İ B R Â H Î M (a. s.)
- “İbrâhîm”; Kelime Anlamı Ve Hz. İbrâhim'in Kimliği
- İbrâhim’in (a.s.) Hayatı ve Tevhid Mücâdelesi
- Kur’ân-ı Kerim’de İbrâhim (a.s.)
- Hadis-i Şeriflerde İbrâhim (a.s.)
- İbrâhim’in Çevresi: Putlar ve Putperestler
- Put ve Putlaştırma
- Put Kıran İbrâhim (a.s)
- Her Nemrud’a Bir İbrâhim
- İbrâhim (a.s.) ve Hicret
- İbrâhim’in (a.s.) Sınavları
- İmam/Önder İbrâhim (a.s.)
- İbrâhim Milleti; Haniflik
- İbrâhim’in (a.s) Duâları
- İbrâhim (a.s.) ile İlgili Âyetlerden Bazı Tesbitler
- İbrâhimî Duruş
- "O'nda Güzel Örnekler Vardır"
"Bir zamanlar Rabbi İbrâhim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; 'Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti. 'Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)' buyurdu." [1]
"İbrâhîm"; Kelime Anlamı Ve Hz. İbrâhim'in Kimliği
"İbrâhîm" ismi, elimizdeki Tevrat'ın bazı bölümlerinde Avraham (Abraham) olarak geçmektedir. Tevrat'a göre İbrâhim'in adı, önce "ulu ata" mânâsında Abram iken, daha sonra "milletlerin babası" anlamında Abraham'a dönüşmüştür. Bununla birlikte Abraham kelimesi menşei ve anlamı tam tesbit edilmiş değildir.
İbrâhim (a.s.) Keldânîler'in Ur şehrinde doğdu. Ur şehrinin, Aşağı Babilonya'da Fırat'ın batı yakasında, bugünkü Bağdat'ın 300 km. güneydoğusundaki Tel el-Mukayyer denilen bir yer olduğu belirtilmektedir. Bir başka yoruma göre ise, Hz. İbrâhim'in doğduğu yer, Kuzey Suriye'de Harran'a çok yakın olan Ufa'dır. Kitab-ı Mukaddes geleneği, İbrâhim (a.s.)'in memleketi olarak Kuzey Mezopotamya'yı, yani Güneydoğu Anadolu'ya tekabül eden bölgeyi gösterir. Bugün artık Hz. İbrâhim ve âilesinin anayurdunun, içinde Harran'ın da bulunduğu bu bölge olduğu kabul edilmektedir.
Hz. İbrâhim'in yaşadığı dönem, tam olarak bilinmemektedir. Milâttan önce 22-20. yüzyıllarda yaşadığı anlaşılmaktadır.
"Allah'ın dostu" anlamına gelen "Halîlullah" ünvanına sahip İbrâhim (a.s.) "ulü'l-azm" denilen büyük peygamberlerden biridir. Ulü'l-azm pâyesine erişen diğer peygamberler ise Nûh (a.s.), Mûsâ (a.s.), İsa (a.s.) ve Muhammed’dir (a.s.). Hz. İbrâhim'in Halîlullah lakabını alması, Allah'a olan sevgi ve bağlılığındandır. Bir rivâyete göre Hz. İbrâhim, insanlara karşı çok cömert olduğu ve onlardan hiçbir şey istemediği için "Halîlullah" diye nitelendirilmiştir.
İbrâhim’in (a.s.) Hayatı ve Tevhid Mücâdelesi
Hz. İbrâhim, Kur’an’da ismi geçen kendinden sonraki bütün peygamberlerin babasıdır. O, iki nûrânî silsilenin ilk halkasını teşkil eder. Küçük oğlu İshak’la başlayan silsile, torunu Ya’kub’la devam etmiş; Ya’kub’un neslinden ise, başta Yusuf olmak üzere, Mûsâ, Hârun, Yûşâ, Dâvud, Süleyman, Zekeriyyâ, Yahyâ ve İsa’ya dek uzanan nebevî bir zincir devam etmiştir. Büyük oğlu İsmâil ile başlayan nuranî silsilenin ortasında ise nebîlerin sonuncusu ve en ekremi olan Muhammed Mustafa (s.a.s.) vardır. Ki, bu silsile, Rasûl-i Ekrem’in kızı Fâtıma ile damadı Ali’nin oğulları olan Hz. Hasan ve Hüseyin’le devam edip bugünlere ulaşmıştır. Böylesi iki nuranî ve mübârek silsilenin başında İbrâhim (a.s.) vardır. Dört semâvî/ilâhî kitabın elçisi olan dört rasûl de onun soyundandır. Mûsâ da onun zürriyetindendir; Dâvud, İsa ve Muhammed de... (Salevâtullahi aleyhim ecmaîn).
Hz. İbrâhim, ülü'l-azm peygamberlerden biridir. Babasının adı, Kur'ân'da Âzer olarak geçmekte ve onun putperest olduğu bildirilmektedir [2]. Müslüman tarihçilerin kaydettiğine göre kâhin ve müneccimlerin o sene bölgede doğacak İbrâhim adlı bir çocuğun halkın dinini değiştireceğini, Nemrut'un saltanatına son vereceğini söylemeleri, diğer bir rivâyete göre ise, kendisinin bu mâhiyette bir rüya görmesi üzerine Nemrut hamile kadınları bir yere toplamış ve doğacak bütün erkek çocukların öldürülmesini, ayrıca erkeklerin eşlerinden uzaklaştırılmasını emretmiştir. Bunun üzerine Âzer, İbrâhim'e hamile kalan karısını Kûfe ile Basra arasındaki Ur şehrine götürüp bir mağaraya saklamış, İbrâhim bu mağarada doğmuştur. İbrâhim, Kur'ân-ı Kerim'de ayrıntılı biçimde anlatılan[3] Allah'ın sonsuz varlığına ve birliğine dair istidlâllerini de bu mağaradan ayrılışını takip eden günlerde yürütmüştür. Buna göre bir akşam vakti mağaradan çıkarılan İbrâhim, babasına gördüğü şeylerin ne olduğunu ve bunların bir yaratıcısının bulunup bulunmadığını sormuş, onların bir rabbi olması gerektiğini düşünmüş; yıldızları, ayı ve güneşi görünce her biri için, "Rabbim budur" demiş, fakat gördükleri kısa süre sonra sönüp gidince, "Ben böyle sönüp batanları sevmem" diyerek bunların hiçbirinin ilâh olamayacağını ifade etmiş; "Hiç şüphesiz ben, bir tevhid ehli olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim, ben müşriklerden değilim" diyerek bir olan Allah'a dönmüştür.
Rabbi İbrâhim'e ‘müslüman ol!’ dediğinde, “Âlemlerin rabbine teslim oldum, müslüman oldum[4] diyerek bu dâvete icâbet etmiştir. Bununla birlikte, "Andolsun, İbrâhim'e daha önce rüşdünü vermiştik; Biz onu iyi tanırdık." [5] meâlindeki âyetin de işaret ettiği gibi İbrâhim, peygamberlik öncesinde de doğru yolda idi. Hz. Nûh'a verilenler Hz. İbrâhim'e de tavsiye edilmiş,[6] ona sahifeler (küçük kitap) verilmiştir.[7] Müslüman tarihçiler Hz. İbrâhim'e on sahife indirildiğini, bunların mesellerden ibâret olduğunu bildirirler. (Elimizdeki muharref Kitab-ı Mukaddes'te 88 ve 89. Mezmurlar ile Yesirah bölümlerinin Hz. İbrâhim'e indirilen sahifeler olduğu, yahûdi ve hıristiyan kaynaklarca belirtilir.) Hz. İbrâhim, peygamber olarak seçilip kavmine gönderildiğinde önce babasına hak dini tebliği etmişse de, babası onu kovmakla tehdit etmiştir.[8] İbrâhim daha sonra kavmini de dine dâvet etmiş, ancak olumlu sonuç alamamıştır.[9] Kur'an'da Hz. İbrâhim'in babası için Allah'tan af dilediği, fakat bu dileğinin kabul edilmediği belirtilmektedir. [10]
Kur'an'ın çeşitli sûrelerinde İbrâhim’in (a.s.), babasının ve kavminin taptığı putlara karşı mücâdele ettiği ve bir tek Tanrı inancını savunduğu; gök cisimlerine ve bunların sembolleri olan putlara tapmanın mânâsız olduğunu, hiç kimseye fayda veya zarar vermesi mümkün olmayan bu cisimlere tapmaktan vazgeçmeleri gerektiğini söylediği ifade edilir. Hz. İbrâhim'in ay, güneş ve yıldızları görüp önce, "bunlar benim rabbimdir" demesi, daha sonra da batıp giden şeylerin rab olamayacağını belirtmesi, İslâmî kaynaklarda onun henüz küçük yaşta iken dinî bir endişe taşıdığı şeklinde yorumlanmaktadır. Ancak bu olaydan, İbrâhim'in kısa bir süre için bile olsa gök cisimlerini gerçekten tanrı zannettiği şeklinde bir sonuç çıkarılmamalı, bu husus, sadece kavminin dinî telâkkilerinin anlamsızlığını vurgulamak için başvurduğu bir tartışma yöntemi ve muhâkeme tarzı olarak kabul edilmelidir. Zira ay battığında söylediği "Rabbim bana doğru yolu göstermezse..." sözü, güneş batınca da, "Ey kavmim! Ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım" demesi, hâdisenin kavmine tevhid inancını tebliği esnasında vuku bulduğunu göstermektedir. Aynı şekilde Kur'an'da, Hz. İbrâhim'in Allah'a ölüleri nasıl dirilttiğini sorması da aslında inandığı halde "kalbinin tatmin olması" şeklinde olumlu bir gerekçeyle açıklanmaktadır. [11]
Hz. İbrâhim'in putları kırması ve bu yüzden putperestlerce ateşe atılmasına rağmen ateşin kendisini yakmaması, onun tevhid mücâdelesinin güzel bir hâtırası olarak Kur'an'da ve bazı ayrıntılarla birlikte diğer kaynaklarda yer alır. Buna göre İbrâhim (a.s.), taptıkları putların ne kadar âciz ve işe yaramaz olduğunu kavmine göstermek üzere fırsat kollar. Nihâyet bir bayram günü, halk şenlik için şehir dışına çıkınca[12] put evine giderek en büyük put dışındaki bütün putları kırar. Kavmi döndüğünde durumu görüp İbrâhim'i sorguya çeker. İbrâhim (a.s.), "Belki de şu büyükleri yapmıştır, ona sorun" der.[13] Nihâyet putperest yönetim İbrâhim’i (a.s.) ateşe atmak sûretiyle cezalandırmaya kalkışır.[14] Ancak Allah'ın, "Ey ateş, İbrâhim'e serinlik ve esenlik ol!" emri üzerine ateş İbrâhim'i yakmaz.[15] Tarih ve tefsir kaynaklarının çoğunda, Bakara sûresinde[16] Hz. İbrâhim'le tartışarak tanrılık iddiasında bulunduğu, fakat İbrâhim'in ortaya koyduğu deliller karşısında yenik düştüğü bildirilen kişinin, onu ateşe atan toplumun lideri Nemrut olduğu kabul edilir.
Hz. İbrâhim eşi Sâre, yeğeni Lût ve diğer adamlarıyla birlikte Nemrut'un ülkesini terkederek önce Harran'da, ardından Ürdün'de bir süre kalmış, oradan Mısır'a gitmiş, daha sonra Filistin diyarına dönmüştür. Hz. İbrâhim ve Lût, putperest kavmi terkedip Allah'ın kendilerine vaad ettiği bereketli ülkeye ulaştıktan sonra Lût kavmine gitmekle görevlendirilir ve İbrâhim'den ayrılır.[17] İbrâhim (a.s.), kavminden ayrılıp hicret ettikten sonra[18] yaşı bir hayli ilerlemiş olduğu ve hiç çocuğu bulunmadığı için Allah'tan sâlih bir evlât ister; kendisine akıllı, uslu (halîm) bir çocuk müjdelenir.[19] Hz. İbrâhim'in bu ilk çocuğu İsmâil'dir.
Hz. İbrâhim'e Allah'ın elçileri (melekler) misafir olarak gelirler. İbrâhim onlara kızartılmış buzağı ikram eder; fakat misafirler yemezler; durumdan kaygılanan İbrâhim'e endişe etmemesini, Lût kavmi için geldiklerini söylerler; ayrıca ona bir oğlu olacağı müjdesini verirler. O esnâda ayakta olan hanımı bu müjdeyi duyunca gülerek bu iki yaşlı insandan çocuk doğmasının şaşılacak bir şey olduğunu söyler. Bunun üzerine melekler, Allah'ın emrine şaşmamaları gerektiğini hatırlatırlar. [20]
İbrâhim’in (a.s.) eşi Sâre, câriyesi Hâcer'i, kendi rızâsı ile İbrâhim'e verdiği halde, İsmâil'in doğması üzerine kıskançlığa kapılıp onlarla bir arada yaşamak istemez. Allah, İbrâhim'den Hâcer ile İsmâil'i Mekke'nin bulunduğu yere götürmesini ister. Kur'an'ın ifadesiyle İbrâhim zürriyetinden bir kısmını Beytülharâm'ın yanına bırakır.[21] İsmâil, Hz. İbrâhim'in ilk çocuğudur ve oraya bırakıldığında daha çok küçüktür. [22]
Hâcer ile İsmâil'i Mekke'nin bulunduğu yere bırakan ve kendisi Filistin'de yaşayan Hz. İbrâhim, ilk çocuğu koşar çağa gelince onu kurban etmekle imtihan edilir. Hz. İbrâhim, bu imtihanı başarır ve mükâfat olarak geriden gelecekler arasında ismi ebedîleşir [23]. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. İbrâhim'in nerede ve nasıl vefat ettiği bildirilmemektedir. Müslüman tarihçiler, vefat ettiğinde 200 veya 175 yaşında olduğunu söyleyerek, İbrâhim'in naaşının Hebron'da Sâre'nin yanına defnedildiğini belirtirler.
Hadislerde ve tarih kitaplarında Hz. İbrâhim'in uzun boylu, elâ gözlü, güzel ve güler yüzlü, açık alınlı, ayak izlerine varıncaya kadar Hz. Muhammed’e (s.a.s.) en çok benzeyen insan olduğu nakledilmektedir.[24] Ayrıca onun Kûsâ'da Süryânîce konuştuğu, Harran'dan yola çıkarak Fırat'ı geçtiğinde dilinin de İbrânice'ye dönüştüğü, tirit yemeğini ilk defa onun yaptığı, "ebu'l-edyâf" (misafirler babası) diye anıldığı, 120 yaşında kendi kendini sünnet ettiği, 300 kölesini serbest bıraktığı, onların da müslüman olduğu nakledilmektedir.
Kur'an'da Hz. İbrâhim'in şahsiyet özellikleri, mânevî ve ahlâkî nitelikleri hakkında geniş bilgi verilmektedir. Buna göre İbrâhim, mü'minlerin babası, Allah'ın dostudur. Kendisine göklerin ve yerin melekûtu gösterilmiş, Rabbinin emrettiği yere hicret etmiştir. Onun soyuna da peygamberlik ve kitap verilmiştir. Hz. İbrâhim'in tevhid akîdesini çağında yeniden tesis etmesi yanında, oğlu İsmâil ile birlikte Kâbe'yi inşâ etmesi, Kur'an'da müslümanlardan biri olarak gösterilmesi ve kendisine itibarlı bir yer verilmesine vesile olmuştur. Allah tarafından Beytullah'ın yeri bildirildikten sonra İbrâhim, oğlu İsmâil ile beraber Kâbe'nin temellerini yükseltmiş ve bir olan Allah'a adanan ilk mâbed olarak Kâbe inşâ edilmiştir. İbrâhim'den insanlar arasında haccı ilân etmesi, Beytullah'ı temiz tutması istenmiş, böylece bu kutsal mekân bütün müslümanlar için hac yeri ve kıble yapılmıştır.
Beytullah'ın bulunduğu Mekke için duâ eden İbrâhim (a.s.), Mekke'nin emîn bir şehir olmasını dilemiş,[25] bölgeyi "harâm (kutsal) ilân ederek orada kan dökülmesini ve dışarıda câiz olan diğer bazı işlerin yapılmasını yasaklamıştır. Kendi zürriyetinden Allah'a itaat eden bir ümmet çıkarmasını, onlara peygamber göndermesini niyaz etmiştir.[26] İbrâhim ve oğlu İsmâil'in duâlarında yer alan bu peygamber, onların soyundan gelen Hz. Muhammed’dir (s.a.s.). Nitekim İsmâil'in neslinden daha başka peygamber de gelmemiştir. "Ben babam İbrâhim'in duâsı, kardeşim İsa'nın müjdesi ve annemin rüyasıyım."[27] hadisi de buna işaret etmektedir. Hz. İbrâhim'in bu duâsına şükran nişânesi olmak üzere müslümanlara namazlarda "salli bârik" duâlarını okumaları öğütlenmiştir. [28]
Kur'an'da İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya'kub ve esbâtın (torunların) yahûdi veya hıristiyan oldukları şeklinde yahûdi ve hıristiyanlarca ileri sürülen iddia reddedilmekte,[29] buna delil olmak üzere Tevrat ve İncil'in ondan sonra indirildiği hatırlatılmakta,[30] "yahûdi yahut hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız" diyen yahûdi ve hıristiyanlara karşı müslümanlardan, "hayır, biz hanîf olan İbrâhim'in dinine uyarız; o müşriklerden değildi"[31] demeleri istenmektedir. Öte yandan Arap müşrikleri de İbrâhim’in (a.s.) soyundan gelmek ve onun binâ ettiği Kâbe'yi koruma işini üstlenmiş olmaktan onur duyarlardı. Ancak Kur'an onlara da Hz. İbrâhim'in asla müşriklerden olmadığını, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman olduğunu hatırlatır. [32]
Kur'an'da, geçmiş peygamberler içinde özellikle İbrâhim’in (a.s.) öğretisine kalıcı bir değer yüklendiği görülür. Nitekim Peygamberimiz'e de, "doğru yola yönelerek İbrâhim'in milletine/dinine uy" diye emredilmiş,[33] Allah'ın onu doğru yola, gerçek dine, hakka yönelen ve puta tapanlardan olmayan ibrâhim'in dinine ilettiği belirtilmiştir.[34] Rasûl-i Ekrem de, "Ben müsâmahalı ve kolay olan Hanîflikle (İbrâhim'in tevhid dini ile) gönderildim."[35] şeklindeki açıklamasıyla aynı gerçeği dile getirmiştir. Ayrıca İslâm ümmetine de İbrâhim'in hanîf dinine uyması emredilmiş,[36] din bakımından en güzel yolun İbrâhim'in dinini benimsemek sûretiyle izlenen yol olduğu ifade edilmiştir.[37] Kâbe'nin haremindeki İbrâhim makamının namaz yeri kılınması,[38] İbrâhim'in dinine uyulması emredilmiş,[39] onun dininden ancak kendini bilmezlerin yüz çevireceği,[40] gerçek iman sahiplerine "müslüman" ismini, çok önceden İbrâhim'in verdiği[41] bildirilmiştir. İbrâhim (a.s.), dünyada seçkin kılınmış olanlardan, kendisine güzellik verilenlerden, âhirette de sâlihlerdendir.[42] O, Hakk'a yönelen, Allah'a itaat eden bir önderdir. [43]
Hz. İbrâhim, son derece ağır başlı, yumuşak huyluydu, varlığını Allah'a adamıştı.[44] Kendisi ve eşi ileri yaşta olduğu halde duâsı kabul edilerek ona akıllı, iyi huylu ve bilgili iki oğlu olacağı müjdelenmiştir.[45] Sadece kendisi değil; âilesi de Allah'ın rahmet ve bereketine mazhar olmuştur.[46] İbrâhim (a.s.) çok misafirperverdir,[47] sıdkı bütün bir peygamberdir.[48] Bu sebeple İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda mü'minler için güzel örnekler bulunduğu bildirilmiştir. [49]
Kur'ân-ı Kerim'de İbrâhîm (a.s.)
Kur'ân-ı Kerim'de "İbrâhîm" ismi 69 yerde geçer. 25 ayrı sûrede Hz. İbrâhim'den değişik vesilelerle bahsedilir. Hz. Mûsâ’dan sonra, Kur’ân-ı Kerim’de isminden en çok bahsedilen ikinci peygamber İbrâhim’dir (a.s.). Bunun yanında, 213 âyet, Hz. İbrâhim’le (hayatı, mücâdelesi, mesajı, duâları ile) ilgilidir.
Kur'an'da Hz. İbrâhim, değişik sıfatlarla anılmış ve kendisinden övgüyle bahsedilmiştir. Kur'an'da geçen sıfatlarından bazıları; Evvâh: Başkalarına çok üzülüp âh eden, bağrı yanık,[50] Halîm: Çok yumuşak huylu,[51] Münîb: Allah'a sığınan,[52] Hanîf: Allah'ı bir tanıyan, Hakka yönelmiş,[53] Halîl (Halîlullah): Dost, Allah dostu,[54] Kaanit: Allah'a kulluk eden. [55]
"Bir zamanlar Rabbi İbrâhim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; 'Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti. 'Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)' buyurdu." [56]
"Biz, Beyt'i (Kâbe'yi) insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrâhim'in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın). İbrâhim ve İsmâil'e: ''Tavaf edenler, ibâdete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim'i temiz tutun' diye emretmiştik." [57]
"İbrâhim de demişti ki: 'Ey Rabbim! Burayı emîn bir şehir yap, halkından Allah'a ve âhiret gününe inananları çeşitli meyvelerle besle.' Allah buyurdu ki: 'Kim inkâr ederse onu az bir süre faydalandırır, sonra onu cehennem azâbına sürüklerim. Ne kötü varılacak yerdir orası!" [58]
"Bir zamanlar İbrâhim, İsmâil ile beraber Beytullah'ın temellerini yükseltiyor, (şöyle diyorlardı:) 'Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz Sen işitensin, bilensin." [59]
"Ey Rabbimiz! Bizi Sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de Sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibâdet usûllerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak Sensin." [60]
"Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden Senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara Kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü azîz olan, üstün gelen; hakîm olan, her şeyi yerli yerince, hikmetle yapan yalnız Sensin." [61]
"İbrâhim'in dininden kendini bilmezlerden başka kim yüz çevirir? Andolsun ki, Biz onu dünyada (elçi) seçtik, şüphesiz o âhirette de sâlihlerden/iyilerdendir." [62]
"Çünkü Rabbi ona: 'Müslüman ol, demiş, o da: Âlemlerin Rabbine teslim olup boyun eğdim, müslüman oldum' demişti." [63]
"Bunu İbrâhim de kendi oğullarına vasiyet etti, Ya'kub da: 'Oğullarım! Allah sizin için bu dini (İslâm'ı) seçti. O halde sadece müslümanlar olarak ölün (dedi)." [64]
"Yoksa Ya'kub'a ölüm geldiği zaman siz orada mı idiniz? O zaman (Ya'kub) oğullarına: 'Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?' demişti. Onlar: 'Senin ve ataların İbrâhim, İsmâil ve İshak'ın ilâhı olan tek Allah'a kulluk edeceğiz; biz ancak O'na teslim olmuş, O'nun için müslüman olmuş kimseleriz' dediler." [65]
"(Yahûdiler ve hıristiyanlar müslümanlara:) 'Yahûdi ya da hıristiyan olun ki, hidâyeti (doğru yolu) bulasınız' dediler. De ki: 'Hayır! Biz, hanîf olan İbrâhim'in dinine uyarız. O, müşriklerden değildi." [66]
"Biz, Allah'a ve bize indirilene; İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya'kub ve esbâta (torunlara; Ya'kub'un on iki evlâdından torunlarına) indirilene, Mûsâ ve İsa'ya verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah'a teslim olup müslüman olduk' deyin." [67]
"Yoksa siz, İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya'kub ve esbâtın (torunların) yahûdi, yahut hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: 'Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?' Allah tarafından kendisine (bildirilmiş) bir şâhitliği gizleyenden daha zâlim kim olabilir? Allah, yaptıklarınızdan gâfil değildir." [68]
"Allah kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik) verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrâhim ile tartışmaya gireni (Nemrut'u) görmedin mi?! İşte o zaman İbrâhim: 'Rabbim, hayat veren ve öldürendir' demişti. O da: 'Ben (de) hayat verir ve öldürürüm' demişti. İbrâhim: 'Allah güneşi doğudan getirmektedir; haydi sen de onu batıdan getir' dedi. Bunun üzerine kâfır apışıp kaldı. Allah zâlim kimseleri hidâyete erdirmez." [69]
"İbrâhim Rabbine: 'Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster' demişti. Rabbi ona: 'Yoksa inanmadın mı?' diye sordu. İbrâhim: 'Hayır! İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için (görmek istedim).' dedi. Bunun üzerine Allah: 'Öyleyse dört tane kuş yakala, onları yanına al, sonra (kesip parçala), her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra da onları kendine çağır; koşarak sana gelirler. Bil ki Allah azîzdir, hakîmdir; üstün gelen, her şeyi yerli yerince, hikmetle yapandır' buyurdu." [70]
"Allah, birbirinden gelme bir nesil olarak Âdem'i, Nûh'u, İbrâhim âilesi ile İmrân âilesini seçip âlemlere üstün kıldı. Allah (her şeyi hakkıyla) işiten ve (her şeyi tümüyle) bilendir." [71]
"Ey ehl-i kitap! İbrâhim hakkında niçin çekişirsiniz? Hâlbuki Tevrat ve İncil, kesinlikle ondan sonra indirildi. Siz hiç düşünmez misiniz?" [72]
"İbrâhim, ne yahûdi, ne de hıristiyan idi; fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman idi; müşriklerden de değildi." [73]
"İnsanların İbrâhim'e en yakın olanı, ona uyanlar, şu Peygamber (Muhammed) ve (ona) iman edenlerdir. Allah mü'minlerin velîsi/dostudur." [74]
"De ki: 'Allah doğruyu söylemiştir. Öyle ise, hakka yönelmiş olarak İbrâhim'in milletine/dinine uyun. O, müşriklerden değildi." [75]
"Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidâyet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbed), Mekke'deki (Kâbe)'dir. Orada apaçık âyetler/nişâneler, (ayrıca) İbrâhim'in makamı vardır..." [76]
"...İbrâhim soyuna Kitab'ı ve hikmeti verdik ve onlara büyük bir hükümranlık bahşettik." [77]
"Onlardan bir kısmı İbrâhim'e inandı, kimi de ondan yüz çevirdi; (onlara) kavurucu bir ateş olarak cehennem yeter." [78]
"Doğru olarak kendini Allah'a veren ve İbrâhim'in, hanif/Allah'ı bir tanıyan dinine tâbi olan kimseden dince daha güzel kim vardır?! Allah İbrâhim'i halîl/dost edinmiştir." [79]
"İbrâhim, babası Âzer'e: 'Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de, kavmini de apaçık bir dalâlet/sapıklık içinde görüyorum' demişti." [80]
"Böylece Biz, kesin iman edenlerden olması için İbrâhim'e göklerin ve yerin melekûtunu (izzet ve hükümranlığını) gösteriyorduk." [81]
"Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü; 'Rabbim budur' dedi. Yıldız batınca, batanları, yok olanları sevmem' dedi." [82]
"Ay'ı doğarken görünce, 'Rabbim budur' dedi. O da batınca, 'Rabbim bana doğru yolu göstermezse elbette dalâlette olan/yoldan sapan topluluklardan olurum' dedi." [83]
"Güneşi doğarken görünce de, 'Rabbim budur, zira bu daha büyük' dedi. O da batınca, dedi ki: 'Ey kavmim! Ben sizin (Allah'a) şirk/ortak koştuğunuz şeylerden uzağım." [84]
"Ben hanîf (Allah'ı bir bilen ve O'na yönelmiş) olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim." [85]
"Kavmi onunla tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: 'Beni doğru yola hidâyet etmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na şirk/ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Rabbimin dilediği dışında hiçbir şey olmaz. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ ibret almıyor musunuz?" [86]
"Siz, Allah'ın size, haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na şirk/ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım?! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki gruptan (Allah'ı tek ilâh kabul edenlerle O'na ortak koşanlardan) hangisi (Allah'ın azâbından) emniyette/güvende olmaya daha lâyıktır?" [87]
"İman edip de inançlarına herhangi bir zulüm (şirk) karıştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır." [88]
"İşte bu, kavmine karşı İbrâhim'e verdiğimiz huccetlerimiz/delillerimizdir. Biz dilediğimiz kimselerin derecelerini yükseltiriz. Şüphesiz ki senin Rabbin hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir." [89]
"De ki: 'Şüphesiz Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, hanîf/Allah'ı birleyen İbrâhim'in milletine/dinine iletti. O, şirk/ortak koşanlardan değildi." [90]
"(Kâfir olarak ölüp) Cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, (Allah'a) şirk/ortak koşanlar için af dilemek, ne peygambere yaraşır, ne de iman edenlere. İbrâhim'in, babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Ne var ki, onun Allah'ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrâhim evvâh (başkalarına çok üzülüp âh eden, bağrı yanık, sabırlı) ve halîm (çok yumuşak huylu) idi." [91]
"Andolsun ki elçilerimiz (melekler) İbrâhim'e müjde getirdiler ve 'selâm (sana)' dediler. O da: '(Size de) selâm' dedi ve hemen kızartılmış bir buzağı getirdi." [92]
"Ellerini yemeğe uzatmadıklarını görünce, onları yadırgadı ve onlardan dolayı içine bir korku düştü. Dediler ki: 'Korkma! (Biz melekleriz.) Lût kavmine gönderildik." [93]
"O esnâda hanımı ayakta idi ve (bu sözleri duyunca) güldü. Ona da İshak'ı, İshak'ın ardından da Ya'kub'u müjdeledik." [94]
"(İbrâhim'in karısı:) 'Olacak şey değil! Ben bir kocakarı, bu kocam da bir ihtiyar iken çocuk mu doğuracağım? Bu, gerçekten şaşılacak bir şey!' dedi." [95]
"(Melekler) dediler ki: 'Allah'ın emrine şaşıyor musun? Ey ev halkı! Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir. Şüphesiz ki O, övülmeye lâyıktır, iyiliği boldur." [96]
"İbrâhim'den korku gidip kendisine müjde gelince, Lût kavmi hakkında (âdeta) Bizimle mücâdeleye (tartışmaya) başladı." [97]
"İbrâhim cidden halîm/yumuşak huylu, evvâh (başkalarına çok üzülüp âh eden, bağrı yanık, sabırlı), münîb (kendisini Allah'a vermiş) biri idi." [98]
"(Melekler dediler ki:) 'Ey İbrâhim! Bundan vazgeç. Çünkü Rabbinin (azap) emri gelmiştir. Ve onlara, geri çevrilmez bir azap mutlaka gelecektir!" [99]
"Hatırla ki İbrâhim şöyle demişti: 'Rabbim! Bu şehri (Mekke'yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut!" [100]
"Çünkü onlar (putlar), insanlardan birçoğunun dalâletine/sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık Sen gerçekten çok bağışlayansın, çok merhametlisin." [101]
"Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını Senin Beyt-i Harem'inin (Kâbe'nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vâdiye yerleştirdim. Artık Sen insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nimetlere şükrederler." [102]
"Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen bizim gizleyeceğimizi de açıklayacağımızı da bilirsin. Çünkü ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz." [103]
"İhtiyar halimde bana İsmâil'i ve İshak'ı lutfeden Allah'a hamdolsun! Şüphesiz Rabbim duâyı işiten, kabul edendir." [104]
"Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı ikame edenlerden (dosdoğru kılanlardan) eyle; ey Rabbimiz! Duâmı kabul et!" [105]
"Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, ana-babamı ve mü'minleri bağışla!" [106]
"Onlara (kullarıma) İbrâhim'in misâfirlerinden (meleklerden) de haber ver." [107]
"Onun yanına girdikleri zaman, 'selâm' dediler. (İbrâhim:) 'Biz sizden çekiniyoruz' dedi." [108]
"Dediler ki: 'Korkma; biz sana bilgin bir oğul müjdeliyoruz." [109]
"(İbrâhim:) 'Bana ihtiyarlık çökmesine rağmen beni müjdeliyor musunuz? Beni ne ile müjdeliyorsunuz?' dedi." [110]
"Sana gerçeği müjdeledik, sakın ümitsizliğe düşenlerden olma!' dediler." [111]
"(İbrâhim) dedi ki: 'Rabbinin rahmetinden, dalâlettekilerden/sapıklardan başka kim ümit keser?" [112]
"İbrâhim, gerçekten kaanit (kunut eden, Hakk'a yönelen), hanîf (Allah'ı birleyen ve O'na itaat eden) bir ümmet (önder) idi; Allah'a şirk/ortak koşanlardan değildi." [113]
"Allah'ın nimetlerine şükrediciydi. Çünkü Allah, onu seçmiş ve sırât-ı müstakîme hidâyet etmiş, doğru yola iletmişti." [114]
"Ona dünyada güzellik verdik. Muhakkak ki o, âhirette de sâlihlerdendir." [115]
"Sonra da sana: 'Doğru yola yönelerek İbrâhim'in milletine/dinine uy! O müşriklerden değildi' diye vahyettik." [116]
"Kitap'ta İbrâhim'i an. Zira o, sıdkı bütün bir peygamberdi." [117]
"Bir zaman o babasına dedi ki: 'Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın?" [118]
"Babacığım! Hakikaten sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Öyle ise bana uy ki, seni düz yola hidâyet edip çıkarayım." [119]
"Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah'a âsi oldu." [120]
"Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum." [121]
"(Babası:) 'Ey İbrâhim! dedi; sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni kovar, taşa tutarım! Uzun bir zaman benden uzak dur!" [122]
"İbrâhim: 'Selâm sana (esen kal)' dedi, Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O bana karşı çok lütufkârdır." [123]
"Sizden de, Allah'ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime duâ etmemle bedbaht (emeği boşa gitmiş) olmam." [124]
"Nihâyet İbrâhim onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden uzaklaşıp bir tarafa çekildiği (hicret ettiği) zaman Biz ona İshak ve Ya'kub'u bağışladık/verdik ve her birini peygamber yaptık." [125]
"Onlara rahmetimizden bağışta bulunduk; kendilerine haklı ve yüksek bir şöhret nasip ettik." [126]
“Andolsun Biz İbrâhim’e daha önce rüşdünü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım!’ Sonunda İbrâhim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye. ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zâlimlerden biridir’ dediler. (Bir kısmı:) ‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. O halde, dediler, ‘onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.’ ‘Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhim?’ dediler. ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Haydi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!’ dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) ‘zâlimler sizlersiniz, sizler!’ dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: ‘Sen bunların konuşmadığını pek âlâ biliyorsun’ dediler. İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz akıllanmaz mısınız?’ (Bir kısmı:) ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, onu ve Lût’u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.” [127]
"Bir zamanlar İbrâhim'e Beytullah'ın yerini hazırlamış ve (ona şöyle demiştik): 'Bana hiçbir şeyi şirk koşma/eş tutma; tavaf edenler, ayakta ibâdet edenler, rükû ve secdeye varanlar için Evimi (Kâbe'yi) temiz tut." [128]
"İnsanlar arasında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait birtakım yararları yakînen görmeleri, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın ismini anmaları (kurban kesmeleri) için sana (Kâbe'ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yiyin, hem de yoksula, fakire yedirin." [129]
"Sonra kirlerini gidersinler; adaklarını yerine getirsinler ve o Eski Ev'i (Kâbe'yi) tavaf etsinler." [130]
"Allah uğrunda, hakkını vererek, gereği gibi cihad edin. O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrâhim'in milletinde/dininde (de böyleydi). Peygamberin size şâhit olması, sizin de insanlara şâhit olmanız için O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur'an'da) size 'müslümanlar' adını verdi. Öyle ise namazı ikame edin (dosdoğru kılın); zekâtı verin ve Allah'a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır/dostunuzdur. Ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır!" [131]
"(Rasûlüm!) Onlara İbrâhim'in haberini de oku/naklet. Hani o, babasına ve kavmine: 'Neye tapıyorsunuz?' demişti. 'Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz' diye cevap verdiler. İbrâhim: 'Peki, dedi; yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut, size fayda ya da zarar verebiliyorlar mı?' Şöyle cevap verdiler: 'Hayır, ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk.' İbrâhim dedi ki: 'İyi ama, ister sizin, ister önceki atalarınızın; neye taptığını (biraz olsun) düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur). Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O'dur. Beni yediren, içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifâ veren O'dur. Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O'dur. Ve hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum O'dur. Rabbim! Bana hikmet ver ve beni sâlihler/iyiler arasına kat. Bana, sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmak nasip eyle! Beni naîm cennetinin vârislerinden kıl. Babamı da bağışla (ona tevbe ve iman nasip et). Çünkü o dalâlettekilerden/sapıklardandır. (İnsanların) dirilecekleri gün, beni mahcup etme. O gün, ne mal fayda verir, ne de evlât. Ancak Allah'a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur)." [132]
"İbrâhim'i de gönderdik. O kavmine şöyle demişti: 'Allah'a kulluk edin. O'na karşı gelmekten sakının. Eğer bilmiş olsanız bu sizin için daha hayırlıdır." [133]
"Siz Allah'ı bırakıp birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler yaratıyor/uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Ancak O'na döndürüleceksiniz." [134]
"Eğer (size tebliğ edileni) yalan sayarsanız, bilin ki sizden önceki birçok ümmetler/topluluklar da (kendilerine tebliğ edileni) yalan saymışlardır. Peygamber'e düşen, yalnız açık bir tebliğdir." [135]
"Kavminin (İbrâhim'e) cevabı ise: 'Onu öldürün, yahut yakın!' demelerinden ibâret oldu. Ama Allah onu ateşten kurtardı. Doğrusu bunda, iman eden bir kavim için ibretler vardır." [136]
"(İbrâhim onlara) dedi ki: 'Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet uğruna Allah'ı bırakıp birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyâmet günü (gelip çattığında ise) birbirinizi tanımazlıktan gelecek ve birbirinize lânet okuyacaksınız. Varacağınız yer cehennemdir ve hiç yardımcınız da yoktur." [137]
"Bunun üzerine Lût ona iman etti ve (İbrâhim): 'Doğrusu ben Rabbim'e (emrettiği yere) hicret ediyorum. Şüphesiz O, azîzdir, hakîmdir; mutlak güç ve hikmet sahibidir' dedi." [138]
"Ona İshak ve Ya'kub'u bağışladık/verdik. Peygamberliği ve kitapları, onun soyundan gelenlere verdik. Ona dünyada mükâfâtını verdik. Şüphesiz o, âhirette de sâlihlerdendir." [139]
"Elçilerimiz İbrâhim'e (iki oğul ihsan edeceğimize dair) müjdeyi getirdiklerinde şöyle dediler: 'Biz bu memleket halkını helâk edeceğiz. Çünkü oranın halkı zâlim kimselerdir." [140]
"(İbrâhim) dedi ki: 'Ama orada Lût var!' Şöyle cevap verdiler: 'Biz orada kimlerin bulunduğunu çok iyi biliyoruz. Onu ve âilesini elbette kurtaracağız. Yalnız karısı müstesnâ; o, (azapta) kalacaklar arasındadır." [141]
“Şüphesiz İbrâhim de onun (Nuh’un) milletinden idi. Çünkü Rabbine kalb-i selîm ile geldi. Hani o, babasına ve kavmine: ‘Siz kime kulluk ediyorsunuz?’ demişti. ‘Allah’tan başka birtakım uydurma ilâhlar mı istiyorsunuz? O halde, âlemlerin Rabbi hakkındaki görüşünüz nedir?’ (Hz. İbrâhim’in kavmi, yıldızlara bakar, onlarla kâhinlik yaparlardı. Bir bayram günü İbrâhim’e kendileriyle beraber bayram yerine gelmesini söylediler.) Bunun üzerine İbrâhim yıldızlara şöyle bir baktı. ‘Ben hastayım’ dedi. Ona arkalarını dönüp gittiler. Yavaşça (kavmin) putlarının yanına vardı. (Oraya konmuş çelenkleri, yemekleri görünce:) ‘Yemiyor musunuz? Neden konuşmuyorsunuz?’ dedi. Bunun üzerine, yanlarına gelip sağ eliyle vurdu (kırıp geçirdi). (Putperestler) koşarak İbrâhim’e geldiler. (Neden putları kırdığını sordular.) İbrâhim: ‘Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?! Oysa ki sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı’ dedi. ‘Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın!’ dediler. Böylece ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat Biz onları alçaklardan kıldık.” [142]
"(Oradan kurtulan İbrâhim:) 'Ben Rabbime gidiyorum. O, bana doğru yolu gösterecek. Rabbim! Bana sâlihlerden olacak bir evlât ver' dedi. O zaman Biz onu uslu bir oğul ile müjdeledik. Babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince: 'Yavrucuğum! Rüyada seni boğazladığımı görüyorum; bir düşün, ne dersin?' dedi. O da cevaben: 'Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşâallah beni sabredenlerden bulursun' dedi. Her ikisi de teslim olup, onu alnı üzerine yatırınca: 'Ey İbrâhim! Rüyayı gerçekleştirdin. Biz muhsinleri/iyileri böyle mükâfatlandırırız. Bu, gerçekten, çok açık bir imtihandır' diye seslendik. Biz, oğluna bedel ona büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında ona (iyi bir nam) bıraktık: 'İbrâhim'e selâm!' dedik. Biz ihsan sahiplerini/iyileri böyle mükâfatlandırırız. Çünkü o, Bizim mü'min kullarımızdandır. Sâlihlerden bir peygamber olarak ona (İbrâhim'e) İshak'ı mübârek (kutlu ve bereketli) eyledik. Lâkin her ikisinin neslinden ihsan sahibi iyi kimseler olacağı gibi, kendine açıktan açığa zulüm/kötülük edenler de olacak." [143]
"Kuvvetli ve basîretli kullarımız İbrâhim, İshak ve Ya'kub'u da an. Biz onları özellikle âhiret yurdunu düşünen, ihlâslı kimseler kıldık. Doğrusu onlar Bizim yanımızda seçkin, hayırlı/iyi kimselerdendir." [144]
"Bir zaman İbrâhim, babasına ve kavmine demişti ki: 'Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk yaparım. Çünkü O, beni doğru yola iletecektir.' Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar (onun dinine) dönsünler." [145]
"İbrâhim'in ağırlanıp ikrâm olunan misâfirlerin haberi sana geldi mi? (Bunlar meleklerdi.) Onlar İbrâhim'in yanına girmişler, selâm vermişlerdi. İbrâhim de selâmı almış, içinden, 'bunlar, yabancılar' demişti. Hemen âilesinin yanına giderek semiz bir dana (kebabını) getirmiş, onların önüne koyup 'yemez misiniz?' demişti. Derken onlardan korkmaya başladı. 'Korkma' dediler ve ona bilgin bir oğlan çocuğu müjdelediler. Karısı çığlık atarak geldi. Elini yüzüne çarparak: 'Ben kısır bir kocakarıyım!' dedi. Onlar: 'Bu böyledir. Rabbin söylemiştir. O, hikmet sahibidir, (her şeyi) bilendir' dediler. (İbrâhim:) 'O halde işiniz nedir, ey elçiler?' dedi. 'Biz, dediler, suçlu bir kavme gönderildik. Üzerlerine çamurdan taş yağdırmaya (geldik).' (Bu taşlar,) isrâf edenler (aşırı gidenler) için Rabbinin yanında işaretlenmiş (taşlar)dir. Bunun üzerine orada bulunan mü'minleri çıkardık. Zaten orada müslümanlardan, bir ev halkından başka kimse bulmadık. Acı azaptan korkanlar için orada bir işaret bıraktık."
"Yoksa, Mûsâ'nın ve ahdine vefâ gösteren İbrâhim'in sahifelerinde yazılı olanlar kendisine haber verilmedi mi?" [146]; "Gerçekten hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenemez."[147]; "Ve insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur."[148]; "Ve çalışması da ileride görülecektir." [149]; "Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir." [150]; "Ve şüphesiz en son varış Rabbinedir."[151]; "Doğrusu güldüren de ağlatan da O'dur."[152]; "Öldüren de dirilten de O'dur."[153]; "Şurası muhakkak ki (rahime) atıldığında nutfeden, erkek ve dişiden ibâret olan iki çifti O yarattı."[154]; "Şüphesiz tekrar diriltmek de O'na aittir." [155]; "Zengin eden de yoksul kılan da O'dur."[156]; "Doğrusu Şi'râ yıldızının Rabbi de O'dur." [157]
"Andolsun ki Biz, Nûh'u ve İbrâhim'i (peygamber olarak) gönderdik; peygamberliği de kitabı da onların soyuna verdik. Onlardan (insanlardan) kimi doğru yoldadır; içlerinden birçoğu da fâsıktır/yoldan çıkmışlardır." [158]
"İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.' Ancak, İbrâhim babasına: 'Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez' demişti. (O mü'minler şöyle dediler:) 'Rabbimiz! Ancak Sana tevekkül edip dayandık, Sana yöneldik. Dönüş de ancak Sanadır." [159]; "Rabbimiz! Bizi, inkâr edenler için fitne (deneme konusu) kılma; bizi bağışla! Ey Rabbimiz! Yegâne azîz (güçlü ve gâlip), hakîm (hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sensin." [160]; "Andolsun, onlar sizin için, Allah'ı ve âhiret gününü arzu edenler için güzel bir örnektir. Kim yüz çevirirse şüphesiz Allah ğanîdir (zengindir), hamîddir, hamde lâyık olandır." [161]
"Eğer hatırlatmak/öğüt fayda verirse hatırlatıp öğüt ver. (Allah'tan) huşû ile korkan, öğütten yararlanacak. En büyük ateşe girecek olan kötü kimse ise, öğütten kaçınır. Sonra o, ateşte ne ölür, ne de yaşar. (Maddî ve mânevi pisliklerden) Temizlenen, Rabbinin adını zikredip O'na kulluk eden kimse kuşkusuz kurtuluşa ermiştir. Fakat siz (ey insanlar!) âhiret daha hayırlı ve daha devamlı olduğu halde, dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Şüphesiz bu (anlatılanlar), önceki suhufta (kitaplarda), İbrâhim ve Mûsâ'nın kitaplarında (onlara inen suhufda) da vardır." [162]
Hadis-i Şeriflerde İbrâhim (a.s.)
Bir adam Rasûlullah’a (s.a.s.) geldi de: "Ey insanların en hayırlısı!" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): "O (sıfatın sahibi) İbrâhim (a.s.)!" buyurdular. [163]
"Kıyâmet günü ilk elbise giydirilen kişi, İbrâhîm'dir." [164]
"Bir gece bana rüyamda her zaman gelen iki melek (Cebrâil ve Mikâil) geldi. Bunlarla beraber gittik. Nihâyet uzun boylu birinin yanına vardık. (Semâya doğru yücelen) boyunun uzunluğundan başını neredeyse göremeyecektim. O İbrâhim (a.s.) idi." [165]
"İbrâhim'e gelince; arkadaşınıza yani bana bakıverin..." [166]
"Bana İsrâ vâki olduğu zaman... İbrâhim'i de gördüm, zürriyeti içerisinde ona en çok benzeyen benim..." [167]
"Ben babam İbrâhim'in duâsı, kardeşim İsa'nın müjdesi ve annemin rüyasıyım." [168]
"Ben müsâmahalı ve kolay olan Hanîflikle (İbrâhim'in tevhid dini ile) gönderildim." [169]
Beşir İbn Sa'd Peygamberimiz'e: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bize Allah Teâlâ, sana salât okumamızı emretti. Sana nasıl salât okuyabiliriz?" diye sordu. Efendimiz şu cevabı verdi: "Şöyle söyleyin: 'Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed, kemâ salleyte alâ İbrâhîme İnneke hamîdun mecîd. Allahümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed, kemâ bârakte alâ âl-i İbrâhîm. İnneke hamîdun mecîd. (Allah'ım! Muhammed'e ve Muhammed'in ehline rahmet kıl, tıpkı İbrâhim'e rahmet kıldığın gibi. Sen hamîdsin (hamd edilmeye, methedilmeye lâyık, hamd kendisine mahsus olansın), mecîdsin (azametli, şerefli, gâlip olansın). Muhammed'i ve Muhammed'in âlini mübârek kıl, tıpkı İbrâhim'in ehlini mübârek kıldığın gibi." [170]
Hadislerde Hz. İbrâhim'in faziletine dair bilgiler yer alır. İnsanlar, kabirden kalktıklarında çıplak olarak haşredilecek ve kıyâmet gününde elbise giydirilen ilk peygamber Hz. İbrâhim olacaktır.[171] Başka bir hadise göre, kıyâmet gününde Hz. İbrâhim, babasıyla karşılaştığında ona, "Ben sana, bana âsi olma, demedim mi?" diyecek, o da, "artık bugün sana âsi olmayacağım" karşılığını verecektir. Hz. İbrâhim babasının affı için Allah'a yalvaracak, fakat dileği kabul edilmeyecektir. [172]
Bir hadiste, Hz. İbrâhim'in Mekke'yi dokunulmaz bir şehir yaptığı ve onun için duâ ettiği, Rasûlullah'ın da aynı şeyi Medine için yaptığı bildirilmektedir.[173] Mi'râcda Hz. Muhammed (s.a.s.), Hz. İbrâhim'i yedinci (bazı rivâyetlerde altıncı) semâda Beytülma'mur’a dayanmış olarak görmüştür. [174]
Mekke'nin fethinde Kâbe putlardan temizlendiğinde Hz. İbrâhim ve İsmâil'in, ellerinde fal okları olan sûretleri çıkınca Rasûlullah, "Yazıklar olsun! Onların bu nesnelerle fal bakmadıklarını bilmiyorlar mı?" demiştir. [175]
Hz. İbrâhim’in Çevresi: Putlar ve Putperestler
Hz. İbrâhim’in yaşadığı döneme göz attığımızda, toplumun bütün siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel hayatının şirk esası üzerine kurulduğunu açıkça görmek mümkündür. İbrâhim’in (a.s.) doğduğu Ur şehrinde, tarihçilerin belirttiğine göre beş bin tane tanrı mevcuttu. Nüfusun ekseriyeti ticaret ve sanayi ile uğraşmaktaydı ve dolayısıyla bütünüyle maddeci bir zihniyete sahipti. Her maddeci toplum bireyleri gibi onların da başta gelen eğilimi, servet sahibi olmak ve lüks bir hayat yaşamaktı. Hal böyle olunca, İbrâhim (a.s.)’in getireceği tevhid inancı, sadece memleketin bir sınıfını veya putperest inancı değil; bütünüyle ülkenin ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal yapısını değiştirecekti. Bu amaçla, İbrâhim’in (a.s.) dâvetini kabul etmek, toplumu temelden değiştirmek ve yepyeni temellere oturtmak demekti. Bu da o toplum için ağır bir teklifti. Çünkü, bireysel ve toplumsal alanların tümünde anlayış, teori ve pratik olarak tümüyle şirke gömülmüş bir toplumu ıslaha çalışmak, onları İslâmî anlamda değiştirip dönüştürme gayreti, gerçekten ağır bir yüktür. Böylesine çile ve cefa ile karşı karşıya gelecek bir elçinin daha küçük yaşta iken Rabbi tarafından terbiye edilmesi ve yetiştirilmesi gerekirdi. Çünkü elçiye yüklenen görev ve emânetler, kabiliyet ve enerji ister, güç ve potansiyel ister.
İbrâhim (a.s.), tevhid emânetini yüklenince, ilk uğraşı, toplumun putperestliğini yok etmek ve onları İslâm’a çağırmak olmuştu. Bu dâvete, en yakınlarından başladı: "Babasına dedi ki: 'Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın? Babacığım! Hakikaten sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Öyle ise bana uy ki, seni düz yola hidâyet edip çıkarayım. Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah'a âsi oldu. Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum.’ (Babası:) 'Ey İbrâhim! dedi; sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni kovar, taşlarım! Uzun bir zaman benden uzak dur!” [176]
Bu mesaj, hem babasına, hem babasının şahsında topluma idi. İbrâhim (a.s.)’in yaptığı bunca dâvet, ne yazık ki şirke batmış kalplerin derinliğine ulaşmıyor, onlara fayda sağlamıyordu. Kendilerini yıllar boyu şirk bataklığı içinde görmüş putperestlerin kalpleri, gözleri ve kulakları bunca uyarıya rağmen görmüyor, duymuyordu. Artık ihtarlar, ikazlar, dâvet ve tebliğler fayda sağlamıyordu. Onlar o kadar azgınlaşmışlardı ki İbrâhim (a.s.)’in şaka yaptığını sanıyor ve onun dâvetini hafife alıyorlardı. “O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim.” [177]
Onlar körü körüne, heykellere tapıyorlar, bu konuda atalarının izini takip etmekten başka bir gerekçe de ileri süremiyorlardı. Onlar fikren ve rûhen ölmüş, hurâfe ve geleneklerin, örf, âdet ve an’anelerin altında ezilip duruyorlardı. Onun için de İbrâhim’in (a.s.) dâveti karşısında “şaka mı ediyorsun?” diyorlardı. İşte şirk, bid’at ve hurâfelere boğulmuş toplumların hali bundan farklı olamaz. Onlar duyu ve duygulardan o kadar mahrumdurlar ki, kendi putları gibi putlaşmış, robotlaşmış ve kendi putlarından farkları kalmamıştı. [178]
Hz. İbrâhim, aklî ve mantıkî delillerle, putperestlikten ve yıldızlara tapmaktan vazgeçirmek için giriştiği tevhid mücâdelesi sonunda kavmini susturmuş ve cevap veremez bir hale getirmiştir. Ama ne var ki bütün bu deliller karşısında şirksiz bir inançla Allah’a yönelmesi gereken bu insanlar; günümüzde de olduğu gibi, kendilerini sorgulayacak yerde “ilâhlaştırdıkları atalarının” ve “kutsal kemiklerin” arkasına sığınma açmazına düşmüşler, suçu onlara atarak sorumluluktan kurtulmaya çalışmışlardır.
Kur’an, hâlâ şirklerinde inat göstererek atalarını taklit bahanesine sarılmış olan bu insanların savunmalarını şöyle yansıtır: “İbrâhim, babasına ve kavmine: 'Neye tapıyorsunuz?' demişti. 'Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz' diye cevap verdiler. İbrâhim: 'Peki, dedi; yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut, size fayda ya da zarar verebiliyorlar mı?' Şöyle cevap verdiler: 'Hayır, ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk.”[179]; İbrâhim dedi ki: 'İyi ama, ister sizin, ister önceki atalarınızın; neye taptığını (biraz olsun) düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur).” [180]; "İbrâhim'i de gönderdik. O kavmine şöyle demişti: 'Allah'a kulluk edin. O'na karşı gelmekten sakının. Eğer bilmiş olsanız bu sizin için daha hayırlıdır. Siz Allah'ı bırakıp birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler yaratıyor/uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Ancak O'na döndürüleceksiniz." [181]
Hz. İbrâhim’in bu çağrısı; hiçbir bilgiye ve düşünmeye dayanmadan katı bir tutuculukla atalarını taklit eden bu insanları, geçmişin esâret zincirlerinden, gelenek pençesinden kurtararak İslâm’ın ışığında yeniden uyandırmak, vicdanlarındaki hürriyet duygularını harekete geçirerek özgürce düşünmelerini temin etmek içindir. Ne var ki bu insanlar, gerçeklerden kaçarak, ruhlarından İslâm’ın hidâyetini uzaklaştırarak “kemiklere sığınıyor” ve Hz. İbrâhim’in çağrısını cevapsız bırakıyorlar. Ama Peygamber ve Kitap; kendilerine “Allah’ın indirdiklerine uyun” deyince, “hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola (dine, ilkelere, ideolojiye) uyarız” diyorlar. Kur’an, böyle diyenlere şöyle sesleniyor: “Peki, ya ataları bir şey düşünmeyen, doğruyu bulamayan kimseler olsa da mı?”[182]; “Ya şeytan onları alevli azâba çağırıyor idiyse?!” [183]
Şüphesiz insanlar, atalarıyla, atalarının kemikleriyle uğraşmaya harcadıkları ümit ve enerjileri, kendilerini tanımaya ve oluşun çileli yolunda yürümeye harcadıklarında talih ufku aydınlanacak, vahyin hayat düzeni yeniden kurulacak; saâdet, asra taşınacaktır. [184]
Put ve Putlaştırma
Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlanageldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücadeleden ibarettir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas, tevhiddir. Kur’an-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulmasıdır. Şirkin en belirgin özelliklerinden biri putlara tapmak, onları Allah’a ulaşmada aracı veya şefaatçi görmektir. Fakat, şirk, sadece putlara tapmaktan ibaret değildir. Nefsin istekleri peşinde koşmak, Allah’ın sevgisi yerine dünya sevgisini tercih etmek, bunların sonucunda Allah’ın hükümlerinden birini dahi reddetmek de şirktir.
Aslında insanların Allah’tan başka bir puta tapmasının asıl nedeni; kendi nefislerini ilâh edinmeleridir. Bugünkü müşriklerle, Hz. İbrâhim dönemindeki ve Peygamberimiz zamanındaki müşrikler arasında temelde bir fark yoktur. Müşriğin mantığı her devirde aynıdır. Bu mantık, Allah’ı yeryüzüne karıştırmama, yeryüzünde ilâh olarak kendini tanımadır. İşte şirkin aslı budur. Zamanımızda da insanlar her ne kadar kâinatı yaratanın, yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah olduğunu kabul etseler de, O’nun tasarruflarında ortak tanıyorlar, dünya ile ilgili işlerde Allah’ın belirttiğinin aksine hükümler koyuyorlar. Günümüzde şirkin aldığı en net görünüm budur.
Put, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî mânevî her şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın amacı kılmak da şirktir. Put sadece tapılan bir takım nesneler değildir. Eğer hayatın amacı haline gelir ve insanı Allah’a isyana sevkederse, yerine göre makam, para, kadın, müzik, futbol veya insanlar için değerli herhangi bir şey put olabilir. Şirk düzeni; insanları köleleştiren, ilâhlık taslayan çağdaş Firavunlar ile, onlarla işbirliği yapan sahte din adamları yani Bel’amlar ve sömürüye ortak olan, bizzat şirk düzeninden beslenen, haramzâde, zengin elit tabaka ve bu üç kesime bağlanan, onlara itaat eden, onların koyduğu kanunlarla -Allah’ın hükümlerine aykırı olmasına rağmen- yaşayan halk yığınlarından meydana gelir.
Kur’ân-ı Kerim’in açıkladığı şirk çeşitlerinden birisi de putlara ibâdet şeklinde ortaya çıkan tapınmadır. Putlar çeşit olarak çok fazla olmakla beraber, genel olarak iki kısımda mütâlâa edilebilir:
1- İnsan, hayvan, kuş veya bunların karışımı bir şeklin; ağaç, taş ve madenden yapılarak tapınılması biçiminde ortaya çıkan ilkel putçuluk. Bu tür putlara sanem veya vesen adı verilir.
2- Herhangi bir şekil düşünmeksizin kafalara, gönüllere, kalplere dikilen veya tâbi olunan putçuluk. Bu tür putperestliğin görüntüsü daha moderndir. Sanem veya vesen dediğimiz ilk maddedeki putlar, tapanların nazarında tabiat üstü yüce bir gücü ve kuvveti temsil ettikleri için putperestler, bu güç ve kuvvetin tapındıkları putlarda gizli olduğuna inanırlar. Bu bağlamda her putun veya putçuluğun ilgili bulunduğu bir efsanesi, tahrif edilmiş tarihsel bir mitleştirmesi vardır. Bu putların bir kısmı iyiliği, bir kısmı şerri, bir kısmı ucuzluğu, düşmandan kurtuluşu, bereketi vs. yi temsil eder.
Putçuluğun her çeşidine karşı çıkan ve putlara tapınmanın kötülüğünü en beliğ biçimde ortaya koyan Kur’ân-ı Kerim âyetleri, insanoğluna, yaratıcının sadece Allah olduğu fikrini ve putların, heykellerin de yaratıcı değil; yaratık olduğu düşüncesini aşılama sadedinde deliller sunar. “Siz, elinizle yonttuklarınız (putlar)a mı tapıyorsunuz? Oysa sizin de, bütün taptıklarınızın da yaratıcısı Allah’tır.” [185]
Put, sadece Arapların Câhiliyye döneminde taptıkları basit ve alelâde şekillerden veya özellikle Hz. İbrâhim döneminde olduğu gibi muhtelif câhiliyye sistemlerinde tapınılan tahtadan, taştan, tunçtan heykellerden ve ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayallerden ibaret değildir. Bu basit puta tapınma şekilleri Allah'a şirk koşmanın bütün boyutlarını kapsamaz. Yalnızca bu ilkel putçuluklar üzerinde duracak olursak ve Kur’an’daki şirkten maksadın sadece bunlar olduğunu kabul edecek olursak, oldukça boyutlu olan şirk kavramından bir şey anlamış olmayız. Oysa Kur’an’a göre put, o kadar geniş anlamlıdır ki, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-manevî her şeydir. Bu putları, hayatın amacı kılmak da Allah'a şirk koşmak olarak nitelendirilmiştir.
Tarihteki putları ve puta tapanları incelediğimiz zaman, şirk temeline dayalı putçuluğun, günümüzde geçerli olan şirkten ve putçuluktan pek de farklı olmadığını görürüz. Mekke’li müşrikler de bir Allah inancına sahipti.[186] Fakat, Allah’ın hükmü yerine Mekke site devletinin parlamentosu Daru’n-Nedve’nin kanun yapmasını ve Ebû Cehil gibi tâğutların kendilerini yönetmelerini istiyorlardı. Yer yer dindar kesilmelerine rağmen, tevhid’in karşısında durarak şirke sarılıyorlardı.
Günümüzde de kelime-i şehâdet getirip namaz kılan, oruç tutan, hacca giden kimselerden birçoklarının tâğutun hükmüne rızâ gösterdikleri, tâğuta itaat ettikleri, sadece Allah'a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri bilinen bir gerçektir. Yine bu kimselerin Allah’ı bırakıp birtakım armaları, şiarları/sloganları, işaretleri, bayrakları, heykelleri, gelenek ve görenekleri, bazı kavram ve ideolojileri, sanatı, sanatçıları, futbolu, sporcuları, gruplarını, parti veya kurumlarını, devlet adamlarını, liderlerini... yücelttikleri ve bu sayılan değerler uğruna mallarını, mülklerini, namuslarını, ahlâklarını pâyimal ettikleri, böylece bunlara kulluk ettikleri ortadadır. Sözü edilen bu şahısların, tâğutun ortaya koyduğu nefsanî, şeytanî ve indî değer yargılarıyla Allah’ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep Allah’ın şeriatını onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri, kısacası putların veya putların arkasına sığınmış olanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah’ın şeriatına tümüyle zıt olan sistemleri kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri de inkâr edilemez.
Bunlar, müşrik değil de nedir? Bundan daha açık putçuluk düşünülebilir mi? Putların emir ve direktifleri doğrultusunda hareket ederek onların yolundan hiç ayrılmayanlar, Allah’ın kitabına ve Rasülü’nün sünnetine kulaklarını tıkayarak putların ve onların işbirlikçilerinin çağrısına kulak verenlerden daha iyi putperest olur mu? Bunlar, apaçık müşrik olduklarını kendileri ilân ediyorlar. Bu tür insanlar, ister namaz kılsın, ister oruç tutsun, ister hacca gitsin ve isterse sabahlara kadar Allah Allah diyerek tesbih çeksinler. Ne yaparlarsa yapsınlar, kendilerini putçu müşrik olmaktan kurtaramaz, kimse de onları zorla temize çıkararak müslüman yapamaz!.. [187]
Putları Kırmak: Şeytan insana, şirkten kurtulmayı çok zor ve karmaşık, tevhidi, ihlâsı ve imanı ise yaşanması imkânsız gibi olağanüstü zor gösterebilir. Oysa bu, yalnızca şeytanın verdiği bir vesveseden ibarettir.[188] Bilinmelidir ki, şirkten kurtulmak için samimi bir niyet ve tavır değişikliği yeterlidir. Bu niyet tashihi kişinin her şeye, herkese ve tüm olaylara karşı olan bakış açısını şirkten tevhide çevirecektir. Yani siyah gözlük takan birisinin etrafını görebilmek için her yeri tek tek aydınlatmasına gerek yoktur. Gözlüğünü çıkarması yeterlidir.
Şirk de her yeri karartan bu gözlük gibidir. Gözlüğü çıkarmadan zorlama yöntemlerle şirkten arınmaya çalışmak hem zor, hem de ümit kırıcıdır. Bir hamlede gözlüğü çıkarmak ise hem kolay, hem de tek etkili çözümdür. İnsanın şirk boyutundan Allah’ın râzı olduğu iman ve ihlâs boyutuna geçmesi de tek bir kararlılık hamlesi gerektirir. Bu da her ne durumda olursa olsun Allah'a güvenmek ve Kur’an’a bütünüyle ve samimi olarak uymaya karar vermektir. Bu samimiyet ve kararlılık, muhakkak beraberinde Allah’ın yardımını, hidâyetini ve büyük bir nimetle rahmetini getirecektir.
Şeytan tabii ki, tevhidi ve ihlâsı çirkin, sıkıntılı ve ıstırap verici olarak göstermeye çalışacaktır. Hâlbuki gerçek eziyet, sıkıntı ve ıstırap şirktedir. Bu, dünyada da âhirette de böyledir. Taptığı sahte ilâhları bırakarak sadece Allah'a yönelen bir insan boşlukta ve sahipsiz kalmaz; aksine tek gerçek ilâh olan Allah'a sığınarak olabilecek en büyük huzur, güven ve rahatlığı kazanır. “Kim Allah’tan ittika ederse (korkup sakınırsa), (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir.” [189]
Şirkle tevhid arasındaki fark, çoğu zaman niyet ve bakış açısı farkıdır. Peygamberimiz (s.a.s.) Kâbe’deki putları fiilî olarak kırmış, Hz. Mûsâ yahûdilerin edindiği altın buzağı heykelini yakıp küllerini denize savurmuştur. Hz. İbrâhim de ateşe atılma pahasına puthanedeki putları elindeki baltayla yerle bir etmiştir. Bunlar, sembolleştirilen şirklere karşı vurulan darbelerdir. Bugün de sembolleştirilen şirklere karşı aynı fiilî müdâhaleler yapılabilir; ama önemli olan öncelikle şirkin mantığını yıkmaktır. Gönül ve kafalardaki putlar yıkılmadan diğer putların yıkılması çok önemli olmayacaktır. Şirki gönül ve kafalardan yıkmak için, niyet ve bakış açısının değiştirilmesi gerekmektedir.
Bu nedenle, şirkten vazgeçip tevhide yönelen insanın yaşadığı büyük değişim, öncelikle kalpte ve zihinde meydana gelir. Dış görünüm olarak belki eski yaşamının bazı ögelerini devam ettirse bile, tamamen farklı bir bakış açısına ve kavrayışa sahip olur muvahhid insan. Eskiden atalarından gördüklerine, kendi tutkularına, birtakım insanların fikirlerine göre düzenlediği hayatını, şimdi sadece Allah’ın kitabına göre ve sadece O’nun rızâsı için düzenler. Böylece binlerce küçük ve sahte ilâha kulluk etmeyi, onları memnun etmek için uğraşmayı bırakarak, “birbirinden ayrı rabler mi daha hayırlıdır, yoksa Kahhar olan bir tek Allah mı?”[190] diyen Hz. Yûsuf gibi, sadece kendisini Yaratan’a teslim olur. [191]
Put Kıran İbrâhim (a.s.)
“Andolsun Biz İbrâhim’e daha önce rüşdünü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım!’ Sonunda İbrâhim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye. ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zâlimlerden biridir’ dediler. (Bir kısmı:) ‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. O halde, dediler, ‘onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.’ ‘Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhim?’ dediler. ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Haydi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!’ dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) ‘zâlimler sizlersiniz, sizler!’ dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: ‘Sen bunların konuşmadığını pek âlâ biliyorsun’ dediler. İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz akıllanmaz mısınız?’ (Bir kısmı:) ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, onu ve Lût’u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.” [192]
“Şüphesiz İbrâhim de onun (Nuh’un) milletinden idi. Çünkü Rabbine kalb-i selîm ile geldi. Hani o, babasına ve kavmine: ‘Siz kime kulluk ediyorsunuz?’ demişti. ‘Allah’tan başka birtakım uydurma ilâhlar mı istiyorsunuz? O halde, âlemlerin Rabbi hakkındaki görüşünüz nedir?’ (Hz. İbrâhim’in kavmi, yıldızlara bakar, onlarla kâhinlik yaparlardı. Bir bayram günü İbrâhim’e kendileriyle beraber bayram yerine gelmesini söylediler.) Bunun üzerine İbrâhim yıldızlara şöyle bir baktı. ‘Ben hastayım’ dedi. Ona arkalarını dönüp gittiler. Yavaşça (kavmin) putlarının yanına vardı. (Oraya konmuş çelenkleri, yemekleri görünce:) ‘Yemiyor musunuz? Neden konuşmuyorsunuz?’ dedi. Bunun üzerine, yanlarına gelip sağ eliyle vurdu (kırıp geçirdi). (Putperestler) koşarak İbrâhim’e geldiler. (Neden putları kırdığını sordular.) İbrâhim: ‘Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?! Oysa ki sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı’ dedi. ‘Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın!’ dediler. Böylece ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat Biz onları alçaklardan kıldık.” [193]
Her Nemrud’a Bir İbrâhim
"Allah kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik) verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrâhim ile tartışmaya gireni (Nemrut'u) görmedin mi?! İşte o zaman İbrâhim: 'Rabbim, hayat veren ve öldürendir' demişti. O da: 'Ben (de) hayat verir ve öldürürüm' demişti. İbrâhim: 'Allah güneşi doğudan getirmektedir; haydi sen de onu batıdan getir' dedi. Bunun üzerine kâfır apışıp kaldı. Allah zâlim kimseleri hidâyete erdirmez." [194]
Hz. İbrâhim döneminde, ülkenin hükümdarının veya makamının adı olarak bilinen Nemrut ismi, Kur’an’da geçmez. Hz. İbrâhim’le Rabbi hakkında tartışan hükümdar hakkındaki bu âyette görüldüğü gibi, “Nemrut” veya benzer bir isimden bahsedilmez. Hadis-i şeriflerde de böyle bir isme rastlanmaz. Rivâyetlerden ve İsrâiliyat kökenli kıssalardan yola çıkılarak Nemrut ismine ulaşırız. Bugünkü Tevrat’a baktığımızda Nimrod adına rastlarız.[195] Fakat Tevrat’ta bahsi geçen Nimrod’un “Nemrut” olmadığı; belki Nimrod’un çok büyük bir ünü olduğu için, ondan yıllar sonra Hz. İbrâhim’le tartışan ve O’nu ateşe atan kişinin, olayları dilden dile dolaşırken, olay, bu meşhur kişiye mal edilmiştir. Bazı tarih kitapları, Nemrud’un, tanınmış Bâbil kralı Hammurabi olduğu görüşündedirler. Bazı tarihçilere göre, Nemrut, bir Bâbil hükümdarıdır; ancak hangi hükümdar olduğu kesin değildir. Bunlara göre, Nemrut, aynen Firavun gibi, Bâbil hükümdarlarının ünvanıdır. Eski tarihçilerden bir bölümü, Hammurabi’ye ek olarak Sinaharib ve Buhtunnasır adlarını sayarken; yeni tarihçiler de Şemsiulana ve Buhtunnasır adlarını Hammurabi’yle birlikte saydıklarını görmekteyiz. Bu isimlerin yanında, Akad devletinin kurucusu olan ve M.Ö. 2350’lerde yaşamış olan Sargon’un Nemrud olduğu ihtimalinden bahsedilir.
Kimliği ve tarihsel kişiliği ne olursa olsun, kesin olan bir şey vardır. O da, yaygın bir biçimde “Nemrut” diye anılan bir hükümdarın Hz. İbrâhim’e karşı çıktığı ve onu ateşe atarak yok etmek istediğidir. Bu; isim bir yana bırakılırsa, Kur’ân-ı Kerim’in haberi ile sâbittir. Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. İbrâhim ile Nemrut’un ve kavminin mücâdelesine ilişkin âyetlerin sayısı 91’i bulur. Bu âyetlerin konusu özetle şudur:
Nemrud’un toplumunda putlara tapılmaktadır.[196] Onların yiyip içtiğine,[197] konuştuğuna[198] inanılmakta; onlardan rızık beklenmekte, şifâ umulmakta; kendilerinden bağışlanma dileğinde bulunulmaktadır.[199] Toplumda âhiret inancı yoktur.[200] Gök cisimleri de, putlardan daha üstün bir konumda, ama kendi aralarında hiyerarşik bir düzene oturtulmuş olarak tapınılan tanrılar arasında yer almaktadır ve bunların en büyüğü Güneş’tir. [201]
Halk, alabildiğine dindar olsa gerek ki, hem çok sayıda put edinmiş bulunmakta,[202] hem putların bakımını üstlenmekte,[203] hem de onları, inanmayan kimselere karşı canla başla savunup bu putların üstünlüklerini vurgulamaya çabalamaktadırlar.[204] Bu dindarlık, heykelcilik [205] gibi kimi iş kolları ile birlikte “aslı astarı olmayan söz yığını”[206] halindeki bir “edebiyat” ya da teolojik felsefeye de varlık kazandırmıştır.
Putların özenle yerleştirildiği tapınaklar, aynı zamanda, yargı gibi kimi kamusal işlerin yürütüldüğü merkezler durumundadır.[207] Toplumsal dinamiklerin en güçlüsü olarak gelenekleri görürüz.[208] Geleneklerle şartlanmış olduklarından ötürü insanlar, gözleriyle gördükleri gerçekleri bile kabullenemez, bir an için sezer gibi olduklarında da hemen geleneğin ve çevrenin ağır basmasıyla eski inançlarına yönelmekten başka bir şey yapamaz durumdadırlar.[209] Bunda, elbette, geleneklerle şartlandırma biçimindeki eğitim kadar, korkunun da payı vardır. Gerçekten de, toplumda geleneklere uymayan ve inançlardan sapan kimseler taşlanma, aforoz, sürgün ve hatta ateşe atılma gibi cezalara uğratılmaktadır.[210] Böylece, toplumda kendi inançlarından başka hiçbir şeyi ciddiye almayan, ya da inançlarına uymayan şeyleri gayr-ı ciddî bularak hafifseyen, dışlayan bir yapı oluşmuştur. [211]
Nemrut toplumunu tekdüze bir eşitlik içinde düşünmek mümkün olmayacağına göre, putları dostluk vesilesi kabul eden bu insanların “dostluk”ları ile bir piramit oluşturduklarını da varsayabiliriz. Herkesin kendisinden bir üstününü rab sayıp, bir altta olanına da rablik yaptığı bir ehram. En tepede de, kendisinde yaşatma ve öldürme yetkisi bulunduğunu açıkça belirterek rabliğini Hz. İbrâhim’e karşı ilân etmeye kalkışmış olan “Nemrut”. Evet, gökyüzündeki güneş, ay, yıldızlar sıralamasının tapınaklardaki putlara öylece yansıtılmasının ardından, bu putlar vesilesi ile kurulmuş bulunan dostluklardaki hiyerarşik piramit... Dostluk, bilindiği üzere “velâ” anlamında bir dostluk... Hz. İbrâhim’in topluluğa karşı kullandığı; “...Sizin ve atalarınızın; neye taptığını (biraz olsun) düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur). Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O'dur. Beni yediren, içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifâ veren O'dur. Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O'dur. Ve hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum O'dur...”[212] cümleleri, O’nun reddettiği putların dostluğunun ve dostluk vesilesi yapılmasının boyutlarını açıkça ortaya koymaktadır. Rızıktan, ölüme dek her alanda... kulların rabliğinin, putların dostluklarına dayanılarak, yürürlüğe konulduğu bir toplum; “Nemrut” da tepedeki “rab” kabul edilmektedir.
Bir yaratığın rablik dâvâsına kalkışması... Bir insanın Allah’tan başka rab veya rablar edinmesi, ya da başkalarına böyle bir kapı açması... Bir kimsenin Yüce Allah’ın gönderdiği elçiyi inkârı, öldürmeye kalkışması, herhangi bir insanı zulmen öldürmesi, hele peygamberi ateşe atmak... Bunlar, hep Nemrut’u “Nemrut” yapan tutumlardır.
Ama, onun asıl Nemrutluğu bunlar değil de, tüm bunları uygulayabileceği bir ortama elverişli düzeni kurabilmiş olmasıdır. Çünkü, “düzen” vardır ve tüm bunlara imkân veren de, zemin hazırlayan da, hatta yönlendiren de işte bu düzendir. Öyle bir düzen ki, Yüce Allah, yaşamın dışında tutulmuştur. Dünya hayatında Allah bırakılmıştır da, insanlar arası ilişkilerin kurulması ve yürütülmesi için putlar “vesile” edinilmektedir. İnsanlar arasındaki ilişkilere putların aracı kılınmış olduğu bu düzenin yürümesi için can, mal, akıl ve nesil güvenliği ortadan kaldırılmış; tüm bunlar “Nemrut Dini”nin ayakta kalabilmesi uğruna güdüm altına alınmıştır. Böylece, insanların “can”ları üzerinde tasarruf edebilme yetkisi, “mal”larını yönlendirebilme gücü, “akıl”ları denetim altına alan gelenekler birikimi, “edebiyat”ı oluşturma ve ona yön verme imkânı, “nesil”leri uyumluca yoğurabilme, yontabilme işlevini veren “eğitim”i yönlendirme araçları elde tutulmuş; bunlar birer silâh gibi kullanılarak insanlar güdülmüştür. Bu, tersine de olsa, dört dörtlük bir düzendir ve Nemrut’un asıl “Nemrutluk”u da işte bu noktadadır. Kişisel tutumlarından çok, Yüce Allah’a giden yolları tıkayıcı bir işlev veren bu düzenlemesindedir. [213]
İbrâhim (a.s.), kral Nemrut ile mücâdele ederken onu hiçbir zaman Allah’ın varlığını kabule dâvet etmemiştir. Çünkü Nemrut da diğer benzerleri gibi Allah’ın varlığına inanıyordu. Ancak, bu inançla birlikte Allah’a şirk koşuyor, kendini Allah’a denk görüyordu. Nemrud’un ilâhlık dâvâsı, kendisinin göklerin ve yeryüzünün ilâhı olduğu değildi. İbrâhim kavmininin üzerinde yaşadığı sosyal ve siyasal hayatın rabbi olmak, bütün toplumsal hayatı, merkezî bir otorite ve kendi diktatörlüğü ile yönetmek; helâl ve haramı tâyin etmek, emir ve yasaklar koymak sûretiyle onların hürriyetini elinde bulundurmak istiyordu. İbrâhim (a.s.) de, devrinin tâğûtuyla mücâdelesinde, hükmün/egemenliğin ancak Allah’a ait olacağını, bu yetki ve selâhiyetin kimseye verilemeyeceğini, Rabbin; yani yaratan, yöneten, sevk ve idare edenin sadece Allah olduğunu anlatıyordu. İbrâhim (a.s.); “haydi sen de güneşi batıdan getir!” demekle o azgın herifi susturmuştu.
Bu suskunlukla onun aczi ortaya açık bir şekilde konulduğu halde, yine de Allah’a iman edip İbrâhim’e (a.s.) tâbi olmamıştır. İstiğnâ ve istikbâr, kendini beğenmişlik, nefsinin arzu ve isteklerine sıkı sıkıya bağlılık, onu öyle bir aşağılığa düşürmüştür ki, hak ve hakikati, kendi acziyetini anladığı halde despot diktatörlüğünden bir türlü vazgeçip Allah’a ve elçisine itaat etmeyi nefsine yediremiyordu. Hatta bu gurur ve böbürlenme ile, dünyevî çıkarlarını altüst eden elçiyi yakalayıp öldürmek istiyordu. “(Nemrut ve kavminden bazıları:) ‘Eğer bir iş yapacaksanız yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk.” [214]
Yüce Allah, elçisine ve dolayısıyla dinine karşı çıkan herkesi mutlak sûrette cezâlandırmıştır, cezâlandıracaktır. Bu cezâ, bazen bir tûfan,[215] bazen bir kasırga olur,[216] bazen de bir deprem.[217] Allah, bazen melekleriyle[218] ve bazen görünmeyen askerleriyle [219] hak edenleri cezâlandırır. Dilerse, bir sivrisinekle. Her şey, O’nun emrinde askerdir. “Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.”[220] İbrâhim kavmi, başta Nemrut olmak üzere, İbrâhim’i (a.s.) ateşe atacak kadar açıkça hakka cephe aldıktan sonra, Allah onları helâk etmiştir.[221] Rivâyete göre bu cezâ, sivrisinekle olmuştur. Nemrud’un kavmini sinekler istilâ etmiş ve böylece helâk olmuşlardır. Nemrud’un beynine giren topal bir sivrisinek de onun feci şekilde, inleye inleye ölümüne sebep olmuştur. Burnundan giren sinek, beynine geçmiş, onun ısırmasının acısından dolayı, hizmetçilerine kafasını tokmakla dövdürmek zorunda kalmış, bu şekilde acılar içinde ölmüştür.
Burada önemli olan, Yüce Allah’ın, elçisini hazırlanan tuzaklardan kurtarması, müslüman olmayan putperest toplumu da cezalarından biriyle topyekün cezalandırıp helâk etmesidir. [222]
İbrâhim (a.s.) ve Hicret
"...(İbrâhim): 'Doğrusu ben Rabbim'e (emrettiği yere) hicret ediyorum. Şüphesiz O, azîzdir, hakîmdir; mutlak güç ve hikmet sahibidir' dedi."[223]; "(İbrâhim:) 'Ben Rabbime gidiyorum. O, bana doğru yolu gösterecektir.” [224]
Hz. İbrâhim, kendi kavmine Allah’ın dinini anlatmada hiçbir engel tanımamış, Nemrut’un zorbalığına boyun eğmemiş, her çeşit işkencelere mâruz kalmasına rağmen yolundan dönmemiştir. Fakat onun bütün gayretleri dünyevî bir netice doğurmamış ve toplumunu küfür bataklığından çekip kurtarmaya yetmemiştir. Artık netice belli olmuştur; kavmi kendi sapıklıkları istikametinde gitmektedir. Hz. İbrâhim de tevhid üzere yoluna devam etmektedir. Hz. İbrâhim, kavminin iman etmesine ihtimal kalmadığını anlayınca, sapıklık ve şirk diyarından uzak kalmak amacıyla, her şeyiyle yalnız Allah’a kulluk edebilmek için hicret etmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kim diniyle bir yerden bir yere hicret ederse, gittiği yer, bir karış yer de olsa, Cennette İbrâhim ve Muhammed (s.a.s.) onun arkadaşı olur.” “Muhâcir, Allah’ın kendisini nehyettiği şeylerden hicret eden/uzaklaşan kimsedir.” [225]
İbrâhim (a.s.) ve ona uyan mü’minlerde dünya-âhiret dengesine dair güzel numûneler vardır. Kur’ân-ı Kerim’de, Rabbimiz tarafında övgü ile dile getirilen bu tercih, onların âhiret bilincini kuşanmış olmalarından güç almaktadır. Onlar “putperest toplumdan berî/uzak olma” ilkesini kendileri için tavır olarak belirlemişlerdir. Müşriklerin değer verdiği şirk unsurlarını inkâr etmişler, kötülüğe olan ilgilerini düşmanlık ve nefretle karşılamışlardır.
Toplumun kirliliklerinden kesin bir beraat ile Allah’a hicret eden İbrâhim (a.s.) ve arkadaşlarında, âhiret gününü korku ve ümit ile bekleyen bütün zamanların mü’minleri için “müşrik toplumun kirliliklerinden berî olup onlardan tam bir kopuş ile uzaklaşmak” hususunda güzel örnek bulunmaktadır. "İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık, nefret ve öfke belirmiştir..." [226]
Allah’a ve âhiret gününe gönülden iman edenlerin, İbrâhim (a.s.) ve arkadaşları gibi, birlikte yaşadıkları halkın olumsuz değerlerinden kesin bir kopuşla ayrılıp beraat ilân etmeleri gerekir. Öte yandan ahlâkî hicret ile kendisini arındıran mü’minler, Allah’a ve âhirete öncelik vermelerinden dolayı gerektiğinde bulundukları şehirleri ve ülkeleri dahi terk edebilmelidirler. Çünkü Allah yolunda kararlı bir şekilde mücâdele edip zulüm diyarını terk eden muhâcirlere, hem bu dünyada hasene/güzellik, hem de âhirette güzellik vaad edilmiştir.[227] İster mânevî olarak günahların ve kötülüğün yurdundan uzaklaşmak anlamındaki hicret olsun, isterse mekânsal hicret olsun bu göç, çok büyük Rabbânî bereketlerle donatılmıştır. İbrâhim’in (a.s.) şirkten ve şirk değerlerinden i’tizâl edip uzaklaşmasının nasıl büyük İlâhî lütuflara yol açtığı uzun uzun mübîn olan kitabımız Kur’an’da anlatılmaktadır.
Meryem sûresinde İbrâhim (a.s.) ile müşrik babası arasında geçen uzun ve hikmetli konuşmaya yer verilmektedir. Bu âyetlerde ifade edildiğine göre müşrik babasının kendisini çağırdığı yozlaşmaya karşı hicret eden bu hanîf genç, şirkten i’tizâl etmiştir. İ’tizâl, mânevî hicret ile eş anlamlı bir kelime olup; ayrılmak, uzaklaşmak, berî olmak demektir. Müşrik toplumun değer verdiği, ama asla bir kıymeti olmayan tapınma ve sömürme aracı olan putlardan Allah’a i’tizâl/hicret eden, sonra da ıslah olmamakta direten toplumun yaşadığı diyarı terk ederek mekânsal olarak da onlardan ayrılan İbrâhim’in (a.s.), çağları aşan örnekliği Kur’an’da şöyle anlatılmaktadır: "Bir zaman o babasına dedi ki: 'Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın? Babacığım! Hakikaten sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Öyle ise bana uy ki, seni düz yola hidâyet edip çıkarayım. Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah'a âsi oldu. Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum.’ (Babası:) 'Ey İbrâhim! dedi; sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni kovar, taşa tutarım! Uzun bir zaman benden uzak dur!’ İbrâhim: 'Selâm sana (esen kal)' dedi, Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O bana karşı çok lütufkârdır. Sizden de, Allah'ın dışında taptığınız şeylerden de i’tizâl ediyorum/uzaklaşıyorum ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime duâ etmemle bedbaht (emeği boşa gitmiş) olmam.’ Nihâyet İbrâhim onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden i’tizâl edince/uzaklaşınca (hicret ettiği zaman) Biz ona İshak ve Ya'kub'u bağışladık/verdik ve her birini peygamber yaptık." [228]
Her mü’min, muhâcirdir. Allah’a iman etmek, şeytanî olan her şeyden hicret etmek demektir. Bu yönü ile, yaşadığı şehri hiç değiştirmemiş bir peygamber veya herhangi bir mü’min bile muhâcir sayılmalıdır. Ahlâkî hicret de diyebileceğimiz bu ibâdetin zamanını, zeminini beklemeye hâcet yoktur. İman eder etmez hemen işe koyulmaktır, nefsi kötülüklerden arındırmaktır, nihâî gâye. Toplumun kirliliklerine bulaşmamak, günahlardan kaçınmak, mânevî pisliklerden uzaklaşmaktır, en büyük amaç. Ahlâkî hicret; mânevî kirliliklerin sembolü olan putlara uzak durma konusunda sebat edip, onlarla cihadı sürekli kılmaktır. Bu cihadın amacı, öz benliklerimizde ve toplumsal yaşamın içinde var olan bütün mânevî pisliklerden berî olmaya devam etmektir. Kısacası, mânevî hicretin genel ilkesi; “halk içinde, ama Hakka uygun yaşamaktır.”
Mânevî hicret; mekânsal göçten ve kıtal cihadından önce gerçekleştirilmesi gereken kutlu bir tavırdır. İnsanların hayatında rastlanan şeytanî her hale, her davranışa, her görüntüye karşı alınması gereken bir duruştur mânevî hicret. Bu duruş, büyük bir cihaddır. Öyle ki, iç ve dış diye bölünüp parçalanamayacak bir bütünlük, bir karşı koyuştur. İç âlemimizde ve dış dünyamızda ne kadar kötülük varsa onlardan kaçınmak, her tür şerden ve şer taraftarından hicret ederek uzaklaşmaktır. Ancak bu uzaklaşmadır, bizi Allah’a yaklaştıracak olan.
“Muhakkak ki iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler, işte onlar Allah’ın rahmetini umabilirler.”[229]; “Odur, doğunun da batının da Rabbi. O’ndan başka ilâh yoktur. Öyleyse yalnız O’na yönel, O’nu vekil kıl, O’nun himâyesine sığın. Halkın senin aleyhinde söyleyebileceği her şeye sabırla tahammül et ve onlardan uygun bir şekilde hicret et/uzaklaş!”[230]; “Ey yalnızlığına bürünmüş olan! Kıyam et/kalk ve uyar! Rabbinin büyüklüğünü ve yüceliğini an! Elbiseni/özbenliğini temiz tut! Ve ruczden/bütün pisliklerden hicret et/kaçın!” [231]
Öteki dünyaya kesin iman eden mü’minler, maddî kazançlar umarak Allah’ın gazabına uğramış zâlim toplumlarla dostluk kurmamalıdırlar. Çünkü ilâhî hoşnutluktan nasibi olmayan kimselerle dost olmak, “sürekli hicret” bilincine sahip olan mü’minlere yakışmaz. Mü’minler onları terk ederek Rabbânî hoşnutluğun elde edilebileceği güzel ameller yurduna hicret etmelidir.
Dünya ile âhiret arasında tam tercih yapamayan, kâfirlerle yardakçılık mânâsında ilişkiler kuran, münâfıklarla yârenlik eden yarım gönüllü, kararsız ve kişiliksiz insanları velî edinmek biz mü’minler için haramdır. Onlarla bizim aramızda güzel bir ayrılışla öte yanına geçtiğimiz hicret duvarları vardır. Değil mi ki, Allah’ın gazabına uğrayan bir toplum ile dostluk kurmak “kötülükten hicret etmemek” anlamına geldiği için, mü’minlere yasaklanmıştır. Öyleyse, şeytanî olan her şeyden, tüm haramlardan hicret etmek lâzımdır. “Sürekli hicret şuuru” ilâhî rızâdan nasibi kalmamış kimseleri terk etmeyi gerektirir. Kur’an’a kulak verelim: “Ey mü’minler! Allah’ın gazabına uğrayan toplum ile dost olmayın! Onları dost edinenlerin öteki dünya ile ilgili hiçbir ümitleri kalmamıştır. Tıpkı kâfirlerin (şimdi) mezarlarında yatanları tekrar görme ümitlerini kaybetmiş bulunmaları gibi.” [232]
İbrâhim’in (a.s.) Sınavları
Dünya, ne seçim, ne geçim dünyasıdır. Dünya, tüm insanlar için bir sınav salonundan; hayat da imtihandan başka bir şey değildir. İnsanlar zaman zaman sıkıntı ve zorluklarla, zaman zaman da rahatlık ve imkânlarla sınanırlar. Sınavı başaran, daha zor sınava alınır, onu da başaran daha da zoruna... Ta ki, doğrularla sahtekârlar belli olsun, başaranlarla elenenler anlaşılsın, yarışmaya devam edeceklerle dökülenler ortaya çıksın. Sınav, hayatla birlikte sona erer. Öteki âlemde ise ödül veya ceza. “O (öyle Yüce Allah) ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.”[233]; “İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirdik. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.”[234]; “Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey Peygamber!) Sen sabırlı davrananları müjdele.” [235]
Herkes gücünün yettiğinden sorumlu olduğu için, güçlü insanların da sınavı, güçleri nisbetindedir. Devlerin yükü de, sınavı da ağır olur. Peygamberlerin imtihanı, sınavların en zor olanıdır. “İnsanların belâ/imtihan yönünden en şiddetlisi, en çok belâya müptelâ olanları peygamberlerdir. Sonra sâlihler, sonra da derece derece iyi hal sahibi diğer mü’minlerdir.” [236] Sahâbelerden Sa’d rivâyet ediyor: “Dedim ki: ‘Ya Rasûlallah, insanların imtihanı en çetin olanı kimdir?’ Buyurdu ki: “Peygamberler ve sonra da derece derece mü’minlerdir. Kişi, dini oranında belâ görür/imtihan edilir. Dini kuvvetli ve sağlam ise belâsı/imtihanı ağır olur. Dininde zayıflık söz konusu ise, dini kadar sınava tâbi tutulur. Belâ insanın yakasına öylesine yapışır ki, günahsız gezene kadar peşini bırakmaz.” [237]
Bir insan düşünün; başına gelmedik kalmamakta. En zor sınavlarla, en çetin problemlerle denendiği halde en küçük bir sızlanma ve şikâyette bulunmama... İmtihanın biri bitmeden daha zor bir diğeri başlamakta, ama hiç sarsılmadan o hep şükretmekte, sadece Allah’a dayanmakta. Putperest baba ile imtihan, çocuksuzlukla imtihan, sonra evlâttan vazgeçmekle imtihan, en sevdiğini kurban etmekle/fedâ etmekle imtihan, evlâdı dağ başına bırakmakla imtihan... Çevre şartlarının en olumsuzu ile, toplumda tek başına olmakla, ahlâksız ve putperest insanlarla sınav, tâğutların en inkârcılarından biriyle, yaratıcı ve öldürücü bir rab olduğunu iddia eden biriyle, sadistlikte Neron’a örnek olan gaddar Nemrut’la denenme, putperest düzenle sınanma, ateşle imtihan... Fakirlikle imtihan olmaktan çok daha zor olan zenginlikle, malı infak etmekle, misafirlere ikramla imtihan. İnsanlarla imtihan olduğu gibi hayvanlarla da imtihan. Hicretle, yeni vatan arayışlarıyla imtihan. Aile ile, çevre ile, devletle imtihanın her çeşidini tadan ve bütün sınavlardan başarıyla geçen kimsenin dünyada da avans cinsinden ödülü vardır: İmamlık/önderlik.
“Bizim şartlarımız başka, ülkenin durumu, yasalar, yasaklar, çevre şartları, konjonktür...” diye bin dereden su getirip kendini temize çıkarmaya çalışanların, “yenim dar, yerim dar” diyenlerin kulakları çınlasın! Ve bu tavrın dünyada avans cinsinden cezası da aynı âyette vurgulanır: “...Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti. 'Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)' buyurdu."[238] Yâni zâlimlerin önder olmaya hakları yoktur. Allah’ın ahdi, her şartta Allah’ı seçenleredir. İmam/önder, örnek olma liyakatini gösteremeyenler, gerçek imamları, peygamberleri önder ve örnek kabul etmezlerse, kâfirlerin elinde oyuncak olmaktan kurtulamayacaktır. Bugünkü her çeşit problemin temeli bundan ibarettir.
“Rabbi İbrâhim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; 'Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti...”[239] Bu sınavların neler olduğu hakkında müfessirlerin çeşitli yorumları vardır. İbn Kesir bu konuyu şöyle açıklıyor: “Muhammed İbn İshak... İbn Abbas’tan nakleder ki, o şöyle demiştir: Allah’ın Hz. İbrâhim’i deneyip de onun hepsini yerine getirdiği imtihanın kelimeleri şunlardır: Allah Teâlâ, İbrâhim’in kavminden ayrılmasını emrettiğinde İbrâhim (a.s.) Allah adına kavminden ayrılmıştı. Sonra Nemrud onu ateşe atıp yakmak istemiş, İbrâhim de Allah uğrunda buna dayanmıştır. Sonra Allah Teâlâ’nın yolunda hicret etmiştir. Yine Allah onu canı ve malıyla imtihan edip konuklar kıssasında anlatıldığı üzere onun durumunu ve tahammülünü ölçmüştü. Allah, oğlunu kurban etmesini emretmiş, o da bu imtihanda başarı göstererek oğlunu fedâ etmeye koyulmuştur. Bütün bunlardan sonra her şeyiyle Allah yoluna koyulup tüm bu imtihanlarda başarı gösterince, Allah ona “teslim ol/İslâm ol” demiş; o da “ben âlemlerin Rabbina teslim oldum/müslüman oldum” demişti. Halkın aksine ve onlardan ayrı olarak Nemrud’a değil; âlemlerin Rabbine teslim olmuştur. [240]
İbrâhim (a.s.), Allah’ın bu çetin sınavlarını en güzel şekilde başarınca Allah da İbrâhim’i insanlara imam/önder kılacağını beyan etmiştir.
İmam/Önder İbrâhim (a.s.)
Yüce Allah, kulu ve elçisi olan İbrâhim’ (a.s.) ateşten koruduğu gibi, evlâtlarını da korumuş ve onlara peygamberler arasında üstün mevki ve mertebe de vermiştir. Kur’ân-ı Kerim Hz. İbrâhim’in önderliğinden ve evlâtlarından şöyle bahsediyor: "Bir zamanlar Rabbi İbrâhim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; 'Ben seni insanlara imam/önder yapacağım' demişti. 'Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)' buyurdu."[241] Allah Teâlâ, sevdiği kulu İbrâhim’i herkesin tâbi olduğu bir imam/önder yaptığını beyan ediyor. Çünkü İbrâhim (a.s.), Yüce Allah’ın sınavlarını tümüyle ve en güzel şekilde kazanmıştı.
Yüce Allah, kulu ve elçisi olan İbrâhim’i (a.s.) ateşten koruduğu gibi, evlâtlarını da şirk ve haramlardan korumuş ve onlara peygamberler arasında üstün mevkî ve mertebe de vermiştir. Yüce Allah, sevdiği kulu İbrâhim’i herkesin tâbi olduğu bir imam/önder yaptığını beyan ediyor.[242] Çünkü İbrâhim (a.s.), Allah’ın sınavlarını kazanmıştı. Allah’ın kendisini insanlara imam kılacağını beyan edince, İbrâhim (a.s.) kendi soyundan da imamlar isteyince, Allah “zâlimler imamlık/önderlik hakkına sahip olamazlar” karşılığını vermiştir. Hiçbir zâlim, imam olamaz, kendisine uyulan önder olamaz, buna hakkı yoktur. Allah’ın imâmet ahdine hiç bir zâlim eremez.
Bu konuda Fahreddin Râzi şöyle der: “Onlar (zâlimler), Allah’ın emirlerinin kendilerine emanet edildiği kişiler olamazlar. Kendilerine uyulamaz. Dolayısıyla imam (önder, lider) olmazlar. Böylece fâsığın imâmetinin bâtıl olduğu bu âyetin delâleti ile sâbit olmuştur. Efendimiz buyuruyor ki: “Yaratana isyan konusunda hiçbir mahlûka itaat yoktur.”[243] Ve yine bu âyet-i kerime gösteriyor ki, fâsık hâkim olamaz. Hüküm mevkiine geçtiği zaman, onun verdiği hükümler uygulanamaz. Şehâdeti kabul edilmez ve Rasûlullah’tan naklettiği hadis benimsenemez. Fetvâ verirse fetvâsına itibar edilemez. Namaz için öne geçirilemez.” [244]
Görüldüğü üzere imamlık veya diğer bir adıyla önderlik, sıradan basit bir görev değildir. Babadan oğla geçen veya soy sop takip eden bir verâset malı olmadığı gibi, zâlim, fâcir, fâsık, münâfık ve müşrik gibi kimselerin de gelip oturduğu bir makam değildir. İmamlık; iman, amel, şuur ve yaptırıcı güce sahip olanların hakkıdır. Bu üstün meziyetlere sahip olmayanlar babası ve atası ne olursa olsun, o yüce makama getirilemez. İslâm, bir saltanat ve hükümdarlık dini değildir. İslâm, hak ve adâlet dinidir. Kim o mertebeye ulaşırsa onun hakkıdır.
İmamlığı sadece bir devlet başkanı olarak düşünmek doğru değildir. İmamlık; risâlet imamlığı, hilâfet imamlığı, devlet imamlığı, cemaat imamlığı ve namaz imamlığı şeklinde geniş bir muhtevâya sahiptir. Hangi şekliyle olursa olsun, o makamlara geçen şahsın zâlimlik, fâsıklık ve benzeri sıfatlardan uzak kalarak tam bir adâlet sıfatına sahip olmaları şarttır. Allah Teâlâ’nın İbrâhim’e (a.s.) söylediği “zâlimlere imamlık ahdim erişmez” ifadesi, sadece İbrâhim nesline münhasır değildir. Her dönemde geçerli bir kuraldır. Zâlimlik ve fâsıklık yaparak Allah’ın dinini hafife alan herkes için geçerli bir ölçüdür bu.
Dün de, bugün de, yarın da olsa zâlimler, bu yüce makama getirilemez. Şirk, en büyük zulüm[245] olduğu için, müşrik bir kimse büyük bir zâlimdir. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen zâlimlerin ta kendisi[246] olduğundan Allah’ın indirdiği dışında, O’na ters yasa veya hükümle hükmetmek, insanları yönetmek zulüm olduğu gibi, bu yönetici de zâlimin ta kendisidir.[247] Zulmün zıddı, adâlettir. Allah adâletle davranmayı emretmektedir.[248] Bütün bunlarla birlikte nefsine uyduğundan, câhillik ve başka sebepler yüzünden adâletten ayrılan kimse de zâlimdir. Ve zâlimlerin imam/önder/lider olma hakkı yoktur. [249]
Hz. İbrâhim’in (bir peygamberin) çocukları, onun sülâlesi, zürriyeti de olsa zâlim olduğu müddetçe hiç kimse imam olamaz. Demek ki, Hz. İbrâhim neslinden de bu tür insanlar çıkacaktır. Bu konuda Allah’ın vaadi kesindir: “Zâlimler imamlık ahdime erişemez!” Seyyid Kutub şöyle diyor: “İslâm, itikat ve amel esasına dayanmayan bütün bağları ve alâkaları tamamen koparıp atar. İtikat ve amel bağları kopunca hiçbir şekilde akrabalık ve kan bağını kabul etmez. İtikat ve amel zinciri ile bağlanmadıktan sonra bütün râbıta ve değerleri kökünden siler. Bir milletin iki nesli itikat yönünden muhâlefet ederse, aradaki bağlar kesilir. Hatta itikat ipi kopunca karı ile koca, baba ile evlât arasındaki bağlar bile kopar.
Müşrik Araplar ayrı, müslüman Araplar ayrıdır. Şirk devrinin Arab’ı ayrı şeydi, İslâm devrinin Arab’ı ayrı şeydir. Aralarında ne bir bağ, ne bir alâka, ne de bir akrabalık vardır. Ehl-i kitaptan iman edenler ayrı, İbrâhim, Mûsâ ve İsa’nın (a.s.) dininden inhiraf edip sapanlar ayrıdır. Âile; babalardan, evlâtlardan ve torunlardan ibaret değildir. Bu değer, aralarında müşterek bir inanç bağı olunca doğrudur. Ümmet de muayyen bir ırkın birbiri ardınca gelen nesiller topluluğundan ibaret değildir. Millet; ırkları, cinsleri, renkleri ve vatanları ne olursa olsun, birleşen mü’minler topluluğundan ibarettir. İşte Kerim olan Allah’ın şu Rabbânî beyanından fışkıran iman tasavvuru, iman duygusu, iman şuuru, iman düşüncesi bundan ibarettir.” [250]
İbrâhim Milleti; Haniflik
Hz. İbrâhim'in tebliğ ettiği tevhid akidesini koruyan ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) peygamber olarak gönderilmesinden önce Allah'ın birliğine iman edenlere hanifler denir.
Sözlükte; hanif masdarından bir sıfattır. Hanef, dalâletten doğruluğa, çarpıklıktan düzgünlüğe meyletmek demektir. Nitekim doğruluktan eğriliğe, haktan haksızlığa meyletmeye de "cim" ile cenef denir. Şu halde hanifin asıl mefhûmu, eğriliği bırakıp, doğrusuna giden demektir. Bu mefhum ile örfte İbrâhim’in (a.s.) milletine isim olmuştur ki; başka dinlerden, batıl ilanlardan kaçınıp yalnız bir olan Allah'a eğilen " Müvahhid" demektir. [251]
Hanif'in çoğulu Hünefâdır. Bazı Müfessirler, haniflerin, hacılar, sünnetli olanlar, ananın, mahremlerin nikahını haram tanıyanlar, namazda kıbleye yönelenler, İbrâhim'in dinine uyanlar, anlamlarına geldiğini yazmışlardır. Bunlardan başka Ebû Kilâbe'ye göre: "Peygamberleri arasında hiç birini ayırt etmeyiz."[252] âyetinin işaretiyle peygamberlerin hepsine iman edenler anlamına gelir. Dinin hepsini cami' olanlar diye de tarif edilmiştir ki, bu son iki tarif, birbirine yakındır. Ancak bu tariflerin çoğu mefhumu ile değil, bazı özel durumlarda tarif edildiği için tam tarif değildir. Bazı açıklamalar için nakledilir.
Din istilahında ise: Daha önce geçtiği gibi bütün bâtıl akidelerden İslâm'a meyletmektir. Bütün peygamberlere iman ve her dini içine almak da bununla olur. Bütün kitaplar ve Peygamberler dini yanlış akidelerden kurtararak "Allah katında gerçek din İslâm'dır."[253] âyetinde olduğu gibi hak tevhid ve ihlâs ile yalnız Allah'a ibâdet etmek ve insanlığı kurtuluşa erdirmek için gönderilmişlerdir. Onun için ehl-ı Kitab da bununla emrolunmuşlardı.
Kur’ân-ı Kerim'de Hanif kelimesi on yerde, hanifler ise iki yerde zikredilmiştir:
1- (Yahûdi ve hristiyanlar müslümanlara) "Yahûdî veya hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız’ dediler. De ki, ‘Hayır, (biz) muvahhid (Allah'ı bir tanıyarak ve müslim) olarak İbrâhim'in dinindeyiz. O, Allah'a müşriklerden (eş tutanlardan) değildi." [254]
Kur'ân-ı Kerîm'de hanif kelimesinin müslim kelimesiyle beraber zikredildiği her yerde, hanif kelimesi hacı anlamına gelmektedir. Ancak, yalnız başına zikredildiği yerde ise müslüman manâsına gelmektedir." [255]
2- "İbrâhim ne bir yahûdî, ne bir hristiyandır. Fakat o Allah'ı tanıyan (Hanif) dost doğru bir müslümandı. Müşriklerden de değildi."[256] Görüldüğü gibi bu âyette hanif kelimesi müslüman mânâsına gelmektedir.
3- "De ki; Allah (sözün) doğru(sunu) söylemiştir. Onun için Allah'ı birleyici (hanif) olarak İbrâhim'in dinine uyun. O, müşriklerden değildi." [257]
4- "İyilik yaparak kendisini Allah'â teslim edip Hakka yönelen Muvahhid İbrâhim'in dinine uyandan din bakımından daha iyi kim olabilir? Allah İbrâhim’i dost edinmiştir." [258]
5- "Şüphesiz ki ben, bir müvahhid (Allah'ı bir tanıyan) olarak yüzümü o gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim. Ben müşriklerden değilim." [259]
6- "(Şöyle) de: Şüphesiz Rabbim beni dosdoğru bir yola, dimdik ayakta duran bir dine İbrâhim'in hakka yönelmiş (hanif) milletine iletmiştir. O, Allah'a eş koşanlardan değildi." [260]
7- "Ve yüzünü Hanif (tevhîd) dinine döndür, sakın müşriklerden olma." [261]
8- "Hakikaten İbrâhim (başlı başına) bir ümmetti; Allah'a itaatkârdı, (bâtıl dinlerden uzak ve) Hanif (müvahid) bir müslümandı. O (hiç bir zaman) müşriklerden olmadı." [262]
9- "Sonra (Habibim) sana: ‘Hanif bir müslüman olarak İbrâhim'in dinine uy. O hiç bir zaman müşriklerden olmadı’ diye vahyettik." [263]
10- "O halde (İbrâhim) sen yüzün bir Hanif (müvahhid) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki, O, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışına (hiç bir şey) bedel olamaz. Bu dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilemezler." [264]
11- "Allah'ın hanifleri (müvahhidleri), ona eş tutmayanlar olarak (kaçının çekinin) kim Allah'a şirk/eş koşarsa o yüksekten düşüp de (parçalanmış ve) kendini kuş kapmış, yahut rüzgâr onu uzak bir yere atmış (nesne) gibidir." [265]
12- "Hâlbuki onlar Allah'a Onun dininde ihlas erbabı ve hanifler (müvahhidler) olarak, ibâdet etmelerinden, namazı dosdoğru kılmalarından, zekâtı vermelerinden başkasıyla emr olunmamışlardı. En doğru din de bu idi." [266]
Hadislerde de hanif, hanifler ile fıtrat kelimesi arasında bir irtibat olduğunu görmekteyiz. Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği bir hadiste Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: "Her doğan çocuk muhakkak İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra anası ile babası ona Yahudî yahut hristiyan veya mecûsî yaparlar. Nasıl ki, her hayvanın yavrusu tam a'zalı olarak doğar. Hiç o yavrunun burnunda, kulağında eksik, kesik bir şey görülür mü?" Sonra Ebu Hüreyre (r.a.); "Allah'ın insanları Hakkı idrâk ve kabule müsait yarattığı aslî fıtratı -ki, İslâm fıtratıdır- rehber edinmekle Allah'ın yarattığı bu İslâm ve tevhid seciyesinin şirk ile değiştirmek uygun değildir: Bu, İslâm ve Tevhid dini, en doğru bir dindir."[267] meâlindeki âyet-i kerîmeyi okumuştur. [268]
Bu hadis-i şerifin öğrettiği en büyük bir gerçek de insanlarda din duygusunun ve hakikat aşkının fıtrî oluşu ve akıllara hayret veren şu hayatın ve iç, dış bir takım özelliklerle mücehhez bulunan şu muazzam insanlık binasının, o din duygusu üzerine kuruluşudur. Bu gerçeği, gerek konumuz olan hadis-i şerifteki Peygamberimizin sözlerinden gerekse zikredilen (fıtratullah) âyet-i kerîmesinden öğrenmiş bulunuyoruz.
Müfessirler, âyet-i kerimedeki "fıtrat"ı, Hak dini kabule kabiliyetli anlamına hamlederler ki, âyetin gereği budur. Asıl yaradılış demektir. İbn Atiyye diyor ki; fıtrat lafzının en iyi tefsiri, insanın Allah'ın yarattıklarını fark etmeye, dünyevî işleri de birbirinden ayırabilen uygun bir kabiliyettir. Bu kabiliyet açıldıkça, kul yaratıcısını bilir ve bulur, şeriattaki güzelliği idrâk eder.
Fıtrî din, İslâm Dinidir, Tevhîd dinidir ve bir Allah'a iman dinidir. Hz. Âdem'den Hz. Muhammed'e gelinceye kadar bütün peygamberler İslâm Dini esaslarını ve Tevhîd akidesini tebliğe memur edilmişlerdir. Bu din müsâit olduğu mükemmel gâyeyi ancak son Peygamber’de bulmuştur. Dinleri, ihtivâ ettikleri kaide ve hükmü ile, tebliğ ettikleri faziletli medeniyet ile hulasa insanlığın her türlü ıstırâbına ilâç olabilmeleri yönüyle tetkik eden her insaflı âlim ve mütefekkir, Hak dinin İslâm Dini olduğuna hükmetmekte tereddüt etmez. Diğer dinler, tetkik yeri olabilecek bir tarihi açıklamayı haiz olmadıkları halde İslâm Dini, tarihi en yakın bir hayata sahip olması cihetiyle bütün hükümleri, güneş gibi açık olarak zamanımıza aktarmıştır. Onun tarihi seyri, bir ilmî tekâmülü takip ettiği için asıl saffetiyle devam edip gidecektir.
Bir rivâyette şöyle buyruluyor: "Ben kullarımı hanifler olarak istikamet ve selâmet üzere yarattım." [269]
Görüldüğü gibi Allah (c.c.) kullarını birer hanif olarak yaratmıştır. Hanif, Allah'ın birliğine iman eden kişiye denir, buna muvahhid de denir. Her doğan çocuğun İslâm fıtratı üzerine doğması demek, elest bezminde Cenâb-ı Hakk’a verdikleri söz üzere doğmaları demektir ki, Allah Onlara "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" [270] buyurdu. Onlar da; "Evet, sen bizim Rabbimizsin" dediler. İşte bu söz, Allah'ın "İnsanları hanif olarak yarattım" buyurmasının aslını oluşturmaktadır. [271]
Hanif Dini:
Hz. İbrâhim tarafından temsil edilen tevhid esasına dayalı hak dine Hanif Dini denir. Hanîf kelimesine lügat itibâriyle çeşitli mânalar verilmişse de genellikle kabul edildiğine göre "hakka ve doğruya yönelen, istikamet üzere bulunan kimse" demektir. İslâm literatüründe ise câhiliye döneminde her türlü sapıklıktan ve putperestlikten yüz çevirerek hakka yönelen, Hz. İbrâhim'in dinine tâlip olarak yalnız bir Allah'a inanan kimseler için ad olmuştur.
Hanîf kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'de tekil olarak "hanîf" şeklinde on yerde, çoğul olarak "hunefâ" şeklinde ise iki yerde kullanılmaktadır. Bu âyetlerin sekizinde hanîf kelimesi, Hz. İbrâhim'le ilgili olarak zikredilmiştir. Meselâ şöyle buyrulur: "Yahudi ve hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız’ dediler. ‘Bilâkis biz, doğruya yönelmiş (hanîf) olan ve Allah'a eş koşanlardan olmayan İbrâhim'in dinine uyarız' de!" [272]; "İbrâhim, ne bir yahudi, ne de bir hıristiyandı. Ama doğruya yönelen (hanîf) bir müslümandı ve müşriklerden de değildi." [273]
Cenâb-ı Hak, Peygamber Efeandimiz’e hanîf olan İbrâhim dinine tâbi olmayı, yani onun yolunu devam ettirmeyi şöylece emretmiştir: "İbrâhim, şüphesiz Allah'a boyun eğen ve O'na yönelen (hanîf) bir önderdi; puta tapanlardan değildi... Şimdi, sana, ‘Doğruya yönelmiş (hanîf) olan ve puta tapanlardan olmayan İbrâhim'in dinine uy!' diye vahyettik."[274] Bu sebeple hanîflik, İslâm için dahi kullanılmış ve samimi, ihlâslı bir müslümana da "hanîf" vasfı verilmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz; "Ben, müsâmahakâr hanîf dini (el-Hanîfıyye es-Semha) ile gönderildim" buyurmuştur. [275]
Peygamber Efendimiz’in nübüvvet ile görevlendirilmeden önce Arap Yarımadası'nda putperestliğin hâkim olduğu ve insanlığın dalâlet içerisinde bulunduğu câhiliyye döneminde putlardan ve her türlü sapıklıktan yüz çevirerek, Hz. İbrâhim dini olan hanîfliğe tâbi olmuş, hakka yönelerek hak dinin arayışı içerisine girmiş kişiler, çok az da olsa mevcut idi. İslâm tarihi kaynakları bunların bir kısmından ve faâliyetlerinden bahseder. Meselâ bunlardan birisi Varaka bin Nevfel idi. [276]
İbrâhim’in (a.s) Duâları
Kur’ân-ı Kerim, duâ etmemizi ısrarla tavsiye eder. “Rabbiniz (şöyle) buyurdu: ‘Bana duâ edin, size icâbet edeyim.”[277]; “De ki: ‘Duânız (yalvarmanız) olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?”[278]; “Rabbinize yalvara yakara ve gizlice duâ edin. Bilinki, O haddi aşanları sevmez.” [279]
Kur'ân-ı Kerim, bazı vesilelerle bize nasıl duâ edeceğimizi öğreterek, duâ örnekleri verir. Peygamberlerin duâları, hem onların birer kul olmalarının ve kulluk yaptıklarının göstergesi, hem de kendilerinin örnek alınarak Allah’tan neleri ve nasıl istememiz gerektiğine dair müslümanlara örnek ve rehberliklerdir. Hz. İbrâhim, Allah’a çok şükreden, O’na itaat ve ibâdet eden, O’na teslim olan, kendisini Allah’a adamış, sâlih bir zât olduğu gibi, aynı zamanda bol bol duâ eden biriydi. "İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır.”[280] Onun duâları da bize örnek olmalıdır. Kur’an’da İbrâhim’in (a.s.) yaptığı bazı duâlar açıklanarak bize duâ örnekleri verilir. Bunları görelim:
“Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)” [281]
"Ey Rabbim! Burayı (Mekke’yi) emîn bir şehir yap, halkından Allah'a ve âhiret gününe inananları çeşitli meyvelerle besle.” [282]
"Bir zamanlar İbrâhim, İsmâil ile beraber Beytullah'ın temellerini yükseltiyor, (şöyle diyorlardı:) 'Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz Sen işitensin, bilensin." [283]
"Ey Rabbimiz! Bizi Sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de Sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibâdet usûllerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak Sensin." [284]
"Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden Senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara Kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü azîz olan, üstün gelen; hakîm olan, her şeyi yerli yerince, hikmetle yapan yalnız Sensin." [285]
"Hatırla ki İbrâhim şöyle demişti: 'Rabbim! Bu şehri (Mekke'yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Çünkü onlar (putlar), insanlardan birçoğunun dalâletine/sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık Sen gerçekten çok bağışlayansın, çok merhametlisin." [286]
“Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını Senin Beyt-i Harem'inin (Kâbe'nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vâdiye yerleştirdim. Artık Sen insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nimetlere şükrederler." [287]
"Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen bizim gizleyeceğimizi de açıklayacağımızı da bilirsin. Çünkü ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz." [288]
"İhtiyar halimde bana İsmâil'i ve İshak'ı lutfeden Allah'a hamdolsun! Şüphesiz Rabbim duâyı işiten, kabul edendir." [289]
"Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı ikame edenlerden (dosdoğru kılanlardan) eyle; ey Rabbimiz! Duâmı kabul et!" [290]
"Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, ana-babamı ve mü'minleri bağışla!" [291]
“...Ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur). Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O'dur. Beni yediren, içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifâ veren O'dur. Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O'dur. Ve hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum O'dur. Rabbim! Bana hikmet ver ve beni sâlihler/iyiler arasına kat. Bana, sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmak nasip eyle! Beni naîm cennetinin vârislerinden kıl. Babamı da bağışla (ona tevbe ve iman nasip et). Çünkü o dalâlettekilerden/sapıklardandır. (İnsanların) dirilecekleri gün, beni mahcup etme. O gün, ne mal fayda verir, ne de evlât. Ancak Allah'a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur)." [292]
“Rabbim! Bana sâlihlerden olacak bir evlât ver' dedi.” [293]
“...Rabbimiz! Ancak Sana tevekkül edip dayandık, Sana yöneldik. Dönüş de ancak Sanadır." [294]
"Rabbimiz! Bizi, inkâr edenler için fitne (deneme konusu) kılma; bizi bağışla! Ey Rabbimiz! Yegâne azîz (güçlü ve gâlip), hakîm (hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sensin." [295]
İbrâhim’in (a.s.) tefekkürüne, hayat tarzına ve sözlerine akseden imanî/tevhidî tablo, elbette duâlarında da berrak bir biçimde görülür. Duâ, ubûdiyetin/kulluğun özüdür. Duâ halinde olma, insanın acziyetini kabul ettiğinin ve Allah’tan başka ihtiyaçlarına cevap verecek hiçbir mercî olmadığını anladığının ifadesidir. Nasıl kulluk yapılacağını hayatlarıyla gösteren peygamberlerin duâları da Kur’an’da yer bulur. Bu duâlar, bize nebîlerin neyi nasıl ve ne için istediğini gösterir. Böylece, bize de duânın aslını, usûlünü ve edebini bildirir. İbrâhim’in (a.s.) duâları da, bu anlayışla okunmalı ve üzerinde durulmalıdır. Onun duâlarında, “millet-i İbrâhim”e dâhil olmamızın usûlünü bulmamız mümkündür.
İbrâhim’in (a.s.) hepsi de Rabbinin katında kabul görmüş duâları, değişik sûrelerde zikredilir. İbrâhim sûresinde ise, bu duâların bir kısmı ard arda gelir. Bu İbrâhimî duâların altıncısı ise, bugünün âile ve evlât belâsı çeken insanları için, nuranî bir iksir sunmaktadır. Altı kelimeden oluşan ve kısa meali “Rabbim, beni ve soyumdan gelecek olanları namazı devamlı kılanlardan eyle” şeklinde verilen bu duâda, o mübârek nebî Rabbine şöyle yakarır: “Rabbi’c’alnî mukîme’s-salâti ve min zürriyyetî,”[296] Bu kısacık duâ, kısalığına karşılık, geniş ve derin mânâlar barındırır. Bu duânın her bir kelimesi bile, çok anlamlar taşır dünyalarımıza.
İbrâhim, Rabbine yönelişiyle, en başta, bize hep hatırımızda olması gereken ama neredeyse daima unuttuğumuz rubûbiyet-ubûdiyet denklemini hatırlatır. İnsan, tüm kâinatı kuşatan mutlak bir rubûbiyetin sahibi olan; zerreden galaksilere tüm mahlûkatı her an her haliyle terbiye, idare ve tasarrufu altında tutan; bütün yarattıklarının her ihtiyacını görüp onu gereği gibi karşılayan Yüce Allah’a karşı, küllî bir ubûdiyetle yükümlüdür. Öyle bir Rabbin huzurunda terbiye ve idareyi başka ellerde aramak, o kulluğun edebine aykırıdır. İbrâhim (a.s.), daha en başta, Rabbine yönelişiyle bu dersi verir. Tüm kâinatın O’nun tasarrufunda olduğunun, tüm yapılışların ardındaki “câil”in O olduğunun şuuru içinde, kendi matlûbunu ve maksûdunu doğrudan doğruya O’ndan ister.
Matlûbu ve maksûdu ise, Rabbine hep dünyanın fâni yüzüne takılıp kalan nazarlarla yalvaran; O’na yönelmeyi çoğunlukla unuttuğu gibi, hatırladığı anların çoğunda da O’ndan fenâ ve fâni şeyler talep eden bizlere ibretli bir uyarı hükmündedir. İbrâhim’in (a.s.) bu duâsında istediği şudur: Namaz kılmak! Daha doğrusu, “namazda mukîm olmak.” Çünkü, tüm kâinatı yaratan, tüm evrenin şehâdetiyle mutlak ve küllî rabliğini, gören gözlere gösteren ve bizi rubûbiyete karşı ubûdiyetle/kullukla mukabele edecek bir fıtratla yaratan Rabbimize karşı kulluğumuzun en net, en berrak, en muazzam ifadesi namazdır. O yüzden, bütün nebîler namaz kılmış ve Rasûl-i Ekrem onu “iki gözünün nuru” olarak tanımlamıştır.
Rabbimiz, tüm kâinatın şâhit olduğu devamlı bir rablik sergilediğine göre, böyle devamlı terbiye ve idare karşısında kula yakışan, daimî bir ubûdiyet/kulluk sergilemektir. Kulluğun en berrak, en muazzam ifadesi olan namazı devamlı ve dosdoğru kılmaktır. Zâhiren namaz kılmıyor olduğu anları da, namaz kıldığı anların dünyasına taşıdığı ubûdiyet şuuruyla yaşamaktır. Üzerimizde her an cilvesi görünen bir rubûbiyete karşı, üzerimizde her an bir kulluk tavrı, şuuru ve edebi taşımaktır. Bunun için, İbrâhim “Rabbim, beni namaz kılanlardan eyle” demekle yetinmez. “ Namaz üzere kaaim olma”, “namazda mukîm olma”, “namazı ayakta tutma”, “namazla ayağa kalkma”, “devamlı namaz şuuru üzere olma” duâsında bulunur.
Mânidardır, duâ burada bitmez. Hemen ardından, İbrâhim (a.s.) “ve min zürriyyetî” diyerek, çoluk-çocuğu ile soyundan gelecek olanları da duâsına dâhil eder. Çünkü, yalnız kendisi için yaptığı bir duâ, yalnız kendisi yaşadığı sürece yaşanacaktır. Oysa, İbrâhim şu dünyadan göçüp gitse bile, dünya durduğu müddetçe, rubûbiyet-ubûdiyet denklemi de duracak; Rabbimizin mutlak rubûbiyetine karşı kullarının küllî bir ubûdiyetle mukabele etmesi gerekecektir. Bu noktada, İbrâhim (a.s.) mutlak ve dâimî bir rabliğa karşı devamlı bir kulluğun gereğine inandığı için, yalnız kendisi için namaz duâsı etmekle kalmaz. Kendinden sonra da, zürriyetinin bu kulluğu her dâim sergilemelerini ister.
İbrâhim’in (a.s.) bu duâsı, çift yönlü bir mâhiyet taşır. İbrâhim, bir yanda öncelikle ve bizzat kendisinin namaz üzere olmasını istemektedir. Öte yanda, bununla yetinmeyip âilesi, çoluk-çocuğu, zürriyeti için de aynı şeyi istemektedir. Diğer bir açıdan bakarsak, İbrâhim yalnızca zürriyetinin namazda mukîm olup her ânını kulluk şuuruyla yaşaması duâsında bulunmamakta; bunu evvelâ ve bizzat kendisi için istemektedir. Bu çift yönlü duâ, şu dersi verir: Yalnız kendi kulluğunu düşünüp çoluk-çocuğunun kulluğuna dair bir sorumluluk hissi taşımamak da yanlıştır; yalnız çoluk-çocuğunun kulluğunu düşünüp kendisi o şuurdan uzak yaşamak da. Her iki çaba da, her iki yöneliş de yarımdır, eksiktir, boştur. İnsan, evvelâ ve bizzat kulluk şuuruyla donanmakla; ama aynı zamanda bu bilinci âilesi, evlâdı, zürriyeti ile paylaşmakla yükümlüdür. İbrâhim’in (a.s.) bu duâsı, bu zamanın âile ve evlât belâsı taşıyan biz insanlarına muazzam mesajlar taşımaktadır. [297]
İbrâhim’in (a.s.) tevhid mücâdelesini tahlil ederken, “tevhid”in zıddı olan şirk ve putçuluk hakkında Yüce Allah, İbrâhim’in (a.s.) şöyle duâ ve niyazda bulunduğunu bildiriyor: "Hatırla ki İbrâhim şöyle demişti: 'Rabbim! Bu şehri (Mekke'yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Çünkü onlar (putlar), insanlardan birçoğunun dalâletine/sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık Sen gerçekten çok bağışlayansın, çok merhametlisin." [298]
Üstad Seyyid Kutub, İbrâhim’in (a.s.), “Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut!” duâsını, İslâm’ın öğretileri doğrultusunda günümüz şartlarını da göz önünde bulundurarak şöyle izah ediyor: “Hz. İbrâhim’in hem kendisini hem de çocuklarını, tapınmaktan korumasını Allah’tan istediği put, sadece Arapların ilkel câhiliyet dönemlerinde yaptıkları gibi basit ve alelâde şekilden ibaret değildir. Veya muhtelif câhiliyet sistemlerinin taş, ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayaller biçiminden ibaret değildir put.
Bu basit ve alelâde puta tapınma şekilleri, Allah’a şirkin bütün anlamlarını içine almaz. Allah’tan başka tapınılan tüm putları ihtivâ etmez. Yalnızca bu basit ve alelâde şirk ve put şekilleri üzerinde durarak, Kur’an’daki şirkten maksadın bunlar olduğunu kabul edecek olursak, sonsuz derecede şekilleri olan şirk kavramını iyi kavramış olmayız. Ve bugün beşeriyetin içine saplandığı şirk ve modern câhiliyye şekillerinin gerçek yüzlerini tam olarak göremeyiz. Bunun için şirkin mâhiyetini derinliğine araştırmak ve putun şirkle olan alâkasını açığa çıkarmak gerekir.
Allah’tan başka ilâhın olmadığını belirten “lâ ilâhe illâllah”ın zıddı olan şirk, hayatın tüm alanlarında, Allah’ın buyruğuna dayanmayan ve her konuda dinin emirlerini benimsemeyen tüm sistem ve her tavır şirktir. Tek bir ilâh olarak Allah’tan başkasını tanımadığını söyleyip de abdest, namaz, oruç ve hac gibi dinin emirlerini yerine getirdiği halde; siyasî, sosyal ve ekonomik konularda Allah’tan başkasının koyduğu hükümlere bağlananlar... Değer ölçülerinde ve hükümlerinde Allah yapısı olmayan düşünceleri ve fikirleri benimseyenler... Geleneği, ahlâkı, âdet ve alışkanlıkları itibarıyla giyindiği kıyafeti ve elbiseleriyle birtakım insanları tanrı tanırcasına onların icat ettikleri kılık ve kıyafetlere girip modalarına uyan ve Allah’ın şeriatının yasakladığı şekillere bürünenler... Evet, bunlar, şirkin âlâsını işlemektedirler. Bütün gerekçeleriyle birlikte söyledikleri “eşhedü en lâ ilâhe illâllah” kelime-i şehâdetinin zıddını yapmaktadırlar... İşte günümüzdeki insanların çoğunun yanıldıkları noktalardan birisi budur.
Put... Sadece o, ilkel ve basit şekilde olmaz. Dikilen heykeller biçiminde olması şart değildir putun. Put, putlaşmak isteyenlerin arkasına gizlendikleri birer işaret ve alâmetten başka bir şey değildir. Onlar insanları kendilerine kul köle yapmak için o dikili putların arkasına sığınırlar ve onun gerisinden kendi buyruklarını rahatça yürütürler. Hiçbir zaman için bir putun konuştuğu, duyduğu ve gördüğü görülmemiştir. Ancak, putların arkasına gizlenmiş olan râhipler ve mâbet bekçileri mırıldanarak etrafında onun adına duâlar okur ve bereketler dağıtan muskalar asarlar. Sonra da kitleleri ezmek ve kölesi kulu haline getirmek istediği kimselerin adına o putları konuştururlar. Herhangi bir yerde herhangi bir zamanda idarecilerin ve kâhinlerin adına konuştukları ve Allah’ın izni, müsaadesi olmaksızın hükümler koydukları ve kanunlar vaz ettikleri, hareket ve işlemler yaptıkları şeyler ortaya sürülecek olursa... İşte bu ortaya atılan şey tabiatı, mâhiyeti ve vazifesi itibarıyla putun ta kendisi olur.
Bir yerde bunlar arma olarak “ırkçılığı” mı seçiyorlar? Bir yerde arma olarak “vatan”ı mı çıkarmak istiyorlar? “Halk”ı mı işaret ve simge olarak kendilerine bayrak yapmak istiyorlar veya bir “sınıf”ı mı kendilerine sembol olarak yükseltiyorlar? Sonra da insanlardan bu yükseltilen armalara, şiarlara, işaretlere ve bayraklara Allah’ı bırakıp kulluk etmelerini mi istiyorlar? Halkın bu kaldırılan alâmetler uğruna fedâkârlığa katlanmasını mı istiyorlar? Malını, mülkünü, ahlâkını, ırz ve namusunu bu uğurda harcamasını mı diliyorlar? Ve her ne zaman bu işaretlerin, alâmetlerin ve armaların isteğiyle Allah’ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep Allah’ın şeriatını onların isteğine göre yontarak şekiller vermek mi istiyorlar? Ve Allah’ın emirlerini bırakıp o armaların ve işaretlerin veya daha doğru bir tâbirle bu putların, yani putların arkasına saklanmış olanların istek ve emirlerini mi yerine getiriyorlar? İşte orada putçuluk vardır. Allah’tan başkasına tapınma vardır. Yoksa putun mutlaka bir ağaçtan dikilmiş veya bir taştan, tunçtan yontulmuş olması zarûri değildir. Put bir sistem olabilir, bir arma olabilir, bir ekol olabilir...
Hem İslâm, sadece ağaçtan, taştan, tunçtan yontulmuş putları yıkmak için gelmemiştir ki... Bunca gelmiş geçmiş peygamberler silsilesi sadece bu putları yıkmak için uğraşmamışlardır ki. İslâmî hareket, yalnızca ağaçtan dikilmiş veya taştan yontulmuş putları yıkmak için tarih boyunca bunca fedâkârlıklar yapmış, bunca acı ve ıstıraplara katlanmamıştır...
Bilâkis İslâm, gerçek mânâda Allah’a kulluk ve her meselede Allah’ın emirlerine itaat ile, her ne şekilde olursa olsun Allah’tan başkasına kulluk ve itaatten ayrılış noktalarını kesinkes belirtmek için gelmiştir. Her devirde geçerli olan prensipleri iyice inceleyip tevhid esasına mı, şirk esasına mı dayandığını ortaya koymak gerekir. O sistemde ve prensipte Allah’ın hâkimiyetinin mi esas alındığını, yoksa putların hâkimiyetinin mi esas alındığını belirtmek icap eder...
Dilden söyledikleri kelime-i şehâdet ile “Allah’ın dini”ne girmiş olduklarını ve fiilen yaptıkları ibâdetleri, kıldıkları namazları, tuttukları oruçlarıyla müslüman olduklarını sanıp da bunun dışında kalan ahkâm ve diğer hususlarda Allah’tan başkasının buyruklarına uyanlar, Allah’ın emrinin zıddı olan sistem ve prensipleri benimseyenler, Allah’ın şeriatına tamamı tamamına zıt olan hükümleri tatbik edenler...
Sonra bu her gün yenilenen putların istediğini yerine getirmek ve arzularını tatmin etmek için bu uğurda namuslarını, ahlâklarını, mallarını ve canlarını verenler... Bu putların istek ve arzularıyla dinin emir ve hükümleri çatıştığı zaman Allah’ın emir ve hükümlerini arkaya atıp putların istek ve arzularını yerine getirenler... Evet bütün bu yaptıklarına rağmen hâlâ “Allah’ın dini”nde olduklarını ve “müslüman” kaldıklarını sananlar bir kere kendilerine gelsin de içinde yüzdükleri şirki görsünler...
Allah’ın dini bu kendilerinin müslüman olduklarını sananların tasavvur ettiği gibi zayıf değildir, basit değildir. Şurası muhakkak ki Allah’ın dini, hayatın en küçük meselelerine, bütün teferruatına kadar şâmil olan tam ve mükemmel olan bir hayat nizamıdır. Esas ve temelleri bir yana, hayatın en ufak bir meselesinde bile yalnız ve yalnız Allah’ın buyruklarına uymaktır. Ve Allah’ın, başkasını kabul etmediği yegâne din, İslâm dini budur.
Şirk, yalnızca Allah’tan başka ilâhların olmadığını kabullenmekle bitmez. Allah’tan başka hüküm koyan rablerin bulunmadığını kabullenmek de gerekir. Puta tapıcılık, sadece dikilen bir ağaca ve yontulan bir taşa tapınmak değil; hatta ondan daha fazlasıyla kaldırılan bayraklar, flamalar, işaretler ve bunların arkasına gizlenen güçler, nüfuzlar ve isteklerdir. Ve işte buna göre herkes kendi yurduna baksın en yüce hüküm ve makam kimin elindedir? Bütünü bütününe kimin dinine bağlanmışlardır? Kimin emrine uymaktadırlar? Şâyet bu konuların hepsinde hâkimiyet ve emir Allah’a aitse işte onlar katıksız olarak Allah’ın dinindedirler. Şâyet bu hâkimiyet ve emir Allah’tan başkalarına ait ise, onlar Allah’ın dininde değil; hâkim/egemen olan putların ve tâğutların dinindedirler. [299]
İbrâhim (a.s.) ile İlgili Âyetlerden Bazı Tesbitler
- Rasûllerin Soyları Korunmuş Değildir: “Bir zamanlar Rabbi, İbrâhim’i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince, ‘Ben seni insanlara imam/önder yapacağım’ demişti. ‘Soyumdan da imamlar/önderler yap Rabbim’ dedi. Yüce Allah: ‘Ahdim zâlimlere erişmez’ buyurdu.” [300]
Ne Hz. İbrâhim’in ne de bir başka nebînin soyları tamamen korunmuştur. Onların içlerinden de zâlim ve fâsıkların çıkma ihtimali vardır. Sûfi yaklaşımca kabul edilen, nesilden nesle aktarılan Nûr-ı Muhammedî gibi kabuller birçok açıdan sağlıklı bir temele oturmamaktadır. Yaratılışı açıklamak ve Vâcibu’l-Vücud olan Bir’den tüm bu kesretin nasıl vuku bulduğu sorusu üzerinde üretilen sudûr nazariyeleri için de malzeme olarak kullanılan bu yaklaşımın sağlam kaynakları mevcut değildir. Hiçbir soy başlangıçtan günümüze ve yarınlara değin koruma altına alınmamıştır ve seçilmemiştir. Özellikle din gibi ümmetin tamamının taşıyacağı bir emâneti biyolojik aktarımın temel olduğu bir anlayışla koruma altına alma çabası sağlıklı olmaz.
- Hangi Gurup Emniyette: “Siz, Allah'ın size hakkında hiçbir hüküm göndermediği şeyleri Ona şirk/ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin ortak koştuğunuz putlardan nasıl korkarım! Şimdi biliyorsanız söyleyin iki gruptan hangisi güvende olmaya daha lâyıktır?” [301]
Mücâdele esnâsında arkasındaki bu gücü hissedebilen mü’minin gösteremeyeceği tavır olamaz. Gücünü bu tanımdan değil de farklı şeylerden alan her şahıs ise dayandığı o fânîlerin gücü miktarınca kendini emniyette hissetmelidir.
- Hicret Berekettir: "... Ben çocuklarımdan bir kısmını senin Beyt-i Haremin'in yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısminin gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara nzık ver...." [302]
Allah için ortaya konan her tavrın bereketleneceği muhakkaktır. Ot bitmeyen bir kum yığını diye tanımlanan Mekke arâzisi de bir mü’minin hicreti ve duâsıyla bereketlenen zeminlerin efendisidir. Mekânlara ve zamanlara anlam/değer kazandıran şâhit oldukları kulluk pratikleridir. Kök salınan, alışılmış olan, sevilenlerden; bilinmeyen, riskler taşıyan ve her şeyden öte gayb olana sırf Allah için yönelebilmenin bereketidir Mekke'de, Medine'de ve tüm hicret mekânlarında şâhit olduğumuz.
- Allah ve Mü’minler Katında Anılmak: “Sonra gelecekler içinde beni doğrulukla anılanlardan eyle.” [303]
Rasûlün ağzından dökülen bu duâ bir şöhret isteği değildir. Rabbi katında saygın bir yere sahip olanın başka bir yerde fazladan bir statüye ihtiyacı da olamaz. Ancak, dâvâ kardeşleri ve o kervanın yolcuları arasında hatırlanmanın bir Rasûl için bile önemli bir nimet olduğunu da inkâr edemeyiz. Yoksa bu talep, nesillerin dilinde yer etmek için, o sâikle yapılan ameller ve verilen bir mücâdeleyi anlatmaz bize. Çünkü bu, şirkin bir çeşidi olurdu. Bizler de adımızın, Tevhid tarihinde yüceltilmesini Rabbimizden niyaz ederiz.
- Kurban: "İşte o zaman biz onu uslu bir oğul ile müjdeledik. Babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince ‘Yavrucuğum rüyada seni boğazladığımı (kurban ettiğimi) görüyorum, bir düşün ne dersin?’ dedi. O da cevâben: ‘Babacığım emrolunduğun şeyi yap. İnşâallah beni sabredenlerden bulursun’ dedi. Her ikisi de teslim olup onu alnı üzerine yatırınca; ‘Ey İbrâhim! Rüyayı doğruladın Biz muhsinleri böyle mükâfatlandırırız. Çünkü bu gerçekten çok açık bir imtihandır’ dedik. Biz oğluna bedel ona büyük bir kurban verdik...." [304]
En düşkün olduklarımızdan, en sevdiğimiz için vazgeçtiğimiz an... Dinin en çok lezzetine varılan an. “Sadece Senin için veririm, başka hiçbir şey için bu bedeli vermem!” dediğimiz an. İşte o an yani kurbanımızı O’na takdim ettiğimiz an. Bu anlamda ve seviyede verilen kurbanda asla riyâ olmaz. Duygu ve düşüncelerde saklı ve O’nun rızâsı öncesine geçen bir art niyet gizlenemez. Çünkü o an arkasına gizlenilecek herhangi bir şey de kalmamıştır. Bir ömür beklenip sonunda mûcize olarak kavuşulan bir sevginin, o en büyük sevgi adına fedâsı. Kalpteki en ufak bir pıhtı büyüklüğündeki farklı bir niyetin dahi temizlendiği son gönül operasyonu. Gönlümüzde hiçbir şeyin sevgisinin önü alınamaz şekilde ve O’na gölge yapıcı tarzda boy atmasına izin vermemeliyiz.
- Hz. İbrâhim ve Putlar: "Allah'a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım. Sonunda İbrâhim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı. Belki ona mürâcaat ederler diye. ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o zâlimlerden biridir’ dediler. Bir kısmı; ‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk, kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. ‘O halde onu hemen insanların gözü önüne getirin!’ dediler. ‘Belki şâhitlik ederler.’ ‘Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhim?’ dediler. O, ‘belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Haydi onlara sorun eğer konuşuyorlarsa’ dedi. Bunun üzerine kendi vicdanlarına dönüp ‘biz zâlim insanların kendisiyiz’ dediler. Sonra tekrar eski tartışmalara döndüler: ‘Sen bunların konuşmayacaklarını pekâlâ biliyorsun’ dediler." [305]
Müşriklerin kutsallarının açıkları ve izledikleri yollardaki mantık hataları gibi öğeler, dâvetçi tarafından gözler önüne serilmelidir. Rasûllerin topluluklar önünde ileri gelenlerle karşılaşmaları, topluma yönelerek, onların zayıf ve çaresiz yönlerini göstermeleri farklı farklı zeminlerde olagelmiştir (Hz. Mûsâ'nın bir bayram günü toplumun gözleri önünde sihirbazları yenilgiye uğratması ve çaresizliklerini ortaya koyması gibi).
Önünde kulluk sergiledikleri, kendilerini ne duyan ne duâlarına cevap verebilen bu âciz nesneleri bir an olsun sorgulayabilecek bir zemin oluşturmanın bir pratiğidir, Hz. İbrâhim'in put kırışı. Bir an kendi vicdanlarıyla baş başa kalan fertler kendilerini zâlimlikle sıfatlamışlardır. Ancak bu düşünebilme zemini kısa sürmüş ve içinde bulundukları pratik ağır basmıştır. Bir an olsun câhiliyyenin pratiklerine “dur!” denilir ve sâlim kafayla insanların vahiyle muhâtaplıkları sağlanabilirse ağızlardan bu cümlenin döküldüğüne bizler de şâhit olabiliriz. Sonrasında câhilî pratiğin ve iktidarın devamını engelleyemeyen her İbrâhimî eylem halklara bir bahar soluğu verse de, vahiyle bir an olumlu bir karşılaşma zemini oluştursa da bundan ötesini getirmemektedir. Bu amelle, vicdanların bir an gerçeği algılamasının daha ötesi (toplumun düşünsel ve eylemsel dönüşümü) öngörülmemişti. Bunları öngören bir hareket, İbrâhimî bu örnekliğe, farklı ve yeni unsurlar eklemek durumundadır.
- Toplum Parçalanırken Takınılan Üslûp: "Bir zaman o babasına dedi ki: ‘Babacığım! Duymayan görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın? Babacığım! Hakikaten bana, sana gelmeyen bir ilim geldi. Öyle ise bana uy ki, seni düz yola çıkarayım. Babacığım! Şeytana kulluk etme. Çünkü şeytan çok merhametli olan Allah'a âsi oldu. Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum.’ Babası: ‘Ey İbrâhim!’ dedi; ‘Sen, benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen andolsun seni taşlarım. Uzun bir süre benden uzak dur.’ İbrâhim: ‘Selâm sana’ dedi; ‘Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O bana çok lütufkârdır."[306]; “Dediler ki biz babalarımızı bunlara tapar kimseler olarak bulduk.’ ‘Doğrusu’ dedi; ‘Siz ve babalarınız açık bir sapıklık içindeymişsiniz."
[307]; "İbrâhim dedi ki: ‘İyi ama ister siz, ister önceki atalarınız olsun, neye taptığınızı düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır..." [308]
Vahiy, muhâtap olduğu câhilî değerlere göre yapılanmış toplumlarda parçalayıcıbir etkiye sahiptir. Bu kırılma anlarında bile İbrâhim’in (a.s.) babasıyla ilişkilerinde gösterilen hassâsiyetten ders alınmalıdır. İlişkilerin, karşı tarafın zulmünden dolayı koptuğu aşamada bile muhâtabın hidâyeti ve (ve hidâyeti gerçekleşecekse) bağışlanması için duâ eden bir dil ve tavır, nefse zor gelen, ama bir o kadar güçlü bir imana sahip insanın üslûbudur.
- İlâhî Emirler Karşısında Tek Sözümüz “Lebbeyk”: “Rabbi ona ‘İslâm ol’ dediğinde, ‘Âlemlerin Rabbine teslim oldum’ demişti.” [309]
Mü’min bir ağza İlâhî emirler karşısında tek yakışan şey “Lebbeyk”dir. İlâhî lutuflar ve emirler karşısında itiraz eden; teslimiyet ve itaat yerine nefsinin hevâsını ve arzularını koyan beşer tipi eleştirilmiştir. Çünkü bu duruş, kulluktan öte bir tarzdır. [310]
İbrâhimî Duruş
Korkunun kol gezdiği, güvenin yıkıldığı, insanın metâ olarak algılandığı, eşyalaştırıldığı; paranın, maddenin, gücün putlaştırıldığı bir dünyada ve ülkede kurtuluşun tek reçetesi, “İbrâhimî duruş”tur. Hz. İbrâhim’in, sapık bir toplum düzenine karşı gösterdiği onurlu direniş ve karşı koyuştur. Bir tarafta babasının da içinde yer aldığı bâtıl bir düzen ve halk, diğer tarafta yalnızca Allah’a iman edip O’na güvenen ve yalnızca O’ndan korkan Hz. İbrâhim... Muvahhid kimliği gereği putperest sisteme karşı çıkan tek kişilik bir ümmet.
Böyle toplumlarda putlar, yönetimin bir parçasıdır. Refahtan şımarıp azan önde gelenler, putlar etrafında efsâne ve mit oluşturarak toplumu yönetmeyi temel ilke edinirler. Putlar, ibâdet edinilen bir varlık olmanın ötesinde, sömürü çarkının ağırlık merkezini de oluştururlar. “İbrâhim dedi ki: “Siz gerçekten Allah’ı bırakıp da dünya hayatında aranızda bir sevgi bağı olarak putları ilâhlar edindiniz.” [311]
Bu tür toplumlarda putlar; dünya hayatında aralarında bir sevgi bağı oluşturması ve böylelikle toplumun daha kolay kontrol edilebilmesi için, refahtan şımarıp azan önde gelenler tarafından uydurulmuş ve isimlendirilmişlerdir: “Bu (putlar), sizin ve atalarınızın (kendi istek ve öngörülerinize göre) isimlendirdiğiniz (kuru ve keyfî) isimlerden başkası değildir. Allah, onlarla ilgili ispatlayıcı bir delil indirmemiştir. Onlar, zanna ve nefislerinin hevâ olarak arzu ettiklerine uymaktadırlar. Oysa andolsun, onlara Rablerinden yol gösterici gelmiştir.” [312]
Tarihî süreci incelediğimizde, ihdas edilen ve koruma zırhına büründürülen putlarla ilgili hiçbir tartışma yapılamadığını görmekteyiz. Bu ülkelerde putların dışında, Allah’ın varlığı da dâhil olmak üzere, her şeyi tartışabilirsiniz; fakat putları tartışamazsınız. Onlar hakkında, refahtan azan önde gelenler, bu konuda ileri sürülebilecek her türlü fikri engellemek için korkuyu, bir yönetim aracı olarak kullanmaktadırlar.
Bu yüzden Hz. İbrâhim: "Ben hanîf (Allah'ı bir bilen ve O'na yönelmiş) olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim. Kavmi onunla tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: 'Beni doğru yola hidâyet etmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na şirk/ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Rabbimin dilediği dışında hiçbir şey olmaz. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ ibret almıyor musunuz? Siz, Allah'ın size, haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na şirk/ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım?! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki gruptan (Allah'ı tek ilâh kabul edenlerle O'na ortak koşanlardan) hangisi (Allah'ın azâbından) emniyette/güvende olmaya daha lâyıktır?" [313] diyerek putperest düşünceye karşı tavır almaktadır.
Yukarıdaki âyetlerde konumuz açısından şu noktalar önemlidir: Putperestler, Allah’tan korkmamakta; fakat iman edenlerin putlardan korkmasını istemektedirler. Putları önemli bir korku kaynağı olarak insanların hâfızalarında diri tutarak toplumu yönetme ilkesi egemendir, bu tür toplumlarda. Bundan dolayı, putların gölgesinde sürdürdükleri otoritelerini sarsacak her düşünce ve hareketi tehlikeli sayarlar. Farklı düşünenler; yıpratma, tehdit ve korkutma gibi yöntemlerle sindirilmeye çalışılır. Hz. İbrâhim, babasını putlardan vazgeçirme konusunda ısrarcı olunca, oğluna verecek cevabı kalmayan baba, putlara olan bağlılığını oğlunu tehdit ederek ortaya koymuştur: "(Babası:) Demişti ki: 'Ey İbrâhim! Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni kovar, taşa tutarım! Uzun bir zaman benden uzak dur! İbrâhim: ‘Sizden de, Allah'ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime duâ etmemle bedbaht (emeği boşa gitmiş) olmam." [314]
Putperest/câhilî düzenin yöneticileri, otoritelerini zedeleyecek hiçbir inanç, düşünce ve davranışa asla tahammül göstermezler. Sisteme ve düzenin ana felsefesine yönelik köklü eleştiri bir tek kişi tarafından da başlatılmış olsa, bundan şiddetli bir paniğe kapılırlar; zira “haksız” olduklarının bilincindedirler ve eleştirileri cevaplayacak tutarlı bir fikir bütünlüğüne sahip değildirler. Nitekim, Nemrut ve adamları, Hz. İbrâhim’in putlara ve putperest düzene yönelik eleştirilerini sürdürmedeki kararlılığı karşısında, onu yakma girişiminde bulunmaktan çekinmemişlerdir: “Dediler ki: ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk.” [315]
İbrâhim (a.s.), sırf inançlarından dolayı, babasının da dâhil olduğu bir topluluk tarafından yakılmak istenir. Yerleşik değerlerin (putperestlik) temellerine yönelen bir eleştiri, çok şiddetli bir cezalandırma yöntemiyle susturulmak istenir. Refahtan şımarıp azan önde gelenler, sömürü ve zulüm çarkının işlemesini engelleyecek her türlü inanç, düşünce ve harekete karşı tahammülsüzdür. Tarihte Hz. İbrâhim’in yakılma teşebbüsü bunun en canlı örneklerinden biri olmuştur. Günümüzde yapılanlar ise, refahtan şımarıp azan önde gelenlerin toplumu korku, tedhiş ve terör kıskacında yönetebilmek için tarihte benzer zihniyettekilerin yaptıklarının bir tekrarından ibarettir. Tarihsel süreç incelendiğinde benzer senaryolar hep tekrarlanıp durmuştur. Halkı sindirerek daha rahat yönetebilmek için korku, silâh olarak kullanılmakta ve tüm ülke acımasız bir psikolojik savaşın içine sokulabilmektedir. Halkın muhâlif olduğu politikalar karşısında sessiz kalmasını sağlayabilmek için klasik bir yöntem vardır: Yüreklere korku salmak. Halk, malının ve canının bir büyük düşmanın tehdidi altında bulunduğuna inandırılırsa, muhâlif olduğu programların uygulanması karşısında sessiz kalmayı tercih eder; yapılanları hoş karşılamasa bile, zarûri bulabilir. Yüreklere korku salabilmek için propaganda sistemi çalıştırılır.
İstenen sonuca ulaşabilmek için, o zamana kadar halka söylenilen ve fakat gerçekte inanılmayan birçok kavram, ilke unutulur. Her şey te'vil edilerek birçok kavramın içi boşaltılır, anlam alanları daraltılır veya saptırılır. Her türlü hile, entrika, yol ve yöntem mubahlaşır: “Nuh dedi ki: ‘Rabbim, gerçekten onlar bana isyan ettiler; mal ve çocukları kendisine kayıptan başka bir şeyi arttırmayan kimselere uydular. Ve büyük hileli düzenler kurdular.” [316] Ama İbrâhim (a.s.), putperest düzene karşı mücâdelesinde bütün olumsuz koşullara rağmen, inancının gerektirdiği duruşu, tavrı sergiler: “Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim.”[317] Hz. İbrâhim, yalnızca Allah’a ibâdet ve itaat etmenin, yalnızca O’nu ilâh ve Rab kabul edinmenin, yalnızca O’ndan korkmanın doğal sonucu olarak böyle bir tavır, bir duruş ortaya koyar. Bu nedenle Allah, tüm mü’minlere Hz. İbrâhim’i örnek gösterir: “İbrâhim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır.” [318]
Putperest bir toplum içerisinde tek başına kalmış olmasına karşın inancından ve bu uğurdaki kararlı mücâdelesinden vazgeçmemiş olması ise, İbrâhim’in (a.s.) en belirgin vasfıdır. Tek başına olmasına rağmen hiçbir korku ve kaygıya kapılmadan, en olumsuz şartlarda direnmenin, ayakta kalmanın sembolüdür Hz. İbrâhim. O nedenle Kur’ân-ı Kerim onu hem tekil (muvahhid), hem de çoğul (ümmet) olarak tanıtmakta ve örnek olarak gelecek nesillere göstermektedir: “Gerçek şu ki, İbrâhim tek başına bir ümmetti; Allah’a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhiddi ve o müşriklerden değildi.” [319]
Hz. İbrâhim’in ateşe atılırken söylediği “Allah bana kâfidir” ve kavmi ile tartışmasında söylediği “ben sizin ilâhlarınızdan korkmuyorum”; “sizden ve sizin ilâhlarınızdan kopup ayrılıyorum.” sözleri, onun teslimiyetinin bir ölçüsü olmanın yanı sıra; tüm korkuları, Allah korkusu içinde eritip yok ettiğinin de bir göstergesidir. Bir önder ve örnek olarak o, özgür olmanın yolunun yalnızca Allah’tan korkarak ve böylelikle tüm korkulardan arınmaktan geçtiğini, tüm iman edenlere göstermektedir. Yalnızca Allah’tan korkan bir mü’min, Allah’ın çizdiği sınırları koruma konusunda gerekli hassâsiyeti gösterir.
Yalnızca Allah’tan Korkmak: Malın, canın, neslin ve inancın tehlike altında olması durumunda genelde insanlar, özelde mü’minler, inancını yaşatmak için tüm imkânlarını seferber ederek ölüm de dâhil olmak üzere her şeyi göze alırlar. Bu insanlık tarihinde genel bir kanun olarak hep var olmuştur. Mü’minler ise bu noktada özel bir yer işgal ederler. Onlar, öldükten sonra dirilmeye, Allah’ın huzurunda hesap vermeye olan inançlarından dolayı dünyayı âhiret için bir hazırlık, bir tarla gibi görürler. Öldükten sonra dirilme ve yaptıklarından dolayı hesap verme, mü’mini teyakkuz halinde tutan bir duygu oluşturur. Hesap gününde Allah’ın huzurunda mahçup olma, Allah’ın rızâsını kaybetme mü’minin asıl korkusudur.
Birçok korku kaynağı aynı anda vuku bulduğunda, mü’minin bunların etkisi altında kalmaması mümkün olmayabilir. Korkular anaforunda yaşanan geçici durum bu bakımdan önemli değildir. Önemli olan kalıcı haldir; kalıcı hal üzerinde hangi korku kaynağının etkili olduğudur. İşte yalnızca Allah’tan korkmaktan kasdettiğimiz, kalıcı halin Allah korkusu ile tâyin edilmesidir. Bu nedenle mü’min, inancına zarar verecek, dolayısıyla ölüm ötesi hayatta kendini sıkıntıya sokacak herhangi bir davranış içinde bulunamaz. İşte bu yüzdendir ki Allah, mü’minleri yalnızca kendinden korkmaya çağırarak korkularından arındırmak ister: “Öyleyse Benden, yalnızca Benden korkun. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, itaat-kulluk da O’nundur. Böyleyken Allah’tan başkasından mı korkup sakınıyorsunuz?”[320]; “Öyleyse insanlardan korkmayın; Benden korkun ve âyetlerimi az bir değere karşılık satmayın.” [321]
Allah, Kur’an’ın değişik yerlerinde, kâfirlerden, zâlimlerden, müşriklerden ve onların ilâh kabul ettiklerinden, kınayıcıların kınamasından ve şeytandan korkmamaları gerektiğini mü’minlere hatırlatmaktadır.[322] Yalnızca Allah’tan korkmanın, mü’min olma şartı ile birlikte ifade edilmesi, mü’min olmaktan ne anlamamız gerektiğini de berraklaştırmaktadır: “İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer mü’minseniz Benden korkun.”[323] Allah’tan korkmak, O’nun azâbından ve O’nun sıfatlarının derin anlamlarını bilmekten doğan uyanıklık ve dikkat halinde bulunmaktır. Kendisinden dolayı ceza çekeceğini bildiği şeyleri yapmaktan kaçınan kimse, gerçekte Allah’tan korkmaktadır. Mü’minlerin, temiz akla sahip olarak Allah’tan korkup sakınmaları Kur’an’da ısrarla istenmektedir. [324]
“Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkup sakınmak gerekiyorsa öylece korkup sakının ve siz, müslüman olmaktan başka bir din ve tutum üzerinde ölmeyin.”[325] Allah’a yaraşır şekilde Allah’tan korkmak demek, Allah’ın adını yükseltmek, O’nun emir ve yasaklarına riâyet ederek gösterdiği yolda yürümek demektir. Onun dışında edinilen tüm ilâh ve rabların hükümranlığına son vermektir: “Benden başka ilâh yoktur; şu halde Benden korkup sakının diye uyarıp korkutun.”[326] Bir mü’min için; şeytanın taraftarları ile işgal edilmiş bir dünyada, Allah’tan başka ilâh ve rab olmadığını deklare etmek demek, zulme karşı Hz. İbrâhim gibi meydan okumak, kıyâma kalkmak demektir. İşte böyle bir durumda dimdik ayakta durabilmek için, Hz. İbrâhim’in ateşe atılırken “Allah bana kâfidir” şeklindeki sözünü diyebilme güç, irâde ve bilincinde olmak gerekir. Bunun yolu da, Allah’a güvenip dayanmak, O’na teslim olmak, O’ndan gereği gibi korkup O’na yönelmektir.
Zâlimleri etkisiz hale getirmenin yolu mücâdeledir. İnatla, sabırla ve meşrûiyet içinde yürütülecek bir mücâdele ile bütün engeller aşılabilir, kurulan tuzaklar işe yaramaz hale getirilebilir. Bütün korkulardan arınıp yalnızca Allah’tan korkarak, O’na güvenip dayanarak, O’na sığınarak Allah’ın gösterdiği dosdoğru yolda İbrâhimî duruşu göstererek ve bu yolda tüm mazlumlara kimlikleri sorulmadan birlik içinde sahip çıkarak zulme son verilebilir. [327]
"O'nda Güzel Örnekler Vardır"
"İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.' 'Rabbimiz! Ancak Sana tevekkül edip dayandık, Sana yöneldik. Dönüş de ancak Sanadır. Andolsun, onlar sizin için, Allah'ı ve âhiret gününü arzu edenler için güzel bir örnektir. Kim yüz çevirirse şüphesiz Allah ğanîdir (zengindir), hamîddir, hamde lâyık olandır." [328]
Kur’an, “üsvetün hasenetün (güzel örnek)” ifadesiyle tüm müslümanlara örnek gösterdiği Muhammed Mustafâ’dan (s.a.s.) başka sadece Hz. İbrâhim’in adını verir.[329] Bu, Hz. İbrâhim’in Allah katındaki faziletini gösterdiği gibi, bizim de pratik hayatımızda Hz. İbrâhim’i model almamız, onun davranışlarını hayatımıza geçirmemiz için de her dönem referansımız olması açısından önemlidir.
Allah, Hz. İbrâhim’i mü’minlere örnek olarak gösterdiğine göre, acaba bu örnek insanın temel özellikleri nelerdir? Kur’ân-ı Kerim’den Hz. İbrâhim’in en temel özelliklerini şöyle özetleyebiliriz:
Nûh’un milletinden [330]
Seçilmiş önder, elçi, peygamber [331]
Yalnızca Allah’tan korkan [332]
Muvahhid ve tek başına bir ümmet [333]
Hanîf (Allah’ı bir tanıyan muvahhid ve O’na yönelen müslüman) [334]
Allah’ın dostu [335]
Allah’a itaat ve ibâdet eden [336]
Doğru yolda olan [337]
Kitap verilen [338]
Hikmet sahibi [339]
Delil verilen [340]
İlim sahibi [341]
Rüşd sahibi [342]
Akıl yürüten ve aklı en iyi şekilde, gerçeği aramada kullanan [343]
Mutmain olmak isteyen [344]
İyi bir tartışmacı [345]
Kendisini Allah’a vermiş [346]
Sâlihlerden [347]
Şükredici [348]
Denenmiş, imtihanlardan başarıyla çıkmış [349]
Duâ eden [350]
Düşünen ve düşünmeye dâvet eden [351]
Neslini düşünen [352]
Âhiret yurdunu düşünen [353]
İyi davranan [354]
Kuvvetli [355]
Basîretli [356]
İhlâslı [357]
Sabırlı [358]
Ümit dolu [359]
Yumuşak huylu [360]
Kalb-i selîm sahibi [361]
Ahde vefâlı [362]
İnsanlara güzel örnek [363]
Müslüman, müşriklerden olmayan [364]
Allah’ın düşmanlarını velî/dost edinmeyen, onlardan kopup uzaklaşan [365]
Allah’ın rahmetini kazanmış [366]
Derecesi yüksek [367]
Kendisine güzellik ve mükâfat verilmiş. [368]
Kur’an’ın üçte birini teşkil eden kıssalar, binlerce hikmetle yüklüdür. Zâhiren olmuş bitmiş bir olayı anlatıyor gibi gözüken peygamber kıssaları, her dönem için nice örnekler taşıyan önemli referanslardır. Bu kıssalar, olanı anlatırken olması gerekeni bildirir bize; elbette, olmaması gerekeni de. Bu kıssalarda şahsî hayata, aile hayatına, toplum hayatına, hayatın tüm alanlarına ilişkin mânidar dersler verilir. İbrâhim (a.s.) ile ilgili kıssada da, nefis terbiyesinden çocuk terbiyesine, câhiliyye ile tek başına mücâdeleden cemaat ve ümmet olmaya kadar hayatın birçok alanında engin ibretler, zengin dersler vardır.
İbrâhim (a.s.) putları parçaladıktan sonra kavmiyle diyaloga girmektedir. İbrâhim (a.s.) putların kırılmasıyla ilgili olarak kendisine soru sorulduğunda bundan en büyük putu sorumlu tutmuş ve kavminden eğer konuşma güçleri varsa onlara sormalarını istemiştir. Sapıklık içinde yaşayan toplumun durumuna karşı hissettiğimiz bazı durumlarda bu üslûba ihtiyaç duyabiliriz. Toplumda, sahiplerinin dahi farkında olmadıkları bazı küçük ve büyük boşluklardan yararlanarak onlarla mücâdele sürecine girebiliriz. İnanç ve davranışlarındaki hataları yüzlerine vurarak bu kimseleri zayıf konuma düşürebiliriz. Bu girişimimiz sonucunda karşımızdakiler şu iki tavırdan birini alacaklardır. Ya hatalarını görerek hakikati kabullenecekler, ya da inat edip ve büyüklük taslayarak hatalarında ısrar edeceklerdir. Bu ikinci tavır, onların başkaları yanında saygınlıklarını yitirmelerine yol açacak, kendi iç bütünlüklerini kaybettirecektir. Dolayısıyla diğer insanları sapıklık ve çarpıklığa sürükleme çabalarındaki etkinlikleri zayıflayacaktır.
Bu üslûbu izlerken, diğerlerinin düşünce ve uygulamalarını iyi tanımamız gerekmektedir. Onların zayıf ve güçlü noktalarını ancak bu şekilde öğrenebiliriz. Daha sonraki diyaloglarımızda akîdeyi anlatmak için bu bilgilerden yararlanmamız mümkün olacaktır.
Nemrut’la konuşmasına gelince; burada İbrâhim peygamberin, dünya tarihinde yaşamış tâğutların en büyüklerinden biriyle yaptığı mücâdeleye şâhit olmaktayız. Nemrut’un azgınlığı o dereceye varmıştır ki, kendisini ilâh olarak görmeye başlamış ve insanlardan Allah’ı bırakıp kendisine kulluk etmelerini istemiştir. İbrâhim (a.s.), Nemrut’a karşı katı ve kararlı bir tavır sergilemiş, ilâhlığın mutlak güce dayanması gerektiğini, oysa Nemrut’un buna sahip olmadığı tezini işlemiştir. Ardından hayat ve ölüm meselesinden bahsederek kendi Rabbinin ölümsüz olduğunu söylemiştir. Bu tâğut da, İbrâhim (a.s.)’in taraftarlarının saflığını kullanarak sözcüklerle oynamak sûretiyle onları kandırmaya çalışmıştır. İbrâhim (a.s.) ona Rabbinin dirilten ve öldüren olduğunu söylediğinde o, kendisinin de dilediğini öldürüp dilediğini dirilttiğini iddia etmiştir. O, adamları tarafından tutuklanan insanlardan bazılarını astırıp bazılarını sağ bırakarak öldürme ve diriltme gücüne ve dolayısıyla ilâhlık vasıflarına sahip olduğunu ileri sürmüştür. İbrâhim (a.s.) bu tâğutun sözkonusu altın fırsatı kullanarak övünüp böbürlenmesine fırsat vermemiş ve Allah’ın kâinatta yarattığı tabiat hârikalarını ön plâna çıkararak Nemrut’tan eğer gerçekten ilâhsa bunları değiştirmesini istemiştir. İnkârcı Nemrut, bu istek karşısında çaresiz kalmış ve verecek cevap bulamamıştır.
Bu diyalogda bizim yararlanacağımız nokta şudur: Günümüzde gerçekleri çarpıtmak isteyen çevreler saf ve basit insanları ikna edip kandırmak için bazı yollara başvurmaktadırlar. Halkın kandırılmaya çalışıldığı konular, bazen akîdeyle ilgili hususlar, bazen de günlük hayatla ilgili meseleler olabilmektedir. Biz bu gibi çevrelerin çabalarına karşı İbrâhim’in (a.s.) üslûbundan ilham alabiliriz. O, Nemrut’un benzeri girişimlerine karşı açık meydan okuma yoluna başvurmuş ve neticede saptırma ve karalama çabalarını boşa çıkarmıştır.
Bu hedefe ulaşabilmek için saf insanların alt oldukları çarpıtma ve saptırma yollarının iç yüzüne vâkıf olmamız gerekir. Tabii ki, meydan okuma gücüne sahip açıklama yollarını da bilmemiz gerekir. Bütün bunlar dâvetçilerin yaşadıkları vâkıayı, bu gerçeğe hâkim olan üslûpları ve vâkıanın seyir biçimini bilinçli, dikkatli ve kapsamlı bir şekilde izlemelerini zarûri kılmaktadır. [369]
"Bir zaman İbrâhim, babasına ve kavmine demişti ki: 'Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk yaparım. Çünkü O, beni doğru yola iletecektir. Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar (onun dinine) dönsünler." [370]
Başta İbrâhim (a.s.) olmak üzere peygamberlerin tevhid mücâdeleleri, yozlaşmış bir toplum içinde, bireyin nasıl mümtaz bir yaşam süreceği, onurlu bir direniş ve muhâlefeti nasıl ortaya koyacağı sorusuna verilen cevabın etrafını örmektedir.
"İbrâhim'de, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır.”[371] O, öyle bir örnektir ki, baba sevgi ve saygısı, onu dâvâsından tâvize mecbur edemediği gibi, evlât sevgisi de ilâhî emrin önüne geçirememiştir. En inatçı müşrik bile olsa, babaya dâvâ anlatılırken nasıl bir üslûp kullanılması gerektiğini öğreten bir evlâttır o. Ne saygı ve sevgiden dolayı tâviz; ne de hakkı anlatırken haksız duruma düşüren kabalık, küstahlık, saygısızlık ve ukalâlık... Babasının, putperestlerin önde geleni olmasına rağmen, onun eylemlerine Allah için buğzederken, “yâ ebetî, yâ ebetî” hitabıyla babasını fıtratının sesine çağırmıştır. “Babacığım, ey babacığım” gibi hem hürmet, hem şefkat yüklü bir hitapla babasını şeytanın icat ettiği putlara tapmaktan alıkoymaya çalışan bir peygamberdir o. Her yanı küfür ateşinin sardığı bir ortamda yakıcı ateşler içinde kalmış, ama yanmamıştır. Hiçbir ânını ve hiçbir duygusunu küfür ateşine atmamış; o yüzden, yıllar sonra Nemrut’un dağ gibi ateşleri bile, Allah’ın izniyle onu yakmamıştır.
İbrâhim’i (a.s.) örnek almak demek; İbrâhim olup Allah’tan başka en çok sevdiğimiz İsmâil’lerimizi Allah yoluna fedâ edebilmek demektir. Putlara, putlaştırmaya ve putçulara karşı tek başımıza da olsa mücâdele edebilmektir. Âhiret ateşine atılmamak için dünya ateşlerinden korkmamak, ateşle imtihanı göze alabilmektir. Babamız ya da zâlim devlet reisi de olsa muhâtaplarımıza hakkı haykırabilmektir. İbrâhim olup sevdiğimizi, İsmâil olup nefsimizi Allah'a adama bilinci, tavsiyesi ve duâsıyla...
"İbrâhîm
İçimdeki putları devir
Elindeki baltayla
Kırılan putların yerine
Yenilerini koyan kim?
Güneş buzdan evimi yıktı
Koca buzlar düştü
Putların boyunları kırıldı
İbrâhîm
Güneşi evime sokan kim?" [372]
“Hasretle andım put kıran İbrâhim’i
Kalbimde saklamaktan paslandı baltam.” [373]
“Eğer âşık isen yâre
Sakın aldanma ağyâre
Gir İbrâhim gibi nâre
Bu gülşende yanar olmaz.” [374]
Hz. İbrâhim'in putperestlerin yüzüne haykırdığını, çağdaş putçulara biz de tekrarlıyoruz: "Yuh olsun size ve Allah'tan başka taptıklarınıza! Siz, aklınızı kullanmaz mısınız?" [375]
"Selâmun alâ İbrâhîm: 'İbrâhim'e selâm olsun!" [376]
Konuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Kur’ân-ı Kerim’de İbrâhîm İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (69 yerde): 2/Bakara, 124, 125, 125, 126, 127, 130, 132, 133, 135, 136, 140, 258, 258, 258, 260; 3/Âl-i İmrân, 33, 65, 67, 68, 84, 95, 97; 4/Nisâ, 54, 125, 125, 163; 6/En’âm, 74, 75, 83, 161; 9/Tevbe, 70, 114, 114; 11/Hûd, 69, 74, 75, 76; 12/Yûsuf, 6, 38; 14/İbrâhim, 35; 15/Hicr, 51; 16/Nahl, 120, 123; 19/Meryem, 41, 46, 58; 21/Enbiyâ, 51, 60, 62, 69; 22/Hacc, 26, 43, 78; 26/Şuarâ, 69; 29/Ankebût, 16, 31; 33/Ahzâb, 7; 37/Sâffât, 83, 104, 109; 38/Sâd, 45; 42/Şûrâ, 13; 43/Zuhruf, 26; 51/Zâriyât, 24; 53/Necm, 37; 57/Hadîd, 26; 60/Mümtehıne, 4, 4; 87/A'lâ, 19.
B- İbrâhim (a.s.)’in Şahsiyeti, Hayatı ve Peygamberliği
a- İbrâhim (a.s.) Hayatını ve Kıssasını Anlatan Âyetler: 6/En’âm, 74-84; 11/Hûd, 69-76; 15/Hicr, 51-60; 19/Meryem, 42-50; 21/Enbiyâ, 51-73; 26/Şuarâ, 69-104; 29/Ankebût, 16-18, 24-27; 37/Sâffât, 83-113.
b- İbrâhim (a.s.)’e Peygamberlik Verilmiştir: 2/Bakara, 124, 130; 4/Nisâ, 163; 16/Nahl, 121, 122; 21/Enbiyâ, 51; 38/Sâd, 45-47; 57/Hadîd, 26.
c- İbrâhim (a.s.)’in Allah’a Teslimiyeti: 2/Bakara, 128, 131-132; 16/Nahl, 120; 19/Meryem, 41; 37/Sâffât, 100-107.
d- İbrâhim Milleti/Dini: 2/Bakara, 130, 135; 3/Âl-i İmrân, 95; 4/Nisâ, 125; 6/EN’âm, 161; 16/Nahl, 120, 123.
e- İbrâhim (a.s.) Nûh (a.s.)’un Dini Üzereydi: 37/Sâffât, 83-84.
f- İbrâhim (a.s.)’in, İnsanlar Arasında Hükmedecek Mevkî İstemesi: 26/Şuarâ, 83.
g- Lût (a.s.)’un, İbrâhim (a.s.)’e İman Etmesi: 29/Ankebût, 26; 37/Sâffât, 99.
h- Meleklerin Lût Kavminin Haberini Önce İbrâhim (a.s.)’e Getirmeleri: 11/Hûd, 69-70, 74-76; 15/Hicr, 57-60; 29/Ankebût, 31-32; 51/Zâriyât, 31-34.
i- İbrâhim (a.s.)’in, Yakîn İlme Sahip Olması: 6/En’âm, 75.
j- İbrâhim (a.s.)’in Neslinden Peygamberler Gönderilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 33-34; 6/En’âm, 84; 21/Enbiyâ, 72-73; 29/Ankebût, 27; 37/Sâffât, 108-113; 57/Hadîd, 26.
k- İbrâhim (a.s.)’in Karı-Koca İhtiyar Olmalarına Rağmen, Melekler Tarafından İshak ve Torunu Ya’kub ile Müjdelenmesi: 11/Hûd, 69-73; 15/Hıcr, 51-55; 19/Meryem, 49-50; 21/Enbiyâ, 72-73; 29/Ankebût, 27; 37/Sâffât, 112-113; 51/Zâriyât, 24-30.
l- İbrâhim (a.s.)’e, İsmâil ve İshak’ın Verilmesi: 14/İbrâhim, 39; 29/Ankebût, 27.
m- İbrâhim (a.s.)’in, Peygamberimiz İçin Duâsı: 2/Bakara, 129.
n- İbrâhim (a.s.)’in, Hz. İsmâil’i Kurban Etmek İstemesi ve Allah’ın İmtihanı: 37/Sâffât, 100-107.
o- İbrâhim (a.s.)’in , Kâbe’yi İnşâsı: 2/Bakara, 127.
p- Makam-ı İbrâhim: 2/Bakara, 125.
r- İbrâhim (a.s.)’in, Mekke Hakkındaki Duâsı: 14/İbrâhim, 35.
s- İbrâhim (a.s.)’in, Hz. Hâcer ve İsmâil’i Mekke’ye Götürüp Bırakması: 14/İbrâhim, 37.
t- İbrâhim (a.s.)’in, İnsanları Hacca Dâvetle Emrolunması: 22/Hacc, 27-29.
u- İbrâhim (a.s.)’in, Kendisi, Ana-Babası ve Mü’minler İçin Duâsı: 14/İbrâhim, 41; 26/Şuarâ, 83-87.
v- İbrâhim (a.s.)’in, Dirilme Hakkında Merakı: 2/Bakara, 260.
y- Allah’ın İbrâhim (a.s.)’i Dost Edinmesi: 4/Nisâ, 125.
z- Yahûdi ve Hıristiyanların İbrâhim (a.s.) İçin Çekişmeleri: 3/Âl-i İmrân, 65-67.
C- İbrâhim’in Dâvet Görevi ve Tevhid Mücâdelesi
a- İbrâhim (a.s.)’in Atası Âzer’e Dâveti ve Gördüğü Tepki: 6/En’âm, 74; 19/Meryem, 42-48; 21/Enbiyâ, 52-57; 26/Şuarâ, 69-82; 37/Sâffât, 85-87; 43/Zuhruf, 26-27; 60/Mümtehine, 4.
b- İbrâhim (a.s.)’in, Kavmine Dâveti ve Kavminin Tepkisi: 21/Enbiyâ, 52-57; 26/Şuarâ, 69-82; 29/Ankebût, 16-18, 24-26; 37/Sâffât, 85-87; 43/Zuhruf, 26-27.
c- İbrâhim (a.s.)’in, Kavmine Karşı Akıl Yolu İle Allah’ı Arayıp İspat Etmesi: 6/En’âm, 76-79; 21/Enbiyâ, 58-67; 26/Şuarâ, 70-82.
d- İbrâhim (a.s.)’in Kavmiyle Münâzarası: 6/En’âm, 80-83; 26/Şuarâ, 70-82; 37/Sâffât, 88-96.
e- İbrâhim (a.s.)’in Kavminin Putlarını Kırması ve Gördüğü Tepki: 21/Enbiyâ, 52-68; 37/Sâffât, 88-97.
f- İbrâhim (a.s.)’in, Kâbe’yi Putlardan Temizlemesi: 22/Hacc, 26.
g- İbrâhim (a.s.)’in, Nemrut ile Münâzarası: 2/Bakara, 258.
h- Nemrut’un Tanrılık İddiâsı: 2/Bakara, 258.
i- İbrâhim (a.s.)’in Nemrut Tarafından Ateşe Atılması: 21/Enbiyâ, 68-71; 29/Ankebût, 245; 37/Sâffât, 97-98.
j- Nemrut’un Ölümü/Helâkı: 21/Enbiyâ, 70.
Konuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhârî; Tefsir 26; Enbiyâ 8; Nikâh 12, Salât 1, Tevhîd 19, 24, 37; Hac 54, Büyû' 53, Cihad 71, 74; İ'tisâm 16, 100; Hîbe 28, 36; Libâs 68; Rikak 45, 51; Deavât 31, 32.
Müslim, İman 259, 263, 264, 270, 272, 278; Fezâil 150, 151, 154.
Tirmizî; Tefsîr 21/3
Ebû Dâvud; Talak 16.
[1] 2/Bakara, 124
[2] 6/En'âm, 74
[3] 6/En'âm, 75-79
[4] 2/Bakara, 131
[5] 21/Enbiyâ, 51
[6] 42/Şûrâ, 13
[7] 53/Necm, 36-37; 87/A'lâ, 19
[8] 19/Meryem, 42/46
[9] 6/En'âm, 80-81; 21/Enbiyâ, 51-73; 26/Şuarâ, 70-89; 29/Ankebût, 16-27
[10] 19/Meryem, 41-50; 9/Tevbe, 114
[11] 2/Bakara, 260
[12] 37/Sâffât, 88-90
[13] 21/Enbiyâ, 57-67; 37/Sâffât, 88-96
[14] 21/Enbiyâ, 68; 29/Ankebût, 24
[15] 21/Enbiyâ, 68-70
[16] 2/258
[17] 29/Ankebût, 28
[18] 21/Enbiyâ, 71; 29/Ankebût, 26
[19] 37/Sâffât, 99-101
[20] 11/Hûd, 69-76; 15/Hicr, 51-60; 29/Ankebût, 31-32
[21] 14/İbrâhim, 37
[22] 37/Sâffât, 100-102
[23] 37/Sâffât, 101-112
[24] Buhârî, Libâs 68; Müslim, İman 270-272, 278
[25] 2/Bakara, 126; 14/İbrâhim, 35
[26] 2/Bakara, 126-129; 14/İbrâhim, 35, 40
[27] Ahmed binHanbel, Müsned, IV/127, 128; V/2623/
[28] Buhârî, Tefsir 33/10, Deavât 31, 32
[29] 2/Bakara, 135, 140
[30] 3/Âl-i İmrân, 65
[31] 2/Bakara, 135
[32] 3/Âl-i İmrân, 67
[33] 3/Âl-i İmrân, 95, 16/Nahl, 123
[34] 6/En'âm, 161
[35] Ahmed bin Hanbel, Müsned, V/266; VI/116, 233
[36] 3/Âl-i İmrân, 95
[37] 4/Nisâ, 125
[38] 2/Bakara, 125
[39] 3/Al-i İmrân, 95
[40] 2/Bakara, 130
[41] 22/Hacc, 78
[42] 2/Bakara, 130; 16/Nahl, 122
[43] 16/Nahl, 120-122
[44] 11/Hûd, 73
[45] 15/Hicr, 53; 37/Sâffât, 101, 112
[46] 11/Hûd, 73
[47] 15/Hicr, 51
[48] 19/Meryem, 41
[49] 60/Mümtehine, 4; Ömer Faruk Harman, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, c. 21, s. 266-272
[50] 9/Tevbe, 114; 11/Hûd, 75
[51] 9/Tevbe, 114; 11/Hûd, 75
[52] 11/Hûd, 75
[53] 2/Bakara, 135, 3/Âl-i İmrân, 67, 95; 4/Nisâ, 125 vd.
[54] 4/Nisâ, 125
[55] 16/Nahl, 120), Şâkir (Allah'a çok şükreden (16/Nahl, 121
[56] 2/Bakara, 124
[57] 2/Bakara, 125
[58] 2/Bakara, 126
[59] 2/Bakara, 127
[60] 2/Bakara, 128
[61] 2/Bakara, 129
[62] 2/Bakara, 130
[63] 2/Bakara, 131
[64] 2/Bakara, 132
[65] 2/Bakara, 133
[66] 2/Bakara, 135
[67] 2/Bakara, 136
[68] 2/Bakara, 140
[69] 2/Bakara, 258
[70] 2/Bakara, 260
[71] 3/Âl-i İmrân, 33-34
[72] 3/Âl-i İmrân, 65
[73] 3/Âl-i İmrân, 67
[74] 3/Âl-i İmrân, 68
[75] 3/Âl-i İmrân, 95
[76] 3/Âl-i İmrân, 96-97
[77] 4/Nisâ, 54
[78] 4/Nisâ, 54
[79] 4/Nisâ, 125
[80] 6/En'âm, 74
[81] 6/En'âm, 75
[82] 6/En'âm, 76
[83] 6/En'âm, 77
[84] 6/En'âm, 78
[85] 6/En'âm, 79
[86] 6/En'âm, 80
[87] 6/En'âm, 81
[88] 6/En'âm, 82
[89] 6/En'âm, 83
[90] 6/En'âm, 161
[91] 9/Tevbe, 113-114
[92] 11/Hûd, 69
[93] 11/Hûd, 70
[94] 11/Hûd, 71
[95] 11/Hûd, 72
[96] 11/Hûd, 73
[97] 11/Hûd, 74
[98] 11/Hûd, 75
[99] 11/Hûd, 76
[100] 14/İbrâhim, 35
[101] 14/İbrâhim, 36
[102] 14/İbrâhim, 37
[103] 14/İbrâhim, 38
[104] 14/İbrâhim, 39
[105] 14/İbrâhim, 40
[106] 14/İbrâhim, 41
[107] 15/Hıcr, 51
[108] 15/Hıcr, 52
[109] 15/Hıcr, 53
[110] 15/Hıcr, 54
[111] 15/Hıcr, 55
[112] 15/Hıcr, 56
[113] 16/Nahl, 120
[114] 16/Nahl, 121
[115] 16/Nahl, 122
[116] 16/Nahl, 123
[117] 19/Meryem, 41
[118] 19/Meryem, 42
[119] 19/Meryem, 43
[120] 19/Meryem, 44
[121] 19/Meryem, 45
[122] 19/Meryem, 46
[123] 19/Meryem, 47
[124] 19/Meryem, 48
[125] 19/Meryem, 49
[126] 19/Meryem, 50
[127] 21/Enbiyâ, 51-71
[128] 22/Hacc, 26
[129] 22/Hacc, 27-28
[130] 22/Hacc, 29
[131] 22/Hacc, 78
[132] 26/Şuarâ, 69-89
[133] 29/Ankebût, 16
[134] 29/Ankebût, 17
[135] 29/Ankebût, 18
[136] 29/Ankebût, 24
[137] 29/Ankebût, 25
[138] 29/Ankebût, 26
[139] 29/Ankebût, 27
[140] 29/Ankebût, 31
[141] 29/Ankebût, 32
[142] 37/Sâffât, 83-98
[143] 37/Sâffât, 99-113
[144] 38/Sâd, 45-47
[145] 43/Zuhruf, 26-28
[146] 53/Necm, 36-37
[147] 53/Necm, 38
[148] 53/Necm, 39
[149] 53/Necm, 40
[150] 53/Necm, 41
[151] 53/Necm, 42
[152] 53/Necm, 43
[153] 53/Necm, 44
[154] 53/Necm, 45-46
[155] 53/Necm, 47
[156] 53/Necm, 48
[157] 53/Necm, 49
[158] 57/Hadîd, 26
[159] 60/Mümtehıne, 4
[160] 60/Mümtehıne, 5
[161] 60/Mümtehıne, 6
[162] 87/A'lâ, 9-19
[163] Müslim, Fezâil 150
[164] Buhârî, Enbiyâ 8, Rikak 45; Müslim, Cennet 58
[165] Buhâri, Enbiyâ 8
[166] Müslim, İman 270
[167] Müslim, İman 272, 278
[168] Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/127, 128; V/262
[169] Ahmed bin Hanbel, Müsned, V/266; VI/116, 233
[170] Buhârî, Deavât 33; Müslim, Salât 66; Tirmizî, Vitr 20; Ebû Dâvud, Salât 183; Nesâî, Sehv 51
[171] Buhârî, Rikak 45; Müslim, Cennet 58
[172] Buhârî, Tefsir 26
[173] Buhârî, Büyû' 53, Cihad 71, 74, İ'tisâm 16; Müslim, Hac 454, 456, 458, 462, 473, 475, 478
[174] Buhârî, Salât 1, Tevhîd 37; Müslim, İman 259, 263, 264
[175] Buhârî, Hac 54
[176] 19/Meryem, 42-46
[177] 21/Enbiyâ, 52-56
[178] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, s. 42-44
[179] 26/Şuarâ, 70-74
[180] 26/Şuarâ, 75-77
[181] 29/Ankebût, 16-17
[182] 2/Bakara, 170
[183] 31/Lokman, 21
[184] Necmettin Şahinler, Tek Başına Bir Ümmet, s. 93-95
[185] 37/Sâffât, 95-96
[186] Bkz. 29/Ankebût, 61, 63; 39/Zümer, 3
[187] Mehmet Kubat, Kur'an'da Tevhid, s. 132-138
[188] 14/İbrâhim, 22
[189] 65/Talak, 2-3
[190] 12/Yûsuf, 39
[191] Harun Yahya, Şirk, Vural Y. s. 90, 92
[192] 21/Enbiyâ, 51-71
[193] 37/Sâffât, 83-98
[194] 2/Bakara, 258
[195] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 10/8-12
[196] ; 21/Enbiyâ, 52, 57, 66; 26/Şuarâ, 70, 71; 29/Ankebût, 17, 25; 37/Sâffât, 85, 86, 95
[197] 37/Sâffât, 91
[198] 37/Sâffât, 92
[199] 26/Şuarâ, 78-82
[200] 29/Ankebût, 19, 20
[201] 6/En’âm, 74-79
[202] 21/Enbiyâ, 58
[203] 37/Sâffât, 91
[204] 2/Bakara, 258; 6/En’âm, 76-80; 21/Enbiyâ, 55, 59, 60; 29/Ankebût, 24; 37/Sâffât, 97
[205] 21/Enbiyâ, 52; 37/Sâffât, 95
[206] 29/Ankebût, 17
[207] 21/Enbiyâ, 61
[208] 21/Enbiyâ, 52-54; 26/Şuarâ, 71-74
[209] 21/Enbiyâ, 58-65
[210] 6/En’âm, 80; 19/Meryem, 46-48; 21/Enbiyâ, 68, 29/Ankebûtü, 24; 37/Sâffât, 97
[211] 21/Enbiyâ, 55
[212] 26/Şuarâ, 75-82
[213] Zübeyir Yetik, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 81-83
[214] 21/Enbiyâ, 68-70; Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, s 44-45
[215] 54/Kamer, 11-12
[216] 17/İsrâ, 69; 51/Zâriyât, 41
[217] 22/Hacc, 1; 99/Zilzâl, 1
[218] 3/Âl-i İmrân, 124
[219] 9/Tevbe, 40
[220] 48/Fetih, 4, 7
[221] 21/Enbiyâ, 70
[222] 21/Enbiyâ, 70
[223] 29/Ankebût, 26
[224] 37/Sâffât, 99
[225] Buhârî, İman 4, Rikak 26; Ebû Dâvud, Cihad 2
[226] 60/Mümtehıne, 4
[227] 16/Nahl, 41
[228] 19/Meryem, 42-49
[229] 2/Bakara, 219; 9/Tevbe, 20
[230] 73/Müzzemmil, 9-10
[231] 74/Müddessir, 1-5
[232] 60/Mümtehine, 13; Furkan Eren, Siz Hâlâ Hicret Etmediniz mi?, Haksöz, Sayı 114, Eylül, 2000
[233] 67/Mülk, 2
[234] 29/Ankebût, 3
[235] 2/Bakara, 155
[236] Dârimî, c. 2, s. 320
[237] Tirmizî, c. 7, s. 78
[238] 2/Bakara, 124
[239] 2/Bakara, 124
[240] İbn Kesir, Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tefsiri, c. 2, s. 530-531
[241] 2/Bakara, 124
[242] 2/Bakara, 124
[243] Müslim, İmâre, 38, hadis no: 1839
[244] İbn Kesir, a.g. e. c. 2, s. 536
[245] 31/Lokman, 13
[246] 5/Mâide, 45
[247] 5/Mâide, 45
[248] 16/Nahl, 90
[249] Beşir İslâmoğlu, a.g.e. s. 46-49
[250] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, c. 1, s. 240
[251] Okyanus, Mütercim Asım Efendi, Hanef ve Hanîf maddeleri; Hak Dini, Kur'ân Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, VI, 3821
[252] 2/Bakara, 285
[253] 3/Âl-i İmrân, 19
[254] 2/Bakara, 135
[255] H. Basri Çantay, Kur'ân-ı Hakim ve Meâl-i Kerîm, I, 40
[256] 3/Âl-i İmrân, 67
[257] 3/Âl-i İmrân, 95
[258] 4/Nisâ, 125
[259] 6/En'âm, 79
[260] 6/En'âm, 161
[261] 10/Yûnus, 105
[262] 16/Nahl, 120
[263] 16/Nahl, 123
[264] 30/Rûm, 30
[265] 22/Hacc, 31
[266] 98/Beyyine, 5
[267] 30/Rûm, 30
[268] Buhârî, Cenâiz 80
[269] Aynî, Umdetü'l-Kaarî, VIII, 179
[270] 7/A'râf, 172
[271] Hâzin Tefsiri, V, 45; Ahmet Yaşar, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 329-331
[272] 2/Bakara, 135
[273] 3/Âl-i İmrân, 67
[274] 16/Nahl, 120, 123
[275] Ahmed bin Hanbel, V, 266. Ayrıca bk. Buhârî, İmân 29; Tirmizî, Menâkıb 32, 64; Ahmed bin Hanbel, III, 442
[276] Ahmet Önkal, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 331
[277] 40/Mü’min, 60
[278] 25/Furkan, 77
[279] 7/A’râf, 55
[280] 60/Mümtehıne, 4
[281] 2/Bakara, 124
[282] 2/Bakara, 126
[283] 2/Bakara, 127
[284] 2/Bakara, 128
[285] 2/Bakara, 129
[286] 14/İbrâhim, 35-36
[287] 14/İbrâhim, 37
[288] 14/İbrâhim, 38
[289] 14/İbrâhim, 39
[290] 14/İbrâhim, 40
[291] 14/İbrâhim, 41
[292] 26/Şuarâ, 77-89
[293] 37/Sâffât, 100
[294] 60/Mümtehıne, 4
[295] 60/Mümtehıne, 5
[296] 14/İbrâhim, 40
[297] Metin Karabaşoğlu, Kur’an Okumaları, 48-51
[298] 14/İbrâhim, 35-36
[299] Seyyid Kutub, a.g.e. c. 9, s. 87-90
[300] 2/Bakara, 125
[301] 6/En’âm, 81
[302] 14/İbrâhim, 37
[303] 26/Şuarâ, 81
[304] 37/Sâffât, 101-107
[305] 21/Enbiyâ, 57-65
[306] 19/Meryem, 41-47
[307] 21/Enbiyâ, 53-54
[308] 26/Şuarâ, 75-77
[309] 2/Bakara, 131
[310] Levent Uçkan, İslâm Tarihi Notları, s. 25-28
[311] 29/Ankebût, 25
[312] 53/Necm, 23
[313] 6/En’âm, 79-81
[314] 19/Meryem, 46, 48
[315] 21/Enbiyâ, 68-70
[316] 71/Nûh, 21-22
[317] 6/En’âm, 79
[318] 60/Mümtehıne, 4
[319] 16/Nahl, 120
[320] 16/Nahl, 51-52
[321] 5/Mâide, 44
[322] 5/Mâide, 3, 54; 6/En’âm, 81, 82
[323] 3/Âl-i İmrân, 175
[324] 33/Ahzâb, 39; 35/Fâtır, 28; 5/Mâide, 100; 65/Talak, 10
[325] 3/Âl-i İmrân, 102
[326] 16/Nahl, 2
[327] 8/Enfâl, 45-47; Yıldırım Canoğlu, İbrâhimî Duruş, Umran, sayı: 77, Ocak 2001
[328] 60/Mümtehıne, 4, 6
[329] 33/Ahzâb, 21; 60/Mümtehıne, 4, 6
[330] 37/Sâffât, 83
[331] 2/Bakara, 124, 130; 16/Nahl, 120, 121
[332] 15/Hicr, 51-59; 6/En’âm, 80, 81; 51/Zâriyât, 28, 29
[333] 16/Nahl, 120, 121
[334] 3/Âl-i İmrân, 67
[335] 4/Nisâ, 125; 26/Şuarâ, 77-93
[336] 7/A’râf, 131; 16/Nahl, 120, 21/Enbiyâ, 73
[337] 6/En’âm, 84; 37/Sâffât, 99, 100
[338] 29/Ankebût, 27; 53/Necm, 36, 37
[339] 26/Şuarâ, 83
[340] 6/En’âm, 83, 75
[341] 19/Meryem, 43
[342] 21/Enbiyâ, 51
[343] 6/En’âm, 74-83; 15/Hicr, 54, 55; 19/Meryem, 42; 37/Sâffât, 95, 96
[344] 2/Bakara, 259, 260; 6/En’âm, 75
[345] 37/Sâffât, 83-113; 21/Enbiyâ, 57-69; 2/Bakara, 258
[346] 11/Hûd, 75
[347] 16/Nahl, 122; 29/Ankebût, 27; 26/Şuarâ, 83, 84
[348] 16/Nahl, 121
[349] 2/Bakara, 124; 37/Sâffât, 103-106
[350] 2/Bakara, 127-129; 14/İbrâhim, 35, 41; 60/Mümtehine, 5
[351] 26/Şuarâ, 75, 76; 29/Ankebût, 19
[352] 2/Bakara, 127-129; 29/Ankebût, 27
[353] 38/Sâd, 46
[354] 6/En’âm, 84
[355] 38/Sâd, 45
[356] 38/Sâd, 45
[357] 38/Sâd, 45
[358] 9/Tevbe, 114
[359] 15/Hicr, 55, 56
[360] 9/Tevbe, 114; 11/Hûd, 75
[361] 37/Sâf1fât, 84
[362] 53/Necm, 36, 37
[363] 60/Mümtehine, 4, 6
[364] 2/Bakara, 131; 6/En’âm, 161; 16/Nahl, 120, 123; 37/Sâffât, 107-111
[365] 9/Tevbe, 114; 43/Zuhruf, 26; 60/Mümtehıne, 4; 19/Meryem, 48, 49; 21/Enbiyâ, 67
[366] 11/Hûd, 73; 12/Yûsf, 6; 19/Meryem, 47
[367] 6/En’âm, 83
[368] 16/Nahl, 122; 29/Ankebût, 27
[369] M. Hüseyin Fadlullah, Kuram ve Eylem, c. 2, s. 139-141
[370] 43/Zuhruf, 26-28
[371] 60/Mümtehıne, 4
[372] Âsaf Hâlet Çelebi
[373] İbrâhim Demirci
[374] Yunus Emre
[375] 21/Enbiyâ, 67
[376] 37/Sâffât, 109