13. ÜNİTE: İSLÂM'DA BİLGİ KAYNAKLARI

13. ÜNİTE: İSLÂM'DA BİLGİ KAYNAKLARI (1)

Perşembe, 18 Şubat 2021 10:04

İSLAM'DA BİLGİ KAYNAKLARI

Yazan

 

İSLÂM’DA BİLGİ KAYNAKLARI

  • İslâm’a Göre Bilgi (İlim)
  • Günümüz ve İlim Kavramının Tahrifi
  • Bilgi Kaynakları:

  1) Doğru Haber;

       a-Vahy  b-Mütevâtir Haber

   2) Selim Hisler  

   3) Akıl

  • İslâm’da Aklın Önemi ve Değeri
  • Akletmek, Aklı Kullanmak
  • Kur’an’a Göre Akıl ve Duyu Organlarının Önemi ve Bilgi Kaynağı Olması
  • Aklın Gücü, Sınırı ve Sorumluluğu
  • İlham, Rüya ve Bunların Bilgi Kaynağı Olmadığı
  • Sorular

 

Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir: 

* Akıl, vahiy, mütevâtir haber kelimelerini sözlük ve terim olarak

   tanımlamak.

* Bilgi kaynaklarını listeleyip özetlemek.

* Vahyin hangi alanlarda bilgi kaynağı olduğunu açıklamak.

* Aklın değeri ve önemini, yeterli ve yetersiz yönlerini açıklamak.

* Aklın hangi hususlarda sınırlı bilgiye sahip olduğunu belirtmek.

* Mütevâtir haberin neden bilgi kaynağı olduğunu açıklayabilmek.

* Günümüzdeki yayın araçlarının verdiği haber ve bilgilerin, doğruluğunu

   araştırmadan, bilgi kaynağı olamayacağını örneklerle açıklayabilmek.

* İlham ve  rüyanın, keşif ve kerâmetin neden bilgi kaynağı

   olamayacağını açıklamak.

           

İslâm’a Göre Bilgi (İlim)

İlim için birçok tanımlar yapılır. Genel olarak insan zihnine (ve gönlüne) konu olan her şey demektir. Sözlük anlamıyla ilim, mutlak olarak bilmek, bir şeyin şuurda hâsıl olması, sağlam olarak bilmek, kesin olarak bilmek, deneyerek bilmek, bir şeyin gerçeğini bilmek mânâlarına gelmektedir.[1]İslâm âlimlerinin çoğuna göre ilim: “Bir şeyin hakikatini idrâk etmek” ve “mâlum olanın, olduğu hal üzere bilinmesidir.” Bu anlayışa göre, yanlış mâlûmata ilim (bilgi) denilemez.

İlim, insanın vahiy, akıl ve duyu organları aracılığıyla elde ettiği kesin bilgilere denir. İlim, âhiret yolunu dosdoğru gösteren (kılavuzluk yapan) bilgiler topluluğudur. Şerif Cürcânî'ye göre ilim: Gerçeğe ve vâkıaya uygun düşen inanç, bilgi ve kanaattir. Bir şeyi olduğu gibi idrâk etmektir. İlim, bilinenden gizlilik ve kapalılığın kalkmasıdır.[2]Râgıb, Müfredât'ında şu tanımı yapar: İlim, amelî-dinî yükümlülüklere vukuftur ki, ancak bunların yerine getirilmesi ile tam olur.[3] İlmin zıddı, cehâlet (câhillik, bilgisizlik ve yanlış bilgi)dir. Kur’ân-ı Kerim'de ilim kelimesi 105 defa zikredilir. Bu kökten gelen diğer kelimelerle birlikte bu sayı, 854'ü bulur. Dolayısıyla "ılm" Kur'an'da en çok kullanılan birkaç maddeden biridir. 

İlimler, genel bir tasnife göre ikiye ayrılır:

a) Naklî ilimler; Kur'an ve sünnete dayanan ilimler, yani Peygamberimiz'in vahy kanalıyla Allah'tan getirip bize ulaştırdığı ilimler.

b) Aklî ilimler; Müsbet (deneyle kanıtlanabilen) ilimler başta olmak üzere naklî ilimler içine girmeyen bütün ilimler.

Ebû Cehil’e, câhillerin atası anlamındaki bu ismin verilmesine sebep, bilinmesi gerekenleri hiç bilmemesi değil; yanlış bilmesidir.

“Rabbim ilimce her şeyi kuşatmıştır.”[4]; “İlim ancak Allah katındadır.”[5]

Kur’ân-ı Kerim’de ilim, en sık kullanılan anlamıyla, İlâhî vahiyden kaynaklanan, yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlim, Allah’tan olduğuna göre, İslâm’ın tamamı ilimdir. Âlim de gerçek anlamıyla müslümandır. Burada ilim, Allah’a, tam mânâsıyla tek gerçek olan hakka, hakikate dayandığı için mutlak ve objektif bir geçerliliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim, kesin bilgi demektir. Onun için; ilmi, yani hakka, hakikate dayanan İlâhî nûr olan Allah’ın verdiği bilgiyi kabullenmeyen insana, profesör bile olsa câhil; bu câhillerin en meşhurlarına Ebû Cehil; böyle kişilerin oluşturduğu toplum düzenine de  câhiliyye denir.

Allah’ın, kendisine eşyanın tüm isimlerini öğretmesi sayesinde insan, meleklerden üstün olabilmiş ve bu ilim sıfatından dolayı halife vasfını kazanmıştır. Hilâfet sıfatının tahakkuku için de, mutlaka kullanması gereken araçların başında ilim gelir.

Kur'an'a göre yaratılış amacı, Allah'a kulluktur. Allah'a kulluk, bir tavrı ve bir tutumu ifade eder. Tutumlar, durup dururken oluşmaz. Bir bilgi birikimine, bir gözleme, bir araştırmaya ve bunların sonunda duygusal bir eğilime, en sonunda da irâdî bir eyleme dayanırlar. Bir tutumun oluşmasında sosyal psikoloji açısından üç temel ögeye ihtiyaç vardır:  1- Bilişsel (zihinsel) öge, 2- Duygusal öge, 3- Davranışsal öge. Kur'an eğitiminin boyutları da bu üç temel ögeden oluşmaktadır: Bilgi boyutu, duygu boyutu ve amel (icrâ) boyutu. Buna zihnî, kalbî ve amelî boyut da diyebiliriz. Bu üç öge, ne kadar güçlü ve dengeli ise inanç veya kulluk o kadar güçlü; ne kadar zayıf ve dengesiz ise o kadar zayıftır. Hepsini ayrı ayrı, ama birbirleriyle dengeli biçimde beslemek, güçlendirmek gerekir. Kur’an’ın en üstün insan tanımı, ilim sahibi[6], cihad ehli[7], muttakî/takvâlı[8] kişidir. Yani kafasını, bileğini ve yüreğini/gönlünü aynı kalitede kullanıp çalıştıran kimse. Kur’an’a göre âlim, çok bilen değil; esas bilinmesi gerekeni bilen ve bildiğiyle amel edip görevini yapan, yani Allah’tan hakkıyla korkandır. Âlimin tanımı bu şekilde yapılır. “Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (hakkıyla/gerektiği gibi) korkar.”[9] Allah’tan gereği gibi korkmayan kimse, ne kadar bilgi kırıntılarına sahip olursa olsun, ona âlim denilmez. Bilgisiz, duygusuz ve amelsiz bir kul, İslâm'da ne kadar hoş karşılanmazsa; bilgili, duygulu ve güzel davranışlara sahip bir kul da o kadar hüsn-i kabul görür. Bilgisiz bir ibâdet ne kadar anlamsızsa, duygusuz bir ibâdet de kupkurudur. Yaşanmayan bir dini düşünmek bile mümkün değildir. Bütün inanç sistemlerinde şu veya bu oranda bu üçlü anlayışa rastlamak mümkündür. İlim olmadan ideal anlamda müslüman olmak mümkün değildir. Cehâlete alternatif olarak gelen bir dinin mensupları câhil olamazlar. Olurlarsa perişan olurlar ve onlar adına faturayı din öder. Bunun hesabı ve vebâli ise çok ağırdır.

Kendisinden önceki dönemin adını "câhiliyye dönemi" olarak açıklayan İslâm inancı, câhilliği temelinden reddetmiş, kendi çizgisinde yürüyen insanları bilgilendirmiş, bununla yetinmeyip insanlara öncelikle ilim tahsilini emretmiştir.  

İlim rehberdir; hedeflere onunla varılır. İlim ışıktır; karanlıklar onunla aydınlanır. İlim şifadır; bütün hastalıklar onunla tedavi edilir. Yeterli ilimden yoksun olan inançlar, hurâfelere boğulur. Sağlıklı ilimle beslenmeyen tutum ve tavırlar bir sarsıntıda yıkılıp giderler. Atasözlerindendir: "Câhilin sofusu, şeytanın maskarasıdır." "Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder."[10]

İlmin, sıradan bir algılama olayı olarak kalmaması, kişiye maledilmesi, hazmedilip özümsenmesi gerekir. Aynen maddî gıdaların hazm edildiği gibi, zihnî gıdaların da varsa posalarının atılması, fıtrata ve bünyeye uygun hale getirilmesi gerekmektedir. Hazmedilen bir tavuk eti, artık tavuk eti olmaktan çıkıp bünyeye yararlı hale gelmektedir. Arı, her çiçekten bal özü alır ama o hazmedilmiş, artık çiçek olmaktan çıkmış, kendine has bir bal olmuştur. Kur'an da zihinde dondurulmuş ölü bilgiler istemiyor. Muhammed Kutub bu konuda şunları söyler: Zihinde kalan, aksiyon haline gelmeyen, donuk, ölü fikirlerin İslâm nazarında hiç kıymeti yoktur. İslâm'ın ve Kur'an'ın istediği ilim, kalpten kalbe geçen, vicdanları harekete geçiren, pratiğe dönük faydalı bilgidir.[11]

İlim, kalbin tezkiye edilmesi (temizlenmesi) ile mümkün olur. Bu anlamdaki ilim bir nurdur, Allah'ın nuru takvâdan uzak isyankâr ve kalbi paslı insanlara verilmez. Kalbin tezkiyesi, özellikle amelle, Allah'ın çizdiği sınırlara yaklaşmamakla mümkün olur. Bu bakımdan, ilim takvâsız olmaz ve âlimin ilmini yaşamaması düşünülemez; yaşamazsa âlim değildir, belki sadece bilgi kırıntılarına ve bazı mâlûmata sahiptir o kadar. Amelsiz tezkiye de olamayacağından ilim de edinilemez. O halde, Kur'anın buyurduğu gibi "Allah'tan kulları içinde ancak âlimler korkar."[12] Mâlûmat sahipleri ise, hiçbir zaman âlim değil; amelsiz de olduklarından belki "kitap yüklü eşekler"dir.[13]

İslâm; fıtrata, insanın yaratılışına en uygun bir din olduğu için bütün müslümanlara ilmi farz kılmıştır. Her müslümanın kulluk görevlerini (ki bütün dünyevî işlerini kapsar) yerine getirecek, helâl ile haramı, hak ile bâtılı ayırt edecek kadar bilgi sahibi olması farzdır. "İlim tahsil etmek, her müslüman erkek ve kadına farzdır."[14] Kişinin müslüman bir kul olarak şirkten sakınıp tevhid şuuruyla yaşaması için gerekli ilme sahip olması farz olduğu gibi; içinde bulunduğu durumlar ve yapması gereken her çeşit ibâdetle ilgili bilgileri öğrenmesi de yine faz-ı ayn'dır. Tıp, mühendislik, teknik ve teknoloji gibi sosyal hayat için gerekli olan her türlü ilimleri öğrenmek farz-ı kifâyedir. Bu tür ilimler, toplumun bazı fertleri tarafından öğrenilirse bu farîza yerine getirilmiş olur. Fakat kimse öğrenmezse toplumun bütün fertleri Allah katında sorumlu olurlar. Övünmek ve başkalarına karşı üstünlük taslamak için ilim öğrenmek ise, mekruhtur.

İslâm kadar ilme önem veren başka bir din ve sistem yoktur. Her kötülüğün, hatta küfür ve şirkin baş sebebi, bilgisizlik ve cehâlettir. Küfrün ne demek olduğunu ve hangi kötülüklere yol açtığını bilen bir kimse kâfir olmaz. Şirkin ne olduğunu bilen, başka bir şeyi Allah'a ortak koşmaz, Allah'tan başkasına kulluk yapmaz. Bunun içindir ki Kur'an, ilimsizlikten şiddetle sakındırır: "Sakın ha câhillerden olma!"[15]; "Kulları içerisinde Allah'tan ancak âlimler korkar."[16] Kur'an'da ilim övülmüş, bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayacağı açıkça belirtilmiştir: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"[17] İslâm; ilmin, âlimin ve ilimle uğraşanların değerini yükseltmiştir. "Allah, içinizden iman edenlerle, kendilerine ilim verilenlerin değerini yükseltir."[18]

 

Günümüz ve İlim Kavramının Tahrifi

Müslümanın çok şeyinin gasb edildiği gibi kavramları da tâğûtî güçler tarafından çalınıp Kur’anî anlamından içi boşaltıldıktan sonra câhiliyyenin istediği şekilde tahrif edilip değişik ve çarpık muhtevâ ile Kur’an’dan uzaklaştırılan insanlara sunulmaktadır. Bu konuda örnekler sayılamayacak kadar çok. Din kavramından şehidlik kavramına, adâlet ve zulüm anlayışından İslâm, Kur’an ve sünnet anlayışına kadar yüzlerce kavramın başına gelen budur. Kâfirler müslümanları daha çok kendi silâhları ile vurmaktadır; Müslümanların sahip çıkmadıkları, kullanmasını bilmedikleri, yanlış kullandıkları silâhlarıyla. İlim de bundan yeterli payını almış garip, mahzun ve sahiplerinden şikâyetçi kavramlarımızdan.

İlim ve bilgi, birçok resmî gün ve haftalarda mevsimlik programlarda ele alınıyor. Hem de dinî bir edâ ile; fakat dine uymayan bir görüş ya da ideal için tema ve malzeme olarak kullanılıyor. İşin tuhaflığına bakın ki, temeli dine dayalı bir kavram ile, dinî olmaması için gayret edilen, üstelik dine bağlanması uygulanan yasalar ile suç olan bir meselenin desteklenmesine, halka empoze edilmesine çalışılıyor.

Bilim denilen şey, şu haliyle müslümanların felâhına ve yeryüzünde etkinlik kazanmasına sebep olmamakta, bilim şu vaziyetiyle insanlığı sinsice tehdit etmekte, hidâyetin yolunu tıkamaktadır. İlim ki, aslında Yüce Allah’ın yeryüzüne ilettiği haberden, yani vahyden ve Peygamber’in öğretilerinden ibarettir; şimdilerde Peygamber’in getirdiği İslâm’ı başka türlü göstermek için kullanılmaktadır. İlim ki, Allah’ın mahlûkatı olan kâinatın incelenmesinden ve Allah'a giden yola sarılmaktan ibarettir; şimdilerde evrenlerin Rabbinden uzaklaştırmak için en etkin ve geçerli bir güç olarak yürütülmektedir.

İlim, bir ilerleyiştir; insan beyninin ve ruhunun yol alışıdır. Ama bu ilerleyişin uçuruma (dünya ve âhiret âfetlerine) doğru değil; cennete doğru giden dosdoğru yola (sırât-ı müstakime) doğru olması ilmin olmazsa olmazıdır. Müslüman için önemli olan ilerleyişin İslâm’a doğru ve O’nun için olmasıdır. Temel çaba, ilmi bir yük olmaktan, hatta vebal olmaktan çıkarıp Kur’an’ın gösterdiği şekilde İslâm’a uygun hayat haline getirmektir.

Bilimin ve teknolojinin şu asırlardaki gidişi, bütünüyle evrene hükmetmeyi, tüm canlılara zararı hedef almış gibidir. Akıl, bilim ve teknoloji, ne kadar evreni insana hizmetkâr yapma ve dünyayı daha iyi yaşanır bir cennet haline getirme masallarıyla insanlara sunulsa da, hayatı bir zindan haline getirdiğinin ve ebedî hayatı mahvettiğinin farkında bile değildir. Modern insan, hevâsının yolundaki aklı ile icad edip semirttiği bu bilim sultasının, teknolojik aygıtların, makinelerin tutsağıdır. Bundan kurtuluşun yolu, önce ilim kavramının Kur’an’la sağlaması yapılarak tashih edilmesi, bilgi birikimleri, dinin anladığı şekilde “faydalı ilim” ise başa tac edilmesi, değilse kendisinden Allah'a sığınılması gereken bir tehlike olarak kabulü ile gerçekleşebilecektir. Vahiyden ve Allah’la bağlarından koparılmış bilimin ve bilim sayesinde oluşan aygıtların, makinelerin ve maddeci hayatın tutsaklığıdır modern insanın temel problemi; asrın insanının hüsrânı, çıkmaz ve açmazları, bunalım ve streslerinin temel sebebidir bilimi “câhil”ce, “câhiliyye” gözüyle değerlendirmek ve gerçek ilimden kaçmak. Bu esaretten kurtulmak, hevânın gerçek akla dönüşmesi, bilimin, evrenin sırlarını “halife” sorumluluğu ile öğrenme ve Allah'a kulluk yönünde, yani en faydalı şekilde kullanılması sayesinde olacaktır. Modern câhiliyyenin vahye, yani Allah’tan gelen gerçek ilme ihtiyacı, Ebû Cehillerin câhiliyyesinden daha az değildir.

İnsan ömrünün sınırlı, günlerinin ve alıp verdiği nefeslerinin de ilm-i İlâhîde mâlum ve muayyen olduğu hesaba katılınca, öncelikle ne öğrenmemiz, hangi ilmi tahsil etmemiz gerektiğini tespit etmek gerekir. Olur olmaz kimseler tarafından "ilmin faziletleri"nin anlatıldığı, bazen bâtıl otorite sahipleri ve bozuk niyetli merciler güdümünde ilim kavramının bâtıl maksatlar için istismar edildiği vakıası da hesaba katılınca bu ilim gerçeğinin ne olup ne olmadığını belirlemek bir zarûret olacaktır. Peygamberimiz, "faydasız ilimden Allah'a sığınırım"[19] diye duâ edecek kadar faydasız ilmin zararı konusunda hassasiyet göstermişken, mahiyetine ve kullanılış gayesine bakılmadan ve şer'î  ölçüyü hiç hesaba katmadan sürekli ilmin övücülüğünü yapmak, ilim adına işlenen büyük bir cinâyettir.

Meselâ, "İlim arayıp istemek, ilim tahsil etmek, kadın erkek her müslümana farzdır."[20] Hadis-i şerifini ve "İslâm'ın ilk emri oku emridir" düsturunu dillerine sakız edenleri bu hale örnek gösterebiliriz. Evet, ilim tahsili herkese farzdır, ama hangi ilim, hangi şartlarla ve ne maksatla? İşte bunu bir türlü belirtmiyorlar kavram istismarcıları. Okumak tavsiyesini de bir zamanlar moda olan okuma seferberliği girişimlerine halkı teşvik sadedinde delil getirenler, samimiyetsizliğin ve çifte standartın en âdi örneğini sergiliyorlar. Bu hal, aynen bir ağacın kökünü inkâr edip dallarını kabullenmeye benzer. İslâmiyeti bütünüyle ve cemiyet plânında inkâr ettikten sonra onun bazı ilke ve kavramlarını kendi gayelerinin gerçekleştirilmesi yönünde kullananların tutumu hangi mantık ve samimiyetle bağdaştırılabilir?

Niyet bakımından böyle olduğu gibi, içerik yönünden de İslâmî gaye esas alınmadan mutlak olarak kayıtsız şartsız insanlara öğütlenen, bir dereceye kadar da öğretilen bu malumatlar, konusu ve sonu görünüşe göre ne derece parlak ve verimli gibi olursa olsun, mutlak sûrette bir fuzûliyattan ibarettir. İşin daha kötüsü, hakiki ilmin önüne bir perde ve engel getirmek, insanı asıl yaratılış gayesinden uzaklaştırmaktır. Zamanın ilim anlayışı, Din'in esprisi içinde bir ilim değil; resmî sistemler/câhiliyye doğrultusunda bir bilim anlayışıdır.[21]

Eğitimin amacı; Fıtrata ters düşmeden, Rabb’in öğretileri doğrultusunda Allah’ı ve kendini tanımak, dünya ve âhirette faydalanacağı ilim öğrenerek yaratıcısına kulluk yapmak, İslâm'a tâlip olmak, Kur'an ahlâkıyla yaşamaktır; Müslüman açısından öğrenmenin gâyesi bu olmalıdır.

 

Bilgi Kaynakları

Bilgi nedir? Bilginin mâhiyeti nedir? Neyi, ne kadar bilebiliyoruz? Bildiklerimizin doğruluk derecesi nedir? Bilgimizin kaynağı nedir? Nereden elde edilir? Duyularımız bize bilgi sağlayabilir mi? Aklımızın bilgi ile ilişkisi nasıldır? İnsan, gerçeği, varlığın hakikatini, gerçeklerin neler olduğunu ve İlâhî meselelerin esasını hangi yollarla bilebilir? Bilginin sebepleri nelerdir? Bu ve benzeri sorular insanoğlunun aklını meşgul eden ve edecek olan sorulardır.

Kimine göre gerçeğin bilgisi sadece duyu organları vasıtasıyla bilinebilir. Bu inanca sahip olanlar sadece gözlenebilen, ölçülebilen, deneye tabi tutulabilen şeylerin bilinebileceğine inanır. Bazılarına göre bilginin elde edilme yolu sadece akıldır. Bilgi kaynağı olarak  yalnızca aklı kabul edenler, aklın kavrayamadığı, idrâkin alamadığı şeylerin bilinemeyeceğine inanırlar. Sadece ilham, rüya veya sezgi yolu ile bilgi edinilebileceğine inananlar ise,  diğer vasıtaları bilgi kaynağı olarak kabul etmezler.

“Tasavvuf, aklı ve nakli belli ölçülerde bilgi kaynağı olarak kabul ettiğini beyan etse de, asıl doğru olan bilgi kaynaklarının keşif, ilham ve işrak olduğunu iddia eder. Bu üç bilgi kaynağını kısaca şöyle izah etmek mümkündür:

Keşf, “perdenin kalkması ve arkasında saklı olan mânâların ortaya çıkmasıdır. Keşf, mânâ ve sırlar âlemi ile ilgili olandır. Yani kişinin önündeki perdelerin kalkması ve gerçekleri görmesidir. Bu görme maddî gözle değil; basiret gözü ile görmedir. İlham, vahye benzetilen bir bilgi kaynağıdır.” “Yani tasavvufî anlayışa göre evliyânın gerek aracısız, gerekse melek vâsıtası ile vahiy almasına ilham denir. İlham bazen sâdık rüyalarla bazen de bazı şeylere muttalî kılınmakla gerçekleşir.” İşrak ise; “İnsanın kalbinde hakikat nurunun parlaması ve meçhul olan şeylerin bilinmesi” diye tanımlanır. İşrak bilgisi sezgiye dayanan bir bilgidir. Bazı tasavvufçular, kesin bilginin ancak bu yolla elde edilebileceğini iddia ederler.

Sûfîler bu yolla elde edilen bilgilere ilim değil; mârifet ve irfan gibi isimler verirler. Onlara göre “mânevî müşâhedeye dayanan bu vâsıtasız elde edilen bilgiler, vâsıtalı bilgi olan nasslardan daha doğru ve daha önemlidir.”

İlham, keşif ve işrâkı bilgi kaynağı olarak kabul eden tasavvufta sâbit bir bilgi kaynağının varlığından söz edilemez. Çünkü bilgi kaynağı olarak kabul ettikleri hususlar sübjektif olup kişiden kişiye farklılık arzeder. Sonuçta bunlar da felsefî ekoller gibi insan zihninin bir ürününden ibârettir. Bu bakımdan yöresel ve bölgesel özellikler taşır. Tasavvufun değişik kolları, bünyesinde değişik inançların etkisiyle farklı farklı anlayışları barındırır.”[22]

Görüldüğü gibi, herkes kendi inancına uygun olanı bilgi kaynağı kabul etmekte; diğer vasıtaları kaynak olarak önemsememektedir. Diğer önemli nokta ise, yukarıda geçen vasıtaları bilgi kaynağı olarak görenlerin çoğunun “vahy”i bilgi kaynağı olarak kabul etmemeleridir.

Kur’an, bilgi kaynağı olarak, vahiy başta olmak üzere, doğru haberi, duyuları ve akıl yürütmeyi göstermektedir. Hayatın gayesi, Allah’ı bilmek, inanmak ve O’na ibâdet (kulluk) yapmaktır. O’nu tanımak ve bilmek, bilgilerin en üstünü ve yücesidir. İnsan, ancak bilgi vasıtalarıyla Allah’a giden yolu bulabildiği gibi, kendisini ve çevresini de bu araçlarla tanır ve bilir.

İslâm inancına göre insan, gerçeğin bilgisini üç yoldan elde eder. Yani, bilginin kaynağı üçtür.  Bunlar:

1- Doğru haber:  a) vahiy  b) mütevâtir haber,

2- Selim hisler dediğimiz beş duyu,

3- Akıl.

 

Doğru Haber

a) Vahiy: Sözlük anlamı olarak vahiy; işaret etmek, gizli ve süratli bir şekilde bir şeyi bildirmek, elçi göndermek demektir.

Terim olarak vahiy; Allah Teâlâ’nın insanlar arasından seçmiş olduğu peygamberlerine İlâhî bir yolla mesajlarını, emir ve yasaklarını bildirmesidir.

Bu tanımda geçen “İlâhî bir yolla” ifâdesi vahyin insan aklının kavrayışının üzerinde birşey olduğunu, peygamberler hâriç insanların vahyin mâhiyetini tam olarak bilemeyeceğini ifâde eder.

Bizler ancak vahiy sayesinde âhireti, cenneti, cehennemi, melekleri...bilebiliriz. Çünkü bunlar gaybla ilgili konular olduğundan   akılla, ya da duyularla bilinemez.

Vahy, sadece gayb alanında bilgi kaynağı değil; aynı zamanda, bütün varlıkların sahibi ve yaratıcısının, her şeyi bilen Zât’ın haber verdiği her konu için kesin bilgi kaynağımızdır.

“Gayb hazinelerinin anahtarları Allah’ın yanındadır. Gaybı ancak O bilir. O, karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarında tek bir tane, bir zerrecik, yaş ve kuru ne varsa hepsi Kitab-ı Mübin’de, Allah’ın ilmindedir.”[23];“Yaratan (Allah) hiç bilmez mi?”[24];“Allah, her şeyi en iyi bilendir.”[25]      

Câhiliye toplumlarında, vahyi kabul etmeyen câhilî eğitim sistemleri, vahyi ilim kaynaklarının, bilgi vasıtalarının içine katmazlar. Bundan dolayı, bilim câhiliyye düzenlerinde bir put haline dönüşmüştür. Her şeyi tümüyle bilen Allah’ı bilime karıştırmak istemeyenler, hiç uzlaşmaması gereken bilimle câhilliği (câhiliyyeyi) bir arada barındırma şerefini(!) kazanabilmişlerdir. Tabii, bu sentez, gerçek ilme giden yolu tıkadığı gibi, hakla bâtılın karışmasına yol açmaktadır. İlmin hidâyete vesile, nur ve rahmet özelliğinden soyutlanıp Bel'amlığa zemin oluşturmaya giden yoldur bu.

Sözde bilim adamları, ilk insanın yaratılışından onun bilgi sahibi olmasına; Kalemle yazmasından fıtratıyla ilgili özelliklerine kadar birçok konuyu, vahyi reddetmenin sonucu olarak faraziyelere, dayanaksız teorilere dayandırmakta, bunları da bilim diye kitlelere yutturmaktadırlar. Mü’minler için Allah Teâlâ’nın kitabında ve Rasûl-i Ekrem’in sünnetinde kat’i olarak yer alan her haber (vahy) ilim hükmündedir. Hatta, akıl ve duyu organları bu vahyî haberlerin mâhiyetini kavramasalar da vahy, kesin bilgi kaynağımızdır. Vahye ters düşen her türlü bilimsel teoriler de ilim tanımı dışında kalır.

 

b) Mütevâtir haber: Çok sayıda güvenilir kişinin, yani yalan söylemek üzere bir araya gelmeleri mümkün olmayan bir topluluğun vermiş olduğu habere mütevâtir haber denir. Asıl bilgi kaynağımız olan Kur’ân-ı Kerim, nesilden nesile aktarılarak günümüze kadar tevatür yoluyla gelmiştir. Yani Kur’an mutevatirdir ve bu şekilde bizden sonraki nesle aktarılacaktır.

Haberin yaşanılan çağda önemi açıktır. Görüntülü, sözlü ve yazılı iletişim araçları her gün sayısız haberleriyle insana bilgiler ulaştırmaktadır. Fakat, bunların ne kadarına ve hangi ölçü içerisinde güvenebiliriz? Bu haberlerin tümü, bizim bilgi kaynağımız, bilgi aracımız olabilir mi? Eğer bu araçlar uygun kullanılırsa evet. Asıl olan, haberin olaya uygun düşmesidir. Yalan haber, yani olaya uygun düşmeyen, vakaya mutabık olmayan haber bilgi ifâde etmez. Ancak sâdık, doğru haber bilgi kaynağıdır.

Yani bilgi elde etmede vasıta olan bu araçların kendileri güvenilir iken, güvenilir olmamasının nedeni, doğru bir şekilde kullanılmamalarıdır. Kısacası âletler yalan söylemez; fakat insanlar yalan söyleyebilir, âletleri yalanlarına vasıta yapabilirler.

Kâfirlerin, hatta fâsıkların verdiği haber ve bilgiyi, araştırmadan, kesin ölçülerimizle test etmeden, bilgi kaynağı olarak kabul ve tasdik etmemiz Kur’ân-ı Kerim’e ters düşer. “Ey iman edenler; eğer size bir fâsık bir haber getirirse, onu araştırın (doğruluğunu anlayıncaya kadar tahkik edin). Değilse bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz.”[26] Bilginin ilim sayılabilmesi ve bize zararlı değil; yararlı olabilmesi için kaynağına, güvenilir olup olmadığına bakmak şarttır. 

Mütevâtir haber, çok sayıda güvenilir kişinin verdiği doğru haber olduğu için bilgi sebebidir (Tarihe, coğrafyaya... ait bilgilerin çoğu bu türden bilgilerdir).

 

Tevatürün şartları üçtür:  

I) Verilen haberler sağlam duyu organlarına dayanmalı, efsâne, mitoloji kabilinden olmamalı,

II) Haberi nakledenler arasında ittifak bulunmalı,

III) Akla ve kesin dinî hükümlere aykırı olmamalıdır.

 

Selim Hisler (koklama duyusu burun, tatma duyusu dil, hissetme duyusu deri dediğimiz duyu organlarımızdaki algılarımızdır. Selim olması bu organların sağlam ve sağlıklı olmalarının gerektiği içindir.  Özürlü ve sakat olmamalıdır.  Bu organlar vasıtasıyla herhangi bir yiyeceği tattığımızda acı, tatlı veya tuzlu olduğuna, bir şeyi içtiğimizde sıcak veya soğuk olduğuna, bir cisme vurunca sert veya yumuşak olduğuna, belli bir mesafedeki cismin uzak, yakın, uzun veya kısa olduğuna karar veririz. 

Duyu organlarıyla elde ettiğimiz bilgiler  sınırlıdır. Çünkü,  gözlerimiz  ancak  belirli  mesafedeki  cisimleri    görebilirken x ışınlarını, mor ötesi ışınları, röntgen ışınlarını göremez. Kulaklarımız ancak belirli frekanslarda sesleri duyabilir, derimiz gözle görülebilen cisimleri hissederken, vucudumuzu boydan boya geçen ışınları hissedemez. Burnumuz belirli mesafeden koku alabilir, bu mesafenin dışındaki kokuları alamaz. Göz, 390-760 milimikron boyunda olan dalgaları alabilecek duyarlıktadır (milimikron; bir milimetrenin milyonda birine denir). Bunların altında veya üstünde olan dalgaları göremez. Kulak da her titreşimi alamaz. Ses dalgalarının frekansları binlerce Hz. olabilir. Kulağın işitebileceği frekanslar ise 20-2000 Hz. arasındadır. Kulak, bu rakamların altındaki veya üstündeki frekansları işitemez.)

Aynı zamanda duyu organlarımızın bizi yanılttığı, bize yanlış bilgi verdiği durumlar da vardır. Meselâ, su dolu bardağın içindeki kaşığın kırık gözükmesi; sıcak sudan sonra ılık suyu, derinin olduğundan daha soğuk hissetmesi; hileli aynaların karşısında kendimizi birden fazla veya garip şekillerde görmemiz...

Duyu organlarımız, duyarlık derecesinin altında veya üstünde olan olayları algılayamaz.  Duyularımız, kendi sahalarına giren ve kapasiteleri dâhilinde olaylar hakkında bize bilgi verir. Modern Psikolojide açıklanan algı yanılmaları, duyularla elde edilen bilgilerin değeri konusunda tespitlerimizi kuvvetlendirmektedir.   

Bu açıklamalarımızla şunu demek istiyoruz: Selim, sağlıklı duyu organları, sağlam ölçüler ışığında bilgi kaynaklarımızdandır; ama verdikleri bilgiler bu organların kapasiteleriyle sınırlıdır. Duyu organlarımızla tesbit edemediğimiz şeyler, ilmin konusu  olabilir. Çünkü duyu organlarımızın güçleri sınırlıdır. Duyu organlarımızın bizi yanılttığı durumlar da vardır. O yüzden bunlar, yanlışlığı ispatlanan konularda ve sınırsız bir şekilde veya tek başlarına bilgi kaynakları değildir. Melek, cin, şeytan gibi birtakım varlıkları duyu organlarımızla algılayamamamız, onların yokluğunu gerektirmez.  

 

Akıl

Akıl, insanda bulunan mânevî bir kuvvettir. İnsan bu kuvvet sayesinde eşyayı kavrar.  Akıl, insanın düşünme, bilme, davranışını belirleme, denetleme ve yargılaması, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırt etmesi ile ilgili kabiliyetidir. Kendisinde bu özel kuvvet olduğu için insan, dinin emir ve yasaklarını yerine getirmekle sorumludur. Aklımızla elde etmiş olduğumuz bilgiler de sınırlıdır. Meselâ, aklımız ölüm olayını, vahyin mâhiyetini, kabirde olanları, âhireti ve âhirette olacakları, Allah’ın zâtını, insanın rûhunu tümüyle kavrayamaz.

 

İslâm’da Aklın Önemi ve Değeri

Kur’ân-ı Kerim’e göre insanı insan yapan, onun her türlü davranışlarına anlam kazandıran ve İlâhî emirler karşısında sorumluluk altına girmesini sağlayan şey aklıdır. Din, akıllılara gönderilmiştir. Kur’an’da akıl kelimesi 49 yerde ve hep fiil şeklinde geçmektedir. Bu âyetlerde genellikle akletmenin, yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde durulmaktadır. Kur’an’a göre akıl “bilgi edinmeye yarayan bir güç” ve “bu güç ile elde edilen bilgi” şeklinde tarif edilmiştir. Dinin sorumluluk yüklediği akıl, birinci anlamdaki akıldır.

Düşünmek, ibret almak, öğüt almak, hidâyete ermek, cehâletten kurtulmak, kâinattaki ve kendi içindeki hakikatleri anlamak, gönülden kör, sağır, dilsiz olmamak için Kur’an’da akla vurgu yapılmaktadır. Aklın önemi, özellikle Kur’an’ın mânâsının, İslâm’daki emir ve yasakların ve bunların hikmetlerinin anlaşılması içindir. Düşünmek, doğruyu bulup ona teslim olmak içindir. Kur’an birçok âyetinde insanları düşünmeye, anlamaya, zikretmeye dâvet etmektedir. Tüm bu faâliyetler aklın birer fonksiyonudur.

Allah’a hakkıyla kulluk edebilmek için, Kur’an’ın ne dediğini anlamak, neleri yapmak ve nelerden kaçınmak gerektiğini bilmek gerekir. Bu ise ancak akıl sayesinde mümkündür. Bu anlamda akıllı olmak, aklı kullanıp Kur’an’ı anlamaya çalışmak kadın - erkek her müslümanın görevlerindendir.

İnsan, aklı sayesinde taklitten kurtulur. Neye, niçin inandığını kavrar. İslâm dini akıl sahibi insanları muhatab alır ve onlara sorumluluk yükler. “Aklı olmayanın dini de yoktur” ifâdesini bu anlamda düşünmek gerekir.

Bütün İslâm âlimleri aklı, insanın dinin emir ve yasaklarıyla sorumlu tutulmasının temel şartı olarak söylemişler, akıldan yoksun olanlara hiçbir sorumluluğun yüklenemeyeceği görüşünde birleşmişlerdir. Meselâ; namaz, oruç, zekât, hac gibi ibâdetleri yerine getirebilmenin ilk şartı âkıl-bâliğ olmak, yani deli olmamak ve ergen olmaktır. Ayrıca  zamanının en akıllısı olmayı (fetânet) peygamberlerin temel vasıflarından kabul etmişlerdir.  İslâm âlimleri, imandan sonra en büyük nimet olarak gördükleri akla, dünya ve âhiret mutluluğunu kazanmaya vesile olması dolayısıyla büyük değer vermişlerdir.

Aklın önemi ve değeri ile ilgili birkaç âyet meali:

“... İlimde ileri gidenler; biz ona inandık, hepsi de Rabbimizin katındandır derler. Bunu ise ancak aklını isabetle kullanabilenler akledip düşünebilir.”[27]

“Bu Kur’an insanlara bir tebliğdir. İnsanlar bununla uyarılsınlar, O’nun tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıllarını kullansınlar da düşünüp ibret alsınlar.”[28]

“... Onları müjdele, onlar ki sözü dinlerler ve o sözün en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir, onlar akl-ı selim sahipleridir.”[29]

“Onlara Allah’ın indirdiğine uyun denildiğinde ‘hayır, biz atalarımızın uyduklarına uyarız’ derler. İyi ama atalarınızın aklı bir şeye ermiyorsa da doğru yolu bulamamışlarsa? (yine de onların yoluna mı uyacaksınız?)”[30]

Ve akılla ilgili birkaç vecize, güzel söz:

“Aklı olmayanın dini de yoktur.”

“En akıllı insan öğüt alan insandır.”

“Her nimetin bir şükrü vardır. Akıl nimetinin şükrü de düşünüp öğüt almaktır.”

“İki şey var ki, asla sonuna erişilmez. İlim ve akıl.”

“İlim tükenmez hazine, akıl eskimez elbisedir.”

“Akıl ve iman ikiz kardeştir. Allah biri olmadan diğerini kabul etmez.”

“İman kalp sayesinde inanılan ve yaşanan, akıl sayesinde  de düşünülen ve idrâk edilen bir gerçektir.”

“Bir saat (kısa bir an) tefekkür (düşünmek), bir gece nâfile ibâdet etmekten daha hayırlıdır.”

           

Akletmek, Aklı Kullanmak

Akletmek gerçek ilim sahibi olanların niteliğidir. Gerçek akıl sahipleri gerçek âlimlerdir. “Biz meseleleri insanlar için açıklıyoruz, ama onları âlimlerden başkası akletmez.”[31]

Aklın görevi;  araştırma, düşünme ve gerçeği bulmadır. Araştırmayan, düşünmeyen akıl, görevini yerine getirmemiş akıldır ki, sahibini hayvandan daha aşağı duruma sürükler. Akıl çalışmayınca görevini yerine getiremez ve sahibini taklîd bataklığına düşürür. Taklîd ise, araştırma ve düşünmenin baş düşmanıdır. Allah, kitabında taklîdi, donukluğu kınarken; araştırıcı aklı övmektedir.

İslâm taklitçiliğe karşı çıkmıştır. Çünkü taklitçilik, Allah’ın insana en büyük nimetlerinden olan aklı kullanmamak, başkalarına körü körüne uymaktır.

Allah ile birlikte başka bir ilâhın olmadığını akıl bulmak zorundadır. O’nun asıl görevi bu yüce gerçeği bulmak ve ona göre yaşamaktır. Akıl Allah’ı bulmanın yanında O’na şükretmeyi de bilecektir. Aklı ile Allah’ı bulan ve O’na şükreden sıkıntıda olsa da bahtiyardır. Allah’ı bulamayan ise, bollukta olsa bile yine de bedbahttır.

Aslında gerçek akletme ve bilme gücüne sahip olmayanlar, yani Allah’ın verdiği aklı kullanmayanlar, kafaları küflenmiş, kalpleri mühürlenmiş ve mânevî pisliklerle kararmış olanlar, bilgi ve kültürleri büyük zannedilse bile, gerçek câhillerdir. 

 "Onların bu konuda ilmi yok, sadece atıp tutuyorlar.”[32]    

“Hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere sapıtıp, kulağını ve kalbini mühürleyipgözü üzerine de perde çektiği kimseyi gördün mü?”[33]

“Allah kalplerini mühürledi, artık bilmezler.”[34]

“Allah bilmeyenleri işte böyle mühürler.”[35]

Kâfirler ve müşrikler hiç akletmeyenlerdir; kalbî duyularını bütün bütüne köreltenler, kalpleri mühürlenenlerdir.

“Allah katında hayvanların en şerlisi, akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.”[36]

“Sağır, dilsiz ve kördürler de, akletmezler.”[37]

 “...Bunlardan bir grup vardı, Allah’ın Kelâmı’nı işitirlerdi de, onu aklettikten sonra, bile bile tahrif ederlerdi.”[38]

 Akıllı olmayan ve aklını gereği gibi kullanamayanlar şunlardır:

  • Akıl - baliğ olmayan çocuklar.
  • Akıl bakımından reşid olmayan zekâ özürlüler.
  • Aklını yitirmiş olan deliler.
  • Aklını kullanmak istemeyip körü körüne başkalarını taklît edenler.
  • Liderlerine, büyüklerine aşırı güvenip, kendi yerine onların düşünmesini yeterli görenler.
  • Kâfir ve müşrikler.

 

Kur’ân-ı Kerim’e Göre Akıl ve Duyu Organlarının Önemi

ve Bilgi Kaynağı Olması

a) Hiçbir şey bilmeden anne karnından çıkan insana Allah’ı hakkıyla tanıyıp şükretmesi için duyu organları verilmiştir.[39]

b) Allah’tan gafil olanlar, kendi irâdeleriyle duyu organlarını ve kalplerini fıtratları doğrultusunda kullanmadıkları için Allah onların kulak ve kalplerini mühürlemiş ve gözlerine perde çekmiştir.[40]

c) Duyu organlarını ve düşünce sistemini gereği gibi kullanıp Allah’a teslim olamayanlar, insanlıklarını kaybederler, hayvandan daha aşağı derekeye düşerler.[41]

d) Duyu organları yaptıklarından (ve yapmak zorunda olup yapmadıklarından) sorumludur.[42]

e) Gerçek körler, kafa gözü görmeyenler değil; kalp gözlerini, basiretlerini kaybedip, tarihten ibret almayan ve geçmiştekilerin işlediği hataları tekrar edenlerdir.[43]

f) Kur’ân-ı Kerim’de âhiret hayatı ile ilgili olarak sıkça zikredilen cennet nimetleriyle cehennem azâbı, özellikle duyulara hitab etmektedir.[44]

 

Tamamlayıcı Bilgi

Aklın Gücü, Sınırı ve Sorumluluğu

İnsan, canlı olmasının bir sonucu olarak, zorunlu temel ihtiyaçlarını karşılamak için çeşitli davranışlar ortaya koyar. Bu davranışlar, vücudun maddî yönünü tatmin etmeye dönüktür. Bu ihtiyaçları giderme hususunda, insanı diğer canlılardan farklı kılan özelliği, özgür seçimidir. Özgürce seçmek için ise akıl sahibi olmak gerekir. Yani seçme, karar verme, ortaya çıkarma gibi davranışların temeli akıldır. Bu özellik insanın diğer canlılar karşısındaki ayrıcalığıdır.

Aklın nasıl kullanılacağı, gücünün ve sınırının ne olduğu, elde ettiği bilginin nasıl oluştuğu gibi sorular insan zihnini meşgul eden sorulardır.

İnsanın tabiatla, çevresiyle, kendi iç dünyasıyla kurduğu ilişki onu muhataplarını tanımaya sevkeder. İnsanın yaratılanlar ile kendi arasında kurmuş olduğu bu ilişki aklî bir çabadır. Bu esnada aklını kullanarak elde ettiği değer, bilgi adını alır. Buradaki akıl, akletme gücünü, elde edilen bilginin doğru ya da yanlış olmasını, aklın gereği gibi kullanılıp kullanılmadığını gösterir. İnsan, aklı ile tabiatı anlarken, vahiy ile İlâhî hakikatleri bilebilir. O halde aklın görevi; gerek tabiattaki, gerek Kur’an’daki âyetleri anlamak ve Allah’a ulaşmaktır.

İnsanın, tabiatı anlamaya çalışması sonucu ortaya çıkan bugünkü modern teknoloji, elektriğin icad edilmesi, uçak, gemi, denizaltı yapımı, tıp alanındaki ilerlemeler sonucu verem, tifo, kolera, kuduz gibi hastalıkların tadavisinin bulunması, yapılan kazılar sonucu insanlık tarihi ve dünyanın geçmişi hakkında elde edilen bulgular, yapılan uzay araştırmaları, deniz altında, volkanlarda yapılan incelemelerle gelen ve sürekli yenilenen teknoloji ile ortaya çıkan yeni gerçekler, başlı başına küçük bir kâinat olan insanın kendisini tanımaya çalıştıkça ortaya çıkan sonuçlar v.s. aklın gücünü gösteren bizzat yaşayarak gördüğümüz somut örneklerdir.    

Allah insanoğluna eşyanın isimlerini öğretti. İnsan tüm bu hakikatleri aklını kullanarak ortaya çıkarmaktadır. Zaten insanın melekten üstün olmasının altındaki gerçek, eşyanın isimlerini bilmesi ve zamanla bu gerçeklerin ortaya çıkarılmasıdır. 

Akıl, ölüm olayını, kabirde olanları, vahyin mâhiyetini, melekleri, âhireti, Allah’ın zâtını tam olarak kavrayamaz. Bunlar aklın idrâk sahasının dışında olan gayba ait hususlardır. Aklın faâliyet alanı ise bu kâinat ile sınırlıdır. Akıl gayba ait meselelerde mutlak gerçeğe ulaşamaz. Zaten Allah Teâlâ insana böyle bir görev ve sorumluluk da yüklememiştir. İnsan meraklı bir varlık olduğu için ölüm ve ötesi ile ilgili de yorum yapar. İster ölüm ve ötesi ile ilgili, isterse gaybla ilgili gereken tüm bilgiler vahiyle bildirilir; akla düşen şey ise vahyi tasdik edip imanın kalpte kökleşmesine katkıda bulunmaktır. Gayb ile ilgili meselelerde yapılan akıl yürütmelerin hiçbiri kesin doğrudur denemez. Yapılan yorumların tümü  zihin egzersizinden öteye geçmez.

Özetle;

1) Aklın, Kur’an’ı ve sahih sünneti sorgulayan bir konumda olmaması,

2) Aklın, Kur’an ve sünneti anlamaya çalışması ve onun hizmetinde olması,

3) Tabiatı anlamaya çalışırken, tabiata, içindeki tüm canlı varlıklara ve kendi hemcinslerine zarar vermemesi, bunların tümüyle uyum içinde olması aklın sorumluluğudur.

Akıl iki şekilde kullanılabilir. Bu kullanımlardan biri insanı dünya ve âhiret saâdetine götürürken; diğeri hüsranda bırakır. Eğer insan aklını her şeyden üstün görür, tek ölçü ve tek hâkim kabul ederse, bu düşünce onu küfre, dalâlet e ve sapıklığa götürür. Fakat aklını usulüne göre ve Kur’an’ın rûhuna uygun bir şekilde kullanır ve bu nimetin farkına varırsa, o zaman akıl, sahibini hakikati keşfetmeye, dünya ve âhiret saâdetine iletir. 

 

İlham ve Rüya Bilgi Kaynağı Olabilir mi?

İlham: İnsanın kalbine bir mânânın (anlamın) konmasıdır. Delilsiz olarak, yani bilgi vasıtalarımızdan birine dayanmayarak feyiz yoluyla kalbe doğan mânâdır. İlham ve rüya İslâm’da bilgi kaynağı kabul edilmemiştir.

İlham ve rüyanın bilgi kaynağı olmamasının iki nedeni vardır:

 1) İlham ve rüya bilgi kaynağı olamaz. Çünkü, insana gelen ilham, ya da gördüğü rüya, şeytandan da olabilir, melekten de. Halk deyimiyle Rahmâni de şeytani de olabilir. Bunu tesbit etmek için elimizde güvenilir bir ölçü yoktur. Rahmâni ilhamlar olduğu gibi; şeytani vesveseler de vardır. Bunu ayırdetmek de zannedildiği kadar kolay değildir. Ayrıca görülen rüyanın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği de belli değildir. Dolayısıyla gördüğümüz rüya, bizi tümüyle bağlamayacağı gibi, diğer insanları hiç mi hiç bağlamaz.

Şöyle bir düşünelim; rüyamızda İstanbul-Ankara uçağının düştüğünü gördük. Kendimiz gitmemeye karar verdiğimiz gibi, diğer yolcuları da gitmemeleri için uyarıyoruz. İnsanlar, doğal olarak bize “sen deli misin?” diyecektir. Bu uyarımız,insanlar arasında gülünç duruma düşmemize neden olacak; ama biz uçağın düşeceğini ısrarla söyleyeceğiz. Bu bir anlamda gaybdan haber vermek olur ki, gaybı sadece Allah bilir. İnsanlar bizden bu iddiamızı ispat etmemizi isteyecektir. Oysa bunu ispat etmenin imkânı yoktur. Çünkü uçağın düşüp düşmemesi gördüğümüz rüya ile hiçbir alâkası olmayan teknik bir konudur. Uçak  ya teknik bir arızâdan veya pilot hatasından dolayı düşer.   

Hayatını gördüğü rüyalar üzerine kurmak, insanı ruhsal bunalımlara sokar. Bunun sonucu olarak psikopat denilen hasta tipler ortaya çıkar. Bir de, toplumu oluşturan insanların çoğunun bu tipler olduğunu düşünürseniz, o zaman seyreyleyin gümbürtüyü.

2) İlhamın delil olmamasının bir nedeni de, istismara açık olmasıdır. Nitekim geçmişte ve günümüzde pek çok kimse çıkarak, kendisine vahiy şeklinde ilham geldiğini,  Peygamberimiz’le görüştüğünü, ondan hadis aldığını söyleme cür’etinde bulunmuştur. Bu şekilde İslâm dinine birçok hurâfe sokulmaya çalışılmıştır. Oysa bu dinin herhangi bir hükmünü gizleyip çıkarmak insanı dinden çıkaracağı gibi, dinden olmayan şeyleri bu dinin hükmü imiş gibi göstermek de insanı dinden çıkarır. Çünkü dinden olanı atmak da, dinden olmayanı katmak da küfürdür.

Günümüzde ortaya çıkan yalancı peygamberler, mehdiler, şeyh olduğunu söyleyip dinini bilmeyen câhil insanları kandırarak onları maddî ve mânevî olarak sömüren sahtekâr tipler ve sözde zikir âyinleri tertipleyip, kamera karşısında şov yapan, ne olduğu belli olmayan şarlatanlar ile gelecekten haber verme iddiasında olan medyumlar, falcılar, astrologlar bu anlayışa sahip olanların günümüzdeki yansımasıdır. 

Eğer çevremizde böyle insanlar varsa, ki maalesef var, inancımızın bir gereği olarak bu insanlara itibar etmememiz gerekir. Şurası bir gerçektir ki, ilim ve aklın olmadığı yerde cehâlet, cehâletin olduğu yerde de din tüccarları ortaya çıkar.

 

SORULAR

1- Bir şeyin hakikatini idrâk etmeye ve mâlum olanın, olduğu hal üzere bilinmesine ne denir?

  1. a) vahy b) akaid c) ilim             d) mütevâtir haber

2- İnsan, ne sâyesinde meleklerden üstün olabilmiş ve halife vasfını kazanmıştır?

  1. a) ilim b) din              c)  namaz        d) vahy

3- Aşağıdakilerden hangisi bilgi kaynağı değildir?

  1. a) ilham b)  akıl             c) vahy            d) selim hisler

4- Kâfirlerin bilgi kaynağı olarak kabul etmedikleri şey, aşağıdakilerden hangisidir?

  1. a) akıl b) beş duyu    c) vahiy           d) hiçbiri

5- Allah Teâlâ’nın insanlar arasından seçmiş olduğu peygamberlerine İlâhî bir   yolla mesajlarını, emir ve yasaklarını bildirmesine ne denir?

  1. a) vahy b) gayb c) ilham           d) mütevâtir haber

6- Mütevâtir haberle ilgili olarak aşağıdaki ifâdelerden hangisi yanlıştır?

  1. a) Çok sayıda güvenilir kişinin verdiği doğru habere mütevâtir haber denir.
  2. b) Yalan söylemek üzere biraraya gelmeleri mümkün olmayan bir topluluğun vermiş olduğu habere mütevâtir haber denir.
  3. c) Allah Teâlâ’nın insanlar arasından seçmiş olduğu peygamberlerine İlâhî bir yolla mesajlarını bildirmesine mütevâtir haber denir.
  4. d) Kur’an mütevâtirdir. Yani nesilden nesile tevatür yoluyla aktarılarak bize ulaşmıştır.

7- Bilgi kaynaklarımızdan biri olan duyu organlarımız hakkında aşağıdaki ifâdelerden  hangisi yanlıştır?

  1. a) Duyu organlarımız kendi sahalarına giren olaylar hakkında kapasiteleri dâhilinde bilgi
  2. b) Duyu organlarımızın bizi yanılttığı, bize yanlış bilgiler verdiği durumlar vardır.
  3. c) Duyu organlarımızla elde ettiğimiz bilgiler sınırlıdır.
  4. d) Duyu organlarımızın verdiği bilgiler kesindir, bizi hiç yanıltmazlar.

8- İnsanın düşünme, bilme ve davranışlarını belirlemesi, iyiyi kötüden, doğruyu eğriden ayırt etmesiyle ilgili kabiliyetine ne denir? (Kendisinde bu kabiliyet olduğu için insan, dinin emir ve yasaklarını yerine getirmekle sorumludur. Ona sahip olmayanın dini de yoktur.)

  1. a) Akıl b) Selim hisler            c)  Vahy          d)  İlim

9- Ebû Cehil’e, “câhillerin atası” anlamındaki bu ismin verilmesinin sebebi nedir?

  1. a) Oğulları câhil olduğundan dolayı.
  2. b) Kendisi okuma yazma bilmediğinden dolayı.
  3. c) Bilgili olmadığı, özellikle Allah’ı hiç bilmediği ve inanmadığından dolayı.
  4. d) Yanlış bilgilere sahip olduğundan, özellikle Allah hakkında yanlış bilgi ve inançlarından dolayı.

10- Akıl hangi konuları tümüyle kavrayamaz?

  1. a) Zor konuları b)  Vahiyle ilgili konuları  
  2. c) Gaybla ilgili konuları d)   Hiçbiri

11- Aklını ve duyu organlarını gereği gibi kullanmayanlara Kur’ân-ı Kerim ne demektedir?

  1. a) Şeytan, hatta daha aşağı b) Hayvan, hatta daha aşağı
  2. c) Câhil, hatta daha aşağı d) Beşer, hatta daha aşağı

12- İslâm’a göre bilgiyi açıklayınız.

13- İslâm’a göre bilgi kaynakları nelerdir? Açıklayınız

14- Aklın önemini açıklayınız. Bu konuda iki âyet meali veriniz.

15- Akıl, vahiy, mütevâtir haber kelimelerini, sözlük ve terim olarak açıklayın.

16- İlham, rüya, keşif ve kerâmet, neden bilgi kaynağı olamaz, açıklayın.

 

[1] İbn Manzur, Lisânu'l-Arab, cilt: 10, İlm maddesi

[2] Seyyid Şerif Cürcani, Kitabü't-Tarifat, Bahar Y., s. 156

[3] Râgıb, el-Müfredât, s. 19

[4] 6/En’âm, 80

[5] 46/Ahkaf, 28

[6] 39/Zümer, 9

[7] 4/Nisâ, 95

[8] 49/Hucurât, 13

[9] 35/Fâtır, 28

[10] Yaşar Fersahoğlu, Kur'an'da Zihin Eğitimi, Marifet Y., s. 174 ve 225

[11] Muhammed Kutub, İslâm'da Ferd ve Cemiyet, s. 30

[12] 35/Fâtır, 28

[13] Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 419-420

[14] İbn Mâce, Mukkaddime 17

[15] 6/En'âm, 35

[16] 35/Fâtır, 28

[17] 39/Zümer, 9

[18] 58/Mücâdele, 15; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y., 3/134-135

 [19] Tirmizî, Deavât 68, hadis no: 3711; et-Tâc, Kitâbü'l Ezkâr, c. 5, s. 124

[20] İbn Mâce, Mukaddime17, hadis no: 224

[21] Ekrem Sağıroğlu, Bilgiden Tevhide Yükseliş, Timaş Y., s. 52-53

[22] Ömer Faruk Köse, İslâmî Hareket ve Önündeki Engeller, Fecr Y., s. 152-153

[23] 6/En’âm, 59

[24] 67/Mülk, 14

[25] 8/Enfâl, 73; Yine vahy konusunda Bak. 26/Şuarâ, 51. 

[26] 49/Hucurât, 6

[27] 3/Âl-i İmran,7

[28] 14/14/İbrâhim, 50

[29] 39/Zümer, 18

[30] 3/Âl-i İmran, 172

[31] 29/Ankebût, 43

[32] 43/Zuhruf, 20

[33] 45/Câsiye, 23

[34] 9/Tevbe, 93

[35] 30/Rûm, 59

[36] 8/Enfâl, 22

[37] 2/Bakara, 171

[38] 2/Bakara, 75

[39] Bak. 16/Nahl, 78

[40] Bak. 2/Bakara, 7; 16/Nahl, 108

[41] Bak. 7/A’râf, 179

[42] Bak. 17/17/İsrâ, 36

[43] Bak. 22/Hacc, 46. Yine aynı konuyla ilgili diğer âyetler için Bak. 8/Enfâl, 21; 21/Enbiyâ, 45;  10/Yûnus,  31; 32/Secde, 9; 45/Câsiye, 23; 5/Mâide, 83; 2/Bakara, 75; 31/Lokman, 7; 11/Hûd, 20, 23)

[44] Meselâ Bak. 2/Bakara, 25; 7/A’râf, 50; 14/14/İbrâhim, 16-17;  18/18/Kehf, 31; 22/hac, 19-22; 36/Yâsin, 55-57.