kâfir toplumlar helâk edilirken kurtarılırlar.
- Mü’min toplumlar, öncekilerin başına gelenlerle deneneceklerdir.
- Mü’minler yeryüzünde baskıya mâruz kalırlarsa, hicret etmelidirler.
3- Kâfir toplumlarla ilgili Sünnetullah Özellikleri
- Kâfir toplumlar varlıklarını sürdüremezler.
- Kâfir toplumlar hemen helâk edilmezler.
- Allah kâfir toplumları, belki inanırlar diye sıkıntılar ve bolluklarla imtihan eder.
- Kâfir toplumlar inkârdan vazgeçip inanırlarsa Allah affeder.
- Azap geldikten sonra kâfirlerin inanması fayda vermez.
- Ataları körü körüne taklit etmek, toplumları felâkete götürür.
1- Bazı Toplumsal Sünnetullah İlkeleri
a- Allah, kâfirlere karşı mü’minlerin yardımcıdır. [40]
b- İster sâlih bir toplum olsun, ister câhilî bir toplum; Allah, kendi nefislerini, benliklerini değiştirmeyen toplumların konumunu değiştirmez. “Bir toplum, kendi öz benliğinde olanları değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez.” [41]
c- Bir toplumun niceliği değil; niteliği önemlidir. Kur’an, Tâlut’un az sayıdaki üstün nitelikli kuvvetiyle mü’minlerin, Câlut’un çok sayıdaki nicel açıdan üstün kuvvetini nasıl yendiğini anlatır. 2/Bakara, 246-252 ve bu konudaki İlâhî sünnetini hatırlatır: “Nice az bir topluluk, Allah’ın izniyle nice çok sayıdaki topluluğa gâlip gelmiştir.”[42]; “Eğer Allah’ın kimi insanları, diğerleriyle def edip yok etmesi olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesâda uğrardı.” [43]
d- Allah müstaz’aflardan ve muttakîlerden yanadır: “Biz istiyorduk ki; orada müstaz’aflara lütufta bulunalım; onları imamlar/önderler yapalım ve onları yeryüzünde vârisler kılalım.” [44]; “Zâlimleri mutlaka helâk edeceğiz. Onları yok ettikten sonra yerlerine sizleri yerleştireceğiz. Bu da Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyanlar ve azap vaadimden korkanlar içindir.” [45]
Kur’ân-ı Kerim, toplumların yıkılış biçimlerini ve kötü sonlarını ortaya koyduğu gibi; onları, bu noktaya getiren sebepleri de açıkça beyan eder. Bu nedenlere ilişkin şu örnekler verilebilir:
- Zulüm, baskı, haksızlık ve günahlar: “Onlara azâbımız geldiği zaman; ‘biz gerçekten zulmedenlerdendik’ demekten başka itirafları olmadı.” [46]
- Lüks, israf, fısk ve bozgunculuk içinde olma: “Biz bir ülkeyi yok etmek istediğimiz zaman, oranın bolluktan şımaranlarına emrederiz. Orada bozgunculuk yaparlar.” [47]
- Cinsel sapıklık, aşırılık ve yol kesme: “Gerçekten siz (Lût kavmi), sizden evvel hiçbir kavmin yapmadığı çok kötü işi yapıyorsunuz. Siz erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve toplantınızda edepsizlik yapıp duracak mısınız?” [48]
- Günah, zulüm, refah ve zevke dalma: “zulmedenler, kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar, mücrimlerden/günahkârlardan oldular.” [49]
- İtaatsizlik, nankörlük: “Bu ülkenin halkı, Allah’ın nimetlerine nankörlük etti. Bu yüzden Allah onlara, yaptıklarına karşılık, korku ve açlık elbisesini/ıstırabını tattırdı.” [50]
- Kitabın (Kur’an’ın) bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak. Bunun cezâsı dünya hayatında rezil olmaktır. [51]
- Hz. Peygamber’in emrine muhâlefet, fitne/belâ ya da acıklı bir azâbı getirir. [52]
- Önde gelenlerin ve Sâlihlerin fesâdı önlememeleri. [53]
- Ekonomik dengesizlik, vurgun ve soygunlar. [54]
A’râf sûresinin devam eden âyetleri sırasıyla Âd kavminin, Semûd kavminin, Lût kavminin ve Medyen kavminin helâklerini peşi peşine anlatmaktadır.[55] Sonra şu prensip açıklanmaktadır: “Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, halkı (peygambere başkaldırmasınlar ve Bize) yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır. Sonra kötülüğü (yoksulluk ve darlığı) değiştirip yerine iyilik (bolluk) getirdik, nihâyet çoğaldılar ve ‘Atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu’ (onlar da sıkıntılı ve sevinçli günler geçirmişlerdi) dediler. Biz de onları, hatırlarından geçmediği bir anda ansızın yakaladık.” [56]
Helâk Konusunda Sünnetullah
Allah’ın helâk etmesiyle ilgili olarak toplumlarla ilgili değişmez kanunu Kur’an’da çok açık bir şekilde anlatılır. Ana başlıklar halinde bu konudaki sünnetullah’ı şöyle maddeleştirebiliriz:
Toplumların gelecekleri kendi davranışlarına bağlıdır. [57]
Bütün toplumlar, elçiler aracılığıyla uyarılmıştır. [58]
Elçi gönderilmeyen toplumlar helâk edilmezler. [59]
Helâk edilen toplumlarca bütün elçiler yalanlanmıştır. [60]
Toplumun önderleri toplumdan sorumludur. [61]
Toplumların mânevî yönleri, maddî yönlerinden önceliklidir. [62]
Kâfir ve zâlim toplumlar, çok uzun zaman varlıklarını sürdüremezler. [63]
Kâfir ve zâlim toplumlar hemen helâk edilmezler. [64]
Allah, kâfir ve zâlim toplumları, belki inanırlar diye sıkıntılar ve bolluklarla imtihan eder. [65]
Kâfir ve zâlim toplumlar, inkâr ve isyandan vazgeçip iman ederlerse Allah affeder, helâk etmez. [66]
Azap geldikten sonra kâfirlerin inanması, fayda vermez. [67]
Ataları körü körüne taklit etmek, toplumları felâkete götürür. [68]
Peygamber Kıssalarında Zikredilen Helâklerin Sebepleri
Helâkler ve toplumsal çöküşler; itikâdî, ahlâkî, siyasî ve sosyo ekonomik sebeplere bağlanabilir. Ama esas sebep, itikadîdir. Diğer sebepler, bu temel sebebe bağlı hususlardır.
Helâk ve toplumsal çöküşlerin itikadî sebeplerini şirk, küfür, irtidat, nifak, tekzîb, fısk, istikbâr, istihzâ, geleneğe körü körüne bağlılık yani atacılık olarak sınıflandırmak mümkündür.
Ahlâkî nedenleri de günahlar, haddi aşmak, fitne ve fesat, bencillik, ihtilâf ve tefrika, ıslah mekânizmasının olmayışı olarak değerlendirebiliriz.
Siyasî sebepleri ise; zulüm, kötülüğü yaygınlaştırma ve fesat, yönetici seçkinlere (tâğutlara) mutlak itaat olarak özetleyebiliriz.
Sosyo-ekonomik nedenleri ise; nankörlük, zenginlik ve maddî refah, israf ve tebzîr (saçıp savurma), ticârî ilişkilerde adâletsizlik olarak sıralamak mümkündür. [69]
Toplumların helâklerinin temel sebeplerini, âyetlerden yola çıkarak şöyle izah etmek mümkündür:
a- Uyarıcıları Yalanlama: Uyarıcıların getirdiği gerçeklere sırt çevirip onların doğru olmadığını, gerçekten Allah katından gelmediğini iddia edip uyarıcıları sapıklıkla itham ederek atalarının yolunda yürümeye devam etmeleri, o toplumun helâke uğramalarının bir sebebidir. [70]
b- Başlarına Gelen Belâ ve Musîbetlerden Ders Almama: Allah Firavun’un kavmine, doğru yola gelmeleri için çeşitli belâlar veriyor. Onları ürün kıtlığına uğratıyor, tûfân, çekirge, kurbağa, kan gibi belâlarla karşı karşıya getiriyor, fakat onlar hiç ibret ve ders alma yoluna gitmiyorlar. Başlarına gelen felâketi Hz. Mûsâ ve kavminin uğursuzluğuna yoruyorlar. Bu belâdan kurtulunca da, bunu kendi iyiliklerine ve haklılıklarına delil görüyorlar. Zaman zaman Hz. Mûsâ’ya gelip Allah’ın kendilerine musallat ettiği belâları kaldırması için duâ etmesini istiyorlar. Mûsâ (a.s.) da duâ edip Firavun ve taraftarları bu belâdan kurtulunca da, yine eski saygısızlıklarına ve zulümlerine devam ediyorlar. [71]
c- İstikbâr (Büyüklük Taslama): Helâke uğrayan toplumların başta gelen özellikleri istikbâr ve ona bağlı olarak peygamberlere karşı çıkıştır. Büyüklenerek kendilerini yücelten, hem Allah’a, hem de küçük gördükleri insanlara karşı kibirlenerek kendilerini öne çıkaran toplumlar, büyüklenmeyle birlikte getirdikleri aşırı sosyal farklılaşma ve çözülme, haktan sapma, şımarma, zulüm, baskı ve işkence, hoşgörüsüzlük, toplumsal birliği bozma, ekonomik gücü tekelleştirme ve nihâyet kendilerini bunlardan vazgeçirmek için gelen peygamberi ve Allah’tan getirdiği âyetleri alaya alıp tahkir etme gibi olumsuz davranışları yüzünden helâk edilmişler, ortadan kaldırılmışlardır.
Helâke uğrayan her toplumun ortak yanlarından birisi, kendilerine azap tehdidi ile gelen uyarıcılara karşı büyüklük kompleksine kapılmak, zayıfları ezip sömürmek olmuştur. Bu kompleks ile Allah’ın âyetlerine kulak tıkayıp sırt çevirmişlerdir. “Kavminin küfreden ileri gelenleri şöyle demişti: ‘Biz seni beyinsizlik içinde görüyoruz ve senin yalancılardan olduğunu sanıyoruz.”[72]; “Kavminin büyüklük taslayan ileri gelenleri: ‘Ey Şuayb, ya seni ve seninle birlikte iman edenleri mutlaka ülkemizden çıkaracağız ya da siz bizim yolumuza döneceksiniz!’ dediler.”[73]; “Biz bir ülkeyi helâk etmeyi murâd ettiğimiz zaman, oranın nimet ve refahtan şımarmış elebaşlarına emirlerimizi bildiririz. Onlar ise orada bozgunculuk yaparlar, kötülük işlerler. Artık onun üzerine hüküm hak olur ve o ülkeyi kökünden helâk ederiz.” [74]
Âd kavmi, büyüklenerek Allah’ın âyetlerini yalanladığı için, dondurucu kasırga (sarsar) azâbına uğradı.[75] Semûd kavmi, müstekbirliğin sonucu olarak bir sarsıntı tuttu, oldukları yerde diz üstü çöküverdiler.[76] Hz. Şuayb’ı ve iman edenleri tehdit eden Medyen halkının bu müstekbirliği yüzünden bir sarsıntı tuttu, oldukları yerde diz üstü çöküverdiler; sanki hiç yaşamamış gibi oldular, izleri bile kalmadı.[77] Müstekbirlerin en önemli sembol tipi olan Firavun ve çevresi, bunun karşılığını gördü: Önce su baskını, çekirge, haşerât ve kurbağa istilâsını ve kan musallat oldu. Bunlardan kurtulurlarsa iman etme sözü verdikleri halde, yine sözlerinden cayarak inanmadılar; Sonunda denizde boğuldular. [78]
“Zâlimler, ölüm dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara: ‘Haydi (bakalım, bizim elimizden) canlarınızı kurtarın, Allah’a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O’nun âyetlerine karşı istikbâr etmenizden/kibirlilik taslamanızdan ötürü, bugün alçaklık azâbı ile cezâlandırılacaksınız!’ derken onların halini bir görsen!” [79]
d- Zulüm: Allah, toplumları zulüm işledikleri için helâk eder. Allah’ın âyetlerine, mûcizelerine, peygamberlerine, mü’minlere zulmeden ve inkârcılıkta direnen toplumlara uyarılar fayda etmeyince Allah’ın gazâbı ve azâbı hak olur. “Nice ülkeler vardır ki, zâlim oldukları için Biz oları helâk ettik. Şimdi o ülkelerde duvarlar, (çökmüş) tavanların üzerine yıkılmıştır. Nice kullanılmaz hale gelmiş kuyular ve (ıssız kalmış) büyük saraylar vardır (oralarda).” [80]
“İşte şu ülkeler; zulmettikleri zaman onları helâk ettik. Onları helâk etmek için de belli bir zaman tayin etmiştik.” [81]
“...Biz ahâlisi zâlim olanlardan başkasını helâk edici değiliz.” [82]
“Halkı ıslahatçı olduğu halde Rabbin, bir haksızlık ile memleketleri (yıkıp) helâk etmez.” [83]
"Allah'ın, âhirete saklamakla beraber, bağy (zulüm) ve sıla-i rahim gibi daha dünyada iken sahibine cezâyı lâyık gördüğü hiçbir günah yoktur." [84]
Fakat bu dünyevî durum; "her zâlim, daha dünyada iken hemen cezâlanır", şeklinde anlaşılmamalıdır. Çünkü, zâlime mühlet vermesi (imhâl), Allah'ın sünnetindendir. Onu cezâlandırmayı ihmal etmesi sözkonusu değildir; ama imhâl etmesi mümkündür.
Allah, Bazen Bir Zâlimi Diğer Bir Zâlimin Üzerine Musallat Ederek Cezâlandırır: Allah'ın zulüm ve zâlimler hakkındaki bir sünneti/kanunu da, bireyleri birbirine zulmeden bir toplumun başına, yaptıklarının bir cezâsı olarak, zâlim bir yöneticiyi ve yönetimi musallat etmesidir. "İşte kazandıkları (günahları)ndan ötürü zâlimlerden bir kısmını diğer bir kısmının peşine böyle takarız." [85] Dolayısıyla Allah, zulmün cezâsı olarak, zâlimi zâlime musallat kılar, o da onları zillet ve felâkete götürür. Nefsine zulmeden günahkâr zâlim, halkına zulmeden zâlim yönetici ve ticaretinde insanlara zulmeden hilekâr tüccar gibi bütün zâlimler bu âyetin tehdit eden kapsamına girmektedir. Fahreddin Râzi, bu âyetin tefsirinde şöyle der: Âyet gösteriyor ki, halk ne zaman zâlim durumda olurlarsa, Allah onlara başka bir zâlimi musallat eder. Bu zâlim yöneticiden (ve yönetimden) kurtulmak istedikleri zaman da zulmü terkederler. Hadis-i şerifte: "Nasılsanız öyle yönetilirsiniz" buyrulmaktadır.[86] “Ezzâlimu seyfullah yentekımu bihillâh sümme yüntekamu minhu. Zâlim, Allah'ın kılıcıdır. Önce onunla intikam alır; sonra da döner ondan intikam alır.”[87] Bu, zâlimler için bir tehdittir. Eğer zulmünden vazgeçmezse, Allah ona diğer bir zâlimi musallat eder. "De ki: 'Allah'ın azâbı size ansızın veya açıkça gelirse, zâlimlerden başkası mı yok olur!" [88]
Zâlimler Kurtulmazlar: Allah'ın zulüm ve zâlimler hakkındaki sünnetinden birisi de, onların, âhirette kurtulmayacakları gibi, dünyada da iflâh olmamalarıdır. "De ki: 'Ey kavmim, gücünüz yettiğince yapacağınızı yapın, ben de yapacağımı yapıyorum. Yakında (dünya) yurdu(nu)n sonunun kimin olduğunu bileceksiniz. Muhakkak ki zulmedenler, kurtuluş yüzü görmezler!" [89]
Nice Kavim Kendi Zulümleriyle Helâk Olmuştur: Zulüm ve zâlim konusundaki sünnetullahın biri de toplumların kendi zulümleriyle helâk olmalarıdır. Bu kanunun izahı kabilinden Kur'an'da pek çok âyet bulunmaktadır: "Böylece (hiç bir fert kalmamak üzere) zulmeden toplumun kökü kesildi."[90]; "Zâlimlerden başkası mı helâk olur!"[91]; "...Zulmettiklerinden dolayı nice toplumları helâk ettik, (onları helâk etmeseydik bile) iman edecek değillerdi. İşte Biz suçlu kavimleri böyle cezâlandırırız."[92]; "(Halkı) zâlim olan nice beldeyi kırıp geçirdik; arkasından da başka nice topluluklar vücuda getirdik." [93]
Zâlim Toplumların Helâki İçin Belli Bir Ecel (Süre) Vardır: Zâlim milletlerin yok olması için belli bir ecel söz konusudur. "Her ümmetin takdir edilmiş bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman, ne bir saat geri kalırlar, ne de ileri giderler." [94] Zâlim milletler, belli bir süre yaşarlar, sonra ecelleri gelir, yok olurlar. Tıpkı ömrünün müddeti bitip eceli geldiğinde bir insanın ölüp yok olması gibi.
Bir Devlet, Küfür İle Ayakta Durabilir Ama Zulümle Duramaz: "Halkı sâlih ve muslih (ıslahatçı) olduğu halde Rabbin bir haksızlık ile memleketleri (yıkıp) helâk etmez." [95] Bir devleti, yalnız küfrü sebebiyle helâk etmesi, Allah'ın sünnetinden değildir. Fakat devlet, küfrüne zulüm eklerse durum farklı olur.
Toplumsal ve Siyasal Zulme Karşı Yardımlaşmak: "İnsanlar, bir zâlimi görür, (önlemeye güçleri yettiği halde) ona engel olmazlarsa, bundan dolayı hemen hepsi cezâlanır."[96] Zulümden uzak yaşamak, zâlime boyun eğmemek ve ona karşı direnmek, birey olarak engel olamayacakları zulme karşı yardımlaşmak mü'minlerin İslâmî kimlikleri açısından olmazsa olmazları arasındAdır. "Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman, birbirlerine yardım ederler." [97] Kurtubî, bu âyeti şöyle açıklar: "Yani, zâlimler tarafından zulme mâruz kaldıklarında teslimiyet göstermezler."[98] Sahih-i Buhâri'de İbrâhim en-Nehâî'nin şöyle dediği kayıtlıdır: "Ashâb horlanmaktan, zelil bir duruma düşürülmekten hoşlanmazlardı. Ama güçlü olduklarında da af ederlerdi." [99]
Zulmedenlere Az da Olsa Meyletmek: Ümmeti helâke ve cehenneme sürükleyen şey, sadece zulmü işlemek değil; aynı zamanda zulüm işleyenlere az da olsa meyletmektir: "Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın, sonra size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka dostunuz yoktur. Sonra (Allah tarafından da) size yardım edilmez."[100] Zemahşerî, bu âyetin tefsirinde şöyle der: "Meyl etmenin yasaklığı; zâlimlerin arzularına boyun eğmeyi, onlarla beraber olmayı, sohbetlerine katılmayı, ziyaretlerinde bulunmayı, dalkavukluk etmeyi, yaptıklarına rızâ göstermeyi, onlara benzemeyi, şekilleriyle şekillenmeyi, övgüyü andıran ifâdeler kullanmayı ve tasvip anlamı taşıyacağı için onların süs ve giyimlerine özenip en küçük bakışı bile kapsamaktadır. Rükûn, az bir meyil demektir. Âyette "zulmedenlere" denilip de "zâlimlere" denilmemesinin inceliğini de düşünmek gerekir (Zulmü kendisine âdet edinenlere zâlim denir; zulmü âdet edinmediği halde en ufak bir zulme yeltenene dahi hafif bir meylin olmaması gerektiğine işaret edilmiştir). [101]
Zâlimlere meyleden onlardan olur. Zâlimlere verilen cezâ, ona da verilir. Bunları ateş cezâsından kurtaracak dostları da olmayacaktır. "Rabbimiz! Sen kimi ateşe koyarsan, artık onu rüsvay/perişan etmişsindir. Zâlimlerin hiç yardımcıları yoktur."[102] Peygamber Efendimiz'in zâlim yöneticilere yardımcı olma konusundaki hadisleri meşhurdur: "Benden sonra birtakım emirler (yöneticiler) olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik eder ve yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa Benden değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse Benim havzımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez ve onlara zulümlerinde yardımcı olmazsa, o, Bendendir; Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında Bana ulaşacaktır." [103]
Zâlime Yardımcı Olmak: Bütün şekil ve türleriyle zâlime meyletmek câiz olmadığına göre, zâlimin zulmüne yardım etmek haydi haydi câiz olmaz. Zâlime yardım edenler, aynen onun gibi zâlim olurlar. "Bir kimse bilerek zâlime yardım kastı ile onunla beraber yürürse, o kimse İslâmiyet'ten çıkmıştır."[104] Zâlim bir yönetici, çevresinin ve yandaşlarının yardımıyla zulüm yapmaya imkân bulur, yoksa yalnız kendisi bunca zulmün hakkından gelemez. Hangi şekliyle olursa olsun, zâlime yardım câiz değildir. Çünkü bu, onu desteklemek, zulmünü icrâ etmesine müsâade etmek demektir. Bu sebeple zâlim yöneticiye azap geldiği zaman, aynı şekilde (bu zulümleri onaylayan) yardımcılarına ve memurlarına da gelir. Çünkü onlar da onun kadar zâlimdirler.
Nitekim Firavun'a gelen azap, avanesine de gelmişti. "Gerçekten Firavun, Hâmân ve askerleri hatalıydılar/yanılıyorlardı."[105] Allah, hepsini bu âyette "hata" vasfı ile bir araya getirmiştir. Hataları, Firavun'un zulmetmesi, yardımcısı Hâmân ve askerlerinin de buna yardımcı olmalarıdır. Bu sebeple azap Firavun'a inince, yardımcılarına da inmişti: "Biz hem onu, hem de askerlerini yakaladık. Onları denize atıp boğduk."[106]; "Biz onu ve askerlerini tuttuk, denize attık; bak o zâlimlerin sonu nasıl oldu!"[107] Allah, hepsini "zâlim" olarak vasıflandırdı. Firavun'a ve ona yardım ettikleri için askerlerine "zâlimler" diyerek hepsini aynı azapla helâk ettiğini Rabbimiz haber vermektedir.
Zâlime Duâ Etmek: Zulmün devamına, zâlimin zulmüne imkân bulacak tarzda yaşamasına duâ edilemez. "Zâlimin bekası için duâ eden kimse, Allah'ın mülkünde O'na âsi olunmasını istemiştir."[108] Süfyânu's Sevrî; "Çölde susuzluktan ölmek üzere olan bir zâlimi görürsek ona su verelim mi?" diye soranlara: "Hayır!" cevabını vermişti. "Ama ölür" denilince de, "Bırakın ölsün!" demişti.[109] Allah Teâlâ, Hz. Nûh'a; "Zâlimler için Bana duâ etme, hiç yalvarma!" [110] ihtârında bulunmuştur.
Müslüman Cemaatin Zâlimlere Meyletmeye Benzer Davranışlardan Sakınması: Müslüman cemaatin, iyi niyetle de olsa, zâlimlere meyletme anlamı taşıyan davranışlardan son derece kaçınması lâzımdır. Çünkü iyi niyet, bazen belli şartlar dâhilinde sahibinden günahı kaldırsa da yanlışı doğruya; haramı helâle çevirmez. Onun için, özellikle cemaat liderinin ve kadrosunun, zâlim yöneticilerin arasında bulunması, onları tasvip etmediğini ilân etmeksizin onlarla birlikte halkın önünde görülmesi, cemaatin zâlim idarecilere dalkavukluk ettiği veya onları desteklediğinin intibaını vererek insanları samimiyetlerinde şüpheye düşürücü davranışlarda bulunması câiz değildir. Aksi halde onlar, kendi sorumluluklarına cemaati de ortak ederler.
En büyük zulüm şirk olduğuna [111] ve en büyük zâlimin de müşrik olduğuna göre, en vahşî zulmün bedenlere değil; ruhlara yapılan olduğunu unutmamalıyız. Bedene yapılan zulüm, en kötü ihtimalle, sadece dünya hayatını kaybettirdiği halde; ruhun hak nizamdan mahrum bırakılması ise sonsuz mutluluğu kaybettirmek demektir. En acımasız cânî, en büyük zâlim, insanları Allah'ın dininden alıkoyanlardır. İslâm'ın bireysel ve toplumsal alanda egemen olmadığı bir yerde adâletten bahsetmek abestir ve aldatmacadır.
Özel ve tüzel kişiliğin, bir kurumun veya yönetici bir grubun şahsî veya toplumsal muâmelesinde âdil olma niteliği kazanabilmesi için, her şeyden önce "müslüman" vasfına sahip olması şarttır. Çünkü İslâm'sız bir statüye göre işleyen bir mekânizma ile adâlet sağlanamaz ve dağıtılamaz. Nasıl bir hüküm verilirse verilsin, mutlak sûrette zulüm işlenmiş olur. "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir." [112]
İslâm’sız insanın yaptığı her şey nefsine, icraatı da diğer insanlara ve topluma zulümdür. Egemen durumda ve hüküm mevkiinde ise, kâfir ve müşrik insanın varlığı bile zulümdür. Çünkü bu insan, kendine yazık ederek kendini bozmakta, toplumu bozmakta ve dünyayı fesâda vermektedir.
İslâm'da savaş, insanları zorla dine sokmak için emredilmemiştir. Fitne ve zulmü ortadan kaldırmaya çalışmak için savaş emredilmiştir. Dinlerini yaşama ve dine dâvet konusunda müslümanlara engel olan, insanların hürriyetlerini kısıtlayan güç odaklarına karşı savaşmak farzdır. Kur'an, mazlumların, ezilenlerin, sömürülenlerin hakkını korumak için müslümanlara mücâdeleyi emreder. [113]
Kur’an’da Kıssalar Yoluyla Verilen Mesaj
Kur’an kıssalarında yer alan geçmiş toplumlar ve eski ümmetlerin hayat tecrübelerinin değerini anlayabilmemiz için şu gerçekleri iyice kavramalı, vicdanlarımızda canlandırmalıyız: Kur'an bu ümmetin yaşayan kitabı, öğüt verici kılavuzu ve içinde hayatına ilişkin dersler okuduğu okuludur. Yüce Allah ilâhi sistemini yeryüzünde gerçekleştirmekle görevlendirdiği ilk müslüman cemaati, bu son derece önemli göreve hazırladıktan sonra Kur'an aracılığı ile sürekli bir eğitime tabi tutmuştur. Bunun yanı sıra Yüce Allah Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) vefatından sonra bu ümmetin bütün kuşaklarını yönlendirmek, eğitmek ve vaad ettiği üzere insanlığa ideal biçimde önderlik etmek hususunda Kur'ân-ı Kerim'in canlı ve sürekli bir kılavuz fonksiyonunu yerine getirmesini murad etmiştir. Yalnız bunun için müslüman kuşakların Kur'an'ın gösterdiği yolda yürümeleri, Ona olan sımsıkı bağlılıklarını hiç gevşetmeden sürdürmeleri, bir bütün olarak yaşama tarzlarını ondan almaları, diğer bütün yeryüzü kaynaklı sistemlerin câhiliyye sistemleri olması hasebiyle mümin, Kur'an'ın kendine sağladığı bir güvenle onlara aldırış etmeden, tepeden bakabilmelidir.
Bu Kur'an, sadece okunup geçilecek bir söz yığını değildir. Tersine geniş kapsamlı bir kılavuz, bir talimatnamedir. O, pratik hayatın talimatnamesi olduğu kadar aynı zamanda eğitim kılavuzu, eğitim talimatnamesidir. İşte bu gerekçe ile oluşturup, eğitmek üzere geldiği müslüman cemaate, insanlığın geçmişteki hayat deneyimlerini, duygulandırıcı bir üslupla sunuyor. Bu alanda Hz. Âdem'den (a.s.) beri süre gelen iman çağrısının yaşadığı tecrübelere öncelik tanıyor, bu tecrübeleri gerek insan psikolojisine ve gerekse pratik hayata ilişkin türleri ile müslüman ümmetin bütün kuşaklarına bir çeşit yol azığı olarak sunuyor, bu ümmeti bu son derece değerli yol azığı ile ve değişik türde oluşmuş tarihsel birikimle donatırken onun hangi yolu izleyerek yürüyeceğini açık-seçik biçimde öğrenmesini amaçlıyor. İşte, Kur'an'da bu kadar çok sayıda, bu kadar çeşitli ve bu denli canlı, somut mesaj sunan kıssa ile karşılaşmamızın nedeni budur. Bu kıssaların en sık rastlanan türü İsrailoğulları'na (yahûdilere) ilişkin kıssalardır. Bunun birçok sebebi vardır. Bunlardan birkaç tanesini belirtelim:
Yüce Allah bu ümmetin kimi kuşaklarının vaktiyle İsrailoğulları'nın geçirdikleri tarih dönemlerinin benzerlerini yaşayacaklarını, bu kuşakların, dinlerine ve inançlarına karşı eski yahûdilerin tavırlarına benzer tavırlar takınacaklarını bildiği için yollarında karşılaşacakları tökezleme noktalarını, kendilerine yahûdi tarihinin olaylarında somutlaşmış örnekler halinde sunmuştur. Böylece bu kuşaklar yolları boyunca karşılaşacakları bu tökezleme noktalarına ayak kaptırmadan, ya da onlara saplanıp kalmadan önce bizzat Yüce Allah'ın, önlerine tuttuğu bu tarih aynasında yüzlerini görerek öğüt ve ibret alabilecektir.
Bu Kur'an, müslüman ümmetin kuşakları tarafından dikkatle okunmalı, bilinçli bir şekilde algılanmalıdır. Bu Kur'an, günümüzün meselelerini çözmek ve geleceğe uzanan yolumuzu aydınlatmak üzere sanki şimdi iniyormuşçasına canlı direktifler bütünü kabul edilerek üzerinde kafa yorulmalıdır. Yoksa Kur'an sadece âhenkle okunması lâzım gelen bir güzel sözler manzûmesi ya da bir daha geri gelmeyecek olan tarihe karışmış gerçeklerin tutanak defteri olarak düşünülmemelidir. Biz bu Kur'an'ı gerek geçmiş gerekse şimdiki hayatımızda birer direktifimiz olsun niyetiyle okumadıkça O'ndan asla yararlanamayız. Tıpkı ilk müslüman cemaat gibi; Onlar Kur'an'ı, o günkü pratik hayatlarının gelişmelerine ilişkin direktifler almak amacı ile okuyorlardı. Kur'an'ı bu bilinçle okuduğumuz takdirde her şeyi onun satırlarında buluruz. O'nun âyetlerinde Kur'an gerçeğini dikkate almak istemeyenlerin hiçbir zaman düşünemeyecekleri, deyim yerindeyse akıllarının ucundan bile geçmeyen nice şaşırtıcı, insanı hayrette bırakan açıklamalar bulacağız. Onun kelimelerinin, cümlelerinin ve direktiflerinin nabzı atan, hareket eden ve yolumuzun kritik dönemeçlerini işaretleyen canlı varlıklar olduklarını göreceğiz. Bu canlı varlıklar bize kimi zaman "şunu yapınız, şunu sakın yapmayınız", kimi yerde "şu düşmanınızdır, şu da dostunuzdur" ve kimi durumlarda da "şurada çok ihtiyatlı olunuz, şurada hazırlıklı olunuz" diyeceklerdir. Bu canlı varlıklar başımıza gelecek her olay, karşımıza çıkacak her gelişme önünde bize uzun, ayrıntılı ve yerli yerinde açıklamalar sunacaklardır. İşte o zaman Kur'an'ın yararlı ve hayat dolu bir gerçek olduğuna dikkat çeken Yüce Allah'ın şu buyruğunun anlamını kavrayabileceğiz: "Ey mü’minler, Allah ve Peygamber size hayat verecek gerçeğe çağırdıklarında onlara olumlu karşılık veriniz." [114]
Kur'an mesajı, bir hayat çağrısıdır, sürekli ve yenilenen bir hayata çağrıdır. Onun çağrısı, tarihin eski bir dönemi ile sınırlı bir hayata ilişkin değildir.
Kur’an kıssalarının içerdiği bütün mesajları istesek de tümüyle kavrayamayız. Çünkü tecrübelerimizden de öğrendiğimiz gibi, Kur'an âyetleri kalplere yönelik mesajlarını, kalplerin içinde bulundukları durum ve bu durumların ortaya çıkardığı ihtiyaçlar oranında sunar ve her zaman ihtiyaç oranında mesaj birikimlerini kalplere açar. [115]
Kur’ân-ı Kerim’deki Bazı Kıssaların Tekrarı
Bazı Kur’ân kıssaları sadece bir defa geçmektedir. Lokman kıssası, Ashâb-ı Kehf kıssası gibi. Kimisi de görülen ihtiyaca ve maslahata binâen birkaç defa tekrar edilmektedir. Fakat bu tekrarlama tek bir şekilde olmaz. Aksine kısalığı, uzunluğu, yumuşaklığı, sertliği farklılık arzeder. Diğer taraftan kıssanın bazı yönleri bir yerde zikredilirken, diğer yönleri bir başka yerde sözkonusu edilmektedir.
Kıssalarda bu tür tekrarın hikmetlerinin bazıları şunlardır:
1- Anlatılan bu kıssanın önemini açığa çıkarmak. Çünkü bu kıssanın tekrar edilmesi, ona itina gösterildiğini ortaya koyar.
2- İnsanların kalplerinde iyice yer etmesi için tekrar edilen kıssanın pekiştirilmesi,
3- Bu kıssalara muhâtap olanların durumlarını ve zamanı gözönünde bulundurmak. Bu sebepten ötürü çoğunlukla Mekkî sûrelerde geçen kıssalarda anlatım özlü ve üslûp serttir. Fakat Medine döneminde inen sûrelerde bunun aksini görüyoruz.
4- Kıssaların, durumun gerektirdiğine uygun olarak kimi zaman böyle, kimi zaman öbür türlü anlatılması sûretiyle Kur’ân belâğatinin açığa çıkması,
5- Kur’ân'ın doğru olduğunun ve onun Yüce Allah tarafından gönderildiğinin açıkça ortaya konulması. Çünkü aynı kıssa, herhangi bir çelişki sözkonusu olmaksızın çeşitli şekillerde anlatılmış bulunmaktadır. [116]
Kur’an Kıssalarının Gerçekliği: Günümüzde edebî türler arasında en fazla gelişen türler roman ve hikâye türleridir. Bilindiği gibi roman ve hikâyelerde olayların gerçekliği aranmaz. Hatta gerçek bir olayı konu alsa bile yazar, olaylar arasındaki boşluğu doldurur ya da okuyucuya vermek istediği mesaj doğrultusunda olaylara yön vermeye çalışır. Bu yolla ortaya konulan edebî türlerin toplumların yönlendirilip eğitilmelerinde, hayata bakış açılarında birtakım etkilerinin olduğu da inkâr edilemez.
Çağımızın bilimleri arasında çekidüzen verilen bilim dallarından biri de tarihtir. Artık daha çok belgelere önem verilmekte ve belki de daha önce yer veilmeyen ve tarihe gerçekten ışık tutan belgeler, sözgelimi kazılar ve bu kazılarda elde edilen bulgular değerlendirilmektedir. Tarih araştırmaları için bu tür belgelerin elde edilebilmesi de maddî imkân, teknoloji ve ciddî disiplin isteyen bir iştir. İtiraf etmek gerekir ki, Batılılar bu konuda önemli bir mesafe kat etmişlerdir. Batıda yapılan bu çalışmaları basamak yaparak bazı müsteşrikler, Kur’an’da geçen bazı kıssaların tarihî gerçeklerle bağdaşmadıklarını ileri sürmüşlerdir.
Roman ve hikâye gibi bazı edebî türlerin gerçeklere dayanmıyor olsalar bile toplumu etkilediklerini gören ve Batılı müsteşriklerin saldırıları karşısında psikolojik yenilgiye uğramış bazı müslüman araştırmacılar, Kur’an kıssalarının gerçek olaylara dayanma mecburiyetlerinin bulunmadığını; kıssaların hikmetlerinin insanların ibret almaları olduğunu ve onlardan ibret alınması için de gerçek olmalarının gerekmediğini savundular.
1950’lerde Mısır’lı araştırmacı Muhammed Ahmed Halefullah, hazırladığı “el-Fennu’l-Kasas fi’l-Kur’an” isimli doktora tezinde bu görüşü ileri sürdü. O dönemde tezin lehinde ve aleyhinde çok şey yazıldı. Hatta bu tezi nedeniyle müellif üniversite hocalığından uzaklaştırıldı. Ancak onu takiben birçok modernist, bu görüşün savunucusu oldu.
Kur’ân-ı Kerim, Halefullah’ın iddiasının aksine müşriklerin “evvelkilerin masalları” nitelemelerini açık bir şekilde reddetmektedir. Bu konuyla ilgili olarak bk. 25/Furkan, 4-6, 16/Nahl, 24-25; 68/Kalem, 15-16; 3/Âl-i İmrân, 44; 12/Yusuf, 102; 18/Kehf, 13, 18, 22, 91. [117]
Kur’ân-ı Kerim’de Kıssa Kavramı
Kıssa kelimesinin çoğulu olan “kasas” ve türevleri, Kurân-ı Kerim’de toplam 26 yerde geçer. Kıssa kavramına yakın anlamı olan, haber, vâkıa, hâdise anlamına gelen nebe’ ve çoğulu enbâ’ kelimeleri de toplam 29 yerde kullanılır. Hubr, haber ve ahbâr kelimeleri de toplam 7 yerde zikredilir. Yirmi sekizinci sûrenin ismi de Kasas (Kıssalar) sûresidir.
Kur’ân-ı Kerim’de, her haberin gerçekleşeceği bir zamanın olduğu vurgulanır.[118] Kur’an’ın büyük bir haber olduğu beyan edilir. [119]
Kur’an, bazı geçmiş olayların ve eskiden yaşayan kimselerin haberlerini anlatır [120]. Bu haberlere Kur’an, gayb haberleri,[121] eğer bahsedilen kişiler peygamber ise Peygamber haberleri[122] der.
Kur’an, peygamberlerin bir kısmının kıssalarını anlatmış, bir kısmının ise anlatmamıştır. [123]
Kur’ân-ı Kerim’de kıssa kelimesi geçmez. Aynı kökten gelen, aslında isim olup masdar yerine de kullanılan kıssa kelimesinin çoğulu “kasas” biçiminde ve “kasasnâ”, “nekassu”, “lem naksus” gibi fiil hallerinde kullanıldığı görülür. Anlam olarak bakıldığında, kelime, peygamberlerin hayat ve mücâdeleleri olaylarına verilen bir isim olarak (kasas şeklinde, kıssalar olarak) geçtiği gibi; anlatmak, bir haber veya sözü bildirmek, açıklamak, tâkip etmek, izlemek gibi mânâlarda da pek çok yerde kullanılmaktadır. Bu kelime ve anlatım üslûbu, Kur’an’da geçmiş eserleri, izleri açığa çıkarmak, bu sûretle insanların unutmuş bulundukları veya gâfil oldukları olaylar üzerine dikkatleri yoğunlaştırarak derinden derine tefekkür alanına çıkarma gâyesine dikkat çekmek ister tarzda kullanılır. İşte bundan dolayı da Kur’an “kıssa” kelimesi yerine, ilk bakışta daha uygun gibi sanılan (Arapça) “hikâye” kelimesini kullanmamıştır. Çünkü hikâye kelimesinin lügat anlamı; bir şeyin aynısını ve benzerini getirnek mânâsına gelmektedir. Arapçada ve Türkçede hikâye denilince, ister vuku bulsun, ister (gerçek olabilecek tarzda ama) hayâlî olsun, anlatılan her şeye hikâye denir ki, bu anlam Kur’an kıssalarının mâhiyet ve keyfiyeti ile asla bağdaşmaz. Kur’an kıssalarına hikâye demek doğru değildir.
Kur’ân-ı Kerim, kıssalar konteksi içerisinde geçmiş tarihî olaylar hakkında kasas kelimesi dışında nebe’ (çoğulu enbâ’), asr-ı saâdette vuku bulan hâdiseler için de haber (çoğulu ahbâr) kelimelerini de kullanmıştır. Ancak kasas kelimesi dışındaki farklı kelimelerle de ifâde edilen Kur’an kıssalarındaki ortak ve değişmeyen nokta, vukuu kesin tarihî olaylar ve haberler olmasıdır. Kıssa kelimesi, günümüzde çağrıştırdığı anlamın ötesinde Arapça’da hayale, tahrife, yanlışa dayanmaksızın gerçek olaylar hakkında kullanılan bir kelimedir. Vukuu kesin olmayan anlatımlar için kullanılan diğer kelimeleri kıssa kavramı yerine kullanmak kesinlikle yanlıştır.
“Şüphesiz bu, gerçek kıssadır…” [124]
“Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık…” [125]
“Görmediler mi ki, onlardan önce yeryüzünde size vermediğimiz bütün imkânları kendilerine verdiğimiz, gökten üzerlerine bol bol yağmurlar indirip evlerinin altından ırmaklar akıttığımız nice nesilleri helâk ettik. Biz onları, günahları sebebiyle helâk ettik ve onların ardından başka nesiller yarattık.” [126]
“Ve onlara olup bitenleri tam bir ilim ile mutlaka kıssa edeceğiz/anlatacağız; çünkü Biz, onlardan (onların yaptıklarından) uzak değiliz.” [127]
“İşte o ülkeler -ki, sana onların haberlerinden bir kısmını anlatıyoruz- andolsun ki, peygamberleri onlara apaçık deliller (mûcizeler) getirmişlerdi. Fakat önceden yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi. İşte kâfirlerin kalplerini Allah böyle mühürler.” [128]
“…İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu budur. Bu kıssayı anlat, umulur ki düşünür, ibret alırlar.” [129]
“Andolsun ki Biz sizden önce, peygamberleri kendilerine mûcizeler getirdiği halde (yalanlayıp) zulmettikleri için nice nesilleri helâk ettik. (Onları helâk etmeseydik bile) iman edecek değillerdi. İşte Biz suçlu kavimleri böyle cezâlandırırız. Sonra da sizin nasıl davranacağınızı görmemiz için onların ardından sizi yeryüzünde halifeler (onların yerlerine hükümranlar) kıldık.” [130]
“İşte bu, (halkı helâk olmuş) memleketlerin haberlerindendir. Biz onu sana kıssa ediyoruz/anlatıyoruz. Onlardan (bugüne kadar izleri) ayakta kalan da vardır, biçilmiş ekin (gibi yok olan) da vardır.” [131]
“Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini (tatmin ve) teskin edeceğimiz bir haberi sana kıssa ediyoruz/anlatıyoruz. Bunda sana hak, mü’minlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir.” [132]
"(Ey Muhammed!) Biz sana bu Kur’an’ı vahyetmekle (geçmiş toplumların haberlerini) en güzel şekilde sana kıssa ediyoruz/anlatıyoruz. Gerçek şu ki; Sen bundan önce (bu haberleri) elbette bilmiyordun.” [133]
"İşte bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir" [134]
“Andolsun onların (geçmiş peygamberler ve ümmetlerinin) kıssalarında akıl sahipleri için pek çok ibretler vardır. (Bu Kur’an) uydurulacak bir söz değildir. Ancak kendinden öncekilerin tasdiki, her şeyin açıklanması, iman eden bir toplum için bir rahmet ve hidâyettir.” [135]
“Onların (Ashâb-ı Kehfin başından geçenleri hak/gerçek olarak kıssa ediyoruz/anlatıyoruz…” [136]
“(Rasûlüm!) İşte böylece geçmiştekilerin haberlerinden bir kısmını sana kıssa ediyoruz/anlatıyoruz. Şüphesiz ki, tarafımızdan sana bir zikir (üzerinde düşünmeye ve ibret almaya lâyık olaylara dair haberleri içeren Kur’an) verdik.” [137]
“Andolsun senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var, kıssalarını anlatmadığımız, /durumlarını sana bildirmediğimiz kimseler de var…” [138]
“Andolsun, onlara kötülükten önleyecek nice önemli haberler gelmiştir. Bunlar, gâyesine ulaşan birer hikmettir. Fakat peygamberlerin uyarıları fayda vermiyor.” [139]
Tefsirlerden İktibaslar
Elmalılı Hamdi Yazır diyor ki:
“Yâ Muhammed! Bu Kur'ân'ı sana vahyetmemizle en güzel kıssayı, sana biz anlatıyoruz…”[140] Yani, bu sûre, kıssaların en güzelidir. Yusuf kıssası, "Yusuf'da ve kardeşlerinde sual edenlere âyetler vardır.”[141] Bu âyet uyarınca, haddi zatında çok ibretli ve güzel bir kıssa olduğu gibi, bunun en güzel anlatımı da bu sûrede, bu Kur'ân'dadır. Hiçbir kitapta, hiçbir eserde bu kıssa bu kadar güzel nakledilip anlatılmamıştır. Arabî bir Kur'ân olarak indirilen bu Kitab-ı mübinin âyetlerinden bir bölüm olan bu sûre de sana Kur'ân vahyi ile, yani sözleri ve mânâsı ile birlikte vahyedilmiş bir Kur'ân olduğu ve Kur'ân'ın beyan güzelliği açısından benzersiz ve eşsiz bulunduğundan dolayı en güzel kıssa bu Kur'ân'ın vahiy diliyle sana anlatılmıştır ki, bunu anlatan ancak Allah'dır. Yoksa, şurası bir gerçek ki, bundan, bu vahiyden önce, sen elbette bundan habersizdin. Bu kıssadan haberin yoktu. Buna dair hiçbir bilgiye sahip değildin. Ne aklına gelmişti, ne hayaline, ne işitmiştin ne de düşünmüştün, tamamen habersizdin. Bu ne başka bir kaynaktan alıntı olan bir nakil, ne de senin tarafından tasavvur ve tasvir olunmuş hayali bir romandır. Senin hiç haberin yokken birden bire gaybdan vahiy yolu ile gelmiş olan gayb haberlerinden bir haberdir. Böylesine güzel bir anlatım, böylesine bir vahy-i metluv, (okunan vahy) böyle yüce bir gayb haberi hiç şüphe yok ki, ancak bir Allah vergisi olabilir.
Her biri apaçık birer burhan ve belge olan söz konusu üç burhan ile, bu âyetin ifade ve ihtar ettiği bu hakikatleri düşünecek ve güzel beyanı dinleyip anlayacak olanlara sûrenin sonunda açıkça ifade edileceği üzere, aklen ve naklen iyice açıklık kazanır ki, bu sûre "İşte bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir."[142] Bu Kur'ân "Uydurulmuş herhangi bir söz değildir." [143]
Ahsenü'l-kasas: En güzel anlatış veya en güzel kıssa, öykü, menkıbe anlamına mef'ul-i mutlak veya mef'ûl-i bih olur. "Kasas" aslında mastardır. Ve sözlükteki anlamı bir şeyin izini sürerek arkasına düşmektir. Nitekim[144] âyetinde de geçtiği üzere, "İzlerini takip ederek (kasasâ) geriye döndüler" demektir. "(Mûsâ'nın) kızkardeşine 'onun izini takip et (kussî hi)' dedi." [145] âyetinde izini takip et, arkasını bırakma, demektir. İkinci olarak yine bu anlamdan alınıp izlemeye değer bir haber nakletmek, bir gerçek hikâye anlatmak mânâsına gelir ki, Türkçe ayıtmak ve bazı lehçelerde ayırtmak denilir. Üçüncüsü, o anlatılan haber veya hikâyede mef'ul anlamında mastar olarak, yani maksus mânâsına kasas yahut kıssa denilir ki, "kasas" bunun çoğulu olur.
Kıssa da esasen izi sürülmeye değer hâl ve durum mânâsınadır. İşte bundan dolayı şehnameler gibi kaleme alınan, dillerde dolaşan destan ve hikâyelere de kıssa adı verilir ki, buna farsçada destan veya efsane denilir. Ancak bizim dilimizde destan deyimi şöhreti yaygın olmak bakımından, efsane deyimi de inanılmayacak gibi acaipliği bakımından, kıssa da ibretli özelliği bakımından kullanılır. Demek ki, bir haber veya hikâyenin kıssa adını alabilmesi izlenmeye değer ve yazılmaya değer bir özelliği taşımasına bağlıdır. Bunun içindir ki, edebiyatta kıssanın özel bir yeri ve önemi vardır. Bir hikâyenin dillerde dolaşacak bir destan veya efsane halini alması, kalıcı bir güzelliği ifade eden bir olağanüstülükle ilgilidir. Güzellik ise çok yaygın bir şey olmadığından gerçekten de kıssa denilebilecek hikâyeler çok nadir olur. Kıssaların gerçeği de, hayalisi de vardır. Şüphe yok ki, en güzel kıssalar, hakiki olanlardır: Yani, gerçek bir olayın, kalıcı güzelliğe delâlet eden bedi'î nüktelerle tasviri ve belâgatlı bir şekilde anlatılmış olanlar arasındadır. Zira hakiki güzellik, daima hayallerin ötesindedir. Ve ideal güzellik, ancak gerçek güzelliğe bir sembol, bir misal olması bakımından önem taşır. Bir masum güzelliğin en mükemmel bir mâcerâsı olan ve ebedî güzelliğin gerçek yüzünü görmüş bir gözün, geçici güzelliğin cilvelerine nasıl bir küçümseme ile baktığını anlatan Yusuf Kıssası, gayb âleminden müteşabih bir sembol ile tecelliye başlayıp, git gide gelişerek meâlini bulmuş bir hakikatin belâğatli bir anlatımı ve aynı zamanda Muhammedî güzelliğin ezelî bir simgesi ve nişanıdır.
Hz. Yusuf'un rüyası, onun masum güzelliğinin gelecekte gelişecek olan olaylara ve mukadderatına İlâhî gayb âleminden nasıl bir sembol ve misal olmuş ise, bütün ayrıntılarıyla Yusuf Kıssası da Muhammedî güzelliğin en yüce anlamına öyle bir başlangıç simgesi ve sembolü olarak nâzil olmuş olan bir gaybî hakikattır. Ve bilhassa bu açıdan ve bu özelliğinden dolayı en güzel kıssadır. [146]
Seyyid Kutub diyor ki: Sûrenin konusu bir kıssa olduğu içindir ki, burada anlatılan kıssaların da bu kitabın materyallerinden birini oluşturduğu özellikle belirtiliyor: "Biz bu Kur'an'ı vahyetmekle, sana kıssaların, eski milletler ile ilgili hikâyelerin en güzelini anlatıyoruz." Sana Kur'an'ı vahyederek, tüm bu kıssaları, en güzel kıssaları anlatıyoruz ki, bunlar vahyin bir parçası konumundadır.
"Oysa, daha önce bu hikâyeleri hiç bilmiyordun, sen bunlardan habersizdin." Daha önce sen de bulunduğun toplumun okuma-yazma bilmeyen insanlarından biriydin. Tıpkı onlar gibi sen de, Kur'an'ın sözünü ettiği türden konularla ve de böylesine ayrıntılı kıssalarla hiç ilgilenmemiş biriydin. [147]
Mevdudi diyor ki: “Bu âyet dolaylı biçimde Mekke kâfirlerine seslenmekte ve Rasul'ün Mısır'da İsrailoğulları'nın yerleşmesine dair bir kıssa hakkında hiçbir şey bilmediğini, ancak bunun hakkında Allah'tan gelen vahiyle haberdar olduğunu vurgulamaktadır. Böyle bir görüş kaçınılmazdı zira, kâfirler bu meseleyi âniden ortaya atarak, Hz. Muhammed'i (s.a.s.) imtihandan geçirmek ve (güya) "gerçek yüzünü teşhir etmek" istiyorlardı. Bu girişim bu âyetlerle karşılandı: "Ey Muhammed, onlara de ki, bundan önce İsrailoğulları'nın Mısır'a yerleşmesi hakkında hiç bir mâlûmâtınız yoktu ve şimdi bu olayla ilgili bizden indirilmiş vahyî bir bilgi karşısındasınız." [148]
Hadis-i Şeriflerde Kıssa Kavramı
“İsrâiloğulları, kıssa anlatırlardı da bu, onların helâk edilmelerine sebep oldu.” [149]
“İsrâiloğulları sâlih ameli terk etmelerinden dolayı helâk oldukları zaman kıssalarla kendilerini avutuyorlardı.” [150]
“Ancak emîr, memur veya hilekâr (gösteriş düşkünü, kibirli, çalımlı) olanlar kıssa anlatabilir, onlardan başkası kıssa anlatmaz.” [151]
Hz. Peygamber’in kıssa söyleyip söylemediği Enes bin Mâlik’e sorulmuş, o da “Hz. Peygamber kıssa anlatmazdı” diye cevap vermiştir. [152]
Abdullah bin Ömer: “Kıssacılık ne Hz. Peygamber zamanında, ne de Ebû Bekir ve Ömer devirlerinde vardı” [153]
Rasûl-i Ekrem’in “Ancak emîr, memur veya hilekâr olanlar kıssa anlatabilir.”[154] hadisi, her önüne gelenin kıssacılık yapamayacağını ve bu işin son derece mes’ûliyetli olduğunu ifâde etmektedir. Hz. Peygamber’in kıssa söyleyip söylemediği Enes bin Mâlik’e sorulmuş, o da “Hz. Peygamber kıssa anlatmazdı” diye cevap vermiştir.[155] Abdullah bin Ömer’in “Kıssacılık ne Hz. Peygamber zamanında, ne de Ebû Bekir ve Ömer devirlerinde vardı”[156] demesi de, İslâm’ın ilk devirlerinde kıssacılığın henüz başlamadığını göstermektedir.
Bu hadislerde kınanıp olumsuz şekilde bahsedilen kıssa konusunda ileriki sayfalarda Kıssacılık ve Kıssacılar başlığı altında bilgi verilecektir.
Hz. Peygamber’in Kur’an kıssalarında gözetilen hedeflere paralel olarak, zaman zaman mü’minlerin ibret ve öğüt almalarını sağlamak veya birtakım mücerret gerçeklerin daha iyi anlaşılmasını temin etmek maksadıyla vaazlarında tarihî ve temsilî mâhiyette kıssalara yer verdiği görülmektedir. Ayrıca onun hayatının değişik safhalarına âit ibret ve öğüt verici birçok olay da kaynaklarda yer almaktadır.
Rasûlullah’ın (s.a.s.) hadisleri kıssa yönüyle çok zengindir. Bir kısım peygamberlerle ilgili olarak Kur'anî ve gayr-ı Kur'anî kıssalar anlatıldığı gibi, Kur'an'da hiç yer verilmeyen bazı şahısların kıssaları da anlatılır. Bunlardan bir kısmı örnek kişilerin, bir kısmı da kötü kişilerin kıssasıdır. Bazan cennet ve cehennemin tefâhuru (birbirlerine övünmesi), hayvanların konuşması gibi daha farklı kıssalara da rastlanır. Hepsi hisseler alınacak derslerle doludur. Sırf eğlence olsun diye anlatılan kıssa mevcut değildir.
Yüce hakikatler, anlaşılması zor ve gâmız meseleler, kıssalar yoluyla müşahhas, herkesin ve hatta en avamdan bir kimsenin bile anlayabileceği bir hale getirilmekte, âdeta sahneye konmaktadır. Bu tarza, taşıdığı ta'limî (didaktik) değer sebebiyle eskiden beri bütün dinî kitaplarda yer verilmiştir. Şu halde kıssaya genişçe yer verme hâdisesi sadece İslâm'a has bir metod değildir. İncil ve Tevrat gibi diğer mukaddes kitaplarda da kıssalar mevcuttur. Telkin ve öğretimde kıssa anlatımının ehemmiyetini idrak eden laik çevreler de günümüzde kıssa edebiyatına çocuk-büyük her çeşit insan seviyesinde yer vermektedir. Roman bile bir kıssalar dizisinden meydana gelen bir büyük kıssa olarak tarif edilebilir.
Dinî mesajın, ahlâkî ideallerin halka intikalinde kıssanın mühim ve müessir bir vasıta olduğunu görüyoruz. Bu sebeple bütün İlahî kitapların ve peygamberlerin kıssalara yer verdiğini, dolayısiyle günümüz şartlarında, dinî öğretim ve ahlâkî terbiyede bu tekniğin yeterince kullanılması, işlenmesi geliştirilmesi gereğine dikkat çekiyoruz [157].
Hadis-i Şeriflerde Kıssa Kelimesinin Kullanıldığı Anlamlar: Hadis-i şeriflerde değişik türevleriyle yer alan “k-s-s” maddesi, genellikle dinî kıssalara dayanarak vaaz ve nasihat etmek,[158] bir hâdise/olay[159] veya rüyâyı [160] anlatmak, nakletmek, bir kimsenin izini takip etmek [161] gibi anlamlar taşımaktadır. Özellikle Buhârî’nin “bab” başlıklarında yer alan kıssa kelimesi, bu ve benzeri yerlerde “mevzû, mesele, vâkıa[162] anlamında kullanılmaktadır. Ayrıca kimlerin kıssa anlatabileceği ve ashâbın bu konudaki hassâsiyetleri de hadis kitaplarında yer alan bilgiler arasındadır. [163]
Nebevî Kıssaların Çeşitleri
Hadislerde yer alan kıssaları tarihî, temsilî ve Hz. Peygamber’in şahsıyla ilgili vuku bulan hâdiseler şeklinde üç ana grupta mütâlaa etmek mümkündür.
a) Tarihî Kıssalar: Kur’ân-ı Kerim’de olduğu gibi hadislerde de gayb haberleri olarak nitelendirilen ibret ve öğüt verici tarihî kıssalar önemli bir yer tutmakta ve bunların bir kısmını geçmiş peygamberlerin kıssaları teşkil etmektedir. Allah Rasûlü’nün haber verdiği peygamber kıssalarının büyük çoğunluğu Kur’ân-ı Kerim’de yer almazken, bunlardan bazıları kısaca zikredilmektedir. Nitekim Hz. Mûsâ ile Hızır arasında geçen hâdise Kur’ân-ı Kerim’de ana hatlarıyla yer alırken,[164] hadislerde daha ayrıntılı olarak açıklanmaktadır. [165] Ayrıca Hz. İbrâhim’in Mekke’ye gelip Kâbe’yi inşâsına Kur’ân-ı Kerim’de sadece işaret edilirken,[166] hadislerde bu konu ayrıntılı olarak yer almaktadır.[167] Diğer taraftan Hz. İbrâhim’in, hanımı Sâre ile hicretleri esnâsında zâlim bir hükümdarla karşılaşmaları ve aralarında geçen hâdise, Hz. Âdem, Hz. Mûsâ, Hz. Eyyûb, Hz. Dâvud, Hz. Süleyman, Hz. Yahyâ ve Hz. İsa gibi peygamberlere âit değişik uzunluklardaki bazı kıssalar da Kur’ân-ı Kerim’de hiç yer almadığı halde, hadis kaynaklarında zikredilmektedir.
Peygamber kıssaları dışında Rasûl-i Ekrem tarafından anlatılan çeşitli konularda ve farklı uzunluklarda pek çok tarihî kıssa hadis kaynaklarında yer almaktadır. Asıl hedef sözkonusu hadisleri tek tek ele alıp değişik açılardan değerlendirmek olmadığından, burada bazılarına işaret etmekle yetinilecektir.
Yağmurlu bir günde mağarada mahsur kalan üç kişinin kıssası,[168] günlerini ibâdetle değerlendiren âbid Cüreyc’in başından geçenler[169] ve beşikte iken konuşan diğer çocuklar [170] ile İsrâiloğullarından Allah’ın kendilerine zenginlik vererek denediği kel, kör ve alaca tenli üç kişinin kıssaları,[171] ashâbu’l-uhdûd diye meşhur sihirbaz, râhip ve çocuk hâdisesi, [172] geçmiş milletlerin dinleri uğrunda çektikleri ezâ ve cefâ,[173] yüz kişinin katili olan adamın durumu[174] ve Ümmü Zer hadisi olarak anılan on bir kadının, kocaları hakkında sohbetlerini içeren[175] tarihî olaylar ilk anda dikkati çeken ve kıssa tanımına en uygun örneklerden birkaçıdır.
Ayrıca satın alınan bir tarlada bulunan altın külçe [176], bin dinar borçlanan ve Allah’ı kefil gösteren adam,[177] bahçeyi sulayan bulut,[178] öldükten sonra yakılıp külünün savrulmasını isteyen kimse [179] ile acıya dayanamayıp intihar eden kişinin durumu,[180] kibirli adamın yere batırılması,[181] susuzluktan can çekişen köpeği sulayan adamın veya günahkâr kadının affedilmesi[182] ile kedisini hapseden kadının azâba uğraması[183] gibi oldukça kısa, buna karşılık İslâmî bir inancı veya düşünceyi etkili bir biçimde ortaya koyan eğitici mâhiyette pek çok tarihî kıssa da kaynaklarda zikredilmektedir.
b) Temsilî Kıssalar: Peygamber birtakım genel meseleleri ya da soyut aklî gerçekleri ortaya koyarken bunların daha iyi anlaşılmasını temin etmek ve zihinlerde kalıcı olmasını sağlamak maksadıyla, geçmişte meydana gelip gelmedikleri bir tarafa, temsilî mâhiyette kıssalara da başvurduğu görülmektedir.
Bunlar, mâhiyet itibarıyla kıssadan daha çok “meseller”i ilgilendirmekle beraber, teşbih ve kıyas yoluyla eğitici, öğretici, ibret ve öğüt verici birtakım hâdiselerin tasvirlerinden ibâret olması yönüyle de temsilî kıssalar şeklinde değerlendirilebilir.
Hz. Peygamber’in bir kulun tevbesinden dolayı Allah Teâlâ’nın ne derece hoşnut olacağı fikrini, ıssız bir çölde bütün erzâkıyla birlikte devesini kaybedip ölmek üzere iken bineceğine kavuşan ve böylece ölümden kurtulan bir kimsenin duyacağı sevinç ve mutluluğa benzeterek açıklamaya çalışması,[184] emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münkerin sosyal boyutunu ortaya koyarken kötülüklere müdâhale etmeyenlerin durumunu aynı gemide yolculuk edenlerden bir kısmının gemiyi batırma isteklerine karşı koymayan diğerlerinin haline benzetmesi,[185] kendisinin son peygamber[186] ve doğru sözlü bir uyarıcı olduğunu “en-nezîru’l-uryân” diye tasvir ederken [187] ortaya koyduğu teşbih ve temsiller sözkonusu kıssalar arasında zikredilebilir. [188]
Daha çok bir duygu, düşünce ve fikrin iyice açıklanması ve müşahhas hale getirilmesi bakımından büyük önem taşıyan temsilî kıssaların birçok örneğini hadis kaynaklarında bulmak mümkündür.
c) Hz. Peygamber’in Şahsıyla İlgili Kıssalar: Bunlar, Rasûl-i Ekrem’in şahsî tecrübeleri arasında yer almakta ve bir kısmı peygamberliğinden önce olmak üzere değişik zaman ve mekânlarda gerçekleşen ibret ve öğüt verici olağanüstü olaylardır. “Şakku’s-sadr” diye bilinen ve birden fazla gerçekleştiği rivâyet edilen Hz. Peygamber’in göğsünün yarılması,[189] isrâ ve mirac hâdiseleri[190] ile Rasûl-i Ekrem’in bir gazve dönüşü karşılaştığı sûikast teşebbüsü sırasındaki tutum ve davranışı,[191] yine Hz. Âişe vâlidemizin bir sorusuna karşılık, Allah Rasûlü’nün İslâm’a dâvet için gittiği Tâif’te mâruz kaldığı ezâ ve cefâ karşısında kendisini bir bulutun gölgelendirmesini ve bu esnâda Cebrâil ile arasında geçen konuşmayı dramatik bir şekilde nakletmesi [192] gibi hususlar bu konudaki yaygın örneklerden birkaçıdır.
Nebevî Kıssaların Konuları
Hadislerde yer alan kıssaların insan hayatının değişik yönlerini kapsadığı ve bu sebeple de pek çok konuyu ihtivâ ettiği söylenebilir. Bu çerçevede nebevî kıssalarda başta Allah inancı olmak üzere itikadî konular önemli bir yer tutmaktadır. Zira, nübüvvetin en önemli hedeflerinden biri beşerî düşünceyi her türlü bâtıl fikir ve inançlardan arındırmaktır. Nitekim Hz. Peygamber’in naklettiği kıssalarda Allah’ın varlık ve birliği,[193] güç ve kudreti, af ve mağfireti,[194] sadece Allah’a güvenmenin gerekli olduğu,[195] O’nun izni ve dilemesi olmadan hiçbir şeyin meydana gelmeyeceği[196] gibi doğrudan Allah inancı ve bu inancın insan hayatındaki etkisi konu edilerek vurgulanmaktadır.[197] Yine nebevî kıssalarda meleklerin varlığı,[198] peygamberlerin tevhid mücâdelesi, Rasûlullah’ın peygamberler zincirinin son halkası olduğu[199] gibi diğer inanç esaslarının da konu edildiği dikkat çekmektedir.
Diğer taraftan nebevî kıssalarda Allah’a tâzim,[200] emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker, [201] günahlardan tevbe ,[202] intiharın haram kılındığı [203], Allah adına yemin etmenin sorumluluğu,[204] iffet,[205] ahde vefâ,[206] borçluya kolaylık göstermek[207] ve tüm canlılara merhametli olmak[208] gibi İslâmî değerlerin ve ahlâkî güzelliklerin eğitici öğretici bir tarzda konu edildiği de görülmektedir.
Bütün bunlara ilâveten hadislerde yer alan kıssalarda, insan bir bütün olarak ele alınmakta, bir taraftan beşerî zaafları ortaya konulurken, diğer taraftan onun hayır yönü ve ahlâkî değerlere bağlılığı tarihî hakikatler olarak gözler önüne serilmektedir. [209]
Netice olarak, Hz. Peygamber’in haber verdiği kıssalarda inanç esaslarının, İslâmî değer yargılarının, olumlu ve olumsuz yönleriyle insanın konu edildiği anlaşılmaktadır.
Nebevî Kıssaların Gâyeleri
Bütün çeşitleriyle Hz. Peygamber’den nakledilen kıssaların önemli maksatları vardır. Asıl hedefi dinî gâyeleri gerçekleştirmek olan nebevî kıssaları, maksatlarına göre iki ana ana grupta toplamak mümkündür.
a- İslâm’a Dâvet: Hz. Peygamber’in başta gelen görevi Allah yoluna dâvet ve İslâm’ı tebliğ etmek olduğundan, nebevî kıssalarda gözetilen en önemli gâye bu maksadı gerçekleştirmektir. Nübüvvet ve risâletin bir parçası olan nebevî kıssalar ise bu vazifeyi yerine getirmede en tesirli yol ve yöntemlerdendir. Nitekim kıssalar vâsıtasıyla İslâm’ın Allah katında en son ve makbul din olduğu, bu dinin prensiplerini kabul edip gereğini yerine getirenlerin mükâfatlarını fazlasıyla görecekleri vurgulanarak insanlar doğrudan İslâm’a dâvet edilmektedir.[210] Yine Hz. Peygamber’in nübüvvetine ve onun Allah tarafından gönderilen son elçi olduğuna ve faziletlerine işaret edilirken,[211] diğer taraftan Allah Rasûlü doğru sözlü bir uyarıcı olarak vasfedilerek ona itaat edip, ikazına kulak verenlerin kurtuluşa ereceği, isyan edenlerin ise hüsrâna uğrayacakları[212] temsilî kıssalar vâsıtasıyla açıklanmaktadır.
Ayrıca nebevî kıssalar vâsıtasıyla insanların; Allah’ın hudûduna riâyet etmeye,[213] sâlih amellere,[214] güvenilir olmaya,[215] şüpheli şeylerden sakınmaya,[216], Allah’tan korkmaya,[217] O’nun verdiği nimetlere şükretmeye,[218] sadece O’na tevekkül etmeye[219] ve Allah için sevmeye,[220] gerekirse O’nun yolunda nefsini fedâ etmeye[221] çağrıldığı dikkat çekmektedir.
b- Eğitim: Nebevî kıssaların esas gâyelerinden biri de insanları değişik yollarla eğitmek ve müslümanların mâruz kaldıkları sıkıntılara karşı sabırlı olmalarını temin etmektir.
Hz. Peygamber’in naklettiği kıssaların en belirgin özelliklerinden birisi eğitici olmasıdır. Zira, Allah Rasûlü’nün ilk dönem İslâm toplumunun oluşmasında, itikadî, amelî ve ahlâkî hakikatlerin iman edenlerin gönüllerinde ve zihinlerinde yerleşmesinde, kötü duygu ve düşüncelerin sökülüp atılmasında kıssa ile eğitime büyük önem verdiği ve bu hususta başta öğretim (tâlim) olmak üzere teşvik ve sakındırma (terğîb ve terhîb), öğüt ve tevbe gibi eğitim metotlarına sıkça başvurduğu dikkat çekmektedir. Kur’an ve Sünnet’in genel eğitim öğretim ve dâvet metotları arasında önemli bir yeri olan güzel öğüt (mev’ızatü’l-hasene) ve kıssa ile terbiyenin insan fıtratı ve eğitim açısından büyük önemi olduğunu belirtelim.
Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, Kur’an ve hadislerde yer alan kıssalar birçok yönden benzerlikler göstermekte olup, her ikisinin de asıl amacı insanları hakka dâvet etmek, onları değişik yol ve yöntemlerle eğitmektir. [222]
Hadis-i Şeriflerdeki Kıssalara Örnekler
a) Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil’in (a.s.) Kıssaları
İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: "Hz. İbrâhim beraberinde Hz. İsmail aleyhimasselam ve onu henüz emzirmekte olan annesi olduğu halde ilerledi. Kadının yanında bir de su tulumu vardı. Hz. İbrâhim, kadını Beyt'in yanında Devha denen büyük bir ağacın dibine bıraktı. Burası Mescid'in yukarı tarafında ve zemzemin tam üstünde bir nokta idi. O gün Mekke'de kimse yaşamıyordu, orada hiç su da yoktu. İşte Hz. İbrâhim anne ve çocuğunu buraya koydu, yanlarına, içerisinde hurma bulunan eski bir azık dağarcığı ile su bulunan bir tuluk bıraktı.
Hz. İbrâhim (a.s.) bundan sonra (emr-i İlahî ile) arkasını dönüp (Şam'a gitmek üzere) oradan uzaklaştı. İsmail'in annesi, İbrahim'in peşine düştü (ve ona Kedâ'da yetişti). "Ey İbrahim, bizi burada, hiçbir insanın hiçbir yoldaşın bulunmadığı bir yerde bırakıp nereye gidiyorsun?" diye seslendi. Bu sözünü birkaç kere tekrarladı. Hz. İbrâhim, (emir gereği) ona dönüp bakmadı bile. Anne, tekrar (üçüncü kere) seslendi. "Böyle yapmanı sana Allah mı emretti?" dedi. Hz. İbrâhim bunun üzerine "Evet!" buyurdu.
Kadın: "Öyleyse (Rabbimiz hafizimizdir), bizi burada perişan etmez!" dedi, sonra geri döndü. Hz. İbrâhim de yoluna devam etti. Kendisini göremeyecekleri Seniyye (tepesine) gelince Beyt'e yöneldi, ellerini kaldırdı ve şu duaları yaptı: "Ey Rabbimiz! Ailemden bir kısmını, senin hürmetli Beyt'inin yanında, ekinsiz bir vadide yerleştirdim -namazlarını Beyt'inin huzurunda dosdoğru kılsınlar diye-. Ey Rabbimiz! Sen de insanlarda mü'min olanların gönüllerini onlara meylettir ve onları meyvelerle rızıklandır ki, onlar da nimetlerinin kadrini bilip şükretsinler." [223]
İsmail'in annesi, çocuğu emziriyor, yanlarındaki sudan içiyordu. Kaptaki su bitince susadı, (sütü de kesildi), çocuğu da susadı (İsmail bu esnada iki yaşında idi). Kadıncağız (susuzluktan) kıvranıp ızdırap çeken çocuğa bakıyordu. Onu bu halde seyretmenin acısına dayanamayarak oradan kalkıp, kendisine en yakın bulduğu Safa tepesine gitti. Üzerine çıktı, birilerini görebilir miyim diye (o gün derin olan) vadiye yönelip etrafa baktı, ama kimseyi göremedi. Safa'dan indi, vadiye ulaştı, entarisinin eteğini topladı. Ciddi bir işi olan bir insanın koşusuyla koşmaya başladı. Vadiyi geçti. Merve tepesine geldi, üzerine çıktı, oradan etrafa baktı, bir kimse görmeye çalıştı. Ama kimseyi göremedi. Bu gidipgelişi yedi kere yatpı. İşte (hacc esnasında) iki tepe arasında hacıların koşması buradan gelir.
Anne, (bu sefer) Merve'ye yaklaşınca bir ses işitti. Kendi kendine: "Sus" dedi ve sese kulağını verdi. O sesi yine işitti. Bunun üzerine: "(Ey ses sahibi!) Sen sesini işittirdin, bir yardımın varsa (gecikme)!" dedi. Derken zemzemin yanında bir melek (tecelli etti). Bu Cebrâil'di. Cebrâil kadına seslendi: "Sen kimsin?" Kadın: "Ben Hacer'im, İbrahim'in oğlunun annesi..." "İbrahim sizi kime tevkil etti?" "Allah Teâlâ'ya." "Her ihtiyacınızı görecek Zat'a tevkil etmiş."
Ayağının ökçesi -veya kanadıyla- yeri eşeliyordu. Nihâyet su çıkmaya başladı. Kadın (boşa akmaması için) suyu eliyle havuzluyordu. Bir taraftan da sudan kabına doldurdu. Su ise, kadın aldıkça dipten kaynıyordu."
İbn Abbas (r.a.) dedi ki: "Allah İsmail'in annesine rahmetini bol kılsın, keşke zemzemi olduğu gibi akar bıraksaydı da avuçlamasaydı. Bu takdirde (zemzem, kuyu değil) akarsu olacaktı." Kadın sudan içti, çocuğunu da emzirdi. Melek, kadına: "Zâyi ve helâk oluruz diye korkmayın! Zîra Allah Teâlâ 'nin burada bir Beyt'i olacak ve bunu da şu çocuk ve babası bina edecek. Allah Teâlâ o işin sahiplerini zayi etmez!" dedi. Beyt yerden yüksekti, tıpkı bir tepe gibi. Gelen seller sağını solunu aşındırmıştı.
Kadın bu şekilde yaşayıp giderken, oraya Cürhüm'den bir kâfile uğradı. Oraya Kedâ yolundan gelmişlerdi. Mekke'nin aşağısına konakladılar. Derken orada bir kuşun gelip gittiğini gördüler. "Bu kuş su üzerine dönüyor olmalı, (burada su var). Hâlbuki biz bu vâdide su olmadığını biliyoruz!" dediler. Durumu tahkik için, yine de bir veya iki atik adam gönderdiler. Onlar suyu görünce geri dönüp haber verdiler. Cürhümlüler oraya gelip, suyun başında İsmail'in annesini buldular.
"Senin yanında konaklamamıza izin verir misin?" dediler. Kadın: "Evet! Ama suda hakkınız olmadığını bilin!" dedi. Onlar da: "Pekâlâ, dediler. Rasûlullah (s.a.s.) der ki: "Ünsiyet istediği bir zamanda bu teklif İsmail'in annesine uygun geldi. Onlar da oraya indiler. Sonra geride kalan adamlarına haber saldılar. Onlar da gelip burada konakladılar. Zamanla orada çoğaldılar. Çocuk da büyüdü. Onlardan Arapça'yı öğrendi. Büyüdüğü zaman onlar tarafından en çok sevilen, hoşlanılan bir genç oldu. Büluğa erince, kendilerinden bir kadınla evlendirdiler. Bu sırada İsmail'in annesi vefat etti.
Derken Hz. İbrâhim (a.s.), İsmail'in evlenmesinden sonra oraya gelip, bıraktığı (hanımını ve oğlunu) aradı. İsmail'i bulamadı. Hanımından İsmail'i sordu. Kadın: "Rızkımızı tedarik etmek üzere (avlanmaya) gitti" dedi. Hz. İbrâhim, bu sefer geçimlerini, hallerini sordu. Kadın: "Halimiz fena, darlık ve sıkıntı içindeyiz!" diyerek şikâyetvâri konuştu. Hz. İbrâhim:
"Kocan gelince, ona benden selam et ve "kapısının eşiğini değiştirmesini" söyle!" dedi. İsmail geldiği zaman, sanki bir şey sezmiş gibiydi. "Eve herhangi bir kimse geldi mi?" diye sordu: Kadın: "Evet şu şu evsafta bir ihtiyar geldi. Senden sordu, ben de haberini verdim, yaşayışımızdan sordu, ben de sıkıntı ve darlık içinde olduğumuzu söyledim" dedi. İsmail: "Sana bir tavsiyede bulundu mu?" dedi. Kadın: "Evet! Sana söylememi emretti ve kapının eşiğini değiştirmeni söyledi!" dedi. İsmail: "Bu babamdı. Seninle ayrılmanı bana emretmiş. Haydi, artık ailene git!" dedi ve hanımını boşadı. Cürhümlülerden bir başka kadınla evlendi.
Hz. İbrâhim onlardan yine uzun müddet ayrı kaldı. Bilâhare bir kere daha görmeye geldi. Yine İsmail'i evde bulamadı. Hanımının yanına gelip, İsmail'i sordu. Kadın: "Maişetimizi kazanmaya gitti!" dedi. Hz. İbrâhim: "Haliniz nasıldır?" dedi, geçimlerinden, durumlarından sordu. Kadın: "İyiyiz, hayır üzereyiz, bolluk içindeyiz" diye Allah'a hamd ve senâda bulundu. "Ne yiyorsunuz?" diye sordu. Kadın: "Et yiyoruz!" dedi. "Ne içiyorsunuz?" diye sorunca da: "Su!" dedi. Hz. İbrâhim: "Allahım, et ve suyu haklarında mübarek kıl!" diye dua ediverdi." Rasûlullah (s.a.s.) devamında buyurdu ki: "O gün onların hububatı yoktu. Eğer olsaydı Hz. İbrâhim, hububatları için de dua ediverirdi.
İbn Abbas der ki: "Bu iki şey (et ve su) Mekke'den başka hiçbir yerde Mekke'deki kadar sıhhate uygun düşmez (başka yerde karın ağrısı yaparlar). Bu, Hz. İbrâhim'in duâsının bir bereketi ve neticesidir.
(Rasûlullah (s.a.s.) Hz. İbrâhim'den anlatmaya devam etti:) "İbrahim (İsmail'in hanımına) dedi ki: "Kocan geldiği zaman, benden ona selam söyle ve kapısının eşiğini sâbit tutmasını emret! (Çünkü eşik, evin dirliğidir)." Hz. İsmail gelince (evde babasının kokusunu buldu ve) "Yanınıza bir uğrayan oldu mu?" diye sordu. Kadın: "Evet, bize yaşlı bir adam geldi, kılık kıyafeti düzgündü!" dedi ve (ihtiyar hakkında) bir kısım övgülerden sonra: "Sana bir tavsiyede bulundu mu?" diye sordu. Kadın: "Evet, sana selâm ediyor, kapının eşiğini sâbit tutmanı emrediyor" dedi. Hz. İsmail: "Bu babamdı. Eşik de sensin, seni tutmamı, evliliğimizin devamını emrediyor! (Sen yanımda değerli idin, kıymetin şimdi daha da arttı" der ve kadın İsmail'e on erkek evlâd doğurur.)
Sonra, Hz. İbrâhim Allah'ın dilediği bir müddet onlardan ayrı kaldı. Derken bir müddet sonra yanlarına geldi. Bu sırada Hz. İsmail zemzemin yanında Devha ağacının altında kendisine ok yapıyordu. Babasını görünce ayağa kalkıp karşılamaya koştu. Baba-oğul karşılaşınca yaptıklarını yaptılar (kucaklaştılar, el, yüz, göz öpüldü). Sonra Hz. İbrâhim: "Ey İsmail! Allah Teâlâ bana ciddî bir iş emretti" dedi. İsmail de: "Rabbinin emrettiği şeyi yap!" dedi. Hz. İbrâhim: "Bu işte sen yardım edecek misin?" diye sordu. O da: "Evet sana yardım edeceğim!" diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. İbrâhim: "Allah Teâlâ bana burada bir Beyt yapmamı emretti!" diyerek atrafına nazaran yüksekçe bir tepeyi gösterdi."
(İbn Abbâs) dedi ki: "İsmail'le İbrahim işte orada Kâbe'nin (daha önceki) temellerini yükselttiler. Hz. İsmail taş getiriyor, Hz. İbrâhim de duvarları örüyordu. Bina yükselince, Hz. İsmail, babası için (bugün Makam olarak bilinen) şu taşı getirdi. Yükselen duvarı örerken, Hz. İbrâhim (iskele olarak) onun üstüne çıkıyordu. İsmail de ona (aşağıdan) taş veriyordu. Bu esnâda onlar: "Ey Rabbimiz (Bu hizmetimizi) bizden kabul buyur! Sen gören ve bilensin!" diyorlardı."
İbn Abbâs der ki: "Hz. İsmail ve Hz. İbrâhim binayı yaparken (zaman zaman) etrafında dolaşarak: "Ey Rabbimiz (bu hizmetimizi) bizden kabul buyur! Sen işiten ve bilensin!"[224] diye dua ediyorlardı." [225]
Açıklama:
1- Önce şunu belirtelim: Rivâyet pekçok kısımlarıyla İbn Abbâs (radıyallahu anhüma)'ın sözü gibidir. Ancak şarihler, rivâyette yer alan bazı karinelerden hareketle tamamının Rasûlullah’a (s.a.s.) ait olduğuna hükmederler.
Bazı rivâyetlerde susayan çocuğun ayaklarını yere vurarak kıvrandığı, annenin Safa ile Merve arasında telaşla gidip geldiği, tepeye çıkışlarında dönüp çocuğa baktığı, bu sırada, çocuğun başına bir hâdise gelip gelmediğinden endişe ettiği belirtilir.
Keza suyun yerden çıkarılışı ile ilgili bazı farklılıklar da rivâyetlerde görülür: Cebrâil ayağını vurarak, parmağıyla yeri deşeleyerek vs. zemzem yerden fışkırmıştır:
Kâbe ile ilgili olarak bazı rivâyetlerde şu ziyade gelmiştir: "Beyt, Tufan sırasında kaldırıldı. Peygamberler onu haccederlerdi. Fakat yerini (tam olarak) bilmezlerdi. Allah onu İbrahim için hazırladı ve yerini ona öğretti." Beyhakî'nin kaydettiği bir rivâyette: "Allah Teâlâ Cebrâil'i Hz. Âdem'e gönderdi ve Beyt'in inşa edilmesini emretti. Böylece onu Âdem bina etti. Kendisine: "Sen insanların ilkisin, bu da insanlar için yapılan Beyt'in ilkidir" denilir. Bir başka rivâyette: "Beyt'i ilk inşa eden Hz. Âdem'dir" denmiştir. Ancak: "Ondan da önce meleklerin inşa ettiği de söylenmiştir. Vehb İbn Münebbih'ten gelen bir rivâyette ise: "Beyt'i inşa eden Şîs İbn Âdem'dir" denmiştir.
2- Âlimler hadisten, zemzem suyunun bidâyette Hz. Hacer ve oğlu İsmail için su ve yiyecek ihtiyaçlarına kâfi geldiği hükmünü çıkarmışlardır.
3- Hadis, Hz. İsmail'in annesi Hacer ve babası İbrahim'in dillerinin Arapça olmadığını ifade eder. Çünkü rivâyette Arapça'yı Cürhümlülerden öğrendiği ifade edilmektedir. Böylece Arapçayı ilk konuşanın Hz. İsmail olduğuna dair bazı rivâyetlerde gelen beyanın yanlışlığı ortaya çıkar. Keza bu rivâyet, "Arapların tamamı İsmail evladından gelmektedir" diyenleri de yalanlar.
4- Hadiste, Hz. İbrâhim'in, Mekke'ye, Hz. Hacer'in ölümünden ve Hz. İsmail'in evlenmesinden sonra "bıraktıklarını aramak üzere" uğradığı ifade edilmektedir. Bu ifadeden çıkan neticelerden biri, Hz. İbrâhim'in kurban edilmek üzere İsmail'i değil İshak'ı yere yatırdığı, bir başka ifade ile, semadan inen koçla kurban edilmekten kurtarılan kimsenin İsmail değil, İshak olduğudur. İbnu't-Tin der ki: "Bu hadiste Hz. İbrâhim, İsmail'i süt emerken bırakmakta ve evlendiği zaman yanına gelmektedir. Hz. İbrâhim onu boğazlamakla emredilseydi, süt devresi ile evlenmesi arasında Mekke'ye uğradığı, hadiste zikredilirdi." Esasen boğazlanmak istenenin Hz. İshak soyundan olduklarını söylerler ve semavî koçla kurban edilmekten kurtulmuş olan birinin neslinden olmakla ayrıca tefahur ederler, şeref payı çıkarırlar.
İbnu't-Tin'e: "Hadiste, Hz. İbrâhim'in Mekke'ye arada gelmiş olabileceğinin nefyedilmediği, dolayısıyle, gelmiş olabileceğinin zımnen mevcudiyeti" belirtilerek cevap verilmiştir.
5- Rivâyette Hz. İsmail'in rızkını kazanmak üzere evden çıktığ belirtmektedir. Başka rivâyetler onun sürü otlattığını, bu esnada avcılık yaptığını ifade eder.
6- Hadiste kadın, "kapının eşiği"ne benzetilmiştir. Çünkü aralarında benzerlik var: "Kapı, evi ve içindekileri muhafaza eder; kadın da evin bekçisidir. Kocanın gıyabında evi ve içindeki eşyayı muhafaza eder. Eşiğin değiştirilmesi, boşamadan kinaye yapılmıştır, ulema bunu boşamayı hâsıl eden kinayat arasında mütalaa etmiştir.
Bugün Makam-ı İbrahim'de görülen ökçe ve parmak izleri o günden kalmadır.
7- Bazı rivâyetlerde, Hz. İbrâhim'le Hz. İsmail'in Kâbe'yi inşa etmek üzere bir araya geldikleri zaman babanın yüz, oğulun otuz yaşında oldukları zikredilmiştir.
8- Bazı rivâyetler, Hz. İbrâhim'in inşa sırasında yükselttiği temellerin Hz. Âdem tarafından atılmış olan temeller olduğunu tasrih eder. Bu durum Buharî rivâyetinde kapalıdır. Bir rivâyet şöyle:
"Hz. İbrahim (s.a.s.), temellerle Hz. Âdem'in attığı temele ulaştı. Göğe doğru yüksekliğini dokuz zira', yerdeki genişliğini yani çevresini otuz zira' yaptı. Buradaki zira' (kol uzunluğu) kendi kollarıydı."
Bir başka rivâyette şu ziyade mevcuttur: "Sonra Hıcr kısmını Beyt'e idhal etti. Daha önce (orası) Hz. İsmail'in koyunlarının barınağı idi. Hz. İbrâhim Beyt'i taşları üst üste koyarak inşa etti, tavanı yoktu. Bir kapı yaptı, kapının yanında bir de kuyu açtı. Bu çukur, Beyt'in deposuydu. Beyt'e gelen hediyeler buraya atılıyordu."
Bir başka rivâyette şu ziyade mevcut: "Allah, İbrahim'e, Sekîne'ye uymasını vahyetti. Sekîne Beyt'in yerinde halkalandı, tıpkı bir bulut gibiydi. Baba-oğul (o hududu) kazdılar, Hz. Âdem'in attığı ilk temeli kazıyor gibiydiler."
Bir başka rivâyette: "Hz. İbrâhim başının üstünde Beyt'in yerinde bulut gibi bir şey gördü, içinde baş gibi bir şey vardı. Ona şöyle hitap etti: "Ey İbrahim! Benim gölgem üzerine benim miktarımca bina yap, ne artır ne de eksilt." İşte bundandır ki Allah Teâlâ: "Hani biz İbrahim'e Beyt'in yerini göstermiş ve "Bana hiçbir şeyi ortak koşma" diye vahyetmiştik" [226] buyurmuştur.
Bir başka rivâyette, "İnşaat Rükn'ün bulunduğu yere ulaşınca, o gün Rüknü koyar, Makam'ı alıp Beyt'e yapışık şekilde yerleştirir" denmiştir.
9- Bir başka rivâyete göre Kâbe'nin inşaatı bu suretle tamamlanınca Hz. Cebrâil (a.s.) gelir ve hacc menâsikini öğretir. Bundan sonra Hz. İbrahim (a.s.) Makam'ın üzerine çıkıp halka şöyle hitap eder: "Ey insanlar! Rabbinize icabet edin!" Hz. İbrâhim ve Hz. İsmail bu yerlerde (bir müddet) kalırlar. Hz. İshak ve Sâre Beytu'l-Makdis'ten buraya hacc yaparlar. Bundan sonra Hz. İbrâhim Şam'a döner ve orada vefat eder.
İbn Abbâs'ın bir rivâyetine göre, "Hz. İbrâhim Makam'ın üzerine çıkınca şöyle hitap etmiştir: "Ey insanlar! Size hacc farz kılındı! Bu sesi O, erkeklerin sulbünde, kadınların rahminde olanlara da işittirdi. Onun bu davetine, iman edenler ve Allah'ın ilminde kıyamete kadar gelip hacc edecekleri sebkat etmiş olanlar: "Lebbeyk Allahümme lebbeyk! =Buyur Allahım buyur!" diye cevap verdiler."
Bir başka rivâyette şöyle denir: "Hz. İsmail vadiye bir taş aramaya gitmişti ki Hz. Cibrîl (a.s.) Haceru'l-Esved'i indirdi. Bu taş, yeryüzü Tufan'la sulara boğulunca semaya kaldırılmıştı. Hz. İsmail gelince Haceru'l-Esved'i gördü ve: "Bu nereden geldi, kim getirdi?" dedi. Hz. İbrâhim: "Beni ne sana ne de taşına bırakmayan Zat" cevabını verdi." Bir başka rivâyette şu ziyade var: "Bu taş Hindistan'da idi; papatya gibi bembeyaz bir yakuttu." [227]
b) Ashâbu’l-Uhdûd Kıssası
Hz. Süheyb (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Sizden öncekiler arasında bir kral vardı. Onun bir de sihirbazı vardı. Sihirbaz yaşlanınca krala: "Ben artık yaşlandım. Bana bir oğlan çocuğu gönder ve sihir yapmayı öğreteyim!" dedi. Kral da öğretmesi için ona bir oğlan gönderdi. Oğlanın geçtiği yolda bir Râhip yaşıyordu. (Bir gün giderken) Râhibe uğrayıp onu dinledi, konuşması hoşuna gitti. Artık sihirbaza gittikçe, Râhibe uğruyor, yanında (bir müddet) oturup onu dinliyordu.
(Bir gün) delikanlıyı sihirbaz, yanına gelince dövdü. Oğlan da durumu Râhibe şikâyet etti. Râhip ona: "Eğer sihirbazdan (dövecek diye) korkarsan: "Ailem beni oyaladı!" de; ailenden korkacak olursan, "Beni sihirbaz oyaladı" de!" diye tenbihte bulundu.
O bu halde (devam eder) iken, insanlara engel olan büyük bir canavara rastladı. (Kendi kendine): "Bugün bileceğim; sihirbaz mı efdal, Râhip mi efdal!" diye mırıldandı. Bir taş aldı ve: "Allahım! Eğer Râhibin işi, sana sihirbazın işinden daha sevimli ise, şu hayvanı öldür ve insanlar geçsinler!" deyip, taşı fırlattı ve hayvanı öldürdü. İnsanlar yollarına devam ettiler. Delikanlı Râhibe gelip durumu anlattı. Râhib ona: "Evet! Bugün sen benden efdalsin (üstünsün)! Görüyorum ki, yüce bir mertebedesin. Sen imtihan geçireceksin. İmtihana mâruz kalınca sakın benden haber verme!" dedi. Oğlan anadan doğma körleri ve alaca hastalığına yakalananları tedavi eder, insanları başkaca hastalıklardan da kurtarırdı.
Onu kralın gözleri kör olan arkadaşı işitti. Birçok hediyeler alarak yanına geldi ve: "Eğer beni tedavi edersen, şunların hepsi senindir" dedi. O da: "Ben kimseyi tedavi etmem, tedavi eden Allah'tır. Eğer Allah'a iman edersen, sana şifa vermesi için dua edeceğim. O da şifa verecek!" dedi. Adam derhal iman etti, Allah da ona şifa verdi.
Adam bundan sonra kralın yanına geldi. Eskiden olduğu gibi yine yanına oturdu. Kral: "Gözünü sana kim iâde etti?" diye sordu. "Rabbim!" dedi. Kral: "Senin benden başka bir rabbin mi var?" dedi. Adam: "Benim de senin de rabbimiz Allah'tır!" cevabını verdi. Kral onu yakalatıp işkence ettirdi. O kadar ki, (gözünü tedavi eden ve Allah'a iman etmesini sağlayan) oğlanın yerini de gösterdi. Oğlan da oraya getirildi. Kral ona: "Ey oğul! Senin sihrin körlerin gözünü açacak, alaca hastalığını tedavi edecek bir dereceye ulaşmış, neler neler yapıyormuşsun!" dedi. Oğlan: "Ben kimseyi tedavi etmiyorum, şifayı veren Allah'tır!" dedi. Kral onu da tevkif ettirip işkence etmeye başladı. O kadar ki, o da Râhibin yerini haber verdi. Bunun üzerine Râhip getirildi. Ona: "Dininden dön!" denildi. O bunda direndi. Hemen bir testere getirildi. Başının ortasına konuldu. Ortadan ikiye bölündü ve iki parçası yere düştü. Sonra oğlan getirildi. Ona da: "Dininden dön!" denildi. O da kaçındı. Kral onu da adamlarından bazılarına teslim etti.
"Onu falan dağa götürün, tepesine kadar çıkarın. Zirveye ulaştığınız zaman (tekrar dininden dönmesini talep edin); dönerse ne âlâ, aksi takdirde dağdan aşağı atın!" dedi. Gittiler onu dağa çıkardılar. Oğlan: "Allahım, bunlara karşı, dilediğin şekilde bana kifâyet et!" dedi. Bunun üzerine dağ onları salladı ve hepsi de düştüler. Oğlan yürüyerek kralın yanına geldi. Kral: "Arkadaşlarıma ne oldu?" dedi. "Allah, onlara karşı bana kâfi geldi" cevabını verdi. Kral onu adamlarından bazılarına teslim etti ve: "Bunu bir gemiye götürün. Denizin ortasına kadar gidin. Dininden dönerse ne âlâ, değilse onu denize atın!" dedi. Söylendiği şekilde adamları onu götürdü. Oğlan orada: "Allahım, dilediğin şekilde bunlara karşı bana kifâyet et!" diye dua etti. Derhal gemileri alabora olarak boğuldular. Çocuk yine yürüyerek hükümdara geldi. Kral:
"Arkadaşlarıma ne oldu?" diye sordu. Oğlan: "Allah onlara karşı bana kifâyet etti" dedi. Sonra krala: "Benim emrettiğimi yapmadıkça sen beni öldüremeyeceksin!" dedi. Kral: "O nedir?" diye sordu. Oğlan: "İnsanları geniş bir düzlükte toplarsın, beni bir kütüğe asarsın, sadağımdan bir ok alırsın. Sonra oku, yayın ortasına yerleştirir ve: "Oğlanın Rabbinin adıyla" dersin. Sonra oku bana atarsın. İşte eğer bunu yaparsan beni öldürürsün!" dedi. Hükümdar, hemen halkı bir düzlükte topladı. Oğlanı bir kütüğe astı. Sadağından bir ok aldı. Oku yayının ortasına yerleştirdi. Sonra: "Oğlanın Rabbinin adıyla!" dedi ve oku fırlattı. Ok çocuğun şakağına isabet etti. Çocuk elini şakağına okun isabet ettiği yere koydu ve Allah'ın rahmetine kavuşup öldü. Halk: "Oğlanın Rabbine iman ettik!" dediler. Halk bu sözü üç kere tekrar etti. Sonra krala gelindi ve: "Ne emredersiniz? Vallahi korktuğunuz başınıza geldi. Halk oğlanın Rabbine iman etti!" denildi. Kral hemen yolların başlarına hendekler kazılmasını emretti. Derhal hendekler kazıldı. İçlerinde ateşler yakıldı. Kral: "Kim dininden dönmezse onu bunlara atın!" diye emir verdi. Yahut hükümdara "Sen at!" diye emir verildi. İstenen derhal yerine getirildi. Bir ara, beraberinde çocuğu olan bir kadın getirildi. Kadın oraya düşmekten çekinmişti, çocuğu: "Anneciğim sabret. Zîra sen hak üzeresin!" dedi. [228]
Açıklama:
Ashâb-ı Uhdûd, Kur'an-ı Kerim'de temas edilen zâlim bir zümredir. Büruc suresinin 4-10. âyetleri onlardan bahseder, Uhdûd, hendek demek olduğuna göre, ashâb-ı Uhdûd hendek sahipleri demektir. Kur'an'da bu hendek sahiplerinin kimler olduğu, ne zaman yaşadığı tafsil edilmez. Daha çok onların, mü'minlere dinlerinden dönmek için işkence yaptıkları belirtilir. Bunlar, içerisine ateş yakılmış hendeklerin sahipleridir. Dinlerinden dönmeyen mü'minleri bu hendeklere atıp yakmaktalar ve karşıdan bu manzarayı vicdansızca vahşi bir zevkle seyretmektedirler. Ama hiçbir zâlim felah bulmadığı gibi, bunlar da felah bulmamış, âyet-i kerime ashâb-ı Uhdûd'un gebertildiklerini belirtmiştir. Müfessirler, ashâb-ı Uhdûdla ilgili on ayrı hikâye kaydederler. Hikâyelere göre bu işkenceler Yemen'de, Mecran'da, Irak'ta, Şam'da, Habeşistan'da... Mecusiler, Yahudiler veya diğer bazı krallar tarafından icra edilmiştir. Kur'an'ın ıtlakı hepsine hak verdirecek mahiyettedir. Sanki âyette bir hadiseye değil, bu çeşitten pek çok hadiseye bir iş'ar olmaktadır. Dolayısıyle, nakledilen hikâyelerin farklı yerlerle ilgili olması, onların batıl olduğuna delil olmaz. Bilakis ateş dolu hendeklerde mü'minlerin, insanlık tarihi boyunca mükerrer kereler imha edildiklerini, yakıldıklarını ifade eder. Ancak, Kur'an-ı Kerim'in öncelikle Kureyşliler tarafından bilinen bir hâdiseyi nazara vermesi gâyet tabiidir. Kur'an bunları tel'in etmekte, kötü akibetlerini haber vermektedir. Bundan sonra gelip mü'minlere cehennemî azap verecek zâlim kâfirlerin de aynı akibete uğrayacakları, mü'minlere bildirilerek teselli verilmektedir. [229]
c) Beşikte Konuşanların Kıssası
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Üç kişi dışında hiç kimse beşikte iken konuşmamıştır. Bunlar: Hz. İsa İbn Meryem aleyhima'sselam, Cüreyc'in arkadaşı.
Cüreyc, kendini ibâdete vermiş abid bir kuldu. Bir manastıra çekilmiş orada ibâdetle meşguldü. Derken bir gün annesi yanına geldi, o namaz kılıyordu. "Ey Cüreyc! (Yanıma gel, seninle konuşacağım! Ben annenim)" diye seslendi. Cüreyc: "Allahım! Annem ve namazım (hangisini tercih edeyim?)" diye düşündü). Namazına devama karar verdi.
Annesi çağırmasını (her defasında üç kere olmak üzere) üç gün tekrarladı. (Cevap alamayınca) üçüncü çağırmanın sonunda: "Allahım, kötü kadınların yüzünü göstermedikçe canını alma!" diye bedduada bulundu. Benî İsrail, aralarında Cüreyc ve onun ibâdetini konuşuyorlardı. O diyarda güzelliğiyle herkesin dilinde olan zâniye bir kadın vardı. "Dilerseniz ben onu fitneye atarım" dedi. Gidip Cüreyc'e sataştı. Ancak Cüreyc ona iltifat etmedi.
Kadın bir çobana gitti. Bu çoban Cüreyc'in manastırı(nın dibi)nde barınak bulmuş birisiydi. Kadın onunla zinâ yaptı ve hamile kaldı. Çocuğu doğurunca: "Bu çocuk Cüreyc'ten" dedi. Halk (öfkeyle) gelip Cüreyc'i manastırından çıkarıp manastırı yıktılar, (hakaretler ettiler), kendisini de dövmeye başladılar, (linç edeceklerdi). Cüreyc onlara: "Derdiniz ne?" diye sordu. "Şu fâhişe ile zinâ yaptın ve senden bir çocuk doğurdu!" dediler. Cüreyc: "Çocuk nerede, (getirin bana?)" dedi. Halk çocuğu ona getirdi. Cüreyc: "Bırakın beni namazımı kılayım!" dedi. Bıraktılar ve namazını kıldı. Namazı bitince çocuğun yanına gitti, karnına dürttü ve: "Ey çocuk! Baban kim?" diye sordu. Çocuk: "Falanca çoban!" dedi. Bunun üzerine halk Cüreyc'e gelip onu öpüp okşadı ve: "Senin manastırını altından yapacağız!" dedi. Cüreyc ise: "Hayır! Eskiden olduğu gibi kerpiçten yapın!" dedi. Onlar da yaptılar.
(Üçüncüsü): Bir zamanlar bir çocuk annesini emiyordu. Oradan şahlanmış bir at üzerinde kılık kıyafeti güzel bir adam geçti. Onu gören kadın: "Allah'ım şu oğlumu bunun gibi yap!" diye dua etti. Çocuk memeyi bırakarak adama doğru yönelip baktı ve: "Allahım beni bunun gibi yapma!" diye dua etti. Sonra tekrar memesine dönüp emmeye başladı. (Ebû Hureyre der ki: "Ben Rasûlullah (s.a.s.)'ı, şehâdet parmağını ağzına koyup emmeye başlayarak, çocuğun emişini taklid ederken görür gibiyim.")
(Rasûlullah anlatmaya devam etti): "(Sonra annenin yanından) bir kalabalık geçti. Ellerinde bir câriye vardı. Onu dövüyorlar ve: "(Seni zânî seni!) Zinâ yaparsın, hırsızlık yaparsın ha!" diyorlardı. Câriye ise: "Allah bana yeter, o ne iyi vekildir!" diyordu. Çocuğun annesi: "Allahım çocuğumu bunun gibi yapma!" dedi. Çocuk yine emmeyi bıraktı, câriyeye baktı ve: "Allahım beni bunun gibi yap! dedi. İşte burada anne,evlat karşılıklı konuşmaya başladılar: (Anne dedi ki: "Boğazı tıkanasıca! Kıyafeti güzel bir adam geçti. Ben: "Allahım, oğlumu bunun gibi yap" dedim. Sen: "Allahım! Beni bunun gibi yapma!" dedin. Yanımızdan câriyeyi döverek, zinâ ve hırsızlık yaptığını söyleyerek geçenler oldu. Ben: "Allahım, oğlumu bunun gibi yapma" dedim. Sen ise: "Allahım, beni bunun gibi yap!" dedin.")
Oğlu şu cevabı verdi: "Güzel kıyafetli bir adam geçti. Sen: "Allahım, oğlumu bunun gibi yap!" dedin, ben ise: "Allahım beni bunun gibi yapma!" dedim. Yanınızdan bu câriyeyi geçirdiler. Onu hem dövüp hem de: "Zinâ ettin, hırsızlık ettin!" diyorlardı. Sen: "Allahım, oğlumu bunun gibi yapma! "dedin. Ben ise: "Allahım, beni bunun gibi yap!" dedim. (Sebebini açıklayayım): O atlı adam cebbar zâlimin biriydi. Ben de: "Allahım beni böyle yapma!" dedim. "Zinâ ettin, hırsızlık yaptın!" dedikleri şu zavallı câriye ise ne zinâ yapmıştı, ne de çalmıştı! Ben de "Alahım beni bunun gibi yap!" dedim." [230]
Konuşma yaşından önce konuşan çocukların sayısı rivâyetlerde yediye çıkmaktadır. İbn Hacer, kaynaklarını da vererek diğerlerini de tanıtır.
Biri, Firavun'un kızına berberlik yapan kadının oğludur. Firavun ateşe atacağı zaman bebek: "Anneciğim sabret, biz hak yoldayız." demiştir.
Ashâb-ı Uhdûddan bir kadın ateşe atılacağı zaman, memede olan çocuk: "Anneciğim sabret, sen hak üzeresin" demiştir.
Hz. Yahyâ'nın beşikte iken konuştuğu rivâyet edilmiştir.
Hz. İbrâhim de beşikte konuşmuştur.
Rasûlullah'ın o devirde Mübareku'l-Yemame adında bir çocuğun beşikte konuştuğu rivâyet edilmiştir. Hz. Yusuf'un şahidi ihtilaflıdır.
Aynî, hadiste üç denmiş olmasını, Rasûlullah’ın (s.a.s.) "üç" dediği zaman, diğerlerinin henüz vahyen bildirilmemiş olabileceği ihtimaliyle açıklar. Çünkü, Rasûlullah (s.a.s.) gaybı bilmezdi. Cenab-ı Hakk'ın bildirdiği kadarını bilirdi. Hz. Yusuf'a şahidlik eden çocuk, Firavun'un ateşe atmak istediği kadının çocuğu ve Yahya (a.s.) da konuşma yaşından önce konuşan çocuklar arasında zikredilirler. Kurtubî "Bu üç çocuğun beşikte iken, diğerlerinin beşikten çıkmış, biraz daha büyümüş ama henüz çocuk yaşına basmamış halde konuşmalarıyla" te'vil ederek tearuzu giderir.
d) Mağara Ashâbının Kıssası
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Sizden önce yaşayanlardan üç kişi yola çıktılar. (Akşam olunca) geceleme ihtiyacı onları bir mağaraya sığındırdı ve içine girdiler. Dağdan (kayan) bir taş yuvarlanıp, mağaranın ağzını üzerlerine kapadı. Aralarında: "Sizi bu kayadan, sâlih amellerinizi şefaatçi kılarak Allah'a yapacağınız dualar kurtarabilir!" dediler. Bunun üzerine birincisi şöyle dedi:
"Benim yaşlı, ihtiyar iki ebeveynim vardı. Ben onları çok kollar, akşam olunca onlardan önce ne ailemden ne de hayvanlarımdan hiçbirine yedirip içirmezdim. Bir gün ağaç arama işi beni uzaklara attı. Eve döndüğümde ikisi de uyumuştu. Onlar için sütlerini sağdım. Hâlâ uyumakta idiler. Onlardan önce aileme ve hayvanlarıma yiyecek vermeyi uygun bulmadım, onları uyandırmaya da kıyamadım. Geciktiğim için çocuklar ayaklarımın arasında kıvranıyorlardı. Ben ise süt kapları elimde, onların uyanmalarını bekliyordum. Derken şafak söktü: "Ey Allahım! Bunu senin rızân için yaptığımı biliyorsan, bizim yolumuzu kapayan şu taştan bizi kurtar!" Taş bir miktar açıldı. Ama çıkacakları kadar değildi.
İkinci şahıs şöyle dedi: "Ey Allahım! Benim bir amca kızım vardı. Onu herkesten çok seviyordum. Ondan kâm almak istedim. Ama bana yüz vermedi. Fakat gün geldi kıtlığa uğradı, bana başvurmak zorunda kaldı. Ona, kendisini bana teslim etmesi mukabilinde yüz yirmi dinar verdim; kabul etti. Arzuma nâil olacağım sırada: "Allah'ın mührünü, gayr-ı meşrû olarak bozman sana haramdır!" dedi. Ben de ona temasta bulunmaktan kaçındım ve insanlar arasında en çok sevdiğim kimse olduğu halde onu bıraktım, verdiğim altınları da terkettim. Ey Allahım, eğer bunları senin rızâ-yı şerifin için yapmışsam, bizi bu sıkıntıdan kurtar." Kaya biraz daha açıldı. Ancak onlar çıkabilecek kadar açılmadı.
Üçüncü şahıs dedi ki: "Ey Allahım, ben işçiler çalıştırıyordum. Ücretlerini de derhal veriyordum. Ancak bir tanesi (bir farak -yaklaşık 7 kg. civarında- pirinçten ibaret olan) ücretini almadan gitti. Ben de onun parasını onun adına işletip kâr ettirdim. Öyle ki çok malı oldu. Derken (yıllar sonra) çıkageldi ve: "Ey Abdullah! Bana olan borcunu öde!" dedi. Ben de: "Bütün şu gördüğün sığır, davar, deve, köleler senindir. Git bunları al götür!" dedim. Adam: "Ey Abdullah, benimle alay etme!" dedi. Ben tekrar: "Ben kesinlikle seninle alay etmiyorum. Git hepsini al götür!" diye tekrar ettim. Adam hepsini aldı götürdü. "Ey Allahım, eğer bunu senin rızân için yaptıysam, bize şu halden kurtuluş nasip et!" dedi. Kaya açıldı, çıkıp yollarına devam ettiler." [231]
e) Kifl Kıssası
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Sizden önce yaşayanlar arasında Kifl adında biri vardı. Bildiğinden hiç şaşmazdı. İhtiyaç içinde olduğunu bildiği bir kadına gelerek, altmış dinar verdi. Kadından kâm almak üzere teşebbüse geçince kadın, titredi ve ağladı. "Niye ağlıyorsun?" diye sorunca, kadın: "Bu benim hiç yapmadığım (haram) bir amel. Bu günaha beni râzı eden de fakrımdır!" dedi. Adam da: "Yani sen şimdi Allah korkusuyla mı ağlıyorsun? Öyleyse, Allah'tan korkmaya ben senden daha lâyığım! Haydi git, verdiğim para da senin olsun. Vallahi ben bundan böyle Allah'a hiç âsi olmayacağım!" dedi. Adam o gece öldü. Sabah, kapısında şu yazılı idi: "Allah Kifl'i mağfiret etti!" Halk bu duruma şaşırdı kaldı. Allah o devrin peygamberine Kifl'in durumunu vahyen bildirinceye kadar şaşkınlık devam etti." [232]
f) Âd Kavmini Helâk Eden Rüzgârın Kıssası
Ebû Vail, Rebîa kabilesinden el-Haris İbn Yezid el-Bekrî adında bir adamdan naklen anlatıyor:
"Medine'ye gelmiştim, Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanına gittim. Mescid, cemaatle dolu idi. Orada dalgalanan siyah bayraklar vardı. Hz. Bilal (r.a.) kılıcını kuşanmış, Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanında duruyordu. Ben: "Bu insanların derdi ne, (ne oluyor)?" diye sordum." Rasûlullah (s.a.s.) Amr İbn u'l-As'ı, Rebîa'ya doğru göndermek istiyor, (onun hazırlığı var)!" dediler. Ben: "Âd elçisi gibi olmaktan Allah'a sığınırım" dedim. Rasûlullah (s.a.s.): "Âd elçisi de nedir?" buyurdular. Ben:
"Bunu çok iyi bilen kimseye düştünüz. Âd (kavmi) kıtlığa uğrayınca Kayl'ı kendileri için su aramaya gönderdi. Kayl da, Bekr İbn Muaviye'ye uğradı. O, buna şarap içirdi ve Mekke'de o sıralarda seslerinin ve tegannisinin güzelliğiyle meşhur Cerade isminde iki câriye de şarkılar söyledi. [Bu suretle bir ay kadar kaldıktan sonra], Mühre (İbn Haydân kabilesinin) dağına müteveccihen oradan ayrıldı. Dedi ki:
"Ey Allahım! Ben sana ne tedavi edeceğim bir hasta, ne de fidyesini ödeyeceğim bir esir için gelmedim. Sen kulunu, sulayıcı olduğun müddetçe sula. Onunla birlikte Bekr İbn Muaviye'yi de sula. -Böylece kendisine içirdiği şarap için ona teşekür eder.- Bunun üzerine onun için üç parça bulut yükseltildi. Biri kızıl, biri beyaz, biri de siyah. Ona: "Bunlardan birini seç!" denildi. O, bunlardan siyah olanını seçti. Ona: "Âd kavminden tek kişiyi bırakmayıp helâk edecek bu bulutu toz duman olarak al!" denildi."
Bunu söyleyince (s.a.s.): "(Onlara) sadece şu -yüzük halkası- miktarında rüzgâr gönderildi" buyurdular ve arkasından şu mealdeki âyet-i kerimeyi tilâvet ettiler: "Âd (kavminin helâk edilmesinde) de (ibret vardır). Hani onların üzerine o kısır rüzgârı göndermiştik. Öyle bir rüzgâr ki, her uğradığı şeyi (yerinde) bırakmıyor, mutlaka onu kül gibi savuruyordu" [233]
g) Kel, Ala Tenli ve Âmânın Kıssası
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Benî İsrail'den üç kişi vardı: Biri alatenli, biri kel, biri de âmâ. Allah bunları imtihan etmek istedi. Bu maksadla onlara (insan suretinde) bir melek gönderdi. Melek önce alatenliye geldi. Ve: "En çok neyi seversin?" dedi. Adam: "Güzel bir renk, güzel bir cild, insanları benden tiksindiren halin gitmesini!" dedi. Melek onu meshetti. Derken çirkinliği gitti, güzel bir renk, güzel bir cild sahibi oldu. Melek ona tekrar sordu: "Hangi mala kavuşmayı seversin?" "Deveye!" dedi, adam. Anında ona on aylık hâmile bir deve verildi. Melek: "Allah bunları sana mübârek kılsın!" deyip (kayboldu) ve kelin yanına geldi.
"En ziyade istediğin şey nedir?" dedi. Adam: "Güzel bir saç ve halkı ikrah ettiren şu halin benden gitmesi" dedi. Melek, keli elleriyle meshetti, adamın keli gitti. Kendisine güzel bir saç verildi. Melek tekrar: "En çok hangi malı seversin?" diye sordu. Adam: "Sığırı!" dedi. Hemen kendisine hamile bir inek verildi. Melek: "Allah bu sığırı sana mübarek kılsın!" diye dua etti ve âmânın yanına gitti.
Ona da: "En çok neyi seversin?" diye sordu. Adam: "Allah'ın bana gözümü vermesini ve insanları görmeyi!" dedi. Melek onu meshetti ve Allah da gözlerini anında iade etti. Melek ona da: "En çok hangi malı seversin?" diye sordu. Adam: "Koyun!" dedi. Derhal doğurgan bir koyun verildi."
Derken sığır ve deve yavruladılar, koyun da kuzuladı. Çok geçmeden birinin bir vadi dolusu develeri, diğerinin bir vadi dolusu sığırları, öbürünün de bir vadi dolusu koyunları oldu. Sonra melek, alatenliye, onun eski hali ve heyetine bürünmüş olarak geldi ve: "Ben fakir bir kimseyim, yola devam imkânlarım kesildi. Şu anda Allah ve senden başka bana yardım edecek kimse yok! Sana şu güzel rengi, şu güzel cildi ve şu malı veren Allah aşkına bana bir deve vermeni talep ediyorum! Ta ki onunla yoluma devam edebileyim!" dedi. Adam:
"(Olmaz öyle şey, onda nicelerinin) hakları var!" dedi ve yardım talebini reddetti. Melek de: "Sanki seni tanıyor gibiyim! Sen alatenli, herkesin ikrah ettiği, fakir birisi değil miydin? Allah sana (sıhhat ve mal) verdi" dedi. Ama adam: "(Çok konuştun!) Ben bu malı büyüklerimden tevarüs ettim!" diyerek onu tersledi. Melek de: "Eğer yalancı isen Allah seni eski haline çevirsin!" dedi ve onu bırakarak kel'in yanına geldi. Buna da onun eski halinde kel birisi olarak göründü. Ona da öbürüne söylediklerini söyleyerek yardım talep etti. Bu da önceki gibi talebi reddetti. Melek buna da:"Eğer yalancıysan Allah seni eski haline çevirsin!" deyip, âmâya uğradı.
Buna da onun eski hali heyeti üzere (yani bir âmâ olarak) göründü. Buna da: "Ben fakir bir adamım, yolcuyum, yola devam etme imkânı kalmadı. Bugün, evvel Allah sonra senden başka bana yardım edecek yok! Sana gözünü iade eden Allah aşkına senden bir koyun istiyorum; ta ki yolculuğuma devam edebileyim!" dedi. Âmâ cevaben: "Ben de âmâ idim. Allah gözümü iade etti, fakirdim (mal verip) zengin etti. İstediğini al, istediğini bırak! Vallahi, bugün Allah adına her ne alırsan, sana zorluk çıkarmayacağım!" dedi. Melek de: "Malın hep senin olsun! Sizler imtihan olundunuz. Senden memnun kalındı ama diğer iki arkadaşına gadap edildi" dedi (ve gözden kayboldu)." [234]
h) Bin Dinar Borç Alanın Kıssası
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) Benî İsrail'den bin dinar borç para isteyen bir kimseden bahsetti. Benî İsrail'den borç talep ettiği kimse: "Bana şahidlerini getir, onların huzurunda vereyim, şahid olsunlar!" dedi. İsteyen ise: "Şahid olarak Allah yeter!" dedi. Öbürü: "Öyleyse buna kefil getir" dedi. Berikisi "Kefil olarak Allah yeter" dedi. Öbürü:
"Doğru söyledin!" dedi ve belli bir vâde ile parayı ona verdi. Adam deniz yolculuğuna çıktı ve ihtiyacını gördü. Sonra borcunu vâdesi içinde ödemek maksadıyla geri dönmek üzere bir gemi aradı, ama bulamadı. Bunun üzerine bir odun parçası alıp içini oydu. Bin dinarı sahibine hitabeden bir mektupla birlikte oyuğa yerleştirdi. Sonra oyuğun ağzını kapayıp düzledi. Sonra da denize getirip: "Ey Allahım, biliyorsun ki, ben falandan bin dinar borç almıştım. Benden şahid istediğinde ben: "Şahid olarak Allah yeter!" demiştim. O da şahid olarak sana râzı oldu. Benden kefil isteyince de: "Kefil olarak Allah yeter!" demiştim. O da kefil olarak sana râzı olmuştu. Ben ise şimdi, bir gemi bulmak için gayret ettim, ama bulamadım. Şimdi onu sana emanet ediyorum!" dedi ve odun parçasını denize attı ve odun denize gömüldü.
Sonra oradan ayrılıp, kendini memleketine götürecek bir gemi aramaya başladı. Borç veren kimse de, parasını getirecek gemiyi beklemeye başladı. Gemi yoktu, ama içinde parası bulunan odun parçasını buldu. Onu ailesine odun yapmak üzere aldı. (Testere ile) parçalayınca parayı ve mektubu buldu. Bir müddet sonra borç alan kimse geldi. Bin dinarla adama uğradı ve: "Malını getirmek için aralıksız gemi aradım. Ancak beni getirenden daha önce gelen bir gemi bulamadım" dedi. Alacaklı: "Sen bana bir şeyler göndermiş miydin?" diye sordu. Öbürü: "Ben sana, daha önce bir gemi bulamadığımı söyledim" dedi. Alacaklı: "Allah Teâlâ, senin odun parçası içerisinde gönderdiğin parayı sana bedel ödedi. Bin dinarına kavuşmuş olarak dön" dedi." [235]
i) Hadislerdeki Bazı Müteferrik Kıssalar
Hz. Selman (r.a.) dedi ki: "Hz. İsa ile Hz. Muhammed aleyhimessalatu vesselam arasındaki fetret altı yüz senedir." [236]
Açıklama: Hadiste geçen fetretten murad, Allah tarafından bir peygamberin gönderilmediği müddettir. Selman'ın verdiği bu rakam hususunda bazı ihtilaflar var: Katâde'ye göre bu müddet 560 senedir. Kelbî'den, 540 olduğu rivâyet edilmiştir. 400 sene diyen de olmuştur. [237]
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki:
"Tübba' mel'un mudur bilemiyorum. Keza Üzeyr, peygamber midir onu da bilemiyorum." [238]
Açıklama:
Tübba' Himyerli bir kraldır, büyük orduları olmuştur. Tübba' denilmesi tebaiyetinin çokluğundandır. Kur'an-ı Kerim'de iki yerde ondan bahsedilir. Duhan 37 ve Kaf 14. âyetler... Rasûlullah, Tübba' hakkında, vahye mazhar olmazdan önce böyle söylemiştir. Ancak, daha sonra "Tübba'a sövmeyin, çünkü o Müslüman olmuştur" diyecektir. Rasûlullah'tan gelen bazı hadislerde, "Tübba' mel’un mu; Zülkarneyn peygamber mi; hudud cezası, sahibini günahtan temizler mi bilemediğini" ifade etmiştir. Ancak bazı rivâyetlerde, Cenab-ı Hakk'ın, peygamberine "hududun kefaret olduğunu, Tübba'ın Müslüman olduğunu" bildirdiği belirtilmiştir. [239]
Kıssacılık ve Kıssacılar
Kıssacılık Ne Zaman Başladı? Halkın terbiyesine katkıda bulunarak dinî duygularını geliştirmek maksadıyla geçmiş milletlerin Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen hikâyelerini anlatıp şerheden vâizlere kas (kaas) veya kassâs (çoğulu kussâs) denmektedir.
Rasûl-i Ekrem’in “Ancak emîr, memur veya hilekâr olanlar kıssa anlatabilir.”[240] hadisi, her önüne gelenin kıssacılık yapamayacağını ve bu işin son derece mes’ûliyetli olduğunu ifâde etmektedir. Hz. Peygamber’in kıssa söyleyip söylemediği Enes bin Mâlik’e sorulmuş, o da “Hz. Peygamber kıssa anlatmazdı” diye cevap vermiştir.[241] Abdullah bin Ömer’in “Kıssacılık ne Hz. Peygamber zamanında, ne de Ebû Bekir ve Ömer devirlerinde vardı”[242] demesi de, İslâm’ın ilk devirlerinde kıssacılığın henüz başlamadığını göstermektedir. Yalnız, Hz. Ömer devrinde (h. 13-23/m. 634-643) kıssacılık kapısının zorlanmaya başladığına dâir rivâyetler bulunmaktadır. Ashabdan Temîm ed-Dârî’nin bu mevzûdaki çeşitli müracaatlarını Hz. Ömer reddetmiş ve hatta bir defasında elini boğazına götürüp kesiyormuş gibi yaparak kıssacılığın çok tehlikeli bir meslek olduğunu anlatmak istemiştir.[243] Yine Hz. Ömer, aynı maksatla kendine müracaat eden Hâris bin Muâviye’ye “kıssacının zamanla gurura kapılarak kendini halktan üstün görmeye başlayabileceğini” söyler.[244] Müracaatları ile Hz. Ömer’i bîzâr eden Temîm ed-Dârî’nin sadece cuma günleri “Kur’an okuyarak halka hayrı emredip şerden nehyetmek şartıyla” izin koparabildiği rivâyet edilmektedir.
Diğer taraftan Hasan el-Basrî, kıssacılığın bid’at olduğunu söylerken, İbn Sîrîn de bu bid’atı Hâricîlerin ihdâs ettiğini ifâde etmektedir. Ayrıca fitnenin zuhurundan sonra kıssacığılı Muâviye’nin ihdâs ettiği de söylenmektedir.
Kıssacığın başlangıcı hakkındaki bu değişik rivâyetler, aynı zamanda bu mesleğe ashâb ve tâbiîn büyüklerinin itibar etmediklerini ve bu hususta onların çok titiz davrandıklarını da belirtmektedir. Medinelilerin kıssacısı olarak bilinen İbn Ebi’s-Sâib’e (II/VII. asır) halkı Kur’ân-ı Kerim’den usandırmamak için yalnız cuma günleri ve mahdut sayıda kıssa anlatmasını tavsiye eden Hz. Âişe’nin endişesi meydandadır. [245]
Bu rivâyetler bize göstermektedir ki, kıssacılık İslâm âlimlerince hüsn-i kabul görmemekle beraber, ilk asırlarda kıssacıların işlediği mevzûlar muayyen idi. Daha sonraları bu belli ölçüler aşılarak, kıssacılık mesleğine küçüklük ve çirkinlik kazandıracak olan ölçüsüz hikâyecilik yoluna girilmiştir.
Kıssacıların Belli Başlı Özellikleri: Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker vazifesini îfâ etmek ve İslâm büyüklerinin müsaadeleriyle İslâmî esaslar dâhilinde halka nasihat eden iyi niyetli kıssacılar istisnâ bırakılarak, dinî bakımdan herhangi bir endişe duymaksızın kıssacılığı istismar eden pervâsız hikâyecilerin durumları bizi ilgilendirmektedir. Genellikle kıssacılar, İslâmî ilimlerden, özellikle hadis ve rivâyet inceliklerinden haberi olmayan câhil kimselerdir. Zaten bu durumları sebebiyledir ki, hadis âlimleri tarafından daha ilk anda yakalanmış ve teşhir edilmişlerdir. İslâm ruhuna vâkıf olamayışları yüzünden de Kur’ân-ı Kerim’e ters haberler rivâyet etmişlerdir. Suyûtî’nin karşılaştığı böyle bir vâizin (kıssacının) sözleri, onların ilmî hüviyetlerini göstermesi bakımından enteresandır. Suyûtî diyor ki: “Kur’ân-ı Kerim’e tamamen muhâlif haber-i vâhidler rivâyet ederek vaaz eden bir şahsa nasihat yollu dedim ki; ‘kardeşim, en iyisi bunları ne sen söyle, ne de biz kabul edelim.’ Bana kızarak: ‘o zaman râvîleri tekzib etmiş olmaz mıyız?’ diye çıkıştı. Ben de şöyle dedim: ‘Ey miskîn, dedim; bunları kabul ettiğimiz zaman Kur’ân-ı Kerîm’i, reddettiğimizde ise râvîleri tekzîb etmiş oluruz; hangisi daha doğrudur? Sonra bunların doğru rivâyet edildiğini nereden biliyorsun?!...” [246]
Kıssacıların en belirli özellikleri mübâlağacı oluşlarıdır. Onların en sâdık müşterileri, zihnî ve fikrî durumlarını çok iyi bildikleri avâm tabakasıdır. Kıssacılar, normal bir aklın kabul edemeyeceği ölçüsüz masallar icat ederek bu müşterilerini memnun etme yolunu tutmuşlardır. Cennetin veya cehennemin tavsîfine girişince, Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde hiç temas edilmeyen konular uydurarak aşırı mübâlağa örnekleri vermişlerdir. Meselâ kıssacıların pek mübâlağalı uydurmalarından biri olan Hz. Âdem (a.s.) hakkındaki şu masal ne kadar gülünçtür: “Onun başı buluta (veya semâya) değiyordu. Bu sürtünme sebebiyle saçları dökülmüştü. Hz. Âdem, yeryüzüne indiği zaman, cennetten uzaklaştırılmasına o kadar ağladı ki, gözyaşları denize ulaştı ve bu gözyaşlarında gemiler yüzdü.” [247]
Mükâfat olarak dağıttıkları şeyleri de “sanki daha azını veya çoğunu vermek câiz değilmiş gibi” ekseriyâ yetmişer bin adet olarak tevzî etmişlerdir. Örnek verecek olursak; Mevzûât kitaplarında şu kabil uydurmalara pek sık rastlanır: “Allah Teâlâ sevdiği kimseye beyaz inciden yapılmış bir köşk ihsân eder; o köşkte yetmiş bin maksûre (saray) vardır; her maksûrede yetmiş bin kubbe vardır, her kubbede bin yatak vardır; her yatakta…”[248] Mükâfat olarak verilecek nimetlerin miktarı arttıkça, netice itibarıyla halkın hayreti de artıyor, hikâyecinin yanında daha çok kalıyor ve bunlara bağlı olarak kıssacıya verilecek bahşişlerin miktarı da çoğalıyordu.
Kıssacılar, aynı zamanda -ashâb devrindeki kıssacıların tersine- “Allah rızâsını hesaba katmayarak” ellerine geçecek birkaç kuruş veya ziftlenecekleri âdî dünyalık uğruna İslâm’ın temellerini dinamitlemekten çekinmeyecek kadar menfaatperest insanlardır. Akıl almaz masallarıyla kıssacılar, “esas gâyesi halkı memnun etmek, onların ceplerinden para sızdırmak olan efsâne üreticisi durumuna düştüler. Bu hedeflerine varmak için de onlar, alelâde halka yönelik hikâyelerin binlercesini uydurup Hz. Peygamber’e (s.a.s.) atfettiler ve onları dinleyicilerine anlattılar. Ahmed bin Hanbel ile Yahyâ bin Maîn’in karşılaştıkları kıssacının davranışı, onların menfaatçi yönleriyle birlikte ne derece utanmaz olduklarını göstermesi bakımından önemlidir. Bu iki meşhur hadisçi Bağdat’ta Rusâfe Mescidinde namaz kılarken bir kıssacı: “Haddesenâ Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Maîn… şeklindeki bir isnâdla şu uydurma hadisi anlatmaya başlar: “Kim ‘lâ ilâhe illâllah’ derse, Allah Teâlâ bu sözün her kelimesinden, gagası altın, tüyleri mercan olan bir kuş yaratır…” Kıssacı bu hikâyeyi hayalinin genişliği oranında süsleyerek yazıyla kırk sayfa tutacak kadar uzatır. Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Maîn, hayretler içinde kalarak adlarının karıştığı böyle bir hadisi rivâyet etmediklerini birbirine söylemek lüzumunu duyarlar. Şaşkınlıkları geçtikten sonra, Yahyâ bin Maîn dinleyicilerin verdiği bahşişleri toplamakta olan kıssacıyı yanlarına çağırır. Yeni bir dünyalık ümidiyle onların yanına gelen sözde vâize Yahyâ bin Maîn, “Bunu sana kim rivâyet etti?” diye sorar. O da Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Maîn rivâyet etti” der. Yahyâ sözüne devamla, “Yahyâ bin Maîn benim, Ahmed bin Hanbel de bu yanımdaki kişidir; şâyet mutlaka yalan söylemen icap ediyorsa, buna bizim adımızı karıştırma” diye azarlayınca, kıssacı şu cevabı verir: “Çoktan beri Yahyâ bin Maîn’in ahmağın biri olduğunu işitirdim. Bunun doğru olduğunu şimdi anladım. Yâhu dünyada sizden başka Yahyâ bin Maîn ve Ahmed bin Hanbel yok mu? Ben adları Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Maîn olan on yedi kişiden hadis yazmışımdır!” Ahmed bin Hanbel koluyla yüzünü kapayarak, “bırak şunu gitsin!” demiş, kıssacı da onlarla alay eder bir tavırla oradan uzaklaşmıştır. [249]
Sahtekârlık ve riyâkârlık onların en belirli özelliklerindendir. Kıssacılığı çarşı-pazara kadar götüren dilenci hikâyeciler, uydurmalarına sahih hadis süsü verebilmek için birkaç tane de sağlam isnad ezberlemek ihtiyacını duymuşlar ve hilelerini bu sûretle gizlemek istemişlerdir.
İbnü’l-Cevzî, onların tipik hokkabazlıklarını şöyle anlatır: “Bunlar arasında, suratlarını her çeşit boyaya batıranlar ve bu sûretle kendilerini soluk benizli zâhidlermiş gibi gösterecek olan sarımsı bir ten kazananlar bulunmakta; diğerleri, istendiği an gözyaşı dökebilmek için tuzlar kullanmaktadır. Diğer bazıları kendilerini -zâten teâmüle aykırı olarak allı pullu kumaşlarla süslettikleri- kürsünün tepesinden aşağı atacak derecede gösteride ileri gitmekte yahut da, dinleyicilerin alışık olduğu tarz dışında olarak, riyâkâr fıkralarını kuvvetli jestlerle nakletmekte, kürsüyü yumruklamakta, basamakları koşar adım inip çıkmakta, ayaklarından istimdâda başvurmaktadırlar… [250]
Kıssacıların Halk ve Âlimler Karşısındaki Durumları: Halk tabakasının iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayıramayacak bir kapasitede bulunması, halk hikâyecisi denebilecek olan kıssacıların işine çok yarıyordu. Diğer bir deyişle kıssacıların mantık ölçülerini bir yana atarak alabildiğine saçma hikâyeler uydurmaları, halkın cehâleti sebebiyle mümkün olmuştur. Zira halk, “aklın kabul etmediği tuhaf hikâyeler anlatan veya kalbi rikkate getirip gözyaşları döktürebilen vâizleri dinlemekten hoşlanır.” [251]
Bu saf ve câhil halk, muhakkak ki, kıssacıların her sözünü sonsuz bir itimatla kabule hazır bir derecede onlara bağlı idi. Şâir Külsüm bin Amr el-Attâbî (ö. 220/835), bir gün mescidde kendini dinlemek üzere etrafına toplanan cemaate şu sözleri hadis diye söylüyordu: “Dilini burnunun ucuna dokundurabilen kimse, cehenneme girmeyeceğinden emin olabilir.” Kıssacının istemesi üzerine hazır olan bütün cemaat cennetlik olup olmadıklarını denemeye girişmişlerdir.
Her devirde görüldüğü üzere “eğlenceli hikâye ve masalları sert hakikatlerden, kuru kanunlardan ve sahih hadislerden daha çok tasvip eden” halk, ciddî ve vakur âlimlere iltifat etmeyerek, kıssacıların etrafında toplanagelmiştir. Bunun sebebi, sadece kıssacıların çeşitli hilelerle kendilerini bir âlim olarak kabul ettirmeye çalışmaları değil; aynı zamanda halkın da zihnî yapıları itibarıyla onlardan hoşlanmalarıdır. Halkın kıssacılar tarafından söylenen her sözü, en ufak bir zihnî muhâkemeye tâbi tutmaksızın kabule âmâde olduklarını ifâde ettiği kadar, kıssacıların da din bakımdan hiçbir mülâhazaları olmadığını gösteren şu hal ne kadar düşündürücüdür: Mescid-i Hüseynî’de kendisini halkın çepeçevre kuşattığı bir vâiz, içinde bir duâ yazılı olan küçük bir kâğıdı etrafındakilere göstererek: “Bunda Mûsâ’nın (a.s.) duâsı vardır; bunu her kim okursa veya yanında taşırsa, üzerinden farz namazlar sâkıt olur!” diye bağırmaktaydı. Ne tuhaftır ki, onun bu pâyânsız cüreti üzerine bir an bile tefekkür etmeyen ve mahşeri andıran kalabalıklarıyla sadece “sarık, fes, kavuk ve başörtülerinin görünebildiği” bu topluluk, ellerinde hazırladıkları paralarla, kendilerini namaz külfetinden kurtaracak olan bu sihirli duâyı bir an önce alabilmeyi düşünüyordu. [252]
İmam Ebû Hanife, bir mesele hakkında fetvâ almak isteyen annesinin müşkülünü halletmek ister; fakat annesi oğlunun verdiği cevapla tatmin olmayarak, zamanın meşhur kıssacısı Zür’a’ya danışmak istediğini söyler ve birlikte ona giderler. Ebû Hanife, Zür’a’ya annesini takdim ederek, bir mesele hakkında fetvâ almak istediğini söyler. Kıssacı tevâzu göstererek Ebû Hanife’nin kendinden daha âlim ve fakîh olduğunu ve binâenaleyh meseleyi onun halletmesi gerektiğini söyler. İmamın fetvâsını kıssacının tasdik etmesinden sonradır ki, annesi memnun ve mutmain olabilmiştir. [253]
Kıssacıların dinî bakımdan bir tehlike teşkil etmeye başlamaları üzerine İslâm âlimlerinin onlara karşı daha menfî tavırlar takındıkları görülmektedir. Abdullah bin Ömer, kıssacıların sesinden rahatsız olduğunu söyleyerek, onların bulunduğu mescidde daha fazla kalmazdı. Bir defasında yakınında oturan bir kıssacıyı, oradan emniyet memuru yardımıyla uzaklaştırmıştı. Abdullah bin Abbâs, zamanın kıssacılarından Nevf bin Fadâle el-Bikâlî’yi “yalan söylüyor Allah düşmanı!” diyerek tezyif etmişti.[254] Ebû Abdurrahman es-Sülemî (ö. 74/693), talebelerinin kıssacılarla bir yerde bulunmalarına izin vermemişti.[255] Mâlik bin Enes, kıssacıların Medine câmisinde icrâ-yı faâliyette bulunmalarına müsaade etmemişti.
Şarlatan kıssacıların sahte tavırlarına aldanarak onları büyük âlim diye kabul eden halk tabakası, İslâm âlimleri ile kıssacılar arasında cereyan eden çetin mücâdelelerde -ne gariptir ki- kıssacıların taraflarını tutmuşlardır. Her devirde bunun birçok misalini görmek mümkündür. Bütün bu üzücü davranışlara rağmen İslâm ulemâsının kıssacılarla olan mücâdelelerini gevşetmedikleri anlaşılmaktadır. Ne var ki, hikâyecilerinin üzerine toz kondurmak istemeyen halkın tutumu, âlimleri zaman zaman müşkül durumlarda bırakmıştır. Hatta Suyûtî bile, kıssacıların aleyhinde konuşuyor diye avam tabakası tarafından ölümle tehdit edilmiştir.
Halkın bu şuursuz tarafgirliğini göz önünde bulunduran âlimler, kıssacılarla yaptıkları mücâdelede zaman ve zemine göre çeşitli taktikler kullanmışlardır. Edebiyatçı Ebû’l-Kasım, bazı arkadaşlarıyla birlikte hacca gider. Medine’ye vardıklarında hacıların, uydurma hadis rivâyet eden bir âmânın etrafında toplandıklarını görürler. Ebû’l-Kasım, bu hale bir son vermek ister; fakat aynı zamanda halkın âmânın tarafını tutarak kendilerine hücum etmelerinden de çekinir. Aklına güzel bir çare gelir; derhal yere oturarak Kur’ân-ı Kerim okumaya başlar. Halk onun güzel sesiyle Kur’an okuduğunu duyunca, âmâyı terk ederek bu defa da Ebû’l-Kasım’ın etrafında toplanır.
Bütün bu vakalar, halkın din konusundaki büyük cehâleti yüzünden, gerçek İslâm âlimlerini sahtesinden ayıramadıklarını, kim daha fazla bağırıp eğlendirici hikâyeler anlatırsa ona daha çok itibar ettiklerini göstermektedir. Bunun yanında, İslâm âlimlerinin gerek doğrudan doğruya hadis uyduran kimselerle, gerek imal edilen bu sözlerin piyasaya arzında büyük gayretler sarfeden kıssacılarla pek çetin mücâdele yaptıkları da anlaşılmaktadır. [256]
Kıssa Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Kıssa Kelimesinin Çoğulu Kasas ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 26 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 62; 4/Nisâ, 164, 164; 6/En’âm, 57, 130; 7/A’râf, 7, 35, 101, 176, 176; 11/Hûd, 100, 120; 12/Yûsuf, 3, 3, 5, 111; 16/Nahl, 118; 18/Kehf, 13, 64; 20/Tâhâ, 99; 27/Neml, 76; 28/Kasas, 11, 25, 25; 40/Mü’min, 78, 78.
B- Haber, Vâkıa, Hâdise Anlamındaki Nebe’ ve cemi Enbâ’ Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 29 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 44; 5/Mâide, 27; 6/En’âm, 5, 34, 67; 7/A’râf, 101, 175; 9/Tevbe, 70; 10/Yûnus, 71; 11/Hûd, 49, 100, 120; 12/Yûsuf, 102; 14/İbrâhim, 9; 18/Kehf, 13; 20/Tâhâ, 99; 26/Şuarâ, 6, 69; 27/Neml, 22; 28/Kasas, 3, 66; 33/Ahzâb, 20; 38/Sâd, 21, 67, 88; 49/Hucurât, 6; 54/Kamer, 4; 64/Teğâbün, 5; 78/Nebe’, 2.
C- Herhangi Bir Vâkıanın Anlatılıp Bildirilmesi Anlamındaki Hubr, Haber ve Çoğulu Ahbâr Kelimelerinin Kullanıldığı Âyet-i Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 9/Tevbe, 94; 18/Kehf, 68, 91; 27/Neml, 7; 28/Kasas, 29; 47/Muhammed, 31; 99/Zelzele, 4. (Haber Kelimesinin Fâil İsmi Olan ve Bütün İşlerin İçyüzünü Bilen, Her Şeyden Haberdar Olan Mânâsındaki Allah’ın İsimlerinden Olan Habîr Kelimesi ise Toplam 45 Yerde Kullanılır.)
D- Kıssa ve Haberle İlgili Konular:
a- Kur’an, Büyük Bir Haberdir: 38/Sâd, 67-68, 88
b- Her Haberin Gerçekleşeceği Bir Zaman Vardır: 6/En’âm, 67.
c- O Gün Yer, Haberlerini Söyler: 99/4-5
d- Geçmişlerin Haberleri: 20/Tâhâ, 99.
e- Gayb Haberleri: 3/Âl-i İmrân, 44; 11/Hûd, 49.
f- Peygamber Haberleri: 11/Hûd, 120.
g- Kıssaları/Hikâyeleri Anlatılan ve Anlatılmayan Peygamberler: 4/Nisâ, 164; 6/En’âm, 83-87, 89; 21/Enbiyâ, 48-91; 40/Mü’min, 78.
[1] 12/Yûsuf, 3
[2] 18/Kehf, 64
[3] 28/Kasas, 11
[4] 3/Âl-i İmrân, 62
[5] 20/Tâhâ, 99
[6] 18/Kehf, 13
[7] 68/Kalem, 15
[8] 3/Âl-i-İmrân, 138
[9] 16/Nahl, 125
[10] Mehmed Sofuoğlu, Tefsire Giriş, s. 97
[11] 11/Hûd, 120
[12] 20/Tâhâ, 99
[13] Halit Ünal, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 363-364
[14] İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, 3/102
[15] Halis Albayrak, Tefsir Usulü, 47
[16] 11/Hûd, 120
[17] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 171-172; Ali Turgut, Tefsir Usulü ve Kaynakları, s. 176-177
[18] 4/Nisâ, 87
[19] 12/Yusuf, 3
[20] 12/Yusuf, 111
[21] bk. 2/Bakara, 259
[22] 11/Hûd, 120
[23] 35/Fâtır, 43
[24] 71/Nûh, 8-9
[25] 11/Hûd, 29
[26] 23/Mü’minûn, 25
[27] 26/Şuarâ, 118
[28] 21/Enbiyâ, 87
[29] 37/Sâffât, 148
[30] Cengiz Duman, Tebliğ Sürecinde Kur’an Kıssaları, Haksöz, sayı 30, Eylül 1993, s. 28-29
[31] 54/Kamer, 4
[32] 11/Hûd, 101
[33] 54/Kamer, 34-35
[34] 35/Fâtır, 25-26
[35] 21/Enbiyâ, 88
[36] 30/Rûm, 47
[37] 47/Muhammed, 10
[38] 11/Hûd, 49
[39] 14/İbrâhim, 9
[40] 48/Fetih, 22-23
[41] 13/Ra’d, 11
[42] 2/Bakara, 249
[43] 2/Bakara, 251
[44] 28/Kasas, 5
[45] 14/İbrâhim, 13
[46] 7/A’râf, 5
[47] 17/İsrâ, 16
[48] 29/Ankebût, 28-29
[49] 6/En’âm, 44
[50] 16/Nahl, 112
[51] 2/Bakara, 85
[52] 24/Nûr, 63
[53] 11/Hûd, 116
[54] 11/Hûd, 84-86
[55] Bk. 7/A’râf, 65-93
[56] 7/A’râf, 94-95
[57] 10/Yûnus, 44; 8/Enfâl, 51; 13/Ra’d, 31; 30/Rûm, 41; 42/Şûrâ, 30; 37/Saffât, 39; 91/Şems, 14; 7/A’râf, 147; 6/En’âm, 70; 56/Vâkıa, 24; 91/Şems, 9-10
[58] 13/Ra’d, 7; 35/Fâtır, 24; 16/Nahl, 36; 15/Hicr, 10; 28/Kasas, 47; 20/Tâhâ, 134; 4/Nisâ, 165, 5/Mâide, 19; 16/Nahl, 35-36
[59] 26/Şuarâ, 208-209; 6/En’âm, 130-131; 17/İsrâ, 15; 20/Tâhâ, 133-134
[60] 38/Sâd, 14, 16; 50/Kaf, 12-14; 26/Şuarâ, 5, 136; 36/Yâsin, 30, 48; 6/En’âm, 33; 7/A’râf, 77...
[61] 7/A’râf, 38; 38/Sâd, 61; 33/Ahzâb, 30-32; 40/Mü’min, 46-47; 34/Sebe’, 31-33; 28/Kasas, 63; 7/A’râf, 86, 90; 10/Yûnus, 83; 9/Tevbe, 34; 11/Hûd, 116
[62] 34/Sebe’, 45; 40/Mü’min, 21, 82; 30/Rûm, 9; 41/Fussılet, 15-16; 19/Meryem, 73-74; 8/Enfâl, 19; 2/Bakara, 249; 28/Kasas, 76-82; 68/Kâlem, 17-33
[63] 6/En’âm, 6; 7/A’râf, 94-95; 10/Yûnus, 13-14; 17/İsrâ, 16; 18/Kehf, 59; 19/Meryem, 73-75; 22/Hacc, 45
[64] 7/A’râf, 182-183; 13/Ra’d, 32; 22/Hacc, 44, 48; 23/Mü’minûn, 54-56; 3/Âl-i İmrân, 178
[65] 32/Secde, 21; 7/A’râf, 130; 6/En’âm, 42; 43/Zuhruf, 48; 32/Secde, 21; 30/Rûm, 41; 6/En’âm, 42-44; 7/A’râf, 94-95
[66] 5/Mâide, 65-66; 4/Nisâ, 110; 16/Nahl, 119; 6/En’âm, 43, 48; 27/Neml, 11, 46; 10/Yûnus, 98; 37/Saffât, 148
[67] 10/Yûnus, 90-91; 4/Nisâ, 18; 40/Mü’min, 84-85
[68] 26/Şuarâ, 69-74; 11/Hûd, 109; 37/Saffât, 69-70; 2/Bakara, 170; 5/Mâide, 104; 23/Mü’min, 24; 11/Hûd, 62, 87; 7/A’râf, 70
[69] Geniş bilgi için Bk. Ejder Okumuş, Kur’an’da Toplumsal Çöküş, İnsan Y.
[70] Bk. 7/A’râf, 94
[71] Bk. 7/A’râf, 130-136
[72] 7/A’râf, 66
[73] 7/A’râf, 88
[74] 17/İsrâ, 16
[75] 41/Fussılet, 15-16
[76] 7/A’râf, 77-79
[77] 7/A’râf, 91-93
[78] 7/A’râf, 132-137
[79] 6/En’âm, 93
[80] 22/Hacc, 45
[81] 18/Kehf, 59
[82] 28/Kasas, 59
[83] 11/Hûd, 117
[84] Ebû Dâvud; Avnu'l Ma'bûd, Şerh-i Sünen-i Ebî Dâvud, 13/244
[85] 6/Enâm, 129
[86] Tefsir-i Âlûsi, 8/27
[87] Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, 2/49
[88] 6/En'âm, 47
[89] 6/En'am, 135
[90] 6/En'âm, 45
[91] 6/En'âm, 47
[92] 10/Yûnus, 14
[93] 21/Enbiyâ, 11
[94] 6/A'râf, 34; 10/Yûnus, 49
[95] 11/Hûd, 117
[96] Tirmizî; Tuhfetu'l Ahvezî Şerhu Câmiu't Tirmizî, 8/423
[97] 42/Şûrâ, 39
[98] Kurtubî 16/39
[99] Askalânî, Şerh-i Sahih-i Buhâri, 5/99
[100] 11/Hûd, 113
[101] Tefsir-i Zemahşerî, 2/433
[102] 3/Âl-i İmrân, 192
[103] Tirmizî; Nesâi; Tâc Tercümesi, c. 3, s. 106
[104] Râmuz el-Ehadis, c. 2, s. 445
[105] 28/Kasas, 8
[106] Zâriyât, 40
[107] 28/Kasas, 40
[108] Beyhakî, Şuabu'l İman; Tefsîr-i Zemahşerî, 2/433
[109] Tefsîr-i Zemahşerî, 2/433
[110] 23/Mü'minûn, 27
[111] 31/Lokman, 13
[112] 5/Mâide, 45
[113] 4/Nisâ, 75
[114] 8/Enfâl, 24
[115] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an
[116] Muhammed Sâlih el-Useymin, Tefsir Usûlüne Giriş, Çeviren M. Beşir Eryarsoy
[117] M. Sait Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, Kitap Dünyası Y., s. 367-369; daha geniş bilgi için bk. M. Sait Şimşek, Kur’an Kıssalarına Giriş, s. 49-63; Mitoloji, Kur’an Kıssaları ve Tarihî Gerçeklik, Şehmus Demir, Beyan Y., Ayrıca, şu makalelere bakılabilir: Kur’ân-ı Kerim ve Kıssalar, -Kur’an Kıssalarının Vâkiliği Problemi-, Ömer Mahir Alper, Haksöz, sayı 50, Mayıs 95; Kur’an Kıssaları Hakkında Uydurulan Şüpheler, Fadl Hasan Abbas, çev. Enver Arpa, Fecre Doğru, Sayı 76, Şubat 2002; Kur’an Kıssalarının Tarihî Değeri, İdris Şengül, Yeni Ümit, 1998, sayı X/40, s. 11-17, XI/41, s. 10-15; Kur’an Sempozyumu IV, Fecr Y., 1998, s. 169-184
[118] 6/En’âm, 67
[119] 38/Sâd, 67-68, 88
[120] 20/Tâhâ, 99
[121] 3/Âl-i İmrân, 44; 11/Hûd, 49
[122] 11/Hûd, 120
[123] 4/Nisâ, 164; 6/En’âm, 83-87, 89; 21/Enbiyâ, 48-91; 40/Mü’min, 78
[124] 3/Âl-i İmrân, 62
[125] 4/Nisâ, 164
[126] 6/En’âm, 6
[127] 7/A’râf, 7
[128] 7/A’râf, 101
[129] 7/A’râf, 176
[130] 10/Yûnus, 13-14
[131] 11/Hûd, 100
[132] 11/Hûd, 120
[133] 12/Yûsuf, 3
[134] 12/Yusuf, 102
[135] 12/Yûsuf, 111
[136] 18/Kehf, 13
[137] 20/Tâhâ, 99
[138] 40/Mü’min, 78
[139] 54/Kamer, 4-5
[140] 12/Yusuf, 3
[141] 12/Yusuf, 7
[142] 12/Yusuf, 102
[143] 12/Yusuf, 111
[144] 18/Kehf, 64
[145] 28/Kasas, 11
[146] Hak Dini Kur’an Dili, Yusuf Sûresi Tefsiri, âyet 3
[147] Fî Zılâli’l Kur’an, 12/Yusuf sûresi tefsiri, âyet 3
[148] Tefhîmu’l Kur’an, 12/Yusuf sûresi tefsiri, âyet 3
[149] Hâfız Irâkî’den Süyûtî, Tahzîr, s. 227
[150] İbnu’l-Esîr, IV/71
[151] İbn Mâce, Edeb 40; Ebû Dâvud, İlim 13; Dârimî, Rikak 63; Ahmed bin Hanbel, IV/223, VI/28, 217
[152] Süyûtî, Tahzîru’l-Havâs, vr. 22a
[153] İbn Mâce, Edeb 40
[154] İbn Mâce, Edeb 40
[155] Süyûtî, Tahzîru’l-Havâs, vr. 22a
[156] İbn Mâce, Edeb 40
[157] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/217-218
[158] İbn Mâce, Fiten 1; Ahmed bin Hanbel, I/18, II/82, III/449, IV/24, VI/217
[159] Buhârî, Enbiyâ 27; Müslim, Fezâil 170; İbn Mâce, Ezan 1
[160] Buhârî, Ta’bîr 26, 36, Teheccüd 2; Muvattâ, Cenâiz 30; Ahmed bin Hanbel, III/146
[161] Buhârî, Cihad 170, Megâzî 10; Müslim, Kasâme 13; Ahmed bin Hanbel, I/348, II/294, 310
[162] Buhârî, Enbiyâ 7, 13, Menâkıb 6, 9, 11, 12, 15, Megâzî 38; Müslim, Zühd 73, Fiten 119
[163] İbn Mâce, Edeb 40; Dârimî, Rikak 63; Ahmed bin Hanbel, IV/223, VI/28, 217
[164] 18/Kehf, 65-82
[165] Buhârî, Enbiyâ 29; Tirmizî, Tefsir 19
[166] 2/Bakara, 126-127
[167] Buhârî, Enbiyâ 9
[168] Buhârî, Hars 13, Enbiyâ 53; Müslim, Zikr 100; Ahmed bin Hanbel, II/116, IV/274
[169] Buhârî, Mezâlim 35, Enbiyâ 48; Müslim, Birr 7, 8; Ahmed bin Hanbel, II/434, 385
[170] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Birr 8; Ahmed bin Hanbel, II/395
[171] Buhârî, Enbiyâ 51; Müslim, Zühd 10
[172] Müslim, Zühd 73; Ahmed bin Hanbel, VI/17, 18
[173] Buhârî, Menâkıb 25, İkrâh 1; Ebû Dâvud, Cihad 97; Ahmed bin Hanbel, V/109, 110, 111
[174] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 46; İbn Mâce, Diyât 2; Ahmed bin Hanbel, III/20, 72
[175] Buhârî, Nikâh 82; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 92
[176] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Akdıye 21; Ahmed bin Hanbel, II/316
[177] Buhârî, Kefâle 1; Ahmed bin Hanbel, II/348, 349
[178] Müslim, Zühd 45; Ahmed bin Hanbel, II/296
[179] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 28; İbn Mâce, Zühd 30; Ahmed bin Hanbel, II/13, 17
[180] Buhârî, Enbiyâ 50
[181] Buhârî, Libas 5; Müslim, Libas 49; Ahmed bin Hanbel, II/456
[182] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Selâm 155; Ahmed bin Hanbel, II/507
[183] Buhârî, Bed’ü’l-Halk 16; Müslim, Selâm 151
[184] Müslim, Tevbe 2-7; Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 49
[185] Buhârî, Şirket 6, Şehâdet 30; Tirmizî, Fiten 12
[186] Tirmizî, Emsâl 2
[187] Buhârî, Rikak 26, İ’tisâm 2
[188] Ayrıca cimri ile sadaka verenin tasviri ve İslâm ümmetinin Yahûdi ve Hıristiyanlara olan üstünlüğünü belirten temsilî kıssalar için bk. Buhârî, Zekât 28, İcâre 11; Müslim, Zekât 75
[189] Buhârî, Enbiyâ 5; Dârimî, Mukaddime 3
[190] Buhârî, Salât 1, Menâkıb 42, Enbiyâ 5; Müslim, İman 259; Nesâî, Salât 5; Ahmed bin Hanbel, III/148
[191] Buhârî, Cihad 84, 87; Müslim, Fezâil 13
[192] Buhârî, Bed’ü’l-Halk 7; Müslim, Cihad 111
[193] Tirmizî, Emsâl 3
[194] Buhârî, Enbiyâ 51; Müslim, Tevbe 46, Zühd 10
[195] Buhârî, Kefâle 1; Müslim, Fezâil 13; Ahmed bin Hanbel, II/348
[196] Müslim, Eym3an 24
[197] Müslim, Zühd 73; Ahmed bin Hanbel, VI/17, 18
[198] Müslim, İman 257, 259
[199] Buhârî, İcâre 8, 11; Tirmizî, Menâkıb 1
[200] Buhârî, Hars 13, Enbiyâ 53; Müslim, Zikr 100
[201] Buhârî, Şirket 6, Şehâdet 30; Tirmizî, Fiten 12
[202] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 46; İbn Mâce, Diyât 2; Ahmed bin Hanbel, III/20, 72
[203] Buhârî, Enbiyâ 50; Ahmed bin Hanbel, IV/312
[204] Buhârî, Enbiyâ 48; Müslim, Fezâil 149; İbn Mâce, Kefâret 4
[205] Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 48; Ahmed bin Hanbel, II/23
[206] Buhârî, Kefâle 1; Ahmed bin Hanbel, II/348, 349
[207] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Müsâkât 31; Ahmed bin Hanbel, II/361
[208] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Selâm 155; Ahmed bin Hanbel, II/507
[209] Buhârî, Enbiyâ 48, 54; Müslim, Akdıye 21, Birr 7, 8, Zühd 73; Ahmed bin Hanbel, II/434, VI/17-18
[210] Buhârî, İcâre 8, 11
[211] Buhârî, Tefsir 17; Tirmizî, Menâkıb 1; Dârimî, Mukaddime 3
[212] Buhârî, Rikak 26, İ’tisâm 2; Müslim, Fezâil 16
[213] Buhârî, Şirket 6, Şehâdet 30; Tirmizî, Fiten 12
[214] Buhârî, Hars 13, Enbiyâ 53; Ahmed bin Hanbel, II/116, IV/274
[215] Buhârî, Enbiyâ 54
[216] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Akdıye 21; İbn Mâce, Lukata 4; Ahmed bin Hanbel, II/326
[217] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 28; ibn Mâce, Zühd 30
[218] Buhârî, Enbiyâ 51; Müsilm, Zühd 10
[219] Buhârî, Kefâle 1; Müslim, Eymân 22, 25; Ahmed bin Hanbel, II/348
[220] Müslim, Birr 38; Ahmed bin Hanbel, II/462
[221] Müslim, Zühd 73; Ahmed bin Hanbel, VI/17, 18
[222] Hasan Cirit, Halkın İslâm Anlayışının Kaynakları Vaaz ve Kıssacılık, s. 75-83
[223] 14/İbrahim, 37
[224] Bakara 127
[225] Buhârî, Enbiya 8; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/222-226
[226] 22/Hacc 26
[227] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/226-230
[228] Müslim, Zühd 73, hadis no: 3005; Tirmizî, Tefsiru Sûre-i Bürûc, hadis no: 3337; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/233-236
[229] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/236
[230] Buhârî, Enbiyâ 50, Amel fi's-Salât 7; Müslim, Birr 7, 8, hadis no: 2550; Metin Müslim'den alınmalıdır; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/238-240
[231] Buhârî, Enbiyâ 50, Büyû’ 98, İcâre 12, Hars 13, Edeb 5; Müslim, Zikr 100, hadis no: 2743; Ebû Dâvud, Büyû' 29, hadis no: 3387; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/244-245
[232] Tirmizî, Kıyamet 49, hadis no: 2498; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/248
[233] 51/Zâriyât, 41-42; Tirmizî, Tefsiru Zâriyat, hadis no: 3269, 3270; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/249-250
[234] Buhârî, Enbiyâ 50; Müslim, Zühd 10, hadis no: 2964; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/253-255
[235] Buhârî, Kefalet 1, (muallak olarak); Büyû’ 10 (muallak ve mevsul olarak), İsti'zan 25 (muallak olarak); İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/257-258
[236] Buharî, Menakıbu'l-Ensar 53; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/259
[237] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/259
[238] Ebû Dâvud, Sünnet 14, hadis no: 4674; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/259
[239] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/259-260
[240] İbn Mâce, Edeb 40
[241] Süyûtî, Tahzîru’l-Havâs, vr. 22a
[242] İbn Mâce, Edeb 40
[243] Ali el-Kari, Mevzûât, s. 15
[244] Ali el-Kari, Mevzûât, s. 15
[245] Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI/217
[246] Tahzîru’l-Eykaz, 56b
[247] bk. İbn Kuteybe, Te’vîlu Muhtelifi’l-Hadîs, s. 281
[248] bk. İbn Kuteybe, a.g.e., s. 280
[249] İbnü’l-Cevzî, K. Mevzûât, 5a-b; Zehebî, Mîzân I/47; İbn Arâk, tenzîhu’ş-Şerîa, I/14
[250] İbnü’l-Cevzî, el-Kussâs ve’l-Müzekkirîn s. 93
[251] İbn Kuteybe, Te’vîlu Muhtelifi’l-Hadîs, s. 279
[252] bk. Kasımî, Kavâidu’t-Tahdîs, s. 135-136
[253] Ali el-Kari, Mevzûât, s. 16
[254] Buhârî, İlim 44, Tefsîru sûre (18), 2, 3, 4
[255] Müslim, Mukaddime 7
[256] M. Yaşar Kandemir, Mevzû Hadisler, İFAV Y., s. 83-90; daha geniş bilgi için bk. Hasan Cirit, Halkın İslâm Anlayışının Kaynakları Vaaz ve Kıssacılık, Çamlıca Y.
MÜSLÜMANIN AKAİDİ KİTABININ KONULARIYLA İLGİLİ SORULAR
MÜSLÜMANIN AKAİDİ KİTABININ KONULARIYLA İLGİLİ SORULAR
1- Aşağıdakilerden hangisi Akaid ilminin tanımıdır?
a) İnsanın yararına ve zararına olan şeyleri bilmesine Akaid denir.
b) İnsanın nasıl namaz kılacağını açıklayan ilim dalına Akaid denir.
c) Dinde inanılması ve reddedilmesi gereken esasları konu alan ilim dalına Akaid denir.
d) Peygamber Efendimizin hayatını anlatan ilim dalına Akaid denir.
2- Aşağıdakilerden hangisi, kelime anlamı olarak “yol, şeriat, itaat, millet” mânâlarına gelir?
a) Akaid b) Din c) İman d) Vahiy
3- İnsanların kendi kafalarından uydurmuş oldukları dinlere ne ad verilir?
a) Hak din b) Muharref dinler
c) Bâtıl dinler d) Dinsizlik dini
4- Seçeneklerden hangisi Allah Teâlâ’nın zâtî sıfatlarındandır?
a) Kıdem b) Basar c) İlim d) Tekvin
5- Aşağıdakilerden hangisi Allah Teâlâ’nın “vahdâniyyet” sıfatının tanımıdır?
a) Allah Teâlâ, sonradan varolmuş hiçbir şeye benzemez.
b) Allah Teâlâ’nın bilmesi demektir.
c) Allah Teâlâ’nın dile ihtiyaç duymadan konuşması demektir.
d) Allah Teâlâ’nın bir olması demektir.
6- Aşağıdaki seçeneklerden hangisi meleklerin özelliklerindendir?
a) Yemezler ve içmezler b) Erkeklik ve dişilikleri vardır
c) Evlenip çoğalırlar d) Ateşten yaratılmışlardır
7- Tabiat olaylarını düzenleyen melek, seçeneklerden hangisidir?
a) Azrâil b) İsrâfil c) Mîkâil d) Cebrâil
8- Allah’ın emir ve yasaklarının dışına çık(a)mayan varlıklar, aşağıdakilerden hangisidir?
a) Melekler b) Cinler c) İnsanlar d) Şeytanlar
9- İnsanların sağ ve sol omuzlarında bulunup onların sevaplarını ve günahlarını yazan melekler hangisidir?
a) Münker Nekir b) Kirâmen Kâtibîn
c) Cebrâil d) Mîkâil
10- 16/Nahl sûresi 36. âyete göre, peygamberlerin gönderiliş sebebi nedir?
a) Allah’a ibâdet/kulluk edilmesi ve tâğutlardan kaçınılmasını tebliğ etmek
b) İnsanlara güzel ahlâk örneklerini göstermek
c) Allah’ın varlığını kabul ettirip tek yaratıcı olarak Allah’ı tanıtmak
d) Yeryüzünde halife olarak yaratıldıklarını insanlara öğretmek
11- Allah tarafından doğrudan doğruya veya elçi aracılığı ile peygamberlere bildirilen ve kesinlik ifâde eden bilgilere ne denir?
a) Kitap b) Vahiy c) Suhuf d) Şeriat
12- Allah’ın dilediği şeyleri, vâsıtasız olarak peygamberlerin kalbine koyması, vahyin hangi çeşididir?
a) Sâdık rüya ile b) Perde arkasından
c) Melek aracılığı ile d) İlham yolu ile
13- Allah Teâlâ, Kitapları insanlara niçin göndermiştir?
a) Makamıyla okusunlar diye b) Okuyup amel etsinler diye
c) Diğer insanlara aktarsınlar diye d) Ölülere okusunlar diye
14- Seçeneklerden hangisi Kur’ân-ı Kerim’in özelliklerinden değildir?
a) Kur’ân-ı Kerim hiçbir bozulmaya uğramamış ve uğramayacaktır.
b) Kur’ân-ı Kerim toplu olarak değil; parça parça indirilmiştir.
c) Kur’ân-ı Kerim bütün insanlara gelmiştir.
d) Kur’ân-ı Kerim’den sonra yine kitap gelecektir.
15- Aşağıdakilerden hangisi Kur’ân-ı Kerim’i toplayıp kitap haline getiren kimsedir?
a) Peygamber Efendimiz b) Hz. Ömer
c) Hz. Ebû Bekir d) Hz. Osman
16- Seçeneklerden hangisi Akaid ilminin amaçlarındandır?
a) Peygamber Efendimiz’in hayatını doğru şekilde öğretmek.
b) Müslümanların ibâdetlerini nasıl yapacaklarını öğretmek.
c) Kur’ân-ı Kerim’in tefsirini doğru olarak öğretmek.
d) Müslümanların imanlarını yanlış ve bâtıl inançlardan korumak.
17- Aşağıdakilerden hangisi Akaid ilminin konusudur?
a) Ahlâkî esaslar b) Amelî esaslar
c) İtikadî esaslar d) Hukukî esaslar
18- Üstünlüğü kabul edilmiş, kanun ve kurallarla belirlenmiş olan dünya görüşü ve hayat biçimine ne ad verilir?
a) Akaid b) Din c) Fıkıh d) Devlet
19- Seçeneklerden hangisi İslâm dininin hükümlerinden değildir?
a) Din b) İman c) Amel d) Hukuk
20- Aşağıkilerden hangisi İslâm’ın özelliklerinden değildir?
a) Rabbânîdir b) Evrenseldir
c) Tevhid dinidir d) Arapların dinidir
21- Aşağıdaki seçeneklerden hangisi, sözlük karşılığı olarak; “teslim olmak, boyun eğmek, itaat etmek” anlamlarına gelir?
a) İman b) İslâm c) İtikat d) Din
22- Aşağıdakilerden hangisi, sözlük mânâsı olarak; “tasdik etmek, kabul etmek, onaylamak” anlamlarına gelir?
a) Din b) Rasûl c) Mûcize d) İman
23- Aşağıdakilerden hangisi Allah Teâlâ’nın subûti sıfatlarındandır?
a) Tekvin b) Kıdem c) Beka d) Vücud
24- Allah’ın “sonradan yaratılmış olan şeylere benzememesi” demek olan sıfatına ne denir?
a) Kıyam binefsihi b) Muhâlefetün lilhavâdis
c) Tekvin d) Vahdâniyet
25- Gaybla ilgili aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır?
a) İman esaslarının tümü gaybtır. Gaybe iman da takvâ sahiplerinin ilk vasfıdır.
b) Peygamberler gaybla ilgili özel konumdadırlar. Onlara gaybdan vahy gelmektedir.
c) Gayb, yalnız insanın duyularıyla fark edilmeyen, ama önemli bir kısmı burç falıyla ve Allah dostu evliyâ’ya verilen keşif ile bilinebilen şeylere denir.
d) Peygamberler de beşerdir. Kendiliklerinden gaybı bilemezler.
26- Aşağıdakilerden hangisi birkaç sayfadan oluşan kitaplara verilen isimdir?
a) Suhuf b) Fâsıkül c) Vahiy d) Kitap
27- Seçeneklerden hangisi peygamberlerde bulunması gereken sıfatlardan biri değildir?
a) Kıdem b) Tebliğ c) Fetânet d) Sıdk
28- Peygamberlerde bulunması gereken ismet sıfatının anlamı nedir?
a) Güvenilir olmak b) Büyük günah işlememek
c) Akıllı ve zeki olmak d) Doğru olmak
29- Lügat anlamı misil, denk, eş ve benzer demek olan; açıkça tapınılsın veya tapınılmasın ilâh yerine konan, tanrı olarak benimsenen aşırı bir sevgi ve kayıtsız şartsız bir itaatle yönelinen Allah'ın dışındaki şeylere Kur'an terminolojisinde ne ad verilir?
a) İ'câz b) Endâd c) Entât d) Tâğut
30- Bazı büyük zatların Kur’ân-ı Kerim’de ismi geçtiği halde kendilerinin peygamber olup olmadığı şüphelidir. Seçeneklerden hangisi bunlardan biri değildir?
a) Zekeriyya b) Lokman c) Zülkarneyn d) Üzeyr
31- Âhirette amellerin tartılması için kurulacak olan teraziye ne ad verilir?
a) Sırat b) Amel defteri c) Mîzan d) Şefaat
32- Aşağıdakilerden hangisi vahiy çeşitlerinden değildir?
a) Sâdık rüya ile vahiy b) Perde arkasından gelen vahiy
c) İsrâfil (a.s.) aracılığı ile vahiy d) İlham yoluyla vahiy
33- İslâm’ın tüm hükümlerini kabul edip, nefsine ağır geldiği için bazılarını yerine getirmekte ihmali olan kimseye ne denir?
a) Münâfık b) Günahkâr Müslüman c) Müşrik d) Kâfir
34- Bâtıl dinlerin gerçek mimarı kimdir?
a) Firavun b) Nemrut c) Ebû cehil d) Şeytan
35- Aşağıdakilerden hangisi bâtıl dinlerden değildir?
a) Komünizm b) Yahûdilik c) Laiklik d) Sosyalizm
36- İslâm dininin vahye dayalı olması, onun hangi özelliğindendir?
a) İnsanî oluşu b) Rabbânî oluşu c) Evrensel oluşu d) Kolay oluşu
37- Allah’ın varlığının sonu olmaması demek olan sıfat aşağıdakilerden hangisidir?
a) Beka b) Kıdem c) Vücud d) Vahdâniyyet
38- Cehennem meleklerinin başındaki meleğin ismi nedir?
a) Zebâni b) Rıdvan c) Mâlik d) Mîkâil
39- Bir müslümanın yaptığı herhangi bir davranışın Allah’a ibâdet sayılabilmesi için gerekli üç şart vardır. Aşağıdakilerden hangisi bunlardan biri değildir?
- Meşrûiyet: Yapılan davranışın Allah’ın müsâade ettiği veya emrettiği bir şey olması
- Usûl/Metod: Allah’ın emrettiği ve Rasûlullah’ın yaptığı şekilde yapılması
- Hizmet: Yapılan eylemin Allah’ın dinine hizmet ve yardım özelliği taşıması
- Niyet: Allah rızâsı için yapılması; başka bir çıkar veya riyâ gibi sebeplerle yapılmaması
40- Aşağıdakilerden hangisi hak dinin özelliklerinden değildir?
a) Tüm peygamberlerin şeriatini kabul b) Meleklere inanmak
c) Âhirete inanç d) İtikatta değişmezlik vardır
41- Sözlükte gayret göstermek, tüm gücünü kullanmak anlamına gelen, terim olarak İslâm âlimlerinin Kur’an ve Sünnetteki hükümlerinden yola çıkarak zamanının ve toplumunun sorunlarına çözüm getirmek için vermiş oldukları fetvâlara ad olan kavram, aşağıdakilerden hangisidir?
a) İlim b) Fetvâ c) Mezhep d) İctihad
42- Peygamberlerin “zeki ve akıllı olmaları” diye tarif edilen sıfata ne ad verilir?
a) İsmet b) Sıdk c) Emânet d) Fetânet
43- Lügatta, faydalanılması için verilen bağış, pay, hisse, nasip gibi anlamlara gelen; Allah’ın canlılara zevk ve yararlanma nasip ettiği faydalanılan gıda, mal, evlât, eş, iş, ilim gibi şeylere ne denir?
a) Rızık b) Nimet c) Felâh d) Hidâyet
44- Gaybla ilgili olarak aşağıdaki cümlelerden hangisi yanlıştır?
- Gaybın bir kısmını, Allah, vahy yoluyla peygamberlerine bildirmiştir.
- Cinler gaybı bilmezler. Cinciler de gaybden haber verdikleri konularda kesin yalancıdırlar.
- Yıldızlar gaybı bilmezler, ama yıldızların, burçların insanların geleceğiyle ve kaderiyle ilgili bağlantıları vardır.
- Gaybla ilgili olarak mü’minlere lâzım olacak kadar, yani çok az bilgi verilmiştir.
45- “Yoksa siz Kitaptan bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanların cezâsı, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Onlar kıyâmet gününde de azâbın en şiddetlisine itilirler” (2/Bakara, 85) âyeti aşağıdakilerden hangisine delil olabilecek bir âyettir?
a) İtikad esasları değişmez
b) İtikad esasları bölünme kabul etmez bir bütündür
c) İtikad esasları evrenseldir
d) İtikad esasları, insana mutluluk verir
46- Cehennemin üzerine kurulmuş olan köprüye ne ad verilir?
a) Mizan b) Kevser c) Sırat d) Mahşer
47- Küfürle ilgili olarak aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır?
- Küfrün bir şekli, kutsal denebilecek olumlu küfürdür. Müslüman, tağuta küfr etmeli, tağutun kâfiri olmalıdır.
- Küfür, fıtrata ters düşünce ve davranıştır. Bir anormallik, nankörlük ve hastalıktır; Kalpte başlayan ve diğer organlara sirayet eden bulaşıcı bir mikroptur.
- Müslümanın küfrü, küfr-i berâedir. Yani, küfr edilmesi gereken şeyden teberrî etmek, uzaklaşmak, reddetmek, otorite ve hâkimiyetini kabul etmemek şeklinde olur.
- Küfür, kalple ilgili inançsızlıktır. İnsanın amel yönüyle hiçbir davranışı onu küfre sokmaz, kâfir kılmaz.
48- Allah (c.c) insanlara kaç tane peygamber göndermiştir?
a) 25 peygamber b) 28 peygamber
c) 124 000 peygamber d) Sayısını ancak Allah bilir
49- "Varlıklar âlemini yaratan, terbiye ederek geliştiren, onları maddî ve mânevî olgunluğa götüren, terbiyenin bütün gereklerine mâlik ve her şeye sahip olan" anlamına gelen Allah'ın ismi, hangi kavramdır?
a) Allah b) Rahman c) Rab d) Din gününün sahibi
50- “Varlığını devam ettirmesi için hiçbir şeye muhtaç olmaması”, Allah Teâlâ’nın hangi sıfatının açıklamasıdır?
a) Vücud b) Kıyam bi-nefsihi
c) Muhâfetün-lil havâdis d) Vahdâniyyet
51- Aşağıdakilerden hangisi, Allah'ın bir özelliği/sıfatı değildir?
- Din büyüklerinin, Allah dostlarının vâsıtasıyla kendisinden yardım istenilendir.
- Evrenin, bütün varlıkların ve tüm insanların Rabbidir.
- Hesap ve hüküm gününün hâkimidir.
- Çok merhamet eden ve âhirette mü'minlere sonsuz nimetler verendir.
52- Kur'an'da Allah'tan başka rab kabul edilen veya bu iddiada bulunan kimselerden bahsedilmektedir. Seçeneklerden hangisi bu anlamda Kur'an'da geçmez?
- a) Ebû Cehil b) Fir'avn c) Râhipler d) İsa
53- Kur'an-ı Kerim'de, ancak Allah'a ibadet edilmesi gerektiği ifade ediliyor. Bazı insanların Allah'tan başka ibâdet ettiği varlıklar sayılmaktadır. Aşağıdakilerden hangisi Kur'an'da tapınılan bir varlık olarak direkt söylenmemiştir?
a) para b) tâğut c) şeytan d) putlar
54- Aşağıdaki seçeneklerden hangisi “tevhid” kelimesinin tanımıdır?
a) Allah’a zâtında, sıfatlarında, isimlerinde ve fiillerinde ortak güçler tanımak.
b) Allah’ın, insanlara, yapmalarını kesin bir şekilde emrettiği fiillere tevhid denir.
c) Kişinin leh ve aleyhinde olan hükümleri, fıkıh kurallarını öğreten ilmin adıdır.
d) Allah’ın zâtında, sıfatlarında, isimlerinde ve fiillerinde bir tek olduğuna inanmak.
55- Seçeneklerden hangisi, Allah'tan başkasını rab kabul etme şirki anlamına gelmez?
- Yatırlara kurban kesmek, onlara duâ etmek.
- Din adamlarının helâl kıldığını helâl kabul etmek.
- Önderleri, din büyüklerini sevmede ve onlara bağlanmada aşırı gitmek.
- Oruç, zekât, hac gibi ibâdetleri zaman zaman ihmal edip terk etmek.
56- “Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Rasûlullah” ifâdesinin anlamı, aşağıdakilerden hangisidir?
a) Allah’tan başka ilâh yoktur. Muhammed (s.a.s.)’den başka peygamber yoktur.
b) Ben şâhitlik ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur ve ben yine şâhitlik ederim ki, Hz. Muhammed (s.a.s.) O’nun kuludur.
c) Allah’tan başka ilâh yoktur. Hz. Muhammed (s.a.s.) O’nun Rasûlüdür (peygamberidir).
d) Allah birdir, O’ndan başka tanrı yoktur. Muhammed bir tek peygamberdir.
57- “Kanun ve hüküm koyan, otorite ve güç sahibi, kendisinden yardım istenilen, ibâdet edilen, güvenilen, sevilen ve korkulan, itaat edilen ve emirlerine uyulan ihtiyaçları gideren, duâya karşılık veren, belâları gideren” gibi anlamlara gelen kelime, aşağıdakilerden hangisidir?
a) Rab b) İlâh c) Tâğut d) Bel’am
58- "Ancak Senden yardım isteriz" (1/Fâtiha, 5) âyetinde belirtildiği şekilde duâ, sadece Allah'a yapılır. Yalnız Allah'a yapılan dua konusunda vesile (onun hürmetine demek) konusunda aşağıdaki hükümlerden hangisi tam doğrudur?
- Hiçbir insanı vesile yapmamak en uygun, en emin yoldur. Vesile yapacaksak, sadece sâlih amelle yapmalıyız.
- Ameller ve Peygamberimiz dâhil, hiçbir şeyi Allah'a duâ ederken vesile yapamayız.
- Amellerle vesile yapılabilir; ama, hiçbir insanla vesile yapılamaz. Bu kesinlikle şirktir.
- Ashâb, Peygamberimiz öldükten sonra da Peygamberimiz'le vesile yapmışlardır.
59- Şerrinden Allah'a sığındığımız şeytan hakkında, aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?
a) Şeytanın mü'minler üzerinde fısıldamanın (sessizce günaha teşvik etmenin) dışında bir gücü ve egemenliği yoktur.
b) İnsanı içinden tahrik edip, onu Allah'a isyana sevk eden her türlü duygu ve düşünce şeytanîdir, şeytandandır.
c) Şeytan vesvese vermekle kalmaz; insana dediğini yaptırmak için baskı yapar
d) Şeytan, hem cinlerden; hem de insanlardan olur.
60- Aşağıdakilerden hangisi bir adı İslâm olan Hak dinin bozulmuş (tahrif edilmiş) şeklidir?
a) Yahûdilik b) Budizm c) Laiklik d) Mecusilik
61- "Çok merhamet edici, verdiği nimetleri iyi kullananları daha büyük ve ebedî nimetler vermek suretiyle mükâfatlandırıcı" anlamına gelen güzel isim aşağıdakilerden hangisidir?
a) Rahman b) Rahîm c) Allah d) Din gününün sahibi
62- Aşağıdakilerden hangisi müşrikler için doğru değildir?
a) Müşrikler, göklerin ve yerin yaratıcısının Allah olduğuna inanırlar.
b) Allah’ın ilâhlık vasıflarını başkasına vermezler.
c) Yeryüzündeki otoriteyi Allah’a ait görmezler.
d) Allah’ın, göklerde hükmü geçen bir zât olduğunu kabul ederler.
63- Kıyâmet konusunda, aşağıdaki anlayışlardan hangisi yanlıştır?
- Kıyâmet alâmetlerini bilip saymak dinin önemli esaslarındandır.
- Kıyâmetin ne zaman kopacağını Peygamberimiz dâhil hiçbir kimse bilmez; sadece Allah bilir.
- Önemli olan, kıyâmetin ne zaman kopacağı değil; kıyâmet ve sonrasına neler hazırladığımızdır.
- Kendi ölümümüz küçük kıyâmet sayılır.
64- Aşağıdakilerden hangisi “tâğut”ların özelliklerinden biri değildir?
a) İnsanları Allah’a isyana dâvet eder.
b) İnsanları zorla da olsa kendine itaat ettirmeye çalışır.
c) Allah’ın kanunları yerine, kendisi kanunlar koyar.
d) Yaratıcının Allah değil; kendisi olduğunu ileri sürer.
65- Aşağıdakilerden hangisi Bel’am’ların en belirgin özelliğidir?
a) İnsanları Allah’ın adını kullanarak aldatırlar.
b) İslâm düşmanlarına hakkı açık ve tâvizsiz anlatırlar.
c) Zâlime karşı mazlumun hakkını savunurlar.
d) İnsanlara Allah’ın dinini hiç değiştirmeden tebliğ ederler.
66- "Benim .............. her şeyi içine alıp kuşatmıştır." mealindeki 7/A'raf sûresi 156. âyette geçen bu ifadede, boş bırakılan kelime hangisidir?
a) azâbım b) affım c) rahmetim d) rızkım
67- Aşağıdakilerden hangisi “iman” kelimesinin tanımıdır?
a) Bir şeyi kalp ile kabul etmek.
b) Bir şeyin varlığını dil ile söylemek.
c) Kalp ile kabul edip dil ile söylemek ve gereğini yapmaya gayret etmek.
d) Ahlâken güzel olmak.
68- Allah Teâlâ’nın sıfatları ve isimleri, yaratmış olduğu varlıklardan hangisine benzer?
a) bazısına benzer b) meleklere
c) peygamberlere d) hiçbirine benzemez
69- Seçeneklerden hangisi meleklerin özelliklerindendir ?
a) İnsanlar gibi yer, içer, çoğalır ve ölürler.
b) İnsanlar gibi Allah’a karşı gelme kabiliyetleri vardır.
c) Gaybı bilirler.
d) Allah’a daima itaat ederler, O’na karşı gelmezler.
70- Aşağıdakilerden hangisi, Cebrâil (a.s.) adlı meleğin görevidir?
a) Sura üflemek
b) Tabiat olaylarını düzenlemek
c) Eceli gelenlerin ruhlarını bedenlerinden ayırmak
d) Allah’ın emir ve yasaklarını Peygamberlere ulaştırmak
71- Seçeneklerden hangisi şeytanın özelliği değildir?
a) İnsanlara musallat olarak onların içine girer; zorla da olsa insana egemenlik sağlar.
b) İnsanların arasına fitne sokarak birbirine düşman etmeye çalışır.
c) Toplumda içki, kumar, zina, fuhuş, uyuşturucu gibi kötülüklerin yayılması için mücâdele eder.
d) İnsanların Allah’a ibâdet eden sâlih kul olmalarını engellemeye çalışır.
72- Aşağıdakilerden hangisi vahyin çeşitlerinden değildir?
a) Velîlerin elinden olağanüstü olayların meydana gelmesi
b) Meleğin görünmeden getirdiği hükümler
c) Cebrâil (a.s.)’in kendi şekliyle gelerek getirdiği hükümler
d) Arada hiçbir vâsıta olmadan Peygamberimiz’in direkt Allah’tan aldığı hükümler
73- Aşağıdakilerden hangisi peygamberlerde bulunması gereken sıfatlardandır?
a) Tebliğ b) Günah işlemek
c) Yalan söylemek d) Emânetlere riâyet etmemek
74- Seçeneklerden hangisi peygamberlerin gönderiliş amacı olamaz?
a) İnsanları Allah’ın dinine dâvet etmek
b) İnsanlara Allah’a nasıl ibâdet edeceklerini göstermek
c) İnsanların eski inanç, âdet ve geleneklerine hiç dokunmadan onları devam ettirmek
d) İnsanlara ahlâkî yönden güzel örnek olmak
75- Allah Teâlâ’nın dilediğini yapma gücüne sahip olmasına ne denilir?
a) Kelâm b) Kıyam bi-nefsihî c) Kudret d) Basar
76- Şefaat, Allah’ın izin verdiği zatlar tarafından, aşağıdakilerden hangisine yapılabilir?
a) Müşrik b) Günahkâr müslüman
c) Münâfık d) Râhip
77- Aşağıdakilerden hangisi kaza ve kader konusunda insanı küfre sokmaz?
a) Musîbetlere karşı çare aramak b) Kadere sövmek
c) Kaza ve kaderi inkâr etmek d) Kaderle alay etmek
78- İslâm’ın hükümleri; 1) İman, 2) Amel, 3) Ahlâk, 4) Hukuk olmak üzere dört kısımdır. Buna göre, “söz, davranış, hal ve hareketlerimizle alâkalı hükümler” hangi kısma girer?
a) 1 b) 2 c) 3 d) 4
79- Kur’an’a göre, insanın önüne okunmak üzere konan 3 temel kitap vardır. Bu üç kitabın belirli pasaj ve parçalarını Kur’an, “âyet” olarak belirtmektedir. Kur’an; diğer iki kitabın gereğince okunup değerlendirilmesini kolaylaştıran bir nurdur. Nedir bu 3 kitap?
a) Kur’an, İnsan, Evren c) Zebur, Tevrat, İncil
b) Kur’an, Kâinat, Anayasa d) Kur’an, Hukuk, Nutuk
80- Âhiret günü, günahı sevâbından fazla olduğu için cehenneme girme durumundaki günahkâr müslümanlar için Allah’ın râzı olduğu ve izin verdiği kimseler tarafından ve yine Allah’ın izin verdiği kişilere yönelik Allah’a yalvarmak ve onların affedilip Allah’ın izniyle cennete girmelerini sağlamaya ne denir?
a) Mükâfat b) Niyaz c) Şefaat d) Duâ
81- Allah emrettiği zaman kıyâmetin kopması ve ikinci olarak da ölülerin dirilmesi için “Sûr”a üfürecek olan melek hangisidir?
a) Cebrâil b) Mikâil c) İsrâfil d) Azrâil
82- Aşağıdakilerden hangisi bilgi kaynağı değildir?
a) İlham b) Selim hisler c) Vahiy d) Akıl
83- Allah’ı inkâr etmede önemli etkenler, seçeneklerden hangisinde doğru olarak sayılmıştır?
a) Zulüm ve fesad – Bilgisizlik – Şirk
b) Kibir ve inat – Cehâlet – Tâğutların ifsâdı
c) Küfür – Şirk – Nifak
d) İsyan – Haramlara dalma – Küfrün hâkimiyeti
84- Bir şeyin hakikatini idrâk etmeye ve mâlum olanın, olduğu hal üzere bilinmesine ne denir?
a) Vahy b) Mütevâtir Haber c) İlim d) Akaid
85- İslâm’a göre bilgi kaynaklarının en temelini teşkil ettiği halde, kâfirlerin tarihsel süreç içinde ve günümüzde bilgi kaynağı olarak kabul etmedikleri ve câhilî eğitim kurumlarında gündem dışı tuttukları şey, aşağıdakilerden hangisidir?
a) Selim hisler b) Beş duyu c) Vahy d) Akıl
86- Rızık konusunda fiilî dua, aşağıdakilerden hangisiyle en uygun şekilde yapılır?
a) Sabrederek c) Çalışarak
b) Rızık için dua ederek d) Er-rızku alâ’llah deyip, buna inanarak
87- Bilgi kaynaklarımızdan biri olan duyu organlarımız hakkında aşağıdaki ifâdelerden hangisi yanlıştır?
a) Duyu organlarımız kendi sahalarına giren olaylar hakkında kapasiteleri dâhilinde bilgi verirler.
b) Duyu organlarımızın bizi yanılttığı, bize yanlış bilgiler verdiği durumlar vardır.
c) Duyu organlarımızla elde ettiğimiz bilgiler sınırlıdır.
d) Duyu organlarımızın verdiği bilgiler kesindir, bizi hiç yanıltmazlar.
88- İnsanın düşünme, bilme ve davranışlarını belirlemesi, iyiyi kötüden, doğruyu eğriden ayırt etmesiyle ilgili kabiliyetine ne denir? (Kendisinde bu yetenek olduğu için insan, dinin emir ve yasaklarını yerine getirmekle sorumludur. Ona sahip olmayanın dini de yoktur.)
a) Akıl b) Selim hisler c) Vahy d) İlim
89- Ebû Cehil’e “câhillerin atası” anlamındaki bu ismin verilmesinin sebebi nedir?
a) Oğulları câhil olduğu için
b) Kendisi okuma yazma bilmediğinden dolayı
c) Bilgili olmadığı, özellikle Allah’ı hiç bilmediği ve inanmadığı sebebiyle
d) Yanlış bilgilere sahip olduğundan, özellikle Allah hakkında yanlış bilgi ve inançlarından ötürü
90- Aslı İslâm olduğu halde, sonradan katmalar ve atmalarla tahrif edilen (bozulan) dinler vardır. Bu muharref dinler hangileridir?
a) Mecûsîlik ve Şâmanizm b) Hıristiyanlık ve Yahûdilik
c) Putperestlik ve Şirk d) Kapitalizm ve Komünizm
91- “Sizin dininiz size; benim dinim bana!” (109/Kâfirûn, 6) âyeti, bize aşağıdaki seçeneklerden hangisini öğretmektedir?
a) Müslümanların dininin o günkü dinlerden farklı olmadığını
b) Ebû Cehil ve benzerlerinin dinlerinin de hak olduğunu
c) İslâm’ın dışındaki yaşama şekillerinin bir din olmadığını
d) İslâm’ın dışındaki hayat tarzlarının da bir din olduğunu
92- Kapitalizm, Kemalizm, Demokrasi ve Laiklik için, aşağıdakilerden hangisi tam doğrudur?
a) Bunlar çağımızın idare şekillerindendir. İyisi de olur, kötüsü de.
b) Bunlar bâtıl (uydurma) dinlerdendir. Bâtıl dinlerdeki tüm özellikler, bunlarda da vardır.
c) Bunlar muharref dinlerdir.
d) Bunlar, din olarak kabul edilmez. Sadece yönetim şekli ve ideolojik anlayışlardır.
Bunların, varsa kötülüklerinden sakınmalıyız.
93- İslâm inancına göre insan, gerçeğin bilgisini üç yoldan elde eder. Yani bilginin kaynağı üçtür. Seçeneklerden hangisinde bu bilgi kaynakları doğru olarak belirtilmiştir
a) Doğru haber (vahy ve mütevâtir haber) – Selim hisler – Akıl
b) Vahy – Mütevâtir haber – Doğru haber (selim hisler)
c) Vahy – Akıl – Mütevâtir haber (doğru haber)
d) Selim hisler – Beş duyu – Vahy (mütevâtir haber)
94- Allah tarafından, peygamberler aracılığıyla insanlara bildirilen, dünyada ve âhirette insanları mutluluğa ulaştıracak hayat şekline ve dünya görüşüne ne denir?
a) İman b) Amel c) Hukuk d) İslâm
95- Tevrat, Zebûr, İncil ve Kur’ân-ı Kerim; Bu dört büyük kitap, sırasıyla hangi peygamberlere gelmiştir?
a) Hz. Mûsâ, İsa, Hz. Dâvud, Hz. Muhammed
b) Hz. İsa, Dâvud, Hz. Mûsâ, Hz. Muhammed
c) Hz. Mûsâ, Dâvud, Hz. İsa, Hz. Muhammed
d) Hz. Muhammed, İsa, Hz. Dâvud, Hz. Mûsâ
96- Kur’ân-ı Kerim hakkında aşağındaki seçeneklerin hangisi yanlıştır?
a) Kur’an bizzat Allah’ın koruması altındadır.
b) Kur’an’da 114 sûre vardır.
c) Kur’an Fâtiha sûresi ile başlar, İhlâs sûresi ile sona erer.
d) Peygamberimiz’in en büyük mûcizesi Kur’an’dır.
97- Kelime-i Tevhidi kalp ile tasdik etmediği (gönülden inanmadığı) halde, bunu yalnız diliyle söyleyen kimseye ne denir?
a) Müslüman b) Fâsık c) Müşrik d) Münâfık
98- Allah’ın varlığıyla ilgili aşağıdaki ifâdelerden hangisi yanlıştır?
a) Allah’ın varlığını kabul eden herkese müslüman denir.
b) Kâinattaki muazzam düzen ve nizam, yaratıcının tek olduğunu gösterir.
c) Bozulmamış, sağlam akıl Allah’ın varlığını kabul etmek zorundadır.
d) Allah’ın varlığına inanmak fıtrîdir (yaratılış gereğidir).
99- Aklını ve duyu organlarını gereği gibi kullanmayanlara Kur’ân-ı Kerim ne demektedir?
a) Şeytan, hatta daha aşağı b) Hayvan, hatta daha aşağı
c) Câhil, hatta daha aşağı d) Beşer, hatta daha aşağı
100- Kur’an’da ve ıstılahta “din” kelimesi, sadece hak din için, yani özel ve dar anlamıyla İslâm için kullanılmaz. Din kelimesinin geniş olarak ele alındığı ıstılahtaki veya pratikteki anlamı; “bir dünya görüşünü, bir hayat şeklini belirleyen görüşler, emirler ve yasaklar manzûmesidir. Yani, üstünlüğü kabul edilen kanun ve kurallarla belirlenmiş yaşama şekline din denir.” Dolayısıyla “her din bir hayat şeklidir ve her hayat şekli bir dindir” görüşü, genel itibarıyla doğru bir görüştür. Buna göre, dinlerin tasnifi konusunda aşağıdakilerden hangisi doğrudur?
a) Dinler dörde ayrılır: İslâm – Hıristiyanlık – Yahûdîlik – Putperestlik
b) Dinler üçe ayrılır: Hak Din – Bâtıl din – Tâğûtî din
c) Dinler üçe ayrılır: Hak din – Muharref dinler – Bâtıl dinler
d) Dinler dörde ayrılır: Hak din (İslâm) – Muharref dinler (kapitalizm, komünizm gibi) – Bâtıl dinler – Uydurma dinler
101- Endâd kavramıyla ilgili olan aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır?
a)Endâd edinmek, kâfir insanlara, bâtıl görüş ve İslâm dışı kurallara aşırı sevgi besleyip mutlak itaat etmektir; Peygamberlere, Allah'ın velî kullarına, takvâ sahibi âlim ve evliyalara sevgi beslemek, hiçbir şekilde endâd/şirk koşma anlamına gelmez.
b)Allah'ın belirli nitelik ve güçlerini başkalarına atfetmek, mesela kayıtsız şartsız itaat edilecek Allah'tan başka otorite kabul etmek endâd kapsamına girer.
c)Endâd edinmek şirk koşmak demektir. Şirkin küçüğü ve gizli olanı da vardır. Meselâ sebepleri yüceltmek (şoför frene basmasaydı ölmüştüm, filan doktor hayatımı kurtardı gibi sözler söylemek, bu sözlerle mecazı değil, gerçeği kasdetmek; sebepleri olayı gerçekleştiren asıl unsur görmek).
d)Allah'ın kulları üzerindeki hakkı, insanların sadece O'na ibadet edip hiçbir şeyi Allah'a endâd/ortak koşmamalarıdır. Allah, bu endâd kabul etmeyi kesinlikle affetmez.
102- Bir hadis-i şerife göre zulüm üç türlüdür. Bir zulüm vardır ki Allah onu affetmez. Bir zulüm vardır Allah onu affeder. Bir zulüm de vardır ki Allah onun mutlaka hesabını sorar. Seçeneklerden hangisi sırasıyla ve doğru olarak bu zulüm çeşitlerini açıklamaktadır?
a) 1- Şirk, 2- Kendi nefsine karşı işlediği zulüm, 3- Allah'ın emir ve yasaklarına isyan edilerek işlenmiş zulüm.
b) 1- Başkalarına karşı yapılan zulüm, 2- İnsanın kendi nefsine karşı işlediği zulüm, 3- Şirk.
c) 1- Şirk, 2- İnsanın kendi nefsine karşı işlediği zulüm, 3- Başkalarına yapılan zulüm
d) 1- İnsanın kendi nefsine karşı işlediği zulüm, 2- Başkalarına yapılan zulüm, 3- Şirk.
103- Kur'an'da Firavun'la ilgili âyetlerden yola çıkarak Firavnî düzenlerin, İslâm dışı rejimlerin temel özellikleri olarak aşağıdakilerden hangisi doğrudur?
a) Allah'ın yeryüzündeki hâkimiyetini reddetmek
b) Firavunu/tâğutu kanun koymaya, istediği gibi insanları yönetmeye yetkili ve itaat edilecek güç kabul etmek
c) Tevhid, adalet, özgürlük gibi nebevî çağrıları baskı ve işkencelerle susturmaya çalışmak
d) Hepsi
104- Hz. Mûsâ ile ilgili âyetlerden öğrenmekteyiz ki, tevhid önderleri, İslâmî öğretilerin veya müslümanların selâmeti için yapmak istedikleri fiillerin mâhiyetini, ortaya koymak istedikleri işlerin ana gayesini net bir şekilde açıklamak zorundadırlar. Hz. Mûsâ, Firavun'un önüne iki mesajla çıktı. Bu iki şey ne idi?
a) 1- Müslüman olsun, 2- Yönetimi Hz. Mûsâ'ya bıraksın.
b) 1- Allah'a itaat edip tevhid akidesini kabul etsin, 2- Eskiden müslüman olan İsrâil oğullarına yaptığı baskı ve zulme son versin.
c) 1- Müslüman kölelere zorla yaptırdığı anıtkabirleri, piramitleri yıktırsın, 2- Putlara tapmaktan vazgeçsin.
d) 1- Saraydaki ahlâksızlıklara son versin, 2- Halkını aç bırakmasın ve onları küfre zorlamasın.
105- Zulüm konusunda aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır?
a) Emaneti yüklenen insan; göklerin, arzın ve dağların kaçındığı bu kabulle zâlimlikten ve câhillikten kurtulmuştur.
b) Aslında şirk, en büyük zulümdür. Buna rağmen müşrikler, putlarını kıran Hz. İbrâhim'e bu eyleminden dolayı zâlim diyorlar, kendi suçlarını ona atıyorlardı.
c) Allah, kendisine karşı yapılan en büyük zulmü bile, bu zulümden tevbe edilirse affeder.
d) İnsanın, başka insanlara karşı yaptığı zulmün affedilmesi için sadece Allah'a tevbe etmek yeterli değildir.
106- Kur'ân-ı Kerim'de Firavun'dan uzunca bahsedilmesi, onun Allah'ın hükmünü kabullenmeyip kendini ilâh yerine koyan tâğutların/azgınların ve müfsidlerin/bozguncuların prototipi/baş örneği olmasındandır. Her zaman diliminde ve her coğrafyada görülebilecek küfür rejiminin sembol tipleri de yine Firavun zamanından örneklenir. İslâm dışı rejimlerin temel direklerini oluşturan bu simge şahıslar kimlerdir?
1) Bürokrat, bakan, üst rütbeli subay sembolü ...........
2) Kapitalist ve emperyalist para babası, kartel ve holding sahiplerinin sembolü .............
3- Hakka bâtılı karıştırarak, dünyevî çıkar ve tâğutî yönetimlerin istekleri doğrultusunda dini istismar edip kullanan, Allah ve rasulü adına insanları aldatan sembol ...............
4- İslâm dışı rejimin emniyet güçleri, silâh zoruyla düzeni koruyan tâğutun askerlerinin sembolü ............
Yukarıdaki boşlukları sırasıyla hangi kelimeler gelmelidir? Yani, bu sembol şahısların Firavun döneminde vurgulanan isimleri, aşağıdakilerden hangisinde doğru olarak sıralanmıştır?
a) Cünûd/asker, Karun, Hâmân/kâfir medya mensubu, büyücü ve kâhinler
b) Hâmân, Karun, Sâmirî/Bel'am, cünûd/asker
c) Hâmân, Karun/sihirbazlar, Bel'am/kâfir medya mensubu, cünûd/hizbuşşeytan
d) Firavun, Karun/Hâmân, Bel'am/Sâmirî, cünûd/asker
107- Allah'a, sanki O'nu görüyormuş gibi ibâdet etmeye ne ad verilir?
a) muhsin b) ibâdet c) ihsân d) takvâ
108- İslâm, din işi - dünya işi diye laiklikte olduğu gibi amelleri ikiye ayırmadığı için, belirli çerçeve içinde yapılma şartıyla her yapılan müsbet işi ibâdet kabul eder. Aşağıdakilerden hangisi, yeme içmenin ibâdet olabilmesi için gerekli şartlardan biri değildir?
a) Yenilip içilen şey, helâl yiyeceklerden olmalı
b) Yenilip içilen şeye tuzla başlamalı
c) Yenilip içilen şeyde isrâfa ve oburluğa kaçmamalı
d) Yenilip içilen şey, helâl kazançla temin edilmiş olmalı
109- "Mü'minin işi tuhaftır; her işi hayırdır. Bu, yalnız mü'mine özgüdür. Sevindirici bir işle karşılaşırsa ............ , o işi kendisi hakkında ............ olur. Üzücü bir işle karşılaşsa ........ , o işi kendisi için hayırlı olur." Sahih-i Müslim'de ve Ahmed bin Hanbel'in Müsned'inde yer alan bu hadis-i şerifteki boş bırakılan yerlere sırasıyla seçeneklerden hangisi gelmelidir.
a) şükreder, hayırlı, sabreder c) ihsân eder, hayır, dayanır
b) sevinir, sevap, üzülür d) şımarmaz, ibâdet, sabreder
110- Bilindiği gibi zulmün anlamı ve sahası hayli geniştir. Farklı yönlerden ele alınan zulmün İslâmî ıstılahta farklı tanımları yapılmıştır. İslâmî terminolojide/ıstılahta zulüm kelimesinin esas anlamı olarak aşağıdaki tanımlardan hangisi yanlıştır?
a) Allah'ın koyduğu sınırı, haddi tecavüz etmek, tayin ettiği sınırın dışına taşmak
b) Bir şeyi (veya bir hakkı) kendi yerinden başka bir yere koymak
c) Hak edenin hakkını vermemek, haksıza hak etmediği bir şeyi vermek
d) Herkese her konuda eşit davranmamak, tüm insanları eşit görmeyip ayrımcılık ve bölücülük yapmak
111- Aşağıdakilerden hangisi şeytanın başvurduğu yöntemlerden biri değildir?
- İnsanı Allah'la aldatır, O'nun affının geniş olduğunu, nasıl olsa günahları affedeceğini insana fısıldayarak vesvese verir.
- Haramları süsler, bâtılı hak gösteren telkinlerde bulunur. Süslü, yaldızlı ve çekici, ama saptırıcı/çarpık sözlerle insanları kandırmaya çalışır.
- İmanı güçlü olan, ihlâslı kullara zararı ve etkisi daha büyük olur. Onlara düşman olduğundan onları Allah yolundan saptırmaya çalışır, çoğunda da başarılı olur.
- Mal ve dünyalık konusunda korkuya düşürür. İnfak ve sadaka konusunda cimrilik ve açgözlülüğü emreder. Bâtıl yollarda ise isrâfı teşvik eder.
112- Cinler hakkındaki aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?
a) Onlar da insanlar gibi Allah’a ibâdet edip kulluk yapmak için yaratılmıştır
b) Cinlerden şerli olanlar, kendilerine tâbî olan insanları da yoldan çıkarırlar.
c) Göğün gizlediği sırları öğrenmek isterler; ama buna asla güçleri yetmez.
d) Özel yaratılışlarından ötürü, istikbali, insanların başına neler geleceğini bilirler.
113- "İblis: 'Ben, onları (insanları) saptırmak için Senin doğru yolun üstünde tuzak kuracağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım. Sen onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın' dedi." (7/A'râf, 16-17).Bu âyet mealinde şeytanın insana farklı yönlerden yaklaşıp vesvese vermesi konusunda, seçeneklerden hangisi yanlıştır
a)Şeytan insana önden yaklaşır: Dünyada yaşayacağımız önümüzdeki istikbâli yanlış değerlendirterek dünyaya düşkün, âhirete ise önem vermez hale getirmeye çalışır.
b)Arkadan yaklaşır: Arkada kalan ataları, geleneği, tarihi kötüler, hangi zihniyette olursa olsunlar atalarımızın yolundan gitmemize, onların izini takip etmemize engel olmaya çalışır.
c)Sağdan yaklaşır: Yani, ibâdet ve hayırlı işlerinde şüpheye düşürür, onları zor gösterir, geciktirtir veya ihmal ettirir.
d)Soldan yaklaşır: Her çeşit günahı güzel gösterir, haramlara karşı aşırı bir arzu ve iştah uyandırır.
114- Bilindiği gibi, Kur’an’ın ilk inzâl olan âyetlerinde okuma-yazma ve ilim emredilmektedir. Kur'an'a göre ilim, hakkı/gerçeği idrâk etmektir ve vahiyle özdeşleşmiştir. Buna göre, ilmin sınıflandırılması konusunda aşağıdaki seçeneklerde belirtilen tasniflerin hangisi en doğrudur?
a)Naklî ilimler - aklî ilimler
b)Dünyevî ilimler - uhrevî ilimler
c)Dinî ilimler - din dışı ilimler
d)Müsbet ilimler - menfî ilimler
115- İblis hakkında aşağıdaki ifadelerden hangisi tümüyle doğrudur?
a)İblis, meleklerin hocası idi. Melek değildi ama ilmi ve takvâsı sayesinde meleklerle beraber yaşıyordu.
b)İblis bir melekti. Allah, meleklere secde etmelerini emrettiğinde diğer melekler secde etti; o etmedi.
c)İblis kibirli olduğu kadar, aynı zamanda cahil/bilgisizdi. O secde emrindeki İlâhî hikmeti ve Âdem'in mânevî yapısını ve üstünlüğünü anlamadı.
d)İblis, cennete yılanın ağzında girdi ve önce Havvâ'yı kandırdı; Havvâ da kocasını.
116- Bilindiği gibi, vesveseci şeytanın ilk atasına İblis denilir. Şeytanın kurumlaşmış şekline, yani şeytanın insanları Allah’ın yolundan uzaklaştırma gayretine, özellikle siyasî otorite ve yöneticinin tuğyânını, isyan ve azgınlığını başkalarına ulaştırarak Allah'ın indirdiği hükümlere alternatif olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler koyan varlıklara ne ad verilir?
a) zâlim b) tâğut c) kâfir d) müfsid
117) Kur’an’da emredilen “ilim” hususunda aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?
a)İnsanın şirkten sakınıp tevhid şuuruyla yaşaması için gerekli ilimler edinmesi, hak ile bâtılı, helâl ile haramı ayırt edecek kadar bilgi öğrenmesi, içinde bulunduğu durumları ve yapması gereken her çeşit ibâdetle ilgili bilgiler edinmesi farzdır.
b)Tâif tebliğinden sonra Rasulullah oradaki müşrikler konusunda şöyle demişti: "Onlar bilmiyorlar." O yüzden her kötülüğün, küfür ve şirkin baş sebebi, cehâlet/bilgisizliktir.
c)İlim, kadın-erkek her insana farz olduğundan çocuklarımızı bulunduğumuz yerdeki okullara göndermeli ve en üst seviyede öğretim veren üniversitelere kadar her ne pahasına olursa olsun okutmalıyız.
d)İlim, iman etmeyi, müslümanca yaşamayı gerektirir. İlim, amel etmek için öğrenilir. İlmi gizlemek câiz değildir.
118- Bilindiği gibi, okuma yazma emri, mü’minleri ilme teşvik eder. Yine bilmekteyiz ki, günümüzde eğitim kurumlarında öğretilen bilimle Kur’an’ın övdüğü ilim aynı değildir. Bilim kırıntılarının "ilim" haline gelmesi için yapılması gerekenler konusunda aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
a)Bilgilerin doğruluğunun vahiyle sağlamasının yapılması
b)Bilgilerin bilimsel esaslara uygun olup müspet ilim tanımına girmesi
c)Bilgilerin anlaşılıp hazmedilmesi ve özümsenmesi
d)Bilgilerin pratikte faydalı hale gelmesi ve uygulanması
119- Bazı sebepler yüzünden içindeki küfrü gizlemesine rağmen müslüman görünen, kalbiyle inanmadığı halde, "ben de mü'minim" diyenlere Kur'an terminolojisinde münâfık dendiği mâlumdur. Münâfıklar aslında kâfir oldukları halde, kâfirlerden bazı farklı özelliklere sahiptirler. Aşağıdakilerden hangisi bu farklılık konusunda tümüyle doğru değildir, yanlıştır?
a)Kâfir, inanç konusunda açık olduğu halde; münâfık casus gibi kendini gizler.
b)Kâfirler, genellikle muslih/islah edici oldukları halde; münâfıklar, fesatçı/müfsid insanlardır.
c)Kâfirler, inanç konusunda mert ve net oldukları halde; münâfıklar, duruma göre renk alan kaypak, kalleş bir karaktere sahip kimselerdir.
d)Kâfir, İslâm'a düşmanlığını açıkça gösterebildiği halde; münâfık yalancıdır, müstehzîdir, müslümanlarla alay etmektedir.
120- “Her doğan insan, …… üzere doğar. Sonra anne ve babası onu ……, hıristiyan, …… yapar.” Buhârî ve Müslim’in rivâyet ettiği ve müslüman halk arasında da meşhur olan bu hadis-i şerif mealinde boş bırakılan yerlere, seçeneklerden sırasıyla hangi kelimeler gelmelidir?
a) İslâm; müşrik; yahûdi b) sünnetullah; yahûdi; dinsiz
c) iman; kâfir; yahûdi d) fıtrat; yahûdi; Mecûsi
121- Alevli ateşten, başka bir ifade ile enerjiden yaratılmış olan ve 72. sûreye isim olan gözle görülmeyen varlıklar, aşağıdakilerden hangisidir?
a) Melek b) Cin c) Ruh d) şeytan
122- Hızır hakkında tevhide ters birçok inanış ve anlayış vardır. Aşağıdakilerden hangisi bunlardan biri değildir?
a) Hızır, hâlen hayattadır ve kıyâmete kadar yaşayacaktır. Bazı insanlara ve özellikle Allah dostlarına gözükür, sonra âniden kayboluverir.
b) Hızır, Hz. Mûsâ’nın içyüzünü bilemediği için ilk anda itiraz edip sorular sorduğu bazı gaybî konularda Mûsâ (a.s.)’a dersler veren ilim ehli ve büyük ihtimalle peygamber olan bir zâttır.
c) Bazı kulların imdâdına yetişen, her yerde bulunabilen ve her kılığa girebilen, insanlara bereket ve bolluk saçan ya da kahredip helâk eden bir zâttır.
d) Baharı İlyas’la birlikte Hızır getirir; çiçekleri o açar, yeşillikleri onun attığı adımlar bitirir. Tabiattaki varlıkları kendi emrine alarak hizmetinde kullanabilir.
123- Allah’ın mutlak birliğini (tevhidi) ifade eden, putçuluğu ve şirki reddeden, mutlak gerçeğin ve doğrunun tanımını yapan, Kur’an’da İbrâhim (a.s.)’in milleti/dini olarak da belirtilen dinî nitelik, aşağıdakilerden hangisidir?
a) kulluk b) muvahhid c) ibâdet d) hanîf
124- İman-ahlâk ilişkisi konusunda aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?
a) İslâm dinindeki iman ve ibâdet esaslarıyla ahlâkî buyrukları kesin çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün değildir; bunlar Kur’an ve sahih hadislerde birbiriyle kaynaşmış durumdadır.
b) İmanı kâmil olan mü’minlerin ahlâkı gâyet güzel ve mükemmeldir; ahlâkı gerçekten ve tümüyle güzel olanların da imanları kâmildir.
c) İman ve amel ayrı olduğu gibi, imanla ahlâk da ayrıdır; biri olup diğeri olmayabilir.
d) Ahlâkî problemler, nice hadiste çoğu kez imanla irtibatlandırılarak ifade edilmiştir.
125- Özellikle siyasî otorite ve yöneticinin tuğyanını başkalarına ulaştıracak şekilde kurumlaşan şekline ve bunu uygulayanlara, Allah'ın indirdiği hükümlere alternatif olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler koyan varlıklara ne ad verilir?
a) tâği b) tâğut c) kâfir d) müfsid
126- Fıtrat konusuyla ilgili olarak aşağıdaki hükümlerden hangisi yanlıştır?
a) İslâm’ın yaşanmadığı ortamlarda fıtrat bozulmaya ve aşınmaya başlar.
b) Fıtratın doğru çizgide ilerlemesini engelleyen en tehlikeli etken şirktir. Allah’ı unutmak ve hevâya uymak da fıtratı saptırır.
c) İslâm; insan yaratılışına, yaratılışındaki İlâhî yasalara veya başka bir ifadeyle Allah tarafından insan bünyesine uygun olarak konulmuş olan fıtrat dinidir
d) Kâfirlerle müslümanların fıtratları çok farklıdır. Daha doğuştan itibaren bu farklılık kendini gösterir.
127- “Hıdırellez” konusuyla ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi, tümüyle doğru değildir?
a) Hıdırellez, Hızır ve İlyas isimlerinin halk ağzında aldığı şekilden ibarettir. Hıdırellez, kökü İslâm öncesi eski Orta Asya, Ortadoğu ve Anadolu yaz (bahar) bayramlarına dayanan câhiliye törenidir.
b) Hıdırellez, İslâm’a göre kutsal kabul edilen bir gündür. Bütün dünyada 1 Mayıs’ta kutlanılan, bazılarına göre bahar bayramı denilen önemli bir gündür. Bu günü nâfile oruçla geçirmek ve gecesini de teheccüdle değerlendirmek gerekir.
c) Hıdırellez, halk arasında ölümsüzlük sırrına erdiklerine ve biri karada, diğeri denizde darda kalanlara yardım ettiklerine inanılan Hızır ve İlyas peygamberlerin yılda bir defa bir araya geldikleri gün olarak kabul edilir.
d) Baharın geldiğini müjdeleyen gün olarak kabul edilen Hıdırellez törenlerinde, yeşillik, su ve ateş hususlarıyla ilgili uygulamalar, bu halk bayramının putperest köklerini çok belirgin şekilde ortaya koymaktadır. Dilek tutma, uğursuzlukları giderme, adak adama ve ateşle ilgili bazı uygulamalar, genç kızların bu güne yükledikleri anlam ve eylemlerden dolayı tevhide ters nice inanış ve davranışlara şâhit olunan büyük bir bid’attir.
128- Allah’ın kâinatı idare ederken koyduğu kurallar, yaratıkları hakkındaki ve özellikle insan toplumlarıyla ilgili hüküm ve âdetlerine Kur’an kavramı olarak ne ad verilir?
a) Hikmetullah b) Hükmullah c) Sünnetullah d) Kaderullah
129- Eski dönemlerde Arap câhiliyyesinde, İslâm öncesi Türklerde ve günümüzde değişik ülkelerde hâlâ bazı hayvanlar putlaştırılıp bunlara tapılmaktadır. Kur’ân-ı Kerim, putlaştırılarak tapılan bu hayvanlardan hangisini hangi dönemlerde ve hangi kavimle ilgili olarak örnek verir?
- Sığır (ve buzağı); Mûsâ (a.s.) döneminde; İsrâiloğulları
- Deve; Sâlih (a.s.) döneminde; Semûd kavmi
- Fil; Peygamberimizin doğumundan az önce; Ebrehe’nin kavmi
- Balık; Yunus (a.s.) döneminde; Yûnus kavmi
130- Bir sünnetullah olarak ifâde edilen bireysel ve toplumsal değişme konusunda Ra’d sûresindeki âyet-i kerimede vurgulanan hususla ilgili olarak aşağıdaki seçeneklerden hangisi doğrudur?
a)Kişinin içinde yaşadığı kavim (toplum) değişmedikçe Allah onların içindeki kişilerin durumunu değiştirmez.
b)Bir kavim ve içindeki kişiler toplum olarak değişmedikçe Allah onlarla ilgili sünnetini (sünnetullahı) değiştirmez.
c)Allah bir kavmi (toplumu) değiştirmedikçe, toplumdaki kişiler kendini değiştiremez.
d)Bir toplumun bireyleri kendindekini (kendi durumunu) değiştirmedikçe Allah onlarda bulunanı (o toplumu) değiştirmez.
131- Ra’d sûresi 11. âyetten yola çıkarak aşağıdaki değerlendirmelerden hangisi yanlıştır?
- Bir toplum, kendinde bulunan iyi yaşayışı ve güzel ahlâkını kötüye değiştirmedikçe, daha genel tâbirle bir toplum kendini bozmadıkça Allah onlara verdiği nimetleri değiştirmez.
- Bir toplum kötü ahlâkını düzeltmedikçe Allah onları düzeltmez. Toplum gittiği yanlış yoldan döner, doğru yola girer, ahlâkını düzeltirse Allah da onların durumunu düzeltir, kötü hallerini iyiye, sıkıntılarını mutluluk ve refaha çevirir.
- Bir toplum ahlâkını bozar; şerlere, kötülüklere, fesatlara dalar, isyan ederse Allah da onlara lutfettiği nimetleri ellerinden alır, onları perişan eder. Böylece güçlerini kaybeder, felâketlere uğrar, küçülürler.
- Allah’ın toplumlara koyduğu hüküm vardır. Bazı toplumlar Allah’a itaat eden İslâm toplumu, bazıları da isyan eden câhiliyye toplumudur. Bu durum değiştirilemez. Toplumlarla ilgili bu kadere sünnetullah denilir.
132- “Ümit ve güvenle bağlanacağı şeyden umudunu kesmek, ümitsiz olmak” anlamına gelen ve “Allah’la ilgili olarak bir mü’minin yapamayacağı, yapmış olsa küfre gireceği şey” demek olan Kur’an kavramı aşağıdakilerden hangisidir?
a) Yeis b) Tağyîr c) Nankörlük d) Şirk
133- Bilindiği gibi tasavvuf rüyalara çok önem vermiş, özellikle Allah dostu kabul ettikleri kimselerin rüya aracılığıyla ilim ve hadis alabildiklerini ısrarla ileri sürmüştür. Bu rüyalarla ilgili olarak İslâm âlimlerinin değerlendirmeleri içinde aşağıdakilerden hangisi doğrudur?
a) Rüya hali, insanlar arası bilgi akışının mümkün olduğu zaman dilimidir. Bu bilgiye güvenilir. Çünkü insan, rüyâsında melekûta ulaşır, eşyayı müşâhede eder.
b) Peygamber’den vefatı sonrasında rüya ile bilgi almak, O’ndan rüyada hadis rivâyet etmek ya da rüya aracılığıyla bir hadisin sıhhatini test etmek mümkün ve kabul edilen bir durumdur. Bütün bunları İslâm âlimleri onaylayıp tasdik eder.
c) Rüya, bilgi kaynağı değildir, rüya ile amel olunmaz. Şeytanî de olabilecek ilhamlara ve rüyalara İslâm dini dayandırılamaz. Rüya, ahkâm konusunda da delil olmaz. Rüya ile çok uğraşmak, ona önemli misyonlar yüklemek doğru değildir.
d) Rüya da, keşif ve ilham gibi bilgi araçlarından biridir. Aynı zamanda ölen bir kimsenin âhiretteki ahvâli ile ilgili olarak, rüya aracılığı ile dünyadakilere bilgi verilir.
134- Yeis hali ve bu haldeki iman ve tevbe konusundaki değerlendirmelerle ilgili olarak aşağıdaki ifâdelerden hangisi yanlıştır?
- Bir kimsenin yeis (ümitsizlik ve korku) halinde iman etmesi, kendisine yönelen ve yakasına yapışan azâbı gidermek için olup ihtiyârî, yani özgür seçmeye dayanan ve hakiki iman değildir. Hakiki iman ihtiyâr ve istek ile Allah’a yaklaşmak ve O’nun rızâsını elde etmek için sahip olunan imandır.
- Kâfir bir kimse, ölürken ölümün şiddetli halleri kendisine gelip çattığı ve İlâhî azâbı müşâhede ettiği vakit iman ederse, bu imana iman-ı yeis denilir.
- Yeis halinde de iman ve tevbe geçerlidir. Dünyada imanın ve tevbenin geçerli olmadığı hiçbir zaman yoktur. Ancak insan ölünce artık son pişmanlık fayda etmeyecek, sadece öldükten sonra iman ve tevbenin faydası görülmeyecektir.
- Önceden iman etmeyen bir kâfir, üzerinde ölümün emâreleri belirip ölümün şiddetli halleri kendisini sardığı zaman; helâk işaretleri gelip iman etmeyenleri yakalayınca; güneşin Batıdan doğması gibi kıyâmetin açık ve büyük alâmetleri zuhur ettiğinde veya kıyâmet kopmaya başlayınca bütün bu durumlarda iman edenlerin imanları kabul edilmez, bu imanları kendilerine bir fayda getirmez. Bu zamanlardaki imana iman-ı yeis denilir.
135- Her müslüman, yakınlarından başlayarak çevresindeki insanlara dinini tebliğ etmek ve İslâm’ı hâkim kılmaya çalışmak zorundadır. Ancak, insan bu dâvet, tebliğ ve iyiliği emretme görevini yerine getirmeye çalıştığı halde, bazen en yakınlarının bile müslüman olmasını sağlayamayabilir. Hz. İbrâhim’in babası, Hz. Nûh’un oğlu, Peygamberimiz’in amcası bu örnekler arasındadır. Allah, kâfir Firavun’un hanımını müslüman hanımlara örnek verirken, iki peygamberin hanımının da kâfir kadınlardan olduğunu vurgular (66/Tahrîm, 10). Allah’ın tek rab ve yegâne ilâh olduğuna ve peygamber kocalarına inanmayan bu kadınların müşrik kavimleriyle birlikte helâk olduklarını Kur’an haber verir. Hanımları müslüman olmayan ve kâfir eşleriyle sınanan bu peygamberler kimlerdir?
- Nûh (a.s.) ve Lût (a.s.)
- Lût (a.s.) ve Şuayb (a.s.)
- Sâlih (a.s.) ve Hûd (a.s.)
- Süleyman (a.s.) ve Yûsuf (a.s.)
136- Esmâü’l-Hüsnâdan el-Müızz ve el-Müzill ne demektir?
a) El-Müızz: İzzet ve kuvvet veren, yükselten, onurlandıran demektir. El-Müzill: (Daha çok âhirette) Zillete düşüren, hor ve hakir eden demektir.
b) El-Müızz: Hesap gören, kullarının yaptıklarını muhâsebeye tâbi tutan, amellerinin karşılığını verme hususunda kâfi olan demektir. El-Müzill: Keremi ve bağışı bol olan, cömert ve bir karşılık gözetmeden inâyetiyle ihsan eden anlamına gelir.
c) El-Müızz: Bütün varlık üzerinde gözcü olan, bütün işler kendisinin kontrolü altında bulunan; kullarının her şeyini gözeten ve müşâhedesi altında tutan demektir. El-Müzill de: Duâ ve isteklere cevap veren; Kendine yalvaranların isteklerini veren anlamına gelir.
d) El-Müızz: Geniş; bütün sıfatları sonsuz ve sınırsız olan, geniş rahmeti ile bütün varlıkları kuşatan demektir. El-Müzill ise: Mahlûkatını seven ve onların hayrını isteyen, iyi kullarını seven, onları rahmet ve rızâsına erdiren; sevilmeye ve dostluğu kazanılmaya tek lâyık olan anlamına gelir.
137- Varlıkları daha önce bir misli ve benzeri olmaksızın ilk defa yaratan anlamına gelen güzel isim (esmâü’l-hüsnâdan biri) aşağıdakilerden hangisidir?
a) El-Muhsî b) El-Mümît c) El-Mübdî d) El-Müheymin
138- Kendilerine hak din tebliğ edildiği halde, tevhidî bir imana yönelmeyen geçmiş toplumların başlarına gelenler Kur’ân-ı Kerim’de niye anlatılmaktadır?
a) Tarih bilgisi verilmek ve kültür artırmak için
b) İnsanların hoşlanacağı bir hikâye/kıssa olsun diye
c) Eski toplumların büyük uygarlık ve medeniyetlerine atıfta bulunmak için
d) İbret ve ders alınması için ve benzer suçların fecî sonuçları bilinsin diye
139- Kullarına muâmelesi, tam adâlet ve merhamet üzere olan; adâletini dünyada ve âhirette kullarına gösterecek olan anlamına gelen güzel isim (esmâü’l-hüsnâdan biri) aşağıdakilerden hangisidir?
a) El-Muğnî b) El-Muksit c) Er-Raûf d) El-Metîn
140- Esmâü’l-Hüsnâ ile ilgili aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır?
a) Esmâü’l-Hüsnâ, en güzel isimler demektir, Allah’a ait isimler bu tâbirle ifâde edilmektedir.
b) Kur’ân-ı Kerim’de doksan dokuz isimden bahsedilmektedir; Kur’an’dan yola çıkarak Allah’ın isimlerinin kesinlikle 99 olduğunu belirtmek gerekir.
c) Meşhur hadis-i şerifte, esmâü’l-hüsnâyı ihsâ eden kimsenin cennete gireceği “İhsâ” kelimesi, lügatta ezberleyip sayan, anlayan, benimseyen demektir. Ama burada "İslâm'ın ulûhiyyet inancını nasslara başvurmak sûretiyle tesbit edip anlamak, benimsemek ve bu inanca uygun bir ruhî yetkinlik kaydetmek" anlamını içermektedir.
d) A’râf sûresi 180. âyetinde “Allah’ın isimleri konusunda ilhâda düşen kimseleri bırakın, terk edin, onlardan uzak durun!” İlhâd; sapmak, inkâr etmek, O’nun niteliklerinin anlamını eğip bükmek, hafife almak, tahrif etmek, bu sıfat ve isimleri başka varlıklara yakıştırmak, ya da Allah’ı bu güzel isim ve sıfatlarla belirtmekten kaçınmak demektir. Bu tür ilhâdı işleyenlerden uzaklaşmak, onları sevmemek mecbûriyetimiz vardır.
141- Dünyevî çıkarı için imanını ve ilmini satan, atmalar veya katmalarla dini tahrif etmeye çalışan, Firavnî düzenleri devirmeye çalışan muvahhidlere hırlayan karakteriyle her devirde ve her ülkede görülebilecek olan ve belli bir şahıs olmaktan çok, bir karakter/tip olan Bel’am Kur’an’da köpeğe benzetilir; tâğutî düzenin kapılarında ev sahibinden kemik bekleyen ve kuyruk sallayan bir köpeğe. Kur’an’ın çeşitli âyetlerinde hakka bâtılı karıştıran, hakkı gizleyen, ilmiyle amel etmeyen, başkalarına iyiliği emretse bile kendini unutan, Allah’ın âyetlerini azâba karşılık çok ucuza satan; menfaatçi, uzlaşmacı ve menfaatçi tip, şiddetle sakınılması gereken bir karakter olarak tanıtılır. A’râf sûresi, 179. âyette hayvanlar gibi, hatta daha aşağı ve sapık oldukları belirtilen bu tiplerin aynı sûrenin 175-176. âyetlerinde köpeğe benzetildiğini biliyoruz. Cum’a sûresi, 5. âyette ise sorumluluklarını yerine getirmeyen ve ilmiyle amel etmeyen bu bilginler hangi hayvana benzetilir?
a) Kitap yüklü eşeklere
b) Kitaptan beslenip kitaba zarar vermeye çalışan böceklere
c) İnsanları zehirleyen akreplere
d) Dilediği yerde bağırıp dilediği yeri pislediği halde akılsızların kendisine taptığı kutsal(!) ineklere
142- Esmâü’l-Hüsnâdan en-Nâfi’ ve ed-Dârr ne demektir?
a) En-Nâfî’: Daraltıp sıkan, kıtlık veren; Ruhları kabzeden demektir. Ed-Dârr: Genişleten, açan ve bolluk veren anlamında güzel isimdir.
b) En-Nâfi’: Dilediğine fayda veren demektir. Ed-Dârr: Dilediği kuluna zarar veren; O'nun takdiri olmadan kimseye zarar verilemeyen, elem verici şeyler yaratan anlamındadır.
c) En-Nâfi’: Allah'ın her şeye, her istediğini yapacak sûrette gâlip ve hâkim olması, en zorlu zâlimlerin bile O'na boyun eğmek mecburiyetinde oldukları, hükmünün dışına hiçbir şeyin çıkamayacağı anlamına gelir. Ed-Dârr: Çok rızık veren ve yeteri kadar rızıklandırıp yiyecek ve içecek veren anlamında güzel isimdir.
d) En-Nâfi’: Her şeyde ve her olayda büyüklüğünü gösteren demektir. Ed-Dârr: Hidâyet lütfederek bâtıldan ve dalâletten uzaklaştıran anlamına gelir.
143- Evrenin bütün işlerini düzenleyen, gözeten, koruyan ve yöneten; insanları murâkabe eden, üstün gelen anlamına gelen güzel isim (esmâü’l-hüsnâdan biri) aşağıdakilerden hangisidir?
a) El-Musavvir b) El-Kaviyy c) Er-Reşîd d) El-Müheymin
144- Basit dünya karşılığında dinini satan, bir çanak yal uğruna sahibinin onca itip kakmasına kuyruk sallayan it gibi ilminin izzetini yok eden, dinî bilgisini kâfir yöneticilerin hizmetine veren resmî ulemâ tipi, saray mollası, makam sevdâlısı, yüzsüz ve onursuz, ırkçı, her şeye dilini sarkıtarak salya akıtan köpek karakterli, dünya arzularının peşinden koşup asla tatmin olmayan, doymayan, Kitab bilgisine rağmen azgınlaşan, istismarcı bir din bilgini karakterinin anlatılmasını ister Kur’an. Kitabımız’da adı geçmediği halde, A’râf sûresinin 175-176. âyetlerinde işaret edilip bazı özellikleri açıklanan bu kişinin kabul görmüş adı nedir?
a) Bel’am b) Karun c) Sâmirî d) Münâfık âlim
145- Kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî şeylere ne denir?
a)Tâğut b) Küfür c) İsyan d) Put
146- “Helâk” kavramıyla aynı kökten türeyen tehlüke (tehlike), helâke sebep olan, helâke/ölüme götüren şey demektir. Kur’ân-ı Kerim’de: “… Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın…” (2/Bakara, 195) buyurulmaktadır. Bu âyetin nüzul sebebini açıklayan Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin izah ettiği şekilde, Kur’an’ın esas tehlike olarak kabul ettiği şeyler hakkında aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
a) Cihadın mal ve canla tüm şûbelerini hayata geçirmede gayret sarfetmemek
b)Allah yolunda fedâkârlık yapmamak, infak görevini hakkıyla yerine getirmemek
c)Cimrilik yapmak gibi Allah’ın yasaklarından kaçmamak, Allah’a teslim olup itaate yönelmemek
d)Düşman saflarına hücum edip ölümün büyük ihtimal olduğu bir ortama korkusuzca atılmak
147- Sözlükte bilgisizlik anlamına gelen; genellikle, İslâm’ın hâkim olmasından önceki hayatı içine alan ve İslâm’ın ortaya çıkmasından önceki küfür ve sapıklık hali için kullanıldığı halde aslında her dönem için geçerli olan; ıstılah olarak “Allah’ın indirdiği hükümleri ve bilgileri kabul etmeyip bunların yerine insanlar tarafından konulan hükümlere, düşüncelere ve düzenlere inanma ve yaşama”ya ne ad verilir?
a) Şirk b) Küfür c) Câhiliyye d) Fısk
148- Bilindiği gibi, İslâm âlimleri “tevessül”ü hüküm bakımından genellikle üçe ayırırlar: 1- Allah’ın güzel isimlerinden veya yüce sıfatlarından biriyle O’na tevessül veya duâ eden kişinin işlediği sâlih amelle tevessül şeklindeki “meşrû tevessül”, 2- “Peygamberimiz’in hürmetine, Kâbe’nin hürmetine Allah’ım Senden şunu istiyorum” gibi sözler şeklinde “bid’at olan tevessül”, 3- Ölülerle, Allah’tan başka dirilerle ve hâl-i hazırda bulunmayanlarla yardım istemek şeklinde ortaya çıkan tevessül. Bu son şekildeki tevessülün hükmü nedir?
a) Mekruh b) Haram c) Mubah d) Bid’î
149- Enbiyâ sûresi 21. âyette ifâde edildiği üzere: “Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Siz aklınızı kullanmaz mısınız?” diye putperestlerin yüzüne haykıran zât kimdir?
a) İbrâhim (a.s.) b) Mûsâ (a.s.) c) Nûh (a.s.) d) Yâsir (r.a.)
150- Kur’ân-ı Kerim’de câhiliyye kelimesi dört âyette geçer ve her birinde câhiliyyenin temel dört görüş ve görünüşü açıklanır. Aşağıdakilerden hangisi bunlardan biri değildir?
a)Câhiliyyenin kendine has (İslâm’a zıt) inanç sistemi ve Allah hakkında (yanlış) zannı vardır.
b)Câhiliyyenin (İslâm’ın zıddına) bir ahlâk anlayışı, ahlâksızlığı, özellikle kadınların toplum içindeki kıyafet ve davranışlarıyla cinsel fitne unsuru olması sözkonusudur.
c)Câhiliyyenin (İslâm’ın zıddına) peygamber, melek, âhiret anlayışı ve kader inancı vardır.
d)Câhiliyyenin (İslâm’ın zıddına) hüküm, yönetim ve devlet anlayışı, yani câhiliyye hükmü/yönetimi vardır.
151- "...Hakikatte onlar, sadece kendilerine zulm ediyorlardı." Bakara sûresi, 57. âyetinde geçen bu ifade için, aşağıdakilerden hangisi en doğru açıklamadır?
a) Zulümle adâlet arasındaki temel fark belirtilmektedir.
b) O insanların kendi kendilerine eziyet ve sıkıntı çektirdikleri ifade edilmektedir.
c) Bumerangın dönüşü gibi, başkalarına yapılan zulüm, yapana döner; mazlumlar, her zaman zâlimlerden intikamını alır.
d) Onlar bu yaptıklarıyla, her şeyden önce kendilerine zarar vermekte, kendilerine yazık
152- Putlar, çeşit olarak çok fazla olmakla birlikte, genel olarak iki kısımda mütâlea edilebilir: 1- Herhangi bir şekil düşünmeksizin kafalara, gönüllere dikilen veya tâbî olunan (hayatın amacı kılınan, aşırı sevilen veya korkulan) modern putçuluk, 2- İnsan, hayvan, kuş veya bunların karışımı bir şeklin; ağaç, taş ve madenden yapılarak tapınılması biçiminde ortaya çıkan ilkel putçuluk. Bu ikinci tür putlara Kur’ânî kavram olarak hangi adlar verilir?
a) Küfür veya şirk
b) Endâd veya tâğut
c) Tapma veya tapınma
d) Sanem veya vesen
153- “Bey’at sonucu mü’minler adına tasarruf (yönetme) yetkisine sahip olan ve Allah’ın indirdiği hükümlerin adâlet ve istişâre ile uygulanmasını sağlayan ve Kur’an’ın itaat edilmesini emrettiği müslümanların müslüman liderine ne ad verilir
a) Âmir b) Sultan c) Ülü’l-Emr d) Vekil
154- Lügatta “kalkmak, dikilmek, ayaklanmak, doğrulmak ve dirilmek” anlamına gelen, terim olarak İslâm inancında, evrenin düzeninin bozulması, her şeyin altüst olarak yok olması ile ölen tüm insanların yeniden dirilerek ayağa kalkması olayını dile getiren Kur’ânî kavram, aşağıdakilerden hangisidir?
a) âhiret b) kıyâmet c) ba’sü ba’de’l-mevt d) mahşer
155- Kur’an’daki ülü’l-emr kavramından ve Allah’a isyan edene itaat konusuna açıklık getiren âyet ve hadislerden yola çıkarak, zâlim ve fâsığın emir sahipliği, yöneticiliği konusunda, mürcie adlı sapık grubun dışında tüm İslâm âlimlerinin görüşü olarak, aşağıdakilerden hangisi doğrudur?
a) Zâlim ve fâsık yönetici, gayr-ı meşrûdur; ümmet, -eğer imkânı varsa) onu hemen alaşağı eder.
b) Zâlim ve fâsık yönetici, mekruh görülmekle birlikte, yöneticiliği câizdir/geçerlidir.
c) Zâlim ve fâsık yönetici, "ülü’l-emr" olduğu için kendisine itaat gerekir, isyan edilmez.
d) Özellikle günümüzde bu vasıflara sahip olmayan imam, yani yönetici bulunamayacağından, mecbûren ve fiilî durum olarak kabul edilir.
156- Kur’ân-ı Kerim’de nefsin olumsuz yönü “nefs” veya “nefs-i emmâre” ifâdesiyle değil; başka bir kelime ile belirtilir. Lügat anlamı olarak; boş, sonuçsuz, değersiz gibi anlamlara gelen, terim olarak da; bir şeye karşı aşırı sevgi ve bağlılık duyarak arzularını tatmin için Şeriatın dışındaki şeylere meyletmesi anlamına gelen bu kavram nedir?
a) Fısk b) Nefs-i Levvâme c) Fesat d) Hevâ
157- Kur'ân-ı Kerim’de (9/Tevbe sûresi, 12. âyete göre) insanları ateşe çağıran küfür imamlarına (kâfirlerin liderlerine/önderlerine) karşı müslümanların nasıl davranmaları emredilmektedir?
a) Onlarla savaşmak, dinimize saldırırlarsa onları öldürmeye çalışmak.
b) Onlara emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker yapmak.
c) Onlara tekrar tekrar dâvet ulaştırmak ve nasihat etmek.
d) Onları sevmemek ve onlarla beraber olmamak.
158- Lügat anlamı "emir sahipleri" demek olan "ülü'l-emr", bilindiği gibi Nisâ sûresinin 59. âyetinde müslümanlardan olması ve Allah’a ve Rasûlüne itaat etmesi şartıyla kendisine itaat edilmesi gereken bir otoritedir. Ashâb, tâbiûn ve müfessirler ülü'l-emr kavramıyla kimin kastedildiği konusunda farklı şeyler ileri sürmüşlerdir. Aşağıdakilerden hangisi bunlardan değildir? Yani, itaat edilmesi Kur'an'la emrolunan ülü'l-emr tanımı içine girmez?
a) İmamlar, fâzıl ve âdil fakîhler, şer'î hükümlerle ilgili fetvâ veren müctehidler
b)Hangi inanca sahip olursa olsun ve hangi hükümlerle hükmederse etsin müslümanların başındaki idareciler
c)Râşid halifeler veya müslümanların başındaki müslüman ordu komutanları
d)Ehl-i hall ve'l-akd denilen müctehid bilginlerinin icmâları
159- Aşağıdakilerden hangisi "kıyâmet"in Kur'an'da zikredilen diğer isimlerinden biri değildir?
a) es-Sâatu b) el-Yevmu'l-Hısâb
c) el-Yevmu'l-Ûlâ d) el-Yevmu'l-Âhır
160- Kur'ân-ı Kerim'in kıyâmetle ilgili olarak vurguladığı esaslar konusunda, aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
- Kıyâmetin zamanını Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği
- Kıyâmet alâmetlerinin belirdiği ifâde edilir, ama bunlar hakkında bilgi verilmez
- Kıyâmetin yaklaştığı, zamanının yakın olduğu ve ansızın geleceği
- Her insanın ölümünün kendisi için kıyâmet olduğundan, tek bir kıyâmet değil, birçok kıyâmetlerin olduğu
161- Âcizliğini kabul edip Allah’a güvenip dayanma, O’nun hükmünün mutlaka meydana geleceğine kesin olarak inanma ve alınması gereken tedbirleri alma anlamında Kur’anî terim, seçeneklerden hangisidir?
a) İman b) Tevekkül c) Müşâvere d) Azim
162- Lügat anlamı; belli bir zaman parçası ve bu parçanın sonu, vakit ve son demek olan; terim olarak, insanın veya herhangi bir canlının, kendisine tâyin edilen ömür ve ömrün son bulması anlamına gelen Kur’an kavramı, aşağıdakilerden hangisidir?
a) Ölüm b) Mevt c) Ömür d) Ecel
163- Tevekkül kavramına mesnet olan ve Allah’ın, kendisine dayanılıp güvenilmesi gereken tek zât olduğunu belirten esmâü’l-hüsnâsından olan ismi, seçeneklerden hangisidir?
a) el-Vekîl b) el-Azîz c) er-Razzâk d) er-Rahmân
164- Gâlibiyet kavramıyla ilgili aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır?
a)Allah Teâlâ, mü’minleri gâlip getireceğine dâir söz vermiştir.
b)Allah’ın yardımını bekleyenler, Allah’ın dinine yardım etmelidir.
c)Gâlibiyet, zafer ve başarı, çok ile değil; Hak ile birlikte olmakla mümkündür.
d)Allah, mü’minlere dünyada asla mağlûbiyet vermeyecektir. Gâlip gelemeyen mü’minler gerçek mü’min olmadıklarından mağlûp olmaktadırlar.
165- Ahzâb Sûresi, 21. âyetinde “Rasûlullah’ta sizin için çok güzel örnekler vardır” deniliyor ve bazı özellikler sayılarak bu vasıftaki kişiler için örnek olduğu vurgulanıyor. Sayılan bu özelliklerle ilgili aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
a) Allah’a kavuşmayı umanlar b) Âhiret güne kavuşmayı umanlar
c) Namaz kılanlar d) Allah’ı çok zikredenler
166- Sözlükte “ısrarla istemek, kasdetmek, karar vermek, irâde, sabır” gibi anlamlara gelen; Kur’an’da ve terim anlamı olarak “iyilikte sebat, kararlılık” ve “kesin karar vermek” mânâlarına gelen Kur’an kavramı, seçeneklerden hangisidir?
a) Tevekkül b) Az(i)m c) Nusret d) Sabır
167- Ecelle ilgili olarak verilen aşağıdaki hükümlerden hangisi yanlıştır?
- Ecel değişmez. Allah Teâlâ, insanın ne zaman doğacağını ve ne zaman öleceğini ezelî ve kuşatıcı ilmiyle kesin olarak bildiği için ömrün uzaması, ya da kısalması, yani ecelin öne alınması veya ertelenmesi mümkün değildir.
- İnsan bireylerinin eceli, yani Allah tarafından belirlenmiş ömürleri olduğu gibi; ümmetlerin, toplumların da bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman ne bir an geciktirilir, ne de bir an öne alınır.
- Azrâil ismi Kur'ân-ı Kerim'de ölüm meleğinin ismi olarak açık şekilde ifâde edilir. O yüzden ölüm meleğinin Azrâil'den başkası olduğunu iddiâ etmek küfür sayılır.
- Hayat veren ve öldüren, ölümü yaratıp takdir eden Allah’tır. Cenâb-ı Hakk'ın iki özelliği, esmâü'l-hüsnâdan "el-Muhyî" ve "el-Mümît" isimleriyle ifâde edilir.
168- Vahdetle ilgili âyet-i kerîmede hep birlikte neye yapışmamız emredilir?
- Allah'ın ipine, yani Kur’an’a, İslâm'a
- Allah'ın hükmüne, yani Kur'an ve Sünnete
- Allah'ın Peygamberine, yani Müslüman devlet başkanı ve emîrlere
- Allah'ın rızâsı için vahdete, yani birlik ve bütünlüğe
169- Vahdetle ilgili olarak aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır?
- "Vahdet" kelimesi "tevhid" ile aynı kökü paylaştığından, ikisi arasında kopmaz bir bağ vardır.
- Tevhid birlemek; vahdet de birleşmek demektir. Allah'ı birleyen muvahhid kimse, tevhide iman etmeyenlerle birleşemez.
- Vahdet anlayış ve ahlâkından mahrum insan, gerçek muvahhid olamaz.
- İslâm, bütünmüslümanların her konuda tek bir görüş etrafında birleşmelerini ve hiçbir konuda en küçük fikir ayrılığına gitmemelerini kesin bir şekilde emreder.
170- Kur’ân-ı Kerim’de belirtilen sünnetullaha göre Allah’ın, kendilerine yardım etmesi için, mü’minlerin ne yapması gerekmektedir?
- İbâdet ve duâ etmesi
- İman edip sâlih amel işlemesi
- Allah’a (Allah’ın dinine) yardım etmesi
- Kâfirlere karşı cihad bilincinde olması
171- Kur’ân-ı Kerim’e göre, müteşâbih âyetlere uyanlar kimlerdir?
- Kalplerinde eğrilik bulunan, te'vil edip çarpıtarak toplumda fitne çıkarmak isteyenler
- Kur'an ilimlerinde derinliğe ulaşmak isteyen âlimler
- Kur'an'dan hüküm çıkararak insanların problemlerine çözüm getirmek isteyenler
- Bu âyetlerle ictihad edip fetvâ verme gayretinde olan ilim ehli
172- Kur’ân-ı Kerim, iftirâ konusuyla ilgili olarak “ondan daha büyük zâlim kim olabilir?” (6/En’âm, 21, 93, 144 vb.) dediği insanların özellikleri nelerdir?
- Rasûlullah’ın iffet timsâli eşine iftirâ atan münâfıklar
- Allah’a yalan uydurup şirk koşarak iftirâ eden müşrikler
- İslâm’a hakaret eden ve dine iftirâ atan müfterîler
- Peygamberimiz’in söylemediği sözleri O’na isnâd edip hadis uyduranlar
173- Tahrif konusundaki aşağıdaki ifâdelerden hangisi yanlıştır?
- Tahrif, bir kelimede harflerin yerini veya bir harfi değiştirme, bozma demektir. Bir ibârenin anlamını değiştirme, İlâhî kitaplar üzerinde herhangi bir kelimenin bile bile değiştirilmesi demektir.
- Kur’ân-ı Kerim metnini tahrif ettirmeyerek Kıyâmete kadar aslını aynen korumayı Allah Teâlâ üzerine almıştır. Ama Tevrat ve İncil, o dönemlerdeki bilginlere havâle edilmiş, onlar da bazı çıkarlar ve kıskançlıktan dolayı bu emânetleri koru(ya)mayıp tahrif edilmesine sebep olmuşlardır.
- Kur’an, metin olarak tahrif edilmemiştir ve edilmeyecektir, ama hadisler için bu sözkonusu değildir. Peygamber sözü olmayan nice uydurma hadisler ortaya atılmış ve bazı hadislere ilâvelerde bulunulmuş, yani hadisler yer yer tahrife uğramıştır.
- Bugünkü Tevrat ve İncil, İslâm inancına göre tümüyle tahrif edilmiştir. Asıl Tevrat ve İncil'le bugünkü kutsal kitaplar arasında hiçbir ilişki kalmamıştır. Bugünkü Tevrat ve İncillerde, Kur'ân-ı Kerim'in tasdik ettiği hiçbir hüküm yoktur.
174- Kur'an'da bazı âyetler vardır ki, mânâlarını en doğru olarak sadece Allah bilir. Derin bilgi sahipleri ise, onlar hakkında ayrıntıya girmek istemezler ve yanlış konuşmaktan Allah'a sığınırlar. Hükmü kesin olmayan bu âyetlerde acziyetlerini kabul edip mânâ zorlamasına gitmezler. Kur'an'daki bu türden âyetlere ne ad verilir?
a) Mecaz b) Müteşâbih c) Kinâye d) Furkan
175- Esmâü’l-Hüsnâ konusundaki aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?
a) Esmâü’l-Hüsnâ, âlimlerin ittifakı ile sadece 99 tanedir. Hadis rivâyetlerinde 99 olarak belirtilen ve Tirmizî’de tek tek sayılan bu isimlere Kur’an başka ilâvelerde bulunmaz.
b) Kur’ân-ı Kerim’de esmâü’l-hüsnâ ile Allah’a isim verilmesi ve duâ edilmesi emredilip O’nun isimleri konusunda eğriliğe saparak O’nu yanlış şekilde isimlendirenleri terk etmek emredilir ve onların Allah tarafından cezalandırılacakları belirtilir.
c) Tanrı kelimesi esmâü’l-hüsnâdan biri değildir. O yüzden Allah hakkında bu ismin kullanılması güzel ve doğru olmaz.
d) Esmâü’l-hüsnâ, Allah’ın isimleri olduğundan, bunlardan birini insanlara isim olarak aynen vermek doğru değildir. Özellikle, “el” belirtme takısıyla bu isimler Allah’ın dışındakiler için kullanılamaz. Yine, anlam yönüyle sadece Allah’a ait olan bir sıfatı içeren ismin, insanlara verilmesi çok yanlıştır.
176- “Lâ ikrâhe fi’d-dîn (dinde zorlama yoktur)” meâlindeki Bakara sûresi 256. âyetten anlaşılması gereken nedir?
- Hiç bir insan, diğer insanlara karşı yaptıklarından dolayı dünyada cezâ görmez, görmemelidir.
- İnsanlar, dinî ve ahlâkî davranışlarında tümüyle özgürdür, hiçbir kınama ve suçlama ile karşılaşmamalıdır.
- İnsanlar, din tercihlerinde ve inançlarında tam bir özgür irâde ile seçim yapma hakkına sahiptirler. Bu konularda herhangi bir baskıya uğramamalıdır.
- Kimse kimseye karışmamalı, hiçbir konuda zorlama, baskı, yönlendirme ve tavsiyelerde bulunmamalıdır. Herkes yaptıklarının karşılığını sadece âhirette görecektir.
177- Kur’ân-ı Kerim’e göre Allah’ı tümüyle inkâr edenler, önemsenmeyecek kadar azdır. Kur’ân-ı Kerim Allah’a hiç inanmayanlardan çok daha fazla, esas olarak Allah’a inandığı halde O’na şirk koşanlardan bahseder ve vurguyu en fazla tevhid konusuna yapar. Bununla birlikte Kur’an, Allah’ı inkâr etmede (ve O’na şirk koşmada) üç temel etkeni belirtir. Nedir bunlar?
- a) Kibir ve inat, cehâlet ve tâğutların ifsâdı
- b) Putlar ve endâd, nifak ve şirk
- c) Bel’am, Karun ve Firavun zihniyeti
- d) Aile, çevre, düzen ve devlet
178- Lügat anlamı; zorlamak, bir kimseyi istemediği ve çirkin gördüğü bir işi yapmaya mecbur tutmak olan, İslâm hukuku terimi olarak; bir kimsenin başkasına yaptığı, ondaki rızâyı kaldıran veya ehliyetini yok etmediği halde onun seçme özgürlüğünü bozan ya da şer’î yükümlülüğü kaldıran korkutma hali, yani bir kimseyi korkutmak sûretiyle rızâsı olmaksızın bir iş işlemek üzere haksız yere zorlamaya bir Kur’an kavramı olarak ne ad verilir?
a) teklif b) ısr c) karz d) ikrâh
179- Bilindiği gibi insanlar ya Allah’ın velîsi/dostu veya tâğutun velîsi/dostudur. Âyetü’l-Kürsî’den bir âyet sonra bu hüküm zikredilir. Bu konuda, aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır?
- Allah, kendisine gereği gibi iman edenlerin velîsi, tâğut ise kâfirlerin velîsi/dostudur.
- Allah, bütün yarattıklarının velîsidir; kâfirlerin velîsi/dostu ise kendileri gibi kâfir olanlar ve kendilerini sevenlerdir.
- Allah, iman edenleri karanlıklardan nûra çıkarır; tâğut ise, dostlarını aydınlıktan karanlıklara ulaştırır.
- Allah’ın dostlarına korku ve üzüntü yoktur; kâfirlerin hayatı karanlıklar içinde geçeceği gibi, âhirette de ebedî azap onlaradır.
180- Allah’a, O’nun zâtında, sıfatlarında, isimlerinde, fiillerinde ortağı ve dengi olmadığına, O’nun doğmadığına ve çocuğu olmadığına iman edip O’nu birlemek demek olan tevhid, klasik kabul içinde en genel şekliyle hangi kısımlara ayrılır?
- Rubûbiyet ve ubûdiyet tevhidi olmak üzere ikiye ayrılır.
- Zât, sıfat ve esmâ tevhidi olmak üzere üçe ayrılır.
- Kâinattaki tevhid, toplumda tevhid ve kişide tevhid olmak üzere üçe ayrılır.
- Tâğutların reddi olarak tevhid ve bel’amların reddi olarak tevhid olmak üzere ikiye ayrılır.
181- Allah'ın, mükâfatlarının kendi katında olduğunu; kendileri için hiçbir korkunun ve üzüntünün asla olmayacağını müjdelediği kimselerin özellikleri hakkında, aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
a) Nâfile ibâdetleri ihmal etmemek b) İman edip sâlih amel işlemek
c) Namazlarını dosdoğru kılmak d) Zekâtlarını hakkıyla vermek
182- Sözlükte; Kararlı ve şuurlu bir şekilde gayret etmek, zorluklara karşı çaba göstermek, çalışmak, iç ve dış düşmanlara karşı koymak üzere elinden geleni yapmak, bütün gayreti harcamak anlamlarına gelen Kur’an kavramı, seçeneklerden hangisidir?
a) Cihad b) Kıtâl c) Müctehid d) Cidâl
183- Bilindiği gibi her dönemde ortaya konabilecek cihadın farklı şekilleri vardır. Aşağıdaki seçeneklerden hangisi Allah yolunda cihadın çeşitlerinden biri değildir?
- Nefsî isteklere karşı cihad
- İlim ve dil ile yapılan cihad
- Mal ile ve bedenle, canla yapılan cihad
- Politika ile ve kâfirlerin silahını kullanıp onlardan gözükerek yapılan cihad
184- Sözlük anlamı; reddetmek, geri çevirmek ve bir işten rücû etmek, dönmek olan ve terim olarak; iman ettikten sonra İslâm’dan dönüp başka bir dine geçmeye veya dinsizliği/ateizmi tercih etmeye Kur’ânî kavram olarak ne ad verilir?
a)İrtidâd b) Şirk c) Küfür d) Dalâlet
185- Aşağıdakilerden hangisi, insanı tevhid inancından çıkarıp mürted yapmaz?
- Allah’tan başkasına ibâdet ve mutlak anlamda itaat etmek
- Allah’tan başkasına duâ ve tevekkül etmek
- Mü’min olduğu halde bazı günahlar işlemek
- Kur’an’daki hükümlerden bazısının günümüzde geçersiz olduğunu söylemek
186- Rasûlullah (s.a.s.)’ın vefatından sonra dinden dönüp İslâm devletine savaş açanların isyanlarının bastırılması için yapılan askerî harekâtlara ne ad verilir?
- Seriyye Savaşı c) Mürted Savaşı
- Ridde Savaşları d) Şirk Savaşları
187- Bilindiği gibi, müslümanın dinden çıkıp irtidad etmesine sebep olan çirkin davranışlar sözkonusudur. Allah’a ibâdette O’na şirk koşmak, kâfirlerin uyduğu İslâm dışı ideolojilerin doğru olduğuna inanmak, şirk düzenlerini doğrulamak, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in getirdiklerinden bir şeyi uygunsuz görmek, İslâm’ı, dinin haram veya farzlarından birini alaya alıp eğlence konusu yapmak, mü’minlere karşı kâfirlere yardım etmek gibi. Aşağıdakilerden hangisi, bunlardan biridir, yani insanı tevhid inancından çıkarıp mürted yapar?
- Dinî emirleri yerine getirmede gevşek davranmak
- Namaz ve sabır gibi hayırlı amellerini Allah’a yaklaşmada vesile edinmek
- İslâm’ın hükümlerinden birini kabul etmemek
- Tâğutları beğenmeyip onlara isyan etmek
188- İslâm'a ve müslümanlara karşı savaş açanlarla ne zamana kadar savaşma izni ve emri verilmiştir?
- Müslümanlar, dünyevî çıkarlarını teminat altına alıncaya, rahat edinceye kadar
- (Yeryüzünde) Fitne kalmayıp, din sadece Allah için tatbik edilinceye kadar
- Bütün inkârcılar tamamen öldürülüp yok edilinceye kadar
- İslâm devleti kuruluncaya, Allah'ın hükmü ile hükmedilinceye kadar
189- “Hoşunuza gitmediği halde savaş size yazıldı/farz kılındı...” (2/Bakara, 216). Bu âyetin devamında aşağıdakilerden hangi insanî gerçek vurgulanmaktadır?
- Sizin şer zannettiğiniz hayır, hayır zannettiğiniz şer olabilir. İnsanların hayır ve şer bilgisi ölçü değildir.
- İnsanlar, bir şeyin arka planını araştırma gayreti içerisinde olmamalıdır. İnsanların savaş gibi İlâhî emirlerdeki hikmeti kavramaları mümkün değildir. Hikmet arayışı ölçü değildir.
- Sizin için doğru zannettikleriniz yanlış, yanlış zannettikleriniz doğru olabilir. Sizin bilginiz hayır ve şer için ölçü değildir.
- Sizin hoşunuza gitmeyen bir şey hayırlı, hoşunuza giden bir şey de şerli olabilir. İnsanların hevâsı, yani hoşuna gitme duygusu ölçü değildir.
190- Sevgi konusundaki değerlendirmelerle ilgili olarak aşağıdaki seçeneklerden hangisi yanlıştır?
a) İmanın kemâli, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir.
b) Allah’ı seven Rasûlullah’a tâbi olur.
c) Sevgi, bir şeyi Allah’ı sever gibi sevmektir. Herhangi bir şeyi Allah’ı sever gibi sevmeyen bir insanın sevgisi, gerçek sevgi sayılmaz.
d) Sevgi bir fedâkârlıktır, bedel ödemektir. Eylemi olmayan kuru sevgi, sevgi değildir.
191- Çoğu kimselere göre, yanlış olarak, hasenesi ve seyyiesi (güzeli-çirkini) olduğu ileri sürülen, "Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan, din ile ilgili olup bir eksiltme ve daha çok da bir ilâve mâhiyetinde olan, Rasûlullah’ın sünnetini/yolunu ve dini tahrip ve tahrif eden sapıklıklar"a dinî bir kavram olarak ne ad verilir?
a) Hurâfe b) Atalar yolu c) Câhiliyye d) Bid’at
192- Âyet kavramı konusunda aşağıdaki değerlendirmelerden hangisi doğru değildir?
a) Kur’an kültürüne göre, insanın önünde okunması gereken üç İlâhî kitap vardır: Kur’an, insan ve evren. Bu üç kitabın âyetlerini bir bütünlük içinde, birbirleriyle bağlantılı olarak okuyup gereğini yapmak, dünya ve âhiret saâdetinin temel sebebidir.
b) Allah’ın yarattığı insan ve kâinat âyetleri ve inzâl ettiği Kur’an âyetleri, aşamalı olarak ve zamana yayılmış şekilde değil; birden ve topyekün ortaya konulmuştur. Bu kitaplardaki âyetlerin okunması da zamana yayılmamalı, bir çırpıda okunup uygulanmalıdır.
c) Allah’ın varlığını, birliğini ve kudretini isbatlayan işaret ve delillere âyet denir.
d) Kur’an ilimlerinde âyet; sûrelerin içinde, başı ve sonu belli bir veya birkaç cümleden meydana gelmiş İlâhî sözlere denir.
193- Bakara sûresi âyet 159'da belirtildiğine göre Allah ve bütün lânet ediciler, kimlere lânet ederler?
a) Namazlarında eksikleri bulunanlara
b) Allah yolunda şehid düşmemiş olanlara
c) Musîbetlere sabretmeyenlere
d) Açık delilleri ve Kitapta gösterilen hidâyet yolunu gizleyenlere
194- Şehidlik konusunda aşağıdaki değerlendirmelerden hangisi yanlıştır?
a) Vatanı uğrunda kahramanca savaşıp düşman tarafından öldürülen kimseye şehid denir.
b) Şehid, Allah’ın bir sıfatı ve ismidir; “Eş-Şehîd”, Esmâu’l-Hüsnâ’dan biridir.
c) Şehid, Allah’la alışveriş yapmış, cennet karşılığında canını Allah’a satmış kimsedir.
d) Allah nazarında şehid kabul edilmek için mutlaka savaşta ölmek gerekmez.
195- Aşağıdaki seçeneklerden hangisi “tevhid” kelimesinin tanımıdır?
a) Allah’ın, insanlara, yapmalarını kesin bir şekilde emrettiği fiillere denir.
b) Allah’ın zâtında, sıfatlarında, isimlerinde ve fiillerinde bir tek olduğuna inanmaktır.
c) Kişinin leh ve aleyhinde olan hükümleri, fıkıh kurallarını öğreten ilmin adıdır.
d) Allah'a zâtında, sıfatlarında, isimlerinde ve fiillerinde ortak güçler tanımaktır.
196- “Kanun ve hüküm koyan, otorite ve güç sahibi, kendisinden yardım istenilen, kendisine ibâdet edilen, güvenilen, sevilen ve korkulan, itaat edilen ve emirlerine uyulan ihtiyaçları gideren, duâya karşılık veren, belâları gideren” gibi anlamlara gelen kelime, seçeneklerden hangisidir?
a) İlâh b) Rab c) Tâğut d) Bel’am
197- İnsanın yüce ve hâkimiyet sahibi birine boyun eğmesi, itaat etmesi, ona isyan etmeden kulluk etmesine ne denir?
a) İlâh b) İtaat c) İbâdet d) Şükür
198- Aşağıdakilerden hangisi müşrikler için doğru değildir?
a) Müşrikler, göklerin ve yerin yaratıcısının Allah olduğuna inanırlar.
b) Allah’ın, göklerde hükmü geçen bir zât olduğunu kabul ederler.
c) Yeryüzündeki otorite hakkını Allah’a âit olarak görmezler.
d) Allah’ın ilâhlık vasıflarını başkasına vermezler.
199- Atalar yoluna uymakla ilgili olarak seçeneklerdeki değerlendirmelerden hangisi yanlıştır?
a) Geçmişi tümüyle atmak, onunla bağları koparmak gerektiğinden, doğru yaptıklarını bilmiş olsak bile ataların yolunu tâkip etmek, onların âdet ve geleneklerini benimsemek, Kur’an’da kesin bir şekilde yasaklanmıştır.
b) Hakkın ve iyiliğin ölçüsü, ne eski ne de yenidir; ataların yolunun ölçü olarak kabul edilmesi de, onların her şeyiyle reddedilmesi de doğru değildir.
c) Allah’ın indirdiği delillere bakmayıp da ataların inanç ve yaşayışını, onlar bizim atamız olduğu için taklit etmek; hakkı bırakıp kuruntulara ve şeytanın izine uymak ve Allah’a eşler koşmak demektir.
d) Atalar yoluna körü körüne taassupla uyulmasını yasaklayan Kur’an, dinin esasları ve özellikle akîde hususunda İlâhî vahyin dışında başka kesin ölçüler kabul etmeyi yasaklar; Bâtıl din ve ideolojilerin Kur’an’a ters düşen prensip ve hükümlerinin, ataların veya çağdaş insanların kabulü, ya da halk çoğunluğunun yolu da olsa, kesin bir şekilde reddedilmesini ister.
200- Seçeneklerden hangisi ümmet bilincine en fazla zarar veren câhiliyye anlayışıdır?
a) Sosyalizm-komünizm b) Irkçılık-milliyetçilik/ulusalcılık
c) Ahlâksızlık-hayâ eksikliği d) İbâdetlerde ihmâlkârlık
201- Allah'ın insan için koyduğu aşılmaması gereken hududu aşan, ölçüyü kaçıran, haddini bilmeyip taşkınlık yapan, fakat yönetici olmadığı için tuğyânını topluma dayatma durumunda olmayan azgın kimseye ne ad verilir?
a) tâğî b) müfsid c) nezîr d) tâğut
202- Gerçeği örten, nimeti inkâr eden, Yaratıcı'nın en büyük nimetleri olan âyetleri, din, peygamberlik ve hidâyet gibi hususları görmezlikten gelen kimseye Kur'an terminolojisinde ne ad verilir?
a) tâği b) ifsad c) kâfir d) münzir
203- Küfrün ve tuğyânın temel sebeplerinden biri olan "istiğnâ" ne demektir?
- Büyüklük taslayarak insanlara zulmetmek, haksızlıkla hükmetmek; Büyüklüklenip kibirlenerek yeryüzünde fesat ve fitne çıkarmak, müstekbirlik
- Kendini her yönden zengin kabul edip kimseye muhtaç olmadığı anlayışına sahip olarak kibir ve gurur içinde bulunmak
- Ayartma, azdırma, baştan çıkarma, fesat, ara bozma, karışıklık ve dinsizlik
- Fesat çıkarmak, bozmak, faydalanılan bir şeyin bozulması, insanların inanç ve yaşayışını doğrudan saptırmak
204- Lügat olarak; eşyaya rağbeti olmak, tükenmek, ölmek, tünel, tarla faresinin (köstebek) deliğinden çıkıp girmesi anlamlarına gelen ve inanç yönünden Kur'an'da anlatılan üç gruptan birinin tavrını ifade eden kelime, seçeneklerden hangisidir?
a) ifsad b) infak c) nifak d) inzar
205- Günümüzde asr-ı saâdetteki çeşitli fonksiyonları elinden alınmış, tevhidî bilinç ve anlayışa katkı sağlamayan, gösteriş ve israf mantığıyla inşa edilmiş, müslümanları düzene asimile etmeye çalışan devlet dairesi halinde işlevi olan bazı camilerin varlığı tartışma konusudur. Bu tartışmanın odak kavramı, asr-ı saâdette münâfıkların yaptığı bir mesciddir. Tevbe suresi 107. ayette belirtildiği gibi, münâfıklardan bir topluluk, İslâm cemaatini bölmek, zarar vermek, hakkı tanımamak, yani fesat ve fitne için, Kuba mescidine karşılık olarak bir mescid/cami yapmışlardı. Bu mescidin Kur'an'da ifade edilen şekliyle adı nedir?
a) Mescid-i Kuba b) Mescid-i Nifak c) Mescid-i Fitne d) Mescid-i Dırar
206- Âhiretle ilgili olarak aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır?
- Âhiret inancı, hemen bütün din ve düşünce sistemlerinde de mevcuttur.
- Dünya ayrı, âhiret ayrıdır. Din ve âhiret işleriyle dünya işlerini birbirine karıştırmamak gerekir.
- Reenkarnasyon, Hindu dininden geçen, ruhların, insan ölünce başka bedenlere geçeceğine inanılan, temelde de âhireti ve yeniden dirilişi inkâr anlayışıdır.
- Kur'an'da âhirete sadece inanmak yeterli görülmemekte, ona kesin bilgi, şuur ve şehâdet, yani yakînî inanç istenmektedir.
207- İman konusunda aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır?
- İman (imanın gücü, kemâli), ibâdet ve tâatlerle artar ve günahlarla eksilir.
- Şizofreni (çift şahsiyetli akıl hastalığı) olanlar hâriç, normalde kişi, inandığı gibi davranır, inancına uygun şekilde yaşar.
- Takvâ sahiplerinin ilk ve en büyük özelliği, iman etmektir.
- İman ile İslâm; mü’min ile müslüman aynı anlamdadır. Kur’an’ın tüm âyetlerinde, her iki kavram aynı anlamda kullanılır.
208- “O, insanları ve toplumları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için gönderilmiştir. Bir adı da Nur’dur. Onun hâkim olmadığı yerler zulumatla (karanlıklar ve zulümlerle) kaplıdır.” Bu özellikler, aşağıdakilerden hangisine aittir?
a) Kur’an b) Hz. Muhammed (s.a.s.) c) Hidâyet d) Peygamberler
209- Seçeneklerden hangisi, imanın sahih olması için gerekli şartlardan biri değildir?
- Ölüm döşeğinde ve can çıkmak üzereyken değil; daha önce iman edilmelidir.
- Dinin, Kur’an’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmemek şarttır.
- Gücü yettiği kadar elfâz-ı küfür ve ef’âl-i küfür ihmal edilmemesi gerekir.
- Din veya dince mukaddes sayılan şeylerle alay, hakaret, inkâr ve küçük görmek gibi hususlardan kaçınılması gerekir.
210- Rızık konusunda aşağıdaki hüküm cümlelerinden hangisi yanlıştır?
- Rızık artıp eksilmez, ama rızkı helâl veya harama dönüştürmek bize bağlıdır.
- Çok çalışarak çok para kazanılabilir, ama yararlanılmayan para rızık değildir.
- Kendisinden yararlanılan iman, ibâdet, takvâ, güzel ahlâk ve ilim de rızıktır.
- İslâm, helâl yoldan kazanılan para ve malı, çalışıp kazanana ait kabul eder; yani mülk ve para, helâl kazanç sahibinindir; Kimse müdâhale edemez.
211- Âhiret bilincine sahip olmak ve dünya-âhiret dengesi sağlamak için dünya, doğru değerlendirilmelidir. Bu konuda aşağıdaki değerlendirmelerden hangisi yanlıştır?
- Dünya oyun ve eğlenceden, süs ve övünmeden geçici bir faydalanmadan ibarettir.
- Dünya, hakiki mânâda huzur ve rahatın bulunduğu gerçek vatanımız değildir.
- Dünyada imtihan vesilesi olarak kadınlar, evlatlar, altın ve gümüşler, iyi binekler sevdirilmiştir.
- Müslüman, âhiret endişesiyle yaşaması gerektiği için dünya ile ilgilenmemeli; dünyayı, onu tercih edenlere bırakmalıdır.
212- Dünyadaki en büyük devrim, onun eseridir. O, gerçek anlamda, bir çağı kapatıp yepyeni bir çağ açmıştır. Cahiliyye, onunla kovulmuş, mutluluk çağı onunla başlamıştır. Tarihin şahit olduğu en muhteşem topluluk, onun sayesinde oluşmuştur. Tüm mûcizeler içinde baş sırayı o alır. Bu, seçeneklerden hangisidir?
a) Din b) Kur’an c) Hz. Muhammed (s.a.s.) d) Allah’ın halifesi
213- "Varlıklar âlemini yaratan, terbiye ederek geliştiren, onları maddî ve mânevi olgunluğa götüren, terbiyenin bütün gereklerine mâlik ve her şeye sahip olan" anlamına gelen Allah'ın ismi, hangi kavramdır?
a) Allah b) Rahman c) Dingününün sahibi d) Rab
214- Sözlükte; itaat etmek, boyun eğmek, tevazu göstermek, bağlanmak ve hizmet etmek anlamlarına gelen kavram aşağıdakilerden hangisidir?
a) istiâze b) istiâne c) ibâdet d) hamdele
215- Allah'a ibâdetin eksiksiz ve doğru tanımı, aşağıdakilerden hangisidir?
- Allah'ın farz kıldığı İslâm'ın beş şartına (namaz, oruç, hac, zekât ve kelime-i şehadet getirmeye) ibâdet denir.
- Yapılması sevap olan, Allah'a yakınlık ifade eden, yalnız O'nun rızasını kazanmak niyetiyle yapılan her türlü harekete ibâdet denir.
- Allah'ın yüceliği karşısında kulun aczini itiraf etmesi, sevgi ve ta'zim duyguları içinde Allah'tan lütuf ve yardım dilemesine ibâdet denir.
- Kulların Allah'a karşı memnuniyet ve sevinçlerini O'na şükürlerini bildirmelerine ibâdet denir.
Cevap Anahtarı
1 C 41 D 81 C 121 B 161 B 201 A
2 B 42 D 82 A 122 B 162 D 202 C
3 C 43 A 83 B 123 D 163 A 203 B
4 A 44 C 84 C 124 C 164 D 204 C
5 D 45 B 85 C 125 B 165 C 205 D
6 A 46 C 86 C 126 D 166 B 206 B
7 C 47 D 87 D 127 B 167 C 207 D
8 A 48 D 88 A 128 C 168 A 208 A
9 B 49 C 89 D 129 A 169 D 209 C
10 A 50 B 90 B 130 D 170 C 210 D
11 B 51 A 91 D 131 D 171 A 211 D
12 D 52 A 92 B 132 A 172 B 212 B
13 B 53 A 93 A 133 C 173 D 213 D
14 D 54 D 94 D 134 C 174 B 214 C
15 C 55 D 95 C 135 A 175 A 215 B
16 D 56 C 96 C 136 A 176 C
17 C 57 B 97 D 137 C 177 A
18 B 58 A 98 A 138 D 178 D
19 A 59 C 99 B 139 B 179 B
20 D 60 A 100 C 140 B 180 A
21 B 61 B 101 A 141 A 181 B
22 D 62 B 102 C 142 B 182 A
23 A 63 A 103 D 143 D 183 D
24 B 64 D 104 B 144 A 184 A
25 C 65 A 105 A 145 D 185 C
26 A 66 C 106 B 146 D 186 C
27 A 67 C 107 C 147 C 187 C
28 B 68 D 108 B 148 B 188 B
29 B 69 D 109 A 149 A 189 D
30 A 70 D 110 D 150 C 190 C
31 C 71 A 111 C 151 D 191 D
32 C 72 A 112 D 152 D 192 B
33 B 73 A 113 B 153 C 193 D
34 D 74 C 114 A 154 B 194 A
35 B 75 C 115 C 155 A 195 B
36 B 76 B 116 B 156 D 196 A
37 A 77 A 117 C 157 A 197 C
38 C 78 B 118 B 158 B 198 D
39 C 79 A 119 B 159 C 199 A
40 A 80 C 120 D 160 D 200 B
İNANÇLA İLGİLİ TARTIŞMALI KONULAR
İNANÇLA İLGİLİ TARTIŞILAN KONULAR
- Cehâlet Mâzeret mi, Değil mi?
- Resmî Câmi Görevlilerinin Arkasında Cuma Namazı ve Diğer Namazlar
- Devlet Memurluğu ve Yemin
- Memurlar Arasında Fark
- Tâğutun Mahkemesine Müracaat Etmek
- Oy Vermek ve Demokrasiyi Savunmak
- Oy Verenin Hükmü Konusunda Bazı Âlimlerin Görüşleri
- Resmî Okullarda Çocuklarını Okutmak
- Eğitim ve Okul Kelimeleri; Alternatif Hakkı
- Askerlik
- Sorular
Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:
* Cehâletin mâzeret olup olmadığını, insana, şartlara, mevcut konuma ve içinde yaşanılan düzenin İslâmî olup olmamasına göre değişkilki arzedip etmediğini izah edebilmek ve şeytan kelimelerinin lügat ve terim anlamlarını tanımlamak.
* Resmî câmi görevlilerinin arkasında beş vakit ve Cuma namazlarının kılınıp kılınamayacağını, sebepleriyle izah edebilmek.
* Tâğutun emrinde memurluğun hükmünü açıklayabilmek ve hangi çeşit memurluğun tehlikesinin daha büyük olduğunu örneklere izah açıklayabilmek.
* Oy vermenin hükmünü ve oy verenle ilgili hükmü verebilmek.
* Resmî okullarda çocukların okumasının hükmünü ve hangi şartlara riayet edilirse küfür ithamından uzak kalınabileceğini açıklayabilmek.
* Askere gitmenin hükmünü ve askerde nelerden sakınılması gerektiğini açıklayabilmek.
- Cehâlet Mâzeret mi, Değil mi?
Bu konu birinci cildin ilk ünitesinde işlendiği için oraya bakılabilir.
Resmî Câmi Görevlilerinin Arkasında Cuma Namazı ve Diğer Namazlar
Müslüman, her şeyden önce Kur'an'a kulak vermeli, onun emirlerini hayata geçirmelidir. Ona ters düşen yorum, te'vil, anlayış ve uygulamalardan kaçınmalıdır. "Sana bu Kitab'ı her şeyi açıklayan ve müslümanlara bir rehber, bir rahmet ve bir müjde olarak gönderdik." [1]; "...Bu Kur'an, her şeyin açıklanması ve mü'minler için bir kılavuz ve rahmettir."[2] Müslümanlar, herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüklerinde, onu Allah'a ve Rasûlü'ne arzetmekle mükelleftirler.[3]
Kur'an, Cuma namazını kesin şekilde emretmektedir. Müslüman da, Kur'anın hükümlerini uygulamak zorundadır. Allah, insanlara "niye falan müctehidi, filan fetvâyı uygulamadın?" diye sormayacak, ama mutlaka Kur'an'ın emrini uygulayıp uygulamadığından soracaktır. Kur'an Cuma namazını çok net bir şekilde emretmekte, bu konuda herhangi bir şart ileri sürmemekte, herhangi bir durum sözkonusu olduğunda Cuma namazının kılınmayacağından, işaret yönüyle bile olsa bahsetmemektedir. Müslümanların, Kur'an'ın herhangi bir hükmüne karşı nasıl davranmaları gerektiği de Kur'an'da çok net şekilde açıklanır.
Peygamberimiz'in Cuma namazının faziletiyle ilgili onlarca hadisi hadis kitaplarını doldurduğu halde, Rasûlullah’tan zayıf bile olsa, herhangi bir durumda Cuma namazı kılınmaması gerektiğine dair bir rivâyet sözkonusu değildir. Yani, o, Cumanın şartlarıyla ilgili kesin bir şey söylememiş, hele hele "şu şu şartlar yoksa, Cuma namazı kılmayın!" gibi bir söz onun ağzından kesinlikle çıkmamıştır.
Yani, hutbe ve cemaat dışında ve öğle namazının vaktinde kılınması şartı Kur'an ve Sünnetten çıkan şartlardır. Bunların dışında cemaat olarak kaç kişi bulunmalıdır, mutlaka camiide kılınmalı, başka yerlerde kılınmamalıdır" gibi hiçbir şart Kur'an ve Sünnette bulunmamaktadır. Daha sonraki dönemlerdeki müctehidler, kendi dönemlerindeki cuma namazlarına disiplin getirme ihtiyaçlarından dolayı bazı şartlar ileri sürmüşlerdir. Dolayısıyla, cuma namazını aynen ikindi namazını kılan insanlar gibi bir evde, bir işyerinde kılabilirsiniz. Aradaki tek önemli fark Cuma namazında mutlaka hutbe okunmalıdır. Ayrıca cemaatle kılınır ve öğle namazı vakti içinde kılınır. Kazaya bırakılması sözkonusu değildir. Yine, aynen ikindi namazı gibi iki-üç kişi ile birlikte de kılabilirsiniz. "Kılabilirsiniz" tabirim, aslında "kılmalısınız" anlamına geliyor. Sünnetten anlaşıldığı şekilde, Cuma namazı, kadınlara, kölelere, hasta ve yolculara farz değildir. Bu kimseler Cuma namazı kılarlarsa üzerlerinden öğle namazı düşmüş olur. Cuma namazına katılamamışlarsa, bu kimseler öğle namazı kılarlar.
Cuma namazının illâ camide kılınmasını emreden bir âyet veya hadis yoktur. Sayı mecburiyeti de öyle. Yeryüzü, bu ümmete mescid kılınmıştır. Mü’minler, akidesi sağlam olduğuna kanaat getirdikleri bir imamın arkasında Cuma namazını kılarlar, kılmalıdırlar. Bu, olmasa da olabilir denilecek bir konu değildir; Kur’an ve Sünnet bizden Cuma namazını kılmamızı emretmektedir. Pireye kızıp yorgan yakmak kabilinden tâğutlara kızıp namaz terk edilmez. Daha fazla kızıp diğer beş vakit namazı da terk etmek nasıl doğru bir mantık değilse, tâğutlara kızanlar Cuma’yı onların önemsemeyeceği şekilde terk etmek yerine, onları daha rahatsız edecek şekilde açık havada, parklarda kılsınlar. Ya da cami yerine kullandıkları, müslümanlara açtıkları evlerinde, işyerlerinde, dernek ve vakıflarında eda etsinler. Cuma namazını terk ederek tâğutlar devrilecekse, beş vakit namaz da kılmayan, Cuma da kılmayan insanlar, demek ki düzeni yıkmak üzere olan kahramanlar sayılır ve düzen de bunlardan korkar, düzen kendini sağlama almak için sokaktaki serserileri Cuma kılmaya çağırır. Yok böyle bir şey…
Cemaatle kılınan namazın sahih olması için öncelikle imamın Müslüman olması gerekir. Mutlaka cemaatle kılınması gereken Cumanamazı da, ancak mü’min imamlar arkasında kılınırsa caiz olur. Bir imamın mü’min olup olmadığını, onun konuşmalarından, hutbe ve vaazlarından anlayabiliriz. Camideki imamlar (daha doğrusu, namaz kıldırma memurları), “hutbede (kendilerince) İslâm’ı anlatıyorlar, hutbenin sonunda da İslâmî olmayan sisteme dua ediyorlarsa, bu kimsenin inanç yönüyle durumu belli olmuş, açığa çıkmıştır. Şöyle ki: “Kendilerince İslâm’ın anlatılması”, kendi kafalarına göre suç olan, suç olmayan tasnifi yapıp suç olmadığını düşündükleri T.C.nin istediği (yasaklamadığı) bazı hakikatleri anlatmak ise durum şudur: Gerçeğin yarısını söylemek, hiç bir şey söylememektir. Yarım hakikat, çok kere muazzam bir yalandır. “Kendilerince İslâm’ın anlatılması”, kendi görüş ve kabullerine göre, ki bu görüş devlet dinini ölçü kabul eden Diyanet’in kabullerini ve yasaklarını içeriyor ise, Kur’an’ın en fazla önem verdiği tevhid ve şirk gibi dinin temel esaslarını, bunların güncel yansımalarını anlatmıyor, açıklanması gereken hakkı gizliyorlarsa, hakla bâtılı karıştırarak anlatıyorlarsa, İslâm’a düşman kişileri veya düzenleri övüyor ya da onlara dua ediyorlarsa, bu kimselerin itikatları/inançları açığa çıkmış demektir. Böyle bir kimsenin arkasında ne vakit namazı, ne de Cuma namazı kılınabilir. Tâğuta karşı çıkmak, onu red ve inkâr etmek Kur’an’ın emridir.[4] Böyle bir red ve inkârı göremediğimiz, tam tersine tâğutu kabul ettiğiyle ilgili gösterge olarak onlara dua ettiğine şahit olduğumuz kişi, arkasında namaz kılınamayacak kişidir.
Câmilerdeki görevlilerin tâğutları inkâr ettiklerine dair davranışta bulundukları veya sözle bunu gösterdikleri pek şahit olmadığımız bir durumdur. Ama, tâğutların istediği tarzda hutbe okudukları, tevhid ve şirki güncel boyutlarıyla anlatmadıkları, günümüzdeki putları hiç eleştirmedikleri, yani hakkı gizleyip lanetlik bir suç olan hakkı gizledikleri, hakla bâtılı karıştırdıkları bir vâkıadır. Yine, hutbe esnasında onlara dualar ettikleri, onların emrinde bir memur oldukları, galiz/kaba küfür lafızları içeren memurluk yemini yaptıkları bilinmektedir. Bütün bunlara rağmen, bu özelliklere sahip bir kimsenin arkasında namaz sahih olur” denilebilir mi? Pireye kızıp yorgan yakmak diye tabir edilen şekilde davranıp Cuma namazını terk etmek de sorumluluk getirir. Yapılması gereken; mü’minlerin kendi aralarında birkaç kişi bir araya gelip herhangi bir işyerinde, evde, parkta Cuma namazını edâ etmeleridir.
İyi niyetli halk tarafından büyük fedâkârlıklarla yapılan câmilere Diyânet hemen el koyar. Maksat, orada kendisinin anlattığı devletin dininden farklı bir dinin anlatılmasına, yaşanmasına engel olmaktır. Câmiler, Diyanet eliyle devlet dairesi haline gelmiştir; İmamlar da namaz kıldırma memuru. İşgal edilen bu mekânlar, mü'minler için zararlı mıdır, tartışılmalı, ama devlet için öylesine faydalı yerlerdir ki, devlet bu yerlerin kendi kontrolünde olmak şartıyla sayılarının artmasından memnun bile oluyor. Haftada bir gün, o kadar insana Cuma günü anlatacağı mesajları neden fırsat bilmesin? O kadar insan zorla toplanmaya çalışılsa bu kadar başarılı olunmaz.
Bu konuda Abdurrahman Dilipak şöyle diyor “Şimdi modern din adamı adına, Kemalist imam görüntüsü altında İslâm’a ve müslümanlara karşı bir tehdit odağı oluşturulmak isteniyor. İslâm’da din adamı, ruhban sınıfı yok, ama bu düzen içinde bunlar var. Bu tip insanlar, sadece Cuma namazında imama ihtiyaç duyuyor olsa gerekir. Ömürleri boyunca İslâm’a ve müslümanlara saldırdıktan sonra, bir maaş karşılığı susturulmuş imamların öncülüğünde, ne olur ne olmaz, yarın âhirette belki lâzım olur diye, biraz da Allah’ı kandırmak istercesine müslümanların kendileri hakkında iyi şahitlik yapmasını isterler. Müslüman mezarlığına gömülmek, garip bir tutkudur onlar için. Bu iş için, fazla baş ağrıtmayan, ölülerin arkasından kırkıncı günlerinde şen şakrak mevlitler okuyacak bir aydın imama ihtiyaçları vardır.”
Hutbeler ve vaazlar sivil karakterli, dinin özünden alınan ilhamlarla günün problemlerine çözüm getiren şeyler değil. Çoğu câmide okunan hutbe ve vaazları bir başka şekli ile bir kilise papazının ya da budist bir râhibin vaazlarında duyabilirsiniz. On emir”den ibaret ya da hıristiyanlaştırılmış, sadece kişisel ahlâka indirgenmiş bir din.
Bir insanin arkasinda ne zaman namaz kilinmaz?” Kâfir mürted olunca veya küfrü ortada olunca. Hayır, sadece kâfir ve mürted olunca değil; İmamın arkasında namaz kılınacak özellikleri olmadığında, şüpheli durumlarda, insanlara dinin özünü anlatmadıklarında, fiilen İslâm dışı devleti, rejimi destekliyor görünümü verdiklerinde bir imamın arkasında namaz kılınmaz. Olaya dar pencereden bakmak bizi yanlışlığa götürür. Bugün bütün dünyada, Amerika’nın ve Batının etkisiyle “dine karşı din” projeleri geliştiriliyor. Lâ’sı olmayan bir din, isyanı barındırmayan, mevcut şirk düzenlerine karşı çıkmayan bir din anlayışı. Halkın ve devletin doğru yolda olduğunu haliyle ve tavrıyla göstermeye çalışan namaz kıldırma memurlarının da arkasında Cuma ve vakit namazları kılınmaz.
Halkının önemli bir kesimi müslüman olan ülkelerdeki Diyanet görevlileri, büyük çoğunlukla, dini vicdanlara hapsederek gerçekleri gizlemişler, hakkın toplum tarafından anlaşılmasına engel olmuşlardır. Bu ise, yapılabilecek en kötü işti: “Onlar, işledikleri kötülükten, birbirlerini vazgeçirmeye çalışmıyorlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür!” [5]; “Allah’ın âyetlerini az bir paraya sattılar da O’nun yoluna engel oldular. Onların yaptıkları, gerçekten ne kötüdür!”[6] Bu görevliler, bunu ister bilerek yapsınlar, isterse bilmeden; bâtılı emretmeleri, bundan da kötüsü, hakla bâtılı karıştırmaları, cinâyet olarak yeter! “Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın; yalnız Benden (Benim azâbımdan) korkun. Hakkı bâtıl ile karıştırmayın; bilerek hakkı gizlemeyin.” [7] Atasözünde denildiği gibi; "Dinini paraya satan, dininden de olur, paradan da." Paradan olmasa ne çıkar, paralandıkça paramparça âhireti paralanır.
İmamlara bunca maaşı niye veriyorlar dersiniz? Çok sevdikleri için, dine imana hizmet olsun diye mi? Yoo, onlara maaş verenler, onların ellerine kendi bildirilerini tutuşturup okutmak için... [8]
İmam denilince, sözlük anlamına da uygun olarak, çevresine önderlik ve öncülük eden kimse anlaşılır. Bunun için imamın, hem namaz ibâdetinin, hem de her türlü hayırlı hizmetin yerine getirilmesinde toplumuna önderlik etmesi, ilim ve ahlâkıyla, söz ve davranışlarıyla insanların takdirini kazanması beklenir. Tabii, her şeyden önce, imâmet-i kübrâ için olduğu gibi, namaz imamının da müslüman olması gerekir. Bazılarının, “bu da mevzû mu edilir, tabii ki imamların hepsi müslümandır” diyecekleri büyük ihtimaldir. Ama günümüzde imamlarda aranacak ilk şart, onların her çeşit şirkten arınmış, sadece Allah’tan korkan muvahhid birer müslüman olmalarıdır. İmamlar ve cemaatler, gereği gibi muvahhid mü’min olsalar, nihâi tercihlerini Allah’tan ve âhiretten yana yapsalar, her şey bir başka olacaktır.
Mü’minlerin imamı/lideri, ancak mü’minlerden olur. Herhangi bir kâfirin mü’minlere yönetici olma hakkı yoktur. “Allah kâfirlere mü’minler üzerine asla velâyet hakkı tanımamıştır.” [9] Ümmetin ekserisi, müslüman olduğu halde fâsık veya zâlim olan birisinin de imam ve yönetici olma hakkına sahip olmadığı görüşündedir. Bu anlayış, Kur’an’da “imam” ve “itaat” kavramıyla ilgili âyetler değerlendirildiğinde tercih etmek zorunda olduğumuz bir tavırdır. Kur’an’da kâfirlerin, ancak kâfirlere imam olduğu, kendisine uyanları ateşe/cehenneme ulaştıracağı ifade edilir. Fâsık ve zâlimlerin de, ancak kendileri gibi imamları olacaktır. Çünkü insanlar nasıl iseler, öyle idarecilere/imamlara müstahak olacak ve o şekilde yönetileceklerdir.
Mü’min imamlar ise, imamların imamı Hz. İbrâhim örnekliğinde ortaya konulur. O, put ve putçulara karşı tek başına bir ümmettir. Ve aynı zamanda ümmetin imamıdır. O’nun İshak, İsmail gibi oğulları, Ya’kub, Dâvud, Mûsâ, İsa, Muhammed (salevâtullahi aleyhim ecmaîn) gibi torunları imamdır. Kur’an, apaçık bir imam/rehber olduğu gibi, yol (hidâyet yolu, sırât-ı müstakîm) da imamdır. İmam hakkındaki Kur’an’ın bu tanımlarından yola çıkarak diyebiliriz ki; iyilik imamı, peygamberlerin izinden ayrılmayan, Kur’an’ın ahkâmını inanarak uygulayan ve İslâm hidâyeti üzere, sırât-ı müstakîm yolunda önder kişidir. Bu özellikleri taşımayan kimse, mü’minlerin imamı olamaz; olsa olsa, küfür imamı/önderi olabilir.
Sadece Cuma değil, beş vakit farz namazlar da tabii ki müslümanların arkasında kılınabilir. Akaidinin sağlam olduğunu zannettiğimiz, yani küfre girdiğine dair kesin delillerimizin olmadığı her kıble ehlini müslüman kabul etmek zorundayız. Hutbesinde tâğutun dostu olduğunu (te'vil edilemeyecek açıklıkta) ifâde eden bir imama rastladığında müslümanlar câmiyi terkeder, bir daha o imamın arkasında namaz kılmazlar. Bu konuda diğer namazlarla Cuma namazı arasında fark yoktur.
Namaz kılanların imamlığa geçecek kişiyi seçmeleri haklarıdır. Mescit ehli, devamlı namaz kıldıracak kişiyi kendileri seçer. Eğer ihtilâf ederlerse, çoğunluğun seçtiği namazı kıldırır. Kişinin, cemaat istemediği takdirde imamlığa yeltenmesi doğru değildir. “Üç kişinin namazları kabul olmaz. Bunlardan birisi, cemaat istemediği halde imamlık yapmak iseteyen kişidir...” [10]; “Üç kişi vardır ki, namazları kulaklarını aşmaz: Kerih gördükleri halde bir cemaate imamlık yapan kişi...” [11] İmam olacak kişi, namaz kılanların rızâsı esasına göre seçilir. Namaz imamlığı, “din adamları” denilen bir gruba tahsis edilen dinî bir makam değildir. Herhangi bir müslüman bu vazifeyi üstlenebilir.
Konuyla İlgili Âyet-i Kerimeler:
"Kim tâğuta küfreder (onu tanımaz, reddeder) ve Allah'a iman ederse o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah kemaliyle işitici ve bilicidir." [12]
"Hakka bâtılı karıştırmayın, bile bile hakkı gizlemeyin." [13]
"Ey ehl-i kitap! Neden hakka bâtılı karıştırıyor ve bile bile hakkı/gerçeği gizliyorsunuz?" [14]
"Allah'ın indirdiği kitap'tan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah, ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onlar doğru yol karşılığında sapıklığı, mağfiret bedeli olarak da azabı satın almış kimselerdir. Onlar, ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar! O azabın sebebi, Allah'ın, kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır. (Buna rağmen farklı yorum yapıp) kitap'ta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir."[15]
"Allah, kendilerine Kitap verilenlerden, 'Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz' diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar kötü!" [16]
"İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti Biz Kitaptan insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak tevbe edip, durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır. Onları bağışlarım; çünkü Ben tevbeyi çok kabul eden ve çokça merhamet edenim." [17]
Hadis-i şerif rivâyetlerinde de şöyle buyrulur: "Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyamet gününde ateşten bir gem vurulacaktır." [18]
"En fazletli cihad, zâlim sultana karşı hakkı söylemektir." [19]"Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır."
"Kıyamet gününde bir adam getirilir ve cehenneme atılır da cehennem değirmen merkebinin taşlarıyla (buğday) öğütmesi gibi onu öğütür. Bunun üzerine cehennem halkı onun başına toplanır da: 'Ey filan, sen ma'rufla emrediyor ve münkerden nehyediyor değil miydin?' derler. O da: 'Evet, ben ma'rufla emrederdim de onu kendim yapmazdım ve yine ben, münkerden nehyederdim de, onu kendim işlerdim' der." [20]
Allah’a isyan edene itaat olmaz!” [21]
Câmi görevlileri, İslâm’la devletin gayr-ı İslâmî ilke ve kanunlarını uzlaştırmada çok büyük gayretleri olan ve bu konuda düzene büyük destek sağlayan şahıslardır. Uzlaşma; iki zıddın (karşıt gücün) birleştirilmek istenmesi demektir ki, bunun gerçekleşmesi aslında imkânsızdır. Eğer gerçekleşirse, artık bu iki şey, zıd/karşıt olmaktan çıkar, eşitsizliği aleyhinde olan, diğerinin hâkimiyetini kabul edip, onun içerisinde erir gider. Tâvizden kazançlı çıkanlar, gücü elinde bulunduranlardır, etkili ve yetkili çevreler, egemen güçlerdir. Mevcut ortama boyun eğip bâtılla uzlaşan statükocu kimse, gücünü kabul ettiği çevre ve zihniyetin boyasına girer. Bir müslümanın kâfirlerin şekil ve rengine girmesi mümkün müdür? "Ey mü'minler, deyiniz ki: 'Biz Allah'ın boyasına (dinine) girmişiz. Allah'ın boyasından daha güzel ne olabilir? İşte biz O'na ibadet edenleriz." [22]
Hakkı bâtılla örtüp hakka bâtılın katıldığı bu sentez ve tâvizci yaklaşım, Allah’ın insana fıtrat boyasıyla sürdüğü rengi, bâtılın çirkin renkleriyle karıştırarak alaca bulaca olmak, çok renkli olacağım diye renksizleşmektir. Bukalemun, bir hayvandır, düşmanından korunmak için renk değiştirmesi onunla ilgili olarak ilâhî sanatın tecellisidir. Ama, insan için bulunduğu ortama göre renk alan yapı, iki yüzlülüktür; onurlu müslümanın değil, şahsiyetsiz münafığın karakteridir.
Müslümanın, sadece kendi zâtından korkmasını isteyip, başkalarından korkmasını yasaklayan Rabbimiz,[23] bu emrine uymayan kimseye çoğu zaman korktuklarını musallat eder ki, kendinden başkasından korkmanın cezasını çeksin. İşte tâviz ve uzlaşma, bâtıldan korkmanın sonucu gerçekleştiği için tâvizkâr tutumlar, bir müslümanı, kurtulmak için yılana sarılanın konumuna düşürmektedir.
İslâm'la câhiliyyenin kesişmesi, uyuşması mümkün değildir. Hakla bâtılın, imanla küfrün birleşip bir araya gelmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Aralarında tarih boyunca süren ve Kıyamete kadar da sürecek olan uzlaşmaz bir mücadele söz konusudur. Uzlaşmayı, kesin nasslara rağmen kabul edenler, neticede Allah'ın hor gördüğü kâfirleri hoş görmeye, beşerî düzenleri kutsallaştırmaya, İslâm demokrasisinden veya demokratik İslâm'dan bahsetmeye kadar vardılar. Artık resmî devlet İslâm'ı, Atatürk tipi, onun ilkelerine uygun İslâm(!) gibi tuhaf sentezler uygulama alanları bulmakta. Hıristiyanlık benzeri, uzlaşarak tahrif edilmiş bu İslâm'ların elbette Allah'ın dini olan İsl'am'la hiç bir ilgisi yoktur, bazı benzer yönleri olsa da.
Müslümanın İslâm'dan tâviz vererek, başka beşerî görüşlerle uzlaşarak, İslâm'ın bazı cüzlerini, bazı esaslarını pazarlık aracı görmesi mümkün değildir. Uzlaşma neticesinde kâfirlerin ve küfrün egemenliği -şeklen ve kısmen de olsa) kabul edilmiş olur ki, bu da tevhidî akîde ile bağdaşmaz. İslâm, Allah'a teslim olmak ve O'nun dışında bir güç ve hâkimiyet tanımamaktır. Kelime-i tevhidde bu ifade tüm kapsamıyla belirdiğinden dolayı, müslüman için her türlü tâğutun her çeşit egemenliğini reddetmek; Allah'a iman ve O'nun tek ilâh olduğunu kabul etmenin en önemli şartıdır. Hatta, İslâm'ın dışındaki bütün sistem, görüş ve bunların uygulayıcıları anlamına gelen "tâğut"u reddetmek; Allah'a imandan da önce gelir ki, kalp, dil ve kafadaki tüm sapıklıklar ve sahte ilâhların egemenlikleri öncelikle "lâ = hayır" süpürgesi ile temizlenmiş olsun ve boşalan yere de hak/gerçek ilâhın kabulü yerleşsin. "Kim tâğuta küfreder (onu tanımaz, reddeder) ve Allah'a iman ederse o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah kemaliyle işitici ve bilicidir." [24]
Beş çeşit devlet sisteminde din-devlet ilişkileri
İslâmî Devlet Saltanat Sistemi Komünist Sistem Batı Tipi Laiklik TC Tipi Laiklik
DİN |
DEVLET |
DİN
|
DEVLET
|
DEVLET |
DEVLET |
DİN |
DİN |
DİN DİNDİN ↓ ↓ DİN |
D İ N |
DEVLET |
Devlet Memurluğu ve Yemin
Memurluk Allah’ın memurluğu (O’nun emrine girme) ise ne güzeldir. Tâğutun memurluğu ise, onların âmirliği ve muvahhid bir mü’minin de onların emrine girip, onların memuru olması, onlara itaati ise…
Muvahhid Müslümanlar olarak biz, öncelikle kendimiz her çeşit küfür ve şirkten korunmak ve gerçek anlamda iman etmekten sorumluyuz. İmanımıza şüphe bulaştırmamak, riskli alanlardan uzaklaşmak zorundayız. Kendini ateşten koruyamayan insan, başkalarını nasıl korusun? Bireysel tevhidini uygulayamayan kimsenin yaptığı ne kadar hayır cinsinden olursa olsun, Allah indinde boşa çıkacak ve hiçbir karşılık alamayacaktır. Biz, geçim, hizmet ve benzeri şey için değil, kulluk için yaratıldık. Allah, hiç kimseye “niye tağutların veya yarı yarıya tâğutî kurumların emrinde çalışmadın?” diye hesaba çekmeyecek, ama (farkına ve bilincine varsa da var masa da) böylesi vahyi reddeden düzenlerin çarkını çeviren, istemese de uzlaşma çizgisiyle çevresindeki demokrat kafalıların emrine, tavsiyesine ve tavırlarına muhatap olmaktan, muvahhid bir kimsenin takınması gereken izzete halel getirmesinden hesaba çekilecektir.
Devlet memurlarının yapmak zorunda tutulduğu yemin metni:
Devlet Memurları Kanunu
Kanun Numarası: 657
Kanun Kabul Tarihi: 14/07/1965
Yayımlandığı Resmi Gazete Tarihi: 23/07/1965
Yayımlandığı Resmi Gazete Sayısı: 12056
Bölüm 2: Ödevler ve Sorumluluklar
Sadakat:
Madde 6 - (Değişik madde: 12/05/1982 - 2670/1 md.)
Devlet memurları, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına ve kanunlarına sadakatla bağlı kalmak ve milletin hizmetinde Türkiye Cumhuriyeti kanunlarını sadakatla uygulamak zorundadırlar. Devlet memurları bu hususu "Asli Devlet Memurluğuna" atandıktan sonra en geç bir ay içinde kurumlarınca düzenlenecek merasimle yetkili amirlerin huzurunda yapacakları yeminle belirtirler ve özlük dosyalarına konulacak aşağıdaki "Yemin Belgesi" ni imzalayarak göreve başlarlar.
“Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına, Atatürk İnkılap ve İlkelerine, Anayasada ifadesi bulunan Türk Milliyetçiliğine sadakatla bağlı kalacağıma; Türkiye Cumhuriyeti kanunlarını milletin hizmetinde olarak tarafsız ve eşitlik ilkelerine bağlı kalarak uygulayacağıma; Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyip, koruyup bunları geliştirmek için çalışacağıma; insan haklarına ve Anayasanın temel ilkelerine dayanan milli, demokratik, laik, bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilerek, bunları davranış halinde göstereceğime namusum ve şerefim üzerine yemin ederim.”
Memurluk Allah’ın memurluğu (O’nun emrine girme) ise ne güzeldir. Tâğutun memurluğu ise, onların âmirliği ve sizin de onların emrine girip, onların memuru olmanız, onlara itaatiniz ise…
Müslümanlar olarak biz, öncelikle kendimiz her çeşit küfür ve şirkten korunmak ve gerçek anlamda iman etmekten sorumluyuz. Kendini ateşten koruyamayan insan, başkalarını nasıl korusun? Bireysel tevhidini uygulayamayan kimsenin yaptığı ne kadar hayır cinsinden olursa olsun, Allah indinde boşa çıkacak ve hiçbir karşılık alamayacaktır. Biz, hizmet ve benzeri şey için değil, kulluk için yaratıldık. Kulluğun içine ne kadar hizmet girerse o kadarından sorumluyuz. Ama “hizmetin içine ne kadar kulluk girerse o bize yeter” diyemeyiz. Meselâ bir öğretmenin öğrencileri puta tapma törenlerine yönlendirdiği, onları bu âyin için sıraya koyduğu fiilini düşünelim. Küfür davranışları içindeyken veya o tür uygulamaları masum çocuklara emreder ve yaptırırken ölüm gelmiş olsa… Ölüm o anda gelmese bile, en küçük bir şerrin hesabının sorulacağı bir yerde ve zamanda, bir başkasını küfre yönlendirmenin hesabının nasıl verileceği… Kendini ateşten koruyamayan kimsenin başkasını nasıl koruyacağı… değerlendirilmeli. Allah, hiç kimseye “niye tağutların emrinde öğretmenlik yapmadın?” diye hesaba çekmeyecek, ama (farkına ve bilincine varsa da varmasa da) böylesi vahyi reddeden düzenlerin (eğitim) çarkını çeviren ve müşrik vatandaş yetiştirme görevi üstlenen kimselere “niye imanına şirk karıştırdın? Niye hakla bâtılı karıştırdın, çocukları küfre teşvik edip onları kâfirleştirdin?” diye hesaba çekecektir?
Küfre rıza küfürdür. Küfrü emreden, küfrü bir başkasına mecbur edip dayatan kişiye mü’min muamelesi yapılamaz, o kimsenin cenaze namazı kılınamaz. Olayın küfür ve şirk olması ayrı bir şey. Belirli bir şahsa müşrik demek ayrı bir şeydir. Biz olayın vehâmetini anlatırız, insanları ondan sakındırmaya çalışırız, ama belirli şahsı açıkça bir inkârını görmedikçe tekfir etmeyiz.
Bu hususta açıklığa kavuşturulması gereken beş ayrı husus var: 1- Elfâz-ı küfür (ve ef’âl-i küfür), 2- Allah adı dışında başka bir kutsal(!) adına yemin, 3- Memurluk ve memurluklar arasında fark, 4- İmza (veya yazı)nın söz gibi olup olmadığı, 5- Belirli bir şahsı tekfir etmek.
Elfâz-ı küfür, küfür lafızları, insanı küfre götüren sözler demektir.
Bir terim olarak, kişiyi küfre düşüren ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere "elfaz-ı küfür" adı verilir. İbn Hacer el-Askalânî şöyle der: “Kim putlara tapınırsa, secde ederse İslâm’a inansa bile küfre girer. Sübkî bu konuda icmâ olduğunu söylemiştir.” [25]
Ebû Bekir el-Cessas ise şöyle der: “İkrah hali olmaksızın küfür lafzını şaka ya da ciddi olarak dillendiren bir kimse kâfir olur.” [26]
Allâme Keşmirî şöyle der: “Sonuç olarak kim ciddi ya da şaka olarak küfür kelimesini söylerse kâfir olur. O kişinin inancına bakılmaz.” [27]
Aliyyu’l Kari, Fıkh-ı Ekber Şerhi’nde: Kişi, ikrah altında olmadan mânâsını bilerek bir küfür sözü söylerse, söylediğine inanmasa dahi kâfir olur” der. İbn Âbidin de: “Kim küfür kelimesini ister şakayla, ister oyun olsun diye telaffuz ederse, tüm ilim adamlarımıza göre kâfir olur; neye inandığına bakılmaz” demektedir. Şâfii âlimlerinden büyük hadis bilgini İmam Nevevî; “Kim dâru’l-harpte esir olmadığı halde küfür kelimesini telaffuz ederse, onun mürtedliğine hükmedilir. Zira kişinin dâru’l-harpte yaşaması ikrah altında olmasına delâlet etmez” der. Mâlikî âlimlerinden Kadı Ebu Bekir İbnu’l-Arabî; “Küfür sözlerini ister şaka ile ister ciddi bir şekilde söyleyen kimsenin kâfir olduğu hususunda ümmet içinde ihtilâf, görüş ayrılığı yoktur” der.[28] Hanbelî âlimlerinden İbn Kudâme el-Makdisî ise; “Kişinin inanarak küfre girmesi, şüpheye düştüğü için küfre girmesi ya da ister alay ederek ister ciddi olarak fark etmeksizin küfür lafzını söylemekle küfre girmesi arasında fark yoktur” demektedir. İkrah hali olmaksızın küfür kelimelerini telaffuz eden bir kimse kâfir olur. Bu konuda ümmet arasında icmâ vardır. Dolayısı ile bir kimsenin birkaç kuruşluk dünya menfaati uğruna küfre girmesi düşünülemez.
Söyleyeni dinden çıkaran küfür sözlerinin bu sonucu meydana getirmesi için hür bir irade ve ihtiyarla söylenmesi gerekir. Tehdit, zor ve baskı altında küfür sözlerini söyleyen kimse, zorlama tam ise, yani öldürme, kesme, bedene zarar verme ve şiddetli dövme tehdidi varsa küfür sözü söyleyebilir. Ayette şöyle buyurulur: "Kalbi imanla dolu olduğu halde, küfre zorlanan müstesna olmak üzere, kim iman ettikten sonra, küfre sine açarsa Allah'tan onlara bir azap vardır."[29] Bu âyet, küfre zorlanan kimsenin dinden çıkmayacağını gösterir. Nitekim Mekke müşrikleri, Yâsir ile hanımı Sümeyye'yi İslâm'dan dönmeleri için zorlamış, işkence altında ikisini de öldürmüştür. Yâsir'in oğlu Ammâr'ı da bir kuyuya atarak işkence yapmışlar, Ammar işkenceye dayanamayarak, kalbi imanla dolu olduğu halde, diliyle İslâm'dan döndüğünü söylemiş ve canını kurtarmıştır. Haber Hz. Peygamber'e ulaşınca, kendisiyle görüşmüş ve yine işkenceye maruz kalırsa aynı sözleri söylemesine ruhsat vermiştir. Yukarıdaki ayet-i kerîme bu olay üzerine inmiştir. [30]
Gönüllü olarak memur olan bir kimsenin ikrah (zorlama) altında olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Kimseye zorla memur olması için baskı ve zorlama yapılmamaktadır. Şiddetli baskı, yani işkence altında olmadan bir mü’minin bir küfür lafzı söylemesi, onu imandan çıkarır.
Ef’âl-i küfür de, küfür fiilleri, insanı küfre sokan davranışlar, eylemlerdir. Puta tapmak gibi. Bu tür davranışlardan biri de, yine şiddetli zorlama (ikrâh-ı mülcî) bulunmadığı takdirde, kişiyi küfre sokar.
Yemin meselesine gelince…
Babalar, anneler, melekler vs. gibi Allah'tan başka varlıklar adına edilen yeminler: Bu şekilde yemin etmek câiz değildir. Hz. Peygamber, böyle yemin etmeyi men etmiştir. Aynen bu varlıklar gibi, “namus, şeref üzerine yapılan yapılan yeminler, yemin ederim, ant içerim” gibi ifadelerle de yemin etmek câiz değildir. Bu ifadeler, şer’an yemin hükmüne girmez; bu tür yemin eden kimse, yeminini bozsa kefaret gerekmez. Ama, Vallahi, billâhi, tallahi ifadeleriyle yapılması meşrû olan yemini, bu tür geçersiz ifadelerle yapan, yani Allah’ın dışında başka varlıklar veya farklı kutsallar adına yemin eden kişi, büyük günah işlemiş, küçük de olsa şirke bulaşmış olur.
Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.): "Kim yemin edecekse ancak Allahû Teâla (cc)'nın adı ile yemin etsin!.. Aksi takdirde bıraksın" buyurduğu bilinmektedir. Kureyş halkı genellikle "Babamın hakkı için, annemin hakkı için" ve bunun gibi sözlerle yemin ediyordu. Nitekim Resûlullah (s.a.s.): "Babalarınız üzerine yemin etmeyin"[31] emrini verdi. Dolayısıyla yemin; kitap, sünnet ve icmâ ile sâbit olan bir hâdisedir. İnsanlar genellikle; zor duruma düştükleri zaman, haklı olduklarını ispat için "Vallahi, Billâhi" gibi yemin lafızlarını kullanırlar. Yemin'in lûgat manası; "sağ el" demektir. Halk arasında hayır ve bereket sağ ele nisbet olunur. Yemin "kuvvet" manasına da kullanılır. Nitekim Molla Hüsrev: "Yemin; lûgat yönünden kuvvet manasınadır" hükmünü zikreder. Kur'ân-ı Kerîm'de; yemin kelimesi, kuvvet manasına da kullanılmıştır. İslâmî ıstılahta: "Allahû Teâla (cc)'nın adını zikrederek, haberin takviyesidir." Ayrıca yemin eden kimse; bir şeyi yapmaya veya yapmamaya, Allahû Teâlâ'yı şâhid tutarak karar verir. Meselâ: "Vallahi ben şu işi yapmam" gibi!.. Fûkaha; yapılış şeklini esas alarak yemini iki kısma ayırmıştır. Birincisi: Allahû Teâla veya O'nun sıfatı ile yapılan yemin. İkincisi: Allahû Teâlâ'dan başkasıyla yapılan yemin. Allah Teâlâ'dan gayrısıyla yapılan yemin câiz değildir.
“Kim İslâm’dan başka bir din adına bilerek yalan yere yemin ederse, o kişi dediği gibi (yalancının biri)dir. Kim, ne ile intihar ederse, kıyâmet günü onunla azâb olunur. Sahip olmadığı bir şeyi adayanın adağı geçersizdir. Mü’mine lânet etmek, onu öldürmek gibidir.”[32]
"Dikkat! Gerçekten Allah (azze ve celle) sizi babalarınıza yeminden nehyediyor; kim yemin edecekse Allah'a yemin etsin yahut sussun!"[33]
"Annelerinize ve putlara da yemin etmeyin, Allah'a da ancak doğru söylemek şartıyla yemin edebilirsiniz."[34]
"Her kim Allah'tan başkasına yemin ederse muhakkak şirk koşmuştur yahut küfretmiştir."[35]
"Senin yeminin arkadaşın seni ne üzerine tasdik etti ise ona göredir."[36]
"Yemin, yemin isteyenin niyetine göredir" Bir diğer rivâyet: "Senin yeminin arkadaşının seni kendisiyle tasdik ettiği şeye göredir."[37]
Sözün özü: “Yemin, (sonuç itibarıyla) ya günaha girmektir veya pişman olmaktır.”[38];“... İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, ancak dillerinin ürettikleridir.”[39]
Memurluklar Arasında Fark
“Şeytanlar, dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara itaat ederseniz muhakkak ki şirk koşan müşriklerden (Allah’a ortak koşanlardan) olursunuz.”[40] Bu âyeti tefsir edersen Seyyid Kutub şöyle der: “Yani siz Allah’ın emrettiği hususlardan yüzçevirip şeriatını tatbik edip başkalarının sözüne uyarsanız, Allah’ın hükmünün yerine başkalarının hükmüne koşarsanız, işte bu yaptığınız şirktir. Kim bir insanın kendisinden uydurduğu hükümlere itaat ederse, bu hüküm çok küçük ve basit bir mesele dahi olsa o şüphesiz müşriklerdendir. Müslüman olup da böyle bir fiil işleyen doğrudan doğruya İslâm’dan çıkıp şirke girmiş demektir. Ne kadar kelime-i şehâdet getirirse getirsin fark etmez… Mademki o Allah’tan başkasının hükmüne uymakta, Allah’tan başkasının hükmüne itaat etmektedir, bu onun durumunu değiştirmez.
Bu kesin hükümlerin ışığı altında bugün yeryüzündeki toplumlara göz attığımızda tamamen şirk ve câhiliyyeden başka bir şey göremeyiz. Kitlelerin ve yığınlarca insanın şirk ve câhiliyye bataklığı içinde yüzdüğünü müşâhede ederiz. Allah’ın muhâfaza ettiği kimseler yeryüzünde ilâhlık taslayan zâlim putlara karşı gelirler, cebir hududu dışında kalan hiçbir halde onların hüküm ve şeriatına itibar etmezler.” [41]
Bir başka âyette Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Gerçekten, doğru yol kendilerine açıkça belli olduktan sonra gerisin geriye küfre dönenlere şeytan, kötülüklerini güzel göstermiş ve onları uzun emellere düşürmüştür. Çünkü onlar Allah’ın indirdiğini beğenmeyen kimselere: ‘Bazı işlerde biz size itaat edeceğiz’ demişlerdi. Oysa Allah onların gizlediklerini biliyordu.”[42] Görüldüğü gibi bu âyette Allah Teâlâ bazı kimseleri, Allah’ın indirdiğini hoş karşılamayanlara karşı sadece dilleri ile itaat edeceklerini söylemelerini, onların arkalarına dönmelerine yani irtidat etmelerine bir sebep olarak göstermektedir. Âyette geçen “arkalarını döndüler” ifadesi, “imanı terk ederek küfre döndüler” demektir. [43]
Muhammed Şenkıtî Kehf sûresinin 26. âyetine yaptığı tefsirde şöyle demektedir: “Kur’ân-ı Kerim’in naslarından açıkça anlaşılmaktadır ki, şeytanın dostları vasıtasıyla koydurduğu, İslâm şeriatına muhâlif beşerî kanunlara tâbi olanların kâfir ve müşrik olduklarından anca onlar gibi Allah’ın basiretlerini kör ettiği, vahyin nurundan kör olan kâfir ve müşrik kimseler şüphe ederler.” [44]
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Mûsâ, ‘Rabbim! Bana lutfettiğin nimetlere and olsun ki, artık suçlulara asla arka çıkmayacağım’ dedi.”[45] Müfessir Âlûsi, bu âyetin tefsirinde şöyle der: “İlim ehli bu âyete dayanarak zâlimlere yardım ve hizmet etmeyi câiz görmemişlerdir. İbn Ebî Hatim, Cabir bin Hanzala’dan şöyle dediğini nakletmiştir: Birisi Amr’a: “Ben bir kâtibim. Gireni çıkanı yazarım. Bunun karşılığında da maaş alırım. Siz bu konuda ne dersiniz?” diye sordu. Ebû Amr: “Dökülen kanı da yazar mısın?” deyince adam “hayır!” dedi. “Zorla alınan malı da yazar mısın?” dreyince adam “hayır!” dedi. Ebû Amr adama “acaba sen Mûsâ’nın (a.s.) sözünü işitmedin mi?” diyerek bu âyeti okudu. Âyeti dinleyen bu kişi Ebû Amr’a: “Vallahi çok güzel tebliği ettin yâ Ebâ Amr! Bundan böyle ben bu kişilere bir satır bile yazmam!” dedi. Ebû Amr da: “Vallahi Allah seni rızıksız bırakmaz” dedi.
Bir hadiste şöyle geçer: “Kıyâmet gününde zâlimler ve yardımcıları, hatta onların kalemini açanlar çağrılır ve demirden tabutlara konularak cehenneme atılırlar.” Şayet bu hadis, sahih ise zâlimlerin yardımcıları korksunlar. Ölmeden evvel uyansınlar.
Terzinin biri âlime: “Ben zâlimlerin elbisesini dikiyorum. Acaba ben Kasas sûresinin 17. âyeti gereği zâlimlere yardım edenlerden olur muyum?” diye sorar. Âlim şöyle cevap verir: “Hayır, sen zâlimlere yardım eden değilsin. Bilakis sana iğne satanlar zâlimlere yardım edenlerdir. Sen ise bizzat zâlim olmuşsun” [46]
Allah Rasûlü (s.a.s.) şöyle buyurur: “Âhir zamanda zâlim emirler, fâsık bakanlar, hâin kadılar, yalancı âlimler olacaktır. Kim onlara yetişirse onlara başkan, vergi toplama memuru, bekçi, polis olmasın.”[47] Bir başka hadiste ise şöyle buyrulur: “Birtakım zâlim emirler gelecektir. Kim bunlara muhâlefet ederse kurtulur. Kim bu emirler ile içli-dışlı olursa helâk olur.”
Burada şu noktayı gözden kaçırmamak gerekir. Bazı durumlarda tâğutlardan görev almak aslen şirktir. Meselâ tâğutların yasama meclisinde bakan, milletvekili olmak ya da hâkim, savcı, polis, istihbarat memuru, subay gibi tâğutî düzeni ayakta tutan, tâğutî düzenin küfrünü destekleyen kurum ve kuruluşlarda çalışmak sahibini İslâm’dan çıkarır. Tüm bu görevler kâfirlere itaat ve onlarla velâ bağı kurmak kapsamındadır.
Bazen tâğuttan görev almak onu meşrû gösterdiğinden dolayı haramdır. Meselâ şu anda tâğutî düzenler tarafından görevlendirilmiş hocalar ve din adına kurulmuş olan Diyanet teşkilatı gibi teşkilattan görev alan kişiler, hiçbir şirk ilkesini kabul etmeseler, 657 sayılı kanunun belirlediği sözleri (yemin) söylemeseler bile, toplumun nazarında tâğutu meşrûlaştırdıklarından dolayı en azından haram işlerler. Bazı âlimlerin fetvâsına göre ise müşrik olurlar.
Alâme Takıyyuddin, gerçekten çok değerli eseri Kifâyetu’l Ahyâr’da bu konu hakkında şöyle der: “Çağımızdaki bazı âlimler şöyle bir tahkikte bulunmuşlardır. Kim bir haram iş yaparak bu işin toplumda meşrûlaştırılmasına sebep olursa Kur’an’ı pisliğe atanlar gibi kâfir olurlar. ‘Ben müslümanım’ demesi bu kişiye bir fayda sağlamaz. Zira bu yaptıkları İslâm şeriatının yok olmasına neden olur. Aslen bu tür kişilerin tekfiri daha çok gereklidir. Çünkü bunların halini avam bilmez. Fakat Kur’an’ı pisliğe atan kişi böyle değildir. Şüphesiz bu hareketin küfür olduğu herkes tarafından bilinir. Zira bu konu oldukça açıktır. [48]
Zâlimlerden görev almayı mutlak olarak haram gören âlimlerin bazıları şunlardır: Yusuf Erdebilî, [49] İmam Gazâlî, [50] Ebu’l Ferec İbn Cevzî… [51]
Kurtubî, tefsirinde şunu nakletmektedir: “İslâm âlimleri şöyle demişlerdir: ‘Kim zâlimlerden imamlık görevini alırsa arkasında namaz kılınmaz. Ancak özrünü beyan etmesi veya tevbe etmesi durumu müstesnâdır.” [52] Dikkat edilirse, buraya kadar aktarılan fetvâlarda âlimler kişinin haram bir fiili meşrûlaştırması hakkında fetvâ vermişlerdir. Maalesef zamanımızda, özellikle Diyanet İşlerinde görev alan hocalar, haramı değil, mutlak küfrü meşrûlaştırmaktadırlar. Evet, zamanımızdaki hoca geçinen kişiler mekruhu, haramı değil; mutlak küfrü meşrû göstermektedirler. İslâm’a yaptıkları zarar bununla da bitmez. 657 sayılı kanunun tüm maddelerini kabul edip imzaladıktan sonra, yaşantılarını tâğutî düzenin emirlerine göre tanzim ederler. Onların emirlerine göre oturup kalkarlar, onların istediği şekilde fetvâ verip onların istedikleri (emrettikleri) hutbeleri okurlar. Tâğutu meşrû gösterip itaat ederler ve halka da tâğuta itaat etmeleri için telkinde bulunurlar. Acaba allâme Takıyyuddin’in bahsettiği âlimler zamanımızdaki bu kişileri görseydi ne derlerdi?
Mevdûdi’ye müşriklerden görev alınıp alınamayacağı sorulduğunda cevaben şöyle demiştir: “Bireysel muâmeleler ile ilgili olarak bir müslümanın, herhangi bir gayri Müslim ile ücret ya da maaş karşılığında hizmette bulunmak üzere anlaşması durumunda herhangi bir sakınca yoktur. Ancak, burada yapılacak olan hizmetin herhangi bir haram ile doğrudan ilişkisinin olmaması durumu aranır. Üzülerek belirtmeliyim ki bir kısım ulemânın bireysel muâmeleler ile ilgili bu fetvâya dayanarak küfür hükümetlerinde memurluk yapmayı câiz göstermeye kalkışmaları doğru değildir. Bu cevâzı veren âlimler gayri Müslim birisinin şahsî işi ile gayri İslâmî bir rejimin toplumsal işi arasındaki temel farkı göz ardı etmektedirler. Gayri İslâmî rejim İslâm yerine İslâm dışı olanı, itaat yerine ma’siyeti, İlâhî adâlet yerine insan hayatında Allah’a isyanı amaçlamakta ve icrâ ettiği tüm işlerde bu amaç saklı olmaktadır. Böyle bir şeyin haram olduğu ve hatta diğer bütün haramlardan daha da şiddetli bir haram olduğu açıktır. Bu yüzden böyle özelliklere sahip bir zulüm düzenini ayakta tutan ve yürüten bölümler arasında ‘falan bölümde iş yapmak câizdir. Filan bölümde iş yapmak câiz değildir’ gibi bir ayrım yapılamaz. Çünkü bütün bu bölümler birleşerek büyük bir ma’siyeti ortaya çıkarmaktadır. Bu meseleyi daha güzel bir şekilde anlamak için şu misal kâfi gelecektir. Herhangi bir kuruluşun, kamuoyunda küfrün yayılması ve Müslümanların irtidadının sağlanması amacıyla kurulmuş olduğunu düşünelim. Bu kuruluşta haddi zâtında helâl olan, ama bu kuruluşun güçlenmesi ve gelişmesine katkısı kaçınılmaz olan bir işte çalışmak hiçbir müslümana câiz olmaz.” [53]
Yemin konusu hâriç tutulmak üzere; tüm memurluk çeşitleri aynı hükme tâbi tutulamaz. Memurluğun kesinlikle yasak olduğu alanlar vardır, bazı şartlarla câiz ve mubah kabul edilecek (ya da şartlara göre bazı memurlara müsamaha ile bakılması gereken) çeşitleri vardır.
Düzenin üç temel sacayağı olan “yasama, yürütme ve yargı” alanlarında görev almak, tâğuta yardımcı olmak, onu güçlendirmek anlamına geleceği ve Allah’ın indirmediğiyle hüküm konusu ile bağlantılı olacağı için kesinlikle câiz görülemez. Bunları görev ve memurluk olarak isimlendirirsek, şunları sayabiliriz: Milletvekilliği, hükümet üyeliği, parlamentoda memurluk, devletin İslâm’a ters kanunlarını uygulamak ve insanları bunlarla yönetmek kapsamına girecek her çeşit bürokratlık, yöneticilik, âmirlik yasama ile ilgili alanı kapsar.
Yürütme de; TC’nin temel ilkeleri doğrultusunda, insanları devletin verdiği güçle kanunları uygulayan, devlete mutlak itaati isteyen kurumlarda görev; meselâ Emniyet Müdürlüğünde görev, polislik vb.
Yargı da hâkim, savcı vb. görevleri kapsar. Bunlar da Allah’ın indirdiğiyle değil; beşerin uydurduğu ilke ve kanunlarla insanları yönetmeye çalışırlar.
Ayrıca yapılması küfür veya haram olan bir işle, görevle ilgili herhangi bir alanda görev almak veya böyle bir konumdaki memurluk; insanları küfre veya harama teşvik edecek veya kendisi için kesinlikle küfür veya haram olan bir işte görevli memurluk da kesinlikle câiz olmaz.
Demek ki, Emniyet’te görevli bir memur ile meselâ belediyede bir memur farklıdır. Yine Belediye’de zabıta görevlisiyle itfaiyeci aynı değildir. Zabıta, zulüm olan bazı uygulamalar yaptığına ve polise benzer bir görevi olduğundan câiz kabul edilemezken, itfaiyeciliğin hiçbir sakıncası yoktur. Bazı memurluklar da duruma göre değerlendirilir: Vergi memurluğu câiz görülmezken, meselâ nüfus müdürlüğünde memurluk câiz kabul edilir. Tabii, bütün bu câiz denilen hususlar, herhangi bir küfür ve haramla, ancak bazı haramlar işlemekle o memurluk yapılıyorsa, câiz olmaktan çıkar.
Belki en riskli memurluklar da halkın “namaz kıldırma memuru” dediği imamlık ve halkın peygamber mesleği dediği öğretmenlik sözkonusudur. Cami görevlisinin tâğutları hiçbir şekilde ve hiçbir zaman övmemesi, onlara dua ettirmemesi, İslâm dışı bir düzeni savunmaması, tâğutları reddettiğini davranışları ve uygulamalarıyla ispatlaması ve hakkı (tevhidi, şirki, çağdaş putperestliği…) gizlemeyip bâtıla karıştırmadan insanlara duyurması gerekmektedir ki, yaptığı görev, câiz kabul edilebilsin; aksi takdirde câiz değildir.
Okullarda görevli öğretmenlerin ise, öğrencileri putperest âyinlere yönlendirmemesi, hiçbir öğrenciye tâğutu övecek şekilde görevler vermemesi, bu tür konuları okutmaması, kendisinin de küfür davranışı olan hafta başı ve sonundaki törenlere, bayram törenlerine vb. katılmaması şarttır.
Yine buna benzer küfür davranış ve sözlerinden tümüyle kaçınmak şartıyla yapılan öğretmenliğin câiz olduğu söylenebilir veya en azından bu konu tartışılabilir.
Bütün bunların yanında, dâva adamı olan veya olmaya çalışan samimi mü’minlerin, zâlim bir düzenin çarklarını çevirecek bir memurlukla ömürlerini tüketmeleri, pasifize olmaları tavsiye edilmez, yakışmaz, şık olmaz.
Kur’an ve Sünnette bugünkü memurlukla ilgili direkt bir ifadenin bulunması sözkonusu değildir. Kur’an ve Sünnet temel ilkeleri verir. Gerisi Kur’an ve Sünneti ölçü kabul eden ve bu konuda doğru hükümler çıkarabilen seviyeli insanların değerlendirmelerine yönelinir. Kimin Kur’an ve Sünnetten delili kuvvetliyse o hükme uyulur. Kur’an ve Sünnet, tâğutun red ve inkâr edilmesini emreder. Putperestliğin ve şirkin her çeşidini yasaklar. Haram işlenmesini yasaklar. Ayrıca küfre vesile olan, yardımcı olanın küfre, harama yardımcı olan kimsenin harama düştüğünü belirtir.
Şahsî kanaatim, mecburi ve çok özel bir durum olmadıkça dâva adamı hiçbir müslümanın memurluğu veya resmî dairelerde çalışmayı tercih etmemesidir.
Ülkedeki Müslümanlar, çoğunlukla iki aşırı uca kaymış durumda. Tarihte bu iki aşırı ucun adları: Mürcie ve Hâricîlik. Günümüzdeki insanlar, kendilerinin dâhil oldukları grubu bile tanımazlar, o da ayrı bir konu. Çağdaş Müslümanların bir kısmı, hemen her şeyi mubah görür, amellerin imana hiç zarar vermeyeceğini ifade eder, şirk ve küfür olan hususlara bile sert tavır takınmaz; bunları çağdaş mürcie kabul edebiliri. Halk yığınlarının geneli ve bazı cemaatler bu anlayıştadır. Diğer taraftan tüm halkı tekfir eden, ya da meselâ oy verdiği için (hangi niyetle ve hangi seviyedeki insan olursa olsun) onları tekfir eden gruplar var; bunlara da çağdaş Hâricîler denebilir.
İşte bu zihniyetteki insanlar memurluğa da diğer hususlara da kendi din anlayışları doğrultusunda bakacak, kimi tüm memurları tekfir ederken, diğeri memurluğun tümünün hiçbir sakıncası olmadığını söyleyecektir.
Bize göre her iki yaklaşım da doğru değildir. Memurluğun kesinlikle yasak olduğu alanlar vardır, bazı şartlarla bazı memurlara müsamaha ile bakılması gereken çeşitleri vardır. (Yemin konusu hâriç tutulmak üzere).
İmza (veya yazı)nın söz gibi olup olmadığı…
Dört mezhep arasında yazı noktasında bir ihtilâfın olduğu mâlumdur. Bundan dolayı küfür maddelerinin altına imza atan kişinin bizzat tekfirinden uzak durmak gerekir. Ancak elimizden geldiği kadar böyle metinleri imzalamamak lâzımdır. Mutlak sûrette başka alternatifler aramak gerekir. Böyle bir metni imzalamak ancak alternatif olmadığı zaman zarûret halinde söz konusu olabilir. Zira bazı durumlarda ihtiyaçlar zarûret durumundadır.[54]
Fıkıhtaki talâk konusunun yazı ile geçerli olup olmamasıyla ilgili tartışmalardan yola çıkarak yazının sözden daha etkisiz olduğu bakış açısıyla verilmiş bu fetvalar bir tarafa, yazının bağlayıcılığı, vesika olma özelliği daha belirgindir ve sözlü ifadeden daha önemli ve delil olma yönünden daha güçlüdür. O yüzden yazı ile de elfâz-ı küfür söylenmiş olur. Yazılı ve imzalı olan bir belge, sözlü ifadeden daha önemli olduğundan, yemin belgesine olumlu bakmak mümkün değildir.
“Belediyede yalnız ve yalnız çöpçülük yapan bir insana sırf bir imzadan dolayı müşrik diyebilir miyiz?”
Belirli bir şahsı tekfir etmek. Akaid konusunda uzman araştırmacı âlimler, tekfir konusunda şahıs ile grubu birbirinden ayrı değerlendirmenin gerekli olduğunu vurgularlar.
Bunun mânâsı şudur: Biz meselâ materyalistler, komünistler kâfirdir veya İslâm şeriatının hükümlerini reddeden laik devlet adamları kâfirdir veya kim şöyle derse yahut şuna davet ederse kâfirdir demeliyiz. Çünkü bütün bunlar nevi (topluluk, grup) üzerine hüküm vermek demektir. Fakat bu saydığımız gruplara mensup olan belli bir şahsa iş taalluk ettiğinde, o zaman onun gerçek konumunu tahkik ve tesbit etmek için orada durmak ve onu sorgulamak, onunla tartışmak gerekir. Ta ki onu tekfir edebilmemiz için onun aleyhine deliller ortaya çıksın, onun hakkındaki şüpheler giderilsin ve onun ileri sürdüğü mâzeretler yok olsun...
Bu konuda İbn Teymiyye şöyle demektedir: "Şüphesiz ki bazen belli bir söz küfür olur. Bu sebeple söyleyen tekfir edilir ve "kim şöyle derse kâfir olur" denilir. Fakat böyle bir sözü söyleyen belirli bir şahsın aleyhinde terk eden kişiyi kâfir kılan delil, tam olarak ortaya çıkmadıkça o şahsın kâfir olduğuna hükmedilmez. İşte bu, kâfirleri tehdit eden vaid âyetlerindeki hüküm gibidir: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Gerçekten, yetimlerin mallarını zulmederek yiyenler, karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar. Onlar, çılgın bir ateşe gireceklerdir."[55]
Bu ve benzeri vaid âyetleri haktır. Fakat muayyen bir şahıs aleyhine azâba müstahak olduğuna dair şahâdet edilmez, ehl-i kıbleden belirli birinin cehenneme gireceği söylenemez. Çünkü bu vaid nassları ona ulaşmamış olabilir, tahrim âyetleri ona iletilmemiş olabilir ve işlemiş olduğu haramdan dolayı tevbe etmiş olabilir... Veya onun işlediği haram fiilin cezasını silecek büyük iyilikleri olabilir ya da işlediği suça keffâret olarak başına birtakım musîbetler gelmiş olabilir.
Söyleyeni küfre sokan sözleri dillendiren adama belki hakikati bildiren nasslar tebliğ edilmemiş olabilir. Veya ona ulaşmış da, ona göre sâbit olmamış (hadisi sahih kabul etmemiş) veya onu iyice anlamamış olabilir. Bazen de Allah Teâlâ'nın affettiği şüpheler ona ârız olmuş olabilir..."
Daha sonra şöyle demektedir: "İşte müctehid imamların mezhepleri, zikretmiş olduğumuz bu tafsilâtta olduğu gibi belli bir şahıs ile grubu birbirinden ayırt etme üzerine binâ edilmiştir." [56]
Bunlardan da anlaşıldığı gibi, küfür olan bir fiili veya şirk olma ihtimali olan bir davranışı açıkça ortaya koyanlar hakkında böyle ihtiyatla davranmak gerektiğine göre, nasıl olur da bir müslüman "Lâ ilâhe illâllah Muhammedun Rasûlullah" diyerek Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed'in onun elçisi olduğuna şahâdet eden çoğunlukları, sâlih amelleriyle kötü fiilleri birbiriyle karıştırsalar bile, tekfir etmeye cür’et edebilir?
Hâlbuki insanların şehâdeteyni ikrar etmeleri, hak ve hukukları müstesnâ olmak üzere, onların canlarının ve mallarının korunmuş olmasını sağlar. Onların hesapları ise Allah’a (c.c.) aittir. Biz ise, zâhire göre hükmetmekle emrolunduk. Kişinin gizli olan sırlarını sadece Allah (c.c.) bilir.
Tâğutun Mahkemesine Müracaat Etmek
Kur’an’da şöyle buyrulur: “(Ey Muhammed!) Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Reddetmekle emrolunmuşken tâğuta muhakeme olmak istiyorlar. Oysa şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak istiyor. Onlara: ‘Allah'ın indirdiğine (kitaba) ve rasule gelin (onlara başvuralım)’ denildiği zaman münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün.” [57]
Tâğutun mahkemesine müracaatla ilgili bu âyetten farklı hükümler çıkarılmakta ve farklı yorumlar yapılmaktadır. Bu âyette dikkatimizi çekmesi gereken odak kelime, bana göre “yurîdûne/isterler (istiyorlar)” ifadesidir. Bir kimse İslâm devletinde bile yaşasa, sadece tâğutun hükümleriyle muhakeme olmak istese bu isteğiyle küfre girmiş olur. Tersine; bir kimse istemeden böyle bir mahkemede muhakeme olsa bu, küfür olmaz. Meselâ bir müslümanı polisler evinden alıp götürüyorlar. Sonra mahkemeye çıkartıyorlar. Bu, elbette küfür de değildir, haram da değildir. Zulmen mahkemeye çıkarılmak. Benzer şekilde bir zulümle karşı karşıya kalsa ve hakkını İslâmî bir kurum (Allah’ın hükmüne göre işleyen bir İslâm mahkemesi) olmadığı için müslümana has şekilde alamıyorsa, zulme rıza göstermenin de haram olduğunu değerlendirip bir zulmün def edilmesi için (başka alternatif bulamadığı için) istemeye istemeye mahkemeye gitmesi yukarıdaki âyetteki tehdidin içine insanı koymaz diye hükmedilebilir. Ama, bu husus kişinin gönlünün tatmin olmasına bağlıdır. Hadiste “Fetvâyı alsan da kalbine danış” buyrulmaktadır. Mümkün ki, azimet-ruhsat ayrımı yapılabilir.
İslâm’ın temel ilkelerinden biri, tâğutu reddetmek olduğu kadar, bir diğeri zulme engel olmaktır. Zulüm, ancak mahkeme yoluyla engellenebiliyorsa, dinin ölçülerine uymak kaydıyla ondan yararlanılabilir. Delil, hılfu’l-fudûl kurumudur.
Hılfu’l-Fudul nedir, bu konuyu görelim:
Hılfu’l-Fudûl; Zulme karşı İslâm öncesi Arapların yaptığı Hz. Peygamber'in de katıldığı antlaşma demektir.
Bütün cahili toplumlar gibi İslâm öncesi Arap toplumu da kuvvet sahibi zorbaların hâkim olduğu, zulüm ve haksızlığın kol gezdiği bir toplumdu. Fil olayının yirminci yılında Ficâr savaşı olarak adlandırılan kanlı kabile kavgalarından sonra Mekke'de hiçbir yabancı ve koruyucusuz kimsenin mal, can ve namus güvenliği kalmamıştı. İşler çığırından çıkmıştı. Yabancı tacirlerin malları alınır, parası ödenmezdi. Hac için gelenlerin hoşa giden kadın ve kızları zorla ellerinden alınır, kimsenin feryadına kulak asılmazdı.
Böyle bir ortamda Yemen Zebid kabilesinden bir adam Mekke'ye satmak için bir deve yük mal getirmişti. Mekke'nin ileri gelenlerinden As b. Vail, Zebidî'nin mallarını almış fakat parasını ödememişti. Zavallı Zebidî parasını almak için Mekke'nin güçlü ailelerine başvurdu ise de bir sonuç alamadı. Başvurduğu kimseler yardım etmek bir yana, aşağılayarak kovmuşlardı adamı.
Uğradığı zulümden bağrı yanan Zebidî, bir sabah Ebu Kubeys dağına çıkarak Kâbe çevresinde toplanan Mekke halkına, "ey Fihr halkı" hitabıyla uğradığı zulmü şiir biçiminde haykırdı. Bunun üzerine Hz. Peygamber'in amcası Zübeyr bir daha böyle olayların tekrarlanmasını engellemek düşüncesiyle girişimlerde bulundu. Kendisine katılan Hâşim, Muttalib, Zühre, Esed, Hâris ve Teymoğullarının ileri gelenleri ile birlikte Mekke'nin zengin ve saygı değer adamlarından Abdullah b. Cud'an'ın evinde toplandılar. Uzun görüşmelerden sonra Mekke'de hiçbir yabancı ve yerli kimsenin zulme uğramasına meydan verilmemesi, hakları alınıncaya kadar mazlumların yanında hareket edilmesi yolunda karar aldılar.
Yakubî'ye göre antlaşma şu şekilde gerçekleştirildi: Abdulmuttalib'in kızı Atike veya Beyda ortaya hazırladığı bir çanak koku koydu. Oradakiler birer birer ayağa kalkıp elini çanaktaki kokuya batırarak, "Vallahi, bundan böyle Mekke'de yerli olsun, yabancı olsun, zulme uğramış hiç bir kimse bırakmayacağız. Zulme meydan vermeyeceğiz. Mazlumlar zalimlerden haklarını alıncaya kadar mazlumlarla birlikte hareket edeceğiz. Denizlerin bir kıl parçasını ıslatacak suları kalmayıncaya, Hira ve Sebir dağları yerlerinden silinip gidinceye, Kâbe'ye istilam ibadeti ortadan kalkıncaya kadar bu ahdimizde sebat edeceğiz" diye and içtiler.
Bu antlaşma, daha önceki zamanlarda aynı amaçla Cürhüm ve Katura kabilesinde Fadl ve Hidayl adlı bir kaç kişinin yaptıkları andlaşmaya çok benzediği için onların adına izafe edilerek "Fadl'ların andlaşması" anlamındaki "Hıtfu'l-Fudûl" olarak adlandırılmıştır. Fudûl kelimesi "fazlalık şey" anlamına da gelmektedir. Bu antlaşmayı yapanlar zulmedenlere fazladan zulmen alınan mallarını geri vermek üzere yemin ettikleri için bu isimle anılmıştır da denilir.
Andlaşmaya katılanlar ilk iş olarak As b. Vail'in kapısı önüne dikilmiş ve ondan Zebidî'nin hakkını almışlardır. Daha sonra da benzeri olaylarda zulmün ortadan kaldırılması yolunda başarılı girişimleri olmuştur. Bunlara örnek olarak anılan iki olay şöyledir:
Has'am kabilesinden birisi kızı ile birlikte Hac için Mekke'ye gelir. Mekke'nin güçlü kişilerinden Nübeyh b. Haccac çok beğendiği kızı babasının elinden zorla alarak evine kapatır. Kızını kurtarmak için çırpınıp duran adama Hılfu'l-Fudûl'a başvurması tavsiye edilir. Adamın başvurusu üzerine hemen Nubeyh'in evi kuşatılır ve çaresiz kalan zalim, kızı babasına teslim eder.
Sumale kabilesinden bir tacir mallarını bir kısmını Mekke reislerinden Ubey b. Halef'e satar. Ancak Ubey üzerinde anlaştıkları bedeli tacire ödemez. Hılfu'l-Fudûl'a başvuran adama, "şimdi sen hemen Ubey'e git ve ona Fudulî'lerden geldiğini, ödemeyi derhal yapmazsa biıim gelişimizi beklemesini söyle" derler. Bu haber Ubey'e ulaşınca vakit geçirmeden adamın parasını öder.
"Fadl'lar Andlaşması"na, o zaman yirmi yaşlarında olan Rasul-i Ekrem (s.a.s) de katılmıştır. Ahmed b. Hanbel'in rivayetine göre Hazret-i Peygamber bu antlaşma hakkında şöyle demiştir: "Abdullah b. Cud'an'ın evinde yapılan And'da ben de bulundum. Bence o and kırmızı tüylü bir deve sürüsüne malik olmaktan daha sevgilidir. O zaman Haşim, Zühre ve Teym Oğulları, deniz bir kıl parçasını ıslatacak kadar suya malik oldukça mazlumlarla birlikte bulunacaklarına and içmişlerdi. Ben ona İslâm devrinde bile çağrılsam icabet ederdim" [58]
Andlaşmaya katılanlar sonradan aralarına başka kimseleri alamadıkları için onların ölümüyle "hılfu'l-fudûl" son bulmuştur. Fakat fiilen devam etmese de yıllarca sonra bile hılfu'l-Fudûl'dan söz etmek zalimleri korkutmaya yetmiştir. Nitekim Muaviye'nin yönetimi döneminde Medine valisi Velid b. Utbe, bir meseleden dolayı kendisine zulmetmeye kalkışınca Hazreti Hüseyin, "vallahi, ya adalete riayet eder hakkımı verirsin, yahut kılıcımı sıyırarak Rasûlullah'ın Mescidi'nin kapısına dikilir halkı Hılfu'l-Fudûl'a davet ederim." diyerek onu tehdit etmiştir. Bunu duyan Abdullah b. Zübeyr, "Vallahi, eğer Hüseyin böyle bir davette bulunacak olursa, ben de kılıcımı çeker, ona adalet üzerine hakkı verilinceye kadar onunla birlikte ayaklanırım, yahut hep ölürüz" demiş, buna daha başkaları da katılınca Velid çaresiz Hazreti Hüseyin'e hakkını teslim etmiştir. [59]
Bir müslüman, günümüz şartlarında mahkemede kendini savunabilir. Mahkemeye zorla çıkarılabilir. Çıkmak zorunda bırakılabilir. Bu konularda şirk ve haram olduğu kesin olan şeylerden sakınmak kaydıyla mahkemelerden yararlanabilir. Aynen belediyeden yararlandığı gibi. Esnafın vergi karnesini işyerine asıp ondan yararlanması (ceza gibi zararlardan korunması) gibi.
Bütün bunlar yasak kapsamına girme ihtimali olan hususlar olduğu için sonra da istiğfar ve tevbe etmesi, aynı zamanda İslâmî devlet için çalışması ve bu tür İslâm açısından riskli şeyleri zorlayan gayri İslâmî düzene tavır alması (varsa, bu konudaki) günahlarına kefaret için terk edilmemesi gereken önemdedir.
Mahkemeye gitmenin akaidi ilgilendiren bir problem olduğunu iddia etmek yerine, insanların zulümlerine toptan engel olmak için, sivrisinekle uğraşmaktan ziyade bataklığı kurutmaya odaklanmak daha doğrudur. Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen düzenlere karşı yapmamız gereken görevler nelerdir? Allah bizden bu zulmü toptan kaldırmak için neler bekliyor? Birey olarak birkaç fedakâr muvahhid mü'min, hayatı boyunca kazanıp biriktirdiği tüm parasını birine kaptırsa, mahkemeye müracaatı zillet görüp hakkını aramayabilir. Ama bunu kaç insan göğüsleyebilir? Kaldı ki, göğüslemeli mi gerçekten? Yani, muvahhid mü'minlerin mahkemeye müracaat etmeyeceklerini duyan, bilen zâlim üçkâğıtçı insanlar (ki, çevrede bu tür insanlar hiç de az sayılmaz), hile veya zorla bir mü'minin elindeki paraları, işyerindeki malları gasbederek zulmedebilirler. Mü'minler de kendi aralarında bir güç (cemaat gücü, küçük bir devlet, haksızlıkları zorla da olsa engelleyecek şekilde) oluşturamamışlar. O zaman zalimlerin yaptıkları yanlarına dünyada kâr kalacak. Müslümanlar da hep mazlum olacak. İslâmi bir devlet olmadığı müddetçe Din, müslümanların mazlum olmasını mecbur kılacak. Böyle bir din, yeryüzünden haksızlığı gidermek üzere gelen İslâm olabilir mi? Hıristiyanlık böyle tahrif edilmemiş miydi? Emperyalist zalimlerin istediği bir çizgiye tahrife uğrayıp gelerek: "Bir yüzüne tokat vururlarsa öteki yüzünü çevir; ceketini alırlarsa sen gömleğini de çıkar ver!" Tam, kapitalist sömürücülerin istediği bir din. İslâm da bu çizgi içine girsin mi isteniyor? Mescid-i takvâ olmadan, bir yer mescid-i dırar ilan edilemez. Bir kötülüğe sadece engel olmak değildir İslâm'ın tavsiyesi; "kötülüğü (iyilikle) değiştirmektir." Meşhur hadisi bilirsiniz: "Sizden biriniz bir kötülük gördüğünde..." Âlimlerin görevi, sadece yasakları göstermek, insanları çıkmaz sokağa sokmak değildir, onlara (imanları ve fedâkârlıkları oranında) çıkış yolları göstermektir. Unutmayın, bu din sadece azimeti tercih edecek (hüsn-i zanla ve takdir ederek ifade edeyim: Sizin gibi) yiğitlerin, kahramanların dini değildir. Aynı zamanda ("kelime-i şehadet, namaz, oruç, hac, zekât'tan başka bir şey yapmam!" diyen) bedevilerin, dağlı insanların, halktan/avamdan cahil insanların da dinidir. Onların önünü açmazsanız: O küfür, bu küfür, öyleyse küfürsüz yaşanmıyor, diğer küfürleri de yapsam ne olur?" diyebilir. Ya da "İslâm bu devirde yaşanmaz. O eskidenmiş. Baksana, zulme uğrayınca zulme engel olacak imkânları bile yasaklıyor..." diyebilirler. Âlim, sadece bir âyetten hüküm çıkaran mealcilerden farklı olmak, Kur'an bütünlüğü, İslâm'ın genel prensiplerini, aynı zamanda insanların konumlarını iyi tahlil eden insan demektir.
"Müslüman olanlardan haksızlığa uğradığında Müşriklerin mahkeme vb. kurumlarına başvurarak hakkını almak isteyene bir örnek var mıdır?"
Müşriklerin bugünkü anlamda bir devletleri, mahkemeleri yoktu. Olmadığı için bu soru, doğru bir soru değildir. Olmuş olsaydı da haksızlığa uğrayan müslümanlar oralara büyük ihtimalle (belki istisnalar dışında) başvurmazdı. Çünkü başlarında Peygamber'in olduğu bir otoriteleri, birbirleriyle sağlam irtibatları olan cemaatleri, birbirlerine her şeylerini verebilecek fedâkârlık yapabilecek kardeşlik bilinçleri, laf üretmekten çok, dinlerini tümüyle yaşayan iman erleri vardı. Bizim çevremizde ise, sadece laf üreten slogancılar, âlim beğenmeyen iki ayet okuyup ahkâm kesenler, tevhidi anlatıp kendisini düzeltemeyenler, üç kişiyle bile geçinemeyenler, birbirlerine destek olamayan, güçlerini birleştiremeyenler, yardım edilecekse önce bana edilmeli diyenler... var. Hayır, öyle değilse, zaten soruya gerek kalmaz. Mü'minler kendi aralarında bu tür zulümlere engel olurlar, alternatif mahkemelerini oluştururlar.
Sözün özü: zarar büyükse, zarardan/zulümden sakınmak için hilful fudul örnek alınabilir. Bu ifadeler, kesinlikle bir fetva mahiyeti taşımaz. Mü’minler, kalbine danışmalı ve kendileri karar vermelidir.
Oy Vermek ve Demokrasiyi Desteklemek
“Allah ve Rasûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık iman etmiş bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim de Allah ve Rasûlüne karşı gelip isyan ederse, apaçık bir dalâlete/sapıklığa düşmüş olur. “[60]
“...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!”[61]; “...Hüküm/egemenlik sadece Allah’a aittir.”[62]; “Hiç yaratan, yaratmayan gibi midir? Hiç düşünmüyor musunuz?”[63]; “Allah’tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı mı var? O’ndan başka ilâh yoktur. O halde, nasıl oluyor da (tevhidden) çevriliyorsunuz (imanı istemeyip küfre dönüyorsunuz)?”[64]
“Rabbinizdan size indirilen Kitab’a uyun. O’ndan başka dostlar edinerek onlara uymayın.”[65]
“Yoksa, Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak ortakları mı vardır?”[66]
“Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a aittir.”[67]
“...Doğrusu, şeytanlar, sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz siz müşrik olursunuz.”[68]
“Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni (Hz. Muhammed’i) hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”[69]
“(Münâfıklar,) ‘Allah’a ve Rasûlüne inandık ve itaat ettik’ diyorlar. Sonra onlardan bir grup, bunun ardından dönüyor. Bunlar mü’min değillerdir. Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman, hemen onlardan bir grup yüz çevirir.”[70]
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.”[71]
“Yoksa câhiliyye hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren (hüküm koyan) kim olabilir?”[72]
“Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir?”[73]
“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ülü’l-emre. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve âhirete gerçekten iman ediyorsanız, onu Allah’a ve Rasûlüne götürün (onların tâlimâtına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.”[74]
“Allah ve Rasûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık iman etmiş bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim de Allah ve Rasûlüne karşı gelip isyan ederse, apaçık bir dalâlete/sapıklığa düşmüş olur. “[75]
“...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!”[76]
“İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.”[77]
“...Hüküm/egemenlik sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”[78]
“Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.”[79]
“…De ki: ‘Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.”[80]
“Allah, hüküm koymada kendine ortak kabul etmez.”[81]
“Rabb’in, yalnız kendisine kulluk etmenizi... emretti.”[82]“Hüküm, hâkimiyet/egemenlik yalnız Allah’ındır. O, yalnız Kendisine ibâdeti/kulluk yapmanızı emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.”[83]
“Hevâsını ilâh edinen kimseyi gördün mü? Onun koruyucusu (bekçisi, vekili) sen mi olacaksın?”[84]
“De ki: Şüphesiz ki bu, Benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Diğer yollara uymayın. Sonra o yollar sizleri O’nun yolundan ayırıp darmadağın eder. İşte sakınasınız diye size bunları emretti.”[85]
“Yoksa siz Kitab'ın (ve ahkâmın) bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Şimdi sizden bunu yapanların cezâsı, ancak, dünyada rezillik, rüsvaylık ve bayağılık; kıyâmette de en şiddetli azâba atılmaktır. Allah, sizin yaptıklarınızdan gâfil değildir.” [86]
“Allah'ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet. Onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği Kur'an hükümlerinin bir kısmından seni şaşırtırlar, vazgeçirirler diye kendilerinden sakın. Eğer onlar, hükümleri kabulden yüzçevirirlerse bil ki Allah, onların bazı günahları sebebiyle onları cezalandırıp, başlarına bir musîbet getirmek istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fâsıktır.” [87]
“Hakkı bâtıla karıştırmayın. Ve bile bile hakkı gizlemeyin.” [88]
“Allah, mü’minlerin velîsidir (dostu ve yardımcısıdır). Onları karanlıklardan nûra çıkarır. Küfredenlerin velîleri ise tâğuttur. O da onları nûrdan karanlıklara çıkarır. İşte onlar ateşin (cehennemin) arkadaşıdırlar, orada devamlı kalıcıdırlar.”[89]
“Zâlimlerin bir kısmını, bir kısmının başına geçiririz.”[90]
“Yoksa onların, Allah’ın izin vermediği bir şeriatı, dini getiren ortakları mı var? Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz zâlimlere can yakıcı bir azap vardır.” [91] Yani, onların önünde müşriklik, İslâm dışı sistemlere uymak, zulüm, aslı astarı olmayan ibâdet ve inançlar, kutsal kişiler, günler, mekânlar icat etmek gibi Allah’ın meşrû kılmadığı birtakım şeyleri emreden ve diledikleri gibi din yapan birileri mi var?
“Dinde zorlama yoktur, hak batıldan iyice ayrılmıştır. Tağûtu inkâr edip, Allah’a inanan kimse kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allah (her şeyi) işitendir, bilendir.”[92]
“Andolsun ki her ümmete Allah’a ibadet edin, tağuttan kaçın diye peygamberler gönderilmiştir.” [93]
“Onlar ki, dinlerini parçalara ayırdılar, böylece grup grup, parti parti olmuşlardır. Her hizip (her parti), kendindekine güvenmekte, onunla övünmektedir.” [94]
Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” [95] Adiy: “Ya RasûlAllah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir.” [96] Evet, Allah’ın haram kıldıklarını serbest kılanlar, helâl kıldıklarını ve hatta emrettiklerini yasaklayanlar rablik iddia etmiş, onların bu durumlarını kabul edenler de onları rab kabul etmiş oluyorlar.
“Emrolunduğun şeyi çatlatırcasına (tam bir cesâretle ve hiç çekinmeden) açık açık bildir, tebliğ et. Ve müşriklerden yüzçevir (sözlerine ve tehditlerine aldırma). Muhakkak Biz, o müstehzîlere karşı sana kâfîyiz, seni korumaya Biz yeteriz.” [97]
Ve bir hadis-i şerif: “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” [98]
“Ahir zamanda zâlim emirler, fâsık vezirler (bakanlar), hâin kadılar (hâkimler), yalancı âlimler olacaktır. Kim onlara yetişirse onlara başkan, vergi toplama memuru, bekçi, polis olmasın.” [99]
“Benden sonra sizin (yönetim) işinizi birtakım insanlar üzerine alacaklar, sünneti söndürecekler, bid’atı ihdâs edecekler (uyduracaklar), namazı vakitlerinden geciktirecekler.” Bunun üzerine İbn Mes’ud Rasûlullah’a sordu: “Ben onlara yetişirsem ne yapmalıyım?” Rasûlullah şöyle buyurdu: “Ey Ümmü Abd’in oğlu! Allah’a isyan edene itaat olmaz!” [100]
“İslâm’ın tutunulması gereken kulpları (yapılması gereken emirleri) tek tek çözülecek; her bir kulp koptukça insanlar önlerindekilere benzeyecekler. O kulpların ilki hüküm (hâkimiyetin Allah’ın olması, Kur’an’la hükmedilmesi), sonuncusu da namazdır.” [101]
Hz. Peygamber’e “cihadın hangisi efdaldir?” diye sorulunca: “Zâlim sultana karşı hakkı söylemektir.” [102]
“Birtakım zâlim emirler gelecektir. Kim bunlara muhâlefet ederse kurtulur. Kim bu emirler ile içli-dışlı olursa helâk olur.”
“Kim bir kişinin zâlim olduğunu bilerek ona yardım etmek üzere zâlim ile birlikte yürürse, İslâm’dan dışarı çıkmış olur.” [103]
“Kim bir zâlime yardım ederse, Allah Teâlâ, o zâlimi ona musallat eder.” [104]
“Bir kimse bilerek zâlime yardım kastı ile onunla beraber yürürse, o kimse İslâmiyet'ten çıkmıştır.” [105]
Yukarıdaki âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerden anlaşılmaktadır ki; kim hükmetme, kanun koyma hakkını Allah’tan başkasına verirse, Allah’tan başkasını rab edinmiş olur. Bu hakkı verdiği otoriteyi Allah’a şirk koşmuş olur.
“Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddiâda bulunanlara bakmaz mısın? O azgın şeytana, tâğûta muhâkeme olmak, onun hükümlerini kabul etmek istiyorlar. Hâlbuki onu tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan ise onları çok uzak bir sapıklığa düşürmek ister. Onlara, 'Allah'ın indirdiği Kur'an'a ve Peygamberim hükmüne gelin' denildiği zaman münâfıkları görürsün ki, senden düşmanca bir dönüşle yüzçevirirler.” [106]“... Hüküm (hâkimiyet, egemenlik ve kanun koyma hakkı) ancak Allah'ındır. Ve O yalnız, sadece Kendisine kulluk ve ibâdet etmenizi emretmiştir. İşte doğru ve gerçek din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” [107]
Kur'an, peygamberlerin tavrını da, bize örnek olması için, açıkça belirtiyor: “Celâlim hakkı için, Biz, her ümmete 'Allah'a kulluk/ibâdet edin ve tâğutlardan sakının' diye bir peygamber gönderdik...”[108] Düşünelim ki, Hz. İbrâhim, devrindeki tâğutlarla nasıl mücâdele etti? Putlara ve Nemrut'a karşı nasıl tavır aldı? İnsanları bu tâğutlardan nasıl sakındırmaya gayret etti? Firavun'a karşı Hz. Mûsâ'yı ve mücâdelesini bir gözönüne getirelim. Nemrut'un, Firavun'un emrine girmek isteyen, onun sarayında, onun düzenine ve ona yardımcı olmayı düşünen bir tavır gözünüzün önüne gelebiliyorsa, bugün tâkip edilen yol meşrûdur; yoksa... Ve son peygamber, esas örnek ve liderimiz, ki hakkında “Gerçekten Allah'ı, âhiret gününü arzulayanlar ve Allah'ı çok zikredenler için size Allah'ın Rasûlünde (tâkip edeceğiniz) pek güzel örnek vardır.”[109] hükmü bulunan zâtın, bize örnek olması gereken bu konudaki tavırları... Rasûlullah, her türlü düşmanca tavra rağmen açıkça Allah'a kulluğa ve tâğutlara isyana (itaat etmemeye) devam edince, Mekke müşrikleri Hz. Peygamber'le uzlaşma yolları aradılar. Bazı tâvizlerine karşılık bazı tâvizler istiyorlardı. Bu tâvizler arasında “dilersen bir sene sen hükümdar ol ve bizi yönet, bir sene de biz yönetelim” teklifi de vardı. Ama Rasûlullah, tüm bu tekliflere Kur'ân-ı Kerim'den âyetler okuyarak kesin red cevabı veriyordu. Oysa müşrikler “bizim sistemimize dokunma, ama onu gel sen yürüt” diyorlardı. Temelinde şirk ve adâletsizlik olan bir rejimin yönetimi Peygamber'in eline tümüyle veya iki yılda bir geçseydi ne değişirdi ki? Müşrikler de tekliflerinin bilincindeydiler. Çünkü “biz sana uyarsak, yerlerimizden (mevkîlerimizden) hızla çekilip alınacağız.”[110] diyorlardı. Zâten Rasûlullah'ın amacı da buydu: Hâkimiyet hakkını onlardan almak, taptıkları putları ortadan kaldırmak ve şirkin yerine tevhidi, zulmün yerine İslâm adâletini ikame etmek, yani Kureyş düzenini kökünden yok etmek, darmadağın etmek, devirmekti. Yine bir defâsında amcası Ebû Tâlib aracılığıyla, müşriklerin, Efendimiz'e teklif ettikleri birkaç husustan biri de “istersen gel, seni başımıza kral yapalım” teklifi idi. Bugünkü siyasîlerin bırakın kırallığa, bakanlığa; milletvekilliği teklifine bile nasıl can attıklarını bir düşünelim. Efendimiz ise: “Vallahi, bir elime güneşi, bir elime de ayı verseniz, dâvamdan vazgeçmem” diyordu; dâvâ hiçbir tâviz ve dünyevî beklentiyi kabul etmiyordu. Efendimiz'in reddettiği anlayış, şimdilerde “bırakın birkaç sene de biz idare edelim” şeklinde hem de çok harâretli tek taraflı isteklere dönüşüvermişti. Müslümanlar çok oy oyununa gelmişlerdi: Devlete, rejime tâlip olmak ve bunun için Rabbânî mücâdele yapmak yerine; hükümete, kâfir rejimin idaresine tâlip olmuştu müslüman. Müslümanların çokça oy verdikleri partilerdeki insanlar yönetici olduklarında İslâm nâmına neler değişmişti acaba? Değiştiğini düşünelim: İsterse, şeriat 100 esasta toplanmış olsa, 99'unu uzlaşma veya küfürle koalisyonlarla kabul ettirerek tâviz koparsalar müslümanların 1 tek esası bile küfürden almaları, bir esasta tâviz vermeleri câiz miydi? Bu tür tâvizci sistem İslâm olabilir miydi acaba? “Yoksa siz Kitab'ın (ve ahkâmın) bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Şimdi sizden bunu yapanların cezâsı, ancak, dünyada rezillik, rüsvaylık ve bayağılık; kıyâmette de en şiddetli azâba atılmaktır. Allah, sizin yaptıklarınızdan gâfil değildir.”[111] Amelden tâviz vere vere Müslümanlar, inanç ve dâvâlarından da tâviz vermeye başladılar: Rejim devam etsin, küçük ıslahatlarla hatta takviye edilsin, ama yöneticiler namaz kılanlardan olsun. Hamam ve tas aynı olsun, tallâklar değişsin.
Bu anlayışlarımızı değiştirmeden Rabbimizin devlet nimeti vererek, toplumumuzu değiştireceğini beklemek İlâhî hükme, sünnetullaha ters olur: “...Muhakkak ki Allah, bir kavmi, onlar kendi nefislerini değiştirmedikleri müddetçe değiştirmez...”[112]
Kâfirler, düzenbazlar, müslümanların da ancak kendi istedikleri sahada, kendi istedikleri metotlarla mücâdele etmelerini istiyorlar. Hâlbuki İslâm'da savaşlar, kâfirlerin değil, müslümanların istediği sahalarda kabul edilir. Her çeşit İslâmî mücâdele ve hizmetlerin esasları, ancak müslümanların istediği şekillerde ve İslâmî esaslara göre tanzim edilir. Bugün ise, Firavunların tesbit ve müsâade ettiği, yönlendirdiği, sınırlarını çizdiği sahada mücâdele ve çalışmayı tercih eden müslümanlar, Firavunlara açıkça cephe almadan, onları nasıl alt edeceklerdir?
Parti ile İslâm'a giden, bu yolla Kur’an ahkâmını tatbik eden dünyada hiçbir örnek gösterilemez; aksi ise, dâima olagelen vâkıadır. Kur'an bu gerçeğe ışık tutar mâhiyette şöyle diyordu: “Hepiniz, toptan Allah'ın ipine (dinine, şeriatına) sımsıkı sarılın. Birbirinizden ayrılıp dağılmayın, fırka fırka olmayın...” [113] Fırka fırka, hizip hizip olmak yasaklanıyordu. Bu âyetleri bilmiyor muydu bu kardeşler, biliyorlar, hatta başkalarına da okuyorlardı, ama buna rağmen kendi partilerine çağırıyorlardı insanları. Fırkalaşmayı reddeden âyetle, bir fırkaya dâvet ederek çelişkiler sergiliyorlardı. Osmanlı'nın son zamanlarında ve T.C.'nin ilk yıllarında parti kelimesinin Türkçe karşılığı olarak “fırka” kelimesi kullanılıyordu hatta. “İttihad ve Terakki Fırkası”, “Halk Fırkası”, “Serbet Fırka” gibi. Rabbimiz fırka fırka olmayın demesine rağmen fırkalar, hizipler kendi yaptıklarıyla övünüp tefrikaları hızlandırıyor, ümmetin vahdetine engel oluyordu. “Onlar ki, dinlerini parçalara ayırdılar, böylece grup grup, parti parti olmuşlardır. Her hizip (her parti), kendindekine güvenmekte, onunla övünmektedir.”[114] Eski Türkçe'de fırka, Arapça'da hizip (hızb) diye karşılık bulan, bugünkü Türkçe'de Avrupa'daki kullanılışı gibi aynen kullanılan “parti” zâten parça demekti. Partinin bu anlamı, âileleri, samimi insanları bile nasıl parçalayıp birbirine düşman ediyor, müslümanlar nasıl parça parça olup, kardeşliğini unutup düşman hale geliyor, özellikle seçim atmosferinde daha berrak gözükmektedir.
İslâm ise, kelime-i tevhid'deki lâ=hayır kılıcıyla tâğutla işbirliğini, onunla yardımlaşmayı, ona tâviz vermeyi, onunla uzlaşmayı kesip atar. Bir tevhid eri için “lâ” ile isyan bayrağını çektiği küfür ve şirkle uzlaşma nasıl mümkün olabilir? Uzlaşma olursa Rabbimizin emri cihad ve kıyam nasıl gerçekleşir? Tevhidin gereği olan, tâğutlara isyan ve kıyam olmadan da İslâm devleti, İslâmî değişim ve dönüşüm hayal olur. Rabbimiz bu konuda bakın ne buyuruyor: “(Yâ Muhammed!) Az kalsın seni bile, sana vahyettiğimizden başka bir şeyi Bize karşı uydurman için fitneye düşüreceklerdi. İşte o zaman seni dost edinirler. Eğer Biz sana sebat vermemiş olsaydık, muhakkak, az da olsa sen onlara meyledecektin (tâviz verecektin). O takdirde dünya ve âhiret azâbını kat kat tattırırdık. Sonra Bize karşı kendin için hiçbir yardımcı bulamazdın.” [115] Yine tâvizci anlayışa yukarıda zikrettiğimiz Bakara Sûresi âyet 85 tokat gibi inmektedir. Tâvizci bir edâ ile, hak-bâtıl karışığı dâvet, tebliğ ve hizmet yolunu Hz. Allah yasaklamaktadır: “Hakkı bâtıla karıştırmayın. Ve bile bile hakkı gizlemeyin.” [116]
İslâm'ın istediği devlet olmadığında, eğer İslâm'ı temsil iddiâsındaki müslümanlarla küfür düzenleri arasında uzlaşma ve düzenin emrine ve hizmetine girme varsa, devletin istediği İslâm(!) olacak, bu tip İslâm, tâğutların yönlendirdiği, Amerikanvari özellikler taşıyacaktır, tevhîdî özellik değil.“Allah'ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet. Onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği Kur'an hükümlerinin bir kısmından seni şaşırtırlar, vazgeçirirler diye kendilerinden sakın. Eğer onlar, hükümleri kabulden yüzçevirirlerse bil ki Allah, onların bazı günahları sebebiyle onları cezalandırıp, başlarına bir musîbet getirmek istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fâsıktır.”[117] Tam bir açıklıkla, cesâretle tebliğ ve hizmet emredilmektedir: “Emrolunduğun şeyi çatlatırcasına (tam bir cesâretle ve hiç çekinmeden) açık açık bildir, tebliğ et. Ve müşriklerden yüzçevir (sözlerine ve tehditlerine aldırma). Muhakkak Biz, o müstehzîlere karşı sana kâfîyiz, seni korumaya Biz yeteriz.” [118]
Biz, Rabbimizin gösterdiği yolda kulluk vazifemizi yapar, hiçbir şeyi O'na şirk/ortak koşmazsak, devlet nimetini Cenâb-ı Hak, bir meyve olarak bize Kendisinin ihsân edeceğini beyan ediyor: “Sizden iman edip sâlih ameller işleyenlere Allah vaad etti: Kendilerinden öncekileri nasıl halîfeler kıldıysa, şüphesiz onları da yeryüzünde halîfeler kılacak, onlar için seçtiği dini (İslâm'ı) kendilerine kuvvetlendirip icrâ imkânı verecek, onları korkularının ardından emniyete kavuşturacaktır. Bana ibâdet ederler ve Bana hiçbir şirk/ortak koşmazlar. Kim de bundan sonra nankörlük ederse, işte onlar fâsık olanlardır.” [119] Bu âyetin tefsirinde Mevdûdî diyor ki: “Burada Allah'ın yeryüzünde halîfelik verme sözünün, adı müslüman olanlar için değil, imanda samimi, amelde müttakî, sadâkatte içten ve Allah'ın dinine uymada şirkin her türlüsünden uzak ve ihlâslı olanlar için olduğu belirtilerek münâfıklar uyarılmaktadır. Kendilerinde bu nitelikleri ve İslâm'a yalnızca dillerinin ucuyla hizmet edenler bu sözün muhâtabı ve lâyığı değildirler. O halde, bu sözde, payları olduğu ümidini beslememelidirler. Bu nimeti kazanmak için ileri sürülen şart: Mü'minlerin her türlü şirkten kaçınarak imanlarında ve Allah'a bağlılıklarında sağlam ve sarsılmaz olmaları gerektiğidir. Hakiki mânâda bu imana sahip kimseler Allah'tan bir vaad üzeredir ve Allah vaadini yerine getiren ve ordusuna yardım edendir. Allah'a karşı savaşanları Allah daha iyi bilir. Müslümanlar, çok olduklarından dolayı değil, Allah'ın nusret ve yardımıyla savaşarak gâlip gelir.” [120]
Kendi nefsinde ve ailesinde... yaşayabileceğinin en son noktasına kadar Şeiratı yaşamayan, bu noktada yüzlerce tâvizler veren, devlete şeriatı nasıl uygulayacak? Biz, kendi vazifemizi (şirkin hiçbir şûbesine bulaşmayıp tâğutlardan kaçınarak, Allah'a kulluk) yapalım. Allah'ın vaadini beklemeye hakkımız olsun. Tabii ki, tâğutlardan kaçınmanın ve Allah'a kulluğun fiilî cihadsız, yani kıyamsız da olmayacağını bilelim. Onun için biz Şeriat'ı getirmekle değil, zâten 1400 sene önce gelmiş olan Şeriat'ın hükümlerini yaşamakla mükellefiz. Devlet olarak halîfeliği de biz değil, Allah kendi tekeffül ederek, Nur Sûresi, 55. âyetteki şartları yerine getirenlere vaad ederek üzerine alıyor. Dokunulmazlıkları, makamları, koltukları... yani partinin imkânları olduğu halde, şeriatın adını bile anamayanlar, lâfı eveleyip gevelemek zorunda kalanlar, “İslâm Devleti istiyoruz” demeye bile güç yetiremeyenler, tâğutlardan korktukları için sloganlara bile sansür koyanlar, putları ürkütmemeye özen gösterenler, demokrasinin bir sürü geleneğini yerine getirenler, zâhiren kanunlara teslim olan, hatta kanun koyan ya da kanunları halka uygulatanlar, bu küfür kanunlarının çerçevesinde, kanunları, işgal ettikleri o makamları nasıl devirecekler? Düşünelim, böyle bir şeye teşebbüs isbat edilebildi mi diye? On iki Eylül sonrası, düzene yardım görevini devamlı ifâde eden Türkeş bile şu kadar yıla mahkûm olurken, “kanunlarınızdan adâlet bekliyoruz” diyen, anayasal düzeni İslâmî eseslarla değiştirme suçundan yargılananların suçları sâbit görülmedi ve beraat ettiler, düzen nezdinde temize çıktılar.
Bir insanın veya teşkilâtın “biz peygamberlerden ve Peygamberimiz'den daha kolay, daha kestirme, daha rahat bir yol bulduk. O zâtlar İslâm devletine gitmek için memleketlerinden kovuldular, olmadık zulme, işkencelere mâruz kaldılar, tâğutlarla, maddî güçleri çok az olduğu halde savaştılar, putlara ve tâğutlara boyun eğmeyeceğiz diye nice tehlikelere atıldılar. Biz ise çok daha kolay yol biliyoruz. Onlar bilememişler. Veya bu devirdeki bu tür kolaylıkların bir benzerini onlar yapmamakla hata etmişler...” dese, bu sözleri söyleyenlere tepkiniz ne olur? Peki, bunları diliyle söylemeyip davranışlarıyla söylüyorlarsa? Öyle ya, “bugün devlete gidiş yolu ancak budur; günümüzün cihadı böyle olur” diyerek rahat koltuklarda nutuk atma, 4-5 yılda bir oy atma, sonra yan gelip yatma: Al sana modern cihad, sen de böyle yap, ol bir mücâhid, sonra bekle, gelsin Şeriat!
Din tamamlanmış, Kur'an'ın ve Sünnet'in ahkâmı Kıyâmete kadar değişmeden uygulanmayı beklemektedir. “Bugün kâfirler, dininizi söndürebilmekten ümitlerini kestiler; artık onlardan korkmayın, yalnız Ben'den korkun. Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçip ondan râzı oldum.” [121] Asrımızın en büyük bid'atlerinden biri particiliktir. Kâfirler tarafından Batıdan, önce Türkiye'ye, oradan da İslâm âlemi denilen tâğutların hâkim olduğu hemen tüm memleketlere yayılma gösterdiği gibi, dine hizmet, cihad vs. diye takdim edildiğinden tehlikesi çok büyük bir bid'at olmuştur. Çünkü bid'atin târifi: Dine, Peygamberimiz'den sonra sokulan herhangi bir şeydir. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “(Dinde) Sonradan ortaya çıkan her şey bid’at’tır; her bid’at dalâlettir/sapıklıktır ve sapıklık insanı ateşe sürükler.”[122]“Allah (c.c.) bid’at sahibinin, orucunu, namazını, sadakasını, haccını, umresini, cihadını, (hayır yoluna) harcamasını, şâhidliğini kabul etmez. O kılın yağdan çıktığı gibi dinden çıkar.”[123]“Yoksa onların, dinden Allah'ın izin vermediği şeyleri dinî kaide kılan ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal ralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.” [124] Bid'at ve bid'atçılara karşı fıkhî hükümleri de müslümanlar araştırıp öğrensinler.
Müslümanlar! Boş, lüzumsuz, hatta nice yönden zararlı şeylerle vakit geçirip oyalanmayı bırakalım. Dünya inkılâbî hareketlerinin en gerisinde kalan, İslâmî harekette adı bile anılmayan T.C. topraklarında ciddî inkılâbî faâliyetlere girelim ki, şu imtihan dünyasında “Rabbimiz'in “Cihad edenlerle oturanları ayırt etmeden cennette gireceğinizi mi sanıyorsunuz?” [125] hitâbını ve yine “(Ey mü'minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş kavimlerin başlarına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu ve öyle sarsıldılar ki, Peygamber ve onunla beraber iman edenler nihâyet 'Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?' dediler. İşte o zaman (onlara), 'Şüphesiz Allah'ın yardımı yakın' (denildi).” [126] Bu âyette eşsiz bir faâliyet metodu ve terbiye örneği vardır. Müslümanlara dünyada ve dolayısıyla âhirette başarılı olmanın yolu, iman ve şuurla çalışmak, çabalamak, sıkıntılara katlanmak, güçlüklerden yılmamak, daima tembelliği, zevk ve safâyı, rahat ve eğlenceyi tercih eden nefisten, şeytandan uzak olmaktır. Ey müslümanlar! Sıkıntı çekmeden, kurban vermeden zafere ulaşamazsınız, cennete giremezsiniz.
Unutmayın, iktidara gelmek müslüman görünümlü partiler için kesinlikle imkânsızdır. Unutmamak lâzım ki; iktidar olmak ayrı, muktedir olmak ayrıdır. Hükümeti ele geçirmek çok önemli değil, devleti ele geçirmek önemlidir. Hükümet, davulu tutar, tokmağı devlet (askerler başta olmak üzere, bürokratlar, holding sahipleri, medyayı elinde bulunduranlar, Amerika ve İsrâil ve de derin devlet) tutar. İnsanlar, milletvekili seçtiklerini zannederler, aslında birer sekreter seçmektedirler. Uygulatıcılar değildir seçilenler, uygulayıcıdırlar. Bir dâvâ partisi, hiçbir yerde iktidara gelemez. Gelmesi için değişmesi, egemen güçlerin tehlikeli saymaması gerekir. İktidara gelmek için; dinin dışında yollar bulan kalabalıkların çoğunu memnun ederek oy almalısınız ki, o zaman da zâten onların partisi, kitle partisi olmayı kabul etmiş olursunuz. Öyle ya, egemenliği kalabalıklar tâyin ediyor, siz de bunu kabulleniyorsunuz. Aslında Türkiye gibi ülkelerde egemenlik, kayıtsız şartsız paranındır. Paraya sahip olan devlet düdüğünü öttürür. Egemenliğin para babalarından kalan tarafı da halkın değil; yahûdilerindir, askerlerindir, medyanındır. Kimin olursa olsun, Allah'a âit olmadığı müddetçe biz bu tür egemenliği istememeli, reddetmeliyiz. Kaldı ki, iktidar olsanız, bir düdük çalınınca işiniz bitecek.
Neyse... Eski bir şâirin bir şiirini hatırlayalım:
“Muîni zâlimin erbâb-ı denâettir. / Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî-insâfa hizmetten.” (Zâlimlerin yardımcısı ancak alçaklar grubundandır. Çünkü insafsız avcıya hizmet etmekten zevk alan köpektir.) Bu şiirde başka şey kast edilebilir, ama siz İslâm'a göre “zâlim”, “zâlime yardımcı olmak”, “insafsız avcı” ve “köpek karakterliler”i değerlendirme ferâsetinde olun. “Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zâlimlerin tâ kendisidir.” [127]“Zâlimlere az da olsa meyletmeyin. Aksi halde size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sonra da size yardım edilmez.” [128] Bundan önceki âyette de “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” [129] uyarısı yapılır.
Bu particilik konusunda en önemli problemlerden biri, “elfâz-ı küfür” meselesidir.
Oy vererek seçtiğiniz tüm milletvekilleri: “Atatürk ilkelerine bağlı kalacağına, Cumhuriyet'i koruyacağına, laikliği ve rejimi savunacağına...” yemin etmekte, nâmusu ve şerefi üzerine söz vermektedir. Hem de bu yemine tüm vatandaşları şâhit tutmaktadır düzen, televizyon kanallarından naklen vermektedir bu yemin denilen küfür sözlerini. Konuyla ilgili bir hadis-i şerif: “Kim Allah'tan başkası üzerine yemin ederse muhakkak şirk koşmuştur yahut küfretmiştir.” [130]
Bir hadis-i şerif de, “yemin ederken, başka şeye dâir niyet etse, niyeti (nasılsa) sağlam olsa, ne olur?” sorusuna cevap veriyor: “Yemin, yemin isteyenin niyetine göredir” Bir diğer rivâyet: “Senin yeminin arkadaşının seni kendisiyle tasdik ettiği şeye göredir.”[131]
Ayrıca, parti tüzüğünde açıkça “Atatürk ilkelerine ve partiler kanununa... bağlı kalacağınıza” dair yazılı teminat verme ve kendinize tüzük olarak kabul etme durumundasınız. Parti binalarına putların resmini asacak, zaman zaman, bazı bayramlarda seyranlarda anıtkabirlere gidecek, putların karşısında divan duracaksınız. Cumhuriyet Bayramı denilen, Şeriat'ın kaldırıldığı günleri, 23 Nisanları kutlayacak, Cumhuriyet, demokrasiyi, Allah'ın indirmediği kanunları hazırlayan meclisleri öven beyanatlar vereceksiniz. “Atatürk yaşasaydı, bizim partimizden olurdu” diyeceksiniz. Şirk olan düzenin unsurlarına ve düzene sahip çıkan sözler söyleyip uygulamalar yapacaksınız. Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyeceksiniz. Küfrün kurumlarına sahip çıkacak, polisini, ekonomisini... güçlendirecek, yıkılası rejimin iskeletine kan pompalayacaksınız.
Bunların İslâmî hükmünü öğrenmek, tâğut adaylarına olduğu kadar, onları en azından oylarıyla destekleyenler için de şarttır. Kolaylık olsun diye ifade edelim: Zikredeceğimiz âyetin tefsirinde bu konuda hüküm mevcuttur. Meselâ, Elmalılı Hamdi Yazır, tefsirinde şöyle der: “Her kim imanından sonra Allah'a küfrederse, yani kelime-i küfrü (küfür lafızlarını) ağza alır, söylerse -kalbi iman ile mutmain olduğu halde ikrâh olunan hâriç, yani canını veya âzâsından bir uzvunu, telef edilmesinden korkulan bir emir ile ikrâh edilmek (zorlanmak) sûretiyle değil- lâkin küfre sinesini açan, yani ikrâh olunmadığı halde rızâsıyla kelime-i küfrü söyleyen kimseler üzerine Allah'tan bir gazap ve bir de azîm bir azap vardır. Çünkü cürümleri en büyük cürümdür... İkrâh-ı mülcî halinde, yalnız lisânıyla kelime-i küfrü söylemek câizdir.” [132]
Gümüşhanevî'nin Ehl-i Sünnet İtikadı adlı akaid kitabının 69 ve 70. sayfalarında aynen şu cümleler yer alıyor: Bir kimse kendi isteği ile elfâz-ı küfürden bir söz sarfeder de, bu sözün küfür olduğuna inanmadığını veya bilmediğini söylerse, bütün âlimlerce kâfirdir. Zira bilmemek özür değildir. Bir kimse zorlama olmadığı halde, dili ile küfrü icap ettiren bir söz söyler ve kalbi de iman ile mutmain olursa yine kâfirdir.” Diğer akaid, fıkıh ve tefsirlerde de bu konu açıkça beyan edilir. Zorlamanın, yani ikrâhın, mülcî olması, yani ölüm veya uzuvlardan birinin kopacağı kadar bir işkence olmasına ruhsat vardır. Böyle bir şey yoksa bu, zorlama kabul edilmez denir. “Kelime-i küfrü söylemek için ölüm ve âzânın kesilmesinden başkasında şer'î ruhsat yoktur.” [133]
Müslümanlar, zâhire göre değerlendirmek zorundadır. Kalpleri bilen yalnız Allah'ındır. Reagan'ın, Evren'in, İnönü'nü... sözlerine ve davranışlarına (zâhirlerine) göre bakıp müslüman-kâfir diye hüküm verenler, benzeri küfür lâfızlarını sevdikleri şahıslar söyleyince de aynı hükmü vermek zorundadır. Yoksa Efendimiz'in “kalbini yarıp baktın mı?” sözü ile muhâtap olurlar. Önce belirttiğimiz gibi, Mâide sûresi 44, 45, 47. âyetler konusunda da, sevdiklerinizi hangi şer'î ölçüye göre istisnâ edeceğinizi iyi tesbit etmeli ve araştırmalısınız.
Ya T.B.M.M. denilen yere ne dersiniz? Yine önce bir âyet-i kerimeden yola çıkalım: “Allah size kitabında (Kur'an'da) şunu da indirmiştir: Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla eğlenildiğini işittiğiniz zaman, o kâfirlerle beraber oturmayın, tâ ki başka söze dalsınlar (başka bir söze geçmedikçe onlarla bir arada oturmayın). Yoksa, orada kalırsanız siz de onlar gibi olursunuz. Şüphe yok ki Allah, münâfıklarla kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır.”[134] Ve bu âyetin bir öncesi: “Mü'minleri bırakıp, kâfirleri dost edinen münâfıkları acı bir azap ile müjdele. Şerefi, izzeti kâfirlerin yanında mı arıyorlar? Oysa bütün şeref ve izzet tamâmen Allah'a âittir.” [135] Müctehid ve fukahâya göre: Meselâ kumar oynanan, bira içilen bir kahvede, içkili lokantada, içen veya oynayanların yanındaki ayrı bir masada bir müslümanın çay içmesi, yemek yemesi (yanında, aynı mecliste haramı görüp önlemeye çalışmadığı için) câiz olmuyor, haram oluyor. Bu, harama rızâ kabul ediliyor. Harama rızâ haram olur; Küfre rızâ ise küfür. Yanındaki masada içilen haram olan bira veya şaraba seyirci olmaktan çok daha kötüdür “egemenliğin kayıtsız şartsız ulusa âit olduğu” küfür ifâdesine -ki, Kur'an hükmüne tümüyle terstir: “Hüküm (egemenlik, hâkimiyet) ancak (kayıtsız şartsız) Allah'ındır.”[136]- devamlı seyirci olmak. Mescis'i düşünün: Kapı gibi (belki de altından dökme) harflerle tüm milletvekillerinin gözüne sokarcasına, kafasına ve kalbine koyarcasına devamlı, tam karşısına bu hükmü diken meclis. Bu mecliste her Allah'ın günü Allah'la ve O'nun diniyle, hükümleriyle alay etmek, O'nu inkâr edip kaale bile almamak, O'nun hâkimiyetini zerre kadar tanımamanın isbâtı olarak; ilâhlık taslanacak, kanun koymaya, teklif edilmeye çalışılacak, düzenin aksayan yönlerine tedbirler alınacak, nice küfür ve şirk olan kelimeler sık sık söylenecek, İslâm'ı temsil etme konumunda gözüken lidere, İslâmî anlayışa düşmanlıktan dolayı açıkça alay edilecek, müslüman da bütün bunlara rızâ gösterip seyredecek. Seyretmeyip ne yapabilir, dersiniz? Günde binlerce defa değişik ifâdelerle gündeme gelen küfür kelimelerinin hangisine, nasıl tepki gösterecek, hangisi söylenince en azından dışarı çıkacak? Küfür ahkâmının nasıl icrâ edileceği konuşulup, tâğutların Allah'a rağmen kanun koymaya kalktıkları... yerde oturmanın hükmünü müslümanlar mutlaka öğrenmek zorundadır.
Yanlış anlaşılmasın, biz hâricî filân değiliz. Ulu-orta tekfir müessesesinin işletilmesinin, delilsiz olarak, müslümanların birbirlerine, hele grup, hizip ve parti taassubu ile kâfir demelerine şiddetle karşıyız. Biliyoruz ki, karşımızdakine kâfir deyince, o kâfir değilse, söylediğimiz söz bize döner. Biz aşırılığa karşıyız, itidalden yanayız. Hatta mecbur olmadan, ihtilâflı meselelerin, metot tartışmalarının gündeme gelmesini esas düşmanlara karşı gücümüzü azaltacağı için, vahdeti engelleyeceği için tasvip etmeyiz. Evet, küfre düşecek kesin delil olmadan hiçbir mü'mine kâfir demenin câiz olmadığı bilinci içindeyiz. Amma, Kur'an ve hadis-i şerifler ışığında tevhidî akîde çerçevesinde tüm olayları değerlendirmek zorundayız. Bazı kimselerin hatırına veya ihtilâf çıkmasın diye açık şer'î hükümlere ters olan, küfür veya şirk kabul edilen tavırları sergilemekten çekinmenin de vebal olduğunu bilmekteyiz. Yoksa, Kur'an ve Sünnette bu hükümlerin yer almasına gerek olmazdı. Bu konuda kardeşlere tavsiyemiz; açıkça küfrüne şâhit olmadıkları hiçbir şahsı tekfir etmemeleri, ama şahıs ille de ben Kur'an'ın kâfir dediği sınıflardanım diye diliyle veya tavrıyla diyorsa, ona da mü'min demenin kimsenin hakkı olmadığı anlayışıyla hareket etmeleridir. Biz falan veya filân şahsı değil, zihniyeti ve grubu İslâm'a göre eleştirdik, İslâm'ın hükmü, küfür denmesini icap ettiriyorsa, ancak onu dedik. Peygamberimiz (s.a.s.) öyle yapardı. Çünkü “münâfıkların alâmeti şunlardır...”, “şöyle yapan şirke düşmüştür”, “şu câhiliyye alâmetidir”, “şunu söyleyen bizden değildir” veya “kâfirlerdendir” gibi genelleme yapar, açık delil olmadan muayyen bir ismi tekfirden kaçınırdı. Yalnız bu konuda da aşırı gitmemeli, dost-düşman bilinmeli, tebliğ ve dâvet ona göre yapılmalı, tavırlar muhâtabın akîde durumunun bilinmesini gerektireceğinden dolayı, kâfire mü'min demenin de günahı bilinmelidir. Bütün bunlara rağmen, bizim için geçerli olmasa bile, bir te'vil ile İslâmî hükümleri farklı yorumlayan ve açık bir inkâr içinde olmayan kimseleri mü'min kabul etmenin gerekli olduğuna inanıyoruz. Kâfir olma ihtimali olan bir mü'mine kâfir demenin vebalinin, mü'min olma ihtimali olan bir kâfire mü'min demekten daha büyük ve geridönüşlü olduğunu değerlendiriyoruz. Oy verenlerle oy verilenlerin de ayrı değerlendirilmeleri gerektiğini düşünüyoruz.
Oy Verenin Hükmü Konusunda Bazı Âlimlerin Görüşleri
Şankıtiy şöyle demektedir: “Allah hüküm koymada kendine ortak kabul etmez.” [137] âyeti ve benzeri ayetlerden anlaşılıyor ki; Kur'an ve sünnetin dışında kendi heva ve heveslerine göre kanun koyanlara uyanlar Allah’a şirk koşmuşlardır. Bu manayı destekleyen birçok ayet de vardır. Örneğin; Şeytana ve kendi hevalarına göre teşri (kanun) koyarak, haram olan ölü hayvan etini “Allah öldürmüştür” diye helâl sayanlara uyanlar hakkında Allah (c.c) şöyle diyor: “Üzerine Allah’ın adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin. Bunu yapmak Allah’ın yolundan çıkmaktır. Doğrusu şeytan sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldar. Eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz müşrik olursunuz.” [138] Bu âyette Allah’ın haram kıldığı eti helâl sayanlara itaat etmenin şirk olduğu apaçık bir şekilde bildiriliyor. Bu şirk, Allah’ın kanunlarına muhalif olan kanunlar koyanlara itaat edilerek işlenmiş bir şirktir.
“(Ey Muhammed!) Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Tâğuta küfretmeleri (ona inanmayıp onu inkâr edip reddetmeleri) emrolunduğu halde, tâğutun önünde muhâkeme olmak, onların hükümleriyle hükmedilmek istiyorlar. Hâlbuki şeytan onları derin bir dalâlete/sapıklığa saptırmak istiyor.”[139]
Bu zikrettiğimiz âyetlere göre apaçık belli oluyor ki; şeytanın kendilerini kandırdığı ve insanların kafalarından çıkarılmış Allah’ın şeriatine muhâlif kanunlara tâbi olan kimselerin kâfir ve müşrik olduklarında şüphe edenler; hakkı görmek hususunda basireti kör olmuş kimselerden başkaları değildir. [140]
Hasan el-Bennâ: “İhvân yine inanır ki, İslâm’ın getirdiği ve gerektirdiği fikir ve oy verme hürriyeti ile particiliğin gerektirdiği oy verme taassubu, toplulukların karşısına çıkıp oy avcılığı yapma, ümmeti parçalama, birliği bozma ve iktidar gücünün sarsılmasına ve parçalanmasına sebep olma arasında fark vardır ki, İslâm, particiliğin getirdiği bu gibi şeyleri şiddetle haram kılmıştır.”[141]
Seyyid Kutub: “… Bazı müslümanlar câhiliyye toplumuna tâviz verip onun yaşayışına ayak uydurmak sûretiyle politika yapacaklarını ve içlerine girerek İslâ dâvâsına bir şey kazandıracaklarını zannediyorlar. Bunlar, ne İslâm akîdesinin (inancının) karakterini anlamışlar, ne de kalplerin kapısının nasıl açılacağını öğrenmişlerdir.”[142]
“Siz, Allah’ın emrettiği hususlardan yüz çevirip şeriatını terk edip başkalarının sözüne uyarsanız, Allah’ın hükmünün yerine başkalarının hükmüne koşarsanız, işte bu yaptığınız şirktir. Kim bir insanın kendisinden uydurduğu hükümlere itaat ederse, bu hüküm çok küçük ve basit bir mesele dahi olsa o şüphesiz müşriklerdendir. Müslüman olup da böyle bir fiil işleyen doğrudan doğruya İslâm’dan çıkıp şirke girmiş demektir. Ne kadar kelime-i şehadet getirirse getirsin fark etmez… Madem ki o Allah’tan başkasının hükmüne uymakta, Allah’tan başkasının hükmüne itaat etmektedir, bu onun durumunu değiştirmez…”[143]
Muhammed Emin Şenkıtî, Kehf sûresinin 26. âyetine yaptığı tefsirde şöyle demektedir: “Kur’an-ı Kerim’in nasslarından açıkça anlaşılmaktadır ki, şeytanın dostları vasıtasıyla koydurduğu, İslâm şeraitine muhâlif beşerî kanunlara tâbi olanların kâfir ve müşrik olduklarından ancak onlar gibi Allah’ın basiretlerini kör ettiği, vahyin nurundan kör olan kâfir ve müşrik kimseler şüphe ederler.”[144]
Said Nursi: “Partiler muzırdır (zararlıdır); çünkü, meleği şeytan, şeytanı melek gösterir. Seviyye-i irfan bir olmadığından, fırkalar da (pardiler de) husûmet, taassub ve taraftarlık intâc eder (meydana getirir).”[145]
Mehmed Zahid Koktu: “Partiler hiç de doğru olmayan teşkilatlardır; Zira, birinci zararları, memleketteki vahdeti, birliği bozmaktır. Herkes mensub olduğu partiye, onu müdafaa sadedinde çok gayret sarfeder; muhâlifi olan partiyi devirmek ister ve onu haksız çıkarmaya çabalar. Bu hususta yalan yanlış her türlü propagandayı meşrû sayar.” [146]
Necip Fâzıl Kısakürek: “Bîçare demokrasi karanlıkta körebe / Parti, bölücü âlet; Batıdan bize hîbe!”
Şeyhul İslâm Mustafa Sabri Efendi şöyle der: “Şayet hükümet dinin hudûdundan çıkar ve ‘dine tâbi olmak fertlerin işidir’ derse, bu söz dini devletten ayırmaktır. Bu da hükümetin irtidadıdır. Böyle bir hükümetten râzı olan ümmet de irtidat etmiştir. Bu hükümete itaat edenler tek tek mürtedleşmiştir. Bunların hepsi, şu âyetin kapsamına girmektedir: “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” [147]
Seyyid Kutub şöyle der: “… Allah’a ortak koşmak, sadece yasama hakkını Allah’tan başkasına vermekle de tahakkuk eder. Böyle bir fiil, sahibini müşrik yapmaya kâfîdir.”[148]
Allâme İbnu’l Arabî şöyle der: “İster şaka isterse ciddi olsun fark etmeksizin küfür lafzını söyleyen kimse küfre girer. Ümmet arasında bu konuda hiçbir görüş ayrılığı yoktur.”[149]
Ebû Bekir el-Cessas ise şöyle der: “İkrâh hali olmaksızın küfür lafzını şaka ya da ciddi olarak ikrar eden bir kimse kâfir olur.”[150]
Allâme Keşmirî de şöyle der: “Kim ciddi ya da şaka olarak küfür kelimesini söylerse kâfir olur. O kişinin inancına bakılmaz.”[151]
Abdullah Azzam şöyle diyor: “Allah’ın şeriatını tümüyle reddetmek insanların kanlarıyla, ırzlarıyla ve mallarıyla ilgili konularda kâfirlerin kanunlarıyla hükmetmek, daha sonra da müslüman olduğunu iddia etmek sahabenin aklından geçmiyordur.”[152]
Aliyyu’l Kari şöyle der: “Kişi, mânâsını bilerek, ikrâh hali olmaksızın inanmadan dahi küfür kelimesini söylerse ona kâfir hükmü verilir.”[153]
Allâme Keşmirî de şöyle der: “Kim ciddi ya da şaka olarak küfür kelimesini söylerse kâfir olur. O kişinin inancına bakılmaz.”[154]
İslâm’da gerçeğin ölçüsüve yegâne hak, Allah’ın Kitabı ve Rasûlü’nün sünneti olduğundan, herkesin bu hükümleri kabul etmesi gerekir. Kim kendiliğinden birtakım sözler ortaya koyar ve kendi anlayışına göre bazı kurallar ortaya atarsa ve bunu kendi anlayışı, hatta dini yorumlayışı sonucunda ileri sürerse, bu söylenenler Rasûlün getirdiklerine arz olununcaya kadar ümmetin ona uyması ve anlaşmazlıklarında onun hükmüne başvurması gerekmez. Eğer Rasûlün getirdikleri ile çatışmaz ve uygun düşerse, doğrulukları belgelenirse ancak o zaman kabul edilir; fakat Rasûl’ün getirdiklerine aykırı olursa o zaman bunların reddedilmesi gerekir. [155]
Mevdûdi diyor ki: “Demokrasi insanın ilâhlaştırılması, kitlelerin egemenliğidir. Demokraside yasama halkındır. Halk parlamentoda milletvekillerinin çoğunluğu ile temsil edilir. Parlamentonun yaptığı kanunlar bütün halk için bağlayıcıdır. Bu nedenle demokrasi, Allah’a şirk koşmaktır ve açık bir küfürdür. Çünkü Allah’ın yasama hakkını alıp insanlara vermektedir. Hâlbuki Allahu Teâlâ: “Hüküm ancak Allah’ındır. O size ancak kendisine ibâdet etmenizi emretti.” [156]buyurmaktadır. Parlamento kararlarının Allah’ın adıyla değil de insanların adıyla çıkmış olması, demokrasinin küfrünü göstermeye yeterlidir. Demokratlar bu yaptıklarıyla halkı Allahu Teâlâ’nın yerine koymaktadırlar. Bu nedenle demokrasi, Allah’ı bırakıp insanları ilâhlaştırmanın bir şeklidir. Alluhu Teâlâ; “Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler edinmeyelim”[157] buyruğu ile onu haram kılmıştır.”[158]
Seyyid Kutub şöyle der: “Allah’a ortak koşmak, sadece yasama hakkını Allah’tan başkasına vermekle de tahakkuk eder. Böyle bir fiil, sahibini müşrik yapmaya kâfidir.”[159]
İmam Taberî: “Allahu Teâlâ kendi kanunlarından hâriç kanun yapanların kâfir olduğunu haber veriyor.” diyor.[160]
Abdullah Azzam diyor ki: “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen, Allah’ın şeriatına ve Rasûlullah’ın sünnetine taban tabana zıt kanun koyan, o kanunu uygun gören, destekleyip imzalayan kimseler kesinlikle kâfir olurlar ve İslâm milletinden çıkarlar. Allah’ın indirdikleri dışında kanun yapmak insanı kesinlikle dinden çıkarır. İslâm’a zıt sadece tek bir kanunu dahi desteklemek, doğrulamak, imzalamak, parlamentonun hakkı değildir. Kim ki İslâm’a zıt sadece tek bir kanunu dahi uygun görürse -erkek ve kadın eşittir, gibi- İslâm milletinden çıkar.”[161]
Mahmud Şâkir: “Allah’ın şeriatına muhâlif kanun koyanların küfründe zerre kadar şüphe yoktur.”[162]
Abdülkadir Udeh: “Çağımızda İslâm şeriatını değil de, onun yerine, insanların koymuş oldukları kanunları uygulamak, bugün küfrün en bâriz örneklerindendir.”[163]
Seyyid Kutub: “Bir kimsenin Allah’ın şeritanı hükümsüz hale getirmesi, başka bir kaynağın hükümlerini tatbikata koyması yahut Allah’tan başka herhangi bir kimseye hâkimiyet hakkı tanıyarak onun bu konuda söz sahibi olduğunu kabul etmesi… Evet, sadece bu kadarı dahi bir kimsenin kâfir olması için yeterli bir fiildir. Hâkimiyet yetkisini kendi üzerinde gören bir kimse, bu hareketinden dolayı Allah’ın dininden çıkmış olur. Aynı şekilde hâkimiyet vasfına sahip olduğunu iddia eden kimsenin bu iddiasını kabul edenler de küfre girmişlerdir.”[164]
Muhammed Kutub: “Allah’ın kanunundan hâriç kanun yapan İslâm milletinden çkar. Bu konuda tüm fukahâ ittifak etmiştir. Acaba dâvetçiler Allah’ın hükümleri dışında kanun yapmanın imandan çıkardığını ve bu kanunlardan râzı olmanın küfür olduğunu öğrenmediler mi?[165]
Muhammed Kutub: “Böyle parlamentolara girmek bazı kaymalara sebep olur. Dâvâya karşı büyük tehlike ifade eder. Öncelikle böyle parlamentolara girmek akîdeyi bozar. Bir müslümanın dini ona: ‘Allah’ın şeriatı dışındaki tüm kanun ve yasaları reddet. Beşerî sistemlerin hepsi cahilî sistemlerdir. Bu beşerî sistemleri kabul etme ve bunlara rızâ gösterme’ der. Buna rağmen bir müslüman, Allah’ın şeriatını reddeden kendi istekleri doğrultusunda kanun vaz’ eden parlamentoda nasıl olur da onlarla oturur? Nasıl onlarla birlikte hükümet kurar? Bir müslüman nasıl onların ilkelerini kabul ettiğine dair söz verir ve yemin eder? Hâlbuki Allah Teâlâ kitabında şöyle buyurmaktadır: “O (Allah), Kitab’da size şöyle indirmiştir ki: Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiği yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar (başka konuya geçinceye kadar) kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz.”[166] Kesinlikle bilinmelidir ki; bu gibi şeyler İslâm akîdesine apaçık terstir.”[167]
Said Havva: “Şehâdet kelimesini bozan hallerden bir tanesi de Allah’tan başkasına teşrî’, hâkimiyet, emretme ve nehyetme yetkisi vermektir. Çünkü Allah Teâlâ Kur’an’da “Hâkimiyet ancak Allah’ındır.”[168] buyurmaktadır. Bu hususa öncelikle demokrasi girmektedir. Zira demokrasi parlamentolarda çoğunluğun hevâ ve hevesine dayalı bir şekilde kanun koymaktır ki, bu da direkt olarak teşrîdir. Ve şirkin ta kendisidir.[169]
Kurtubi şöyle diyor: “Ebu Ali dedi ki: ‘Allah’ın kanunlarından yüz çevirip onların dışında başka hükümleri isteyen kâfir olur.” [170].
İbn Teymiye şöyle diyor: “Bütün âlimlerin ittifakıyla; her Müslümanın bilmesi gerekir ki; Her kim İslâm'dan başka bir dine tâbi olur veya Muhammed’in (s.a.s) şeriatından (kanunundan) başka şeriatlara (kanunlara) tâbi olmayı serbest bırakıp câiz görürse kâfir olur.”[171]
“Rabbine andolsun ki aralarında ayrılığa düştükleri şeylerde seni hakem tayin etmedikçe, verdiğin hükümden dolayı kalplerinde hiçbir sıkıntı duymadan teslim olmadıkça onlar iman etmiş olmazlar.” [172]
İbn Kesir, Nisâ sûresi 65. âyetinin [173] tefsirinde şöyle diyor: “Allah (c.c.) tüm işlerde Rasûlullah’ı (s.a.s.) hakem tayin etmeyenin iman etmiş olmayacağını kendi adına yemin ederek belirtiyor. Allah’ın rasulü (s.a.s.) hükmederse o haktır. Zahiren ve batınen yalnız ona bağlanmak gerekir.” [174]
İbni Kesir,“İhtilafa düştüğünüz her meselede hüküm verecek olan Allah’tır.”[175] âyetinin tefsiriyle ilgili şunları söyler: Yani Allah ve rasûlünün verdiği hüküm haktır. Hakkın dışında sapıklıktan başka ne vardır? Bu sebeple Allah, bu âyetin hemen ardından: “Eğer Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız” buyurmaktadır. O zaman bu; “Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız aralarınızda olan ihtilaflarda, anlaşmazlıklarda çözümü Kur'an ve sünnetten isteyin ve o iki kaynağı hakem tayin edin” demektir. Bu âyetler gösteriyor ki yalnız Kur'an'a ve sünnete muhâkeme olmayan kişi Allah’a ve âhiret gününe iman etmiyor demektir. [176]
İbn Kesir, bir başka eserinde şöyle diyor: “Kim Muhammed’e (s.a.s) inen şeriatı bırakıp bunun dışında neshedilmiş (iptal edilmiş Tevrat ve İncil gibi) şeriatlere bağlanırsa küfre girer. Kur'an ve sünnete muhakeme olmayıp da Ye'sak'a (Yes’ak: Cengizhan’ın Kur’an, Tevrat, İncil ve Kendi düşüncesinin bir sentezi olarak ortaya koyduğu bir yasadır.) muhakeme olanın hükmü nedir? Şüphesiz ittifakla küfürdür.” [177]
“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, rasule itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer birşeyde çekişirseniz Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız onun çözümünü Allah'a ve rasulüne bırakın. Bu en hayırlı ve netice itibarıyle en güzeldir.” [178]
İbn Kesir bu âyetin tefsirinde şöyle diyor: “Bu ayet apaçık bir şekilde; ihtilaf vukuunda Kur' an'a ve sünnete muhakeme olmayan kişinin Allah'a ve ahiret gününe iman etmediğini gösteriyor.” İbni Kesir (r.a)'in sözünü görüyor musun? Ne kadar imanlı olduğunu iddia etse de Kur'an ve sünnete muhakeme olmayan kişinin imandan çıktığını söylüyor. Dolayısıyla ondan sonraki ayet bu meseleye ihtilafa mahal bırakmayan kesin bir hüküm getirmektedir. Yani; iman iddiasıyla beraber Kur'an ve sünnetin hükümlerini bırakıp başka hükümlere başvurmak yalan bir iddiadan başka bir şey değildir.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:“Ey Muhammed! Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Reddetmekle emrolunmuşken tağuta muhakeme olmak istiyorlar. Oysa şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak istiyor. Onlara: “Allah'ın indirdiğine (kitaba) ve rasule gelin (onlara başvuralım)” denildiği zaman münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün.” [179]
Bu âyetlerden anlaşılıyor ki; tağuta muhakeme olmak ile Allah'a iman birarada bulunamaz. Böyle bir iddia geçersizdir. Çünkü tağuta muhakeme (Allah'ın kanunlarından başka kanunlara muhakeme) iman değildir. Sapıklığın ta kendisidir. Allah (c.c) bu ayetin devamında; Allah'ın şeriatine muhakeme olmamanın ve muhakeme olmak isteyenleri engellemenin, kalbinde iman olmayan münafıkların sıfatlarından olduğunu bildiriyor. Daha sonra gelen ayette de Allah (c.c), rasullerin yalnız tebliğ için değil, hem tebliğ etmeleri, hem de kendilerine itaat olunmaları için gönderildiklerini belirtiyor.
“Biz rasulleri Allah'ın izniyle kendilerine itaat edilsin diye gönderdik.” [180]
Sonra, “Hayır Rabbine andolsun ki aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin etmedikçe, sonra haklarında verdiğin hükümden dolayı kalplerinde bir sıkıntı duymadan kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar.” [181] ayeti tam yerinde geliyor. Nefislerde hiçbir tartışmaya mahal bıraktırmayan bir hükümle geliyor. İşte bu hüküm; İslam şeriati dışında başka kanunlarla muhakeme olan kimsenin imanının sözkonusu olamayacağı gerçeğidir. Bütün bu anlatılanlar ve zikredilen âlimlerin yasama sultasına ilişkin izahlarından sonra şu gerçek apaçık olarak ortaya çıkmaktadır; İslâm'ın dışındaki tüm idari nizamlar, hayat sistemleri küfürdür, tağutidir, çağdaş tağutları temsil etmektedir. Onları inkâr etmek, tekfir etmek, tanımamak ve onlardan uzak durmak gerekir. Aynı şekilde onları destekleyenler de tekfir edilip reddedilmelidir.
Şu apaçık bir gerçek ki; Kur'an ve sünneti bırakıp insanların hayatlarını düzenleyen beşeri mahreçli kanunları her kim vaz'eder, va'zedilmesine katkıda bulunur, yasalaştırır, tatbik eder ve reddetmezse kâfirdir.
Bu durumda yasama meclisi (ki teşrii de bulunur) yasamayı tasdik eden parlamenterler, uygulama safhasına koyan yürütme organları (ki bakanlar bu çerçevededir) ve yürütme organı başkanı, yürütme organının yapısı içinde yer alan hâkim, savcı ve avukatlar, yine bu kanunlara dayanarak soruşturma yapan istihbarat ve güvenlik kuvvetleri ve kâfir sistemi koruma ve kollamayla görevli olanlar kâfirdirler.
Halka gelince, her kim böyle bir şeye rıza gösterir ve inkâr etmezse, nemelazımcı bir tavır takınırsa kâfir olur. Çünkü bu insanlar küfrün tahakkümüne rıza göstermekte, İslam şeriatının kaldırılmasına, uygulanmamasına ilgisiz kalmaktadırlar. Hatta bazıları Müslüman olduklarını iddia etseler bile. Onların kâfir oluşu tağutu inkâr etmemelerinden kaynaklanmaktadır.
İşte bazı İslâm âlimlerinin görüşleri budur! Evet, Allah'ın kitabı ve rasulünün sünneti dışında ister yargılayan (hüküm veren), ister yargılanan (muhakeme olunan) olsun Allah'ın hükmü dışında bir hükme râzı olan, bu hükmü kendi rızası ile kabule yanaşan veya reddetmeyen kesinlikle kâfirdir. İster fert, ister devlet olsun hukuki, iktisadi, içtimai ve siyasi bir konuda Allah (c.c.) ve rasulünün (s.a.s.) şeriatı dışında adı ne olursa olsun, herhangi bir şeriata (kanuna) muhakeme olmaya rızâ gösteren başka bir deyimle kendi isteği ile muhakeme olan kâfirdir.
Bu konuda önemli bir noktaya değinmek gerekir:
İslâm’la çelişmeyen idari kanunları tatbik etmek ayrı, haramı helâl, helâlı haram yapan kanunları tatbik etmek ayrıdır. Birincisi câizdir, ikincisi ise küfürdür. İslam ile çelişmeyen idari kanunlardan kasıt; haramı helâl, helâlı haram yapmayan, fertlerin menfaatini ve topluluğun düzenini sağlayan idari kanunlardır. Trafik, binaların şekli, yolların şekli, su dağıtma şekli, mahallede bulunanların kaydedilmesi, işçilerin tanzimi, fabrikalar kurma vb. ve düzenleme gibi halkın genel maslahatına uygun olan ve şeriate karşı gelmeyen kanunları yapmak ve uygulamak câizdir.
Emin Şankıtiy şöyle diyor: Hevâ ve heveslerinden kaynaklanan Kur'an'a zıt olan kanunları uygulamak ki bu açık bir küfür ile Kur'an'a ve sünnete zıt olmayan, insanların hayatını düzene sokan kanunları uygulamak arasındaki farkı ayırmak lazım. Kanunlar iki türlüdür: İdari ve şer'i kanunlar. İdari kanundan maksad; İnsanların durumlarını Kur'an ve sünnete muhalif olmayacak şekilde düzenlemektir. Bu gibi kanunların insanlar tarafından konulması câizdir. Sahabeler ve ondan sonra gelen Müslümanlar da bunu yapmışlardır. Ömer b. Hattab Rasûlullah (s.a.s) zamanında olmayan bunun gibi idari birçok kanunlar koymuştur. Örneğin; Askere katılanlarla katılmayanları tespit etmek için askerlerin kaydedilmesi gereken bir kuruluş kurmuştur. Hâlbuki Rasûlullah (s.a.s) böyle bir şey yapmamıştır. Dolayısıyla Ka'b İbn-i Malik ve onun gibi Tebük savaşına katılmayan kimseleri ancak sonra öğrenebilmiştir. Ayrıca Ömer b. Hattab Saffan b. Umeyye'nin evini hapishane yapmıştır. Hâlbuki Rasûlullah (s.a.s) ve Ebu Bekir zamanında hapishane yoktu. İşte bu gibi İslam'a zıt olmayan ve insanların hayatını düzene koyucu kanunları koymak câizdir. Şeriate muhalif olmayan işçilerin işlerini düzenleyen kanunlar koymak da bunlardandır. Fakat gökleri ve yerleri yaratan Allah'ın şeriatine muhalif bir kanun koymak ve bunu insanlara uygulamak bu gökleri ve yeri yaratanı inkârdır, küfürdür. Mirasta erkek ve kızın eşit tutulması, tek hanımla yetinme, boşanma gibi hususlarda yeni kanun koymak, recim cezasını kaldırmak, hırsızların elini kesme cezasını değiştirmek ve bunun gibi şeriatte bulunan cezaları ortadan kaldırmak ve bu cezalar hakkında: “Artık bunlar zamanımıza uymaz” demek gökleri ve yeri yaratanı inkâr etmek demektir. Böyle yapmak Allah'ın koyduğu nizama başkaldırmaktır. Hâlbuki Allah (c.c) insanların maslahatını en iyi bilendir. Teşri konusunda Allah (c.c.) ortaktan münezzehtir. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “Yoksa onların Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşru kılacak ortakları mı vardır?” [182]; “De ki: ‘Allah'ın size indirdiği rızkın bir kısmını haram bir kısmını helâl kıldığınızı görmüyor musunuz?’ De ki: ‘Size Allah mı izin verdi. Yoksa Allah'a karşı yalan mı uyduruyorsunuz?” [183]; “Diliniz yalana alışmış olduğu için her şeye bu haram, bu helâl demeyin. Zira Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah'a karşı yalan uyduranlar ise şüphesiz saadete erişemezler.” [184]
İslâm'ın dışındaki tüm idari nizamlar, hayat sistemleri küfürdür, tâğutîdir, çağdaş tağutları temsil etmektedir. Onları inkâr etmek, tekfir etmek, tanımamak ve onlardan uzak durmak gerekir. Aynı şekilde onları bilinçli olarak destekleyenler de tekfir edilip reddedilmelidir.
Kur'an ve sünneti bırakıp insanların hayatlarını düzenleyen beşerî kanunları kim koyar, böyle kanunlar konulmasına katkıda bulunur, yasalaştırır, tatbik eder ve reddetmezse kâfirdir.
Bununla birlikte sadece oy verdiğinden dolayı halkı tekfir etmenin doğru olmadığını birkaç sebepten dolayı, bu konuda hüküm vermemeyi doğru görüyorum. Halk, bu konuda cahildir, cahillik de özellikle İslâm’ın hâkim olmadığı zaman ve yerlerde mazeret teşkil eder. Dolayısıyla onlar hakkında hüküm vermede acele edilmemelidir. Zira bir şeyin mahiyetinin bilinmemesi, hükmün verilmesine engel teşkil eder. Ayrıca, halkın İslâm âlimi kabul ettiği nice şahısların, oy vermeyi câiz görmeleri, bu konu hakkındaki şüphelerin artmasına ve konunu içinden çıkılmaz hale gelmesine sebep olmuştur.
Ebu Katade bu konu hakkında şöyle der: Kanaatime göre seçimlere katılanların hepsi kâfir olmaz Bunun sebepleri ise:
Birincisi: Kanunlarında belirtilen seçim mahiyeti toplumun önde gelen birçokları tarafından bilinmediğinden dolayı hiç şüphesiz ortada cehalet özrü bulunmaktadır. Bu nedenle seçimlerin mahiyetini anlayan kardeşlerimizin, diğer insanlar hakkında hüküm vermeye çalışırken onları da bu konuda kendileri gibi sanarak hüküm vermeye kalkışmamaları gerekir. Özellikle seçim konusunun sonradan meydana çıkan bir hadise olması ve selef tarafından üzerinde durulmaması nedeniyle halkın bu konuda yeterince bilgi sahibi olmaması, onlar için mazeret teşkil eder. Dolayısıyla onlar hakkında hüküm vermede acele edilmemelidir. Zira bir şeyin mahiyetinin bilinmemesi, hükmün verilmesine engel teşkil eder.
Ebu Basir bu konuda şöyle diyor: Müslümanlardan milletvekillerine oy verenlerin hükmü şöyledir:
1) Oy vermek fiil olarak Allah Teâlâ’nın dininde küfürdür. Çünkü Allahtan başka bir mahlûkun ulûhiyyetine ve seçimlerin önceden belirtmiş olduğumuz yanlış yönlerine rıza ve kabul içermektedir.
2) Bu fiili işleyen kişinin ise iki hali vardır. Birincisinde muayyen olarak kâfir olur. İkincisinde ise mazeret ve tevilden dolayı kâfir olmaz.
Birincisi; oy verenin muayyen olarak kâfir olduğu hal: Kişinin kendi sözünden veya halinden milletvekilinin mecliste yaptığı işin gerçeğini, düştüğü şeri yanlışları, şeriatla çeliştiğini bilip de, buna rağmen hür ve isteyerek seçimlerde milletvekiline oy verdiğini gördüğümüz zaman. Yani bu kişi milletvekilinin, Allahtan başka kanun koyma özelliği olduğu ve teşrii yapma hakkı olduğu için oy vermektedir. Böyle bir kişinin muayyen olarak tekfir edilmesi kaçınılmaz bir şeydir.
İkincisi; oy verenin muayyen olarak tekfir edilmediği hal: Bu halde bu kişiye cehalet ve muhalefet ettiği konudaki âcizliği gideren şer’î delil kendisine ulaşana kadar bu kişi mazeret ve te’vil kapsamındadır. Bu durum söz konusu çirkin fiile katılan insanların çoğunluğunun halidir. Yani oy veren kimsenin sözünden veya halinden milletvekilinin işinin gerçeğini ve düştüğü şer’î yanlışları bilmediğini gördüğümüz zamandır. Bilakis bu insan demokrasinin hocaları ve davetçilerinden işitmiş olduğu sözlerden, demokrasinin güzel ve parlak olduğunu sanmakta ve ona göre seçimlere katılıp oy vermektedir. Böyle bir kişinin tekfir edilmesinden sakınmak kaçınılmaz bir şeydir. Şer’î hüccet/delil ikame edilene kadar ona öğretmek ve işlerin gerçeğini göstermek gerekir.
Mutlak bir şekilde aktarmış olduğumuz ayrıntılara bakmadan ikinci kategoriye giren kişileri tekfir, yerilen aşırılığın bir çeşididir. Aynı zamanda âkıbeti ve sonucu iyi olmayan, ilimsizce Allah’ın dininde cüret etmektir. Buna binaen halkın maksatlarına riayet etmeden hamasetli kardeşlerin vermiş olduğu; seçimlere katılan insanların genelini tekfir eden fetvaları kabul etmiyoruz ve ondan râzı değiliz.
Tekfir konusu dikenli, dikkate, ilme, takvaya, ictihada, titiz davranmaya ve meselenin gerçeklerinin bilinmesine ihtiyaç duyan bir meseledir. Bunun için bu ilmi yeni öğrenmiş kişilerin muayyen insanlara küfür hükmü ve fetva vermeye cüret etmesini doğru bulmuyorum. Kişinin mesele olarak fiilin küfür olduğundan bahsetmesiyle yetinmesini, insanın dini ve nefsinin selameti için gerekli olduğunu düşünüyorum.
Bir şahsın şerri (kötülüğü) ve zararı yaygın olduğu halde, hakkında islam hükmünün bilinmesi gerekiyorsa -illaki bazı durumlarda zaruri olacaktır- ilim ve dirayet ehline sorulur. Çünkü fetva onlara aittir. Bu konuda ehil olanlar onlardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz.” [185]
Tavsiye ettiğimiz davranışlar tekfir edilmesi vacip olan kâfiri, yani onu tekfir etmeyen veya küfründe şüphe eden kimsenin kâfir olduğu kişiyi tekfir etmekten çekinmek değildir. Ancak bu meselede durmak ilimsizce müteşabih ve problemli konulara girmekten çekinmek babındandır. Selamet; nefsi onu ilgilendirmeyen veya ihtisası olmayan şeye sokmamayı gerektirir. (Bir arab atasözünde şöyle der) ''Şeyi bilmeyen kişi onu bulmayan kişi gibidir. Dolayısıyla şeyi bulmayan onu veremez. (Yani kişi sahip olamadığı bir şeyi veremez.) Selamete denk tutulacak bir şey yoktur. [186]
Şeyh Makdisi Oy kullanma fiilinin küfri yönlerini saydıktan sonra şöyle dedi:
''Meclislerin görevinin, insanlara hizmet vermek olduğunu düşünüp kandırılarak oy verenleri tekfir etmediğimiz gibi, akrabalarını veya tanıdıklarını bu sebeple başa getirmek için oy veren avamları tekfir etmiyoruz... Ancak ister yaşlı olsun isterse başkaları olsun küfrî kanunlar koyan meclislerin gerçek yüzünü bilmemektedirler ve teşrii hakkına sahip olan sahte rableri seçmek için bu seçimlere katılmamaktadırlar. Bunların yerine sorunlarını çözecek, kendilerine veya bölgelerine hizmet edecek birilerini seçmek için bunu yapmaktadırlar. Onların çoğunun kastı ve muradı böyledir. Bu şekilde oyunu tasvir etmekte ve oynamaktadırlar.
Dolayısıyla tevhidin aslına sahip olup tâğutu ve şeriatını inkâr eden kimse bu zan ve kast ile seçime katılırsa deriz ki; yaptığı amelin zahiri küfürdür. Çünkü yaptığı ameli açıklamadığı sürece ne kast ettiğini bilemeyiz. Hâkimiyeti Allaha değil, halka veren demokrasi oyununa zahiren katılanlar küfür amellerinden bir amel işlemişlerdir. Ancak insanların hallerinde zikrettiğimiz karışıklıklar bulunduğu için küfür hükmünü avamların muayyenlerine indirmiyoruz.
Ta ki onlardan birisi kanun koyanları seçmeyi ve gerçeğin ne olduğunu bildiği zaman (onu tekfir etmek söz konusu olur.) Aksi takdirde kanun koyan bu meclislerin hakikati kişiye beyan edilene kadar tekfir edilmez. Bundan sonra ısrar ederse ona muayyen olarak küfür hükmü vermekten çekinmeyiz.
Dolayısıyla kim kanun koyma hakkını kendisine veya başkasına vermeyi kast eder ve isteyerek çabalar ise hemen kâfir olur. Çünkü küfür fiiline niyet etmekte, hatalı olmadan bilerek ve isteyerek onu seçmektedir.
Aynı şekilde intifaul kast (kasıtsızlık), sakallı milletvekillerinin bazısı tarafından kandırılan cahil ve avamların çoğunun haline uymaktadır. Bu milletvekilleri hakkı batılla karıştırırlar. Allah’ın şeriatını hâkim kılmaya davet ederler. Parlamentoya girmelerinin gayesinin bu olduğunu söylerler. Seçim afişlerine yalan ibareler ve ''çözüm İslâm’dır'' diye parlak, kandıran şiarları yazarlar. Bunun gibi boş vaatlerle avamları kandırırlar.
Yaşlılar veya avamlardan getirilip, kandırılıp, bu sakallıları seçtiği veya oy verdiği takdirde Allah’ın şeriatının hâkim olacağı anlatılıyorsa, aynı zamanda onların kanun koyan küfri amellerinin hakikatini bilmiyorsa, parlamentonun hakikatinin kanun koyan bir meclis olduğunu bilmiyorsa, Yani anayasanın açıkladığı gibi hâkimiyet ve kanun koymayı millete sarf etmek için değil, Ancak ona anlatıldığı gibi Allah’ın râzı olduğu islamla hükmetmek isteyenleri seçmek için bunu yapıyorsa, bu kişiler küfür fiiline düşen ya da düşürülen cahil, sapık insanlardır. Ancak bu insanlara kanun koyan bu meclislerin hakikatini, milletvekillerinin yapmış olduğu vazifenin hakikatini ve sürüklenmiş oldukları oyunun hakikatini bildirene kadar onların muayyen fertlerini tekfir etmiyoruz. Bütün bunları bilipte bu küfri dine katılmaya, üzerinde birleşmeye ve kanun koyanları seçmeye ısrar ederlerse onları tekfir etmekten çekinmeyiz.
Bu ayrıntıyı bilmek kaçınılmaz bir şeydir. Yani burada söz konusu mazeret veya küfür hükmünü muayyenlere indirilmesini engelleyen mani ''intifaul kasttır''(kasıtsızlıktır)İntifaul kastın sureti: bir kişinin mubah ve hatta haram bir şeyi yapmayı kast ederek veya isteyerek; kastı veya seçmesi olmadan küfre ve şirke düşmesidir. Bu hatanın kaynağı meclislerin hakikatinin bilinmemesidir. Bize göre mani olan, kanun koyanı seçmek, kanun koyma hakkını ona vermek kastıyla birlikte kanun koymakta itaat etmenin büyük küfür ve şirk olduğunu bilmemek değil; (meclislerin hakikatini bilmemektir.) Önceden geçtiği gibi Peygamber (s.a.s.) bu babda (tevhidde) mâzeret hakkı vermemiştir.
Yine şu meselede dikkatli olmak gerekiyor ki: tek meselede olsa kanun koyanlara yapılan itaat ancak kanun koymak ve küfür konusunda yapılan itaat olduğu zaman küfür olur. Aksi takdirde mubahta ve masiyette bu kanun koyanlara yapılan itaat küfür olmaz. [187]
Demokrasi oyunu neredeyse islam ülkelerinin çoğunda oynanmaktadır. Halkın büyük bir kısmı bu oyunun içindedir. Yine Müslümanların yaşadığı ülkelerin çoğunda dinin giysilerini giyip İslâm’ı istismar ederek şeriat getireceğiz diye insanların dinini bozan münafıklarda vardır. Örnek: Mısır, Ürdün, Suriye, Pakistan vs. gibi ülkeler Hatta Türkiye’de İslâm’ı istismar ederek iktidara gelen şahısların benimsediği fikrin babaları Mısır’da ve Ürdün’de çok yaygın olan İhvan-ı müslimindir. Bundan dolayı cihad âlimlerinin yapmış olduğu ayrıntılar Türkiye için de geçerlidir.
Abdul Mun’im Mustafa Hâlime ise şöyle söylemektedir: “Asıl tehlike parlamentoya girmek değil, asıl tehlike bazı kaymalar ki bunlar İslam’ın kabul etmediği akideyi bozan şeylerdir.
Birincisi: Parlamentoya giren milletvekili gayri islami sistemi kuracağına söz verir ve yemin eder. Bu apaçık akideyi bozan bir konudur. Zira zorlama olmadan küfür maddelerini kabul etmek imanı bozar. Bu kişilerin suçu hayatını tanzim etmek için tağutların mahkemesine başvuranlardan daha kötüdür.
İkincisi: Parlamentoya giren kişi Allah’ın dinine düşmanlık eden parti ve şahısların meşruluğunu itiraf etmeye mecbur kalır. Hangi parti oy çokluğuna sahip olursa memleketi o idare eder. Tüzük ve düşünceleri ne olursa olsun fark etmez. O partinin meşruluğunu kabul etmeye mecbur kalır. Mâlum bu kabuller imanı bozar ve yok eder.
Üçüncüsü: Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen kâfir hâkimlere itaat etmektir ki, bu da vela ve bera akidesi ile resmen çelişmektedir.
Dördüncüsü: Tüm yapılan kanunlar çoğunluğa bağlıdır. Yani çoğunluk ne derse o olur. Çoğunluk helâli haram, haramı da helâl kabul ederse çoğunluğun dediği haktır. Bu da apaçık bir şekilde İslam akidesine terstir. Zira bu atmosferde şeriatın hükümleri ile tağutun hükümleri aynı konuma girerler. Çoğunluğun dediği olur deyip de Allah’ın hükmünden yüz çevirmek açıkça insanları iman dairesinden çıkarır. Velev ki bu suçu işleyen insanlar dilleriyle defalarca “ben müslümanım” dese de fark etmez.” [188]
Mustafa Çelik bu konuda “Dar’ul Erkam Dar’un Nedve” çarpışması isimli eserinde şunları söylemektedir: “Bugün Dar’un Nedve çağdaş parlamento türünden devam etmektedir. Her müslüman bilmelidir ki; Dar’un Nedve insanların hayatını cüce ilahların iradesine bağlayan parlamentodur. Kısaca Dar’un Nedve insanların iradesinin Allah’ın iradesine tercih edildiği çağdaş müşriklerin bir parlamentosudur.” [189]
Bu noktada şunu da belirtmekte fayda vardır. Rasulullah (sav) hayatının ne risalet öncesi döneminde ne de risaletten sonraki döneminde kesinlikle bu Dar’un Nedve’ye girmemiş, onların hiçbir ilke ve maddelerini kabul etmemiştir. Dar’un Nedve’nin isteklerine karşı asla taviz vermemiş, onların isteklerini “Sizin dininiz size, benim dinim banadır” temel ilkesiyle karşılamıştır. Burada şöyle bir soru akla gelmektedir: Bugün müslüman geçinen, kendilerini müslüman olarak isimlendiren, çağdaş Dar’un Nedve konumunda olan parlamentolara girip onların ilkelerini kabul edenlerin bu müslümanlık iddiaları ne kadar tutarlıdır? Bu konuda İslam’ın hükmü nedir?
Şimdi kısaca, yukarıda Dar’un Nedve hakkında bilgi verdikten sonra, çağdaş Dar’un Nedve konumundaki parlamentolarda milletvekili ya da bakan olarak görev almanın hükmü hakkında bilgi vermekte fayda vardır.
Bilinmesi gerekir ki, insanın yaratıldığı ilk günden bugüne kadar tevhid taraftarları ile şeytanın yandaşları arasında süregelen bir savaş mevcuttur ve bu savaşın temelini hâkimiyet meselesi oluşturmaktadır. Bu savaşta şeytan ve yandaşları her daim hâkimiyeti, idareyi ve yetkiyi ellerinde tutmak istemişlerdir. Nitekim aşağıda zikredeceğimiz ayetlerde bu gerçek çok açık bir şekilde görülmektedir:
“Firavun: -Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum. Ey Hâmân, haydi benim için çamur üzerine ateş yak (ve tuğla imal et), bana bir kule yap ki, Musa’nın ilâhına çıkayım; ama sanıyorum, o mutlaka yalan söyleyenlerdendir.- dedi.”[190]
“Firavun: -Benden başkasını ilâh (otorite) tutarsan, andolsun ki seni zindana kapatılmışlardan ederim- dedi.”[191]
Aynı şekilde risaletle gönderilen Muhammed (sav)’e Mekke ileri gelenlerinin son derece amansızca savaş açmalarının altında yatan en büyük etken, bu yeni dinin otoriteyi ve yetkiyi ellerinden alacağı ve sadece yüce Allah’a tahsis edeceği olmasıdır. Nitekim Lâ İlâhe İllâllah çağrısını duyan bir bedevi bu gerçeği, şu şekilde dile getirmiştir: “Vallahibu kelimeye karşı bütün ileri gelenler toplanacaktır.”
Buna karşılık tevhid dini olan İslam’ın asıl gayesi de hâkimiyeti, otoriteyi, yönetme hakkını kulların elinden alıp sadece yüce Allah’a tahsis etmek olmuştur. Böylece kullar kendileri gibi kullara kulluk yapmaktan kurtulacaklar, sadece yerlerin ve göklerin Rabb’i olan Allah’a kulluk edeceklerdir.
Allah Teâlâ, Kitabında kendisini hakîm sıfatı ile sıfatlandırmış, hükmün, otoritenin, insanları yönetme hakkının sadece kendisine ait olduğunu açık bir şekilde bildirmiştir. Aynı şekilde kendi hükmünün dışındaki hükümleri “cahili hükümler” olarak sıfatlandırmış, kendi hükmü ile hükmetmeyenleri de kâfir, zâlim ve fasık olarak isimlendirmiştir.[192]
“Sizin Allah’ı bırakıp da o taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu bir takım isimlerden başka bir şey değildir. Bunlara tapmanız için Allah hiçbir delil indirmiş değildir. Hüküm ancak Allah'a aittir: O, size, kendisinden başkasına tapmamanızı emretti. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.”[193]
“...Göklerin ve yerin gaybı O'na aittir. O ne güzel görendir! O ne mükemmel işitendir! Onların, O'ndan başka bir yardımcısı yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez.”[194]
“Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin, zâlimlerin, fasıkların ta kendileridir.”[195]
Aslen hâkimiyet ile ulûhiyet (ilahlık) arasında sıkı bir ilişki vardır. Hâkimiyet, ilahlığın temel özelliklerindendir. Hâkim olan ilâh olandır. Hâkimiyet yetkisi kimin elinde ise ya da kime verilmiş ise ilah olarak belirlenen de odur. Bakınız bu konuda büyük İslam şehidi Seyyid Kutub şöyle demektedir: “Hâkimiyet; insanları kul edinme hakkı ve onlara kanunlar koyma yetkisi... İşte bunlar ilahlığın temel özelliklerindendir. Allah’a inanmış birisi bunları kendisi için iddia edemeyeceği gibi, başkasının iddiasını da doğrulayamaz. Hâkimiyet hakkı, insanları kendisinin koyacağı kanuna boyun eğdirme hakkıdır. Burada söz sahibi olduğunu iddia edenler ilahlık iddia etmektedirler.”[196]
Bu meselenin daha iyi anlaşılabilmesi adına burada yaklaşık aynı anlamı içeren iki ayetin tefsiri üzerinde durmakta fayda vardır: “Firavun: -Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum (dedi)...”[197]; “(Firavun) Derhal (adamlarını) topladı ve (onlara) bağırdı: Ben, sizin en yüce Rabb’inizim! dedi.”[198]
Bu iki âyette Firavun'un uluhiyet (ilahlık) ve rububiyet (rabb’lik) iddia ettiği açık bir şekilde belirtilmiştir. Acaba Firavun'un bu ilahlık ve rabb’lik iddiasının mahiyeti nedir? Bakınız büyük müfessir Fahreddin er-Râzi Firavun'un bu iddiasının, kendisinin göklerin, yerin, dağların, bitkilerin, hayvanların ve insanların yaratıcısı anlamına gelmediğini, böyle bir iddianın ancak kendisinde delilik bulunan bir insandan sadır olabileceğini belirttikten sonra, Firavun'un bu ilahlık iddiasını şu şekilde yorumlamaktadır: “Hiç kimse üzerinde benden başkasına ait bir emir ve yasak koyma hakkı yoktur.” [199]
Aynı âyetin tefsirinde Âlûsi ise şöyle demektedir: “Firavun topladığı kalabalığının içinde kalkıp hitap etmek suretiyle bir nutuk çekerek o büyük lafı etmiş, böylece kendisini halkı yönetenlerin hepsinden üstün tutmuştur.” [200]
Ebu’l Alâ el-Mevdudi firavun’un bu iddiasını “Bu Mısır ülkesinin sahibi benim. Tüm emir ve yasakların çıkış kaynağı ben kabul edilebilirim. Benden başka hiç kimse emir vermede yetkili değildir.” şeklinde tefsir ettikten sonra şunları eklemektedir: “Firavun’un durumu peygamberler tarafından getirilen İlâhî kanundan bağımsız olarak siyasi ve hukuki hâkimiyet iddiasında bulunan devletlerin durumundan hiç de farklı değildir. Bu devletler, kanun koyucu, emir ve yasakları belirleyici olarak ister bir kralı görsünler, isterse millet iradesini... Ülkenin Allah’ın koyup Peygamberin tebliğ ettiği kanunla değil de kendi koymuş oldukları kanunlarla yönetilmesi durumunda Firavun’un durumu ile kendi durumları arasında hiçbir fark kalmaz.” [201]
Elmalılı Hamdi Yazır ise ayette geçen bu ilahlık ve rablik iddiasını şu şekilde tefsir etmektedir: “Böylece Firavun hukuk ve hukuk koyuculuğu kendi yaparmış, ne isterse o olurmuş, hükmünü ve idaresini bozacak bir üst makam yokmuş gibi gösteriyor. Bu sebepten insanlar onun idaresine boyun eğmekten başka bir şey tanımasınlar.” [202]
Yukarıda gördüğümüz âyetlerden ve bu âyetlere ilişkin müfessirlerin yorumundan da açıkça anlaşılmaktadır ki “kim kendi hevasına göre yasama veya kanun koyma yetkisine sahip olduğunu iddia ederse, ancak ilahlık iddiasında bulunmuştur. Her ne kadar dili ile böyle bir iddia da bulunmasa da fiili olarak ilahlık yetkisine yeltenmiş olur. Bilinmelidir ki; hâkimiyet yetkisini kendi üzerinde görerek ilahlık iddiasında bulunanlar ister halktan bir tabaka, ister halkın hepsi, ister bir parti ya da partiyi organize eden bir grup, isterse de bir kurul veya tek bir fert olsun değişmez. Bu iddia (kanun ve yasa çıkarma iddiasının parlamenterlerin elinde olduğu iddiası) Allah’ın kanun koyma yetkisine yeltenmektir ve şirktir. Sahibini dinden çıkarır ve tağut hükmüne sokar.”[203]
Mâlum olduğu üzere parlamento kanunların çıkarıldığı, yeni yeni hükümlerin ihdas edildiği bir kurumdur. Halk tarafından seçilen vekiller parlamento da Allah’ın indirdiklerini söz konusu dahi etmeden kendi görüşlerine göre yasa ve kanun çıkarırlar. İşte böyle parlamentolarda vekil ya da bakan olarak bulunmak İslam itikadını iptal eden bir tutumdur. Bundan ziyade böyle bir tavır açık bir şekilde rabb’lik ve ilahlık iddiasında bulunmaktan başka bir şey değildir. Her ne kadar bu kimseler dilleri ile rabb’lik iddiasında bulunmasalar da fiilleri apaçık bir şekilde rabb’lik iddiasıdır. Nitekim Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinde Tevbe Suresi’nin 31. ayetini açıklarken yahudi ve hrıstiyanlarda rabblik meselesini anlattıktan sonra aynen şöyle demektedir: “Daha sonra bu rabb’lik imtiyazı, yahudi din adamlarının elinden çıkmış parlamenterlere geçmiştir.” [204]
Fıkıh usulü üzerine güzel ve önemli çalışmaları olan Abdülkerim Zeydan hüküm koyma ve kanun çıkarma noktasında şunları söylemektedir: “Tüm müslümanlar icma etmişler ki; kanun koyucu tek Allah’tır. Allahü Teâlâ En’am Suresinin 57. ayetinde idare ve hükmün ancak kendisine ait olduğunu belirtmektedir. Bu esasa dayanarak diyoruz ki; Allah’ın şeriatından hariç yasama yapmak küfürdür. Çünkü Allah’tan hâriç hiç kimsenin kanun koyma yetkisi yoktur.” [205]
Yoksa onlar cahiliye hükmünümü istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükümranlığı Allah'tan daha güzel kim vardır?”[206] Bu ayetin tefsiri hususunda büyük müfessir İbn Kesir şöyle demektedir: “Allahü Teâlâ, her hayrı kapsayıcı, her şerri yasaklayıcı olan hükümlerinden yüz çevirip, bunun yerine cahiliyede olduğu gibi kişilerin görüşlerine, dalalet ve sapıklığı ihtiva eden değer yargılarına ya da çeşitli dinlerin karışımı ve beşeri görüşlerden meydana gelen Cengiz Han’ın vaaz ettiği yes’ak gibi İslam dışı hükümlere yönelenin imanını kabul etmiyor. Yes’ak; Cengiz Han’ın Kur’an, Tevrat, İncil ve kendi görüşlerine dayanarak ortaya koymuş olduğu kanunları ihtiva eden bir kitaptır. Cengiz Han öldükten sonra yerine geçen çocukları İslam’a girdikleri halde bu kitabı anayasa kitabı olarak görmeye devam ettiler. Allah’ın kitabı ve Rasulullah’ın sünnetini bir kenara atarak bu kitaptaki hükümlerle tatarlara hükmettiler. İşte böyle davranan kimseler kâfirdir. Bunlarla büyük küçük her meselede yalnız Allah’ın hükmüne dönünceye kadar savaşmak farzdır.” [207]
İbn-i Kesir’in bu açıklaması üzerine Said Havva şöyle demektedir: “Allame İbn-i Kesir’in söylediği bu fetvaya karşı çıkan hiçbir âlim tasavvur etmem. Biz aslen şunu açıkça söyleriz. Bir parti İslam nizamını terk ederse ya da kendi tüzüğüne küfür maddelerini katarsa veya hangi hükümet Lâ İlâhe İllâllah kelimesine ters kanun ve dustur vaaz ederse biz onlara kâfir deriz. Aynı şekilde kim de böyle hükümete yardım edip onları kollarsa biz ona da kâfir deriz.” [208]
Ahmed b. Ali b. Atik en-Necdi bu ayetin tefsiri hakkında şunları şunları söylemektedir: “Bunların misali, bugün bedeviler arasında aşiret meclisi dedikleri geleneksel, lanetlenmiş bir yasayı Allah’ın kitabına ve rasulünün sünnetine tercih edenler gibidir. Bunların hepsiyle, Allah’ın şeriatına dönüp onunla hükmedinceye kadar cihad etmek zaruridir.” [209]
Aynı ayetin yorumu üzerine Seyyid Kutub ise şöyle demektedir: “İnsanlar ya Allah’ın şeriatı ile hükmederler. Onu kabul edip kendilerini ona teslim ederler ve Allah’ın dinine girerler. Veya kul yapısı bir sistemi tatbik ederler ve cahiliyet bataklığına düşerler. İnsanlar, kimin hükmünü tatbik ediyorlarsa, onun dinindendirler. Allah’ın değil… Cahiliyet hükmünün arandığı yerde Allah aranmaz… İlâhî şeriatın terk edildiği yerde cahiliyet prensibi bulunur, yaşanan hayatta cahiliyet hayatı olur.”[210]
Seyyid Kutub Yusuf Suresi’nin 40. ayetine yaptığı tefsirde ise şöyle demektedir: “Bir kimsenin Allah’ın şeriatını hükümsüz hale getirmesi, başka bir kaynağın hükümlerini tatbikata koyması yahut Allah’tan başka herhangi bir kimseye hâkimiyet hakkı tanıyarak onun bu konuda söz sahibi olduğunu kabul etmesi... Evet, sadece bu kadarı dahi bir kimsenin kâfir olması için yeterli bir fiildir. Bir kere daha tekrarlamış olâlim. Hâkimiylet yetkisini kendi üzerinde gören bir kimse bu hareketinden dolayı Allah'ın dininden çıkmış olur. Aynı şekilde hâkimiyet vasfına sahip olduğunu iddia eden kimsenin bu iddiasını kabul edenler de küfre girmişlerdir.” [211]
Yine Seyyid Kutub İbrahim Suresi’nin sonunda “Put ve Purçuluk” başlıklı yazısında şöyle demektedir: “Herhangi bir yerde ve herhangi bir zamanda birtakım idareciler ve din adamları, Allah’ın izin vermediği alanlarda kendi uydurdukları semboller adına yasalar, kanunlar, değer yargıları ve hareket biçimleri vaz’ ediyorlarsa… İşte bunların hepsi içeriği ve görevi itibarı ile birer putturlar.” [212]
Halk kendi kendini yönetir ilkesini savunan demokratik felsefe, şirk ve küfürden başkası değildir. (İslâm’ın Anlaşılması Üzerine, Ali Bulaç)
İslâmî devlette parti nizamı olamaz. İslâm parçalanmayı ve çeşitli hile kullanılmasını istemez. (Mevdudi, İslâm Anayasası)
Bu tür düzenlerin içerisinde İslâm adına mücadele verileceğini sanmak, hatta bunun gereğini ileri sürmek, âyet-i kerimenin bizleri takınmayı emrettiği açık ve seçik yolla ne kadar bağdaşabilir?
“De ki: Ey Kitap Ehli! Bizimle sizin aranızda eşitliği sağlayacak bir sözde birleşmeye gelin. Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim. O’na (hüküm, din ve değer yargıları koymak yetkisini başkalarına tanımak suretiyle) hiç bir şeyi eş koşmayalım. Kimimiz kimimizi de (uluhiyyet ve Rububiyyete has herhangi bir sıfat veya yetkiye sahip kabul etmek suretiyle) Rabler edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse ‘Bizim muhakkak müslümanlar olduğumuza şahid olun’ deyin.”[213]
Âyet bizlere açıklığı, netliği, yolların ayrılışını vurgulamayı ve buna dikkat çekmeyi emrederken, bizim demokrasiye ve demokratik saflarda mücadeleye davette bulunmamız ve bunu -kendi adımıza değil- İslâmın öngördüğü ve tavsiye ettiği mücadele şekil ve metodu diye sunmamız, hiçbir zaman açık ve net bir şekilde yolların ayrıldığı noktada “eşitlikçi bir kelimeye” davet değildir.. Demokratik düzenler tarafından “çoğulculuk esasına göre alınan kararlar, yapılan yasamalar adeta yanılmaz, hatasız ya da en ideal olarak takdim edilir ve böyle oldukları kabul edilmeye çalışılır.
Resmî Okullarda Çocuklarını Okutmak
Hepimizin okullarla şu veya bu şekilde bir ilişkisi var. Ya kendimiz veya çocuklarımız ya da en yakınlarımızdan birileri eğitim adına eritiliyor, öğütülüyor. Yeni neslin kafaları düzene uygun hale getirilmek için yontuluyor, fıtratları bozuluyor. Ve bu konuda Müslümanlar olarak çıkış yolu bulamamanın bin bir zilletini yaşıyor ve vebalini taşıyoruz.
Problemi anlamadan çözüm mümkün olmaz. Hastalığı doğru teşhis etmeden tedavinin mümkün olmadığı için, önce problemin adını koymamız gerekiyor: Okullar, devlet kurumları olduğuna ve bu ülkede yaşayan her çocuk, 8 yıl zorunlu eğitime tâbi tutulduğuna göre, ilk olarak devleti/düzeni din açısından teşhis etmeyle işe başlamamız lâzımdır.
Türkiye, bir din devletidir. Okullara ve her türden resmî kurumlara baktığınızda bunu kabullenmek zorunluluğu var. Kemalizm dini, tek dindir ve kimse Atatürk’e hiçbir şeyi ortak koşamaz.
Laik olduğunu iddia eden T.C., aslında Kemalist bir teokrasidir. Devletin resmî lügatinde bu ilan edilir: 1948’de basılan Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğüne göz atılırsa sadece devletin değil, tüm Türklerin de dini Kemalizm’dir. Bu resmî sözlüğe göre; “Kemalizm: Türklerin dini”dir. Türkiye Devletinde Atatürk tek ulusal lider kabul edilir ve halkın da bu tercihi alternatifsiz kabul etmesi istenir. Sanıldığının aksine, resmî inanışa göre o, yalnız askerî ve siyasî bir dehâ değil, aynı zamanda dinî liderdir de. Günümüzde, devletin okullarında okutulan Din Dersi (Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi) kitaplarının kapağına ve içeriğine, âyet ve hadisten daha fazla onun referans gösterildiğine bakmak yeterlidir. O, devlet inancında “ulu önder”dir. T.C., 1923’den beri Atatürk’ün en büyük olduğuna inandığı için her Türk vatandaşının onu sevmek ve ilkelerine itaat etmek zorunda olduğunu düzen, din yaklaşımı içinde tartışmasız kabul eder ve ettirir. Anayasa, partiler kanunu ve tüm yasalar onun ilkelerinin hiç birine ters düşemez. Hangi parti yönetim rolünü üstlenirse üstlensin, aslında Atatürk her dönemde tek başına iktidardadır ve iktidarını başkalarıyla paylaşması, yani Atatürk’e şirk koşulması kabul edilemez. Bu ülkede egemenlik kayıtsız şartsız Atatürk’ündür. Bu ülkede din devletinden bahsedilemez, ama devlet dininin egemenliğinden rahatlıkla söz edilebilir. Ne diyordu Celal Bayar: “Atatürk’ü sevmek ibâdettir.” Evet, devletin gözünde Atatürkçülük bir dindir. Devletin anayasasında, Allah, Peygamber, Kur’an, İslâm gibi kelimeleri bulamazsınız. Bunun yerine sadece Atatürk’e ve onun ilkelerine atıfta bulunulur. Devletin bu mutlak sevgisi ve bağlılığı, bir tapınmanın göstergesi kabul edilebilir.
Kur’an, müşriklerin, “biz atalarımızın yolundan ayrılmayız, onların izinden gideriz” dediğini belirtir. T.C. de kendine özgü bir atalar rejimidir. Türkiye düzeni, tüm Türk vatandaşlarının atası kabul ettiği için, atasını sevmeme hakkını kimseye vermez. Atatürk sevgisinden daha büyük sevgi olmaması gerektiğini, onun ilkelerinin tartışılmaz doğru olduğunu bir akîde ve davranış biçimi olarak ilân eder ve çeşitli âyinlerle bu tavır, İlköğretimin ilk sınıfından itibaren tüm vatandaşlara uygulattırılmaya çalışılır. Düzene göre, onun hata yaptığı kabul edilemez. Kimse Atatürk’ü eleştiremez, heykellerine ve fotoğraflarına yan gözle bakamaz.
Dinimizin Din Anlayışı
Din kelimesi, sadece hak din için, yani özel ve dar anlamıyla İslâm için kullanılmaz. Din kelimesinin geniş olarak ele alındığı ıstılahtaki veya pratikteki anlamı; bir dünya görüşünü, bir hayat şeklini belirleyen görüşler, emirler ve yasaklar manzûmesidir. Yani, üstünlüğü kabul edilen kanun ve kurallarla belirlenmiş yaşama şekline din denir. Dolayısıyla “her din bir hayat şeklidir ve her hayat şekli bir dindir.” Kur’ân-ı Kerim’, din kelimesiyle bir hayat nizamını, inanç ve yaşama biçimini gündeme getirir.
İslâm inancına göre, üç çeşit din vardır. Biri hak din olan İslâm, ikincisi muharref dinler olan Hıristiyanlık ve Yahûdilik, üçüncüsü de bâtıl dinler. Bâtıl dinler, insanlar tarafından konulan hayat şekilleridir. Kanun ve kuralların Allah’a dayanmadığı sistem ve nizamların tümü bu gruptandır. Puta tapıcılık, Mecusilik, Budizm gibi hayat şekilleri, eski zamanlardan beri görülen bâtıl dinlerdendir. Kapitalizm, komünizm, sosyalizm, materyalizm, faşizm, Kemalizm, laiklik gibi ideolojiler ve tüm beşerî düzenler günümüzdeki bâtıl dinlerdir.
Bir hayat şekli, bir dünya görüşü, bir yol, bir yaşam tarzı olarak ifâde ettiğimiz şeyin en kısa adı “din”dir. Din kavramı, bütün bunları kuşatmaktadır. Herhangi bir toplumun, cemaatin veya bir ferdin dünya görüşü, gittiği yol ve yaşam tarzı Allah’ın hükümlerine göre belirleniyor, bu İlâhî hükümlere göre şekil alıyor ise, bu toplum, bu cemaat veya bu fert İslâm dini üzeredir.
Kur’an’ın hükümlerini bir tarafa bırakarak insanların yaşam şeklini belirleyecek hükümler, kurallar, kanunlar koyan ya da bunları uygulayanlara İslâmî literatürde “tâğut” denilir. Bakara sûresi 256. âyette mü’minlerin öncelikle tâğutu inkâr etmeleri, yani onun varsa iyi taraflarını görmezlikten gelmeleri, küfredip üstünü örtmeleri istenmektedir. Çünkü Allah’ın indirdiğiyle hükmetmediği için tâğutlar, yoldan çıkmış fâsık, zâlim ve kâfirdirler, onlar en büyük haksızlık olan şirki sadece kabul etmekle yetinmeyip, yönettikleri halka da dayatmaktadırlar. Bir insanın Müslüman olması ve Müslüman kalabilmesi için, öncelikle Allah’tan başka ilâhlık taslayan her görünümdeki tâğutu (tüm kuralları ve kurumlarıyla) reddetmesi gerekmektedir.
İnsanların hayat şeklini belirleyen her ideoloji, her izm, her dünya görüşü veya yaşam biçimi, Kur’ân-ı Kerim’e göre birer dindir. Çünkü bütün bunlar dinin yapısında yer alan konulara müdâhale etmekte, bu konularda doğru veya yanlış görüşler, hükümler ileri sürmektedirler. Bu ideolojilere “din” denilebilmesi için, kaynağı itibariyle İlâhî veya beşerî olma şartı yoktur. Meselâ Mekke’li müşrikler kendilerini İlâhî bir dine nisbet etmemelerine rağmen, dinler tarihi içinde onların adı konulmuş bir dinleri olmadığı halde, Kur’ân-ı Kerim onların içinde bulunduğu hayat şekline ve onların tüm yönelişlerine “din” demektedir. “De ki, ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam… Sizin dininiz size, benim dinim bana.”[214]
O halde neden laikliğe, Atatürkçülüğe, materyalizm ve kapitalizm gibi düzenlere “din” denilmiyor? İşte, dünya müstekbirlerinin kendi koydukları dinlere Kemalizm ideolojisi veya kapitalizm gibi adlar verip bunlara din demeyişlerinin nedeni; yönettikleri halkın iki farklı din vakıasıyla, yani din ikilemiyle karşılaşmaması içindir. Çünkü bu müstekbirler halk kitlelerinin din olgusuna karşı tutucu yaklaşımlarını bilmekteler ve halkın tepki göstereceği bir din ikilemi meydana getirmemek için, kendilerinin ortaya atıp ilkelerini belirledikleri dinlere, falan ideolojisi veya filan izmi gibi isimler takmaktadırlar.
Düzenin ve okulların farklı bir dini dayattığı için, Müslüman çocuklarımız iki dinli yetişiyor. Evdeki din ile okuldaki din farklı; birbirine tümüyle düşman iki inanç ve yaşam tarzı sunuyor. Çocuklar, çifte standartlı yetişiyor. Ana ve babaların “aman oğlum, şunu sevme, şuna inanma, ama bunları okulda öğretmenine filan da belli etme!” diye tavsiyesi, çocuğun karakterini daha küçük yaşta anormalleştiriyor.
Bu ülkedeki tüm problem, çatışma ve gerginliklerin sebebinin dinler arası çatışma olduğunu söyleyebiliriz. Hayır, kısa zaman önce ülkeyi karıştırmak ve belki de tekrar askerî darbeye zemin hazırlamak için öldürülen Hrant Dink’ten, Ermenilerden, azınlıklardan bahsetmiyorum. Onlar özgür olarak kendi dinlerini öğrenebiliyor, papazların öğretmen olarak görev yaptığı özel okullarda kendi dinlerine uygun eğitim alabiliyor, kendi dinlerini özgürce yaşayabiliyorlar. Devlet dini olan laiklik ve Kemalizm ile çoğunluğun dini İslâm arasındaki çatışmadan bahsediyorum. En önemli Kemalist devrimlerden biri tevhid-i tedrisattır. Yani, eğitim ve öğretimin tekel olarak devlete ait olduğu ilkesi. Tevhid eri Müslümanlar olarak biztevhid-i tedrisat değil; tevhîdî tedrisat istiyoruz. Eğitim, tümüyle devlet tekelinde olduğu için, okullarda şikâyet edilen tüm problemlerden öncelikle bu düzen sorumludur. Bu ilkeden yola çıkarak düzen, eğitim kurumlarında kendi dinini, kendi kutsallarını bütün Müslüman çocuklara dayatmakta, bütün çocukların laik ve Kemalist olmasından başka bir seçenek ve özgürlük tanımamaktadır. İslâm’ın putperestlik olarak kabul ettiği uygulamalar, törenler, âyinler, övgüler okutulan derslerden de önemli, en öncelikli ders kabul edilmektedir. Siyer dersi işlenir gibi ama farklı bir kişinin hayatı işleniyor; uydurma coşkularla döne döne her yıl ezberlettirilip körpe beyinlerin yıkanması için anlatılıyor, anlatılıyor. Tüm derslerin içeriği Batıcı, laik ve Kemalist inanca uygun olarak veriliyor okul denilen tapınakta. Okullar, düzene uygun kafalar yetiştiren birer torna atölyesi konumunda işlev yapmaktadır. Uysal ve düzene itaatkâr nesiller, tâğuta kulluk yapmaya hazır insanlar yetiştirmek okulların temel görevi olmaktadır.
Bu topraklardaki tüm okullarda verilen eğitim Kitapsız bir eğitimdir, tıpkı devletin Kitapsız bir devlet olduğu gibi. Buradaki Kitab’ı tırnak içinde ve Kur’an anlamında ifade ediyorum. Yoksa, fırlatılınca ekonominin yerle bir olduğu düzenin sarsıldığı Anayasa adında kutsal bir kitabı vardır devletin. Okullarda da bu kutsal Anayasa ve kutsal Nutuk kitabına uygun o paralelde farklı kitapların varlığını elbette herkes bilmektedir. Evet, insanlar tâğutî kurumlar aracılığıyla Kitapsız yapılmakla da kalmıyor, farklı kutsallarla yönlendiriliyor. Eğitim, Rab kavramını gündeme getirir. İnsanların mutlak eğiticisi, terbiye edip yetiştiricisi Allah'tır. O'nu temel almayan eğitim, eğitim değil öğütüm olur. Pansuman tedaviler yerine; radikal değişim ve çözümler olmadan eğitimden hayır beklemek, okyanusu yürüyerek geçmeyi düşünmek demek. Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahy kabul edilmeyip sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Laik devlet yönetime, laik eğitim de bilime Allah'ı karıştırmaz. Oralara başka ilâhlar(!) yön verir. Hâlbuki Kur'an'a göre yönetmek ve eğitmek sadece Allah'a ve izin verdiklerine aittir, bunların ilkelerini tesbit yalnız O'nun hakkıdır. Vahyi, eğitime müdâhale ettirmemek, hem eski Arap câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın ortaya çıkışı gibi konularda ortaya atılan teorilerden tutun, hiçbir konu Allah'a dayandırılmaz. Eğitim, aynı zamanda besmelesizdir. Bismillâh deyip besmele çekerek başlamak bile yasaktır derse, Es-selâmu aleyküm'le sınıfa girmek gibi. Başörtüsü yasağı da gâyet doğaldır bu zihniyette. Ama besmele ile başlama, başörtüsüne göz yumma câhiliyyenin veremeyeceği tâvizler değildir. Ve bana göre câhiliyyenin o zaman tehlikesi daha büyük olur. İçinde haktan bazı basit hususlar taşıyan bâtıl daha tehlikeli olacaktır, hakka hiç yer vermeyen bâtıldan. Günümüz bilimleri ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi (rabliği) Allah'a hiç dayandırmadığından; yoktan var edici, yarattıklarını yönetici bir ilâh ve eğitici bir rab olarak başka tanrılara inanıp kul olmaya hazır müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Kur'an'ın ilkelerine hiç yer vermeyen, O'nun emir ve yasaklarını, hükümlerini bilimsel bulmayan anlayışta neyi eleştirecek, nasıl düzelteceksiniz?
Yaratma konusunda Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen şirk zihniyeti, bize göre kendisine küçük bir Kitap (suhuf, vahy) verilmiş bir peygamber olan ilk insanı, okuyup-yazması olmayan, hatta konuşamayan, çiğ et yiyen mağara insanı olarak tanıtır. Şirk zihniyeti, ilk insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat ve hak-bâtıl mücadelesi unutturulmak istenir. Peygamberler değil, krallardır, tâğutlardır vahyi kabul etmeyen tarihin öne çıkarttığı; hak-bâtıl mücâdelesi değildir. Savaşlar, antlaşmalar ve uyduruk uygarlıklardır üzerinde durulan. Müşriklerin hâkim olduğu devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti; Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir, şimdiki örneği de Batı, yani zulüm ve sömürü merkezi Amerika ve kokuşmuş Avrupa. Genel Coğrafya, Allah’tan bağımsız işlenir, dünya kendi kendine güneşten kopmuş, kendi kendine içinde canlılar belirmiş olarak körpe beyinlere sunulur. Diğer tüm derslerde de aynı ateist ve ataist bakış açısı sözkonusudur.
Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinin adından da anlaşılacağı gibi, Din, sadece kültür ve ahlâktan ibârettir bu zihniyete göre. Tevhidî Müslümanlar olarak “keşke olmasa” dediğimiz Din Dersi, daha doğrusu “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” dersi için durum, biraz farklıdır. Dersin isminden de anlaşılacağı gibi, din, bir kültür olarak; ahlâk da bir bilgi olarak sözkonusu edilirken, yine ders kitaplarına Kemalist ve laik bakış açısı baştan sona hâkimdir. Bu ders kitaplarındaki ve müfredattaki farklılık, bu derste Atatürkçülüğün şirki kabul etmesidir. Yani diğer derslerde Atatürk’e eş ve benzer hiçbir güç, ideoloji, inanç kabul edilmez ve ona en küçük çapta bir ortaklık verilmezken; Din dersinde Atatürk’le beraber, Allah’tan ve Peygamber’den de bahsedilerek, Atatürk’e şirk koşulmasına müsaade edilir. Her ne kadar Atatürk’ün cümleleri, âyet ve hadislerden daha fazla ise ve Atatürkçü bakışla konular ele alınsa da, yine de, Atatürkçülüğe ters düşmeyen ve ona uygun yorumlanan başka bir dinle ilgili bazı hususlar kültür olarak da verilmeye çalışılır. Bu ders, câhil halkın çoğuna göre çok önemlidir. Bir şuurlu genç Müslüman, marangoz hatası olarak nasılsa çıksa ve bu kitapların daha kapaklarındaki resimleri, içindeki referansları, Kur’an’dan fazla Nutuk’tan alıntıları göstererek “bu din benim dinim değil; bu kitaptakiler Kur’an’ın anlattığı İslâm değil!” deyip halk tabiriyle “din dersi”ne girmek istemese -ki düzen sadece bu dersi isteğe bağlı kabul eder- başta babası ve yakın çevresi tarafından nasıl dışlanacaktır? Evet, bu ders, hakla bâtılın, putperestlikle İslâm’ın sentezinden ibaret ve şirk kabul edilmesi gereken anlayış doğrultusunda düzenin oltaya taktığı bir yemdir.
Bu konular, halkımızın gündeminde yoktur. Aydınlar ve Müslüman yazarlar, hocalar da tartışamaz bile. Câmiler de devlet dairesine benzediğinden oralarda da bahsedilmez bu hususlar. Abdesti bozan konular, tevhidi bozan konuların önüne geçirilir hep. Kur’an’ın en fazla önemsediği, bütün peygamberlerin en büyük mücadeleyi bu konuda verdiği putperestlik ve şirk konusu, artık çağdaş müslümanı(!) hiç ilgilendirmemektedir.
Bazı çevreler, yani laiklik ve Kemalizm dinine mensup olanlar, bu yapılanın gayet doğal ve doğru olduğunu, bizim istediğimiz İslâmî bir sistem olmuş olsa, tersinden aynısını bizim de yapacağımızı ileri sürebilirler. Hayır, bu yapılanlar hiçbir özgür vicdanın kabul edemeyeceği bir köleleştirme, başka dinden hiçbir şahsın kabul edemeyeceği dinî baskı ve dayatmadan ibarettir. Tâğutların, Atatürk ilkelerine uygun olarak kendi hevâlarından kanun ve hükümler çıkarıp insanlara dayattıkları bu tür despot yönetim yerine, Allah’ın indirdikleri hâkim olsaydı, böyle İslâmî bir yönetimde kesinlikle biz Müslümanlar dinimizi başkalarına zorla uygulatma yoluna gitmezdik. İnsanlar hangi dini özgürce seçiyorsa o dini rahatlıkla öğrenip uygulayabilecekleri ortamlar hazırlamak zorunluluğu hissederdik. Tabii ki, okullarımızda, radyo ve tv. programlarımızda kendi dinimizi tebliğ ederiz, ama başka dinden hiç kimseyi bizim gibi ibadete zorlamayız. “sizin dininiz size, benim dinim bana” der, onların taptıklarına ibâdet etmeyip, onların da bizim ibadet ettiğimiz zâta kulluk yapmayacaklarını kendi dinlerinin gereği kabul ederiz. Etmek zorundayız. Çünkü Kur’an bunu emrediyor, dinde ikrâhın/zorlamanın olamayacağını vurguluyor. Biz, dinimizi uygun olan ortamlarda açık ve net şekilde tebliğ ederiz, başkalarının dinine sövmeyiz. Kendimizin Müslümanlığı tümüyle yaşama hakkımız olduğu gibi, başkalarının da kendi dinlerinin gereklerini yerine getirmelerine kesinlikle müdâhale etmeyiz. Tebliğ ettiğimiz dinimizin adını net olarak koyar, insanları net olarak ona dâvet ederiz. Bugün şikâyet ettiğimiz şey, uygulanan resmî dinin, başta eğitim olmak üzere, yargı, ticaret, insanlar arası ilişki gibi hemen her alanda İslâm’a hak tanımaması ve baskı altında tutup kendi bâtıl dinini zorla dayatmasıdır. Ayrıca, bütün bunlar, kaypakça ve kalleşçe, yani bizim kavramlarımızla söylersek münâfıkça tavır içinde uygulanmaktadır. Avrupa’da çocuğunu okutmak zorunda kalan gurbetçi vatandaşlarımızın işi daha kolaydır. Onlar, okulların İslâm okulu olmadığını, öğretmenlerin de Müslüman olmadıklarını biliyorlar, rahatlıkla çocuklarına anlatabiliyorlar. Oradaki okullar ve öğretmenler de münâfıkça davranıp “biz de sizin dininizdeniz” demedikleri için çocuklar da okullarda öğrendiklerinin İslâm’a ters düşen çokça yönleri olduğunu rahatlıkla biliyor, gerekli görüyorsa kendi dinini başka ortamlarda ve gerçekten Müslüman olan kimselerden öğrenmeye çalışıyor. Buradaki eğitimin İslâm’la uyuşmadığı ve farklı bir dinin çerçevesi içinde eğitim verildiği gerçeği ısrarla göz ardı ediliyor. Açıkça, “biz Müslümanlığa düşmanız, irticadan kastımız İslâm’dır, İslâm’ın kamusal alan dediğimiz toplum hayatında en küçük bir görüntüsüne bile müsaade edemeyiz. Eğitim kurumlarımızda ve diğer tâğutî kurumlarımızda İslâm’ın açığa çıkan hiçbir ibâdetine, hiçbir emrine izin veremeyiz, biz tüm insanları devletin adı konulmamış dini olan Kemalizm kurallarına uymalarını zorunlu görüyor, dayatıyor ve İslâm’ı düşman kabul ediyoruz” deseler, nifak çizgisinden kurtulmuş, maske takmadan erkekçe mücadele etmiş olacaklar. Böyle yapmış olsalar cahil ama kendisini Müslüman kabul eden halkın şiddetli tepkisiyle karşılaşacaklarından korkuyorlar.
Câhillik kötüdür, dolayısıyla “çocuğumu nerede, hangi şartlarla nasıl olursa olsun okutayım” demek, daha da kötü olabilir. Fazla ilim sahibi olmamak anlamında kullanılan câhillik kötüdür ama, küfür mânâsına gelen câhillikten çok ama çok ehvendir. Halkın birinci tip câhillikten/bilgisizlikten ağzı yıllardır yandığından, çocuğunu ikinci tip câhil yapmaya yeltendi. Yani câhilliğe rızâ göstermeyeyim diye, câhilî eğitime râzı oldu, yağmurdan kaçarken doluya tutuldu.
Mehmed Âkif Ersoy’un bir Müslüman köylü ağzından ifade ettiği gibi; “Bırakın çocuğumu, câhilliğe râzıyım ben” diyesi geliyor veya demesi bazı durumlarda şart oluyor müslümanın. Ama tabii, en güzeli ve günümüzde farz üstü farz olanı çocuğun câhilliğine de câhiliye eğitimine de rızâ göstermeyip onu İslâm’ı iyi bilen ve tam yaşamaya çalışan sağlam bir Müslüman olarak yetiştirmektir.
Mehmed Âkif, niçin bir köylünün ağzından “bırakın oğlumu, câhilliğe râzıyım ben” diyordu? Âkif’in Safahat adlı şiir kitabının Âsım adlı bölümünde şiir diliyle anlattığı olayın bir kısmını hikâye edip sözü Âkif’e bırakalım:
Anadolu vilâyetlerinden birinde, bir kasaba halkı, çocuklarını tümüyle okuldan almışlar, onları okutan öğretmeni de köyden kovmuşlar, o zamanlar mekteb denilen okulu kapatmışlar. Bunu duyan Hocazâde (Mehmed Âkif) kasabadan öğretmenin kovulması ve çocukların okulda okutulmamasını büyük bir hata olarak kabul eder. Köylüleri uyarmak için, yakınında bulunduğu o kasabaya gider. Kürsüye çıkıp âyet ve hadislerle ilmin fazîletini anlatır ve köylülerin büyük bir nimeti teptikleri, öğretmeni kovdukları için sert dille onları eleştirir. Bunun üzerine vaazdan sonra köylü, bu ithama cevap verir. Cevabı Safahat’tan aynen aktaralım:
………………
Köylü câhilse de hayvan mı demektir? Ne demek!
Kim teper ni’meti? İnsan meğer olsun eşşek.
Koca bir nâhiye titreştik, odunsuz yattık;
O büyük mektebi gördün ya, kışın biz çattık.
Kimse evlâdını câhil komak ister mi ayol?
Bize lâzım iki şey var: Biri mektep, biri yol.
Neye Türk’ün canı yangın, neye millet geridir;
Anladık biz bunu, az çok, senelerden beridir.
Sonra baktık ki hükûmetten umup durdukca,
Ne mühendis verecekler bize, artık, ne hoca.
Para bizden, hoca sizden deyiverdik… O zaman,
Çıkagelmez mi bu soysuz, aman Allah’ım aman!
Sen, oğul, ezbere çaldın bize akşam, karayı…
Görmeliydin o muallim denilen maskarayı.
Geberir, câmie girmez, ne oruç var, ne namaz;
Gusül abdestini Allah bilir amma tanımaz.
Yelde izler bırakır gezdi mi bir çiş kokusu;
Ebenin teknesi, ömründe pisin gördüğü su!
Kaynayıp çifte kazan, aksa da çamçak çamçak,
Bunu bilmem ki yarın hangi imam paklayacak?
Huyu dersen, bir adamcıl ki sokulmaz adama…
Bâri bir parça alışsaydı ya son son, arama!
Yola gelmez şehrin soysuzu yoktur kolayı.
Yanılıp hoşbeş eden oldu mu, tınmaz da ayı,
Bir bakar insana yan yan ki, uyuz olmuş manda,
Canı yandıkça, döner öyle bakar nalbanda.
Bir selâm ver be herif! Ağzın aşınmaz ya… Hayır,
Ne bilir vermeyi hayvan, ne de sen versen alır.
Yağlı yer, çeşmeye gitmez; su döker, el yıkamaz;
Hele tırnakları bir kazma ki, insan bakamaz.
Kafa orman gibi, lâkin, o bıyık hep budanır;
Ne ayıptır desen anlar, ne tükürsen utanır.
Tertemiz yerlere kipkirli fotinlerle dalar;
Kaldırımdan daha berbad olur artık odalar;
Örtü, minder bulanır hepsi, bakarsın, çamura.
Su mühendisleri gelmişti… Herifler gâvur a,
Neme lâzım bizi incitmediler zerre kadar;
İnan oğlum, daha insaflı imiş çorbacılar!
Tatlı yüz, bal gibi söz… Başka ne ister köylü?
Adam aldatmayı âlâ biliyor kahbe dölü!
Ne içen vardı, ne seccâdeye çizmeyle basan;
Ne deyim dinleri bâtılsa, herifler insan.
Hiç ayık gezdiği olmaz ya bizim farmasonun…
İçki yüzler suyu, ahlâkını bir bilsen onun!
Şimdi ister beni sen haklı gör, ister haksız,
Öyle devlet gibi, ni’met gibi lâflar bana vız!
İlmi yuttursa hayır yok bu musîbetlerden…
Bırakın oğlumu, câhilliğe râzıyım ben.” [215]
Âkif’in bunları anlatmasından bugüne yıllar geçti, ama, istisnâları saymazsak, bu öğretmen kişiliğinde, değişen müsbete doğru bir şey yok, menfîye doğru çok mu çok. Evet, Âkif’in anlattığı öğretmen tipi, hiç de abartılı kabul edilmemelidir. Bugün yüz binlerce ilköğretim öğretmeninden tutun üniversite profesörüne kadar her çeşit resmî ve özel okul, kolej denen yarı resmî okullarda görev yapan bunca öğretmen içinde İslâmî örtüye sahip bir hanım öğretmen; zinâdan, içkiden, haramların her çeşidinden kaçan namazlı-niyazlı kaçta kaç öğretmen çıkacaktır? Belirli oranda haramlardan kaçanlar çıksa da, onlar da ekmeğini yediği düzenin kılıcını sallama zorunda bırakılmaktadır.
Eğitim, “Rab” kavramını tümüyle içeren bir olgudur. Rab, terbiye edip yetiştiren demektir. Allah’ın eğitim konusundaki prensipleri kabul edilmeyince, O’ndan bağımsız ve O’na rağmen eğitim yapan kişi rablik iddiasında bulunmuş, bu kimsenin Allah’ın ilkelerine ters eğitimini kabul eden, onda bu hakkı gören kişi de o şahsı rab kabul etmiş olur. Vahyi tümüyle reddeden kurum tâğut hükmündedir ve Müslümanların reddetmesi gereken yapıdır.
"Ne yapmalı?" sorusu bu teşhisin içinde. Hastalık doğru teşhis edilmeden tedâvi mümkün değildir. Doğru teşhise katılan, hatanın nerede olduğunu tesbit eden, çözümü bulmakta zorlanmayacaktır. Çocuk, anne ve babaya emânet olarak teslim edilmiş bir fitnedir/sınavdır. Ana-baba, kendisi veya vekilleri eliyle çocuğun ya İslâm fıtratını koruyacak, ya da şirke bulaştırılacak. İkincisi olursa, âhirette de kendisini bu şekilde yetiştiren büyüklerine şöyle diyecek: "Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, 'Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik!' derler. 'Ey Rabbimiz! Biz reislerimize/beylere ve büyüklerimize itaat edip uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar' derler. 'Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle lânetleyip rahmetinden kov."[216]
“Eğitim konusunda neler yapılmalı?” sorusuna verilecek cevabın şekli, öncelikle bizim nerede durduğumuz ile alâkalıdır. Nihâî tercihimizi Allah’tan, âhiretten, cennetten, İslâm’dan, Kur’an’dan yana yapıp yapmadığımızla ilgilidir. İmkân ondan sonraki mesele. Zaten Allah, nihâî tercihini Kendinden yana yapanlara, yollarını açacak, onları güçlerinin dışındakinden zaten hesaba çekmeyecek. Ama önce biz bu tercihi yapmış mıyız, ya da böyle bir arayış içerisinde miyiz, onu sorgulamamız lâzım. Yani, Allah’a kulluğu birinci sıraya alıyor muyuz? İşimizi seçerken, eşimizi, aşımızı seçerken, evlâdımızla ilgili tercihimizi yaparken, kendimizle ilgili kararlar verirken Allah’ı merkeze alarak mı hareket ediyoruz? Yoksa, kulluk görevlerimizle ilgili çoğu alanda mâzeret adıyla bahânelere mi sığınıyoruz?
Okul gibi, askerlik gibi konuları çözmek için devlet gücü lâzımdır. Müslümanlar günümüzde dünyanın hemen hiçbir yerinde siyasî otorite oluşturamadılarsa, bunu mâzeret sayıp kesin haram olan, hatta haramın ötesinde şirkle bağlantılı olan hususlara bahane arama lüksüne sahip olamazlar. Siyasî otoriteleri yoksa cemaatleri vardır (olmalıdır). Mekke’de camii yoktu, okul yoktu; ama Erkam’ın evi vardı. Ümmetin evleri vardı. Yani camii, okul fonksiyonunu icra edecek, insanlara vahyi öğretebilecek, çocuklarını bu noktada korumalarını sağlayacak, imkânların elverdiği en uygun çözümlere gidilmişti. Yine Hz. Musa, Firavun gibi azgın bir zorbanın her uygulamasıyla tanrılık tasladığı bir yerde risâlet görevine muhâtap olmuştu. Hz. Musa’yla ve O’na iman edenlerle ilgili bir âyet-i kerime var; meâli şöyle: “Mûsâ’ya ve kardeşine, ‘kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapın. Namazı dosdoğru kılın. Mü’minleri müjdele’ diye vahyettik.”[217] Zaferle müjdelenecek mü’minlerin yapmaları gereken zafere yönelik faâliyetler gündeme gelir. Nedir o? Evleri mescid edinmek. Mescid tâbirini bugünkü vâkıadan yola çıkarak sadece namaz kılınıp dağılınan yerler değil; otuz civarında işlevi bulunan, siyasal, sosyal, ailevî ve eğitimle ilgili her türlü düzenlemeyi içeren bir muazzam kurum olarak düşündüğümüzde, evlerin mescid, yani mektep, okul ve insanların ihtiyaçlarına cevap verecek kurumlar haline getirilmesi emri ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla hantal yapıların modası da geçti. Müslümanlar ne kaybettilerse araçlardan, metotlardan kaybettiler. Halen de yeterince ibret almıyorlar. Çoğunluk olarak 1969’dan sonra bir partinin arkasında faâliyetler yaptılar. Bir düdük öttü, bütün müslümanların faâliyetleri kesiliverdi. Sonra Kur’an Kursu, İmam Hatip faâliyetleri oldu. Bir yönetmelik çıktı, bir başörtüsü yasağı oldu, sekiz yıllık zorunlu eğitim başladı; Kur’an Kurslarının kapıları kapanıverdi. Katsayı değişti, İmam Hatipler câzibesini yitirmeye başladı. Yeni ve köklü alternatifler oluşturulmadı. Vakıflara bazı zorluklar getirildi, tavizler ve geri adımlar hızlandı. Müslümanlar dar ve engelli alanlarda sıkıştılar kaldılar. Yani çok yönlü mobil hizmet alanları oluşmadı. Çok yönlü kullanılabilecek ve değişik planlara müsâit faâliyet için cemaatlere, dernek ve vakıflara çok iş düşüyor.
Okullarda Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersini zorunlu saymayarak ateist bir insanın çocuğuna din dersini mecbur etmeyen bir düzen, bir müslümana da ateist ve İslâm’ı dışlayan eğitim anlayış ve uygulanışını mecbur etmeme eşitliği tanımalı değil midir? Okulsuz olma özgürlüğü, okul reddetme hakkı, insan hakları kapsamına girmiyor mu? Böyle hukuk anlayışı ve özgürlük olur mu? Bir Müslüman kalksa, “her istediğiniz bâtılı, zihnine yerleştirmek ve onu düzene uygun bir tarzda bir müşrik vatandaş haline getirmek için çocuğumu zorla elimden alıyorsunuz, bu bizim özgürlüğümüzü yok sayan bir durumdur; okul dediğiniz şey, bizim için hapishane ve zindan konumundadır” dese, ne cevap verir yetkililer? Bir hak mıdır eğitim, yoksa vatandaş açısından bir sorumluluk ve zorunluluk mu; devletin uyguladığı tek tipleştirme dayatmasından önce bunu hukukçularına danışıp anayasaya uygunluğunu değerlendirmesi gerekir. Dayatmacı bir düzen hukukun üstünlüğünü tanıyarak özgürlükçü ve eşitlikçi davranır mı; zaten problemin özü bu sorunun cevabında yatıyor.
ABD’de, Avrupa’da okulları ve askerliği protesto eden vicdanî retçiler, “anarşistler”, sıkhlar, Yehova şahitleri ve benzerleri var. Buralarda da benzer hak arayışı olmalı. Müslümanların okullara karşı çıkıp alternatif oluşturma çabası, çözümlerden bir tanesi olarak değerlendirilebilir. Bu tavrı beğenmesek, ya da bedelinin zor olduğunu düşünsek bile, içimizden bazılarının yapmaları gereken bir seçenektir bu. On defa başarısız olsalar da, on birincide başarılı olmak niyetiyle denemeleri, eskilerden tecrübe alarak, bazı müslümanların evlerini Erkam evlerine, küçük çaplı mescid ve okul sistemine benzetmeleri gerekiyor. Bunu deneyenler nerelerde hatalar yaptı? Sadece antitez öne çıkarıldığı için çocuklar eksik, yarım yetişti. Okulun yerini başka şeyler doldurdu. Ya da çocuğun kafasında okulun bir eksikliği vardı, bu giderilemedi; hatta okul putlaştı, yüceldi, büyük bir değer oldu. Diploma kutsal bir kitaba dönüştü. Bunlara alternatif neler olabilirdi, başka hatalar nelerdi ve nasıl düzeltilebilirdi?
Çok ilkel usuller ile, dayak ve baskı ile Kur’an Kurslarımızda hâfızlık yaptırılıyorsa bu köhne ve gayrı İslâmî metotla çocuklarımızın patolojik ruh hali sergilememesi veya Kur’an sevgisinden mahrum, ibâdetlere soğuk olmaması mümkün değil. Çocuk yaştaki öğrenciler için onsuz olunamayacak kadar önemi olan oyun alanı yoktur, okul olmaya uygun bina yoktur, uygun bahçe yoktur, öğretmende pedagojik formasyon ve sevdirme gayreti yoktur, daha nice şeyler yoktur. Peki, böyle oldu diye biz Kur’an’ın eğitimine soğuk mu bakmalıyız? Yani “Kur’an Kursu faâliyetlerimiz tıkandı, çalışmıyor artık; bir daha böyle bir şey yapmamalıyız, başarısız olduk”mu demeliyiz? Yoksa daha güzel bir Kur’an Kursu modelini oluşturmaya, en azından teori planında, yeşil ışık mı yakmalıyız? Okul meselesi de böyle, sekiz on tane müslüman bir araya gelebilir, eski tecrübelerden yola çıkarak, belirli bir yaşa kadar çocuklarını yetiştirmek için özel hocalar tutabilir. Ama bu, çok az bir kesimin büyük bedeller ödemeyi göze alarak yapabilecekleri bir tercihtir. İngiltere’de bile daha dün müslüman olmuş Yusuf İslâm kalkıp İslâm Okulu kurarak işe başlıyorsa, bu ülke insanı çok geride kalmış demektir.
Öncelikle vurgulamalıyız ki, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerdeki okullarda müşrik olmama özgürlüğü yok.Öğrenci ve öğretmen olarak şirk tornasından geçmeme hakkı için mücâdele gerekiyor. Bir manifestomuz yok. Bir müslümanın her çeşit eğitim kurumlarında yapmasının kesinlikle câiz olmadığı şeyler, câiz tâbirinden de öte insanlık suçu olduğunu ilan edecekleri, resmî âyinlerde şirk unsuru olan hususlar varsa bu törenler, bazı derslerde kabulü ve dillendirmesi şirk olan durumlar varsa onlar, kamuoyuna hâlâ yansıtılmamıştır. Burada ben, tartışmalı olan, yoruma tâbi olan hususları kastetmiyorum. Çok net olarak, eğitimle ilgili İslâm’la bağdaşmayacak şirk unsurları şunlardır diyerek maddeleştirip kamuoyuna veli, öğrenci ve öğretmenlere ilan ve tebliğ bile edememişiz. Her vatandaşın ve her düzenin bunları rahatlıkla bilmesi ve zulmün boyutlarının sergilenmesi gerektiğini düşünüyorum. Varsa yoksa sadece başörtüsü yasağı gündemde. ABD gibi, Avusturya ve diğer Avrupa ülkeleri gibi, başörtüsünün suç olmadığı memleketlerde yaşasaydık, bizim okullardan istediğimiz olmayacak mıydı? Yani sadece üniversitelerde ve sadece başörtüsünden başka. Başörtüsüne bile müsaade etmeyen bir zihniyet aracılığıyla, başın içine koyduğu bilgi ve kültürün ne olup olmadığı, ciddi mânâda maddeler halinde net olarak dosta düşmana ilan edilebilmiş bile değildir ki, ona göre eylem planı hazırlansın.
Okullarda Darwin teorisinin ve benzeri özgül ağırlığı fazla olmayan birkaç meselenin, bir de ahlâkî problemlerin dışında karşı çıkılması gereken meseleleri yok gibi davranıyor müslümanlar. Yani kim neye niçin karşı çıkıyor, kim neyi niçin istiyor; belli değil. Karşı çıkılan şeyler olmazsa olmaz şeyler midir, olmazsa güzel olur cinsinden midir, bu da net değil.
Çocuk, anne ve babaya emânet olarak teslim edilmiş bir fitnedir/sınavdır. Ana ve baba, kendisi veya vekilleri eliyle çocuğun ya İslâm fıtratını koruyacak, ya da şirke bulaştıracak. İkincisi olursa, âhirette de kendisini bu şekilde yetiştiren büyüklerine evlât şöyle diyecek: "Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, 'Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik!' derler. 'Ey Rabbimiz! Biz reislerimize, beylerimize ve büyüklerimize itaat edip uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar' derler. 'Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle lânetleyip rahmetinden kov."[218]
Çağımız, bilgi çağı değil, bilgi kirliliği çağıdır. Modern yaşam biçiminde insanların beyni çöp kutusuna döndü. Vahiyle bağları koparılan insana eğitim kurumları, medya, teknoloji, çevre bırakın âhireti, dünya için bile gereksiz, hatta zararlı şeyleri bilgi ve kültür adına (insan istemese bile) dayatarak depoluyor. İnsanlar, vahye dayalı gerçek ilimden koparılıp lügat ve itikadî anlamlarıyla cehâlete itilirken, diğer yandan bilgi kirliliğinin kurbanı oluyorlar.
Kurumlardan ve çevreden öğrenilenlerin hepsi de yanlış ve zararlı değil elbette. Ama vahiyle, dünyada ve âhirette insanı kurtaracak “ilim”le karşılaştırılınca küçük bilgi kırıntıları şeklinde kalmaktadır bunlar. Bırakın zararlısını, “faydasız ilimden” bile Allah’a sığınmaktadır tek önderimiz.[219] Bilgi kırıntılarının “ilim” haline gelmesi için vahiyle sağlamasının yapılması, hazmedilip özümsenmesi, posasının çıkarılması, pratikte faydalı hale gelip uygulanması gerekmektedir. Yine illet ve gâyesinin belirlenmesi, Allah rızâsına hizmet etmesi, bütün içindeki yerinin uygunluğu ve insanlığın hayrına/salâhına hizmet etmesi lâzımdır. Kur’an’a göre âlim kuru bilgi sahibi, hele kitap yüklü merkep[220] değil; Allah’tan huşû duyup titreyen muttakî kimsedir.[221] O yüzden takvâdan uzak bilgi ilim sayılmaz, hele vahiyden kopuk ve kişiyi Allah’tan uzaklaştıran şeyin adı kesinlikle “ilim” olamaz. Eğitim, insana yön vermek, onu yönlendirmektir. Terbiye (eğitim) insanı inşâ etmek demek olduğundan mutlak terbiyeci/eğitimci ancak Allah’tır. O’ndan kopuk bir eğitimci farkında olmasa bile rablik iddiasındadır. Osmanlı dedelerinin yaptıklarının tam tersi bir uygulama ile karşı karşıyadır bugün bu topraklarda yaşayan nesiller; tersine bir devşirme söz konusudur.
Evler, sadece çocukların değil; anne ve babanın da okuludur. Ama ana ve babaları yetiştirecek ehil ve emin yerlere büyük ihtiyaç var. Müslüman cemaat ve teşkilâtlara düşen önemli bir görev, çocuklardan önce ana ve babaları yetiştirmek olmalıdır. Evlilik ve ana baba okulları açmalı, geliştirmelidirler. Eğer baba evinde ve evlilik öncesinde anne adayı, kendini yeterince yetiştirmediyse, evlilikten sonra sorumluluk hanımın kendisiyle birlikte kocaya âittir. Zarûri olan hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya da öğrenmesine imkân ve fırsatlar oluşturacaktır.
Dernek, vakıf ve kursların durumu da gözden geçirilmelidir. Dine hizmet iddia ve amacıyla ortaya çıkan İslâmî eğitime katkı hedefindeki kurumlar giderek bu araçların amaçlaşması ve motor olmak yerine fren görevi üstlenmeye başlaması riskine karşı çok uyanık olmalıdırlar. İnsanları Allah'ın dininden uzaklaştırıp kendi sapık anlayışlarını topluma dayatan câhiliyyenin hâkimiyetinde, onların yönlendirmesine açık kurumlar ve hantal yapılanmalar yerine; ciddi, özgür ve özgün alternatifler, gerekli değişime çabuk uyum sağlayabilecek mobil çalışma sistemleri ve farklı seçenekler oluşturulmalıdır.
Eğitim, hevâî isteklere (vahyin tesbit ettiği şekilde) istikamet ve sınır tâyin edebilecek irâde eğitimini, tevhidî bilinci, ibadete devamı ve ahlâkî özellikleri ihmal etmeyecek şekilde, daha doğrusu bunların temel alındığı bir ölçüde değerlendirilmelidir. Bunların, vahyi merkeze almadan yerine getirilemeyeceği gibi, ümmet planında ve ideal tarzda yerine getirilmesi ve eğitim problemlerinin kesin çözümü için İslâmî bir otoriteye ihtiyaç vardır. Bununla birlikte cemaatler ve riskleri göze alabilen müslümanlar, kendi çocuklarıyla ilgili radikal (tâğutun kurumlarını reddedip onlarla uzlaşmayan) tavırlar alabilmeli; lokal, kısmî ve yüzeysel de olsa çözümler üretmek için işbirliğine gidebilmelidir. Yakın yaşlarda çocukları olan beş on ebeveyn birleşerek ev ortamını okula dönüştürecek çalışmalar yapabilmelidir. Ama, riskleri göze alamayan mü’minleri bırakın tekfir etmeyi, onları kıracak tavırlardan bile kaçınmalı, halleriyle örnek ve alternatif olmaya çalışmalıdır. Unutmayalım, bu din, sadece kahramanların dini değildir. Herkesten kahramanlık beklenemez. Kaldı ki, günümüzdeki kahramanlar, bu özelliklerini hayatın tüm alanlarına da taşıyamadıklarını itiraf etmelidir. Unutulmamalı ki eğitim, hayatın sadece bir parçasıdır; tümü değil.
Çözüm konusunda azîmet veya ruhsat olarak iki çizgiden biri seçilmelidir. İlki, yanlış olarak radikallik denilen savaşçı kimliği, Allah askeri olmak ile; diğeri de en asgarî bir tevhid eri Müslüman kimliğiyle alâkalıdır. Birincisi toptan reddetmektir, tüm tâğutları ve tâğûtî kurumları. Bedeli vardır elbette bu tavrın. Mümkün ki, bu tavır savaş ilanı kabul edilecek, sürgünler yani hicretler, mahrûmiyetler, sıkıntılar, cezalar gibi karşı tarafın zulmüne göğüs germeyi gerektirecektir. Ayrıca, alternatifler oluşturmadan sadece tavır almak yeterli olmadığı için imkânlar oranında çözüm üretmeyi, müslümanca bir eğitim arayış ve çabalarını da mutlaka oluşturma mecburiyetini de ebeveynin sırtına yükleyecektir.
Her müslümanın kahraman olması beklenemeyeceği, İslâm’ın bedevîlerin, ihtiyar kadınların, âciz müstaz’afların da dini olduğu için, ruhsat yolu da tercih edilebilir. Bu konuda, tâviz verilebilecek hususlarla tâviz verilmesi bir Müslüman için mümkün olmayan şeyleri ayırt etme mecbûriyeti karşımıza çıkmaktadır. Müslüman, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerde ve böyle ortamlarda belki zâhiren tâğutların egemenliğini kabul etmiş gözükerek Allah’ın affetmesini umacağı günahlarla bu konuda tâviz vererek kurtulabilir. Ama, yeterli bir ikrâh olmadığı müddetçe küfür lafız söyleyemez ve küfür davranışlarını sergileyemez. Bülûğa ermemiş olan temyiz yaşındaki çocukların mürtedliği de geçerlidir Hanefî fıkhınca. O yüzden çocuğunu kendi elleriyle ateşe atmamak için ebeveyn, onu kurumlardaki küfre karşı uyarmalı, Müslüman kimliğini nasıl taşıyıp nasıl koruyabileceğini iyi öğretmelidir. Cezalar da verilse, tâğutların övgüsü niteliğindeki şiirleri okumayacak, onların övüleceği bayram ve törenlere katılmayacak, en azından ağzından tâğutların kutsallarını över anlamda sözler çıkmayacak ve bu tür davranışlardan her ne pahasına olursa olsun uzak kalacaktır. Bu konuda ant törenleri ve bayramlar çözüm getirilmesi gereken problemler olarak karşısına çıkacaktır Müslüman ebeveynin. Derslerdeki terslikler, yani bir Müslüman açısından küfür olan hususlar tesbit edilmeli ve zihin ve gönüllere o tür zehirli gıdaların girmemesine özen gösterilmelidir. Okullarda nasıl gıdalar verildiği, her akşam çocuk eve geldiğinde kontrol edilmeli ve varsa zehirler iyice yerleşmeden hemen temizlenmelidir.
Radikal çözümlere ve resmî olarak riskli tavırlara hazır değilse ebeveyn, yine yapabileceği hayli tedbirler vardır. En azından cumartesi ve pazar günleri, hiç değilse bir günün yarısı, çocukların İslâmî eğitimine ayrılabilmelidir. Mahallenin çocukları her hafta ayrı bir öğrencinin evinde velîlerin tâyin edeceği şuurlu bir veya birkaç öğretmenin eğitim ve terbiyesine teslim edilir. Bir mahallede beş on velî bir araya gelip imkânlarını birleştirerek çocukları için alternatif çözümler üretebilir. Üretmiyorlarsa, samimi ve gayretli olmadıklarındandır, diğer gerekçeler bahaneden öte bir değer taşımaz. Bireyler olarak bu işlerin üstesinden gelinemiyorsa, cemaatleşerek, eğitimin sancısını duyan insanlar birleşerek bu hayatî meseleye kısmî de olsa çözümler getirebilir. Zâten Allah, kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemediğinden, ancak devlet otoritesiyle çözülebilecek ideal ve kesin çözümler de acele olarak beklenmemelidir.
Müslümanım diyenlerin genelini bağlayacak şekilde yine de çok şeyler yapılabilir.
Neler Yapılabilir?
1- Evler okul olmalıdır. Çocuğun eğitiminden dinimize göre direkt olarak ebeveyn sorumlu olduğundan esas muallim ve mürebbi (öğretmen ve eğitici) anne ve baba olmalı, evler de esas okul haline gelmelidir. Kişilik/karakter eğitimi esas olarak ancak evde ve aile ortamında verilip inşâ edilebileceği gibi; müslümanlık da, ahlâk, sevgi ve samimiyet gibi erdemler de çocuğa mükemmel olarak ancak evde kazandırılabilir. "Koca", aynı zamanda "hoca" olmalı; evin reisi, liderliğini evde imamlık, muallimlik ve muhtesiblik yaparak da yerine getirmelidir. Çocuğunu canından fazla seven anne, onun cehennemde yanmasına rızâ göstermediğini davranış ve fedâkârlığıyla ispat etmelidir. Çocuğunu cehenneme götüren inanç, düşünce ve eylemlerden koruyacak şekilde onu eğitmenin yollarını bulabilmelidir.
İnançlar, değerler, gelenekler ve iyi alışkanlıklar, daha çok aile içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, aile içinde geçer. Çağdaş tüm pedagoglar, "altı yaşa kadar çocuğun karakteri nasılsa, ondan sonraki yaşantısında fazla ekleme yapılmadan aynı izler devam eder" görüşünde birleşirler. Bu sebeple, ilk yıllardaki eğitim ve terbiye, hayâtî ve hayat boyu önem taşır.
2- Münkerden nehy görevi yapılmalı, çocuk evde karantinaya alınıp, günlük ve haftalık arındırmalardan geçirilmelidir. Okulun, iletişim araçlarının, medyanın, sokağın/çevrenin münkerlerinden çocuklar evde arındırılmalı, gönül ve zihinlerine bulaşmış tortuların atılması sağlanmalıdır. Çocuklarımız, okul sonrası, seyrediyorlarsa tv. sonrası ve giriyorlarsa internet sonrası virüs taramasından geçirilmelidir. Çocuk eve geldiğinde, yanlış bilgilerden, câhilî kültürden, kötü ahlâktan, çirkin alışkanlıklardan temizlenmelidir; çamurda oynayan çocuğun eve girer girmez temizliği yapılıp mikroplardan arındırıldığı gibi. Küfür ve şirk başta olmak üzere kötülüklerden, Allah'a isyan sayılacak davranışlardan, yalan ve hayâsızlık gibi her çeşit kötü alışkanlıklardan ve tiryakiliklerin her türünden koruma faâliyetleri yapılmalı, çocukları doğru ve faydalı kaynaklarla temasa geçirmelidir. Okuduğu kitapları, gazeteleri, konuştuğu arkadaşlarını, terbiye ve eğitim verenleri, seyrettiği filmleri, oynadığı oyunları... kontrol etmeli; gerektiğinde ambargo koymalıdır. Bütün bunları kendi yerine ve daha güzel yapacak Allah korkusunu, ihsan bilincini, tevhid şuurunu gönlüne yerleştirmelidir. Anne ve babalar gecesini gündüzüne katıp, "çocuğumu nasıl müslümanca yetiştirebilirim?" diye planlar, programlar yapmalıdır.
3- Emr-i bi’l-ma’rûf yapılmalı, hakkı tavsiye etmeli ve tevhidî eğitim ve şuur verilmeye çalışılmalıdır. Bütün bunlar mutlaka sevdirilerek yapılmalı; eğer dinden nefret ettirecekse usûl/metod mutlaka değiştirilmeli, dini sevdirme ve dinî bilgi konusunda mutlaka birinden tâviz verilmesi gerektiğinde sevgiden/sevdirmekten kesinlikle taviz verilmemelidir. Çocuklara özgüven ve güzel ahlâk kazandırılmalıdır.
4- Helâl haram ayrım ve bilincini aşılarken, haram lokmadan uzak şekilde temiz gıdalarla beslemenin eğitimle çok yakın ilişkisi unutulmamalıdır. İsrâfın her çeşidine ve özellikle zaman savurganlığına meyletmeyecek bilinç verilmelidir. Çocuklarının gıda ihtiyaçlarını karşılamayan ya da tamamen hastalık taşıyan mikroplu pis gıdalarla onları besleyen anne ve babanın suçluluğu kabul edilir de, midelerinden çok daha önemli olan kafa ve gönüllerini aç bırakan veya ondan daha kötüsü, hastalıklı düşünce ve inançlarla doldurulmasına sebep olan ebeveyn suçlu sayılmaz mı? Ebeveynin çocuklarının midesini doldurup kafa ve kalbini ihmali, kapitalistçe bir zulümdür elbet. Ama şunu da unutmayalım: Nasıl midelerini mikropsuz, zehirsiz gıdalarla, dengeli beslenme kurallarıyla doldurmak zorundaysak; kafalarına ve gönüllerine giden gıdaların da mikroplardan arınmış, çocukları zehirlemeyecek ve dengeli beslenmeyi sağlayacak temel gıdalardan seçmemiz gerekmektedir. Abur cuburla midenin doldurulması gibi, abur cuburların okunması veya seyredilmesi de insanı hasta eder. Bazı ana ve babalar, çocuğuna okul ders kitapları dışında kitap almayı, oyuncak kadar bile önemli görmemekte; çocuğunun tevhîdî iman ve ibâdet bilincine sahip olmasını, güzel duygularının güçlendirilip doğru yönlere kanalizesini lüks saymaktadır. Kendi çocukluğunda kitapla büyümediği için, çocuklarının kitap ihtiyacını umursamamaktadır. Hâlbuki öyle acâyip bir düzen ve ortamda çocuklarımız hayata atılıyor ki, bu devirde okumayanların, canına okuyorlar. Tabii, neyi nasıl okuyacağını bilemeyenler de intihar etmiş oluyor.
5- İslâm’ı sevdirmeli, çok küçük yaştan itibaren Allah sevgisi, Peygamber sevgisi vermeli; her sevgiden önce ve en büyük sevgi olarak. İlâhî emirleri, ibâdetleri niçin yapması gerektiğini anlatmalı, her konuda şuurlandırmaya çalışmalı, okuduğu Kur’an’ın ne olduğunu, ne emirler içerdiğini, anlamını, namaza niçin ihtiyacı bulunduğunu... öğretip sevdirmeli. Bir yandan cihad sevgisi ve hazırlığı, diğer yandan sanat sevgisi kamçılanmalıdır. Balık avlayıp vermek yerine, balık tutmayı öğretmeli, Allah sevgisi ve belirli yaştan sonra da Allah korkusu ve takvâ bilinci verilmeye çalışılmalıdır. Sorumluluk ve görev şuuru aşılanmalıdır. Kız çocuklara küçük yaşlardan itibaren tesettür ve hayâ bilinci, kız ve erkek çocuklara ibâdet ve özellikle namaz şuuru kazandırılmalı ve bu konuda çok titiz olunmalı.
Görüldüğü gibi esas iş, ana ve babaya düşmektedir. Bunun yanında elbette çözüme katkı cinsinden cemaat ve kurumların da büyük sorumlulukları vardır. Mü’minler, böyle bir konuda birbirleriyle yardımlaşmayacak da hangi konuda yardımlaşacak? Bu alanda kimler neler yapabilir, özetin özeti olarak ona temas edelim:
Cemaat ve kanaat önderleri, yazarlar ve hocalar eğitimi ciddiye almalıdır; faâliyetlerinin birinci sırasına, merkezine yerleştirmelidir. Yapılabilecekleri tavsiye etmekle, sempatizanlarını yönlendirmeyle de yetinmemeli, bu konularda öne düşmeli, örnek olmalı, organizelere katkıda bulunmalıdır.
Asr-ı saâdette eğitimin merkezi olan câmilerimizin bugünkü şartlarla bu alanda bir boşluğu doldurabileceklerini sanmıyorum. Elif be öğretiminden (öğretir gibi yapmaktan) ibâret olan câmi kursları, hiçbir şekilde alternatif özelliklere sahip değildir; “yetersiz” bile değildir. Kur’an eğitimini daha farklı mekânlara taşımanın şu ortam için daha doğru olduğunu düşünüyorum.
Yayınevleri, tevhidî duyarlığa sahip uzmanlara eğitimle ilgili alternatif kitaplar, dergiler, broşürler hazırlattırıp bunları yayınlayabilir. Sesli ve görsel malzemeler alanında faâliyet yapabilenler bu alanda hizmet verebilir.
Radyolara da büyük iş düşmektedir. Radyo okulu şeklinde çalışmalar yapılabilir. Okul ciddiyeti ve programıyla müfredatlar hazırlanıp sunulabilir. Okullarda uygulanan ders konularının tashihi yapılabilir.
Cemaatler, dernekler, vakıflar ana baba okulları/kursları açabilir. Ders araç ve gereçleri hazırlayabilir. Sadece kendi mekânlarında eğitime katkıda bulunmakla yetinmeyip evlerdeki çalışmalara yön verecek katkılar ve destekler sağlayabilir. Her yaş dilimine yönelik kitap, dergi, CD, kaset, hatta radyo ve TV faâliyeti yapabilir.
Allah, Kitab’ında Kendi yolunda cihad edenlere yollarını açacağını vaad ediyor.[222] “Kim Allah’tan korkar takvâ sahibi olursa, Allah ona bir çıkış yolu verir.”[223] Yeter ki samimi olunsun ve gönülden istensin…
İnsanımızda yeterli şekilde savaşçı kimliği yok. Truva atının içerisinde, karşı tarafın savaşçısı olarak bir misyon yüklenmeliyiz; Hz. Musa’nın Firavun’un sarayında üstlendiği bir misyon gibi. Bu noktada biz çocuklarımıza dâvâ adamı kimliğini verirsek, çocuk kendiliğinden yola girer diye düşünüyorum. Tamam da bu kimliği vatandaşa ne kadar verebilmişiz ki, o çocuğuna versin?
Evlerimiz
Acaba hangi kurumlar Ali’leri ve Fâtıma’ları oluşturdu, bunlar hangi kurumun ürünleriydi? Dolayısıyla burada evi merkeze alarak değerlendirirsek, İslâmî bir toplumda, üç sacayağı kurum vardır. Bu ev, cami ve medresedir. Medrese yerine bugün dernek vs. diyebiliriz. Ama işte Hz. Musa ile ilgili ayete[224] ve Mekke dönemindeki Hz. Peygamber’in uygulamalarına baktığımızda, ev dışında bir kurum yok. Ev, başkalarının müdahale edemeyeceği bir alan. Dolayısıyla tek kurum var. Hz. Musa’ya vahyedildiği gibi, “evlerinizi mescid edinin” ki, ben mescidi genel anlamda geniş fonksiyonlu bir yer olarak düşünüyorum.
Darul Erkam bir evdi. Bu gün eğitimin de yön vericisi, bel kemiği olması gereken yerlerimiz evlerimiz olmalı. Biz, kurumları olmazsa olmaz gibi gördük. Alternatifleri, illa bir kurum vasıtası ile düşünmenin çıkmazlarını hesaba katmalıyız. “Okullarla nasıl yarışabilirim?” diyoruz. Bu, imalâthaneye bile sahip olamayan sadece el tezgâhı olan birinin fabrika ile yarışma zorunluluğu duyması gibi bir şey. Dolayısıyla yarışmaya kalkıyoruz, galip olamayacağımız bir savaşa giriyoruz, yaralarımız büyüyor, çıkmaz sokaklara kendimizi mahkûm ediyoruz.
Burada yine Hz. Peygamber’in olumlu bir vasfı olarak “ümmî” vasfını ele almak lâzım. Ümmî, “okuma yazma bilmeyen”den ziyade, “anneye mensup olmak” demektir. Yani, anneden doğduğu gibi, fıtrî yapısını koruyan demektir ümmî. Câhiliyyenin hiçbir pisliğine bulaşmamış, fıtratına uyan demek. Ümmet kelimesi de aynı ümm kelimesinden türemiştir ve anne kavramının olumlu yapısını içerir. Çocukların yetişmesinin sorumluluğu, anne ve babaya ait olması gerekirken, bu işi anne ve babanın vekillerinin merkeze alındığı ve yarışamayacağımız bir alan olan kurumlar ile halletmeyi öncelikliyoruz. Hâlbuki, Hz. Fâtıma’yı babası Hz. Peygamber yetiştirdi. Hz. Ali’yi de Erkam’ın evi ve Peygamberin öğretileri yetiştirdi. Herkes kendi çocuğunu evvelâ kendisi, diğer müslümanlarla yardımlaşarak yetiştirmeye çalıştı. Bu durumda kurumların hegomanyası olmayacak, mağlup olma riski büyük olan bir alana müslümanın kendisini sıkıştırması söz konusu edilmeyecektir. Okullar sadece belirli saatlerde, sadece belli mekânda, sadece uzmanı olan öğretmenin, sadece kendi müfredatı ve konusuyla ilgili, sadece eğitim (aslında sadece öğretim) verdiği bir kurum. Hâlbuki insan yetiştirmenin bireyle, zamanla, mekânla, konuyla, öğretmeyle sınırlanamayacak kapsamda yüceliği vardır.
Bunun yanında hiçbir öğretmen, öğrencisini bir anne ve babanın evlâdını sevdiği kadar sevemez, onların fedâkârlık yapacağı kadar yapamaz. Fıtratta bu denli sevgi ve özverililik yok çünkü. Belki öğretmen de çok gayretli olabilir, ama fedâkârlık ve sevgi anlamında anne ve babanın yerini hiçbir eğitimci, hiçbir öğretmen tutamaz. İşte biz bu yedeği, vekili asıl yapı yerine koyduk. Yani Musa (a.s.) döneminde de, Mekke döneminde de evin merkez teşkil ettiği bir yapı var. Camiler de, bugün İslâmî merkez ve eğitim mekânı olarak kullanamadığımız dışlanmış bir yer haline geldi. Yani câmiler bir devlet kurumu durumunda. Kanunlar var, yönetmelikler var, devlet buraları nasıl işleteceğini belirliyor. Hatta imam olmak için kanun açısından müslüman olma şartı aranmıyor. Hatırlayın, Turan Dursun gibi ateist ve İslâm düşmanı biri yıllarca müftülük yaptı, imamların âmiri oldu. .
Demek ki, bugün tarihe karışmış medresenin yerini tutan özgür ve bağımsız İslâmî bir eğitim kurumu olmadığı gibi, câmiler de bu özelliklerden aynı derecede uzak. Tek kurum kalıyor; o da ev. Zaten insan eğitiminde ana ve babanın rolü başkasına devredilemez. Ailenin merkezî bir rol üstlenmek zorunda olduğunu söylemek istiyorum. Çocuğunun eğitiminin kendisini direkt ilgilendirdiği kişi, anne ve babadır. Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzerine doğar, annesi ve babası onu hıristiyanlaştırır, yahudileştirir (hadisin bir rivâyetinde), müşrikleştirir. “Müslümanlaştırır” denmiyor. Zaten müslüman fıtratı ile doğmuş. Bu aslî yapı korunup kirletilmezse, zaten müslüman olacak. İkinci olarak “çevre şartları, okul, çocuğu hıristiyanlaştırır…” da denmiyor; anne ve babasının bu işlevi gördüğü söyleniyor. Dolayısıyla okul, çevre, televizyon dediğin şey, anne ve babanın seçtiği, kendine bir vekil olarak görev ve yetki verdiği şeylerdir. Anne ve baba, çocuğunu İran’da ya da Mekke’de yetiştirmek isterse, televizyon ya da çevre faktörleri (arkadaş, okul, medya, oyun, iş, komşu ve benzeri) de çok farklı olabilecek, hatta çevresel sorunlar çözüme dönüşebilecektir.
Eğitim ve Okul Kelimeleri; Alternatif Hakkı
“Eğitim” kelimesine gelince; Bu kelime kaç yılında ortaya çıkmış araştırdım. 1935 Yılında türetilmiş, yani uydurulmuş. Okul kelimesi de 1934 yılında türetilmiş. Türkçe “okumak” fiilinden türetilmiş. Ne var ki, kelime köklerinin sonuna “-il/-ul” eki, 1934’e kadar hiç kullanılmadığından ek Türkçe yapım ekine, “okul” da kelime yapısına uygun değil. İngilizcesi school olan écolé (ekol)ün karşılığı yerine bozuntusu tercih edilmiş; aynen Batı kavram ve yaşayış tarzının biraz bozulmuşu ithal edildiği gibi. Türkçe okul haline getirilen “ekol”ün aslı da ilk olarak Yunanlılarda ortaya çıkmış Milat öncesi Atina adındaki uygarlık kabul edilen yaşam biçiminde. Tuhaftır, “aristokratların hayatta getirisi olmayan uğraşlara vakit ayırabilmesi”ni ifade eden bir anlamı var. Helenistik devirde bu kelime, eski Atinalılar gibi entel tarzda sohbet etmenin tekniklerini öğreten kurs anlamı kazanmış. Çağdaş Batıda ancak her türlü okul anlamında kullanılmaya başlanmış. Okul karşılığındaki ekol kelimesi; ilk ve esas olarak insanları etkileyecek, retorik ve söz sanatları tabir edilen söz canbazlığını, nutuk atmayı entel tabakaya öğretme amaçlı olan, paralı kurumlara deniliyordu. Yani zannedildiğinin aksine okul kurumu, toplumun bireylerini, uyumlu vatandaş hale getirmek amaçlı, insanı düşünen, çocuğu düşünen, kendi sistemleri açısından da olsa onları topluma faydalı bir birey haline getirmek isteyen bir kurum değil. Entel bir zevk için bir kültürel etkinlik amaçlı, zengin ve şımarık aristokrat sınıfına, hitabet ağırlıklı, daha çok da laf ebeliğine dayanan faydasız (faydasızın altını kendileri çiziyorlar, kelime bu anlama geliyor) şeylerin öğretildiği bir kurum olarak işlev görmüş. Giderek bu anlayışla, alternatif denilen okullar açılmış, Atina’dan Isparta’ya ve Roma’ya ihraç edilmiş; sonra da Ortaçağ zihniyetinde dogmaların öğretildiği bir kurumlar haline getirilmiştir.
Bugün bizim kendisinden aldığımız ekol kelimesi ile kurumun iç işleyişiyle, müfredatıyla etkilendiğimiz Batı, söz gelimi “okulsuz toplum” çağrılarına müsamahalıdır, aynı zamanda alternatif okullara da yeşil ışık yakar. Bugün ABD dâhil Batı ülkelerinin hemen hepsinde, ilkokuldan üniversiteye kadar, Hristiyanlara, yahudilere komünistlere, ateistlere ve hatta bir kaşık suda boğmak istedikleri Müslümanlara okul açma özgürlüğü var. Yani siz belirli sayıdaki farklı ideoloji veya din mensubu insanlar müracaat ediyorsunuz, o devlet size finansmanını sağlıyor, binasını temin ediyor, imkânlarını veriyor. Ne yaparsan yap, Tevrat Kursu, Kur’an Kursu gibi faaliyetini yap; hatta öğretmenini ben seçeceğim, müfredatını da ben tespit edeceğim bile demiyor. Siz şartlara uygun hangi öğretmenleri istiyor, nelerin okutulmasını talep ediyor, eğitim sisteminizin nasıl olmasını arzu ediyorsanız, çoğu tercihi size bırakıyor. Düzenin kendisinin belirlediği çok az şeyler var. Söz gelimi, eğitim dilinin o ülkenin dili olmasını şart koşuyor, anayasasının zorunlu kıldığı ırkçılık yapılmaması gibi üç - beş madde ile sınırlanabilecek şeyler istiyor ve alternatif eğitim modellerine tümüyle açık olduğunu ifade ediyor. Hatta daha öte, “ben bu alternatifleri de beğenmiyorum ya da benim alternatifim yok” diyen bir kimseye, okula gitmeme özgürlüğünü nice Batılı ülke tanıyor. Meselâ kendilerine “anarşistler” denen kimseler okulları protesto ederler ABD’de, Avrupa’da; okulları ve askerliği protesto etme hakkı vardır bazı bedellerini ödemekten kaçmayan insanların. Böyle bir özgürlüğü tanıyor. Yani kendilerinden hem “okul”un adını hem yapısını aldığı sistemden çok daha fazla dayatmacı olmuş Ortadoğu ülkeleri. Kraldan daha fazla kralcılıktır bu.
Onların bile tümüyle dışlamadığı, alternatif olarak müsaade ettiği bir sistemi, özgürlüğü müslümanların yaşadığı ülkelerde küçük çapta bile göremiyoruz. Bilmem bilir misiniz Hollanda’da 40’ın üzerinde İslâm ilkokulları vardır, iki tane İslâm üniversitesi vardır. Birinin başında rektör olarak Ahmet Akgündüz, diğerinin Süleyman Ateş (hâlâ başında mı bilmiyorum?) var.
Acıdır ki müslümanlar da bu sistemden râzı pozisyonunu üstleniyor. “Çocuğun yaramazlığından kurtulalım da, okulda vakit geçirsin de ne olursa olsun” diye düşünüyor, çocuğu başından savmak istiyor. Camiye çocuğunu gönderen anne ve babanın düşüncesi de farklı değil. Aslında şu var; biz çocuklarımıza iyi bir eğitim verebilsek, ister o çocuk Truva atında olsun, isterse başka bir yerde olsun büyük zararlara uğramayacak. Meselâ bir Amerikan okulunda okuyan İslâmî açıdan eğitilmiş şuurlu bir çocuk, bu eğitimin zararlarından büyük ölçüde etkilenmeyebilir. Ama, işin bir de takvâya, hatta fetvâya/fıkha uygun olup olmaması ve ne kadar ideal olup olmadığı konuları var; o yüzden hiç zararının olmayacağını söylemek de zor. Ancak, mevcut şartlar içinde bu tavır, ehven sayılabilir. Yahûdiler, ırkçılık öz güveniyle istiğnâ ve istikbar psikolojisi ile çocuklarını şekillendiriyor. Bizde durum çok farklı. Seviyeli, güvendiğimiz yüz Müslüman kişiyle bir anket yapsak, çocukları ile ilgili sorunları olup olmadığını araştırsak, çocuklarının müslümana yakışır bir durumda olup olmadığını sorsak, fotoğraf, durumun çok ciddi olduğunu gösterecektir.
Çocuğu dört bir yanından kuşatan tuzakları değerlendirdiğimizde; eğitimcilerin, hocaların bile kendi çocuklarını tam yetiştirdiklerini iddia etmek zor. Belki başka çocuklarla meşgul olurken, kendi çocuklarını ihmal ediyor. Ama, bu eğitim işini, en yakınlarımızı kuşatacak şekilde dahi beceremiyoruz. Bu bir vâkıa. Birisi; “ben gemisini kurtaran kaptanım” dese bile bu bir istisnadır. Bu sorun ciddi olarak ev merkezlerine alınmalı, hafta sonları ya da her boş zamanlarda câmi ve medrese fonksiyonunu kısmen üstlenen derneklerde, uygun yerlerde sistemli çalışmalar yapılmalı.
Tanışılan bir çocuğa hemen şöyle sorular sorulur: “Hangi okula gidiyorsun, kaçıncı sınıftasın, derslerin nasıl?” Ama: “Namaz kılıyor musun? Kaç sûre ezberinde? Kur’an okumasını öğrendin mi? Televizyon seyrettiğin kadar Kur’an meali niye okumuyorsun? Kimin hayatını daha iyi biliyorsun: Filan devlet adamı, falan sanatçı veya futbolcunun mu, Peygamberimiz’in mi?” gibi soruları müslümanlar müslüman çocuklarına sormayı akletmezler.
Okuldaki başarı mı, hayattaki başarı mı; dersler mi, ahlâk mı; notlar mı ibâdet mi? Yani, lise sınavı, üniversite sınavı mı, yoksa Allah’ın dünyadaki kulluk sınavı mı? Bunlardan hangileri daha öncelikli olmalıdır? Çocuğunun sabah namazına kalkıp keyifle, zevk alarak namaz kıldığına şâhit olmak, yüksek notlarla dolu karnesini görmekten daha mı az öneme sahiptir? Evet, bir delikanlı, üniversite sınavına hazırlandığı gibi, âhiret sınavı için de aynı şekilde çalışsa kesinlikle cenneti hak eder.
Okul gibi, askerlik gibi konuları çözmek için devlet gücü lâzımdır. Müslümanlar günümüzde dünyanın hemen hiçbir yerinde siyasî otorite oluşturamadılarsa, bunu mâzeret sayıp kesin haram olan, hatta haramın ötesinde şirkle bağlantılı olan hususlara bahane arama lüksüne sahip olamazlar. Siyasî otoriteleri yoksa cemaatleri vardır (olmalıdır). Bununla birlikte tekfir konusunu da çok ihtiyatlı işletilecek bir kurum olarak görmek gerektiğini ifade edelim.
Biz, şahısların zâhirine, görünüşüne değer verir, görünüşüne göre hükmederiz. Dinde, yani din tercihinde, iman meselesinde zorlama yoktur. Ama hukukî meselelerde elbette zorlama olacaktır.
Önüne gelene, ‘kâfir’ damgası vurmak demek olan “tekfir hastalığı”na düşmemek, rastgele câhil müslümanlara ‘mürted’ mührü vurmamak gerekir. İnsanların yetişme tarzı, bilgilerinin azlığı, o bilgileri kullanma tavrı, İslâm’ı öğrenme kaynakları göz önüne alınmadan ‘tekfir’ etmek çok yanlıştır. Bir müslümanı onu dinden çıkaran davranış ve söz üzerinde bulursak, onun yanlışlığını düzeltmeye çalışmamız gerekir. Rastgele ‘kâfir’ damgası vurmak hem görevimiz değil, hem de müslümanların sayısını azaltmaktır. Sayımızın azlığı ancak düşmanlarımızı sevindirir.
Bugün; oy vermek, askere gitmek, çocuklarını gayri İslâmî okullarda okutmak, az zararlı gördükleri bir partiyi desteklemenin kesin hükmü gibi nice husus, emin, ehil ve muvahhid âlimlerin fetvâya bağlamaları gereken konulardır. Günümüzde tekfir konusunda da ihtilâf edilen birçok ictihadî durumlar vardır. Günümüzde de tüm mü’minlerin otorite kabul ettiği her yönüyle güvenilir bir müctehid olmadığı, şer’an fetvâsı tüm ümmeti bağlayacak bir yetkin zât bulunmadığı için yapılması gereken, bu tür konularda “ihtiyatlı bir tavır” takınmaktır. Böyle ihtilâflı, ama şirk ihtimali de olan hususlarda ihtiyat iki şekilde olur: Birincisi, şirk olma ihtimalini gözden uzak tutmamaktır. Binde bir ihtimalle bile olsa ihtiyatlı olmak, o küfrü işlememek, ondan şiddetle sakınmak gerekir. Ve o küfür olma ihtimali olan hususu işleyenlerle (tekfir etmeden) ileri derecede samimiyet kurmamak, onlarla cemaat, sırdaşlık, akrabalık ve muhabbetle yakınlık gibi ilişkilere gücümüz nisbetinde girmemek gerekir. İhtiyatın ikinci şekli ise: Onların İslâm’ın hâkim olmadığı câhiliye düzenlerinde yetiştiğini, bu konuları yeterince ve ehil kabul ettikleri kişilerden duyup öğrenmedikleri, yeterli ve yetkili kişilerin onlara doğru bir İslâm anlayışı vermedikleri vb. durumlardan dolayı onların Allah indinde mümkün ki mâzur olabileceği, bizim ise, böyle bir durumda onların kâfir ve müşrik olmama ihtimali binde bir bile olsa onları tekfir ettiğimizde, binde bir ihtimalle de olsa bizim kâfir olacağımız hesaba katılmalıdır.
Bugün yapılması gereken, “falanca adam küfür sözü söyledi ve mürted oldu, ona hangi ağır cezayı verelim?” diye fetvâ arayışı değil; askere gitmek zorunda kalanı ve alternatif çözüm bulamadığı için çocuğunu küfür uygulamalarından korumaya çalışan ebeveyni tekfir etmek değil; İslâm’ın, güzellikleri ve kurtuluş yolu olduğunu en güzel yolla bu tür insanlara ulaştırmak, hatayı biraz da kendimizde arayıp zayıf müslümanların dinden uzaklaşma sebeplerini azaltmaya çalışmaktır. Haksız ve gereksiz tekfîr mantığı, adâletsiz ve kolaycı bir davranıştır. Hiç bir yararı da yoktur.
Şirk ve küfür olarak haklarında çok net bir hüküm olmadığı halde, biz Kur’an’ı ve sünneti kendi bilgimiz ve tevhid anlayışımızla yorumlayıp bir konu hakkında şirk ve küfür hükmünü verebilir miyiz? Eğer böyle bir konunun şirk olduğuna hüküm veriyorsak, onu her nasılsa işleyen kimsenin, gerekçelerini, bu konudaki nassların kendisine ulaşıp ulaşmadığını, ulaştı ise onlardan nasıl bir anlam çıkardığını, bize göre geçersiz de olsa te’vil yapıp yapmadığını, başka bir mâzeretinin olup olmadığını değerlendirmeden tekfir edebilir miyiz?
Bir kimseyi tekfir etmek, ne demektir? Kendisine selâm verilemeyecek, dostluk ve samimiyet kurulamayacak, gönülden sevilemeyecek, kız alıp verilemeyecek, ortaklık gibi yakınlık isteyen ilişkilere girilemeyecek, cenazesine katılınamayacak ve evliyse eşiyle nikâhı düştüğünden devamlı zina ediyor hükmü verilecek, âhirette de sonsuz bir şekilde ceza çekecek, ebedî cehennemde kalacak şeklinde bir hüküm verilmiş olmaktadır. Böyle bir hüküm öyle alelusûl verilemez. Bir kimseye “kâfir” demekten daha küçük bir isnad olan meselâ “fâhişe” demek, hangi şartlarda mümkündür? Kendimizle birlikte üç güvenilir müslümanın da apaçık şekilde zina fiilini işlerken görmediğimiz ve hepimizin şahitlikte ısrar etmeyeceği bir durumda “fâhişe” demenin dünyada bile cezaya çarptırılacağı sözkonusudur. Meselâ, bir adamın diğer bir adamı öldürdüğüne şahit olsak, bu adamın hangi şartlarda o suçu işlediği, olayın içyüzünde başka ne tür durumlar olduğu uzun uzadıya, şahitlerle, savunmalarla ortaya konulur, uzunca mahkemesi sürer ve sonunda onun suçlu olup olmadığı da bizim tarafımızdan değil, hâkim tarafından karar verilip hükme bağlanır. Öyle bir durumda bile, İslâm’ın hâkim olmadığı topraklarda had dediğimiz ağır cezalar uygulanmaz. Çünkü ortam, haramları işlemeye çok elverişlidir. Haramlara ve küfre gidecek yollar (İslâm devleti olmadığı için) tıkanmamıştır.
“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” [225]
Normal şartlarda bile, kişinin birini tekfir etme hususunda çok ölçülü olmak gerekir. Günümüzdeki gibi her şeyin anormalleştiği, hakkın bâtıl, bâtılın hak diye öğretildiği, anlatıldığı, yaşandığı bir toplumda tekfir konusuna daha fazla ihtiyat gösterilmelidir.
Kur’an’da şirk ve küfür olarak açıklanan, puta tapmak gibi çok net çirkinliklerle ilgili hususlar elbette böyle değildir. “Biz, sizlerden ve Allah'ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız…”[226] Bu ve benzeri âyetler, kesin küfür fiilleri hakkındadır. Gerçekten, apaçık bir şekilde Allah’ın dışında bir tapma olayı olunca bu hükmü verebiliriz. Onun dışında, küfür olup olmadığı konusunda İslâm âlimlerinin ve ümmetin ittifak etmediği konularda biz kendimiz o olayın küfür olduğuna dair delillerimiz çok kuvvetli olduğu zaman bu fiilin küfür olduğunu kabul edebiliriz. Ama bu durum, bize bu küfrü işleyenleri hemen tekfir etmemiz hakkını vermez. Evet, Peygamberimiz’in hadislerinde de çokça yer aldığı gibi, nice küfür ve şirk vardır ki, sahibini kâfir ve müşrik yapmaz. Nice hadiste, “şunu yapmayan bizden değildir, mü’min değildir, iman etmiş olmaz” denildiği halde, o işi yapmayanı hiçbir İslâm âlimi tekfir etmemiştir. Meselâ, hiçbirimizin kendimiz için istediğimiz her şeyi, başka bir mü’min kardeşimiz için de istememiz, onu kendimize her konuda tercih etmemiz gücümüzü aşan bir husustur. Ama bu durum hadis-i şerifte “iman etmiş olmaz” ifadesiyle bildiriliyor. Nifak alâmetleri konusunda da hüküm böyledir.
Yine, küfrünü apaçık ortaya koymayan, ama içten içe İslâm’a ters inançlara sahip olan kişileri, zâhiren şehâdet kelimesi getirip namaz gibi sâlih ameller de yapıyorlarsa, bunları tekfir etmeyi Allah Rasûlü yasaklamış, şehâdet kelimesi getiren kimsenin öldürülmesine çok şiddetli tepki göstermiş ve “kalbini yarıp baktın mı?”[227]diyerek zâhiren Müslümanlığına hükmedilmesini istemiştir. Eğer her kâfirin mutlaka kâfir olarak bilinip hüküm verilmesi gerekseydi, Peygamberimiz’in, vahiyle kendisine bildirilen münâfıkları ümmetine bildirmesi ve onların da o kişileri mü’min kabul etmemelerini istemesi gerekirdi. Hâlbuki ashâbdan Huzeyfe’ye (r.a.) (kimseye söylememesi şartıyla, sır olarak bildirmesi) hâriç, hiç kimseye onların kâfir olduğunu bildirmemiş ve ashâbın onlara Müslüman muâmelesi yapmasına rızâ göstermiştir.
Bir kimsenin kâfir olduğuna kim karar verebilir? Böylesine önemli ve bumerang gibi hükmün tekfir edenin kendine dönme ihtimali yönüyle riskli kararı sıradan herhangi bir mü’min verebilir mi? İhtilâfsız, te’vil edilemeyecek tarzda kesin ve net konuların dışında herhangi bir mü’minin böyle bir karar veremeyeceğini söyleyebiliriz. Bugün bizim derdimiz, uğraşımız ona buna kâfir damgası vurmak olmamalı, doktorluğa (gönül hekimliğine) soyunmak olmalı. Doktor, hastasını tedavi etmeye çalışır. Ona kızmaz, ona düşman olmaz, ona acır. Teşhiste bulunur, ama yine de şüpheyi, ihtiyatı elden bırakmaz. O yüzden tıp biliminde yılan simgedir. Yılan, niye tıpta simge kabul edilmiştir? Yılanın çok şüpheci bir yaratık olduğundan dolayı; tıp adamı da şüpheci olmalı, teşhisinde ihtiyat payı bırakmalı, bağnaz olmamalı, hemen kestirip atmamalı, her ihtimalli şeyden şüphe edip teşhisini kesinleştirmek için tahlil, röntgen vb. delillere mutlaka müracaat edip, teşhisindeki isabeti devamlı kontrol etmeli, gerektiğinde teşhisini değiştirebilmelidir. Birkaç tıp kitabı okuyan veya doktorların sohbetine katılıp onlardan bir şeyler duyan bir kimse doktorluğa soyunabilir mi? Hele (madden veya mânen ölümüne sebep olabilecek şekilde) ameliyatlık hastalara neşter vurabilir mi? Doktorluk için şu kadar tahsil ve tecrübe gerekiyor da, mânevî doktorlar için ilim gerekmez mi?
Kendimiz veya yakınlarımız eğer çocuklarımızı okula gönderiyorsak, böyle tehlikeli durumdan korunup itikadımızı muhafaza etmek için;
- Okullarda birinci iş olarak müşrik bir vatandaş yetiştirilmek istendiğini unutmamak,
- İmkân ve gücü varsa, çocuklarını okula göndermemek, alternatif eğitim oluşturmak
- Okulların hafta başı ve sonundaki törenlerine çocukları katmamak,
- Resmî Bayramlara çocukları göndermemek,
- Derslerde ve ders dışı etkinliklerde elfaz-ı küfür ve ef’al-i küfürden şiddetle sakınmak,
- Derslerde büyük tâğutu öven şiirler, okuma parçaları ve benzeri şeyleri okumamak,
- Büyük tâğutu öven veya küfrü içeren ödevleri yapmamak
- Okuldan geldiğinde mutlaka virüs taraması yapmak, Okulda öğrendiği yanlışları gösterip doğrularıyla yer değiştirmesini sağlamak, hafta sonları İslâmî eğitimi üzerinde titizce durmak.
- Çocuklarımıza küçük yaşlarından itibaren tevhid akidesini öğretip sevdirmek, Kur’an’la tanıştırmak gerekir.
- Cumartesi, Pazar günleri ve tatilleri çocukların İslâmî eğitimleri ve câhilî eğitimden arınmaları için gayret gösterip fırsatlar ve alternatif imkânlar oluşturmak.
- Okul ve öğretmen tercihi yapmak, öğretmenin ve idarenin İslâm düşmanı olmayanlarını arayıp bulmak; gerekirse uzak bir okula kayıt yaptırmanın yollarını bulmak.
- Çocuklarımıza Kur’an eğitimi verdirmek; Kur’an’ın metni ile birlikte mealini okutmaya çalışmak, evde Kur’an eğitimi yaparak Kitabımızın günlük hayatla ve kendimizle bağlantısını kurmaya çalışmak ve çocuğa da bu bakış açısını kazandırmaya gayret etmek.
- Evlerimizi İslâm okulu haline getirmeye çalışmak.
Bu durum, muvahhid mü’minlere çok iş düştüğünü gösteriyor. Kâfir denilip onlarla tüm ilişkileri koparıp onlardan uzaklaşmak, onlara tevhidi ve Kur’ânî hakikatleri tebliğ etmeden kendi köşesine çekilmek herhalde dâvet usûlü açısından ve sorumluluk bilinci yönüyle de doğru olmaz. Her iki yönüyle ihtiyat tavrı, ilişkilerimizde tutarlı ve yeterli olmaya bizi mecbur eder. Böyle konularda cesaret, ilimden değil; câhillikten ve mümkün ki, şeytanın sağ taraftan yaklaşmasından meydana gelir. Biz insanlar arasında hüküm vermek için dünyaya gelmedik. Kulluk görevimizi yapmaya geldik. Bu kulluk içinde, tabii hakkı yaşayıp başkalarına da güzelce tebliğ etmek de vardır. Unutmayalım; küfrü çok açık olanlar dışında insanlara küfür damgası vurmayı emreden hiçbir âyet ve hadis yoktur; ama bundan sakındıran nasslar vardır.
- Askerlik
Askerlik; Devlet Tanrısına Kulluk
Sistem Açısından Zorunlu Askerlik: Türkiye’de zorunlu askerlik uygulaması sistem açısından bir vatandaşlık görevi kabul edilmektedir. Yani devlet, kendini vatandaşın tanrısı konumunda görür. Vatandaşa düşen de kayıtsız şartsız devlet tanrısına kulluk yapmaktır. Devlet tanrı, “yat” deyince yatacak, “sürün” deyince sürünecek, “öldür” deyince öldürecek bir kul istemektedir. Karşılığında bırakın yalancı da olsa bir cenneti, teşekkür bile etme zorunluluğunu duymaz devlet; çünkü vatandaş buna mecburdur, kendisini de bu kulluğa lâyık görür. Cenneti yoktur, ama cehenneme benzetmeye çalıştığı zindanları vardır, bu kulluğu kabul etmeyenler için.
Sistem, askerî vesayet ve velâyet yönetimidir. Memleketi hep askerler yönetir. Asker Atatürk yattığı yerden ilke ve devrimleriyle, ihtilal yapan askerler anayasaları ile, yaşayan rütbeli askerler de her şeyleriyle. Her şehrin en mûtena yerinde askeriye konuşlanır, en güzel ve en geniş yerleri onlar parsellemiştir. “Bu memleketin (ve vatandaşların) sahibi biziz” diyen tavırları ile âdeta haykırırlar: Subay olmayanlar kiracıdır bu ülkede, kira parasını ev sahiplerine gerektiğinde canlarıyla bile ödemek zorunda olan bu basit insancıklar, istedikleri zaman kapı dışarı edilebilecek yabancıdır, zencidir, ötekidir. Zaman zaman hadleri bildirilir; inançlarına, yaşayış ve kıyafetlerine hakaret etme hakkını kendinde bulur ev sahibi(!) İşin tuhafı, kiracının, çok çalışsa da ev sahibi olma hakkı yoktur; o hep alttadır, emir eridir. Rejimin (İslâm’dan ve Müslümanlardan) korunup kollanması onlara aittir. Halkın yanlış tercih yapıp silahlı kuvvetlerin istemediklerini başa geçirdiğinde, ya da vatanseverlikleri depreşip canları istediğinde ihtilal yapmaya hazırdırlar. Can atarlar vatanı kurtarmaya(!), kesmez artık postmodern darbeler, 28 Şubatlar…
Sistem, okullarında okuyan öğrencileri de askerî disiplinle yetiştirir. “Sıra ol, rahat, hazırol, rap rap rap!” (“Rab, Rab!” değil, ona benzemesin; irticanın ayak sesi diye darbe olur)
Halk Açısından Anlamı: Halk (istisnâlar dışında) gönüllü köleliği/kulluğu kabul eden yığınlardır. Onlar rüzgâr nereden kuvvetli esiyorsa oraya meyleder. “Cehennem”den daha kötüdür “hapis”, “haram”dan daha önemlidir “yasak”, “günah”tan daha korkutucudur “suç”. O yüzden “Allah eri” olmak, “Allah’ın askeri” vasfına bürünmek de neyin nesi? Halka göre sadece devletin askeri olunur. Bu, bir vatan borcudur, namus borcudur. “Askere gitmezsek halkın namusunu kim koruyacak?” der; ama askere gidince bırakın memleketin namusunu, kendi karısının ve anasının bile namusunu koruyamaz. Ana-avrat her gün kendisine sövülür, kılı bile kıpırdamaz. Önce onurunu yok ederler, sonra isyan bilincini. Alışır, hiç tepki göstermeyecek şekilde tam asker olur; artık namus filan umurunda değildir. Zaten her Türk askerdir, asker doğar, asker gibi yaşar.
Halka göre askerlik “peygamber ocağı”dır. Biz de kabul edebiliriz askerliğin peygamber ocağı olduğunu. Doğru, ama bu peygamber, bizim peygamberimiz Mustafa değildir, başka bir Mustafa’nın peygamber (ve tanrı) kabul edildiği bir ocaktır bu askeriye ocağı. Bizim Peygamberimiz’in imanı, cihadı, küfür ve şirkle mücadelesi sadece suçlamalara konu edilirken; resmî peygamber her şeyiyle ocak başındadır. Akşamları ibâdet yaklaşımı içinde Atatürkçülük dersleri, en önemli kulluk icraatı olarak cemaatle (bölükle) birlikte edâ edilir.
Askerlik de ibâdettir, halk dinine göre. Hem de namaz gibi ibâdetleri iptal ettirecek daha büyük bir ibâdet. Allah’a yapılan ibâdetlere askerdeki tanrılar izin verirse, verdiği oranda yer verilebilir. Ama öncelik, askerlik ibâdetinindir. İnandığını iddia ettiği Allah’ın imandan sonra en önemli emri olan namazı terk etmeyi pek önemsemez halk; ama devletin askerlik gibi emirlerini her türlü zorluğuna rağmen baş tacı eder, terk etmeyi aklından bile geçirmez. Namaz kılmayanı değil, ama askere gitmeyeni adam saymaz. Bu bir tercih sayılabilir; tanrılar arasında.
Sadece Allah’a kul olmaya çalışan azın azı (muvahhid) azınlık, bu köleliği kabul etmek istemez, ama onlar da çözüm bulamaz, alternatif oluşturamaz. Organize olamamanın, sistemli hareket edememenin, vahdetten uzak yaşamanın verdiği zilletle istemeye istemeye köleler kervanına katılır.
Hak Açısından: Bu konuda tâğut, müstekbir, müstağnî, zâlim, ceberut, diktatör, zorba, megaloman, ilahlık ve rablik taslayan küstah gibi kavramlar gündeme getirilebilir. Ve bunlara itaatin hükmü, Allah’tan başkasına kulluk, velâ ve berâ, Nisâ 76, Bakara 256, 257 ve konu Firavun’un askerleriyle ilgili âyetler açısından ele alınabilir.
Tâğutları reddeden, onların (varsa) olumlu taraflarını da yok sayıp inkâr etmelidir. Ben, modern câhiliyyenin insan yerine koymadığı müslümana lutfettiği varsayılan haklarını değil; Cenâb-ı Hakk’ın verdiği hakların öne çıkartılması gerektiğini düşünüyorum. Uluslararası küfür dünyasının, en büyük zulüm olan şirki ve diğer nice zulüm çeşitlerini dayattığını, cennete gitme özgürlüğümüzü elimizden almaya çalıştığını, öncelikle bunların vurgulanması gerektiğini, küfrün tek millet olduğunu, kısaca, bizim önce her alanda müslümanca yaşama hakkımızı gasbettiğini düşünüyorum. O yüzden onların verir gibi yaptıkları haklarımızdan küçük bir bölümünü değil, tüm insanî ve İslâmî haklarımızı Hakk’a dayanarak direnip elde etmeyi savunuyorum. Ama, şu kadarını söyleyelim ki, Müslümanların başındaki tâğutlar ve düzenler, insan haklarına ve İslâm haklarına gâvur denilen Avrupa’dan daha çok düşmanlık yapmakta ve kendi halklarına gâvurlardan daha fazla zulmetmektedir.
Hak: İslâm kültürünün ve Kur’an kavramlarının en önemlilerinden ve en zengin anlam taşıyanlarından biri de ‘hak’ kelimesidir. ‘Hak’ sözlükte, bâtılın zıddı, yerine getirilen hüküm, adâlet, varlığı sâbit olan, doğruluk, gerçeklik (hakikat), İslâm, mal-mülk, hisse, pay, bir emek ve zahmet karşılığı alınması gereken şey, iddiaya uygunluk, vâcip, sâdık, yaraşır, kesin şey mânâsındadır. ‘Hak’ kelimesinin aslı, uygunluk ve denk gelmektir.
İslâmî literatürde, hakkın kendisi olan Yüce Allah, insanları mutlu kılmak için kendi katından kitabını da hak olarak indirmiştir. Onun için mutlak hak/doğru veya asıl gerçekler ancak Allah'ın vahyi ile sınırlıdır. Yani, Allah'ın indirdiği ve O'nun bildirdiği doğrular haktır. Hakikat, doğruluk, gerçeklik, adâlet kişilere göre değil; Allah'ın bildirdikleri ölçüde haktır.
"Hak"; Cenâb-ı Hakk'ın bir ismidir. Hak, Kur'ân-ı Kerim'in bir adıdır. Hak, mutlak doğru; şahsa, zamana ve yere göre değişmeyen kesin doğru anlamındadır. Beşerî doğrular, göreceli yaklaşımlar, teori ve zanlarla; hak, farklı şeylerdir. Allah'tan bize gönderilen kanuna da hak diyoruz. Çünkü Hak olan Allah'tan geldiği için haktır. Hak kelimesinin çoğulu "hukuk"tur. O yüzden haklar, yani hukuk da, Hakk'a dayanmalı, mutlak doğru hükümler olmalı; şahsa, zamana ve yere göre değişen, beş on sene içinde eskiyip değiştirilen, nice haksızlıklara/zulümlere kılıf olan şekilde olmamalıdır. "Kim Allah'ın indirdiği ("hak"la, "hukuk"la) hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.”[228] Hak ve hukuk, Hak olan Cenâb-ı Hak'tan gelirse hak ve hukuk olur. Yoksa, bunu insan belirlemeye kalkarsa o, hak ve hukuk olmaz. Çünkü insanın kendisi hak değildir. Kendisi hak olmayandan, hak türeyip ortaya çıkmaz. İnsanoğlunun geçmişi ve sonu, evveli ve yokluğu vardır. Belirli zaman içinde yaşar, belirli düşüncelerin etkisinde kalır. Her an düşüncesini değiştirebilir. Onun içindir ki, kendisi hak olmayanın söylediği de mutlak anlamda hak ve hukuk olamaz; insanları bağlamaz. Ama Hak olan Allah ve indirdiği kitap, Haktır, hukuktur.
Bugün yaygın olarak kullanılan ‘insan, hayvan, çocuk hakları’ deyimleri 19. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkmaya başladı. İlk insan hakları evrensel beyannamesi ise ancak 1947 yılında ilân edilebildi. Hâlbuki İslâm’da haklar ve yükümlülükler, insanlar için bizzat Hakîm olan Allah tarafından belirlenmiştir. İlâhî irade tarafından belirlenen bütün haklar sâbittir, yani değişmez. Haklarla ilgili prensipler Kur’an ve Sünnet’te zaten bulunmaktadır. İslâm hukuku (fıkıh) bu konuyu geniş bir biçimde ele almıştır. Bu hakların nasıl korunacağını, hak ihlali olursa nasıl ceza verileceğini detaylı bir şekilde sistemleştirmiştir. Hatta İslâm fıkhı, batılıların hiç aklına gelmeyecek kişi ve varlıkların bile haklarını belirlemiştir. Kitaplarda ‘hukuk devleti’, ‘insan hakları’ gibi kavramların geçmemesi, onların olmadığı anlamına gelmez. Ayrıca, ta İslâm'ın başından beri bilinen, uygulanan böyle bir hukukun ayrıca bayraklaştırılmasına İslâm âleminde ihtiyaç olmamıştır. Batılılar, kendilerinin uzun yıllar arayıp da buldukları bazı prensipleri, bütün dünyaya yeni bulunmuş ve yalnızca kendilerine ait gibi göstermeleri tarihî gerçeklerle bağdaşmıyor.
Tekrar edelim ki hakların kaynağı ilâhî irâdedir. İnsanlara ve varlıklara ait haklar, bencil, çıkarcı, unutkan, bazen de zâlim olan insanın eline verilemez. Üstelik insan kafasına dayalı olan hak kaynakları, yine insanlar tarafından değiştirilebilir. Zaman geçtikçe insanların anlayışları değişiyor. Dolayısıyla onların hak tanımları da değişikliğe uğruyor. Öyleyse hak gibi önemli bir şey, her şeyi hakkıyla bilemeyen insanın hükmüne dayanmamalı. Haklar, ancak Hak olan Allah’ın hak hükmüne göre yerine getirilebilir, korunabilir. Hakk’a rağmen konulan bütün ölçüler, bütün hükümler bâtıldır, geçersizdir, boştur, temelsizdir.
Hak Verilmez, Alınır
Allah, âlemlerin Rabbidir; O, Rahmân ve Rahîmdir. Kullarına büyük merhametinden dolayı, onlara sayılmayacak nimetler vermiştir. Bu nimetlerin bir kısmına temel insan hakları denir. Bunlar, din emniyeti, nefis emniyeti/can güvenliği, akıl emniyeti, nesil emniyeti, mal emniyetidir. İslâm, her insanın onurunu, namusunu, özgürlüğünü, dinini, malını, canını, geçimini ve işini garanti altına alır. Bütün insanlar, doğuştan bu haklara sahiptir; bu hakları yaratıcıları Allah vermiştir, kimsenin bu hakları insanın elinden almaya hakkı yoktur.
İslâm'ın dışındaki bütün beşerî düzenler, bu hakların bir kısmını insanlara lutfediyor gözükürken, kendi çıkarlarını zedelediğini düşündükleri nice hakları gasbetmektedirler. O yüzden İslâm'ın dışındaki tüm düzenler ve dünya görüşleri zulüm; bunları uygulayanlar da zâlimdir. "Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir."[229] Totaliter rejimlerde kişilere ve gruplara verilecek, tanınacak hakların belirleyicileri, iktidarı elinde bulunduranlardır. Onların lutfedip verdikleri alınır ve kullanılır, vermedikleri ise talep bile edilemez. Demokrasilerde ise, haklar, kanunlarla verilir, kanunlar da halkın irâdesine dayanır.
Hakk'ın değil de; halkın irâdesine dayanan sistemin Hak düzeni olamayacağı bir tarafa, iddia edildiği gibi, kanunların yapılışında olsun, işleyiş ve uygulanışında olsun halk iradesinin dışında güçler devreye girmektedir. Kurtlar sofrasında dişini gösterecek kadar gücü olanlar hak alırken, diğerleri avuçlarını yalarlar. Silâhı, sermayeyi, medyayı, locaları, örgütleri ve iktidarı elinde tutanlar, aralarında uzlaşarak haklarını (hak etmediklerini) alırken, bunlardan mahrum olanlar açıkta kalmaktadır. Demokrasilerde de, faşizan ve totaliter rejimlerde de olduğu gibi hak verilmemekte, gücü olanlar tarafından alınmaktadır. Zulüm yönüyle temelde beşerî düzenler arasında bir fark yoktur; sadece hakları paylaşan sınıflar, zâlim ve sömürücü gruplar değişmektedir.
Uluslararası sözleşmelerde de bir insan hakkı olarak kabul gören “vicdani ret” hakkı Avrupalılara, anarşistlere, Yehova Şahitlerine verilen haktır. Müslümanlar hiçbir hakka lâyık görülmez. Kâğıt üzerinde kalan, insanları susturmaya ve kandırmaya yarayan bazı anayasal haklar, uluslararası haklar, insan hakları evrensel bildirileri, insan hakları kurumları... koyunları belirli istikamete sürmek için çobanın elinde tutarak sadece göstermekle yetindiği otlara benzemektedir. Medyanın haktan hukuktan bahsetmesi, bazılarının nutukları, insan hakları savunucuları(!) da kaval çalan çobanlar, çoban yardımcıları ve işbirlikçileri.
"İnsanların, inanç hürriyetleri sınırlandırılamaz, herkesin inandığı gibi yaşama hakkı vardır, herkesin okuma hakkı ve hürriyeti vardır..." anayasalarda buna benzer daha nice madde vardır ki, haksızlık/zulüm hak maskesi taksın. Uygulamalar ise... Başörtüsü ile okumak isteyen, ya da öğretmenlik, doktorluk... yapmak isteyen kızların durumu bile örnek olarak yeter. Ama egemen güçler (medya, kapitalist sermaye, bürokratlar ve iktidar) benimsemiş olsa, bunları hak kabul etseydi, başörtülü bayanların kamu haklarından veya öğrenim haklarından mahrum kalmaları söz konusu olmazdı. Hak anlayışı ve hakkın hâkimiyeti en azından bu konuda farklı olurdu.
Güçlülerin insafa gelip müslüman halka haklarını vermelerini bekleyenler, cehennemde köşk bekleyenler gibidir. "Hukuk devletinin kurumları hakları korur, demokrasi, halkın yönetimidir, mahkemeler, hâkimler, kanunlar..." mı? Güldürmeyin insanı. Bunlar, haksızlıkların emniyet sibobudur, barajlarıdır. İç ve dış hukuk konusunda yine yukarıda sayılan grupların hevâ ve istekleri söz konusudur. Demokrasiler dâhil, bütün beşerî düzenlerde, etkili ve yetkili kimseler, insanların haklarını kendi hevâlarıyla kanunlaştırmışlar, bunun dışında kimsenin bir hakkını kabul etmeyecek düzenleme ve yasaklar koymuşlardır; Bu da yetmemiş, eski müşrikler gibi acıktıklarında elleriyle yapmış oldukları helvadan kanunları/putları yiyivermişlerdir. Doymayan iştah sahibi oldukları ve helvayı da çok sevdikleri bilinirse, kendiliğinden bunun sona ereceğini beklemek, kıyameti beklemektir.
İnsanı en iyi tanıyan Rabbimiz, insana hiçbir ideolojinin veremeyeceği gerçek haklarını vermiştir; kadın-erkek, Arap-Acem, beyaz-zenci, yönetici-yönetilen, zengin-fakir, soylu-garip... gibi ayrımların tümünü reddederek. Kula kulluğun her çeşidini, tahakküm, zulüm ve sömürüyü yasaklayan Rabbimiz, kul hakkını ihlâl etmeyi af kapsamı dışında tutmuş, insanı yaratıklar içinde en yüce mevkiye yerleştirmiştir. O yüzden, Allah'ın hudûdunu korumadan, şeriatın emir ve yasaklarını dikkate almadan, Kur'an ahlâkını tatbik etmeden insan haklarını, kul hakkını savunmak, demogoji yapmaktan, yapılan zulümleri maskelemekten öte bir anlam ifade etmeyecektir. Unutulmamalıdır ki, "hudûdullah" korunmadan "hukukunnâs" korunamaz.
Allah'ın verdiği hakları, müslümanlardan ve mazlum tüm insanlardan almaya kimsenin hakkı yoktur. Ama, mazlumların dilenerek haklarını geri alabildiklerini tarih kaydetmez. Hakları Allah vermiştir. Beşer, hakkın tanımında Hakk'ı ölçü kabul etmediği müddetçe hakları hak sahibine dağıtamaz/dağıtmaz. Hak verilmez, alınır. Zâlimlerden hakkı, söke söke almak istiyorsak, Hakk'ın emri doğrultusunda cihad, hem hakkımız hem görevimizdir.
İslâm, her insanın onurunu, nâmusunu, özgürlüğünü, dinini, malını, canını, geçimini ve işini garanti altına alır. İslâm, insan hakları konusunda hâlâ ulaşılamaz durumdadır. İnsanî kardeşlik prensibine yer verir. Irkçılığı ve takvânın dışında üstünlük anlayışlarını reddeder. İslâm’ın emir ve yasakları, hükümleri, ibâdetleri, ceza anlayışı... eşitliği ispat etmektedir. Diğer düzenlerde bu denli eşitlik teoride bile yoktur. Ama eşitlik adına adâletsizliğe de göz yummaz. İslâm, kadın-erkek eşitliği diyerek cinsel farklılıkların gözardı edilip istismar edilmesine, insanların sömürülüp zulmedilmesine yol açacak aşırılıklara da geçit vermez.
İman'ın filolojik açıdan iki anlamı vardır: Başkalarına güven vermek ve güven içinde olmak. İman sahibi kişi, yani mü'min, hem inandığı gücün sağladığı güvenin içinde emin olan; hem de kendisi başkalarına güven veren demektir. Allah'ın buyruklarını yerine getirerek, O'nun güven çemberine giren mü’min, içinde yaşadığı toplumda da güvenilen, kendisinin sahip olduğu her şeyi emanet olarak kabul eden ve hiçbir emanete asla ihanet etmeyen kimsedir, öyle olmalıdır. İslâm, her şeyden önce, kendi bağlılarını, her konuda ve her konumda Allah’tan korkan, O’na vereceği hesaba hazırlanan, sahip olduğu nimetlere sınav bilinciyle bakan ve o nimetleri başkalarıyla paylaşmaya çalışan inançla eğitir.
İslâm’ın dışındaki rejimler anlamında câhiliye ise; insan hakları, hümanizm, özgürlük gibi içini boşalttığı sloganlar altında insana çeşitli yönlerden zulmetmekte, bireysel ve sosyal adalete ters uygulamalarla yeryüzünde fesat üretmektedir. İslâm’ın yaşanmadığı, câhiliyyenin hâkim olduğu yerlerde ise emniyet/güven yoktur! Bugün insanlık câhiliye egemenliğinde böylesine haksızlık ve adâletsizliği küresel biçimde yaşamaktadır.
Bazı çevreler, yani laiklik ve Kemalizm dinine mensup olanlar, bu yapılanın gayet doğal ve doğru olduğunu, bizim istediğimiz İslâmî bir sistem olmuş olsa, tersinden aynısını bizim de yapacağımızı ileri sürebilirler. Hayır, bu yapılanlar hiçbir özgür vicdanın kabul edemeyeceği bir köleleştirme, başka dinden hiçbir şahsın kabul edemeyeceği dinî baskı ve dayatmadan ibarettir. Tâğutların, Atatürk ilkelerine uygun olarak kendi hevâlarından kanun ve hükümler çıkarıp insanlara dayattıkları bu tür despot yönetim yerine, Allah’ın indirdikleri hâkim olsaydı, böyle İslâmî bir yönetimde kesinlikle biz Müslümanlar dinimizi başkalarına zorla uygulatma yoluna gitmezdik. İnsanlar hangi dini özgürce seçiyorsa o dini rahatlıkla öğrenip uygulayabilecekleri ortamlar hazırlamak zorunluluğu hissederdik. Tabii ki, okullarımızda, radyo ve tv. programlarımızda kendi dinimizi tebliğ ederiz, ama başka dinden hiç kimseyi bizim gibi ibadete zorlamayız. “sizin dininiz size, benim dinim bana” der, onların taptıklarına ibâdet etmeyip, onların da bizim ibadet ettiğimiz zâta kulluk yapmayacaklarını kendi dinlerinin gereği kabul ederiz. Etmek zorundayız. Çünkü Kur’an bunu emrediyor, dinde ikrâhın/zorlamanın olamayacağını vurguluyor. Biz, dinimizi uygun olan ortamlarda açık ve net şekilde tebliğ ederiz, başkalarının dinine sövmeyiz. Kendimizin Müslümanlığı tümüyle yaşama hakkımız olduğu gibi, başkalarının da kendi dinlerinin gereklerini yerine getirmelerine kesinlikle müdâhale etmeyiz. Tebliğ ettiğimiz dinimizin adını net olarak koyar, insanları net olarak ona dâvet ederiz. Çünkü bizim dinimiz, sonucuna katlanmak kaydıyla her insana istediği dini seçme ve o dine göre yaşama özgürlüğü vermiştir.
Bir müslümanın, İslâmî olan bir otoriteye (ülü’l-emr, halife, İslâm Devlet Başkanı) itaati bile sınırlıdır, kayıt ve şarta tâbidir. Ancak, meşrû alanda, Kur’an’a ve Sünnete uygun hususlarda itaat edilir. Allah’a isyan edenin hakkı, kendisine isyan edilmesidir."Allah'a isyan konusunda yaratılmışlara itaat edilmez." [230]
Hz. Peygamber’e “cihadın hangisi efdaldir?” diye sorulunca: “Zâlim sultana karşı hakkı söylemektir.” [231]
Tirmizî'nin bir rivayeti şöyle: "Benden sonra bir kısım (kötü) emîrler başınıza geçecek. Kim onlarla hemhâl olur, onların yalanlarını tasdik eder ve zülumlerinde onlara yardımcı olursa o benden değildir, ben de ondan değilim. Böyleleri cennette Havz-ı Kevser'in başında benimle buluşamaz da. Her kim onlarla hemhâl olmaz, zulümlerinde onlara yardımcı olmaz, yalanlarını da tasdik etmezse o bendendir, ben de ondanım. O, benimle Havz-ı Kevser'in başında buluşacaktır." [232]
“Müslüman bir kimseye, kendisine ma’siyet (Allah’a isyan, günah hususlar) emredilmediği müddetçe, hoşlandığı ve hoşlanmadığı (her) hususta (İslâm devleti yöneticisini) dinleyip ona itaat etmesi gerekir. Eğer ma’siyet emredilirse, ne dinlemek vardır, ne de itaat!” [233]
Haksızlığa karşı insanî ve İslâmî hakkına sahip çıkmak olarak anlıyorum. Müslümanca bir tavır, izzetli, vakarlı, çığır açan bir tavır. Aslında, sıradan her mü’minin yapması gereken bir tavır olduğu halde, diğer muvahhid mü’minlerin bu doğal görevlerini yapmamaları sebebiyle büyük bir kahramanlık gibi gözüküyor. Sıradan bir mü’mince davranış, ama ihmal edilen bir görevin ilk uygulanması yönüyle çığır açma sevabına gireceği, bu izi takip edenlerin sevaplarına ortak olacağı umulur. Bir hadis rivâyeti şöyledir: "İslâm'da iyi bir çığır açan kimseye, bunun sevabı vardır. O çığırda yürüyenlerin sevabından da kendisine verilir. Fakat onların sevabından hiçbir şey noksanlaşmaz. Kim de İslâm'da kötü bir çığır açarsa, o kişiye onun günahı vardır. O kötü çığırda yürüyenlerin günahından da ona pay ayırılır. Fakat onların günahından da hiçbir şey noksanlaşmaz." [234]
Askerlik, içinde yaşadığı rejimi korumak amacıyla yapılan görevlerin adıdır. Bu eylemi yapana da asker denir. Bir kimse, İslâm için, İslâm devleti/rejimi için askerlik yapıyorsa, “Müslüman” ismini ve hükmünü hak eder. Küfür sistemi için askerlik yapıyorsa… “İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfirler ise tâğut yolunda savaşırlar.”[235]
Mü’min sayılmak için tâğutu (tüm kurum ve kurallarıyla birlikte) inkâr etmek zorunda olan[236] bir kimse, tâğûtî sistem için, onu korumak ve kollamak, rejimin düşmanlarıyla savaşmak amacıyla askerlik yapıyorsa, tâğûtun askeri sayılır. Tâğûtî düzenlerin kurumsallaştırdığı askerlik teşkilatı; tâğûtî rejimleri ayakta tutan en büyük direklerden birisidir; tâğût ve düzen bu askerî güçle ayakta durabilmektedir. Burada askere istemeden de giden mü’minleri aceleci bir yaklaşımla tekfir etme gibi bir suçu işlemek de doğru değildir. Müstaz’af mü’minlerin başka çıkış yolu bulamadığı halde askere gitmek zorunda kaldığı halde Müslüman kalabilmesi için gerekli şartlar vardır: Tâğuta hizmet niyeti taşımaması, orada işlenmesi muhtemel olan şirk, küfür ve haramları ve bunlardan kendisini nasıl koruyacağını bilmesi, küfür olan söz, düşünce ve amellerinden kendini koruması, onlara hiçbir konuda velâyet hakkı vermemesi, İslâm’ın temel inanç ve esaslarından tâviz vermemesi gerekir.
"İman edenler Allah yolunda savaşırlar; kâfirler ise tâğut yolunda savaşırlar."[237] Mü’minlerin tâğuta mutlak itaatleri, yani onlara kulluk yapmaları Kur’an’la yasaklanmış ve onları reddedip inkâr etmeleri emredilmiştir.
Onların gönüllü askeri olmaları küfürdür. Kim, gönül rızasıyla, isteyerek, seve seve kâfirlere askerlik yaparsa kâfir olur.
Ancak, istemeyerek askerlik yapmak zorunda bırakılanlar (eğer askerlik yaparken yemin etmezler, marşlarda ve derslerde küfür kelimelerini söylemezlerse) tekfir edilmemelidir.
"Mü’minler mü'minleri bırakıp da, kâfirleri dost ve idareci edinmesinler. Kim bunu yaparsa, ona Allah'tan hiçbir şey (yardım) yoktur. Onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmış olmanız hâriç. Allah size, asıl kendisinden korkmanızı emrediyor. Nihayet gidiş de ancak Onadır." [238]
Hz. Peygamber, bir rivâyette; "Şüphesiz Allah, ümmetimden hata, unutma ve üzerine zorlandıkları şeyin hükmünü kaldırmıştır"[239] buyurmuştur.
Bu nasslar ışığında diyebiliriz ki; Bir mü’min, askerlik yapmamak için elinden gelen imkânları kullanacaktır. Eğer başka hiçbir yol bulamadıysa, kerhen (istemeye istemeye), zorla askere götürülmesinde kendisi için tekfir edilecek bir durum olmaz. Bu durum, aynen bazı mü’minlerin hapse atılmasına benzer. Nasıl hapiste yatmak küfür kabul edilmezse, aynı şekilde kişinin haksız yere hapse atılır gibi, belirli yaşa geldiğinde askere atılması (alınması) da (orada küfür olan davranış ve sözlerden sakındığı müddetçe) küfür sayılmaz. Bu durum, ruhsattır ve mü’minlerin güçlerinin yetmemesiyle ilgilidir.
Azimet ise, her ne pahasına olursa olsun askere gitmemektir. Buna gücü yeten insan, övgüye lâyıktır. Ama bunu her mü’minin yapmasının istenmesi doğru değildir. Askere gitmemek için gücü yetmeyip mecburen gitmek zorunda kalanlara anlayışla bakmak gerekir. İslâm, sadece kahramanların dini değil, aynı zamanda bedevilerin, zayıf ve güçsüzlerin de dinidir. “Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Allah, kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez.”[240] “Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez.”[241]
Elbette, kâfirler safında mü’minlere karşı savaşmak, savaşa katılmak farklıdır. Hiçbir mü’min kâfirler safında savaşamaz. Tâğutlar safında savaşmak küfürdür. [242]
Askerlik; belli bir sistemi muhâfaza ve müdâfaa etmek amacıyla yapılan eylemin adı, bunu yapan da asker olduğuna göre; bir Müslüman tâğûtî sistemi korumak amacıyla tâğûtun askerî teşkilatına katılmışsa elbetteki o da tâğûtun askeri olmuştur. Ama tâğûti sistemi muhâfazâ ve müdâfâ etmek amacıyla değil, bir an önce onların zulmünden kurtulmayı düşünerek askere giden ve onu küfre düşürecek durumlardan hiçbirini yapmayan bir Müslüman, elbette böyle yaparak yine de Müslüman kalabilir ve tâğûtun askeri sayılmaz. Bu söylenen şeyler zor olmasına rağmen imkânsız şeyler değildir. Bu sebeple tâğûti sistemde her askere giden müslümana, “tâğûtun askeri oldun” denilmez. O halde tâğûti düzende askere gitmek bizatihi küfür olmayıp, orada işlenmesi muhtemel olan ameller, söylemler veya inançlar sebebiyle küfür olur. Tâğûtun askeri olmak ise bizatihi küfürdür.
“Hatırlayın o zamanı ki, sizi Fir’avn'ın soyundan (onun taraftarlarından) kurtardık...” [243]; “...Firavun taraftarlarını denizde boğduk. [244]Bu âyetlerde geçen Firavun’un ehli/yakın çevresi konusunda Elmalılı şu açıklamaları yapar: “Âl” kelimesi, başlıca şan ve şöhret sahiplerine denir. Âl-i Firavun, Firavun’un dininin ehli, kavmi ve özellikle tâbileri (askerleri) ve köleleri demektir. Âyette “Firavun’dan kurtarmıştık”denilmeyip de “Firavun’un âlinden (soyundan ve taraftarlarından) kurtarmıştık” buyrulmasında önemli bir nükte anlaşılıyor ki, bununla yapılan zulümlerin temsilcisi Firavun ise de, bunda asıl sorumluluğun ondan daha çok ona uyanlara ait olduğu ifade edilmiştir. Çünkü Firavun, yaptıklarını bunların eli ve bunların hizmeti ile yapmıştır. Yine, devamındaki âyette “Âl-i Firavnı/Firavun taraftarlarını denizde boğduk.”[245] buyrulur. Firavun’un boğulması bu âyette açıkça beyan edilmemiş ve yukarıda geçtiği şekilde, asıl Firavun ehlinin cezası gösterilmiş ve Firavun da bunların içine dâhil edilmiştir. Başka âyetler, Firavun ve taraftarlarının boğulmasını daha fazla açıklar.” [246]
“Âl-i Firavun” hem Firavun’un ailesinden olan kişileri, hem de ülkenin yönetici sınıfına mensup olan kimseleri ihtivâ eder.[247] Bakara sûresi 49 ve 50. âyetlerde işlenen bu zâlimce fiilin, Firavun ehline nisbet edilme sebebi -onun emriyle ve onun otoritesinden güç alarak- bu işi bizzat yapmalarından ve doğrudan bu fiili işleyen kimsenin yaptığı bu işinden dolayı sorumlu tutulacağının bilinmesi içindir. Taberî der ki: İfadenin bu şekilde olması şunu gerektirir: Bir zâlim, birisine herhangi bir kişiyi öldürme emrini verse, emrolunan kişi de o şahsı öldürse, öldüren kişi bundan sorumlu tutulur. Zâlim ile katil birlikte öldürülürler. Zâlim emir verdiği için katil de fiilen bu işi yaptığı için öldürülür. Bu görüş, en-Nehâî'nin görüşüdür, İmam Şâfiî ve Mâlik'in görüşüdür. İmam Şâfii der ki: Hükümdar, bir kimseye birisini öldürme emrini verse, emrolunan kişi de hükümdarın öldürme emrini haksızca verdiğini bilse, emri yerine getirene de hükümdara da birlikte kısas uygulanır. [248]
Kur'an-ı Kerim'de çeşitli âyetlerin, Firavun'u fert olarak ele almaktan çok onu erkânıyla birlikte zikretmesi dikkat çekicidir. Birçok âyette Firavun'un ailesi (âl-i Fir'avn), avanesi (mele'), kavmi ve askerleriyle (cünûd) birlikte anılması, onun tek bir kişi olmaktan ziyade, bir sembol olarak takdim edildiğini göstermektedir. Kur’an, Firavun’un en önemli suç ortağı olarak onun askerlerinden/cunûdundan birçok âyette [249] bahseder. Hz. Mûsâ, insanlık tarihinde hak, adalet ve sağduyuyu temsil eden nübüvvet zincirinin bir halkasını oluştururken Firavun da, Karun, Hâmân ve askerleri bunun karşısında yer alan bir zihniyeti temsil etmektedirler.
Kur’an’da Hz. Mûsâ ve döneminden, Firavun ve çevresinden uzunca bahsedilmesi, hak-bâtıl mücadelesinde baş örneklik oluşturmasıyla ve evrensel İlâhî kanunlara, toplumsal sünnetlere numune olmasıyla ilgilidir. Mûsâ ve Hârun hak dâvâyı temsil ettikleri gibi, karşı cephenin tüm elemanları da mevcuttur bu yapıda.
Tarihî kişiliklerinden çok, sembol karakterleri oluşturur Firavun, Hâman, Karun, Bel’am, Sâmirî, hatta yahudileşme süreciyle benî İsrâil. Firavun, zâlim yöneticiye örnektir, tuğyan ve ifsâdın sembol kişisidir. Hâmân, zâlim yönetimin bürokrat ve askerî yetkililerine örnek şahsiyettir. Cünûd: Firavun’un askerleri, ajanları ve polislerinin; Karun da, mal ve servet düşkünü emperyalist ve kapitalist para babalarının sembolüdür. Allah ve Peygamber adıyla insanları aldatmayı da Bel’am ve Sâmiri temsil etmektedir. Bunlar, zulmün duayenleridir. Kur’an, başta bunlara ve yardımcılarına “âl-i Fir’avn” ve “mele-i Fir’avn” demektedir. Bütün bunlar, her tarih kesitinde ve her toplum kesiminde ortaya çıkan zâlimlerin ortak ve örnek isimleri olmuştur.
“O (Firavun) ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve gerçekten Bize döndürülmeyeceklerini sandılar. Biz de onu ve askerlerini yakalayıp denize atıverdik. Bir bak, zâlimlerin sonu nasıl oldu? Onları ateşe çağıran öncüler kıldık. Kıyâmet günü onlar yardım görmeyeceklerdir. Bu dünyada arkalarına lânet taktık. Onlar, Kıyâmet gününde de kötülenmişler arasındadır.” [250]
“Şüphesiz Firavun ile Hâmân ve askerleri yanılıyor, yanlış yapıyorlardı.” [251]
Kur’an’a baktığımızda, Firavun ve çevresi arasında organizeli bir uyum görürüz. Bu, davranış ve yaşayışta birlikte olmanın ve bir diğerine ayak uydurmanın ötesinde “uyarlanma” ürünü bir uyum, danışıklı bir uyumdur. Tepede oturuyor olmasına karşın Firavun, bu çevresi içinde kendince kararlar alıp uygulayan ve diğerlerini de kendine uydurmak ve karşı çıkmaktan alıkoymak üzere “baskı” altında tutan bir ceberut olarak gözükmez. Öyle ki, en küçüğünden en büyüğüne dek yapılan işlerin hemen hemen tümü bu mele’nin/çevrenin sözbirliği ve işbirliği ile gerçekleştirilir; neredeyse Firavun, yaptıkları ve yapacakları için onlardan “onay” alır. Görünen bir Firavun saltanatı olmakla birlikte, gerçek olan Mısır’da bir firavunlar saltanatının bulunduğudur. Nemrud’da gözlenen “tek adam” imajı, Firavun için pek sözkonusu değildir; Bu tarafıyla Firavun idaresi, günümüzdeki demokrasi yönetimine benzetilebilir. Firavun, tüm yetkiyi kendinde toplayan diktatörlerden çok, meclisinin ve kanunlarının kararlarını uygulayan basbayağı bir demokrat kişiliktir. Oradaki mele’in yerini üyelerinin şeklen birbiriyle uyumlu gözüktüğü günümüzdeki meclisler almış, sihirbazların yerini de medya. Karun’un yerini kartel ve holdingler, Hâmân’ın yerini de rütbeli subaylar ve üst kademe bürokratları; anlayacağımız Firavunî yönetim cephesinde yeni bir şey yok.
Hz. Musa ve Hârun, diğer peygamberlerin aksine, Firavun kavmine değil; Firavun’a ve Firavun’un mele’ine/erkânına gönderilir. Bu erkân arasında Hâmân’ı, Karun’u ve bunların sahip bulunduğu askerleri sayabiliriz. Doğal olarak bir de “aile” vardır. Kur’an’ın “Firavun ve erkânının kendilerine kötülük etmelerinden korktukları için, kavminin bir kısım gençleri dışında, kimse Musa’ya inanmamıştı”[252]mealindeki âyetinde gözlemlediğimiz bu çevre, öylesine etkin ki, Hz. Mûsâ ile tartışması sırasında Firavun, onlara dönerek “ne buyurursunuz?” diye sorma gereğini duymakta ve gösterdikleri önlemleri uygulamaya koymaktan da geri kalmamaktadır. Büyücülerin İslâm’ı kabullenmeleri üzerine İsrâiloğullarının Mısır’dan çıkmaları için izin vermeye niyetlenen Firavun’a, bu çevre “Mûsâ ve kavmini yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar, seni ve tanrılarını bıraksınlar diye mi koyuveriyorsun?” sözleri ile karşı çıkınca, karar hemen değişebilmekte ve öneriler doğrultusunda “oğulları öldürüp kızlarını alıkoymak” türünden bir uygulama başlatılmaktadır.
Firavun ailesinden olan gizli mü’min ile Firavun’un yanında değeri büyük olan eşi Asiye’nin, imanlarının açığa çıkması üzerine şehid edilmiş olmaları ise, bu mele’nin (güncel deyimle etkili ve yetkili çevrenin, egemen güçlerin), aileden daha güçlü, daha baskın ve Firavun nezdinde daha sayılır olduğunu göstermesi açısından önemli bir noktadır.
Dâru’l-İslâm; "Müslümanların idâre ve hâkimiyetleri altındaki yerdir."[253] Üzerinde İslâm’ın hâkim olduğu yerleri (dâru’l-İslâm’ı) her türlü tehdit ve tehlikeden korumaya çalışmak şarttır. Çünkü orada yaşayan İslâm toplumunun mal, can ve ırzını koruma, selîm aklını ve fıtratını muhâfaza edecek tedbirler alma, din ve vicdan özgürlüğünün devamını sağlama ile eş değerdedir.
Elbette İslâm'da vatanın korunması ve bunun için insanların sorumluluk yüklenmesi gerekli bir iştir, farzdır. Ama vatan neresidir? Vatan İslâm'ın hâkim olduğu yerdir. Bu ülke ise İslâm'ın dışlandığı, Allah’ın hükmüyle hükmedilmeyen, şirkin egemen olduğu bir ülkedir. Bu durumda bu sisteme inanmayan insanların sistemin muhâfazası için silah altına alınması saçma ve haksız bir iş olmaktadır.
İslâm devletinde gayri müslimlere askerlik zorunluluğu yoktur. Laik veya liberal geçinen rejimlerin de Müslümanlara zorla askerlik yaptırmaları kabul edilemez.
Bulunduğumuz konumda yaşamakla ve yansıtmakla mükellef olduğumuz Rabbânî tavırlar, güç yetireceğimiz tavırlardır. Câhilî sistemlerin empoze ettiği güç anlayışı ile "Bunlara gücümüz yetmez" demek, câhilî bir mâzeretle Rabbânî bir yoldan çıkmak demektir. Çünkü bizlere bu tavırları yükleyen şânı yüce Rabbimiz "Allah hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez"[254] hükmü ile, bulunduğumuz konumda bizlere yüklenen tavırların, güç yetirebileceğimiz tavırlar olduğunu beyan etmektedir.
Müslümanlar, hangi coğrafyada yaşarlarsa yaşasınlar, dünyadaki bütün Müslümanlar esas itibarıyla bir tek millet/ümmet teşkil ederler. Bir müslümanı bağlayan hukuk, içinde yaşadığı devlete “vatandaşlık” değil; Allah’ın hükmüne tâbi olmak, yani O’na, yalnız O’na “kulluk”tur.
“Vatan sevgisi”, cennet sevgisi demektir. Müslümanın esas vatanı, ana vatanı, baba ocağı orasıdır. Babamız Âdem ve anamız Havvâ, ilk olarak orayı vatan edinmişlerdi ve esas gideceğimiz yer, hazırlandığımız ve yatırımlarımızı yaptığımız mekân orasıdır. Dünyanın hiçbir yeri bizim gerçek vatanımız olamaz, burada misafiriz, yolcuyuz. Kaldı ki hiçbirimiz doğacağımız yeri kendimiz seçmedik. Her insan için doğduğu yer kutsal sayılınca, her insana göre kutsal olan da değişecek, aralarındaki üstünlük de göreceli olacaktır. Ölçü, insanın kendisi olursa, İlâhî ölçüleri kendi sübjektif ölçülerine göre tahrif eder.
Arzın/Ülke Topraklarının Kutsallaştırılıp Putlaştırılması
Bir insan, belli bir yerde değil; tüm yeryüzünde halife olması için yaratılmıştır. İslâm'ı, bulunduğu yerde yaşayıp oraya hâkim kılmak için çalıştığı gibi, dünyanın ulaşabildiği her tarafına da götürme zorunluluğu vardır. Bir insan, doğacağı yeri seçme hakkına sahip olmadığından, tercihinde olmayan bir konudan dolayı ne ayıplanır, ne de şereflenir. Allah, bizi bu topraklarda değil de; çok farklı hatta sevmediğimiz bir yerde dünyaya getirebilirdi; diğer insanların oralarda dünyaya gelmesi gibi. O zaman o yaratıldığımız yerin mi, yoksa şimdi yaşadığımız yerin mi kutsal olması gerekecekti? Müslüman için tüm arz Allah'ın mülküdür. Hepsi aynı değerdedir. Bir yerin fazileti, orada inanılıp uygulanan inançla ilgili olmalıdır. Toprak, üstünde yaşayan insanların inançlarıyla bütün olarak değerlendirilmelidir. Bu arada nice insanın hadis diye ileri sürdüğü “Hubbu’l vatan mine’l îman (Vatan sevgisi imandandır)” ifadesinin hadis olmadığını, mevzû/uydurma olduğunu söyleyelim.[255] İnsanın ırkına, doğduğu yere göre bir toprak parçasına kutsallık atfetmesi, Allah için değil de; o toprak parçası için ölümü göze alabilecek hale gelmesi, vatanın -üzerinde hangi hükümlerin uygulandığına bakılmadan- yüceltilmesi bu açıdan değerlendirilmelidir. Vatan kelimesi Kur'an'da geçmez. İslâmî açıdan yurt veya vatan "dâr" kelimesiyle ifade edilir. İslâm toplumunun yaşadığı ve hâkim olduğu yerler için klasik ve meşhur değerlendirmeye göre "dâru’l-İslâm" kabul edilirken; müslümanların idâre ve hâkimiyetleri altında olmayan, câhiliyye toplumunun yaşadığı yerler ise İslâm vatanı sayılmaz. İslâm’laşması gereken yerdir orası. Eğer bir kimse, yaşadığı ülkede İslâmî inancını, tevhidî duruşunu ve dinini yaşama hürriyetini kaybetmişse; gücü yetiyorsa cihad ederek bu temel haklarını yerli veya yabancı işgalcilerden geri alması gerekir. Cihadın Kur'an'da ve Sünnette çok büyük önemi vardır.
Ayrıca, içinde Kâbe'nin bulunmasından dolayı müslüman açısından dünyanın en kutsal yeri sayılmaya müsâit olan bir vatanda, Hak Dinin yaşanamadığı için oradan hicret eden Rasûlullah ve ashâbının, aynı zamanda gerçek vatanları olan Mekke'deki yönetime karşı inanç savaşı yaptıkları unutulmamalıdır. Medine için, oradaki hurmaları için savaşan kimsenin mücâdelesinin ise Allah için olmadığı, ancak Allah yolunda savaşanların cennetle müjdelenen şehitler olabileceğini Rasûlullah'ın hadislerinden öğreniyoruz.
Kur’an’da iki çeşit yönetici vardır. Biri, hoşlanmadığımız durumlarda bile itaat etmek zorunda olduğumuz, Allah’ın indirdiğiyle hükmeden bizden olan yönetici, yani “ülü’l-emr.”[256] İkincisi, hiçbir halde itaat edemeyeceğimiz, onun iyi taraflarını bile kabul edemeyeceğimiz kötülük odağı, şeytanın siyasal versiyonu “tâğut”. İşte bu ikinci yöneticiyi aynı zamanda inkâr etmemiz, iyiliklerini örtmemiz iman için şart koşuluyor.[257] Güne kâfirlere ültimatomla başlamamız Peygamberimizin sünneti: Her sabah ilk işimiz namaz kılmak. Sabah namazının ilk kıldığımız sünnetinin ilk rekâtında Fâtiha’dan sonra “Kâfirûn” sûresi okumak sünnettir. Bu sûrede “De ki: ‘Ey kâfirler! Tapmam sizin taptıklarınıza… Sizin dininiz size, benim dinim bana!”[258] Günümüzü de benzer bilinçle kapatıyoruz: Gece, en son kıldığımız namaz yatsıdan sonra vitir namazı. Onun da en son rekâtında okuduğumuz kunut duâsı. Bu duada “ve nahlau ve netrukü men yefcuruk” diye Allah’a söz veriyoruz. Yani diyoruz ki: “(Ey Allahım!) Biz Sana isyan eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi (yönetimden, liderlikten) hal’ edip alaşağı ederiz, onu kendi haline terk ederiz.” Nahlau (hal’ ederiz) derken kullandığımız hal’ kelimesi, “ehl-i hal’ ve’l-akd” denilen yöneticiyi azletme ve yeni bir yönetici atama konusunda ehil olan şahısların yaptığı iştir. “Yöneticiyi makamından indirmeye, alaşağı etmeye” hal’ etme denir. Ve netrukü: Terk ederiz, onu yardım(cı)sız bırakır, onunla ilişkilerimizi keseriz, ona destek olmayız, onu inkâr ederiz. Dikkat edilirse, Allah’a isyan eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi, sadece bu vasıflarıyla hal’ etme sözü veren müslüman, yüz binlerce insanı Allah’a isyan etmeye sevk eden, onların fâsık ve fâcir, hatta müşrik olmasına zorlayıp yönlendiren tâğutlara karşı haydi haydi hal’ etme sözü vermiş olacaktır. İşte, bizim namazımız bile tâğutlara bir ültimatom ve onlara karşı nasıl tavır takınacağımıza dair bir ahid ve söz verme, bir siyasî bilinçtir.
"İman edenler Allah yolunda savaşırlar; kâfirler ise tâğut yolunda savaşırlar."[259] Mü’minlerin tâğuta mutlak itaatleri, yani onlara kulluk yapmaları Kur’an’la yasaklanmış ve onları reddedip inkâr etmeleri emredilmiştir.
Onların gönüllü askeri olmaları küfürdür. Kim, gönül rızasıyla, isteyerek, seve seve kâfirlere askerlik yaparsa kâfir olur.
Ancak, istemeyerek askerlik yapmak zorunda bırakılanlar (eğer askerlik yaparken yemin etmezler, marşlarda ve derslerde küfür kelimelerini söylemezlerse) tekfir edilmemelidir.
"Mü’minler mü'minleri bırakıp da, kâfirleri dost ve idareci edinmesinler. Kim bunu yaparsa, ona Allah'tan hiçbir şey (yardım) yoktur. Onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmış olmanız hâriç. Allah size, asıl kendisinden korkmanızı emrediyor. Nihayet gidiş de ancak Onadır."[260]
Hz. Peygamber; "Şüphesiz Allah, ümmetimden hata, unutma ve üzerine zorlandıkları şeyin hükmünü kaldırmıştır"[261] buyurmuştur.
Bu nasslar ışığında diyebiliriz ki; Bir mü’min, askerlik yapmamak için elinden gelen imkânları kullanacaktır. Rapor alma veya benzeri yolları denemek zorundadır. Eğer başka hiçbir yol bulamadıysa, kerhen (istemeye istemeye), zorla askere götürülmesinde kendisi için tekfir edilecek bir durum olmaz. Bu durum, aynen bazı mü’minlerin hapse atılmasına benzer. Nasıl hapiste yatmak küfür kabul edilmezse, aynı şekilde kişinin haksız yere hapse atılır gibi, belirli yaşa geldiğinde askere atılması (alınması) da (orada küfür olan davranış ve sözlerden sakındığı müddetçe) küfür sayılmaz. Bu durum, ruhsattır ve mü’minlerin güçlerinin yetmemesiyle ilgilidir.
Azimet ise, her ne pahasına olursa olsun askere gitmemektir. Buna gücü yeten insan, övgüye lâyıktır. Ama, bunu her mü’minin yapmasının istenmesi doğru değildir. Askere gitmemek için gücü yetmeyip mecburen gitmek zorunda kalanlara anlayışla bakmak gerekir. İslâm, sadece kahramanların dini değil, aynı zamanda bedevilerin, zayıf ve güçsüzlerin de dinidir. “Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Allah, kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez.”[262]; “Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez.” [263]
Elbette, kâfirler safında mü’minlere karşı savaşmak, savaşa katılmak farklıdır. Hiçbir mü’min kâfirler safında savaşamaz. Tâğutlar safında savaşmak küfürdür. "İman edenler Allah yolunda savaşırlar; kâfirler ise tâğut yolunda savaşırlar."[264] Mü’minlerin tâğuta mutlak itaatleri, yani onlara kulluk yapmaları Kur’an’la yasaklanmış ve onları reddedip inkâr etmeleri emredilmiştir.
Yolların ayrılış noktasındayız: İnsan, ya tâğuta tâbi olup geçici zevkler peşinde koşacak; o zaman sonuç, dünyada zillet ve kullara kulluk; tâğuta kalben teslim olmak (iman etmek) suretiyle hevâ ve heveslerine göre yaşamanın sonucu âhirette de varış, cehennem olacaktır. Veya tâğutları reddedip Allah'a dostluk; hayatını İslam'ın hükümlerine göre tanzim edip izzetli, onurlu bir hayat ve cennet: "Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah'a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır."[265] Bu iki inanç ve yaşama biçiminin dışında üçüncü bir durumdan söz etmek mümkün değildir!
Sorular
- Cehâlet, mâzeret midir, değil midir? Yoksa; insanın konumuna, bulunduğu mekâna, çevresine, eğitimine, devletin durumuna ve kendisine tebliğ ulaşıp ulaşmadığına göre hüküm değişir mi? Durum böyle ise kimler mazurdur, kimler sayılmaz?
- Resmî câmi görevlilerinin arkasında Cuma Namazı kılınır mı, kılınmaz mı? Bu konuda seçici mi davranmak gerekir? Çoğunluğun dini ketmetmesi, hakla bâtılı karıştırması, düzeni koruması gibi problemlerinden yola çıkarak çoğunluğun hükmü mü verilir? Camilerde Cuma namazı kılmak caiz olmazsa, nerede ve nasıl Cuma kılabilirler Müslümanlar? Bu durumda Cum namazını terk edip öğle namazı mı kılsınlar? Diğer Namazlar konusunda resmi görevliye uyabilirler mi?
- Devlet Memurluğu, reddedilmesi farz olan tâğutun emrine girmek mi sayılır? Memurluk caiz mi, yoksa haram mı kabul edilmeli? Her türden memur aynı mıdır, yoksa memurlar arasında farklı hüküm vereceğimiz alanlar mı vardır? Bir mü’min, Allah’tan başka bir şey üzerine yemin edebilir mi, ederse hükmü nedir? Memur yemini içinde küfür lafızları var mıdır? İkrah yokken küfür lafızları söyleyenin hükmü nedir?
- Tâğutun mahkemesine müracaat etmek zorunda kalan ile isteyerek ve adalet sağlanacağı ümidiyle müracaat arasında fark var mıdır? Mecbur kalan bir mazlum ve mağdur, hakkını başka şekilde alamıyorsa ne yapmalıdır?
- Oy vermek meşru mudur? Bir mü’min demokrasiyi savunabilir mi? Oy verenin hükmü nedir? Oy vereni sırf bu hareketinden dolayı tekfir etmek yerine, oy vermenin hükmünü öne çıkarma konusunda nasıl düşünüyorsunuz?
- Resmî okullarda çocuklarını okutmanın hükmü nedir? Alternatif oluşturmadan okula gönderilmeyen çocuğa ne yaptırmalı?
- Askerlikten hep kaçıp durmalı mıyız? Askere gitmek her şartta küfür müdür, hangi sebeplerden dolayı küfürdür? Askerlikle hapishane arasında nasıl bir ilişki kurulabilir?
[1] 16/Nahl, 89
[2] 12/Yusuf, 111
[3] 4/Nisâ, 59
[4]Bak. 2/Bakara, 256; 4/Nisâ, 60 vb. âyetler
[5] 5/Mâide, 79
[6] 9/Tevbe, 9
[7] 2/Bakara, 41-42
[8] Abdurrahman Dilipak, Bu Din Benim Dinim Değil, İşaret/Ferşat Yay., s. 36-37
[9] 4/Nisâ, 141
[10] Ebû Dâvud
[11] Tirmizî
[12] 2/Bakara, 256
[13] 2/Bakara, 42
[14] 3/Âl-i İmran, 71
[15] 2/Bakara, 174-176
[16] 3/Âl-i İmran, 187
[17] 2/Bakara, 159-160
[18] Ebû Dâvud, İlm 9, hadis no: 3658; Tirmizi, İlm 3, hadis no: 2651; Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 11, s. 501
[19] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 538
[20] Buhâri, Fiten, 17; hadis no: 46; Müslim, Zühd 7, hadis no: 51 (2989)
[21] Ahmed bin Hanbel, 5/301, hadis no: 3790; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2865
[22] 2/Bakara, 138
[23] 2/Bakara, 40, 41; 3/Âl-i İmran, 175
[24]2/Bakara, 256
[25] el-Askalânî, Fethu’l Bârî, c. 12, s. 299
[26] Ahkâmu’l Kur’an, c. 4, s. 348
[27] İkrâfu’l Mulhidîn, s. 59
[28] Kurtubî Tefsiri, Tevbe sûresi 65. âyetinin tefsirinde nakledilir.
[29] 16/Nahl, 106
[30] İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gâbe, I V, 130 vd.
[31] Müslim, Eymân 1, 4
[32] Buhârî, Cenâiz 84, Edeb 44, 73, Eymân 7; Müslim, İman 176, 177; Tirmizî, Nüzûr 16; Nesâî, Eymân 7, 11, 31; İbn Mâce, Keffârât 3
[33] Müslim, Eymân 3, hadis no: 1646
[34] Müslim, Eymân 4; S. Müslim Terc. ve Şerhi, A. Davudoğlu, c. 8, s. 218
[35] Müslim, Eymân 4; S. Müslim Terc. ve Şerhi, A. Davudoğlu, c. 8, s. 218
[36] Müslim, Eymân 20, hadis no: 1653
[37] Müslim, Eymân 21, hadis no: 1653; Ebû Dâvud, Eymân 8, h. no: 3255; Tirmizî, Ahkâm 19, h. no: 1354
[38] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 236
[39] Tirmizî, İman 8, İbn Mâce, Fiten 12
[40] 6/En’âm, 121
[41] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, c. 5, s.415-416; Âyete dair diğer nakiller için bk. İbn Kesir Tefsiri, c. 2, s. 272; Ebu’s Suud, c. 2, s. 438; şaravî, c. 7, s. 3910; Kasımî, c. 6, s. 2491
[42] 47/Muhammed, 25-26
[43] İbn Kesir Tefsiri, c. 13, s. 7307
[44] Şenkıtî, Edvâu’l Beyan, c. 3, s. 383
[45] 28/Kasas, 17
[46] Âlûsî, Ruhu’l Meânî, c. 20, s. 49
[47] Ebû Hureyre’den, Mecmûu’s Sağîr, s. 398
[48] Kifâyetu’l Ahyâr, s. 455
[49] el-Envâr, Hîbe Bâbı, -1/663-
[50] Gazali, İhyâu Ulûmi’d Din, c. 2, s. 139-150
[51]Telbîsu’l İblis, s. 118
[52]Kurtubî, Tevbe sûresi 108. âyetin tefsiri
[53]Mevdûdi, Fetvâlar, c. 1, s. 439
[54]Alaaddin Palevi, Mühim Soruların Cevabı, s. S. 37
[55] 4/Nisâ, 10
[56] İbni Teymiyye, er-Resaili'1-Merdaniyye
[57] 4/Nisâ, 60-61
[58] Ahmed b. Hanbel, I,190, 193
[59] Ahmed Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 440-441
[60] 33/Ahzâb, 36
[61] 7/A’râf, 54
[62] 12/Yûsuf, 40
[63] 16/Nahl, 17
[64] 35/Fâtır, 3
[65] 7/A’râf, 3
[66] 42/Şûrâ, 21
[67] 42/Şûrâ, 10
[68] 6/En’âm, 121
[69] 4/Nisâ, 65
[70] 24/Nûr, 47-48
[71] 5/Mâide, 44
[72] 5/Mâide, 50
[73] 95/Tîn, 8
[74] 4/Nisâ, 59
[75] 33/Ahzâb, 36
[76] 7/A’râf, 54
[77] 6/En’âm, 82
[78] 12/Yûsuf, 40
[79] 39/Zümer, 17-18
[80] 3/Al-i İmrân, 31-32;Yine Bak. 4/Nisâ, 60, 61, 64; 49/Hucurât, 15; 29/Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214; 24/Nûr, 50-54; 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16; 23/Mü’minûn, 115.
[81] 18/Kehf, 26
[82] 17/İsrâ, 23
[83] 12/Yûsuf, 40
[84] 25/Furkan, 43
[85] 6/En’âm, 153
[86] 2/Bakara, 85
[87] 5/Mâide, 49
[88] 2/Bakara, 42
[89] 2/Bakara, 257
[90] 6/En’âm, 129
[91] 42/Şûrâ, 21
[92] 2/Bakara, 256
[93] 16/Nahl, 36
[94] 30/Rûm, 32
[95] 9/Tevbe, 31
[96] Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292; Tirmizî şerhi Tuhfetu’l-Ahvezî, hadis no: 5093
[97] 15/Hıcr, 94-95
[98] İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4204, 4205
[99] Mecmûu’s Sağîr, 398, Ebû Hureyre’den
[100] Ahmed bin Hanbel, 5/301, hadis no: 3790; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2865
[101] Ahmed bin Hanbel, 5/251; İbn Hibban, Sahih, hadis no: 257; Hâkim, el-Müstedrek, 4/92
[102] Ahmed bin Hanbel, 5/251; İbn Mâce, Fiten 20, hadis no: 4011-4012; Tirmizî, Fiten 13, hadis no: 2175; Ebû Dâvud, Melâhim 17
[103] İbn Kesir, Hadislerle K. K. Tefsiri, c. 5, s. 2089
[104] Deylemî; İbn Aslâkir, Tarih
[105] Râmuz el-Ehâdis, c. 2, s. 445
[106] 4/Nisâ, 60-61
[107] 12/Yusuf, 40
[108] 16/Nahl, 36
[109] 33/Ahzâb, 21
[110] 28/Kasas, 57
[111] 2/Bakara, 85
[112] 13/Ra'd, 11
[113] 3/Âl-i İmrân, 103
[114] 30/Rûm, 32
[115] 17/İsrâ, 73-75
[116] 2/Bakara, 42
[117] 5/Mâide, 49
[118] 15/Hıcr, 94-95
[119]24/Nûr, 55
[120]Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur'an, c. 3, s. 497-499
[121]5/Mâide, 3
[122] Müslim, Cum'a 43, hadis no: 867, 2/592; Ebû Dâvûd, Sünne hadis no: 4606, 3/201; İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 45-46, 1/17; Nesâî, Iydeyn 22, 3/153
[123] İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 49
[124] 42/Şûrâ, 21
[125] 3/Âl-i İmrân, 142
[126] 2/Bakara, 214
[127] 5/Mâide, 45
[128] 11/Hûd, 113
[129] 11/Hûd, 112
[130] Müslim, Eymân 4; S. Müslim Terc. ve Şerhi, A. Davudoğlu, c. 8, s. 218
[131] Müslim, Eymân 21, hadis no: 1653; Ebû Dâvud, Eymân 8, h. no: 3255; Tirmizî, Ahkâm 19, h. no: 1354
[132] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. 5, s. 3130, 16/Nahl, 106 âyeti ve tefsiri
[133] Mülteka, c. 4, s. 11
[134] 4/Nisâ, 140
[135] 4/Nisâ, 138-139
[136] 12/Yusuf, 40
[137] 18/Kehf, 26
[138] 6/En'âm, 121
[139] 4/Nisâ, 60
[140] Şankıtî, Edvâü’l Beyan, c. 4, s. 83-84
[141] İmam Hasan el-Bennâ, Mecmuatu’r-Resâil, s. 287-290
[142] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, Yusuf Sûresi, âyet 108’in tefsiri
[143] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, 9/Tevbe, 31.âyetin tefsiri, c. 5, s. 415-416; Âyete dair diğer nakiller için bk. İbn Kesir, 2/272; Kasımî, 6/2491; şaravi, 7/3910; Ebu’s-Suud, 2/438
[144] Edvâu’l Beyan, c. 4, s. 73-74
[145] Said Nursi, Hutbe-i Şâmiyye, s. 98; Kastamonu Lahikası, s. 86
[146] Mehmed Zahid Koktu, Mü’minlerin Vasıfları, Seha Neşriyat, İst. 1982, s. 77 (Kotku’nun ölümünden (1980) sonra, 1985’de basılan nüshasında bu ifadelerin önemli bir kısmı çıkarılmıştır.)
[147] 5/Mâide, 44; Mustafa Sabri, Mevkıfu’l Akl, c. 1, s. 123
[148] Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l Kur’an, c. 7, s. 264
[149] İmam Kurtubî, Tevbe Sûrsi 65. âyetin tefsiri.
[150] Ebû Bekir el-Cessas, Ahkâmu’l Kur’an, c. 4, s. 348
[151] İkrafu’l Mulhıdîn, s. 59
[152] Abdullah Azzam’a Göre hâkimiylet Mefhumu, s. 112
[153] Aliyyu’l Kari, Fıkhu Ekber Şerhi, s. 124
[154] İkrafu’l Mulhıdîn, s. 59
[155] İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd, 1/38
[156] 12/Yûsuf, 40
[157] 3/Âl-i İmrân, 64
[158] Mevdûdi, el-İslâm ve’l Medeniyyetü’l-Hâdise, s. 33
[159] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, c. 7, s. 264
[160] Taberî Tefsiri,c. 10, s. 357
[161] Abudllah Azzam, hâkimiylet Mefhumu
[162] Mahmud Şâkir, Taberanî Tefsirinin Hâşiyesi, c. 1, s. 34
[163] Abdülkadir Udeh, Teşrî’l-Cinâî, s. 196
[164] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, c. 8, s. 403
[165] Muhammed Kutub, Keyfe Ned’u-n Nâs, s. 38
[166] 4/Nisâ, 140
[167] Muhammed Kutub, Vâkıunâ el-Muâsır, s. 423
[168] 12/Yusuf, 40
[169] Said Havva, İslâm, s. 83
[170] Kurtubi Tefsiri, s. 2185
[171] İbn Teymiyye, Fetvalar c. 4, Mesele 515
[172] 4/Nisâ, 65
[173]“Rabbine andolsun ki aralarında ayrılığa düştükleri şeylerde seni hakem tayin etmedikçe, verdiğin hükümden dolayı kalplerinde hiçbir sıkıntı duymadan teslim olmadıkça onlar iman etmiş olmazlar.” (4/Nisâ, 65)
[174] İbn Kesir Tefsiri, c. 1, s. 520
[175] 42/Şûrâ, 10
[176] İbn Kesir Tefsiri, c. 1, s. 518
[177] Bidaye Ve En-Nihaye c: 13 s: 119
[178] 4/Nisâ, 59
[179] 4/Nisâ, 60-61
[180] 4/Nisâ, 64
[181] 4/Nisâ, 65
[182] 42/Şûrâ, 21
[183] 10/Yunus, 59
[184] 16/Nahl, 116; Edvaül Beyan c. 4, s. 84
[185] 16/Nahl, 43
[186] Ebu Basir, Demokraside ve Çok Partili Rejimlerde İslâm’ın Hükmü, s.190-191
[187] el-İşraka, s.26-27
[188] Hükmü’l İslâm fî Demokratıyye, s. 92
[189] Dar’ul Ekam Dar’un Nedve Çarpışması, s. 85
[190] 28/Kasas, 38
[191] 26/Şuarâ, 29
[192] Bk. 5/Mâide, 44, 45, 47
[193] 12/Yusuf, 40
[194]18/Kehf, 26
[195] 5/Maide, 44, 45, 47
[196] Seyyid Kutub, İslam Düşüncesi, s.11
[197] 28/Kasas, 38
[198] 79/Nâziat, 23-24
[199] Tefsiri Kebir, 22/476
[200] Alusi, Ruh'ul Meani, 15/38
[201] Tefhim’ül Kur’an, 4/184
[202] Elmalılıl Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 6/87
[203] Abdullah Azzam, hâkimiylet Mefhumu, s. 5-6
[204] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 4/320
[205] El-Veciz fî Usûli’l -Fıkh, s. 69
[206] 5/Maide, 50
[207] İbn Kesir Tefsiri, 2/67
[208] El’Esasü Fi’Tefsir, Maide Suresi 50. ayetin tefsiri
[209] Ömer Abdurrahman’ın Kelimet’ül Hakk isimli kitabından alıntı, s. 57
[210] Fizilal-il Kur’an, 4/269
[211] Seyyid Kutup Fizilali’l Kur’an, 8/403
[212] Fizilali’l Kur’an, 9/89
[213] 3/Âl-i İmran, 64
[214]109/Kâfirûn, 1, 2, 6
[215] M. Âkif, Safahat, Âsım, Şule Y., s. 354-355
[216] 33/Ahzâb, 66-68
[217] 10/Yûnus, 87
[218] 33/Ahzâb, 66-68
[219] Tirmizî, Deavât 68, hadis no: 3711
[220] 62/Cum’a, 5
[221] 35/Fâtır, 28
[222] 29/Ankebût, 69
[223] 65/Talâk, 2
[224] 10/Yûnus, 87
[225] Buhârî, İlim 11; Müslim, Cihad 5
[226] 60/Mümtehine, 5
[227] Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, hadis no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2643
[228] 5/Mâide, 45
[229] 5/Mâide, 45
[230] Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839; Ahmed bin Hanbel, 5/301, hadis no: 3790; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2865
[231] Ahmed bin Hanbel, 5/251; İbn Mâce, Fiten 20, hadis no: 4011-4012; Tirmizî, Fiten 13, hadis no: 2175; Ebû Dâvud, Melâhim 17
[232] Tirmizî; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 2/276-302
[233] Buhârî, Ahkâm 4, Cihad 108; Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839; Tirmizî, Cihad 29, hadis no: 1708; Ebû Dâvud, Cihad 86, h. no: 2626; Nesâî, Bey’at 34, h. no: 7 -160-; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2864; Ahmed bin Hanbel, 6/111
[234] Müslim, Zekât 69; Nesâî, Zekât 64
[235] 4/Nisâ, 76
[236] 2/Bakara, 256; 4/Nisâ, 60
[237] 4/Nisâ, 76
[238] 3/Âl-i İmrân, 28
[239] Buhârî, Talâk 11, İlim 44, Şurût 12, Enbiyâ 27
[240] 2/Bakara, 286
[241] 2/Bakara, 185
[242] 4/Nisâ, 76
[243] 2/Bakara, 49
[244] 2/Bakara, 50
[245] 2/Bakara, 50
[246] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, c. 1, s. 294, 296
[247] Mevdûdi, Tefhimu’l Kur’an, c. 1, s. 75
[248] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l Kur’an, c. 2, s. 79
[249] 10/Yunus, 90; 20/Tâhâ, 28/Kasas, 6, 8, 39, 40; 51/Zâriyât, 40
[250] 28/Kasas, 39-42
[251] 28/Kasas, 8
[252] 10/Yûnus, 83
[253] es-Serahsî, el-Mebsût, X,81, Şerhu's-Siyer, IV,1253
[254]2/Bakara, 286
[255] Bk. Uydurma Hadisler, Harun Ünal, Mirac Y., c. 1, s. 79-86; Aliyyü’l Kari, Uydurma Olduğunda İttifak Edilen Hadisler, İnkılâb Y., s. 126; Sehâvî, Makasıd, s. 183; Suyûtî, ed-Düreru’l-Muntesıre, s. 108; Sâğânî, Mevduât, s. 53; Semhudî, Gammaz, s. 60; İbnü’d-Deybâ, Temyîz, s. 77, Aliyyu’l-Kari, Kübrâ, s. 189; Aclûnî, Keşfu’l Hafâ, I/413.
[256] 4/Nisâ, 59
[257] 2/Bakara, 256
[258] 109/Kâfirûn, 1, 2, 6
[259] 4/Nisâ, 76
[260] 3/Âl-i İmrân, 28
[261] Buhârî, Talâk 11, İlim 44, Şurût 12, Enbiyâ 27
[262] 2/Bakara, 286
[263] 2/Bakara, 185
[264] 4/Nisâ, 76
[265] 39/Zümer, 17-18
CİN, ŞEYTAN, BÜYÜ VE GAYB
- Cin ve Şeytan
- Şeytan ve Özellikleri; Şeytanın Görevi
- Cinler ve Özellikleri
- Cin; Mâhiyeti ve Hakkındaki İstismarlar, Yanlış Kabuller
- Cinlerin İnsanların Emrine Girmesi Mümkün müdür?
- Cinler Kaybolan ya da Çalınan Şeyleri Bilebilir mi?
- Cinlerin Yaratılış Gayesi
- Cinler Gaybı Bilebilirler mi?
- Cin ve Şeytanın İnsan ile Münâsebetleri
- Şeytanın Yaratılması ve İnsanlara Vesvese Vermesinin Hikmetleri
- Cinler ve Şeytanın Varlığı Akla Ters midir?
- Sihir (Büyü)
- Büyünün Etkisi Var mıdır?
- Peygamber’e Büyü Yapıldı mı?
- Sihrin ve Büyücünün Hükmü
- Ve Günümüz
- Üfürükçülük
- Müneccimlik, Fal ve Burç Falları
- Halka ve İp Takmak
- Nazar Boncuğu
- Gaybı Bilme İddiası
- Mutlak Gaybı Allah’tan Başka Kimse Bilmez
- Ruh, Ruh Çağırma ve Tenâsüh (Reenkarnasyon)
- Sorular
Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:
* Cin ve şeytan kelimelerinin lügat ve terim anlamlarını tanımlamak.
* Cin ve şeytanın özelliklerini ve görevlerini açıklayabilmek.
* Kur’an’da şeytan kıssasıyla ilgili âyet meallerini belirtip açıklayabilmek.
* Cinlerin gaybla ilgilerini ve cinlere peygamber gönderilip
gönderilmediğini izah edebilmek.
* Cin ve şeytanın insanla münâsebetlerini, şeytanın insana
vesvese vermesinin hikmetlerini açıklamak.
* Cinler ve şeytanın varlığının akla ters düşmediğini izah etmek.
* Sihir (büyü), üfürükçülük, müneccimlik yapmanın, fal ve burç fallarıyla
meşgul olmanın, medyumluk yapmanın hükümlerini açıklayabilmek.
* Nazar boncuğu, muska, halka ve ip takan ve bunlardan medet
umanların akaid açısından hükmünü açıklayabilmek.
* Gaybı bildiğini iddia edenlere ve bu görüşü tasdik edenlere karşı
nasıl bir tavır takınılması gerektiğini izah edebilmek.
* Ruh, ruh çağırma ve tenâsüh (reenkarnasyon) hakkında bilgi
verebilmek ve bunları akaid açısından değerlendirebilmek.
Cin ve Şeytan Kelimelerinin Lügat ve Terim Anlamları
“Cin” ismi, Arapça “cenne” kelimesinden gelir. Cenne: Örttü, gizledi, gölgeledi demektir. Kelimenin aslı, bir şeyi duyulardan gizlemek anlamındadır. Nitekim, toprağı örtülmüş bağ ve bahçeye, aynı kökten gelen cennet adı verilir. Cenin, ana rahminde saklı kalan çocuk, cenan, göğüs içinde gizlenen kalp, cinnet ve cünûn, nefis ile akıl arasında perde olan delilik anlamına gelir. Bu kelimelerin hepsinde histen gizleme anlamı vardır. Bu esasa göre cin, gizli yaratıklar cinsine delâlet eden bir cins isimdir.
İslâm’a göre rûhânî varlıklar üç kısımdır. Birinci kısma girenler, Allah’a itaat ve ibâdet eden meleklerdir ki, bunlar Allah’a hiç isyan etmezler, yanlış iş yapmazlar ve insanı aldatmazlar. İkinci kısımdakiler, şerir ve isyankâr olan şeytanlardır. Bunlar, insanları aldatırlar, şer ve kötülük için çalışırlar. Üçüncü nevi rûhânî yaratıklar ise, ikisi ortası olan gizli yaratıklardır. Bunların hayırlıları ve Allah’a itaat edenleri olduğu gibi; şerlileri ve Allah’a isyan edenleri de vardır. Özel anlamıyla cin, bunlara denir. Cin denince, mü’mini de kâfiri de olan rûhânî varlıklar anlaşılır.
“Şeytan” kelimesi ise; azgınlıkta, şer ve kötülükte emsalsiz olan, şerir ve inatçı anlamına gelen her azgına verilen bir cins isimdir. Şeytan kelimesinden, daha çok, cin cinsinden olan cin şeytanı anlaşılırsa da, kötü ruhlu insanlara da bu ad verilir. Dolayısıyla, kötü ruhla alakası olan, görülen veya görülmeyen her kötü ve haktan uzak ve insanları sapıttıran şeylere şeytan ismi verilir. Cin şeytanı olduğu gibi, insanlardan da şeytanlar vardır. İnsan ve insan şeytanı görüldüğü halde, ruhta gizlenen kötülük görülmez; eserleri ile bilinir. Bu sebeple, şeytan isminden, genel olarak, gizli ve kötü bir kuvvet, kötü ve habis ruh anlaşılır.
İnsan şeytanı, cin şeytanına tabi, ona bağlıdır. Yaratılışta her cins, bir “ilk fert” ile başladığından, “şeytan” denilince, bu cinsin ilk ferdi olan ve atası sayılan ilk şeytan, yani “İblis” akla gelir. İblis, şeytanın özel ismidir. Allah’a isyan ederek kibirlenip böbürlenen ve insan neslinin ilk ferdi Âdem (a.s.)’e secde etmeyen İblis, ilk şeytandır, şeytanların atasıdır. Şeytan cinlerdendir. “Hani Biz meleklere, ‘Âdem’e secde edin’ demiştik de, İblis’ten başkası hemen secde etmişti. O, cin’den idi. Rabbinin emrine karşı gelmişti.” [1] Şeytan, kötülüğün, küfrün, zulmün, şirkin temsilcisidir. Allah’a ilk isyan eden varlık şeytandır. Allah şeytana kıyâmete kadar yaşama hakkı vermiştir. Yani kıyâmete kadar ölmeyecek, devamlı olarak Allah’ın kullarını doğru yoldan çıkarmak için çalışacaktır.
Âyet-i kerimeden net olarak anlaşıldığı gibi, şeytan, insanları doğru yoldan, Allah’ın yolundan saptırmaya çalışacaktır; bu onun görevidir. İnsanlar içerisinde ona uyanlar olacağı gibi, ona uymayıp reddedenler de olacaktır.
Allah Teâlâ Kur’an’da, şeytanın bizim düşmanımız olduğunu bizlere defalarca bildirmiştir. Bu düşmanlık kıyâmete kadar devam edecektir. Biz mü’minler, devamlı olarak şeytandan uzak durmalıyız ve kesinlikle ona uymamalıyız. Aksi halde biz de onun gibi Allah’a isyan edenlerden oluruz.
"Ey İnsanlar! Yeryüzündeki temiz ve helâl şeylerden yiyin, şeytana ayak uydurmayın, zira o sizin için apaçık bir düşmandır. Muhakkak size, kötülüğü, hayâsızlığı, Allah’a karşı da bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.”[2]
Şeytan insanları kötülüğe ve isyana çağırırken “Ben şeytanım” dememekte, bunu saklamaktadır. Bu işi başka bir kimlikle yapmaktadır.
Günümüzde birçok insan farkına varmadan ya da bile bile şeytanın tavırlarını sergilemektedir. İnsanları medeniyet adına şeytanî metodlarla hayasızlığa götürenler günümüz dünyasının birer şeytanlarıdırlar. Ayrıca çoğu iletişim araçları da aynı görevi üstlenmiş durumdadır.
Allah, her insanı, yol gösteren bir melekle desteklediği gibi; ona vesvese veren bir de şeytan vermiştir. Müslümana düşen görev, şeytana değil meleğe uymaktır.
Cinler dumansız alevli ateşten yaratılmıştır. Onların yaratılışı insanın yaratılışından önce olmuştur. Cinler akıllı, gözle görülmez ve çeşitli şekillere girebilen varlıklardır.
Cinler yerler, içerler, evlenip, çoluk-çocuk sahibi olurlar, ibâdet ederler. Cinlerin mü’minleri ve kâfirleri vardır. Mü’minleri cennete; kâfirleri cehenneme gidecektir. Cinlerin mü’minleri insanlara faydalı, kâfirleri de zararlı olurlar. Cinler de insanlar gibi Allah’ın emir ve yasaklarına uymak zorundadırlar. Kur’ân-ı Kerim onların da kitabıdır, onlar da Kur’ân-ı Kerim’i dinlerler
“Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi okuyan ve bu karşı karşıya geldiğiniz gününüzle sizi uyarıp korkutan peygamberler gelmedi mi?”[3]“(Rasûlüm!) De ki: ‘cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum Kur’an’ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: ‘Gerçekten biz, doğru yola ileten hârikulâde güzel Kur’an’ı dinledik. Biz de ona iman ettik. (Artık) kimseyi Rabbimıza asla ortak koşmayacağız. Doğrusu bizim beyinsiz olanımız (İblis veya azgın cinler), Allah hakkında pek aşırı yalanlar uyduruyormuş. Şu da gerçek ki, insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı da, onların (şımarıklıklarını ve) azgınlıklarını arttırırlardı. Doğrusu, biz cinler, göğe erişmeye çalıştık; fakat onu sert bekçilerle, alevler ve meş’alelerle doldurulmuş bulduk. Gerçekten biz, -kimimiz sâlih kişiler, kimimiz ise bunlardan aşağıda) türlü türlü yollar tutmuştuk. İçimizde, (Allah’a) teslimiyet gösterenler de var, hak yoldan sapanlar da var.”[4]
Cin; Mâhiyeti ve Hakkındaki İstismarlar, Yanlış Kabuller
“Cin”, gözle görülmeyen canlı varlık; “ins”in (insan) mukabili demektir. Kur’an’da bildirildiğine göre, cinler de İnsanlar gibi ibâdet için yaratılmıştır.[5] Bu yüzden cinler de İnsanlar gibi mükelleftir, sorumludur. Müslüman olanları ve kâfirleri vardır. Erkeği, dişisi, evlenmeleri ve çoğalmaları sözkonusudur. Her fânî gibi ölümlüdürler, dumansız ateşten (ışın) yaratılmışlardır. Bu yüzden vücut yapıları İnsanlardan farklıdır. İnsanlarla evlenmeleri, cinsleri ayrı olduğu için mümkün değildir. İnsanların cinlerle evlenmeleriyle ilgili olarak kaydedilenler, eski din ve kültürlerden geçen birtakım hurâfelerdir. İslâm hukuku böyle bir durumu kabul etmez. Onlarla cinsel temas yapıp çocuk sahibi olmak mümkün değildir. Zinâ yaparak hâmile kalıp doğum yapan bir kadına: “bu çocuğun babası kimdir?” diye sorulduğunda bu kadının, “cindir” şeklinde cevap vermesi kabul edilecek bir husus değildir.
Bunun gibi, “şurayı cinler soydu, şu eşyamı aldılar, kızımı onlar kaçırdı” gibi iddiaların geçersizliği ortadadır. Toplumumuzda, cinlerle evli olduğunu söyleyenler ya şarlatandır, ya da ruhsal açıdan rahatsız kimselerdir, tedaviye ihtiyaçları vardır. Cinlerin kâfir olanlarına “şeytan” denilmektedir. İblis (Şeytan) da cinlerdendir.[6] Onların gaybı bilmeleri sözkonusu değildir. Cinlerin ve onlarla irtibat halinde bulunduğunu iddia eden kâhin, falcı, cinci diye anılan kimselerin gaybı bilme iddiaları yalandan ibarettir. Bunların verdikleri haberlere dayanılarak birtakım insanlar suçlanamaz, böyle kişilerin sözleri mahkemelerde delil olamaz; bunlar iftiradan ibarettir.
Bu tür şahıslara gelecekle veya kayıp eşya ile ilgili sorular yöneltmek ve cevaplarına inanmak haramdır. İslâm’a göre, mahkemede cinlerin verdiği bilgiler değil; insan cinsinden âdil tanıkların şâhitliği geçerlidir. Cinlerle irtibat kurmak, peygamberlerle ilgili olmak şartıyla ve mûcize şeklinde mümkündür. Diğer İnsanların onlarla irtibat kurdukları, emirleri altına aldıkları hususu, kendi iddialarından ibarettir ve bize göre yalandır. Kur’an ve hadislerden bu işin Hz. Süleyman’a mahsus bir mûcize olduğu anlaşılmaktadır.
Cinlerin eşyanın yerini değiştirmeye güçleri yetse bile, Cenâb-ı Hakk’ın buna izni yoktur ve bu iş “sünnetullah”a aykırıdır. Böyle bir şeye müsaade edilseydi, insanoğlunun tâbi olduğu hukuk sistemi altüst olurdu. Onların canları istediği zaman şekil değiştirmeleri de mümkün değildir. Peygamberlerin, âlimlerin veya diğer İnsanların kılığına girmeleri de, Allah’ın koymuş olduğu öteden beri devam edip gelen kanunlara aykırıdır. Böyle bir şey insanoğlunun dinini ve hukuk düzenini bozacağından Yüce Allah tarafından buna izin verilmemiştir. [7]
Cinlerin İnsanların Emrine Girmesi Mümkün müdür?
Bazı âlimler, cinlerin Hz. Süleyman’a hizmet etmeleriyle ilgili âyetleri delil olarak alıp cinlerin diğer insanlara da boyun eğip onların emrinde bulunmalarının mümkün olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu konuyla ilgili olarak ilmu’l-Azâim adlı bir bilim dalının meydana getirildiği de öne sürülmektedir. Cinlerin Hz. Süleyman’a boyun eğmelerinden bahseden âyetler 21/Enbiyâ, 82; 27/Neml, 17, 38-39; 34/Sebe’, 12-13; ; 38/Sâd, 36-38 âyetleridir. Cinlerin insanlara boyun eğmelerinin mümkün olduğunu savunan âlimlerin delil gösterdiği bu âyetler, Hz. Süleyman’la ilgilidir ve bu işin sadece ona mahsus olup, daha sonra gelen kimselere böyle bir imtiyazın verilmediği Kur’ân-ı Kerim ve hadislerden anlaşılmaktadır. Kanaatimizce bu durum, cinlerin insanlara itaat etmelerinin mümkün olduğunu ileri süren ve bu görüşlerine bu âyetleri delil gösteren âlimlerce gözardı edilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. Süleyman’ın bu konuda şöyle duâ ettiğinden bahsedilmektedir: “Süleyman: ‘Rabbim! Beni bağışla, bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir mülk/hükümranlık ver. Şüphesiz Sen daima bağışta bulunansın’ dedi.”[8]
Hz. Süleyman’a verilen bu mülk ve hükümranlık konusunda Kitab-ı Mukaddes’de bir kayıt vardır ve burada şöyle denilmektedir: “Ve Allah dedi: ...Hikmet ve bilgi sana verildi. Ve Ben sana öyle zenginlik, mal ve şeref vereceğim ki, senden önce olan krallarda onun benzeri yoktu, ne de senden sonra onun benzeri olacaktır.” [9]
Sonuç itibarıyla, Hz. Süleyman’ın emrine verilen cin ve şeytanların, ondan sonra başkalarının emir ve hizmetine verilmesinin söz konusu olmadığı anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber için bile böyle bir durum söz konusu olmadığına göre, bunun diğer sıradan İnsanlar için mümkün olabileceğini ileri sürmek doğru olmasa gerektir. Çünkü âyet ve hadislerde cinlerin Hz. Peygamber’in emrine verilip Ona da Hz. Süleyman’a yaptıkları gibi kaleler, mâbedler, havuzlar vs. yaptıklarından bahsedilmemektedir. Hz. Peygamber’in cinlerden hizmetçileri yoktu, Mescid-i Nebeviyye’yi ashâbıyla beraber bizzat kendisi çalışarak inşâ etmişti. Düşmana karşı korunmak için Medine’nin etrafına kazılan hendekte bizzat kendisi de kazma-kürek çalışmıştı. Ev işlerini de hanımları ve kendisi görmüştü. Bu husus gözden uzak tutulmamalıdır.
Günümüzde ve daha sonraki asırlarda müslümanlar, cin ve şeytanları kendilerine boyun eğdirip onları çalıştırmayı hayal etmek yerine; kendileri çalışmayı öğrenmeli, dünya ve âhirette hor ve zelil olmaktan kurtulmalıdırlar. Hz. Peygamber’in yukarıda sayılan davranışlarında, ümmeti için bu konuda gerekli olan uyarı vardır. Müslümanlar, cehâlet, hurâfe ve saflık içinde, tarlasının burçağını yoldurduğunu, ekip biçtirdiğini ileri süren, yerin altında gizli altın ve gümüşlerin, definelerin, hazinelerin yerini cinlerden öğrendiğini iddia eden cinci denilen yalancı kimselerin kendilerinde kudret ve üstünlük olduğunu göstermek için ortaya attıkları sözlerine kanmamalıdır. Aksine kafa ve gönüllerini Kur’an’ın aydınlığına açmalı, bu tür hayâlî şeylerden medet beklemekten vazgeçerek çalışmalı, ilmin verilerine kulak vermelidir. Cinlerden yerin altındaki hazinelerin yerini öğrenmeyi bekleyeceklerine, yerin altındaki cevherleri, madenleri, petrolü keşfedip yeryüzüne çıkartarak zenginleşmek ve zilletten kurtulmak için bunların ilmî yollarını öğrenip tatbik etmelidir.
Hz. Süleyman’ın Kur’ân-ı Kerim’de haber verilen durumu hâriç, dünya kuruldu kurulalı cinlerin insanlara itaati söz konusu olmamalıdır. Elimizde bunun aksini ortaya koyacak deliller bulunmamaktadır. Cinlerin insanlara itaati, onların tabiatlarına da aykırıdır. Onlar kendi arzularıyla insanın emrine girmemişlerdir. Kur’ân-ı Kerim’den, onların Hz. Süleyman’ın emrine de kendi istekleriyle girmediklerini anlıyoruz: “Rabbinin izniyle yanında iş gören cinleri onun buyruğu altına verdik ki, bunlar içinde buyruğumuzdan çıkan olursa ona alevli ateşin azabını tattırdık.” [10]
Bu âyetten, cinlerin Hz. Süleyman’ın emrine girmelerinin ancak Allah’ın izin ve müsaadesiyle, yani emriyle mümkün olduğu anlaşılıyor. O zaman, cinleri emirleri altına aldığını iddia eden İnsanların bu konuda kendilerinin delilleri nelerdir? Allah’ın izin vermediği bir şeyi yapmaya muktedir olduklarını nasıl iddia edebiliyorlar? Âyette, cinlerin Hz. Süleyman’ın (a.s.) emrine, Allah’ın buyruğuyla girdikleri, buna itaatsizlik edenlerin alevli bir ateşle cezalandırıldıkları haber veriliyor. Demek ki cinler isteseler de Hz. Süleyman’ın emrinden çıkamazlardı; aksi takdirde azab olunarak imhâ ediliyorlar, ya da zorla itaate sokuluyorlardı. Yine, Kur’an’da cinlerin zorla Hz. Süleyman’ın emrine verildikleri ve o vefat edinceye kadar bu durumdan kurtulamadıkları bildirilmektedir: “Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, ancak değneğini yiyen kurt onun vefatını fark ettirdi. O, ölü olarak yere düşünce ortaya çıktı ki, şâyet cinler gaybı/görülmeyeni bilmiş olsalardı alçak düşüren bir azabın içinde kalmazlardı.” [11] Şu halde, Allah’ın zorla Hz. Süleyman’ın buyruğuna verdiği, ondan sonra da kimsenin emrine vermediğini Peygamberleri Süleyman (a.s.) ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) diliyle haber verdiği cinleri, başkalarının emri ve hizmetine verdiğini iddia etmek, büyük bir yalan olmalıdır.
Cinlerin kendi istekleriyle insanoğluna itaati ta ilk baştan beri söz konusu değildir. Çünkü onların büyükleri olan İblis, Hz. Âdem yaratıldığı zaman, Cenâb-ı Hakk’ın ona boyun eğmesi konusundaki emrini dinlemeyerek isyan etmiş, büyüklük taslayarak kâfirlerden olmuştur. Bu durum, Kur’ân-ı Kerim’in çeşitli âyetlerinde haber verilmektedir.[12] İslâm âlimlerinin çoğu, bu âyet-i kerimelerdeki “secde” kelimesi ile, Hz. Âdem’e ibâdetin değil; ona itaat ve boyun eğmenin kastedildiğini söylemektedirler. Bu durumda, yaratıldığı günden beri İnsana karşı büyüklenen, kendisini üstün gören İblis ile onun soyu olan cinlerin, kendi istek ve arzularıyla bazı İnsanların emrine girdiğini, onlara hizmet ettiğini ileri sürmek boş bir iddia olmaktan öteye gidemez. Bu konularda yazılan ve halkın elinde dolaşan kitaplar, İslâm’dan önceki câhiliyye toplumlarının inanç, gelenek ve kültürlerinden geçmiş aslısız şeyler ve hurâfelerle doludur. Bunlar, Yıldıznâme, Gizli İlimler Hazinesi vb. adlarla İnsanların ellerinde bulunan derlemelerdir. Yıldıznâme denilen kitaplardaki bilgilerin yıldızlara tapan Sâbiîlerden geçen hurâfelerle dolu olduğunda şüphe yoktur. Gizli İlimler Hazinesi denilen kitaplar da Bâbil, Âsur, Sümer, Hitit, Eski Mısır vs. kültürlerden geçmiş safsatalarla doludur. [13]
Cinler Kaybolan Ya da Çalınan Şeyleri Bilebilir mi?
Kur’ân-ı Kerim’in çeşitli âyetlerinde gaybı Allah’tan başkasının bilemeyeceği haber verilmektedir. “Gaybın anahtarları O’nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan daneyi, yaşı kuruyu -ki apaçık kitaptadır- ancak O bilir.”[14]; “Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir.”[15]; “De ki: ‘Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka bilen yoktur.”[16]; “O, gaybı bilendir, gaybına da kimseyi vâkıf kılmaz.”[17]; “Ona Rabbinden bir mûcize indirilmeli değil mi?’ diyorlar. De ki: ‘Gayb Allah’ındır. Bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.” [18]
Bu âyetlerin ışığında gaybı Allah’tan başkasının bilmesinin mümkün olmadığı ortaya çıkmaktadır. Yine Kur’ân-ı Kerim’den, kendisinden başkasının vâkıf olması mümkün olmayan gaybın bir kısmını, Allah’ın, dilediği peygamberlerine bildirdiğini öğrenmekteyiz: “Allah size gaybı bildirecek değildir; fakat O, peygamberlerden dilediğini seçip ona gaybı bildirir.” [19]
Cinler de gaybı bilme konusunda İnsanlardan farklı durumda değildir. Onlar da gaybı bilmezler, bilgileri de gördükleri şeylerle sınırlı olup geleceği ve meydana gelen olaylardan kendilerine gizli kalan şeyleri bilemezler. Cinlerin gök katlarına çıkarak meleklerin konuşmalarını dinleyip kulak hırsızlığı yapmaları, çaldıkları haberleri kâhinlere iletmeleri Allah tarafından yasaklanmış, gökler şihâblarla korunmuştur. Kurân-ı Kerim’de yer alan âyetlerden, kulak hırsızlığına teşebbüs eden cinlerin şihâblarla imhâ edildiği anlaşılmaktadır.[20] Bunun hikmetinin, gaybdan haber verdiklerini ileri süren kâhinlerin, İnsanları saptırmalarının engellenmesi olduğu açıktır.
Hz. Süleyman’ın vefatından bahseden bir âyet, cinlerin gaybı bilmediklerini açıkça ifade etmektedir: “Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, ancak değneğini yiyen kurt onun vefatını cinlere farkettirdi. O, ölü olarak yere düşünce ortaya çıktı ki, şâyet cinler, gaybı/ görülmeyeni bilmiş olsalardı alçak düşüren bir azab içinde kalmazlardı.”[21] Âlûsî, bu âyetin tefsîriyle ilgili olarak, gaybın sadece istikbalde meydana gelecek olaylara tahsis edilemeyeceğini, vukua geldiği halde kişinin bilgi sahibi olmadığı şeylerin de gaybın muhtevâsına girdiğini söylemektedir.
İslâm öncesi çağlardan günümüze kadar birtakım kimseler, cinlerle irtibat kurduklarını, kendilerinin dostu olan ya da emirleri altına girmiş olan cinlerin onlara birtakım gaybî haberleri bildirdiklerini iddia edegelmişlerdir. Ancak Hz. Peygamber, kâhin denilen bu kimselerin verdikleri haberlere inanılmamasını emrederek onlara bir şey sorulmasını yasaklamışlardır: “Kim bir kâhine, ya da arrâfa gider ve onun sözlerini tasdik ederse, Hz. Muhammed’e indirilene küfretmiş olur.”[22] Bu durumda, ister yıldızlara bakarak (burçlardan ve astrolojik haritalardan yola çıkarak), ister cinle konuşarak, isterse remil yoluyla gaybdan haber verdiğini iddia etsin, kâhine, müneccime, arrâfa bir şey sormak, onların, kaybolan ya da çalınan şeylerin yerleri hakkında söylediklerini tasdik etmek şiddetle yasaklanmış oluyor. Bu yüzden de cinlere, çalınan şeyler hakkında soru sormak câiz olmadığı gibi, onlardan alındığı iddia edilen haberlere inanmak da doğru olmaz. Cinlerden alındığı ileri sürülen bu tür haberler şer’î ve hukukî bir delil olamaz. İslâm’ın bu tür konularda beyyine/delil olarak kabul ettiği husus, âdil kimselerin (tabii ki İnsanların) şâhitliğidir. Bu açıdan, günümüzde birtakım şahısların, cinlerle irtibatlı olduğunu söyleyen kimselere başvurarak onlardan kayıp ve çalınan şeyler hakkında bilgi istemeleri apaçık bir hatadır. Sorularına karşılık olarak aldıkları cevapların da şer’î/hukukî bir delil olması söz konusu olamaz. [23]
Cinler de insanlar gibi Allah’a ibâdet etsinler diye yaratılmışlardır. “Ben, cinleri ve insanları yalnızca bana ibâdet/kulluk etsinler diye yarattım.”[24]
Cinler gaybı bilemezler. Çünkü gaybın bilgisi sadece Allah’a aittir. Ancak Allah, peygamberlerden dilediklerine gaybdan bazı bilgiler verebilir.
“...Gaybı bilen ancak O’dur... Ancak dilediği peygamber bunun dışındadır.”[25]“...Eğer cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.”[26]
Cin ve Şeytanın İnsan ile Olan Münâsebetleri
İnsanları aldatarak, küfre ve sapıklığa yöneltmeye ve onların ahlâkını bozmaya çalışan şeytan, insanın açık bir düşmanıdır.[27]
Eskiden müşrikler, İlâhî sırları bildiğini sandıkları ve bu sebeple korktukları cinleri ilâhlık derecesine çıkarırlardı. Dev, gulyabani, şeytan, peri, cin ve melek adıyla andıkları, hayra veya şerre kaadir sandıkları esrarengiz rûhânî yaratıkları ilâh kabul ederek, onlara tapınırlardı. Her birine çeşitli tılsımlar, sihirler yapan Sabiîler, câhiliyye Arapları ve diğer müşrikler, görülmeyen gizli yaratıklar olan cin ve şeytanları Allah’a ortak koşar, O’na oğullar ve kızlar uydururlardı.
Cinler ve şeytanlar, insanların görmediği ve bilmediği bir çok mânevî ve âdi olayları görür ve bilirler. Fakat, cinlerin şeytanlıklarına kapılarak ve gaipten sırlar öğrenmek sevdasıyla onların istilâsına düşmemeli, kötü tasarrufuna girmemelidir. Cinlere verilen tasarruf kudreti, insanlara verilen idrâk kuvvetinden daha yüksek değildir ve bunların hepsi İlâhî kudret önünde bir hiçtir. Onun içindir ki, Allah’a ihlâsla iman eden gerçek mü’minler onlardan korkmazlar ve istilâlarına uğramazlar. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’in nûru onları yakar.
Şeytanın Yaratılış ve İnsanlara Vesvese Vermesinin Hikmetleri
İnsanın apaçık düşmanı olduğu bildirilen ve gayesi insanı doğru yoldan çıkararak küfre ve dalâlete sevke çalışmak olduğu anlaşılan şeytan, acaba niçin yaratılmıştır?
Şüphe yok ki, süflî duygu ve arzular, insanın fiziksel varlığı için şarttır. Fakat bunlar çığırından çıkıp kontrol edilmez bir hale gelirse, insanın iyi ve yüce bir hayata doğru yönelmesine ve yükselmesine engel olur. İslâm, bu duygu ve arzuları görmezlikten gelmez; ama bunlara istikamet ve sınır çizer. Insanın bu cins duygu ve arzularını kontrol etmesi, yöneleceği yeri helâl olanlara göre belirlemesi ve haddi aşmaması gerekir. Eğer bunu yapmakta başarıya ulaşırsa, ne bu fizikî arzular, ne de onu tahrik eden şeytan insana zarar verebilir. Tam aksine, bu beşerî duygu ve arzular, mânevî cephesinin emrine girer ve onun yükselmesine hizmet eder. İnsan için bir sınanma alanı olan bu dünyada insanı iyiliğe sevketmek için melek, vicdan, fıtratın varlığı nasıl lüzumlu ise; fizikî varlığı için de onun süflî arzularını kamçılayan kuvvetler, kontrol altına alınmak şartı ile zararsız; hatta faydalı olabilir.
Aslında şeytan, önce insana itaati kabul etmez. Babamız Âdem’e vesvese verdiği gibi, hepimizi yoldan çıkarmaya çalışır. Onun niyeti, insanoğlunu parlak sözlerle ve yalanla süflî arzularını uyandırarak, onu yanlış yola sevketmektir. İnsan, rûhî gelişmesinin ilk aşamasında, şeytanın içinde uyandırdığı süflî ve kötü arzuları susturmak için onunla savaşmak zorundadır. Fakat insan, bu mücâdelede azimli olursa, İlâhî vahiy sayesinde sonunda şeytanı yenecektir. İnsan, bu safhayı atlatıp gâlip çıkar, ihlâs sahibi samimi mü’min olursa, artık yükselir. Şeytan, vesvese vermeye çalışsa da kâmil imana sahip ihlâslı insanlara güç yetiremez. Artık, şeytanla imtihan edildiği ve onu sürekli yendiği için, şeytan böyle bir insanın -istemese de- takvâsını, derecesini artırmış olur. Bu düşman sayesinde insan, meleklerden de üstün seviyeye çıkar. Şeytan ve onun içimizdeki vesvesesi olmamış olsaydı, insanın bu yücelmesi de mümkün olmayacaktı. “Benden size bir hidâyet rehberi geldiğinde kim ona uyar, yolundan giderse, onlar için artık korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaktır.”[28]
Cin ve Şeytanın Varlığı Akla Ters Değildir
Saf ateşten yaratılan ve insan gözüyle görülemeyen cinler ile, aynı cinsten olduğu Kur’an’da haber verilen şeytanın gizli varlıklar oldukları, varlıkları Kur’an’la sâbittir. Bu konuda birçok âyet ve Kur’an’da “Cin sûresi” adıyla anılan müstakil bir sûre vardır. Cinlerin varlığını Hz. Peygamber de haber vermiştir. O halde, bizim müslüman olarak, muhkem âyetler ve sahih hadislerle var olduğu bildirilen cin ve şeytanın, Allah’ın görülmeyen gizli yaratıkları olduğuna inanmamız gerekir.
Şer’an sâbit olan meleklerin varlığını inkâr etmeyen insan aklı, aynı sebepten, varlığı şer’an sâbit olan cin ve şeytanı da inkâr edemez. Çünkü bu husus, aklen muhal değildir. Cinlerin de cismanî bir bünyesi olabilir. Fakat, bizim her bünyeyi görmemiz zarûri olmadığı gibi, gördüğümüz cisimlerin de her cüz’ünü göremediğimiz bilinen bir gerçektir. O halde, gözlerimizin önünde, bir bünyeye sahip birçok varlıklar olduğu halde, biz onları görmeyebiliriz. Nitekim mikroplar var olduğu halde, onları çıplak gözle göremeyiz. Bu bakımdan, hava içinde hiç hissetmediğimiz dalgalar ve ışınlar bulunduğu gibi, araç ve âletle bile hissedemeyeceğimiz gizli varlıklar bulunabilir.
Esasen, bütün cismanî ve fizikî kuvvetleri henüz keşfedemediğimiz bir gerçektir. O halde çok geniş olan kâinatta, duyularımızdan gizli ve görme gücüne sahip olmadığımız rûhânî varlıkların bulunduğunu inkâr etmek doğru olmaz. Her türlü varlığı yaratmaya kaadir olan Allah’ın yarattıklarının, yalnız gözümüzle veya âletlerle görüp bildiğimiz şeylerden ibâret olduğunu sanmak, büyük gaflet olur. Bu ise, yüce Allah’ın İlâhî kudretini ve evrenin kapladığı alanı bilmemekten başka bir şey değildir.
“...Fakat şeytanlar kâfir oldular; insanlara sihir öğrettiler.”[29]
“Helâk edici yedi şeyden korunun! Allah’a şirk koşmaktan ve sihirden....”[30]
“Düğüm atarak üzerine üfleyen kimse sihir yapmıştır. Sihir yapan ise şirk koşmuştur. Üzerine (muska, nazarlık gibi) bir şey takan kimse, (Allah’a değil; taktığı şeye) güvenmiş olur.”[31]
Türkçede büyü denilen sihir, sebebi gizli olan ince şey demektir. Sebebi gizli olmakla birlikte gerçeğin tersi olarak hayallendirilen el çabukluğu, yaldızcılık, hilekârlık yoluyla oluşturulan şeydir. Sihir, yalın olarak söylendiğinde göz bağcılık ve esrarengiz bir şekilde hakkı bâtıl, bâtılı hak, gerçeği hayal, hayali gerçek göstermek şeklinde anlaşılır. Bu yüzden yerilmiş ve kötü bir şey olarak nitelendirilmiştir.
Sihir bizâtîhi harika bir şey değildir. Kur’an’da, bunun göz yanılması ve hayallendirme olarak belirtildiğine rastlarız: “...Bir de ne görsün: Büyülerinden ötürü onların ipleri ve sopaları (hakikaten) koşuyor gibi ona hayallendiriliyordu.”[32] Yani sihir, halkın göz boyama dediği cinsten, duyuları yanıltarak, hayal görmelerini sağlamaktır. Sihir, hakikati hayal; hayali hakikatmiş gibi göstermektir. Sihrin her an yapılabileceği özel bir yol ve sebebi, kendi içinde tutarlı bir açıklaması vardır. Yalnız, o sebep herkesçe bilinmediği için hârika imiş gibi düşünülür. Sihrin, şarlatanlık ve hilekârlık denilen ve gerçek dışı olanın yanında, sanat, teknoloji ve bilim yoluyla sihirbazların, bilinmeyen bir nedenle gerçek olan bir mâhiyeti olağanüstü bir mâhiyetmiş gibi insanları kandırmaya çalıştıkları da çok görülenlerdendir. Tarihçilerin ve tefsirlerin anlattığına göre Firavun’un sihirbazları ip ve değneklerini yılanlar şeklinde yürütürken cıvadan istifâde ederek bunu yapmışlardır. Cıvanın genleştiğini bilmeyen insanlar, ipleri hareket ederken görmüşler, sebebini bilmedikleri için bu olayı, hârika zannederek kandırılmışlardır. Bu ister istemez, bir korku ve heyecana sebep olacaktır. Sonra Allah’ın yardımı yetişerek, onların bu aldatmalarını boşa çıkarmıştır.
Sihir boş ve hayali şeyler olmakla beraber, ondan korkup ürkenlere, psikolojik olarak etkilenenlere zarar verebilir. “Allah’ın izni olmadıkça onlar, hiçbir kimseye onunla (sihirle) asla zarar verici olamazlar.”[33]
Kur’an, üfürükçülük ve sihir yapanları, “düğümlere üfleyenler” olarak tanıtır ve şerlerinden Allah’a sığınılmasını tavsiye eder.[34] Düğümlere üfleyenler, sihir yapan kimselerdir. Sihirler neye yapılmış olursa olsun, o şeyin aslında veya şeklinde bir değişiklik yapamaz. Meydana gelen şey, sadece sihirbazın, duyguları etki altına alarak o nesneyi farklı şekilde gösterebilmesi, telkin vb. yollarla hayal göstermesinden, insanları kandırmasından ibârettir.
Sihir küfür, sihir yapan da kâfirdir. Kur’an insanlara, her konuda Allah’a sığınmayı öğretmektedir. Bu sebepten dolayı da, bunun aksine olan her türlü düşünce ve fiili yasaklamıştır. “Onların yaptığı bir büyü hilesidir. Büyücü ise nereye varsa, asla başarıya ulaşamaz.”[35]
Büyünün Etkisi Var mıdır?
Sihir ya da büyünün insanlık tarihinde fiilen var olduğu, Bâbil döneminden beri bilinip bazı çeşitlerinin uygulandığını biliyoruz. Ancak, sihirbazlar, büyücüler tarafından çeşitli maksatlarla yapılarak bazı etki ve sonuçları iddia edilen, kendilerine diğer İnsanlardan üstünlük, ayrıcalık, maddî-mânevî çıkar sağladığı görülen sihir ya da büyünün İnsanlar veya eşya üzerinde gerçekten tesiri var mıdır? Bu soruya tarihten bu yana açık, net ve kesin bir cevap üzerinde uzlaşılamadığı görülmektedir. Sihrin çeşitlerinden bahsedilen bölümde sonuç olarak sihrin başlıca iki kısma ayrıldığını, bir grubun sırf yalan-dolan, üçkâğıtçılık, göz boyama ve el çabukluğu, göz bağcılığı türünden şeyleri içerdiğini, diğer grubun da bilimsel, teknolojik bazı gerçeklere dayandığını ve bu bilimsel gerçeklerin istismar edilmesi sûretiyle ortaya konulan bazı olayları kapsamına aldığını belirtmiştik. Bu durumda birinci grup sihir ya da büyünün hiçbir şekilde gerçekle ilgisi olmadığı ortaya çıkmaktadır. İkinci grup sihirde ise, bazı bilimsel gerçekler yer almakta, eşya ya da Allah’ın tabiatta yarattığı bazı kanunların özellik ve inceliklerinden yararlanıldığı, bunların kötü maksatlarla kullanılarak şirk ve küfre âlet edildiği görülmektedir. Bu açıdan, birinci gruba giren ve aslı olmayan, yalana-dolana dayanan sihrin herhangi bir tesirinin olmayacağı açıktır. İkinci gruba giren sihirlerin birtakım bilimsel gerçekleri içinde barındırdığını belirten bazı âlimler, bu çeşit büyülerin tesir edebileceğini söylemişlerdir.
İslâm, sihirle uğraşmayı, büyü yapmayı şirk ve küfür derecesinde bir fiil saymış, bu konuda çok şiddetli bir tutum sergilemiştir. Bu açıdan, sihir ya da büyü kitaplarında yer alan ve az çok bilimsel bir gerçeği olduğu ileri sürülen, insanlara ve eşyaya tesir ettiği iddia olunan bu sihirlerin hurâfe mi yoksa gerçek mi olduğunu deneyerek, tecrübe ederek ortaya koymaya da cesaret edilememiş, günümüze kadar bu konuda kesin ilmî sonuçlara varılamamış olduğu kanaatindeyiz.
Kur’ân-ı Kerim’de yer alan âyetlerle, bazı hadislere dayanan bir kısım İslâm âlimleri büyünün bir hakikati olduğunu ve tesir ettiğini, bunun şerrinden Allah'a sığınmak gerektiğini söylemişlerdir. Mu’tezileye ve ehl-i sünnete mensup bazı âlimlere göre ise büyü, gerçek değildir. Sihir diye bir şey yoktur. İnsan hiçbir şekilde, dokunmadan başkasına etki yapamaz. Ancak mu’tezile ve bazı ehl-i sünnet âlimlerinin, bir kimseye dokunmadan etki edilemediği görüşünün, devirlerindeki fen ve teknik uygulamaların, çağımızdaki seviyeye ulaşmamış olmasından dolayı bu şekilde ortaya konduğu da bir gerçektir. Çünkü günümüzde fizikî birtakım yollarla, ses dalgaları, elektrik, kızıl ya da mor ötesi ışınlar kullanılarak eşyaya ya da herhangi bir İnsana etki etmenin mümkün olduğu anlaşılmıştır. Artık zamanımızda ses, ışık, elektrik dalgalarıyla el değmeden birtakım cihazlar çalıştırılabilmektedir. Tv., uydular, uzaktan kumandalı silâhlar, füzeler vs. araç ve gereçler buna bir örnektir. Ancak bunların fizikî birtakım kanunlarla, bilimsel yollarla yapıldığı, bir sihir ya da büyü olmadığı ortadadır. Ehl-i sünnet âlimlerinden İmam Ebû Hanife, Ebû Bekir er-Râzî, İbn Hazm, Ebû Câfer el-Esterebâzî,’ye göre büyünün aslı yoktur. Hepsi göz boyamadan ve İnsanları aldatıp kandırmadan ibarettir. Yine kaydedildiğine göre, ehl-i sünnet âlimlerinin bir kısmına göre büyü vardır. Bunlara göre, bazı kimseler riyâzet, isimlerin ve rakamların özellikleri, efsun ve uzlet gibi yollara başvurarak başka varlıklar üzerinde etki yapabilecek duruma gelebilirler. Cinlerin kötüleriyle temas kurup onlar aracılığıyla olağanüstü şeyleri yaratan yine Allah’tır. Sihirbaz, büyüsüyle bir olayın sebeplerini bir doğrultuda düzenlemeye sevkeder. O isimlere ve rakamlara o özellikleri veren de Allah’tır. Böylece her işin fâili Allah olmaktadır. [36]
Sihir konusunu, birtakım saçmalıklardan, asılsız uygulamalardan ve hurâfelerden arındırarak Kur’an ve sahih sünnetin ışığında düşünürsek, âlimlerimizin de belirttiği gibi, bunlardan bir kısmında gerçek payı olmalıdır. O halde sihrin bu gerçek kısmı ve tesiri nedir? Kanaatimizce bu, günümüzde geçmiş asırlara nispetle gâyet iyi bilinen ve kullanılan “telkin”dir. Telkin, yaldızlı sözlerle, aldatıcı davranış ve yalan-dolan haberlerle muhâtabın kafasını ve gönlünü bulandırmak, fikirlerini çelmek, kanaatini değiştirmek ya da arzu edilen görüş veya kanaate sahip olmasını sağlamaktır. Telkin, günümüzde söz, propaganda, yazı, resim, film, mozik, spor, yalan haber vs. yollarla çok modern bir şekilde yapılmaktadır. Bunun için kaset, disket, cd., bant, resim, yazı, tv., telefon vs. araçlarla muhâtaba ulaşılmakta, onun fikirleri çelinmekte, belli bir kanaate sahip olması temin edilmektedir.[37] Tâbir câizse kişi, yavaş yavaş şartlandırılmakta, beyni yıkanmakta, yani büyülenmektedir. Bu şekilde telkin sahiplerinin isteği doğrultusunda, insanlara doğrular yanlış, yanlışlar doğru, hak bâtıl, bâtıl hak, yalanlar doğru gibi gösterilmekte, kabul ettirilmektedir. Geçmişte bir insan ya da cin şeytanının, sihirbazının bir ya da birkaç kişiyi, bir kabile veya site halkını büyüleyip kandırarak küfre götürebilmesine karşılık, günümüzün modern sihirbazları, sahip oldukları iletişim araçlarıyla milyonlarca İnsanı, az geliş(tiril)miş veya geri bıraktırılmış toplumları, ulusları, câhil kitleleri istedikleri biçimde şartlandırmakta, zehirlemekte, yalan yanlış fikirler empoze ederek, kendi benliklerinden koparmaya çalışmaktadırlar.
Yalan haberler, reklâmlar, seks filmleri, pembe diziler, spor ve özellikle futbol maçları, müzik vs. yollarla İnsanların beyinleri dumûra uğratılıp uyuşturulmakta, İnsanlar düşünemez, doğruyu yanlışı, faydalıyı zararlıyı ayırt edemez hale getirilmektedir. İletişim araç ve gereçlerinin yoğun baskısı, sihirleyici, büyüleyici gücü altında İnsanlar cinsel ihtiyaçlarıyla midelerinden başkasını düşünemez, akıl ve irâdelerini kullanamaz, silkinip kendilerine gelemez duruma sokulmaktadır. Bu gerçeği inikâr edemediklerinden Batılılar bile, tv.ye magic box (büyüleyici kutu) demektedir. Eski büyücülerin/sihirbazların yerini alan tv., seyirciyi efsunlayıp hipnotize etmekte, aptallaştırmaktadır. Bu sihirli iletişim gücünün sahipleri ve yönlendiricileri, çıkarlarını tehlikede hissettikleri anda kamuoyu oluşturmakta, halk kitlelerini harekete geçirerek hükümetleri devirmek, ya da onlara arzuladıkları kararları aldırtmak istemektedir.
Eski ve Modern Büyünün Etkisi İçin Bir Örnek: Karı-Koca Arasını Ayırmak: “...Onlar karı ile koca arasını açan şeyleri öğreniyorlardı...” [38]Geçmişte, şeytan karakterli kişiler ya da sihirbazlar, İnsanların, karı-kocanın, akrabaların arasını açmak için sınırlı çapta faâliyette bulunabilmekte, dünya çapında düşünüldüğü zaman küçük zararlara sebebiyet vermekteydiler. Bunlar, belki bin bir şeytanlık ya da kurnazlıkla, halktan yana görünerek karıyı kocasına, kocayı karısına karşı kışkırtıp aralarına geçimsizlik sokmakta, belki ayrılmalarına sebep olmaktaydılar. Kim bilir, kadınların kulaklarına kocalarının kendilerini sevmediğini, aralarında başka bir kadın bulunduğunu, ya da kocanın kendisine haksızlık yaptığını, yeterli gezdirmediğini, güzel giydirmediğini, istenildiği şekilde yedirmediğini, ona karşı cimrilik yaptığını fısıldıyorlar, huzursuzluk ve münâkaşalara, mutsuzluklara sebep oluyorlardı. Kocanın kulaklarına, karısının kendisini istemediğini, evlenmeden önce bir başkasını sevdiğini, zorla kendisiyle evlendirildiğini, hâlâ o eski şahsı sevdiğini, karısının onunla ilişki kurduğunu söylemekte, ya da “hanımın ev işlerini iyi yapmıyor, güzel yemekler yapmıyor, israf ediyor...” gibi araya kırgınlık ve kızgınlık sokacak düşünceleri fısıldıyor, vesvese veriyordu. Böylece huzurlu ve mutlu ruhlar, gönüller altüst oluyor, canlar sıkılıyor, ruhlar daralıyor, sonu ayrılıklarla neticelenecek fâcialar meydana getiriyor, yavruları ana-babalı öksüz bırakabiliyorlardı.
Günümüzün modern ve çok daha güçlü büyücüleri, artık gizli gizli kişilerin kulaklarına fısıldayarak onları büyülemiyorlar. Onlar, toplumlara, fıtratlarında ve benliklerinde yer almayan, değerlerine zıt fikirleri ve hevâlara hoş gelecek özgürlük anlayışlarını pompalıyorlar. Kadın-erkek eşitliğini, kadınların ezildiğini, horlandığını, kocaların onları ezdiğini, erkeklerin onları köle haline getirdiğini, kızların evlenip koca kahrı çekmeye, çocuk doğurup bakmaya, büyütüp terbiye etmeye mecbur olmadıklarını, evlilik denilen kurumun kutsal olduğuna inanmaya gerek olmadığını, cinsel özgürlük olması gerektiğini, iffet, nâmus, bâkirelik gibi kavramların gereksiz ve boş şeyler olduğunu, kadının da istediği zaman, istediği süre, istediği erkekle serbeste yaşayabilme hakkı olduğunu, onun da erkek gibi her işte çalışıp kazanarak özgürce harcayabilmesi gerektiğini sûret-i haktan görünerek, güya kadınların hakkını savunarak, şuursuz kesimlere “telkin” ediyorlar. Onları şartlandırıyor, büyülüyorlar. Bunun sonucu olarak âileler çöküyor, karı-koca arasında kavga ve gürültüler, nifak tohumları atılıyor, boşanmalar çoğalıyor, yapısı ve sağlamlığı âileye dayanan toplumlar çatırdıyor. Sağlıklı nesiller yetiştirebilmek imkânsız hale getirilmek isteniyor. Zina, fuhuş ve benzeri çirkinlikler, Allah’ın haram kıldığı fiiller yayılıyor, ahlâken çöküş başlıyor. Toplumlar zayıflıyor, İnsanların fıtratları yozlaşıyor, kimlik ve benlikleri kayboluyor, başka toplumların ve devletlerin hâkimiyeti altında yok olmaya aday hale geliyorlar.
Boşanmaların oranı konusunda, tv. öncesi ile tv. sonrası karşılaştırmalı istatistikler, olayın vehâmetini ve modern büyünün etkisini belgeler. İşi gücü güzel gözükerek fitneye sebep olmak, erkekleri tahrik etmek, kışkırtmak olan, çağdaş hile ve aldatma araç ve öğeleri olarak eski sihirbazların değneklerinin yerini tutan kozmetik ürünler, fotoğraf hileleri, vücutları teşhir eden giyinmeler/soyunmalar, müzik ve dansın katkıları vb. ile erkekleri büyüleme işini başarıyla gerçekleştiren “sanatçı”, “yıldız” denilen aktrist ve şarkıcıların eski zamandaki büyücü kadınlara, cadılara benzerlikleri değerlendirilmelidir. Bu starları/sanatçıları (!) izlerken, erkek, onları kendi karısıyla ister istemez mukayese etmekte, ahlâksız kadınların teknikle takviye edilen, şeytanın nefislere, olduğundan çok daha güzel gösterdiği yalancı güzelliğine vurularak karısından soğuyabilmektedir. Yine, yakışıklı ve ağzı güzel (büyüleyici) lâf yapan aktörler, şarkıcılar kadınları teshir edip büyülemekte, o da kocası ile filmdeki, pembe dizideki, magazin adlı büyü showlardaki şeytanın allayıp pulladığı oğlanla/jönle, kendi kocasını karşılaştırmakta, etkisinde kaldığı bu büyünün bedelini, günlük hayattaki çatırdayan yuvasıyla ödemektedir. Günümüzde “sanat”, çağdaş büyü aracı olarak kullanılmakta, sanatçı da modern büyücü rolünü üstlenmektedir.
Sanat, ruhun güzelliklerinin dışa yansıması olmaktan çıkarılmış; toplumları maddî yönden sömürme, mânevî yönden de uyuşturma görevi almış emperyalizmin cadısıdır. Bu çirkin büyücünün kendisini güzel gösteren maskesinin sırıtan makyajını göremeyen gâfil gençler, yalancı güzelliğine âşık oldukları bu cadının kollarına atılır atılmaz can vermekteler. Şimdi sanat adlı bu cadı, büyüsüyle arkasından koşturduğu gençlerin ruhunu almakla yetinmemekte, bu cinâyetten önce kendi tanrılığına iman ettirip kendine taptırmakta. Bize düşen görev, gücümüzün yettiği oranda, işi ilâhlık taslamaya kadar vardıran bu büyücünün maskesini düşürmek ve çevremizdeki kurbanlarını azaltmak için çalışmak. Bunun da yolu, maskesini takarak onun rolünü oynadığı “gerçek güzel”i insanlara tanıtmaktan geçiyor. Sahtekârlar ne ile kandıracaklarsa, o şeyin gerçeğini hakkıyla tanımayanları kandırabilirler sadece. Gerçeğin apaçık ortaya çıkması gerekir ki sahtekâr bâtıl eriyip yok olsun. [39]
Bu yönüyle, modern sihirbazlar ve büyücüler tarafından uygulanan, toplumlara yöneltilen sihrin ne kadar etkileyici ve tahrip edici olduğu, âileleri yıkmada, karı ile kocanın arasını ayırmada ne kadar güçlü rol oynadığı ortadadır. Bunların şerrinden, zararından emin olabilmek için de her şeyin yaratıcısı Yüce Allah'a sıkı sıkıya bağlanmak, O’nun emir ve yasaklarına kulak vermek, gönderdiği Kitab’ına ve Peygamberinin tavsiyelerine uymak, fitne saçan ortamlardan sakınmak, insan ve cin şeytanlarının kulaklarımıza fısıldadığı telkinlere kapılmamak gerektiği açıktır. Politikacıların yalan vaatleriyle halkı nasıl büyüleyip kandırdıkları, medyanın nasıl akı kara, karayı da ak gösterdiğini ve toplumu nasıl etkilediği ortadadır. Hz. Peygamber’in bu konuda: “Belâğatlı sözlerden bir kısmı sihirdir.”[40] buyurması da konuyu kavramamıza katkıda bulunmaktadır. Böyle yıkıcı tesirleri olabilen sihrin tesirinden korunabilmemiz için Kur’ân-ı Kerim’de bir sûre yer almaktadır: “De ki: ‘Yaratıkların şerrinden, bastırdığı zaman karanlığın şerrinden, düğümlere nefes eden büyücülerin şerrinden, hased ettiği zaman hasedçinin şerrinden, tan yerini ağartan Rabbe sığınırım.”[41]
Bu sûrede konumuzla direkt ilgili âyet şudur: “düğümlere üfleyip tüküren büyücü kadınların şerrinden”[42]; “Düğümlere üfleyen kadınlar” ifadesiyle, sihir yapmak için bağladıkları düğümlere üfleyen kadınlar kast edilmiştir. Bu ibâre, “erkeklerin kadınlara düşkünlüğünden yararlanıp, naz ve işve ile onların zihinlerini çelerek istedikleri görüşe döndüren kadınlar” şeklinde de anlaşılmıştır. “Bunlar, düğüm gibi açılması zor olan erkekleri naz ve işveleriyle fikirden fikre döndürürler. Böylelerin, erkeklerin fikirlerini çelmek için döktükleri dil, yaptıkları işve, erkeklerin düğüm gibi düşüncelerini üfleyerek çözmeleri, onları çeşitli fitnelere düşürmeleri” şeklinde de tefsir edilmiştir.[43] Âyetin bu şekilde yorumlanması, telkinin sihir olduğuna, sihrin de telkinden ibaret olduğuna dair yukarıda kaydettiğimiz hususlara uygundur.
İslâm’a rağmen müslümanların içinde icrâ-yı faâliyet gösteren büyücü ve sihirbazların, kaynağı Bâbil, Âsur, Eski Mısır, yahûdilik vs. gibi İslâm öncesi küfür ve şirk dönemlerine ulaşan efsun, tılsım ve büyüleri, onlara İslâmî bir kimlik vermek sûretiyle müslümanların câhil halk tabakası arasına yaydıkları bilinmektedir. Bunda da en çok şamanlar, budist râhipler, maniheist din adamları, yahûdiler rol oynamış, karşı gelemeyince, ellerinde mevcut birtakım tılsım, efsun, vefk vs. büyü cinsinden hurâfeleri İslâm’a sokmaya çalışarak, bu yüce dini tahrif etme, Kur’an’ı topluma, anlaşılmaz bir sihir kitabı olarak algılatma yoluna gitmişlerdir. Böylece Kur’an’ı hükümsüz bırakma ve Onun denetiminden uzak kalan toplumlar üzerinde eski hâkimiyetlerini sürdürme maksadı gütmüşlerdir. Bunu gerçekleştirmek için, âyetlerden, hadislerden, esmâ-i hüsnâdan, bazı İslâmî duâlardan yararlanmışlar, bunları istismar ederek büyü yapmada kullanmışlardır. Hâlbuki İslâm büyüyü yasaklamış, bunun şirk ve küfür olduğunu bildirmiştir. Cinci olduğunu iddia eden muskacı, üfürükçü ve büyücüleri “hoca” sıfatıyla adlandırmışlar, dinin şirk ve küfür kabul ettiği bu sahtekârlıkları, müslümanlığın sahip çıktığı imajı vererek dine büyük darbeler indirmişlerdir.
Görüldüğü gibi, “düğümlere üfleyenler”, İslâm’ı iptal ederek, Kurân-ı Kerim’i devre dışı bırakmak isteyen, içine sokuşturmak istedikleri hurâfe ve büyülerle tevhid dinini tahrif etme arzusunda olan İslâm düşmanlarıdır. Kur’ân-ı Kerim’in inmesi ve İslâm’ın bunların faâliyet alanlarında hâkim olmasıyla menfaatleri haleldâr olmuş bu tür kimseler, hem intikam almak, hem de eski sömürü çarklarını işletmeye devam edip, bu zavallı halkı pençelerinde tutmak için sihre meşrûiyet kazandırmak istemişlerdir. Yüce Allah’ın, “düğümlere üfleyenlerin şerrinden” kendisine sığınılmasını isteyerek, mü’minleri onların bu sinsi ve çok tehlikeli faâliyetlerine karşı uyarmasına bu açıdan da bakmak gerektiği kanaatindeyiz. Kısacası düğümlere üfleyerek sanat icrâ eden sihirbaz ve büyücülerin asıl tehlikesi, Kur’an’ı ve islâm’ı tahrif etmeye ve onları kötü amaçlarına yönelik istismar etmeye yönelik faâliyetleridir.
Kur’ân-ı Kerim indiği zaman, dünyada mevcut tüm toplumlarda olduğu gibi, câhiliye Araplarında da karanlık korkuları vardı. Onlar, gece karanlığında cinlerin ortaya çıkıp kendilerini çarpacaklarına inandıklarından geceleyin bir dereye indiklerinde o derenin en büyük cinine sığınıyorlar ve böylece güven içinde olduklarına inanıyorlardı. Yine bu dönemde Araplar arasında, İnsanları hasta yapmak, onları istediği yöne sevketmek, onlara zarar vermek amacıyla sihir yapan erkek ve kadınlar vardı. Bunlar büyü yaparken, okuyup üfleyerek düğüm bağlarlardı. Yine toplum içinde, haset eden İnsanların nazarlarının değeceğine inanılır ve bunun için çeşitli tılsımlara, hurâfe yollarına başvurulurdu. Bu açıdan bu âyetlerin amacı, gecenin karanlığında cinlerin çarpacağını yahut büyücülerin İnsana zarar vereceğini veya mutlaka göz değeceğini anlatmak değil; tek kuvvet ve kudret sahibinin Allah olduğunu, O’na sığındıktan sonra hiç kimsenin ve hiçbir şeyin zarar veremeyeceğini, başkasına değil; yalnız Allah'a sığınmak gerektiğini anlatmaktır. [44]
Cinlerin insanlara zarar verebileceği, çarpacağı, büyü yaparak cinler vasıtasıyla diğer İnsanların etki altına alınıp istenilen yöne sevkedileceği, öldürülebileceği, hastalandırılabileceği, hayvan şekline dönüştürülebileceği iddiaları, câhiliye döneminin birtakım yanlış kanaatleri olmalıdır. Bize göre, günümüzde bazı bilim dallarınca da kullanılan hipnoz vs. yollarla telkin, iknâ, şartlandırma, beyin yıkama durumları hâriç bir insanın irâdesinin etki altına alınması söz konusu değildir. Bir insan, bir konuda şu ya da bu yolla iknâ olabilir, etki altında kalabilir, ama attığı her adımda, her davranışında cüz’î irâdesini kullanması söz konusudur. Deli değilse, irâdesini kullandığı şeylerden de sorumludur. Çünkü Allah, irâdesini hayır ya da şerde kullanmakta serbest bırakmış, insanın davranışlarından sorumlu tutulacağını bildirmiştir. Ayrıca bir insanın hipnoz vs. yollarla devamlı bir sûrette telkin altında tutulup, başkasının emri altına girmesi de mümkün olmamalıdır. Çünkü bu durum, bir nevi uyku halidir. Bir kimseyi irâdesi dışında hipnotize etmek de mümkün değildir.[45] Bu sebeple de cinlerle irtibat kurarak ya da onları emri altına alarak, başkalarını öldürecek, eşinden boşattıracak ya da birisini istemediği bir kimseye âşık edecek davranışları yaptırtabilmek pek mümkün değildir.
Bu iddialarda bulunanlar, ilgili şahısla doğrudan irtibatta bulunup onlara söz vs. yollarla telkinde bulunmuyorlar. Yazdıkları birtakım muskalarla ya da yaptırdıkları birtakım hurâfe mahsûlü, Bâbil, Âsur, Süryânî kalıntısı büyülerle hedef şahsı etki altına alabildiklerini ileri sürüyorlar. Bu iddialarını desteklemek için de cinleri kullandıklarını, onların kendi emirleri altında bulunduğunu iddia ediyorlar. Cinlerin İnsanların emrine girmeleri mümkün olmadığına göre, geriye bu iddiada bulunan sihirbaz ve büyücülerin cinler ve şeytanlarla dost olmaları kalıyor. Bu durumda, bu tür kimselerin cin ve şeytanlarla irtibat kurduklarını kabul etsek bile, başka İnsanları hasta ettirip hatta öldürebileceklerini, onları tesir altına alıp istedikleri her şeyi yaptırabileceklerini kabul etmek de mümkün değildir. Çünkü hayat veren ve öldüren yegâne güç Allah’tır. Bunlar O’na mahsus fiillerdir. [46]
Ayrıca insanın koruyucu melekleri (hafaza melekleri) olduğunu da hatırdan çıkarmamak gerekir. Cin ya da şeytanların bu konuda bir gücü ve fonksiyonu yoktur. Kur’ân-ı Kerim’in çeşitli yerlerinde Yüce Allah, “Kullarımın üzerinde senin bir nüfûzun olamaz. Ancak sana uyan sapıklar bunun dışındadır”[47] buyurarak bu hususa işaret etmiştir. O zaman kâfir cin ya da şeytanların İnsanlar üzerindeki etkisi, gücü, sadece onları doğru yoldan saptırıp azdırmak, haram ve yanlış yollara sevkederek, Allah’ın kendilerine buğzetmesini temin etmek için kalplerine vesvese vermek, kötü telkinlerde bulunmaktır. Bu açıdan cin şeytanları ile, insan şeytanları aynı görevi yapmakta, her iki grup da telkin yoluyla İnsanları etkilemeye, tesir altına alıp kandırmaya çalışmaktadırlar. Şeytanların insanlara vesvese verdiği, onların insanın gönlüne getirdiği bu vesveselerin, gizli fısıltıların şerrinden, kandırmasından Allah'a sığınmak gerektiği Kur’an’da haber verilmektedir.[48] Nâs sûresinde ise bu konuda şöyle buyrulmaktadır: “De ki: ‘İnsanlardan ve cinlerden ve İnsanların gönüllerine vesvese veren o sinsi vesvesecinin şerrinden, İnsanların İlâhı, İnsanların Hükümrânı ve İnsanların Rabbi olan Allah'a sığınırım.” [49]
Yine Kur’an, şeytanın kıyâmet günü Allah’ın huzûrunda şöyle diyeceğini haber vermektedir: “İş olup bitince şeytan, ‘doğrusu Allah size gerçek vaad etti. Ben de vaad ettim, ama sonra caydım. Esasen sizi zorlayacak bir nüfûzum da yoktu; sadece çağırdım, siz de geldiniz. O halde beni değil; kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Beni Allah'a şirk/ortak koşmanızı daha önce kabul etmemiştim. Doğrusu zâlimlere can yakıcı bir azap vardır’ der.” [50]
Yine bu konuda: “Doğrusu şeytanın iman edenler ve yalnız Rablerine güvenenler üzerinde bir nüfûzu yoktur. Onun nüfûzu sadece, kendisini dost edinenler ve Allah'a şirk/ortak koşanlar üzerindedir. (O, sadece onları kandırabilir).”[51] buyurulmuştur. Bu âyetten cin ya da şeytanların telkin ve vesveselerine şirk koşanlarla şeytanı dost edinen günahkâr kimselerin kapılabileceğini anlıyoruz. İster büyücü, ister sihirbaz tarafından gönderilsin, ister cin ya da şeytan kendisi gitsin, kulağına fısıldayarak, gönlüne vesvese vererek etki altına aldığı kimse, demek ki şeytanın dostudur. Ona dost olanın da şu veya bu zorlamayla değil; yukarıdaki âyette[52] kendisinin de itiraf ettiği gibi özgür arzu ve irâdesiyle bunu yaptığı, şeytanın telkinine kapıldığı açıktır.
Bu durumda da uğranılan zarardan sorumlu ve suçlu yine büyücü vs. değil; cüz’î irâdesini o yönde kullanan insandır. Sihirbazın sorumluluğu ayrı bir konudur. O zaman ister nüsha (muska) yazarak, ister çeşitli yollarla sihir yaparak, isterse düğümlere üfleyerek faâliyette bulunsun, büyücü ya da sihirbazların şerrinden Allah'a sığınmak gerekir. Cin ya da insan şeytanlarının şerri de, insanlara vesvese vermesi, kulaklarına fena şeyleri fısıldaması, onlara yanlış ve zararlı hususları telkin ederek dünya ve âhirette hüsrâna uğratmasıdır. Nitekim Ebu’l-Yüsr el-Pezdevî, ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunun, cinlerin vesvese vermek sûretiyle insanlara etkili olabileceklerini söylediklerini kaydetmektedir. [53]
İnsan şeytanlarının telkin vs. yollarla, medyayı kullanarak, ya da ferdî hareket ederek, kişide, âilede, toplumda nasıl tahribat yapabildiklerini yukarıda açıklamaya çalıştık. Eski sihirbazların daha dar imkânlarla hakkı bâtıl, bâtılı hak göstererek küfrü yaymaya, hâkim kılmaya çalıştıkları gibi, günümüzde de daha geniş çapta İnsanları telkin altına alıp gözlerini boyayarak, beyinlerini yıkayarak, hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterip şerri, fitne ve fesâdı hâkim kılmaya çalışan modern büyücü ve sihirbazlar vardır. Bunların zarar ve etkisinden korunmak için Allah’ın yardımını dilemek, O’na sığınmaktan başka çare yoktur. O zaman, eski sihirbazların da, yeni büyücülerin de, şeytanların da başvurdukları yol “telkin”dir ve hedefleri de İnsanları şirk ve küfre düşürmektir. Onların dünyada mutsuzluğa, âhirette azâba uğratmak, devamlı ruh sıkıntıları, stres ve bunalımlar içinde yaşatarak, sonuçta hastalandırıp delirtmek, inkâra, intihara kadar götürmektir. Küfre ve şirke, inançsızlığa, ahlâksızlığa sevketmektir.
Buraya kadar saydığımız şu hususların şerrinden Yüce Yaratıcı’ya sığınılmasını gerektirecek büyük felâketler olduğu açıktır. İnsanoğlu bu felâketlere, bu acı sonuçlara kendisini insan ya da cin şeytanlarının telkinlerine teslim etmesi, irâdesini bu yönde kullanması sebebiyle uğramaktadır. O halde kişi, suçu büyücü ve sihirbazda, şeytan ya da cinde değil; kendisinde aramalıdır. Tarih boyunca Cenâb-ı Hakk’ın bu konudaki Sünnetinin, sihrin iptal edilmesi (tesirsiz bırakılması), büyücülerin perişan ve mağlûp edilmesi şeklinde tecellî ettiğini hatırdan çıkarmamak gerekir.[54] Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de bu konuda, “büyücü nereden gelirse gelsin, başarı kazanamaz.”[55]; “Sihirbazlar gelince Mûsâ onlara, ‘atacağınızı atın’ dedi. Attıklarında Mûsâ ‘Yaptığınız sihirdir, fakat Allah onu boşa çıkaracaktır. Allah fesatçıların/bozguncuların işini elbette düzeltmez. Suçlular/günahkârlar istemese de Allah sözleriyle hakkı gerçekleştirecektir’ dedi.”[56] buyurulmaktadır.
Burada konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber’den nakledilen bir hadisi kaydetmenin yerinde olacağını düşünmekteyiz: Hz. Peygamber, devamlı içki içen ayyaş kimselerin, sihre inanan ve doğru olduğunu tasdik edenlerin, sıla-i rahmi kesenlerin, kâhinlerin, yaptığı iyilikleri başa kakan kimselerin cennete giremeyeceğini söylemiştir.[57] Bir diğer hadislerinde ise Rasûlullah, sihir yapan kimsenin Allah'a şirk/ortak koşmuş olacağını bildirmiştir. [58]
Günümüzde halk, sihirbazların yaptıkları çoğu şeyin duyu organlarının yanıltılmasına dayandığını, kendisini seyreden ya da kendilerine program yaptıranların verdikleri para olmadan sihirbazların, büyücülerin karınlarını bile doyurmaktan âciz olduklarını bilmektedirler. Geçmişte sihir ya da büyü olarak takdim edilen pek çok olay, artık müsbet bilimlerin ilgi alanına girmiş, sebebi, mâhiyeti, sonucu açıklanabilir konuma gelmiştir. Yukarıda saydığımız sihir çeşitlerinin ikinci grubu olan güçlü ruh sahiplerinin büyüsüyle ilgili olarak müfessirlerin kaydettiği bazı hususlar vardır ki günümüzde bunları kabul etmek, pek mümkün görünmemektedir. Meselâ bu gruba giren güçlü ruh sahibi kimsenin, kendi bedeninin dışında etki edebilecek kadar irâdesinin güçlendiği, eşyada, hayvanlarda, İnsanlarda kendi vücuduymuş gibi tasarruf yapabildiği, dilediği zaman başkalarının bünye ve şeklini değiştirebildiği, İnsanı öldürecek, diriltecek ya da sözgelimi eşek haline getirebilecek hüner elde edebildiği, havada uçup suda yürüyebildiği ileri sürülmektedir.
Artık çağımızda, bir eşyaya ya da insana dokunmadan, ya da belli fizikî kanunlara göre çalışan araçların yardımı olmadan uzaktan etki etmenin mümkün olduğunu ileri sürmek çok güçtür. Bu husus, son derece tartışmaya müsâit bir konudur. Biyoenerji olayında olduğu gibi, makul bilimsel bir açıklaması mevcut olmalıdır. Bir eşyayı dokunarak kaldırabilir, yerini değiştirebilir, ya da imha edebilirsiniz. İnsan da buna dâhildir. Ancak, günümüzde onlara uzaktan tesir etmenin, zarar vermenin, ya da imha etmenin yolları bellidir. Ya top-tüfek vs. atarsınız, ya uçakla, füzeyle bombalarsınız, ya da lazer vs. gibi ışınlarla çalışan silâhlar geliştirerek elinizi dokunmadan hedefiniz olan varlığı imha edersiniz. Veya o eşya ya da canlı ışınlarla bombardımana tâbi tutarsınız. Onu hasta eder veya ölümüne sebep olursunuz. Uzaktan kumandalı bombalarla, evinde oturan birini, uçakta veya arabasında yolculuk yapanları havaya uçurabilirsiniz. Geçmişte sihir olarak nitelendirilebilecek bu olayların hemen hepsinin bilimsel bir açıklaması mevcuttur. Eğer İnsanları uzaktan büyü ve sihir yoluyla öldürmek mümkün olsaydı, dünyanın dört bir yanına dağıtılmış, sürülmüş, katliama, soykırıma uğratılmış yahûdiler, sihir işlerini en iyi bilen bir millet olarak bunu düşmanlarına tatbik eder, onların baskı ve zulümlerinden kurtulurlardı. Hâlbuki tarih bize bunun aksini söylüyor.
Bu açıdan sihir yoluyla insanlara zarar vermek, onları öldürmek hususundaki iddialar, düşmanlarından savaş vs. yollarla doğrudan intikam alamayan, onların karşısına çıkamayan, ezilmiş, mağlup olmuş zavallı kişi ve toplumların, hasımlarının kalbine korku salmak, onların zararlarından emin olmak maksadıyla çaresizlik içinde başvurdukları, sığınıp teselli aradıkları bir husus olmalıdır. Yukarıda da belirtildiği gibi, sihir ve büyünün İsrâiloğulları, Süryânîler gibi güçsüz toplumlarda, ilkel kabilelerde yayılması, Mısır’da, İran’da Bâbil’de tevhid devirlerinde yasaklandığı için el altından gizli gizli devam etmesi, bu görüşümüzü destekleyen hususlardandır.
İnsana hayat vermek, ya da onu öldürmek, ancak Cenâb-ı Hakk’ın irâdesiyledir. Bu iş, Allah’ın elindedir ve O’nun emriyle meydana gelmektedir. İnsanların ya da başka nesnelerin bu hususta, sebep olmaktan öteye bir fonksiyonu yoktur. Bu konularda insan diler, Allah da onun sonucunu yaratır. Bu sebeple, öldürmek maksadıyla bir İnsana ateş eden kimse de, Allah dilemedikçe karşısındakini öldüremez. Kurşun seker, isabet etmez, öldürücü şekilde yaralayamaz vs. sebeplerden dolayı kişi bu arzusuna erişemez. Öldürme ve diriltmenin Allah'a ait olduğuna dair birçok âyet vardır. Meselâ: “Doğrusu, dirilten ve öldüren Biziz. Hepsinin gerisinde de Biz kalırız.” [59]
Kısacası herhangi bir zahmet, tehlike ya da gayret ve çalışmaya girmeden oturduğu yerden büyü yaparak bir kimsenin hasımlarını bertaraf etmesi, imha etmesi sözkonusu değildir. Bu, “sünnetullah”a, Allah’ın kâinata koyduğu değişmez tabiî kanunlara ve irâdesine aykırıdır. İnsanlar açısından bu, mümkün de değildir. Eğer böyle bir şey mümkün ve câiz olsaydı, Hz. Peygamber, düşmanlarıyla savaşa çıkmaz, ordular tertip etmez, müslümanlar kendilerini tehlikeye atmaz, şehid vermezlerdi. Hasımlarını daha kolay ve zahmetsiz, tehlikesiz olan bu yolla ortadan kaldırmaya çalışırlardı. Yahûdiler, hıristiyanlar, müşrikler, münâfıklar, İslâm düşmanları da bu yolla Hz. Peygamber’i, sonraları müslümanların liderlerini, komutanlarını ortadan kaldırmaya muvaffak olurlardı. Hâlbuki böyle bir şey sözkonusu olmamıştır. Hz. Peygamber, düşmanlarının karşısına silâhıyla, ordusuyla çıktığı gibi, düşmanları da O’nun karşısına silâhlarıyla, askerleriyle çıkmışlar ve çarpışmışlardır.
Sihirbazların, eşyaların şeklini değiştirebildikleri, bir İnsanı eşek yapabildikleri iddiası da artık günümüzde komik kabul edilen bir husustur. Bunun mümkün olamayacağını herkes bilir. Bir canlının anatomisini değiştirmek, onu başka kılıklara sokmak, onun hayatına son vermek demektir. Bu, Kur’an’da “mesh” diye bahsedilen olaydır ki, bunun gerçekleşebilmesi, ancak Cenâb-ı Hakk’ın kudreti dâhilindedir. Allah’tan başka varlıkların, kendileri de âciz birer varlık olan sihirbazların bunu yapabilmesi mümkün değildir.
Günümüzde, artık havada uçmanın, denizde yürümenin de orijinal bir tarafı, sihir diye nitelendirilebilecek bir yönü kalmamıştır. Sıradan İnsanlar bile, biraz pilotluk eğitiminden sonra uçabilmekte, kanat, ya da paraşüt takarak tehlikesizce aşağılara süzülmekte, ayağına deniz paleti takan herkes bir motorun arkasından iple tutunarak denizin üstünde süratle kayabilmektedir. Bunların, tabiatta mevcut olan birtakım denge kanunlarına bağlı olduğunu da herkes idrâk etmektedir. [60]
Hz. Peygamber’e Büyü Yapıldı mı?
Başta Buhârî ve Müslim olmak üzere, hadis kitaplarında Peygamberimiz’e (s.a.s.) büyü yapıldığına dair rivâyetler vardır. Önce bu rivâyetleri görelim:
Hz. Âişe şöyle demiştir: “Benî Zureyk yahûdilerinden Lebîd bin el-A’sam adlı bir kimse, Hz. Peygamber’e büyü yaptı. O kadar ki, Rasûlullah bir şeyi yapmadığı halde kendisine onu yaptığı hayali gelirdi. Nihâyet günün yahut gecenin birinde Rasûlullah (s.a.s.) duâ etti, sonra tekrar duâ etti, sonra tekrar duâ etti; sonra bana şöyle dedi: “Yâ Âişe, kendisinden fetvâ istediğim şey hakkında Allah’ın bana fetvâ verdiğini bildin mi? Bana iki kişi geldi, birisi başucumda, diğeri de ayakucumda oturdu. Daha sonra başucumda oturan ayakucumda oturana yahut ayakucumdaki başucumdakine: ‘bu zâtın rahatsızlığı nedir?’ diye sordu. O da: ‘Büyülenmiştir’ diye cevap verdi. Öteki. ‘Ona kim sihir yapmıştır?’ diye sordu. Diğeri de: ‘Lebîd bin el-A’sam’ cevabını verdi. Sonra: ‘Büyü hangi şeye yapılmıştır?’ dedi. Öteki: ‘Bir tarakla, saç döküntüsüne ve bir de erkek hurma tomurcuğunun içine’ dedi. Diğeri: ‘O büyü nerededir?’ diye sordu. Öteki: ‘Zû Ervân kuyusunda’ diye cevap verdi.” Hz.Âişe dedi ki: ‘Daha sonra Rasûlullah ashâbından bazı kimselerle beraber oraya gitti. Sonra bana: “Yâ Âişe! Vallahi o kuyunun suyu kına ıslatılmış gibi kırmızımtırak, etrafındaki hurması da şeytanların başları gibiydi” dedi. Bunun üzerine ben: ‘Yâ Rasûlullah, sen o sihri çıkarıp yakmadın mı?’ diye sordum. Rasûlullah: “Hayır, Bana Allah âfiyet verdi. İnsanlara bir kötülük getirmekten çekindim. Emrettim de o kuyu kapatıldı” buyurdu.” [61]
Bu konuda Hz. Âişe’den gelen rivâyetlerin birçoğunda sihir yapan kimsenin yahûdi Lebîd bin el-A’sam olduğuna dair bir bilgi yoktur. Bu hadislerde sadece Hz. Peygamber’e büyü yapıldığından bahsedilmemektedir.[62] Bu rivâyetlerin tamamına göre, Lebîd bin el-A’sam ya da bir başkası tarafından yapılan bu sihir Hz. Peygamber’e tesir etmiştir. Hadis rivâyetindeki “Sihirlenmesi dolayısıyla, Hz. Peygamber’e, bir şeyi yapmadığı halde onu yaptığı hayali gelirdi” ifadesiyle işaret edilen hususa diğer bazı rivâyetlerde açıklık getirilmiştir. Bunlara göre, Rasûlullah’a yapmadığı halde yapıyormuş hayali gelen hususun, hanımlarıyla cinsel ilişkide bulunmasıyla ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Buhârî ve Ahmed bin Hanbel’in kaydettiklerine göre Hz. Âişe: “Rasûlullah’a sihir yapılmıştı. Bu durumda, kendisi hanımlarına cinsî münasebet için yaklaşmadığı haldeyken, onlara yaklaşır durumda olduğunu zannederdi” demiştir. Râvi Süfyan bin Uyeyne de, “İşte bu, büyüden meydana gelebilecek rahatsızlığın en şiddetlisidir” demektedir.[63] Diğer bir rivâyete göre ise Hz. Peygamber’in bu rahatsızlığı yaklaşık altı ay kadar sürmüştür. [64]
Hz. Peygamber’e sihir yapıldığından bahseden diğer bir rivâyet, Zeyd bin Erkam’dan (r.a.) nakledilmiştir. Ahmed bin Hanbel tarafından kaydedilen bu rivâyet de şöyledir: Zeyd bin Erkam’dan, “Yahûdilerden bir adam Rasûlullah’a sihir yaptı. Bunun üzerine Hz. Peygamber birkaç gün rahatsız oldu. Nihâyet Cebrâil (a.s.) gelerek Rasûlullah’a: ‘Sana yahûdilerden bir adam büyü yaptı. Bir ipe düğümler atarak filan kuyuya attı, oraya o sihri çıkartıp getirecek bir adam gönder’ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber Hz. Ali’yi gönderdi. Hz. Ali de o ipi çıkararak getirdi ve çözdü. Bundan dolayı Hz. Peygamber sanki bağlarından çözülmüş gibi rahatladı. Bunu o yahûdiye söylemediği gibi, ölünceye kadar onun yüzünü de görmedi.”[65] En-Nesâî’nin Zeyd bin Erkam’dan yaptığı bu konudaki rivâyetinde ise sihri çıkarmak üzere gönderilen kimsenin Hz. Ali olduğu belirtilmemiştir. [66]
Zeyd bin Erkam’dan yapılan bu rivâyetlerde büyüyü kuyudan çıkarmak için Hz. Ali’nin veya bir başka sahâbînin gönderildiğinden söz edilirken; bu konuda Hz. Âişe’den yapılan yukarıda kaydedilen hadislerde ise, Hz. Peygamber’in yanına ashâbından bazı kimseleri alarak sihrin bulunduğu kuyuya kendisinin gittiğinden bahsedilmektedir. Bu durum, söz konusu rivâyetlerde zabt yönünden bazı kusurların mevcut olduğunu hatıra getirmektedir. Yani, râvîlerin olayı iyi zapt edemedikleri ortaya çıkmaktadır. Zeyd bin Erkam’dan nakledilen ve Ahmed bin Hanbel ile Nesâî tarafından kaydedilen son hadiste, düğümler atılarak sihir yapılan ipin kuyudan çıkarılıp getirildiği, “bu düğümler çözülünce, Hz. Peygamber’in sanki bağlarından kurtulmuşçasına ferahladığı”ndan söz edilmektedir. Bu ifade, Buhârî’nin de aralarında olduğu kaynaklardaki başka bir hadis rivâyetinde Fâtiha okuyarak üflenen bir delinin bağdan çözülür gibi olduğundan, aynı kelimelerle söz edilmektedir.[67] Bu durumda, bir yahûdinin yaptığı büyünün, Hz. Peygamber’de bir delide gözlenebilecek bir tesir meydana getirebileceğini, doğrusu insanın gönlü kabul edemiyor. Peygamberimiz’e büyü yapıldığından bahseden bu rivâyetlerin sadece Hz. Âişe ve Zeyd bin Erkam’dan (r.a.) gelen âhad haberler olduğu görülmektedir.
Felak ve Nâs sûrelerinin nüzul sebebi olarak, bazı müfessirler bu konudaki hadis rivâyetlerini gösterirler. Peygamberimiz’in, kendisine yapıldığı ileri sürülen büyüden kurtulması için bu iki sûrenin indiği iddia edilir. Bu âlimlere göre bu sûreler Medine’de nâzil olmalıdır. Çünkü Peygamberimiz’e büyü yaptığı ileri sürülen Lebîd bin el-A’sam, Medine’li bir yahûdidir ve meydana geldiği ileri sürülen bu olayın, hicretten çok sonra olduğunu rivâyet sahipleri belirtir. Ancak, Felak ve Nâs sûreleri Mekkîdir, Fîl sûresinden sonra Mekke’de nâzil olmuştur. Bu durumda Hz. Peygamber’e sihir yapıldığından bahseden mezkûr rivâyetlerin bu sûrelerin inmesiyle herhangi bir ilgisi söz konusu değildir.
Mu’tezile, bu konuyla ilgili rivâyetleri Hz. Peygamber’in ismetine aykırı olduğu gerekçesiyle tamamen reddetmiştir. Ehl-i sünnet’e mensup bir kısım âlimler, sihrin hakikatinin olmadığını, büyü adına görülen şeylerin bâtıl birtakım hayaller olduğunu söylemişlerdir. Bunlar arasında Ebû Ca’fer Esterebâzî ile hanefî âlimlerden Ebû Bekr er-Râzî de vardır. Zâhirîlerden İbn Hazm’ın da bu görüşte olduğu kaydedilmektedir. Dolayısıyla bu âlimler de, bu rivâyetlerin sahih olmadığını kabul etmektedirler.
Peygamberimiz’e Sihir Yapılmadığına, Yapılmışsa Tesir Etmediğine Dair Deliller:
Müşriklerin Peygamberimiz’e “meshûr = büyülenmiş” dediklerini ve bu ithamların kesinlikle yanlış olduğunu Kur’an vurgular:“...Zulmedenler dediler ki: ‘siz olsa olsa, ancak büyülenmiş (meshûr) bir adama uymaktasınız.’ Bir bakıver; senin için nasıl örnekler verdiler de böylece saptılar. Artık onlar hiçbir yol da bulamazlar.”[68]; “Biz onların seni dinlediklerinde ne için dinlediklerini, gizli konuşmalarında da o zâlimlerin ‘siz büyülenmiş (meshûr) bir adamdan başkasına uymuyorsunuz’ dediklerini çok iyi biliriz.” [69]
Peygamberimiz, bir kâhin olmadığı gibi, mecnûn (cinlenmiş, cinler tarafından deli edilmiş) de değildir:“ (Ey Muhammed!) Sen öğüt ver. Rabbinin nimetiyle sen ne bir kâhinsin, ne de cinlenmiş bir deli. Yoksa onlar ‘Muhammed bir şâirdir; onun, zamanın felâketlerine çarpılmasını gözetliyoruz’ mu diyorlar?”[70]; “(Rasûl’üm), sen -Rabbinin nimeti sâyesinde- mecnun değilsin.”[71]; “(Sizin yakînen tanıdığınız) arkadaşınız (Muhammed) mecnun değildir.”[72]
Kur’an, Peygamberimiz’i İnsanların şerlerinden Allah’ın koruyacağını net biçimde ifade ediyor. “...Allah seni İnsanlardan korur.” [73]
Sihir ve büyü yapanlar iflâh olmaz, başarılı olamaz: “...Yaptıkları, sadece bir büyücü hilesidir. Büyücü nereye varsa iflâh olmaz”[74]; “Mûsâ, ‘size hak geldiğinde onun için (hep böyle) mi dersiniz? Bu bir sihir midir? Hâlbuki sihirbazlar/büyücüler iflâh olmazlar’ dedi.” [75]; “Onlar (iplerini) atınca, Mûsâ dedi ki: ‘Sizin getirdiğiniz sihirdir. Allah onun bâtıl olduğunu mutlaka açığa çıkaracaktır. Çünkü Allah fesatçıların/bozguncuların işini düzeltmez.”[76] Hz. Peygamber’e büyü yapılıp bunun tesir ettiğiyle ilgili rivâyetler, büyücülerin başarılı olamayacağını ifade eden âyetlere ters düşmektedir. Hz. Mûsâ karşısında başarısızlıkları ortaya serilen büyücülerin Peygamber’e karşı başarılı olmaları da düşünülemez.
Cinlerin ve büyük cin şeytanın gücü ve egemenliği yoktur: Büyünün en etkin şekilde ve İnsana zarar verecek tarzda kullanılmasının (kara büyü), kötü ve kâfir cinlerle yapılan büyü olduğu söylenir. Hâlbuki, kâfir ve şerli cinlerin lideri İblis’tir, şeytandır. Onun, tüm insanlara ve özellikle mü’minlere karşı ne yapıp yapamayacağını Kur’an tartışmaya gerek bırakmayacak kadar net bir şekilde açıklar. “Kur’an okuduğun zaman, (önce) o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın! Gerçek şu ki: İman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun bir saltanatı/hâkimiyeti yoktur.”[77]Allah, İblis’in kıyâmet günü, kendisine uyanlara söyleyeceğini haber verdiği ifade şöyledir: “Zaten benim sizin üzerinizde hiçbir hükmüm ve nüfûzum da yoktu. Yalnız, ben sizi (bâtıla) çağırdım (size vesvese verdim), siz de bana hemen icâbet ettiniz.”[78]; “Doğrusu o Benim kullarım yok mu, ey şeytan senin onlar üzerinde hiçbir hâkimiyetin yoktur. (Çünkü onlar için) vekil olarak Rabbin yeter.”[79] “Benim hâlis kullarıma karşı senin bir gücün yoktur. (Senin gücün) ancak sana uyan azgınlara (yeter).”[80]; “Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Onlar, günaha, iftiraya düşkün olan herkesin üstüne inerler. Bunlar (şeytanlara) kulak verirler ve onların çoğu yalancıdır.”[81]
Seyyid Kutub, bu konuda şöyle der: “Peygamberimiz (s.a.s.) hakkında -sahih, fakat mutevâtir olmayan- bazı hadisler rivâyet edilmiştir... Evet, bu türlü rivâyetler var. Fakat bu zayıf rivâyetler peygamberliğin fiil ve tebliğlerindeki “ismet” sıfatına muhâlif düşmektedir. Peygamber (s.a.s.)’in her sözü ve her hareketi birer sünnettir ve şeriattır. Bu itikat esasıyla o hadislerin bağdaştırılması mümkün değildir. Müşrikler Peygamberimiz’e büyülenmiş, sihir yapılmış bir kimse gözüyle bakınca Allah Teâlâ derhal âyet inzal buyurarak onda sihir ve büyü gibi şeylerin bulunmadığını haber verdi. Mezkûr hadisler Kur’an’daki bu habere de muhâlif düşmektedir. Onun için bu rivâyetler uzak görülmektedir. İnanç ve akîde ile ilgili meselelerde bu türlü “âhad” hadislerle hükmolunamaz. Akaidde yegâne kaynak Kur’an’dır. Hadis kaynaklarına gelince; inanç mevzûunda sadece “mütevâtir” olan hadislerle amel edebiliriz. Mezkûr hadisler ise mütevâtir değildir. Bütün bunların dışında şunu da belirtelim ki, Felak ve Nâs sûrelerinin Medine’de nâzil olduğuna işaret eden zayıf rivâyetlerin yanında, Mekke’de nâzil olduğuna dair çok daha kuvvetli rivâyetler vardır; tercih edilen rivâyetler de bunlardır.” [82]
Mevdûdi de, Felak ve Nâs sûrelerinin Peygamberimiz’e yapıldığı iddia edilen sihirle ilgisinin olmadığı kanaatini taşır. Bu konuda şunları söyler: “Muavvizeteyn (Felak ve Nâs) sûrelerinin Mekkî olduğu çok kuvvetle muhtemeldir. Hasan Basrî, İkrime, Atâ, Câbir bin Zeyd ve İbn Abbas’dan bir kavle göre Mekke’de nâzil oldu. Bu sûrelerin sadece sihir hakkında nâzil olduğunu düşünmeye; Felak sûresinde sadece bir tek âyetin “Ve düğümlere üfleyip büyü yapan üfürükçüleri şerrinden”[83] âyetinin sihirle ilgili olması, diğer âyetlerin ise sihirle ilgili olmaması engeldir. Ayrıca Nâs sûresinin bütününün de sihirle ilgisi yoktur. Dolayısıyla Mekkî olduğunu söyleyenlerin sözü daha kuvvetlidir.” [84]
Elmalılı Hamdi Yazır ise, Hz. Peygamber’e sihir yapılmasıyla ilgili rivâyetler hakkında şunları söyler: “Bu rivâyetlerin hepsinin sıhhati kabul edildiği takdirde bile Rasûlullah’a velev bir an için olsun bir sihir yapılmış olduğuna mutlaka itikadın vücûbunu ifade edecek kuvveti hâiz değildir. Zira esas itibarıyla haber-i âhad hudûdunu geçmiş değillerdir. Haber-i âhadın sıhhati ise itikadın cevâzını ifade etse bile vücûbunu ifade eylemez. Hâlbuki bunda itikadın vücûbu şöyle dursun, Kur’an’ın nassına muhâlif olduğundan dolayı câiz bile olamayacağına kaail olanlar vardır. Nitekim İmam Mâturidî’den nakledildiğine göre Ebû Bekir Esam, “burada, rivâyet edilmiş olan sihir hadisi metrûktür, çünkü bu, kâfirlerin Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm’a meshûr demelerinin doğru olmasını gerektirecektir. Bu ise, Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şân’ın nassına muhâliftir” demiştir. [85]
Müfessir M. İzzet Derveze de, “Şeyhayn’ın Hz. Âişe’den naklettikleri bu hadis rivâyeti karşısında hayret ediyoruz”[86] demektedir.
Hamdi Yazır, bu konuda, “Peygamber’e ‘sihirbaz’ ve nübüvveti yönünden ‘sihirlenmiş’ diyenin küfründe şüphe yoktur. Burada üç mesele vardın: Birincisi sihrin vukuu, ikincisi Peygamber’in bu sihirden etkilenmesinin vukuu, üçüncüsü bu sûrelerin (Felak ve Nâs) nüzûl sebebi olup olmaması... Peygamber’e bir sihir yapıldığına ve O’nun hasbelbeşeriyye ondan biraz müteessir ve müteellim (etkilenmiş ve acı duyup rahatsızlanmış) olduğuna itikad etmek câiz olabilirse de, vâcip değildir”[87] demektedir.
Bu konudaki hadis rivâyetleri doğru olsa; büyücülerin, bütün peygamberlere, sâlihlere zarar vermeye, kendilerine büyük mülk sağlamaya güç yetirebilmeleri gerekir. Allah, Peygamber’e “büyülenmiş” diyenleri reddetmektedir. Bu rivâyet doğru olsa, müşriklerin Hz. Peygamber hakkındaki bu sözlerinin doğru olması gerekir ve kendisi bu kusurla illetli olur. Bu ise Peygamberlik makamı için câiz değildir. Peygamber’e büyü yapıldığı kabul edilirse, Peygamberin getirdiği tüm şeriatten şüpheye düşülebilir. Muhâlifleri, cin ve büyü aracılığıyla Rasûlullah’a istediklerini söyletip yaptırabilir. Rasûlullah’ın getirdiklerinin ne kadarının Allah'a ait olduğu, ne kadarının sihir etkisiyle söyletene ait olduğu bilinemez.
Felak sûresinin âyetleri, bir tek âyet hâriç, büyücülerle ilgili değildir. Bu sûredeki âyetler, karanlıktan, hasetçilerden, her türlü yaratıkların şerrinden Allah'a sığınmayı emretmektedir. Bundan sonra gelen Nâs sûresinde de insanlara kötülük aşılayan, onları kötü yollara sürmeğe çalışan insan ve cin vesvecilerinden Allah'a sığınmak emredilmektedir. Bütün rivâyetler, Felak ile Nâs sûrelerinin beraber indiğini söylemektedir. Cin ve insan vesvesecilerinden Allah'a sığınmayı emreden Nâs sûresinin bu rivâyetlerde anlatılan büyü olayıyla bir ilgisi yoktur.
Bu, özellikle Mekke’de müslümanları kandırıp İslâm’dan döndürmeğe çalışan Mekke müşriklerinin telkinlerine, fiskoslarına işarettir. Orada bir avuç müslüman, bir yandan her biri birer şeytan gibi kendilerini dinlerinden döndürmek için kandırmağa çalışan müşrik İnsanların, bir yandan da görünmez cin şeytanlarının kötü vesvese ve telkinleriyle karşı karşıya idiler. Onun için Nâs sûresinde müslümanlara cin ve insan şeytanlarının vesveselerinden Allah'a sığınmaları emredilmektedir. Bu, Mekke şartlarında bir yandan müşrik telkinleri, bir yandan da görünmez şeytan vesveselerinin tesiri altında kalan bazı müslümanların durumlarını yansıtmaktadır. “Böylece Biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar...”[88] âyeti, insan ve cin şeytanlarının, insanlara kötü düşünceler aşıladıklarını bildirmekte, “Ne zaman şeytandan bir kötü düşünce seni dürtüklerse Allah'a sığın.”[89] âyeti de bu gibi telkinlerden Allah'a sığınmayı emretmektedir. Bu âyetlerin hepsi Mekke şartlarında inmiştir.
Ayrıca bu konudaki hadis rivâyetleri çelişkilerle doludur. Çünkü, birinde büyü yapan Lebîd’in yahûdi, ötekinde yahûdilerin antlısı (onlarla antlaşmalı) bir münâfık olduğu; bir başkasında ise Peygamber’e hizmet eden bir yahûdi çocuğunun, Peygamber’in tarağındaki kılları ve tarağının dişlerini alıp yahûdilere verdiği, yahûdilerin de bunları Lebîd’e verdiği anlatılır.
Hz. Peygamber’e hangi yahûdi çocuğu, ne zaman hizmet etmiştir? Gâyet ihtiyatlı hareket eden, kendisine gelen İbrânîce mektupları dahi, güvenmediğinden dolayı yahûdilere okutmamak için Zeyd bin Sâbit’e İbrânîceyi öğrenmesini emreden Peygamber (s.a.s.) bir yahûdi çocuğunu nasıl harîm-i ismetine alır? Ona hizmet edecek pek çok müslüman evlâdı varken -ki bunlardan biri de Enes bin Mâlik’tir- yahûdi çocuğunun hizmetine ne gerek vardır?
Tarihte Peygamber’e hizmet eden bir yahûdi çocuğu bilinmediği, siyerle ilgili hiçbir kitapta bundan bahsedilmediği gibi, Peygamber’in altı ay hasta yattığı, hâşâ ne yaptığını bilmez bir şaşkınlık içine düştüğü de bilinmemektedir. Bu rivâyetlerin, büyünün etkisini desteklemek ve İnsanları bundan korkutmak amacıyla ortaya atıldığında şüphe yoktur. Verilmek istenen temel düşünce şudur: Büyü Peygamber’e bile tesir etmiştir; onun için büyücülerden çekinmek lâzımdır.
Allah, Peygamberini İnsanların zarar ve şerlerinden koruyacağını vaad etmiştir.[90] Peygamber (s.a.s.), eğer yapılan büyünün etkisinde kalıp, yapmadığını yaptı, yaptığını yapmadı zannedecek kadar bir aklî denge bozukluğuna uğrarsa, ne onun mâsumluğu, ne de vahiylerin korunma garantisi kalır. Peygamber (s.a.s.) elbette böyle kusurlardan uzaktır, münezzehtir. Kur’an, Peygamber’e büyülenmiş diyenleri “zâlimler” diye nitelendirmektedir. “O zâlimlerin, ‘siz büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz!’ dediklerini biliyoruz...”[91]“O zâlimler: ‘Siz, sadece büyülü bir adama uyuyorsunuz’ dediler...”[92] Peygamber’e meshûr, yani büyülü, büyüye uğramış diyen kimseler zâlim olduklarına göre, Peygamber’e büyü yapıldığı hakkındaki bu rivâyetlerin hepsi zâlimlerin anlatımıdır. Bunu çıkarıp uydurdukları senet zinciriyle Peygamber’in (s.a.s.) seçkin bir sahâbesine dayandıranlar, müslüman görünseler de, gerçekte Peygamber düşmanı yalancılardır. Bir müslüman, Kur’an’a tamamen ters olan, Peygamber’in mâsumluğunu/korunmuşluğunu dinamitleyen bu yalanlara nasıl inanır?
Sihrin etkisini kabul eden bilginlerin anlatımına göre esas büyü, cinlerin etkisiyle olur. Büyücü, yaptığı tılsımlarla kötü cinleri etkisi altına alıp büyülemek istediği kişiye kötülük yaptırır, aklını çeldirir, sağlığını bozar ve benzeri kötü işler yapar. Yani, büyünün tesirini kabul edenlere göre, büyünün kötü etkisini yapan, cinlerdir. Büyülü kişi, cinlerin etkisi altına girer. İsrâ sûresinin 47, Furkan sûresinin 8-9. âyetleri Peygamber’in büyülü olmadığını, ona büyü yapılmadığını, onun bu tür iftiralardan uzak olduğunu belirttiği gibi; Peygamber’in asla cinli olmadığını, cinnin etkisi altına girmediğini bildiren birçok âyet de[93] bu büyü yalanını reddetmektedir. [94]
Kadı Iyâd ve benzeri bazı İslâm âlimleri, Peygamberimiz’e yapılan büyünün Peygamber’in aklına, kalbine, itikadına değil de bedenine, dış uzuvlarına tesir ettiğine dair iddialar sunar ve bunların Peygamber’in diğer fizikî hastalıklardan sâlim olmaması gibi, mâsumluğuna ve peygamberlik makamına zarar vermediğini söyler. Bu görüş, tutarlı değildir. Çünkü hadis rivâyetlerindeki büyünün etkisiyle ilgili en hafif ifade olarak, “kadınlarına varmadığı halde vardığını, yapmadığı şeyi yaptığını sandığı ve bu halin altı ay böyle sürdüğü” anlatılıyor. Bu, altı ay Peygamber’in hayal gördüğü anlamına gelir. Bu, bir beden hastalığı değil; hâşâ O’nun akıl gücünün zayıflaması, işlevini yapamaması demektir. Bu esnâda O’nun, -hâşâ-gelen vahiyleri zaptedememesi, başka şeylerle karıştırma ihtimali gündeme gelebilir. Hadis rivâyetlerinde yer alan “Sihirlenmesi dolayısıyla, Hz. Peygamber’e, bir şeyi yapmadığı halde onu yaptığı hayali gelirdi” gibi “hayal görme” lafızlarından anlaşılan bu olayın akıl ve zihinle ilgili bir husus olduğunu tespit edebilmek için derin bir psikoloji bilgisine ihtiyaç olmadığı ortadadır. Bugün, bir insanın hayal görme olayını kaslarıyla, kollarıyla, bacaklarıyla değil; aklıyla, zihniyle, beyniyle gerçekleştirdiğini herkes bilir.
Tüm rivâyetlerdeki ifadelere göre, bir yahûdi Hz. Peygamber’e sihir yaparak, halk arasındaki deyimiyle O’nun erkekliğini bağlamış, hanımlarına yaklaşamamasını temin etmiştir. Büyü yoluyla, Hz. Peygamber üzerinde böyle bir etki meydana getirilebildiğini kabul etmek mümkün görünmüyor. Bu hususu doğru kabul etmek, yahûdi, kâfir ya da müşriklerin sihir/büyü yoluyla Hz. Peygamber üzerinde istedikleri etkiyi meydana getirebildikleri düşüncesine kapı açar. Büyü yoluyla Hz. Peygamber altı ay boyunca iktidarsızlaştırılabildiği durumda O’nun mübârek hanımları olan annelerimize kocalık haklarını yerine getiremiyor, onların cinsel arzu ve ihtiyaçlarını gideremiyordu gibi iftiralara varacak yanlış düşünce ve ithamlara yol açabilecek tehlikede bir bühtandır.
Ne Hz. Peygamber’in cinsel gücünün abartılmasına, İnsanüstü boyutlara çıkartılmasına hizmet eden rivâyetlere, ne de O’nun sihir yoluyla cinsel yönden iktidarsızlaştırılabileceği fikrine zemin teşkil eden rivâyetlere itibar edilmelidir. O’nu değerlendirmek için ifrat ve tefritlerden arınıp en doğru ve dengeli yolu tutmak gerekir. Hz. Peygamber’e büyü yapıldığından bahseden bu rivâyetleri toptan reddetmek, kanaatimize göre doğru değildir. Bunlar Hz. Peygamber’in hayatı, mûcizesi, Allah’ın Onu düşmanlarının şerrinden koruması açısından tarihî bir değere sahiptirler. Bu hadisler bize, Hz. Peygamber’e, kimliği ne olursa olsun bir düşmanı tarafından zarar vermek maksadıyla sihir yapıldığını haber veriyor. Bu husus, tarihî açıdan doğru olabilir, kanaatimizce de doğrudur. Çünkü sihir, çok eski çağlardan beri var olagelmiş bir uygulamadır. Yahûdilerin bununla fazlaca meşgul oldukları, düşmanlarından bu yolla intikam almaya çalıştıkları da bir gerçektir. Bu sebeple Hz. Peygamber’e de zarar vermek kasdıyla Lebîb bin el-A’sam’a başvurarak sihir yaptırtmış olabilirler. Bu rivâyetler olayın bu yönüne işaret etmektedir. Bu durum, hadis rivâyetlerinin incelenmesinden de anlaşılacağı gibi Allah tarafından Cebrâil vâsıtasıyla Hz. Peygamber’e bildirilmiştir. Rasûlullah üzerinde bu sihrin bir etkisi söz konusu değildir.
Allah (c.c.), bunu Hz. Peygamber’e bildirmek ve o büyüyü atıldığı kuyudan çıkarttırmak sûretiyle, büyüyü yapan ve bundan medet uman İslâm düşmanlarını rezil, rüsvay ve mağlûp etmeyi arzu etmiş ve bunu gerçekleştirmiştir. Hz. Peygamber, Allah tarafından durum kendisine bildirilince, yanına ashâbından bir grubu almış, ya da bir ekiple Hz. Ali’yi göndermiş ve sihri yapan Lebîd bin el-A’sam adlı yahûdinin arazisi içinde olduğu kaydedilen Zû Ervân kuyusundan o büyüyü bulup çıkartmıştır. Bu büyüyü imhâ için, halk arasında yaygın olan inanç doğrultusunda da hareket etmemiş, buna gerek görmemiştir. Böylece sihirden medet uman, ondan bir silâh olarak yararlanmak isteyen İslâm düşmanlarına, maksatlarına eremeyeceklerini, bu tür şeylerin kendisine ve müslümanlara herhangi bir tesir yapamayacağını, Allah’ın kendilerini koruyacağını göstermiştir. Büyüyü yapan şahsı cezalandırmaya da (onu kahramanlaştırmamak için) gerek görmemiş, böylece iyice rezil olmasını, yahûdi ve müşrikler arasında itibardan düşmesini sağlamıştır.
Bu rivâyetler bu yönüyle doğru olabilir. Ancak, bunlarda zabt kusuru olduğu, bu sihrin etkisi konusundaki farklı ve çelişkili anlatımlardan da anlaşılmaktadır. Rivâyetin metnini problemli hale sokan ve âlimler arasında münakaşalara yol açan sihrin, Hz. Peygamber üzerinde nasıl bir tesir meydana getirdiğine dair ifadeler, kanaatimizce daha sonra râvîlerin yaptığı açıklamalardır. Nitekim râvîlerden Süfyan’ın, bu konudaki bir açıklaması, bu rivâyetlerden birinin içinde yer almaktadır. Buna göre Süfyan, “İşte bu, sihirden olabilecek rahatsızlığın en şiddetlisidir.”[95] demektedir.
Ayrıca İslâm âlimlerinden Ebû Bekr Ahmed bin Ali el-Cessâs da aynı görüşte olup, rivâyetleri problemli hale sokan bu ilâvelerin aslının olmadığını, bunların sonradan râviler tarafından hadislerin metnine eklendiğini söylemiştir.[96] Büyünün Hz. Peygamber’e tesiri konusundaki “Sihirlenmesi dolayısıyla, Hz. Peygamber’e, bir şeyi yapmadığı halde onu yaptığı hayali gelirdi. Kendisi hanımlarına yaklaşmadığı halde, onlara yaklaşır durumda olduğunu zannederdi” tarzındaki bu ifâdelerin râvî Hişam bin Urve’den, ya da babası Urve’den kaynaklanmış olması çok muhtemeldir. Urve’nin veya Hişam’ın bu açıklamaları Hz. Âişe’ye mal edilmiş, onun sözlerinin arasına dâhil edilmiş olabilir. Bu konularda ihtiyatlı davranmakta yarar vardır.
Hz. Peygamber’e sihrin etki ettiğini kabul ettiğimizde karşımıza çıkacak bir problem de şudur: Sihrin bir kısmının cinlerle irtibat yoluyla, onları kullanarak yapıldığı ileri sürülmektedir. Bu iddiada bulunanlara göre cin, sihir yapılan kimseye gelerek onu etkilemekte, çarpmakta, hastalandırmaktadır ki, bunun isbâtı mümkün değildir. Geriye diğer bir yol kalıyor ki, o da, cin ya da şeytanların vesvese/telkin yoluyla bir kimseyi etki altına almalarıdır. Her iki yolla da Hz. Peygamber’e, sihir yapılarak, cinler kullanılarak sihirbazlarca tesir edilmesi söz konusu olamaz. Rasûlullah’a, cinlerin ya da şeytanların çarpmasını, ya da telkinde bulunmasını, kendilerinin bundan etkilenmelerini kabul etmek mümkün değildir. Buna peygamberlik makamı engeldir, bunu tartışmaya gerek yoktur; yukarıda zikredilen konuyla ilgili âyetlere aykırıdır. Yine bazı sahih hadislerde de, Hz. Peygamber’in Allah’ın izniyle şeytanın şerrinden emin olduğu haber verilmektedir. [97]
Sihrin ve Büyücünün Hükmü
Kur’ân-ı Kerim’de Yüce Allah, büyü ile uğraşmayı küfür olarak nitelendirmiştir [98]. Hz. Peygamber de müslümanların büyü ile meşgul olmalarını şiddetle yasaklamıştır. Bir hadislerinde, “Helâk edici yedi şeyden sakının” buyurmuşlar, ashâb, “Bu yedi şey nedir, yâ Rasûlallah?” diye sorduklarında, “Allah'a şirk koşmak, sihir yapmak, haksız yere bir cana kıymak, fâiz ve yetim malı yemek, düşmana hücum esnâsında savaştan kaçmak, iffetli mü’min hanımlara zinâ isnâdında bulunmak” [99] buyurmuştur. Bir diğer hadislerinde de, büyü yapan kimsenin Allah'a şirk koşmuş olacağını bildirmişlerdir [100]. Bir başka hadislerinde ise, sihre inanan, onun doğruluğunu tasdik eden kimselerin Cennete giremeyeceklerini haber vermişlerdir [101]
Büyü yapmanın büyük günahlardan olduğu konusunda İslâm âlimleri arasında ittifak vardır. Sihri öğrenmek ve öğretmek de haramdır. Büyüyü meslek edinen ve sihirbazlığı küfre vardıran kimselerin şiddetle cezalandırılması gerektiği kaynak kitaplarda kaydedilmektedir.[102] Yapılan büyü küfrü gerektiriyorsa, bunu yapanın küfre gireceği açıktır. Küfrü gerektirmiyorsa, Şâfiî mezhebine göre, sihir yapan ta’zîr olunur, tevbe etmesi istenilir. İmam Mâlik, “sihir yapan kâfirdir, sihir yapmasından dolayı öldürülür. Tevbe etmesi istenilmez; etse bile kabul olunmaz, mutlaka öldürülür” görüşündedir. Kadı Iyâd’ın bildirdiğine göre, Ahmed bin Hanbel de aynı fikirdedir. Ashâb ve tâbiîn’e mensup birçok âlimin kanaatinin de böyle olduğu nakledilmiştir. İmam Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed’in görüşlerine göre, büyü yapan kâfir olur. Böyle bir kimsenin tevbe etmesi istenilmez. [103]
Çok eski zamanlardan beri İnsanlar, gayb âlemini merak etmiş, hakkında bilgi edinmek istemiş, bazı açıkgözler de bunu istismar ederek gâibden haber vermeye başlamışlardır. Eskiden bu işle meşgul olan kâhinler, arrâflar, falcılar, cinciler vardı; günümüzde bunlara ek olarak medyumlar ve ruhçular da var. Bu kişiler, çeşitli yol ve vâsıtalardan istifade ederek İnsanların geçmişi, geleceği, ruhlar âlemi gibi gayb haberleri vermişlerdir, vermektedirler. Bunlara inanmayanlar yanında, inananlar da vardır. Hâlbuki Peygamberimiz (s.a.s.), Allah’ın en seçkin kulu olmasına rağmen, O’nun hakkında Kur’an diliyle şöyle buyrulmuştur: “De ki: ‘Allah’ın dilemesi dışında ben kendim bir fayda ve zarar verecek durumda değilim. Gaybı/görülmeyeni bileydim, daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük de gelmezdi.” [104] Allah’tan başka hiçbir varlığın gaybı bilmediğini şu âyet kesin bir şekilde ortaya koyar: “De ki: ‘Göklerde ve yerde gaybı, Allah’tan başka bilen yoktur...” [105]
Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Gayb habercisine (arrâfa, kâhine) inanan kimsenin kırk gün namazının kabul olunmayacağını”[106] haber vermiştir. Yine şöyle buyurmuştur: “Kâhin ve arrâfa inanan kimse, kendisine gönderilen (Kitabı, vahyi) inkâr etmiştir.”[107] Peygamber Efendimiz’e, “ama, bazı söyledikleri doğru çıkıyor” diyenlere, Rasûl-i Ekrem: “Allah’a âsi olan cinlerin, edindikleri bazı bilgileri, bir doğrunun yanına yüz yalan katarak bu kâhinlere ulaştırdıklarını, bunlar vâsıtasıyla halkın inancını bozduklarını, onları sapıklığa düşürdüklerini” söylemiştir. [108]
Bu kesin deliller karşısında müslümanların, gâipten haber verdiğini iddia eden kimseleri dinlemeleri haramdır.[109] Onlara değer verip, onlara danışmaya, onlardan yardım istemeğe gitmenin de haram olduğunda şüphe yoktur.
Ruh Çağırma: Günümüzde, özellikle sosyete denilen tabaka arasında yaygın olan ruh çağırma olayı da bir nevi modern kâhinliktir. Birçok tecrübeler, medyumların madde ötesi bir varlıkla temas kurdukları kanaatini vermektedir. Ancak bunun ruh olduğu ve söylediğinin gerçeğe uygunluğu sâbit değildir. Elmalılı merhûmun ifadesiyle “bunların büyük ruhları ve şahsiyetleri çağırıp getirme iddiaları yalan olduğunda şüphe yok ise de, habis ruhları ve sefil şahsiyetleri afsunlayıp topladıkları ve bu sûretle yüce ruhlara zarar vermeye çalıştıkları muhakkaktır.[110] Ruh çağırma seanslarında, gelenin ruh olduğu belli değildir; bunun cin olma ihtimali daha kuvvetlidir. Cin çağırma işi, toplumumuzda öteden beri bilinmekte idi; şimdikiler bunu biraz daha modernize ederek “ruh çağırma” dediler. Aynı zamanda gelen varlığın veya hayalin, ya da sesin verdiği haber ve bilgiler, yalan ve yanlış ile karışıktır.
Dinimiz ruh ve diğer madde ötesi varlıklar üzerine ilmî araştırma yapmayı engellemez; aksine teşvik eder.[111] Ancak maddî mânevî menfaat sağlamak gâyesiyle ve İslâm inancına uymayan telâkkîler, anlayışlar içinde bu işlerle uğraşmayı ve mesnedsiz iddialara inanmayı meneder.
Fal ve Falcılık: Eskiden yazılı oklarla, günümüzde yıldız, kahve, bakla, iskambil kâğıdı gibi vâsıtalarla yapılan falcılık da bir nevi gâipten haber vermedir; çünkü gelecek (müstakbel) gaybdır; bu sebeple her nevî falcılık ile bunlara inanmak haramdır. [112]
Sihir/büyü: Sihir itikadı bozduğu, tevhid inancına zarar verdiği, kontrolü mümkün olmadığı için kötüye kullanıldığı ve aldatma, iğfâl, ızrar vâsıtası olduğu için haram kılınmış, sihirbazın felâh bulamayacağı ifade buyrulmuştur. [113]
Nazarlık, nal, muska vb. kullanmak: Birden ortaya çıkan veya sebebi bilinmeyen hastalıklara yakalanmamak veya tedâvi etmek üzere başvurulan birtakım tedbirler vardır; nazarlık, at nalı, at kafası, çeşitli muskalar takma, kurşun dökme, tütsü yapma bunun bazı örnekleridir. Bunlar, tıp yönünden bir faydası olmadığı, üstelik bâtıl inançları devam ettirdiği için haram kılınmışlardır. Peygamberimiz (s.a.s.) nazarlık kullanmayı menetmiş, bu gibi şeyleri asan kimselerin bey’atlerini kabul etmemiştir. [114]
Uğursuz saymak: İnsanlar, eskiden beri bazı yer, zaman, şahıs ve şeyleri uğursuz veya uğurlu saymışlar, bu inanca göre karar verdikleri, hareket ettikleri olmuştur. Hiçbir ilmî ve dinî esasa dayanmayan bu inanç İslâm’da reddedilmiş, uğur veya uğursuzluğu İnsanların kendi inanç ve davranışlarında aramaları istenmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.), buna benzer başka inanışları da zikrederek şöyle buyurmuştur: “Hastalığın bir başkasına geçmesi, uğursuzluk, (ölü ruhunun temsilcisi) baykuş, karındaki yılan diye bir şey yoktur; cüzzamlıdan -arslandan kaçar gibi- kaçın.”[115] Hadisin başında “hastalığın birinden diğerine geçmesi (sirâyet, salgın) diye bir şey yoktur” derken, sonunda cüzzamlıdan uzak durulması” emrolunuyor. Hadis açıklayan bilginler burada biri inanç, diğeri davranış ile ilgili iki noktanın bulunduğunu söylemişlerdir;
a) İnanç: Hastalığı yaratan, İnsanı hasta eden, bunu belli kanunlara bağlayan Allah’tır. Bir hasta ile temas eden iki kişiden biri hastalığa yakalanıp diğeri sağlıklı kalabilir; bu Allah’ın irâdesine bağlıdır.
b) Davranış; Salgın hastalığın birinden diğerine geçmesi Allah’ın takdir ettiği, yarattığı bir tabiat kanunudur. Hasta ile temas, hastalanmanın sebebidir; sebepleri olaylara bağlayan Yaratıcı, bunu böyle dilemiştir; şu halde insanın bu sebeplerden kaçınması gerekir (“Hastalıklı hayvanları, sağlıklı hayvanlara katmayı” meneden Buhârî hadisi de aynı hükmü desteklemektedir.)
Câhiliyye devrinde Araplar baykuşun, ölünün kemikleri veya ruhundan meydana geldiğine, insanın karnında bir yılanın bulunduğuna ve aç kalınca İnsanı öldürdüğüne, ürküttükleri hayvanların sağ veya sollarından karşı yöne gidişlerine göre uğur veya uğursuzluğa inanırlardı. Hadis bunların da aslı astarı bulunmadığını bildirmektedir. Bazı gün, şahıs, eşya ve yerleri uğursuz saymak, ölüm veya felâketten söz ederken kulak çekip tahtaya vurarak korunmaya çalışmak da aslı astarı olmayan inanç ve davranışlar arasındadır. Buhârî’nin bir başka rivâyetinde “kadın, ev ve binekte uğursuzluktan” bahsedilmiştir. Fakat bu hadisin baş tarafını Hz. Âişe annemiz açıklıyor: Peygamberimiz’in (s.a.s.) câhiliyye âdetlerini söylediğini, “onlar, bu üç şeyde uğursuzluk bulurlardı” dediğini açıklıyor.
Uğurlu saymak: Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz, uğursuzluk inancını reddederken “en iyisi, uğurlu saymaktır (fe’l, tefe’ül)” buyurmuş, “Tefe’ül nedir yâ Rasûlallah?” dediklerinde; Herhangi birinizin duyduğu güzel, hayırlı bir sözdür”[116]cevabını vermiştir. Buna göre bir kimsenin iyi bir söz duymasını, bir şeye yönelince ilk olarak “başarı, esenlik, mutluluk” gibi bir kelime işitmesini uğurlu saymasında mahzur yoktur. Uğur inancının hedefi, İnsanların hayatlarını, mânâsız ve mesnetsiz vehimlere göre değil; gerçeklere göre düzenlemesi ve idare etmesidir. [117]
Ve Günümüz
Sihir ve büyünün hiçbir çeşidi, İslâm toplumunda yer bulamaz. Bu tür sapıklıklar, ancak câhiliyye toplumlarında yaygınlaşabilir. İçinde yaşadığımız toplumun câhiliyye toplumu olup olmadığıyla ilgili bir yargıya varmak için gelin, bu konuda aynamızı topluma tutalım:
Düzen ve çevrenin, fıtrata müdâhale edip İslâm’ı bireysel ve toplumsal alanlardan tümüyle uzaklaştırma mücâdelesi ve yer yer başarısı, İnsanımıza ağır bedeller ödetiyor. İslâm’ın çoğu hükümlerinin yaşan(a)madığı günümüzde stres ve psikolojik bunalımların hemen her çeşidi giderek hemen her İnsanı kemiriyor. Ve denize düşen yılana sarılıyor: Dinini bilmediği, ilkel ve modern hurâfeleri de reddedemediği için câhil İnsanlar, çözümü de cincilerde, üfürükçü ve muskacılarda arıyor. Medyada; medyumlardan, falcılardan, astrologlardan yani modern müneccimlerden, cinci ve büyücülerden geçilmiyor. Boyalı basın dediğimiz, yazıdan daha çok resimlerin yer aldığı gazetelerin tümünde her gün burç ve fal köşeleri yayınlanmaktadır. Buralarda "yıldızınız diyor ki" , "burcunuz" , "elektronik burç falı" , "bilgisayarlı astrolojik fal" gibi köşelere ne demeli? (Bu hurâfeler, irticâ kavramına girmediğinden kimsenin bir şey dediği yok. Peki müslümanların da mı diyeceği yok?!)
Günümüzde başta televizyon kanalları olmak üzere medya, yani dünkü adlandırma ile sihirbazlık/büyücülük, halkın bağlılığını sağlamak ve sürdürmek yolunda Firavunların ve firavunî düzenlerin vazgeçemedikleri bir araçtır.
Müneccimlik, sanıldığı gibi tarihe karışmış değil; sadece modernleşmiştir o kadar. Astrolog veya medyum denilen müneccimler, yıldız falına bakan kimselerdir. Horoskop denilen yıldızların, burçların bulundukları yerin haritasını çıkarıp, falına bakacakları kimsenin doğum tarihleriyle kıyaslayarak geleceği -gayb) hakkında hüküm çıkartırlar. Eski Yıldızname'lerin yerini günlük burçlar, astrolojik hurâfeler almış; müneccimin adı da astrolog veya medyum olmuştur artık.
Açıkça kâfir olanların yanında, nice müslümanım diyen insan, hâlâ yıldızların, burçların insan kaderinde etkili olduklarına inanmaktadır. Müneccimin, kâhinin; geleceği (her şeyi değilse bile, çok şeyi) bileceğine hâlâ inanılır ki, gelecekle ilgili değerlendirmelerde bulunanlara “sen müneccim misin, nereden biliyorsun?”diye sorulur; “adam sanki kâhin” denilir.
Yine, bu sapık düşünceye göre yıldızlar konuşur, vahyeder; onların rasülleri/elçileri ise astrologlar, medyumlar ve cincilerdir. Yıldızların konuşma dilini anlayan bu sivri akıllılar, bu mesajları "yıldızınız diyor ki..." , "burcunuzun durumuna göre başınıza şu, şu gelecek" diye insanlara para karşılığı tebliğ eder ki, bu mesaja göre bilinçlensinler ve ona göre davransınlar.
Müneccimlik, gelecekte meydana gelecek, özel ve genel olaylara, yıldızlara bakarak haber vermektir. Hz. Peygamber’in bu konuyla ilgili şöyle bir ikazı vardır: “Bazı İnsanlar, Allah’ın nimetiyle geceyi geçiriyor, sabah olunca da, ‘bize şu yıldız sebebiyle yağmur yağdırıldı’ diyor. Böyle demeleri sebebiyle onların çoğu kâfir olmuştur.”[118] Yine bir başka hadis rivâyeti de benzer bir ikazdır: “Kim yıldızlarla haber vermeye çalışırsa, sihir ile haber vermiş olur.” [119]
Gelecekte olacak şeyler hakkında bilgi sahibi olmak için başvurulan çeşitli yolların en belirginlerinden biri faldır. Daha çok baht, uğur ve talihi, genel olarak da gelecekte olacak şeyleri anlamak için birtakım garip yollara başvurarak bunlardan anlam çıkarma ve kişilik okuma işine fal; bu işi yapmaya da falcılık denir. Gelecek zamanda vuku bulacak olayları haber vererek gayb sırlarını bildiğini iddia edene de falcı, medyum denir.
Câhiliyye Arapları, bir yolculuğa, bir savaşa, bir ticarete, evlenmeye yahut herhangi önemli bir işe teşebbüs edecekleri zaman üç zar (veya ok) çekerler yahut kuş uçururlardı. Bu zar veya okların birinde, "Rabbim emretti", yahut "yap" diye emir; diğerinde "Rabbim nehyetti" veya "yapma" diye nehy kelimeleri yazılı olurdu; biri de boş bulunurdu. Birisi torbaya elini sokar, zarlardan birini çeker, emir çıkarsa yaparlar, nehy çıkarsa yapmazlar, boş çıkarsa bir daha çekerlerdi. Kur'an, bunu şiddetle yasaklamıştır. "Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytan işi birer pisliktir; bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz."[120]
Bugün yaygın olan fal çeşitlerinden biri de, modern câhiliyyenin itibar ettiği yıldız falıdır. Gökteki burçlardan yola çıkılarak yapılan bu falcılığın aslı, Sâbiîlere dayanır. Sâbiîler, gökyüzünü on iki burca taksim etmişler ve eflâkten/göklerden yalnız tapındıkları ve heykellerini diktikleri "sebaî" gezegenlerin durumlarına göre, yeryüzünde meydana gelecek olayları bildireceği iddiasıyla yıldızlarla ilgili birtakım hükümleri yazmışlardı. Onların bu inançları, günümüze kadar gelmiş bulunmaktadır. [121]
Dinimizin kesinlikle yasakladığı falcılık, bir çeşit gaybdan haber vermektir. Hâlbuki Kur'an; gaybı, Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilemeyeceğini, peygamberlerle meleklerin dahi kendilerine vahyedilmedikçe gaybdan haber veremeyeceklerini açıkça bildirmektedir. "De ki: 'Göklerde ve yerde olan gaybı, Allah'tan başka bilen yoktur."[122]; "De ki: Size 'Allah'ın hazineleri elimdedir demiyorum, gaybı da bilmiyorum."[123]; "Eğer gaybı bilseydim, daha fazla hayır yapardım."[124] âyetleri buna yeterli delildir.
Kendilerine "arrâf", "kâhin" veya "medyum" denilen falcıları ve bu falcılara gidip fal açtıran, onlara inanan veya destekleyenleri Peygamberimiz, ağır bir dille kınamış, hatta küfürle nitelemiştir. "Kim bir arrâfa gidip de ona bir şey sorarsa, kırk gecelik namazı kabul olmaz."[125]; "Kim bir kâhine gider, dediklerini doğrularsa; şüphesiz ki Muhammed'e indirilmiş olanı inkâr etmiş olur."[126]
Burç falı, "İnsanları, doğdukları burçlara göre gruplayarak geleceğini okumaya, kaderine dair konuşmaya" denir. Modern cahiliyyenin yaşandığı günümüzde kendini aydın sanan birtakım gazete ve televizyon programcıları, her gün yıldız falı hurâfesiyle İnsanların kaderi hakkında birtakım yorumlar yapmaktadırlar ki bunlar hiçbir bilimsel dayanağa sahip değildir. Ayrıca bu asılsız yorumlar, okuyucuların ruhsal dengelerine olumsuz yönde etki yapmaktadır. Bu bir atma, saçma ve aldatmadan ibarettir. İslâm âlimleri, Sâbiîler gibi, tesiri yalnız yıldızlardan, burçlardan bilerek onlardan birtakım hükümler çıkarmaya kalkışmanın küfür ve şirk olduğunda ittifak etmişlerdir.[127]; “Onların çoğu, şirk koşmadan Allah'a inanmazlar.” [128]
Konuyla ilgili yanlış itikad veya hurâfeler sebebiyle dilimize giren deyimlerden bazıları: “Cadı kazanı”, “gözün faltaşı gibi açılması”, “müneccim misin?”, “kâhin gibi”, “yıldızı kaymak”, “yıldızları barışmak”, sanatçılara: “star/yıldız”, “yıldızınız diyor ki”, “burcunuza göre...”, “felek”, “cingöz”, “cini tepesine çıkmak”, “cin fikirli”, “cin çarpması”, “denize düşen yılana sarılır”, “tahtaya vurup eli kulağa götürmek” vb.
Hayatın her alanını kuşatan İslâm’ın kişisel, toplumsal ve siyasal boyutu gerektiği şekilde yaşanmadığından, psikolojik hastalıklar ivme kazanarak İnsanı her yönüyle pençesine alıyor. Stres ve bunalımın bin bir çeşidi altında ezilen insan, yeterli inanç ve bilinçten yoksun ise, düştüğü ıstırap denizinden kurtulmak için sarıldığının yılan olduğunu düşünmüyor bile. Her türlü üfürükçülerden, vesvese verenlerden Allah’a sığınması gerektiği halde, şeytanlara ve şeytanlaşan üfürükçülere sığınabiliyor. Kur’an’ın fıtrî prensiplerine sarılıp ibâdet, zikir ve tefekkürle ruhunu arıtacak ve gıdalandıracak yerde, ruhundaki hastalığı artıracak zehirlere ve mikroplara yöneliyor. Yine, müslüman psikolog ve psikiyatristlerden yararlanıp tıp ilminin imkânlarından istifade edeceğine istismarcılara teslim oluyor. Vahye teslim olmayan, aklını ve mantığını da kullanmayan enâyiler bulundukça; adlarına hoca, muskacı, cinci, büyücü, sihirbaz, arrâf, medyum, kâhin, astrolog, falcı... denen kimseler de bulunacak, kendisinden yardım isteyenleri sömürmekle kalmayacak, onları dünyada ve âhirette perişan etmeye çalışacaktır. Suç, bu istismarcılardan daha çok, bunların oltalarına takılan zavallılardadır. İslâm’ın yaşanmadığı yerde bu çeşit istismarcıların, sahtekârların önüne geçilmesi de imkânsızdır.
Tevhid inancına ters düşen hususlardan biri de üfürükçülüktür. Câhiliye devrindeki insanlar, cinlerden yardım bekleyerek, bazı musibet ve felâketleri önlemek amacıyla, Arapça olmayan anlamsız bazı kelimeleri, ağızlarında geveleyip dururlardı. İslâm geldi, bunları yasakladı. Nitekim hadis-i şerifte: "Şüphesiz üfürükçülük, mavi boncuk, muska, her türlü sihir ve tılsım şirktir."[129] buyurulmaktadır. Kur’an, üfürükçülük ve sihir yapanları, “düğümlere üfleyenler”[130] olarak tanıtır ve şerlerinden Allah’a sığınılmasını tavsiye eder. Düğümlere üfleyenler, sihir ya da büyü yapan kimselerdir. Bunlar, telkine müsait olan kişileri kandırabillirler. Bunu gerçekleştirmek için, büyülerinde iplik veya mendil gibi bir şeye düğümler atarak üzerine üflerler.
Rivâyete göre; Bir gün Abdullah bin Mes'ud, hanımının boynunda bir iplik gördü. Bu nedir?" deyince, hanımı: "sıtma için okunmuş bir iptir." dedi. İbn Mes'ud, ipi çekerek kopardı, attı. Sonra şöyle dedi: "Andolsun ki, Abdullah ailesi şirkten uzaktır. Rasûlullah'tan işittim, buyurdu ki; "Şüphesiz üfürükçülük, nazar boncuğu, muska, sihir ve tılsım şirktir." Hanımı dedi ki: "Gerçekten gözüm atıyordu, filan yahudiye tedavi için gidip geliyordum. Gözümü afsunladı; atması durdu. Abdullah bin Mes'ud dedi ki: "Bu, şeytanın işidir. Şeytan eliyle dokunuyor, afsunladığı zaman elini çekiyor. Hâlbuki Rasûlullah'ın okuduğunu okusaydın, sana kâfi idi. Allah'ın rasûlü şu duâyı okurdu: “Ey insanların Rabbi! Rahatsızlığı gider, şifâ ver, şifâ veren Sensin! Senin şifândan başka şifâ yoktur. Hastalık bırakmayan şifâ ver!”[131]
Şirk unsuru taşımayan okumada bir sakınca yoktur. Ama, unutulmamalıdır ki, kişinin kendisi ve çok yakınları, inanarak, okuduğu duânın anlamını bilip şuurla Allah’a duâ etmeleri duânın kabulü için daha uygun şartlar oluşturur. Bununla birlikte bir başkası da âyetlere veya Peygamberimizin uygulamalarına dayalı olarak hiçbir şirk unsuruna bulaşmadan ve sadece Allah’a duâ edip şifayı O’ndan isteyerek hastaya okuyabilir.
Müneccimlik, Fal ve Burç Falları
Sihrin bir çeşidi de müneccimliktir. Müneccimlik, gelecekte meydana gelecek, özel ve genel olayları, yıldızlara ve burçlara bakarak haber vermektir. Günümüzde astroloji adıyla, gök cisimlerinin konumu, horoskop denilen haritalarla ve yapanlara göre bilimsel olduğu ileri sürülen, insanların geleceğiyle ilgili uydurma bilgiler veren medyumluk veya astrologluk da modern müneccimliktir. Hz. Peygamber’in bu konuyla ilgili şöyle bir ikazı vardır: “Bazı insanlar, Allah’ın nimetiyle geceyi geçiriyor, sabah olunca da, ‘bize şu yıldız sebebiyle yağmur yağdırıldı’ diyor. Böyle demeleri sebebiyle onların çoğu kâfir olmuştur.”[132] Yine bir başka hadis rivâyeti de benzer bir ikazdır: “Kim yıldızlarla haber vermeye çalışırsa, sihir ile haber vermiş olur.”[133]
Bu hadisler, yıldızların uzaklığını, yerlerini, yörüngelerini gözlem ve araçlarla inceleyen astronomi ilmi hakkında değildir. Bu ilim, ilkeleri, kuralları ve araçları olan bir ilimdir. Kur’an zaten, baştan sona insanları gözleme, düşünmeye, araştırmaya ve evrenin sırlarını keşfetmeye dâvet etmektedir. Ancak, ilimleri, gaybı biliyormuş gibi yorumlamak, insanı şirke götürür. Çünkü gaybı bilen sadece Allah’tır.
Gelecekte olacak şeyler hakkında bilgi sahibi olmak için başvurulan çeşitli yolların en belirginlerinden biri faldır. Daha çok baht, uğur ve talihi, genel olarak da gelecekte olacak şeyleri anlamak için birtakım garip yollara başvurma, atılan boncuk ve baklaya, tesadüfen açılan bir kitabın bir satırına, koyunun kürek kemiğine, kahve fincanına vb. şeylere bakıp bunlardan anlam çıkarma ve kişilik okuma işine fal; bu işi yapmaya da falcılık denir. Gelecek zamanda vuku bulacak olayları haber vererek gayb sırlarını bildiğini iddia edene de falcı, medyum denir.
Câhiliyye Arapları, bir yolculuğa, bir savaşa, bir ticarete, evlenmeye yahut herhangi önemli bir işe teşebbüs edecekleri zaman üç zar (veya ok) çekerler, yahut kuş uçururlardı. Bu zar veya okların birinde, “Rabbim emretti”, yahut “yap” diye emir; diğerinde “Rabbim nehyetti” veya “yapma” diye nehy kelimeleri yazılı olurdu; biri de boş bulunurdu. Birisi torbaya elini sokar, zarlardan birini çeker, emir çıkarsa yaparlar, nehy çıkarsa yapmazlar, boş çıkarsa bir daha çekerlerdi. Kur’an, bunu şiddetle yasaklamıştır. “Ey İman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytan işi birer pisliktir; bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz.”[134]
Bugün yaygın olan fal çeşitlerinden biri de, modern câhiliyyenin itibar ettiği yıldız falıdır. Gökteki burçlardan yola çıkılarak yapılan bu falcılığın aslı, Sâbiîlere dayanır. Sâbiîler, gökyüzünü on iki burca taksim etmişler ve eflâkten/göklerden yalnız tapındıkları ve heykellerini diktikleri “sebaî” gezegenlerin durumlarına göre, yeryüzünde meydana gelecek olayları bildireceği iddiasıyla yıldızlarla ilgili birtakım hükümleri yazmışlardı. Onların bu inançları, günümüze kadar gelmiş bulunmaktadır.[135]
Dinimizin kesinlikle yasakladığı falcılık, bir çeşit gaybdan haber vermektir. Hâlbuki Kur’an; gaybı, Allah’tan başka hiçbir kimsenin bilemeyeceğini, peygamberlerle meleklerin dahi kendilerine vahyedilmedikçe gaybdan haber veremeyeceklerini açıkça bildirmektedir. “De ki: ‘Göklerde ve yerde olan gaybı, Allah’tan başka bilen yoktur.”[136]; “De ki: Size ‘Allah’ın hazineleri elimdedir demiyorum, gaybı da bilmiyorum.”[137];“Eğer gaybı bilseydim, daha fazla hayır yapardım.”[138] âyetleri buna yeterli delildir.
Kendilerine “arrâf”, “kâhin” veya “medyum” denilen falcıları ve bu falcılara gidip fal açtıran, onlara inanan veya destekleyenleri Peygamberimiz, ağır bir dille kınamış, hatta küfürle nitelemiştir. “Kim bir arrâfa gidip de ona bir şey sorarsa, kırk gecelik namazı kabul olmaz.”[139];“Kim bir kâhine gider, dediklerini doğrularsa; şüphesiz ki Muhammed’e indirilmiş olanı inkâr etmiş olur.”[140]
Burç falı, “insanları, doğdukları burçlara göre gruplayarak geleceğini okumaya, kaderine dair konuşmaya” denir. Modern câhiliyyenin yaşandığı günümüzde kendini aydın sanan birtakım gazete ve televizyon programcıları, her gün yıldız falı hurâfesiyle insanların kaderi hakkında birtakım yorumlar yapmaktadırlar ki bunlar hiçbir bilimsel dayanağa sahip değildir. Ayrıca bu asılsız yorumlar, okuyucuların ruhsal dengelerine olumsuz yönde etki yapmaktadır. Bu bir atma, saçma ve aldatmadan ibârettir.
İslâm âlimleri, Sâbiîler gibi, tesiri yalnız yıldızlardan, burçlardan bilerek onlardan birtakım hükümler çıkarmaya kalkışmanın küfür ve şirk olduğunda ittifak etmişlerdir.[141]
Bunun yanında insanın, girişeceği önemli bir iş için, uzman kişilerle istişare yaptıktan sonra istihâre yapması meşrûdur, sünnettir. Bunun, İslâm’da yasak edilen falcılık ve kehânetle hiçbir ilgisi yoktur.
Tevhid, Allah’ın kâinatta koyduğu kanunlar çerçevesinde sebeplere sarılmaya asla karşı çıkmaz; bilakis teşvik eder. Elbette ki açlığı gidermek için yemek, susuzluğu gidermek için su, tedavi için ilaç, savunma için silâh gereklidir. Insan hastalandığı zaman doktora gidecektir. Bütün bunlar ve benzerleri İslâm’da meşrûdur. Ne var ki, meydana gelen veya meydana geleceği sanılan tehlikeleri defetmek için, birtakım bilinmeyen ve gizli olan sebeplere sarılarak esrarengiz yollara başvurmak, asla meşrû sayılmaz. Bazı toplumlarda görülen madenî halkalar takmak, kollara ip bağlamak, bu türdendir. Bir keresinde Hz. Peygamber, zayıflıktan kurtulmak için koluna demir takan sahâbîye bunu çıkarttırmıştır. Yine Hz. Peygamber, sıtmayı önlediğine inanıldığı için koluna ip takan hastanın kolundan da aynı şekilde bunun çıkarılmasını istemiş ve arkasından şu âyeti okumuştur: “Onların çoğu, şirk koşmadan Allah’a inanmazlar.”[142]
Görüldüğü gibi, Rasûlullah’ın bunların üzerinde durmasının yegâne sebebi, şirkten ve şirke giden yollardan insanları uzaklaştırmaktır. Burada hatırımıza şöyle bir soru gelebilir: Acaba deneysel bilim, birtakım araştırmalar yaparak, kola takılan bu madenlerin fizikî faydasını ispat etse, yine yasak olur mu? Şüphesiz hayır! Çünkü bunun yasaklanmasının sebebi, bu gibi şeylere, birtakım bilinmeyen güçler atfedilerek sığınılmasıdır. Meselâ, bakır bilezik cinsinden bazı halkaların romatizmanın tedavisindeki faydası bilimsel olarak da ortaya çıktığı için, ilaç kullanılır gibi kola veya ayağa takılmasında hiçbir sakınca yoktur.
Nazar boncuğu ve içinde yazılar, tuhaf şekiller bulunan muska takmak da, insanı (küçük) şirke götüren yollardan biridir. Câhiliyye döneminde Araplar, özellikle çocuklara boncuk ve muska takarlar, bu yolla cinlerden ve nazardan korunacaklarını sanırlardı. Halk arasında nazardan korunmak için, nazarlık, at nalı, at kafası, çeşitli muskalar takma, kurşun dökme ve tütsü yapma gibi yollara başvurulduğu görülür. Bu gibi bâtıl yolların yasak olduğunu Hz. Peygamberimiz bildirmiştir.[143]
Bunların tıbbî hiçbir yararı da yoktur. Aynı zamanda, Allah’tan başkasından zararı defetmesini istemek de söz konusudur. Hâlbuki Kur’an’da bu konuda önemli ikazlar vardır. “Allah sana bir sıkıntı verirse, O’ndan başkası bunu gideremez. Sana bir iyilik verirse, başkası onu engelleyemez. O, her şeye gücü yetendir.”[144]
Muska takılması da aynı şekilde câiz görülmemiştir. İçinde Kur’an âyetleri yazılı olsa da takmamak gerekir. Yeri gelmişken, Mehmed Âkif’in şu mısrâlarını hatırlamamak olmaz:
“Ya açar bakarız Nazm-ı Celîl’in yaprağına,
Ya üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur’an, bunu hakkıyla bilin.
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için.”
Gayb; duyularla algılanamayan, insanın deney ve gözlemlerine konu olmayan şeylerdir. Câhiliyye dönemi Arapları, tanrı olarak taptıkları putlarının gaybı bildiğine inanırlardı. Yalnız, onların bu bilgisine direkt yollarla değil, endirekt yolla ulaşmaya çalışırlardı. Meselâ Mekke’liler, Hübel putunun yanındaki okları çekerek, başvurdukları iş hakkında tanrılarının ne düşündüğünü anlamaya çalışırlardı.
Kur’an, gaybı bildiği iddia edilen sahte tanrıların gaybı bilemeyeceklerini şöyle ifâde eder: “Onlar, diriler değil; ölülerdir. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.[145] Gaybı bilmek, ulûhiyetin özelliklerindendir. Psikolojik bir gerçektir ki, insanoğlu taptığı varlığın gaybı bilmesini istemektedir. Çünkü gaybı bilmek, tek başına bir üstünlüktür. Aynı zamanda başkalarına üstünlük kurmanın yollarından birisidir. Tabii ki insanın bu merakı, birçok bâtıl ve hurâfenin de kaynağını oluşturmaktadır. İnsanoğlunun bu zaafı, gaybı bildiğini iddia eden birçok insanın da ortaya çıkıp diğer insanları kandırarak sömürmesine sebep olmuştur.
Mutlak Gaybı Allah’tan Başka Kimse Bilemez
“De ki, Allah’tan başka yerde de gökte de kimse gaybı bilemez.”[146]
“Kim bir arrâfa veya kâhine gider, gaybdan verdiği haberi tasdik ederse; şüphesiz ki o Hz. Muhammed (s.a.s.)’e indirilmiş vahyi inkâr etmiştir.”[147]
“Gaybın anahtarları O’nun yanındadır. O’ndan başka kimse gaybı bilmez.”[148]
“De ki: ‘Ben size Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Gaybı da bilirim demiyorum.”[149]
“De ki: Allah’tan başka göklerde ve yerde (bulunan) hiç kimse gaybı bilmez.”[150]
Allah, Peygamberlerinden Dilediğini Dilediği Kadar Gayba Muttalî Kılar
“Allah, sizi gayba muttali kılacak değil; fakat Allah, Rasûllerinden dilediğini (gaybe muttali kılmak için) seçer.”[151]
“Allah, gaybı bilendir. Hiç kimseyi gaybına vâkıf etmez. Ancak beğenip seçtiği Rasûl(ler müstesnâ.)”[152]
“De ki: Allah’ın dilediği müstesnâ, kendi nefsim için bir zarar def edip bir menfaat sağlayamam. Eğer gaybı bilseydim hayırdan çok (şeyler) yapardım ve bana kötülük dokunmazdı. Ben, başka değil, ancak inanan bir toplum için müjdeleyici ve bir uyarıcıyım.”[153]
Müşrikler, çeşitli vesilelerle, beşer tâkatinin ulaşamadığı bazı şeylerin bilgisini veya onların icadını Rasûlullah’tan istiyorlardı. Zira onlar, peygamberlik iddiasında bulunan kimsenin insanüstü bir güce sahip olması, sebepler kanununun dışında, istediği zaman gayb haberlerine vâkıf olması ve olağanüstü işleri yapmaya her an muktedir olmasının gerekliliğine inanıyorlardı. Bundan dolayı, Allah’ın Rasûlü, Rabından aldığı vahiylerle gaybı bilen ve her şeye gücü yetenin ancak Allah olduğunu, Allah bildirmedikçe gaybı bilemediğini onlara tebliğ ediyordu.
Bâtıl ve sapık inançlardan biri de gayb âleminde birçok tasarruflar yapmaya yetkisi bulunan İlyas, Hızır, Gavs, Kutup ve Ricâlu’l-Gayb gibi ölmüş veya hayalî varlıklara inanmaktır. Çoğu kez bu hayalî şahıslara olan inanç bağı ve bağlılık onların ilâhlaştırılmasına kadar gidiyor, dolayısıyla tevhidden saptırıp şirk batağına sürüklüyor.
Ruh, Ruh Çağırma ve Tenâsüh (Reenkarnasyon)
Ruh
Ruh; İnsan ve hayvanlardaki dirilik kaynağı, sürekli hayat, can anlamlarında kullanılır. İnsandaki canlılığın ve diriliğin, irâdeyle ilgili ve irâde dışı hareketlerin ve idrâk kabiliyetinin kaynağı ve nefis anlamına da gelir. Bazı İslâm âlimleri, rûhun iyiyi kötüden ayırdetme denen temyiz ve düşünme tarafını karşıladığını belirtmişlerdir.
Ruh, Allah’ın yaratma işlerindendir; sırlarından bir sırdır. Gerçek mahiyetini ve tüm özelliklerini bilmek mümkün değildir. “Sana ruhtan sorarlar. De ki: ‘ruh, Rabbimin emrindendir. Size (bu hususta) ilimden pek az bir şey verilmiştir.”[154]
Rûhun kendisi görülemiyorsa da, yaptığı işlerden varlığını anlıyoruz. Her şeye canlılık veren, hayat ve dirilik kaynağı olan ruh, Allah’a en yakın yaratıktır.
Genel olarak, peygamberlere, meleklere ve özellikle Cebrâil’e “ruh” denilir. Rûhu’l-Emîn, Rûhu’l-Kuds (Emin Ruh, Mukaddes Ruh) isimleri de Cebrâil’in isimlerindendir.[155]
Ruh Çağırma
Rûhun varlığını kabul eden, fakat hakkında sapık ve gerçek dışı bir anlayışa sahip olan kimseler, ölmüş insanların ruhlarıyla irtibat kurabileceğini ve böylece, gayb âleminden bilgi alınabileceğini ileri sürmüşlerdir. Bu kimseler, düzenlemiş oldukları ruh çağırma seanslarıyla insanları kandırmakta ve onların cehâletlerinden istifâde ederek menfaat elde etmektedirler. Ruh, Allah Teâlâ’nın emrinde ve denetiminde olan bir varlıktır. Onun insanlar tarafından çağrılıp bazı istekleri yerine getirmesinin mümkün olduğuna inanmanın hiçbir dayanağı yoktur. Ruh çağırma seanslarında, çoğunlukla cinlerin kullanıldığı, bir cin, kendini bir insanın rûhu diye tanıtıp insanların kandırılmasında rol oynadığı söylenmektedir.
Tenâsüh (Reenkarnasyon/Ruh Göçü)
Rûhun bir bedenden başka bir bedene geçmesi inancına tenâsüh / ruh göçü denir. Rûhun bir cisimden diğerine, bazen insandan hayvana ve hayvandan insana geçmesi şeklindeki bu bâtıl inanç, Hint dinlerinden, eski Mısır inançlarından günümüze kadar taşınmıştır. Bu anlayış, İslâm âlimlerince reddedilmiş, bunun Kur’an ve Sünnet’e ters düşen bir inanç olduğu belirtilmiştir.
“Ateşin karşısına durdukları vakit bir görsen! ‘Ah, keşke dünyaya geri çevrilsek de Rabbimiz’in âyetlerini inkâr etmesek ve mü’minlerden olsak!’ diyecekler. Hayır! Evvelce gizleyip durdukları şeyler karşılarına çıktı da ondan böyle söylüyorlar. Yoksa geri çevrilselerdi mutlaka yasak edildikleri fenalığa yine dönerlerdi. Şüphesiz onlar yalancıdırlar.”[156]
“Onlar, nereye varacak diye ancak onun te’vilini gözetirler. Onun te’vilinin geleceği gün, daha önce onu unutanlar: ‘gerçekten Rabbimizin peygamberleri hakkı getirmişler. Şimdi acaba hiçbir şefaatçı var mı ki bize şefaatte bulunsun veya dünyaya döndürülür müyüz ki, yaptıklarımızdan başkasını yapalım’ diyecekler. Gerçekten onlar, kendilerine yazık ettiler. Ve o uydurdukları şeyler onlardan kaybolup gitti.”[157]
“Orada onlar: ‘Ey Rabbimiz, bizi çıkar da eskiden yapageldiklerimizden başka yararlı bir iş yapalım!” diye feryad ederler. Kendilerine: ‘size düşünecek bir kimsenin düşüneceği kadar ömür vermedik mi? Hem sizi uyaran peygamber de geldi. O halde tadın azâbı. Çünkü zâlimler için hiçbir kurtarıcı yoktur’ denir.”[158]
“Nihâyet o müşriklerin birine ölüm geldiği vakit: ‘Ey Rabbim! Beni dünyaya döndür. Ta ki, o zâyi ettiğim ömürde yararlı işler göreyim’ der. Hayır! Bu sadece onun söylediği boş bir kelimedir. Önlerinde ise, ta diriltilecekleri güne kadar bir perde vardır.”[159]
Cin, Şeytan, Büyü ve Gayb Ünitesiyle İlgili SORULAR
1- Cin ve şeytan kelimelerinin lügat ve terim anlamları nelerdir
2- Şeytanla cin arasında nasıl bir bağ vardır?
3- Şeytan hangi şeyden yaratılmıştır?
4- Şeytanın cennetten kovuluş sebebi nedir?
5- Cinler hangi şeyden yaratılmışlardır?
6- Cinlerin yaratılış amacı nedir?
7- Cinler gaybı bilebilirler mi?
8- Şeytanın yaratılış sebebi nedir?
9- Cin ve şeytanın özellikleri nelerdir?
10-Cin ve şeytanın insanla münâsebetlerini, şeytanın insana vesvese verip onu kandırmak istemesindeki hikmetler nelerdir?
11- Şeytanın bir mü’mine fayda ve zararları nelerdir?
12- Sihir / büyü ne demektir? Etkisi var mıdır? Dindeki hükmü nedir?
13- Peygamberimize büyü yapıldığına dair rivayeti nasıl değerlendirirsiniz?
14- Fal, yıldız falı, burç falı neye denir? Bunu yapanların hükmü nedir?
15- Üfürükçülük, nazar boncuğu ve muska takma konusunda bilgi veriniz.
16- Gayb bilinebilir mi? Peygamberler gaybdan haber vermişler midir?
17- Ruh nedir? Ruh çağırma doğru mudur?
18- Reenkarnasyon/ruh göçü inancı İslâm inanç esaslarıyla bağdaşır mı, bir âyet mealiyle açıklayın.
[1] 18/Kehf, 50; 2/Bakara, 34
[2] 2/Bakara, 168-169
[3] 6/En’âm, 130
[4] 72/Cinn, 1-2, 4, 6, 8, 11, 14
[5] 51/Zâriyât, 56
[6] 18/Kehf, 50
[7] A. Osman Ateş, ı.g.e. s.-337-338
[8] 38/Sâd, 35
[9] II. Krallar I/11-12
[10] 34/Sebe’, 12
[11] 34/Sebe’, 14
[12] Bkz. 15/Hıcr, 28-46; 2/Bakara, 34-38; 7/A’râf, 11-25; 17/İsrâ, 61-65; 18/Kehf, 50; 38/Sâd, 71-85; 20/Tâhâ, 116-125
[13] A. Osman Ateş, a.g.e. s. 252-259
[14] 6/En’âm, 59
[15] 16/Nahl, 77
[16] 27/Neml, 65
[17] 72/Cin, 26
[18] 10/Yûnus, 20
[19] 3/Âl-i İmrân, 179
[20] Bkz. 67/Mülk/5
[21] 34/Sebe’, 14
[22] Ebû Dâvud, Tıb 21, hadis no: 3904; Tirmizî, Tahâret 102; hadis no: 135; İbn Mâce, Tahâret 122, hadis no: 639
[23] A. Osman Ateş, a.g.e. s. 263-267
[24] 51/Zâriyât, 56
[25] 72/Cinn 26-27
[26] 34/Sebe’, 14; ve bak. 72/Cin, 8-10
[27] 2/Bakara, 168; 5/Mâide, 91; 36/Yâsin, 60-61
[28] 2/Bakara, 38
[29] 2/Bakara, 102
[30] Buhârî, Vesâyâ 23, Tıb 48, Muhâribîn 31; Müslim, İman 38, 4; Ebû Dâvud, Vesâyâ 10, 1; Nesâî, Vesâyâ 11
[31] Nesâî, Tahrîmu’d-Dem 199, 7/117
[32] 20/Tâhâ, 66
[33] 2/Bakara, 102
[34] 113/Felâk, 4
[35] 20/Tâhâ, 69
[36] Fahreddin Râzi, Mefâtihu’l-Gayb Terc. 263; S. Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 1/209; A. Osman Ateş, a.g.e. s. 232
[37] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 8/88
[38] 2/Bakara, 102
[39] Ahmed Kalkan, Sanat Bilinci, s. 7
[40] Buhârî, Tıb 51, Nikâh 47; Müslim, Cum’a 47
[41] 113/Felak, 1-5
[42] 113/Felak, 4
[43] Bkz. Fahreddin Râzi, Elmalılı ve S. Ateş’in Tefsirleri, Felak sûresi tefsiri
[44] İzzet Derveze, Tefsîru’l-Hadis 1/197-198; S. Ateş, a.g.e. 11/191
[45] Tahir Örs Özakkaş, Gerçeğin Dirilişine Kapı Hipnoz, s. 158/159
[46] Bkz. 2/Bakara, 258; 15/Hıcr, 23
[47] 15/Hıcr, 42; benzer ifade için bkz. 14/İbrâhim, 22; 16/Nahl, 99; 17/İsrâ, 65
[48] 6/En’âm, 112, 121; 41/Fussılet, 36
[49] 114/Nâs, 1-6
[50] 14/İbrâhim, 22
[51] 16/Nahl, 99-100
[52] 14/İbrâhim, 22
[53] Pezdevî, Usûlü’d-Dîn, s. 226; Krş. Kılavuz, TDV. İslâm Ansiklopedisi, Cin Maddesi, 8/9
[54] F. Râzi, T. Kebir, 3/273
[55] 20/Tâhâ, 69
[56] 10/Yûnus, 80-81
[57] Ahmed bin Hanbel, 3/14, 83; 4/399
[58] Nesâî, Tahrîm 19, hadis no: 4076; A.Osman Ateş, a.g.e. s. 230-250
[59] 15/Hıcr, 23
[60] A. Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler-Büyü, s. 224-229
[61] Müslim, Selâm 43; Karşılaştırın: Buhârî, Bed’ü’l-Halk 11, Tıb 47; İbn Mâce, Tıb 45, hadis no: 3545; Ahmed bin Hanbel, Müsned VI/57
[62] Bkz. Buhârî, Cizye 14; Tıb 49, 50; Edeb 56; Ahmed bin Hanbel, VI/63-64, 96
[63] Buhârî, Tıb 49, Edeb 56; Ahmed bin Hanbel, VI/63
[64] Ahmed bin Hanbel, Müsned VI/63
[65] Ahmed bin Hanbel, Müsned IV/367
[66] Nesâî, Tahrim 20, hadis no: 4077
[67] Buhârî, İcâre 16, Tıb 39; Ebû Dâvud, Büyû’ 37, Tıb 19; Ahmed bin Hanbel, V/211
[68] 25/Furkan, 8-9
[69] 17/İsrâ, 47
[70] 52/Tûr, 29-30
[71] 68/Kalem, 2
[72] 81/Tekvîr, 22
[73] 5/Mâide, 67
[74] 20/Tâhâ, 69
[75] 10/Yûnus, 77
[76] 10/Yûnus, 81
[77] 16/Nahl, 98-99
[78] 14/İbrâhim, 22
[79] 17/İsrâ, 65
[80] 15/Hıcr, 42
[81] 26/Şuarâ, 221-223 Yine bkz. 16/Nahl, 100.
[82] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, Hikmet Y. c. 16, s. 445-446
[83] 113/Felak, 4
[84] Mevdûdî, Tefhîmu’l Kur’an, c. 7, s. 312
[85] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 9, s. 6356
[86] İzzet Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs c. 1, s. 199-200
[87] Elmalılı Hamdi Yazır, a.g.e. 9/6358
[88] 6/En’âm, 112
[89] 7/A’râf, 200
[90] 5/Mâide, 67
[91] 17/İsrâ., 47
[92] 25/Furkan, 8
[93] 52/Tûr, 29-30; 68/Kalem, 2; 81/Tekvîr, 22
[94] S. Ateş, Gerçek Din Bu, s. 174-177; Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, c. 11, s. 194-195
[95] Buhârî, Tıb 49
[96] Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’an I/60
[97] Müslim, Münâfıkîn 69-70; Tirmizî, Radâ’ 17, hadis no: 1172; Nesâî, İşretü’n-Nisâ 4, hds no: 3958; Ahmed bin Hanbel, 3/309; A. Osman Ateş, a.g.e. s. 268-291
[98] 2/Bakara, 102
[99] Buhârî Vesâyâ 23, Tıb 48, Hudûd 44; Müslim, İman 145; Ebû Dâvud, Vesâyâ 10, hadis no: 2874
[100] Nesâî, Tahrim 19, hadis no: 4076
[101] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 3/14, 83; 4/399
[102] Tirmizî, Hudûd 27, hadis no: 1460; Ebû Dâvud, Harâc 31, hadis no: 3043; Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’an, I/61-68
[103] A. Osman Ateş, a.g.e. s. 333-334
[104] 7/A’râf, 88
[105] 27/Neml, 65
[106] Müslim, Selâm 125; Ahmed bin Hanbel, 2/429, 4/68
[107] Tirmizî, Tahâret 102; İbn Mâce, Tahâret 122
[108] Buhârî, Bed’ü’l-Halk 6, 11, Tıb 46, Edeb 117; Müslim, Selâm 122, 123
[109] Hayreddin Karaman, Günlük Hayatımızda Helâller Haramlar, s.137-139
[110] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 8, 6365
[111] 51/Zâriyât, 20-21
[112] 5/Mâide, 3
[113] 20/Tâhâ, 69
[114] Nesâî, Zînet 17; İbn Mâce, Tıb 39
[115] Buhârî, Tıb 19, 25, 43-45; Müslim, Selâm 102
[116] Buhârî, Tıb 43, 44; Müslim, Selâm 110
[117] Hayreddin Karaman, a.g.e., s. 139-151
[118] Buhâri, Megazi 35; Müsned, Ahmed b. Hanbel, II/525
[119] Ebû Dâvud
[120] 5/Mâide, 90
[121] Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, c. 7, s. 5208
[122] 27/Neml, 65
[123] 6/En'âm, 50
[124] 7/A'râf, 188
[125] Müslim, Selâm 125
[126] Tirmizî, Tahâret 102; İbn Mâce, Tahâret 122; Ebû Dâvud, Tıb, hadis no: 3904; Ahmed bin Hanbel, II/ 408
[127] Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, c. 1, s. 5207
[128] 10/Yûnus, 106
[129] Ebû Dâvud, İbn Mâce
[130] 113/Felâk, 4
[131] Müslim, Selâm 46; Tevhid'in Hakikatı, Yusuf El-Karadavî, Saff Y. s. 70-75
[132] Buhârî, Megazi 35; Müsned, Ahmed bin Hanbel, II/525
[133] Ebû Dâvud, Tıb 22, hadis no: 3905
[134] 5/Mâide, 90
[135] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, VII/5208
[136] 27/Neml, 65
[137] 6/En’âm, 50
[138] 7/A’râf, 188
[139] Müslim, Selâm 125
[140] Tirmizî, Tahâret 102; İbn Mâce, Tahâret 122; Ebû Dâvud, Tıb, hadis no: 3904; Ahmed bin Hanbel, II/408
[141] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y., VII, 5207
[142] 12/Yusuf, 106
[143] İbn Mâce, Tıb 39
[144] 6/En’âm, 17
[145] 16/Nahl, 21
[146] 27/Neml, 65
[147] Tirmizî, Tahâret 102; İbn Mâce, Tahâret 122
[148] 6/En’âm, 59
[149] 6/En’âm, 50
[150] 27/Neml, 65
[151] 3/Âl-i İmran, 179
[152] 72/Cinn, 26
[153] 7/A’râf, 188
[154] 17/İsrâ, 85
[155] 26/Şuarâ, 193; 2/Bakara, 87
[156] 6/En’âm, 27-28
[157] 7/A’râf, 53
[158] 35/Fâtır, 37
[159] 23/Mü’minûn, 99-100