Asim Şensaltık
İMAN
- İman Kelimesinin Sözlük ve Terim Anlamı
- Kur’an’da İman Kavramı
- İmanın Dereceleri
- İmanın Artması, Eksilmesi
- İmanın Gerektirdikleri
- İman ve İslâm
- İman ve Amel
- İnsan Niçin iman Eder? İmanın Sebep ve Sonuçları
- İmanla İlgili Sünnetullah (Allah’ın Değişmez Yasaları)
- İman ve İnkâr Yönünden İnsanlar
- İmanın Sahih (Geçerli) Olmasının Şartları
- İmanı Bozan Haller
- Bâtıla İman
- Sorular
Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:
* İman kelimesinin sözlük ve terim anlamlarını belirtmek.
* İmanın derecelerini, imanın artıp eksilmesini izah etmek.
* İmanın gerektirdiklerini ve iman-amel ilişkisini açıklamak.
* İman ve İslâm kavramlarının benzer ve farklı yönlerini belirtmek.
* İmanın sebep ve sonuçlarını, insanın niçin iman etme gereği
duyduğunu açıklamak.
* İmanla ilgili sünnetullah’ı/Allah’ın değişmez yasalarını listeleyebilmek.
* İman ve inkâr yönünden insanların ayrıldığı grupları açıklamak.
* İmanın sahih/geçerli olması için gerekli şartları izah etmek.
* İmanı, hangi hallerin bozacağını, güncel tavır ve sözlerle bağlantı
kurarak açıklamak.
İman Kelimesinin Sözlük ve Terim Anlamı
Sözlük anlamı olarak iman: İman, emn kökünden bir mastardır. Sözlük anlamı, birini sözünde tasdik etmek, onaylamak, kabullenmek itimat etmek, gönülden benimsemek, güvenmek/güvenilmek anlamlarına gelir. Türkçedeki inanmak kelimesi bunu aşağı yukarı karşılar.
Terim olarak iman: Kavram olarak, Rasûlüllah'ı Allah'ın katından getirmiş olduğu bilinen haber ve hükümlerin tümünde, kat'i olarak tasdik etmek, bunu diliyle ikrar edip, tatbik etmeye çalışmaktır. İman, küfrün zıddıdır. Âlemlerin Rabbi olan Allah'ı tanımak ve O'na yönelmektir. İman: Allah'ın gönderdiği peygamberleri tasdik etmek, getirdikleri vahyi benimsemektir. Allah'ın buyruklarını yerine getirerek, O'nun güven çemberine girmektir. Âyetleri kabul edip bağlanmak ve yaşamaktır.
İman'ın filolojik açıdan iki anlamı vardır: Başkalarına güven vermek, güven içinde olmak. İman sahibi kişi, yani mü'min, hem inandığı gücün sağladığı güvenin içinde emin olan; hem de kendisi başkalarına güven veren demektir.
İman kelimesi Kur’an’da 45 yerde geçer. İman kelimesinin kökü olan “emn” türevleriyle birlikte Kur'an-ı Kerim'de 878 yerde kullanılır. Kur’an’ın onda birinden fazlasının imanla direkt ilgili ifâdeler olması, konunun önemini göstermek için yeterlidir.
Kur'an, peygamberlerin emin (güvenilen) kişiler olduğunu ifâde ediyor.[1] Aynı zamanda, peygamberlere vahyi ulaştıran gök habercisi Cebrail'in de emin olduğunu belirtiyor.[2] Yine Kur'an, insanın büyük sorumluluğundan bahsederken onu emaneti yüklenen varlık olarak tanıtıyor. Emanet de imanla aynı kökten gelen ve güvene tevdi edilmiş şey anlamı taşıyan bir kelimedir.[3] İman sahibine mü'min denir ki, bir anlamı da emanet taşıyan kişi demektir.
Mü'min, hem Allah'ın, hem de insanın sıfatıdır. Esmaü'l-Hüsnadan biri, El-Mü'min'dir. Allah'ın mü'minliği, güven verici, güven kaynağı olmayı; insanın mü'minliği de El-Mü'min'e (Allah'a) güvenmeyi ifâde eder. İman, bu karşılıklı güvenin işleyişidir. Allah'a güven tam olmadan iman olmaz. Allah'a güvenin tam olması için, O'nu her şeyden fazla sevmemiz, O'nun emir ve hükümlerini de her şeye tercih etmemiz gerekir. "İman edenlerin Allah'a olan sevgileri çok fazladır."[4]
İmanın gündeme geldiği Bakara sûresinin ilk âyetlerinde müttakîlerin vasıfları açıklanırken, yapılması gerekenler de açıklanmış oluyor. Bu açıklama, aynı zamanda nelere iman edilmesi gerektiğini de topluca içermektedir. Kurtulmak isteyen, gayb diye ifâde edilen çıplak gözle göremediği, kendini aşan konulara kesin iman edecek, salât şeklinde anılan amellerden ilkiyle bazı görevleri yerine getirmeye başlayacaktır. İnfak şeklinde ifâde olunan inandığı ve bağlandığı bir dine hizmet için çaba ve gayretlerin ilkiyle bu esasları başkalarına da götürecektir.
"Elinizdekini tasdik etmek üzere indirdiğim Kur'an'a iman edin."[5]
"Allah'a ve Peygamberine iman edin. Eğer iman eder ve takvâlı olursanız en büyük mükâfaat sizindir."[6]
"Ey iman edenler, Allah'a, Peygamberi'ine, Peygamberi'ne indirdiği Kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse, son derece büyük bir sapıklığa düşmüş olur."[7]
“Benim kalbim temiz, kimseye kötülük düşünmem, herkesin iyiliğini isterim” diyerek kendini kandıranlara gerçek iyiliğin ne olduğunu Kur’an şöyle açıklar: "Gerçek iyilik, yüzünüzü doğuya veya batıya döndürmeniz değil; Allah'a, âhirete, meleklere, kitaplara ve Rasullere iman etmenizdir..."[8]
- İcmâlî İman: İman edilecek esaslara kısaca ve toptan iman etmektir. Yani, Allah (c.c)’ın göndermiş olduğu haber ve hükümlerin hepsine birden inanmaktır. Bu da “lâ ilâhe illâllah Muhammedu’r-Rasûlullah” cümlesi ile ifâde edilir. İmanın en basit mertebesi budur. Çünkü bu iki cümlede iman edilmesi gerekli olan her şey özet olarak bulunmaktadır.
- Tafsîlî İman: İman edilecek esasların herbirine açık ve geniş bir şekilde iman etmektir. Allah’a ve Peygambere imandan sonra, Peygamberin haber verdiği hüküm ve esasları teker teker öğrenip onların hak olduklarını tasdik etmek tafsili imandır.
İman, küfrün zıddıdır. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ı tanımak ve O’na yönelmektir. İman: Allah’ın gönderdiği peygamberleri tasdik etmek, getirdikleri vahyi benimsemektir. Allah’ın buyruklarını yerine getirerek, O’nun güven çemberine girmektir. Âyetleri kabul edip, bağlanmak ve yaşamaktır.
İman’ın filolojik açıdan iki anlamı vardır: Başkalarına güven vermek, güven içinde olmak. İman sahibi kişi, yani mü’min, hem inandığı gücün sağladığı güvenin içinde emin olan; hem de kendisi başkalarına güven veren insandır.
Bakara sûresinin ilk beş âyetinde özetlenen İslâm’ın temel binası ve üçüncü âyetinde “gaybe iman” şeklinde çatısı çatılan inanç temelleri, sûrenin son âyetinde de perçinlenir: “O Rasûl, kendisine Rabbinden indirilene (Kur’an’a) iman etti. Mü’minler de Allah’a, Onun meleklerine, kitaplarına ve bütün peygamberlerine inandı. Rasullerden hiçbirini diğerinden ayırmayız, dinledik, itaat ettik. Ey Rabbimiz mağfiret isteriz, dönüş ancak sanadır, derler.”[9] “Gaybe iman” olarak tavsif edilen bu inanç temelleri Kur’an’ın değişik yerlerinde topluca veya tek tek veya ikisi üçü birlikte zikredilmiştir. “Elinizdekini tasdik etmek üzere indirdiğim Kur’an’a iman edin.”[10]; “Allah’a ve Peygamberine iman edin. Eğer iman eder ve takvâlı olursanız en büyük mükâfaat sizindir.”[11];“Ey iman edenler, Allah’a, Peygamberi’ine, Peygamberi’ne indirdiği Kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse, son derece büyük bir sapıklığa düşmüş olur.”[12];“Gerçek iyilik, yüzünüzü doğuya veya batıya döndürmeniz değil; Allah’a, âhirete, meleklere, kitaplara ve Rasullere iman etmenizdir...”[13]
İman, insanı kopmaz, çürümez bir bağa kavuşturur ve boşluklara yuvarlanmasını önler.[14] İmandan yoksun kalanları Kur’an, hayvanların en şerlisi olarak anmaktadır.[15] Fakat, ne yazık ki, insanlığın çoğunluğu bu imandan uzak bulunmuştur, bulunacaktır.[16] Mü’min, Allah’ın yardımcısı, Allah’ın dostu, velîsi olarak nitelendirilmiştir.[17]
İmanı, kalbin ve benliğin onayladığı ve bağlandığı bir durum olarak kabul ettiğimizde, bu bağlılık ve onayın güçlenmesi ve zayıflaması yönünde bir artış ve eksilmesi elbette mümkündür. Münâfık karakterli kimselerde imanın azaldığı ve küfre yaklaştığı görülür. Gerçek mü’minlerde ise imanın artışı ve bağlılığın güçlenmesi, olgunlaşması göze çarpar. Kur’an’da bunu açıkça görebiliriz: “Bir sûre indirildiği zaman, münâfıklar arasında ‘bu sûre, hanginizin imanını artırdı?’ diyenler vardır. İşte o sûre iman edenlerin imanını artırmıştır ve bunu birbirlerine müjdelerler.”[18]; “Onlara bazı kimseler, ‘insanlar size karşı birleştiler, onlardan korkun.’ demişlerdi de bu, onların imanını artırmış ve ‘Allah bize yeter, O, ne güzel vekildir.’ demişlerdi.”[19]; “Ve bu, onların ancak imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı.”[20];“Mü’minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman bu, imanlarını artırır.”[21];“Kitap verilmiş olanlar iyice inansın, iman edenlerin imanını artırsın.”[22];“Allah onların hidâyetini artırmış ve onlara takvâlarını vermiştir.”[23];“Allah, onları küfürleri dolayısıyla lânetlemiştir. Bu sebeple çok az inanırlar.”[24]
İman muhtevâ (içerik) yönünden ise, yani iman edilmesi gereken hususlara parça parça peyderpey inanma gibi bir artış veya bunda bir azalma kabul etmez. Çünkü doğru iman, ancak tam teslimiyet ve bütünüyle kabul etmekle geçerli olur. Kısmî iman, kısmî küfür demektir. Bir kısmını inkâr da tamamını inkâr gibidir. İman edilmesi gereken unsurlar birbirine bağlı bir bütündür. Dolayısıyla ya tam iman, ya da küfür var demektir. Küfrün az veya çok olması küfür olmasını değiştirmez. “Siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını küfr (inkâr) mü ediyorsunuz? Sizden böyle yapanın cezâsı, dünya hayatında zillet, kıyâmet gününde azâbın en şiddetlisine uğratılmaktır.”[25]Hoşuna giden şeylere iman eden, hoşlanmadığı ve zor gelen şeyleri inkâr eden, ancak arzularını ilâh edinen menfaatperest kimsedir.
Allah’a Teslim Olmuş Mü’minlerin, Kur’an’da Zikredilen Bazı Özellikleri
1- Mü’minler ancak Allah'a ibadet ve kulluk ederler, yalnız O’ndan yardım dilerler. Günde beş vakit âlemlerin Rabbi ve din gününün sahibi olan Allah’a bu taahhütte bulunarak Sırat-ı müstakim ve hidayet üzere ayaklarını sabit kılmak için çaba sarf ederler. Bütün hayat alanlarında Allah’ın emir ve yasaklarına uymak için çırpınırlar. Zihinlerinde Allah’tan başka ilahlaştırdıkları hiçbir varlık yoktur.[26]
2- “Onlar, sözün en güzeline iletilmişlerdir ve övülen doğru yola iletilmişlerdir.”[27] “Onlar; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren kimselerdir. Onlar âhirete de kesin olarak inanırlar. İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”[28] “Rablerinden bağışlanma (salat) ve rahmet bunların üzerinedir ve hidayete erenler de bunlardır.”[29]
3- “Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar da birbirlerinin velisidirler. Onlar iyiliği emreder, kötülükten meneder, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Rasûlüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir…”[30]
4- Kalpleri ancak Allah’ın zikriyle, Kur’an ile mutmain olur ve İmanın ön şartı olan Kitabı hakkıyla okumayı gerçekleştirip öğüt alarak ona uyarlar. Allah’ın en güzel hükümleriyle hayatlarına yön vererek Allah’ın boyasıyla boyanırlar.[31]
5- Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir, namazı dosdoğru kılıp kendilerine verilen rızıkları Allah yolunda harcarlar. Sözü dinleyip en güzeline uyarlar. Allah’a çağırıp sâlih amel işler ve ondan sonra da ben müslümanlardanım derler.[32]
6- Allah’ı sürekli gündemlerinde tutarlar ve her durumda Allah’la bağlarını korurlar, Allah'ın her şeyi gören ve işiten olduğunu bilir, Allah'ın sonsuz kudretini sürekli hatırda tutarlar. Hayatlarının bütün alanlarında Allah’ı unutmadan her iş ve amellerinde O’na verilecek hesabın bilinciyle hareket ederler.[33]
7- Allah karşısında acizliklerini bilirler. Yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Mütevâzıdırlar. (Ancak, bu, insanlara karşı âciz görünmek ve ezik tavırlar sergilemek demek değildir.)[34]
8- Her şeyin Allah'tan olduğunu bilirler. Allah istemedikçe hiç kimseye hiçbir musibetin isabet etmeyeceğine iman ederler. Bu nedenle hiçbir olay karşısında telaşa kapılmaz, her zaman serinkanlı ve Allah’a tevekkül halindedirler. Kâfirlerin her türlü baskısına rağmen, Allah’a tevekkül ile sadece Allah’ı veli ve vekil edinerek sabredip direnirler.[35]
9- Allah'tan korkup sakınarak takvâyı kuşanırlar. Allah'ın yasakladığı veya rızasına aykırı olan bir şeyi yapmaktan çok çekinirler. Rablerinin lutfettiklerine hamdeder ve Allah huzurunda verilecek hesabı dikkate alarak, hevaya uymaktan, dünyevileşme ve dünyayı âhirete tercih etme sapmasından uzak dururlar.[36]
10- Âhirete yönelmişler, asıl hedef olarak âhireti belirlemişlerdir. Dünya hayatını, âhiretin tarlası olarak görüp dünya hayatını âhiret eksenli olarak değerlendirirler. Ancak, dünya nimetlerinden de vahyin ölçüleri içinde faydalanırlar.[37]
11- Sadece Allah'ı ve mü’minleri veli/dost/yönetici ve sırdaş edinirler.[38]
12- Hakkı söylemekten çekinmezler. İnsanlardan çekindiklerinden dolayı Hakkı açıklamaktan geri kalmazlar. İnkâr edenlerin haklarında söylediklerine, alay ve saldırılarına aldırmazlar, kınayıcıların kınamasından korkmazlar.[39]
13- Allah'ın dinini, Hakkı tebliğ ederler, çeşitli biçimlerde insanları Allah'ın dinine davet ederler. Baskıcı değillerdir. Merhametli ve yumuşak huyludurlar. Öfkelerine kapılmazlar, hoşgörülü ve bağışlayıcıdırlar.[40]
14- Zorluklarla sınanırlar, badirelerden geçerler; korkuyla, canlarıyla, mallarıyla imtihan olurlar ve sınavdaki zorluklara sabredip katlanırlar.[41]
15- Mü’minler, Allah'a yakınlaşmak, örnek bir mü’min olmak için gayret sarfederler. Allah yolunda cihad edenler, dünyada iman ve amelde önde olanlar ve âhirette de öne geçenler bunlardır.[42]
16- Onlar Allah yolunda ve mustaz’aflar (zayıf bırakılmışlar) için Allah’ın düşmanlarına ve tâğutlara karşı savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Canlarını ve mallarını cennet karşılığında Allah’a satarlar, Allah yolunda fedakârlıktan kaçmazlar, öldürülmekten korkmazlar. Firavunun karşısında iman eden sihirbazların ağır işkenceyle öldürme tehdidine karşı söyledikleri gibi "Zararı yok, (biz) mutlaka Rabbimize döneceğiz." özgüven ve teslimiyeti içindedirler:[43]
17- Mü’minler, inkârcıların saldırı ve tuzaklarına muhatap olur, onlar tarafından alaya alınırlar.[44]
18- Onlar, Allah'ın koruması altındadırlar. Mü’minler sabırlı olup Allah’a karşı gelmekten sakındıkları ve doğru yolda sebat ettikleri vakit inkârcıların hile ve tuzakları mü’minlere zarar vermez. Allah, aleyhlerinde kurulan tüm tuzakları boşa çıkarır. Allah, onları tüm iftira ve tuzaklara karşı koruyarak, onları üstün kılar.[45]
19- Allah’a ve Rasûlüne davet edildiklerinde mü’minlerin özelliği; “İşittik ve itaat ettik” demeleridir. Onlar, İslâmiyeti kabul edip iman ederler, Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler, sabırlı ve sadıktırlar, ibadetlerini yerine getirir, namuslarını korur, zulme karşı topluca mücadele eder ve tüm hayat alanlarında Allah’ı çokça zikrederler.[46]
20- Onlar, emanetleri ehline verir ve insanlar arasında hükmettikleri zaman adaletle hükmederler. Allah’a ve Rasûlüne kayıtsız şartsız, kendilerinden olan emir sahiplerine ise onlar Allah’a ve Rasûlüne itaat ettikleri sürece itaat ederler. İhtilaf vukuunda, meselelerini Allah’a ve Rasûlüne arz ederler.[47] Allah ve Rasulü bir meselede hüküm vermişse başka tercihte bulunma haklarının olmadığı bilinciyle, o hükme kalplerinde hiçbir darlık hissetmeksizin tam bir teslimiyetle teslim olurlar.[48]
21- Allah’ın ipine topluca sarılıp tefrikaya düşmekten uzak durular, Emr-i bi’l ma’ruf ve ney-i ani’l münker yaparlar, yani iyiliği emredip kötülükten alıkoyarlar.[49]
22- Mü’minler, kurtuluşa erenlerden olmak için namazı huşu içinde kılar, boş söz ve işlerden yüz çevirirler. Zekât görevlerini yerine getirip ırzlarını korurlar. Emanete riâyet eder, sözlerinde dururlar. Namazlarını titizlikle muhafaza ederek ısrarla sürdürürler. İşte bunlar Firdevs cennetlerine vâris olacaklardır.[50]
23- Onlar, Allah’a şirk koşmazlar. Anne ve babalarına ihsanda bulunup iyilikle davranırlar, meşru isteklerine itaat eder, “öf” bile demezler, asla ve hiçbir sebeple onları azarlamazlar.[51]
24- Onlar, ölçüyü tartıyı tam yapar, yetimlerin hakkını korur, birbirinin mallarını haksızlıkla yemez, faizden, cimrilik ve israftan kaçınırlar. Allah’ın haram kıldığı cana kıymazlar ve zina etmezler. Allah’ın ahdine vefa gösterir ve adil şahidlik yaparlar.[52] “(Onlar), yalan yere şahitlik etmezler, boş sözlerle karşılaştıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler.”[53]
25- Onlar Rablerine tevekkül edip büyük günahlardan kaçınır, öfkelendiklerinde bağışlarlar. İşlerini aralarında şûrâ ile yürütürler, istişare ile karar verirler. Haklarına tecavüz olduğunda birlikte karşı koyarlar.[54]
İman, insana dünyada çok büyük onur ve âhirette ebedî mükâfat sağlar. Hiçbir hayalin ulaşamayacağı güzellikler yurdu cennet bedava değildir. Kur’an, imanın bir imtihan, ıstırap ve çile işi olduğuna dikkat çeker.
“İnsanlar, sandılar mı ki, ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılacak, inceden inceye imtihan ve ıstıraba çekilmeyecekler. Andolsun, Biz onlardan öncekileri de inceden inceye deneylerden geçirmişizdir.”[55]
“Andolsun ki, sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. Sabredenleri müjdele”[56]
“(Ey mü’minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihâyet Peygamber ve beraberindeki mü’minler: ‘Allah’ın yardımı ne zaman?!’ dediler. Biliniz ki, Allah’ın yardımı yakındır.”[57]
Kâmil iman sahibi mükemmel mü’minin bir özelliği de kınayanların kınamasına ve haksız eleştirilere aldırmamaktır ki, Kur’an, bunu şöyle ifâde eder:
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütufdur. Allah’ın lütfu ve ilmi çok geniştir.”[58]
“Bir kısım insanlar, mü’minlere: ‘düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!’ dekilerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘hasbünallahu ve ni’me’l vekîl’, yani, ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’ dediler.”[59]
Gerçek mü’minlerin bir özelliği de birbirlerine sürekli hakkı ve sabrı tavsiye etmeleridir.[60] Mü’minlerin gönül dostları, yalnız kendilerinden olanlar, yani mü’minler olacaktır.[61] Mü’min erkekler ve mü’mine hanımlar da birbirlerinin dostu ve kardeşidirler. Dostluk ve kardeşlikte cinsiyet ayırımı yapılmayacaktır.[62] Mü’minler, birbirlerinin ancak kardeşleridir.[63] İmanda ortak olmayan, mü’min olmayan akraba, yakınlığı ne olursa olsun (ana-baba da dâhil) gönül dostu olma, kardeş olma hakkını kaybeder. Onlara karşı hukukî sorumluluklar yerine getirilir, ama gönül dostu olarak benimsenemezler.[64] Kur’an, böylece kan bağlarından ayrı, şuur beraberliğine dayalı bir akrabalık getirmektedir. Bu bir gönüldaşlık, iman kardeşliğidir.
Hayatın anlamı ve insanın mahlûkat içerisinde taşıdığı bir imtiyaz olan imanı bir ağaca benzetirsek, bu ağacın kökü kalpte, gövdesi akılda ve dalları organlardadır. Bu ağacın meyvesi ise amellerdir. Ağacı kökü, gövdesi, dalları ya da meyvesi olmadan tanımlamaya kalkanlar, onu eksik ve yanlış tanımlamak zorunda kalacaklardır.
İman, aslında insanın şerefinin en büyük delilidir. İnsanın fizikötesi boyutunun fizikî boyutundan çok daha yüce ve anlamlı olduğunu, onun iman edebilirliğiyle açıklayabiliriz. İman, insanı fiziğin dar ve statik sınırlarından kurtarıp onu kendi dışındaki âlemlerle bütünleştiren muharrik güçtür. İman gibi muazzam bir imkânı kullanmayan insan, bedeninin daracık kabuğuna sıkışıp kalmış, meleklerle ve diğer aşkın varlıklarla yarıştığı bir kulvarı terkederek kendisini, hayvanlarla paylaştığı fiziğin dünyasına mahkûm etmiş demektir.
Akıl imanın aracıdır. Eğer bu araç gayesine ulaşamamışsa akıl sahibi olmak insan için bir meziyet olmaktan çıkar, bilakis en vahşi hayvanların dahi başaramayacağı bir vahşete kılavuzluk yapabilir. Bu durumda insan, hemcinsleri için diğer tüm yaratıklardan daha tehlikeli olabilir. İmana araç olsun diye verilen akıl, kimi zaman haddini aşarak imanın koltuğuna oturur ve kendisi “amaç” olur. Aklın putlaştırılması, ilâhlaştırılması, İşte bu durumun bir sonucudur. Aklın imana “yoldaş” değil de; “rakip” olarak çıkartıldığı bir yerde dengeler bozulmuştur. Çünkü akıl imansız, ya da iman akılsız kalmıştır.
İman şereftir. Bugün müslümanın en büyük sorunu kimlik bunalımıdır. Bunun farklı tezâhürleri olan kişilik erozyonu, şahsiyetsizlik, zillet ve meskenettir.
Müslümanın kimlik bunalımı imanını iktidar edemeyişinden, müslüman oluşuyla iftihar edemeyişinden, daha doğrusu iftihar edebilecek bir imana sahip olamayışındandır. Bu durum, kâfirleri sevmeyi ve onlara gıpta etmeyi getirecektir. Tabii olay, sadece kâfiri sevmek sınırında kalmayacak; onun küfrüne lâkayıtlıkla başlayan süreç küfre rızâ ve küfre gıpta etmenin ardından küfre sevgi ve hayranlığa kadar varacaktır. Küfre rızâ küfürdür, bu kesin! Ya küfre hayran olmak nedir? Başka değil, bu bir akîde sorunudur ve çözümü de imanla ilgilidir. İmanla, yani bilgi, tasdik, ikrar ve amelin toplamı olan imanla. Ve elbette İslâm’ı olan imanla...
“Taşralılar (bedeviler) ‘iman ettik’ dediler. De ki: ‘Siz iman etmediniz, fakat ‘İslâm olduk’ deyiniz. Çünkü daha iman kalplerinize girmedi.”[65] Âyetten de açıkça anlaşılacağı üzere iman ve İslâm birbirini tamamlayan, lakin birbirinden farklı anlamlara sahip kavramlar olarak kullanılmaktadır. Âyetteki “İslâm olduk” ifâdesi, “müslüman olduk” demektir ve imandan farklı olarak değerlendirilmiştir. Bunu, Buhârî ve Müslim dâhil birçoklarının naklettiği şu haber pekiştirmektedir: Sâd b. Ebi Vakkas’tan: “Allah Rasûlü bir topluluğa ganimet paylaştırıyordu. Onlardan bir adama vermemesi beni şaşırttı. Kalktım ve dedim ki ‘Falan adama niçin ganimetten pay vermediniz? Vallahi ben onu mü’min olarak görüyorum.’ Allah Rasûlü şöyle cevapladı: “Hayır, belki müslim!” Sâd üç kez aynı sözü söyledi ve üçünde de Nebî’den aynı cevabı aldı. En sonunda Allah Rasûlü buyurdu ki: “Ey Sâd, kuşkusuz ben bir adama ondan daha çok sevdiklerin dururken yardım edebilirim. Bu onun yüzüstü ateşe atılmasından daha hayırlıdır.”[66] Hadisin devamında Zührî’nin bir açıklaması var: “Biz görüyoruz ki İslâm kelime-i tevhid; iman ise ameldir.”
İman ve İslâm ayrımı, bir başka âyette de yapılır: “Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar...”[67] Allah Rasûlü, iman ve İslâm’ı şöyle açıklamışlardır: “İslâm, dışta ve görünürde; iman, içte ve kalpte olandır.”[68] Bu hadiste de iman ve İslâm bir şeyin iki yüzü gibi birbirinden ayrılmayan, lâkin birbirinin aynı da olmayan bir olgu olarak tanımlanmaktadır. İmanla İslâm’ın birbirinden ayrı ve bağımsız olmadığının en güzel delili, sonradan “İslâm’ın şartı beştir” gibi yanlış bir zihniyetle sayıların sultasına kurban edilen şu hadistir: “İslâm beş şey üzerine bina edildi: Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in de Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namazı kılmak, zekâtı vermek, hac ve Ramazan orucu.”[69] Bu meşhur hadiste beş madde var. Bunlardan dördü organlarla ilgili eylem: Namaz, zekât, hac ve oruç. Bunlar ameli ilgilendiren maddeler. Geriye bir madde kalıyor ki, o da kelime-i şehâdette ifâdesini bulan Allah’ın tekliğini ve Hz. Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğunu ikrar. Diğer dört madde, bu birinci maddeye bağlı. Şehâdet olmadan ne namaz ve zekât, ne hac ve oruç olur. Yalnız bu beş madde arasında temel bir benzerlik var. O da bunların tümünün zâhirde olup biten şeyler olması. Hadisteki birinci madde insanı yanıltmamalı. Orada “iman etmek” değil; “şehâdet etmek” şart koşulmaktadır. Şehâdet etmek ise, sözle yapılan zâhirî bir eylemdir, yani ameldir; dilin ameli.
O halde İslâm bütünüyle imanın dış bükeyidir ve amele taalluk eden boyutudur. İslâm, teslim olmak, müslümanlardan sayılmak, şer’î hukuka tâbi olmak, müslümanların sahip olduğu haklara sahip olmak demektir. İslâm, imanın aynısı da değildir. Öyle olsaydı, Cebrâil, Allah’ın Rasûlü’ne bir “iman nedir?” bir de “İslâm nedir?” diye ayrı ayrı sormazdı ve Nebî de ayrı ayrı cevaplar vermezdi. Hem sorular, hem de cevaplar farklı ise, imanla İslâm’ın birbirinin aynı olmadığına bundan daha güzel delil olur mu? İman sorulduğunda “Allah’a, meleklere, kitaplara, Rasullere, âhirete ve kadere iman etmek”[70] olarak tarif eden Allah Rasûlü, kendisine İslâm sorulduğunda “namaz, zekât, oruç ve haccı” zikretmiştir.[71]
İmanı, iç güvenlik olarak tanımlarsak; İslâm da dış güvenliktir. Bu nedenle Allah Rasûlü toplumsal güvenin sağlanmasında ferde düşeni “iman”la değil; “İslâm”la tanımlamış ve buyurmuştur ki: “Müslüman, müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.”[72] Bu uyarı da gösteriyor ki “İslâm”, mü’min bireyin müslüman toplumla ilişkilerini belirleyen kavramlar dizgesinin başında gelmektedir. Yani “müslüman kimdir?” sorusuna bu nasslardan yola çıkarak şu cevabı verebiliriz: İslâm’a sarılıp kurtuluşa (selâmet) eren, insanların da elinden ve dilinden selâmette olduğu; varlığı, bireysel ve toplumsal barışın (selâm) garantisi ve bu garantiyi, karşılaştığı her insana selâm vererek peşinen taahhüd eden insandır. İşte bu hadis, mü’min bireyin sözkonusu barış garantisinin taahhüdüdür. Onun için selâm vermek “en hayırlı İslâm” olarak tanımlanmıştır: “Bir adam Nebî’ye sordu: ‘Hangi İslâm daha hayırlıdır?’ Buyurdu ki: “Açları doyurursun, ister tanı ister tanıma selâm (barış ve güven taahhüdü) verirsin, İşte en güzel İslâm budur.”[73]
İslâm’ın en güzel sembollerinden biri olan selâmın günümüzde içi boşaltılmış ve öz mânâsından soyutlanmış bir şekilde geleneksel bir dil alışkanlığı olarak verilmesi, rûhundan soyutlanan diğer imanî ve İslâmî şiarların âkıbetine onun da uğradığının bir görüntüsüdür. Oysa ki selâm, mü’minin mü’mine verdiği barış ve güven parolasıdır. Bu parolayı veren de alan da birbirleri için mü’min (güvenilir) kimselerdir. Birbirlerine karşı güven ve barışı taahhüd etmişlerdir. Bu nedenledir ki “selâm”, aynı kökten geldiği “İslâm”ın bir tezâhürü olarak ortaya çıkar. İslâm’sa, imanın bir tezâhürüdür.
Din, hem imanın hem İslâm’ın ortak adıdır. İmansız İslâm mümkündür, lâkin makbul değildir. Hucurat sûresinin 14. âyet-i kerimesi de bunun delilidir.
Bugün de iman etmediği, Allah’ın ahkâmını içine sindiremediği halde, kendilerini “müslüman” olarak tanımlayan insanlar bu kategoriye girerler. İman etmeden “İslâm olmak” kendi içerisinde iki kısımda mütâlea edilir:
1- İmana ulaşmadan müslüman olanlar: Bunun örneği Hucurât, 14’deki bedevilerdir. Onlar, bazılarının iddia ettiği gibi bilinen mânâda münâfık değildiler. Onlar, çeşitli sosyal ve siyasal nedenler yüzünden imana ermeden İslâm’ın siyasal hâkimiyetine teslim olmuş insanlardı. Bu nedenle sözkonusu âyette Allah, onların iman olarak niteledikleri şeyin gerçek adının “İslâm” olduğunu izah etmiş ve iman etmeleri gerektiğini, ancak o zaman mü’min olabileceklerini, şimdiki durumda “müslim” olduklarını duyurmuş ve ardından şu garantiyi vermiştir: “Eğer Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederseniz, O yaptıklarınızdan hiçbir şeyi eksiltmez. Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.”[74]
2- İmana ulaştıktan sonra onu reddedip müslüman görünenler: Bu da iman etmeden müslüman olmak olarak adlandırılabilir. Ne ki, birincisiyle bu ikinci arasında derin bir fark vardır. Birinciler imandan habersizken; ikinciler haberlidir. Birinciler bilinçsizken; ikinciler bilinçlidir. Çünkü bedeviler gerçekten teslim olmuşlar ve bunu da “iman” zannetmişlerdir. Bu ikinci kesime giren müslüman tipi olan münâfıklarsa, ya imana girip onun gereğini yerine getirmedikleri için (Uhud’un ve Tebük’ün ortaya çıkarttığı münâfıklar gibi) münâfık olmuşlar; ya da bilinçli bir biçimde küfrü tercih ettikleri halde dıştan müslüman görünmeyi menfaatleri açısından daha yararlı buldukları için müslüman olmuşlardır. Şu âyet, bu tür münâfıklığı iyi açıklamaktadır: “Onlar ki inandılar, sonra inkâr ettiler; daha sonra inandılar yine inkâr ettiler, sonra inkârları arttı.”[75]
Din, iman ve İslâm’ın her ikisinin ortak adıdır. Çünkü iman tasdik, İslâm ameldir. İman, kalbin ameli; İslâm, bedenin imanıdır. İman, muharrik kuvvet; İslâm, bu kuvvetin harekete dönüşmesidir. Bu nedenle İslâm, “şeriat”le eşleştirilir ve “İslâm şeriatı” olarak kullanılır; “iman şeriatı” biçiminde değil. İman ise “hakikat” ile eşleştirilir ve “imanın hakikati” denilir; “İslâm’ın hakikati” değil. İslâm’sız imanın hükmü ne ise; şeriatsız hakikatin hükmü de odur. Hakikatsiz şeriat, kuru bir kabuk ve şekilcilik; şeriatsız hakikat, gizemcilik ve sapıklıktır. Hakikat, varlığını imandan; şeriat, meşrûiyetini İslâm’dan alırsa makbul olur.
İmanla İslâm arasındaki ilgi, imanla amel arasındaki ilginin aynısıdır. Halkın dilinde “İslâm’ın şartı” olarak bilinen beş rükûn, ameli ilgilendiren (şehâdet, dilin amelidir) maddelerdir.
Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç şudur: Şuurun dört mertebesinden iç bükey ve bâtınî olan marifet ve tasdik ile iman ortaya çıkmakta; dış bükey ve hâricî boyutu olan ikrar ve amel ile de İslâm ortaya çıkmaktadır. Özetin de özeti; imanla ameli ayırmak, imanla İslâm’ı ayırmak demektir ki, bu durumda ortada ne iman kalır, ne İslâm! Pezdevî der ki: “Ehl-i Sünnet icmâ etti: İman, İslâm’dan; İslâm da imandan ayrılamaz. Bununla birlikte iman ve İslâm mânâ olarak ayrıdırlar. Zira iman tasdiktir. İslâm ise ikrar, inkıyad, itaat, boyun eğme ve teslimiyettir. Mü’min, Allah’ı ve Rasûlü’nü tasdik eden; Müslim, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edendir.”[76]
Kuru bir “iman ettim” sözü elbette yeterli değildir. imanın gerçeği de bu değildir. Söz, kalbin tasdiki ve beynin kabulü ile bağlılığın ifâdesi olmalıdır. Bu da yaşamayı gerekli kılar. İman sözünün verildiği anda, kişi “ben, Allah’tan başka ilâh olmadığına şâhit olarak, bütün benliğimle Allah’a bağlanıyorum. O’nun otoritesine giriyorum.” demiş olur. Sonra da O’nun otoritesini hiçe sayıp, hevâ ve hevesleri doğrultusunda hayatını sürdürürse, bu kişi imanı anlamamış ve benimsememiş demektir. Aslında onun imanı, kendi arzularının otorite olarak kabulü yönündedir. Çünkü o Allah’ın isteklerini değil; kendi isteklerini kayıtsız şartsız yerine getiriyor. Kim, kimin isteklerini kayıtsız şartsız yerine getirirse, o, onun kuludur. İmanı, yani bağlılığı onadır.
İman, itaat ve teslimiyet ile birlikte varlığını korur.
“İnsanlardan öyle kimseler vardır ki: ‘Allah’a ve âhiret gününe iman ettik’ derler; Hâlbuki onlar, mü’min değillerdir.”[77]
“Allah’a ve Peygamber’e iman ve itaat ettik derler. Sonra da onlardan bir grup, bunun ardından yüzçevirir, bunlar mü’min değillerdir.”[78]
“Ey iman edenler, Allah’a ve Peygamberi’ne itaat ediniz. İşitip dururken, itaatten yüz çevirmeyin. İşitmedikleri halde ‘işittik’ diyenler gibi olmayın. Zira Allah katında hayvanların en şerlisi, akıl etmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.”[79]
Görüldüğü gibi âyet, Allah’a itaat etmeyenleri işitmeyen ve görmeyen, aynı zamanda akılsız, en aşağılık mahluklar olarak tanımlıyor. “Ey iman edenler, Allah’tan korkulması gerektiği gibi korkun ve ancak O’na teslim olmuş olarak can verin.”[80] İman, gerçek olup olmadığı ortaya konması için Allah tarafından imtihan edilir: “İnsanlar, ‘iman ettik’ demekle bir imtihana çekilmeden bırakılıvereceklerini mi zannediyorlar? Hâlbuki Biz, kendilerinden öncekileri de denemiştik. Allah, elbette imanlarında doğru/sâdık olanları ortaya çıkaracaktır ve elbette yalancı olanları da belirleyecektir.”[81]
Allah’a iman, insan ile yaratıcısı arasında en şerefli bağı teşkil etmektedir. Zira yeryüzünde en şerefli varlık insandır. İnsanın en şerefli yeri kalbidir. Kalbin de en şerefli şeyi imandır. Bu bakımdan iman ve hidâyet, nimetlerin en üstünü ve Allah’ın en büyük lutfudur. “Allah imanı size sevdirdi. Onu kalplerinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı ve isyanı size çirkin gösterdi. İşte rüşdünü bulanlar da onların ta kendileridir.”[82]
İmanın amellerle tezâhürü olmalıdır. Güneşten ısı, gülden koku saçıldığı gibi, imandan da ameller saçılmalıdır. İmanın söz, fiil ve eylemlerle ispatlanması gerekir. Yoksa iman, birtakım istek ve temennilerden ibâret değildir. “İman, istek ve süsten ibâret değildir. Ancak iman, kalpte yerleşip amelde kendisini gösterendir.” İman, Allah ve Rasûlünü sevmeden olmaz. Hem öyle ki, bir mü’min için, Allah ve Rasûlü’nün her şeyden sevimli olması lâzımdır. Bu sevginin mutlaka amel ve fiillerle isbâtı lâzımdır. Yoksa, sadece söz ile sevgi olmaz. Allah’ı ve Rasûlünü sevmek demek, Allah’ın hükümlerine ve Rasûlullah’ın tebliğâtına fiilen bağlanmak demektir. Bu konuda Allah şöyle buyurmaktadır. “De ki, eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler size Allah’tan, Onun Peygamberi’nden ve O’nun yolundaki cihaddan daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleye durun. Allah, fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.”[83] İman, ancak gerçek bir sevgiyle; Allah’a karşı sevgi, Rasûlü’ne karşı sevgi ve şeriatın tümüne karşı sevgi ile tamamlanır.
Rasûlullah, bu konuda şöyle buyurur: “Şu üç şey kimde olursa, o kimse imanın zevkini alır: 1- Kendisine, Allah ve Rasûlü’nün her şeyden sevimli olması, 2- Sevdiği kişiyi sadece Allah için sevmesi 3- Ateşe atılmaktan nefret ettiği gibi, küfre dönmekten de nefret etmesi.”[84];“Sizden biriniz beni, anasından, babasından, çocuğundan, kendi nefsinden ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz.”[85]
İman dediğimiz şey, Allah ve Rasûlü’ne karşı sevgide şekillendiği gibi, Allah’ın dinini yüceltmek ve üstün kılmak için cihad etmede, yeryüzünde zulmü ve fesâdı önlemek için mücâdele vermede de şekillenmelidir. Allah’a yaklaşmak için namaz ve oruca devam etmede, haram ve helâle ittiba etmede de iman kendini göstermelidir. Allah, imandan söz ederken, iman ile birlikte amellerden de söz ediyor. Bu amellerin ekseriyeti de cihad kavramında birleşir. Çünkü cihad, imanın rûhu ve ameli olarak ortaya çıkar. “Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Rasûlü’ne iman ettikten sonra şüpheye sapmayıp, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad ederler. İşte onlar, imanlarında sâdık (doğru) olanların ta kendileridir.”[86]
İman, meyvesiz, kurumuş, çürümüş, odun kütüğü olmuş bir ağaç değildir; iman ağacının mutlaka eseri ve meyvesi görülmelidir. İmanın meyvesi, Allah’tan korkup Allah’ın murâkabesi altında olduğumuzu bilmektir. Şüphesiz Allah’ı tanıyan kişi, kendi kusurlarını idrâk eder ve O’ndan korkar ve ona göre hazırlık yapar. “Allah’ın gönderdiği risâleti tebliğ edenler, O’ndan korkanlar ve başka hiçbir kimseden korkmayanlar var ya, İşte bu, Allah’ın dinine dosdoğru uyan hak ehlinin sıfatıdır.”[87]
İmanın varlığının en güzel isbâtı, vahye sarılmaktır. Çünkü vahy, en temiz, en sağlam kaynaktır. Vahye sarılmak, Allah’a bağlanıp, araya aracılar koymadan, doğru olanı kendisinden almaktan başka bir şey değildir. Vahye sarılmaksızın Allah’a bağlanmak mümkün değildir. Vahyin mü’minlerden istediği onu dinlemek ve ona tâbi olmaktır.
"Aralarında hükmetmek üzere, Allah’ın Rasûlü’ne dâvet olundukları zaman, mü’minlerin sözü ancak, ‘dinledik ve itaat ettik’ demelerinden ibârettir. İşte asıl amaçlarına erenler bunlardır. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederse, Allah’tan korkar ve O’ndan sakınırsa, İşte bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”[88]
“Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdikleri zaman, mü’min erkek ve mü’mine bir kadın için işlerinde muhayyerlik (başka şeyi tercih etme özgürlüğü) yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne isyan ederse, muhakkak ki o, apaçık bir sapıklığa sapmıştır.”[89]
“Öyle değil, Rabbine and olsun ki, onlar aralarında çekiştikleri, tartıştıkları şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”[90]
Görüldüğü gibi, mü’min erkek ve mü’mine kadınlara muhayyerlik hakkı yoktur. İman ettikten sonra, kendi hevâ ve hevesine göre hareket edemezler. Allah’a ve Rasûlü’ne itaat etmek zorundadırlar. Allah’a iman, sonra arkasından isyan, apaçık bir sapıklıktır. Allah’a iman, teslimiyetle beraber bütün işlerde Allah Rasûlü’nün hakemliğini şart koşar. İman ettiğini iddia eden herkesin mutlaka hakemi, hükmünü kabul edip uygulayacağı ölçüsü, tercihi Allah ve Rasûlü olmalıdır. Aksi, sapıklıktır.
İman ile amel, birbirini tamamlayan iki husustur. İman olmadan amel, Allah katında kabul edilmeyeceği gibi; güzel amellerle süslenmeyen kalpteki imanın mânevî zevk vermekten uzak olduğu da bellidir. İman, kalp toprağına atılan bir tohumdur. İbâdetler, güzel ahlâk, iyi davranışlar onun yeşermesini ve hayatiyetini devam ettirmesini sağlayan vasıtalardır. Sâlih amel ve güzel ahlâkla bezenmemiş iman, bir hücreye kapatılan ve kimseyle görüştürülmeyen bir din âliminin, mürşid ve vâizin, hitabettiği topluma faydasızlığı gibi; kişiyi olgunlaştırıp manen geliştirmekten yoksun bir cevherdir. O halde iman olmadan amelin kabul olunması söz konusu edilemezse; sâlih amellerle desteklenmeyen imanın kemale ermekten mahrum olacağı da unutulmamalıdır. Hatta bu konuda “imanı korumak, kazanmaktan daha zordur.” sözü meşhur olmuştur.
Kur’an’ın, imanı tanımladığı âyetlere dikkat edecek olursak, hemen tamamında imanla amelin yan yana geldiğini görürüz. Özellikle iman ve sâlih amelin birlikte kullanıldığına şâhit oluruz. Kur’an, amelin imandan bağımsız olmadığının delilleriyle doludur. Hatta kinaye olarak Kur’an’da amel, iman olarak adlandırılmıştır. “Allah imanlarınızı zâyi edecek değildir.”[91] Bu âyetteki iman’dan kasıt “namaz”dır.
Sahih sünnette de iman-amel münâsebetlerini ele veren birçok rivâyete rastlamak mümkün. İşte şu hadiste iman-amel iç içe: “Nebî’ye soruldu: ‘Hangi amel daha efdaldir?’ “Allah ve Rasûlü’ne iman” buyurdu. ‘Sonra hangisi?’ diye soruldu. “Allah yolunda cihad” buyurdu. Ardından yine soruldu: ‘Sonra hangisi?’ Cevapladı: “Hayır üzere yapılmış bir hac.”[92] Rasûl’ü sevmek imandandır: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki, ben, içinizden herhangi birine babasından ve evladından daha sevimli olmadıkça iman etmiş olamazsınız.”[93] Allah yolunda cihad, imanın bir parçasıdır: “Allah, bir kimseye kendi yolunda cihadı nasip ederse ve o da Allah’a ve Rasûlü’ne iman ediyorsa çıksın. Ya ecri, ya ganimeti, ya da şehâdeti elde eder. Eğer ümmetime lâzım olmasaydım hiçbir çarpışmadan geri kalmazdım. Andolsun Allah yolunda öldürülüp sonra dirilmeyi, sonra öldürülüp bir daha dirilmeyi ve yine öldürülmeyi ne kadar isterdim.”[94] Hayâ da imandandır: “Hayâ imandandır.”[95]
Allah için sevmek, kızmak, vermek ve engel olmak da imandandır: “Allah için seven, Allah için kızan, Allah için veren, Allah için engel olan kuşkusuz imanını tamamlamıştır.”[96] Allah Rasûlü, imanın parçalardan meydana gelen bir bütün olduğunu, bunların içinde amellerin de yer aldığını açık bir biçimde ifâde etmiştir: “İman yetmiş küsür şubedir. En üst derecesi lâ ilâhe illâ’llah, en alt derecesi, çevreyi rahatsız edici bir engeli yoldan kaldırmaktır.”[97] Bu hadiste nazarî iman olan “lâ ilâhe illâ’llah” ile, amelî iman olan “eziyet veren şeyi ortadan kaldırmak” bir bütünün farklı ağırlıktaki parçaları olarak geçiyor. İşte o bütünün adı “iman”dır.
İmanın ve İslâm’ın şartlarını sayılarla ve belli maddelerle sınırlamanın yanlışlığının delili olan şu sahih hadiste namaz, zekât, oruç “iman nedir?” sorusunun cevabı olarak zikredilmektedir: “Allah Rasûlü, kendisine gelen bir elçiler grubuna “yalnızca Allah’a iman etmeyi” emretti ve sordu: “Yalnızca Allah’a iman nedir, bilir misiniz?” ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ dediler. Bunun üzerine buyurdu ki: “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namazı kılmak, zekâtı vermek, Ramazan orucunu tutmak ve beşte biri (humus) vermektir.”[98]
İman ağacının meyvesidir amel. Mü’minlik iddiasının isbâtı, vahyin hayata dönüşmesidir amel. İmanın, zihinde hapsolunan soyut bir düşünce, kalpte mahkûm olan zavallı bir akîde, dilde söylenilegelen kuru bir iddia olmaktan çıkarak göze fer, bileğe güç, dize derman olarak yürümesidir amel. İmanın beden ülkesinde şeytanın ve nefsin iktidarını yıkarak iktidara geçtiğinin göstergesidir amel.
Bizim âyetlerimize yalnızca o kimseler inanır ki, onlar kendilerine hatırlatıldığı zaman hemen secdeye kapanırlar. Rablerini överek tesbih ederler, büyüklük taslamazlar.”[99];“Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Peygamberi’ne inanırlar, toplumsal bir iş (görüşmek) üzere onunla buluştukları zaman ondan izin almadan gitmezler.”[100]
Konumuzun eksenini teşkil eden “amel” den kasıt, Allah’a itaattir. Burada sözkonusu ettiğimiz amel, nâfile olan ameller değildir; Allah’ın emir ve yasaklarıdır. Allah’a inandığını söylediği halde O’nun emirlerini yapmayanın durumu şu askerin durumu gibidir: Komutan, kendisine hayatî önemi olan bir plânı verdikten sonra plânın yerine getirilmesi için gerekli emirleri de vermiştir. O plânın doğru olduğunu bilen, buna kalbiyle de inanan ve diliyle komutanın emirlerine uyacağını taahhüd eden bu adamın verilen emir ve tâlimatların hiçbirini tutmamasının iki sebebi olur: Ya inanmamıştır, ya da inandığı halde zaafları yüzünden emri aksatmıştır. İki halde de cezâya çarptırılır; Birinci durumda inanmayanların cezâsına, ikinci durumda da âsîlerin cezâsına.
Bu noktada İmam Ebû Hanife’nin şu tesbitini aktarmak yerinde olacaktır: Allah Teâlâ mü’mine ameli, kâfire imanı, münafığa da ihlâsı farz kılmıştır. “Ey insanlar, Rabbinizden korkun.”[101] âyetinde “Ey mü’minler Allah’a itaat edin!”, “Ey kâfirler Allah’a iman edin!”, “Ey münâfıklar, ihlâslı ve samimi olun!” anlamı vardır.[102] İman hem amel, hem marifet, hem tasdik ve hem de ikrardır. Bunların her biri farklı ağırlıklarla imanı oluşturan boyutlardır. Bunlardan birini, ikisini ya da üçünü kaybeden kimse, imanî dengesini kaybeder. Yapması gereken işlevi ifa edemez. İşlevini ifa edemeyen iman da iman olmaktan çıkmış demektir.
İmanın vicdanlara hapsedildiği bir çağda, bundan zarar gören yalnızca mü’minler olmayacaktır. Bilakis bütün insanlık zarar görecektir. Çünkü imanın hâkim olduğu toplumda ahlâk, adâlet, fazilet, muhabbet, muâvenet, sadakat ve iffet baştacı edilen değerler olarak yerini alacak; imanın hâkim olmadığı toplumda ise rezâlet, nefret, sefâlet, sefâhat, atâlet, ihânet, bencillik ve her türlü dalavere ortalığı kaplayacaktır. Kimsenin unutmaması gereken bir gerçek var: İman, atom ve nötron bombasını yapan “insan” adlı muazzam silâhın emniyet anahtarıdır. Onun olmadığı bir yerde her an herkesin ‘kaza’ya kurban gitme ihtimali çok yüksektir. Bütün bunlar imanın dünyevî kazancına dâhildirler. Bir de onun uhrevî kazancı vardır ki o başka hiçbir şeyle elde edilemeyen bitimsiz mutluluğun ta kendisidir.[103]
İmanın sahih ve kabule şâyan olması için bazı şartlar vardır. Birincisi; iman, ölüm döşeğinde iken, yeis ve ümitsizlik sebebiyle vâki olmamalıdır.“Azâbımızın şiddetini gördükleri zaman imanları kendilerine fayda verecek değildir.”[104] Fir’avn bile boğulma anında iken iman etmiştir (İngiltere Brıtısh Museum’daki ona ait olduğu belirtilen bozulmamış ceset de secde halindedir). Ölüm üzere iken azâbın şiddeti ve dehşetini görerek iman, artık gayba iman olmaktan çıkar. İkincisi; zarûrât-ı diniyyeden olan hükümlerden herhangi birini inkâr veya tekzib etmemelidir. Meselâ; bir kimse Allah’ın varlığına, meleklerine, âhiret gününe inandığını ikrar etse, ancak peygamberlere inanmadığını söylese, bu kimsenin imanı sahih değildir. Çünkü iman bir bütündür, tecezzi (cüzlere, parçalara ayrılmayı) kabul etmez. Yine Kur’ân-ı Kerim’e inandığını beyan eden bir kimse, onun herhangi bir âyetini reddetse mü’min olamaz. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’den olduğu sâbit olan herhangi bir âyeti inkâr etmek küfürdür. Bu durumda, “efendim çoğuna inanıyor ya?” diye itirazda bulunulamaz. Zira Kur’an, Allah tarafından vahy yoluyla indirilmiştir. Bir âyeti yalanlayan kimse, vahyi yalanlama durumundadır. Bu sebeple, insanı küfre götüren sözler (elfâz-ı küfür) ve haller (ef’âl-i küfür) bilinmelidir. Mü’minler; bilmedikleri herhangi bir mesele ile karşılaştıkları zaman; ileri geri herhangi bir söz söylemeden “ben bunu bilmiyorum. Allah ve Rasûlü nasıl bildirmişse öyledir” demelidirler.
Rabbimiz, Heva ve Zanna Uyan Cahillerden Olmamayı, Vahiyle Bildirdiği İlme Göre İman ve Amel Etmeyi Emretmiştir
Zümer Sûresi 8 ve 9. âyetlerde, biri kendisine bir musibet geldiğinde sadece Allah'a yönelip O’na yalvaran, başka zamanlarda O'nun dışındaki kimselere kulluk yapan kimseler, diğeri her durumda Allah'a yönelen ve sadece O’na secde, itaat/ibadet eden kimseler olmak üzere iki tip insan arasında bir mukayese yapılmaktadır. Allah Teâlâ, birinci grubu, dünyevi bakımından okumuş bilgili kimseler olsalar da cahil; ikincileri ise, okuma yazma bilmeseler de âlim olarak nitelemektedir. İkinciler âlimdirler, zira asıl ilim, hakikatin ilmidir ve bu ilme göre amel etmektir. İnsanın kurtuluşu buna bağlıdır. “…De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Şüphesiz, temiz akıl sahipleri öğüt alıp düşünürler."[105] Sanki şöyle denmek isteniyor "Bu iki grubun eşit olması mümkün mü?" Temiz akıl ve temiz fıtrat sahibi olup vahyin mesajını bilen ve ona tâbi olan kimseyle, aklını ve fıtratını kirletip heva ve zanna uyan cahil kimse aynı olabilir mi? Bu insanların dünyada bir araya gelmeleri nasıl mümkün değilse, âhirette de bir araya gelmeleri mümkün olmayacaktır.[106] Kur’an, ilmi ve ilim adamını övmüştür; tüm insanlardan ilmin adamları olmalarını istemiştir. “Bil” (i’lem) veya “bilin” (i’lemû) şeklindeki emir kipleri hep bununla ilgilidir. İlim ve ondan türemiş terimler Kur’an’da 865 defa geçmiştir. Kuşku yok ki, bu, Kur’an’ın ‘ilm’e verdiği önemin bir göstergesidir. Üstelik bu sayıya, ilimle yakınlığı olan, ma’rifet, hudâ, akıl, fikir, tedebbür, tezekkür vb. terimler dâhil değildir.[107]
Allah (c), Rasûlünü ve onun yolundan giden mü’minleri şöyle uyarmaktadır: “… Sana gelen bu ilimden sonra eğer sen onların heva ve heveslerine uyarsan, Allah tarafından senin için ne bir dost vardır, ne de bir koruyucu.”[108] Rabbimiz, vahiyle gelen ilme tâbi olmamızı, heva ve zanna uymaktan sakınmamızı emretmektedir. Kur’an’da yer alan ilme göre bir iman ve hayat tarzı sahibi olmamızı istemektedir. Vahyin getirdiği ilimle teçhiz olup ona uygun hayat yaşamayanların, bilgileri hevâ ve zanna, hayat tarzları ise cahiliyeye dayanır. “Onların çoğu ancak zannın ardından gider. Oysa zan, hak namına hiçbir şeyin yerini tutmaz. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını hakkıyla bilendir.”[109]
İşte Rabbimizin cehaletten kurtulup hidayete ulaşmak için hakkıyla okunmasını ve buradan elde edilecek ilme uygun bir iman ve hayat tarzına sahip olunmasını istediği Kur’an’ın birçok âyetinde mü’minlerin vasıfları ve iman etmenin temel şartları ve gerekleri ifade edilir. "Rasûl, kendisine Rabbinden indirilene iman etti, mü'minler de. Tümü, Allah'a, meleklerine, Kitaplarına ve elçilerine inandı. ‘O'nun elçileri arasında hiç birini (diğerinden) ayırdetmeyiz. İşittik ve itaat ettik. Rabbimiz bağışlamanı (dileriz). Varış ancak Sanadır’ dediler.”[110]
Bu âyete göre; Rasûlullah (s), Rabbinden kendisine indirilmiş olanın hepsine iman etti, Rabbinden gelene öncelikle kendisi inandı, sonra da onun ümmeti olan mü’minler iman ettiler. Dâvetçinin, başkalarını vahyin mesajına çağırmadan bu tebliğ edeceği mesaja önce kendisinin köklü bir biçimde iman etmesi lâzımdır.[111] Aksi takdirde o mesaj muallakta kalacak, o dâvet icâbet görmeyecektir. “Doğruyu getiren ve doğrulayanlara gelince; işte onlar muttaki (takva sahibi) olanlardır.”[112] Rasûl tüm insanlara seslenerek Rabbine, kendi elçiliğine ve kendisinin de iman ettiği Allah’a ve Kitabına iman etmeye ve hidayete çağırır. “De ki: "Ey insanlar, ben Allah'ın sizin hepinize gönderdiği bir elçisi (peygamberi)yim. Ki göklerin ve yerin mülkü yalnız O'nundur. O'ndan başka ilah yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyleyse Allah'a ve ümmi peygamber olan elçisine iman edin. O da Allah'a ve O'nun sözlerine inanmaktadır. Ona iman edin ki hidayete ermiş olursunuz.”[113]
Onların hepsi, önce Rasûl ve sonra davete icabet eden mü’minler Allah'a ve Allah'ın meleklerine, kitaplarına, Rasûllerine, inandılar, iman getirdiler. "Allah'a, bize indirilene ve bizden önce indirilene... inandık, deyin"[114] benzeri emirlere uyarak biz Allah'ın Rasûllerinden hiç birisinin arasını ayırmayız. Birinin peygamberliğini kabul ve tasdik edip, bir diğerini inkâr ederek aralarında fark gözetmeyiz dediler. Dinledik ve itaat ettik, Hak'tan gelene kulak verdik, iyice dinledik ve anladık; kerhen değil tav'an, kendi rızamızla, seve seve söz tuttuk, emre uyduk. Affını niyaz ederiz ey Rabbimiz! Ölüm, âhiret, yeniden diriliş, bunların hepsi hak ve gerçektir ya Rabbi! Öldükten sonra dönüp sana varılacak, sana hesap verilecek, sen de dilediğine mağfiret ihsan edip, dilediğine azap edeceksin; işte biz şimdiden sana sığınıyoruz ve senin bağışlamanı diliyoruz.[115]
Aynı iman esasları, Bakara Suresinin 177. âyetinde de yer almaktadır: “Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttaki olanlar da bunlardır.”
Bu âyet tüm insanlığa diyor ki; ibâdetlerin dış formlarına önem vermenizin fazla bir değeri yoktur. Namazda yüzünüzü şekil olarak doğuya ya da batıya döndürmeniz gerçek iman değildir, gerçek birr ve iyilik değildir. Yâni ruhsuz bir biçimde, sadece şekil olarak bazı dini formalite ve törenleri icra ederek dindarlık gösterisinde bulunmanız gerçek iman ve gerçek takva değildir. Gerçek iman, birtakım hareketleri yapmak, şuraya ya da buraya dönmek, Kâbe’ye ya da Mescid-i Aksa’ya yönelmek, yahut da içi boş şeklî bir namazla yatıp kalkmak değildir. “Ama iyilik, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman edip…” ondan sonra da bu iman iddiasını ispat için harekete geçerek gereğini yapmaktır. Bu imanın gereği, hayatın bütün alanlarında, iman ettiği Allah’ın, iman ettiği melekleriyle, iman ettiği Rasûlüne indirdiği iman ettiği Kitabın hükümlerine uymak, tam bir teslimiyetle Allah’ın emir ve yasaklarına itaat etmektir.
İnsanlar Niçin İman Eder? İmanın Sebep ve Sonuçları
İnsan niçin iman eder? İman, doğal bir ihtiyaçtır. İnsanın fıtratında inanma, bağlanma ve güvenme hisleri temel özelliklerdir. İnsan, inanmadığı zaman, bağlanmadığı ve güvenmediği zaman yaşamanın bir anlamı ve değeri kalmaz. Her insan bir şeylere inanır, ama kurtarıcı olan iman, hakka/doğruya inanmaktır. İman hissini kötüye ve olumsuz olana kullanarak şeytana tâbî olmak ve azgınlaşıp kendini Allah’a muhtaç görmemek, kendi kendine yeterli olduğuna inanıp her dakika soluduğu havayı verene nankörlük/küfr etmek, cehenneme dâvetiye çıkarmaktır. Fakat, doğru bir şekilde iman edip, Allah’ın hidâyetine uymak, cennete adım adım yaklaşmaktır. “Biz insanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeple, onun işitmesini ve görmesini sağladık. Sonra da ona gideceği yolu gösterdik. Ya şükreder (bu yoldan gider) ya da küfreder. Kâfirler için elbette zincirler, halkalar ve alevli cehennem hazırladık.”[116];“İman edenlere ve doğru hareket edenlere müjdele ki, onlara altından nehirler akan cennetler vardır.”[117]
İman, kişiye yalnızca âhirette mutlu bir hayat sağlamakla kalmaz; bu dünyada da huzur, saâdet ve büyük bir güç kazandırır: “Allah, sizden iman edenlere ve sâlih amel işleyenlere, kendilerinden öncekileri halife/hükümran kıldığı gib, onları da yeryüzünde halife/hükümran kılacağını, kendileri için râzı/hoşnut olduğu dinlerini, yine onlar için uygulamaya koyacağını ve korkulu hallerini güvene çevireceğini vaad etmiştir. Çünkü onlar, yalnız bana kulluk eder ve bana hiçbir şeyi şirk koşmazlar.”[118]
Müjdeler, mü’minler içindir.[119] Allah, onların kalbine imanı yazmış ve onları kendisinden bir ruhla desteklemiştir.[120] Şeytanî güçler onları ezmeye yol bulamaz.[121] Onlara yardımcı olmak Allah’ın bizzat kendi üzerine yazdığı bir görevdir. “Mü’minlere yardım etmek, bize haktır (bize düşen görevdir).”[122] Allah, iç huzuru ve doygunluğu onlara nasib etmiştir.[123] Korkmak, üzülmek, kedere yenik düşmek onlara uzaktır.[124] Allah’ın lütuf ve bağışı mü’minler içindir.[125] Mü’min, böylesine onurlu olduğu içindir ki, bir mü’mini kasten öldüren, ebedîyyen cehennemde kalır.[126]“Şu bir gerçek ki, iman edip sâlih amel işleyenler, varlıklar dünyasının en hayırlılarıdır.”[127]
İmanla İlgili Sünnetullah (Allah’ın Değişmez Yasaları)
"Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer (gerçekten) iman ediyorsanız, mutlaka siz üstün geleceksiniz.”[128] Yani, her durumda düşmanınızla cihaddan korkmayınız. Kuvvetten düşmeyiniz. Siz üstünsünüz, yani iman ediyorsanız, sonunda zafer sizindir. Çünkü iman, kalbe güç verir, Allah’la olan irtibatı artırır ve düşmanlarına aldırış etmemeyi öğretir.
“Ve mü’minlere karşı kâfirlere asla yol vermeyecektir.”[129] Yani, Allah, kâfirlerin bazı zamanlar üstünlük sağlasalar da, dünyada mü’minlere musallat olarak, tamamen ortadan kaldıracak şekilde istilâ ve işgal etmelerine yol vermez. Âyet, dünya ve âhireti kapsamaktadır. Dünya ve âhirette mutlu son mü’minlerindir. Mü’minler, imanın hakikatinı yüreğinde yaşatan, sonra Allah’ın râzı olduğu ameller, teslimiyet ve cihadla imanı dışa akseden insanlardır. Bazı zamanlarda kâfirlerin, intikam olarak mü’minlere yol bulmaları, imanlarının hakikatinda meydana gelen gedikten olmuştur. Savaş araçları, Allah yolunda cihad niyyetiyle kuvvet hazırlığı, her türlü nisbet ve bağımlılıktan arınmış olarak sadece iman sancağı altında bulunmak imandan ve imanın lüzum ve gereklerindendir. Müslümanlara zamanla yapışan yenilgi, imanın hakikatinde meydana gelen gedik ölçüsündedir. Daha sonra, gerçek iman üzere bulunduklarında yardım, mü’minlere hak olarak döner.[130]
“Andolsun Tevrat’tan sonra Zebûr’da da: ‘Arza mutlaka sâlih (iyi) kullarım vâris olacak’ diye yazmıştık.”[131]
“Kim mü’min olarak sâlih işlerden yaparsa, onun çalışmasına nankörlük yok ve biz (onun çalışmasını) yazanlarız.”[132]
“Kim kötülük yaparsa, sadece onun kadar cezâlanır; ama kadın ve erkekten kim mü’min olarak faydalı bir iş yaparsa, onlar cennete girerler ve orada kendilerine hesapsız rızık verilir.”[133]
“Erkek ve kadından her kim mü’min olarak sâlih amel işlerse, onu hoş bir hayatla yaşatırız. Onların ücretlerini yaptıklarının en güzeliyle veririz.”[134]
Mü’min erkek ve kadınlara Allah, bu dünyada iyi bir geçim hazırlar. İman ve sâlih amelin mükâfatı olarak böyle bir hayatı ona kolaylaştırır. Âhiretteki ecri ise daha güzeldir. Mü’min olup sâlih amel işleyenlere vaad edilen dünyadaki güzel hayat, birçok şeyle gerçekleşir. Rızâ, gönül huzuru (itmi’nan), iç rahatlığı (inşirâh-ı sadr), mutluluğu hissetmek ve rahat geçim. Bunlar, maddî ve dış etkenlere bağlı değil; iç etkenlere, gönle bağlı hususlardır. Gönüllere tasarruf edebilen de ancak Allah’tır. İmanla beraber olan sâlih amelin mükâfatı, dünyada tertemiz, hoş bir geçimdir. Nimetlerle donatılmış, varlıklı ve zengin olmak önemli değildir. Bazen zenginliğin tertemiz, hoş bir geçimi engelleyen dünya ve âhiret belâsı olduğu bilinmelidir. Hayatta yetecek kadar maldan başka, geçimi güzel kılan çok şey vardır. Allah’a bağlanma ve O’nun gözetimine, himayesine ve rızâsına sığınma vardır. Sıhhat, sükûnet, bereket, evde rahatlık ve gönülden sevgi vardır. Amel-i sâlihle huzur bulmak, onun gönüldeki ve hayattaki izleri vardır. Mü’min olarak sâlih amel işleyenin dünyada nâil olacağı hoş ve güzel geçim, onun âhiretteki sevâbını azaltmaz. Tersine, Allah onun sevâbının, dünyadaki amelinin en güzeli üzerine olacağını va’detmiştir. Cömert ve Kerim olan Rabbimizın hazineleri, sevâbı ne büyüktür!
İman ve İnkâr Yönünden İnsanlar
İman ve inkâr yönünden insanlar 3’e ayrılır:
- Mü’min: Allah Teâlânın peygamber aracılığı ile göndermiş olduğu haber ve hükümleri kalbi ile tasdik, dili ile de tasdik ettiğini (ikrar) söyleyen kimseye Mü’min denir.
- Kâfir: Allah Teâlâ’nın peygamber aracılığı ile göndermiş olduğu haber ve hükümleri kalbi ile tasdik etmeyip, dili ile de tasdik/ikrar etmediğini söyleyen kimseye Kâfir denir.
- Münâfık: İman esaslarına kalbi ile inanmadığı halde, dili ile inandığını söyleyen kimseye Münâfık denir. Bu insanlar, içten kâfir ama dıştan müslüman görünürler.
İmanın Sahih (Geçerli) Olmasının Şartları
- İnanılması gereken esasların hepsini ya da bir kısmını inkâr olmamalı.
- Dinî hükümlerden herhangi birisini beğenmemek veya hafife almak olmamalı.
- İman, ümitsizlik halinde olmamalı. Önceden iman etmemiş olan kimsenin ölüm korkusu ile iman etmesinin hiçbir faydası olmayacaktır. Mûsâ’yı (a.s.) öldürmek için giden Firavun, boğulacağını anlayınca iman etti, ama kabul edilmedi.
İmanın, bâtıl hale gelmemesi için, doğru ve tam olmasını sürdürmesi gerekir. Kur’an ve sahih sünnet dışı olmaması ve imanı bozucu bir davranışın yapılmaması gerekir. İmanı bozan hallerin en önemlileri şunlardır:
a) Cibt ve tâğuta da inanmak: Cibt: Asılsız ve bâtıl olan hurâfeler, Allah’tan başka kulluk edilen her şey, put vb. şeylerdir. Tâğut ise: Allah’ın çizdiği sınırları aşan, sapmış, azgın kimseler; Allah’ın hükmüne alternatif olma iddiasındaki anlayış, düzen, put veya şahıslardır. Bunlar Allah’ın çizdiği sınırları aşan, sapmış ve azmış kimselerdir. Bunlar, Allah’ın Kitabında olmayan ve Kitab’a aykırı olan hükümleri ve kanunları insanlara Allah’ın kanunları gibi sunarlar. Câhil kimseler de bunlara aldanırlar. Böylece imanlarını boşa çıkarırlar. “Kitaptan bir nasip verilenleri görmüyor musun? Cibt ve tâğuta (putlara ve bâtıl tanrılara) iman ediyorlar. Sonra da kâfirler için ‘bunlar, Allah’a iman edenlerden daha doğru yoldadır’ diyorlar. İşte bunlar, Allah’ın lânetledikleridir. Allah’ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın.”[135];“Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini iddia edenleri görmedin mi? Tâğutun önünde mahkemeleşmek istiyorlar. Oysa onu tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan onları uzak bir sapıklığa düşürmek istiyor.”[136]
b) Şirk koşmak: Şirk koşma imanı bozan ve insanın bütün iyi amellerini yok eden ve ebedî cehennemlik olmasına neden olan bir davranıştır. “Sana da, senden öncekilere de vahyolunmuştur ki ‘eğer şirk koşarsan, şüphesiz bütün amellerin boşa gider ve hüsrana uğrayanlardan olursun.”[137]; “Allah, kendisine şirk (ortak) koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah’a şirk koşan kimse büyük bir günah ile iftira etmiş olur. Kim Allah’a şirk koşarsa büsbütün sapıtmıştır.”[138]
c) Kâfirleri velî ve yönetici tanımak: Velî kelimesi, Arapçada hem dost, hem de sahip, yönetici anlamına gelir. Mü’minler birbirlerinin dostudur. Allah da mü’minlerin sahibi ve yöneticisidir. Mü’min, mü’minleri bırakıp kâfirleri dost ve yönetici olarak kabul ederse imanı boşa çıkar ve kâfir olur.
“Allah, mü’minlerin velîsidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velîsi ise tâğuttur. Onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. Onlar ateş arkadaşlarıdırlar. Orada temelli kalacaklardır.”[139]
“Ey iman edenler, kendilerine Kitap verilenlerden herhangi bir gruba itaat ederseniz, onlar sizi, imanınızdan sonra çevirip kâfir yaparlar.”[140]
“Ey iman edenler, mü’minleri bırakıp kâfirleri velî edinmeyin. Allah için kendi aleyhinizde apaçık bir delil vermek ister misiniz?”[141]
Kur'an, imanı sadece olumlu alanlar için kullanmaz. Gönülden benimseme ve tasdik etmenin, yani imanın olumsuz görünümlerinin bulunabileceğine de dikkatimizi çeker. İman, Allah'ın inanılmasını istediği şeylere olursa doğru; hakkında Allah'ın hiçbir delil indirmediği şeylere olursa bâtıl olur.
"De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde ne varsa bilir. Bâtıla iman eden ve Allah'ı inkâr edenler var ya, işte ziyana uğrayacaklar onlardır."[142]
"Tek Allah'a ibâdete çağrıldığı, duâ edildiği zaman küfrederdiniz. O'na şirk koşulunca (buna) iman ederdiniz. Artık hüküm, yüceler yücesi Allah'ındır."[143]
"Onların çoğu, ancak şirk koşarak Allah'a iman ederler."[144]
Bu âyetlerden anlaşılıyor ki, mutlak anlamda aldığımızda inkâr da bir imandır. İnkâr, imansızlığa imandır. Yani, her imanda bir inkâr, her inkârda bir iman vardır. Mü'min de Allah'a iman etmiş olmak için, hatta imandan önce, bazı şeyleri inkâr etmesi, küfür etmesi gerekir. Küfür edip reddetmesi gerekenlerin başında tâğut gelir.[145] Doğru iman, Kur'an'ın gösterdiği imandır. Bu iman insanlara Allah'tan başka ilah olmadığını, Allah'ın âlemlerin Rabbı olduğunu, Allah'tan başkasına duâ ve kulluk edilmemesi gerektiğini öğretir. Doğru imanın zıddı, bâtıla iman, yani şirktir. Şirk, doğru olduğunu isbatlamak için Allah'ın, hakkında delil/âyet indirmemiş olmasına rağmen; insanların uydurdukları bâtıl inançlardır. "Allah'tan başka kulluk ettiğiniz şeyler, sizin ve atalarınızın uydurduğu putlardan başka bir şey değildir. Allah, onların doğru olduğuna dair bir delil indirmemiştir. Hükmetmek/egemenlik, yalnızca Allah'a aittir. O'ndan başkasına değil!"[146]
Kur'an, imanlarını zulümle (şirkle) lekeleyenler için kurtuluş kapısını kapatmıştır. "İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte emn (güven) onlarındır. Ve onlar hidâyeti (doğru yolu) bulanlardır."[147] Kur'an, imandan sonra küfre sapanlara karşı çok sert ve şiddetli bir tavır takınmaktadır. Kur'an, bu olaya tebdil veya irtidat demektedir. Tebdil, imanı küfürle değiştirmek; irtidat ise, İslâm dininden çıkmak, geriye dönmek demektir. Tebdil ve irtidat Kur'an'a göre en iğrenç ve onur kırıcı hastalığın adlarıdır.[148]
Ey İman Edenler, İman Edin!
"Ey iman edenler iman edin!" İmanın hakkını verin, nasıl iman edilmesi gerekiyorsa öyle iman edin. Sadece sözde değil; özde de, davranışta da teslimiyet gösterin. Bütün organlarınıza iman ettirip onları Allah'a teslim olan müslüman yapın. İmanınızı itaatle ispatlayın. Mü'minlerin geçirileceği sınavlara hazır olun. Ve imanda sebat edin. "Ey iman edenler! Allah'tan O'na yaraşır şekilde, hakkıyla, nasıl korkulması gerekiyorsa öyle korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin."[149]
Müslüman olarak ölmek istiyorsak, yeniden müslümanlaşmak ve müslümanca yaşamak zorundayız.
“Ey iman edenler, iman edin...”[150]
Yani, ey pazarlıklı iman edenler, yüzdelikli iman edenler, yarım yamalak iman edenler! Pazarlıksız, yüzde yüz, adam gibi iman edin.
Ey, biraz müslüman, biraz lâik olmak için Allah’la pazarlık edenler!
Ey, göklerin hâkimiyetini Allah’a, yeryüzünün hâkimiyetini tâğutlara verenler!
Ey, Allah’ıma da inanırım, falcıma ve burcuma da diyenler!
Ey, Allah’a da kul olurum, devlete de diyen, Kemalist düzeni ve kutsallarını savunanlar!
Ey, Allah rızası için yaptığını söyleyip, karşılığının tümünü kullardan bekleyenler!
Ey, Allah yolunda çektiği eziyet ve belâların faturasını Allah’a çıkarıp Rabbine şantaj yapanlar!
Ey, ölünceye kadar isyan içinde yaşayıp sonunda vereceği “sus payı” (iskat) ile kurtulacağını sananlar!
Ey, mücadelesinde başarıya ulaşamayınca işi tam yahudiler gibi Allah’a kahredemediği için dâvâsına kahredenler!
Önce muvahhit iken, sonra her şeye musait, daha sonra da “musa”sız musait haline gelen, tevhidi terk edip demokrasiyi tercih edenler!
Bu tavırlarınız hep birer yahudileşme alâmetidir. Yahudileşmeyin; imanda pazarlık olmaz. İman etmek, gök oluğunun altına başı tutmaktır. O oluktan ne akarsa kabul etmektir. İman etmek, Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmaktır, tıpkı Hz. İbrahim gibi: “Rabbi, kendisine ‘teslim ol!’ dediğinde, dedi: ‘teslim oldum âlemlerin Rabbine!”[151]
Batılı bâtılın şoförlüğünde helâke doğru son sürat sürülen dünya arabasının tek kurtuluş şansı vardır. Tüm birikimlerini harcayan, bütün umutlarını yitiren çağdaş insanın tek umudu kalmıştır. O da müslümanların müslümanlaşması. Müslüman gibi inanıp müslümanca yaşayan müslüman göremediği, o boy aynasında boyunun ölçüsünü alıp kendine bakamadığı için insanlık, kendi yanlışlarının farkına varamamaktadır.
- İmanın sözlük ve terim anlamını açıklayınız.
- İmanın derecelerini açıklayınız.
- İmanın erkânını/esaslarını sayınız.
- İmanın sahih (kabul) olmasının şartlarını açıklayınız.
- İmanı, hangi hallerin bozacağını, güncel tavır ve sözlerle bağlantı kurarak açıklayınız.
- İman ve İslâm kavramlarının benzer ve farklı yönlerini açıklayınız.
- İmanın gerektirdiği hususları ve iman-amel ilişkisini izah ediniz.
- İmanın sebep ve sonuçlarını, insanın niçin iman etme gereği duyduğunu belirtiniz
- İmanla ilgili sünnetullah’ı/Allah’ın değişmez yasalarını maddeler halinde sayarak açıklayınız.
- İman ve inkâr yönünden insanlar kaça ayrılır? Bu gruplar hakkında bilgi vererek açıklayınız.
- Kelime-i Tevhidi kalb ile tasdik etmediği halde, yalnız diliyle söyleyen kimseye ne denir?
a) Müslüman b) Fâsık c) Müşrik d) Münâfık
12- Allah’ın, peygamberleri aracılığıyla göndermiş olduğu İslâm dinini kabul eden, bunu amelleri ile göstermeye çalışan kimseye ne denir?
a) Müslüman b) Fâsık c) Müşrik d) Münâfık
[1] 7/A'râf, 68; 26/Şuarâ, 107...
[2] 26/Şuarâ, 193
[3] Bak. 33/Ahzâb, 72
[4] 2/Bakara, 165
[5] 2/Bakara, 41
[6] 3/Âl-i İmran, 179
[7] 4/Nisâ, 136
[8] 2/Bakara, 177
[9] 2/Bakara, 286
[10] 2/Bakara, 41
[11] 3/Âl-i İmran, 179
[12] 4/Nisâ, 136
[13] 2/Bakara, 177
[14] Bak. 2/Bakara, 256
[15] Bak. 8/Enfâl, 55
[16] Bak. 11/Hûd, 17; 13/Ra’d, 1, 31; 10/Yûnus, 99; Yusuf, 16, 103
[17] Bak. 47/Muhammed, 7-11; 61/Saff, 14; 3/Âl-i İmran, 68
[18] 9/Tevbe, 124
[19] 3/Âl-i İmran, 173
[20] 33/Ahzâb, 22
[21] 8/Enfâl, 2
[22] 74/Müddessir, 31
[23] 47/Muhammed, 17
[24] 4/Nisâ, 46
[25] 2/Bakara, 85
[26] Fatiha, 1/1-7; Nisa,4/36; Furkan, 25/68.
[27] Hac, 22/24.
[28] Lukman, 31/4-5.
[29] Bakara, 2/157.
[30] Tevbe, 9/71.
[31] Rad, 13/28; Bakara, 2/121; Maide, 5/50; Bakara, 2/128.
[32] Enfal, 8/2-3; Bakara, 2/43; Zümer, 39/18, Fussilet, 41/33.
[33] Âl-i İmran, 3/191; Nur, 24/37; Ankebut, 29/45; Haşir, 59/19.
[34] Furkan, 25/63, 72; Ahzab, 33/35.
[35] Tevbe, 9/51; Ahzab, 33/48; Tegabun, 64/11; Hadid, 57/22.
[36] Âl-i İmran, 3/102; Yasin, 36/11; Tegabun, 64/15-16; Bakara, 2/172; İbrahim, 14/7; Maide, 5/49.
[37] Nisa, 4/74; Â’raf, 7/31-32;
[38] Maide, 5/55; Mücadele, 58/22; Tevbe, 9/23, Âl-i İmran, 3/28; Nisa, 4/139.
[39] Maide, 5/54; Bakara, 2/14-15
[40] Asr, 103/3; Nahl, 16/125; Müzzemmil, 73/10; Şuara, 26/214; Âl-i İmran, 3/134; Â’raf, 7/199; Şura, 42/43.
[41] Ankebut, 29/2-3; Bakara, 2/155-156, 214; Âl-i İmran, 3/142, 195; Muhammed, 47/31.
[42] Maide, 5/35; Vakıa, 56/10-11.
[43] Tevbe, 9/11; Âl-i İmran, 3/169, 173; Nisa, 75-76; Tevbe, 9/20.
[44] Bakara, 2/212.
[45] Âl-i İmran, 3/110-111, 120; İbrahim, 14/46; Enfal, 8/30; Hac, 22/38; Maide, 5/105; Nahl, 16/99.
[46] Nur, 24/ 51-52; Şuar#f, 26/227; Ahzab, 33/35.
[47] Nisa, 4/58-59.
[48] Ahzab, 33/36; Nisa, 4/65.
[49] Âl-i İmran, 3/102-104, 110; Tevbe, 9/71, 112; Tevbe
[50] Mü’minun, 23/1-11; Nahl, 16/91, Rad, 13/20.
[51] İsra, 17/23; En’am, 5/151; Nisa, 4/36; Ahkâf, 46/15; lukman, 31/14-15; Ankebut, 29/8.
[52] Bakara, 2/188, 275-279; A’raf, 7/31; Nisa, 4/2, 135; En’am, 6/152; Furkan, 25/67-68.
[53] Furkan, 25/72.
[54] Şûrâ, 42/36-39; Mehmet Pamak, İman ve İslâm
[55] 29/Ankebût, 2
[56] 2/Bakara, 155
[57] 2/Bakara, 214
[58] 5/Mâide, 54
[59] 3/Âl-i İmran, 173
[60] Bak. 103/Asr sûresi
[61] Bak. 3/Âl-i İmran, 28
[62] Bak. 9/Tevbe, 71
[63] Bak. 49/Hucurât, 10
[64] Bak. 9/Tevbe, 20; 58/Mücâdele, 22
[65] 49/Hucurât, 14
[66] Buhârî, İman 27
[67] 33/Ahzâb, 35
[68] Ahmed bin Hanbel, Müsned
[69] Buhârî, İman 1; Müslim, İman 19-21
[70] Buhârî, İman 47, 48; Müslim, İman 1, Ebû Dâvud, Sünnet, hadis no: 4695; Tirmizî İman 27-38
[71] Buhârî, İman 47, 48; Müslim, İman 1
[72] Buhârî, İman 10
[73] Ebû Davûd, Edeb, hadis no: 5194; Buhârî, İman 6, 20
[74] 49/Hucurât, 14
[75] 4/Nisâ, 137
[76] Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akaidi, Kayıhan Y. s. 221; İman Risalesi, M. İslâmoğlu, Denge Y., s. 302-308
[77]2/Bakara, 8
[78] 24/Nûr, 47
[79] 8/Enfâl, 20-22
[80] 3/Âl-i İmran, 102
[81] 29/Ankebût, 2-3
[82] 49/Hucurât, 7
[83] 9/Tevbe, 24
[84] Buhârî, İman 14; Müslim, İman 67-68; Tirmizî, İman 10; Nesâî, İman 2
[85] Buhârî, İman 9; Müslim, İman 67-68; Tirmizî, İman 10
[86] 49/Hucurât, 15
[87] 33/Ahzâb, 39
[88] 24/Nûr, 51-52
[89] 33/Ahzâb, 36
[90] 4/Nisâ, 65
[91] 2/Bakara, 143
[92] Buhârî, İman 26
[93] Buhârî, İman 14
[94] Buhârî, İman 37
[95] Buhârî, İman 24
[96] et-Tâc, c. 5, s. 78
[97] Buhârî, Mezâlim 24; Müslim, İman 58
[98] Buhârî, İman 53
[99] 32/Secde, 15
[100] 24/Nûr, 62
[101] 22/Hacc, 1
[102] Vasıyet, İmam Azam’ın Beş Eseri, s. 75
[103] İman Risalesi, M. İslâmoğlu, Denge Y., s. 311-313, 346-348
[104] 40/Mü’min, 85
[105] Zümer, 39/9.
[106] Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an Tefsiri.
[107] Prof. Celaleddin Vatandaş, “Hz. Peygamberin (sav) hayatı ve İslâm Daveti” “Zandan İlme- Kuşkudan Güvene”.
[108] Rad, 13/37.
[109] Yunus, 10/36.
[110] Bakara, 2/285.
[111] Bakara, 2/44.
[112] Zümer, 39/33.
[113] ‘A’raf, 7/158.
[114] Bakara, 2/136: “Deyin ki: ‘Biz Allah'a, bize indirilene (Kur'an'a), İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Yakuboğullarına indirilene, Mûsâ ve İsa'ya verilen (Tevrat ve İncil) ile bütün diğer peygamberlere Rab'lerinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz ona teslim olmuş kimseleriz."
[115] Elmalılı M. Hamdi Yazır Tefsiri.
[116] 76/İnsan, 2-4
[117] 2/Bakara, 25
[118] 24/Nûr, 55
[119] 13/Ra’d, 29
[120] 58/Mücâdele, 22
[121] 16/Nahl, 99; 34/Sebe’, 20
[122] 30/Rûm, 47
[123] Bak. 9/Tevbe, 26; Feth, 4
[124] Bak. 3/Âl-i İmran, 139
[125] 3/Âl-i İmran, 152
[126] 4/Nisâ, 93
[127] 98/Beyyine, 7
[128] 3/Âl-i İmran, 139
[129] 4/Nisâ, 141
[130] Fî Zılâli’l Kur’an
[131] 21/Enbiyâ, 105
[132] 21/Enbiyâ, 94
[133] 40/Mü’min, 40
[134] 16/Nahl, 97
[135] 4/Nisâ, 51-52
[136] 4/Nisâ, 60
[137] 39/Zümer, 65
[138] 4/Nisâ, 48 ve 116
[139] 2/Bakara, 257
[140] 3/Âl-i İmran, 100
[141] 4/Nisâ, 144
[142] 29/Ankebut, 52
[143] 40/Mü'min, 12
[144] 12/Yûsuf, 106
[145] Bak. 2/Bakara, 256
[146] 12/Yûsuf, 40
[147] 6/En'âm, 82
[148] Bak. 3/Âl-i İmran, 86, 90; 2/Bakara, 217
[149] 3/Âl-i İmrân, 102
[150] 4/Nisâ, 136
[151] 2/Bakara, 131
İSLAM DİNİ
- İslâm Kelimesinin Sözlük ve Terim Anlamları
- İslâm’ın Mâhiyeti (İçeriği)
- İslâm’ın Gayesi
- İslâm’ın Hükümleri
- İslâm’ın Genel Özellikleri
- İslâm’ın Eski Şeriatlerle İlişkisi
- Kur’ân-ı Kerim’de İslâm Kavramı
- Hadis-i Şeriflerde İslâm Kavramı
- İslâm’ın Rükûnları (Temelleri)
- İslâm’ın Tebliği
- İslâm’ı Hayata Hâkim Kılmak
- Sorular
Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:
* İslâm kelimesinin sözlük ve terim anlamlarını tanımak.
* İslâm’ın içeriğini izah etmek.
* İslâm Dini’nin gayesini açıklamak.
* İslâm Dini’nin hükümlerini listelemek.
* İman, amel, ahlâk ve muâmelat (hukuk) terimlerini
tanımlamak.
* İslâm’ın genel özelliklerini listelemek.
* İslâm’ın, önceki şeriatlerle ilişkisini açıklamak.
* İslâm’ın rükûnlarını, temellerini listeleyip açıklamak.
* Cibril hadisini izah etmek.
* İslâm - amel-i sâlih ilişkisini açıklamak.
* İslâm’ın tebliğcisi olmanın önemini ifâde etmek.
* İslâm’ı ferdî, sosyal ve siyasal hayatımıza hâkim kılmanın
gerekliliğini izah etmek.
İslâm Kelimesinin Sözlük ve Terim Anlamı
İslâm kelimesi sözlükte; teslim olmak, boyun eğmek, itaat etmek anlamlarına gelir. Allah Teâlâ’nın emirlerine teslim olup itaat etmeğe dayanan bir din olması sebebiyle bu dine İslâm denilmiştir.
İslâm’ın terim anlamı: Allah tarafından peygamberler aracılığıyla insanlara bildirilen dünyada ve âhirette insanları mutluluğa ulaştıracak hayat şekli, itikadî ve amelî bir nizamdır. İslâm, akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren İlâhî bir sistemdir, kanundur.
İslâm’ın mânâsı, teslim olmaktır; Allah’ın emir ve yasaklarına teslim olmak. Allah’ın hükümlerine teslim olmaksızın İslâm olmaz.[1]İnsan, Allah’ın yarattığı kuldur. Allah, ilmiyle her şeyi kuşattığından ve hikmet sahibi olduğundan kulluğun gereği, O’na teslim olmaktır. Hayatın kanunları insanın Allah’a teslim olmasını gerektirir. Çünkü bu kanunları da, insanı da en iyi bilen, Allah’tır.
Bütün kâinat ve içindeki her şey o yaratıcının kanunlarına itaat etmektedir. O yüzden bütün kâinatın dini İslâm’dır. Güneş, ay, yıldızlar hep müslümandır. Dünya, hava, su, ışık, ağaçlar, taşlar ve hayvanlar da müslümandır. İslâm, Allah’a itaat edip teslim olmak demek olduğu için, bütün bu varlıkların isyan etmeden Allah’a itaat ettiklerini görmekteyiz. Yani teslim oluşlarına, müslüman oluşlarına şâhidiz. “Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi ister istemez O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülüp götürüleceklerdir.”[2] Bu âyette gökte ve yerde olanların teslimiyeti insana örnek olarak gösteriliyor ve deniliyor ki “Ey insan, İşte sen de böyle teslim olmalısın!” Hz. Ali’nin de dediği gibi “İslâm teslimdir, teslimiyettir.” Allah’a teslim olmayan kimse, müslüman sayılmaz. İnsan neye teslim olmuşsa ona kul olmuş demektir. İslâm, imanın bir tezâhürü, dışa yansımasıdır. İman etmeden teslimiyet, yani imansız İslâm olur mu? Olsa bile makbul değildir. Münâfıklar inanmadan teslimiyet gösteren insanlardır. Günümüzde de gerektiği şekilde iman etmediği, Allah’ın hükümlerini içine sindiremediği, başka ideolojileri (dinleri) benimsediği halde kendilerini “müslüman” olarak tanıtan insanlar bu sınıfa girerler. İslâmîyetin (teslimiyetin) geçerli olabilmesi için gönül rızâsıyla, kayıtsız ve şartsız tam bir teslimiyetle Allah’ın şeriatına teslim olmak gerekir.
İnsan da kendi hür irâdesi ve tercihiyle Allah’a teslim olursa, İslâm’ı seçip müslümanca yaşarsa, kâinatın boyun eğdiğine teslim olduğundan artık o, kâinatla barışıp uyum sağlar. Böylece bu insan, dünyada halife olur.
İslâm dinini, kapsamlı olarak kısaca tanımlamak mümkün değildir. Onun kapsamlı tarifi ancak Kur’an ve sünnetin tamamıyla yapılabilir. Çünkü İslâm’ın muhtevâsı ve sınırları Kur’an ve sünnetle çizilmiştir. İslâm, Kur’an’dan ve sünnetten öğrenilebilir. Yüce Allah bu dini her yönden mükemmel ve kapsamlı kılmıştır. Öyle ki, İslâm’da hükmü açıklanmamış hiçbir mesele yoktur. Bir mesele mubah mıdır, haram mıdır, mekruh veya sünnet midir, vacip veya farz mıdır; yapılan herhangi bir eylem veya inancın hükmü belirtilmiştir. İnanç, ibâdet, siyaset, ekonomi, savaş, barış, hukuk veya insanı ilgilendiren başka herhangi bir mesele olsun; onunla ilgili dinde mutlaka bir hüküm vardır veya müctehidler, hükmünü Kur’an ve sünnetten yola çıkarak tesbit ederler. Allah, Kur’ân-ı Kerim’in özelliğini şöyle açıklar: “Sana bu kitabı (Kur’an’ı) her şeyi beyan etmek, açıklamak için gönderdik.”[3] Kur’an ve sünnette hükmü açıkça belirtilmeyen meseleler hakkındaki hükmü, İslâm ümmetinin müctehid âlimleri, kitap ve sünnete dayanarak çıkarırlar.
Peygamberimiz İslâm’ı değişik şekillerde tanımlamışlardır. Bu tanımlardan biri şu şekildedir: “İslâm, beş esas üzerine bina edilmiştir (kurulmuştur). Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in (s.a.s.) O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Beyt’i (Kâbe’yi) haccetmek ve Ramazan orucunu tutmaktır.”[4]
Yukarıdaki hadis, İslâm binasının bu beş temel üzerinde kurulu olduğunu açıklamaktadır. Dikkat edilmesi gereken husus, bu beş esas, İslâm’ın temelleridir ama, İslâm’ın tamamı değildir. Bir evin sadece temellerden ibâret olduğu nasıl söylenemezse, İslâm’ın bu beş temelden ibâret olduğunu iddia etmek de aynı şekilde yanlıştır. Kur’ân-ı Kerim’i açıp okuyan görecektir ki, bu beş hususun dışında ahlâktan, iktisattan, sosyal meselelerden, siyasetten, barıştan, savaştan, hayırdan, şerden... söz edilmiştir. İslâm, temel ve binadan meydana gelmiştir. Temel, bu beş rükundur. Bina ise, insan hayatıyla ilgili İslâm’ın diğer hükümleridir. Müslümanın görevi, İslâm’ı tümüyle tanımak ve tüm olarak ikame etmek, ayakta tutmaktır.
Bu meşhur hadis-i şerifin ışığı altında İslâm’ın temellerini ikiye ayırabiliriz: Şehâdet kelimeleriyle özetlenen iman ve önemine binâen dört amelin zikredilmesinden anlaşılan amel-i sâlih.. İslâm, şehâdet kelimesi ve imanın rükûnlarıyla ortaya çıkan inançtır. İslâm; namaz, zekât, oruç ve hac ile ortaya çıkan ibâdetlerdir. Bunlara İslâm’ın rükûnları, temelleri denilir. İslâm’ın geri kalanı ise, bu temeller üzerine kurulan binadır. Bu binayı meydana getiren unsurlar İslâm’ın hayat sistemleri, nizamlarıdır: Siyasî nizam, ekonomik nizam, ahlâkî nizam, askerî nizam, sosyal nizam, öğretim nizamı vs. İslâm’ın hâkimiyetini sağlaması için ayrıca müeyyideleri vardır (Müeyyide: Kanun ve ahlâkî emirlerin yerine getirilmesini temin eden kuvvet, yaptırımla ilgili kural demektir.) Bu müeyyideler; cihad, marufu emredip münkerden sakındırmak; fıtrî cezâlar, Allah’ın dünya ve âhirette verdiği Rabbânî cezâlardır. O halde İslâm; inanç, ibâdet, hayat sistemleri ve müeyyidelerdir.
İslâm, insanın içi ve dışı, kalbi ve kalıbı, aklı ve vicdanı, arzusu ve nefreti, duygusu ve hassâsiyetiyle Allah’a teslim olup boyun eğmesidir. Kalbini ve aklını, elini ve eteğini, içini ve dışını Allah’ın hükmü dışındaki her türlü etkiden kurtarmaktır. İslâm, genel nizam, hayatın her cephesiyle ilgili kanun ve vahiyle emredilip, peygamberle tebliğ edilen, insan davranışlarının programıdır. Bu programa uyana sevap; uymayana cezâ vardır. İslâm, Allah Teâlâ’nın indirdiği ahkâm (hükümler), akîde, ibâdet, ahlâk, muâmelât, Kur’an ve sünnetteki haberlerin bütünüdür.
İslâm’ın zıddı, câhiliyyedir. Câhiliyye küfür demektir; bir inanç ve yaşama biçimi olarak İslâm’ın dışındaki her türlü küfrün ortak adıdır. İslâm’ın her parçasının karşısında mutlaka câhiliyye vardır. Hz. Ömer’in dediği gibi, “İslâm’la câhiliyyeyi bilmeyenler türeyince, İslâm’ın düğümleri teker teker çözülür.” İslâm tüm ayrıntılarıyla câhiliyyenin karşıtıdır. Çünkü İslâm’dan her bir cüz, Allah’ın her şeyi içine alan ilminin eseridir. Ona karşı olan her düşünce ve hareket de, mutlaka câhiliyyedir. Çünkü o, sınırlı insan ilminin eseridir. Üstelik insanın hevâ ve arzuları kendisine gâlip gelebilir; güzeli çirkin, çirkini de güzel görebilir. “Yoksa onlar câhiliyye idaresini mi istiyorlar? İyi anlayışlı bir toplum için, hüküm koyma yönünden Allah’tan daha güzel kim vardır?”[5]
Bazı insanlar, câhiliyye yolunda gidenlerin bir kısmının hareket, yaşayış veya bazı sistemlerinde ortaya çıkan güzellik ve olgunluğu görünce, şüpheye düşerler. Bunun sebebi, İslâmîyetten olan bir şey, bazen câhiliyye ile karışır. İslâm’dan olan o şey, orada da güzel görünür. Câhil kişi, İslâm’ın hakikatini bilmediği için bu düzene bağlanır. Şâyet bu insanhakkı bilseydi, o câhiliyye düzeninde gördüğü kısmî iyiliklerin İslâm’a ait olduğunu anlayacak, kaynağa ve asla yönelecekti.
İnançlarda İslâm ve câhiliyye vardır. İbâdetlerde İslâm ve câhiliyye vardır. Ahlâkta, siyasette, öğretimde, savaş, barış ve sosyal meselelerde İslâm ve câhiliyye vardır. İnsanla ilgili bütün meselelerde, bütün kanun ve kurallarda İslâm ve câhiliyye vardır. İnanç ve ibâdetlerdeki câhiliyye, câhiliyyelerin en tehlikelisidir. Onun için Allah Teâlâ, sağlam itikatla beraber bazı câhiliyye hareketlerinde bulunanları affeder ama, inanç ve ibâdetleri câhiliyye inanç ve ibâdetleri olan kimseyi, İslâm’ın tüm ahlâkıyla ahlâklansa dahi kesinlikle affetmez. “Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Ama bunun dışında dilediğini affeder.”[6]
Allah Teâlâ İslâm’ı bir bütün olarak göndermiştir. Kim tümünü alırsa, İşte o müslümandır. Kim onun bir kısmını alır ve bir kısmını almazsa, İslâm’la câhiliyyeyi birbirine karıştırmış olur. “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanların cezâsı dünyada rezil ve rüsvay olmaktan başka bir şey değildir. Kıyâmet gününde ise azâbın en şiddetlisine atılacaklardır. Allah sizin yaptıklarınızdan gâfil değildir.”[7] Her müslümanın, câhiliyyenin bütün âdet ve kurallarından arınmış olması ve İslâm’ın bütününü alması gerekir. İslâm ümmeti de, İslâm devleti için mükemmel bir örnek olmalı ve yeryüzünden câhiliyye düzenini silmeye çalışmalıdır.
İslâm devlet düzeninden sapma ve giderek İslâm’ın hukuka, muamelâta dair ahkâmının kaldırılması, müslümanlar arasında câhiliyye düzeninin yayılmasına vesile oldu. “İslâm’ın halkaları teker teker çözülecek. İlk olarak yönetim halkası çözülecek ve en sonunda da namaz halkası sökülecektir.” Câhiliyye düzenini tüm yeryüzünden söküp atmak, fitneyi kaldırmak için hücum edenin İslâm olması gerekirken, hücuma uğrayan kendisi oldu. Câhiliyye düzeni onu tamamen söküp atma çabasındadır. Bu gün İslâm topraklarında ne kadar çok câhiliyye idareleri vardır ve bu câhiliyyelere uyan ne kadar çok müslüman vardır. Câhiliyye düzenlerinin (bâtıl dinlerin) ortak özellikleri, İslâm’a, tevhide düşman olmalarıdır.[8]
KUR’AN’DA İSLÂM’A GİRMEYE, MÜ’MİN ve MÜSLÜMAN OLMAYA ÇAĞRI YAPILIR
"Müslüman" olduğunu söyleyen çoğunluk, Kur’an’ı hakkıyla okumadığı ve Rasûlün şahidliğini dikkate almadığı için Allah yolunda gerektiği gibi cehd ve gayret göstermekten uzak düşmüştür. Kur'an'ı ve Rasûlün güzel örnekliğini, mücadele sünnetini anlamayı ve rehber edinmeyi ihmal edince, nasıl ve neler yapması gerektiğinin, nefsine ve içinde yaşadığı topluma karşı sorumluluklarının bilincine varamamıştır. Kur'an'ın şartlarını belirlediği ölçülerde "Müslim" olup gerçek anlamda Allah'a teslim olunsaydı, bu tevhidî İslâmî kimlikle gerçekleştirilecek bütün ibadetler ve ameller kişiyi Allah'a yakınlaştırmanın, onu arındırıp inşa etmenin vesilesi olacaktı. Ancak, Kur'anî ölçülerde Müslim olmaktan ve Rasûlün sünnetinden uzaklaşarak takva yitirilip ibadetler ve ameller anlam ve eksen kaybına uğrayınca, ubudiyet bütünlüğünden kopuk parça ibadetler içi boş formlara indirgenir. Böyle ibadetler ve ameller ise, Allah'a yakınlaştıracak yerde, mümkün ki Allah'tan uzaklaştıracak bir işlev görmeye bile başlar.
“Ey İman Edenler! Topluca İslâm’a Girin”
"Ey iman edenler, hepiniz topluca (bütün varlığınızla) ‘Silm'e, İslâm'a, (barışa, güvenliğe, kurtuluşa)’ girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır."[9]
Bu âyetinde Rabbimiz, “Ey iman edenler” hitabının ardından, iman ettiğimiz değerleri, ölçüleri, hükümleri, yani Kur’ân’ın bütününü hayatımızın bütününe hâkim kılıp yaşayarak imanımızı ispata, yani Müslim/Müslüman olmaya çağırmaktadır. Yani imandan sonra, bütün varlığımızla, bütün bir hayatımızla Müslim olmaya (Allah’a teslim olmaya) dâvet etmektedir. İman ancak bu halde yaşanabilir. Hayat Allah’a teslim edilmez ve iman edilen değerler hayata hâkim kılınmazsa başlangıçta teorik olarak oluşan iman da korunamaz. O hâlde hayatımız ve amellerimiz iman iddiamızı ispat eder mahiyette olmalıdır. Mü’minler, bütünüyle Allah'a teslim olmalı, varlıklarını tümüyle O'na adamalıdırlar. Bu teslimiyet, yüce Allah'a boyun eğmeyen, O'nun hükmüne ve yazgısına razı olmayan en ufak bir düşünce, duygu, niyet, eylem, arzu ve endişe kırıntısını geride bırakmayan, hayatın hiçbir alanını Allah’tan ve dininden soyutlamayan kesin bir teslimiyet olmalıdır.
Yüce Allah burada mü’minleri topyekûn varlıkları ile silm’e/barışa/İslâm’a girmeye çağırırken, aynı zamanda onları şeytanın peşinden gitmemeleri hususunda uyarmaktadır. Yani ortada sadece iki istikamet vardır. Ya topyekûn barışa/İslâm’a girmek, ya da şeytanın izinden gitmek. Ya doğru yol, ya sapıklık. Ya İslâm, ya cahiliye. Ya Allah'ın yolu ve şeriatı, ya Şeytanın yolu ve nefsin hevası. Ya Allah'ın rehberliği, ya Şeytanın saptırması. İşte mü’min olan müslüman, durumunu böylesine bir kesinlikle kavramalı ve bu kavrayışın sonucu olarak sağa sola yalpalamamalı, tereddüde düşmemeli; değişik yollar, değişik istikametler arasında şaşırıp kalmamalıdır. Kim bütün varlığı ile silm’e/barışa/İslâm’a girmez, kim kendini bütünü ile yüce Allah'ın ve O'nun şeriatının hâkimiyetine teslim etmez, kim diğer bütün düşüncelerle, diğer bütün sistemlerle ve gücü yettiği kadar diğer bütün yasal düzenlemelerle ilişkisini kesmez ise, bu kimse Şeytanın yolundadır, onun adımlarını izlemektedir.
Rabbimiz, “Hem Allah’a iman ettiğinizi iddia edip hem de şeytanın adımlarını izlemeyin, şeytan sizin düşmanınızdır”hatırlatması yapmaktadır.Yüce Allah (c), mü’minleri ilk plânda bütün varlıkları ile silm’e/barışa/İslâm’a girmeye çağırmakta ve daha sonra da onları şeytanın adımlarını izlememeleri hususunda uyarmaktadır. Hemen arkasından da, şeytanın kendilerine düşman olduğunu hatırlatmaktadır. Bu öyle açık ve bâriz bir düşmanlıktır ki, onu ancak gafiller hatırlarından çıkarabilirler. Oysa gaflet ile iman birbiri ile bağdaşmaz.
O hâlde, sürekli Rabbimize sığınmak, bütün varlığımızla silme/İslâm’a girmek, O’na teslim/Müslim olmak, sadece O’ndan istemek, O’na yalvarıp yakarmak zorundayız. Çünkü Rabbimiz, “Hayatınızı ve dininizi Allah ve şeytan arasında bölmeyin, parçalamayın, bütün varlığınızla ve hayatınızın bütünüyle İslâm’a girin” diyor. Aksi takdirde, hem Allah’a hem de şeytana kulluk/itaat edilmesi hâlinde, arzda fesad çıkarıp barışı yok etmeye kalkan, kendine ve Rabbine yabancılaşmış insan türü ortaya çıkacaktır. O zaman da, haksızlık, hukuksuzluk, zulüm ve zillet, bugünkü gibi kaçınılmaz olacaktır.
Kur’ân'da Emredilen, Kitaba Uyarak Takvayı Kuşanmak, "Müslim"/Müslüman Olmak ve "Müslim olarak ölmeye" çalışmaktır
Rabbimiz ayetlerinde bizim için İslâm’ı din olarak seçtiğini ve dinimizi tamamladığını ve bizim için hayat tarzı olarak İslâm'dan razı olduğunu bildirmektedir: “…Bugün sizin dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'dan razı oldum.”[10]
Rabbimiz bize şu mesajı vermektedir: Bugün sizin dininizi kemale erdirdim. Böylece üzerinize olan nîmetimi tamamladım, din olarak sizin için İslâmiyet'i seçip beğendim. İslâm’ı, teslimiyet dinini sizin için hayat programı yaptım. Teslimiyet dini olan İslâm’ı sizin için hayat tarzı olarak belirledim ve sizin için sadece bundan razı oldum. Âl-i İmrân Sûresi 85. âyetin beyanıyla söyleyecek olursak Rabbimiz şöyle buyuruyor: “kim teslimiyet dini olan İslâm’dan başka bir din, İslâm’dan başka bir hayat tarzıyla Bana gelirse asla ondan razı olmayacağım. Sizin Bana karşı konumunuz; kayıtsız şartsız teslimiyettir, yâni İslâm’a girmek, bütün hayat alanlarında sadece bana itaat etmek, bütün hayatınızla bana teslim olmak ve Müslim olmaktır.”
Tüm peygamberler tek bir ilaha çağırmışlardır ki bu tevhiddir. Sadece, bu tek ilaha kulluk edilmesini istemişlerdir ki bu da dindir. Hepsi her şeyi bu tek ilahtan almaya ve bu tek ilâha boyun eğmeye çağırmışlardır ki bu İslâm’dır. Allah, insanlığa gönderdiği risaleti sona erdirmeyi dilediği zaman, tüm insanlara özel bir zaman ve mekân ile ve belirli bir toplumla sınırlandırmaksızın bütün "insan"ları muhatap alan risalet ile peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed'i gönderdi. Mekân, çevre ve zaman faktörlerinin ötesinde, tüm "insan"ı muhatap alan bir risâlet. Çünkü bu risalet, değişmez, bozulmaz ve iptal edilmez "insan fıtratı"nı muhatap almaktadır. "Allah'ın yaratma kanununa uygun olan dine dön ki insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte dosdoğru din budur."[11] Bu din, insanın hayatını her yönüyle ve bütün kapsamıyla kuşatan bir şeriattır. Bu şeriat her şeyi ayrıntılarıyla açıklanmış, hayatın zaman ve mekân değişkenlerine bağlı ve dönemsel olarak ortaya çıkan sorunları için genel prensipler ve temel kurallar koymuştur. Zaman ve mekân faktörleriyle değişmeyen ve sürekliliğini koruyan sorunların her biri için ayrı ve ayrıntılı kurallar getirmiştir. Bir mü’minin bu dinin eksik olduğu vehmine kapılarak, onu tamamlamaya kalkışması, bir kusur bularak onu gidermeye çalışması zaman ve mekâna uygun olarak değiştirmeye veya geliştirmeye yönelmesi mümkün değildir. Böylesi bir durumda, o, Allah'ın doğru sözlülüğünü kabul etmemiş ve müslümanlar için seçtiğini beğenmemiş olduğundan bir mümin olamaz. Kur'an'ın indirildiği dönemdeki bu şeriat her zaman için geçerli olan dindir. "İnsan"ı yaratan Allah, yarattığını da en iyi bilendir. Allah insanı yaratmış -ki O ne yarattığını çok iyi bilir- ve ona bu şeriatı içeren bu dini seçmiştir. "Dünkü şeriat, bu günkü şeriat değildir" denemez. Çünkü bu durumda kişi, insanın ihtiyaçlarını ve durumlarını Allah'tan daha iyi bildiğini iddia etmiş olur. [12]
“Şüphesiz Allah katında din İslâm'dır.”[13] Burada sözü edilen İslâm, teslim olmakla gerçekleşen İslâm'dır... İtaat ve bağlılıkla gerçekleşen İslâm'dır. Kulların aralarında Allah'ın kitabını hakem tayin etmekle gerçekleşen İslâm'dır...
Allah'a göre sadece bir tek doğru sistem ve insan için bir tek doğru hayat tarzı vardır. Bu şu demektir: İnsan Allah'a ibadet etmeli, O'nu mâbud olarak tanımalı, tamamen O'na teslim olmalı, kendisini O'na ibadet ve hizmete adamalıdır. Ayrıca keyfine göre bir ibadet şekli de icat etmemelidir. Bilâkis hiçbir şey ekleyip eksiltmeksizin Allah'ın rasûllerine indirdiği hidayet'i rehber edinmelidir. Bu düşünce ve davranma şekline "İslâm" denir. Allah'ın, kulları ve yarattıkları için İslâm'dan başkasını meşru kabul etmemesi, O'nun kulları üzerindeki mutlak hakkıdır. Allah tarafından tarih boyunca dünyanın hangi köşesine gönderilmiş olursa olsun, her peygamberin sadece ve sadece İslâm'ı tebliğ ettiği anlamına gelir. O halde herhangi bir topluluğa, herhangi bir dilde indirilen her kitap, aynı İslâm'ı öğretmiştir. Sonraları insanlar bu dini bozmuşlar ve ona ya kendi çıkarlarını korumak ya da nefislerini yüceltmek için bazı şeyler eklemişler, çıkarlarına uymayan bazı bölümleri de kitaptan çıkarmışlardır. Belirlenen sınırları aşmak, adaletsiz kazanç, imtiyaz ve haklar elde etmek istedikleri için yeni dinler icad etmişlerdir. Böylece bu dine tâbi olan kişiyi, kendi istek ve arzularına uydurmak için doğru Din'in prensipleri, inançları ve emirlerinde değişiklikler yapmışlardır.[14]
Hâlbuki dinin özü, tevhid inancı çerçevesinde, her yönüyle ve gerçek anlamıyla İslâm'dır. "Kendisinden başka ilah olmayan" Allah'ın emrettiği gerçek dindarlığın gereği de bu tevhide şehadet ve bu tevhid çerçevesinde bir olan Allah'a teslimiyet ve itaattir. Allah katında din, halis din olan "Allah'a teslimiyettir". Allah Teâlâ'ya ortak tasavvuru, muhal ve bâtıl olan bir şey olduğu gibi, İslâm'dan başka bir hak din tasavvur etmek de bâtıldır.[15]
"Yoksa onlar Allah'ın dininden başka bir din mi arıyorlar. Oysa göklerde ve yerde bulunanların tümü ister-istemez O'na teslim/İslâm olmuşlardır ve O'nun huzuruna döndürüleceklerdir."[16] Açıktır ki, evrensel olan İslâm; emre boyun eğiş, düzene uyma ve yasaya itaattir. Bütün evren, evrendeki bütün varlıklar ve fıtrat işte bu ilâhî yasaya itaat etmekte ve din olarak İslâm olup sadece Allah’a itaat/secde etmektedir. Rabbimiz insandan da bu evrensel âhenge uyarak İslâm’a girmesini sadece Allah’a teslim olmasını istemektedir.
“De ki: ‘Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlarına indirilene, Musa'ya, İsa'ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere iman ettik. Onlardan hiç biri arasında ayrılık gözetmeyiz. Ve biz O'na teslim/İslâm olmuşlarız (Müslimleriz)."[17] “Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o âhirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.”[18]
Bu, bütün evrenin boyun eğdiği İslâm'dır. Evren, Allah'ın belirlediği ve idare ettiği nizama boyun eğerek bu İslâm'a uymaktadır. Öyleyse, anlamını ve gereğini yerine getirmeden "Allah'tan başka ilah yoktur" şehadetine uymadan, kelime-i şehadeti sadece diliyle söylemek asla İslâm olmayacaktır. Şehadetin anlamı ve gerçeği, ilahlığı ve hâkimiyeti, "Bir"e indirgemek, kulluk ve yönelişte birliği sağlamaktır. "Muhammed, Allah'ın Elçisidir" şehadetinin anlamı ve gereği olmadan da İslâm olmaz. Bu şıkkın manası ve hakikati O'nun, ilahından hayat için getirdiği sisteme bağlılık, Allah'ın gönderdiği yasaya uymak, kullara getirdiği kitabı hakem kabul etmektir, Allah’a ve Rasûlüne itaat edip, Rasûlün güzel örnekliği ve şahidliğiyle Allah’a teslim olmak/Müslim olmaktır.[19]
Rabbimiz, Nahl Sûresi 81. âyette, lütfettiği nimetleri sıralayıp Müslim olma sorumluluğumuzu hatırlatıyor: "Allah, yarattıklarından sizin için gölgeler yaptı ve dağlarda da sizin için barınaklar var etti. Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler ve savaşta sizi koruyacak zırhlar verdi. Böylece Allah, Müslim olasınız diye üzerinizde olan nimetini tamamlıyor".
İşte tüm bu nîmetlerin ve lütufların sahibi olan Rabbimizin biz kullarından istediği tek şey vardır. O da; O'nun emirlerine teslim olan Müslimlerden olmamızdır. Bu nîmetlerin sahibini bilmek ve tüm bu nîmetleri, onları verenin yolunda kullanmaktır. Tüm bu nîmetlerle sadece O'na kulluğa tahsis edilmiş bir hayatı yaşamaktır. Özetle Rabbimizin bizden istediği; tüm hayatımızı, o hayatın sahibinin istediği gibi yaşamaktır. Hayatın ve ölümün sahibi olan Allah’a boyun eğerek, Onun arzularına teslim olmak, O'nun koyduğu hüküm ve ölçülere teslim olarak gerçek anlamda "Müslim" olmaktır.
Rabbimiz Al-i İmran Sûresi 102 ve 103. âyetlerde şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır şekilde korkup sakının (O'nun emir ve yasaklarına uyma sorumluluk bilincini/takvayı kuşanın) ve ancak Müslimler olarak can verin. Hep birlikte Allah'ın ipine (Kur’ân'a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin…"
Bu âyetinde Rabbimiz, iman edenlere hitap ederek, “iman ettiğinizi beyan edip kalple tasdik etmeniz yetmez, imanınızı takvanızla ispat edin. Allah’ın azabından korkup sakınarak, O’nun emir ve yasaklarına itaat etme sorumluluğunuzu hakkıyla yerine getirin.” buyurur. İman edenlerden istenen, Allah'ın emir ve yasaklarına uymak üzere takvayı hakkıyla kuşanmak ve böyle bir hâl üzere, yani Müslim olarak ölmektir. Ama maalesef yüzyıllara sâri tarihsel süreçte takva terk edildi ve Müslim kimliği yozlaştı. Allah'ın inzal ettiği ipi olan Kur’ân'a hep birlikte sarılmak yerine her grup bu tarihsel süreçte ürettikleri kendi iplerine sarıldılar ve diğer insanları da bu üretilmiş iplere tutunmaya çağırdılar. Bu sebeple Hak dinin izzeti yerine Hak-bâtıl karışımından oluşan şirke bulaşmış din anlayışlarının zilletine sürüklenilmiş ve parçalanma, dağılma kaçınılmaz olmuştur. Kur’ân'dan uzaklaşıp geleneksel cahiliyeyi İslâm zanneden kitleler ise, Kur’ân'da Rabbimizin beyan ettiği nitelikte Müslimler olamamışlardır. Allah'a teslim olmak ve vahyin emrettiği takvayı kuşanmak yerine, Allah'tan uzaklaştıracak yanlış ve üretilmiş din anlayışlarına sürüklenmişlerdir. Sonuçta da akîdelerini, takip etmeleri istenen yollarını, yöntemlerini kaybetmişler ve zulümat içinde, karanlıklarda kaybolmuşlardır. Nasıl Müslim olacaklarını da, bunun için ne yapmaları, nasıl yapmaları gerektiğini de bilemez hale gelmişlerdir.
Hâlbuki, Kur’ân’da açıkça ortaya konulan mücadele yönteminde, "iman, sâlih amel, rükû, secde, ibadet, cihad, hayırlı işler işlemek, takvayı hakkıyla kuşanmak, hakkı ve sabrı tavsiye etmek, yardımlaşarak zulme karşı mücadele etmek" gibi hayatı kuşatan ilke, emir ve kavramlarla, iman ettikten sonra neler yapmamız gerektiği ve nasıl gerçek bir Müslim olunacağı anlaşılır bir biçimde ifade edilmiş ve Rasûlüllah'ın (s.a.s.) güzel örnekliğinde de uygulamaya konmuştur.
Rabbimiz, bir âyetinde, tek bir ilâh olarak yalnız kendisine kulluk yapma sorumluluğumuzu hatırlatarak Müslim olmaya çağırıyor: "De ki: 'Bana ancak, ilâhınızın yalnızca bir tek ilâh olduğu vahyolunuyor. Artık Müslim oluyor musunuz?"[20]
Rasûlullah’a (s) şöyle bir dâvet yapması emrediliyor: "Rabbim bana kendi bilgisinden vahiy göndermektedir. Onunla hayatımızı düzenleyelim diye bana kitap gönderiyor. Rabbim bana vahyediyor ve bildiriyor ki, kendisinden başka ilâh yoktur. Kulluk edilmeye lâyık tek İlâh O’dur. O’ndan başkalarını ilâh bilmeyin. O’ndan başkalarına kulluk ve ibadet yapmayın. O’ndan başkalarına sığınmayın ve dua etmeyin. O’ndan başkalarının koyduğu kanunlara ve kurallara itaat etmeyin. Hayatınızın bütün alanlarını düzenlerken sadece Allah'ın hükümlerini esas alın ve O'dan başka ilahlara itaat etmeyin. Artık teslim olmayacak mısınız? Artık Müslim/Müslüman olmayacak mısınız?"
Rabbimiz, Kur’an’da vahyin mesajının kimlere ulaştırılabileceğini ve kimlerin Müslim olacaklarını şöyle açıklıyor: “Sen, ölülere şüphesiz ki işittiremezsin; arkalarını dönüp giden sağırlara da çağrıyı duyuramazsın. Ve sen körleri düştükleri sapıklıktan çekip hidayete erdirici değilsin; sen ancak, ayetlerimize iman edenlere (söz) dinletebilirsin, işte Müslim olanlar bunlardır."[21]
Bu ayette de şu söylenmiş oluyor: "Sen bu kurtarıcı İslâm mesajını, Rabbin vahyine kalbini kapatıp kulaklarını tıkamış ölülere işittiremezsin. Arkasını dönüp giden sağırlara da duyuramazsın. Hidayet yoluna gözlerini kapatmış olan körleri de sen bu sapıklıktan kurtarıp hidayete erdiremezsin. Onların Hakk'ı görmeleri ve Müslim olmaları konusunda hiçbir zaman senin etkin ve yetkin yoktur. Sen ancak âyetlerimize iman eden kimselere işittirebilirsin. Ancak Allah'a teslim olup mesaja kulak verenler bu kitabı işitirler, dinlerler, anlarlar ve Müslim/mü'min olurlar ve hayatlarını bu hükümlere göre düzene koyarlar."
Rabbimiz Kur’ân’da; Hz. İbrahim'in (a.s.) şu duasını bize örnek olmak üzere bildirir: "Rabbimiz, ikimizi sana teslim olmuş (Müslimler) kıl ve soyumuzdan sana teslim olmuş (Müslim) bir ümmet (getir)…"[22]
İbrahim ve İsmail (a.s.), "Rabbimiz, bizim zürriyetimizden de her şeyiyle sana teslim olmuş, sadece sana iman edip sadece sana itaat eden ve senin istediğin hayat tarzından başka hayat tarzlarına razı olmayan, sana kulluktan başka kimseye kulluk yapmayan bir ümmet çıkar" diyorlar.
Başka bir âyetinde de Rabbimiz, Hz. İbrahim'in (a.s.) Hıristiyan veya Yahudi olduğunu iddia edenlere karşı onun Müslim olduğuna şahidlik etmektedir: "İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan. Fakat o, hanif (Allah'ı bir tanıyan, hakka yönelen) bir Müslimdi. Allah'a ortak koşanlardan da değildi".[23]
Allah (c), İbrahim'in (a.s.) fıtratı bozulmamış, Allah’a kulluk ve teslimiyet yolunun, İslâm yolunun dışındaki tüm yolları, tüm şirkleri reddedip İslâm’ı seçmiş bir Müslim olduğunu bildirmektedir. Allah’tan başka hiçbir şeye ibâdet ve itaat etmeyen fıtratı tertemiz bir Müslim olduğunu ve hayatının hiçbir döneminde asla müşriklerden de olmadığını beyan etmektedir.
Ayrıca daha birçok ayette diğer bütün Peygamberlerin de İslâm Peygamberi oldukları, kendilerinin de, onların davetine icabet edenlerin de "Müslimler" olduğu ifade edilmektedir:
Rabbimiz Kur’ân’daki birçok âyetinde, aslında bütün rasullerin Allah katında makbul tek din olan İslâm'a davet ettiklerini ve aynı duayı yaparak "Müslimler" olarak ölmeye çağırdıklarını haber vermektedir. “Rabbi ona ‘Eslim/İslâm ol/Teslim ol’ dediğinde, ‘Âlemlerin Rabbine teslim oldum(eslemtu)’ demişti.”[24] "Bunu İbrahim de kendi oğullarına vasiyet etti, Ya'kub da, 'Oğullarım! Allah sizin için bu dini (İslâm'ı) seçti. O halde sadece Müslimler/Müslümanlar olarak ölünüz.' (dediler)."
Âyetteki Arapça kelime, "Müslüman ol" veya "İslâm'ı kabul et" (Allah'ın isteğine boyun eğ) anlamlarına gelen "eslim"dir. O halde Müslim/Müslüman, kendisini tamamen Allah'a teslim eden ve O'na itaat eden, Rab, Mâlik, Hâkim, Yönetici, Kanun koyucu ve Mâbud olarak yalnız Allah'ı kabul eden O'nun koyduğu hayat düzenini yaşayan kimsedir. İslâm, bu inanç ve tutum üzerine kurulan bir dinî sistemdir.
"Ey oğullarım, Allah sizin için bu dini (İslâm’ı) seçti."[25] Demek ki, bu din ilâhî bir seçim ve bir tercih ürünüdür. Buna göre herkesin, ama özellikle Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in soyundan olduklarını ileri sürenlerin bu konuda tercih yapmaya, alternatif aramaya yetkileri yoktur. Yüce Allah'ın (c) kendilerine yönelik bu gözetiminin ve bağışının gerektirdiği asgari şey, O'nun bu seçim ve tercih nimetine karşı şükretmek, ona dört elle sarılmak ve bu emaneti koruyarak şu yeryüzünden yüz akıyla ayrılmaya çalışmaktır. "Mutlaka müslüman olarak ölünüz."
Bir âyette; "İsa, onların inkârlarını sezince, 'Allah yolunda yardımcılarım kim?" dedi. Havariler, "Biziz Allah yolunun yardımcıları. Allah'a iman ettik. Şahit ol, biz Müslimleriz/(Müslümanlarız)' dediler.”[26] bilgisi verilirken bir diğerinde ise, Hz. Nuh'un (as) kavmine şöyle seslendiği bildiriliyor: "Eğer yüz çeviriyorsanız, sizden zaten hiçbir ücret istemedim. Benim ücretim, ancak Allah'a aittir. Bana Müslimlerden olmam emredildi."[27]
“De ki: "Bize yararı ve zararı olmayan, Allah'tan başka şeylere mi tapalım? Allah bizi hidayete erdirdikten sonra, şeytanların ayartarak yerde şaşkınca bıraktıkları, arkadaşlarının da: ‘Doğru yola, bize gel’ diye kendisini çağırdığı kimse gibi topuklarımız üzerinde gerisin geri mi döndürülelim?" De ki: ‘Hiç şüphesiz Allah'ın yolu, asıl yoldur. Ve biz âlemlerin Rabbine (kendimizi) teslim etmekle (Müslim olmakla) emrolunduk."[28] “Bir de, bize, "Namazı dosdoğru kılın ve Allah'a karşı gelmekten sakının" diye emrolundu. O, huzurunda toplanacağınız Allah'tır.”[29]
Rabbimiz, rasûlünden ve elçinin yolundaki tüm davetçilerden, davetin muhataplarına şunları söylemelerini istiyor: “Eğer seninle çekişip tartışırlarsa, de ki: "Ben, bana uyanlarla birlikte, kendimi Allah'a teslim ettim (Müslim oldum)." Ve kitap verilenlerle ümmilere de ki: "Siz de teslim (Müslim) oldunuz mu?" Eğer teslim (Müslim/Müslüman) oldularsa, gerçekten hidayete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen yalnızca tebliğ(etmek)dir. Allah, kulları hakkıyla görendir.”[30]
Görüldüğü üzere bütün Nebiler, Rasûller aynı dine, İslâm'a çağırmışlar ve onlar ile onların davetine icabet edenler (Allah'a boyun eğip teslim olan anlamında) Müslim adını almışlardır. Diğer insanları da Allah’a teslim olmaya, Müslim/Müslüman olmaya çağırmışlardır. Bu sebeple, kendimizi, bizzat Allah tarafından verilmiş ve bütün Rasûllerin davetine icabet edenlerin de ortak ismi olan Müslim dışındaki başka isimlere nispet etmekten ısrarla kaçınmalıyız. İnzal edilmiş "Müslim" yerine ikame edilmek üzere üretilmiş "İslâmcı" da dâhil farklı isimlerle kendimizi isimlendirmekten uzak durmalıyız. Aksi takdirde kıyamete kadarki sürede gelecek diğer İslâm dini müntesipleriyle aramızdaki bu ortak isim bağımızın sürekliliğine zarar verilebilecektir. O hâlde ey "Müslümanlar"! Gelin Allah'a teslim olalım ve Kur’ân'a ve Sünnete göre "Müslimler" olalım.
Kur’an’da, "Allah'a çağıran, sâlih amel işleyen ve 'Kuşkusuz ben Müslimlerdenim' diyenden daha güzel sözlü kimdir?"[31] denilir. Bu âyette de ifade edildiği üzere, en güzel sözlü Müslimlerden olabilmek için, hâl ve kal ile Allah'a davet eden ve sâlih ameller işleyerek hayatı ibadet kılan bir imanî pratiği ortaya koymak gerekmektedir.
Başka âyetlerde ise, Rabbimizin, kıyamet gününde, tevhîdî anlamda iman edip Müslim olmayı başarmış kullarını "kullarım" hitabıyla sahiplenerek, onlara şu müjdeli haberi vereceği bildirilmektedir: "Ey âyetlerimize iman eden ve Müslim olan kullarım! Bugün size korku yoktur, siz üzülmeyeceksiniz de."[32]
Rabbimiz hepimize, Kur’ânî ölçüye uygun biçimde Müslimlerden (Müslümanlardan) olmayı ve kendisine teslim olarak, yukarıdaki ayette zikredilen lütufkâr ilâhi hitaba muhatap olmayı nasip etsin. Sadece kendisine kulluğa tahsis edilmiş bir hayatı yaşayıp rızasını kazanmak suretiyle mü'min/Müslim olarak ölmeyi lütfetsin inşaAllah.
Mü’min ve Müslüman Kavramları,
Birbirlerini Tamamlayarak Örtüşürler
Hucurat Sûresinde, “iman ettik demeyin, teslim/Müslim olduk deyin” ifadesinde lugâvi anlamıyla kullanılan Müslim kelimesinden hareketle mü’min ve Müslim kavramlarının birbirinden bağımsız iki farklı kavram olduğunu iddia edenler olmuştur. Hâlbuki bu iki kavram, Kur’an’da kullanıldıkları yerler ve bütün anlamlar dikkate alındığında asla birbirinden ayrılamazlar ve biri, diğeri olmadan var olamazlar. Bunlar, biri diğerini tamamlayarak örtüşen iki kavramdırlar. Mü’min olunmadan Müslim olunamaz. Müslim olmadan da mü’min kalınamaz. Sözlü iman iddiasının ispatı, ancak fiilî iman olan Müslim olmakla, Allah’a teslim olup hayatı ibadet kılmakla gerçekleştirilebilir. “Ey iman edenler iman edin…”[33] ve “Ey iman edenler topluca İslâm’a girin…”[34] âyetlerinde de, “iman iddianızı hayat tarzınız ve amellerinizle ispat edin, hayatınızın bütününde Allah’a teslim olup Kur’an’a uygun yaşayarak Müslim olun” denilmiş olmaktadır. Müslim/Müslüman olmanın şartı olarak Allah’a teslim olmuş bir hayatta işlenen sâlih amellerin Allah indinde makbul ve geçerli olabilmesi için de, öncelikle tevhidî bir imanla iman etmiş olmak şartı vardır. Çünkü Allah “şirk koşanların amellerinin boşa gideceğini” bildirmiştir.[35]
Şimdi Hucurat Sûresinin ilgili âyetini ele alalım: “Bedevîler ‘İman ettik’ dediler. De ki: "İman etmediniz. (Öyle ise, "iman ettik" demeyin.) "Fakat boyun eğdik, teslim olduk/Müslüman olduk" deyin. Henüz iman kalplerinize girmedi. Eğer Allah'a ve Peygamberine itaat ederseniz, O, yaptıklarınızdan hiçbir şeyi eksiltmez. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir."[36]
Medine’de Rasûlullah ve beraberindeki Müslümanlar zafer kazanıp devletlerini kurarak güçlerini ortaya koyunca, çevredeki bedevi kabileler gelip İslâm devletine teslim oluyorlar. Zafer kazanıp gücünü ispat etmiş İslâmi otoriteye boyun eğiyor, bu güce teslim olmak biçimindeki lugâvi anlamıyla (harbin zıddı olan sulha girmek ve bağlanmak mânâsına İslâm) Müslim oluyorlar, ama “iman ettik” diyerek geliyorlardı. Aslında ise, “Biz teslim olduk, biz sizin gücünüzü kabul ettik,” demiş oluyorlardı. Allah da buyuruyor ki, “siz teslim olduk, deyin. (Siz barışa girme ve zafer kazanan güçlü tarafa teslim olma anlamında Müslim oldunuz.) Sizin kalplerinize henüz iman girmemiştir.” Artık ey teslim olanlar, ey iman edenler, eğer Allah ve Resûlüne itaat ederseniz bundan sonraki hayatınızda kesinlikle bilesiniz ki Allah sizin amellerinizden hiçbir şeyi eksiltmeyecektir. Amellerinizden hiçbir şey zayi olmayacaktır. Bilesiniz ki Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir.
Merhum Mevdudi, âyeti şu şekilde açıklamaktadır: Burada, bütün bedeviler değil, aksine İslâm'ın gelişen gücünü görerek, sadece müslümanların hücumundan korunmaları ve İslâm zaferlerinin kazançlarından faydalanabilmeleri için müslümanlığı kabul eden birkaç bedevi kabilesi kastedilmiştir. Bu insanlar gerçekte can u gönülden iman etmemişler idi, sadece dil ile söyleyerek işlerine öyle geldiği için kendilerini müslüman sayıyorlardı. Bunların içyüzleri, Hz. Peygamber'e (s) gelerek çeşitli isteklerde bulunmaları ve sanki müslüman olarak başkalarına büyük iyilik yapmışlar gibi mükâfat talep etmeleri sonucunda ortaya dökülüyordu. Hadislerde çeşitli kabilelerin tutumları anlatılmaktadır. Onlar açıkça Allah'ın Rasulü ile savaşmadan İslâm'ı kabul etmelerinin, onların Hz. Peygamber'e ve müslümanlara yaptıkları büyük bir lütuf olduğunu, karşılığını da almaları gerektiğini söylemek istiyorlardı. Medine civarındaki küçük bedevi topluluklarının işte bu hareket tarzlarına bu ayetlerde ışık tutulmaktadır.
Ayette “kuulû eslemnâ" lafzı kullanılmıştır. Bu "biz müslüman olduk deyiniz" diye de tercüme edilebilir. Bu lafızdan bazı kimseler, "Kur'an-ı Kerim'in dilinde "mü'min" ve "müslim" iki ayrı kavramdır; mü'min can u gönülden iman edendir, müslüman ise iman etmeden sadece dış görünüşü ile müslüman olandır," manasını çıkarmışlardır. Böyle bir iddia serâpâ yanlıştır, temelden sakattır. Burada "iman" kelimesinin kalp ile tasdik için ve "İslâm" kelimesinin de dışa yansıyan ameller ve itaat için kullanıldığında şüphe yoktur. Fakat buradaki “İslâm ve İman”, diğer bir ifadeyle “Müslim ve Mü’min” kelimelerinin Kur'an-ı Kerim'in birbirinden bağımsız iki ayrı kavramı olduğunu söylemek doğru değildir.
Kur'an-ı Kerim'in İslâm ve Müslim kelimelerinin kullanıldığı ayetleri incelenince, Kur'an ifadesinde İslâm'ın, Allah'ın insan cinsine ve bütün beşere indirdiği hak dinin adı olduğu görülmektedir. İman ve emre itaatin ikisini de içine almaktadır. "Müslim" ise can u gönülden iman eden ve fiilen itaat eden kişi demektir. Örnek olarak şu ayetleri gösterebiliriz: "Allah katında din ancak İslâm'dır." [37] "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, o istediği din asla kendinden kabul olunmaz."[38]; "Ben sizin için İslâm'ı din olarak beğendim."[39]; "Allah kimi doğru yola sevketmeyi isterse göğsünü İslâm ile genişletir"[40] Bu ayetlerde "İslâm"dan maksadın iman etmeden itaat etmek olmadığı meydandadır. Yine bakınız yer yer bu konunun ayetleri gelmektedir. "(Ey Rasûl!) De ki: Müslüman olanların ilki olmam bana emredildi"[41]; "Onlar müslüman olurlarsa şüphesiz doğru yolu bulmuş olurlar."[42]; "Müslüman olan bütün Nebiler Tevrat’a (Kitab’a) göre hükmederlerdi."[43]
Burada bunun gibi ve diğer yerlerde daha birçok örnekler göz önüne serilince, artık İslâm'ı kabul etmek, “İslâm'a girmek, iman etmeden itaat etmek demektir” denilebilir mi? Bunun gibi "Müslim" kelimesinin de defalarca kullanıldığı manaya örnek olarak aşağıdaki ayetlere bakılabilir: "Ey iman edenler! Allah'tan korkulması gerektiği şekilde korkunuz ve siz ancak müslüman olarak can veriniz."[44], "O, sizi önceki kitaplarda da müslümanlar olarak isimlendirmişti, bu kitapta da öyle isimlendirmiştir."[45]. "İbrahim, ne yahudi ne de hıristiyandı, fakat o, Allah'ı bir tanıyan gerçek bir müslümandı."[46] Hz. İbrahim ve İsmail'in Kâbe'yi inşa ederken yaptıkları dua: "Ey Rabbimiz! Bizim ikimizi sana teslim ve ihlas sahibi (müslim) olmakla sabit kıl, soyumuzdan bir topluluğu da müslüman bir ümmet yap."[47] Hz. Yakub'un çocuklarına vasiyeti: "Ey çocuklarım! Allah sizin için bu dini seçmiştir. Öyleyse artık siz ancak müslüman olarak can verin."[48] Bu ayetleri okuduktan sonra artık kim bu ayetlerde "Müslim"den maksat gönülden inanmayıp sadece dıştan İslâm'ı kabul eden kişidir diye iddia edebilir? Bu ayetleri inceledikten sonra, Kur'an-ı Kerim'in ifadesinde İslâm'dan maksat, iman etmeden itaat etmek ve Kur'an'ın dilinde müslüman, "Sadece zahiren İslâm'ı kabul eden kimsedir" demek, baştan yanlış ve kesin hatadır.[49]
Fahreddin Râzî, “mü’min ile müslim birdir. Nasıl olup da aralarında fark varmış gibi anlaşılabiliyor?" diye sorarak şöyle bir cevap verir: "Genel ile özel'in farkı vardır. İman ancak kalp ile olur. Bazen kalple beraber lisanla olur. İslâm ise daha geneldir, fakat özel şeklinde genel ile özel birleşmiş olur.” İbrahim (a.s.) hakkında "Rabbi ona: ‘İslâm ol’ dediği anda, ‘Âlemlerin Rabbine teslim oldum.’ dedi.”[50] buyurulması böyledir. Bunun gibi "Allah nezdinde hak din ancak İslâm'dır." âyeti ve "Beni müslüman olarak vefat ettir."[51] âyeti de bu mânâyadır. Beni rızana teslim olan kullarından eyle, demektir. İmam-ı Âzam'a nisbet edilen Fıkh-ı Ekber'de de şöyle denilmiştir: “İman, ikrar ve tasdiktir, İslâm Allah Teâlâ'nın emirlerine teslim olmak ve bağlanmaktır. Bundan dolayı iman ile İslâm arasında lügat yönünden fark vardır. Fakat şer'î hükümde İslâm'sız iman, imansız İslâm olmaz. Bu ikisi zahir ile bâtın, yüz ile astar gibidir. “Din” de iman ve İslâm ve şeriatın hepsine birden konulan isimdir...”.[52]
“Mü'min olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah'a ve Resûlü'ne iman ettiler, sonra hiçbir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte onlar, sâdık (doğru) olanların ta kendileridir.”[53]
O mü’minler ki, artık teslim olmuşlar, imana, takvaya doğru yücelmişlerdir. İşte onlar Allah ve Resûlü’ne iman etmişlerdir. İmanlarında asla bir şüpheye düşmediler ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda savaştılar. İşte gerçek sâdıklar bunlardır. İşte iman ve teslimiyet iddialarında sadakat sahipleri bunlardır. Teslimiyet iddialarını söz planında bırakmayıp bu uğurda mallarını ve canlarını ortaya koyarak sâdık olduklarını, samimi olduklarını ortaya koyanlar bunlardır. Eğer bu imanlarınızda, bu iddialarınızda sadık kalır, Allah ve Rasûlü’ne itaat ederek bir hayat yaşarsanız o zaman sizler sâdıklarsınız, imanlarınızda doğrusunuz, gerçek Müslümanlarsınız. İşte bunlar, verdikleri ikrara kalpleriyle ve fiilleriyle içten bağlılık göstermiş, bütün hayat alanlarında Allah’a teslim olmuş samimi müslümanlardır. İşte bunlar, artık biz de iman ettik diyebilecek, biz de Müslüman olduk diyebileceklerdir.[54]
İslâm’ın getirdiği hükümler, insanların mutluluğunu amaçlamaktadır. Bu hükümlere uygun hareket edenler, hem dünya hem de âhiret saâdetini kazanacaktır. İslâm, kişinin kalbini, aklî düşüncelerini ve amellerini ıslah ederek, onları yükselterek bu saâdetlere ulaştırır. Toplumun saâdeti de ferdin saâdetine bağlı olduğundan, kişinin mutluluğu aynı zamanda cemiyetin de mutluluğudur. İslâm, bu hedefi gerçekleştirmek için birtakım hükümler koymuştur. Bunlara şer’î hükümler denir.
İslâm Dininin hükümleri dört kısımdır:
a-) İman (İtikadî hükümler): İnsanın dinde kabul etmesi ve reddetmesi gereken hususlarla ilgili hükümlerdir. İnsana neleri kabul etmesi, neleri reddetmesi gerektiğini bu hükümler öğretir. İnsan, iman esaslarına inanmakla mânevî gıdasını almış, kalbini yanlış inançlardan temizleyerek gerçek değerini kazanmış olur.
b-) Amel: Amel, insanların yaptığı işlerdir. Yapılması veya yapılmaması gereken fiillerdir. Hangi amellerin, hangi şartlarla nasıl yapılacağını ve nasıl sahih olacağını açıklayan hükümlere amelî hükümler denir. Duâ etmek, zekât vermek, cihad etmek, ilim tahsil etmek gibi.
c-) Ahlâk: Hal ve hareketleri, davranışları, İslâmî ve insanî ilişkileri açıklayan hükümlere denir. Ahlâkın güzelleşmesine ve vicdanın terbiyesine ait bulunan hükümlerdir. Kötü söz ve yalan söylememe, kendisi için istediğini başkası için de isteme... gibi.
d-) Hukuk (Muamelât, Ukubat): iman, ahlâk ve şahsî amel gibi konuların dışında kalan, özellikle devlet yönetimini, toplum idaresini ve ekonomik durumları içeren konuları, evlenme, boşanma, miras dağıtımı, ticarî ve siyasî işleri, kısaca İslâm devletinin kanun ve kurallarını belirleyen bütün hükümlerdir.
Bu dört hüküm (iman, amel, ahlâk, hukuk) İslâm dininin bir bütün ve homojen bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir. Böyle olmasına rağmen, özellikle yirminci yüzyıl müslümanları hukukla (muâmelâtla) ilgili hükümleri terk ettikleri veya terk ettirildikleri için İslâm’ın bütünlüğü hayata yansıyamamıştır. İslâm bütün olarak yaşanamamaktadır. Bunun sonucu olarak, imanî konular saptırılmış, ameller (ibâdetler) yozlaştırılarak, ruhsuz ve anlamsız bir şekilde ifa edilen bir gelenek halini almıştır. Yine aynı şekilde müslüman topluluklar İslâm ahlâk ve edebini yitirmişlerdir.
Bu dört hüküm parçalanmaz bir bütündür. Yani birisi olmadığı zaman İslâm’ın bütünlüğü bozulduğu gibi; başka herhangi bir şeyle (düşünceyle, hukukla, dinle) sentezi (karışımı) halinde de bütünlüğü ve safiyeti bozulur; Ortaya apayrı başka bir din çıkar. İslâm sosyalizmi, Türk-İslâm sentezi... gibi. Zaten sentez de ayrı iki şeyin bir araya getirilmesiyle yepyeni bambaşka bir şeyin oluşması demektir.
İslâm, insan hayatının vazgeçilmez de olsa bir parçası değil; her yönüyle insan hayatının bütünüdür. İslâm, insanın günlük yirmi dört saatini ve doğumdan ölümüne her alandaki her yönünü kapsar ve belirler. Tuvalet âdâbından devlet yönetimine varıncaya kadar insanın tüm hayatını kuşatır. İslâm, insan hayatının bütünüdür. İnancı, ibâdeti, ahlâkı ve hukukuyla bir bütündür. Parçalanmaz veya herhangi bir şeyle sentez yapılamaz. Atma ve katmaları, hurâfe ve bid’atları kabul etmez. Allah tarafından tamamlanmış eksiksiz bir nizamdır.
1- Rabbânîlik: (Rabbe ait olmak, İlâhî olmak) İslâm, hak ve İlâhî dindir. Vahye dayanır. Hedef ve gayede Rabbânîdir. Allah’ın rızâsı bir müslüman için her şeyde vazgeçilmez amaçtır. İslâm’ın kaynağı ve metodu da Rabbânîdir.
2- İnsanîlik: (İnsan fıtratına uygunluk) Kur’an insanlara indirilmiş, peygamberler insanlar arasından seçilmiştir. İslâm insana, insanın aklına büyük önem vermiş, fıtratına uygun hükümler koymuştur. İslâm’a göre insan, yeryüzünde en güzel biçimde ve halife olarak yaratılmış, rûhî unsur ile seçkin kılınarak evren kendi hizmetine verilmiştir. İslâm, insanın hiçbir güç ve enerji odağını ihmal etmez. Onların hepsini ıslâha, çalışmaya ve gelişmeye doğru yönlendirir. İnsan, taşıyabileceği ölçülerde yüklenen bu yükümlülükleri omuzlayarak barış, güven ve huzur içinde yoluna devam eder. Bu yükümlülükler insanın kendi fıtratıyla uyumludur. Gönlünün ve vicdanının sesiyle bütünleşir. Fıtratını ıslâh etmeyi hedef alır. İslâm’ın tüm hükümleri insanın dünya ve âhiret saâdetine yöneliktir.
3- Kapsamlılık ve evrensellik: İslâm, ebediyeti kapsayacak uzunlukta, bütün insanları kuşatacak genişlikte, dünya ve âhiret işlerini içerecek derinliktedir. Mesajı ve hükümleri bütün zamana, bütün dünyaya, bütün insanlığa yöneliktir. İnsan hayatının beşikten mezara tüm aşamalarını ve hayatın tüm alanlarını tanzim eder. İslâm’ın öğretileri de kapsamlıdır. Bu kapsam, inançta, ibâdette, tasavvurda, ahlâk ve fazilette, düzenleme ve yasalarda kendini gösterir.
4- Vasatlık ve denge: İslâm; denge, orta yol, adâlet, ölçü gibi temel dinamikleri olan bir dindir. İfrat ve tefritten uzaktır. Aşırılıklar yoktur. İnsanı azdırmaz ve ezdirmez. İnsanın gücü böyle dengeli bir nizam kurmaya yeterli değerlidir. İnanç, ibâdet, ahlâk ve teşrîde vasat (adâlet ve denge) unsurlarını kolaylıkla görebiliriz. Dünya - âhiret, madde - mânâ, zengin - fakir arasında denge vardır. İnsanın içi ve dışını, rûhu ve bedenini, birey ve toplumu, fert ve devleti, kadın ve erkeği, aile ve toplumu dengeler. Her birinin birbirine karşı hak ve görevlerini düzenli, dengeli ve uyumlu bir biçimde belirler.
5- Açıklık ve netlik: İslâm’ın inanç esasları, dinî kavramlar sade ve açık seçiktir. Anlaşılması, anlatılması ve kabulü kolaydır. Aklı, mantığı zorlamaz.
6-) Hâlis din: Analiz ve sentez, atma ve katma kabul etmeyen, kaynağı sağlam ve değiştirilemez olduğundan tahrif edilemeyecek bir dindir. Bid’at ve hurâfelere kapılarını kapamıştır. Allah tarafından tamamlanmış ve râzı olunmuş tek hak dindir.
7- Tevhid: İslâm, her şeyden önce tevhid dinidir. En mükemmel Allah inancını yerleştirir. İslâm’da Allah’ın sıfatları insanlara ve diğer varlıklara verilmez. Allah’ın hiçbir şeye benzemediği vurgulanır. İnsan ve başka yaratıklar tanrılaştırılamaz. Allah’tan başkasına tapınılmaz, duâ edilmez.
8- Tüm peygamberleri tasdik: Allah tarafından gönderilen bütün peygamberlere inanılır. Peygamberler arasında ayrım yapılmaz. Tanrılaştırma ve yakışık almayan isnatlar gibi aşırılıklardan uzak olarak, Allah’ın elçisi ve kulu oldukları kabul edilir.
9- Egemenlik Allah’ın: Yasa, hukuk ve prensip belirleme, kanun koyma işi sadece Allah’a aittir. İslâm; hüküm, hâkimiyet, egemenlik ve otoritenin Allah’a verildiği, ezen ve ezilenin, kula kulluk yapanın olmadığı bir toplum oluşturur.
10- Sağlam kaynak: İslâm’ın temel kaynağı Kur’ân-ı Kerim’dir. Kur’an, kıyâmete kadar tahrif edilemeyecek bir kitaptır. Dünyanın her tarafındaki Kur’an nüshaları aynıdır.
11- Evrenle uyum: Evren ve içindeki varlıkların tümü Allah’a teslim olup itaat ettiklerinden müslüman sayılırlar. İslâm’ı seçip teslim olan insan da kâinatla uyum içinde, aynı yasalara itaat etmiş olur. Böylece insanın emeği ve enerjisi evrenin imkânlarıyla bütünleşir. İslâm, insanı evrendeki doğal güçlerle çatışmaya ve boğuşmaya sokmaz.
12- Tek toplum (ümmet) oluşturur: İslâm, uyumlu, tutkun ve dayanışma içinde hareket eden bir toplum (ümmet) oluşturur. Akîde bağıyla bir araya gelen, ırk, renk, vatan, ülke ve sınıf ayrımı yapmayan bu toplumun temel dinamikleri (harekete geçiren özellikleri) kardeşlik, yardımlaşma, eşitlik, adâlet, hakkı ve sabrı tavsiye etme, iyiliği yayma, kötülüğe karşı mücâdele etmedir. Zina, fuhuş, hırsızlık, haksızlık, fâiz... gibi kötü ahlâk ve çirkin geleneklerin ortadan kaldırıldığı, insanların yeme içme, barınma ve cinsel oburluklarının engellendiği erdemli, iffetli bir toplum oluşturur. Küfrün tek millet olduğu gibi; bütün müslümanlar da, birbirlerini ancak kardeş kabul eden tek bir millettir.
13- Kolaylık ve müjde: İslâm; dili, ırkı, mazisi ne olursa olsun kelime-i şehâdet getirip buna uygun yaşayan herkesi müslüman sayar. Eşitlik ve adâlet esasına dayanır. Kimsenin zorla müslüman yapılmasını kabul etmez. Kalpleri fethederek yayılmayı esas alır. Hükümleri yaşanılacak kolaylıktadır. İbâdetlerin yapılmasında gücümüz dikkate alınarak birçok kolaylıklar gösterilmiştir. Gücün yetirilemeyeceği zorluklar emredilmez. İslâm’ın rahmet, af ve müjde tarafı ağır basar. İslâm, insanın rûhî ve bedenî tüm ihtiyaçlarını hoşgörüyle karşılayıp, kolaylıkla ve basit biçimde çözüm getirir. Ama bütün bu kolaylıklara rağmen, tembellik ve dünyaya aşırı meyilden dolayı kulluğunu ihmal edenler Allah’ın azâbıyla ikaz edilirler.
14- Akla ve ilme önem verir: İslâm vahiy dini olmasıyla birlikte, akla büyük önem verir. Akla hitap eder, akıllıyı sorumlu tutar. Bilime de üstün değer vermiş, ilim öğrenmenin her müslümana farz olduğunu bildirmiş, çalışma, öğrenme ve düşünce gibi konulara gereken yeri vermiştir. Yalnız unutmamak lâzım ki, İslâm akılcı değildir, akıllıların dinidir.[55]
15- İnsan hakları: Hiçbir düzende (dinde) görülemeyecek kadar insan haklarını gözeten İslâm, insanın şu haklarını korumaya alır:
a) Din emniyeti: İslâm, din hakkını ve dini yaşama hürriyetini güvence altına alır.
b) Nefis (can) emniyeti: İslâm, yaşama hakkını temin eder.
c) Akıl emniyeti: İlim ve tefekkürü emreden İslâm, içki ve uyuşturucu gibi akla zarar verecek şeyleri yasaklar ve aklı her türlü arızâlardan koruyucu tedbirler alır.
d) Nesil emniyeti: Irzın, şeref ve namusun korunmasını ve sağlıklı nesiller yetiştirilmesini temin için İslâm gerekli her türlü ortamı hazırlar.
e- Mal emniyeti: İslâm malı korumak için, hırsızlık vb. suçlara giden yolları tıkadığı gibi, insanlara yeterli geçim kaynaklarına sahip olma hakkını ve imkânını tanır.
Özetle İslâm, her insanın onurunu, namusunu, özgürlüğünü, dinini, malını, canını, geçimini ve işini garanti altına alır.
İslâm, insan hakları konusunda hâlâ ulaşılamaz durumdadır. İnsanî kardeşlik prensibine yer verir. Irkçılığı ve takvânın dışında üstünlük anlayışlarını reddeder. İslâm’ın emir ve yasakları, hükümleri, ibâdetleri, cezâ anlayışı... eşitliği isbat etmektedir. Diğer düzenlerde bu denli eşitlik teoride bile yoktur. Eşitlik adına adâletsizliğe de göz yummaz. Kadın-erkek eşitliği diyerek cinsel farklılıkların gözardı edilip istismar edilmesine, insanların sömürülerek zulmedilmesine yol açacak aşırılıklara da geçit vermez.
İslâm’ın, Önceki Peygamberlerin Şeriatleriyle İlişkisi
a) İslâm bütün peygamberlere gelen dinin adıdır.[56]İnsanlık dünyaya peygamberle (Hz. Âdem’le) gelmiştir. Zamanın şartlarına ve insanlığın ihtiyaçlarına göre Allah Teâlâ peygamberleri değişik şeriatlerle (hukuklarla) göndermesine rağmen; itikat (inanç) her peygamberde aynı olmuştur.
b) Önceki peygamberlerin tebliğ ettikleri din bir kavme gönderilmişti. Hz. Muhammed’e (s.a.s.) gelen İslâm, evrensel bir dindir. Yani tüm evrene ve bütün insanlığa Allah (c.c.) tarafından sunulmuş, kıyâmete kadar geçerli olacak bir hayat şeklidir.
c) Hz. Muhammed’in (s.a.s.) tebliğ ettiği İslâm Dini, önceki peygamberlerin tebliğ ettiği dinin hükümlerini (şeriatlerini) nesh edip ortadan kaldırmıştır. Yani şu anda geçerli olan şeriat Hz. Muhammed (s.a.s.)’in şeriatidir.
d) İslâm dini, Hz. Muhammed (s.a.s.)’den önce Allah (c.c.) tarafından gönderilen tüm kitapları ve peygamberleri tasdik eder.
Kur’ân-ı Kerim’de İslâm Kavramı
“el-İslâm” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 6 âyette geçer.[57] “İslâm” ve “müslim” kelimeleri, çekimleriyle birlikte Kur’an’da toplam 50 yerde kullanılır. İslâm ve müslim kavramlarının kökü olan “silm” kelimesi ve türevleri ise, toplam 157 yerde kullanılır.
“Ey Rabbimiz! Bizi Sana teslim olanlardan/müslümanlardan kıl, neslimizden de Sana teslim olan müslüman bir ümmet çıkar, bize ibâdet yerlerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira, tevbeleri kabul eden, çok merhametli olan ancak Sensin.”[58]
“Bunu İbrâhim de kendi oğullarına vasiyet etti, Ya'kub da: 'Oğullarım! Allah sizin için bu dini (İslâm'ı) seçti. O halde sadece müslüman olarak ölün' dedi.”[59]
“Biz, Allah’a ve O’nun yanından bize indirilene; İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya’kup ve esbât’a (torunlarına) indirilene, Mûsâ ile İsa’ya verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere gelenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin iman ettik ve biz sadece Allah’a teslim olduk, O’nun için müslümanız’ deyin.”[60]
“Allah katında gerçek din İslâm’dır.”[61]
“İbrâhim, ne Yahûdi, ne de Hıristiyan idi; fakat o, Allah’ı bir tanıyan (hanîf) dosdoğru bir Müslüman idi; müşriklerden de değildi.”[62]
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, ondan (bu din) asla kabul olunmaz ve o, âhirette de en büyük zarara uğrayanlardandır.”[63]
“Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı verip ondan râzı oldum..”[64]
“Allah kimi doğru yola hidâyet etmek/iletmek isterse, onun göğsünü (kalbini) İslâm’a açar, gönlüne genişlik verir; kimi de dalâlete bırakmak/saptırmak isterse, onun göğsünü/kalbini daraltır ve göğe çıkıyormuş gibi meşakkatlendirir. Allah iman etmeyenlerin üstüne işte böyle murdarlık verir. Bu (İslâm), Rabbinin dosdoğru yoludur. Biz öğüt alacak bir kavim için âyetleri ayrıntılı bir şekilde açıkladık.”[65]
“(Yusuf şöyle duâ etti:) ‘…Beni Müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat.”[66]
“Kim nefsini (tümüyle) Allah’a, O’nu görür gibi teslim ederse (gerçek müslüman olursa) muhakkak ki o, en sağlam kulpa yapışmıştır. Bütün işlerin sonu ancak Allah’a dayanır.”[67]
“Allah kimin gönlünü İslâm’a açmışsa o, Rabbinden bir nûr üzerinde olmaz mı? Kalpleri Allah’ı zikretmek husûsunda katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar apaçık bir dalâlet/sapıklık içindedirler.”[68]
"İslâm’a çağrılırken, Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kimdir? Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete/doğru yola erdirmez.”[69]
Hadis-i Şeriflerde İslâm Kavramı
“İslâm, beş esas üzerine binâ edilmiştir (kurulmuştur). Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (s.a.s.)’in O’nun kulu ve rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Beyt’i (Kâbe’yi) haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak.”[70]
"Her çocuk, İslâm fıtratı (Allah'ı tanıma ve O'na teslim olma) yaratılışı üzere doğar."[71]
"Bir kul İslâm'a girer ve bunda samimi olursa, daha önce yaptığı bütün hayırları Allah, onun lehine yazar, işlemiş olduğu bütün şerleri de affeder. Müslüman olduktan sonra yaptıkları da şu şekilde muâmele görür: Yaptığı her hayır için en az on misli olmak üzere yedi yüz misline kadar sevap yazılır. İşlediği her bir şer için de, -Allah affetmediği takdirde- bir günah yazılır."[72]
"Sizden biri içiyle dışıyla müslüman olursa, yaptığı her bir hayır, en az on mislinden yedi yüz misline kadar sevabıyla yazılır. İşlediği her bir günah da sadece misliyle yazılır. Bu hal, Allah'a kavuşuncaya kadar böyle devam eder."[73]
"İmanın tadını; Rab olarak Allah'ı, din olarak İslâm'ı, peygamber olarak Muhammed'i seçip râzı olanlar duyar."[74]
"Kim bizim namazımızı kılar, bizim kıblemize yönelir, bizim kestiğimizi yerse işte o, müslümandır."[75]
"Kim İslâm'dan başka bir din adına yalan yere yemin ederse o kimse, dediği gibidir."[76]
Bazı kimseler Hz. Peygamber'e: "Yâ Rasûlallah, biz câhiliyet devrindeki yaptıklarımızdan mes'ul olacak mıyız?" diye sordular. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle cevap verdi: "İslâm'da sizden kim iyi ameller işlerse câhiliyet devrindeki yaptıklarından dolayı muâhaze olunmaz; ama kim kötülük ederse, hem câhiliyet devrindeki hem de İslâm'da yaptıklarından dolayı muâhaze olunur."[77]
"Din nasihatten ibarettir!" Yanındakiler sordu: 'Kimin için ey Allah'ın Rasûlü?' "Allah için, kitabı için, Rasûlü için, müslümanların imamları ve hepsi için! Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona yardımını kesmez, ona yalan söylemez, ona zulmetmez. Herbiriniz, kardeşinin aynasıdır; onda bir ezâ/rahatsızlık görürse, bunu ondan gidersin."[78]
Bir adamın, “hangi müslüman hayırlıdır?” sorusuna karşılık; Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Diğer müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu (zarar görmediği) kimsedir”[79]
“Müslümana sövmek fısk’tır (büyük günahtır), onu öldürmek ise küfür (kâfir olmak) gibidir.”[80]
“Müslüman sevdiğini Allah için seven, Allah ve Rasûlünü her şeyden çok seven, kendisine imanı nasip ettikten sonra küfre dönmeyi, cehenneme yüzüstü atılmaktan daha kötü gören kimsedir.”[81]
İslâm’ın rükûnları (temelleri) beştir: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namazı ikame etmek, zekât vermek, Beyti haccetmek, Ramazan orucu tutmak.
Peygamberimiz’in İslâm’ı tarif ettiği hadis-i şerifte ve konunun başında zikrettiğimiz İslâm’ın beş temel üzere bina edildiğini bildiren hadiste (câhil halkın yanlış olarak İslâm’ın beş şartı dediği) bu beş temelin sayıldığını biliyoruz. Şehâdet veya tevhid kelimeleri dediğimiz imanın rükûnlarını (temel ilkelerini) daha önce “Tevhid” ünitesinde işledik. Burada, bu ibâdetlerin önemine binaen prototip örnekler olarak belirtilen ve diğerleriyle birlikte amel-i sâlih olarak etrafını câmi sûrette tanımlayabileceğimiz rükûnlardan kısaca ve akaidi ilgilendirdiği yönleriyle bahsedeceğiz. Bu amellerin nasıl yapılması gerektiğiFıkıh, İlmihal kitaplarında ve Fıkıh derslerinde konu edinilmektedir.
Amel-i sâlih nedir? Sâlih amel, Allah katında râzı olunan amellerdir. Bu amel (davranış) iki özellik taşır: Biri, İslâm şeriatına uygun olması, ikincisi; niyetin Allah rızâsı için ve O’na ibâdet kasdıyla, bu bilinçle olmasıdır. Bir amel, bu iki özelliği veya bunlardan birini taşımazsa Allah katında râzı olunan amellerden, yani amel-i sâlihten olmaz. Böyle bir amelin ecri ve sevâbı da yoktur. Yüce Rabbimiz buyuruyor ki: “Kim Rabbine kavuşmayı ümid ederse, sâlih amel işlesin, Rabbine ibâdette hiçbir kimseyi şirk/ortak koşmasın...”[82]
Amel-i sâlihin İslâm’daki yeri cidden pek büyüktür. Çünkü bu ameller Allah’a, âhiret gününe iman etmenin meyvesidir. Kelime-i şehâdetin (tevhidin) mânâsı, amel-i sâlih işlemek ve bu yola girmekle meydana çıkar. İslâm kelimesinin teslimiyet anlamına geldiğini ve bu teslimiyetin de Allah’ın emirlerine itaat edip teslim olma demek olduğunu hatırladığımızda amelsiz, itaatsız, ibâdetsiz İslâm’ın olamayacağı ortaya çıkar. Amel-i sâlihin İslâm’daki öneminden dolayı birçok âyet onu övmektedir. Bu âyetlerin bazısı onu imana yaklaştırır, bazısı güzel mükâfatını açıklar, bazısı da özellikle âhiret hayatında vereceği faydadan bahseder. “Andolsun Asra ki, Muhakkak insan ziyandadır (zarar görecektir). Ancak iman edip amel-i sâlih işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hâriç.”[83]
Amelin kabulü için İslâm’ı benimsemek şarttır. Bundan dolayı Allah, iman ile amel-i sâlihi beraber zikretmiştir. Bir kimse, Allah rızâsı niyyetiyle ve İslâm şeriatına uygun bir amel de işlese, eğer o kişi Kur’an’da belirtilen gerçek İslâm’ı tümüyle kabullenip benimsemedikçe o ameli Allah onun yüzüne çarpacaktır. Böyle bir amel için ne bir sevap, ne de bir mükâfat vardır.[84]
Amel-i sâlih çok çeşitlidir. İbâdet olsun, muâmelât olsun, Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği şeylerin hepsidir. Müslüman, Rabbine itaatı, Şeriata boyun eğmeyi ve Allah’ın rızâsını taleb etmeyi düşünerek hayırlı bir amel işlediği zaman, amel-i sâlih ehlinden olur.
Bu amel-i sâlihin başında (dar anlamıyla) ibâdetler gelir. İbâdetlerin de başında namaz, oruç, hac ve zekât gelir. Bunlar İslâm’ın temelleridir. Bu ibâdetlerde ihmal veya önemini küçümseme kesinlikle câiz değildir. Bunun için İslâm’ı tanımlayan meşhur hadiste bu ibâdetler açıkça bildirilmiştir.
İslâm’da ibâdetlerin önemi büyüktür. İbâdetler, kişinin Rabbiyle olan ilişkisini düzenler ve belli bir şekilde Allah’a karşı kulluğunu ortaya koyar. İbâdetler, Allah’ın kulları üzerindeki özel hakkıdır. Bu ibâdetlere özen göstermek ve başkalarını önce imanî esaslara, sonra ibâdetlere dâvet etmek gerekir. İbâdetler eksik olduğu halde, insanın imanının kuvvetlenmesi ve kalbinde kök salması mümkün değildir. Hatta küfrün egemenliğinin çevre şartlarının tümüne uzandığı günümüzde namaz başta olmak üzere ibâdetlere gevşeklik gösteren insanların imanları çok büyük tehlikelere girer. Yani kişinin namaz ve diğer ibâdetleri hakkıyla yerine getirmeden mü’min kalması çok zordur. Bunlar, balık için su, insan için hava mesabesindedir.
Bu ibâdetler içinde namazın akaid açısından daha büyük önemi vardır. İslâm; namazı, müslüman ve kâfir arasını ayırt edici bir alâmet olarak açıklamıştır. Ne yolculuk, ne savaş, ne hastalık halinde namazda ihmal câizdir. Onu terk etmek ve bu konuda tembellik göstermek münâfıkların âdetidir. Kul, Rabbine döndüğü zaman kendisine ilk sorulacak şey namazdır. Namaz, Allah’a olan kulluğunu ve kelime-i tevhidin mânâsını kişiye devamlı hatırlatan bir ibâdettir. Namaz, sahibini her türlü çirkinliklerden, fuhşiyattan ve kötülüklerden meneder. Namazın önemi konusunda Kur’an’da birçok âyet vardır.[85]
Müslüman, namaza “Allahü Ekber” ile çağrılır; onunla namaza başlar, namaz süresince sık sık onu tekrarlar. Çünkü Allah, her büyükten daha büyük, her kuvvet ve kudret sahibinden daha yücedir. Kul, her şeyden daha büyük ve aziz olan Allah’a bağlandıkça, O’ndan başka hiçbir kimseden korkmaz. Başkasına kulluk etmekten sakınır.
Oruç, hac, zekât ve diğer bütün ibâdetler, imanı takviye eder, nefsi kötülüklerden arındırır, kulu Rabbine bağlar. Oruçta, Allah sevgisini bedenin isteklerine tercih etme hali vardır. Müslümanı, ihlâs, irâde ve sabır hallerine alıştırma özelliklerini taşır. Zekât, müslüman için cimrilik ve hasislik hastalığından temizlenmeyi sağlayan mâlî bir ibâdettir. Malın esas sahibinin Allah olduğu, kendisinin ise bir emânetçiden başka biri olmadığını insan zekâtla daha iyi kavrar. Zekât, mal sevgisine, Allah rızâsını ve sevgisini tercih etmektir. Toplumun muhtaç kesimine hisse ayırmak, böylece sosyal adâletin sağlanmasına hizmet etmektir. Hac ise, müslümanın amelî eğitimidir. Hac ibâdetiyle müslümanın fiilen açık ve muayyen bir şekilde kulluğunu ortaya koyduğunu görüyoruz. İlim, cihad, iyiliği emir, kötülükleri yasaklamak, sabır, tevekkül, takvâ, Allah sevgisi ve O’nun azâbından korkmak... gibi emirler, Kur’an’ın üzerinde ısrarla durduğu sâlih amellerin başında gelir.
Amelin imanla münâsebetini ileride geniş olarak işleyeceğiz.
İnsanlık tarihi devam ettiği müddetçe, İslâm, herkese tebliğ edilmelidir. Bu dâvet ve tebliğin asıl gayesi, insanları kula kulluktan kurtarıp sadece tek olan Allah’a bağlamaktır. Bu görevi yapacak insanlar mutlaka olmalıdır. “İçinizden insanları hayra çağıracak, iyiliği emredip kötülükten alıkoyacak bir cemaat bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”[86] âyet-i kerimesi bu durumu te’yid etmektedir. İslâm, herkese, ama özellikle “Müslümanım” diyenlere götürülmelidir. Çünkü onların İslâm bildikleri şeyler İslâm olmayabilir. Bu durum mutlaka düzeltilip onlara hakikat gösterilmelidir.
İslâmî dâvetin gayelerinden biri de, İslâm’ı tekeline alıp onu kimseye ulaştırmayanların elinden İslâm’ı alıp herkesin ona ulaşmasını sağlamaktır. İslâm, hiçbir gücün tekelinde olamaz. Hiçbir güç İslâm’ın bazı ibâdetlerini elinin altına alıp zorlaştıramaz. Bunu yapanlar, ister İslâm adına yapsınlar, isterse câhiliyye adına yapsınlar; her iki durum da Allah’a karşı büyük bir edepsizliktir. Çünkü Allah Teâlâ, kendisine ulaşma yolunda ne kadar engeller varsa kaldırılmasını ister. Hatta o engellere karşı cihadı her müslümana farz kılmıştır. Ta ki, insanlar saf ve berrak olan İslâm’ı kendi istekleriyle tanısınlar, öğrensinler ve onu kabullensinler. İnsanları, insanların hâkimiyet ve sultasından, değer verdikleri ağalardan, ağabeylerden, atalardan, babalardan, efendilerden ve bağlanıp kaldıkları âdetlerden kurtarıp, hayatın her safhasında Allah’ın nizam ve hâkimiyeti olan İslâm’a ulaştırmak... İşte, İslâm budur ve bütün peygamberler de bunun için gönderilmişlerdir.
İnsanlık tarihi boyunca, İslâm’ın esas dayanağı olan temel ilke “Lâ ilâhe illâllah” kuralıdır. Yani ulûhiyeti, rubûbiyeti, saltanat ve hâkimiyeti sadece Allah’a tahsis etmek kuralı. Bu kaide gönülde ve kalpte inanç; duygu ve hareketlerde ibâdet; hayat sahasında da kanun ve nizam olarak tezâhür etmelidir. Allah’tan başka ilâh olmadığına şehâdet etmek, böyle kâmil bir şekilde olmadıkça Allah’a ve İslâm’a saygısızlık yapılmış olur.
Bu kaidenin tatbiki insan hayatının bütünüyle Allah’a yönelmesidir. Böylece insanoğlu bütün işlerinde ve hayatın her safhasında Allah’ın hükmüne müracaat ederek buna tâbi olur ve Allah’ın hükmünü kendi düşünce ve görüşüne tercih eder.
Allah’ın hükümlerini insanlara ulaştırıp tebliğ eden Rasûlullah’dır (s.a.s.). Bu kaide ise İslâm’ın ilk şartı olan şehâdet kelimesinin ikinci rüknünü temsil eder. “Şüphesiz Muhammed (s.a.s.) Allah’ın Rasûlüdür.”[87] İşte İslâm’ın dayandığı ve temsil ettiği temel ilkenin ikincisi. Bu kaide bütün yönleriyle hayata tatbik edildiği zaman, en mütekâmil bir nizam ortaya çıkar. İşte Allah’ın râzı olduğu nizam budur.
İslâm, hiçbir zaman nazarî inanç ve birtakım ibâdetlerden ibâret değildir. Bir yandan birtakım ibâdetler yapmak, diğer taraftan da fiilen mevcut olan câhiliyye toplumunun faal bir üyesi şeklinde çalışmak bir arada bağdaşamaz.
İslâm’ın hedefi, câhiliyeyi ortadan kaldırmaktır. Bunun için de yeni ve faal bir kadronun oluşturulması lâzımdır. Bu kadro, yaşama tarzıyla, düşünce yapısıyla, sosyal düzeniyle, değer yargısı ve kaynağıyla, kısaca her şeyiyle İslâm metoduna uygun hareket eden bir cemaattir. İşte, böyle bir kadro ancak yeniden İslâm ümmetini oluşturur ve Allah’ın şu beyânâtına mazhar olur: “Siz, insanlar içinden seçilip çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Çünkü iyiliği emreder, kötülüğe karşı çıkar ve Allah’a inanırsınız.”[88]“İşte böylece sizleri orta (mûtedil, dengeli) bir ümmet kıldık. İnsanlara şâhid (örnek) olasınız ve Peygamber de size örnek olsun diye...”[89]
1- İslâm, kelime olarak hangi anlamlara gelir?
2- İslâm kavramının terim anlamı nedir?
3- Allah’a teslim olmayan kimse müslüman sayılır mı? Niçin?
4- İslâm’ın üzerine bina edildiği beş temel esas nedir?
5- İslâm dininin gayesi nedir?
6- İslâm dininin hükümleri kaça ayrılır? Tariflerini misallerle açıklayınız.
7- İslâm, insan hayatının bir parçası mıdır?
8- İslâm’ın genel özellikleri nelerdir?
9- İslâm konusunda iki âyet meali ve iki hadis belirtiniz.
10- İslâm’ı hayata hâkim kılmak için Müslüman olarak hepimize ne tür görevler düşmektedir, açıklayınız.
11- Allah tarafından, peygamberler aracılığıyla insanlara bildirilen, dünyada ve âhirette insanları mutluluğa ulaştıracak hayat şekline ne denir?
- a) İman b) Amel c) Hukuk d) İslâm
12- Aşağıdakilerden hangisi İslâm için doğru değildir?
a) İslâm dini, insanın fıtratına (yaratılışına) uygundur.
b) İslâm’ın mesajı ve hükümleri sadece Peygamberimiz’in yaşadığı zamana yöneliktir.
c) İslâm inanç esasları herkesin anlayabileceği şekilde açık ve nettir.
d) İslâm’a göre egemenlik sadece Allah’a aittir.
13- İslâm’ın hükümleri; 1- iman 2- amel 3- ahlâk 4- hukuk olmak üzere dört kısımdır. Buna göre “Devlet yönetimi, toplum idaresi, evlenme, boşanma, ticaret, cezâlar, dâvâlar ve mirasla ilgili hükümler” ifâdesi, yukarıdaki hükümlerden hangisine girer?
a) Ahlâk b) İman c) Hukuk d) Amel
14- İslâm’ın hükümleri; 1- iman 2- Amel 3- Ahlâk 4- Hukuk olmak üzere dört kısımdır. Buna göre “Söz, davranış, hal ve hareketlerimizle alâkalı hükümler” ifâdesi hangi kısma girer?
a) Amel b) Ahlâk c) Hukuk d) İman
15- Allah’ın, peygamberleri aracılığı ile göndermiş olduğu İslâm dinini kabul eden, bu inancını amelleriyle göstermeye çalışan kimseye ne denir?
a) Müslüman b) Münâfık c) Müşrik d) Kâfir
[1] Bak. 6/En’âm, 162 ve 4/Nisâ, 65
[2] 3/Âl-i İmran, 83
[3] 16/Nahl, 89 ve yine Bak. Yusuf, 111
[4] Buhârî, İman 1; Müslim, İman 22; Nesâî, İman 13; Tirmizî, İman 3
[5] 5/Mâide, 50
[6] 4/Nisâ, 48
[7] 2/Bakara, 85
[8] Bak. Din ünitesi
[9] Bakara, 2/208.
[10] Maide, 5/3.
[11] Rum, 30/30.
[12] Seyyid Kutup, Fî Zilâli’l Kur’ân Tefsiri.
[13] Âl-i İmran, 3/19.
[14] Mevdudi, Tefhimu’l Kur’ân Tefsiri.
[15] Emalılı M. Hamdi Yazır Tefsiri.
[16] Âl-i İmran, 3/83.
[17] Âl-i İmran, 3/84.
[18] Âl-i İmran, 3/85.
[19] Seyyid Kutup, Fî Zilâli’l Kur’ân Tefsiri.
[20] Enbiya, 21/108.
[21] Neml, 27/80-81.
[22] Bakara, 2/128.
[23] Âl-i İmran, 3/67.
[24] Bakara, 2/131.
[25] Bakara, 2/132.
[26] Âl-i İmran, 3/52.
[27] Yunus, 10/72.
[28] En’am, 6/71.
[29] En’am, 6/72.
[30] Âl-i İmran, 3/20.
[31] Fussilet, 41/33.
[32] Zuhruf, 43/68, 69.
[33] Nisa, 4/136.
[34] Bakara, 2/208.
[35] Muhammed, 47/33; Âraf, 7/147; Kehf, 18/103-105; Tevbe, 9/17.
[36] Hucurat, 49/14.
[37] Âl-i İmran, 3/19.
[38] Al-i İmran, 3/85.
[39] Maide, 5/3.
[40] En'am, 6/125.
[41] En'am, 6/14.
[42] Al-i İmran, 3/20.
[43] Maide, 5/44.
[44] Al-i İmran, 3/102.
[45] Hac, 22/78.
[46] Al-i İmran, 3/67.
[47] Bakara, 2/128.
[48] Bakara, 2/132.
[49] Mevdudî, Tefhimu’l Kur’ân Tefsiri.
[50] Bakara, 2/131.
[51] Yusuf, 12/101.
[52] Elmalılı M. Hamdi Yazır Tefsiri.
[53] Hucurat, 49/15.
[54] Mehmet Pamak, İman ve İslam
[55] Bak. İslâm Nizamı, Yusuf el Kardavi, Esra Y.
[56] Bak. 2/Bakara, 130 - 133
[57] 3/Âl-i İmrân, 19, 85; 5/Mâide, 3; 6/En’âm, 125; 39/Zümer, 22; 61/Saff, 7
[58] 2/Bakara, 128
[59] 2/Bakara, 132
[60] 2/Bakara, 136
[61] 3/Âl-i İmran, 19
[62] 3/Âl-i İmrân, 67
[63] 3/Âl-i İmran, 85
[64] 5/Mâide, 3
[65] 6/En’âm, 125-126
[66] 12/Yûsuf, 101
[67] 31/Lokman, 22
[68] 39/Zümer, 22
[69] 61/Saff, 7
[70] Buhârî, İman 1; Müslim, İman 22; Nesâî, İman 13; Tirmizî, İman 3
[71] Müslim, Kader 25; Ahmed bin Hanbel, 4/24
[72] Buhârî, İman 31; Nesâî, İman 10 -8, 105-
[73] Buhârî, İman 31; Müslim, İman 205, hadis no: 129
[74] Müslim, İman 56, hadis no: 34; Tirmizî, İman 10, hadis no: 2625
[75] Nesâî, İman 9, hadis no: 8, 105; Buhârî, Salât 28
[76] Müslim, İman 176, hadis no: 110
[77] Müslim, İman, 189, hadis no: 120
[78] Tirmizî, Birr 17, 18, hadis no: 1927, 1928, 1930; Müslim, İman 95, hadis no: 55
[79] Müslim, İman 14, hadis no: 40; Ebû Dâvud, Cihad, hadis no: 2481; İbn Mâce, Fiten 2, hadis no: 3934
[80] Buhârî, İman 36; Müslim, İman 27, hadis no: 116; İbn Mâce, Fiten 4, hadis no: 3939-3941
[81] Nesâî, İman 3-4
[82] 18/Kehf, 110
[83] 103/Asr, 1-3. Diğer örnek âyetler için meselâ Bak. 5/Mâide, 9; 13/Ra’d, 29; 16/Nahl, 97; 18/Kehf, 30; 19/Meryem, 76; 29/Ankebût, 7, 9.
[84] Bak. 3/Âl-i İmran, 85
[85] Bu âyetlerden bazıları şunlardır: 30/Rûm, 31; 2/Bakara, 1-3, 153, 238; 4/Nisâ, 103, 142; 29/Ankebût, 45...
[86] 3/Âl-i İmran, 104
[87] 48/Fetih, 29
[88] 3/Âl-i İmran, 110
[89] 2/Bakara, 143
DİN
- Dinin Tanımı
- İslâm’a Göre Dinler
- Diğer İnançlarda Din
- Dinin Kaynağı
- Din Duygusunun Menşei
- Dinin Gerekliliği
- Dinlerin Tasnifi:
1- Hak Din, 2- Muharref Dinler, 3- Bâtıl Dinler.
- Bâtıl Dinleri de Tanımanın Gerekliliği
- Din ve Bilim
- Dinde Aşırılık
- Karşı Din; Allah’a Din Öğretmeye Kalkmak
- Yozlaştırılan Din; Halkın Dini ve Hakk’ın Dini
- Bu Din Benim Dinim Değil!
- Yönlendirilen Din; Devlet Dini ve Din Teşkilatları
- Sorular
Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:
* Din kelimesinin sözlük ve terim mânâsını tanımlamak.
*Din kelimesinin içerdiği unsurları açıklamak.
* Kur’an’da din kelimesinin kullanılış şekillerini listelemek.
* Din duygusunun kaynağını İslâm inancına göre açıklamak.
* Kur’an’a göre dinleri tasnif etmek.
*Hak dinlerin genel özelliklerini listelemek.
* Hak dinlerin neden tahrif edildiğini izah etmek.
* Bâtıl dinleri tanımanın bir müslüman için önemini açıklamak.
* Din ile bilim arasındaki ilişkiyi açıklayabilmek.
* Dinin günümüzde değişik şekilde yozlaştırılmasını örnekler
vererek izah edebilmek.
* Resmî din anlayışının ve özellikle câhilî eğitim kurumlarındaki
Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi kitaplarındaki dinin, Allah’ın
tek hak dini İslâm’dan farklı olduğuna örnekler verebilmek.
* İslâm’ın hâkim olmadığı, yani dinin devlet olmadığı
ülkelerde, devlet dininin ortaya çıkması ve dinî teşkilatlar
tarafından dinin yönlendirilmesini örneklerle açıklayabilme.
Din kelimesi “deyene” kökünden oluşmuş bir kelimedir. Sözlük anlamı olarak din; boyun eğmek, hakkını almak, ödünç almak, âdet edinmek, boyun eğdirmek, hesaba çekmek, cezâ ve mükâfat vermek, egemenlik, mülk, hüküm, idare etmek anlamlarına gelir.
Terim olarak din; Akıl sahibi insanları kendi irâde ve arzularıyla hayırlı olan şeylere sevkeden İlâhî bir kanundur. Din; peygamberlerin vahye dayalı yapmış oldukları tebliğdir. Din; Allah Teâlâ tarafından vahiy yoluyla indirilen, insanları dünya ve âhiret saâdetine çağıran i’tikadî ve amelî bir nizamdır. Din; İslâm, iman ve ihsandan oluşan hayat şeklidir (Bu tanımların tümü vahye dayalı hak dinin, yani dar anlamda dinin -İslâm dininin- tanımlarıdır).
Burada geçen din tanımları şu hususları içermektedir:
- Dinin koyucusu ve sahibi Allah’tır. Hiçbir insan, hatta peygamberler dahi vahye dayalı bir din meydana getiremez. “İyi bilin ki, hâlis (gerçek) din Allah’ındır.”[1]
- Din akıl sahibi insanlara hitap eder. Din akıl üstüdür, fakat akıl dışı değildir. Din akıl sahibi olmayan çocukları, delileri sorumlu tutmaz.
- Dinde serbest seçme vardır. Yani iman edip etmeme insanların özgür irâdelerine bağlıdır. “ ... Dinde zorlama yoktur. Artık hak ile bâtıl açıkça ayrılmıştır.”[2]
- Din insanları hayra ve güzelliğe iletir. Fakat din, insanları güzele iletme hususunda onların şahsi kanaatlerini değil; genel ve değişmez evrensel yaradılış kanunlarını esas alır. Bu esaslar: din, akıl, can, mal ve nesli koruma şeklinde formüle edilen esaslardır.
- Vahiy kaynaklı dinler, insana kendi mâhiyetini, başlangıcını ve sonunu, yaratılış gayesini, yapmakla sorumlu olduğu vazifelerini bildirir.
- İnsanların ortaya koyduğu sistemler hak din değil; bâtıl dindir.
- Her yaşayış biçimi bir dindir. Her dinin bir yaşayış biçimi vardır.
Bu toplumda herkesin kendine göre bir “din” tanımı, bir din görüşü ve yorumu vardır. Din konusunda genel kanaat; din olayının Allah ile kul arasında bazı ilişkileri tanzim eden, namaz, hac, oruç gibi ibâdetlerin nasıl yapılacağını açıklayan görüşler manzumesi olduğu şeklindedir. Halk kitlelerinin olduğu kadar, resmî ideolojinin din tanımı da budur.
Bu anlayışa göre din, insanların sadece âhiretini ilgilendiren bir hâdisedir. Bu hâdisede insanlarla Allah arasına girmek; politik çıkarlar için dinî duygulardan faydalanmak, en açık ifâdesiyle dini istismar etmektir. Yine bu anlayışa göre, çağdaş devlet yönetimi, on dört asır önceki dinî hükümlerle değil; yine çağdaş ve medenî olan hükümlerle mümkün olacaktır.
Rabbimiz, din gerçeğini kendi çıkarlarına göre tanımlamaya ve yorumlamaya kalkışan böylesi kimselere, Kur’ân-ı Kerim’de açıkça şöyle buyurmaktadır: “De ki: Siz Allah’a dininizi mi öğreteceksiniz? Oysa Allah, göklerde ve yerde olanları bilir. Allah her şeyi bilendir.”[3]
Bu âyet-i kerimede hem bu kimseler itham edilmekte ve hem de Allah’ın râzı olacağı din gerçeğini öğretecek mercinin yine Allah ve Allah’ın Kitabı olduğu belirtilmektedir. İşte Allah’ın râzı olacağı yegâne din olan İslâm, Allah’tan ve Rasûlünden öğrenildiği zaman, aldatılmakta olan insanlarımız bu gerçekleri kavrayacak ve kendilerine yıllardır anlatılan safsataların yalan olduğunu kavrayabileceklerdir.
Din kelimesi, sadece hak din için, yani özel ve dar anlamıyla İslâm için kullanılmaz. Din kelimesinin geniş olarak ele alındığı ıstılahtaki veya pratikteki anlamı; bir dünya görüşünü, bir hayat şeklini belirleyen görüşler, emirler ve yasaklar manzumesidir. Yani, üstünlüğü kabul edilen kanun ve kurallarla belirlenmiş yaşama şekline din denir. Dolayısıyla “her din bir hayat şeklidir ve her hayat şekli bir dindir” görüşü, genel itibariyle doğru bir görüştür. Nitekim İslâmî ıstılahta veya diğer bir deyişle İslâmî pratikte dinin anlamı; en genel ifâdeyle Yaratıcı ile insanların ve insanlar ile tüm yaratılmışların münâsebetlerini tanzim eden nizamdır.
Kur’ân-ı Kerim’de “din” kelimesi, sağlam bir nizamı, eksiksiz bir düzeni ifâde edecek şekilde kullanılır. Söz konusu bu düzen dört unsurdan meydana gelir:
1- Hâkimiyet ve yüce egemenlik,
2- Bu yüksek egemenlik ve hâkimiyete itaat edip boyun eğme,
3- Bu hâkimiyetin otoritesi altında meydana gelen fikrî ve amelî nizam,
4- Bu nizama uymaya ve ihlâsla bağlanmaya karşı bu yüce egemenliğin verdiği mükafaat veya karşı gelmek sûretiyle isyan etmeğe verdiği cezâ.
Kur’ân-ı Kerim, bazen bu anlamlardan biri için, bazen da tüm bu dört anlamdan müteşekkil nizam için “din” kelimesini kullanır. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerim’in, bu kelimeyle bir hayat nizamını kasdettiği görülür.[4]
Kur’an, din konusunda iki tehlikeden bahseder. Bunlardan biri dinde azgınlık edip aşırı gitmek, dine ilâve etmektir. “De ki: Ey kitap ehli, haksız yere dininiz konusunda aşırı gitmeyin...”[5]
Diğer tehlike ise, dinin koyucusu ve sahibi olan Allah’a din öğretmektir. “De ki: Siz Allah’a dininizi mi öğreteceksiniz?...”[6]
Her toplumda din kelimesini ifâde etmek için farklı kelimeler kullanılmıştır. Bunlar yol, mezheb, âyin, hüküm, emir, kanun, fazilet, korku ile karışık saygı vs. anlamına gelen kelimelerdir. Bu inançlara göre din şu alanları kapsar:
- Din; insanın kutsal şeylerle olan ilişkisidir.
- Din; rûhî varlıklara olan inançtır.
- Din; mutlak itaat duygusuna dayanır.
- Din; en yüksek toplum değerlerinin şuurudur.
Din de dâhil olmak üzere bütün kavramlara iki şekilde bakmak mümkündür:
1) Dinin İlâhî ve yüce kudret tarafından konulduğuna inanan düşünce.
2) İnsanın her şeyden üstün olduğuna inanarak, dini bizzat insanın ürettiğine inanan görüş.
Buna göre ilerlemeci ve evrim teorisine dayanan ikinci görüşe göre, insanlık her geçen gün iyiye giden geri dönülmez bir akışın içindedir. İnsan ilkel döneminde tabiat ve tabii hadiseler karşısında çaresiz kaldığından birtakım görünmez güçlerin var olduğuna inanmış ve bunları maddîleştirerek zamanla tapınmaya başlamış, böylece putperestlik ortaya çıkmıştır. Bu yüzden insanlığın ilk dinine animizm (ruhlara tapma) adı vermişlerdir. Ölü ruhların, bedensiz varlıklarını devam ettireceği inancı atalara tapınmayı doğurmuş, buradan yağmur, ateş, kar gibi tabiat olaylarını idare eden çeşitli tanrıların varlığına inanılmış, zamanla bu tanrıların birleştirilmesiyle tek tanrı inancı ortaya çıkmıştır. Dinin insan tarafından uydurulup üretildiği anlayışına dayanan bu görüşlerin iddiaları şöyle maddeleştirilebilir:
“Eskiden kabileler kendilerini belli bir hayvan veya bitkiyle kan bağı içinde akraba sayar ve onlara saygılarını tapınma biçiminde gösterirlerdi.”
“Din toplumsal bir süreçtir. Toteme (kutsal olan şey) gösterilen saygı insanların kendi birliklerini temsil ettiği içindir. O halde dinin temel fikri kutsaldır. Kutsal olan da toplumun kutsal kabul ettiği şeydir.”
“Din insanın kendi kişiliğini bulurken hissettiği güçsüzlüğe karşı bir şeylere güvenme ihtiyacından doğmuştur.”
“Din: İnsanın kendi düşüncesini insanüstü bir plana aktarmasıyla ortaya çıkmıştır. Yani insanların rûhun ölmezliğine inanmaları, adâlete olan susamışlıkları, insanların bir adâletin tecellisine olan inançları din mefhumunu ortaya çıkarmıştır.
“Din baskı altındaki insanların iç çekmesi, kalpsiz dünyanın kalbi, ruhsuz dünyanın rûhudur. Din halkın afyonudur.”
“Sonuç olarak din, ilkel insanın zayıflığının ürünüdür. İlkel ve çok tanrılı dinler tarihin ilk dönemlerinde yaşanmış olup, din de insanla birlikte evrim geçirmiştir. Din herhangi bir varlığın değil, bizzat insanın kendisinin ürünüdür. Teknolojinin ve tabii bilimlerin gelişmesiyle insan, tabiat üstünde hâkimiyet kurmuş, tabiat olaylarına bilimsel açıklamalar getirmesi sonucu zamanla din, işlevini yitirecek, insan hayatının belli bir safhasında artık ihtiyaç olmaktan çıkacaktır.”
Tüm bu ve benzeri inançlar Allah’a inanmayan, dini kabul etmeyen, ateist, laik, materyalist, komünist ideolojileri benimsemiş olan insanların ortak inancıdır.
İslâm inancına göre dinin kurucusu Allah’tır. Bütün vahiy kaynaklı dinler Allah tarafından gönderilmiş, ilk günkü saflıklarını korudukları müddetçe yürürlükte kalmıştır. İlk insan, aynı zamanda ilk peygamberdir. Dolayısıyla insanlığın ilk dini çok tanrılı değil; tek tanrılıdır.Yani tevhid dinidir.
Allah’ın varlığı ve birliği, zat ve sıfatları, melek inancı, kitap inancı, peygamber inancı, âhiret inancı vahiy kaynaklı dinlerde değişmemiş, sadece şeriatler değişmiştir. Bunun içindir ki, Hz Âdem’den, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’e kadar tüm peygamberlerin getirdiği hak dinlerin ortak adı İSLÂM’dır.
Fakat peygamberler halkın arasından ayrıldıktan sonra, insanlar hak dinden uzaklaşmış, birtakım sâlih insanlara, yıldızlara, ağaçlara, hayvanlara, taşlara, hevâ ve heveslerine tapınmaya başlamışlardır. Hak dinlerde meydana gelen bu sapmayı ortadan kaldırmak için Allah Teâlâ, merhametinin bir sonucu olarak peygamberler göndermiş, bu elçiler insanları tevhid inancına tekrar tekrar dâvet etmişlerdir.
Yani insanlığın çok tanrı inancından tek tanrı inancına doğru gelişme gösterdiği anlayışı İslâm inancına aykırıdır. İslâm i’tikadında insanlığın ilk dini tevhid dinidir.
Din duygusu fıtrîdir, doğuştan gelir. İnsan, inanma ihtiyacı ile yaratılmıştır. İnsan, yaratılışından bu güne kadar her zaman ve her yerde yüce, ulu, kudretli bir varlığa inanma ihtiyacı hissetmiştir. Bu ihtiyaç din duygusunun fıtrî olduğunun delilidir. Dolayısıyla din duygusunun kaynağını, insanın fıtratında aramak gerekir. Nitekim Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır: “Sen yüzünü bir kanıt olarak dine, Allah’ın fıtratına çevir ki, O, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratması değiştirilemez.”[7]
Peygamberimiz bir hadisinde “Her çocuk, (İslâm) fıtrat(ı) üzerine dünyaya gelir. Bundan sonra anne ve babası yahûdi ise, onu yahûdi; hristiyan ise, hristiyan yapar.”[8] buyurarak bu hususu açıklamıştır.
Yapılan çok yönlü araştırmalar da göstermektedir ki, insanlığın yaratılışından günümüze kadar, dinden uzak toplumların varlığına şâhit olunmamıştır. Din fikri insanla beraber var olmuş ve onunla birlikte yaşayacaktır. İnsan, fizikî ve rûhî yapısı itibarıyla dine muhtaçtır. Fiziksel varlığının devamı için nasıl ki, yeme içmeye, giyime, korunmaya, barınmaya muhtaçtır; Mânevî varlığının devamı için de dinî prensiplere muhtaçtır. Sadece maddî ihtiyaçlarını düşünen insanlar, hasta ve dengesiz tiplerdir, zayıf karakterli kimselerdir.
Kur’an’a göre dinler üçe ayrılır:
1- Hak Din (İslâm Dini),
2- Muharref Dinler,
3- Bâtıl Dinler.
Hak Din, Allah tarafından peygamberler aracılığıyla insanlara bildirilen, hiçbir değişikliğe uğramadan ve bozulmadan günümüze kadar gelen hayat şeklidir. Bu din, yani hayat şekli; inancı, dünya görüşünü, davranış ve eylem biçimini, Allah’a karşı görevleri, ibâdet anlayışını, insanlara ve tüm yaratıklara karşı muâmeleyi, kanunları ve cezâları içermektedir. İşte, bütün peygamberlere Allah’ın gönderdiği din, İslâm Dini’dir. Hak din, peygamberlere günün şartlarına göre şeriatları farklı olarak gelmiştir. Akîde (inanç) ise, bütün peygamberlerde aynıdır.
Hak Dinin Genel Özellikleri Şunlardır:
- Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ eden ve nasıl uygulanacağını gösteren peygamberler vardır.
- Her peygamberin, ya kendisine verilen suhuf (sayfalar -küçük kitap-) veya kitabı vardır. Ya da kendinden önceki peygambere inen henüz bozulmamış kitabın hükümlerini tatbik eder.
- Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, âhirete inanç vardır.
- Akla ve kesinliği ispatlanmış ilmî gelişmelere aykırı hiçbir şey yoktur.
Muharref dinler, tahrif edilmiş, bozulmuş dinler demektir. Allah’ın gönderdiği İslâm Dini’nin atmalar ve katmalarla değiştirilmiş şeklidir. Yahûdilik ve Hıristiyanlık muharref dinlerdir.
Dinleri bozmanın amacı: İnsanlar zamanla Allah’ın yolundan sapmış, tatmin olmak bilmeyen arzu ve isteklerini gerçekleştirmek isteyince de, Allah’ın insanlar arasında dengeyi ve huzuru sağlamak için gönderdiği din, kendilerine mâni olmuştur. Bu engeli ortadan kaldırmak için de iki seçenek vardır
a) Allah düşüncesini ve inancını reddederek, Allah’a dayalı bir dini de ortadan kaldırmak.
b) Allah’ın gönderdiği dinin, kendi arzu ve istekleriyle çelişen, kendi çıkarlarına müsaade etmeyen kurallarını değiştirmek.
Din düşüncesinin reddedilmesi işlerine gelmeyen veya toptan reddetmenin mümkün olmadığını görenler, dinin işlerine gelmeyen yönlerini kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmişlerdir. Böylece hem câhil ve gafil dindarların tepkisinden kurtulmuşlar, hem de değiştirdikleri bu dinleri kendi sömürü düzenlerine koltuk değneği yapmışlardır. Bu tip insanlar, zaman zaman dinî merasim ve törenlere katılıp kendilerinin de dindar olduklarını, dine karşı olmadıklarını söyleyerek dindar ama câhil kesimin desteğini almaya çalışmışlardır. Kısaca, Allah’ın gönderdiği Hak Din’in bazıları tarafından kendi çıkarları doğrultusunda değiştirilip Allah’ın dini imiş gibi sunulduğu dinlere muharref dinler denir.
Bâtıl dinler, insanlar tarafından konulan hayat şekilleridir. Kanun ve kuralların Allah’a dayanmadığı sistem ve nizamların tümü bu gruptandır. Puta tapıcılık, Mecusilik, Budizm gibi hayat şekilleri, eski zamanlardan beri görülen bâtıl dinlerdendir. Kapitalizm, komünizm, sosyalizm, materyalizm, faşizm, Kemalizm, laiklik gibi ideolojiler ve tüm beşerî düzenler günümüzdeki bâtıl dinlerdir.
Muharref (bozulmuş) dinleri anlatırken, vahye dayalı dinin, birtakım maddecilerin işine mâni olduğu için, onların dini bozduklarını, değişikliğe uğrattıklarını görmüştük. Burada da aynı amaç söz konusudur. Uydurulan bu dinler, insanları ezip sömürmüşler, yaratılışlarının zıddına yaşamaya mecbur etmişlerdir. İnsanlık bu dinlerde, ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen, şımarıp büyüklenen ve şahsiyeti elinden alınıp köleleştirilen diye ikiye ayrılmıştır. Ama hep sömürülen, ezilen ve köleleştirilen kesim çoğunlukta olmuştur. Kısacası, bu dinler azınlıktaki grubun arzularını gerçekleştirip, onların hevâ ve heveslerini tatmin aracı olmuştur (Adlarına çoğunluk ve çoğulculuk rejimleri denen demokrasi ve benzeri hayat şekillerinde de durum farklı değildir).
İnsanlar, zulmün ve sömürünün farkına varıp patlama noktasına geldiklerinde, müstekbirler, insanlara yepyeni hayat şekilleri (dinler) sunmuşlardır. Bu tiplerin ortak vasıfları İslâm’a düşmanlık olduğundan, Hak Din’i tebliğ edenleri fitneci, fesatcı, düzeni bozan, anarşistler olarak tanıtmaya çalışmışlar; kendilerini ise ıslah ediciler olarak göstermişlerdir.[9]
Geçmişte olduğu gibi zamanımızda da insanlara yeni yeni dinler (ideolojiler) ileri sürülmüş, bu dinler belirli zamanlarda insanların hayatlarına hâkim olmuştur. Fakat bu dinler, kendi bağlılarını bile mutlu edemediği, özgürlük, hak ve adâlet veremediği gibi; insanların çoğunluğunu şeytanın ve bir avuç azınlığın kulu, kölesi yapmıştır.
Kuvvetlinin zayıfı ezmesine, sömürmesine dayanan bu uydurma dinler bugün birer birer çökmekte, insanlık, yaratılışına uygun olan dini aramaktadır. Kapitalizme ve faşizme alternatif olarak ortaya çıkan komünizm ve sosyalizm gibi dinler (ki bunlar dinsizlik dinidir) 70 senede çökerek, kendi bağlıları tarafından tarihin çöplüğüne atılmışlardır. Bazıları, kendi elleriyle yaptıkları dinlerini yine kendi elleriyle yıkıp yeni yeni dinler edinmektedirler. Bir zamanlar elleriyle yaptıkları ve sonra taptıkları heykelleri, putları atacak çöplük arayan insanlar, kırdıkları putların yerine yenisini koymayı daha ne zamana kadar sürdürecektir?
Bir hayat şekli, bir dünya görüşü, bir yol, bir yaşam tarzı olarak ifâde ettiğimiz şeyin en kısa adı “din”dir. Din kavramı, bütün bunları kuşatmaktadır. Herhangi bir toplumun, cemaatin veya bir ferdin dünya görüşü, gittiği yol ve yaşam tarzı Allah’ın hükümlerine göre belirleniyor, bu İlâhî hükümlere göre şekil alıyor ise, bu toplum, bu cemaat veya bu fert İslâm dini üzeredir.
İslâm’ın hâkim olduğu ülkede, İslâm’ın sosyal ve ekonomik adâleti her şeyi kuşatır. Allah’ın râzı olacağı dini, yani İslâm’ı yaşayan toplumlarda, Allah’ın hükümleri karşısında herkes eşittir. Bu hükümlerden muaf tutulan, bu hükümler karşısında ayrıcalıklı veya dokunulmaz olan sınıflar yoktur.
Peki, bu eşitlikten, bu adâletten, bu hükümlerden herkes memnun mudur? Elbette ki değildir! Dinî otorite veya siyasî iktidar adına insanları ezmek, insanları sömürmek isteyen müstekbirler, bu durumdan hiç memnun olmazlar. Çünkü yürürlükte olan İlâhî hükümlere göre insanları aldatmaları, insanları ezmeleri, insanları sömürmeleri mümkün değildir.
Bu durumda yapacakları iş, kendi çıkar ve menfaatlerine dokunan İlâhî hükümleri te’vil veya tahrif etmek ve bununla da yetinmeyip, İlâhî hükümleri rafa kaldırarak, insanların yaşam şeklini belirleyecek yeni hükümler, yeni kurallar koyup uygulamaktır.
İnsanların yaşam şeklini belirleyecek yeni hükümler, yeni kurallar koyup uygulamak! Bu ne demektir? Bu, en açık ifâdesiyle, yeni bir din ortaya koymaktır. Çünkü din gerçeği, insanların yaşam şeklini, hayat nizamını belirleyen hükümler manzumesi olduğundan; İslâm’ın hükümlerini reddedip, bu İlâhî hükümlere zıd hükümler koymak; İslâm’ı beğenmeyip, İslâm’ı reddedip, yeni bir din oluşturmaktır.
Tarihin her döneminde bunun açık örnekleriyle karşılaşıyoruz. Zaten Allah (c.c.)’ın muayyen zamanlarda peygamberler göndermesinin nedeni de, insanların hak dinden sapmaları, hak dini tahrif etmeleri, dinlerini parçalara ayırmaları ve yeni yeni dinler türetmeleridir. Yoksa onlar kendilerine gönderilen hak din üzereyken, Allah (c.c.) “biraz da bu dini yaşayın!” diyerek, farklı farklı dinler göndermiş değildir!
İşte insanların, hak dini tahrif ederek veya parçalara ayırarak ya da hayat şeklini belirleyecek hükümler, kanunlar koyarak ortaya çıkardıkları bütün bu dinler, hak olan İslâm gerçeğine göre bâtıl dinlerdir. Bunların adına bilimsel çevrelerce değişik izm’ler, değişik ideolojiler denilse de, İslâm’a göre bunlar birer dindir; bâtıl dindir.
Fakat ne gariptir ki, insanlara “din” denilince, her nedense sadece âhiretle ilgili meseleleri dikkate alan, metafizik konularla alâkalı görüşler akla gelmektedir. Nitekim kaynağı itibarıyla semâvî olan Yahûdiliğe, Hıristiyanlığa veya İslâm’a “din” dedikleri halde, değişik dünya görüşlerinin ve ideolojilerin de “din” olduğunu dikkatlerden kaçırmaktadırlar. İnsanlar için düşünce ve yaşantılarının temelini oluşturan her sistem, inanç veya felsefe din ismini almasa dahi, gerçekte birer dindirler. Dolayısıyla dini olmayan hiç kimse yoktur. Çünkü herkesin bir hayat tarzı vardır. Biliyoruz ki, her din bir hayat şekli, bir yaşam nizamıdır. Bu yaşam nizamının içinde âhiretle ilgili boyut olduğu gibi, dünya ile ilgili boyut da bulunmaktadır. Hatta ve hatta dünyevî boyut, pratik düzlemde uhrevî boyuttan çok daha önce gelmektedir. Çünkü uhrevî boyuta yönelmek, meselenin dünyevî boyutu çözümlendikten, daha açık bir ifâdeyle kişinin ayakları dünyada yere bastıktan sonra gerçekleşmektedir.
Din kavramının dünyadaki pratiğe önem veren bu genel tanımını dikkate alarak bir değerlendirme yapacak olursak; insanların hayat şeklini belirleyen her ideoloji, her izm, her dünya görüşü veya yaşam biçimi, Kur’ân-ı Kerim’e göre birer dindir. Çünkü bütün bunlar dinin yapısında yer alan konulara müdâhale etmekte, bu konularda doğru veya yanlış görüşler, hükümler ileri sürmektedirler. Bu ideolojilere “din” denilebilmesi için, kaynağı itibariyle İlâhî veya beşerî olma şartı yoktur. Meselâ Mekke’li müşrikler kendilerini İlâhî bir dine nisbet etmemelerine rağmen, Kur’ân-ı Kerim onların içinde bulunduğu hayat şekline ve onların tüm yönelişlerine “din” demektedir.
“De ki, ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma da siz tapacak değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana.”[10]
Nitekim aynı örnek Kur’ân-ı Kerim’deki Yusuf (a.s.) kıssasında da bulunmakta, Yusuf (a.s.)’ın yanında bulunduğu hükümdarın düzenine, yönetim hukukuna “din” denilmektedir.
"İşte biz Yusuf için böyle bir plan düzenledik. (Yoksa) hükümdarın dininde (hırsıza verilecek cezâya göre) kardeşini (yanında) alıkoyamazdı.”[11]
Fazlalaştırabileceğimiz bu örneklerden de anlaşılacağı gibi, Kur’ân-ı Kerim’e göre yegâne din İslâm değildir.
“Allah katında din, hiç şüphesiz ki İslâm’dır.”[12] âyet-i kerimesini ileri sürerek “Allah katında din İslâm’dır. Öyleyse İslâm’dan başka bütün yönelişler, bütün hayat şekilleri, bütün ideolojiler din değildir” demek; bu âyeti, Kur’ân-ı Kerim’e zıt yorumlamak demektir. Bu âyet-i kerimeden anlamamız gereken gerçek; Allah katında geçerli ve makbul olan din, Allah katında hak olan din, sadece ve sadece İslâm’dır.
Kur’ân-ı Kerim’de beyan edilen bu gerçek, insanların İslâm’dan başka dinler üretmeleri, bu dinlere yönelmeleri realitesiyle çatışmaz. İnsanların ürettikleri, insanların ortaya koydukları hayat şekilleri birer din olduğu gibi, semâvî bir dinin insanlar tarafından parçalanan, tahrif edilen bütün şekilleri de yine bir dindir. Nitekim yukarıda verdiğimiz örneklerden de anlaşılacağı gibi Rabbimizın kelâmı olan Kur’ân-ı Kerim’de; müşriklerin ve kâfirlerin hayat şekline, hükümdarın yönetim hukukuna, kaynağı itibariyle hak olan dinlerini tahrif eden ehl-i kitabın yaşam biçimine yine “din” denilmektedir. O halde İslâm yegâne din değil; yegâne hak dindir. Kaynağı ve ilk dönemleri itibariyle hak olan Yahûdilik ve Hıristiyanlık gibi bütün İlâhî dinlerin aslını kendi kapsamına alan ve bunun biricik ifâdesi olan İslâm, Allah katında ve biz mü’minler nezdinde yegâne hak dindir.
İslâm’ın karşısındaki diğer dinler ise yine birer din olmalarına rağmen, en genel ifâdesiyle bâtıl dinlerdir. Değişik izm’ler, değişik ideolojiler birer dindir; birer dindir ancak, hak din değillerdir. Kimilerimizin aklına şu soru gelebilir: Mâdem birçok ideolojiler ve birçok izm’ler birer dindir, o halde bunlara neden “din” denilmiyor da, başka başka isimlerle adlandırılıyor?
Çünkü bilindiği üzere ideolojinin mânâsı, bir yaşam biçimini belirlemeyi amaçlayan ve kendi içinde bağlantısı olan siyasî, iktİsadî, sosyal görüşler bütünlüğüdür. İdeolojiye yüklenen bu tanım, dinin tanımına paralel bir tanımdır. O halde neden bunlara “din” denilmiyor? İşte, dünya müstekbirlerinin kendi koydukları dinlere bilmem ne ideolojisi veya bilmem ne izmi demelerinin nedeni; yönettikleri halkın iki ayrı din vakıasıyla, yani din ikilemiyle karşılaşmaması içindir. Çünkü bu müstekbirler halk kitlelerinin din olgusuna karşı tutucu yaklaşımlarını bilmekteler ve halkın tepki göstereceği bir din ikilemi meydana getirmemek için, kendilerinin ürettikleri veya türettikleri dinlere, bilmem ne ideolojisi veya bilmem ne izmi gibi isimler takmaktadırlar.
Kurtuluşları ancak ve ancak İslâm’da olan insanlara, İslâm’ın karşıtı olarak bir dünya görüşü, bir yaşam tarzı, bir hayat şekli öngören her ideoloji, her izm, İslâm’ın karşısında bâtıl bir dindir. Bu bâtıl dinlere inanmak, bu bâtıl dinlerin dünya görüşünü benimsemek ve bu bâtıl dinleri yaşamak ile, “benim dinim bu ideoloji veya bu izm’dir” demek arasında hiçbir fark yoktur.
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, asla ondan kabul edilmez. O, âhirette de kayba uğrayanlardandır.”[13]
İnsanın dünyadaki tarihi, Âdem (a.s.) ve Havvâ validemizle başlayan bir tarihtir. Âdem (a.s.) ise, bildiğimiz gibi hem ilk insan ve hem de ilk peygamberdir. Tabii ki peygamberlik görevi, ailesine yönelik bir görevdir. Dolayısıyla dinler tarihinin başlangıcında hak din vardır. İnsanların yaşam biçimini açıklayan ilk din, ilk nizam; hak olan din, hak olan nizamdır. Bâtıl dinler ise sonradan ortaya çıkan dinlerdir.
Bâtıl dinlerin gerçek mimarı, hiç şüphesiz ki şeytandır. Şeytan, bâtıl dinleri ihdas etmek için kendi dostlarına vesveselerle yol gösterirken, hak dinin yapısını dikkate almıştır. Nitekim bâtıl dinleri genel olarak inceleyecek olursak, hak dinin iskeletine bâtıl ceset giydirildiğini görürüz.
Şeytan ve dostları kendi çıkarlarına uygun bâtıl dinleri ihdas ederlerken, çoğu zaman hak dinin bazı görüşlerine hiç dokunmamışlardır. Şeytan ve dostlarının çıkarlarına zararlı gözükmediği için müdahale edilmeyen bu gibi görüşler, hak dinleri tahrif edilen toplumların, kendilerini hâlâ hak dinde sanmalarına ve dolayısıyla bâtıl dinlere tepki göstermemelerine neden olmuştur. Oysa şeytan ve dostlarının müdahale etmedikleri bu gibi görüşler, hak dinin bütünlüğünde anlam ve hikmet kazanan görüşlerdir. Hak dinin bütünlüğünden koparılan bu görüşler, ne yazık ki insanları uyarıcı niteliğini yitirip, hâkim otoriteler tarafından insanları uyutucu bir niteliğe dönüştürülmektedir.
Meselâ küfrî otoriteler tarafından yönetilen halkında müslüman olan ülkelerde, tâğutî otoritelerin namazı yasaklamamaları ve bunun da ötesinde bu yönetimlerdeki bazı Firavunların halkın karşısına namaz kılıyormuş görüntüleriyle çıkmaları, aldatılan halkın ülkeyi İslâm, yöneticileri de müslüman kabul etmelerine neden olmaktadır. İşte İslâm ülkelerinde müslümanları kötülüklerden uzaklaştırıcı, uyarıcı, arındırıcı ve diriltici bir niteliği olan namaz eylemi, böylesi ülkelerde kendi özünden ve anlamından uzaklaşarak halkların uyutulmasına neden olmaktadır.
Genellikle hak dinin ismini kullanarak veya hak dinle hiçbir çelişkisi yokmuş gibi empozeedilerek yürürlüğe konulan bâtıl dinler, insanların ezilmesine, insanların sömürülmesine neden olmuştur.
Ancak, insanı yaratan Allah, insanları böylesi zulümler, böylesi sömürüler içinde başıboş bırakmamıştır. Peygamberler, insanları içine düştükleri bu zilletten kurtarmak için gönderilmişlerdir. Zamanımızdaki zâlimleri, zamanımızdaki bâtıl dinleri yerle bir etmek ve Allah’ın râzı olacağı İslâm’ı hâkim kılmak için, yeni bir peygambere gerek yoktur. Çünkü Rasûlullah (s.a.s.) efendimizle birlikte gönderilen Rabbânî mesaj, ilk günkü tazeliği ve ilk günkü temizliği ile elimizde bulunmaktadır. İslâm Dini’nin iki temel kaynağının (Kur’an ve Sünnet) elimizde bulunması, bütün bâtıl dinler karşısında İslâm dinini yeniden tebliğ ve yeniden ikame edebileceğimizi gösterir.[14]
Bâtıl Dinleri de Tanımanın Gerekliliği
Her dönemdeki müslümanlar, çağlarındaki bâtılları tanıyarak onlar hakkındaki İslâm’ın hükmünü de bilmek mükellefiyetindedirler. Böyle bir mecburiyetin kaynağı müslümanın, mü’min ve müslüman olan kimseler ile öyle olmayan kimselere, inançlarına uygun davranmak zorunda oluşudur. Yani onlara uygulanacak olan hukuk ile onlara karşı yapılacak olan muâmelenin, inançlarına göre belirlenmek durumunda olmasıdır. İslâm’ın bu inanç ve hayat sistemleri, yani bu dinler hakkındaki hükümleri bilinmediği takdirde tavır belirlemek sözkonusu olamayacağından, bunların iman açısından değer hükümlerinin tesbiti de kaçınılmaz bir haldir.
Ayrıca bâtıl dinleri tanımayan câhil müslümanların, tanımadıkları bâtıldan kaçınmaları da özellikle günümüzde imkânsız derecede zordur. Zamanımızda nice müslüman, kavram kargaşasının kurbanı olmakta, bâtıl dinlerle karışık bir inanç ve davranış sergilemektedir. Yani biraz müslüman, biraz laik, biraz materyalist... karma dinler içinde olabilmektedir. “Onların çoğu, ancak Allah’a şirk (ortak) koşarak iman ederler.”[15]
Müslüman, Allah’ın ve Rasûlü’nün kat’i hükümlerine aykırı hükümleri kabul edemeyeceğinden, bu tür fikir, sistem ve ideolojileri reddetmek zorundadır. Dolayısıyla müslümanların, çağlarında ortaya çıkan fikir ve sistemlerle bu açıdan ilgilenmeleri ve bunlara dair değerlendirme yapmaları gerekmektedir. Hele bu fikir, ideoloji ve sistemler, özellikle müslümanların yaşadığı topraklar üzerinde uygulama alanı buluyor ve yayılma istidadı gösteriyor, hatta bunların varlığı İslâm akîdesi açısından büyük bir fitne ve tehlike teşkil ediyorsa, müslüman olarak görevimiz daha da büyük olacaktır.
İslâm’ın hükmetmek istediği alanlar, eğer gayri İslâmî, câhilî ve müşrik güçler tarafından işgal edilmiş ise, müslümanın bu güç ve düzenlere karşı akîdesinin gösterdiği doğrultuda gereken mücâdeleyi vermesi, kaçınılmaz bir mükellefiyettir.
İnsanlar tarafından oluşturulan dinlerin hepsinin ortak özelliği; Allah’ın vahiyle bildirdiği din olan İslâm’a karşı olmalarıdır. “Allah’tan bir yol gösterici olmadan, yalnız kendi keyfine uyandan daha sapık kim olabilir?”[16]
Bir insan, ya Allah’a iman eder ve Allah’ın indirdiği hükümlere göre hayatını düzenler; ya da “tâğut”a teslim olup, tâğutun kurallarına, hevâ ve heveslerine uyar. Bu iki yolun dışında üçüncü bir yol yoktur.
İnsanların hak olsun bâtıl olsun, dünya hayatlarında benimsemiş oldukları inanç ve hayat düzenlerinin, ideoloji, politika, ahlâk ve yaşayış şekil ve üsluplarının ifâdesi olarak “din”in, Allah tarafından kabul edileninin adı “İslâm”dır. Allah, kendi katında geçerli olan dinin İslâm olduğunu bildirmiş, İslâm’dan başka bir din arayanın, İslâm’dan başka bir inanç ve hayat düzenini benimseyenin bu arayış ve benimseyişinin âhirette ebedî hüsran ile sonuçlanacağını, bu dininin Allah tarafından kabul edilmeyeceğini açıklamıştır.[17] Allah’ın dininden başka bir din, O’nun insanlar için teklif etmiş olduğu hayat düzeninden başka bir hayat düzeni, O’nun istediğinden başka inanç sistemi ve ideolojileri seçip benimsemek, kısacası Allah’ın dini İslâm’dan başka bir din arayışına girmek, fıtrata ve Allah’ın kâinata egemen olan kanunlarına ters düşmektir. “Göklerde ve yerde ne varsa ister istemez Allah’a teslim olup boyun eğmişken, onlar Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Hem onlar O’na döndürüleceklerdir.”[18]
Allah, dinini kemale erdirdiğinden, bu dinin eksiksiz olarak ve bütünüyle alınıp kabul edilmesi, tüm hükümlerine inanılarak, bütünüyle uygulanmaya konulması gerekmektedir.
"Ey iman edenler! Bütünüyle ve hepiniz İslâm’a girin. Şeytanın adımlarına uymayın. Gerçekten şeytan sizin apaçık bir düşmanınızdır. Size bunca deliller geldikten sonra kayarsanız, bilin ki Allah, hiç şüphesiz mutlak Gâlib ve Hâkim olandır.”[19]
“Yoksa siz, Kitab’ın bir kısmına inanıyorsunuz da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden böyle yapanların cezâsı, dünya hayatında rezil ve rüsvay edilip aşağılanmaktan, âhirette de azâbın en şiddetlisine uğratılmaktan başkası değildir. Allah, yaptıklarınızdan gâfil değildir.”[20]
Kayıtsız şartsız olarak bütün alanlarda Allah’a ve O’nun şeriatına tam bir teslimiyetle bağlanmadıkça ve Allah’ın dini dışında kalan her türlü düzen, sistem, inanç, bakış açısı, kurum, yaklaşım tarzı ve değer ölçüsü kesinlikle ve tam anlamıyla reddedilmedikçe, Allah tarafından kabul edilecek nitelikte bir imana sahip olmaya imkân yoktur. Ancak böyle bir tavır sergilenebildiği takdirde, Allah’a iman edilmiş, tâğut, ve tâğutî düzenler inkâr edilmiş, küfrün karanlıklarından kurtulup İslâm’ın nuruna, imanın aydınlığına çıkılmış olur:
“Artık hak ile bâtıl iyice ayrılmıştır. Kim tâğutu inkâr edip Allah’a iman ederse kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir. Allah, iman edenlerin velîsidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkartır. Kâfir olanların velîsi ise tâğuttur, onları aydınlıktan karanlıklara sürüklerler. İşte onlar cehennemliklerdir. Onlar orada temelli kalacaklardır.”[21]
Bu konuyu açıklamadan önce ilmin Allah’ın sıfatı olduğunu belirtelim.
İslâm dininin geçmişten günümüze kadar ilimle hiçbir meselesi olmamıştır. İlim ve din çatışması Hristiyan Avrupanın sorunu olmuştur.
İslâm inancına göre üç çeşit kitap vardır:
1) Kur’ân-ı Kerim (Vahiy): Bu kitaptan doğan ilimler; Tefsir, Hadis, Fıkıh, Akaid, Kıraat, Tecvid vs.
2) Kâinat: Bu kitaptan doğan ilimler; Fizik, Kimya, Matematik, Biyoloji, Astronomi, Botanik, Coğrafya, Mühendislik bilimleri vs.
3) İnsan: Bu kitaptan doğan ilimler; Tıp, Psikoloji, Sosyoloji, Tarih, Antropoloji vs.
Buna göre İslâm’da din ilmi, din dışı ilim diye bir ayrım sözkonusu değildir. Yani bazı ilimler kutsal, bazıları ikinci, üçüncü... sınıf ilimler şeklinde bir ayrım yoktur. Kur’an tüm kâinatı ve insanı âyetler topluluğu olarak görür. Bu âyetlerin tümünü inceleme görevini insana yükler. İnsanın kendini ve kâinatı anlamaya çalışması sonucu ortaya çıkan ilimler ile, Kur’an’ı anlamaya çalışması sonucu ortaya çıkan ilimler arasında fark yoktur. Tüm ilimler, âyetleri anlamaya çalışmak süretiyle Allah’a yöneliştir. Bu yüzden tüm ilimler değerli ve tüm âlimler hürmete layıktır.
Tabiatı, insanı ve Kur’an’ı anlamaya dönük ilimler bir arada yürütülmelidir. Bunlardan birine ağırlık verilip diğerleri ihmal edilirse, insanın ve tabiatın dengesi bozulur. Günümüzde yaşandığı gibi insanlığı türlü felâketlere sürükler. Bu günkü modern dünyayı kuranlar Kur’an’ı dışladıkları için insanlığı felâkete sürüklemişlerdir.
Kur’an bize en küçük böceklerden en büyük hayvanlara, bir sinek kanadından okyanuslara kadar, denizler, göller, yağmur, güneş, bulut, rüzgâr, bitkiler, gece ve gündüz, kısacası yeryüzünden gökyüzüne her zerrenin ve kürrenin bir âyet, Allah’a götüren bir işaret olduğunu söylüyor.
Kur’ân-ı Kerim’de sûreleri oluşturan bölümlere de âyet denir. Tüm bu âyetlerin anlaşılmasına dönük ilimler ve âlimler değerlidir. Zaten ilim demek, âyetlerin anlaşılması demektir. Bir şartla ki, bu ilimler insanlığın faydasına hizmet etmeli, âlimler, bilginler de iman sahibi olmalıdır. “Gerçek anlamda iman edenlere, yeryüzünde ve kendi içinizde Allah’ın varlığına nice deliller vardır; görmez misiniz?”[22]“O’nun hak olduğu meydana çıkıncaya kadar varlığımızın belgelerini onlara hem dış dünyada ve hem de kendi içlerinde göstereceğiz. Rabbinin her şeye şâhid olması yetmez mi?”[23]
Din, maaddî âlemden daha çok, maddî âlemin dışında kalan, ölçülebilme, gözlenebilme özelliği olmayan bir âleme, kâinatı yaratan, şekillendiren bir varlığa olan inançtır. Din bu âlem ve diğer âlem hakkında bilgi verir. İnsanların bu dünyada nasıl yaşaması gerektiğini açıklar.
Bilim ise, ölçülebilme ve gözlenebilme özelliği olan bu âleme dayanır. Kâinattaki düzeni ve bu düzenin uyduğu kuralları araştırır, keşfeder ve aralarındaki çeşitli ilişkileri ortaya çıkarır. Bilim elde edebilmek için, a) Bu âlemin bizden bağımsız olarak var olduğuna, b) Bu âlemden bilgi elde etmenin mümkün olduğuna, c) Bu âlemin anlaşılabilir olduğuna inanmak gerekir.
Burada şu hususa dikkat etmek gerekir. Din ve ilim insanın dışında ve insandan bağımsızdır. İnsan bunları icad edemez. Sadece keşfeder veya idrâk eder. Bunların yerine kendi hevâ ve hevesine uygun yeni şeyler koyamaz. Böyle yaptığını zannetse bile sadece kendi dışında var olan olayları ortaya çıkarmış olur.
Ayrıca kendisinden bağımsız olan, yerçekimi yasasını, sofra tuzunun formülünü, güneş sisteminin işleyişini, kendi yaratılış kanununu değiştirmek veya peygamberliği, günlük namazların sayısını beşten altıya çıkarmak ya da dörde indirmek vs. mümkün değildir.
Gerçek ilim adamları, dinin ve ilmin yasalarını, bunların özelliklerini, bunlar arasındaki ilişkileri anlamaya ve idrâk etmeye çalışan ve sonuçta Allah’ı bulanlardır.
Kur'an, din bahsinde bir tehlikeye dikkat çekmektedir: Bu, dinde gulüvdür/aşırılıktır. Dinde gulüv: Azgınlık, doymazlık, haddi aşmak, dine ilâvelerde bulunmak demektir. Hz. Peygamber'in gulüv konusundaki beyanları bize gösteriyor ki, dinde gulüvün temelinde, birtakım insanların dinde olmayan bazı şeyleri Allah'a yaranmak adı altında dine yamatmaları ve esası kolaylık olan hak dini çekilmez hale getirmeleri vardır. Dinde aşırılık, âyetler çerçevesinde, öncelikle yanlış bir Allah inancında belirir. Daha sonra ise başkaldırma, aşırı gitme ve yapılan kötülükleri önleme çabasından yoksunluk olarak kendini gösterir.
Ehl-i kitapla ilgili bu aşırılık ve taşkınlığın yasaklanışı, dinlerin en ortayolcusu/dengeli olanı Hz. Muhammed'in dinine uymaya teşvik amacı taşır. Kur'an, hıristiyanlığın dinde gulüv yüzünden Hakk'a yüz çevirip hak dini dejenere ettiğini söylemektedir “De ki: Ey kitap ehli, haksız/yanlış yere dininizde taşkınlık etmeyin, dininiz konusunda aşırı gitmeyin. Daha önce sapıtan, pek çok kişiyi saptıran ve doğru yoldan ayrılan bir kavmin hevâsına/keyiflerine uymayın. İsrâil oğullarından inkâr edenler, Dâvud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle lânetlenmişlerdi. Bu, başkaldırmaları ve aşırı gitmelerindendi. Birbirlerinin yaptıkları kötülükleri önlemezlerdi. Yaptıkları ne kötüydü!”[24]
Kur'an, dinde aşırılıktan şiddetle kaçındırmaktadır. "Kalbini Bizi zikirden/anmaktan alıkoyduğumuz, keyfine uyan ve işi hep aşırılık olan kişiye itaat etme!"[25] Bu âyet de, aşırılıktan kaçınmayı, aşırılara uymamayı emretmektedir. Çünkü dinde aşırılık, dini amacından saptırır. Allah'ın koymadığı hükümlerin konmasına, yasaklamadığı şeylerin yasaklanmasına yol açar. Bu da insanların hareket alanlarını daraltır. Dinin amacı, insanın elini kolunu bağlayıp onu vehimlerin tutsağı yapmak değil; hurâfelerden kurtarıp özgür, sadece Allah'a tertemiz kul yapmaktır. Din, ruhu bezeme yöntemidir. Allah'ın Rasûlü (s.a.s.) şöyle buyurur: "Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekiler, dinde aşırı gittiklerinden ötürü helâk oldular."[26]
Karşı Din; Allah'a Din Öğretmeye Kalkmak
Din konusunda bir diğer tehlike de; insanoğlu, dinin sahibi ve koyucusu olan Allah'a bile din öğretme küstahlığına yeltenebilmesidir. Kur'an bu noktada şu ibret ve ürperti dolu ifadeyi kullanmaktadır: "Allah'a dininizi mi öğretiyorsunuz? Allah her şeyi en iyi bilendir."[27]
Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi meşrû kılmak, O'na karşı din üretmek anlamına gelir: "Yoksa, Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak ortakları mı var? (Allah'ın izin vermediği bir dini getiren ortakları mı var?) Eğer (azâbı erteleme sözü) kesin hüküm bulunmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz zâlimlere can yakıcı bir azap vardır."[28]
Yozlaştırılan Din; Halkın Dini ve Hakk’ın Dini
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun!’ denilse, ‘Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!’ derler. Peki ama ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (atalarının yoluna uyacaklar)?”[29] Aklı olmayan kimsenin dini de yoktur: “Allah’ın izni olmadan hiç kimse inanamaz ve (Allah) pisliği (azâbı ve rezilliği), akıllarını kullanmayanlara verir.”[30]
Bizden önce yaşayan atalarımızdan bize intikal eden mirasın içinde hem doğruların, hem de yanlışların olabileceğini kabullenmek gerekir. Bize intikal eden miras, hem bazı doğruları, hem de bazı eksiklik ve yanlışları içermektedir. Bu miras, çeşitli siyasî ve itikadî tartışmaların yoğun olduğu bir ortamda doğup yine çeşitli siyasî entrikalardan geçmek sûretiyle bize ulaşmıştır. Bu mirasın intikalinde çok samimi kimseler olduğu gibi; çok bağnaz kimselerin de olduğunu unutmamalıyız. Bize intikal eden mirasın sahiplerinin de birer insan olduklarını, yanılabileceklerini kabul etmeliyiz. O halde bize intikal eden mirası analiz etmeden, araştırmadan, Kur’an ve sahih sünnet terazisinde tartmadan, nakil ve akıl sağlamalarından geçirmeden kabul etmemek gerekir.
İslâm dünyasında insanlara, müslümanlara yön veren kimselerin değişmeyen dinin temel esaslarıyla değişen ve değişmesi gereken özellikleri ayırt edebilmesi ve kendilerini sürekli yenilemeleri gerekir. Dengelerin kısa sürede değiştiği bir dünyada mü’minlerin pasif kalmaları, tamamıyla nakilci/taklitçi/şerhçi ve düşünemeyen kimseler olmaları, din açısından üzücü bir olaydır. Böylesi bir tablonun sorumlusu, bu insanların kendileridir. Çünkü Allah, Kur’an’da hayra doğru değişmenin mutlak sûrette gerçekleştirilmesi gerektiğini beyan etmektedir: “Bir toplum, kendi durumlarını değiştirmedikçe şüphesiz Allah da onların durumunu değiştirmez. Allah bir kavme kötülük murad ettimi artık onu geri çevirecek yoktur. Zaten onların, O’ndan başka koruyup kollayanları da yoktur.”[31]
Her konuda analizci, araştırıcı olmamız gerekir. Câhiliyye Araplarının yaptığı gibi hayra doğru değişmeye, yenilenmeye karşı olmak, ataların yolunu körü körüne taklit etmek demektir. Câhiliyye Araplarına tebliğ edilen gerçek dine karşı çıkanların tavrı, tamamıyla İslâm’a karşı mücâdele olmuştur. Âyet-i kerimelerde de sık sık atalar dinine körü körüne bağlılığın kötülüğünden söz edilir. Bu bağlılığın ne kadar tehlikeli olduğu vurgulanır. Bu tehlike, müslümanlar için de söz konusudur. Kur’an ve sünnete bağlı kalmakla birlikte, çağın dilini ve çağın gündemini kendi lehimize kullanmak zorundayız. “Hayır, (ne bilgileri var, ne de kitapları.) Sadece: ‘Biz, babalarımızı bir din üzere bulduk; biz de onların izinden gidiyoruz’ dediler (Bütün delilleri bundan ibâret). İşte, böyle senden önce de hangi memlekete uyarıcı gönderdiysek, mutlaka oranın varlıklıları: ‘Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk; biz de onların izlerine uyarız’ dediler. Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi bana uymazsınız ?)’ deyince, dediler ki: ‘Doğrusu biz sizin gönderildiğiniz şeyi inkâr ediyoruz.”[32]“Onlar bir kötülük yaptıkları zaman ‘babalarımızı bu yolda bulduk, Allah da bize bunu emretti’ derler. De ki: ‘Allah, kötülüğü emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?”[33]
Hz. Peygamber (s.a.s.), müşrik Araplara yepyeni bir din sunmamıştı. Çağın ihtiyaçlarına cevap verecek bazı yenilikleriyle bu din; İbrâhim (a.s.)’in ve ondan önceki peygamberlerin getirdiği Tevhidin/hak dinin aynısı idi. Ancak müşrikler İbrâhim (a.s.)’in dininin kalıntıları ve kırıntıları üzerine atalarının hurâfe ve bâtıl inanışlarının inşâsı ile yeni bir din çıkarmış, onların tâkipçileri de araştırıp soruşturmadan aynı şeyi taklit etmişlerdi. Allah’ın dinine isnad edilen bu yanlışlıkları ortadan kaldırmak için Allah Teâlâ bir peygamber gönderdi. O’ndan sonra artık bir peygamber gelmeyecek ama, Hz. Muhammed (s.a.s.)’den bize kalan tertemiz ve dupduru iki kaynak var (Kur’an ve Sünnet). Bu iki kaynak, devamlı bulandırılmak istendi. İlkine kimse dokunamadı, çünkü onun her her şeye kaadir bir koruyucusu var. “Kur’an’ı kesinlikle Biz indirdik; elbette onu yine Biz koruyacağız.”[34]
Ancak, ikincisi için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Peygamberimiz (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurur: “Kim Benim adıma yalan söylerse (hadis uydurursa) cehennemdeki yerine hazırlansın.”[35] Buna rağmen insanlar bu kaynağı devamlı bulandırmaya çalışmış ve O’nun adına zaman zaman hadis uydurulmuştur. İslâm toplumunun içinde bulunan münâfıklar, İslâm kisvesi altında müslümanların kafasına şüpheler sokmaya çalışmış; bunun yanında hadis uydurma cür’et ve cesâretinde bulunamayanlar da kanaatleri doğrultusunda hikâye, kıssa ve menkıbeler uydurarak kafalarına göre bir İslâm şekillendirmeye çalışmışlardır.
Hikâyecilerin İslâm tarihinde yaygın bir yeri vardır. Hz. Ali, bu kıssacıları câmiden kovmuş, onların bu yolla din kaynağını bulandırmasına izin vermemiş, ama ondan sonra yine bu olay devam edegelmiştir. Felsefecilerin, Kelâmcıların, tasavvufçuların kaynağa soktukları yanlışlar, halkın hikâye ve hurâfelere düşkünlüğü, İslâm’a vahiyden ayrı bir kimlik ortaya çıkardı. Her ne kadar, ana kaynakları bulandırmadan, dini eksiltme ve ona ilâvelerde bulunma gibi cinâyetleri işlemeden, sahih din anlayışı; her asırda az veya çok insan tarafından takip edilse de, genel halkın çoğunluğu vahyi yanlış anlamış insanlardı.[36]Bu konuda suçun büyüğü, halktan daha çok, onlara yanlış dini öğreten, ya da halkın yanlışlarını düzeltmeye çalışmayan etkili ve yetkililerde, şeyh, başkan, ağabey, hoca ve tebliğcilerdedir.
“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiğinde, ‘hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ derler. Ya ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsa da mı?”[37] Bizim dinimiz, acezelerin, meczupların dini değildir. Geleceği beklerken bu gününü unutanlar da bize yabancıdır. Atalarının dinleri, yaptıkları ile öğünmekle yetinenler de. Çünkü peygamber oğlu olmak bile kurtuluş için yeterli değildir. Dinimiz, geçmişin sanıkları ve tanıkları kaybolmuş dâvâlarının kavgasından da ibâret değildir. Din, Allah’ın, Peygamberi vâsıtasıyla bize bildirdiği, eksiği ve fazlası olmayan Kitapta yazılı olandır; Peygamber’in bize tebliğ ettiğinden ibârettir. Hz. Peygamber ve O’nun dostları, bize bu dinin pratiklerini göstermişler ve O’nun sahih sünneti tevârüs edilerek bize ulaşmıştır.
Toplumların câhiliyye dönemlerinden kalma gelenekleri dinimizin bir parçası değildir. Kuşkusuz onların, tevhide/vahdâniyete karşı olmayanlarını koruyabilir ve geliştirebiliriz. Ancak, kendi atalarımızdan, ırkımızın ve halkımızın geleneklerinden gelen her özellik dinimizin bir parçasını oluşturmayacaktır. Atalarımızın yaşadıkları zaman, mekân ve şartlar farklıdır. Geçmiş zamanı tekrar etmek mümkün değildir. Biz bu gün Kur’an’ı, burada ve bu şartlarda yaşamak, onun için de eskiyi tekrar etmek değil; yeniden, Kur’an’da belirtilen sorumluluğumuzu asrın idrâkine söyletmek zorundayız.
Özellikle uzun bir fetret döneminin, esâret, yoksulluk ve sapma döneminin ardından, bu gün dini anlama ve yaşama mücâdelesinde yığınla İsrâiliyat ve nefsimize kolay gelen, atalarımızın örflerinden yola çıkarak Kur’an’ı te’vil etmeye kalkışmak, bizi çok farklı mâceralara sürükleyebilir. Bugünkü iletişim akışı içinde, medyanın; uzun boyluları cüce, cüceleri uzun boylu gösteren, hâinleri kahraman, kahramanları hâin olarak tanıtan konkav ve konveks aynaları arasında gerçeği yakalamak için yoğun çaba göstermek zorundayız.
Eskilerin 32 ya da 54 farzdan ibâret din telakkileri ile bu günü açıklamak mümkün değildir. Daha önceki dönemlerin siyasal ve sosyal şartları içinde şekillenen din anlayışının, günümüzde dini yeniden aslî yapısına döndürme gayreti içindeki insanlar için kesin ve mutlak bir örnek teşkil etmesi düşünülemez. Ancak, tarihî bilgi ve belgeler, tarihî tecrübeler de hiçbir zaman görmezlikten gelinecek olaylar değildir. Gelenekleri aynı ile tekrarlamaya çalışmak gibi, geleneklerden kesin olarak koparak, geçmişi, geçmişin birikim ve tecrübelerini görmezlikten gelmek de bize bir şey kazandırmaz; çok şey kaybettirir.
Tarih, övgü ya da sövgü kitabı değildir. Sanıkları ve tanıkları kaybolmuş bir dâvâda kahramanlar ve hâinler üretmek, bize bir şey kazandırmaz. Onlar, bizden önce gelip geçen bir topluluktu, onların yaptıkları onlara, bizim yaptıklarımız bizedir. Tarihi, bugünümüzü inşâ ederken bir tecrübe alanı olarak ciddiye almamız gerekir. Kahramanlar üretmek adına ihânetleri görmezlikten gelmek, ihânetlerden söz ederken faziletleri görmezlikten gelmek, tarihte kalanlar için hiçbir şeyi değiştirmez; ama bize birçok şeyi kaybettirir. Tarihi, bu günlerini ispat için malzeme olarak kullananlar ve tarihî gerçekleri çarpıtanlar, hem kendi geleceklerini ve hem de toplumun geleceğini karartırlar. Zaman içinde doğruluğunu kanıtlamış, insanların ortak faziletini oluşturmuş, berraklaşmış değerlere elbette sahip çıkmak, dürüst herkes için ahlâkî bir görevdir.
“İnsanlardan kimi de vardır ki, ‘Allah’a ve âhiret gününe inandık’ derler; oysa inanmamışlardır. Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki yalnız kendilerini aldatırlar da farkında olmazlar. Onların kalplerinde hastalıkr vardır... Onlara ‘yeryüzünde fesat çıkarmayın’ dendiğinde ‘biz ancak ıslah ediciyiz’ derler. İyi bilin ki onlar bozgunculardır.”[38] Nasıl, kimi zaman insanlar katil ruhlarının üstüne cihad elbisesi giyerek din adına cinâyetler işleyebiliyorsa, kimi zaman da şeytan aklımızı çelip bize birtakım fantezileri din gibi göstererek onları kafamıza sokmaya çalışmaktadır.
“Onlar kalbimiz temizdir” diyerek kendilerini aldatmaktadırlar. Hayatlarına, dinlerine göre yön vermek yerine, hayatın içinde buldukları şeyleri kendileri için din haline getirmektedirler. İslâm adına rasyonalizm, İslâm adına demokrasi, İslâm adına sağcılık, İslâm adına solculuk, İslâm adına Kemalizm, İslâm adına laiklik... İslâm’ın neyi kabul edip neyi kabul etmediğini nerede ise Allah’ın rızâsı değil; çağın icapları tayin etmekte ve din çağın icaplarına göre te’vil edilmek sûretiyle sürekli değişen bir din anlayışı ortaya çıkmaktadır.
Elbette Kur’ân-ı Kerim, kıyâmete kadar bâki kalacağına göre, çağın getirdiği yeniliklere karşı İslâm’ın mesajı olacaktır. Müslümanların bilgileri ve tecrübeleri geliştikçe Kur’ânî anlayışları da gelişecektir. Ancak, burada çağın gereklerinden yola çıkarak Kur’an’ı te’vil etmek değil; Kur’an’dan yola çıkarak çağı yorumlayıp onu meşrû bir yoruma tâbi tutmak zorundayız. Reddettiğimiz şeyin doğrusunu, savunduğumuz şeyin delillerini ortaya koymamız gerekir.
Birinci yolda, yani çağın gereklerini din zannetmede bireyin aktif, entelektüel bir katılımı yoktur. Sadece dinini te’vil etmek sûretiyle edilgen bir yola girmektedir. Şuurlu bir müslüman ise, İslâmî sorumluluk şuuru ile olayı yeniden yorumlamak ve onu tashih ederek ona yeni bir biçim vermek durumundadır. Sağcılığın dine eklenmesi, ya da Arap ülkelerindeki ve özellikle Libya’daki solcu müslümanlık iddiaları, dini te’vil gayreti, dini moda akımlarla sentez etme gayretini belgelemektedir.
Demek ki sentezcilik modası, sadece dini ırkla sentez etmek değil; dini şahsî kanaatlerimiz, lider ve örgütlerimizle ve de aynı zamanda, birtakım çağdaş felsefî akımlar, moda ideolojilerle, kavramlarla sentez etme gayretleri de gözükmektedir. Bütün bunlara karşı uyanık olmak zorundayız. Eğer her şeyi bu kadar birbirine karıştıracak olursak, sonra bu işin içinden çıkamayan insanlar, bal peteğindeki lafza-i celâl yazısının hikmeti üzerinde gereğinden fazla kafa yorarak, imtihan olmak için geldikleri dünyanın gerçeklerinden koparlar ve sorumluluk duygusunu yitirerek inançlarını eyleme dönüştürme irâdesini kaybederler.
Hacca giden biri teraziye el sürmemeli imiş. Artık o, Allah adamı olduğundan, dünya menfaati ile işi olmazmış. Kim uydurmuşsa... İyi bir tüccar, nebîlerle birlikte haşrolmayacak mı? Bizim dinimiz, bu dünya ile ilgilidir. Bize âhiretin sırlarını açıklar; ama ve bu dünyada yaşanmak üzere, bu dünyadaki insanlar için inmiştir.
Câmide dünya kelâmı konuşulmazmış. "Din nasihattir (nasihatten ibârettir)."[39] diyen bir dinin tebliği, anlaşılması için dünya kelâmı konuşmadan nasıl nasihatleşeceğiz? Câminin asr-ı saâdetteki hayatın hemen her alanıyla ilgili fonksiyonu, dünyayı ve dünya kelâmını dışlayarak nasıl icrâ edilecektir? Din ve dünya işlerini birbirine karıştırmayacakmışız. Gerçeğini bilmediğimiz âhiret işlerine bu dünyayı nasıl karıştırabiliriz ki!? Bizim dinimiz konuşmamızı, ticaretimizi, ekonomik ve sosyal ilişkilerimizi, her şeyi kapsar. Yaptığımız ve yapmamız gerekirken yapmadığımız, söylediğimiz ve söylememiz gerekirken söylemediğimiz her şeyi!
Kimine göre din sadece vicdan özgürlüğü gibi bir şey. Bunlar din ve vicdan özgürlüğünün ayrı ayrı şeyler olduğunu bile bilmeyecek kadar zekâ sorunu olan insanlar... Din Allah’la kul arasında imiş. Bu din, kimin dini ise, kim uydurdu ise... Her din, kendi bağlılarını birbirleri arasında hukuk sahibi kılar. Onlarınkisi şeytanın uydurduğu hayal âleminde olan bir din... Elbette kimsenin kalbini yarıp bakmadık ama, Allah’ın kitabı Kur’an, müslümanları kardeş yapmak sûreti ile birbirleri üzerinde hak sahibi yapmadı mı?
Dini dünya hayatının dışına itme iddiası, şeytanı bile güldüren bir komedi olsa gerekir. Allah, peygamberlerini bizim gibi birer beşer olan insanlardan seçip gönderdi. Dinin bütün hükümleri, bu dünya içindir, bu dünyada uygulanır. Âhiret, sadece geleceğe ilişkindir; cennet ve cehennem, bu dünyadaki amellerimizin sonucu olarak varacağımız yerdir. Bu gün yaşanacak gerçek, bu dünya ile ilgilidir. Öbür kısmı, haber verilen gerçektir. Dini dünya hayatından soyutlamak, dini yok etmekle eş anlamlıdır. Bu bir inkârdır, küfürdür!
Onlar bilmedikleri bir dine iman ettiklerini sanıyorlar. Onu kendi gönüllerince süslüyor ve ona şeytanlarının söylediği şekilde bir muhtevâ kazandırıyorlar. Eski putperest toplumlarda zenginlerin kendi adlarına özel tanrılar, özel putlar edinmeleri gibi... Din, onlar için bir nazar muskası gibi bir şeydir. Kalplerinin temiz olduğunu sanıyorlar, ama şeytan kalplerine yuva yapmış.[40]
Bugün okullarda öğretilen mecburî din ve aynı şekilde câmilerden halka empoze edilmeye çalışılan, yine dinde reform gayreti sahiplerinin yaymaya çalıştıkları sahte bir din sözkonusudur. Bu sahte dinle bırakın müslüman olmayı, hıristiyan olmak bile mümkün değil. Hatta dinsiz bile olunamaz, ancak din düşmanı olunabilir. Bugün hıristiyan misyonerliğinden daha korkunç olan radyodan, TV’den, kimi bürokratların, sözde aydınların ağzından kafasını uzatan şeytanın tebliğ etmeye çalıştığı bu sahte dindir.
Amaç, devletle uyumlu yeni bir müslüman(!) tip yetiştirmek. Yeni Türk müslümanının standartlarını düzen ve kemalist ilkelerle tesbit edip TSE damgalı bir din oluşturmak. Bu standartların dışındaki dine “irticâ” damgası/yaftası vurarak onu yasaklamak. Cumhuriyet çocuğu, demokrat, laik, Atatürk ilkelerini benimsemiş, Türk standartlarına uygun, düzenle uyum içinde, etliye sütlüye (tabii zâlimlere ve sömürücü tâğutlara) karışmayan müslüman(!) vatandaşlar yetiştirmek.
Laiklik, batı kökenli bir kelime... Batı şartlarında ortaya çıkmış ve o şartlarda mümkün olan bir şey. Kaldı ki, bugün birçok batılı ülke laiklik ilkesine bağlı değil. Hele Türkiye’deki laiklik, onlar için çok yabancı. Ama müslüman Türk halkı ille de laik olmak zorunda... Laikliği batı şartlarında bile mümkün kılmak sorunken, müslüman bir toplumda nasıl mümkün olabilir? 23’den beri bunun yolu aranıyor. Önce dini yasaklamak istediler, olmadı. Kaleyi içeriden fethetme yolunu denediler, tutmadı. Okullara zorunlu din dersi koyarken, maksatları, dini yaymak ve güçlendirmek değil; halkın elindeki kitabı almak mümkün olmadığına göre, dini öğreten kitabı kendileri yazıp öğretmek, dini yeniden yorumlamak ve standardize etmek.
Türkiye ille de laik olacaktı ya, devlet değişmeyeceğine göre, din devlete uymalıydı. Batılı anlamda bir laikliği mümkün kılmak için imamın papaza, caminin kiliseye, Kur’an’ın da İncil’e benzemesi gerekiyordu. Bütün gayret de onun için… Yani, hıristiyan gibi (hatta dinsiz gibi) yaşayacak, yine de müslüman gibi ölüp törenle müslümanca gömülecektiniz… Âhiret, dinin alanına girdiği için, öldükten sonra imama teslim olacaktınız; yaşarken Sezar’lara, tanrının tüzel kişilik kazanmış hali olan iktidar irâdesine! Bu, aslında laiklik filan değil; doğrudan doğruya din düşmanlığı idi aslında.
Yönlendirilen Din; Devlet Dini ve Din Teşkilatları
İslâm’ın, sosyal ve siyasal hayatı hayra doğru değiştirip dönüştürmesinin önünde en büyük engellerden biri, resmî/laik İslâmizasyon anlayışları ve bu işlevi gören kurumlardır. Müslüman, her çeşit tâğutu, her çeşit kurum ve kuruluşlarıyla reddetmeli, onların (varsa) olumlu taraflarını örtmeli, inkâr/küfr etmelidir ki, kurtuluşa erebilsin, sağlam kulpa yapışabilsin.[41] Resmî din teşkilâtları, işgal altındaki bütün İslâm dünyasında büyük bir kambur, ayak bağı ve pranga durumundadır. İslâm dışı düzenler açısından ise, bir koltuk değneği, bir emniyet sibobu, bir drenaj kanalıdır. İslâm dışı (hatta düşmanı) güçlerin desteği/maaşı olmadan ayakta duramayacak olan bu grup, çoğu zaman kendilerini hak dinin temsilcileri olarak görürler. Bu da müslümanların cezası olarak yetmektedir.
Dünyadaki tüm küfür sistemleri, açık cephe alıp fertlerin içinden sökemedikleri Allah inancını köreltmek, saptırmak ve bu yolla insanları dalâlete düşürüp köleleştirmek için kendilerine Bel’amlar bulmak zorunda hissetmişlerdir. Tarihin çok eski devirlerinden itibaren, Kur’an’ın bildirdiğine göre meselâ Hz. Mûsâ döneminden bu yana, küfürle hükmeden düzenler, edindikleri bu yardımcılara para ve makam vererek onları toplumun önüne sürmüşlerdir. Bir taraftan da, dinî konularda bunların yetkili olduklarını yaymaya ve bu imajı toplumun kafasında yaşatmaya çalıştılar. Böylece, bu yolla halkın onlara tâbi olmasını sağlayarak, halk üzerinde kendi egemenliklerini ve baskılarını kurdular.
İslâm’a göre insan, yeryüzünün halîfesidir. Allah, insanı yeryüzünde meşrû icrâatta bulunması için, yani Allah’a kulluk için yaratmıştır. Bu anlamda halifelik; sadece namaz kılma, oruç tutma, zekât verme, hacca gitme gibi ibâdetleri yerine getirmekle sınırlı olmayıp, her hususta Allah’ın rızâsına uygun hareket edilmesini zorunlu kılar. Yani, Kur’an’ın hayat ve hüküm kitabı kabul edilerek tatbik edilmesi gerekir.
Kur’an’da bu gerçek, apaçık belirtildiği halde, müslümanların yaşadığı ülkelerdeki rejimler, “din”i kendi kontrolleri altına almak, dinin emir ve yasaklarından kendilerini soyutlamak; devletin dinsiz olmadığını göstermek için dinle ilgili resmî teşkilâtlar kurdular. Bu kurumlar vâsıtasıyla halka belli konularda serbestlik verilirken, “hak din”in temel/asıl konularından haberdar edilmemesine özen gösterdiler.
Ortadoğu ülkeleri, resmî din kurumları oluşturup bunları tâğûtî düzenlerine bağlayınca ve kendilerine uygun gördükleri bir başkanı da o makama atayınca, dinle ve dolayısıyla hayatla ilgili bütün ipleri ellerine almış oldular. İşi daha da sağlama almak için imamların, müezzinlerin, vâiz ve müftülerin maaşını laik devletin bütçesinden ödemeye başladılar. Böyle yapmakla, kendilerinden maaş alanların kendilerine hesap sorma yolunu da kapatmaya çalıştılar. Bu durumda din, artık ortada oyuncak haline gelmiş oluyordu.
Laik rejim İslâm’la çatışmayı göze alamadı. Ancak, bu engel kaldırılmalı, ama, çatışma olmadan bu iş halledilmeliydi. Çünkü böyle bir çatışma laik rejimin sonu demekti. O halde, laikliğe zarar verilmeden bu iş gerçekleştirilmeliydi. Ve formül bulundu: İslâm isim olarak var olmalıydı, ancak, hüküm/uygulama olarak kaldırılmalıydı. Laik rejimin çok güveneceği bir teşkilat kurulmalı, bu kuruluş, dinin vicdanlara hapsedilme işini en iyi şekilde yerine getirmeliydi.[42]
Yüce Allah’ın indirdiği hükümlerin bir kısmını gizleyerek saklayanların ve hükümleri istemeyenlerin câhil olduğunu bildiren Kur’an, en güzel hükmedenin Allah Teâlâ olduğunu haber vermektedir: “Yoksa câhiliyye hükmünü/idaresini mi istiyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?”[43] Yüce Allah’ın indirdiği hükümleri gizlemek ve bunlarla hükmetmemek, ya da İslâmî esasların günümüzde geçerli olmadığını düşünmek ve söylemek; dini yalanlamak, inkâr etmektir: “Artık bundan sonra hangi şey, sana dini yalanlatabilir? Allah hükmedenlerin en güzel hükmedeni değil mi?”[44]
Aldıkları birkaç kuruş için İslâmî hakikatleri örtbas edenler, aslında İslâmî esaslardan ne kadar uzak olduklarını ortaya koymaktadırlar. Hakkı ortaya koymanın yolu, başta câhilî bütün sistemleri reddetmekten, daha sonra İslâmî esasları çok iyi öğrenmekten geçer. Bunun için hakkın ve bâtılın net olarak ortaya konulması gerekmektedir. “Dinde ikrâh/zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten ayrıt edilmiştir. O halde, kim tâğutu (Allah’tan başka hüküm koyanı) reddedip Allah’a iman ederse, kopması mümkün olmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah (her şeyi) işitir ve bilir.”[45]
Yüce Allah, indirdiği açık delillerin tümünün açıklanmasını istemekte ve bir kısmını gizleyenlere lânet edileceğini bildirmektedir: “İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti, Biz Kitap’ta insanlara açıkça belirttikten sonra, gizleyenler (var ya), işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder.”[46]; “Allah’ın indirdiği Kitap’tan bir şey gizleyip onu az bir paraya satanlar var ya, işte onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar. Kıyâmet günü Allah onlarla ne konuşacak ve ne de onları temize çıkaracaktır. Orada onlar için acı bir azap vardır. Onlar hidâyeti/doğru yolu bırakıp sapıklığı, mağfirete karşılık olarak da azâbı satın almış kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne kadar da dayanıklıdırlar!”[47]
Kitab’a vâris olanlar, Kitab’ı açıp okuyanlar, onu açıklamakla mükellef tutulmuşlardır. “Allah, kendilerine Kitap verilenlerden: ‘Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz!’ diye söz almıştı. Fakat onlar, verdikleri sözü kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar kötü!”[48]
Müslümanların yaşadığı değişik ülkelerdeki resmî din kurumunun görevlileri, dinin toplum tarafından anlaşılmasını, dinin sosyal ve siyasal yönlerini, iyilikleri emretmek ve kötülüklerle mücâdele etmenin her müslümanın görevi olduğunu anlatmayarak, kötülüklerin toplum hayatına egemen olmasına destek oldular. Bu görevliler, kötülüklerin toplum hayatına hâkim olması için, elbette ki kötülüğü övüp halkı teşvik etmediler; zaten onlara bu görev de verilmemişti. Kötülükleri başkaları, rejimin bizzat kendisi toplumun önüne çıkardı; fakat toplumdaki dinî inanç, bu kötülüklerin yayılmasını engelliyordu. Bu dinî inanç toplumdan kalkmadıkça kötülük yayılmayacaktı. Öyleyse bu dinî inanç kalkmalıydı, ya da vicdanlara hapsedilmeliydi ki, kötülüklere meydan açılabilsin ve her çeşit şer (şirk, küfür, isyan, tuğyan, fesat ve ahlâksızlıklar) ortalıkta özgürce işlenebilsin. Dini vicdanlara itebilme işi, toplum içinden çıkan, toplumun güveneceği kişilere verilmeliydi ki, toplum uyanıp laik ve tâğutî rejimlere, şerlerin egemen olduğu sisteme ve yapıya karşı gelmesin.
Evet, bu resmî görevliler, büyük çoğunlukla, dini vicdanlara hapsederek gerçekleri gizlemişler, hakkın toplum tarafından anlaşılmasına engel olmuşlardır. Bu ise, yapılabilecek en kötü işti: “Onlar, işledikleri kötülükten, birbirlerini vazgeçirmeye çalışmıyorlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür!”[49]; “Allah’ın âyetlerini az bir paraya sattılar da O’nun yoluna engel oldular. Onların yaptıkları, gerçekten ne kötüdür!”[50] Bu görevliler, bunu ister bilerek yapsınlar, isterse bilmeden; bâtılı emretmeleri, bundan da kötüsü, hakla bâtılı karıştırmaları, cinâyet olarak yeter! “Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın; yalnız Benden (Benim azâbımdan) korkun. Hakkı bâtıl ile karıştırmayın; bilerek hakkı gizlemeyin.”[51]
Yine, hangi sebeple olursa olsun, hakkı gizleyerek belli konuları işlemeleri, onların Kur’an’ı böldüklerinin açık bir delilidir. Bunun hesabı, elbette sorulacaktır. “Onlar ki Kur’an’ı bölük bölük ettiler. Senin Rabbin hakkı için Biz onların hepsine, yaptıkları şeylerden soracağız. O halde sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklere aldırma!”[52] Kur’an’ı parça parça ederek bir bölümü ile hareket edenler için Kur’an’ın öngördüğü ceza, dünya hayatında laik düzenlerin isteklerine göre hareket ettiklerinden dolayı rezillik, rezillerin âhiret cezası ise, azâbın en şiddetlisine atılmaktır. “...Yoksa siz Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka nedir? Kıyâmet gününde de (onlar) azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah, yaptıklarınızı bilmez değildir.”[53]
Müslümanların yaşadıkları ülkelerdeki dinle ilgili memurlar, kendilerine emredilen gayr-i meşrû da olsa her çeşit emre itaatkâr tavırlarıyla, bilerek veya farkında olmadan; tâğutî ve laik düzenlerin emir ve yasaklarını Allah ve Rasûlünün emir ve yasaklarının üstüne çıkarmış oluyorlar. Bu nedenle, Kur’ânî emirler bunlar için pek bir şey ifade etmeyebiliyor. Bunun en açık örneği, cenaze namazları ile ilgili tutumlarıdır. Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın dininden hoşlanmayanların, fâsıkların ve münâfıkların namazlarının kılınmamasını, mezarları başında durulmamasını isterken, bu namaz memurları, bırakın münâfıkları, Allah’ın dinine ve müslümanlara düşman olan dinsizlerin (daha doğrusu, farklı din mensupları müşriklerin) bile namazlarını kılmakta, onlar için duâ etmektedirler. Namazdan sonra da bu müşriklerin ölüsünü almaya gelenlerin bazılarınca, “kahrolsun şeriat!” diye İslâm’a saldırdıkları durumlar bile olabilmektedir. “Onlardan ölen hiçbirine asla namaz kılma, onun kabri başında da durma. Çünkü onlar, Allah ve Rasûlünü inkâr ettiler de fâsık olarak öldüler.”[54] Şimdi, bir tarafta Yüce Allah’ın emri, diğer tarafta İslâm dışı sistemin emri var. Bu ülkelerdeki namaz memurları, düzenin emrine tâbi olduklarını ortaya koyarak, Yüce Allah’ın bu emrinin tersine hareket ediyorlar. Bu davranışlarıyla da Kitab’ın hükümlerini arkalarına atmış oluyorlar.
Laik ve tâğûtî düzenlere hizmeti ibâdet kabul eden her çeşit görevliler, tevbe ederek Allah’a ve O’nun yüce Kitabına tam teslim olmadıkları ve Kur’ânî gerçekleri insanlara olduğu gibi anlatmadıkları sürece, ne müslümanlarla beraber olabilirler ve ne de Yüce Allah tarafından bağışlanırlar. “İşte onlar, âhireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir. Onlardan azap hiç hafifletilmez ve onlara hiç yardım edilmez.”[55]; “Ancak, tevbe edip düzeltenler, (hakkı) açıklayanlar başka. Onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çok kabul eden ve merhametli olanım.”[56]
Hamdolsun, bu âyete göre durumlarını düzeltenler, günden güne çoğalmakta ve Müslümanların yaşadığı ülkelerde dinle ilgili görev yapan nice insan, yalnızca Yüce Allah’a kul olma şerefine ulaşmak için çalışmaktadır. Ancak, rızık endişesiyle hâlâ gerçekleri gizleyen büyük bir grup resmî görevli bulunmaktadır.[57]
Özetlersek; İslâm’a göre din, sadece ölüm ötesi ile ilgili bir mezarlık dini olmayıp, insan hayatının bütün yönlerini kapsayan, onun ruhsal olduğu kadar, sosyal ve siyasal yönlerden de Kur’an’a ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in sünnetine göre düzenlemeler öngören bir hayat anlayışı, bir dünya görüşüdür. Gerçekten dinin, yani İslâm’ın nasıl uygulanacağını öngören ve emreden Kur’an, müslümanın bütün iç ve dış dünyasını, maddî ve mânevî hayatını düzenleyecek ilkeleri de içermektedir. Bu anlamda din, Allah’ın rızâsına uygun gelecek biçimde düzenlenmiş bir toplumsal bütün ya da sistemdir ki, beşerî olan diğer sistemler içerisinde, Allah’ın kabul ettiği tek sistem olarak kabul edilmektedir. Öyleyse genel bir değerlendirmeyle İslâm’a göre din, insanın bu dünyadaki hayatını bir bütün olarak kapsaması yanında, ölüm sonrası hayatını da anlamlı kılan temel ilkeler ortaya koymaktadır. Ayrıca insanın eşyayla ilişkisini, evrene bakış tarzını kuran özü de vermektedir.[58]
Fıtrata uygun tek din olan hak dinin egemenliği için, bu dinin mensupları sonuna kadar mücâdele etmelidir.[59] Çünkü hak dine karşı olanlar, bu dini ortadan kaldırıncaya kadar mücâdele etmekten geri kalmayacaklardır.[60] Ve onlar hak dini sürekli alay ve eğlence konusu yapacaklardır. O halde hak din mensupları bunları gönül dostu edinemezler.[61] Böyleleriyle duruma göre ya mücâdele edilir, yahut da onlara: "sizin dininiz size, benim dinim bana!"[62] denir.
Hakk’a ve hak dine inanmayan insanların bize din biçmelerine, kendi bâtıl dinlerini bize dayatmalarına, hak dini tahrif etmeye çalışmalarına, Allah’a ve Allah’ın dinine iftira etmelerine göz yumacak ve boyun eğecek değiliz. Onların ilâhlıklarını, rabliklerini reddedeceğiz; onların tuzaklarına düşmeyeceğiz. Onların (b)alıkları avlamak için oltalarına taktıkları sahte “din”i yutmayacağız.
1- Dinin sözlük ve terim mânâsını açıklayınız.
2- Dinler kaça ayrılır? Bunlar nelerdir?
3- Hak Din, Muharref Dinler ve Bâtıl Dinleri açıklayınız.
4- Dinleri kimler, niçin bozmak istemişlerdir?
5- Günümüzde meşhur olan bâtıl dinlere örnekler veriniz.
6- Bâtıl dinleri tanımanın bir müslüman için hangi yönlerden önemli olduğunu açıklayınız.
7- Din ile bilim arasındaki ilişkiyi açıklayınız.
8- Dinin günümüzde değişik şekilde yozlaştırıldığına dair örnekler veriniz.
9- Resmî din anlayışının ve özellikle câhilî eğitim kurumlarındaki Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi kitaplarındaki dinin, Allah’ın tek hak dini İslâm’dan ne yönüyle farkları olduğunu örneklerle açıklayınız.
10- İslâm’ın hâkim olmadığı, yani dinin devlet olmadığı ülkelerde, nasıl devlet dininin ortaya çıktığı ve dinî teşkilatlar tarafından dinin nasıl yönlendirildiğini örneklerle açıklayınız.
11- “Sizin dininiz size; benim dinim bana!” (109/Kâfirun, 6) âyeti, bize aşağıdaki seçeneklerden hangisini öğretmektedir?
a) Müslümanların dininin o günkü dinlerden farklı olmadığını
b) Ebû Cehil ve benzerlerinin dinlerinin de hak olduğunu
c) İslâm’ın dışındaki yaşama şekillerinin bir din olmadığını
d) İslâm’ın dışındaki yaşama şekillerinin de bir din olduğunu
12- Kanunların ve kuralların Allah’ın kitabına dayanmayıp, insanların kendi akıllarından ortaya attıkları her hayat şekline ne denir?
a) Hak din b) Hıristiyanlık
c) Bâtıl din d) Muharref din
13- Kapitalizm, Kemalizm, Sosyalizm, Demokrasi ve Laiklik için aşağıdakilerden hangisi tam doğrudur?
a) Bunlar çağımızın idare şekillerindendir. İyisi de olur, kötüsü de.
b) Bunlar bâtıl (uydurma) dinlerdendir. Bâtıl dinlerdeki tüm özellikler bunlarda da vardır.
c) Bunlar muharref dinlerdir.
d) Bunlar, din olarak kabul edilmez. Sadece yönetim şekli ve ideolojik anlayışlardır. Bunların, varsa kötülüklerinden sakınmalıyız.
14- Aslı İslâm olduğu halde, sonradan katmalar ve atmalarla tahrif edilen (bozulan) dinler vardır. Bu muharref dinler hangileridir?
a) Hıristiyanlık b) Hıristiyanlık ve Yahûdilik
c) Yahûdilik d) Kapitalizm ve Komünizm
[1] 39/Zümer, 3
[2] 2/Bakara, 256
[3] 49/Hucurât, 16
[4] Geniş bilgi ve ilgili âyetler için Bak. Mevdudi, Kur’an’a Göre Dört Terim, Beyan Yayınları, s. 99 - 111
[5] 5/Mâide, 77
[6] 49/Hucurât, 16
[7] 30/Rûm, 30
[8] Buhârî, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25
[9] Bak. 2/Bakara, 11-12 ve 40/Mü’min, 26
[10] 109/Kâfirûn, 1 - 6
[11] 12/Yûsuf, 76
[12] 3/Âl-i İmran, 19
[13] 3/Âl-i İmran, 85
[14] M. Alagaş, Din Gerçeği ve İslâm, İnsan Dergisi Y.
[15] 12/Yûsuf, 106
[16] 28/Kasas, 50
[17] Bak. 3/Âl-i İmran, 19 ve 85
[18] 3/Âl-i İmran, 83
[19] 2/Bakara, 208-209
[20] 2/Bakara, 85
[21] 2/Bakara, 256, 257
[22] 51/Zâriyât, 20-21
[23] 41/Fussilet, 53
[24] 5/Mâide, 77; ayrıca bak. 4/Nisâ, 171
[25] 18/Kehf, 28
[26] Dârimî, Siyer 45; Ahmed bin Hanbel, 4/127, 5/318, 330
[27] 49/Hucurât, 16
[28] 42/Şûrâ, 21
[29] 2/Bakara, 170
[30] 10/Yûnus, 100
[31] 13/Ra’d, 11
[32] 43/Zuhruf, 22-24
[33] 7/A’râf, 28
[34] 15/Hicr, 9
[35] Buhârî, İlim 38, Cenâiz 33, Enbiyâ, 50, Edeb 109; Müslim, Zühd 72; Ebû Dâvud, İlim 4; Tirmizî, Fiten 70, İlim 8, 13, Tefsir 1, Menâkıb 19; İbn Mâce, Mukaddime 4; Dârimî, Mukaddime 25, 46; Ahmed bin Hanbel, 2/47, 83, 133, 150, 159, 171.
[36] Abdurrahman Çobanoğlu, İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, İhtar Y., s. 47-52
[37] 2/Bakara, 170
[38] 2/Bakara, 8-10
[39] Müslim, İman 55; Ebû Dâvud, Edeb 67
[40] Abdurrahman Dilipak, Bu Din Benim Dinim Değil, İşaret/Ferşat Y., s. 49-52
[41] Bak. 2/Bakara, 256
[42] Abdurrahman Çobanoğlu, İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, İhtar Y., s. 55-69
[43] 5/Mâide, 50
[44] 95/Tîn, 7-8
[45] 2/Bakara, 256
[46] 2/Bakara, 159
[47] 2/Bakara, 174-175
[48] 3/Âl-i İmrân, 187
[49] 5/Mâide, 79
[50] 9/Tevbe, 9
[51] 2/Bakara, 41-42
[52] 15/Hicr, 91-94
[53] 2/Bakara, 85
[54] 9/Tevbe, 84
[55] 2/Bakara, 86
[56] 2/Bakara, 160
[57] Ramazan Yılmaz, Tevhidin Düşmanı Tefrika, Mücahede Y., s. 155-171
[58] İhsan Süreyya Sırma, Sosyal Bilgiler Ansiklopedisi, c. 1, s. 373
[59] Bak. 2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39
[60] Bak. 2/Bakara, 217
[61] Bak. 5/Mâide, 57; 6/En'âm, 70; 7/A'râf, 51
[62] 109/Kâfirûn, 6
İSLAM'DA BİLGİ KAYNAKLARI
- İslâm’a Göre Bilgi (İlim)
- Günümüz ve İlim Kavramının Tahrifi
- Bilgi Kaynakları:
1) Doğru Haber;
a-Vahy b-Mütevâtir Haber
2) Selim Hisler
3) Akıl
- İslâm’da Aklın Önemi ve Değeri
- Akletmek, Aklı Kullanmak
- Kur’an’a Göre Akıl ve Duyu Organlarının Önemi ve Bilgi Kaynağı Olması
- Aklın Gücü, Sınırı ve Sorumluluğu
- İlham, Rüya ve Bunların Bilgi Kaynağı Olmadığı
- Sorular
Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:
* Akıl, vahiy, mütevâtir haber kelimelerini sözlük ve terim olarak
tanımlamak.
* Bilgi kaynaklarını listeleyip özetlemek.
* Vahyin hangi alanlarda bilgi kaynağı olduğunu açıklamak.
* Aklın değeri ve önemini, yeterli ve yetersiz yönlerini açıklamak.
* Aklın hangi hususlarda sınırlı bilgiye sahip olduğunu belirtmek.
* Mütevâtir haberin neden bilgi kaynağı olduğunu açıklayabilmek.
* Günümüzdeki yayın araçlarının verdiği haber ve bilgilerin, doğruluğunu
araştırmadan, bilgi kaynağı olamayacağını örneklerle açıklayabilmek.
* İlham ve rüyanın, keşif ve kerâmetin neden bilgi kaynağı
olamayacağını açıklamak.
İlim için birçok tanımlar yapılır. Genel olarak insan zihnine (ve gönlüne) konu olan her şey demektir. Sözlük anlamıyla ilim, mutlak olarak bilmek, bir şeyin şuurda hâsıl olması, sağlam olarak bilmek, kesin olarak bilmek, deneyerek bilmek, bir şeyin gerçeğini bilmek mânâlarına gelmektedir.[1]İslâm âlimlerinin çoğuna göre ilim: “Bir şeyin hakikatini idrâk etmek” ve “mâlum olanın, olduğu hal üzere bilinmesidir.” Bu anlayışa göre, yanlış mâlûmata ilim (bilgi) denilemez.
İlim, insanın vahiy, akıl ve duyu organları aracılığıyla elde ettiği kesin bilgilere denir. İlim, âhiret yolunu dosdoğru gösteren (kılavuzluk yapan) bilgiler topluluğudur. Şerif Cürcânî'ye göre ilim: Gerçeğe ve vâkıaya uygun düşen inanç, bilgi ve kanaattir. Bir şeyi olduğu gibi idrâk etmektir. İlim, bilinenden gizlilik ve kapalılığın kalkmasıdır.[2]Râgıb, Müfredât'ında şu tanımı yapar: İlim, amelî-dinî yükümlülüklere vukuftur ki, ancak bunların yerine getirilmesi ile tam olur.[3] İlmin zıddı, cehâlet (câhillik, bilgisizlik ve yanlış bilgi)dir. Kur’ân-ı Kerim'de ilim kelimesi 105 defa zikredilir. Bu kökten gelen diğer kelimelerle birlikte bu sayı, 854'ü bulur. Dolayısıyla "ılm" Kur'an'da en çok kullanılan birkaç maddeden biridir.
İlimler, genel bir tasnife göre ikiye ayrılır:
a) Naklî ilimler; Kur'an ve sünnete dayanan ilimler, yani Peygamberimiz'in vahy kanalıyla Allah'tan getirip bize ulaştırdığı ilimler.
b) Aklî ilimler; Müsbet (deneyle kanıtlanabilen) ilimler başta olmak üzere naklî ilimler içine girmeyen bütün ilimler.
Ebû Cehil’e, câhillerin atası anlamındaki bu ismin verilmesine sebep, bilinmesi gerekenleri hiç bilmemesi değil; yanlış bilmesidir.
“Rabbim ilimce her şeyi kuşatmıştır.”[4]; “İlim ancak Allah katındadır.”[5]
Kur’ân-ı Kerim’de ilim, en sık kullanılan anlamıyla, İlâhî vahiyden kaynaklanan, yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlim, Allah’tan olduğuna göre, İslâm’ın tamamı ilimdir. Âlim de gerçek anlamıyla müslümandır. Burada ilim, Allah’a, tam mânâsıyla tek gerçek olan hakka, hakikate dayandığı için mutlak ve objektif bir geçerliliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim, kesin bilgi demektir. Onun için; ilmi, yani hakka, hakikate dayanan İlâhî nûr olan Allah’ın verdiği bilgiyi kabullenmeyen insana, profesör bile olsa câhil; bu câhillerin en meşhurlarına Ebû Cehil; böyle kişilerin oluşturduğu toplum düzenine de câhiliyye denir.
Allah’ın, kendisine eşyanın tüm isimlerini öğretmesi sayesinde insan, meleklerden üstün olabilmiş ve bu ilim sıfatından dolayı halife vasfını kazanmıştır. Hilâfet sıfatının tahakkuku için de, mutlaka kullanması gereken araçların başında ilim gelir.
Kur'an'a göre yaratılış amacı, Allah'a kulluktur. Allah'a kulluk, bir tavrı ve bir tutumu ifade eder. Tutumlar, durup dururken oluşmaz. Bir bilgi birikimine, bir gözleme, bir araştırmaya ve bunların sonunda duygusal bir eğilime, en sonunda da irâdî bir eyleme dayanırlar. Bir tutumun oluşmasında sosyal psikoloji açısından üç temel ögeye ihtiyaç vardır: 1- Bilişsel (zihinsel) öge, 2- Duygusal öge, 3- Davranışsal öge. Kur'an eğitiminin boyutları da bu üç temel ögeden oluşmaktadır: Bilgi boyutu, duygu boyutu ve amel (icrâ) boyutu. Buna zihnî, kalbî ve amelî boyut da diyebiliriz. Bu üç öge, ne kadar güçlü ve dengeli ise inanç veya kulluk o kadar güçlü; ne kadar zayıf ve dengesiz ise o kadar zayıftır. Hepsini ayrı ayrı, ama birbirleriyle dengeli biçimde beslemek, güçlendirmek gerekir. Kur’an’ın en üstün insan tanımı, ilim sahibi[6], cihad ehli[7], muttakî/takvâlı[8] kişidir. Yani kafasını, bileğini ve yüreğini/gönlünü aynı kalitede kullanıp çalıştıran kimse. Kur’an’a göre âlim, çok bilen değil; esas bilinmesi gerekeni bilen ve bildiğiyle amel edip görevini yapan, yani Allah’tan hakkıyla korkandır. Âlimin tanımı bu şekilde yapılır. “Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (hakkıyla/gerektiği gibi) korkar.”[9] Allah’tan gereği gibi korkmayan kimse, ne kadar bilgi kırıntılarına sahip olursa olsun, ona âlim denilmez. Bilgisiz, duygusuz ve amelsiz bir kul, İslâm'da ne kadar hoş karşılanmazsa; bilgili, duygulu ve güzel davranışlara sahip bir kul da o kadar hüsn-i kabul görür. Bilgisiz bir ibâdet ne kadar anlamsızsa, duygusuz bir ibâdet de kupkurudur. Yaşanmayan bir dini düşünmek bile mümkün değildir. Bütün inanç sistemlerinde şu veya bu oranda bu üçlü anlayışa rastlamak mümkündür. İlim olmadan ideal anlamda müslüman olmak mümkün değildir. Cehâlete alternatif olarak gelen bir dinin mensupları câhil olamazlar. Olurlarsa perişan olurlar ve onlar adına faturayı din öder. Bunun hesabı ve vebâli ise çok ağırdır.
Kendisinden önceki dönemin adını "câhiliyye dönemi" olarak açıklayan İslâm inancı, câhilliği temelinden reddetmiş, kendi çizgisinde yürüyen insanları bilgilendirmiş, bununla yetinmeyip insanlara öncelikle ilim tahsilini emretmiştir.
İlim rehberdir; hedeflere onunla varılır. İlim ışıktır; karanlıklar onunla aydınlanır. İlim şifadır; bütün hastalıklar onunla tedavi edilir. Yeterli ilimden yoksun olan inançlar, hurâfelere boğulur. Sağlıklı ilimle beslenmeyen tutum ve tavırlar bir sarsıntıda yıkılıp giderler. Atasözlerindendir: "Câhilin sofusu, şeytanın maskarasıdır." "Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder."[10]
İlmin, sıradan bir algılama olayı olarak kalmaması, kişiye maledilmesi, hazmedilip özümsenmesi gerekir. Aynen maddî gıdaların hazm edildiği gibi, zihnî gıdaların da varsa posalarının atılması, fıtrata ve bünyeye uygun hale getirilmesi gerekmektedir. Hazmedilen bir tavuk eti, artık tavuk eti olmaktan çıkıp bünyeye yararlı hale gelmektedir. Arı, her çiçekten bal özü alır ama o hazmedilmiş, artık çiçek olmaktan çıkmış, kendine has bir bal olmuştur. Kur'an da zihinde dondurulmuş ölü bilgiler istemiyor. Muhammed Kutub bu konuda şunları söyler: Zihinde kalan, aksiyon haline gelmeyen, donuk, ölü fikirlerin İslâm nazarında hiç kıymeti yoktur. İslâm'ın ve Kur'an'ın istediği ilim, kalpten kalbe geçen, vicdanları harekete geçiren, pratiğe dönük faydalı bilgidir.[11]
İlim, kalbin tezkiye edilmesi (temizlenmesi) ile mümkün olur. Bu anlamdaki ilim bir nurdur, Allah'ın nuru takvâdan uzak isyankâr ve kalbi paslı insanlara verilmez. Kalbin tezkiyesi, özellikle amelle, Allah'ın çizdiği sınırlara yaklaşmamakla mümkün olur. Bu bakımdan, ilim takvâsız olmaz ve âlimin ilmini yaşamaması düşünülemez; yaşamazsa âlim değildir, belki sadece bilgi kırıntılarına ve bazı mâlûmata sahiptir o kadar. Amelsiz tezkiye de olamayacağından ilim de edinilemez. O halde, Kur'anın buyurduğu gibi "Allah'tan kulları içinde ancak âlimler korkar."[12] Mâlûmat sahipleri ise, hiçbir zaman âlim değil; amelsiz de olduklarından belki "kitap yüklü eşekler"dir.[13]
İslâm; fıtrata, insanın yaratılışına en uygun bir din olduğu için bütün müslümanlara ilmi farz kılmıştır. Her müslümanın kulluk görevlerini (ki bütün dünyevî işlerini kapsar) yerine getirecek, helâl ile haramı, hak ile bâtılı ayırt edecek kadar bilgi sahibi olması farzdır. "İlim tahsil etmek, her müslüman erkek ve kadına farzdır."[14] Kişinin müslüman bir kul olarak şirkten sakınıp tevhid şuuruyla yaşaması için gerekli ilme sahip olması farz olduğu gibi; içinde bulunduğu durumlar ve yapması gereken her çeşit ibâdetle ilgili bilgileri öğrenmesi de yine faz-ı ayn'dır. Tıp, mühendislik, teknik ve teknoloji gibi sosyal hayat için gerekli olan her türlü ilimleri öğrenmek farz-ı kifâyedir. Bu tür ilimler, toplumun bazı fertleri tarafından öğrenilirse bu farîza yerine getirilmiş olur. Fakat kimse öğrenmezse toplumun bütün fertleri Allah katında sorumlu olurlar. Övünmek ve başkalarına karşı üstünlük taslamak için ilim öğrenmek ise, mekruhtur.
İslâm kadar ilme önem veren başka bir din ve sistem yoktur. Her kötülüğün, hatta küfür ve şirkin baş sebebi, bilgisizlik ve cehâlettir. Küfrün ne demek olduğunu ve hangi kötülüklere yol açtığını bilen bir kimse kâfir olmaz. Şirkin ne olduğunu bilen, başka bir şeyi Allah'a ortak koşmaz, Allah'tan başkasına kulluk yapmaz. Bunun içindir ki Kur'an, ilimsizlikten şiddetle sakındırır: "Sakın ha câhillerden olma!"[15]; "Kulları içerisinde Allah'tan ancak âlimler korkar."[16] Kur'an'da ilim övülmüş, bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayacağı açıkça belirtilmiştir: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"[17] İslâm; ilmin, âlimin ve ilimle uğraşanların değerini yükseltmiştir. "Allah, içinizden iman edenlerle, kendilerine ilim verilenlerin değerini yükseltir."[18]
Günümüz ve İlim Kavramının Tahrifi
Müslümanın çok şeyinin gasb edildiği gibi kavramları da tâğûtî güçler tarafından çalınıp Kur’anî anlamından içi boşaltıldıktan sonra câhiliyyenin istediği şekilde tahrif edilip değişik ve çarpık muhtevâ ile Kur’an’dan uzaklaştırılan insanlara sunulmaktadır. Bu konuda örnekler sayılamayacak kadar çok. Din kavramından şehidlik kavramına, adâlet ve zulüm anlayışından İslâm, Kur’an ve sünnet anlayışına kadar yüzlerce kavramın başına gelen budur. Kâfirler müslümanları daha çok kendi silâhları ile vurmaktadır; Müslümanların sahip çıkmadıkları, kullanmasını bilmedikleri, yanlış kullandıkları silâhlarıyla. İlim de bundan yeterli payını almış garip, mahzun ve sahiplerinden şikâyetçi kavramlarımızdan.
İlim ve bilgi, birçok resmî gün ve haftalarda mevsimlik programlarda ele alınıyor. Hem de dinî bir edâ ile; fakat dine uymayan bir görüş ya da ideal için tema ve malzeme olarak kullanılıyor. İşin tuhaflığına bakın ki, temeli dine dayalı bir kavram ile, dinî olmaması için gayret edilen, üstelik dine bağlanması uygulanan yasalar ile suç olan bir meselenin desteklenmesine, halka empoze edilmesine çalışılıyor.
Bilim denilen şey, şu haliyle müslümanların felâhına ve yeryüzünde etkinlik kazanmasına sebep olmamakta, bilim şu vaziyetiyle insanlığı sinsice tehdit etmekte, hidâyetin yolunu tıkamaktadır. İlim ki, aslında Yüce Allah’ın yeryüzüne ilettiği haberden, yani vahyden ve Peygamber’in öğretilerinden ibarettir; şimdilerde Peygamber’in getirdiği İslâm’ı başka türlü göstermek için kullanılmaktadır. İlim ki, Allah’ın mahlûkatı olan kâinatın incelenmesinden ve Allah'a giden yola sarılmaktan ibarettir; şimdilerde evrenlerin Rabbinden uzaklaştırmak için en etkin ve geçerli bir güç olarak yürütülmektedir.
İlim, bir ilerleyiştir; insan beyninin ve ruhunun yol alışıdır. Ama bu ilerleyişin uçuruma (dünya ve âhiret âfetlerine) doğru değil; cennete doğru giden dosdoğru yola (sırât-ı müstakime) doğru olması ilmin olmazsa olmazıdır. Müslüman için önemli olan ilerleyişin İslâm’a doğru ve O’nun için olmasıdır. Temel çaba, ilmi bir yük olmaktan, hatta vebal olmaktan çıkarıp Kur’an’ın gösterdiği şekilde İslâm’a uygun hayat haline getirmektir.
Bilimin ve teknolojinin şu asırlardaki gidişi, bütünüyle evrene hükmetmeyi, tüm canlılara zararı hedef almış gibidir. Akıl, bilim ve teknoloji, ne kadar evreni insana hizmetkâr yapma ve dünyayı daha iyi yaşanır bir cennet haline getirme masallarıyla insanlara sunulsa da, hayatı bir zindan haline getirdiğinin ve ebedî hayatı mahvettiğinin farkında bile değildir. Modern insan, hevâsının yolundaki aklı ile icad edip semirttiği bu bilim sultasının, teknolojik aygıtların, makinelerin tutsağıdır. Bundan kurtuluşun yolu, önce ilim kavramının Kur’an’la sağlaması yapılarak tashih edilmesi, bilgi birikimleri, dinin anladığı şekilde “faydalı ilim” ise başa tac edilmesi, değilse kendisinden Allah'a sığınılması gereken bir tehlike olarak kabulü ile gerçekleşebilecektir. Vahiyden ve Allah’la bağlarından koparılmış bilimin ve bilim sayesinde oluşan aygıtların, makinelerin ve maddeci hayatın tutsaklığıdır modern insanın temel problemi; asrın insanının hüsrânı, çıkmaz ve açmazları, bunalım ve streslerinin temel sebebidir bilimi “câhil”ce, “câhiliyye” gözüyle değerlendirmek ve gerçek ilimden kaçmak. Bu esaretten kurtulmak, hevânın gerçek akla dönüşmesi, bilimin, evrenin sırlarını “halife” sorumluluğu ile öğrenme ve Allah'a kulluk yönünde, yani en faydalı şekilde kullanılması sayesinde olacaktır. Modern câhiliyyenin vahye, yani Allah’tan gelen gerçek ilme ihtiyacı, Ebû Cehillerin câhiliyyesinden daha az değildir.
İnsan ömrünün sınırlı, günlerinin ve alıp verdiği nefeslerinin de ilm-i İlâhîde mâlum ve muayyen olduğu hesaba katılınca, öncelikle ne öğrenmemiz, hangi ilmi tahsil etmemiz gerektiğini tespit etmek gerekir. Olur olmaz kimseler tarafından "ilmin faziletleri"nin anlatıldığı, bazen bâtıl otorite sahipleri ve bozuk niyetli merciler güdümünde ilim kavramının bâtıl maksatlar için istismar edildiği vakıası da hesaba katılınca bu ilim gerçeğinin ne olup ne olmadığını belirlemek bir zarûret olacaktır. Peygamberimiz, "faydasız ilimden Allah'a sığınırım"[19] diye duâ edecek kadar faydasız ilmin zararı konusunda hassasiyet göstermişken, mahiyetine ve kullanılış gayesine bakılmadan ve şer'î ölçüyü hiç hesaba katmadan sürekli ilmin övücülüğünü yapmak, ilim adına işlenen büyük bir cinâyettir.
Meselâ, "İlim arayıp istemek, ilim tahsil etmek, kadın erkek her müslümana farzdır."[20] Hadis-i şerifini ve "İslâm'ın ilk emri oku emridir" düsturunu dillerine sakız edenleri bu hale örnek gösterebiliriz. Evet, ilim tahsili herkese farzdır, ama hangi ilim, hangi şartlarla ve ne maksatla? İşte bunu bir türlü belirtmiyorlar kavram istismarcıları. Okumak tavsiyesini de bir zamanlar moda olan okuma seferberliği girişimlerine halkı teşvik sadedinde delil getirenler, samimiyetsizliğin ve çifte standartın en âdi örneğini sergiliyorlar. Bu hal, aynen bir ağacın kökünü inkâr edip dallarını kabullenmeye benzer. İslâmiyeti bütünüyle ve cemiyet plânında inkâr ettikten sonra onun bazı ilke ve kavramlarını kendi gayelerinin gerçekleştirilmesi yönünde kullananların tutumu hangi mantık ve samimiyetle bağdaştırılabilir?
Niyet bakımından böyle olduğu gibi, içerik yönünden de İslâmî gaye esas alınmadan mutlak olarak kayıtsız şartsız insanlara öğütlenen, bir dereceye kadar da öğretilen bu malumatlar, konusu ve sonu görünüşe göre ne derece parlak ve verimli gibi olursa olsun, mutlak sûrette bir fuzûliyattan ibarettir. İşin daha kötüsü, hakiki ilmin önüne bir perde ve engel getirmek, insanı asıl yaratılış gayesinden uzaklaştırmaktır. Zamanın ilim anlayışı, Din'in esprisi içinde bir ilim değil; resmî sistemler/câhiliyye doğrultusunda bir bilim anlayışıdır.[21]
Eğitimin amacı; Fıtrata ters düşmeden, Rabb’in öğretileri doğrultusunda Allah’ı ve kendini tanımak, dünya ve âhirette faydalanacağı ilim öğrenerek yaratıcısına kulluk yapmak, İslâm'a tâlip olmak, Kur'an ahlâkıyla yaşamaktır; Müslüman açısından öğrenmenin gâyesi bu olmalıdır.
Bilgi nedir? Bilginin mâhiyeti nedir? Neyi, ne kadar bilebiliyoruz? Bildiklerimizin doğruluk derecesi nedir? Bilgimizin kaynağı nedir? Nereden elde edilir? Duyularımız bize bilgi sağlayabilir mi? Aklımızın bilgi ile ilişkisi nasıldır? İnsan, gerçeği, varlığın hakikatini, gerçeklerin neler olduğunu ve İlâhî meselelerin esasını hangi yollarla bilebilir? Bilginin sebepleri nelerdir? Bu ve benzeri sorular insanoğlunun aklını meşgul eden ve edecek olan sorulardır.
Kimine göre gerçeğin bilgisi sadece duyu organları vasıtasıyla bilinebilir. Bu inanca sahip olanlar sadece gözlenebilen, ölçülebilen, deneye tabi tutulabilen şeylerin bilinebileceğine inanır. Bazılarına göre bilginin elde edilme yolu sadece akıldır. Bilgi kaynağı olarak yalnızca aklı kabul edenler, aklın kavrayamadığı, idrâkin alamadığı şeylerin bilinemeyeceğine inanırlar. Sadece ilham, rüya veya sezgi yolu ile bilgi edinilebileceğine inananlar ise, diğer vasıtaları bilgi kaynağı olarak kabul etmezler.
“Tasavvuf, aklı ve nakli belli ölçülerde bilgi kaynağı olarak kabul ettiğini beyan etse de, asıl doğru olan bilgi kaynaklarının keşif, ilham ve işrak olduğunu iddia eder. Bu üç bilgi kaynağını kısaca şöyle izah etmek mümkündür:
Keşf, “perdenin kalkması ve arkasında saklı olan mânâların ortaya çıkmasıdır. Keşf, mânâ ve sırlar âlemi ile ilgili olandır. Yani kişinin önündeki perdelerin kalkması ve gerçekleri görmesidir. Bu görme maddî gözle değil; basiret gözü ile görmedir. İlham, vahye benzetilen bir bilgi kaynağıdır.” “Yani tasavvufî anlayışa göre evliyânın gerek aracısız, gerekse melek vâsıtası ile vahiy almasına ilham denir. İlham bazen sâdık rüyalarla bazen de bazı şeylere muttalî kılınmakla gerçekleşir.” İşrak ise; “İnsanın kalbinde hakikat nurunun parlaması ve meçhul olan şeylerin bilinmesi” diye tanımlanır. İşrak bilgisi sezgiye dayanan bir bilgidir. Bazı tasavvufçular, kesin bilginin ancak bu yolla elde edilebileceğini iddia ederler.
Sûfîler bu yolla elde edilen bilgilere ilim değil; mârifet ve irfan gibi isimler verirler. Onlara göre “mânevî müşâhedeye dayanan bu vâsıtasız elde edilen bilgiler, vâsıtalı bilgi olan nasslardan daha doğru ve daha önemlidir.”
İlham, keşif ve işrâkı bilgi kaynağı olarak kabul eden tasavvufta sâbit bir bilgi kaynağının varlığından söz edilemez. Çünkü bilgi kaynağı olarak kabul ettikleri hususlar sübjektif olup kişiden kişiye farklılık arzeder. Sonuçta bunlar da felsefî ekoller gibi insan zihninin bir ürününden ibârettir. Bu bakımdan yöresel ve bölgesel özellikler taşır. Tasavvufun değişik kolları, bünyesinde değişik inançların etkisiyle farklı farklı anlayışları barındırır.”[22]
Görüldüğü gibi, herkes kendi inancına uygun olanı bilgi kaynağı kabul etmekte; diğer vasıtaları kaynak olarak önemsememektedir. Diğer önemli nokta ise, yukarıda geçen vasıtaları bilgi kaynağı olarak görenlerin çoğunun “vahy”i bilgi kaynağı olarak kabul etmemeleridir.
Kur’an, bilgi kaynağı olarak, vahiy başta olmak üzere, doğru haberi, duyuları ve akıl yürütmeyi göstermektedir. Hayatın gayesi, Allah’ı bilmek, inanmak ve O’na ibâdet (kulluk) yapmaktır. O’nu tanımak ve bilmek, bilgilerin en üstünü ve yücesidir. İnsan, ancak bilgi vasıtalarıyla Allah’a giden yolu bulabildiği gibi, kendisini ve çevresini de bu araçlarla tanır ve bilir.
İslâm inancına göre insan, gerçeğin bilgisini üç yoldan elde eder. Yani, bilginin kaynağı üçtür. Bunlar:
1- Doğru haber: a) vahiy b) mütevâtir haber,
2- Selim hisler dediğimiz beş duyu,
3- Akıl.
a) Vahiy: Sözlük anlamı olarak vahiy; işaret etmek, gizli ve süratli bir şekilde bir şeyi bildirmek, elçi göndermek demektir.
Terim olarak vahiy; Allah Teâlâ’nın insanlar arasından seçmiş olduğu peygamberlerine İlâhî bir yolla mesajlarını, emir ve yasaklarını bildirmesidir.
Bu tanımda geçen “İlâhî bir yolla” ifâdesi vahyin insan aklının kavrayışının üzerinde birşey olduğunu, peygamberler hâriç insanların vahyin mâhiyetini tam olarak bilemeyeceğini ifâde eder.
Bizler ancak vahiy sayesinde âhireti, cenneti, cehennemi, melekleri...bilebiliriz. Çünkü bunlar gaybla ilgili konular olduğundan akılla, ya da duyularla bilinemez.
Vahy, sadece gayb alanında bilgi kaynağı değil; aynı zamanda, bütün varlıkların sahibi ve yaratıcısının, her şeyi bilen Zât’ın haber verdiği her konu için kesin bilgi kaynağımızdır.
“Gayb hazinelerinin anahtarları Allah’ın yanındadır. Gaybı ancak O bilir. O, karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarında tek bir tane, bir zerrecik, yaş ve kuru ne varsa hepsi Kitab-ı Mübin’de, Allah’ın ilmindedir.”[23];“Yaratan (Allah) hiç bilmez mi?”[24];“Allah, her şeyi en iyi bilendir.”[25]
Câhiliye toplumlarında, vahyi kabul etmeyen câhilî eğitim sistemleri, vahyi ilim kaynaklarının, bilgi vasıtalarının içine katmazlar. Bundan dolayı, bilim câhiliyye düzenlerinde bir put haline dönüşmüştür. Her şeyi tümüyle bilen Allah’ı bilime karıştırmak istemeyenler, hiç uzlaşmaması gereken bilimle câhilliği (câhiliyyeyi) bir arada barındırma şerefini(!) kazanabilmişlerdir. Tabii, bu sentez, gerçek ilme giden yolu tıkadığı gibi, hakla bâtılın karışmasına yol açmaktadır. İlmin hidâyete vesile, nur ve rahmet özelliğinden soyutlanıp Bel'amlığa zemin oluşturmaya giden yoldur bu.
Sözde bilim adamları, ilk insanın yaratılışından onun bilgi sahibi olmasına; Kalemle yazmasından fıtratıyla ilgili özelliklerine kadar birçok konuyu, vahyi reddetmenin sonucu olarak faraziyelere, dayanaksız teorilere dayandırmakta, bunları da bilim diye kitlelere yutturmaktadırlar. Mü’minler için Allah Teâlâ’nın kitabında ve Rasûl-i Ekrem’in sünnetinde kat’i olarak yer alan her haber (vahy) ilim hükmündedir. Hatta, akıl ve duyu organları bu vahyî haberlerin mâhiyetini kavramasalar da vahy, kesin bilgi kaynağımızdır. Vahye ters düşen her türlü bilimsel teoriler de ilim tanımı dışında kalır.
b) Mütevâtir haber: Çok sayıda güvenilir kişinin, yani yalan söylemek üzere bir araya gelmeleri mümkün olmayan bir topluluğun vermiş olduğu habere mütevâtir haber denir. Asıl bilgi kaynağımız olan Kur’ân-ı Kerim, nesilden nesile aktarılarak günümüze kadar tevatür yoluyla gelmiştir. Yani Kur’an mutevatirdir ve bu şekilde bizden sonraki nesle aktarılacaktır.
Haberin yaşanılan çağda önemi açıktır. Görüntülü, sözlü ve yazılı iletişim araçları her gün sayısız haberleriyle insana bilgiler ulaştırmaktadır. Fakat, bunların ne kadarına ve hangi ölçü içerisinde güvenebiliriz? Bu haberlerin tümü, bizim bilgi kaynağımız, bilgi aracımız olabilir mi? Eğer bu araçlar uygun kullanılırsa evet. Asıl olan, haberin olaya uygun düşmesidir. Yalan haber, yani olaya uygun düşmeyen, vakaya mutabık olmayan haber bilgi ifâde etmez. Ancak sâdık, doğru haber bilgi kaynağıdır.
Yani bilgi elde etmede vasıta olan bu araçların kendileri güvenilir iken, güvenilir olmamasının nedeni, doğru bir şekilde kullanılmamalarıdır. Kısacası âletler yalan söylemez; fakat insanlar yalan söyleyebilir, âletleri yalanlarına vasıta yapabilirler.
Kâfirlerin, hatta fâsıkların verdiği haber ve bilgiyi, araştırmadan, kesin ölçülerimizle test etmeden, bilgi kaynağı olarak kabul ve tasdik etmemiz Kur’ân-ı Kerim’e ters düşer. “Ey iman edenler; eğer size bir fâsık bir haber getirirse, onu araştırın (doğruluğunu anlayıncaya kadar tahkik edin). Değilse bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz.”[26] Bilginin ilim sayılabilmesi ve bize zararlı değil; yararlı olabilmesi için kaynağına, güvenilir olup olmadığına bakmak şarttır.
Mütevâtir haber, çok sayıda güvenilir kişinin verdiği doğru haber olduğu için bilgi sebebidir (Tarihe, coğrafyaya... ait bilgilerin çoğu bu türden bilgilerdir).
Tevatürün şartları üçtür:
I) Verilen haberler sağlam duyu organlarına dayanmalı, efsâne, mitoloji kabilinden olmamalı,
II) Haberi nakledenler arasında ittifak bulunmalı,
III) Akla ve kesin dinî hükümlere aykırı olmamalıdır.
Selim Hisler (koklama duyusu burun, tatma duyusu dil, hissetme duyusu deri dediğimiz duyu organlarımızdaki algılarımızdır. Selim olması bu organların sağlam ve sağlıklı olmalarının gerektiği içindir. Özürlü ve sakat olmamalıdır. Bu organlar vasıtasıyla herhangi bir yiyeceği tattığımızda acı, tatlı veya tuzlu olduğuna, bir şeyi içtiğimizde sıcak veya soğuk olduğuna, bir cisme vurunca sert veya yumuşak olduğuna, belli bir mesafedeki cismin uzak, yakın, uzun veya kısa olduğuna karar veririz.
Duyu organlarıyla elde ettiğimiz bilgiler sınırlıdır. Çünkü, gözlerimiz ancak belirli mesafedeki cisimleri görebilirken x ışınlarını, mor ötesi ışınları, röntgen ışınlarını göremez. Kulaklarımız ancak belirli frekanslarda sesleri duyabilir, derimiz gözle görülebilen cisimleri hissederken, vucudumuzu boydan boya geçen ışınları hissedemez. Burnumuz belirli mesafeden koku alabilir, bu mesafenin dışındaki kokuları alamaz. Göz, 390-760 milimikron boyunda olan dalgaları alabilecek duyarlıktadır (milimikron; bir milimetrenin milyonda birine denir). Bunların altında veya üstünde olan dalgaları göremez. Kulak da her titreşimi alamaz. Ses dalgalarının frekansları binlerce Hz. olabilir. Kulağın işitebileceği frekanslar ise 20-2000 Hz. arasındadır. Kulak, bu rakamların altındaki veya üstündeki frekansları işitemez.)
Aynı zamanda duyu organlarımızın bizi yanılttığı, bize yanlış bilgi verdiği durumlar da vardır. Meselâ, su dolu bardağın içindeki kaşığın kırık gözükmesi; sıcak sudan sonra ılık suyu, derinin olduğundan daha soğuk hissetmesi; hileli aynaların karşısında kendimizi birden fazla veya garip şekillerde görmemiz...
Duyu organlarımız, duyarlık derecesinin altında veya üstünde olan olayları algılayamaz. Duyularımız, kendi sahalarına giren ve kapasiteleri dâhilinde olaylar hakkında bize bilgi verir. Modern Psikolojide açıklanan algı yanılmaları, duyularla elde edilen bilgilerin değeri konusunda tespitlerimizi kuvvetlendirmektedir.
Bu açıklamalarımızla şunu demek istiyoruz: Selim, sağlıklı duyu organları, sağlam ölçüler ışığında bilgi kaynaklarımızdandır; ama verdikleri bilgiler bu organların kapasiteleriyle sınırlıdır. Duyu organlarımızla tesbit edemediğimiz şeyler, ilmin konusu olabilir. Çünkü duyu organlarımızın güçleri sınırlıdır. Duyu organlarımızın bizi yanılttığı durumlar da vardır. O yüzden bunlar, yanlışlığı ispatlanan konularda ve sınırsız bir şekilde veya tek başlarına bilgi kaynakları değildir. Melek, cin, şeytan gibi birtakım varlıkları duyu organlarımızla algılayamamamız, onların yokluğunu gerektirmez.
Akıl, insanda bulunan mânevî bir kuvvettir. İnsan bu kuvvet sayesinde eşyayı kavrar. Akıl, insanın düşünme, bilme, davranışını belirleme, denetleme ve yargılaması, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırt etmesi ile ilgili kabiliyetidir. Kendisinde bu özel kuvvet olduğu için insan, dinin emir ve yasaklarını yerine getirmekle sorumludur. Aklımızla elde etmiş olduğumuz bilgiler de sınırlıdır. Meselâ, aklımız ölüm olayını, vahyin mâhiyetini, kabirde olanları, âhireti ve âhirette olacakları, Allah’ın zâtını, insanın rûhunu tümüyle kavrayamaz.
İslâm’da Aklın Önemi ve Değeri
Kur’ân-ı Kerim’e göre insanı insan yapan, onun her türlü davranışlarına anlam kazandıran ve İlâhî emirler karşısında sorumluluk altına girmesini sağlayan şey aklıdır. Din, akıllılara gönderilmiştir. Kur’an’da akıl kelimesi 49 yerde ve hep fiil şeklinde geçmektedir. Bu âyetlerde genellikle akletmenin, yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde durulmaktadır. Kur’an’a göre akıl “bilgi edinmeye yarayan bir güç” ve “bu güç ile elde edilen bilgi” şeklinde tarif edilmiştir. Dinin sorumluluk yüklediği akıl, birinci anlamdaki akıldır.
Düşünmek, ibret almak, öğüt almak, hidâyete ermek, cehâletten kurtulmak, kâinattaki ve kendi içindeki hakikatleri anlamak, gönülden kör, sağır, dilsiz olmamak için Kur’an’da akla vurgu yapılmaktadır. Aklın önemi, özellikle Kur’an’ın mânâsının, İslâm’daki emir ve yasakların ve bunların hikmetlerinin anlaşılması içindir. Düşünmek, doğruyu bulup ona teslim olmak içindir. Kur’an birçok âyetinde insanları düşünmeye, anlamaya, zikretmeye dâvet etmektedir. Tüm bu faâliyetler aklın birer fonksiyonudur.
Allah’a hakkıyla kulluk edebilmek için, Kur’an’ın ne dediğini anlamak, neleri yapmak ve nelerden kaçınmak gerektiğini bilmek gerekir. Bu ise ancak akıl sayesinde mümkündür. Bu anlamda akıllı olmak, aklı kullanıp Kur’an’ı anlamaya çalışmak kadın - erkek her müslümanın görevlerindendir.
İnsan, aklı sayesinde taklitten kurtulur. Neye, niçin inandığını kavrar. İslâm dini akıl sahibi insanları muhatab alır ve onlara sorumluluk yükler. “Aklı olmayanın dini de yoktur” ifâdesini bu anlamda düşünmek gerekir.
Bütün İslâm âlimleri aklı, insanın dinin emir ve yasaklarıyla sorumlu tutulmasının temel şartı olarak söylemişler, akıldan yoksun olanlara hiçbir sorumluluğun yüklenemeyeceği görüşünde birleşmişlerdir. Meselâ; namaz, oruç, zekât, hac gibi ibâdetleri yerine getirebilmenin ilk şartı âkıl-bâliğ olmak, yani deli olmamak ve ergen olmaktır. Ayrıca zamanının en akıllısı olmayı (fetânet) peygamberlerin temel vasıflarından kabul etmişlerdir. İslâm âlimleri, imandan sonra en büyük nimet olarak gördükleri akla, dünya ve âhiret mutluluğunu kazanmaya vesile olması dolayısıyla büyük değer vermişlerdir.
Aklın önemi ve değeri ile ilgili birkaç âyet meali:
“... İlimde ileri gidenler; biz ona inandık, hepsi de Rabbimizin katındandır derler. Bunu ise ancak aklını isabetle kullanabilenler akledip düşünebilir.”[27]
“Bu Kur’an insanlara bir tebliğdir. İnsanlar bununla uyarılsınlar, O’nun tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıllarını kullansınlar da düşünüp ibret alsınlar.”[28]
“... Onları müjdele, onlar ki sözü dinlerler ve o sözün en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir, onlar akl-ı selim sahipleridir.”[29]
“Onlara Allah’ın indirdiğine uyun denildiğinde ‘hayır, biz atalarımızın uyduklarına uyarız’ derler. İyi ama atalarınızın aklı bir şeye ermiyorsa da doğru yolu bulamamışlarsa? (yine de onların yoluna mı uyacaksınız?)”[30]
Ve akılla ilgili birkaç vecize, güzel söz:
“Aklı olmayanın dini de yoktur.”
“En akıllı insan öğüt alan insandır.”
“Her nimetin bir şükrü vardır. Akıl nimetinin şükrü de düşünüp öğüt almaktır.”
“İki şey var ki, asla sonuna erişilmez. İlim ve akıl.”
“İlim tükenmez hazine, akıl eskimez elbisedir.”
“Akıl ve iman ikiz kardeştir. Allah biri olmadan diğerini kabul etmez.”
“İman kalp sayesinde inanılan ve yaşanan, akıl sayesinde de düşünülen ve idrâk edilen bir gerçektir.”
“Bir saat (kısa bir an) tefekkür (düşünmek), bir gece nâfile ibâdet etmekten daha hayırlıdır.”
Akletmek gerçek ilim sahibi olanların niteliğidir. Gerçek akıl sahipleri gerçek âlimlerdir. “Biz meseleleri insanlar için açıklıyoruz, ama onları âlimlerden başkası akletmez.”[31]
Aklın görevi; araştırma, düşünme ve gerçeği bulmadır. Araştırmayan, düşünmeyen akıl, görevini yerine getirmemiş akıldır ki, sahibini hayvandan daha aşağı duruma sürükler. Akıl çalışmayınca görevini yerine getiremez ve sahibini taklîd bataklığına düşürür. Taklîd ise, araştırma ve düşünmenin baş düşmanıdır. Allah, kitabında taklîdi, donukluğu kınarken; araştırıcı aklı övmektedir.
İslâm taklitçiliğe karşı çıkmıştır. Çünkü taklitçilik, Allah’ın insana en büyük nimetlerinden olan aklı kullanmamak, başkalarına körü körüne uymaktır.
Allah ile birlikte başka bir ilâhın olmadığını akıl bulmak zorundadır. O’nun asıl görevi bu yüce gerçeği bulmak ve ona göre yaşamaktır. Akıl Allah’ı bulmanın yanında O’na şükretmeyi de bilecektir. Aklı ile Allah’ı bulan ve O’na şükreden sıkıntıda olsa da bahtiyardır. Allah’ı bulamayan ise, bollukta olsa bile yine de bedbahttır.
Aslında gerçek akletme ve bilme gücüne sahip olmayanlar, yani Allah’ın verdiği aklı kullanmayanlar, kafaları küflenmiş, kalpleri mühürlenmiş ve mânevî pisliklerle kararmış olanlar, bilgi ve kültürleri büyük zannedilse bile, gerçek câhillerdir.
"Onların bu konuda ilmi yok, sadece atıp tutuyorlar.”[32]
“Hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere sapıtıp, kulağını ve kalbini mühürleyipgözü üzerine de perde çektiği kimseyi gördün mü?”[33]
“Allah kalplerini mühürledi, artık bilmezler.”[34]
“Allah bilmeyenleri işte böyle mühürler.”[35]
Kâfirler ve müşrikler hiç akletmeyenlerdir; kalbî duyularını bütün bütüne köreltenler, kalpleri mühürlenenlerdir.
“Allah katında hayvanların en şerlisi, akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.”[36]
“Sağır, dilsiz ve kördürler de, akletmezler.”[37]
“...Bunlardan bir grup vardı, Allah’ın Kelâmı’nı işitirlerdi de, onu aklettikten sonra, bile bile tahrif ederlerdi.”[38]
Akıllı olmayan ve aklını gereği gibi kullanamayanlar şunlardır:
- Akıl - baliğ olmayan çocuklar.
- Akıl bakımından reşid olmayan zekâ özürlüler.
- Aklını yitirmiş olan deliler.
- Aklını kullanmak istemeyip körü körüne başkalarını taklît edenler.
- Liderlerine, büyüklerine aşırı güvenip, kendi yerine onların düşünmesini yeterli görenler.
- Kâfir ve müşrikler.
Kur’ân-ı Kerim’e Göre Akıl ve Duyu Organlarının Önemi
a) Hiçbir şey bilmeden anne karnından çıkan insana Allah’ı hakkıyla tanıyıp şükretmesi için duyu organları verilmiştir.[39]
b) Allah’tan gafil olanlar, kendi irâdeleriyle duyu organlarını ve kalplerini fıtratları doğrultusunda kullanmadıkları için Allah onların kulak ve kalplerini mühürlemiş ve gözlerine perde çekmiştir.[40]
c) Duyu organlarını ve düşünce sistemini gereği gibi kullanıp Allah’a teslim olamayanlar, insanlıklarını kaybederler, hayvandan daha aşağı derekeye düşerler.[41]
d) Duyu organları yaptıklarından (ve yapmak zorunda olup yapmadıklarından) sorumludur.[42]
e) Gerçek körler, kafa gözü görmeyenler değil; kalp gözlerini, basiretlerini kaybedip, tarihten ibret almayan ve geçmiştekilerin işlediği hataları tekrar edenlerdir.[43]
f) Kur’ân-ı Kerim’de âhiret hayatı ile ilgili olarak sıkça zikredilen cennet nimetleriyle cehennem azâbı, özellikle duyulara hitab etmektedir.[44]
Tamamlayıcı Bilgi
Aklın Gücü, Sınırı ve Sorumluluğu
İnsan, canlı olmasının bir sonucu olarak, zorunlu temel ihtiyaçlarını karşılamak için çeşitli davranışlar ortaya koyar. Bu davranışlar, vücudun maddî yönünü tatmin etmeye dönüktür. Bu ihtiyaçları giderme hususunda, insanı diğer canlılardan farklı kılan özelliği, özgür seçimidir. Özgürce seçmek için ise akıl sahibi olmak gerekir. Yani seçme, karar verme, ortaya çıkarma gibi davranışların temeli akıldır. Bu özellik insanın diğer canlılar karşısındaki ayrıcalığıdır.
Aklın nasıl kullanılacağı, gücünün ve sınırının ne olduğu, elde ettiği bilginin nasıl oluştuğu gibi sorular insan zihnini meşgul eden sorulardır.
İnsanın tabiatla, çevresiyle, kendi iç dünyasıyla kurduğu ilişki onu muhataplarını tanımaya sevkeder. İnsanın yaratılanlar ile kendi arasında kurmuş olduğu bu ilişki aklî bir çabadır. Bu esnada aklını kullanarak elde ettiği değer, bilgi adını alır. Buradaki akıl, akletme gücünü, elde edilen bilginin doğru ya da yanlış olmasını, aklın gereği gibi kullanılıp kullanılmadığını gösterir. İnsan, aklı ile tabiatı anlarken, vahiy ile İlâhî hakikatleri bilebilir. O halde aklın görevi; gerek tabiattaki, gerek Kur’an’daki âyetleri anlamak ve Allah’a ulaşmaktır.
İnsanın, tabiatı anlamaya çalışması sonucu ortaya çıkan bugünkü modern teknoloji, elektriğin icad edilmesi, uçak, gemi, denizaltı yapımı, tıp alanındaki ilerlemeler sonucu verem, tifo, kolera, kuduz gibi hastalıkların tadavisinin bulunması, yapılan kazılar sonucu insanlık tarihi ve dünyanın geçmişi hakkında elde edilen bulgular, yapılan uzay araştırmaları, deniz altında, volkanlarda yapılan incelemelerle gelen ve sürekli yenilenen teknoloji ile ortaya çıkan yeni gerçekler, başlı başına küçük bir kâinat olan insanın kendisini tanımaya çalıştıkça ortaya çıkan sonuçlar v.s. aklın gücünü gösteren bizzat yaşayarak gördüğümüz somut örneklerdir.
Allah insanoğluna eşyanın isimlerini öğretti. İnsan tüm bu hakikatleri aklını kullanarak ortaya çıkarmaktadır. Zaten insanın melekten üstün olmasının altındaki gerçek, eşyanın isimlerini bilmesi ve zamanla bu gerçeklerin ortaya çıkarılmasıdır.
Akıl, ölüm olayını, kabirde olanları, vahyin mâhiyetini, melekleri, âhireti, Allah’ın zâtını tam olarak kavrayamaz. Bunlar aklın idrâk sahasının dışında olan gayba ait hususlardır. Aklın faâliyet alanı ise bu kâinat ile sınırlıdır. Akıl gayba ait meselelerde mutlak gerçeğe ulaşamaz. Zaten Allah Teâlâ insana böyle bir görev ve sorumluluk da yüklememiştir. İnsan meraklı bir varlık olduğu için ölüm ve ötesi ile ilgili de yorum yapar. İster ölüm ve ötesi ile ilgili, isterse gaybla ilgili gereken tüm bilgiler vahiyle bildirilir; akla düşen şey ise vahyi tasdik edip imanın kalpte kökleşmesine katkıda bulunmaktır. Gayb ile ilgili meselelerde yapılan akıl yürütmelerin hiçbiri kesin doğrudur denemez. Yapılan yorumların tümü zihin egzersizinden öteye geçmez.
Özetle;
1) Aklın, Kur’an’ı ve sahih sünneti sorgulayan bir konumda olmaması,
2) Aklın, Kur’an ve sünneti anlamaya çalışması ve onun hizmetinde olması,
3) Tabiatı anlamaya çalışırken, tabiata, içindeki tüm canlı varlıklara ve kendi hemcinslerine zarar vermemesi, bunların tümüyle uyum içinde olması aklın sorumluluğudur.
Akıl iki şekilde kullanılabilir. Bu kullanımlardan biri insanı dünya ve âhiret saâdetine götürürken; diğeri hüsranda bırakır. Eğer insan aklını her şeyden üstün görür, tek ölçü ve tek hâkim kabul ederse, bu düşünce onu küfre, dalâlet e ve sapıklığa götürür. Fakat aklını usulüne göre ve Kur’an’ın rûhuna uygun bir şekilde kullanır ve bu nimetin farkına varırsa, o zaman akıl, sahibini hakikati keşfetmeye, dünya ve âhiret saâdetine iletir.
İlham ve Rüya Bilgi Kaynağı Olabilir mi?
İlham: İnsanın kalbine bir mânânın (anlamın) konmasıdır. Delilsiz olarak, yani bilgi vasıtalarımızdan birine dayanmayarak feyiz yoluyla kalbe doğan mânâdır. İlham ve rüya İslâm’da bilgi kaynağı kabul edilmemiştir.
İlham ve rüyanın bilgi kaynağı olmamasının iki nedeni vardır:
1) İlham ve rüya bilgi kaynağı olamaz. Çünkü, insana gelen ilham, ya da gördüğü rüya, şeytandan da olabilir, melekten de. Halk deyimiyle Rahmâni de şeytani de olabilir. Bunu tesbit etmek için elimizde güvenilir bir ölçü yoktur. Rahmâni ilhamlar olduğu gibi; şeytani vesveseler de vardır. Bunu ayırdetmek de zannedildiği kadar kolay değildir. Ayrıca görülen rüyanın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği de belli değildir. Dolayısıyla gördüğümüz rüya, bizi tümüyle bağlamayacağı gibi, diğer insanları hiç mi hiç bağlamaz.
Şöyle bir düşünelim; rüyamızda İstanbul-Ankara uçağının düştüğünü gördük. Kendimiz gitmemeye karar verdiğimiz gibi, diğer yolcuları da gitmemeleri için uyarıyoruz. İnsanlar, doğal olarak bize “sen deli misin?” diyecektir. Bu uyarımız,insanlar arasında gülünç duruma düşmemize neden olacak; ama biz uçağın düşeceğini ısrarla söyleyeceğiz. Bu bir anlamda gaybdan haber vermek olur ki, gaybı sadece Allah bilir. İnsanlar bizden bu iddiamızı ispat etmemizi isteyecektir. Oysa bunu ispat etmenin imkânı yoktur. Çünkü uçağın düşüp düşmemesi gördüğümüz rüya ile hiçbir alâkası olmayan teknik bir konudur. Uçak ya teknik bir arızâdan veya pilot hatasından dolayı düşer.
Hayatını gördüğü rüyalar üzerine kurmak, insanı ruhsal bunalımlara sokar. Bunun sonucu olarak psikopat denilen hasta tipler ortaya çıkar. Bir de, toplumu oluşturan insanların çoğunun bu tipler olduğunu düşünürseniz, o zaman seyreyleyin gümbürtüyü.
2) İlhamın delil olmamasının bir nedeni de, istismara açık olmasıdır. Nitekim geçmişte ve günümüzde pek çok kimse çıkarak, kendisine vahiy şeklinde ilham geldiğini, Peygamberimiz’le görüştüğünü, ondan hadis aldığını söyleme cür’etinde bulunmuştur. Bu şekilde İslâm dinine birçok hurâfe sokulmaya çalışılmıştır. Oysa bu dinin herhangi bir hükmünü gizleyip çıkarmak insanı dinden çıkaracağı gibi, dinden olmayan şeyleri bu dinin hükmü imiş gibi göstermek de insanı dinden çıkarır. Çünkü dinden olanı atmak da, dinden olmayanı katmak da küfürdür.
Günümüzde ortaya çıkan yalancı peygamberler, mehdiler, şeyh olduğunu söyleyip dinini bilmeyen câhil insanları kandırarak onları maddî ve mânevî olarak sömüren sahtekâr tipler ve sözde zikir âyinleri tertipleyip, kamera karşısında şov yapan, ne olduğu belli olmayan şarlatanlar ile gelecekten haber verme iddiasında olan medyumlar, falcılar, astrologlar bu anlayışa sahip olanların günümüzdeki yansımasıdır.
Eğer çevremizde böyle insanlar varsa, ki maalesef var, inancımızın bir gereği olarak bu insanlara itibar etmememiz gerekir. Şurası bir gerçektir ki, ilim ve aklın olmadığı yerde cehâlet, cehâletin olduğu yerde de din tüccarları ortaya çıkar.
1- Bir şeyin hakikatini idrâk etmeye ve mâlum olanın, olduğu hal üzere bilinmesine ne denir?
- a) vahy b) akaid c) ilim d) mütevâtir haber
2- İnsan, ne sâyesinde meleklerden üstün olabilmiş ve halife vasfını kazanmıştır?
- a) ilim b) din c) namaz d) vahy
3- Aşağıdakilerden hangisi bilgi kaynağı değildir?
- a) ilham b) akıl c) vahy d) selim hisler
4- Kâfirlerin bilgi kaynağı olarak kabul etmedikleri şey, aşağıdakilerden hangisidir?
- a) akıl b) beş duyu c) vahiy d) hiçbiri
5- Allah Teâlâ’nın insanlar arasından seçmiş olduğu peygamberlerine İlâhî bir yolla mesajlarını, emir ve yasaklarını bildirmesine ne denir?
- a) vahy b) gayb c) ilham d) mütevâtir haber
6- Mütevâtir haberle ilgili olarak aşağıdaki ifâdelerden hangisi yanlıştır?
- a) Çok sayıda güvenilir kişinin verdiği doğru habere mütevâtir haber denir.
- b) Yalan söylemek üzere biraraya gelmeleri mümkün olmayan bir topluluğun vermiş olduğu habere mütevâtir haber denir.
- c) Allah Teâlâ’nın insanlar arasından seçmiş olduğu peygamberlerine İlâhî bir yolla mesajlarını bildirmesine mütevâtir haber denir.
- d) Kur’an mütevâtirdir. Yani nesilden nesile tevatür yoluyla aktarılarak bize ulaşmıştır.
7- Bilgi kaynaklarımızdan biri olan duyu organlarımız hakkında aşağıdaki ifâdelerden hangisi yanlıştır?
- a) Duyu organlarımız kendi sahalarına giren olaylar hakkında kapasiteleri dâhilinde bilgi
- b) Duyu organlarımızın bizi yanılttığı, bize yanlış bilgiler verdiği durumlar vardır.
- c) Duyu organlarımızla elde ettiğimiz bilgiler sınırlıdır.
- d) Duyu organlarımızın verdiği bilgiler kesindir, bizi hiç yanıltmazlar.
8- İnsanın düşünme, bilme ve davranışlarını belirlemesi, iyiyi kötüden, doğruyu eğriden ayırt etmesiyle ilgili kabiliyetine ne denir? (Kendisinde bu kabiliyet olduğu için insan, dinin emir ve yasaklarını yerine getirmekle sorumludur. Ona sahip olmayanın dini de yoktur.)
- a) Akıl b) Selim hisler c) Vahy d) İlim
9- Ebû Cehil’e, “câhillerin atası” anlamındaki bu ismin verilmesinin sebebi nedir?
- a) Oğulları câhil olduğundan dolayı.
- b) Kendisi okuma yazma bilmediğinden dolayı.
- c) Bilgili olmadığı, özellikle Allah’ı hiç bilmediği ve inanmadığından dolayı.
- d) Yanlış bilgilere sahip olduğundan, özellikle Allah hakkında yanlış bilgi ve inançlarından dolayı.
10- Akıl hangi konuları tümüyle kavrayamaz?
- a) Zor konuları b) Vahiyle ilgili konuları
- c) Gaybla ilgili konuları d) Hiçbiri
11- Aklını ve duyu organlarını gereği gibi kullanmayanlara Kur’ân-ı Kerim ne demektedir?
- a) Şeytan, hatta daha aşağı b) Hayvan, hatta daha aşağı
- c) Câhil, hatta daha aşağı d) Beşer, hatta daha aşağı
12- İslâm’a göre bilgiyi açıklayınız.
13- İslâm’a göre bilgi kaynakları nelerdir? Açıklayınız
14- Aklın önemini açıklayınız. Bu konuda iki âyet meali veriniz.
15- Akıl, vahiy, mütevâtir haber kelimelerini, sözlük ve terim olarak açıklayın.
16- İlham, rüya, keşif ve kerâmet, neden bilgi kaynağı olamaz, açıklayın.
[1] İbn Manzur, Lisânu'l-Arab, cilt: 10, İlm maddesi
[2] Seyyid Şerif Cürcani, Kitabü't-Tarifat, Bahar Y., s. 156
[3] Râgıb, el-Müfredât, s. 19
[4] 6/En’âm, 80
[5] 46/Ahkaf, 28
[6] 39/Zümer, 9
[7] 4/Nisâ, 95
[8] 49/Hucurât, 13
[9] 35/Fâtır, 28
[10] Yaşar Fersahoğlu, Kur'an'da Zihin Eğitimi, Marifet Y., s. 174 ve 225
[11] Muhammed Kutub, İslâm'da Ferd ve Cemiyet, s. 30
[12] 35/Fâtır, 28
[13] Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 419-420
[14] İbn Mâce, Mukkaddime 17
[15] 6/En'âm, 35
[16] 35/Fâtır, 28
[17] 39/Zümer, 9
[18] 58/Mücâdele, 15; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y., 3/134-135
[19] Tirmizî, Deavât 68, hadis no: 3711; et-Tâc, Kitâbü'l Ezkâr, c. 5, s. 124
[20] İbn Mâce, Mukaddime17, hadis no: 224
[21] Ekrem Sağıroğlu, Bilgiden Tevhide Yükseliş, Timaş Y., s. 52-53
[22] Ömer Faruk Köse, İslâmî Hareket ve Önündeki Engeller, Fecr Y., s. 152-153
[23] 6/En’âm, 59
[24] 67/Mülk, 14
[25] 8/Enfâl, 73; Yine vahy konusunda Bak. 26/Şuarâ, 51.
[26] 49/Hucurât, 6
[27] 3/Âl-i İmran,7
[28] 14/14/İbrâhim, 50
[29] 39/Zümer, 18
[30] 3/Âl-i İmran, 172
[31] 29/Ankebût, 43
[32] 43/Zuhruf, 20
[33] 45/Câsiye, 23
[34] 9/Tevbe, 93
[35] 30/Rûm, 59
[36] 8/Enfâl, 22
[37] 2/Bakara, 171
[38] 2/Bakara, 75
[39] Bak. 16/Nahl, 78
[40] Bak. 2/Bakara, 7; 16/Nahl, 108
[41] Bak. 7/A’râf, 179
[42] Bak. 17/17/İsrâ, 36
[43] Bak. 22/Hacc, 46. Yine aynı konuyla ilgili diğer âyetler için Bak. 8/Enfâl, 21; 21/Enbiyâ, 45; 10/Yûnus, 31; 32/Secde, 9; 45/Câsiye, 23; 5/Mâide, 83; 2/Bakara, 75; 31/Lokman, 7; 11/Hûd, 20, 23)
[44] Meselâ Bak. 2/Bakara, 25; 7/A’râf, 50; 14/14/İbrâhim, 16-17; 18/18/Kehf, 31; 22/hac, 19-22; 36/Yâsin, 55-57.
ÇAĞDAŞ BATIL/UYDURMA DİNLER (İDEOLOJİLER VE DÜZENLER)
Çağdaş Bâtıl/Uydurma Dinler (İdeolojiler ve Düzenler)
- İdeoloji
- Laiklik
- Demokrasi
- Kapitalizm
- Ateizm
- Paganizm/Putperestlik
- Anıtmezar/Anıtkabir; Modern Türbe ve Tapınak
- Saygı Duruşu
- Animalizm
- Animizm (Ruhlara Tapma İnancı)
- Nusayrîlik
- Kadıyanîlik
- Bahâîlik
- Noel, Noel Baba veYılbaşı Kutlamaları
- Örf ve Âdet
- Hâkimiyet/Egemenlik
Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:
* İdeolojinin bâtıl bir din olarak mâhiyetini İslâm’a göre tanımlamak.
* Günümüzde yaşadığımız ülkede ve değişik coğrafyalarda egemenliklerini
sürdüren değişik ideolojileri ve düzenleri listeleyebilmek.
* İnsanımızı büyük çapta etkileyen laiklik, kapitalizm, Kemalizm
ve demokrasinin tanımlarını yapabilmek ve tek Hak din olan İslâm’la
mukayesesini değerlendirebilmek.
* Özellikle câhilî eğitim kurumları vâsıtasıyla insanımıza (farkında olmasalar
bile) ciddi etkisi olan, ateizm ve darvinizmin ne olduğunu ve İslâm inancına
ters düşen yönlerini ana hatlarıyla açıklayabilmek.
* Resmî ve geleneksel kutsal türbe yaklaşımını değerlendirebilmek, halkın
din anlayışını derinden etkileyen örf ve âdeti yüceltme anlayışını tahlil edebilmek.
* İslâm’ın tümüyle dışına çıkmış olduğu bazı Müslümanlar arasında
egemenliğini sürdüren Dürzîlik, Nusayrîlik, kadıyınîlik, Bahâîlik ve
hulûl anlayış ve inançlarını İslâm’ın sahih inancıyla mukayese edebilecek
şekilde değerlendirebilmek.
* İslâm’ın kabul etiği ve etmediği örf ve âdetlere örnekler verebilmek ve bu
konuda yapılması gerekenleri açıklayabilmek.
* Egemenlik konusunu Kur’an’dan yola çıkarak değerlendirip İslâm ve
câhiliyenin bu konudaki tavrını örneklendirerek açıklayabilmek.
* Tümüyle İslâm dışı olan inanç, anlayış ve uygulamaları müslümanca değerlendirebilmek.
Bir Müslüman, çağdaş bâtıl dinleri de reddetmek zorundadır. Laiklik, Demokrasi, Kemalizm, Kapitalizm, Sosyalizm, Komünizm, Materyalizm, Rasyonalizm, Pozitivizm, Determinizm, Sağcılık, Solculuk, Masonluk, Siyonizm, Politeizm, Ateizm, Paganizm, Animalizm, Animizm, Fetişizm, Hinduizm, Budizm, Darvinizm gibi ideolojilerin birer din haline geldiğini, bu ideolojilerin de kendine göre bir inanç, bir tapınma/ibâdet, bir hayat tarzı, bir ahlâk biçimi olduğunu, bütün bunların İslâm’ın esasları ve hükümleriyle zıt olduğunu Müslümanlar bilmek zorundadır. Yine; Konfüçyüscülük, Dürzîlik, Nusayrîlik, Kadıyanîlik, Bahâîlik gibi bir şahsın putlaştırılıp görüşlerinin dinleştirilmesiyle oluşan bu bâtıl dinleri reddetmek gerektiğini bilmek zorundayız. Düalizm ve Teslisin, yani Ekanim-i Selâsenin tevhidle bağdaşmadığını herkes bilmek zorundadır.
İdeoloji
Kelimenin aslı Latincedir. İdea, “görünen biçim, fikir” sözcüğü ile logos “bilgi” kelimesinin birleşmesi ile yapılmış ve düşünceyi inceleyen bilim (ideler bilimi) anlamında kullanılmıştır. Siyasal ve sosyal bir doktrin meydana getiren ve bir hükümetin, bir partinin veya bir sosyal sınıfın hareketine yön veren, düşünce sistemine ideoloji denir. Bir topluma veya toplumsal sınıfa has düşüncelerin tümüne ideoloji denir. İlk olarak Destut de Tracy tarafından, felsefî bir hareket olarak savunulmuştur. Daha sonra Cabanis, Volney Grat ve Daonou tarafından siyasî bir topluluk olarak sahneye çıkarılmıştır. On sekizinci y.y.’da “ideologlar” denilince bu isimler akla gelirdi. Cemil Meriç, ideolojinin, kaypak ve karanlık bir mefhum olduğunu, Büyük Fransız İhtilâlinden sonra “felsefe”ye başka bir isim bulmak gerektiğini, zira felsefenin kiliseden koptuğunu, bunun için “ideoloji” kelimesinin Destut de Tracy tarafından (1796) uydurulduğunu izah eder.[1]
İdeoloji, metafizik muhtevâsından sıyırılmış bir felsefedir. İslâm mütefekkirleri ve ulemâsının felsefecileri küfürle itham ettiğini bilen batıcı laik kadrolar, bu kelimenin arkasına sığınmışlardır. Bilginin kaynağını duyu organlarının faâliyetleri ve akıl yürütme ile sınırlandıran ideologlar, vahyi inkâr ettikleri için kâfirdirler. İslâm topraklarındaki bütün ideolojilerde görülen temel özellik, nassı inkâr mantığıdır. Dolayısıyla her ideoloji “ilâhlık” iddiâsına dayanır. Üretim, üretim araçlarının mülkiyeti ve tüketim gibi konularda “helâl” ve “haram” hudutlarını inkâr ederler. “Sermaye” ve “emek” anlayışında, birbirine zıt teoriler ortaya koysalar da, “mülkün Allah Teâlâ tarafından yaratıldığı gerçeğini” inkârda birleşirler. Bütün bu gerçekler dikkate alındığında, “Lâ ilâhe” (ilâh/tanrı yoktur) “illâllah” (ancak Allah vardır) diyen her mü’min, bütün ideolojileri inkâr etmiştir. Kelime-i tevhidi kalben tasdik ve dille ikrar eden mü’minler; ismi ne olursa olsun, İslâm topraklarını işgal eden bütün ideolojilerle savaşmak (cihad etmek) durumundadırlar. Aksi davranışta bulunanlar, cihad gibi farz-ı ayn hale gelen ameli terk ettikleri için mes’uldürler.[2]
Laiklik
Batıdaki yaygın kullanımı ile sekülerizm, Türkçedeki kullanımı ile laiklik: Rûhânî olmayan demektir. Kültürümüze daha çok lâ dinî şeklinde geçmiş olan laik terimi, din dışı olan, belirli bir dinle ilişkisi olmayan ya da dine ait olmayan anlamına gelmektedir. Hıristiyanlıkta ise kilise hiyerarşisinde yer almayan, keşiş ya da râhip olmayan kimse için bu terim kullanılır. Dünyevî talebi bulunmayan, yani şeriatini hâkim kılmak, şeriatine uygun hukuk, iktisat, ahlâk, devlet, sosyal hayat, toplumlararası ya da devletlerarası ilişkileri bulunan bir sistemi hâkim kılmak ve bunu insanlığın istifadesine sunmak talebi, gayreti, cehd ve cihâdı olmayan bir İslâm, yani tevhidi Allah’ı bir tanımaya indirgemiş ve diğer yönleriyle içi tümüyle boşaltılmış, hıristiyanvari bir kimliğe büründürülmüş; dünyayı Sezarlara, tiranlara, tâğutlara, laiklere, demokratlara terk etmiş bir İslâm anlayışı, teori olarak topluma kabul ettirilmekte ve pratikte gerçek dinin hâkim olmasına müsaade edilmemektedir. Câmileri kileseye, Diyânet memuru imamları papaza, hayata bakışı hıristiyanlığa benzetilen bir din...[3] Böyle bir İslâm, Allah’ın dini olan İslâm değildir. Böyle bir İslâm’ın Allah’ın Rasûlüne gönderdiği ve sahih olarak bize kadar nakledilerek gelmiş İslâm’la ilgisi yoktur. Böyle bir İslâm’ın, adından başka İslâm’la en ufak bir ilgisi bulunamaz. Ancak, “her türlü sapıklık ve saptırmaya rağmen, Allah’ın Dini’ni doğru olarak anlayan ve doğru şekilde ortaya koyan bir kesimin kıyâmete kadar varlığını sürdüreceğini, onlara muhâlefet edenlerin, hak yol üzere bulunan bu kesime asla zarar vermeyeceğini” müjdelemektedir Yüce Peygamberimiz. Allah’tan, bu hayırlı zümreyi her geçen gün güçlü kılmasını ve bizleri bunlardan eylemesini niyaz ederiz.
“Laik” (laic), din adamları sınıfı dışında kalan; “laiklik” de, dinin ya da din adamları sınıfının devletteki nüfuz ve etkinliğini uzaklaştırmayı esas alan siyasal düzen demektir. İlk anda laiklik, yalnızca siyasal boyutu olan bir yaklaşım olarak görülüyorsa da, herhangi bir düzen ve sistemin tek boyutlu olarak pratikte var olmasına, varlığını sürdürmesine imkân yoktur. İnsan, ruh ve bedeniyle, düşünce ve duygularıyla, yapıp ettikleriyle, zaaf ve meziyetleriyle, İç dünyası ve bu dünyasının kâinat ile olan ilişkileriyle, fert olarak ahlâkî, siyasî, fikrî ve amelî bütün ilişki ve yaklaşımlarıyla, ruhu ve kalbiyle, aklı ve vicdanıyla bir bütündür. Bu bütünün, hikmeti sonsuz Yaratıcımız’ın takdiri gereği kendi arasında muazzam bir dengesi, bir âhengi vardır.
İslâm’da Laiklik Yoktur
Laiklik, geniş ve basit tanımı ile, dinin siyasal hayatın dışına itilmesi, din adamları sınıfının devletin siyasal hayatında din adına etkin olmalarının engellenmesi diye ifade edilecek olursa, peşinen şunu hatırlatmamız gerekmektedir: Evvelâ İslâm’da batıda bilinen şekliyle bir “din adamları” sınıfının varlığı söz konusu değildir. Dolayısıyla böyle bir sınıfın din adına siyasal etkinliklerde bulunmalarından ve devletin siyasetinde aktif bir rol oynamalarından söz edilemez. Çünkü böyle bir sınıf yok ki, bu sınıfın icrâ edeceği fonksiyon kabul veya redde konu olsun.
İslâm inancına göre Allah her şeyi yaratandır. O, her şeyi bilendir. İnsanı yaratan olduğu gibi, her asırda, nelere muhtaç olduğunu, dünya ve âhirette mutlu olmasının nelere bağlı olduğunu tam ve en kâmil anlamıyla O bilir. Dolayısıyla O’nun insanların dünya ve âhiret mutluluğunun elde edebilmeleri için teklif ettiği düzen olan İslâm’da, dünya ve âhirette her bakımdan huzurlu olabilmeleri için insanların gerek duyabilecekleri her şey vardır. Bugün için gerek duymadıkları fakat zamanla ihtiyaç hissedecekleri şeyler de, günümüz müslümanları tarafından bilinse de bilinmese de, ellerinde bulunan Kur’an ve Sünnette yeteri kadarıyla mevcuttur. Kıyâmete kadar gelecek bütün insanların ihtiyaçları için de durum, aynen böyledir. Diğer taraftan, Kur’an’ın içeriğine gelişigüzel dahi olsa bir göz atılacak olursa, görülür ki, Kur’ân-ı Kerim müslümanların ibâdet ve âhiret hayatıyla ilgilendiği kadar, dünyadaki ilişkileriyle de ilgilenmiştir. Hatta dünyevî ilişki olarak değerlendirilen birçok alana dair açıklamaları, dinî ya da uhrevî ya da vicdanî olmakla nitelendirilen ilişkilere kıyasla daha etraflıdır.
Elbette İslâm, bu hükümler arasında laik bir düşünüşün etkisi ile ayrım yapmaz, dünya işi, âhiret işi; din işi, devlet işi gibi ayırmaları kabul etmez. Çünkü Kur’an, bunların hepsinin aynı şekilde ve hepsine ayrım gözetmeksizin müslümanların aynı önemi vermelerini ve aynı gayreti göstermelerini istemiş ve hepsini birlikte uygulamaya geçirmelerini emretmiştir. O yüzden İslâm’da dünya işi, âhiret işi diye bir ayrım yoktur. Her şey ibâdet ve cihaddır; ya Allah'a ya da tâğuta kulluk. Siyâseti ibâdet, ibâdeti siyâset olan bir dindir İslâm. Dini devletten ayırdığınızda devlet dinsiz; devleti dinden ayırdığınızda din, devletsiz ve güçsüz olur. Dinle devlet, etle kemik gibidir. Devlet, vücut ise, din de o vücudun canıdır, ruhudur. Bu ikisini birbirinden ayırmak, insanı/insanlığı katletmektir, cinâyettir. Kur’ân-ı Kerim’de, meselâ miras hükümlerine, evlenme ve boşanmalara, alışverişe ve diğer akidlere, savaşa, suç ve cezalara dair açıklamalar, sözgelimi namaza ve hacca dair açıklamalara göre daha ayrıntılıdır. Ama hepsine riâyet etme gereği, aynı titizlik ve tâvizsizlikle vurgulanmaktadır. Kur’an’ın en azından bir defa, başından sonuna kadar ciddî bir şekilde anlamıyla birlikte okunması, bu sözün isbatı için yeterlidir. Durum bu iken, Kur’an’ın “Dinde zorlama yoktur” ilkesi ile, “Sen onlar üzerinde bir zorba değilsin” gibi buyruklarının İslâm’ın da laikliği kabul ettiğine delil olarak gösterilmesinin, gaflet değilse, ancak ihânetle izahı söz konusudur. Safça, riyâkârca veya bazılarının münâfıkça niyetlerle bu tür delillendirmelere kalkışmasının ilmî değerinden söz edilemez.
Laiklik ve Hâkimiyet
Hıristiyanlık, Bizans’ın resmî dini haline gelip devlet dini haline dönüşünce, Hz. İsa hakkında uydurulan ve tahrif edilmiş İncil’e geçirilen: “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrının hakkını da Tanrıya veriniz” cümlesinde ifadesini bulan anlayış, insanı iki efendili ve iki efendisinin de buyruklarını yerine getirmek zorunda bulunan, efendilerinin buyrukları çatıştığında duruma göre birisini tercih etmek gibi oldukça zor ve hatta riyâkârca ya da ciddiyetsizce tutumlara mahkûm eden bir hal almıştı. Tevhidden teslise, adâletten zulme dönen Kilisenin tahakküm ve saltanatı giderek güçlenmişti. İşte Kiliseye karşı, Kilisenin zulüm ve zorbalığına karşı ayaklanan insanların tavırları laiklikle izah edilmeye başlandı.
Uzun tarihî süreç ve her türlü olumsuz gelişmenin sonucu olarak; insanın hayatın her alanında ve tüm ilişkilerinde dini dışlamayı ve dini yalnızca vicdana hapsederek o çerçeve içerisinde kalması şartıyla dine saygılı olduğunu ifade etmek erdemliliğini(!) esirgemeyecek hale gelmiştir. İşte “laiklik” denilen şey budur.
İnsanın güç ve imkânlarının değişik alanlar olarak görülüp farklı mekân, makam ve güçler arasında paylaştırılması, insanın görünmeyen keskin bir kılıçla biçilmesi, bölünmesi anlamına gelir; insandaki tevhidi bozar. Bununla birlikte böyle bir bölünmenin sonsuza kadar bu şekilde kalmasına imkân görünmemektedir. Yani böyle bölük pörçük bir hayat ve böyle bir anlayış fıtrî değildir. Laiklik, tezine uygun olarak dinin siyaset alanından uzaklaştırılmasının akabinde, insanın eğitiminde, ahlâkî ve siyasî ilişkilerinde, bunları düzenleyen hukukunda, kâinat ve hayat yorumunda, bilime yaklaşımda, sanatsal ve edebî yorumlarında... da ister istemez kendisini gösterecektir. Yani, bütün bu ilişkiler ve ilişkilerin dayandığı her türlü kurum da zorunlu olarak temel alınan bu siyasal teze uygun şekil alacaktır.
Çünkü insanın bir bölümünü dünyevî saltanat ve siyasal otoritenin simgesi demek olan “Sezar”a teslim ederken; bunun dışında kalanını -artık ne kalıyorsa- Tanrıya teslim edip bu diğer bölümünün ilişkilerini onun buyruklarına göre düzenlemeye kalkışmasının imkânı yoktur. İnsan, bütünüyle ve her türlü ilişkisiyle, tek bir otoriteye teslim olmak zorundadır. Bunu ister açıkça ifade etsin, isterse de etmesin; ister durumun böyle olduğunun farkında olsun, isterse de olmasın, değişen bir şey olmaz. Yani “insanın içinde iki ayrı kalp olmadığı”[4] gibi, onun hayatında da iki efendiye, iki zıt otoriteye yer yoktur. İnsanın fiilen böyle bir kaos yaşamaya tahammülü olmadığından, pratikte de buna imkân olmadığından dolayı, dinin hayatın herhangi bir alanından uzaklaştırılmaya çalışılması, zamanla dinin hayatta en ufak bir fonksiyon icrâ etmemesi sonucuna kadar varmıştır. Hıristiyanlığın tarihi, bu iddianın tartışılmaz bir delili olduğu gibi, günümüz “İslâm dünyası” adı verilen ülkelerin durumu da bunun açık bir delilini teşkil etmektedir. Şöyle ki: Bu dünyada yer alan ülkelerin büyük bir çoğunluğunda laik uygulamalar söz konusudur. Bunun resmiyette böyle olup olmaması, esas itibarıyla pratikte ciddî farklılıklar ortaya çıkarmamaktadır. Bu laik uygulamaların söz konusu olduğu ülkelerde yaşayan insanların önemli bir bölümü, egemen düzeni ve uygulamalarını, onun benimsediği ve telkin ettiği dünya ve hayat görüşünü kabul edip onaylamakta, buna bağlı olarak, dinin emir ve hükümlerini umursamayan bir hayat sürdürmektedir.
Bunlardan ayrı olarak, kendilerine dayatılan bu düzeni hiçbir şekilde benimsemeyen, kendi irâde ve istekleriyle düzenin hiçbir kural ve hükmünü yerine getirmemeye çalışan, içten gelen bir istekle itaat etmeyen ve boyun eğmeyen, aslı itibarıyla düzen karşıtı ya da muhâlifi büyük kitleler vardır. Bu kitleler, şu ya da bu şekilde laikliği reddeden söylemlerini herhangi bir şekilde ifade etmeye kalkıştıkları takdirde egemen düzenin yasal olsun olmasın her türlü engellemesine, zulüm ve terörüne, cezalandırmalarına, komplolarına, işkence ve her çeşit zulümlerine -kurulu düzeni korumak ve laikliğin elden gitmemesi adına- mâruz bırakılmaktadırlar. Kısacası, bu ülkelerde egemen düzenlerin baskı ve terörü altında yaşayan insanlar, pratiklerinde din ve dünya işlerini ayrı ayrı ele alıp değerlendirmemektedirler. Çünkü buna imkân yoktur. Devletler ve yönetimler de yalnızca devlet yönetimini dinin müdâhalesi dışında bırakmakla yetinmemekte, aksine, yeri geldikçe, gerek gördükçe dine müdâhale etmekte, dini kontrol altına almaya, yönlendirmeye çalışmaktadırlar.
Laikliği temel alarak, şöyle bir itiraz ileri sürülebilir: “Laiklik zaten insanların ferdî hayatlarına karışmamaktadır. Laiklik denilen şey, yalnızca dinin siyasal alandan uzaklaştırılmasını hedef alır. Dolayısıyla ferdî planda kişinin dinin esaslarına riâyet etmesi ile etmemesi arasında laiklik açısından bir fark bulunmamaktadır.” Bu itiraza cevap şudur: Zaten laikliğin çıkmazı ve bütün laik ve beşerî düzenlerin göz önünde bulunduramadığı, dikkatten uzak tuttuğu nokta budur. İnsan her şeyiyle hatta insan ve evren birlikte âhenkli bir bütün teşkil etmektedir. Siz bu bütünü ayırıp farklı otoritelerin emrine vermeye kalkışacak olursanız, ayrılmaması gerekeni ayırmış, bölünmemesi gerekeni bölmüş olursunuz. Üstelik bu bölme ve ayırmanın pratikte gerçekleştirilmesinin imkânı yoktur. Ya sizin bu ayırmanız fıtrata ve eşyanın tabiatına aykırı olduğu için havada, temelsiz bir iddia olarak kalacaktır, ya da pratikte ortaya çıkan durum ile iddia arasında bir tutarsızlık olacaktır. Söz konusu tutarsızlık ise, fiilî durumun kastı aşması, hatta onu geride bırakması şeklinde ortaya çıkar. Laik tezin uygulaması siyasal alanı aşarak eğitim alanına, hukukî, iktisadî, ahlâkî alana da taşacak, insan, hayat ve kâinat yorumunu, sanat ve estetik anlayışını, yönelişlerini belirlemeye kalkışacaktır.
O halde laikliğin yalnızca siyasal bir çerçeve ve boyutunun bulunduğunu ileri sürmek, eğer bir kandırmaca değilse, asılsız bir iddiadan öte değildir. Sözün burasında ister istemez şunu da hatırlıyoruz: Laiklik, esas itibarıyla; din, akîde, düzen ve sosyal hayatın tümüyle Allah’tan alınması tezini teklif ve emr eden İslâm’ın tam karşısında yer almaktadır. Laiklik, Allah’tan başka varlıkların ulûhiyetini esas alan bir anlayış ve bir sistem olduğu halde; laikliğin dinsizlik anlamına gelemeyeceğini söyleyerek, hem laikliğin anlamını kaydıran, hem de işin içyüzünü bilmeyenlere sevdiren yaklaşımlar ve yorumlarla asıl laikliğin İslâm’da olduğunu ileri süren ve bunun için birtakım âyetleri hiç de ilgisi olmadığı halde delil diye gösterenler İslâm’ı saptırmakta, Hak Din'i tâğutî düzene koltuk değneği yapmaktadır. Belki iyi niyeti dolayısıyla bunun farkında değildir; ama vâkıa budur. Bu iki zıddın birleşebileceğini, bir kimsenin hem laik hem de müslüman olabileceğini iddia eden bazıları da müslümanları kendi siyasî yaklaşım ve emelleri doğrultusunda yönlendirmeye gayret etmekte, yani kurulu düzenin İslâm’la çatışan bir düzen olduğunun fark edilmemesini sağlamaya çalışmaktadır.
Laiklik, esas itibarıyla şeytana ibâdetin genel adıdır. İslâm’ın ya da Allah'a ibâdet yolunun tam karşıtı ve İslâm dışı bütün beşerî sistemlerin ortak bir adıdır. İslâm dini dışında kalan ve Allah tarafından asla kabul edilmeyecek olan bâtıl dinlerin bir diğer unvanıdır. Bu bakış açısıyla konuya baktığımızda, laik düşüncenin kendisinin karşıtı olarak kabul ettiği ve din adamları sınıfının ya da bir hükümdarın yönetimi altındaki insanların, Allah’ın indirdiği şeriat dışında, kendi hevâsını tanrının irâdesi olarak telkin eden, kabul ettiren ve dayatan sistem olan “teokrasi” de bâtıl bir dindir ve sonuç itibarıyla şeytana ibâdetin birçok türünden bir çeşittir. Bu bakımdan teokrasi de Kur’ân-ı Kerim gözüyle laiklikle ve diğer bütün bâtıl din ve rejimlerle aynı kefededir. Teokrasi, kendini ilâh sayan veya tanrıların temsilcisi olarak görenlerin idaresidir. Meselâ Firavunların idaresi, teokrasidir. Laiklik, teokrasiye alternatif olarak ortaya çıkmış olsa da, aslında her ikisi de temelde aynı kaynağa, insanı tanrılaştırmaya dayanmaktadır.
Kur’an, inanılan düzenin pratiğe yansımasını “ibâdet” diye adlandırmakta ve ibâdetin de ya Yüce Allah'a ya da O’ndan başka kime yapılırsa yapılsın, sonuçta şeytana yapılmış olacağını gayet açık ve en ufak bir te’vile yer bırakmayacak şekilde ifade etmektedir. Cennetlikler cennete, günahkârlar da cehenneme girdikten sonra Yüce Allah, cehennemliklere azarlayıcı bir üslûpla şu şekilde hitap edeceğini bildirmektedir: “Ey Âdemoğulları, Ben size; ‘şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır, yalnız Bana ibâdet edin; işte dosdoğru yol budur’ diye açıklamamış mıydım?”[5] Laiklik de, diğer beşerî rejimler gibi şeytana ibâdet yollarından bir yoldur. Müslüman ise, “dini yalnızca Allah'a hâlis kılmakla ve yalnızca Allah'a ibâdet etmekle”[6] yükümlüdür.
Günümüzdeki laiklerle Mekke devrindeki câhiliyye mensubu insanlar arasında temelde pek bir fark yoktur. Çağdaş laikler, 14 asır önceki müşriklerin halefleridir. “Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasûlüne gelin’ denildiğinde onlar: ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter’ derler. Ya ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yolda gitmeyen kimseler idiyseler de mi?”[7] Görüldüğü gibi, tavır ve yaklaşımlar arasında, günümüzdeki atalar ile câhiliyye Araplarının atalarının izini takip etme anlayışında fark yok. Değişen yalnızca yasaların konusu olan objeler ile bu yasaların konuluş şekli. Câhiliyye dönemi müşrikleri bir ya da birkaç kişiden ibaret olan atalarının izinden gitmekte ısrarlı olduklarını belirtirlerken, çağdaş câhilî laikler ise, yasamalarının alanını alabildiğine geniş tutmaktadırlar. Zaman zaman atalarının yolunun izlenmesinin gerektiğinden söz etseler bile, halk irâdesinden, demokrasiden, hukukun üstünlüğünden, hukuk devletinden, parlamenter sistemden... dem vurmayı ihmal etmezler.
Hayat ve inanç düzeni bir bütündür. İnanç düzenini vicdana hapsedip bırakmanın imkânı yoktur. İnanç elbette hayatı da düzenleme safhasına er ya da geç mutlaka geçer. İnsanların fert ve toplum olarak inançlarıyla bağdaşmayan bir hayat sürdürmelerine imkân yoktur. İnsan, ya inandığı gibi yaşayacak veya yaşadığı gibi inanacaktır; üçüncü bir yol yoktur. Bu, böyle olduğu gibi, hayatın belirli alanlarını belirli güçlerin emirlerine terk etmemiz ve bunun âhenkli bir şekilde sürüp gitmesini beklememiz mantıkla da bağdaşmaz. Fıtrata aykırı bir beklentidir bu. Nasıl ki kâinatta Allah’tan başka bir ilâh bulunsaydı, göklerin ve yerin düzeni bozulacaktı, ya da bu ilâhlar birbirlerine gâlip gelmeye çalışacaktı.[8] Aynı şekilde insan, hayatını da Sezar ile Tanrı arasında paylaştırmaya kalkışıp birisine dünyayı, öbürüne dini teslim etmeye, birisini vicdana ve câminin dört duvarı arasına hapsetmeye kalkışırken; diğerine de bütün alanlarıyla, hatta hayat ve kâinat yorumları, dünya görüşleriyle birlikte dünya hayatını verecek olursa, hiçbir şey yerli yerinde kalmaz, kalamaz.
Kimi zaman vicdanî kanaat ve câmide ortaya çıkan Allah’ın hâkimiyeti, o mü’minler tarafından hayatın her alanında aynı şekilde hâkim kılınmak istenecektir. Çünkü inancı ve dört duvar arasında yaptığı ibâdeti ona bunu emretmektedir. O, câmide ibâdet ettiği Allah'a aynı şekilde câmi dışında da itaat etmek zorunda olduğunu, bütün beşerî otoriteleri red etmekle yükümlü olduğunu, namazından, câmiden, kalbindeki vicdanî kanaatinden ya da imanından, Kur’an’ından, mutlak doğru söylediğine ve doğruyu getirdiğine iman ettiği peygamberinden öğrenmektedir. Kimi zaman da Sezar’ın ifadesi olan devlet, kendisi için belirlenen alanla ister istemez yetinmeyecek, vicdanî kanaat ve ibâdetlerin kendisi açısından tehlike arzeden bir hale geldiğini sezerek mantığına uygun müdâhalelerde, hatta çeşitli engellemelerde bulunacaktır. Ayrıca, kendi anlayış ve kanaatlerine uygun olarak kurumlarını şekillendirecek, bu kurumlarda irâdesine aykırı herhangi bir uygulama olmamasına, eğitim sisteminden ve hatta emrindeki câmi görevlilerinden kendi laik anlayışına ters insanlar yetişmemesine de dikkat edecektir. Yani Sezar, Sezarlığının herhangi bir şekilde tehlikeye düşmemesi, sonunu hazırlayacak herhangi bir gelişmenin olmaması için elinden gelen her türlü tedbire başvurmayı ihmal etmeyecektir. Toplumun laikliğe ters bir şekilde örgütlenmesine, yapılanmasına fırsat tanımadığı gibi, fertlerin de egemen laik düzeni her şeyiyle benimseyen kişiler olarak yetişmesini sağlamaya çalışacaktır.
Bütün bunların anlamı şudur: İnsanlar kendi irâdeleriyle inançlarını seçme imkânına erişemeyeceklerdir. Kendilerine dayatılan düzeni seçmekten başka ciddî bir alternatife sahip olmayacaklardır. Bu ise, laik düzenlerin dillerinden düşürmedikleri “fikir ve inanç özgürlüğü”nün, temeli olmayan, pratikte varlığından söz edilemeyen salt bir iddiadan ibaret olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim, laik düzenlerin yakın ve uzak geçmişteki uygulamaları ile halihazırdaki laik sistemlerin tümünün müslümanlara, inandığı gibi yaşamak isteyenlere yaptıkları uygulamalar, baskılar, bütün boyutlarıyla açık ve gizli devlet terörü bunun açık bir göstergesidir. İnsanın kalbinde, kafasında yer eden inanç ile yaşadığı hayat arasında mutlaka bir uyum sağlamak ve bunun arayışı içerisinde olmak, insan olmanın bir gereğidir. Laikliğin Sezar ve Tanrı ikilemi, fıtrata ve eşyanın tabiatına aykırıdır. O nedenle insanı böyle bir ikilemle karşı karşıya bırakmak, insanın insanlığına zulümdür. Âdil olan, insanın Kur’ân-ı Kerim’in açıkça ifade ettiği şekilde, iman ve küfürden istediği birisini tercih edebilecek hür bir ortamda bulunmasıdır, bunun sağlanmasıdır. İşte “dinde zorlama yoktur” hükmünün anlamı budur. Zaten bu ifadenin akabinde, “artık, doğru yol ile eğri yol birbirinden açık seçik bir şekilde ayırdedilecek hale gelmiştir”[9] diye buyurulması da net bir şekilde bunu ifade etmektedir.
Hükmetmek hakkı Yaratanındır. Her şeyin yaratıcısı olan Allah, aynı zamanda yarattığı her şeyin varlığını sürdürmesi için gerekli kanunları da koymuş bulunmaktadır. İnsanlar ve cinler gibi mükellef yaratıkların dışında kalan bütün varlıklar, Allah’ın kendileri için belirlemiş olduğu yasalara ister istemez uymakta, Allah’ın kendileri için belirlemiş olduğu bu değişmez kanunların (sünnetullahın) dışına hiçbir şekilde çıkmamaktadır. İnsan ise, zaman zaman Allah’ın kendisi için tayin ettiği ve irâdesini ona uymak doğrultusunda kullanmasını, tercih etmesini istediği şeriatinin dışına çıkmakta, şeriati hayatının her şeyini belirleyici ve yönlendiricisi bir düstur kılmayı kabul etmemektedir. Böylelikle insan, başka birtakım mercilerin yasalarını, teşrîlerini kabul etmektedir. Kur’an, hukuk belirleme konumunda başka birtakım varlıkların kabul edilmesini, o varlıkları Allah'a şirk koşmak olarak değerlendirmektedir.
Laik yaklaşımın tek kusuru ve biricik musîbeti, din adamları sınıfı dışında kalanların Allah’ın şeriatine rağmen değer, yargı ve yasalar koymalarından ibaret değildir. Laik yaklaşım, zihniyet ve yöntemlerin, yaklaşım ve uygulamaların bir diğer musîbeti ve sakıncası, siyasetin dışında bırakıldıkları kabul edilen din adamları sınıfının da şu veya bu şekilde değer, yargı ve yasalar koymaya kalkışmalarıdır. Laik ülkelerdeki din görevlilerinin devlet memuru olması, maaşlarını ve emirlerini Sezarlardan alması, laikliğin din-devlet ayrımı iddiasında da samimi olmadığını göstermektedir. Dinin devlete ve hatta sosyal hayata hâkim olmamasına aşırı titizlik gösteren laik rejimler, dini devletin emrine ve yönlendirmesine vermekte sakınca görmemekteler. Bu yüzden laik devletlerde laik bir din, devlet dini ortaya çıkmakta, İslâm dışı ilkelerle uyuşan, ilâhî alanları son derece sınırlanmış, kuşa çevrilip tahrif edilmiş bir din ortaya çıkarılmaktadır. Deve kuşu misali, din özgürlüğü konusunda laiklik hatırlanırken; devletin dine müdâhale etmemesi konusunda ise, helvadan putları olan laiklik, laik rejimler tarafından yenilip yutuluvermektedir. Nasıl putperest düzenlerde put adına konuşan mâbet hizmetkârları, kâhinler ya da büyücüler, put adına tasarruflarda bulunuyor, çeşitli yasalar, yargı ve değerler vaz ediyor idilerse, laik sistemlerin din adamları sınıfı da aynı tasarruflarda bulunabilmekte, temsil ettiklerini iddia ettikleri dinin aslî mesajı ile bağdaşmayan hükümleri, kendi hevâ ve arzularına göre, inananlarına “din” diye takdim edebilmektedirler.
Kur’an, din adamlarının yaptıkları bu işin, dini red edenlerin yaptıkları işe mâhiyet itibarıyla uygunluğunu esas alarak, bunu da Allah’ın şeriatine rağmen teşrî diye nitelendirmekte, bu eylemde bulunmayı rablik iddiası, bu eylemleri meşrû kabul etmeyi de din adamlarını rab kabul etme olarak değerlendirmektedir. “Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini, bir de Meryem oğlu Mesih’i rabler edindiler. Hâlbuki tek bir İlâh’tan başkasına ibâdet etmekle emrolunmamışlardı...”[10]
Haham ve râhiplerini nasıl rabler edindiler? Onları rab edinmeleri sonucunda onlara ibâdet şekillerinden herhangi birisiyle ibâdet etmedikleri muhakkaktı. Çünkü herkesin de bildiği gibi, yahûdiler de hıristiyanlar da din adamlarının önünde secdeye kapanmıyorlardı. İşte Hâtem-i Tâî böyle bir şey bilmediğini söyleyince, Hz. Peygamber: “Allah’ın hükümlerine aykırı olarak bilginlerinin helâlı haram, haramı helâl yapmalarına rağmen onlara tâbi olmalarının, bunu kabul etmelerinin onlara ibâdet etmeleri demek olduğunu”[11] açıklamıştı.
İşte, Allah’ın şeriatinin tümüyle kabul edilmemesi halinde, fesat, şirk ve inkârın belli bir alana hasredilmesine imkân olmadığını, bu buyruklardan ve onların tanığı durumunda olan tarihte ve günümüzde yaşananlardan açıkça anlayabilmekteyiz. İnsanın Allah’tan müstağnî olması, O’na şu ya da bu şekilde muhtaç olmadığının iddiası diye de ifade edilebilecek olan laiklik, her bakımdan bir çıkmazdır, her yönüyle bir tutarsızlıklar yığınıdır. Laiklerin: “din gibi kutsal bir değeri, siyaset gibi bir çamura bulaştırmamak gerekir” şeklindeki dini himâye eden havârilikleri, en hafifinden bir riyâkârlık, iki yüzlülük olarak değerlendirilmelidir. Bu sahtekârlara demek gerekir ki: Dini dört duvar arasına ve vicdanlara hapsetmek, onun hayata hükmetmesini engellemek, dine yapılabilecek en büyük hakaret, ona karşı işlenebilecek en büyük zulümdür. “Siyaset”i bir çamur görmekte gerçekten samimi iseniz, ne diye o çamura gırtlaklarınıza kadar batmaktasınız? Çamurdan gerçekten kurtulmak istiyorsanız, kendinizi Rahman ve Rahim olan Allah’ın dininin şefkat ve müsâmaha, adâlet ve hakkaniyet, fazilet ve ahlâk simgesi kucağına teslim ediniz, kurtulursunuz...
Laiklik, Yasama Gücünün Bölünmesidir
Eğer İslâm’ı, bütün muhtevâsıyla temsil eden bir terim ile ifade etmek istersek, hiç şüphesiz bunun için en uygun terim “Tevhid”dir. Tevhid de, yalnızca yaratıcı olarak Yüce Allah’ın bilinmesinden ibâret değildir. Aynı zamanda, mutlak hâkim ve mutlak kanun koyucu, mutlak müdebbir olarak da Allah’ın bir ve tek kabul edilmesidir. O’na hiçbir şekilde denk, eş ve ortak koşulmamasıdır. Laiklik ise, Allah’ın dünya hayatını ilgilendirdiği kabul edilen ve “siyaset” ya da “devlet işleri” diye ifade edilen alana herhangi bir şekilde müdâhale etmesine imkân tanınmamasıdır. Yani din adamları şahsında, dinin sosyal, siyasal, ekonomik, hukuksal ve hatta ahlâkî alanların tümünden uzaklaştırılmasını hedef alır. Hatta bu kadarla da kalınmayarak, hayat görüşü, kâinat yorumu, değer yargıları, estetik ve fikrî alanlarda, eğitim ve kültürel alanlarda da bu yaklaşım kendisini hissettirir. İster istemez, farkında olunarak veya olunmayarak bu yaklaşım, dinî değer, prensip ve yaklaşımları alan dışına iter, uzaklaştırır. Sonunda öyle bir durum ortaya çıkar ki, dinin herhangi bir alanda, hatta vicdan planında bile var olup olmadığı dahi tartışılacak bir konu haline gelir. Durum bu noktaya varsa da, varmasa da; İslâm, hayatın az ya da çok, dar ya da geniş herhangi bir alanında, Allah’ın hükümlerine aykırı hükümlerin konulmasını onaylamaz. Böyle bir eylemi “şirk koşmak”la eş bir tutum olarak değerlendirir: “Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri dinden kendilerine şeriat yapan (kanun koyan, Allah'a eş koştukları) ortakları mı vardır?”[12]
Görüldüğü gibi, teşrî alanlarının, ya da hüküm ve değer belirleme alanlarının laik anlayışa göre açıkça ayrıştırılması ve birbirlerinden kesinlikle ayrılmaları, dinin devlet yönetiminden tümüyle uzaklaştırılması, laiklik için ne kadar vazgeçilemez ve sorunlu bir ilke ise; İslâm açısından da böyle bir ayrım, en dar sınırlar içinde kalsa dahi, Kur’an’ın kabul edebileceği, benimseyebileceği bir yaklaşım değildir. Laiklik, çok tanrılı olmak demektir. Câmideki ilâhın başka; sokaktaki, mahkemedeki, meclisteki... ilâhın başka olduğu bir düzendir. İslâm, ne kadar Tevhidi esas almakta ise; laiklik de o derece şirki esas alır. Tevhid ve şirkin bir arada bulunup barınmasının imkânından söz edilemez. Çünkü Kur’an, her alanda yalnızca Allah'a ibâdete dâvet eder ve bunu esas alırken; laiklik de diğer tüm beşerî düzenler gibi, şeytana ibâdet yollarından bir yoldur. Şeytanın insanları bölmeyi, darmadağın etmeyi esas alan ve dosdoğru yol olan sırât-ı müstakîm dışında kalan yollarından bir yoldur.
"Ve (de ki:) Şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Diğer yollara uymayın. Sonra o yollar sizleri O’nun yolundan ayırıp darmadağın eder. İşte sakınasınız diye size bunları emretti.”[13] Müslüman her şeyiyle, her şeyini Allah’ın emrettiği şekilde ve Allah için yapan ve düzenleyendir. “De ki: Benim namazım (haccım, kurbanım) ve diğer ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun ortağı yoktur. Ben, bununla emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim.”[14]
Materyalist ve pozitivist anlayışa göre deney ile tesbit edilemeyen vahyin gerçeklerinden hiçbiri pozitif (varlığı sâbit olan) değildir. Yani pozitif düşünceye göre bunlar yok sayılırlar. Tabiatıyla bütün bu kanâatler, dinleri bir ilkellik, bir hayal ürünü olarak değerlendirmekte, dolayısıyla Allah'ı ve O'nun mesajlarını yok saymaktadır. Bu nedenle materyalizm ve pozitivizm, kâfirâne bir düşüncedir ve bu düşünceyi aynen benimseyen her insan kâfirdir.
İşte laiklik esasen bu düşünce üzerinde temellendirilmiştir. Bu nedenledir ki laikler din işlerinin devlet işlerinden ayrılmasını savunurlar. Çünkü din işlerinin kaynağı vahiydir. Laiklikte ise vahyin yeri yoktur. Ancak burada laiklikle ilgili olarak iki nokta çok önemlidir.
Bunlardan birincisi: Din işlerini devlet işlerinden ayırmanın mümkün olup olmadığıdır ki bu, konumuzun dışında kalır.
İkinci nokta ise: Laikliği bir dünya görüşü olarak benimseyen kimsenin aynı zamanda hem laik, hem Müslüman olmasının mümkün olup olmadığıdır. Konumuzu yakından ilgilendiren bu noktanın açıklığa kavuşturulması ise bilimsel sorumluluk açısından zorunludur. Bunu yapabilmek için elbette ki her şeyden önce laiklikle İslâm'ı karşılaştırmak gerekir. İşte bu suretle ancak ikisi arasındaki benzerlikler ya da aykırılıklar ortaya çıkacak ve bir kimsenin, aynı zamanda hem laik, hem müslüman olup olamayacağı ortaya çıkacaktır. Fakat laiklik şimdiye kadar yetkili bir otorite tarafından henüz bilimsel olarak tanımlanmamıştır. Bu nedenle laiklik-İslâm karşılaştırmasına esneklik getirmek ve bundan sağlıklı bir sonuç çıkarabilmek amacıyla laiklik için mümkün olduğu kadar farklı birçok tanımlar yapmak ve bu tanımlardan her birine giren düşünce biçimini İslâmla karşılaştırmak bu soruna bir nebze ışık tutacaktır.
Bu konuda akla gelebilecek altı tanım vardır:
1- Laiklik: Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır.
2- Laiklik: Salt bir hoşgörüdür.
3- Bütün din ve inanışlar karşısında tam bir tarafsızlıktır.
4- Dinsizliktir.
5- Salt bir din düşmanlığıdır.
6- Bunların birkaçını içine alan bir anlam taşır.
Hemen ifade etmek gerekir ki, birinci hayalî tanımda olduğu gibi eğer laiklik din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması anlamına geliyorsa bu, Kur'ân'ın ve İslâm'ın bütünlüğü ilkesine aykırıdır. Bu noktada İslâm ile laiklik arasında açık bir uyuşmazlık vardır. Buna rağmen bilerek ya da bilmeyerek “ben laikim, ama aynı zamanda müslümanım” diyen kimse hem laiklik açısından, hem İslâm açısından çelişki içindedir. Ancak laiklik, bir dogmaya dayanmadığı için bu kimse, her şeye rağmen herhangi bir yoruma tutunarak belki laik olduğunu kanıtlayabilir, ancak müslüman olduğunu kanıtlayamaz.
İkinci tanıma göre laiklik eğer salt bir hoşgörü ise bunun İslâm'la çelişen hiçbir yanı yoktur. Onun için laikliği böyle sanarak hem laik, hem de Müslüman olduğunu ileri süren kimse için imânî bir endişe söz konusu olmamalıdır. Ancak böyle bir yaklaşımın mantıklı bir açıklamaya dayanabileceği şüphelidir. Çünkü İslâm’ın bir özelliği olan hoşgörünün İslâm'dan ayrı bir anlayış olarak adlandırılması mantıksal bir çelişkidir. Aynı zamanda laikliği böyle anlayan insan, birinci tanımdaki görüşü inkâr etmiş sayılır ki genellikle laik düşünce bu tanım içinde empoze edilmektedir.
Eğer laiklik; “bütün dinler ve inanışlar karşısında tam bir tarafsızlıktır” diye tanımlanacak olursa böyle bir anlayışın İslâm'la uyuşan hiçbir yanı yoktur. Çünkü İslâm'a göre: İslâm'dan başka hiçbir hak ve geçerli din ve dünya düzeni yoktur.[15] Binaenaleyh bütün dinler İslâm'a göre bâtıldır, geçersizdir. Tabiatıyla bu yargı, İslâm'ın, diğer dinlere düşman olduğu ve onları hedef aldığı anlamına asla gelmez. İslâm, bütün insanları hak ve adalet divanında barışa ve yardımlaşmaya çağırır, yürürlükte olduğu topraklar üzerinde bütün kâfir vatandaşların da aynen Müslümanlar gibi yaşamlarını, hak ve özgürlüklerini teminat altına alır. Yalnızca tüm dinlerin artık geçersiz olduğunu ilan eder ve bütün insanlığı, Kur'ân'a inanmaya çağırır; Onları hanîf dinin bayrağı altında ve tevhid inancı etrafında birliğe davet eder. Dolayısıyla laikliği bütün dinler ve inanışlar karşısında tam bir tarafsızlık olarak anlayan, bununla birlikte hem laik, hem Müslüman olduğunu ileri süren kimse yine çelişki içindedir ve İslâm Dini ile hiçbir ilişkisi yoktur.
Laiklik eğer sırf dinsizlik demek ise bu takdirde ne İslâm'ın laiklikle karşılaştırılması için artık mantıklı bir neden kalmış olur, ne de hem laik, hem de Müslüman olduğunu ileri süren bir insanın bu yoldaki sözleri herhangi bir tartışmaya konu olabilir.
Laikliğin sırf din düşmanlığı olarak tanımlanması durumunda da sonuç değişmez. Ancak bu anlayışın sırf dinsizlik, ya da sırf din düşmanlığı şeklinde tanımlanmasına, laiklerin “evet” diyebileceği ihtimalden uzaktır. Çünkü eğer böyle bir anlayış ve tutum içinde olduklarını açığa vuracak olurlarsa yalnızca Müslümanları değil, dünyadaki tüm inançlı insanları karşılarına alacaklarını bilirler. Bu da laikliğin mantık ölçülerine, insan haklarına ve ahlâk kurallarına ne kadar aykırı düştüğünü ortaya sermek bakımından ibret vericidir!
Laik anlayış eğer bu tanımlardan birkaçının ortak konusu olabilirse bu takdirde yukarıdaki sonuçlardan yine biriyle açıklanmak durumunda kalacaktır. Sonuç bu olunca da Laikliğin İslâm'la çakışabilmesi mümkün görülmemektedir.
Dolayısıyla hem laik, hem aynı zamanda Müslüman olduğunu ileri süren insanın açık bir çelişki içinde olacağı gerçek anlamda ortaya çıkmaktadır. Unutmamalıdır ki laik bir dünya düzenini onaylayan, ya da benimseyen bir kimse, aynı zamanda laik olduğunu ilan etmiş sayılır.[16]
Hâkimiyet/Egemenlik Kayıtsız Şartsız Allah’ındır
Hukm kelimesi, sözlük anlamı olarak yargı ve yargıda bulunmak anlamındadır. Kelime, bütün kökleriyle, taraflar arasında ister anlaşmazlık bulunsun, isterse bulunmasın, belirli bir konunun gerçek değerinin anlaşılması için, bu konuda yetkili kabul edilen bir makama başvurma mânâsını içermektedir. Kur’ân-ı Kerim’de de bu anlamda kullanıldığı görülmektedir. Hukm kelimesinin Türkçede “egemenlik” anlamında kullanılan “hâkimiyet” şeklindeki söylenişi ise, hüküm koyma, hüküm verme yetkisi, yüksek egemenlik anlamıyla Arapçada yenidir.
Çağdaş hukukçular, hâkimiyeti şöyle tarif ederler: “Belli bir ülke ve o ülkede oturan hakiki ve tüzel kişiler üzerinde kullanılan ve devlet kişiliğine bağlı olan, ondan ayrılmayan aslî en yüksek hukukî iktidar veya kudrettir.” Kısaca, “aslî ve en yüksek kumanda ehliyet ve yetkisi” şeklinde tanımlanabilir. Mevdûdî, hâkimiyeti tanımlarken şunları söylemektedir: “Siyaset biliminde bu terim; en yüksek iktidar ve mutlak iktidar anlamında kullanılır. Herhangi bir kimse ya da topluluğun hâkimiyeti elinde tutmasından maksat şudur: Onun her hükmü kanun mâhiyetini taşır ve kanun olur. Böyle bir kimse ülkesinde yaşayan fertlerin üzerinde hüküm yürütür ve sınırsız tercih ve yetkilerin sahibi olur. Onun yetki ve tercihlerini kendi irâdesi altında hiçbir şey sınırlandıramaz ve kısamaz. Bireylere verilmiş bulunan herhangi bir hak varsa, bu hak da ancak onun tarafından verilmiş olur. Hâkimiyeti elinde bulundurması sebebiyle herhangi bir kanun kendisini bağlamadığı için böyle birisi tam mânâsıyla kadir-i mutlaktır.”[17] Mevdûdî’ye göre “bundan daha az kudret ve imkâna “hâkimiyet” denemez. Ancak böyle bir hâkimiyet, bugün artık farazî bir kavram haline gelmiştir. Alanı o kadar küçülmüştür ki, gerçek bir hâkimiyet veya siyaset biliminde kullanılan terim anlamıyla siyâsî hâkimiyet (politik egemenlik) dahi kalmamıştır.
Kur’an’a Göre Hâkimiyet Türleri
Her kavrama kendine has bir yorum getiren İslâm dini, hâkimiyet konusunda da İslâmî olan ve olmayan ayrımını gözetir. Kurân-ı Kerim, İslâmî ve câhilî olmak üzere iki tür hâkimiyet olduğunu kaydeder: “Yoksa onlar (İslâm öncesi) câhiliyye hükmünü (idaresini) mü istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü, hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?”[18] Başka âyet-i kerimelerde, Allah’ın hükümleri dışında kalan hükümlerin “hevâ, tâğut, dalâlet, şer vb. hükümleri” diye adlandırılmaları İslâmî olmayan hükümler arasında mâhiyet farkından kaynaklanmamakta; aksine İslâmî olmayan hükümlerin câhilî olmanın yanında, diğer olumsuz nitelikleri de kaçınılmaz olarak taşıdıklarını ortaya koymaktadır. Bu âyette geçen “hüküm” kelimesi, yalnızca siyasal anlam taşımakla kalmamakta, her türlü “yargı”yı da kapsamaktadır. Böylece, İslâm’a göre yapılanmış ve her türlü değer yargısı İslâm’a göre şekillenmiş olan toplumun hükmü İslâmî; böyle olmayan toplumun hükmü ise câhilî hükümdür.
İslâmî anlamıyla hâkimiyetin dışında kalan her türlü hâkimiyet ve İslâm’ın değer yargıları dışında kalan her çeşit değerlendirmeye ad olan “câhilî hâkimiyet”in mâhiyeti hakkında İbn Kesir, sözkonusu âyet ile ilgili olarak şöyle der: “Cenâb-ı Allah, (bu âyette) her türlü hayrı kapsayan ve her çeşit şerden uzak tutan Allah’ın sapasağlam hükmünü bırakıp onun dışında kalan ve şahıslar tarafından Allah’ın şeriatine dayanmaksızın konulmuş görüş, hevâ ve ıstılahlara yönelen kimselerin bu davranışını reddetmektedir. Nitekim câhiliyye dönemi insanları da böyle yapıyor, kendi görüş ve hevâlarından ortaya attıkları dalâlet ve cehâletlerle hüküm veriyorlardı. Moğolların da yaptıkları bu idi. Onlar kendilerine yasak (yasa) koyan kralları Cengiz Han’ın hükümlerine göre yönetiliyorlardı. Bu yasağ(y)ı Cengiz, yahûdi ve hıristiyan şeriatlerinden, İslâm dininden ve başka dinlerden yararlanarak meydana getirmişti. Orada sırf kendi görüşü olan ve hevâsından kaynaklanan hükümler de vardı. İşte onun bu yasağı (yasası), soyundan gelenler arasında uyulan bir şeriat olmuştu. Onlar Allah’ın Kitabı ve Rasûlünün sünneti ile hükmetmeyi bir kenara bırakıp “yasak” ile hükmediyorlardı. Her kim böyle yaparsa o kâfirdir; Allah’ın ve Rasûlünün hükmüne geri dönüş az ya da çok hiçbir konuda onların dışında hiçbir şeyle hükmetmemek çizgisine gelinceye kadar onunla savaşmak farzdır.”[19]
Görüldüğü gibi, burada İbn Kesîr, İslâmî ve câhilî hükmün mâhiyetini açıklamış; kendi döneminde câhiliyye hâkimiyetine örnek olmak üzere de Cengiz Han yasalarını göstermiş; Allah’ın hükümlerini bırakıp câhilî hükümlere, hevâlara yönelenlere karşı takınılacak tavrı da gayet açık bir şekilde belirlemiştir. Bundan şunu anlıyoruz: Hâkimiyet konusu teorik olup pratik ve hukukî birtakım sonuçları olmayan yorumdan ibaret değildir. Bu konu, doğrudan doğruya Allah’ın hükümlerine iman ve bu hükümlere aykırı hiçbir hükmü kabul etmemek şeklinde uygulama ile, böylesini kabul etmeyenlere karşı hukukî birtakım uygulamaları beraberinde getiren bir anlayıştır.
Batının laiklik, özgürlük vb. hemen tüm kavramları gibi demokrasi kavramı da kaypaktır. Sınırı, tanımı çok belirgin değildir. İsteyen istediği yere çekebilir. Yöneticiler ve etkin güçler, içini istedikleri gibi doldurabilir. "Halkın kendi kendini yönetmesi" belki tek ortak tanım. Onun da nasıl olacağı ve müslümanlıkla nasıl bağdaşacağı konusunda ortak görüş yoktur.
“Ver oyunu, gör oyunu!” “Kim halkı daha çok oyalıyor, o daha çok oy alıyor.” "Oy, oy!" diye halktan rey dilenenler, iş başına geçtiklerinde halkı "of, of!" diye inletirler. Buna rağmen oyun devam eder. Demokrasi sâyesinde insan, ısırıldığı delikten bir değil; on kez ısırılır. Tahterevallidir demokrasi; partilerin biri iner, biri çıkar. Ama bu tahterevallinin üzerine binilip oturulan yerinde gıcırdayan tahta kalas değil; inleyen halk vardır. Hangi doktrin, rejimde hâkimse, onun koyduğu kurallar işlemekte, hâkim gücün çarkının işlemesi için halkın desteğine ihtiyaç duyulduğundan, senaryosu önceden yazılmış oyunda, halka sadece figüran roller verilmektedir. Halkın seçmek mecbûriyetinde olduğu düzenin memurları, isteseler bile hâkim gücün/derin devletin sistemini değiştirme hakkına sahip olmadıklarından, halkı temsilen seçilenlere düşen iş, mevcut sistemin çarkının başında durmaktan öteye gitmez. Bu olayda halka düşen ise, düzenin bazı yerlerine idareciler tâyin ederek onların suçuna ortak olmaktır.
Demokrasi bir yönetim biçimidir; yönetimleri belirleme biçimi değil! Kendisi bir düzendir; başka düzenlere kapı değil! Davul tutanları seçme işidir; tokmakları değil! Egemen güçler tarafından kuralları belirlenmiş oyundur; oyun kurallarını belirleme işi değil! Demokrasi, kitabına uydurma rejimidir; Kitab’a uyma değil! Demokrasi ile disiplini esas alan rejimler arasındaki fark, önemsizdir: Totaliter rejimlerde kral veya general; “Ben böyle istiyorum!” der; Demokrasi ise, “sen böyle istiyorsun!” der.
Güçlünün hâkim olduğu rejimin adıdır demokrasi. Çağdaş bir masaldan ibarettir. Her ne kadar tersi iddia ediliyor olsa bile, seçenlerin ve hatta seçilenlerin değil; seçtirenlerin ve derindekilerin irâdesi önemlidir. Demokrasi, bir Truva atıdır. Halka, oy vermeme hürriyeti bile vermeyen çağdaş dayatma rejimidir. %51 delinin % 49 akıllıya gâlip getirilmesinin adıdır. Müslümanla kâfirin, mücâhidle İslâm düşmanının, âlimle câhilin, aydınla avamın eşit olduğu adâletsiz rejimin adıdır demokrasi. Demokrasi açısından, oy veren insanlar, eşit olmasına eşittir, ama bazıları daha çok eşittir. Elli bir pirenin kırk dokuz file gâlip getirilmesidir demokrasi. Kazanan ve kaybedenin maçtan önce belli olduğu şikeli bir karşılaşmadır. Hakka rağmen halk idaresi olmasının yanında; aslında halka rağmen egemen çevrelerin halkın inancına ters dayatmalar rejimidir. Teorisiyle pratiği birbirine bu denli ters bir anlayış, başka hiçbir ideolojide bu kadar sırıtmaz.
Demokrasi, bilindiği gibi Batı kültürünün ürünü olan bir sistemdir. Batı medeniyetinin en önemli özelliği, insanın kendini ilâhlaştırarak, tanrıya başkaldırı, nefse, hevâya ve şeytana tâbi olmaktır. Demokrasi anlayışında da bu özelliği görürüz: Yüce Allah’ın nizamını kabul etmeyip, yönetimde insanların hüküm koyması ve Allah'ın indirdiğini bırakıp kendi hükümleriyle kendilerini yönetmek istemeleridir. Bunu demokratların ifadeleriyle (daha doğrusu, hal dilleriyle) söyleyecek olursak: “Sen kim oluyorsun ey tanrı! Biz kendi hayatımızı kendimiz düzenleyebiliriz. Kendimiz düzenlemek için yöntemler buluyor ve uyguluyoruz” demekteler; dilleriyle veya tavırlarıyla. -Basite indirgeyecek olursak- demokratik söylemin içeriği ve anlamı işte budur. Haliyle, başka bir bâtıl gâye için, insanı/halkı putlaştırma amacıyla bâtıl tanrılara başkaldırılınca, hak ilâh olan Allah Teâlâ’ya da baş kaldırılmış oluyor. “Hevâsını ilâh edinen kimseyi gördün mü? Onun koruyucusu (bekçisi, vekili) sen mi olacaksın?”[20] İster “hümanizm” adıyla, ister “demokrasi” ideolojisiyle, Batının anlayışı, insanı Tanrı yerine koymaktır; insanı, yani kendi hevâsını tanrılaştırmak. Batıda düşünce, inanış, ideoloji ve sistemlerin hepsi hakkında bu yargı geçerlidir; bu hüküm, ortak bir değerlendirmedir.
Batı uygarlığının karşısında İslâmî dâvet vardır. İslâmî mesaj, Allah'a başkaldırı yerine ibâdeti öngörür. Fakat birilerine de başkaldırmayı emreder. Bu da nefsi, hevâyı ve şeytanı kapsamına alan “tâğut”a başkaldırmaktır. “De ki: Şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Diğer yollara uymayın. Sonra o yollar sizleri O’nun yolundan ayırıp darmadağın eder. İşte sakınasınız diye size bunları emretti.”[21] Âyet-i kerime, gerçekten müslümanın hayatını, herhangi bir gedik bırakmaksızın tamamıyla Allah'a tahsis etmiştir. İşte Allah'a teslimiyet bu demektir. Ölüm ile noktalanıncaya kadar, hayatımızın tümünü, inanç ve kanaatlerimizden başlayarak tüm eylemlerimizi Allah için, Allah'a teslimiyet sûretiyle ortaya koyacağız. İslâm budur; böyle bir teslimiyettir.
Bütün siyasî sistemlerin, ideolojilerin olduğu gibi, demokrasinin de can alıcı noktası; hâkimiyet/egemenlik meselesidir. Yukarıda da belirtildiği gibi, hâkimiyet, daha ilerisi düşünülemeyen, siyasal bir güç ve etkinliği ifade eder. Yani siyasal güç ve etkinliğin, iktidar ve muktedir oluşun en ileri derecesini ifade eder. Bu en üstün kabul edilen otorite, kanunları yapar. Yöneticiler ona göre belirlenir. Yönetimin nasıl olacağını ve bu esasların ayrıntılarını o belirler. Hâkimiyet anlayışı itibarıyla İslâm bir tarafta, diğer bütün sistemler bir taraftadır. İslâm, hâkimiyeti mutlak olarak sadece Allah’ta kabul eder; Allah’ın hakkı olarak bilir. Bunun dışındaki diğer bütün sistemler, hâkimiyeti kimde görüyorlarsa ona göre isim alırlar.
Demokrasi, hâkimiyetin halkın elinde olmasının adıdır. Krallık, hâkimiyetin kralın elinde olmasıdır. Teokrasi, hâkimiyetin Allah adına konuştuğunu iddia eden din adamı sınıfının ya da kendini tanrı yerine koyanların elinde olmasıdır. Buna benzer diğer bütün sistemler de böyledir. Yani siyasî sistemler, hâkimiyeti elinde bulunduranlara göre tanımlanır ve ona göre isimlerini alırlar. Yalnız İslâm, hâkimiyeti Allah’ta görür, hâkimiyeti Allah’ın hakkı olarak kabul eder. Bunun dışındaki diğer bütün beşerî sistemlerin (dinlerin) özelliği ise, hâkimiyeti Allah'ta görmeyip insanda görmeleridir. Hâkimiyeti insanda görmek gibi ortak bir paydaya sahip olduktan sonra, bu insanların “kim veya kimler?” sorusuna verdikleri farklı cevaplara göre isim alsalar da, müslümana göre bütün bunlar tâğutî ideoloji ve şeytanî düzenlerdir.
Hâkimiyet noktasında demokraside yetki; halkın veya milletindir; Yani, toplumun geneli, egemenliğe sahip kabul edilir. Hangi inanca sahip olurlarsa olsunlar, fertler birbirlerine eşit olduklarına göre de, her bir şahıs, o hâkimiyetin bir birimine, bir parçasına sahiptir. Yani 70 milyonluk bir ülkede hâkimiyet, 70 milyon eşit parçaya bölünmüş demektir. Bunun Kur’ânî ifadesi 70 milyon ilâh kabul ediliyor, demektir. Herkes hâkimiyetin eşit bir parçasına sahip olduğundan, zamanı gelince hâkimiyet parçalarının sahipleri oylarını bir tarafta toplar ve ittifakın mümkün olmadığı halde, çoğunluğu teşkil eden parçaların toplamı doğrultusunda icraatlar yapılır, kararlar alınır. Bu noktada hâkimiyetin kullanılması gündeme gelir. Demokrasi, çok tanrıcı Grek kültürüne dayalı, ondan kaynaklanan bir sistemdir. Yani, irticânın esasıdır. Şu irticâya karşı dayatılmak istenen demokrasi, asıl irticânın kendisidir; asıl mürtecî de demokratlar. Çünkü onlar, kökü, tarihi itibarıyla eski Yunan’a kadar uzanan bir mürtecîlik yapıyorlar. Ondan da eski bir kökü var; şeytana kadar uzanan bir başkaldırıya kadar devam edip uzanıyor, kökleri oraya kadar varıyor, Allah'a başkaldırı ve şeytana itaat olan bir siyasî sisteme tâbi oluyorlar demokrat mürtecîler.
Batılılar açısından demokrasi, en az zararlı (ehven-i şer) olabilir. Onlar Hakk'a, yani mutlak doğruya, nassa inanmazlar çünkü. İslâm diye bir din, devlet ve dünya görüşü olmasaydı, Peygamberlerin ve iman edenlerin, uğruna her fedâkârlıklara katlandıkları İlâhî hükümler söz konusu olmasaydı, "demokrasi mi, başka rejim mi?" tartışılabilir, Hakkın emrettiği "hayr" olmayınca "şerrin en ehveni" tercih edilebilirdi. Ama, müslümanın teslim olduğu Rab ve Kitap her şerri yasaklar ve sadece hayrı emreder. Hak, apaçık ortadadır. Bâtıl rengine bürün(e)mez. Bâtıl görünümünde hak veya hak görünümündeki bâtıl, olsa olsa "ehven-i şer"dir. Ehven-i şerri tercih etmek de şerre râzı olmak demektir. Müslüman hakka tâlip olmak zorundadır.
Demokrasi ve Hâkimiyet
Demokrasi, bilindiği gibi Batı kültürünün ürünü olan bir sistemdir. Batı medeniyetinin en önemli özelliği, insanın kendini ilahlaştırarak, tanrıya başkaldırı, nefse, hevâya ve şeytana tâbi olmaktır. Demokrasi anlayışında da bu özelliği görürüz: Yüce Allah’ın nizamını kabul etmeyip, yönetimde insanların hüküm koyması ve Allah'ın indirdiğini bırakıp kendi hükümleriyle kendilerini yönetmek istemeleridir. Bunu demokratların ifadeleriyle (daha doğrusu, hal dilleriyle) söyleyecek olursak: “Sen kim oluyorsun ey tanrı! Biz kendi hayatımızı kendimiz düzenleyebiliriz. Kendimiz düzenlemek için yöntemler buluyor ve uyguluyoruz” demekteler; dilleriyle veya tavırlarıyla. -Basite indirgeyecek olursak- demokratik söylemin içeriği ve anlamı işte budur. Haliyle, başka bir bâtıl gâye için, insanı/halkı putlaştırma amacıyla bâtıl tanrılara başkaldırılınca, hak ilâh olan Allah Teâlâ’ya da başkaldırılmış oluyor. “Hevâsını ilâh edinen kimseyi gördün mü? Onun koruyucusu (bekçisi, vekili) sen mi olacaksın?”[22] İster “hümanizm” adıyla, ister “demokrasi” ideolojisiyle, Batının anlayışı, insanı Tanrı yerine koymaktır; insanı, yani kendi hevâsını tanrılaştırmak. Batıda düşünce, inanış, ideoloji ve sistemlerin hepsi hakkında bu yargı geçerlidir; bu hüküm, ortak bir değerlendirmedir.
Batı uygarlığının karşısında İslâmî dâvet vardır. İslâmî mesaj, Allah'a başkaldırı yerine ibâdeti öngörür. Fakat birilerine de başkaldırmayı emreder. Bu da nefsi, hevâyı ve şeytanı kapsamına alan “tâğut”a başkaldırmaktır. “De ki: Şüphesiz ki bu, Benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Diğer yollara uymayın. Sonra o yollar sizleri O’nun yolundan ayırıp darmadağın eder. İşte sakınasınız diye size bunları emretti.”[23] Âyet-i kerime, gerçekten müslümanın hayatını, herhangi bir gedik bırakmaksızın tamamıyla Allah'a tahsis etmiştir. İşte Allah'a teslimiyet bu demektir. Ölüm ile noktalanıncaya kadar, hayatımızın tümünü, inanç ve kanaatlerimizden başlayarak tüm eylemlerimizi Allah için, Allah'a teslimiyet sûretiyle ortaya koyacağız. İslâm budur; böyle bir teslimiyettir.
Bütün siyasî sistemlerin, ideolojilerin olduğu gibi, demokrasinin de can alıcı noktası; hâkimiyet/egemenlik meselesidir. Yukarıda da belirtildiği gibi, hâkimiyet, daha ilerisi düşünülemeyen, siyasal bir güç ve etkinliği ifade eder. Yani siyasal güç ve etkinliğin, iktidar ve muktedir oluşun en ileri derecesini ifade eder. Bu en üstün kabul edilen otorite, kanunları yapar. Yöneticiler ona göre belirlenir. Yönetimin nasıl olacağını ve bu esasların ayrıntılarını o belirler. Hâkimiyet anlayışı itibarıyla İslâm bir tarafta, diğer bütün sistemler bir taraftadır. İslâm, hâkimiyeti mutlak olarak sadece Allah’ta kabul eder; Allah’ın hakkı olarak bilir. Bunun dışındaki diğer bütün sistemler, hâkimiyeti kimde görüyorlarsa ona göre isim alırlar.
Demokrasi, hâkimiyetin halkın elinde olmasının adıdır. Krallık, hâkimiyetin kralın elinde olmasıdır. Teokrasi, hâkimiyetin Allah adına konuştuğunu iddia eden din adamı sınıfının ya da kendini tanrı yerine koyanların elinde olmasıdır. Buna benzer diğer bütün sistemler de böyledir. Yani siyasî sistemler, hâkimiyeti elinde bulunduranlara göre tanımlanır ve ona göre isimlerini alırlar. Yalnız İslâm, hâkimiyeti Allah’ta görür, hâkimiyeti Allah’ın bir hakkı olarak kabul eder. Bunun dışındaki diğer bütün beşerî sistemlerin (dinlerin) özelliği ise, hâkimiyeti Allah'ta görmeyip insanda görmeleridir. Hâkimiyeti insanda görmek gibi ortak bir paydaya sahip olduktan sonra, bu insanların “kim veya kimler?” sorusuna verdikleri farklı cevaplara göre isim alsalar da, müslümana göre bütün bunlar tâğutî ideoloji ve şeytanî düzenlerdir.
Hâkimiyet noktasında demokraside yetki; halkın veya milletindir; Yani, toplumun geneli, egemenliğe sahip kabul edilir. Hangi inanca sahip olurlarsa olsunlar, fertler birbirlerine eşit olduklarına göre de, her bir şahıs, o hâkimiyetin bir birimine, bir parçasına sahiptir. Yani 70 milyonluk bir ülkede hâkimiyet, 70 milyon eşit parçaya bölünmüş demektir. Bunun Kur’ânî ifadesi 70 milyon ilâh kabul ediliyor, demektir. Herkes hâkimiyetin eşit bir parçasına sahip olduğundan, zamanı gelince hâkimiyet parçalarının sahipleri oylarını bir tarafta toplar ve ittifakın mümkün olmadığı halde, çoğunluğu teşkil eden parçaların toplamı doğrultusunda icraatlar yapılır, kararlar alınır. Bu noktada hâkimiyetin kullanılması gündeme gelir. Demokrasi, çok tanrıcı Grek kültürüne dayalı, ondan kaynaklanan bir sistemdir. Yani, irticânın esasıdır. Şu irticâya karşı dayatılmak istenen demokrasi, asıl irticânın kendisidir; asıl mürtecî de demokratlar. Çünkü onlar, kökü, tarihi itibarıyla eski Yunan’a kadar uzanan bir mürtecîlik yapıyorlar. Ondan da eski bir kökü var; şeytana kadar uzanan bir başkaldırıya kadar devam edip uzanıyor, kökleri oraya kadar varıyor, Allah'a başkaldırı ve şeytana itaat olan bir siyasî sisteme tâbi oluyorlar demokrat mürtecîler.
Demokrasi, halkın çoğunluğunun hâkimiyeti diye ifade edilse bile, bu iddianın kandırmacadan ibâret olduğu uygulamalardan anlaşılmaktadır. Demokrasilerde çoğunluğun ittifakı bile yoktur. Demokrasi ile yönetilen bir rejimde yaşayan insanların çoğunluğunun sözü nerede ve nasıl geçerli oluyor? Parti aritmetikleri içinde, % 25-30 oy alan her parti iktidar olur. Nerede çoğunluk? % 70-75 muhâlefette kaldı. Yani, demokraside demokrasi yoktur. Demokrasiler, kendi mantıkları açısından bile sağlıklı bir hâkimiyetin kullanılma yöntemini dahi icat etmekten âcizdirler. Şimdiye kadar Batıda ve coğrafyamızda birçok seçim sistemi uygulanmıştır. Ancak, bunların hiçbirisinin asgarî düzeydeki çoğunluğun irâdesini iktidar olarak yansıtabilecek yeterlikte olduğu ileri sürülememektedir. Demokrasi, uygulamaya geçtiği tarihten günümüze kadar, sadece iki partinin olduğu yerlerde bile, hiçbir zaman, hiçbir parti çoğunluğu sağlayarak iktidar olmuş değildir. Çünkü seçimlere katılmayanlar vardır; yönlendirilenler, kandırılanlar, halka sorulmadan aday gösterilenler, kendisini tam olarak temsil etmediğinden, mecbûren kendisine en yakın olduğunu sandığı veya ehven kişiyi seçmek veya küsmek zorunda bırakılanlar vardır.
Dolayısıyla demokrasi, uygulanması imkânsız bir tezdir, bir ütopyadır. Şimdiye kadar batı felsefelerinde ortaya çıkmış olan ütopyalardan bir ütopya. Fakat bu demokratik sihirbazlar, medya ve diğer imkânlar (bilim adamları, eğitim kurumları ve düşünürler) vâsıtasıyla, demokrasinin ütopya olma özelliğini insanların gözlerinden saklıyorlar. İnsanların bunu görmelerine mümkün mertebe imkân ve fırsat tanımamaya çalışıyorlar. Gerçeğin görülmesine sebep olacak herhangi bir şey olduğu zaman, birtakım oyalamalar icat edilerek insanlar onlarla meşgul edilir ve gerçeğe nüfuz etmeleri böylelikle önlenmiş olur. Kanaatleri samimi olarak kabul görmeyen azınlık ise demokraside her zaman bir küskünler kitlesi meydana getirir. Dolayısıyla yapılan uygulamalara bu muhâlefettekiler hiçbir zaman katılmazlar.
Bu eleştirilerimiz, demokrasinin kendi mantığı ile demokrasiye bir reddiyedir. Görülüyor ki demokrasi, hiçbir zaman için demokrasiyi savunanların ileri sürdükleri gibi, insanlığın en ideal sistemi, ya da en az yanlışı olan sistemi olamaz. Çorçil'e atfedilen bir söz vardır. "Demokrasi, dünyadaki en güzel ikinci sistemdir." Sormuşlar; "demokrasiyi neden ikinciliğe indirdin?" diye. "Birincisi yok ki!" diye cevap vermiş. Gerçek öyle değil; demokrasi öyle ikinci, üçüncü sıradaki bir düzen filân değil; bir curcunadan ibârettir. Eflâtun'un tâbiriyle; "demokrasi, şarlatanlar düzenidir." Demokrasinin babası sayılan Jan Jack Russo da benzer bir şey diyor: Demokrasiyi uzun uzun anlattıktan sonra; "Emil" adlı kitabında "doğrusunu söylemek lâzımsa" diyor, "insanlar kendi kendilerine kanun yapamazlar. Bize kanunlar verecek ilâhlar lâzım."
İnsan hayatı çok yönlü ve çok boyutludur. Bütün bu yönleri ve boyutları ile insan hayatını tamamıyla kuşatmış hiçbir beşerî sistem yoktur. İnsan hayatını bütünüyle kuşatmak iddiasında olan beşerî hiçbir ideoloji ve dünya görüşü de ortaya çıkmamıştır. Sadece İslâm, insan hayatını bütün yönleriyle ve boyutlarıyla kuşatmayı hedeflemiş ve gerçekten kuşatmış kâmil bir din hüviyetine sahiptir. Sadece İslâm, inanç, davranış, sosyal ve siyasal düzen, ahlâk, dünya görüşü ve âhiret anlayışı, düşünce ve yaşama biçimi, insanın kendisiyle, çevresi ve Rabbiyle tüm ilişkilerini tanzim eder. Tüm bu alanlarla ilgili kuşatıcı hükümler koyar. Bütün beşerî ideolojiler, tüm ahlâk görüşleri, sosyal ve siyasal insanî görüşler, hangisi olursa olsun, İslâm'ın bakışına göre esas itibarıyla birer dindir. Fakat bu dinlerin hiç birisi insanın hayatını bütün boyutlarıyla kuşatmak iddiasında olmadığı için bazen müşterek birkaç beşerî ideoloji veya beşerî din bir araya gelir ve insan hayatını kuşatmaya çalışırlar. Beşerî sistemlerin herhangi birisini bir yerde kabul ettiğiniz zaman, siz sadece o kadarıyla hayatınızın tamamını tanzim edemezsiniz.
Hayatınızın diğer açıklarını, diğer yönlerini de uygun göreceğiniz veya o kabul ettiğiniz sistemle uyuşabilecek başkalarıyla doldurursunuz. Bütün beşerî sistemlerin en büyük ortak paydası ise, laikliktir. Siyasî hayatınıza demokrasiyi getirip hâkim kıldığınız takdirde, hukukunuz ne olacak? Ahlâkınız, iktisadî ilişkileriniz ne olacak? İşte bu noktada, demokrasi bütün bunları "hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir" diyerek millet ve milletin yetkili gördüğü kimseler yoluyla temsili sûretiyle, temsilî sisteme uygun olarak seçilen kimseler aracılığıyla bu sorunları çözmeye çalışır. Temsil yetkisine sahip bulunan kişi ve kurumlar, onların hukukunu belirler. Hukukun bünyesi içerisinde iktisadî ilişkileri ortaya koyar. Bunların sonucu olarak bir ahlâk anlayışı da oluşur. Toplumsal hayatın gerekli diğer bütün kurumları bu yapı ile uyumlu olarak ya da en azından çelişki arzetmeyecek şekilde ortaya çıkar.
Bütün sistemler ilk ortaya konuldukları zaman, hangi çerçeve için konulmuş olurlarsa olsunlar, sadece orada kalmazlar; insan hayatının tamamını kapsarlar; en azında pratikte bu böyledir. Hiçbir beşerî sistem, kâmil olamaz ve insanlar, beşerî sistemlerde deneme yanılma yoluyla mesafe alabilirler. O bakımdan beşerî sistemler esas mâhiyetleri itibarıyla bir yaz boz tahtasıdırlar. Bunu, içinde yaşadığımız beşerî sistemin meselâ kanunlarında çok rahat bir şekilde görebiliriz.
Beşerî Sistemlerin Dünyevîliği; İslâm'ın Uhrevîliği
Beşerî sistemler eksiklerini başka sistemler vâsıtasıyla tamamlasalar bile âhirete yönelik hiçbir şey söylemezler. İnsanın ölümünden sonrasıyla ilgilenmezler. Dolayısıyla beşerî sistemler ne kadar ileri olurlarsa olsunlar, ilgilendikleri özel alanda bile mükemmel olamazlar ve insanın ölümden sonraki hayatı için bir şeyler verme iddiasında bulunamazlar. Müslüman ise, âhireti hesaba katmadan en ufak bir davranışta bulunamaz. Müslüman, dünya hayatıyla âhireti hedefleyendir. Dünyadaki olumlu veya olumsuz gelişmeler, imtihan kabul edildiğinden, müslümanın istikameti üzerinde etkili değildir. "Tâ ki, elde ettiğinizle sevinmeyesiniz, kaybettiğiniz dolayısıyla da üzülmeyesiniz."[24] Dünya hayatında ele geçirdiklerimize sevinmeye değmez; kaybettiklerimiz için üzülmeye değmediği gibi.
Önemli olan, müslüman olarak kişinin kendi sorumluluğunu yerine getirmesidir. Müslüman için en mühim şey, amellerinin sâlih olması, eylemlerinin kabul edilecek vasıfta bulunmasıdır. Bu gerçekleşince, önde veya arkada olmak önemli değildir. Netice almış, dünyada başarılı olmuş veya mağlup düşmüş, marjinal kalmış, hiç önemli değildir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: "Kıyâmet gününde kimi peygamber yanında iki üç mü'minle birlikte gelecek." Yani iki üç tane, hatta tek başına gelen peygamberleri biz marjinal kaldı diye dâvetlerini tebliğ etmede kusurlu davrandıklarını mı kabul edeceğiz? Nuh (a.s.) 950 yıl istikamet üzere yaptığı tebliğde dünyevî açıdan netice alamadı veya çok küçük bir sonuç aldı diye, yaptıklarını küçümseyecek, marjinal kaldı diye tenkit edebilecek miyiz?
Dolayısıyla biz hakkı ve hakikati başarılarda, çoklukta, azlıkta, önde ve arkada olmakta değil; Allah'ın kitabına ve Rasûlün sünnetine mutabakatta ararız. Allah'ın Kitabına ve Rasûlün sünnetine uygun oldumu bir iş güzeldir; neticesi dünyevî olarak hiç olsa bile. Önemli olan Allah'ın vereceği değerdir. Dünyevî sonuçları Allah verirse ne âlâ, vermezse vermez. Hayatımız ve ölümümüz, Allah için olabiliyorsa, netice odur. İşte bu anlamıyla hayatı kuşatan biricik sistem, kâmil din, sadece Allah Teâlâ'nın dinidir.
İslâm'ın Eksizliği ile Beşerî Sistemlerin Yetersizliği
Bütün beşerî sistemler eksiktir, parçacıdır. Çözüm getiremeyişleri, insanları mutluluğa ulaştıramayışları, bunun en açık göstergesidir. Kendilerinin kendileri için belirledikleri hedefleri dahi gerçekleştiremeyişleri bir tarafa, müslüman olarak bizim onlara yönelteceğimiz en büyük eleştiri, bu sistemlerin eksik olduğuyla ilgilidir. Bu sistemler, yamalı bohçadır; insanı kuşatamazlar, kâmil din olamazlar, âhiretle ilgili söyleyecek sözleri de yoktur. Yalnız Allah'ın dini olan İslâm'dır, hayatı bütünüyle kuşatan, dünyayı ve âhireti içeren. Mevcut sistemler bize Allah'ın rızâsını kazandıramaz. Dolayısıyla biz, insanların tümüne Allah'ın rızâsının nasıl kazanılacağını öğretmeyi, böyle bir yükümlülüğü üzerimize almış kimseler olarak ortadayız.
İslâm'ın kemâli vahye dayalı olmaktan kaynaklanır. Buna karşılık batının zevâli, böyle bir dinden mahrum oluşundan kaynaklanmaktadır. Felsefeleri, ideolojileri, rejimleri ve hevâları hepsi şeytanın insanlara telkin ettiği lehviyattandır. Kur'ân-ı Kerim'in belirttiğine göre şeytanlar da dostlarına telkinatta bulunurlar. Demek ki dünyada ezelden beri, Âdem (a.s.)'den beri, iki şey çarpışıp durmaktadır. Allah'ın vahyi ve şeytanın, dostlarına telkin ettiği vahiyler; Hak ile bâtıl. İslâm'ın kemâlinin bir neticesi olarak İslâm, her zaman ve mekânda bütün insanlığın her türlü ihtiyacını karşılayabilecek vasfa sahiptir.[25]
Çokluk veya çoğunluk, ya da çoğulculuk denildiğinde, temelinde yatan birey, yani bir tek insandan bahsedildiği bilinmelidir. Bir'inde doğruları veya eğrileri tesbit yetkisi bulunmayanların çoğunluğunun nasıl bu yetkiye sahip olabildikleri hâlâ açıklanamamıştır. Sadece sıfırların veya yalnız eksilerin yan yana gelmesiyle tatmin edici rakamların veya artıların çıktığı, çıkabildiği izah edilememiş bir kandırmacadır. Yol göstereni bulunmayan insanın şaşkınlık içinde kaldığını, bilmediklerinin öğretilmemesi halinde bir şey bilmez durumda devam ettiğini her ne hikmetse düşünemeyen insan, bir Rabb'e (eğitici, terbiye edici mürebbî'ye) hep ihtiyaç duymuştur. Bütün mesele, bu mürebbînin (terbiyecinin) kim olması gerektiği hususudur. İşte insan bu noktada hep yanılmış, bir türlü gerçek terbiyecisini bulamamış, insana acıyan yaratıcısı merhameti ile ona sürekli olarak terbiye esaslarını bildiren elçileriyle yol göstermiştir. Çoğunun, çoğunluğun bu yolu kabul etmemesine, hevâsına uymasına rağmen yaratıcı Allah tekrar elçiler göndermiş ve kullarına gerçekten acıdığını, mağfiret ediciliğini göstermiştir. Kur'an bu yol göstericiliğin en son eseri olarak elimizde, önümüzdedir.
Birçok âyetinde, hevâsına tâbi olan insanın nasıl azgınlaştığını, kendi dengesini nasıl bozduğunu, sağlıklı bir ruh yapısına sahip olamadığını açıklayan Rabbimiz (terbiyecimiz) Allah, kendini bozanın çevresini de bozduğundan defaatle söz etmekte, yeryüzünü ifsâdından bahsetmektedir. Yeryüzü, halîfelik görevinin icrâ edileceği, îmar ve ıslah tavrıyla yaklaşılması gereken insanın bir çevresidir. İnsan, bu çevre ile vardır. İnsan, doğasını, ancak, bu doğanın sahibince bildirilen esaslara uyarak koruyabilir. Korunamamış doğa, ister insan tabiatı olsun, ister insanın içinde yaşadığı ortam olsun, insan için sağlıksız bir ortam olarak kişiliğini koruyamamanın, giderek korkmanın, kokuşmanın ortamı olacaktır. Öyle de olmuştur.
Analarının karnından bir şey bilmediği halde çıkarılan insanların, çıkışlarını takip eden bir süre sonra "küllü şey'in kadîr" bir varlık haline dönüşmesi mümkün değilken, insanın temel yanılgısı, böyle olabildiğini sanması, yani kendini, hevâsını, kendi gibi insanları tanrılaştırmasıdır. Bu sanı ve değerlendirme, insanı azgınlaştırmakta; tuğyânı, bağyi ve fesâdı giderek kendinden çevresine, çevresinden kendine ve diğer insanlara yönelmiş; yaşadığı dünyayı, içinde kendisi de bulunduğu halde berbat etmektedir.
Kaynağı insan aklı olan, bu aklın yaşadığı ortamdan etkilenmişliğinin ürünü olan fikirleriyle biri, diğerinden farklı yerlere varan akılların çoğunluğunun veya azınlığının varacağı yer, kendine ters düşen yerdir. Kendini yadsıyan yerdir. İnsanı kendinden uzaklaştıran, kendinin farkına varmasını engelleyen yolda kullanılan akıl, insanoğlu var oldu olalı kendi başına doğru yolu bulamamıştır. Ancak Yaratan Rabbi insana sırât-ı müstakîmi, bu doğru yolu göstermiştir. "Ne yapacağını bilmez halde bulup da doğru yolu göstermedi mi?"[26] İnsan, kendine gösterilen yolu bile koruyamazken, bu yoldan ayrılmamayı bile beceremezken, kendi başına tümüyle doğru bir yol bulmasını ondan beklemek, olmayacak şey beklemektir. Zaten kendi de, kendi bulduğu yoldan memnun olmamış, olamamıştır.
Aklını, hevâsını tanrı edinen insan, bu tanrısından râzı değildir. Aklın ve arzuların tanrı kabul edildiği demokrasiler, insanların kendine gelmelerini önleyen bir uyuşmuşlukla, kendilerine gelmelerini engellemektedir. Afyonun insanı uyuşturduğu gibi insanları uyuşturan, bu uyuşturup uyutmada müzik, futbol ve medyadan da yararlanan demokrasiler, onlar için yalnız ekonomik insan, seksolojik insan tanımı getirebilmekte, insanın bir türlü bu yönleri de bulunan ama, asla bunlardan ibaret olmayan bir varlık olduğunu görebilmesine imkân bırakmamaktadır. Demokrasiler insanları; insan olmaktan, insanlıklarının farkına varmaktan alıkoyan insanların önünde aşılması güç bir büyük engel olarak durmaktadır. Bu engeli aşamayan insanın, insanlığının farkına varabilmesi mümkün değildir.
Çokluğu da, çoğunluğu da, çoğulculuğu da demokrasi bütününe güvenmemesi için yaşamının sağlamasını yapmakla varacağı nokta, insana, kendinin farkına varmasına yardımcı olacaktır. Teslim olmadan, bir rabbe kul olmadan yapamadığı görülen insanın, teslim olmaması değil; kime ve neye teslim olacağı ile ilgili tercihleri söz konusudur. İnsan, "kendi hevâsına mı, başkalarının (çoğunluğun) hevâsına mı, yoksa Allah'a mı teslim olmalıdır?" sorusuna verilecek isâbetli cevap insanın ufkunu açacaktır. Açılan şuuru, insanın bütünü görmesini, kendinin farkına varmasını sağlayacaktır. Önü açılan insanın görebildiği bütün karşısında yapacağı seçim elbette daha isabetli olacaktır. Hayat, kendisine hayat verene teslim olmakla anlamlanacaktır. Teslim olamadan yapamayan insan, en güvenilir’e (el-Mü'min) teslim olmakla (müslümanlıkla) ancak tatmin olabilir.[27]
Batı dünyasında feodalizmin çöküşünden bu yana egemen olan ekonomik sistem. Anamalcılık, Sermayecilik, Serbest Piyasa Ekonomisi, Serbest Girişim Ekonomisi adlarıyla da anılır. Liberal sistem, serbest ticaret, karma ekonomi deyimleri de kapitalizmi belirtir. Kapitalist ekonominin temel özelliği üretim araçlarının büyük çoğunluğunun özel ellerde bulunması ve üretimle gelir bölüşümüne önemli ölçüde piyasaların işleyişinin yön vermesidir.
Kökleri ilkçağa kadar uzanan kapitalizm Ortaçağın sonlarına doğru Avrupa'nın belirli bölgelerinde gelişmeye başladı. Ancak bir sistem olarak yerleşmesi on altıncı yüzyıldan sonra gerçekleşti. On altı, on yedi ve on sekizinci yüzyıllarda İngiliz kumaş sanayisindeki büyüme kapitalizmin gelişimini hızlandırdı. Kapitalizm öncesi sistemlerde üretimin tüketimi aşan bölümünün üretim kapasitesinin genişletilmesi amacıyla kullanılmasıyla ayrılıyordu. Birçok tarihsel etmen de bu gelişmeyi pekiştirdi. On altıncı yüzyıldaki reform hareketinin çabasını aşağılayan geleneksel ahlâkın etkilerini kırarken çok çalışma ve tutumlu olmaya da dini bir temel kazandırdı. Artık ekonomik eşitsizlik zenginlerin de ahlâklı olabileceği gerekçesiyle rahatça savunuluyordu.
Kapitalizmin gelişmesine katkıda bulunan diğer bir etmen de Avrupa'da değerli maden arzındaki artış ve bunun sonuncunda fiyatların yükselmesi oldu. Bu dönemde fiyatlar ücretlerden daha hızlı arttığından enflasyondan en çok sermaye sahipleri yararlandı. İlk kapitalistler (1500-1750) Merkantilist dönemde güçlü ulusal devletlerin ortaya çıkmasından da yararlandılar. Bu devletlerin izlediği ulusal güçlenme politikaları bir örnek para ve hukuk sistemleri gibi iktisadi gelişme için gerekli temel toplumsal şartların oluşmasını ve sonuç olarak ağırlığın devletten özel teşebbüse kaymasını sağladı.
İngiltere'de on sekizinci yüzyılda kapitalist gelişmenin odağı ticaretten sanayiye kaydı. Önceki yıllarda sağlanan sermaye birikimi, Sanayi Devrimi sırasında teknik bilginin sanayiye uygulanması yolunda kullanıldı. Adam Smith (1723-1790) "Ulusların Zenginliğinin Nedenleri ve Kaynakları Üzerine bir inceleme" adlı eserinde klasik kapitalizmin ideolojisini ortaya koydu. Smith, toplumların gelişmesini Marksist kurama benzer biçimde çeşitli aşamalara ayırıyordu. Buna göre toplumlar avcılık, göçebeliğe dayalı tarım, feodal çiftçilik ve ticari karşılıklı bağımlılık aşamalarından geçerler. Her aşamanın kendine özgü kurumları vardır. Sözgelimi avcılık aşamasında mülkiyet olmadığı için adlî kurumlara gerek yoktu. Ama toplumsal çevrenin büyümesiyle birlikte düzenli orduların yanı sıra özel mülkiyetin ve çeşitli ayrıcalıkların korunmasının aracı olarak devlet kurumu gelişti. Böylece daha karmaşık bir örgütlenme ortaya çıktı. Ücretleri loncaların yerine piyasaların belirlediği, özel girişime devletçe konan kısıtlamaların kalktığı son aşama ise sonradan serbest rekabet kapitalizmi olarak adlandırılan "kusursuz özgürlük" aşamasıdır. Bu aşamada bireylerin tutkuları doğrultusunda kendi durumlarını iyileştirmeye yönelik faaliyetlerini toplumsal bakımdan yararlı sonuçlara dönüştüren mekanizma rekabettir. Örneğin bireylerin rekabete dayalı mücâdelesi sayesinde malların fiyatları, geçici sapmalar dışında üretim maliyetine denk düşen doğal düzeylerde oluşur. Ulusal servet ise toplumun üç ana sınıfını oluşturan işçiler, toprak sahipleri ve sanayiciler arasında gene ortak yararı en yüksek düzeye çıkarılacak biçiminde ücret rant ve kâr olarak bölüşülür. Dolayısıyla kendi kendine işleyen ve kendini sürekli olarak düzelten piyasa mekanizması devlet müdahalesi olmadan toplumsal düzenliliği sağlar. Bireylerin kendi çıkarları peşinde koşması ulusal zenginliği de artırır. Ekonomideki üretkenlik artışının temeli ise emeğin iş bölümüdür. Bireyler işbölümü sayesinde bir yandan kendi verimliliklerini artırırken aynı zamanda toplumsal üretkenliğin de artmasına katkıda bulunur. Rekabetçi sistemin işleyişini engelleyecek ayrıcalıklara ve devletin müdahalelerine izin verilmediği sürece ulusal zenginlik durmadan büyüyecek, toplum kendiliğinden en iyi noktaya ulaşacaktır.
Fransız Devrimi ve Napoleon Savaşları'nın feodalizmin kalıntılarını silip süpürmesinden sonra Smith'in önerdiği politikalar giderek daha çok uygulamaya konuldu. On dokuzuncu yüzyılda siyasal liberalizmin başlıca politikaları serbest ticaret, sağlam para (altın standardı), dengeli bütçe ve sosyal yardımların son derece kısıtlı tutulması biçiminde kendini gösteriyordu.
- Dünya Savaşı kapitalizmin gelişmesinde bir dönüm noktası oldu. Savaştan sonra uluslararası piyasalar daraldı, altın standardının yerini uluslararası para birimi aldı, bankacılık alanında hegemonya Avrupa'dan ABD'ye geçti, Afrika ve Asya ulusları sömürgeciliğe karşı başarılı mücâdelelere giriştiler ve dış ticaretin önündeki engellere yenileri eklendi. 1929 Büyük Bunalımı pek çok ülkede devletin ekonomiye karışmamasını öngören kapitalizmin ünlü "bırakınız yapsınlar" politikasına son vererek bir süre kapitalist sistemin geleceğine ilişkin şüpheleri artırdı. Ama II. Dünya Savaşı'ndan sonra Amerika, Avrupa ülkeleri ve Japonya'daki başarısı, sistemin yaşama gücünü sürdürdüğünü göstermekle kalmayarak son yıllarda doğu bloğu ülkelerini de etkileyerek komünizme karşı sürdürdüğü rekabette önemli ölçüde başarı kazandı.
Günümüzde en yaygın ve güçlü ekonomik sistem durumundaki kapitalizm, felsefi temelleri, kuralları, amaçları ve sonuçları bakımından İslâm'ın tam karşısında yer alır. Kapitalizmin temelini maddecilik oluşturur. İnsana öngördüğü biricik amaç maddî zenginliğe ulaşmak ve bunu dilediğince tüketmektir. Bu amaca ulaşmak isteyen bireye sınırsız bir özgürlük tanır. Bu nedenle aşırı ölçüde bireycidir. İnsan ve toplum hayatında belirleyici olarak kabul ettiği tek ilke piyasa şartları ve rekabettir. Fırsatçılık ve acımasızlık ise onun ahlâk kurallarıdır. Hep daha çok kâr yapmaya yönelttiği insanlar tutkuları yönünde hiçbir engelle karşılaşmamalıdır. Bütün bunlar kapitalizmi insanlık dışı bir sistem durumuna götürmüştür. Bireye tanıdığı sınırsız özgürlük ve kabul ettiği "bırakınız yapsınlar" kuralı doğal olarak en çok sermaye sahiplerinin işine yaradığı için büyük kitlelerin yoksullaşmasına, sömürülmesine yol açmıştır. Kapitalistin doymak bilmeyen mülkiyet tutkusu kapitalizmi, sınırlarını aşarak dünya ölçüsünde yayılmaya ve özellikle yoksul ülkelerin doğal kaynaklarını yağmalamaya götürmüştür. Bu nedenle kapitalizm İslâm gözünde ortadan kaldırılması gereken zulmün ve sömürünün başlıca nedenlerinden birisidir.[28]
Ate: Allah’ı inkâr demektir. Ateizm: Allah’ın varlığını inkâr etme, tanımama anlamına gelir. Tanrıtanımazlık da denilen ateizme, eskiden ilhâdiye ve dehriyye denilirdi. Ateist de: Allah’ı inkâr eden; tanrısız, dinsiz kâfir demektir. Ateizme Ateistlik de denir.
İslâm’da din gerçeği bütün yaşamı kuşatmaktadır. Bir anlamda din, hayatla eşdeğerdedir. Çünkü atomun içindeki en küçük partiküllerden uzayda bulunan dev cisimlere kadar kâinâttaki tüm eşya ve olayların son derece dakik ve matematiksel biçimde etkileşimlerini, tepkileşimlerini, nötrleşmelerini ve işleyişlerini bir disiplin çerçevesinde sağlayan yasalar zinciri vardır ki bu yasaları koyan Allah Teâlâ'dır. Bu yasaların tümüne birden Kur’ân-ı Kerîm'in söylemiyle “sünnetullah”[29] denir.
Hayat bu anlamda dinin doğal cephesini oluşturur. Vahiy yoluyla (yani peygamberlere indirilen göksel mesajlarla) konan teşrii yasalar da dinin yalnızca insanları ilgilendiren rûhânî ve seküler cephesini oluşturur. Dolayısıyla din demek, hayatın tümü demektir.
Hal böyle olunca insan, -hangi inanç ve düşünceye sahip bulunuyor olursa olsun- din atmosferinin dışına çıkamadığı için onun dinsiz olması düşünülemez. Kişi, rûhânî hayattan çok uzak bir gidişat içinde yaşıyor olsa bile toplumda onun uymak zorunda olduğu sayısız kurallar vardır ki o, ister bunlara örf ve âdet desin, ister yasaların gereğidir desin, ister başkalarına karşı saygılı olmak için böyle davrandığını söylesin, bütün bu kurallar esas itibariyle dine dayanmaktadır. Bunlar bir yana, insanın zaten doğal yaşamı “kevnî” yasalarla sürmektedir. Kaldı ki “dinsizim” ya da “ateistim” diyen insanlar din yasalarına ve dogmalarına çok kere kendi özgür irâdeleriyle uyma çelişkisini de sergilerler. Onların bir bilgisizlik hezeyanı olarak “doğa yasaları” dedikleri fıtrat ve tabiat kanunlarının tümü de Allah'ın (c.c.) eseri olmak bakımından dinin dışında bir şey değildir.
Ayrıca -bir türlü ikna olamamış- aklı başında her insan, yine de varlıkların başlangıç ve sonu, olayların arka planındaki fenomenler, gizemler ve kâinatta olup bitenler hakkında mutlaka çok derinden düşünmekte; çeşitli yorumlar yapmakta; arayışlar içine girmekte ve zaman zaman iç bunalımlar yaşamaktadır. Kuşku içinde olsa bile insanın vicdanında kaynaşan bu düşünce cümbüşünün temelinde daima onun yaratıcıyı arama gayret ve endişeleri yatmaktadır. Bu ise aslında var olan ve insanın gönül derinliklerinde duyumsanan bir gerçeği arama içgüdüsünden başka bir şey değildir. İşte bütün bunlar insanın mutlak mânâda dinsiz olamayacağını kanıtlamaktadır. “ilhâd” ya da “küfür” sözcükleriyle anlatılmak istenen dinsizlik aslında inkârcılıktır. Bu ise mutlak dinsizlik değildir, ikisi arasında büyük fark vardır.
Dinsiz olduklarını ileri sürenlerin esasen birçok sosyal, moral, ya da ruhsal sorunları bulunmaktadır. Yaşadıkları ve gördükleri çelişkilere tepki olarak -inkârcılık anlamında- böyle bir iddia ile ortaya çıkan insanlar her toplumda mevcuttur. Ancak bunların sayıları son derece azdır. Aynı zamanda eğitim düzeyleri, resmi statüleri ve sosyal mevkileri ne olursa olsun ciddîye alınacak bir mantıkları yoktur. Dolayısıyla bu anlamda söylediklerini bir sayıklama ve hezeyan olarak kabul etmek gerekir.
Şu varki bilinçli ve kasıtlı olarak ateist, dinsiz, dehrî, pozitivist ya da materyalist olduğunu veya bu anlamlarda bir kanaata sahip bulunduğunu açıkça ileri süren kişi, İslâm'daki iman ve akâid kanunlarına göre elbetteki küfre girdiğini ilan etmiş olur. Çünkü böyle bir kimse mü’min olmadığını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla eğer vaktiyle Müslümanken sonra böyle bir ikrarda bulunursa yüce İslâm dinini hiçe saymak gibi ağır bir suç işlemiş olur.[30]
Paganizm: Puta tapmak, putperestlik demektir. Paganist ise; puta tapan kimse; pagan anlamındadır. Genellikle politeist dinlerde tanrısal varlıkların çeşitli figürler ile sembolize edildiği ve bu sembollere tâzimde bulunulduğu gözlenir. Tanrıyı temsil eden put; ağaçtan, taştan ya da metalden yapılmış herhangi bir sûret şeklinde olabileceği gibi; bir bitki, bir hayvan veya bir başka doğal nesne de olabilir. Putperest toplumlarda, genellikle tapınılan nesneye tanrısal ruhun hulûl ettiğine inanılır ve bu nedenle ilgili nesnenin kendisinden ziyade içinde mevcut olduğuna inanılan tanrısal güce tapılır.
Anıt mezar/Anıtkabir; Modern Türbe ve Tapınak
Mozole veya türbe olarak da bilinen büyük ve etkileyici mezar. Din kurucuları ya da önderler, büyük değer verilen, ta’zim edilen veya ilâhlaştırılan kimseler anısına yapılan görkemli bina. Bugüne kadar yapılmış anıtmezarlardan en görkemlisi Babürşah’ın 1631’de ölen hanımı Şahcihan için yaptırdığı Tac Mahal’dir. Mısır’daki piramitler de anıtkabirdir. Ankara’da bulunan anıtkabire, İstanbul’da Adnan Menderes ve Turgut Özal’ın anıtkabirleri de ilâve edilmiştir. Selçuklu ve Osmanlı padişah ve vezirleri için ve özellikle evliyâ sayılan tasavvuf büyükleri için anıtkabir şeklinde türbeler yapılmış, diğer anıtmezarlardan çok daha fazla şirk unsuru görevini yapmaya devam etmektedir.
Bazıları, putlaştırdıkları kişilerin kabirleri veya kutsallaştırdıkları simgeler karşısında Müslümanların namazdaki kıyamlarına benzer şekilde hazır ol vaziyete geçer, saygı duruşunda bulunur. Hatta namazda doğal kabul edilebilecek bir davranış (kaşınınca başı kaşımak, öksürmek vb.) böyle bir saygı duruşunda uygun/câiz görülmez. Hiç alâkası olmadığı halde, herhangi bir açılış programında, ya da bir törende saygı duruşu ile başlamak câhiliyye toplumlarının dinî bir kuralı kabul edilir. Bu tür programlara katılan Müslümanlar da dinlerinin câiz görmemesine rağmen bu saygı duruşuna katılma zorunda bırakılır. Okullardaki bütün öğrenci ve öğretmenler her hafta okul açılış ve kapanışlarında, bayram diye kutlattırılan câhiliyyenin kutsal günlerinde bu tür saygı duruşlarına mecbur tutulur. Bu tür tavırlar, aslında bir tapınmadır. Anıtkabirdeki böyle bir törende, Mahmut Kaçar adlı bir muvahhid müslüman; “Siz bu törenlerle mezarları putlaştırıyor, ilâhlaştırıyorsunuz. Ölü sizi duymaz, onun size bir faydası yoktur. Lâ ilâhe illâllah, Allah’tan başka ilâh yoktur!” demişti. Zamanın cumhurbaşkanı Demirel tarafından meczup ilân edilivermişti. Ayrıca, Bu tavrının bedelini dört yıl kadar hapis yatarak ödemişti.
Mekke’liler, önemli bir işe başlamadan önce ve yolculuktan dönünce veya Mekke şehir devletine ait tören ve merâsimlerden önce Kâbe’nin içindeki Hubel putunun heykelini ziyâret eder, ona bağlılıklarının ifâdesi olarak saygı gösterirlerdi.[31] Böylece işlerinin düzgün gideceğine inanırlardı. Mekkeliler de, bu psikoloji ile Kâbe etrafında dolaşarak Allah’a ibâdet ettiklerini sanıyor ve fakat put heykellerine de aynı şekilde saygı gösteriyorlardı. Herhangi bir Mekke’li, seyahate çıkınca veya seyahatten dönünce yahut önemli bir işe başlayınca, Kâbe’yi tavaf ediyor; bayramlar devletin ileri gelenlerinin putlara saygı göstermesiyle başlıyor, devletin en önemli işleri görüşülmeden önce heykellere saygı duruyorlardı. Ticarî ya da siyasî bütün kuruluşlar, önemli toplantılarından önce de bu heykellere karşı saygıya durur, ondan sonra işlerine bakarlardı.[32]
Onlar hem Allah’ı tanıyorlar, hem de putlara tapıyorlardı. Esasen şirkten kasıt da buydu, birtakım nesneleri Allah’ın sıfat ve kudretine ortak koşmak ve Allah’ın yanında başka güçler tanımak, Allah’a inanmak ve fakat O’nu inkâr edenlerin hükümlerini inanarak kabul etmek ve onlara bile bile uymak. “Allah’a inandık” deyip putların önünde saygıya durmak; secde etmek, eğilmek, onlar etrafında dönmek; o heykellerden medet ummak, onları ilham kaynağı saymak; güç ve ilhamlarını Allah’tan değil, o put heykellerinden veya Firavun gibi, Nemrut gibi (yaşayan ya da ölü birtakım) putlaştırılmış şahıslardan beklemek![33]
Başta totem düşüncesinin hâkim olduğu dinî gelenekler olmak üzere, çeşitli dinlerde görülen hayvanların kutsallaştırılmasına dayalı kült. Animalizm, hayvanlarla onları avlayan insanlar arasında büyük bir bağ olduğu inancıdır. Bu inanç, hayvanda insanca bir öz bulunduğu inancına bağlıdır.
Animizm (Ruhlara Tapma İnancı)
Tabiatla ilgili olaylara ve tabiat cisimlerine tapma dini. Animist: Animizmi benimseyen, animizmi savunan. Animizm anlayışına göre, ata ruhları ve fetişlere tâzim etme geleneği puta tapıcılığın ve politeizmin temelini oluşturmuştur. Animizm, insanın çevresinde bütün şeylerin ruhlu olduğu inancıdır. E. B. Taylor 1871’de, İlkel Kültür adlı çalışmasında “ruhsal varlıklarla ilgili doktrin”; Taylor tarafından dinin kaynağıyla ilgili olarak savunulan teori. Tylor, animizmin insanlık terazisinde düşük kabileleri karakterize ettiğini ve buradan yüksek modern kültürlere kadar yükseldiğini söyler. Ona göre, ilkellerin çevrelerindeki hayvan, bitki, ağaç, taş, toprak vb. gibi bütün doğa nesnelerini ve belirtilerini ruhlu sayma inancını dile getirir.
Animizm, gizemciliği ön plana alan bir şirk anlayışıdır; ataların ruhlarına tapma esasına dayanan politeist bir inanış biçimidir ve kritik yapabilecek muhayyileye hitap eder. Bu nedenle filozoflar tarafından ileri sürülenin tam tersine, ilkel değil, bilakis gelişmiş bir şirk türüdür. Çünkü animist insan doğrudan veya dolaylı olarak ruha tapar ve ruhun bir sır olduğunu bilir.
Ruhun bu ayrıcalığına, vicdanında yer verebilecek kadar ince düşünebilen insan, karmaşık objelere ve madde ötesi âlemlere karşı ilgi duyan insan demektir. Böyle bir düşünce ise gelişmiş bir yargıyı kanıtlamaktadır. Dolayısıyla din denen olayın, insanlık tarihinde ilk defa ataların ruhlarına tapmak şeklinde ortaya çıktığını ve dolayısıyla animizmin, ilkel dinlerin ilk şekli olduğunu ileri sürenler hem burada, hem de dinin, sırf bir düşünce ürünü olduğu noktasında yanılmışlardır.
“Animizm” terimi latince “anima”dan gelmektedir ki Batı dillerinde hayvan anlamını veren “animal” sözcüğü de bu kökten gelir. Temelde hayvan veya animal, canlı demektir. Dolayısıyla canlılığın kaynağı olan ruha tapınmaya bu ilgiyle “animizm” denilmiştir.
Tevhid dinlerinin yozlaşmasındaki faktörlerin başında animist yaklaşımlar gelir. Yani “vahiy” denen ve peygamberler aracılığıyla gelen İlâhî mesajlar doğrultusunda insanlar başta yalnız Allah'a ibâdet ederlerken çeşitli sebeplerin etkisi altında bazı şahsiyetleri yüceltmeye ve onlara bir zaman sonra mitolojik birtakım kimlikler mal etmeye çalışırlar. Bu yüceltilmiş insanlar ölünce ruhları şâd olsun diye ilk başlarda düzenlenen masum törenler zaman içinde farklı içerikler kazanarak onlara tapınma törenlerine dönüşür. Kur’ân-ı Kerîm'de bu konuda canlı örnekler vardır.[34]
Henüz tazeliğini koruyan Kur’ân-ı Kerîm'in içinde en ufak bir değişiklik söz konusu olmamasına rağmen, İslâm Dünyasının mensupları arasında da animist eğilimler hızla yayıldığına göre eski dinlerin türlü türlü yorumlarla ne hale gelmiş olabileceklerini tahmin etmek hiç de güç değildir.
Bugün İslâm’ımsı dünyanın her yerinde geçerli bir din modeli olarak benimsenmiş bulunan “İstimdatçı” mistik inanışlar bu gerçeği çok çarpıcı bir şekilde kanıtlamaktadır. İstimdat, uluların, erenlerin, yani velilerin ruhlarından medet ve bereket dilemektir. Animizmin mabetleri olan tekkelerin ve anıt mezarların içi, tevhidin merkezleri olan camilerin içinden çok daha coşkuludur, çok daha faaldir. Binlerce türbede yatan insanlardan hiçbirinin: “Ben öldükten sonra üzerime türbe yapınız.” dediği asla kanıtlanmadığı halde bu yapıların, İslâm'a rağmen gerçekleştirilmiş olması ve hergün yüzbinlerce insan tarafından ziyaret edilerek buralarda kurbanlar kesilmesi ve çeşitli dileklerde bulunulması, animist inancın nasıl yerleşip kemikleştiğini çok açık şekilde ortaya koymaktadır.
Animist bir temele dayanan inanışlar, her milletin zaman içinde geleneklerinin, dünya görüşünün, tarihî gerçeklerinin ve genel kültürünün etkisi altında farklı biçimler alabilir.
Örneğin, sözde İslâm'ı kabul etmiş milletlerden bazıları âlimlere, (ya da âlim kisvesinde gördükleri tarikat şeyhleri gibi adamlara), kahramanlara ve ozanlara kutsal kimlikler mal etmiş, onlara, öldükten sonra “evliyâ” ya da “ulu önder” gibi sıfatlar takarak bu şahısları olağanüstü yüceltmeye çalışmışlardır. Bu topluluklar, ancak Allah’a gösterilebilecek derecedeki saygıyı ölmüşlerine gösterdikleri için İslâm dininden çıkmışlardır.
İster bilinçli, ister bilinçsizce olsun bu tür inanışlara sapmış bulunan insanlar, kendilerini müslüman sanıyor olsalar bile mü’min olduklarını asla kanıtlayamazlar. Dolayısıya İslâm fıkhının belli yasalarına göre mü’minler, bu sınıfa giren müşriklere karşı dikkatli olmak durumundadırlar!
Gerçekte animizm çok açık bir şirktir, geçmişlere saygı olarak açıklanması mümkün değildir.
Animistlerin masum sanılan bazı yorumları ise özetle şöyledir: “Bugünlere gelmemizde atalarımızın büyük emeği vardır. Bu toprakları ‘Allah, Allah!’ diyerek yalın kılıçla onlar fethetti. Bu cennet vatanı bize emanet eden onlardır. Dolayısıyla biz onlara saygı ve sevgi borçluyuz.”
Aslında bu sözlerin hepsi de güzel ve doğru şeylerdir. Aynı zamanda tevhid inancıyla hiç çelişmemektedir. Ancak işin içyüzü daha başka türlüdür. Onlara karşı gönüllerde yatan inançlarla bu masum sözler hiç de birbirine uymamakta, biri, diğerini kesin şekilde yalanlamaktadır.
Gerçekte mü’min ataları sevmek ve saymak: Ancak onları rahmetle anmakla; Allah'ın merhametine her zaman muhtaç olduklarına, ölmüş ve Rabb'leriyle artık başbaşa kalmış bulunduklarına, bu insanların hepsinin de -herkesçe sanıldığı gibi - istisnasız kurtulmuş, cennetlik evliyalar olmayabileceklerine, herkes gibi onların da Allah'a hesap vereceklerine, belki çoğunun cennete bile giremeyeceğine, durumlarının tamamen meçhulümüz olduğuna, hatta onların soyundan gelip gelmediğimizi bile kesinlikle bilemediğimize, onun için sadece onları değil, bütün Müslümanların ölmüşlerini hayır ve dua ile anmamız (yani günahlarının affolması için Allah'a yalvarmamız) gerektiğine inanmakla olur. Onlara gerçek saygı ve sevgi işte ancak böyle olabilir.
Aksine üzerlerine koca koca kubbeler, hem de insanlardan manevî baskıyla alınan paralarla, vergilerle kale gibi anıtlar dikerek, sandukalar yaparak şebekelerine çaput bağlayıp yüz sürerek, anılarına görkemli törenler düzenleyip Firavunlara yapıldığı gibi huzurlarında saygı duruşunda bulunularak, onlardan himmet ve bereket bekleyerek, bizleri muradımıza erdirmeyi isteyerek, sorunlarımızın çözümlenmesinde bize yardımcı ya da ilham kaynağı olmalarını dileyerek, onlara yazılı dilekçeler sunarak, hele savaşlarda ordularımızın ön saflarında düşmana karşı çarpıştıklarına inanarak (ki ordu böyle bir şeye hiç inanmaz) onlara saygı göstermek ise yüce Allah'a ağız dolusu sövüp saymaktan farksızdır! İşte gerçek animizm budur.[35]
Bu dinin kurucusu Ebu Şuayb Muhammed bin Nusayr el-Basrî en-Nümeyrî'dir. Bu adamın, Şiîlerin onbirinci imamı el-Hasan el-Askerî'nin yakın dostu olduğu ileri sürülmektedir. Bu doğru olmasa gerektir. Fakat hizmetinde bulunduğu ihtimali vardır.
Nümeyrî, bu şahsiyetin sosyal mevkiinden ve şöhretinden yararlanmak için el-Askerî'nin oğlu İmam Mehdî'nin ölümünden sonra O'nun vekili olduğunu ileri sürdü ve sapkın görüşlerini Şiîlik üzerinde temellendirerek Nusayrîliği kurdu. Nusayrîlere göre bu adam İmam Mehdî'nin vekilidir. Fakat diğer Şiîler bunu kabul etmezler ve Nusayrîler'i “Gulât-ı Şîa”, (yani aşırı şiîlerden) sayarlar. Bütün şiîler gibi Nusayrîler de İmam Mehdî'nin öldüğüne inanmazlar. Aksine O'nun sağ ve bilinmeyen bir yerde saklı olduğunu ileri sürerler; O'nun kıyamete yakın bir zamanda kaldığı yerden ortaya çıkacağına inanırlar.
Bu inanç, Sünnî çoğunluğun geniş tabanını da etkilemiştir. Bu yüzdendir ki tarihte zaman zaman Mehdîlik iddiasıyla bazı kimseler ortaya çıkmış ve yönetimleri epeyce meşgul etmişlerdir.
Nusayrîler'in İslâm'dan kopmalarının nedenlerinden biri de: Allah'ın (hâşâ!) insan şeklinde zaman zaman yeryüzünde göründüğüne ilişkin inanışlarıdır. Onlara göre Allah, son olarak Hz. Ali'nin kişiliğinde gözükmüştür. Yani Hz. Ali, Nusayrîler'e göre Tanrıdır ve Hz. Muhammed'i o yaratmıştır. Yine onlara göre Hz. Muhammed Yarı Tanrı'dır ve o da (Ashâb'dan) Selmân'ı Farisî'yi yaratmıştır. Nusayrîler'in bunlardan başka daha birçok ilginç inanışları da vardır. Hz. Peygamber'in ashâbına sövüp sayarlar. Daha çok Suriye ve Lübnan'da yaşarlar.
İngilizler tarafından tertip edilen ve Mirza Gulâm Ahmed adında Hintli biri tarafından 1876’da kurulan (aynen Milli Türk Dinine benzer, siyasi temele dayalı) düzmece bir dindir. İngilizlerin siyasi amaçlarına hizmet etmektedir. Kadiyanîliğin temel hedefi budur. Bununla birlikte İslâm'ı içinden çökertmek de Kadiyanîliğin temel amaçlarındandır.
Kurucusu, 30 Haziran 1931 tarihli El-Fadl gazetesinde İslâm'a karşı olduğunu açıkça ilan etti. “Allah, peygamber, Kur'an, oruç, hac ve zekât konularında olduğu kadar başka meselelerde de her bakımdan müslümanlardan ayrıyız.” dedi. Bu adamın ölümünden sonra 6 yıl kadar Hekim Nureddin, O'ndan sonra da Hoca Kemaleddin ve Muhammed Ali Lahorî tarafından bu din temsil edildi. Muhammed Ali Lahori'nin daha sonraları pişman olduğu söylenmektedir. İnançları şöyledir:
a) Mirza'nın Mesih olduğuna ve Hz. Muhammed'den sonra peygamber olarak geldiğine inanılır.
b) Cihad haram sayılır.
Kadiyanilik, Hindistan'da, Bahâîlik de İran'da aynı zamanda ortaya çıktılar.
Bahâîlik, Bâbilik'ten gelişme sentetik bir dindir. Kurucusu, Mirza Hüseyin Ali Mazenderâni adında bir İran'lıdır. inançları şöyledir:
Dinler arasında -sözde- fark gözetmezler. Hümanist bir görüş ve inanca sahip olduklarını ileri sürerler. Her yılın son 19 uncu günü oruç tutar, günde üç kez namaz kılarlar. Her ayın ilk günü bir toplantı yaparlar. Merkezleri Hayfa'dadır. Daha çok sosyete ve zenginler arasında tutunmuştur.
Bâbilik'e gelince, kendine “Bâb” yani kapı ünvanını takan, Mirza Ali Muhammed seyyid adlı İranlı biri tarafından kurulan düzmece dinin adıdır. Şeyhîlik Tarikatı'ndan ilham alınarak öğretileri bu adam tarafından uyduruldu. Bâb'ı hiç gözüyle görmeyen Mirza Hüseyin Ali Mazenderâni adlı bir diğer İranlı tarafından yeniden düzenlenip Bahâîlik adı altında yeni bir din olarak ilan edildi. Bâb'ın yazdığı Beyân adlı kitap, babîliğin öğretilerini içermektedir.
Bu kampların ikinci grubu ise: Mistik doktrinlere dayanan örgütlerdir.[36]
Bunlar, Yunan Felsefesinin, ya da birçok eski Hint-Asya dinlerinin öğretilerinden olan Fisagorizm, Neo Platonisme, Vahdet-i vücud, Patanjalizm, Yoga ve Fakirizm'den beslenerek zaman içinde meydana gelmişlerdir. Doktrinlerinin önemli bir cephesini oluşturan bu felsefeler, İslâm'a ait değerlerle sentezlenmiştir.
Bu doktrinler, dış yönleriyle daha çok İslâm’a ait değerler içinde yansıdıklarından, üzerinde temellendirildikleri yabancı unsurları farketmek sıradan insanlar için çok güçtür. Dolayısıyladır ki “Nirvana”'nın bir başka ifadesi olan Fenâfillâh ideali ile yine Budizm'e ait Patanjali Meditasyonu üzerinde kurulan Nakşibendîlikteki râbıta âyini, bu yönden hiç kimsenin dikkatini çekmemektedir.
Sebebine gelince bu mistik-felsefî inanışlar ve onları sembolize eden çeşitli ritüeller, özellikle Müslümansı-ortodoks yığınlar üzerinde çok şaşırtıcı etkiler bırakmaktadır. Onlara göre bu inanışlar zühd ve takva yolunun en ideal çizgisini temsil etmektedir. Çünkü onlara göre “zühd ve takvâ”: (Kur'ân'ın belirlediği ölçüler içinde yaşamak değil), tarikata bağlanmaktır; sofîliktir; dervişliktir; özetle mistik bir yaşam tarzıdır.
Bu yaşam biçiminin, bunalımlı çağdaş insanı büyüleyen yanları ise olaya karmaşık bir nitelik kazandırmaktadır. Vahyin ışıklandırdığı yolda gerçekleri görebilecek eğitimli, imanlı ve kararlı insan sayısı tahmin edilemeyecek kadar azalmıştır! Teknolojinin ve başdöndürücü hızın neden olduğu önemli gelişmelerle insanoğlunun epeyce mutsuzlaştığı gerçeğini eğer görmezlikten gelmiyorsak onun, ruhsal açıdan oldukça derin bir boşluk yaşadığına ve biraz kendine geldikçe de bir kurtuluş çaresi aradığına inanmalıyız. Evet, hakikaten insanların çok büyük bir bölümü bugün, ağır stres aldında ezildiği için mânevî bir teselli aramaktadır. Unutmamak gerekir ki bunalımlı insanları gerçekler değil, tam tersine tatlı hayaller ancak teselli edebilir. İşte tarikatların içyüzü ve doktrinlerinin kaynağı üzerinde dikkatlerin yoğunlaşamaması esasen bu sebebe dayanmaktadır. Çünkü tarikatlar, insanlara (hâşâ!) “Allah'ta eriyip ölümsüzleşerek sonsuza dek pembe dünyalarda yaşamayı” vaad etmektedir.[37] Bu ise insanların yorgun, mutsuz ve yaralı ruhları üzerinde müthiş bir terapi etkisi uyandırmaktadır.
Ancak dış cepheden İslâm'a ait malzemelerle dekore edildikleri izlenimini uyandırdıklarından, İslâm âlimleri bu örgütler hakkında genellikle ihtiyatlı davranmışlardır. Belki de eğitimsiz kalabalıkların zamanla ancak aydınlatılabileceğine inandıkları için muhtemel bir fitne ve kargaşaye neden olmamak bakımından tarikatlar hakkında kesin bir hüküm vermekten kaçınmışlardır. Bu ise mistisizmin tutunma ve yayılma eğilimini hızlandırmış, imkânını kolaylaştırmıştır. Özellikle bağlılarının ağırbaşlılık, sükûnet ve sürekli ibadet gibi etkileyici yaşantıları, geniş dindar kesimin nostaljik açıdan göz manzarasını okşayan ve onları psikolojik olarak etkileyen özel giyim tarzları, müritlerarası düzenli organizasyon, şeyhe karşı tarife sığmaz bağlılık ve fedakârlık gibi sosyal disiplinleri, bu mistik dinlerin, -özellikle avam arasında- geniş bir taban bulmasına yardım etmiştir.
Yılbaşı Kutlamaları ve Noel, Noel Baba (Kimin Babası ise?)
Noel, hıristiyanların Hz. İsa’nın doğduğu geceyi kutlamak için yaptıkları bayramdır. Noel ağacı: Hıristiyanların noel için kesip süsledikleri çama denir. Noel Baba: Hıristiyanların noel gecesi hediye getirdiğine inandıkları, inanmasalar da çocuklarını kandırdıkları mitolojik ve hayâlî kişidir. Hıristiyanlarca Hz. İsa’nın, Aralık ayının 25’inde doğduğu kabul edilir ve her yıl bu günde noel kutlanır. Eskiden Ocak ayının 6. günü kutlanırdı. Hz. İsa’nın hangi yıl doğduğu da hayli tartışmalıdır. Örneğin, Matta İncili’ne göre, bugün İsa’nın doğum yılı olarak kabul edilen yıldan, yani milattan en az dört yıl önce, Luka İncili’ne göre, milat diye kabul edilen yıldan 6 yıl sonra doğmuştur.
Ermeni mitolojisinde yeni yıl tanrısının adı Amanor’dur. Paganlık/putperestlik zamanlarında avlanan hayvanlar, Amanor’un onuruna çam ağaçlarına asılırdı. Noel günü çam ağacına çeşitli şeyler asılarak yapılan tören, hıristiyanlığa bu pagan/putperest geleneğinden geçmiştir. Ayrıca, ağaçlara tapmanın yaygın olduğu bölgelerde çam ağacına da tapılmıştır. Antik çağın ünlü Yunan ve Roma mitolojileri, ağaç tanrılarla doludur. Ağaçlar, Yunanlılarla Romalılarda tanrıların barınakları sayılıyor ve ağaçların bir ruhu olduğuna inanılıyordu.
Noel nedir?
Noel, (Müslümanların değil;) Hıristiyanların kutsal kabul ettikleri gün. Onların Hz. İsa'nın doğduğuna inandıkları, daha doğrusu öyle varsaydıkları zaman. Aslında İsa aleyhisselâm'ın ne zaman doğduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte, onun 31 Aralık - 1 Ocak gecesi doğmadığı kesindir. Katoliklere göre 25 Aralık'ta, Ortodoksların çoğuna göre 4 Ocak'ta, bazılarına göre milattan (resmen kendi doğum tarihinden) iki yıl önce, bazılarına göre 3 yıl sonra... 31 Aralık ve 1 Ocak putperest paganların bayram günü. Hıristiyanlıkla putperestliğin uzlaşması, paganların kutsal gününü bu muharref dinin kabul etmesiyle de ortaya çıkıyor.
Noel'e Hz. İsa'nın doğum günü deniliyor. İslamiyet bu konuya nasıl bakıyor?
Evet, doğum tarihi kesin şekilde bilinmemesine rağmen Noel'in Hz. İsa'nın doğum günü olarak yüzlerce seneden beri kutlana geldiği bir vâkıa. "İslâm bu konuya nasıl mı bakıyor?" İslâm anlayışına göre İsa (a.s.) bir kul ve rasûl. Noel'de ve milat denilen (miladî takvime göre) sıfır yılında doğan kimse, Hıristiyanlara göre bir tanrı. Evet, onlar tanrılarının doğum gününü kutluyorlar Noel denilen günlerde. Problemin özü ve İslâm'ın temel itirazı burada odaklanır. Daha önce yaşamamış, sonra bir anneden doğmuş olan ve haç'a gerilip öldürülen, birkaç yahûdinin ve Roma despotizminin elinden kendi canını kurtaramayan tanrı(!) Evet, evet! Başkalarının günahını kendi canıyla ödemek zorunda kalan, doğan ve ölen âciz tanrı... Kapitalizm adlı çağdaş Batı haçına asıp öldürdükleri ve günlük hayatta (bireysel, ekonomik, sosyal, siyasal ve esas olarak tevhidî yönüyle) yok ettikleri tanrılarının doğum günü. Hıristiyanlar açısından çok önemli sayılabilir tanrılarının doğum zamanı. Müslümanlar ise Allah'tan başka ilâh/tanrı kabul etmezler ve ilâh olarak inanılan birinin doğmasını, ölmesini kabullenmezler ki, böyle uyduruk bir tanrının doğum gününü kutlasınlar. "De ki; O Allah birdir. Allah sameddir, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O baba da değildir, oğul da. O'nun hiçbir dengi yoktur." (112/İhlâs, 1-4). "Allah'ın bir evlât edinmesi, olur şey değildir. O, bundan münezzehtir. Bir işe hükmettiği zaman, ona sadece 'ol!' der ve hemen o oluverir. (İsa, yine şöyle dedi:) 'Muhakkak ki Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O'na kulluk ve ibadet edin. İşte, sırât-ı müstakîm/dosdoğru yol budur." (19/Meryem, 35-36)
Müslümanın Noel'e ve bunun uzantısı olan yılbaşına tavrı nasıl olmalıdır?
Allah'ın râzı olduğu tek din olan İslâm; tamamlanmış, eksiksiz hak dindir (5/Mâide, 3). Müslüman'ın da her şeyi orijinaldir. Başka din ve ideolojilerden bir şey alma gereği duymaz. Bağlılarına başka din mensuplarına benzemeyi yasaklar. Müslümanlar, muharref ve bâtıl din mensuplarını taklit basitliğine tenezzül etmez. İslâm'ın her şeyi kendine hastır. Müslümanların takvimi ve takvim başı da çok farklıdır. İslâm anlayışına göre zamanın dönüm noktası, tarihin kırılma anları olan ve her biri "hicret"le ilgili farklı çağ tasnifi söz konusudur. Hz. Âdem'in Cennetten dünyaya hicretiyle başlayan "kurûn-ı ûlâ" (ilk çağ), Hz. Mûsâ'nın Mısır'dan hicretine kadar sürmüş, bu önemli hicretle "kurûn-ı vustâ" (orta çağ) başlayıp tarihin görüp göreceği o en muhteşem Peygamber şehrine hicrete kadar sürmüştür. Medine'ye hicretle başlayıp insanoğlunun topyekün âhirete hicret edeceği kıyâmete kadar sürecek çağın adı da, "kurûn-ı uhrâ" yani son çağ, âhir zaman olmuştur. İşte tarihin son dilimi, Medine'ye hicretle başlar. Ve bu tarih, Müslümanların takvim başı, 1 Muharrem de onların yılbaşısıdır.
Bilinçsiz Müslümanlar öyle zihnî işgallere uğradı ki, Hıristiyan Batının tanrılaştırdığı zâtın uydurma doğum gününü, bundan daha fecîsi büyük tâğutların önemli günlerini bildiği ve önemsediği kadar, "benim peygamberim" dediği zâtı Muhammed’i (s.a.s.), onun doğum gününü, hicretini, mücadelesini, dâvâsını bilmiyor. Tabii, bilmediği zâtı örnek alması da elbette mümkün olmuyor. Unutmayalım ki, her toplum kendi önderleriyle ve o önderleri arkasında haşrolacaktır.
Bazı bilinçsiz Müslümanların bunu kutlamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bilinçsiz Müslümanlar ne yapmıyorlar, ne haltlar işlemiyorlar ki, böyle bir cinayeti işlemesinler. Yüce Kur'an "Hıristiyan ve Yahûdileri dost edinmeyin" mi buyuruyor; Yüce Rasûl "Bizden başkasına (bâtıl ve muharref din mensuplarına) benzeyen Bizden değildir" mi diyor; ne gam! İmam-ı Mübîn'i ve takvâ önderini bırakıp küfür önderlerini rehber edinenlerin burnu leşten kurtulur mu hiç? Batılılar (Hıristiyan ve Yahûdiler) keler deliğine girse, işte "moda, imaj, çağdaşlık, ilericilik, modern yaşam" deyip o deliğe dalıp yüz defa ısırılma pahasına o zehirli hayvanlarla birlikteliğe adaydır bilinçsiz insanımız.
Öyleyse bilinçli Müslümanlara çok iş düşüyor.
Medya tarafından Yılbaşı tüketim çılgınlığı haline dönüştürülüyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çağ; kandırma, aldatma ve sömürü çağı; modern câhiliyye asrı. Her şey, tüketmeye ve tükenmeye âlet edilmiş. Kendi kutsallarını bile kapitalizme kurban etmekten çekinmeyen Batı, sömürünün yağlı urganını tüm dünyanın boynuna geçirmek için tanrısını da oltasına yem olarak kullanmaktan sadistçe zevk alıyor.
Batının yerli uşakları ve gönüllü fedaileri durumundaki Truva atı, devşirme casuslarının, yani görsel ve yazılı basının misyonu belli: İslâmî değerlere sövmek, Batılı bâtıl değer(sizlik)leri övmek. Çam devirmeyi iyi becerir medya. Allah için kurbanlık hayvanlara hayvancıl merhamet gösterisinde bulunurken hindileri Noel kurbanı yapmanın misyonerliğine soyunmaktan çekinmez. Cübbeli ve sakallı âlim kıyafeti görmeye tahammül edemeyen "irtica" düşmanları, kıpkızıl papaz giysisiyle babaları Noel'e hayranlıklarını ve kurbanlarını sunuyorlar.
Tüm bunlar kapitalizm dininin âyinleri aslında. Medya ve İslâm dışı düzenler de âyinleri yöneten papaz rolünü üstleniyor.
Yılbaşı gününde milli piyango bileti almak ne kadar doğrudur?
Kur'an "millet" kelimesine "din" anlamı verir. "Millî" de "dinî" demektir Kur'an kavramı olarak. "Millî Piyango" "dinî piyango, dinî kumar" demektir. Çok yanlış bir kullanım mı dersiniz? Bence hayır! Çok doğru bir ifadedir millî, yani dinî piyango. Kapitalizm de bir dindir (bâtıl/uydurma din), düzenin dinlerinden biri... Bu dinin de "zekât"a alternatif bir âyini olmalı diye düşünmüşler ve "dinî kumar" çıkmış ortaya. Böyle dine, böyle ibâdet... Ali'nin parası Veli'ye gidiyor sanılsa da aslında, bu kumar parasında aslan (sırtlan mı demeliyim) payı düzenin. Kapitalist düzene de millî kumarbazlık iyi yakışıyor doğrusu. Kriz ortamında 70 milyonluk ülkede 50 milyondan fazla piyango bileti satılıyorsa, gerisini siz düşünün.
Böyle kutsal(!) bir günde, böyle kutsal(!) bir kumar, tüm gerçek kutsallara savaş açan Batı ve bâtıl düzenler için muska ve madalya görevini yapıyor.
Halkın umurunda bile değil haramlar, "para gelsin de nereden nasıl gelirse gelsin" duâsı (daha doğrusu, bedduâsı) olmuş garibanın. "Milli Piyangonun haram olduğunu bile bilmeyen Müslümanlar var" deniliyorsa, iki kere "eyvah!" demek düşüyor bize ve iki misli gayret...
Bir Müslüman türlü rezilliklerin yaşandığı yılbaşı gecesini nasıl değerlendirmelidir?
Müslüman'ın yılbaşısı değildir elbette 31 Aralık, 1 Ocak. O kutlayacaksa Muharrem ayının girişini kutlar. Kutlar, yani bir yıl daha yaşadığı için Rabbine şükreder. Rabbinin verdiği zaman ve ömür nimetleri haramlarla O'na isyan ederek mi kutlanır ve bir yılın geçip yeni bir yılın girişi?
1 Ocak, Mekke fethinin yıldönümüdür. Müslüman, Kur'an'da Nasr sûresinde özel olarak bahsedilen bu olayı İstanbul'un fethinden daha görkemli, daha ibâdet bilinciyle kutlar. İsyan ederek değil; şükrederek. Mekke'yi yeniden fethetmek için küçük Mekkelerini fethetmek önceliğini ve sorumluluğunu kuşanarak...
Mekke'mizin, Mekkelerimizin, İstanbul’un, Anadolu’nun yeniden fethini Müslümanca kutlayamamanın ıstırabını yaşayan ve bu zaferlere aday, cihad ve tevhid eri gençliği bekliyor ve onun yetişmesi için gece-gündüz koşturmamız gerektiğini haykırıyoruz.
Örf, kanun olmadığı halde, halk tarafından alışkanlık olarak uyulan, bulunulan yere ve hallerin icabına göre şekillenen akla aykırı olmayan, dince kötü karşılanmayan davranış, töre ve âdettir. Âdet de, halkın devam edegeldiği davranışlardır. Belirli bir şuur belirtmez, nesilden nesle devredilir. Kâmil imana ulaşamamış her insan, çevre şartlarından etkilenir. Kısa bir süre sonra alışkanlıklar, din haline geliverir. “Biz bize benzeriz” sözündeki mâhiyet budur. İslâm ulemâsı örf ve âdeti; “Akl-ı selîmin üzerinde ittifak ettiği ve halkın devam edegeldiği şeylerdir ki, birçok kere tekrar olunur” şeklinde tarif etmiştir. Ayrıca, örf ve âdette dikkat edilecek husus; “şer’an ve aklen müstahsen (güzel) olması, selim aklı sahipleri yanında münker olmamasıdır.” Tariflere dikkat edersek, örf ve âdetin oluşmasında emir sahiplerinin (otoritenin) etkisini hemen kavrarız. Şöyle ki: Şer’an ve alken müstahsen olan bir hususu halkın îfâ edebilmesi, emir sahiplerinin onu yasaklaması ile yakından ilgilidir. Âdet, halkın bilinçsizce yapageldiği, eski nesillerden devraldığı davranışlar olduğundan, eğer emir sahipleri müdâhale ederse, kesinti ortaya çıkar. Meselâ, Osmanlı Devletinde II. Mahmud döneminde, halkın kıyâfeti değiştirilmiştir. Sarık çıkartılmış, fes esas alınmış, şalvar çıkarılmış, setre pantolona geçilmiştir. Bu âdete müdâhale, II. Mahmud’a “Gâvur Padişah” sıfatının takılmasına sebep olmuştur. Ulemâ fes’in şiddetle karşısındadır. Cumhuriyet döneminde bu defa fes’in çıkarılıp fötr şapka giyilmesi korkunç tepkiyle karşılanmıştır. Ancak, her devirde, mesele ancak ulemâ arasında ilmî olarak tartışılmış, halk da, âdetlerinin bozulmasına üzülmüştür.
Demokratik laik toplumlarda örf ve âdetin, “meclislerin çıkaracağı kanunlarla şekil değiştireceği” ifâdesi pek de abartılı olmaz. Çünkü siyasî yönetim, hükümlerini uyguladığı sürece ayakta kalır. Halkın bir kısmı isteyerek, bir kısmı da kerhen, meclislerin hükümlerine uyar. Halkın devam edegeldiği birçok davranış, kanunen suç olmamak zorundadır. İşte bu, cemiyetin şahsiyetinin, anayasa ve kanunların çizgisinde yeniden teşekkül etmesidir. 1924’ten itibaren örf ve âdetler, yeni mâhiyetler kazanmıştır. Çünkü selim akıl sahiplerini, şer’an ve aklen güzel olup olmadığı hususunda tartışma yapmaları mümkün değildir. Bu noktada herhangi bir meseleyi tartışırken “atalarımızdan böyle gördük” deyip, haklı çıkmaya çalışmak yanlıştır. Zira şu anda örf ve âdetle değil, alışkanlıklarla karşı karşıyayız.[38]
İslâm’a göre hâkimiyet ve sınırlandırılamaz egemenlik yalnızca Allah’ındır. Bu konuda bütün gerçek müslümanlar arasında tam bir fikir birliği vardır. Hüküm koymak Allah'a has bir yetkidir. Başkalarının bu konuda herhangi bir ortaklığı yoktur. Hiçbir kimsenin Allah ile birlikte hüküm koyması sözkonusu değildir. O, hükmüne hiçbir kimseyi asla ortak etmez.[39] İslâm’da gerçeğin ölçüsü ve yegâne hak, Allah’ın Kitabı ve Rasûlü’nün sünneti olduğundan, herkesin bu hükümleri kabul etmesi gerekir. Kim kendiliğinden birtakım sözler ortaya koyar ve kendi anlayışına göre bazı kurallar ortaya atarsa ve bunu kendi anlayışı, hatta dini yorumlayışı sonucunda ileri sürerse, bu söylenenler Rasûlün getirdiklerine arz olununcaya kadar ümmetin ona uyması ve anlaşmazlıklarında onun hükmüne başvurması gerekmez. Eğer Rasûlün getirdikleri ile çatışmaz ve uygun düşerse, doğrulukları belgelenirse ancak o zaman kabul edilir; fakat Rasûl’ün getirdiklerine aykırı olursa o zaman bunların reddedilmesi gerekir.[40] Çünkü Yüce Rabbimiz mü’minlerin geçerli bir imana sahip olmaları için aralarındaki anlaşmazlıklarda Rasûl’ün hükmüne başvurmayı şart koşmakla kalmamış; içlerinde herhangi bir sıkıntı duymaksızın ve tam bir teslimiyetle, verdiği hükme teslim olmayı öngörmüş bulunuyor.[41]
Kısacası, Allah ve Rasûlü herhangi bir konuda hüküm vermiş ise, hiçbir mü’minin o konuda istediklerini tercih etme yetkisi yoktur.[42] “Allah’ın, Rasûlü Muhammed’e indirdiğinden başkası ile hüküm vermek helâl değildir; çünkü hak yalnız odur. Onun dışında kalan bütün hükümler ise zulüm ve haksızlıktır. Bu zulüm ve haksızlıkla hükmetmek helâl değildir. Herhangi bir hâkim (yönetici veya kadı), bu helâl olmayan hükümle hükmedecek olursa verdiği bu hüküm ebediyyen geçersiz kılınır, onunla amel edilmez” diyen İbn Hazm[43], buna delil olarak da Kur’ân-ı Kerim’deki: “Ve onlar arasında Allah’ın indirdiğiyle hükmet...”[44] âyetini göstermiştir.
Yüce Rabbimizin hâkimiyetinin boyutlarını ya da İslâm’ın hâkimiyet yorumunu daha iyi anlayabilmek; diğer taraftan Allah’ın beşer üzerindeki hâkimiyetinin gerekçelerini kavrayabilmek için “Allah’ın hâkimiyeti”nin çeşitli yönlerine dikkat çekmek gerekir.
a- Allah’ın Kevnî Hâkimiyeti: Allah, bu kâinatın biricik yaratıcısıdır. Gördüğümüz, göremediğimiz; bildiğimiz, bilemediğimiz her şeyi yaratan, mutlak yaratıcı O’dur. O’ndan başka yaratan yoktur. O aynı zamanda yarattıklarının Müdebbir’i, Rabbi ve Mâlikidir. Kâinatın kanunlarına, varlık âlemindeki bu düzenin işleyişine O’ndan başka hiçbir kimse müdâhalede bulunamaz; O’nun irâdesine aykırı hiçbir şey gerçekleştirilemez: “De ki: Düşündünüz mü hiç; eğer Allah, üzerinize geceyi tâ kıyâmet gününe kadar aralıksız sürdürse Allah’tan başka size ışık getirecek bir başka ilâh var mıdır? Hâlâ işitmeyecek misiniz? De ki: Düşündünüz mü hiç, eğer Allah gündüzü üzerinizde kıyâmet gününe kadar aralıksız devam ettirse, içinde dinleneceğiniz geceyi Allah’tan başka getirecek bir başka ilâh var mıdır?[45]
b- Uhrevî Hâkimiyet: Bütün olay, nimet ve cezalarıyla âhiret hayatı da Allah’ın mutlak hâkimiyeti içerisindedir. Kur’ân-ı Kerim, Yüce Allah’ın âhirette tecellî edecek olan mutlak hâkimiyetine dair sayılamayacak kadar çok buyruk ihtivâ eder. “Kâfir olanlar, kendilerine kıyâmet gelip çatıncaya, yahut kısır bir günün azabı gelinceye kadar o Kur’an’dan şüphe içindedirler. O gün mülk Allah’ındır; onlar arasında O hüküm verir...”[46] “O günde onlar (kabirlerinden) çıkacaklardır. Onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz. ‘Bu gün mülk (hâkimiyet ve her şeyin mutlak sahipliği) kimindir?’ (diye sorar.) Kahhâr ve tek olan Allah’ındır. Bugün herkese kazandığı ile karşılık verilecektir. Zulüm yoktur. Bugün Allah hesabı çarçabuk görendir.”[47]
c- Genel Olarak Değer Yargılarında Hâkimiyet: Bilindiği gibi eşya ve olaylar hakkında belirli birtakım değerlendirmeler yapmak ve onlara karşı bu değerlendirmelere göre tavır takınmak, istemek, ya da uzak durmak ve arzulamamak söz konusudur. Bu her zaman, her toplum ve kişide görülegelmiştir. Kısacası insan, hayrı ister ve arzular, şerden ve kötülükten de uzak kalmaya çalışır. Bu tavır ise, onun sahip olduğu ya da benimsediği değer yargılarının bir sonucudur. Kur’ân-ı Kerim; bir bakıma baştan sona bazı değer yargıları, bu yargılara karşı takınılan tavırlar ve bu tavırların sonuçlarına dair açıklamaların yer aldığı ilâhî mesajdır.
Değer yargılarını belirleme ve koyma yetkisinin mutlak olarak Yüce Rabbimize ait olduğunu vurgulayan bazı buyruklara işaret edelim: Haram-helâl kılma yetkisi yalnız Allah’ındır: “De ki: Allah’ın kulları için yarattığı süsü ve güzel rızkı kim haram kıldı?”[48] “Ey iman edenler, Allah’ın size helâl kıldığı hoş ve temiz şeyleri kendinize haram kılmayın ve haddi aşmayın, çünkü Allah haddi aşanları sevmez.”[49] Câhilî düzenlerde zamanla oluşan ve Allah’ın emir ve hükümlerine aykırı câhilî değer yargıları reddedilmiştir.[50] İslâm’dan önce çeşitli helâl ve haramlara dair birtakım değer yargılarından etraflı bir şekilde söz eden buyruklardan[51] sonra, Yüce Allah, Peygamberine bu uydurma değer yargılarını Allah'a atfeden kimselere şöyle seslenmesini emretmektedir: “De ki: ‘Allah şunu haram kıldı’ diye şâhitlik edecek şâhitlerinizi getirin. Eğer şâhitlik ederlerse sen onlarla şâhitlik etme...”[52] Bundan sonraki âyette de Yüce Allah, bütün bu konulardaki hükümlerini oldukça özlü bir şekilde açıklamaktadır.
d- Kanunî (Hukukî) Hâkimiyet: Cenâb-ı Allah şu âyet-i kerimede ve benzerlerinde bütün kapsamı ve boyutlarıyla hâkimiyetin yalnızca kendisinin olduğunu dile getirmektedir: “Hüküm yalnız Allah’ındır. O, kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.”[53] Burada “hüküm” kapsamına kanunî ya da hukukî, şer’î hâkimiyetin girdiği şüphesizdir. Diğer taraftan Allah’ın hâkimiyetini kabul etmek ve dosdoğru din üzere bulunmak arasındaki ilişki de kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Nitekim başka âyet-i kerimelerde Allah’ın izin vermediği yasamalarda bulunmanın şirk ve bu şekilde yasama yapanların bu yetkilerini kabul edip karşı çıkmamanın da onları Allah'a ortak kabul etmek olarak vurgulandığını görmekteyiz.[54]
Aralarında hüküm vermek üzere Allah'a ve Rasûlüne çağrıldıklarında, münâfıklar bundan yüz çevirdikleri halde, mü’minlerin tavrı, dinleyip itaat etmekten ibarettir.[55] Kitab, yani Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber’e insanlar arasında hak ile hükmetsin diye indirilmiştir.[56] Allah'a ve Rasûlüne iman etmek iddiası ile birlikte tâğutun hükmünü isteyenlerin iman iddiaları geçersizdir. Tâğut ve tâğutun hükmü; “Allah’ın karşısına dikilen, ayaklanan, O’nun emirlerine zıt yeni hükümler icat eden her varlık, Allah’tan başka itaat edilmesi istenen her şey, kendisine ister bilerek ve isteyerek uyulsun; isterse zorla, tehditle boyun eğdirilsin, her iki halde de itaat edilen konumuna girmektedir. Bu nesnenin insan olmasının, şeytan olmasının, put olmasının yahut da bunlardan başka herhangi bir şey olmasının önemi yoktur.”[57] Allah'a iman ile tâğutun hükmüne başvurmak bir arada bulunamaz. Bu gibi kimselerin bu tavırları münâfıklıklarının tescilidir. Onlar Allah’ın ve Rasûlünün hükmüne yanaşmazlar.[58]
Kısacası, anlaşmazlık konuları Allah’ın ve Rasûlünün hükümlerine, bu hükümlerin çerçevesine havâle edilmedikçe ve bu hükümlere râzı olunup tam bir teslimiyetle uyulmadıkça, imanın varlığından söz edilemez.[59] Hz. Peygamber’in hüküm verme yetkisi ve ülü’l-emr ile müctehidlerin çıkardıkları Allah’ın hükümleri çerçevesi içerisindeki ilmî ictihadlarının; esasen Allah tarafından tanınmış ve sınırları tayin edilmiş olduğundan, bağımsız bir teşrî (kanun koyma) olarak kabul edilemeyeceğini ve Allah ile birlikte ve O’nun hükmüne eş değerde hüküm koymak yetkisine sahip olmadıklarını ayrıca belirtmeye gerek yoktur. Onların bu yetkileri, sınırları ile birlikte yine Allah tarafından tâyin ve tesbit edildiğinden, O’nun kanunî hâkimiyeti yine mutlaktır ve ortaksızdır.
e- Siyâsal Hâkimiyet: Kanunî hâkimiyete siyasal alanda yürürlük kazandırmak ve onun geçerliliğini sağlamak olarak tarif edebileceğimiz “siyasal hâkimiyet”i elinde bulunduran makama İslâm’da “hilâfet” denilmektedir. Şânı yüce Allah, ilk insan -ve dolayısıyla onun soyundan gelecek olanları da- yeryüzünde halife olarak yaratmıştır.[60] Halifelik, başkasının yerine, onun adına görev yapmak veya tasarruflarda bulunmak demektir. Halife ise, başkası tarafından kendi adına iş görmek üzere görevlendirilen kişiye denir. İşte bu mânâda bütün insanlar Allah’ın tâyin ettiği yeryüzünün halifeleridir. Allah’ın hükümlerinin uygulanmasının ise belirli bir yapılanmayı gerektireceği açıktır. İşte bu yolla Yüce Allah’ın hükümleri yürürlük kazanır ve siyasal hâkimiyeti uygulama alanı bulur.
Hâkimiyet Allah’ın Olmayınca…
İlk peygamberden itibaren insanların bir bakıma Allah’ın hâkimiyetini kabul etmek üzere dâvet edilegeldikleri, Kur’an’ın bize bildirdiği gerçeklerdendir. Ancak insanların zaman zaman birtakım tâğutların câhilî egemenlikleri altında yaşadıkları, onların hükümlerine isteyerek ya da istemeyerek itaat ettikleri de bir gerçektir. Aynı vâkıa ile insanlık, günümüzde de karşı karşıya bulunmaktadır. Hâkimiyet Allah’ın olmayınca, hükümlerde adâlet ve değer yargılarında isâbet olmayacağı, yani “sırât-ı müstakîm” üzere gitmeye imkân bulunmayacağı gibi; insanlığın şeref ve haysiyetine yakışmayan, insanı alçaltan birçok durum da sözkonusu olacaktır. Bunların bazısına âyet-i kerimelerin ışığında işaret edelim:
a) Hâkimiyet Allah’ın olmayınca, egemenler ilâhlık ve rablık konumunda, egemenlik altında bulunanlar kulluk konumunda olurlar. Kur’ân-ı Kerim, hıristiyan ve yahûdi din adamlarını Allah’ın dinini değiştirip O’nun hükümlerine aykırı hüküm koymalarının kabul edilmesini, onları “rab olarak” tanımak şeklinde değerlendirirken;[61] Peygamber (s.a.s.) de bu durumun, din adamlarının Allah’ın hükümlerine aykırı olarak helâl ve haram kılmalarının kabul edilmesi sûretiyle ortaya çıktığını belirtmiştir.[62] Nitekim Hz. Mûsâ (a.s.) da Firavun’un İsrâiloğullarını egemenliği altında tutmasını, onları “kul edinmek” olarak nitelendirmiştir.[63]
b) Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler, egemenlikleri çeşitli gruplara böler; onları zaafa düşürür; yeryüzünde fesat çıkartır, bozgunculuk yaparlar. “Firavun, gerçekten o arzda azmış, halkını parça parça etmişti. Onlardan bir zümreyi güçsüz düşürüyor, oğullarını boğazlatıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. O gerçekten fesatçılardandı.”[64]
c) Câhilî hükümlerle hükmeden tâğutlar; egemenlikleri altında bulunan kimselerin olayları sağlıklı bir şekilde değerlendirmelerine imkân bırakmayacak şartlar oluştururlar; gerçekleştirdikleri kültür yapısı ve eğitim ortamı ile insanları sağlam ve gerçekçi yargılarda bulunmak imkânından mahrum bırakırlar: “İşte (Firavun) bu şekilde kavmini küçümsedi (hafife aldı); onlar da ona itaat ettiler; çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavim idiler.”[65]
d) Alah’ın hâkimiyetini, dolayısıyla ulûhiyet ve rubûbiyetini reddedenler; egemenliklerini kaybetmek korkusuyla gerçeklerin anlaşılmaması, ulûhiyetlerinin sahteliğinin ortaya çıkmaması için özel çaba harcarlar: “Firavun; ‘Ey ileri gelenler, sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum. Ey Hâmân; benim için çamur üzerine bir ateş yak ve bana bir kule yap ki, Mûsâ’nın tanrısına çıkayım; bununla birlikte onun mutlaka yalancı olduğunu da sanıyorum.”[66]
Allah’ın Hâkimiyetini Kabul Etmemek: İrâde sahibi ve tercih yetkisine sahip olan insan, kâinatın Allah’ın hükmüne boyun eğmekte olduğunu da görmektedir. Bu evren içerisinde böyle bir yetki yalnızca insan için sözkonusudur. İnsan, diğer yaratıklardan ayrı olarak Allah’ın değer yargıları ile hukukî ve siyasî alandaki hâkimiyetini kabul etmekle de yükümlüdür. Allah’ın bu alanlarda hâkimiyeti karşısında mü’minin tavrı, Kur’ân-ı Kerim’de şu şekilde belirlenmiştir: “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, iman etmiş her bir erkek ve kadına, o işte kendi istediklerini tercih etme yetkisi yoktur.”[67] Mü’minler, kendi aralarındaki anlaşmazlıkları Allah’ın ve Rasûlünün hükmüne başvurarak çözüme ulaştırmak yükümlülüğünde oldukları gibi; onların hükmüne de tam bir teslimiyetle boyun eğmek zorundadırlar.[68] Allah’ın hükmünü kabul etmemek, O’nun hükmü ile hükmetmemek ise, insanı iman dairesinin dışına çıkarır; kâfir, zâlim ve fâsık yapar.[69]
Kur’ânî çerçevesi ile tanımlamaya çalıştığımız hâkimiyeti bu çerçeve ve mâhiyeti ile kabul etmek, aynı zamanda İslâm Dini’nin tabiatının bir gereğidir. Müslümanın Kur’an ve Sünnetin açık hükümleri ile belirlenmiş olan ve imanî bir yansıma olarak kabul edebileceğimiz müslümanca mantık ya da anlayış da, -belirtilen çerçevesi ile- Allah’ın hâkimiyetini kayıtsız ve şartsız olarak kabul etmesi gerektiğini tartışılmaz bir şekilde ortaya koymaktadır. Bunun ilmî ve mantıkî gerekçelerini şöyle özetleyebiliriz:
- Allah, her şeyi yaratan, var eden, her bir varlığın var olmasını takdir eden, eşyayı ve eşyalar arası ilişkileri düzenleyen, bu İlâhî nizam/düzen içerisinde bu ilişkilerin devamını sağlayandır.
- İnsan da Allah’ın yarattığı bir varlıktır. Eşref-i mahlûktur. Mükellefiyeti ve halifelik makamına getirilmiş olması, onun diğer varlıklardan farklı yanını, yerine göre üstünlüğünü ortaya koymaktadır. İnsanı halifelik makamında ve birtakım mükellefiyetlerle sınayan Yüce Allah, insandan emir ve hükümlerine, kısacası şeriatine uygun olarak yaşamasını istemiş, kendisinden başka varlıkları, gerek yaratıcılık, gerek emir, kanun ve hüküm koyma yönleriyle kendisine eş tutmamasını, yani şirk koşmamasını özellikle emretmiştir. Yani, Allah’ın hükümleri dururken başka hükümleri kabul etmek, ya da herhangi bir hükmü Allah’ın dininin alternatifi olarak görmek, Allah'a şirk koşma şekillerindendir.
- İslâm’a göre Allah, mü’minlerin velîsidir. Onların yâr ve yardımcısıdır. Dolayısıyla Allah, mü’minleri dünyada başıboş ve herhangi bir hususta kendi hallerine terk etmez, kendisinden başkalarına da muhtaç etmez. Yüce Allah’ın bizleri hayatımızın herhangi bir alanı için hüküm ve şeriat koymak zorunda bırakmamış olması da, Allah’ın mü’minleri velî edinmiş olmasının ayrı bir göstergesidir. Mü’minler de bu geniş çerçevesiyle Allah’tan ve Allah’ın velî edinilmelerini emrettiği kimselerden başkasını velî edinemezler. Mü’minlerin velîsi, ancak Allah’tır, Rasûlüdür ve samimi mü’minlerdir.[70]
Allah'ın İndirdiğiyle Hükmetme: "Şeriat", Kur'an ve sünnette geldiği şekliyle değişmeyen ve kaynağı vahiy olan dindir. Bu anlamda, Kur'an ve sünnet dinin asıllarıdır. Allah'ın hâkimiyeti, bilfiil, ilâhî teşrîde ve şeriatin içerdiği emirler, yasaklar ve kendisine inanan toplum açısından uygulanması ve uyulması gerekli hükümlerde geçerlidir. Kendinden çıkarılan kanunlar ve ictihadlar ve gereğine göre hüküm verme şeklinde şeriati anlatma, son tahlilde, şeriatin hükmünü kanun kalıbına dökücü yasama faâliyeti anlamındaki düzenlemeleri uygulayan, bu düzenlemeye uygun olarak yargılama yapan ve hükümlerini yürüten insanların elindedir.[71]
Dâvâmızın sonu el-hamdu lillâhi rabbi’l-âlemîn’dir. Âlemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun!
[1] Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, s. 230
[2] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılab Y., s. 199-201
[3] Geniş bilgi ve örnekler için bkz. Bu Din Benim Dinim Değil, Abdurrahman Dilipak, İşaret Ferşat Y.
[4] 33/Ahzâb, 4
[5] 36/Yâsin, 60-61
[6] 98/Beyyine; 5, 39/Zümer, 2-5
[7] 5/Mâide, 104
[8] 23/Mü’minûn, 91; 21/Enbiyâ, 22
[9] 2/Bakara, 256
[10] 9/Tevbe, 31
[11] Tirmizî, Tefsir (9. Sûre) 10
[12] 42/Şûrâ, 21
[13] 6/En’âm, 153
[14] 6/En’âm, 162-163; M. Beşir Eryarsoy, İslâm’a Göre Laiklik, Demokrasi ve Hâkimiyet, s. 91
[15] 3/Âl-i İmrân, 85
[16] Ferit Aydın, a.g.e., s. 68-71
[17] Mevdûdi, İslâm’da Hükümet, Hilal Y., s. 421-422
[18] 5/Mâide, 50
[19] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l Azîm, II/67
[20] 25/Furkan, 43
[21] 6/En’âm, 153
[22] 25/Furkan, 43
[23] 6/En’âm, 153
[24] 57/Hadîd, 23
[25] M. Beşir Eryarsoy, İslâm’a Göre Laiklik, Demokrasi ve Hâkimiyet, Buruc Y., s. 53-90
[26] 93/Duhâ, 7
[27] Ercümend Özkan, İnanmak ve Yaşamak, Anlam Y., c. 2, s. 147-150
[28] Ahmet Özalp, Şamil İslam Ansiklopedisi, c. 3, s. 299-301
[29] 17/İsrâ, 77
[30] Ferit Aydın, İslâm’da İnanç Sistemi, Kahraman Y., s. 36-38
[31] Ezkârî, Ahbâru Mekke, I/121
[32] Ezkârî, a.g.e., I/121
[33] Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları Şirk Psikolojisi, Marifet Y. s. 41-42
[34] 71/Nûh, 23. Bu âyette geçen putlar ve bunların Nuh (a.s.) zamanında yaşamış sâlih insanlar olduğu, daha sonra tanrılaştırıldığı hakkında bak. İbn Kesir Tefsiri, ilgili âyetin açıklaması.
[35] Ferit Aydın, a.g.e., s. 133-135
[36] Zındıkların bir grubu sayılır.
[37] Ferit Aydın, a.g.e., s. 60-61
[38] Y. Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılab Y., s. 278-279
[39] 18/Kehf, 26
[40] İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd, 1/38
[41] 4/Nisâ, 65
[42] 33/Ahzâb, 36
[43] el-Muhallâ, 9/362
[44] 5/Mâide, 49
[45] 28/Kasas, 71-72
[46] 22/Hacc, 55-56
[47] 40/Mü’min, 16-17
[48] 7/A’râf, 32
[49] 5/Mâide, 87
[50] Bak. 5/Mâide, 103
[51] 6/En’âm, 136-149
[52] 6/En’âm, 150
[53] 12/Yûsuf, 40
[54] 42/Şûrâ, 21
[55] 24/Nûr, 48-52
[56] 4/Nisâ, 105
[57] Taberî, Câmiu’l-Beyan, 3/13
[58] 4/Nisâ, 60-61
[59] 4/Nisâ, 65
[60] 2/Bakara, 30; 35/Fâtır, 39
[61] 9/Tevbe, 31
[62] Tirmizî, Tefsîr 9. Sûre, 10
[63] 26/Şûrâ, 22
[64] 28/Kasas, 4
[65] 43/Zuhruf, 54
[66] 28/Kasas, 38
[67] 33/Ahzâb, 36
[68] 4/Nisâ, 59, 65
[69] 5/Mâide, 44, 45, 47
[70] 5/Mâide, 55; M. Beşir Eryarsoy, İslâm’a Göre Laiklik, Demokrasi ve Hâkimiyet, Buruc Y., s. 91-107
[71] Nevin A. Mustafa, İslâm Düşüncesinde Muhâlefet, İz Y., 80, 87-88
ATALAR YOLU
ATALA R Y O L U
- Atalar Yolu; Anlam ve Mâhiyeti
- Atalar Yolu, Her Dönemdeki Câhiliyyenin Temel Dinidir
- Kur'ân-ı Kerim'de Atalar Yolu İle İlgi Âyetler
- Atalar Kültü; Sosyal Çevre ve Geleneğin Putlaştırılması
- Hurâfe
- Çokça Görülen Hurâfe ve Bâtıl İnanışlar
- Muska ve Muskacılık
- Bid'at
- Taklit ve Taklitçilik
- Dini Hurâfeler Yığını Haline Getirmek, Yozlaştırmak; Tahrif Çabasıdır
- Sünnetin Tahrif Çabaları
- İsrâiliyyât
- Çağdaş İsrâiliyyât
- Bazı Hurâfeci Tahrif Akımları
- Muharrifler ve Müceddidler
- Sorular
Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:
* Atalar yolu kavramını, Kur’an’ın gölgesinde ve ilk Arap câhiliyyesinden
yola çıkarak tanımlayabilmek.
* Atalar yolunun her dönemde görülebilecek ortak câhiliye anlayış ve inancı
olduğunu, güncel çıkarımlarla örneklendirebilmek.
* Atalar yolu ile ilgili Kur’an’ın temel mesajını birkaç âyet meali ışığında
her dönem ve her coğrafyadaki câhiliyyenin özelliklerini listeleyebilmek.
* Atalar kültünü ifadelendirerek, sosyal çevrenin ve geleneğin nasıl
putlaştırıldığını örneklerle açıklayabilmek.
* Hurâfe ve bid’ati tanımlayabilmek ve Kur’an ve Sünnetten delillerle
bunların hükümlerini değerlendirebilmek.
* Toplumda görülen hurâfelere, bid’atlere ve bâtıl inanışlara örnekler
verebilmek.
* Muska ve muskacılığın nerede ve kimler tarafından kullanılmaya
başlandığını ve İslâm’ın bu konudaki tavrını ifadelendirebilmek.
* Taklit ve taklitçilik hakkında doyurucu bilgiler verebilmek.
* Eski dinlerin tahriflerinden yola çıkarak Müslümanlığın tahrif edilmek
İstenmesinin nasıl ve hangi boyutlarda olduğunu izah edebilmek.
* İsrâiliyyâtı tanımlayabilmek ve tarihsel süreç içindeki isrâiliyyâtı ve
çağdaş isrâiliyyâtı örnekleriyle açıklayabilmek. Bu ülkede ve güncel
hurâfeci ve tahrifçi akımları ve açtıkları yaraları açıklayabilmek.
* Tahrif ile tecdidin, muharrif ile müceddidin özelliklerini ve aralarındaki
farkı genişçe ifadelendirebilmek.
Atalar Yolu; Anlam ve Mâhiyeti
Tarihin esasına, nakle ve ancak ilmî kaynakların tesbit edeceği birçok asırların tecrübelerine, daha doğrusu Allah’ın tayin edip indirdiği delillere bağlı olan hükümlerde geçmişi büsbütün atmak ve ondan habersiz olarak hep yeni şeyler aramak doğru değildir. Bununla beraber, körü körüne geçmişe taparcasına sevgi beslemek, ne olursa olsun atalar yolunu tutmak ve özellikle ilimden, dinden nasibi olmayan, hata ve sapıklıkları açık ve Allah tarafından beyan edilmiş bulunan ataları taassupla taklit etmek de onları, Allah’a eş ve ortak tutmak, cehâlet ve sapıklıkta boğulup kalmaktır.
Bu konuda aranacak olan şey; hak ve bâtıl, menfaat ve zarar, iyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinliktir. Menfaatin, hakkıyla menfaat; iyiliğin hakkıyla iyilik, güzelliğin hakkıyla güzellik olması için de Allah’ın hükmünü, hakkın delilini bulmak lâzım gelir. Bundan dolayı, bir şeye tâbi olma sebebi; eskilik, yenilik veya atalar yolu olup olmaması değil; Allah’ın emrine ve Hakk’ın deliline uygun olmasıdır. Allah’ın emrine uyan ve yaptığını bilen atalara uyulur. Aksine, Hakkın emrini tanımayan, ne yaptığını bilmeyenlere -atalar bile olsa- yine uyulmaz. Bu durum, eskilerde böyle olduğu gibi, yenilerde de böyledir. Bunun için fıkıhta “zarar kadîm olmaz” diye bir genel kaide vardır. “Kadîm, kıdemi üzere terk olunur” genel kuralı da bununla kayıtlıdır.
Bu bakımdan eski, hiçbir kayda bağlı olmadan eski olduğu için değil; açık bir zararı bulunmaması yönünden geçerli olduğu gibi, iyiliği ve güzelliği ilmin sebeplerinden biriyle bilinen ve hakkın deliline uygun olup sonradan ortaya konan yeni de geçerlidir. Kısaca, hak ve iyilik ölçüsü, ne eski ve yeni, ne de bilgisizlik ve istektir. Allah’ın emrine ve delile dayanan ilim gerçektir. Bunun için eski olsun, yeni olsun Allah’ın indirdiği delillere bakmayıp da ataların halini, yalnız ata olduklarından dolayı taklit etmek, onları Allah’a eşler tutmak ve hakkı bırakıp hayal ve kuruntulara, şeytanın emirlerine uymak, izince gitmektir ki, buna tutuculuk denir.
"Onlara; 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler...”[1] Bu âyet gösteriyor ki, bir hak (doğru) delile dayanmayan katıksız taklit, din hakkında yasaklanmıştır. Belli bir bilgisizliğe, sapıklığa uyup onu taklit etmek, aklen bâtıl olduğu gibi; şüpheli olan hususta da delilsiz taklit, din açısından câiz değildir. Açıkça belli olmayan hususlarda delilsiz söz söylemek ve o yolda hareket etmek, bilmediği bir şeyi Allah’a iftira olarak söylemek ve şeytana uyup bilgisizce hareket etmektir. Nitekim “Allah’ın indirdiği Kur’an’a ve diğer açık delillere, parlak belgelere ve bunların hükümlerine uyun” denildiği zaman Arap müşrikleri, taassupla böyle yapmış ve böyle söylemişlerdi ki, bu âyet bu sebeple inmiştir. Bir rivâyette de böyle diyen ve âyetin inmesine sebep olanlar, yahûdilerden bir gruptur. “Allah’ın indirdiğine uyun” dendiği zaman bunlar: “Hayır, biz babalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona tâbi oluruz. Çünkü onlar bizden hayırlı, bizden daha bilgiliydiler” demişler, yapılan bu teklifteki âyet ve delilleri hiç düşünmeyerek taassuba sapmışlardır.[2] Onların bâtıl gelenekleri ile ilgili tek otoriteleri, bunların, atalarının da gelenekleri olmasıdır. Ahmak izleyiciler bu tür bir geleneği, uyulması gereken bir otorite olarak kabul ederler.[3] Âyet-i kerimede kast olunanlar, ister İslâm’a ve İslâm şeriatına dâvet edildikleri zaman, yukarıdaki sözü tekrarlayan ve İslâm’ın reddettiği câhiliyet âdetlerine sımsıkı sarılan müşrikler olsun; isterse bu dini kısmen veya tamamen reddedip atalarının yolundan ayrılmayan yahûdiler olsun; her iki zümre için de bahis konusu olmak üzere âyet-i kerime, akîde hususunda Allah’tan başkasından bir şey almayı ve dinî konularda bâtıl dinleri taklit ederek, düşünmeden, şuursuzca nakiller yapmayı kesinlikle reddediyor.
“... Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?”[4] Ya durum böyle idiyse; onlar hâlâ atalarına uymakta ısrar edecekler midir? Bu ne taklit, bu ne taassup? Bu yüzden âyet-i kerime onların halini, taklitçi ve mutaassıp tavırlarına yaraşan, azarlayıcı ve tekdir edici bir tablo halinde canlandırıyor. Söylenenden başka bir şey anlamayan, çobanlarının haykırışını mânâsız seslerden ibâret sayan, başıboş bir hayvan resmi var tabloda. Hatta onlar, hayvandan da aşağıdırlar. Hayvan görür, işitir ve bağırır. Fakat onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler: “(Hidâyet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler."[5] Onlar sağırdır, dilsizdir, kördür. Her ne kadar kulakları, dilleri ve gözleri olsa da, bu Kur’an’dan istifade edip hidâyete ermedikten sonra onlar sağırdır, kördür, dilsizdir. Hilkatinin sebebi olan vazifeleri yerine getirmeyen kötürümleşmiş uzuvlar gibidirler. Sanki ne gözleri, ne dilleri, ne de kulakları var...[6]
Atalar Yolu, Her Dönemdeki Câhiliyyenin Temel Dinidir
İnsanlar, çoğu zaman düşünce ve yaşam perspektiflerini büyük ölçüde tarihlerinden devraldıkları kültür ve geleneksel yaşam tarzıyla şekillerdirmektedirler. Çünkü insan, doğduğu andan itibaren, -doğru ya da yanlış- atalarının kültür ve geleneğiyle içiçedir. İnsan, içinde bulunduğu bu kültürle yetişerek, onun bir parçası, onu bir önceki nesilden devralıp daha sonraki nesle devredecek olan bu câhiliyye din ve düzeninin bir dişlisi haline gelir. Bu rolün taşıyıcılığını yapan insan, rolünün yanlışlığını düşünmek bir yana, çoğu zaman yaşatmaya çalıştığı kültürünün doğruluğundan şüphe bile etmez. Ona göre, kendisinin yapması gereken; devraldığı kültürü yaşatmak, kendinden sonraki nesillere devretme görevini yerine getirmektir. Bu görevi yerine getirmeye içinde bulunduğu toplum tarafından zorlanır ve kendisini bu noktada bilinçsizce zorunlu hisseder. Çünkü geleneksel yapı, bir anlamda, hatta çoğunlukla bilinç denen olgunun iyiden iyiye köreldiği ve alışkanlığa dönüşen davranışlar bütünü olduğu için, insanı etkin yönlendiricilikle kuşatıverir. İnsanın, kendisini saran gelenek hakkında kuşkuya kapılması için, ya tamamen farklı kültür ve geleneklerin egemen olduğu bir toplum içinde yaşamak zorunda kalması, ya da peygamberlerin itikat noktasında ortaya koydukları tebliğ ve mücâdelede olduğu gibi, kendi toplumunun geleneğine karşı şiddetli bir başkaldırı ve dirençle uyarılmış olması gerekir. Bu faktörlerin etkisi, değişim sözkonusu olmadığı müddetçe, geleneksel çark dönmeye devam edecek, yerleşik kültür tek düze yaşamını sürdürecek, ahtapotun kolları gibi bu geleneksel atalar dini tüm toplum bireylerini sarıp sağlıklı düşünce yapılarını dumura uğratacaktır.
Antropoloji bu olayı "historizm", yani "tarihselcilik" olarak tanımlar. Kur'ân-ı Kerim'in anlatımı ile bu durum, "atalar dini"nin devam ettirilmesi diye vasıflandırılabilir. Kur'an'da anlatılan geçmiş kavimlere ait kıssalarda görürüz ki; "atalar dini" mâzereti, İlâhî tebliği reddetmekte büyük bir yer tutmaktadır. Yani insanların atalarından devraldıkları dinden ayrılmak istemeyişleri, onları hak dini reddetme sonucuna götürmüştür. Çünkü hemen her yönden birbiriyle tezat teşkil eden "atalar dini" ile "hak din"in öğretileri karşısında bu insanlar tercihlerini atalar dini yönünde yapmışlardır. Bu noktada "atalar dini"ni tercih eden insanlar, alışılmış tarihî düşünce kalıpları ve davranış biçimleri dışındaki tutum ve anlayışları reddetmişlerdir.
İşte bu "tarihselcilik", İlâhî mesaj karşısında insanın doğru/sağlıklı ve hür düşünebilmesini, buna bağlı olarak da dini yalnızca Allah'a hâlis kılarak yaşayıp sadece Allah'a kul olarak gerçek özgürlüğüne kavuşmasını engellemiştir. Bu önkabuller "İlâhî din"in evrensel ilkeleri değil de; temelde "atalar dini"nin önkabulleri olunca, asırlar boyu yanlış anlayış ve yaşayış devam edegelmiştir. Kendilerine getirilen doğrular karşısında da atalarından devraldıklarını mâzeret göstererek kendilerini sorumluluktan kurtarmaya boşuna çalışmışlardır.
Kur'ân-ı Kerim, peygamberlerin kıssalarını anlatırken inkârcıların mâzeretçi tavırlarını ve "atalar dini" yönündeki tercihlerini bize ibret verici bir şekilde aktarmaktadır. Zaten Kur'an'da kıssaların anlatılmasının da ibret vermekten başka bir amacı yoktur. Âd kavminin kıssasından bahsederek Hûd (a.s.)'un tebliği karşısında kavmi: "Yâ! Demek sen, tek Allah'a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarını bırakalım diye mi bize geldin?!"[7] diyerek bu şekilde tavır almış, Allah'a kulluk yerine atalarının taptıklarını tercih etmişlerdir. Yine Medyen halkına gönderilen Şuayb (a.s.)'ın tebliğine karşı kavminin takındığı tavır da farklı olmamış, yine "atalar dini"ni tercih yönünde olmuştur.[8]
Kur'an'da anlatılan kavimlerin kıssalarında temelde iki ortak nokta göze çarpmaktadır. Birincisi, dini sadece Allah'a hâlis kılarak kulluk yapmak; ikincisi, bu kulluğun zorunlu sonucu olarak "atalar dini"nin getirdiği yanlış anlayışları reddetmektir. Ancak, İlâhî mesajla karşılaşan her kavim, içlerinde küçük birer topluluk hâriç, atalarından devraldıkları dinin etkisiyle İlâhî dini reddetmişlerdir. Kur'ân-ı Kerim'i yalanlayanların durumu da bunlardan farklı değildir. Mekke dönemi müşriklerini anlatırken Rabbimiz bir genelleme yaparak peygamber/elçi gönderilen her kavmin inkârcılarının aynı mâzereti ileri sürdüklerini bildirmektedir.[9] Buna göre; İlâhî mesajla gönderilen her elçi, birçok yalanlamalarla birlikte "atalar dini" mâzeretiyle (daha doğrusu bahânesiyle) karşılaşmışlardır. Bu insanlar, gelen mesaj karşısında akıllarını birazcık kullanmak külfetine katlanmak yerine; daima kolaycılığı tercih etmişler, atalarının üzerinde bulunduklarını yaşamaktan uzak durmamışlardır. Bu tavır da sürekli olarak yanlışların kültürel olarak devam etmesine sebep olmuştur.
Kur'ân-ı Kerim "atalar dini"ni mâzeret gösterenlere karşı: "... ataları bir şey düşünmeyen ve doğru yolu bulamayan kimsele olsalar da mı?!"[10] şeklindeki sorularla, yaptıklarının ne kadar tutarsız ve geçersiz olduğunu istihzâ ile ortaya koymuştur. Atalar dinini mâzeret gösterenler, hiçbir şekilde ataları tarafından kendilerine sunulan dinin doğru olup olmadığını araştırmamış, öylece taasssupla/bağnazca kabul etmişlerdir. Düşünmeyen ve doğru yolu bulamayan atalarını mâzeret göstererek kendileri de ataları gibi düşünmeyen, dolayısıyla doğru yolu bulamayan kimseler durumuna düşmüşlerdir.[11] Atalar dininin düşüncesi dışına çıkmamaları ve kendi akıllarını kullanamamaları, onları Allah'a karşı iftiraya[12] ve sonuçta da şeytanın dâvet ettiği alevli ateşin azâbına götürmüştür.[13]
İnkârcıların durumu böyle iken Rabbimiz kitabında iman edenlere hitap ederek kesin ve net bir dille onları uyarmış; değil câhilî kültürü ve atalarını taklid etme... yanlış üzere olan en yakınları, babaları ve kardeşlerini dahi velî edinmemelerini istemiştir.[14]
Yukarıda anlatılanların günümüzdeki yansımalarını düşündüğümüzde içerik olarak belki biraz farklı olmakla birlikte, Kur'ânî doğrular karşısında öne sürülen mâzeretlerin yer yer benzer itirazlarla aynılaştığı gözlenir. Bu anlayış; ya mezhep taassubu, ya geçmiş ulemânın dokunulmazlığı, ya da yaşayan her geleneğin doğruluğunu kabul etmek gibi önkabullerle kendisini göstermiştir/göstermektedir. On dört yüzyıllık bir süreç geçiren İslâm kültürü bu zaman zarfında düşünce ve yaşantı itibarıyla birçok eksiltme, artırma, bid'at ve hurâfelere mâruz kalmıştır. Geleneksel din anlayışı, tarihin taşıdığı yanlış anlayışları da dinin aslından saymış ve tarihin (geleneğin) baskısı altında onların doğruluğuna hükmederek yaşatmaya devam etmiştir. Dinin aslını Kur'ân-ı Kerim'den ve örnek uygulamasını sahih sünnetten almayı bırakan insanlar, atalarının kendilerine taşıdığı yanlış-doğru ne varsa hepsini sorgulamadan kabul ederek hepsini "asıl din" ya da "dinin aslı" konumuna getirmişlerdir.
Doğru olmayan şeyleri gözü kapalı olarak doğru saymak ne kadar yanlış ise; doğruluğu kesin delillerle ortaya konmamış, ancak ataların ve mevcut geleneğin getirmiş olması dolayısıyla "doğru kabul edilen" şeyleri doğru saymak da o kadar yanlıştır. Bundan dolayı atalarımızın düştüğü hatalara düşmemek, inanç ve amelde "gerçekten doğru" (5/Mâide, 48) olanla hareket edebilmek için; doğrularımızı dinin aslı olan Kur'an'dan almak ve atalarımızın bize taşıdıklarını da Kur'an süzgecinden geçirmek zorundayız. Aksi takdirde farkında bile olmadan hüsrâna düşebiliriz. "Asra andolsun ki insan hüsran içindedir. Ancak, iman edip sâlih amel işleyen, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hâriç."[15]
Ataların yolu, babalardan dedelerden devralınan din anlayışı, Kur’an ve Sünnet’e ters, hurâfe ve uydurmalarla, yanlışlarla dolu olabilir. Sırf babaların yolu diye, onların anlayışı diye bunları savunmak, bunları hak ve hakikat gibi görmek ataları kutsallaştırıp putlaştırmak, onları Allah’a ortak koşmak demektir. Bu problem, sadece eski câhiliyyenin problemi değildir; her dönemde ve her yerde izlerini devam ettiren bâtıl anlayıştır. Bu anlayış, bazen ecdâdı yüceltmekle, ırkçılıkla, tarihi kutsallaştırmakla ortaya çıkar; bazen gelenek, görenek, örf-âdet ve körü körüne taklitçilikle kendini gösterir; “ele güne karşı”, “başkaları ne der?”, “ben bu yaşa geldim, bunları duymadım, dolayısıyla bu yanlıştır”, “senin yaşın kaç? Sen ne bilirsin?”, “biz hocalarımızdan, babalarımızdan böyle gördük, böyle duyduk; o yüzden doğrusu budur” gibi ifâdelerle ortaya çıkar; bütün bunlar hurâfe ve bâtıl inanışlar, câhiliyye mantığı olarak değerlendirilmelidir. Eski câhiliyye döneminde tevhidî çağrının önündeki en önemli itirazın bu anlayış olduğu gibi, günümüz modern câhiliyyesinde de de durum farklı değildir. Günümüzde şuurlu müslüman gençlerin sırât-ı müstakîm çizgisinde sahih İslâm’ı anlayıp inanarak yaşamalarının önündeki engellerden, belki de en büyüklerinden biri bu “atalar yolu” anlayışıdır.
Kur'ân-ı Kerim'de Atalar Yolu İle İlgi Âyetler
Peygamberlerin Allah’tan getirdiği hakikate, sadece Allah’a kulluk yapma mesajına karşı müşriklerin “atalarının yolu”nu gerekçe gösterip ecdatperestlik yapmaları Kur’ân-ı Kerim’de 25 yerde gündeme getirilir. Atalarının izini takip etmelerinin, atalarının yolunu şuursuzca sürdürmelerinin İlâhî ölçüye ters olduğu gibi, akla mantığa da uygun olmadığı, geçersiz bir gerekçe, daha doğrusu şirk için bahane olduğu vurgulanır.
"Onlara (müşriklere): 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler? (Hidâyet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler."[16]
"Onlara, 'Allah'ın indirdiğine ve Rasûl'e gelin' denildiği vakit, 'babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter' derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?"[17]
“Atalar yolu”nun tevhid dâvetine engel olarak müşriklerin din olarak sarıldığı akılsızlık olduğu konusuyla ilgili olarak şu âyetlere bakılabilir: 6/En’âm, 148; 7/A'râf, 28, 70-71, 172-173; 9/Tevbe, 23-24; 10/Yûnus, 78; 11/Hûd, 45-46, 62, 87, 109; 12/Yûsuf, 39-40; 14/İbrâhim, 9-10; 16/Nahl, 35; 18/Kehf, 5; 21/Enbiyâ, 51-54; 23/Mü'minûn, 23-24, 81-83; 26/Şuarâ, 69-77; 27/Neml, 67-69; 28/Kasas, 36-37; 29/Ankebût, 8; 31/Lokman, 15, 21; 34/Sebe’, 43; 37/Sâffât, 68-74; 43/Zuhruf, 21-25; 53/Necm, 23; 58/Mücâdele, 22
Atalar Kültü; Sosyal Çevre ve Geleneğin Putlaştırılması
Sosyal Çevre: İnsan, her türlü zihinsel ve duygusal yapıya sahip olarak gelişmeye hazır bir vaziyette dünyaya gelir. Bu gelişim sürecini devam ettirebilmek için toplum içerisinde yaşamak ve diğer insanlardan faydalanmak zorundadır. Bu yönüyle toplumsal bir varlık olarak değerlendirilen insan; inancını, bakış açısını, her türlü değer yargısını, kimlik ve kişiliğini içinde yaşadığı toplumdan alır. Fakat belirli bir noktaya gelindiğinde toplum, insanın benliğini, irâdesini, idrâkini kuşatır, âdeta esir alır, hapseder. İnsanın, toplumun koyduğu normları aşabilmesi bir mesele haline gelir. Zira toplumlar kendi normlarını bireylere benimsetmek ve onların düşünce, inanç ve davranışlarını yönlendirmek ister. Bu, toplumun putlaşması demektir.
Toplum, binlerce yıllık birimini, tecrübelerini, örf ve âdetlerini, inançlarını, değer yargılarını bireylere aktardıktan sonra, bu sosyal değer ve normların eleştirilmesine tahammül edemez, kendine mensup bireylerden mutlak itaat bekler. Bu normlar karşısında şüpheye düşülmesini bile istemez. Sosyal çevre, insanın her yönüyle gelişimine uygun bir ortam olmakla birlikte, belli bir aşamadan sonra yetersiz kalmakta, hatta fertlere alternatif tanımadığı zaman da zararlı olmaktadır. Hür düşünme ve araştırma imkânlarını ortadan kaldıran toplumsal çevre baskısı, hiçbir zaman hoş karşılanmamaktadır.
Kur'an kültürüne dayalı bir perspektiften baktığımızda, yapılarına göre iki tür toplumun varlığından söz edebiliriz. Biri normları İlâhî öğretiye dayalı toplumlar (İslâmî toplum/ümmet), diğeri normları câhilî öğretiye dayalı toplumlar (câhiliye). Câhiliye toplumlarında insanı doğruluktan, iyilikten, güzellikten uzaklaştırıcı bir baskı vardır. İşte böylesi toplumlarda toplumun yanlışlığına rağmen doğruyu görmek, toplumun kötülüğüne ve çirkinliğine rağmen iyiyi ve güzeli tercih etmek, söz konusu topluma ve toplumsal değerlere karşı çıkmayı, baskılara göğüs germeyi gerektirir. Ayrıca kişiliğini içinde bulunduğu toplumla özdeşleştirmiş kimseler için böyle bir durum geçerli değildir. Bunlar için, içinde yaşadıkları toplumu reddetmek kendi kişiliğini reddetmek gibi imkânsızdır. Bu tip insanlar İlâhî bir mesajla, hak sözle karşılaştıklarında kendilerine göre bir değerlendirme yapma yeteneklerini işlevsiz hale getirmişlerdir. Böyle bir durumda zihinlerinin ilk çağrıştırdığı şey, içinde yaşadıkları toplumun yaklaşımlarıdır. Doğru da olsa yanlış da olsa toplumun reddettiği her şey, toplumun bireylerince kabul edilemezdir; bu toplumun yazılı olmayan yasasıdır/nassıdır.
Hak bir sözle, İlâhî bir mesajla câhiliye toplumunun karşısına çıkanlar şu tür sorulara muhâtap olurlar: "Bu kadar insan bilmiyor da sen mi biliyorsun? Bunca insan yanlış yolda da, sen mi doğru yoldasın, yani bu kadar insan aldatıldığının farkında değil de, bunu bir sen mi fark ettin? Daha senin yaşın kaç? Biz bu yaşa kadar atalarımızdan buna benzer bir şey duymadık, böyle bir şey görmedik..."
Evet, bu kimselerin anlayışına göre iyi ve doğru, çoğunluğun kabul ettikleridir. Peki, nedir çoğunluğun özellikleri? Kur'ân-ı Kerim, çoğunluğun "yoldan çıkmış, fısk ehli"[18], "vahiy bilgisine karşı ilgisiz"[19], "Allah'ın verdiği sayısız nimetlere nankörlük eden"[20] ve "kâfir"[21] kimseler olduğunu belirtir. "Muhakkak ki Biz, bu Kur'an'da insanlara her türlü misali, çeşitli şekillerde anlattık. Yine de insanların çoğu küfürden/inkârcılıktan başkasını kabullenmediler."[22] "Andolsun ki eski milletlerin çoğu dalâlete düştü."[23] "Sen iman etmelerine düşkün olsan bile yine de insanların çoğu iman edecek değillerdir."[24] "Elif Lâm Mîm Râ, Bunlar Kitab'ın âyetleridir. Sana Rabbinden indirilen haktır, fakat insanların çoğu iman etmezler."[25]
Kur'an ölçülerine göre itikadî ve ahlâkî açıdan olumsuz kimlik taşıyan, normları câhiliye esaslarına göre belirlenmiş toplumlar, çoğunluğun câhil, gâfil ve kâfir olması sebebiyle insanları Hak yoldan saptırabilecek bir etkinliğe sahiptir. Yüce Allah konu üzerinde mü'minlerin dikkatini çekecek uyarılarda bulunur: "Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan; seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler."[26] Bu âyet, aynı zamanda, hakkın tek, bâtılların ise birden fazla olduğuna, yerküre üzerinde yaşayanların çoğunluğunun da kâfirler topluluğuna mensup olduğuna işaret eder. İnsanın bâtıl inançlara mensup toplumla etkileşiminden genellikle bâtıl inançlar doğar. Her insanda çoğunluğa ayak uydurma, çoğunluğun beğenisini kazanma eğilimi, çoğunluk tarafından dışlanma korkusu vardır. İnsanın içerisinde yaşadığı toplum inanç açısından Tevhid üzere ise, toplumun yapacağı etkileme olumlu olur. Fakat toplum dalâlet ehli insanlardan oluşuyorsa etkileşim de bu doğrultuda olacağından, dalâlet ehli toplum, inkâr motivi işlevini görür. Bu durumda İslâm, çoğunluğun değer yargılarına değil, Kur'an öğretilerine itibar etmeyi öngörür.
Bireyin kimlik ve kişiliğinin oluşmasında çoğunluğun, yani sosyal çevrenin rolü inkâr edilemez. Sosyal çevre, doğrudan doğruya olmasa bile, dolaylı olarak etkide bulunur. İslâmî açıdan bozuk bir çevre, öncelikle ruhu bozar. Ve bozulan ruhî ortamda, kutsal duyguların, yüce düşüncelerin gelişimi zayıflar, âdi düşünceler güçlenir, bayağı duygular revaç bulur. Böyle bir ortamda kişinin inkâra düşmesi kolaylaşır. Hatta olumsuz sosyal çevre, bireyin inkârcılığının bir motivi olur.
Her doğan insan, bir toplum içerisinde, o topluma özelliğini veren kültür ortamı içerisinde bulur kendisini. Birey kültür ortamıyla başlattığı etkileşim sürecini bir ömür boyu devam ettirir. Fertler bir yandan mevcut kültürle hayatlarını şekillendirirken, diğer yandan bu kültürü yeni yetişen nesle aktarma uğraşına girerler. Başta yetişen nesil olmak üzere bütün toplum bireyleri kültür ortamına adapte olmaya çaba harcarlar. Zira sosyal bir varlık olan insan, doğal olarak, önceki nesillerin devretmiş olduğu fikirleri, inançları, davranış kalıplarını benimser, sahiplenir. Sahiplenilen bu sosyal normlar nesiller boyu sürekliliğini korur. Geçmiş nesilden alınan sosyal normların en belirgin özelliği süreklilik arz etmesi ve sürekliliği sağlayan ataların üstünlüğü fikridir.[27]
Kültürün insana kazandırdığı normlardan insanın bir anda sıyrılması, onları terk etmesi oldukça zor bir iştir. Bu tür değerler önceki nesillerden miras alınmış ve bireylerin benliğine ayrılmamacasına yerleşmiş, onların kişiliklerinin bir parçası olmuştur. Aynı şekilde toplumda bâtıl inançlar, kötü alışkanlıklar hâkim olunca, bu insanları atalarından taklit yoluyla devraldıkları bu inanç ve alışkanlıklardan uzaklaştırmak, ayırmak imkânsız gibidir. İşte toplumun yapısını oluşturan bâtıl inanç ve kötü davranışlar insanları hakikatleri idrâk etmekten ve hakka itaatten alıkoyan en önemli sosyal motivlerden birisidir. Bireyin içinde yaşadığı câhiliye toplumunun normları, insandaki inanma kabiliyetinin uyanmasını ve gelişmesini engelleyen etkili bir perdedir. Kur'ân-ı Kerim bu toplumsal yapıyı Hakk'ın tezâhürüne en büyük engel kabul etmiş; aklî incelemeyi, delillere sarılmayı, bilinçli ve insanca yaşamayı önermiştir.
"Onlara: 'Allah'ın indirdiğine uyun' dendiğinde: 'Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız, derler. Ya şeytan, onları alevli ateşin azâbına çağırıyor idiyse?!"[28] Eski atalarına tapıyor olmalarının hiçbir aklî dayanağı yoktur.[29] Saf, katıksız mücerret taklide yöneliyorlar.[30] Öyle bir taklit ki, taklit ettikleri şey doğru mu, yanlış mı bunun üzerinde hiçbir şekilde düşünmüyorlar. İnsan bir şeyi taklit edebilir, fakat bir yandan da onu sorgular veya taklit etmeden önce üzerinde düşünür. Fakat kâfirler kendilerine gelen İlâhî mesajı kabul etmedikleri gibi, taklit ettikleri gelenek ve değerlerin doğru olup olmadığı üzerinde düşünmek de istememişlerdir.
Câhiliye toplumlarında gelenekçi anlayış, geçmişin tartışılmasına, atalardan miras alınan sosyal normların analiz edilmesine ve seçmeciliğe tâbi tutulmasına karşı çıkar: "Onlara (müşriklere): 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?"[31] Kur'an'a, Peygamber'in getirdiklerine tâbi olmaları istendiğinde atalarını taklitle yetinmişlerdir.
Taklitçilik, şirkin ayrılmaz niteliklerinden birisidir. Kur'ân-ı Kerim, ataları taklit ve onlara uyma bahanesiyle dünya ve âhiretle ilgili hakikatleri inkâr etme anlayışını pek çok âyette değişik vesilelerle kınar. "Yoksa bundan önce onlara bir kitap verdik de ona mı tutunuyorlar? Hayır! Sadece, 'biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz' derler. Senden önce de hangi memlekete uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları: 'Babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız' derlerdi. 'Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi bana uymazsınız)?' deyince, dediler ki: 'Doğrusu biz, sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz.' Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların sonu nasıl oldu?"[32]
Aynı zamanda atalar kültü, tarihin belli bir dönemiyle belli nesille sınırlı olmayıp, sosyal etkileşim kuralı gereği nesilden nesile geçerek süreklilik özelliği gösterir: “Bizden önce babalarımız Allah’a şirk/ortak koşmuştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesiliz, işleri bâtıl olanların yaptıkları yüzünden bizi helâk mı edeceksin?”[33]
Kur'ân-ı Kerim, her inanç ve davranışta delile başvurmayı öngörürken, müşrikler inanç ve davranışlarında atalarını taklit etmeyi ölçü almışlardır. "İbrâhim sordu: 'Nelere tapıyorsunuz?' Onlar: 'Putlara tapıyoruz. Onlara bağlanıyoruz.' 'Çağırdığınız vakit sizi duyuyorlar mı? Yahut size bir fayda ve zarar verirler mi?' 'Hayır, ama babalarımızı da bu şekilde bulduk."[34] Müşrikler putların geçerliliğini geleneğe bağlıyorlar. Delil yerine taklitçiliği tercih etmeleri, şirkte kalmanın motivi olup, aynı zamanda Allah'a ortak koşanların düşünce esasını teşkil eder.
Atalardan miras olarak alınan sosyal normların ve bunlara bağlılığın en olumsuz tarafı, toplumun yahut bireyin hidâyete ermesi için bir aşama olan sosyal veya bireysel değişimi engelliyor olmasıdır. Meselâ, câhiliye toplumlarını hidâyete çağıran, onlarda bir değişim süreci başlatmak isteyen bütün peygamberler bu sosyal motiv ile karşı karşıya kalmışlardır. Geçmişi üstün görme ve beğenme duygusu, sosyal değişme karşısında kalan toplumlarda sıkça görülen bir olaydır. Çünkü âdetlerine bağlı olan toplumlar değişiklikten rahatsız olur. Fakat bu durum âdetlerin niteliğine göre de değişiklikler arz eder. Kendisine veya geçmişine kusur isnad etmek, insana zor gelir. Dolayısıyla önceden beri yürürlükte olan çok sayıdaki âdetlerden insanı vazgeçirmek güç bir meseledir. Özellikle köklü bir geçmişe sahip toplumların, yıllar öncesi, hayat normlarının bir birikimi olan geleneksel yapıyı değiştirmenin kolay olmadığı görülüyor. Çünkü söz konusu geleneksel yapı toplum bireylerinin tamamının katılımyla bir kültür birikimi meydana getirmiştir. İşte toplum vicdanında kemikleşen bu dâhilî geleneksel yapıyı değiştirmeyi başaran, aynı zamanda toplumu İlâhî geleneğe dâvet eden İslâm olmuştur.
İslâm'ın ilk dönemde değiştirmeyi başardığı toplumun geleneksel yapısı içerisinde dinin konumunu incelediğimizde, dinî inanç ve davranışların samimi bir insan ifadesi olmadığı, körü körüne atalara bağlılık olduğu görülür. Psiko-sosyal açıdan bir değerlendirme yapıldığında, İslâm öncesi Araplarda putperestliğin gerçek mânâda bir "din" olmaktan ziyade, kutsallaştırılmış geleneklere bağlı ve bir dereceye kadar sosyal düzeni sağlayan davranış kuralları olduğu sonucuna varılır. Câhiliye devri Araplarında "din" ferde göre değişen bir inanç olmaktan çok, kolektif kabile şuurunun davranışlar şeklinde tezâhür eden bir görüntüsüdür; realitenin üstünde sadece vicdana hitap eden bir duygu veya düşünüş biçimi değildir. Kısacası inanç, sosyal çevrenin empoze ettiği bir davranış şekliydi. Rasyonel değerlendirmelerden uzak, körü körüne robotvari mekanik bir taklitçilik geçerliydi. Önemli olan atalara bağlı kalarak örf ve âdetlere uygun şekilde hareket etmekti.
Özellikle İslâmî tebliğin Mekke devrinde nâzil olan âyetler, İslâm öncesi Arap toplumunun din anlayışına ışık tutmaktadır.
"De ki: 'Allah'ı bırakıp da taptığınız putlarınıza hiç baktınız mı? Yeryüzünde yarattıkları nedir? Bana göstersenize.' Yoksa onların Allah'la ortaklığı göklerde midir? Yoksa Biz onlara kitap verdik de ondaki delillere mi dayanırlar? Hayır! O zâlimler, birbirlerine sadece aldatıcı söz söylerler."[35]
"(Ey inkârcılar!) Şimdi Lât, Uzzâ ve bundan başka üçüncüleri olan Menât'ın ne olduğunu söyler misiniz? Bunlar (bu putlar), sizin ve babalarınızın taktığı adlardan başka bir şey değildir. Allah onları destekleyen bir delil indirmemiştir. Onlar sadece zanna ve nefislerinin hevâsına (canlarının isteğine/arzusuna) uymaktadırlar."[36]
"Âyetlerimiz onlara apaçık olarak okunduğu zaman; 'Bu adam sizi babalarınızın taptıklarından alıkoymaktan başka bir şey istemiyor' derlerdi. 'Bu Kur'an düpedüz bir uydurmadan başka bir şey değildir' derlerdi. Hak, inkâr edenlere geldiğinde, onun için; 'bu apaçık bir büyüdür' demişlerdi."[37] Kur'ân-ı Kerim'in ısrarla, hidâyetin önüne bir engel olarak dikilen atalar kültü üzerinde durduğunu görüyoruz. Kur'an'da en çok üzerinde durulan inkâr motivi olan atalar kültü, inkârın tarihî sebebi de sayılabilir. Gelenekçi toplumlar, bâtıl değer yargılarına son derece bağlı ve yeniliğe kapalıdırlar. Aslında her toplum bu özelliğe az çok sahiptir. İnsanların gelenek ve göreneklerinden vazgeçip yeni düşünceleri kabul etmeleri zor bir iştir. Özellikle toplumun yaşlı kesiminde eskiye bağlılık hissi gençlerden daha güçlüdür. Atalarından devraldıkları gelenek ve değerleri körü körüne izleyenler, bu gelenekleri uyulması gerekli bir otorite olarak kabul ederler. Geleneklerin otoritesini benimsemiş olmak Allah'ın otoritesini benimsemeye engel olur.[38]
Günümüzün din kültürü ve din içerikli ihtilâf ve tartışmalar konusunda biri ifrat, biri tefrit iki bâtıl çizgi göze çarpmaktadır. Bir tarafta geleneği ve içinde çeşitli bid'atlar, hurâfeler, isrâiliyat ögeleri bulunan geleneksel din anlayışını (içine bolca bâtıl karışmış, dolayısıyla hak olmaktan çıkmış, hak görünümündeki sentezi) bağnazca savunan dindar görünümlü insanlar; diğer tarafta bunlara tepki olarak çıkan, İslâm dışı çevrelerce, düzen ve medya tarafından destek gören ve gittikçe yaygınlaşma eğilimindeki modernist ve reformcu din anlayışı. Bize düşen, hakkı hak bilerek, ona hiçbir bâtılı karıştırmadan, eğer karıştırılmışsa Kur'an ve sahih sünnet ölçeğiyle yeniden ayıklayarak katıksız, hurâfelerden arınmış, atma ve katmalardan arınmış "hâlis din"e sahip çıkmak, "hak üzere", orta yol olan sırât-ı müstakîm çizgisinde yaşamaktır.
Hurâfe; Dinde olmadığı halde dindenmiş gibi uydurulup anlatılan hikâye ve rivâyetlere verilen adıdır. Bu çeşit rivâyetler ve hikâyeler tümüyle uydurma, hatta bir kısmı saçma sapan olduğu halde, tarih boyunca dine mal edilmiş, dinî bir kılıfla sunulmuşlardır.
Hurâfeler, dilden dile veya kitaplar aracılığıyla anlatılan rivâyetlerdir. Bunların sağlam bir asılları yoktur, yani uydurma şeylerdir. Ancak dinî bir motifle, dine mal edilerek anlatılır. İşin önemli olan yanı da burasıdır. Hurâfeler yalnızca hikâye olsa, üzerinde durulmaz. Hikâye ve masal, her yerde her zaman anlatılabilir, yazılabilir. Ancak, uydurma ve yanlış oldukları halde bunlara dinî bir maske takılır, İslâmî bir kılıf giydirilirse, o zaman iş değişir. Çünkü bu tür rivâyetler müslümanların saf inancına zarar vermektedir.
Müslümanlar arasında dolaşan yanlış unsurların bir kısmı, yahûdi ve hıristiyan kaynaklarından aktarılmışlardır. Bunlara ‘İsrâiliyyât’ denilir. Bir kısmı, dinden olmadığı halde dine sonradan sokulan bid’atlerdir. Ki bunlar, uydurma oldukları halde, çok önemli dinî ibâdetler gibi algılanır ve yapılır. Bir kısmı, halk arasına yerleşmiş bâtıl, yani yanlış, İslâm dışı inançlardır. Hurâfeler, İslâm gerçekleriyle bağdaşmayan bâtıl inanışlar, uydurma hikâyeler ve çarpık davranışlardır.
Hurâfeler, bir taraftan müslümanların inançlarına zarar verirken bir taraftan da başkalarının, yeni yetişen nesillerin İslâm hakkında yanlış fikre sahip olmalarına sebep olur. Hurâfelerle örülmüş bir din, günümüzün gerçeklerinin çoğuyla bağdaşmaz. Hâlbuki İslâm, kâinattaki kevnî gerçeklerle uyuştuğu gibi, her çağın ve her ülkenin insanına hitap etmektedir.
Günümüzde birçok felsefî, siyasî ve iktisadî düşünce, birçok tavır ve anlayış da birer bilimsel gerçek, birer değişmez inanç ilkeleri gibi sunulmaktadır. Hâlbuki bunların çoğu, gerçekliği kesinleşmemiş teori, zan ve kuruntudan ibârettir veya kişilerin kendi görüşleri, ya da zamanla modası geçecek hususlardır. Bunların pek çoğu müslümanların saf inancını bozacak özelliktedir. Bunlara ‘modern hurâfeler’ dememiz mümkündür. Müslümanlar, hangi adla ve hangi kılıfla sunulursa sunulsun, her türlü hurâfeye karşı dikkat etmek zorundadırlar.[39]
Dinimize göre, İslâm imanı dışında kalmış kişi dalâlettedir/sapıktır. Müslümanı doğru yoldan, yani sırât-ı müstakîmden uzaklaştırıcı, sapıklığa çağırıcı üç ana sebep vardır: Şeytan, ehl-i kitap (yahûdi ve hıristiyanlar), bid’at ve hurâfeler. Bid’at ve hurâfeler, farkına vardırmadan doğru yoldan uzaklaştırıcılıkları dolayısıyla, en az önceki iki sebep kadar, hatta onlardan daha etkili yanıltıcı ve saptırıcılardır. Bunların müslümanlar için arz ettikleri tehlikeye ve sünnetin yaşanması gereğine Peygamber Efendimiz birçok hadis-i şeriflerinde dikkat çekmiştir.
Sağlıklı bir İslâmî yaşayış için, önce sağlam inanç esaslarına ve bunlara bağlı bir ibâdet hayatına sahip olmanın, sonra da ciddî, bilinçli ve sürekli bir denetimle, yozlaşmaya yardımcı olacak hurâfe ve bâtıl inanışlara kapılmamanın, körü körüne taklitçiliği terk etmenin, çevre, toplum ve ecdattan devralınan anlayışı Kur’an ve sünnet ölçüsüne vurmadan doğru kabul etmemenin önemi inkâr edilemez.
Bilindiği gibi hakikatin zıddı olan hurâfe, aslı esası olmayan, uydurulmuş, saf ve doğru inançlar arasına katılmış, bazı zaman ve mekânların uğuru veya daha çok uğursuzluğu ile ilgili olarak dillerde dolaşan abartılmış hikâyelerden, efsâne ve kerâmet adı altında uydurmalardan ibârettir. Bâtıl inanışlar da bu asılsız söylentilere inanmak ve gereğine göre hareket etmek demektir. Her devirde, her toplumda az-çok, ama mutlaka görülen hurâfe ve bâtıl inanışlar, toplumların ortak derdi olarak daima gündemde kalmış önemli bir konudur. Hurâfe ve bâtıl inanışların bu derece insanlığın başına dert olmasında genellikle câhillik, alışkanlık, gelenek-görenek, propaganda, çıkar hesapları/istismarlar ve kişisel zaaflar etkili olmuşlardır.
Öte yandan hurâfeler ve bâtıl inanışlar daha çok sağlık, ihtiyaç ve gelecek hakkında önceden bilgi sahibi olmak gibi belli bazı konularda ve özellikle kadınlar arasında yaygındırlar. Kadınlardan nice kültürlüler bile, bâtıl itikatlara ve inanılmayacak şeylere inanmaya meyillidirler. Geçim şartlarının düzeltilmesi, sağlık hizmetlerinin yeterince yerine getirilmesi gibi sosyo-ekonomik tedbirlerle hurâfe ve bâtıl inanışların ortadan kaldırılabileceği görüş ve iddiâsı, modern ve ileri kabul edilen toplumlarda da (ülkemizdeki batılı kültürle yetişmiş ve ekonomik yönden halk ortalamasının üzerinde yaşayan sosyete çevrelerinde de) çeşit çeşit hurâfe ve bâtıl inanışlara rastlanması gerçeği karşısında büyük ölçüde geçerliliğini yitirmiştir. Bu durum hurâfe ve bâtıl inanışların ekonomik olmaktan çok kültürel, daha doğrusu sahih iman/inançla ilgili itikadî bir mesele olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim, dinler tarihi bize göstermektedir ki, insanlar tarihin çeşitli dönemlerinde doğrudan uzaklaşmışlar, birtakım yaratıkları kutsallaştırıp ilâhlaştırmışlar, hurâfe ve bâtıl inanışların tutsağı olmuşlardır. Bütün bu dönemlerde Allah, rahmetiyle muâmele etmiş, peygamber ve kitap göndererek, insanlığı boş ve asılsız, zararlı inanç ve tapınmalardan kurtarmaya, dünya ve âhirette huzurlu kılmaya çağırmıştır. Hak dinin peygamberler aracılığı ile verdiği bu ciddî savaşa tevhid mücâdelesi denilir.
Tevhid mücâdelesi, putperestlerle mücâdele demek olduğu kadar, asılsız kabuller, yanlış uygulamalar, yani hurâfe ve bâtıl inanışlarla da mücâdele demektir. Kur’an ve Rasûlullah da aynı şartlar içinde zuhur etmiş ve aynı mücâdeleyi naklî olduğu kadar, en aklî ve mantıkî metodlarla da en başarılı şekilde yürütmüştür. Bunun tarihî kanıtı, “câhiliyye devri” diye bilinen İslâm öncesi dönemin kokuşmuş ortadoğu toplumlarının, Kur’an ve Sünnete uydukları süre içinde dünya toplumlarınca özlem ve gıpta ile izlenen İslâm medeniyetini gerçekleştirmiş olmalarıdır.
Ne var ki, bu kültürel hastalık (hurâfe ve bâtıl inanışlar), Kur’an ve Sünnet çizgisini unutan, o anlayış ve yaşayışı yozlaştıran değişen düzen ve toplum şartları içinde yeniden kendini göstermiş, giderek gelişen boyutlarla günümüze kadar gelmiştir.
Hurâfe ve bâtıl inanışların hemen hepsinin temelinde ecdâda/atalara bağlılık, ateş, su, orman ve ağacı kutsal kabul etmenin derin izlerinin bulunduğu bir vâkıadır. Bazı yaratıklarda (özellikle ölmüş kişilerde, onların yatırlarında) üstün güç ve nitelikler görerek, onların yakınlığını elde etmek için onlara belli zamanlarda kurbanlar sunmak gibi sapıklıklar, insanlığın tarih içinde sıkça görülen büyük yanılgısı olmuştur. Kendilerini bu fecî yanlıştan kurtarmaya çalışan peygamberleri ve onların izindeki mü’minleri “uğursuzluk sebebi” olarak suçlayan toplumlar bile görülmüştür. Hatta İslâmiyetin getirdiği en muazzam gerçekleri “öncekilerin uydurmaları, masalları” diye, hurâfeler ve bâtıl inanışlar adına mahkûm etmek isteyenler çıkmıştır. Günümüzde de saplandıkları hurâfe ve bâtıl inanışları ölesiye savunanlar görülmekte, kendilerini uyarıp karşı çıkanlara, kendi vasıfları olan “yobaz” ve “sapık” gibi ithamlarla saldıranlara rastlanmaktadır. Hiç kuşkusuz, bu davranışın temelinde bütün karanlığı ve korkunçluğu ile derin bir cehâlet/câhiliyye bulunmaktadır. Dinimizin, insan fıtratına/özüne ve gerçeğine en uygun inanç esasları, ibâdet ve ahlâk ilekleri ve bunlara dayalı en olgun ve medenî uygulamaları konusunda yeterli bilgiye sahip olan, İslâm’ı aslına uygun şekilde tanıyan kişilerin, böylesi olumsuz davranışları sergilemesi düşünülemez. Çünkü bilgi güçtür, aydınlıktır, gerçeği tanımaktır; bilgi gerçek anlamıyla vahiydir, haktır, hakkı/İslâm’ı kabul edip teslimiyettir.
Toplumun hangi kesimine mensup olursa olsun, yeterli ve sağlıklı dinî bilgisi olmayan ve inanç boşluğu içinde bulunan kişilerin, hurâfe ve bâtıl inançlara kapılmaları daha kolay olacaktır. Çaresi ise, bütünüyle toplumu, yeterli ve sağlıklı bir din bilgisine sahip kılmaktır. Hurâfe ve bâtıl inanışların en büyük zararı, önce onlara kapılanlara dokunur. Çünkü hurâfe ve bâtıl inanışlar, kişileri farkına vardırmadan doğru yoldan ayırır. Onlar, iyi bir şey yapıyoruz diye avunurlarken bir de bakarlar ki, gerek inanç olarak gerek davranış olarak, inandıklarını söyledikleri dinin gerçeklerinden uzaklaşıvermişler. Çünkü Sevgili Peygamberimiz'in bir hadis-i şeriflerinde buyurdukları gibi, her bid’at ve hurâfe dalâlet/sapıklık sebebidir: “Sözlerin en güzeli Allah’ın kitabı; yolların en doğrusu Muhammed’in yoludur. İşlerin en kötü ve zararlısı, dinden olmadığı halde sonradan uydurulup dine sokuşturulanlardır. Böyle uydurulmuş her şey bid’attır, hurâfedir. Her bid’at da dalâlettir/sapıklık sebebidir.”[40]
Öte yandan, hurâfe ve bâtıl inanışlar; inanma, kulluk, takdir ve vefâ duygularının kötüye kullanılması demek olduğundan toplumda kavram ve değer kargaşasına yol açarlar. Hak ile bâtı (doğru ile eğri) birbirine karışır. Özellikle, toplumda yaygınlaşmaları halinde bu asılsız inanç ve uygulamalar “kurunun yanında yaşın da yanması” gibi, yeterli dinî bilgisi olmayan kişiler tarafından, dine ait bazı esasların da hurâfe ya da bâtıl inanış olarak görülmesine ve tenkit edilmesine sebep olurlar. Böylece “dindarlık” yaptıklarını sananlar, gerçek dinî esasların tenkidine yol açmış olmanın sorumluluğunu da yüklenmiş olurlar. Unutulmamalıdır ki herhangi bir kötülüğe sebep olmak, o kötülüğü işlemek gibi sorumluluk doğurur.
Hurâfe ve bâtıl inanışlara kapılmış kişilerin büyük bir kısmı, bu durumlarına “dindarlık”, bunlara karşı çıkılmasına da “itikatsızlık, inançsızlık, sapıklık” damgasını vururlar. Oysa, iyi bilinmesi gerekli olan bir gerçek vardır: Dinin kabul etmediği anlayış ve uygulamalarla dindarlık olmaz. Dindarlık, ancak dinî olanı, dinden olanı dince kabul ve emredileni, emredildiği şekil ve şartlarda yerine getirmekle mümkündür. Bu yüzden dindarlık sanarak hurâfe ve bâtıl inanışlara kapılmak, cennet sanarak cehenneme yönelmektir.
Hurâfe ve bâtıl inanışlara kapılmış kişiler, ikaz edildikleri, uyarılmak istendikleri zaman, genellikle, kendileri gibi düşünen ve yaşayanların çokluğunu, atalarından böyle gördüklerini öne sürerek, yanlışlarını savunmaya kalkarlar. Çoğunluğu veya atalarının yolunu yanlışın doğru, hurâfenin hakikat sanılmasına gerekçe yapmaya çalışırlar. Değil çoğunluğun, bütün bir toplumun ve mezarlarındaki ölülerin tümünün bile yanlış ve hurâfe üzerinde birleşmesi, onun niteliğini değiştiremez, hurâfeyi hakikat yapamaz. Gerçeğin ölçüsü, sadece gerçektir/haktır. Gerçek, Kur’an’da belirtildiği gibi Allah’tan gelendir/vahiydir: “Hak ve gerçek olan, Rabbinden gelendir. Sakın kuşkulananlardan olma.”[41]
Tüm belâların anası olan cehâletin sosyal bir belirişi olan hurâfe, dinde yozlaşmanın besleyici zeminini oluşturan sinsi ve zehirli bir musîbettir. Halk kitlelerini perişan eden bulaşıcı bir hastalık olmasına rağmen asırlardır hiç kimse onu tümüyle etkisiz kılma başarısını gösterememiştir. Ocakları batıran, ama yine de peşinden gidilen rezil bir yosmaya benzer hurâfe. Yıkıcı ama câzibeli, zehirleyici ama tatlı...
Hurâfenin ana ocağı İsrâiliyattır; öncelikle ve özellikle yahûdiliktir. Onu hıristiyanlık izler. Ehl-i kitap geleneği, bir anlamda hurâfeler geleneği gibidir. Bu gelenek nazar boncuğundan muskacılığa, falcılıktan cinciliğe, melek kanadı saymaktan şeytan/cin çıkarmaya kadar akla gelebilecek tüm hurâfe çeşitleriyle doludur.
İsrâiliyât tahribi, hurâfe yığınının omurgasını oluşturmaktadır. İsrâiliyyât denilen ehl-i kitap hurâfeciliğini, özellikle yahûdilik yoluyla bünyesine aktaran müslümanların yanlış kültürü, daha sonra buna hıristiyan, Sasani, Hint, Eski Yunan ve nihâyet Türk-Şaman kabullerini de ekleyerek iyice hurâfe okyanusuna dönüşmüştür. Şamanizm gibi yarı pagan, yarı mistik bir dinin oluşturduğu kolektif bir şuuraltına sahip bulunan Türk insanı, İslâm’ı kabul ettiğinde, bu sayılan hurâfelerin ilk dördünü, girdiği yeni dinle birlikte sîneye çekmekle kalmadı, ona kendi Şaman kaynaklı hurâfelerini de, ufak kılık değiştirmelerle ekledi. Ve bir zaman geldi ki, Türk insanı için din hayatı, bir tür hurâfeler hayatı oluverdi.
Hurâfe, bunamak anlamındaki haref kökünden türemiş bir kelimedir. Kitleleri bunamaya iten bir hastalık olduğu için bu toplumsal illete hurâfe denmiştir. İbn Manzûr hurâfeyi, “yalan sözün tatlı geleni” diye tanıtır.[42] Demek oluyor ki hurâfede, tüm tutarsızlığa rağmen, dinleyene tatlı ve çekici gelen bir yan bulunmaktadır. Belki de hurâfeyi yaşatan, insanoğlundaki tatlı söze aldanma şeklinde tecellî eden akıl almaz ahmaklıktır.
Batı dillerinde, Latince bir kök olan superstitio’dan türeyen superstition kelimesiyle karşılanan hurâfe, bu dillerdeki ortak kabule göre de mantık dışı, temelsiz, boş, aldatmaca, büyü türünden inanç ve kabul demektir. Bu sözcük, aynı zamanda ataların kabullerinden gelen akıl dışı anlayışları da ifade eder. Larousse’a göre, hurâfede “mesnetsiz, saçma yükümlülük”, belirgin niteliklerden biridir.
Kelimenin kökünde, eski halk inançları anlamları da vardır. Bu demektir ki, hurâfecilikte, eski kabullerin yeni anlayışlar içinde sürdürülmesi önemli noktalardan biridir. Kur’an’ın ecdat kabullerini dokunulmaz kılmayı putperestliğin bir belirişi olarak gösteren konumuzla ilgili âyetlerini hatırlamalıyız. Hurâfenin omurga noktalarından biri, eski ataların kubullerini yeni zamanda yaşatmaktır. Kur’an 25 âyetinde şirkin bir belirişi olarak gösterdiği ataların âdet ve geleneklerini kutsallaştırmayı hurâfe sebebi kaynaklardan biri olarak ortaya koyar. Ecdatperestliğin temel sloganı, peygamberlerin temel kanıtına bir karşılık olarak gösterilmiştir. Peygamberler diyor ki: “Eğer doğru sözlüler iseniz delilinizi getirin!”[43] Yine peygamberler diyorlar ki: “Eğer doğru sözlüler iseniz bana ilimle haber verin!”[44] Şunu da söylüyor nebîler: “Eğer doğru sözlüler iseniz haydi kitabınızı getirin!”[45] Bu isteğe, hurâfeci şirkin verdiği cevap şudur: “Eğer doğru sözlüler iseniz bize atalarımızdan kanıt getirin!”[46] Veya şöyle söylüyorlar: “Şu dediğinizi biz, önceki atalarımızdan duymadık.”[47]
Hurâfe zehrinin kimliğiyle onun panzehirinin kimliğini birer cümlede böylesine ihtişamla anlatmak, ancak Kur’an kelâmının başaracağı bir hârika olabilirdi. Bu kelâm hârikasından biz şunu öğreniyoruz: Hurâfecilik ve atalar yolunu körü körüne taklit; bir ilimsizlik, kitapsızlık, kanıtsızlık illetidir ki insanı kör ve sersem ederek ataların fosillerine, ete-kemiğe tutsak hale getirir.
Çoğulu “emânî” olan ümniyye kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de bir yerde tekil, beş yerde çoğul olmak üzere toplam 6 yerde geçmektedir. Fiil halinde kullanımı ise bunun iki katından fazladır. Kur’an bu kavramı, kitap kavramına karşı bir olumsuzluğu ifade için kullanmaktadır. Karşıtlık şöyle verilmektedir: “Kitabı bilmezler, sadece emânî bilirler...”[48] Ehl-i kitap dediğimiz yahûdi ve hıristiyanlarla müslüman kitlelerin emânîsinden şikâyet edilmekte, meselelerin bu emânîlerin hiçbirisiyle çözülemeyeceği belirtilmektedir. Çözüm; Kitap, ilim ve eylem ile olacaktır.[49]
Kitab’a, yani ilim ve delile karşı konmuş bulunan emânî, aslı-esası olmayan şey, yalan, sanı, ne dediğini anlamadan okumak anlamlarındaki ümniyye kelimesinin çoğuludur. Ümniyye, takdir etmek (ölçü tutturmak) anlamındaki meny kökünden türemiştir. Meny sözcüğündeki takdir, daha çok sanı, hayal ve kuruntuya dayanarak yapılan tahminler için kullanılır. Bu yüzdendir ki meny, genellikle gerçeğe dayanmayan hayalî tasavvurlar ve tasarımları ifade eder. Bu kökten gelen “temennâ” fiili, “yalan söyledi” anlamındadır. Buradan hareketle Mücâhid bin Cebr gibi bazı müfessirler, emânî kelimesini “yalanlar” diye açıklamışlardır.
Kur’an’ın “Kitab”a karşıt gösterdiği emânî, bizim hurâfe, anlamadan veya yanlış anlayarak okumak dediğimiz illetlerin ta kendisidir. Emânî hakkında bilgiler veren Râgıb, şöyle diyor: “Şeytan, peygamberlerin ümniyyelerine bir şeyler karıştırır”[50] mealindeki âyet bünyesinde kullanılan ümniyye, okuyuş demektir. Kendini iyice vermeden okumak, bu tehlikeyi taşıdığındandır ki, Hz. Peygamber’e Kur’an okuyuşunda aceleden kaçınması emredilmiştir.”[51]
Şeytanın insanı saptırışının esası da ümniyyeye itmektir. Şeytan, tüm vaatlerinde ümniyye kullanır. Yani, insanı, anlamını bilmeden sırf üfürük olsun diye okumaya ve aslı-esası olmayan şeylere inanıp bel bağlamaya iter.[52] Daha ilginci, şeytan, insanoğlunu ümniyeler (hurâfeler, uydurmalar, anlamsız okuyuşlar) kullanarak saptıracağını Allah huzurunda açıkça beyan etmiştir: “Yemin olsun, onları ümniyyelere, (boş kuruntulara, hurâfelere, yalanlara) iteceğim...”[53] Zafer, mutluluk, ölümsüzlük bir emânî işi değildir; bir eylem ve üretim işidir.[54]
Hurâfelerin tümü din açısından tehlikeli olmakla birlikte, itikadı ilgilendiren hususlar, şirke yol açmaları yönüyle en çirkinleridir. Aslında her hurâfenin, hatta bir ölçüde bid’atın kabul ve uygulanışı, İslâm itikadına zarar verir. Kur’an’da da tevhid dâvetine, sadece Allah’a ibâdet/kulluk çağrılarına itiraz edenlerin temel gerekçe olarak “atalarının yolu”nu göstermeleri, onların örf-âdet, gelenek ve göreneklerini, onlardan miras aldıkları inanç ve yaşayış biçimlerini alternatif olarak ileri sürmelerini bir ecdatperestlik, körü körüne taklitçilik kabul etmenin yanında, hakkın karşısında en önemli şeytanî gerekçe olarak görmekteyiz.
Çokça Görülen Hurâfe ve Bâtıl İnanışlar
Dünyanın öküzün boynuzunda durduğunu, hem de din adına iddiâ eden hurâfeciler hâlâ kaldı mı bilinmez ama, yıldıznâmeye (astroloji ve fallara) bakanlar ve baktıranlar, kahve içtikten sonra kapatıp fala bakarak bir şeyler uydurup söyleyenler ve onlara inananlar, baykuşun bir eve tüneyip ötüşünü, köpeğin uzun uzun ulumasını duyanların mahalle veya köyden bir kişinin öleceğini yorumlayıp buna inananlar, yılbaşı gelince noel baba olan, onun heykelini yapan, noeli kutlayan, hindi kesen, çam deviren ve benzeri hıristiyan taklitçiliğini çekinmeden işleyenlere hemen her zaman ve her yerde rastlamaktayız.
a- Ölüler ve Kabirlerle/Türbelerle İlgili Hurâfeler
Bu tehlikeli hurâfelerin içinde en yaygınları, türbe ve tekkelerde, yatır (ölü) ziyaretlerinde, ölü veya diri bazı kişilerin aşırı yüceltilip kutsallaştırılması, tanrılaştırılması, daha doğrusu putlaştırılmasında, bazı mubahların haram kabul edilmesinde, Kur’an’da emredilmediği ve Peygamber döneminde uygulanmadığı halde bazı yeni ibâdet şekillerinin kabulünde görüyoruz. Dinden olmadığı halde dinin içine katılan her türlü ilâveler, yama ve sentezler, bâtıl âdet ve sapık yorumlar, hurâfe ve bid’at kavramıyla ilgili cinâyetlerdir.
Daha çok kadınlar ve hastaların rağbet ettiği türbeler çevresinde kümelenen hurâfelerin başında, türbelere adak adamak, pencere demirlerine ve yakınındaki bir ağaca çaput bağlamak, türbe içinde veya çevresinde mum yakmak gelmektedir. Bunlar üzerinde kısaca duralım:
Türbelere adak: Adak ya da dinî ifadeyle nezir; Allah rızâsı için, insanın kendi kendini herhangi bir şarta bağlı olarak veya mutlak şekilde mubah olan bir konuda borçlandırmasıdır. Adak yerine getirilmediği müddetçe, adayan borçlu kalır. Adak, Allah'tan başkası adına adanamaz. Adanırsa adak olmaz. Adayan da şirk koşmuş olur. Ayrıca, iyice bilinmesi gerekli bir husus da adağın hiçbir şeyi değiştiremeyeceği, kaderi zorlayamayacağıdır. Kimse yapacağı vaatlerle -hâşâ- Allah Teâlâ'nın ezelî takdirini değiştirebileceğini sanmamalıdır. Peygamber Efendimiz konuyu şöyle dile getirmiştir: "Nezir (adak) hiçbir şeyi (şerri ve zararı) def etmez. Ancak nezir sebebiyle cimriden mal çıkarılmış olur."[55] Başka bir hadis-i şerif de şöyledir: "Kim, Allah'a itaati gerektiren bir hayır ve ibâdet adarsa, adağını yerine getirsin. Kim de Allah'a karşı günah işlemeyi gerektiren şer bir iş nezrederse, Allah'a âsi olmasın, adağını yerine getirmesin."[56]
Allah'a karşı isyan olan bir adağın yerine getirilmesi, adanmasından daha büyük bir vebaldir. Allah'tan başkaları için adanan adaklar da yerine getirilmemesi gerekli nezirler cümlesindendir. O halde "falan türbeye bir koç adadım" diye söylenip gezenler ne yapmak istediklerini anlamalıdırlar. Bu sözden maksatları "adadığımı falan türbe civarında Allah için keseceğim" demek midir? Yoksa, "o türbede yatana adadım" mı demek istemektedirler? İkincisi ise, bu bir şirk koşmadır, terk edilmesi kesinlikle lâzımdır. Bir ölü için, yatır için kurban kesilmesi, ona adak adanması şirktir/küfürdür. Oralarda kurban adıyla hayvan kesenlerin hemen hepsi böyle bir şirk içine düşmektedir. Bunlar, besmeleyle de kesseler, kestikleri murdardır, yenilmez. Birincisi ise; câhilleri yanıltmamak ve hurâfeci duruma düşmemek için ve yer kaydı da adakta önemli olmadığından dolayı, türbe çevresinde değil de istediği başka bir yerde Allah için adağını yerine getirmeli, hayvanını hurâfelere karıştırmadan kesmelidir.
Ölülere Yalvarıp Duâ Etmek: Yatırlardan bir şeyler beklemek, hastalığına şifa, derdine devâ, bahtına açıklık, kısırlığına çözüm... için ölüden yardım ve imdat beklemek; tümüyle şirk olan hurâfe ve bâtıl inanıştır. Bunları bir müslüman yapamaz.
Çaput Bağlamak: Mezar taşı, türbe ve tekke penceresine veya o civardaki ağaçlara düğümler, çaputlar bağlamak eski Türk câhiliyesinden devralınan hurâfe ve putperest özelliklerindendir. Türkler, müslüman olmadan önce sahip oldukları türbelere ve kutlu saydıkları ağaç ve çalılara paçavra bağlamak ve mezarlarda mum yakmak gibi câhiliyye âdetlerini, İslâm'ı kabul etmeleriyle birlikte yeni dinlerine katmışlar, hâlâ da bu hurâfe ve bâtıl inanışları terk edememişlerdir.
Mum Yakmak: Türbe, mezar, tekke vb. yerlere mum yakma âdeti, eski câhiliyye çağından kalma âdetlerindendir. Arkeologların çoğu bu âdetin en ilkel ateş kültü ile ilgili olduğuna kanidirler. Yani "ateşe tapınmak"tan kalma bir âdet olduğu söylenilmektedir. Eski çağlarda yalnız "aziz" sayılanların değil; başka ölülerin de mezarlarında yahut öldükleri yerde mum veya ateş yakmak bir nevi kurban sayılırdı. "Türbelerde kandil (mum) yakmak âdeti, Fenikelilerden intikal etmiş bir an'anedir. Fenikeliler Sur şehrinin koruyucusu ve tanrısı kabul ettikleri Melkâres'in heykeli önünde devamlı kandil (mum) yakarlardı."[57]
Hıristiyanlıktan önceki Helenler ve Romalılar'ın da mezarlarında ve mezar taşları üzerinde meş'aleler yaktıkları bilinmektedir. Bunlar Hıristiyan olduktan sonra da bu âdetlerini bırakmamışlardır. Bu Paganizm kalıntısı âdet, daha sonraları hıristiyan din adamları tarafından kitaba uydurulup mum yakma şeklinde dinî âyinlere sokulmuştur. Hıristiyan din adamlarının izahlarına göre güya bu âdet, ilk hıristiyanların karanlık mağara ve Katakomplarda gizlice ibâdet ettikleri zaman yaktıkları mum ve meş'alelerin hâtırası imiş.[58] İslâm'da câmi duvarına, kabir taşına, mezar taşına, türbelere, yatırlara mum yakılır diye bir davranış kesinlikle yoktur. Bunlar Türklere de hıristiyanlar aracılığıyla müşrik ve mecûsilerden geçmiştir.
Kabir başına, mezar taşına mum yakan kişi, oradaki yatırla kendini bütünleşmiş, ondan bir parça olmuş gibi kabul ediyor ki, bu büyük bir hatadır ve şirktir. İslâm'a göre insan, ancak Allah'a ilticâ eder ve O'na sığınır. O'nun dışındaki varlıklardan medet ummak tevhide ters düşen büyük bir yanlıştır. Bu itibarla kabirlerde mum yakma âdeti, bâtıl bir inanç ve hurâfedir. Ayrıca, halk arasında yaygın olan bir yanlış inanç da, cenâze çıkan odada 40 gün ışık yakılmasıdır. Güya ölü çıkan odada 40 gün ışık yakılırsa, ölünün ruhu geldiği zaman karanlıkta kalmaz, evini ve odasını daha çabuk bulurmuş.
Malı israf etmek, başka ümmetlere benzemek gibi iki haramı birden işleten bu tür hurâfelerden kesinlikle uzak bulunmak gerekir. Tevhidi gölgeleyici, müslümanları tevhid inancından şirke sevk edici bu çirkin putperest âdetlerinden medet umanlar, putlardan fayda bekleyenler gibi kendilerini aldatmaktan ve etrafa, özellikle yeni yetişenlere kötü örnek olmaktan başka hiçbir iş yapmış olmazlar. Bu da vebal olarak onlara yeter de artar bile.
Mum yakarak, çaput bağlayarak, ölülere adaklar adayarak, murâdına nâil olacağını, hastalığından veya dertlerinden kurtulacağını, bahtının açılacağını, çocuk doğuracağını sananlar ve yeri geldiğinde de müslümanlığı kimselere bırakmayanlar, inandıklarını iddiâ ettikleri İslâm'a, Kur'an ve sünnete ne kadar ters düşmüşlerdir! "Yalnız Sana ibâdet eder, yalnız Senden yardım dileriz."[59] âyetini kıldığı namazın her rek'atında okuyanların, "gazaba uğramış ve sapıkların yoluna tâbi olmaktan"[60] Allah'a sığınanların, verdikleri bu söze ve yaptıkları duâya sâdık kalmalarından daha doğal ne olabilir?
Merhum Mehmed Âkif'in;
"Hurâfeler, üfürükler, düğüm düğüm bağlar,
Mezar mezar dolaşıp hasta baktıran sağlar!"
mısralarıyla çizdiği yakışıksız görünümden uzaklaşmaya, İslâm'ın sadeliğinde dinî kişiliği ve sadece Hakka kulluk yapan izzeti bulmaya çalışmalıdır. Çünkü kurtuluşa giden doğru yolun, böylesi hurâfelere tahammülü yoktur.
Cenâzeye Çelenk Götürmek ve Yeşil Düşmanlığı: İslâm hayat dinidir. Her şeyde canlılık ister. Bu sebeple de hayat sembolü olan yeşili, yeşilliği korur, geliştirilmesini teşvik eder. Rahmete, berekete, sıhhate ve çevre sağlığına yararlı ve yeşilliğin (her çeşit ot, bitki ve ağaçların) Allah'ı kendi halleriyle zikredip ibâdet ettiklerini kabul eder. Ne var ki, her güzel ve doğrunun düşmanı olan hurâfe ve bâtıl inanışlar, kör taklitçilik, amacı bilinmeden başka kültürlerden devşirilen, kapılardan gümrüksüz geçirilen câhiliyye âdetleri yeşilin ve yeşilliğin de düşmanıdırlar.
İslâm ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan "hıdırellezde yeşil çiğnemek gerek" düşüncesi ve uygulaması, yılbaşı kutlamaları dolayısıyla çam kesmeler, vitrin süslemeler, bayramlarda mezarlara yeşil çalı götürmeler, kabirlere çiçek bırakmalar, büyük kentlerde salgın hale gelen cenâzeleri çelenklerle uğurlamalar gibi bir sürü uygulama, bize yabancı, zararlı ve başka milletlere benzeme girişimleri olarak sosyal ve dinî bünyeyi kemirip durmaktadırlar. Ölüm ve ölüm ötesi ile ilgili hurâfe ve bâtıl inanışlar, gün geçtikçe artmaktadır. Oysa çok dikkatli davranılması gerekli hayat olayı, ölüm ve sonrası ile ilgili muâmelelerdir. Ne ses, ne gürültü, ne bando, ne top arabası, hatta ne slogan... Sadece acele fakat telaşsız, üzgün fakat vakur, hayat kadar ölüme de râzı bir havada, duâlarla ve sürekli ölümü düşünerek ölü için duâ makamında kılınacak cenâze namazı ve yapılacak mütevâzi bir merâsim, ölene karşı son görevin yerine getirilmesi için kâfidir. Ötesi bir yığın hurâfe ve günahtır, israf ve yorgunluktur, cenâzeyi de rahatsız, huzursuz etmektir.
Bilinmelidir ki, cenâzeyi çelenklerle uğurlamak hıristiyan âdetidir. Çelenk, aslında hıristiyanların kutsal kabul ettiği haç taşıma aracıdır. Haçı çıplak taşımamak için onu çiçeklerle süslemekte ve öylece mezara kadar götürmekteler. Peki, bir müslüman, bu çelenk hurâfesiyle mezara ne götürmekte veya göndermektedir? Hıristiyanın haçını mı, yoksa çiçek buketleri arasına sıkışmış, üzüntülerle harmanlanmış hurâfeleri mi? Yapmadığı duâları mı? Çelenk için, cenâze için çiçeği koparmak, onu zikirden/ibâdetten ve insanlara güzellikler veren özelliklerden mahrum etmektir. Ayrıca israftır, bu paralarla fakirlere sadakalar verilse daha iyi olmaz mı?
Dinimiz, kabir üzerine yığılmış kurumaya mahkûm çelenk ve çalı değil; büyümeye ve yeşil kalmaya lâyık fidanlar, çiçekler dikilmesinden yanadır. O halde ne yapılması gerektiğine dikkat edilmelidir. Hıristiyanları körü körüne taklit edip hurâfeyi çağdaşlık sanarak aklın da kabul etmediği lüzumsuz şeylerden medet ummak, en hafif ifadeyle ahmaklıktır.
Bir de kurban olarak horoz adamak veya kesmek var ki, horozdan kurban olsa olsa, böyle sahte tanrılara olur dedirtiyor insana. Yine, yatırların yanlarına konulan tuz ve şekerlerden medet ummak, onları şifalı kabul edip almak veya dağıtmak, istismarcıların ekmeğine yağ süren hurâfelerdendir. Oraların toprağını kutsal kabul edip beraberinde götürmek, kabirlerin etrafında tavaf etmek... Bütün bunlar şirk unsuru olan hurâfelerdir.
b- Günlerle İlgili Hurâfeler
İki Bayram Arası Nikâh Kıyılmaz mı? Anadolunun birçok yöresinde hâlâ yaşatılmakta olan bir yanlış anlayış da "iki bayram arasında nikâh kıyılmaz" görüşüdür. Nereden çıktığı bilinemeyen bu asılsız sözün, toplumda giderek etkisini kaybetmesine rağmen, tamamen unutulmamış olması ve zaman zaman ortaya atılması, hurâfelerin yaygınlığı açısından düşündürücüdür.
Bilindiği gibi dinimize göre nikâh, ibâdet ve muâmele sıfatlarına sahip, şaka götürmeyen bir icraattır. Dinimizde "ruhbanlık" olmadığı için evlenmek teşvik ve evlenmemekten hayırlı kabul edilmiştir. Hatta ibâdet edebilmek için evlenmeme düşüncesine kapılanlar bizzat Peygamber Efendimiz tarafından uyarılmış, "Benim sünnetimi terk eden Benden değildir!"[61] diye çok ciddî şekilde tehdit edilmişlerdir. Nikâhın şartları arasında "iki bayram arasında olmaması" gibi bir kayıt bulmak mümkün değildir. Dinimizde herhangi bir hüküm koyabilmek için bunun Kitab'dan veya Sünnet'ten bir delilinin olması gerekmektedir. Bu kaynaklardan delil bulunmayan bir görüş hakkında söylenecek sözler mesnetsiz, asılsız, uydurma olmaktan öte gidemez ve dinî açıdan en küçük bir değer taşımaz. Herhangi bir konunun haram/yasak olduğunu tesbit etmek için bu delillere ihtiyaç vardır. Kafadan atmakla bir helâl haram olmaz.
"İki bayram arası nikâh kıyılmaz" uydurması; delilsiz bir söz olmanın ötesinde bizzat Hz. Peygamber'in hareketiyle reddedilmiş bir görüştür de. Çünkü Hz. Peygamber'in Hz. Âişe ile evlenmesi Ramazan ayını tâkip eden Şevval ayı içinde gerçekleşmiştir. Yani iki bayram arasında meydana gelmiştir. Hem bir düşünelim: İki bayram arası olmayan gün var mı ki?! Ramazan Bayramı ile Kurban Bayramı arasında iki ay on günlük bir zaman varsa, Kurban Bayramı ile gelecek yılın Ramazan Bayramı arasında da kamerî yıl 354 gün olduğuna göre yaklaşık dokuz ay on gün vardır. Biri 2 ay 10 gün olduğu için "iki bayram arası" kabul edilirken; ötekisi 9 ay 10 gün olduğu için mi "iki bayram arası" kabul edilmez? Tabii bunun anlaşılır ve mantıklı bir tarafı yoktur.
Fıkıh kitaplarında nikâhın ibâdet niteliği dolayısıyla mescidlerde ve Cuma günü kıyılmasının güzel görüldüğü yani "müstahap" olduğu kaydedilmiştir. Bunun ötesinde zaman açısından herhangi bir kayda rastlamak mümkün değildir. O halde insanımız bu tür asılsız söylentilere iltifat etmemeli, nikâhın ne zaman kıyıldığına değil; hangi şartlarla kıyıldığına ve kurulan yeni yuvanın dinî açıdan aranılan şartlara sahip olup olmadığına dikkat etmelidirler. Çünkü "Allah'ın emri, Hz. Peygamber'in sünneti" üzere sözleriyle başlatılan evlilik hayatına başlama için uygulama ve törenlerin ve devamının da Allah'ın emri, Hz. Peygamber'in sünneti üzere olması gereklidir.
Salı Yola Çıkılmaz, Cuma İş Yapılmaz mı? Özellikle hanımlar arasında çok yaygın olan iki yanlıştan biri, "Salı günü bir işe başlanmaz, çamaşır yıkanmaz, yola çıkılmaz" anlayışı; ötekisi ise, kadınların Cuma günü iş yapmalarının doğru olmadığı inanışıdır. Tabii, her iki yanlışın/hurâfenin de dinî ve ma'kul bir gerekçesi yoktur. Bâtılın bâtıl/yanlış olmaktan başka gerekçesi olur mu?
Dinimizde haftanın günleri ile ilgili olarak, "şu yapılmaz, bu yapılır" şeklinde bir ayrım bulunmamaktadır. Zaman, sahne olduğu eylemlere göre kıymet kazanır veya tehlike arzeder. Salı günü ile ilgili söylentilerin asılsızlığı müslümanlar açısından İstanbul'un 29 Mayıs 1453 Salı günü fethedilmiş olması ile ortaya konmuş bulunmaktadır. Bu fetihden fevkalâde üzüntü duyan hıristiyanlar; İstanbul'u kaybettikleri gün olduğu için Salı gününü kendileri açısından uğursuz saymış, yas günü ilan etmiş ve bir süre o gün herhangi bir iş yapmamış olabilirler. Zamanla, onların bu -kendileri açısından- bir ölçüde haklı görülebilecek kanaat ve uygulamaları, işin farkında ve bilincinde olmayan hurâfeye düşkün müslüman halk arasına girmiş ve yerleşmiştir. Sonra da müslümanlığa ait bir görüş ve esasmış gibi yayılıp gitmiştir.
Yine, 13 sayısının hıristiyan Batılı halka göre uğursuzluğu da, fethin 1453 yılında gerçekleşmesi dolayısıyla olduğu şeklinde izah edilir. 1453 sayısının rakamları tek tek toplandığı zaman 13 sayısı çıkar; tabii bundan da önemlisi Batılılar açısından da rahmet olduğu halde, kendi sapık yollarının yanlışlığının isbat edildiği dönemin başlangıcı olan Peygamberimiz'in doğum yılı milâdî 571 yılının rakamları da toplandığı zaman 13 sayısı ortaya çıkmaktadır. Bu sebeplerle 13 sayısı hıristiyan Batılı halklar tarafından eskiden beri uğursuz sayılmıştır. Peki, müslümanlara ne oluyor da bu tür gün ve tarihleri uğursuz sayıyorlar?
Cuma günü kadınların iş yapmamasına gelince, bu da anlaşılması güç bir tutum ve bâtıl inanıştır. Zira Cuma günü, iç ezan dediğimiz câmi içinde okunan ezandan, Cuma namazının farzını kılıncaya kadar geçecek süre içinde işi, alış verişi terk etmek bir vecîbedir, Kur'an emridir.[62] Konu ile ilgili âyetlerin mealini görelim: "Ey iman edenler, Cuma günü namaz için çağrıldığı(nız) zaman, Allah'ı anmaya koşun ve alış-verişi (işi-gücü) bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lutfundan (nasibinizi) arayın. Allah'ı çok zikredin; umulur ki kurtuluşa erersiniz."[63] Öte yandan, Cuma günü kadınların iş yapmayı doğru bulmamaları, Cuma gününün hafta tatili olduğu günlerden kalma mânâ ve mâhiyet değiştirmiş bir uzantısı gibi değerlendirilebilir. Şöyle ki:
Kur'an o günü tatil günü kabul etmemesine, namaz saati dışında iş günü olduğunu ilan etmesine rağmen, müslümanlar ibâdetlerini daha rahat icrâ etsin diye, uygulama olarak Cuma günü Osmanlılarda ve günümüzdeki çokça müslümanların yaşadığı hemen her yerde tatil kabul edilmiştir. O yüzden evin erkeği genellikle evdedir. Cuma namazına gidecektir. Onu rahatsız etmemek ve özel hizmetlerinde bulunmak için genel temizlik ve çamaşır gibi işlerin yapılması belki uygun bulunmamıştır. Bu yüzden böyle bir gelenek yerleşmiş olmalıdır. Hafta tatilinin değiştirilmesinden sonra bu anlayış ve uygulamanın, Cuma gününün, gün olarak kendisine ait bir nitelikten ileri geldiği sanılmış ve böylece de bugünkü yanılgıya ve yanlışa düşülmüş olabilir. Ve bu anlayışın, yahûdilerin Cumartesi günü iş yapma yasağının müslümanların mübârek kabul ettiği Cuma gününe aktarılması gibi bir yahûdi taklitçiliğinden kaynaklandığı da düşünülebilir.
Kaynağı ne olursa olsun, Salı ve Cuma günleri hakkında hanımlar arasında dolaşıp duran bu ve benzeri sözlerin İslâmî bir ölçüyü ifade etmediği, hurâfe ve bâtıl inanış olduğu ortadadır.
c- Gaybdan Haber Vermeye Bağlı Hurâfeler
Gaybı Bilmek Mümkün mü? Yüce Yaratıcı'nın biz insanlara verdiği akıl, duyular ve benzeri öğrenme vâsıtaları ile hakkında kesin veya zannî bilgi edinebildiğimiz şeylerin tümüne "şehâdet âlemi" denir. İnsanın, bu kendine ait vâsıtalarla hakkında bilgi edinemeyeceği Allah, cennet, cehennem, yarın başına neyin geleceği, kıyâmetin ne zaman kopacağı gibi konuların hepsine de insan açısından “gayb âlemi” denir.
Eskiden beri gayb âlemi, insanoğlunun merakını çekmiştir. Bu âlem hakkında bilgi edinmek istemiştir. Tabii bu merak ve istek; gaybdan/gâipten haber verdiğini söyleyen kâhinler, arraflar, falcılar, müneccimler, cinciler tarafından istismar edildiği gibi günümüzde de bunlara ek olarak medyumlar, astrloglar, ruh çağıranlar tarafından kötüye kullanılmaktadır. Hurâfelerin, bâtıl inanışların toplumda yaygınlaşmasına ve bazı kişilerin asla kendilerinde bulunmayan birtakım üstün niteliklere sahip kabul edilmesine ve böylece menfaat sağlamasına yol açan "gaybı bildiği ve haber verdiği" yalanına ve çeşitli şekillerine dikkat çekmeden önce, meselenin dinimiz açısından nasıl ele alındığını açıklayalım:
İslâm'a göre gayb'ı sadece Allah bilir. "De ki: Göklerde ve yerde gaybı, Allah'tan başka bilen yoktur."[64] Allah Teâlâ'nın emir ve yasaklarını insanlara duyurmak için içlerinden seçtiği peygamberler bile gaybı bilemezler. Kur'ân-ı Kerim'de Peygamber Efendimize hitâben şöyle buyrulmakta ve durum bize açıklanmaktadır: "De ki: 'Size Allah'ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem; size ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum."[65] "De ki: 'Ben, Allah'ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır/iyilik yapardım ve bana hiçbir kötülük dokunmazdı. Ben sadece iman eden bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeciyim."[66]
"O bütün gaybı bilir. Gaybına/sırlarına kimseyi muttalî kılmaz. Ancak (bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar."[67] Bu âyetlerde de Allah Teâlâ'nın ancak dilediği peygamberleri gaybdan dilediği bilgiye muttalî kıldığı belirtilmektedir. O halde Allah'tan bir bildirme olmadığı sürece gaybı kimsenin bilmesi ve haber vermesi mümkün değildir. Allah da bu bilgiyi sadece peygamberlerine bildirdiğine ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'den sonra da peygamber gelmeyeceğine göre, ortalıkta gaybdan haber verdiğini söyleyip gezenlerin açık birer yalancı oldukları anlaşılmış olmaktadır. Her akıllı kişi kabul eder ki, hakikat, yalancıdan öğrenilmez. Ve gerçekler hiçbir zaman bu zavallıların hevâ ve heveslerine tâbi olmaz, onlar dedi diye İlâhî takdir değişmez. "Eğer gerçek, onların heveslerine uysaydı gökler, yer ve onlarda bulunanlar bozulup giderdi."[68]
Hidâyet rehberimiz olan Peygamberimiz, gaybdan haber vermeye kalkışan kişilere inanmanın tehlikesine şöyle işaret buyurmaktadır: "Gayb habercisine (kâhin, arraf, falcı...) gidip onun dediğini doğrulayan kişi, Muhammed'e gönderileni (Kur'an'ı) inkâr etmiş olur."[69]
Falcılık ve Fala Baktırmak: Fal ve falcılık; gaybdan haber verme, gelecek hakkında önceden fikir beyan etme temeline dayanmaktadır. Tarihin her devrinde, her toplumda istikbali öğrenme teşebbüslerine, bunun çeşitli şekillerine ve değişik araçlarına rastlanmaktadır. Câhiliyye Araplarında "ezlâm" denen fal okları, remiller, günümüzde yıldız, burç, kahve, bakla, iskambil kâğıdı, suya bakma, kitap açma vs. falcılığın şekil ve malzemesinin bir kısmıdır. Ayrıca çağdaş câhiliyyede falcılık, medya aracılığıyla modern insanın günlük hayatına da girmiş bulunmaktadır. Günlük fallar yanında, gazetelerin yılbaşlarında, senelik fallar yayınlamaları, faldaki yalanın boyutlarını oldukça genişletmiştir.
Hurâfe ve bâtıl inanışların hepsine birden savaş açmış bulunan İslâm, bütün çeşitleriyle falcılığı yasaklamıştır. "Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), ezlâm/fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz."[70] Bu âyet, fal oklarının şeytanın pis işlerinden olduğunu, kötülükte şarap içmeye, kumar oynamaya ve putlara tapmaya denk bir cürüm sayıldığını, kurtuluş için bunlardan uzak durulması gerektiğini çok açık bir şekilde bildirmektedir. Bir başka âyette de: "... Ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı."[71] buyurulmuştur. Öte yandan "... Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını (başına neler geleceğini) bilemez. Yine hiçbir kimse nerede öleceğini de bilemez."[72] buyurulmakta, gelecekten haber vermeye kalkışmaktan ibâret olan falcılığın İslâm'da yeri olmadığı belirtilmektedir. Peygamber Efendimiz de falcılıktan elde edilecek kazançtan mü'minleri nehyetmiştir.[73]
O halde fala bakmak, falcılık yapmak, fala inanmak, faldan kazanç temin etmek hiçbir sûrette müslümana yakışmayan hareketlerdir. Özellikle hanımların bu konuya daha bir dikkat etmeleri, böyle boş ve haram şeylerle kendilerini aldatmamaları gerekmektedir. Falcılar bir şey biliyorlarsa, önce kendilerini kötülüklerden korusunlar. Unutmayalım ki, aldatmak hâinlik, aldanmak da ahmaklıktır. Bir sürü yalan ve tahmin içinde birkaç tanesinin mevcut duruma, ya da ileride olacaklara uygun düşmesi, falcıların gaybı bilmesi anlamına gelmediği gibi, onlara inanıp İslâm'ın temiz inanç esaslarından vazgeçmeye, âyet ve hadislere ters düşmeye değmez. Kim böyle bir değişmeye rızâ gösterirse, dünyanın ve âhiretin büyük zararına uğramış demektir.
Ruh Çağırma: Son zamanlarda özellikle sosyete arasında yaygınlaşmış olan modern kâhinlik veya çağdaş cincilik diyebileceğimiz bir uygulama vardır: Ruh çağırma. Ruh çağırma seanslarında, eğer sahtekârlık, teknik hileler yoksa, madde ötesi bir varlıkla ilgi kurulduğu bilinmektedir. Ancak bu madde ötesi varlığın ruh olup olmadığı, söylediklerinin gerçeği yansıtıp yansıtmadığı ciddi şekilde üzerinde durulması gerekli bir konudur.
Dolayısıyla ruhların, insanlarla ve dünyadakilerle haşir-neşir oldukları, ölmemiş gibi birtakım işler yaptıkları iddiâsına dayanan ruh çağırma girişimleri, ruhların durumuyla ilgili bu olaylara ters düşmektedir. Ruh çağırma iddiâsında bulunanların iddiâları geçersiz ve tutarsızdır, delilden yoksundur. Eğer ruhların dünyaya dönüp dünyadakiler gibi birtakım faâliyetlere katılma imkân ve şansları olsaydı, herhalde ruh çağırma seanslarıyla meşgul olmaktan çok daha önemli işleri olurdu. Nitekim bir âyet-i kerimeden bir kısım ruhların ne yapmayı arzu edeceklerine dair bilgi bulmaktayız: "Onlar (günahkârlar) orada, 'Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımız amelden başkasını (daha iyisini) yapalım' diye bağrışırlar." Bu arzuya verilen cevap da âyette açıklanmakta, şöyle denilmektedir: "Öğüt alacak insanın öğüt alabileceği kadar bir zaman sizi yaşatmadık mı? Size uyarıcı da gelmişti. Öyle ise tadın (o azâbı). Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur."[74] Ruhların dünyaya dönüp dünyalılar gibi birtakım faâliyetlerde bulunamayacakları bir başka âyette şu şekilde belirtilmektedir: "Onlardan birine ölüm gelince; 'Rabbim, beni geri çevir, belki yapmayıp (noksan) bıraktığımı tamamlar, iyi işler işlerim' der. Hayır; bu kendi sözüdür. Tekrar diriltilecekleri güne kadar aralarında geriye dönmekten onları alıkoyan bir engel vardır."[75] Medyumlara cevap verdiği söylenen ruhlar, bu engeli aşmayı beceren birtakım gözü açıklar mı dersiniz? İlâhî sınırları, Allah'ın beyanını, beşerî sınırlar ve insanın sözlerine benzetebilen câhiller/kâfirler ancak bunun böyle olabileceğini düşünebilirler ve tabii aldanırlar.
Taş Yapıştırmak: Gaybdan haber almak ve gelecek konusunda bilgi sahibi olmak merakının en garip ve akıl almaz tezâhürlerinden biri de daha çok kadınların ilgi gösterdikleri taşa taş yapıştırma hurâfesidir. Bu da niceleri gibi türbeler çevresinde uygulanmaktadır. Genellikle türbe içinde veya yakınındaki herhangi bir taş veya duvar bu iş için kullanılmaktadır.
Taş yapıştırma hurâfesinde dikkat çeken husus; o türbedeki zat aracılığı ile tutulan niyetin Allah katında kabul görüp görmediğinin öğrenileceği zannı, hatta dileklerin bizzat türbede bulunandan dilendiğine inanılmasıdır. Bazen de taş yapıştırılan taşta/duvarda bir kutsiyet vehmedilmesinin bu eyleme vesile kılındığı görülür. Tabii bütün bunlar, putperestlik, yani kutsiyet izâfe ederek putlara tapınma sapıklığının bir uzantısı olmaktadır. İslâm'ın en ciddi mücâdele hedeflerinden birincisi olan putperestlik kalıntılarının, çağdaş müslümanın hayatında uygulama imkânı bulması ne kadar ters bir durumdur. Hz. Peygamber'in vefâtından sonra İslâm’dan ayrılan mürtedlerle en amansız mücâdeleyi/savaşı Hz. Ebû Bekir vermiştir. Bu yüzden çağdaş irtidat olaylarına İslâm mütefekkirleri "Ebû Bekir'i olmayan irtidat" demektedirler. Hz. Ömer de bid'at, hurâfe ve bâtıl inanışlara karşı pek büyük bir hassâsiyet içinde olmuştur. Bu yüzden çağdaş hurâfe ve bâtıl inanışlara da "Ömer'i olmayan hurâfeler" denilebilir.
Taş yapıştırmakla geleceği hakkında bilgi edindiğini, dileğinin kabul edilip edilmediğini öğrendiğini sanan câhillere Buhârî ve Müslim gibi sahih hadis kitaplarında, kendisinden nakledilen bir hadiste gördüğümüz Hz. Ömer'in şu tavrını hatırlatmakta büyük fayda olabilir: Hz. Ömer, bir haccında Haceru'l-Esved'e yaklaşıp öpmüş ve sonra kulaklara küpe şu sözleri söylemiştir: "Çok iyi biliyorum ki sen zararı ve faydası olmayan sade bir taş parçasısın! Eğer Rasûlullah'ın seni istilâm ettiğini, öptüğünü görmeseydim asla seni öpmezdim!"[76]
Nerede ve ne şekilde olursa olsun herhangi bir taşa şu ya da bu şekilde taş yapıştırmakla tutulan niyetin gerçekleşeceğine inanmak gibi bir sapıklıktan vazgeçilmesi ve böyle hurâfelerle sevinen veya yerinenlerin ikaz edilmesi, akıl ve İslâm çizgisine gelmelerinin öğütlenmesi Tevhide hizmet noktasından önem arz etmektedir. "Allah bize kâfidir ve O, ne güzel vekîldir."[77]
Uğursuzluk Var mıdır? Hurâfe ve bâtıl inanışların, yanlış kabullerin, doğrudan kaçışların cirit attığı tevhid bilincinden mahrum bir toplumda bazı şeylerin uğuruna, birçok şeyin de uğursuzluğuna hükmedileceği ve değer kargaşasına düşüleceği gâyet doğaldır. İçinde yaşadığımız toplumda ne uğursuzluk vehimleri yok ki?! Evden çıkınca kedi ya da köpek görmek, köpek uluması, baykuş ötmesi, 13 rakamı, elden sabun ve makas almanın ayrılık getireceği gibi nice anlayışlar, uğursuz yerler, zamanlar, kişiler ve eşyalar... Kuş uçurup veya ürkütüp gittikleri yöne göre hüküm çıkarmak, bacanın veya sigaranın dumanının çıkışına ve gidiş yerine göre yorumlara girmek ve daha neler neler...
Hatırladıkça, saydıkça insana bunaltı veren bu tevhide ters yanlış ve uydurmaların günümüzde de hatta tesirini artırarak yaşaması, toplumun çoğu kesimini etkisine alması karşısında, sığınılacak yer Kur'an ve Sünnet olacaktır. Peygamberimiz bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Uğursuzluk diye bir şey yoktur!"[78] Kadın, ev ve binekte uğursuzluk bulunabileceğine dair bir rivâyeti Hz. Âişe vâlidemiz; "Câhiliyye Arapları bu üç şeyde uğursuzluk olduğuna inanırlardı" demektir, diye katılmadığını kesin bir şekilde ortaya koymuştur. "Uğursuzluk vehmiyle hiçbir niyet edilen işten geri dönülmemesi gerektiği" Taberânî'nin rivâyet ettiği bir hadiste yer almaktadır. Halk arasında günlük konuşmalarda duyduğumuz "uğurlu geldi", "uğursuz geldi", "aramızda uğursuz biri var" gibi sözler ve hükümler birer zan ve vehimdir. O şeyin veya olayın aslında uğurlu veya uğursuz olduğunu göstermez. Hiçbir şey doğuştan uğursuz değildir. Uğursuzluk varsa, bu, kişilerin yorumunda ve anlayışında aranmalıdır.
Uğursuzluk anlayışı, birçokları gibi İslâm'a başka inanç sistemlerinden girmiştir. Dolayısıyla müslümanların İslâmî hiçbir esasa dayanmayan ve Peygamberimiz tarafından "yoktur!" diye beyan buyrulan uğursuzluk hurâfesine iltifat etmemeleri, aydınlık ufuklarını karartmamaları, hüsn-i zan ve iyimser özelliklerini yitirmemeleri, zihnî ve imanî sâfiyetlerini bozmamaları gerekir. Hurâfeler ve bâtıl inanışlarla sıkıntı ve evhamdan başka bir yere varılamaz.
Sorumluluktan Kurtulmak Mümkün mü?
Bazı câhillerin "bizim abdestimiz alınmış, namazımız kılınmıştır. Önemli olan kalp temizliği değil mi? O da bizde var. İbâdete ihtiyacımız yok" gibi sözleri, ya da "biz şeriatı aştık, hakikate ulaştık; artık mükellefiyet/sorumluluk kalmadı" yollu hezeyanları, saçmalıkları orada burada söyledikleri ve bu görüşleri savundukları -az da olsa- görülmektedir. Dâr-ı teklif (mükellefiyet sahnesi) olan dünyada, Allah'ın verdiği ömrü yaşarken İlâhî emir ve yasakların dışında kalmak ya da mükellefiyet sınırını aşmak mümkün değildir. Her akl-ı selim sahibi bunu böyle kabul eder. O halde mükellefiyet nedir? diyenlere, açıklayalım: Mükellefiyet: İlâhî emir ve yasaklardan sorumlu olmak demektir. Bu da müslüman olmak, akıllı olmak ve ergenlik çağına ulaşmış olmak şartlarına bağlıdır. Bunlar genel şartlardır. Ayrıca her emrin yerine getirilmesi için kendine has bazı özel şartlar da vardır. Meselâ; orucun farz olması için; Ramazan'a erişmiş ve mukîm olmak, oruç tutamayacak kadar hasta olmama gibi.
Bu kısa açıklama göstermektedir ki, mükellefiyetten kurtulabilmek için, ya müslüman olmamak, ya bülûğa ermemiş çocuk olmak veya deli olmak yahut da ölmek lâzımdır. Bunun dışında, hiçbir sebeple, hiçbir görevle, hiçbir makamda bulunmakla, tasavvufta zirveye çıkıp zırvalamakla tekliften, yani Allah'a kulluk görevinden, sorumluluktan kurtulmak hiçbir insan için asla mümkün değildir. Bir kere, düşünmek gerek; eğer mânevî mertebeler, mükellefiyetten kişiyi kurtaracak olsaydı, herkesten önce peygamberler bu teklif yükünden kurtulurlardı. Hâlbuki onlar, ümmetlerine neyi teklif etmişlerse, aynen kendileri de sorumlu olmuşlardır. "Gönderdiğimiz peygamberlere de, kendilerine peygamber gönderdiklerimize de soracağız."[79] Hatta onların sorumlulukları ümmetlerinden daha da ağır olmuştur. Çünkü bazı hususlar sadece onlardan istenmiştir. Teheccüd namazının Hz. Peygamber'e emredilip ona vâcip olması gibi.[80] "Onların işledikleri onlara, sizin yaptıklarınızın hesabı da size!"[81] "O, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek, imtihan etmek için ölümü ve hayatı yarattı..."[82] Sonra, yalancı peygamberlerden ve sahtekârlardan başka hiçbir sahâbi, ve İslâm âlimi mükellefiyetinin bittiğini, emir ve yasaklara uyma zorunluluğunun kalmadığını söylememiştir. Tarih böyle bir şeye şâhit değildir. Hz. Peygamber'e hitâben "Ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibâdet et."[83] âyeti İslâm'da hiçbir kimse için dokunulmazlık, şeriat üstülük hakkı tanınmadığını bütün açıklığıyla ilân etmektedir.
Herhangi bir kimseye -peygamber de olsa- yakın olmak, şu ya da bu ırka veya cemaate mensup olmak da mükellefiyetten kurtulmaya gerekçe yapılamaz. Hz. Peygamber, akrabâlarına ayrı ayrı hitap ettiği bir konuşmasında en son kızı Fâtıma'ya hitabettikten sonra, "Benden bana âit şeyleri isteyin, vereyim. Ama Allah'ın azâbına karşı bana güvenmeyin. Allah'ın azâbından kendinizi kendiniz koruyun." buyurmuştur. Yine dinin hükümlerinin uygulanması konusunda hiçbir kimseye ayrıcalık olamayacağını, aksi anlayışın kesin bir dalâlet/sapıklık olduğunu şu hadisiyle net bir şekilde açıklamıştır: “Ey insanlar, sizden öncekilerin sapıtmasının nedeni şu idi: İçlerinde üstün mevkiden biri hırsızlık yapınca, hadd (cezâ) uygulamadan onu serbest bırakıyorlar, ama güçsüz (arkası olmayan, fakir) birisi çalınca da hemen hadd tatbik ediyorlardı. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsa, Muhammed, onun elini de keser.”[84]
Sorumluluğun kalktığını, sorumlu olmadığını iddia etmek büyük bir sorumsuzluk ve büyük bir sorunluluktur; çünkü sorumluluk imtihan dünyasında herkes için zorunluluktur. Sorumsuzluk iddiâ etmek, "namazımız kılınmış", "biz şeriatı aştık, o kabuktur, avam içindir, biz hakikat(!) ehliyiz" demek, dünya şartlarında insan ve müslüman olarak mümkün değildir. Bu iddiâ, "lâ yüs'el ammâ yef'al -yaptığından sorumlu tutulmayan-" Allah'a ortaklık iddiâ etmek gibi bir hezeyandır, saçmalıktır. Asıl amacı da haram-helâl sınırını yıkarak her şeyin mubahlığı (ibâhiyye) görüşünü yaymaktır. Hem dâll, hem mudıll -hem sapık, hem saptırıcı- olan bu ve benzeri düşünce sahiplerini, düzeltmek, cezâlandırmak elimizden gelmiyorsa, kendi düşünceleriyle baş başa bırakmak, ama hiç olmazsa onun etkisinde kalanlara hakikati anlatıp uyarmak ve bu sapıkları toplumdan soyutlamak onlara yapılacak en büyük iyilik olsa gerektir. Ola ki akıllarını başlarına devşirir ve kendilerine gelir de böyle saçmalıklardan vazgeçerler. "Rabbim, her köle, âzâd edildiği gün sevinir; ben ise Sana gerçekten kul-köle olduğum gün sevineceğim."
“Kusursuz kul olmaz”, “beşer şaşar”, “düşmez-şaşmaz bir Allah” gibi cümlelerin, günlük konuşmalarımız arasında bolca yer almasına ve gerçeğin de bu olmasına rağmen, bazı câhillerin, saygı duydukları kişileri “kusursuz” ilan ettiklerine -seyrek de olsa- rastlanmaktadır. Kusursuz kul anlayışı, Kur’an prensiplerine, tevhid anlayışına ters düşmektedir. Peygamberlerden bile “zelle” denen küçük hataların sudûr ettiği gerçeği -ki Kur’an, bunu Hz. Muhammed (s.a.s.) dâhil hemen bütün peygamberler için ısrarla vurgular- yanında, “şeyh efendi”nin veya “üstad”ın hatasızlığını iddiâ etmek, her şeyi ters yüz etmek, “hatayı sevap görmek” gibi bir sapıklığı sergilemek ve insanı aşırı yüceltip tanrılaştırmak demektir.
Öte yandan, kusursuzluğu kabul edilen kişilerin genellikle, -varsa- eserlerinin de hatasızlığı ilan edilmekte, hataya bir hata daha eklenmektedir. Ve tabii bu hatasız(!) görüşleri ve eserleri tenkit etmek mesele olmakta, böyle bir saygısızlık, cür’et ve cürmü(!) işleyenler, dinlerinden, imanlarından bile uzaklaşmış kabul edilmekte, en azından sapık ilan edilmekte, olmadık hakaret ve karalamalara muhâtap kılınmaktadırlar. İlmî tenkit faâliyeti ve dolayısıyla ilmin gelişmesi de böylece körü körüne kösteklenmektedir. Unutulmamalıdır ki, kusursuz kitap, sadece Kur’ân-ı Kerim’dir. Çünkü Allah kelâmıdır. O, Allah’ın hıfzı ve korumasındadır. Onun dışında her kitapta az-çok kusur, eksik, hata bulunmaması mümkün değildir. Dolayısıyla bazı câhillerin sevdikleri kişileri ve eserlerini kusursuz ilan etmeleri, bizzat bu iddiâ sahiplerinin en büyük kusurlarından biri olmaktadır. Buna göz yuman “kusursuzluğu ilan edilen kişi”nin, eğer hayatta ise bütün bu anlayışları düzeltmemesi, kusursuzluk isnâdından memnun olması, affedilemeyecek hatalardan biridir.
Kullara yaptıklarını güzel göstermek, şeytanın bir taktiğidir. Kimse hatasına sevap süsü vermeye ve hatalıları hatasız göstermeye kalkmamalıdır. Bilmelidir ki, bu tür bir eğilim, açıkça şeytanın tuzağına düşmek ve tam anlamıyla büyük bir hata işlemektir. Halk deyimiyle “dost için post olmak”tır. “Her günahın içki gibi sarhoşluğu olsaydı; sen o zaman görürdün, ayık kalan kimsenin olmadığını!”
Nazar Hak Olabilir mi?
Kur'an'ın son iki sûresine muavvizât/muavvizeteyn de denmektedir. Bu iki sûre bazı şerli unsurlardan Rabb'e sığınmak telkin edildiği için bu ismi almışlardır. Besmeleden önce okuduğumuz "eûzü" duâsı da, yerilmiş şeytandan Allah'a sığındığımız için bu ismi almıştır.
Felak ve Nâs sûrelerinde bazı yaratıkların, karanlığın, düğümlere üfleyenlerin, hasetçinin, vesveseci hannâs'ın şerrinden Allah'a sığınılması önerilir; fakat "nazar edenden", "göz edenden" ya da "nazar değmesinden" şeklinde herhangi bir ifadeye yer verilmez. Böyle olmasına rağmen, geleneksel din anlayışında göz değmesi gerçektir ve çoğunlukla Felak sûresinin son âyetine istinat ettirilir.
"Göz değmesi" ya da "nazar değmesi" mecazî olarak, kötü niyetli bir adamın, uğursuzluk getirmesi sonucu bir felakete uğramak, hasta olmak, bir belaya maruz kalmak anlamında kullanılmaktadır. Anadolu'nun hemen her yerinde görülen bu inanışın dinî bir dayanağı olmadığı gibi, aklî ölçülerle izahı da mümkün görünmemektedir. Eski Türk dinî inançlarından bir miras olduğunu zannettiğimiz bu inanış ne yazık ki halk yığınlarını çok büyük çapta etkilemektedir.
Türkiye'de insanlar bazı yeşil gözlü "şerîr" insanların nazarının değdiğine, felaket getirdiklerine kesinkes inanmakta, bu düşünceyle hem kendilerini rahatsız etmekte, hem de zan altında tuttukları insanlarla ilişkileri olumsuz yönde etkilenmektedir.
Biz, genelde, nazar değmesinin Kur'anî dayanağı olarak kabul edilen Felak sûresinin 5. âyeti üzerinde durmak istiyoruz.
Bu âyette "haset eden kişinin haset ettiği zaman" şerrinden Felak'ın Rabbi'ne sığınmamız önerilir. Âyetler dikkatlice okunursa burada, "haset eden"den bahsedilmekte ve "haset ettiği zaman" şerrinden sığınmak tavsiye edilmektedir. Altını çizdiğimiz bu hususlar akıldan çıkarılmamalıdır.
Haset etmek, bir nimetin, sahibinden gitmesini, sahibinin onu kaybetmesini temenni etmektedir. Hâsid de bu temennide bulunan kişidir. Bunu biraz açarsak şunları söyleyebiliriz.
İlk izlerini Hz. Âdem'in iki oğlundan Kabil'de gördüğümüz kıskançlık insanın fıtratında mevcuttur. Kur'an'ın bazı âyetlerinde de bir toplumun kıskançlığından bahsedilmiştir. Peygamberimiz Hz. Muhammed'i ve O'na gelen vahyi kıskanan Mekkelilerden de söz edilmektedir. Mekkeli kâfirlerin Hz. Peygamber'den Kur'an'ı işitince duydukları kinden ve kıskançlıktan âdeta kahroldukları, O'nu, devirecekmiş gibi baktıkları anlatılmaktadır. Yani kinleri ve hasetleri âdeta gözlerinden okunmaktaydı müşriklerin...
İnsan, bir zaaf eseri olarak, hemcinsinin elindeki bir nimeti kıskanmakta, bu nimeti kaybetmesini, ıstıraplara gark olmasını can ü gönülden arzu etmektedir. Kardeşinin elindeki değerlerden dolayı âdeta kendini heder etmekte, kahrolmaktadır. Kafasını kemiren şeytanî duygular, hemcinsindeki o değerlerin yok olup gitmesine kelimenin tam anlamıyla kilitlenmiştir.
Kıskanılan değerler para, mal-mülk, servet gibi maddî zenginlikler olabileceği gibi; bilgi, makam, güzellik, huzurlu bir yaşam gibi gayri maddî değerler de olabilir. Kıskançlık bizatihi çirkindir. Başkalarını örnek edinmek, onlar gibi olabilmeyi, hatta geçmeyi istemenin kıskançlıktan bir farkı vardır, fakat Elmalılı M. Hamdi Yazır'ın dikkat çektiği gibi, kıskançlık kişinin kalbinde kuvvede (potansiyel halde) kaldıkça insanlar için tehlike arz etmez. Aksine bu durumda, hasetçinin kendisini kahreder, yer bitirir. "Keskin sirke küpüne zarar" hükmü gereğince kıskanç da kendi bâtınını çürütür.
Zaten eğer ki sırf birileri diğerini kıskanmakla, kıskanılanlara (haset edilen) zarar verilebilseydi, yeryüzünde hiçbir insanın can ve mal güvenliği olmaması gerekirdi. Herkes islediği kişiyi anında zîr ü zeber ederdi ki bu, insanın kudretine verilmiş bir imkân değildir. Eğer ki birilerinin hasedi, kıskançlığı diğerini bozguna uğratabilseydi Hz. Muhammed'in (s.a.s.) nübüvvetten sonra yirmi üç yıl değil, yirmi üç gün bile hayatta kalmaması gerekirdi. Nitekim O'nun kıskanıldığına Kur'an'ın işaretini yukarda vermiştik.
Şu halde, haset edenin şerri "haset ettiği zaman" ortaya çıkmaktadır. Yani hasetçi hasedini dışa vurup, hasedinin gereği fiiliyatta bulunduğu zaman ancak tehlikeli olmaktadır. Haset eden kişi, örneğin, kıskandığı insana sözle sataşabilir, saldırıda bulunabilir. Birtakım entrikalar içine girebilir, iftiralar, dedikodular, fitneler çıkartabilir. Özellikle iftira ve dedikodu fitnesi en şiddetli fiilî saldırıdan daha beterdir. Dil yarasının kılıç yarasından beter olduğunu özellikle yaşayanlar çok iyi bilirler.
Kıskanç insanlar çok zaman "eşeğini dövmeyen palanını döver" cinsinden, kıskandığı kimsenin ekinini yakar, ağacını söker, hayvanını zehirler. Artık şimdilerde, tahrip gücü yüksek bir bomba kıskanç kimse için en kestirme bir çözüm yolu oluşturmaktadır... Öyleyse, haset edenin şerrinden Allah'a sığınmamız için çok neden bulunmaktadır. Nazar değmesiyle haset arasında kıskançlık bağlamında bir alaka söz konusudur. Yani nazarı değdiğine inanılan kişiler de kıskanç kabul edilen insanlardır. Komşusunu çekemeyen insanın bakışlarının (nazarının) sırf bakış olarak kaldığı sürece, muhatabı için bir tehlikesinden bahsetmek olanaklı değildir.
Bu, "nazar eden"in kendi sorunudur! Bununla beraber, şu hususa dikkat etmek gerekir:
İnsanlar nazar değmesi diye bir hâdiseye inanmışlarsa, peşin peşin kendilerini etki (teshir) altına sokmuşlardır demektir. Bu durum, insan psikolojisi ile çok yakından ilgilidir. Nazar değmesine kendilerini şartlandıran insanlar, başlarına gelen en küçük bir olayı bile nazara atfetmekte sakınca görmemektedirler. Hâlbuki insan, hayatı boyunca hiçbir sıkıntı ile karşılaşmayan bir varlık değildir. Yani insanlara nazar değmemekte, sadece yorum yapılmaktadır. Nazar spesifik bir kanaati yansıtmaktadır.
Hiçbir hasetçinin kıskanç bakışları (nazarı) insana uğursuzluk getiremez. Eğer böyle bir imkân olsaydı, nazarı, en fazla ideolojik alanda kullanmak fonksiyonel olurdu. Silahsız sopasız, düşmanınızı nazarla yere sermek oldukça keyif verici olurdu herhalde... İktidar kavgasında muhalefet liderleri de sanırım nazardan çokça yararlanabilirlerdi.
Bunun da ötesinde, örneğin, zenginin malı züğürdün çenesini yorar da nazarı ona bir zarar veremez! Nazar ne hikmetse genelde orta halli ailelerde ve bilhassa yeni doğan çocuklara değer!
Cenâb-ı Allah Âl-i İmrân sûresinin 110-120. âyetlerinde kıskanç/kindar insanların şahsiyetlerinden bir kesit sunmaktadır. Bizim dışımızdaki inkârcıların bize olan kin ve kıskançlıklarından dolayı parmaklarını ısırdıklarını bu âyetler bildirmektedir. Ama sabreder ve Allah'tan korkarsak bunların hilesinin bize hiçbir zarar veremeyeceği -çok şükür ki- müjdelenmektedir!
İslâmî kardeşliğin olmadığı dünyada insan insanın kurdudur. Fakat insan hayatı, bir diğer insanın gözlerinden çıkacak "nazar manyetik dalgalarıyla"(?) tehlikeye düşecek kadar da pamuk ipliğiyle bağlı olamaz, olmamalıdır.
Nazarı gözden yayılan manyetik ışınlarla vb. izah etmenin tamamen zorlama ile kotarılan bir yorum olduğuna inanıyoruz. Bu yorumlar spekülasyonlarla doludur. Şu var ki, kem gözlü ve şom ağızlı insanların hitap biçimleri, kullandıkları kelimeler, yüz hatları vs. karşısındaki kişiyi olumsuz yönde etkileyebilir. Bu bağlamda insanın arkadaşından duyduğu bir tek kelime bile o gün hayatını zehir etmeye yetebilir. Bunlar ise nazarla alâkalı şeyler değildir.
Nazardan korunmak için başvurulan çareler ise bazen çok komik, bazen de üzücüdür. At kafasından kurbağa iskeletine, merkep gübresinden mavi boncuğa kadar bir dizi enstrüman, tevhide inanan bir halkın, medet umduğu aracılar olmamalıydı! Bu araç gereçler folklorik bir kıymet ifade ederlerse de, dini bakımdan hiçbir şey ifade etmezler. Hatta sahibini, inanç durumuna göre şirke bile düşürebilirler.
Hâlbuki, Allah dilemedikçe hiçbir kimse hiçbir kimseye zarar veremez. Bu konuda 10/Yûnus, 1O7; 48/Fetih, 11 ve 72/Cinn, 21 gibi âyetlerin dikkatlice okunması yararlı olur kanısındayız.
Sonuç olarak, insanları Allah'ın dışında, anlamsız korkularla zapt u rapt altına almak, onlara yapılacak büyük zulümdür, diye düşünüyoruz. Müslüman, Allah'ın izin vermediği bir biçimde, yani öyle bir imkân tanımadığı halde, nazar gibi mevhum korkularla endişeye kapılmamalıdır. Mitolojik kalıntılarla kendimizi kuruntulamamız doğru olmaz. Bununla beraber, insanlardan gelebilecek her türlü sözlü ve fiilî saldırılara karşı da Allah'tan sabır ve duâ ile yardım istemeliyiz.
Bakışlardaki Yıkıcılık Ne Kadar Gerçekçi ve İnandırıcıdır?
Nazar: Nazar değmesi, yerleşik tanımıyla, bazı kişilerin; çevrelerindeki insanlara, canlılara, hatta bazı kişilere ait eşyalara zarar verici, bakışlarındaki yıkıcı, çarpıcı ve öldürücü gücü ifade etmektedir.
Bu anlayışın sonucu sosyal, siyasal ve ekonomik sektörler doğmuştur: Okuyup üfleyen, hatta tüküren üfürükçüler, nefesi güçlü hoca efendiler, nazarlıklar, mavi boncuklar, kumaş parçaları, kurşun dökmeler, muskalar, tılsımlar, hamaylılar, cevşenler, nazar boncukları ve daha onlarca fetiş (doğaüstü gücü olduğuna inanılan canlı veya cansız varlık, tapıncak veya put) inançlar... Bu inancın yayılması için derin bir uğraş içinde olanlar, bu ve benzeri yollarla halkı kendilerine muhtaç etmesini bilmişlerdir.
Nazar ya da göz değmesiyle birçok insan maddî, mânevî veya bedensel zarar gördüğüne inanmaktadır. Hatta nazara inanmayanları inançsızlıkla suçlamaktadırlar. Yukarıda da ifade edilmiş olduğu gibi, onlara göre imanın altı şartı vardır; sanki yedinci şartı nazara inanmak(!), sekizinci şartı büyüye inanmak(!), dokuzuncu şartı efendilerine inanmaktır(!) Eğer inanmazsanız, size kuşkuyla bakmakta, hatta kolaylıkla dindışı görebilmektedirler. Nazar değmesi yoluyla; kimisinin ev eşyalarının kırıldığı, kimisinin elektrik ve elektronik âletlerinin bozulduğu, kimisinin yüzünde çıbanların veya sivilcelerin çıktığı, kimisinin yatağından uzun süre kalkamadığı, kimisinin onulmaz hastalıklara yakalandığı ve doktor doktor dolaştığı, kimisinin işinde veya okulunda başarısız olduğu, kimisinin dostça ilişkilerinin bozulduğu, kimisinin de depresyona girdiği söylenmektedir. Acaba bu, gerçek neden midir? Olayı nazara bağlarsak, bu sorunları gerçek anlamda çözebilir miyiz? Nazara bağlamak çok mu mantıklı? Hayatımızda gördüğümüz zararların yüzde kaçının, yüzde yüz nazara bağlı olduğuna somut bir biçimde tanık olduk? Yoksa bir iki kendi kuruntumuz, yüzlerce de başkalarının kuruntularıyla mı olaya gerçeklik kazandırıyoruz?
Nazara bilimsel kılıf arama gibi bir hezeyan kulaktan kulağa oldukça yayılmıştır. Dünyadaki din mensuplarının birçoğu, kendi uydurma inançlarına hep bilimsel bir dayanak arayarak, inandıklarını meşrulaştırma yoluna gitmiştir.
Nazarın dindeki kanıtına Kur’an ve hadis kitapları gösterilmektedir. Şu bilinmelidir ki Kur’an’da açık-net biçimde nazarı ifade eden bir âyet yoktur. Ancak âyetlerin anlamını zorlayarak mantıkdışı birçok konu için her türlü sonucu çıkarmak olasıdır. Bu, Kur’an’ın istismara açık olmasından değil, tüm erdem ve adalet kitaplarının kapsamlı ve ince ayarlı oluşundan dolayı istismarcıların kendilerine pay çıkarabilmesidir.
Bir taraftan da inanç esaslarına ancak mütevatir haber kanıt olabileceğini söylüyorlar. Ne var ki bu konularda kendi ölçülerine göre bile bir tane mütevatir haber yoktur. Bu hadis rivayetleri, nazarın hak olduğunu, nazarı değen kimseye abdest aldırılıp, hatta bacaklarını da yıkatıp, abdest suyunu nazardan etkilenen kişinin üzerine sırtından dökmek gerektiğini anlatır. Bu sözün kesin doğru olduğuna inanıyorsanız, bu tedavi yöntemini tartışamazsınız.
Anlamsal zorlamalarla Kur’an’dan nazara kanıt olarak getirilen, nazar duası veya nazar âyeti, 68Kalem/51-52. âyetlerdir: “İnkâr edenler, Kur’an’ı dinlediklerinde, bakışlarıyla seni neredeyse devireceklerdi. (Peygamber hakkında)O, bir delirmiştir, diyorlardı.” “Oysa o (Kur’an), tüm insanlık için bir öğüttür.”
Bu âyetlere dikkat edilirse, eğer nazar varsa, diyelim ki var;
a) Allah’a inananların değil, inkâr edenlerin nazarları değmektedir(!)
b) Yine nazar varsa, inkâr edenlerin nazarları her zaman değil, Kur’an’ı dinledikleri zaman değmektedir(!)
c) Nazarları değince de, Peygamber’e zarar vermek istemişler, ama zarar verememişlerdir(!) Çünkü âyette neredeyse diyor, demek ki zarar verememişler.
d) Aynı âyette, Peygamber’i delirmişlikle suçladıklarına göre, bu durumun, kıskançlıklarından değil, öfke, kin ve nefretlerinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır.
Âyette asıl konu Peygamber değil, Kur’an karşıtlarının Kur’an’a tahammülsüzlükleri olduğunu öğrenmekteyiz.
Nazara diğer bir kanıt olarak Kur’an’dan Felak ve Nas sûreleri getirilir. Bu iki sûrede de nazara doğrudan bir vurgu yapılmaz.
Felak sûresinde; kötülüklerden Allah’a sığınmadan söz edilirken, kıskancın yapabileceği kötülüklerden de Allah’a sığınılır. İnsanların birbirine yaptığı yüzlerce kötülük varken, nazarın akla gelmesi dinin mantık dışına itilmek istenmesinden kaynaklanmaktadır.
Kıskançlığa en somut örnek, eşlerin veya sevgililerin birbirlerini kıskanmasıdır. Bu kıskançlıkta eşler, acaba gözleriyle mi, yoksa sözleriyle ve davranışlarıyla mı birbirlerini rahatsız ederler?
Bu arada, eğer nazar varsa, Müslüman olmayanlar, Felak ve Nas sûresi gibi duaları bilmediklerine göre, nazarla ilgili sorunlarını nasıl çözecekler? Yoksa sadece Müslümanlara mı nazar değmektedir? Müslüman olmayanları nazar etkilemez mi(!)?
Yaşadığımız Sorunları Dış Etkenlere Bağlamak Ne Kadar Gerçekçidir?
Kur’an’da nazara inanmak bir tarafa, nazar inancını reddeden âyetler oldukça net ve açıktır. “Başınıza gelen her türlü musibet (belâ, kötülük, olumsuzluk), sizin kendi ellerinizin işlediklerinden kaynaklanmaktadır. Allah, çoğunu da affetmektedir.” ; “Sana gelen her iyilik, bil ki Allah’tandır. Sana gelen her kötülük de, kendindendir…” Bu âyetlere göre, insanı derinden etkileyen her türlü olay; büyü, uğursuzluk, şanssızlık, kader, burç, muska veya nazar kaynaklı değildir. Kendi yaptıklarımızdan dolayıdır.
Allah’ın bilgisi ve kontrolü dışında hiçbir şey gerçekleşmez. Bu gerçeği göz ardı edip, olayı bu kavrama bağladığımızda ya da bu kavramın gücüne inandığımızda, Allah devre dışı kalmış olmuyor mu? Allah’ı edilgen, etkisiz ve yetersiz görmüş olmaz mıyız? Allah’tan başkasına insanüstü veya doğaüstü güç yakıştırmak, Allah’a ortak arayışı olmaz mı?
Bir kasabanın, bir ilçenin veya bir ilin tüm insanlarını incelemeye alalım: Bakışlarıyla, bir binayı, bir ağacı, bir insanı deviren kaç kişi bulabiliriz? Bakışlarıyla televizyonu yerinden indiren, arabayı durduran, insanın kolunu-bacağını kıran, gözünü çıkaran, bir elbiseyi yırtan, üzerimize taş fırlatan, altımızdan koltuğu çeken kaç kişi vardır? Bu ve benzeri inançlar, halkı uyutan ve uyuşturan, kendisinden ve kendi gölgesinden bile korkutan inançlardır. Böylesi inancın yaygarasını koparanlar; nazar ve büyü teraneleriyle, evinde eşya bozulunca faturayı komşuya, çocuk başarısız olunca faturayı bir başkasına çıkararak halkı farkına varmadan birbirine düşürmektedirler. Çünkü onlara göre, nazarın kimde olacağı belli olmaz, kimin kime zarar vereceği de belli olmaz. Onlar; nazar, büyü vb. inançlarla insanların başarısızlıklarını, sıkıntılarını, hastalıklarını ve zararlarını gizemli bir şekilde başkalarına yıkmakta, sorumluluğu başkalarına yüklemekte ve insanları birbirlerine düşman etmektedirler.
Nazar; toplumda dedikoduyu, arkadan çekiştirmeyi (gıybeti) ve ikiyüzlü ilişkileri besleyen, insanları birbirine düşman eden, sevgi ve dostluk ilişkilerini ortadan kaldıran, insanları kendi gölgesinden bile korkutan bir anlayışı körüklemiştir. Yaşadığı çoğu sorunu nazara bağlayanların insan ilişkileri son derece yapaydır. Sevgi iddiaları, çürüktür. Saygı gösterileri yapmacıktır. Nazara bağladıkları olaylar, ya kulaktan dolmadır veya kandırmacadır, ya da malzeme olarak kullanacağı binde bir olay, inatçılığı yüzünden önüne çıkarılmış ve sapmasına bir neden bulmuştur. Zaten her türlü uydurma inanç için de kullanacağı bir malzeme ve bahane yok mudur?
Şans, Nazar, Uğur, Tesadüf, Rastlantı
Kur’an’da nazar, büyü ve uğur gibi gizli ve gizemli güçlere bağlı bir inanç yoktur. Her şeyin Allah’ın kontrolünde olduğuna, Allah dilemedikçe kimsenin sıkıntı ve zarar veremeyeceğine (6/En’âm, 17, 71; 7/A’râf, 191-198; 10/Yûnus, 18, 106-107; 21/Enbiyâ, 66; 22/Hacc, 12-13; 33/Ahzâb, 17; 39/Zümer, 38; 46/Ahkaf, 4-5; 48/Fetih, 11) ve başımıza gelen sıkıntıların kendi işlediklerimizin sonucu olduğuna dair âyetler (4/Nisâ, 78-79; 42/Şûrâ, 30) âyetleri incelenebilir.
Nazar İnancının Tutarsızlığı
- Allah, bizi hak etmediğimiz bir nedenden dolayı, sırf birisi baktı (nazar etti) diye cezalandırmaz. Cezalandırması, O’nun adâlet anlayışına ters düşer.
- İnsanın başına gelenler, kişinin kendi yapıp ettiklerindendir.
- Birisine (bir çocuğa) veya bir eşyaya sevgiyle baktık diye onun başına gelenlerden biz sorumlu tutulamayız.
- Birisine (bir çocuğa) veya bir eşyaya sevgiyle bakmak kınanmamıştır.
- Allah isteyip uygun görmedikçe kimse sıkıntı ve zarar veremez.
- Kötülüğü ve zararı başkasından bilmek Kur’an’ın öğretisine aykırıdır.
- Kur’an’da nazara (bakışlardaki yıkıcılık) olur veren bir ifade ve nesnel (somut) olarak kanıtlanmış ilmî bir bulgu yoktur. 68/Kalem sûresi 51. âyeti de, İslâm düşmanlarının vahiy elçisi Muhammed’e (s.a.s.) olan öfkelerini ve onu doğru yoldan kaydırma isteklerini anlatmaktadır. Nitekim benzer ifadeler başka ayetlerde de vardır.
- Nazara (bakışlardaki yıkıcılığa) inanmak; sorumsuzluklarımızı, başarısızlıklarımızı, eksikliklerimizi, hatalarımızı, kusurlarımızı başkalarına yüklemektir.
- Nazara (bakışlardaki yıkıcılığa) inanmak; toplum içinde insanları birbirine düşürmek, dedikodu ve bölücülük yapmak, dertlerimiz, sorunlarımız, sıkıntılarımızın kaynağını yanlış yerde aramak ve böylece sorunların katlanarak sürmesine neden olmaktır.
Bu açıklamalardan sonra, göz değmesine karşı gûya tedbirmiş gibi, halk arasında dolaşan birtakım hurâfelerin mânâsızlığı kendiliğinden ortaya çıkmış olmalıdır. Çocukların elbiselerine mavi boncuklar, nazarlıklar, iğde çekirdekleri, kaplumbağa kabuğu vs. takmak; evlerin, binâların girişine, arabalara boynuz, at nalı, at kafası, çeşitli muskalar, cevşenler asmak, kurşun dökmek, tütsü yapmak, ceplere sarımsak koymak, arabalara ve dükkânlara göz resimleri yapıştırmak, acâyip heykeller monte etmek ve benzeri şeylerin hepsi, bu bâtıl inanışın zavallı âletleridir. Bunların tıb açısından en küçük bir faydası düşünülemeyeceği gibi, bâtıl inanışları yaygınlaştırması ve sürdürmesi noktasından büyük sakıncaları vardır. Bu yüzden de bunları bu niyetle kullanmak kesinlikle haramdır; bazı İslâm âlimleri, Allah’tan başka şifa veren, zararı def eden mânevî sığınak ve çözüm kaynağı kabul edildiğinden bunları nazar giderici olarak kullanmayı şirk kabul etmişlerdir. Bir tür koruyucu totem izlenimi veren ve hastalıklardan koruduğu yanlış kanısının zihinlere yerleşmesine vesile olan nazarlıkların, nazar boncuklarının kullanılmasını Peygamber Efendimiz kesin bir şekilde yasaklamıştır. Hatta böyle bir nazarlığı üzerinde taşıyan kişinin bey’atını kabul etmemiş ve onu çıkarıp atmasını emretmiştir.[85] Yine Rasûlullah (s.a.s.)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: “Efsun yapmak, nazar boncuğu takmak, kadınların kocalarına kendilerini sevdirmek için sihir yapması şirktir."[86]
Müslümana yakışan, basit birer madde olan nazarlıkların koruyuculuğu zannına kapılmak değil; eğer hasta ise, psikolojik sıkıntıları varsa, bir taraftan tedavi olmak, diğer taraftan da her şeyini borçlu olduğu ve kulluğunu kendisine sunduğu Rabbine sığınmaktır. Şifâyı verecek olanın ilaç, doktor, okuma, üfürme, hoca değil; bizzat Allah olduğunu hiç unutmamaktır. Allah şifâ vermeyecek olduktan sonra, dünya bir araya gelse ne çıkar? Ma’kul ve meşrû yollarla hastalıklara çare aramak nasıl görev ise, şifâyı yalnız ve yalnız Allah’tan bilmek ve beklemek de aynı şekilde görevdir. Mânevî hastalıkların tedbiri de mânevîdir. Kur’an âyetlerinin ve sünnette geçen duâların okunması ve Allah’a sığınılması bu tedbirin en üst seviyede alınması demektir. Ötesi avunma, aldanma, gerçeği bırakıp bâtıla dalma, denize düşünce yılana sarılma demektir.
Kurşun Dökmek: Nazar isâbetinden kurtulmak için uygulanan yöntemlerden biri de, kurşun veya mum döktürülmek, nefesi keskin hocalara(!) okutulmaktır. Bazı yörelerde de "tuz çatılmak", "un yakılmak", "üzerlik otu yakılarak dumanı ile tütsülenilmek" çare olarak görülmektedir. En yaygın olan uygulama, kurşun veya mum dökme âdetidir. Bu iş şöyle yapılmaktadır: Nazar isâbet eden hasta (genellikle çocuklar), kurşun dökücüsünün önüne oturtulur. Başı bir örtü ile kapanır. Çocuğun başı üzerinde tutulan ve içinde su bulunan kaba, ocakta eritilen kurşun dökülür. Kurşun döküldükten sonra oradakiler hep beraber: "Kem göz çatlasın, Nazar eden patlasın" diye bedduâ ederler. Bazı yerlerde de yaygın olarak nazarlık otu, üzerlik otu yakılır. Dumanı ile hasta tütsülenir. Bu esnâda çabuk çabuk şöyle söylenir: "Üzerliksin havâsın / Her dertlere devâsın / Ak göz, kara göz / Mavi göz, elâ göz / Hangisi nazar etmişse / Onların nazarını boz." Şu tekerleme de söylenilmektedir: "Elemtere fiş / Kem gözlere şiş / Üzerlik çatlasın / Nazar eden patlasın!"
Bunların ne kadar gülünç, ama aynı zamanda trajik olduğu, insanımızın ne denli câhiliyye uygulamalarına kapılarını açtıklarını, kafalarını ve gönüllerini hurâfeyle kirlettiklerini gösteren uygulamalardır.
Muska ve Tılsımların Menşei: Muska ve tılsımların menşei, putperestliğin en ilkel şekli olan "fetiş"tir. Bu inançta olanlar, bazı nesnelerde uğur veya uğursuzluk bulunduğuna inanırlar. Kişi, uğurlu saydığı nesneyi boynuna asar veya yanında taşır. Bu nesne bir bitki, kurt dişi, ayı tırnağı, leylek kemiği, kartal tırnağı olduğu gibi, bazen kurumuş bir böcek hatta bazı taş parçaları vb. olabilir.
Bu nesneleri taşıyanlar, çeşitli hastalıklardan, belâ ve kazalardan korunacaklarına inanırlar. Hâlâ bazı nesneleri "uğur getiriyor" inancıyla boynunda ya da yanında taşıyanlar bulunmaktadır. İslâm'ın fıtrata, akla ve ilme uyan güzel esaslarına inanmamakta direnen nice insan, böyle safsatalara kolaylıkla inanabiliyor, dolayısıyla Kur'an'ın "onlar akıllarını kullanmayan akılsızlardır"[87] ifadesini her an farkında olmadan doğruluyorlar. Günümüzde üniversite gençliği ve sosyete semtlerinin kültürlü geçinen kesimlerinde gittikçe bu tür "uğur taşları" vb. yaygınlaşmakta, İslâm'dan uzaklaşan insan ne kadar komik ve aşağılık olmaktadır!
Daha sonraki dönemlerde kâğıt parçaları üzerine yazılmış dinî formüller veya tuhaf işaretlerle çizilmiş muska ve tılsımlar, fetişlerin yerini aldı. Muska ve tılsımların en eski şeklinin Mısır'da bulunduğu belirtilir. Eski Romalılar da, hastalıklardan ve zehirlenmeden korunmak için acayip işaretlerle yazılmış veya çizilmiş muska tılsımları kullanmışlardır. İsrâiloğullarına gönderilen peygamberler de, putperest kavimlerden geçen, kendi dönemlerinde yaygın olarak kullanılan fetiş ve tılsımları yasaklamışlardı. Buna dair eski Ahid'de (Tevrat'ta) rivâyetler vardır.[88] Hıristiyanlıkta da muska ve tılsımlara inanmak çok yaygındı. Hıristiyan din adamları muska taşıma âdetleriyle mücâdele etmişler, ama pek başarılı olamamışlardır. Milâdî 366 yılında toplanan "Laodice" dinî kurultayı, muska ve tılsım taşımayı yasaklayan bir karar çıkartıp ilân etmiştir. Fakat hıristiyanları bunları taşımaktan bir türlü vazgeçirememişlerdir. 8. Yüzyılda Papa II. Gregoare bu bâtıl inançlara karşı şiddetle karşı koydu. Ancak halk bildiğinden ve gördüğünden şaşmadı. Sonuçta hıristiyan din adamları bu hurâfeye tâviz vermeye mecbur kaldılar. Muskaların yerine "haç", hıristiyanlık sembolü olan balık resmi, "Agnus Dei" (Tanrı Kuzusu) yazılı levhacıkları taşımayı tavsiye ettiler, giderek halkı buna alıştırdılar.[89]
İslâm'ı kabulden evvel yaşamış Türk boylarında da muska-tılsım kullanma âdeti vardı. Sekiz ve dokuzuncu yüzyıllarda Budist ve Maniheist Türklerin yaşamış olduğu Doğu Türkistan'da yapılan arkeolojik araştırmalarda elde edilen malzemeler arasında "tılsım-muskalar", çeşitli dinî formüller yazılı levhalar, tahtalar vs. eşya bulunmuştur. Budist Uygurların dinî kitaplarında da tılsım şekillerine rastlanmıştır. Bunlardan üç şekil Alman Türkologu F. W. K. Müller tarafından neşredilen eski Türkçe Uygur metinlerinden birinde açıklamalarıyla gösterilmiştir. Müslüman olduğunu iddiâ edenlerin de kullandıkları muskalardaki tılsımların bir benzeri olan bu şekillerin ifade ettikleri anlamlar olarak, bunlardan biri için, bir kadın bu muskayı vücudunda taşısa, kolay doğurur, rahat ve sevinç bulur; diğerinde, Pars yılı doğmuş olan (şimdiki burçların bir benzeri olsa gerek) kişi, bu tılsımı saklarsa çok mutlu olur; üçüncüsünde de, herhangi bir kişinin hayvanları çok ölüyorsa, bu tılsımı kapıya yapıştırsın denilmektedir.[90]
Günümüzde muska, tılsım ve sihir yapma işleriyle uğraşan bazı inanç sömürücüsü kişilerin ellerinde bulunan kitaplar, eski Babil, Asur, Mısır müşriklerinin, eski Budist ve Şamanist Türklerin kullandıkları kitaplardan yararlanılarak yazılmıştır. Bu kitaplara inandırıcılığı kuvvetlendirmek için Kur'ân-ı Kerim'den âyetler, Esmâü'l-Hüsnâ ve bazı duâlar da ilâve edilmiştir. Muska ve tılsımla ilgili kitaplarda yazılan muska ve efsunlar incelendiğinde görülüyor ki, birçoğunda bazı âyet ve duâlarla beraber, hiçbir dile benzemeyen kelimeler de bulunmaktadır. Tılsımcılar, mal ve mülkün tılsım-muska ile her türlü âfet ve kazalardan korunacağını da telkin ediyorlar. Bu tılsımlarda Esmâü'l-Hüsnâ, âyet-i kerime ve duâlar sû-i istimal edilmektedir. Bunların, câhil halkı kandırmak için kullanılmakta olduğu şüphesizdir. Bu hurâfeler, mü'minlerin inancına, sağlığına, malına ve canına zarar verecek zırvalardır. İmanı tam olan müslümanlar, bunlara inanamaz.
Tılsımlar, harfler ve rakamlar ile yapılmaktadır. Efsun ve tılsım kitaplarına göre harfler ve onların ifade ettikleri rakamlar tabiatüstü esrârengiz kudrete sahiptir. Harfler; "ebced, hevvez..."deki sıraya göre adet ifade ederler. Yazı tarihi araştırmalarıyla ispat edilmiştirki, "ebced, hevvez..." aslında hece harflerinin sırasını göstermek ve sırf harfleri hatırda tutmak için tertip edilmiş, mânâsız sözlerden (mühmelât) ibârettir. Her şeyde esrâr arayan uydurma meraklıları bu "ebced"deki mühmelât hakkında birçok hurâfe icad etmekte zorlanmamışlardır. Aslında bu "ebced..." Aramî alfabesindeki harflerin sırasını gösteren mânâsız sözlerdir. Bu alfabe sırası Aramîlerden Nabatilere, onlardan da câhiliyye çağı Araplarına geçmiştir. Aynı kaynaktan gelen İbrânî, Süryânî, Yunan ve latin alfabelerinde de bu sıra, gelenek olarak muhâfaza edilmiştir. Araplar, birbirine şekil bakımından benzeyen harfleri yanyana koymak maksadıyla bu "a, b, c..." sırasını bozmuşlarsa da, eski sırayı "abced hevvez" altı mühmelâtından muhâfaza etmişlerdir. Harfleri, rakam gibi kullanırken de bu "ebced"deki sıraya riâyet etmişler ve Arapçaya mahsus altı harf için de iki mühmel söz uydurup ilâve etmişlerdir. Üfürükçülük kitaplarında gördüğümüz harflerin büyük bir kısmı, Esmâü'l-Hüsnâ harfleri ve rakamları da, bu harflerin "ebced" hesabına göre ifade ettikleri sayıyı göstermektedir. Bazı tılsımlarda ise bu "ebced" hesabı tutmuyor.
Bu arada şu küçük açıklamayı da ifade edelim: Yazı işaretlerinin (hiyeroglif, harf, rakam) esrârengiz sihrî kuvvet içerdiğine inancın en eski kaynağı, tarihin karanlık devirlerine kadar uzanmaktadır. Zira yazının mâhiyetini bilmeyen kavimler, yazıyı keşfeden kavimlerin deri, tahta, tablet ve başka nesnelere çizdikleri çizgilerle konuşup gâipten haber aldıklarına ve bu acâyip çizgilerde tabiatüstü esrarlı kudret bulunduğuna inanıyorlardı. Bu inanç ve korkunun câhil halk arasında bugün bile tesirini sürdürdüğünü görüyoruz. Bazı okuma-yazma bilmeyen câhil kimseler, herhangi bir muskayı alıp atmak, ya da kâğıdını yırtmak istediğiniz zaman, "aman çarpılırsın!" diyerek size muskalarını vermek veya açtırmak istemezler. Muska ve tılsım kitapları incelendiğinde öyle anlamsız melek, cin, şeytan ve peygamber adlarına rastlarsınız ki anlamlarını hiçbir dil ve lügatta bulamazsınız. Bunların hiçbirisinin İslâm'la ilişkisi yoktur. Tümü uydurma ve hayali adlardır, hurâfedir. Bunların yahûdilerin Kabbalah (Kabala) denilen mistik ve skolastik felsefelerinden geçmiş olduğu belirtilir. Bu felsefeye göre yahûdi alfabesindeki 22 harfin ve ifade ettikleri rakamların mistik ve sihrî mâhiyetleri vardır. Bu yahûdi anlayışına göre, yahûdi din kitaplarında zikredilen Tanrı adları ve sıfatlarını iyi kullanmak şartıyla, her türlü hârikalar yaratmak mümkündür. Bu kabbalah mârifetleri nesilden nesle gizli bilgi olarak, seçkin çömezlere öğretildi. 13. y.y. dan sonra kitap halinde yazılmaya başlandı. İspanya yahûdilerinden de müslümanlara geçti.
Muskacıların Dayanağı: Her şeye bir dayanak, bir gerekçe arayan insanoğlu, kendi görüşünü kuvvetlendirmek için bazen kutsal değerleri bile istismar edebilmiştir. Nitekim muskacılardan bazıları İsrâ sûresindeki Kur'an'ın şifâ olduğunu belirten âyeti, muska yazmaya delil olarak göstermişlerdir. Oysa zikredilen âyette muska yazma için hiçbir işaret yoktur. Bu âyette Allah şöyle buyurmuştur: "Biz Kur'an'dan mü'minlere rahmet ve şifâ olan şeyler indiriyoruz. O, zâlimlerin ise sadece husrânını/kaybını arttırır."[91] Kur'an, ruhları terbiye ederek mü'minleri psikolojik problemlerden ve rûhî hastalıklardan korur. Mü'minler, o sâyede bâtıl akîdelerden, kötü huylardan kurtularak mânevî sıhhatlerini temin edebilirler. Kur'an, beşeriyete yücelme sebeplerini, takip edilecek kurtuluş yolunu göstermiş, onları maddî ve mânevî helâke sebep olacak şeyleri yasaklamış, kendilerine dünya ve âhirette huzura götürecek şeyleri emretmiş rahmet kitabıdır. Fakat Kur'an, zâlim için, Kur'an'ı inkâr eden, onun hükümlerine karşı gelen kimseler için ise, zarardan başka bir şey arttırmaz. Çünkü bu kimseler Kur'an'ın beyanlarına karşı düşmanlıkta, hürmetsizlikte bulunur, her türlü ahlâksızlığı yaparak, kendileri için mânevî felâketleri çağırırlar. Elbette, tedâviye muhtaç olan insan, kendisine verilen en faydalı bir ilacı terk eder de midesini zehirli şeylerle doldurursa kendi hayatına kasdetmiş, kendisini helâke mâruz bırakmış olur. Kur'an hükümlerinin, yanlış yolda olanlara ve kötü huy sahiplerine gerçeği görme ve doğruyu bulma yolunda şifâ ve rahmet olduğunu, ama kötü niyetli zâlimler için ise, bir helâk sebebi olabileceğini anlıyoruz. Ancak, âyette ne sûretle olursa olsun, muska yazılacağına dair hiçbir işâret yoktur.
Kur'ân-ı Kerim, muska yazmak, büyü yapmak, fal bakmak için değil; "insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak"[92] gönderilmiştir. Allah'ın Kitabının âyetlerini rastgele yerlere yazarak çöplüklere gitmesine sebep olmak veya beşerî çıkarlar için istismar etmek, İslâm'a ve İlâhî Kitaba ihânettir. Bu işi yapanlara fırsat vermek gaflettir, hıyânettir. Hatta mü'minlerin itikadını zedelemeye hizmettir. En üzücü tarafı ise bunu yapanların kendilerini "hoca" olarak lanse etmeleridir. Oysa İslâm'da "hoca" dinin hükümlerini bilen, ilmiyle amel eden, Allah'tan korkan, Allah'ın âyetlerini az bir dünya metâına satmayan örnek ve önder bir şahsiyettir. İslâm'ın yasak kıldığı işleri yapan ve bu tür davranışlara cevaz veren insan, hoca olamaz. Böyleleri ancak fâsık ve münâfık olur; bunlara dense dense cinci, üfürükçü, din tüccarı, hurâfe pazarlamacısı muskacı denilir.
Muskacıların Sonu: Ömrünü muska yazarak, fal açarak, sihir yaparak geçiren pek çok insanın sonu hüsran ile noktalanmıştır. Bunlardan kimisi hapishane köşelerinde, kimisi de feci hastalıklara yakalanarak fakr u zarûret içerisinde ölmüşlerdir. Vakitlerini muskacılıkla geçirenler, bu yoldan her ne kadar dünyevî menfaat temin ediyorlarsa da bu iş, dinen kınanmış olduğu için iflâh olmuyorlar. Daima hayatları sıkıntı ve sefâletle, beş kuruşa muhtaç olarak geçmekte olduğu müşâhede edilmektedir. Hayatlarının sonunda perişan bir vaziyette, miskinlik içinde yaşadıkları görülmektedir. Bunların hepsi yaptıklarının avans cinsinden dünyadaki küçük cezâsıdır. Esas cezaları, ceza gününde verilecektir. Çünkü bakılması haram olan nice göbeklere muskalar yazmışlardır. Nice genç kızları veya evli insanları muhabbet muskalarıyla aldatmışlar, ümitleriyle oynamışlardır. Allah'ın men ettiği şeyleri insanlara aşılamışlar, imanın temelini sarsmışlar, İslâm akîdesini bozmuşlardır. Böylelikle yahûdi ve hıristiyan âdetlerini canlandırarak ve bunları birkısım insanlara kabul ettirip onların itikadlarını bozarak imanlarını sarsmaları ile İslâm âleminde tedâvisi imkânsız olan yaralar açmışlardır.[93] Her aklı başında mü'min, insanları bu tür cinci, muskacı, üfürükçü sahtekârların tahribatından korumak için elinden gelen gayreti esirgememelidir.[94]
Unutmamak lâzım ki, dindarlık, dinî olanı işlemektir; dinde olmayanı değil. Nice insan, hem de din adına, dini de küçük düşürerek ve sevap yapıyorum zannıyla günaha girerek bu tür hurâfe ve bid'atler, bâtıl inançlar peşinde kendisine sıkıntı vermekte, hayatını daha da çekilmez hale getirmektedir. Bazı insanlar, Cumartesi ve Salı günleri çamaşır yıkamıyor, bazıları da kırılan bir ayna veya evinin yakınlarında öten bir baykuş nedeniyle kâbuslar görüyor. Bâtıl inanç, hurâfe ve bid'atlerden ancak sağlıklı ve doğru dinî bilgiyle, Kur'an'ın hayata geçirilmesiyle korunulabilir. Bu tür sapıklıklara yönelmenin nedeni, insandaki inanç ihtiyacının doğru ve gerçek bilgilerle doldurulamaması, İslâm'ın hâkim değil mahkûm olması, câhiliye düzeni, medya ve çevre şartlarının doğruyu eğri, eğriyi doğru diye göstermesidir. Dini; bazı çıkarcı, istismarcı, cinci, câhil ve bağnazların elinden kurtarmadıkça, bu tür insanlara ilgi gösterilip "hoca" diye iltifat edildikçe bu sorunlar küçülmeyecek, aksine büyüyecektir.
Çeşitli Hurâfe ve Bâtıl İnanışlara Örnekler
Yukarıda açıklananlardan başka hâlâ yaşayan bazı bâtıl inanç ve hurâfeleri saymaya çalışalım:
"At, avrat ve silâh uğursuzdur."
"Ayna kırılması uğursuzluktur, ayna kırılan ev yedi sene iflâh olmaz."
"Ateşle oynayan çocuk altını ıslatır."
"Ayın 13'ü uğursuzdur."
"Gece tırnak kesilmez, ev süpürülmez."
"Gece ev süpürülürse fakirlik gelir."
"Geceleri aynaya bakılmaz."
"Gece vakti, bir evden başka bir eve kazan, tencere ve tava verilirse mutlaka ölüm olur."
"Gece, vaktinden önce öten horoz uğursuzluk getirir."
"Pazar günü çalışmak uğursuzluktur."
"Salı günü işe başlanırsa bitmez, sallanır."
"Salı günü yeni elbise giyilirse yanar."
"Çarşamba gecesi işe başlanırsa, 'Çarşamba karısı'nı kızdırır ve o eve kötülüğü dokunur."
"Çarşamba günü yorgan kaplayan hastalanır."
"Çarşamba günü süt içmek, ev satın almak iyi değildir."
"Perşembe günü çamaşır yıkanırsa zengin olunur."
"Cuma akşamı ev süpürülürse meleklerin kanadı kırılır."
"Cuma günü ev süpürmek veya çamaşır yıkamak, fakirlik getirir ve günahtır."
"Çocuğu ölen kadın, Cuma günleri hiçbir iş yapmaz."
"Cuma günleri çocuğun ayakları câmi kapısına bağlanır ve namazdan sonra çözülürse, hasta olmaz."
"Henüz konuşamayan çocuğun ağzı, Cuma salâsı verilirken câmi anahtarıyla açılırsa, çocuk hemen konuşmaya başlar."
"Cumartesi günü çamaşır yıkamak uğursuzluk getirir."
"Arefe günü dikiş dikmek günahtır."
"Arefe günü dikiş diken kadının ölmüş çocuğu varsa, onun derilerini diker."
"Misafirin ardından ev süpürmek iyi değildir."
"Makasın ağzı açık kalırsa, kefen biçmeye yarar."
"Makasın açık kaldığı evde kavga çıkar."
"Elden ele makas alınmaz, makas düşman sayılır."
"Elden ele sabun alınmaz, uğursuzluk getirir."
"Hapse giren biri, ölmüş birisinin yüzüğünü takarsa hapisten çabuk çıkar."
"İnsanın önünden kara kedi geçmesi, uğursuzluk sayılır."
"Tavşan, tilki, kara köpek birinin yoluna çıkarsa uğursuzluk getirir."
"Kapı eşiğine basan, iftiraya uğrar."
"Merdiven altından geçmek uğursuzluktur."
"Başa pisleyen kuş, talih kuşudur; Kuş pisliği başına düşene para gelir."
"Şimşek çakarken kırmızı giyilmez."
"Terlik ve ayakkabının ters dönmesi iyi değildir."
"Evliliğin ilk günü, gerdek gecesinde, erkek veya kadın, hangisi önce uyursa o daha evvel ölür."
"Gerdek gecesi, karı ile kocadan hangisi daha evvel diğerine tokat vurursa, onun sözü daha çok dinlenir.
"Zifaf gecesi gelin ve dâmat sabunla yıkanırsa, sabun acı olduğundan, aralarına acı ve ayrılık girer."
"Ev süpürülürken süpürge birine dokunursa uyuz olur. Süpürgeye tükürülürse hastalık bulaşmaz."
"Gece tırnak kesilirse ömür kısalır."
"Cenâze yıkanırken teneşirin altına dökülen su, bir şişeye konup habersiz sarhoşa içirilirse içkiyi bırakır."
"Nazara uğrayan kişi, kuşkulandığı insanın saçından, ayakkabısından veya elbisesinden habersiz bir parça kesip yakarak dumanı ile tütsülenirse nazarı geçer."
"Kötü bir hastalıktan söz edilirken: 'Değirmenden geldim unluyum' denilmezse o hastalık, söyleyene bulaşır."
"Sarılık hastalığına tutulan kişinin 'izinli' denilen biri tarafından alnı jilet ya da çakı ile çizilir. Akan kan alnına ve burnuna sürülür. Yaradan kan aktıkça hastalık da akar gider."
"Dişi ağrıyan bir kişi mezarlığa gider, mezar taşını ısırır, arkasına bakmadan geri gelirse ağrısı kesilir."
"Başı ağrıyan bir kadın câmiye gider, yazması (başörtüsü) ile câmiyi süpürür ve yazmayı tekrar başına örterse başının ağrısı gider."
"Evden çıkan erkek, işine giderken önünü kadın keserse (kadın adamın önünden karşıya geçerse) adamın işi ters gider."
"Kısa boylu kadınlar uğursuzdur."
"Bir kız akşam ezanı okunurken merdiven altından geçerse kısır kalır."
"Cuma günü ezan okuyan müezzine kızın başörtüsü veya mendili sallattırılırsa nasibi çıkar."
"Evli birinin yüzüğünü bekâr kız takarsa kısmeti kesilir."
"Bekâr kız, evli birinin gelinliğini giyerse kısmeti kesilir."
"Gelin olanın duvağı evde kalmış kızın başında çözülürse kızın bahtı açılır."
"Evde kilitlenen kilit, bayram sabahı veya Cuma günü, namazdan önce imam tarafından câmide açılırsa kızın bahtı açılır."
"Ellerini birbirine bağlayanın kısmeti kesilir."
"Ellerini kavuşturanın kısmeti kapanır, anası ölür."
"Hâmile bir kadın yumurta yerse çocuğu terbiyesiz olur."
"Hâmileyken anahtar açanın doğumu kolay olur."
"Bir hâmile kadın ölü yıkanırken suyundan atlarsa çocuğu baygın doğar."
"Aş yeren bir kadın, çirkin bir yere bakarsa çocuğu çirkin olur."
"Doğum yapan kadın, yedi gün çocuğunun yanından dışarı çıkmaz. Çıkarsa cinniler gelir, çocuğu götürür. Başka bir çocukla değiştirir."
"Çocuğu yaşamayan bir kadın bir yatıra 'Bunu sana sattım' der ve kurban kestirir. Çocuk dünyaya gelince eğer kız ise adını Satı, oğlan olursa Satılmış koyar. Aksi halde çocuk yaşamaz."
"Çocuğu yaşamayan kadın, yeniden doğum yaptığında 40 evden topladığı parçalarla gömlek dikip çocuğuna giydirirse çocuğu yaşar ve ömrü uzun olur."
"Çocuğu ölen bir kadın Cuma günü iş yapmaz."
"Lohusa kadının ve çocuğun yastığı altına iğne, çuvaldız, kama, bıçak konulursa albasmaz."
"Lohusa kadının bulunduğu yere süpürge, Kur'an, soğan, sarımsak asılırsa 'alkarısı' loğusa ve çocuğa zarar vermez."
"Hayızlı kadın, sebze bahçesinden geçerse sebzeleri kurutur."
"Hayızlı kadın akşam ezanından sonra küpten turşu çıkarırsa turşu bozulur."
"Gelin eve ilk geldiğinde kaynanasının iki bacağı arasından içeri girerse saygılı olur."
"Yeni doğan çocuğun ilk dışkısı, yattığı odanın eşiğine veya beşiğinin altına konursa cadı zarar vermez, nazar da değmez."
"Yeni doğan çocuğun beşiği altına türbe ve kabirlerden toprak getirilip konursa çocuğu cadı boğmazmış." (Buna bazı yerlerde cüher almak denilir.)
"Bebek fıtık doğarsa, külotu çalı ağacının bir dalı yarılarak arasından geçirilince fıtığı iyileşir."
"Bebeğin kırkı çıkmadan tırnağı kesilirse, ya arsız ya da hırsız olur."
"Yeni doğan çocuk, bayram günü bir dişi eşeğe ters bindirilip köyün etrafında dolaştırılırsa ömrü mutlu geçer."
"Çocuğun doğduğu yerde elişi yapılırsa, göbeği düşmez."
"Cuma günü çocuğun ayakları bir câmi kapısında bağlanır, Cuma namazından sonra çözülürse hastalığa tutulmaz."
"Bebek ayakları altından öpülürse talihsiz olur."
"Çocuk dünyaya geldikten sonra yıkanıp tuzlanır ve sofraaltı denilen beze sarılırsa tokgözlü olur."
"Çocuğun göbeği, câmi duvarına veya avlusuna gömülürse dindar, medresenin (okulun) bahçesine veya avlusuna gömülürse âlim; ahıra gömülürse malcı olur. Ayrıca suya atılırsa huyu temiz, evin içinde bir yere gömülürse gözü dışarıda olmaz."
"Boyu ölçülen çocuk kısa kalır."
"Çocuğun boyu metre ile ölçülürse ömrü kısa olur."
"Sünnetsiz ölen çocuğun parmaklarından birinin kırılması gerekir."
"Çocuk sünnet olurken annesi oklava sallarsa, sünnet acısız ve kolay olur."
"Küçük çocukların yüzünde yara çıkarsa, deniz kenarında yaşayan ve denize giren biri tarafından okunup yüzü meshedilirse yaraları iyileşir."
"Yürüyen çocuğun emeklemesi, misafir geleceğinin işaretidir."
"At, öküz, inek, dana gibi büyükbaş evcil hayvanlar, eğer gece ahırda huzursuzsa, bağırıyor, kişniyor veya böğürüyorsa, o evden biri ölecektir."
"Ölü yıkandıktan sonra kazan ters çevrilmezse bir başkası daha ölür."
"Bir evden ölü çıkarsa o evdeki su kapları boşaltılır. Eğer boşaltılmazsa Azrâil suları ellediği için biri yine ölebilir."
"Cenaze çıkan ev ile çevresindeki evlerin suları dökülmelidir. Çünkü Azrâil kılıcını o sularda yıkar. Sular bu kılıçla pislendiği için içilmez olur."
"Gece vakti bir evden başka bir eve kazan, tava veya tencere verilirse ölümü celbeder."
"Gece sandık açmak, kendi mezarını açmaktır. Yani ölümü çağırmaktır."
"Bir evdeki eşyalardan herhangi biri kendi kendine düşer veya kırılırsa ölüme işarettir."
"Ayakkabı çıkarılırken ters çevrilirse o evden cenâze çıkar."
"Kefen diken iğne kırılmalıdır. Zira ölümü ve uğursuzluğu celbeder."
"Saçakta baykuş ötmesi, ölüme işarettir."
"Bir genç askere giderken evden çıkmadan önce bir dilim ekmeğin yarısını yer, yarısını da geri bırakırsa, artık ekmek onu çağıracağı için kazaya belâya uğramadan geri döner."
"Biri yolculuğa çıkıp gurbete giderken arkasından yola su dökülürse, su gibi yolculuğu olur, kazaya uğramadan sağ sâlim yerine ulaşır, gurbetten çabuk döner."
"Biri yolculuğa çıkarken arkasından aynaya su serpilirse kazaya uğramaz."
"Bir kişi sabunu başka birine elden verirse, sabun acı olduğu için, acı olaylar görülür veya o iki kişi arasına düşmanlık girer."
"Gök gürlerken buğday ambarına el ile vurulursa hasat çok olur."
"Nar tanelerini yere düşürmeden bir bütün narı yiyip bitirebilen cennete girer."
"Tarla veya bahçede bitkiler hastalanmış ise, tarla sahibinin güneş doğmadan önce, tarlasının etrafını koşarak dolaşması gerekir."
"Çeltik ekilen arazinin etrafı eşeğe binmiş bir kimse tarafında Kur'an okunarak dolaşılırsa, o araziye dolu yağmaz."
"At nalı asılan yere nazar isâbet etmez."
"Önünde 'beş taş' oyunu oynanan eve fakirlik gelir."
"Cezveden su içilirse zengin olunur."
"Ayakkabılar ters dönerse şeytan üzerinde namaz kılar."
Daha neler neler... Saymakla bitmeyecek bir sürü bâtıl inanışlar...
Dikkat edilirse, hurâfe ve bâtıl inanış olarak kabul edilen haftanın hemen bütün günleri ya belâya, ya da günaha sebep gösterilmiştir. Sanki müslümanın temizlik yapması, çalışması suç kabul edilmiştir. Bu inanç, hem ibâdetlere, hem temizliğe, hem çalışıp kalkınmaya ihânettir.
"Yıldızname"ye baktırmak, "fal" açtırmak, "sevicilik" yaptırmak, "sihir" bozdurmak, "muska" yazdırmak, "tılsım" yaptırmak, "afsunlanmak" için diyar diyar, semt semt hoca(!) arayanlar, dileğinin yerine gelmesi için türbe ve evliya mezarlarını/yatırları dolaşanlar, kızının nasibini açtırmak için il il üfürükçü arayanlar azımsanmayacak kadar çoktur. Göğse ve göbeğe muska yazma cür'et ve ahlâksızlığına tevessül edenler ve bunların tuzağına düşüp pişmanlığını sineye çekenler de az değildir. Kimi yerde gelin, kocasının evine girerken "kaynanasının iki bacağı arasından geçerse saygılı olur" diye inanılmak sûretiyle insan onuru ayaklar altına alınmaktadır. Kimi yerde de "yeni doğan çocuğun ilk dışkısı, cin çarpmasın, nazar değmesin diye, yattığı odanın eşiği altına konulmakta, bazı yerlerde de bebeğin beşiğine mezarlıktan toprak getirilerek konulmaktadır.
Kurşun dökmek, muska ve nazar boncuğu takmak gibi eski hurâfe ve bâtıl inanışların yanında; modern hurâfe ve çağdaş bâtıl inanışların da sosyete çevreleri, üniversite öğrencileri ve Batı kültürüyle yetişmiş insanlar başta olmak üzere, toplumda giderek yaygınlaştı(rıldı)ğını belirtmek gerekiyor. Burç taşları, şans ve uğur getireceğine inanılan çeşitli taş, yüzük, kolye veya boncuklar, maskotlar, sinema filmleri veya tv. dizilerindeki kahramanlara ait resim ve aksesuarlar, muska yerine uğur ve şifa kolyeleri, taşları, nazar değmesin diye elini kulağına tutup tahtaya vurmalar, aksırınca "çok yaşa" demeler ilk sayabileceğimiz modern gereçler ve tavırlardır.
Tabii, bunların yanında cinciliğin modern şekli olan medyumluk, falcılığın bin bir çeşidi, burçların ve gök cisimlerinin insan kaderi üzerinde etkisi olduğuna/tanrılığına inanmanın bir yansıması olan burç falları, müneccimliğin modernize edilmiş şekli olan astroloji, felekle ve feleğin kadere etkisiyle ilgili inanış ve deyimler, ruh çağırma ve reenkarnasyon inanışları, insanın maymun soyundan geldiğine inanmak, imanî hakikatlerin çoğunun bilimsel olmadığı, bilimin tek doğru ve gerçek mürşit olduğunu kabul, tabiat/doğa veya tesadüfe yaratıcılık atfetmek gibi bâtıl inanışlar ve modern hurâfeler...
Türbe ve yatırlardaki mantık dışı hurâfelerin çağdaş ve modern şekillerini de televizyon izleyen herkes görmekte, mâtem törenlerini, andiçmeleri... bilmekte. Simokinli resepsiyonlar, tuhaf, saçma ve İslâm dışı kuralları olan törenler, putların karşısında kıyamda durmalar, seremoniler, âyinler, tapınmalar... Kolej ve üniversite mezunlarının keplerini havaya fırlatmaları, kıyâfet dayatmaları vb. zorunluluklar da resmî hurâfeler olarak sayılabilir. Bütün bunların yanında kapitalizm, komünizm, kemalizm, laiklik gibi her türlü beşerî ideolojiler, İslâm'a ters dünya görüşleri ve felsefî anlayışlar, tâğutî yaklaşımlar, Bel'amca yorumlar çağdaş bâtıl inançlar ve modern hurâfelerdir.
‘Bid’at’, ‘ibdâ’ kökünden türemiştir. İbdâ, önceden yapılmış bir şeyi örnek almaksızın yapma ve icat etme demektir. Buna göre ‘bid’at’ sözlükte, daha önceden bir örneği olmaksızın yapılan, sonradan icat edilen şey (muhdes) demektir.
Kavram olarak ‘bid’at’; Şeriata karşıt olması sebebiyle onunla ters düşen ve onda bir fazlalık ya da noksanlığa neden olan şeydir. Bid’at Sünnetin zıddı olarak kullanılmaktadır ki, Şârî’nin (din koyucunun) açık ya da dolaylı, sözlü ya da fiilî izni olmaksızın, dinde sahâbeden sonra ortaya çıkan eksiltme ya da fazlalaştırmadır.
Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “(Dinde) Sonradan ortaya çıkan her şey bid’at’tir; her bid’at dalâlettir/sapıklıktır ve sapıklık insanı ateşe sürükler.”[95] “Allah (c.c.) bid’at sahibinin, orucunu, namazını, sadakasını, haccını, umresini, cihadını, (hayır yoluna) harcamasını, şâhidliğini kabul etmez. O, kılın yağdan çıktığı gibi dinden çıkar.”[96]
Bu kadar tehlikeli ve imandan ayırıcı olan bid’at konusunda müslümanların doğal olarak duyarlı olmaları gerekir. Allah (c.c.) kendi dini olan İslâm’ı peygamberinin tebliği ile insanlara ulaştırmış ve onu tamamlamıştır.[97] Hz. Muhammed (s.a.s.) yaşayarak ve uygulayarak İslâm'ın ne olduğunu ortaya koymuştur. Hiçbir insanın bu dine müdâhale hakkı yoktur; kimse ne dinden eksiltme yapabilir ne de ona bir şey ilâve edebilir. Sonradan ortaya çıkan ve yetkili ilim adamları tarafından yapılan ictihâd (fetvâ verme) ise, dine ilâve değil; dinî hükümleri sistemleştirme ya da yeni sorunlara Kur’an ve sünnetle cevap bulabilme gayretidir.
Ancak, değişen zamana göre, gelişen ilimler doğrultusunda yeni yeni şeyler icat edilir, yeni buluşlar ve teknikler, hatta yeni görüşler ortaya çıkabilir. Bid’at’in sözlük anlamına takılarak, yeni ortaya çıkan her şeye bid’at demek mümkün değildir. Bu hem Din’i anlamamak, hem de Din’in mubah (helâl) alanını haksız olarak daraltmak, Din’in uygulanmasını zorlaştırmaktır.
Bid’at’i bu şekilde anlayanlar günlük hayata biraz da zorunlu olarak giren yenilikleri bid’at kelimesiyle bağdaştırmanın yoluna gittiler ve bid’at’i, ‘hasene-güzel’ ve ‘seyyie-kötü’ diye ikiye ayırdılar. Hatta bazı bilginler daha da detaya inerek bid’atleri; vâcip, haram, mendup, mekruh ve mübah olmak üzere beş kısma ayırmışlardır.
Bid’at’ı dar kapsamlı olarak, yani kavram anlamıyla alanlar, onu inanç ve amellerde dine yapılan ekleme ve eksiltme olarak tanımlamışlardır. Böyle düşünenlere göre, dinî bir özelliği olmayan, insanların dünyalık işleriyle ilgili, İslâm’ın mubah dediği alana giren şeyler bid’at kapsamında değildir. İnsanların örf olarak yaşattıkları Din’e aykırı olmayan âdetler, sonradan gerek bir ihtiyacı karşılamak, gerekse ilmî araştırmalar sonucunda geliştirilen icatlar, üretimler, bazı kurumlar, ya da fikirler bid’at alanının dışındadır.
Kimileri, hasene (güzel) dedikleri bid’at’i, Din’e bir ekleme olarak ele almazlar. Bunu Peygamberimizin haber verdiği ‘güzel bir çığır açma’ hadisine dayandırırlar. “Kim benden sonra terkedilmiş bir sünnetimi diriltirse, onunla amel eden herkesin ecri kadar o kimseye sevap verilir, hem de onların sevabından hiçbir şey eksilmeden. Kim de Allah ve Rasûlünün rızâsına uygun düşmeyen bir sapıklık bid’at’i icat ederse, onunla amel edenlerin günahları kadar o kişiye günah yüklenir, hem de onların günahlarından hiçbir şey eksilmeden.”[98]
Onlar, teravih namazını cemaatle ve yirmi rek’at kılınmasına bid’at diyenlere Hz. Ömer (r.a.)'in "ne güzel bid’at!" demesini delil olarak alırlar. Hâlbuki Hz. Ömer (r.a.) bid’ate güzel demedi, tam tersine; "teravihin bu şekilde kılınması bid’at değildir. Eğer siz kendi fikrinize göre ona bid’at diyorsanız, o zaman bu ne güzel bid’at’tir" demek istemişti.
Onlara göre “Her yeni uydurma bid’at’tir” hadisinden, Dinin esaslarına, Hz. Peygamber’in ve O’nun ilk dört halifesinin yollarına uymayan şeyler anlaşılmalıdır. Bu bid’atler, Hz. Peygamber’in Sünnetinin ortaya koyduğu ilkelerle uyuşmaz, onlara aykırıdır. Hatta bu bid’atler, bir şer’î (dinî) hükmü kaldırırlar, yerine kendileri yerleşirler.
Bid’ati, iyi ve kötü diye ikiye ayırmayan, onu dar kapsamlı yani kavram anlamıyla alanlar bu yorumlara katılmayarak derler ki; Yukarıda geçen ‘Sünnetin diriltilmesi (ihyâ edilmesi)’ yeni bir şey icat etmek değildir. Unutulmuş bir sünneti yeniden hayata kazandırmaktır. Hz. Ömer (r.a.)'in terâvih namazıyla ilgili uygulaması da yeni bir ibâdet çeşidi veya sonradan ortaya çıkmış bir uydurma değil; örneği Peygamber'in hayatında görülen ve O’nun tavsiye ettiği bir ibâdetin sürekliliğini sağlama düşüncesidir.
Bid’at Din’de temeli olmayan inançları ve ibâdet şekillerini İslâmî bir kılıfla İslâm’a yamamaktır. İslâm dışı görüş, inanış ve tapınmaları İslâm'a mal etmektir. Bunları yapanlar yaptıkları işin Din’e aykırı olduğunu bile kabul etmezler. Bundan dolayı Süfyân-ı Sevrî ve bazı âlimler şöyle demişlerdir: “Bid’at, İblis’e, mâsiyetten (günah işlemekten) daha sevimlidir. Çünkü bid’atin tevbesi olmaz, Hâlbuki kişi günahından dolayı tevbe edebilir." "Bid’atin tevbesi olmaz" sözünün mânâsı şudur: Allah (c.c.) ve Rasûlünün (s.a.s.) ortaya koymadıkları bir şeyi din edinen kimseye amelleri süslü gösterilir. O yaptıklarını doğru zannetmeye başlar. Kötü amellerini güzel görmeye devam ettiği sürece de tevbe etmiş olmaz. Her şeyden önce tevbenin başlangıcı; kişinin işlediği fiilin tevbe etmesi gereken kötü bir amel olduğunu kabul etmesi, ya da tevbeyi gerektirecek denli vâcip veya müstehab bir dinî emri terk ettiğini bilmesidir. Bir kişi, kendi yaptıklarını güzel görmeye devam ettikçe tevbeye ihtiyaç duymaz.
Bid’at ehlinin tevbe etmesi, Allah’ın ona hidâyeti göstermesi ile mümkündür. Bu da ancak kişinin bildiği Hakk’a uyması ile gerçekleşebilir. “Bildiği ile amel edene Allah (c.c.) bilmediği şeyleri de öğretir.”[99] Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Doğru yolu bulanların Allah hidâyetlerini artırmış ve onlara takvâlarını (Allah’tan korkup sakınmalarını) vermiştir.”[100]
Peygamberimiz'in deyişiyle bütün bid’atler merduttur (reddedilmiştir). Hiçbirinin İslâm'a göre bir değeri ve hükmü yoktur. Çünkü böyle bir şey, İslâm’da eksiklik veya fazlalık olduğu düşüncesine dayanır. Hâlbuki Din Allah (c.c.) tarafından insanlar için beğenilip gönderilmiş ve tamamlanmıştır. Onda eksik veya fazla bir şey yoktur. Bid’atçilerin bir kısmı Kur’an’a ve Sünnet’e aykırı inanç ve amelleri uydurup İslâm'a sokarlar, onları Din'denmiş gibi sunarlar. Bazıları da İslâm'ı daha iyi yaşamak, daha dindar bir müslüman olmak amacıyla yeni ibâdet ve inanış türleri uydururlar. Her iki tutum da yanlıştır. İnsanlara düşen görev, İslâm'ın, olmayan eksikliklerini bulup kendi akıllarınca o eksiklikleri gidermek değil; İslâm'a hakkıyla teslim olarak ellerinden geldiği kadar onu yaşamaktır. Unutmamak gerekir ki hiç kimse İslâm'ı Hz. Muhammed (s.a.s)’den daha güzel yaşayamaz, O’ndan fazla dindar olamaz.
‘Güzel bid’at, kötü bid’at’ tanımları net değildir. Hangi inanış, hangi amel ve âdet bid’attir, hangisi güzeldir, hangisi kötüdür? Bu gibi değerlendirmeler kişilere ve kültürlere göre değişebilir. Bid’atin sınırlarını kim ve nasıl çizecek? Tarihte ve günümüzde hemen hemen her grup (hizip) kendi düşündüğünün ve yaptığının doğru, diğerlerinin yaptıklarını yanlış görmektedir. Herkes görüşlerini ve eylemlerini Kur’an ve Sünnete dayandırma iddiasındadır. Hiç kimse de yaptığının bid’at olduğunu kolay kolay kabul etmez.
Onun için bu konuda da dikkatli olmak ve her şeye bilmeden ‘bid’at’ demek, ya da o şey gerçekte bid’at ise onu da İslâm'dan sayma yanlışlığına düşmemek gerekir. Kur’an’ı ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in yaşayıp tebliğ ettiği Din’i iyi bilirsek; bid’atleri daha iyi tanıyabiliriz. Peygamberimiz'den sonra ortaya çıkan bütün fikirlere, icatlara, kurumlara, yani her şeye -kavram anlamında- bid’at demek yanlış olduğu gibi, din kılıfı geçirilmiş sonradan ihdas edilmiş şeyleri de kabul etmek mümkün değildir.
Meselâ, mezar ziyareti ibret verici ve sevaptır; ama, türbeye veya mezarın yanındaki bir şeye çaput bağlamayı, mezardaki ölüden bir şey dilemeyi nereye koyacağız? Zikir yapmak, Allah’ı her an ve bütün ibâdetlerle anmak, hatırlamak Kur’an’ın emridir; ama, kolkola girerek, yatarak-kalkarak, ayılıp-bayılarak, kendinden geçerek, feryat ederek zikretme(!) davranışlarının delilini nerede bulacağız? Âlimleri dinlemek, derslerinden, sözlerinden, ahlâklarından ve ilimlerinden faydalanmak güzeldir, gereklidir de. Ancak "bir âlime, bir şeyhe bağlanılmadan, ömür boyu onun peşinden gidilmeden İslâm yaşanmaz", "şeyhi olmayanın mürşidi şeytandır" gibi iddiaları nereye koyacağız? Ölünün arkasından duâ etmek, onu hayırla anmak güzeldir. Ama onun arkasından yapılan kırkıncı, elli ikinci gece ve mevlid merasimlerini hangi âyete ve hadise dayandıracağız? İslâm'da biat (seçim), şûrâ, din hürriyeti, hoşgörü ilkelerinden hareketle; şirk ve zulüm düzenlerini, İslâm'a aykırı yapılanmaları İslâmî sayabilir miyiz? Hoşgörünün sınırları; sapıklıkları, isyanları, Din’e hakarete varan tavırları kabullenmek midir?
İslâmî olmadığı halde İslâm kılıfıyla sunulan bütün inanç, amel, tavır ve anlayışlara karşı duyarlı olmak zorundayız. Bunlar Din’den olmadığı halde ona sokulan bid’at ve hurâfelerdir. Her bir bid’at, müslümanın hayatından bir sünneti alıp götürür. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Sünnetini iyi tanıyanlar ve onu bir hayat olarak yaşayanlar bid’atlerin tuzağına düşmezler.[101]
Bid'at, bir nesneyi yeniden peydahlamak mânâsına gelir. Örneği ve benzeri olmayan bir şeyi ortaya çıkarmak, üretmek demektir. Yeniden vücuda getirmenin olumsuz yönlerini ifade için bid'at sözcüğü kullanılmaktadır. Türkçedeki "türedi" kelimesi, bunun tam karşılığıdır. Kur'an'da bid'at kelimesinin kavramsal ve kurumsal mâhiyette ele alındığı âyete bakarsak, konu daha iyi anlaşılacaktır: "Sonra bunların izinden ardarda peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa'yı da arkalarından gönderdik, ona İncil'i verdik; ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet vermiştik. Uydurdukları (ibtedeû, bid'at icat ettikleri) ruhbanlığa gelince, onu Biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızâsını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. İçlerinden çoğu da fâsıktır/yoldan çıkmışlardır."[102] Peygamberler tarihinde bid'ate/türediliğe örnek olarak hıristiyan ruhban sınıfının icat ettiği ve sonra da ilkelerine saygılı olmadıkları ruhbanlık gösterilmektedir. Bid'atin omurgasını tanımamızı sağlayan bu âyet gösteriyor ki, bid'atler:
- İyi niyetle, Hak rızâsı kazanmak gâyesiyle icat edilebilirler; bu, onların bid'at olmasını engellemez.
- Bid'at olarak ortaya çıkarılan şeye bir süre sonra bizzat onu icat edenler bile uyamazlar.
Böylece, dikkatler şu iki noktaya çekilmektedir: Bu dinin Peygamber(ler)i de,[103] kavramları ve kurumları da bid'at/türedi değildir. Bu bir dindir ki, Yaratıcı onu ilk insanla başlatmış ve asırlar boyunca insanı onun değişmez, zaman üstü ilkeleriyle eğitmiştir. Bu ilkeler tüm peygamberlerin mesajlarında aynıdır. Kur'an bu mesajları toplayan kitaptır. Kur'an'ın din dediğine, Peygamber'in din dediğine eklemeler yapan, bid'atçiik/türedilik yapar ve uydurma bir din icat eder. Tamamlanan, kemâle eren ve adına İslâm denilen bir dinin[104] bid'at/uydurma/türedi kişi, kurum ve kavramlara ihtiyacı yoktur. O yüzden bid'ati bazı âlimler şöyle tanımlar: "Kemâle erdirildikten sonra dinde ortaya çıkan nesneye denen bid'at, dinde Peygamber'den sonra ortaya çıkan tutku ve davranışlardır. Dinde ortaya çıkan eksiltme veya artırmalar için kullanılır."
Bid'at, dinin vahye dayanan tespitlerine, buyruklarına, kabullerine yapılan ekleme veya bunlarda vücuda getirilen eksiltmedir. Buna göre bid'at, din bünyesinde sözkonusu olur. Hayatın diğer alanlarındaki yeniliklerin bid'at kavramıyla irtibatlandırılması tam bir saptırmadır. Hatta, diyânet denen ve dine getirilen beşerî yorumları içeren alandaki yenilikler de bid'at kavramı içine girmez. Bid'atin sözkonusu edilebilmesi için "din" bünyesinde yeni icatların olması gerekir. Bid'at, dinde olmayan şeyi dine sokmaktır. Bid'at, Allah'ın din olarak gönderdiğinde olmayan şeyi var göstermektir. Bid'at, vahyin oluşturduğu tevhid anlayışına aykırı kabuller icat etmektir.
Yine, bid'atin hasenesi/güzeli olduğunu ifade etmek, temelden yanlıştır. Güzel bid'at tâbiri, birçok olumsuzluğun gözden kaçmasına yol açan bir maske tâbirdir. Ortaya getirilen bir yenilik, dinde olmayan bir şeyi icat etmektedir; bunun güzeli olmaz. Dine ekleme yapmanın güzeli olacağını söylemenin kendisi bid'attir. Bir bid'ati ölçüt yaparak başka bir bid'ati tanımlayamayız. Ortaya getirilen yenilik, dinle ilgili değil de hayatın başka alanlarıyla ilgili ise onun bid'at kavramıyla hiçbir ilgisi yoktur. Bid'at, eski örf ve âdetlerin yerine yeni örfler koymanın adı değildir; dinin tesbitlerinin yerine eski veya yeni herhangi bir âdeti koymanın adıdır. Bazıları ne hikmetse, eski âdetlere bağlılığı bid'at saymazken yeni âdetlere en küçük bir itibarı hemen bid'at ilan eder. Oysa ki âdetin dinleştirilmesi, her hal ve şartta bid'attir. Bunun birkısmı günah bid'ati olur, birkısmı şirk bid'ati. Ama güzel bid'at asla ve asla olmaz. Âdetler dinleştikçe din de âdetleşir. Bunun sonu, dinin tahribi ve saygınlığının yok olmasıdır.
Yaşadığımız toplumda bid'atlere karşı çıkmak adına ortaya çıkıp en yıkıcı bid'atleri üreten kişi ve zümreler hayli çoktur. Bunlara göre bid'at, öncelikle eski kabullere aykırılıktır. Daha net bir çerçeveden bakılınca bid'at, bu insanların mensup oldukları fırkanın kabullerine ters her şeydir. Bunlar için olay "biz ve ötekiler" olayıdır. Din, bunun sadece dokunulmazlığını sağlayan bir araçtır. Bid'at suçlamalarında bulunanların çoğu, vahyin verilerini değil; kendi mezhep, tarikat, cemaat, ırk veya bölgelerinin âdetlerini esas alarak başkalarını bid'atle itham ettiler. Bid'ati Kur'an ve sahih sünnete aykırılık olarak asla tanıtmadılar. Yani bid'atle mücâdele adı altında bir tür yozlaştırma yaptılar.
Allah'ın dininde eksiltme veya artırma yoluyla değiştirme olarak ortaya çıkan bid'atin en kötü yanı, genellikle iyi niyetle sergilenmesidir. Bu iyi niyet zemini, bid'atin toplumda revaç bulmasına sebep olmakta, bunun sonucunda da sapma sessizce yerleşmekte ve dine eklenen âdet ve alışkanlıklar dinleşmektedir. İmam Süyûti bu konuda şunları söyler: "Bid'atlerin bir kısmını, halkın ibâdet ve Allah'a yaklaşma zannıyla yaptıkları oluşturmaktadır. Oysa ki esâsında bunların terk edilmesi ibâdettir. Câhiller bunların görüntüsünün ibâdeti andırmasına aldanarak esasında yasak olan fiilleri ibâdet yerine koymaktadır. Burada aldatıcı olan, 'daha çok ibâdet etme' hırsıdır. İşte bu hırs, insanları, ibâdet görüntüsü veren bu yasakları icrâya itmektedir. Bu tür ibâdetlerin haram olanı vardır, mekruh olanı vardır. Hz. Ömer, Cuma namazının ardından iki rekât ilâve namaz kılan bir adamı engelleyip mescidden uzaklaştırmıştır..."[105]
Bid'at yüzünden saparak beşerî âdetleri din gibi yaşamaya kalkışanların vücut verdikleri günah yükü, bid'ati icat edenlerin boynuna binecektir. Çünkü Kur'an, ilimsizlik yüzünden insanların sapmasına sebep olanların, saptırdıkları insanların günahlarına ortak olacaklarını çok açık bir biçimde bildirmiştir: "Onlar, kıyâmet günü, kendi günahlarını tamamen yüklendikten başka, ilimsizlik yüzünden saptırdıkları kişilerin günahlarının bir kısmını da yükleneceklerdir. Bakın, ne kötü şey yükleniyorlar."[106] Şâtıbî'ye göre bid'at, bir şirk kurumudur ve esası da Allah'a iftira ederek dine haram-helâl, iyi-kötü hükümleri eklemektir. Bu ilâve kabuller onları uyduranlar tarafından süslenip püslenmekte ve taklit bedavacılığında rahat arayanlar tarafından benimsenip hayata geçirilmektedir.[107] Şâtıbî'ye göre bid'atçilik, lânetlenmeyi gerektiren istisnâî cürümlerden biridir.[108]
İbn Hazm, İbn Teymiye, İbnu’l-Kayyim ve Şevkânî’nin de bulunduğu bazı İslâm bilginleri bid’at olarak niteledikleri taklidin haram olduğunu delillerle savunmuşlardır.
- Allah Teâlâ’nın mukallidleri zemmetmesi,[109] Kitap ve Sünnet’in hâkim kılınmasını emretmesi ve ihtilâf çıkınca Kitap ile Sünnet’e başvurulmasını istemesi;[110] hükmün yalnız Kendisine âit olduğunu bildirmesi,[111] dinde Allah ve Rasûlünden başkasına dayanmayı yasaklaması,[112] Kendinden başkasının helâl ve haram kılacak rab ve velî ittihaz edilmesini yasaklaması,[113] Kitap ve Sünnet’e dâvet edilen bir kimse, hangi nedenle olursa olsun, onu terk ederse, kendisine büyük bir belâ/musîbet isâbet edeceğinin bildirilmesi[114] taklidin haramlığına delâlet eder.
- “Bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun.”[115] âyetindeki “zikir” Kur’an ve sünnet, onun “ehli” de bunları bilen âlimlerdir. Meselesiyle ilgili âyet ve hadisi bilmeyen kimse, elbette bunları bilenlerden soracak ve nakledilen âyete ya da sünnete uyacaktır. Selef, hiçbir zaman bunlar yerine bir kimsenin kişisel rey ve görüşünü sormamıştır.
- Başı yaralı kişiye, bu konudaki delili bilmeden fetvâ veren ve onun ölümüne neden olanlara Hz. Peygamber, “... Allah canlarını alsın! Mâdem bilmiyorlar, bilenlere sorsalar ya! Cehâletin şifâsı sormaktır” buyurmuştur. Bu, ilimsiz fetvâ vermenin haram olduğuna delâlet eder. Taklit, ilim olmadığına göre, onunla fetvâ vermek de haramdır.
- Hz. Ömer’in kelâle meselesinde Hz. Ebû Bekir’i taklit edişi, birkaç şekilde açıklanabilir: Hz. Ömer bu konuda ölene kadar kesin bir kanaate varamadığına göre, burada sözkonusu olan uyma, Hz. Ebû Bekir’in söylediği “Reyimle hükmediyorum, hata edebilirim” ilkesine âit olacaktır. Yoksa Hz. Ömer, mürted esirlerin reddi; savaşla fethedilen arazinin vakfı, hilâfette veliaht tâyin edilmesi gibi birçok konuda Hz. Ebû Bekir’e muhâlefet etmiştir.
- Sahâbe, cemaatle kılınan namazın bir bölümünü kaçırınca, önce bu bölümü kılıyor, sonra imama uyuyorlardı. Hz. Muaz ise önce imama uydu, imam selâm verince, kalkıp kaçırdığı bölümü edâ etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber; “Muaz size yol gösterdi, artık öyle yapın” buyurdu. Hz. Peygamber’in Muaz’ın hareketini tasvip etmesiyle sünnet meydana gelmiş, sahâbe de bu sünnete uymuştur. Kitap ve Sünnet’e uymak taklit değildir.
- Allah Teâlâ, Kendine, Rasûlüne ve ülü’l-emre itaati emretmiştir.[116] Ülü’l-emre itaat, dinin uygulayıcıları olmaları bakımındandır. Yoksa onların kendilerine itaat emredilmemiştir.
- Allah Teâlâ, muhâcir ve ensâra iyi bir şekilde ittibâ edenleri övmüş, onlardan râzı olduğunu bildirmiştir.[117] Muhâcirûn ile ensâra uymaktan maksat, dinî hayatta onların yolundan yürümektir. Onlardan hiçbiri Kitap ve Sünnet’in nasslarını bir kişinin rey ve ictihadı için terketmemişlerdir. “Ashâbım yıldızlar gibidir...” sözü de sağlam yollardan gelmemiştir. Sahih olduğu kabul edilirse, mukallidlerin, kendi imamlarından önce ashâba uymaları gerekir. Bundan da önce ashâb gibi davranarak Kitap ve Sünnet delillerini öğrenip bunlara tâbi olmaları gerekirdi.
- Müctehid imamların taklidi yasaklayan söz ve davranışlarını herkes bilir. Onların Kitap ve Sünnet’ten delilini bulamadıkları birkaç meselede daha âlim kimselerin ictihadlarına tâbi olmaları, herkes için vâcip olan taklittir ve zarûret halleriyle sınırlıdır.
- Allah’ın insanları çeşitli yeteneklerde yarattığı, öğrenci ve çırağın hocalarını taklit etmelerinin doğal olduğu gerçektir. Ama bununla taklidin bir ilgisi yoktur. Taklit, sözü hüccet olmayan bir kimsenin sözüne delilini sormadan uymaktır. Oysa Allah, kullarının fıtratına körü körüne taklidi değil; iddiâ sahibinden delil ve isbat isteme eğilimini yerleştirmiştir. [118]
Kur’an, taklitçiliği, ötekinin berikinin mukallitliğini, yani delilini bilmeksizin körü körüne herkesin söz ve davranışlarına uymayı yasaklıyor. Daima her şeyin vahiy ile, akıl ve mantık ile, delillere dayanan muhâkemelerle incelenmesi gerektiğini gösteriyor. Bir âyette: “Sözlerinizde doğru iseniz delillerinizi getirin.”[119] buyuruluyor. Diğer bir âyette de: “İlminin ulaşmadığı şey üzerinde durma!”[120] buyuruluyor.
Dini, Hurâfeler Yığını Haline Getirmek, Yozlaştırmak; Tahrif Çabasıdır
Din ve Kitap üzerinde o kadar oynanıyor ki, hakkı hâkim kılmak ve sadece Allah’a kulluk için gönderilen din, özellikle laik ülkelerde, artık statükoyu ayakta tutma ve zorluklar esnasında zâlim yönetimlere koltuk değneği olma görevi görüyor. Her canı isteyen, istediği şekilde Allah'ın âyetlerini amacı dışına çıkarıyor, istismar edebiliyor. Yani Allah'ın vahyi, hevâ ve isteklere göre yorumlanıp şekillendiriliyor.
İşte din, böyle garip bırakılınca, düşmanlar tarafından bid'at, hurâfe, israiliyat ve şirk unsurlarından niceleri Hak Dine katılmaya başlandı. Ve yıllar sonra da bunlar İslâm'dan sayıldı ve câhil halka dinin esası gibi sunulmaya çalışıldı. Bunların Kur'an ve sahih sünnete göre yeniden sağlamasını yapıp bâtıl ve hurâfeleri ayıklamak, ilim sahibi mü'minleri beklemektedir. Bu çok zor görünse de mutlaka yapılmalıdır. Bizim Ehl-i Kitap'tan farklı bir yönümüz vardır ki o da Allah kelâmı olan Kur'an'ın dokunulmazlığı, Allah tarafından korunmasıdır.[121] İşte bu konum itibarıyla biz yeniden Kitabımız'a sahip çıkabiliriz. Yeter ki bu bilinci kazanalım, yeter ki bu konuda yeterince formasyona sahip olalım.
Mûsâ ümmetinin Tevrat'a yaptığının benzerini Muhmmed ümmeti de Kur'an'a yaptı. Onu taşıması ve iki ayaklı Kur'an olması gerekenler Allah'tan değil de, yöneticilerden korktukları için görevlerini ihmal ettiler. Toplum içerisinde hükmedilmek için indirilen âyetler, para karşılığı ölülere okunmaya, muskalar yazılmaya, anma günlerinde "müsekkin" olarak kullanılmaya başlandı. Ümmet-i Muhammed, ümmet-i Mûsâ gibi yahûdileşme temâyülüne kapılsa da, Kur'an'ın metni, Tevrat gibi tahrif edilemedi. Çünkü bu iki kitap arasında bir fark vardı. Allah Tevrat'ın korunmasını İsrâiloğulları âlimlerine tevdî etmişken, Kur'an'ın korunmasını bu ümmetin âlimlerine bırakmayıp bizzat kendisi üstlenmişti: "Elbette Biz, Biz indirdik Zikr'i (Kur'an'ı) ve elbette onu koruyacak olan da Biziz."[122]
Kur'an, Tevrat'ın tahrifini ifade ederken, tahrifin hangi şekillerde yapıldığını farklı kavram ve terimlerle ifade eder:
a- Tahrif yoluyla [123]
b- Tebdil yoluyla [124]
c- Gizleme yoluyla[125]
d- Unutma yoluyla[126]
e- Uydurma yoluyla: Uydurdukları yalanları, ya da tefsirleri bir müddet sonra Kitab'ın metnine ilâve ediyorlar, sonraki kuşaklar onu da Kitab'ın metninden zannediyorlardı. Her tahrif, "tahlit"i (karıştırma) beraberinde getiriyordu. Kur'an buna dikkat çeker: "Ey ehl-i kitab, niçin hakka bâtılı karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?"[127]
Aynı tip tahrifi müslümanlar da kendi şeriatlarında yaptılar. Hadis uydurmacılığı bunun en tipik örneğiydi. Allah'ın koyduğu haramlarla yetinmeyip uydurma hadislerle yeni haramlar ihdas ettiler. Allah tarafından korunmuş kitaplarının tahrif olduğu sonucunu doğuracak yalan rivâyetleri en güvenilir kitaplarına (tefsirlerine, hadis kitaplarına) aldılar. Selman Rüşti ve Turan Dursun gibi kendi inancına düşman edilmiş zavallıların elinde İslâm'a karşı kullanacakları birer koza dönüşecek "Garanik" türü rivâyetlerle doldurdular kitaplarını.
Nâsih-mensûh ile ilgili tuhaf ve Kur'an'dan şüphe uyandıracak rivâyetlerle, tefsir ve te'vil adı altında nice tahrifat içinde Kur'an'a yaklaşımlar söz konusudur.
Müslüman İsrâiloğullarının yahûdileşme alâmetleri, ümmet-i Muhammed içerisinde de tezahür etmiştir. Bunların başında din âlimlerinin Kitab'ı birtakım gerekçelerle keyfî yoruma tâbi tutmaları gelmektedir. Bu eğilimin günümüzdeki temsilcileri, Allah'ın hükmüyle hükmetmemek, faiz, zina, içki, piyango, heykel ve tesettür gibi konularda tam bir yahûdileşme temayülü sergilemektedirler. Özellikle Bel'am kılıklı âlim müsveddeleri âyetleri işine geldiği gibi yorumlayarak tahrif etmeye çalışmaktadırlar.
"Yoksa, siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?"[128] Ümmet-i Muhammed, özellikle nesh konusunda İsrâiloğullarının düştüğü yanlışa düştü. Kur'an'ın iki kapağı arasında yazılı olup da hükmü geçersiz olan hiçbir âyet yoktur. Şeriatlerin maksatlarından biri olan "tedrîcilik" sünnetini göz önüne almayan bir kısım ulemâ, bazı âyetler arasında çelişki olduğunu zannedip bir kısmını bir kısmıyla mensuh addetmişlerdir. Lâkin, Hz. Peygamber'den Kur'an'da metni bulunan hiçbir âyet için "bu âyet mensuhtur" biçiminde sahih bir rivâyet gelmemiştir. Ayrıca, mensuh olduğu üzerinde tüm ümmet âlimlerinin ittifak ettikleri bir tek âyet yoktur.
Sünnetin tahrifi ve İsrâiliyât (hem yahûdi ve hıristiyan kaynaklarından ve hem de modern hurâfeler/çağdaş İsrâiliyat) tahrif ve tahripleri insanımızın zihinlerini ve gönüllerini allak bullak etmeye yetmiştir. Çağdaş tahrif akımlarından Bahâilik, Kadıyanilik, Hurufîlik, Ebcedcilik, Cifircilik, Ondokuzculuk, İskender-i Ekber taraftarları, devlet âlimi (kapıkulu ulemâsı) olan Bel'amlar, modernist muharrifler (reformcular) ve daha niceleri sayılabilir.[129]
Tahrifin ve hurâfeciliğin ikinci bir sebebi de, siyasal sebeplerdir. Bu da, yine bâtıl zihniyetlerin yönetim anlayışlarını aynen almak ve Allah’ın hükmü yerine, bâtıl yönetimin her çeşit kurallarına mutlak bir şekilde uymak şeklinde olmaktadır. Bâtıl yönetime ve zâlim tâğutlara itaat için hak din en önemli engel olduğu için din, uydurma te’villerle tahrif edilmeye çalışılacak veya hak gizlenecektir. Hakkın râzı olduğu din, halkın ve tâğutların râzı olacağı şekilde çarpıtılacaktır ki, bu da dine bid’at ve hurâfelerin, hatta açıkça şirk unsurlarının katılmasıyla veya bazı hakikatlerin örtbas edilip yok sayılmasıyla gerçekleşecektir. İşte dine bu müdâhale, atma ve katma, tahrif kavramıyla ilgilidir ve hak dine en büyük ihânettir.
Sünnet, Kur’an’ın hayata dönüşmüş şeklidir. Sünnetin kavramsal alanı, kitabî ve teorik olanla değil; hayatî ve pratik olanla ilgilidir. Zaten “sünnet” sözlükte alışılmış yol, takip edilen örnek, taklit edilen davranış şekli gibi anlamlara gelmektedir. Onun içindir ki Kur’an, kendisini değil; Rasûlullah’ı örnek gösterir.[130]
İsrâiloğullarının kendi Kitapları üzerinde yaptıkları tahrifatın aynısını bu ümmet de hadiste yapmıştır. Önceki ümmetlerin vahyin aydınlık yolundan nasıl saptığını çok iyi bilen Rasûlullah, onların kötü sünnetlerini takip etmemesi için bu ümmeti tekrar tekrar uyarmıştır. Rasûlullah’ın, bu ümmetin yahûdileşmemesi konusunda gösterdiği hassâsiyet, Kur’an’dan kaynaklanmaktadır. Kur’an’ın bu konudaki en büyük uyarısı “Kitabın arkaya atılması” konusundadır. Çünkü müslüman İsrâiloğullarını yahûdileştiren en büyük sebep, Kitaplarını arkaya atarak onun hükümlerini terk etmeleridir: “Kitap verilenlerden bir grup, Allah’ın kitabını sanki bilmiyorlarmış gibi arkalarına attılar.”[131] “Allah, kendilerine kitap verilenlerden ‘onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz’ diye söz almıştı. Fakat onlar verdikleri sözü arkalarına attılar ve ona karşılık bir miktar ücret aldılar.”[132]
Vahyin arkaya atılıp “mehcûr ve metrûk” bir tarihî hâtıra haline getirilmesi yalnız Allah'a karşı değil; Peygamber’e karşı da bir hakarettir. Ümmetinin bu yâhudileşme alâmetini Rasûlullah’ın kıyâmette Allah Teâlâ’ya nasıl şikâyet edeceği Kur’an’da şöyle ifade edilir: “Peygamber der ki: ‘Ya Rabbi, halkım, bu Kur’an’ı terkedilmiş bir halde bıraktılar!”[133]
Rasûlullah’ın kesin emirle “Benden bir şey yazmayın. Benden Kur’an dışında bir şey yazan hemen onu imha etsin!”[134] buyurması, sahâbenin kendi sözlerini yazmak için izin istediklerinde bu isteği defaatle reddedip buna izin vermemesi[135] hep bu ümmetin Kitab’ı tahrif ederek yahûdileşeceği korkusu yüzündendir.
Sünnetin temiz ırmağını bulandırmak için, onun bir bölümünü oluşturan hadisleri tahrif etmek, en uygun yoldu. İsrâiloğulları, tahrife daha çok ekonomik çıkarlar yüzünden girişmişlerdi. Müslümanlar ise tahrif işine siyasal çıkarlar yüzünden bulaştılar. İlk uydurulan rivâyetler, hizip savaşlarında kullanılmak için uyduruldu. Örneğin “Kaderiyye, bu ümmetin mecûsileridir” sözü bunlardan biriydi. Rasûlullah’ın vefatından onlarca yıl sonra ortaya çıkan bir mezhep hakkında, Onun ağzından yalan uydurmaktan çekinmemişlerdi Kaderiyye’nin muhâlifleri. Tabii Kaderiyye de karşı taraf için uyduruyordu. Mürcie hakkında uydurulan şu mevzû hadis onlardan biri: “Nebî buyurdu ki: ‘Mürcie’ye yetmiş peygamberin dili lânet okusun!”[136]
Uydurmacılık, sadece kelâmî mezhepler arasında kalmıyor, fıkhî mezhepleri de kapsıyordu. Müfrit bir Hanefî mezhebi müntesibinin uydurduğu şu söz bunlardan biri: “Allah Rasûlü buyurdu: ‘Ümmetimden bir adam çıkar; Ona Muhammed bin İdris (İmam Şâfii) denir. O adam, ümmetime İblisten daha zararlıdır. Yine ümmetimden bir adam çıkar; ona Ebû Hanife (İmam Âzam) denilir. O ümmetimin kandilidir.”[137]
Uydurmacılığın en tehlikeli yanlarından biri, Allah’ın koyduğu haram ve helâl sınırlarını değiştirmektir. İsrâiloğullarına mubah olan birçok şeyi hahamların haram kıldığını Kur’an’dan öğreniyoruz: “Tevrat indirilmeden önce, İsrâil (Yakup Peygamber)’in kendisine haram kıldığı şeyler dışında İsrâiloğullarına bütün yiyecekler helâldi. De ki: Getirip okuyun Tevrat’ı, eğer doğruysanız!”[138] (Gerçekten de İsrâiloğullarının kendilerine yasak kıldıkları inek etinin Tevrat’ta helâl kılındığını görüyoruz.)[139]
Allah’ın koymadığı yasakları koymak, sünnetullaha aykırı olduğu gibi, fıtrata da aykırıydı. Çünkü, eğer vahiy bir konuda yasak koymamışsa elbette bunun bir hikmeti vardı. Bu hikmet dün çıkmamışsa bugün, bugün değilse yarın kendini gösterebilirdi. Çünkü din evrenseldi ve getirdiği kurallar da bütün insanlığın ihtiyacını karşılayacak çapta olmalıydı.
Arap ırkına has hayat tarzını, giyim stilini, damak zevkini, estetik anlayışını din pâyesi altında tüm dünyaya dayatmaya kalkmak, öncelikle dinin “değişken” ve “sâbitelerini” birbirine karıştırmak demekti. Bu, dinde lâubâlileşme sonucunu doğururdu. Çünkü insanlar, hayatî sorunlarını çözmede hiç gereği yokken yerli-yersiz din ile karşı karşıya getirildiğinde, din, kalabalıkların dini olmaktan çıkıp bir seçkinler sınıfının dini olmaya başlıyor; kalabalıklar ise artık dinin değişmez değerlerine karşı lâubâlileşiyordu. Bu, tam İsrâiloğullarının Hz. Mûsâ’dan sonra dinlerine karşı lâubâli oluş serüveninin aynısıydı.
Dün, tiyatro konusunda konulan sınırı belirlenmemiş yasakların ardından, bugün “İslâmî tiyatronun farziyyeti” derecesine, dün “erkek çocuklarını dahi okula göndermeme” ifrâtının ardından bugün delikanlı kızların okuması hatırına “başlarını açıversinler canım” tefritine, dün vesikalık resmin dahi zarûrete binâen ancak tecvîzinden, bugün Altın Portakala aday “hidâyet filmleri”ne, dün telli çalgıların haramlığından bugün telli çalgıların, yanında dut yemiş bülbüle döndüğü orglar ve orkestralar eşliğinde verilen “İslâmî konser”lere, dün dinlenmesi “haram” olan radyodan bugün kurulması “farz” olan televizyon istasyonuna kadar bir yığın örnek, yukarıda vardığımız yargıyı sadece doğrulamakla kalmıyor, içine düşülen çıkmazı da bir kara mizah halinde gözlerimizin önüne seriyor.[140]
Tahrif ve hadis uydurmacılığı bahsinde önemli bir konu da İsrâiliyyât’tır. İsrâiliyyât, önceleri İsrâiloğulları kaynaklı tüm rivâyetlere verilen bir isimken, daha sonra İslâm kültürüne (daha doğrusu bazı müslümanların kültürüne) girmiş tüm yabancı kaynaklı bilgilerin ortak ismi haline gelmiştir. İsrâiliyyât kaynaklarının başında Tevrât ve onun şerhleri gelir.
Uydurma olduğu kesin olan İsrâiliyyâta karşı Rasûlullah’ın tavrına şu rivâyet delildir: Rasûlullah’a elinde İsrâiloğullarına ait kitaplardan -ki bu kitap, bazı hadis şârihlerinin zannettiği gibi Tevrat değildi, baştan sona uydurma rivâyetler içeren yahûdi sözlü geleneğinin kaynağı olan Mişna adlı bir kitaptı- biriyle gelen Hz. Ömer’i Rasûlullah azarlamıştı.[141]
Kur’an’ın ve sünnetin yaklaşımı esas alınarak İsrâiliyyât, üç kısımda değerlendirilir:
1- Doğruluğu tasdik edilen İsrâiliyyât,
2- Yalan olunduğundan emin olunan İsrâiliyyât,
3- Doğru ya da yalan olduğu bilinemeyen İsrâiliyyât.
Kur’an, Tevrat’ın mihenk taşıdır. Kur’an’ın kabul ettikleri doğru, reddettikleri yalan, sükût ettikleri ise meçhuldür. Meçhul rivâyetler karşısında tavrımızın ne olması gerektiğini Rasûlullah açıklamıştır: “Kitap ehlini ne yalanlayın, ne de tasdik edin. Deyin ki: ‘Allah'a ve Allah’ın bize ve size indirdiği âyetlere iman ettik.”[142]
Rasûlullah, müslümanlara yaptığı bu tavsiyeyi (her konuda olduğu gibi) önce kendi tutmuş, kitap ehlinin Tevrat’tan İbrânice okuyup da Arapçaya çevirerek anlattıkları kimi hikâyeleri sadece dinlemekle yetinmiştir. Esasen bu hikâyeler, asırlardır o bölgede oturmakta olan yahûdiler tarafından sürekli anlatıla anlatıla artık bölge halkının ortak kültürü haline dönüşmüştü. Bunlar içerisinde Tevrat’ta yer alan bir cümlenin atasözü haline gelmişi olan “kadın, kürek/eğe kemiğinden yaratılmıştır” sözü örnek olarak anılabilir.
Deccâl, mehdî, kıyâmet alâmetleri gibi birçok konuda yığınlarca rivâyet nakledilir. Birçoğunun aslı araştırıldığında bunların İsrâiliyyâttan olduğu ortaya çıkmaktadır. Ancak kimi râvîler mârifetiyle bu rivâyetler Rasûlullah’ın ağzından çıkmış gibi nakledilmektedir. (Bu gibi rivâyetlerin asıl kaynağı olan Kâ’bu’l-Ahbar, Vehb bin Münebbih gibi kimselerden bazı sahâbiler dahi rivâyet etmişlerdir. Bir sahâbinin kendisinden sonraki nesle mensup birinden rivâyetine usûlde “tedlis” denir.)
İşte buna benzer “senedi sahih, metni illetli” bir rivâyetin aslını araştıran bir muhakkikin tesbiti: “Zübeyr bin Avvam, hadis rivâyet eden bir adam duydu. Adam hadisi bitirene dek bekleyen Zübeyr ona şöyle dedi: ‘Sen bunu Rasûlullah’tan mı duydun?’ Adam ‘evet’ dedi. Zübeyr şöyle dedi: ‘İşte bu ve benzerleri beni Nebî’den hadis rivâyet etmekten soğutanlardır. Ömrüme yemin olsun ki, ben bunu Rasûl’den duydum ve bu söylediğinde Rasûlün yanındaydım. Fakat Rasûl bu hadise başladığında biz ona kitap ehlinden bir adamın sözünü aktardık. Ve sen, ‘evet, duydum’ diyen kişi, sen hadisin başı bittikten sonra geldin ve kitap ehlinden bir adamın anlattıklarını Rasûlullah’ın hadisinden zannettin.”[143]
İşte bu rivâyet, bazı sahâbilerin dahi yahûdilere ait birtakım rivâyetleri sözün başına yetişemedikleri için Rasûlullah’ın söylediğini zannederek rivâyet ettiklerinin en ilginç delili. Bu gibi örnekler, mûteber hadis kaynaklarındaki senedi sahih, lâkin metninde İsrâilî rivâyetler olan hadislere nasıl bakmamız gerektiğini göstermektedir. İşte şu hadis de onlardan biri: “Ölüm meleği Mûsâ’ya gönderildi. Mûsâ ona bir yumruk vurdu ve gözünü çıkardı. Melek Rabbine geri dönüp dedi ki: ‘Beni ölmek istemeyen birine gönderdin’ Allah, gözünü geri iâde etti ve buyurdu ki: ‘Dön, eğer yaşamak istiyorsa elini öküzün sırtına koymasını söyle, avucunun aldığı her kıla karşılık bir yıl yaşar. Mûsâ sordu: ‘Ya Rab, ya sonra?’ Allah cevapladı: ‘Ölüm!’ Mûsâ dedi: ‘O zaman şimdi gelsin...”[144]
Sözkonusu hadislerden biri de şudur: “Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Nil cennet nehirlerindendir.”[145] Bu hadis rivâyeti, Tevrat’taki cümlelere çok benzemektedir.[146] Kur’an’a aykırı olan İsrâiliyyât, tefsirlerde de çokça yer alır. İsrâiliyyât, Kur’an ve sünnet ölçüsüne vurularak süzgeçten geçmeden ulu orta kaynak olarak kullanılırsa, geçmişte olduğu gibi bir yığın hurâfe ve yalanın müslümanların kaynaklarına karışması sonucunu doğuracağı gibi, dinin tahrifini de beraberinde getirir.
Bugün, İslâmî kültürü tehdit eden, eski İsrâiliyyât değil; adı İsrâiliyyât olmayan ve çoğu kimsenin dikkatini çekmeyen çağdaş İsrâiliyyâttır. İsrâiliyyât, bizce “tahrif kültürü”nü sembolize eden bir isimdir. İslâm kültürünü tahrife yönelen her kültür, “isrâiliyyât” kapsamına girer. Bu yüzden orta çağda İslâm kültürünü istilâ eden Yunan felsefesi de döneminin isrâiliyyâtıydı. Her yabancı kültür gibi girdiği kültüre hem katkıda bulundu, hem yozlaştırdı. Yüzyıllardır boşu boşuna tartışılan ve “imanın kelâmlaşması” demeye gelen Allah’ın sıfatları meselesi, dünyanın “kadîm/hâdis”liği meselesi, “haşir” meselesi, “cüz’ü lâ yetecezzâ” meselesi hep bu kültürün İslâm kültürüne etkisiyle ortaya çıkan incir çekirdeğini doldurmayan meselelerdi.
Bugünün en tehlikeli isrâiliyyâtı çağdaş ideolojiler ve sistemlerdir. Marksizm, sosyalizm, şövenizm, kapitalizm ve Kemalizm birer isrâiliyyât olduğu gibi, pozitivizm, materyalizm, sekülarizm ve laisizm gibi felsefî ve siyasî akımlar da bugünün İslâm kültürünü ve hatta varlığını ciddi bir biçimde tehdit eden isrâiliyyâttır. Türk-İslâmcılık, İslâmî sol, İslâm sosyalizmi şimdilerde moda olan laik İslâm da “hakkın bâtılla karıştırılarak” bir tür “düşünce şirki” elde edilen yahûdileşme ve gâvurlaşma temâyüllerindendir. Bu gibi düşünce şirklerine fetva tedarik etmekle görevlendirilen resmî din adamları taifesiyle Kur'an’ın “hakka bâtılı karıştırıp bile bile hakkı gizledikleri” için kınadığı yahûdileşmiş din adamları arasında garip bir ilişki var.
Laisizm, son moda isrâiliyyât olarak günümüz Türkiye müslümanları için çok ciddi bir tehlike olarak hissettirmektedir kendisini. Müslümanca düşünme ve yaşama felsefesini kökten tehdit eden laisizm sadece kültürümüzü değil; imanımızı da tehdit etmekte. Kadim/eski isrâiliyyât, kelimeleri yerlerinden ederek düşünceyi tahrif ve hayatı tahrip ediyordu. Çağdaş isrâiliyyât olan laisizm ise eşyayı menşeinden, gayesinden ve illetinden ederek düşünceyi tahrif ve imanı tahrip etmektedir. Bu çağdaş ilhad modası, hayatla imanın arasını ayırarak eşyanın tabiatına aykırı bir konum almakta, bu modaya kapılanlar ise dini “vicdanîleştirerek” hıristiyanlaşmaktadırlar. Laisizm, yani laiklik, Kur’an’ın diliyle “sapıtanların yolu”, yani bir “hıristiyanlaşma”dır.
Ancak, şu bir gerçektir ki, isrâiliyyâtın ister eski, ister çağdaş olsun tüm çeşitlerinde yahûdilerin parmağı hep olagelmiştir. İslâmî kaynaklara girmiş kadim isrâilî rivâyetlerin başında deccal ve mehdi haberleri gelirdi. Çağımız yahûdileri, tekellerinde tuttukları basın-yayın ve iletişim araçları vasıtasıyla süper güç adı altında insanların zihninde “heyûlâ” haline getirilen yeni “deccal” ve “mehdi”ler imal etmektedir. İnsanlığın bilinçaltına yerleştirilen bu güçler, kimi için “korku”, kimi için “umut” haline getirilmektedir.
Bugün iletişim organları sayesinde çağdaş teknoloji muazzam bir hurâfe haline getirilmektedir. İnsanlar makinelerde, onlarda olmayan birtakım güçler vehmeder olmuşlardır. Çağdaş isrâiliyyât, “yazılı âyetler” dışındaki üç âyeti de tahrife yönelmiştir.
İnsanın tahrifi: Allah’ın âyetlerinden bir âyet olan insan, hem fiziğiyle hem metafiziğiyle tahrip edilmekte, kitlesel imha silâhlarıyla bedeni tehdit altındayken, kitle iletişim araçlarıyla da duygu ve düşüncesi tahrip ile karşı karşıya kalmaktadır.
Olayların tahrifi: Yine, Allah’ın âyetlerinden bir âyet olan “âyât-ı hâdisât” da yahûdi kartellerin elinde tuttuğu uluslararası medya tarafından tahrif edilerek insanların haber alma emniyeti katledilmektedir. Olaylar, olduğu gibi değil; haberi aktaranların istediği gibi, tahrife uğrayarak insanlara sunulmaktadır.
Tabiatın tahrifi: Allah’ın âyetlerinden dördüncüsü olan “âyât-ı kâinât”, yani tabiat, teknoloji adlı canavarın tahrifine uğramakta, ekolojik ve biyolojik denge tahrip olmaktadır. Allah’ın kevnî âyeti olan tabiatın tahribine yol açan bu “teknolojik tahrif”i de, insanlığın istikbalini tehdit eden bir tahrif çeşidi olarak görmek yerinde olacaktır.
Türkiye gibi pozitivist eğitimin tutmadığı, bunun sonucunda da genç kitlelerde büyük bir inanç boşluğu meydana gelen taklitçi ülkelerde şimdilerin en moda isrâiliyyâtı, yıldız falcılığı, astroloji ve burç falcılığı, medyumluk gibi sapkınlıklardır. Bir asra yakın zamandır dinî olan her şeyi yok etmek için insafsızca savaşan resmî ideoloji, dinin yerine koyacak bir şey bulamayınca, ortalığı bu sahte dinler, nazar boncuğu, uğur totemleri vs. gibi sosyete putları kapladı. Bu sahte dinlerin peygamberleri de medyum, astrolog, nümerolog, müneccim adı altında ortaya çıkan kimselerdi.
Tahrif konusu işlenirken, örnek olarak gösterilen tahrifçi akımlar, hep hicrî ilk üç yüz yıllık bir dilimden gösterilir. Oysa ki, İslâm ümmeti içerisinde daha sonra ortaya çıkan tahrifçi mezhepler, dinde yaptıkları tahribat açısından öncekilerden hiç de aşağı değildirler. Bunların en önemlileri Bahâîlik, Kadıyânîlik, Hurûfilik, Ebced ve Cifircilik, On dokuzculuk, İskendercilik gibi bâtıl mezhep ve akımlardır.
İran ve Hindistan-Pakistan gibi ülkelerde yaygın olduğunu gördüğümüz Bahâîlik ve Kadıyânîliğin Türkiye toprakları üzerinde pek etkisi olmadığını belirtelim.
Hurâfeci Tahrif Akımlarından Hurûfîlik, Ebcedcilik, Cifircilik: İnsanlık tarihinde tevhid akîdesini bulandıran bir yığın hurâfe çeşidi olagelmiştir. Bunlar bazen ağaç, ırmak, inek, yıldız, güneş, ateş, yer, gök gibi müşahhas/somut varlıklar olabildiği gibi, bazen de peri, gulyabânî, dev, hortlak vs. gibi mücerret/soyut tasavvurlar da olabilmektedir. İnsanın, olmayan bir şeyi vehmetmesiyle, eşyada olmayan bir gücü onda varmış gibi hissetmesi arasında temelde bir fark yoktur. Bunların tümü birer “tahrif”tir, imanın tahrifi...
Somut birer varlık olan eşyada güç vehmetmekten daha beter bir hurâfe olan soyut birer sembol olan harf ve rakamlarda birtakım sırlar ve mânâlar vehmetmek, insanoğlunun en eski hurâfelerinden biridir. Bu hurâfeler, kendisine inanan insanlarda gösterdiği etki sayesinde yaygınlaşmakta, bâtıl da olsa, insanın duyuları üzerindeki baskısı sonucunda gerçekleşen birtakım fizikî tezâhürler, “evhamlı” insanların hurâfelere inanmasına delil olmaktadır.
Din, her şeye gücü yeten bir varlığa (Allah); sihir ise, tabiattaki somut ya da soyut bir güce yönelmektir. Dinin bir cemaati, sihrin ise sadece müşterisi vardır. Dinde günah ve haram anlayışı varken, sihirde yoktur. Dinde açıklık ve anlaşılırlık, sihirde ise kapalılık ve gizem esastır. Dinde erdem, itaat ve bağlanma; sihirde ise menfaat vardır. Sihir, ilâhî otorite ve ahlâkî kuralların dışındadır. İddiası, tanrı(lar)ı zorlayarak bir şey yaptırmaktır. Sihirbaz, menfaati için her kutsalı kullanmakta bir beis görmez.
Hurûfîlik, tarihin en eski hurâfe yöntemlerinden biridir. Harfler ve rakamlarla insanların duyguları üzerinde baskı kurma, onları, tabiat üstü varlıkları harekete geçiren birer parola olarak kullanma işinin bir parçası olan rakam değerli harf sistemini (ebced, cifir), yahûdileşen İsrâiloğulları sistematik bir biçimde kullanmışlardır.
Sihirbazlık ve yıldız falcılığı Tevrat’ta yasaklanmasına rağmen[147] yahûdiler bu işi yapagelmişlerdir. Hatta Kabala adı verilen ve ebced hesabına çok benzeyen bir rakamsal sihir sistemi yahûdilere atfedilir. Kur’ân-ı Kerim, Hz. Süleyman’ın “peygamber” değil de; büyücü olduğunu iddia eden yahûdileri reddederek sihrin ilk defa nasıl ortaya çıktığını Bakara sûresi, 102. âyette bildirir.
Yahûdiler, eski alışkanlıkları gereği hep gizemli şeylerin ardına düşüyorlar, tabiatta insanla uyum içerisinde yaşayan şeffaf güçleri, hasımlarının aleyhine kullanmanın yollarını arıyorlardı. Ayrıca “Ebû Câd hesabı” diye bilinip Türkçeye “ebced hesabı” olarak geçen rakam değerli harf sistemiyle, gelecekte vuku bulacak birtakım olayları bileceklerini iddia ediyorlardı.
İslâm âlimleri, ebced sistemine hurâfe olarak bakarlar. İbn Hacer bu sistemle varılan sonuçların bâtıl olduğunu, ona itimat etmenin câiz olmadığını söyler. İbn Abbas (r.a.)’ın da ebced hesabından insanları sakındırdığı ve onu sihrin bir çeşidi sayarak “bu hesabın şeriatta yeri yoktur” dediği aktarılır.[148]
Cifr, ebced, cümmel vs. gibi adlar verilen rakam değerli harf sistemiyle olayların zamanını, yerini, durumunu, sırrını keşfetmek için yapılan bu hurâfecilik işlemine “hurûfîlik” adını verebiliriz. Tarihte bu adla ünlenmiş bir ekol de bulunmaktadır. İran’lı Fazlullah Hurûfî (ö. 1394) adlı bir şeyhin kurduğu bu tarikatta, görülmeyen güçleri harekete geçirmek ve tabiat üstü kuvvetleri kullanmak için birtakım harf, rakam ve şekillere özel anlamlar yüklenir.
On Dokuzculuk; Hem Çağdaş, Hem Hurâfe: Hurûfîliğin çağdaş bir tezâhürü de 19’culuk akımıdır. Amerika’da yaşamış Türk asıllı bir Mısır vatandaşı olan biyokimya doktoru Reşat Halife’nin bilgisayar analizlerine dayanarak icad ettiği “on dokuz mûcizesi”, piyasaya ilk sürüldüğünde hayli taraftar buldu kendisine. Reşat Halife iddiasını, “on dokuz” sayısının Kur’an’ın kodu olduğu tezi üzerine kurmuştu. Tarihte çıkan her fırka gibi o da delillerini Kur’an’dan getirmeye çalışıyordu. Ama on dokuz sayısının mûcizeliğinin ispatı yapılırken, Kur’an’da bu rakamla uyuşmayan bazı sayımlar elde edilince, Kur’an’ın bazı âyetleri (meselâ Tevbe sûresinin son iki âyeti) inkâr edilmeye, bu âyetlerin -hâşâ- Kur’an’a sonradan ilâve edildiği gibi çok âdice bir iftiraya varılıyordu. Hurâfenin mantığı, her yer ve her çağda aynı. Uydurulan hurâfeye uymadı diye, hurâfeden vazgeçilmek yerine âyetten vazgeçiliyordu. Buna “Kur’an’a iman etmek” değil; “19’a iman etmek” derler. Hâlbuki sadece bu iki âyetteki kelimeler değil; nice örnekte görüldüğü şekilde bazı kelimeler yanlış sayılıyor veya uydurma te’villerle zorlanarak sayı tutmuş gösteriliyordu.
En sonunda bu iddiaları ortaya atan Reşat Halife, ağzından baklayı çıkardı. O, beklenen “peygamberliğini” ilân ediyordu. “Reşat Halife-Allah”ın Rasûlü” imzasını attığı “Allah’ın Dünyaya Bildirisi” başlıklı bir metin ile peygamberliğini dünyaya duyurur ve herkesi kendisine inanmaya dâvet eder. Bu sapık mütenebbî ve bağlıları, bununla da yetinmeyip bazı âyetleri tahrif etmekten geri durmazlar. Kur’an’ın Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceğini ısrarla söylediği Kıyâmetin kopma tarihini, yahûdilerin yaptığı gibi, hurûf-ı mukattaa’nın cifr hesabındaki toplam rakamsal karşılığı olarak ilân ederler.
19’cular, çok ilginç bir şeyi daha yaparlar. Tıpkı, Kadıyânîler’in İngilizlerin Hindistan’daki varlığını; Bahâîlerin, yine İngiliz ve Rusların İran’daki sömürüsünü meşrûlaştırdığı gibi, bunlar da Türkiye’de ateizmin taşeronluğunu yapan Kemalizm’in varlığını meşrûlaştırmaya çalışırlar. Bu sapık dine göre, Kur’ân-ı Kerim’e -hâşâ- Muhammed”in yâveleri diyecek kadar Kur’an’a düşman olan Mustafa Kemal, Kur’an’ın kodu olan kutsal 19 rakamıyla geleceği haber verilen “mûcizevî” bir müceddiddir. “Şeytanî bir hilâfete son veren Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatını kuşatmış bulunan 19 sistemi Fussılet, 53 âyetinde belirtilen işaretlerden biridir” diyerek[149] yer yer sahtekârlık derecesine varan bir çarpıklıkla Atatürk”ün hayatındaki 19 rakamıyla ilişkiyi ortaya atarlar.[150]
Değil hadisleri, tüm sünneti “şeytanî öğreti” adı altında acımasızca süpürüp, ezanda Peygamber Efendimiz’in adının anılmasını “putperestlik” olarak niteleyebilecek kadar modernist ve “Kur’an’cı”, bilgisayara dayalı bir öğreti geliştirecek kadar yenilikçi ve devrimci geçinen 19’cular da pekâlâ tarihin en mistik hurâfe ve hezeyanlarından hiç de aşağı kalmayan bir hurâfenin ve tahrif akımının mimarı olabilmektedirler. Bu durum, bir kez daha göstermiştir ki, hurâfecilik ve tahrif, hiçbir zümreye has değildir; bu bir yahûdileşme mantığıdır. Bu mantığa saplanan insan, kimi zaman sünnet, kimi zaman gelenek, kimi zaman da çağdaşlık adına âyetleri tahrif, dini tahrip edebilmektedir.
İskender el-Ekber Tâifesi: Kendisini önce mehdî, sonra peygamber ilân edip “Risâlet Nurları” isimli bir de -hâşâ- Allah tarafından kitap indirildiğini iddia eden mistik Mihr’cilerin tahrifi de rasyonalist 19’cuların tahrifiyle özde aynıdır. İşte Kur’an’dan sonra dünyaya indirilen “Risâlet Nurları”ndan âyetler(!): “Onlara aralarındaki anlaşmazlıkları halletmelerini söyle. Hepsi ile ayrı ayrı toplantı tertip et. Sonra Demirel, Erbakan, Türkeş ve Feyzioğlu kullarımızla toplan.” (Anlaşmazlık sûresi, s. 1) “Bugün öğleden sonra Sanayi Bakanlığına git. Soner’in sağ tarafında sana yardımcı kıldıklarımızdan birini göreceksin. Ona bu satırları göster sana biat edecek.” (Mehdi sûresi, s. 13) “Beni defalarca gördün. Vaktiyle dayı beyin düştüğü hataya düşme. Beni defalarca gördün. Cibril’i, Muhammed kulumuzu, kendini de gördün.” (Allah Teâlâ sûresi, s. 15-16) “Gördün ki sen uçtuğun zaman kimse senin uçtuğunun farkına varmıyor.” (s. 26) “Ey İskender el-Ekber hazretleri kulumuz. Evet, sen hakiki bir hazretsin. Bozoklu Han bir veli idi ve senin ceddindir, seyyiddir. Sen de seyyidsin, 12. imamsın, son imamsın.” (Tayyı Mekân sûresi, s. 44) “Evet, şeytan senin voltajına dayanamaz. Dalga uzunluğu konusunu sana tekrar yazdıracağız.” (s. 62)
Bunlar gibi, baştan sona abuk-sabuk cümleler ve hezeyanlarla dolu olan bu kitapçık, bir gerçeği açık seçik ortaya koymuştur: İnsanlar eğer sâdık peygamberlerine tâbi olmazlarsa, onları arkalarına takacak sahte peygamberler çıkmaya devam edecektir. Eğer içinde şüphe bulunmayan Allah’ın vahyi Kur’an’a sarılmazlarsa, bu ümmetin içinden çıkan ya da çıkacak olan muharriflerin/tahrif edicilerin elleriyle yazıp ‘bu Allah’tandır’ diyerek piyasaya sürdükleri şeytanî vahiylerin tuzağına düşeceklerdir.
Tecdîd, tahrîfin zıddıdır. Tahrif edileni aslına döndürmeye, tahrip edileni onarmaya, bozulanı yapmaya, eskiyeni yenilemeye “tecdîd”, bunu yapana da “müceddid” denir. Tecdîd, sonradan uydurmak değildir. Aksine tecdîd, sonradan uydurulmuş şeyleri “asıl”dan temizlemektir. Bir bid’atten arındırma ameliyesidir. Tecdîd, kesinlikle reform değildir. Reformda, öze bağlılık aranmaz. “Deforme” olmakla “tahrif” arasında benzerlik varsa da, bunların izâlesi için yapılan “reform” ile “tecdîd” arasında mâhiyet farkı vardır.
Reform, orijinali şart koşmaz. Reformun karşılığı “tecdîd” değil; “ıslah”tır. Reformasyon; düzeltme, iyileştirme, daha kullanışlı hale getirme işidir. Elde deforme olmamış bir “asıl” olmadan bir şey reforme edilebilir, ancak elde tahrif olmamış bir “asıl” olmadan tecdid gerçekleştirilemez.
Tarih, müceddidlerle muharrifler arasındaki bitmez tükenmez mücâdelenin en büyük şâhididir. Muharrifler, tarih boyunca hep müceddidlere düşman olagelmişlerdir. Ekmeğini tahriften çıkaran her tahrifçi, tecdid yanlılarının amansız düşmanıdır. Bu nedenle de tarihte bir inancın müceddidlerine en çok düşman olanlar, o inancı inkâr edenler değil; o inancın tahrif edilmiş biçimini kabul edenler olmuştur.
Benî İsrâilin Tahrifi ile Bu Ümmetin Tahrifi Arasında Karşılaştırma ve Sonuç: Tahrif, İslâm ümmetinin yahûdileşme tehlikesine en çok mâruz kaldığı bir temayüldür. İsrâiloğulları dinlerini tahrif edince; ahlâkî, sosyal ve siyasal yapıları da tahrip olmuştur. Bu ümmet de dinini tahrif edince aynı âkıbete uğrayarak ahlâkî, sosyal ve siyasal bir çöküş sürecine girmiştir. İsrâiloğullarının Tevrat’a sarılarak öze dönmesi artık mümkün değildir. Çünkü Tevrat’ın muhâfazası benî İsrâil bilginlerine bırakıldığı için aslı kaybolacak bir biçimde tahrif edilmiştir. Ancak ümmet-i Muhammed’in Kur’an’a sarılarak dinini tecdid etmesi mümkündür. Çünkü Kur’an, bizzat Allah tarafından korunmuştur.
İsrâiloğullarını tahrife yönelten sebeplerin başında iki şey gelir: Kör taassup ve dünyevîleşme. Bu ümmetin tarihindeki tahrifin sebeplerinin başında da bu iki unsur gelmektedir: Siyaset, mezhep, meşrep, soy, ırk, ulus asabiyeti ve makam-mevki, mal-mülk, servet-şöhret ihtirası.
Bu ümmetin muharrifleri Kur’an’ın metninde tahrifat yapamamışlarsa da, onun mânâsında te’vil, tefsir, nesh, tahsis adı altında birçok tahrifat yapmışlar, bunu müteşâbih âyetler sınırında da tutmayıp muhkem âyetleri dahi mezhep, meşrep ve politik kavgalarında silâhlarının ucuna takmaktan çekinmemişlerdir. İsrâiloğullarının en ünlü tahrif biçimi olan uydurmacılığı Kur’an’da gerçekleştiremeyenler, sünnetin büyük bir bölümünü oluşturan “hadis”te gerçekleştirmişlerdir.
Müslüman İsrâiloğullarının yahûdileşmesinde nasıl eski Mısır, Yunan, Filistin putperest kültürlerinin etkisi olmuşsa, bu ümmetin yahûdileşme temayülüne sapmasında da başta isrâilliyyât olmak üzere Yunan, Roma, Bizans, kadim Türk ve çağdaş Batı kültürlerinin tahrip edici etkileri olmuştur.
İsrâiloğulları içerisinden çıkıp da kendilerine has peygamberler ve kitaplar ihdas eden sapık grupların benzeri bu ümmetin içerisinden de çıkmıştır. Bahâîlik, Kadıyanîlik, Hurûfîlik, 19’culuk ve İskender el-Ekber taifesi bunlardan birkaçı. Bu sapkınlıklardan birçoğunun ortak yanı da bir tür rakam gizemciliğine dayalı "cifr" ve “ebced”e aşırı düşkünlükleridir.
Hurâfe, tarih boyunca tahrifin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Tarihte ve günümüzde din ne kadar tahrif edilirse, hurâfe de o kadar itibar kazanmaktadır. Şimdilerde toplumumuzda hayli ilgi toplayan medyumlar, tarotçular, burççular, falcılar, büyücüler, cinciler ve bilumum çağdaş üfürükçüler din düşmanı rejimin açtığı boşluktan istifadeyle ortaya çıkmışlardır.
Hurâfecilik, öteden beri sanıldığı gibi yalnızca mistik, geleneksel ve gizemci çevrelerin müptelâ olduğu özel bir sapma değil; 19’culuk sapkınlığında da görüldüğü gibi akılcı, modern ve bilimci çevrelerin de pekâlâ sarılabileceği genel bir sapmadır.
Bel’am, “din âlimi”ne karşı çıkarılan “devlet âlimi” tipidir. Her din ve dinî toplum, kendi içerisinden çıkardığı “Bel’amların” tahrif ve tahribine mâruz kalmıştır. Bu konuda ümmet-i Mûsâ ile ümmet-i Muhammed’in kaderleri garip bir biçimde birbirine benzemektedir.
Tahrif ile tecdid arasındaki savaş, neredeyse insanlıkla yaşıttır. İlk tahrifçi şeytandır. Tarih boyunca, bir dinin muharrifleri, aynı dinin müceddidlerinin en büyük hasmı olagelmiştir. Bu ezelî kural, bu ümmette de bozulmamıştır. Günümüzdeki İslâmî mücâdelenin içinde olanlar, bu tarihî gerçeğin çağdaş tezâhürlerinin acı hâtıralarıyla doludurlar.[151]
Halk, her şeyden önce kasıtlı olarak câhil bırakılmış, halkı gerekli İslâmî bilgilerden mahrum bırakanlar, dünya ve âhirette lâzım olacak kültürden uzaklaştıranlar bununla yetinmeyip, nice dayatmalar ve yönlendirmelerle halkı saptırmışlar, doğruyu eğri ve eğriyi doğru olarak göstermişlerdir. Halk, kızılmaktan daha çok acınacak bir zavallı, düzen ve çevrenin kurbanı durumundadır. Onlara tevhid öğretilmeden, tevhidî bilinç ve ibâdet anlayışı kazandırılmadan, sahih bir din öğretilmeden bâtıl inançların ve hurâfelerin önünün alınamayacağı bilinmelidir. Bununla birlikte görülen bâtıllara müdâhale edilmeli, halkın hurâfeci yaklaşımları en güzel üslûpla önlenmeye çalışılmalıdır. Ama, bataklık kurutulmadan sivrisineklerle mücâdelede ciddî bir mesafe kat edilemeyeceği unutulmamalıdır. Hurâfe üreten düzen ve çevre şartları değiştirilmeden eski ve yeni câhiliyye hurâfelerinin, bâtıl inanış ve bid’atlerin önünün alınamayacağı bir gerçektir.
Gençlerin ve her yaştan dâvâyı tanıyan mü’minlerin Hakk’a ve hak dine inanmayan insanların kendilerine din biçmelerine, Firavun ve Bel’amların bâtıl dinlerini kendilerine dayatmalarına, hak dini tahrif etmeye çalışmalarına, Allah’a ve Allah’ın dinine iftira etmelerine şuurlu mü’minler göz yummayacak ve boyun eğmeyecektir. Onların tuzaklarına düşmemek ve halkı etkilemelerini önlemek için görevlerini kuşanacaklardır.
Allahumme erina’l-hakka hakkan ve’rzuknâ’l-ittibâa ileyh. Ve erinâ’l-bâtıle bâtılen ve’rzuknâ-l ictinâba anh. Ey Allah’ım, bize hakkı hak olarak göster ve hakka ittibâ etmeyi nasip et. Bâtılı bâtıl olarak görmeyi ve bâtıllardan kaçınmayı nasip et.
1- Atalar yoluna uymakla ilgili olarak seçeneklerdeki değerlendirmelerden hangisi yanlıştır?
a- Geçmişi tümüyle atmak, onunla bağları koparmak gerektiğinden, doğru yaptıklarını bilmiş olsak bile ataların yolunu tâkip etmek, onların âdet ve geleneklerini benimsemek, Kur’an’da kesin bir şekilde yasaklanmıştır.
b- Hakkın ve iyiliğin ölçüsü, ne eski ne de yenidir; ataların yolunun ölçü olarak kabul edilmesi de, onların her şeyiyle reddedilmesi de doğru değildir.
c- Allah’ın indirdiği delillere bakmayıp da ataların inanç ve yaşayışını, onlar bizim atamız olduğu için taklit etmek; hakkı bırakıp kuruntulara ve şeytanın izine uymak ve Allah’a eşler koşmak demektir.
d- Atalar yoluna körü körüne taassupla uyulmasını yasaklayan Kur’an, dinin esasları ve özellikle akîde hususunda İlâhî vahyin dışında başka kesin ölçüler kabul etmeyi yasaklar; Bâtıl din ve ideolojilerin Kur’an’a ters düşen prensip ve hükümlerinin, ataların veya çağdaş insanların kabulü, ya da halk çoğunluğunun yolu da olsa, kesin bir şekilde reddedilmesini ister.
2- Müşriklere, 'Allah'ın indirdiklerine uyun' denildiğinde, ne tür tepkide bulunurlar?
a- Bu konuyu düşünüp değerlendireceklerini, araştırdıktan sonra karar vereceklerini, hangi görüşün delili kuvvetliyse ona uyacaklarını söylerler.
b- Atalarının üzerinde bulundukları yolda devam edeceklerini ifade ederler.
c- Allah'ın indirdiklerine derhal itaat ederler.
d- Herhangi bir tepki göstermeyip çağrıyı cevapsız bırakırlar.
3- "Ataların dini" tâbiri ile, "inançlar" arasında ne gibi bir bağlantı kurulabilir? Bu bağlantı konusunda aşağıdaki değerlendirmelerden hangisi doğrudur?
a- İnsanların inandıkları değerler atalarından kalan değerlere uygun düşmek zorundadır.
b- Ataların bıraktıkları değerlerden doğru-yanlış ayrımı yapılmaksızın hiçbirinin önemi yoktur.
c- İnsanlar, genellikle atalarının kendilerine miras olarak bıraktıkları inançları mukaddes olarak kabul ettikleri için, Allah'ın hükmü ile ters düşenler olunca, Allah'ın hükmüne inanmak istemezler; Bu tavır, müşriklerin en belirgin özelliklerinden biridir.
d- İnsan, ne olursa olsun babasını sevmek, dedelerinden kalan mirasa sahip çıkmak zorundadır. Bunun için âdet ve gelenekleri yüceltmek, onlara kutsallık atfetmek, ataların sözünü ve yolunu ölçü olarak görmek gerekir.
4- Kur’an’da câhiliye Araplarının İslâmî dâvete karşı çıkma sebepleri arasında en önemlilerinden biri olarak “atalarının yolu” gerekçesini gösterdikleri ifade edilir. Bu bahane, sadece o dönemdeki, o coğrafyada yaşayan o insanlara mı aittir?
5- Hurâfe ne demektir, günlük hayattan birkaç örnek vererek açıklayın.
6- Bâtıl inanışlara ait beş tane örnek veriniz.
7- Bid’atin tanımını yapınız. Hangi konulardaki yeni bir şey bid’at olur? Bid’atle ilgili hadis-i şerifi meal olarak ifade edin. Bid’atin iyisi kötüsü (hasenesi, seyyiesi) olur mu? Niçin?
8- Günümüzde ve bu coğrafyalarda mevcut bazı hurâfeci tahrif akımlarını açıklayarak sayınız.
9- İsrâiliyyât ne demektir? Eski ve yeni isrâiliyyâtla ilgili birer örnek veriniz.
10- Taklit ne demektir? Hangi taklit iyi, hangisi kötüdür?
[1] 2/Bakara, 170
[2] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 1, s. 482-483
[3] Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l Kur’an, c. 1, s. 323-324
[4] 2/Bakara, 170
[5] 2/Bakara, 171
[6] Mevdûdi, Tefhîmu’l Kur’an, c. 1, s. 119
[7] 7/A'râf, 70
[8] 11/Hûd, 87
[9] 43/Zuhruf, 22, 23
[10] 2/Bakara, 170, 5/Mâide,104
[11] 21/Enbiyâ, 54
[12] 7/A'râf, 28
[13] 31/Lokman, 21
[14] 9/Tevbe, 23
[15] 103/Asr, 1-3; Mustafa Başbekleyen, Atalar Dini Üzerine, Haksöz, sayı: 12, Mart 92, s. 6-7
[16] 2/Bakara, 170-171
[17] 5/Mâide, 104
[18] 5/Mâide, 59; 7/A'râf, 102; 9/Tevbe, 8
[19] 7/A'râf, 187; 12/Yûsuf, 21; 30/Rûm, 6; 34/Sebe', 28
[20] 2/Bakara, 243; 7/A'râf, 17; 12/Yûsuf, 38; 40/Mü'min, 61
[21] 12/Yûsuf, 103; 13/Ra'd, 1; 17/İsrâ, 89
[22] 17/İsrâ, 89
[23] 37/Sâffât, 71
[24] 12/Yûsuf, 103
[25] 13/Ra'd, 1
[26] 6/En'âm, 116
[27] Mustafa Armağan, Gelenek, Ağaç Y. s. 19
[28] 31/Lokman, 21
[29] İbn Kesîr, III/458
[30] Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, IV/241
[31] 2/Bakara, 170
[32] 43/Zuhruf, 21-25
[33] 7/A’râf, 173
[34] 26/Şuarâ, 70-77
[35] 35/Fâtır, 40
[36] 53/Necm, 19-20, 23
[37] 34/Sebe', 43
[38] Abdurrahman Kasapoğlu, Kur'an'da İman Psikolojisi, Yalnızkurt Y., s. 202-211
[39] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 279
[40] Müslim, Cum'a 43; Ebû Dâvud, Sünnet 5; Nesâî, Iydeyn 22; İbn Mâce, Mukaddime 7
[41] 2/Bakara, 147; İsmail Lütfi Çakan, Hurâfeler ve Bâtıl İnanışlar, Marifet Y. s. 11-18
[42] Lisânü’l-Arab, H-r-f maddesi
[43] 2/Bakara, 111
[44] 6/En’âm, 143; 46/Ahkaf, 4
[45] 37/Sâffât, 157
[46] 44/Duhân, 36; 45/Câsiye, 25
[47] 23/Mü’minûn, 24; 28/Kasas, 36
[48] 2/Bakara, 78
[49] 4/Nisâ, 123
[50] 22/Hacc, 52
[51] 20/Tâhâ, 114; 75/Kıyâme, 16
[52] Bak. 4/Nisâ, 120
[53] 4/Nisâ, 119
[54] Bak. 4/Nisâ, 123
[55] Buhârî, Kader 6
[56] Buhârî, Eymân 28
[57] M. Şemsettin Günaltay, Hurâfâttan Hakikate, s. 298
[58] Abdülkadir İnan, Hurâfeler ve Menşeleri, s. 43
[59] 1/Fâtiha, 5
[60] 1/Fâtiha, 7
[61] Buhârî, Nikâh, 1; Müslim, Sıyâm 74, 79; Müslim, Nikâh, 5; Nesâî, Nikâh, 4; Dârimî, Nikâh, 3; Ahmed b. Hanbel, II/158, III/341, 359, V/409; İbn Mâce, Nikâh 1; Ahmed bin Hanbel, II/72
[62] 62/Cum'a, 9
[63] 62/Cum'a, 9-10
[64] 27/Neml, 65
[65] 6/En'âm, 50
[66] 7/A'râf, 188
[67] 72/Cin, 26-27
[68] 23/Mü'minûn, 71
[69] Tirmizî, Tahâre 122
[70] 6/En'âm, 90
[71] 5/Mâide, 3
[72] 31/Lokman, 34
[73] Buhârî, Büyû' 25, 113; Müslim, Müsâkât 40
[74] 35/Fâtır, 37
[75] 23/Mü'minûn, 99-100
[76] Buhârî, Hac 50, 57; Müslim, Hac, 249-250
[77] 3/Âl-i İmrân, 173
[78] Buhârî, Tıb 19, 25, 43-45; Müslim, Selâm 102
[79] 7/A'râf, 6
[80] 17/İsrâ, 79; 73/Müzzemmil, 2
[81] 2/Bakara, 134, 141
[82] 67/Mülk, 2
[83] 15/Hıcr, 99
[84] Buhârî, Hudûd 12; Tirmizî, Hudûd 7
[85] Nesâî, Ziynet 17; İbn Mâce, Tıb 39
[86] Fethu'l-Kebir, c. 1, s. 304
[87] 2/Bakara, 171; 7/A’râf, 179; 8/Enfâl, 22; 10/Yûnus, 100
[88] Meselâ, bak. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, Bab 35, s. 35
[89] Abdülkadir İnan, Hurâfeler ve Menşeleri, Diyanet İşleri Başkanlığı Y., s. 44
[90] A. İnan, a.g.e., s. 46-47
[91] 17/İsrâ, 82
[92] 2/Bakara, 184
[93] Recep Aktaş, Bâtıl İnanışlar, Bahar Y., s. 39-40
[94] Kemalettin Erdil, Yaşayan Hurâfeler, T. Diyanet Vakfı Y., s. 19-32
[95] Müslim, Cum'a 43, hadis no: 867, 2/592; Ebû Dâvûd, Sünne hadis no: 4606, 3/201; İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 45-46, 1/17; Nesâî, Iydeyn 22, 3/153
[96] İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 49, 1/19
[97] 5/Mâide, 3
[98] İbn Mâce, Mukaddime 15, hadis no: 209-210, 1/76. Bir benzeri için bak. Müslim, İlim 16, hadis no: 2674, 4/2060; Tirmizî, İlim 16, hadis no: 2677, 5/45
[99] Ebu Nuaym, Enes b. Malik’ten, nak. Ibni Teymiyye, Takvâ Yolu, s: 14
[100] 47/Muhammed 17; ayrıca bak. 4/Nisâ, 66-68; 57/Hadîd, 28; 5/Mâide, 16
[101] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 87-91
[102] 57/Hadîd, 27
[103] 46/Ahkaf, 9
[104] 5/Mâide, 3
[105] Celâleddin Süyûtî, el-Emru bi'l-İttibâ ve'n-Nehyu ani'l-İbtidâ (Bid'atlar), Beyrut, 1998, s. 55-57
[106] 16/Nahl, 25
[107] Şâtıbî, el-İ'tisâm, R. Rızâ Y. Mısır, c. 1, s. 126-139
[108] Şâtıbî, a.g.e. s. 117; İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, s. 48 vd.
[109] 5/Mâide, 104; 31/Lokman, 21; 43/Zuhruf, 22-23
[110] 4/Nisâ, 59
[111] 6/En’âm, 57; 12/Yûsuf, 40
[112] 9/Tevbe, 16
[113] 9/Tevbe, 35
[114] 24/Nûr, 63
[115] 16/Nahl, 43
[116] 4/Nisâ, 59
[117] 9/Tevbe, 100
[118] Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 98-99
[119] 2/Bakara, 111
[120] 17/İsrâ, 36
[121] Bak. 15/Hıcr, 9
[122] 15/Hicr, 9
[123] 2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41
[124] 7/A'râf, 162
[125] 2/Bakara, 159, 174; 3/Âl-i İmran, 71
[126] 5/Mâide, 13
[127] 3/Al-i İmran, 71
[128] 2/Bakara, 85
[129] Mustafa İslâmoğlu, Yahûdileşme Temâyülü, Denge Y., s. 181 vd.
[130] 33/Ahzâb, 21
[131] 2/Bakara, 101
[132] 3/Âl-i İmrân, 187
[133] 25/Furkan, 30
[134] Müslim, Zühd 72; hadis no: 3004; Dârimî, Mukaddime 42; Ahmed bin Hanbel, 3/12, 21, 39
[135] Dârimî, Mukaddime 42, Tirmizî, İlim 11
[136] Bağdâdî, el-Fark, s. 190
[137] Zehebî, el-Mîzan3/129; Cezerî, Câmiu’l Usûl 1/137
[138] 3/Âl-i İmrân, 93
[139] Kitab-ı Mukaddes, Levliler, 22/20-30
[140] M. İslâmoğlu, a.g.e., s. 206 vd.
[141] Ahmed bin Hanbel, 3/378
[142] Buhârî, İ’tisâm 25, Tevhid 51
[143] İbnu’l Cevzî, Def’u Şübheti’t Teşbih, s. 38
[144] Buhâri, Cenâiz 69
[145] Müslim, Cennet 26
[146] Her bakımdan yanlış bilgilerle dolu olan muharref Tevrat’taki konuyla ilgili cümleler için bak. Tekvin, 2/10-14
[147] Bak. Kitab-ı Mukaddes, Levililer 19/26, 31; 20/27; Çıkış 22/18; İşaya 47/8-14
[148] Süyûti, el-İtkan, 3/26
[149] Edip Yüksel, Müslüman Din Adamlarına 19 Soru, Ozan Y. s. 70
[150] Bu tezler ve bu sahtekârlığın eleştirisiyle ilgili olarak Bak. M. İslâmoğlu, Yahûdileşme Temâyülü, s. 235-239; Mahmut Toptaş, K. Kerim ve 19 Efsânesi, İnkılâb Y; E. Şenlikoğlu, İnsanlar da Kayar, Mektup Y; B. Sağlam, 19 Meselesi ve Edip Yüksel’e Cevaplar, Tebliğ Y. ve 19 Meselesini doğrulayan ve Atatürk’ü savunan eser olarak Bak. Cenk Koray, Kur’an-İslâmiyet, Atatürk ve 19 Mûcizesi, Altın Kitaplar Y.
[151] M. İslâmoğlu, a.g.e. s. 212 vd.
PUT VE PUTA TAPMA
P U T V E P U T A T A P M A
- Put; Anlam ve Mâhiyeti
- Putperestlik
- Tarihten Günümüze Put ve Putlaştırma
- Putlaştırılıp İlâh Haline Getirilen Bâtıl Tanrı Anlayışları
- Kur’ân-ı Kerim’de Put Kavramı ve Puta Tapma Konusu
- Hadis-i Şeriflerde Put Kavramı ve Puta Tapma Konusu
- Günümüzde Hayvanları Kutsallaştırma
- Günümüzde Sığıra Tapma
- Sanatın Putlaştırılması
- Gök Cisimlerinin Putlaştırılıp Bâtıl Tanrı Kabul Edilmesi
- Arzın/Ülke Topraklarının Kutsallaştırılıp Putlaştırılması
- Müneccimlik ve Falcılık; Gaybı Bilme İddiâsı ve Yıldızları Putlaştırma
- Bilimin putlaştırılması
- Tasvîrin (Resim ve Heykelin) İtikad, Fıkıh ve Sanat Açısından Hükmü
- Putlara, Heykellere İbâdet
- Çağdaş Bir Putlaştırma Örneği; Atatürk'e Tanrı veya Peygamber Diyenler
- Putlara ve Putperestlere Karşı İbrâhimî Tavır
- Put Kıran İbrâhim (a.s.)
- Putları Kırmak
- Ve Rasûlullah Muhammed (s.a.s.)
- Sorular
Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:
* Put kavramının anlam ve mâhiyetini İslâm’a göre tanımlamak.
* Kur’an’ın örnekler vererek anlattığı tarihten günümüze putlaştırılan
canlı ve cansız varlıkları listelemek.
* Heykellere tapmanın dışında, bir şeyi hayatın amacı haline getirmenin, bir
şeyi aşırı yüceltmenin, bir şeyi Allah’ı sever gibi sevmenin putlaştırma
anlamına geldiğine Kur’an’dan yola çıkarak güncel örnekler verebilmek.
* İnsanların putlara ve heykellere nasıl ibâdet ettiklerini açıklamak.
* Putlaştırılan resim ve heykel konusunda tarihçilerin ve Kur’an’ın verdiği
bilgi doğrultusunda haram ve şirk hükmü verilecek resim ve heykellerin
neler olduğunu açıklayabilmek.
* Putlara ve putperestlere peygamberler ve özellikle Hz. İbrâhim nasıl
tavır takınmıştır? Kur’an’ın ışığıyla izah edebilmek.
* Hz. İbrâhim’in (a.s.) putları kırma konusunu Kur’an’ın anlattığı şekilde
anlatabilmek.
* Peygamberimiz’in de benzer tavrını izah edebilmek ve niçin bu konunun
câmilerde ve Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi kitaplarında işlenmediğini
değerlendirebilmek.
Put, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın amacı kılmak da şirktir. Put sadece tapılan birtakım nesneler değildir. Eğer hayatın amacı haline gelir ve insanı Allah’a isyana sevkederse, yerine göre makam, para, kadın veya insanlar için değerli herhangi bir şey insanlar için put olabilir.
Kur’ân-ı Kerim’in açıkladığı şirk çeşitlerinden birisi de putlara ibâdet şeklinde ortaya çıkan tapınmadır. Putlar çeşit olarak çok fazla olmakla beraber, genel olarak iki kısımda mütâlea edilebilir:
1- İnsan, hayvan, kuş veya bunların karışımı bir şeklin; ağaç, taş ve madenden yapılarak tapınılması biçiminde ortaya çıkan ilkel putçuluk. Bu tür putlara sanem veya vesen adı verilir.
2- Herhangi bir şekil düşünmeksizin kafalara, gönüllere, kalplere dikilen veya tâbi olunan putçuluk. Bu tür putperestliğin görüntüsü daha moderndir. Sanem veya vesen dediğimiz ilk maddedeki putlar, tapanların nazarında tabiat üstü yüce bir gücü ve kuvveti temsil ettikleri için putperestler, bu güç ve kuvvetin tapındıkları putlarda gizli olduğuna inanırlar. Bu bağlamda her putun veya putçuluğun ilgili bulunduğu bir efsanesi, tahrif edilmiş tarihsel bir mitleştirmesi vardır. Bu putların bir kısmı iyiliği, bir kısmı şerri, bir kısmı ucuzluğu, düşmandan kurtuluşu, bereketi vs. yi temsil eder.
İslâm tarihçilerinin kaydettiklerine göre, putperestlik, İslâm’dan önce Arap yarımadasında oldukça yaygındı. Denilebilir ki, Arabistan’da putçuluğun bütün çeşitleri olmakla beraber, daha çok birinci maddede belirtilen putperestlik yaygındı. Kâbe’nin, putperestliğin sergilendiği bir yer olarak gerçek amacından saptırıldığını görüyoruz. Peygamberimiz (s.a.s.) Mekke’yi fethettiği zaman Kâbe’ye girmiş ve orada bazı insanların heykellerinin bulunduğunu görünce, bunların ortadan kaldırılmasını emretmişti. Ayrıca Kâbe’de herbiri farklı kabile ve şahıslara ait olan ve değişik şeyleri temsil eden 360 putu görünce, onların da kırılmasını emretmişti.
Putçuluğun her çeşidine karşı çıkan ve putlara tapınmanın kötülüğünü en beliğ biçimde ortaya koyan Kur’ân-ı Kerim âyetleri, insanoğluna, yaratıcının sadece Allah olduğu fikrini ve putları, heykellerin de yaratıcı değil; yaratık olduğu düşüncesini aşılama sadedinde deliller sunar. “Siz, elinizle yonttuklarınız (putlar)a mı tapıyorsunuz? Oysa sizin de, bütün taptıklarınızın da yaratıcısı Allah’tır.”[1]
Putlara Tapınmanın Sebepleri: Kur’an, putlara tapınma sebepleri konusunda şunları sayar:
1- Şefaat düşüncesi ve Allah'a bu aracılarla güya yakın olma arzusu: Kur’an, putçuların bu bahanelerini, yapay kılıflarını geçerli bir neden kabul etmez ve putperestliği bırakmaları için insanlara en keskin ve sert dili kullanır.[2]
2- Aşırı ta’zim: Kur’an’a göre bir varlığa aşırı saygı gösterme, onu yüceltme ve onu ululama, sonuçta onu tanrılaştırmaya yol açacağı için yerilmiş ve şirk olarak değerlendirilmiştir. Sanki ibâdet edilecek derecede yüceltilen şahsiyetler, Allah katında makbul ve aslında böyle bir ta’zimden kaçan kimseler bile olabilirler. Kur’an, peygamberlere, din adamlarına, meleklere, sâlih insanlara vb. varlıklara gösterilen bu aşırı ta’zimi şirk olarak değerlendirmiştir.[3]
3- Aşırı sevgi: Kur’an, herhangi bir şeyi, Allah’ı sever gibi severek, onun arzularına, emir ve yasaklarına itaat etmeyi Allah'a şirk koşmak olarak değerlendirmiş; herhangi bir şeye veya kimseye karşı beslenen aşırı sevgiyi de, onu putlaştırmak olarak nitelemiştir. “İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’tan başka eşler tutarlar. Allah’ı sever gibi onları severler. İman edenler ise, en çok Allah’ı severler...”[4] Allah'a inanmak, kişinin O’nun isteğini kendi dileğine veya başkalarının isteklerine tercih etmesini ve diğer arzuları O’nun yolunda fedâ edecek kadar O’nu sevmesini gerektirir. Allah’ı sevmenin kanıtı, Allah’ın belirli nitelik ve güçlerini başkalarına atfetmemek ve O’nun hakkını sahte ilâh ve rablere vermemektir. Allah’ın sıfat ve güçlerini başkalarına atfedenler, O’nu sevdiklerini iddia edemezler; bilakis bu şekilde O’na ortak koşmuş, Allah'a denk tutmuş olurlar. İnsan, Allah’ın melekleri, nebi ve velileri gibi değerli kullarını severken de, bu âyetin çizdiği sınırda durmasını bilmelidir. Zira Allah için sevmekle, Allah’ı sever gibi sevmenin arasındaki farkı bilmek gerekir. Hiçbir şeyi veya kimseyi Allah’ı sever gibi sevemeyiz, O’na ait vasıfları veremeyiz, O’nun gibi yüceltemeyiz.
Tarihteki putları ve puta tapanları incelediğimiz zaman, şirk temeline dayalı putçuluğun, günümüzde geçerli olan şirkten ve putçuluktan pek de farklı olmadığını görürüz. Mekke’li müşrikler de bir Allah inancına sahipti.[5] Fakat, Allah’ın hükmü yerine Mekke site devletinin parlamentosu Dâru’n-Nedve’nin kanun yapmasını ve Ebû Cehil gibi tâğutların kendilerini yönetmelerini istiyorlardı. Yer yer dindar kesilmelerine rağmen, tevhid’in karşısında durarak şirke sarılıyorlardı.
Günümüzde de kelime-i şehâdet getirip namaz kılan, oruç tutan, hacca giden kimselerden önemli bir kesimin tâğutun hükmüne rızâ gösterdikleri, tâğuta itaat ettikleri, sadece Allah'a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri bilinen bir gerçektir. Yine bu kimselerin Allah’ı bırakıp birtakım armaları, şiarları/sloganları, işaretleri, bayrakları, heykelleri, gelenek ve görenekleri, bazı kavram ve ideolojileri, sanatı, sanatçıları, futbolu, sporcuları, gruplarını, parti veya kurumlarını, devlet adamlarını, liderlerini... yücelttikleri ve bu sayılan değerler uğruna mallarını, mülklerini, namuslarını, ahlâklarını pâyimal ettikleri, böylece bu değerlere kulluk ettikleri ortadadır. Sözü edilen bu şahısların, tâğutun ortaya koyduğu nefsanî, şeytanî ve indî değer yargılarıyla Allah’ın kanunları ve şeriati çatışacak olsa, hep Allah’ın şeriatini onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri, kısacası putların veya putların arkasına sığınmış olanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah’ın şeriatine tümüyle zıt olan sistemleri kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri de inkâr edilemez.
Bunlar, müşrik değil de nedir? Bundan daha açık putçuluk düşünülebilir mi? Putların emir ve direktifleri doğrultusunda hareket ederek onların yolundan hiç ayrılmayanlar, Allah’ın kitabına ve Rasûlü’nün sünnetine kulaklarını tıkayarak putların ve onların işbirlikçilerinin çağrısına kulak verenlerden daha çok putperest olur mu? Bunlar, apaçık müşrik olduklarını kendileri ilan ediyorlar. Bu tür insanlar, ister namaz kılsın, ister oruç tutsun, ister hacca gitsin ve isterse sabahlara kadar Allah Allah diyerek tesbih çeksinler. Ne yaparlarsa yapsınlar, kendilerini putçu müşrik olmaktan kurtaramaz, kimse de onları zorla temize çıkararak müslüman yapamaz!..[6]
İnsanların, Allah Teâlâ’ya yapmaları gereken ibâdet, göstermeleri gereken saygı, sevgi ve korkuyu, Onun dışında herhangi bir mahlûku ma’bûd kabul ederek ona yöneltmeleri haline putperestlik denilir. Put, âyet ve hadislerde "sanem” ve "vesen” şeklinde de isimlendirilmektedir. "Asnâm/putlar”, "sanem” kelimesinin çoğuludur. İbnul-Esîr, en-Nihâye, adlı kitabında "sanem" kelimesini; "Allah'tan başka ilâh edinilen şey" diye tanımlamaktadır. Bu da müşriklerin taptıkları putlar anlamına geldiği gibi, Allah'ın nizamına ve hâkimiyetine engel olan tüm tâğutlar mânâsınadır. Allah'ın nizamına ne şekilde olursa olsun engel olan ve bu mânâda putlara, heykellere ve büstlere değer veren kimseler de aynen putperest müşrikler gibidirler. Namaz kılsalar, oruç tutsalar, hac yapsalar da, onlardan hiçbir farkları kalmaz.
Yine İbnül-Esîr, şöyle demektedir: "Vesen" ile "sanem" arasında fark bulunmaktadır. Vesen; insan sûreti ve şekli gibi taştan, ağaçtan ya da toprağın herhangi bir madeninden yapılan cüsseli şeydir ki; bir yere dikilir, müşrikler tarafından buna tapınılır, ibâdet olunur. Sanem ise; cüssesiz şekilden ibarettir. Kimi lügatçılar ise bu iki kelime arasında herhangi bir ayrım gözetmeyip her iki kelimeyi aynı anlamda ve birbirlerinin yerinde kullanmaktadırlar.
Adem (a.s.) eşi ile birlikte yeryüzünde hayatını sürdürürken nesilleri çoğalıp artmıştı. Bu ilk nesil, tek bir ümmet olup, aynı dine ve aynı ma'bûda tâbi olarak, doğruluk ve istikamet üzere idiler. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah Peygamberi müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi. İnsanların ayrılığa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte hak kitaplar indirdi.”[7]
Düşman (şeytan) insanoğluyla sürekli uğraştı. Onları kâfirler ve mü’minler şeklinde iki gruba ayırana kadar mücâdelesine devam etti. Öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettirip putperest bir toplum yapıncaya kadar savaşını sürdürdü. Allah Teâlâ, Nûh kavminin durumunu şöyle anlatmaktadır; “İnsanlara; ‘sakın tanrılarınızı bırakmayın. Ved, Suvâ, Yağus, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin’ dediler.”[8] İbn Abbas şöyle demektedir: “Bu isimler Nûh kavminin sâlih kimselerinin isimleridir. Onlar öldüklerinde şeytan bu kavme, oturdukları yerlere onların hatırasını canlı tutmak için putlarını dikmeleri fikrini verdi. Onlar bunu yaptılar, ancak onlara hiçbir zaman tapınmadılar. Bu ilk nesil geçtikten sonra gelenler, dikiliş gâyelerini unutup onlara tapınmaya başladılar.”[9]
Arapların dinî inançlarına şirki ilk sokan kimse Amr bin Luheyy'dir. Rasûlullah (s.a.s.); "Amr İbn Âmir el-Huzâî’yi Cehennemde bağırsaklarını sürürken gördüm. Bu adam ilk sâibe (put) bırakan adamdır."[10] demiştir. Başka bir rivâyette de; "Arapları putlara tapmaya yönelten ilk kimsedir."[11] denilmektedir. Peşinden her Arap kabilesi için yücelttikleri, sığındıkları, kurban kestikleri, şefaat diledikleri putlar ortaya çıktı. İbn Cüreyc'in de dediği gibi; Lât, Sakif kabilesinden yağla kavut'u karıştıran bir kimse idi ve öldüğü zaman mezarına bir put dikmişlerdi. Rasûlullah (s.a.s.), Mekke'yi fethettiğinde, Beytullah'ın etrafında üçyüz altmış put bulmuştu. Rasûlullah (s.a.s.), yayının ucuyla bu putların yüzlerine, gözlerine vurarak onları itiyor ve yere yuvarlıyordu. Sonra da Lât'ın dışarı çıkarılmasını ve yakılmasını emretti.
Bu putların aslının bazı sâlih ve veli kimselerinin sûretleri olduğu ortaya çıkmıştır. Müşrikler, onların Allah'ın indinde büyük bir makama sahip olduklarına inanıyorlardı. Onları, Allah Teâlâ ile kendi aralarında aracılar ve şefaatçiler edindiler. Onlara göre Allah Teâlâ, ancak bu putların aracılığı ve şefaati ile halkı rızıklandırıyor, hidâyet ediyor, fayda sağlıyor ve zarara uğramalarını engelliyordu. Onlar bu putları o sâlih kimselerin hâtıralarını canlı tutmak, bu vesile ile ibâdet ve duâlarını daha bir şevkle yapabilmek için edinmişlerdi. Bu putlara tapınırken, aslında bu sâlih kimselere tapınıyorlardı. İbâdetleri kendi elleriyle yaptıkları putlara değildi. Nitekim Allah Teâlâ, putperest bir kavimden bahsederken onların meleklere, cinlere ve peygamberlere tapındıklarını bildirmektedir. Bu müşrikler, tapındıkları ilâhların yarattığına, rızıklandırdığına, diriltip öldürdüğüne inanıyor değillerdi. Allah Teâlâ onların bu durumlarını hikâye ederek şöyle buyurmaktadır:
"Yemin olsun ki, eğer onlara; gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ay'ı hizmete âmâde kılan kimdir?’ diye sorsan, mutlaka; ‘Allah'tır’ derler."[12]; “Yemin olsun ki, eğer onlara; ‘gökten su indirip onunla yeryüzüne öldükten sonra tekrar hayat veren kimdir?’ diye sorsan, mutlaka; ‘Allah'tır’ derler."[13] Kur’ân-ı Kerim'de bu tip misaller çoktur. Müşrikler telbiyelerinde şöyle derlerdi: "Senin ortağın yoktur. Yalnız bir şerik (ortak) müstesnâ, o Senin şerikindir. Sen, ona ve onun sahip olduğu her şeye mâliksin."[14]
İmam Şehristanî bu konuda şöyle demektedir: "Onlar ne zaman putlara yönelmek üzere ellerinde bir hüccet, delil, izin veya Allah Teâlâ tarafından bir emir olmadığı halde gayret gösteriyor, ihtiyaçlarının giderilmesini onlara bağlıyorlarsa, onların bu hareketleri bir ibâdet olmuş oluyor. Onların bu putlardan ihtiyaçlarının giderilmesini taleb etmeleri, onda bir ilâhlık bulunduğuna inandıklarını isbat etmektedir. Bundan dolayıdır ki onlar; “Biz onlara tapınmıyoruz. Onlar bizi sadece Allah'a yaklaştırıyor"[15] derler.
Bu durum, Allah Teâlâ'ya olan ibâdeti hakkıyla yerine getirmenin; sevgi, boyun eğme, korkma, sığınma, tevekkül, korku ve ümit, kurban adama, namaz, duâ vb. ibâdet türlerinin tamamında hiç bir şeyi ortak koşmadan ona hasretmeden ibaret olduğunu ortaya koymaktadır. İbâdet türlerinden herhangi birinde melek, nebi, sâlih kimse, taş, ağaç gibi şeylere yönelen bir kimse müşrik ve kâfirdir. Geçmiş müşriklerin şirkleri de bu idi. Fakat, ibâdet ve şirkin anlamını bildikleri zaman, Allah'tan başkasına duâ etmenin ve bir şey istemenin ne anlama geldiğini bilirler.
Bundan dolayıdır ki, ilâhlar edinip, onlara ibâdet ederek Allah Teâlâ'ya ortak koştular; bunların ilâhlar olduklarını açıkça ortaya koydular ve Allah'tan başkasına tapındıklarını gizlemediler. Fakat çağdaş müşrikler ibâdet, tevhid ve şirkin hangi anlama geldiğini bilmediklerinden; velîlere, sâlih kimselere ve nebîlere, tapınmanın her çeşidi ile tapındıkları halde, kendilerinin müslümanlar olduklarında ısrar edip duruyorlar. Bunun sebebi, onların bu yaptıklarını "ibâdet" olarak isimlendirmemeleridir. Ayrıca ilâh edindikleri şeyleri de ilâhlar olarak isimlendirmemektedirler. Fakat böyle yapmaları onlara ne fayda sağlar ne de putperestlikten kurtarır. Hanbeli imamlarının büyüklerinden olan İbn Akil; "Câhil ve bayağı insanlara dinî sorumluluklar ağır gelmeye başlayınca, şeriatın koymuş olduğu prensiplerden yüz çevirerek nefisleri için uydurmuş oldukları prensipleri yüceltmeye yöneldiler. Bu onlara çok kolay gelir ve böylece başkalarının emri altına girmemiş olurlar" diyerek şöyle devam etmektedir: "Anlayışıma göre onlar kabirlere tazim etmek, şeriatın nehyettiği halde ateş yakarak onlara saygı göstermek, kıble edinmek ve özel bir temizliğe tabi tutmak, mezardaki ölüye ihtiyaçları arzetmek, "ey mevlâm benim için şunu şunu yap" şeklinde kâğıt yazmak, hayır ve iyilik getirmesi dileğiyle toprağından almak, kabirlerin üzerine güzel kokular atmak, sırf onları ziyaret etmek için yolculuğa çıkmak sûreti ile kâfir olmaktadırlar".
Ölülere ve kabirlere saygı göstermek, şirkin çeşitlerindendir. Cenâb-ı Allah kabirlerin üzerlerinde mescidler edinilmesini yasaklamış, bunu yapanı da lânetlemiştir. Ancak, özellikle kastedilen bir yer olarak seçilmediği zaman, bunda bir mahzur yoktur. Aynı şekilde mezarların bayram yeri edinilmesini de yasaklamıştır. Bayram, Arapça "tekrarlama, geri dönme" (el-muâvede) ve alışkanlık haline getirme (el-i'tiyâd) kelimelerinden alınmıştır. Bu bir yere isim olarak verildiği zaman ondan, bu yerin toplanma yeri olduğu kastedilir. Tapınma veya başka şeyler için sürekli gidilen bir yer olur. Böyle bir yerde namaz kılmak, onu tavaf etmek, kıble edinmek, istilam etmek, toprağı üzerine çizgiler çizmek, üzerine bina yapmak, üstüne mum yakıp koymak ve buna benzer bir çok uygulama yasaklanmıştır. Bütün bunlar Rasûlullah’ın (s.a.s.) ümmetine, önceki kavimleri helâk eden şirke düşmelerini önlemek için bir rahmettir. Birçok ülkede kabirlerin üzerine yapılan binalar (türbe) görülmekte; insanlar onlara tazimde bulunmakta, uzaktan yakından onlara yakarmakta, Allah'ın evlerinde ve seher vakitlerinde yapmadıkları ibâdetleri orada içtenlikle yerine getirmektedirler. Bir kısmı, onlar için secde etmekte, çoğunluğu ise namazın bereketini onların yanında dilemekte, mescidlerde yapmadıkları duâ ve niyazları yapmaktadırlar. Bunların tamamı, bu kabirleri put edinmek ve Allah’tan başka bir ilâhâ tapınmaktır. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: "Allahım! Kabrimi tapınılan bir put kılma!"[16]
Bir başka hadisinde Rasûlullah (s.a.s.) şöyle demektedir: "Allah, Yahudilerle Hristiyanlara lânet etsin; onlar nebîlerinin kabirlerini mescidler edindiler." Âişe (r. anhâ), "Eğer bu (endişe) olmasaydı, Peygamber (s.a.s.)' in kabri açıkta bulundurulacaktı" demiştir.[17]
Bütün bunlar, onunla şirk tohumlarının ekilmesini önlemek içindir. Rasûlullah (s.a.s.), kabirlere tazim etmenin, onları put edinmenin Allah’tan başkasına ibâdetin tohumlarını ektiğini bildirmektedir.
Puta tapıcılık sadece İslâm öncesi Arap toplumuna has bir olay değildir. Çağımızda da putçuluk daha değişik görünümler altında varlığını sürdürmektedir. Putçuluk, yalnızca sert bir taştan yapılmış heykel önünde eğilmek ve ona tâzim göstermek olarak ele alınırsa, kuşkusuz büyük bir yanılgı içine düşülür. Kaldı ki, müşrik Arap toplumunun elleriyle yaptıkları putlara gösterdikleri saygıyı bu çağda da görmek mümkündür. Hattâ bu tür putçuluk bu gün fazlasıyla hüküm sürmektedir. Put, putlaştırmak isteyenlerin arkasına gizlendikleri birer işaret ve alâmetten başka bir şey değildir. Yoksa putun mutlaka bir ağaçtan dikilmiş yahut bir taştan yontulmuş olması zaruri değildir. Allah'ın dışında tapınılan her şey puttur. "Allah"ı bırakıp da kendilerine kıyâmete kadar cevap veremeyecek şeylere tapanlardan daha sapık kimdir?"[18] Allah tarafından gönderilmiş bir delil olmaksızın, O'ndan başkasına itaat eden, bir hükme sahip olduğuna inanan, O'ndan başkasına duâ edip bir şey isteyen, Allah'a şirk koşmuştur. Dolayısıyla putçuluğun şirkle ve küfürle yakından bağlantısı vardır. Puta tapan bir kimse hem Allah'a şirk koşuyor, hem de küfre giriyor demektir.
Göklerde ve yerde bütün otorite ve yetkilere sahip olan, ancak Allah'tır; yaratma O'na mahsustur; bütün nimetler O'nun kudret elindedir; bütün işler yalnızca ve yalnızca O'na aittir; kuvvet ve çare O'nun hükmündedir; göklerde ve yerde olan her şey ister istemez O'na itaat etmeye, emrine boyun eğmeye mecburdur. İşte bunun için O'ndan başka ilâh yoktur. Kur’ân-ı Kerim, insanların ibâdet ettikleri şeylerin Allah'ın kulu ve O'nun karşısında aciz olduklarını açıkladıktan sonra, insanları ve cinleri ibâdet kelimesinin muhtelif mânâlarıyla yalnız Allah'a ibâdete, sadece O'na kulluk etmeye, ancak O'na itaatte bulunmaya, kişinin O'ndan başkasını tanrı kabul etmemesine ve ibâdetin hangi çeşidiyle olursa olsun O'ndan başkasına tapılmamasına çağırıyor: "Andolsun ki, Biz her ümmete, Allah'a kulluk edin, putlara tapmaktan kaçının diye bir elçi gönderdik..."[19]
Aslında insanların Allah’tan başka birine ya da bir puta tapmasının asıl nedeni; kendi nefsini ilâh edinmesidir. Bugünkü müşriklerle, Peygamberimiz zamanındaki müşrikler arasında fark yoktur. Müşriğin mantığı her devirde aynıdır. Bu mantık, Allah’ı yeryüzüne karıştırmama, yeryüzünde ilâh olarak kendini tanımadır. İşte şirkin aslı budur. Zamanımızda da insanlar her ne kadar kâinatı yaratanın, yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah olduğunu kabul etseler de, O’nun tasarruflarında ortak anıyorlar, dünya ile ilgili işlerde Allah’ın belittiğinin aksine hükümler koyuyorlar. İşte günümüzde şirkin aldığı görünüm budur.
Tekrar edelim: Put, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın amacı kılmak da şirktir. Put sadece tapılan birtakım nesneler değildir. Eğer hayatın amacı haline gelir ve insanı Allah’a isyana sevkederse, yerine göre makam, para, kadın veya insanlar için değerli herhangi bir şey insanlar için put olabilir.
Kur’ân-ı Kerimin birçok âyetinde Allah Teâlâ, insanları şirke düşmemeleri hususunda uyarır.“O ancak tek bir ilâhtır. Doğrusu ben O’na ortak koşmanızdan masumum, de.”[20]
Şirk düzeni; insanları köleleştiren, ilâhlık taslayan çağdaş Firavunlar ile, onlarla işbirliği yapan sahte din adamları yani Bel’amlar ve sömürüye ortak olan, bizzat şirk düzeninden beslenen, haramzade Karunlar, yani zengin elit tabaka ve bu üç kesime bağlanan, onlara itaat eden, onların koyduğu kanunlarla -Allah’ın hükümlerine aykırı olmasına rağmen- yaşayan halk yığınlarından meydana gelir.
Kendi nefsini ilâhlaştıran ve Allah’a değil de kendisine tapan ve tapılmasını isteyenler; başkalarının haklarına el uzatmanın, yalnız Allah’a ibâdet edildiği ve uyulduğu sürece mümkün olmadığını bilirler. Çünkü, Allah’ın dini adâleti emreder ve bütün insanları eşit olarak görür. Şirk ise nefsini ilâh edinenlerin, insanları kendilerine kul etmeleri ve sömürmeleri üzerine kuruludur. Bu yüzden tâğutlar, kendi nefislerini ilâhlaştırmak için, ilkelerini kendilerinin tesbit ettikleri ve başkalarının haklarını gasb üzere kurulu şirk düzenini isterler. Tâğutlar, ortaya attıkları ilâhlara insanları taptırarak, aslında kendilerine taptırır, kulluk ettirirler. Şirk, insanların insanlara kulluk ettiği düzenin adıdır.
Allah’ın halîli (dostu) İbrâhim (a.s.) ne güzel duâ etmiş: “Allah’ım, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. Ya Rabbi, şüphesiz ki bu putlar, birçok insanı saptırdı.”[21] âyette belirtildiği üzere, İbrâhim (a.s.) bile, kendinin ve neslinin putlardan uzak kalması için Allah'a duâ etmiştir.
Tarihten Günümüze Put ve Putlaştırma
Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlanageldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücâdeleden ibarettir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas, tevhiddir. Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulmasıdır. Şirk, sadece putlara tapmak değildir. Nefsin istekleri peşinde koşmak, Allah’ın sevgisi yerine dünya sevgisini tercih etmek, bunların sonucunda Allah’ın hükümlerinden birini dahi reddetmek de şirktir.
Peygamberimiz zamanındaki Mekke müşrikleri Allah’la birlikte birçok ilâha/tanrıya inanıyorlardı. Bu müşrikler kendi hevâ ve heveslerine göre putlar yapıyorlar ve onlara tapıyorlardı. Kâbe’nin içinde 360 tane put bulunuyordu. Bunların en büyükleri; Hubel, Lât, Menât, Uzza isimli putlar idi. Ayrıca Ved, Suvâ, Yeûk ve Nesr isimli putlar vardı. Bunlar Hz. Nuh zamanında yaşamış olan iyi huylu, cömert ve sâlih insanlardı. Bu insanlar ölünce, onların heykelleri yapılmış ve zaman geçtikçe halk onlara tapmaya başlamıştı. Bazı Araplar bunlardan başka, güneşe, aya, bazı taşlara, ağaçlara ve hayvanlara tapıyorlardı. Bazı müşrikler ise, melekleri Allah’ın kızları olarak görüyorlar ve onları Allah’a şirk koşuyorlardı. Aslında insanların Allah’tan başka bir puta tapmasının asıl nedeni; kendi nefislerini ilâh edinmeleridir. Bugünkü müşriklerle, Peygamberimiz zamanındaki müşrikler arasında temelde bir fark yoktur. Müşriğin mantığı her devirde aynıdır. Bu mantık, Allah’ı yeryüzüne karıştırmama, yeryüzünde ilâh olarak kendini tanımadır. İşte şirkin aslı budur. Zamanımızda da insanlar her ne kadar kâinatı yaratanın, yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah olduğunu kabul etseler de, O’nun tasarruflarında ortak tanıyorlar, dünya ile ilgili işlerde Allah’ın belirttiğinin aksine hükümler koyuyorlar. Günümüzde şirkin aldığı en net görünüm budur.
Putlaştırılıp İlâh Haline Getirilen Bâtıl Tanrı Anlayışları
Kur’ân-ı Kerim, müşrikler tarafından tapınmaya konu edilen varlıklardan bahsederken, birçok durumda genel ifadeler kullanır: “Allah’tan başka taptıkları”[22]; “Allah’tan başka duâ edip yalvardıkları”[23]; “Allah'a şirk koştukları”[24]; “Şirk koştukları şeyler”[25]; “Allah’tan başka benimsedikleri”[26] tarzında fiil şekilleri olduğu gibi; genel anlamda birtakım isimler de hayli fazladır: “İlâh”[27]; “âlihe -ilâhlar-”[28]; “endâd -eş ve denkler-”[29]; “esnâm -heykelden putlar-”[30]; “evsân -putlar-”[31]; “temâsîl -heykeller-”[32]; “şürekâ -ortaklar-”[33]; “şühedâ -şâhitler, yardımcılar-”[34]; “şüfeâ’ -şefaatçiler, aracılar-”[35]; “erbâb -rabler-”[36]; “evliyâ -velîler, dostlar, yöneticiler-”[37]; “emsâl -eşler, benzerler-”[38]; “tâğût -azgın yönetici-”[39]; “cibt -putlar-”[40]; “ensâb -dikili taşlar, putlar-”[41]; “veled -çocuk-”[42]; “sâhibe -eş, hanım, zevce, tanrıça-”[43].
Kur’an’da yukarıdaki âyetler başta olmak üzere çeşitli yerde yüzlerce defa kullanılan bu genel tâbirler gösteriyor ki, Kur’an şirkin her türlüsünü iptal için gelmiştir. Yoksa, sadece zuhur ettiği bölgede, birtakım özel isimlerle belirtilen “Menât, Hubel, İsâf vb.” putları hedef almış değildir. Allah’ı tek tanımanın hâlis olması için yukarıda anılan bütün şirk kavramlarının kapsadığı alanın, ulûhiyete tahsis edilmesi gereklidir (İbâdet, şefaat, duâ, tutunma, hâkimiyet, velâyet vb.). Bu özellik, Kur’an’ın şirk karşısındaki durumu bakımından, birinci dereceden bir önem arzetmektedir. Öbür yandan Kur’an, bâtıl ulûhiyetlerin (sahte tanrıların) türlerini gösterirken genel olarak, onların adlarından değil; mâhiyetlerinden bahseder. (Arabistan’da o dönemde tapılan tanrılardan bazılarının özel isimleri -el-Lât, el-Uzzâ, Vedd vb.- sadece birkaç yerde zikredilmiştir.) Şu halde, o, aslında ulûhiyet bakımından yok olan o varlıkları muhâtap, bir muârız, bir rakip veya düşman gibi telâkkî ederek birtakım belirli fertlere değil; insanlık dünyasında tanrılaştırılmaları yaygın olan mâhiyetlere hücum etmiştir. Mâhiyetler üzerinde dururken de, onlar hakkında bilgi vermek değil; onların eksik yanlarını, neden tanrı olamayacaklarını belritmeye yönelmiştir.
Diğer taraftan, Kur’an’ın mâhiyetlerinden bahsettiği bâtıl ve sahte tanrıların, insanlığın çeşitli devir ve yerlerinde tanrılaştırdığı varlık tipleri durumunda olduğu söylenebilir. Bu tipler arasında, Arabistan’da rastlanmayanların da bulunması, Kur’an’ın evrenselliği ile açıklanmalıdır. Bu tipler, şöyle sınflandırılabilir:
- Hayat sahibi varlıklar
- İnsanlarca görülmeyen varlıklar; a) hayırlılar (Melekler, kısmen cinler), b) Şerliler (şeytanlar, kısmen cinler)
- İnsanlar; a) Tanrı oğlu veya kızı (İsa, Uzeyr), b) Tanrıça (sâhibe), c) Hükümdar-tanrı (Firavun)
- Hayvanlar; a) Buzağı, boğa, b) Nesr (kartal)
- Cansızlar
- Tabiat varlıkları; a) güneş, b) ay, c) yıldızlar (Şi’râ), d) Ba’l, e) ağaç (el-Uzzâ), kaya (el-lât, Menât)
- İnsan eliyle yapılanlar; a) esnâm, evsân (Vedd, Yeğûs vb.), b) ensâb
- Mücerred Varlıklar
- a) Nefsin hevâsı, b) şâri’, c) dehr, d) seneviye.[44]
Kur’ân-ı Kerim’de Put Kavramı ve Puta Tapma Konusu
Kur’ân-ı Kerim’de put anlamındaki “sanem” kelimesinin çoğulu “esnâm” 5 yerde geçer.[45] Yine put anlamındaki “vesen” kelimesinin çoğulu evsân ise 3 yerde zikredilir.[46] Heykel anlamındaki timsâl kelimesinin çoğulu temâsîl kelimesi iki yerde kullanılır. Bunlardan biri, put anlamı yüklendiğinden olumsuz tavır alınmasını gerektirecek şekildedir.[47] Diğeri ise, Süleyman (a.s.)’ın cinlere sanat eseri olarak yaptırdığı heykellerdir ki, put özelliği olmadığından olumludur.[48]
Kur’an’da putperestliğin genel adı olan “şirk” ve türevleri 168 yerde geçer. Şirk ve puta tapma ifâdeleri geçmese bile, âyetlerin çok büyük bir bölümü, tevhidi hâkim kılmak için şirkle, putlarla ve putçularla mücâdeleyi konu edinir. Kur’ân-ı Kerim, putperestleri ve her çeşit müşriği, yeryüzünde birliği ve huzuru bozan, insanlar için zararlı, çirkin bir tip olarak görür ve necis, yani pislik olarak nitelendirir.[49] Kur’an’da putperestlik ve şirk, herhangi bir şeyi, kavramı veya bir kimseyi tercih etme, önem ve kıymet verme, yüceltme bakımından Allah’la eşit düzeyde görmek veya bunu davranışlarıya göstermektir. Kur’an bize Allah’ı (c.c.) birçok sıfat ve isimleriyle tanıtmış ve O’ndan başka ilâh/tanrı olmadığını kesin ifadelerle bildirmiştir. İlâh, Allah’ın Kur’anda bildirilen özelliklerine sahip olan varlıktır. Allah gerçek ve tek ilâhtır; Allah’ın sıfatlarına sahip olan başka hiçbir varlık olamaz. İşte, Allah’ın herhangi bir sıfatına başkasının Allah’la birlikte veya bağımsız olarak sahip olduğunu iddia etmek, Allah’tan başka ilâh kabul etmektir, yani şirktir, putperestliktir. Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyette Allah Teâlâ, insanları şirke düşmemeleri, hiçbir şeyi putlaştırmamaları husûsunda uyarır.
Kur’ân-ı Kerim’de, şirkin çeşitlerine göre ayrı ayrı isimlendirildiği görülür; “Vesen” küçük putlara verilen isimken, şekilsiz putlara “sanem” denilir. Yönetici putlar ise “tâğut” olarak isimlendirilir. “Erbâb” ise, üstün meziyetler ve ilâhî vasıflar yakıştırılarak putlaştırılıp tanrılaştırılan varlıklara verilen isimdir. Bu kelime, ilâh/tanrı seviyesine getirilen puta duyulan sevgiyi de ifâde eder. Peygamberlerin ve sâlih insanların ilâhlaştırılması da genellikle bu kelime ile anlatılır.
Kur’ân-ı Kerim’de putlar, sebep oldukları zararlar açısından konu edilir ve insanlar dünya ve âhiret güzellikleri için putlara tavır almaya çağrılır. Putperest müşrikler, putları şefaatçi kabul ederler.[50] Putperest müşrikler, meleklere cinsiyet yakıştırırlar.[51] O yüzden putlara yücelik atfeden müşrikler, Allah’a iftira etmiş olmaktadırlar.[52] Putperestler, çocuklarına putlarının adını da verdikleri olur.[53] Putlar, hiç kimseye zarar ve fayda veremezler.[54] Bırakın başkalarına, putların kendilerine bile faydaları dokunmaz.[55] Putların hiçbir şey yaratmadıkları, buna güçlerinin olmadığı belirtilir.[56] Putların kimseye rızık veremediği, veremeyeceği ifâde edilir.[57] Putlar, yapılan duâlara cevap veremezler.[58] Aslında, kendilerine yanlış yere tapılan putların rabbinin de Allah olduğu vurgulanır.[59] Putların kendilerine tapanlardan bile habersiz olduğu belirtilerek akıllı insanların böyle âciz durumdakilerden medet ummalarının mümkün olamaycağı vurgulanır.[60] Onlar hiçbir şeye sahip değildirler,[61] kendi hayatları bile yoktur ki, bir şeye sahip olsunlar, onlar diri değil ölüdürler.[62]
Böylesine âciz varlıklar olan putlara putlara tapmaktan sakınmak gerekir.[63] Putlara tapmak haramdır.[64] Putlar, kıyâmet günü kendilerine uyanlardan uzaklaşacaklardır.[65] Arap putperestlerinin çok sayıdaki putları arasından, önemseyip öne çıkardıkları putların isimlerini zikreder. Bunlar, Lât, Uzzâ ve Menât putlarıdır.[66]
Putlara tapanlar gerçekte putlara tâbi olmuyor, zanlarının peşinden giderek kendi hevâlarına tapmış oluyor, zâlim müstekbirlere kulluk yapmış oluyorlar.[67] Bütün bunlarla birlikte Kur’an, putlara sövmekten sakınmayı tavsiye eder.[68] Örnek peygamber Hz. İbrâhim’in putlarla mücâdelesini ve ateşe atılma pahasına onları yıkıp devirmesini ayrıntılı biçimde gündeme getirir. İbrâhim (a.s.), babası Âzer’e tek ilâh olarak sadece Allah’ı kabul edip yalnız O’na ibâdet etmeyi, putlara tapmaktan vazgeçmeyi samimi dille anlatıp onu dâvet ettiği halde, ondan büyük tepki görür.[69] Aynı dâveti İbrâhim (a.s.), kavmine de ulaştırır ve aynı tepkiyle karşılaşır.[70] İbrâhim (a.s.), kavmine karşı akıl yolu ile Allah’ı arayıp ispat eder, onların da akıllarını kullanıp sahte tanrılardan kurtulmalarını tavsiye eder.[71] Kafalarındaki putları kırmaya güç yetiremeyen Hz. İbrâhim, en sonunda kavminin taptığı putları baltayla kırar ve büyük tepkiyle karşılaşır.[72] O, Kâbe’yi de putlardan temizler.[73] Tevhid konusunda münâzara ettiği Nemrut tarafından putlara karşı çıkmanın bedelini ödemek üzere ateşe atılır, ama her şeye gücü yeten Rabbi tarafından ateş ona soğuk ve selâmet yapılır.[74] Safını putlardan yana koyup bâtılın yanında mücâdele eden Nemrut ise helâk olur.[75]
Kur’an, başka bir canlıyı, eşyayı veya soyut bir şeyi Allah'a endâd/denk tutmanın da putlaştırma olduğunu belirtir ve bu suçun cezâsının da büyük olacağını belirtir.[76] Kur’an, somut putlar yanında soyut putları da gündeme getirir. Hevâ ve hevesi putlaştırıp ilâhlaştırmak tehlikesi de sözkonusudur.[77] Put diye şeytana tapanlar da vardır.[78]
Tüm putlar, putlaştırılan özelliklerden uzaklaştırılması istenen insanlara Kur’an, gerçek ilâhı, tek ma’bud olan Allah’ı vasıf ve isimleriyle tanıtır. Allah'tan başka ilâh olmadığını çok net biçimde ve ısrarla gündeme getirir.[79] Tevhid, yani tüm putları reddedip tek ilâha iman edip O’na kulluk inancı, insanlığın aslî itikadı ve tüm peygamberlerin çağlar boyu tebliğ edip canlandırmaya çalıştığı husustur.[80] Bütün İlâhî dinlerin de aslı İslâm'dır/teslimiyettir ve tevhide (putları reddedip tek Allah’a iman ve yalnız O’na ibâdet ve kulluğa) dayanır.[81] Çünkü tevhidden başka her şey bâtıldır.[82]
Kur’an, bütün bu gerekçelerden dolayı, insanlığa muvahhid olup Allah'ı birlemeleri çağrısını yapar.[83] Yüzümüzü tevhid dinine döndürmemiz istenir.[84] Allah'ın yolunu (tevhid'i) tâkip etmek emredilirken, başka yolları tâkip etmek (her çeşit put ve putçularla iyi ilişkiler) de yasaklanır.[85] İster putlara tapmak yönüyle olsun, ister başka çeşitte; şirk büyük bir zulümdür.[86] Allah, kendisine şirk koşmayı kesinlikle affetmez.[87] Müşriklerin temel özellikleri, Allah’tan başkasını tanrı edinmeleridir.[88]
Kıyâmet günü putlar da, küfür önderleri ve öncüleriyle birlikte cezâlandırılacaklardır.[89] Putlar, müşrikler tarafından da âhirette inkâr edilecektir.[90] Kur’ân-ı Kerim, Kıyâmet günü putların durumuyla ilgili de geniş bilgiler verir.[91]
Kur’ân-ı Kerim, mü’minlerin putperest ve her çeşit müşrikle ilişkilerinin nasıl olmasını da belirler. Müşriklerin dostluğu yoktur, mü’min onları dost kabul edemez.[92] Putperest müşrikler, mü’minleri ateşe çağırırlar.[93] Putperestlerden yüz çevirmek emredilir.[94] Müşriklerden korkulmaz, korkulmamalıdır.[95] Çünkü putperest ve her çeşit müşrik, mü’minlere zarar veremez.[96] Putperestlere ve her çeşit müşriklere karşı mücâdele edilmeli, savaşılmalıdır.[97]
Kur’an’da Allah, ibâdetin sadece Kendisine yapılmasını emretmektedir. İster içimizde ve ister dışımızda olsun bizi kendisine râm eyleyen, mutlak anlamda itaatkâr kılan, bizim bedenimizi ve ruhumuzu kendi kudretine göre yönlendiren, bizim enerjimizi kendi istediği yöne sevkeden, yani bizi teslim alan her “güç”, bizi kendisine kul yapmış demek olur. Dolayısıyla putlaştırma, önce insanın kendisine hakarettir; en güzel şekilde yaratılmış olan insanın kendi cinsinden veya kendinden de aşağı olanların yanında alçalması, onlardan daha aşağıları tercih etmesi demektir. Oysa Rabbimiz, ulûhiyet, rubûbiyet ve ubûdiyeti bizim yalnızca Kendisine tahsis etmemizi ve bu noktada bütün sahte ilâh ve rableri reddederek her çeşit puttan ve putlaştırmadan yüzçevirmemizi istiyor.
Kur’ân-ı Kerim’de insanları ve diğer varlıkları putlaştırma ile ilgili ve bunun uhrevî cezası konusunda çok sayıda âyet vardır.[98]
"(Ey Allah’ım,) Ancak Sana ibâdet/kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz." [99]
“De ki: ‘Ey Kitap ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim.’ Eğer yüz çevirirlerse, deyin ki: ‘Şâhid olun, biz gerçekten müslümanlarız.” [100]
“Kendisi hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah'a şirk/ortak koştuklarından dolayı küfredenlerin kalplerine korku salacağız. Onların barınma yerleri ateştir. Zâlimlerin konaklama yeri ne kötüdür!”[101]
"Allah'a İbâdet edin. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın."[102]
“Allah sizin düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Velî (gerçek bir dost) olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.”[103]
“Kendilerine Kitap’tan nasip verilenleri görmedin mi? Putlara ve cibt’e ve tâğûta (putlara ve sahte tanrılara) iman ediyorlar, sonra da kâfirler için: ‘Bunlar Allah’a iman edenlerden daha doğru yoldadır’ diyorlar.” [104]
“Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlar ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.” [105]
“Onlar (müşrikler), O’nu bırakıp yalnızca birtakım dişilere tapar, onlardan yardım isterler. Onlar o her türlü hayırla ilişkisi kesilmiş şeytandan başkasına tapmazlar.” [106]
"De ki: Allah'ı bırakıp size ne zarar, ne de yarar vermeye gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa Allah, işitendir, bilendir. (O'na İbâdet etmeniz gerekmez mi?)" [107]
“De ki: ‘Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilmeyen Allah’tan başkasını mı velî/dost edineceğim?’ De ki: ‘Bana müslüman olanların ilki olmam emrolundu.’ Ve ‘sakın Allah'a ortak koşan müşriklerden olma!’ (denildi).” [108]
“Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz ki: ‘Nerede (o bir şey) sanıp da ortak koştuklarınız?’ Sonra onların: ‘Rabbimiz olan Allah'a and olsun ki, biz müşriklerden değildik’ demelerinden başka bir fitneleri olmadı. Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler ve düzmekte oldukları da kendilerinden kaybolup uzaklaştı.” [109]
"De ki: Ben Allah'tan başka yalvardıklarınıza tapmaktan men olundum." [110]
“İbrâhim, babası Âzer’e: ‘Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum’ demişti.” [111]
"Kavmi onunla (İbrâhim a.s. ile) tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: 'Beni doğru yola hidâyet etmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na şirk/ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Rabbimin dilediği dışında hiçbir şey olmaz. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ ibret almıyor musunuz? Siz, Allah'ın size, haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na şirk/ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım?! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki gruptan (Allah'ı tek ilâh kabul edenlerle O'na ortak koşanlardan) hangisi (Allah'ın azâbından) emniyette/güvende olmaya daha lâyıktır?" [112]
"Nihâyet elçilerimiz canlarını almak üzere onlara geldikleri zaman şöyle diyecekler: 'Allah'ı bırakıp da tapındığınız putlar nerede?' Onlar şöyle cevap verecekler: 'O putlar bizi bırakıp kayboldular.' Onlar kendi aleyhlerine kâfir olduklarına şâhitlik edeceklerdir." [113]
“Ey iman edenler, müşrikler ancak bir pisliktirler...” [114]
“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a İbâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden münezzehtir, yücedir.” [115]
“Allah’ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek ve yararları dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve ‘Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’ derler. De ki: ‘Siz, Allah'a, göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk koştuklarınızdan uzak ve yücedir.” [116]
“Onların çoğu Allah'a, şirk koşmadan iman etmezler” [117]
“Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa kahredici olan bir tek Allah mı? Sizin Allah’tan başka taptıklarınız, Allah’ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın taktığı (birtakım anlamsız) isimlerden başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur; ancak insanların çoğu bilmezler.” [118]
"Hatırla ki İbrâhim şöyle demişti: 'Rabbim! Bu şehri (Mekke'yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Çünkü onlar (putlar), insanlardan birçoğunun dalâletine/sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık Sen gerçekten çok bağışlayansın, çok merhametlisin." [119]
"Andolsun biz, her millet içinde: 'Allah'a İbâdet/kulluk edin, tâğut(a tapmak)dan kaçının' diyen bir rasûl/elçi gönderdik." [120]
“Allah dedi ki: ‘İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek bir ilâhtır. Öyleyse Benden, yalnızca Benden korkun.’ Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, din de (itaat ve kulluk da) yalnız O’nundur. Böyleyken, Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?” [121]
“Kâfirler Beni bırakıp da kullarımı evliyâ/dostlar edineceklerini mi sandılar? Biz cehennemi kâfirlere bir konak olarak hazırladık.” [122]
"Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona: 'Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Bana kulluk/İbâdet edin' diye vahyetmiş olmayalım." [123]
“Andolsun Biz İbrâhim’e daha önce rüşdünü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım!’ Sonunda İbrâhim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye. ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zâlimlerden biridir’ dediler. (Bir kısmı:) ‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. O halde, dediler, ‘onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.’ ‘Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhim?’ dediler. ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Haydi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!’ dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) ‘zâlimler sizlersiniz, sizler!’ dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: ‘Sen bunların konuşmadığını pek âlâ biliyorsun’ dediler. İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz akıllanmaz mısınız?’ (Bir kısmı:) ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, onu ve Lût’u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.” [124]
"Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız cehennem odunusunuz. Siz (odun gibi) oraya gireceksiniz." [125]
"İnsanlardan kimi de Allah'a bir yönden (dinin bütününe inanmadan) ibâdet eder. Eğer kendisine bir hayır gelirse, onunla huzura kavuşur (sevinir) ve eğer başına bir kötülük gelirse yüz üstü döner (dini kötüleyerek ondan vazgeçer)." [126]
“...Öyleyse iğrenç bir pislik olan putlardan kaçının, yalan söz söylemekten de kaçının. Kendisine şirk/ortak koşmaksızın Allah’ın hanifleri (O’nun birliğini kabul eden mü’minler olun). Kim Allah'a ortak koşarsa, sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgâr onu uzak bir yere sürükleyip atmış gibidir.” [127]
“Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarıp yakarma, sonra azâba uğratılanlardan olursun.” [128]
“Allah ile birlikte başka bir ilâh edinip tapma. O’ndan başka hiç bir ilâh yoktur.” [129]
“Biz insana, anne ve babasına (karşı) ihsânı/güzelliği tavsiye ettik. Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan şeyle Bana ortak koşman için sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda, onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır. Artık yaptıklarınızı size haber vereceğim.” [130]
"Siz Allah'ı bırakıp birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler yaratıyor/uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Ancak O'na döndürüleceksiniz." [131]
“(İbrâhim onlara) dedi ki: ‘Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet uğruna Allah’ı bırakıp birtakım putlar (tanrılar) edindiniz...” [132]
"Onlara: 'Allah'ın indirdiğine uyun' dendiğinde: 'Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız, derler. Ya şeytan, onları alevli ateşin azâbına çağırıyor idiyse?!" [133]
“Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Hâlbuki onların (o sahte tanrıların, taptıkları putların) kendilerine yardım etmeye asla güçleri yetmez. Bilâkis onlar, bu ma’bûdlar için yardıma hazır askerlerdir.” [134]
“İçlerinden kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar. Kâfirler dedi ki: ‘Bu, yalan söyleyen bir büyücüdür. Tanrıları bir tek ilâh mı yaptı? Doğrusu bu, tuhaf bir şey!’ Onlardan mele’ (ileri gelen bir grup, egemen güçler): ‘Yürüyün, ilâhlarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur. Son dinde de bunu işitmedik. Bu, içi boş bir uydurmadan başka bir şey değildir.” [135]
"İyi bil ki, hâlis din yalnız Allah'ındır. O'ndan başka velîler edinerek: 'biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz' diyenlere (gelince): Şüphesiz ki Allah, onlar arasında, ayrılığa düştükleri şeyde hükmünü verecektir." [136]
"De ki: 'Ben dinimi yalnız Allah'a hâlis kılarak O'na İbâdet/kulluk ediyorum." [137]
“Tâğuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var. Müjdele kullarımı." [138]
“De ki: ‘Ey câhiller! Bana Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?’ Ey Muhammed! And olsun ki sana da, senden önceki peygamberlere de vahyolunmuşıur. And olsun, eğer Allah’a ortak koşarsan amellerin şüphesiz boşa gider ve hüsrana uğrayanlardan olursun. Hayır, yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol. Onlar, Allah’ı gereği gibi takdir edemediler. Hâlbuki kıyâmet günü bütün yeryüzü O’nun tasarrufundadır. Gökler O’nun eliyle dürülüp bükülecektir. O, müşriklerin ortak koştuklarından münezzeh ve yücedir.” [139]
"Gece, gündüz, güneş ve ay O'nun âyetlerindendir. Ne güneşe ne de aya secde etmeyin. Onları yaratan Allah'a secde edin. Eğer kulluk ediyorsanız (böyle yapın)." [140]
“Yoksa onların birtakım şirk koştukları ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir şeriat/dinî kural kıldılar)? Eğer o fasıl kelimesi (azâbı erteleme sözü) olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.” [141]
"Bir zaman İbrâhim, babasına ve kavmine demişti ki: 'Ben sizin taptıklarınızdan (putlardan) uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk yaparım. Çünkü O, beni doğru yola iletecektir.' Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar (onun dinine) dönsünler." [142]
“Şimdi sen, kendi hevâsını putlaştırıp ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” [143]
"Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibâdet etsinler diye yarattım." [144]
“Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ’yı? Ve üçüncüleri olan ötekini, Menât’ı. Demek erkek size, dişi O’na öyle mi? O zaman bu, insafsızca bir taksim! Bunlar (putlar) sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Hâlbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.” [145]
"İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.'..." [146]
“De ki: Ey kâfirler! 'Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim İbâdet ettiğime tapmazsınız. Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim İbâdet ettiğime tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size; benim dinim bana!" [147]
Hadis-i Şeriflerde Put Kavramı ve Puta Tapma Konusu
Sahâbeden Muaz b. Cebel anlatıyor: Bir gün Rasûlullah (s.a.s.) bana, “Ey Muaz! Allah’ın kulları üzerindeki hakkı nedir? diye sordu. Ben: ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ dedim. Rasûlullah: “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, kulların O’na İbâdet edip, başka hiçbir şeyi şirk/ortak koşmamalarıdır.” buyurdu. [148]
“Ümmetimle ilgili olarak en çok korktuğum şey, Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır ve gizli şehvet içinde olacaklardır.” [149]
“Her ümmetin bir ıcl’i (İsrailoğullarının taptığı buzağı gibi tanrılaştırdıkları bir put) vardır; bu ümmetin ıcl’i de dînâr ve dirhemdir (küçük ve büyük paradır).” [150]
“Bazı insanlar, Allah’ın nimetiyle geceyi geçiriyor, sabah olunca da, ‘bize şu yıldız sebebiyle yağmur yağdırıldı’ diyor. Böyle demeleri sebebiyle onların çoğu kâfir olmuştur.” [151]
“Yüce Allah’ın yanında gök kubbe altında Allah’tan başka tapınılan tanrılar içinde, kendisine uyulan hevâ (aşırı istek ve tutkulardan) daha büyüğü yoktur.” [152]
"Altına tapanlar mel'undur, gümüşe tapanlar mel'undur." [153]
"Hıristiyanların Meryem oğlu İsa'yı övdükleri gibi beni övmeyiniz. Yalnız, ‘Allah'ın kulu ve elçisidir’ deyiniz." [154]
İbn Mes'ud (r.a.) diyor ki: "Ben, “Ey Allah'ın Rasûlü, günahların en büyüğü hangisidir?” diye sorduğumda, buyurdu ki: "En tec'ale lillâhi nidden ve hüve halekake (Allah, seni yaratmış olduğu halde kendisine nidd/şirk koşmandır)." [155]
Bir adamın Peygamberimiz (s.a.s.)'e "Allah ve sen isterseniz" demişti. Bu söze karşılık Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "E cealtenî lillâhi niddâ (Beni Allah'a nidd/eş mi koşuyorsun?"
“Kim bir müşrikle ittifak yapar ve onunla birlikte ikamet ederse, o da onun gibidir.” [156]
"Allah yahudi ve hırıstiyanlara lânet etsin, peygamberlerinin ve sâlih kişilerinin kabirlerini mescid yaptılar." [157]
Ebû'l-Heyâc el-Esedî anlatıyor: "Bana Hz. Ali (r.a.): 'Rasûlullah (s.a.s.)'ın beni göndermiş olduğu şeye ben de seni göndereyim mi?' diye sordu ve Rasûlullah'ın kendisene: "Haydi git, kırıp dökmedik put, düzlemedik yüksek kabir bırakma!" buyurduğunu söyledi." [158]
“Dikkat edin! Bütün câhiliyye emirleri (kanunları, yasaları, hükümleri ve bakış açıları) ayaklarımın altındadır ve hepsi de kaldırılmıştır...” -Vedâ Hutbesinden-[159]
“Câhiliyye dâvâsıyla hak iddia eden kimse bizden değildir.” [160]
"Herkim körükörüne (dikilmiş) bir sancağın altında asabiyete davet veya bir asabiyete yardım ederken ölürse, bu câhiliyyet ölümüdür.” [161]
Günümüzde Hayvanları Kutsallaştırma
Hayvanları kutsallaştırma ve hatta onlara tapma, eski câhiliyye dönemlerinde, insanlığın ilkel dönemlerinde mi kaldı zannediliyor? Okullarda ve “câhil”lerin eserlerinde, Dinler Tarihi diye resmî söylemlere uygun bazı ders kitaplarında yazılıp okutulduğu gibi; ilk insanların dini şirk değildi; insan kendi kendine din kavramını icat etmiş, yavaş yavaş geliştirmiş de değildi. Tabiat güçlerini kutsallaştırmakla din ihtiyacını tatmin etmeye başlamış, korkularını bununla yenmiş ve sonra hayvanları tanrı kabul etme aşamasına geçmiş, çok tanrılı dinlerden kademe kademe tek yaratıcı fikrine yönelmiş değildi. İlk insan, bilindiği ve tüm müslümanların inandığı gibi ilk İslâm peygamberi idi ve tevhid dinini Allah’tan aldığı vahiy doğrultusunda diğer insanlara bildirmiş ve uygulamıştı. İnsanlar, uzun dönem muvahhid olarak yaşadıktan sonra; tevhide gereken önemi vermekte ihmalkâr davranıp dünyevîleştikleri, yönetici ve varlıklı kişilerin saptırmaları karşısında gerekli tavrı gösteremedikleri için, yavaş yavaş putçuluğa kaymışlar ve halifesi olarak yaratıldıkları eşyanın ve hayvanların kulları haline gelmişlerdir.
Tarihte nasıl tevhid önemsenmeyip egemen çevrenin ve müşrik yöneticilerin etkisi ve yönlendirmesiyle, insan kendi şerefini unutup, basit maddeden ibaret heykellere ve kendinden çok zayıf hayvanlara tapmaya başladı ise, günümüz câhiliyyesinde de benzer durum söz konusudur. Küfür ve şirk cephesinde değişen bir şey yoktur. Savaş yaparken, ön safa karşıdaki düşmanın taptığı veya kutsal saydığı hayvanları koyarak, düşmanları kendi tanrılarına karşı silâh kullanma gücünü gösteremeyince kolaylıkla mağlûp eden açıkgöz savaş taktikleri tarihte kalmış olabilir. Ama günümüzde yine hayvanlar savaşlara konu olabilmektedir. Amerika’nın Irak’a saldırmasının haklılığı olarak Saddam’ın petrol kuyularını sabote etmesi sonucu petrole batmış karabatak kuşu, tv.lerde bıkılmadan onlarca defa gösterilir.
Ankara’nın en merkezî alanında Eti’lerin boynuzlu geyiğinin heykeli bulunur ve nice insana göre şehrin sembolü kabul edilir. İstanbul’da Kadıköy’ün göbeği Altıyol’da Apis öküzü şeklinde bir boğa heykeli vardır; hem de Sâmirî kadar usta olmayan bir heykeltraşın elinden çıkmıştır; yani böğürmesi bile olmayan dolayısıyla sanat eseri bile sayılamayacak basit bir heykel!
Toplumun en fazla ilgilendiği alanlardan birinin politika, diğerinin futbol olduğunu kabul etmeyen herhalde yoktur. Politik partilerin tamamına yakınının sembollerinin hayvan olduğunu görüyoruz. Futbol klüplerinin de çoğunun bir hayvanla sembolize edildiğine şahit oluyoruz. Bozkurt, hâlâ bazılarınca kutsal bir semboldür, Türklere çıkış yolunu göstermeye devam eder. At, eski Türklerin kutsadığı bir hayvan olduğu gibi, günümüzde nice fedâkârlıklara da kır at için katlanılır. İslâm’a irtica adıyla karşı çıkanlar, yahudi kültürünün açık etkisinin görüldüğü “barış güvercini”ni partileri için amblem ve sembol olarak kullanır. Bu arada arı ve yunus balığını unutmamak gerekiyor; eski partilerden birinin sembolü koç, bir diğerinin de horoz olduğunu da hatırlatalım. Tabii, bu kadar hayvanların sembollüğüyle sürüye dönen yere bir çoban gerekecektir; Çoban Sülü’ler sürüleri gütmek için otuz sene işbaşında kalır.
Aslan Galatasaray, Sarı Kanarya’yı yutmaya çalışır; derken Kara Kartal hücuma geçer. Bazı oyuncular, timsah yürüyüşüyle gol sevincini sembolize eder. İstanbul Boğaları, Denizli Horozları ve Bursa Timsahları da birbirlerini yemeye/yenmeye çalışırlar. Olay, iş dünyasına da sıçrar; Uzakdoğunun aslanları varsa, bizim de Anadolu kaplanlarımız vardır. Cinciler, falcılar hâlâ hayvanlardan yararlanarak kehânetlerde bulunur. İşporta usûlü şans çekilişi yapan bazı tezgâhlar, şans çekilişi için güvercin ve tavşan gibi hayvanları kullanır. Baykuş, uğursuz kuş olma inancına konu olmaya devam ederken, bazılarının başına yine talih kuşu konar. Bazı ev ve işyeri kapılarına Anadolu’da hâlâ at nalı, koç başı veya boynuz asılır. Ev ve işyerinin kaza ve belâya uğramaması için kan akıtılması ve kanın binaya, insanın alnına sürülmesi gerektiği inancı devam eder.
Tasavvufî konuşmalarda kedi ve çoğunlukla köpek, müslüman için örnek alınması gereken onun özelliklerinin taşınması istenen hayvan özelliğini sürdürmeye devam eder. Tasavvufta, sûfî olmadığı halde sûfîlerin arasında bulunan kimseye kıtmîr denir. Kıtmîr, ashâb-ı Kehf’in, köpeğinin adı olarak meşhurdur. Dervişler ve müridler, bir köpek sadâkati ile şeyhlerinin kapısında beklemeyi ve ulumayı en büyük şeref bilirler.[162] Nakşîliğin kurucusu Bahâeddin Nakşbend, A. Geylânî’nin türbesine şu ibarenin yazılmasını emretti: “Pirlerin kapısında köpek ol, eğer Hakk’a yakın olmak istersen. Zira aslanlardan daha şereflidir, Geylânî’nin kapısındaki köpek.”[163]
Muhammed Bahauddin tasavvuf meşhurlarından birinin şu sözünü nakletmektedir:
"Köpek ve domuz ancak ilahımızdır. Allah da kilisede ancak bir rahiptir."
Bu beyti nakleden kişi, tasavvuf ruhunun güzelliğini açığa çıkarmak için derin bir sevgi ciddiyeti içinde onu örnek almakta ve mânâsıyla ruhunu doldurmaktadır.
Köpekler Tasavvufçuların Velilerdir!
Karanlık devirlerinde ve putperest dönemlerinde bile insanlık köpekleri tanrılaştırmamışken, tasavvufçular şirk şekillerinde bir yenilik yaparak yeni putlar uydurmaya çalışmışlardır. Tarihte en çirkin putperestliklerin bile tanrılaştırmadıkları köpekleri tanrılaştırmak istemişlerdir.
et-Tilimsani'nin, köpeğin çürümüş kemiklerinin tasavvuf tanrısının kendisi olduğuna dair sözlerini naklettik. Muhammed Bahauddin'in de şeyhlerinin köpeği nasıl tanrılaştırdığını ifade eden sözlerini aktardık. Şimdi de efendisi el-Acmi'nin kerametlerini anlatan eş-Şarani'ye kulak verelim:
"Gözü bir köpeğe ilişti. Köpeklerin tümü ona boyun eğdi. Bütün insanlar ihtiyaçlarının giderilmesi için ona başvurur oldular. O köpek hastalanınca etrafına köpekler toplanıp ağladılar. Ölünce de uluma ve ağlamaya başladılar. Allah bazı insanlara ilham etti de onu defnettiler. Köpekler ölünceye kadar onun kabrini ziyaret ediyorlardı. Köpeği bir bakış bu duruma getirirse, insana yöneltilince neler yapmaz ki?!" [164]
eş-Şarani, sözünü ettiği el-Acmi'nin halvetinden çıkarken bakışı kime ilişirse özünün som altına dönüştüğünü nakletmeyi de ihmal etmiyor.[165] Şarani'nin ifadesine göre adam insanlar için çok tehlikelidir. İnsanların görmelerine engel olan bir kişi nasıl veli olabilir? Böyleleri toplum için bir felaket olmaz mı?
Tasavvuf tarihi boyunca köpek tasavvuf meşhurları arasında ideal bir örnek olup hepsinin hedefi onun gibi olmaktır. Gerekçeleri de Ashâb-ı Kehf'in köpeği Kıtmîr'in adının Kur'ân'da geçmiş olması ve o köpeğin sözkonusu insanlarla beraber bulunmasıdır. Sanki Kur'ân'da adı geçen bütün varlıklar mukaddesmiş gibi Kıtmîr adı da orada geçti diye tasavvufçular tarafından kutsallaştırılmaktadır. Firavn, Karun, Ebu Leheb ve daha başka kâfirlerin adları Kur'ân'da geçmesine rağmen İslâm nazarında hiçbiri kutsallaşmadığı gibi Kıtmîr’in de bundan dolayı kutsallaşması ve ideal bir örnek olması sözkonusu değildir. Ama ne hikmetse, tasavvuf meşhurları kendilerine Kıtmîr adını takmayı ve onun gibi bir köpek olmayı kendileri için en büyük ideal bilirler. F. Gülen de Kıtmîr diye meşhur olmuş köpek olmayı arzuladığını sık sık vurgular. Kıtmir ismini kendine pek yakıştırır. Kendinden bahsederken “Kıtmir’iniz”, “bu Kıtmir” gibi ifadeleri o övünerek dillendirir. Bu da köpeği kutsallaştırmaları ve ideal bir örnek saymalarından ileri gelmektedir. Daha önce Nakşibendiler'in şeyhinin köpeği nasıl bir veli gördüğünü ve dualarını nasıl aldığını kaydetmiştik. Bu nevi misaller menkıbe kitaplarının hemen çoğunda bulunmaktadır.
Tasavvufçuların eskileri böyle olduğu gibi yenileri de bu şekildedir. Günümüzden bir örnek verecek olursak, Ribat Dergisi'nin 1982 tarihli ikinci sayısında çıkan ve ideal bir mü’mini ve müridi köpeğe benzeten aşağıdaki yazısını gösterebiliriz. Şöyle diyor:
Köpekte Bulunan On Güzel Haslet
1- Sadakat: Köpek, sahibini terk etmez; kovsa da bırakmaz, küsmez, hizmet eder.
2- Kanaat: Ne verilirse râzı olur. Sofraya sokulmaz, bulduğu ile iktifa eder. Yerine biri gelse onu oradan kovmaz.
3- Tevazu: Yattığı ve gezdiği yer, alelâde yerlerdir. Kendi için yüksek yer aramaz. Ne yedirilirse yer.
4- Tevekkül: Yarını düşünmez, yerini yermez, erzak biriktirmez.
5- Teslimiyet: Sahibini bırakmaz. Dövse de, ayağını kırsa da yine çağırınca gelir. (Kuyruğunu sallayarak) teslimiyet gösterir. İyilik edeni bilir ve unutmaz.
6- Zühd: Kendisini umumi zuharata bırakmıştır. Gelecek için bir düşüncesi ve hazırlığı ve esaslı bir bakımı yoktur.
7- Miskinlik: Her yeri dolaşır. Bir şey verilirse alır, vermezlerse bakar geçer. Kendine dokunmazlarsa bir şey yapmaz, yoluna gider.
8- Uyanıklık: Çok az uyur. Şehirlerin, köylerin sokaklarında gece bekçisidir. Hırsızları tanır. Evleri, bağları, bahçeleri, sürüleri korur.
9- İstiğnâ: Çekingendir. Başkalarının nasibine tecavüz etmez. (Kedi gibi sofralara sokulmaz) kapları bulaştırmaz.
10- Edeb: Köpek haddini bilir. İnsanlar arasında ve hayvan cinsleri içinde insanlara en çok hizmet eden(ler)dir. Emredilen işi tutar. Terbiyeyi kabul eder.
Bu on güzel ahlâk köpekte bulunmaktadır. Hâlbuki bunlar hâlis mü’minlerin ve sâdık müridlerin sıfatlarındandır.[166]
Hâlis mü’minlerin ve sâdık müritlerin ideal örneğinin nasıl köpek olduğunu herhalde anlıyorsunuz değil mi? Köpekte bulunan bu on haslet için ayrıca bakınız. [167]
Kendini uyuz köpeklerden üstün gören bir sâlikin, büyüklerin kemâlâtına kavuşamayacağı konusunda da bakınız.[168]
Fakir gariban vatandaşlardan bazıları çıkar, “doğuda insan olmaktansa, Hindistan’da inek olmayı tercih ederim” der. Avrupa’da hayvanlara verilen değerin burada insanlara verilmediğini görenlerden kimi, eğer reenkarnasyon gerçekse, ikinci olarak Avrupa’da bir ev köpeği olarak dünyaya gelmek istediğini belirtir. Çünkü sosyetenin Paris’ten getirttiği mama ile beslenen lüx salonlarda yaşatılıp özel kuaförlere götürülerek sık sık bakımı yaptırılan sosyete köpeği için harcanan parayı gariban rüyasında bile görememektedir.
Süsleme sanatlarında çiçeklerle hayvanlar yine başrolü oynamaya devam ederler. İnsanlara yine Kumru, Ceylân, Âhu (ceylân), Dudu (papağan), Aslan, Alpaslan, Kartal, Şahin, Doğan, Tuğrul (ak doğan), Esed (aslan) gibi isimler konulmaya devam edilir. Soyadlarının önemli bir bölümünü hayvanlar teşkil eder. Aslan gibi cesur insanımız arı gibi, karınca gibi çalışkandır. Öyle değil mi ya, aslan yatağından belli olur. Sözü uzatmak ve ona buna sataşmak zararlıdır; Çünkü bülbülün çektiği dili belâsıdır. Katır gibi inatçı olmaktansa; kuzu gibi uysal olmak daha az zararlıdır. Bilindiği gibi yürük at, yemini kendi arttırır. Balık kavağa çıkınca doğan aslan parçası çocuğun, kaz gibi aptal değil; tilki gibi kurnaz olduğu, şahin bakışlarından anlaşılmaktadır.
Hümanizmin, insancıllığın modası geçti, şimdi insanlar, hayvancıl takılmaktadır. Hayvan hakları savunucuları sık sık medyaya konu olur. Koyunların kurban olarak kesilmesine barbarlık diyen barbarlar çıkıyor, hayvan hakları için sokağa dökülüyor. Denilebilir ki, akrabaların haklarını savunmak suç mudur? Doğru; onlar, maymundan türemişlerdir; Orta Asya Türkü gibi kurttan değil. Zaten insanı da, konuşan hayvan, düşünen hayvan diye tanımlamıyorlar mı? Vejetaryen modası genişleyeceğe benzemektedir; hayvancıllar, helâl et yerine haram birayı tercih etmekteler. Bazı hayvanlarca, maskara maymunun, insanın atası olarak kabul edilmesi, onu kutsallaştırmak kabul edilebilir.
Günümüzde Sığıra Tapma
Günümüzde hâlâ sığırlara tapıldığını, özellikle Hindistan’ın bazı bölgelerinde ineğin kutsal kabul edilip dokunulmazlığı olduğunu biliyoruz. Bir Hintli’nin inek ve onun ferci hakkında dört ciltlik bir kitap yazdığını söylersek, gerisini siz tahmin edebilirsiniz. İnsan, ancak bu kadar aşağılara yuvarlanabilir[169]. Kur’an, kalbi olduğu halde fıkhetmeyen, akletmeyen, kulakları olup da hakkı duymayan, gözleri olduğu halde hakkı görmeyen, yani iman etmeyen kimselerin hayvan gibi, hatta daha aşağı olduğunu haber verir[170]. İnsanlık şerefini unutup hayvanlara (ineğe, inek fercine, fareye, bokböceğine varıncaya kadar) tapan, dolayısıyla kendisini kutsallaştırdığı hayvanlardan daha aşağıda kabul eden canlıların varlığı, heykellerin ve hayvanların kullarının günümüzde bile bulunması, Kur’an’ı nasıl doğrulamakta, Kur’an’ın evrensel ve çağlar üstü kitap olduğunu nasıl ispatlamaktadır? Kur’an’ın en uzun sûresi olan Bakara sûresine bu adın verilmesine sebep olan Bakara ve ıcl’e tapma olayının tarihsel ve güncel ve de evrensel boyutları değerlendirildiğine, olayın sadece Mısır civarında ve Hz. Mûsâ dönemine has tarihî bilgi olarak değil; her dönem ve her coğrafyaya şâmil bir problemin vurgulanması olarak görüyor ve Kur’an’a saygımızın bir kat daha arttığına inanıyoruz.
Hindistan’da, câmiiye giren ineği kovalayan müslümanların, dokunulmaz tanrıya dokunup onun rahatını bozdu diye öldürülmesine hâlâ devam edilmektedir. Tabii et ihtiyacı veya kurban için bir sığır kesmeye görsün bir müslüman; tanrıya uzanan eller kesilecektir. İneğin kutsallığı günümüzde de sürdürülür. İnek, ana yola çıkmışsa, trafiği altüst edebilir. Tren yoluna yatınca, ineğin özgür isteğine kimse müdâhale etmeden, seslenmeden insanlar, tanrılarının yoldan kalkmak için keyfini bekleyecektir. İnek tanrı, trafiğe, günlük hayata müdâhele etmektedir; gel de Hindistan’da laikliği uygula bakalım! Ama laikler Hindistan’daki ineğe müdâhale edilmesinin gerektiğini savunmazlar; onlara göre, ineğe ve inekliğe müdâhale eden müslümanlara tavır alınmalıdır sadece.
Eski dönemlerde sığıra tapılmasında temel espri, onun bereketi, bolca süt ve et verdiği için rızkı/gıdayı temsil etmesidir. Günümüzde de sosyalistler emeği, kapitalistler ekmeği, eskilerin ineği sembol kabul etmesi gibi kutsallaştırırlar. Bu anlayışa göre dünya, sadece Allah’a kulluk için yaratıldığımız, âhiretin tarlası bir sınav alanı değil; geçim dünyasıdır. Ekmek parası için her yol mubahtır. Bu inanca göre elbette çalışmak İbâdettir; namaz gibi başka İbâdetlere gerek yoktur veya geçim endişesinden ona sıra gelmemektedir. İhtilâl paşası Evren, kendisini devlet başkanı seçtirdikten sonra yaptığı halka karşı bir konuşmasında şu örneği veriyordu: Bir rafta ekmek varsa, onu almak için boyu yetişmeyen bir kimse, başka bir şey yok ve sadece Kur’an varsa, onun üzerine basar ve ekmeği alır; ama yukarıdaki Kur’an’ı almak için ekmeğin üzerine ayağını basamaz. Çünkü ekmek, halkın da anlayışına göre kutsaldır, hem de Kur’an’dan daha kutsal! Ekmek, günümüzde rızkı, bereketi, maddî doyumu, materyalizmi simgelemektedir; eskiden sığırı kutsal sayanların da gerekçeleri bunlar idi. Ekmek parası kazanacağım diyerek her yolu mubah gören ekmeği/geçimi kutsallaştıran insanın durumu, ineği kutsal gören insandan pek farklı değildir.
“Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Hâlâ akıllanmaz mısınız?” [171]
Sanatın Putlaştırılması
Sanat İçin Sanat: Hedefini yitirmiş, boşvermiş insanların toplumudur câhiliyye. Yaratılış sebebini bilmeyen insan, niçin yaşadığını da bilmeyecektir. Ot gibi yaşayacak, amaçsız, idealsiz bir hiç olarak yaşadıktan sonra, anlayışına göre yine bir hiç olacak, toprağa karışacaktır. Bazıları daha idealisttir. Kendilerine göre bir ülküleri vardır. Bu ülkünün başında kendisi, egosu olduğundan savunur idealini. Kendi menfaati, kendi vatanı, kendi ırkı, kendi tarihi, kendi coğrafyası, kendi rejimi, kendi prensipleri, kendi takımı, kendi şarkıcısı, kendi sanatı... Bunların ne kadarı tümüyle kendine âittir; orası ayrı bir konu. Ama o aslında ben merkeziyetçilikle kendini putlaştırmaktadır.[172] Rabbini de kendini de tanımamıştır. Bazıları ise ezilmiş, sömürülmüş, kandırılmıştır. Kendinde ilâhlık göremeyecek darbeler yemiştir. O da piyasadaki ilâhların bir veya birkaçına kul olacaktır. Câhilî insan için kaçınılmaz bir durumdur bu. İnsan, Allah'a hakiki anlamda iman etmiyorsa, ya kendini güçlü görüp ilâhlık taslayacak, ya da kendi üzerinde ilâhlık taslayanları kabul edip onların kulluğuna girecektir.
Câhilî toplumlarda sanatkâr ilâh taslağıdır; Sanat da. Laiklik ayrı bir din (daha doğrusu, çok dinlilik) olduğundan, müslümanın laik olması düşünülemez. "Onun her şeyi, namazı, İbâdetleri, hayatı, ölümü, hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir. O'nun ortağı yoktur. Böyle emrolunmuştur."[173] Elbette müslümanın sanatı da Allah içindir. Sanatta yasakları ve tavsiyeleri Allah belirler. Mü'min her konuda O'na kulluk eder, itaat eder.
Câhiliyye insanı için söylediklerimizin bir benzerini sanat için de söyleyebiliriz: Allah için sanat anlayışı olmayınca, ya sanatın kendisi ilâh yerine geçecek, ya da sanat, piyasadaki ilâhların(!) birine hizmet edip onun kulu olacaktır. Bugün sanat, kendisi putlaştırılmıyorsa; emperyalizm, düzen, fuhuş, moda, sanatçı... gibi ilâh taslaklarının hizmetinde bir kuldur.
Sanatın Putlaştırılması: Sanatın genel olarak putlaştırılması gibi, sanat dallarının çoğu, hem de birkaç yönden put görevi üstlenmiştir.
Heykellerin çoğunun ve bazı resim, hatta fotoğrafların put olduğunu bilmeyen yoktur. Tâğutların resim ve heykelleri böyle olduğu gibi, sâlih insanların heykel veya resmi bile olsa, saygı duyulur, tâzim edilirse put olmaktan kurtulamaz. Hz. İsa'nın, Hz. Meryem'in heykel ve resimlerinin bu konumda olduğunu hepimiz biliyoruz.
Canlı resmi, özellikle insan figürlü resimler, tarihî süreç içinde Müslümanlarca yasak kabul edilmiştir. Özellikle heykel için bu yasaklık daha net ve daha tartışmasızdır. Tevhid inancının temel esaslarını korumak, bu yasağın en büyük hikmetidir. Kendi eliyle yaptığına tapma ahmaklığını bazı insanlar, sadece eski câhiliyye döneminde değil; şu asırda ve çok yakınlarımızda bile göstermekte. Sadece imal ettiği halde "yaratma" vehmine kapılmak, çıplak kadın heykeli, sahte tanrılar, bâtıl dinlerin sembolleri gibi şeyler yapmaya kalkmak ve bunların demirden, tunçtan yontusu için büyük paralar sarfetmek, faydasız bir lüks, yani israf, heykelin yasak sayılması için diğer hikmetler.
Günümüzde müzikholler, gazinolar âyin yerleri haline gelmiş, boşvervemiş gençlik sanatçı denen tuhaf yaratıkların, onlara göre müzik ilâhlarının önünde huşû ile eğilerek onların kulu olmuş durumunu ancak tapınma ile izah edebiliriz. Sanat tanrısının bir el hareketiyle alkış veya dans şeklinde cemaat halinde yapılan tapınmaları, ibâdet coşkusuyla kendinden geçen, ayılıp bayılmaları, yani sanat dininin durumunu putlaştırma örneği olarak görmemek mümkün değildir. Renkli basında veya TV.lerin eğlence programlarında meşhur sanatçılardan bahsedilirken, onlara yeryüzünde benzeyen eş varlıklar bulunamaz. Onlar göklere çıkartılır. "Yıldız"dır, "star"dır onlar; "sanat güneşi"dir. (Bu sıfatlar da gök cisimlerine tapan topluluklardan miras kalan isimlendirmelerdir.) Bunlar da yetmez. Açıkça gençliğin seks ilâhesi, müzik tanrısı gibi tanrılık unvanları resmen verilir. Öyle ya, Türkiye gibi müslümanların, nüfusun % 99'unu teşkil ettiği iddiâ edilen bir yerde, meselâ Sultan Ahmet Câmiinde yatsı namazında yüz kişiyi bulamazken, otuz-kırk bin kişi bir stadyumu, dilinden de anlamadığı bir batılı zibidi veya fâhişeyi dinleyip seyretmek için gecenin geç saatinde doldurabiliyorsa, nüfusun müslümanlara oranı da, ibâdet konusu da düşünülmeye değer değil midir? “Müslümanım” diyenlerin yarısından çoğu namazsız-niyazsız yaşayabiliyorken; müziksiz, kasetsiz, T.V.siz yapamıyorsa, "en büyük filân, başka büyük yok!" diye sanatçının büyüklüğünün ilanı, ezan seslerindeki "Allahu Ekber" ifâdesini çoktan bastırıyorsa, kitlelerin dini ve bu dinde sanatın rolü tekrar sorgulanmalı değil midir?
Sanatın putlaştırılması durumunda İslâm'ın ve müslümanların tavrı çok kesindir: Hz. Süleyman döneminde, put görevi üstlenmediği ve sadece sanat eseri olduğu anlaşılan heykele (timsâl) hoş gözle bakan, eleştirmeyen Kur'an'ın,[174] İbrâhim (a.s.) döneminde put görevi üstlendiği için ateşe atılma pahasına devrilmesini, put-heykellerle mücâdeleyi emrettiğini hatırlayalım. Aynı timsâl (heykel) kelimesini Kur'an bu sebepten tavır alarak ifâde eder: "İbrâhim babasına ve kavmine: 'Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller nedir böyle?' demişti."[175] Yine aynı heykelin Peygamberimiz döneminde put haline dönüştüğü, saygı duyulduğu için onları devirmek, yeryüzünden onları kaldırmak için savaşların göze alındığı bilinir. (Din aynı din, heykel aynı put; ama müslümanlar...)
Hz. Ömer (r.a.) devrinde fethedilen İran'da dünyaca şöhreti olan, paha biçilmez kıymette, dillere destan sanat şaheseri bir halı vardır. Hz. Ömer'e götürülen ganimetlerin arasında o halı da mevcuttur. Herkes Hz. Ömer'in o halıyı kime vereceğini, nerede kullanacağını büyük bir merakla beklemektedir. O, gözlerde çok büyütülen, çok fazla sevilen böyle bir halının putlaştırıldığını, dolayısıyla sanat eseri ve güzel olma vasfını kaybettiğini iyi bildiğinden bu eşsiz halıyı et doğrar gibi bir-iki santimetrekarelik küçük parçalara böler. Onu ele geçiren ashâba taksim eder, dağıtır. Bu büyük bir sanat eserine hakarettir, alay etmedir, doğru. Bir doğru daha var ki, din putlaştırmaya giden yolları böyle keskin kılıçla kesmeyi emreder. Yine aynı zâtın, altında birçok meşhur ashâbın bey'at ettiği Kur'an'da anlatılan[176] ağacın, sonradan saygı duyulup onun arkasında namaz kılınmaya başlandığını, ziyâret edildiğini, kutsandığını görünce hemen ağacı kökünden söktürüp yaktığını ve buna hiçbir sahâbînin itiraz etmediğini hatırlayalım.
Bugünkü bazı mezarlar (yatırlar) ve türbelerin halk için, resmî türbenin de askerler ve devlet erkânı için tapınak halini görseydi o Fâruk, kılıcını sadece bu mimarî yapıları yıkmaya değil, “müslümanım” dediği halde buralardan kurtuluş bekleyen, adaklar adayıp duâlar eden, türbeleri mescid (tapınak) yapan, ölü ve mezar kullarının kellelerini devirmeye de kullanırdı. İlâhlaştırılan, tapınılan sanatçılara karşı, putlaştırılan sanat dallarına karşı müslüman; fârûkî tavrını, tevhîdî bilincini göstermek zorundadır.
Günümüzde sanat denilince akan sular durur. Bazı açıkgözler çirkefliğe sanat damgasını vurunca, artık ayıp, günah, yasak hiçbir uyarının önemi ve yaptırım gücü yoktur. Sanat denilince her şey mubahtır. Sanat dininde haram diye bir hükme rastlanmaz. Çağdaş insan, sanatın kutsallığına inanmalıdır; sanatçıların da ulûhiyetine. Eskiden olduğu gibi, "dinin sanatçısı" yoktur artık; "sanatçının dini" vardır; özel bir din, sanat dini.
Bir de elfâz-ı küfür meselesi var. Sinema filmleri ve tiyatro sahnelerinde müslümanların gözü önünde pervâsızca en galiz küfürler, dinle alay etmeler ve söyleneni, tepkisizce dinleyeni küfre sokan sözler. Hele müzik parçalarının önemli bir kısmında feleğe, kadere çatılan, Allah'a şirk koşulan sözler...
Yer yer "Allah" lafzı, sarhoş ağız ve kulaklara meze. Allah adını haram eğlencelere katmak, haram söz ve işlerin arasında, içinde Allah adı geçen, meselâ "Allah Allah" şarkısı söylemek... Allah'la alayın bu derecesini Ebû Cehil'lerde bile göremezsiniz. Terbiyesizliğin, cür'etin, küfrün bu kadarını, İsa heykelinin önünde şuh danslarla şarkı söyleyip soyunarak İsa heykelini dirilten(!) kliplerle şöhret olan Madonna bile gösteremez. Peki, bunları zevk alarak dinleyen, içinde küfür lafızlarının geçtiği arabesk veya diğer müzik parçalarını, bir müslümanın Kur'an'dan aldığı hazza benzer bir coşkuyla dinleyip seyredenler kimler? Bunların durumu, hükmü? Ya bu cinâyetlere katılmamakla övünen, imanları elinden alınan zavallı kalabalıklara kurtarıcı mesaj veremeyen müslümanlar!
Peki, sanat hep emperyalizmin emrinde bir uyuşturucu, fuhşun hizmetinde haram bir oyuncak ve şirk vesilesi çirkin bir put mudur? Elbette hayır! Bunlar, gerçek sanat değil, sanatın düzmecesidir, sanatın istismarıdır. Sanat sanat ise eğer, ne putlara, ne haramların herhangi birine âlet olacak, Güzel Kitab’ın güzel ölçülerine uygun olacak ve ancak "güzel" hükmünü alacaktır.
Gök Cisimlerinin Putlaştırılıp Bâtıl Tanrı Kabul Edilmesi
Hz. İbrâhim'in tevhid mesajını ilettiği toplumun yıldıza, aya ve güneşe tapanlar olduklarını, Hz. İbrâhim'in bunların ilâh olamayacağına dair aklî deliller sunmasından anlıyoruz. Irak'ta yaşayan Kildanîlerin bu inancı ve bâtıl tanrıların durumları anlatılır ki, düşünülsün; bu tür şirkten vazgeçilsin.[177]
Fahreddin Râzi, heykellerden yapılmış putlara tapmanın, temelde yıldızlara tapmanın sembolü olduğunu ifade ederken, yıldızlara tapmanın özelliklerini de açıklar: Âlimlerin pek çoğu şunu söylemişlerdir: Bazı müşrik insanlar, bu âlemin durumlarının değişmesinin yıldızların durumlarının değişmesine bağlı olduğuna inanmışlardır. Bu inançta olanlar, yıldızların durumunu gözetleyerek bu dünyada meydana gelen mutluluk ve mutsuzlukların, yıldızlardaki talihlerine bağlı olduklarına inanmışlardır. Onlardan bir kısmı, yıldızların varlıklarının zatları gereği olduğuna, bu âlemleri de onların yarattığına inanmışlardır. Yine onlardan bir kısmı, bu yıldızların en büyük ilâhın mahlûkları olduğuna, bu yıldızların da âlemin yaratıcısı olduğuna inanmışlardır. Birinciler, bu yıldızların gerçekte ilâh olduklarına, ikinciler de onların, Allah ile insanlar arasında vâsıta olduklarına inanmışlar, böylece onlara ibâdet ve inkıyatla meşgul olmuşlardır. Sonra ise, yıldızların çoğu zaman gözlerden gizli olduklarını görünce, onlar nâmına bazı putlar edinmişler ve bu putlara ibâdetleriyle de bu gök cisimlerini kast ederek ve yıldızların görünmeyen gölgelerine yaklaşarak putlara tapınmaya yönelmişlerdir. Derken zaman uzayınca, yıldızların isimlerini aradan çıkarıp sadece bu heykellere tapınmaya başlamışlardır. İşte bunlar, gerçekte yıldızlara tapan kimselerdir.[178]
Kur’ân-ı Kerim, güneş ve ayın Allah tarafından hizmete âmâde kılınmasını, O'nun büyük nimetlerinden olarak zikreder.[179] Onların sayma ve ölçü vesileleri olmak,[180] aydınlatmak[181] gibi faydaları vardır. Bütün özellikleriyle, Allah'ın âyetlerindendirler.[182] Bunlar, belirli bir zamana kadar görevlerini yapacak, süreleri dolunca dürülüp toplanacaklardır.[183] Allah, güneşe ve onun kuşluk zamanındaki parlaklığa kasem etmekle[184] ona bir değer verdiğini gösterir. Öyleyse insan onlara değil; onları yaratan ve teshir eden Allah'a şükür ve ta'zim etmelidir.
Kur'an, Sebe' halkının güneşe tapmalarını vesile ederek, bu ibâdetin sapıklık olduğunu söyler.[185] Bir âyette de, bütün insanlara, mutlak olarak şunu ilân eder: "Gece ile gündüz, güneş ile ay Allah'ın varlığının âyetlerinden/belgelerindendir. Güneşe ve aya secde etmeyin; eğer Allah'a kulluk etmek istiyorsanız, bunları yaratana secde edin."[186] Burada şöyle bir işaret bulunabilir: Bu varlıklara tapanların en azından büyük bir kısmı, Allah'a inanıyor ve ibâdet ediyorlardı, dolayısıyla bu gök cisimleri, bağımsız tanrılar değillerdi. Fakat onlara tapanlar, onları ibâdetlerinde şerik/ortak koşuyorlardı. Allah, bu yaratıklara tapınmayı bırakıp, ibâdetin onları yaratan'a tahsis edilmesini emrediyor. İslâmiyet, tapınma secdesi olmasa bile, öbür mahlûklar gibi bunlara da ta'zimi yasaklamıştır.[187]
d- Gök'e Tanrılık İsnâdı, Eski Türklerin Gök Tanrısı: Şamanlık inancına bağlı Türklerin Gök Tanrısı anlayışında gök, cisimleştirilmiş, somut tanrısal bir varlık olarak kabul edilmiştir.[188]
"Gök Tanrı" anlamında eski Türkler, "Tengri" "Tangrı" diye isimlendirdikleri bir iyilik tanrısına inanıyorlar, bunun gök olduğunu kabul ediyorlardı. Orta Asya Türklerine göre bu Gök Tanrı; yeryüzünün, insanların ve görünür görünmez her varlığın yaratıcısıdır. İnsanların yaşantıları arasında dengeyi o sağlar, O, bütün kâinatın efendisidir.[189] (Türkçe "Tanrı" kelimesi, aslında bu şirk unsuru olan Gök Tanrı anlamında olduğundan Allah için kullanılmamasını tavsiye ederiz.)
Gök Tanrı kültünün hemen bütün Orta Asya Türk toplumlarında çok köklü bir inanç olması sebebiyle etkisi, İslâm sonrası dönemde dahi kendini göstermiştir. Bu kültün İslâmî döneme mahsus bazı metinlerde de ortaya çıktığı müşahede olunmaktadır.[190]
Günümüzde Gök ve Gök Cisimlerinin Putlaştırılması: "Gök Tanrı" inancının çok eski dönemlerde kaldığı, artık güneşe, aya, yıldızlara kimsenin tapmadığı gibi anlayışlar, kesinlikle doğru bir yargı değildir. Şirk cephesinde yeni bir şey yok. Kur’ân-ı Kerim de bu yüzden "güneşe ve aya secde etmeyin."[191] demekte; günümüzdeki insana da bu mesajı iletmektedir. Türklerin Gök Tanrı'larının çoktan ölüp tarihin çöplüğüne gömüldüğü anlayışıyla ilgili bir yargıya varıp varmamak için gelin, bu konuda aynamızı topluma tutalım:
Medyada; medyumlardan, falcılardan, astrologlardan yani modern müneccimlerden geçilmiyor. Boyalı basın dediğimiz, yazıdan daha çok resimlerin yer aldığı gazetelerin tümünde her gün burç ve fal köşeleri yayınlanmaktadır. Buralarda "yıldızınız diyor ki", "burcunuz", "elektronik burç falı", "bilgisayarlı astrolojik fal" gibi köşelere ne demeli? (Bu hurafeler, irtica kavramına girmediğinden kimsenin bir şey dediği yok. Peki müslümanların da mı diyeceği yok?!)
Günümüz ve Modern Müneccimlik: Müneccimlik, sanıldığı gibi tarihe karışmış değil; sadece modernleşmiştir o kadar. (Müneccim: Yıldızların hareketlerinden ahkâm çıkaran kimseye verilen addı. Şimdi bu işle uğraşanlara astrolog veya medyum deniliyor. Astrolog: Yıldız falına bakan kimse demektir. Horoskop denilen yıldızların, burçların bulundukları yerin haritasını çıkarıp, falına bakacakları kimsenin doğum tarihleriyle kıyaslayarak geleceği -gayb- hakkında hüküm çıkartırlar. İlm-i nücum denilen bu bilime(!) şimdi astroloji denilmektedir.) Eski Yıldızname'lerin yerini günlük burçlar, astrolojik hurafeler almış; müneccimin adı da astrolog veya medyum olmuştur artık. (Yıldızname: Yıldızların hareketleri ile insanların kaderi arasında var olduğu iddia edilen ilişkileri konu edinen kitap, astroloji kitabı, horoskop vb. haritalar, fallar)
Günümüz ve Yıldız: Açıkça kâfir olanların yanında, nice “Müslümanım” diyen insan, hâlâ yıldızların, burçların insan kaderinde etkili olduklarına inanmaktadır. İki kişi, birbirleriyle iyi anlaşıp geçinemiyorsa suç onların değildir; sebep yıldızlardır: Yıldızları barışmıyordur da onun için. Birisi, ün mü kazanmıştır, talihi açılıp meşhur mu olmuştur; öyleyse onun yıldızı parlamıştır. Herkesçe sevildiği için onun yıldızı dişidir de o yüzdendir bu sempatiklik. Yok, itibardan düşer, ününü yitirerek eski şöhreti kalmazsa, sebep; onun yıldızı sönmüştür. Artık o yıldızı düşük biridir. Biri ölünce, onun yaşayında etkili olan yıldızı, onu terkederek başka diyara göçtüğü için o ölmüştür. O zaman bir yıldız kaydı denilir. Müneccimin, kâhinin; geleceği (her şeyi değilse bile, çok şeyi) bileceğine hâlâ inanılır ki, gelecekle ilgili değerlendirmelerde bulunanlara sen müneccim misin, nereden biliyorsun, diye sorulur; 'adam sanki kâhin' denilir.
Yine, bu sapık düşünceye göre yıldızlar konuşur, vahyeder; onların Rasulleri/elçileri ise astrologlar, medyumlar ve cincilerdir. Yıldızların konuşma dilini anlayan bu sivri akıllılar, bu mesajları "yıldızınız diyor ki..." , "burcunuzun durumuna göre başınıza şu, şu gelecek" diye insanlara para karşılığı tebliğ edilir ki, bu mesaja göre bilinçlensinler ve ona göre davransınlar.
Haberden, fikirden daha çok magazine yer veren, yani hangi sanatçı(!)nın karnı ağrıdığından, hangisinin ayakkabısın ne renk olduğundan bahsedip dört bir yanından resimleyen gazeteler, bir bahane bulup/uydurup çektikleri resim için yazacakları yazılarda bu iffetsizleri topluma örnek olarak lanse etmeye çalışırlar. Tabii televizyonların nice programında da göstere göstere ve haramları cilalayarak bu meşhur edilen sanatçılar konu edilirken onlar yere sığdırılamaz, göklere çıkarılır. Onlara yeryüzünde benzeyen eş varlıklar bulunamaz. "Yıldız"dır onlar, "star"dır, "sanat güneşi"dir. Bu sıfatlar, gök cisimlerine tapan topluluklardan miras kalan isimlendirmelerdir.
Günümüz ve Felek: "Felek": Gök, gökyüzü, semâ, her gezegene mahsus gök tabakası, yörünge gibi anlamlara gelir. Çoğulu "eflâk"tır. Felekiyat: Gök bilgisi, astronomi ilmi demektir. Felekî: Felekle alakalı, yani astronomi ile ilgili anlamına gelir. Felekiyun: Astronomi/gök bilimi ile uğraşanlar demektir. Kur'an'da felek kelimesi, iki yerde geçer. Bu iki âyette felek; küre, yörünge anlamında kullanılır. "Ne güneşin aya erişmesi kendine yaraşır, ne de gece, gündüzün önüne geçebilir. Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzmektedir."[192] "O, geceyi, gündüzü, güneşi, ayı yaratandır. Her biri bir felekte/yörüngede yüzmektedir."[193]
Şimdiki bilim açısından geçersiz olan ve bizim açımızdan da bâtıl görüşe, Batlamyus teorisine göre, bütün felekleri saran en büyük ve en yüksek feleğe, Atlas feleği denir. Atlas feleği dönerken diğer sekiz feleği de kendi istikametinde dönmeye zorlar. Bu dönüş büyük bir özellik taşır. İnsanların talihleri, refah ve mutlulukları üzerinde değişken ve aksi durumlar ortaya koyar. İşte felekler üzerine şikâyetin arka planında bu anlayış vardır. Eski zamanlardaki bâtıl inanışa göre, güneş feleğin ve göğün sultanıdır. Diğer gezegenler de onun çevresinde birer vazife ve hizmet görürler. Buna göre ay vezir, Utarid kâtip, Merih başkumandan, Müşteri kadı, Zühal bekçi, Zühre de çalgıcıdır. İlk yedi felekteki gezegen yıldızların insanlar üzerinde hayırlı ve hayırsız tesirleri olur. Bu tesirler, o yıldızın etkisinde doğan kişiler üzerinde değişik haller ortaya koyar. Meselâ Merih ile Zuhal uğursuz, Güneş ile Müşteri uğurlu yıldızlardır. Diğerleri ise bazen uğurlu, bazen uğursuz olurlar. Bu bâtıl inanca göre bu yıldızların yeryüzüne hâkim oldukları aylar, günler ve saatler vardır. Uğurlu saatler ve uğursuz saatler, böylece insanlar ve onların üzerinde etkili olurlar. İnsanlar da bu saatlerde başlarına gelenler için şikâyet eder veya memnuniyet bildirirler.[194]
Yıldızların insanın kaderine hakim oldukları inancı, feleğin kader mânâsını kazanmasına yol açmıştır. Araplar, bu anlamda feleğe dehr, İranlılar çarh derler. Bu felek teorisinin, gök cisimleri ve gök hadiselerinin insanın kaderine hakim olduğu anlayışı ile birlikte eski bâtıl dinlerde de büyük bir yer ayrıldığını görüyoruz. İslâm kaynaklarının haber verdiği Sabiîler (Yıldıza tapanlar) bunlardır. Bu bâtıl inanışlara göre yıldızların kimi uğurlu, kimi uğursuzdur. Yıldızların her biri belli günlere ve saatlere hakimdir. İlm-i nücum veya yıldız falı ile uğraşanlar, insanın doğduğu gündeki yıldızların veya burçların durumuna bakarak insanın sağlığını, ahlâkını, başarı derecesini, kısaca kader ve talihini keşfetmeye çalışırlar.
Edebiyatta felek, daha çok şikâyet yerine kullanılır. Edebiyatın feleğe karşı tutumu olumsuzdur. Çünkü felek, kıyıcı, zâlim ve hilekârdır. Sözüne güven olmaz. Kimse onun elinden aman bulmamıştır. Aşığı sevgilisinden ayıran, insanı mihnete gark eden, tam amacına ulaşacağı sırada talihini ters çeviren felektir.
İlkel bâtıl dinlerden, bâtıl inanışlardan, mitolojiden ve efsanelerden kaynaklanarak halk muhayyilesinde oluşan felek-kader münâsebeti, feleğin halk arasında kambur felek, kahpe felek gibi tâbirlerle anılmasına, feleğin çemberinden geçmiş gibi deyimlerin oluşmasına sebep olmuştur. Rüzgâr gülü'ne eskiden çark-ı felek denirdi.[195] Şimdi bu ad, daha çok kumar oynamak için döndürülen yuvarlak masaya denmektedir.
Duymuşsunuzdur, nice insan, şartlar uygun gidersa, bir terslik çıkmazsa anlamında felek yâr olursa der. Güzel, keyifli (daha çok da haram eğlencelerle) bir gece veya gün geçirirse felekten kâm aldığını söyler; veya anlayışına göre felekten bir gece (gün) çalmıştır. Haksızlığa, zulme, felâkete uğradıysa, feleğin sillesini yemiştir. Talihsizlikten yakınıyorsa, bunu feleğe küsmekle ifadelendirir. Kendi tecrübeleri ile hayatın iyi ve kötü yönlerini bilen ve her işin altından kalkanlara feleğin çemberinden geçmiş denir. Bahtsız kimselere felek düşkünü dendiği olur. Dönek, sözünde durmayan anlamında felek meşrep denilir. Şaşkınlıktan veya korkudan ne yapacağını bilemez hale gelen insan da feleğini şaşıran kimsedir. Ters döndüğü için, bu kadar kutsal gücü olduğu halde kahpe felektir; gök kubbesinin yuvarlaklığından dolayı da kambur felektir. İstediğine istediğini yapar bu felek: Ah bu kambur felek; kimine karpuz yedirir, kimine kelek! Kimine ceket giydirir, kimine yelek!
Arzın/Ülke Topraklarının Kutsallaştırılıp Putlaştırılması
İnsan, belli bir yerde değil; tüm yeryüzünde halife olması için yaratılmıştır. İslâm'ı, bulunduğu yerde yaşayıp oraya hâkim kılmak için çalıştığı gibi, dünyanın ulaşabildiği her tarafına da götürme zorunluluğu vardır. Bir insan, doğacağı yeri seçme hakkına sahip olmadığından, tercihinde olmayan bir konudan dolayı ne ayıplanır, ne de şereflenir. Allah, bizi bu topraklarda değil de; çok farklı hatta sevmediğimiz bir yerde dünyaya getirebilirdi; Diğer insanların oralarda dünyaya gelmesi gibi. O zaman o yaratıldığımız yerin mi, yoksa şimdi yaşadığımız yerin mi kutsal olması gerekecekti? Müslüman için tüm arz Allah'ın mülküdür. Hepsi aynı değerdedir. Bir yerin fazileti, orada inanılıp uygulanan inançla ilgili olmalıdır. Toprak, üstünde yaşayan insanların inançlarıyla bütün olarak değerlendirilmelidir. Bu arada nice insanın hadis diye ileri sürdüğü “Hubbu’l vatan mine’l îman (Vatan sevgisi imandandır) ifadesinin hadis olmadığını, mevzû/uydurma olduğunu söyleyelim.[196] İnsanın ırkına, doğduğu yere göre bir toprak parçasına kutsallık atfetmesi, Allah için değil de; o toprak parçası için ölümü göze alabilecek hale gelmesi, vatanın -üzerinde hangi hükümlerin uygulandığına bakılmadan- yüceltilmesi bu açıdan değerlendirilmelidir. Vatan kelimesi Kur'an'da geçmez. İslâmî açıdan yurt veya vatan "dâr" kelimesiyle ifade edilir. İslâm toplumunun yaşadığı ve hâkim olduğu yerler için "dârulİslâm", müslümanların idare ve hâkimiyetleri altında olmayan yerler ise "dârulharp" kabul edilir. Eğer bir kimse, yaşadığı ülkede dinî inanç, dinini koruma ve dinini yaşama hürriyetini kaybetmişse, gücü yetiyorsa cihad ederek bu temel haklarını yerli veya yabancı işgalcilerden geri alması veya gücü yetmiyorsa, bunları koruyup dinini yaşayabileceği yere hicret etmesi gerekir. Cihad ve Hicret'in Kur'an'da ve sünnette çok büyük önemi vardır.
Ayrıca, içinde Kâbe'nin bulunmasından dolayı müslüman açısından dünyanın en kutsal yeri sayılmaya müsait olan bir vatanda, Hak dinin yaşanamadığı için oradan hicret eden Rasûlüllah ve ashâbının, aynı zamanda gerçek vatanları olan Mekke'deki yönetime karşı inanç savaşı yaptıkları unutulmamalıdır. Şu âyet; vatan, cihad ve hicret kavramları açısından değerlendirilmelidir: Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler: 'Dünyada ne işte idiniz?' derler. Bunlar; 'biz yeryüzünde güçsüz bırakılmış çaresiz kimseler idik' diye cevap verirler. Melekler: 'Allah'ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!' derler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir."[197] Medine için, oradaki hurmaları için savaşan kimsenin mücâdelesinin Allah için olmadığı, ancak Allah yolunda savaşanların cennetle müjdelenen şehitler olabileceğini Rasûlullah'ın hadislerinden öğreniyoruz.
Müneccimlik ve Falcılık; Gayb Bilme İddiâsı ve Yıldızları Putlaştırma
Müneccimlik, gelecekte meydana gelecek, özel ve genel olaylara, yıldızlara bakarak haber vermektir. Hz. Peygmaber’in bu konuyla ilgili şöyle bir ikazı vardır: “Bazı insanlar, Allah’ın nimetiyle geceyi geçiriyor, sabah olunca da, ‘bize şu yıldız sebebiyle yağmur yağdırıldı’ diyor. Böyle demeleri sebebiyle onların çoğu kâfir olmuştur.”[198] Yine bir başka hadis rivâyeti de benzer bir ikazdır: “Kim yıldızlarla haber vermeye çalışırsa, sihir ile haber vermiş olur.”[199]
Bu hadisler, yıldızların uzaklığını, yerlerini, yörüngelerini gözlem ve araçlarla inceleyen astronomi ilmi hakkında değildir. Bu ilim, ilkeleri, kuralları ve araçları olan bir ilimdir. Kur’an zaten, baştan sona insanları gözleme, düşünmeye, araştırmaya ve evrenin sırlarını keşfetmeye dâvet etmektedir. Ancak, ilimleri, gaybı biliyormuş gibi yorumlamak, insanı şirke götürür. Çünkü gaybı bilen sadece Allah’tır.
Gelecekte olacak şeyler hakkında bilgi sahibi olmak için başvurulan çeşitli yolların en belirginlerinden biri faldır. Daha çok baht, uğur ve talihi, genel olarak da gelecekte olacak şeyleri anlamak için birtakım garip yollara başvurarak bunlardan anlam çıkarma ve kişilik okuma işine fal; bu işi yapmaya da falcılık denir. Gelecek zamanda vuku bulacak olayları haber vererek gayb sırlarını bildiğini iddia edene de falcı, medyum denir.
Câhiliyye Arapları, bir yolculuğa, bir savaşa, bir ticarete, evlenmeye, yahut herhangi önemli bir işe teşebbüs edecekleri zaman üç zar (veya ok) çekerler, yahut kuş uçururlardı. Bu zar veya okların birinde, "Rabbim emretti", yahut "yap" diye emir; diğerinde "Rabbim nehyetti" veya "yapma" diye nehy kelimeleri yazılı olurdu; biri de boş bulunurdu. Birisi torbaya elini sokar, zarlardan birini çeker, emir çıkarsa yaparlar, nehy çıkarsa yapmazlar, boş çıkarsa bir daha çekerlerdi. Kur'an, bunu şiddetle yasaklamıştır. "Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytan işi birer pisliktir; bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz."[200]
Burçlar
Yüce Allah, kerim kitabında gökte burçlar yarattığını söyler.[201] "Burçları olan semâya andolsun ki..."[202] diye buyurur. Allah, gökte burçlar yarattığını söylerken, gökle ilgili "es-semâvât" şeklinde çoğul değil de; "es-semâ" şeklinde tekil olarak kullanır. Burada semâ, bildiğimiz en yakın semâ (dünya semâsı) demektir. Burç; yüksek köşk, bina ve kale anlamlarına gelir. Semâdaki burçlar ise; gökte durumları birbirlerine göre aynı kalan yıldız toplulukları demektir. Müfessirler, âyetlerde geçen semâdaki burçları tefsir ederlerken, bunları büyük yıldızlar, ya da semânın kapıları diye tercüme etmişlerdir. Gökte yıldızların araştırılıp üzerlerinde düşünülmesi için burç taksimlerini İdris (a.s.)'ın yaptığı söylenir. Yerin haritasında şehirler, kasabalar ve bunlardaki yüksek binalar, nasıl bir alâmet ve işaret ise, gökteki yıldızlar ve yıldız takımları da böyle birer işarettir. Güneş'in bir yıl içinde görünürde içinden geçtiği farz edilen gök kuşağı ve bunun yanlarında bulunan takım yıldızları (Zodyak takım yıldızları)na Burçlar kuşağı da denir. Burçlar kuşağı, 30 derece uzunluğunda 12 bölgeye ayrılmıştır. Bu 12 burcun teşkil ettiği alana Burçlar bölgesi denilir. Güneş'in ilkbahardan itibaren bir yol boyunca, sırasıyla takip ettiği takım yıldızlarına eskiden beri hamel (koç), sevr (boğa), cevza (ikizler), şeretan (yengeç), esed (aslan), sünbüle (başak), mizan (terazi), akreb (akrep), kavs (yay), cedi (oğlak), delv (kova), hût (balık) isimleri verilmiştir.
Burç ve Yıldız Falının Hükmü
Bugün yaygın olan fal çeşitlerinden biri de, modern câhiliyyenin itibar ettiği yıldız falıdır. Gökteki burçlardan yola çıkılarak yapılan bu falcılığın aslı, Sâbiîlere dayanır. Sâbiîler, gökyüzünü on iki burca taksim etmişler ve eflâkten/göklerden yalnız tapındıkları ve heykellerini diktikleri "sebaî" gezegenlerin durumlarına göre, yeryüzünde meydana gelecek olayları bildireceği iddiasıyla yıldızlarla ilgili birtakım hükümleri yazmışlardı. Onların bu inançları, günümüze kadar gelmiş bulunmaktadır.[203]
Dinimizin kesinlikle yasakladığı falcılık, bir çeşit gaybdan haber vermektir. Hâlbuki, Kur'an; gaybı, Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilemeyeceğini, peygamberlerle melekler dahi kendilerine vahyedilmedikçe gaybdan haber veremeyeceklerini açıkça bildirmektedir. "De ki: 'Göklerde ve yerde olan gaybı, Allah'tan başka bilen yoktur."[204]; "De ki: Size 'Allah'ın hazineleri elimdedir demiyorum, gaybı da bilmiyorum."[205]; "Eğer gaybı bilseydim, daha fazla hayır yapardım." [206] âyetleri buna yeterli delildir.
Kendilerine "arrâf", "kâhin" veya "medyum" denilen falcıları ve bu falcılara gidip fal açtıran, onlara inanan veya destekleyenleri Peygamberimiz, ağır bir dille kınamış, hatta küfürle nitelemiştir. "Kim bir arrâfa gidip de ona bir şey sorarsa, kırk gecelik namazı kabul olmaz."[207]; "Kim bir kâhine gider, dediklerini doğrularsa; şüphesiz ki Muhammed'e indirilmiş olanı inkâr etmiş olur."[208]
Burç falı, "insanları, doğdukları burçlara göre gruplayarak geleceğini okumaya, kaderine dair konuşmaya" denir. Modern câhiliyyenin yaşandığı günümüzde kendini aydın sanan birtakım gazete ve televizyon programcıları, her gün yıldız falı hurafesiyle insanların kaderi hakkında birtakım yorumlar yapmaktadırlar ki bunlar hiçbir bilimsel dayanağa sahip değildir. Ayrıca bu asılsız yorumlar, okuyucuların ruhsal dengelerine olumsuz yönde etki yapmaktadır. Bu bir atma, saçma ve aldatmadan ibarettir.
İslâm âlimleri, Sâbiîler gibi, tesiri yalnız yıldızlardan, burçlardan bilerek onlardan birtakım hükümler çıkarmaya kalkışmanın küfür ve şirk olduğunda ittifak etmişlerdir.[209]
Bunun yanında insanın, girişeceği önemli bir iş için, uzman kişilerle istişare yaptıktan sonra istihâre yapması meşrûdur, sünnettir. Bunun, İslâm'da yasak edilen falcılık ve kehanetle hiçbir ilgisi yoktur.
“Onların çoğu, şirk koşmadan Allah'a inanmazlar.”[210] Ne dersiniz, put sadece câhiliyye Araplarına mı aitti? "Gök Tanrı" inancı, çok eski dönemlerde mi kalmıştır, bizim bulunduğumuz yerlerden çok uzakta mıdır bu bâtıl ve ilkel şirk? Yoksa, "ne yapalım, bu anlayış ve deyimler atalarımızdan bize mirastır, devam ediyor, etsin!" mi denilecek? "Onlara (müşriklere): 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar, 'hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler.Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?"[211] Artık güneşe, aya, yıldızlara, feleğe kimsenin tapmadığı görüşüne ve bu görüşün hepimize yüklediği sorumluğa ne dersiniz? Her tarafı küfür ve şirk yangını sarmışsa, tv. ile evlerimize kadar tutuşturulmaya çalışılıyorsa, hepimize düşen görevler nedir?! Haydi görev başına!
Bilgi Kaynakları ve Vahy: Kur’an, bilgi kaynağı olarak, vahiy başta olmak üzere, doğru haberi, duyuları ve akıl yürütmeyi göstermektedir. "Nitekim kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi (kötülüklerden) temizleyen, size Kitab'ı ve hikmeti öğreten, size bilmediklerinizi bildiren bir Rasûl gönderdik."[212] Âyetlerin anlatılması ve açıklanması duyuları, kitap ve hikmetin öğretilmesi aklı, bilinmeyenlerin bildirilmesi de vahyi hatırlatmaktadır.
İslâm inancına göre insan, gerçeğin bilgisini üç yoldan elde eder. Yani, bilginin kaynağı üçtür. İnsan üç yolla ilim elde eder. Bunlar: 1- Doğru haber: a) vahiy, b) mütevatir haber, 2- Selim hisler dediğimiz sağlıklı beş duyu, 3- Akıl.
Aslında bilginin yegâne kaynağı Allah'tır.[213] Vahyi indiren Allah olduğu gibi, duyu organlarımızı ve aklımızı yaratan ve bunları ilme yetenekli kılan da Allah'tır. Bunu idrâk eden kimse, bildikleriyle övünmez.[214]
Câhiliyye toplumlarında, vahyi kabul etmeyen câhilî eğitim sistemleri, vahyi ilim kaynaklarının, bilgi vasıtalarının içine katmazlar. Bundan dolayı bilim, câhiliyye düzenlerinde bir put haline dönüşmüştür.[215]
Tasvîrin (Resim ve Heykelin) Putlaştırma Açısından Durumu
Hz. Süleyman döneminde, put görevi üstlenmediği ve sadece sanat eseri olduğu anlaşılan heykele (timsâl) hoş gözle bakan, eleştirmeyen Kur'an'ın,[216] İbrâhim (a.s.) döneminde put görevi üstlendiği için ateşe atılma pahasına devrilmesini, put-heykellerle mücâdeleyi emrettiğini hatırlayalım. Aynı “timsâl” (heykel) kelimesini Kur'an bu sebepten tavır alarak ifâde eder: "İbrâhim babasına ve kavmine: 'Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller nedir böyle?' demişti."[217] Yine aynı heykelin Peygamberimiz döneminde put haline dönüştüğü, saygı duyulduğu için onları devirmek, yeryüzünden onları kaldırmak için savaşların göze alındığı bilinir. (Din aynı din, heykel aynı put; ama müslümanlar...)
Kur’an ve hadisin, dinî emir, yasak ve uygulamalara ters düşmemek kaydıyla tasviri esastan ve temelden yasakladığını söylemek mümkün değildir. Tasvirin haram ve mubah olmasındaki ölçünün, onun mesajı ve kullanıldığı yer olduğu söylenebilir. Yoksa, salt olarak tasvir haram ise, Hz. Âişe’nin, üzerinde sûret bulunan minder ve yastık kullanması sükût ve takrirle karşılanmazdı. Salt olarak tasvir yasak kabul edilse, günümüzdeki fotoğrafın her türlüsünün haram olması icap ederdi. Bu da konusu ve amacı ne olursa olsun, sinema ve televizyondaki her türlü görüntünün de tamamıyla haram olmasını beraberinde getirecekti (Hâlbuki hiç bir meşhur âlim böyle düşünmemekte). Hz. Süleyman’dan bahsederken belirtildiği şekilde Kur’an salt olarak heykeli yasaklamaz. Kur’an put amaçlı heykelleri kesin dille ve ısrarla yasaklar.
Saygı duymak ve tapmak amacıyla yapılmış veya bu amaca hizmet eden insan heykelinin, putlaştırılmaya yol açma ihtimali olan kişilerin duvarlara asılabilecek ve saygı duyulacak resimlerinin haramlığında ittifak vardır. Tevhid inancının temel esaslarını korumak bu yasağın en büyük hikmetidir. Kendi eliyle yaptığına tapma ahmaklığını bazı insanlar, sadece eski câhiliyye döneminde değil; şu asırda ve çok yakınlarımızda bile göstermekte. Sadece imal ettiği halde “yaratma” vehmine kapılmak, çıplak kadın heykeli, sahte tanrılar, bâtıl dinlerin sembolleri gibi şeyler yapmaya kalkmak ve bunların demirden, tunçtan yontusu için büyük paralar sarf etmek, faydasız bir lüks, yani israf, heykelin dinen kaçınılması ve soğuk görülmesi için diğer hikmetler. Tasvir; kralların, diktatörlerin ve siyasi liderlerin büyük olduğu fikrinin halkın zihnine işlenmesine yarayan en önemli araçlardan biridir. İster resim, ister heykel şeklinde olsun, tasvir, müstehcenliğin yayılmasında da, yığınların çeşitli şekillerde saptırılmasında da geniş olarak kullanılmıştır. Bu gerekçelerden yola çıkarak, tasvir tasvip görmemiştir. Tarih boyunca her türlü canlı resmine, özellikle insan figürüne âlimler ve müslüman sanatçılar soğuk ve ihtiyatlı yaklaşmıştır.[218]
İnsanlara Fayda ve Zarar Vermeyen, İşitmeyen, Görmeyen Putları ve Heykelleri İlâh Edinmek ve Onlara İbâdet Etmek: Kur’ân-ı Kerim'in andığı şirk çeşitlerinden birisi, putlara ibâdet şeklinde ortaya çıkan tapınmadır.
"De ki: Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz (iyi bilin ki) ben, sizin Allah'tan başka ibâdet ettiklerinize ibâdet etmem. Yalnız sizi öldürecek olan Allah'a ibâdet ederim. Bana mü'minlerden olmam emredildi."[219] Âyette geçen "Allah'tan başkasına ibâdet", putlara duâ etmek ve yalvarmak anlamındadır. Nitekim peşinden gelen âyette, "Yüzünü Allah'ı birleyici olarak dine çevir ve müşriklerden olma!"[220] denildikten sonra, "Allah'tan başka sana ne fayda, ne de zarar verebilecek olan şeylere yalvarma/duâ etme. Eğer böyle yaparsan, o zaman sen zâlimlerden (müşriklerden) olursun."[221] buyrulmuştur.
"De ki: (Ey müşrikler!) Ben, Allah'tan başka yalvardıklarınıza ibâdet etmekten men olundum."[222] Bu âyetteki "duâ"ya, "ibâdet" anlamı verilebilir. Bu takdirde ibâdet, ilâh kabul ederek putlara saygı göstermek anlamını ifade eder. Putlara ibâdet, ister musibet ve sıkıntılı anlarda onlara yalvarmak, duâ etmek; ister ilâh diye ta'zim göstermek olsun, neticesi aynıdır. Böyle bir davranış şirk[223], hak yoldan sapmak ve hidâyete erenlerden olamamaktır.[224] Allah'tan başkasına tapanlar câhil kimselerdir. "Ey câhiller! Allah'tan başkasına ibâdet etmemi mi bana emrediyorsunuz?"[225]
Kur'an'da Allah'tan başkasına tapılanlar, insana zarar ve faydası dokunmayan,[226] rızık vermeyen,[227] insan eli ile yapılan,[228] işitmeyen ve görmeyen, bir şey yaratamayan,[229] insanların ilâh diye isimlendirdikleri boş isimler,[230] uydurma tanrılar,[231] heykeller[232] ve putlar[233] olarak nitelendirilmişlerdir.
İbrâhim (a.s.), babasına ve kavmine demişti ki: "Sizin şu karşısında durup ibâdet ettiğiniz heykeller nedir? (Babası ve kavmi), 'Babalarımızı onlara ibâdet eder bulduk' dediler. (İbrâhim), 'Doğrusu siz de, babalarınız da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz' dedi. (...) İbrâhim (a.s.), büyük bir put hâriç diğer putları kırdı. Kavmi, putların kırıldığını görünce, 'Bunu ilâhlarımıza kim yaptı? Muhakkak bunu yapan zâlimlerden biridir' dedi. (...) (İbrâhim'e), 'Ey İbrâhim! Bu işi ilâhlarımıza sen mi yaptın?' dediler. İbrâhim, 'Hayır, işte şu büyükleri yapmış. Onlara sorun, eğer konuşurlarsa' dedi. (...) (Kavmi), 'Ey İbrâhim! Sen de bilirsin ki, bunlar konuşmazlar’ dedi. Bunun üzerine İbrâhim, 'Siz Allah'ı bırakıp da size hiç fayda ve zarar vermeyen şeylere mi ibâdet ediyorsunuz? Size ve Allah'tan başka taptıklarınıza yuh olsun. Akıllarınızı kullanmıyor musunuz? (dedi.)”[234]; "Ey babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir şey kazandırmayacak olan şeylere niçin ibâdet ediyorsun?' dedi."[235]
Kendi elleriyle yapıp ilâh diye adlandırdıkları[236] heykellerin (temâsîl), insanlara elbette faydası ve zararı olmaz. Bu sebeple heykelleri ilâh edinip onlara saygı göstermek, yalvarmak, onlardan medet ummak, ahmaklık ve akılsızlıktır. Allah'tan başkalarına, uydurma ilâhlara, putlara ve heykellere tapanlar, kendilerini felâkete sürüklemiş, dünya[237] ve âhirette Allah'ın azâbını hak etmiş olurlar.[238] Kendisinden başkasına İbâdet edenlere, "Siz ve Allah'tan başka İbâdet ettikleriniz cehennemin odunusunuz. Siz oraya (cehenneme) gireceksiniz."[239] uyarısını yapan Yüce Allah, "Allah'tan başka dilediğinize ibâdet edin!"[240] diyerek müşrikleri tehdit etmiştir.[241]
Allah'tan başka ibâdet edilenler, kıyâmet günü kendilerine ibâdet edenleri inkâr edecekler ve onlara düşman olacaklardır. "(Müşriklerin taptıkları ilâhlar), onların ibâdetlerini inkâr edecekler ve onlara düşman/karşı olacaklardır."[242]
“Beşerin böyle dalâletleri var; Putunu kendi yapar, kendi tapar!” diyor şâir. İnsanların kendi elleriyle yaptıkları putlara ve heykellere ibâdet etmeleri; onları Allah katında kendilerine şefaatçi ve yardımcı olur, kendilerini azaptan korur inancı ile ilâh edinip tapmak, saygı göstermek, duâ edip yalvarmak, sıkıntı anlarında onlara sığınmak anlamlarını ifade etmektedir.
Put, sadece Arapların câhiliyye döneminde taptıkları basit ve alelâde şekillerden veya özellikle Hz. İbrâhim döneminde olduğu gibi, muhtelif câhiliyye sistemlerinde tapınılan taştan, tunçtan, tahtadan heykellerden ve ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayallerden ibaret değildir. Bu basit puta tapınma şekilleri Allah'a şirk koşmanın bütün boyutlarını kapsamaz. Yalnızca bu ilkel putçuluklar üzerinde duracak olursak ve Kur'an'daki şirkten maksadın sadece bunlar olduğunu kabul edecek olursak, oldukça boyutlu olan şirk kavramından bir şey anlamayız. Kur’an’ın evrensel boyuttaki ve zamanlar üstü mesajını kavrayamayız. Kur’an’ın en büyük problem olarak gördüğü şirk, kıyâmete kadar hemen tüm toplumlarda olabilecek tüm tevhid dışı kutsama ve tapınma özelliklerini kapsar. Kur'an'a göre put, o kadar geniş anlamlıdır ki, kişinin Allah'ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir. Bu putları hayatın amacı kılmak da Allah'a şirk koşmak olarak nitelendirilmiştir. Fakat insanları kendilerine fayda ve zararı olmayan taş, ağaç, maden vs. şeylere ibâdete sevkeden sebepler nelerdi? İnsanlar niçin putlara tapmışlar ve tapmaya devam ediyorlar? Kur'an, bu sorulara cevap vermektedir.[243]
Çağdaş Bir Putlaştırma Örneği; Atatürk'e Tanrı veya Peygamber Diyenler
Kemalizm dininin yeni öncüleri ise, imanın altı şartı olan İslâm âmentüsü karşısına, Kemalizm'in yeni âmentüsünü çıkardılar. Bazı devlet kuruluşlarında bastırıp dağıttıkları bu devrimci(!) âmentüyü şöyle yazarak ilân ettiler: "Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var eden Mustafa Kemal'e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, mücâhit analarına ve Türkiye için âhiret günü olmayacağına iman ederim."
Yazmazlar yazar, soytarılar şair olmuştu; kaside okuyup meddahlık yapanlara ulûfeler dağıtılıyordu ya, bu kemiklerden nasiplenmek isteyen itler ha bire hırlıyordu. Şair geçinen başka birileri şöyle yalakalık yapıyordu: “Türk’e bir hayır gelmez, Arap felsefesinden, / Gazi bize bir din ver, Türk’ün öz nefesinden.”; “İşte diz üstü geldim, gözlerim dolu dolu. / Rabb kulu olsun eller, bizler Gazi’nin kulu. / Cemâlini vaad etsin Tanrı başka kullara, / İşte karşımızdadır şimdiden o manzara.”
Türkiye’de ise, halkın farklı milliyetçilik (daha doğrusu ulusalcılık) anlayışları sözkonusu olmasına rağmen, devlet tek bir milliyetçiliği esas alır: Atatürk milliyetçiliği, yani Kemalizm. Hıristiyanların inanç esasları, müslümanların âmentüsü olur da Kemalistlerin özel âmentüsü olmaz mı? Bu âmentülerden bir-iki örnek verelim: Türkün Âmentüsü: “Türküm: Dinimi tanırım. Mezhebim: Cumhuriyet / Kitabım: Kanundur. Buna vicdanla, inandım. / Kâbemiz: Ankara. Peygamberimiz: Gazi Kemal, / Kalben ona biat ederek bin canla, inandım…”[244] 1928 Ağustos’unda basılan Türkün Yeni Âmentüsü de şöyle başlar: “Kahramanlığın örneği olan ve vatanın istiklâlini yoktan var eden Mustafa Kemal’e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına ve Türkiye için âhiret günü olmadığına iman ederim…”[245] Bir başka âmentü de şöyledir: Kemalizmin Andı ve Âmentüsü: “Kemalizm, Müslümanlık dininin özü ve ışığıdır. Kemalizmin prensipleri, Kur’an’ı Türkçeleştirdiği, tasfiye ettiği, İslâm dininin esaslarını öz dilimizle açıkladığı için kutsaldır. Din, kanun, parti her şey vatan içindir.” [246]
Kemalettin Kamu, kendisine milletvekilliği getiren putperestliğini şu şiiriyle topluma haykırdı: Çankaya; “Burada erdi Mûsâ / Burada uçtu İsa / Bülbül burada varsa / Hürriyet için öter. / Ne örümcek, ne yosun / Ne mûcize, ne füsun... / Kâbe Arab'ın olsun / Çankaya bize yeter.”
Cumhuriyet dönemi Türk Edebiyatı, bu türden putperest hezeyanlarla doludur. En az bu örnekler kadar putperestlik kokan, tarikat şeyhi ve parti başkanı Haydar Baş’ı, nice halkın kitaplarını okuyup cd’lerini izlediği kedicik besleyen Adnan’ı da günümüz putperestleri arasında seçkin yerleri olduğunu unutmamak gerekiyor. Son asırların en büyük tâğutundan bahsederken huşû içinde “Hazreti Atatürk” demekten utanmaz. Diğeri de Mısıroğlu’nun ç ile başlayıp ş ile biten ve orta harfi de ü olan üç harflik bir kelimesini hak ediyor. Harun Yahya, Atatürk’ü göklere çıkaran on civarında kitabıyla, öyle anlaşılıyor ki, takıyye yapmıyor, basbayağı Atatürkçülük’teki samiyetini dosta-düşmana haykırıyor. İşte kitaplarından bazıları: “Samimi Bir Dindar Atatürk.”[247] Atatürk’ün ne kadar takvâlı bir müslüman olduğu, gündüzleri sâim, geceleri kaim; yani devamlı oruçlu, geceleri nâfile ibâdetle geçiren samimi bir dindar olduğu, içki gibi haramlardan nasıl kaçındığı, kurduğu devletin ne kadar dinî bir devlet olduğu… anlatılıyor olmalı kitapta. Öyle ya, samimi bir dindar böyle biri olmalı. Böyle bir Atatürk’ü elbette her müslüman sevmek zorundadır, değil mi? Diğer bir kitabı: “Atatürk’ü İyi Anlamak”[248] Zâten ne kadar aksayan durumumuz varsa o da Atatürk’ü iyi anla(ya)madığımız için başımıza geliyor demek ki, iyi anlayalım da dünyada ve âhirette kurtulalım; sağ olasın Harun Yahya. Bir başka kitabı: “Gerçek Atatürkçülük”[249] Tabii ki yetmez; müslüman halk Atatürk’ün vatan ve millet sevgisini de çok iyi anlamalıdır. Harun Yahya bu boşluğu da doldurur: “Atatürk’ün Vatan ve Millet Sevgisi, Ne Mutlu Türküm Diyene!”[250] Bu konuda başka kitaplar da yazılmalı, Müslümanlardan hâlâ Atatürk’ü sevmeyenler varsa, sevdirmeli diye düşünüyor olmalı ki yazar, devam eder kitaplarına: “Atatürk ve Gençlik”[251] Atatürk’ün askerî dehâsı yazılmazsa olur mu ya: “Asker Atatürk”[252] Atatürk’ü iyi anlayan, onun ne kadar samimi dindar olduğunu kavrayan insan, tabii ki, onun kurduğu düzene/devlete de bağlı olmalı. Onu da unutmamış yazar, müslümanları Atatürk’ün kurduğu devlete bağlılığa dâvet eder; ve döktürür hikmetleri(!): “Devlete Bağlılığın Önemi”[253] Kitabın ismi her şeyi anlatmaya yetmiyor mu? Bu kitaplarla da hızını alamayan Harun Yahya, koca bir ansiklopedi yazmaya da ihtiyaç duymuş: “Atatürk Ansiklopedisi.”[254] Anlaşılıyor ki, bu tür kitapların devamı da gelecek.
1980 sonrası Ahmet Gürtaş’la başlayan Atatürk’ü samimi dindar gösterip müslümanlara sevdirme gayreti, Yaşar Nuri gibi bir-iki modernist akademisyenle sınırlı kalıyordu. Atatürk ve Din Eğitimi [255] adlı kitabı, A.Gürtaş’a Diyanet İşleri Başkanlığında üst seviyede bir koltuk kazandırıyordu, ama ona ve onun gibilere neler kaybettirdiğini görmek için herhalde âhireti beklemek gerekiyor. Psikoloji ile ilgili bazı güzel kitapları da bulunan Abdurrahman Kasapoğlu’nun Atatürk’ü Kur’an’a tam bağlı bir Müslüman gösterme gayretleri ise akademisyenlerin Kemalizm putunun nasıl kurbanı olduklarını gösterme açısından mânidardır. “Atatürk’ün Kur’an Kültürü” adıyla yazdığı eserde Kasapoğlu, cehennemle cenneti karıştırırcasına akılla, gerçekle bağdaşması mümkün olmayan sözler söyleyebiliyor: “Atatürk’ün hayatının her evresinde, sözlü ya da davranışsal olarak Kur’an kültürünün etkisine rastlarız. Onun Kur’an’la ve Kur’an kültürüyle ilişkili olduğunu gözlemledik. Atatürk’ün devrimci kişiliği Kur’an’ı anlama ve Kur’an kültürünü sağlıklı yaşama konusunda da kendini göstermiştir. Atatürk Kur’an’ın anlaşılması ve Kur’an kültürünün yaşanması konusunda Türk milletine rehberlik etmiş ve cesur adımlar atmıştır. Onun attığı adımlar, Türk milletinin dinî hayatına yeni bir canlılık getirmiştir. Kur’an kültürünün Atatürk’ün nasıl bir etki bıraktığı…”[256]
Diyanet İşleri Başkanlığı da atasını hiç unutmaz. Arada sırada onun ne kadar dindar ve İslâm’a hizmet ettiğini anlatmaya yönelik kitaplar yayınlayarak putperestliğe çağdaş örneklik yapar. 2007 yılında hazırlanan “Doğumunun 125. Yılı anısına” ithafıyla “Din, Bilim, Uygarlık ve Atatürk” adlı 25 ayrı makaleden derlenen Diyanet’in dergilerinde yazılan yazıların bir araya getirilmesiyle oluşan kitabını da putperestlik ve tâğutseverliğe örnek eserler arasında sayabiliriz. Atatürk’ün kurduğu bir teşkilatın Atatürk çizgisinde faaliyet yaptığının örnekleri olarak algılayabiliriz bu tür çalışmaları.
İslâm tevhid dinidir. Tevhid, “Lâ ilâhe illâllah” ifâdesiyle özetlenir. Allah’tan başka ilâh, yani mutlak otorite, egemenlik kaynağı, ibâdete lâyık zât yoktur; En çok sevilen, korkulan, umut edilen O’dur. Tevhide rağmen, hiçbir şahsın ve kurumun değeri yoktur. Dostluk ve düşmanlıkta ölçü, Allah ve Rasûlüdür; İslâm’dır. Allah sevgisine eş bir sevginin endâd/şirk olduğunu bilir Müslüman.[257] Bırakın herhangi bir tâğutu övmeyi, hatta bir âlim veya halifeyi, bir peygamberi bile aşırı övüp aşırı sevmek, onu putlaştırmaya götürür ve İslâm bunu kesinlikle yasaklar. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övdükleri gibi beni övmeyin. Yalnız, ‘Allah’ın kulu ve rasûlüdür’ deyin.” [258]
“Beşerin böyle dalâletleri var / Putunu kendi yapar, kendi tapar!” “Gerçekten bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise (sadece) Bana kulluk/ibâdet edin.”[259]; “Mü’minler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki, merhamete erişesiniz.”[260]; “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın…”[261]; “O (Allah), gerek bundan önce (ki kitaplarda), gerekse bunda (Kur’an’da) size ‘müslümanlar’ adını verdi…” [262] “Allah yanında hak din (sadece) İslâm’dır…” [263]
Putlara ve Putperestlere Karşı İbrâhimî Tavır
Hz. İbrâhim’in yaşadığı döneme göz attığımızda, toplumun bütün siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel hayatının şirk esası üzerine kurulduğunu açıkça görmek mümkündür. İbrâhim (a.s.)’in doğduğu Ur şehrinde, tarihçilerin belirttiğine göre beş bin tane tanrı mevcuttu. Nüfusun ekseriyeti ticaret ve sanayi ile uğraşmaktaydı ve dolayısıyla bütünüyle maddeci bir zihniyete sahipti. Her maddeci toplum bireyleri gibi onların da başta gelen eğilimi, servet sahibi olmak ve lüks bir hayat yaşamaktı. Hal böyle olunca, İbrâhim (a.s.)’in getireceği tevhid inancı, sadece memleketin bir sınıfını veya putperest inancı değil; bütünüyle ülkenin ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal yapısını değiştirecekti. Bu amaçla, İbrâhim (a.s.)’in dâvetini kabul etmek, toplumu temelden değiştirmek ve yepyeni temellere oturtmak demekti. Bu da o toplum için ağır bir teklifti. Çünkü, bireysel ve toplumsal alanların tümünde anlayış, teori ve pratik olarak tümüyle şirke gömülmüş bir toplumu ıslaha çalışmak, onları İslâmî anlamda değiştirip dönüştürme gayreti, gerçekten ağır bir yüktür. Böylesine çile ve cefa ile karşı karşıya gelecek bir elçinin daha küçük yaşta iken Rabbi tarafından terbiye edilmesi ve yetiştirilmesi gerekirdi. Çünkü elçiye yüklenen görev ve emânetler, kabiliyet ve enerji ister, güç ve potansiyel ister.
İbrâhim (a.s.), tevhid emânetini yüklenince, ilk uğraşı, toplumun putperestliğini yok etmek ve onları İslâm’a çağırmak olmuştu. Bu dâvete, en yakınlarından başladı: "Babasına dedi ki: 'Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın? Babacığım! Hakikaten sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Öyle ise bana uy ki, seni düz yola hidâyet edip çıkarayım. Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah'a âsi oldu. Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum.’ (Babası:) 'Ey İbrâhim! dedi; sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni kovar, taşlarım! Uzun bir zaman benden uzak dur!”[264]
Bu mesaj, hem babasına, hem babasının şahsında topluma idi. İbrâhim (a.s.)’in yaptığı bunca dâvet, ne yazık ki şirke batmış kalplerin derinliğine ulaşmıyor, onlara fayda sağlamıyordu. Kendilerini yıllar boyu şirk bataklığı içinde görmüş putperestlerin kalpleri, gözleri ve kulakları bunca uyarıya rağmen görmüyor, duymuyordu. Artık ihtarlar, ikazlar, dâvet ve tebliğler fayda sağlamıyordu. Onlar o kadar azgınlaşmışlardı ki İbrâhim (a.s.)’in şaka yaptığını sanıyor ve onun dâvetini hafife alıyorlardı. “O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim.”[265]
Onlar körü körüne, heykellere tapıyorlar, bu konuda atalarının izini takip etmekten başka bir gerekçe de ileri süremiyorlardı. Onlar fikren ve rûhen ölmüş, hurâfe ve geleneklerin, örf, âdet ve an’anelerin altında ezilip duruyorlardı. Onun için de İbrâhim (a.s.)’in dâveti karşısında “şaka mı ediyorsun?” diyorlardı. İşte şirk, bid’at ve hurâfelere boğulmuş toplumların hali bundan farklı olamaz. Onlar duyu ve duygulardan o kadar mahrumdurlar ki, kendi putları gibi putlaşmış, robotlaşmış ve kendi putlarından farkları kalmamıştı.[266]
Hz. İbrâhim, aklî ve mantıkî delillerle, putperestlikten ve yıldızlara tapmaktan vazgeçirmek için giriştiği tevhid mücâdelesi sonunda kavmini susturmuş ve cevap veremez bir hale getirmiştir. Ama ne var ki bütün bu deliller karşısında şirksiz bir inançla Allah’a yönelmesi gereken bu insanlar; günümüzde de olduğu gibi, kendilerini sorgulayacak yerde “ilâhlaştırdıkları atalarının” ve “kutsal kemiklerin” arkasına sığınma açmazına düşmüşler, suçu onlara atarak sorumluluktan kurtulmaya çalışmışlardır.
Kur’an, hâlâ şirklerinde inat göstererek atalarını taklit bahanesine sarılmış olan bu insanların savunmalarını şöyle yansıtır: “İbrâhim, babasına ve kavmine: 'Neye tapıyorsunuz?' demişti. 'Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz' diye cevap verdiler. İbrâhim: 'Peki, dedi; yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut, size fayda ya da zarar verebiliyorlar mı?' Şöyle cevap verdiler: 'Hayır, ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk.”[267]; İbrâhim dedi ki: 'İyi ama, ister sizin, ister önceki atalarınızın; neye taptığını (biraz olsun) düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur).”[268]; "İbrâhim'i de gönderdik. O kavmine şöyle demişti: 'Allah'a kulluk edin. O'na karşı gelmekten sakının. Eğer bilmiş olsanız bu sizin için daha hayırlıdır. Siz Allah'ı bırakıp birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler yaratıyor/uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Ancak O'na döndürüleceksiniz."[269]
Hz. İbrâhim’in bu çağrısı; hiçbir bilgiye ve düşünmeye dayanmadan katı bir tutuculukla atalarını taklit eden bu insanları, geçmişin esâret zincirlerinden, gelenek pençesinden kurtararak İslâm’ın ışığında yeniden uyandırmak, vicdanlarındaki hürriyet duygularını harekete geçirerek özgürce düşünmelerini temin etmek içindir. Ne var ki bu insanlar, gerçeklerden kaçarak, ruhlarından İslâm’ın hidâyetini uzaklaştırarak “kemiklere sığınıyor” ve Hz. İbrâhim’in çağrısını cevapsız bırakıyorlar. Ama Peygamber ve Kitap; kendilerine “Allah’ın indirdiklerine uyun” deyince, “hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola (dine, ilkelere, ideolojiye) uyarız” diyorlar. Kur’an, böyle diyenlere şöyle sesleniyor: “Peki, ya ataları bir şey düşünmeyen, doğruyu bulamayan kimseler olsa da mı?”[270]; “Ya şeytan onları alevli azâba çağırıyor idiyse?!”[271]
Şüphesiz insanlar, atalarıyla, atalarının kemikleriyle uğraşmaya harcadıkları ümit ve enerjileri, kendilerini tanımaya ve oluşun çileli yolunda yürümeye harcadıklarında talih ufku aydınlanacak, vahyin hayat düzeni yeniden kurulacak; saâdet, asra taşınacaktır.[272]
“Andolsun Biz İbrâhim’e daha önce rüşdünü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım!’ Sonunda İbrâhim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye. ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zâlimlerden biridir’ dediler. (Bir kısmı:) ‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. O halde, dediler, ‘onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.’ ‘Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhim?’ dediler. ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Haydi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!’ dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) ‘zâlimler sizlersiniz, sizler!’ dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: ‘Sen bunların konuşmadığını pek âlâ biliyorsun’ dediler. İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz akıllanmaz mısınız?’ (Bir kısmı:) ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, onu ve Lût’u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.”[273]
“Şüphesiz İbrâhim de onun (Nuh’un) milletinden idi. Çünkü Rabbine kalb-i selîm ile geldi. Hani o, babasına ve kavmine: ‘Siz kime kulluk ediyorsunuz?’ demişti. ‘Allah’tan başka birtakım uydurma ilâhlar mı istiyorsunuz? O halde, âlemlerin Rabbi hakkındaki görüşünüz nedir?’ (Hz. İbrâhim’in kavmi, yıldızlara bakar, onlarla kâhinlik yaparlardı. Bir bayram günü İbrâhim’e kendileriyle beraber bayram yerine gelmesini söylediler.) Bunun üzerine İbrâhim yıldızlara şöyle bir baktı. ‘Ben hastayım’ dedi. Ona arkalarını dönüp gittiler. Yavaşça (kavmin) putlarının yanına vardı. (Oraya konmuş çelenkleri, yemekleri görünce:) ‘Yemiyor musunuz? Neden konuşmuyorsunuz?’ dedi. Bunun üzerine, yanlarına gelip sağ eliyle vurdu (kırıp geçirdi). (Putperestler) koşarak İbrâhim’e geldiler. (Neden putları kırdığını sordular.) İbrâhim: ‘Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?! Oysa ki sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı’ dedi. ‘Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın!’ dediler. Böylece ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat Biz onları alçaklardan kıldık.”[274]
İbrâhim (a.s.)’in tevhid mücâdelesini tahlil ederken, “tevhid”in zıddı olan şirk ve putçuluk hakkında Yüce Allah, İbrâhim (a.s.)’in şöyle duâ ve niyazda bulunduğunu bildiriyor: "Hatırla ki İbrâhim şöyle demişti: 'Rabbim! Bu şehri (Mekke'yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Çünkü onlar (putlar), insanlardan birçoğunun dalâletine/sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık Sen gerçekten çok bağışlayansın, çok merhametlisin."[275]
Üstad Seyyid Kutub İbrâhim (a.s.)’in , “Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut!” duâsını, İslâm’ın öğretileri doğrultusunda günümüz şartlarını da göz önünde bulundurarak şöyle izah ediyor: “Hz. İbrâhim’in hem kendisini hem de çocuklarını, tapınmaktan korumasını Allah’tan istediği put, sadece Arapların ilkel câhiliyet dönemlerinde yaptıkları gibi basit ve alelâde şekilden ibaret değildir. Veya muhtelif câhiliyet sistemlerinin taş, ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayaller biçiminden ibaret değildir put.
Bu basit ve alelâde puta tapınma şekilleri, Allah’a şirkin bütün anlamlarını içine almaz. Allah’tan başka tapınılan tüm putları ihtivâ etmez. Yalnızca bu basit ve alelâde şirk ve put şekilleri üzerinde durarak, Kur’an’daki şirkten maksadın bunlar olduğunu kabul edecek olursak, sonsuz derecede şekilleri olan şirk kavramını iyi kavramış olmayız. Ve bugün beşeriyetin içine saplandığı şirk ve modern câhiliyye şekillerinin gerçek yüzlerini tam olarak göremeyiz. Bunun için şirkin mâhiyetini derinliğine araştırmak ve putun şirkle olan alâkasını açığa çıkarmak gerekir.
Allah’tan başka ilâhın olmadığını belirten “lâ ilâhe illâllah”ın zıddı olan şirk, hayatın tüm alanlarında, Allah’ın buyruğuna dayanmayan ve her konuda dinin emirlerini benimsemeyen tüm sistem ve her tavır şirktir. Tek bir ilâh olarak Allah’tan başkasını tanımadığını söyleyip de abdest, namaz, oruç ve hac gibi dinin emirlerini yerine getirdiği halde; siyasî, sosyal ve ekonomik konularda Allah’tan başkasının koyduğu hükümlere bağlananlar... Değer ölçülerinde ve hükümlerinde Allah yapısı olmayan düşünceleri ve fikirleri benimseyenler... Geleneği, ahlâkı, âdet ve alışkanlıkları itibarıyla giyindiği kıyafeti ve elbiseleriyle birtakım insanları tanrı tanırcasına onların icat ettikleri kılık ve kıyafetlere girip modalarına uyan ve Allah’ın şeriatinin yasakladığı şekillere bürünenler... Evet bunlar, şirkin âlâsını işlemektedirler. Bütün gerekçeleriyle birlikte söyledikleri “eşhedü en lâ ilâhe illâllah” kelime-i şehâdetinin zıddını yapmaktadırlar... İşte günümüzdeki insanların çoğunun yanıldıkları noktalardan birisi budur.
Put... Sadece o, ilkel ve basit şekilde olmaz. Dikilen heykeller biçiminde olması şart değildir putun. Put, putlaşmak isteyenlerin arkasına gizlendikleri birer işaret ve alâmetten başka bir şey değildir. Onlar insanları kendilerine kul köle yapmak için o dikili putların arkasına sığınırlar ve onun gerisinden kendi buyruklarını rahatça yürütürler. Hiçbir zaman için bir putun konuştuğu, duyduğu ve gördüğü görülmemiştir. Ancak, putların arkasına gizlenmiş olan râhipler ve mâbet bekçileri mırıldanarak etrafında onun adına duâlar okur ve bereketler dağıtan muskalar asarlar. Sonra da kitleleri ezmek ve kulu-kölesi haline getirmek istediği kimselerin adına o putları konuştururlar. Herhangi bir yerde herhangi bir zamanda idarecilerin ve kâhinlerin adına konuştukları ve Allah’ın izni, müsaadesi olmaksızın hükümler koydukları ve kanunlar vaz ettikleri, hareket ve işlemler yaptıkları şeyler ortaya sürülecek olursa... İşte bu ortaya atılan şey tabiatı, mâhiyeti ve vazifesi itibarıyla putun ta kendisi olur.
Bir yerde bunlar arma olarak “ırkçılığı” mı seçiyorlar? Bir yerde arma olarak “vatan”ı mı çıkarmak istiyorlar? “Halk”ı mı işaret ve simge olarak kendilerine bayrak yapmak istiyorlar veya bir “sınıf”ı mı kendilerine sembol olarak yükseltiyorlar? Sonra da insanlardan bu yükseltilen armalara, şiarlara, işaretlere ve bayraklara Allah’ı bırakıp kulluk etmelerini mi istiyorlar? Halkın bu kaldırılan alâmetler uğruna fedâkârlığa katlanmasını mı istiyorlar? Malını, mülkünü, ahlâkını, ırz ve namusunu bu uğurda harcamasını mı diliyorlar? Ve her ne zaman bu işaretlerin, alâmetlerin ve armaların isteğiyle Allah’ın kanunları ve şeriati çatışacak olsa, hep Allah’ın şeriatini onların isteğine göre yontarak şekiller vermek mi istiyorlar? Ve Allah’ın emirlerini bırakıp o armaların ve işaretlerin veya daha doğru bir tâbirle bu putların, yani putların arkasına saklanmış olanların istek ve emirlerini mi yerine getiriyorlar? İşte orada putçuluk vardır. Allah’tan başkasına tapınma vardır. Yoksa putun mutlaka bir ağaçtan dikilmiş veya bir taştan, tunçtan yontulmuş olması zarûri değildir. Put bir sistem olabilir, bir arma olabilir, bir ekol olabilir...
Hem İslâm, sadece ağaçtan, taştan, tunçtan yontulmuş putları yıkmak için gelmemiştir ki... Bunca gelmiş geçmiş peygamberler silsilesi sadece bu putları yıkmak için uğraşmamışlardır ki. İslâmî hareket, yalnızca ağaçtan dikilmiş veya taştan yontulmuş putları yıkmak için tarih boyunca bunca fedâkârlıklar yapmış, bunca acı ve ıstıraplara katlanmamıştır... Bilâkis İslâm, gerçek mânâda Allah’a kulluk ve her meselede Allah’ın emirlerine itaat ile, her ne şekilde olursa olsun Allah’tan başkasına kulluk ve itaatten ayrılış noktalarını kesinkes belirtmek için gelmiştir. Her devirde geçerli olan prensipleri iyice inceleyip tevhid esasına mı, şirk esasına mı dayandığını ortaya koymak gerekir. O sistemde ve prensipte Allah’ın hâkimiyetinin mi esas alındığını, yoksa putların hâkimiyetinin mi esas alındığını belirtmek icap eder...
Dilden söyledikleri kelime-i şehâdet ile “Allah’ın dini”ne girmiş olduklarını ve fiilen yaptıkları ibâdetleri, kıldıkları namazları, tuttukları oruçlarıyla müslüman olduklarını sanıp da bunun dışında kalan ahkâm ve diğer hususlarda Allah’tan başkasının buyruklarına uyanlar, Allah’ın emrinin zıddı olan sistem ve prensipleri benimseyenler, Allah’ın şeriatine tamamı tamamına zıt olan hükümleri tatbik edenler... Sonra bu her gün yenilenen putların istediğini yerine getirmek ve arzularını tatmin etmek için bu uğurda namuslarını, ahlâklarını, mallarını ve canlarını verenler... Bu putların istek ve arzularıyla dinin emir ve hükümleri çatıştığı zaman Allah’ın emir ve hükümlerini arkaya atıp putların istek ve arzularını yerine getirenler... Evet bütün bu yaptıklarına rağmen hâlâ “Allah’ın dini”nde olduklarını ve “müslüman” kaldıklarını sananlar bir kere kendilerine gelsin de içinde yüzdükleri şirki görsünler...
Allah’ın dini bu kendilerinin müslüman olduklarını sananların tasavvur ettiği gibi zayıf değildir, basit değildir. Şurası muhakkak ki Allah’ın dini, hayatın en küçük meselelerine, bütün teferruatına kadar şâmil olan tam ve mükemmel olan bir hayat nizamıdır. Esas ve temelleri bir yana, hayatın en ufak bir meselesinde bile yalnız ve yalnız Allah’ın buyruklarına uymaktır. Ve Allah’ın, başkasını kabul etmediği yegâne din, İslâm dini budur.
Şirk, yalnızca Allah’tan başka ilâhların olmadığını kabullenmekle bitmez. Allah’tan başka hüküm koyan rablerin bulunmadığını kabullenmek de gerekir. Puta tapıcılık, sadece dikilen bir ağaca ve yontulan bir taşa tapınmak değil; hatta ondan daha fazlasıyla kaldırılan bayraklar, flamalar, işaretler ve bunların arkasına gizlenen güçler, nüfuzlar ve isteklerdir. Ve işte buna göre herkes kendi yurduna baksın en yüce hüküm ve makam kimin elindedir? Bütünü bütününe kimin dinine bağlanmışlardır? Kimin emrine uymaktadırlar? Şâyet bu konuların hepsinde hâkimiyet ve emir Allah’a aitse işte onlar katıksız olarak Allah’ın dinindedirler. Şâyet bu hâkimiyet ve emir Allah’tan başkalarına ait ise, onlar Allah’ın dininde değil; hâkim/egemen olan putların ve tâğutların dinindedirler.[276]
Korkunun kol gezdiği, güvenin yıkıldığı, insanın metâ olarak algılandığı, eşyalaştırıldığı; paranın, maddenin, gücün putlaştırıldığı bir dünyada ve ülkede kurtuluşun tek reçetesi, “İbrâhimî duruş”tur. Hz. İbrâhim’in, sapık bir toplum düzenine karşı gösterdiği onurlu direniş ve karşı koyuştur. Bir tarafta babasının da içinde yer aldığı bâtıl bir düzen ve halk, diğer tarafta yalnızca Allah’a iman edip O’na güvenen ve yalnızca O’ndan korkan Hz. İbrâhim... Muvahhid kimliği gereği putperest sisteme karşı çıkan tek kişilik bir ümmet.
Böyle toplumlarda putlar, yönetimin bir parçasıdır. Refahtan şımarıp azan önde gelenler, putlar etrafında efsâne ve mit oluşturarak toplumu yönetmeyi temel ilke edinirler. Putlar, ibâdet edilen bir varlık olmanın ötesinde, sömürü çarkının ağırlık merkezini de oluştururlar. “İbrâhim dedi ki: “Siz gerçekten Allah’ı bırakıp da dünya hayatında aranızda bir sevgi bağı olarak putları ilâhlar edindiniz.”[277]
Bu tür toplumlarda putlar; dünya hayatında aralarında bir sevgi bağı oluşturması ve böylelikle toplumun daha kolay kontrol edilebilmesi için, refahtan şımarıp azan önde gelenler tarafından uydurulmuş ve isimlendirilmişlerdir: “Bu (putlar), sizin ve atalarınızın (kendi istek ve öngörülerinize göre) isimlendirdiğiniz (kuru ve keyfî) isimlerden başkası değildir. Allah, onlarla ilgili ispatlayıcı bir delil indirmemiştir. Onlar, zanna ve nefislerinin hevâ olarak arzu ettiklerine uymaktadırlar. Oysa andolsun, onlara Rablerinden yol gösterici gelmiştir.”[278]
Tarihî süreci incelediğimizde, ihdas edilen ve koruma zırhına büründürülen putlarla ilgili hiçbir tartışma yapılamadığını görmekteyiz. Bu ülkelerde putların dışında, Allah’ın varlığı da dâhil olmak üzere, her şeyi tartışabilirsiniz; fakat putları tartışamazsınız. Onlar hakkında, refahtan azan önde gelenler, bu konuda ileri sürülebilecek her türlü fikri engellemek için korkuyu, bir yönetim aracı olarak kullanmaktadırlar.
Bu yüzden Hz. İbrâhim: "Ben hanîf (Allah'ı bir bilen ve O'na yönelmiş) olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim. Kavmi onunla tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: 'Beni doğru yola hidâyet etmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na şirk/ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Rabbimin dilediği dışında hiçbir şey olmaz. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ ibret almıyor musunuz? Siz, Allah'ın size, haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na şirk/ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım?! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki gruptan (Allah'ı tek ilâh kabul edenlerle O'na ortak koşanlardan) hangisi (Allah'ın azâbından) emniyette/güvende olmaya daha lâyıktır?"[279] diyerek putperest düşünceye karşı tavır almaktadır.
Yukarıdaki âyetlerde konumuz açısından şu noktalar önemlidir: Putperestler, Allah’tan korkmamakta; fakat iman edenlerin putlardan korkmasını istemektedirler. Putları önemli bir korku kaynağı olarak insanların hâfızalarında diri tutarak toplumu yönetme ilkesi egemendir, bu tür toplumlarda. Bundan dolayı, putların gölgesinde sürdürdükleri otoritelerini sarsacak her düşünce ve hareketi tehlikeli sayarlar. Farklı düşünenler; yıpratma, tehdit ve korkutma gibi yöntemlerle sindirilmeye çalışılır. Hz. İbrâhim, babasını putlardan vazgeçirme konusunda ısrarcı olunca, oğluna verecek cevabı kalmayan baba, putlara olan bağlılığını oğlunu tehdit ederek ortaya koymuştur: "(Babası:) Demişti ki: 'Ey İbrâhim! Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni kovar, taşa tutarım! Uzun bir zaman benden uzak dur! İbrâhim: ‘Sizden de, Allah'ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime duâ etmemle bedbaht (emeği boşa gitmiş) olmam."[280]
Putperest/câhilî düzenin yöneticileri, otoritelerini zedeleyecek hiçbir inanç, düşünce ve davranışa asla tahammül göstermezler. Sisteme ve düzenin ana felsefesine yönelik köklü eleştiri bir tek kişi tarafından da başlatılmış olsa, bundan şiddetli bir paniğe kapılırlar; zira “haksız” olduklarının bilincindedirler ve eleştirileri cevaplayacak tutarlı bir fikir bütünlüğüne sahip değildirler. Nitekim, Nemrut ve adamları, Hz. İbrâhim’in putlara ve putperest düzene yönelik eleştirilerini sürdürmedeki kararlılığı karşısında, onu yakma girişiminde bulunmaktan çekinmemişlerdir: “Dediler ki: ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk.”[281]
İbrâhim (a.s.), sırf inançlarından dolayı, babasının da dâhil olduğu bir topluluk tarafından yakılmak istenir. Yerleşik değerlerin (putperestlik) temellerine yönelen bir eleştiri, çok şiddetli bir cezalandırma yöntemiyle susturulmak istenir. Refahtan şımarıp azan önde gelenler, sömürü ve zulüm çarkının işlemesini engelleyecek her türlü inanç, düşünce ve harekete karşı tahammülsüzdür. Tarihte Hz. İbrâhim’in yakılma teşebbüsü bunun en canlı örneklerinden biri olmuştur. Günümüzde yapılanlar ise, refahtan şımarıp azan önde gelenlerin toplumu korku, tedhiş ve terör kıskacında yönetebilmek için tarihte benzer zihniyettekilerin yaptıklarının bir tekrarından ibarettir. Tarihsel süreç incelendiğinde benzer senaryolar hep tekrarlanıp durmuştur. Halkı sindirerek daha rahat yönetebilmek için korku, silâh olarak kullanılmakta ve tüm ülke acımasız bir psikolojik savaşın içine sokulabilmektedir. Halkın muhâlif olduğu politikalar karşısında sessiz kalmasını sağlayabilmek için klasik bir yöntem vardır: Yüreklere korku salmak. Halk, malının ve canının bir büyük düşmanın tehdidi altında bulunduğuna inandırılırsa, muhâlif olduğu programların uygulanması karşısında sessiz kalmayı tercih eder; yapılanları hoş karşılamasa bile, zarûri bulabilir. Yüreklere korku salabilmek için propaganda sistemi çalıştırılır.
İstenen sonuca ulaşabilmek için, o zamana kadar halka söylenilen ve fakat gerçekte inanılmayan birçok kavram, ilke unutulur. Her şey te'vil edilerek birçok kavramın içi boşaltılır, anlam alanları daraltılır veya saptırılır. Her türlü hile, entrika, yol ve yöntem mubahlaşır: “Nuh dedi ki: ‘Rabbim, gerçekten onlar bana isyan ettiler; mal ve çocukları kendisine kayıptan başka bir şeyi arttırmayan kimselere uydular. Ve büyük hileli düzenler kurdular.”[282] Ama İbrâhim (a.s.), putperest düzene karşı mücâdelesinde bütün olumsuz koşullara rağmen, inancının gerektirdiği duruşu, tavrı sergiler: “Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim.”[283] Hz. İbrâhim, yalnızca Allah’a ibâdet ve itaat etmenin, yalnızca O’nu İlâh ve Rab kabul edinmenin, yalnızca O’ndan korkmanın doğal sonucu olarak böyle bir tavır, bir duruş ortaya koyar. Bu nedenle Allah, tüm mü’minlere Hz. İbrâhim’i örnek gösterir: “İbrâhim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır.”[284]
Putperest bir toplum içerisinde tek başına kalmış olmasına karşın inancından ve bu uğurdaki kararlı mücâdelesinden vazgeçmemiş olması ise, İbrâhim (a.s.)’in en belirgin vasfıdır. Tek başına olmasına rağmen hiçbir korku ve kaygıya kapılmadan, en olumsuz şartlarda direnmenin, ayakta kalmanın sembolüdür Hz. İbrâhim. O nedenle Kur’ân-ı Kerim onu hem tekil (muvahhid), hem de çoğul (ümmet) olarak tanıtmakta ve örnek olarak gelecek nesillere göstermektedir: “Gerçek şu ki, İbrâhim tek başına bir ümmetti; Allah’a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhiddi ve o müşriklerden değildi.”[285]
Hz. İbrâhim’in ateşe atılırken söylediği “Allah bana kâfidir” ve kavmi ile tartışmasında söylediği “ben sizin ilâhlarınızdan korkmuyorum”, “sizden ve sizin ilâhlarınızdan kopup ayrılıyorum.” sözleri, onun teslimiyetinin bir ölçüsü olmanın yanı sıra; tüm korkuları, Allah korkusu içinde eritip yok ettiğinin de bir göstergesidir. Bir önder ve örnek olarak o, özgür olmanın yolunun yalnızca Allah’tan korkarak ve böylelikle tüm korkulardan arınmaktan geçtiğini, tüm iman edenlere göstermektedir. Yalnızca Allah’tan korkan bir mü’min, Allah’ın çizdiği sınırları koruma konusunda gerekli hassâsiyeti gösterir.
Yalnızca Allah’tan Korkmak: Malın, canın, neslin ve inancın tehlike altında olması durumunda genelde insanlar, özelde mü’minler, inancını yaşatmak için tüm imkânlarını seferber ederek ölüm de dâhil olmak üzere her şeyi göze alırlar. Bu insanlık tarihinde genel bir kanun olarak hep var olmuştur. Mü’minler ise bu noktada özel bir yer işgal ederler. Onlar, öldükten sonra dirilmeye, Allah’ın huzurunda hesap vermeye olan inançlarından dolayı dünyayı âhiret için bir hazırlık, bir tarla gibi görürler. Öldükten sonra dirilme ve yaptıklarından dolayı hesap verme, mü’mini teyakkuz halinde tutan bir duygu oluşturur. Hesap gününde Allah’ın huzurunda mahçup olma, Allah’ın rızâsını kaybetme mü’minin asıl korkusudur.
Birçok korku kaynağı aynı anda vuku bulduğunda, mü’minin bunların etkisi altında kalmaması mümkün olmayabilir. Korkular anaforunda yaşanan geçici durum bu bakımdan önemli değildir. Önemli olan kalıcı haldir; kalıcı hal üzerinde hangi korku kaynağının etkili olduğudur. İşte yalnızca Allah’tan korkmaktan kasdettiğimiz, kalıcı halin Allah korkusu ile tâyin edilmesidir. Bu nedenle mü’min, inancına zarar verecek, dolayısıyla ölüm ötesi hayatta kendini sıkıntıya sokacak herhangi bir davranış içinde bulunamaz. İşte bu yüzdendir ki Allah, mü’minleri yalnızca kendinden korkmaya çağırarak korkularından arındırmak ister: “Öyleyse Benden, yalnızca Benden korkun. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, itaat-kulluk da O’nundur. Böyleyken Allah’tan başkasından mı korkup sakınıyorsunuz?”[286] “Öyleyse insanlardan korkmayın; Benden korkun ve âyetlerimi az bir değere karşılık satmayın.”[287]
Allah, Kur’an’ın değişik yerlerinde, kâfirlerden, zâlimlerden, müşriklerden ve onların ilâh kabul ettiklerinden, kınayıcıların kınamasından ve şeytandan korkmamaları gerektiğini mü’minlere hatırlatmaktadır.[288] Yalnızca Allah’tan korkmanın, mü’min olma şartı ile birlikte ifade edilmesi, mü’min olmaktan ne anlamamız gerektiğini de berraklaştırmaktadır: “İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer mü’minseniz Benden korkun.”[289] Allah’tan korkmak, O’nun azâbından ve O’nun sıfatlarının derin anlamlarını bilmekten doğan uyanıklık ve dikkat halinde bulunmaktır. Kendisinden dolayı ceza çekeceğini bildiği şeyleri yapmaktan kaçınan kimse, gerçekte Allah’tan korkmaktadır. Mü’minlerin, temiz akla sahip olarak Allah’tan korkup sakınmaları Kur’an’da ısrarla istenmektedir.[290]
“Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkup sakınmak gerekiyorsa öylece korkup sakının ve siz, müslüman olmaktan başka bir din ve tutum üzerinde ölmeyin.”[291] Allah’a yaraşır şekilde Allah’tan korkmak demek, Allah’ın adını yükseltmek, O’nun emir ve yasaklarına riâyet ederek gösterdiği yolda yürümek demektir. Onun dışında edinilen tüm ilâh ve rablerın hükümranlığına son vermektir: “Benden başka ilâh yoktur; şu halde Benden korkup sakının diye uyarıp korkutun.”[292] Bir mü’min için; şeytanın taraftarları ile işgal edilmiş bir dünyada, Allah’tan başka ilâh ve rab olmadığını deklare etmek demek, zulme karşı Hz. İbrâhim gibi meydan okumak, kıyâma kalkmak demektir. İşte böyle bir durumda dimdik ayakta durabilmek için, Hz. İbrâhim’in ateşe atılırken “Allah bana kâfidir” şeklindeki sözünü diyebilme güç, irâde ve bilincinde olmak gerekir. Bunun yolu da, Allah’a güvenip dayanmak, O’na teslim olmak, O’ndan gereği gibi korkup O’na yönelmektir.
Zâlimleri etkisiz hale getirmenin yolu mücâdeledir. İnatla, sabırla ve meşrûiyet içinde yürütülecek bir mücâdele ile bütün engeller aşılabilir, kurulan tuzaklar işe yaramaz hale getirilebilir. Bütün korkulardan arınıp yalnızca Allah’tan korkarak, O’na güvenip dayanarak, O’na sığınarak Allah’ın gösterdiği dosdoğru yolda İbrâhimî duruşu göstererek ve bu yolda tüm mazlumlara kimlikleri sorulmadan birlik içinde sahip çıkarak zulme son verilebilir.[293]
"İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.' 'Rabbimiz! Ancak Sana tevekkül edip dayandık, Sana yöneldik. Dönüş de ancak Sanadır. Andolsun, onlar sizin için, Allah'ı ve âhiret gününü arzu edenler için güzel bir örnektir. Kim yüz çevirirse şüphesiz Allah ğanîdir (zengindir), hamîddir, hamde lâyık olandır."[294]
Kur’an, “üsvetün hasenetün (güzel örnek)” ifadesiyle tüm müslümanlara örnek gösterdiği Muhammed Mustafâ (s.a.s.)’dan[295] başka sadece Hz. İbrâhim’i aynı vasıfla (“üsvetün hasenetün”) zikreder.[296] Bu, Hz. İbrâhim’in Allah katındaki faziletini gösterdiği gibi, bizim de pratik hayatımızda Hz. İbrâhim’i model almamız, onun davranışlarını hayatımıza geçirmemiz için de her dönem referansımız olması açısından önemlidir.
Kur’an’ın üçte birini teşkil eden kıssalar, binlerce hikmetle yüklüdür. Zâhiren olmuş bitmiş bir olayı anlatıyor gibi gözüken peygamber kıssaları, her dönem için nice örnekler taşıyan önemli referanslardır. Bu kıssalar, olanı anlatırken olması gerekeni bildirir bize; elbette, olmaması gerekeni de. Bu kıssalarda şahsî hayata, aile hayatına, toplum hayatına, hayatın tüm alanlarına ilişkin mânidar dersler verilir. İbrâhim (a.s.) ile ilgili kıssada da, nefis terbiyesinden çocuk terbiyesine, câhiliyye ile tek başına mücâdeleden cemaat ve ümmet olmaya kadar hayatın birçok alanında engin ibretler, zengin dersler vardır.
İbrâhim (a.s.) putları parçaladıktan sonra kavmiyle diyaloga girmektedir. İbrâhim (a.s.) putların kırılmasıyla ilgili olarak kendisine soru sorulduğunda bundan en büyük putu sorumlu tutmuş ve kavminden eğer konuşma güçleri varsa onlara sormalarını istemiştir. Sapıklık içinde yaşayan toplumun durumuna karşı hissettiğimiz bazı durumlarda bu üslûba ihtiyaç duyabiliriz. Toplumda, sahiplerinin dahi farkında olmadıkları bazı küçük ve büyük boşluklardan yararlanarak onlarla mücâdele sürecine girebiliriz. İnanç ve davranışlarındaki hataları yüzlerine vurarak bu kimseleri zayıf konuma düşürebiliriz. Bu girişimimiz sonucunda karşımızdakiler şu iki tavırdan birini alacaklardır. Ya hatalarını görerek hakikati kabullenecekler, ya da inat edip ve büyüklük taslayarak hatalarında ısrar edeceklerdir. Bu ikinci tavır, onların başkaları yanında saygınlıklarını yitirmelerine yol açacak, kendi iç bütünlüklerini kaybettirecektir. Dolayısıyla diğer insanları sapıklık ve çarpıklığa sürükleme çabalarındaki etkinlikleri zayıflayacaktır.
Bu üslûbu izlerken, diğerlerinin düşünce ve uygulamalarını iyi tanımamız gerekmektedir. Onların zayıf ve güçlü noktalarını ancak bu şekilde öğrenebiliriz. Daha sonraki diyaloglarımızda akîdeyi anlatmak için bu bilgilerden yararlanmamız mümkün olacaktır.
Nemrut’la konuşmasına gelince; burada İbrâhim peygamberin, dünya tarihinde yaşamış tâğutların en büyüklerinden biriyle yaptığı mücâdeleye şâhit olmaktayız. Nemrut’un azgınlığı o dereceye varmıştır ki, kendisini ilâh olarak görmeye başlamış ve insanlardan Allah’ı bırakıp kendisine kulluk etmelerini istemiştir. İbrâhim (a.s.), Nemrut’a karşı katı ve kararlı bir tavır sergilemiş, ilâhlığın mutlak güce dayanması gerektiğini, oysa Nemrut’un buna sahip olmadığı tezini işlemiştir. Ardından hayat ve ölüm meselesinden bahsederek kendi Rabbinin ölümsüz olduğunu söylemiştir. Bu tâğut da, İbrâhim (a.s.)’in taraftarlarının saflığını kullanarak sözcüklerle oynamak sûretiyle onları kandırmaya çalışmıştır. İbrâhim (a.s.) ona Rabbinin dirilten ve öldüren olduğunu söylediğinde o, kendisinin de dilediğini öldürüp dilediğini dirilttiğini iddia etmiştir. O, adamları tarafından tutuklanan insanlardan bazılarını astırıp bazılarını sağ bırakarak öldürme ve diriltme gücüne ve dolayısıyla ilâhlık vasıflarına sahip olduğunu ileri sürmüştür. İbrâhim (a.s.) bu tâğutun sözkonusu altın fırsatı kullanarak övünüp böbürlenmesine fırsat vermemiş ve Allah’ın kâinatta yarattığı tabiat hârikalarını ön plâna çıkararak Nemrut’tan eğer gerçekten ilâhsa bunları değiştirmesini istemiştir. İnkârcı Nemrut, bu istek karşısında çaresiz kalmış ve verecek cevap bulamamıştır.
Bu diyalogda bizim yararlanacağımız nokta şudur: Günümüzde gerçekleri çarpıtmak isteyen çevreler saf ve basit insanları ikna edip kandırmak için bazı yollara başvurmaktadırlar. Halkın kandırılmaya çalışıldığı konular, bazen akîdeyle ilgili hususlar, bazen de günlük hayatla ilgili meseleler olabilmektedir. Biz bu gibi çevrelerin çabalarına karşı İbrâhim (a.s.)’in üslûbundan ilham alabiliriz. O, Nemrut’un benzeri girişimlerine karşı açık meydan okuma yoluna başvurmuş ve neticede saptırma ve karalama çabalarını boşa çıkarmıştır.
Bu hedefe ulaşabilmek için saf insanların alt oldukları çarpıtma ve saptırma yollarının iç yüzüne vâkıf olmamız gerekir. Tabii ki, meydan okuma gücüne sahip açıklama yollarını da bilmemiz gerekir. Bütün bunlar dâvetçilerin yaşadıkları vâkıayı, bu gerçeğe hâkim olan üslûpları ve vâkıanın seyir biçimini bilinçli, dikkatli ve kapsamlı bir şekilde izlemelerini zarûri kılmaktadır.[297]
"Bir zaman İbrâhim, babasına ve kavmine demişti ki: 'Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk yaparım. Çünkü O, beni doğru yola iletecektir. Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar (onun dinine) dönsünler."[298]
İnsanların kutsallarının açıkları ve izledikleri yollardaki mantık hataları gibi ögeler, dâvetçi tarafından gözler önüne serilmelidir. Rasullerin, topluluklar önünde, ileri gelenlerle karşılaşmaları, topluma yönelerek onların zayıf ve çaresiz yönlerini göstermeleri farklı farklı zeminlerde olagelmiştir. (Hz. Mûsâ’nın bir bayram günü toplumun gözleri önünde sihirbazları yenilgiye uğratması ve çaresizliklerini ortaya koyması gibi.)
Önünde kulluk sergiledikleri, kendilerini ne duyan, ne duâlarına cevap verebilen bu âciz nesneleri bir an olsun sorgulayabilecek zemin oluşturmanın bir pratiğidir, Hz. İbrahim’in put kırışı. Putların İbrâhim’in baltasına karşı kendilerini bile savunup koruyamaması, hak gelince bâtılın nasıl yok oluverdiğini, görmek isteyenlere göstermiştir. Bir an kendi vicdanlarıyla baş başa kalan fertler kendilerini zâlimlikle suçlamışlardır.[299] Ancak bu hakkı düşünebilme zemini kısa sürmüş ve içinde bulundukları pratik ağır basmıştır. Bir an olsun câhiliyenin pratiklerine dur denilir ve insanların sâlim kafayla vahiyle muhâtaplıkları sağlanabilirse, ağızlardan bu cümlenin döküldüğüne bizler de şâhit olabiliriz: “Kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine): ‘Siz (var ya), siz, kendinizsiniz zâlim.” Sonrasında câhilî pratiğin ve iktidarın devamını engelleyemeyen her İbrahimî eylem, halklara bir bahar soluğu verse de, vahiyle (ve fıtratla, vicdanla) bir an olumlu bir karşılaşma zemini oluştursa da, bundan ötesini getirmemektedir. Bu tavırla, vicdanların bir an gerçeği algılamasının daha ötesi (toplumun düşünsel ve amelî dönüşümü) öngörülmemişti. Bunları öngören bir hareket, bu İbrahimî örnekliğe, farklı ve yeni unsurlar eklemek zorundadır.
Başta İbrâhim (a.s.) olmak üzere peygamberlerin tevhid mücâdeleleri, yozlaşmış bir toplum içinde, bireyin nasıl mümtaz bir yaşam süreceği, onurlu bir direniş ve muhâlefeti nasıl ortaya koyacağı sorusuna verilen cevabın etrafını örmektedir.
"İbrâhim'de, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır.”[300] O, öyle bir örnektir ki, baba sevgi ve saygısı, onu dâvâsından tâvize mecbur edemediği gibi, evlât sevgisi de ilâhî emrin önüne geçirememiştir. En inatçı müşrik bile olsa, babaya dâvâ anlatılırken nasıl bir üslûp kullanılması gerektiğini öğreten bir evlâttır o. Ne saygı ve sevgiden dolayı tâviz; ne de hakkı anlatırken haksız duruma düşüren kabalık, küstahlık, saygısızlık ve ukalâlık... Babasının, putperestlerin önde geleni olmasına rağmen, onun eylemlerine Allah için buğzederken, “yâ ebetî, yâ ebetî” hitabıyla babasını fıtratının sesine çağırmıştır. “Babacığım, ey babacığım” gibi hem hürmet, hem şefkat yüklü bir hitapla babasını şeytanın icat ettiği putlara tapmaktan alıkoymaya çalışan bir peygamberdir o. Her yanı küfür ateşinin sardığı bir ortamda yakıcı ateşler içinde kalmış, ama yanmamıştır. Hiçbir ânını ve hiçbir duygusunu küfür ateşine atmamış; o yüzden, yıllar sonra Nemrut’un dağ gibi ateşleri bile, Allah’ın izniyle onu yakmamıştır.
İbrâhim (a.s.)’i örnek almak demek; İbrâhim olup Allah’tan başka en çok sevdiğimiz İsmâil’lerimizi Allah yoluna fedâ edebilmek demektir. Putlara, putlaştırmaya ve putçulara karşı tek başımıza da olsa mücâdele edebilmektir. Âhiret ateşine atılmamak için dünya ateşlerinden korkmamak, ateşle imtihanı göze alabilmektir. Babamız ya da zâlim devlet reisi de olsa muhâtaplarımıza hakkı haykırabilmektir.
"İbrâhîm
İçimdeki putları devir
Elindeki baltayla
Kırılan putların yerine
Yenilerini koyan kim?
Güneş buzdan evimi yıktı
Koca buzlar düştü
Putların boyunları kırıldı
İbrâhîm Güneşi evime sokan kim?" [301]
“Hasretle andım put kıran İbrâhim’i
Kalbimde saklamaktan paslandı baltam.” [302]
“Eğer âşık isen yâre
Sakın aldanma ağyâre
Gir İbrâhim gibi nâre
Bu gülşende yanar olmaz.” [303]
Hz. İbrâhim'in putperestlerin yüzüne haykırdığını, çağdaş putçulara biz de tekrarlıyoruz: "Yuh olsun size ve Allah'tan başka taptıklarınıza! Siz, aklınızı kullanmaz mısınız?"[304]; "Selâmun alâ İbrâhîm: 'İbrâhim'e selâm olsun!"[305]
Şeytan insana, şirkten kurtulmayı çok zor ve karmaşık, tevhidi, ihlâsı ve imanı ise yaşanması imkânsız gibi olağanüstü zor gösterebilir. Oysa bu, yalnızca şeytanın verdiği bir vesveseden ibarettir.[306] Bilinmelidir ki, şirkten kurtulmak için samimi bir niyet ve tavır değişikliği yeterlidir. Bu niyet tashihi kişininn her şeye, herkese ve tüm olaylara karşı olan bakış açısını şirkten tevhide çevirecektir. Yani siyah gözlük takan birisinin etrafını görebilmek için her yeri tek tek aydınlatmasına gerek yoktur. Gözlüğünü çıkarması yeterlidir. Şirk de her yeri karartan bu gözlük gibidir. Gözlüğü çıkarmadan zorlama yöntemlerle şirkten arınmaya çalışmak hem zor, hem de ümit kırıcıdır. Bir hamlede gözlüğü çıkarmak ise hem kolay, hem de tek etkili çözümdür. İnsanın şirk boyutundan Allah’ın râzı olduğu iman ve ihlâs boyutuna geçmesi de tek bir kararlılık hamlesi gerektirir. Bu da her ne durumda olursa olsun Allah'a güvenmek ve Kur’an’a bütünüyle ve samimi olarak uymaya karar vermektir. Bu samimiyet ve kararlılık, muhakkak beraberinde Allah’ın yardımını, hidâyetini ve büyük bir nimetle rahmetini getirecektir.
Şeytan tabii ki, tevhidi ve ihlâsı çirkin, sıkıntılı ve ıstırap verici olarak göstermeye çalışacaktır. Hâlbuki gerçek eziyet, sıkıntı ve ıstırap şirktedir. Bu, dünyada da âhirette de böyledir. Taptığı sahte ilâhları bırakarak sadece Allah'a yönelen bir insan boşlukta ve sahipsiz kalmaz; aksine tek gerçek ilâh olan Allah'a sığınarak olabilecek en büyük huzur, güven ve rahatlığı kazanır. “Kim Allah’tan ittika ederse (korkup sakınırsa), (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir.”[307]
Şirkle tevhid arasındaki fark, çoğu zaman niyet ve bakış açısı farkıdır. Peygamberimiz (s.a.s.) Kâbe’deki putları fiilî olarak kırmış, Hz. Mûsâ yahûdilerin edindiği altın buzağı heykelini yakıp küllerini denize savurmuştur. Bunlar, sembolleştirilen şirklere karşı vurulan darbelerdir. Bugün de sembolleştirilen şirklere karşı aynı fiilî müdâhaleler yapılabilir; ama önemli olan öncelikle şirkin mantığını yıkmaktır. Gönül ve kafalardaki putlar yıkılmadan diğer putların yıkılması çok önemli olmayacaktır. Şirki gönül ve kafalardan yıkmak için, niyet ve bakış açısının değiştirilmesi gerekmektedir.
Bu nedenle, şirkten vazgeçip tevhide yönelen insanın yaşadığı büyük değişim, öncelikle kalpte ve zihinde meydana gelir. Dış görünüm olarak belki eski yaşamının bazı ögelerini devam ettirse bile, tamamen farklı bir bakış açısına ve kavrayışa sahip olur muvahhid insan. Eskiden atalarından gördüklerine, kendi tutkularına, birtakım insanların fikirlerine göre düzenlediği hayatını, şimdi sadece Allah’ın kitabına göre ve sadece O’nun rızâsı için düzenler. Böylece binlerce küçük ve sahte ilâha kulluk etmeyi, onları memnun etmek için uğraşmayı bırakarak, “birbirinden ayrı rabler mi daha hayırlıdır, yoksa Kahhar olan bir tek Allah mı?”[308] diyen Hz. Yûsuf gibi, sadece kendisini Yaratan’a teslim olur.[309]
“Andolsun Biz İbrâhim’e daha önce rüşdünü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım!’ Sonunda İbrâhim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye. ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zâlimlerden biridir’ dediler. (Bir kısmı:) ‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. O halde, dediler, ‘onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.’ ‘Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhim?’ dediler. ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Haydi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!’ dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) ‘zâlimler sizlersiniz, sizler!’ dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: ‘Sen bunların konuşmadığını pek âlâ biliyorsun’ dediler. İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz akıllanmaz mısınız?’ (Bir kısmı:) ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. ‘Ey ateş! İbrâhim için serinlik ve esenlik ol!’ dedik. Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, onu ve Lût’u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.”[310]
Hz. İbrâhim’in putçularla mücâdelesi ve putları devirmesi Sâffât sûresinde de şu şekilde anlatılır: “Şüphesiz İbrâhim de onun (Nuh’un) milletinden idi. Çünkü Rabbine kalb-i selîm ile geldi. Hani o, babasına ve kavmine: ‘Siz kime kulluk ediyorsunuz?’ demişti. ‘Allah’tan başka birtakım uydurma ilâhlar mı istiyorsunuz? O halde, âlemlerin Rabbi hakkındaki görüşünüz nedir?’ (Hz. İbrâhim’in kavmi, yıldızlara bakar, onlarla kâhinlik yaparlardı. Bir bayram günü İbrâhim’e kendileriyle beraber bayram yerine gelmesini söylediler.) Bunun üzerine İbrâhim yıldızlara şöyle bir baktı. ‘Ben hastayım’ dedi. Ona arkalarını dönüp gittiler. Yavaşça (kavmin) putlarının yanına vardı. (Oraya konmuş çelenkleri, yemekleri görünce:) ‘Yemiyor musunuz? Neden konuşmuyorsunuz?’ dedi. Bunun üzerine, yanlarına gelip sağ eliyle vurdu (kırıp geçirdi). (Putperestler) koşarak İbrâhim’e geldiler. (Neden putları kırdığını sordular.) İbrâhim: ‘Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?! Oysa ki sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı’ dedi. ‘Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın!’ dediler. Böylece ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat biz onları alçaklardan kıldık.”[311]
Ve Rasûlullah Muhammed (s.a.s.)
Yegâne önderimiz Rasûlullah (s.a.s.), put kıran bir peygamber babanın, put kıran bir peygamber oğludur. Tek başına bir ümmet olan İbrâhim (a.s.), put kıran bir peygamber idi. O babanın oğlu, yani onun neslinden olan Rasûlullah da, put kıran bir Peygamberdir. Rasûlullah, hem kalplerdeki, hem beyinlerdeki putları ve putlaşmış fikirleri, akîdeleri kırıp parçalamış, hem de müşrik putperestlerin kendi elleriyle yapıp meydanlara diktikten sonra tapınılan put heykelleri paramparça edip kırmıştır. Rasûlullah, hem putçu ideolojileri ortadan kaldırmış, hem de tapınılan ve putlaştırılan şeyleri yok etmişti.
Gerek içteki, gerekse dıştaki putları kırmak ile vazifeli olan Rasûlullah’ın, müşrik tâğutların egemen olduğu ve bir dâru’ş-şirk haline getirdikleri tevhidin merkezi Mekke’deki bir uygulaması şöyledir: (Bu uygulama, Rasûlullah’ın hicret edeceği sırada gündeme gelmiştir.) Emîru’l-Mü’minîn İmam Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) anlatıyor: “Ben ve Peygamber (s.a.s.) yürüdük, nihâyet Kâbe’ye vardık. Bana: “otur!” dedi. Oturdum, omuzuma çıktı, yukarıya kaldırmak istedim. Benim güçsüzlüğümü görünce, indi ve: “Sen, benim omuzuma çık!” dedi. Omuzuna çıktım, beni kaldırdı, bana öyle bir hal geldi ki, istersem göğe kadar yükselebileceğimi sandım. Nihâyet Beyt’in üstüne çıktım. Bakır ve altından yapılmış birçok heykellerle karşılaştım. Beyt’in sağından, solundan, önünden ve arkasından onları toplayıp bir araya getirdim. Hepsini topladığımda bana, şöyle buyurdu: “Şimdi onları bir bir aşağıya fırlatıp at!” Fırlatıp attım, cam bardaklar gibi kırılıp parça parça oldular. Sonra indim. İnsanlardan birinin bizi görmesinden korktuğumuz için koşarak evlerin ötesine kaçtık, kaybolduk.”[312]
Olayı anlatan Hz. Ali (r.a.)’nin ifadelerine dikkat edilecek olursa, bu put kırma hareketi çok gizli yapılmış, gerekli önlemler alınıp en müsait zaman seçilmiş, olay gerçekleştikten hemen sonra koşarak evlerin arasında kaybolup olay yerinden uzaklaşılmıştır. Hatta İmam Ali’nin ifadesiyle, “insanlardan birinin bizi görmesinden korktuğumuz için koşarak evlerin ötesine kaçtık, kaybolduk.” Bu korku, tedbir mâhiyetinde bir endişe idi ki, tabiî ve fıtrîdir. Yoksa korkunun adı tedbir olmuş değildi. Yine dikkat edilecek olursa, tüm ihtimaller düşünülerek ve tedbirler alınarak olay gerçekleşmiştir. Müşrik tâğutların egemenliğindeki Mekke’de örnek bir put kırma olayını gerçekleştiren önderimiz Rasûlullah, birkaç yıl sonra fethedilen Mekke’de, gerek Kâbe’nin içinde ve üstünde, gerekse Kâbe’nin etrafında, yani Harem-i Şerif’teki bütün putları kıracaktı.
Abdullah bin Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.s.), Mekke’nin fethi günü Kâbe’nin avlusuna girdi. Kâbe’nin etrafında İbâdet için dikilmiş üç yüz altmış put vardı. Rasûlullah, elindeki deynekle bu putlara dürtmeye başladı (onunla dokunduğu her put, yüz üstü düşüyordu) ve şu âyetleri okuyordu: “Hak geldi, bâtıl yok oldu.”[313]; “Hak geldi, bâtıl ise, ne (bir şey) ortaya çıkarabilir, ne geri getirebilir.”[314]
Ebû'l-Heyâc el-Esedî anlatıyor: "Bana Hz. Ali (r.a.): 'Rasûlullah (s.a.s.)'ın beni göndermiş olduğu şeye ben de seni göndereyim mi?' diye sordu ve Rasûlullah'ın kendisene: "Haydi git, kırıp dökmedik put, düzlemedik yüksek kabir bırakma!" buyurduğunu söyledi."[315]
Hz. İbrâhim’in putperestlerin yüzüne haykırdığını, çağdaş putçulara biz de tekrarlıyoruz: “Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Siz aklınızı kullanmaz mısınız?”[316]
“Beşerin böyle dalâletleri var; Putunu kendi yapar, kendi tapar!”
Ne mutlu, Allah’tan başkasının önünde eğilmeyip sadece O’na secde ederek ibâdet edenlere ve her yaptıkları eylemi Allah’a ibâdet ölçüsünde yapanlara! Yazıklar olsun, kula kulluk yapan kullara ve tâğutlara, putlara, ya da hevâ ve heveslerine tapanlara!
Mahmut Kaçar’a ve İbrâhim (a.s.)’in izinden giden tüm put düşmanlarına selâm olsun!
- Put ne demektir? Putlar, Allah’a nasıl şirk koşulmaktadır?
- Kur’an, tarihten bu yana putlaştırılan canlı ve cansız varlıkların neler olduğunu söylemektedir?
- Heykeller nasıl ve hangi gerekçe ile put haline gelmiştir? Heykellerin putlaştırılmasının, tarihte ilk olarak nasıl oluştuğunu anlatınız.
- Heykellerin dışında herhangi bir şahıs veya nesnenin putlaştırılması nasıl olmaktadır?
- Aşırı sevgi, aşırı yüceltmenin putlaştırma ile ilişkisini anlatınız.
- Sadece heykel gibi çirkin şeyler mi putlaştırılmaktadır? Büyük zâtların da sevenleri tarafından nasıl putlaştırıldığını örneklerle açıklayınız.
- Heykeller, ilk olarak nasıl putlaştırılmıştır, bu konuda kötü niyetin olmaması yeterli olmakta mıdır?
- Hangi resim ve heykeller haram ve put kabul edilir, hangileri câizdir; açıklayın.
- Putlara ve putperestlere peygamberler ve özellikle Hz. İbrâhim, nasıl tavır takınmıştır? Kur’an bu konuda neler anlatmaktadır?
- Peygamberimiz’in de Mekke’de illegal olarak Hz. İbrahim gibi putları kırdığının, ama bu olayın nedense câmilerde ve Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi kitaplarında ve bu derslerde bile işlenmediğinin sebeplerini anlatınız.
[1] 37/Sâffât, 95-96
[2] Bak. 39/Zümer, 3, 44; 10/Yûnus, 18; 17/İsrâ, 56-57; 43/Zuhruf, 86; 30/Rûm, 13
[3] Bak. 5/Mâide, 116; 9/Tevbe, 30, 31; 34/Sebe’, 40; 71/Nûh, 23
[4] 2/Bakara, 165
[5] Bak. 29/Ankebût, 61, 63; 39/Zümer, 3
[6] Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, Şafak Y. s. 132-138
[7] 2/Bakara, 213
[8] 71/Nûh, 23
[9] Buhârî, Tefsir 71
[10] Müslim, Cennet 13; Buhârî, Menakıb 9
[11] Ahmed İbn Hanbel, III/353
[12] 29/Ankebût, 61
[13] 29/Ankebût, 63
[14] Müslim, Hacc 3/22
[15] 39/Zümer, 3
[16] Muvatta, Sefer, 85; Ahmed bin Hanbel, II, 246
[17] Müslim, Mesacid III
[18] 46/Ahkaf, 5
[19] 16/Nahl, 36; Eymen ed-Dımaşkî, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 206-209
[20] 6/En’âm, 19
[21] 14/İbrâhim, 35-36
[22] 25/Furkan, 17
[23] 7/A’râf, 194
[24] 28/Kasas, 68
[25] 7/A’râf, 190
[26] 45/Câsiye, 10
[27] 15/Hicr, 96
[28] 21/Enbiyâ, 36
[29] 2/Bakara, 165
[30] 7/A’râf, 138
[31] 22/Hacc, 30
[32] 21/Enbiyâ, 52
[33] 13/Ra’d, 16
[34] 2/Bakara, 23
[35] 39/Zümer, 43
[36] 12/Yûsuf, 39
[37] 29/Ankebût, 41
[38] 16/Nahl, 74
[39] 2/Bakara, 256
[40] 4/Nisâ, 51
[41] 5/Mâide, 90
[42] 72/Cin, 3
[43] 72/Cin, 3
[44] Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, Kayıhan Y., s. 339-340
[45] 6/En’âm, 74; 7/A’râf, 138; 14/İbrâhim, 35; 21/Enbiyâ, 57; 26/Şuarâ, 71.
[46] 22/Hacc, 30; 29/Ankebût, 17, 25.
[47] 21/Enbiyâ, 52
[48] 34/Sebe’, 13
[49] 9/Tevbe, 28
[50] 10/Yûnus, 18; 13/Ra’d, 14; 16/Nahl, 55; 19/Meryem, 81-82; 39/Zümer, 3, 43-44
[51] 43/Zuhruf, 19; 53/Necm, 27-28
[52] 6/En’âm, 138-139, 143-144
[53] 7/A’râf, 190-191
[54] 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 40, 41, 46, 71 vb.
[55] 7/A’râf, 197-198; 10/Yûnus, 35
[56] 7A’râf, 191-192; 10/Yûnus, 34; 13/Ra’d, 33; 16/Nahl, 20; 21
[57] 29/Ankebût, 17
[58] 13/Ra’d, 14; 27/Neml, 62; 34/Sebe’, 22; 35/Fâtır, 14
[59] 53/Necm, 49
[60] 46/Ahkaf, 5
[61] 16/Nahl, 73; 35/Fâtır, 13; 53/Necm, 19-20
[62] 16/Nahl, 21
[63] 17İsrâ, 22; 22/Hacc, 30; 25/Furkan, 68; 42/Şûrâ, 9
[64] 5/Mâide, 90; 17/İsrâ, 29, 39
[65] 2/Bakara, 166; 6/En’âm, 22-24, 94; 7/A’râf, 37, 53; 10/Yûnus, 28-30 vb.
[66] 53/Necm, 19-20
[67] 10/Yûnus, 66; 28/Kasas, 62-63; 39/Zümer, 3
[68] 6/En’âm, 108
[69] 6/En’âm, 74; 19/Meryem, 42-48; 21/Enbiyâ, 52-57; 26/Şuarâ, 69-82; 37/Sâffât, 85-87; 43/Zuhruf, 26-27; 60/Mümtehine, 4
[70] 21/Enbiyâ, 52-57; 26/Şuarâ, 69-82; 29/Ankebût, 16-18, 24-26; 37/Sâffât, 85-87; 43/Zuhruf, 26-27
[71] 6/En’âm, 76-79; 21/Enbiyâ, 58-67; 26/Şuarâ, 70-82
[72] 21/Enbiyâ, 52-68; 37/Sâffât, 88-97
[73] 22/Hacc, 26
[74] 21/Enbiyâ, 68-71; 29/Ankebût, 245; 37/Sâffât, 97-98
[75] 21/Enbiyâ, 70
[76] 2/Bakara, 22, 165; 14/İbrâhim, 30; 34/Sebe', 33; 39/Zümer, 8; 41/Fussılet 9
[77] 45/Câsiye, 23; 47/Muhammed, 12
[78] 4/Nisâ, 117
[79] 2/Bakara, 163, 255; 3/Âl-i imrân, 2, 6, 18, 62; 4/Nisâ, 87, 171; 5/Mâide, 73; 6/En'âm, 19, 102, 106; 14/İbrâhim, 52; 16/Nahl, 22, 51; 20/Tâhâ, 8, 14; 22/Hacc, 34; 23/Mü'minûn, 116; 27/Neml, 26; 28/Kasas, 70, 88; 37/Sâffât, 4
[80] 2/Bakara, 133; 7/A'râf, 59, 65, 73, 85, 158; 9/Tevbe, 129; 11/Hûd, 50, 61, 84; 16/Nahl, 2; 18/Kehf, 110; 21/Enbiyâ, 25, 108; 23/Mü'minûn, 23; 41/Fussılet, 6. Tevhid dini ise İslâm'dır: 6/En'âm, 161; 10/Yûnus, 105; 21/Enbiyâ, 92; 30/Rûm, 30; 39/Zümer, 3, 11
[81] 6/En'âm, 90; 21/Enbiyâ, 92; 23/Mü'minûn, 51-52; 42/Şûrâ, 13; 43/Zuhruf, 45; 87/A'lâ, 14-15, 18-19
[82] 10/Yûnus, 32; 22/Hacc, 31; 41/Fussılet, 6
[83] 22/Hacc, 31; 30/Rûm, 30
[84] 10/Yûnus, 105
[85] 6/En'âm, 153
[86] 31/Lokman, 13
[87] 4/Nisâ, 48, 116
[88] 2/Bakara, 165; 3/Âl-i imrân,151; 4/Nisâ, 117; 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 1, 107, 136 vb.
[89] 25/Furkan, 17-19; 28/Kasas, 62-64, 74; 37/Saffât, 22-34
[90] 30/Rûm, 13
[91] 25/Furkan, 17-19; 28/Kasas, 62-64, 74; 37/Saffât, 22-34
[92] 2/Bakara, 105; 5/Mâide, 82; 6/En’âm, 106; 9/Tevbe, 7-8, 10, 12; 17/İsrâ, 73-75; 28/Kasas, 87; 60/Mümtehine, 1-2, 6-9
[93] 2/Bakara, 221; 17/İsrâ, 73-75; 29/Ankebût, 12-13
[94] 6/En’âm, 106, 150; 10/Yûnus, 41; 15/Hıcr, 94; 28/Kasas, 87; 32/Secde, 30; 37/Saffât, 173-174, 178-180; 43/Zuhruf, 83, 89; 45/Câsiye, 18; 51/Zâriyât, 54; 53/Necm, 29; 54/Kamer, 6; 68/Kalem, 8; 73/Müzzemmil, 10
[95] 9/Tevbe, 13-14; 10/Yûnus, 65; 15/Hıcr, 94; 22/Hacc, 38; 37/Sâffât, 171-175
[96] 37/Sâffât, 160-163; 52/Tûr, 42
[97] 9/Tevbe, 5-6, 11-12
[98] 1/Fâtiha, 5; 2/Bakara, 165, 170; 3/Âl-i İmrân, 64, 151; 4/Nisâ, 36, 45, 51, 116, 117; 5/Mâide, 72-73, 76, 104; 6/En’âm, 14, 19, 22-23, 56, 74, 80-81, 102-103; 7/A'râf, 28, 37; 9/Tevbe, 28, 31; 10/Yûnus, 18, 106; 12/Yûsuf, 39-40; 14/İbrâhim, 30, 35-36; 16/Nahl, 36, 51-52; 18/Kehf, 102; 19/Meryem, 93; 21/Enbiyâ, 24, 25, 51-71, 98; 22/Hacc, 11, 30-31, 74; 24/Nûr, 55; 26/Şuarâ, 213; 28/Kasas, 88; 29/Ankebût, 8, 17, 25; 30/Rûm, 31; 31/Lokman, 13, 21; 36/Yâsin, 74-75; 38/Sâd, 4-7; 39/Zümer, 3, 14, 17, 64-67; 41/Fussılet, 37; 42/Şûrâ, 21; 43/Zuhruf, 22-24, 26-28; 45/Câsiye, 23; 51/Zâriyât, 56; 53/Necm, 19-23; 60/Mümtehıne, 4; 109/Kâfirun, 1-6.
[99] 1/Fâtiha, 5
[100] 3/Âl-i İmrân, 64
[101] 3/Âl-i İmrân, 151
[102] 4/Nisâ, 36
[103] 4/Nisâ, 45
[104] 4/Nisâ, 51
[105] 4/Nisâ, 116
[106] 4/Nisâ, 117
[107] 5/Mâide, 76
[108] 6/En’âm, 14
[109] 6/En’âm, 22-23
[110] 6/En'âm, 56
[111] 6/En’âm, 74
[112] 6/En'âm, 80-81
[113] 7/A'râf, 37
[114] 9/Tevbe, 28
[115] 9/Tevbe, 31
[116] 10/Yûnus, 18
[117] 10/Yûnus, 106
[118] 12/Yûsuf, 39-40
[119] 14/İbrâhim, 35-36
[120] 16/Nahl, 36
[121] 16/Nahl, 51-52
[122] 18/Kehf, 102
[123] 21/Enbiyâ, 25
[124] 21/Enbiyâ, 51-71
[125] 21/Enbiyâ, 98
[126] 22/Hacc, 11
[127] 22/Hacc, 30-31
[128] 26/Şuarâ, 213
[129] 28/Kasas, 88
[130] 29/Ankebût, 8
[131] 29/Ankebût, 17
[132] 29/Ankebût, 25
[133] 31/Lokman, 21
[134] 36/Yâsin, 74-75
[135] 38/Sâd, 4-7
[136] 39/Zümer, 3
[137] 39/Zümer, 14
[138] 39/Zümer, 17
[139] 39/Zümer, 64-67
[140] 41/Fussılet, 37
[141] 42/Şûrâ, 21
[142] 43/Zuhruf, 26-28
[143] 45/Câsiye, 23
[144] 51/Zâriyât, 56
[145] 53/Necm, 19-23
[146] 60/Mümtehıne, 4
[147] 109/Kâfirun, 1-6
[148] Buhârî; Müslim
[149] İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4205
[150] Deylemî, Müsned; Hayâtu’l Hayevân, 2/16; naklen, S. Ateş, Kur’an Ans. 8/92
[151] Buhârî, Megâzi 35; Müsned, Ahmed b. Hanbel, II/525
[152] Taberanî, nak. Elmalılı, 6/70; Şamil İslâm Ans. II/397
[153] Tirmizî, Zühd 42, hadis no: 2376
[154] Buhârî, Enbiyâ 48; Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/23, 24, 47, 55
[155] Buhârî; Müslim
[156] Ebû Dâvud, III/93, hadis no: 2787
[157] Buhârî, Salât 48, Cenâiz 62, 96, Enbiyâ 50, Meğâzî 83; Müslim, Mesâcid 19, 23
[158] Müslim, Cenâiz 93; Ebû Dâvud, Cenâiz 72; Nesâî, Cenâiz 99
[159] Müslim, Hacc 194, h. no: 1218; Tirmizî, Fiten 2, h. no: 2610; Tefsîr 2, h. no: 3087
[160] Buhârî, Cenâiz 39
[161] Müslim, İmâre, 57; Neseî, Tahrîmu'd-Dem, h. no: 4098
[162] S. Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 315
[163] a.g.e. s. 315-316
[164] eş-Şa'rani, et-Tabakatu'l-Kübra, 2/61, el-Acmi bölümü
[165] eş-Şarani, et-Tabakatu'l-Kübra, 2/61, el-Acmi bölümü
[166] Ribat Dergisi, yıl 1, sayı 2, 1982
[167] Ramazanoğlu Mahmud Sami, Musahabe, 6/87, Erkam Yayınları, İst. 1982
[168] Mektubat Tercemesi, 1/124. Terc. Hüseyin Hilmi Işık, 1968, Mektup no: 202. (Çeviren) (Tasavvuf ve İslâm, Abdurrahman el-Vekil, Tevhid Y.
[169] 95/Tîn, 5
[170] 7/A’râf, 79
[171] 21/Enbiyâ, 67
[172] Bak. 25/Furkan, 43
[173] 6/En'âm, 162-163
[174] Bak. 34/Sebe', 13
[175] 21/Enbiyâ, 52
[176] 48/Fetih, 18
[177] Bak. 6/En'âm, 76-79. âyetler
[178] Fahreddin Râzi, Mefatihu'l Gayb (Tefsir-i Kebir), c. 2, s. 134
[179] 16/Nahl, 2; Zümer, 5
[180] 6/En'âm, 96
[181] 10/Yûnus, 5; 71/Nuh, 16
[182] 41/Fussılet, 37
[183] 81/Tekvir, 1
[184] 91/Şems, 1
[185] 27/Neml, 24-25
[186] 41/Fussılet, 37
[187] Suat Yıldırım, a.g.e., s. 367
[188] Orhan Hançerlioğlu, İnanç Sözlüğü, Remzi Kitabevi, s. 214
[189] Bektaşi Menakıbnamelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri, s. 30
[190] A.g.e.s., 32
[191] 41/Fussılet, 37
[192] 36/Yâsin, 40
[193] 21/Enbiyâ, 33
[194] İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Akçağ Y. s. 165
[195] Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Dergâh Y., c. 3, s. 179 vd
[196] Bak. Uydurma Hadisler, Harun Ünal, Basiret Y., I/39-44; Aliyyü’l Kari, Uydurma Olduğunda İttifak Edilen Hadisler, İnkılâb Y., s. 126; Sehâvî, Makasıd, s. 183; Suyûtî, ed-Düreru’l-Muntesıre, s. 108; Sâğânî, Mevduât, s. 53; Semhudî, Gammaz, s. 60; İbnü’d-Deybâ, Temyîz, s. 77, Aliyyu’l-Kari, Kübrâ, s. 189; Aclûnî, Keşfu’l Hafâ, I/413.
[197] 4/Nisâ, 97
[198] Buhârî, Megazi 35; Müsned, Ahmed b. Hanbel, II/525)
[199] Ebû Dâvud
[200] 5/Mâide, 90
[201] 15/Hicr, 16; 25/Furkan, 61
[202] 85/Bürûc, 1
[203] Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, c. 7, s. 5208
[204] 27/Neml, 65
[205] 6/En'âm, 50
[206] 7/A'râf, 188)
[207] Müslim, Selâm 125
[208] Tirmizî, Tahâret 102; İbn Mâce, Tahâret 122; Ebû Dâvud, Tıb, hadis no: 3904; Ahmed bin Hanbel, II/ 408
[209] Elmalılı, a.g.e., c. 7, s. 5207
[210] 12/Yûsuf, 106
[211] 2/Bakara, 170
[212] 2/Bakara, 151
[213] 6/En’âm, 59; 67/Mülk, 14; 8/Enfâl, 73; 4/Nisâ, 26; 7/A'râf, 52;
[214] Bak. 2/Bakara, 32; 5/Mâide, 109
[215] Konuyla ilgili daha geniş bilgi için, bak. Bu kitapta “İslâm’da Bilgi Kaynakları” ünitesi
[216] Bak. 34/Sebe', 13
[217] 21/Enbiyâ, 52
[218] Heykel ve resmin fıkıh, itikad ve sanat açısından değerlendirilmesi için bak. Ahmed Kalkan, Müslümanın Sanat Anlayışı, Rağbet Y.
[219] 10/Yûnus, 104
[220] 10/Yûnus, 105
[221] 10/Yûnus, 104
[222] 6/En’âm, 56; 40/Mü'min, 66
[223] 6/En'âm, 56; 10/Yûnus, 18
[224] 6/En'âm, 56
[225] 39/Zümer, 6
[226] 10/Yûnus, 18
[227] 16/Nahl, 73
[228] 37/Sâffât, 95
[229] 46/Ahkaf, 4)
[230] 53/Necm, 23; 12/Yûsuf, 40
[231] 37/Sâffât, 86
[232] 21/Enbiyâ, 52
[233] 14/İbrâhim, 35
[234] 21Enbiyâ, 52-54, 58-59, 62-63, 65-67
[235] 19/Meryem, 42
[236] 14/İbrâhim, 35
[237] 11/Hûd, 109
[238] 21/Enbiyâ, 98
[239] 21/Enbiyâ, 98
[240] 39/Zümer, 15
[241] 37/Sâffât, 22-34
[242] 19/Meryem, 82; 46/Ahkaf, 6
[243] 39/Zümer, 3; 10/Yûnus; 18; 17/İsrâ, 56-57; 43/Zuhruf, 86; 39/Zümer, 44; 30/Rûm, 13.
[244] Raif Necdet, Türkün Âmentüsü, Sebil, no 22, 28 Nisan 1978, s. 11
[245] bkz. Kemalist İnkılâbın Anatomisi, Sebil 9 Ocak 1976, s. 4-5
[246] Osman Nuri Çerman, Dinimizde Reform: Kemalizm dergisi, Aralık 1957, sayı 1, s. 1-3 vd
[247] Kültür Y., İst. 2002
[248] Kültür Y., 2002
[249] Kültür Y., İst. 2001
[250] Araştırma Y., 2002
[251] Araştırma Y., 2002
[252] Kültür Y., İst. 2002
[253] Vural Y., İst. 2000
[254] 2 cilt, Araştırma Y.
[255] DİB Y., Ank. 1982
[256] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Atatürk’ün Kur’an Kültürü, İlgi Y., Önsöz
[257] 2/Bakara, 165
[258] Buhârî, Enbiyâ 48
[259] 21/Enbiyâ, 92
[260] 49/Hucurât, 10
[261] 3/Âl-i İmrân, 103
[262] 22/Hacc, 78
[263] 3/Âl-i İmrân, 19
[264] 19/Meryem, 42-46
[265] 21/Enbiyâ, 52-56
[266] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Denge Y. s. 42-44
[267] 26/Şuarâ, 70-74
[268] 26/Şuarâ, 75-77
[269] 29/Ankebût, 16-17
[270] 2/Bakara, 170
[271] 31/Lokman, 21
[272] Necmettin Şahinler, Tek Başına Bir Ümmet, Beyan Y. s. 93-95
[273] 21/Enbiyâ, 51-71
[274] 37/Sâffât, 83-98
[275] 14/İbrâhim, 35-36
[276] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, Hikmet Y., c. 9, s. 87-90
[277] 29/Ankebût, 25
[278] 53/Necm, 23
[279] 6/En’âm, 79-81
[280] 19/Meryem, 46, 48
[281] 21/Enbiyâ, 68-70
[282] 71/Nûh, 21-22
[283] 6/En’âm, 79
[284] 60/Mümtehıne, 4
[285] 16/Nahl, 120
[286] 16/Nahl, 51-52
[287] 5/Mâide, 44
[288] 5/Mâide, 3, 54; 6/En’âm, 81, 82
[289] 3/Âl-i İmrân, 175
[290] 33/Ahzâb, 39; 35/Fâtır, 28; 5/Mâide, 100; 65/Talak, 10
[291] 3/Âl-i İmrân, 102
[292] 16/Nahl, 2
[293] 8/Enfâl, 45-47; Yıldırım Canoğlu, İbrâhimî Duruş, Umran, sayı: 77, Ocak 2001
[294] 60/Mümtehıne, 4, 6
[295] 33/Ahzâb, 21
[296] 60/Mümtehıne, 4, 6
[297] M. Hüseyin Fadlullah, Kuram ve Eylem, c. 2, s. 139-141
[298] 43/Zuhruf, 26-28
[299] 21/Enbiyâ, 64
[300] 60/Mümtehıne, 4
[301] Âsaf Hâlet Çelebi
[302] İbrahim Demirci
[303] Yunus Emre
[304] 21/Enbiyâ, 67
[305] 37/Sâffât, 109
[306] 14/İbrâhim, 22
[307] 65/Talâk, 2-3
[308] 12/Yûsuf, 39
[309] H. Yahya, Şirk, s. 90, 92
[310] 21/Enbiyâ, 51-71
[311] 37/Sâffât, 83-98
[312] Ahmed bin Hanbel, 1/84; Rûdânî, Cem’u’l-Fevâid: Büyük Hadis Külliyatı, c. 3, s. 259, hadis no: 6396-6398; İslâm Tarihi, Mekke Devri, M. Âsım Köksal, c. 6, s. 149
[313] 17/İsrâ, 81
[314] 34/Sebe’, 49; Buhârî, Meğâzî, B. 50, hadis: 294; Müslim, Cihad ve’s-Siyer, B. 32, hadis: 87; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an, B. 18, hadis no: 3345; Kul Sadi Yüksel, Selefin İzinde, Yenda Y., s. 215-219
[315] Müslim, Cenâiz 93; Ebû Dâvud, Cenâiz 72; Nesâî, Cenâiz 99
[316] 21/Enbiyâ, 67
PUT VE PUTA TAPMA
P U T V E P U T A T A P M A
- Put; Anlam ve Mâhiyeti
- Putperestlik
- Tarihten Günümüze Put ve Putlaştırma
- Putlaştırılıp İlâh Haline Getirilen Bâtıl Tanrı Anlayışları
- Kur’ân-ı Kerim’de Put Kavramı ve Puta Tapma Konusu
- Hadis-i Şeriflerde Put Kavramı ve Puta Tapma Konusu
- Günümüzde Hayvanları Kutsallaştırma
- Günümüzde Sığıra Tapma
- Sanatın Putlaştırılması
- Gök Cisimlerinin Putlaştırılıp Bâtıl Tanrı Kabul Edilmesi
- Arzın/Ülke Topraklarının Kutsallaştırılıp Putlaştırılması
- Müneccimlik ve Falcılık; Gaybı Bilme İddiâsı ve Yıldızları Putlaştırma
- Bilimin putlaştırılması
- Tasvîrin (Resim ve Heykelin) İtikad, Fıkıh ve Sanat Açısından Hükmü
- Putlara, Heykellere İbâdet
- Çağdaş Bir Putlaştırma Örneği; Atatürk'e Tanrı veya Peygamber Diyenler
- Putlara ve Putperestlere Karşı İbrâhimî Tavır
- Put Kıran İbrâhim (a.s.)
- Putları Kırmak
- Ve Rasûlullah Muhammed (s.a.s.)
- Sorular
Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:
* Put kavramının anlam ve mâhiyetini İslâm’a göre tanımlamak.
* Kur’an’ın örnekler vererek anlattığı tarihten günümüze putlaştırılan
canlı ve cansız varlıkları listelemek.
* Heykellere tapmanın dışında, bir şeyi hayatın amacı haline getirmenin, bir
şeyi aşırı yüceltmenin, bir şeyi Allah’ı sever gibi sevmenin putlaştırma
anlamına geldiğine Kur’an’dan yola çıkarak güncel örnekler verebilmek.
* İnsanların putlara ve heykellere nasıl ibâdet ettiklerini açıklamak.
* Putlaştırılan resim ve heykel konusunda tarihçilerin ve Kur’an’ın verdiği
bilgi doğrultusunda haram ve şirk hükmü verilecek resim ve heykellerin
neler olduğunu açıklayabilmek.
* Putlara ve putperestlere peygamberler ve özellikle Hz. İbrâhim nasıl
tavır takınmıştır? Kur’an’ın ışığıyla izah edebilmek.
* Hz. İbrâhim’in (a.s.) putları kırma konusunu Kur’an’ın anlattığı şekilde
anlatabilmek.
* Peygamberimiz’in de benzer tavrını izah edebilmek ve niçin bu konunun
câmilerde ve Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi kitaplarında işlenmediğini
değerlendirebilmek.
Put, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın amacı kılmak da şirktir. Put sadece tapılan birtakım nesneler değildir. Eğer hayatın amacı haline gelir ve insanı Allah’a isyana sevkederse, yerine göre makam, para, kadın veya insanlar için değerli herhangi bir şey insanlar için put olabilir.
Kur’ân-ı Kerim’in açıkladığı şirk çeşitlerinden birisi de putlara ibâdet şeklinde ortaya çıkan tapınmadır. Putlar çeşit olarak çok fazla olmakla beraber, genel olarak iki kısımda mütâlea edilebilir:
1- İnsan, hayvan, kuş veya bunların karışımı bir şeklin; ağaç, taş ve madenden yapılarak tapınılması biçiminde ortaya çıkan ilkel putçuluk. Bu tür putlara sanem veya vesen adı verilir.
2- Herhangi bir şekil düşünmeksizin kafalara, gönüllere, kalplere dikilen veya tâbi olunan putçuluk. Bu tür putperestliğin görüntüsü daha moderndir. Sanem veya vesen dediğimiz ilk maddedeki putlar, tapanların nazarında tabiat üstü yüce bir gücü ve kuvveti temsil ettikleri için putperestler, bu güç ve kuvvetin tapındıkları putlarda gizli olduğuna inanırlar. Bu bağlamda her putun veya putçuluğun ilgili bulunduğu bir efsanesi, tahrif edilmiş tarihsel bir mitleştirmesi vardır. Bu putların bir kısmı iyiliği, bir kısmı şerri, bir kısmı ucuzluğu, düşmandan kurtuluşu, bereketi vs. yi temsil eder.
İslâm tarihçilerinin kaydettiklerine göre, putperestlik, İslâm’dan önce Arap yarımadasında oldukça yaygındı. Denilebilir ki, Arabistan’da putçuluğun bütün çeşitleri olmakla beraber, daha çok birinci maddede belirtilen putperestlik yaygındı. Kâbe’nin, putperestliğin sergilendiği bir yer olarak gerçek amacından saptırıldığını görüyoruz. Peygamberimiz (s.a.s.) Mekke’yi fethettiği zaman Kâbe’ye girmiş ve orada bazı insanların heykellerinin bulunduğunu görünce, bunların ortadan kaldırılmasını emretmişti. Ayrıca Kâbe’de herbiri farklı kabile ve şahıslara ait olan ve değişik şeyleri temsil eden 360 putu görünce, onların da kırılmasını emretmişti.
Putçuluğun her çeşidine karşı çıkan ve putlara tapınmanın kötülüğünü en beliğ biçimde ortaya koyan Kur’ân-ı Kerim âyetleri, insanoğluna, yaratıcının sadece Allah olduğu fikrini ve putları, heykellerin de yaratıcı değil; yaratık olduğu düşüncesini aşılama sadedinde deliller sunar. “Siz, elinizle yonttuklarınız (putlar)a mı tapıyorsunuz? Oysa sizin de, bütün taptıklarınızın da yaratıcısı Allah’tır.”[1]
Putlara Tapınmanın Sebepleri: Kur’an, putlara tapınma sebepleri konusunda şunları sayar:
1- Şefaat düşüncesi ve Allah'a bu aracılarla güya yakın olma arzusu: Kur’an, putçuların bu bahanelerini, yapay kılıflarını geçerli bir neden kabul etmez ve putperestliği bırakmaları için insanlara en keskin ve sert dili kullanır.[2]
2- Aşırı ta’zim: Kur’an’a göre bir varlığa aşırı saygı gösterme, onu yüceltme ve onu ululama, sonuçta onu tanrılaştırmaya yol açacağı için yerilmiş ve şirk olarak değerlendirilmiştir. Sanki ibâdet edilecek derecede yüceltilen şahsiyetler, Allah katında makbul ve aslında böyle bir ta’zimden kaçan kimseler bile olabilirler. Kur’an, peygamberlere, din adamlarına, meleklere, sâlih insanlara vb. varlıklara gösterilen bu aşırı ta’zimi şirk olarak değerlendirmiştir.[3]
3- Aşırı sevgi: Kur’an, herhangi bir şeyi, Allah’ı sever gibi severek, onun arzularına, emir ve yasaklarına itaat etmeyi Allah'a şirk koşmak olarak değerlendirmiş; herhangi bir şeye veya kimseye karşı beslenen aşırı sevgiyi de, onu putlaştırmak olarak nitelemiştir. “İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’tan başka eşler tutarlar. Allah’ı sever gibi onları severler. İman edenler ise, en çok Allah’ı severler...”[4] Allah'a inanmak, kişinin O’nun isteğini kendi dileğine veya başkalarının isteklerine tercih etmesini ve diğer arzuları O’nun yolunda fedâ edecek kadar O’nu sevmesini gerektirir. Allah’ı sevmenin kanıtı, Allah’ın belirli nitelik ve güçlerini başkalarına atfetmemek ve O’nun hakkını sahte ilâh ve rablere vermemektir. Allah’ın sıfat ve güçlerini başkalarına atfedenler, O’nu sevdiklerini iddia edemezler; bilakis bu şekilde O’na ortak koşmuş, Allah'a denk tutmuş olurlar. İnsan, Allah’ın melekleri, nebi ve velileri gibi değerli kullarını severken de, bu âyetin çizdiği sınırda durmasını bilmelidir. Zira Allah için sevmekle, Allah’ı sever gibi sevmenin arasındaki farkı bilmek gerekir. Hiçbir şeyi veya kimseyi Allah’ı sever gibi sevemeyiz, O’na ait vasıfları veremeyiz, O’nun gibi yüceltemeyiz.
Tarihteki putları ve puta tapanları incelediğimiz zaman, şirk temeline dayalı putçuluğun, günümüzde geçerli olan şirkten ve putçuluktan pek de farklı olmadığını görürüz. Mekke’li müşrikler de bir Allah inancına sahipti.[5] Fakat, Allah’ın hükmü yerine Mekke site devletinin parlamentosu Dâru’n-Nedve’nin kanun yapmasını ve Ebû Cehil gibi tâğutların kendilerini yönetmelerini istiyorlardı. Yer yer dindar kesilmelerine rağmen, tevhid’in karşısında durarak şirke sarılıyorlardı.
Günümüzde de kelime-i şehâdet getirip namaz kılan, oruç tutan, hacca giden kimselerden önemli bir kesimin tâğutun hükmüne rızâ gösterdikleri, tâğuta itaat ettikleri, sadece Allah'a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri bilinen bir gerçektir. Yine bu kimselerin Allah’ı bırakıp birtakım armaları, şiarları/sloganları, işaretleri, bayrakları, heykelleri, gelenek ve görenekleri, bazı kavram ve ideolojileri, sanatı, sanatçıları, futbolu, sporcuları, gruplarını, parti veya kurumlarını, devlet adamlarını, liderlerini... yücelttikleri ve bu sayılan değerler uğruna mallarını, mülklerini, namuslarını, ahlâklarını pâyimal ettikleri, böylece bu değerlere kulluk ettikleri ortadadır. Sözü edilen bu şahısların, tâğutun ortaya koyduğu nefsanî, şeytanî ve indî değer yargılarıyla Allah’ın kanunları ve şeriati çatışacak olsa, hep Allah’ın şeriatini onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri, kısacası putların veya putların arkasına sığınmış olanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah’ın şeriatine tümüyle zıt olan sistemleri kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri de inkâr edilemez.
Bunlar, müşrik değil de nedir? Bundan daha açık putçuluk düşünülebilir mi? Putların emir ve direktifleri doğrultusunda hareket ederek onların yolundan hiç ayrılmayanlar, Allah’ın kitabına ve Rasûlü’nün sünnetine kulaklarını tıkayarak putların ve onların işbirlikçilerinin çağrısına kulak verenlerden daha çok putperest olur mu? Bunlar, apaçık müşrik olduklarını kendileri ilan ediyorlar. Bu tür insanlar, ister namaz kılsın, ister oruç tutsun, ister hacca gitsin ve isterse sabahlara kadar Allah Allah diyerek tesbih çeksinler. Ne yaparlarsa yapsınlar, kendilerini putçu müşrik olmaktan kurtaramaz, kimse de onları zorla temize çıkararak müslüman yapamaz!..[6]
İnsanların, Allah Teâlâ’ya yapmaları gereken ibâdet, göstermeleri gereken saygı, sevgi ve korkuyu, Onun dışında herhangi bir mahlûku ma’bûd kabul ederek ona yöneltmeleri haline putperestlik denilir. Put, âyet ve hadislerde "sanem” ve "vesen” şeklinde de isimlendirilmektedir. "Asnâm/putlar”, "sanem” kelimesinin çoğuludur. İbnul-Esîr, en-Nihâye, adlı kitabında "sanem" kelimesini; "Allah'tan başka ilâh edinilen şey" diye tanımlamaktadır. Bu da müşriklerin taptıkları putlar anlamına geldiği gibi, Allah'ın nizamına ve hâkimiyetine engel olan tüm tâğutlar mânâsınadır. Allah'ın nizamına ne şekilde olursa olsun engel olan ve bu mânâda putlara, heykellere ve büstlere değer veren kimseler de aynen putperest müşrikler gibidirler. Namaz kılsalar, oruç tutsalar, hac yapsalar da, onlardan hiçbir farkları kalmaz.
Yine İbnül-Esîr, şöyle demektedir: "Vesen" ile "sanem" arasında fark bulunmaktadır. Vesen; insan sûreti ve şekli gibi taştan, ağaçtan ya da toprağın herhangi bir madeninden yapılan cüsseli şeydir ki; bir yere dikilir, müşrikler tarafından buna tapınılır, ibâdet olunur. Sanem ise; cüssesiz şekilden ibarettir. Kimi lügatçılar ise bu iki kelime arasında herhangi bir ayrım gözetmeyip her iki kelimeyi aynı anlamda ve birbirlerinin yerinde kullanmaktadırlar.
Adem (a.s.) eşi ile birlikte yeryüzünde hayatını sürdürürken nesilleri çoğalıp artmıştı. Bu ilk nesil, tek bir ümmet olup, aynı dine ve aynı ma'bûda tâbi olarak, doğruluk ve istikamet üzere idiler. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah Peygamberi müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi. İnsanların ayrılığa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte hak kitaplar indirdi.”[7]
Düşman (şeytan) insanoğluyla sürekli uğraştı. Onları kâfirler ve mü’minler şeklinde iki gruba ayırana kadar mücâdelesine devam etti. Öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettirip putperest bir toplum yapıncaya kadar savaşını sürdürdü. Allah Teâlâ, Nûh kavminin durumunu şöyle anlatmaktadır; “İnsanlara; ‘sakın tanrılarınızı bırakmayın. Ved, Suvâ, Yağus, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin’ dediler.”[8] İbn Abbas şöyle demektedir: “Bu isimler Nûh kavminin sâlih kimselerinin isimleridir. Onlar öldüklerinde şeytan bu kavme, oturdukları yerlere onların hatırasını canlı tutmak için putlarını dikmeleri fikrini verdi. Onlar bunu yaptılar, ancak onlara hiçbir zaman tapınmadılar. Bu ilk nesil geçtikten sonra gelenler, dikiliş gâyelerini unutup onlara tapınmaya başladılar.”[9]
Arapların dinî inançlarına şirki ilk sokan kimse Amr bin Luheyy'dir. Rasûlullah (s.a.s.); "Amr İbn Âmir el-Huzâî’yi Cehennemde bağırsaklarını sürürken gördüm. Bu adam ilk sâibe (put) bırakan adamdır."[10] demiştir. Başka bir rivâyette de; "Arapları putlara tapmaya yönelten ilk kimsedir."[11] denilmektedir. Peşinden her Arap kabilesi için yücelttikleri, sığındıkları, kurban kestikleri, şefaat diledikleri putlar ortaya çıktı. İbn Cüreyc'in de dediği gibi; Lât, Sakif kabilesinden yağla kavut'u karıştıran bir kimse idi ve öldüğü zaman mezarına bir put dikmişlerdi. Rasûlullah (s.a.s.), Mekke'yi fethettiğinde, Beytullah'ın etrafında üçyüz altmış put bulmuştu. Rasûlullah (s.a.s.), yayının ucuyla bu putların yüzlerine, gözlerine vurarak onları itiyor ve yere yuvarlıyordu. Sonra da Lât'ın dışarı çıkarılmasını ve yakılmasını emretti.
Bu putların aslının bazı sâlih ve veli kimselerinin sûretleri olduğu ortaya çıkmıştır. Müşrikler, onların Allah'ın indinde büyük bir makama sahip olduklarına inanıyorlardı. Onları, Allah Teâlâ ile kendi aralarında aracılar ve şefaatçiler edindiler. Onlara göre Allah Teâlâ, ancak bu putların aracılığı ve şefaati ile halkı rızıklandırıyor, hidâyet ediyor, fayda sağlıyor ve zarara uğramalarını engelliyordu. Onlar bu putları o sâlih kimselerin hâtıralarını canlı tutmak, bu vesile ile ibâdet ve duâlarını daha bir şevkle yapabilmek için edinmişlerdi. Bu putlara tapınırken, aslında bu sâlih kimselere tapınıyorlardı. İbâdetleri kendi elleriyle yaptıkları putlara değildi. Nitekim Allah Teâlâ, putperest bir kavimden bahsederken onların meleklere, cinlere ve peygamberlere tapındıklarını bildirmektedir. Bu müşrikler, tapındıkları ilâhların yarattığına, rızıklandırdığına, diriltip öldürdüğüne inanıyor değillerdi. Allah Teâlâ onların bu durumlarını hikâye ederek şöyle buyurmaktadır:
"Yemin olsun ki, eğer onlara; gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ay'ı hizmete âmâde kılan kimdir?’ diye sorsan, mutlaka; ‘Allah'tır’ derler."[12]; “Yemin olsun ki, eğer onlara; ‘gökten su indirip onunla yeryüzüne öldükten sonra tekrar hayat veren kimdir?’ diye sorsan, mutlaka; ‘Allah'tır’ derler."[13] Kur’ân-ı Kerim'de bu tip misaller çoktur. Müşrikler telbiyelerinde şöyle derlerdi: "Senin ortağın yoktur. Yalnız bir şerik (ortak) müstesnâ, o Senin şerikindir. Sen, ona ve onun sahip olduğu her şeye mâliksin."[14]
İmam Şehristanî bu konuda şöyle demektedir: "Onlar ne zaman putlara yönelmek üzere ellerinde bir hüccet, delil, izin veya Allah Teâlâ tarafından bir emir olmadığı halde gayret gösteriyor, ihtiyaçlarının giderilmesini onlara bağlıyorlarsa, onların bu hareketleri bir ibâdet olmuş oluyor. Onların bu putlardan ihtiyaçlarının giderilmesini taleb etmeleri, onda bir ilâhlık bulunduğuna inandıklarını isbat etmektedir. Bundan dolayıdır ki onlar; “Biz onlara tapınmıyoruz. Onlar bizi sadece Allah'a yaklaştırıyor"[15] derler.
Bu durum, Allah Teâlâ'ya olan ibâdeti hakkıyla yerine getirmenin; sevgi, boyun eğme, korkma, sığınma, tevekkül, korku ve ümit, kurban adama, namaz, duâ vb. ibâdet türlerinin tamamında hiç bir şeyi ortak koşmadan ona hasretmeden ibaret olduğunu ortaya koymaktadır. İbâdet türlerinden herhangi birinde melek, nebi, sâlih kimse, taş, ağaç gibi şeylere yönelen bir kimse müşrik ve kâfirdir. Geçmiş müşriklerin şirkleri de bu idi. Fakat, ibâdet ve şirkin anlamını bildikleri zaman, Allah'tan başkasına duâ etmenin ve bir şey istemenin ne anlama geldiğini bilirler.
Bundan dolayıdır ki, ilâhlar edinip, onlara ibâdet ederek Allah Teâlâ'ya ortak koştular; bunların ilâhlar olduklarını açıkça ortaya koydular ve Allah'tan başkasına tapındıklarını gizlemediler. Fakat çağdaş müşrikler ibâdet, tevhid ve şirkin hangi anlama geldiğini bilmediklerinden; velîlere, sâlih kimselere ve nebîlere, tapınmanın her çeşidi ile tapındıkları halde, kendilerinin müslümanlar olduklarında ısrar edip duruyorlar. Bunun sebebi, onların bu yaptıklarını "ibâdet" olarak isimlendirmemeleridir. Ayrıca ilâh edindikleri şeyleri de ilâhlar olarak isimlendirmemektedirler. Fakat böyle yapmaları onlara ne fayda sağlar ne de putperestlikten kurtarır. Hanbeli imamlarının büyüklerinden olan İbn Akil; "Câhil ve bayağı insanlara dinî sorumluluklar ağır gelmeye başlayınca, şeriatın koymuş olduğu prensiplerden yüz çevirerek nefisleri için uydurmuş oldukları prensipleri yüceltmeye yöneldiler. Bu onlara çok kolay gelir ve böylece başkalarının emri altına girmemiş olurlar" diyerek şöyle devam etmektedir: "Anlayışıma göre onlar kabirlere tazim etmek, şeriatın nehyettiği halde ateş yakarak onlara saygı göstermek, kıble edinmek ve özel bir temizliğe tabi tutmak, mezardaki ölüye ihtiyaçları arzetmek, "ey mevlâm benim için şunu şunu yap" şeklinde kâğıt yazmak, hayır ve iyilik getirmesi dileğiyle toprağından almak, kabirlerin üzerine güzel kokular atmak, sırf onları ziyaret etmek için yolculuğa çıkmak sûreti ile kâfir olmaktadırlar".
Ölülere ve kabirlere saygı göstermek, şirkin çeşitlerindendir. Cenâb-ı Allah kabirlerin üzerlerinde mescidler edinilmesini yasaklamış, bunu yapanı da lânetlemiştir. Ancak, özellikle kastedilen bir yer olarak seçilmediği zaman, bunda bir mahzur yoktur. Aynı şekilde mezarların bayram yeri edinilmesini de yasaklamıştır. Bayram, Arapça "tekrarlama, geri dönme" (el-muâvede) ve alışkanlık haline getirme (el-i'tiyâd) kelimelerinden alınmıştır. Bu bir yere isim olarak verildiği zaman ondan, bu yerin toplanma yeri olduğu kastedilir. Tapınma veya başka şeyler için sürekli gidilen bir yer olur. Böyle bir yerde namaz kılmak, onu tavaf etmek, kıble edinmek, istilam etmek, toprağı üzerine çizgiler çizmek, üzerine bina yapmak, üstüne mum yakıp koymak ve buna benzer bir çok uygulama yasaklanmıştır. Bütün bunlar Rasûlullah’ın (s.a.s.) ümmetine, önceki kavimleri helâk eden şirke düşmelerini önlemek için bir rahmettir. Birçok ülkede kabirlerin üzerine yapılan binalar (türbe) görülmekte; insanlar onlara tazimde bulunmakta, uzaktan yakından onlara yakarmakta, Allah'ın evlerinde ve seher vakitlerinde yapmadıkları ibâdetleri orada içtenlikle yerine getirmektedirler. Bir kısmı, onlar için secde etmekte, çoğunluğu ise namazın bereketini onların yanında dilemekte, mescidlerde yapmadıkları duâ ve niyazları yapmaktadırlar. Bunların tamamı, bu kabirleri put edinmek ve Allah’tan başka bir ilâhâ tapınmaktır. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: "Allahım! Kabrimi tapınılan bir put kılma!"[16]
Bir başka hadisinde Rasûlullah (s.a.s.) şöyle demektedir: "Allah, Yahudilerle Hristiyanlara lânet etsin; onlar nebîlerinin kabirlerini mescidler edindiler." Âişe (r. anhâ), "Eğer bu (endişe) olmasaydı, Peygamber (s.a.s.)' in kabri açıkta bulundurulacaktı" demiştir.[17]
Bütün bunlar, onunla şirk tohumlarının ekilmesini önlemek içindir. Rasûlullah (s.a.s.), kabirlere tazim etmenin, onları put edinmenin Allah’tan başkasına ibâdetin tohumlarını ektiğini bildirmektedir.
Puta tapıcılık sadece İslâm öncesi Arap toplumuna has bir olay değildir. Çağımızda da putçuluk daha değişik görünümler altında varlığını sürdürmektedir. Putçuluk, yalnızca sert bir taştan yapılmış heykel önünde eğilmek ve ona tâzim göstermek olarak ele alınırsa, kuşkusuz büyük bir yanılgı içine düşülür. Kaldı ki, müşrik Arap toplumunun elleriyle yaptıkları putlara gösterdikleri saygıyı bu çağda da görmek mümkündür. Hattâ bu tür putçuluk bu gün fazlasıyla hüküm sürmektedir. Put, putlaştırmak isteyenlerin arkasına gizlendikleri birer işaret ve alâmetten başka bir şey değildir. Yoksa putun mutlaka bir ağaçtan dikilmiş yahut bir taştan yontulmuş olması zaruri değildir. Allah'ın dışında tapınılan her şey puttur. "Allah"ı bırakıp da kendilerine kıyâmete kadar cevap veremeyecek şeylere tapanlardan daha sapık kimdir?"[18] Allah tarafından gönderilmiş bir delil olmaksızın, O'ndan başkasına itaat eden, bir hükme sahip olduğuna inanan, O'ndan başkasına duâ edip bir şey isteyen, Allah'a şirk koşmuştur. Dolayısıyla putçuluğun şirkle ve küfürle yakından bağlantısı vardır. Puta tapan bir kimse hem Allah'a şirk koşuyor, hem de küfre giriyor demektir.
Göklerde ve yerde bütün otorite ve yetkilere sahip olan, ancak Allah'tır; yaratma O'na mahsustur; bütün nimetler O'nun kudret elindedir; bütün işler yalnızca ve yalnızca O'na aittir; kuvvet ve çare O'nun hükmündedir; göklerde ve yerde olan her şey ister istemez O'na itaat etmeye, emrine boyun eğmeye mecburdur. İşte bunun için O'ndan başka ilâh yoktur. Kur’ân-ı Kerim, insanların ibâdet ettikleri şeylerin Allah'ın kulu ve O'nun karşısında aciz olduklarını açıkladıktan sonra, insanları ve cinleri ibâdet kelimesinin muhtelif mânâlarıyla yalnız Allah'a ibâdete, sadece O'na kulluk etmeye, ancak O'na itaatte bulunmaya, kişinin O'ndan başkasını tanrı kabul etmemesine ve ibâdetin hangi çeşidiyle olursa olsun O'ndan başkasına tapılmamasına çağırıyor: "Andolsun ki, Biz her ümmete, Allah'a kulluk edin, putlara tapmaktan kaçının diye bir elçi gönderdik..."[19]
Aslında insanların Allah’tan başka birine ya da bir puta tapmasının asıl nedeni; kendi nefsini ilâh edinmesidir. Bugünkü müşriklerle, Peygamberimiz zamanındaki müşrikler arasında fark yoktur. Müşriğin mantığı her devirde aynıdır. Bu mantık, Allah’ı yeryüzüne karıştırmama, yeryüzünde ilâh olarak kendini tanımadır. İşte şirkin aslı budur. Zamanımızda da insanlar her ne kadar kâinatı yaratanın, yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah olduğunu kabul etseler de, O’nun tasarruflarında ortak anıyorlar, dünya ile ilgili işlerde Allah’ın belittiğinin aksine hükümler koyuyorlar. İşte günümüzde şirkin aldığı görünüm budur.
Tekrar edelim: Put, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın amacı kılmak da şirktir. Put sadece tapılan birtakım nesneler değildir. Eğer hayatın amacı haline gelir ve insanı Allah’a isyana sevkederse, yerine göre makam, para, kadın veya insanlar için değerli herhangi bir şey insanlar için put olabilir.
Kur’ân-ı Kerimin birçok âyetinde Allah Teâlâ, insanları şirke düşmemeleri hususunda uyarır.“O ancak tek bir ilâhtır. Doğrusu ben O’na ortak koşmanızdan masumum, de.”[20]
Şirk düzeni; insanları köleleştiren, ilâhlık taslayan çağdaş Firavunlar ile, onlarla işbirliği yapan sahte din adamları yani Bel’amlar ve sömürüye ortak olan, bizzat şirk düzeninden beslenen, haramzade Karunlar, yani zengin elit tabaka ve bu üç kesime bağlanan, onlara itaat eden, onların koyduğu kanunlarla -Allah’ın hükümlerine aykırı olmasına rağmen- yaşayan halk yığınlarından meydana gelir.
Kendi nefsini ilâhlaştıran ve Allah’a değil de kendisine tapan ve tapılmasını isteyenler; başkalarının haklarına el uzatmanın, yalnız Allah’a ibâdet edildiği ve uyulduğu sürece mümkün olmadığını bilirler. Çünkü, Allah’ın dini adâleti emreder ve bütün insanları eşit olarak görür. Şirk ise nefsini ilâh edinenlerin, insanları kendilerine kul etmeleri ve sömürmeleri üzerine kuruludur. Bu yüzden tâğutlar, kendi nefislerini ilâhlaştırmak için, ilkelerini kendilerinin tesbit ettikleri ve başkalarının haklarını gasb üzere kurulu şirk düzenini isterler. Tâğutlar, ortaya attıkları ilâhlara insanları taptırarak, aslında kendilerine taptırır, kulluk ettirirler. Şirk, insanların insanlara kulluk ettiği düzenin adıdır.
Allah’ın halîli (dostu) İbrâhim (a.s.) ne güzel duâ etmiş: “Allah’ım, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. Ya Rabbi, şüphesiz ki bu putlar, birçok insanı saptırdı.”[21] âyette belirtildiği üzere, İbrâhim (a.s.) bile, kendinin ve neslinin putlardan uzak kalması için Allah'a duâ etmiştir.
Tarihten Günümüze Put ve Putlaştırma
Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlanageldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücâdeleden ibarettir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas, tevhiddir. Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulmasıdır. Şirk, sadece putlara tapmak değildir. Nefsin istekleri peşinde koşmak, Allah’ın sevgisi yerine dünya sevgisini tercih etmek, bunların sonucunda Allah’ın hükümlerinden birini dahi reddetmek de şirktir.
Peygamberimiz zamanındaki Mekke müşrikleri Allah’la birlikte birçok ilâha/tanrıya inanıyorlardı. Bu müşrikler kendi hevâ ve heveslerine göre putlar yapıyorlar ve onlara tapıyorlardı. Kâbe’nin içinde 360 tane put bulunuyordu. Bunların en büyükleri; Hubel, Lât, Menât, Uzza isimli putlar idi. Ayrıca Ved, Suvâ, Yeûk ve Nesr isimli putlar vardı. Bunlar Hz. Nuh zamanında yaşamış olan iyi huylu, cömert ve sâlih insanlardı. Bu insanlar ölünce, onların heykelleri yapılmış ve zaman geçtikçe halk onlara tapmaya başlamıştı. Bazı Araplar bunlardan başka, güneşe, aya, bazı taşlara, ağaçlara ve hayvanlara tapıyorlardı. Bazı müşrikler ise, melekleri Allah’ın kızları olarak görüyorlar ve onları Allah’a şirk koşuyorlardı. Aslında insanların Allah’tan başka bir puta tapmasının asıl nedeni; kendi nefislerini ilâh edinmeleridir. Bugünkü müşriklerle, Peygamberimiz zamanındaki müşrikler arasında temelde bir fark yoktur. Müşriğin mantığı her devirde aynıdır. Bu mantık, Allah’ı yeryüzüne karıştırmama, yeryüzünde ilâh olarak kendini tanımadır. İşte şirkin aslı budur. Zamanımızda da insanlar her ne kadar kâinatı yaratanın, yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah olduğunu kabul etseler de, O’nun tasarruflarında ortak tanıyorlar, dünya ile ilgili işlerde Allah’ın belirttiğinin aksine hükümler koyuyorlar. Günümüzde şirkin aldığı en net görünüm budur.
Putlaştırılıp İlâh Haline Getirilen Bâtıl Tanrı Anlayışları
Kur’ân-ı Kerim, müşrikler tarafından tapınmaya konu edilen varlıklardan bahsederken, birçok durumda genel ifadeler kullanır: “Allah’tan başka taptıkları”[22]; “Allah’tan başka duâ edip yalvardıkları”[23]; “Allah'a şirk koştukları”[24]; “Şirk koştukları şeyler”[25]; “Allah’tan başka benimsedikleri”[26] tarzında fiil şekilleri olduğu gibi; genel anlamda birtakım isimler de hayli fazladır: “İlâh”[27]; “âlihe -ilâhlar-”[28]; “endâd -eş ve denkler-”[29]; “esnâm -heykelden putlar-”[30]; “evsân -putlar-”[31]; “temâsîl -heykeller-”[32]; “şürekâ -ortaklar-”[33]; “şühedâ -şâhitler, yardımcılar-”[34]; “şüfeâ’ -şefaatçiler, aracılar-”[35]; “erbâb -rabler-”[36]; “evliyâ -velîler, dostlar, yöneticiler-”[37]; “emsâl -eşler, benzerler-”[38]; “tâğût -azgın yönetici-”[39]; “cibt -putlar-”[40]; “ensâb -dikili taşlar, putlar-”[41]; “veled -çocuk-”[42]; “sâhibe -eş, hanım, zevce, tanrıça-”[43].
Kur’an’da yukarıdaki âyetler başta olmak üzere çeşitli yerde yüzlerce defa kullanılan bu genel tâbirler gösteriyor ki, Kur’an şirkin her türlüsünü iptal için gelmiştir. Yoksa, sadece zuhur ettiği bölgede, birtakım özel isimlerle belirtilen “Menât, Hubel, İsâf vb.” putları hedef almış değildir. Allah’ı tek tanımanın hâlis olması için yukarıda anılan bütün şirk kavramlarının kapsadığı alanın, ulûhiyete tahsis edilmesi gereklidir (İbâdet, şefaat, duâ, tutunma, hâkimiyet, velâyet vb.). Bu özellik, Kur’an’ın şirk karşısındaki durumu bakımından, birinci dereceden bir önem arzetmektedir. Öbür yandan Kur’an, bâtıl ulûhiyetlerin (sahte tanrıların) türlerini gösterirken genel olarak, onların adlarından değil; mâhiyetlerinden bahseder. (Arabistan’da o dönemde tapılan tanrılardan bazılarının özel isimleri -el-Lât, el-Uzzâ, Vedd vb.- sadece birkaç yerde zikredilmiştir.) Şu halde, o, aslında ulûhiyet bakımından yok olan o varlıkları muhâtap, bir muârız, bir rakip veya düşman gibi telâkkî ederek birtakım belirli fertlere değil; insanlık dünyasında tanrılaştırılmaları yaygın olan mâhiyetlere hücum etmiştir. Mâhiyetler üzerinde dururken de, onlar hakkında bilgi vermek değil; onların eksik yanlarını, neden tanrı olamayacaklarını belritmeye yönelmiştir.
Diğer taraftan, Kur’an’ın mâhiyetlerinden bahsettiği bâtıl ve sahte tanrıların, insanlığın çeşitli devir ve yerlerinde tanrılaştırdığı varlık tipleri durumunda olduğu söylenebilir. Bu tipler arasında, Arabistan’da rastlanmayanların da bulunması, Kur’an’ın evrenselliği ile açıklanmalıdır. Bu tipler, şöyle sınflandırılabilir:
- Hayat sahibi varlıklar
- İnsanlarca görülmeyen varlıklar; a) hayırlılar (Melekler, kısmen cinler), b) Şerliler (şeytanlar, kısmen cinler)
- İnsanlar; a) Tanrı oğlu veya kızı (İsa, Uzeyr), b) Tanrıça (sâhibe), c) Hükümdar-tanrı (Firavun)
- Hayvanlar; a) Buzağı, boğa, b) Nesr (kartal)
- Cansızlar
- Tabiat varlıkları; a) güneş, b) ay, c) yıldızlar (Şi’râ), d) Ba’l, e) ağaç (el-Uzzâ), kaya (el-lât, Menât)
- İnsan eliyle yapılanlar; a) esnâm, evsân (Vedd, Yeğûs vb.), b) ensâb
- Mücerred Varlıklar
- a) Nefsin hevâsı, b) şâri’, c) dehr, d) seneviye.[44]
Kur’ân-ı Kerim’de Put Kavramı ve Puta Tapma Konusu
Kur’ân-ı Kerim’de put anlamındaki “sanem” kelimesinin çoğulu “esnâm” 5 yerde geçer.[45] Yine put anlamındaki “vesen” kelimesinin çoğulu evsân ise 3 yerde zikredilir.[46] Heykel anlamındaki timsâl kelimesinin çoğulu temâsîl kelimesi iki yerde kullanılır. Bunlardan biri, put anlamı yüklendiğinden olumsuz tavır alınmasını gerektirecek şekildedir.[47] Diğeri ise, Süleyman (a.s.)’ın cinlere sanat eseri olarak yaptırdığı heykellerdir ki, put özelliği olmadığından olumludur.[48]
Kur’an’da putperestliğin genel adı olan “şirk” ve türevleri 168 yerde geçer. Şirk ve puta tapma ifâdeleri geçmese bile, âyetlerin çok büyük bir bölümü, tevhidi hâkim kılmak için şirkle, putlarla ve putçularla mücâdeleyi konu edinir. Kur’ân-ı Kerim, putperestleri ve her çeşit müşriği, yeryüzünde birliği ve huzuru bozan, insanlar için zararlı, çirkin bir tip olarak görür ve necis, yani pislik olarak nitelendirir.[49] Kur’an’da putperestlik ve şirk, herhangi bir şeyi, kavramı veya bir kimseyi tercih etme, önem ve kıymet verme, yüceltme bakımından Allah’la eşit düzeyde görmek veya bunu davranışlarıya göstermektir. Kur’an bize Allah’ı (c.c.) birçok sıfat ve isimleriyle tanıtmış ve O’ndan başka ilâh/tanrı olmadığını kesin ifadelerle bildirmiştir. İlâh, Allah’ın Kur’anda bildirilen özelliklerine sahip olan varlıktır. Allah gerçek ve tek ilâhtır; Allah’ın sıfatlarına sahip olan başka hiçbir varlık olamaz. İşte, Allah’ın herhangi bir sıfatına başkasının Allah’la birlikte veya bağımsız olarak sahip olduğunu iddia etmek, Allah’tan başka ilâh kabul etmektir, yani şirktir, putperestliktir. Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyette Allah Teâlâ, insanları şirke düşmemeleri, hiçbir şeyi putlaştırmamaları husûsunda uyarır.
Kur’ân-ı Kerim’de, şirkin çeşitlerine göre ayrı ayrı isimlendirildiği görülür; “Vesen” küçük putlara verilen isimken, şekilsiz putlara “sanem” denilir. Yönetici putlar ise “tâğut” olarak isimlendirilir. “Erbâb” ise, üstün meziyetler ve ilâhî vasıflar yakıştırılarak putlaştırılıp tanrılaştırılan varlıklara verilen isimdir. Bu kelime, ilâh/tanrı seviyesine getirilen puta duyulan sevgiyi de ifâde eder. Peygamberlerin ve sâlih insanların ilâhlaştırılması da genellikle bu kelime ile anlatılır.
Kur’ân-ı Kerim’de putlar, sebep oldukları zararlar açısından konu edilir ve insanlar dünya ve âhiret güzellikleri için putlara tavır almaya çağrılır. Putperest müşrikler, putları şefaatçi kabul ederler.[50] Putperest müşrikler, meleklere cinsiyet yakıştırırlar.[51] O yüzden putlara yücelik atfeden müşrikler, Allah’a iftira etmiş olmaktadırlar.[52] Putperestler, çocuklarına putlarının adını da verdikleri olur.[53] Putlar, hiç kimseye zarar ve fayda veremezler.[54] Bırakın başkalarına, putların kendilerine bile faydaları dokunmaz.[55] Putların hiçbir şey yaratmadıkları, buna güçlerinin olmadığı belirtilir.[56] Putların kimseye rızık veremediği, veremeyeceği ifâde edilir.[57] Putlar, yapılan duâlara cevap veremezler.[58] Aslında, kendilerine yanlış yere tapılan putların rabbinin de Allah olduğu vurgulanır.[59] Putların kendilerine tapanlardan bile habersiz olduğu belirtilerek akıllı insanların böyle âciz durumdakilerden medet ummalarının mümkün olamaycağı vurgulanır.[60] Onlar hiçbir şeye sahip değildirler,[61] kendi hayatları bile yoktur ki, bir şeye sahip olsunlar, onlar diri değil ölüdürler.[62]
Böylesine âciz varlıklar olan putlara putlara tapmaktan sakınmak gerekir.[63] Putlara tapmak haramdır.[64] Putlar, kıyâmet günü kendilerine uyanlardan uzaklaşacaklardır.[65] Arap putperestlerinin çok sayıdaki putları arasından, önemseyip öne çıkardıkları putların isimlerini zikreder. Bunlar, Lât, Uzzâ ve Menât putlarıdır.[66]
Putlara tapanlar gerçekte putlara tâbi olmuyor, zanlarının peşinden giderek kendi hevâlarına tapmış oluyor, zâlim müstekbirlere kulluk yapmış oluyorlar.[67] Bütün bunlarla birlikte Kur’an, putlara sövmekten sakınmayı tavsiye eder.[68] Örnek peygamber Hz. İbrâhim’in putlarla mücâdelesini ve ateşe atılma pahasına onları yıkıp devirmesini ayrıntılı biçimde gündeme getirir. İbrâhim (a.s.), babası Âzer’e tek ilâh olarak sadece Allah’ı kabul edip yalnız O’na ibâdet etmeyi, putlara tapmaktan vazgeçmeyi samimi dille anlatıp onu dâvet ettiği halde, ondan büyük tepki görür.[69] Aynı dâveti İbrâhim (a.s.), kavmine de ulaştırır ve aynı tepkiyle karşılaşır.[70] İbrâhim (a.s.), kavmine karşı akıl yolu ile Allah’ı arayıp ispat eder, onların da akıllarını kullanıp sahte tanrılardan kurtulmalarını tavsiye eder.[71] Kafalarındaki putları kırmaya güç yetiremeyen Hz. İbrâhim, en sonunda kavminin taptığı putları baltayla kırar ve büyük tepkiyle karşılaşır.[72] O, Kâbe’yi de putlardan temizler.[73] Tevhid konusunda münâzara ettiği Nemrut tarafından putlara karşı çıkmanın bedelini ödemek üzere ateşe atılır, ama her şeye gücü yeten Rabbi tarafından ateş ona soğuk ve selâmet yapılır.[74] Safını putlardan yana koyup bâtılın yanında mücâdele eden Nemrut ise helâk olur.[75]
Kur’an, başka bir canlıyı, eşyayı veya soyut bir şeyi Allah'a endâd/denk tutmanın da putlaştırma olduğunu belirtir ve bu suçun cezâsının da büyük olacağını belirtir.[76] Kur’an, somut putlar yanında soyut putları da gündeme getirir. Hevâ ve hevesi putlaştırıp ilâhlaştırmak tehlikesi de sözkonusudur.[77] Put diye şeytana tapanlar da vardır.[78]
Tüm putlar, putlaştırılan özelliklerden uzaklaştırılması istenen insanlara Kur’an, gerçek ilâhı, tek ma’bud olan Allah’ı vasıf ve isimleriyle tanıtır. Allah'tan başka ilâh olmadığını çok net biçimde ve ısrarla gündeme getirir.[79] Tevhid, yani tüm putları reddedip tek ilâha iman edip O’na kulluk inancı, insanlığın aslî itikadı ve tüm peygamberlerin çağlar boyu tebliğ edip canlandırmaya çalıştığı husustur.[80] Bütün İlâhî dinlerin de aslı İslâm'dır/teslimiyettir ve tevhide (putları reddedip tek Allah’a iman ve yalnız O’na ibâdet ve kulluğa) dayanır.[81] Çünkü tevhidden başka her şey bâtıldır.[82]
Kur’an, bütün bu gerekçelerden dolayı, insanlığa muvahhid olup Allah'ı birlemeleri çağrısını yapar.[83] Yüzümüzü tevhid dinine döndürmemiz istenir.[84] Allah'ın yolunu (tevhid'i) tâkip etmek emredilirken, başka yolları tâkip etmek (her çeşit put ve putçularla iyi ilişkiler) de yasaklanır.[85] İster putlara tapmak yönüyle olsun, ister başka çeşitte; şirk büyük bir zulümdür.[86] Allah, kendisine şirk koşmayı kesinlikle affetmez.[87] Müşriklerin temel özellikleri, Allah’tan başkasını tanrı edinmeleridir.[88]
Kıyâmet günü putlar da, küfür önderleri ve öncüleriyle birlikte cezâlandırılacaklardır.[89] Putlar, müşrikler tarafından da âhirette inkâr edilecektir.[90] Kur’ân-ı Kerim, Kıyâmet günü putların durumuyla ilgili de geniş bilgiler verir.[91]
Kur’ân-ı Kerim, mü’minlerin putperest ve her çeşit müşrikle ilişkilerinin nasıl olmasını da belirler. Müşriklerin dostluğu yoktur, mü’min onları dost kabul edemez.[92] Putperest müşrikler, mü’minleri ateşe çağırırlar.[93] Putperestlerden yüz çevirmek emredilir.[94] Müşriklerden korkulmaz, korkulmamalıdır.[95] Çünkü putperest ve her çeşit müşrik, mü’minlere zarar veremez.[96] Putperestlere ve her çeşit müşriklere karşı mücâdele edilmeli, savaşılmalıdır.[97]
Kur’an’da Allah, ibâdetin sadece Kendisine yapılmasını emretmektedir. İster içimizde ve ister dışımızda olsun bizi kendisine râm eyleyen, mutlak anlamda itaatkâr kılan, bizim bedenimizi ve ruhumuzu kendi kudretine göre yönlendiren, bizim enerjimizi kendi istediği yöne sevkeden, yani bizi teslim alan her “güç”, bizi kendisine kul yapmış demek olur. Dolayısıyla putlaştırma, önce insanın kendisine hakarettir; en güzel şekilde yaratılmış olan insanın kendi cinsinden veya kendinden de aşağı olanların yanında alçalması, onlardan daha aşağıları tercih etmesi demektir. Oysa Rabbimiz, ulûhiyet, rubûbiyet ve ubûdiyeti bizim yalnızca Kendisine tahsis etmemizi ve bu noktada bütün sahte ilâh ve rableri reddederek her çeşit puttan ve putlaştırmadan yüzçevirmemizi istiyor.
Kur’ân-ı Kerim’de insanları ve diğer varlıkları putlaştırma ile ilgili ve bunun uhrevî cezası konusunda çok sayıda âyet vardır.[98]
"(Ey Allah’ım,) Ancak Sana ibâdet/kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz." [99]
“De ki: ‘Ey Kitap ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim.’ Eğer yüz çevirirlerse, deyin ki: ‘Şâhid olun, biz gerçekten müslümanlarız.” [100]
“Kendisi hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah'a şirk/ortak koştuklarından dolayı küfredenlerin kalplerine korku salacağız. Onların barınma yerleri ateştir. Zâlimlerin konaklama yeri ne kötüdür!”[101]
"Allah'a İbâdet edin. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın."[102]
“Allah sizin düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Velî (gerçek bir dost) olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.”[103]
“Kendilerine Kitap’tan nasip verilenleri görmedin mi? Putlara ve cibt’e ve tâğûta (putlara ve sahte tanrılara) iman ediyorlar, sonra da kâfirler için: ‘Bunlar Allah’a iman edenlerden daha doğru yoldadır’ diyorlar.” [104]
“Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlar ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.” [105]
“Onlar (müşrikler), O’nu bırakıp yalnızca birtakım dişilere tapar, onlardan yardım isterler. Onlar o her türlü hayırla ilişkisi kesilmiş şeytandan başkasına tapmazlar.” [106]
"De ki: Allah'ı bırakıp size ne zarar, ne de yarar vermeye gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa Allah, işitendir, bilendir. (O'na İbâdet etmeniz gerekmez mi?)" [107]
“De ki: ‘Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilmeyen Allah’tan başkasını mı velî/dost edineceğim?’ De ki: ‘Bana müslüman olanların ilki olmam emrolundu.’ Ve ‘sakın Allah'a ortak koşan müşriklerden olma!’ (denildi).” [108]
“Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz ki: ‘Nerede (o bir şey) sanıp da ortak koştuklarınız?’ Sonra onların: ‘Rabbimiz olan Allah'a and olsun ki, biz müşriklerden değildik’ demelerinden başka bir fitneleri olmadı. Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler ve düzmekte oldukları da kendilerinden kaybolup uzaklaştı.” [109]
"De ki: Ben Allah'tan başka yalvardıklarınıza tapmaktan men olundum." [110]
“İbrâhim, babası Âzer’e: ‘Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum’ demişti.” [111]
"Kavmi onunla (İbrâhim a.s. ile) tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: 'Beni doğru yola hidâyet etmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na şirk/ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Rabbimin dilediği dışında hiçbir şey olmaz. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ ibret almıyor musunuz? Siz, Allah'ın size, haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na şirk/ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım?! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki gruptan (Allah'ı tek ilâh kabul edenlerle O'na ortak koşanlardan) hangisi (Allah'ın azâbından) emniyette/güvende olmaya daha lâyıktır?" [112]
"Nihâyet elçilerimiz canlarını almak üzere onlara geldikleri zaman şöyle diyecekler: 'Allah'ı bırakıp da tapındığınız putlar nerede?' Onlar şöyle cevap verecekler: 'O putlar bizi bırakıp kayboldular.' Onlar kendi aleyhlerine kâfir olduklarına şâhitlik edeceklerdir." [113]
“Ey iman edenler, müşrikler ancak bir pisliktirler...” [114]
“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a İbâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden münezzehtir, yücedir.” [115]
“Allah’ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek ve yararları dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve ‘Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’ derler. De ki: ‘Siz, Allah'a, göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk koştuklarınızdan uzak ve yücedir.” [116]
“Onların çoğu Allah'a, şirk koşmadan iman etmezler” [117]
“Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa kahredici olan bir tek Allah mı? Sizin Allah’tan başka taptıklarınız, Allah’ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın taktığı (birtakım anlamsız) isimlerden başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur; ancak insanların çoğu bilmezler.” [118]
"Hatırla ki İbrâhim şöyle demişti: 'Rabbim! Bu şehri (Mekke'yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Çünkü onlar (putlar), insanlardan birçoğunun dalâletine/sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık Sen gerçekten çok bağışlayansın, çok merhametlisin." [119]
"Andolsun biz, her millet içinde: 'Allah'a İbâdet/kulluk edin, tâğut(a tapmak)dan kaçının' diyen bir rasûl/elçi gönderdik." [120]
“Allah dedi ki: ‘İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek bir ilâhtır. Öyleyse Benden, yalnızca Benden korkun.’ Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, din de (itaat ve kulluk da) yalnız O’nundur. Böyleyken, Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?” [121]
“Kâfirler Beni bırakıp da kullarımı evliyâ/dostlar edineceklerini mi sandılar? Biz cehennemi kâfirlere bir konak olarak hazırladık.” [122]
"Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona: 'Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Bana kulluk/İbâdet edin' diye vahyetmiş olmayalım." [123]
“Andolsun Biz İbrâhim’e daha önce rüşdünü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım!’ Sonunda İbrâhim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye. ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zâlimlerden biridir’ dediler. (Bir kısmı:) ‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. O halde, dediler, ‘onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.’ ‘Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhim?’ dediler. ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Haydi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!’ dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) ‘zâlimler sizlersiniz, sizler!’ dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: ‘Sen bunların konuşmadığını pek âlâ biliyorsun’ dediler. İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz akıllanmaz mısınız?’ (Bir kısmı:) ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, onu ve Lût’u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.” [124]
"Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız cehennem odunusunuz. Siz (odun gibi) oraya gireceksiniz." [125]
"İnsanlardan kimi de Allah'a bir yönden (dinin bütününe inanmadan) ibâdet eder. Eğer kendisine bir hayır gelirse, onunla huzura kavuşur (sevinir) ve eğer başına bir kötülük gelirse yüz üstü döner (dini kötüleyerek ondan vazgeçer)." [126]
“...Öyleyse iğrenç bir pislik olan putlardan kaçının, yalan söz söylemekten de kaçının. Kendisine şirk/ortak koşmaksızın Allah’ın hanifleri (O’nun birliğini kabul eden mü’minler olun). Kim Allah'a ortak koşarsa, sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgâr onu uzak bir yere sürükleyip atmış gibidir.” [127]
“Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarıp yakarma, sonra azâba uğratılanlardan olursun.” [128]
“Allah ile birlikte başka bir ilâh edinip tapma. O’ndan başka hiç bir ilâh yoktur.” [129]
“Biz insana, anne ve babasına (karşı) ihsânı/güzelliği tavsiye ettik. Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan şeyle Bana ortak koşman için sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda, onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır. Artık yaptıklarınızı size haber vereceğim.” [130]
"Siz Allah'ı bırakıp birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler yaratıyor/uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Ancak O'na döndürüleceksiniz." [131]
“(İbrâhim onlara) dedi ki: ‘Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet uğruna Allah’ı bırakıp birtakım putlar (tanrılar) edindiniz...” [132]
"Onlara: 'Allah'ın indirdiğine uyun' dendiğinde: 'Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız, derler. Ya şeytan, onları alevli ateşin azâbına çağırıyor idiyse?!" [133]
“Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Hâlbuki onların (o sahte tanrıların, taptıkları putların) kendilerine yardım etmeye asla güçleri yetmez. Bilâkis onlar, bu ma’bûdlar için yardıma hazır askerlerdir.” [134]
“İçlerinden kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar. Kâfirler dedi ki: ‘Bu, yalan söyleyen bir büyücüdür. Tanrıları bir tek ilâh mı yaptı? Doğrusu bu, tuhaf bir şey!’ Onlardan mele’ (ileri gelen bir grup, egemen güçler): ‘Yürüyün, ilâhlarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur. Son dinde de bunu işitmedik. Bu, içi boş bir uydurmadan başka bir şey değildir.” [135]
"İyi bil ki, hâlis din yalnız Allah'ındır. O'ndan başka velîler edinerek: 'biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz' diyenlere (gelince): Şüphesiz ki Allah, onlar arasında, ayrılığa düştükleri şeyde hükmünü verecektir." [136]
"De ki: 'Ben dinimi yalnız Allah'a hâlis kılarak O'na İbâdet/kulluk ediyorum." [137]
“Tâğuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var. Müjdele kullarımı." [138]
“De ki: ‘Ey câhiller! Bana Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?’ Ey Muhammed! And olsun ki sana da, senden önceki peygamberlere de vahyolunmuşıur. And olsun, eğer Allah’a ortak koşarsan amellerin şüphesiz boşa gider ve hüsrana uğrayanlardan olursun. Hayır, yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol. Onlar, Allah’ı gereği gibi takdir edemediler. Hâlbuki kıyâmet günü bütün yeryüzü O’nun tasarrufundadır. Gökler O’nun eliyle dürülüp bükülecektir. O, müşriklerin ortak koştuklarından münezzeh ve yücedir.” [139]
"Gece, gündüz, güneş ve ay O'nun âyetlerindendir. Ne güneşe ne de aya secde etmeyin. Onları yaratan Allah'a secde edin. Eğer kulluk ediyorsanız (böyle yapın)." [140]
“Yoksa onların birtakım şirk koştukları ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir şeriat/dinî kural kıldılar)? Eğer o fasıl kelimesi (azâbı erteleme sözü) olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.” [141]
"Bir zaman İbrâhim, babasına ve kavmine demişti ki: 'Ben sizin taptıklarınızdan (putlardan) uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk yaparım. Çünkü O, beni doğru yola iletecektir.' Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar (onun dinine) dönsünler." [142]
“Şimdi sen, kendi hevâsını putlaştırıp ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” [143]
"Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibâdet etsinler diye yarattım." [144]
“Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ’yı? Ve üçüncüleri olan ötekini, Menât’ı. Demek erkek size, dişi O’na öyle mi? O zaman bu, insafsızca bir taksim! Bunlar (putlar) sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Hâlbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.” [145]
"İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.'..." [146]
“De ki: Ey kâfirler! 'Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim İbâdet ettiğime tapmazsınız. Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim İbâdet ettiğime tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size; benim dinim bana!" [147]
Hadis-i Şeriflerde Put Kavramı ve Puta Tapma Konusu
Sahâbeden Muaz b. Cebel anlatıyor: Bir gün Rasûlullah (s.a.s.) bana, “Ey Muaz! Allah’ın kulları üzerindeki hakkı nedir? diye sordu. Ben: ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ dedim. Rasûlullah: “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, kulların O’na İbâdet edip, başka hiçbir şeyi şirk/ortak koşmamalarıdır.” buyurdu. [148]
“Ümmetimle ilgili olarak en çok korktuğum şey, Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır ve gizli şehvet içinde olacaklardır.” [149]
“Her ümmetin bir ıcl’i (İsrailoğullarının taptığı buzağı gibi tanrılaştırdıkları bir put) vardır; bu ümmetin ıcl’i de dînâr ve dirhemdir (küçük ve büyük paradır).” [150]
“Bazı insanlar, Allah’ın nimetiyle geceyi geçiriyor, sabah olunca da, ‘bize şu yıldız sebebiyle yağmur yağdırıldı’ diyor. Böyle demeleri sebebiyle onların çoğu kâfir olmuştur.” [151]
“Yüce Allah’ın yanında gök kubbe altında Allah’tan başka tapınılan tanrılar içinde, kendisine uyulan hevâ (aşırı istek ve tutkulardan) daha büyüğü yoktur.” [152]
"Altına tapanlar mel'undur, gümüşe tapanlar mel'undur." [153]
"Hıristiyanların Meryem oğlu İsa'yı övdükleri gibi beni övmeyiniz. Yalnız, ‘Allah'ın kulu ve elçisidir’ deyiniz." [154]
İbn Mes'ud (r.a.) diyor ki: "Ben, “Ey Allah'ın Rasûlü, günahların en büyüğü hangisidir?” diye sorduğumda, buyurdu ki: "En tec'ale lillâhi nidden ve hüve halekake (Allah, seni yaratmış olduğu halde kendisine nidd/şirk koşmandır)." [155]
Bir adamın Peygamberimiz (s.a.s.)'e "Allah ve sen isterseniz" demişti. Bu söze karşılık Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "E cealtenî lillâhi niddâ (Beni Allah'a nidd/eş mi koşuyorsun?"
“Kim bir müşrikle ittifak yapar ve onunla birlikte ikamet ederse, o da onun gibidir.” [156]
"Allah yahudi ve hırıstiyanlara lânet etsin, peygamberlerinin ve sâlih kişilerinin kabirlerini mescid yaptılar." [157]
Ebû'l-Heyâc el-Esedî anlatıyor: "Bana Hz. Ali (r.a.): 'Rasûlullah (s.a.s.)'ın beni göndermiş olduğu şeye ben de seni göndereyim mi?' diye sordu ve Rasûlullah'ın kendisene: "Haydi git, kırıp dökmedik put, düzlemedik yüksek kabir bırakma!" buyurduğunu söyledi." [158]
“Dikkat edin! Bütün câhiliyye emirleri (kanunları, yasaları, hükümleri ve bakış açıları) ayaklarımın altındadır ve hepsi de kaldırılmıştır...” -Vedâ Hutbesinden-[159]
“Câhiliyye dâvâsıyla hak iddia eden kimse bizden değildir.” [160]
"Herkim körükörüne (dikilmiş) bir sancağın altında asabiyete davet veya bir asabiyete yardım ederken ölürse, bu câhiliyyet ölümüdür.” [161]
Günümüzde Hayvanları Kutsallaştırma
Hayvanları kutsallaştırma ve hatta onlara tapma, eski câhiliyye dönemlerinde, insanlığın ilkel dönemlerinde mi kaldı zannediliyor? Okullarda ve “câhil”lerin eserlerinde, Dinler Tarihi diye resmî söylemlere uygun bazı ders kitaplarında yazılıp okutulduğu gibi; ilk insanların dini şirk değildi; insan kendi kendine din kavramını icat etmiş, yavaş yavaş geliştirmiş de değildi. Tabiat güçlerini kutsallaştırmakla din ihtiyacını tatmin etmeye başlamış, korkularını bununla yenmiş ve sonra hayvanları tanrı kabul etme aşamasına geçmiş, çok tanrılı dinlerden kademe kademe tek yaratıcı fikrine yönelmiş değildi. İlk insan, bilindiği ve tüm müslümanların inandığı gibi ilk İslâm peygamberi idi ve tevhid dinini Allah’tan aldığı vahiy doğrultusunda diğer insanlara bildirmiş ve uygulamıştı. İnsanlar, uzun dönem muvahhid olarak yaşadıktan sonra; tevhide gereken önemi vermekte ihmalkâr davranıp dünyevîleştikleri, yönetici ve varlıklı kişilerin saptırmaları karşısında gerekli tavrı gösteremedikleri için, yavaş yavaş putçuluğa kaymışlar ve halifesi olarak yaratıldıkları eşyanın ve hayvanların kulları haline gelmişlerdir.
Tarihte nasıl tevhid önemsenmeyip egemen çevrenin ve müşrik yöneticilerin etkisi ve yönlendirmesiyle, insan kendi şerefini unutup, basit maddeden ibaret heykellere ve kendinden çok zayıf hayvanlara tapmaya başladı ise, günümüz câhiliyyesinde de benzer durum söz konusudur. Küfür ve şirk cephesinde değişen bir şey yoktur. Savaş yaparken, ön safa karşıdaki düşmanın taptığı veya kutsal saydığı hayvanları koyarak, düşmanları kendi tanrılarına karşı silâh kullanma gücünü gösteremeyince kolaylıkla mağlûp eden açıkgöz savaş taktikleri tarihte kalmış olabilir. Ama günümüzde yine hayvanlar savaşlara konu olabilmektedir. Amerika’nın Irak’a saldırmasının haklılığı olarak Saddam’ın petrol kuyularını sabote etmesi sonucu petrole batmış karabatak kuşu, tv.lerde bıkılmadan onlarca defa gösterilir.
Ankara’nın en merkezî alanında Eti’lerin boynuzlu geyiğinin heykeli bulunur ve nice insana göre şehrin sembolü kabul edilir. İstanbul’da Kadıköy’ün göbeği Altıyol’da Apis öküzü şeklinde bir boğa heykeli vardır; hem de Sâmirî kadar usta olmayan bir heykeltraşın elinden çıkmıştır; yani böğürmesi bile olmayan dolayısıyla sanat eseri bile sayılamayacak basit bir heykel!
Toplumun en fazla ilgilendiği alanlardan birinin politika, diğerinin futbol olduğunu kabul etmeyen herhalde yoktur. Politik partilerin tamamına yakınının sembollerinin hayvan olduğunu görüyoruz. Futbol klüplerinin de çoğunun bir hayvanla sembolize edildiğine şahit oluyoruz. Bozkurt, hâlâ bazılarınca kutsal bir semboldür, Türklere çıkış yolunu göstermeye devam eder. At, eski Türklerin kutsadığı bir hayvan olduğu gibi, günümüzde nice fedâkârlıklara da kır at için katlanılır. İslâm’a irtica adıyla karşı çıkanlar, yahudi kültürünün açık etkisinin görüldüğü “barış güvercini”ni partileri için amblem ve sembol olarak kullanır. Bu arada arı ve yunus balığını unutmamak gerekiyor; eski partilerden birinin sembolü koç, bir diğerinin de horoz olduğunu da hatırlatalım. Tabii, bu kadar hayvanların sembollüğüyle sürüye dönen yere bir çoban gerekecektir; Çoban Sülü’ler sürüleri gütmek için otuz sene işbaşında kalır.
Aslan Galatasaray, Sarı Kanarya’yı yutmaya çalışır; derken Kara Kartal hücuma geçer. Bazı oyuncular, timsah yürüyüşüyle gol sevincini sembolize eder. İstanbul Boğaları, Denizli Horozları ve Bursa Timsahları da birbirlerini yemeye/yenmeye çalışırlar. Olay, iş dünyasına da sıçrar; Uzakdoğunun aslanları varsa, bizim de Anadolu kaplanlarımız vardır. Cinciler, falcılar hâlâ hayvanlardan yararlanarak kehânetlerde bulunur. İşporta usûlü şans çekilişi yapan bazı tezgâhlar, şans çekilişi için güvercin ve tavşan gibi hayvanları kullanır. Baykuş, uğursuz kuş olma inancına konu olmaya devam ederken, bazılarının başına yine talih kuşu konar. Bazı ev ve işyeri kapılarına Anadolu’da hâlâ at nalı, koç başı veya boynuz asılır. Ev ve işyerinin kaza ve belâya uğramaması için kan akıtılması ve kanın binaya, insanın alnına sürülmesi gerektiği inancı devam eder.
Tasavvufî konuşmalarda kedi ve çoğunlukla köpek, müslüman için örnek alınması gereken onun özelliklerinin taşınması istenen hayvan özelliğini sürdürmeye devam eder. Tasavvufta, sûfî olmadığı halde sûfîlerin arasında bulunan kimseye kıtmîr denir. Kıtmîr, ashâb-ı Kehf’in, köpeğinin adı olarak meşhurdur. Dervişler ve müridler, bir köpek sadâkati ile şeyhlerinin kapısında beklemeyi ve ulumayı en büyük şeref bilirler.[162] Nakşîliğin kurucusu Bahâeddin Nakşbend, A. Geylânî’nin türbesine şu ibarenin yazılmasını emretti: “Pirlerin kapısında köpek ol, eğer Hakk’a yakın olmak istersen. Zira aslanlardan daha şereflidir, Geylânî’nin kapısındaki köpek.”[163]
Muhammed Bahauddin tasavvuf meşhurlarından birinin şu sözünü nakletmektedir:
"Köpek ve domuz ancak ilahımızdır. Allah da kilisede ancak bir rahiptir."
Bu beyti nakleden kişi, tasavvuf ruhunun güzelliğini açığa çıkarmak için derin bir sevgi ciddiyeti içinde onu örnek almakta ve mânâsıyla ruhunu doldurmaktadır.
Köpekler Tasavvufçuların Velilerdir!
Karanlık devirlerinde ve putperest dönemlerinde bile insanlık köpekleri tanrılaştırmamışken, tasavvufçular şirk şekillerinde bir yenilik yaparak yeni putlar uydurmaya çalışmışlardır. Tarihte en çirkin putperestliklerin bile tanrılaştırmadıkları köpekleri tanrılaştırmak istemişlerdir.
et-Tilimsani'nin, köpeğin çürümüş kemiklerinin tasavvuf tanrısının kendisi olduğuna dair sözlerini naklettik. Muhammed Bahauddin'in de şeyhlerinin köpeği nasıl tanrılaştırdığını ifade eden sözlerini aktardık. Şimdi de efendisi el-Acmi'nin kerametlerini anlatan eş-Şarani'ye kulak verelim:
"Gözü bir köpeğe ilişti. Köpeklerin tümü ona boyun eğdi. Bütün insanlar ihtiyaçlarının giderilmesi için ona başvurur oldular. O köpek hastalanınca etrafına köpekler toplanıp ağladılar. Ölünce de uluma ve ağlamaya başladılar. Allah bazı insanlara ilham etti de onu defnettiler. Köpekler ölünceye kadar onun kabrini ziyaret ediyorlardı. Köpeği bir bakış bu duruma getirirse, insana yöneltilince neler yapmaz ki?!" [164]
eş-Şarani, sözünü ettiği el-Acmi'nin halvetinden çıkarken bakışı kime ilişirse özünün som altına dönüştüğünü nakletmeyi de ihmal etmiyor.[165] Şarani'nin ifadesine göre adam insanlar için çok tehlikelidir. İnsanların görmelerine engel olan bir kişi nasıl veli olabilir? Böyleleri toplum için bir felaket olmaz mı?
Tasavvuf tarihi boyunca köpek tasavvuf meşhurları arasında ideal bir örnek olup hepsinin hedefi onun gibi olmaktır. Gerekçeleri de Ashâb-ı Kehf'in köpeği Kıtmîr'in adının Kur'ân'da geçmiş olması ve o köpeğin sözkonusu insanlarla beraber bulunmasıdır. Sanki Kur'ân'da adı geçen bütün varlıklar mukaddesmiş gibi Kıtmîr adı da orada geçti diye tasavvufçular tarafından kutsallaştırılmaktadır. Firavn, Karun, Ebu Leheb ve daha başka kâfirlerin adları Kur'ân'da geçmesine rağmen İslâm nazarında hiçbiri kutsallaşmadığı gibi Kıtmîr’in de bundan dolayı kutsallaşması ve ideal bir örnek olması sözkonusu değildir. Ama ne hikmetse, tasavvuf meşhurları kendilerine Kıtmîr adını takmayı ve onun gibi bir köpek olmayı kendileri için en büyük ideal bilirler. F. Gülen de Kıtmîr diye meşhur olmuş köpek olmayı arzuladığını sık sık vurgular. Kıtmir ismini kendine pek yakıştırır. Kendinden bahsederken “Kıtmir’iniz”, “bu Kıtmir” gibi ifadeleri o övünerek dillendirir. Bu da köpeği kutsallaştırmaları ve ideal bir örnek saymalarından ileri gelmektedir. Daha önce Nakşibendiler'in şeyhinin köpeği nasıl bir veli gördüğünü ve dualarını nasıl aldığını kaydetmiştik. Bu nevi misaller menkıbe kitaplarının hemen çoğunda bulunmaktadır.
Tasavvufçuların eskileri böyle olduğu gibi yenileri de bu şekildedir. Günümüzden bir örnek verecek olursak, Ribat Dergisi'nin 1982 tarihli ikinci sayısında çıkan ve ideal bir mü’mini ve müridi köpeğe benzeten aşağıdaki yazısını gösterebiliriz. Şöyle diyor:
Köpekte Bulunan On Güzel Haslet
1- Sadakat: Köpek, sahibini terk etmez; kovsa da bırakmaz, küsmez, hizmet eder.
2- Kanaat: Ne verilirse râzı olur. Sofraya sokulmaz, bulduğu ile iktifa eder. Yerine biri gelse onu oradan kovmaz.
3- Tevazu: Yattığı ve gezdiği yer, alelâde yerlerdir. Kendi için yüksek yer aramaz. Ne yedirilirse yer.
4- Tevekkül: Yarını düşünmez, yerini yermez, erzak biriktirmez.
5- Teslimiyet: Sahibini bırakmaz. Dövse de, ayağını kırsa da yine çağırınca gelir. (Kuyruğunu sallayarak) teslimiyet gösterir. İyilik edeni bilir ve unutmaz.
6- Zühd: Kendisini umumi zuharata bırakmıştır. Gelecek için bir düşüncesi ve hazırlığı ve esaslı bir bakımı yoktur.
7- Miskinlik: Her yeri dolaşır. Bir şey verilirse alır, vermezlerse bakar geçer. Kendine dokunmazlarsa bir şey yapmaz, yoluna gider.
8- Uyanıklık: Çok az uyur. Şehirlerin, köylerin sokaklarında gece bekçisidir. Hırsızları tanır. Evleri, bağları, bahçeleri, sürüleri korur.
9- İstiğnâ: Çekingendir. Başkalarının nasibine tecavüz etmez. (Kedi gibi sofralara sokulmaz) kapları bulaştırmaz.
10- Edeb: Köpek haddini bilir. İnsanlar arasında ve hayvan cinsleri içinde insanlara en çok hizmet eden(ler)dir. Emredilen işi tutar. Terbiyeyi kabul eder.
Bu on güzel ahlâk köpekte bulunmaktadır. Hâlbuki bunlar hâlis mü’minlerin ve sâdık müridlerin sıfatlarındandır.[166]
Hâlis mü’minlerin ve sâdık müritlerin ideal örneğinin nasıl köpek olduğunu herhalde anlıyorsunuz değil mi? Köpekte bulunan bu on haslet için ayrıca bakınız. [167]
Kendini uyuz köpeklerden üstün gören bir sâlikin, büyüklerin kemâlâtına kavuşamayacağı konusunda da bakınız.[168]
Fakir gariban vatandaşlardan bazıları çıkar, “doğuda insan olmaktansa, Hindistan’da inek olmayı tercih ederim” der. Avrupa’da hayvanlara verilen değerin burada insanlara verilmediğini görenlerden kimi, eğer reenkarnasyon gerçekse, ikinci olarak Avrupa’da bir ev köpeği olarak dünyaya gelmek istediğini belirtir. Çünkü sosyetenin Paris’ten getirttiği mama ile beslenen lüx salonlarda yaşatılıp özel kuaförlere götürülerek sık sık bakımı yaptırılan sosyete köpeği için harcanan parayı gariban rüyasında bile görememektedir.
Süsleme sanatlarında çiçeklerle hayvanlar yine başrolü oynamaya devam ederler. İnsanlara yine Kumru, Ceylân, Âhu (ceylân), Dudu (papağan), Aslan, Alpaslan, Kartal, Şahin, Doğan, Tuğrul (ak doğan), Esed (aslan) gibi isimler konulmaya devam edilir. Soyadlarının önemli bir bölümünü hayvanlar teşkil eder. Aslan gibi cesur insanımız arı gibi, karınca gibi çalışkandır. Öyle değil mi ya, aslan yatağından belli olur. Sözü uzatmak ve ona buna sataşmak zararlıdır; Çünkü bülbülün çektiği dili belâsıdır. Katır gibi inatçı olmaktansa; kuzu gibi uysal olmak daha az zararlıdır. Bilindiği gibi yürük at, yemini kendi arttırır. Balık kavağa çıkınca doğan aslan parçası çocuğun, kaz gibi aptal değil; tilki gibi kurnaz olduğu, şahin bakışlarından anlaşılmaktadır.
Hümanizmin, insancıllığın modası geçti, şimdi insanlar, hayvancıl takılmaktadır. Hayvan hakları savunucuları sık sık medyaya konu olur. Koyunların kurban olarak kesilmesine barbarlık diyen barbarlar çıkıyor, hayvan hakları için sokağa dökülüyor. Denilebilir ki, akrabaların haklarını savunmak suç mudur? Doğru; onlar, maymundan türemişlerdir; Orta Asya Türkü gibi kurttan değil. Zaten insanı da, konuşan hayvan, düşünen hayvan diye tanımlamıyorlar mı? Vejetaryen modası genişleyeceğe benzemektedir; hayvancıllar, helâl et yerine haram birayı tercih etmekteler. Bazı hayvanlarca, maskara maymunun, insanın atası olarak kabul edilmesi, onu kutsallaştırmak kabul edilebilir.
Günümüzde Sığıra Tapma
Günümüzde hâlâ sığırlara tapıldığını, özellikle Hindistan’ın bazı bölgelerinde ineğin kutsal kabul edilip dokunulmazlığı olduğunu biliyoruz. Bir Hintli’nin inek ve onun ferci hakkında dört ciltlik bir kitap yazdığını söylersek, gerisini siz tahmin edebilirsiniz. İnsan, ancak bu kadar aşağılara yuvarlanabilir[169]. Kur’an, kalbi olduğu halde fıkhetmeyen, akletmeyen, kulakları olup da hakkı duymayan, gözleri olduğu halde hakkı görmeyen, yani iman etmeyen kimselerin hayvan gibi, hatta daha aşağı olduğunu haber verir[170]. İnsanlık şerefini unutup hayvanlara (ineğe, inek fercine, fareye, bokböceğine varıncaya kadar) tapan, dolayısıyla kendisini kutsallaştırdığı hayvanlardan daha aşağıda kabul eden canlıların varlığı, heykellerin ve hayvanların kullarının günümüzde bile bulunması, Kur’an’ı nasıl doğrulamakta, Kur’an’ın evrensel ve çağlar üstü kitap olduğunu nasıl ispatlamaktadır? Kur’an’ın en uzun sûresi olan Bakara sûresine bu adın verilmesine sebep olan Bakara ve ıcl’e tapma olayının tarihsel ve güncel ve de evrensel boyutları değerlendirildiğine, olayın sadece Mısır civarında ve Hz. Mûsâ dönemine has tarihî bilgi olarak değil; her dönem ve her coğrafyaya şâmil bir problemin vurgulanması olarak görüyor ve Kur’an’a saygımızın bir kat daha arttığına inanıyoruz.
Hindistan’da, câmiiye giren ineği kovalayan müslümanların, dokunulmaz tanrıya dokunup onun rahatını bozdu diye öldürülmesine hâlâ devam edilmektedir. Tabii et ihtiyacı veya kurban için bir sığır kesmeye görsün bir müslüman; tanrıya uzanan eller kesilecektir. İneğin kutsallığı günümüzde de sürdürülür. İnek, ana yola çıkmışsa, trafiği altüst edebilir. Tren yoluna yatınca, ineğin özgür isteğine kimse müdâhale etmeden, seslenmeden insanlar, tanrılarının yoldan kalkmak için keyfini bekleyecektir. İnek tanrı, trafiğe, günlük hayata müdâhele etmektedir; gel de Hindistan’da laikliği uygula bakalım! Ama laikler Hindistan’daki ineğe müdâhale edilmesinin gerektiğini savunmazlar; onlara göre, ineğe ve inekliğe müdâhale eden müslümanlara tavır alınmalıdır sadece.
Eski dönemlerde sığıra tapılmasında temel espri, onun bereketi, bolca süt ve et verdiği için rızkı/gıdayı temsil etmesidir. Günümüzde de sosyalistler emeği, kapitalistler ekmeği, eskilerin ineği sembol kabul etmesi gibi kutsallaştırırlar. Bu anlayışa göre dünya, sadece Allah’a kulluk için yaratıldığımız, âhiretin tarlası bir sınav alanı değil; geçim dünyasıdır. Ekmek parası için her yol mubahtır. Bu inanca göre elbette çalışmak İbâdettir; namaz gibi başka İbâdetlere gerek yoktur veya geçim endişesinden ona sıra gelmemektedir. İhtilâl paşası Evren, kendisini devlet başkanı seçtirdikten sonra yaptığı halka karşı bir konuşmasında şu örneği veriyordu: Bir rafta ekmek varsa, onu almak için boyu yetişmeyen bir kimse, başka bir şey yok ve sadece Kur’an varsa, onun üzerine basar ve ekmeği alır; ama yukarıdaki Kur’an’ı almak için ekmeğin üzerine ayağını basamaz. Çünkü ekmek, halkın da anlayışına göre kutsaldır, hem de Kur’an’dan daha kutsal! Ekmek, günümüzde rızkı, bereketi, maddî doyumu, materyalizmi simgelemektedir; eskiden sığırı kutsal sayanların da gerekçeleri bunlar idi. Ekmek parası kazanacağım diyerek her yolu mubah gören ekmeği/geçimi kutsallaştıran insanın durumu, ineği kutsal gören insandan pek farklı değildir.
“Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Hâlâ akıllanmaz mısınız?” [171]
Sanatın Putlaştırılması
Sanat İçin Sanat: Hedefini yitirmiş, boşvermiş insanların toplumudur câhiliyye. Yaratılış sebebini bilmeyen insan, niçin yaşadığını da bilmeyecektir. Ot gibi yaşayacak, amaçsız, idealsiz bir hiç olarak yaşadıktan sonra, anlayışına göre yine bir hiç olacak, toprağa karışacaktır. Bazıları daha idealisttir. Kendilerine göre bir ülküleri vardır. Bu ülkünün başında kendisi, egosu olduğundan savunur idealini. Kendi menfaati, kendi vatanı, kendi ırkı, kendi tarihi, kendi coğrafyası, kendi rejimi, kendi prensipleri, kendi takımı, kendi şarkıcısı, kendi sanatı... Bunların ne kadarı tümüyle kendine âittir; orası ayrı bir konu. Ama o aslında ben merkeziyetçilikle kendini putlaştırmaktadır.[172] Rabbini de kendini de tanımamıştır. Bazıları ise ezilmiş, sömürülmüş, kandırılmıştır. Kendinde ilâhlık göremeyecek darbeler yemiştir. O da piyasadaki ilâhların bir veya birkaçına kul olacaktır. Câhilî insan için kaçınılmaz bir durumdur bu. İnsan, Allah'a hakiki anlamda iman etmiyorsa, ya kendini güçlü görüp ilâhlık taslayacak, ya da kendi üzerinde ilâhlık taslayanları kabul edip onların kulluğuna girecektir.
Câhilî toplumlarda sanatkâr ilâh taslağıdır; Sanat da. Laiklik ayrı bir din (daha doğrusu, çok dinlilik) olduğundan, müslümanın laik olması düşünülemez. "Onun her şeyi, namazı, İbâdetleri, hayatı, ölümü, hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir. O'nun ortağı yoktur. Böyle emrolunmuştur."[173] Elbette müslümanın sanatı da Allah içindir. Sanatta yasakları ve tavsiyeleri Allah belirler. Mü'min her konuda O'na kulluk eder, itaat eder.
Câhiliyye insanı için söylediklerimizin bir benzerini sanat için de söyleyebiliriz: Allah için sanat anlayışı olmayınca, ya sanatın kendisi ilâh yerine geçecek, ya da sanat, piyasadaki ilâhların(!) birine hizmet edip onun kulu olacaktır. Bugün sanat, kendisi putlaştırılmıyorsa; emperyalizm, düzen, fuhuş, moda, sanatçı... gibi ilâh taslaklarının hizmetinde bir kuldur.
Sanatın Putlaştırılması: Sanatın genel olarak putlaştırılması gibi, sanat dallarının çoğu, hem de birkaç yönden put görevi üstlenmiştir.
Heykellerin çoğunun ve bazı resim, hatta fotoğrafların put olduğunu bilmeyen yoktur. Tâğutların resim ve heykelleri böyle olduğu gibi, sâlih insanların heykel veya resmi bile olsa, saygı duyulur, tâzim edilirse put olmaktan kurtulamaz. Hz. İsa'nın, Hz. Meryem'in heykel ve resimlerinin bu konumda olduğunu hepimiz biliyoruz.
Canlı resmi, özellikle insan figürlü resimler, tarihî süreç içinde Müslümanlarca yasak kabul edilmiştir. Özellikle heykel için bu yasaklık daha net ve daha tartışmasızdır. Tevhid inancının temel esaslarını korumak, bu yasağın en büyük hikmetidir. Kendi eliyle yaptığına tapma ahmaklığını bazı insanlar, sadece eski câhiliyye döneminde değil; şu asırda ve çok yakınlarımızda bile göstermekte. Sadece imal ettiği halde "yaratma" vehmine kapılmak, çıplak kadın heykeli, sahte tanrılar, bâtıl dinlerin sembolleri gibi şeyler yapmaya kalkmak ve bunların demirden, tunçtan yontusu için büyük paralar sarfetmek, faydasız bir lüks, yani israf, heykelin yasak sayılması için diğer hikmetler.
Günümüzde müzikholler, gazinolar âyin yerleri haline gelmiş, boşvervemiş gençlik sanatçı denen tuhaf yaratıkların, onlara göre müzik ilâhlarının önünde huşû ile eğilerek onların kulu olmuş durumunu ancak tapınma ile izah edebiliriz. Sanat tanrısının bir el hareketiyle alkış veya dans şeklinde cemaat halinde yapılan tapınmaları, ibâdet coşkusuyla kendinden geçen, ayılıp bayılmaları, yani sanat dininin durumunu putlaştırma örneği olarak görmemek mümkün değildir. Renkli basında veya TV.lerin eğlence programlarında meşhur sanatçılardan bahsedilirken, onlara yeryüzünde benzeyen eş varlıklar bulunamaz. Onlar göklere çıkartılır. "Yıldız"dır, "star"dır onlar; "sanat güneşi"dir. (Bu sıfatlar da gök cisimlerine tapan topluluklardan miras kalan isimlendirmelerdir.) Bunlar da yetmez. Açıkça gençliğin seks ilâhesi, müzik tanrısı gibi tanrılık unvanları resmen verilir. Öyle ya, Türkiye gibi müslümanların, nüfusun % 99'unu teşkil ettiği iddiâ edilen bir yerde, meselâ Sultan Ahmet Câmiinde yatsı namazında yüz kişiyi bulamazken, otuz-kırk bin kişi bir stadyumu, dilinden de anlamadığı bir batılı zibidi veya fâhişeyi dinleyip seyretmek için gecenin geç saatinde doldurabiliyorsa, nüfusun müslümanlara oranı da, ibâdet konusu da düşünülmeye değer değil midir? “Müslümanım” diyenlerin yarısından çoğu namazsız-niyazsız yaşayabiliyorken; müziksiz, kasetsiz, T.V.siz yapamıyorsa, "en büyük filân, başka büyük yok!" diye sanatçının büyüklüğünün ilanı, ezan seslerindeki "Allahu Ekber" ifâdesini çoktan bastırıyorsa, kitlelerin dini ve bu dinde sanatın rolü tekrar sorgulanmalı değil midir?
Sanatın putlaştırılması durumunda İslâm'ın ve müslümanların tavrı çok kesindir: Hz. Süleyman döneminde, put görevi üstlenmediği ve sadece sanat eseri olduğu anlaşılan heykele (timsâl) hoş gözle bakan, eleştirmeyen Kur'an'ın,[174] İbrâhim (a.s.) döneminde put görevi üstlendiği için ateşe atılma pahasına devrilmesini, put-heykellerle mücâdeleyi emrettiğini hatırlayalım. Aynı timsâl (heykel) kelimesini Kur'an bu sebepten tavır alarak ifâde eder: "İbrâhim babasına ve kavmine: 'Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller nedir böyle?' demişti."[175] Yine aynı heykelin Peygamberimiz döneminde put haline dönüştüğü, saygı duyulduğu için onları devirmek, yeryüzünden onları kaldırmak için savaşların göze alındığı bilinir. (Din aynı din, heykel aynı put; ama müslümanlar...)
Hz. Ömer (r.a.) devrinde fethedilen İran'da dünyaca şöhreti olan, paha biçilmez kıymette, dillere destan sanat şaheseri bir halı vardır. Hz. Ömer'e götürülen ganimetlerin arasında o halı da mevcuttur. Herkes Hz. Ömer'in o halıyı kime vereceğini, nerede kullanacağını büyük bir merakla beklemektedir. O, gözlerde çok büyütülen, çok fazla sevilen böyle bir halının putlaştırıldığını, dolayısıyla sanat eseri ve güzel olma vasfını kaybettiğini iyi bildiğinden bu eşsiz halıyı et doğrar gibi bir-iki santimetrekarelik küçük parçalara böler. Onu ele geçiren ashâba taksim eder, dağıtır. Bu büyük bir sanat eserine hakarettir, alay etmedir, doğru. Bir doğru daha var ki, din putlaştırmaya giden yolları böyle keskin kılıçla kesmeyi emreder. Yine aynı zâtın, altında birçok meşhur ashâbın bey'at ettiği Kur'an'da anlatılan[176] ağacın, sonradan saygı duyulup onun arkasında namaz kılınmaya başlandığını, ziyâret edildiğini, kutsandığını görünce hemen ağacı kökünden söktürüp yaktığını ve buna hiçbir sahâbînin itiraz etmediğini hatırlayalım.
Bugünkü bazı mezarlar (yatırlar) ve türbelerin halk için, resmî türbenin de askerler ve devlet erkânı için tapınak halini görseydi o Fâruk, kılıcını sadece bu mimarî yapıları yıkmaya değil, “müslümanım” dediği halde buralardan kurtuluş bekleyen, adaklar adayıp duâlar eden, türbeleri mescid (tapınak) yapan, ölü ve mezar kullarının kellelerini devirmeye de kullanırdı. İlâhlaştırılan, tapınılan sanatçılara karşı, putlaştırılan sanat dallarına karşı müslüman; fârûkî tavrını, tevhîdî bilincini göstermek zorundadır.
Günümüzde sanat denilince akan sular durur. Bazı açıkgözler çirkefliğe sanat damgasını vurunca, artık ayıp, günah, yasak hiçbir uyarının önemi ve yaptırım gücü yoktur. Sanat denilince her şey mubahtır. Sanat dininde haram diye bir hükme rastlanmaz. Çağdaş insan, sanatın kutsallığına inanmalıdır; sanatçıların da ulûhiyetine. Eskiden olduğu gibi, "dinin sanatçısı" yoktur artık; "sanatçının dini" vardır; özel bir din, sanat dini.
Bir de elfâz-ı küfür meselesi var. Sinema filmleri ve tiyatro sahnelerinde müslümanların gözü önünde pervâsızca en galiz küfürler, dinle alay etmeler ve söyleneni, tepkisizce dinleyeni küfre sokan sözler. Hele müzik parçalarının önemli bir kısmında feleğe, kadere çatılan, Allah'a şirk koşulan sözler...
Yer yer "Allah" lafzı, sarhoş ağız ve kulaklara meze. Allah adını haram eğlencelere katmak, haram söz ve işlerin arasında, içinde Allah adı geçen, meselâ "Allah Allah" şarkısı söylemek... Allah'la alayın bu derecesini Ebû Cehil'lerde bile göremezsiniz. Terbiyesizliğin, cür'etin, küfrün bu kadarını, İsa heykelinin önünde şuh danslarla şarkı söyleyip soyunarak İsa heykelini dirilten(!) kliplerle şöhret olan Madonna bile gösteremez. Peki, bunları zevk alarak dinleyen, içinde küfür lafızlarının geçtiği arabesk veya diğer müzik parçalarını, bir müslümanın Kur'an'dan aldığı hazza benzer bir coşkuyla dinleyip seyredenler kimler? Bunların durumu, hükmü? Ya bu cinâyetlere katılmamakla övünen, imanları elinden alınan zavallı kalabalıklara kurtarıcı mesaj veremeyen müslümanlar!
Peki, sanat hep emperyalizmin emrinde bir uyuşturucu, fuhşun hizmetinde haram bir oyuncak ve şirk vesilesi çirkin bir put mudur? Elbette hayır! Bunlar, gerçek sanat değil, sanatın düzmecesidir, sanatın istismarıdır. Sanat sanat ise eğer, ne putlara, ne haramların herhangi birine âlet olacak, Güzel Kitab’ın güzel ölçülerine uygun olacak ve ancak "güzel" hükmünü alacaktır.
Gök Cisimlerinin Putlaştırılıp Bâtıl Tanrı Kabul Edilmesi
Hz. İbrâhim'in tevhid mesajını ilettiği toplumun yıldıza, aya ve güneşe tapanlar olduklarını, Hz. İbrâhim'in bunların ilâh olamayacağına dair aklî deliller sunmasından anlıyoruz. Irak'ta yaşayan Kildanîlerin bu inancı ve bâtıl tanrıların durumları anlatılır ki, düşünülsün; bu tür şirkten vazgeçilsin.[177]
Fahreddin Râzi, heykellerden yapılmış putlara tapmanın, temelde yıldızlara tapmanın sembolü olduğunu ifade ederken, yıldızlara tapmanın özelliklerini de açıklar: Âlimlerin pek çoğu şunu söylemişlerdir: Bazı müşrik insanlar, bu âlemin durumlarının değişmesinin yıldızların durumlarının değişmesine bağlı olduğuna inanmışlardır. Bu inançta olanlar, yıldızların durumunu gözetleyerek bu dünyada meydana gelen mutluluk ve mutsuzlukların, yıldızlardaki talihlerine bağlı olduklarına inanmışlardır. Onlardan bir kısmı, yıldızların varlıklarının zatları gereği olduğuna, bu âlemleri de onların yarattığına inanmışlardır. Yine onlardan bir kısmı, bu yıldızların en büyük ilâhın mahlûkları olduğuna, bu yıldızların da âlemin yaratıcısı olduğuna inanmışlardır. Birinciler, bu yıldızların gerçekte ilâh olduklarına, ikinciler de onların, Allah ile insanlar arasında vâsıta olduklarına inanmışlar, böylece onlara ibâdet ve inkıyatla meşgul olmuşlardır. Sonra ise, yıldızların çoğu zaman gözlerden gizli olduklarını görünce, onlar nâmına bazı putlar edinmişler ve bu putlara ibâdetleriyle de bu gök cisimlerini kast ederek ve yıldızların görünmeyen gölgelerine yaklaşarak putlara tapınmaya yönelmişlerdir. Derken zaman uzayınca, yıldızların isimlerini aradan çıkarıp sadece bu heykellere tapınmaya başlamışlardır. İşte bunlar, gerçekte yıldızlara tapan kimselerdir.[178]
Kur’ân-ı Kerim, güneş ve ayın Allah tarafından hizmete âmâde kılınmasını, O'nun büyük nimetlerinden olarak zikreder.[179] Onların sayma ve ölçü vesileleri olmak,[180] aydınlatmak[181] gibi faydaları vardır. Bütün özellikleriyle, Allah'ın âyetlerindendirler.[182] Bunlar, belirli bir zamana kadar görevlerini yapacak, süreleri dolunca dürülüp toplanacaklardır.[183] Allah, güneşe ve onun kuşluk zamanındaki parlaklığa kasem etmekle[184] ona bir değer verdiğini gösterir. Öyleyse insan onlara değil; onları yaratan ve teshir eden Allah'a şükür ve ta'zim etmelidir.
Kur'an, Sebe' halkının güneşe tapmalarını vesile ederek, bu ibâdetin sapıklık olduğunu söyler.[185] Bir âyette de, bütün insanlara, mutlak olarak şunu ilân eder: "Gece ile gündüz, güneş ile ay Allah'ın varlığının âyetlerinden/belgelerindendir. Güneşe ve aya secde etmeyin; eğer Allah'a kulluk etmek istiyorsanız, bunları yaratana secde edin."[186] Burada şöyle bir işaret bulunabilir: Bu varlıklara tapanların en azından büyük bir kısmı, Allah'a inanıyor ve ibâdet ediyorlardı, dolayısıyla bu gök cisimleri, bağımsız tanrılar değillerdi. Fakat onlara tapanlar, onları ibâdetlerinde şerik/ortak koşuyorlardı. Allah, bu yaratıklara tapınmayı bırakıp, ibâdetin onları yaratan'a tahsis edilmesini emrediyor. İslâmiyet, tapınma secdesi olmasa bile, öbür mahlûklar gibi bunlara da ta'zimi yasaklamıştır.[187]
d- Gök'e Tanrılık İsnâdı, Eski Türklerin Gök Tanrısı: Şamanlık inancına bağlı Türklerin Gök Tanrısı anlayışında gök, cisimleştirilmiş, somut tanrısal bir varlık olarak kabul edilmiştir.[188]
"Gök Tanrı" anlamında eski Türkler, "Tengri" "Tangrı" diye isimlendirdikleri bir iyilik tanrısına inanıyorlar, bunun gök olduğunu kabul ediyorlardı. Orta Asya Türklerine göre bu Gök Tanrı; yeryüzünün, insanların ve görünür görünmez her varlığın yaratıcısıdır. İnsanların yaşantıları arasında dengeyi o sağlar, O, bütün kâinatın efendisidir.[189] (Türkçe "Tanrı" kelimesi, aslında bu şirk unsuru olan Gök Tanrı anlamında olduğundan Allah için kullanılmamasını tavsiye ederiz.)
Gök Tanrı kültünün hemen bütün Orta Asya Türk toplumlarında çok köklü bir inanç olması sebebiyle etkisi, İslâm sonrası dönemde dahi kendini göstermiştir. Bu kültün İslâmî döneme mahsus bazı metinlerde de ortaya çıktığı müşahede olunmaktadır.[190]
Günümüzde Gök ve Gök Cisimlerinin Putlaştırılması: "Gök Tanrı" inancının çok eski dönemlerde kaldığı, artık güneşe, aya, yıldızlara kimsenin tapmadığı gibi anlayışlar, kesinlikle doğru bir yargı değildir. Şirk cephesinde yeni bir şey yok. Kur’ân-ı Kerim de bu yüzden "güneşe ve aya secde etmeyin."[191] demekte; günümüzdeki insana da bu mesajı iletmektedir. Türklerin Gök Tanrı'larının çoktan ölüp tarihin çöplüğüne gömüldüğü anlayışıyla ilgili bir yargıya varıp varmamak için gelin, bu konuda aynamızı topluma tutalım:
Medyada; medyumlardan, falcılardan, astrologlardan yani modern müneccimlerden geçilmiyor. Boyalı basın dediğimiz, yazıdan daha çok resimlerin yer aldığı gazetelerin tümünde her gün burç ve fal köşeleri yayınlanmaktadır. Buralarda "yıldızınız diyor ki", "burcunuz", "elektronik burç falı", "bilgisayarlı astrolojik fal" gibi köşelere ne demeli? (Bu hurafeler, irtica kavramına girmediğinden kimsenin bir şey dediği yok. Peki müslümanların da mı diyeceği yok?!)
Günümüz ve Modern Müneccimlik: Müneccimlik, sanıldığı gibi tarihe karışmış değil; sadece modernleşmiştir o kadar. (Müneccim: Yıldızların hareketlerinden ahkâm çıkaran kimseye verilen addı. Şimdi bu işle uğraşanlara astrolog veya medyum deniliyor. Astrolog: Yıldız falına bakan kimse demektir. Horoskop denilen yıldızların, burçların bulundukları yerin haritasını çıkarıp, falına bakacakları kimsenin doğum tarihleriyle kıyaslayarak geleceği -gayb- hakkında hüküm çıkartırlar. İlm-i nücum denilen bu bilime(!) şimdi astroloji denilmektedir.) Eski Yıldızname'lerin yerini günlük burçlar, astrolojik hurafeler almış; müneccimin adı da astrolog veya medyum olmuştur artık. (Yıldızname: Yıldızların hareketleri ile insanların kaderi arasında var olduğu iddia edilen ilişkileri konu edinen kitap, astroloji kitabı, horoskop vb. haritalar, fallar)
Günümüz ve Yıldız: Açıkça kâfir olanların yanında, nice “Müslümanım” diyen insan, hâlâ yıldızların, burçların insan kaderinde etkili olduklarına inanmaktadır. İki kişi, birbirleriyle iyi anlaşıp geçinemiyorsa suç onların değildir; sebep yıldızlardır: Yıldızları barışmıyordur da onun için. Birisi, ün mü kazanmıştır, talihi açılıp meşhur mu olmuştur; öyleyse onun yıldızı parlamıştır. Herkesçe sevildiği için onun yıldızı dişidir de o yüzdendir bu sempatiklik. Yok, itibardan düşer, ününü yitirerek eski şöhreti kalmazsa, sebep; onun yıldızı sönmüştür. Artık o yıldızı düşük biridir. Biri ölünce, onun yaşayında etkili olan yıldızı, onu terkederek başka diyara göçtüğü için o ölmüştür. O zaman bir yıldız kaydı denilir. Müneccimin, kâhinin; geleceği (her şeyi değilse bile, çok şeyi) bileceğine hâlâ inanılır ki, gelecekle ilgili değerlendirmelerde bulunanlara sen müneccim misin, nereden biliyorsun, diye sorulur; 'adam sanki kâhin' denilir.
Yine, bu sapık düşünceye göre yıldızlar konuşur, vahyeder; onların Rasulleri/elçileri ise astrologlar, medyumlar ve cincilerdir. Yıldızların konuşma dilini anlayan bu sivri akıllılar, bu mesajları "yıldızınız diyor ki..." , "burcunuzun durumuna göre başınıza şu, şu gelecek" diye insanlara para karşılığı tebliğ edilir ki, bu mesaja göre bilinçlensinler ve ona göre davransınlar.
Haberden, fikirden daha çok magazine yer veren, yani hangi sanatçı(!)nın karnı ağrıdığından, hangisinin ayakkabısın ne renk olduğundan bahsedip dört bir yanından resimleyen gazeteler, bir bahane bulup/uydurup çektikleri resim için yazacakları yazılarda bu iffetsizleri topluma örnek olarak lanse etmeye çalışırlar. Tabii televizyonların nice programında da göstere göstere ve haramları cilalayarak bu meşhur edilen sanatçılar konu edilirken onlar yere sığdırılamaz, göklere çıkarılır. Onlara yeryüzünde benzeyen eş varlıklar bulunamaz. "Yıldız"dır onlar, "star"dır, "sanat güneşi"dir. Bu sıfatlar, gök cisimlerine tapan topluluklardan miras kalan isimlendirmelerdir.
Günümüz ve Felek: "Felek": Gök, gökyüzü, semâ, her gezegene mahsus gök tabakası, yörünge gibi anlamlara gelir. Çoğulu "eflâk"tır. Felekiyat: Gök bilgisi, astronomi ilmi demektir. Felekî: Felekle alakalı, yani astronomi ile ilgili anlamına gelir. Felekiyun: Astronomi/gök bilimi ile uğraşanlar demektir. Kur'an'da felek kelimesi, iki yerde geçer. Bu iki âyette felek; küre, yörünge anlamında kullanılır. "Ne güneşin aya erişmesi kendine yaraşır, ne de gece, gündüzün önüne geçebilir. Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzmektedir."[192] "O, geceyi, gündüzü, güneşi, ayı yaratandır. Her biri bir felekte/yörüngede yüzmektedir."[193]
Şimdiki bilim açısından geçersiz olan ve bizim açımızdan da bâtıl görüşe, Batlamyus teorisine göre, bütün felekleri saran en büyük ve en yüksek feleğe, Atlas feleği denir. Atlas feleği dönerken diğer sekiz feleği de kendi istikametinde dönmeye zorlar. Bu dönüş büyük bir özellik taşır. İnsanların talihleri, refah ve mutlulukları üzerinde değişken ve aksi durumlar ortaya koyar. İşte felekler üzerine şikâyetin arka planında bu anlayış vardır. Eski zamanlardaki bâtıl inanışa göre, güneş feleğin ve göğün sultanıdır. Diğer gezegenler de onun çevresinde birer vazife ve hizmet görürler. Buna göre ay vezir, Utarid kâtip, Merih başkumandan, Müşteri kadı, Zühal bekçi, Zühre de çalgıcıdır. İlk yedi felekteki gezegen yıldızların insanlar üzerinde hayırlı ve hayırsız tesirleri olur. Bu tesirler, o yıldızın etkisinde doğan kişiler üzerinde değişik haller ortaya koyar. Meselâ Merih ile Zuhal uğursuz, Güneş ile Müşteri uğurlu yıldızlardır. Diğerleri ise bazen uğurlu, bazen uğursuz olurlar. Bu bâtıl inanca göre bu yıldızların yeryüzüne hâkim oldukları aylar, günler ve saatler vardır. Uğurlu saatler ve uğursuz saatler, böylece insanlar ve onların üzerinde etkili olurlar. İnsanlar da bu saatlerde başlarına gelenler için şikâyet eder veya memnuniyet bildirirler.[194]
Yıldızların insanın kaderine hakim oldukları inancı, feleğin kader mânâsını kazanmasına yol açmıştır. Araplar, bu anlamda feleğe dehr, İranlılar çarh derler. Bu felek teorisinin, gök cisimleri ve gök hadiselerinin insanın kaderine hakim olduğu anlayışı ile birlikte eski bâtıl dinlerde de büyük bir yer ayrıldığını görüyoruz. İslâm kaynaklarının haber verdiği Sabiîler (Yıldıza tapanlar) bunlardır. Bu bâtıl inanışlara göre yıldızların kimi uğurlu, kimi uğursuzdur. Yıldızların her biri belli günlere ve saatlere hakimdir. İlm-i nücum veya yıldız falı ile uğraşanlar, insanın doğduğu gündeki yıldızların veya burçların durumuna bakarak insanın sağlığını, ahlâkını, başarı derecesini, kısaca kader ve talihini keşfetmeye çalışırlar.
Edebiyatta felek, daha çok şikâyet yerine kullanılır. Edebiyatın feleğe karşı tutumu olumsuzdur. Çünkü felek, kıyıcı, zâlim ve hilekârdır. Sözüne güven olmaz. Kimse onun elinden aman bulmamıştır. Aşığı sevgilisinden ayıran, insanı mihnete gark eden, tam amacına ulaşacağı sırada talihini ters çeviren felektir.
İlkel bâtıl dinlerden, bâtıl inanışlardan, mitolojiden ve efsanelerden kaynaklanarak halk muhayyilesinde oluşan felek-kader münâsebeti, feleğin halk arasında kambur felek, kahpe felek gibi tâbirlerle anılmasına, feleğin çemberinden geçmiş gibi deyimlerin oluşmasına sebep olmuştur. Rüzgâr gülü'ne eskiden çark-ı felek denirdi.[195] Şimdi bu ad, daha çok kumar oynamak için döndürülen yuvarlak masaya denmektedir.
Duymuşsunuzdur, nice insan, şartlar uygun gidersa, bir terslik çıkmazsa anlamında felek yâr olursa der. Güzel, keyifli (daha çok da haram eğlencelerle) bir gece veya gün geçirirse felekten kâm aldığını söyler; veya anlayışına göre felekten bir gece (gün) çalmıştır. Haksızlığa, zulme, felâkete uğradıysa, feleğin sillesini yemiştir. Talihsizlikten yakınıyorsa, bunu feleğe küsmekle ifadelendirir. Kendi tecrübeleri ile hayatın iyi ve kötü yönlerini bilen ve her işin altından kalkanlara feleğin çemberinden geçmiş denir. Bahtsız kimselere felek düşkünü dendiği olur. Dönek, sözünde durmayan anlamında felek meşrep denilir. Şaşkınlıktan veya korkudan ne yapacağını bilemez hale gelen insan da feleğini şaşıran kimsedir. Ters döndüğü için, bu kadar kutsal gücü olduğu halde kahpe felektir; gök kubbesinin yuvarlaklığından dolayı da kambur felektir. İstediğine istediğini yapar bu felek: Ah bu kambur felek; kimine karpuz yedirir, kimine kelek! Kimine ceket giydirir, kimine yelek!
Arzın/Ülke Topraklarının Kutsallaştırılıp Putlaştırılması
İnsan, belli bir yerde değil; tüm yeryüzünde halife olması için yaratılmıştır. İslâm'ı, bulunduğu yerde yaşayıp oraya hâkim kılmak için çalıştığı gibi, dünyanın ulaşabildiği her tarafına da götürme zorunluluğu vardır. Bir insan, doğacağı yeri seçme hakkına sahip olmadığından, tercihinde olmayan bir konudan dolayı ne ayıplanır, ne de şereflenir. Allah, bizi bu topraklarda değil de; çok farklı hatta sevmediğimiz bir yerde dünyaya getirebilirdi; Diğer insanların oralarda dünyaya gelmesi gibi. O zaman o yaratıldığımız yerin mi, yoksa şimdi yaşadığımız yerin mi kutsal olması gerekecekti? Müslüman için tüm arz Allah'ın mülküdür. Hepsi aynı değerdedir. Bir yerin fazileti, orada inanılıp uygulanan inançla ilgili olmalıdır. Toprak, üstünde yaşayan insanların inançlarıyla bütün olarak değerlendirilmelidir. Bu arada nice insanın hadis diye ileri sürdüğü “Hubbu’l vatan mine’l îman (Vatan sevgisi imandandır) ifadesinin hadis olmadığını, mevzû/uydurma olduğunu söyleyelim.[196] İnsanın ırkına, doğduğu yere göre bir toprak parçasına kutsallık atfetmesi, Allah için değil de; o toprak parçası için ölümü göze alabilecek hale gelmesi, vatanın -üzerinde hangi hükümlerin uygulandığına bakılmadan- yüceltilmesi bu açıdan değerlendirilmelidir. Vatan kelimesi Kur'an'da geçmez. İslâmî açıdan yurt veya vatan "dâr" kelimesiyle ifade edilir. İslâm toplumunun yaşadığı ve hâkim olduğu yerler için "dârulİslâm", müslümanların idare ve hâkimiyetleri altında olmayan yerler ise "dârulharp" kabul edilir. Eğer bir kimse, yaşadığı ülkede dinî inanç, dinini koruma ve dinini yaşama hürriyetini kaybetmişse, gücü yetiyorsa cihad ederek bu temel haklarını yerli veya yabancı işgalcilerden geri alması veya gücü yetmiyorsa, bunları koruyup dinini yaşayabileceği yere hicret etmesi gerekir. Cihad ve Hicret'in Kur'an'da ve sünnette çok büyük önemi vardır.
Ayrıca, içinde Kâbe'nin bulunmasından dolayı müslüman açısından dünyanın en kutsal yeri sayılmaya müsait olan bir vatanda, Hak dinin yaşanamadığı için oradan hicret eden Rasûlüllah ve ashâbının, aynı zamanda gerçek vatanları olan Mekke'deki yönetime karşı inanç savaşı yaptıkları unutulmamalıdır. Şu âyet; vatan, cihad ve hicret kavramları açısından değerlendirilmelidir: Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler: 'Dünyada ne işte idiniz?' derler. Bunlar; 'biz yeryüzünde güçsüz bırakılmış çaresiz kimseler idik' diye cevap verirler. Melekler: 'Allah'ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!' derler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir."[197] Medine için, oradaki hurmaları için savaşan kimsenin mücâdelesinin Allah için olmadığı, ancak Allah yolunda savaşanların cennetle müjdelenen şehitler olabileceğini Rasûlullah'ın hadislerinden öğreniyoruz.
Müneccimlik ve Falcılık; Gayb Bilme İddiâsı ve Yıldızları Putlaştırma
Müneccimlik, gelecekte meydana gelecek, özel ve genel olaylara, yıldızlara bakarak haber vermektir. Hz. Peygmaber’in bu konuyla ilgili şöyle bir ikazı vardır: “Bazı insanlar, Allah’ın nimetiyle geceyi geçiriyor, sabah olunca da, ‘bize şu yıldız sebebiyle yağmur yağdırıldı’ diyor. Böyle demeleri sebebiyle onların çoğu kâfir olmuştur.”[198] Yine bir başka hadis rivâyeti de benzer bir ikazdır: “Kim yıldızlarla haber vermeye çalışırsa, sihir ile haber vermiş olur.”[199]
Bu hadisler, yıldızların uzaklığını, yerlerini, yörüngelerini gözlem ve araçlarla inceleyen astronomi ilmi hakkında değildir. Bu ilim, ilkeleri, kuralları ve araçları olan bir ilimdir. Kur’an zaten, baştan sona insanları gözleme, düşünmeye, araştırmaya ve evrenin sırlarını keşfetmeye dâvet etmektedir. Ancak, ilimleri, gaybı biliyormuş gibi yorumlamak, insanı şirke götürür. Çünkü gaybı bilen sadece Allah’tır.
Gelecekte olacak şeyler hakkında bilgi sahibi olmak için başvurulan çeşitli yolların en belirginlerinden biri faldır. Daha çok baht, uğur ve talihi, genel olarak da gelecekte olacak şeyleri anlamak için birtakım garip yollara başvurarak bunlardan anlam çıkarma ve kişilik okuma işine fal; bu işi yapmaya da falcılık denir. Gelecek zamanda vuku bulacak olayları haber vererek gayb sırlarını bildiğini iddia edene de falcı, medyum denir.
Câhiliyye Arapları, bir yolculuğa, bir savaşa, bir ticarete, evlenmeye, yahut herhangi önemli bir işe teşebbüs edecekleri zaman üç zar (veya ok) çekerler, yahut kuş uçururlardı. Bu zar veya okların birinde, "Rabbim emretti", yahut "yap" diye emir; diğerinde "Rabbim nehyetti" veya "yapma" diye nehy kelimeleri yazılı olurdu; biri de boş bulunurdu. Birisi torbaya elini sokar, zarlardan birini çeker, emir çıkarsa yaparlar, nehy çıkarsa yapmazlar, boş çıkarsa bir daha çekerlerdi. Kur'an, bunu şiddetle yasaklamıştır. "Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytan işi birer pisliktir; bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz."[200]
Burçlar
Yüce Allah, kerim kitabında gökte burçlar yarattığını söyler.[201] "Burçları olan semâya andolsun ki..."[202] diye buyurur. Allah, gökte burçlar yarattığını söylerken, gökle ilgili "es-semâvât" şeklinde çoğul değil de; "es-semâ" şeklinde tekil olarak kullanır. Burada semâ, bildiğimiz en yakın semâ (dünya semâsı) demektir. Burç; yüksek köşk, bina ve kale anlamlarına gelir. Semâdaki burçlar ise; gökte durumları birbirlerine göre aynı kalan yıldız toplulukları demektir. Müfessirler, âyetlerde geçen semâdaki burçları tefsir ederlerken, bunları büyük yıldızlar, ya da semânın kapıları diye tercüme etmişlerdir. Gökte yıldızların araştırılıp üzerlerinde düşünülmesi için burç taksimlerini İdris (a.s.)'ın yaptığı söylenir. Yerin haritasında şehirler, kasabalar ve bunlardaki yüksek binalar, nasıl bir alâmet ve işaret ise, gökteki yıldızlar ve yıldız takımları da böyle birer işarettir. Güneş'in bir yıl içinde görünürde içinden geçtiği farz edilen gök kuşağı ve bunun yanlarında bulunan takım yıldızları (Zodyak takım yıldızları)na Burçlar kuşağı da denir. Burçlar kuşağı, 30 derece uzunluğunda 12 bölgeye ayrılmıştır. Bu 12 burcun teşkil ettiği alana Burçlar bölgesi denilir. Güneş'in ilkbahardan itibaren bir yol boyunca, sırasıyla takip ettiği takım yıldızlarına eskiden beri hamel (koç), sevr (boğa), cevza (ikizler), şeretan (yengeç), esed (aslan), sünbüle (başak), mizan (terazi), akreb (akrep), kavs (yay), cedi (oğlak), delv (kova), hût (balık) isimleri verilmiştir.
Burç ve Yıldız Falının Hükmü
Bugün yaygın olan fal çeşitlerinden biri de, modern câhiliyyenin itibar ettiği yıldız falıdır. Gökteki burçlardan yola çıkılarak yapılan bu falcılığın aslı, Sâbiîlere dayanır. Sâbiîler, gökyüzünü on iki burca taksim etmişler ve eflâkten/göklerden yalnız tapındıkları ve heykellerini diktikleri "sebaî" gezegenlerin durumlarına göre, yeryüzünde meydana gelecek olayları bildireceği iddiasıyla yıldızlarla ilgili birtakım hükümleri yazmışlardı. Onların bu inançları, günümüze kadar gelmiş bulunmaktadır.[203]
Dinimizin kesinlikle yasakladığı falcılık, bir çeşit gaybdan haber vermektir. Hâlbuki, Kur'an; gaybı, Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilemeyeceğini, peygamberlerle melekler dahi kendilerine vahyedilmedikçe gaybdan haber veremeyeceklerini açıkça bildirmektedir. "De ki: 'Göklerde ve yerde olan gaybı, Allah'tan başka bilen yoktur."[204]; "De ki: Size 'Allah'ın hazineleri elimdedir demiyorum, gaybı da bilmiyorum."[205]; "Eğer gaybı bilseydim, daha fazla hayır yapardım." [206] âyetleri buna yeterli delildir.
Kendilerine "arrâf", "kâhin" veya "medyum" denilen falcıları ve bu falcılara gidip fal açtıran, onlara inanan veya destekleyenleri Peygamberimiz, ağır bir dille kınamış, hatta küfürle nitelemiştir. "Kim bir arrâfa gidip de ona bir şey sorarsa, kırk gecelik namazı kabul olmaz."[207]; "Kim bir kâhine gider, dediklerini doğrularsa; şüphesiz ki Muhammed'e indirilmiş olanı inkâr etmiş olur."[208]
Burç falı, "insanları, doğdukları burçlara göre gruplayarak geleceğini okumaya, kaderine dair konuşmaya" denir. Modern câhiliyyenin yaşandığı günümüzde kendini aydın sanan birtakım gazete ve televizyon programcıları, her gün yıldız falı hurafesiyle insanların kaderi hakkında birtakım yorumlar yapmaktadırlar ki bunlar hiçbir bilimsel dayanağa sahip değildir. Ayrıca bu asılsız yorumlar, okuyucuların ruhsal dengelerine olumsuz yönde etki yapmaktadır. Bu bir atma, saçma ve aldatmadan ibarettir.
İslâm âlimleri, Sâbiîler gibi, tesiri yalnız yıldızlardan, burçlardan bilerek onlardan birtakım hükümler çıkarmaya kalkışmanın küfür ve şirk olduğunda ittifak etmişlerdir.[209]
Bunun yanında insanın, girişeceği önemli bir iş için, uzman kişilerle istişare yaptıktan sonra istihâre yapması meşrûdur, sünnettir. Bunun, İslâm'da yasak edilen falcılık ve kehanetle hiçbir ilgisi yoktur.
“Onların çoğu, şirk koşmadan Allah'a inanmazlar.”[210] Ne dersiniz, put sadece câhiliyye Araplarına mı aitti? "Gök Tanrı" inancı, çok eski dönemlerde mi kalmıştır, bizim bulunduğumuz yerlerden çok uzakta mıdır bu bâtıl ve ilkel şirk? Yoksa, "ne yapalım, bu anlayış ve deyimler atalarımızdan bize mirastır, devam ediyor, etsin!" mi denilecek? "Onlara (müşriklere): 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar, 'hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler.Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?"[211] Artık güneşe, aya, yıldızlara, feleğe kimsenin tapmadığı görüşüne ve bu görüşün hepimize yüklediği sorumluğa ne dersiniz? Her tarafı küfür ve şirk yangını sarmışsa, tv. ile evlerimize kadar tutuşturulmaya çalışılıyorsa, hepimize düşen görevler nedir?! Haydi görev başına!
Bilgi Kaynakları ve Vahy: Kur’an, bilgi kaynağı olarak, vahiy başta olmak üzere, doğru haberi, duyuları ve akıl yürütmeyi göstermektedir. "Nitekim kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi (kötülüklerden) temizleyen, size Kitab'ı ve hikmeti öğreten, size bilmediklerinizi bildiren bir Rasûl gönderdik."[212] Âyetlerin anlatılması ve açıklanması duyuları, kitap ve hikmetin öğretilmesi aklı, bilinmeyenlerin bildirilmesi de vahyi hatırlatmaktadır.
İslâm inancına göre insan, gerçeğin bilgisini üç yoldan elde eder. Yani, bilginin kaynağı üçtür. İnsan üç yolla ilim elde eder. Bunlar: 1- Doğru haber: a) vahiy, b) mütevatir haber, 2- Selim hisler dediğimiz sağlıklı beş duyu, 3- Akıl.
Aslında bilginin yegâne kaynağı Allah'tır.[213] Vahyi indiren Allah olduğu gibi, duyu organlarımızı ve aklımızı yaratan ve bunları ilme yetenekli kılan da Allah'tır. Bunu idrâk eden kimse, bildikleriyle övünmez.[214]
Câhiliyye toplumlarında, vahyi kabul etmeyen câhilî eğitim sistemleri, vahyi ilim kaynaklarının, bilgi vasıtalarının içine katmazlar. Bundan dolayı bilim, câhiliyye düzenlerinde bir put haline dönüşmüştür.[215]
Tasvîrin (Resim ve Heykelin) Putlaştırma Açısından Durumu
Hz. Süleyman döneminde, put görevi üstlenmediği ve sadece sanat eseri olduğu anlaşılan heykele (timsâl) hoş gözle bakan, eleştirmeyen Kur'an'ın,[216] İbrâhim (a.s.) döneminde put görevi üstlendiği için ateşe atılma pahasına devrilmesini, put-heykellerle mücâdeleyi emrettiğini hatırlayalım. Aynı “timsâl” (heykel) kelimesini Kur'an bu sebepten tavır alarak ifâde eder: "İbrâhim babasına ve kavmine: 'Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller nedir böyle?' demişti."[217] Yine aynı heykelin Peygamberimiz döneminde put haline dönüştüğü, saygı duyulduğu için onları devirmek, yeryüzünden onları kaldırmak için savaşların göze alındığı bilinir. (Din aynı din, heykel aynı put; ama müslümanlar...)
Kur’an ve hadisin, dinî emir, yasak ve uygulamalara ters düşmemek kaydıyla tasviri esastan ve temelden yasakladığını söylemek mümkün değildir. Tasvirin haram ve mubah olmasındaki ölçünün, onun mesajı ve kullanıldığı yer olduğu söylenebilir. Yoksa, salt olarak tasvir haram ise, Hz. Âişe’nin, üzerinde sûret bulunan minder ve yastık kullanması sükût ve takrirle karşılanmazdı. Salt olarak tasvir yasak kabul edilse, günümüzdeki fotoğrafın her türlüsünün haram olması icap ederdi. Bu da konusu ve amacı ne olursa olsun, sinema ve televizyondaki her türlü görüntünün de tamamıyla haram olmasını beraberinde getirecekti (Hâlbuki hiç bir meşhur âlim böyle düşünmemekte). Hz. Süleyman’dan bahsederken belirtildiği şekilde Kur’an salt olarak heykeli yasaklamaz. Kur’an put amaçlı heykelleri kesin dille ve ısrarla yasaklar.
Saygı duymak ve tapmak amacıyla yapılmış veya bu amaca hizmet eden insan heykelinin, putlaştırılmaya yol açma ihtimali olan kişilerin duvarlara asılabilecek ve saygı duyulacak resimlerinin haramlığında ittifak vardır. Tevhid inancının temel esaslarını korumak bu yasağın en büyük hikmetidir. Kendi eliyle yaptığına tapma ahmaklığını bazı insanlar, sadece eski câhiliyye döneminde değil; şu asırda ve çok yakınlarımızda bile göstermekte. Sadece imal ettiği halde “yaratma” vehmine kapılmak, çıplak kadın heykeli, sahte tanrılar, bâtıl dinlerin sembolleri gibi şeyler yapmaya kalkmak ve bunların demirden, tunçtan yontusu için büyük paralar sarf etmek, faydasız bir lüks, yani israf, heykelin dinen kaçınılması ve soğuk görülmesi için diğer hikmetler. Tasvir; kralların, diktatörlerin ve siyasi liderlerin büyük olduğu fikrinin halkın zihnine işlenmesine yarayan en önemli araçlardan biridir. İster resim, ister heykel şeklinde olsun, tasvir, müstehcenliğin yayılmasında da, yığınların çeşitli şekillerde saptırılmasında da geniş olarak kullanılmıştır. Bu gerekçelerden yola çıkarak, tasvir tasvip görmemiştir. Tarih boyunca her türlü canlı resmine, özellikle insan figürüne âlimler ve müslüman sanatçılar soğuk ve ihtiyatlı yaklaşmıştır.[218]
İnsanlara Fayda ve Zarar Vermeyen, İşitmeyen, Görmeyen Putları ve Heykelleri İlâh Edinmek ve Onlara İbâdet Etmek: Kur’ân-ı Kerim'in andığı şirk çeşitlerinden birisi, putlara ibâdet şeklinde ortaya çıkan tapınmadır.
"De ki: Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz (iyi bilin ki) ben, sizin Allah'tan başka ibâdet ettiklerinize ibâdet etmem. Yalnız sizi öldürecek olan Allah'a ibâdet ederim. Bana mü'minlerden olmam emredildi."[219] Âyette geçen "Allah'tan başkasına ibâdet", putlara duâ etmek ve yalvarmak anlamındadır. Nitekim peşinden gelen âyette, "Yüzünü Allah'ı birleyici olarak dine çevir ve müşriklerden olma!"[220] denildikten sonra, "Allah'tan başka sana ne fayda, ne de zarar verebilecek olan şeylere yalvarma/duâ etme. Eğer böyle yaparsan, o zaman sen zâlimlerden (müşriklerden) olursun."[221] buyrulmuştur.
"De ki: (Ey müşrikler!) Ben, Allah'tan başka yalvardıklarınıza ibâdet etmekten men olundum."[222] Bu âyetteki "duâ"ya, "ibâdet" anlamı verilebilir. Bu takdirde ibâdet, ilâh kabul ederek putlara saygı göstermek anlamını ifade eder. Putlara ibâdet, ister musibet ve sıkıntılı anlarda onlara yalvarmak, duâ etmek; ister ilâh diye ta'zim göstermek olsun, neticesi aynıdır. Böyle bir davranış şirk[223], hak yoldan sapmak ve hidâyete erenlerden olamamaktır.[224] Allah'tan başkasına tapanlar câhil kimselerdir. "Ey câhiller! Allah'tan başkasına ibâdet etmemi mi bana emrediyorsunuz?"[225]
Kur'an'da Allah'tan başkasına tapılanlar, insana zarar ve faydası dokunmayan,[226] rızık vermeyen,[227] insan eli ile yapılan,[228] işitmeyen ve görmeyen, bir şey yaratamayan,[229] insanların ilâh diye isimlendirdikleri boş isimler,[230] uydurma tanrılar,[231] heykeller[232] ve putlar[233] olarak nitelendirilmişlerdir.
İbrâhim (a.s.), babasına ve kavmine demişti ki: "Sizin şu karşısında durup ibâdet ettiğiniz heykeller nedir? (Babası ve kavmi), 'Babalarımızı onlara ibâdet eder bulduk' dediler. (İbrâhim), 'Doğrusu siz de, babalarınız da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz' dedi. (...) İbrâhim (a.s.), büyük bir put hâriç diğer putları kırdı. Kavmi, putların kırıldığını görünce, 'Bunu ilâhlarımıza kim yaptı? Muhakkak bunu yapan zâlimlerden biridir' dedi. (...) (İbrâhim'e), 'Ey İbrâhim! Bu işi ilâhlarımıza sen mi yaptın?' dediler. İbrâhim, 'Hayır, işte şu büyükleri yapmış. Onlara sorun, eğer konuşurlarsa' dedi. (...) (Kavmi), 'Ey İbrâhim! Sen de bilirsin ki, bunlar konuşmazlar’ dedi. Bunun üzerine İbrâhim, 'Siz Allah'ı bırakıp da size hiç fayda ve zarar vermeyen şeylere mi ibâdet ediyorsunuz? Size ve Allah'tan başka taptıklarınıza yuh olsun. Akıllarınızı kullanmıyor musunuz? (dedi.)”[234]; "Ey babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir şey kazandırmayacak olan şeylere niçin ibâdet ediyorsun?' dedi."[235]
Kendi elleriyle yapıp ilâh diye adlandırdıkları[236] heykellerin (temâsîl), insanlara elbette faydası ve zararı olmaz. Bu sebeple heykelleri ilâh edinip onlara saygı göstermek, yalvarmak, onlardan medet ummak, ahmaklık ve akılsızlıktır. Allah'tan başkalarına, uydurma ilâhlara, putlara ve heykellere tapanlar, kendilerini felâkete sürüklemiş, dünya[237] ve âhirette Allah'ın azâbını hak etmiş olurlar.[238] Kendisinden başkasına İbâdet edenlere, "Siz ve Allah'tan başka İbâdet ettikleriniz cehennemin odunusunuz. Siz oraya (cehenneme) gireceksiniz."[239] uyarısını yapan Yüce Allah, "Allah'tan başka dilediğinize ibâdet edin!"[240] diyerek müşrikleri tehdit etmiştir.[241]
Allah'tan başka ibâdet edilenler, kıyâmet günü kendilerine ibâdet edenleri inkâr edecekler ve onlara düşman olacaklardır. "(Müşriklerin taptıkları ilâhlar), onların ibâdetlerini inkâr edecekler ve onlara düşman/karşı olacaklardır."[242]
“Beşerin böyle dalâletleri var; Putunu kendi yapar, kendi tapar!” diyor şâir. İnsanların kendi elleriyle yaptıkları putlara ve heykellere ibâdet etmeleri; onları Allah katında kendilerine şefaatçi ve yardımcı olur, kendilerini azaptan korur inancı ile ilâh edinip tapmak, saygı göstermek, duâ edip yalvarmak, sıkıntı anlarında onlara sığınmak anlamlarını ifade etmektedir.
Put, sadece Arapların câhiliyye döneminde taptıkları basit ve alelâde şekillerden veya özellikle Hz. İbrâhim döneminde olduğu gibi, muhtelif câhiliyye sistemlerinde tapınılan taştan, tunçtan, tahtadan heykellerden ve ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayallerden ibaret değildir. Bu basit puta tapınma şekilleri Allah'a şirk koşmanın bütün boyutlarını kapsamaz. Yalnızca bu ilkel putçuluklar üzerinde duracak olursak ve Kur'an'daki şirkten maksadın sadece bunlar olduğunu kabul edecek olursak, oldukça boyutlu olan şirk kavramından bir şey anlamayız. Kur’an’ın evrensel boyuttaki ve zamanlar üstü mesajını kavrayamayız. Kur’an’ın en büyük problem olarak gördüğü şirk, kıyâmete kadar hemen tüm toplumlarda olabilecek tüm tevhid dışı kutsama ve tapınma özelliklerini kapsar. Kur'an'a göre put, o kadar geniş anlamlıdır ki, kişinin Allah'ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir. Bu putları hayatın amacı kılmak da Allah'a şirk koşmak olarak nitelendirilmiştir. Fakat insanları kendilerine fayda ve zararı olmayan taş, ağaç, maden vs. şeylere ibâdete sevkeden sebepler nelerdi? İnsanlar niçin putlara tapmışlar ve tapmaya devam ediyorlar? Kur'an, bu sorulara cevap vermektedir.[243]
Çağdaş Bir Putlaştırma Örneği; Atatürk'e Tanrı veya Peygamber Diyenler
Kemalizm dininin yeni öncüleri ise, imanın altı şartı olan İslâm âmentüsü karşısına, Kemalizm'in yeni âmentüsünü çıkardılar. Bazı devlet kuruluşlarında bastırıp dağıttıkları bu devrimci(!) âmentüyü şöyle yazarak ilân ettiler: "Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var eden Mustafa Kemal'e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, mücâhit analarına ve Türkiye için âhiret günü olmayacağına iman ederim."
Yazmazlar yazar, soytarılar şair olmuştu; kaside okuyup meddahlık yapanlara ulûfeler dağıtılıyordu ya, bu kemiklerden nasiplenmek isteyen itler ha bire hırlıyordu. Şair geçinen başka birileri şöyle yalakalık yapıyordu: “Türk’e bir hayır gelmez, Arap felsefesinden, / Gazi bize bir din ver, Türk’ün öz nefesinden.”; “İşte diz üstü geldim, gözlerim dolu dolu. / Rabb kulu olsun eller, bizler Gazi’nin kulu. / Cemâlini vaad etsin Tanrı başka kullara, / İşte karşımızdadır şimdiden o manzara.”
Türkiye’de ise, halkın farklı milliyetçilik (daha doğrusu ulusalcılık) anlayışları sözkonusu olmasına rağmen, devlet tek bir milliyetçiliği esas alır: Atatürk milliyetçiliği, yani Kemalizm. Hıristiyanların inanç esasları, müslümanların âmentüsü olur da Kemalistlerin özel âmentüsü olmaz mı? Bu âmentülerden bir-iki örnek verelim: Türkün Âmentüsü: “Türküm: Dinimi tanırım. Mezhebim: Cumhuriyet / Kitabım: Kanundur. Buna vicdanla, inandım. / Kâbemiz: Ankara. Peygamberimiz: Gazi Kemal, / Kalben ona biat ederek bin canla, inandım…”[244] 1928 Ağustos’unda basılan Türkün Yeni Âmentüsü de şöyle başlar: “Kahramanlığın örneği olan ve vatanın istiklâlini yoktan var eden Mustafa Kemal’e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına ve Türkiye için âhiret günü olmadığına iman ederim…”[245] Bir başka âmentü de şöyledir: Kemalizmin Andı ve Âmentüsü: “Kemalizm, Müslümanlık dininin özü ve ışığıdır. Kemalizmin prensipleri, Kur’an’ı Türkçeleştirdiği, tasfiye ettiği, İslâm dininin esaslarını öz dilimizle açıkladığı için kutsaldır. Din, kanun, parti her şey vatan içindir.” [246]
Kemalettin Kamu, kendisine milletvekilliği getiren putperestliğini şu şiiriyle topluma haykırdı: Çankaya; “Burada erdi Mûsâ / Burada uçtu İsa / Bülbül burada varsa / Hürriyet için öter. / Ne örümcek, ne yosun / Ne mûcize, ne füsun... / Kâbe Arab'ın olsun / Çankaya bize yeter.”
Cumhuriyet dönemi Türk Edebiyatı, bu türden putperest hezeyanlarla doludur. En az bu örnekler kadar putperestlik kokan, tarikat şeyhi ve parti başkanı Haydar Baş’ı, nice halkın kitaplarını okuyup cd’lerini izlediği kedicik besleyen Adnan’ı da günümüz putperestleri arasında seçkin yerleri olduğunu unutmamak gerekiyor. Son asırların en büyük tâğutundan bahsederken huşû içinde “Hazreti Atatürk” demekten utanmaz. Diğeri de Mısıroğlu’nun ç ile başlayıp ş ile biten ve orta harfi de ü olan üç harflik bir kelimesini hak ediyor. Harun Yahya, Atatürk’ü göklere çıkaran on civarında kitabıyla, öyle anlaşılıyor ki, takıyye yapmıyor, basbayağı Atatürkçülük’teki samiyetini dosta-düşmana haykırıyor. İşte kitaplarından bazıları: “Samimi Bir Dindar Atatürk.”[247] Atatürk’ün ne kadar takvâlı bir müslüman olduğu, gündüzleri sâim, geceleri kaim; yani devamlı oruçlu, geceleri nâfile ibâdetle geçiren samimi bir dindar olduğu, içki gibi haramlardan nasıl kaçındığı, kurduğu devletin ne kadar dinî bir devlet olduğu… anlatılıyor olmalı kitapta. Öyle ya, samimi bir dindar böyle biri olmalı. Böyle bir Atatürk’ü elbette her müslüman sevmek zorundadır, değil mi? Diğer bir kitabı: “Atatürk’ü İyi Anlamak”[248] Zâten ne kadar aksayan durumumuz varsa o da Atatürk’ü iyi anla(ya)madığımız için başımıza geliyor demek ki, iyi anlayalım da dünyada ve âhirette kurtulalım; sağ olasın Harun Yahya. Bir başka kitabı: “Gerçek Atatürkçülük”[249] Tabii ki yetmez; müslüman halk Atatürk’ün vatan ve millet sevgisini de çok iyi anlamalıdır. Harun Yahya bu boşluğu da doldurur: “Atatürk’ün Vatan ve Millet Sevgisi, Ne Mutlu Türküm Diyene!”[250] Bu konuda başka kitaplar da yazılmalı, Müslümanlardan hâlâ Atatürk’ü sevmeyenler varsa, sevdirmeli diye düşünüyor olmalı ki yazar, devam eder kitaplarına: “Atatürk ve Gençlik”[251] Atatürk’ün askerî dehâsı yazılmazsa olur mu ya: “Asker Atatürk”[252] Atatürk’ü iyi anlayan, onun ne kadar samimi dindar olduğunu kavrayan insan, tabii ki, onun kurduğu düzene/devlete de bağlı olmalı. Onu da unutmamış yazar, müslümanları Atatürk’ün kurduğu devlete bağlılığa dâvet eder; ve döktürür hikmetleri(!): “Devlete Bağlılığın Önemi”[253] Kitabın ismi her şeyi anlatmaya yetmiyor mu? Bu kitaplarla da hızını alamayan Harun Yahya, koca bir ansiklopedi yazmaya da ihtiyaç duymuş: “Atatürk Ansiklopedisi.”[254] Anlaşılıyor ki, bu tür kitapların devamı da gelecek.
1980 sonrası Ahmet Gürtaş’la başlayan Atatürk’ü samimi dindar gösterip müslümanlara sevdirme gayreti, Yaşar Nuri gibi bir-iki modernist akademisyenle sınırlı kalıyordu. Atatürk ve Din Eğitimi [255] adlı kitabı, A.Gürtaş’a Diyanet İşleri Başkanlığında üst seviyede bir koltuk kazandırıyordu, ama ona ve onun gibilere neler kaybettirdiğini görmek için herhalde âhireti beklemek gerekiyor. Psikoloji ile ilgili bazı güzel kitapları da bulunan Abdurrahman Kasapoğlu’nun Atatürk’ü Kur’an’a tam bağlı bir Müslüman gösterme gayretleri ise akademisyenlerin Kemalizm putunun nasıl kurbanı olduklarını gösterme açısından mânidardır. “Atatürk’ün Kur’an Kültürü” adıyla yazdığı eserde Kasapoğlu, cehennemle cenneti karıştırırcasına akılla, gerçekle bağdaşması mümkün olmayan sözler söyleyebiliyor: “Atatürk’ün hayatının her evresinde, sözlü ya da davranışsal olarak Kur’an kültürünün etkisine rastlarız. Onun Kur’an’la ve Kur’an kültürüyle ilişkili olduğunu gözlemledik. Atatürk’ün devrimci kişiliği Kur’an’ı anlama ve Kur’an kültürünü sağlıklı yaşama konusunda da kendini göstermiştir. Atatürk Kur’an’ın anlaşılması ve Kur’an kültürünün yaşanması konusunda Türk milletine rehberlik etmiş ve cesur adımlar atmıştır. Onun attığı adımlar, Türk milletinin dinî hayatına yeni bir canlılık getirmiştir. Kur’an kültürünün Atatürk’ün nasıl bir etki bıraktığı…”[256]
Diyanet İşleri Başkanlığı da atasını hiç unutmaz. Arada sırada onun ne kadar dindar ve İslâm’a hizmet ettiğini anlatmaya yönelik kitaplar yayınlayarak putperestliğe çağdaş örneklik yapar. 2007 yılında hazırlanan “Doğumunun 125. Yılı anısına” ithafıyla “Din, Bilim, Uygarlık ve Atatürk” adlı 25 ayrı makaleden derlenen Diyanet’in dergilerinde yazılan yazıların bir araya getirilmesiyle oluşan kitabını da putperestlik ve tâğutseverliğe örnek eserler arasında sayabiliriz. Atatürk’ün kurduğu bir teşkilatın Atatürk çizgisinde faaliyet yaptığının örnekleri olarak algılayabiliriz bu tür çalışmaları.
İslâm tevhid dinidir. Tevhid, “Lâ ilâhe illâllah” ifâdesiyle özetlenir. Allah’tan başka ilâh, yani mutlak otorite, egemenlik kaynağı, ibâdete lâyık zât yoktur; En çok sevilen, korkulan, umut edilen O’dur. Tevhide rağmen, hiçbir şahsın ve kurumun değeri yoktur. Dostluk ve düşmanlıkta ölçü, Allah ve Rasûlüdür; İslâm’dır. Allah sevgisine eş bir sevginin endâd/şirk olduğunu bilir Müslüman.[257] Bırakın herhangi bir tâğutu övmeyi, hatta bir âlim veya halifeyi, bir peygamberi bile aşırı övüp aşırı sevmek, onu putlaştırmaya götürür ve İslâm bunu kesinlikle yasaklar. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övdükleri gibi beni övmeyin. Yalnız, ‘Allah’ın kulu ve rasûlüdür’ deyin.” [258]
“Beşerin böyle dalâletleri var / Putunu kendi yapar, kendi tapar!” “Gerçekten bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise (sadece) Bana kulluk/ibâdet edin.”[259]; “Mü’minler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki, merhamete erişesiniz.”[260]; “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın…”[261]; “O (Allah), gerek bundan önce (ki kitaplarda), gerekse bunda (Kur’an’da) size ‘müslümanlar’ adını verdi…” [262] “Allah yanında hak din (sadece) İslâm’dır…” [263]
Putlara ve Putperestlere Karşı İbrâhimî Tavır
Hz. İbrâhim’in yaşadığı döneme göz attığımızda, toplumun bütün siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel hayatının şirk esası üzerine kurulduğunu açıkça görmek mümkündür. İbrâhim (a.s.)’in doğduğu Ur şehrinde, tarihçilerin belirttiğine göre beş bin tane tanrı mevcuttu. Nüfusun ekseriyeti ticaret ve sanayi ile uğraşmaktaydı ve dolayısıyla bütünüyle maddeci bir zihniyete sahipti. Her maddeci toplum bireyleri gibi onların da başta gelen eğilimi, servet sahibi olmak ve lüks bir hayat yaşamaktı. Hal böyle olunca, İbrâhim (a.s.)’in getireceği tevhid inancı, sadece memleketin bir sınıfını veya putperest inancı değil; bütünüyle ülkenin ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal yapısını değiştirecekti. Bu amaçla, İbrâhim (a.s.)’in dâvetini kabul etmek, toplumu temelden değiştirmek ve yepyeni temellere oturtmak demekti. Bu da o toplum için ağır bir teklifti. Çünkü, bireysel ve toplumsal alanların tümünde anlayış, teori ve pratik olarak tümüyle şirke gömülmüş bir toplumu ıslaha çalışmak, onları İslâmî anlamda değiştirip dönüştürme gayreti, gerçekten ağır bir yüktür. Böylesine çile ve cefa ile karşı karşıya gelecek bir elçinin daha küçük yaşta iken Rabbi tarafından terbiye edilmesi ve yetiştirilmesi gerekirdi. Çünkü elçiye yüklenen görev ve emânetler, kabiliyet ve enerji ister, güç ve potansiyel ister.
İbrâhim (a.s.), tevhid emânetini yüklenince, ilk uğraşı, toplumun putperestliğini yok etmek ve onları İslâm’a çağırmak olmuştu. Bu dâvete, en yakınlarından başladı: "Babasına dedi ki: 'Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın? Babacığım! Hakikaten sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Öyle ise bana uy ki, seni düz yola hidâyet edip çıkarayım. Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah'a âsi oldu. Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum.’ (Babası:) 'Ey İbrâhim! dedi; sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni kovar, taşlarım! Uzun bir zaman benden uzak dur!”[264]
Bu mesaj, hem babasına, hem babasının şahsında topluma idi. İbrâhim (a.s.)’in yaptığı bunca dâvet, ne yazık ki şirke batmış kalplerin derinliğine ulaşmıyor, onlara fayda sağlamıyordu. Kendilerini yıllar boyu şirk bataklığı içinde görmüş putperestlerin kalpleri, gözleri ve kulakları bunca uyarıya rağmen görmüyor, duymuyordu. Artık ihtarlar, ikazlar, dâvet ve tebliğler fayda sağlamıyordu. Onlar o kadar azgınlaşmışlardı ki İbrâhim (a.s.)’in şaka yaptığını sanıyor ve onun dâvetini hafife alıyorlardı. “O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim.”[265]
Onlar körü körüne, heykellere tapıyorlar, bu konuda atalarının izini takip etmekten başka bir gerekçe de ileri süremiyorlardı. Onlar fikren ve rûhen ölmüş, hurâfe ve geleneklerin, örf, âdet ve an’anelerin altında ezilip duruyorlardı. Onun için de İbrâhim (a.s.)’in dâveti karşısında “şaka mı ediyorsun?” diyorlardı. İşte şirk, bid’at ve hurâfelere boğulmuş toplumların hali bundan farklı olamaz. Onlar duyu ve duygulardan o kadar mahrumdurlar ki, kendi putları gibi putlaşmış, robotlaşmış ve kendi putlarından farkları kalmamıştı.[266]
Hz. İbrâhim, aklî ve mantıkî delillerle, putperestlikten ve yıldızlara tapmaktan vazgeçirmek için giriştiği tevhid mücâdelesi sonunda kavmini susturmuş ve cevap veremez bir hale getirmiştir. Ama ne var ki bütün bu deliller karşısında şirksiz bir inançla Allah’a yönelmesi gereken bu insanlar; günümüzde de olduğu gibi, kendilerini sorgulayacak yerde “ilâhlaştırdıkları atalarının” ve “kutsal kemiklerin” arkasına sığınma açmazına düşmüşler, suçu onlara atarak sorumluluktan kurtulmaya çalışmışlardır.
Kur’an, hâlâ şirklerinde inat göstererek atalarını taklit bahanesine sarılmış olan bu insanların savunmalarını şöyle yansıtır: “İbrâhim, babasına ve kavmine: 'Neye tapıyorsunuz?' demişti. 'Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz' diye cevap verdiler. İbrâhim: 'Peki, dedi; yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut, size fayda ya da zarar verebiliyorlar mı?' Şöyle cevap verdiler: 'Hayır, ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk.”[267]; İbrâhim dedi ki: 'İyi ama, ister sizin, ister önceki atalarınızın; neye taptığını (biraz olsun) düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur).”[268]; "İbrâhim'i de gönderdik. O kavmine şöyle demişti: 'Allah'a kulluk edin. O'na karşı gelmekten sakının. Eğer bilmiş olsanız bu sizin için daha hayırlıdır. Siz Allah'ı bırakıp birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler yaratıyor/uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Ancak O'na döndürüleceksiniz."[269]
Hz. İbrâhim’in bu çağrısı; hiçbir bilgiye ve düşünmeye dayanmadan katı bir tutuculukla atalarını taklit eden bu insanları, geçmişin esâret zincirlerinden, gelenek pençesinden kurtararak İslâm’ın ışığında yeniden uyandırmak, vicdanlarındaki hürriyet duygularını harekete geçirerek özgürce düşünmelerini temin etmek içindir. Ne var ki bu insanlar, gerçeklerden kaçarak, ruhlarından İslâm’ın hidâyetini uzaklaştırarak “kemiklere sığınıyor” ve Hz. İbrâhim’in çağrısını cevapsız bırakıyorlar. Ama Peygamber ve Kitap; kendilerine “Allah’ın indirdiklerine uyun” deyince, “hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola (dine, ilkelere, ideolojiye) uyarız” diyorlar. Kur’an, böyle diyenlere şöyle sesleniyor: “Peki, ya ataları bir şey düşünmeyen, doğruyu bulamayan kimseler olsa da mı?”[270]; “Ya şeytan onları alevli azâba çağırıyor idiyse?!”[271]
Şüphesiz insanlar, atalarıyla, atalarının kemikleriyle uğraşmaya harcadıkları ümit ve enerjileri, kendilerini tanımaya ve oluşun çileli yolunda yürümeye harcadıklarında talih ufku aydınlanacak, vahyin hayat düzeni yeniden kurulacak; saâdet, asra taşınacaktır.[272]
“Andolsun Biz İbrâhim’e daha önce rüşdünü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım!’ Sonunda İbrâhim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye. ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zâlimlerden biridir’ dediler. (Bir kısmı:) ‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. O halde, dediler, ‘onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.’ ‘Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhim?’ dediler. ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Haydi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!’ dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) ‘zâlimler sizlersiniz, sizler!’ dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: ‘Sen bunların konuşmadığını pek âlâ biliyorsun’ dediler. İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz akıllanmaz mısınız?’ (Bir kısmı:) ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, onu ve Lût’u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.”[273]
“Şüphesiz İbrâhim de onun (Nuh’un) milletinden idi. Çünkü Rabbine kalb-i selîm ile geldi. Hani o, babasına ve kavmine: ‘Siz kime kulluk ediyorsunuz?’ demişti. ‘Allah’tan başka birtakım uydurma ilâhlar mı istiyorsunuz? O halde, âlemlerin Rabbi hakkındaki görüşünüz nedir?’ (Hz. İbrâhim’in kavmi, yıldızlara bakar, onlarla kâhinlik yaparlardı. Bir bayram günü İbrâhim’e kendileriyle beraber bayram yerine gelmesini söylediler.) Bunun üzerine İbrâhim yıldızlara şöyle bir baktı. ‘Ben hastayım’ dedi. Ona arkalarını dönüp gittiler. Yavaşça (kavmin) putlarının yanına vardı. (Oraya konmuş çelenkleri, yemekleri görünce:) ‘Yemiyor musunuz? Neden konuşmuyorsunuz?’ dedi. Bunun üzerine, yanlarına gelip sağ eliyle vurdu (kırıp geçirdi). (Putperestler) koşarak İbrâhim’e geldiler. (Neden putları kırdığını sordular.) İbrâhim: ‘Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?! Oysa ki sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı’ dedi. ‘Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın!’ dediler. Böylece ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat Biz onları alçaklardan kıldık.”[274]
İbrâhim (a.s.)’in tevhid mücâdelesini tahlil ederken, “tevhid”in zıddı olan şirk ve putçuluk hakkında Yüce Allah, İbrâhim (a.s.)’in şöyle duâ ve niyazda bulunduğunu bildiriyor: "Hatırla ki İbrâhim şöyle demişti: 'Rabbim! Bu şehri (Mekke'yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Çünkü onlar (putlar), insanlardan birçoğunun dalâletine/sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık Sen gerçekten çok bağışlayansın, çok merhametlisin."[275]
Üstad Seyyid Kutub İbrâhim (a.s.)’in , “Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut!” duâsını, İslâm’ın öğretileri doğrultusunda günümüz şartlarını da göz önünde bulundurarak şöyle izah ediyor: “Hz. İbrâhim’in hem kendisini hem de çocuklarını, tapınmaktan korumasını Allah’tan istediği put, sadece Arapların ilkel câhiliyet dönemlerinde yaptıkları gibi basit ve alelâde şekilden ibaret değildir. Veya muhtelif câhiliyet sistemlerinin taş, ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayaller biçiminden ibaret değildir put.
Bu basit ve alelâde puta tapınma şekilleri, Allah’a şirkin bütün anlamlarını içine almaz. Allah’tan başka tapınılan tüm putları ihtivâ etmez. Yalnızca bu basit ve alelâde şirk ve put şekilleri üzerinde durarak, Kur’an’daki şirkten maksadın bunlar olduğunu kabul edecek olursak, sonsuz derecede şekilleri olan şirk kavramını iyi kavramış olmayız. Ve bugün beşeriyetin içine saplandığı şirk ve modern câhiliyye şekillerinin gerçek yüzlerini tam olarak göremeyiz. Bunun için şirkin mâhiyetini derinliğine araştırmak ve putun şirkle olan alâkasını açığa çıkarmak gerekir.
Allah’tan başka ilâhın olmadığını belirten “lâ ilâhe illâllah”ın zıddı olan şirk, hayatın tüm alanlarında, Allah’ın buyruğuna dayanmayan ve her konuda dinin emirlerini benimsemeyen tüm sistem ve her tavır şirktir. Tek bir ilâh olarak Allah’tan başkasını tanımadığını söyleyip de abdest, namaz, oruç ve hac gibi dinin emirlerini yerine getirdiği halde; siyasî, sosyal ve ekonomik konularda Allah’tan başkasının koyduğu hükümlere bağlananlar... Değer ölçülerinde ve hükümlerinde Allah yapısı olmayan düşünceleri ve fikirleri benimseyenler... Geleneği, ahlâkı, âdet ve alışkanlıkları itibarıyla giyindiği kıyafeti ve elbiseleriyle birtakım insanları tanrı tanırcasına onların icat ettikleri kılık ve kıyafetlere girip modalarına uyan ve Allah’ın şeriatinin yasakladığı şekillere bürünenler... Evet bunlar, şirkin âlâsını işlemektedirler. Bütün gerekçeleriyle birlikte söyledikleri “eşhedü en lâ ilâhe illâllah” kelime-i şehâdetinin zıddını yapmaktadırlar... İşte günümüzdeki insanların çoğunun yanıldıkları noktalardan birisi budur.
Put... Sadece o, ilkel ve basit şekilde olmaz. Dikilen heykeller biçiminde olması şart değildir putun. Put, putlaşmak isteyenlerin arkasına gizlendikleri birer işaret ve alâmetten başka bir şey değildir. Onlar insanları kendilerine kul köle yapmak için o dikili putların arkasına sığınırlar ve onun gerisinden kendi buyruklarını rahatça yürütürler. Hiçbir zaman için bir putun konuştuğu, duyduğu ve gördüğü görülmemiştir. Ancak, putların arkasına gizlenmiş olan râhipler ve mâbet bekçileri mırıldanarak etrafında onun adına duâlar okur ve bereketler dağıtan muskalar asarlar. Sonra da kitleleri ezmek ve kulu-kölesi haline getirmek istediği kimselerin adına o putları konuştururlar. Herhangi bir yerde herhangi bir zamanda idarecilerin ve kâhinlerin adına konuştukları ve Allah’ın izni, müsaadesi olmaksızın hükümler koydukları ve kanunlar vaz ettikleri, hareket ve işlemler yaptıkları şeyler ortaya sürülecek olursa... İşte bu ortaya atılan şey tabiatı, mâhiyeti ve vazifesi itibarıyla putun ta kendisi olur.
Bir yerde bunlar arma olarak “ırkçılığı” mı seçiyorlar? Bir yerde arma olarak “vatan”ı mı çıkarmak istiyorlar? “Halk”ı mı işaret ve simge olarak kendilerine bayrak yapmak istiyorlar veya bir “sınıf”ı mı kendilerine sembol olarak yükseltiyorlar? Sonra da insanlardan bu yükseltilen armalara, şiarlara, işaretlere ve bayraklara Allah’ı bırakıp kulluk etmelerini mi istiyorlar? Halkın bu kaldırılan alâmetler uğruna fedâkârlığa katlanmasını mı istiyorlar? Malını, mülkünü, ahlâkını, ırz ve namusunu bu uğurda harcamasını mı diliyorlar? Ve her ne zaman bu işaretlerin, alâmetlerin ve armaların isteğiyle Allah’ın kanunları ve şeriati çatışacak olsa, hep Allah’ın şeriatini onların isteğine göre yontarak şekiller vermek mi istiyorlar? Ve Allah’ın emirlerini bırakıp o armaların ve işaretlerin veya daha doğru bir tâbirle bu putların, yani putların arkasına saklanmış olanların istek ve emirlerini mi yerine getiriyorlar? İşte orada putçuluk vardır. Allah’tan başkasına tapınma vardır. Yoksa putun mutlaka bir ağaçtan dikilmiş veya bir taştan, tunçtan yontulmuş olması zarûri değildir. Put bir sistem olabilir, bir arma olabilir, bir ekol olabilir...
Hem İslâm, sadece ağaçtan, taştan, tunçtan yontulmuş putları yıkmak için gelmemiştir ki... Bunca gelmiş geçmiş peygamberler silsilesi sadece bu putları yıkmak için uğraşmamışlardır ki. İslâmî hareket, yalnızca ağaçtan dikilmiş veya taştan yontulmuş putları yıkmak için tarih boyunca bunca fedâkârlıklar yapmış, bunca acı ve ıstıraplara katlanmamıştır... Bilâkis İslâm, gerçek mânâda Allah’a kulluk ve her meselede Allah’ın emirlerine itaat ile, her ne şekilde olursa olsun Allah’tan başkasına kulluk ve itaatten ayrılış noktalarını kesinkes belirtmek için gelmiştir. Her devirde geçerli olan prensipleri iyice inceleyip tevhid esasına mı, şirk esasına mı dayandığını ortaya koymak gerekir. O sistemde ve prensipte Allah’ın hâkimiyetinin mi esas alındığını, yoksa putların hâkimiyetinin mi esas alındığını belirtmek icap eder...
Dilden söyledikleri kelime-i şehâdet ile “Allah’ın dini”ne girmiş olduklarını ve fiilen yaptıkları ibâdetleri, kıldıkları namazları, tuttukları oruçlarıyla müslüman olduklarını sanıp da bunun dışında kalan ahkâm ve diğer hususlarda Allah’tan başkasının buyruklarına uyanlar, Allah’ın emrinin zıddı olan sistem ve prensipleri benimseyenler, Allah’ın şeriatine tamamı tamamına zıt olan hükümleri tatbik edenler... Sonra bu her gün yenilenen putların istediğini yerine getirmek ve arzularını tatmin etmek için bu uğurda namuslarını, ahlâklarını, mallarını ve canlarını verenler... Bu putların istek ve arzularıyla dinin emir ve hükümleri çatıştığı zaman Allah’ın emir ve hükümlerini arkaya atıp putların istek ve arzularını yerine getirenler... Evet bütün bu yaptıklarına rağmen hâlâ “Allah’ın dini”nde olduklarını ve “müslüman” kaldıklarını sananlar bir kere kendilerine gelsin de içinde yüzdükleri şirki görsünler...
Allah’ın dini bu kendilerinin müslüman olduklarını sananların tasavvur ettiği gibi zayıf değildir, basit değildir. Şurası muhakkak ki Allah’ın dini, hayatın en küçük meselelerine, bütün teferruatına kadar şâmil olan tam ve mükemmel olan bir hayat nizamıdır. Esas ve temelleri bir yana, hayatın en ufak bir meselesinde bile yalnız ve yalnız Allah’ın buyruklarına uymaktır. Ve Allah’ın, başkasını kabul etmediği yegâne din, İslâm dini budur.
Şirk, yalnızca Allah’tan başka ilâhların olmadığını kabullenmekle bitmez. Allah’tan başka hüküm koyan rablerin bulunmadığını kabullenmek de gerekir. Puta tapıcılık, sadece dikilen bir ağaca ve yontulan bir taşa tapınmak değil; hatta ondan daha fazlasıyla kaldırılan bayraklar, flamalar, işaretler ve bunların arkasına gizlenen güçler, nüfuzlar ve isteklerdir. Ve işte buna göre herkes kendi yurduna baksın en yüce hüküm ve makam kimin elindedir? Bütünü bütününe kimin dinine bağlanmışlardır? Kimin emrine uymaktadırlar? Şâyet bu konuların hepsinde hâkimiyet ve emir Allah’a aitse işte onlar katıksız olarak Allah’ın dinindedirler. Şâyet bu hâkimiyet ve emir Allah’tan başkalarına ait ise, onlar Allah’ın dininde değil; hâkim/egemen olan putların ve tâğutların dinindedirler.[276]
Korkunun kol gezdiği, güvenin yıkıldığı, insanın metâ olarak algılandığı, eşyalaştırıldığı; paranın, maddenin, gücün putlaştırıldığı bir dünyada ve ülkede kurtuluşun tek reçetesi, “İbrâhimî duruş”tur. Hz. İbrâhim’in, sapık bir toplum düzenine karşı gösterdiği onurlu direniş ve karşı koyuştur. Bir tarafta babasının da içinde yer aldığı bâtıl bir düzen ve halk, diğer tarafta yalnızca Allah’a iman edip O’na güvenen ve yalnızca O’ndan korkan Hz. İbrâhim... Muvahhid kimliği gereği putperest sisteme karşı çıkan tek kişilik bir ümmet.
Böyle toplumlarda putlar, yönetimin bir parçasıdır. Refahtan şımarıp azan önde gelenler, putlar etrafında efsâne ve mit oluşturarak toplumu yönetmeyi temel ilke edinirler. Putlar, ibâdet edilen bir varlık olmanın ötesinde, sömürü çarkının ağırlık merkezini de oluştururlar. “İbrâhim dedi ki: “Siz gerçekten Allah’ı bırakıp da dünya hayatında aranızda bir sevgi bağı olarak putları ilâhlar edindiniz.”[277]
Bu tür toplumlarda putlar; dünya hayatında aralarında bir sevgi bağı oluşturması ve böylelikle toplumun daha kolay kontrol edilebilmesi için, refahtan şımarıp azan önde gelenler tarafından uydurulmuş ve isimlendirilmişlerdir: “Bu (putlar), sizin ve atalarınızın (kendi istek ve öngörülerinize göre) isimlendirdiğiniz (kuru ve keyfî) isimlerden başkası değildir. Allah, onlarla ilgili ispatlayıcı bir delil indirmemiştir. Onlar, zanna ve nefislerinin hevâ olarak arzu ettiklerine uymaktadırlar. Oysa andolsun, onlara Rablerinden yol gösterici gelmiştir.”[278]
Tarihî süreci incelediğimizde, ihdas edilen ve koruma zırhına büründürülen putlarla ilgili hiçbir tartışma yapılamadığını görmekteyiz. Bu ülkelerde putların dışında, Allah’ın varlığı da dâhil olmak üzere, her şeyi tartışabilirsiniz; fakat putları tartışamazsınız. Onlar hakkında, refahtan azan önde gelenler, bu konuda ileri sürülebilecek her türlü fikri engellemek için korkuyu, bir yönetim aracı olarak kullanmaktadırlar.
Bu yüzden Hz. İbrâhim: "Ben hanîf (Allah'ı bir bilen ve O'na yönelmiş) olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim. Kavmi onunla tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: 'Beni doğru yola hidâyet etmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na şirk/ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Rabbimin dilediği dışında hiçbir şey olmaz. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ ibret almıyor musunuz? Siz, Allah'ın size, haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na şirk/ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım?! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki gruptan (Allah'ı tek ilâh kabul edenlerle O'na ortak koşanlardan) hangisi (Allah'ın azâbından) emniyette/güvende olmaya daha lâyıktır?"[279] diyerek putperest düşünceye karşı tavır almaktadır.
Yukarıdaki âyetlerde konumuz açısından şu noktalar önemlidir: Putperestler, Allah’tan korkmamakta; fakat iman edenlerin putlardan korkmasını istemektedirler. Putları önemli bir korku kaynağı olarak insanların hâfızalarında diri tutarak toplumu yönetme ilkesi egemendir, bu tür toplumlarda. Bundan dolayı, putların gölgesinde sürdürdükleri otoritelerini sarsacak her düşünce ve hareketi tehlikeli sayarlar. Farklı düşünenler; yıpratma, tehdit ve korkutma gibi yöntemlerle sindirilmeye çalışılır. Hz. İbrâhim, babasını putlardan vazgeçirme konusunda ısrarcı olunca, oğluna verecek cevabı kalmayan baba, putlara olan bağlılığını oğlunu tehdit ederek ortaya koymuştur: "(Babası:) Demişti ki: 'Ey İbrâhim! Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni kovar, taşa tutarım! Uzun bir zaman benden uzak dur! İbrâhim: ‘Sizden de, Allah'ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime duâ etmemle bedbaht (emeği boşa gitmiş) olmam."[280]
Putperest/câhilî düzenin yöneticileri, otoritelerini zedeleyecek hiçbir inanç, düşünce ve davranışa asla tahammül göstermezler. Sisteme ve düzenin ana felsefesine yönelik köklü eleştiri bir tek kişi tarafından da başlatılmış olsa, bundan şiddetli bir paniğe kapılırlar; zira “haksız” olduklarının bilincindedirler ve eleştirileri cevaplayacak tutarlı bir fikir bütünlüğüne sahip değildirler. Nitekim, Nemrut ve adamları, Hz. İbrâhim’in putlara ve putperest düzene yönelik eleştirilerini sürdürmedeki kararlılığı karşısında, onu yakma girişiminde bulunmaktan çekinmemişlerdir: “Dediler ki: ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk.”[281]
İbrâhim (a.s.), sırf inançlarından dolayı, babasının da dâhil olduğu bir topluluk tarafından yakılmak istenir. Yerleşik değerlerin (putperestlik) temellerine yönelen bir eleştiri, çok şiddetli bir cezalandırma yöntemiyle susturulmak istenir. Refahtan şımarıp azan önde gelenler, sömürü ve zulüm çarkının işlemesini engelleyecek her türlü inanç, düşünce ve harekete karşı tahammülsüzdür. Tarihte Hz. İbrâhim’in yakılma teşebbüsü bunun en canlı örneklerinden biri olmuştur. Günümüzde yapılanlar ise, refahtan şımarıp azan önde gelenlerin toplumu korku, tedhiş ve terör kıskacında yönetebilmek için tarihte benzer zihniyettekilerin yaptıklarının bir tekrarından ibarettir. Tarihsel süreç incelendiğinde benzer senaryolar hep tekrarlanıp durmuştur. Halkı sindirerek daha rahat yönetebilmek için korku, silâh olarak kullanılmakta ve tüm ülke acımasız bir psikolojik savaşın içine sokulabilmektedir. Halkın muhâlif olduğu politikalar karşısında sessiz kalmasını sağlayabilmek için klasik bir yöntem vardır: Yüreklere korku salmak. Halk, malının ve canının bir büyük düşmanın tehdidi altında bulunduğuna inandırılırsa, muhâlif olduğu programların uygulanması karşısında sessiz kalmayı tercih eder; yapılanları hoş karşılamasa bile, zarûri bulabilir. Yüreklere korku salabilmek için propaganda sistemi çalıştırılır.
İstenen sonuca ulaşabilmek için, o zamana kadar halka söylenilen ve fakat gerçekte inanılmayan birçok kavram, ilke unutulur. Her şey te'vil edilerek birçok kavramın içi boşaltılır, anlam alanları daraltılır veya saptırılır. Her türlü hile, entrika, yol ve yöntem mubahlaşır: “Nuh dedi ki: ‘Rabbim, gerçekten onlar bana isyan ettiler; mal ve çocukları kendisine kayıptan başka bir şeyi arttırmayan kimselere uydular. Ve büyük hileli düzenler kurdular.”[282] Ama İbrâhim (a.s.), putperest düzene karşı mücâdelesinde bütün olumsuz koşullara rağmen, inancının gerektirdiği duruşu, tavrı sergiler: “Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim.”[283] Hz. İbrâhim, yalnızca Allah’a ibâdet ve itaat etmenin, yalnızca O’nu İlâh ve Rab kabul edinmenin, yalnızca O’ndan korkmanın doğal sonucu olarak böyle bir tavır, bir duruş ortaya koyar. Bu nedenle Allah, tüm mü’minlere Hz. İbrâhim’i örnek gösterir: “İbrâhim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır.”[284]
Putperest bir toplum içerisinde tek başına kalmış olmasına karşın inancından ve bu uğurdaki kararlı mücâdelesinden vazgeçmemiş olması ise, İbrâhim (a.s.)’in en belirgin vasfıdır. Tek başına olmasına rağmen hiçbir korku ve kaygıya kapılmadan, en olumsuz şartlarda direnmenin, ayakta kalmanın sembolüdür Hz. İbrâhim. O nedenle Kur’ân-ı Kerim onu hem tekil (muvahhid), hem de çoğul (ümmet) olarak tanıtmakta ve örnek olarak gelecek nesillere göstermektedir: “Gerçek şu ki, İbrâhim tek başına bir ümmetti; Allah’a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhiddi ve o müşriklerden değildi.”[285]
Hz. İbrâhim’in ateşe atılırken söylediği “Allah bana kâfidir” ve kavmi ile tartışmasında söylediği “ben sizin ilâhlarınızdan korkmuyorum”, “sizden ve sizin ilâhlarınızdan kopup ayrılıyorum.” sözleri, onun teslimiyetinin bir ölçüsü olmanın yanı sıra; tüm korkuları, Allah korkusu içinde eritip yok ettiğinin de bir göstergesidir. Bir önder ve örnek olarak o, özgür olmanın yolunun yalnızca Allah’tan korkarak ve böylelikle tüm korkulardan arınmaktan geçtiğini, tüm iman edenlere göstermektedir. Yalnızca Allah’tan korkan bir mü’min, Allah’ın çizdiği sınırları koruma konusunda gerekli hassâsiyeti gösterir.
Yalnızca Allah’tan Korkmak: Malın, canın, neslin ve inancın tehlike altında olması durumunda genelde insanlar, özelde mü’minler, inancını yaşatmak için tüm imkânlarını seferber ederek ölüm de dâhil olmak üzere her şeyi göze alırlar. Bu insanlık tarihinde genel bir kanun olarak hep var olmuştur. Mü’minler ise bu noktada özel bir yer işgal ederler. Onlar, öldükten sonra dirilmeye, Allah’ın huzurunda hesap vermeye olan inançlarından dolayı dünyayı âhiret için bir hazırlık, bir tarla gibi görürler. Öldükten sonra dirilme ve yaptıklarından dolayı hesap verme, mü’mini teyakkuz halinde tutan bir duygu oluşturur. Hesap gününde Allah’ın huzurunda mahçup olma, Allah’ın rızâsını kaybetme mü’minin asıl korkusudur.
Birçok korku kaynağı aynı anda vuku bulduğunda, mü’minin bunların etkisi altında kalmaması mümkün olmayabilir. Korkular anaforunda yaşanan geçici durum bu bakımdan önemli değildir. Önemli olan kalıcı haldir; kalıcı hal üzerinde hangi korku kaynağının etkili olduğudur. İşte yalnızca Allah’tan korkmaktan kasdettiğimiz, kalıcı halin Allah korkusu ile tâyin edilmesidir. Bu nedenle mü’min, inancına zarar verecek, dolayısıyla ölüm ötesi hayatta kendini sıkıntıya sokacak herhangi bir davranış içinde bulunamaz. İşte bu yüzdendir ki Allah, mü’minleri yalnızca kendinden korkmaya çağırarak korkularından arındırmak ister: “Öyleyse Benden, yalnızca Benden korkun. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, itaat-kulluk da O’nundur. Böyleyken Allah’tan başkasından mı korkup sakınıyorsunuz?”[286] “Öyleyse insanlardan korkmayın; Benden korkun ve âyetlerimi az bir değere karşılık satmayın.”[287]
Allah, Kur’an’ın değişik yerlerinde, kâfirlerden, zâlimlerden, müşriklerden ve onların ilâh kabul ettiklerinden, kınayıcıların kınamasından ve şeytandan korkmamaları gerektiğini mü’minlere hatırlatmaktadır.[288] Yalnızca Allah’tan korkmanın, mü’min olma şartı ile birlikte ifade edilmesi, mü’min olmaktan ne anlamamız gerektiğini de berraklaştırmaktadır: “İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer mü’minseniz Benden korkun.”[289] Allah’tan korkmak, O’nun azâbından ve O’nun sıfatlarının derin anlamlarını bilmekten doğan uyanıklık ve dikkat halinde bulunmaktır. Kendisinden dolayı ceza çekeceğini bildiği şeyleri yapmaktan kaçınan kimse, gerçekte Allah’tan korkmaktadır. Mü’minlerin, temiz akla sahip olarak Allah’tan korkup sakınmaları Kur’an’da ısrarla istenmektedir.[290]
“Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkup sakınmak gerekiyorsa öylece korkup sakının ve siz, müslüman olmaktan başka bir din ve tutum üzerinde ölmeyin.”[291] Allah’a yaraşır şekilde Allah’tan korkmak demek, Allah’ın adını yükseltmek, O’nun emir ve yasaklarına riâyet ederek gösterdiği yolda yürümek demektir. Onun dışında edinilen tüm ilâh ve rablerın hükümranlığına son vermektir: “Benden başka ilâh yoktur; şu halde Benden korkup sakının diye uyarıp korkutun.”[292] Bir mü’min için; şeytanın taraftarları ile işgal edilmiş bir dünyada, Allah’tan başka ilâh ve rab olmadığını deklare etmek demek, zulme karşı Hz. İbrâhim gibi meydan okumak, kıyâma kalkmak demektir. İşte böyle bir durumda dimdik ayakta durabilmek için, Hz. İbrâhim’in ateşe atılırken “Allah bana kâfidir” şeklindeki sözünü diyebilme güç, irâde ve bilincinde olmak gerekir. Bunun yolu da, Allah’a güvenip dayanmak, O’na teslim olmak, O’ndan gereği gibi korkup O’na yönelmektir.
Zâlimleri etkisiz hale getirmenin yolu mücâdeledir. İnatla, sabırla ve meşrûiyet içinde yürütülecek bir mücâdele ile bütün engeller aşılabilir, kurulan tuzaklar işe yaramaz hale getirilebilir. Bütün korkulardan arınıp yalnızca Allah’tan korkarak, O’na güvenip dayanarak, O’na sığınarak Allah’ın gösterdiği dosdoğru yolda İbrâhimî duruşu göstererek ve bu yolda tüm mazlumlara kimlikleri sorulmadan birlik içinde sahip çıkarak zulme son verilebilir.[293]
"İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.' 'Rabbimiz! Ancak Sana tevekkül edip dayandık, Sana yöneldik. Dönüş de ancak Sanadır. Andolsun, onlar sizin için, Allah'ı ve âhiret gününü arzu edenler için güzel bir örnektir. Kim yüz çevirirse şüphesiz Allah ğanîdir (zengindir), hamîddir, hamde lâyık olandır."[294]
Kur’an, “üsvetün hasenetün (güzel örnek)” ifadesiyle tüm müslümanlara örnek gösterdiği Muhammed Mustafâ (s.a.s.)’dan[295] başka sadece Hz. İbrâhim’i aynı vasıfla (“üsvetün hasenetün”) zikreder.[296] Bu, Hz. İbrâhim’in Allah katındaki faziletini gösterdiği gibi, bizim de pratik hayatımızda Hz. İbrâhim’i model almamız, onun davranışlarını hayatımıza geçirmemiz için de her dönem referansımız olması açısından önemlidir.
Kur’an’ın üçte birini teşkil eden kıssalar, binlerce hikmetle yüklüdür. Zâhiren olmuş bitmiş bir olayı anlatıyor gibi gözüken peygamber kıssaları, her dönem için nice örnekler taşıyan önemli referanslardır. Bu kıssalar, olanı anlatırken olması gerekeni bildirir bize; elbette, olmaması gerekeni de. Bu kıssalarda şahsî hayata, aile hayatına, toplum hayatına, hayatın tüm alanlarına ilişkin mânidar dersler verilir. İbrâhim (a.s.) ile ilgili kıssada da, nefis terbiyesinden çocuk terbiyesine, câhiliyye ile tek başına mücâdeleden cemaat ve ümmet olmaya kadar hayatın birçok alanında engin ibretler, zengin dersler vardır.
İbrâhim (a.s.) putları parçaladıktan sonra kavmiyle diyaloga girmektedir. İbrâhim (a.s.) putların kırılmasıyla ilgili olarak kendisine soru sorulduğunda bundan en büyük putu sorumlu tutmuş ve kavminden eğer konuşma güçleri varsa onlara sormalarını istemiştir. Sapıklık içinde yaşayan toplumun durumuna karşı hissettiğimiz bazı durumlarda bu üslûba ihtiyaç duyabiliriz. Toplumda, sahiplerinin dahi farkında olmadıkları bazı küçük ve büyük boşluklardan yararlanarak onlarla mücâdele sürecine girebiliriz. İnanç ve davranışlarındaki hataları yüzlerine vurarak bu kimseleri zayıf konuma düşürebiliriz. Bu girişimimiz sonucunda karşımızdakiler şu iki tavırdan birini alacaklardır. Ya hatalarını görerek hakikati kabullenecekler, ya da inat edip ve büyüklük taslayarak hatalarında ısrar edeceklerdir. Bu ikinci tavır, onların başkaları yanında saygınlıklarını yitirmelerine yol açacak, kendi iç bütünlüklerini kaybettirecektir. Dolayısıyla diğer insanları sapıklık ve çarpıklığa sürükleme çabalarındaki etkinlikleri zayıflayacaktır.
Bu üslûbu izlerken, diğerlerinin düşünce ve uygulamalarını iyi tanımamız gerekmektedir. Onların zayıf ve güçlü noktalarını ancak bu şekilde öğrenebiliriz. Daha sonraki diyaloglarımızda akîdeyi anlatmak için bu bilgilerden yararlanmamız mümkün olacaktır.
Nemrut’la konuşmasına gelince; burada İbrâhim peygamberin, dünya tarihinde yaşamış tâğutların en büyüklerinden biriyle yaptığı mücâdeleye şâhit olmaktayız. Nemrut’un azgınlığı o dereceye varmıştır ki, kendisini ilâh olarak görmeye başlamış ve insanlardan Allah’ı bırakıp kendisine kulluk etmelerini istemiştir. İbrâhim (a.s.), Nemrut’a karşı katı ve kararlı bir tavır sergilemiş, ilâhlığın mutlak güce dayanması gerektiğini, oysa Nemrut’un buna sahip olmadığı tezini işlemiştir. Ardından hayat ve ölüm meselesinden bahsederek kendi Rabbinin ölümsüz olduğunu söylemiştir. Bu tâğut da, İbrâhim (a.s.)’in taraftarlarının saflığını kullanarak sözcüklerle oynamak sûretiyle onları kandırmaya çalışmıştır. İbrâhim (a.s.) ona Rabbinin dirilten ve öldüren olduğunu söylediğinde o, kendisinin de dilediğini öldürüp dilediğini dirilttiğini iddia etmiştir. O, adamları tarafından tutuklanan insanlardan bazılarını astırıp bazılarını sağ bırakarak öldürme ve diriltme gücüne ve dolayısıyla ilâhlık vasıflarına sahip olduğunu ileri sürmüştür. İbrâhim (a.s.) bu tâğutun sözkonusu altın fırsatı kullanarak övünüp böbürlenmesine fırsat vermemiş ve Allah’ın kâinatta yarattığı tabiat hârikalarını ön plâna çıkararak Nemrut’tan eğer gerçekten ilâhsa bunları değiştirmesini istemiştir. İnkârcı Nemrut, bu istek karşısında çaresiz kalmış ve verecek cevap bulamamıştır.
Bu diyalogda bizim yararlanacağımız nokta şudur: Günümüzde gerçekleri çarpıtmak isteyen çevreler saf ve basit insanları ikna edip kandırmak için bazı yollara başvurmaktadırlar. Halkın kandırılmaya çalışıldığı konular, bazen akîdeyle ilgili hususlar, bazen de günlük hayatla ilgili meseleler olabilmektedir. Biz bu gibi çevrelerin çabalarına karşı İbrâhim (a.s.)’in üslûbundan ilham alabiliriz. O, Nemrut’un benzeri girişimlerine karşı açık meydan okuma yoluna başvurmuş ve neticede saptırma ve karalama çabalarını boşa çıkarmıştır.
Bu hedefe ulaşabilmek için saf insanların alt oldukları çarpıtma ve saptırma yollarının iç yüzüne vâkıf olmamız gerekir. Tabii ki, meydan okuma gücüne sahip açıklama yollarını da bilmemiz gerekir. Bütün bunlar dâvetçilerin yaşadıkları vâkıayı, bu gerçeğe hâkim olan üslûpları ve vâkıanın seyir biçimini bilinçli, dikkatli ve kapsamlı bir şekilde izlemelerini zarûri kılmaktadır.[297]
"Bir zaman İbrâhim, babasına ve kavmine demişti ki: 'Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk yaparım. Çünkü O, beni doğru yola iletecektir. Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar (onun dinine) dönsünler."[298]
İnsanların kutsallarının açıkları ve izledikleri yollardaki mantık hataları gibi ögeler, dâvetçi tarafından gözler önüne serilmelidir. Rasullerin, topluluklar önünde, ileri gelenlerle karşılaşmaları, topluma yönelerek onların zayıf ve çaresiz yönlerini göstermeleri farklı farklı zeminlerde olagelmiştir. (Hz. Mûsâ’nın bir bayram günü toplumun gözleri önünde sihirbazları yenilgiye uğratması ve çaresizliklerini ortaya koyması gibi.)
Önünde kulluk sergiledikleri, kendilerini ne duyan, ne duâlarına cevap verebilen bu âciz nesneleri bir an olsun sorgulayabilecek zemin oluşturmanın bir pratiğidir, Hz. İbrahim’in put kırışı. Putların İbrâhim’in baltasına karşı kendilerini bile savunup koruyamaması, hak gelince bâtılın nasıl yok oluverdiğini, görmek isteyenlere göstermiştir. Bir an kendi vicdanlarıyla baş başa kalan fertler kendilerini zâlimlikle suçlamışlardır.[299] Ancak bu hakkı düşünebilme zemini kısa sürmüş ve içinde bulundukları pratik ağır basmıştır. Bir an olsun câhiliyenin pratiklerine dur denilir ve insanların sâlim kafayla vahiyle muhâtaplıkları sağlanabilirse, ağızlardan bu cümlenin döküldüğüne bizler de şâhit olabiliriz: “Kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine): ‘Siz (var ya), siz, kendinizsiniz zâlim.” Sonrasında câhilî pratiğin ve iktidarın devamını engelleyemeyen her İbrahimî eylem, halklara bir bahar soluğu verse de, vahiyle (ve fıtratla, vicdanla) bir an olumlu bir karşılaşma zemini oluştursa da, bundan ötesini getirmemektedir. Bu tavırla, vicdanların bir an gerçeği algılamasının daha ötesi (toplumun düşünsel ve amelî dönüşümü) öngörülmemişti. Bunları öngören bir hareket, bu İbrahimî örnekliğe, farklı ve yeni unsurlar eklemek zorundadır.
Başta İbrâhim (a.s.) olmak üzere peygamberlerin tevhid mücâdeleleri, yozlaşmış bir toplum içinde, bireyin nasıl mümtaz bir yaşam süreceği, onurlu bir direniş ve muhâlefeti nasıl ortaya koyacağı sorusuna verilen cevabın etrafını örmektedir.
"İbrâhim'de, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır.”[300] O, öyle bir örnektir ki, baba sevgi ve saygısı, onu dâvâsından tâvize mecbur edemediği gibi, evlât sevgisi de ilâhî emrin önüne geçirememiştir. En inatçı müşrik bile olsa, babaya dâvâ anlatılırken nasıl bir üslûp kullanılması gerektiğini öğreten bir evlâttır o. Ne saygı ve sevgiden dolayı tâviz; ne de hakkı anlatırken haksız duruma düşüren kabalık, küstahlık, saygısızlık ve ukalâlık... Babasının, putperestlerin önde geleni olmasına rağmen, onun eylemlerine Allah için buğzederken, “yâ ebetî, yâ ebetî” hitabıyla babasını fıtratının sesine çağırmıştır. “Babacığım, ey babacığım” gibi hem hürmet, hem şefkat yüklü bir hitapla babasını şeytanın icat ettiği putlara tapmaktan alıkoymaya çalışan bir peygamberdir o. Her yanı küfür ateşinin sardığı bir ortamda yakıcı ateşler içinde kalmış, ama yanmamıştır. Hiçbir ânını ve hiçbir duygusunu küfür ateşine atmamış; o yüzden, yıllar sonra Nemrut’un dağ gibi ateşleri bile, Allah’ın izniyle onu yakmamıştır.
İbrâhim (a.s.)’i örnek almak demek; İbrâhim olup Allah’tan başka en çok sevdiğimiz İsmâil’lerimizi Allah yoluna fedâ edebilmek demektir. Putlara, putlaştırmaya ve putçulara karşı tek başımıza da olsa mücâdele edebilmektir. Âhiret ateşine atılmamak için dünya ateşlerinden korkmamak, ateşle imtihanı göze alabilmektir. Babamız ya da zâlim devlet reisi de olsa muhâtaplarımıza hakkı haykırabilmektir.
"İbrâhîm
İçimdeki putları devir
Elindeki baltayla
Kırılan putların yerine
Yenilerini koyan kim?
Güneş buzdan evimi yıktı
Koca buzlar düştü
Putların boyunları kırıldı
İbrâhîm Güneşi evime sokan kim?" [301]
“Hasretle andım put kıran İbrâhim’i
Kalbimde saklamaktan paslandı baltam.” [302]
“Eğer âşık isen yâre
Sakın aldanma ağyâre
Gir İbrâhim gibi nâre
Bu gülşende yanar olmaz.” [303]
Hz. İbrâhim'in putperestlerin yüzüne haykırdığını, çağdaş putçulara biz de tekrarlıyoruz: "Yuh olsun size ve Allah'tan başka taptıklarınıza! Siz, aklınızı kullanmaz mısınız?"[304]; "Selâmun alâ İbrâhîm: 'İbrâhim'e selâm olsun!"[305]
Şeytan insana, şirkten kurtulmayı çok zor ve karmaşık, tevhidi, ihlâsı ve imanı ise yaşanması imkânsız gibi olağanüstü zor gösterebilir. Oysa bu, yalnızca şeytanın verdiği bir vesveseden ibarettir.[306] Bilinmelidir ki, şirkten kurtulmak için samimi bir niyet ve tavır değişikliği yeterlidir. Bu niyet tashihi kişininn her şeye, herkese ve tüm olaylara karşı olan bakış açısını şirkten tevhide çevirecektir. Yani siyah gözlük takan birisinin etrafını görebilmek için her yeri tek tek aydınlatmasına gerek yoktur. Gözlüğünü çıkarması yeterlidir. Şirk de her yeri karartan bu gözlük gibidir. Gözlüğü çıkarmadan zorlama yöntemlerle şirkten arınmaya çalışmak hem zor, hem de ümit kırıcıdır. Bir hamlede gözlüğü çıkarmak ise hem kolay, hem de tek etkili çözümdür. İnsanın şirk boyutundan Allah’ın râzı olduğu iman ve ihlâs boyutuna geçmesi de tek bir kararlılık hamlesi gerektirir. Bu da her ne durumda olursa olsun Allah'a güvenmek ve Kur’an’a bütünüyle ve samimi olarak uymaya karar vermektir. Bu samimiyet ve kararlılık, muhakkak beraberinde Allah’ın yardımını, hidâyetini ve büyük bir nimetle rahmetini getirecektir.
Şeytan tabii ki, tevhidi ve ihlâsı çirkin, sıkıntılı ve ıstırap verici olarak göstermeye çalışacaktır. Hâlbuki gerçek eziyet, sıkıntı ve ıstırap şirktedir. Bu, dünyada da âhirette de böyledir. Taptığı sahte ilâhları bırakarak sadece Allah'a yönelen bir insan boşlukta ve sahipsiz kalmaz; aksine tek gerçek ilâh olan Allah'a sığınarak olabilecek en büyük huzur, güven ve rahatlığı kazanır. “Kim Allah’tan ittika ederse (korkup sakınırsa), (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir.”[307]
Şirkle tevhid arasındaki fark, çoğu zaman niyet ve bakış açısı farkıdır. Peygamberimiz (s.a.s.) Kâbe’deki putları fiilî olarak kırmış, Hz. Mûsâ yahûdilerin edindiği altın buzağı heykelini yakıp küllerini denize savurmuştur. Bunlar, sembolleştirilen şirklere karşı vurulan darbelerdir. Bugün de sembolleştirilen şirklere karşı aynı fiilî müdâhaleler yapılabilir; ama önemli olan öncelikle şirkin mantığını yıkmaktır. Gönül ve kafalardaki putlar yıkılmadan diğer putların yıkılması çok önemli olmayacaktır. Şirki gönül ve kafalardan yıkmak için, niyet ve bakış açısının değiştirilmesi gerekmektedir.
Bu nedenle, şirkten vazgeçip tevhide yönelen insanın yaşadığı büyük değişim, öncelikle kalpte ve zihinde meydana gelir. Dış görünüm olarak belki eski yaşamının bazı ögelerini devam ettirse bile, tamamen farklı bir bakış açısına ve kavrayışa sahip olur muvahhid insan. Eskiden atalarından gördüklerine, kendi tutkularına, birtakım insanların fikirlerine göre düzenlediği hayatını, şimdi sadece Allah’ın kitabına göre ve sadece O’nun rızâsı için düzenler. Böylece binlerce küçük ve sahte ilâha kulluk etmeyi, onları memnun etmek için uğraşmayı bırakarak, “birbirinden ayrı rabler mi daha hayırlıdır, yoksa Kahhar olan bir tek Allah mı?”[308] diyen Hz. Yûsuf gibi, sadece kendisini Yaratan’a teslim olur.[309]
“Andolsun Biz İbrâhim’e daha önce rüşdünü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım!’ Sonunda İbrâhim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye. ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zâlimlerden biridir’ dediler. (Bir kısmı:) ‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. O halde, dediler, ‘onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.’ ‘Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhim?’ dediler. ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Haydi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!’ dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) ‘zâlimler sizlersiniz, sizler!’ dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: ‘Sen bunların konuşmadığını pek âlâ biliyorsun’ dediler. İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz akıllanmaz mısınız?’ (Bir kısmı:) ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. ‘Ey ateş! İbrâhim için serinlik ve esenlik ol!’ dedik. Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, onu ve Lût’u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.”[310]
Hz. İbrâhim’in putçularla mücâdelesi ve putları devirmesi Sâffât sûresinde de şu şekilde anlatılır: “Şüphesiz İbrâhim de onun (Nuh’un) milletinden idi. Çünkü Rabbine kalb-i selîm ile geldi. Hani o, babasına ve kavmine: ‘Siz kime kulluk ediyorsunuz?’ demişti. ‘Allah’tan başka birtakım uydurma ilâhlar mı istiyorsunuz? O halde, âlemlerin Rabbi hakkındaki görüşünüz nedir?’ (Hz. İbrâhim’in kavmi, yıldızlara bakar, onlarla kâhinlik yaparlardı. Bir bayram günü İbrâhim’e kendileriyle beraber bayram yerine gelmesini söylediler.) Bunun üzerine İbrâhim yıldızlara şöyle bir baktı. ‘Ben hastayım’ dedi. Ona arkalarını dönüp gittiler. Yavaşça (kavmin) putlarının yanına vardı. (Oraya konmuş çelenkleri, yemekleri görünce:) ‘Yemiyor musunuz? Neden konuşmuyorsunuz?’ dedi. Bunun üzerine, yanlarına gelip sağ eliyle vurdu (kırıp geçirdi). (Putperestler) koşarak İbrâhim’e geldiler. (Neden putları kırdığını sordular.) İbrâhim: ‘Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?! Oysa ki sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı’ dedi. ‘Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın!’ dediler. Böylece ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat biz onları alçaklardan kıldık.”[311]
Ve Rasûlullah Muhammed (s.a.s.)
Yegâne önderimiz Rasûlullah (s.a.s.), put kıran bir peygamber babanın, put kıran bir peygamber oğludur. Tek başına bir ümmet olan İbrâhim (a.s.), put kıran bir peygamber idi. O babanın oğlu, yani onun neslinden olan Rasûlullah da, put kıran bir Peygamberdir. Rasûlullah, hem kalplerdeki, hem beyinlerdeki putları ve putlaşmış fikirleri, akîdeleri kırıp parçalamış, hem de müşrik putperestlerin kendi elleriyle yapıp meydanlara diktikten sonra tapınılan put heykelleri paramparça edip kırmıştır. Rasûlullah, hem putçu ideolojileri ortadan kaldırmış, hem de tapınılan ve putlaştırılan şeyleri yok etmişti.
Gerek içteki, gerekse dıştaki putları kırmak ile vazifeli olan Rasûlullah’ın, müşrik tâğutların egemen olduğu ve bir dâru’ş-şirk haline getirdikleri tevhidin merkezi Mekke’deki bir uygulaması şöyledir: (Bu uygulama, Rasûlullah’ın hicret edeceği sırada gündeme gelmiştir.) Emîru’l-Mü’minîn İmam Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) anlatıyor: “Ben ve Peygamber (s.a.s.) yürüdük, nihâyet Kâbe’ye vardık. Bana: “otur!” dedi. Oturdum, omuzuma çıktı, yukarıya kaldırmak istedim. Benim güçsüzlüğümü görünce, indi ve: “Sen, benim omuzuma çık!” dedi. Omuzuna çıktım, beni kaldırdı, bana öyle bir hal geldi ki, istersem göğe kadar yükselebileceğimi sandım. Nihâyet Beyt’in üstüne çıktım. Bakır ve altından yapılmış birçok heykellerle karşılaştım. Beyt’in sağından, solundan, önünden ve arkasından onları toplayıp bir araya getirdim. Hepsini topladığımda bana, şöyle buyurdu: “Şimdi onları bir bir aşağıya fırlatıp at!” Fırlatıp attım, cam bardaklar gibi kırılıp parça parça oldular. Sonra indim. İnsanlardan birinin bizi görmesinden korktuğumuz için koşarak evlerin ötesine kaçtık, kaybolduk.”[312]
Olayı anlatan Hz. Ali (r.a.)’nin ifadelerine dikkat edilecek olursa, bu put kırma hareketi çok gizli yapılmış, gerekli önlemler alınıp en müsait zaman seçilmiş, olay gerçekleştikten hemen sonra koşarak evlerin arasında kaybolup olay yerinden uzaklaşılmıştır. Hatta İmam Ali’nin ifadesiyle, “insanlardan birinin bizi görmesinden korktuğumuz için koşarak evlerin ötesine kaçtık, kaybolduk.” Bu korku, tedbir mâhiyetinde bir endişe idi ki, tabiî ve fıtrîdir. Yoksa korkunun adı tedbir olmuş değildi. Yine dikkat edilecek olursa, tüm ihtimaller düşünülerek ve tedbirler alınarak olay gerçekleşmiştir. Müşrik tâğutların egemenliğindeki Mekke’de örnek bir put kırma olayını gerçekleştiren önderimiz Rasûlullah, birkaç yıl sonra fethedilen Mekke’de, gerek Kâbe’nin içinde ve üstünde, gerekse Kâbe’nin etrafında, yani Harem-i Şerif’teki bütün putları kıracaktı.
Abdullah bin Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.s.), Mekke’nin fethi günü Kâbe’nin avlusuna girdi. Kâbe’nin etrafında İbâdet için dikilmiş üç yüz altmış put vardı. Rasûlullah, elindeki deynekle bu putlara dürtmeye başladı (onunla dokunduğu her put, yüz üstü düşüyordu) ve şu âyetleri okuyordu: “Hak geldi, bâtıl yok oldu.”[313]; “Hak geldi, bâtıl ise, ne (bir şey) ortaya çıkarabilir, ne geri getirebilir.”[314]
Ebû'l-Heyâc el-Esedî anlatıyor: "Bana Hz. Ali (r.a.): 'Rasûlullah (s.a.s.)'ın beni göndermiş olduğu şeye ben de seni göndereyim mi?' diye sordu ve Rasûlullah'ın kendisene: "Haydi git, kırıp dökmedik put, düzlemedik yüksek kabir bırakma!" buyurduğunu söyledi."[315]
Hz. İbrâhim’in putperestlerin yüzüne haykırdığını, çağdaş putçulara biz de tekrarlıyoruz: “Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Siz aklınızı kullanmaz mısınız?”[316]
“Beşerin böyle dalâletleri var; Putunu kendi yapar, kendi tapar!”
Ne mutlu, Allah’tan başkasının önünde eğilmeyip sadece O’na secde ederek ibâdet edenlere ve her yaptıkları eylemi Allah’a ibâdet ölçüsünde yapanlara! Yazıklar olsun, kula kulluk yapan kullara ve tâğutlara, putlara, ya da hevâ ve heveslerine tapanlara!
Mahmut Kaçar’a ve İbrâhim (a.s.)’in izinden giden tüm put düşmanlarına selâm olsun!
- Put ne demektir? Putlar, Allah’a nasıl şirk koşulmaktadır?
- Kur’an, tarihten bu yana putlaştırılan canlı ve cansız varlıkların neler olduğunu söylemektedir?
- Heykeller nasıl ve hangi gerekçe ile put haline gelmiştir? Heykellerin putlaştırılmasının, tarihte ilk olarak nasıl oluştuğunu anlatınız.
- Heykellerin dışında herhangi bir şahıs veya nesnenin putlaştırılması nasıl olmaktadır?
- Aşırı sevgi, aşırı yüceltmenin putlaştırma ile ilişkisini anlatınız.
- Sadece heykel gibi çirkin şeyler mi putlaştırılmaktadır? Büyük zâtların da sevenleri tarafından nasıl putlaştırıldığını örneklerle açıklayınız.
- Heykeller, ilk olarak nasıl putlaştırılmıştır, bu konuda kötü niyetin olmaması yeterli olmakta mıdır?
- Hangi resim ve heykeller haram ve put kabul edilir, hangileri câizdir; açıklayın.
- Putlara ve putperestlere peygamberler ve özellikle Hz. İbrâhim, nasıl tavır takınmıştır? Kur’an bu konuda neler anlatmaktadır?
- Peygamberimiz’in de Mekke’de illegal olarak Hz. İbrahim gibi putları kırdığının, ama bu olayın nedense câmilerde ve Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi kitaplarında ve bu derslerde bile işlenmediğinin sebeplerini anlatınız.
[1] 37/Sâffât, 95-96
[2] Bak. 39/Zümer, 3, 44; 10/Yûnus, 18; 17/İsrâ, 56-57; 43/Zuhruf, 86; 30/Rûm, 13
[3] Bak. 5/Mâide, 116; 9/Tevbe, 30, 31; 34/Sebe’, 40; 71/Nûh, 23
[4] 2/Bakara, 165
[5] Bak. 29/Ankebût, 61, 63; 39/Zümer, 3
[6] Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, Şafak Y. s. 132-138
[7] 2/Bakara, 213
[8] 71/Nûh, 23
[9] Buhârî, Tefsir 71
[10] Müslim, Cennet 13; Buhârî, Menakıb 9
[11] Ahmed İbn Hanbel, III/353
[12] 29/Ankebût, 61
[13] 29/Ankebût, 63
[14] Müslim, Hacc 3/22
[15] 39/Zümer, 3
[16] Muvatta, Sefer, 85; Ahmed bin Hanbel, II, 246
[17] Müslim, Mesacid III
[18] 46/Ahkaf, 5
[19] 16/Nahl, 36; Eymen ed-Dımaşkî, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 206-209
[20] 6/En’âm, 19
[21] 14/İbrâhim, 35-36
[22] 25/Furkan, 17
[23] 7/A’râf, 194
[24] 28/Kasas, 68
[25] 7/A’râf, 190
[26] 45/Câsiye, 10
[27] 15/Hicr, 96
[28] 21/Enbiyâ, 36
[29] 2/Bakara, 165
[30] 7/A’râf, 138
[31] 22/Hacc, 30
[32] 21/Enbiyâ, 52
[33] 13/Ra’d, 16
[34] 2/Bakara, 23
[35] 39/Zümer, 43
[36] 12/Yûsuf, 39
[37] 29/Ankebût, 41
[38] 16/Nahl, 74
[39] 2/Bakara, 256
[40] 4/Nisâ, 51
[41] 5/Mâide, 90
[42] 72/Cin, 3
[43] 72/Cin, 3
[44] Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, Kayıhan Y., s. 339-340
[45] 6/En’âm, 74; 7/A’râf, 138; 14/İbrâhim, 35; 21/Enbiyâ, 57; 26/Şuarâ, 71.
[46] 22/Hacc, 30; 29/Ankebût, 17, 25.
[47] 21/Enbiyâ, 52
[48] 34/Sebe’, 13
[49] 9/Tevbe, 28
[50] 10/Yûnus, 18; 13/Ra’d, 14; 16/Nahl, 55; 19/Meryem, 81-82; 39/Zümer, 3, 43-44
[51] 43/Zuhruf, 19; 53/Necm, 27-28
[52] 6/En’âm, 138-139, 143-144
[53] 7/A’râf, 190-191
[54] 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 40, 41, 46, 71 vb.
[55] 7/A’râf, 197-198; 10/Yûnus, 35
[56] 7A’râf, 191-192; 10/Yûnus, 34; 13/Ra’d, 33; 16/Nahl, 20; 21
[57] 29/Ankebût, 17
[58] 13/Ra’d, 14; 27/Neml, 62; 34/Sebe’, 22; 35/Fâtır, 14
[59] 53/Necm, 49
[60] 46/Ahkaf, 5
[61] 16/Nahl, 73; 35/Fâtır, 13; 53/Necm, 19-20
[62] 16/Nahl, 21
[63] 17İsrâ, 22; 22/Hacc, 30; 25/Furkan, 68; 42/Şûrâ, 9
[64] 5/Mâide, 90; 17/İsrâ, 29, 39
[65] 2/Bakara, 166; 6/En’âm, 22-24, 94; 7/A’râf, 37, 53; 10/Yûnus, 28-30 vb.
[66] 53/Necm, 19-20
[67] 10/Yûnus, 66; 28/Kasas, 62-63; 39/Zümer, 3
[68] 6/En’âm, 108
[69] 6/En’âm, 74; 19/Meryem, 42-48; 21/Enbiyâ, 52-57; 26/Şuarâ, 69-82; 37/Sâffât, 85-87; 43/Zuhruf, 26-27; 60/Mümtehine, 4
[70] 21/Enbiyâ, 52-57; 26/Şuarâ, 69-82; 29/Ankebût, 16-18, 24-26; 37/Sâffât, 85-87; 43/Zuhruf, 26-27
[71] 6/En’âm, 76-79; 21/Enbiyâ, 58-67; 26/Şuarâ, 70-82
[72] 21/Enbiyâ, 52-68; 37/Sâffât, 88-97
[73] 22/Hacc, 26
[74] 21/Enbiyâ, 68-71; 29/Ankebût, 245; 37/Sâffât, 97-98
[75] 21/Enbiyâ, 70
[76] 2/Bakara, 22, 165; 14/İbrâhim, 30; 34/Sebe', 33; 39/Zümer, 8; 41/Fussılet 9
[77] 45/Câsiye, 23; 47/Muhammed, 12
[78] 4/Nisâ, 117
[79] 2/Bakara, 163, 255; 3/Âl-i imrân, 2, 6, 18, 62; 4/Nisâ, 87, 171; 5/Mâide, 73; 6/En'âm, 19, 102, 106; 14/İbrâhim, 52; 16/Nahl, 22, 51; 20/Tâhâ, 8, 14; 22/Hacc, 34; 23/Mü'minûn, 116; 27/Neml, 26; 28/Kasas, 70, 88; 37/Sâffât, 4
[80] 2/Bakara, 133; 7/A'râf, 59, 65, 73, 85, 158; 9/Tevbe, 129; 11/Hûd, 50, 61, 84; 16/Nahl, 2; 18/Kehf, 110; 21/Enbiyâ, 25, 108; 23/Mü'minûn, 23; 41/Fussılet, 6. Tevhid dini ise İslâm'dır: 6/En'âm, 161; 10/Yûnus, 105; 21/Enbiyâ, 92; 30/Rûm, 30; 39/Zümer, 3, 11
[81] 6/En'âm, 90; 21/Enbiyâ, 92; 23/Mü'minûn, 51-52; 42/Şûrâ, 13; 43/Zuhruf, 45; 87/A'lâ, 14-15, 18-19
[82] 10/Yûnus, 32; 22/Hacc, 31; 41/Fussılet, 6
[83] 22/Hacc, 31; 30/Rûm, 30
[84] 10/Yûnus, 105
[85] 6/En'âm, 153
[86] 31/Lokman, 13
[87] 4/Nisâ, 48, 116
[88] 2/Bakara, 165; 3/Âl-i imrân,151; 4/Nisâ, 117; 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 1, 107, 136 vb.
[89] 25/Furkan, 17-19; 28/Kasas, 62-64, 74; 37/Saffât, 22-34
[90] 30/Rûm, 13
[91] 25/Furkan, 17-19; 28/Kasas, 62-64, 74; 37/Saffât, 22-34
[92] 2/Bakara, 105; 5/Mâide, 82; 6/En’âm, 106; 9/Tevbe, 7-8, 10, 12; 17/İsrâ, 73-75; 28/Kasas, 87; 60/Mümtehine, 1-2, 6-9
[93] 2/Bakara, 221; 17/İsrâ, 73-75; 29/Ankebût, 12-13
[94] 6/En’âm, 106, 150; 10/Yûnus, 41; 15/Hıcr, 94; 28/Kasas, 87; 32/Secde, 30; 37/Saffât, 173-174, 178-180; 43/Zuhruf, 83, 89; 45/Câsiye, 18; 51/Zâriyât, 54; 53/Necm, 29; 54/Kamer, 6; 68/Kalem, 8; 73/Müzzemmil, 10
[95] 9/Tevbe, 13-14; 10/Yûnus, 65; 15/Hıcr, 94; 22/Hacc, 38; 37/Sâffât, 171-175
[96] 37/Sâffât, 160-163; 52/Tûr, 42
[97] 9/Tevbe, 5-6, 11-12
[98] 1/Fâtiha, 5; 2/Bakara, 165, 170; 3/Âl-i İmrân, 64, 151; 4/Nisâ, 36, 45, 51, 116, 117; 5/Mâide, 72-73, 76, 104; 6/En’âm, 14, 19, 22-23, 56, 74, 80-81, 102-103; 7/A'râf, 28, 37; 9/Tevbe, 28, 31; 10/Yûnus, 18, 106; 12/Yûsuf, 39-40; 14/İbrâhim, 30, 35-36; 16/Nahl, 36, 51-52; 18/Kehf, 102; 19/Meryem, 93; 21/Enbiyâ, 24, 25, 51-71, 98; 22/Hacc, 11, 30-31, 74; 24/Nûr, 55; 26/Şuarâ, 213; 28/Kasas, 88; 29/Ankebût, 8, 17, 25; 30/Rûm, 31; 31/Lokman, 13, 21; 36/Yâsin, 74-75; 38/Sâd, 4-7; 39/Zümer, 3, 14, 17, 64-67; 41/Fussılet, 37; 42/Şûrâ, 21; 43/Zuhruf, 22-24, 26-28; 45/Câsiye, 23; 51/Zâriyât, 56; 53/Necm, 19-23; 60/Mümtehıne, 4; 109/Kâfirun, 1-6.
[99] 1/Fâtiha, 5
[100] 3/Âl-i İmrân, 64
[101] 3/Âl-i İmrân, 151
[102] 4/Nisâ, 36
[103] 4/Nisâ, 45
[104] 4/Nisâ, 51
[105] 4/Nisâ, 116
[106] 4/Nisâ, 117
[107] 5/Mâide, 76
[108] 6/En’âm, 14
[109] 6/En’âm, 22-23
[110] 6/En'âm, 56
[111] 6/En’âm, 74
[112] 6/En'âm, 80-81
[113] 7/A'râf, 37
[114] 9/Tevbe, 28
[115] 9/Tevbe, 31
[116] 10/Yûnus, 18
[117] 10/Yûnus, 106
[118] 12/Yûsuf, 39-40
[119] 14/İbrâhim, 35-36
[120] 16/Nahl, 36
[121] 16/Nahl, 51-52
[122] 18/Kehf, 102
[123] 21/Enbiyâ, 25
[124] 21/Enbiyâ, 51-71
[125] 21/Enbiyâ, 98
[126] 22/Hacc, 11
[127] 22/Hacc, 30-31
[128] 26/Şuarâ, 213
[129] 28/Kasas, 88
[130] 29/Ankebût, 8
[131] 29/Ankebût, 17
[132] 29/Ankebût, 25
[133] 31/Lokman, 21
[134] 36/Yâsin, 74-75
[135] 38/Sâd, 4-7
[136] 39/Zümer, 3
[137] 39/Zümer, 14
[138] 39/Zümer, 17
[139] 39/Zümer, 64-67
[140] 41/Fussılet, 37
[141] 42/Şûrâ, 21
[142] 43/Zuhruf, 26-28
[143] 45/Câsiye, 23
[144] 51/Zâriyât, 56
[145] 53/Necm, 19-23
[146] 60/Mümtehıne, 4
[147] 109/Kâfirun, 1-6
[148] Buhârî; Müslim
[149] İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4205
[150] Deylemî, Müsned; Hayâtu’l Hayevân, 2/16; naklen, S. Ateş, Kur’an Ans. 8/92
[151] Buhârî, Megâzi 35; Müsned, Ahmed b. Hanbel, II/525
[152] Taberanî, nak. Elmalılı, 6/70; Şamil İslâm Ans. II/397
[153] Tirmizî, Zühd 42, hadis no: 2376
[154] Buhârî, Enbiyâ 48; Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/23, 24, 47, 55
[155] Buhârî; Müslim
[156] Ebû Dâvud, III/93, hadis no: 2787
[157] Buhârî, Salât 48, Cenâiz 62, 96, Enbiyâ 50, Meğâzî 83; Müslim, Mesâcid 19, 23
[158] Müslim, Cenâiz 93; Ebû Dâvud, Cenâiz 72; Nesâî, Cenâiz 99
[159] Müslim, Hacc 194, h. no: 1218; Tirmizî, Fiten 2, h. no: 2610; Tefsîr 2, h. no: 3087
[160] Buhârî, Cenâiz 39
[161] Müslim, İmâre, 57; Neseî, Tahrîmu'd-Dem, h. no: 4098
[162] S. Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 315
[163] a.g.e. s. 315-316
[164] eş-Şa'rani, et-Tabakatu'l-Kübra, 2/61, el-Acmi bölümü
[165] eş-Şarani, et-Tabakatu'l-Kübra, 2/61, el-Acmi bölümü
[166] Ribat Dergisi, yıl 1, sayı 2, 1982
[167] Ramazanoğlu Mahmud Sami, Musahabe, 6/87, Erkam Yayınları, İst. 1982
[168] Mektubat Tercemesi, 1/124. Terc. Hüseyin Hilmi Işık, 1968, Mektup no: 202. (Çeviren) (Tasavvuf ve İslâm, Abdurrahman el-Vekil, Tevhid Y.
[169] 95/Tîn, 5
[170] 7/A’râf, 79
[171] 21/Enbiyâ, 67
[172] Bak. 25/Furkan, 43
[173] 6/En'âm, 162-163
[174] Bak. 34/Sebe', 13
[175] 21/Enbiyâ, 52
[176] 48/Fetih, 18
[177] Bak. 6/En'âm, 76-79. âyetler
[178] Fahreddin Râzi, Mefatihu'l Gayb (Tefsir-i Kebir), c. 2, s. 134
[179] 16/Nahl, 2; Zümer, 5
[180] 6/En'âm, 96
[181] 10/Yûnus, 5; 71/Nuh, 16
[182] 41/Fussılet, 37
[183] 81/Tekvir, 1
[184] 91/Şems, 1
[185] 27/Neml, 24-25
[186] 41/Fussılet, 37
[187] Suat Yıldırım, a.g.e., s. 367
[188] Orhan Hançerlioğlu, İnanç Sözlüğü, Remzi Kitabevi, s. 214
[189] Bektaşi Menakıbnamelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri, s. 30
[190] A.g.e.s., 32
[191] 41/Fussılet, 37
[192] 36/Yâsin, 40
[193] 21/Enbiyâ, 33
[194] İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Akçağ Y. s. 165
[195] Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Dergâh Y., c. 3, s. 179 vd
[196] Bak. Uydurma Hadisler, Harun Ünal, Basiret Y., I/39-44; Aliyyü’l Kari, Uydurma Olduğunda İttifak Edilen Hadisler, İnkılâb Y., s. 126; Sehâvî, Makasıd, s. 183; Suyûtî, ed-Düreru’l-Muntesıre, s. 108; Sâğânî, Mevduât, s. 53; Semhudî, Gammaz, s. 60; İbnü’d-Deybâ, Temyîz, s. 77, Aliyyu’l-Kari, Kübrâ, s. 189; Aclûnî, Keşfu’l Hafâ, I/413.
[197] 4/Nisâ, 97
[198] Buhârî, Megazi 35; Müsned, Ahmed b. Hanbel, II/525)
[199] Ebû Dâvud
[200] 5/Mâide, 90
[201] 15/Hicr, 16; 25/Furkan, 61
[202] 85/Bürûc, 1
[203] Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, c. 7, s. 5208
[204] 27/Neml, 65
[205] 6/En'âm, 50
[206] 7/A'râf, 188)
[207] Müslim, Selâm 125
[208] Tirmizî, Tahâret 102; İbn Mâce, Tahâret 122; Ebû Dâvud, Tıb, hadis no: 3904; Ahmed bin Hanbel, II/ 408
[209] Elmalılı, a.g.e., c. 7, s. 5207
[210] 12/Yûsuf, 106
[211] 2/Bakara, 170
[212] 2/Bakara, 151
[213] 6/En’âm, 59; 67/Mülk, 14; 8/Enfâl, 73; 4/Nisâ, 26; 7/A'râf, 52;
[214] Bak. 2/Bakara, 32; 5/Mâide, 109
[215] Konuyla ilgili daha geniş bilgi için, bak. Bu kitapta “İslâm’da Bilgi Kaynakları” ünitesi
[216] Bak. 34/Sebe', 13
[217] 21/Enbiyâ, 52
[218] Heykel ve resmin fıkıh, itikad ve sanat açısından değerlendirilmesi için bak. Ahmed Kalkan, Müslümanın Sanat Anlayışı, Rağbet Y.
[219] 10/Yûnus, 104
[220] 10/Yûnus, 105
[221] 10/Yûnus, 104
[222] 6/En’âm, 56; 40/Mü'min, 66
[223] 6/En'âm, 56; 10/Yûnus, 18
[224] 6/En'âm, 56
[225] 39/Zümer, 6
[226] 10/Yûnus, 18
[227] 16/Nahl, 73
[228] 37/Sâffât, 95
[229] 46/Ahkaf, 4)
[230] 53/Necm, 23; 12/Yûsuf, 40
[231] 37/Sâffât, 86
[232] 21/Enbiyâ, 52
[233] 14/İbrâhim, 35
[234] 21Enbiyâ, 52-54, 58-59, 62-63, 65-67
[235] 19/Meryem, 42
[236] 14/İbrâhim, 35
[237] 11/Hûd, 109
[238] 21/Enbiyâ, 98
[239] 21/Enbiyâ, 98
[240] 39/Zümer, 15
[241] 37/Sâffât, 22-34
[242] 19/Meryem, 82; 46/Ahkaf, 6
[243] 39/Zümer, 3; 10/Yûnus; 18; 17/İsrâ, 56-57; 43/Zuhruf, 86; 39/Zümer, 44; 30/Rûm, 13.
[244] Raif Necdet, Türkün Âmentüsü, Sebil, no 22, 28 Nisan 1978, s. 11
[245] bkz. Kemalist İnkılâbın Anatomisi, Sebil 9 Ocak 1976, s. 4-5
[246] Osman Nuri Çerman, Dinimizde Reform: Kemalizm dergisi, Aralık 1957, sayı 1, s. 1-3 vd
[247] Kültür Y., İst. 2002
[248] Kültür Y., 2002
[249] Kültür Y., İst. 2001
[250] Araştırma Y., 2002
[251] Araştırma Y., 2002
[252] Kültür Y., İst. 2002
[253] Vural Y., İst. 2000
[254] 2 cilt, Araştırma Y.
[255] DİB Y., Ank. 1982
[256] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Atatürk’ün Kur’an Kültürü, İlgi Y., Önsöz
[257] 2/Bakara, 165
[258] Buhârî, Enbiyâ 48
[259] 21/Enbiyâ, 92
[260] 49/Hucurât, 10
[261] 3/Âl-i İmrân, 103
[262] 22/Hacc, 78
[263] 3/Âl-i İmrân, 19
[264] 19/Meryem, 42-46
[265] 21/Enbiyâ, 52-56
[266] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Denge Y. s. 42-44
[267] 26/Şuarâ, 70-74
[268] 26/Şuarâ, 75-77
[269] 29/Ankebût, 16-17
[270] 2/Bakara, 170
[271] 31/Lokman, 21
[272] Necmettin Şahinler, Tek Başına Bir Ümmet, Beyan Y. s. 93-95
[273] 21/Enbiyâ, 51-71
[274] 37/Sâffât, 83-98
[275] 14/İbrâhim, 35-36
[276] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, Hikmet Y., c. 9, s. 87-90
[277] 29/Ankebût, 25
[278] 53/Necm, 23
[279] 6/En’âm, 79-81
[280] 19/Meryem, 46, 48
[281] 21/Enbiyâ, 68-70
[282] 71/Nûh, 21-22
[283] 6/En’âm, 79
[284] 60/Mümtehıne, 4
[285] 16/Nahl, 120
[286] 16/Nahl, 51-52
[287] 5/Mâide, 44
[288] 5/Mâide, 3, 54; 6/En’âm, 81, 82
[289] 3/Âl-i İmrân, 175
[290] 33/Ahzâb, 39; 35/Fâtır, 28; 5/Mâide, 100; 65/Talak, 10
[291] 3/Âl-i İmrân, 102
[292] 16/Nahl, 2
[293] 8/Enfâl, 45-47; Yıldırım Canoğlu, İbrâhimî Duruş, Umran, sayı: 77, Ocak 2001
[294] 60/Mümtehıne, 4, 6
[295] 33/Ahzâb, 21
[296] 60/Mümtehıne, 4, 6
[297] M. Hüseyin Fadlullah, Kuram ve Eylem, c. 2, s. 139-141
[298] 43/Zuhruf, 26-28
[299] 21/Enbiyâ, 64
[300] 60/Mümtehıne, 4
[301] Âsaf Hâlet Çelebi
[302] İbrahim Demirci
[303] Yunus Emre
[304] 21/Enbiyâ, 67
[305] 37/Sâffât, 109
[306] 14/İbrâhim, 22
[307] 65/Talâk, 2-3
[308] 12/Yûsuf, 39
[309] H. Yahya, Şirk, s. 90, 92
[310] 21/Enbiyâ, 51-71
[311] 37/Sâffât, 83-98
[312] Ahmed bin Hanbel, 1/84; Rûdânî, Cem’u’l-Fevâid: Büyük Hadis Külliyatı, c. 3, s. 259, hadis no: 6396-6398; İslâm Tarihi, Mekke Devri, M. Âsım Köksal, c. 6, s. 149
[313] 17/İsrâ, 81
[314] 34/Sebe’, 49; Buhârî, Meğâzî, B. 50, hadis: 294; Müslim, Cihad ve’s-Siyer, B. 32, hadis: 87; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an, B. 18, hadis no: 3345; Kul Sadi Yüksel, Selefin İzinde, Yenda Y., s. 215-219
[315] Müslim, Cenâiz 93; Ebû Dâvud, Cenâiz 72; Nesâî, Cenâiz 99
[316] 21/Enbiyâ, 67
İBÂDET VE ALLAH’TAN BAŞKASINA İBÂDET/TAPMA
İBÂDET VE ALLAH’TAN BAŞKASINA İBÂDET/TAPMA
- İbâdet Kavramı
- İbâdet, Hayatın Tüm Alanını Kuşatır
- Herhangi Bir Eylem, Nasıl İbâdet Olur?
- Allah’a İbâdet
- Allah'tan Başkasına İbâdet
- Putlara, Heykellere İbâdet
- Hevâyı İlâhlaştırmak
- Hevânın Siyasî Boyutu; Hevâya Uygun Düzenler
- Tâğuta İbâdet
- Bilginlere ve Din Adamlarına İbâdet
- Şeytana ve Cinlere İbâdet
- Sorular
Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:
* İbâdet kelimesini, sözlük ve terim olarak tanımlamak.
* İnsanın yaratılış gâyesi hakkında bilgi verip, Allah’a kulluğun özelliklerini
açıklamak.
* İbâdetin kapsamını izah etmek, ibâdetin halk arasında niçin sadece namaz ve
oruç gibi birkaç davranışa ad olarak verildiği halde, hayatın (dinin) tümü
hakkında bu kavramın kullanılmadığını açıklayabilmek.
* Allah’tan başkasına ibâdetin nasıl olduğunu; insanın bir başkasına secde
etmesi ya da namaz gibi bir ibâdet etmesi dışındaki bazı davranışların da
başkasına ibâdet olabileceğini izah edebilmek.
* Kur’ân-ı Kerim’in Allah’tan başka hangi somut ve soyut şeylerin bazılarınca
ilâh kabul edilip onlara ibâdet edildiğini açıkladığını, bunların neler olduğunu
listeleyip bunlar hakkında açıklama yapabilmek.
* Tâğuta, şeytana ve cinlere ibâdetin nasıl olduğunu Kur’an ışığında
değerlendirip açıklayabilmek.
* Hevânın ne anlama geldiğini ve hevânın nasıl ilâh haline getirilip ona ibâdet
edildiğini anlatabilmek.
* Bilginlere ve din adamlarına, ölü veya diri olsun Allah’ın dostu olduğu
zannedilen kişilere nasıl ibâdet edilip tapılmaktadır, örnekler verebilmek.
* Sanatın, gök cisimlerinin ve özellikle burçların, yeryüzünün, bir ülkenin nasıl
kutsallaştırılıp putlaştırıldığını açıklayabilmek.
* Gayb bilgisine sahip olduğunun iddia edilmesi ile veya bilim yoluyla nasıl
Allah’ın dışında başka şeylere tapıldığına açıklık getirebilmek.
İbâdet Kavramı
“Ben insanları ve cinleri, ancak Bana ibâdet etsinler diye yarattım.”[1]
Sahâbeden Muaz b. Cebel anlatıyor: Bir gün Rasûlullah bana, “Ey Muaz! Allah’ın, kulları üzerindeki hakkı nedir?” diye sordu. Ben; “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” dedim. Rasûlullah: “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, kulların O’na ibâdet edip, başka hiçbir şeyi şirk/ortak koşmamalarıdır.”[2] buyurdu.
İbâdet kelimesinin lügat mânâsı; itaat etmek, boyun eğmek, tevâzu göstermek, bağlanmak ve hizmet etmektir. İslâmî ıstılahta ibâdet: Yapılması sevap olan, Allah’a yakınlık ifâde eden, yalnız O’nun emirlerini yerine getirmiş olmak ve rızâsını kazanmak niyetiyle yerine getirilen her türlü harekete ibâdet denir. Kısaca ibâdet, Allah’ın râzı olduğu her söz ve fiile verilen isimdir. İbâdet, Kur’ân-ı Kerim’de hiçbir zaman sadece namaz kılmak, oruç tutmak, haccetmek mânâlarında kullanılmamıştır. İbâdet dinin tamamıdır. Din ise hayatın programını çizer, insanların yaşam tarzını belirler. Yemek yemek, devlet kurmak, ahlâk, evlilik, hukuk, mâlî işler... kısaca hayatın tamamı dindir, dinin tamamı da ibâdettir.
İbâdet 5 anlama gelmektedir. Bunlar:
1-) Kul olmak, kulluk etmek,
2-) Boyun eğmek, itaat etmek,
3-) İlâh tanımak (otorite tanımak, hükmüne teslim olmak),
4-) Herhangi birine ya da bir şeye bağlanmak,
5-) Yönelmek, meyletmek.
Herhangi bir davranışın Allah’a ibâdet olabilmesi için dört şart vardır:
a) İman: Dinimizin istediği şekilde iman; şirkten uzak tevhidî inanç,
b) Meşrûiyet: Yapılan amelin Allah’ın müsaade ettiği veya emrettiği bir şey olması,
c) Usûl-Metod: Allah’ın emrettiği ve Rasûlullah’ın yaptığı şekilde yapmak,
d) Niyet/kasd: Allah rızâsı için yapmak; başka bir çıkar veya riyâ gibi sebeplerle yapmamak.
İbâdet kelimesinin ifâde ettiği esas mânâ; kişinin yüksek güç, kuvvet ve iktidar sahibi birine karşı itaat etmesi, kendi hürriyet ve bağımsızlığından ferâgat etmesi, onun karşısında her türlü mukavemet ve isyanı terk etmesi ve tam bir bağlılıkla, isteyerek ona boyun eğmesidir.
İbâdet etmek, insanın fıtratındaki/yaratılışındaki gâyenin gereğidir. Allah Teâlâ insanları ve cinleri, ancak kendisine ibâdet etsinler diye yaratmıştır.[3] Bu yüzden ibâdet etmek, insan için kesin bir ihtiyaçtır. İnsan ruhu yalnız Allah’a ibâdet ederek, yani sadece O’na kul olarak, O’na itaat ederek, hayatını O’nun rızâsına uygun olarak ve O’nun Rasûlünü örnek alarak huzura kavuşur.[4] Aksi halde insan maddî yönden ne kadar yüksek seviyede olursa olsun, Allah’a ibâdet etmediği müddetçe asla gerçek mutluluğu bulamayacaktır.
Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyette, insanlara Allah’a ibâdet etmeleri emredilir: “Göklerin ve yerin gaybı Allah’ındır. Her iş O’na döndürülür. Öyle ise O’na ibâdet et, O’na güvenip dayan.”[5] “Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibâdet et.”[6]; “Şüphe yok ki Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz. Öyle ise O’na kulluk/ibâdet edin. İşte doğru yol budur.”[7] Bütün peygamberler, insanları Allah’a ibâdete çağırmışlardır. Bu husus Kur’ân-ı Kerim’de şöyle belirtilir: “Andolsun ki, Biz her ümmete Allah’a ibâdet edin ve tâğuttan kaçının diye bir peygamber gönderdik.”[8]
İbâdet, sevgi ve boyun eğme mânâlarını birden içerir. Yani Allah’a ibâdet, Allah’ı son derece sevmekle birlikte nihâî derecede O’na boyun eğip saygı duymaktır. İbâdetin gerçekleşmesi için kulun, Allah’ı her şeyden çok sevmesi ve O’nu her şeyden büyük tanıyıp âzamî derecede saygı duyması gerekir. Müslüman, korku ile ümit arasında olmalıdır. Fakat bu korku, bir canavardan veya diktatörden duyulan korku gibi değildir. Müslümanın korkusu Allah’ın sevgisini kaybetme korkusudur.
İbâdet, Allah ve Rasûlünün emrettiği şekilde yapılır. Diğer her şeyde olduğu gibi ibâdetin nasıl yapılacağı hususunda da müslüman, Kur’an ve sünnete mürâcaat eder. İbâdet, insanın kendi nefsi ve kalbini temizlemesi, Allah’ın rızâsını kazanması için en güzel bir vâsıta ve İlâhî bir vesiledir. İbâdet müslümanın imanını kuvvetlendirir, Allah’a yaklaştırır. Tabii ki, ibâdetin bilinçli, Allah’ın istediği ve Peygamberimiz’in uyguladığı gibi olması lâzımdır. Yoksa ibâdet insana bir fayda sağlamaz. Örneğin; Allah Teâlâ “namaz kişiyi bütün kötülüklerden alıkoyar.”[9] buyuruyor. Hâlbuki, bugün pekçok müslüman namaz kıldığı halde birçok günahı, hatta kebîre/büyük günah işleyebiliyor. Elbette ki bu durum, onların namazlarının Allah katında kabul görmediğinin göstergesidir.
Fâtiha sûresinde “biz yalnız Sana ibâdet eder ve yalnız Senden yardım dileriz.”[10] âyetinde ibâdet, “yardım dileme”den önce gelmiştir. Bunun mânâsı, bir şeyi elde etmeyi istemeden önce, onu bize kazandıracak vesilelere başvurmamız demektir. Önce sebepler yapılmalı; sonra sonuç Allah’ın izniyle elde edilecektir. Müslümanların yapması gereken de budur. Müslümanlar öncelikle Allah’a en güzel şekilde ibâdet etmeli, yani hayatını Allah’ın râzı olacağı şekilde, Peygamberi örnek alarak yaşamalıdırlar. Ancak, bundan sonra kudreti sonsuz olan Allah müslümanlara yardım edecek ve onları yüceltecektir. Çünkü, Kur’ân-ı Kerim’de buyurulduğu gibi izzet Allah’ın, Rasûlünün ve Müslümanlarındır.[11]
İbâdette ihsân/güzellik olmalıdır. İhsân kavramını Peygamberimiz şöyle açıklar: “İhsân, Allah’ı görüyor gibi Allah’a ibâdet etmendir. Sen O’nu görmesen de muhakkak ki O seni görüyor.”[12]
İbâdet yalnız Allah’a edilmelidir. Ma’bud (ibâdet edilen) yalnız Allah olmalıdır. Elbette ki ibâdeti yalnız namaz, oruç, zekât vs. gibi fiillerden ibaret görmemeliyiz. Bu fiiller ibâdetin bir kısmıdır; tamamı değildir. Önceden de belirttiğimiz gibi ibâdet, hayatın tamamını içine alan bir kavramdır. İbâdetin sadece Allah için yapılması gerektiği hususu üzerinde Kur’ân-ı Kerim hassâsiyetle durmaktadır: “O (Allah) yalnız kendisine ibâdet etmenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.”[13]; “Ey Âdem oğulları, şeytana ibâdet etmeyin diye size emir vermedim mi? Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.”[14]; “De ki, bunca delilden sonra, bana Allah’tan başkasına ibâdet etmemi mi emrediyorsunuz, ey câhiller? Bilâkis Allah’a ibâdet eden ve şükredenlerden olun.”[15]; “Artık kim Rabbine kavuşmayı ümit ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabbine ibâdette hiçbir kimseyi ve hiçbir şeyi ortak tutmasın.”[16]; “De ki: Ey kâfirler, ben sizin ibâdet ettiklerinize ibâdet etmem...” [17]
Bu âyetlerde açıkça görüldüğü gibi Allah, ibâdetin sadece Kendisine yapılmasını emrediyor. İster içimizde ve ister dışımızda olsun bizi kendisine râm eyleyen, itaatkâr kılan, bizim bedenimizi ve rûhumuzu kendi kudretine göre yönlendiren, bizim enerjimizi kendi istediği yöne sevkeden, yani bizi teslim alan her “güç”, bizi kendisine kul yapmış demek olur. Oysa Rabbimiz, bizim ulûhiyet, rubûbiyet ve ubûdiyeti yalnızca kendisine tahsis etmemizi ve bu noktada bütün sahte ilâh ve rableri reddetmemizi istiyor.
“Mistik anlayış; ibâdeti, hayattan el etek çekip inzivâ ve riyâzet yoluyla Allah’la birleşme şeklinde tanımlamaktadır. Bu anlayışa göre bireylerin toplumsal sorumlulukları ihmal, hatta inkâr edilerek nefsi arındırma öne çıkarılmaktadır. Bu anlayış, birçok farzı terk ederken; nâfile, hatta uydurma ibâdetleri ön plana çıkarmaktadır. Vahdet-i vücud nazariyesine inananlar daha da ileri giderek, fenâ fişşeyh, fenâ firrasûl mertebesini aşıp fenâ fillâh derecesine yükselenler için ibâdetin sözkonusu olmadığını ön görürler. Zira bu son mertebe artık Allah’la birleşme aşamasıdır. Mistik akım, kulluğu sadece şeklî bazı ibâdetlerden ibâret saydığı için dünya hayatına ilişkin İslâmî kuralları kulak ardı eder. Bu yüzden yeryüzünün zâlim, fâsık veya kâfir yöneticiler tarafından ifsâdına ses çıkarmaz. Tarihsel süreç içinde hep bu tavrı gösterdikleri gibi, günümüzde çok sayıda şeyhin Batı emperyalizminin yerli işbirlikçileri olan siyasi partilere yakın durmaları, izzeti bu partilerin liderlerine yakın olmakta aramaları bu görüşü doğrulayan açık örneklerdir.”[18]
İbâdet, Hayatın Tüm Alanlarını Kuşatır
İbâdet, hayat yolunun bütünüdür. Namaz, oruç gibi ibâdetler, insanın azığını ikmal ettiği, enerji depolanan istasyonlardır. Azık bittikçe ve yolcu, önündeki istasyona her uğrayışında yeni bir enerji ve azık aldığı duraklardır namazlar, oruçlar. Bu dinde ibâdet anlayışı ve yolu geniş kapsamlıdır; insanların ibâdet diye isimlendirmekte birleştikleri birtakım taabbudî sembollerle sınırlı değildir. Bu semboller -bütün önemlerine rağmen- farz kılınan ibâdetin sadece bir parçasıdır. "De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm ortağı olmayan Rabbu’l âlemîn Allah içindir. O'nun hiçbir ortağı yoktur."[19] Namaz ve kurban, sembolleri temsil ediyor; fakat gaye bundan daha büyüktür. Gaye ölünceye kadar hayatın tümünün, hatta bizzat hayatın, ortağı olmayan Allah'a yöneltilmiş bir ibâdet olmasıdır. Yani ibâadet; her ânı, her işi, her fikri, her duyguyu kapsıyor.
"Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk/ibâdet etsinler diye yarattım."[20] Cinlerin ve insanların yaratılış hedefi Allah'a ibâdete hasredildiğine göre, hayatın bütününü ölünceye kadar sadece şeklî farzlar doldurabilir mi? Bu, ancak ibâdetin hayatın her yönünü kapsaması durumunda gerçekleşir. Bu da bilfiil İslâm'da vardır. Şeklî ibâdetler namaz da olsa, zekât, oruç veya hac da olsa, belirli bir süreyi kapsar. Ya da kişi nâfilelerle bu süreyi arttırabilir. Fakat hayatın bütün alanını dolduramaz. Bu şekilde ancak Allah'ın nurdan yarattığı melekler ibâdet edebilir.[21] Yoksa insanoğlu bütün vakitlerini klasik ibâdetlerle geçiremez. İnsanın usanan bir bedeni, dağılan bir aklı vardır. Bu yüzden usanmaksızın gece-gündüz Allah'ı tesbih edemez. Zaten Allah da onu bununla mükellef kılmamıştır. Allah, her kişiye ancak gücünün yettiğini yükler. Allah onu bu yapıda yaratmıştır; onun gücünün sınırlarını biliyor, güç yetiremeyeceği şeyi teklif etmiyor. Bununla beraber, onun bütün hayatı Allah için olmalıdır. Zira Allah, onu sadece ibâdet için yaratmıştır. Peki, bu, istenilen ibâdetler sadece şekilsel ibâdetlerde kalırsa gerçekleşebilir mi? Bu, ancak ibâdetin mânâsının genişleyip yeryüzündeki insanın bütün eylemlerinin ona dâhil olmasıyla gerçekleşir. Bu da her türlü amelin tevhide bağlanıp, tevhidin de bütün gerektirdikleriyle hayat tarzı olduğunda mümkündür.
Siyaset ibâdettir... Allah'ın şeriatını tatbik olduğunda, yeryüzü gerçeklerine göre Rabbânî adâlet tatbik olduğunda, insanları tek bir ilâha kulluk ettirdiğinde, tâğutlardan kurtarıp hürriyete kavuşturduğunda siyaset ibâdettir.
İktisadî dinamizm ibâdettir... Para, helâl kazançtan elde ediliyorsa; para ve mal biriktirilip, bunlarla hayra dâvet ve şerle savaş oluyorsa; kazanılan para temiz işlere harcanıyorsa o meşrû iş, iktisadî birikimler ve para ibâdettir.
Sanat etkinlikleri de ibâdettir... Meşrû olan sanat türleriyle Hakka dâvet ve kötülüklerle savaş olduğunda, Rabbânî anlayış gereğince yeryüzünü îmar ve Allah isminin yüceltilmesi için insanları çalışmaya ve güzele teşvik ettiğinde.
Kısaca, Rasûlülllah (s.a.s.)'ın ibâdetin insan hayatındaki büyük küçük her şeyi kapsadığını öğretmek için buyurduğu gibi "hatta eşinin ağzına koyduğu bir lokma bile" ibâdettir.
Bütün ibâdetler, dünya ve âhireti beraber hedefleyen bir iştir. İster klasik ibâdet tanımı içine giren semboller olsun, ister insanın icra edip yürüttüğü hayatî faâliyetler olsun.
İbâdetleri ma'bedlerle sınırlamayan bir dinin, temel buyruklarının yanında, gülümsemeyi, sevmeyi, çalışmayı, ticareti, yeme-içmeyi, kızmayı, ağlamayı, yürümeyi, nefes almayı, sevişmeyi, yani hayatın kendisini ibâdet haline getirmesine neden hayret etmeli? İlâhî sınırlar korunduğu zaman hayatın her birimi gerçek kimliğini kazanır. Bu kimlikle açılır cennetin kapıları.
Hıristiyanlar sadece kiliselerde ibâdet edebilirler. İslâm dışındaki hemen her din de, ibâdeti, tapınmayı kendi mâbedlerine has kılar. Günümüzdeki farklı tapınmalar için de bu geçerlidir: İnsanların ibâdet ihtiyacını tatmin için arenalar, stadyumlar, müzikholler, türbeler, anıtlar, anıtmezarlar inşâ edilmiş, insanlar tapınmak için belirli vakitlerde buralarda sevdikleri uğruna kendilerinden geçmekte, ayılıp bayılmakta, huşû içinde tapınmaktadırlar. Hatta bu sahte ilâhların önünde kendinden geçen insanlardaki huşû ve gönülden bağlılık nice müslümanın namaz gibi en önemli ibâdetinde bile yok.
Müslüman, ibâdet etmek için mutlaka mescid ve câmi aramaz; Her yerde ibâdetini yapabilir. Tüm arz mesciddir müslüman için. "Benim için yer(yüzü) tertemiz ve mescid kılındı. Namaz vakti gelince, kişi bulunduğu yerde namazını kılar."[22] "Mescidlerimiz işgal altında!" demiş olsak, bazılarımızın aklına yalnız İsrail işgali altındaki Mescid-i Aksâ gelecek. Veya Allah'ın değil; tâğutların emrinde memur olan bazı bel'amların güdümündeki mescidler (Aslında nice câmiler, devlet dairesi haline gelmekte, hatta kiliseleştirilmekte, nice imamlar papazlaştırılmakta veya bel'amlaştırılmakta). Ama bizim kastımız, daha geniş; Evet, mescidlerimiz işgal altında ve putlarla dolu. Yeryüzü mescidi, putlardan, tâğutlardan ve putçu düzenlerden temizlenme çabası olmadıkça müslümanların ibâdetleri sıhhatli olmaz ve gerçek ibâdet, gerçek kurtuluş gerçekleşmez. "Mescidler Allah'a aittir. Orada Allah ile beraber bir başkasına dâvet, duâ etmeyin." [23]
Bazı insanların sandığı gibi, ibâdet sadece âhiret için değildir. Zira bu din, dünya hayatındaki insanın işini ıslah etmek için de inmiştir. Akîdesini olsun, şeriatını olsun, ibâdetini olsun, onun dünyadaki her şeyini düzene koymak için gelmiştir.[24] Bundan dolayı bu dinde dünya ile âhiret her konuda birbirine bağlıdır. İnsanlar, dünya hayatında çalışan organları, âhirete bağlı kalpleriyle dinin gölgesinde yaşarlar. "Şüphesiz namaz, fahşâdan (her çeşit aşırılık ve ahlâksızlıktan) ve kötülükten men' eder."[25] Dünyada kötülüklerden menediyor, âhirette ise mükâfat var. Mü'min, Allah rızâsı için namaz kılar. Aynı zamanda fahşâdan, fuhuştan ve kötülükten de alıkonarak dünya hayatını ıslah etmiş olur. Orucun farz kılındığını bildiren âyetin sonunda da "umulur ki korunursunuz" denilir.[26] Dünyada korunup (takvâ sahibi olup), yeryüzünde hayatınızı ıslah edersiniz, âhirette ise mükâfata erişirsiniz. Zekâtın emredildiği âyetlerde[27] geçen temizleme, çoğaltıp arttırma, zenginin fakire bağışlaması, zekâtın belirlenen sınıflara dağıtılması dünyada yapılır; âhirette ise mükâfat vardır. Hacc sûresi, 27-28. âyetlerde belirtilen maslahatlar da böyle. Böylece ibâdet aynı anda hem dünya, hem de âhiret için oluyor.
Bir başka yönden Lâ ilâhe illâllah'a bütün gerektirdikleriyle yapışan bir müslümanın hayatında âhiretten kopuk sadece dünya için bir amel yoktur. Hatta insanların sadece bedenî, hatta hayvanî, sadece dünyalık gördükleri cinsel ilişki bile buna dâhildir. Nitekim Rasûlüllah (s.a.s.) buyuruyor ki: "Sizden herhangi birinizin cimâ yapmasında sevap vardır." Dediler ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Bizden herkes eşine ona duyduğu şehvetten dolayı gider, böyleyken nasıl ona sevap olur? Cevaben buyurdu ki: "Ne dersiniz, şayet harama gitseydi günah olmayacak mıydı? İşte, helâle gittiğinden ona sevap vardır."; "Sizden birinizin evliliğinde sadaka sevabı vardır." [28] Bu sebeple eşler arasındaki sevişmeler bile aynı anda hem dünyevî, hem de uhrevî bir iş (yani ibâdet) oluyor. [29]
Herhangi Bir Eylem Nasıl İbâdet Olur?
Bir eylemin Allah'a ibâdet olabilmesi için şu özelliklerin bulunması gerekir: İnanç, meşrûiyet, usûl ve niyet.
Bir fiilin ibâdet olabilmesi için doğru iman başta gelen şarttır. İkinci şart ise, o yapılan işin tâat cinsinden olması lâzımdır. Çünkü ibâdet kelimesi itaat anlamına gelir. Yani dinin yapılmasını güzel gördüğü bir emir veya meşrû gördüğü mubah bir iş olması gerekir. Üçüncü şart ise, yapılan işin Allah'ın istediği, Rasûl'ün uyguladığı biçimde yapılması gereğidir. Dördüncü şart da niyettir. Allah'ın rızâsı için yapılması, bir meşrû işi ibâdet seviyesine çıkarır. Allah'a yaklaşmak ve O'na itaat etmek gibi yüksek gayeler, bir eylemi ibâdete dönüştürür.
İmansız ve ihlâssız amel, ibâdet olmaz; böyle bir ibâdet boşa gider.[30] Haramlar, dinin yasakladığı eylemler, hiçbir zaman Allah'a ibâdet olmaz. Yapılan meşrû eylemin usûlü (metodu) da önemlidir. Meselâ, namazı Allah'ın istediği tarzda, Peygamberimiz'in kıldığı şekilde değil; başka şekilde kılarsak, o, ibâdet olmaktan çıkar. İbâdette niyet şarttır. Peygamberimiz (s.a.s.), "Ameller, ancak niyetlere göredir."[31] buyurmuştur. Bu nedenle Allah'a kurbet ve itaatten başka bir maksatla yapılan fiiller, "ibâdet" olmaz. Meselâ niyetsiz aç durmak oruç değil, niyetsiz Mekke’ye gidip ziyaretlerde bulunmak da hac değildir.
Allah'a ibâdetin anlamı: Kur'an'da 82 âyette "Allah'a ibâdet"ten söz edilmiştir. İnsan, Allah'a ibâdet için yaratılmıştır.[32] Bütün peygamberler, insanları Allah'a ibâdet etmeye dâvet ettikleri gibi,[33] kendileri de O'na ibâdet etmişlerdir.[34] Kur'an'da hem "ey insanlar" hitâbıyla,[35] hem de "ey mü'minler" hitâbıyla[36] Allah'a ibâdet etmek emredilmiş ve ibâdetin ihlâsla,[37] hiçbir şeyi ortak koşmadan yalnız Allah'a yapılması istenmiştir.[38] Allah'a ibâdetten bahseden âyetlerdeki ibâdet kavramı, genel olarak tevhid, itaat, duâ, Allah'ı bilmek, O'na boyun eğmek, iman etmek ve sâlih amel işlemek anlamlarını ifade eder.
Kur'an'da ibâdet kavramı; Allah'ın varlığını ve birliğini ikrar etmek, peygamberlerine ve peygamberleri ile gönderdiği İlâhî vahye iman etmek, O'na boyun eğerek itaat etmek, İslâm'ın helâl ve haram, emir ve yasak bütün hükümlerini tatbik etmek, Allah'ın râzı olduğu şeyleri yapmak ve hükmüne râzı olmak, nimetlere şükretmek, musibetlere sabretmek, insanların haklarına riâyet edip onlara şefkat ve merhamet etmek anlamlarını ifade eder.
Buna göre Kur'an'da ibâdet kavramı; iman, ahlâk, namaz, oruç, hac, zekât, cihad, evlenme, boşanma, helâl-haram, miras, ticaret, ahde vefâ, yemin, keffâret, ukubat... kısaca Kur'an'ın başından sonuna kadar bütün hükümlerini uygulamayı, emir ve yasaklarına riâyeti, sınırlarını korumayı içine alır.
Fıkıh Usûlü kitaplarında Kur'an hükümlerinin itikad, ibâdet, ahlâk, muâmelât, ukubat şeklinde kısımlara ayrılması, anlatımı kolaylaştırmak içindir. Yoksa, ahlâkî ve amelî hükümler, "ibâdet" kavramının mânâlarından tamamen ayrı demek değildir. Çünkü Kur'an'ın amelî ve ahlâkî bütün hükümlerini uygulamak, Allah'a kulluk etmektir. Bu itibarla Kur'an hükümlerinin hepsi "ibâdet" kavramına dâhildir.
Allah'ın yapılmasını istediği şeyleri yapmak da, yasakladığı şeylerden kaçınmak da Allah'a kulluk etmektir, ibâdettir. Çünkü ibâdetin temel anlamı, Allah'a boyun eğerek itaat etmektir. İtaat de iki şekilde olur: Emirlere uymak ve yasaklardan kaçınmak.
Kur'an'da 53 âyet-i kerimede "Allah'tan başkasına ibâdet"ten söz edilmiştir. Allah Teâlâ, cin ve insanları kendisini tanıyıp ibâdet etmeleri için yaratmıştır.[39] Fakat, imtihanın gereği olarak onları bu konuda zorlamamıştır. Bu sebeple cin ve insanlardan, bir tek ilâh olarak Allah'ı tanıyıp kabul edenler ve sadece O'na ibâdet edenler olduğu gibi; canlı ve cansız varlıkları Allah'a ortak edip onlara ibâdet edenler de vardır. Allah, ilk insan Âdem (a.s.)'den itibaren insanlara elçiler ve kitaplar göndermek sûretiyle cin ve insanları Allah'tan başkalarına ibâdet etmemeleri konusunda uyarmıştır. "Andolsun Biz, her millet içinde Allah'a ibâdet edin, tâğut(a ibâdet)ten kaçının diye bir peygamber gönderdik. Onlardan kimine Allah hidâyet etti, onlardan kimine de dalâlet hak oldu." [40]
Allah'tan Başka Tapılan Varlıklar: Allah'tan başkasına tapanlar, sadece cinler ve insanlardır. Tapılanlar, yani ma’bûd, rab ve ilâh edinilen varlıklar ise; ibâdet kavramının geçtiği âyetlerde Allah'tan başkaları[41], Allah'tan başka, insanlara fayda ve zarar vermeye gücü yetmeyenler[42], işitmeyen, görmeyen ve insanlara hiçbir şey kazandırmayanlar[43], Allah'tan başka tapınılan putlar/evsân[44], heykel şeklindeki putlar/asnâm[45], sahte tanrılar/ilâhlar[46], heykeller[47], tâğut[48], şeytan[49], ataların taptığı şeyler[50], Allah'a ortak koşulanlar[51], cinler [52], insanlar[53], melekler[54], Allah'tan başka dost tutulanlar[55], Allah'tan başka ilâh diye isimlendirilen putlar[56], kâfirlerin taptığı şeyler[57], elle yontulup yapılanlar[58] olarak zikredilmişlerdir.
Allah'tan Başkasına İbâdetin Anlamı: Allah'tan başkasına ibâdet; insan, cin, melek, şeytan, atalar, liderler, hükümdarlar, bilginler, veliler, sâlih kişiler gibi canlı ve cansız varlıkları ilâh ve rab kabul etmek, onlara Allah'a isyan konusunda itaat etmek, boyun eğmek, duâ edip yalvarmak, kurban kesmek, kulluk etmek, secde etmek, eğilip saygı göstermek, Allah yerine ma’bûd edinilen kimselerin emir ve yasaklarına, helâl ve haramlarına, prensip ve sistemlerine uymak anlamlarına gelir.
Allah'tan başkasına ibâdet etmek, Allah'ın varlığını kabul etmemek anlamına gelmez. Kur'an'ın indirildiği zaman Mekke müşrikleri Allah'ın varlığını, yaratıcı ve rızık verici olduğunu kabul ediyorlar, ama bir tek ilâh olduğunu kabul etmiyorlardı. Kendilerini Allah'a yaklaştırır ve şefaatçi olur ümidiyle ilâhlara tapıyorlardı. Kur'an'da bu husus, şöyle bildirilmektedir:
"...Allah'tan başka evliyâ (dostlar) edinen kimseler, biz bunlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz (demektedirler).”[59]
"Hâlbuki insanı Allah'a yaklaştıran iman ve sâlih ameldir."[60]
"Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda veren şeylere ibâdet ediyorlar ve: 'Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir' diyorlar..."[61]
Demek ki Allah'a ibâdet edebilmek için Allah'ın varlığını, yeri göğü yaratttığını, rızık verdiğini kabul etmek yeterli değildir. Allah'ı bir tek ilâh olarak kabul etmek, O'ndan başka canlı ve cansız hiçbir varlığa tapmamak ve tâğutu reddetmek demektir.
Putlara, Heykellere İbâdet
İnsanlara Fayda ve Zarar Vermeyen, İşitmeyen, Görmeyen Putları ve Heykelleri İlâh Edinmek ve Onlara İbâdet Etmek: Kur’ân-ı Kerim'in andığı şirk çeşitlerinden birisi, putlara ibâdet şeklinde ortaya çıkan tapınmadır. Putlar çeşit olarak çok fazla olmakla beraber, genel olarak iki kısımda mütâlaa edilebilirler:
1- İnsan, hayvan veya bunların karışımı bir şeklin; içinde bir sembolü, bir ruhu, bir örnekliği temsil ettiği anlayışıyla ağaç, taş ve madenden yapılarak, temsil ettiği varsayılan sembolün kutsanması biçimindeki putçuluk. Bu tür putlara sanem veya vesen adı verilir.
2- Herhangi bir şekil düşünmeksizin kafalara, gönüllere, kalplere dikilen veya tâbi olunan putçuluk. Bu tür putperestliğin görüntüsü daha moderndir.
Birinci maddede ele aldığımız putçuluk olayında putlar, tapanların nazarında tabiat üstü yüce bir gücü ve kuvveti temsil ettikleri için, putperestler bu güç ve kuvvetin, tapındıkları putlarda gizli olduğuna inanırlar. Bu bağlamda her putun veya putçuluğun ilgili bulunduğu bir efsânesi vardır. Bu putların bir kısmı iyiliği, bir kısmı şerri, bir kısmı ucuzluğu vs. yi temsil eder.
İslâm tarihçilerinin kaydettiklerine göre, putperestlik İslâm'dan önce Arap yarımadasında oldukça yaygındı. Denilebilir ki, Arabistan'da putçuluğun tüm çeşitleri olmakla beraber, daha çok birinci kısımda anlatmaya çalıştığımız putperestlik yaygındı.
Putçuluğun her çeşidine karşı çıkan ve putlara ibâdet etmenin kötülüğünü en beliğ biçimde ortaya koyan Kur’ân-ı Kerim âyetleri, insanoğluna, yaratıcının sadece Allah olduğu fikrini aşılama sadedinde delil üstüne delil sunar. "Siz, elinizle yonttuklarınız (putlar)a mı tapıyorsunuz? Oysa sizin de, bütün taptıklarınızın da yaratıcısı Allah'tır." [62]
"De ki: Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz (iyi bilin ki) ben, sizin Allah'tan başka ibâdet ettiklerinize ibâdet etmem. Yalnız sizi öldürecek olan Allah'a ibâdet ederim. Bana mü'minlerden olmam emredildi."[63] Âyette geçen "Allah'tan başkasına ibâdet" , putlara duâ etmek ve yalvarmak anlamındadır. Nitekim peşinden gelen âyette, "Yüzünü Allah'ı birleyici olarak dine çevir ve müşriklerden olma!"[64] denildikten sonra, "Allah'tan başka sana ne fayda, ne de zarar vermeyecek olan şeylere yalvarma/duâ etme. Eğer böyle yaparsan, o zaman sen zâlimlerden (müşriklerden) olursun."[65] buyrulmuştur.
"De ki: (Ey müşrikler!) Ben, Allah'tan başka yalvardıklarınıza ibâdet etmekten men olundum."[66] Bu âyetteki "duâ"ya, "ibâdet" anlamı verilebilir. Bu takdirde ibâdet, ilâh kabul ederek putlara saygı göstermek anlamını ifade eder. Putlara ibâdet, ister musibet ve sıkıntılı anlarda onlara yalvarmak, duâ etmek; ister ilâh diye ta'zim göstermek olsun, neticesi aynıdır. Böyle bir davranış şirk[67], hak yoldan sapmak ve hidâyete erenlerden olamamaktır.[68] Allah'tan başkasına tapanlar câhil kimselerdir. "Ey câhiller! Allah'tan başkasına ibâdet etmemi mi bana emrediyorsunuz?" [69]
Kur'an'da Allah'tan başkasına tapılanlar, insana zarar ve faydası dokunmayan,[70] rızık vermeyen,[71] insan eli ile yapılan[72] işitmeyen ve görmeyen,[73] bir şey yaratamayan,[74] insanların ilâh diye isimlendirdikleri boş isimler,[75] uydurma tanrılar,[76] heykeller [77] ve putlar [78] olarak nitelendirilmişlerdir.
İbrâhim (a.s.), babasına ve kavmine demişti ki: "Sizin şu karşısında durup ibâdet ettiğiniz heykeller nedir? (Babası ve kavmi), 'Babalarımızı onlara ibâdet eder bulduk' dediler. (İbrâhim), 'Doğrusu siz de, babalarınız da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz' dedi. (...) İbrâhim (a.s.), büyük bir put hariç diğer putları kırdı. Kavmi, putların kırıldığını görünce, 'Bunu ilâhlarımıza kim yaptı? Muhakkak bunu yapan zâlimlerden biridir' dedi. (...) (İbrâhim'e), 'Ey İbrâhim! Bu işi ilâhlarımıza sen mi yaptın?' dediler. İbrâhim, 'Hayır, işte şu büyükleri yapmış. Onlara sorun, eğer konuşurlarsa' dedi. (...) (Kavmi), 'Ey İbrâhim! Sen de bilirsin ki, bunlar konuşmazlar’ dedi. Bunun üzerine İbrâhim, 'Siz Allah'ı bırakıp da size hiç fayda ve zarar vermeyen şeylere mi ibâdet ediyorsunuz? Size ve Allah'tan başka taptıklarınıza yuh olsun. Akıllarınızı kullanmıyor musunuz? (dedi.)”[79]; "Ey babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir şey kazandırmayacak olan şeylere niçin ibâdet ediyorsun?' dedi." [80]
Kendi elleriyle yapıp ilâh diye adlandırdıkları[81] heykellerin (temâsîl), insanlara elbette faydası ve zararı olmaz. Bu sebeple heykelleri ilâh edinip onlara saygı göstermek, yalvarmak, onlardan medet ummak, ahmaklık ve akılsızlıktır. Allah'tan başkalarına, uydurma ilâhlara, putlara ve heykellere tapanlar, kendilerini felâkete sürüklemiş, dünya [82] ve âhirette Allah'ın azâbını hak etmiş olurlar[83] Kendisinden başkasına ibâdet edenlere, "Siz ve Allah'tan başka ibâdet ettikleriniz cehennemin odunusunuz. Siz oraya (cehenneme) gireceksiniz." [84] uyarısını yapan Yüce Allah, "Allah'tan başka dilediğinize ibâdet edin!" [85] diyerek müşrikleri tehdit etmiştir. [86]
Allah'tan başka ibâdet edilenler, kıyâmet günü kendilerine ibâdet edenleri inkâr edecekler ve onlara düşman olacaklardır. "(Müşriklerin taptıkları ilâhlar), onların ibâdetlerini inkâr edecekler ve onlara düşman/karşı olacaklardır." [87]
“Beşerin böyle dalâletleri var; Putunu kendi yapar, kendi tapar!” diyor şâir. İnsanların kendi elleriyle yaptıkları putlara ve heykellere ibâdet etmeleri; onları Allah katında kendilerine şefaatçi ve yardımcı olur, kendilerini azaptan korur inancı ile ilâh edinip tapmak, saygı göstermek, duâ edip yalvarmak, sıkıntı anlarında onlara sığınmak anlamlarını ifade etmektedir.
Put, sadece Arapların câhiliyye döneminde taptıkları basit ve alelâde şekillerden veya özellikle Hz. İbrâhim döneminde olduğu gibi, muhtelif câhiliyye sistemlerinde tapınılan taştan, tunçtan, tahtadan heykellerden ve ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayallerden ibaret değildir. Bu basit puta tapınma şekilleri Allah'a şirk koşmanın bütün boyutlarını kapsamaz. Yalnızca bu ilkel putçuluklar üzerinde duracak olursak ve Kur'an'daki şirkten maksadın sadece bunlar olduğunu kabul edecek olursak, oldukça boyutlu olan şirk kavramından bir şey anlamayız. Kur’an’ın evrensel boyuttaki ve zamanlar üstü mesajını kavrayamayız. Kur’an’ın en büyük problem olarak gördüğü şirk, kıyâmete kadar hemen tüm toplumlarda olabilecek tüm tevhid dışı kutsama ve tapınma özelliklerini kapsar. Kur'an'a göre put, o kadar geniş anlamlıdır ki, kişinin Allah'ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir. Bu putları hayatın amacı kılmak da Allah'a şirk koşmak olarak nitelendirilmiştir. Fakat insanları kendilerine fayda ve zararı olmayan taş, ağaç, maden vs. şeylere ibâdete sevkeden sebepler nelerdi? İnsanlar niçin putlara tapmışlar ve tapmaya devam ediyorlar? [88]
Hevâyı İlâhlaştırmak
“Hevâ”; boş, hava dolu, sonuçsuz, değersiz gibi anlamlara gelir. Bu kavram nefsin şehvete ve zevke düşkünlüğünü anlattığı gibi, yeterli ilmi olmadan sahibine emir veren nefis anlamında da kullanılmaktadır. Böyle bir nefis, sahibini şehvete ve aşırı zevke düşürüp günaha sürükler, dünyada rezilliğe, âhirette ise azâba götürür.
İnsanın aşırı isteklerine, Allah’tan gelen ilme yani vahye uymayan tutumlarına “hevâ” denilmektedir. Nefsin ölçülü ve sınırlı istekleri, meşrû arzuları normal yoldan karşılandığı zaman hata değil; sevap bile olur. Nefis her zaman çeşitli isteklerde bulunur. Bu taleplerin bir kısmı insanın ihtiyacı değil; hevânın aşırı arzularıdır. Kişi, nefsinin meşru isteklerini inandığı Rabbin gönderdiği ölçüler içerisinde karşılayabilir. Aşırı isteklere uyulması; nefsin Rabbin ölçülerine aldırmaması anlamına gelir. Bu, şüphesiz bir hatadır ve sahibine zarar veren bir şeydir.
Eğer nefis Allah’tan gelen ilme, yani vahye uyarsa, görüşlerini, kararlarını, isteklerini bu ilme uygun bir şekilde ayarlarsa; o nefis doğru yolda olan nefistir. Fakat bir kimse Allah’tan gelen ilme/vahye kulak asmaz, yalnızca kendi görüşünü, zevkini, kararını, arzusunu ön plana çıkarırsa, bu nefis, doğru yoldan azan bir nefistir ve o kişi hevâsına uydu demektir. Yeryüzündeki bütün günahların, bütün şirklerin, bütün kâfirliklerin sebebi hevâya uymaktır. Bir iş yaparken, bir şeyin hakkında karar verirken, bir ibâdet fiilini yerine getirirken, bir şey yanlış mı doğru mu diye düşünürken; kişi ya kendi aklına/arzularına ya da inandığı dinin ölçülerine uyar. Eğer bir akıl Allah’tan gelen haberlere inanmıyorsa, o aklın sahibi kesinlikle yanılacaktır ve insan, hevâsına uymuş olacaktır. “Gördün mü hevâsını (arzularını/isteklerini) tanrı haline getireni? Onun üzerine sen mi vekil olacaksın?”[89]
Hevâsına Uyanların Özellikleri
Hevânın yerleştiği kalpte, başta şirk olmak üzere bütün olumsuz davranışlar, bütün kötülükler yerleşmeye başlar. Böyleleri hevânın bir benzeri olan zanlarının (boş kuruntularının) ve keyflerinin peşine giderler. Allah’ın gönderdiği hidâyet rehberine aldırmazlar bile.[90]
Kişinin kendi hevâsına uyması, Hak’tan yüz çevirmesi demektir. Nitekim Kur’an, “kendi hevâlarına uyanlara tâbi olmayın”[91] demektedir. Böyle yapanlar zâlim olurlar. Zâlimler ise Hak’tan yüz çevirenlerdir.[92] Zaten onların Allah’ın hidâyetinden yüz çevirmelerinin, ya da âyetleri yalan saymalarının sebebi, Vahyi bırakıp kendi hevâlarına uymalarıdır.[93] Şu âyet, hevâya uymanın zararlarını göstermesi açısından ne kadar dikkat çekicidir: “Eğer hak, onların hevâlarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) fesada (bozulmaya) uğrardı…”[94]
Hevâlarına uyanların özelliklerinden biri de istikbar (kendini büyük görme) ve peygamberlerin getirdiği vahye karşı çıkmadır. Bu gün de hayata ve dünyaya kendi hevâları doğrultusunda yön vermek, keyiflerine göre yaşamak isteyenler Kur’an mesajına, İslâm’ın güzelliklerine karşı çıkmaktadırlar.[95] Hevâlarına uyanlar Allah’tan gelen ilmi (vahyi veya âyetleri) bilgisizce bir tarafa atarlar. Onlar gerçekten câhillerdir.[96] Kur’an, Hz. Peygamberi ve onların şahsında müslümanları uyararak: “Sana gelen bu ilimden (Kur’an ve hükümlerinden) sonra onların hevâsına uyarsan, senin için Allah’tan bir velî ve yardımcı yoktur.”[97]; “Allah’ın indirdiği ile hükmet, onların hevâsına uyma!”[98]; “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol ve onların hevâsına uyma!”[99] diye emretmektedir.
Kur’an, mü’minlere ayrıca “adâletten ayrılıp hevânıza uymayın”[100] demektedir. Şüphesiz ki hevâya uymak dengeyi bozar, hakları ihlâl eder, tarafgirliğe ve taassuba sebep olur, düşmanlığı körükler. İnsan, Allah’ın hidâyet kitabı olarak gönderdiği Kur’an’ı, yani vahyi dışlayarak, her şeyi kendi aklına, kendi hevâsına göre çözmeye, her şeyin hükmünü işine geldiği gibi vermeye kalkışırsa, insanın içinde de yeryüzünde de huzurun olması mümkün değildir. Vahyi dışlayanlar hem kendilerine çeşitli ilâhlar bulurlar, hem de küçük, önemsiz ve kısır çekişmelerin içinde, ucuz çıkarların peşinde koşar dururlar. Hevâsına uyan kimselerin yön verdiği dünyada barış ve adâletin olması mümkün değildir. Bu gerçeğe hem tarih şâhittir, hem de içinde yaşadığımız şartlarda bunu açıkça görmekteyiz.
Kur’an, mü’minleri, hevâlarına uymamaları konusunda sık sık uyarmaktadır. Yine, mü’minlere, hevâlarına uyan veya hevâlarını tanrı haline getirenlerin peşinden gitmemelerini emretmektedir. Buna bağlı olarak da en iyi barınma yeri Cennet’in Rabbinin makamından korkanlar ve nefsinin hevâsından sakınanlar için hazırlandığını haber vermektedir.[101]
Kur’an, Allah’ın âyetlerine tâbi olanlar ile hevâlarına uyanların bir olmayacağını belirtir: “Şimdi Rabbinden apaçık bir belge üzerinde bulunan kimse, kötü ameli kendisine ‘süslü ve çekici’ gösterilmiş ve kendi hevâsına uyan kimse gibi midir?”[102] Elbette bir olmaz. Birisi, Allah’tan gelen açık, sağlam, Hak, doğru, hidâyete ulaştırıcı, iki dünyada da kurtuluşa götürücü, kişiyi adam eden İlâhî belgelere, yani vahye (Allah’ın âyetlerine) uymakta, öbürü ise nefsinin aşırı isteklerine, kuruntulara, ilmî dayanağı olmayan zanlara, boş hayallere uymaktadır.
Peygamberimiz (s.a.s.) buyuruyor ki: “Yüce Allah’ın yanında gök kubbe altında Allah’tan başka tapınılan tanrılar içinde, kendisine uyulan hevâ (aşırı istek ve tutkular)dan daha büyüğü yoktur.”[103] Hevâsına uyan insanların çok olduğu toplumlarda hata çok yapılır, suç çok işlenir, fitne ve fesat çok yaygınlaşır, insanî değerler rağbet görmez, adâletle hareket etme ahlâkı zayıflar. Bu bakımdan insanlara düşen, hevâlarına uymak değil; kendi hevâsından konuşmayan bir Peygamber’e[104] ve O’nunla beraber Allah’tan gelen ilme (vahye) tâbi olmaktır.[105]
“Hakiki mücâhid, nefsiyle (hevâsıyla, kötü arzu ve istekleriyle) cihad edendir.”[106] Nefsin sayısız denecek kadar çok, kötü arzu ve istekleriyle mücâdele İslâm’ın istediği şekilde ve miktarda olmazsa, hevâsı insana hâkim olur, insanın tüm yönetim ve denetimini ele geçirir. İşte bu durum, Kur’an’ın “hevâyı ilâhlaştırmak” dediği durum olur. Hevânın her emrini yapmak, arzularını bir kanun gibi benimseyip, kimseyi karıştırmayan mutlak özgürlük içinde bulunmak, İslâm’la çeliştiğinde tercihi arzulardan ve nefsî isteklerden yana yapmak hevâyı putlaştırmak demektir.[107]
Dini, şeriatı nefsine hâkim kılamayan kişi, çevresine ve devlete hiç kılamaz. İrâdesine hâkim olamayan kişi, başkalarına hakkın sözünü hiç duyuramaz. Nefsimizin istediği ölçüde, basit menfaatlerimize uygun düştüğü kadar İslâm’ı isteyen, hevâsını hakem ve ölçü yapmıştır. İslâm tebliğ edildiği halde, çeşitli bahaneler ileri süren, İslâm’ı yaşamayan veya yanlış yaşayan bazı kötü örnekleri, kendi yaptığı yanlışlara mâzeret kabul eden, onları tenkit ederek işin içinden sıyrılacağını zanneden kişi, hevâsının egemenliğine girmiş, şirk yoluna düşmüş demektir. Kişi; Allah'a, İslâm’a dil uzatılmasına karşı sessiz kaldığı halde; nefsine sataşıldığında, menfaatlerine ters bir durum olduğunda kavgaya kalkıyorsa, nefis ve hevâsını büyük tanrı kabul etmiş olmaz mı?
Hevânın Putlaştırılıp İlâh Haline Getirilmesi
Bir insan kendi görüşünden, kendi kararından başkasını beğenmiyorsa, kendi zevkinden daha üstün bir şey tanımıyorsa o insan kendi hevâsını, kendi nefsini tanrı haline getiriyor demektir. Kur’ân-ı Kerim bunu şöyle açıklıyor: “Gördün mü hevâsını (arzularını/isteklerini) tanrı haline getireni? Onun üzerine sen mi vekil olacaksın?”[108] Böyle kimseler, canlarının istediğinden başka kutsal bir şey bilmezler. Bunlarda hakseverlik yoktur. Bu gibiler bencil insanlardır. Peşine düştükleri arzuları da normal bir istek değil, nefislerinin istediği kuruntulardır. Böyleleri hak, hukuk, delil, âyet, şâhit tanımazlar, yalnız kendi isteklerini en üstün tutarlar. Onlara göre din de, insanların vicdanlarından gelen arzularıdır. Dolaysiyle kendi nefislerini doyurmaya, keyflerini tatmin etmeye çalışırlar.
“Şimdi sen, kendi hevâsını putlaştırıp ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz öğüt alıp düşünmüyor musunuz?”[109]
Bunlar, hakkı ve gerçeği kabul etmezler, ama keyfîliği hayat anlayışı olarak alırlar. “Şimdi sen, kendi hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz yine öğüt alıp düşünmüyor musunuz?”[110]
Gazâli, bu âyeti yorumlarken “ilâh” kelimesinin “ma’bûd” anlamına geldiğini, ma’bûdun da “emrine uyulan” demek olduğunu, buna göre davranışlarında hevâya uyup bedenî arzularının peşinden koşanların hevâlarını ilâh edinmiş sayılmaları gerektiğini ifade eder.[111] Hevâlarına uyanlar, tam bir sapıklığa düştükleri gibi[112]; bunların peşinden gidenler de Allah’ın yolundan saparlar.[113] Mü’minler, çeşitli âyetlerde hem kendi hevâlarına ve hem de kâfir, zâlim, hak yoldan sapmış, kalpleri mühürlenmiş kimselerin hevâlarına uymaktan menedilmiştir.
İster nefsin hevâsına göre insanlar, tanrılar topluluğu (panteon) düşünüp onları kendi aralarında uzlaştırsın, savaştırsın, barıştırsın veya seviştirsin; ister arzularının istediği şeyleri onlara emrettirsin ve nehyettirsin, isteklerini güzel veya çirkin göstertsin; isterse yalnız kendi öz arzusunun geçerli ve tatmin olmaya değer en önemli gaye olduğunu düşünsün, bütün bu durumlarda insan, hevâsını tanrılaştırmış olmaktadır. (Mitolojiler, epiküriyenler, din dışı hutanistler, din dışı egzistansiyalistler, “yaratıcı sanatçılar”, tanrı yapmak ve yaratmak gibi kavramları ucuz ucuz dağıtan zihniyetler, sinema artistleri için “yıldız” ki bu tâbir, eskiden yıldızlara tapmanın hâtırasını saklamaktadır veya bir kısmı için “seks tanrıçası” gibi deyimleri bol bol kullananlar vb. ile birlikte hatırlayalım.) Nefsin hevâsı, insanlığın bütün çağlarında görülerek dar ve geniş anlamındaki bir şirkin, belli başlı kaynağı olmuştur.[114]
Allah’a bağlanır, O’na teslim olur gibi hevâya yapışmak; büyük bir şirk, çirkin bir suçtur. “Yüce Allah’ın yanında gök kubbe altında Allah’tan başka tapınılan tanrılar içinde, kendisine uyulan hevâ (aşırı istek ve tutkulardan) daha büyüğü yoktur.”[115] İnsanın keyfi ne istiyorsa onu elde etmeye çalışması ve bu konuda İlâhî sınırları hiç önemsememesi, bu hevâ putuna tapmak demektir. Zaten eski câhiliyye dönemindeki müşriklerin puta tapmaları da, böyle hevâya tâbi olmalarının bir sonucu idi.[116] Yine Lut kavminin yaptığı homoseksüellik gibi rezillik de, hevâ putunu yüceltip bütün şeytanî arzularına uymanın sonucu idi.[117]
Kötü temâyüllere düşkün, şehevî arzularının kölesi haline gelmiş, her türlü günahla yoğrulmuş kimseler, Allah’tan kaçabilmek için, önce O’nun hakkında şüphelere kulak verir, giderek inkâra varırlar. Böylece “her günahta inkâra giden bir yol vardır” gerçeğini ortaya koymuş olurlar.[118]
Mü’min; İlâhî nizama samimiyetle inanan, müslüman da o nizama teslim olan, uyan kimse demektir. Ferdiyetçi, hümanist bir espri ile kişinin kendi düşüncelerini yüceltip övmesi, kendi fikrinin üstünde bir şey görmemesi, kendi kanaatlerine göre iyi-kötü, hayır-şer, güzel-çirkin hükümleri getirmesi, Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle kişinin hevâsını ilâhlaştırmasıdır.[119]
Mevdûdî, Câsiye sûresi, 23. âyeti tefsir ederken şöyle der: “Hevâ ve hevesini tanrı edinmek” ifadesiyle bir kimsenin nefsinin her istediğini yapması ve yaptığı işin Allah indinde haram mı, helâl mi olduğunu dikkate almadan davranması kast olunmaktadır. Böyle bir insan, Allah emretmiş bile olsa, eğer nefsi istemiyorsa o işi yapmaz. İşte bu kimse, nefsine itaat ettiği şekilde, başkalarına da itaat ediyorsa şâyet; o kimseleri, o kimselerin hevâlarını da tanrı edinmiş olur. Her ne kadar bu kimse, kendi keyfini ve o kimseleri ilâh ve mâbud edinmediğini söylese de veya o kimselerin putunu yaparak onlara tapmasa da onları tanrı edinmiştir. Çünkü bu kayıtsız şartsız teslimiyeti, onun bu kimseleri tanrı edindiğinin bilfiil ispatıdır. Ve bu da apaçık şirktir. Allah’tan başkasına bu şekilde itaat eden kimse, itaat ettiği kimseye secde etmemekle ve diliyle onun ilâh olduğunu söylememekle, şirkten kurtulamaz. Nitekim diğer büyük müfessirler de bu âyeti, bu şekilde yorumlamışlardır. İbn Cerîr, “Allah’ın koyduğu helâl ve haramı dikkate almadan hevâsına/nefsinin arzusuna göre davranan kimse, nefsini ilâh edinmiş olur” demektedir. Cessâs ise, “böyle bir kimse, mü’minlerin Allah’a itaat ettiği gibi nefsine itaat eder” derken, Zemahşerî; ‘nefsinin yönlendirdiği gibi hareket eden kimse, nefsine tıpkı Allah’a itaat edildiği gibi itaat etmektedir’ der.”[120]
Her kötü iş ve söz, hevâdan, hevâsına tutsak olan kişinin cehâletinden ve zâlimliğinden kaynaklanır. İnsandaki her şerrin kaynağı odur. İnsan, hevânın kontrolüne girmek istemiyorsa, faydalı ilimle cehâleti, sâlih amelle zulmü bertaraf etmelidir. “Zulmedenler bilgisizce hevâlarına uydular.”[121] Bilgisizlikle hevâya uymak birleşince zulüm ve küfür ortaya çıkmaktadır. Allah Teâlâ, Dâvud (a.s.)’a şöyle tavsiyede bulunur: “Hevâna tâbi olma ki, bu seni Allah yolundan saptırır.”[122] Çünkü hevâ cismânî lezzetlere dalmaya, ruhânî saâdeti elde etmeyle meşgul olmamaya dâvet eder.[123]
İslâm’ın önemli hedeflerinden birisi, insanın arzu ve isteklerine boyun eğmesini engelleyip insanı olgunlaştırmak ve böylece yeryüzünü ıslah etmektir. Çünkü nefsin arzuları insanın fıtratını/doğal meyillerini bozar. İnsanın temâyüllerinin tabiatta özel bir düzen ve tertibi vardır. Bu âhenk ve nizam, itidal ve muvâzeneyi gerektirir. İnsan, hevâsına uyarsa bu itidal ve muvâzene, denge kaybolur, adâlet ölçüleri çiğnenir ve iş zulme varır. “Eğer hak, onların hevâlarına/arzularına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) fesâda (bozulmaya) uğrardı…”[124]
Demek istiyoruz ki; lüzumsuzlarla meşgul olan, lüzumludan mahrum kalır. İslâm’a tâbi olmayan mutlaka başka yollara düşer; Allah’a kul olmayan başkalarına kul köle olur. Rasûlullah’ın getirdiklerine teslim olmayan, mü’minlik sıfatını yitirir, hevâsını ilâhlaştırmış olur. Büyüklük/olgunluk, hevâya göre harekette değil; İslâm’a teslim olabilmektedir. Firâsetli ve ihlâslı neslin yetişmesinden rahatsız olan bâtıl ideolojiler hep insanların hevâ ve heveslerine hoş gelecek işler yapmaktalar ve bu kanalla insanları kendilerine bağlamaktadırlar. Müslüman, Hakkın ölçüsüne uymak zorundadır. Hevâya uyanlar Hâviye’ye düşerler. Cehennem çukuru anlamındaki “hâviye”, “hevâ”dan gelmektedir.[125]
Materyalist düzen ve tüketim toplumu olmak, piyasadaki anlayış doğrultusunda özgürlük fikri, reklâmlarla galeyana getirilen mala karşı aşırı istek, “dünyaya bir defa geldik, ne kadar zevk alırsak o kârdır” zihniyeti, moda, teşhircilik, vitrine/kaportaya/makyaja/imaja verilen değer gibi konuların tümü hep hevâ kavramıyla, arzuları putlaştırmayla çok yakından ilgilidir.
Hevânın Siyasî Boyutu; Hevâya Uygun Düzenler
"(Ey Rasûl!) Sana, kendinden önceki Kitabı tasdik edici/doğrulayıcı ve ona karşı bir şâhid olarak, Hak olan Kitabı (Kur'an'ı) indirdik. O halde sen de onlar (insanlar) arasında Allah'ın indirdiği (Kur'an) ile hükmet; sana gelen hakkı bırakıp da onların hevâlarına/arzularına uyma..."[126] Allah Teâlâ, Rasûlünü "hevâ"dan sakındırırken "vahy"i, "Kitab"ı, "Hakk"ı, "tasdik"i ve "hükm"ü zikretmesinin derin anlamları vardır. İşte "hevâ"yı tanımak için Yüce Allah'ın mü'mine verdiği Rabbânî nitelikte anahtar kelimeler... Bu kelime ve kavramların karşıtı olarak düşünebileceğimiz her beşerî davranış, bize “hevâ”nın ve “şerr”in anahtar kavramlarını verecektir. Bu yönüyle Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen tüm sistemler veya kurumlar, tüm ilâhî ve Rabbânî emirleri inkâr etmişlerdir. Dolayısıyla beşer ürünü olan ve vahye dayanmayan tüm sistemler ve ölçüler, Kitab’ı esas almadıkları sürece “hevâ”dırlar ve şerrin bizzat kaynağını teşkil ederler.
Tüm bu sistemler ve rejimler bazen doğrudan doğruya Kitab’ı tahrip, inkâr ve aşağılamayı hedef almakla beraber, O’nun getirdiği Rabbânî yöntemin esası olan imanı, vahyi, Kitap’la yönetmeyi kabul etmemektedir. İşte bu da hevâya uymanın tarifi olarak Allah’ın Kitabında karşımıza çıkmaktadır. Bir insan veya topluluk “hevâya uymuştur” denildiğinde, anlamamız gereken husus, Kur’an’ı terkeden insan veya toplumdur. Zira nefsin bazı arzularına uymak (bazen mubah, bazı durumlarda günah olmasına rağmen), çoğu kez şirk ve küfür anlamında olan “hevâ” anlamına gelmez. Nefisle hevâ ayrı ayrı kavramlardır.
Allah Teâlâ, Rasûlü’nü “Onların hevâlarına sakın uyma!”[127] diye uyarırken, Mekke müşriklerini ve Mekke yönetimini elinde bulunduran Dâru’n-Nedve yönetiminin kural ve kanunlarına işaret etmekteydi. Bu bakımdan şirk düzenlerini tanımak ve tanıtmak, Kur’an’a imanın gereklerindendir. Kur’an’a imanın, “hevâ rejimleri” olan şirk düzenlerinin kanun ve kurallarını reddedip uymamakla çok yakın bir ilgisi vardır. Bugün de birçok insanın anlayamadığı gerçek de burada yatmaktadır. İslâm dışı rejimlerin Müslümanlara zulmü ancak, müslümanların onların hevâlarına uymaları ile başlamıştır. Müslümanlar, demokrasinin bir hevâ rejimi olduğunu kavrayamazlarsa, bu hevâ alanına girenler, şu veya bu şekilde Kur’an’a imanın esaslarını sarsacak ve artık Kur’an’ın kendilerine yönelik tekliflerini ya te’vil edecekler veya derinden derine Kur’ânî olan hidâyet prensiplerinde şüpheye düşeceklerdir. Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyecek hevâî yöneticilerden ve hevâî yönetimlerden râzı olmaya başlayacaklardır.
“Hevâ” denilen çağdaş “Dâru’n-Nedve” etrafında kurumlaşan politik örgütlenmeleri, Allah’ın, Rasûlünü sakındırdığı şey olmadığını söyleyenler, Rasûlullah’ı ve dolayısıyla bütün mü’minleri muhâtap alan bu İlâhî emrin yorumunu nasıl yapacaklardır? Kur’an, “ehvâehum”[128] derken, hem “hevâ”yı, hem de “onlar” zamirini çoğul olarak zikrediyor. Buradan şunu anlıyoruz: Onların (müşriklerin) her birisinin ayrı ayrı hevâları vardır. Biz hevâyı onların yönetim sistemleri ve bu düzenleri ayakta tutan kurumlaşmalar olarak ele alırken, yine aynı âyetin[129] ikinci kısmına dayanarak gündeme getiriyoruz. Çünkü her sistem, bir inanç ve dünya görüşüdür, yani dindir. Bu nedenle her beşerî rejim, Allah’ın kitabını bilerek veya bilmeyerek inkâr etmektedir. Çünkü temelinde hevâ vardır. İslâm ise, temelde hakka ve adâlete dayanmaktadır. Kuvvet/dayatma ve hileyi esas alan sömürü rejimlerinde adâlet(!), egemen sınıfların veya ideolojilerin, aykırı düşünenlerin hayatlarını ve inançlarını tahakküm altına almasıdır. Buna da o düzenlerde sosyal sistemin teminat altına alınması denir ki, tüm karşıt davranışlar böylece mahkûm edilir.
İşte buradan hareketle tüm beşerî dinler, yeryüzünde ulûhiyet iddiasındadır. Eğer bunun böyle olmadığı inancında olan varsa, bu sistemlerin kanunlarına, insanları yargılama ve cezalandırma yöntemlerine ve bunun temelindeki mantığa baksınlar, o zaman bunun böyle olduğunu anlayacaklar ve beşerî sistemlerin geçirdiği değişim ve aşamaların olmadığını, insan fıtratıyla ve öldükten sonraki hayatla hiçbir bağlantısının olmadığını göreceklerdir. Dünya hayatını maddede başlayan ve onda biten bir hayat gibi gören sistemler/düzenler, özünde hevâ ideolojisini barındırır.
Neyin "hevâ" ve neyin "hüdâ" olduğunu anlamadan, tâğûtî rejimlerin hile ve mâhiyetleri anlaşılamaz. Dolayısıyla şu gerçekle yüz yüze gelmekteyiz: Kur'an her kelimesiyle bize birçok imanî meseleyi açıklayıp tefsir etmektedir. Biz, Kur'an'ın iman atlasını, ancak kavramlarını tanımakla anlayabiliriz. Kur'an'da "hak", "bâtıl", "tâğut", "i'tisâm" (Allah'ın ipine/Kitabına sarılma), "berâet", "velâyet" kavramlarının imanî boyutlarını ve sahalarını tanımadan, hangi imandan söz edebiliriz? İman, gerçek anlamıyla neyin hak ve neyin bâtıl olduğu bilindiği zaman iman olur. Müslümanlar, Kur'an'ı tanımadan ve O'nu pratik yaşayışlarında örnek almadan, beşerin hevâsının icadı olan yollarda kurtuluşu aramanın imanî bir yanlışlık olduğunu nasıl anlayabilirler?
Kur'an'ın iman ve amel olarak, müslümanların bütün hayatını kuşatmaması felâketlerin başlangıcıdır. Zira artık dinde insanlar hevâlarına uymaya başlamışlardır. Çünkü İslâm şeriatı, mü'minlerin karşısına çıkan hiçbir meselede Kur'an ve sünnet dışında bir müracaat kaynağından söz etmemiştir. Haramların hâkim olduğu alanlara mü'minler “maslahat” ve “hizmet” bahanesiyle giremezler. Zira Kur'an'da şirk ve isyan olarak tanımlanan şeyler, maslahat ya da hizmet adına meşrûlaştırılamaz. Allah'a inandığını söyleyen insanlar böyle bir yola saptıklarında, onlar hem dünyada hem de âhirette acı bir neticeyle karşılaşacaklardır.
Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurur: “Eğer hak, onların hevâlarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) fesâda (bozulmaya) uğrardı…”[130] Ez-Zemahşerî bu âyetin tefsirinde şöyle der: "Kur'an, bununla hakkın azametine delil getirdi, zira gökler ve yer, her ikisinde bulunan şeyler ancak "hak" ile vardır. Eğer hak, onların hevâsına uysaydı "bâtıl"a inkılâp ederdi ve kâinatı ayakta tutan kuvvetinden sonra fenaya uğrardı. Yahut Hz. Muhammed (s.a.s.)'in getirmiş olduğu hak, ki o İslâm'dır, onların hevâsına uysaydı "şirk"e inkılâp ederdi."[131]
Hak olan Kur'an'ın hükümlerinin insanların hevâsına uyması mümkün değildir. Kur'an'ın, insanların hevâlarına uymasına karşı çıkan kimselerin, bizzat kendileri, nasıl olur da Kur'an'ı reddedenlerin hevâlarına uyabilirler? Bunun İslâm'a göre açıklanabilecek hiçbir yönü yoktur. Çünkü iktidar olan "hevâ" ile bir araya gelindiğinde ancak hevânın istediği olacaktır. Bunun içindir ki Kur'an'da hiçbir nebînin şirk rejimleriyle ortaklaşa yönetimi üstlendiği gösterilemez. Zaten hak hâkim olsaydı, hevânın iktidar olması düşünülemezdi. Zemahşerî “Rabbinden apaçık bir delil üzere olan, kendisine amelinin kötüsü süslü gösterilip hevâlarına uyanlar gibi olur mu?”[132] âyetindeki "hevâ" kelimesini "şirk" olarak tefsir etmektedir.[133]
Öyleyse şirk rejimlerinin tamamı, kurum, kural ve kanunlarıyla "hevâ"dan başka bir şey değildir. Günümüz müslümanlarının, propagandacı bir tavırla yürüttükleri çalışmalardan bazıları; tâğutun rejimlerini işletmede, yalnız Firavun'un izniyle onun rejim ve yönetme oyununa katılmak ve kendilerini aldatmaktan başka bir şey değildir. Hevâ rejimleri ve tâğutlar, kendi hevâlarına uyanlardan asla sakınmazlar ve bunu kendileri için bir tehlike olarak da görmezler. Çünkü hevâ iktidarlarının elinde, yeteri kadar ihtiyaç duydukları güç ve hile vardır. Demokrasilerde hevâya uygun çare(!) tükenmez.
Allah Kur'an'da: "(Onlar) yalanladılar ve hevâlarına uydular..."[134] âyetinde "hevâ"nın, temelde Kur'an'ı yalanlama olduğunu vurgulamıştır. Kur'an, Rasûlullah (s.a.s.)'ı onların hevâlarına uymaktan alıkoyarken; aynı zamanda da tüm müslümanlara, uymaları gereken İlâhî emri de tebliğ ediyordu. Rasûlullah'a gelen; hak, ilim ve hidâyet idi. Bununla hükmetmekle emrolunuyordu.
Bugün insanlar, tâğutun birçok isteğine, şer'î ruhsatı olmadığı halde, boyun eğmekteler. Bunun demokrasi denen siyasî rejim mensuplarının ve apaçık Allah'a şirk koşan insanların hevâsına uymak olduğu söylenebilir. Mekke dönemine baktığımız zaman; Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in müşrikleri iman etmeye çağırmasına karşılık, müşriklerin de kendi dinlerine dâvet ettiklerini görürüz. Bu karşılıklı dâvet mücâdelesinde; Rasûlullah'ın rehberi Kur'an; müşriklerinki ise, atalarının sapık dini ve hevâlarıydı. Rasûl-i Ekrem'in vaad ettiği dünya ve âhiret saâdeti, cennet ve Allah'ın rızâsı; müşriklerin vaad ettikleri ise; (vahye uymaktan vazgeçmesi şartına bağlı olarak) iktidar, servet, şöhret, kadın vs. gibi hevânın eserleriydi.
Şimdi bu tarihî tablo, bütün berraklığı ile gözlerimizin önünde iken, "onların hevâlarına uyma!" diyerek Allah Rasûlü'nü ikaz eden âyet-i kerimelerin getirdiği mükellefiyeti hâlâ anlayamayacak mıyız? Bilindiği gibi bu mücâdelede kaybeden Mekke şirk devleti olmuştur. Zira onlar, vaadlerine rağmen, Rasûl-i Ekrem'i ne kendilerine lider, ne siyasî rejimlerinin ortağı olmaya iknâ edebilmişlerdir. Eğer Peygamberimiz, müşriklerin bu tekliflerine birazcık da olsa meyletseydi, yukarıda zikredilen âyetlerdeki İlâhî tehditlerin muhâtabı olurdu. Rasûl-i Ekrem'in ümmeti de, müşriklerin hevâlarına uymama noktasında aynı hassâsiyeti göstermek mecbûriyetindedir.
Hevâya teslim olmanın aslı, Allah Teâlâ’dan gayrısına ibâdet/kulluk etmektir. Bu, kimi zaman ataların dinine bağlanmak, kimi zaman egemen bir beşerî ideolojinin veya tâğutun hükmüne iman etmek, kimi zaman da nefs-i emmâreye uymak şeklinde karşımıza çıkar. İnsanların hevâlarına uymalarının temelinde; vahiyle geleni tahrif etmek veya vahyi tamamen terk edip onun yerine arzulara tâbi olmak vardır. Bu sebeple bütün ideolojiler, beşerî düzenler ve laik rejimler birer hevâ rejimleridir.
Kur’an’da ehl-i kitabın ve müşriklerin hevâlarına uymayı yasaklayan âyetler, Allah ve Rasûlü’nü gerçekten dost edinip edinmemenin ölçüsünü bize vermektedir. “Ey kitap ehli, dininizde Hakkı bırakıp aşırılığa gitmeyin ve daha önce sapıtmış olan, birçoklarını da dalâlete uğratıp yoldan saptıran bir kavmin hevâsına uymayın.”[135] âyetini tefsir ederken Fahreddin Râzî, “Hevâ, herhangi bir hüccete/delile dayanmadan şehvetin/kötü arzuların dâvet ettiği anlayışlardır” diyor.[136] Buradan da şunu anlıyoruz. Kur’an’daki hevâ kavramı, tüm şer sistemlerinin beslendiği kaynak olarak karşımıza çıkmakta. Âyet-i kerimede söz konusu edilen “fitne”, şirk koşmak veya şirke ortaklık etmektir. Bunun için, fitne kelimesinin biraz yukarısında, “onların arasında Allah’ın indirdiği ile hükmet” denilmektedir. Onlarla beraber olunduğunda Allah’ın emri ile hükmedilmeyecektir. Çünkü müşrikler Allah’ın emriyle hükmetmezler. Dolayısıyla onların yönetimine iştirak eden, hidâyete değil; müşriklerin hevâsına uymak gibi yönetim ortaklığını üstelenmiştir. Konuya sadece bu açıdan baktığımızda bile, düzen içi tâvizci çalışmaların nebevî mesajı tahrif ettiği anlaşılır.
Şimdi aynı âyetteki şu üç kavram üzerinde biraz duralım: “İnsanlar arasında Allah’ın indirdiği ile hükmet”; “Onların hevâlarına uyma”; “Allah’ın sana indirdiği emirlerin bazısında seni fitneye düşürüp ondan saptırmalarından sakın.”[137] Bu kavramlardan her biri, başlı başına bir itikaddır. Birini diğerinden ayrı düşünemeyiz. İnsanlar arasında güç ve otorite sahibi olduktan sonra Allah’ın indirdikleriyle hükmetmemek, hevânın vardığı son sınırdır. Bu sınırın imanla hiçbir bağı yoktur. Fitnenin de tek sebebi, insanın kendisinin veya başkalarının hevâsına uymasıdır. Kur’an’da, “hevâya uymak” dalâlet olarak adlandırılır. Bu da hak ile amel edip hüküm vermek varken, bâtıl ile hükmetmeye denir. Allah Teâlâ, kitabında, müşriklerin hevâlarına uymamamız gerektiğini defalarca tekrarlamıştır. Bunda iman ve akıl sahipleri için alınacak ibretler vardır.
Bugün İslâm topraklarında müslüman olduğunu söyleyenlerin birçoğu, mürted ve müşriklerin çağrısına kapılarak İslâm’ı, Kur’an yolunu bırakarak onların hevâsına uymuş, bunu kendilerine mücâdele yöntemi, dünya görüşü ve hayat düzeni olarak kabulle acı bir duruma düşmüşlerdir. Müşriklerin hevâsına uymak, müşrikleri velî edinmek ve dünya hayatına onların hâkim olması için yardımda bulunmak, zulmün en büyüğüdür. Allah Teâlâ, Rasûl-i Ekrem’e: “Bunun için dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol ve onların hevâlarına uyma”[138] buyurmuştur. Bunun için hevâ, şirkin ve küfrün özünü teşkil eder. Şimdi Allah hevâyı bize böyle tanıtırken; iktidar olmuş hevâya millî bir kurum olarak sahip çıkanlara ne denilecektir?
Hevânın en tehlikelisi de, “ulemâ” (hoca, ilâhiyatçı, din adamı) kisvesinde olan insanlarda olmasıdır. Çünkü hevâ sahibi, sürekli Kur’an ve Sünnet nasslarının karşıtı, nefsinin hoşuna giden ideolojiyi üretir. Nassları zorla te’vil etmeye çalışanlar ve müteşâbih âyetleri, muhkem gibi yorumlayanlar, artık nasslara karşı aslında yavaş yavaş güven ve inançlarını yitirmektedirler. Allah Teâlâ, Kur’an’da hevâ âlimlerine en güzel örneği İsrâiloğullarından Bel’am bin Baura ile vermiştir. Bel’am ve benzerleri, o günden bu güne bâtılı hakka tercih edenlerin önderleri olmuştur. İşte Kur’an’da “hevâsını ilâh edinen” âyetinin en bâriz örneği Bel’am bin Baura gibi insanlardır. Allah’tan gelen hidâyete uyan insanlar peygamberleri kendilerine önder edinmiş olan kişilerdir. Kendilerine hidâyet, güneşin aydınlığı gibi geldikten sonra dalâleti seçenler ise; Firavunları, Karun ve Bel’am’ları önder edinmiş kişilerdir. Bel’am kıssası, A’râf sûresi, 175-176. âyetlerde anlatılır.
Câhiliyyenin tamamı hevâdır. Bu hevâları sebebiyle insanlar, İbrâhim (a.s.)’in hanif/Allah’ı birleyen dinini terkedip putlara tapmaya başladılar. Hevâ bugün dünya toplumlarının büyük bir kısmının dini haline gelmiştir. İnsanların çoğunun akıllarına hevâları hâkim olmuş durumda. Çağdaş uygarlık ve yeni dünya düzeni, globalleşme dedikleri şey, Batının dünyayı sömürüp tahakkümü altına almak için insanlığın zihnine yerleştirmek istediği çağın en tehlikeli hevâsıdır. Hevâ, bir din haline gelmiş ve kendine has bir inanç, ahlâk, ekonomi, siyaset, eğitim-öğretim düzeni oluşmuştur. Eski câhiliyye müşriklerinden çok daha düzenli ve güçlü propaganda araçlarıyla yerkürenin dört bir yanına bu dinin ahlâk ve sistemi yayılmaktadır.
İnsanların çoğu, hevâ dinine mensuptur. Ve halkın çoğunluğuna uymak, hevâ dinine girmektir. “Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmazlar ve ancak yalan söylerler.”[139] Hevânın İslâm’dan daha yoğun bir karakter arzetmesi, hevâî insanların hüdâya bağlı müslümanlardan sayıca daha çok olmasına gelince, bu, insanların nefislerinde, sevdikleri ve hoşlandıkları şeylere karşı direnç yönüyle çok zayıf ve istekli olmaları, bunda aceleci olmaları ve dünyanın imtihan vesilesi olmasındandır. Ancak, Allah’a kulluğun hakikati olan İslâm’da, insanın istekleri, arzuları, zevkleri ve davranışları belli fıtrî ve insanî disiplin içindedir. Dünyadaki nimetleri hazır bulmanın kendisine bir öncelik ve haklılık verdiğini zanneden insan, ilâhî disiplinlerin kurallarını ağır bulup nefsinin ve de şeytanının arzuları karşısında İlâhî emri hiç kabul etmeyebiliyor.[140]
“Müslümanım” diyen nice insan, direkt veya dolaylı olarak hevâyı ilâh edinmekte. Ya ahlâkî konularda keyfinin gereğini haram helâl demeden yerine getirerek, ya toplumun hevâsına uyarak veya tâğutların hevâlarından ortaya çıkmış düzenlerini benimseyip gönülden itaat etmekle hevâîliklerini gösteriyorlar. Nice insan da yahûdi ve nasrânîlere, siyonist ve materyalistlere dost olanların hevâlarına uyarak, Allah’ın hüdâsına teslim olma gayreti içinde olan şuurlu müslümanları azınlık haline getiriyorlar.
Hevâlarına kulluk yapanların ellerine ne geçiyor dersiniz? Âhireti ne karşılığında satıyorlar? Dünyada kazandıkları neler? Peki, ya kaybettikleri? Kendi hevâlarına veya itaat ve taklit ettiklerinin hevâlarına uyanlar, kendi hevâlarını doyurup tatmin edebiliyorlar, neticede gerçekten zevk alıp dünya huzuruna erebiliyorlar mı dersiniz? Peki, kendilerine kulluk yaptıkları müstekbirleri memnun edip ciddi bir menfaat elde edebiliyorlar mı? "Milletlerine (dinlerine) uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da asla senden râzı (hoşnut) olmayacaklardır. De ki: 'Doğru yol/hidâyet, ancak Allah'ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına/kötü arzu ve keyiflerine uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır."[141]
Hevâlarına uyan kişilerin egemen olduğu bir toprak parçasında fesadın yaygınlaşmaması mümkün değildir. Kişilerin hevâları çatışır ve bunun sonucu olarak “fitne” kabarır, “fesat” artar; yeryüzü zulmün, haksızlığın, öldürmelerin, işkencelerin merkezi haline gelir.
Hevâ bir boşluktur. Kişinin herhangi bir iç dayanağa sahip olmamasıdır. Bu durum ise, kişinin her türlü etkiye açık olmasını, rüzgârın esişine göre vaziyet almasını doğurur. Kişiliksiz, hafif meşrep hale getirir. İşte bu tablo, dengesizliğe iten en müsait bir atmosferdir. Böylesine bir fert ve onlardan oluşmuş toplumlar, her türlü zulmü işleyebilir, haksızlık yapabilir. Nitekim Kabil'in, kardeşi Hâbil'i öldürmesi, "nefsinin kardeşini öldürmesini kendisine hoş göstermesi, onun da nefsine/hevâsına itaat etmesinin"[142] sonucudur.[143]
Takvâ giysisine bürünmeyen insan, çoğu zaman, nefsinin arzu ve irâdesini, yani hevâsını kendine rehber edinir. Arzu ettiğini elde etmek için nice zahmetlere katlanır, dolambaçlı yolları aşmaya çalışır. “Bu konuda İslâm’ın koyduğu hüküm nedir, bu arzum ve yaptığım Allah’ın rızâsına uygun mudur? Bunu Peygamberimiz’in huzurunda olsam yapabilir miyim? Yapmış olsam Efendimiz’in tavrı ne olurdu?...” gibi soruları ve cevaplarını hatırına bile getirmez. Hep kendi basit hesabını yapar ve planını kurar. Öbür âlemi unutur. Hâlbuki imanın insanı kurtaracak dereceye ulaşması için, insanın arzu ve irâdesini Hz. Peygamber’in getirdiği ahkâmın peşine takması gerekir.[144]
İnsanoğlu, ibâdet için yaratılmıştır.[145] Fıtrat, nübüvvet ve Kitab gibi İlâhî yardımlara rağmen Allah’ı tanıyıp ibâdet/tapınma ihtiyacını O’na yönlendiremeyen hevâî tipler, her şeyden önce kendi arzularını, zanna dayanan bilgisizce görüşlerini, yanlış kanaatlerini, sapkın düşüncelerini, yani tek kelimeyle “hevâ”larını tanrılaştıracaklardır. Başka bütün putlar, hevâ putunun gölgesinde ortaya çıkacaktır. Hevâ putunu devirdiğinizde diğer putlar kendiliğinden devrilecektir.
Allah’a teslim olmayan kimsenin, bilinçsiz de olsa kendini (hevâsını) tanrılaştırdığı gibi; sadece Allah’ı en büyük kabul edip O’nu tekbir etmeyen kişi de kendini (nefsini, görüşünü, aklını...) en büyük görür. Her nimeti Allah’tan bilip sayısız nimetler için Allah’a şükür ve hamd etmeyen insan, bu fıtrî ihtiyacı, kendini övmekle, kendini methetmekle gidermeye çalışır.
Hevâdan kurtulmak veya onun etkisine hiç girmemek için, hevânın zıddı hüdâya yönelmek gerekmektedir. Bunun için de hevânın, hedefini tersine çevirdiği, yozlaştırdığı tekbir, tesbih ve hamde sarılmak gerekiyor. Hevânın hoşlanmadığı gerçek tekbire, hamde, tesbihe ve bütün bunların en güzel şekilde içine serpildiği tevhid eylemi namaza sarılmak, hevâ zehrine panzehir olacaktır. Bütün bunlar, Allah'ın yardımıyla ve onun hüdâsı/hidâyetiyle olacaktır. Allah'ın hüdâsı ise, başta Kur'an olmak üzere, nübüvvet, yani Peygamber rehberliği/sünnet ve bu iki kaynağa bağlı olan selim akıl ve fıtrattır.
Hevâî tip, Allah’ın hükmüne ve hakemliğine başvuracağına, kendi hevâsının yargısına mürâcaat eder. Doğru ve yanlışın, güzel ve çirkinin ölçüsü kendi hevâsıdır; yani arzusu, menfaati, görüşü, beşerî ideolojisidir. Bu, şehvet denilen şiddetli ve çirkin eğilimlerin kıble edinilmesidir. Hevâîler, yaratılış amaçlarını akıllarıyla düşünmezler. İnsan ülkesinde ins ve cin şeytanlarının yardım ve hileleriyle, kalp adlı kralın da gafletinden yararlanarak yönetimi ele geçiren hevâ, egemenliğini pekiştirmek için, kendine karşı devrim yapabilecek düşman olan kalbi, selim aklı, fıtratı, vicdanı, haram-helâl, ayıp-günah duygusunu zincirlere bağlar, prangalara vurur. Artık ilâhlaşan ego, insan ülkesindeki fıtrî düzeni sarsmakta, dengeyi bozmakta, her şeyi altüst etmektedir. Kalp yerine nefsin tek egemen olduğu hevâî insan, sadece gözüyle düşünmekte, doymak bilmeyen midesine/aç gözüne hizmet etmekte, gücünün ve imkânının yettiği her istediğini yapmayı özgürlük saymaktadır.
Hevâsının gösterdiği istikamette imkân ve gücünden başka hiçbir hudut/sınır tanımayan insandır hevâsını tanrı edinen. Hiçbir dâvânın adamı olamayan, günü birlik yaşayan, tek dünyalı, tek gözlü, aç gözlü, at gözlüklü, dolayısıyla hakka karşı kör gözlü biridir o. Nefsinin zaafları, yani hevâsı doğrultusunda hareket eden, hoppa, hafifmeşrep, hayvanî zevkler peşinde koşan, heves ve arzularına düşkün ve düşük kişilere halk arasında “havâî” denir ki, aslı “hevâî”dir; hevâî, yani hevâsına uyan. Boşvermiş bir tiptir hevâî insan; top kafalı, top gibi içi boş (yani hava/hevâ ile dolu) kafa, top gibi boş şeyleri endâd edinerek, hevâ putuna ortak tanrılar arayan Hak’tan gâfil insancık... Allah’a ibâdete zamanı yoktur bu hevâî kişinin; ama faydasız bilgilere, magazin denilen âdî dedikodulara, muzır uğraşlara, geyik muhabbetlerine ve de çeşit çeşit haramlara hem vakit, hem fırsat, hem para ayırabilir. Eğlencede “ayıp”, hele hele “haram” diye bir engel tanımaz. Müzik tutkunu, tv. tutsağı, ilim yerine filmi tercih eden, haram-helâl diye bir ölçüyü unutan, nefsinin kulu kölesi bir tiptir hevâî. Ve bunların oluşturduğu insanat bahçesidir hevâ düzeninin oluşturduğu hevâî toplum.
Haram modayı mubaha, kumarı helâl ticarete, dünya rahatını âhiret saâdetine bilinçsizce tercih eden hevâî kimseler, nefis ve hevâlarına kulluk yapmayı Allah'a kulluğa, O'na teslim olmaya yeğlemiş insanlardır. “Özgürlüğüme kimseyi karıştırmam, memlekette demokrasi var, ben istediğimi yaparım” diyen, buna rağmen nefsinin kulu, kölesi olup arzuları tarafından yönlendirilen ve onun için de hevâsına tapınan, kendini tanrılaştıran azgın bir karakter, dejenere olmuş bir kişilik, menfaatperest bir tip... Yararlı-zararlı, helâl-haram demeden imkânının elverdiği her türlü gıda ile midesini doldurur, hatta bunu yaşama gayesi edinirken; ruhunun hemen hiçbir ihtiyacını giderip tatmin etmeye çalışmayan, süflî arzularının elinde oyuncak bir zavallı...
Bütün bunlar, kızılmaktan ziyade acınacak, çevre ve düzen kurbanlarıdır. Bizim yitik çocuklarımızdır bunlar. Kendilerine gelmeleri, benliklerini bulmaları, bayağı esâretten kurtulmaları için bize çok şey düştüğünü değerlendirmek içindir bu ifadeler. Yoksa, bu tiplerin özelliklerini anlatıp kendimizi onlarla mukayese ederek nefsimizi temize çıkarmak, bizi de eleştirdiğimiz hevâî karaktere yaklaştırır. Ve daha önemlisi, farkında olmayarak da olsa bu özelliklerin en küçüğü bizde, sorumluluğunu yüklendiğimiz yakınlarımızda var mıdır? Çocuklarımızda, akrabalarımızda, komşularımızda, arkadaşlarımızda, iş yerlerimizde, çevremizde, kısaca bizim ulaşabileceğimiz yerlerde hiç bulunmadığını iddia edebilir miyiz bu tiplerin? Bu konuda bize neler düşüyor? Bu sorulara, boş verirsek, ya da bu hastalıkları tedâvi için doktor rolünü üstlenmez, yakın çevremize kadar gelen bu hevâî ateşin tutuşturduğu yangını, havayı kaplayan ateşleri söndürmek için itfaiyecilik yapmaya çalışmazsak, bu tipler, dünyada değilse bile âhirette yakamıza yapışabilirler, bulduğumuz güzellikleri niye kendilerine ulaştırmadığımızın hesabını sorabilirler.
Hevâî tipin nasıl oluştuğu, sebepleri iyi değerlendirilmeli, sivrisinekle mücâdele için bataklığın kurutulmasının şart olduğu unutulmamalıdır. Hevâî düzen ve onun kurumları, düzenin oluşturduğu toplum yapısı ve çevre şartları değişmeden, ürünlerin değişmesini beklemek doğru olmaz. Düzen, müslüman gencin oluşmasını her taraftan engellerken, kurum ve kurallarıyla hevâî insanın ihtiyacı olacak, nefse hoş gelen her çeşit fitne ve fesadı, fuhuş ve kumarı... desteklemekte, hevâî insan, bu sistemin mücâdele ettiği değil; oluşturmayı hedeflediği tip olmaktadır. Darbe ile ele geçirdiği İspanya’yı kırk sene yöneten Franco, "nasıl halk ayaklanmadan bu kadar uzun süre iktidarda kaldın?” diye soranlara şöyle diyordu: “Futbol, müzik, kumar ve uyuşturucu sâyesinde!” İnsanları bunlarla meşgul edince, başka şeylere ayıracak zamanları kalmayacaktır. Bir de buna hayat pahalılığı, işsizlik, particilik, tv. hastalığı, kahvehane hayatını da eklerseniz, hevâî düzeninizi değil kırk, yüz kırk sene de sürdürürsünüz. Ama, unutmamalı ki, onların hevâî düzenlerini sürdürmeleri için hesabı varsa, Allah’ın da; sadece Allah’a kulluk yapan mü’minlerin de bir hesabı vardır: “Zâlimler, hangi inkılâbla devrileceklerini, nasıl bir dönüşe (âkıbete) döndürüleceklerini yakında bilecekler (ve görecekler).”[146]
Hevânın hâkim olduğu kalp, her türlü bireysel ahlâksızlığın, toplumsal fesâdın, her çeşit pislik, kötülük ve zulmün kaynağı olan şirkin bulaşıcı mikroplarının toplandığı yerdir. Müslümana yakışan, nefis kaynaklı hevâya değil; İlâhî kaynaklı hüdâya tâbi olmaktır. Başkalarının hevâsına değil; ilme/vahye sarılmaktır. Esselâmu alâ men ittebea'l-hüdâ. Hevâya değil; hüdâya tâbi olanlara selâm olsun!
"Andolsun Biz, her toplum içinde: 'Allah'a ibâdet edin, tâğuttan kaçının' diye bir elçi gönderdik."[147] Bu âyette "tâğut", ibâdet konusunda Allah'ın karşısına konulmuş ve ondan kaçınılması emredilmiştir. Şu âyette ise, tâğuta ibâdetten sakınan ve Allah'a yönelen kimsenin müjdelenmesi istenmiştir: "Tâğuta ibâdet etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var."[148] Şu âyette de, tâğuta ibâdet edenler şiddetle kınanmaktadır: "De ki: Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size söyleyeyim mi? Allah'ın lânetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymun, domuz ve tâğuta tapanlar çıkardığı kimseler; işte onların yeri daha kötüdür ve onlar doğru yoldan daha çok sapmışlardır."[149]
Nedir tâğut? "Tâğut" kelimesinin kökü "tuğyan"dır. Tuğyan, isyanda haddi aşmak, azmak, zulmetmek, sapmak, ölçüsüz şekilde hareket etmek, büyüklenmek anlamlarına gelir. Tâğut; şeytana, putlara, Allah'tan başka tapılan her varlığa, insanı azdıranlara, insanları haktan ve hidâyetten saptıranlara, hayır yolundan men edenlere, haddi aşanlara, küfür ve dalâlette önderlik edenlere, gaybdan haber verdiğini ileri süren kâhinlere/medyumlara, insanların Allah'a ibâdet etmelerine ve İslâm'ı yaşamalarına engel olanlara denir. Put olsun, ağaç olsun, insan veya hayvan olsun, Allah'tan başka tapınma konumunda olan her şey; kanunlarında Allah'ın dinine karşı sınırı aşan zâlim yönetici ve Allah'ın indirdiği hükümlerin gayrisiyle hükmeden idareci; İslâm şeriatine uymayan bütün metod, düşünce, fikir, ideoloji, pozisyon, âdet, gelenek ve görenekler tâğut kapsamına girer. Ayrıca tâğuttan hoşnut olup ona bağlanan, tâğuta kulluğa çağıran, tâğutun dâvet ettiği şeye sahip çıkan da kendi sapıklığı içinde tâğuttur.
Kur’ân-ı Kerim'de tâğutla ilgili bütün âyetleri dikkate aldığımızda şu sonuca varırız: Kulu Allah'a kulluktan, dinde ihlâslı olmaktan, Allah ve Rasûlüne itaatten alıkoyan ve çeviren her şey tâğuttur. Tâğut; hakkı ezmeye çalışan, Allah'ın kulları için çizdiği sınırları çiğneyen her kimse veya her nesnedir. Allah ile bağlantısı olmayan her program ve Allah'a bağlanmayan her çeşit düşünce, sistem, edep ve alışkanlık; otoritesini Allah'ın sisteminden almayan her idare, Allah'ın otoritesine, ulûhiyetine ve hâkimiyetine düşman olan her şey tâğuttur.[150]
Allah'a isyan konusunda herhangi bir kimseye itaat eden kişi, o kimseye İbâdet etmiş olur ve bu itaat edilen kimse tâğuttur. Mevdûdi, tâğut kelimesini şöyle izah eder: "Tâğut, Allah'a karşı azan, isyan eden, kulluk haddini aşarak kendisi için ulûhiyet ve rubûbiyet iddiâsına kalkışan her şahıs, zümre ve idareye denir. Tâğut, Allah'a karşı haddi aşan ve zulmeden her türlü üstünlük, otorite, başkanlık veya komutanlıktır. Tâğut, mülkünde hükmünü yerine getirir; kullarını zorla, aldatmakla yahut kötü yollarla kendine itaate çağırır. Kişinin bu türlü otoriteye, başkanlığa, liderliğe boyun eğmesi ve ona tapması tâğut için bir ibâdettir.[151]
Kur'an'a göre tâğut; Allah'ın, dininin, elçisinin ve kitabının karşısına konulan, Allah yerine tapılan, İslâm'ın hükümleri, emir ve yasakları, helâl ve haramları yerine ikame edilen, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in yerine önder seçilen, Kur'an düşüncesi, inanç ve hayat tarzı yerine başka düşünce, inanç, hayat ve yönetim biçimi koyan, hayata geçiren, bunlara öncülük eden ve uyulan her insanın, her sistemin ortak adı ve sembolüdür.
Buna göre tâğuta ibâdet, Allah'tan başka şeytan, insan, önder, kâhin gibi canlı ve cansız varlıklara, Allah'a isyan anlamına gelecek şekilde itaat etmek, boyun eğmek, Allah'ın hükmü yerine Allah'tan başkalarının hükümlerini kabul edip isteyerek uygulamak demektir ki bu, insanı şirke, küfre götürür.
Bir kimse tâğutu reddetmedikçe gerçekten iman etmiş sayılamaz. Tevhid'in şartı, Allah'a imandan önce tâğutları reddetmek, onları tanımamaktır. Bu durum, Kur’an’da açıkça beyan edilmiştir: "Artık kim tâğutu inkâr edip Allah'a iman ederse, kopmayan sağlam kulpa yapışmış olur."[152]
Bilginlere ve Din Adamlarına İbâdet
Allah'a şirk koşmanın bir çeşidi de Allah'ın izin vermediği alanlarda insanlara itaattir. Oysa itaatte esas olan Allah'a itaat, Peygamberine itaat ve müslümanlardan olan emir sahiplerine itaattir.[153] Ne var ki, insanoğlu, çoğu zaman kendi cinsinden olan beşerden bazı kimselerin birtakım üstün özelliklere sahip olduklarını düşünerek onları rab konumuna getirmiş ve böylece onlara ibâdet etmiştir.
Herhangi bir insanın, ister bilgin olsun ister yönetici, Allah'ın emir ve yasağına, helâl ve haramına ters düşen emir ve hükümlerine gönülden katılmak, onu hüküm/kanun koyucu olarak kabul etmek, ona itaat ederek Allah'ın hükmüne muhalefet etmek; onu Allah'tan başka rab edinmek ve ona ibâdet etmek demektir.[154] "Yaratıcıya isyan etme konusunda yaratılana itaat edilmez."[155] Hakkı bâtıl, bâtılı hak yapmaya çalışanlar, ilim haysiyetinden yoksun birer tâğutturlar. Bu şekilde davranışlar, şirk, küfür ve Allah'tan başkalarını rab edinmek ve onlara tapmaktır.[156] Allah'ın kitabına yetki tanımaksızın helâl ve haram sınırlarını belirleme yetkisini kendisinde görenlerin nefislerini ilâve rab ittihaz ettiklerini ve onlara kanun koyma yetkisi tanıyanların da onları rabler edindiklerini yukarıdaki âyet ve hadislerden öğrenmiş oluyoruz.
Kur'an'ın on dört asır önce getirdiği en büyük prensiplerden biri de, hangi makam ve mevkide olursa olsun, insana değil; yalnız Allah'a ibâdet edilmesi prensibidir. İslâm, beşeriyeti saâdete erdirmek, zulmü ortadan kaldırmak, insana kulluk etmeye sevkeden istismarı yok etmek yolunda birleşilmesi gerekli olanı belirterek yahudi ve hıristiyanlara bakın nasıl hitap ediyor: "De ki: Ey Kitap ehli, gelin aramızda birleşebileceğimiz bir kelime üzerinde toplanalım: Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Bazımız bazımızı Allah'tan başka rabler edinmeyelim!" [157]
Kur’ân-ı Kerim, kula kulluğu ortadan kaldırmak ve sadece Allah' kulluğu tesis etmek üzere gönderilen Kitap olduğu için, insanların Allah'ı bırakıp hemcinslerinden olan insanlara ibâdet/kulluk etmesini önlemek amacıyla çeşitli deliller serdetmiş, bu konuda geniş açıklamalar yapmıştır: "Hiçbir insana yaraşmayacak/yakışmayacak bir şey varsa, Allah'ın kendisine Kitap, hikmet ve nebîlik vermesinden sonra onun insanlara: 'Allah'ı bırakın da bana kul olun' demesidir. Tam aksine o; 'Kitabı öğrendiğiniz ve okuduğunuz yönüyle Allah'a kul olun' der. O, size: 'melekleri ve peygamberi ilâh edinin' diye emretmez. Siz müslüman olduktan sonra size hiç imansızlığı emreder mi o?"[158] İstisnâsız bütün peygamberler: "Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin; sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur."[159] buyurmuşlardır.
Aynı şekilde Hz. İsa (a.s.) sağlığında kendisinin, Allah'ın kulu olduğunu ilân etmiş ve insanları da sadece Allah'a kul olmaya çağırmış olduğu halde, vefatından hemen sonra, bizzat kendi kavmi tarafından ilâh kabul edilerek Allah'a şirk koşulmuştur. İslâm bu tür bir sapıklığın önüne geçmek için deliller getirmiş ve bunun şirk olduğunu her fırsatta vurgulamıştır. Kur'an, kullara kulluğu ortadan kaldırarak yeryüzünde hâkimiyeti sahte ilâh ve rablerin elinden çekip alarak sadece Allah'a vermek için delil üstüne delil getiriyor ve bu noktanın son derece önemli olduğunu insanlara ısrarla vurguluyor.[160]
Şeytana İbâdet
Yüce Allah, insanlara şeytana ibâdet etmemelerini, kendisine ibâdet etmelerini emretmektedir: "Ey Âdemoğulları! Ben size, 'Şeytana ibâdet etmeyin. Zira o, sizin için apaçık bir düşmandır. Bana ibâdet edin. En doğru yol budur' diye tavsiye etmemiş miydim?[161] Şeytana ibâdet, vesvese verdiği, süslü gösterdiği şeylerde ve Allah'a isyan olan konularda kendisine itaat ve ittibâ etmektir. Allah, insanlara, "şeytanın adımlarına uymayın."[162]; "Çünkü şeytan, insana apaçık bir düşmandır."[163]; "Onu düşman edinin."[164] buyurmuştur.
Kur’ân-ı Kerim, ister insanlardan olsun, isterse cinlerden, tüm şeytanların[165] insanları şirke düşürdüğünü bizlere hatırlatır. Sebe’ kraliçesi hakkında bilgi edinmeye gönderilen Hüdhüd, Hz. Süleyman'a döndüğünde şunları haber verir: "Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, onlara işlerini süslemiş de onları doğru yoldan çevirmiş, bu yüzden yola gelemiyorlar."[166]
Kur'an, şeytanın insanlar üzerinde, onların irâdelerini ortadan kaldıracak bir güce sahip olmadığını, ancak insanların şirk koşmaları ve böylece onların sapmaları noktasında vesvese verdiğini açıkça bildirmiştir. "Görmedin mi biz kâfirlere şeytanları gönderdik, onları oynatıp duruyorlar."[167]; "Fakat kalpleri katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını süslü gösterdi."[168]; "O (şeytan)lar bunlar (insanlar)ı yoldan çıkardıkları halde, bunlar doğru yolda olduklarını sanırlar."[169]
Şeytan, insanlara fuhşu ve münkeri emreder.[170] İnsana vesvese verir.[171] İnsanlar arasında kin ve düşmanlık tohumları saçar.[172] İnsanlara, yaptıkları kötülükleri süslü gösterir.[173] Boş şeyler vaad eder.[174] Gerçekleri unutturur.[175] Tuzak kurar.[176] İnsanı saptırmak ister.[177] Onu doğru yoldan men eder.[178] Bu sebeple insanın, şeytanın vesvesesine aldanıp ona uymaması gerekir; uyarsa ona ibâdet etmiş olur.
Kur'an'da içki, kumar, putlar, heykeller, şans okları, talih oyunları, şeytanın işi olarak ifade edilmiştir.[179] Demek ki, Allah'ın haram kıldığı, yasak ettiği şeyleri yapanlar, şeytana itaat etmiş olmaktadırlar. Kur'an, bu itaati, şeytana ibâdet olarak ifade etmiştir. İbrâhim (a.s.), babasına: "Ey babacığım! Şeytana itaat etme; çünkü şeytan, Rahman'a isyan etmişti" demiştir.[180] İnsanı, Allah'tan başkasına, putlara ve benzeri şeylere ibâdet etmeye ve onları şirke, küfre ve isyana teşvik eden, şeytan ve şeytanlaşan insanlardır. Âsî kimseye itaat eden, âsîdir. Şeytana ve küfrü, şirki ve kötülükleri emredenlere itaat edenler, Allah'a isyan etmiş, şeytana ibâdet etmiş olurlar.
Şeytana ibâdet konusunu açıklamaya çalışırken, satanizmden, yani direkt olarak şeytana tapınma dininden uzunca bahsetmeyi, toplumu çok az ilgilendirdiği için gereksiz görüyoruz. Yeni dinler edinerek, bunalımlarına güya çözüm arayan, düzenin ve toplumun kurbanı bazı marjinal gençlerin, yenilik ve moda olsun, değişiklik olsun diye, düzen ve toplum şeytanından; gerçek şeytanın kucağına sığınıp ona sahiden tapınmaya yöneldiklerini gözlüyoruz. Satanizm denilen bu şeytan severlik ve kötülükçülüğün aslında pek de yeni bir din olduğu da söylenemez. Özellikle Suriye topraklarında günümüze kadar varlığını devam ettiren Yezidîlik de bir satanizmdir.
Cinlere İbâdet
Cinler, Allah'ın kendisine ibâdet etmeleri için dumansız saf ateşten yarattığı varlıklardır.[181] İnsanlar gibi ibâdet ve isyan edebilme yeteneğine sahiptirler. Bu sebeple müslüman ve kâfir, sâlih ve fâsık olanları vardır. Zaten İblis de cinlerdendir.
Sebe' sûresinde cinlere ibâdetten söz edilmiştir: "O gün, kâfirlerin hepsini mahşere toplar, sonra meleklere, 'Bunlar size mi ibâdet ediyorlardı?' der."[182] Bu soruya melekler, "(Ey Rabbimiz!) Seni tenzih ederiz. Onlar değil; Sen bizim velîmizsin. Hayır, onlar (bize değil) cinlere ibâdet ediyorlardı. Çoğu onlara iman eden kimselerdi."[183] şeklinde cevap vermişlerdir. Cinlere ibâdet, onlara sığınmak, korkulardan, mal ve canların kaybından onlara ilticâ etmek ve onlardan yardım talep etmektir. Âyette geçtiği şekliyle cinlere iman ise, muhafaza ve sığınma hususunda onların gücüne inanmaktır.[184] "İnsanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı erkeklere sığınırlardı, cinler de onların azgınlıklarını artırırlardı."[185] Bu âyet, insanların cinlere ibâdetlerinin, onlara sığınmak olduğunu ortaya koymaktadır.
Yüce Allah, sadece kendisine ibâdet edilmesini emretmiş, kendisinden başkalarına ibâdet edilmesini şiddetle menetmiştir. Ancak, imtihan gereği olarak, insanları ve cinleri bu konuda zorlamamıştır. Bu sebeple cin ve insanlardan, Allah'a ibâdet edenlerin yanında, O'nun dışındakilere ibâdet edenler de vardır. Allah'tan başkalarına ibâdet; sadece putlara, heykellere, ateşe, aya, güneşe, mezara tapmaktan ibaret değildir. Kur'an'ın hilâfına hareket eden insanların buyruklarını isteyerek kabul edip bunları uygulamak da Allah'tan başkalarına ibâdet etmektir. Allah'tan başkalarına ibâdet, şirk ve küfürdür.[186]
1- İnsanın yüce ve hâkimiyet sahibi birine boyun eğmesi, itaat etmesi, ona isyan etmeden kulluk etmesine ne denir?
- a) İbâdet b) İsyan c) Tevekkül d) Şükür
2- “İster kulluk maksadıyla olsun, isterse başka sebeple herhangi bir varlığa duyulan aşırı bağlılık, gösterilen tevâzu, tâzim ve saygı, yapılan mutlak itaat, o varlığa ................. demektir.” Bu ifâdedeki boş bırakılan yere, aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?
- a) şükür b) ihsân c) ibâdet d) iman
3- Bilindiği gibi, herhangi bir davranışın Allah’a ibâdet olabilmesi için dört şart vardır. Aşağıdaki seçeneklerden hangisi, bunlardan biri değildir?
a) İman: Dinimizin istediği şekilde iman; şirkten uzak tevhidî inanç,
b) Meşrûiyet: Yapılan amelin Allah’ın müsaade ettiği veya emrettiği bir şey olması,
c) Usûl-Metod: Allah’ın emrettiği ve Rasûlullah’ın yaptığı şekilde yapmak,
d) Hizmet: Herhangi bir davranış, kişinin zannına göre İslâm’a veya Müslümanlara hizmet kabul ediliyorsa, bu konunun bazı tavizlerle de olsa yerine getirilmesi.
4- İbâdet kelimesinin lügat ve ıstılahî anlamını açıklayınız.
5- İbâdetin insan hayatındaki önemini açıklayınız.
6- İbâdetin Allah katında kabul görmesinin şartları nelerdir? Açıklayınız.
7- İbâdetlerin nasıl uygulanacağı konusunda kişi hangi kıstaslara başvurmalıdır?
8- Halkın ibâdet anlayışını ve bu anlayışın getirdiği sonuçları izah ediniz.
9- İnsanın yaratılış gâyesi hakkında bilgi verip, kulluğun özelliklerini açıklayın.
10- İbâdetin kapsamını izah ederek ibâdetin halk arasında niçin sadece namaz ve
oruç gibi birkaç davranışa ad olarak verildiği halde, hayatın (dinin) tümü
hakkında bu kavramın kullanılmamasının sebeplerini izah ediniz.
11- Allah’tan başkasına ibâdetin nasıl olduğunu; insanın bir başkasına secde
etmesi ya da namaz gibi bir ibâdet etmesi dışındaki bazı davranışların da
başkasına ibâdet sayılıp sayılamayacağını birkaç örnekle açıklayınız.
12- Kur’ân-ı Kerim, Allah’tan başka hangi somut ve soyut şeylerin bazılarınca
ilâh kabul edilip onlara ibâdet edildiğini açıklamaktadır? Bunları sayarak bunların nasıl putlaştırıldığını kısaca açıklayın.
13- Tâğuta, şeytana ve cinlere ibâdetin nasıl olduğunu Kur’an ışığında açıklayın.
14- Hevâ, ne demektir? Hevâ, nasıl ilâh haline getirilir? Ona nasıl tapılmış, ibâdet edilmiş olur? Bu konuda bilgi verin.
15- Bilginlere ve din adamlarına, ölü veya diri olsun Allah’ın dostu olduğu zannedilen
kişilere nasıl ibâdet edilip tapılmaktadır, örneklerle açıklayın.
16- Sanatın, gök cisimlerinin ve özellikle burçların, yeryüzünün, bir ülkenin nasıl
kutsallaştırılıp putlaştırıldığını açıklayınız.
17- Gayb bilgisine sahip olduğunun iddia edilmesi ile veya bilim yoluyla Allah’ın dışında başka şeylere nasıl tapıldığını açıklayınız.
[1] 51/Zâriyât, 56
[2] Buhâri, Cihad 71; Müslim, İman 49; Tirmizî, İman 18, h. no: 2781; İbn Mâce, Zühd 35, h. no: 4296
[3] Bak. 51/Zâriyât, 56
[4] Bak. 13/Ra’d, 28
[5] 11/Hûd, 123
[6] 15/Hicr, 99
[7] 3/Âl-i İmrân, 51
[8] 16/Nahl, 36
[9] 29/Ankebût, 45
[10] 1/Fâtiha, 5
[11] 63/Münâfıkun, 8
[12] Buhârî, İman 37; Müslim, İman 1, hadis no: 8; Tirmizî, İman 14; Ebû Dâvud, Sünnet 16; İbn Mâce, Mukaddime 9; Nesâî, İman 6
[13] 12/Yusuf, 40
[14] 36/Yâsin, 60
[15] 39/Zümer, 64-66
[16] 18/Kehf, 110
[17] 109/Kâfirûn, 1-6)
[18] Ömer Faruk Köse, İslâmî Hareket ve Önündeki Engeller, Fecr Y., s. 155-156
[19] 6/En'âm, 162-163
[20] 51/Zâriyât, 56
[21] 21/Enbiyâ, 20; 66/Tahrîm, 6
[22] Buhârî, Salât 56; Müslim, K. Mesâcid 4
[23] 72/Cin, 18
[24] Bak.57/Hadîd, 25
[25] 29/Ankebût, 45
[26] 2/Bakara, 183
[27] 9/Tevbe, 60, 103; 70/Meâric, 24-25
[28] Müslim, Zekât 52; Ebû Dâvud, Tatavvû' 12, Edeb, 160; Ahmed bin Hanbel, V/167, 168)
[29] Mehmet Kubat, Kur'an'da Tevhid, Şafak Y., s.132 ve 164
[30] 5/Mâide, 5
[31] Buhârî, Bed'ül-Vahy 1, Itak 6, Talak, 11, İman, 23; Müslim, İmâre 155
[32] 51/Zâriyât, 56
[33] 2/Bakara, 83; 3/Âl-i İmrân, 64; 5/Mâide, 72...
[34] 13/Ra'd, 36; 21/Enbiyâ, 73; 39/Zümer, 11, 14
[35] 2/Bakara, 21
[36] 22/Hac, 77
[37] 98/Beyyine, 5
[38] 4/Nisâ, 36
[39] 51/Zâriyât, 56
[40] 16/Nahl, 36
[41] 6/En'âm, 56; 10/Yûnus, 104...
[42] 5/Mâide, 76; 10/Yûnus, 18
[43] 19/Meryem, 42
[44] 29/Ankebût, 17
[45] 14/İbrâhim, 35; 26/Şuarâ, 70, 71
[46] 43/Zuhruf, 45
[47] 21/Enbiyâ, 53
[48] 5/Mâide, 60; 39/Zümer, 17
[49] 36/Yâsin, 60; 19/Meryem, 44
[50] 11/Hûd, 62, 87, 109; 14/İbrâhim, 10
[51] 10/Yûnus, 28
[52] 34/Sebe', 41
[53] 23/Mü'minûn, 47
[54] 34/Sebe',40; 43/Zuhruf, 19-20
[55] 39/Zümer, 3
[56] 12/Yûsuf, 40
[57] 37/Sâffât, 161
[58] 37/Sâffât, 95
[59] 39/Zümer, 3
[60] 34/Sebe' 37
[61] 10/Yûnus, 18
[62] 37/Sâffât, 95-96
[63] 10/Yûnus, 104
[64] 10/Yûnus, 105
[65] 10/Yûnus, 104
[66] 6/En’âm, 56; 40/Mü'min, 66
[67] 6/En'âm, 56; 10/Yûnus, 18
[68] 6/En'âm, 56
[69] 39/Zümer, 64
[70] 10/Yûnus, 18
[71] 16/Nahl, 73
[72] 37/Sâffât, 95
[73] 19/Meryem, 42
[74] 46/Ahkaf, 4
[75] 53/Necm, 23; 12/Yûsuf, 40
[76] 37/Sâffât, 86
[77] 21/Enbiyâ, 52
[78] 14/İbrâhim, 35
[79] 21Enbiyâ, 52-54, 58-59, 62-63, 65-67
[80] 19/Meryem, 42
[81] 14/İbrâhim, 35
[82] 11/Hûd, 109
[83] 21/Enbiyâ, 98
[84] 21/Enbiyâ, 98
[85] 39/Zümer, 15
[86] 37/Sâffât, 22-34
[87] 19/Meryem, 82; 46/Ahkaf, 6
[88] Bu konuda Kur'an şu âyetlerde bu sorulara cevap vermektedir: 39/Zümer, 3; 10/Yûnus; 18; 17/İsrâ, 56-57; 43/Zuhruf, 86; 39/Zümer, 44; 30/Rûm, 13.
[89] 25/Furkan, 43
[90] 53/Necm, 23
[91] 38/Sâd, 26; 5/Mâide, 77
[92] 2/Bakara, 145
[93] 6/En’âm, 150; 18/Kehf, 28
[94] 23/Mü’minûn, 71
[95] 2/Bakara, 87; 5/Mâide, 70
[96] 30/Rûm, 29
[97] 13/Ra’d, 37; 2/Bakara, 120
[98] 5/Mâide, 48-49
[99] 42/Şûrâ, 15
[100] 4/Nisâ, 135
[101] 79/Nâziât, 40-41
[102] 47/Muhammed, 14
[103] Taberânî; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetu’l-Lehfân, 2/148; Elmalılı, 6/70; Şamil İslâm Ansiklopedisi 2/397
[104] 53/Necm, 3-4
[105] 2/Bakara, 120; Abdurrahman Dilipak, Bu Din Benim Dinim Değil, İşaret/Ferşat Y., s. 52-62
[106] Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 2, hadis no: 1621; Ahmed bin Hanbel, 6/2022
[107] 25/Furkan, 43; Taberânî; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetu’l-Lehfân, 2/148; Elmalılı, 6/70; Şamil İslâm Ansiklopedisi 2/397
[108] 25/Furkan, 43
[109] 45/Câsiye, 23
[110] 45/Câsiye, 23 ve yine bkz. 25/Furkan, 43; 53/Necm, 23
[111] İhyâ, 3/28
[112] 45/Câsiye, 23
[113] 5/Mâide, 77; 6/En’âm, 56
[114] Suad Yıldırım., Kur’an’da Ulûhiyet, Kayıhan Y., s. 289-290
[115] Taberânî; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetu’l-Lehefân, 2/148; Elmalılı, 6/70; Ş. İslâm Ansiklopedisi 2/397
[116] 53/Necm, 23
[117] 29/Ankebût, 28-29; 45/Câsiye, 23
[118] Veli Ulutürk, Kur’ân-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor?, Çağlayan Y. s. 280
[119] Bak. 45/Câsiye, 23
[120] Mevdûdi, Tefhîmu’l-Kur’an, 5/308-309
[121] 30/Rûm, 29
[122] 38/Sâd, 26
[123] Fahreddin Râzi, Mefâtuhu’l Gayb, 12/63
[124] 23/Mü’minûn, 71
[125] Halil Atalay, Fikrî Tevhide Doğru, Ribat Neşriyat, s. 19-23
[126] 5/Mâide, 48
[127] 5/Mâide, 48
[128] 5/Mâide, 48
[129] 5/Mâide, 48
[130] 23/Mü’minûn, 71
[131] ez-Zemahşerî, a.g.e. c. 2, s. 196
[132] 47/Muhammed, 14
[133] ez-Zemahşeri, a.g.e., c. 4, s. 320
[134] 54/Kamer, 3
[135] 5/Mâide, 77
[136] Mefâtuhu’l-Gayb, c. 12, s. 66
[137] 5/Mâide, 49
[138] 42/Şûrâ, 45
[139] 6/En’âm, 116
[140] Kur'an'da Hevâ Kavramı, Muhammed Emin, Misak
[141] 2/Bakara, 120
[142] 5/Mâide, 30
[143] Yaşar Düzenli, Kur'an Işığında Evrensel Dengeler ve İnsan, s. 267
[144] Halil Atalay, Fikrî Tevhide Doğru, Ribat Neşriyat, s. 17
[145] 51/Zâriyât, 56
[146] 26/Şuarâ, 227
[147] 16/Nahl, 36
[148] 39/Zümer, 17
[149] 5/Mâide, 60; Ayrıca, tâğutu reddetmek konusunda Bak. 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 16/Nahl, 36
[150] Muhammed Kutub, Lâ İlâhe İllâllah, Ravza Y., s. 109
[151] Mevdudi, Kur'an'a Göre Dört Terim, İdeal Kitaplar Y., s. 66 ve 84
[152] 2/Bakara, 256
[153] 4//Nisâ, 59
[154] Elmalılı Tefsiri, IV, s. 2512
[155] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 39, 46
[156] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y., IV, s. 2513, 2514
[157] 3/Âl-i İmrân, 64
[158] 3/Âl-i İmrân, 79-80
[159] 7/A'râf, 59, 65, 73, 85; 12/Yûsuf, 40; 11/Hûd, 1-2; 16/Nahl, 36
[160] M. Kubat, a.g.e., s. 132
[161] 36/Yâsin, 60-61
[162] 2/Bakara, 168, 208
[163] 17/İsrâ, 53
[164] 35/Fâtır, 6
[165] 6/En'âm, 112
[166] 27/Neml, 24
[167] 19/Meryem, 83
[168] 6/En'âm, 43
[169] 43/Zuhruf, 37
[170] 2/Bakara, 268; 24/Nûr, 21
[171] 7/A'râf, 20; 20/Tâhâ, 120
[172] 5/Mâide, 91
[173] 6/En'âm, 43; 8/Enfâl, 48
[174] 4/Nisâ, 120; 17/İsrâ, 64
[175] 6/En'âm, 68
[176] 4/Nisâ, 76
[177] 4/Nisâ, 60
[178] 27/Neml, 24; 29/Ankebût, 38
[179] 5/Mâide, 91
[180] 19/Meryem, 44
[181] 51/Zâriyât, 56; 55/Rahmân, 15
[182] 34/Sebe', 40
[183] 34/Sebe' 41
[184] Mevdûdi, Dört Terim, 87
[185] 72/Cin, 6
[186] İsmail Karagöz, Kur'an'da İbâdet Kavramı, Şule Y. s. 78
TUĞYAN VE TAĞUT
TUĞYÂN VE TÂĞUT
- Tuğyân; Anlam ve Mâhiyeti
- İnsanı Tuğyâna Sevkeden Şeyler
- Siyasî Otoritenin Tuğyânı
- İnsanlara Zulüm de Siyasî Otoritenin Tuğyânıdır
- Tuğyâna Karşı Müslümanların ve Özellikle Âlimlerin Tavrı
- Siyasî Otorite ve Yöneticinin Tuğyânını Başkalarına Ulaştırması/Tâğut'laşması
- Tâğut Kimdir?
- Siyasî Rejimler, Hüküm ve Yetkiyi Allah'tan Almıyorsa Tâğuttur
- Sorular
Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:
* Tuğyân ve tâğut kavramlarının sözlük ve terim anlamını ifadelendirebilmek.
* İnsanı azgınlığa, tuğyâna sevk eden şeyler hakkında bilgi verebilmek.
* Siyâsî otoritenin tuğyânına ne ad verildiğini ve bu tuğyana karşı müslümanın
nasıl bir tavır alması gerektiğine âyetlerden yola çıkarak açıklık getirebilmek.
* Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen yöneticiler hakkında Kur’an’ın hangi
hükümler verdiğini ve Müslümanların bu insanlara karşı nasıl davranmasını
istediğini açıklayabilmek.
* “Tâğut”un kim ve ne olduğu konusunda Kur’an’dan ve âlimlerin
açıklamalarından yola çıkarak doyurucu bilgi verebilmek.
* Günümüzdeki siyasî rejimlerin, hükmü ve yetkiyi Allah’tan almadıkları için,
tâğut kavramıyla ilgili hükümlerinin ne olduğunu genişçe açıklayabilmek.
Tuğyân, taşkınlık, azgınlık, sınırı aşmak demektir. Fiziksel güçlerin normal sınırları aşacak şekilde faal hale gelmeleri de tuğyânla ifade edilmiştir. "Su tuğyân ettiğinde (kabarıp taştığında) sizi akıp giden (gemi)de taşıdık."[1] Bu şekilde taşan ve her yeri kaplayan şeye tâğıye denilmektedir. Kavram olarak tuğyân, isyan ve günahta, sınır tanımayacak ölçüde ileri gitmektir. İnsanın haddi ve ölçüyü aşması demektir. İnsanın haddi; Allah'ın, onun için koyduğu sınırıdır ki, kişinin onu aşması câiz değildir. İnsanın değeri, Allah'a kul olması itibariyledir; onun için Rabbine itaatı ve sürekli kulluk sınırı içinde bulunması gerekir. Ne zaman, Allah'ın insan için koymuş olduğu aşılmaması gereken hududu aşar, ölçüyü kaçırırsa tuğyâna düşmüş, Allah'a isyan etmiş olur. Tuğyân kelimesi, türevleriyle birlikte Kur'an'da 39 yerde geçer. Bu türevlerden 8'i, tâğût şeklindedir. Tâğût, tuğyânı yaşayan ve yaşatan kişi veya güç anlamındadır.
Tuğyân, istikametten bir sapmadır.[2] Tuğyâna sapmanın musallat edeceği denge bozukluğu (hastalık) insanı aldatır, kuruntu ve hayale esir eder. İnsan bu duruma gelince nefsinin oyuncağı olur ve karanlığı ışık zannetmeye başlar. Kur'an, bu özelliği belirtirken, inkârcıları "tuğyânları içinde oynayıp oyalanan gâfiller" olarak tanıtır.[3]
İnsan, belli nimetlere kavuştuğu ve kendisini başkalarından müstağnî zannettiği, kendisinde istediğini yapabilecek bir güç, bilgi ve yetenek vehmettiği zaman, artık Allah'ı da unutur; gerçek kudret, ilim ve dilediğini yapabilme güç ve irâdesine sahip olanın yalnızca Allah olduğunu aklından çıkarır. Bu durum, insan için tuğyâna açılan bir kapıdır; artık dilediğini yapar, hak hukuk ve hiçbir sınır tanımaz. Allah'a ortak koşmaya, nefsini O'nun yerine geçirip hevâ ve heveslerinin peşinden gitmeğe girişir. İşte, bu hal tuğyân halidir. Bu tür insanlar da Kur'an diliyle tâğîdir.
Kur'an, bozgunculuk yapmayı, kendi izinleri olmadan halkın, yoksulların din değiştirmelerine ve dinlerini yaşamalarına rızâ göstermemeyi, kendi üstünlüklerini tartışmasız kabul etmeyi, sadece kendi kuvvetlerine güvenmeyi, bu nedenlerden dolayı şımarıp böbürlenmeyi, yeryüzünde çalım satıp gösteriş yaparak yürümeyi, kısacası velî edindikleri şeytanın taraftarı (hizbi) olmayı, tuğyâna kalkışanların vasıflarından sayar.[4]
Âyetlerden anlaşıldığına göre tuğyân, hak hukuk ve sınır tanımamak, inatçı ve zorba bir tavır içerisinde olmak, böbürlenmek, kibir göstermek ve zulmetmek, insanlığı ezmek, mallarını gasbetmek, insanlara acımamak ve dolayısıyla Allah'ı bir ve gerçek Rab olarak tanımayarak O'na ortak koşmak, kısacası nefsinin, hevâ ve hevesinin peşinde gitmek ve bâtıl ile hüküm vermektir.
Yalancılık, isyan ve şerefsizlik etmek tuğyân olarak belirtilir.[5] Tuğyân, istikametten bir sapma olarak değerlendirilir. "Sen, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte, emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Aşırı gitmeyin. Doğrusu Allah, yaptıklarınızı bilir."[6]
Aşırı tüketim ve yemekte sınırı aşmak da bir tuğyândır. İsrail oğullarına verilen dünyevî nimetler belirtildikten sonra, aşırı gıda tüketiminin yasaklandığı anlatılır: "Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yiyin. Bunda aşırı (ölçüsüz) gitmeyin ki gazâbıma çarpılmayasınız. Gazâbımı hak eden, şüphesiz mahvolur."[7]
Dengeyi bozmak, tartı ve ölçüde adâletsizlik de tuğyândır. "Sakın dengeyi bozmayın. Ölçüyü adâletle tutun ve eksik tartmayın."[8] Buradaki ölçü ve tartıya riâyet, doğruluk ve haklılık ölçüsünden şaşmamak biçiminde de anlaşılmıştır.
Kur'an; Firavun'un, Nuh kavminin, Semud kavminin ve daha başka üzerlerine Allah'ın gazâbının hak olduğu kavimlerin durumlarını tuğyân kelimesiyle açıklar. Bunlar, kendilerini yeryüzünün en büyük ve istediklerini istedikleri biçimde yapabilecek gücü olarak görüp tam bir istiğnânın içine girmişler, tuğyânın içine dalmışlardır. Semud kavmi bağlarda, bahçelerde, çeşme başlarında ve hurmalıklar arasında zevk ve safa içinde yaşayıp müsriflerin emrine itaat etmekle ve Sâlih (a.s.)'ın uyarmalarına kulak tıkayarak Allah'ın âyetlerine yüz çevirip O'na şirk koştukları yetmiyormuş gibi bir de kendilerinin istedikleri bir mucize olan deveyi boğazlamakla[9] tuğyânkâr olmuşlardı. Âd kavmi, ebedi hayat umuduyla köşkler dikip boş şeylerle uğraşırken, yakaladıklarını zorbaca yakalar ve yeryüzünde fesat çıkarırken Hûd (a.s.)'ın çağrısına uymayarak Allah'a şirk koşmaya devam etmekle tuğyân içine batmışlardı.[10]
En zâlim ve en tuğyânkâr olarak nitelendirilen Hz. Nuh'un kavmi[11] kendilerini üstün görüşlü ve mü'minleri de ayak takımı olarak değerlendirmeleri, Hz. Nuh'u taşlamakla tehdit etmeleri ve bir an önce kaçınmaya çağırdığı azâbı getirmesini istemeleri, çağrısına kulaklarını tıkayıp kibirli kibirli ayak diremeleri, büyük büyük tuzaklar kurup taptıkları sahte tanrıları bırakmamalarıyla[12] şehirlerde tuğyânda bulunmuş ve fesâdı artırmış oluyorlardı.[13] Aynı şekilde Firavun da İsrailoğullarına akla gelmedik zulümler yapıyor, erkeklerini boğazlatıp kadınlarını kirletiyor, Hz. Mûsâ'nın çağrısına sağır kesilip Allah'a şirk koşuyor ve kendisini insanların en büyük Rabbi ilan ediyordu.
Kur'an, Nuh tufanı sırasında suların köpürüp azmasını tuğyân kökünden bir fiille (tağâ = tuğyân etti) ifade etmektedir. İlginçtir ki, suların tuğyânı ile boğulan Nuh devrinin zâlimlerini Kur'an, "zulme sapan, tuğyân edip azan" bir kavim olarak anmaktadır. "Ceza, amel cinsindendir" prensibi bu olayda net olarak kendini göstermekte ve insanın tuğyânını tabiatın tuğyânı ile cezalandıran sünnetullaha bu âyetler dikkatimizi çekmektedir. Yine benzer bir durum Semud kavmi için de söz konusu edilmiştir. Haakka sûresi 5. âyette, Semud kavmi azgınlarının "tâğıye" ile helâk edildikleri belirtilmektedir. Bu "tâğıye" de tuğyân kökünden türeyen bir isim olup, tuğyân eden insanları cezalandırmak için Allah tarafından devreye sokulan tuğyân edici bir tabiat kuvvetini ifade etmektedir. Bu âyette cümle o şekilde düzenlenmiştir ki, tâğıye, hem Semud kavmini helâk eden kuvveti, hem de bu kavmin helâkine sebep olan tavrı aynı anda ifade etmektedir: "Semud kavmine gelince, onlar tâğıye (tuğyân eden, azan) bir topluluk oldukları için tâğıye ile (yani azıp kuduran bir tabiat kuvvetiyle) mahvedildiler."[14]
Esas ceza âhirette olduğu halde, özellikle eski kavimlerden haddi aşıp isyan eden, azarak kendinden başka güç tanımayan insana, Allah'ın emrine boyun eğen tabiî hadiseler (tufan, fırtına, zelzele vb.) yoluyla haddi bildirilir. Akıl sahibi ve şerefli olarak yaratıldığı halde baş kaldırıp isyan eden, her istediğini yapabileceğini zanneden azgın insan, akıl sahibi olmadığı halde her emre boyun eğen "Allah'ın askerleri"[15] olan tabiat güçleri, yani doğal âfetler tarafından mağlup ve perişan edilir.
İnsanı Tuğyâna Sevkeden Şeyler
Tuğyân, insanın tabiatında vardır: "İnsan gerçekten azar."[16] Âyetin hemen devamında, insanın tuğyânının temel sebebi gösterilir: İstiğnâ; yani insanın kendini kendine yeterli görmesi, kendisini hiç kimseye muhtaç olmayan bir konumda zannetmesi ve okumaması, vahiyden/ilimden uzak olması.[17] İnsanı istiğnâya, dolayısıyla tuğyâna sürükleyen en büyük etken, ya malının çokluğu veya nüfuzlu otoritesidir. Birincisi malın tuğyânıdır; ikincisi ise otoritenin. Siyasî otoritenin tuğyânı tâğut kavramıyla ifade edilir. Tuğyânın her iki türü de değişmez sünnetullah gereği, helâk edicidir.
Allah, insanların azıp sapmamaları için her şeyi ölçü ile yaratmış, rızkı da belli bir ölçü ile insanlara vermiştir: "Eğer Allah rızkı kullarının hepsine bol bol verseydi yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Ama O, (rızkı) dilediği ölçüde indirir."[18]; "İnsanın açık bir düşmanı olan şeytan"[19] ve "kötülüğü çok emreden nefis"[20] insanı azgınlığa ve sapıklığa teşvik eder. Bunun için Kur'an, nefis ve şeytana karşı insanı sık sık uyarır ve onların vesvese ve saptırmalarına karşı uyanık bulunmayı emreder. Allah'ın bu uyarısı, insanlara olan lütuf ve merhametinin bir eseridir. Allah insanı başıboş bırakmamıştır.[21] Başıboş bıraksaydı, insanın aleyhine olurdu; Âdemoğlu azıp sapardı. Bununla beraber, insanların çoğu bilgisizlikleri ve akılsızlıklar yüzünden iman etmemişlerdir.
Tuğyân, insan egosunun, kendini ilâhlaştırması, her şeyin, herkesin üstünde görmesi halinde ortaya çıktığında doruk noktadır. Kur'an'a göre, bu doruk noktanın tipik temsilcisi Firavun'dur.[22] Firavun, bütün gücün kendi elinde olduğunu vehmediyor, insanları küçük görüyor, onları öldürüyor ve en kötü işkenceye maruz bırakıyordu.[23] Firavun mantığına göre bütün insanlar onun kulu kölesi; Mısır ve başta Nil olmak üzere tüm nehirler onun mülkü idi: "Firavun, milletine şöyle seslendi: Ey milletim! Mısır hükümdarlığı ve memleketimde akan bu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?[24] Firavunlar medeniyeti bir tuğyân medeniyeti idi; batışları bu yüzden olmuştur: "Görmedin mi Rabbin ne yaptı? O sütunlar, saraylar sahibi Firavunlara. Onlar ki, ülkeler boyunca tuğyân sergilediler (azgınlık ettiler) ve oraları fesâda boğdular. Sonunda Rabbin onların üzerine azap kamçısı yağdırdı."[25]
Sünnetullah gereklerinden birini Kur'an belirtir: Bütün uygarlık ve saltanatların çöküşü tuğyân (azgınlık) yüzündendir. Bu, daha çok, maddî değerlere aldanarak azmaktır. Her çöküşün altında bu yatar. Tuğyâna sapanların cezaları, bir tabiat tuğyânı olan ateşle verilecektir. Cehennem, tabiat kuvvetleri tuğyânının çok güçlü bir belirişidir.
Tuğyâncı zâlimlerin cezalandırılmasında en uygun yol, cehennemle ceza yoludur.[26] Cehennem, bir gözetleme yeridir, tuğyâna sapmışlar için bir dönüş/varış yeridir.[27] Böyle olduğu içindir ki, cehennem ehli, birbirlerini suçlarken sürekli: "seni tuğyâna ben itmedim" şeklinde konuşacaklar; "tuğyâna sapmış bir topluluk idiniz, haydi görün sonunuzu!" hitâbını duyacaklardır.[28]
Siyasî otoritenin tuğyânı, insanın kendisine verilen emretme ve yasaklama yetkisi ve gerektiğinde başkalarına zorla yaptırımı sebebiyle ölçü ve haddini aşması, Allah'ın koyduğu hükümlerle belirtilen hududullahın dışına çıkmasıdır. Bu tuğyân türü, genelde yönetici ve emir sahiplerinde olur. Çünkü onların güç ve yetkileri ve bu konulardaki azgınlık ve taşkınlıkları insanların genelini ilgilendirir. Siyasî otoritenin tuğyânı, bazen insanı rubûbiyet iddiasına kadar götürür. Bu, ya Firavun'un yaptığı gibi lisan-ı kaliyle (konuşma diliyle) veya nice tâğutun yaptığı gibi lisan-ı haliyle rablik iddia etmekle olur. "(Adamlarını) topladı ve (onlara) bağırdı: 'Ben sizin en yüce rabbinizim' dedi."[29]
Siyasî otoritenin tuğyânına baş örnek Firavun'un tuğyânıdır. Onun haddini aşması ve ölçüyü kaçırmasının bir görüntüsü, rubûbiyet dâvâsı güdecek kadar gerçek Rabb'e; haklarını küçümseyecek, zulmedecek ve köleleştirecek kadar da insanlara karşı büyüklenmesidir. Nitekim Allah, birçok âyetinde ibret ve öğüt almak için, Firavun'un tuğyânını ve bu azgınlığı yüzünden başına gelenleri tekrar tekrar anlatmıştır. Bu da insanların çoğunun otorite tuğyânıyla imtihana tâbi tutulduğunu gösterir. "Mûsâ'nın haberi sana geldi mi? Hani Rabbi ona Kutsal Vadi'de Tuvâ'da seslenmişti: 'Firavun'a git, çünkü o tuğyân etti (azdı)."[30] Buradaki tuğyânı, hem Yaratıcı'ya karşı, hem yaratılanlara karşı haddi aşmak olarak anlayabiliriz. Yani Firavun, küfürle Yaratıcı'ya karşı baş kaldırdı; halkı köleleştirmek ve onlara zulmetmek sûretiyle de yaratılanlara büyüklük tasladı.
Firavun, rubûbiyet (rab'lik) iddia ederek tuğyânın zirvesine ulaştı. O, bu bâtıl iddiasıyla, yöneticiliğini yaptığı vatandaşların kendisine, kendi kanunlarına uymalarını; Allah da olsa, kendi ilkelerine ters düşenlere itaat etmelerini yasaklıyor, bu mutlak itaat edilmeye kendini yetkili görüyordu. Fahreddin Râzî'nin yorumuna göre Firavun, rablik iddiasıyla şunları diyordu: "Ben, sizin terbiye eden, büyütüp geliştiren, ihsan eden rabbinizim. Size âlemde emredecek ve yasak koyacak da ancak benim!"
İnsanlara Zulüm de Siyasî Otoritenin Tuğyânıdır
"Görmedin mi Rabbin ne yaptı Âd kavmine? Yüksek sütunlarla dolu İrem'e? Ki şehirler arasında onun eşi yaratılmamıştı. Vâdide kayaları oyan Semûd'a? Ve kazıklar sahibi Firavun'a? Bunlar ülkelerde azmışlardı. Oralarda çok kötülük etmişlerdi. Bu yüzden Rabbin onların üzerine azap kırbacını çarptı. Elbette Rabbin her an gözetlemededir."[31] Bunlar ülkelerinde azmışlardı; yani isyan edip günah işlediler. İnsanlara eziyetle ve yeryüzünü fesâda uğratmakla haddi aştılar. Kazıklar sahibi Firavun denilmesi: Firavun, yere dört kazık çaktırır, işkence edeceği kimseleri ellerinden ve ayaklarından bu kazıklara bağlatır, o şekilde işkence ederdi. Bunun için veya kazık gibi askerleri çok olduğundan böyle nitelenmiştir. Âyetlerde ifade edilen azdıkları ve çok kötülük ettikleri de gösteriyor ki, bu azgın ve zâlim yöneticiler, Allah'a isyan edip baş kaldırdıkları gibi; zulüm ve düşmanlıkta da haddi ve ölçüyü aşmışlar, halklarına işkence ve eziyeti çoğaltmışlardı.
Tuğyâna Karşı Müslümanların ve Özellikle Âlimlerin Tavrı
Tuğyânın temelinde "kibir" ve "benlik" yatar. Tâğutlardan biri olan şeytanın azgınlığının sebebi de kibir ve benlik idi. Tuğyân, küfür, şirk ve zulüm olarak insanlara yansır. "Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür."[32] Çünkü şirk, bile bile hakkı inkâr etmek, nimeti görmemek ve onu verene isyan etmektir. Bu, iman noktasından bir tuğyândır. İman açısından tuğyân içinde bulunan kimsenin, uygulama bakımından da zâlim olması doğaldır. Firavun'un tuğyânı buna örnektir. Uygulama açısından tuğyân ise, zulüm ve haksızlıktır. Özellikle yetki sahibi bir kimsenin, kendisini haklı gösterecek bazı gerekçelerle(!) adâletten ayrılması ve emri altındakilere zulmetmesidir. Zaten, Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen yöneticinin zâlim olmaması beklenemez.[33] Böyle kişilerin, hakkı korkusuzca söyleyen müslümanlar, özellikle de âlimler tarafından uyarılması gerekir. Tâğutlaşan yöneticiye (sultânun câirun) karşı hakkı söylemek, mazlumları savunmak ve zulme engel olmaya çalışmak, en önemli ibâdetlerdendir. "Cihadın en üstünü, zâlim yöneticiye karşı hak sözü söylemektir."[34]
Müslümanlar tarihi, zâlim sultanlara ve kötü yöneticilere karşı gelen güçlü bilginlerle doludur. Çoğu kez bu muhalefet, dil ve kalemden mızrak ve kılıca dönüştü. Tıpkı Abdurrahman b. el-İş'as ve beraberindeki fakih ve muhaddislerin, Haccac'ın tuğyânına ve Emevî devletinin sapmasına baş kaldırmaları gibi. Medine'nin ünlü fakihi Said bin Müseyyeb, Hulefa-i Raşidin'in yolundan gitmeyen, mal-mevki ve nüfuz peşinde koşan Emevî emîr ve valilerinin, kendi itibarından yararlanmak için yaptıkları mal ve mevki tekliflerini reddediyor ve onların kötü emellerine âlet olmuyordu. Velid bin Abdülmelik'e biatı reddeden Said bin Müseyyeb'e 60 değnek ceza vuruldu. Tâbiin dönemi âlimlerinden Said bin Cübeyr, Haccac'ın zulmünü önce vaaz ve nasihatle önlemeye çalıştı, bu fayda vermeyince ona karşı ayaklandı ve şehid edildi.[35]
Halife Mansur'un zulmüne boyun eğmeyerek onun isteklerine âlet olmamak için teklif edilen kadılık görevini reddeden Ebû Hanife de işkenceyle şehid edilmiştir. Diğer bir mezheb imamı Malik bin Enes de Halife Mansur'dan haksızlık ve zulüm gördü. Hz. Ali (r.a.) taraftarlarının isyanına fetva vermesi üzerine ona da işkenceler yapıldı. Her dönem, tâğutî düzenler tarafından zulüm ve işkence gören, hatta idam edilen çok sayıda âlim vardır. Bu konuda son dönemdeki âlimleri göz önüne getirirsek, hemen meşhur bütün âlimlerin isimlerini saymak gerekecektir: Said Nursi, Şeyh Said, İskilipli Âtıf Hoca, Süleyman Efendi, Ali Haydar Efendi, Hasan el-Bennâ, Seyyid Kutub, Abdülkadir Udeh, Mevdûdi, Ali Şeriati, İmam Humeyni, Muhammed Bâkır es-Sadr...
Örneklerden de anlaşıldığı gibi tuğyân (zulüm), ister mü'min geçinsin, ister kâfir, maddî gücü ve siyasî iktidarı elinde bulunduran yöneticilerin yakalandıkları bulaşıcı bir hastalıktır. Yöneticiler, bu hastalıktan ancak hiç taviz vermeden Allah'ın kitabıyla hükmederek adâlete sarılmak sûretiyle ve yanlarına müttakî âlim yardımcılar (müşavirler) alarak kurtulabilirler. Bunun gerçekleşmesi için de, öncelikle sistemin tâğutî olmayıp İslâmî olması gerekir. Adâletin gerçekleşmesi buna bağlıdır. Çünkü Allah'ın hükmü adâlet; onun zıddı ise zulümdür. "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir."[36]
Siyasî Otorite ve Yöneticinin Tuğyânını Başkalarına Ulaştırması/Tâğut'laşması
Tuğyânkâr insanların özellikle elebaşıları ve önde gelenleri, kendi tuğyânlarını haklı göstermek ve insanlar üzerinde rableşip onların dünya hayatlarını düzenlemek için belli hükümler koyarlar. Böylece diğer insanlar da bunların koydukları hükümleri kabul eder, Allah'ın hükmünü bırakır, tuğyânkârların hükümleriyle muhâkeme olunmak ister ve böylece tuğyânkârlara hem ibâdet etmiş, hem de onları velî edinmiş olurlar. İşte, Kur'an, bunlardan birinci tür, yani tuğyânkâr olan ve başkaları üzerinde rableşip tuğyânlarını haklı çıkarmaya, dünya hayatını yönlendirip vatandaşlarının rabbi kesilmeye girişen insanlara tâğut der. Bu kelimenin tekili de çoğulu da aynıdır; yani tâğut bir yerde bir tane olabildiği gibi, işbirliği içinde birden fazla da olabilir. Tâğut, kendisini velî/dost edinenleri nurdan zulümâta çıkarır. Kendisi zulümât, yani karanlıklar içinde olduğu için kendi peşinden gidenleri de baş aşağı bu karanlıkların içine yuvarlar.[37] Böylece, tâğutun peşinden gidenler, onu velî/dost edinmekle ona ibâdet etmiş[38] olurlar. Allah'a imandan önce 'lâ/hayır' tavrıyla tâğuta küfretmeleri, onu tanımamaları gerekirken onun koyduğu hükümlerle muhâkeme olunmak istemekle Allah'a küfretmiş ve tâğuta iman etmiş olurlar.[39] Artık, karanlıkları yırtıcı birer ışık olan Kur'an âyetleri böylelerinin ancak tuğyân ve küfrünü arttırır.[40] Böylelikle, şirk toplumunun üzerine oturduğu üçlü de (tâğut, onun tanrısı olan nefsi, yani hevâ ve hevesi ile yardımcılarıyla tâğuta ibâdet edenler) tamamlanmış olur; tevhid toplumunun yerini alır veya karşısına geçer.[41]
Tâğut, kelime olarak haddi aşan, azan, hakikatten sapan, taşkınlık gösteren ve her sapıklığın başı gibi anlamlara gelir; Istılahta ise Allah'a isyan eden anlamında kullanılır. Allah'ın indirdiği hükümlere alternatif olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler koyan her varlık tâğuttur. Bunun insan olması, put, şeytan veya bunların dışında herhangi bir şey olması farketmez. Kur’ân-ı Kerim'de: "Andolsun ki, biz her kavme; 'Allah'a ibâdet edin, tâğuta kulluktan kaçının' diye (tebliğat yapması için) bir peygamber gönderdik."[42] İnsanlar, sadece Allah'a kul olma, yalnız O'na ibâdet etme hususunda istisnasız uyarılmışlardır. "İman edenler Allah yolunda savaşırlar; kâfirler ise tâğut yolunda savaşırlar."[43] Yani insanlar ya Allah'a ibâdet edecekler veya tâğuta kul olacaklardır; bu iki yolun dışında üçüncü bir hal yoktur.
Kur’ân-ı Kerim'de: "Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tâğutun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Hâlbuki tâğutu inkâr etmekle (tekfir etmek, lanetlemekle) emrolunmuşlardır."[44] buyrulmaktadır. Kur'an'daki bütün bu âyetleri dikkate alarak şu hususu belirtmekte fayda vardır: Tâğutun hükümlerine râzı olanlar ve boyun eğenler, kâfirlerdir. Nitekim İbn Kesir, bu hususta şunları kaydediyor: "Bu âyet-i kerimede[45] Hz. Muhammed (s.a.s.)'e ve diğer peygamberlere iman ettiklerini söylemekle beraber, ihtilâf ettikleri hususlarda, Allah'ın kitabından ve Peygamber'in sünnetinden kaçınıp, insanların kendi akıllarına göre (beşerî kanunlarla) hüküm vermesini isteyen kişinin iman iddiasını Allah reddetmektedir."[46]
Bugün dünyada; vahyi inkâr ederek, insanların çoğunluğunun rızâsına göre kurulduğu iddia olunan bütün demokratik sistemler, Allah'ın hükümlerine mukabil ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad etmektedir. Dolayısıyla bütün demokratik sistemler, bu noktada "tâğutî" özellikler taşırlar. Bu, bir anlamda bütün ideolojik sistemler için de geçerlidir. Daha genel bir ifade ile, İslâm'ın dışındaki bütün sistemler tâğutîdir. Tâğutların hükümlerine göre yönetilen bütün yerlerde yaşayan mü'minlerin, Allah'ın indirdiği hükümlerin galip gelmesi uğruna cihad etmeleri farz-ı ayndır. Şurası unutulmamalıdır ki, tâğutun hükümlerine "evet" diyenler, Allah'ın dinine "hayır" demiş, küfretmiş durumundadırlar. Bunu ister bilerek, ister bilmeyerek yapsınlar durum asla değişmez. Çünkü bütün peygamberlerin insanlara; "Allah'a ibâdet edin, tâğuta kulluktan kaçının"[47] diye tebliğat yaptıkları âyetlerle sâbittir. Tâğutun hükümlerini inkâr etmeyen ve tâğutî güçlerle mücâdele vermeyen kimse, ne kadar âlim olursa olsun, "müsteşrik" çizgisini asla geçemez.[48]
Tâğut, Hakkı tanımayıp azan ve sapan her kişi ve güce verilen addır. Şeytana da bu yüzden tâğut denmiştir. Tâğut, hakka, hakikate ve imana karşı gelen, Allah'ın kulları için çizdiği nizamı ve sınırları aşan her şeyi ifade eder. Tâğut, bir şahıs olabileceği gibi, Allah nizamından alınmamış her türlü sistem, Allah'a bağlanmayan her çeşit fikir, düşünce, âdet ve alışkanlık da olabilir. Kim bütün bunları ne şekilde olursa olsun reddeder ve yalnız Allah'a iman edip bağlanır, sadece Allah'ın kanun ve nizamlarını kabul eder ve tüm yaşantısını buna göre düzenlerse, sağlam bir kulpa bağlanmış, yani kurtulmuş olur.[49] Tâğutu reddetmeden iman eksiktir, yarımdır; böyle bir iman geçerli olmaz. Bu durum, aynen müşriklerin Allah'a inanması gibidir. Tâğut, Allah'a ibâdetten alıkoyan, Allah'a giden yolu tıkayan, dini Allah'a has kılmayı, Allah ve Rasûlü'ne tâbi olmayı önleyendir. Bu, cinnî ve insî şeytan olabileceği gibi, ağaç, beton, tunç, taş, mezar, inek, para, ateş, âdet ve sistem de olabilir. Günümüzdeki medya araçlarının çoğunu da bu kavramın içine koyabiliriz.
Mevdûdi'ye göre tâğut kelimesi, sözlük anlamıyla, sınırları aşan herkes için kullanılır. Kur'an bu kelimeyi Allah'a isyan eden, Allah'ın kullarının hâkimi olduğunu iddia eden ve onları kendi kulu olmaya zorlayan kimse için kullanır. Eğer bir kimse Allah'a isyan eder ve O'nun kullarını kendisine boyun eğmeye zorlarsa, o zaman tâğuttur. Böyle bir kimse; şeytan, râhip, dinî veya politik lider, kral veya bir devlet olabilir. Bu nedenle bir kimse tâğutu reddetmedikçe Allah'a inanmış sayılamaz. Tâğutun, tekil ve çoğul anlamı birlikte kullanılır. Çünkü Allah'ı inkâr eden kimse, sadece bir tek değil; binlerce tâğutun kölesi olur.[50] Tâğut, ilâhî olmayan hükümlere göre kararlar veren otorite demektir. Tâğut kelimesiyle, aynı zamanda, Allah'ı tek hâkim/egemen ve Rasûlü'nü nihâî otorite olarak tanımayan hüküm sistemleri de kastedilir.[51]
Seyyid Kutub da tâğutu şu şekilde tanımlar: Allah'ın emri dışındaki her çeşit sistem, Allah'ın şeriatına dayanmayan her türlü nizam tâğuttur. Tâğut, Allah'ın şeriatından başka bütün idare şekilleridir. Zira insan, ülûhiyet özelliklerinden birisini kendisine mal edip, adâletin ve hakkın ta kendisi olan şeriatın hudutlarını aşarak kendi egemenliğini ileri sürerse tuğyân etmiş ve kendi haddini aşmış demektir. Böyle bir şey, tuğyândır ve böyle iddialar ileri sürenler tâğî denilen haddini aşmış âsilerdir. Bunlara inananlar, bunlara tâbi olanlar şirk içerisindedirler, küfür içerisindedirler.[52]
Yusuf el-Karadavi'ye göre, Allah'ın şeriatı ile çatışan bütün gelenekler, rejimler, zâtında güç görülen eşya, insan ve putlar tâğuttur. Tâğut, kulun haddi tecavüz ederek, ibâdet ettiği, tâbi olduğu ve itaat ettiği şeydir. Her kavmin tâğutu, kendisine hüküm götürdükleri, huzurunda muhakemeleştikleri, ibâdet ettikleri, tâbi oldukları, yalnız Allah'a itaat edilmesi gerektiği yerde itaat ettikleri kimse veya varlıklardır. Bunların ve bunlarla ilişkisi olan insanların durumlarını düşündüğümüz zaman, insanların çoğunu Allah'a ibâdet ve itaatten yüz çevirmiş, tâğutlara ibâdet ve itaat eder halde görürüz.[53]
Nisa, 76. âyetine göre tâğut; Allah'a karşı olanların, uğruna savaştığı şey, nesne, insan, dâvâ, ideoloji olarak anlaşılmaktadır. Tâğut, itaatte Allah'a ortak koşulan her şeydir. Kendisine kayıtsız şartsız itaat edilecek tek merci Allah'tır. O'nun dışındakilere O'ndan dolayı itaat edilir. Bu tür itaatler, meşrûiyetini Allah'tan alırlar. Kur'an, Allah'tan başkasına itaati, tâğuta itaat ve ibâdet olarak nitelemektedir.[54] İtaat edilen şey, Allah'ın hükümlerine aykırı olursa, itaat tâğuta itaatin ta kendisi olmaktadır.[55]
Tâğut bir semboldür; küfrün, zulmün, şerrin, haksızlığın, adâletsizliğin, putçuluğun, azgınlığın, sapkınlığın ve daha aklınıza gelen tüm kötülüklerin sembolü. Bu sembol, bazen kendini Firavun ilan eden antik ya da çağdaş bir yönetici, bazen cansız bir eşya, bazen bir ideoloji, bazen da şeytan, uğur, şans, talih gibi soyut şeylerdir. Tâğut, insanoğlunun ilâhlaştırdığı her şeydir. Daha doğrusu tâğut, insanla Allah arasına gerilen şeylerin tümüne verilen ortak isimdir. Allah'ın koyduğu sınırları çiğneyen insan tuğyân etmiştir. İşte tâğut, o insana bu sınırları çiğneten şeydir. Eğer o şey insansa ve kâfirse ona itaat eden de kâfir olur; yok eğer insanın itaat ettiği tâğut münâfıksa ona itaat eden de münâfık olur. Tabii fâsıksa fâsık; zâlimse zâlim olur.[56]
Bütün bu açıklamalar çerçevesinde tâğut, her türlü azgınlık, sapkınlık, aşırılık ve bâtıl inanç ve davranışları sembolize eder. Tâğut, tuğyânı yaşayan ve yaşatmaya çalışan kişi ve güçtür.
Tâğut, her devirde Firavun ruhlu kişilerle, onların yardakçıları olan grubun genel adı, cins ismidir. Her devirde birden çok tâğut bulunur. Tâğutların, kabile çapında, millet çapında olanları yanında bölgesel ve enternasyonal olanları da bulunacaktır. Bunlar, birbirlerinden habersiz olabilecekleri gibi, organize de olabilirler. Hatta, İblisler parlamentosu (hizbu'ş-şeytan, evliyâu'ş-şeytan) gibi birlikler, beraberlikler vücuda getirebilirler. Tâğutlar, aralarında hiyerarşik bir düzen kurabilir, paralellik veya entegrasyona gidebilirler. Böyle olunca tâğutî sistemler, parlamentolar, prensipler geliştirilebilir. Meselâ, Muhammed İkbal, emperyalist batılıların oluşturdukları sömürü düzeninin temsilcilerinin vücut verdikleri organizasyonu, İblisler parlamentosu diye anmıştır. Aynen bunun gibi tâğutlar parlamentosu deyimini de kullanabiliriz. Kur'an, bu noktada evliyâu't-tâğut (tâğutun dostları, görev arkadaşları, destekçileri) deyimini kullanıyor.[57]
Bir kimse, Allah'a, meleklerine... inandığını ikrar etse, buna mukabil, tâğutî rejimleri (demokratik, laik, hümanist, kapitalist, sosyalist vs.) çağdaş devlet modelleri adı altında benimsese, doğruluklarına itikat etse, irtidat etmiş olur, yani dinden çıkar. Kim, insanların maslahat ve iyiliklerini Allah'tan daha iyi bildiğini iddia ederek, insanlar üzerinde hükümler koymaya ve bunları tatbik etmeye gayret ederse "ilâhlık" iddiasına girişmiş olur. Her kim de bunların bu iddialarını doğrulayarak onlarla işbirliği yaparsa, tevhid akîdesini parçalamış, ilâhlara iman etmiş, kâfirler zümresine dâhil olmuş demektir. Bu açıdan "çağdaş devlet modelleri" iyi değerlendirilmeli, isimleri milliyetçi-mukaddesatçı dahi olsa, Allah'ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere doktrinler imal eden, bu doktrinleri insanların hayatına tatbik edeceğini ilân eden insanların tâğut olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Bugün dünyada insanların beşikten mezara hayatlarını düzenlemek iddiasındaki meclisler, konsüller, krallar, kavimlerarası kuruluşlar, insanları teslim almış görünmektedirler.[58]
Hz. Âdem'den günümüze kadar, genel anlamda insanlığın iki tanrısı var olagelmiştir: Allah ve tâğut... Tarih boyunca insanoğlu ya tevhid dinine mensup olmuş ve bu dinin tanrısı olan Allah'ı kendisi için yegâne ilâh edinmiş; ya da şirk dinine mensup olmuş ve bu dinin çok çeşitli olan tanrı veya tanrılarına ittiba etmiştir. İşte Kur'an, şirk dininin tanrı veya tanrılarına genel olarak tâğut demektedir.
Günümüzde müslümanlık iddiasında bulunanların birçoğu bu bakımdan profan/bölmeli bir kafa yapısına sahip bulunmaktadır. Bu kimseler, bir yandan Allah'a iman ettikleri iddiasında bulunurken, diğer yandan İslâm'ın açıkça emrettiği ve yasakladığı şeylere ters düşebilmekte ve tâğutların yasalarına kabulleri arasında yer verebilmektedirler. Oysa bir kalpte hem imana, hem de küfre yer verilmesi İslâm'a göre açık bir paradoks, gerçek bir çelişkidir. "Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil ve rüsvaylıktır. Kıyâmet gününde de azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah, yaptıklarınızı bilmez değildir."[59]
Bir kalpte hem iman ve hem de aynı zamanda küfür bulunamaz. Bu iki olgu, ateş ile barut gibi yanyana bulunamazlar. Birisinin yerleştiği kalpte bir diğerine yer yoktur. Mü'min, kâfir ve münâfıktan farklıdır; kendisine İslâm ile beraber bir veya birkaç dünya görüşünden veya ideolojiden sentezler yapan, bukalemun bir şahsiyete sahip olamaz. Çünkü tevhidi, şirkten farklı kılan; başka felsefelere, herhangi bir dünya görüşüne veya ideolojiye ihtiyaç duymaması, mü'minin bütün bir hayatını kuşatan yetkin bir inanç, bir pratik; kısacası bir sistem, bir yaşam biçimi olmasıdır. Bugün beşeriyet, Tevhid dininden uzaklaşarak, yeryüzünde egemen olan tâğutların dinine sapmış bulunuyor. Müslümanlık iddiasında bulunan yığınların Allah'a değil; tâğutlara ibâdet ettikleri su götürmez bir gerçektir. Bu gerçekten hareketle Kur'an'ı öğrenmek, mânâsının derinliklerine dalmak ve onu pratik hayatlarına indirgemek isteyen her müslümanın, tâğut kavramının gerçek anlamını kavraması ve kavradığı tâğutu tüm kuralları ve kurumlarıyla birlikte reddetmesi, bu reddi davranışlarıyla göstermesi itikadî bir sorumluluktur.
Siyasî Rejimler, Hüküm ve Yetkiyi Allah'tan Almıyorsa Tâğuttur
Bugün yeryüzünde yürürlükte olan rejimlerin hemen hepsi, beşerî rejimlerdir ve hükümlerini kendileri koymakta; dolayısıyla da Allah'ın hükümlerine muhâalefet etmektedirler. O yüzden bu rejimlerin hepsi "tâğut" olarak isimlenir.
Bir kimse; Allah'a, âhirete ve inanılacak hususlara inandığını açıklasa; fakat demokratik, laik, sosyalist, kapitalist vb. rejimlerden herhangi birinin hükümlerini kabul edip itaat etse, böyle bir kimsenin irtidadına hükmedilir. Zira insanları yaratan Allah'tan başkası, insanların nasıl idare olunacağı hususunda ve onların sosyal yaşamlarına yönelik hükümler koyma yetkisine sahip değildir. Çükün hüküm koyan insan, o hükme tâbi olmasını istediği insanlardan üstün ve herhangi bir ayrıcalığa sahip değildir. Allah katında üstünlük, sadece takvâ iledir.[60] Kendisinde böyle yetkiler gördükten sonra, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyip hevâ ve hevesleri doğrultusunda hükümler koyanlar aynı zamanda "ilâhlık" iddiâsı içindedirler. Dolayısıyla Allah'ın hükümleri dışında hüküm koyanlar ve o hükümlere isteyerek gönül rızâsıyla tâbi olanlar da, tevhid akîdesinin dışına çıkarlar. Tâğut, müslümanın en büyük düşmanıdır. Tâğut, devlet sistemlerini, ahlâkî değerleri ele geçirmiş ve onları müslümana zarar verecek bir hale dönüştürmüştür. Kısaca tâğut, müslümanı dört yanından kuşatmış bulunmakta ve müslümana müslümanca hayat hakkı tanımamaktadır. Tâğutî güçler, Allah'ın arzında, O'nun hükümlerine karşı tuğyân eden ve insanların üzerinde ilâhlık iddiasında bulunan otoritelerdir. Bunlarla sürekli olarak savaşmak farzdır.[61]
Günümüzde Allah'ın indirdiği hükümleri bir kenara bırakarak, "hâkimiyet kayıtsız ve şartsız insanındır (ulusundur)" sloganına sarılan ve insanların çoğunun rızâsına göre kurulduğu iddia edilen siyasî otoriteler, iktidar haline gelmişlerdir. Bu siyasî otoritelerin tâğut hükmünde olduğu unutulmamalıdır. Daha açık bir ifade ile İslâm nizamının dışındaki bütün sistemler "tâğutî" özellikleri taşırlar. Kelime-i şehâdet getirerek, başka ilâhları ve tâğutları reddeden müslümanlar, bu sözlerini davranışlarıyla da ispatlamak zorundadırlar.
Allah, zâlim yöneticilere yardım etmeyi de haram kılmış, onlara küçük çapta meyil ve yardım anlamı taşıyan sözlerden, davranış veya tasvipten nehyetmiştir: "Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın; sonra size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin Allah'tan başka evliyânız/dostlarınız yoktur. Sonra (O'ndan da) yardım göremezsiniz."[62]
İnsanlara zulmeden tâğutî siyasal otorite konusunda, unutulmaması gereken hususlardan biri, zâlim yöneticilerin, yardımcıları olmasa, zulmetmeye güçlerinin yetmeyeceğidir. Tâğutî yönetim ve kurumlardaki bu yardımcılar, zulüm ve tuğyânda yöneticinin kullandığı malzemeleridir. Zulüm ve tuğyân çarklarının dönmesi için bir taraftan ezen ve diğer taraftan ezilen dişlilerdir. Bu sebeple, onlar da aynen o zâlim tuğyânkâr gibi suçlu ve zulmünün cezasında ortaktırlar. Bundan dolayı Allah, Firavun ve avanelerini aynı vasıfla anmıştır: "Gerçekten Firavun, Hâmân ve askerleri yanlış yolda idiler."[63] Allah, Firavun'u helâk edince, onları da helâk ettiğini açıklar: "Firavun, askerleriyle birlikte onların peşine düştü. Deniz onları gömüp boğuverdi."[64]; "Biz de onu (Firavun'u) ve askerlerini yakalayıp denize atıverdik. Bak, işte zâlimlerin sonu nasıl oldu!"[65]
Tâğut tanımına girenler şunlardır:
a- Arzuları mâbudlaştırılan nefis, tâğuttur.
b- Allah'ın emir ve yasaklarını tanımayan, İslâm nizamı ile çatışan düzen ve düsturlara çağıran her fert ve önder tâğuttur.
c- Allah'tan gayrı, zâtında güç görülen eşya, insan ve putlar tâğuttur.
d- Şeytan tâğuttur.
e- Allah'ın şeriatı ile çatışan bütün gelenekler, esas alınan bütün rejimler tâğuttur.[66]
Tâğutları destekleyen, onları ölçü alan, onlara sevgi besleyen her insan, Allah'a ibâdet ve kulluktan vazgeçip tâğutun kulluğunu kabullenen şeytan askeridir. Allah'ın emirleri ve yasaklarıyla çatışan nefsi, fertleri, önderleri, rejimleri ve ilkeleri reddetmedikçe, hâkimiyetin yalnız Allah'a ve O'nun nizamı İslâm nizamına ait olduğunu tasdik etmedikçe, tevhid kulpuna yapışılamaz.[67] Müslüman olmak için şart olan tâğutun şiddetle reddedilmesi, sadece sözle yeterli değildir. Ruhun derinliklerinde kasırgalaşan ve amelî hayatta neticeler doğuran fiilî bir red gerekir. Bunun için de tâğutla savaşmak lâzımdır. Bu savaşın gerekleri:
a- Allah'ın emir ve yasaklarına tâbi oluncaya kadar tâğut olan nefisle savaşmak,
b- Kişisel ve toplumsal hayatımızı Allah'a döndürmemize engel olan ve tâğut olan câhiliyye düzenleri ve tâğutî fikir babaları ile savaşmak.
İslâm'da emrolunan cihad, işte bu tâğutlara karşı verilmesi gerekli olan mücâdeledir. Tâğutla çatışmak, hakkı getirmek ve bâtılı gidermek için olacağından, her kesimden ve her iş yapanlardan bütün mü'minler, tâğutla mücâdele edeceklerdir. Bu, farz bir görevdir. Rabbimiz, mü'minleri tâğuta karşı kendi nizamının savaşçıları olarak takdim ediyor.[68] Tâğuta ve ondan yana olanlara karşı mücâdele vermeyenler mü'min kalamazlar. Bunun içindir ki, Peygamberimiz: "Her kim (tâğuta karşı) cihad etmeden ve onunla mücâdele (ederek hakkı hâkim kılma) arzusunu ruhunda duymadan ölürse nifaktan bir şube üzerinde ölür."[69] buyurmuşlardır. Tâğutu kalben reddetseler dahi, fiilen onunla vuruşmayanlar, amelî hayatın icabı onunla anlaşma ve dostluk kurma yoluna gitmeye mecbur kalırlar. Bu da Allah ve tâğut dostluğunu bir araya getirmek olan nifakın ilk tezahürü olur. Hâlbuki Allah, tâğuta ancak kâfirlerin dostluk gösterebileceğini açık bir şekilde belirtmiştir.[70]
Müslümanlar, bugün Allah ve tâğut hâkimiyetini, dostluğunu bir arada yaşatmağa çalışmak gibi sonu zulmet ve ateş olan çıkmaz bir yolun üzerindedirler. Namazı, orucu... kabul edip, hatta yerine getiren niceleri, İslâm'ın asrımızın yaşayan bir toplumsal ve siyasal düzeni olmasını lüzumlu bulmayanlar, Allah ve tâğut hâkimiyetini bir arada tanımış oluyorlar. İslâm insanının yetiştirilmesini isteyen niceleri, materyalist eğitim sistemine mücâdele etmeksizin rızâ göstermekle tâğut dostluğuna sine açıyorlar. Ferdî mülkiyeti, Allah'ın mülk vb. hâkimiyetini kabul eden niceleri, faiz düzenini zaruri görmekle, tâğut egemenliğine baş eğiyorlar. Ahlâk ve fazilet ölçülerinin yaşanmasını isteyen niceleri, kişisel çıkarları uğruna çeşitli çirkinlik ve kötülükleri yapmakla tâğut dostluğunu açığa vuruyorlar. Bütün bu durumlar, kendisinden râzı olundukça veya tâğuta karşı bir iman ve amel harbi açılmadıkça bir küfürdür.[71]
Yaşadığımız toplum düzeni, fikir putlarıyla, câhiliyye örfü ve sistemleri ile ve sapıttırdığı öz nefsimizle, bizleri kuşatmış, tâğutu hâkim ve dost tanımak sapıklığı ile karşı karşıya getirmiştir. Öyle ki, fert, aile, cemiyet, sanat, ticaret, memuriyet, eğitim ve politika hayatının her bölümü bir kavşak noktası olmuştur. Bu kavşakta bir tek yol İslâm nizamına; diğer yollar tâğuta gidiyor: Abdullah bin Mes'ud anlatıyor: Hz. Peygamber bize bir hat çizdi ve sonra, "bu Allah'ın yoludur" dedi. Bu hattın sağına ve soluna da birçok hatlar (çizgiler) çizdi ve "bunlar, birtakım yollardır ki her biri üzerinde kendisine çağıran bir tâğut vardır." buyurdu ve şu âyeti okudu: "Şüphesiz ki bu (İslâm) Benim dosdoğru yolumdur. Ona uyun. (Tâğuta ait) yollara tâbi olmayın ki, sizi O'nun yolundan saptırıp parçalamasınlar. İşte Allah (tâğutun kötülüklerinden) sakınasınız diye size bunları emretti."[72]
Yolların ayrılış noktasındayız: İnsan, ya tâğuta tâbi olup geçici zevkler peşinde koşacak; o zaman sonuç, dünyada zillet ve kullara kulluk; tâğuta kalben teslim olmak (iman etmek) sûretiyle hevâ ve heveslerine göre yaşamanın sonucu âhirette de varış, cehennem olacaktır. Veya tâğutları reddedip Allah'a dostluk; hayatını İslâm'ın hükümlerine göre tanzim edip izzetli, onurlu bir hayat ve cennet: "Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah'a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır."[73] Bu iki inanç ve yaşama biçiminin dışında üçüncü bir durumdan söz etmek mümkün değildir!
“İiman edenler Allah yolunda savaşır; küfredenler de tâğut yolunda savaşırlar. O halde, şeytanın dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi zayıftır.”[74]
Tâğuta Küfür, Tâğutun Yaptığı İyilikleri İnkâr Edip Görmezden Gelmeyi de Kapsar
Bakara 256’daki âyet: ‘Fe men yekfur bi’t-tâğuti / Kim tâğuta küfrederse’’ diye başlıyor. Âyette geçen ‘tâğuta küfretmek’ nasıl olur ve neleri kapsar’ Bu soruyu cevaplamak için ‘küfür’ nedir, onu tahlil etmek gerekir.
Küfür, ‘ke-fe-ra’ fiil kökünden masdar olup, lügatta ‘bir şeyi örtmek’ demektir. Bu anlamıyla tohumu toprağa eken ve böylece onu örtüp gizleyen çiftçiye küffar denildiği gibi, kılıcı örttüğü için kınına, karanlığı örttüğü için geceye, yıldızları örttüğü için buluta da kâfir denir. Bazı ibadetler ve tevbe de birtakım günahları örttüğü için bunlara da keffare(t) denilmiştir. Kâfir kişi de Allah’ın varlığını, ayetlerini, nimetlerini veya hükümlerini görmezlikten, bilmezlikten gelip inkâra gittiğinden bu ismi almıştır. Küfür kelimesi, Türkçe’de inkâr kelimesiyle karşılanır. Küfretmek; inanmamak, inkâr etmektir.
Kur’an, imana yüklediği tüm anlamların zıtlarını küfür kelimesine yüklemiştir. Zaten küfür de, bir inançtır; olumsuz bir inanç. Göğüsler iman için açıldığı gibi, küfür için de açılır.[75]
‘Küfür’, ‘iman’ın zıddıdır. Küfrü tanımak için zıddı olan imanı tanımak gerekir. İman, emn kökünden bir mastardır. Sözlük anlamı, birini sözünde tasdik etmek, onaylamak, kabullenmek itimat etmek, gönülden benimsemek, güvenmek/güvenilmek anlamlarına gelir. Türkçedeki inanmak kelimesi bunu aşağı yukarı karşılar. Demek ki küfür de ‘birini sözünde tasdik etmemek, onaylamamak, kabullenmemek ona itimat etmemek, onu gönülden benimsememek, ona güvenmemek demektir.
Küfür kelimesinin yukarıdaki anlamından yola çıkarak, ‘tâğuta küfretmek’, tâğutun varsa nimetlerini veya hükümlerini görmezlikten, bilmezlikten gelip inkâr etmek gerekiyor, demek zorundayız. Buraya kadar küfür kelimesinin salt lügat anlamından çıkan zarûri bilgileri aktarmış olduk. Kelimenin bu anlama geldiğinden ‘tâğuta küfür’ kavramını bu doğrultuda şöyle açıklamamız gerekir:
Tâğuta nasıl küfredilir, tâğutun neyini, nesini inkâr edip örteceğiz, neyi yok sayacağız’ Tâğutun kendisini yok saymak, görmezlikten gelmek, onun varlığını inkâr etmek kast edilmiş olabilir mi’ Hayır, olamaz! Çünkü tâğutun varlığını kabul edecek ki, onun hükümlerinin veya mahkemelerinin varlığını anlasın ve kanunlarını ve mahkemelerini kabul etmesin.[76] Varlığını kabul edecek ki, ondan (tâğuta kulluktan) kaçınsın. [77]
Küfür, aynı zamanda nimetleri inkâr, iyilikleri görmezlikten gelmek, yani nankörlük demektir. Kur’ân-ı Kerim’de tam 30 âyette küfür kelimesi, nankörlük anlamında kullanılır. Nankörlük, nimete karşı küfür, iyilikleri örtmek, nimeti ve yardımı inkâr etmek, yok saymak demektir.
Nankörlük kelimesi dilimize, Farsça’dan geçerek yerleşmiş bir kelimedir. Arap dilinde nankörlük; ‘küfrân’ ya da ‘küfrânü’n-nimeti’ kelimeleriyle ifade edilmektedir. Nankör kimseye de ‘kâfirü’n-nimeti’ denilir. Nankörlük; bir insanın başka bir insana karşı ya da Rabbine karşı nankörce davranmasına göre iki yönden ele alınabilir. İkinci tür nankörlük, insanın Rabbine karşı olan nankörlüğüdür. Zira bunda, insanın küfre girme ihtimali büyüktür. Her ne kadar küfür ile nankörlük ilk bakışta birbirlerinden tamamen farklıymış gibi görünseler de aralarında çok yakın bir benzerlik vardır. Birincisinde; Allah’ın varlığını, birliğini ya da inanmamızı emrettiği hükümlerini inkâr etme söz konusudur ki, bu açıkça küfürdür. Allah’ın verdiği nimetleri inkâr etmek, onları unutmaya çalışmak ya da unutmuş görünmek de haddi zatında küfürdür. Zira her iki durumda da, ikrar edilmesi vacib olan hakikatleri inkâr etme söz konusudur.
Kur’ân-ı Kerim’de, insanların Allah’a karşı nankörlüğünden söz edilirken, ‘nankör’ ve ‘nankörlük’ kelimelerinin, ‘küfr’ kelimesiyle ifade edildiğini görüyoruz: “Nankörlük ettikleri için (bimâ keferû) onları işte böyle cezalandırdık. Biz, nankör (kefûr) olandan başkasını cezalandırır mıyız?”[78] Bu âyette geçen ‘nankörlük ettikleri için’ sözü, Kur’an’daki “bimâ keferû” kelâmının mealidir. ‘Nankör’ kelimesi de ‘kefûr’ sözünün mealidir. Aynı şekilde, aşağıda mealleri verilen âyetlerde[79] geçen ‘nankör’ ile ‘nankörlük’ kelimelerinin tümü, ‘küfr’ kelimesinin türevidir.
Yanında kitabdan bir ilim olan kişi; sen yerinden kalkmadan önce onu sana getirebilirim, dedi. Süleyman tahtı yanına yerleşivermiş görünce; bu, şükür mü edeceğim yoksa küfür (nankörlük) mü edeceğim diye beni sınayan Rabbimin lütfundandır. Şükreden, ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük eden de (ve men kefera) bilsin ki Rabbim Ganî’dir, Kerîm’dir.” [80]
“Allah, size güven ve huzur içinde olan bir kasabayı misâl verir; her taraftan oraya bolca rızık geliyordu. Ama Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler (keferat bi-enumi’llâh). Bu yüzden Allah onlara, yaptıklarına karşılık açlık ve korku belâsını tattırdı.” [81]
Yukarıdaki âyet meallerinin ilkinde geçen ‘nankörlük ettikleri için’ sözü, Kur’an’daki ‘bimâ keferû’ kelâmının mealidir. ‘Nankör’ kelimesi de ‘kefûr’ sözünün mealidir. Aynı şekilde, ikinci ve üçüncü âyetlerde geçen ‘nankör’ ile ‘nankörlük’ kelimelerinin tümü, ‘küfr’ kelimesinin türevleridir. [82]
İşte, Farsçadan Türkçeye geçtiği şekliyle nankörlük demek olan Kur’an ifadesi olarak ‘küfür’ Kur’an’daki ikinci anlamıyla nimeti tanımamak demektir. Nimetleri inkâr, iyilikleri görmezlikten gelmek demektir. Kur’ân-ı Kerim’de tam 30 âyette küfür kelimesi, işte bu anlamda, nimeti görmezlikten gelme, yani nankörlük anlamında kullanılır. Dolayısıyla, Kur’an’da 30 âyette geçen ‘küfür’ kelimesi, ‘nimete karşı küfür, iyilikleri örtmek, nimeti ve yardımı inkâr etmek, yok saymak’ anlamında kullanılmıştır. Kur’an’ın en doğru tefsiri yine Kur’an’la yapılır. Kur’an’daki “tâğuta küfür”[83] kavramının tefsirinin de, Kur’an’dan yola çıkarak; ‘iyilikleri örtmek, nimeti ve yardımı inkâr etmek, yok saymak’ olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
‘Tâğuta küfür’ kavramını başka türlü izah etmek zordur. Eğer buradaki ‘küfür’ kelimesinden ‘red, reddetmek’ anlamı kast edilseydi, ‘redd’ kelimesi kullanılırdı. Bilindiği gibi reddetmek anlamındaki ‘redd’ kelimesi Arapça’dır ve Kur’an’da (türevleriyle birlikte) tam 62 yerde kullanılmıştır. Başka yerde kullanılan ‘redd’ kelimesi, 2/Bakara 256’da ve 4/Nisâ, 60’da kullanılmamış, ‘küfür’ kelimesi kullanılmıştır. Demek ki, buradaki küfür kelimesini ‘redd’ anlamı vermek doğru değildir. Zaten Kur’an’da diğer âyetlerde de ‘küfür’ kelimesi, redd anlamında kullanılmamıştır ki, bu âyette kullanılmış olsun. Ama küfür kelimesi, Kur’an’da tam otuz yerde ‘nimetleri, iyilik ve yardımları yok saymak, iyilikleri örtmek, inkâr etmek’ anlamında kullanıldığına göre, bu âyette de o anlamda kullanılmıştır diyebiliyoruz.
Kur’an, bizden tâğutların iyiliklerini örtmemizi, onların yardım ve iyiliklerini görmezden gelip yok saymamızı, yani inkâr etmemizi istemektedir. Kur’an bunun örneğini de bizzat kendi tavrıyla gösterir. Meselâ Kur’an, bazı (tâğut olmayan) kâfirlerin bazı olumlu taraflarını ifadeden kaçınmaz: “Ehl-i kitaptan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iâde eder.” [84] İçki ve kumar hakkında da benzer tavır takınılır: “Sana şarap ve kumar hakkında sorarlar: De ki: ‘Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için birtakım faydalar vardır. Ancak, her ikisinin de günahı faydasından daha büyüktür.” [85] Fakat Kur’an, hiçbir âyette tâğut kategorisine giren İblis’in, şeytanın, Firavun, Nemrud, Ebû Cehil gibi şahısların olumlu taraflarından bahsetmez. Onların iyi taraflarını örter, yok sayar.
Kur’an, onların hiçbir iyiliğini görmezlikten gelerek örnek olduğu gibi, bizim de tâğutlar konusunda benzer tavır takınmamızı, onların iyiliklerini örtmemizi, yani küfredip inkâr etmemizi istiyor. Çünkü o tâğutlar, sıradan kâfir gibi değildir. Biz, tâğut olmayan kâfirlerin olumlu yönlerini anlatabiliriz. Ama tâğutların asla. Çünkü onlar, yüz binlerce belki milyonlarca insanın şirke düşmesine, Allah’a isyan etmesine ve Cehenneme doğru adım atmasına insanları teşvik ediyorlar, hatta zorlayıp yönlendiriyorlar. Kişileri Allah’ın indirdiği kanunlardan mahrum bırakıyor, kendi kafalarından çıkardıkları hükümlerle insanlara hükmederek onları Allah’ın azâbına sürüklüyorlar. Böyle büyük cinayetler işleyen tâğutların insanlara dünyevî yönden bazı faydalar sağlaması gündeme getirilecek önemde midir’ O küçük faydaların göz önüne getirilip inkâr edilmemesi, o tâğutların büyük cinayetlerini örtbas etmeye götürebilir. Kanserden can çekişen bir adamın ayağındaki mantarla uğraşmak veya binlerce adam öldürmüş seri katil bir canavar kişinin bu cinayetlerini görmezden gelip dilenciye verdiği yardımı öne çıkarmak gibi bir şeydir bu.
Kur’an, o yüzden sıradan kâfirlerden ayrı ‘tâğut’ kavramından bahseder ve bu özellikteki insanlara karşı tavır almamızı, onları (yaptıkları iyilikleri) inkâr etmemizi emreder. Bunu iman için bir esas kabul eder. Bu imanî esası çok iyi anlayan peygamberlerden hiçbiri, kendi dönemlerindeki tâğut saydıkları yöneticileri en küçük çapta olumlu bir özellikleriyle zikretmemişler, onların hep kötülük odakları olduğunu bildirip onlarla hep mücadele etmişler. Sadece kendileri onlara tavır almakla yetinmemişler, kavimlerine onlara kulluktan, yani itaatten kaçınmaları gerektiğini ısrarla hatırlatmışlardır: “Andolsun ki, Biz her kavme; ‘Allah’a ibadet edin, tâğuttan (tâğuta kulluktan) kaçının’ diye (tebliğat yapması için) bir peygamber gönderdik.” [86] Tâğutların bazı iyi taraflarını gündeme getiren kimse, nasıl tâğuttan kaçınır’ Allah’a karşı bu kadar azgınlaşan, tuğyan eden tâğutun iyi tarafı olduğu nasıl kabul edilir’ Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen tâğutlar, sadece kâfir değil, aynı zamanda zâlim ve fâsıktırlar. [87]
Kur’an’da iki çeşit yönetici vardır. Biri, hoşlanmadığımız durumlarda bile itaat etmek zorunda olduğumuz, Allah’ın indirdiğiyle hükmeden bizden olan yönetici, yani ‘ülü’l-emr’.[88] İkincisi, hiçbir halde itaat edemeyeceğimiz, onun iyi taraflarını bile kabul edemeyeceğimiz kötülük odağı, şeytanın siyasal versiyonu ‘tâğut’. İşte bu ikinci yöneticiyi aynı zamanda inkâr etmemiz, iyiliklerini örtmemiz iman için şart koşuluyor.[89] Güne kâfirlere ültimatomla başlamamız Peygamberimizin sünneti: Her sabah ilk işimiz namaz kılmak. Sabah namazının ilk kıldığımız sünnetinin ilk rekâtında Fâtiha’dan sonra ‘Kâfirûn’ sûresi okumak sünnettir. Bu sûrede ‘De ki: ‘Ey kâfirler! Tapmam sizin taptıklarınıza’ Sizin dininiz size, benim dinim bana!’ [90] Günümüzü de benzer bilinçle kapatıyoruz: Gece, en son kıldığımız namaz yatsıdan sonra vitir namazı. Onun da en son rekâtında okuduğumuz kunut duası. Bu duada ‘ve nahlau ve netrukü men yefcuruk’ diye Allah’a söz veriyoruz. Yani diyoruz ki: ‘(Ey Allah’ım!) Biz Sana isyan eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi (yönetimden, liderlikten) hal’ edip alaşağı ederiz, onu kendi haline terk ederiz.’ Nahlau (hal’ ederiz) derken kullandığımız hal’ kelimesi, ‘ehl-i hal’ ve’l-akd’ denilen yöneticiyi azletme ve yeni bir yönetici atama konusunda ehil olan şahısların yaptığı iştir. ‘Yöneticiyi makamından indirmeye, alaşağı etmeye’ hal’ etme denir. Ve netrukü: Terk ederiz, onu yardım(cı)sız bırakır, onunla ilişkilerimizi keseriz, ona destek olmayız, onu inkâr ederiz. İşte, bizim namazımız bile tâğutlara bir ültimatom ve onlara karşı nasıl tavır takınacağımıza dair bir ahid ve söz verme, bir siyasi bilinçtir.
Kur’an bütün peygamberlerin tâğutlara kulluktan insanları kaçındırma göreviyle görevli [91] iken ve bu görevi bazıları hayatlarını feda etme pahasına, diğerleri de birçok çile ve eziyet çekmesine rağmen bu görevi yaptıklarını, aksinin düşünülemeyeceğini belirtelim.
“Allah, iman edenlere de Firavun’un karısını misal gösterdi. O, ‘Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap; beni Firavun’dan ve onun işinde çalışmaktan koru ve beni zâlimler topluluğundan kurtar!’ demişti.” [92]
Nedir tâğutla uzlaşma? Dinin herhangi bir hükmünü, tağutlar müsaade etmiyor diye, mücadele etmeksizin ve Allah’ın ruhsat vermediği durumlarda o hükmü Allah’ın hükmüne tercih etme diye açıklayabiliriz. Daha geniş açıklama yapmak istersek: Tâviz ve uzlaşma anlamında Arapça'da “müdâhene” kelimesi kullanılır. Müdâhene; yağ çekmek, okşamak, yumuşak davranmak, uzlaşmak, müsâmaha göstermek, hoşgörü, kararsızlık göstermek gibi anlamlara gelir. Kur’an tâbiri olarak “hakka bâtılı karıştırmak”, “müdâhene”, “tâviz” ve “uzlaşma” kavramları aşağı yukarı aynı anlamlarda kullanılırlar: İki yüzlü davranmak, net ve açık olmamak, bâtılı ve düşmanı hoş görmek, idâre-i maslahatçılık yapmak anlamında bu kelimelerden biri kullanılabilir. Bunlar, genellikle dinin tasvip etmediği ahlâkî problemler olmakla birlikte, bazen itikadî bir sorun olarak da karşımıza çıkmaktadır. Uzlaşma ve tâviz, itikadî farklılığı önemsememek ve İslâm dışı düzenle ve egemen çevrelerle sürtüşmesiz yaşamaktır. Uzlaşma; inanç, duygu ve eylem alanlarının bölünmesini sonuçlandıran bir tavırdır.
Tâğutlara İsyan
İsyan kavramının özünde hem yapma ve hem de yıkma anlayışı vardır. Günahkârlar ve isyankârlar yıkmak için, Allah’a ve O’nun ilkelerine, müslüman yöneticilere karşı çıkarlar ve yıkıcı olurlar. Peygamberler ve onların izinden giden mü’minler, kötülüklere ve Allah’a itaatsizlik eden zâlimlere itaat etmezler, onlara ve onların zulüm düzenlerine karşı çıkarlar ve müfsitlerin yıktıklarını yapmaya çalışırlar; onların isyanları ıslah içindir, yapıcı isyandır.
İnsanların yapmaya devam ettikleri yanlış âdetlere, mevcut yönetimlerin uyguladıkları yanlış ilkelere karşı çıkmamak, isyan etmemek, korkaklıktır, zillettir, teslimiyetçiliktir. Ortada olan kötülükleri ve yanlışları kabul edip ses çıkarmamak, ilerlemeyi, olgunlaştırmayı durdurur. Peygamberlerin en temel özelliklerinden birini ve birincisini tevhid mesajını tebliğ ve onu hâkim kılma mücadelesi oluşturmaktadır. Kelime-i tevhid, “lâ” ile, yani isyanla başlar. Tüm sahte ilâhlara, tâğuta isyan söz konusudur tevhid mesajında. Yani, Allah’a isyan edenlere isyan. Bütün peygamberler bu anlamda kutsal isyan ateşini tutuşturan isyan önderleridir. Firavun da Hz. Mûsa da isyan eden âsi idiler. Hz. Mûsa, esas isyan edene karşı şanlı bir isyan içindeydi, devrimci/inkılapçı bir ruh ve mûcizevî özellik taşıyordu; Firavun’un isyanı ise sonu helâkle biten, zararı hem kendine hem çevresine bulaştıran bir isyandı.
Hz. Mûsâ’nın Firavun’a isyanından bahsederken, kocası Firavun’a değil de Allah’a itaat eden Âsiye Hanım’ı hatırlamamak eksiklik olur. Âsiye, “isyan eden kadın” demektir. O, Allah’a itaat etmeyen birisine kocası da olsa, devlet başkanı da olsa isyan ediyor, âsiye oluyor. “Allah, iman edenlere de Firavun’un karısını misal gösterdi. O, ‘Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap; beni Firavun’dan ve onun işinde çalışmaktan koru ve beni zâlimler topluluğundan kurtar!’ demişti.” [93]
Âsiye annemiz, Firavun’a isyan edip Allah'a ve peygamberi Mûsâ’ya iman ederek itaat ettiği için, bunun bedelini ödemiştir. Ellerinden ve ayaklarından kazıklara bağlanmış, güneş altında bırakılarak ona işkence edilmiştir. İman edip Allah’ı itaat edilecek tek mercî kabul ettiği için işkencelere mâruz kalan Âsiye, Kur'an'da mü'minlere iman ve kararlılık örneği olarak zikredilmiştir. Hadislerde de Âsiye'den övgüyle söz edilmiş ve Hz. Meryem'le birlikte o da en yüksek kemâle ermiş bir kadın olarak gösterilmiştir.[94] İsyan edilmesi gerekenlere, sıf bedel ödemenin dünyevî zorluklarından dolayı itaatte kusur etmeyenler, Âsiye gibi zâlim ve tâğutlara isyan edemeyenin erkek mi ürkek mi olduğunu değerlendirmelidirler.
Tâğutî Rejimi ve Uygulayıcılarını Savunmak
Kur’an, ihtilafları gidermek için gelmiştir. “İhtilâfa/ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a mahsustur.”[95] Kur’an, mü’minler arasında hakemdir, ölçüdür. Mü’minler, bir âyetten uluorta, ilimsiz ve aceleci yaklaşımla hüküm çıkarmamaya dikkat ederler. Ama onların hükmü Kur’an’la irtibatsız ve hele Kur’an hükümlerine ters olamaz. Kur’an’ın çok açık bir hükmü kendine ulaştığında, farklı bir yoruma, farklı bir tercihe, farklı bir alternatife gidemez. Hükmün kabulünde ve uygulamaya geçirilmesinde ertelemeye gidemez. “İşittik, itaat ettik.”[96] derler. Hele, bir âyet değil, birbirini destekleyen onlarca âyetin hükmü gündeme getirilince, Allah’ın kitabına teslim olmaları gereken mü’minlerin ne yapmaları gerekir?
Bunun için Kur’an okumalıyız, özellikle de şu ayetleri topluca ve bütünlük içinde okuyup, ilk indiği ve inşa ettiği hayatla ve bugünkü hayatla bağını da kurarak anlamaya çalışmalıyız. (16/Nahl, 17, 35/Fâtır, 3, 7/A’râf, 3, 42/Şûrâ, 21, 42/Şûrâ, 10, 6/En’âm, 121, 4/Nisâ, 65, 24/Nûr, 47-48, 5/Mâide, 44, 5/Mâide, 50, 95/Tîn, 8, 4/Nisâ, 59, 33/Ahzâb, 36, 7/A’râf, 54, 6/En’âm, 82, 12/Yûsuf, 40, 39/Zümer, 17-18, 3/Al-i İmrân, 31-32; Yine Bak. 4/Nisâ, 60, 61, 64; 49/Hucurât, 15; 29/Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214; 24/Nûr, 50-54; 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16; 23/Mü’minûn, 115., 18/Kehf, 26, 17/İsrâ, 23, 12/Yûsuf, 40, 25/Furkan, 43, 6/En’âm, 153, 2/Bakara, 85, 5/Mâide, 49, 2/Bakara, 42, 2/Bakara, 257, 6/En’âm, 129
“Yoksa onların, Allah’ın izin vermediği bir şeriatı, dini getiren ortakları mı var? Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz zâlimlere can yakıcı bir azap vardır.” [97] Yani, onların önünde müşriklik, İslâm dışı sistemlere uymak, zulüm, aslı astarı olmayan ibâdet ve inançlar, kutsal kişiler, günler, mekânlar icat etmek gibi Allah’ın meşrû kılmadığı birtakım şeyleri emreden ve diledikleri gibi din yapan birileri mi var?
Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” [98] Adiy: “Ya Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir.” [99] Evet, Allah’ın haram kıldıklarını serbest kılanlar, helâl kıldıklarını ve hatta emrettiklerini yasaklayanlar rablik iddia etmiş, onların bu durumlarını kabul edenler de onları rab kabul etmiş oluyorlar.
"Emrolunduğun şeyi çatlatırcasına (tam bir cesâretle ve hiç çekinmeden) açık açık bildir, tebliğ et. Ve müşriklerden yüzçevir (sözlerine ve tehditlerine aldırma). Muhakkak Biz, o müstehzîlere karşı sana kâfîyiz, seni korumaya Biz yeteriz." [100]
Ve bir hadis-i şerif: “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” [101]
Yukarıda sadece örnek cinsinden alıntıladığım ve benzerini çokça sayabileceğimiz nasslardan anlaşılmaktadır ki; Kim hükmetme, kanun koyma hakkını Allah’tan başkasına verirse, Allah’tan başkasını rab edinmiş olur. Bu hakkı verdiği otoriteyi Allah’a şirk koşmuş olur. İslâm'ın dışındaki tüm yönetim şekilleri, hayat sistemleri küfürdür, tâğutîdir, çağdaş tâğutları temsil etmektedir. Onları inkâr etmek, tanımamak ve onlardan uzak durmak gerekir. Aynı şekilde onları bilinçli olarak ve doğru kabul ederek destekleyenler de iman-küfür saflaşmasında tercihini yapmış sayılır.
Kur'an ve sünneti bırakıp insanların hayatlarını düzenleyen beşerî kanunlar koyanlar, “tâğut” kategorisine girer. Bu tâğutî otoriteleri ikrah olmaksızın reddetmeyenler, bunların hükümlerini mutlak şekilde kabul edip tatbik edenler de saflarını belli etmiş kimselerdir.
Tevhid, bütün beşeriyetin, sahte ilâh ve rablere başkaldırarak esâret zincirinden kurtulması ve Allah’tan başkasına kul olmaması demektir. Bu yüzden, tevhid kavramı aynı zamanda, kullara kul olmanın pençesinden kurtularak yalnız Allah'a kul olmaya yönelmek ve bunun tabii neticesi olarak da Allah’ın hâkimiyetini kabul etmek; Allah’ın egemenliğinin dışında her gücü, sultayı, otoriteyi, sistemi, fikri, ideolojiyi, dünya görüşünü, kısacası hangi kılıf, örtü ve görüntü altında olursa olsun hâkimiyet/egemenlik iddiasında bulunan her kimseyi ve her şeyi reddetmek anlamlarını da içerir.
“Rabb’in, yalnız Kendisine kulluk etmenizi... emretti.”[102] “Hüküm, hâkimiyet/egemenlik yalnız Allah’ındır. O, yalnız Kendisine ibâdeti/kulluk yapmanızı emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.”[103] Bu âyetler şu gerçeği açıkça ortaya koyuyor: Allah'a inanmanın, tevhid dinine dâhil olmanın ve muvahhid sayılabilmenin şartı, kişinin Allah’ın hâkimiyetini kabul ederek, O’nun isteğini, kendi dilediğine veya başkalarının isteklerine tercih etmek ve tüm diğer arzuları O’nun yolunda fedâ etmektir. Müslüman olmak, kısaca Allah’ı kural koyucu sıfatlarıyla tek, emir verici olarak tek, yasak koyucu olarak tek ve insan hayatına hükmedici olarak tek olarak kavramak, inanmak ve bu doğrultuda yaşayıp tavır koymaktır.
Dünyamız, hâlâ câhiliyeyi yaşıyor. “Müslümanım” diyen insanların bile çoğu câhiliye hükmünü istiyorlar ve ondan râzılar. 21. Asırda da hâlâ bazı Firavunlar, yani ulusal tâğutlar putlaştırılmaktadır. Bazı ülkelerde, ulusal önder kabul edilenlere kelimenin tam anlamıyla tapıldığı sözkonusudur. Özgürlük ve çağdaşlık iddiasına rağmen, önderlere inanmayanlara da zorla bu taptırmalar dayatılır. İnsanlar, okullarda kendi dinlerini doğru şekilde öğrenemezler, tam tersine dinlerine düşman şekilde yetiştirilirler. Okulların bilgiden de önce gelen esas amacı, müşrik vatandaş yetiştirmektir. Şirk düzenlerinde bütün (resmî) kurumlar tevhid anlayışına zarar verecek şekildedir.
Kur’an’da iki tür yönetici var. Birisi “ülü’l-emr”[104], diğeri “tâğut”.[105] Evet, biri, hoşlanmadığımız durumlarda bile itaat etmek zorunda olduğumuz, Allah’ın indirdiğiyle hükmeden bizden olan yönetici, yani ‘ülü’l-emr’; diğeri, hiçbir halde itaat edemeyeceğimiz, onun iyi taraflarını bile kabul edemeyeceğimiz kötülük odağı, şeytanın siyasal versiyonu ‘tâğut’. İşte bu ikinci yöneticiyi aynı zamanda inkâr etmemiz, iman için şart koşuluyor.[106]
Bir yöneticinin durumu ile halk arasında Kur’an çok ciddi ayrım yapar. Dolayısıyla bu konu direkt itikadî bir alandır. Yoruma açık değildir. Yorum, sadece “tâğut”un kimleri kapsadığı konusunda olabilir. Bu konuda da Kur’an’da “tâğut” kelimesinin geçtiği sekiz âyet ve Kur’an’ın bu konulardaki diğer âyetleri ışığında değerlendirme yapma zarureti vardır. Mü’min, sevdiğini Allah için sever, buğzettiğine de Allah için buğzeder. Allah’ın sevmemizi istediklerini seven mü’min, inkâr ve reddetmemizi emrettiği kimselere karşı sevgi besleyemez. “Eğer Meclis'te bulunmak bu hükme varmaya kâfiyse, o meclisteki herkes, ilaveten onlara oy veren tüm halk, hatta bu halkı Müslüman kabul edenler de aynı hükme girmez mi?” Hayır, aynı hükme girmez. Tâğutlara oy veren insanların durumu ile tâğutlar aynı durumda değildir. Oy verenlerin akaid açısından hükmü; kişilerin cahilliği, demokrasiyi ve oy vermeyi (İslâm’ın ilkelerine ters düşmeyecek şekilde, bize göre yanlış ve geçersiz de olsa) te’vil etmesi, güvendiği İslâm âlimlerinin verdiği fetvalar gibi sebeplerden dolayı değişebilir. Şeriatı getireceği gibi te’viller, cehâlet, kendisine tebliğin ulaşmaması, halkın âlim kabul ettiklerinin çoğunluğunun yanlış fetvalarla yönlendirmesi gibi sebeplerle oy verenlerin durumunu dikkate almadan; sırf oy verdiği için halkı tekfir etmenin tekfirciliğe, bu konuyu itikadî görmeyip vebal olmaktan öte fazilet gibi görmenin mürcieliğe yol açacağını düşünüyor ve her iki yönüyle ihtiyatlı olmanın gerekli olduğu kanatini taşıyorum. Ama, bilinçli olan veya bilmesi gereken konumda olan kişilerin oy vermesi hükmü ağırlaştırır. Ayrıca, Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyeceği belli olan düzenin partilerinden birini destekleyen kimselerin, tâğutu tümüyle reddetmeyen nice görüş ve eylemleri büyük ihtimalle vardır. O yüzden, Allah’ın kanunlarına zıt, onlara alternatif kanun yaparak teşrîde bulunanların rablik tasladıkları ve tâğut oldukları için reddedilmesi tevhid için şart olduğu halde, onları desteklemenin imana zarar vermediği de iddia edilemez. Kendilerine oy verilen kişilerin, yani tâğutların hükmü ise nettir, ihtilaf edilecek hiçbir yön yoktur. Tâğutların tâğut olduklarını kabul ettiği halde, onları inkâr ve reddetmeyen ve hele oy vererek destekleyen kimseler de Kur’an’da tâğutların inkâr ve reddedilmesini iman için şart gören âyetler[107] ışığında değerlendirilmelidir.
Sorular
- Tuğyân ve tâğut kelimelerinin sözlük ve terim anlamlarını açıklayınız.
- Kur’an âyetleri ışığında insanı azgınlığa, tuğyâna sevk eden şeyler hakkında bilgi veriniz.
- Siyâsî otoritenin tuğyânına ne ad verilir? Bu tuğyâna karşı Müslümanlar nasıl bir tavır takınmalıdır?
- Allah’ın indirdiği hükümler ile hükmetmeyen yöneticiler hakkında Kur’an hangi hükümler vermektedir?
- Kur’an, müslümanların, tâğutlara karşı nasıl davranmalarını istemektedir? Tâğutlara küfür, onları inkâr (2/Bakara, 256) ne anlama gelmektedir?
- Tâğut kavramının geçtiği kaç tane âyet vardır? Bu âyetlerin üçünün mealini veriniz.
- “Tâğut” kavramı, siyâsî şahıslar ve rejimler dışında, hangi farklı kimlikleri içinde barındırmaktadır, sayarak bilgi verin.
[1] 69/Haakka, 11
[2] 11/Hûd, 112
[3] Bak. 6/En'âm, 110; 7/A'râf, 186
[4] Bak. 17/İsrâ, 16; 20/Tâhâ, 71; 23/Mü'minûn, 47; 41/Fussılet, 15; 40/Mü'min, 75; 8/Enfâl, 47; 58/Mücadele, 19
[5] 79/Nâziât, 17, 21-24
[6] 11/Hûd, 112
[7] 20/Tâhâ, 80-82
[8] 55/Rahmân, 8-9
[9] 26/Şuarâ, 146, 157
[10] 26/Şuarâ, 128-130
[11] 53/Necm, 52
[12] 11/Hûd, 27, 32; 26/Şuarâ, 11, 116, 71/Nûh, 7, 22-23
[13] 89/Fecr, 11-12
[14] 69/Haakka, 5
[15] 48/Fetih, 7
[16] 96/Alak, 6
[17] Bak. 96/Alak, 7 ve 1-5
[18] 42/Şûrâ, 27
[19] 12/Yûsuf, 5
[20] 12/Yûsuf, 53
[21] 75/Kıyâme(t), 36
[22] Bak. 20/Tâhâ, 24, 43; 79/Nâziât, 17
[23] 2/Bakara, 49; 14/İbrahim, 6
[24] 43/Zuhruf, 51
[25] 89/Fecr, 11-13
[26] Bak. 79/Nâziât, 39
[27] 78/Nebe', 21-22
[28] 50/Kaaf, 27; 37/Saffât, 23, 31; 38/Sâd, 55-56
[29] 79/Nâziât, 23-24
[30] 79/Nâziât, 15-17
[31] 89/Fecr, 6-14
[32] 31/Lokman, 13
[33] 5/Mâide, 45
[34] İbn Mâce, Fiten 20
[35] Yusuf el-Karadavi, bu destansı mücadeleyi tiyatro eseri şeklinde Âlim ve Tâğut adıyla kitaplaştırmıştır.
[36] 5/Mâide, 45
[37] 2/Bakara, 257
[38] 5/Mâide, 60
[39] 4/Nisâ, 60
[40] 5/Mâide, 64
[41] Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 320-321
[42] 16/Nahl, 36
[43] 4/Nisâ, 76
[44] 4/Nisâ, 60
[45] 4/Nisâ, 60
[46] İbn Kesir, Tefsir, 1/519
[47] 16/Nahl, 36
[48] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılab Y., s. 316-317
[49] 2/Bakara, 256
[50] Mevdûdi, Tefhimü'l- Kur'an, İnsan Y., c. 1, s. 202
[51] Mevdûdi, a.g.e. c. 1, s. 375
[52] Seyyid Kutub, Fi Zılali'l Kur'an, Hikmet Y., c. 3, s. 269
[53] Yusuf el-Karadavî, Tevhidin Hakikati, Saff Y., s. 57
[54] 16/Nahl, 36
[55] 4/Nisâ, 60
[56] Mustafa İslâmoğlu, İman Risalesi, Denge Y., s. 70
[57] 2/Bakara, 257; Kur'an'ın Temel Kavramları, 562
[58] Hüsnü Aktaş, Medeni Vahşet, Düşünce Y., s. 140
[59] 2/Bakara, 85
[60] 49/Hucurât, 13
[61] 4/Nisâ, 76
[62] 11/Hûd, 113
[63] 28/Kasas, 8
[64] 20/Tâhâ, 78
[65] 28/Kasas, 40
[66] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. 2, s. 869
[67] Bak. 2/Bakara, 256
[68] 4/Nisâ, 76
[69] Müslim; Riyâzü's- Sâlihin, II, no: 1346
[70] Bak. 2/Bakara, 257
[71] Bak. 4/Nisâ, 60
[72] 6/En'âm, 153; İbn Mâce, Mukaddime 1; Ali Rızâ Demircan, İslâm Nizamı, Eymen Y., II/41
[73] 39/Zümer, 17-18
[74] 4/Nisâ, 76
[75] 16/Nahl, 106
[76] 4/Nisâ, 60
[77] 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17
[78] 34/Sebe’, 15-17
[79] 27/Neml, 40 ve 16/Nahl, 112. âyetleri
[80] 27/Neml, 40
[81] 16/Nahl, 112
[82] Halid Erboğa, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 50-51
[83] /Bakara, 256; 4/Nisâ, 60
[84] 3/Âl-i İmrân, 75
[85] 2/Bakara, 219
[86] 16/Nahl, 36
[87] Bk. 5/Mâide, 44, 45, 47
[88] 4/Nisâ, 59
[89] 2/Bakara, 256
[90] 109/Kâfirûn, 1, 2, 6
[91] 16/Nahl, 36
[92] 66/Tahrim, 11
[93] 66/Tahrim, 11
[94] Bkz. Buhâri, Enbiyâ 32, 46; Müslim, Fezâilu's-sahâbe 70
[95] 42/Şûrâ, 10
[96] 2/Bakara, 285
[97] 42/Şûrâ, 21
[98] 9/Tevbe, 31
[99] Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292; Tirmizî şerhi Tuhfetu’l-Ahvezî, hadis no: 5093
[100] 15/Hıcr, 94-95
[101] İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4204, 4205
[102] 17/İsrâ, 23
[103] 12/Yûsuf, 40
[104] Bk. 4/Nisâ, 59
[105] Bk. 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 5/Mâide, 60; 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17.
[106] Bk. 4/Nisâ, 60; 2/Bakara, 256
[107] 4/Nisâ, 60; 2/Bakara, 256 vb.