Asim Şensaltık
NİFAK
N İ F A K
- Nifak ve Münâfık Kavramı
- Nifakın Kısımları
a- İtikadî (İnançla İlgili) Nifak
b- Amelî (Davranışlarla İlgili) Nifak
- Nifakın Riya ile Alâkası
- Kâfirlerle Münâfıkların Karşılaştırılması
- Münâfıkların Alâmetleri
a- Kur'an-ı Kerim'e Göre Münâfıkların Özellikleri
b- Hadis-i Şeriflere Göre Münâfıkların Özellikleri
- Münâfıkların Mescid ve Benzeri Faaliyet Yerleri Açmaları
- Küfür ve Nifak Psikolojisi
- Münâfıklarla Mü'minlerin Toplumsal Bağları
- Günümüzde Münâfık
- Sorular
Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir.
* Nifak ve münâfık kelimelerinin lügat ve terim anlamlarını açıklayabilmek.
* Kur’an’da özellikleri anlatılan itikadî münâfıklarla, hadislerde özellikleri açıklanan amelî münâfıklar arasındaki benzerlik ve farkı izah edebilmek.
* Münâfık hükmü, nifakın hangi kısmına giren insanlara verileceğini açıklayabilmek.
* Kâfirlerle münâfıklar arasındaki farkı ve benzerliği açıklayıp hangi karakterin İslâm ve Müslümanlar için daha tehlikeli olduğunu örneklerle izah edebilmek.
* Riyâ ile nifak arasında nasıl bir ilişki olduğuna açıklık getirebilmek.
* Münâfıkların Kur’an’da ve Hadislerde anlatılan özelliklerinden beşer tanesini listeleyip açıklayabilmek.
* Münâfıklarla mü’minlerin ilişkilerinin nasıl olması gerektiğine açıklık getirebilmek.
* Günümüzde münâfık var mıdır? Varsa, bunları nasıl tanıyabileceğimizi
ve bunlardan nasıl korunabileceğimizi izah edebilmek.
Nifak: ne-fe-ka kökünden türemiştir. Nefeka kelimesi: Eşyaya rağbeti olmak, tükenmek, azalmak, ruhu çıkmak, ölmek, tünel, tarla faresinin (köstebek) deliğinden çıkıp girmesi gibi anlamlara gelir. İnfak kelimesinin de türediği nefeka kelimesinin bitmek, tükenmek, azalmak ve ölmek anlamlarından yola çıkarak; münâfıkların bitmişliğini, tükenmişliğini, imanda azalmayı ve ölü bir kalbe sahip oluşlarını ifade için bu kelime seçilmiş olmalıdır. Münâfık, nifak kelimesinin ism-i fâilidir; yani nifak yapan, nifak sahibi demektir. İstılah (terim) anlamı ise, bazı sebepler yüzünden İslâm'a girip zâhiren müslüman görünmek, içten içe ise kâfirliğini gizlemektir. Yani dıştan müslüman gözüküp içinden inanç ve düşünce olarak küfürde olmaktır. Bu tanım ve yargı, içinde gizlediği şey, iman esaslarına ait bir inkâr ve yalanlama olan, itikadî münâfıklık içindir; bu kimse, hâlis münâfıktır. Eğer içinde gizlediği şey, İslâm inanç esaslarının inkârının dışında başka bir husus ise, yani sadece amelle ilgili nifak alâmetlerine sahip ise, o ancak, Allah'a karşı işlenmiş bir günah olur.
Bazı Arap dilcilerinin tespitine göre; nifak, nâfika kelimesinden türemiştir. Nâfika, köstebek deliğine verilen addır. Köstebeğin yuvasının iki kapısı vardır. Kapıların birinden girerken, öbüründen çıkar. Köstebek, çıkacağı bu kapıyı, başıyla vurup dışarı çıkmasına imkân verecek şekilde ince tutar ve bunu da başkası sezemez. Kendisini tehdit eden tehlike, âşikâr ve belli olan giriş kapısı istikametinden gelince, hemen saklı tuttuğu bu dayanıksız kapıdan dışarı çıkar. Kaçmak için yaptığı bu ikinci kapıya nâfika denir. Kelimenin kaynağını bu şekilde tespit, münafığın teşhisine çok yarayacaktır. Çünkü beşer suretindeki münâfık, bir tarafıyla dine girerken, daima kendisi için sakladığı diğer yönden de ondan çıkar. İçinden inanmadığı halde, inanıyor gözüken birine münâfık denilmiştir; çünkü küfrünü örter, gizler. Böylece sırf zâhirî lafız ve kımıldanışlarla İslâm'ın içine girip bu aldatıcı gösteriş içinde küfrünü gizlediği için, bir tünele giren ve onun içinde gizlenen köstebeğe benzetilir. Kalbinde nifak hastalığı olanlar, köstebekler gibi yer altı faâliyetlerinde bulunmayı meslek edinmişlerdir. Münâfık, girdiği kapının dışında tıpkı köstebek gibi aksi bir taraftan kaçış yolu bulur, dinden çıkar. Nitekim münâfıklarla ilgili şu âyet-i kerime bu durumu açıkça ortaya koyuyor: “Eğer sığınacak bir yer veya (barınacak) mağaralar, yahut (sokulabilecek) bir delik bulsalardı; koşarak o tarafa yönelip giderlerdi.”[1]
İman ve küfrün dereceleri, çeşitleri olduğu gibi, nifakın da kendine göre kısımları vardır. Bunlar, itikadî ve amelî olmak üzere iki ana grupta toplanır.
a) İtikadî (İnançla İlgili) Nifak
Mutlak anlamda nifak dendiği zaman bu kısım kastedilmiş olur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de münâfıklar ve onların vasıfları belirtilirken meselenin daima itikadî yönüne işaret edilmiştir. Bu duruma göre münâfık denince: İslâm toplumu içinde can ve mal emniyetini sağlamak; evlenme, boşanma, miras, ganimet gibi müslümanların sahip olduğu her türlü nimetlerden istifade edebilmek veya birtakım gizli yollar ve entrikalarla İslâm toplumunu içten yıkmak için, asıl mahiyetini ustaca gizleyip kalben inanmadığı halde müslümanlara karşı kendisini inanmış gösteren kimse anlaşılmalıdır. Bu türlü nifak; doğrudan doğruya küfür olduğu için sahibini ebedî azâba götürür. Hem de cehennemde en şiddetli azâba uğrayacak grup bunlardır.[2]
b) Amelî (Davranışlarla İlgili) Nifak
İmana aykırı olmayarak, sadece amelle ilgili olan nifakın bu çeşidi, küfür değildir; fakat büyük günahtır. Bir kimsenin, müslüman olduğu halde, imanla ilgili olmamak şartıyla yalan, emânete hıyânetlik, sözde durmama, hile ve riyâ gibi bazı münâfık alâmetlerini üzerinde taşıdığı olur. Zira bu çeşit nifak alâmetlerinden tamamen sâlim olmak, hayli güçtür. O yüzden, bazen farkında olmadığı halde bir mü’minde münâfıkların sıfatlarından bulunabilir. Çünkü bazı nifak alâmetlerinin İslâm’la bir arada bulunması mümkündür.
Nifak, kalpte, inançta olursa küfür; amelde olursa suçtur, günahtır. Amelle ilgili nifak vasıfları insanı küfre götürmez. Bu bakımdan bir insanın, inanç yönünden nifakı apaçık olmadıkça; ihmal, tembellik ve ihtiras gibi birtakım nefsânî zaaflar yüzünden ortaya çıkan kusurları sebebiyle münâfıklığına hükmedilmez. Çünkü genel anlamda münâfık sözü, meselenin iman – küfür yönünü ifade eder. Hadis-i şerifte belirtilen (bazı rivâyetlerde üç; bazı rivâyetlerde dört) vasıf aynı anda bir kişide tümüyle bulunsa dahi, imanla ilgili olmadıkça, o kimseye münâfık denmemelidir. Ama, bu vasıflara sahip isek, bunların büyük günahlar olduğunu aklımızdan çıkarmamalı, hemen bunlardan tevbe etmeli; çevremizde bu vasıflara tümüyle sahip insanlardan da kendimizi korumaya çalışmalıyız.
Nifakın Riyâ ile Alâkası
Bir şeyi olduğundan başka türlü göstermek bakımından nifak ile riya (ikiyüzlülük) arasında sıkı bir ilgi vardır. Münafığın temel vasıflarından biri ikiyüzlü riyakâr, içi başka dışı başka olmasıdır. Bu özellikler müslümanda olmaması gereken çirkin sıfatlardır. Bununla beraber, her münâfık, aynı zamanda mürâîdir; fakat her mürâî, münâfık değildir. Riya, imana muhalif olmayarak bazı amelde de olabilir. Asıl münâfıklık ise, akidenin hilafına imanda mürâîliktir.
Diğer taraftan, kişinin inanç ve ibâdet yönünden her an aynı heyecan ve canlılığı göstermesi mümkün değildir. İçinde bulunulan maddî ve mânevî şartlara göre insanın mânevî hayatı birtakım iniş ve çıkışlara sahne olabilir. Bu bakımdan bir mü’minin, iman ve amel yönünden her an aynı zevki duyamaması, onun münâfıklığını veya riyakârlığını ortaya koymaz. Çünkü muayyen bir çizgi üzerinde daima aynı seyri devam ettirebilmek insan ruhu için son derece güçtür. Kalbimize, sık sık değişik durumlar aldığı için değişken anlamında “kalb” adı verilmiştir. Bu konuda ashâbdan Hanzala (r.a.)’dan nakledilen bir hadis-i şerif, oldukça enteresandır. Hanzala (r.a.) şöyle anlatıyor:
- Biz Rasûlullah’ın huzurunda bulunuyorduk. Bize cennet ve cehennemden bahsettiler. O derece tesirli anlattılar ki; âdeta cennet ile cehennemi gözle görüyor gibiydik. Ben bir ara kalkıp eve gittim. Çoluk çocuğumla gülüp eğlenmeye başladım. Bu sırada Rasulullah’ın huzurundaki mânevî vecd halimi hatırladım. Allah rasûlüne gitmek üzere derhal evden dışarı fırladım. Yolda Ebû Bekir Sıddık’la karşılaştım. Kendisine:
- Ya Ebâ Bekr! Hanzala münâfık oldu, dedim. Ebû Bekir Şaşırarak:
- Hayrola! Ne oldu, deyince, ben de:
- Biz Rasûlullah’ın huzurunda bulunuyorduk. Bize cennet ve cehennemden bahsettiler. Öyle ki; cennet ve cehennemi gözlerimizle görüyor gibiydik. Bir ara kalkıp eve gittim. Rasulullah’ın yanındaki hali unutup çoluk çocuğumla gülüp oynamaya başladım, dedim. Bunun üzerine Ebu Bekir Sıddık:
- Biz de senin gibi yapıyoruz, başka türlü değil, dedi. Hanzala (r.a.) devam ederek diyor ki: Sonra Rasulullah’ın yanına vardım ve vaziyeti aynen anlattım. Buyurdular ki:
- Yâ Hanzala! Eğer siz evlerinizde de benim yanımda iken yaşamış olduğunuz hali yaşayıp o mânevî zevki aynen duyabilseydiniz, muhakkak ki melekler, yatarken, yolda giderken bile sizinle tokalaşırlardı. Ya Hanzala! Bu vecd hali, devamlı değil; ancak zaman zaman olur.”[3]
Kâfirlerle Münâfıkların Karşılaştırılması
Kur'an-ı Kerim, insanları mü'min, kâfir ve münâfık olmak üzere üç grupta toplar. Bakara suresinin ilk beş âyeti mü'minlerden ve özelliklerinden bahsederken, sonraki iki âyet[4] kâfirlerden, ondan sonraki 13 âyet de[5] münâfıklardan ve onların özelliklerinden bahsetmektedir.
Küfür, bütün inkâr çeşitlerini içine alan ve nifaka göre daha şümullü olan bir kavramdır. Nifak ise, genel anlamdaki bu küfrün en bayağı ve en iğrenç şubelerinden birisidir. Bu bakımdan her münâfık, aynı zamanda kâfirdir; fakat her kâfir, münâfık değildir.
Kâfirlerde bulunmadığı halde sırf münâfıklara has bazı çirkin vasıflar vardır. Bunlar:
- Münâfık, câsus gibi kendini gizleyerek her topluma karışıp insanları aldatmak ister. Kâfir ise her haliyle bellidir.
- Kâfir mert; münâfık ise nâmert karakterlidir; kaypak ve kalleştir.
- Kâfir kendi menfaati için imanı konusunda yalana tenezzül etmez, hakkına râzı olur. Yani menfaat uğruna küfründen taviz vermez. Münâfık ise bunun aksinedir.
- Münâfık, kâfirin aksine, inanmış gözükerek inkârına bir de istihza karıştırır ki, böylece küfrü katmerleşmiş olur. Mü’minlere karşı inanmış gözükmekte bir nevi onları alaya alma anlamı vardır.
- Kur’an-ı Kerim’de münâfıkların vasıfları daha çok belirtilmekte ve mü’minlere, onlardan şiddetle sakınmaları ve tedbirli olmaları tavsiye edilmektedir.[6]
Müslümanlar için en tehlikeli olan grup münâfıklardır. Çünkü onlar, bize benzer, bizim gibi görünür, bizim toplantılarımıza katılır, fikir beyan eder. Hacca gider, bazen namaz kılar, ama bizim gibi iman etmez. Sadece kendi basit çıkarlarını düşünür. Küfürlerine bir de hile ve alay karıştırdıkları için münâfıklar, kâfirlerin en âdi, en bayağı ve en alçaklarıdır. Münâfıklar, kâfirlerin aksine, müslümanlarla iç içe yaşadıkları ve her an, insan ruhunun en aziz gıdası ve beşer hayatının vazgeçilmez unsuru olan imanın nice olumlu tecellilerine yakinen şahit oldukları halde bile gerçek imana eremeyip daima zikzaklar içinde yaşamaları, onların ne kadar idrakten ve kalbî duyarlılıktan mahrum olduklarını gösterir. “Doğrusu münâfıklar, cehennemin en alt tabakasındadırlar. Onları (kurtarmaya) bir yardımcı da bulamayacaksın.”[7]
Ayrıca, nifak hastalığının tedavisi, küfür illetinden daha zordur. Çünkü münâfık, hasta olduğu halde doktorun önünde hastalığını gizleyen kimseye benzer. Kâfirin hastalığı meydanda olduğu için, birtakım yollarla kendisine yaklaşılıp tedavisi mümkün olabilir. Münâfık ise, kapısı penceresi belli olmayan yuvarlak, yamuk bir kişilik (kişiliksizlik) olduğundan kendisine nüfuz etme yolu bulunamaz. İslâm davasına zararları açısından ise, münâfıkların kâfirlerden daha tehlikeli olduğu münakaşa götürmez bir gerçektir. Vücudun zayıf ânını kollayan mikroplar gibi; İslâm toplumu içinde daima onların kritik anlarını fırsat telakki edip her türlü mel’aneti yapan münâfıklar; bizim davamızın baş düşmanlarıdır. Nerede, ne zaman ve nasıl karşımıza çıkacakları belli olmadığı için kendilerine karşı tedbir alma imkânı da olmamaktadır.
a- Kur'ân-ı Kerim'e Göre Münâfıkların Özellikleri
- Müslümanları aldatmaya çalışırlar: "Allah'ı da, mü'minleri de güya aldatırlar. Hâlbuki onlar kendilerinden başkasını aldatamazlar da yine farkına varmazlar." [8]
- Kalplerinde hastalık vardır: "Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için acıklı bir azap vardır." [9]
- Fesatçıdırlar: "Kendilerine yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman 'biz ancak ıslah edicileriz' derler. Gözünü aç, onlar muhakkak ki fesatçıların ta kendileridir. Fakat farkında değildirler."[10] Münâfıklar, fesatçıdır; fakat bunu bilmeyebilir, kendilerinin fesatçı olduklarını kabul etmeyebilirler. Fesat; günah işlemek ve günahı topluma yaymaya çalışmaktır. Bu, sözlü ve amelî küfürdür. Yeryüzünde Allah'a isyan eden ve isyanı emreden kişi, fesat çıkaran kimsedir. Zira yeryüzünün ıslahı Allah'a itaat ile; fesadı da Allah'a isyan iledir.
- Müslümanları Küçümserler: "Onlara 'insanların (müslümanların) inandığı gibi inanın' denilince, 'biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız?' derler. Dikkat et ki (asıl) beyinsizler hiç şüphesiz kendileridir. Fakat bilmezler."[11] Günümüzde müslümanlara, gerici, mürteci, irticacı, yobaz, çağ dışı' gibi damgalandırmalar yapanların kimler olduğu rahatlıkla değerlendirilebilir.
- Müslümanları alaya alırlar: "Onlar mü'minlerle karşılaştıkları zaman '(biz de) iman ettik' derler. (Kendilerini saptıran) şeytanları ile başbaşa kaldıklarında ise: 'biz sizinle beraberiz, biz onlarla sadece alay ediyoruz' derler." [12]
- Kâfirleri dost edinirler: "Onlar, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinenlerdir. İzzeti (güç ve şerefi) onların yanında mı arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah'a aittir." [13]
- İman ile küfür arasında bocalarlar: "Onlar, iman ile küfür arasında bocalayan bir sürü kararsızlardır. Ne onlara ne (bağlanıyorlar), ne bunlara." [14]
- Dinin, yalnız bir tarafından tutup, bir yönüyle kulluk ederler: "İnsanlardan kimi, Allah'a (dinin yalnız bir tarafından tutup) yalnız bir yönden kulluk eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa buna pek memnun olur, yapışır. Eğer bir musibete uğrarsa çehresi değişir (dinden yüzçevirir). O, dünyasını da âhiretini de hüsrana uğratmış, kaybetmiştir. Bu, apaçık zararın ta kendisidir." [15] Günümüzde İslâm'ı yaşarken menfaati bozulanlar veya başına bir bela gelenler, bu yüzden İslâmî yaşantıyı terkedip eyyamcı oluyor veya başka yollara sapıyorlarsa, bu âyetteki tehditten korksunlar!
- Allah'ın indirdiği ile değil; tâğutun hükmü ile hükmedilmek isterler: "Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tâğuta küfretmeleri (inanmamaları) kendilerine emrolunduğu halde, tâğutun önünde muhâkemeleşmek, onunla hükmedilmek istiyorlar. Hâlbuki şeytan, onları büsbütün saptırmak istiyor. Onlara Allah'ın indirdiğine (Kur'an'a) ve Rasül'e gelin (onlara başvuralım, onlarla hükmedelim) denildiği zaman, münâfıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün." [16] Değişik izmlere, İslâm dışı düzenlere bağlanıp onları hakem yapanlar, onların hükmünü, uygulamalarını tercih edenlerin bu âyetlere göre hükmü çok nettir.
- Yalan yere yemin ederler: "Onlar, yeminlerini bir kalkan edindiler de (bununla insanları) Allah yolundan çevirdiler. İşte onların hakkı, alçaltıcı bir azaptır." [17]
- Cihaddan kaçarlar: "Allah'ın peygamberine muhalefet için (savaştan) geri kalan (münâfık)lar, oturmalarıyla sevindiler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad etmeyi çirkin gördüler ve 'bu sıcakta harbe çıkmayın' De ki: 'Cehennem ateşi daha sıcaktır' iyice bilmiş olsalardı." [18]
- Mü'minlere kin beslerler: "Onlar sizinle buluştukları zaman 'inandık' derler; Sizden ayrıldıklarında size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: Kininizden (kahrolup) geberin! Şüphesiz Allah kalplerin içindekini hakkıyla bilmektedir." [19]
- Mü'minlerin iyiliğe uğramalarına üzülüp başlarına bir bela geldiğinde sevinirler: "Eğer size bir iyilik dokunursa onları tasaya düşürür; başınıza bir musibet gelse, buna sevinirler. Eğer sabreder ve korunursanız, onların hilesi size hiçbir zarar vermez." [20]
- Kötü propaganda yaparlar: "Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelse onu yayarlar. Hâlbuki onu Peygamber'e ve aralarında yetkili kişilere götürselerdi, içlerinde işin iç yüzünü araştırıp ortaya çıkaranlar onun ne olduğunu bilirlerdi." [21]
- Korkaktırlar: "Sizden olduklarına dair Allah'a yemin ederler. Hâlbuki onlar sizden değillerdir, fakat onlar korkak bir topluluktur."[22]; "Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar."[23]
- Ellerine fırsat geçince müslümanlara suikast tertip eder ve gizli planlar kurarlar: "Andolsun ki onlar, daha önce de fitne (ve fesat) çıkarmak istemişler, senin hakkında birtakım işler (dolaplar) çevirmişlerdi. Nihâyet hak (nusret) geldi ve onlar istemedikleri halde Allah'ın emri yerini buldu (Allah'ın dini galebe çaldı)." [24]
- Mü'minlere iftira atarlar: "O uydurma haberi (iftirayı) ortaya atanlar, içinizden (belli) bir gruptur... Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın mü'minlerin, kendi vicdanlarıyla hüsn-i zanda bulunup da: 'Bu apaçık bir iftiradır' demeleri gerekmez miydi?" ...Onlar yalancıların ta kendisidirler." [25]
- Namaz konusunda üşengeç ve tembeldirler. Gösteriş yaparlar: "Namaza kalktıkları zaman üşene üşene gelirler, istemeye istemeye infak ederler."[26]; "Onlar, namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Allah'ı da çok az hatıra getirip anarlar." [27]
- Kâfirler hesabına casusluk yaparlar: "Onlar durmadan yalana kulak verirler ve senin huzuruna gelmeyen diğer bir kavim hesabına casusluk eden kimselerdir. Kelimeleri yerlerinden kaydırıp değiştirirler." [28]
- Allah'tan kork denilince, tersini yaparlar: "Ona 'Allah'tan kork' dendiği zaman izzet(-i nefsi, cahilane kibri), kendisini (daha çok) günah işlemeye götürür. İşte öylesine, cehennem yetişir. O, gerçekten ne kötü yataktır." [29]
- Kur'an'ı yanlış yorumlarlar: "İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar, sırf fitne aramak (ötekini berikini saptırmak) ve (kendi arzularına göre) te'viline yeltenmek için onun müteşâbih olanına tâbi olurlar." [30]
- Peygamber'in hükmüne râzı olmazlar: "Öyle değil, Rabbine andolsun ki; onlar aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kabul edip sonra da verdiğin hükümden hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." [31]
- Müslümanları kâfir yapmaya çalışırlar: "Onlar, kendilerinin küfrettikleri gibi sizin de küfredip inkâr ederek onlarla beraber olmanızı arzu ederler." [32]
- Müslüman olduklarını iddia ettikleri halde, Kur'an'ın bir kısmını kabul etmezler: "Yoksa siz, Kitab'ın bir kısmına inanıp da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden böyle yapanların cezası, dünya hayatında rezil ve rüsvaylıktan başka bir şey değildir. Kıyâmet gününde de onlar, azabın en çetinine iletileceklerdir. Allah, yaptıklarınızın hiçbirinden gâfil değildir." [33]
- Dış görünüşleri aldatıcıdır: "Onları gördüğün zaman, kalıpları (kıyafetleri) hoşuna gider. Konuştuklarında sözlerini dinlersin. Onlar sanki duvara dayanmış kütükler (giydirilmiş odunlar) gibidir. Her gürültüyü kendi aleyhlerinde sanırlar. Asıl düşman onlardır. Onlardan sakın. Allah gebertsin onları. Nasıl da bu hale geliyorlar?" [34]
- Kötülüğü emredip, iyilikten men ederler: "Münâfık erkekler de, münâfık kadınlar da birbirinin (tamamlayıcı) parçasıdırlar (hepsi birbirine benzer). Onlar kötülüğü emrederler. İyilikten vazgeçirmeye uğraşırlar. Ellerini (cimrilikle sımsıkı) yumarlar. Onlar, Allah'ı unuttular (O'na tâati bıraktılar). Allah da onları unuttu (onlara lütfunu terketti). Şüphesiz ki münâfıklar, fâsıkların ta kendileridir." [35]
- Zekât vermek istemezler, dönektirler: "Onlar, istemeye istemeye infak edip harcarlar." [36]; "Onlardan kimi de, 'Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka zekât vereceğiz ve elbette biz sâlihlerden olacağız' diye Allah'a and içti. Fakat Allah lutfundan onlara (zenginlik) verince, onda cimrilik edip (Allah'ın emrinden) yüz çevirerek sözlerinden döndüler. Onlar öyle dönektirler." [37]
Kur’an’ın “Doğrusu münâfıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar. Onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın.”[38] diye hüküm verdiği münâfıkların kimliklerini, yukarıdaki âyetlerden yola çıkarak şu şekilde özetleyebiliriz:
İnançla ilgili kimlikleri: İnanç konusunda kesin bir tavır ortaya koyamayan, müslümanların arasında olduklarında imanı; kâfirlerin arasında bulunduklarında şirki açığa vuran insanlardır.
İbâdetlerle ilgili kimlikleri: İnanmadan, riya eseri olarak ibâdet yapar, namaza kalktıklarında tembel tembel kalkarlar.
Sosyal ilişkilerde kimlikleri: Kötülüğü emreder, iyilikten alıkoyar, müslüman saflar arasına fitne sokmaya, insanları aldatmaya çalışırlar. Dinleyenleri etkilemek için efsunlu söz söyler, doğruluklarına insanları inandırmak için çok yemin eder, onların dikkatini çekmek ve kendilerine etki etmek için güzel elbise giymekle dış görünüşlerini süslü gösterirler.
Ahlâk ve karakterle ilgili kimlikleri: Kendilerine karşı güvensizlik, ahdi bozma, randevularına ve sözlerine uymama, riya, korkaklık, yalan, cimrilik, menfaatcilik, fırsatçılık ve hevâ ü heveslerine uyma.
Tepkisellik ve duygusallıkla ilgili kimlikleri: Korku; gerek mü’min, gerekse müşrik olan herkesten korkmak, ölüme karşı yüreksizlikleri müslümanlarla beraber cihada gitmekten geri bırakan, müslümanlardan hoşlanmayan ve onlara karşı kin besleyen bir psikoloji.
Akılsal ve bilgisel kimlikleri: Yargıda bulunma ve karar alma konusunda tereddüt, şüphe ve güçsüzlük. Hakkı kabul etme konusunda kalbi ve kulakları mühürlenen insan tipi. İman ile küfür arasında tereddüt, fırsatçı ve faydacı. Müslümanların ellerinde faydalanacakları bir imkân olduğunda bundan pay almak için, kendilerinin de onlardan olduğunu; müşriklerin imkânları varsa, o paydan mahrum olmamak için aynı tavrı onlara da göstermeleri.
Kısaca; kaypak, kalleş, dönek, şahsiyetsiz, her boyaya giren, fitne ve fesatçı, riyakâr, ikiyüzlü, yüzsüz, yılışık, söz ve dış görünümle adam kandırmaya çalışan bir tip.
b- Hadis-i Şeriflere Göre Münâfıkların Özellikleri
Hadis-i Şeriflerdeki münâfık alâmetleri, genellikle amel münâfığına aittir. Bu davranışlar, çirkin ve günah olmakla birlikte küfür değildir: Bu hususa dikkat edilerek, bu vasıfları taşıyanlara hemen (itikat açısından) münâfık veya kâfir damgası vurulmamalıdır. Bu nifak alâmetleri, itikadî nifaka yaklaşılmaması için alınan tedbirler ve uyarılar cinsindendir. Zira, amelî nifak çoğalınca, ileride müslümanın itikadî nifaka yaklaşma tehlikesi doğabilir.
- "Münâfığın alâmeti üçtür. Söz söylerken yalan söyler. Va'd ettiği, söz verdiği zaman sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hiyanet eder." [39]
- "Dört şey kimde bulunursa hâlis münâfık olur. Kimde bunlardan bir kısmı bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münâfıklıktan bir haslet kalmış olur. Bunlar: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hiyanet etmek, söz söylerken yalan söylemek, ahdettiğinde, söz verdiğinde sözünü tutmamak, husumet zamanında da haktan ayrılmaktır." [40] (Bunlar hadiste amelî münafıklık olarak değerlendirilen ahlâkî problemlerdir, bu kusurlar kendisinde bulunan kimseye kâfir anlamında itikadî münafık denilmesi uygun olmaz; amelî münafık, yani kendisinde münâfıkların ameli, ahlâkı olan kimse anlamında kullanılmıştır. Hadislerdeki münafık kavramını hep ahlâkî/amelî münafıklık olarak ele almak gerekir.)
- "Yalan, nifak kapılarından bir kapıdır." [41]
- "Münâfıklara sabah ile yatsı namazlarından daha ağır hiçbir namaz yoktur. Hâlbuki bu iki namazın cemaatinde olan sevabı bilselerdi, emekleye emekleye (sürtüne sürtüne) de olsa, onlara gelip hazır olurlardı." [42]
- "Münafığa, seyyid (efendi, sayın) demeyin. Çünkü o sizin efendiniz olursa aziz ve celil olan Rabbinizı gazaplandırmış olursunuz." [43]
- "Ümmetim hakkında en çok korktuğum, güzel konuşmasını bilen ve kalbi cahil olan her münâfıktır." [44]
- "Hayâ ve tutukluk imanın iki şubesidir. Bezâ (açık saçık konuşmak), beyan (lüzumundan fazla konuşmak) münâfıklığın iki şubesidir." [45]
- "Mü'min yiğittir, zekidir, dikkatlidir, itaatlidir, acele etmeyendir, âlimdir, takva sahibidir. Münâfık ise, insanları arkalarından çekiştiren ve yüzlerine karşı dil uzatan bir cehennem odunudur. Şüpheli şeylerde durmaz, harama riâyet etmez, tıpkı gece odun toplayan kimse gibi, nereden kazandığına, nereye harcadığına ehemmiyet vermez." [46]
- "Mü'min rüzgârdan etkilenen ekin gibidir; devamlı belâ içinde olur. Münâfık ise, kesilinceye kadar etkilenmeyen çınar ağacına benzer." [47]
- "Kim insanlara, Allah korkusundan daha fazla korku gösterirse, o münâfıktır." [48]
- "Kim Allah'ı çok hatırlar ve zikrederse nifaktan uzak olur." [49]
- "Münâfık, iki koyun sürüsü arasında görülen ve bir bu sürüye, bir öbür sürüye koşan; hiç birinden olmadığı için birinde duramayan koyuna benzer."
- "Bir kimse, gazâ etmeyerek ve cihada gitmeyi gönlünden geçirmeyerek ölürse, bir nevi nifak üzere ölür." [50]
- "İnsanların en şerlisi, şunlara bir yüzle, diğerlerine başka bir yüzle gelen iki yüzlüler, münâfıklardır." [51]
- "Mü'min, günahını üzerine düşüverecek bir dağ gibi görür ve günahtan böylece korkar. Münâfık ise, günahını burnunun üzerine konmuş uçan bir sinek gibi görür." [52]
Münâfıkların Mescid ve Benzeri Faaliyet Yerleri Açmaları
“Bir de (müslümanlara) zarar vermek için, küfür için, mü’minlerin arasına ayrılık sokmak için ve daha evvel Allah ve Rasülü ile harb edeni(n galip gelmesini iştiyakla) beklemek ve gözetmek için bir (bina yapıp, onu) mescid (câmi) edinenler vardır. Allah şahitlik eder ki, onlar şüphesiz yalancıdırlar. O mescidin içerisinde hiçbir vakit namaz kılma. İlk gününde temeli takva üzerine kurulan mescid, senin, içinde namaz kılmana daha lâyıktır.” [53]
Bu âyet-i kerime, münâfıkların, Peygamberimiz (s.a.s.) zamanında yaptıkları bir tuzak ve komplodan bahsetmektedir. Bunlar, Kuba mescidine, oranın cemaati olan mü’minlere karşı Mescid-i Dırar denilen bir mescid inşa etmişlerdi. Bunu, Allah ve Rasülü’nü inkâr, Allah ve Rasülü’ne karşı savaşanları bu mescid vesilesiyle gözetlemek, kontrol altında tutmak için yapmışlardı. Maksatları bu olduğu halde, mescidi güzel bir niyetle mü’minlere takdim ediyor görünümündeydiler. Bu mescidi, hayır olsun diye, hasta ve fakirlerin namaz kılmaları için inşa ettiklerine dair yemin etmişlerdi. Hâlbuki Allah, onların bu yeminlerinde yalancı olduklarına şehâdet etmektedir. Allah, Peygamberine bu mescidin durumunu haber vererek onu yıkmayı ve içinde namaz kılmamasını emretti.
Görünürde Peygamberimiz zamanında kalmış olan bu olay ve binası yıkılmış, çöplük yapılmış olan bu zararlı mescid, münâfıkların ve İslâm düşmanlarının kirli emelleri ve entrikaları için çeşitli şekillerde ve nice yerlerde günümüzde de yaşamaktadır. Dıştan İslâmî görüntü verilmeye çalışılan, içten İslâm’ı yıkmak, tahrif etmek, dejenere edip tâğutî düzenlere hizmet ettirmek için bu tip mescid veya teşkilatlar her dönemde münâfıklar tarafından devrin şartlarına ve ortamlarına uygun şekilde ortaya konulmaktadır.
Çeşitli kurum ve kuruluş şekilleri, çeşitli kitaplar, çeşitli konferanslar, çalışma, ve araştırmalar yapılmaktadır. İsimleri farklı ve çeşitleri çok olan bu dırar mescidlerinin açığa çıkarılması, aldatıcı tabelalarının tanınması ve bunların gerçek yüzlerinin tesbiti gerekir. Peygamberimiz zamanındaki bu Dırar Mescidinin keşfedilip ortaya çıkarılması ve tavır alınmasında bizim için büyük ibretler vardır. Her zaman ve her yerde böyle Dırar Mescidlerinin, münâfık yuvalarının bulunacağı için, Kur’an, münâfıkların bu çirkin tavırlarını açıklamakta bu derece kesin ve sert davranıyor. Yüzlerindeki maskeyi yırtarak Dırar Mescidinin iç yüzünü bu derece kesin ve sarih olarak açıklayan âyet-i kerimede bizim için bitmez tükenmez örnekler vardır.[54]
İnsanların davranışlarını incelerken, onların psikolojik yapılarını göz önünde bulundurmak gerekir. Çünkü gerek olumlu, gerek olumsuz bütün hareketler, bir psikolojik temele dayanır. İnsanlar, basit içgüdülerle değil; belli birtakım fikir ve inanç ölçüleri doğrultusunda hareket ederler. Doğal insiyak ve refleksler hariç, insanın hiçbir hareketi bu çerçeve dışında değildir. İnsanların davranışlarının birbirinden farklı olması, dayandıkları dünya görüşlerinden farklılığından ileri gelmektedir.
Âhiretin varlığına inanmayarak hayat yolculuğunu, ölümle biten ebedî bir son olarak kabul edenlerle; hayatı bir imtihan sahası, ölümü ise bu sınavın neticelenip değerlendirileceği ebedî hayata geçiş olarak görenlerin davranışları elbette aynı olmayacaktır.
Kâfir; bizzat kendi eliyle inşâ ettiği karanlık inkâr zindanı içinde ve her türlü metafizik ürperti ile ilgisini kesmiş durumda yaşayan zavallı bir mahkûmdur. Ruh ve aklın, sırlar ve gayb âlemine açılan bütün pencerelerini tıkadığı için, sahip olduğu ve olabileceği her şey bu dünyadan ve onun yanıp sönen fâni lezzetlerinden ibarettir. Bu fâni lezzetlere ulaşabildiği oranda dünya onun cenneti, erişemediği veya kaybettiği nisbette de cehennemidir. “Dediler ki, hayat ancak bizim bu dünya hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helâk eder.[55] Dünya hayatı onlar için biricik gayedir. Bütün çabaları bu gayeye biraz daha fazla ulaşabilmektir. Maddeden daha değerli bir şey tanımadıkları için en ufak dünyevî bir menfaat uğruna sarf etmeyecekleri şey yoktur. Hak, hukuk, günah, sevap, cennet, cehennem gibi kavramlardan habersiz veya onlara ilgisiz yaşadıkları için fazilet ve fedakârlık gibi insanı yücelten yüce değerlerden mahrumdurlar.
Hayvanlar gibi başı boş ve sorumsuz yaşarlar. “Kâfir olanlara gelince, onlar (dünyada sadece) zevk ve sefa ederler. Hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri ateştir.”[56] “Bırak onları; yesinler, eğlensinler, onları emel oyalaya dursun. Sonra bilecekler onlar.”[57] Bütün işleri tuvalet ile yemek ve yatak odası arasında mekik dokumaktır. Onlar için her şey boştur. Mide ve şehvetin dışında, uğrunda mücadele edecekleri hiçbir davaları yoktur. Kemik başında dalaşanlar gibi onlar da sadece çıkar ve rantlarının kavgasını yaparlar. Kendilerini topyekün maddenin esaretine verdikleri için ruhî ve fikrî bir özgürlüğe sahip değillerdir. Maddenin ve hevâlarının âzat kabul etmez köleleridir. Ulvî değerler, yüce duygular onları hiç ilgilendirmez. Hele din, iman gibi konuları hiç duymak istemezler. “Onların kalpleri vardır; bunlarla idrak etmezler. Gözleri vardır; bunlarla (hakikati) görmezler. Kulakları vardır; bunlarla (gerçeği) işitmezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hatta daha da sapıktırlar. Onlar gâfillerin ta kendileridir.”[58]; “Kendilerine âyetlerimizi okuyanlara neredeyse saldırıverecek olurlar.” [59]
Münâfıklar, kâfirlerin aksine, belirli bir yolun ve istikrarlı bir hayatın sahibi olamadıkları için, mevsimlere göre değişik yerlerde konaklayan göçebeler misali oradan oraya göçer dururlar. Sadece menfaatlerinin sevki ile hareket ettikleri için, samimi olarak bir tarafa bağlanamazlar. “Onlar (küfür ile iman arasında) bocalayan bir sürü kararsızlardır. Ne mü’minlere, ne de kâfirlere bağlıdırlar.”[60] İnanç ve hareketlerinde zikzak çizdikleri için şahsiyet bütünlüğünden mahrumdurlar. Hiç sevmediği bir rolün, mecburen aktörlüğünü yapan kimse gibidirler. İslâm’ı ve müslümanları sevmezler. Hele içinde yaşadıkları toplumda İslâm şeriatının hükümlerine tâbi olmayı hiç istemezler. Müslüman rolünü tam beceremeseler de zorla becermeye çalışırlar. “İstemeye istemeye zekât verirler.”[61] “Tembel tembel namaza kalkarlar.”[62] Fakat yerine göre sözün en yaldızlısını konuşurlar; böylece müslümanlara karşı itimat telkin etmeye çalışırlar. Perde gerilerinde ise onlar aleyhinde şeytanî planlar ve haince komplolar hazırlarlar. İhanetleri ve iç yüzleri meydana çıkacak diye de daima şüphe ve korku içinde yaşarlar.
Mayın tarlasında yürüyen kimsenin tereddüt ve telaşını hissederler. Her şeye kulak kabartırlar. “Her gürültüyü kendi aleyhlerine zannederler.”[63] Onların şüphe, korku ve tereddütlerle dolu olan bu çalkantılı kaos hayatı Kur’an’da şöyle anlatılır: “Onların hali (korkulu bir sahrada) ateş yakan kimsenin hali gibidir ki; o (ateş), etrafındakileri aydınlattığı sırada Allah ışıklarını söndürüp, kendilerini karanlıklar içinde bırakıvermiştir.”[64] Bakara suresinin 17-20. âyetlerinde münâfıkların hâlet-i ruhiyeleriyle ilgili tablodan anlıyoruz ki; Münâfıklar; kalpleri dirilten, insanî duyguları yücelten Kur’an âyetleri, müslümanların nezih davranışları ve feyizli sohbetleriyle daima karşı karşıya bulundukları halde, yine de iç âlemlerindeki inkâr, şüphe, vesvese ve kirli duyguların karanlığı içindedirler.
İçyüzlerini açığa çıkaran, cehennemin şiddetli azabıyla kendilerini tehdit eden Kur’an âyetlerini işittikleri zaman, şiddetli gök gürültüsü karşısında dehşete düşen kimse gibi âdeta çarpılırlar, suçluluk psikolojisi içinde erirler. Buna mukabil, inkâr karanlıklarından sıyrılıp iman aydınlığına çıkışın yollarını gösteren âyetler, çeşitli deliller, mü’minlerle ilgili ilahî müjdeler ve cennet vaadleri karşısında az da olsa kalplerinde bir ürperti, bir ferahlık meydana gelir, fakat bir türlü inanamazlar. Nedense inkâr karanlığını yırtamazlar. Küfür ve nifak pisliği benliklerine o derece sinmiştir ki; alışa geldikleri bu hayatın dışına çıkmak, onlar için bir nevi ölümdür. Şehvetlerin, kirli emellerin, âdi menfaatlerin bataklığından kurtulmak onlar için sanki intihardır. İşte bu sefil hayatın dışına çıkmamak için; kendilerini hakka, hidâyete çağıran seslere karşı kulaklarını tıkarlar. Rahmanî ışıklara karşı gözlerini kaparlar; ilahî dâvetin nurundan gözleri kamaşır, âdeta kör olurlar.
Ama İslâm’ın kendilerine sağlamış olduğu izdivaç, miras, ganimet veya bulundukları yerde makam, mevki, koltuk kapmak gibi dünyevî menfaatler karşısında ise keyiflerine diyecek yoktur. Onları elde edebilmek için koşarlar, çırpınırlar. Göstermelik imanlarının zırhına bürünerek herkesten fazla pay elde etmeye bakarlar. Ne vakit de cihad, zekât, namaz, oruç vs. gibi tekliflerle karşılaşırlarsa, işte o zaman dizlerinin bağı çözülüverir, yerlerinde kalakalırlar. Bahane üstüne bahane uydururlar, müslümanları kandırmanın bin bir yolunu ararlar. Yalanlar, yeminler, kendilerini temize çıkarma gayretleri birbirini takip eder. İşte sahte imanları sayesinde elde etmiş oldukları dünyevî menfaatlerin karşılığını, daha ölmeden önce korku ve zillet içinde böylece ödemiş olurlar.
Karanlıkların, gök gürültülerinin, şimşeklerin o ürpertici atmosferinde yaşamak ne kadar fecidir. Her an ölmek... Her an dirilmek... Ne imanın engin ve ebedî saadeti, ne de mutlak küfrün ölü veya felçli bir uzvun duygusuzluğu içindeki donmuş ve taşlaşmış hayatı... İkisi arasında daima bocalayıp durmak... Kendine mahsus bir barınaktan mahrum olup, onun bunun yanında sığıntı hayatı; iğreti, sahte, taklitten ibaret bir yaşayış... Zillet ve meskenet içinde her an suçüstü yakalanmanın, maskesinin düşüp foyasının meydana çıkacağı endişesinin, koğulmanın, her an açıkta kalmanın ıstırabını duymak... İşte münâfık hayatı!..[65]
Münâfıklarla Mü'minlerin Toplumsal Bağları
Münâfıklar, her ne kadar mü'min sıfatını taşımıyorlarsa da, insanların gözünde kesin kâfir sıfatını da taşımazlar. İç dünyalarındaki dalgalanma, bazen iman yönüne, bazen da küfür yönüne yelken açar. Tabii ki durum, Allah katında münafığın küfür safında olduğu gerçeğini değiştirmez. Yalnız toplum içinde, kalplerindekini sakladıkları için müslümanmış gibi muamele görürler. Bu durum, eylem olarak fesat, anarşi, terör çıkarmadan oturdukları zaman için geçerlidir. Fesat çıkarmaya, toplumun huzurunu bozmaya yönelik hareketlere giriştikleri anda onlara gereken ceza verilir.
Her ne kadar sessizce oturdukları zaman onlara müslüman muamelesi yapmak gerekirse de, bu onlarla dost olmayı, velâyet bağlarını gerektirmez. Onlardan her zaman sakınmak, temkinli olmak müslümanların yararınadır. Onların getirdikleri haberlere araştırmadan inanmamak gerekir. Yoksa toplumu ifsad edici sonuçlar ortaya çıkabilir. "Ey Peygamber, kâfirlerle ve münâfıklarla cihad et, onlara sert davran. Onların barınakları cehennemdir. Ne kötü yer!"[66]; "Ey Peygamber, Allah'tan sakın, kâfirlere ve münâfıklara itaat etme!" [67]; "Kâfirlere ve münâfıklara itaat etme, eziyetlerine aldırma. Allah'a tevekkül et, vekil olarak Allah yeter. " [68]
Münâfıklığın İslâmî bir toplumun oluşumu ile ortaya çıktığına göre, günümüzde de İslâm egemenliği altında yaşamadığımız düşünüldüğünde, münâfıklar bugün de var mıdır? Bunları hangi ölçüye göre tespit edeceğiz?
İçinde yaşadığımız dünya, İslâmî kurallar üzerinde ayakta durmuyor. Zâlimlerin, sömürücülerin ve aldatıcıların tahakkümü ve zorbalığı ile cahillerin ifsad ettiği dünyamızda buna dur diyecek bir etkin İslâmî toplum da mevcut değil. Fakat Kur'an'da ve sünnette tanıtılan nifak özelliklerine sahip münâfık karakterli insanların oldukça fazla olduğunu görmemek için çok cahil veya kör olmak gerekiyor. Münâfıkların, İslâm'ın hâkim olmadığı yerlerde de bulunmasının sebebi, toplumların geleneksel de olsa, arı duru ve tevhide dayalı olmasa da bir İslâmî kültüre sahip olmaları, birtakım normlar oluşturmuş ve bu toplum içinde insanların bunlara uymak zorunda kalışı münâfık tavırları ortaya çıkarır. Örneğin oruç yemenin çok ayıp sayıldığı Anadolu'nun bazı bölgelerinde oruç tutmayan ve gönlünde oruca bir saygısı olmayan kimseler bile oruç tutuyor görünürler. İslâm'a saygılı ve dinî duyguları güçlü olan kitlelerin oylarını alabilmek için seçim dönemlerinde camilere giden, namaz kılan, ezan okunurken konuşmasını kesip dinleyen, konuşmalarında Allah'ın adını sıkça anan politikacılar, seçildikten sonra başörtü düşmanlığı, laikliğin savunuculuğunu yapıyorlarsa, Allah'ın indirmediği yasalara ses çıkarmıyorlar, hatta kendileri böyle yasalar çıkarıyor ve tâğutun hükümleriyle hükmediyorlarsa... münâfıkları çok uzaklarda, sadece Medine'lerde aramamak gerekiyor.
Münâfıklığın karakteristik özelliği, iki yüzlülüktür. Günümüz tabiriyle çifte standartlıktır. Müslüman müşterileri çekebilmek için İslâmî kıyafetlere bürünen tezgâhtarlar bulundurup, ölçü ve tartıda adaleti gözetmeyen, insanları sömürmek için her yolu meşru gören, yalan söyleyen, aldatan tüccar ve esnaflar her tarafta boy atarken, münâfıkları uzayda mı aramak gerekiyor? Müslümanlarla birlikte olduğu zaman İslâmcı kesilen, onlardan ayrıldığında İslâm dışı hayat sürenlerle bir araya gelince, müslümanların arkasından konuşan, onların taklidini yaparak eğlenen ve onları karalayan kimselerin münâfık olma ihtimali büyüktür. Müslümanların dikkatle sakınmaları gereken münâfıkların başında İslâmî grupların, cemaatlerin içine sızan ajan-provakatör münâfıklar gelir. Bunlar, müslümanların arasını açmak, onları birbirine düşman ederek güçlenmelerini ve tehdit unsuru olmalarını önlemek için çalışırlar. Müslüman cemaatlerin birbiri aleyhinde asılsız yalanlar ve iftiralar üretirler.
Müslüman, münâfıklık özelliklerini bilmeli, bu tür özellikleri taşımaktan şiddetle kaçınmalı ve bu tür özellikleri taşıyan kimselerle dostuk ve velâyet bağı kurmamalıdır. Yoksa zamanla onun davranışlarında da aynı tür özellikleri görmek kaçınılmazdır. İnsanı nifaka, münâfıklığa sevkeden şey dünyevî menfaatler ve şeytanî telkinlerdir. Dünyanın gelip geçici, âhiretin ise kaçınılmaz son olduğunu aklından çıkarmayan müslümanlar şeytanın etkisinden kolay sıyrılarak nifaktan uzak durabilirler. Ama, dünyayı Allah'tan çok seven, âhireti aklına getirmeyen kimseler, Allah'a ve âhiret gününe iman ettiklerini söyleseler bile bu onlara bir fayda sağlamaz. "İnsanlardan bazıları Allah'a ve âhiret gününe iman ettiklerini söylerler; oysa onlar mü'min değillerdir. Onlar, Allah'ı ve mü'minleri aldatmağa uğraşırlar; fakat kendilerinden başkalarını aldatamazlar da farkında olmazlar." [69]
İslâm ile küfür arasındaki mücadele Kıyâmete kadar devam edecektir. Kâfirlerin verdikleri mücadele yöntemlerinden biri de nifaktır. İslâm itikadını içten yıkıp, ümmeti birbirine düşürerek parçalamak için, müslümanların arasına satılık uşaklar vasıtasıyla girerek faaliyet gösterirler. Bu nifak hareketleri, asr-ı saadetten günümüze kadar devam edegelmiştir. Kur'an, her dönemde görülecek bu fitneci tavırları, komplo ve ifsad hareketlerini uzun uzun üzerinde durarak mü'minlere haber veriyor. Münâfıkların şeytanî oyun ve hileleri için mü'minler uyarılarak, onlara karşı uyanık olmaya çağrılıyor.
Bir kimsenin münâfıklığına kesin olarak hükmetmemiz her zaman mümkün olmamakla beraber, nifak alâmetlerini taşıyan kimselere saygı ve sevgi göstermek, onları sırdaş ve dost kabul etmek caiz değildir. Onlara liderlik, yöneticilik gibi görevler vermemiz, kurda kuzuyu teslim etmekten daha az bir tehlike değildir. Onlara toplum içinde şahsî itibar sahibi olmalarına zemin hazırlayacak ilgi ve teveccühden kaçınmak şarttır. İzzet, şeref ve itibar sadece Allah'a, Rasülü'ne ve mü'minlere ait olduğu halde; münâfıkların kof ve yaldızlı varlıkları önünde küçülüp onları efendi, sayın denilecek saygın mevkie getirenler, onları sevenler, beraber olanlar o zümreye dahil olanlardır. Kişi sevdiği ile beraberdir.
Tavuklara, özgürce kümeslerini seçme hakkı verilen tilkilerin rejimi diyebileceğimiz demokrasi yönetimlerinde, kitleleri avlamak için münâfıklar tarafından kurulmuş sihirbaz göz boyamaları ve soytarı sahneleri iletişim kolaylıklarıyla her tarafa etki edebilmektedir. Özellikle seçim zamanlarında veya iş başındaki aktörlerce sürekli olarak zavallı kitleler kolayca avlanmakta, oyunlarla, hilelerle toplum uyuşturulmaktadır. Münâfıkların tek korkuları, maskelerinin düşmesi ve hileli oyunun iç yüzünün anlaşılmasıdır. Bunun için de gerektiğinde ve gerektiği kadar, toplumun inançlarını savunur gözükmekte ve müslüman rolüne girmeğe çalışmaktadırlar. Politika, günümüzde nifakın en etkin alanlarından biridir. Düzen de her zaman açık bir şekilde putçu değildir; bazen cahil kitleyi kandırabillmek için gerektiğinde münâfıkça tavırlara girebilmektedir. Zaman zaman sahnelenen İslâmizasyon oyunları, verilen tavizler, nifak düzenlerinin sırıtan maskeleridir. Her biri başarılı birer aktör olan münâfıkların, bazı cemaatleri bile cezbeden bu İslâmcılık oyunu, cahil müslümanları yanıltmaktadır. Bu oyunlar, diğer taraftan da İslâm adına girişilen her türlü samimi ve ciddî çalışmaları baltalamakta; dâvânın kara sevdalıları ve gerçek temsilcileri, aldatılan çoğunluğun uyarılması için alternatif oluşturamamakla suçlanmaktadır.
"Mü'min, bir delikten iki defa ısırılmaz." Müslümanlar, üç buçuk münafığın oyuncağı olmaya devam eden körler ve avanaklar topluluğu değildir. İzzet ve itibarımıza tekrar kavuşabilmek için, bu dâvânın en sinsi ve en tehlikeli düşmanları olan münâfıkları tanımak ve onların oyununu bozmak zorundayız. Müslümanların hâlâ birtakım canbazlık ve sahteliklere kanıp şeytanların oyuncağı olmağa hakkı yoktur. Her şeyden evvel müslüman, ferâset sahibidir. Herkesin ve her şeyin yerini en hassas şekilde tayin eden bu mânevî sezgi gücüne, yani ferâset ve basirete erdirecek Kur'an'a sarılmalıyız.
Sorular
- Nifak ve münâfık kelimelerinin lügat ve terim anlamlarını açıklayınız.
- Kur’an’da özellikleri anlatılan itikadî münâfıklarla, hadislerde özellikleri açıklanan amelî münâfıklar arasındaki benzerlik ve farkı izah ediniz.
- Kimlere “münâfık” hükmü verilebilir? Amelî münâfıklara mı, yoksa itikadî açıdan nifaka bulaşan insanlara mı? Sebebiyle birlikte açıklayın.
- İnkârcı kâfirlerle münâfıklar arasında ne gibi farklar vardır? İslâm ve Müslümanlar için hangi tip daha zararlıdır, niçin?
- Riyâ ile münâfıklık arasında ne gibi benzerlikler ve ilişki vardır, açıklayın.
- Âyet-i kerimelerde münâfıklar hakkında zikredilen üç âyetin mealini veriniz.
- Hadis-i Şeriflerde münâfıkların alâmetleri hakkında üç özellik sayınız.
- Münâfıklara ve münâfık olma ihtimali olanlara karşı Müslümanların nasıl davranması gerekmektedir?
- Günümüzde münâfık var mıdır? Varsa onları nasıl tanıyabiliriz?
- Münâfıkların mescid (parti, dernek, vakıf, hayır kurumu) ve benzeri faâliyet yeri açmaları konusuna, Kur’an’dan yola çıkarak açıklama getiriniz.
[1] 9/Tevbe, 57
[2] 4/Nisâ, 145
[3] Tirmizî, hadis no: 2633; Ahmed bin Hanbel, IV/346
[4] 2/Bakara, 6, 7
[5] 2/Bakara, 8-20
[6] Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, c. 2, s. 27
[7] 4/Nisâ, 145
[8] 2/Bakara, 9
[9] 2/Bakara, 10
[10] 2/Bakara, 11-12
[11] 2/Bakara, 13
[12] 2/Bakara, 14
[13] 4/Nisâ, 139
[14] 4/Nisâ, 143
[15] 22/Hacc, 11
[16] 4/Nisâ, 60-61
[17] 58/Mücâdele, 16
[18] 9/Tevbe, 81
[19] 3/Âl-i İmran, 119
[20] 3/Âl-i İmran, 120
[21] 4/Nisâ, 83
[22] 9/Tevbe, 56
[23] 63/Münâfıkun, 4
[24] 9/Tevbe, 48
[25] 24/Nur, 11-13
[26] 9/Tevbe, 54
[27] 4/Nisâ, 142
[28] 5/Mâide, 41
[29] 2/Bakara, 206
[30] 3/Âl-i İmran, 7
[31] 4/Nisâ, 65
[32] 4/Nisâ, 89
[33] 2/Bakara, 85
[34] 63/Münâfıkun, 4
[35] 9/Tevbe, 67
[36] 9/Tevbe, 54
[37] 9/Tevbe, 75-76
[38] 4/Nisâ, 45
[39] S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, 1, no: 31; Tirmizî, İman 14
[40] S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, 1, no: 32
[41] Râmuz el-Ehadis, no: 1443
[42] S. Buhâri, Tecrid, II, no: 283
[43] Buhâri, Edebü'l Müfred II, h. no: 760
[44] Râmuz el-Ehadis, no: 1535
[45] Tirmizî Terc. c. 3, no: 2096
[46] Râmuz el-Ehadis, no: 2860
[47] Râmuz el-Ehadis, no: 4817
[48] Râmuz el- Ehadis, no: 5957
[49] Râmuz, no: 5060
[50] Riyâzü's-Sâlihin, II. No: 1346
[51] Seçme Hadisler, Diyanet İşleri B. Y. 101, 102
[52] S. Buhâri, Deavât 4
[53] 9/Tevbe, 107-108
[54] Seyyid Kutub, Fi Zılali’l-Kur’an, Hikmet Y., c. 7, s. 402
[55] 45/Câsiye, 24
[56] 47/Muhammed, 12
[57] 15/Hicr, 3
[58] 7/A’râf, 179
[59] 22/Hacc, 72
[60] 4/Nisâ, 143
[61] 9/Tevbe, 54
[62] 4/Nisâ, 142
[63] 63/Münâfıkun, 4
[64] 2/Bakara, 17
[65] Ali Rıza Temel, İslâm Dâvâsı ve Münâfıklar, Bahar Y., s. 9 ve devamı
[66] 9/Tevbe, 73; 66/Tahrîm, 9
[67] 33/Ahzâb, 1
[68] 33/Ahzâb, 48
[69] 2/Bakara, 8-9
İRTİDAD
İ R T İ D Â D
- İrtidâd; Anlam ve Mâhiyeti
- Mürted Kime Denir?
- Kur'ân-ı Kerim'de İrtidâd Kavramı
- Gizli İrtidâd
- Mürtedliğe Giden Yollar
- Şirk, Küfür ve İrtidaddan Korunma Yolları
- İrtidâd, İrticâ/Gericilik Demektir; Mürted de Mürtecî/Gerici
- Sorular
Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir.
* İrtidâd kavramının lügat ve terim anlamlarını açıklayabilmek.
* Mürtedin kim olduğunu ve mürtedle kâfir arasında nasıl bir fark
bulunduğunu izah edebilmek.
* Mürted olan bir kimsenin daha önce yapmış olduğu iyilik ve
Sevaplarının durumu hakkında Kur’an hükmünü açıklayabilmek.
* Bir kimsenin mürted olması için açıkça bir başka dine girmesi mi
gerekmektedir? Daha önce Müslüman olan bir kimsenin, hangi inanç
ve davranışlarla mürted kabul edilmesi gerektiğine açıklık getirebilmek.
* Günümüzde mürtedliğe giden yolları örneklendirebilmek.
* İrtidaddan korunma ve çevremizdeki mü’minleri koruma
yollarını açıklayabilmek.
* İrtidâd ile irticâ, yani gericilik arasındaki ilişki ve benzerliği açıklayabilmek.
İrtidâd, Arapça bir kelime olup, ridde’nin türevidir. Reddetmek, geri çevirmek ve bir işten rücû etmek gibi mânâlara gelir. Istılahta, iman ettikten sonra, İslâm’dan dönmeye verilen isimdir. İslâm dinini terkedip başka bir dine geçmek veya eski inancına dönmeye irtidat; bunu yapan kimseye de “mürted” denir.
Kur’an’da irtidatla ilgili şöyle buyrulur: “Sizden kim irtidad eder (dininden döner) ve kâfir olarak ölürse, işte onların dünya ve âhirette amelleri boşa çıkmıştır ve onlar cehennem ehlidir, orada ebedî kalacaklardır.”[1]; “Kim imanı küfürle değiştirirse, şüphesiz o, dümdüz yolun ortasında sapıtmıştır.”[2]
İrtidâd edip, dinden dönen, İslâm’ı terkedip küfrü veya şirki seçen kimseye mürted denir. İslâm’dan çıkma olayına ‘ridde’ veya ‘irtidad’ denilmektedir. Mürted, müslümanlığı kendi isteğiyle, hiç bir baskı olmadan seçtiği halde, sonradan çeşitli nedenlerle yine kendi arzusu ile terkeden, küfrünü açıkça ortaya koyan insandır. Kur’ân-ı Kerim, böylelerinin çirkin durumunu açıklayarak onları kötü bir âkıbetin/sonucun beklediğini haber veriyor.[3]
Mürtedin Kişiliği: Mürted, kişilik zaafı olan biridir. Doğru bir bilgiye ve sağlam bir görüşe sahip olamamıştır. İnandım dediği dini yeterince benimsememiştir. Bir başka fikir veya inanç, hoşuna giden bir dünyalık onu daha çok etkilemiştir. ‘İslâm’dan çıkarsam, gayri müslimlerin safına geçersem maddî bir çıkar kazanabilirim’ diye düşünmüştür. Kendisine çok süslü gösterilen, İslâm dışı hayat şekilleri daha çok hoşuna gitmiştir. Nefsinin arzuları kabarıp taşmıştır. Çok şey istemektedir, bir çok şeyden zevk alma arzusundadır, ama müslüman kaldığı müddetçe bunlara ulaşması zordur. Zaten pamuk ipliği ile bağlı olduğu İslâm bağını hemen koparıp atmaktadır.
Mürtedlik aslında sıradan bir mesele değildir. Allah katında din seçmek insan varlığı için en önemli olaydır. Âlemlerin Rabbi, insana değer veriyor, onu kendisine muhâtap (hitap edilecek kişi) olarak kabul ediyor, deyim yerindeyse, insanı “adam yerine koyuyor.” Ona elçiler ve din gönderiyor, ona doğru yolu gösteriyor. Buna karşın insanların bir kısmı buna aldırmıyor, yahut elçilerle gelen dâvete karşı çıkıyor, ya da onu eğlenceye alıyor. Bunun bir belirtisi olarak da bazen inandığını söylüyor, bazen de bu inandığı dini terkediyor. Kimileri de dışarıdan inanmış gibi görünüyor, ancak içinden inkârcılığa devam ediyor. Aslında pek de âciz olan ve ölünce mutlaka Rabbinin huzuruna çıkacak olan insanın bu denli cesur olması, cür’ette bulunması, korkmaması, yaptığı işin sonunu düşünmemesi ne kadar acıdır!
Kendisine verilen değeri anlamayan ve değerini çok çok yüceltecek olan İlâhî dâvete kulak vermeyen insandan daha akılsızı, daha bedbahtı/şanssızı var mıdır? Böyleleri bile bile zararlı ve kötü olanı tercih ediyorlar, derecelerini kendi elleriyle alçaltıyorlar. Bir kısmı da kurtuluş ve mutluluğun adı olan İslâm’ı kabul ettikten sonra şu veya bu sebepten dolayı onu terkediyorlar. Onu ya beğenmiyorlar ya küçümsüyorlar ya da çıkarlarına engel görüyorlar.
Hangi sebeple olursa olsun bu tavır Allah’ın sevmediği bir tavırdır. Bu davranış âlemlerin Rabbi Allah ve O’nun aziz dini İslâm ile -hâşâ- dalga geçmek gibidir. Bu bir ciddiyetsizlik, câhillik ve dönekliktir. İslâm’a göre, elbette din ve inanç hürriyeti vardır. İsteyen istediği dini ve yaşama biçimini seçebilir. Bu konudaki seçim hakkı bireyin kendisine aittir. Onu hiç bir kimse bir inanca ve ideolojiye bağlanmaya zorlayamaz. Herkesin cehenneme gitme, orayı tercih etme özgürlüğü vardır. Ancak bir kimsenin İslâm’ı din olarak seçtikten sonra onu terketmesi hem onun için çok önemli bir kayıp, hem müslüman toplum için bir sorun, hem de İslâm’ın yüceliğine gölge düşüren bir durumdur.[4]
Günümüzde Batılı ülkelerin ulaştığı zenginlik ve kalkınma, birçok zayıf imanlı müslümanı onlara hayran ediyor. Bir kısmı da onların İslâm’a uymayan fikirlerini, hayat şekillerini benimsiyor, onlar gibi olmaya çalışıyor. Bu, İslâm’ı bilmemenin ve ona imanın zayıf olmasının bir sonucudur. Bazı müslümanlar da yönetildikleri rejimler tarafından İslâm dışı ideolojilere, uyguladıkları eğitim, medya ve devlet politikasıyla inandırılmaya, İslâm’dan koparılmaya çalışılıyor.
Bugün yapılması gereken, ‘falanca adam küfür sözü söyledi, şu söz ve davranışıyla şirke düştü; mürted oldu, müşrik oldu, ona hangi cezayı verelim?’ diye fetvâ arayışı değil; İslâm’ın, güzellikler ve kurtuluş yolu olduğunu en güzel yolla insanlara ulaştırmak, hatayı biraz da kendimizde arayıp zayıf müslümanların dinden uzaklaşma sebeplerini azaltmaya çalışmaktır. Şirk konusu, bu bilgileri çevremizdeki düzenin kurbanı ve câhil insanlara karşı kılıç gibi kullanmak için öğrenilmez. Şirki, irtidâdı tanımak, yani tevhidî şuur, kendimizi, en küçük bir ihtimalle bile şirke düşürebilecek davranışlardan şiddetle sakınmak ve insanları bu hale getiren bataklıkla mücâdele etmek için şirki öğrenmek zorundayız. Şirk düzeni ile savaşılmadan bunun önününün alınamayacağını idrâk etmek ve insanları en büyük tehlike olan bu belâdan kurtarmanın yollarını aramak, tebliğ etmek, canlı Kur’an olmaya çalışıp tevhidi bayraklaştırdığımızı davranışlarımızla isbat etmek için olmalıdır şirki öğrenme ve güncelleştirme gayreti.
“İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.”[5]
Mürted; geri dönmek, geriyi istemek, eski haline dönmek anlamındaki "irtidâd" masdarının fâil ismidir, yani irtidad eden kimse demektir. Istılahta ise, müslüman olduktan sonra, İslâm'dan dönüp başka bir dine giren veya dinsizliği tercih eden kimseler için kullanılan bir akaid terimidir. Dinden çıkma olayına "riddet", İslâm’dan çıkana da “mürted” denir.
Müslümanın dinden çıkıp irtidat etmesine sebep olan şeyler şunlardır:
1- Allah Teâlâ'ya ibâdette O'na şirk koşmak: "Kim Allah'a ortak koşarsa, şüphesiz Allah ona Cenneti haram kılmıştır ve onun varacağı yer Cehennemdir. Zâlimlerin hiçbir yardımcısı da yoktur."[6] İbâdet türlerinden herhangi birini Allah'tan başkasına yönelterek işlemek, ölülerden yardım istemek, aracılık ve şefaat dileyerek ilk müşriklerin yaptığı gibi Allah'a şirk koşmak, (Mekkeli müşrikler ibâdet ettikleri ilâhlarının/putlarının, insanları yarattığına, rızıklandırdığına ve tasarruf yetkisine sahip olduğuna inanmıyorlardı. Onlar, tapındıkları putlarının Allah indinde bir makama sahip olduklarına ve insanlarla Allah arasında aracı ve şefaatçilikte bulunduklarına inanıyorlardı): "Bunlar Allah katında şefaatçilerimizdir derler."[7]; "Şüphesiz, mescidler Allah'a mahsustur. O halde orada Allah ile beraber bir başkasını anmayın."[8]; "Doğru duâ ancak Allah'a yapılandır. Allah'tan başkasından yardım istenmez. Zira Allah'tan başka diğer varlıklar duâ edenlerin ve yardım isteyenlerin hiçbir isteğine cevap veremezler. Allah'tan başkasından yardım isteyenlerin durumu ellerini tamamen açarak suya uzatan kimseye benzer. Ağzına su götürmek ister fakat götüremez. Şu halde kâfirlerin duâsı sapıklıktan başka bir şey değildir."[9]
Allah'tan başkasına duâ edip bir dilekte bulunanlar, kâfirler olarak adlandırılmaktadır. Bu konu üzerinde ulemânın icmâ'ı olup, buna muhâlif görüş beyan eden hiç bir kimse yoktur.
Allah'ın şeriatından başka kanunlarla veya Allah'ın nizamının dışındaki şirk düzenlerinin kaideleriyle hükmetmek de, Allah'a ibâdette ortaklar edinmektir: "Hüküm ancak Allah'ındır. O ancak kendisine ibâdet etmenizi emretti."[10]; "O hiç bir varlığı hükmüne ortak yapmaz" [11]
Allah'ın dışında; insan, melâike, cin, taştan heykel vb. adına kurban kesmek veya adak adamak; ayrıca, Allah'a tevekkül eder ve O'na sığınır gibi, bir başka varlığa sığınmak ve ondan medet ummak da irtidadı gerektirecek fiillerdendir.
2- Kâfirleri tekfir etmemek, kâfirler hakkında şüpheye düşmek ve uydukları İslâm dışı ideolojilerinin doğru olduğuna inanmak; anıt, mezar ve ölülere tapınmak; Yahudilik, Hristiyanlık, Komünizm, Kapitalizm, Demokrasi, Sosyal Demokrasi, Kemalizm, Laiklik, Demokrasi vb. şirk düzenlerini doğrulamak. Allah Teâlâ, din (inanç sistemi, yaşayış ve yönetim biçimi) olarak sade İslâm’ı kabul ettiğini[12] ve bizim için sadece İslâm’dan din olarak râzı olduğunu[13] belirtmiş, İslâm’dan başka bir din ve sistemi isteyenden bunu asla kabul etmeyeceğine ve bu kimsenin âhirette büyük zarara uğrayacağına[14] hükmetmiştir. O yüzden çağdaş bâtıl/uydurma din sayılabilecek bu ideolojileri bilinçli olarak kabul etmek küfürdür. Bunların küfür olduğunu bilen bir kimse, Müslüman olduktan sonra, bu ideolojilerden birini kabul ederse irtidat etmiş olur.
3- Muhammed (s.a.s.)'in getirdiklerinden bir şeye kızmak ve uygunsuz görmek. Onlarla amel ediyor olsa bile durum değişmez. Allah Teâlâ bunu şöyle ifade etmektedir: "Bunun sebebi, onların, Allah'ın indirdiklerini beğenmeyip çirkin bulmalarıdır. Dolayısıyla da Allah, onların amellerini heder etmiştir."[15]
4- Rasulullah’ın (s.a.s) dininin sevap veya günahlarından herhangi birini alaya almak, eğlence konusu yapmak: "Onlara de ki: Allah ile, âyetleri ve peygamberleriyle mi alay ediyordunuz? Özür beyan etmeyin. Çünkü iman ettikten sonra, inkâr ettiniz."[16]
5- Kâfirleri küfürlerinden dolayı alkışlamak ve mü'minlere karşı onlara yardım etmek: "Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz onlardan olur. Muhakkak ki Allah zâlim kavmi hidâyete erdirmez."[17]
6- Allah'ın dininden tamamıyla veya o olmadan dinin sahih olması mümkün olmayan temel unsurlarının birinden yüz çevirmek: "Fakat kâfirler, uyarıldıkları şeylerden yüz çevirirler."[18]
7- Bazı insanların, İslâm Dinini aşıp, ona bir şeyler ekleyebileceğine inanması: "İslâm'dan başka bir din arayan kimseden Allah bunu asla kabul etmez. O kimse ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır."[19]
8- İslâm'ın kesin hükümlerinden birisi üzerinde tartışmaya girmek veya farz veya haramlığı kesin olan bir şeyi bile bile kabullenmemek.
Bir kimse şehâdet getirip, namazını kılsa, orucunu tutsa ve kendisinin müslüman olduğunu iddia etse bile, bu sayılan şeylerden ve İslâm'a dair eserlerin irtidâd, küfür, şirk bahislerinde etraflıca zikredilen hususlardan bir tanesini işlediği zaman irtidat etmiş sayılır.
Burada şöyle bir soru sorulabilir: Bir müslüman nasıl tekfir edilebilir? Zira Rasûlullah (s.a.s.); "Bir adam kardeşine "ey kâfir" derse, bu söz ikisinden biri için mutlaka gerçekleşir" [20]; "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun Rasulü olduğuna şehâdet eden kimseye (bu sözünde durup, bu inancına uygun yaşadığı müddetçe) Allah ateşi haram kılmıştır"[21] buyurmaktadır. Burada tekfir edilmesi câiz olmayan müslüman, muvahhid olup, İslâm'a aykırı olan şeylerden kaçınan kimsedir. O, tevhid üzere olan kişidir. İşte Allah Teâlâ bu gibi kimseler üzerine ateşi; kendisine şirk koşanlara ise Cennet'i haram kılmıştır. Nitekim, Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: "Allah'a inanıp O'na hiç bir şeyi ortak koşmayan Cennet'e girmiştir. Allah'a inanıp da O'na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir."[22] Bunun içindir ki ashâb, Müseylemetü'l-Kezzab ve Esvedü'l-Ansî'nin nübüvvetine iman edenleri ve ayrıca zekât vermek istemeyenleri tekfir ederek, onların mürted olduklarına hükmetmiş ve onlarla savaşmışlardı.
Akıl hastası ve çocuğun dinden dönmesi irtidat cezasını gerekli kılmaz: "Üç kişiden hesap sorma kaldırılmıştır: Aklını kaybetmiş kimse akıllanana kadar; uyuyan uyanana kadar ve çocuk, bulûğa erene kadar. Bu üç zümreden kalem kaldırılmıştır ve yaptıklarından sorumlu tutulmazlar."[23]
Bunun gibi, istemediği ve kast etmediği halde hataen küfrü gerektiren bir söz sarfeden kimse de mürted sayılmaz: "Allah, ümmetimden hata, unutma ve zorlanma ile yaptığı şeylerden sorumluluğu kaldırdı."[24] Kalbi imanla dolu olduğu halde, zorlama (ikrah) ile dinden döndüğünü söyleyen kimse için irtidat vâki olmaz: "Kalbi imanla dolu olduğu halde, inkâra zorlananların dışında her kim imanından sonra Allah'ı inkâr edip de küfre göğüs açarsa, işte Allah'ın gazabı o gibilerin başınadır ve onlar için büyük bir azap vardır."[25] İkrahın özür sayılmasının bir ölçüsü vardır. İçki içmek, ölü eti yemek, küfür ve malı telef etmek şeklindeki zorlama veya dövmek ve hapsetmekle tehdid edilmek, ikrah değildir ve haddi gerektirir. Ölümle, işkenceyle tehdit edilip de tehdit edenin bunu yapabilme gücüne sahip olması halinde ikrah özür sayılabilir. Kişi sabreder, dininden dönmez ve öldürülürse bunun karşılığında büyük bir mükâfat alır.[26]
Zorlama (ikrah) olmadan küfrü gerektiren bir söz söyleyen veya bir iş yapan, bunu korkusundan yahut alay için yapmış olsa bile mürted sayılır. Çünkü mücerred korku özür değildir. Sarhoşların irtidadı hakkında âlimler arasında ihtilâf vardır.
İrtidâd olayının temel illeti, sadece inkâr değil; çoğu kere İslâm otoritesine karşı gelmektir. Meselâ, bugün de zekât, İslâmî ülü'l-emr tarafından toplanacak olsa, vermeyecekler çoğunluktadır. Asr-ı saâdetteki irtidâd olaylarına baktığımızda, açıkça görülür ki, mürted olmanın temelinde biraz ekonomik, biraz da Hz. Peygamber'in (veya O'ndan sonra başa geçen Hz. Ebû Bekir'in) iktidarını kabul etmemek gibi siyasî etkenler de vardır. Bu arka plan, hemen her devirdeki irtidâd olaylarında da sözkonusudur.
Mürted, İslâmî otoriteye (âdetâ) savaş açmış bir bağî ve muhârip durumundadır. İrtidad, bilinçli ve kasıtlı yapılan bir eylemdir. İrtidâd eden kimseye, yani bilerek, düşünerek ve karar vererek İslâm'dan çıktığını söyleyen ya da buna ilişkin kanıtlayıcı bir tavır gösteren kimseye mürted denir.
Gaflet içindeki kimselerin sorumsuzca sarfettikleri bir sözden, yaptıkları bir eylemden ya da gösterdikleri yanlış bir tavırdan dolayı küfre saptıkları, yaşanan bir olaydır. Bunların mürted olup olmadığına gelince, çoğunun demeçleri, günlük konuşmaları ve genelde tavırları, bu insanların kendilerini müslüman veya mü'min saydıklarını açıkça göstermektedir. Hâlbuki mürted böyle değildir. Mürted insan, İslâm'ı reddettiğini, Onun yerine dinsizliği, ya da başka bir dini tercih ettiğini açıkça ifade eden veya bu doğrultuda eylem yapan insandır. Örneğin vaktiyle namaz kılan, oruç tutan, benzeri İslâmî ibâdetleri yaptığı görülen bir kimsenin, daha sonra bir kiliseye girerek fiilen âyine katılması veya bir put karşısında saygı duruşu göstermesi onun mürted olduğunu kanıtlamak için yeterlidir. Öyle ise birçok gâfil insanın bir an için işledikleri küfür, genelde riddet anlamını taşımaz.
Elbette ki mürted insan da netice itibarıyla kâfirdir. Çünkü İslâm'ı açıkça reddetmiştir. Ancak onun işlediği suç, küfrün türlerinden biridir. Yani şirk nasıl ki aynı zamanda küfrün bir alt kümesi ise, irtidâd da aynen öyledir. Fakat mürtedi sıradan müşrik ve kâfir insandan ayıran ciddî çizgiler vardır. Çünkü genellikle şirk ve küfür, bir insanın hayatına yanlışlıklarla birlikte girer. Çok kere kişi, bilinçsiz bir şekilde bu suçu işler. Ama irtidâd böyle değildir. Tıpkı nifak gibi mutlaka bilinçli işlenen bir suçtur.
İrtidad olayı, daha çok bilgisizliğin ya da düşünce kaosunun sonuçlarından olan küfür ve şirkle karşılaştırıldığı takdirde görülür ki, mürted insan, sıradan kâfir ve müşrikten çok farklıdır. Çünkü irtidâd düşünüp tasarlamayı, ondan sonra karar vermeyi gerektirmektedir. Böyle bir insan ise, ancak son derece bilinçle hareket eden biri olabilir. İşte bu nedenledir ki, geleneksel küfrün ve şirkin yaygın olmasına karşın, irtidâd çok ender rastlanan bir olaydır.
İrtidâd, neden küfrün en az rastlanan türüdür? Bunun nedenini iki noktada aramak gerekir:
Birincisi: Bir insanın özellikle düşünerek ve karar vererek İslâm'dan bilinçle çıkıp dinsiz olmak ya da başka bir dini seçmek için bir haklı ve mantıklı neden bulamamasıdır. Çünkü İslâm, gerçeklerin tümünü kucaklayan en büyük hakikattir. İslâm'ı yalanlamaya, Onu çürütmeye, hiçbir mantık ve hiçbir otorite güç yetirememiştir. Aynı zamanda İslâm o kadar rahat, o kadar kolay anlaşılan bir hayat ve kâinat düzenidir ki, insan zaten Onun atmosferinden dışarıya çıkamamaktadır.
İslâm, bir anlamda fıtrat ve doğa demektir. Dolayısıyla bilgi ve kültür düzeyi ne olursa olsun her müslüman, İslâm'ı âdeta solumaktadır. Onun için de başka bir din arayışı müslümanın akıl ve hayalinden hiçbir zaman geçmez. Oysa İslâm'ın dışındaki bütün dinlerin mensuplarında, hatta onların aydınlarında, râhiplerinde ve her rütbeden din adamlarında bile bu arayış vardır.
İrtidâda ender rastlanmasının ikinci nedeni ise çok ilginçtir. Çünkü kimliğindeki "İslâm" sözcüğünden başka İslâm'la hemen hiçbir bağı olmayan, buna rağmen kendini belki de müslüman sanan birçok insan daha vardır ki, bunlar da İslâm'dan çıkıp başka bir din seçmeyi hiçbir zaman düşünmemektedirler. Çok şaşırtıcı gibi görünen bu gerçeğin arka planındaki neden şudur: Aslında çoğu pozitivist kâfir ya da müşrik olan bu insanların İslâm'dan başka bir din aramamaları, onların hemen hiçbir dine önem vermemelerinden kaynaklanmaktadır. Onlara göre; İslâm demek, mevlitler, kandiller, çelenkler, âyinler, tarikatler, fal ve büyüler gibi İslâm'la uzaktan yakından ilişkisi olmayan bir sürü gelenekler, törenler ve şarlatanlıklar demektir. Ve yine onlara göre; İslâm da aynen hıristiyanlık, yahûdilik, budizm ya da şintoizm gibi bir dindir; dolayısıyla İslâm'dan çıkıp başka bir dine girmek ya da dinsiz olduğunu söylemek anlamsızdır.
Tarihte iki kez toplu riddet olayı meydana gelmişse de bu her iki olayın temelinde o günlerin özel nedenleri yatmaktadır. Bunların birincisi, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in vefatı üzerine henüz İslâm'a ısınmamış bulunan câhil çöl Araplarının yaşadıkları depresyondur. İkincisi ise, yine İslâm'ı pek kavrayamamış olan Hazar Türklerinin 8. yüzyılda Kral Bulan'ın eğilimi üzerine topluca yahûdiliğe girmeleri olayıdır.
İrtidâd, imanî bir sorunun ötesinde genelin vicdanına karşı cüretkâr bir isyan, toplum düzenini sarsıcı ve anarşiyi dâvet edici sinsi bir suçtur. Bazen de organize hale dönüşür. İslâm hukukuna göre bir kimsenin mürted sayılabilmesi için onun daha önce müslüman, akıllı ve özgür olması şarttır. Şu halde hiç müslüman olmamış, ya da aklî dengesi bozuk veya zorlanarak irtidâd eden kimse için böyle bir durum sözkonusu olmaz. Kâfirlerin ve müşriklerin, diğer şirk ve küfür dinlerinden herhangi birini seçmeleri için de İslâm'a göre bir engel yoktur. Çünkü sonuç itibarıyla "ehl-i küfür bir tek millettir."[27]
Mürted mânen ölmüş sayıldığı için o kimse, mü’minlere mirasçı olamaz. Mürtede başkalarının mirasçı olması konusunda ise görüş ayrılıkları vardır. Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre, dinden çıkanın irtidaddan önce veya sonra kazandıkları kendi müslüman vârislerine intikal eder. Ebû Hanîfe'ye göre ise, irtidaddan önce kazandıkları kendi mirasçılarına, sonra kazandıkları ise beytülmâle gider. Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise tüm malı beytülmâle intikal eder.
Mürtedin nikâhı geçersiz olur, irtidâd eden erkek, müslüman hanımından; irtidâd eden kadın da müslüman kocasından boşanmış olur. Karı-koca birlikte irtidad etseler veya birlikte İslâm'a girseler, nikâh bağları devam eder. İmam Züfer'e göre ise bu durumlarda da nikâh akdi fâsit olur. Eşlerden biri diğerinden önce İslâm'a girerse, nikâh akdinin fâsit olacağı konusunda görüş birliği (icmâ') vardır.[28]
İman sahibi olduktan sonra İslâm'ı terkedenlerin dünya ve âhirette karşılaşacakları tehlikeleri haber veren pek çok âyet vardır.[29]
Kur'ân-ı Kerim'de İrtidâd Kavramı
Kur'an'da irtidâd kelimesinin türediği kök olan r-d-d kelimesi ve türevleri toplam 60 yerde geçer. Kur’an’da, din hürriyeti temel hak ve özgürlüklerden kabul edilmiş, kimsenin zorla dine sokulması uygun görülmemiş, dinde zorlama olmadğı ilân edilmiştir.[30] Bunun yanında müslümanlardan, sahih bir iman ve ona yakışan sâlih amel istenmiş ve müslümanlar olarak can vermeleri emredilmiştir.[31] Kitabın/dinin bir kısmını kabul edip bir kısmını reddetmek şirk veya irtidâd kabul edilmiştir.[32]
İrtidâd ile ilgili âyetlerde, irtidâdın dünyevî cezasından hiçbir şekilde bahsedilmemiş, uhrevî cezalar dile getirilmiştir. İnsan, sonucuna katlanmak şartıyla dilediği dine girebilir, dilediği şekilde yaşayabilir. Hak dinden dönen kimselerin amellerinin/yaptıkları iyiliklerin dünyada da âhirette de boşa gideceği vurgulanır.[33] Bütün amelleri, İslâm inancına sahip iken yaptıkları hasenâtın hepsi, dünyada ve âhirette bâtıl olur, boşa gider; telâfîsi kabil olmayacak bir sûrette tutulur, yani bütün çalışmaları heder olur. İman ettikten sonra kâfirliğe sapıp sonra inkârcılıkta/küfürde daha da ileri gidenlerin tevbeleri, asla kabul edilmeyecektir.[34] İslâm’dan başka bir din arayan kimseden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, âhirette ziyan edenlerden olacaktır. Mürtedlere Allah’ın hidâyet nasip etmeyeceği vurgulanır. Bunların cezâsı olarak, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanlığın lâneti onların üzerinedir. Onların azapları hafifletilmez; âhirette yüzlerine de bakılmaz.[35] Kâfirler ve özellikle ehl-i kitaptan çoğu, mü’minleri imanından vazgeçirip küfre döndürmek isterler.[36] O yüzden onlara uymak, mürtedliğe kapı açar.[37] Onlar eğer güçleri yeterse, mü’minleri dinlerinden döndürünceye kadar onlara karşı savaşırlar.[38]
Mürtedlere şeytan günah işlemeyi kolaylaştırmış ve onları uzun emellere, arzulara düşürmüştür.[39] Büyük günahları işlemeyi onlara önemsiz ve kolay göstermiş, emellerini ve kuruntularını çoğaltmış, kendilerinin çok ömür süreceklerini onlara telkin etmiştir.[40]
Kur’ân-ı Kerim’de irtidâd, mâhiyet ve vasıf değişikliği ile hal ifade eden dönüş mânâlarında kullanılmıştır. Küfre dönüşün acıklı sonunu tasvir eder ve gayr-ı müslimlere itaatin mü’minleri küfre ve dolayısıyla irtidâda götüreceği haber verilir. Bu, tatbik edilen sosyal nizam, ekonomik sistem ve genel kabul gören dünya görüşü için de böyledir. Eğer bir toplum, kendi dünya görüşünü, sosyal, ekonomik ve siyasal sistemini İslâm’dan seçmiyorsa, o toplum câhiliyye toplumudur ve tümüyle küfür içindedir. Eğer önceleri müslüman iken sonradan bu duruma düştüler ise mürted bir toplumdur.
İslâm Dininden gerisin geriye dönen mürtedlerle ilgili Kur’an’da çok sayıda âyet-i kerime vardır.[41]
Mürtede ve özellikle mürted olma ihtimali olduğu halde, hükmü kesin olmayan şahıslara karşı tavır konusunda dikkatli olmak mecbûriyeti vardır. Önüne gelene, ‘kâfir’ damgası vurmak demek olan “tekfir hastalığı”na düşmemek, rastgele câhil müslümanlara ‘mürted’ mührü vurmamak gerekir. İnsanların yetişme tarzı, bilgilerinin azlığı, o bilgileri kullanma tavrı, İslâm’ı öğrenme kaynakları göz önüne alınmadan ‘tekfir’ etmek çok yanlıştır. Bir müslümanı onu dinden çıkaran davranış ve söz üzerinde bulursak, onun yanlışlığını düzeltmeye çalışmamız gerekir. Rastgele ‘kâfir’ damgası vurmak hem görevimiz değil, hem de müslümanların sayısını azaltmaktır. Sayımızın azlığı ancak düşmanlarımızı sevindirir.
Mürted’e verilecek ceza konusunda fıkıhçıların değişik görüşleri var. Bazıları, eğer toplu irtidat olmuşsa bu; İslâm toplumunun veya devletin güvenliğini ilgilendirdiği için, onlarla topluca savaşılır, zararları def edilir demektedirler.
Günümüzde Batılı ülkelerin ulaştığı zenginlik ve maddî kalkınma, birçok zayıf imanlı müslümanı onlara hayran ediyor. Bir kısmı da onların İslâm’a uymayan fikirlerini, hayat şekillerini benimsiyor, onlar gibi olmaya çalışıyor. Bu, gerçek İslâm’ı gereği gibi bilmemenin ve ona imanın zayıf olmasının bir sonucudur. Bazı müslümanlar da, yönetildikleri rejimler tarafından İslâm dışı ideolojilere, uyguladıkları eğitim, medya ve devlet politikasıyla inandırılmaya, Islâm’dan koparılmaya çalışılıyor.
Bugün yapılması gereken, ‘falanca adam küfür sözü söyledi ve mürted oldu, ona hangi cezayı verelim’ diye fetvâ arayışı değil; İslâm’ın, güzellikleri ve kurtuluş yolu olduğunu en güzel yolla insanlara ulaştırmak, hatayı biraz da kendimizde arayıp zayıf müslümanların dinden uzaklaşma sebeplerini azaltmaya çalışmaktır. Haksız ve gereksiz tekfîr mantığı haksız ve kolaycı bir davranıştır. Hiç bir yararı da yoktur. [42]
Kanaatimize göre, mürtedden kasıt, İslâm nizamına, İslâm devletinin varlık ve bütünlüğüne karşı çıkıp ona baş kaldırmak için dinden dönmedir. İşte dört mezhebin ittifakıyla mürtede uygulanan idam cezâsı, bu düşünceyle dinden dönmenin cezâsıdır, yoksa kılıç zoruyla insanları dinde tutmak için değildir. Birçok âyette belirtildiği gibi, dini zorla kabul ettirmek gibi bir şey zaten yasaklanmıştır.[43]
Muhammed Hamidullah’ın şu sözleri de bu kanaatimizi desteklemektedir: “İrtidâd suçu, İslâm milletine karşı işlenen bir bağy (isyan) suçu olduğundan, hem siyasî, hem de dinî cezâ gerektirmektedir.”[44] Bilindiği gibi, bağy suçunun cezâsı, Hucurât sûresinin 9. âyetiyle sâbittir. Peygamberimiz döneminde mürted olan ve sayıları hiç de az olmayan insan çıkmıştır. Hicreti göze alamadığı için Mekke'de kalmaya devam eden ve çevre şartlarına, oradaki baskılara dayanamayıp irtidad edenler, Habeşişsatan'a hicret edip oranın şartlarına uyum sağlayıp irtidad edenler vardır. Yine, Hz. Peygamber'e vahiy kâtipliği yapmış olan Kays, sonradan mürted olup kaçmıştır. Hz. Peygamber, bu mürtedlere herhangi bir ceza uygulamamıştı. Yani Rasûlullah'ın fiilî sünnetinde mürtedlere idam cezası gibi bir hükümden bahsetmek doğru değildir. Mekke'nin fethi sırasında Hz. Peygamber'in öldürülmelerini emrettiği bazı müşrikler yanında kimi mürtedler varsa da, bunlar, salt mürted oldukları için bu cezâya çarptırılmamıştır. Mürted olduktan sonra İslâm düşmanlarını müslümanların aleyhine kışkırttıkları için, İslâm'a büyük oranda zarar vermeye çalıştıkları, savaşçı konumları için bu cezaya müstahak olmuşlardır.[45] Hatta bunlardan bir kısmı tekrar müslümanlığı kabul etmiştir.
Özellikle Hz. Ebû Bekir (r.a.) döneminde “ridde savaşları” diye bilinen savaşlar, hele zekât gibi o dönemde devlete verilen bir vergiye itiraz edenlere karşı uygulandığı gözönüne alınınca, bunların bağî/isyankâr oldukları, meşrû İslâm devletine karşı ayaklandığı, savaşçı konumunda oldukları ve bunun cezâsı olarak kendileriyle savaşıldığı değerlendirilmelidir. Hz. Ebû Bekr'in mürtedlere ve zekât vermeyenlere karşı savaş açması, tamamen devletin düzenini yıkma girişimlerine karşı verilmiş bir savaştır. Tarihte devlet adamları, kamunun yararını dikkate alarak bazı uygulamalarda bulunmuş olabilirler, ama bunlar siyasî amaçlıdır, başkaldırılara karşı tedbirden ibârettir. Yoksa, savaşçı konumunda olmadıkları için kadınların sırf irtidad ettikleri için öldürülmemeleri gerektiği hükmü de değerlendirilmemiş olur. Dolayısıyla İslâm’la ve/veya müslümanlarla savaşçı durumunda olan, ister önceden beri kâfir/müşrik, ister mürted kimselerle savaşılır, onlar öldürülür. Ama savaşçı durumunda olmayan kendi halindeki mürtedlerin öldürülmesi, Kur’an hükümlerine uygun değildir, Kur’an’ın inanç özgürlüğü ilkelerine terstir. İslâm fıkhında dört mezhebin ittifak ettiği mürtedin idamla cezalandırılması hükmü, devletin düzenine karşı başkaldırması ve bir bağy suçu işlediği içindir. Yoksa, Şeltut'un da dediği gibi; kendi kendine, İslâm'ı karalayıp suçlamadan bir başka dini benimseyen kimseye idam cezası verilmez.[46]
Peygamberimiz (s.a.s.)'in müslümanlar arasında münâfıkların varlığından haberdar olduğu halde, bu insanları cezalandırmadığı, hatta onları mescidinden kovup mahcup etmediği bilinmektedir. Bu da, müslümanların ne kadar hoşgörü sahibi olduğunun bir delilidir. Bunun için diyoruz ki, mürtedin ölüm cezasına çarptırılması, İslâmî sisteme, devletin egemenliğine karşı çıkma haliyle sınırlıdır.[47] Bugün hemen hemen bütün dünyada bu suçu işleyenlerin cezası hep aynıdır; idam.
Mürtedin dinden çıktığını herhangi bir şekilde ilân etmesi gerekir. Aksi takdirde onun dinden döndüğüne hükmedilemez. Çünkü o takdirde bu kişi mürted değil; münâfık sayılır. Bu ilân ile de İslâm nizamını hiçe saymış olur, mürted, bu davranışıyla kendisi gibi olanları bu yola teşvik etmiş, İslâm aleyhinde en azından soğuk savaş başlatmış, yıkıcı propagandaya girişmiş olur. En azından zayıf inançlı kişilerin kalplerine şüphe tohumlarını ekmiş olur. Bütün bunlar, toplumun sarsılmasına ve İslâm nizamının zedelenmesine sebebiyet verir. Bunlar büyük suçlardır. İslâm'da kimsenin gizli hallerini araştırmak, yani tecessüs câiz olmadığına göre,[48] fıkıhçılar tarafından irtidâd için öngörülen idam cezâsı, aslında bu davranışın açıkça propaganda yoluyla İslâm nizamına karşı gelinmesinden dolayıdır.
Dinden çıkma ile, dine karşı çıkma ayrı ayrı şeylerdir. Fıkıhçılara göre, idam cezasına çarptırılan mürted, dinden dönen herhangi bir kimse değil; dine karşı saldırıya geçen savaşçı kimliğindeki insandır.
İrtidâd, akıllı ve bâliğ kimsenin zorlama olmadan İslâm dinini fiil, söz veya inanç bağlamında terketmesiyle gerçekleşir. Delinin, aklı ermeyen çocuğun ve mükrehin/zorlananın dinden dönmesi geçerli değildir. Kişinin sözlü, fiilî veya itikadî olarak gerçekleştirdiği davranışının dinden çıkmayı gerektirdiğini bilmesi ve bunu bilerek yapması gerekir. Hatta Şâfiî’ye göre, kişinin bu işi bilerek yapması da yetmez, dinden çıkmaya niyetlenmesi de gerekmektedir. Çünkü ameller niyetlere göre değer kazanır.[49]
Özellikle, günümüz câhiliyye ortamlarında insanlar, müslüman olduğunu iddiâ edenler, ya da müslümanların yaşadığı yerlerdeki insanlar, çevrelerinden İslâm’ı ne kadar, doğru bir şekilde öğrenme, güzel örneklerini görme imkânlarına sahiptir? Çoğunlukla bid’at ve hurâfelerle yer yer tahrife uğramış, medyada, okullarda, hatta kimi câmilerde tanıtılan ve yaşanılan İslâm’ın ne oranda gerçek İslâm olduğu sorulmalıdır. Ve bütün bu olumsuz şartlar içinde insanın bazen hurâfelere, zâlimlerle işbirliği yapanlara karşı çıktığını zannedip değerlendirerek hak adına hakka karşı çıkabildiğini unutmamak gerekiyor. Câhillik, bilinmeyen İslâm’a karşı çıkmayı neticelendirdiği gibi, bazen bu câhiller sevdiği(ni zannettiği) dinin gerçeklerine karşı çıkıp çıkmadığını bile bilip değerlendirmeden aklına göre bir hükmü kabul etmeyebiliyor. Nice insan İslâm için kendini belki fedâ edebilecek durumda Allah’ı ve Rasûlünü sevdiği halde, düzen ve ortamın kurbanı olarak, ilim ve amel konularında da ihmalin neticesi, bazı müslümanlarca mürted ilan edildiği için idamı hak eden duruma düşebiliyor. Acınması ve kurtarılması gereken bu zavallılara karşı görevlerini yerine getirmeyen müslümanların, bunları asılması gereken insanlar olarak ilân etmeleri ne kadar doğru olur? Bunlara ne verdik ki, ne istiyoruz? Bataklıktan, hele gübrelikten çok güzel kokulu güller mi çıkacak? Tek tük çıksa bile, gübreliğin gülistan olmasını beklemek idealizmin anormallik boyutu değil midir? Bataklık/gübrelik kurutulmadan b... böceklerinin veya sivrisineklerin önüne geçmek mümkün mü? Cehâlet, aldatmalar, saptırmalar, akın kara, karanın da ak gösterilmesi gibi tavırlar değerlendirilmeden ve bunlara çözümler bulunmaya çalışılmadan insanların hakka tümüyle nasıl teslim olabileceğini düşünmek gerekiyor. Derdimiz bağcı dövmek değil, üzüm yemek olmalı. Yargı yerine dâvet öne çıkmalı, tekfir ve mürtedlik damgalamasıyla öldürülecek adam aramak yerine; ihyâ edilecek, hidâyetlerine sebep olunacak tavırlar gerekiyor. Mesleğimiz yargıçlık değil, itfaiyecilik ve doktorluk olmalı. Bilinçli şekilde savaşçı konumunda olmayanları öldürmeye değil, onları kurtarmaya, ihyâ etmeye koşmalıyız. Militanlık değil, merhamet fedâiliği gerekiyor ıslah için, amel-i sâlih için, hakkı ve sabrı tavsiye için. Unutmayalım ki, bir canı kurtaran/ihyâ eden, bütün insanları kurtarmış gibi; haksız yere birini öldüren de bütün insanları öldürmüş gibi olur.[50]
İçinde bulunduğumuz toplumun önemli bir kesiminin, itikad ve fikir bakımından halleri, gizli irtidâd vak'asına uymaktadır. Bu kalabalıkları, bundan başka hiçbir kalıba oturtmak mümkün olmamaktadır.
Tanzimat denilen kökü imanın dejenere olması psikolojisiyle başlayan Meşrûtiyet ve Cumhuriyet dönemleriyle gelişen kâfirlere özenme ve her konuda onlara benzeme, Batılaşma şeklindeki hâlet-i rûhiye ve bu ruh halinin sonucunda, akîde, düşünce ve sosyal yaşantıda meydana gelen değişim, öyle bir insan türü oluşturdu ki, bu insan türü, mukaddesat cümlesinden bazı şeyleri "bu benim aklıma ve çağdaş anlayışa uymuyor..." diyerek kolayca reddedebilecek, inanç bakımından zararlı olan birçok şeyi de rahatlıkla isteyerek benimseyip bir kurtuluş düsturu gibi sarılabilecek hale düşmüştür.
Batılılaşma adı altında gelişen bâtıllaşma ve değişim, diğer adıyla yabancılaşma çığırında gelinen bugünkü nokta, tam anlamıyla bir gizli irtidâd olgusunu sergilemektedir. Hem resmî, hem de özel ve sivil planda İslâmiyet'in dışlanması demek olan bu hal, gizli irtidâd hükmünden başka hiçbir şeyle izah edilemez. Çünkü bu toplum, bir zamanlar İslâmiyet'i -tam ve mükemmel olmasa da- esası itibarıyla benimsemiş bir toplumdu.
Ama sonra onu çağın gerisinde kabul ederek kendine göre çağdaş normlar edinmek gibi bâtıl bir yola saptı, daha doğrusu saptırıldı. İşte bu kültür ve bu anlayışla oluşan bir toplumun içinde fikrî ve itikadî alanda, tevhid ölçüsünde ve çizgisine göre birçok sapmaların olması ve ne idüğü belirsiz, melez, şahsiyetsiz/kimliksiz insanlardan oluşan bir toplumun ortaya çıkması kaçınılmazdır,
İlk dönemde kendini gösteren irtidâd olayları ile son dönemlerde gizli ve itikadî esaslarda da meydana gelen irtidâd hallerinde, temelde yatan etkenler ve reddetmenin dışa vuruş şekilleri bakımından ortak nitelikler ve benzerlikler vardır. Meselâ, kendini mü'min saydığı halde, zekât diye bir görev tanımayan zenginler, (Hz. Ebû Bekir'in konumundaki) yetkili mercîler tarafından tahsil edilecek olsa vermeyecek durumda mü'min olduğunu iddiâ eden zenginler... "Fâizi bankalar kendi rızâsıyla veriyor veya biz kendi isteğimizle ödüyoruz..." diyerek böyle dinî bir haramı kabul etmeyen ve bu fâizi meşrû sayan şahıs ve kurumlar... ("Alan râzı, veren râzı, bu haram olan zorla ırza geçme değildir ki, zinâ olsun" deyip kerhâneleri savunanlar, devlet eliyle işletilen kumarı, meselâ milli piyangoyu, altılıyı, sayısalı, totoyu... haram kabul etmeyip meşrû gören, önceden de müslüman olduğu bilinen kişiler...)
Yine meselâ, icabında oruç tutan, kurban kesen, Cuma namazı kılan, fakat beş vakit namaz diye bir görevi yerine getirmeyip böyle bir yükümlülüğü de âdeta kabul etmez bir tavır içinde olan kalabalıklar... Ve daha yaygın bir hastalık olarak, laik ve şeriatsız bir dindarlığa güya taraftar olanlar... (Lâ'sı olmayan, ilâh kavramına girecek çağdaş bâtıl zihniyet ve putlardan hemen reddedecek hemen hiçbir şeyi olmayan, tâğuta karşı çıkmayan, bâtılı reddetmeyen insanlar... "Biz de bir zamanlar bu yollardan geçtik, bunlar boş şeyler, çağın gereklerine, yaşanılan gerçeklere, konjönktüre uymuyor" deyip cihada, İslâmî tavırlara karşı çıkan bukalemun gibi her renge giren veya renksizleşenler...)
Bütün bunlar "ridde" ve "irtidâd" ölçüsünden başka hangi kalıba oturtulabilir? Yine bu tür düşünce sahipleri, belki de mü'min bir âileden gelmektedir ya da gençliklerinde tam müslümandılar. Dinden dönme olayının bireysel ve toplumsal düzeyde vuku bulduğunu biliyoruz. Bu durumu, müfessir Hamdi Yazır merhum da şöyle belirtiyor: "Demek oluyor ki, bu gibi televvünât (yani itikadî bakımdan değişik renklilikler göstermek) sadece efrâd (fertler) hakkında değil; cemaatler hakkında da sebeb-i felâkettir. Binâen aleyh, bir zamanlar İslâm dinine hizmet etmiş olup da bilâhere kâh küfür ve kâh iman, şuraya buraya bocalayarak sonunda küffâra istihâle etmiş (dönüşmüş, yabancılaşmış) olanların halâs ve selâmet bulmalarında asla ihtimal olmadığı da anlaşılmış oluyor."[51]
Yani bu (mürted) toplumlar iflâh olmazlar. Felâh, refah ve terakkî gibi zâhirî bakımdan iyi gibi görünen hallere rağmen, bunun gerçek bir saâdet ve iyileşme olmadığı şüphesizdir. Asıl kurtuluş, toplumların benlik ve şahsiyetlerini bulmasıdır. Bu da ancak İslâmiyet'le mümkündür. İslâm'ın dışında herhangi bir mercîye ve düzene yöneliş, durum ve derecesine göre küfür, şirk, nifak ya da irtidâd hallerinden biriyle nitelenip hükme bağlanabilir. [52]
Tarihten bu yana, tevhîdî muhtevanın soyulmasının bazı etkenleri, sebepleri vardır. Tekliflerden kaçınma, uyarının (emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker) yetersizliği, aşırı bolluk (lüks ve rahata meyil, yani dünyevîleşme), siyasî istibdat ve mürcie düşüncesi, israfa ve dünyevîliğe pasif tepki şeklinde ortaya çıkan, zulümle mücâdele ve toplumsal tavır yerine kabuğuna çekilme anlayışının oluşturduğu mistisizm... bu etkenlerin başında gelir.
Şirk ve irtidâdla ilgili bu bilgilerden sonra, içinde yaşadığımız toplumu değerlendirmeye çalışalım: Eski ümmetler gibi bu toplum da helâk olsa, deprem vb. bir âfetle yerle bir olsa, aradan uzun asırlar geçtikten sonra buralarda yaşayan insanlar, kazılarla elde edecekleri heykel ve eğlence araçlarından, tesbit ettikleri, araştırıp buldukları şeylerden bu zamanki toplumun yaşam tarzı ve dini hakkında neye hükmederler dersiniz? Ya da (hayâlî bir şey de olsa) "zaman tüneli"nden bir sahâbeyi geçirseler, bizim yaşadığımız zaman ve ülkeye misafir etseler, (meselâ bir gece klübüne, bir mahkemeye, bir okula, çarşıya, ya da bir eve) baksa, bu toplumun inancı konusunda ne tür bir yargıya varırdı? Hasan Basrî'nin daha 3. nesil müslümanlarına söylediği sözü hatırlayalım: "... Onlar sizi görseydi, müslüman demezlerdi."
Okullar, törenler, mahkemeler, meclisler, resmî kurumlar, bankalar, stadyumlar, ...hâneler, kumar ve eğlence yerleri... toplumun dinini yansıtmıyor mu? Hele yasalar ve hükümler... Seçim öncesi halkın yönetici adaylarından beklediklerinin, onların vaadlerinin hangi dinle izahı yapılabilir? Küçük Amerika hülyâları, sadece dünyevî ve fânî istekler...
Anket yapsanız, halkın kendini hangi sıfat-isimle benimseyip başkasına tanıtmak istediğini sorsanız, içinde, "Atatürkçü/Kemalist, laik, demokrat, Batıcı, Sosyalist, falancı, Avrupa Birliğine üyeliği çok önemseyen, özgürlük taraftarı, falan partili, filan takım taraftarı veya şu sanatçı hayranı gibi kelimeler sıralasanız, bu listenin sonuna da "müslüman" kelimesini ekleseniz; bunlardan birini tercih etmesini isteseniz, son kelimeyi isim-sıfat olarak tercih edenler gerçekten hâlâ bazılarının düşünmeden söyledikleri gibi % 99'ları bulur mu dersiniz?
Meselâ, Taksim'e, ya da şehrin işlek bir caddesine, meydanına çıksanız, gelip geçen gençlere teklifte bulunsanız, "alın size bin dolar, ama şurada 'falan dini seçiyorum' diye söz verecek, -meselâ- şu belgeyi de imzalayacaksınız" deseniz, nasıl bir netice ile karşılaşırsınız? Ya da "ayda 500 milyon maaşla bir Yahûdi sinegogunda Yahûdiliğe hizmetle ilgili iş vereceğim" veya "yurtdışına, meselâ Amerika'ya gönderiyoruz, ama, farklı bir dinle ilgili bazı şartlarımız var" deseniz... Bu konularda sonucu tahmin etmeden önce, Harp Okullarına, emniyete veya bir devlet kurumuna girmek için can atan gençleri, anıtkabire akın eden insanları, çok rahat elfâz-ı küfür söyleyen, hatta dine ve mukaddesâta sövebilen kışladaki subayları, kahvedeki vatandaşları... göz önüne getirmeli ve özellikle insanın para için neler yapabildiğini, nâmusunu hem de çok ucuza satan bayanları, "ne iş olursa yaparım, ağabey, sen yeter ki paradan haber ver!" diyen insanları değerlendirmelisiniz. Hele devletin emri veya yasağı olan konularda, halkın anormal görmediği durumlarda...
Diyanet'in açıklamasına göre, Adapazarı deprem bölgesinde 100 civarında insan, misyonerlerin hummalı çalışmaları sonucu İslâm'ı bırakıp resmen Hıristiyanlığı seçmiş. Her gün dininden kopan, farklı ideoloji ve hayat görüşlerini benimseyen ama resmen farklı bir dine geçtiği değerlendirilmeyen insanların sayısını kimse bilmiyor. Medya, okullar, resmî kurumlar devamlı mürted yetiştiren programlarıyla ha bire müslümanları adı konulmamış farklı dinlere çekmekteler. 2 Ocak 1976'da çıkan Sebil adlı Haftalık gazetenin kapaktan sorup, sayfalarında işlediği konu şöyleydi: "Nasıl Hristiyan Olacaktık?" Kâzım Karabekir Paşa'nın hâtıralarından alıntılar yapılıyor, TBMM'nin ilk yılında meclis başkanı Mustafa Kemal Paşa’nın riyâsetinde devletin resmî dininin Hristiyanlık olmasının ısrarla savunulduğunu ve bu konudaki tartışmaları anlatıyordu. Devlet, resmen Hristiyanlığı kabul etmemişti, ama çok kısa zaman sonra Anayasadan "Devletin dini İslâm'dır" ifadesi kaldırılmış, "laik demokratik devlet" ifadesi konulmuştu. Sonra da bu doğrultuda dayatmalar, devrimler, takrir-i sükûn kanunları ve İstiklâl Mahkemeleri...
“Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.”[53]
Toplumla ilgili esas problem, ekonomik kriz değildir, maddî sıkıntılar da, açlık da. Hatta yolsuzluklar, ahlâk eksikliği de değildir. Problem, iman problemi; kriz, tevhid krizidir. İmanı olmayan topluma hangi ahlâkî ilkeleri yerleştirmek isterseniz isteyin, delik kaba su doldurmaya çalışmış olursunuz. Arabanın motorunu çalmışlarken kaportadaki çiziklerin ne önemi var? Kalbi olmayan birinin, nesi olursa olsun, o insan değildir artık. İmanını yitiren toplumun her şeyi gitmiş/bitmiş demektir.
Mürtedliğe Yol Açan Sebepler: Mürtedlik, söz, fiil/eylem ve inanç (ve şüphe) ile ortaya çıkar. Mürtedlerin İslâm’dan dönmelerinin birkaç sebebi olabilir:
1- İslâm’ı ve onun hükümlerini beğenmemek,
2- İslâm’ı çıkarlarına ve zevklerine engel görmek,
3- Dünyalık bir makam elde etme ihtirası,
4- İman zayıflığı veya İslâm’ı yeterince tanımama,
5- Gayri müslimlere özenme, onların zevk içinde yaşamalarına imrenme ve onları bazı konularda üstün ve ileri kabul etme anlayışı ve diğer sebepler.
Şirk, Küfür ve İrtidaddan Korunma Yolları
Muvahhid bir mü’min olabilmek, öyle yaşayabilmek ve Allah’ın râzı olacağını ve kulları için seçip beğendiğini belirttiği İslâm dini üzere ölmek, bir müslümanın, bir mü’minin en büyük emelidir. Yüce Allah’ın da emri budur, bütün peygamberlerin ümmetlerine tavsiye ettikleri de budur. “Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece, hakkıyla korkun ve ancak müslümanlar olarak ölün.”[54] Kişinin âhiret hayatında Yüce Rabbimizin azâbından kurtulup ebedî mükâfatlarına nâil olabilmesi, günahlarının bağışlanabilmesi, ancak mü’min olarak, muvahhid olarak Yüce Allah’a herhangi bir şeklide herhangi bir şeyi, bir kimseyi, kurum ve nesneyi, madde ya da mânâyı, ideoloji ve putu şirk/eş koşmayarak Rabbine kavuşmasına bağlıdır. Çünkü kim Allah’a şirk koşarak ölürse cehhenneme girecektir.[55] Kim de Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığı gerçeğini bilerek ve Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmaksızın ölürse, o da cennete girecektir.[56]
Bu büyük gerçeği Kur’ân-ı Kerim’in hemen hemen her sayfasında çeşitli şekilde dile getirilmiş olarak görebilmekteyiz. O halde müslümanın iman ve tevhid konularında gereken hassâsiyeti göstererek imanını her nefes, her an ve her durumda korumaya, ona herhangi bir zarar getirmemeye çalışması, bunun için âzamî gayretini harcaması gerekmektedir. Bunun için, yani imanı korumak ve şirk ve irtidaddan korunmak ve küfre yaklaşmamak için gerekli olan bazı önemli hususları kısaca sayalım:
- Sahih bir iman, akaid bilgisi ve güçlü bir inanma/yakîn,
- Kur’ân-ı Kerim’in ve sahih sünnetin emir ve teşvik ettiği amel ve ibâdetlere önem vermek, bunları yerine getirmek için âzamî gayret harcamak,
- Allah’ın ve Peygamberinin uyarılarına dikkat ederek, sakındırdıklarından kesinlikle uzak kalmak, hatta o yasaklara yaklaşmamak,
- Akîdemiz uğrunda gereken mücâdeleyi vermekten hiçbir şekilde geri kalmamak; inancımızla taban tabana zıt bir ortam içerisinde yaşamanın ıstırabını kalbimizin derinliklerinde duymak,
- Akîdemizi hâkim kılmak azmi ve emelini daima canlı tutmak, bu uğurda aynı hedefi paylaşanlarla bir ve beraber olmak,
- Allah’ı ve Rasûlünü yakından tanımak ve her şeyden çok sevmek, onların emir ve buyruklarını bütün emir ve direktiflerden üstün tutmak, onlara bağlanmayı her şeyin önünde bilmek, onların rızâlarını esas almak,
- Yüce Peygamberimizin yolundan ayrılmayan, onun sünnetini baştacı bilen, onun dışında izlenmeye, yolundan gidilmeye değer hiçbir kimsenin varlığını kabul etmeyenleri, başta sahâbeleri, güzel bir şekilde onların izinden gidenleri mümkün mertebe yakından tanımak, onların bu akîde uğrunda verdikleri mücâdele ve cihadı, kendi mücâdele ve cihadımız için yol azığı edinmek,
- İslâm’a, Kur’an ve Sünnet esaslarına kesin ve tâvizsiz bir şekilde bağlı kalmak, dinî vecîbeleri ihlâsla yerine getirmek,
- Yüce Peygamberin dahi küfürden, şirkten, riyâkârlıklardan ve benzeri kalbî/imanî hastalıklardan Allah’a sığındığını bilerek, hatırlayarak, imanımızı son nefesimize kadar muhâfaza edebilmek için Rabbimize daima duâ etmek, yalvarmak, fiilî olarak duâ bâbından elimizden gelen tüm gayreti göstermek. Rasûlullah (s.a.s.) duâlarında: “Sonrası küfür olmayan bir iman” ister[57]; her namazın akabinde “küfürden, fakirlikten ve kabir azâbından”[58]; “küfürden ve borçlanmaktan” Allah’a sığınırdı.[59] Ebû Bekir’e ve onun şahsında bütün mü’minlere sabah akşam yapmasını tavsiye ettiği duâda, “şirkten” Allah’a sığınmak yer almaktadır: “Bile bile şirk koşmaktan Allah’a sığınırım, bilmediklerimden de Senden af dilerim.”[60]
İrtidâd, İrticâ/Gericilik Demektir; Mürted de Mürtecî/Gerici
Gerici; geriye dönmek isteyen, geride kalan dönemi ve bu dönemin değer yargılarını benimseyen, özleyen kişi ve bu kişinin niteliğine denir. Gerici ve gericilik kavramları mürteci ve irtica kelimeleriyle de dile getirilir.
Gericilik, kavram olarak zamansal bir geriye dönüş isteğini de içermekle birlikte, temelde değerlerle ilgilidir. Bu nedenle savunduğu değerlerin geçmişe, geride kalan bir döneme ait olup olmaması değil; bu değerlerin mâhiyeti, niteliği kişiyi gerici ya da mürtecî yapar. Bu temel anlamına karşılık İslâm toplumlarının Batılılaşmasından, Batılı câhilî değerlerin egemenliği altına girmesinden sonra gerici ve gericilik deyimleri İslâm dışı yönetimler ve işbirlikçisi kimseler tarafından tam tersi anlamda, siyasal ve ideolojik bir suçlama ve sindirme aracı olarak kullanılmaya başlandı. Gerçek anlamdaki gericiler, siyasal güçlerine dayanarak bu kullanımla İslam'ı topluma yeniden hâkim kılma mücâdelesi veren müslümanlara gerici, mürtecî; İslâm'a da gericilik, irticâ nitelikleri yamamaya çalışmaktadırlar.
Gericiliğin temel nitelikleri, câhiliye kavramının ihtivâ ettiği anlamlarla ifâde edilebilir. Bunlar, Râğıb el-İsfehânî izlenerek söylenirse; bilgisizlik, gerçek dışı ve yanlış inanç, yanlış davranış olarak tesbit edilebilir. Kur'an'a göre bilgisiz insanlar kişisel arzu ve hevâları peşinde koşar; diledikleri gibi yaşamak, istedikleri gibi kanunlar koymak isterler ve bu nedenle doğru yoldan saparlar.[61] Diğer bir özellikleri de hevâlarına uygun çeşitli ideolojiler (emâniy, ümniye) geliştirmek[62] ve bunu yaparken zanlarına dayanmaktır.[63] Bu etkenler câhilî bir sistem, bir hayat, düşünce ve inanç biçimi oluşturur. Bu sistemin temel özelliği şirktir. Şirk, ya Allah'ın ilâhlığını, Rabliğinı, Melikliğini tanımama ya da Allah'a bu ve benzeri konularda ortaklar tanıma biçiminde kendini gösterir. Şirkin toplum hayatındaki başlıca pratik sonuç ve işaretleri evrende ve insan hayatında Allah'tan başka bir yaratıcı, öldürücü, tasarruf edici, boyun eğilecek, sevilecek, korkulacak, tevekkül edilecek, hüküm ve kanunlar koyacak varlık, kişi ya da kurumlar tanımaktır. Şirkin davranışlar alanındaki sonucu ise, bu tür kişi ve kurumların koydukları kanun ve kurallara gönüllü olarak boyun eğmek, itaat etmektir.
Kur'an'ın öngördüğü inanç, düşünce ve hayat biçiminin dışında beşerî istekler, ideolojiler ve zanlara dayalı bilgiler doğrultusunda oluşturulan toplumsal düzenler, şirk düzenleri, eş deyişle câhiliye düzenleridir esas irticâ/gericilik. Böyle bir toplum modeli peşinde koşan insan, bu model; ister geçmişte uygulanan bir model olsun, ister henüz uygulanma imkânı olmayan bir tasarı olsun; adı ister Demokrasi, ister Sosyalizm; isterse Komünizm ya da Faşizm olsun, gericidir, mürtecidir.
Gerici ve gericilik kavramları İslâmî terminoloji içerisinde mürtecî ve irticâ kavramlarının yanısıra mürted-irtidâd, münâfık-münâfıklık, fâsık-fısk, tâğî-tuğyân, mücrim-cürm gibi başka kavramlarla da anlam ilişkileri içindedir. Bir İslâm toplumunda câhilî eğilimler ve uygulamalar içindeki kişi, itikadî ve amelî durumuna göre mürted, münâfık, fâsık gibi adlar alır. İslâm'ın öngördüğü inanç ve toplum yapısını kabul ettiği halde sonradan bunu reddederek herhangi bir câhilî inanç sistemini, toplum modelini benimseyen kişi, İslâm'la bütün bağlarını keserek geriye dönmüş, irtidâd etmiş, mürted olmuştur. İrtidâd, gericiliğin en kesin ve açık biçimini oluşturur. Câhili inanç esaslarını terketmeden çeşitli nedenlerle İslâm'ı benimsemiş görünen ve hayatını müslümanlar arasında sürdüren münâfıklar da gericidirler. Bunlar, içlerinde taşıdıkları inançları ve bu inançların yansıması olan gerici eğilimleri zaman zaman davranışlarında ve hayat biçimlerinde göstermek zorunda kalırlar. Gericiliğin bu biçimi gizli, ama İslâm toplumu için en tehlikeli olanıdır. İrtidâd ve münâfıklık boyutlarına ulaşmayan kimi gericilik biçimleri de kişinin İslâm hüküm ve kuralları karşısındaki tutumu; benimseyerek sürdürdüğü câhiliye gelenek, görenek ve davranışlarına göre fısk, tuğyân, cürm gibi çeşitli adlarla ifâde edilir. Bütün bunlar kişiyi İslâm'ın doğru ve aydınlık yolundan saptırıcı ve belli bir cezayı gerektirici gerici davranışı belirtirler.
İslâm'ın değerler açısından baktığı gerici ve gericilik kavramlarına çağdaş câhil ve gerici dünya daha çok zamansal açıdan, eskilik-yenilik, gerilik-ilerilik kavramlarının yedeğinde bakar. Buna göre gerici, yeni olana direnerek eski olanı korumaya çalışan ya da tarihin tekerleğini geriye döndürmeye çalışan kişidir. Bu tanıma göre gerici, ilericinin karşısında yer alır ve gericilik; bilgisizlik, tutuculuk, sağcılık gibi kavramlarla ilişkilendirilir. Tanım, doğal olarak eski olanın kötülüğü, yeni olanın iyiliği kabulüne dayanmaktadır. Buna göre müslümanlar gerici, İslâm da gericiliktir. Bu yargı şöyle açıklanır: "Kendilerinin değerli buldukları düzeni ve kurumları değişime karşı şiddetle savunan muhâfazakârlar, bu uğraşlarında başarısızlığa uğradıkları takdirde, bir kısmı yeni beliren düzeni evrenin işleyişinin kaçınılmaz sonucu olarak kabul edecektir. Fakat eski ideallerini hâlâ benimsemekte devam eden mağlup olmuş muhâfazakâr ister istemez bir ‘gerici’ olacaktır. Yeni gelişen dünyayı tenkid edecek ve gelecekte, eskiden varolmuş olduğuna inandığı ‘altın bir çağı’ tekrar yaşamak için harekete geçecektir."[64]
Alışılmış Batılı bakışı yansıtan bu değerlendirmenin, yanlışlığı, tutarsızlığı açıktır. Çünkü belli bir inanç biçiminin ve buna bağlı değerler düzeni ile toplum modelinin zaman bakımından önce ya da sonra oluşu, onun iyilik ya da kötülüğünün, gerilik ya da ileriliğinin ölçütü olamaz. İslâm'ın Türkiye'de terkedilmiş bir inanç ve toplum modelini temsil etmesi, doğal olarak, onun kötülük ve geriliğini göstermez. Bu nedenle Türkiye'de ya da dünyanın herhangi bir yerinde mevcut sistem yerine İslâm'ı öngören, İslâm'ı geçirmeye çalışan müslümana gerici denemez. Müslümanlar, toplumu tarihin belli bir zamanına döndürme amacı peşinde değillerdir. Tam tersine, insanların, içinde bulundukları koşullara göre oluşturdukları bir inancı ve toplumsal düzeni değil, zaman ve mekânın üstünde bir kaynaktan gelen ve bütün zamanlar için geçerli olan evrensel bir inanç ve değerler düzenini amaçlamaktadırlar. Bu inanç ve değerler düzeni ise Garaudy'nin deyişiyle “bilim, teknik, millet, para, cinsellik, büyüme gibi sahte tanrılar üretilerek oluşturulan politeizm (çok tanrıcılık) üzerine kurulan çağdaş uygarlığın iflâsının artık iyice anlaşıldığı günümüzde bütün insanlığın önünde duran kurtarıcı tek seçenektir.”[65] Dolayısıyla müslümanların gerici, İslâm'ın gericilik gibi gösterilmesi, Kur'an'ın terimleriyle söylenirse zanlarına dayanan, hevâları ve ideolojileri (ümniye) peşinde koşan sapkın kişilerin câhilî değerlendirmelerinin bir işaretinden başka birşey değildir.[66] Nakil ve akıl çerçevesinde irticâ/gericilik, başta mürtedlik ve her çeşit şirk için bir sıfat; mürtecî/igerici de, adı, dünya görüşü, diploması, kültürü ve yaşadığı zamanı ne olursa olsun her çeşit mürted ve müşriğin temel vasfıdır.
Gerek sözlük ve gerekse ıstılahî mânâsından anlıyoruz ki, irtidâd, bir geri dönüş hareketidir. Kaynaklar bunu “ric’at” veya “rücû” olarak da ifâde eder. İslâm’dan geri dönen, aynı zamanda Hak Dinden “rucû” ve “irticâ” etmiş demektir. Geri dönüş ve irticâ; bilgisizliğe, inkâra ve küfre rücû ettiğinden “câhiliyye”ye sapmış olur. İslâm’a ulaşmak, onu gerçek hayat ve bilgi kaynağı, dosdoğru yol kabul etmek, ilmin ta kendisine sahip olmakla, hidâyetle özdeştir. Câhiliyye ise, Allah’ı ve O’nun indirdiği hak hükümleri bilmemek/tanımamak veya inkâr etmek olduğundan bilgisizlik ve cehâlettir. O halde zaman zaman İslâm düşmanları tarafından hakaret ve itham ifâdesi olarak İslâm için kullanılan “irticâ”, “mürtecîlik”, yani “gericilik”, “geriye dönüş” aslında ilkel ve modern her çeşit küfür ve şirk için, İslâm dışı hayat görüşleri için kullanılabilir/kullanılmalıdır. İslâm’ı bildiği halde ve özellikle müslümanlıktan sonra başka bir dünya görüşü ve yaşama biçimi (ideoloji/din) seçenlerdir “mürtecî”, “gerici”. Çünkü onlar, İslâm’ın dışına çıkmakla geriye dönük bir hareket yapmış ve câhiliyyeye sapmış kimselerdir. Mü’minler, “Rabbim Allah” derler ve kaalû belâ’da vermiş oldukları bu sözden[67] ve Allah’ın hidâyetinden dönmezler, döneklik yapmazlar. İrtidâd, bir geri dönüştür, dönekliktir. Hem de gerçek ilimden ve mutlak hakikatten, fazîlet ve erdemden geri dönüş ve irticâdır. Bu anlamda İslâm, her zaman ve gerçek ilmîliği, ilericiliği (hem de dünya ile sınırlı olmayan, âhireti de kuşatan istikbal anlayışı, ilericilik ve tekâmülü) temsil eder. Mürted kişi; zulmün, fıskın, küfrün ve sapıklığın, kısacası câhiliyyenin bataklığına döndüğü için bir “mü’min” iken kazandığı yüce ve şerefli mevkiini kaybetmiş, ahsen-i takvîmden esfel-i sâfilîne irtidâd ile redd olunmuştur.[68] Müslüman, bir mürtedin/döneğin/gericinin bu aşağılık ve câhilî inanış ve yaşayışına göre elbette çok üstün ve çok ileridir. “...Eğer gerçekten iman etmişseniz, siz üstünsünüz.”[69] “...İzzet/üstünlük/şeref, ancak Allah’ın ve Peygamberi’nin ve mü’minlerindir. Fakat münâfıklar bunu bilmezler.”[70]
İmandan sonra küfre düşme ihtimalini ateşe atılmak olarak gören ve imanını en kıymetli bir mücevher gibi koruyan, İslâm düşmanı bilinçli mürtedlerle mücâdeleyi bayraklaştıran muvahhid gençlere selâm olsun!
- İrtidâd ne demektir, lügat ve terim anlamlarını açıklayınız.
- Mürted ile kâfir arasındaki farkı izah ediniz.
- Mürtedin daha önce, Müslüman iken yaptığı iyilik ve sevapların durumunu izah ediniz. Mürted tevbe edip tekrar Müslüman olursa, hangi ibâdetlerini yeniden yerine getirmek zorundadır, açıklayın.
- Kur’ân-ı Kerim’deki irtidad ve mürtedle ilgili âyetlerden ikisinin mealini veriniz.
- Bir kimsenin mürted olduğu hangi söz ve davranışlarıyla belli olur, örneklerle bu konuyu açıklayınız.
- Ebu Bekir, kimleri ve hangi gerekçeden dolayı mürted saymış ve onlara nasıl davranmıştır?
- Günümüzde mürtedliğe giden yollar hakkında bilgi veriniz.
- İrtidâd ve şirkten korunmak için günümüz şartlarında neler yapılması gerekmektedir, örneklerle açıklayınız.
- İrtidâd ile irticâ arasındaki ilişkiyi, mürtedin nasıl mürteci olduğunu açıklayını
- Açık irtidâd ile gizli irtidâda örnek verip aralarındaki farkı izah ediniz.
[1] 2/Bakara, 217
[2] 2/Bakara, 108
[3] 2/Bakara, 217
[4] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 457-459
[5] 6/En’âm, 82
[6] 5/Mâide, 72
[7] 10/Yunus, 18
[8] 72/Cinn, 18
[9] 13/Ra'd, 14
[10] 12/Yusuf, 40
[11] 18/Kehf, 26
[12] 3/Âl-i İmrân, 19
[13] 5/Mâide, 3
[14] 3/Âl-i İmrân, 85
[15] 47/Muhammed, 9
[16] 9/Tevbe, 65-66
[17] 5/Mâide, 51
[18] 46/Ahkaf, 3
[19] 3/Âl-i İmrân, 85
[20] Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111
[21] Buhârî, İlim 49
[22] Müslim, İmân 152
[23] Ebû Dâvud, Hudûd 17; Tirmizi, Hudûd 1; Nesâi, Talak 21; İbn Mâce, Talak 15
[24] İbn Mâce, Talâk 16
[25] 16/Nahl, 106
[26] el-İhtiyâr, II/106
[27] Ferit Aydın, İslâm'da İnanç Sistemi, Kahraman Y., s. 190-195
[28] el-Kâsânî, a.g.e., VIII/136-137
[29] 2/Bakara, 217; 3/Âl-i İmrân, 3/86-91, 106; 4/Nisâ, 115, 137; 5/Mâide, 54
[30] 2/Bakara, 256
[31] 3/Âl-i İmrân, 102
[32] 2/Bakara, 85
[33] 2/Bakara, 217
[34] 3/Âl-i İmrân, 89-90
[35] 3/Âl-i İmrân, 85-91
[36] 2/Bakara, 109
[37] 3/Âl-i İmrân, 100, 149
[38] 2/Bakara, 217
[39] 47/Muhammed, 25
[40] Beyzavî, Mecmua, 5/511
[41] 2/Bakara, 85, 108, 109, 217, 256; 3/Âl-i İmrân, 85-91, 100, 102, 105-106, 149; 4/Nisâ, 48, 60, 137, 140; 5/Mâide, 44, 54; 6/En'âm, 68-71; 10/Yûnus, 99-100; 14/İbrâhim, 42; 16/Nahl, 106; 18/Kehf, 29; 28/Kasas, 55-56; 42/Şûrâ, 15; 47/Muhammed, 25-30, 32, 34; 50/Kaf, 44-45; 109/Kâfirûn, 6.
[42] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 459
[43] Bak. 2/Bakara, 256; 10/Yûnus, 99; 18/Kehf, 29 vb.
[44] Vâkıdî, Kitâbu’r-Ridde, Hamidullah’ın Mukaddimesi, s. 9
[45] Ayrıntılı bilgi için bkz. İbn Hacer, el-İsâbe, II/317
[46] Mahmut Şeltut, el-İslâmu Akîdeten ve Şerîah, s. 301
[47] Mahmut Şeltut, a.g.e. s. 301
[48] 49/Hucurât, 12
[49] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1; Itk 6, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Talâk 11; Eymân 23; Müslim, İmâre 155; Ebû Dâvud, Talak 11; Nesâî, Tahâre 59, Talak 24, Eymân 19; İbn Mâce, Zühd 26; Abdülkadir Udeh, et-Teşrîu’l-Cinâiyyü’l-İslâmî, 2/719
[50] 5/Mâide, 32
[51] Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Y. c. 3, s. 1499
[52] Ekrem Sağıroğlu, Kur'an'da İnsan ve Toplum, pınar Y., s. 213-216
[53] İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4205
[54] 3/Âl-i İmrân, 102
[55] Buhârî, Tefsîr 2, Sûre 22, Eymân 19, Cenâiz 19; Müslim, İman 150, 151 ve 4/Nisâ, 48, 116
[56] Buhârî, Cenâiz 1, Rikak 13, 14, Tevhid 33; Müslim, İman 43, 150, 151; Tirmizî, İman 18; Nesâî, Cihad 18
[57] Tirmizî, Deavât 30
[58] Nesâî, İstiâre 16, 29
[59] Nesâî, İstiâze, 16, 29
[60] Ebû Dâvud, Edeb 102; M. Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, Şafak Y, s. 351-354
[61] 6/En'âm, 119
[62] 2/Bakara, 78
[63] 6/En'âm, 116
[64] Ahmet Yücekök, Türkiye'de Din ve Siyaset, s. 90
[65] Garaudy, İslâm ve İnsanlığın Geleceği, s. 29
[66] Ahmed Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 232-233
[67] 7/A’râf, 172
[68] 95/Tîn, 4-5
[69] 3/Âl-i İmrân, 139
[70] 63/Münâfıkûn, 8
TEKFİR
T E K F İ R
- Tekfir ve Hak Edeni Tekfir Etme Gereği
- Sahibinin Tekfir Edilmesine Sebep Olan Tavırlar ve Tekfiri Hak Edenler
- İtidal/Denge
- Dinde Aşırılık
- Haksız Tekfir; Bir Müslümanı Küfre Nispet Etme
- Tekfircilik Hastalığı
- Tekfir Konusunda Âyet ve Hadisler
- Tekfir Konusunda Kurallar
- Tekfîr Ahkâmı/Tekfirin Hükümleri
- Tekfîre Engel Olan Mâniler
- Tekfîr Konusunda Yetkili Merci
- Mü’minlerin İnsanlar Hakkındaki Kanaati
- Tekfirciliğin Sebepleri
- Küfrün Kısımları; Büyük ve Küçük Küfür
- Korunması ve Sakınılması Gerekenler; Tevhid ve Küfür
- Haksız Tekfirin Tehlikesi
Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir.
* Tekfir kavramının lügat ve terim anlamlarını açıklayabilmek.
* Tekfiri hak edenlerin Kur’anî ölçülerle tekfir edilmesi gerektiğini bilerek haksız tekfirle karıştırmayıp Allah’ın kâfir dediklerine örnekler verebilmek.
* Dinde itidal ve aşırılığı açıklayıp örnekler verebilmek.
* Tekfir konusunda kuralları delillendirebilmek.
* Tekfire engel olan mânileri açıklayıp örneklendirebilmek.
* Tekfir konusunda kimlerin yetkili merci olduklarını ve gerekçesini açıklayabilmek.
* Mü’minlerin insanlar hakkındaki kanaatlerinin neler olduğunu sayıp açıklayabilmek.
* Haksız tekfirin tehlikelerini ve günümüzdeki tekfircilerin problemlerini açıklayabilmek.
Tekfir ve Hak Edeni Tekfir Etme Gereği
Tekfir: Söylediği bir söz ya da sergilediği bir davranış nedeniyle, birinin İslâm Dini’nden çıktığını söylemeye ve bunu bir hüküm olarak kabul etmeye “tekfîr”denir.
Burada belirtilmesi gereken bir konu da, küfrünü açıktan ilan edenleri bir endişe duymadan küfürle damgalamamızın gereğidir. Buna karşılık; içlerinde iman olmasa da, dışlarında İslâmî bir görüntü oluşturanlardan el çekmeli, dilimizi tutmalıyız. Bu gibi kimseler İslâm örfüne göre 'münâfık'tırlar. Dilleriyle iman ettik derler kalpleriyle inanmazlar. Ya da yaptıkları söylediklerini tasdik etmez. Dış görünüşlerine bakılarak onlara da müslümanlara uygulanan hükümler tatbik edilir. Ahirette ise içlerindeki küfür sebebiyle esfel-i safiline yuvarlanırlar.
İrtidâd, akıllı ve bâliğ kimsenin zorlama olmadan İslâm dinini fiil, söz veya inanç bağlamında terk etmesiyle gerçekleşir. Delinin, aklı ermeyen çocuğun ve mükrehin/zorlananın dinden dönmesi geçerli değildir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Üç kişiden hesap sorma kaldırılmıştır: Aklını kaybetmiş kimse akıllanana kadar; uyuyan uyanana kadar ve çocuk, bulûğa erene kadar. Bu üç zümreden kalem kaldırılmıştır ve yaptıklarından sorumlu tutulmazlar."
Kişinin sözlü, fiilî veya itikadî olarak gerçekleştirdiği davranışının dinden çıkmayı gerektirdiğini bilmesi ve bunu bilerek yapması gerekir. Hatta İmam Şâfiî’ye göre, kişinin bu işi bilerek yapması da yetmez, dinden çıkmaya niyetlenmesi de gerekmektedir. Çünkü ameller niyetlere göre değer kazanır.
İtidal/Denge
İtidal, konu ne olursa olsun, herhangi bir şeyde ifrat veya tefrite düşmemek, vasat derecede olmaktır. İfrat ve tefrit denilen her iki aşırı ucun tanımlanmasında yarar vardır.
İfrat: Bir konuda ölçüyü aşma, ileri gitme, normali aşma, aşırılık, haddini aşma ve tâkatin üstünde üzerine iş alma demektir. İstenenden fazla yoğunlaşmayı da içerir. Kraldan fazla kralcı olma deyiminde anlatılmak istenen budur. Tefrit ise; Ortalamanın, yani vasatın çok altında olmak, geride kalmak, normalden aşağıda bulunmaktır.
Bu iki terimin iyi tanımlanması, itidali anlamamıza yardımcı olacaktır. İtidal, bir dengedir. İfrat ve tefrit, bu dengeyi bozan birbirine tamamen zıt iki ucu temsil eder. Buna en çarpıcı örnek, dini daraltanlara Peygamberimizin buyurduğu şu sözdür: “Aşırı gidenler helâk olmuştur” [1] Rasûlullah (s.a.s.) bu hükmü üç kere tekrar eder. Yine O, dinde aşırılığın helâk sebebi olduğunu vurgular: "Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekiler, dinde aşırı gittiklerinden ötürü helâk oldular." [2]
Kur'an, din bahsinde bir tehlikeye dikkat çekmektedir: Bu, dinde gulüvdür/aşırılıktır. Dinde gulüv: Azgınlık, doymazlık, haddi aşmak, dine ilâvelerde bulunmak demektir. Hz. Peygamber'in gulüv konusundaki beyanları bize gösteriyor ki, dinde gulüvün temelinde, birtakım insanların dinde olmayan bazı şeyleri Allah'a yaranmak adı altında dine yamatmaları ve esası kolaylık olan hak dini çekilmez hale getirmeleri vardır. Dinde aşırılık, âyetler çerçevesinde, öncelikle yanlış bir Allah inancında belirir. Daha sonra ise başkaldırma, aşırı gitme ve yapılan kötülükleri önleme çabasından yoksunluk olarak kendini gösterir.
Ehl-i kitapla ilgili bu aşırılık ve taşkınlığın yasaklanışı, dinlerin en ortayolcusu/dengeli olanı Hz. Muhammed'in dinine uymaya teşvik amacı taşır. Kur'an, hıristiyanlığın dinde gulüv yüzünden Hakk'a yüz çevirip hak dini dejenere ettiğini söylemektedir: “De ki: Ey kitap ehli, haksız/yanlış yere dininizde taşkınlık etmeyin, dininiz konusunda aşırı gitmeyin. Daha önce sapıtan, pek çok kişiyi saptıran ve doğru yoldan ayrılan bir kavmin hevâsına/keyiflerine uymayın. İsrâil oğullarından inkâr edenler, Dâvud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle lânetlenmişlerdi. Bu, başkaldırmaları ve aşırı gitmelerindendi. Birbirlerinin yaptıkları kötülükleri önlemezlerdi. Yaptıkları ne kötüydü!”[3]
Kur'an, dinde aşırılıktan şiddetle kaçındırmaktadır.[4]; "Kalbini Bizi zikirden/anmaktan alıkoyduğumuz, keyfine uyan ve işi hep aşırılık olan kişiye itaat etme!"[5] Bu âyet de, aşırılıktan kaçınmayı, aşırılara uymamayı emretmektedir. Çünkü dinde aşırılık, dini amacından saptırır. Allah'ın koymadığı hükümlerin konmasına, yasaklamadığı şeylerin yasaklanmasına yol açar. Bu da insanların hareket alanlarını daraltır. Dinin amacı, insanın elini kolunu bağlayıp onu vehimlerin tutsağı yapmak değil; hurâfelerden kurtarıp özgür, sadece Allah'a tertemiz kul yapmaktır. Din, ruhu bezeme yöntemidir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi; Enes bin Mâlik’in (r.a.) rivâyetine göre, üç sahâbe, mü’minlerin annelerine müracaat etmiş ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) gizlice yaptığı ibâdetleri sormuşlardı. Aldıkları cevap kendilerini tatmin etmemiş ve “Biz nerede, Rasûl-i Ekrem nerede?! Allah, O’nun gelmiş geçmiş bütün günahlarını affetmiştir” diyerek, değişik bir yorumda bulunmuşlardı. Bu üç sahâbeden biri, “Ben geceleri hep namaz kılacağım”, diğeri “Ben hayatım boyunca ara vermeksizin oruç tutacağım”, öbürü de “Ben evlenmeyeceğim” taahhüdünde bulunmuştu. Bunu haber alan Peygamberimiz, onlara “Şöyle şöyle diyenler sizler misiniz?” demiş ve “Vallahi, şunu iyi bilin ki, ben sizin Allah Teâlâ’dan en çok korkan ve sakınanızım. Fakat bazen nâfile oruç tutar, bazen tutmam. Bazen nâfile namaz kılar, bazen uyurum. Ben evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o benden değildir.”[6] buyurmuştur. (Bu üç sahâbenin Hz. Ali (veya Ebû’d-Derdâ), Abdullah bin Amr bin Âs ve Osman bin Maz’un olduğu rivâyet edilir.) Bu hadis-i şerif, sünnete göre amel etmenin önemini açıklar; dünyadan el etek çekme gibi aşırılıkların yanlışlığını vurgular. Ölçüsüz bir şekilde dünyaya sarılmak kadar; bir tür ruhbanlık hayatına yönelmek de sünnet ölçülerine göre doğru bulunmamıştır. [7]
Yüce Rasûl, burada, din adına dini daraltanları uyarmak istemiştir; bu, aslında bir ifrat halidir. Dini olduğundan fazla genişletenler de tefrit halindedir. İslâm, her konuda ifrat ve tefritten uzak olmayı, aşırılıklardan kaçınmayı, dengeyi tavsiye eder. Hıristiyanlar ifrât yoluyla, Yahûdiler de tefrit yoluyla sırât-ı müstakîm olan dengeden uzaklaşmışlardır. O yüzden bu sapmalar, Hıristiyanlaşma ve Yahûdileşmeye giden yolu açar.
Ashâb-ı kiramdan bazılarının “cinsî duygularını köreltmek”, bazıları “et yememek”, bazıları da “şükrünü edâ edemeyecekleri nimetlerden uzak durmak” gibi aşırı taahhütlerde bulunmaları üzerine şu âyet nâzil olmuştu: “Ey iman edenler! Allah’ın size helâl ettiği şeyleri haram kılmayın, hudûdu aşmayın. Doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez.”[8] Yani, aşırı gitmeyin, helâli haram ve haramı helâl saymayın denilmiştir. [9]
“Kitab, mîzan/ölçü, demir (güç, yaptırım) ve takvâyı yoğurup adâleti (itidali) yerine getirmek[10] ve toplumu, yönetimi İlâhî istikamet doğrultusunda değiştirmek için insanların kendi nefislerini değiştirmeleri gerekmektedir.[11] Kargaşa ile nizamı, fesat ile salâhı, anarşi ile huzuru, terör ile cihadı, korkaklık ile sabrı, acelecilik ile tedrîcîliği, lüzumsuz bilgi ile ilmi, şekilcilik ile takvâyı, yıkıcılık ile yapıcılığı, propaganda ile tebliği, çığırtkanlık ile dâveti, delilik ile cesaret ve kahramanlığı, tedbir ile uyuşukluk ve korkaklığı, eylem ile amel-i sâlihi, geçici heyecan ile muhâkeme ve istikrarı, taklit ile tahkîki, işgal ile fethi, haksız tekfîr ve haksız teslîm ile, adâlet ve sorumluluk bilincini kuşanarak hüküm vermeyi, yani her türlü aşırılıkla dengeyi birbirinden ayırmayı, birbirine karıştırmamayı hem teoride kabullenmeli ve hem de pratikte ortaya koyabilmeliyiz.
Sırât-ı müstakîm üzere bir İlâhî yürüyüş programındaki ifrat ve tefritin ne büyük zararlar açtığını görmemek mümkün değildir. En temel konu olan tevhid akîdesini anlamaktan tutun da, İslâmî dâvet sürecinin içerdiği bütün konulara varıncaya kadar, tarih boyunca bu iki uç, kendini hissettirmiştir. Örneğin, ifrat ehli öyle bir tevhid tanımlaması yapar ki, muvahhid bir mü’min olmak, bu tanımlamaya göre (istisnalar dışında, hemen hemen) mümkün değildir. Tefrit ehli de, öyle bir tevhid tanımlaması yapar ki, küfürde ileri gitmiş aşağılık insanlar bile sanki tevhid ehli gibi görünür. Dâvet çalışmalarında da aynı probleme şahit olmaktayız: İfratçı dini tekeline alır, tüm muhâtaplarına en katı, en sert tanımlamaları getirir; tefritçi ise, doğruyu yanlıştan ayırt edemeyecek kadar ortamı ve ortalığı süt-liman görür. Burada, “denge”nin önemi ortaya çıkmaktadır. Her iki aşırılıktan korunmanın yolu, “delile dayalı bakış açısı”nın egemen kılınmasıdır. Deliller, bütün açıklığıyla ortaya konmalı, duygusallığa yer verilmeden ilmî bir etüd içinde konular irdelenmelidir.
İfrat ve tefrit, Kur’an ve Sünneti anlama yönteminde de tarih boyunca kendini hissettirmiştir. Kur’an’ı merkeze almayan ve O’ndan doğrudan yararlanılamayacağını öngören geleneksel yaklaşım ile, Kur’an’ı anlamanın göreceliğini veya tarihselciliği öngören modern yaklaşım, birbirine zıt iki ucu temsil ederler. Kur’an’ın anlaşılmasını ve belirleyiciliğini İslâm tarihi içinde “üretilmiş” kaynaklara bağlayan taklitçi ve gelenekçi anlayışlar ile; Kur’an’ın tarihî şartların bir ürünü olduğunu iddia eden oryantalist zihniyet, yani tarihselcilik, her ikisi de itidalden sapmadır. Bu uçlar, her ne kadar birbiriyle zıt olsalar da, ortaya çıkan sonuç bakımından aynı noktada birleşmektedir: Kur’an’ın hayatın içinden bir şekilde çekilip alınması.
Aynı şekilde bu iki uca kaymalar, Sünneti algılamada da kendini göstermektedir. Yalan-yanlış her türlü rivâyeti ilmî elemeye tâbi tutmadan, Hz. Peygamber’e mal eden aşırı gelenekçi ve taklitçi sünnet anlayışı ifrâtı temsil ederken; Hz. Peygamber’i bir postacı konumuna indirgeyen ve onun örnekliğinin ve önderliğinin kuşatıcılığını göremeyen modernist anlayış, tefriti temsil eder. Her iki uç da, yine aynı noktada, sonuç itibarıyla buluşmaktadır: Yüce Peygamber’in örnekliğinin hayatın içinden çekilip alınması. Dikkat edilirse ifrat ve tefritin pratiği, sonuç itibarıyla, ortak bir noktada buluşmaktadır.
İfrat ve tefrit çizgisindeki savrulmalar, bu konuların dışında pek çok alanlarda da kendini göstermektedir. İslâm bilginlerini “yanılmazlık” mertebesine yükseltenler ifrâtı, onların ictihadlarını tahkir ya da tezyif edenler tefriti temsil ederler. Orta yol ise, onların görüş, ictihad ya da kanaatlerini sâlih gayretlerinden dolayı takdir etmek, duâ etmek, onlardan yararlanmak, ancak bu kanaat ya da ictihadları her dönemde ve her toplumda geçerli nass mertebesine yükseltmemektir. Toplumu değerlendirmede de vasatı temsil eden anlayışa ulaşmak için çaba göstermek gerekir. İçinde yaşadığımız ülke ne dâru’l-harptir, ne de dâru’l-İslâm. Toplumu değerlendirmede ölçülü olmak, dengeyi yakalamak, İslâmî anlayış ve tevhidî yürüyüşün selâmeti açısından çok önemlidir.
Sâbiteler bağlamında her bireyin hassas olması esas olmakla birlikte; muvahhid Müslümanlar arasında bireysel hassâsiyetlerin varlığı anlayışla karşılanmalıdır. Sıklıkla karşılaştığımız hassâsiyetler: Kesilen hayvanların etleri, tâğûtî vasfa sahip olanlar hâricindeki devlet memurluğu, askerlik, çocukların okula gönderilmesi, vergi, emekli maaşı alma vb. konulardır. Buradaki mûtedil çözüm; hassâsiyetlerin, bir bireysel özellik olarak kabul edilmesi, ancak bunun çevremizdeki müslümanlara dayatılmaması, hassâsiyet sahibi mü’minlerin örnekliklerini dayatmadan sürdürmeleri, güçle ve ideal anlamda çözümünün ancak İslâm devletiyle ilintili bu tür fedâkârlıkları herkesten beklememeleridir. Hassâsiyetini tevhidî ilkelerin olmazsa olmaz bir gereği gibi görmemek, ancak bunları koruyarak örnek olmak, hassâsiyet sahibi mü’minlerin görevi iken; bu hassâsiyetlere katılmayan mü’minlerin görevi de kardeşlerini rencide etmemeleri, onları hoş karşılamalarıdır. Bu tür farklılıkların varlığı, bir zenginlik olarak kabul edilmelidir. Burada da her iki aşırı uca kaymadan, dengeli ve ölçülü hareket etmek esastır. Ancak, unutulmamalıdır ki, sâbiteler bağlamındaki hassâsiyetler, bu konunun dışındadır. Örneğin, tâğutları ve tâğûtî vasfa sahip kurumları birtakım maslahatlarla desteklemek, bireysel hassâsiyet değil, bir sapma olarak değerlendirilmelidir.
Toplumu dönüştürme çabalarında da her iki aşırı uç, yine boy göstermektedir. Toplumu şiddet yoluyla aceleci adımlarla dönüştürmek isteyen şiddet yanlıları ifrâtı temsil ederken; örnek Kur’an neslini oluşturmak yerine bireyci, mevziî kültürel ve eğitsel çalışmalarla yetinen ya da sadece bunları savunanlar tefriti temsil etmektedir. Yaşadığımız coğrafyada cami ve mescidleri topyekün mescid-i dırar ilan edenler ifrâtı, onları şimdiki konum ve kullanım şekliyle İslâm toplumunun emrinde ideal birer kurum olarak görenler de tefriti temsil etmektedir. Resmî otoritenin kurumlarında çalışan herkesi tekfir eden tekfirci anlayış ile, ayrım yapmadan hepsini olumlu sayan, tâğûtî kurumları güçlendiren kişi ve zihniyetleri tasvip eden gevşek anlayış, yine iki aşırı ucu temsil ederler. Mezhep bağnazlığı içinde olup mezheplere “dokunulmazlık” zırhı giydirenler ifrâtı, mezhep olgusunu yok sayan ya da görmezden gelenler ve mezhepsizliği, yani disiplinsizliği savunanlar ise tefriti temsil ederler. Muharref din kültürünün toplumumuzda hâkim olduğu bir gerçektir. Ancak bu kültürü temsil edenlere de ölçülü davranmak ve uygun bir dil geliştirmek gerekir. Bunu temsil eden grup ya da cemaatleri bir düşman gibi algılamak da, onları ümmetin onurlu birer temsilcisi gibi görmek de yanlıştır.
İtidalin yakalanmasında, Şeriatin maksat ve gayelerini anlamaya mâtuf bir ilmî disiplinin varlığı önem kazanmaktadır. Dengeyi (itidali) elde etmede; derinlikli, hikmetli ve kapsayıcı bir bakış açısı devreye konulmalıdır. Aşırılıkları tamponlayabilmek için, hakikatin derinliğine nüfuz etmede acele etmemek, her gruptan müslümanlarla ve farklı cemaatlerle diyalog ve karşılıklı fikir alışverişini önemsemek, hâdiselere çok yönlü ve geniş bakmaya gayret etmek, araştırmaya önem verip taklit ve donukluktan kurtulmak, ahlâken de sabırlı ve hoşgörülü olmak gerekir. Bu konularda, ilmî derinliği olan muttakî ve muvahhid ulemâya büyük görevler düşmektedir. Örnek ve öncü bir Kur’an neslinin motoru konumunda olması gereken ulemânın toplum içindeki savrulmaları murâkabe edecek ilmî bir ağırlığı ortaya koymaları, vazgeçilmez bir zorunluluktur. Vasat/dengeli bir temsiliyetin gerekliliği, ümmetin fertlerinin aşırı uçlara kaymasını önlemek açısından da bir kez daha net olarak ortaya çıkmaktadır.
Haksız Tekfir; Bir Müslümanı Küfre Nispet Etme
Tekfircilik Hastalığı
Bazı müslümanlar, kendi din anlayışlarına uymayan bir anlayış ve inancın sahiplerini hemen tekfîr ediyor, dinden çıktıklarını söylüyorlar. Bu yaklaşım Müslümanları parçalıyor, birbirine düşürüyor, usulüne göre tenkit ve düzeltme kapısını da kapatıyor. Tekfir hastalığı yüzyıllardır İslâm toplumlarının birleşmelerinin önünde en büyük engeldir. Tekfircilik anlayışı Müslüman cemaatleri içten içe kemiren bir virüs olmuştur. Genelde tekfir hadisesi ilimde sığ olanlar ve genç Müslümanlar tarafından gündeme getirilmektedir. İslâmî yorum farklılıkları bizlerin aynı safta olmasını engellememelidir.
Uluslararası istikbârın yönlendirmesiyle bazı kesimlerin, İslâm dairesi içerisine sadece dört mezhebi koymaları ve Müslümanların bir kısmını sırf farklı mezhep ve fırkalara mensubiyetlerinden ötürü tekfir etmeleri, ciddi şekilde yadırganacak bir davranıştır. Tekfirci akımlar; ümmetin sorunlarını çözmek güdüsüyle mi bu işe kalkıştılar, İslâmî birlikteliğe katkı sağlamak ve Müslümanların yararına dönük mü hareket ediyorlar, yoksa grup, mezhep taassubu, intikam ve sığ düşünceleriyle mi hareket ediyorlar? Tekfir hastalığına yakalanan bir Müslüman için öncelik, Müslümanların ümmet şeklinde birliği ve güçlenmesi değil; kendi cemaatinin düşüncesi ve diğer Müslümanlarla yaptığı münazaralarda haklı çıkma gayreti olmaktadır.
Hâlbuki Yüce Allah bize şöyle buyurmaktadır: “Allah’a ve Rasûlüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin. Yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız da gücünüz gider. Sabredin şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.”[12]; “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılınız ve bir birinizden ayrılmayınız.” ve “Allah kalplerinizi birleştirdi de onun nimeti sebebiyle kardeş oldunuz.”[13]
Tekfirde aşırılığa götüren bir husus da; “Kâfire kâfir demeyen kâfirdir.” hükmüdür. Hâlbuki Ebû Hanife bu fetvâyı, açıkça kâfir olduğu bilinen birisini o haliyle tasdik sadedinde söylemiştir.
Tekfir Konusunda Âyet ve Hadisler
“Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa veya sefere çıktığınız zaman iyi dinleyip anlayın. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek ‘Sen mü’min değilsin’ demeyin…” [14]
"Çok yemin edene, haysiyetsiz kimseye, kusur arayana, söz taşıyana, hayırdan alıkoyana, haddini aşana, çok günahkâr olana... iltifat etme!" [15]
"Yazıklar olsun arkadan çekiştirmeyi ve yüze karşı kaş göz işaretiyle eğlenip ayıplamayı âdet edinene" [16]
"Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırıp tecessüs etmeyin, kimse kimseyi gıybet etmesin. Hanginiz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır...?" [17]
"Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa, bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” [18]
"Allah'a ve Rasûlüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin. Yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız da gücünüz gider. Sabredin, şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir." [19]
"Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz, onun dışında kalan günahları dilediği kimseden affeder" [20]
“…Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez." [21]
"De ki: 'Sapıklar dışında Rabbinin rahmetinden kim ümit keser." [22]
"De ki: Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım, Allah'ın rahmetinden ümitsizliğe düşmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhamet sahibidir." [23]
b) Hadis-i Şerifler
"Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun Rasûlü olduğuna şehâdet eden kimseye Allah ateşi haram kılmıştır." [24]
“Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in, O’nun elçisi olduğuna şehâdet ederek Allah’a kavuşan kimse cennete girecektir.” [25]
"Allah'a inanıp O'na hiç bir şeyi ortak koşmayan Cennet'e girmiştir. Allah'a inanıp da O'na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir." [26]
“…Kim ‘lâ ilâhe illâllah’ der ve Allah’tan başka tapınılan şeyleri reddederse, onun malına ve canına haksız yere dokunmak haram olur. Hesabı Allah’a kalmıştır.” [27]
“Ölen bir kimse (ölüm ânında) Allah’ın bir ve benim Allah elçisi olduğuma şehâdet (tanıklık) eder ve kalbi de bu işi tasdik ederse, Allah ona mutlaka mağfiret eder.” [28]
“Kim bizim namazımızı kılar, bizim kıblemize yönelir, bizim kestiğimizi yerse işte o, müslümandır.” [29]
“Bir kimsenin mescide alâkasını görürseniz, onun mü’min olduğuna şehâdet edin. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: ‘Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe iman edenler imar eder.” [30]
"Üç kişiden hesap sorma kaldırılmıştır: Aklını kaybetmiş kimse akıllanana kadar; uyuyan uyanana kadar ve çocuk bulûğa erene kadar. Bu üç zümreden kalem kaldırılmıştır ve yaptıklarından sorumlu tutulmazlar." [31]
“Şüphesiz Allah, ümmetimden hata, unutma ve üzerine zorlandıkları şeylerden sorumluluğu kaldırmıştır.” [32]
"Müşrik olarak ölenle, bir müslümanı haksız yere öldüren hâriç, Allah bütün günahları affedebilir." [33]
“Mü’min, haram kana bulaşmadıkça dininde genişlik içindedir.” [34]
“İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; iç yüzlerinin hesâbı/muhâsebesi ise Allah'a aittir.” [35]
Üsâme (r.a.) savaşta bir insanı ‘Lâ ilâhe illâllah’ dediği halde öldürüyor. Durumu Peygamberimize iletiyorlar. Peygamberimiz onu öldüren kişiye “Ey Usâme! Sen lâ ilâhe illâllah dedikten sonra adamı öldürdün ha!?” diye sordu. O da, "sadece korkusundan, öldürüleceği endişesiyle ‘Lâ ilâhe illâllah’ dedi" diyor. "Hel lâ şekakte kalbehu = kalbini yarıp da baksaydın ya, bu sözü samimiyetle mi söyledi, bilseydin! Kıyâmet günü lâ ilâhe illâllah gelince ona nasıl hesap vereceksin?" dedi ve bu sözü çokça tekrarladı.[36]
“Bana insanların kalbini yarıp karınlarını deşip imanlarını araştırmam emredilmedi.”[37]
“Bir kimse diğerine (din kardeşine), ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise adam doğru söylemiştir; yok eğer itham edilen kâfir değilse ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).” [38]
“Kim bir kimseyi ‘kâfir’ diye çağırır veya öyle olmadığı halde (ona) ‘Allah’ın düşmanı’ derse o söz kendisine döner.” [39]
“Hiç kimse, bir başkasına ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ demesin. Şâyet itham altında bırakılan kişide bu sıfatlar yoksa o söz, onu söyleyene döner.” [40]
“Müslümana sövmek fâsıklık, onunla savaşmak küfürdür.” [41]
“Kul, herhangi bir şeye lânet ettiğinde o lânet gökyüzüne çıkar. Semânın kapıları ona kapanır. Sonra yere iner, yeryüzünün kapıları da ona kapanır. Sonra sağa sola bakınır, girecek yer bulamaz da lânet edilen kişiye döner. Eğer gerçekten lânete lâyık ise onda kalır, değilse lânet edene döner.” [42]
"Kim din kardeşinin ırzını/nâmusunu onun gıyâbında müdâfaa ederse Allah, kıyâmet günü onu cehennem ateşinden uzaklaştırır." [43]
"Mü'min; insanları kötüleyen, lânetleyen, kötü söz ve çirkin davranış sergileyen kimse değildir." [44]
“Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların emin olduğu kişidir. Muhâcir de Allah’ın yasakladıklarını terk edendir.” [45]
Tekfir Konusunda Kurallar
1- Belli bir şahısla, grubu tekfir konusu farklıdır; hükümleri ayrı ayrıdır. Fiille fâil farklıdır. Peygamberimiz’in genel olarak ifade ettiği içinde “şunu, şunu yapan” şeklinde “iman etmiş olmaz”, “kâfir olur”, “şirk koşmuş olur” diye ifade ettiği birçok hadisi, olayın vehâmetini, günahın önemini belirtmek için söylenmiş tehdit içerikli ifadelerdir. Peygamberimiz’in bu hadislerinde genel olarak kullandığı “küfür” ifadesi, o işi yapan belirli kimsenin “kâfir” olmasına delil olmaz. İbn Teymiyye bu konuda şöyle der: Bir söz küfür olup onu söyleyen de alel ıtlak (genel) tekfir edilebilir. Mesela: “Kim şunları, şunları söylerse kâfirdir, demek gibi.” Fakat o sözleri söyleyen müşahhas bir kişi olduğunda hüccet ona ikame edilinceye kadar küfrüne hükmedilmez, müşahhas (belirli, muayyen) kişiyi tekfir ettirici şey, hüccetin ikamesidir. Vaîd (Tehdidi ifade eden, kötü âkıbet, cehennemde azab ile korkutucu naslar) ifade eden nasslarda da kaide böyledir. Zira Allah Teâlâ “Yetimlerin mallarını zulümle yiyenler, karınlarına sadece ateş doldurmaktadırlar ve çılgın bir ateşe girecekler.” (Nisa:10) buyurmuştur. Bu ve benzeri vaîd ifade eden nasslar haktır. Ancak müşahhas/belirli bir kişi aleyhine vaîdle şahitlik edilmediği gibi, ehl-i kıbleden muayyen bir şahsın aleyhine de ateşle şahitlik edilmez. Zira o şahsa vaîdin tahakkuk etmesine şartlarının bir arada bulunmaması veya başka bir engelin sabitliği mâni olabilir. Haram ona ulaşmamış olabildiği gibi, ulaşmış da o kimse haramdan tevbe etmiş olabileceği gibi, çok fazla hasenâtı olup, irtikâp ettiği haramı onunla bertaraf da edebilir. Veya Allah Teâlâ onu büyük bir imtihana tabi tutar o da sabreder ve bu sebeple günahlarına keffâret olarak affedilebilir.
Sahibini tekfir ettiren sözlerin durumu da böyledir. Hakkı bilmeyi gerektiren nasslar bir kimseye ulaşmamış olabilir yahut nasslar ulaşmış da onun yanında sâbitlik derecesinde olmayabilir. Veya nassları anlamak onun için mümkün olmamıştır ya da Allah’ın mâzur göreceği başka şüpheler olmuş da olabilir. Mü’minlerden herhangi bir kişi hakkı elde etmede çaba harcar da bununla beraber hata ederse, Allah onun hatasını -nasıl olursa olsun- affeder. Hata ister nazarî/fikrî, ister amelî meselelerde olsun aynıdır. İşte bu kaide Rasûlullah’ın (s.a.s.) ashâbının ve imamların üzerinde olduğu kaidedir. [46] Bu konu, ileride daha geniş ele alınacaktır.
Mutlak Küfür – Muayyen Küfür
Mutlak tekfir: Kitap ve sünnette karşılığı küfür ve şirk olan amelleri işleyen fâili belli olmadan "şunu yapan kâfirdir" veya "şunu söyleyen müşriktir" gibi durumlarda ilim sahiplerinin bu fiillere kanun koyucunun bildirdiği hükümleri genel anlamda vermesine mutlak tekfir diyoruz. Mesalâ “teşrî’ parlemanterlerin hakkıdır’, yani “kanun koymak milletvekillerine aittir, onlar istedikleri kanunu çıkarabilir” diyen kişi kâfirdir” deriz. Bu mutlak anlamda bunu diyen herkesi kapsar. Fakat tek tek fertlere indirgediğimiz zaman (muayyen tekfir edeceğimiz zaman) durum değişir ve aslen müslüman olan birisi için tekfir etmeden önce şart ve engellerin kaldırılması ve kadı nezdinde delillerin sâbit olması gerekir. Bu meselede, söylenen bu söz veya işlenen fiilin, büyük küfür olduğuna dair delâleti kesin olan şer’î delile bakılır. Bu delil, delâleti değişik ihtimallere açık olan türden olmamalıdır. Küfür hükmünü vermek için mutlaka delilin hem sabit olması ve hem de delâlet yönünden kesin olması gerekir.
İbn Teymiye şöyle der: “Kitap, sünnet ve icmâ ile küfür olduğu sabit olan bir söz için “Mutlak küfürdür” denir. Şer’i deliller bunu göstermektedir. İman, Allah Teâlâ ve Rasûlü’nden öğrenilen hükümlerdendir. İnsanların zan ve hevâlarına göre karar verecekleri bir konu değildir. Hakkında tekfirin şartları sâbit olmadıkça ve engelleri ortadan kalkmadıkça, bu tür sözleri söyleyen her kişi hakkında küfür hükmü verilmez. İslâm’a yeni girmiş olması veya ilimden uzak bir yerde yetişmiş olması sebebiyle içkinin veya fâizin helâl olduğunu söyleyen kişi bu kabildendir.” [47]
2- Te’vil edilebilecek bir durum varsa, bu te’vil, bizim açımızdan geçersiz ve hatalı da olsa te’vil sahibi tekfir edilmez. Hâricîlerin tekfir edilmemesi örneğinde olduğu gibi. Müfessir Kasımî, İbn Teymiyye’den naklen şöyle dedi: Kasdımız imamların mezhebi, mutlak küfürle onun çeşitlerini birbirinden ayırmakla ilgili tafsilat üzere bina edilmiştir.
Bu meselede dört mezhep imamının sözleri birbirinin aynıdır. Onlar, “İman, amelsiz sadece sözden ibarettir.” diyen Mürcieyi tekfir etmemişlerdir. Hâricîleri, Kaderiyyeyi vb. bid’at fırkalarını tekfire mâni naslar çok açıktır.[48]
3- Cehâlet, özellikle İslâm’ın hâkim olmadığı yerde, avam için mâzeret olabilir. Özellikle, günümüz câhiliyye ortamlarında insanlar, müslüman olduğunu iddiâ edenler ya da müslümanların yaşadığı yerlerdeki insanlar, çevrelerinden İslâm’ı ne kadar, doğru bir şekilde öğrenme, güzel örneklerini görme imkânlarına sahiptir? Çoğunlukla bid’at ve hurâfelerle yer yer tahrife uğramış din anlayışının, medyada, okullarda, hatta nice câmide tanıtılan ve yaşanılan İslâm’ın ne oranda gerçek İslâm olduğu sorgulanmalıdır. Ve bütün bu olumsuz şartlar içinde insanın bazen hurâfelere, zâlimlerle işbirliği yapanlara karşı çıktığını zannedip değerlendirerek hak adına hakka karşı çıkabildiğini unutmamak gerekiyor. Câhillik, bilinmeyen İslâm’a karşı çıkmayı neticelendirdiği gibi, bazen bu câhiller sevdiği(ni zannettiği) dinin gerçeklerine karşı çıkıp çıkmadığını bile bilip değerlendirmeden aklına göre bir hükmü kabul etmeyebiliyor. Nice insan İslâm için kendini belki fedâ edebilecek durumda Allah’ı ve Rasûlünü sevdiği halde, düzen ve ortamın kurbanı olarak, ilim ve amel konularında da ihmalin neticesi, bazı müslümanlarca mürted ilan edildiği için onlara göre idamı hak eden duruma düşebiliyor. Acınması ve kurtarılması gereken bu zavallılara karşı görevlerini yerine getirmeyen müslümanların, bunları asılması gereken insanlar olarak ilân etmeleri ne kadar doğru olur? Bunlara ne verdik ki, ne istiyoruz? Bataklıktan, hele gübrelikten çok güzel kokulu güller mi çıkacak? Tek tük çıksa bile, gübreliğin gülistan olmasını beklemek idealizmin anormallik boyutu değil midir? Bataklık/gübrelik kurutulmadan b... böceklerinin veya sivrisineklerin önüne geçmek mümkün mü? Cehâlet, aldatmalar, saptırmalar, akın kara, karanın da ak gösterilmesi gibi tavırlar değerlendirilmeden ve bunlara çözümler bulunmaya çalışılmadan insanların hakka tümüyle nasıl teslim olabileceğini düşünmek gerekiyor.
Rasûlullah (s.a.s.) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, bu şirkten sakınınız. Muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.” İçlerinden birisi: “Ey Allah’ın Rasûlü, karıncanın kımıldamasından daha gizli olduğu halde böyle bir şirkten nasıl sakınabiliriz?” “Ey Allah’ım, bile bile sana herhangi bir şeyle şirk koşmaktan yine Sana sığınırız. Bilmediğimiz şeylerden de Senden mağfiret dileriz’ deyin”[49] buyurdu.
Gördüğümüz gibi Rasûlullah bizlere şirkin birisi bizim tarafımızdan bilinen, diğeri bize gizli kalan olmak üzere iki çeşit olduğunu öğretmek üzere ve bizleri bilmediğimiz ve düşme ihtimalimizin olduğu şirkten dolayı Allah'tan mağfiret dilememizi emretmiştir. Kesinlikle biliyoruz ki, Rasûlullah (s.a.s.) bizlere ancak Yüce Allah'ın mağfiret edeceğini belirttiği şeylerin mağfiret edilmesinin istenebileceğini emreder, böyle olmayanları ise emretmez. Dolayısıyla kişinin bilemeyeceği bu şirk çeşidi, Yüce Allah'ın: "Muhakkak Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez, fakat bunun dışında kalanları; dilediği kimseler için mağfiret eder."[50] buyruğunda kast edilen şirk değildir. Ve yine aynı şekilde bu, Şeriatın müşrik olarak nitelendirdiği kimselerin şirki de değildir. Yine bundan, câhil kişinin, bilgisizliği dolayısıyla mâzur olduğu sahih olarak anlaşılmaktadır. Çünkü ümmet ittifakla ve ihtilâfsız olarak şunu kabul etmiştir: Eğer bir kimse, şirkin herhangi bir türünün şirk olduğunu açıkça görüp biliyorsa ve buna rağmen şirk olan bir sözü söyleyecek veya şirk olan bir davranışı işleyecek olursa o kişi kâfirdir, müşriktir ve (daha önceden müslüman ise) mürted olduğuna hüküm verilir.
Âlimlere, Allah'ın dinini insanlara ulaştırmakla kendini görevli kabul eden dâvâ adamlarına farz olan ise, bilmesi gereken şeyleri bilmeyen, kendisinin ihtiyaç duyduğu bilgileri öğrenememiş bulunan bilgisiz kimselere, dinde gerekli bilgiyi kazandırmaktır. Ta ki bu câhil kimseler, şirkin ve sapıklığın uçurumlarına yuvarlanmasınlar.
Çok sayıda âyet ve hadisten anlaşılacağı gibi; bilgisiz olan bir kimsenin delilden haberdâr oluncaya kadar, bilgisizliği dolayısıyla mâzûr olduğunu kabul etmek gerekir. İnsanlar kendilerine delil belirtilmedikçe bilgisizlikleri dolayısıyla Allah yanında mâzur olabilirler; biz onların mâzur olabileceği anlayışını öne çıkarmak ve böyle kimseleri tekfirden kaçınmak zorundayız. Bu durumda olanlar âlimlerin çoğunluğuna göre müslümandırlar, âsi değildirler, fâsık değildirler. Yüce Allah'ın gerçek emrinin ne olduğunu bile bile Allah'a isyanı emreden tâğutları rab edindiğini şer'î delille tesbit etmiş olduğumuz muayyen kişiler ise bu genel hükmün dışındadır. Bir kimseye delil açıklandıktan sonra, şer'î bir belge ve delil ile onun şer'î hükmü bilmiş olduğu sâbit olan ve bile bile Allah’ın hükmünü kabul etmediği kesin olan bir kimsenin kâfir olduğunda şüphe yoktur.
4- İctihadî ve zannî delillerle küfür kabul edilen konularda tekfirden kaçınılmalıdır. Suç, şüphe ile zâil olur; hadler şüphe durumunda düşer. Tekfir, had cezası gerektiren suçlardan daha büyük bir suçlamadır. Ümmetin ve âlimlerin küfür veya şirk olduğunda icmâ etmeyip ihtilâf ettikleri yoruma dayalı hususlarda, biz delili en kuvvetli olan görüşü, yorum veya ictihadı kabullenmeliyiz. Ama, bizim en kuvvetli delil olarak kabul ettiğimiz görüş, başkalarınca kabul edilmeyebilir, delil onlara göre kuvvetli görülmeyebilir. İhtilâf edilen konuların dışında, sahih olduğu kesinlikle kabul edilen icmâ' konusunda muhalefet eden kişi, bu genel hükümden müstesnâdır. Çünkü böyle bir icmâ' onun delilini zaten apaçık çürütüyor, icmâ'a muhalefet edenin, tekfir edilmesi gereği herkesin ittifakıyla sâbittir. Hakkında farklı ictihad ve âlimlerin farklı görüşleri olan konularda ise tekfir etmekten kaçınmak mutlaka gereklidir. Çünkü Akaid, zanna dayandırılamaz. Her ictihad, her yorum zannı içerir. Günümüzdeki tekfirle ilgili konuların çoğu bu kapsamdadır. Demokrasi bize göre küfür kabul edilebilir. Ama başkası, onun içini farklı dolduruyor, onu farklı şekilde anlıyor olabilir. Her ne kadar onların delili bize çok kuvvetli gelmiyorsa bile, bu te’vil, onları tekfir etmemize engeldir. Halktan herhangi bir kimsenin; düzenin devamından yana, tâğut kabul ettiğimiz kimselere oy vermesi de böyledir. Bu tavır, bize göre küfürdür, ama sadece oy verdiği için insanlara kâfir demenin çeşitli mahzurları vardır. Bir şahsın yanlışına karşı çıkıp onu uyarmanın ve ona doğru din anlayışını tebliğ etmenin, o kimseye “kâfir” demeden onlarca çeşit yolu vardır. Mevcut şartları ve karşısındaki mü’minlerin imkânını değerlendirmeden; tâğutların emrinde askerlik yapanlara, mecbur olduklarında istemeyerek de olsa mahkemeye çıkanlara, vahyi reddeden okullara gidenlere veya çocuklarını bu tip okullara gönderen kişilere, “ikrâh”ı yanlış yorumlayıp bazı pislikleri[51] ve imzaları formalite kabul edip şirke bulaşanlara, ya da sadece tarikata bağlı olduğu bilinenlere; bunlarla birlikte “ben Müslümanım” diyen, Allah’ı ve Peygamberini sevdiğini tahmin ettiğimiz ve namaz kılanlara “kâfir” hükmü vermek, yanlıştır. Bu yanlışlık; hem ictihadî ve zannî delillerle küfür kabul edilen konularda tekfirden kaçınma ile ilgili ve hem de aşağıdaki maddelerde anlatılacak hususlar açısından değerlendirilmelidir. Câhilliye toplumunda yaşadığı için bazı problemlere sahip olan, ama İslâm’ı tek din, Şeriat’ı en doğru dünya düzeni kabul eden, ama hatalı te’vili veya yanlış anladığı nasslar neticesi, savunduğu ve gittiği yolun “Nebevî bir metod” olmadığını bilemeyenler İslâm’ın dışına çıkarılmamalıdır.
Dikkat ederseniz, biz bu kimselere “kâfir” damgası vurmanın yanlışlığından bahsediyoruz. Yoksa, bu eylemleri hiçbir şekilde savunmuyoruz. İçinde zehir olma ihtimali olan bir suyu ölmek istemeyen kimse nasıl içmezse, cehenneme gitmek istemeyen kimsenin de özellikle akaid açısından şüpheli şeylerden kaçınması, % 1 ihtimalle şirk olan husustan kaçınması gerektiğini, bunun imanı ispat anlamına geldiğini belirtiyoruz. Bu eylemlerden bazılarının küfür olduğu görüşüne de katılıyoruz; ama her küfrün kişiyi kâfir etmediğini ve ihtilâflı konularda kişilere “kâfir” damgası vurmanın yanlışlığını belirtiyoruz. Bu insanları tekfir edip dışlamak değil; tevhidi, tüm boyutlarla anlatmaya çalışmanın bizim görevimiz olduğunu söylüyoruz.
Bununla birlikte; halk ile aydınlar (dini iyi bilen ya da bilecek imkânı olanlar), oy verenle oy verilenler, hükmedilenlerle hükmedenler, istemeden mecbur olanlarla isteyerek ve adâlet bekleyerek mahkemeye müracaat edenler, gücü ve imkânı olmayan mustaz’aflarla her imkânı elinde olanlar, câhillerle âlimler, te’vil ederek bir yoruma katılmayanlarla açıkça hükmü kabul etmeyenler aynı kategoride değerlendirilemez; aynı şekilde hüküm verilemez.
5- Mü’minlere yönelik sûizan yasaklanmış; hüsn-i zan tavsiye edilmiştir. Kur’an, zanla hüküm verilemeyeceğini açıklar: “Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz.”[52] Yine Kur’an, sûi zandan, kötü sanıdan kaçınmayı emreder: “Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirip gıybet yapmasın…”[53]; "Bilmediğinin peşinden gitme."[54] Bu hükümleri bilen ve Allah'ın hatadan koruduğu mâsûm Peygamberinin: "Zandan çokça sakının. Çünkü muhakkak zan sözlerin en yalanıdır."[55] beyanını işitmiş kimselerin, başkasına yapabileceği en şenî, en ağır itham olan tekfirden kaçınması gerekir. Bu konuda şer'î kesin delil ile hiç bir zanna ve şüpheye yer vermeyen deliller ortaya konulmadıkça asla böyle bir işe kalkışmamalı ve şahsî görüşüne, yani zannına tâbi olarak, Yüce Allah'ın öyle bir kimse hakkında vermesini emretmiş olduğu hüküm olan İslâm hükmünün dışında herhangi bir hükmü zannına uyarak vermemelidir.
6- Suç, şüphe ile sâkıt olur. Tekfir gibi büyük bir suçlama da şüphe ile düşmelidir. "Şüphelerden dolayı hadleri kaldırın (uygulamayın)."[56]
Hanefî Fakîh ve Usûlcülerinin Bu Konuda Açıklamaları:
Hanefî kitaplarından Câmiu'l-Fusûleyn’de denilir ki: "Tahâvî, arkadaşlarımızdan şöyle rivâyet eder: "Bir kişi, imandan ancak imana girdiği şeyi inkâr ettiği zaman çıkar. Böyle bir şey vuku bulmadıkça dinden çıkmaz. Sonra da böyle bir husus vuku bulsa da kesin kanaat oluşmadıkça bu kişinin mürtetliğine hükmedilmez. Şüpheli bir durum varsa mürtetliğine hükmedilmez. Çünkü sabit olan İslâm şüphe ile izale edilemez. Ki İslâm yücedir, hiçbir şey ona üstün gelemez. Bir âlime, Ehli İslâm'ı tekfir hususu sorulduğunda bu hususta soruya cevap verirken aceleci olmamalı, bu konuda iyi bir araştırma yapmalıdır." el-Fetevâ es-Suğra adlı eserde şöyle denilmektedir: "Bir kimsenin tuttuğu yol (te’vil yolu) onu tekfir etmeyi engeller. Müftî bir yöne meyleden (te’vil eden) kişiyi tekfir etmemelidir." el-Hulâsa ve diğer eserlerde de şöyle denilir: "Bir meselede tekfiri gerektiren birçok ihtimal varsa, ancak bir tek yön tekfiri engelliyorsa bu yöne itibar edilmeli, kişi hakkında genellikle Müslüman olduğu zannı beslenmelidir." el-Bezzaziye'de ziyade ile denir ki: "Ancak, küfrü gerektiren hali kişi kendi irâdesi ile te’vile izin vermeyecek şekilde tasrih ederse o zaman başka." Şöyle ki: "Şâyet bir adam Müslüman birinin dinine söverse, bu sövgü dini hafife alma olduğu için tekfir edilmesi gereken bir husustur. Ama böyle bir olayla karşılaşan bir kimse şöyle bir ihtimali gözden kaçırmamalıdır: Bu sövgü, o kişinin ahlâkî çirkinliğinden mi kaynaklanıyor, yoksa o kişinin Din-i İslâm'a karşı bir garazı mı vardır? Eğer dine karşı olan bir garazdan dolayı ise o zaman bu kişi tekfir edilir. Yok, ahlâkî bozukluktan kaynaklanan bir husussa o zaman tekfir edilmez. Bazı Hanefî âlimleri bunu özellikle belirtmişlerdir."
el-Fetevâü’l Hayriyye adlı eserde şu durumda olan kişi hakkında fetvâ sorulur: “Şâyet hâkim, birine: ‘Sen şeriata râzı mısın?’ diye sorsa ve adam da ‘hayır, kabul etmiyorum’ dese müftî de onun kâfir olduğunun fetvâsını verse -ki bu fetvâdan dolayı karısı da ondan ayrılır-, peki, bu cevabından dolayı bu kişinin küfrü sâbit olur mu, olmaz mı?” Buna şu şekilde cevap verilir: Âlim olan kişi ehl-i İslâm'ı tekfir hususunda acele etmemelidir. Daha önce bu durumda olan için tâzir ve cezalandırma uygulanır. Yoksa böyle çirkin ve uygunsuz söz söyleyen kişiyi tekfir etmemişlerdir. İhtimaldir ki kişi bu sözü şeriatten tiksindiği veya ona karşı istikbarda bulunduğu için değil de hasmına olan aşırı öfke ve kızgınlığından dolayı söylemiş olabilir.” Fetevâ Tatarhaniye'de ise: "İhtimaller göz önünde bulundurularak tekfir hükmü vermekte acele edilmez. Çünkü tekfir cezalandırmada nihâî noktadır. Nihâî nokta da cinâyetin son haddini gerektirir ki o da öldürmedir. İhtimallerin olduğu bir hususta ise böyle kesin hüküm verilmez." Bahr'da ise bu ihtimaller sayıldıktan sonra şöyle denir: "Eğer Müslüman birinin sözü güzel bir noktaya hamledilebiliyorsa tekfirine fetvâ verilemez. Velev ki zayıf bir rivâyet de olsa bu kişinin küfrünü gerektiren hususta ihtilâf söz konusu ise fetvâ o zayıf rivâyet dikkate alınarak ona göre verilir. Durum böyle olmasına rağmen yukarıda zikredilen tekfiri gerektiren lafızlar, te’villerine bakılmaksızın, temel alınarak çokça kişi hakkında tekfir fetvâları veriliyor. Ben nefsime bunlarla hiçbir fetvâ veremeyeceğimi gerekli kıldım." Reddu'l Muhtar’da İbn Âbidin el-Hayr er-Remlî'den, o Bahr’ın sahibinin yaptığı açıklamanın peşinde şöyle der: "Velev ki zayıf bir rivâyet olsa dahi... Derim ki şâyet mezhep ehlinin dışında olanların yanında dahi zayıf bir rivâyet varsa, zayıf da olsa bu ihtimal değerlendirilir. Ki küfrü gerektiren hususların tayininde icmânın var olma şartı da bu görüşü desteklemektedir." Hanefi tahkikçilerinden Kemaleddin İbn Hümam der ki: "Mezhep ehli, tekfiri çokça yapar. Fakat fakîhler böyle değildir. Onlar itidallidirler. Bunlar müctehid imamlardır. İşte bu hususta fakîhlerden başkasına itimat edilmez."
7- Berâat-ı zimmet asıldır. Fıkhın genel prensiplerinden biri de budur. Aksine bir hüküm veya delil bulunmadığı sürece, kişinin hukukî ve cezâî sorumluluğunun olmaması demektir. Bu prensibe göre, Allah’ın hükmü bulunmadan fert herhangi bir yükümlülükle mükellef tutulamaz. Aynı şekilde, aksine bir delil bulunmadıkça kişinin suçsuzluğu ve borçsuzluğu esastır. Mecelle’de: “Berâet-i zimmet asıldır” şeklinde küllî kaide olarak yer alır. Suçluluğu hükmen sâbit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.
8- İnsan ne ile İslâm’a girerse, onlardan birini inkârla dinden çıkar. İnkâr edilen şeyin tevhid kelimesinin zarûrî ve kesin izahı veya zarûrât-ı diniyeden olması gerekir ki, tekfir edilebilsin.
Zarûrât-ı dîniyye, yani dinden olduğu zorunlu olarak bilinen şeyler, âlim ve câhilin bildiği hususlardır. Bu iş aynı zamanda nisbî/izâfî bir duruma dönüşüp zaman, mekân ve şahıslara göre değişebilir. Dinden olduğu zorunlu olarak bilinen, şeriat güneşinin her tarafa ışık saçtığı parlak döneminde olup insanlara Allah’ın dinini tebliğ eden ve onlara hüccet ikame eden, ilmiyle âmil âlimlerin çok olduğu dönemler farklıdır. Şeriat güneşinin battığı, âlimlerin -insanlara dinlerini bulandırıp gerçekleri örtbas eden- kötü kişiler olduğu, hak ehli kişilerin de az olup herkese seslerini duyuramadıkları dönemler daha farklıdır.
Dinden olduğu zorunlu olarak bilinen bir şeyi kişi bilerek inkâr ederse inkârı sebebiyle o kimse tekfir edilir ve âlimlerin kararlaştırdığı gibi İslâm ümmetinden dışarı çıkar.
Nevevî şöyle demiştir: “Dinden olduğu zorunlu olarak bilinen bir şeyi inkâr eden kişiye mürtedlik ve küfür hükmü verilir. Meselâ: Zina, içki haksız yere adam öldürme gibi haram olduğu kesin bilinen şeyleri helâl sayan kimsenin durumu böyledir."[57]
Hattâbî şöyle demiştir: “Ümmetin icmâ ettiği ve bilgisi yaygın olup herkes tarafından bilinen bir hükmü inkâr edenin durumu da aynıdır.[58] İbni Ebi’l-İzz de şöyle der: “Kitab’ın hükmünü reddeden kimsenin tekfir edilmesinde şüphe yoktur. Fakat Kitab’ın hükmünü kendisine ârız olan bir şüpheden dolayı tevil eden kimse hemen tekfir edilmez, tevilinden dönmesi için ona meselenin doğrusu açıklanır.[59]
Dinden olduğu zorunlu olarak bilinen bir şeye cehâletin mâzeret olmamasının sebebi, onların herkes tarafından biliniyor olmasındandır, Dinden olduğu zorunlu olarak bilinen şeyleri bilmeyen bazı şahısların herhangi bir zaman ve herhangi bir mekânda var olduğu farz edilse, bu gibi şahısları âlimler cehâletine binâen mâzur görürler.
Zârûrât-ı Diniyyeden birini inkâr eden, bu sözün dinden çıkardığını bilmese dahi kâfir olur. Örneğin haram olduğunu bildiği hâlde içki içmenin helâl olduğunu söylemesi gibi, işte o kâfir olur. O hâlde zârûrât-ı Dîniyyeden olduğu bilineni inkâr eden kâfir olur, ancak şu durumlardan birinde olması müstesnâdır:
a- İslâm’a yeni girmiş olması,
b- Gerçek âlimlerden uzak bir beldede yetişmiş olması,
c- Müslümanlar arasında yetişip meselenin hükmü kulağına çok tekrarlanmadığı için İslâm’a yeni girene benzer bir durumda olması. Bu durumlardan biri veya birkaçı bulunduğu için; inkâr etmiş olduğu hükmün, Allah’ın Dini İslâmda bulunduğunu bilmemiş olması şartıyla müstesna tutulur ve tekfir edilmez. Aynı şekilde, dinî veya akîdevî bir konuda bir te’vilde bulunup, farklı yorumlayarak yorum ve te’vilinde yanılan bir kişi de müstesna tutulur, tekfir edilmez. Yaşadığımız ülkede ilmî çalışmaların yeterli şekilde yapıldığını iddia etmek zordur. İstisnâlar dışında tevhid ve şirk insanlara anlatılmadığı gibi, Cumhuriyet’ten sonra özellikle iman konusu bulandırılmaya çalışılmıştır. Hocalardan çoğunun, insanlara hakla bâtılı karıştırarak ve onlara şirki süslü göstererek din anlattığını hesaba katmak gerekiyor.
9- Kelime-i şehâdet veya tevhid kelimesiyle İslâm’a girilir. Bu sözü söyleyen bir kimsenin müslümanlığını kabul etmeli; bu şehâdet veya tevhid kelimesine ters bir söz veya davranışta bulunan kimsenin niçin bu şehâdet ve tevhidi reddettiğini açıklaması istenmelidir.
İslâmî bağ, kelime-i şehadeti telaffuz etmekle gerçekleşir. Birçok âlim ve yazar bu hususta icma olduğunu nakletmişlerdir. Kelime-i şehadetten sonra namaz, zekât vb. şer’î ibâdetler taleb edilir. Kişi bu ibâdetleri terk etmesinden dolayı şeriatın belirlediği cezaya çarptırılır. Günümüzde bazı kimselerin; İslâmî bağın gerçekleşmesine bazı âlimlerin mesaj ve şuur vermek için kelime-i şehâdetin iyi anlaşılması konusunda şart olarak zikrettiği; ilim, sevgi, bağlanma, yakîn vb. şeyleri zorunlu görmesi cehâlettir, taşkınlıktır. Çünkü zorunlu görülen bu şeylerin çoğu kalbî amellerdir, bedenî ameller değildir. Kalbî amelleri tahkik etmeye, başkası için yol yoktur. Sonra dünya ile ilgili ameller zâhire göre tertip edilmiştir, sırları ise sadece Allah bilir. Bazı kimseler de İslâmî bağın gerçekleşmesi için kişinin namaz kılıp zekât vermesini de şart koşmuşlardır. Bu hükmün tersine selefin icmâ etmesi sebebiyle bu söz bid’attir. Bu sözün bid’at oluşuna delil ise; Kitab ve Sünnette sayılmayacak kadar çoktur. Meselâ: “...Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse dinde sizin kardeşlerinizdirler...”[60] Eğer tevbe ederler, yani; “Tevhidi ifade eden kelime-i şehâdeti söyleyerek tevbe ederlerse...” demektir. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; iç yüzlerinin hesâbı/muhâsebesi ise Allah'a aittir.” [61] Ashâb’dan Üsâme’nin savaşta bir insanı ‘Lâ ilâhe illâllah’ dediği halde öldürmesi üzerine; Peygamberimiz’in şiddetle kızması ve: “Ey Usâme! Sen lâ ilâhe illâllah dedikten sonra adamı öldürdün ha!?” diye tepki göstermesi ve: kalbini yarıp da baksaydın ya, bu sözü samimiyetle mi söyledi, bilseydin! Kıyâmet günü lâ ilâhe illâllah gelince ona nasıl hesap vereceksin?" deyip bu sözünü çokça tekrarlaması[62] hangi sözle İslâm’a girileceğini açık şekilde belirtir.
Rasûlullah (s.a.s.), amcası Ebû Tâlib’e ölüm vaktinde: “Lâ ilâhe illâllah de, kıyâmet gününde onunla senin lehine şehâdet edeyim” dedi. Ebû Tâlib: “Kureyş’in beni ayıplaması ve hakkımda ‘Ebû Tâlib bunu korktuğu ve sabredemediği için yaptı’ demeleri olmasaydı, o kelimeyi söyler ve senin gözünü aydın ederdim” dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ: “Muhakkak ki sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin. Fakat Allah kime dilerse ona hidâyet verir.”[63] âyetini indirdi.[64] İslâmî bağ, Müslüman baba ve anneden dünyaya gelmekle gerçekleştiği gibi, bülûğ çağına gelmeden önce küçüklüğünden beri Müslümanların velâyeti altında yetişen kimselere de gerçekleşir. Buna delil olarak Rasûlullah’ın (s.a.s.) şu mübârek hadisini zikredebiliriz: "Dünyaya gelen her insan, fıtrat üzere doğar; sonra anne ve babası onu yahûdi, hıristiyan, mecûsi (farklı bir rivâyete göre veya müşrik) yapar." [65] Bu hadiste Rasûlullah (s.a.s.): “anne ve babası Müslüman yapar” dememiştir. Çünkü her doğanın, doğduğu fıtrat, İslâm’dır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Sen, yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona çevir. Zira Allah'ın yaratmasında değişiklik olmaz. İşte dosdoğru din budur. İnsanların çoğu bilmez."[66]
Rasûlullah’ın (s.a.s.): “Her Müslümanın kanı, malı ve ırzı diğer Müslümana haramdır.”[67] hükmünden dolayı İslâmî bağı gerçekleşen kimsenin kanı, malı ve ırzı korunma altına alınmış olur. Böyle bir kimseyi bilmeden amelî küfrü irtikâp etmesi veya itikadî küfre düşmesi sebebiyle tekfir etmek ve İslâm milletinden çıkartmak kimseye câiz değildir. Ancak bu, şer’î hüccetin/delilin ikamesinden sonra mümkündür. Şer’i hüccetin ikamesi ise İbn Hazm’ın ifade ettiği gibi şöyledir: “Hücceti kişiye öyle ulaştıracaksın ki artık ondan sonra hiçbir dayanağı kalmasın ve ona teslim olsun. Bu mevzuda Şeyhülislâm şöyle demiştir: “Terk ettiğinde tekfir edilen hüccet, kişiye şer’î hükümleri bilen sultan ve itaat olunan emir gibi kimseler tarafından tebliğ edilip ikame edilmelidir.”
Şeyh Süleyman b. Sehman şöyle demiştir: “Hüccet ikamesini güzel yapamayan kimsenin, hüccet ikame etmemesi gerekir. Allahu a’lem bu benim için açık bir durumdur. Bildiğime göre, hüccet ikamesini güzel yapamayan, dininin hükümlerinden habersiz câhil kimseler, bu fiili yapsalar da âlimlerin ifadelerine göre onların hüccet ikamesiyle hüccet ikame edilmiş olmaz.[68] Öncelikle hüccetin Kitap ve Sünnetten olması, çok açık olup karışık olmaması, hüccet ikame edilen kişinin bütün şüphelerini iptal edici kesin deliller olması gerekir. (Muhâtaba en güzel ahlâk örneği sunarak nezakete, güzel üslûba dikkat edilmesi gerektiğini unutmamak gerekir. Muhâtabı küçümseyerek hırçın ve zorbalıkla hüccet ikame etmeye çalışanlar, insaf edip bu işten vazgeçmeli ve insanları dinden soğutmamalıdır.) Bazı meseleler âlime ihtiyaç duymaz. Meselâ: Kur’an’dan bir âyette hata eden kişiye Kur’an’ı getirip göstermek yeterlidir. Bundan sonra büyüklük taslar ve âyeti Kur’an’da gördükten sonra inkâr ederse küfre girer.
10- Müslümanlık iddiası, şehâdet kelimesi gibi kişinin müslümanlığıyla ilgili söylediği söz, bâtıl ve yalan olduğu ortaya çıkıncaya kadar hak ve doğru kabul edilir. Bir kimse hakkında şüphe ve zan ise, hakikati ve doğruluğu çıkıncaya kadar geçersizdir, yalan sayılır.
11- Ehl-i kıble tekfir edilmez. Ehl-i kıble: Kıbleye, yani Kâbe’ye doğru yönelerek namaz kılmanın farz olduğuna inanan, ancak inanç esaslarını değişik şekillerde yorumlayan farklı mezheplere bağlı bütün Müslümanları ifade eder. Kelime-i şehâdeti söyleyip içeriğine iman eden, zarûrât-ı diniye adı verilen İslâm’ın temel hükümlerini kabul eden ve namaz kılan kimsenin tekfir edilmesine Ehl-i Sünnet karşıdır. Ehl-i kıble olan Müslümanların tekfir edilemeyeceği hususu, Ehl-i Sünnet’in genel prensipleri arasında yer almaktadır.
12- Peygamberimiz, vahiyle kendisine bildirilen münâfıkları ashâbına bildirmedi. Onlara Müslüman muâmelesi yapılmasına izin vermiş, hatta mecbur etmiş oldu. Ama savaşta “lâ ilâhe illâllah” diyen birini öldürdü diye sahâbisi Üsâme’yi şiddetli şekilde azarladı.
Peygamberimiz, kendisine vahiyle bildirilen (kâfirlerin en tehlikelisi olan ve cehennemin en alt tabakasında azap görecek) “münâfıklar”ı ashâbına bildirmedi. Kendi zamanında yaşayan münâfıkların listesini, başka hiçbir kimseye söylememesi şartıyla, sır olarak sadece Huzeyfe’ye bildirdi. Diğer ashâbının, aralarına karışarak, kendilerini gizleyen ve böylece fitne çıkarmak isteyen münâfıklara Müslüman muâmelesi yapmasını sağlamış oldu. Hayatında da, kendisini Müslüman olarak tanıtan hiç kimseyi tekfir etmedi. Ashâbın da şehâdet kelimesi getiren herhangi bir Müslümanı tekfir ettiğini bilmiyoruz. İlk tekfir, bilindiği gibi, Hâricîler tarafından büyük bir bid’at olarak ortaya çıktı.
13- Bir kâfiri mü’min sanmakla yapılacak hata, bir müslümanı kâfir saymakla yapılacak hatadan çok daha hafiftir. Çünkü Kur’an’da ve hadislerde haksız tekfir yasaklanmış, ama açıkça küfürleri belli olmayan ve ben müslümanım diyen kâfir olma ihtimali olan kimselere Müslüman muâmelesi yapılması yasaklanmamış, tam tersine; ashâbdan ve diğer Müslümanlardan (küfrünü kısmen gizleyen) münâfıklara Müslüman muâmelesi yapması istenmiştir.
“Kâfir Zannedilene Kâfir Demeyeni Kâfir Kabul Etmemek; İki Müslüman, Üçüncü Bir Kişinin Şüpheli Durumundan Dolayı Biribirlerini Tekfir Etmemelidir”
Günümüzde şöyle bir durumla karşılaşılıyorsunuz: Bir insan, toplumda başka bir insanı tekfir ediyor ve onu kâfir-müşrik ilan ediyor. Bunu yaparken de te’vile/yoruma başvuruyor. Siz de o kişinin müslüman olduğuna inanıyorsunuz. Yani karşınızdaki kişi, üçüncü bir kişiyi kendi yorumuyla kâfir sayarken siz de kendi yorumunuzla o üçüncü kişiyi kâfir saymıyorsunuz. Bu defa karşınızdaki kişi sizi de kâfir sayıyor. Sebebi de -ona göre- "kâfire, kâfir" dememeniz, işte böyle zincirleme bir metotla bir kişiden hareketle bazen yüzlerce ve binlerce kişi kâfir sayılabilmekte bugün. Şimdi konuyu İslâm tarihinden bazı olaylarla, te’vile-yoruma başvurmadan nakledelim: Müctehid imamlarımızdan İbn Teymiyye'nin de bu mevzûları anlatırken zikrettiği olaydır ki, ashabdan Hatıb Bin Ebi Belta, Mekke fethedileceği sırada, Mekke'deki müşrik akrabalarını korumak amacıyla onlara haber göndermek ister. Bu niyetini de gerçekleştirir. Ne var ki Hatıb Bin Ebi Belta'nın müslümanlar aleyhine Mekke'ye gönderdiği casus kadın yakalanır ve Hz. Peygamber’in huzuruna getirilir. O sırada Hz. Ömer oradadır. Hz. Ömer, Hatib'e çok kızar ve onun münâfık olduğuna inandığını söyler. Hz. Peygamber ise Hatıb'ı savunur ve onu koruyarak: "Hayır, o münâfık değildir. O, Bedir ehlindendir." der. Bu olaydan anlıyoruz ki iki Müslüman, üçüncü bir kişinin tekfir edilmesi konusunda farklı görüşlere varabilirler. Bu da insanların algılayış ve tefakkuh durumuna bağlı olup normaldir. İbn Teymiyye bu olaydan dersler çıkararak iki müslümanın, üçüncü bir kişinin şüpheli durumundan dolayı biribirlerini tekfir etmeyebileceğini beyan ediyor. [69]
Evet, bu tespiti yapan İbn Teymiyye gibi sert üslûplu biri. Diğer ulemâda zaten daha esnek üslûplar mevcuttur. [70]
14- Kur’an’ın şu ihtarını akıldan çıkarmamalıdır: “Ve lâ tekûlû li men elgâ ileykumu’s-selâme leste mü’minâ tebteğûne arada’l-hayâti’d-dünyâ… (Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, ‘sen mü’min değilsin!’ demeyin…)” [71]
15- Haksız tekfir bumerang gibidir; karşısındaki mü’min olduğu halde onu tekfir eden kişinin kendisine bu sıfat döner. Peygamberimiz bu konuda şöyle buyurmuştur: “Bir kimse diğerine, ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise, adam doğru söylemiştir; yok eğer ona dediği gibi değilse, ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).” [72]; “Hiç kimse, bir başkasına ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ demesin. Şâyet itham altında bırakılan kişide bu sıfatlar yoksa, o söz, onu söyleyene döner.” [73]
16- İhtiyatlı davranmak gerekir. “Tekfir ettiğimiz şahıs ya kâfir değilse?” diye düşünülüp yapılan tekfirin isabet edememesi halindeki feci durum değerlendirilmelidir.
17- Te’vilsiz tekfir, şeksiz küfürdür. Muvahhid mü’minlerin görevi tebliğdir. Tebliğ, kesinlikle tekfirden üstündür. Müslümanların hedefi, kişiyi küfre teslim etmek değil; aksine küfrün pençesinden kurtarmaktır. Küfrüne delâlet edecek kendisine göre ciddi deliller olmadan bir müslümanı tekfir, kişinin kendisinin kâfir olmasına sebep olur. Kabul edilebilecek bir te’vili olanı da bizim tekfir etmemiz câiz olmaz. Müslümanlar, yargıç rolünü üstlenmemeli, tebliğle görevli olduklarını unutmamalıdır.
18- Tekfir kararı şahıslara bırakılmış değildir. Tekfire İslâm mahkemesi karar verir. İslâm devletinde bir müslümanın küfre girip girmediğine Ulu’l-emr veya nâibi (onlar adına kadı/hâkim); İslâm’ın hâkim olmadığı yerlerde ise, mü’minlerin kendi içlerinden seçtiği imam karar verir. Tekfîrle ilgili soruşturma, yargılama ve ilgili işlemleri yürütme mercii, İslâm Devleti’nin makamlarıdır. Bir müslümanın küfür suçu işlediğine karar verip onu tekfir edip “kâfir” muâmelesi yapmak ve hakkında gerekli işlemleri yaparak suçluyu cezalandırmak, yalnızca İslâm devletinin güvenlik ve yargı makamlarının yetkisindedir.
19- Büyük günahlar imanı zedeler, zayıflatır, ama iptal etmez. Bu konu, “Büyük Günah İşleyenin İtikadî Durumu ve Tekfîr” başlığı ile ileriki sayfalarda işlenecek, konu hakkında geniş bilgi verilecektir.
20- Dinden çıkarmayan bazı günahlar hakkında “küfür” kelimesini kullanmak câizdir. Bu kullanış, tağlîz ve korkutma gayesini güder. Bu çeşit tağlîz, yani ağır sözlerle caydırma işi, hadislerde bazen imanın nefyedilmesi ile yapılmıştır. “… Ve tekfurne’l-aşîr (…Kocalarınıza karşı kâfir oluyorsunuz; yani nankörlük ediyorsunuz).” [74] Bu konu da ileriki sayfalarda daha geniş şekilde açıklanacaktır.
21- Naslarda ortaya çıkan küfür veya şirk, büyük ve küçük küfür (veya şirk) diye ikiye ayrılır. Rasûlullah (s.a.s.) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, bu şirkten sakınınız. Muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.” İçlerinden birisi: “Ey Allah’ın Rasûlü, karıncanın kımıldamasından daha gizli olduğu halde böyle bir şirkten nasıl sakınabiliriz?” “Ey Allah’ım, bile bile sana herhangi bir şeyle şirk koşmaktan yine Sana sığınırız. Bilmediğimiz şeylerden de Senden mağfiret dileriz’ deyin”[75] buyurdu.
Şirkin küçüğü, gizlisi vardır. Küfür de bazen nankörlük anlamında kullanılır; kâmil iman yokluğu gibi anlamlara gelebilir. “Onların çoğu Allah’a, şirk koşmadan iman etmezler”[76] Allah Rasûlü (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurdu: “Sizin hakkınızda en çok korktuğum küçük şirktir.” ‘Küçük şirk nedir ey Allah’ın elçisi?’ diye sordular. “Riyâdır. Allah Teâlâ, kıyâmet günü insanların amellerinin karşılıklarını verdiği zaman: ‘Dünyada kendilerine riyâ/gösteriş yapmakta olduklarınıza gidin. Bakın bakalım, onların yanında bir karşılık bulacak mısınız?’ buyurur.”[77]
Kasimî, tefsirinde şöyle demiştir: “Herhangi bir hadiste “Kim şöyle bir şey yaparsa ... o kimse şirke düşmüştür veya küfre düşmüştür.” şeklinde vârid olan ifadelerden, kişiyi İslâm milletinden çıkaran küfür veya sahibine mürtedlik hükümlerini icrâ ettiren şirk kastedilmemektedir. (Bu konuda çokça hadis rivâyeti vardır. Onlardan birkaçı: “Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip istemedikçe iman etmiş olmaz.” [78]; “…Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız…”[79]). Meselâ Buhârî: “Küferâni’l-Aşîre; Küfrün dûne Küfür” (İnsanı kâfir yapan “küfr”ün dışında “küfür”) diye bab açmıştır.[80]
İbn Kayyım şöyle demiştir: Küfrü bu şekilde kısımlara ayırmak; Allah’ın kitabını, İslâm’ı, Küfrü ve gereklerini en iyi bilen sahâbelerin sözüdür. Bu önemli meseleler de onlardan başka kimseden öğrenilmez. Muteahhirîn (sonradan gelenler), onların murâdını anlayamadıkları için iki kısma ayrıldılar. Birinci kısım, günah-ı kebâir (büyük günah) işleyeni İslâm milletinden ihraç edip cehennemde ebedî yanmaya mahkûm ettiler (Hâricîler gibi). İkinci kısım ise, onları imanları kâmil tam mü’minler yaptılar (Mürcie gibi). İkinci gurup, kelime-i şehâdet getiren herkese kâmil iman sahibi mü’min demek sûretiyle haddi aştı. Birinci gurup da her günah işleyeni cehenneme mahkûm edip Allah’ın rahmetini iptal edip kuruttu. Allah Teâlâ, Ehl-i Sünneti doğru yola iletip sözlerin en âdiline ulaştırdı. Ehl-i Sünnetin, dalâlet fırkalarına karşı konumu, İslâm’ın muharref dinlere karşı konumu gibidir.[81]
Ebû Bekir b. el-Arabî şöyle der: Buhârî “Hayat yoldaşına nankörlük etmek bir nevi küfürdür ve kâfirliğin berisinde kâfirlik vardır babı” derken muradı; İtaatlere iman ismi verildiğini açıklamak ve mâsiyetlere de dinden çıkarıcı küfür mânâsı kastedilmeyen küfür ismi verileceğini beyan etmektir. Buhârî, günah çeşitleri arasından hayat yoldaşına nankörlük küfrünü hârika bir dikkatle seçmiştir. O da hadis rivâyetinden yola çıkarak kadının kocasına yaptığı nankörlüğe “küfür” kelimesini genel anlamıyla kullandı. Ancak buradaki küfür, kişiyi İslâm milletinden çıkaran küfür değildir. [82]
Büyük günahlara küfür kelimesinin genel olarak kullanılması o günahlardan nefret ettirmek ve onları işlemeye mâni olmak içindir. Ancak genel olarak kullanılan küfür kelimesinden kastedilen; kişiyi İslâm milletinden çıkarıcı küfür olmadığı ortadadır. Meselâ Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Müslümana sövmek fâsıklık, onunla savaşmak, onu öldürmek küfürdür.”[83]; “Her günahı Allah’ın mağfiret buyurması muhtemeldir. Ancak, bilerek mü’mini öldüren veya kâfir olarak ölen kimse hâriç.”[84]; “Benden sonra birbirinin boyunlarını vuran kâfirlere benzemeyin.”[85] Sahâbe arasında fitnenin zuhuruyla meydana gelen savaşta onlar birbirlerini tekfir için bu vb. nasları delil olarak kullanmamışlardır. Rasûlullah’ın (s.a.s.) “Bizlerle onlar arasındaki ahit namazdır; kim de onu terk ederse küfre girer.” "Muhakkak ki namaz, insan ile küfür ve şirk arasında bir perdedir. Namazı terketmek bu perdeyi kaldırmaktır."[86] Nitekim bazı rivâyetlerde, namazı bilerek terkedenin kâfir olacağı, bazı rivâyetlerde ise "Allah'ın zimmetinden uzaklaşacağı"[87] hadisinde âlimlerin sahih, râcih görüşlerine ve cumhurun üzerinde olduğu görüşe göre namazı tembellikle terk eden kimse tekfir edilmez. "Kim Allah'tan başkasına yemin ederse muhakkak şirk koşmuştur yahut küfretmiştir." [88] Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu hadisinde kastedilen küfür; sahibini İslâm milletinden çıkaran küfür olmayıp küçük küfür olduğu mâlumdur. Riyâ da aynı kısımdandır. "Şüphesiz riyâ şirktir."[89]; "Riyâ/gösteriş için oruç tutan, namaz kılan, sadaka veren kimse Allah'a şirk koşmuştur." [90]
İman ve küfrün dereceleri, çeşitleri olduğu gibi, nifakın da kendine göre kısımları vardır. Bunlar, itikadî ve amelî olmak üzere iki ana grupta toplanır. Kur’an’da belirtilen münâfıklar ve onların özellikleri açıklanırken, itikadî münâfıklara işaret edilmiştir. Hadis-i şeriflerde gündeme getirilen münâfıklar ve özellikleri ise, amelî münâfıklardır. İmana aykırı olmayarak, sadece amelle ilgili olan nifakın bu çeşidi, küfür değildir; fakat büyük günahtır. Bir kimsenin, müslüman olduğu halde, yalan, emânete hiyânetlik, sözde durmama, hile ve riya gibi bazı münâfık alâmetlerini üzerinde taşıdığı olur. Zira bu çeşit nifak alâmetlerinden tamamen sâlim olmak, hayli güçtür. O yüzden, bazen farkında olmadığı halde bir mü’minde münâfıkların sıfatlarından bulunabilir. Çünkü bazı nifak alâmetlerinin İslâm’la bir arada bulunması mümkündür.
Nifak, amelde olursa suçtur, günahtır. Amelle ilgili nifak vasıfları insanı küfre götürmez. Bu bakımdan bir insanın, inanç yönünden nifakı apaçık olmadıkça; ihmal, tembellik ve ihtiras gibi birtakım nefsânî zaaflar yüzünden ortaya çıkan kusurları sebebiyle münâfıklığına hükmedilmez. Çünkü genel anlamda münâfık sözü, meselenin iman – küfür yönünü ifade eder. "Münâfığın alâmeti üçtür. Söz söylerken yalan söyler. Vaad ettiği, söz verdiği zaman sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hiyanet eder." [91]; "Dört şey kimde bulunursa hâlis münâfık olur. Kimde bunlardan bir kısmı bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münâfıklıktan bir haslet kalmış olur. Bunlar: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hiyanet etmek, söz söylerken yalan söylemek, ahdettiğinde, söz verdiğinde sözünü tutmamak, husumet zamanında da haktan ayrılmaktır." [92] Hadis-i şerifte belirtilen (bazı rivâyetlerde üç; bazı rivâyetlerde dört) vasıf aynı anda bir kişide tümüyle bulunsa dahi, imanla ilgili olmadıkça, o kimseye münâfık denmemelidir.
22- İman, bazen küfür, nifak veya câhiliye ile birlikte bulunabilir. İbn Kayyım şöyle der: “Bir adamda küfürle beraber iman, şirkle beraber tevhid, takvâ ile beraber fücur... olabilir. Bu, Ehl-i Sünnetin en önemli usullerinden biridir. Ehl-i Sünnete bu usûlde Hâricîler, Mu’tezile ve Kaderiye gibi Ehl-i Bid’at muhâlefet etmiştir. Günah-ı kebâir sahibi kimselerin ateşten çıkışı ve orada ebedî kalmamaları işte bu usul üzere bina edilmiştir. Kur’an, sünnet, sahâbenin icması ve fıtrat, bu usûlün doğruluğuna delâlet etmektedir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Onların çoğu, Allah’a şirk koşmadan iman etmezler.”[93] Bu âyette şirkle beraber Allah onların imanını ispat etmiştir. “Bedevî Araplar; ‘İman ettik’ dediler. De ki: Siz iman etmediniz, fakat ‘Müslüman olduk’ deyin. Henüz iman kalplerinize girmedi. Eğer Allah’a ve Rasûlüne itaat ederseniz Allah, yaptığınız amellerinizin karşılığını eksiksiz -tam olarak- öder ve siz haksızlığa uğratılmazsınız. Allah ğafûr ve rahîmdir.”[94] Allah Teâlâ bedevîlerin imanını nefyederken (olumsuz kılarken) Müslüman olduklarını, Kendisine ve Rasûlüne itaat ettiklerini ifade etmiştir. “Mü’minler o kimselerdir ki Allah’a ve Rasûlüne iman ettiler, sonra şüpheye düşmediler; Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaştılar. İşte (iman iddiasında) doğru olanlar bunlardır.” [95] Bedevîler iki görüşten doğru olanına göre; münâfık değillerdi. Allah’a ve Rasûlüne itaatleri sebebiyle Müslüman idiler. Bununla beraber kendilerini kâfirlerden ayırt edici bir nevi iman olsa da, kâmil mü’minler değillerdi. [96] Bu konu hakkında da ileriki sayfalarda yer yer tamamlayıcı bilgi verilecektir.
23- Kâfirde mü’min amelinden bazıları, onu mü’min yapmadığı gibi, bazen mü’minde de kâfir ameli bulunabilir; bu da mü’mini kâfir yapmaz. İbn Kayyım şöyle diyor: Bir kulda iman şubelerinden bir şubenin olması onun mü’min diye isimlendirilmesini gerektirmez. Her ne kadar o kuldaki şube iman ise de sahibi mü’min diye isimlendirilmez. (Doğru sözlü veya sadaka veren bir kâfirin mü’min diye isimlendirilmediği gibi veya insanlığa yararları dokunan kâfirlerin mü’min olmadığı gibi.)
Küfür de öyledir, bir kulda küfür şubelerinden bir şubenin olması onun kâfir diye isimlendirilmesini gerektirmez. Her ne kadar o şube küfür ise de sahibi kâfir diye isimlendirilmez. Bir kimsede az bir ilmin olması onun âlim diye isimlendirilmesini gerektirmiyorsa fıkhın veya tıbbın bazı meselelerini bilen kimselerinde fakîh veya tabip olarak isimlendirilmelerini gerektirmez. İman şubesinin iman, nifak şubesinin nifak, küfür şubesinin de küfür olarak isimlendirilmesine bunlar mâni değildir.
Bir kimseden küfür alâmetlerinden bir alâmet sâdır olduğunda alel-ıtlak (genel olarak) kâfir sıfatı verilmez. Haram olan bir şeyi irtikâp (kötü bir iş işlemek) eden kimseye “o fâsıktır” denilmemesi de yine böyledir.[97] Ancak burada, o kimse haram olan bir şeyi irtikâp ettiği halde fıska düşmedi denmek istenmiyor. Onun “fâsık” sıfatı -fıskta ısrarı sebebiyle- o fiilin sahibine galebe gelmesinden sonra gerçekleşir. Zinâkâr, hırsız, gâsıp vb. kimseler mü’min olmakla beraber kâmil mü’min diye isimlendirilmedikleri gibi, küfür alâmetlerinden herhangi bir alâmeti bulunduran kimseye de kâfir denilmez. Her ne kadar işlediği fiil küfür hasletlerinden olsa da durum böyledir. Zira masiyetlerin (isyan etme) hepsi küfür şubelerinden olduğu gibi, Allah’a itaat olan bütün ameller de iman şubelerindendir.[98]
24- Bazen bir fiil küfür olduğu halde, işleyen kâfir olmayabilir. Allah Rasûlü’nün (s.a.s.): “Sizin hakkınızda en çok korktuğum küçük şirktir.” ‘buyurması üzerine ashâb: “Küçük şirk nedir ey Allah’ın elçisi?” diye sordular. Rasûlullah: “Riyâdır…” buyurur.[99] İnsanı müşrik yapmayan şirk için bir örnektir riyâ. Hadis-i şeriflerde geçen münâfık alâmetlerinin herhangi birisi veya birkaçı üzerinde görülen bir müslümana “münâfık” veya “kâfir” denilemez, bu vasıflardan dolayı bu kimseye bu hüküm ona verilemez.
Kasimî, tefsirinde şöyle demiştir: “Herhangi bir hadiste “Kim şöyle bir şey yaparsa... o kimse şirke düşmüştür veya küfre düşmüştür.” şeklinde vârid olan ifadelerden, kişiyi İslâm milletinden çıkaran küfür veya sahibine mürtedlik hükümlerini icrâ ettiren şirk kastedilmemektedir. (Bu konuda çokça hadis rivâyeti vardır. Onlardan birkaçı: “Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip istemedikçe iman etmiş olmaz.” [100]; “…Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız…”[101] Meselâ Buhârî: “Küferâni’l-Aşîre; Küfrün dûne Küfür” (İnsanı kâfir yapan “küfr”ün dışında “küfür”) diye bab açmıştır.[102]
İbn Kayyım şöyle demiştir: Küfrü bu şekilde kısımlara ayırmak; Allah’ın kitabını, İslâm’ı, Küfrü ve gereklerini en iyi bilen sahâbelerin sözüdür. Bu önemli meseleler de onlardan başka kimseden öğrenilmez. Muteahhirîn (sonradan gelenler), onların murâdını anlayamadıkları için iki kısma ayrıldılar. Birinci kısım, günah-ı kebâir (büyük günah) işleyeni İslâm milletinden ihraç edip cehennemde ebedî yanmaya mahkûm ettiler (Hâricîler gibi). İkinci kısım ise, onları imanları kâmil tam mü’minler yaptılar (Mürcie gibi). İkinci gurup, kelime-i şehâdet getiren herkese kâmil iman sahibi mü’min demek sûretiyle haddi aştı. Birinci gurup da her günah işleyeni cehenneme mahkûm edip Allah’ın rahmetini iptal edip kuruttu. Allah Teâlâ, Ehl-i Sünneti doğru yola iletip sözlerin en âdiline ulaştırdı. Ehl-i Sünnetin, dalâlet fırkalarına karşı konumu, İslâm’ın muharref dinlere karşı konumu gibidir. [103]
Ebû Bekir b. el-Arabî şöyle der: Buhârî “Hayat yoldaşına nankörlük etmek bir nevi küfürdür ve kâfirliğin berisinde kâfirlik vardır babı” derken muradı; İtaatlere iman ismi verildiğini açıklamak ve mâsiyetlere de dinden çıkarıcı küfür mânâsı kastedilmeyen küfür ismi verileceğini beyan etmektir. Buhârî, günah çeşitleri arasından hayat yoldaşına nankörlük küfrünü hârika bir dikkatle seçmiştir. O da hadis rivâyetinden yola çıkarak kadının kocasına yaptığı nankörlüğe “küfür” kelimesini genel anlamıyla kullandı. Ancak buradaki küfür, kişiyi İslâm milletinden çıkaran küfür değildir.[104]
Büyük günahlara küfür kelimesinin genel olarak kullanılması o günahlardan nefret ettirmek ve onları işlemeye mâni olmak içindir. Ancak genel olarak kullanılan küfür kelimesinden kastedilen; kişiyi İslâm milletinden çıkarıcı küfür olmadığı ortadadır. Meselâ Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Müslümana sövmek fâsıklık, onunla savaşmak, onu öldürmek küfürdür.” [105]; “Her günahı Allah’ın mağfiret buyurması muhtemeldir. Ancak, bilerek mü’mini öldüren veya kâfir olarak ölen kimse hâriç.” [106]; “Benden sonra birbirinin boyunlarını vuran kâfirlere benzemeyin.”[107] Sahâbe arasında fitnenin zuhuruyla meydana gelen savaşta onlar birbirlerini tekfir için bu vb. nasları delil olarak kullanmamışlardır. Rasûlullah’ın (s.a.s.) “Bizlerle onlar arasındaki ahit namazdır; kim de onu terk ederse küfre girer.” "Muhakkak ki namaz, insan ile küfür ve şirk arasında bir perdedir. Namazı terketmek bu perdeyi kaldırmaktır."[108] Nitekim bazı rivâyetlerde, namazı bilerek terkedenin kâfir olacağı, bazı rivâyetlerde ise "Allah'ın zimmetinden uzaklaşacağı"[109] hadisinde âlimlerin sahih, râcih görüşlerine ve cumhurun üzerinde olduğu görüşe göre namazı tembellikle terk eden kimse tekfir edilmez. "Kim Allah'tan başkasına yemin ederse muhakkak şirk koşmuştur yahut küfretmiştir." [110] Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu hadisinde kastedilen küfür; sahibini İslâm milletinden çıkaran küfür olmayıp küçük küfür olduğu mâlumdur. Riyâ da aynı kısımdandır. "Şüphesiz riyâ şirktir."[111]; "Riyâ/gösteriş için oruç tutan, namaz kılan, sadaka veren kimse Allah'a şirk koşmuştur." [112]
25- "Lüzûm-i küfür değil de, iltizâm-ı küfür küfrü gerektirir." H. Karaman bu usûl kuralını şöyle açıklar: “Bir kimsenin belli bir davranışı, dış görünüşü itibarıyla küfrü gerektiriyor, "bunu ancak kâfir olan yapar, söyler" kanaatini veriyorsa buna "küfr-i lüzûmî" denir. Bu durumda kişi, mezkûr davranışının küfrü gerektirdiğini bilmiyor yahut bunu yaparken kâfir olmayı kast etmiyor olabilir. Eğer şahıs, yaptığı (davranışının) ve söylediğinin küfrü gerektirdiğini, müslümanın dinden çıkmasına sebep olduğunu biliyor ve bu maksatla mezkûr davranışta bulunuyorsa, küfrü iltizam ediyor ve benimsiyor demektir; işte buna da "küfr-i iltizâmî" denir.
Şimdi farklı düşünen, farklı davranışta bulunan iyi niyetli, samimi müslümanlarla tartışmak, kardeşçe ve "birbirlerine karşı merhametlidirler"[113] ferman-ı İlâhîsine uygun üslupta karşı fikir ileri sürmek, uyarmak... mümkündür, câizdir. Fakat onları tekfir etmek câiz değildir. Çünkü bir kimsenin kâfir olmasının şartı iltizamdır (küfrü benimsemesidir) yahut da söz ve davranışının İslâm içinde kalmasına müsait hiçbir te’vile ihtimal taşımamasıdır.
Bu kurala göre bir kimsenin İslâm dairesinden dışarı çıkması, müslümanlara göre yabancı sayılabilmesi için küfrü (müslümanlığa sığmayan bir düşünce ve inancı) bilerek ve gönülden benimsemiş olması gerekir. Kişi, küfrü gönülden ve bilerek benimsemediği müddetçe, onun bir yorum veya davranışı, bir başkasına göre dinden çıkmasını gerektiriyor diye o kâfir sayılamaz (böyle bir kimse tekfir edilemez). Te’vîlin (yorumun) usûlüne uygun olarak yapılmamış olmasından önemli hatalar doğabilir; böyle yorumlar kişi ve grupları, Allah ve Rasûlü'nün (s.a.s.) murâdı olan İslâm yolundan uzaklaştırabilir, ancak te’vil bulundukça küfre hükmetmek, te’vil sahiplerini İslâm ümmetinden dışlamak oldukça düşünülmesi gereken, sorumluluk getiren bir hüküm olur. Te’vîl, kişinin şahsî düşünce, keşif, ilhâm ve temâyülünü vahyin üstüne çıkarıyor, vahyi geri plâna itiyor, açıkça veya doğurduğu sonuç itibârıyla akla ve ilhâma dayanan bir din getiriyorsa bu te’vil sahipleri ile birleşilemez. İslâm adına ortak bir hizmet gerçekleştirilemez (Çünkü bunlar akaidî bir sapma içindedir). İhtilâf vahye öncelik vermemekten değil de, onun sübutu (bize sağlam olarak intikali; ki, bu ancak hadisler için söz konusudur), yahut usûlünce yorumdan kaynaklanıyorsa bu ihtilâf grupları ile işbirliği mümkündür ve gereklidir.
Tekfir ve usulsüz tenkit... Bazı müslümanlar, kendi din anlayışlarına uymayan bir anlayış ve inancın sahiplerini hemen tekfîr ediyor, dinden çıktıklarını söylüyorlar. Bu yaklaşım müslümanları parçalıyor, birbirine düşürüyor, usulüne göre tenkit ve düzeltme kapısını da kapatıyor.” [114]
26- Şirke bulaşan veya akîde ve amelinde şirk izleri bulunan her kim olursa (müslümanlardan) ona ne ıstılah mânâsıyla "müşrik" diye hitab edilebilir ve ne de müşriklere yapılan muâmele ona da yapılabilir. Böyle bir hitap ve davranışa, ancak, tevhid inancını temel inanç olarak kabul etmeyen, vahiy, nübüvvet ve Allah'ın kitabı'nı daha baştan dinin kaynağı olarak kabul etmeyen ve asıl dinleri şirke dayalı kimseler müstehaktır.
Küfre girip kâfir oldukları halde[115] Yahûdi ve Hristiyanlar için Kur’ân-ı Kerim'de müşrik lafzı kullanılmayıp başka bir ıstılah, "ehl-i kitap" ıstılahı kullanılmıştır. Dahası, onlarla müşrikler arasında sadece telaffuzdan doğan bir farkla yetinilmemiş, müslümanların onlarla olan ilişkileri, müşriklerle olan ilişkilerinden ayrı ele alınmıştır. "Allah'a şirk/ortak koşan kadınlarla, onlar inanıncaya kadar evlenmeyin."[116] diyen Kur’an’ımız Kitap ehlinden olan, İncil’e veya Tevrat’a inanmış bir kadınla müslüman bir erkeğin evlenmesine izin/ruhsat vermiştir. [117] Ayrıca, Kur’an, ehl-i kitabın yiyeceklerini müslümanlara helâl kılmıştır. “Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin (yahûdi ve hıristiyanların) yiyeceği size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir.” [118]
Ancak, bütün bunlara rağmen Eğer Yahudi ve Hristiyanlar gerçekten de müşrik olarak görülse idi, onların da kadınlarıyla evlenmek kendiliğinden haram olurdu. Aynı şekilde Ehl-i Kitab'ın kestiklerinin hükmü de müşriklerinkinden tamamen farklıdır. Böyle bir ayrılığın sebebi şundan başka ne olabilir ki: Onlar şirke bulaşmalarına rağmen tevhidi, asıl din olarak kabul etmektedirler. Bundan dolayı onlara Müslümanlarla aralarında eşit olan kelimeye, tevhid’e gelmeleri için çağrı yapılır:[119] "Deyin ki, "Bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim ilâhımız da sizin tanrınız da birdir..." [120]
Bunun aksine, Allah Teâlâ "müşrik" ıstılahını şirki asıl din olarak benimsemiş kimseler için kullanmıştır. Onlar Peygamber Efendimize (s.a.s.) şöyle itiraz ediyorlardı: "Tanrıları tek bir tanrı mı yapıyor? Doğrusu bu şaşılacak bir şeydir" dediler." [121] Onlar dinin akîde ve amellerinin de vahiy ve risâletten alınması gerektiğini kabul etmiyorlardı: "Onlara 'Allah'ın indirdiğine uyun' denilince "hayır biz baba ve dedelerimizin üzerinde bulundukları şeye uyarız' derler." [122]
27- Mü’min süpürücü değildir. O, her şahıs hakkında özel hüküm vermenin gereğine inanır. Bilir ki, içinde doksan dokuz câninin yanında bir mâsum insan olan bir gemi varsa, aralarında tek bir mâsum olduğu için o geminin batırılması câiz olmaz. İçinde taş var diye pirinci atmadığı gibi, hatta taşların içinde pirinç varsa onu da ayıklar.
Tebliğci, gönül doktoru olmalıdır. Küfür ve şirkle ilgili virüsler bünyesine az-çok sızmış veya bu ihtimal olan hastalara nezâket ve hassâsiyetle yaklaşmalı, onu tedavi etmeye çalışmalı; tedavisi için kendisi faydalı olamaycaksa, başka branşları ilgilendiriyorsa, başka doktorlardan yardım istemeli ve bir can kurtarmaya çalışmalıdır. “Kim haksız yere bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibidir.”[123]
Adam öldürmekle suçlanan birinin “katil” olup olmadığına, varsa hafifletici duruma ve verilecek cezanın ne olduğuna karar vermek, halka düşmez; İslâm devletinin organlarının görev alanına girer. Katil hükmü vermekten çok ağır olan “kâfir” hükmü vermek için, genel hükümler kâfi gelmez; âlim ve müctehid de olmayan bazı gençlerin, birtakım sathî bilgilerle nassları kendilerine göre yorumlayarak hüküm çıkarmaları doğru ve geçerli değildir. O şahsın hangi sebepten dolayı ve neyi kastederek bir sözü söylediği veya davranışta bulunduğu ciddi şekilde araştırılır; kendi gerekçeleri ve savunmaları dinlenir. Kalbi ve niyeti okunmaya çalışılmaz. Zâhirle ve kendisini İslâm’a nisbetiyle karar verilir. Ben İslâm’ın hiçbir hükmünü reddetmiyorum deyip şehâdet kelimesini söylemesi onun Müslümanlığına hüküm vermeye yeterli gelir. Nasslarda belirtilen açık bir küfür inancını savunuyorsa kendisine delillerle doğru din tebliğ edilir, şüpheleri giderilir ve bu hastalık tedavi edilmiş olur.
28- Tevhid konusunda aşırı hassâsiyet, tekfir konusunda da aşırı ihtiyat gerekir. Milyonda bir ihtimalle şirk kabul edilebilecek bir konuda kendimizi ısrarla korumak, yani böyle küçük çaplı da olsa riskli söz ve davranışlardan kaçınma duyarlılığı göstermek gerekir. Tekfir konusunda ise, bir söz veya davranış yüzde bir ihtimalle küfür sayılmayabilen bir şey ise, muhâtabı tekfir etmemek şiarımız olmalıdır.
İtici değil, çekici olmalıyız. Mıknatıs gibi olmalıyız; içinde az da olsa iman cevheri olan bize yaklaşmalı. Zorlaştırıcı değil, kolaylaştırıcı; nefret ettirici değil, müjdeleyici olmalıyız. “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.”[124] Ağzından köpük saçarak kendi anlayışı dışındaki tüm Müslüman ve cemaatleri ağır ifadelerle suçlayıp eleştirerek hayırlı bir yere varılamaz. İnsanları tekfir edip kendisiyle aralarına duvar örerek onlara karşı tebliğ ve örnekliği terk etmek, ancak hastalıklı bir tip oluşmasını sonuçlandırır. Kardeşlik ve ümmet hukukuna riâyet edilmeden Allah’ın râzı edilmesi mümkün değildir. Tek önderimiz Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Nefsim yedinde olan Allah'a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayın.” [125]; “(Hiçbir kötülüğü olmasa dahi) kişinin, müslüman kardeşine hakaret etmesi kendisine (kötülük olarak) yeter. Her müslümanın diğerine kanı, malı ve namusu haramdır.” [126]
Derdimiz bağcı dövmek değil, üzüm yemek olmalı. Yargı yerine dâvet öne çıkmalı, tekfir ve mürtedlik damgalamasıyla öldürülecek adam aramak yerine; ihyâ edilecek, hidâyetlerine sebep olunacak tavırlar gerekiyor. Mesleğimiz yargıçlık değil, itfaiyecilik ve doktorluk olmalı. Bilinçli şekilde savaşçı konumunda olmayanları öldürmeye değil; onları kurtarmaya, ihyâ etmeye koşmalıyız. Militanlık değil, merhamet fedâiliği gerekiyor ıslah için, amel-i sâlih için, hakkı ve sabrı tavsiye için. Unutmayalım ki, bir canı kurtaran/ihyâ eden, bütün insanları kurtarmış gibi; haksız yere birini öldüren de bütün insanları öldürmüş gibi olur. [127]
29- İmanı izhar, kalpte de iman olduğunu gerektirmez. Biz bir şahsın Müslüman olduğunu -zâhirine bakarak- söylüyor veya mü’min olduğuna hükmediyorsak bu o şahsın bâtınının şirkten sâlim olup cennete gireceğine hükmettiğimiz anlamına gelmez. Bilâkis kişiye Müslüman hükmü dünya hayatındaki muâmelât için verilir. Öyle bir kişi Müslüman babasına vâris olur, Müslümanlardan biriyle evlenir ve Müslümanların mezarlığına defnedilir. Bununla beraber o kişi küfrü gizleyen kimselerden olabilir. Çünkü biz, insanların kalplerini yarmakla memur değiliz.
İbn Teymiyye şöyle der: “Dünyada câri olan hükümlere göre zâhirde mü’min olan kişinin bâtında da mü’min olması gerekmez. “...İman etmedikleri halde Allah’a ve âhiret gününe iman ettik…”[128] diyen münâfık kimseler de zâhirde mü’mindirler. Onlar Rasûlullah’ın (s.a.s.) zamanında, Müslümanlarla beraber namaz kılar, onlardan kız alır, kız verir, evlenirler, onların mirasını alır, onlara miras verirlerdi. Buna rağmen Rasûlullah (s.a.s.) onlara küfrü izhar eden kâfirlerin hükmüyle hüküm vermemiştir. Evlenmelerinde de, miraslarında da, başka bir şeyde de münâfıklara kâfirlerin ahkâmını uygulamamıştır. Abdullah b. Ubeyy münâfıkların en meşhuru olduğu halde Müslümanların en hayırlılarından olan oğlu Abdullah babasına mirasçı olmuştur.
Şeyhulislâm devamla: “Onların kanları ve malları koruma altındadır. Kâfirlerin kanları ve mallarının helâl olduğu gibi, münâfıklarınki de helâl değildir. Kendilerinin mü’min olduğunu izhar etmeyip, aksine kâfir olduğunu izhar eden kimseler hakkında Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; iç yüzlerinin hesâbı/muhâsebesi ise Allah'a aittir.” [129]
30- Müslümanlığıyla övünen, namaz kılan, Allah ve Rasûlünü sevdiği belli olan, bunlarla birlikte günümüz câhiliyesinin etkisinde kalan bazı insanların hükmü hakkında susmak en doğru yoldur. İctihad ve yorumla tekfir etmenin sakıncasından ötürü, âlimlerin ve Müslümanların icmâya varamayıp ittifak edemedikleri ihtilâflı hususlarda muhâtaplarımızın bizim açımızdan delili çok zayıf olduğundan geçersiz kabul etsek de te’villerini dikkate alıp inkâr etmediklerini hesaba katmak zorunda olarak bazı insanlar hakkında susmanın en ihtiyatlı tavır olduğunu düşünüyoruz. Günümüzde her şey o kadar karışmış, “ak”la “kara”nın dışında ve bu renklere az-çok benzeyen o kadar “ara ton”lar çıkmıştır ki, insanın ak da diyemeyeceği, kara da diyemeyeceği hususlar çokça oluyor. Ve ad koymada en doğrusu susmak diyorsunuz. Bazı insanların adını koyamıyor; “mü’min desen tam benzemiyor; kâfir desen diyemiyorsun” şeklinde sükût etmek zorunda kaldığımız kimseler oluyor. Değişik bir tevillerle demokrasiyi savunan, tâğutlara oy veren, heykelin karşısında tören denilen âyinlere katılan, Atatürk ilkelerine bağlı kalacağına dair yemin eden veya metin imzalayan, vahyi reddeden okulları onaylayan, tâğutî kurumları veya tâğutları savunan… nice insan var. Öyle bir toplumda yaşıyoruz ki hakla bâtıl karışmış, müslümanla kâfir ayırt edilemez olmuş. Bu haksız tekfir ve muvahhid Müslümanlar arasındaki soğukluğa sebep olan grup taassubu kırılıp ümmet gücüne erişince Allah’ın yardımına muhâtap olacak bu topluluk, âlimlerin öncülüğüyle Peygamberî usûlle tevhidi tüm topluma tebliğ edecek, şirk ve putperestlik net şekilde insanlara anlatılacak. Tüm tartışmalar bitecek. Hak ve bâtıl, tevhid ve şirk şeklinde saflar netleşince bu insanlar bir tercih yapmak zorunda kalacaklardır. Ve o zaman onların tercihlerine göre onlara isim vermek kolay ve şart olacaktır. O günlerin bir an önce gelmesi dilek ve duâsıyla…
Bütün yukarıdaki maddeler, (cehâlet, ikrâh ve te’vil sözkonusu olmaksızın) Kur’an ve Sünnetin kesin nasslarında açıkça belirtilen herhangi bir küfür inancına sahip olan veya insanı kâfir eden davranışlardan birini yapan kimse için geçerli değildir. İslâm'a girdikten ve müslüman adını aldıktan sonra, İslâm'dan çıktığına dair nass bulunan herhangi bir kişinin, biz de aynı şekilde İslâm'dan çıktığını söyleriz. Onun İslâm'dan çıktığına dair icmâ' bulunsun veya bulunmasın, bu konuda bizim için durum değişmez. Diğer taraftan bütün müslümanların icmâ ile İslâm'dan çıkmış olduğuna hüküm verdiği kimseler hakkında da icmâa uymak (ve muhâlefet etmemek) vâcibdir. Müslüman olduktan ve İslâm adını kazandıktan sonra İslâm'dan çıktığına dair nass bulunmayan, icmâ da bulunmayan konulara gelince, böyle bir kimseyi kesin olarak elde etmiş olduğu bilinen Müslüman sıfatından, zanla yahut da delilsiz bir iddia ile soyutlamak câiz değildir.
Ama, şüpheli durumlardan sakınmak, her iki hususta ihtiyatlı davranmak gerekir. Muhâtabı tekfir edince “ya kâfir değilse?!” deyip ihtiyatlı olmak ve haksız tekfirde bulununca “kâfir” hükmünün kendine döneceğini değerlendirip bu riske girmemek ihtiyatın bir yönünü gösterir. Bu tavır, bir kimsenin yaptığı veya söylediği şeyin % 99 ihtimalle küfür, % 1 ihtimalle küfür olmama durumunda bile kendini göstermeli, en küçük ihtimali değerlendirip tekfirden kaçınmalıdır. İhtiyatın diğer kısmı da şudur: Küfür ve şirk ihtimali olan hususlardan şiddetle sakınmak gerekir. “Ya şirkse ve bunu yaparsam ebedî olarak cehenneme atılırsam” diye düşünüp milyonda bir ihtimalle bile şirk ve küfür olan şeyi yapmamak ve yapanlarla çok candan ilişkilere girmemek lâzımdır. Şüpheli şeylerden kaçınmak, imanın ve takvânın gereğidir.
Tekfîr Ahkâmı/Tekfirin Hükümleri
Bir kişi hakikatte küfre girdiği halde kâfir olduğu kesin ispatlanamamış (ya da hiçbir kimse tarafından tekfir edilmemiş) ise onun hesabını Allah görecektir. “Sırların ortaya çıkarılacağı gün, artık onun ne gücü vardır, ne de yardımcısı.”[130] Eğer tevbe etmeksizin küfrü üzere ölürse ebedî olarak ateştedir. Çünkü Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez.
Gerçekte küfür üzere olan herkesin, dünyevî hükümler konusunda küfrünün ispatlanması mümkün olmayabilir. Bunu dört şekilde açıklayabiliriz:
1) Kişinin küfre götüren itikadını gizleyip, söz ve fiilleri ile bunu açıklamaması (zâhire göre Müslüman kabul edilmekle birlikte), itikadî küfürdür. Örneğin; öldükten sonra dirilişi yalanlaması, ama Müslümanlardan bu inancını gizlemesi gibi. Bu kişi zâhire göre verilen hükümde Müslümandır. Ancak gerçekte kâfirdir ve bu küfür münâfıkların büyük nifakı türündendir.
2) Bir kişinin küfre götüren söz ya da fiili ile küfrü açığa çıksa, ancak bunu kimse görüp işitmese yine o kişi zâhirî hükme göre Müslüman, ancak gerçekte kâfirdir ve bu kişi büyük nifakla münâfık olmuştur. Bu ve önceki gruptakiler şu âyetin hükmüne dâhil olurlar: “Çevrenizdeki bedevîlerden münâfık olanlar vardır. Sen onları bilmezsin. Biz onları biliriz. Biz onlara iki kere azap edeceğiz, sonra onlar büyük bir azâba döndürüleceklerdir.” [131]
3) Yine bir kimse küfre düşürücü bir söz ya da fiilde bulunduğunda, bazı kimseler bunu bildikleri halde yalnızca bir kişi onun aleyhinde şâhitlikte bulunsa, tekfir edip hakkında riddet hükmü vermek için gerekli olan şâhit sayısı tamamlanmadığı için, bu küfre götürücü amel tespit edilmiş sayılmaz. Bununla birlikte hâkimin o kişiye tazir cezası vermesi (yani had cezası dışında o kişiye hapis veya dayak gibi cezalar vermesi) câizdir. Bunda şahitlik eden kişinin âdil, âlim ve sâlih bir kimse olması etkilidir. Bu kimse de yine zâhirde Müslüman, gerçekte ise kâfirdir.[132]
Peygamberimiz zamanındaki münâfıkların durumları genelde bu üçüncü şekildeki gibi idi. Onlar kendi aralarında küfürlerini açıklıyorlar, ancak birbirlerine şâhitlik etmiyorlardı. Bazen Müslümanlardan bir kişi bunu işitiyor ve aleyhinde şâhitlik ediyordu. Ancak ispat için bu, yeterli olmuyordu. Zeyd İbn Erkam’ın, Abdullah İbn-i Ubeyy’in şöyle dediğine şâhitlik etmesi gibi: “Medine’ye döndüğümüzde şerefli kimseler zelil olanları oradan çıkaracaktır.”[133] Vahiy Zeyd’i doğruladığı halde Peygamberimiz vahiy ile onları cezalandırmayıp şer’î ispat yollarını tercih etti. Çünkü münâfıkların sözlerinin çoğunluğu açık olmayıp ihtimal taşıyan sözler oluyordu.
4) Kişi, küfre düşürücü bir söz ya da fiili açıkça ortaya koysa, bu yaptığı hareketi veya sözü ikrar etse yahut buna iki kişi ya da daha fazlası şâhitlik etse veya bu yaptığı insanlar arasında yaygın olarak biliniyor olsa (istifâda ile) bu küfre götürücü ameli o kişinin işlediği şer’î olarak ispatlanmış olur. Ancak o kişi hakkında küfür hükmünü vermek için bu durum da yeterli değildir, hükme mâni olan şeylerin olup olmadığına bakılması gerekir.
Bu dört durum hakikatte kâfir olan ve (dördüncü durum hâriç) dünyevî hükümlerde küfre götürücü ameli kat’i olarak tespit edilemeyen kişi hakkındadır.
Bir kimsenin açık bir şekilde küfrüne şâhit olduğumuz halde, o kimseyi tekfir edip onun kâfir olduğuna hükmetmemize mâni/engel olabilir. Böyle bir engel varsa, yine tekfirden kaçınmak gerekir.
Tekfîre Engel Olan Mâniler
Engel/Mânî: Varlığı, hükmün varlığını ortadan kaldıran şeydir. Ancak bulunmaması hükmün bulunmasını veya bulunmamasını gerektirmez. Engeller (mâniler) şartlarda olduğu gibi üç kısma ayrılır:
a) Fâilde Bulunan Engeller: Kişiye ârız olan ve şer’an onun söz ve fiillerinden sorgulanmasına engel olan şeydir. Bu engeller “avârıdu’l-ehliyye” (ehliyetin engelleri) diye isimlendirilir. Aşağıda açıklaması yapılacaktır.
b) Fiilde Bulunan Engeller: (Yani sebepte bulunan engellerdir) Fiilin açıkça küfre delâlet etmemesi veya şer’î delilin küfre delâlet edişinin kesin olmaması gibi.
c) İspat Edilmesi Konusundaki Engeller: Meselâ şahitlerden birisinin çocuk veya âdil olmayan bir kimse olması dolayısıyla şehâdetinin kabul edilmemesi gibi.
Acaba, bazı müslümanları tekfir edip onları kâfirlikle suçlayan kardeşlerimiz bu konuları biliyorlar mı? Eğer bilmiyorlarsa gerçekten büyük bir günaha girmiş olurlar. Tekfir hükmünü, ancak ilim ehli olan, bu konuda yeterli ilimle donanmış âlim verir. İnsan, kesin bilmediği şeyi iddia etmemelidir. Zira tartışma tek taraflı olmaz. Tekfir eden taraf varsa tekfir edilen taraf da var demektir.
Ehliyetin engelleri (avâridu’l-ehliyye), edâ ehliyeti ile alâkalıdır. Bu da mükellefte görülen ve onun söz ve fiillerinin şer’î açıdan muteber sayılmasına engel olan durumdur. Bu durumda kişi söz ve fiillerinden sorgulanmaz ve bu söz ve fiillerin sonucunda kulların hakları dışında, Allah Teâlâ’nın hakları ile alâkalı şeylerde herhangi bir sorumluluğu yoktur.
Ehliyetin engelleri (avâridu’l-ehliyye) iki kısma ayrılır:
1) Semâvî Engeller: Allah’ın takdiri olup, oluşmasında kulun herhangi bir etkisinin olmadığı engellerdir. Örneğin, yaşın küçük olması, delilik, psikolojik dengesizlik, uyku ve unutma gibi. Bu engellerden birisi kendisinde bulunan kimse herhangi bir suç işlerse bundan dolayı ona bir günah yoktur. Sorumluluk o kişiden kalktığı için bu fiilden sorgulanmaz ve cezalandırılmaz. Ancak insanların hakları ile ilgili şeylerde sorumludur. Örneğin, telef ettiği malların değerleri, diyetler ve bunun gibi şeyleri ödemek zorundadır. Çünkü bunlar toplumsal kurallardır. Bu semâvî engellerin karşılığında ise şartlar vardır. Örneğin yaşın küçük olması bâliğ olmanın karşıtı, delilik ve dengesizlik de akıllı olmanın karşıtıdır. Yani muayyen bir kimseyi tekfir etmenin şartları arasında akıllı ve bâliğ olma şartı vardır. Temyiz çağına ulaşmış çocuğun riddeti ile ilgili konuda ihtilâf vardır. Hanbelîlerde olduğu gibi riddetin çocuk için de geçerli olduğunu ancak bâliğ oluncaya kadar istitâbe uygulanıp cezalandırılmayacağını söyleyenler de vardır.[134]
Kişinin kendisinden kaynaklanıp, belirli bir kimsenin tekfirine engel olarak kabul edilen şeylerden bazıları şunlardır:
Dil Sürçmesine Yol Açan Hata
Kasıtlı olmadan küfür sözü söylemek. Bu, tekfirde gerekli olan kasıt şartını yani mükellefin yaptığı şeyi bilinçli olarak yapması şartını ortadan kaldırdığı için engel teşkil eder. Hatanın engel olmasının delili şu âyet-i kerimedir: “Hata olarak yaptıklarınızda ise sizin için bir sakınca (vebal) yoktur. Ancak kalplerinizle kasdederek yaptıklarınızda vardır” [135]
Dil sürçmesinin tekfire engel oluşunun bir başka delili, hadiste geçen bineğini kaybedip sonra tekrar bulduğunda “Allah’ım, sen benim kulumsun ben de senin rabbinim” diyen adamın misalidir. Rasûlullah (s.a.s.) onu, “Sevincinin şiddetinden hata etti” diye nitelendirmiştir. Kişinin hâlinin hangi duruma işaret ettiği de (karâinu’l-hal), hatanın engel olarak kabul edilip edilmemesinde etkilidir.
Te’vilde Hata
Te’vil, nassın delâletini anlamamaktan doğan (hatalı) bir ictihad ya da karıştırma sebebiyle, şer’î delili farklı bir konuma oturtmak, yanlış yorumlamak demektir. Mükellef, küfür amelini işler ve anlamada hataya düştüğü delile dayanarak onu küfür olarak görmez. Öyleyse, bu hatada kasıt şartı ortadan kalkmıştır. Bunun için te’vilde hata yapması, onun tekfirine engel olur. Ona delil getirilip hatası açıklandığında (ikametu’l-hucce) bu fiilinde ısrar ederse o zaman kâfir olur. Bunun delili ise Kudâme İbn Maz’un olayıdır. Bu olayda Kudâme, içki içmeyi helâl saymış (ki içkiyi helâl kabul etmesi küfürdür) ve buna şu âyeti delil getirmişti: “İman eden ve sâlih amel işleyenler için yedikleri ve içtikleri şeylerde kendileri için bir günah yoktur.” [136] Ömer (r.a.) had uygulamak istediğinde ona bu âyeti delil gösterdi. Hz. Ömer ona hatasını açıkladı ve içki için had cezası uyguladı. Bu olay sahâbenin icmâsı ile te’vilde hata etmenin tekfire engel olduğuna delildir. Bu, anlamı genel olan şu âyetin de kapsamına girer: “Hataya düştüğünüz şeylerde sizin için bir günah yoktur.” [137] Benzer hadis-i şerif de vardır: “Şüphesiz Allah, ümmetimden hata, unutma ve üzerine zorlandıkları şeylerden sorumluluğu kaldırmıştır.” [138]
Bununla birlikte te’vilde yapılan her hata geçerli bir özür sayılıp tekfire engel değildir. Özür sayılan, şer’î delile bakılıp onu anlamada düşülen hatadır. Özür sayılmayan hata ise, şer’î bir delile dayanmaksızın sadece görüş ve hevâdan kaynaklanan hatadır. Aynen İblis’in Âdem’e secde etmekten kaçınırken “ben ondan daha hayırlıyım; beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın”[139] diye iddiada bulunması gibi. Bu yalnızca görüştür. Te’vilde hata yapılması durumunda, te’vil yapan kimseye hüccet ikame edildiğinde, te’vil engeli ortadan kalkar.
Cehâlet Engeli
Mükellefin küfür fiilini işlerken onun küfür olduğunu bilmemesi gibi. Cehâleti (eğer geçerli sayılabilecek bir cehâlet ise) tekfirine engel olur. Bunun delili ise şu âyettir: “Biz, peygamber gönderinceye kadar hiç bir topluma azap edecek değiliz” [140] Dünyada ve âhirette azap ancak tebliğ ulaştıktan sonradır. Özür veya engel olarak kabul gören cehâlet; mükellefin kendisi veya ilim kaynakları ile ilgili bazı sebeplerden dolayı, giderme imkânı bulamadığı cehâlettir. Ancak öğrenmeye ve cehâleti gidermeye imkân olduğu halde bunu yapmıyorsa mâzur görülmez ve gerçekte bilmiyor olsa dahi hükmen biliyor sayılır (yani bilen bir kişinin hükmündedir).
İkrah Engeli
Bu, mükellefin fiilini kendi irâdesi ile yapması şartının zıddıdır. İkrahın tekfire engel kabul edilmesinin delili şu âyettir: “Kalbi iman ile mutmain olduğu halde zorlanan (ikrah altında olan) hâriç, kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse...” [141] Küfre zorlamanın, kişinin tekfirinde geçerli bir engel olarak kabul edilebilmesi için, ölüm ile veya bir organının koparılması ile tehdit yahut da kişiye çok şiddetli bir işkencenin yapılıyor olması şartı vardır. Bu, çoğunluğun görüşüdür ve tercih edilen de budur. Şâfiî fakîhlere göre, daha hafif şeyler de ikrah kapsamına girer.
Aklı Gideren Sarhoşluk
Sarhoşluğun tekfire engel olup olmaması konusunda ihtilâf vardır. İbnu’l-Kayyım engel olarak saymıştır. Hanbeliler ve Şâfiilerce tercih olunan, sarhoşun riddetinin geçerli olduğu görüşünün aksine, İbnu’l-Kayyım sarhoşluğu riddete engel olarak kabul etmiştir ki bu Hanefiler’in görüşüdür. [142]
Başkasından Aktarma Yoluyla Küfür Sözü Söylemek
Örneğin; Allah’ın Kur’an’da bize bildirmiş olduğu kıssalarda geçen kâfirlerin sözlerini okumak (ki Allah Teâlâ bunların okunmasını bizlere emretmiştir), şâhidin hâkime işitmiş olduğu küfür sözünü aktarması, kâfirlerin yazmış oldukları makalelerin içerisinde bulunan fesadı açıklamak ve bunları cevaplandırmak için nakletmek gibi şeylerin hepsi câiz veya vâcip olabilir. Söyleyen kişi tekfir edilmez.[143] Burada önemli bir ayrıntı vardır: Yukarıdaki örneklerde de geçtiği gibi küfrü şer’î bir amaçla aktaran kişi için bir sakınca yoktur. Ancak bir kimse bunu beğenerek ve râzı olarak aktarırsa o kişi kâfir olur. Bu ikisini (aktardığı şeyi onaylayıp onaylamadığını) anlamakta karâinu’l-hal’in etkisi vardır. Küfrün şaka ile işlenmesi ilim ehlinin ittifakı ile tekfire engel değildir.
2) Semâvî Olmayan Engeller
Bu hususu dört madde halinde ele alacağız.
1) Engellerin Araştırılması: Buna “istitâbe” denilir
2) Engellerin Araştırılması: Bu, imkân olduğu takdirde vâcip olur; imkân bulunamadığı takdirde ise bu vâciplik düşer.
3) Engelin mûteber sayılması konusunda tek kaynak Şeriattır. Belirli bir şahıs hakkında engelin geçerli sayılıp sayılmamasında başvurulacak mercî ise kadıdır, İslâm devletinde yargı görevi yapan hâkimdir.
4) Engel kalktığı halde kişi küfürde ısrar ederse kâfirdir.
1) Engellerin Araştırılması: İstitâbe; aslında tevbe etmesini istemek anlamındadır ve ancak kişinin kâfir ve mürted olduğuna hüküm verildikten sonra olabilir.Kişinin kâfir ve mürted olduğuna hüküm verilmesinden önce, hükmün şartlarının yerine gelip engellerin bulunup bulunmadığının araştırılmasına da istitâbe adı verilir. İstitâbe, hem hüküm meclisinde hüküm verilmeden önce şartların ve engellerin bulunup bulunmaması durumunu araştırma ve hem de hüküm verildikten sonra tevbe talep etme anlamlarında kullanılır.
2) Engellerin Araştırılması: Engellerin araştırılmasının mümkün olmadığı haller şunlardır:
Güç Yetirilememe Durumu: Güç yetirilen kişi, kâdının/hâkimin, kişinin hüküm verilecek olan meclise getirilmesini sağlamasının ve gerektiğinde kendisine had cezası uygulamasının mümkün olduğu kimsedir. Güç yetirilemeyen (mümtenî) ise bunun tam tersidir. Güç yetirilen kimse hakkında engellerin araştırılması gerekmektedir. Mümtenîde ise engeller araştırılmadan hakkında hüküm verilir.
Ölüm: Eğer ölen kişinin dini konusunda vârisleri arasında bir çekişme meydana gelir; kimi Müslüman, kimisi de mürted olarak öldüğünü iddia ederse hüküm vermek için şâhitler ile yetinilir. Bir kimse mürted olur, sonra aklını kaybeder ve tevbeye çağırılmadan ölürse kâfir olarak öldüğüne hükmedilir.[144]
Sarhoş: Bir kimse mürted olur ve sarhoş iken ölürse kâfir olarak ölür. Eğer bu sarhoşluğu halinde bir kimse onu öldürürse herhangi bir ceza yoktur. Bu görüş sarhoşluğun riddete engel olmadığını söyleyenlere aittir. [145]
Tüm bu durumlarda, engeller araştırılmadan ve istitâbe uygulanmadan kişi hakkında riddet hükmü verilir. Mürted olarak ölen bir kimseye Müslüman olan vârisleri mirasçı olamaz. Bununla birlikte şâhitler, ölen veya güç yetirilemeyen (mümtenî) kişi için tekfirine engel olacak şeylerin bulunduğuna şâhitlik ederlerse, bu engellere itibar edilmesi vâciptir.
3) Engelin mûteber sayılması konusunda tek kaynak Şeriattır. Belirli bir şahıs hakkında engelin geçerli sayılıp sayılmamasında başvurulacak mercî ise kadıdır, İslâm devletinde yargı görevi yapan hâkimdir.
Tekfirin engeli; şer’î delil ile engel olduğu açıklanan şeydir. Tekfire engel olduğu şer’an sâbit olmayan şey ise; insanlar bunu engel saysalar ve bununla mâzeret bildirseler de özür olarak kabul edilmez.
Bazı kimseler şer’an mûteber sayılmayan özürlerle tekfirden men etme konusunda çok aşırıya gittiler. İnsanların özür olarak gösterdikleri her şey geçerli değildir. Allah Teâlâ şöyle der: “Eğer onlara sorarsan biz dalmış eğleniyorduk derler. De ki; Allah ile, O’nun âyetleri ve Rasûlü ile mi alay ediyordunuz? Özür beyan etmeyin, imanınızdan sonra küfre girdiniz.”[146] Mâzeret gösterdiler ancak mâzeretleri kabul edilmedi: “Onlara döndüğünüzde size özür bildirdiler. De ki: Özür bildirmeyin, size kesin olarak inanmıyoruz.”[147] Her mâzeret engel olarak kabul edilmez. Bâtıl olan mâzeretlerden birisi de; kâfir oluşu kesinleşen bir kimsenin (örneğin Allah’tan başkasına duâda bulunmak veya dine hakaret etmek gibi) şehâdet kelimesini söylemesi veya namaz kılmasını onun tekfirine engel olarak göstermektir.
Hükümlerin engelleri (tekfirin engelleri de bunun içindedir) insanların engel zannettikleri şeyler değil, geçerli oldukları, şer’î delillerle belirlenen, yani şer’an muteber sayılan engellerdir. Engelin belirli bir kimse hakkında geçerli sayılabilmesini ise, dâvâya bakan kâdı belirler. Örneğin cehâlet ve ikrahın tekfire engel olduğu şer’î delil ile sabittir; ancak belirli bir şahıs hakkında geçerli olup olmadığına, yani kişinin câhil veya ikrah altında olup olmadığına karar verecek olan kâdıdır.
Yine bu geçersiz mâzeretlerden birisi de; kâfirler için onları saptıran önderlerini mâzeret olarak göstermektir. Bunun geçersizliğine Allah Teâlâ’nın şu âyetleri delâlet eder: “Ateşin içerisinde tartışırlarken, zayıf olanlar müstekbirlere derler ki: ‘Gerçekten biz, sizlere tâbî olan kimselerdik. Şimdi siz ateşin bir parçasını bile bizden uzaklaştırabilir misiniz?’ Büyüklenenler derler ki: ‘Biz hepimiz de ateşteyiz. Artık Allah kullar arasında hüküm vermiştir.”[148]; “Sen o zâlimleri Rableri huzurunda durdurulmuş olarak suçlamayı birbirlerine yöneltirken bir görsen; mustaz’af olanlar müstekbirlere derler ki: ‘Eğer sizler olmasaydınız bizler mü’minler olurduk.’ Müstekbirler ise mustaz’aflara şöyle derler: ‘Size hidâyet geldikten sonra biz mi sizi ondan alıkoyduk? Hayır, siz zaten mücrimlerdiniz.’ Mustaz’aflar müstekbirlere; ‘Hayır, siz gece-gündüz hîle kurup bize Allah’a karşı küfürde bulunup, Ona denkler koşmamızı emrediyordunuz’ derler. Ve azâbı gördüklerinde pişmanlıklarını gizlerler. Biz, küfredenlerin boyunlarında halkalar kıldık. Onlar yapmakta olduklarından başkasıyla mı cezalandırılacaklar?”[149] Bu nass ile, önde gelenlerin zayıfları saptırdığı, onlara hile kurup küfrü emrettikleri; ancak bunun, zayıfların tekfirine ve onların cezalandırılmasına engel olmadığı kesin olarak anlaşılmaktadır. Hatta bazılarının özür zannettiği bu saptırılma olayı, küfür çeşitlerinden birisi olan “taklit küfrü”dür. Bu ise, Yahûdilerin, Hıristiyanların ve diğer kâfir toplulukların, kendilerini saptıran önderlerini taklit eden avâmının küfrüdür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “De ki: Ey Kitap Ehli, dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran ve doğru yoldan sapan bir topluma uymayın.”[150]
Geçersiz olan özürlerden birisi de, mürted olan bir kimse için, onun ilim ehli olduğunu mâzeret göstermektir. Sanki ilim ehli küfürden korunmuştur! Allah Teâlâ nebîler hakkında şöyle buyurur: “Eğer Allah’a ortak koşsalardı, işlemiş oldukları tüm ameller boşa giderdi.”[151]
Küfrün, nebîler için mümkün olmaması, onların dışındaki insanlar için mümkün olmamasını gerektirmez. Âlim olan bir kimse, belli bir ilme sahip olduğu halde küfre düşebilir: “Ameller son durumlarına göredir.” Bunun bir örneği de Allah Teâlâ’nın şu âyetidir: “Onlara, kendisine âyetlerimizden verdiğimiz, fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku.” [152]
Bunun örnekleri bu ümmette de çoktur. Rasûlullah’ın (s.a.s.) vahiy kâtiplerinden olan Abdullah İbn Sad İbn ebi’s-Serh gibi, Rasûlullah (s.a.s.) hayattayken mürted olan kimseler olduğu gibi, Onun vefatından sonra da mürted olanlar olmuştur. Küfre götürücü bid’atlere çağıran kimselerin çoğu şer’î ilimlere sahip olan kimselerdir.
4-Engel Kalktığı Halde Kişi Küfürde Israr Ederse Kâfirdir: Engel ya kendiliğinden kalkar; yaşın küçük olması gibi; ya sebebin ortadan kalkmasıyla kalkar, buna ikrah ve sarhoşluğu örnek verebiliriz; ya da hüccet ikame edilmesiyle ortadan kalkar, buna da cehâlet ve te’vilde hata etmeyi örnek olarak verebiliriz. Engel kalktığında kişi hala işlediği fiilde ya da sözünde ısrar ediyorsa, o andan itibaren kâfir sayılır.
Bunlar, şer’î mâzeretlerdir ve şer’î mâzeretler ortadan kalktıktan sonra kişi hâlâ şer’an mûteber olmayan mâzeretler ortaya atacak olursa bu ondan kabul edilmez. Zira artık öne süreceği mâzeretleri ortadan kaldırılmış ve öne süreceği bir şey bulunmamaktadır. Geçersiz olan mâzeretler ileri sürmesine itibar edilmeksizin Ebû Hanife’nin yolundan gidenlerin de dediği gibi "Kişi artık içinde barındırdığı küfrünü açığa vurmuş, ancak bu küfrünü örtmek için yollar aramaktadır." Bundan dolayıdır ki bu gibi kimseler kâfir olmuşlardır.
“Zâhire göre uygulananan dünyevî hükümlerde, küfre düşürücü bir söz söylediği ya da bir fiil işlediği şer’î yollarla sabit olan bir şahıs hakkında tekfir hükmünün şartları yerine gelip engeller ortadan kalktığında kâfir olduğu hükmü verilir. Hükmü, buna ehil olan bir kimse verir. Eğer hakkında hüküm verilen kimse İslâm devletinde güç yetirilen bir konumda ise; yetkili olan kimsenin cezayı uygulamadan önce o kişiye istitâbe uygulaması vâciptir. Eğer bir güç arkasında veya dâru’l-harbe sığınarak korunuyor (mümtenî) ise ona istitâbe uygulamadan öldürmek ve malını almak herkes için câizdir. Bu konuda, sonuçta elde edilecek olan maslahat veya mefsedete bakılarak uygun olan tercih edilir.”
Tekfîr Konusunda Yetkili Merci
Tekfîrle ilgili soruşturma, yargılama ve ilgili işlemleri yürütme mercii, kuşkusuz İslâm Devleti’nin makamlarıdır. Müslim iken, gerek irtidad gerekse başka şekillerle küfür suçu işleyen kişi hakkında işlem yapmak ve suçluyu cezalandırmak yalnızca İslâm devletinin güvenlik ve yargı makamlarının yetkisindedir. Bu yetkiyi şahıslar kullanamazlar. Günümüzde içinde yaşadığımız ülkenin bir İslâm devleti olmadığına göre bu konuda daha fazla şey söylemek gereksizdir.
Ancak irtidad veya küfrün herhangi bir şekliyle İslâm’dan çıkmış olan kimse, Kur’ân’ın ve İslâm’ın bütünlüğüne inanan her mü’min için büyük risk taşır. Bu nedenle Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan (mü’min) kişinin böyle bir toplum içinde çok dikkatli yaşaması gerekmektedir. Şu var ki, mü’min insan, ne kadar dikkatli yaşamaya özen gösterirse göstersin, böyle bir ortamda, içinden çıkamayacağı sorunlarla karşılaşabilir ve fiilen karşılaşmaktadır. İşte tekfîr suçlaması, dâru’l-harp anlayışı ve Cuma namazının kılınıp kılınamayacağı tartışmaları bu sorunun sonuçlarındandır.
Çünkü bu sorunlar, esasen, -Türkiye’de yaygınlaşan- üç yapay bâtıl din ile İslâm arasındaki çatışmalardan kaynaklanmaktadır. Bu üç din, tekrar edelim ki, “Popüler Türk Müslümanlığı” (câhil halkın dini), “Alevîlik” ve “resmî Türk Dini” (Atatürkçü, laikçi, Batıcı devlet dini)dir. Mü’min kişi, İslâm ile bu üç yapay dinin çatışma ortamında âdeta kilitlenmektedir. O kadar ki mü’min ile bu üç dinin bağlıları zaman zaman birbirlerini hiç anlayamayacak kadar sıkıntı çekerler. Örneğin, “helâl, haram, farz, vâcip, sünnet, gayb, vahy, tâğut, şirk, küfür, ilhâd, nifak, irtidâd, zendeka ve bid’at” gibi kavramlar hakkında bir laikçi, bir komünist, bir halk dini mensubu, bir Alevi, bir mistik ne kadar doğru bilgiye sahiptir? Türkiye’deki sayıları bugün elli altmış milyonu aşan bu insanlar, yaşamları boyunca İslâm’a ait bu gibi terimleri doğru tanımlarıyla birlikte bir kez bile duymamış olabilirler. Bu ihtimal çok büyüktür. Üstelik bu ülkede devleti hep bu câhiller yönetmektedir. Hâlbuki mü’min kişi bunların din ve düşünceleri hakkında ister istemez epeyce bilgilere sahiptir. Çünkü bu bilgi, kültür ve âyinlerin çoğu zararlı olmasına rağmen okullarda zorla okutulup uygulatmakta ve mü’min ailelerin çocukları bu zararlı bilgileri ve puta tapma törenlerini not ve diploma için öğrenip uygulamak mecburiyetinde bırakılmaktadırlar! Mü’minler, bu büyük riske karşı önlem alabilmek kaygısıyla da olsa sözü edilen üç din hakkında ister istemez bilgi sahibi olmaktadırlar. Dünyanın başka yerlerinde de mü’minler bu kaygı ile hareket ettikleri için o bölgelerdeki sapkın inanışlar zamanla büsbütün ayrışarak bağımsız birer din haline gelmişlerdir. Nitekim Dürzülük, Nusayrîlik, İsmailîlik, Babîlik, Kadyanîlik ve Bahaîlik bu sayede İslâm’dan ayrı birer din olduklarını zamanla ilân etmek zorunda kalmışlardır.
Bilgisiz kalabalıklar tarafından İslâm’la karıştırılabilen bu yapay dinlerin kalabalık bağlıları arasında, mü’min kişi şu üç şeyden birini seçmek zorundadır:
a) Takiyye yaparak iki veya üç dinli yaşamayı kabul edecektir ve bu sûretle İslâm’dan çıkacaktır,
b) Toplumdan tamamen soyutlanacaktır,
c) Diğer dinlerin baskısı altında kalan inançlarını ve İslâm’ın değerlerini savunmak zorunda kalacaktır.
Üstelik bu üç tercihten hiç biri, mü’min kişinin sıkıntılarını ve sorumluluklarını ortadan kaldırmamakta, onu siyasal ve ideolojik tehlikelere karşı koruyamamaktadır.
Bu nedenle şirk suçunun çok yaygın biçimde işlendiği Türkiye gibi ülkelerde “mü’min kişi nasıl yaşamalıdır, ne yapmalıdır, küfre düşmemek için nasıl korunmalıdır ve onu bunu sık sık kâfirlikle suçlamaması için nasıl bir çözüm bulunmalıdır?” gibi sorular oldukça büyük önem taşımaktadır. Çünkü insanlar pervasızca İslâmî değerleri çiğneyerek dinden çıkarken, başkalarını da ilgilendiren hukukî birçok sorunun ortaya çıkmasına da neden olmaktadırlar. Yani çok açık şekilde başkalarının haklarını çiğnemektedirler. Bu gibi durumlarda, “herkes inancında serbesttir, devlet laiktir, hiç kimse başka birine dinî baskıda bulunamaz, bakın işte camiler açık, herkes serbestçe ibâdetini yapıyor” gibi istismara ve kandırmaya yönelik sloganlardan yola çıkıp sanal mâzeretlere sığınarak kimse mevcut tecavüzleri örtbas edemez. TC yasaları da bu konularda mü’minlerin uğradığı haksızlıkları önlemekten son derece uzaktır. Hatta bu yasalar, mü’minlere ait hakların açıkça çiğnenmesini özendiren veya en azından kolaylaştıran bir zihniyetle hazırlanmışlardır. Bu gerçeği karşılaştırmalı çarpıcı örneklerle kanıtlamak mümkündür.
Ancak bu konudaki örnekleri kavrayabilmek için öncelikle İslâm’ın hak ile bâtılı, haram/yasaklı ile mubah/yasal olanı birbirinden ayırırken nasıl bir hüküm verdiğini ve mü’min kişiye nasıl bir sorumluk yüklediğini bilmek ön koşuldur. Türkiye toplumu, bu ince noktadan tamamen habersizdir denebilir. Sorunların büyük kısmı da işte buradan kaynaklanmaktadır.
Meselâ İslâm, alkollü içki içmeyi ağır suçlardan saymış ve yasaklamıştır. Bununla birlikte bu suçu işleyen kimseyi kâfir olmakla, dinden çıkmakla suçlamamıştır. Buna karşın, “alkollü içki içmek suç değildir” diyen kimse (hayatında hiç alkol kullanmamış olsa bile) İslâm’a göre derhal kâfir olur, bu dinle hiçbir ilişkisi kalmaz. Ne var ki mesele bununla da bitmemektedir. Konunun ayrıca sosyolojik bir boyutu daha vardır ve aslında büyük sorun buradan kaynaklanmaktadır. Örneğin bir “vatandaş” mevcut kanunlardan cesaret aldığı için, bu konuda sahip bulunduğu sözde özgürlüğünü, Müslümanlara karşı, rahatça bir baskı aracı olarak kullanabilir ve herkes tarafından duyulacak şekilde hiçbir neden yokken, şu hakaretleri pervasızca savurabilir: “Ben özgürüm, burası Türkiye! Alkollü içki içmek neden yasak olsun, kim bunları söylüyor?! Bunlar gerici ve yobazdır, bu örümcek kafaları ezmek lâzım! Bunlar hangi çağda yaşıyor?...”
Bilindiği üzere, adam öldürmek, zina işlemek, hırsızlık yapmak, leş, kan ve domuz eti yemek, alkollü içki içmek, faizli muâmelede bulunmak, israf etmek, kâfir kişi ile samimi olmak (örneğin, kendisine oy vermek, düşünce ve kanaatinde onu desteklemek), namaz kılmamak, Ramazan orucunu mâzeretsiz tutmamak, farz olmuşken zekât vermemek ve hacca gitmemek gibi daha birçok fiil, İslâm’da yasaklanmış ve ağır suçlardan sayılmıştır. Şu var ki, (küfre götüren suçlar hâriç) bunların herhangi birini veya birkaçını işlemekle Müslüman kimse (genel kanaate göre) dininden çıkmış olmaz. Fakat Müslüman kişi bu suçlardan hiç birini bir kerecik işlemese bile bunlardan birinin İslâm’da haram ve yasak olmadığını eğer inanarak söylerse İslâm dini ile hiçbir ilişkisi kalmaz.
Bugün, Türkiyeli insanın, sonunu ve sonucunu hiç düşünmeden sarf ettiği o kadar çok yakışıksız söz, sergilediği o kadar çok çarpık davranış vardır ki, bunlar, aynı zamanda İslâm’a ve Müslümanlara karşı ağır hakaret suçları oluşturmaktadır. Bu suçlardan ise hukukî sonuçlar doğmaktadır. Üstelik tâğûtî yasalar bu sözleri ve davranışları suç saymamaktadır. Peki, böyle bir toplumda Müslüman kişi kendini nasıl savunabilecek, nasıl koruyabilecektir? Binlerce insan tarafından hemen her gün sıkça tekrarlanan o kadar çeşitli sorgulama, eleştiri, demeç ve açıklamalar vardır ki, bunlar İslâm’a ve Müslümanlara büyük hakaretler içermektedir. Meselâ aşağıdaki örnekler çok çarpıcıdır:
Türkiye toplumu, son yıllarda çeşitli dinsel ve ideolojik doğrultularda belirgin gruplara ve kamplara ayrışmıştır. Bu kamplar arasında Türkçe konuşmaktan başka hemen hemen hiçbir ortak payda bulunmamaktadır.
Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan mü’min bir kişi; şirk davranışları içinde bulunan, bile bile küfür sözleri sarf eden veya Allah’a, Peygambere, Kur’ân’a dil uzatan ya da Kur’ân’ın içeriği üzerinde spekülasyon yapan ya da helâl şeyi haram, haramı da helâl diye niteleyen bir kimseyi asla Müslüman sayamaz. Çünkü İslâm dini adına onun böyle bir yetkisi yoktur. Dolayısıyla (İslâm devlet mekânizması bulunmadığına göre) kişisel olarak elverdiği kadar (kendi özgürlüğü ve güvenliği açısından) mü’min kişi, şu önlemleri almak durumundadır:
1) Eşi ise, bu olaydan sonra nikâhının çözüldüğüne inanmak zorundadır. Onunla artık karı-koca ilişkisini sürdüremez (Eşi yeniden İslâm’a dönerse, nikâhını yenilemelidir),
2) Velisi ise, üzerindeki velâyet hakkı düşmüş olur,
3) Mü’min kişi, -böyle bir kimse ile herhangi bir bağı bulunsun veya bulunmasın- onun kestiği hayvanın etini yiyemez,
4) Onunla herhangi bir ortaklık kuramaz,
5) Şahitliğini kabul edemez,
6) Vasiyetini yerine getiremez,
7) Günahlarının bağışlanması için Allah’a duâ edemez,
8) Cenazesini İslâmî usûllere göre teşyî edemez,
9) Onun mal varlığına vâris olup olmayacağı ise oldukça ihtilâflıdır. Bu konuda uzmanlardan bilgi almak zorundadır.
Bir insanın, görüldüğü üzere, ağzından sorumsuzca savuracağı birkaç söz ya da sergileyeceği bir davranış biçimi, inançlar açısından başkalarına bu derece ağır yükler getirebilmektedir.
Bu sorun, en kısa tâbirle şudur: Kendini Müslüman sanan milyonlarca insan, bu ülkede Kur’ân’ın bütünlüğüne inanan bir azınlığı mutlaka ezip yok etmek için dinsel değerleri istedikleri gibi yorumlamaya, çarpıtmaya, onlara saygısızlık etmeye çalışmaktadır. Üstelik bu insanlar bununla da yetinmemektedirler. Halktan bazılarının da desteğini aldıklarından, hem sayıca ezici bir çoğunluğa sahip bulundukları için, hem siyasal, sosyal ve ekonomik bakımdan egemen ve üstün konumda oldukları için bu azınlığı kasıtlı şekilde tahrik etmeye de çalışmaktadırlar. İşte tekfîrciliğin Türkiye’de hortlamasının temel nedeni budur. Çünkü, (popülist Türk muhafazakârlar, şirk içindeki mistikler, ırkçılar, aleviler ve laikçi Atatürkçüler) eğer mü’minleri kışkırtarak, suç imal ederek onları haksız çıkarmayı başarabilirlerse hem içeride, hem de dış dünyaya karşı haklı olduklarını kanıtlayabileceklerdir. İşte bu nedenle Türkiye’de, son yıllarda çok tehlikeli terör projeleri ve komplo teorileri hazırlanmış ve uygulanmıştır. Hizbullah senaryosu gibi... Öyle gözüküyor ki bundan sonra da bu denemeler devam edecektir. Bahane ve suç adları da hazırdır: “Tekfîrci, bölücü, terörist, Hizbullahçı, el-Kaideci...”
Bu gerçekler, hemen herkesin, aklını başına devşirmesini gerektirmektedir. Eğer bu noktadan yola çıkılırsa vicdan sorumluluğu bakımından herkese yöneltilecek insanî birtakım mesajlar bulunmaktadır. Şimdi de bu mesajları “Tekfirin Şartları” kapsamında iletmek gerekmektedir. [153]
Mü’minlerin İnsanlar Hakkındaki Kanaati
Mü’minin, görünürdeki gerçeklerden hareket ederek toplumda farklı davranış ve kanaatlere sahip insanlar hakkında varabileceği yargı, en çok dört şekilden biri olabilir. Bunlar: Tahsin, te’vil, tefsîk ve tekfir’dir. Bunların da anlamı şudur:
Tahsin
Tahsin: Bir şeyi uygun, normal, ya da güzel görmek demektir. Bu fikrî değerlendirme, İslâm’ın emir ve yasaklarından hiçbirini açıkça çiğnemeyen kimsenin dengeli, mubah ya da takdir toplayıcı olan davranışlarına ilişkin hüsn-i zandır, olumlu kanaattir. Bu kanaat, ya tarafsızca olur, ya da bir beğeni duygusu olarak kalben yaşanır. Mü’min kişi, bu çizgideki kimselerin sadece dış görünüşlerine bakarak bu yargıya varmak durumundadır.
Te’vil
Yorumlamak, daha doğrusu şüpheli bir durumu kasıtlı yorumlamaktan kaçınmaktır. Örneğin bir Müslüman, eğer İslâm’ın ölçülerine aykırı bir düşünce ve inanca saptığını, şüpheli kişi ve çevrelerle ilişki içinde olduğunu ya da suç ve günahlardan birini işlediğini açıkça ortaya koymamışsa, yalnızca söylentilere dayanılarak veya ihtimallerden hareket ederek onun aleyhinde bir değerlendirme yapılamaz. Aksine bilgisizliğin, duygusallığın ya da çeşitli yanlışlıkların, bu gibi söylentilere yol açmış olabileceğine ilişkin yorumlarda bulunmak, daha doğru olur. İşte buna “te’vil” denir.
İslâm tecessüsü yasaklamıştır.[154] Mü’min kişi, mü’min kardeşinin özel hayatını araştıramaz, araştırmayı bile düşünemez. Kişinin suçu gizli kaldığı sürece o, yalnızca Allah’a (c.c.) karşı suçludur. Şu var ki, bir müslümanın şüpheli durumu eğer başka bir müslamanın, ya da İslâm ümmetinin hayatı, sağlığı, mutluluk ve başarısı ya da maddî ve mânevî çıkarları açısından herhangi bir tehlikeyi dâvet edici ihtimallerden biri olarak görünürse te’vil yolu burada tıkanır ve bu ihtimal ciddi bir sorun olarak İslâm fıkhının birinci derecede konusu olur.
Tefsîk
Tefsîk: Fâsıklıkla suçlamak demektir. Fâsıklığın anlamı şudur: Müslüman kişinin, küfür ve şirk gibi İslâm’dan çıkmayı neticelendiren ağır suçlar hâriç, diğer bütün günah, yasak ve çirkin iş ve eylemlerden en az birini kanıtlanabilir şekilde işlemekle uğradığı sâbıkalılık durumuna “fısk” ya da “fâsıklık” denir. Kur’ân-ı Kerim’de münâfıklar[155] ve kâfirler[156] de fâsıklıkla nitelenmişlerdir. Ancak fâsık, daha çok bir fıkıh terimi olarak sâbıkalı Müslümanlar hakkında kullanılmıştır. Mü’min kişi, fâsık ya da (yaklaşık olarak) aynı anlama gelen “fâcir” müslümanı içinden dışlayamaz. Onunla ilişkilerinin nasıl olacağını ise İslâm fıkhı belirler.
Tekfîr
Tekfîr: Bir kimseyi kâfirlikle suçlamak demektir. İslâm âlimlerinin, çok dikkatli olunması uyarısında bulundukları hususlardan biridir. Bu nedenle büyüklerden birçok zevat: “Günah işleyen hiç kimseyi kâfir diye suçlamayız” dememişlerse de, “her günah işleyeni kâfirlikle suçlamayız” demişlerdir.[157] Bunun anlamı şudur: Müslüman kişi, işlediği hemen her günah sebebiyle kâfir olmaz. Ama öyle günahlar, öyle suçlar vardır ki işlendiği zaman (Allah korusun) İslâm Dininden çıkmak için yeterli bir neden oluşturabilir. Bunların başında ise Kur’ân-ı Kerim’i bir bütün olarak kabul etmemek, nass’la yasaklanmış olan bir şeyin yasaklığını tanımamak ya da yasak olmayan bir şeyi yasak kabul etmek gibi durumlar gelir.
Küfür çok ağır bir suç olduğu için mü’min kişi bu suçu işleyen kimse hakkında kesin yargıya varmadan önce bu durumdaki insanın gerçekten kâfir olup olmadığı hakkında duyduklarını ya da gördüklerini tekrar tekrar gözden geçirmeli, gerekirse âlimlere danıştıktan sonra bu konuda karara varmalıdır. Çünkü özellikle mü’min kişi eğer babası, oğlu, karısı ya da kardeşi gibi yakınlarından birini (sonradan) bu ağır suçun içinde görüyorsa İslâm Fıkhı’na konu olan çok büyük bir sorunla karşı karşıya bulunuyor demektir.[158]
Tekfirciliğin Sebepleri
Özellikle, düzenin din kurumu Diyanet’in ve liderleri dışarıda olan büyük cemaatlerin temsil ettiği ılımlı İslâm anlayışına ve televizyon müftülerine haklı olarak tepki gösteren bazı gençler, çözümü hakları olmadığı halde tekfircilikte aramaktalar. Tekfirciliğin birçok sebebi vardır. Bunlar içinde grup taassubu ve üstü örtülü olsa da kibir ön sırada yer alır. Sadece kendisinin ve içinde bulunduğu grubun cenneti hak ettiğini, kendini Müslüman sayma, diğer fertlerin ve cemaatlerin tümüyle bâtıl yolda olduğunu ve cehennemi hak ettiğini değerlendirme yatmaktadır haksız tekfirciliğin kökeninde. Sanki cennet çok küçüktür, başkaları da cennete gitse kendisine yer kalmayacaktır ve Allah’ın rahmetini sanki o dağıtmaktadır. Yetersiz Kitap-Sünnet bilgisi, İslâmî eserlerin, özellikle tevhidî mesaj veren yazarların yanlış yorumlanması ve yüzeysel değerlendirmeler de bu sebepler arasındadır.
Bir yanlışa karşı çıkmanın onlarca yolu vardır. İslâm’ın onaylamadığını düşündüğümüz bir söz ya da davranışın ve bunların sahibinin eleştirilmesi için tekfir dışında lügatlerde yüzlerce kelime bulunabilir. Kaba kuvvet nasıl acziyetin ve aşağılık duygusunun göstergesi ise, haksız tekfir de aynen öyledir. Fikre fikirle karşı çıkmak gerekirken, karşı tarafın delillerinin çok daha güçlü delillerle çürütülmesi gerektiği halde, damgalandırıp yargısız infaza başvurmayı tercih eder tekfirci. Haksız tekfir; ucuzculuktur, ithamdır, sûi zandır, önyargıdır, toptancılıktır, süpürücülüktür. Haksız tekfir taraftarının gözünde iki renk vardır: Beyaz ve siyah. Beyaz, üzerine hiç toz konmayan bembeyazdır; siyah da kapkaradır. Tekfircinin mantığı “ya hep ya hiç” şeklinde formüle edilebilecek kumarbaz mantığıdır. Tabii haksız tekfirin neticesi görevden kaçmadır, tekfir edilen grup ve şahıslarla bağları koparmak, onları aşağılayıp tebliğ ve dâveti onlara götürme ihtiyacı duymamaktır. Haksız tekfir, genellikle psikolojik rahatsızlıkları üzerinde barındıran, kişiyi diğer insanlardan soyutlayan, daireyi küçülte küçülte kendisi gibi inananları bile kâfir saydıran anormal tipler oluşturur.
Cemaat ve cemiyetler, birbirlerine çevirdikleri eleştiri oklarını önce kendi nefislerine ve gruplarına çevirmelidir. Tevhide duyarlı cemaatleri ve onlara mensup olan fertleri barıştırmalıyız. Muvahhid mü’minler ve cemaatler, birbirine haksız olarak yönelttiği ağır eleştiri ve tekfir oklarını, grup farkı gözetmeksizin tüm mü’minlere düşmanlık yapan güçlere yöneltmelidir. Müslüman gruplar birbirlerini tekfir ederken, İsrail’i, Amerika’yı ve onların dostu konumundaki başlarındaki tâğutları, İslâm’a açıkça düşmanlık yapan egemen güçleri unuttuklarının farkında bile değiller. Kardeşliğin gereği, karşımızdakini yanlışlardan kurtarmaktır; tekfirciliğin gereği ise onu küfre nisbet edip onunla ilişkileri kesmek ve onu yanlışlarıyla baş başa bırakmak ve hatalarının daha da keskinleşmesi için zemin hazırlamaktır. Haksız tekfir, en büyük iftiradır. Kul haklarının, hakkı gasbetmenin en büyüğüdür.
Açıkça küfrü ispatlanamayan kimselerin şahit olduğumuz itikadî yanlışlarını düzeltmeye çalışmak yerine, onları bulundukları yanlışlarla baş başa bırakmak, hatta sert ithamlar ve yanlış damgalandırmalarla Müslümanların arasını bozmak, farkında olmadan ifsadçı olmaktır. Hâlbuki Kur’an, mü’minlerle ilgili bir haber geldiğinde onu hemen kabullenmemeyi, doğruluğunu tahkik edip araştırmayı emrediyor. Mü’minlerin arasını ıslah etmeyi emrediyor. “Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa, bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” [159]; “Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle vuruşur savaşırlarsa aralarını düzeltin. Şâyet biri ötekine saldırırsa, Allah’ın emrine dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adâletle düzeltin ve adâletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever. Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun, umulur ki merhamete ulaşırsınız.” [160]
İnanılıp kabul edilmesi gereken esaslar, Kur’an’ın inanç konusundaki kesin hükümleridir; kelâmî konular ve şahıslara, mezhep ve cemaatlere göre değişen yorumlar değildir. Reddedilmesi gereken esaslar, falan veya filan mezhebin ya da cemaatin tartışılabilecek görüşlerinden önce, “lâ” diye kestirilip atılması gereken tâğûtî anlayışlar, şirk ve küfür olduğu kesin olan görüş ve yaklaşımlardır. Tüm müslümanları bağlaması yönüyle iman ve küfür konuları (yani bir kimseyi mü’min kabul etmek veya onun müşrik olduğuna hükmetmek), beşerî görüşlere dayanmamalı, göreceli ve tartışmalı konulardan, mezhebî ictihad ve kelâmî değerlendirmelerden uzak olmalıdır. Vahye dayanan ve Kur’an ilkelerinin temel alındığı ilkelerdir bizim söylemek istediğimiz.
Bugün nice insan, cemaatinin, ağabeylerinin veya okuduğu kitapların etkisiyle farklı insanları kolayca tekfir edebiliyor. Bir kimse, Kur’an’ın kesin bir hükmünü yalanlamadığı müddetçe, inkâr etmediği veya Allah’a kesin şekilde şirk koşmadığı müddetçe o kimsenin tekfir edilmesi yanlıştır. Bir davranışın küfür olması, o işi yapan tüm insanların kâfir olmasını gerektirmez. Mesaj verme ve inanç konularına dikkat çekmeyi amaçlayan söz veya yazılardan yola çıkarak bir müslümanı tekfir etmek, kesinlikle yanlıştır. İslâm’ın kesin hükümlerinden (zarûrât-ı diniyeden) ya da Kur’an âyetlerinden birini inkâr eden bir kimse, kendisine bu hususlar tebliğ edildiği ve o kimsenin câhilliği giderildiği halde, bile bile inkâra devam ediyorsa ve bu inkâr ettiği husus, tartışmalı bir husus da değilse, ancak o kimseye “kâfir” denilebilir, o kimse tekfir edilebilir. Câhilliğin de İslâm’ın hâkim olmadığı ve insanlara doğru bir dinin anlatılmadığı toplumlarda mâzeret olabileceğini düşünüyorum. Yani, yeterince okumadığı için İslâm’ın bazı hassas konularını bilmediğinden yanlışlıkla, küfür olduğunu bilmeden bir söz söyleyen veya böyle bir davranışta bulunan insanın da tekfir edilmemesi gerekir. Böyle kimselere anlatabilme imkânımız varsa doğru dini onlara anlatmak ve tüm şüphelerini gidermek gibi görevler yapıldıktan sonra, yine bile bile Kur’an’ın hükümlerinden birini reddediyorsa o kimseyi ancak o zaman tekfir edebiliriz. Şahsî yorumlarla iman esaslarını birbirine karıştırmamalı, müslüman olmak ve müslüman kalmak için şart olan esaslar ile, bunların yaşanılan ortamda ne anlama geldiği konusuyla ilgili yorumları ayrı ele almalıyız. Birincisinin tartışılması bile câiz olmayan mutlak hakikatler olduğu, ikincisinin yani yorumların ise, ictihadî/beşerî/zannî/göreceli doğrular olduğu bilinmeli ve bütün müslümanların bu beşerî yorumlara aynen katılmaları mecbur tutulup, katılmayanların tekfîr edilmesine gidilmemelidir. İnanç esasları; kaçınılmaz olan farklı mezhep, görüş ve akımların kendi doğrularını tüm müslümanlara dayatmaları için bir araç haline getirilmemelidir. Öğrenilen iman esaslarının temel ilke olarak kabulü onlara şeksiz iman edilmesini doğuracağı gibi, yaşanılan hayatın bu ilkelerle bağlantısı ve bu esasların sosyal hayata nasıl geçirileceği üzerinde ise ister istemez beşerî yorumlar ve metod farklılıkları olabilecektir.
İslâm Akaidi, beşerî görüşlere ve şahsî anlayışlara değil; vahye dayanır. Kimsenin şahsî yorum ve kanaatleri, hevâ ve hevesleri akaidde bağlayıcı olamaz. İtikadı belirleyen ölçülerin tek kaynağı vahydir. Vahy olduğu tartışılan veya mânâsı farklı anlaşılmaya müsait olan hükümler bile akaid için kesin ölçü olamaz. İslâm inanç esasları, delâleti ve sübutu kat’î olan vahyin itikadî hükümleridir. Kesin doğru, mutlak doğru olan hükümler, tüm müslümanların kabul etmek zorunda olduğu vahyin hükümleridir.
Kimse bir şahsın ictihadını ya da kendi anlayışını, beşerî bir yorumu, başka insanlara inanç esası olarak dayatma hakkına sahip değildir. Mânâya delâleti zannî olan şahsî açıklama veya yorumu kabul etmeyenleri tekfir etme hakkına hiç kimse sahip değildir. Delâleti ve sübutu kat’î olan vahyin hükümleri mutlak doğrulardır. Bu doğrular, kişilere, zamana ve coğrafyaya göre değişmez. Bunun dışındaki doğrular, nisbî (göreceli) doğrulardır. İctihadî hükümler, şahsî yorum ve tefsirlerdeki doğrular, zannî ve tartışmalı doğrular sınıfına girer. Bunlar tüm müslümanları bağlayıcı olamaz. Dolayısıyla, içinde şüphe bulunan zannî, göreceli, değişken beşerî doğrularla; yani zayıf delillerle hiçbir mü’min tekfir edilemez.
Halkın önemli bir kesiminin (namazla irtibâtını kesmeyenlerin) câhil de olsa Allah’ı ve Rasûlünü seven, bildikleri kadar da yer yer müslümanca yaşayan, ama yeterince dini kendi öz kaynağından (Kur’an’dan) öğrenmediği için bazı yanlışları ve ihmalleri olan günahkâr Müslümanlar olduğunu ifade edebiliriz. Halka, özellikle kıble ehline, yani farklı yorumlara sahip namaz kılanlara açıkça bir küfür sözü ve davranışına şahit olmadığımız müddetçe hüsn-i zanla yaklaşmalıyız.
“Kim lâ ilâhe illâllah der ve Allah’tan başka mâbudları reddederse, Allah onun malını ve kanını haram kılar. (Samimi olup olmadığı) meselesi Alah’a aittir.” [161]; “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in, O’nun elçisi olduğuna şehâdet ederek Allah’a kavuşan kimse cennete girecektir.” [162]
Ama, konuyu sadece “Lâ ilâhe illâllah” diyen kimsenin Cennete gireceği”ni müjdeleyen bu tür hadis-i şeriflerle değerlendirmek de yanlıştır. Bu hadis sahihtir, sahihtir ama, bir hadis veya âyet, en doğru şekilde Kur’an bütünlüğü ve diğer sahih hadisler ışığında anlaşılabilir. Lâ ilâhe illâllah dediği halde, İslâm’a düşman olan, Kur’an’ın kesin hükümlerini bile bile inkâr eden, (sözgelimi hanımların tesettürüne düşmanca tavırlar takınan) nice insan, nice bilinçli kâfir vardır. Formalite icabı tevhid kelimesini söylemeleri, onları kurtarabilir mi? Putlara tapan, tâğutları bilinçli olarak destekleyen veya kendileri tâğutluğa soyunan şeriat düşmanlarının Müslüman olduğu iddia edilebilir mi; sadece lâ ilâhe illâllah diyecekler, ama her türlü küfrü benimseyecekler, gâvur gibi inanıp gâvur gibi, kâfir gibi yaşayacaklar, sadece bir sözle kurtulup cennete gidecekler… Bu iddia edilebilir mi? Bu takdirde Kur’an hükümleri boşuna, Müslümanların inançlarını korumak için bunca zahmetleri, ibâdet ve gayretleri gereksiz olmuş olmaz mı? Sadece bir kelimeyi söylemekle iş bitecekse, dünyada Müslüman sayılmak ve âhirette cennete gitmek mümkün olacaksa, Müslümanca inanıp yaşayanlar enayi olmuş olmazlar mı?
Biz, şahısların zâhirine, görünüşüne değer verir, görünüşüne göre hükmederiz. Dinde, yani din tercihinde, iman meselesinde zorlama yoktur. Ama hukukî meselelerde elbette zorlama olacaktır.
Önüne gelene, ‘kâfir’ damgası vurmak demek olan “tekfir hastalığı”na düşmemek, rastgele câhil müslümanlara ‘mürted’ mührü vurmamak gerekir. İnsanların yetişme tarzı, bilgilerinin azlığı, o bilgileri kullanma tavrı, İslâm’ı öğrenme kaynakları göz önüne alınmadan ‘tekfir’ etmek çok yanlıştır. Bir müslümanı onu dinden çıkaran davranış ve söz üzerinde bulursak, onun yanlışlığını düzeltmeye çalışmamız gerekir. Rastgele ‘kâfir’ damgası vurmak hem görevimiz değil, hem de müslümanların sayısını azaltmaktır. Sayımızın azlığı ancak düşmanlarımızı sevindirir.
Günümüzde Batılı ülkelerin ulaştığı zenginlik ve kalkınma, birçok zayıf imanlı müslümanı onlara hayran ediyor. Bir kısmı da onların İslâm’a uymayan fikirlerini, hayat şekillerini benimsiyor, onlar gibi olmaya çalışıyor. Bu, gerçek İslâm’ı gereği gibi bilmemenin ve ona imanın zayıf olmasının bir sonucudur. Bazı müslümanlar da, yönetildikleri rejimler tarafından İslâm dışı ideolojilere, uyguladıkları eğitim, medya ve devlet politikasıyla inandırılmaya, İslâm’dan koparılmaya çalışılıyor.
Bugün yapılması gereken, ‘falanca adam küfür sözü söyledi ve mürted oldu, ona hangi ağır cezayı verelim?’ diye fetvâ arayışı değil; İslâm’ın, güzellikleri ve kurtuluş yolu olduğunu en güzel yolla bu tür insanlara ulaştırmak, hatayı biraz da kendimizde arayıp zayıf müslümanların dinden uzaklaşma sebeplerini azaltmaya çalışmaktır. Haksız ve gereksiz tekfîr mantığı, adâletsiz ve kolaycı bir davranıştır. Hiç bir yararı da yoktur. [163]
Şirk ve küfür olarak haklarında çok net bir hüküm olmadığı halde, biz Kur’an’ı ve sünneti kendi bilgimiz ve tevhid anlayışımızla yorumlayıp bir konu hakkında şirk ve küfür hükmünü verebilir miyiz? Eğer böyle bir konunun şirk olduğuna hüküm veriyorsak, onu her nasılsa işleyen kimsenin, gerekçelerini, bu konudaki nassların kendisine ulaşıp ulaşmadığını, ulaştı ise onlardan nasıl bir anlam çıkardığını, bize göre geçersiz de olsa te’vil yapıp yapmadığını, başka bir mâzeretinin olup olmadığını değerlendirmeden tekfir edebilir miyiz?
Bir kimseyi tekfir etmek, ne demektir? Kendisine selâm verilemeyecek, dostluk ve samimiyet kurulamayacak, gönülden sevilemeyecek, kız alıp verilemeyecek, ortaklık gibi yakınlık isteyen ilişkilere girilemeyecek, cenazesine katılınamayacak ve evliyse eşiyle nikâhı düştüğünden devamlı zina ediyor hükmü verilecek, âhirette de sonsuz bir şekilde ceza çekecek, ebedî cehennemde kalacak şeklinde bir hüküm verilmiş olmaktadır. Böyle bir hüküm öyle alelusûl verilemez. Bir kimseye “kâfir” demekten daha küçük bir isnad olan meselâ “fâhişe” demek, hangi şartlarda mümkündür? Kendimizle birlikte üç güvenilir müslümanın da apaçık şekilde zina fiilini işlerken görmediğimiz ve hepimizin şahitlikte ısrar etmeyeceği bir durumda “fâhişe” demenin dünyada bile cezaya çarptırılacağı sözkonusudur. Meselâ, bir adamın diğer bir adamı öldürdüğüne şahit olsak, bu adamın hangi şartlarda o suçu işlediği, olayın içyüzünde başka ne tür durumlar olduğu uzun uzadıya, şahitlerle, savunmalarla ortaya konulur, uzunca mahkemesi sürer ve sonunda onun suçlu olup olmadığı da bizim tarafımızdan değil, hâkim tarafından karar verilip hükme bağlanır. Öyle bir durumda bile, İslâm’ın hâkim olmadığı topraklarda had dediğimiz ağır cezalar uygulanmaz. Çünkü ortam, haramları işlemeye çok elverişlidir. Haramlara ve küfre gidecek yollar (İslâm devleti olmadığı için) tıkanmamıştır. Bu hükmün ağırlığından dolayı siz de bilirsiniz ki, Rasûlullah, bunun çok sorumluluk isteyen bir hüküm olduğunu belirtir:
“Bir kimse diğer bir kimseyi fıskla veya küfürle itham etmesin. Aksi takdirde, itham edilen arkadaşında bunlar yoksa, kelime (itham ettiği sıfat) kendine döndürülür.” [164]
“Bir kimse diğerine, ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise, adam doğru söylemiştir; yok eğer ona dediği gibi değilse, ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).” [165]
“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” [166]
Bu hadisler, aslında normal şartlarda bile, kişinin birini tekfir etme hususunda çok ölçülü olması gerektiğini bildirir. Günümüzdeki gibi her şeyin anormalleştiği, hakkın bâtıl, bâtılın hak diye öğretildiği, anlatıldığı, yaşandığı bir toplumda tekfir konusuna daha fazla ihtiyat gösterilmelidir.
Kur’an’da şirk ve küfür olarak açıklanan, puta tapmak gibi çok net çirkinliklerle ilgili hususlar elbette böyle değildir. “Biz, sizlerden ve Allah'ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız…”[167] Bu ve benzeri âyetler, kesin küfür fiilleri hakkındadır. Gerçekten, apaçık bir şekilde Allah’ın dışında bir tapma olayı olunca bu hükmü verebiliriz. Onun dışında, küfür olup olmadığı konusunda İslâm âlimlerinin ve ümmetin ittifak etmediği konularda biz kendimiz o olayın küfür olduğuna dair delillerimiz çok kuvvetli olduğu zaman bu fiilin küfür olduğunu kabul edebiliriz. Ama bu durum, bize bu küfrü işleyenleri hemen tekfir etmemiz hakkını vermez. Evet, Peygamberimiz’in hadislerinde de çokça yer aldığı gibi, nice küfür ve şirk vardır ki, sahibini kâfir ve müşrik yapmaz. Nice hadiste, “şunu yapmayan bizden değildir, mü’min değildir, iman etmiş olmaz” denildiği halde, o işi yapmayanı hiçbir İslâm âlimi tekfir etmemiştir. Meselâ, hiçbirimizin kendimiz için istediğimiz her şeyi, başka bir mü’min kardeşimiz için de istememiz, onu kendimize her konuda tercih etmemiz gücümüzü aşan bir husustur. Ama bu durum hadis-i şerifte “iman etmiş olmaz” ifadesiyle bildiriliyor. Nifak alâmetleri konusunda da hüküm böyledir.
Yine, küfrünü apaçık ortaya koymayan, ama içten içe İslâm’a ters inançlara sahip olan kişileri, zâhiren şehâdet kelimesi getirip namaz gibi sâlih ameller de yapıyorlarsa, bunları tekfir etmeyi Allah Rasûlü yasaklamış, şehâdet kelimesi getiren kimsenin öldürülmesine çok şiddetli tepki göstermiş ve “kalbini yarıp baktın mı?”[168] diyerek zâhiren Müslümanlığına hükmedilmesini istemiştir. Eğer her kâfirin mutlaka kâfir olarak bilinip hüküm verilmesi gerekseydi, Peygamberimiz’in, vahiyle kendisine bildirilen münâfıkları ümmetine bildirmesi ve onların da o kişileri mü’min kabul etmemelerini istemesi gerekirdi. Hâlbuki ashâbdan Huzeyfe’ye (r.a.) (kimseye söylememesi şartıyla, sır olarak bildirmesi) hâriç, hiç kimseye onların kâfir olduğunu bildirmemiş ve ashâbın onlara Müslüman muâmelesi yapmasına rızâ göstermiştir.
Bir kimsenin kâfir olduğuna kim karar verebilir? Böylesine önemli ve bumerang gibi hükmün tekfir edenin kendine dönme ihtimali yönüyle riskli kararı sıradan herhangi bir mü’min verebilir mi? İhtilâfsız, te’vil edilemeyecek tarzda kesin ve net konuların dışında herhangi bir mü’minin böyle bir karar veremeyeceğini söyleyebiliriz. Bugün bizim derdimiz, uğraşımız ona buna kâfir damgası vurmak olmamalı, doktorluğa (gönül hekimliğine) soyunmak olmalı. Doktor, hastasını tedavi etmeye çalışır. Ona kızmaz, ona düşman olmaz, ona acır. Teşhiste bulunur, ama yine de şüpheyi, ihtiyatı elden bırakmaz. O yüzden tıp biliminde yılan simgedir. Yılan, niye tıpta simge kabul edilmiştir? Yılanın çok şüpheci bir yaratık olduğundan dolayı; tıp adamı da şüpheci olmalı, teşhisinde ihtiyat payı bırakmalı, bağnaz olmamalı, hemen kestirip atmamalı, her ihtimalli şeyden şüphe edip teşhisini kesinleştirmek için tahlil, röntgen vb. delillere mutlaka müracaat edip, teşhisindeki isabeti devamlı kontrol etmeli, gerektiğinde teşhisini değiştirebilmelidir. Birkaç tıp kitabı okuyan veya doktorların sohbetine katılıp onlardan bir şeyler duyan bir kimse doktorluğa soyunabilir mi? Hele (madden veya mânen ölümüne sebep olabilecek şekilde) ameliyatlık hastalara neşter vurabilir mi? Doktorluk için şu kadar tahsil ve tecrübe gerekiyor da, mânevî doktorlar için ilim gerekmez mi?
Bugün oy vermek, askere gitmek, çocuklarını gayri İslâmî okullarda okutmak, az zararlı gördükleri bir partiyi desteklemenin kesin hükmü gibi nice husus, emin, ehil ve muvahhid âlimlerin fetvâya bağlamaları gereken konulardır. Günümüzde tekfir konusunda da ihtilâf edilen birçok ictihadî durumlar vardır. Günümüzde de tüm mü’minlerin otorite kabul ettiği her yönüyle güvenilir bir müctehid olmadığı, şer’an fetvâsı tüm ümmeti bağlayacak bir yetkin zât bulunmadığı için yapılması gereken, bu tür konularda “ihtiyatlı bir tavır” takınmaktır. Böyle ihtilâflı, ama şirk ihtimali de olan hususlarda ihtiyat iki şekilde olur: Birincisi, şirk olma ihtimalini gözden uzak tutmamaktır. Binde bir ihtimalle bile olsa ihtiyatlı olmak, o küfrü işlememek, ondan şiddetle sakınmak gerekir. Ve o küfür olma ihtimali olan hususu işleyenlerle (tekfir etmeden) ileri derecede samimiyet kurmamak, onlarla cemaat, sırdaşlık, akrabalık ve muhabbetle yakınlık gibi ilişkilere gücümüz nisbetinde girmemek gerekir. İhtiyatın ikinci şekli ise: Onların İslâm’ın hâkim olmadığı câhiliye düzenlerinde yetiştiğini, bu konuları yeterince ve ehil kabul ettikleri kişilerden duyup öğrenmedikleri, yeterli ve yetkili kişilerin onlara doğru bir İslâm anlayışı vermedikleri vb. durumlardan dolayı onların Allah indinde mümkün ki mâzur olabileceği, bizim ise, böyle bir durumda onların kâfir ve müşrik olmama ihtimali binde bir bile olsa onları tekfir ettiğimizde, binde bir ihtimalle de olsa bizim kâfir olacağımız hesaba katılmalıdır.
Bu durum, muvahhid mü’minlere çok iş düştüğünü gösteriyor. Kâfir denilip onlarla tüm ilişkileri koparıp onlardan uzaklaşmak, onlara tevhidi ve Kur’ânî hakikatleri tebliğ etmeden kendi köşesine çekilmek herhalde dâvet usûlü açısından ve sorumluluk bilinci yönüyle de doğru olmaz. Her iki yönüyle ihtiyat tavrı, ilişkilerimizde tutarlı ve yeterli olmaya bizi mecbur eder. Böyle konularda cesaret, ilimden değil; câhillikten ve mümkün ki, şeytanın sağ taraftan yaklaşmasından meydana gelir. Biz insanlar arasında hüküm vermek için dünyaya gelmedik. Kulluk görevimizi yapmaya geldik. Bu kulluk içinde, tabii hakkı yaşayıp başkalarına da güzelce tebliğ etmek de vardır. Unutmayalım; küfrü çok açık olanlar dışında insanlara küfür damgası vurmayı emreden hiçbir âyet ve hadis yoktur; ama bundan sakındıran nasslar vardır.
Demokrasiyi savunmak, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmemek küfür olduğu gibi, böyle tâğutları veya tâğut adaylarını desteklemek, küfrün kanunlarıyla hükmedeceği kesin olan kimselere oy vermek de küfürdür. Ama bu küfür (günümüz şartlarını ve dinin benzer konulardaki yaklaşımını hesaba kattığımızda) insanı kâfir etmeyen bir küfür olabilir (“olabilir” diyorum; yani olmayabilir de; iki yönden de ihtiyatlı hassâsiyetle yaklaşmak gerekir). Kişiyi küfre götürmeyen küfür (el-küfrü dûne’l-küfür), kişiyi müşrik yapmayan şirk de vardır. Riyânın şirk olduğu, fakat sahibini müşrik yapmadığı gibi.
Küfrün Kısımları; Büyük ve Küçük Küfür
Şüphesiz Kur'an ve sünnet terminolojisinde “küfür” kelimesi kullanılırken, dünya hükümlerine nispetle insanı dinden çıkaran ve âhiret hükümlerine nispetle cehennemde ebedî kalmasını gerektiren küfr-i ekber (büyük küfür) kastedilir. Ancak bazen de kişinin cehennemde ebedî kalmasını değil, cehennem ile tehdit edilmesini gerektiren ve onu İslâm dininden çıkarmayan küfr-i asgar (küçük küfür) kastedilir. Bu küfür çeşidi ancak kişinin fâsıklık ve isyankârlıkla damgalanmasına sebep olur.
Birinci anlamıyla küfür (yani küfr-i ekber), Hz. Peygamber'in getirmiş olduğu dinden zarûri olarak bilinen her şeyi veya bunların bazısını kasden inkâr etmek ve reddetmek demektir. İkinci anlamıyla küfür (küfr-i asgar) ise Allah'ın emrine muhâlefet sayılan, yahut onun nehyettiği yasakları işlemek suretiyle gerçekleşen diğer günahları kapsamaktadır. İşte bu küfür çeşidi hakkında şu hadisler gibi birçok hadis bize ulaşmıştır:
a- "Kim Allah'tan başkasına yemin ederse küfretmiş olur." veya "şirk koşmuş olur."
b- "Müslümana sövmek fâsıklık, onu öldürmek ise küfürdür."
c- "Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kâfirler olmayın"
d- "Babalarınızı reddetmeyin. Çünkü babalarınızı reddetmeniz sizi küfre götürür."
Bizim bu tür hadisler hakkındaki değerlendirmemiz şöyledir: Bu ve benzeri nasslarda vârid olan küfür, diğer bazı delillerden dolayı, kişiyi dinden çıkaran küfür değildir. Çünkü ashâb da birbiriyle savaşmıştı. Ama onlardan bazısı diğer bazısını tekfir etmiyordu. Emiru'l-Mü'minin Ali bin Ebî Tâlib'den yakın olarak bize ulaşmıştır ki, o, Cemel ve Sıffîn savaşlarında kendisiyle savaşanları tekfir etmiyordu. Sadece onları bağî/âsî sayıyordu.
Yine Kur'ân-ı Kerim de birbiriyle savaşan iki taifenin mü'min olabileceğini isbat etmiştir: "Mü'minlerden iki tâife birbiriyle savaşırsa..." [169] Ayrıca onlar arasında din kardeşliğinin devam ettiğini de isbat etmiştir: "Şüphesiz mü'minler kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin." [170]
Şu hadis de bu hususu belirtiyor: "Kim (müslüman) kardeşine kâfir derse..." İşte bu hadiste birbirlerine kâfir diyen iki müslümanın kardeş olduğunu ve bu olayın müslüman ile kâfir arasında olmadığını belirtiyor. Böylece de kardeşine kâfir diyenin bu sözüyle İslâm dairesinden dışarı çıkmadığına delâlet etmektedir.
"Kim Allah'tan başkasına yemin ederse, şüphesiz küfretmiştir." veya "şirk koşmuştur"[171] hadisi ile "kim bir arrâfa veya kâhine gider de onun dediğini tasdik ederse, şüphesiz o, Allah'ın Muhammed (s.a.s.)'e gönderdiğini inkâr etmiştir" [172] şeklindeki hadis ve buna benzer hadisler de yukarıdaki gerçeği ifade etmektedirler.
Geçmiş asırlar boyunca müslüman âlimlerden hiçbiri yukarıdaki fiilleri dinden çıkaran ve İslâm'dan döndüren fiiller olarak saymamıştır. Şüphesiz ki insanlar daima çeşitli zamanlarda Allah'tan başkasına yemin ediyorlar, falcıları ve kâhinleri tasdik ediyorlardı. Bu tür hareketleri yüzünden ilim ve din adamları onları yadırgıyorlar, onların sapık ve fâsık olduklarını söylüyorlardı. Fakat onların mürted olduklarına hüküm vermiyorlar, onları eşlerinden ayırmıyorlar, onların cenazeleri üzerine namaz kılınmamasını veya müslümanların kabristanında defnedilmesini nehyetmiyorlar. Bu ümmetin, dalâlet üzere icma yapmayacakları bize merfu bir hadis ile ulaşmıştır.
İşte bu sebeple, İbn Kayyım bazı günahlara küfür itlak eden birçok hadisi zikrettikten sonra şöyle demiştir: "Burada kastedilen şudur: Bütün günahlar küfr-i asgar nevindendir. Bu ise tâat ile amel etmek olan şükrün zıddıdır. Çalışma (sa'y) ya şükürdür ya da küfürdür (nankörlüktür). Üçüncü bir çalışma türü ne bundandır ne de şundan." [173]
İkinci mânâdaki küfre, yani küfr-i asgara gelince, onun zıddı da şükürdür. İnsan ya bir nimet için şükredici olur ya da hakkını yerine getirmeyerek nankör olur. Allah Teâlâ insanın bu vasfı hakkında şöyle buyurur: "Şüphesiz Biz ona yolu gösterdik. Artık o ya şükredici olur, ya da kâfir (nankör) olur." [174] Başka bir âyet-i kerimede Yüce Allah şöyle buyurur: "Her kim şükrederse, o ancak kendisi lehine şükretmiştir. Kim de küfrederse (nankörlük yaparsa), şüphesiz benim Rabbim müstağnîdir ve kerimdir..." [175]
Sahih-i Buhârî'de kadınların cehenneme girmelerinin sebebi hakkındaki hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Şüphesiz onlar inkâr ediyorlar (nankörlük ediyorlar)." Bunun üzerine sahâbe dedi ki: "Allah'ı mı inkâr ediyorlar?" Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: "Onlar dostluğa ve iyiliğe küfür (küfrân-ı ni'met) ediyorlar." [176]
Hâfız İbn Hacer Askalani, Kurtubi'nin şu sözünü nakletmiştir: "Şâri’in (Şeriat koyucunun) lisanında küfür, İslâm dininden olan şer'î hususlarla ilgili zarûrâtı bilerek inkâr etmek mânâsında kullanılmıştır." Daha sonra İbn Hacer şunları belirtmiştir: "Ancak bazen de şeriatta küfür, nimete karşı nankörlük, nimeti veren zâta şükretmeyi terk etmek ve nimetin hakkını vermemek mânâsında kullanılmıştır. Bu hususta Sahih-i Buhârî'nin "İman kitabı"nın "Kocaya nankörlük" ve "Küfür fiilini işlediği halde kâfir olmama" bölümlerinde, büyük günah işleyenleri kâfir sayan Hâricîlerin fikrini çürütücü hadisler mevcuttur. Buhârî'nin "Kitabu'l-İman" bölümündeki "küfr dûne küfr" (küfür olmayan küfür/nankörlük) babındaki Ebû Said (r.a.)'ın rivâyet ettiği "onlar iyiliği inkâr ediyorlar..."[177] şeklindeki hadis de bu hususu anlatmaktadır."[178]
Bundan dolayıdır ki İmam Buhârî Sahih'inde "Kitabu'l-İman" bölümünde, büyük günahları işlemeleri sebebiyle müslümanları tekfir eden Hâricîler’i reddetmek için birçok "bab"lar koymuştur. İşte bu "bab"lardan biri de "Bâbu Küfrâni'l-Aşîri" ve "Küfrun Dûne Küfrin" bahsidir. "Küfrun dûne küfr" ("Küfür işlediği halde kâfir olmama") ibâresi, Allah Teâlâ'nın "Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenler var ya, işte onla kâfirlerin ta kendileridir" [179] kavl-i şerifinin tefsiri hakkında İbn Abbas ve bazı tâbiînden rivâyet edilmiştir.
Bu da gösteriyor ki küfür, büyük ve küçük diye iki kısma ayrılır. Bu taksimat selef âlimleri tarafından yapılmış ve günümüze kadar gelmiştir. Aynı taksimat şirk, fısk, zulüm ve nifak için de gösterilebilir. Yani şirk, fısk, zulüm ve nifak da aralarında büyük ve küçük diye ayrılabilirler. Büyük olanlar, cehennemde ebedi kalmayı gerektirirken küçük olanlar ise böyle bir şey gerektirmez. [180]
Tevâtür yoluyla sâbit olan apaçık farzların farziyetine inanmamak ve yine tevâtür yoluyla sâbit olan haramların helâllığına inanmak sebebiyle kişi küfre girer. Eğer sen günahlar, emredileni terketmek yasaklananı da yapmak şeklinde iki kısma ayrılır dersen cevabım şu olur: Kul kendisine emredileni terkettiği takdirde, ya emredilenin farz olduğuna inanır veya inanmaz. Eğer farziyetine inanır, yapmayı terkederse farzın tümünü terketmemiş olur. Aksine bir kısmını yerine getirmiş olur ki, o da inanmasıdır. Bir kısmını da terk etmiş olur ki, o da amelidir. Haram kılınan şey de böyledir. Kişi haramı işlediği vakit ya onun haramlığına inanır veya inanmaz. Eğer haramlığına inanarak işlerse, farzı yapmak ve haramı işlemek gibi ikisini bir araya getirmiş olur ve böylece hem iyiliği hem de kötülüğü olur. Söz, ancak tevâtür yoluyla sübut bulmuş şeylerin haramlığına ve farziyetine inanmayı terketmek sûretiyle mâzur sayılmayacak konular hakkındadır. Bir özrü sebebiyle bilmediği veya te’vil etmesi yüzünden terkettiği ya da işlediği fiile gelince, bunu işleyen kişi kâfir olmaz. Hükümlere inanmamanın küfür olduğuna ve sadece haramı işlemenin küfür sayılmayacağına gelince, bu kendi mevzûsunda karara bağlanmıştır. Allah'ın kitabındaki şu âyet-i kerime buna delil teşkil etmektedir; "...Eğer onlar tevbe eder, namazlarını kılar ve zekâtı verirlerse sizin din kardeşlerinizdir..." [181]
Günahlara gelince, Kur’an'da hırsızın elinin kesilmesi, zânînin sopalanması cezası vardır. Kur'an, onların küfrüne hükmetmemiştir. İki gruptan biri diğerine saldırmakla birlikte birbirlerini öldürmeleri de aynı şekildedir. Fakat iman ve kardeşlik her iki grup için de geçerlidir. Cana kıydığından ötürü kendisine kısas gereken katili de Kur'an "kardeş" olarak nitelendirmektedir. [182] Cenâb-ı Hak katili (kardeş) olarak isimlendirdi.Tekfirci gençlerin düştüğü hatalardan biri de iki küfrü birbirine karşıtırmaktır. Aynı şekilde onlar, küçük günah olan fısk ile küfrü, zulüm ile küfrü birbirine karıştırıyorlar. Onlar, bunların tümüne "şirk" mânâsını veya benzerini vermekteler.
Fakat Kur'an ve Sünneti inceleyenler böyle olmadığını görürler. Tekfircilerin sözlerinden bir örnek: Zulüm de küfür demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "...Kâfirler zâlimlerin ta kendileridir."[183] Hiç kimse, kâfirin küfrü sebebiyle kendi nefsine zulmettiği hususunda kuşkuya kapılamaz. Fakat her zâlim kâfir midir? Kesinlikle hayır. Çünkü Kur'an'da Hz. Yûnus şöyle duâ ediyor; "Senden başka ilâh yoktur. Seni tesbih ederim. Çünkü ben zâlimlerden oldum."[184]
Küfür ile fıskı birbirine karıştırma konusuna gelince gençler buna şu âyeti delil getiriyorlar; “Biz sana apaçık âyetler indirmişiz. Onları sadece fâsıklar inkâr ederler." Füsûk (fâsıklık) kelimesi küçük günahlar ve küfür için de kullanılmıştır. Bunun için her kâfir aynı zamanda fâsıktır; fakat her fâsık kâfir değildir. Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'inde şöyle buyuruyor: "...Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir..." [185] Hiç kötü lakaplarla çağırmak küfrü gerektiren şeylerden olur mu? Bunu kim söyleyebilir?
Fısk ve zulüm kelimeleri hatta bazen "küfür" kelimesi, Kur'ân-ı Kerim'de kâfir için de müslüman için de kullanılıyor. Bundan dolayı tedbirli davranmak ve acele etmemek gerekir. Buradaki küfür sözü, sahibini dinden çıkarmayan küçük küfürdür. Zira büyük küfür, sahibini dinden çıkarır. Her kâfir hem zâlim, hem de fâsıktır. Fakat her zâlim veya fâsık, kâfir değildir.
Diğer birçok âlim-yazar gibi Samarraî'de câhiliye, itikadî şirk, amelî şirk... gibi kavramların tekfirde aşırı gidenlerce nasıl yanlış ve yüzeysel değerlendirildiğini ortaya koymuştur. Câhiliye hakkında şöyle der: "Câhiliyet hakkında vârid olan hadislere geçmeden önce şunu söylemek istiyorum: 'Gerçekten câhiliyet Allah'ın şeriatının tatbiki ile ilgili bir durum, bir nitelik olunca bazen küfür ifade eder... Yöneticilerden kim, beşerî kanunu Allah'ın düzeninden üstün tutarak onu reddederse bundan ötürü kâfir olur. Çünkü o, Allah'ın indirdiğinden başkası ile hükmediyor ve Allah'ın kanununa dil uzatıyor. Câhiliyet, câhiliyet açılıp saçılması, câhiliyet taassubu gibi adet ve geleneklerle ilgili bir durum olduğu vakit bu, Allah'ın şeriatına tercih edilmedikçe bazen masiyet (günah) veya fısk ifade eder." [186]
Tekfirde aşırı giden grubun gençleriyle çok sık karşılaştığını ifade eden Samarraî kitabının bir yerinde şunları anlatıyor: "Gençlere; ümmeti tümüyle dininden çıkarıp küfür girdabına atan bu önemli konuyu sorduğumuzda, müslümanların küfre girdiklerini söylediler. Müslümanlar şehâdet kelimesini dilleriyle söyleyip, anlamını bilmiyorlar ve içeriğiyle amel etmiyorlar" diyorlar. Gençlerden biri: Şeker kutusu tuz ile doldurulsa ve üzerine şeker yazılsa, bu işlem onun tuz olma gerçeğini değiştirir mi? Bir adama ilaç yazılsa; fakat adam almasa hatta yalan olduğunu iddia etse bu gerçeği değiştirebilir mi?
Ey ateşli gençler bize daha fazla bilgi veriniz, dediğimizde, onlar dediler ki, Peygamber zamanındaki bir müslüman, câhilî toplumdan İslâmî topluma geçen bir adamdı. Ama şehâdet kelimesini diliyle söyleyip hicret etmeden yerinde kalan kişi müslüman değildir. Yukarıda söylenenlere göre topluluklar bu haliyle İslâm'a göre hareket etmiyor. O toplumun amelleri, tutumları, iktisadi metodları ve siyaseti tümüyle İslâm dışı olunca; o toplum da câhilî toplum demektir. O toplumun tüm fertleri; bizce delil ve burhan ile aksi sâbit olmadıkça küfre girmişlerdir.
Kahire'nin "Medinetü'l Mühendisîn" semtinde sohbet ettiğim gençlere dediğimi burada zikrediyorum. Gençlere dedim ki: "Sizler Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirdiği Allah'ın şeriatına mı uyuyorsunuz, yoksa Yunanlı kâfir Aristo'nun mantığına mı?" Bu sözün üzerine gençler, tedirgin oldular ve: "Allah'a sığınırız, bu ne biçim söz?" dediler. O vakit ben de: "Öyleyse bana cevap veriniz... Yanımıza bir Yahudi, bir Hristiyan veya bir müşrik genç girse ve: Aklım İslâm'a ve onun getirdiklerine yattı, ben müslüman olmak istiyorum, ne yapayım dese, ne cevap veririz?"
Gençlerden bazısı, ona şehâdet kelimesini söylemesini telkin ederiz, dedi. Ben de: Bunu söylese ve şehâdet getirse, o sırada gence bir kalb nöbeti gelse ve oturduğu yerde ölse, hükmü nedir? diye sordum. Dediler ki: O müslümandır. Ben de onlara: Fakat siz tuzu keşfetmemiştiniz, onun tuz mu yoksa şeker mi olduğunu öğrenmemiştiniz? dedim. Bu sefer gençler: Şehâdet getirmekle İslâm'a girdi:" dediler. Ben de: Bu iyi. Fakat siz onu denemediniz. Bakalım ki o şehâdetin manasını anlıyor mu, anlamıyor mu? O, İslâm'a ait hiç bir hükmü yerine getirmedi... dedim.
Gençler: Biz ona mühlet verir, toplumun fertleri gibi olacak mı, onların hükmünü alacak mı diye bakarız. Veya ayrıcalık gösterir ve gerçekten müslüman olur, dediler. Ben, bu kadarı bana yeter dedim. Zira o genç müslüman olmuş ve şehâdet getirmekle müslümanlığını ilan etmiş oldu. Bundan başkası olamaz. Rasûlullah (s.a.s.) döneminden günümüze kadar müslümanların bildikleri de bu zaten. Bundan fazlası kabul değil. Şehâdet getiren bu adamdan küfrünü ifade eden birşey zuhur ederse, biz bu noktada, onun küfrüne ve dinden dönmesine hükmederiz, dedim.
Nihâyet üzerinde şeker yazan kutuyu gören kişi, kutunun içinde tuz olduğu kanaati kesinleşinceye kadar, onun şeker olduğuna inanacak. Aynı şekilde şehâdet getirip, müslüman olduğunu ilan eden kişi, İslâm'dan ayrıldığı kesinleşinceye kadar müslümandır, aksi değil. Yani İslâm sâbit olduğu sürece küfür asıl olamaz. Çünkü asıl bulunduğu hal üzere kalır. Müslüman, dinden döndüğü sâbit oluncaya kadar müslümanlık üzerine kalır. Fukaha bundan daha da ötede bir görüşe sahip. Onlar diyorlar ki; Halk bir müslümanın küfrünü gerektiren bir durumuna şahit olsa, fakat adam bunu inkâr etse, adamın sözü geçerlidir, onların sözü değil. Fukahadan bazısı, "Kur'an'ın eksik olduğunu" söylemekle itham edilen kişi gibi, O da hakkında yapılan ithamlarla bir ilişkisi bulunmadığını söylemesini şart koşarlar. Yani bu ithamı yalanlaması gerekir, derler. Bu konuda bu kadarı yeter..."
Küfür ülkesinde yaşayan müslümanların tâğûtî hükümlerle muhâtap olmaları durumunda onların itikadına nasıl bir zarar gelebilir? Eserinin bir bölümünde de bu sorunun cevabını ortaya koyan A. Samarraî konuyla ilgili olarak İbn Teymiyye'den görüşler aktarıyor. Buna göre Firavun'un karısı, Yusuf (a.s.), Necaşî gibi fert ya da az bir grupla müslüman olan kişiler küfür ülkesinde yaşayıp bazen de küfür hükümlerine muhâtap olmuşlardır. Ve bu durum da onların itikadına zarar vermemiştir. Hatta buna ek bir örnek olarak -yine İbn Teymiyye'den aktarma yapılarak- Tatarlar arasında müslümanların hâkimlik veya imamlık görevinde bulunduğu da kaydedilmektedir. Samarraî bu son örneği de İbn Teymiyye'nin Mecmu'ul-Fetevâ’sından aldığını kaydediyor.
Tekfirde aşırı gidenler, bazı büyük günah sahiplerini tekfir etmektedirler. İtikadî şirk ile amelî şirki ayırmamaktadırlar. Bu da Hâricîlerde bulunan bir özelliktir. [187]
Herhangi bir insan hakkında küfür hükmünü vermek gerçekten de ciddi ve tehlikeli bir hükümdür. Çünkü onun tekfir edilmesi halinde şu son derece tehlikeli etkiler terettüb etmektedir:
- Kestiği yenmez, onunla samimiyet kurulmaz, sır verilmez, velî/dost, yardımcı ve yönetici kabul edilmez. Nikâhlı karısının onunla beraber kalması helâl olmaz ve bu sebeple ikisinin birbirinden ayrılması gerekir. Çünkü müslüman bir kadının bir kâfire zevce olmasının sahih olmadığı yakin olarak bilinen icma ile sâbittir.
- Onun çocuklarının, onun idâresinde kalmaları câiz değildir. Çünkü bu durumda onlar hakkında emin olunmaz ve onun küfrünün çocuklarına tesir etmesinden korkulur. Özellikle onun çocuklarını yumuşaklıkla ve şefkatle ziyaret etmesi, bu etkiyi artırır. Bundan dolayı onlar İslâm toplumuna mensub olan herkesin boynuna emanettirler.
- Şüphesiz o, sarih küfür ve apaçık riddet ile dinden çıktıktan sonra İslâm toplumu üzerinde borç olan velâyet ve yardım hakkını kaybeder. Bu sebeple de kendi kendisi uyanıp geri dönene kadar ve tekrar hidâyete erişinceye kadar onunla ilişkilerin kesilmesi ve toplumdan ona en yakın sığınağın kapatılması gerekir.
- Onun, tevbeye davet edilmesi, zihninden şüphelerinin giderilmeye çalışılması ve ona delillerin ikame edilmesinden sonra hakkında mürted hükmünün infaz edilmesi için İslâm mahkemesi önünde muhakeme edilmesi gerekir.
- O öldüğünde onun hakkında müslümanlar üzerinde icra edilen hükümler icra edilmez. Bu sebeple cenazesi yıkanmaz, üzerine namaz kılınmaz, müslümanların kabristanında defnedilmez ve bir murisi öldüğünde ona vâris olmadığı gibi, başkası da ona vâris olamaz.
- Yine o küfür halinde öldüğü zaman Allah'ın (c.c.) lânetini, rahmetinden kovulmayı ve cehennem ateşinde ebedi olarak kalmayı hak eder.
İşte bu hükümler, Allah'ın kullarından birisinin hakkında tekfir hükmünü veren kişinin, bu dediğini söylemeden evvel birçok kez irkilip geriye çekilmesini gerektirir.[188]
Tekfircilik, Tedavisi Çok Zor Olan Bulaşıcı Bir Hastalıktır
Tekfir: Kendini Müslüman kabul eden birinin, söylediği bir söz ya da sergilediği bir davranış nedeniyle, İslâm Dini’nden çıktığını söylemeye ve bunu bir hüküm olarak kabul etmeye “tekfîr”denir. Her mü’min, hak edeni teslim etmek (Müslüman olduğunu kabul etmek) ve yine Allah’ın kâfir olduğuna hükmettiklerine kâfir deyip tekfir etmek mecburiyetindedir. Buna tekfircilik denilmez. Tekfircilik derken, bazı mü’minleri haksız yere küfre nispet etmeyi kast ediyoruz. Tekfircilik, nassları farklı yorumlayarak, “Müslümanım” diyen ve dinî hassâsiyetleri olan kimselerden bazılarını, hak etmedikleri halde küfre nispet etmek, mü’min olduğunu belirten nice insanın tartışılabilecek zannî delillerle kâfir olduğuna hükmedip bunu açıkça dillendirmektir. Tekfircilik, tepkisel bir tavırdır. Özellikle, düzenin resmî din kurumu Diyanet’in, sapık tarikatçıların ve kime, neye hizmet ettikleri tartışılabilecek hizmet cemaati ve benzerlerinin temsil ettiği ılımlı İslâm anlayışına ve televizyon müftülerine haklı olarak tepki gösteren bazı gençler, dini kendileri gibi algılamayanlara kâfir veya akaidi bozuk diyerek tekfirciliğe meyletmekteler. Dinlerinde samimi olduklarını, dini esnetip gevşetenlere karşı tavır almalarında haklılıklarını söyleyebileceğimiz tekfirciler, tâviz vermemekle dinde aşırılığı karıştırıp kurunun yanında yaşı da yakmaktadırlar.
Tekfirciliğin birçok sebebi vardır. Bunlar içinde grup taassubu ve üstü örtülü olsa da kibir ön sırada yer alır. Sadece kendisinin ve içinde bulunduğu grubun cenneti hak ettiği, diğer fertlerin ve cemaatlerin tümüyle bâtıl yolda olduğunu ve cehennemi hak ettiği inancı yatmaktadır haksız tekfirciliğin kökeninde. Sanki cennet çok küçüktür, başkaları da cennete gitse kendisine yer kalmayacaktır ve Allah’ın rahmetini sanki o dağıtmaktadır. Yeterli ve derinlikli Kitap-Sünnet bilgisine sahip olmadıkları halde, hayatlarını ilme adamış âlimlerin zorlandığı ictihadî konularda çok rahat ve kesin bir dille ahkâm kestiklerine, hak edenlerin yanında, hak etmeyen nice insana da “kâfir” damgası vurduklarına veya kâfir muâmelesi yaptıklarına şahit olmaktayız. Günümüz câhiliyyesinde yaygın, çoğunlukla içinde yaşadığımız İslâm dışı düzenin zorlaması veya yönlendirmesiyle ilgili 4-5 konuyu en temel iman-küfür ayrımı olarak ele alıp istisnâ, zaruret, ikrâh, cehâlet, te’vil gibi hususları yok sayar ve inkârın olmamasını görmezlikten gelirler. Kişiyi veya toplumu küfre nispet etme yönüyle çok katı ve acımasız bir tavır sergileyerek dinde aşırılığa giderler.
Haksız tekfir, yani tekfircilik bir hastalıktır. Tekfir hastalığı muvahhid mü’minlerin birleşmelerinin önünde en büyük engeldir. Tekfircilik anlayışı, Müslüman cemaatleri içten içe kemiren bir virüs olmuştur. İslâmî yorum farklılıkları bizlerin aynı safta olmasını engellememelidir. Tekfir hastalığına yakalanan bir Müslüman için öncelik, Müslümanların ümmet şeklinde birliği ve güçlenmesi değil; kendisinin veya cemaatinin düşüncesi ve diğer Müslümanlarla yaptığı münazaralarda haklı çıkma gayreti olmaktadır.
İslamî hükümler, insanların huzuru için vaz' olunmuş kanunlardır. İnsanlar bu hükümlere sımsıkı sarıldıkları zaman, düşmanlık ortadan kalkar ve herkes kendi ameliyle meşgul olur. Tekfircilik, karşısındakileri (istisnâlar hâriç) affedilmeyecek suçlarından ötürü cehennemlik görürken; onlarla mukayese ederek kendini ve arkadaşlarını yegâne cennetlik insanlar olarak görme yönüyle şeytanın Allah’la aldattığı kesimden olma riskini taşıyor. İslâm, başkalarının günahıyla uğraşmaktan önce, her mü’minin önce kendi hata ve günahlarının afffı için gayret etmesini emreder. Kendini kurtaramayan başkasını kurtaramaz. Eteği tutuşan, kendini yanmaktan koruyamayan itfaiyeci başkasını yakan ateşi nasıl söndürecektir? Gerçi tekfirci, komşudaki ateşi söndürmek yerine, “herkes yanıyor, sen de yanıyorsun!” diye etrafı velveleye vermeyi, herkesi panikletmeyi tercih etmektedir. Ekrem Rasûl şöyle buyurur: “Mü’min, üzerindeki günahı, üstüne yıkılmasından korktuğu bir dağ gibi görür. Münâfık ise, günahını, burnuna konup da oradan uçurduğu bir sinek gibi önemsiz görür.”[189]
Bir yanlışa karşı çıkmanın onlarca yolu vardır. İslâm’ın onaylamadığını düşündüğümüz bir söz ya da davranışın ve bunların sahibinin eleştirilmesi için tekfir dışında lügatlerde yüzlerce kelime bulunabilir. Kaba kuvvet nasıl acziyetin ve aşağılık duygusunun göstergesi ise, haksız tekfir de aynen öyledir. Fikre fikirle karşı çıkmak gerekirken, karşı tarafın delillerinin çok daha güçlü delillerle çürütülmesi gerektiği halde, damgalandırıp yargısız infaza başvurmayı tercih eder tekfirci. Haksız tekfir; ucuzculuktur, ithamdır, sûi zandır, önyargıdır, toptancılıktır, süpürücülüktür. Haksız tekfir taraftarının gözünde iki renk vardır: Beyaz ve siyah. Beyaz, üzerine hiç toz konmayan bembeyazdır; siyah da kapkaradır. Tekfircinin mantığı “ya hep ya hiç” şeklinde formüle edilebilecek kumarbaz mantığıdır. Tabii haksız tekfirin neticesi görevden kaçmadır, tekfir edilen grup ve şahıslarla bağları koparmak, onları aşağılayıp tebliğ ve dâveti onlara götürme ihtiyacı duymamaktır. Haksız tekfir, genellikle psikolojik rahatsızlıkları üzerinde barındıran, kişiyi diğer insanlardan soyutlayan, daireyi küçülte küçülte kendisi gibi inananları bile kâfir saydıran anormal tipler oluşturur.
Tekfir, iftiradır, insan hakkı ihlâlidir, büyük hakarettir, toplum içinde itibarı sıfıra indirmedir, saldırganlıktır. Bedene değilse bile, bedenden çok daha önemli olan ruha darbedir, moral olarak insanı çökertmedir. Psikolojik şiddet uygulamadır. İnsanı mânen yaralamak, işkence çektirerek öldürmektir.
Terör veya Saldırganlık ile Cihadın Birbirine Karıştırılması
Birbirinden çok farklı şeyler olan, biri beşerî biri Rahmânî, biri yıkma biri yapma, biri ifsâd biri ıslah anlamında biri cehennemi biri cenneti çağrıştıran çok farklı iki kavramı bile maalesef birbirine karıştırma becerisini(!) gösteren insanlar çıkabiliyor. Saldırganlık ve cihad/kıtâl kavramları biri İslâm'ın düşmanları, diğeri İslâm’ın akılsız dostları tarafından olmak üzere iki şekilde karıştırılmaktadır. İslâm ve hak düşmanları, müslümanların saldırgan ve işgalci düşmanlara karşı kendilerini ve dinlerini savunmalarını terör diye damgalarken, cihadla terörü karıştırmış olmakta veya kasden birbirine tümüyle zıt iki şeyi aynı göstermeye çalışmaktalar. Bazı akılsız dostların iyi niyetle de olsa cihad zannıyla bazı saldırgan tavırlar takındıklarını veya bu iki farklı konuyu zihinlerinde kesin hatlarla tam ayıramadıkları da görülen bir vâkıadır.
İslâm'ın Cihad Anlayışı
İslâm’ın cihad anlayışı, bambaşka bir şeydir. Cihad; cehdin, yani hayırlı hedefe ulaşmak için tüm gayretin seferber edilmesinin belirişi, insanı insan yapan değerlerin çiğnenmesi durumunda başvurulan her türlü kavga ve savaşın adıdır. Şartları doğmuş bir savaş, insanın yolunu tıkayan engelleri aşmanın olmazsa olmaz şartıdır. Bütün mesele, savaşın şartlarının doğup doğmadığının iyi belirlenmesi ve seyrinin Kur'anî ruha uygun biçimde ayarlanmasıdır.
Cihad ve savaşta birinci gâye, âhiretimiz için bir ticâret yapmaktır.[190] Cihadın ve savaşın bazı külfet ve meşakkatleri olsa da, bunlar, insanın acıklı azaptan kurtulması yanında hafif kalırlar. Yolumuzu aydınlatmak için malımızı yakmak, cehennemde yanmamak için gerekirse İbrâhim gibi dünya ateşlerine atılmak, dinimizin izzeti için canımızı incitmek, birtakım zorluklara, sıkıntılara katlanmak gerek. Dolayısıyla canla cihad, yani Allah için savaş, başkalarını öldürüp cehenneme göndermek için değil; nefsimizi ve diğer nefisleri cehennemden kurtarmak için yapılır. Yanmaktan kurtulan hamiyetli insanların yapacağı ilk iş, başkalarının imdâdına koşmak değil midir? Cihad, bu yönüyle, insan kurtarma savaşının adıdır. Eğer birtakım insanların hak ve hakikate ermesine bir başka grup engel oluyorsa bunlarla savaş yapmak da cihaddır. Yeryüzünü sadece Allah’a kulluk yapılan bir mescid haline getirmek için tüm coğrafyalarda zulmün her çeşidine dur demek, globalleşen küfre karşı intifâdayı küreselleştirmektir.
Savaşta maksat ne olmalıdır? Bu sorunun cevabını iki maddede özetleyebiliriz: "Bize saldıran yahut saldırıya hazırlanan düşmana karşı kendimizi müdâfâ etmek" ve "zâlim devletlerle savaşarak, insanlığa hürriyet ve hidâyet yolunu açmak." "Dinde zorlama yoktur."[191] Ancak, cennet yolunu zorla kapamak isteyenlere karşı da cihaddan, kıyâmdan başka çare yoktur. Bununla birlikte, sulh/barış daha hayırlıdır.[192] İslâm'ın anlamlarından biri de barış ve selâmettir, esenlik ve huzurdur.
Canla cihadda, yani Allah için savaşta hedef, öldürmek değil; diriltmektir. Ölü kalpleri diriltmek, sönük fikirleri aydınlatmak, donuk hissiyatlara can vermek. İnsanları yurtlarından etmek değil; onlara ebediyet yurdunu kazandırma gayretidir cihad. Bu diriliş hareketinin önüne çıkanlar ölümü hak etmiş olurlar. Çokların hayat bulması için, belli bir azınlığın ölmesi gerekiyorsa buna da "evet" dememiz gerek. Aksi halde çoğunluğa zulmetmiş oluruz. Elmalılı Hamdi Yazır, savaşı, ıslah harbi ve ifsâd harbi diye ikiye ayırır ve mü'minlere emredilen savaşın ıslah harbi olduğunu beyan eder. Cihada çıkan mü'minleri de "azâba hak kazanmış bir kavme Hakk'ın azâbını tatbik etmeye memur bir el" olarak görür. O halde, savaşı bir ibâdet anlayışıyla yapmak ve bu ibâdetin kurallarına en ince ayrıntılarına kadar uymak gerekiyor. "Antlaşma yaptığınızda Allah'ın ahdini yerine getirin."[193] emrine uyulacaktır. "Size savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın. (Allah'ın koyduğu) Sınırları aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez."[194] fermânına kulak verilecek, his ve hevese kapılmaktan, aşırı gitmekten sakınılacaktır.
Terör veya Saldırganlık ile Cihadın Birbirine Karıştırılması
Birbirinden çok farklı şeyler olan, biri beşerî biri Rahmânî, biri yıkma biri yapma, biri ifsâd biri ıslah anlamında biri cehennemi biri cenneti çağrıştıran çok farklı iki kavramı bile maalesef birbirine karıştırma becerisini(!) gösteren insanlar çıkabiliyor. Saldırganlık ve cihad/kıtâl kavramları biri İslâm'ın düşmanları, diğeri İslâm’ın akılsız dostları tarafından olmak üzere iki şekilde karıştırılmaktadır. İslâm ve hak düşmanları, müslümanların saldırgan ve işgalci düşmanlara karşı kendilerini ve dinlerini savunmalarını terör diye damgalarken, cihadla terörü karıştırmış olmakta veya kasden birbirine tümüyle zıt iki şeyi aynı göstermeye çalışmaktalar. Bazı akılsız dostların iyi niyetle de olsa cihad zannıyla bazı saldırgan tavırlar takındıklarını veya bu iki farklı konuyu zihinlerinde kesin hatlarla tam ayıramadıkları da görülen bir vâkıadır.
Bir kimseyi tekfir etmek, ne demektir? Kendisine selâm verilemeyecek, dostluk ve samimiyet kurulamayacak, gönülden sevilemeyecek, kız alıp verilemeyecek, ortaklık gibi yakınlık isteyen ilişkilere girilemeyecek, cenazesine katılınamayacak ve evliyse eşiyle nikâhı düştüğünden devamlı zina ediyor hükmü verilecek, âhirette de sonsuz bir şekilde ceza çekecek, ebedî cehennemde kalacak şeklinde bir hüküm verilmiş olmaktadır. Böyle bir hüküm öyle alelusûl verilemez. Bir kimseye “kâfir” demekten daha küçük bir isnad olan meselâ “fâhişe” demek, hangi şartlarda mümkündür? Kendimizle birlikte üç güvenilir müslümanın da apaçık şekilde zina fiilini işlerken görmediğimiz ve hepimizin şahitlikte ısrar etmeyeceği bir durumda “fâhişe” demenin dünyada bile cezaya çarptırılacağı sözkonusudur. Meselâ, bir adamın diğer bir adamı öldürdüğüne şahit olsak, bu adamın hangi şartlarda o suçu işlediği, olayın içyüzünde başka ne tür durumlar olduğu uzun uzadıya, şahitlerle, savunmalarla ortaya konulur, uzunca mahkemesi sürer ve sonunda onun suçlu olup olmadığı da bizim tarafımızdan değil, hâkim tarafından karar verilip hükme bağlanır. Öyle bir durumda bile, İslâm’ın hâkim olmadığı topraklarda had dediğimiz ağır cezalar uygulanmaz. Çünkü ortam, haramları işlemeye çok elverişlidir. Haramlara ve küfre gidecek yollar (İslâm devleti olmadığı için) tıkanmamıştır. Bu hükmün ağırlığından dolayı siz de bilirsiniz ki, Rasûlullah, bunun çok sorumluluk isteyen bir hüküm olduğunu belirtir:
“Bir kimse diğer bir kimseyi fıskla veya küfürle itham etmesin. Aksi takdirde, itham edilen arkadaşında bunlar yoksa, kelime (itham ettiği sıfat) kendine döndürülür.”[195]
"Bir kimse diğerine, ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise, adam doğru söylemiştir; yok eğer ona dediği gibi değilse, ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).”[196]
“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.”[197]
Bu hadisler, aslında normal şartlarda bile, kişinin birini tekfir etme hususunda çok dikkatli, ölçülü ve ihtiyatlı olması gerektiğini bildirir. Günümüzdeki gibi her şeyin anormalleştiği, hakkın bâtıl, bâtılın hak diye öğretildiği, anlatıldığı, yaşandığı bir toplumda tekfir konusuna daha fazla ihtiyat gösterilmelidir.
Tekfircinin duygu ve düşünce haritasını çizmeye çalışalım: Samimi ama bağnaz, dindar ama fanatik, ibadete düşkün ama kendi cemaatinden olmayan mü’minlere düşman, nice muvahhid mü’minlere sert, ama İslâm düşmanlarına, tâğutlara ses çıkarmayan bir portre…
Bütün tekfircilerin psikolojik durumları ve yetiştikleri şartlar birbirine oldukça benzer: Bastırılmış duygular, doyumsuzluk, belli bir yaştan sonra İslâm’ı tanımak, yarı okumuşluk, işinde ve faaliyetlerinde genellikle başarısızlık, toplumsal ilişkilerde soyutlamanın getirdiği yalnızlık, sakin görünüm altında, uygun bir ortam ve beyin yıkayıcı bir öncü bulduklarında her biri, dilini kılıca dönüştürebilecek ve o kılıcı da daha çok İslâmî çalışma yapan dâvâ insanlarına karşı kullanacak bir karakter…
Tartışma ortamı ve münazara meclisleri oluşturmayı çok sever. Tartışma onun kendini ispat etme aracıdır. Katı ve dışlayıcı tutumu ile; kendini topluma, halka, aileye, eşine, çocuklarına kapatır. Hisleri kendisini yönlendirir; akıl ve ilim değil. Böylece, bunalımlı ve uyumsuz bir psikolojik ruh yapısına bürünerek Müslümanların arasında tekfir fitnesinin tohumlarını atar. Özellikle “kâfire kâfir demeyen kâfirdir” anlayışıyla, kendilerinin yanlış yorumlarla küfür veya kâfir kabul ettiklerine küfür gözlüğüyle bakmayan kimseleri Müslüman kabul etmeyip zincirleme tekfir gibi bir cinayeti rahatlıkla işleyebilen bir anlayış…
Tekfirciliğin tarihteki ilk temsilcisi olan Hâricîlik; serkeşlik, itaatsizlik, disiplin dışına çıkma anlamlarını taşır. Hâricîler, oldukça fanatik insanlardı. Beyinleri yıkanmıştı. Yanılgıya düşmelerindeki en önemli etken, onların aşırı tutucu olmalarından kaynaklanıyordu. Bunun bir sebebi de onlardaki bedevîlik ruhuydu. Yaşadıkları yalın hayat, kültür kıtlığı ve nasların zâhirine göre hüküm vermek de bu taassubun nedenleri arasında sayılabilir. Bununla beraber Hâricîlerin iki özelliği vardı ki, dost-düşman herkes kabul ederdi: Takvâ ve Cesaret. O kadar çok namaz kılarlardı ki alınları, dizleri ve dirsekleri nasır tutmuştu. Ölümden de asla korkmazlardı. Bilinçli veya bilinçsiz onların izini takip eden, kendilerini onlardan saymasalar da o izi takip eden tekfircilerde de bu özellikler değişen oranlarda da olsa mevcut.
Tekfirci bir Müslüman; cemaatinin, ağabeylerinin veya okuduğu kitapların etkisiyle farklı insanları kolayca tekfir edebilme cesaret ve cür’etini kendinde rahatlıkla görebiliyor. Bir âlimin hüküm vermekte zorlandığı hususlarda kendinden çok emin şekilde fetvalar, hükümler veriyor ve nice insanı tekfir ederken hiç rahatsızlık duymuyor. Hep haklı olduklarına inandıklarından, ister avamdan biri olsun, isterse âlim, onlar için fark etmez; saatlerce sert tartışmalara girerler ve karşısındakilere kendi görüşlerini kabul ettirmeye çalışırlar. Kabul etmeyince de tekfir silahını çıkarıp kalbine ateş ederler. Çoğunlukla ehliyetsiz ve yetkisiz olarak genelleme de yapmak sûretiyle isabetsiz tekfîr suçlamasında bulunarak ahlâkî ve hukukî açıdan sorumsuzca davranabiliyor.
Bunun sebebi olarak tâğutî düzeni, zâlim ve istismarcı yöneticileri, mürcie anlayışını, hurafeci veya modernist din yorumlarını, dün tevhid diyen nice cemaat ve önderlerinin bugün düzeni ve iktidarı savunacak şekilde savrulmaları, taviz üstüne taviz vermeleri göstermek mümkün. Heyecanlı şekilde gençliğin ve ilimsizliğin cesaretiyle radikal ve fanatik tavır alarak “lâ ilâhe illâllah” diyenleri cehenneme göndermekten hoşlanıyor görüntüsü veriyor.
Hiç de kolay bir hayat olmasa gerek tekfircinin kendisini mecbur ettiği yaşayış: Akrabalarıyla, en yakınlarıyla ilişkisini kesecek, kendi fikirlerini kabul etmiyor diye belki sevdiği karşı cinsten birinin evlenme teklifini reddedecek, kendi cemaatinden olmayan birinin arkasında namaz kılmayacak, kestiğini yemeyecektir. Ona borç vermeyecek, ona en ihtiyaç duyulan anlarında bile yardımda bulunmayacak, onunla hiçbir zaman herhangi bir işbirliğine girmeyecek, ölünce cenazesine katılmayacaktır. Kolayına gelen hevâî fetvalar da tabii: Müslüman olmadıklarına hükmettiğinden dolayı kâfirlerin mallarının ve İslâmî bir devlet olmadığı, tâğûtî bir düzen olduğu için devlet malının çalınmasının câiz olduğunu ileri sürmek gibi… Devletin olduğu varsayımıyla elektrik, su, belediye otobüsü vb. kullanımlarda sahtekârlık ya da hile ile de olsa bu tür hırsızlıkta sakınca olmadığını iddiâ etmek… Bu anlayış ve tavır, ne insanlığa sığar ne İslâm’a. Savaşla normal hali, ganimetle hırsızlığı, dâru’l-küfür ile dârul-harbi (savaş yurdunu) karıştırmaktır bu. İslâm'ı da, sosyal yapıyı da bilmemektir. Dâvâya da büyük zarar sözkonusudur.
Suud’un yazdırıp bedava dağıttığı kitapların, internet sitelerindeki üslûbu çok sert yazıların, bir-iki ağabeyin ve sloganların etkisinde kendilerine ait bir dünyaya çekilmiş bir fotoğraf… Bir kısmı tâğutlara da karşı çıkarken, çoğunluk itibarıyla İslâm düşmanı olan zâlim ve emperyalist kâfirlerle, tâğutlarla uğraştıkları pek görülmeyen bu tipler, aslında bir çıkar için değil; din gayretiyle Müslümanlarla uğraşmaktalar. Niyetlerinde samimi olduklarına kesinlikle inandığımız bu kardeşlerimiz usûl ve üslûp yönüyle de çok kırıcı olabilmekte, tekfir kılıcını (ve sapık ithamını) bütün etrafına savurup karşılarına kim çıkarsa ondan nasibini almaktadır. İlimsiz gayret, çoğu zaman kişiyi aşırılığa götürmektedir. Elbette nice itidalli selefî kardeşimiz olduğu gibi, selefî geçinen (aslında bizim onların selefî oldukları iddialarını kabul etmediğimiz) tekfircilerin dışında nice tekfirci bireylerin (ve az da olsa tekfirci cemaatlerin) varlığı da bir vâkıadır.
Tekfîrcinin, muhâtabına karşı girişebileceği en hafif yaptırım ise ondan ilişiğini tamamen kesmektir. Onun zihnindeki çözüm budur. Fetvâsını da çoğu kez kendisi verir, kendisi uygular. Bazen de bir ağabeyinin etkisiyle bu cinayeti işler.
Bu radikal akımın günümüzdeki temsilcilerinin bütün tavırları, tutumları, konuşma şekilleri ilkel ve iticidir. Çağrı şekilleri şu âyette tavsiye edilen hikmetli üslûba tamamen aykırıdır: “Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et/çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Rabbin, Kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidâyete erenleri de çok iyi bilir.”[198]
Tekfir olgusunu bir nassı değil, çok sayıda nassı anlama sorunu olarak görüyorum. Bütün problemler Kur’an’ı doğru anlamamaktan ve bütüncül olarak değerlendirmemekten kaynaklanıyor, diyebiliriz.
Hz. Ali ile savaşmaktan başlayıp ümmetin manevi kanını devamlı akıtmak demek olan onları cehenneme yollamaya kadar 1400 senelik problem.
Tekfirciyi, adam kurtarmaya kalkarken, niyeti adam kurtarmak olduğu halde, bilgisiz ve usulsüz olduğundan adamı öldüren kimseye benzetebiliriz. Ama bu, bir kez değil, her kez olursa, “aman kardeşim! Sen önce eski öldürdüğün kimselerin hesabını ver, bırak kurtarmayı, önce kendini kurtar” denilmesi gerekmez mi? Tekfirciler eğer samimi ise, haksız tekfirin kendilerini küfre götürme riskini hesap etmeli ve Kur’an’da kesin olarak tekfir edilmeyen kimseleri tekfirden kaçınmalı ve tekfiri tekfir etmelidir. İnsanlara tatlı dille ve güler yüzle, ihtilaflı konuları değil, kafaya çivi çakar gibi değil; tatlı şekilde güzel bir tarzda anlatabilmektir marifet.
“(İnsanları) Allah'a dâvet eden, sâlih amel/iyi iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır? İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur. Bu (haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Buna, ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.”[199]
Cemaat ve cemiyetler, birbirlerine çevirdikleri eleştiri oklarını önce kendi nefislerine ve gruplarına çevirmelidir. Tevhide duyarlı cemaatleri ve onlara mensup olan fertleri barıştırmalıyız. Muvahhid mü’minler ve cemaatler, birbirine haksız olarak yönelttiği ağır eleştiri ve tekfir oklarını, grup farkı gözetmeksizin tüm mü’minlere düşmanlık yapan güçlere yöneltmelidir. Müslüman gruplar birbirlerini tekfir ederken, İsrail’i, Amerika’yı ve onların dostu konumundaki başlarındaki tâğutları, İslâm’a açıkça düşmanlık yapan egemen güçleri unuttuklarının farkında bile değiller. Kardeşliğin gereği, karşımızdakini yanlışlardan kurtarmaktır; tekfirciliğin gereği ise onu küfre nisbet edip onunla ilişkileri kesmek ve onu yanlışlarıyla baş başa bırakmak ve hatalarının daha da keskinleşmesi için zemin hazırlamaktır. Haksız tekfir, en büyük iftiradır. Kul haklarının, hakkı gasbetmenin en büyüğüdür. Kaba ve sertliğin en çirkin olanıdır. Saldırganlıktır, iftira atmaktır.
Açıkça küfrü ispatlanamayan kimselerin şahit olduğumuz itikadî yanlışlarını düzeltmeye çalışmak yerine, onları bulundukları yanlışlarla baş başa bırakmak, hatta sert ithamlar ve yanlış damgalandırmalarla Müslümanların arasını bozmak, farkında olmadan ifsadçı olmaktır. Hâlbuki Kur’an, mü’minlerle ilgili bir haber geldiğinde onu hemen kabullenmemeyi, doğruluğunu tahkik edip araştırmayı emrediyor. Mü’minlerin arasını ıslah etmeyi emrediyor. “Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa, bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.”[200]; “Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle vuruşur savaşırlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah’ın emrine dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adâletle düzeltin ve adâletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever. Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun, umulur ki merhamete ulaşırsınız.”[201]
[1] Müslim, İlim 7; Ebû Dâvud, Sünnet 5; Ahmed bin Hanbel, I/386
[2] Dârimî, Siyer 45; Ahmed bin Hanbel, 4/127, 5/318, 330
[3] 5/Mâide, 77; ayrıca Bk. 4/Nisâ, 171
[4] 5/Mâide, 77; ayrıca Bk. 4/Nisâ, 171
[5] 18/Kehf, 28
[6] Buhârî, Nikâh 1; Nesâî, Nikâh 4; Dârimî, Nikâh 3
[7] Ahmed bin Hanbel, IV/226; Dârimî, Nikâh 3
[8] 5/Mâide, 87
[9] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l Kur’an, 6/263
[10] Bk. 57/Hadîd, 25
[11] Bk. 13/Ra’d, 11
[12] 8/Enfâl 46
[13] 3/Âl-i İmran 103
[14] 4/Nisâ, 94
[15] 68/Kalem, 10-12
[16] 104/Hümeze, 1
[17] 49/Hucurât, 12
[18] 49/Hucurât, 6
[19] 8/Enfâl, 46
[20] 4/Nisâ, 48
[21] 12/Yusuf, 87
[22] 15/Hıcr, 50
[23] 39/Zümer, 54. Tâkip eden âyetlerde bu bağışlamanın, ancak tevbe ederek Allah'a teslim olmakla ve Allah'tan gelene (Kur'an'a) uymakla mümkün olabileceği vurgulanmaktadır.
[24] Buhârî, İlim, 49
[25] Kenzü’l Ummâl, naklen Şamil İslâm Ansiklopedisi, 3/340; Benzer bir rivâyet için Bk. Nesâî, Amelu’l-Yevm ve’l-Leyleti; K. Sitte, 17/492
[26] Müslim, İman, 152
[27] Müslim, İman 35, hadis no 21
[28] İbn Mâce, Edeb 54, hadis no 3796
[29] Nesâî, İman 9, hadis no: 8, 105; Buhârî, Salât 28; Tirmizî, İman 2, hadis no: 2611; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no: 2641
[30] 9/Tevbe, 18; Tirmizî, Tefsir sûre 2, hadis no: 3092
[31] Ebû Dâvud, Hudûd, 17; Tirmizi, Hudûd,1; Nesâi, Talak, 21; İbn Mâce, Talak, 15
[32] Buhârî, Talâk 11, İlim 44, Şurût 12, Enbiyâ 27; İbn Mâce, Talâk, 16
[33] Ebû Dâvud, Fiten 6, hadis no 4270
[34] Buhârî, Diyât 1
[35] Buhârî, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2623; Tirmizî, Tefsir 78, hadis no 2606-2607; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10
[36] Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, hadis no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2643
[37] Buhârî, Meğâzî 61; Müslim, Zekât 144
[38] Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111; Tirmizî, İman 16; Ebû Dâvud, hadis no 4662; Muvatta, 2/984
[39] Müslim, 61/112
[40] Buhârî, Edeb 44
[41] Buhârî, İman 36, Edeb 44, Fiten 8; Müslim, İman 116; Tirmizî, Birr 51, İman 15; Nesâî, Tahrîm 27; İbn Mâce, Mukaddime 7, 9, Fiten 4
[42] Ebû Dâvud, Edeb 45, Tirmizî, Birr 48
[43] Ahmed bin Hanbel, VI, 449-450
[44] Tirmizî, Birr 48, hadis no 1978; Ahmed bin Hanbel, I/405, 416
[45] Buhârî, İman 4, 5, Rikak 26; Müslim, İman 64-65; ebû Dâvud, Cihad 2; Tirmizî, Kıyâmet 52, iman 12; Nesâî, İman 8, 9, 11
[46] İbn Teymiyye, Mecmûu Fetavâ, c. 3, s. 345
[47] Mecmûu’l-Fetavâ, 35/101
[48] Kasımî, Mehâsinu’t-Te’vîl, c. 5, s. 1313
[49] İmam Mervezî, Müsned-i Ebû Bekri’s-Sıddık, çev. A. Davudoğlu, s. 89-93, hds. no: 17, 18; Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr Muht. Tercüme ve Şerhi, c. 2, s. 504, hds. no: 2458; Buhârî, Edebu’l-Müfred, 296, hds. no: 716; Münzirî, Hadislerle İslâm (Terğîb ve Terhîb), c. 1, s. 95, hds. no: 33; İbn Hacer el-Askalânî, Terğîb ve Terhîb,s. 23, hds. no: 11; Zebîdî, İthâfu’s-Sâde, II/272-273, VIII/281; Ebû Hâcer Besyûnî, Mevsûatü Etrâfi’l-Hadîs, II/213; İbn Kesir
[50] 4/Nisâ, 48, 116
[51] Şirk ve müşrikler pisliktir. Bk. 9/Tevbe, 28
[52] 10/Yunus, 36; 53/Necm, 28
[53] 49/Hucurât, 12
[54] İsrâ:17/ 36
[55] Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34; Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Birr 18
[56] Ebû Dâvud, Salât 14; Tirmizî, Hudûd 2
[57] Müslim, Nevevi Şerhi 1/100
[58] A.g e., 1/100
[59] İbni Ebi’l-İzz, Şerhut-Tahâviye, sb 223
[60] 9/Tevbe, 11
[61] Buhârî, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2623; Tirmizî, Tefsir 78, hadis no 2606-2607; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10
[62] Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, hadis no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2643
[63] 28/Kasas, 56
[64] Müslim, 25/42
[65] Buhâri, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25, İman 264; Müsned-i Ahmed, II/ 233, 435
[66] 30/Rûm, 30
[67] Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34, hadis no 2563; Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Birr 18, 55, hadis no 2055; İbn Mâce, Zühd 23
[68] Minhâcu Ehl-i Hak ve’l-İttibâ
[69] İbn Teymiyye, Külliyat, c. 3, Tevhid Yay, s. 238-239
[70] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Y., 35-37
[71] 4/Nisâ, 94
[72] Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111
[73] Buhârî, Edeb 44
[74] Buhârî, Hayz 6, Zekât 44, İman 21, Küsûf 9, Nikâh 88; Müslim, Küsûf 17, hadis no 907; İman 132, hadis no 79
[75] İmam Mervezî, Müsned-i Ebû Bekri’s-Sıddık, çev. A. Davudoğlu, s. 89-93, hds. no: 17, 18; Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr Muht. Tercüme ve Şerhi, c. 2, s. 504, hds. no: 2458; Buhârî, Edebu’l-Müfred, 296, hds. no: 716; Münzirî, Hadislerle İslâm (Terğîb ve Terhîb), c. 1, s. 95, hds. no: 33; İbn Hacer el-Askalânî, Terğîb ve Terhîb,s. 23, hds. no: 11; Zebîdî, İthâfu’s-Sâde, II/272-273, VIII/281; Ebû Hâcer Besyûnî, Mevsûatü Etrâfi’l-Hadîs, II/213; İbn Kesir
[76] 12/Yûsuf, 106
[77] Tirmizî, Hudûd 24, hadis no: 1457
[78] Buhârî, İman 6, 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyâmet 59; Nesâî, İman 19, 33; İbn Mâce, Mukaddime 9
[79] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66, İman 93, hadis no: 54
[80] Kasimî, Mehâsinu’t-Te’vîl, c. 5, s. 1307
[81] İbn Kayyım, Kitabus-Salât, 26
[82] Fethu’l-Bârî, c. 1, s. 104-105
[83] Buhârî, İman 36, Edeb 44, Fiten 8; Müslim, İman 116; Tirmizî, Birr 51, İman 15; Nesâî, Tahrîm 27; İbn Mâce, Mukaddime 7, 9, Fiten 4
[84] Nesâî, Tahrîm 1 -7, 81-
[85] Buhâri, 7080; Müslim, 65/118
[86] Müslim, İman 134
[87] Ahmed b. Hanbel, V/238; İbn Mace, 4034
[88] Müslim, Eymân 4
[89] İbn Mâce, Fiten 16
[90] et-Terğîb ve't-Terhîb, 1/32
[91] S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, 1, no: 31; Tirmizî, İman 14
[92] S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, 1, no: 32
[93] 12/Yusuf, 106
[94] 49/Hucurât, 14
[95] 49/Hucurât, 15
[96] İbn Kayyım, Kitabu’s-Salât, s. 25
[97] “Hiç kimse, bir başkasına ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ demesin. Şayet itham altında bırakılan kişide bu sıfatlar yoksa o söz, onu söyleyene döner.” (Buhârî, Edeb 44)
[98] İbn Kayyım, es-Salât, s. 19
[99] Tirmizî, Hudûd 24, hadis no: 1457
[100] Buhârî, İman 6, 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyâmet 59; Nesâî, İman 19, 33; İbn Mâce, Mukaddime 9
[101] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66, İman 93, hadis no: 54
[102] Kasimî, Mehâsinu’t-Te’vîl, c. 5, s. 1307
[103] İbn Kayyım, Kitabus-Salât, 26
[104] Fethu’l-Bârî, c. 1, s. 104-105
[105] Buhârî, İman 36, Edeb 44, Fiten 8; Müslim, İman 116; Tirmizî, Birr 51, İman 15; Nesâî, Tahrîm 27; İbn Mâce, Mukaddime 7, 9, Fiten 4
[106] Nesâî, Tahrîm 1 -7, 81-
[107] Buhâri, 7080; Müslim, 65/118
[108] Müslim, İman 134
[109] Ahmed b. Hanbel, V/238; İbn Mace, 4034
[110] Müslim, Eymân 4
[111] İbn Mâce, Fiten 16
[112] et-Terğîb ve't-Terhîb, 1/32
[113] 48/Fetih, 29
[114] Hayreddin Karaman, www.hayrettinkâraman.net
[115] 9/Tevbe, 30; 5/Mâide, 73
[116] 2/Bakara, 221
[117] 5/Mâide, 5
[118] 5/Mâide, 5
[119] 3/Âl-i İmran, 64
[120] 29/Ankebut, 46
[121] 38/Sâd, 5
[122] 2/Bakara, 170; Mevdûdi, Fetvalar, Nehir Yay, c. 2, s. 125-129
[123] 5/Mâide, 32
[124] Buhârî, İlim 11; Müslim, Cihad 5
[125] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66, İman 93, hadis no 54
[126] Müslim, Birr 32; Ebû Dâvûd, Edeb
[127] Bk. 5/Mâide, 32
[128] 2/Bakara, 8
[129] Buhârî, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2623; Tirmizî, Tefsir 78, hadis no 2606-2607; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10
[130] 86/Târık, 9-10
[131] 9/Tevbe, 101
[132] Bk. İbn Ferhun, Tebsıratu’l-Hukkâm, c. 2, s. 281
[133] Buhârî
[134] el-Muğnî Mea’ş-Şerhi’l-Kebîr, c. 10, s. 91-92
[135] 33/Ahzâb, 5
[136] 5/Mâide, 93
[137] 33/Ahzâb, 35
[138] Buhârî, Talâk 11, İlim 44, Şurût 12, Enbiyâ 27; İbn Mâce, Talâk, 16
[139] 7/A’râf, 12; 38/Sâd, 76
[140] 17/İsrâ, 15
[141] 16/Nahl, 106
[142] Bk. İbnu’l-Kayyım, İ’lâmu’l-Muvakkıîn, c. 3, s. 5; el-Behvetî, Keşşafu’l-Kına’, c. 6, s. 176; İbn Kudâme, el-Muğnî Mea’ş-Şerhi’l-Kebîr, c. 10, s. 109
[143] Bk. İbn Hazm, el-Fasl, c. 3, s. 250
[144] Bk. eş-Şafii, el-Umm
[145] Bk. el-Muğnî Mea Şerhi’l-Kebir, 10/109 ve el-Umm, 6/158
[146] 9/Tevbe, 65-66
[147] 9/Tevbe, 94
[148] 40/Mü’min, 47-48
[149] 34/Sebe’, 31-33
[150] 5/Mâide, 77
[151] 6 En’âm/88, Bkz:39 ez-Zümer/65
[152] 7 A’raf/175
[153] Ferid Aydın, Tekfir Kavramı Hakkında Çok Yönlü Bir İnceleme, Basılmamış Çalışma
[154] Bk. 49/Hucurât, 12
[155] Bk. 63/Münâfıkun, 6
[156] Bk. 9/Tevbe, 84
[157] Ali bin Ebi’l-Izz ed-Dımaşkî, el-Akîdetu’t Tahâviye Şerhi, 2/434
[158] Ferit Aydın, İslâm’da İnanç Sistemi, Kahraman Y., s. 335-336
[159] 49/Hucurât, 6
[160] 49/Hucurât, 9-10
[161] Müslim, İman 37, hadis no 23
[162] Kenzü’l Ummâl, naklen Şamil İslâm Ansiklopedisi, 3/340; Benzer bir rivâyet için Bk. Nesâî, Amelu’l-Yevm ve’l-Leyleti; K. Sitte, 17/492
[163] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 459
[164] Buhârî, Edeb 44
[165] Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111
[166] Buhârî, İlim 11; Müslim, Cihad 5
[167] 60/Mümtehine, 5
[168] Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, hadis no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2643
[169] 49/Hucurât, 9
[170] 49/Hucurât, 10
[171] Müslim, Eymân 4; S. Müslim Terc. ve Şerhi, A. Davudoğlu, c. 8, s. 218
[172] Tirmizî, Tahâret 102; İbn Mâce, Tahâret 122; Ebû Dâvud, Tıb, hadis no: 3904; Ahmed bin Hanbel, II/408
[173] İbn Kayyım el-Cevziyye, Medâricu's-Sâlikin, c. 1, s. 355
[174] 76/İnsân, 3
[175] 27/Neml, 40
[176] Buhârî, İman, “Bâbu Kufrâni'l-Aşiri” (Kocaya Karşı Nankörlük Bâbı) ve “Bâbu Küfrun Dûne Küfr” (Küfür Olmaksızın Küfür Bâbı)
[177] Buhârî, İman, “Bâbu Kufrâni'l-Aşiri” (Kocaya Karşı Nankörlük Bâbı)
[178] İbn Hacer, Fethu'1-Bâri, c. 13, s. 75
[179] 5/Mâide, 44
[180] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi 85-90.
[181] 9/Tevbe, 11
[182] Bk. 2/Bakara, 178
[183] 2/Bakara, 254
[184] 21/Enbiyâ, 87
[185] 49/Hucurât, 11
[186] A.g.e., s. 158-159.
[187] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi 246-257.
[188] Yusuf el-Karadavî, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, (Mütercim M. Salih Geçit), İstanbul, 1998 31-32
[189] Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâmeh 49; Buhârî, Deavât 4
[190] 61/Saff, 10-11
[191] 2/Bakara, 256
[192] 4/Nisâ, 128
[193] 16/Nahl, 91
[194] 2/Bakara, 190
[195] Buhârî, Edeb 44
[196] Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111
[197] Buhârî, İlim 11; Müslim, Cihad 5
[198] 16/Nahl, 125
[199] 41/Fussılet, 33-35
[200] 49/Hucurât, 6
[201] 49/Hucurât, 9-10
KÜFÜR
K Ü F Ü R
- Küfür; İmanın Karşıtı, Hakkı Örtmek ve İnkâr Hastalığı
- Kur'an'da Küfür Kavramı (Nankörlük ve İnkâr)
- Küfrün Anatomisi
- Kâfirin Kalbi
- Küfrün Sebepleri
- Kâfirler
- Kur’an’ın Kâfir Dedikleri
- Kâfirlerin Özellikleri
- Müslüman-Kâfir İlişkisi
- Kâfirlerle İlişki Çeşitleri; Savaş ve Barış
- Hangi Kâfirlerle Savaşmadan İyi Geçinilebilir?
- Kâfir Akrabalarla İlişki
- Bir Müslümanı Kâfir Yapan Tavırlar
- Elfâz-ı Küfür
- Ef’âl-i Küfür
- Küfürden Korunma Yolları
- Sorular
Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir.
* Küfür kelimesinin lügat ve ıstılah anlamlarını ifade edebilmek.
* Nankörlük ile inkâr/küfür arasındaki ilişkiyi açıklayabilmek.
* Kur’ân-ı Kerim’deki kâfirlerin kalbi ile ilgili vurguları özetleyebilmek.
* Küfrün sebep ve sonuçlarını açıklayabilmek.
* Günümüz toplumunda insanı küfre götüren çirkin lafızlara (elfâz-ı küfre)
örnekler verebilmek.
* Davranış yönüyle küfür kabul edilen eylemlere (ef’âl-i küfre) örnekler
verip açıklayabilmek.
* Küfürden korunma yollarını açıklayabilmek.
Küfür; İmanın Karşıtı, Hakkı Örtmek ve İnkâr Hastalığı
Küfür, “ke-fe-ra” fiil kökünden masdar olup, lügatta ‘bir şeyi örtmek’ demektir. Bu anlamıyla tohumu toprağa eken ve böylece onu örtüp gizleyen çiftçiye küffar denildiği gibi, kılıcı örttüğü için kınına, karanlığı örttüğü için geceye, yıldızları örttüğü için buluta da kâfir denir. Bazı ibâdetler ve tevbe de birtakım günahları örttüğü için bunlara da keffare(t) denilmiştir. Kâfir kişi de Allah'ın varlığını, âyetlerini, nimetlerini veya hükümlerini görmezlikten, bilmezlikten gelip örterek inkâra gittiğinden bu ismi almıştır.
Küfre sapan kimseye kâfir (çoğulu: Küffâr, kâfirûn, kefere) denilir. Küfür, imanın zıddı olduğu gibi, kâfir de mü’minin zıddıdır. Kâfir; gerçeği örten, nimeti saklayıp inkâr eden kişi demektir. Yaratıcı’nın en büyük nimetleri olan Allah’ın âyetleri, tevhidî iman, peygamberlik, din, hidâyet vb. hususları saklamak veya görmezlikten gelmek kâfirliğin en belirgin şeklidir.
Küfür, realiteyi, hakikati çarpıtmaktır. Küfür, varlıktaki, yaratılıştaki güzellik ve mükemmelliği, nimet ve lütfu görmeme, görmezlikten gelme illetidir; bir fıtrat nankörlüğüdür. Akı kara, karayı ak görmektir; Görülmesi gerekeni görmemek, bakar körlüğü tercih etmektir. Küfür, bir hastalıktır, bir ârızâ ve anormalliktir. Doğal olanın, fıtratın dışına çıkmaktır. Kalpte başlayan bu hastalık, kafaya ve bütün organlara yayılır. İmanla tedavi edilmedikçe çabuk büyüyen ve tüm vücudu kaplayan bu kanser mikrobu, kişinin âhiretini ve dünyasını mahveder. İslâm’ın hâkim olmadığı çevre şartları, bu küfür mikrobunun alabildiğine yayıldığı hastalıklı ortamlardır.
Küfür, bir kimsenin iman edilmesi gerekli esaslara iman etmemesidir ki, yalanlama ve inkârı, tasdiki terk etmeyi; ikrah, yani şiddetli zorlama ve engel bulunmadığı halde ikrarı terketmeyi de içine alır. İmandaki tasdik gibi, küfürdeki tekzib de (yalanlama) kalple, sözle veya davranışla olur. Kalp ile yalanlama nasıl küfür ise, ikrah/zorlama olmaksızın sözlü yalanlama da öyledir. Hatta, elfâz-ı küfrü (küfür sözünü) böyle sözle ifade etmek, daha çirkin bir düşmanlığı açığa vurmak olur. Aynı şekilde fiilî (davranışla) yalanlama da böyledir. İman edilmesi arzu edilen mukaddes şeylere fiilen hakaret ve alay etmenin, küçümsemek ve hafife almanın, bunları bozmaya çalışmanın en çirkin küfür olduğunda şüphe yoktur. Yalnız kalpte gizlenen küfre küfür denip de, sözlü veya fiilî olarak açıklanan ve ilan edilen küfre küfür denilmemesi nasıl mümkün olur? Ancak, o sözlü veya fiilî küfür izhârı, “kalbi imanla dolu olduğu halde inkâra ikrah olunan, zorlanan değil”[1] diye şer’î istisnâyı bildiren bu âyet gereğince zarûrî bir zorlamaya dayanması hâriçtir. Fiilî tekzib (davranışla ilgili küfür), iman ile bir araya gelmesi mümkün olmayan fiili yapmaktır. Ancak fiilî tekzib (davranışla ilgili küfür) ile, fiilin yokluğu arasında büyük fark vardır. Meselâ, namaz kılmamak başka, haça tapmak yine başkadır. Namaz kılmamak küfür değilse bile, haça tapmak kesin küfür olur. Bu bakış açısından, amelin terkinin fiilî yalanlama olup olmadığı şüpheli olduğundan, küfrü gerektiren bir durum olup olmayacağında ihtilâf edilmiştir. Hâlbuki hakaret ve hafife almayı ifade eden, aynı şekilde Mushaf’ı çirkefe atmak, güneşe tapınmak, putlara veya heykellere saygı duruşunda bulunup önlerinde kıyâma veya secdeye durmak, küfrü yayıp neşretmek, günahı ve haramı helâl; helâlı da haram saymak... gibi bizzat küfür eseri şeyler; küfür delili olduğu belli bulunan yalancıların fiilleri -bir ikrah, yani zorlama zarûreti yoksa- küfür olduğunda hiç ihtilâf edilmemiştir.
Yukarıda açıklama yapıldığı üzere, ameli terketmenin ve her günahın küfrü gerektirdiği söylenmiyor. Fakat bu mesele, istismar edilerek kötüye kullanılmıştır. Ameli terketmek iki türlüdür: Birisi cüz’î (kısmen) terk, diğeri küllî (tamamen) terk. Yani biri terketmek, biri de terketmeyi alışkanlık edinmektir. Meselâ, bazen namaz kılmayan ile, namazı terketmeyi alışkanlık haline getiren arasında büyük fark vardır. Namaza imanı olan, onu vazife tanıyan kimsenin -beşer hali- ara sıra bazı üşengeçliğinin bulunabilmesi akla ters değildir. Şu halde cüz’î terk, küfür olmayabilir. Fakat ameli terki alışkanlık edinen, namaz kılmayı hiç hatırına getirmeyen, alnı secde görmemiş, ömründe hiç kılmayan ve hatta kılmamaya azmetmiş bulunanların kıble ehli (müslüman) olduklarına, Allah'a, Peygamber’e ve peygamberlere, Kur’an’a ve âhirete, farz olan vazifelere imanı bulunduğuna nasıl hükmedilebilir? Özetle iman, tevhid tertibiyle bütün inanılacak şeylere bölünmez bir bağlılıkla uymak; küfür de onlardan, birinin bile olsun, bulunmamasıdır. Yani küfür için iman edilecek şeylerin hiçbirine inanmamak şart değildir. Birine veya bir kısmına inanmamak da küfürdür. İman, bir bütünlüğü gerektirir. Küfür ise, onun tersi olduğundan, bir kısmı inkâr ile de vâki olur; tamamının inkârı şart değildir. İman ile küfür, sade zıt değil; birbirinin tersidirler. Ne ikisi bir araya gelip toplanırlar, ne yükselirler; arada vasıta, iki menzil arasında bir menzil (menzile beyne’l-menzileteyn) yoktur. Bir insan ya kâfirdir; ya mü’min. Fâsık (günahkâr) da işlediği suça göre bunlardan biridir.
İman ile küfür, iki görüş açısından düşünülür. Birisi, insanın yalnız Allah'a karşı vaziyeti; diğeri de mü’minlere karşı vaziyetidir. Birincisinde mü’min, yalnız Allah’ın ilmini düşünerek imanını ve kendini ona göre kontrol ve teftiş eder. Bu noktada hem içinden ve hem dışından sorumludur. İkincisinde, insanların ilmi ve onlara kendini ne şekilde tanıttığını, ne gibi muâmele yaptığını, onların ilmine karşı kendisinin ne gibi bir muâmeleye tabi tutulması gerektiğini düşünerek imanını ve kendini ona göre kontrol ve teftiş eder. Çünkü İslâm’da Allah’ın hakları, bir de kulların hakları yönü; imanın bir ferdî, bir de sosyal durumu vardır. “Allah'a, Peygamber’e kalbimde imanım var” deyip de insanlara karşı hep küfür muâmelesi yapmak (halkın içinde gâvur gibi yaşamak) İslâm imanının şiarı değildir. Din ve imana muhtaç olan Allah değil, insanlardır.
Küfretmek, dilimizde kaba bir şekilde sövmek mânâsında da âdet olmuştur, ki bu, Arapça’da yoktur. Halk arasında yaygın olan bu mânâ, esasında dinî mânâdan alınmıştır. Önceleri küfrü gerektiren sövmelere kullanılırken, biraz genişletilmiştir.[2]
Kur'an'da Küfür Kavramı (Nankörlük ve İnkâr)
“Küfür” kelimesi ve türevleri Kur’an’da 525 yerde geçmektedir. Kur’an, imana yüklediği tüm anlamların zıtlarını küfür kelimesine yüklemiştir. Zaten küfür de, bir inançtır; olumsuz bir inanç. Göğüsler iman için açıldığı gibi, küfür için de açılır.[3] Kur’an’a göre, küfrün en sık belirişi insanın nimetleri inkârı, yani nankörlüğüdür. Allah, insanların yaratıcısı, onları rızıklandıran, onlara sayısız nimet veren, yaşatan... bir İlâh ve Rabdir, ki en küçük bir iyilikte bulunana teşekkür edildiği gibi, esas olarak nimetleri karşısında Allah'a şükretmek gerekir. “Beni zikredin, Ben de sizi zikredeyim/anayım; Bana şükredin; küfr (nankörlük) etmeyin.”[4]
Allah'a şükretmek, sahip olunan nimetlerin yalnızca O’ndan olduğunu kalpten kabul etmek olduğu gibi, bu kabulü de gerek sözlü, gerek fiilî amellerle göstermektir. Fakat insan, unutkan ve haksızlığa eğilimli, aynı zamanda iyilikleri kendinden, kötülükleri başkasından bilen bir niteliğe sahip olduğundan iki durumda sahip olduğu nimetlerin Allah’tan olduğu gerçeğini gizlemeğe kalkışır. Bu iki durumdan biri ve en çok görüleni; aşırı nimetler, zenginlik, mal, evlat ve refah içinde yüzme; diğeri ise darlık ve sıkıntı içinde bulunmadır. Bunlardan birincisi şükretmemenin en önemli nedenidir ve bu yüzdendir ki, kâfirler daha çok zenginler içinden çıkar. Çünkü onlar, zenginliklerinin ve içinde bulundukları refah durumunun sona ermeyeceği, bunun kendi kazançları olup akıl ve becerilerinden kaynaklandığını zannederler.
"İnsanlar (küfr üzerinde) tek bir ümmet olmayacak olsalardı Rahmân’ı küfr/inkâr edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine binip çıkacakları merdivenler yapardık. Ve, evlerine kapılar ve üzerlerine yaslanacakları koltuklar, kanapeler ve nice süsler. Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçimliğidir. Âhiret ise Rabbinin katında müttakîler içindir.”[5]
“Karun, Mûsâ’nın kavmindendi. Onlara karşı bağy etti. Biz kendisine öyle hazineler vermiştik ki, onun anahtarlarını taşımak güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Kavmi ona demişti ki: ‘Şımarma, Allah şımaranları sevmez...’ ‘Bu, bende bulunan bir bilgi sayesinde bana verildi’ dedi.”[6]
İnsan, bazen darlık ve sıkıntı ânında da küfürde bulunur: “İnsana Kendimiz’den bir rahmet tattırsak onunla sevinir. Ellerinin öne sürdüğünden dolayı kendilerine bir kötülük dokunsa, muhakkak insan çok küfredici (olur).”[7]
İşte, gerek sıkıntı ve darlık, gerekse bolluk ve ferah ânında tiksindirici bir istiğnâ ve şımarıklıkla veya umutsuzlukla insan Allah'a karşı kâfir kesilir. Demek ki, küfrün temelinde, aynen şirkte olduğu gibi, bir bakıma nefse tapınma, bencillik ve istiğnâ vardır ve küfr Allah’ı hakkıyla tanımamak, O’nun verdiği nimetlerin O’ndan olduğu gerçeğini sözle, davranışla ve kalben örtmek, gizlemektir. Sözgelimi, insan fizikî yapısını beğenir ve “şükredeyim diye Allah beni güzel yarattı” demez; “ne kadar güzelim!” der ve insanlar karşısında güzelliğiyle övünür. Sahip olduğu yetenek ve becerilerin bütünüyle Allah’tan olduğunu unutur, insanların içine çıkıp “şunu şöyle yaptım, şu kadar kabiliyetliyim” der; fakat “Allah, bana bu beceri ve yetenekleri vermiş, o halde bunları verene teşekküren O’nun yolunda kullanayım” diye düşünmez.
Çok mala sahiptir, güzel bir evde oturmaktadır, güzel giysiler içindedir; Hz. Süleyman gibi “Bu, Rabbimin fazlındandır; şükür mü edeceğim, yoksa küfür mü, diye beni denemek için. Kim şükrederse kendisi için şükreder; kim de küfrederse muhakkkak Rabbim müstağnîdir, çok kerem sahibidir.”[8] demesi ve bunun bilinciyle hareket etmesi gerekirken, Karun gibi “bu bana bilgimden dolayı verildi” der, hele bir de güç ve kuvveti varsa insanlar üzerinde bağy eder ve tam bir tâğut kesilir. İnsan, bu şekildeki küfrüne haset, hırs, kibir gibi olumsuz nitelikler de ekleyince, artık Allah düşüncesini zihninden atmaya, O’nu evrende hüküm sahibi görmemeye ve yok saymaya kadar gider. Bazılarıysa kendilerine daha önceden apaçık delillerle bildirilen Allah’ın âfakta ve enfüsteki âyetlerinden[9] bazılarını örtmeye girişir. Kitaplarını veya gönderdiği kitaplardan birini, peygamberlerin tamamını veya bir kısmını, âhireti, melekleri veya kaderi, peygamberlerin Allah’tan getirdiği esaslardan birini veya birkaçını kabul etmemeye yönelir. Bazıları, “Peygamber Allah’tan ne getirdiyse inandım” der, fakat hareketleriyle bunu yalanlar. Temel emir ve yasaklarlardan bazılarını yerine getirmez, getirmeye getirmeye bu emir veya yasağın üzerine bir örtü çeker ve artık kendi yanında o şey “yok” hükmüne geçer.
Allah’ı, âyetlerini veya hükümlerini örten, daha çok da Allah’ı ve O’nun hükmünü yok saymaya çalışan, nedenleri görüp ötesini göremeyen, duyularının ulaşamadığı şeyleri yok sayan, evrenin yaratılışını, meydana gelen olayları raslantı, zorunluluk gibi birtakım hayalî etkenlere bağlayan, bilmeden her bir zerreyi ilâhlaştıran veya Allah’ın âyetlerinin birini, birkaçını veya tamamını tanımamaya yönelenlerin artık kalpleri de örtülür; basiretleri yok olur, akılları işlemez, dilleri hakkı söylemez hale gelir. Böylelerinin kalpleri mühürlenmiştir ve bunlar için uyarı, korkutma hiçbir etki yapacak değildir: "Gerçek şu ki, kâfir olanları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, iman etmezler. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve âhirette) büyük bir azap vardır."[10]; “Andolsun, elçilerimiz onlara açık deliller getirdiler. Fakat, önceden yalanladıklarından ötürü inanmaya yanaşmadılar. Allah, kâfirlerin kalplerini işte böyle mühürler.”[11]; “Kalpleri vardır, ama onlarla (hakkı) kavramazlar; gözleri vardır, fakat onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. Hayvanlar gibidir onlar, hatta daha da sapık/yoldan çıkmış...”[12]; “Allah katında bütün hayvanların en şerlisi, akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.”[13]
Bu anlatılanlar, küfrân-ı nimet yani nimetlere küfürdür. Bu, küfrün çeşitlerinden biridir. Türkçede nankörlük denen nimetlere küfür, küfrün temelini oluşturduğu gibi, nimet kelimesinin kapsamı içine mal, mülk, göz, kulak gibi maddî ve yetenek, beceri, düşünce, akıl gibi mânevî varlıklardan daha çok; risâlet, din, hidâyet vb. girer. Şu halde, Allah'a ve O’ndan gelen herhangi bir şeye yönelen örtme, gizleme, tanımama işi, küfür kavramının kapsamı içindedir.[14]
Nimetlere nankörlük (küfrân-ı nimet), nimetin eksilmesine ve azâba sebep olur. Küfrânın zıddı olan şükrân (şükretmek) ise, nimetlerde artışa yol açar. “Eğer şükrederseniz, (nimetlerimi) arttırırım; eğer küfrâna giderseniz, muhakkak ki azâbım çok şiddetlidir.”[15]
Küfrâna karşı böyle sert bir tavır takınılması sebepsiz değildir. Kur’an, küfrün her türünde küfrânla/nankörlükle yalanlamanın beraber bulunduğuna dikkat çeker.[16] İmandaki tasdik ve itiraf, burada yerini inkâr ve yalanlamaya bırakmaktadır. İnsana şah damarından daha yakın olan Allah’ı[17] görmezlikten gelmeye kalkmak, insan onuruna yakışmamaktadır. Bunun içindir ki Kur’an, küfre sapanları sözü değil; bağırıp çağırmayı duyan sağır-dilsiz ve körlere benzetmektedir.[18] Şuur ve iman nimetini teperek hayvanlaşan bir varlığın, hayvan olarak yaratılan bir canlıya denk olmak gibi bir şansı ve liyakati de olamaz. Böyle birisi, hayvandan daha aşağılara iner ve hayvanların en kötüsü, en zararlısı olur. “Şu bir gerçek ki, Allah katında hayvanların en şerlisi, küfre sapıp da imana gelmeyenlerdir.”[19]
Durum böyle olduğuna göre, küfür ehlinin sahip bulunduğu dünya imkân ve nimetlerine bakarak onların kemal ve mutluluğuna hükmetmek yanlıştır. “Küfre sapanların beldeler boyu işten işe geçip, (refah içinde) diyar diyar dolaşmaları seni sakın aldatmasın! Bütün bunlar azıcık menfaatlenmedir. Onların son varış yerleri cehennemdir. Ve ne kötü varış yeridir o!”[20]; “Küfre sapanlar asla sanmasınlar ki, Bizim onlara mühlet vermemiz kendilerinin lehinedir.”[21]; “Küfredenler sakın sanmasınlar ki, yarışı kazandılar. Onlar kimseyi âciz bırakamazlar.”[22]; “Rablerini inkâr edenlerin durumu; amelleri fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu küle benzer.”[23]
Ne yazık ki, işin esasını göremeyen küfür mensupları, bir kuruntu, bir kasılma, yani istikbar ve istiğnâ içindedirler.[24] Küfür ehlinin sayısız nimete nankörlük içinde bulunmalarından dolayı, Allah onları dostluğa kabul etmez; ancak mü’minler, Allah’ın dostları olarak anılır. Allah da kendisini onların dostu olarak belirtir.[25] Allah, kâfirleri sevmez. Onların gönüllerine dostluk ve muhabbet duygusu yerine korku yerleştirilmiştir.[26]
Durum böyle olduğu içindir ki, mü’minler de küfre sapanları dost edinmemelidirler. Kâfirler ancak birbirlerine dost olur, mü’minlere dost olamazlar.[27] Mü’minler, onları velî, dost edinemedikleri gibi, onlara arka çıkma, destek verme yönüne de asla gidemezler.[28] Hele onlara boyun eğmek, bir mü’minin onuruyla asla bağdaşamaz. Onlarla mücâdele etmek gerekir. Ve bu mücâdelede onlara şiddetli davranmak da esastır. “Kâfirlere boyun eğme, itaat etme ve bununla (Kur’an ile) onlara karşı olanca gücünle büyük cihad yap, büyük bir savaş ver.”[29] “Ey Peygamber! Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran.”[30]; “Muhammed Allah’ın rasûlü, elçisidir. Onunla beraber olanlar da kâfirlere karşı şiddetli, çetin; kendi aralarında merhametlidirler.”[31]
Mü’min, dinini alaya alıp eğlence yerine koyan ve Allah’ın nimetlerini inkâr ve nankörlük yolunda kullanan,[32] nimetlerden yararlanıp yemede hayvanları andıran[33] bir topluluğu ne sevip onlarla dostluk kurabilir, ne de onlara güvenebilir.[34] Onlara güvenenler, yüzüstü bırakılırlar.[35] Zaten güven, imanla ilgilidir; inkârla değil. İman’ın bir anlamı emin olmak, güvenmek (Allah'a) ve güvenilir olmaktır (insanlara). Mü’min, küfrün alay konusu ettiği iman kardeşlerine onur ve güç; kâfirlere ise zillet ve eziklik getirici, aziz ve üstün olmalıdır.[36]
Küfre sapanlar zâlimdirler[37] ve zâlimler, düşmanlığa müstahak biricik hedeftirler. Tâğut uğruna savaşan[38] ve mallarını Allah yolundan insanları alıkoymak için harcayan,[39] Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen[40] ve mü’minlere gelen hakikatlere sırt çevirenlere gönülden sevgi ve güven (meveddet) beslemek, destek vermek akıl işi değildir.[41] Bunlar, iflâh etmeyecek bir güruhtur.[42]
Küfür, üretilen değerleri, sergilenen amelleri işe yaramaz hale getirir. “İnkâr edenlerin ve Allah yolundan insanları alıkoyanların işlerini Allah boşa çıkarmıştır.”[43]; “Fitne, adam öldürmekten daha büyük bir günahtır. Onlar (kâfirler) eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden döner de kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler, dünyada da âhirette de geçersiz sayılır. Onlar cehennemliktir ve orada devamlı kalırlar.”[44] Ceza, suç cinsinden verilir. Onlar, Allah’ın âyetlerini ve nimetlerini görmezden geldikleri için, onların yaptıkları gerçekten iyi şeyler varsa onlar da görmezden gelinip yok sayılıyor. Allah’ın nimetlerine nankörlük yapanların, kendi küçük iyiliklerinin takdirle karşılanmasını beklemeleri ikinci bir nankörlük olduğu gibi, aynı zamanda zulümdür de.[45]
Kur’ân-ı Kerim’de küfrün ve kâfirlerin diğer özellikleri hakkında bildirilenler, başlıklar halinde şöyle özetlenebilir: Küfrün misali, gövdesi yerden koparılmış, o yüzden ayakta durma imkânı olmayan (kötü) bir ağaca benzer.[46] Allah küfre râzı olmaz, O’nun küfre kesinlikle rızâsı yoktur.[47] Onun için mü’minlerin küfürden sakınmaları gerekir.[48] Küfredenin küfürleri kendi aleyhinedir.[49]
Mü'mini küfürle itham etmek, yani haksız tekfir, sakınılması gereken bir yasaktır: “Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek ‘Sen mü’min değilsin’ demeyin…”[50] Sıradan kendi halinde bir kâfirle, küfür önderlerinin cezası farklıdır. Küfre önderlik edenin cezası iki kattır.[51] Kâfirlerin dostları şeytandır.[52] Kâfirler, peygamberlerden inanmayacakları mûcizeler isterler.[53] Kâfirler, Kur'an'ı inkâr ederler.[54] Allah'ın âyetlerini de kabul etmezler.[55] Kâfirler, kendi âcizlikliklerine bakmadan küstah bir şekilde Allah'ın nûrunu söndürmek isterler.[56] Kâfirler âhireti de inkâr ederler.[57]
Kur’an kâfirlerin karakter özelliklerinden de bahseder. Kâfirler, fakirleri küçük görürler.[58] Kalpleri birbirine benzer.[59] Kâfirler (Allah yolunda) infak etmezler.[60] Ama, mallarını Allah yolundan insanları çevirmek için harcamaktan çekinmezler.[61] Müslümanların kendilerini dost ve yardımcı kabul edemeyeceği kâfirler, birbirlerinin yardımcılarıdır.[62] Küfürle nankörlük birbirine çok yakın kavramlar olduğu gibi, kâfirler de nankördürler.[63] Onlar, akıllarını ve duyu organlarını öyle köreltmişlerdir ki, Kur’an âyetleri de onların küfrünü arttırır.[64] Bâtılın mücadelesini yaparlar.[65] Kâfirler dünyalıkla övünürler.[66] Dünya hayatını âhiretten üstün tutarlar.[67] Onlar, kesin bir bilgiye dayanmazlar; zanla hareket ederler.[68] Kâfirler, Allah’ın nimetinden dünyada faydalanırlar; âhiretten ise nasipleri yoktur.[69]
Kâfirlerin yaptıkları iyi işler boşa gider.[70] Allah ve melekler kâfirlere lânet eder.[71] Kâfirlerin malları ve evlâtları kendilerine fayda vermez.[72] Kâfirler, tabii ki Allah'a zarar veremezler, onların zararları kendilerinedir.[73] Allah onları hemen azâbını göndererek helâk etmez, onlara mühlet (süre) verir.[74] Kâfir olarak öleceklerin ölüm ânında yapacakları tevbeleri kabul edilmez.[75] Kâfirler, âhirette azâbı gördükleri zaman fayda etmeyecek şekilde pişmanlık duyacak ve tekrar dünyaya dönmek isteyecekler.[76] Bu istekleri yerine gelmediğini görünce şiddetli azapla karşılaştıkları için tümüyle yok olmak isteyeceklerdir.[77] Onlar kesinlikle kurtuluşa eremeyeceklerdir. [78]
Kâfirlerle mü’minlerin ilişkisi konusunda da Kur’an şu tavsiye ve bilgileri verir: Kâfirler mü’minlere dost olamaz, mü’minler de onları dost kabul edemez; çünkü onların basit çıkarları vardır, dostlukları yoktur.[79] Kâfirler, mü’minleri saptırmak isterler. [80] Kâfirler, mü’minlerle alay ederler.[81] Buna rağmen kâfirler, mü’minlere zarar veremezler.[82] O yüzden kâfirlerden korkulmaz.[83] Yine de mü’minler, kâfirlere itaat etmekten sakınmalıdır.[84] Müslümanların kâfirlerden yüzçevirmesi emredilir.[85] Mü’minler kâfirlere karşı Allah’ın yardımını istemelidir.[86] Kâfirlerin hayatı, mü’minler gibi zor imtihanlardan geçmemeleri, dünyada zevklenmeleri mü’minleri aldatmamalıdır.[87]
İslâm âlimleri, meydana geliş şekli, sebebi ve yeri itibariyle küfrü beşe ayırmışlardır:
1- Küfr-i inkârî: Allah’ı, Peygamber’i ve onun Allah’tan getirmiş olduğu esasları kalpten kabullenmemek ve dille de inkâr etmek,
2- Küfr-i cühûd: Kalben Allah’ı bilip kabul etmek, fakat dille inkâr etmek,
3- Küfr-i inâdî: Kalben hakikati bilip dille de zaman zaman itiraf etmek, fakat haset, kin, şan, makam gibi endişelerle İslâm’ı kabullenmemek,
4- Küfr-i Nifak: İnanılması gereken şeyleri dille ikrar etmek, fakat kalben inanmamak,
5- Küfr-i Cehlî: İnsanın iman ettiği halde, cehâlet sebebiyle zarûrât-ı diniyyeden olan şeyleri inkâr etmesi. Günümüzde en yaygın küfür çeşidi budur.
Aslında yukarıdaki meşhur sınıflamayı ikiye indirmek mümkündür: 1) Bile bile inkâr şeklindeki küfür, 2) Cehâlet sebebiyle küfür. Bu ikinci küfür çeşidinin İslâm’ın hâkim olmadığı yerlerde câhil bırakılmış halk yığınlarının farkında olmadan düşebileceği bir yanlışlık olduğundan yola çıkılarak, böyle ülkelerde cehâletin mâzeret sayılabileceği ihtimalini değerlendirip halktan bu durumdaki insanları tekfir etmekten çekinmek gerekir.
Yukarıdaki tasniften yola çıkarak kâfirlerin de kendi aralarında şu kısımlara ayrıldığını söyleyebiliriz:
a- Allah hakkında bilgisi olmayan, bildirildiğinde de kabul etmeyen kâfirler. Firavun bunlardandır. Mûsâ (a.s.) ona İslâm'ı tebliğ ettiğinde, Firavun "Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka ilâh bilmiyorum"[88] demişti. Yani, “kanunu ben koyarım, sizi ben yönetirim” diyordu.
b- Allah'a ve Rasûlü'ne inanır, inandığını Ebû Tâlip gibi ikrar da eder, ama makamı, şanı, şöhreti, rütbesi uğruna İslâm'ı kabul edemez.
c- Diliyle inandığını söyler, ama kalbinden iman etmez; münâfıklar gibi.
Kalbinde imanı olmadığı halde, dışa karşı mü’min görünene “münâfık”; Müslümanlıktan sonra dinden dönene “mürted” denir. İki veya daha çok ilâh olduğunu söyleyen, Allah'a başkasını ortak koşan kimseye “müşrik”; Yahûdilik veya hıristiyanlık dinine bağlı olanlara “kitabî” veya “ehl-i kitap” adı verilir.
İman esaslarından birini bile olsa inkâr etmek küfürdür. İslâm’da iman konuları bir bütündür. İnanılması gereken esaslardan herhangi birisini inkâr etmek, bütünü inkâr etmek anlamına gelir. Kur’ân-ı Kerim’in tamamını veya bir âyet ya da bir hükmünü, bir emir ve yasağını bile inkâr etmek küfürdür. Kur’an’a bir şey ilâve etmek, Kur’an’ın kendisi, bir sûresi veya bir âyeti ile, ya da dinden olan bir hükümle alay etmek, onu küçümsemek ve hafife almak da kişiyi iman dairesinden çıkarıp küfre düşürür. Kur’an’da veya sahih hadislerde bildirilen ve üzerinde ihtilâf bulunmayan İslâmî emir ve yasaklardan birisini inkâr etmek küfürdür. İçki, kumar, zina gibi yasakları helâl saymak bu niteliktedir. Allah’ın haram kıldıklarını işleyip, farzlarını yerine getirmemek, onları küçümsemekten, inanmamaktan kaynaklanıyorsa, bu durum da küfürdür. Kısaca, Allah’ın emir ve yasaklarını, bütün İslâmî hükümleri kabul ederek İslâm’ı bir nizam olarak görmek iman gereğidir. Bunlardan bir kısmını reddetmek veya İslâm’ın, çağımızda uygulanmasının mümkün olmadığını ileri sürerek bir hümünü bile olsa reddetmek küfürdür; bunu yapan kimse kâfir olur.
İslâm’ın itikadî, iktisadî, ictimaî, hukukî ve ahlâkî kanunlarıyla hükümran olmadığı toplumumuzda, mü’minler, günah olmasına rağmen amelî yönden bazı tavizler verse bile, iman bakımından taviz veremezler. Aksi takdirde kâfir olur, âhiretin ebedî azâbına müstahak olmuş olurlar.[89] Allah'a, O’nun seçtiği hayat önderi Hz. Muhammed’e (s.a.s.) ve Kur’an kanunlarına imanı korumak, her türlü küfre ve nifaka karşı nefretle direnç göstermek, her mü’minin baş görevi ve ebedî azaptan korunmanın biricik vesilesidir.
Allah'a inandığı halde, O’na tam anlamda güvenememek, şartlar ne olursa olsun mutluluk ve kazancın, Allah’ın emir ve yasakları çevresinde olduğuna itimat edememek küfre götürür.[90] Bütün nimetlerin Allah’tan olduğuna, O’nun takdiri ile insanlara ulaştığına, Rabbimizin sebepler yaratarak insanları nimetlendirebileceğine, dolayısıyla Allah’ın haram kıldığı yollardan rızık aramamak gerektiğine bütün varlığımızla inanmamak da küfre götürür.[91]
Yapılan amelleri Allah'a kulluk için, O’nun emri olduğu için değil de; çeşitli gayeler için yapmak imansızlığa ileten bir davranış şeklidir.[92] Mü’minin bütün söz, iş ve davranışları, tüm hayatı ve ölümü, âlemlerin Rabbi Allah içindir. Mü’min; ahlâk, ilim, sanat, vatan, bayrak ve halk için değil; yalnız ve yalnız Allah için, O’nun emri ve yasağı olduğu için konuşur ve susar; yapar ve sakınır. Mü’min, bu sayılan değerleri ancak Allah'a kulluk için ve O’nun izin verdiği şekilde yüceltir ve Allah’ın izni doğrultusunda, izin verdikleri uğrunda mücâdele verir.
Yaratmak ve kanun yapmak hakkı yalnız Allah'a ait iken; Allah’tan gayrı güçlerin, fert ve kurumların, kesin emirler vermek, yasaklar koymak, helâl kılmak, haram kılmak hakkı olduğunu kabul etmek de küfre götürür. Çünkü İslâm’da egemenlik/hâkimiyet yalnız Allah'a aittir. Halkın, parlamentoların, Allah’ın emir ve yasakları ile çelişen ve çatışan karar alabileceğine ve bu kararların İslâm açısından meşrû olabileceğine inanmak, böyle düşünmek kesinlikle küfürdür.[93]
Hakkında kesin İlâhî hükümler olmayan konularda, -bilim, uzmanlık, istişare ve referandum verilerine itaat gibi- Allah’ın itaat edilmesine izin verdiklerinin dışındaki düşünce sistemlerine ve gayr-ı İslâmî kurumlara itaat da küfre götürür. Mü’min, İslâm nizamına teslim olmayan kendi nefsine, İlâhî kanunlar açısından değerlendirme yapmayan bilim ve politika adamlarına ve İslâm dışı temeller üzerine kurulmuş kurumlara itaat edemez. Allah'a isyan hususunda insanlara ve kurdukları kurumlara itaat yoktur.[94]
Din hürriyetimizi kısıtlayan toplumumuzda, aramızda vasiyet, miras, alım-satım, nikâh, boşanma gibi işlerimizi, Allah’ın indirdiği ölçülere göre değil de; bu ölçülere zıt prensiplere göre -gönül rızâsıyla- düzenlemek, “devir değişti” gibi hezeyanlarla Allah’ın kanunlarının geçerli olamayacağına inanmak da küfre götürür.[95]
İslâm’ın iman, ibâdet, hukuk, iktisat ve ahlâk dallarına ait bir tek hükmünü dahi küçümsemek, modası geçtiğine inanmak; yani “artık kısas fikri geçerliliğini kaybetti; fâiz yasağına yer yok; kadınların örtünmelerine ne lüzum var?; karşılıklı rızâ oldukça, ya da devletin korumasına aldığı ve uygulanması için gösterdiği yerde zinada sakınca yok; beş vakit namaz biraz fazlacadır” gibi ve benzeri fikirlerin bir tekini dahi benimsemek küfürdür. Zira İslâm bir bütündür. Onun bütün hükümleri yücedir ve tartışma üstüdür.[96]
Amel bakımından kusurlu olsalar da, mü’min iş, sanat ve ilim adamları dururken onlara ilgisiz kalıp; kâfir ve münâfıklara muhabbet beslemek ve onlarla Allah'ın müsaade etmediği konularda yardımlaşmak da İslâm’a ve mü’minlere ihanet olduğu için küfürdür.[97]
Mal ve mevki gibi dünya nimetlerini düşüncelerimizin ve çalışmalarımızın tek gayesi edinmek, âhiret hayatını hedef alarak yaşamamak, öz ifadeyle dünyayı âhirete tercih etmek de yalnız inkârcıların vasfı olduğundan, neticesi İslâm’dan kopmak olan bir tutumdur.[98]
İslâm’la tezat teşkil eden bu tür zihniyet, iş ve davranışlardan kafamızı, kalbimizi ve diğer organlarımızı arındırmazsak, imanımızı kaybetmemiz kaçınılmaz olur. Mü’min, amelden küçük tavizler vermekle, yani Allah’ın emir ve yasaklarının tümüne göre hayatını düzenlememekle imanını zaafa uğratır, ama mümkün ki imanını yitirmez. Fakat, yukarıda sunulan örneklerde olduğu gibi, İslâm’ın iman/itikad nizamı ile ilgili konularda önem vermemezlik sebebiyle tâviz verirse imanını yitirir. Dünyası mânâsını, güzelliğini kaybeder. Bâtıl fikir ve yaşantıların kölesi olur, tüm yaptığı hayırları neticesiz kalır, âhiret hayatı mahvolur. “Gerçek mü’minler, Allah'a ve rasûlüne iman eden ve sonra da şüpheye düşmeyen, (inancının hâkimiyeti uğrunda) mallarıyla ve canlarıyla cihad/mücâdele vermiş olanlardır. İşte gerçek doğrular bunlardır.”[99]
Zaman içerisinde peygamberlerin yolundan sapanlar, Allah'ın büyüklüğünü inkâr ederek kendilerinin büyüyebileceklerine inanmışlar. Kendi akıllarını kendilerine put yapmışlar. İçlerinde soyut bir şekilde olan putlarını dışarıda somutlaştırarak tapınma ihtiyacını gidermişler. Ateşe, Zeus'a, Minerva'ya, ineğe, Ahuramazda'ya, Apollon'a tapınanlar, aslında kendilerine tapınmakta ve kendi çıkarlarını güvence altına almaktalar. Hz. İbrahim, bu kendi çıkarları için put yapan putperestlere: "Aranızda muhabbet/sevgi vesilesi olsun için Allah'ı bırakarak putları tanrı edindiniz"[100] diyerek onların putperestlik hâlet-i rûhiyelerini çizmiştir. Aslında putperestler, putların konuşmadığını, fayda ve zarar veremeyeceğini, başına konan bir sineği kovamayacağını biliyorlardı. Günümüzdeki putperestler de ataları gibi putu maske olarak kullanıp kendi menfaatlerine tapınmaktadırlar.
"Ben ateistim, hiçbir tanrıya inanmam" diyen insanın kendine tapındığını haber verir Rabbimiz.[101] Kendine tapınan bu insan, birgün kendinin de öleceğini, kendisini bu dünyaya getiren gücün mutlaka bir gün onu götüreceğini görünce, kendinden daha güçlü birine inanma ihtiyacını hissetti. Nûh’un (a.s.) oğlu gibi koca dağlara sığınmaya,[102] tabiata iman etmeye başladı.[103]
Karıncanın incecik belindeki çelik kuvvet, bülbülün minnacık göğsünde şakıyan ve hiç tekrarı olmayan mûsiki, aynı toprakta biten mor menekşe, kırmızı lâle, beyaz gül, şeker kamışı, acı biber, bir damla kanda milyonlarca canlıya verilen rızık, kendi iç dünyasında meydana gelen değişimler, bütün bunları evirip çeviren birinin ilmini ve kudretini gösteriyor. Son dönemlerde Batıda yapılan araştırmalar, insanları Rabbine biraz daha yaklaştırdı. Deniz altında yaşayan binlerce canlının doğumu, yaşamı ve ölümünde tesadüfe yer olmadığı, aynı topraktan meydana gelen şeker pancarıyla, bir kazandaki yiyeceği acı yapacak acı biberin şekerli çıkmadığı görülünce bütün bu elementleri birleştiren fotosentezi oluşturan ve keşfedilen bu kanunları koyan biri arandı ve neticede Allah inancına dönüldü. Bütün bunları bilen ve görenler, bunları yaratan üstün güce inanmak mecburiyetinde kaldılar. Çünkü kendileri dahi o kanuna uygun olarak doğup büyüyüp ölüyorlar.
Fakat, tabiattaki âyetlerin yaratıcısının Allah olduğuna inananlar, Kur’an âyetlerine inanmak istemediler. Çünkü Kur’an âyetlerine inanmak, çıkarlarını zedeliyordu. Mekke müşrikleri de Allah’ın tabiattaki tek egemen güç olduğunu kabullenmelerine rağmen, İslâm’ı kabullenmiyorlardı. İslâm, monarşik bir idare olan Mekke yönetimine son veriyor, insanın insana hâkimiyetini ortadan kaldırıyordu. İslâm; kumara, fâize, rüşvete, karaborsaya, aldatmaya dayalı haksız kazancı yasaklıyordu. Kadının şehvet metaı gibi alınıp satılmasını engelliyordu. Aklı perdeleyen, ailelerin sönmesine sebep olan uyuşturucuları yasaklıyordu. Bütün bunlardan çıkar sağlayanlar inkâr ettiler, küfrü seçtiler.
Allah'a inandıkları halde, bu tip insanların müslüman olmalarını engelleyen kara perde, gönül cevherlerini kapatan kara pas, benlik pisliğinin kalplerine attığı pastır. “Hayır, onların kazandıkları kalplerini paslandırdı.[104] Allah’ın varlığına inandılar, ancak O’nun adâleti, kendilerinin zulme dayalı çıkarlarını engellediği için atalarının koyduğu câhiliyye dönemi kanunlarının yürürlükte olmasını istediler.
Rabbimiz: “Câhiliyye devri hükmünü mü istiyorlar? Yakinen bilen bir toplum için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim vardır?”[105] âyetiyle, Allah’tan daha güzel hüküm koyacak birinin olmadığını ilan ederken, bir kısım insanlar Allah’ın dışında tâğutlar huzurunda yargılanmak istedikleri, “Allah’ın indirdiği Kur’an’a ve O’nun Rasûlüne gelin” denildiğinde O’ndan yüz çevirdikleri için kâfir oldular. Tapındıkları putlara kendilerini Allah'a yaklaştırması için tapındıklarını söyleyen müşrikler, diktikleri putlarla gönül ufuklarını kapatmışlar.[106]
“Onlar, Allah’ı bırakıp kendilerine fayda da zarar da vermeyen şeye taparlar. Kâfir, Rabbine karşı olanların yardımcısıdır.”[107]
Kâfirin nankörlük fiilini işlerken, kalbinin nasıl bir durumda bulunduğu Kur'an'da açıklanır: "Hiç olmazsa azâbımız kendilerine gelince yalvarmaları gerekmez miydi? Fakat kalpleri katılaşmış ve şeytan yaptıklarını onlara cazip göstermişti."[108]; "Eğer, Kur'an'la dağlar yürütülse de, yer parçalansa da, ölüler onunla konuşsa da (kâfirler yine ona inanmazlardı)."[109]; "Bizimle olan andlaşmalarını bozdukları için, onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık."[110]; "Biz, onlara göz, kalp ve kulak verdik, işitmeleri ve kalpleri onlara fayda vermedi. Çünkü her zaman Allah'ın âyetlerini inkâr ettiler. Şimdi de dört bir yandan bir zamanlar alay ettikleri şey kendilerini kuşattı."[111]; "Kur'an'ı düşünmeyecekler mi, yoksa kalpleri üstünde kilitler mi var?"[112]; "Yaptıkları şey, kalplerini pasa boğdu."[113]
a- Büyüklenme (istikbar): Küfrün sebeplerinin başında büyüklük taslama gelir.[114] İblis'in Âdem için Allah'a secde etmemesinin sebebi de kibir idi.[115]
b- Haddi aşmak (taşkınlık): Küfrün sebeplerinden biri de Kur'an'da "beğâ" fiili ile anılan Türkçesi "başkalarına karşı aşırı kibri yüzünden haksız ya da hukuksuz davranışlarda bulunmak" olan durumdur.[116]
c- Haset: Küfrün sebeplerinden birisi de haset, yani çekememezliktir. Özellikle Yahûdi ve Hristiyanlar, bekledikleri son peygamberin kendi içlerinden değil, Arap kavminden çıkmış olmasını hazmedemediler ve inkâr ettiler. Oysa peygamberi kendi öz çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyorlardı.[117]
d- Düşmanlık: Haset, düşmanlığı doğurur. Bu sebeple küfürde inat başgösterir.[118]
e- Utuv ve tuğyân (çılgınlık, azgınlık): İnsanlar bilhassa refah içinde zengin bir hayat yaşamaya başladıkları zaman çılgınlık ve azgınlık sebebiyle Allah'a ve O'nun vahyine karşı burun kıvırıp, meydan okuyarak küfrün alçaklığına saplanıyorlar.[119]
f- İstiğnâ (kendisini yeterli görmek zannı): İnsanın kendi kendini yeterli görmesi ve kendi dışında İlâhî bir güce ihtiyacı olmadığını zannetmesi yeni değildir. Teknolojinin baş döndürdüğü dünyamızda, insanlar, bu ürünlerinin kulu olarak Allah'ı unutmuşlar ve yaptıklarına tapınmaya başlamışlardır.[120]
g- Cebbarlık: İnsanın büyüklük taslayarak, kendi kendine yeterliliğini tahakküm biçiminde ortaya koymasına cebbarlık denir. Bu da küfrün sebeplerindendir. Kendini bu pozisyonda gören bir insan, Allah'a iman ihtiyacı duymaz, O'nu tanımaz.[121]
Kâfirler
Kâfir kelimesi, sözlükte, bir şeyin üzerini örten demektir. “Küfr” kelimesinden türemiştir. Nitekim, insanları tamamen örttüğü için geceye, tohumun üzerini örttüğü için çiftçiye bu anlamda “kâfir” denilmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’e göre “kâfir”; küfr/inkâr eden, İslâm’ı kabul etmeyen, İslâm’ı ve Kur’an’ı inkâr eden demektir. Kâfir, bir anlamda, Allah’tan gelen Hakk’ı kabul etmeyip, üzerini örten kimsedir.
Kur’an, “küfr” kelimesini ve türevlerini sık sık kullanmaktadır. Çünkü küfr imanın, kâfir ise mü’minin karşıtıdır. “Kâfir”, inkârcıdır ve nankördür. Hem Allah’tan gelen haberleri kabul etmez, hem de Allah’ın kendisine verdiği nimetlere şükretmeyip nankörlük yapar. Kâfir, Allah’ın âyetlerine karşı inatçıdır. Peygamberler onları Hakk’a dâvet ettikleri halde onlar, inkârlarına devam etmişlerdir. Bir çoğu Hakk’ın ne olduğunu bildikleri halde, çeşitli sebeplerden dolayı Hakkın üzerini örtmektedirler.
Kur’an’ın Kâfir Dedikleri
Kur’an, bütün inkârcılara “kâfir” demektedir. Bu isim onların ortak ismidir. Böyle bir ismi yaptıkları fiiller, tuttukları yol veya kabul ettikleri inanç sebebiyle almışlardır. Kur’an’da bu şekilde anılan bütün grupların özelliği, Allah’tan gelen Hakk’a uymamaları, Peygamberleri dinlememeleri, Hz. Muhammed’ten sonra Kur’an’ı inkâr etmeleridir.
Kur’an, bazen müşriklere (Allah’a ortak koşanlara)[122], bazen “ehl-i kitap” da dediği hıristiyan ve yahûdilere,[123] bazen âhireti inkâr edenlere,[124] bazen Allah’ın rahmetinden ümidini kesenlere,[125] bazen de Allah’ı ve Peygamberi inkâr edenlere “kâfir” demektedir.[126]
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “Beni zikredin ki Ben de sizi zikredeyim. Bana şükredin, küfr etmeyin (nankörlükte bulunmayın).”[127] Allah’a şükretmek, eldeki nimetlerin hepsinin Allah’tan geldiğini kabul etmek, bunu diliyle itiraf ettiği gibi tavır ve davranışlarla, Allah’ın sözünü dinlemekle yerine getirmek demektir. Ancak insan kimi zaman gaflet eder, şeytana aldanır, hevasına uyar ve ni’metlerin asıl sahibini unutur. Elindeki mal, refah, bolluk, çocuk, zenginlik gibi rızıkları veren Yaratıcının adının üzerini örtmeye çalışır. Elindeki her şeyin kendi çabasının sonucu olduğunu zanneder. Kişi o zaman zenginlik ve güçlü olma (istiğnâ) duygusuna kendini kaptırır, âlemlerin Rabbine karşı “kâfir” olur.
Allah’a karşı “kâfir” olanlar, genellikle kibirlenenler ve şımaranlardır. Bunlar aşırı bir bencillikle kendi hevalarına uyarlar ve Allah’ı ve O’na ait ilâhlığı tanımazlar.
Kâfir olan kimseler aynı zamanda “câhil” olan kimselerdir. Çünkü onlar ne kendilerini tam olarak tanıyabiliyorlar, ne de Allah’ın yüceliğini. Nitekim aklını kullanan kimseler yerlerde ve göklerde yaratılan her şeyin birer ‘âyet’ olduğunu ve bunların da Allah’ın yüce kudretine delil olduğunu anlar. Bunları ve niçin yaratıldıklarını düşünmeyenler, Yaratıcıyı inkâr etmeye devam ederler.
Birtakım insanlar da, âlemlerin Rabbini kendi anlayışlarına göre düşünürler. Peygamberlerin ve Kur’an’ın anlattığı Allah inancı yerine, kendi akıllarından uydurdukları ilâhlara Allah diye inanırlar. Bunlar da inkârcı kimselerdir.
Peygamberleri ve onların getirdiği ilâhî vahyi inkâr edenler de elbette ‘kâfir’ olurlar. Çünkü Kur’an’ın anlattığı peygamberlerin hapsi de Tevhid dinini tebliğ etmişlerdir. Kur’an’da yer alan bütün hükümleri ve konuları kabul etmek, Peygamberimiz Hz. Muhammed’ten bizlere ulaşan kesin haberlere inanmak imanın gereğidir. Bunlardan bir kaçını veya hepsini reddeden elbette müslümanlıktan çıkar, kâfirler grubuna girer. İslâm’ın iman konuları bir bütündür. Kelime-i Tevhid söyleyen herkes bunlara tümüyle iman eder. İman ilkelerinden birini veya bir kaçını kabul etmemek, insanı kâfirliğe götürür.
Kâfirler mü’minlere, velî olamazlar. Onlar birbirlerinin velisidir.[128] Onlar âireti, Allah’a kavuşup hesap vermeyi, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyi, Peygamberlerin dâvetine uymayı, mü’minlerin ibâdet ettiği Allah’a ibâdet etmeyi, Hakkın hakim olmasını kabul etmezler.
Allah kâfirleri kesinlikle sevmez,[129] Allah, kâfirlere düşmandır.[130] Onlar için cehennem hazırlamıştır.[131] Bu âyetler gibi Kur’an’da kâfirler ve onların özellikleri hakkında çok sayıda âyet vardır.
Kur’an, bütün insanları güzel bir dil ile İslâm’a inanmaya, Rab olarak yalnızca Allah’a bağlanmaya ve yalnızca O’na kulluk yapmaya dâvet ediyor. Kim bu çağrıya olumlu cevap verirse kurtulur. Kur’an’ın bu dâveti kıyâmete kadar devam edecektir.[132]
Kâfirlerin Özellikleri
Küfredenlerin bazı özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz:
1- Onların kalpleri hakka karşı kapalıdır; çünkü onu duymak, onu kabul etmek istemiyorlar.[133]
2- Onlar hak ile sürekli bir mücadele içerisindedirler, hakkın duyulmaması, insanların hakka yanaşmaması için, Allah hakkında İslâm hakkında sürekli mücadele eder, karşı korlar.[134]
3- Onlar müslümanlara ve İslâma karşı hoşgörülü değillerdir, saldıracakmış gibi davranırlar. Ellerinden gelse müslümanları kendi dinlerine döndürmeye çalışırlar.[135]
4- Onlar şeytanın en iyi dostları ve askerleridirler.[136]
5- Kendi hevâlarına (aşırı isteklerine) tanrı gibi önem verirler, hevalarının peşinden giderler.[137]
6- Gözleri hakka karşı kör olduğu için, yaptıkları kötü işleri iyi zannederler.[138]
7- Onlar İslâmla, onun ilkeleriyle ve müslümanlarla alay eder dururlar, müslümanları ve dinlerini eğlence yerine korlar.[139]
8- Onlar, İslâma ve onun ilkelerine karşı kibirli davranış gösterirler, Allah’a karşı büyüklenirler.[140]
9- Onlar dünyaya, dünya malına, paraya, makamlara aşırı bir şekilde bağlıdırlar.[141]
10- Küfredenler aslında kendilerine ve başkalarına çok zarar verdikleri ve İslâm karşısında direnip, günahlara, kötülüklere, fesatlara, isyanlara sebep oldukları için zâlimdirler. Şüphesiz ki Allah’ın âyetlerini yalan sayandan zâlimi olamaz.[142]
11- Onlar, Hakkı duymadıkları için ölü gibidirler.[143]
12- Ölümden ötesine bakmazlar.[144]
13- Onlar bâtıl olan şeylere iman ederler.[145]
14- Onlar eninde sonunda pişman olacaklar, yaptıkları hatayı anlayacaklar, tuttukları yolun yanlışlığının farkına varacaklar ama iş işten geçecek.[146]
Müslüman-Kâfir İlişkisi
Küfür ehliyle mücâdele esastır. “İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; iç yüzlerinin hesâbı/muhâsebesi ise Allah'a aittir.”[147]
Küfür ehliyle mücâdele esastır. Müslüman, zaman ve şartların durumuna göre savaş(a)mıyorsa bile, onlara en azından “Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza ibâdet etmem. Sizin dininiz size; benim dinim bana!”[148] deyip, onları reddettiğini göstermek zorundadır. “Size de, Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylerinize, putlarınıza da yuh olsun! Siz, akıllanmaz mısınız?”[149]
Kâfirlerle İlişki Çeşitleri; Savaş ve Barış
İslâm’ın temel hedefi barıştır. Çünkü Yüce Allah insanlığın huzurunu istemektedir. Bunun sağlanması, İslâm’ın bütün insanlara tanıdığı temel hakların verilmesiyle mümkündür. Zira bu haklar, bütün insanlara yaratılışta Allah tarafından verilmektedir. Allah Teâlâ, ilâhî temele dayalı tahrif edilmemiş bütün dinlerde (ki bütün ilâhî dinlerin aslı ve temel adı İslâm’dır) bu hakları insanlara eşit olarak vermiş, üstünlüğü de iman ve takvâya bağlamıştır.[150] İslâm dışındaki tüm dinler, haktan uzak olduğu veya tahrif edilip hakla bâtıl karıştırıldığı için, günümüzde bu temel hakları gereği gibi insana veren sadece İslâm’dır. Başka dinler, ideolojiler ve dünya görüşleri, dün olduğu gibi bugün de insanı doğru bir şekilde tanımadıkları için insan hakları konusunda da aşırılıklardan, istismar ve zulümlerden, oyalama ve kandırmacalardan kurtulamamışlardır. İslâm’a göre, bütün insanlığın temeli birdir.[151] Allah’ın bildirdiği esasları kapsamayan Ehl-i Kitab’ın içinde bulunduğu muharref dinin, istenilen huzuru ve dostluğu sağlaması da mümkün görülemez. Çünkü ilâhîlik vasfını kaybeden inançlar, insanlığın fıtratına uymamaktadır.
Kur’an’ın hedefi sulh ve barıştır. “...Sulh daha hayırlıdır.”[152] Düşmanlık ve kötülük, aslında ve temel olarak Allah’ın istemediği, şeytanın arzu ve isteklerinden ibarettir. Dolayısıyla insanlar arasında fesadın, fitnenin, kötülüğün olması, insanların Allah’ın emirlerinin dışına çıkmalarından kaynaklanır. “Ey iman edenler! Hep birden silm’e/barışa girin. Şeytana ayak uydurmayın. O sizin apaçık düşmanınızdır.”[153] Âyette geçen “silm” kelimesi, hem İslâm, hem de barış anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber’in yaptığı savaşları incelediğimizde, savaşların hakkın önüne konulan engellerin kaldırılması amacını güttüğünü, saldırılara karşı müdâfaa özelliği taşıdığını, savaşa mecbur kalındığı için böyle bir yola başvurulduğunu görürüz. Bu savaşların birtakım haklı gerekçeleri vardır. Geçerli meşrû sebep olmadan savaşa izin verilmez. Bu sebepler şunlardır:
a- Haksızlığa Uğramak: Konuyla ilgili olarak Yüce Allah şöyle buyurur: “Zulme/haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmasına izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir.”[154] Dikkat edilirse, izin verilen savaş değil; savunmadır. İslâm’a göre savaş, sadece Allah için (fî sebîlillâh) ve Allah’ın kendileriyle savaşılmasına izin verdiği kimselere karşı yapılır. İslâm devletinin varlık hikmeti ve ana görevi olarak koruması gereken insanların temel hakları beş madde ile değerlendirilir. Bunlar; din (özgürce dinini yaşayıp uygulama ve tebliğ hakkı), can (yaşama hakkı), akıl, nesil (ırz, şeref ve namusun korunması, nesilleri her yönüyle sağlıklı yetiştirme hakkı) ve mal emniyetidir. Bunları ve bu gibi hakları korumak için savaş, mazlum duruma düşene yardım ederek zulme karşı koymak, bir insanlık görevidir. Savaş; hak ve hukuku korumak, adâleti tesis etmek, kötülükleri önlemek, insanların temel görevlerini rahatça yerine getirebilme ve temel haklarını koruyabilmelerini sağlamak için yapılır. Yoksa, başkasının hak ve hukukunu elinden almak için savaş yapılmasını İslâm doğru görmez.
b- Fitneyi Önlemek, Tevhîdi/Allah’ın Birliğini Ortaya Koymak: “Onlarla savaşın ki, fitne ortadan kalksın; din yalnız Allah’ın olsun. Eğer onlar (fitneden ve savaştan) vazgeçerlerse, artık zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur.”[155] İmtihan gereği insanların başlarına belâlar gelebilmektedir. Çünkü kalbinde Allah korkusu olmayan insanın yapamayacağı kötülük yoktur. Allah’tan korkmayan insan fitne de çıkarır, iftira da edebilir, başka insanların haklarını da çiğneyebilir. İşte Yüce Allah, insanların huzurunu temin için gerekirse savaş yapılmasını, yerine göre farz veya mubah kılmaktadır. Burada fitne kavramı, başta “Allah'a şirk koşmak, başkalarına kulluk, fesat/anarşi, öldürme, zulüm, müslümanlar arasında çıkarılan tefrika, İslâm’ın dışındaki Allah’ın râzı olmadığı dinlerin ve hayat görüşlerinin yayılması” olarak anlaşılır. Fitne, başta münâfıklar olmak üzere, müşrikler ve ehl-i kitap olanlar ve hatta bazı müslümanlar veya müslüman zannedilenler tarafından çıkarılabilir, ya da körüklenebilir. Kur’an, bütün insanları, insanlar arasında fitne/huzursuzluk çıkaranları haber vermekle kalmayıp bunun neticesinin herkesi etkilediğini belirtir: “Öyle bir fitneden sakının ki, aranızda yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmaz (hepinize zararı erişir). Bilin ki Allah’ın azabı çetindir.” [156]
Hangi Kâfirlerle Savaşmadan İyi Geçinilebilir?
Allah Teâlâ, dostlarımızı ve düşmanlarımızı sayar. Mü’minleri bırakıp kâfirleri dost kabul etmemize izin vermez. Ancak bu durum, onlarla her durumda ilişkileri kesmemizi veya savaşmamızı gerektirmez. Aksine, tüm insanlara iyilik esastır. Savaş da, muhâtaplarımızı yok etmeyi değil; onları İslâm’laştırarak kurtarmayı veya kurtulmak istemeyen o zâlimlerden diğer insanları kurtarmayı hedeflemek şartıyla meşrû görülür. İslâm, hangi inanç ve anlayıştan olursa olsun, birtakım özellikleri taşıyan insanlarla müşterek hareket etmeye engel olmaz; aksine teşvik eder. Zira, insanlar arasında barışın temini, öncelikle müslümanlarla, daha sonra diğer insanlarla karşılıklı ilişki içinde bulunmakla sağlanır.
Dünyada her insanın müslüman olması beklenilemez; bu, Allah’ın sünnetine ve sınavına aykırıdır. “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, mü’min olmaları için insanları zorluyor musun? Allah’ın izni olmadan hiç kimse iman edemez. O, murdarlık (azabını), akıllarını kullanmayanlara verir.”[157] Kâfirlerle, iman eden insanlar, devamlı beraber yaşamak mecbûriyetinde kalabilir. Hz. Peygamber, Medine vesikasında farklı din mensuplarıyla, müşrik ve ehl-i kitap bütün insanlarla savunma anlaşması yapmıştır. [158]
Bunun için, kendileriyle bazı ilişkiler kurulabilecek, anlaşma yapılabilecek gayr-ı müslimlerde bulunması gereken, temel özellik; İslâm’a ve müslümanlara düşman olmamalarıdır. Kendi inanç, düşünce ve yaşantıları doğrultusunda hareket edip mü’minlere düşman olmayan ve müslümanların düşmanlarına yardım etmeyenlerle dünyevî bazı anlaşmalar yapabilir, onlarla bazı ilişkilere girebilir, onlarla iyi geçinebiliriz. “Allah sizinle din uğrunda savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil davranmanızı yasak etmez. Allah adâletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa, işte zâlimler onlardır.”[159]
Alım ve satımda, hediyeleşmede kâfirlerle muâmelede bulunmak gibi şeyler, onları velî ve dost kabul etme kapsamına girmez. Ancak, haram işlerde bunlara yardım ve gayr-ı meşrû konularda kâfirlere yararı dokunacak şeylerin alınıp satılması, meselâ, savaşta yararlanılacak silâh gibi araç gereçlerin onlara satışı câiz değildir. “İyilik ve takvâda (Allah’ın yasaklarından sakınma üzerinde) yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.”[160] Peygamberimiz de (s.a.s.) zaman zaman müşriklerle alım satımda bulunmuştur.[161] Ancak, kâfirlerden alınan şeyler hakkında ve onlarla her türlü ilişkiler konusunda çok titiz ve ihtiyatlı davranılmalı, onların İslâm’a ve müslümanlara düşmanlıklarından dolayı verebilecek zararlar düşünülmelidir.
Her türlü kültürel faâliyetler, özellikle İslâmî ilimler ve yorumlar, sanat etkinlikleri, eğlence araç ve yöntemleri gibi itikadı, toplumun ifsâdı ve salâhını, fıkhı (haram-helâlı) ilgilendiren konularda kılı kırk yaran bir tavır takınılmalıdır. Unutmayalım ki zehir, billûr kâseler içinde ve leziz gıdalar içine gizlenerek sunulur.
Bugün insanlar eliyle üretilen fikir ve düşünce sistemleri, düzenler, eğitim ve çevre şartları gibi insanları derinden etkileyen araçlar, Allah ve Rasûlüne savaş açmış durumdadır. Eğitim ve öğretim, düşünce sistemleri, fikir akımları, ırkçılık, beşerî ideolojiler, misyoner faâliyetleri, dinsizlik propagandaları, Darwinizm, materyalizm, sosyalizm, siyonizm, hümanizm, laiklik, özgürlük anlayışı, sanat faâliyetleri, sinema, tiyatro, medya, ilân ve reklâm araçları, dünya görüşleri, futbol ve müzik tutsaklığı, kapitalizm ve tüketim alışkanlıkları, insanları fıtratlarından ve Allah’ın dostu olma özelliklerinden sıyırmak için en dehşetli silâhlar ve şeytanî araçlar olarak kullanılıyor. Bu kadar çok yönlü ateş altında kalan savunmasız, câhil ve her şeyden önemlisi kâmil imandan mahrum bırakılan halk, elbette Allah'a dostluğa giden yolu bulamıyor, bilinçsiz de olsa şeytanın dostluğuna meylediyor.
Lâ ilâhe illâllah diyen bir müslümanın, İslâm akîdesi ile çelişen her türlü fikir ve akımdan uzaklaşması, Allah’ın indirdiğine aykırı her kanun, yasa, nizam, tüzük, düzenleme ve düzenden uzak olduğunu açıkça bildirmesi ve yaşayışıyla göstermesi gerekir ki, gerçekten tüm ilâhları reddetmiş olsun. Peygamber’in amcası Hz. Abbas’ın dediği gibi, lâ ilâhe illâllah diyen kimse, bu sözüyle bütün (kâfir) dünyaya savaş açmış olduğunu bilmelidir. Kâfirler bütün güçleriyle İslâm’a ve gerçek müslümanlara saldırırken, müslümanın gündelik işlerle uğraşıp savaşçı olmaması düşünülebilir mi? “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.”[162] Çağdaş müslümanın öyle bir derdi yok. O işiyle, aşıyla ve keyfiyle meşgul. Bahâneler de çok: “İmkânlarımız yok, taşlar da bağlı...” Filistin’li çocuklardan öğrenin bağlı taşları koparıp fırlatmanın yolunu, imanın en büyük imkân olduğunu, Allah’ın tarafını seçenin direnişini...
Gayri müslimlerin ziyâret edilmeleri de, onlara dinin tebliğini amaçlıyorsa meşrûdur. Dinî bir maslahat ya da önemli mâzeret yoksa ziyaret uygun görülmemiştir. Gayri müslimlere ait küfür şiarları ve alâmetleri ile ilgili olarak kendilerini tebrik etmek, onları kutlamak, bayramlarını tebrik ittifakla haram kabul edilmiştir. Kim bir kulu, bir isyanından, haram fiilinden, bid’atinden ve küfründen ötürü tebrik eder veya kutlarsa, bu kimse Allah’ın sınırını aşmış, Allah’ın gazabını üzerine çekmiş olur. Müslüman da kabul edilseler, zâlimlerin belli bir makama gelmelerini kutlamak da böyledir; hele kutlanılan o makam tâğutî bir makamsa, bu, tâğutun kabulü anlamına gelir ki, imanla bağdaşmaz.
İslâm’a aykırı davranışlarda bulunan fâsık kimselere tâzimde bulunmak, onlara “efendim, beyim, paşam!” demek de haramdır. “Münâfık olan kimseyi ‘efendim’ (sayın, saygıdeğer, paşam, beyefendi!) diye çağırmayın. Şayet o kimse efendi, bey yapılacak olursa, siz bu durumda aziz ve celil olan Rabbinizin gazabını çekmiş olursunuz.”[163] İbn Kayyım’ın belirttiği gibi, bu tür insanlara; “devlet büyüğü, ulu devlet başkanı veya ey yüce falan” diye de lakap verilip bu tür ünvanlar kullanılamaz. İbn Kayyım’ın belirttiği gibi, bu tür insanlara; “devlet büyüğü, ulu devlet başkanı veya ey yüce falan” diye de lakap verilip bu tür ünvanlar kullanılamaz. Sözgelimi ilköğretimde çocuklara küfrü dayatan “andımız” denilen ifadeleri bir mü’min söyleyemez, bir mü’min öğretmen söyletemez: “Ey Büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim.” Bu sözler elfâz-ı küfürdür.
Bugün müslümanların kâfirler arasında bir selin içindeki köpük ve çer-çöp gibi olmasının temel sebeplerinin başında, düşman edinmeleri gereken kâfirleri dost kabul etmeleri yatmaktadır. Dünyada izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli, Allah’ı ve Allah taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini düşman kabul etmek ve dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak davranışlarda bulunmaktır.
Kâfir Akrabalarla İlişki
İslâm’da esas bağ, din bağıdır. Hangi ırktan, hangi soydan olursa olsun sadece müslümanlar birbirlerinin kardeşidi,[164]velîsidir.[165]Bir mü’min, aralarında din bağı bulunmayan yakın akrabalarını velî/dost kabul edemez.
“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi velî/dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.” [166]; “De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar, köşkler) size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” [167]; “Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa- Allah'a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır/Allah’tan yana olanlardır. İyi bilin ki hizbullah/Allah taraftarları, kuşkusuz felâha/kurtuluşa erenlerdir.” [168]
Ashâb-ı kiram, Allah ve Rasûlüne dostluğun, onların düşmanlarına düşmanlığın en güzel örneklerini vermişlerdir. Meselâ Ebû Ubeyde, Uhud’da babası Cerrah’ı öldürmüş, Hz. Ebû Bekir de savaşta oğlu Abdurrahman’a karşı çıkmak istemiş, ama Hz. Peygamber izin vermemiş, Mus’ab bin Umeyr, Uhud’da kardeşi Ubeyd bin Umeyr’i öldürmüştü. Aynı şekilde Ömer bin Hattâb, Bedir’de dayı Âs bin Hişam’ı, Hz. Ali, Hz. Hamza ve Ebû Ubeyde amcazâdeleri olan Utbe, Şeybe ve Velid bin Utbe’yi öldürmüşlerdi.
İnsanlar arasındaki yakınlığın asıl sebebi din birliğidir. Allah’ın dinine inanmış ve peygamberleri tasdik etmiş kimseler birbirlerinin mânevî akrabası, yakını ve dostudurlar. Bunların aralarında mânevî bir birlik (vahdet) vardır. Mü’minlerle kâfirler ırk ve soy bakımından birbirlerinin akrabası olsalar bile, bu akrabalığın Allah katında hiçbir değeri yoktur. Nitekim Hz. Nûh’un oğlu iman etmediği için, Allah Teâlâ onu Nûh peygamberin âilesinden saymamıştır: “Nûh Rabbine duâ edip dedi ki: ‘Ey Rabbim! Şüphesiz (boğulmuş olan) oğlum da âilemdendir. Senin vaadin ise elbette haktır. Sen hâkimler hâkimisin.’ Allah buyurdu ki: EyNûh! O asla senin âilenden değildir. Çünkü o, sâlih olmayan bir amel sahibi idi (kâfirdi). O halde hakkında ilmin olmayan bir şeyi Benden isteme. Ben sana câhillerden olmamanı tavsiye ederim.”[169]
Bütün bunlarla birlikte İslâm, âile bağlarına çok önem verir. Mü’min olmayan akrabalarla her durum ve şartta ilginin kesilmesini emretmez. Onlardan İslâm’a ve müslümanlara düşmanlık gelmez ise, İslâm onlara karşı iyilik yapmayı ve onları ziyâret etmeyi yasaklamaz. “Allah'a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya (eş dost ve arkadaşa), uzak komşuya, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez.”[170] Özellikle müşrik de olsalar, ana babaya ihsanla/iyilik ve güzellikle davranmayı, onlarla sıcak ilişkiler içine girilmesini arzular: “Biz insana ana babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılarla taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce Bana, sonra da ana babasına şükretmesini tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak Banadır. Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin...”[171]
Bu âyette de görüldüğü gibi, şirk konusunda ana baba dâhil hiçbir kimseye itaat edilmemesi, ama müşrik bile olsalar ana babaya iyilik yapılması emredilmektedir. Nitekim Hz. Âişe’nin kardeşi Esmâ’ya (r.a.), müşrik annesini ziyâret edip iyilik yapması için Hz. Peygamber’in izin verdiği bilinmektedir.[172]
Müslüman olmayan ebeveyne de infak vâciptir; dinleri farklı da olsa, kişi muhtaç olan anne babasına bakmakla yükümlüdür. Bir müslümanın durumu müsait iken, ana babasını sıkıntı ve zorluk içinde kıvranır vaziyette bırakması, tabii ki, bir iyilik ve ihsan sayılmaz. Halbuki Kur’an, her şartta ana babaya ihsan ve iyiliği emretmektedir.[173] Allah, akraba ile ilgisini keseni kötülemiş,[174] akrabanın haklarına riâyet etmeyenin günah işlediğini bildirmiş, yakınları kâfir de olsalar, Allah, bunların haklarını yakınlarına vâcip kılmıştır.”Akraba ile alâkayı kesen cennete giremez.”[175] Demek ki, sevgi, velî kabul etmek, onları sırdaş edinmek başka şeydir; kâfir akrabaya nafaka temin etmek, onları ziyâret etmek, onlara ihsanda bulunmak ise daha başka bir şeydir; bunlar birbirine karıştırılmamalıdır.
“Eşleriniz ve çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır, sakının onlardan!”[176]
Bir Müslümanı Kâfir Yapan Tavırlar
Bir müslümanın İslâm’dan çıkmasına sebep olacak bazı durumları şöylece özetleyebiliriz.
Müslüman olduğu halde, Allah’a şirk koşmak; Allah’ın dışında bir kimseye, bir otoriteye, putlara tapınmak, Allah’tan istenecek yardımı ölülerden veya mezarlardan istemek, birtakım örgütleri veya devletleri Allah gibi düşünmek kişiyi İslâm’dan çıkarır, müşrik yapar.
İslâm’ın küfür dediği şeyler konusunda şüphe etmek de küfrü gerektirir. İslâm da bellidir, onun dışındaki bâtıl yollar da bellidir.[177] Küfür olan konularla ilgili olarak “acaba onlar da doğru olabilir mi?” düşüncesi İslâm inancına aykırıdır. Onlar doğru olsaydı, İslâm’ın Hz. Muhammed ve Kur’an’la gönderilmesine ne lüzum vardı? Bütün bâtıl dinler, bütün İslâm dışı ideolojiler, insanlar adına nisbet edilen hayat sistemleri İslâm tarafından reddedilmektedir (Kapitalizm, Komünizm, Hinduizm, Yahûdilik, Hıristiyanlık, Demokrasi, Marksizim, laisizm, Kemalizm ve diğerleri).
Peygamberimiz’in bize bildirdiği bazı şeyleri beğenmemek, onlara karşı yüzü buruşturmak, râzı olmamak.[178]
Müslümanlara karşı kâfirlerle işbirliği yapmak, onlara yardım etmek.[179]
İslâm’ın ilkelerine, şeriata karşı gelmek, onlarla alay etmek, onların yerine başka otoritelerin veya kişilerin görüşlerini daha iyi, güzel veya çağdaş bulmak.
Kesin deliller ile, ümmetin icmâsı ile sâbit olmuş, dinden sayılan hükümlere karşı gelmek, onları kabul etmemek.
Bunlar veya bunlara benzer davranışlar ve sözler bir müslümanı dinden çıkarabilir, mürted yapabilir. Bunlar birer hükümdür ve müslümanları din konusunda dikkatli olmaya teşviktir, onları tehlikeden sakındırmaktır. Kişi ya inanır, ya inanmaz. Ama tutarlı olması gerekir; inandığı dinin gösterdiği gibi inanması ve yaşaması lâzımdır. İslâm, Allah’ın dinidir ve ona nasıl inanılması gerektiği ortaya konulmuştur. O, insanların görüşü değildir ki, dileyen dilediği gibi kullansın. [180]
Ortam ve çevre şartları İslâmî değil; câhiliyye yapısı arzettiğinden, günümüzde insanlar, İslâm’ı doğru bir şekilde kavrama ve sırât-ı müstakîm çizgisini kolaylıkla sürdürme imkânlarına yeterince sahip değildir. İslâm dışı, hatta İslâm’a düşman düzen ve buna bağlı kurum ve kuralların etkisiyle her an bâtıl yollara bilinçsiz de olsa dalma riskiyle karşı karşıyadır günümüz insanı. Bunlardan bazısı, belki imanını tümüyle giderecek ve kişiyi mürted yapacak durumda değilse de, bir kısım insan bilerek ve seçerek İslâm’dan farklı yollar/ideolojiler/dinler edinmektedirler. Bu kimselerin mâzîsinde İslâm’ı gerçek anlamıyla bilip bir bütün halde kabul etme ve yaşama gayreti var iken, sonradan bilinçli bir tercih sonucu dinini değiştirme sözkonusu olmuş ise, -neûzü billâh- mürtedlik vuku bulmuş olur. Mü’min iken kişinin müşrik ve mürted olması sonucunu veren birtakım söz ve fiillere şunlar örnek gösterilebilir:
Müslüman bir kimsenin kendi irâdesiyle açıkça; ‘Ben Allah’a ortak koşuyorum’ demesi yahut Allah’ın varlığını inkâr etmek, peygamberleri reddetmek ya da bir tek peygamberi dahi yalanlamak gibi küfrü gerektirici bir söz söylemek, açıkça küfrü gerektiren -Mushaf’ı ya da bir parçasını pisliğe atmak gibi- bir fiil işlemek, namazın farz oluşu, zinânın haram oluşu gibi İslâm’ın kesin bir hükmünü inkâr etmek, farz namazların, -bunların bir rekâtinin bile olsa- farz olduğunu, dinin emri olduğunu reddetmek gibi veya farz olmadığı kesin delillerle sâbit bir hükmün farz olduğuna -meselâ farz namazlara bir rekât ilâve etmek gibi- inanmak, peygamberliğin insanların kendi gayretiyle kazanılabileceğini ileri sürmek gibi hususlar küfrü gerektirir. Bu gibi küfrü gerektiren inanç ve tavırlar önceden müslüman bir kimse tarafından kabul ediliyorsa, bu kimse mürted olur.
Çağımızda ortaya çıkan birtakım şartlar vardır ki, müslüman kimse iman açısından bunların da hükmünü bilmelidir. Bunların en başında hiç şüphesiz Allah’ın indirdiği hükümlerin dışındaki hükümler ile hükmetmek gelir. Konuyla ilgili olarak Abdülkadir Udeh’den alıntı yapalım: “Çağımızda reddetmek, kabul etmemek yoluyla küfrün açık örneklerinden bir tanesi de, Allah’ın şeriatiyle hükmetmeyi kabul etmemek ve onun yerine insanlar tarafından konulmuş hükümleri, kanunları uygulamaya koymaktır. Çünkü İslâm dininde asıl olan kural, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmenin farz, ondan başka kanun ve hükümler ile hükmetmenin ise haram olduğudur. Kur’ân-ı Kerim’in bu hususa dair nasları gâyet açık ve kesindir.
İslâm şeriatine aykırı her türlü yasa ve hükmün bâtıl olduğu hususunda fakîhler ile ilim adamları arasında görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Yine onların ittifakına göre İslâm dışı hükümlere itaat gerekmez, hatta İslâm şeriatine aykırı olan her şey, müslümanlara haramdır. İsterse bu haramı emreden ya da mubah kılan egemen otorite ya da başkası olsun. Yine ittifakla kabul edilen hususlardan bir tanesi de şudur: Sahih olduğuna inandığı bir te’vile dayanmaksızın müslümanlardan her kim Allah’ın indirdiklerinden başka hükümler ortaya atarsa, o kimseler hakkında Yüce Allah’ın verdiği “kâfir, zâlim ve fâsık” hükümleri verilir. Meselâ, başka bir hükmü ondan daha üstün, daha güzel gördüğü için İslâm’ın öngördüğü cezaları ve hükümleri uygulamaktan yüz çeviren bir kimse, kesinlikle kâfirdir, daha önce iman etmiş ise bu tavırlarıyla mürted olur.
İttifakla kabul edilen hususlardan bir diğeri: Allah’ın ya da peygamberinin emirlerinden herhangi birisini reddeden bir kimse, bunu ister şüphe ve tereddüt yoluyla, isterse de terk ve kabul etmemek yoluyla, isterse de o hükme teslim olmamak dolayısıyla reddedecek olursa İslâm’dan çıkar, mürted olur. Çünkü sahâbe-i kirâm, zekât vermeyi kabul etmeyenleri mürted olarak değerlendirmişlerdir. Yüce Allah kendisinin ve Rasûlünün hükmünü teslimiyetle kabul etmeyenlerin kâfir olduklarına dair açık hükmünü indirmiştir: “Rabbine andolsun ki, onlar kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda Senin hükmüne başvurmadıkça ve verdiğin hükmü, içlerinde bir sıkıntı olmaksızın tam bir teslimiyetle kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar.” [181]
Elfâz'ın tekili olan lafız (lafz); söz, kelime ve ifade demektir. Küfür ise "kefera" fiilinden masdar olup, sözlükte; bir şeyi örtmek anlamına gelir. Kalbindeki imanını örten kimseye de bu yüzden münkir veya kâfir denilmiştir. Bir terim olarak, kişiyi küfre düşüren ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere "elfâz-ı küfür" adı verilir.
Bir mü'mini küfre düşüren sözler dörde ayrılır. Bunlar: İstihzâ, istihfaf, istihkar ve istinkârdır. İstihzâ, dinin esaslarından birini alaya almak; istihfâf, inanılması gereken ve zarûrât-ı diniyye denilen prensipleri küçümsemek, hafife almak; istihkar, dinle ilgili temel esasları ve dinin mukaddes saydıklarına hakaret etmek, çirkin sözler söyleyip sövmek; istinkâr ise bir İslâmî hükmü açıkça inkâr etmek veya dince mukaddes olan şeylere inanmayıp küfretmek.
Allah’ın varlığı veya birliğini inkâr etmek, bu konuda şüphe içinde olmak, bunu sözle ifade etmek insanı küfre sokar. Allah'ın zâtı, sıfatları, fiilleri, isimleri, emirleri, yasakları hakkında şaka yollu da olsa alay ederek küçümseyici konuşmak ve Allah'a çirkin sözler söylemek kişiyi dinden çıkarır. "Allah ile, O'nun âyetleriyle, O'nun Rasûlü ile alay mı ediyorsunuz? Boş yere özür dilemeye kalkışmayın. Siz imandan sonra küfre düştünüz."[182] Allah’ın sıfatlarından birini dahi olsa inkâr etmek küfürdür. Allah’ı yarattıklarından herhangi bir kimseye veya şeye benzeten; bir canlı veya cansız varlığı Allah’a, sıfatlarını Allah’ın sıfatlarına benzeten; Allah’ın doğmuş veya nesil bırakmış olduğuna inanmak veya Allah’ı herhangi bir eksiklik ya da kusurla itham edip bunu dille söylemek kişiyi İslâm’dan çıkarır.
“Allah bile bana bunu emretse bu işi yapmam.” diyen kimse; Allah’ın affedeceği konusunda ümidini tümüyle kesen kişi kâfir olur. Yine, aşırı umutla Allah tarafından hiçbir hesaba çekilmeyeceğine veya cezaya uğramayacağına inanan kimse kâfir olur. Yine kendisinden veya Allah’a yakın olduğunu sandığı bir kişiden ibâdetlerin düştüğünü, ibâdet yapma gereği kalmadığını kabul eden veya şatahat cinsinden küfür sözleri söyleyen kimse, meselâ “ben Hakk’ım, Cenâb-ı Hakk’ım” diyen kimse kâfir olur.
Peygamberlik kurumunu önemsememek ve peygamberlikle alay etmek, onlar hakkında küçük düşürücü sözler söylemek istihkar (hakaret ve sövme) sayılır. Bu yüzden herhangi bir peygamberi küçük gören, alay eden ve O'na ezâ veren dinden çıkar. "Şüphe yok ki, Allah'a ve Rasûlü’ne eziyet verenlere Allah dünyada ve âhirette lânet etmiştir. Onlara çok küçük düşürücü bir azap hazırlamıştır."[183]; "Münâfıklardan öyleleri vardır ki, peygamberi incitiyorlar ve 'O her söyleneni dinleyen bir kulaktır' diyorlar. De ki, 'O sizin için bir hayır kulağıdır; Allah'a da inanır, mü'minlere de. İman edenleriniz için bir rahmettir. Allah'ın Rasûlüne eziyet verenlere ise acıklı bir azab vardır."[184]
Hz. Peygamber'e hakaret dinden çıkardığı gibi, mukaddes kitaplara ve Kur'ân-ı Kerim'e hakaret veya mukaddes kitapların aslını inkâr edici sözler söylemek de küfürdür. Kur'an'la, bir sûresi veya âyetiyle alay etmek, onu küçümsemek küfürdür. Meleklere hakaret etmek, alay etmek, ayıplamak, onları küçük görmek küfürdür. Cebrâil'in vahyi getirirken hata ettiğini, Hz. Ali yerine yanlışlıkla Hz. Muhammed (s.a.s.)'e vahyi verdiğini söylemek de kişiyi dinden çıkartır. Azrâil'e, ölüm meleği olduğu için hakaret etmek, meleklerin dişi olduğunu söylemek de küfürdür. Sahâbeleri tekfir ederek, onların mü'min olmadığını söylemek de küfür kabul edilmiştir. Sahâbeyi küçümsemek, alay etmek ve onlara buğz etmek ise bid'at ve sapıklıktır.[185] Bir kimsenin, kendisine ya da bir başkasına vahiy indiğini iddia etmesi ya da değişik ifadelerle peygamber olduğu iddiası küfürdür. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) son peygamber olduğunu kabul etmemek, yeni bir peygamberin geleceğini bekliyor olmak insanı kâfir yapar. Herhangi bir şahsı (meselâ Hz. Ali’yi veya Atatürk’ü) Hz. Muhammed’den (s.a.s.) üstün görmek ya da onunle eş değerde tutmak küfürdür.
“Filan kimse peygamber bile olsa ona inanmam” demek;
“Eğer Hz. Muhammed’den sonra bir peygamber gelecek olsaydı, filan zât peygamber olurdu” demek;
“Eğer Âdem suç işlemeseydi cennette yaşayacaktık. Bütün bu belâlar onun yüzünden başımıza geldi” demek de insanı kâfir yapar.
Kur’an’ı, Kur’an’dan bir âyeti veya hükmü yalanlamak, çarpıtmak, alay konusu yapmak, saygısızlık yapmak kişiyi küfre sokar. Kur’an hükümlerinden birini olsun yürürlükten kaldıran veya uygulanmasını engelleyen yönetici kâfir olur. Kur’an ahkâmı içinde yürürlükten kaldırılmış bir hüküm varsa, bu hükmün yerine konmuş olan yasayı uygulayan, uygulanmasını kolaylaştıran ve bu durumun farkına varıp rızâ gösteren kimselerin İslâm dini ile hiçbir ilişkileri kalmaz.[186]
Bir müslümanın kitabına sövmek,
Kur’an’da eksiklik veya fazlalık olduğunu ileri sürmek,
Kur’an’ı çağdışı, çöl kitabı, bedevî kanunu olarak nitelemek,
Kur’an’ın öngördüğü ceza ve miras âyetlerini acımasız ve adâletsiz bulmak ve bunu söz veya tavırlarıyla ifade etmek,
Yine Kur’an’ın nassıyla kesin şekilde yasaklanmasına rağmen (fâizle işlem yapmayı, alkollü içki kullanmayı, zina etmeyi ve benzer) yasakları yasallaştıran “mürted” ülkelerin kanunlarına gönülden saygı beslemek ve bu yasaları Kur’an’a tercih etmek insanı kâfir yapar. Allah’ın haram kıldığı bir şeye başlarken besmele çekmek,
Haram bir fiil işledikten sonra, dünyevî kazançtan dolayı Allah’a şükretmek veya haram bir şey yedikten sonra “El-hamdü lillâh” demek,
Kur’an okuyan kimse ile -okuduğu sırada- alay etmek,
Kur’an’a uymayı öğütleyen veya Kur’an hükümlerine dâvette bulunan kimseye eziyet etmek, onu meczup ve mecnun gibi sıfatlarla niteleyerek hakarette bulunmak,
Kur’an’da fal açmak, onu büyü, üfürük gibi çirkin işlerde araç olarak kullanmak,
Kur’an’ın ölü ruhuna okunmak üzere indiğine inanmak,
Tevrat, Zebur, İncil ve suhuflara hakaret etmek, onların hiç tahrif edilmediğini (değiştirilmediğini) veya içlerinde vahiyden hiçbir eser bulunmadığını ileri sürmek insanı İslâm dairesinden çıkarır, kâfir yapar.
Helâlı haram, haramı helâl sayan, sihirle/büyüyle uğraşan, fala inanan, kâfirle dost geçinen, ilme söven, ilacın iyileştirici etkisini Allah’ın irâde ve kudretine bağlamayan, fânîleri tanrılaştıran, “kahrolsun şeriat!” diye slogan atan; Pozitivizmi, Darvinizmi, Sosyalizmi (Laikliği, Kemalizmi, Demokrasiyi ve her türlü beşerî ideoloji ve düzenleri) İslâm’dan üstün tutan, süt kardeşle evliliği meşrû gören insan, -kim olursa olsun- hem mantıksız, hem ahlâksız, hem de imansızdır! Çünkü imansızlık gerçek anlamıyla ahlâksızlık ve mantıksızlık demektir; Allah’ın yasalarına kafa tutmak demektir.[187]
Söyleyeni dinden çıkaran küfür sözlerinin bu sonucu meydana getirmesi için hür bir irâde ve ihtiyarla söylenmesi gerekir. Tehdit, zor ve baskı altında küfür sözlerini söyleyen kimse, ikrâh-ı mülcî yani tam zorlama ile, öldürme, kesme, bedene zarar verme ve şiddetli dövme gibi işkence veya bu tehditler varsa küfür sözü söyleyebilir. "Kalbi imanla dolu olduğu halde, küfre zorlanan müstesnâ olmak üzere, kim iman ettikten sonra, küfre sîne açarsa Allah'tan onlara bir azap vardır."[188] Bu âyet, küfre zorlanan kimsenin dinden çıkmayacağını gösterir. Nitekim Mekke müşrikleri, Yâsir ile hanımı Sümeyye'yi İslâm'dan dönmeleri için zorlamış, işkence altında ikisini de öldürmüştü. Yâsir'in oğlu Ammâr'ı da bir kuyuya atarak işkence yapmışlar, Ammâr işkenceye dayanamayarak, kalbi imanla dolu olduğu halde, diliyle İslâm'dan döndüğünü söylemiş ve canını kurtarmıştı. Haber Hz. Peygamber'e ulaşınca, kendisiyle görüşmüş ve yine işkenceye mâruz kalırsa aynı sözleri söylemesine ruhsat vermişti. Yukarıdaki âyet-i kerime bu olay üzerine inmiştir.
Günümüzde nice şarkılarda dinle ilgili kutsal esaslara hakaret taşıyan, kadere isyan eden, bir kadını putlaştırıp Allah'ı sever gibi sevme ifadeleri “müslümanım” diyen insanlar tarafından rahatlıkla söylenebilmektedir. Bir futbol takımı ekber, yani Allah'a ait olan "en büyük" ifadesiyle sloganlaştırılabilmekte, öğrencilere bir şahıs hakkında ilâhî özellikler verilerek antlar, şiirler söylettirilebilmektedir. Medyada, kahvelerde, sokaklarda nice elfâz-ı küfür rahatlıkla ağızlardan çıkabilmektedir. "İşimiz Allah'a kaldı", "Allah'lık" gibi ifadelerle Allah hakkında küçültücü ifadeler söylenebiliyor. Azrâil'e kızılıp ileri geri sözler söylenebiliyor. Bir kıza "Melek" ismi verilebiliyor, felek ifadesiyle göklerin insan kaderi üzerinde etkisi kabullenilerek ona kader adına hakaretler edilebiliyor. Açıkça kadere de çatılabiliyor. Zamana sövülebiliyor. Cennet ve cehennemle ilgili fıkralar anlatılarak Allah'ın ödül ve cezası şaka konusu edilebiliyor. Dini küçük düşürücü Bektaşi fıkraları veya dinin kutsallarını küçük düşürecek uydurmalar anlatılabiliyor. Allah'ın sıfatları başkasına verilebiliyor. Allah'tan başkasına duâ edilip medet ve yardım istenebiliyor. Allah'tan başkası adına yemin edilebiliyor. İnsanın ağzından çıkan her sözün hesabının isteneceği unutularak küfür lafızları sakız gibi ağızlarda dolaşabiliyor. Bütün bunlar, elfâz-ı küfür, küfür, şirk, irtidat gibi Akaid konularının kapsamına girmektedir.
Çevrede Çokça Duyulan Elfâz-ı Küfürden Bazıları (Söyleyeni Şirke Düşürmesinden Korkulan Çirkin Sözler)
Allah’la İlgili
"Allah'lık" (saf bir insan için)
"Allah'sız" (Bunun Allah'ı yok, bu kimseyi Allah yaratmamıştır anlamında),
"İşimiz Allah'a kaldı" (İşimiz yaş, netice beklemeyin anlamında),
"İnşâallah deme, kesin söz ver" (İnşâallah, yani Allah dilerse sözünün yanlış ve yetersiz olduğu anlamında),
"Seni Allah gibi seviyorum" (Allah'ı sever gibi çok sevmek, fanatiklik anlamında),
"Seni elimden Allah bile kurtaramaz" (Allah'ın gücü bile yeterli olmaz anlamında),
"Burada Allah yok, Peygamber izinde" (Karakolda, hapishanede vb. Allah'ın yardım edemeyeceği anlamında),
"Allah'ın olmadığı, şeytanın bol olduğu yerde elime geçecek, ciğerlerini sökerim" (Allah'ın olmadığı yer olabileceği anlamında),
"Allah, ondan verdiği canı alamıyor" (Borcuna sâdık olmayanlar hakkında, Allah'ın âcizliği anlamında),
"Allah'ın hükmü burada geçmez" veya "o eskidendi, şimdi Allah'ın hükmü uygulanmaz, devir değişti" (Allah'ın hükmünün geçersizliğini iddia veya tüm zamanlara ait olduğunu inkâr anlamında),
"Şu işin (şeyin) Allah'ını yapar" (Allah'ı herhangi bir şeye benzetme anlamında),
"Sen Allah mısın be?" (Bir yaratığın Allah olma ihtimalini çağrıştıracak anlamda),
"Ye Allah ye", "vur Allah vur" (Allah'ı kula benzetmek anlamında),
"Allah Baba", "Allah'ın oğlu gelse..." (Allah'a çocuk isnad etme anlamında),
"Tapılacak kadın" (Allah'tan başka tapılacak/ibâdet edilecek mâbud kabulü anlamında),
"Futbol/müzik ilâhı, ...tanrıçası" (Allah'tan başka ilâh kabulü anlamında),
"Hâkimler hâkimi" (Allah'ın dışında bir varlığa Allah'ın bir sıfatını verme, her şeyi yönlendiren anlamında),
"Sezar'ın hakkı Sezar'a, Tanrı'nın hakkı Tanrı'ya" (Allah'a denk başkasının hakkı olduğu, Allah'ın her yerde tek güç olmadığı anlamında),
"Allah bizi unuttu" (Allah'ın zorluklarla denemesi konusunda Allah'ı unutma gibi bir eksiklikle vasfetme anlamında),
"Filan kimse şu şeyi yarattı" (Yaratma fiilini gerçek anlamda, yani yoktan var etme mânâsında başka birine verme, Allah'ın fiiline ortak kabulü anlamında),
"Allah'ın başka işi mi yok, bununla uğraşacak?" (Allah, her şeyi takdir edip, her şeye hükmünü geçirmez, O'nun dediğinin ve müdâhalesinin dışında da işler olur anlamında),
"Allah bilir ki, şu iş şöyledir"; "Allah şâhit şunu şöyle yaptım" dediği halde, yalan söylemiş olsa; Allah'a iftira atmak ve gizli-açık her şeyi bildiğini kabul etmemek anlamında),
"Hâkimiyet/egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir, ulusundur, meclisindir" (Hâkimiyetin/egemenliğin Allah'ın dışında başkalarına ait olduğunu kabul ve Allah'ın hükmünün üstünde hüküm olduğu anlamında),
"En büyük filân takım, başka büyük yok" (Ekber/en büyük sıfatının Allah'tan başkasına verilmesi ve başka büyüğün olmadığı, Allah'ın büyüklüğünün inkârı veya büyüklükte ortağı olduğu anlamında),
"Allah'ımı inkâr edeyim ki, şu şöyledir" (Söylediği söz, doğru bile olsa; Allah'ı inkâr etmeyi ihtimal olarak kabul ve inkârı basite almak anlamında),
"Allah, şunu şöyle yaratsaydı, şu işi şöyle yapsaydı ne iyi olurdu" (Allah'ın yarattığını beğenmemek, O'na eksiklik ve kusur isnad etmek anlamında),
"Allah, keşke şunu haram kılmasaydı, şunu farz etmeseydi" (Allah'ın hükmünü beğenmemek anlamında),
“Allah emretse bile şu işi yapmam” veya “Allah istemese bile bu işi yaparım.” (Allah’ın emri veya yasağı önemsizdir, beni bağlamaz; beni kararımdan Allah’ın hükmü bile caydıramaz, anlamında)
“Allah onu özene bezene yaratmış” ya da tersine bir inanış ve ifade ile Allah’ın bazı kimselere torpil geçtiğini, bazı kimselere de (hâşâ) zulmettiğini ifade etmek.
(O konuda âyet ve kudsî hadis olmadığı halde,) "Allah şöyle buyurmuştur" demek (Kur'an'da olmayan, ispatlanamayan cümleleri Allah'a isnâd etmek, dolayısıyla Allah'a iftira etmek anlamında),
(Allah'ın kesin olarak haram kıldığı bir şeyi yiyip içerken "Allah'ın ismiyle (Bismillâh)" demek (Allah'la, Allah'ın haram hükmüyle alay etme anlamında),
Allah'ı, O'nun kurallarını, O'nun dinini, kitabını... istihzâ/alay, küçük görme, hakaret, inkâr etme,
Allah'a, dine, dince mukaddes sayılan şeylere küfür, sövme veya çirkin söz söyleme,
Allah'tan başka mutlak gaybı bilen olduğunu kabul etme,
Allah'tan başkasına söylenmesi câiz olmayan şeyleri başka şeyler için söyleme: "Yeşil gözlerinden muhabbet kaptım, Diz çöküp önünde yıllarca taptım."; "Mihrâbım diyerek yüz sürdüm"; “Bir Allah'a, bir de sana taptım"; "Kâbe Arabın olsun, bize Çankaya/Anıtkabir yeter"; "Ey, bugünleri borçlu olduğumuz ulu Atatürk" vb. sözleri ikrâh olmadan söylemek,
Allah'tan başkasına duâ etmek veya bir kuldan meded istemek,
Allah'ın helâllarını helâl; haramlarını haram kabul etmemek,
Allah'tan başkası adına kurban kesmek, Allah'tan başkasına adak adamak,
Allah'ın kesin yasağına rağmen Allah'ın düşmanlarını, kâfirleri sevmek, küfre rızâ göstermek, kâfirlere -hidâyetleri dışında- duâ etmek,
Tâğutların resim ve heykelleri önünde tapınırcasına saygı göstermek,
Allah'ın şeriatından/hükmünden daha üstün yönetim şekilleri olduğunu belirtmek: "Demokrasi/halk idaresi en iyi idare şeklidir"; "Kemalizm, Kapitalizm insanları mutluluğa götürür" demek,
Allah'ı, sadece göklere ve tabiata hükmü geçen bir zat olarak kabul edip, yeryüzünü insanların kendi bağımsız arzularına bırakıp Allah'ı dünya işlerine karıştırmamak, insanların sosyal ve siyasal ilişkilerini düzenleme konusunda Allah'ın dışında otoriteler tanımak,
Fayda ve zararı Allah'tan bilmemek, "şu doktor benim hayatımı kurtardı"; "frene basmasaydı ölmüştüm"; "şu hap bana şifa veriyor, beni iyi ediyor"; "Devlete karşı çıkılır mı, ezer geçer",
İbâdet kapsamına girecek tüm amelleri, sadece Allah için yapmamak, gösteriş veya dünyevî bir menfaat için yapmak.
b- Dinle İlgili
"Din ayrı, dünya ayrı" (Dünyayı dinin dışına itmek, dini dünyaya karıştırmamak ve laiklik anlamında),
''Din ayrı, siyaset ayrı" (İnsanların yönetiminin dinle ilgisi yok, siyaset dinden bağımsız olmalıdır anlamında),
"Dinde zorlama yoktur" (Din seçme konusundaki özgürlükle ilgili Bakara sûresi, 256. âyetini farklı ve yanlış bir konu için delillendirerek, bir müslümana karışılamayacağı, onun haramları işlemede özgür olduğu anlamında; dinin ahkâmla/muâmelâtla ilgili konularını inkâr etmek veya geçerli olmayacağını iddia anlamında),
"Zevklere ve renklere karışılmaz" (Arzu ve heveslere hiç kimsenin müdâhale etme hakkı yoktur, ben hangi şeyden zevk alıyorsam onu yaparım, din adına bile olsa hiç kimse ona karışamaz anlamında),
"Bu benim özel hayatımdır, kimse karışamaz."; "Demokrasi var, bana kimse karışamaz, canım ne isterse onu yaparım" demek (Allah'ı, Allah'ın hükümlerini önemsememek ve O'na teslim olmamak, nefsini, hevâ ve hevesini putlaştırıp ilâhlaştırmak anlamında),
"Biz babamızdan, atalarımızdan böyle gördük" (geleneği, ataların yolunu mutlak doğru olarak kabul etmek, dine ters düşse de atalarının yolunun en doğru yol olduğunu kabul anlamında),
"Din şöyle diyor, doğru ama..."; "haklısın, fakat..." (Dinin emir ve yasaklarının doğru olduğunu kabul etmekle birlikte, hayata geçirmenin imkânsız gibi çok zor olduğu, yaşanamayacağı, başka alternatiflerin zarûri olduğu anlamında),
"İslâm dini akıl dinidir, mantık dinidir" (Nakli dışlama, vahyi temel ölçü almama, aklı putlaştırma anlamında),
"İslâm şeriatı eskidenmiş, bundan sonra din hâkim olamaz." (Dini, eski zamana ait tarihî bir vaka gibi kabul etme ve gelecekle ilgili Allah'ın vaadlerini inkâr anlamında),
"Dine bağlı yaşamanın, dindâr olmanın zamanı geçti; doğru olursan bu devirde aç kalırsın" (Dinin bütün zamanlar için geçerli olmasının reddi anlamında),
"Dinî günler" (Zamanı, günleri dinî olan ve dinî olmayan diye ayırıp, bazı günlerin dinle ilişkilerinin olmaması gibi anlaşılabilmesi anlamında),
"Hayat yalnız bu dünyadadır" (âhireti inkâr anlamında),
"Sen benim kalbime bak, kalbim temiz" (Dinin bazı emirlerini yerine getirmeyişin mâzereti olarak kalbin temizliği anlayışı ve ibâdet edenlerin kalbi temiz değil ki ilâhî emirleri yerine getiriyorlar anlamında),
"Paranın açmadığı kapı yoktur" (Parayı putlaştırmak, kapitalizmin her şey olduğu anlamında),
"Demokrasilerde çare tükenmez" (Beşerî bir düzen olan demokrasinin (halkın kendi kendisini yönetmesinin) her konuya çözüm getiren en üstün idare şekli olduğu; İslâm’ın siyâset ve devlet anlayışından daha üstün bir yönetim şekli olduğu anlamında),
"Aşırı dinciler"; "dinciler"; "fundemantalistler"; "dinci teröristler" gibi çirkin ithamları gerçek mü'minlere etiket olarak takmak, müslümanları, dolayısıyla İslâm'ı kötülemek anlamında);
İslâm'a irticâ, gericilik, fundemantalizm, taassup ve benzeri çirkin sıfatlar takmak,
İslâm'a, şeriata, tesettüre karşı tavır almak veya bu tür dinle ilgili hususlara düşman olanları desteklemek,
İslâm'ın kutsal kabul ettiği hususların dışında, özellikle de İslâm'a düşman olan rejimlerin sembollerini yüceltmek veya onlara saygı duymak.
c- Cennet, Melek ve Kaderle İlgili
"Eşek cennetini boyladı" (Cenneti küçümsemek, cenneti yakışıksız bir şeyle vasıflandırmak anlamında),
"Sensiz cennet kötü, seninle cehennem bana ödül" gibi sözler (Cenneti, cehennemi önemsiz görmek veya âşık olduğu bir insanı bunlardan daha önemli kabul etmek anlamında),
Bir insana "Meleğim" demek, "Çarli'nin melekleri" veya bir kıza "Melek" ismi vermek, ya da birine “melek gibi” demek (Meleklerin insan gibi olduğunu, şekillerinin, yapılarının insana benzediğini kabul etmek anlamında),
"Azrâil onun canını yanlış yere aldı"; "Azrâil'le savaşıyor" gibi sözler, Azrâil'e hakaret etmek, onu eleştirmek anlamında),
"Kader utansın" gibi kadere isyan anlamında sözler,
"Felek"le ilgili hem hakaret, hem kaderi belirlediği inancı, göklerin (yıldız ve burçların) insan üzerinde etkinliğini, insanların kaderini/geleceğini gök cisimlerinin tayin ettiğini kabul anlamında),
Ve bunlara benzer, düşünmeden, ya da bilinçli olarak söylenen, şirk düşüncesini yansıtan nice sözler...
Ef'âl-i küfür, küfür fiil ve davranışları demektir. İnsanların bazı hareket, kıyafet ve davranışları küfre alâmet sayılmıştır. Bu fiillerin bir kısmı müslüman olmayan toplumlara benzemek kastıyla yapılan hareket ve davranışlardır.
Küfre alâmet sayılan, ef'âl-i küfür kabul edilen hareketleri şu şekilde sıralamak mümkündür:
a- Puta tapmak: Puta tapmak, Allah'a şirk/eş koşmak demektir. "Nihâyet elçilerimiz canlarını almak üzere onlara geldikleri zaman şöyle diyecekler: 'Allah'ı bırakıp da tapındığınız putlar nerede?' Onlar şöyle cevap verecekler: 'O putlar bizi bırakıp kayboldular.' Onlar kendi aleyhlerine kâfir olduklarına şâhitlik edeceklerdir."[189]; "Onlar Allah'ın yolundan saptırmak için Allah'a eşler uydurdular. De ki: 'Eğlenip keyfinize bakın! Çünkü gidişiniz muhakkak ateştir."[190] Allah'tan başkasına tapmanın küfür alâmeti/ef'âl-i küfür olduğu kesindir.
b- Mushaf’ı pisliğe atmak gibi saygısızca davranmak: Mushaf’ı pisliğe atmak da küfür fiillerinden biri sayılmıştır. Üzerinde Kur'an'dan bir bölüm, Yüce Allah'ın veya Peygamberin adı yazılı bir kağıdı pisliğe atmak da aynı hükme tâbi tutulmuştur. Tabii ki atma, kasden ve bilerek olursa, kâğıdın üzerindeki şeyi inkâr söz konusu olacağından küfür davranışı kabul edilmiştir. Zaman zaman medyaya yansıdığı gibi, üzerinde âyet veya Allah lafızlarının yazılı olduğu ayakkabıyı, bayan elbisesini vb. şeyleri kutsal değerleri eğlence yapacak ve aşağılayacak tarzda giymek de aynıdır.
c- Gayr-i müslimlerin tapınaklarına ibâdet kasdıyla gitmek: Kilise, havra, katedral, puthane gibi yerlerde ibâdet ve duâ etmek veya buralarda Allah'a ibâdet etmenin daha faziletli olduğuna inanmak da kişiyi İslâm'dan çıkarır. Fakat, bu tür yerlere ibâdet kasdı olmaksızın, bilgi edinmek veya incelemek için gitmekte bir sakınca yoktur.
d- İbâdet kasdıyla herhangi bir şahsa secde ve benzeri davranış yapmak: Bir kimse tapınma kasdı olmadan sadece hürmet ve saygı için bir büyük karşısında eğilse, yeri öpse bu günah kabul edilse bile küfür kabul edilmez. Kişiye tapmak anlamına gelecek davranış ise küfürdür. Tâğutların heykeli veya tâğutların kutsalları karşısında saygı durmak da itikad açısından çok tehlikelidir.
e- Duâ ederek ölülerden bir şey istemek, kabirleri tapınak yapmak: Sadece Allah'a yapılması gereken ibâdet ve duâyı[191] Allah'tan başkasına, ister ölü ister diri olan birine yapmak küfürdür. Allah'tan başkasına kesilen kurban, Allah'tan başkasına adak, kabirleri tavaf, kabirde yatandan duâ ile bir şey istemek, ölülerden imdat ve medet istemek küfür davranışlarıdır.
f- Haç takınmak: Hıristiyanların takındıkları madalyon olan haç, onların iddiasına göre Hz. İsa'nın çarmıha gerilmiş şeklinin remzidir ve onlara göre kutsaldır. İslâm âlimleri, haç takınmanın küfür davranışı olduğunda hemfikirdirler. Günümüzde de böyle bir madalyonun ancak hıristiyanlar tarafından takıldığını unutmamak gerekir.
g- Ğıyar ve zünnâr: Ğıyar, zimmîlerin omuzlarına attıkları alâmet yahut kumaş parçasıdır. Zünnâr da hıristiyan ve mecûsîlerin küfür alâmetleri olan bir çeşit kuşaktır. Bunlar gayr-i müslimlerin özel giysileri ve dinlerinin alâmetleri olarak sembol olduğundan, bunları kullanmanın küfür fiilleri olduğu belirtilmiştir.
h- Mecûsî ve yahûdi şapkası: Mecûsîlerin ve yahûdilerin mümeyyiz vasfı olan şapkalarını onlara benzemek kasdıyla giymek de küfür sayılmıştır.
Bu alâmetler, her asırda ve bölgede değişiklik gösterebilir. Buradaki temel espri, İslâm'ın dışındaki dinleri benimsemiş kişilerin özel kıyafetleri, dinlerine ait kıyafetleridir. Tabii, râhibe elbisesi ve papaz cübbesi giymek de küfür fiillerindendir. Her devrin küfür alâmeti değişik olmaktadır. Belli bir zaman küfür alâmeti olan şey, belki kısa zaman sonra küfür alâmeti olma özelliğini kaybedebilmektedir. Bu konuda en açık örnek, şapkadır. Belli bir döneme kadar şapka, özellikle fötr küfür alâmeti sayılırdı; İskilip’li Âtıf Hoca gibi nice âlimler ve müslümanlar şapka giymediği ve bunun küfür olduğunu belirttikleri için idam edilmiştir. Bu âlimler, küfrün sembolü olduğunu bildiklerinden dolayı buna karşı çıkmayı idamı göze alma pahasına sürdürmüşlerdir. Ama şimdi şapkanın küfür ve kâfir özelliği olduğunu iddia güçtür. Artık şimdi gayr-i müslimler, müslümanlar kadar bile şapka giymemektedirler. Dolayısıyla küfür alâmeti değişince, hüküm de değişmektedir. Küfür alâmetlerinin çağlara göre farklılık arzetmesi sebebiyle, eskiden küfür sayılan giysilerle ilgili bir husus, bugün küfür olmayabilir (Veya tersi; eskiden küfrün sembolü sayılmayan bazı şeyler, sonradan kâfirlerin simgesi olarak kabul edilebilir).
i- Sihir: Sihri öğrenip öğretmenin, sihir yapmanın haram oluşunda mezhepler arasında ihtilâf yoktur. Bütün mezhepler, sihrin mubahlığına inanmanın küfür olduğunda da müttefiktir. Fakat sihrin haram olduğuna inanmakla beraber, sihir/büyü yapan kimsenin, bu davranışıyla kâfir olup olmadığında ihtilâf vardır. Ebû Hanife ve tâbileri, İmam Mâlik, Ahmed bin Hanbel ve tâbilerine göre büyücü/sihirbaz kâfirdir. Bu gruba göre, sihirbaz sihrin haramlığına inansa da inanmasa da tekfir olunur ve öldürülür. İmam Şâfii'ye göre ise kendisinde küfrü gerektirecek bir inanç, söz ve fiil bulunmayan sihir küfür değil, sadece haramdır.[192]
Küfürden Korunma Yolları
Muvahhid bir mü’min olabilmek, öyle yaşayabilmek ve Allah’ın râzı olacağını ve kulları için seçip beğendiğini belirttiği İslâm dini üzere ölmek, bir müslümanın, bir mü’minin en büyük emelidir. Yüce Allah’ın da emri budur, bütün peygamberlerin ümmetlerine tavsiye ettikleri de budur. “Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece, hakkıyla korkun ve ancak müslümanlar olarak ölün.” Kişinin âhiret hayatında Yüce Rabbimizin azâbından kurtulup ebedî mükâfatlarına nâil olabilmesi, günahlarının bağışlanabilmesi, ancak mü’min olarak, muvahhid olarak Yüce Allah’a herhangi bir şekilde herhangi bir şeyi, bir kimseyi, kurum ve nesneyi, madde ya da mânâyı, ideoloji ve putu şirk/eş koşmayarak Rabbine kavuşmasına bağlıdır. Çünkü kim Allah’a şirk koşarak ölürse cehhenneme girecektir. Kim de Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığı gerçeğini bilerek ve Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmaksızın ölürse, o da cennete girecektir.
Bu büyük gerçeği Kur’ân-ı Kerim’in hemen hemen her sayfasında çeşitli şekilde dile getirilmiş olarak görebilmekteyiz. O halde müslümanın iman ve tevhid konularında gereken hassâsiyeti göstererek imanını her nefes, her an ve her durumda korumaya, ona herhangi bir zarar getirmemeye çalışması, bunun için âzamî gayretini harcaması gerekmektedir. Bunun için, yani imanı korumak, şirk ve irtidaddan korunmak, küfre yaklaşmamak için gerekli olan bazı önemli hususları kısaca sayalım:
- Sahih bir iman, akaid bilgisi ve güçlü bir inanma/yakîn,
- Kur’ân-ı Kerim’in ve sahih sünnetin emir ve teşvik ettiği amel ve ibâdetlere önem vermek, bunları yerine getirmek için âzamî gayret harcamak,
- Allah’ın ve Peygamberinin uyarılarına dikkat ederek, sakındırdıklarından kesinlikle uzak kalmak, hatta o yasaklara yaklaşmamak,
- Akîdemiz uğrunda gereken mücâdeleyi vermekten hiçbir şekilde geri kalmamak; inancımızla taban tabana zıt bir ortam içerisinde yaşamanın ıstırabını kalbimizin derinliklerinde duymak,
- Akîdemizi hâkim kılmak azmi ve emelini daima canlı tutmak, bu uğurda aynı hedefi paylaşanlarla bir ve beraber olmak,
- Allah’ı ve Rasûlünü yakından tanımak ve herşeyden çok sevmek, onların emir ve buyruklarını bütün emir ve direktiflerden üstün tutmak, onlara bağlanmayı her şeyin önünde bilmek, onların rızâlarını esas almak,
- Yüce Peygamberimizin yolundan ayrılmayan, onun sünnetini baştacı bilen, onun dışında izlenmeye, yolundan gidilmeye değer hiçbir kimsenin varlığını kabul etmeyenleri, başta sahâbeleri, güzel bir şekilde onların izinden gidenleri mümkün mertebe yakından tanımak, onların bu akîde uğrunda verdikleri mücâdele ve cihadı, kendi mücâdele ve cihadımız için yol azığı edinmek,
- İslâm’a, Kur’an ve Sünnet esaslarına kesin ve tâvizsiz bir şekilde bağlı kalmak, dinî vecîbeleri ihlâsla yerine getirmek,
- Yüce Peygamberin dahi küfürden, şirkten, riyâkârlıklardan ve benzeri kalbî/imanî hastalıklardan Allah’a sığındığını bilerek, hatırlayarak, imanımızı son nefesimize kadar muhâfaza edebilmek için Rabbimize daima duâ etmek, yalvarmak, fiilî olarak duâ bâbından elimizden gelen tüm gayreti göstermek. Rasûlullah (s.a.s.) duâlarında: “Sonrası küfür olmayan bir iman” ister; her namazın akabinde “küfürden, fakirlikten”, “küfürden ve borçlanmaktan” Allah’a sığınırdı. Hz. Ebû Bekir’e ve onun şahsında bütün mü’minlere sabah akşam yapmasını tavsiye ettiği duâda, “şirkten” Allah’a sığınmak yer almaktadır: “Allah’ım, bile bile şirk koşmaktan Sana sığınırım, bilmediklerimden de Senden af dilerim.”
- Küfrün lügat ve terim anlamlarını açıklayınız.
- Kur’ân-ı Kerim’de küfür ve kâfirler nasıl tanıtılır, birkaç âyet meali vererek anlatınız.
- Kâfirlerin gönül dünyası, yani kalpleri hakkında Kur’an nasıl bilgiler veriyor, açıklayınız.
- Elfâz-ı küfre ve ef’âl-i küfre örnekler veriniz.
- Haksız yere bir mü’mine kâfir demenin, yani tekfir etmenin hükmünü açıklayınız.
- Bir insanın tekfir edilmesine sebep olan, yani bir mü’mini imandan çıkaran çirkin inanç ve davranışlara örnekler veriniz.
[1] 16/Nahl, 37
[2] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y., c. 1, s. 191-192
[3] 16/Nahl, 106
[4] 2/Bakara, 152
[5] 43/Zuhruf, 33-35
[6] 28/Kasas, 76, 78, 81; ve Bak. 18/Kehf, 32-37
[7] 26/Şuarâ, 48
[8] 27/Neml, 40
[9] 41/Fussılet, 53
[10] 2/Bakara, 6-7
[11] 7/A’râf, 101
[12] 7/A’râf, 179
[13] 8/Enfâl, 22
[14] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 339-340
[15] 14/İbrahim, 7
[16] Bak. 84/İnşikak, 22; 85/Bürûc, 19; 57/Hadîd, 19; 64/Teğâbün, 10
[17] 50/Kaf, 16
[18] 2/Bakara, 171
[19] 8/Enfâl, 55
[20] 3/Âl-i İmran, 196-197
[21] 3/Âl-i İmran, 178
[22] 8/Enfâl, 59; 24/Nur, 57
[23] 14/İbrahim, 18
[24] Bak. 38/Sâd, 2; 67/Mülk, 20
[25] Bak. 47/Muhammed, 11
[26] Bak. 3/Âl-i İmran, 151; 30/Rûm, 44; 2/Bakara, 276; 3/Âl-i İmran, 32
[27] Bak. 8/Enfâl, 73; 3/Âl-i İmran, 28; 4/Nisâ, 139, 144
[28] 28/Kasas, 86
[29] 25/Furkan, 52
[30] 9/Tevbe, 73
[31] 48/Fetih, 29
[32] Bak. 14/İbrahim, 28
[33] Bak. 47/Muhammed, 12
[34] Bak. 5/Mâide, 57
[35] Bak. 3/Âl-i İmran, 149
[36] Bak. 5/Mâide, 54
[37] 2/Bakara, 254
[38] 4/Nisâ, 76
[39] 8/Enfâl, 36
[40] 5/Mâide, 44
[41] 60/Mümtahine, 1
[42] 23/Mü’minûn, 117; 28/Kasas, 82
[43] 47/Muhammed, 1
[44] 2/Bakara, 217
[45] Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 333
[46] 14/İbrahim, 26
[47] 39/Zümer, 7
[48] 87/A’lâ, 14, 18-19
[49] 30/Rûm, 44; 35/Fatır, 39; 39/Zümer, 7.
[50] 4/Nisâ, 94
[51] 16/Nahl, 24-25, 88.
[52] 2/Bakara, 257; 4/Nisâ, 38, 76; 6/En'âm, 71; 7/A'râf, 27, 201-202; 8/Enfâl, 48; 19/Meryem, 83; 25/Furkan, 55; 26/Şuarâ, 221-223; 41/Fussılet, 25.
[53] 6/En'âm, 37, 57-58; 10/Yunus, 48-53; 11/Hûd, 32-33; 14/İbrahim, 9-10; 15/Hıcr, 14-15; 18/Kehf, 55; 20/Tâhâ, 133-135.
[54] 2/Bakara, 170, 181, 231; 3/Âl-i İmran, 19, 72; 4/Nisâ, 51, 140; 5/Mâide, 44; 6/En'âm, 5, 7, 25, 33, 57, 66; 7/A'raf, 68; 8/Enfâl, 31; 9/Tevbe, 65; 10/Yunus, 15, 17, 37-39; 94; 13/Ra'd, 1, 31…
[55] 8/Enfal, 31-33; 15/Hıcr, 90-91; 22/Hacc, 72; 25/Furkan, 4-6; 26/Şuarâ, 5; 30/Rûm, 58-59; 31/Lokman, 32; 34/Sebe', 38; 40/Mü'min, 56, 63, 69-70; 41/Fussılet, 44, 52; 45/Câsiye, 8; 78/Nebe', 28; 83/Mutaffifin, 13.
[56] 9/Tevbe, 32-33; 10/Yunus, 82; 22/Hacc, 15; 61/Saf, 8-9.
[57] 7/A'râf, 45; 11/Hûd, 7; 13/Ra'd, 5; 17/İsrâ, 98; 25/Furkan, 11-12, 21; 27/Neml, 4-5, 66-67; 30/Rûm, 7; 32/Secde, 10-11; 36/Yâsin, 48-49; 41/Fussılet, 54; 45/Câsiye, 32; 56/Vâkıa, 47-50; 74/Müddessir, 43-46; 78/Nebe', 1-5, 27; 83/Mutaffifin, 10-14; 84/İnşikak, 14-15.
[58] 6/En’am, 52-53; 7/A’râf, 49; 11/Hûd, 27; 18/Kehf, 28; 26/Şuarâ, 106-114.
[59] 2/Bakara, 118; 3/Âl-i İmran, 11; 11/Hûd, 110; 51/Zâriyat, 52-53.
[60] 36/Yâsin, 47; 69/Haakka, 34; 74/Müddessir, 43-44; 107/Mâun, 1, 3.
[61] 8/Enfâl, 36; 90/Beled, 5-12.
[62] 8/Enfâl, 73; 33/Ahzâb, 26; 45/Câsiye, 19.
[63] 6/En’âm, 63-64; 10/Yunus, 12, 21-23; 16/Nahl, 53-55, 83; 21/Enbiyâ, 46; 29/Ankebut, 65-67; 30/Rûm, 33-35; 31/Lokman, 32; 37/Sâffât, 11; 39/Zümer, 8; 43/Zuhruf, 9, 15, 87; 80/Abese, 17-23; 100/Âdiyat, 1-11; 106/Kureyş, 1-4.
[64] 9/Tevbe, 124-125; 17/İsrâ, 41, 46, 60, 82; 22/Hacc, 72; 26/Şuarâ, 5-6, 198-201; 36/Yâsin, 45-46; 45/Câsiye, 9.
[65] 18/Kehf, 56-57.
[66] 18/Kehf, 32-44; 34/Sebe’, 34-36; 102/Tekâsür, 1-7.
[67] 14/İbrahim, 3; 18/Kehf, 32-36; 30/Rûm, 7; 75/Kıyâme, 20-21; 76/İnsan, 27; 87/A’lâ, 16.
[68] 10/Yunus, 36.
[69] 2/Bakara, 126; 7/A’râf, 32; 15/Hıcr, 3; 17/İsrâ, 20; 20/Tâhâ, 131; 21/Enbiyâ, 44; 77/Mürselât, 46.
[70] 2/Bakara, 217; 3/Âl-i İmran, 117; 5/Mâide, 5; 7/A’râf, 147; 14/İbrahim, 18; 18/Kehf,103-106; 24/Nûr, 39-40; 25/Furkan, 23, 77; 39/Zümer, 47; 47/Muhammed, 1, 3, 8-9, 32.
[71] 2/Bakara, 161-162
[72] 3/Âl-i İmran, 10, 91, 116; 5/Mâide, 36; 6/En’âm, 70; 7/A’râf, 48; 13/Ra’d, 18; 19/Meryem, 77-80; 45/Câsiye, 10; 58/Mücadele, 17; 69/Haakka, 25-29; 92/Leyl, 8-11; 104/Hümeze, 2-6; 111/Leheb, 1-3.
[73] 3/Âl-i İmran, 176-177; 47/Muhammed, 32.
[74] 3/Âl- İmran, 178; 6/En’âm, 44; 7/A’râf, 182-183, 186; 10/Yunus, 11; 11/Hûd, 8; 13/Ra’d, 32; 15/Hıcr, 2; 19/Meryem, 75; 83-84; 21/Enbiyâ, 39-40; 22/Hacc, 44; 31/Lokman, 24; 42/Şûrâ, 21; 77/Mürselat 46; 86/Târık, 17.
[75] 4/Nisâ, 18, 168-169.
[76] 35/Fâtır, 37; 40/Mü’min, 10-11; 41/Fussılet, 24; 42/Şûrâ, 44; 89/Fecr, 24.
[77] 25/Furkan, 13-14; 43/Zuhruf, 77-78; 78/Nebe’, 40; 84/İnşikak, 10-11.
[78] 28/Kasas, 82.
[79] 2/Bakara, 105, 217; 3/Âl-i İmran, 28, 118-120, 149-150; 4/Nisâ, 44-45, 101, 140, 144; 5/Mâide, 57; 6/En’âm, 68; 9/Tevbe, 23; 13/Ra’d, 37; 28/Kasas, 86; 58/Mücadele, 22; 60/Mümtehine, 13.
[80] 4/Nisâ, 27, 44-45, 167; 7/A’râf, 45; 14/İbrahim, 3; 15/Hıcr, 90-91, 29/Ankebut, 12-13.
[81] 2/Bakara, 212; 6/En’âm, 10; 7/A’râf, 49; 10/Yunus, 48; 19/Meryem, 73-75.
[82] 3/Âl-i İmran, 120; 4/Nisâ, 141; 5/Mâide, 11, 105; 8/Enfâl, 30, 59, 62-63; 17/İsrâ, 45; 45/Câsiye, 19.
[83] 5/Mâide, 3; 8/Enfâl, 30; 9/Tevbe, 13-14.
[84] 3/Âl-i İmran, 149; 18/Kehf, 28; 25/Furkan, 52; 28/Kasas, 86; 33/Ahzâb, 1-3, 48; 42/Şûrâ, 15; 76/İnsan, 24; 96/Alak, 19.
[85] 6/En’âm, 106, 150; 10/Yunus, 41; 15/Hıcr, 94; 28/Kasas, 87; 32/Secde, 30; 37/Sâffât, 173-174, 178-180; 43/Zuhruf, 83, 89; 45/Câsiye, 18; 51/Zâriyât, 54; 53/Necm, 29; 54/Kamer, 6; 68/Kalem, 8; 73/Müzzemmil, 10.
[86] 2/Bakara, 286; 8/Enfâl, 45; 10/Yunus, 85-86; 40/Mü’min, 56; 60/Mümtehine, 5.
[87] 3/Âl-i İmran, 196-197; 15/Hıcr, 88; 20/Tâhâ, 131; 25/Furkan, 10; 28/Kasas, 79-82; 40/Mü’min, 4; 43/Zuhruf, 33-35; 46/Ahkaf, 20; 68/Kalem, 14.
[88] 28/Kasas, 38
[89] Bak. 2/Bakara, 217
[90] Bak. 10/Yûnus, 54; 14/İbrahim, 31
[91] 16/Nahl, 53; 65/Talak, 3
[92] Bak. 6/En’âm, 162; İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4204-4205
[93] Bak. 7/A’râf, 54; 9/Tevbe, 31; 33/Ahzâb, 67
[94] Bak. 33/Ahzâb, 48; 68/Kalem, 9
[95] Bak. 5/Mâide, 50; 4/Nisâ, 60
[96] Bak. 5/Mâide, 44-45; 4/Nisâ, 14; 58/Mücadele, 20
[97] 4/Nisâ, 44; 9/Tevbe, 23-24; 58/Mücadele, 22
[98] 11/Hûd, 15-16
[99] 49/Hucurât, 15; Ali Rızâ Demircan, İslâm Nizamı, Eymen Y., c. 2, s. 30-32
[100] 29/Ankebût, 25
[101] Bak. 25/Furkan, 43
[102] Bak. 11/Hûd, 43
[103] Bak. 45/Câsiye, 14
[104] 83/Mutaffifin, 14
[105] 5/Mâide, 50
[106] Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, Cantaş Y., c. 1, s. 92 -96
[107] 25/Furkan, 55
[108] 6/En'âm, 43
[109] 13/Ra'd, 30-31
[110] 5/Mâide, 14
[111] 46/Ahkaf, 26
[112] 47/Muhammed, 24
[113] 83/Mutaffifin, 14
[114] 39/Zümer, 59; 40/Mü'min, 27
[115] 38/Sâd, 72-74
[116] 42/Şûrâ, 27; 28/Kasas, 76-77
[117] Bak. 2/Bakara, 146, 109
[118] 2/Bakara, 98
[119] 10/Yûnus, 11
[120] 96/Alak, 6-8
[121] 40/Mü'min, 35
[122] 25/Furkan, 55
[123] 5/Mâide, 17, 52, 73; 9/Tevbe, 307
[124] 6/En’âm, 150
[125] 12/Yusuf, 87
[126] 4/Nisâ, 150-151
[127] 2/Bakara, 152
[128] 5/Mâide, 51
[129] 3/Âl-i İmran, 32
[130] 2/Bakara, 198; 4/Nisâ, 102
[131] 2/Bakara, 104; 4/Nisâ, 37; 17/İsrâ, 8 vd.
[132] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 326-327
[133] 17/İsrâ, 46
[134] 31/Lokman, 20; 22/Hacc, 3
[135] 2/Bakara, 217
[136] 7/A’râf, 146; 16/Nahl, 63
[137] 30/Rûm, 29; 25/Furkan, 43
[138] 18/Kehf, 100-101; 23/Mü’minûn, 63
[139] 7/A’râf, 51; 2/Bakara, 22; 25/Furkan, 41
[140] 39/Zümer, 59-60; 71/Nuh, 7; 41/Fussilet, 15
[141] 45/Câsiye, 114
[142] 6/En’âm, 21; 7/A’râf, 37
[143] 39/Zümer, 45
[144] 13/Ra’d, 5; 23/Mü’minûn, 35-37
[145] 29/Ankebût, 67
[146] 25/Furkan, 27-28; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 369- 372
[147] Buhârî, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104; Tirmizî, Tefsir 78; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10
[148] 109/Kâfirun, 1, 6
[149] 21/Enbiyâ, 67
[150] 49/Hucurât, 13
[151] 4/Nisâ, 1
[152] 4/Nisâ, 128
[153] 2/Bakara, 208
[154] 22/Hacc, 39
[155] 2/Bakara, 193
[156] 8/Enfâl, 25
[157] 10/Yûnus, 99-100
[158] Remzi Kaya, Kur’an’da Dostluk İlişkileri, s. 226-228
[159] 60/Mümtehine, 8-9
[160] 5/Mâide, 2
[161] Buhârî, 4/410, hadis no: 2216; Ahmed bin Hanbel, 5/137, hadis no: 3409
[162] 4/Nisâ, 76
[163] Ebû Dâvud, Sünen, Edeb, hadis no: 4977; Mişkâtu’l-Mesâbih, 3/1349, hadis no: 4780
[164] 49/Hucurâct, 10
[165] 9/Tevbe, 71; 5/Mâide, 55
[166] 9/Tevbe, 23
[167] 9/Tevbe, 24
[168] 58/Mücâdele, 22 Ve yine bk. 64/Teğâbün, 14.
[169] 11/Hûd, 45-46
[170] 4/Nisâ, 36
[171] 31/Lokman, 14-15
[172] Buhârî, Hîbe hadis no: 2620; Müslim, Zekât hadis no: 1003
[173] 2/Bakara, 83; 4/Nisâ, 36; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23; 31/Lokman, 14-
[174] 4/Nisâ, 1
[175] Buhârî, Edeb, hadis no: 5984; Müslim, Birr, hadis no: 2556
[176] 64/Teğâbün, 14
[177] Bk. 2/Bakara, 256
[178] Bk. 47/Muhammed, 9
[179] Bk. 9/Tevbe, 65-66
[180] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 458-459
[181] 4/Nisâ, 65; Abdülkadir Udeh, et-Teşrîu’l-Cinî el-İslâmî, Beyrut, 2/708-710 -İslâm Ceza Hukuku ve Beşerî Hukuk
[182] 9/Tevbe, 65
[183] 33/Ahzab, 57
[184] 9/Tevbe, 61
[185] Bak. 48/Fetih, 18; 9/Tevbe, 100
[186] 5/Mâide, 44; F. Aydın, İslâm’da İnanç Sistemi, Kahraman Y., s. 114
[187] F. Aydın, a.g.e., s. 119-120
[188] 16/Nahl, 106
[189] 7/A'râf, 37
[190] 14/İbrahim, 30
[191] 1/Fâtiha, 5
[192] A. Saim Kılavuz, İman Küfür Sınırı, Marifet Y., s. 160-165
ŞİRK
Ş İ R K
- Şirk; Lügat ve Terim Anlamları
- Şirk Nedir?
- Kur’ân-ı Kerim’de Şirkin Tanımları
- Şirkin Sebepleri
- Şirkin Çeşitleri
- Gizli Şirk
- Şirkin Çağdaş Yansımaları
- Güncel Câhilî Eğitimde Şirk
- Tören Denilen Putperestlik
- Ekonomik Yorumlarda Şirk
- Siyasal Şirk Anlayışı da Bilimsel Kılıflarla Takdim Edilir
- Siyasal Şirk
- Şirk İçin Bazı Örnekler
- Tâğutlara Tapma Yönüyle Şirk; Resmî ve Siyasal Şirk
- İttibâ Şirki
- Şirkin Zararları
- Bâtıla İman
- Allah Teâlâ’nın Birliği ve Şirk
- Şirk Ehli Müşriklerle Mücadele
- Müşriklerin Özellikleri
- Sorular
Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir.
* Şirkin lügat ve terim anlamlarını, Kur’ân-ı Kerim’deki şirk
tanımlarını açıklamak.
* Şirkin sebeplerini listeleyip açıklayabilmek.
* Şirkin çeşitlerini sayarak her birini izah edebilmek.
* Gizli şirki tanımlayabilip büyük şirkten farkını ifâdelendirebilmek.
* Yaygın güncel şirke örnekler verebilmek; günümüz eğitimindeki,
ekonomi ve siyaset anlayışındaki şirkleri örneklendirebilmek,
* Tâğutlara tapmanın ne anlama geldiğini, bu konuyla ilgili olarak resmî
ve siyasal şirki açıklayabilmek,
* Şirkin zararlarını listeleyebilmek,
* Müşriklerin özelliklerini listeleyip açıklayarak onlarla nasıl mücâdele
edilmesi gerektiğini izah edebilmek.
Şirk; Lügat ve Terim Anlamları
“Şirk”, “şerike” fiilinden masdardır. “Şirk” ve aynı kökten gelen şirket, müşâreket, sözlükte; mülk ve saltanatta ortak olmak demektir. Bir şeyin birden fazla kişiye ait olduğunu ifade ederler. Aynı kökten gelen ‘eşreke’ fiili, ortak koşmak, ortak olmak anlamına gelir. Ortak koşana ise “müşrik” denir.
Istılahta (Terim Anlamı Olarak) Şirk
Allah’a zatında, sıfatlarında ve fiillerinde ortak ve denk tanımaktır. Şirk koşan kişiye müşrik denir. İki veya daha çok ilâh tanımak, herhangi bir varlığı ma’bud (ibâdet edilen) olarak bilmek, Allah’ın yaratıcı, kadim, bâkî... gibi sıfatlarını başka varlıklara vermek şirktir. Kısaca şirk, Allah’ın ilâhlık vasıflarını Allah’tan başkasına vermektir. Şirk; tevhidin temeli olan “lâ ilâhe illâllah” gerçeğinin dışına çıkmak, Allah’tan başka ilâh(lar) olduğunu inanç, söz veya eylemle iddia etmek, Allah’ın dışında ibâdet edilecek, duâ edilecek, gerçek anlamda güç ve kudret sahibi olduğunu kabul etmektir.
Şirk küfürdür, müşrik aynı zamanda kâfirdir. Şirk kavramı, İnsanların uydurdukları dinleri tanımlama açısından son derece önemli kavramlardan biridir. İnsanlar tarih boyunca sınırlı sayıdaki inançsızlar/ateistler dışında ya “şirk’ dini üzerinde ya da ‘Tevhid’ dini üzerinde olmuşlardır. Aslında ateistler de bir anlamda müşrik ve münkirdirler.
Şirk, kelime anlamı itibariyle bir ortaklığı, ortak olmayı, bir eş-arkadaş tutmayı, malda ve tasarrufta bir hissedar bulmayı ifade eder. Söz gelimi, aynı kökten gelen ‘şerik’ arkadaş, yardımcı, hissedar yani ortak demektir. Şirk, bu ortak olma, eş ve arkadaş bulma fiilidir. İslâm kültüründe şirk kelimesi sözlük anlamından hareketle çok daha özel bir mânâ kazanmıştır. Tevhid dinine aykırı olarak inanılan dinleri ve Allah’tan başka ilâh kabul edenlerin kafa yapılarını, aynı zamanda da onların yaptıkları yanlış işi değerlendirmek üzere kullanılır olmuştur.
Şirkin olduğu yerde sâlih amel olmaz. Çünkü amelin kabul olması için ihlâs yani, yalnız Allah için yapılmış olması gereklidir. Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Rabbine kavuşmayı uman kimse, sâlih amel işlesin ve Rabbine ibâdette hiçbir kimseyi ve hiçbir şeyi ortak tutmasın..”[1]
Şirk, Allah’ın asla affetmediği bir günahtır. Allah, şirk inancı ile âhirete gelenleri asla affetmeyecektir. “Allah kendisine şirk (ortak) koşulmasını elbette bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar.”[2]
Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlana geldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücâdeleden ibârettir. Bütün Peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas tevhiddir. Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulması konusudur. Şirk sadece putlara tapmak değildir. Nefsin istekleri peşinde koşmak, Allah’ın sevgisi yerine dünya sevgisini tercih etmek, bunların sonucunda Allah’ın hükümlerinden birini dahi reddetmek şirktir.
Peygamberimiz zamanındaki Mekke müşrikleri Allah’la birlikte birçok ilâha inanıyorlardı. Bu müşrikler kendi hevâ ve heveslerine göre putlar yapıyorlar ve onlara tapıyorlardı. Kâbe’nin içinde 365 tane put bulunuyordu. Bunların en büyükleri; Hubel, Lat, Menat, Uzza isimli putlar idi. Ayrıca Ved, Suva, Yeük ve Nesr isimli putlar vardı. Bunlar Hz. Nuh zamanında yaşamış olan iyi huylu, cömert insanlardı. Bu insanlar ölünce, onların heykelleri yapılmış ve zaman geçtikçe halk onlara tapmaya başlamıştı. Araplar bunlardan başka; güneşe, aya, bazı taşlara, ağaçlara ve hayvanlara tapıyorlardı. Bazı müşrikler ise, Melekleri Allah’ın kızları olarak görüyorlar ve meleklere tapıyorlardı. Aslında insanların Allah’tan başka bir puta tapmasının asıl nedeni; kendi nefsinin hevâsını ilâh edinmesidir. Bugünkü müşriklerle, Peygamberimiz zamanındaki müşrikler arasında fark yoktur. Müşriğin mantığı her devirde aynıdır. Bu mantık, Allah’ı yeryüzüne karıştırmama, yeryüzünde ilâh olarak kendini veya başka bir şahsı tanımadır. İşte şirkin aslı budur. Zamanımızda da insanlar her ne kadar kâinatı yaratanın, yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah olduğunu kabul etseler de, O’nun tasarruflarında ortak tanıyorlar, dünya ile ilgili işlerde Allah’ın belirttiğinin aksine hükümler koyuyorlar. İşte günümüzde şirkin aldığı görünüm budur.
Put, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın amacı kılmak da şirktir. Put sadece tapılan birtakım nesneler değildir. Eğer hayatın amacı haline gelir ve insanı Allah’a isyana sevkederse, yerine göre makam, para, kadın veya insanlar için değerli herhangi bir şey insanlar için put olabilir.
Şirk Nedir?
Şirk ve Küfür İlişkisi: Şirk olayının küfr olayı ile birlikteliği vardır. Aslında şirk de bir inkârdır; Hak’tan gelen gerçeğin üzerini örtmektir (küfürdür). Ancak ‘küfr’ kelimesi ‘şirk’e göre biraz daha kapsamlıdır. ‘Küfr’ kavramı bütün inkârcıların eylemini ifade ederken; ‘şirk’ Allah’ı kabul ediyor görünürken O’na ortak koşmayı, birden fazla ilâh edinmeyi, bir şeye Allah’ın özelliklerini vermeyi anlatmaktadır. Kısaca ‘şirk’ Tevhid dini dışında kalan bütün ilâh anlayışlarını, tüm bâtıl inançları içeren anahtar bir kavramdır. İnsanın, fıtratından gelen inanma ve ibâdet etme ihtiyacını karşılarken düştüğü alçak seviyeyi, haktan yüz çeviren insanın içindeki kaosu, inanma adına İnsanların düştüğü cahillik ve sapıklığı anlatmaktadır. Yine ‘şirk’ kavramı, insanların kendi kafalarından uydurdukları inançları ve bu inançlar adına yaptıkları yanlışlar, fesatlar ve zulümleri gözler önüne sermektedir.
Şirk, insan zihnindeki bir sapmayı ve sıkıntıyı ifade etmektedir. Tevhid hakikatinden sapan kimselerin, kendi kendilerine düştükleri açmazları, sürüklendikleri yanlışları ve bunun sonucu olarak yaratılış kanununa aykırı düşmeleri böylelikle ortaya konmaktadır. Şirk; Allah’a zâtında (sayı olarak), sıfat ve tasarrufunda (yapıp etmelerinde) ortak tanıma eylemi veya inanışıdır. Şirk koşmak salt bir inkâr olayı değildir. Şirk koşanlar, yani müşrikler inançsız insanlar değildir; aksine, Allah'a inanan ama yanlış inanan, inancı tevhide aykırı olan ve Allah’ın yanında başka varlıklara da ilâh diye tapınan kimselerdir.
Kur’an, şirk üzerinde ısrarla durmaktadır. Çünkü tarih boyunca dinsiz toplumlardan çok şirk koşan toplumlarla, ateist insanlardan çok müşrik insanlarla karşılaşıyoruz. İnsanlar, Tevhid’ten uzaklaştıkça, din adına çok çeşitli yalanlar, hurâfeler uyduruyor, kendi kafalarından sahte tanrılar icad ediyor; sonra da onlara yine kendi kafalarına göre ibâdet ediyorlar. Bazı toplumlar da, başlangıçta Tevhid’e bağlı iken zamanla çeşitli nedenler yüzünden şirke düşmüşler, dinlerini bozmuş ve yanlış bir şekilde inanıp din adına ilâhlar, ilkeler, törenler, âyinler ve ibâdet türleri uydurmuşlardır.
İnanmak fıtratta/yaratılışta vardır. İnanma ve yüce bir kudrete kulluk yapma ve ona tapma; yüce bir güçten yardım isteme ihtiyacı bütün insanlarda vardır. İnsanın fıtratı böyledir. Yaşamak için suya, yemeğe, havaya muhtaç olan insan, inanmaya ve inandığı ilâhın önünde eğilmeye de muhtaçtır. Bu ihtiyacı bilen, insanların yaratılışına bu ihtiyacı koyan âlemlerin Rabbi, ilk insandan itibaren toplumlara peygamberler/elçiler göndermiş ve nasıl hareket etmeleri gerektiğini onlara göstermiştir. Dünyaya imtihan için gelen insan, bu elçilerin gösterdiği gibi yani Tevhid dini üzerinde yaşadığı zaman, hem sınavı kazanır hem de dünya hayatını fıtratına uygun olarak yaşamış olur. Üstelik Tevhid’in ilkeleri, insana gerçek saâdeti ve kurtuluşu getirmektedir. İnsana ait hakları ona vermekte, insanlar ve toplumlar arasındaki adâleti sağlamakta, azgın kimselerin hevâ ve heveslerinin getirdiği fitne ve zulümden İnsanları korumaktadır.
Ancak insanların çoğunluğu bu gelen elçileri dinlemedi. Elçilerin öğrettiklerini ya hiç almadı veya aldıktan kısa bir zaman sonra bir tarafa attı, tevhidi tahrif ve dejenere etti; kendi hevâsının peşinden gitti. Eline geçirdiği güç ve dünyalıklarla ‘bağy’ etti, ‘tuğyan’ ederek azgınlaştı ve tevhidin doğru yolundan ayrıldı.
Toplumların hayatını düzenleyici kanunlar, insanların bağlandığı değer yargıları, insanın fıtratında bulunan tapınma, duâ etme, kendinden üstün bir varlığa el açma ihtiyacı İnsanla birlikte vardır. Tevhidden uzaklaşanlar veya Tevhidi bilmeyenler, her ne kadar yerin ve göklerin bir sahibi, yağmuru yağdıran, dünyayı yaratan ve yöneten bir ilâhın olduğunu kabul etseler de; hâkimiyet, sosyal hayatın düzenlenmesi, ibâdet, helâl haram gibi konularda kendi hevâlarına veya egemen güçlerin isteklerine ve tâğûtî yasalara uyarlar. Böyle kimseler ve topluluklar, zamanla birtakım varlıkları ve güçleri ilâhlaştırarak, onlara aşırı saygı göstermeye, bazılarının yardımını alabilmek için, bazılarının da kötülüğünden kurtulmak için onlar adına uydurulmuş putlara veya ilkelere tapınırlar. Kimileri de bu tapındıkları ilâhları kendileriyle Allah arasında bir aracı kabul ederler. Kendilerine göre dinler icad ederler ve onun peşinden giderler veya hak dini tahrif eder, hurâfe ve şirk peşinde koşarlar.
Tevhid dininden ayrılıp kendi hevâsına uyarak ‘bağî’ ve ‘müşrik’ olan ve bu şekilde doğru yoldan uzaklaşan zâlimler, kendi kafalarından koydukları ilkeleri bir inanç haline getirirler ve insanlara dayatırlar. İnsan, inanma ihtiyacı ile beraber yaratılmış olduğu için, âlemlerin Rabbine olan tevhidî inancını kaybetmiş veya hak dini bulamamışsa, içindeki boşluğu mutlaka bir şeyle dolduracaktır. Geçmişte daha çok putçuluk ve bâtıl/uydurma din şeklinde görülen bu ihtiyaç, günümüzde de benzer şekilde karşımıza çıkmaktadır. Kimileri Allah’a ait ilâhlık özelliklerini bir başka şeye verirler. Sayı olarak, birden fazla ilâh kabul ederler, kimileri de Allah’a ait yaratma, rızık verme, cezalandırma, ödüllendirme, kendisine ibâdet ve duâ edilme gibi özellikleri Allah’ın dışındaki varlıklara da verirler. Onlar bu değer verdikleri niddlerini (ortak koştukları ilâhlarını) Allah’ı sever gibi, hatta daha fazla severler.[3] Kimileri, herhangi bir şeye hayatlarında Allah gibi yer verir; Allah’tan fazla ondan korkar, Allah’tan fazla ona değer verir. Allah’ın hükümlerini takmaz, aldırmaz; ama o çok sevdiği şeyden geldiğini zannettiği her şeye daha fazla itibar eder.
Bu gibi müşrikler, bir müslümanın Allah’a ibâdet ettiği gibi, ilâh haline getirdiği şeyin karşısında rukû’ yapar, ya da secdeye kapanır veya namazdaki kıyâma benzer şekilde saygı duruşunda bulunur. Ona olan saygısını ve bağlılığını çeşitli şekillerde ortaya koyar. Ilâh haline getirdiği şeyin veya kişinin emrinden dışarı çıkmaz. Onun önünde boyun eğer, onu râzı etmeye ve onun cezasından kurtulmaya çalışır.
Şirk olayı, Allah’ın dışındaki herhangi bir şeyi, bir varlığı, bir kişiyi, bir gücü veya beşerî ideolojiyi Allah gibi değerlendirme, Allah yerine koymanın mantığıdır. Allah dışındaki herhangi bir şeyi Allah gibi sanmanın, onlara ilâhlık vermenin adıdır şirk. Bu, onlara tapınma şeklinde ortaya çıktığı gibi, inanç ve saygı olarak da görülebilir. Nitekim Kur’an câhiliyye Araplarının putlara tapınmasını şirk olarak nitelendirdiği gibi[4] O’na çocuk isnat etmeyi ve yaratıkların ilâh sayılmasını da şirk olarak nitelemektedir.[5] Bu yanlışlık, kulların Allah’a ait ilâhlığı ve rabliği yeterince anlamamalarından kaynaklanmaktadır. Kur’an bu konuda şöyle diyor: “Allah’ı gereği gibi takdir edemediler.”[6] Allah’ı hakkıyla bilemeyenler, O’nu ve O’nun rabliğini anlamayanlar, başka dinlere girer, başka ilâhlara boyun eğerler. Kendilerini âlemlerin Rabbinden mahrum edenler, içlerindeki ihtiyacı başka yalancı ilâhlarla gidermeye çalışırlar. Kendini Allah’tan mahrum edenler, mutlaka başka ilâhlar (tanrılar) bulacaklardır. Yaratılış gereği Allah’a kulluk etmeyenler, ibâdet edecekleri bir ilâha, bir puta bağlanacaklardır. Allah'a hakkıyla kul olamayan insanın böyle dalâleti var, putunu kendi yapar, kendi tapar. İşte şirk yanlışı, İnsanı bu noktaya düşüren bir zillet ve bayağılıktır.
Şirk En Büyük Zulümdür: Kur’an’ın ifadesine göre şirk en büyük zulümdür.[7] Zulüm, hem nûrun zıddı olarak karanlık; yani kötülük, mutsuzluk, kaos, huzursuzluktur; hem de hakkı asıl sahibine değil de bir başkasına vermek, Allah’ın hâkimiyet hakkını, hiç hakkı olmayan başkalarında görme yanlışlığıdır. Şirk inancı, İnsana huzur değil; sıkıntıyı, emniyeti değil; korkuyu ve güvensizliği, saâdeti değil; şekaveti, adâleti değil; zulmü, iyi ahlâkı değil; azgınlığı ve fesâdı kazandırır. Kur’an, şirk koşanların sürekli huzursuzluk içinde olduklarını çarpıcı bir şekilde anlatmaktadır: “Kim Allah’a şirk koşarsa sanki o gökten yere düşmektedir de kuşlar onu didik didik etmektedir veya rüzgâr onu ıssız bir yere sürükleyip atmış gibidir.” [8]
Şirk İnancının Bir Temeli Yoktur: İslâm’a göre tek yaratıcı Allah’tır ve O bütün kâinatın tek hâkimidir.[9] Bu açıdan şirkin bir esası, bir temeli yoktur. Zaten müşrikler bile sıkıştıkları zaman âlemlerin Rabbi Allah’a sığınırlar.[10] Yerde ve gökte iki veya fazla ilâh (tanrı) olsaydı hepsinin düzeni bozulurdu.[11] Öyleyse şirk dininin ilâh anlayışı temelinden sakattır. Şirk inancı, sahibini desteksiz ve yönsüz bırakır. Şirk koşanlar, Allah ile bağlarını kopardıkları için haktan uzak kalırlar, yanlış hüküm verirler, adâletten uzaklaşırlar, zulme bulaşırlar. Hatta bu şirk onlara çocuklarını öldürmeyi bile güzel gösterebilir.[12] Ancak, şirk inancı İnsanı tatmin etmez. Müşrik kimse, bir arayış ve özlem içerisindedir. Müşrikler, ibâdet ve duâ ettikleri ilâhlarının kendi ihtiyaçlarını karşılayacağını sanırlar. Hâlbuki ilâhlar onlara hiç bir karşılık veremezler. İlâhlara yalvaranların hali susuzluğunu gidermek için iki elini suya uzattığı halde asla suya ulaşamayan kimse gibidir. [13]
Müşrikler, hiç bir şey yaratamayacak olan, aksine kendileri bir Yaratıcı tarafından yaratılmış şeyleri Allah’a şirk/ortak koşmaktadırlar. Şüphesiz aklını iyi kullananlar bunun yanlışlığını görürler.[14] Allah’a ait özellikleri (nitelikleri) yaratılmış olanlara vermek, yanlışların en büyüğüdür. Şirk koşanlar büyük sapıklık ve karmaşa içerisine düşerler.[15] Onlar, dibi görünmez bir karanlığa yuvarlanırlar.[16] Allah (c.c.) böylesine yanlışlığa ve sapıklığa düşenlerin yüreklerine sürekli bir korku salmıştır. Onlar devamlı bir tedirginlik ve korku içerisindedirler.[17] Onlar, âhiret hayatına yakînen inanmadıkları için, hep dünyada kalmak isterler, ölmekten korkarlar. [18]
Allah (c.c.) şirk günahını affetmez: Kur’an’ın haber verdiğine göre Allah, şirk koşma dışında kalan günahlardan dilediğini bağışlayacaktır. Ancak, rahmetinin genişliğine rağmen müşrikler bu rahmetten mahrum kalacaklar. Çünkü şirk, kulun işlediği en önemli cürümdür.[19] Yarın hesap gününde onlar affedilmeyi, merhamet olunmayı istedikleri zaman onlara “hani dünyada iken ortak koştuklarınız, çağırın bakalım” denecek. Ama ortak koştukları şirk unsurları onlara asla yardım edemeyecektir.[20] Hatta o şirk koştukları şeyler, müşriklere ‘siz yalancılarsınız’ diye cevap verecekler ve kendilerinin Allah’a teslim olduklarını söyleyecekler. [21]
Şirk koşmadan ölenlerin affedileceği umulur: Şirk koşanlar, kesinlikle cehennemliktirler.[22] Müslümanlardan şirk koşmadan ölenlerin affedilip cennete konulacağı umulur. [23]
Kur’ân-ı Kerim’de Şirkin Tanımları
Kur’an’da “Şirk” kelimesi ve türevleri 168 yerde geçer. Şirk kelimesi geçmese bile, âyetlerin çok büyük bir bölümü, tevhidi hâkim kılmak için şirkle mücâdeleyi konu edinir. Kur’ân-ı Kerim, müşrikleri, yeryüzünde birliği ve huzuru bozan, insanlar için zararlı, çirkin bir tip olarak görür ve neces, yani pislik (pis değil; pislik) olarak nitelendirir.[24] Kur’an’da şirk, herhangi bir şeyi, kavramı veya bir kimseyi tercih etme, önem ve kıymet verme, yüceltme bakımından Allah’la eşit düzeyde görmek veya bunu davranışlarıya göstermektir. Kur’an bize Allah’ı (c.c.) birçok sıfat ve isimleriyle tanıtmış ve O’ndan başka ilâh olmadığını kesin ifadelerle bildirmiştir. Allah’tan başkasının ilâh kabul edilmesi, bir şahıs veya nesnenin Allah’ın Kur’anda bildirilen bazı özelliklerine sahip olduğu varsayımıyla olur. Allah gerçek ve tek ilâhtır; Allah’ın sıfatlarına sahip olan başka hiçbir varlık olamaz. İşte, Allah’ın herhangi bir sıfatına başkasının Allah’la birlikte veya bağımsız olarak sahip olduğunu iddia etmek, Allah’tan başka ilâh kabul etmektir, yani şirktir.
Kur’ân-ı Kerim’e göre şirk büyük günahtır,[25] büyük bir zulümdür,[26] aynı zamanda büyük cehâlettir.[27] O yüzden şirk, ilme ve akla dayanmaz; şirk zanna göre harekettir.[28] Apaçık sapıklık[29] ve büyük bir alçaklıktır.[30] Şirk âhiret inancıyla bağdaşmadığından dünya hayatına düşkünlüktür.[31] Şirk, Kur’an’da halkı, sağlam temellerden uzak tutma olarak da tanımlanır.[32] Takvâ gibi gerçek ve güzel korkulardan uzak olduğu için müşrik, kendi içini kemiren ve onurunu tümüyle yok eden çirkin korkulara mahkûm olur. Şirk, kalplerin korku ile doldurulması demektir.[33] Müşrikler, Tevhid inancında olanlara karşı düşmanlık yaparlar.[34] Bütün bu sebeplerden dolayı şirk insanı ebedî cehennemlik yapar. Cennetin kapıları onlara kesin olarak kapanır.[35]
Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyette Allah Teâlâ, insanları şirke düşmemeleri hususunda uyarır:
“De ki: Ey câhiller! Bana Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz? Ey Muhammed! And olsun ki sana da, senden önceki peygamberlere de vahyolunmuşıur. And olsun, eğer Allah’a ortak koşarsan işlerin şüphesiz boşa gider ve hüsrana uğrayanlardan olursun. Hayır, yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol.”[36]
“O’nu bırakıp ilâhlar mı edindiler? De ki: Kesin delilinizi getirin, İşte benim ve ümmetimin kitabı ve benden öncekilerin kitapları. Hayır, onların çoğu gerçeği bilmez de yüz çevirirler.”[37]
“O, ancak tek bir ilâhtır. ‘Doğrusu ben O’na şirk/ortak koşmanızdan mâsumum, berîyim’ de.”[38]
Kur’ân-ı Kerim, şirkin çirkinlik ve zararlarını anlatıp insanları ondan sakındırırken, şirkin kaynağını, sebeplerini de açıklar. Bu sebepleri şöyle özetleyebiliriz:
1-) İnsanların tevhidden sapıp, şirke düşmelerinin asıl sebebi; insanın nefsinin arzularına tapması, hevâsını ilâh edinmesi ve diğer insanlara karşı üstünlük sağlayıp onları kendisine kul etmek istemesidir.[39]
Bağy; hakka saldırı, payına râzı olmayıp başkalarının payına saldırma, haksızlık etme, hased, birbirini çekememezlik mânâlarına gelir. İnsanları bağy etmeye iten, hevâ ve heveslerinin peşinden gitmeleri, nefislerine tapınmalarıdır.[40] Şirk, nefsinin hevâsını ilâh edinenlerin, insanları kendilerine kul etmeleri ve sömürmeleri üzerine kuruludur. Bu yüzden tâğutlar, kendi hevâlarını/arzularını ilâhlaştırmak için, ilkelerini kendilerinin tesbit ettikleri ve başkalarının haklarını gasp üzere kurulu şirk düzenini isterler. Tâğutlar, ortaya attıkları sahte ilâhlara insanları taptırarak, aslında kendilerine (kendi çıkarlarına) taptırır, kulluk ettirirler. Şirk, insanların insanlara kulluk ettiği düzenin adıdır.
2-) Atalarına ait özelliklerle gururlanmak ve halkı atalarının bâtıl inancına sevketmek.[41]
3-) Diğer varlıkları Allah ve Rasûlünden çok sevmek.[42]
1- Şirk-i İstiklâl: Allah ile birlikte başka bir ilâh tanımak, yahut tamamen ayrı olmak üzere bir veya birden fazla ma’bûdun varlığına inanmaktır. Eski Türklerdeki yer ve gök tanrısı inancı veya mecûsîlerin iyilik ve kötülük tanrısı inançları gibi.
2- Şirk-i Teb’îz: Allah’ın bir olduğunu kabul etmekle beraber, birden fazla tanrının toplanmasından meydana gelmiş bir Allah kabul etmektir. Hristıyanların teslis, yani Allah’ın baba-oğul-rûhul kudüs toplamı olarak bir olduğu inancı gibi.
3- Şirk-i Takrîb: Kâinatın yaratıcısının ve düzenleyicisinin bir olduğuna inanmakla beraber, ona yaklaştıracağı inancı ile insanların kendi yaptıkları put, heykel ve benzeri şeylere tapmasıdır. Peygamberimiz zamanında yaşayan câhiliyye Arapları putlara, kendilerini Allah’a yaklaştıracakları iddiası ile tapıyorlardı. Kur’ân-ı Kerim onların şöyle dediklerini anlatır: “Allah’ı bırakıp da kendilerine birtakım dostlar edinenler derler ki: Biz bunlara ancak bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.”[43]
4- Şirk-i Taklîd: İnsanların husûsî olarak beğenip seçtikleri için değil de, atalarından geldiği için kabul ettikleri şirktir. Genellikle insanların çoğu dinini seçerek değil, içinde bulunduğu toplumda o din bulunduğu için bir dine sahip olur. Bu husus Kur’ân-ı Kerim’de şöyle belirtilir: “Atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izlerine uyan kimseleriz.”[44]
5- Şirk-i Esbâb: Kâinattaki her türlü kanunun Allah’ın yaratması ve müsaadesiyle değil de, kendi kendine oluştuğuna ve işlediğine inanmak. Kâinattaki her şeyi yaratan ve eşyanın husûsîyetlerini tayin ve takdir eden Allah’tır. Kâinatta her şeyin özellikleri vardır. Su yüz derecede kaynar, ateş yakıcıdır gibi. Eşyaya bu özellikleri Allah vermiştir. Allah’ı hiç tanımayarak her şeyi eşyaya ve sebeplere bağlamak şirktir. Allah her şeye bir sebep göstermiştir. Her şeyin sebeplerine bağlı olduğuna, sebepsiz bir şey olmadığına inanmakla beraber, sebepleri Allah’ın yarattığına inanmak şirk değildir. Şirk olan, her şeyi yalnız tabiata ve zâhiri sebeplere vermektir.
Bu tasnifin yanında, şirk; açık şirk ve gizli şirk olmak üzere de ikiye ayrılır.
Şirk, gizli ve açık olmak üzere de ikiye ayrılır. Açık şirk: Allah’ın zâtında, sıfatlarında ve isimlerinde ortak tanımaktır. Bu şirkin tesbiti kolaydır. Fakat gizli şirk öyle değildir. Gizli şirk; Allah’ın tasarruflarına (isteklerine) kafa tutmak ve Allah’tan beklenmesi gerekeni başkasından beklemektir. Bu şirkin farkına varmak zordur. Maalesef, günümüzde dinini tam olarak bilmeyen bazı müslümanlar gizli şirke bulaşmaktadır. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) bu hususta müslümanları uyarmaktadır. Riyâ, gizli şirklerin başında gelir. Meselâ bir insan Allah’a ibâdet ederken insanların gözüne girmeyi, onların yardımlarından faydalanmayı amaç edinirse, şirk koşmuş olur. Buna gizli şirk denir. Çünkü İslâm’da ibâdet, sadece Allah’ın rızâsı için yapılır. Çağımızda bir hastalık derecesine varan, aşırı mal-mülk sevgisi, aşırı para ve servet hırsı, aşırı şöhret sevdası gibi kötü duygular da gizli şirk sayılmışlardır. Bunlar için delicesine çalışılırsa, bu çok tehlikelidir. Farkına varmadan insanı şirke götürebilir.
“Onların çoğu Allah’a, şirk koşmadan iman etmezler”[45] Allah Rasûlü (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurdu: “Sizin hakkınızda en çok korktuğum küçük şirktir.” ‘Küçük şirk nedir ey Allah’ın elçisi?’ diye sordular. “Riyâdır. Allah Teâlâ, kıyâmet günü insanların amellerinin karşılıklarını verdiği zaman: ‘Dünyada kendilerine riyâ/gösteriş yapmakta olduklarınıza gidin. Bakın bakalım, onların yanında bir karşılık bulacak mısınız?’ buyurur.”[46]
Rasûlullah (s.a.s.) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, bu şirkten sakınınız. Muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.” İçlerinden birisi: “Ey Allah’ın Rasûlü, karıncanın kımıldamasından daha gizli olduğu halde böyle bir şirkten nasıl sakınabiliriz?” “Ey Allah’ım, bile bile sana herhangi bir şeyle şirk koşmaktan yine Sana sığınırız. Bilmediğimiz şeylerden de Senden mağfiret dileriz’ deyin”[47] buyurdu.
Allah’ın halîli (dostu) İbrâhim (a.s.) ne güzel duâ etmiş: “Allah’ım, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. Yâ Rabbi, şüphesiz ki bu putlar, birçok insanı saptırdı.”[48] Âyette belirtildiği üzere, İbrâhim (a.s.) bile, kendinin ve neslinin putlardan uzak kalması için Allah’a duâ etmiştir.
Hele, İslâm’ın hâkim olmadığı günümüz câhiliyye ortamlarında şirk çeşitleri daha da çoğalmıştır. Kur’an’ın birçok âyetinde, küçük olsun, büyük olsun şirkin her türlüsünden arınan müttakî kullardan bahsedilmektedir. Allah’ın birliğine iman eden, Allah’a şirk koşanlara düşman olan, tâğutlara ve müşriklere buğz ederek Allah’a yaklaşan, sadece Allah’ı dost, ilâh ve ma’bud edinen, yalnız O’nu seven, O’ndan korkan, O’ndan uman, O’ndan yardım isteyen, O’na boyun eğen, O’na tevekkül eden, O’nun emrine tâbi olup rızâsını gözeten, bir iş yaptığı zaman Allah adıyla yapan ve hayatının her bölümünde O’na ait olan kimseler kurtuluşa ermişlerdir. “De ki, namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun hiçbir şeriki/ortağı yoktur.”[49]; “De ki, Allah her şeyin Rabbi iken, O’ndan başka bir rab mi arayayım?”[50]
Allah’a kulluğun gereği, itikadı ve imanı sağlamlaştırmaktır. Kimin itikadında/inancında hafif de olsa sapma olur ve imanı bozulursa, onun ibâdetleri ve amelleri Allah katında kabul olmaz. İtikadı düzgün, imanı sahih ve sağlam insanın ise, az ibâdeti (meselâ farzlarla yetinmesi) bile Allah katında çok ibâdet yerine geçer. Düşüncelerimiz, okuduklarımız, yaşadıklarımız ve eylemlerimizin amacı itikadımızı sağlamlaştırmak olmalı, duâlarımızda da Allah’tan bunu istemeliyiz.
İnsan, müslümanım dediği, kelime-i tevhidi söylediği halde, cehâlet ve düzenin/ortamın câhilî yapısından dolayı -Allah muhâfaza etsin- kolaylıkla şirke düşebilir. Mü’min olmak, çok zor değildir; esas önemli olan, özellikle İslâm’ın hâkim olmadığı çevrelerde mü’min kalmak ve müslüman olarak ölmektir.
İnsanlık hüsrânın tüm boyutlarını yaşıyor. Şirkin zulmü globalleşiyor. Çağ imaj, kandırma, vitrin, reklam, tüketme ve tükenme çağı. Çılgınlık, azgınlık ve isyan hiçbir sınır tanımıyor. Nice insan, İslâm’ı mükemmel yaşayanlara şâhit olamadığı için İslâm’ın dışında kalıyor; hatta görmediğine, bilmediğine düşman oluyor. Müslümanların da önemli bir kesimi müslümanlığı bilmiyor. Bilenlerin de yapabileceklerinin tümünü yaptıklarını iddia etmek zor. Bu ortamda, teknik imkânlarla donanan, devle(tle)şen, küreselleşen fitne, sadece yapanları değil; tüm insanlığı kemiriyor. Ülkeler, sokaklar, evler, beyinler, gönüller işgâle uğramış durumda. Müslüman olduğunu iddia edenlerin de büyük bölümü bilinçsizce şirkin kucağına atılıyor, kurtuluşu zâlimlerin safında arayıp ifsâdı ıslah zannediyor.
Günümüzde sık görülen şirk unsurlarının, tevhidi bozan durumların bazıları şunlardır:
Güncel Câhilî Eğitimde Şirk
Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahy kabul edilmeyip, sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Bu, hem eski Arap câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın ortaya çıkışı konularında ortaya atılan teoriler câhilî eğitimin temelini teşkil eder. İlk insanı, tesadüf sonucu veya doğa kanunları gereği hayvanın evrim geçirmiş türü kabul eden günümüz bilimleri ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi (rabliği) Allah'a hiç dayandırmayan, yaratıcı ve rab olarak başka tanrılara inanan müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Yaratma konusunda Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen şirk zihniyeti, dünyadaki ilk insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat ve hak-bâtıl mücâdelesi unutturulmak istenir. Müşriklerin hâkim olduğu devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti; Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir.
Bazıları, putlaştırdıkları kişilerin kabirleri veya kutsallaştırdıkları simgeler karşısında müslümanların namazdaki kıyamlarına benzer şekilde hazır ol vaziyete geçer, saygı duruşunda bulunur. Hatta, namazda doğal kabul edilebilecek bir davranış (kaşınınca başı kaşımak, öksürmek vb.) böyle bir saygı duruşunda uygun/câiz görülmez. Hiç alâkası olmadığı halde, herhangi bir açılış programında, ya da bir törende saygı duruşu ile başlamak câhiliyye toplumlarının dinî bir kuralı kabul edilir. Bu tür programlara katılan müslümanlar da dinlerinin câiz görmemesine rağmen bu saygı duruşuna katılma zorunda bırakılır. Okullardaki bütün öğrenci ve öğretmenler her hafta okul açılış ve kapanışlarında, bayram kabul edilen zamanlar gibi özel günlerde bu tür saygı duruşlarına mecbur tutulur. Bu tür tavırlar, aslında bir tapınma ve âyindir.
İslâm, her şeyden önce tevhid dinidir. En fazla önem verdiği husus, bireysel, sosyal ve siyasal hayatta tüm çeşitleriyle şirkin izâlesi ve tevhidin ikamesidir. İslâm, put amaçlı heykellere çok sert ve net tavır aldığı için müslümanlar 20. y.y.’a kadar bu çeşit putlaştırmanın etkisinden uzak yaşadılar. Put heykelleri ve putlaştırılma ihtimali olan resimleri büyük günah kabul ettiler. Yirminci asırda, tâğutların ve onların kurduğu tâğutî yönetimlerin etkisi ve dayatmasıyla her çeşit putlaştırma müslümanları kuşatmaya başladı.
Problemi anlamadan çözüm mümkün olmaz. Hastalığı doğru teşhis etmeden tedavinin mümkün olmadığı için, önce problemin adını koymamız gerekiyor: Okullar, devlet kurumları olduğuna ve bu ülkede yaşayan her çocuk, 8 yıl zorunlu eğitime tâbi tutulduğuna göre, ilk olarak devleti/düzeni din açısından teşhis etmeyle işe başlamamız lâzımdır.
Türkiye, bir din devletidir. Okullara ve her türden resmî kurumlara baktığınızda bunu kabullenmek zorunluluğu var. Kemalizm dini, tek dindir ve kimse Atatürk’e hiçbir şeyi ortak koşamaz.
Laik olduğunu iddia eden T.C., aslında Kemalist bir teokrasidir. Devletin resmî lügatinde bu ilan edilir: 1948’de basılan Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğüne göz atılırsa sadece devletin değil, tüm Türklerin de dini Kemalizm’dir. Bu resmî sözlüğe göre; “Kemalizm: Türklerin dini”dir. Türkiye Devletinde Atatürk tek ulusal lider kabul edilir ve halkın da bu tercihi alternatifsiz kabul etmesi istenir. Sanıldığının aksine, resmî inanışa göre o, yalnız askerî ve siyasî bir dehâ değil, aynı zamanda dinî liderdir de. Günümüzde, devletin okullarında okutulan Din Dersi (Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi) kitaplarının kapağına ve içeriğine, âyet ve hadisten daha fazla onun referans gösterildiğine bakmak yeterlidir. O, devlet inancında “ulu önder”dir. T.C., 1923’den beri Atatürk’ün en büyük olduğuna inandığı için her Türk vatandaşının onu sevmek ve ilkelerine itaat etmek zorunda olduğunu düzen, din yaklaşımı içinde tartışmasız kabul eder ve ettirir. Anayasa, partiler kanunu ve tüm yasalar onun ilkelerinin hiç birine ters düşemez. Hangi parti yönetim rolünü üstlenirse üstlensin, aslında Atatürk her dönemde tek başına iktidardadır ve iktidarını başkalarıyla paylaşması, yani Atatürk’e şirk koşulması kabul edilemez. Bu ülkede egemenlik kayıtsız şartsız Atatürk’ündür. Bu ülkede din devletinden bahsedilemez, ama devlet dininin egemenliğinden rahatlıkla söz edilebilir. Ne diyordu Celal Bayar: “Atatürk’ü sevmek ibâdettir.” Evet, devletin gözünde Atatürkçülük bir dindir. Devletin anayasasında, Allah, Peygamber, Kur’an, İslâm gibi kelimeleri bulamazsınız. Bunun yerine sadece Atatürk’e ve onun ilkelerine atıfta bulunulur. Devletin bu mutlak sevgisi ve bağlılığı, bir tapınmanın göstergesi kabul edilebilir.
Kur’an, müşriklerin, “biz atalarımızın yolundan ayrılmayız, onların izinden gideriz” dediğini belirtir. T.C. de kendine özgü bir atalar rejimidir. Türkiye düzeni, tüm Türk vatandaşlarının atası kabul ettiği için, atasını sevmeme hakkını kimseye vermez. Atatürk sevgisinden daha büyük sevgi olmaması gerektiğini, onun ilkelerinin tartışılmaz doğru olduğunu bir akîde ve davranış biçimi olarak ilân eder ve çeşitli âyinlerle bu tavır, İlköğretimin ilk sınıfından itibaren tüm vatandaşlara uygulattırılmaya çalışılır. Düzene göre, onun hata yaptığı kabul edilemez. Kimse Atatürk’ü eleştiremez, heykellerine ve fotoğraflarına yan gözle bakamaz.
Dinimizin Din Anlayışı
Din kelimesi, sadece hak din için, yani özel ve dar anlamıyla İslâm için kullanılmaz. Din kelimesinin geniş olarak ele alındığı ıstılahtaki veya pratikteki anlamı; bir dünya görüşünü, bir hayat şeklini belirleyen görüşler, emirler ve yasaklar manzûmesidir. Yani, üstünlüğü kabul edilen kanun ve kurallarla belirlenmiş yaşama şekline din denir. Dolayısıyla “her din bir hayat şeklidir ve her hayat şekli bir dindir.” Kur’ân-ı Kerim’, din kelimesiyle bir hayat nizamını, inanç ve yaşama biçimini gündeme getirir.
İslâm inancına göre, üç çeşit din vardır. Biri hak din olan İslâm, ikincisi muharref dinler olan Hıristiyanlık ve Yahûdilik, üçüncüsü de bâtıl dinler. Bâtıl dinler, insanlar tarafından konulan hayat şekilleridir. Kanun ve kuralların Allah’a dayanmadığı sistem ve nizamların tümü bu gruptandır. Puta tapıcılık, Mecusilik, Budizm gibi hayat şekilleri, eski zamanlardan beri görülen bâtıl dinlerdendir. Kapitalizm, komünizm, sosyalizm, materyalizm, faşizm, Kemalizm, laiklik gibi ideolojiler ve tüm beşerî düzenler günümüzdeki bâtıl dinlerdir.
Bir hayat şekli, bir dünya görüşü, bir yol, bir yaşam tarzı olarak ifâde ettiğimiz şeyin en kısa adı “din”dir. Din kavramı, bütün bunları kuşatmaktadır. Herhangi bir toplumun, cemaatin veya bir ferdin dünya görüşü, gittiği yol ve yaşam tarzı Allah’ın hükümlerine göre belirleniyor, bu İlâhî hükümlere göre şekil alıyor ise, bu toplum, bu cemaat veya bu fert İslâm dini üzeredir.
Kur’an’ın hükümlerini bir tarafa bırakarak insanların yaşam şeklini belirleyecek hükümler, kurallar, kanunlar koyan ya da bunları uygulayanlara İslâmî literatürde “tâğut” denilir. Kur’an’da mü’minlerin öncelikle tâğutu inkâr etmeleri, yani onun varsa iyi taraflarını görmezlikten gelmeleri, küfredip üstünü örtmeleri istenmektedir.[51] Çünkü Allah’ın indirdiğiyle hükmetmediği için tâğutlar, yoldan çıkmış fâsık, zâlim ve kâfirdirler, onlar en büyük haksızlık olan şirki sadece kabul etmekle yetinmeyip, yönettikleri halka da dayatmaktadırlar. Bir insanın Müslüman olması ve Müslüman kalabilmesi için, öncelikle Allah’tan başka ilâhlık taslayan her görünümdeki tâğutu (tüm kuralları ve kurumlarıyla) reddetmesi gerekmektedir.
İnsanların hayat şeklini belirleyen her ideoloji, her izm, her dünya görüşü veya yaşam biçimi, Kur’ân-ı Kerim’e göre birer dindir. Çünkü bütün bunlar dinin yapısında yer alan konulara müdâhale etmekte, bu konularda doğru veya yanlış görüşler, hükümler ileri sürmektedirler. Bu ideolojilere “din” denilebilmesi için, kaynağı itibariyle İlâhî veya beşerî olma şartı yoktur. Meselâ Mekke’li müşrikler kendilerini İlâhî bir dine nisbet etmemelerine rağmen, dinler tarihi içinde onların adı konulmuş bir dinleri olmadığı halde, Kur’ân-ı Kerim onların içinde bulunduğu hayat şekline ve onların tüm yönelişlerine “din” demektedir. “De ki, ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam… Sizin dininiz size, benim dinim bana.” [52]
O halde neden laikliğe, Atatürkçülüğe, materyalizm ve kapitalizm gibi düzenlere “din” denilmiyor? İşte, dünya müstekbirlerinin kendi koydukları dinlere Kemalizm ideolojisi veya kapitalizm gibi adlar verip bunlara din demeyişlerinin nedeni; yönettikleri halkın iki farklı din vakıasıyla, yani din ikilemiyle karşılaşmaması içindir. Çünkü bu müstekbirler halk kitlelerinin din olgusuna karşı tutucu yaklaşımlarını bilmekteler ve halkın tepki göstereceği bir din ikilemi meydana getirmemek için, kendilerinin ortaya atıp ilkelerini belirledikleri dinlere, falan ideolojisi veya filan izmi gibi isimler takmaktadırlar.
Düzenin ve okulların farklı bir dini dayattığı için, Müslüman çocuklarımız iki dinli yetişiyor. Evdeki din ile okuldaki din farklı; birbirine tümüyle düşman iki inanç ve yaşam tarzı sunuyor. Çocuklar, çifte standartlı yetişiyor. Ana ve babaların “aman oğlum, şunu sevme, şuna inanma, ama bunları okulda öğretmenine filan da belli etme!” diye tavsiyesi, çocuğun karakterini daha küçük yaşta anormalleştiriyor.
Bu ülkedeki tüm problem, çatışma ve gerginliklerin sebebinin dinler arası çatışma olduğunu söyleyebiliriz. Hayır, kısa zaman önce ülkeyi karıştırmak ve belki de tekrar askerî darbeye zemin hazırlamak için öldürülen Hrant Dink’ten, Ermenilerden, azınlıklardan bahsetmiyorum. Onlar özgür olarak kendi dinlerini öğrenebiliyor, papazların öğretmen olarak görev yaptığı özel okullarda kendi dinlerine uygun eğitim alabiliyor, kendi dinlerini özgürce yaşayabiliyorlar. Devlet dini olan laiklik ve Kemalizm ile çoğunluğun dini İslâm arasındaki çatışmadan bahsediyorum. En önemli Kemalist devrimlerden biri tevhid-i tedrisattır. Yani, eğitim ve öğretimin tekel olarak devlete ait olduğu ilkesi. Tevhid eri Müslümanlar olarak biz tevhid-i tedrisat değil; tevhîdî tedrisat istiyoruz. Eğitim, tümüyle devlet tekelinde olduğu için, okullarda şikâyet edilen tüm problemlerden öncelikle bu düzen sorumludur. Bu ilkeden yola çıkarak düzen, eğitim kurumlarında kendi dinini, kendi kutsallarını bütün Müslüman çocuklara dayatmakta, bütün çocukların laik ve Kemalist olmasından başka bir seçenek ve özgürlük tanımamaktadır. İslâm’ın putperestlik olarak kabul ettiği uygulamalar, törenler, âyinler, övgüler okutulan derslerden de önemli, en öncelikli ders kabul edilmektedir. Siyer dersi işlenir gibi ama farklı bir kişinin hayatı işleniyor; uydurma coşkularla döne döne her yıl ezberlettirilip körpe beyinlerin yıkanması için anlatılıyor, anlatılıyor. Tüm derslerin içeriği Batıcı, laik ve Kemalist inanca uygun olarak veriliyor okul denilen tapınakta. Okullar, düzene uygun kafalar yetiştiren birer torna atölyesi konumunda işlev yapmaktadır. Uysal ve düzene itaatkâr nesiller, tâğuta kulluk yapmaya hazır insanlar yetiştirmek okulların temel görevi olmaktadır.
Bu topraklardaki tüm okullarda verilen eğitim Kitapsız bir eğitimdir, tıpkı devletin Kitapsız bir devlet olduğu gibi. Buradaki Kitab’ı tırnak içinde ve Kur’an anlamında ifade ediyorum. Yoksa, fırlatılınca ekonominin yerle bir olduğu düzenin sarsıldığı Anayasa adında kutsal bir kitabı vardır devletin. Okullarda da bu kutsal Anayasa ve kutsal Nutuk kitabına uygun o paralelde farklı kitapların varlığını elbette herkes bilmektedir. Evet, insanlar tâğutî kurumlar aracılığıyla Kitapsız yapılmakla da kalmıyor, farklı kutsallarla yönlendiriliyor. Eğitim, Rab kavramını gündeme getirir. İnsanların mutlak eğiticisi, terbiye edip yetiştiricisi Allah'tır. O'nu temel almayan eğitim, eğitim değil öğütüm olur. Pansuman tedaviler yerine; radikal değişim ve çözümler olmadan eğitimden hayır beklemek, okyanusu yürüyerek geçmeyi düşünmek demek. Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahy kabul edilmeyip sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Laik devlet yönetime, laik eğitim de bilime Allah'ı karıştırmaz. Oralara başka ilâhlar(!) yön verir. Hâlbuki Kur'an'a göre yönetmek ve eğitmek sadece Allah'a ve izin verdiklerine aittir, bunların ilkelerini tesbit yalnız O'nun hakkıdır. Vahyi, eğitime müdâhale ettirmemek, hem eski Arap câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın ortaya çıkışı gibi konularda ortaya atılan teorilerden tutun, hiçbir konu Allah'a dayandırılmaz. Eğitim, aynı zamanda besmelesizdir. Bismillâh deyip besmele çekerek başlamak bile yasaktır derse, Es-selâmu aleyküm'le sınıfa girmek gibi. Başörtüsü yasağı da gâyet doğaldır bu zihniyette. Ama, besmele ile başlama, başörtüsüne göz yumma câhiliyyenin veremeyeceği tâvizler değildir. Ve bana göre câhiliyyenin o zaman tehlikesi daha büyük olur. İçinde haktan bazı basit hususlar taşıyan bâtıl daha tehlikeli olacaktır, hakka hiç yer vermeyen bâtıldan. Günümüz bilimleri ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi (rabliği) Allah'a hiç dayandırmadığından; yoktan var edici, yarattıklarını yönetici bir ilâh ve eğitici bir rab olarak başka tanrılara inanıp kul olmaya hazır müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Kur'an'ın ilkelerine hiç yer vermeyen, O'nun emir ve yasaklarını, hükümlerini bilimsel bulmayan anlayışta neyi eleştirecek, nasıl düzelteceksiniz?
Yaratma konusunda Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen şirk zihniyeti, bize göre kendisine küçük bir Kitap (suhuf, vahy) verilmiş bir peygamber olan ilk insanı, okuyup-yazması olmayan, hatta konuşamayan, çiğ et yiyen mağara insanı olarak tanıtır. Şirk zihniyeti, ilk insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat ve hak-bâtıl mücadelesi unutturulmak istenir. Peygamberler değil, krallardır, tâğutlardır vahyi kabul etmeyen tarihin öne çıkarttığı; hak-bâtıl mücâdelesi değildir. Savaşlar, antlaşmalar ve uyduruk uygarlıklardır üzerinde durulan. Müşriklerin hâkim olduğu devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti; Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir, şimdiki örneği de Batı, yani zulüm ve sömürü merkezi Amerika ve kokuşmuş Avrupa. Genel Coğrafya, Allah’tan bağımsız işlenir, dünya kendi kendine güneşten kopmuş, kendi kendine içinde canlılar belirmiş olarak körpe beyinlere sunulur. Diğer tüm derslerde de aynı ateist ve ataist bakış açısı sözkonusudur.
Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinin adından da anlaşılacağı gibi, Din, sadece kültür ve ahlâktan ibârettir bu zihniyete göre. Tevhidî Müslümanlar olarak “keşke olmasa” dediğimiz Din Dersi, daha doğrusu “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” dersi için durum, biraz farklıdır. Dersin isminden de anlaşılacağı gibi, din, bir kültür olarak; ahlâk da bir bilgi olarak sözkonusu edilirken, yine ders kitaplarına Kemalist ve laik bakış açısı baştan sona hâkimdir. Bu ders kitaplarındaki ve müfredattaki farklılık, bu derste Atatürkçülüğün şirki kabul etmesidir. Yani diğer derslerde Atatürk’e eş ve benzer hiçbir güç, ideoloji, inanç kabul edilmez ve ona en küçük çapta bir ortaklık verilmezken; Din dersinde Atatürk’le beraber, Allah’tan ve Peygamber’den de bahsedilerek, Atatürk’e şirk koşulmasına müsaade edilir. Her ne kadar Atatürk’ün cümleleri, âyet ve hadislerden daha fazla ise ve Atatürkçü bakışla konular ele alınsa da, yine de, Atatürkçülüğe ters düşmeyen ve ona uygun yorumlanan başka bir dinle ilgili bazı hususlar kültür olarak da verilmeye çalışılır. Bu ders, câhil halkın çoğuna göre çok önemlidir. Bir şuurlu genç Müslüman, marangoz hatası olarak nasılsa çıksa ve bu kitapların daha kapaklarındaki resimleri, içindeki referansları, Kur’an’dan fazla Nutuk’tan alıntıları göstererek “bu din benim dinim değil; bu kitaptakiler Kur’an’ın anlattığı İslâm değil!” deyip halk tabiriyle “din dersi”ne girmek istemese -ki düzen sadece bu dersi isteğe bağlı kabul eder- başta babası ve yakın çevresi tarafından nasıl dışlanacaktır? Evet, bu ders, hakla bâtılın, putperestlikle İslâm’ın sentezinden ibaret ve şirk kabul edilmesi gereken anlayış doğrultusunda düzenin oltaya taktığı bir yemdir.
Bu konular, halkımızın gündeminde yoktur. Aydınlar ve Müslüman yazarlar, hocalar da tartışamaz bile. Câmiler de devlet dairesine benzediğinden oralarda da bahsedilmez bu hususlar. Abdesti bozan konular, tevhidi bozan konuların önüne geçirilir hep. Kur’an’ın en fazla önemsediği, bütün peygamberlerin en büyük mücadeleyi bu konuda verdiği putperestlik ve şirk konusu, artık çağdaş müslümanı(!) hiç ilgilendirmemektedir.
Bazı çevreler, yani laiklik ve Kemalizm dinine mensup olanlar, bu yapılanın gayet doğal ve doğru olduğunu, bizim istediğimiz İslâmî bir sistem olmuş olsa, tersinden aynısını bizim de yapacağımızı ileri sürebilirler. Hayır, bu yapılanlar hiçbir özgür vicdanın kabul edemeyeceği bir köleleştirme, başka dinden hiçbir şahsın kabul edemeyeceği dinî baskı ve dayatmadan ibarettir. Tâğutların, Atatürk ilkelerine uygun olarak kendi hevâlarından kanun ve hükümler çıkarıp insanlara dayattıkları bu tür despot yönetim yerine, Allah’ın indirdikleri hâkim olsaydı, böyle İslâmî bir yönetimde kesinlikle biz Müslümanlar dinimizi başkalarına zorla uygulatma yoluna gitmezdik. İnsanlar hangi dini özgürce seçiyorsa o dini rahatlıkla öğrenip uygulayabilecekleri ortamlar hazırlamak zorunluluğu hissederdik. Tabii ki, okullarımızda, radyo ve tv. programlarımızda kendi dinimizi tebliğ ederiz, ama başka dinden hiç kimseyi bizim gibi ibadete zorlamayız. “sizin dininiz size, benim dinim bana” der, onların taptıklarına ibâdet etmeyip, onların da bizim ibadet ettiğimiz zâta kulluk yapmayacaklarını kendi dinlerinin gereği kabul ederiz. Etmek zorundayız. Çünkü Kur’an bunu emrediyor, dinde ikrâhın/zorlamanın olamayacağını vurguluyor. Biz, dinimizi uygun olan ortamlarda açık ve net şekilde tebliğ ederiz, başkalarının dinine sövmeyiz. Kendimizin Müslümanlığı tümüyle yaşama hakkımız olduğu gibi, başkalarının da kendi dinlerinin gereklerini yerine getirmelerine kesinlikle müdâhale etmeyiz. Tebliğ ettiğimiz dinimizin adını net olarak koyar, insanları net olarak ona dâvet ederiz. Bugün şikâyet ettiğimiz şey, uygulanan resmî dinin, başta eğitim olmak üzere, yargı, ticaret, insanlar arası ilişki gibi hemen her alanda İslâm’a hak tanımaması ve baskı altında tutup kendi bâtıl dinini zorla dayatmasıdır. Ayrıca, bütün bunlar, kaypakça ve kalleşçe, yani bizim kavramlarımızla söylersek münâfıkça tavır içinde uygulanmaktadır. Avrupa’da çocuğunu okutmak zorunda kalan gurbetçi vatandaşlarımızın işi daha kolaydır. Onlar, okulların İslâm okulu olmadığını, öğretmenlerin de Müslüman olmadıklarını biliyorlar, rahatlıkla çocuklarına anlatabiliyorlar. Oradaki okullar ve öğretmenler de münâfıkça davranıp “biz de sizin dininizdeniz” demedikleri için çocuklar da okullarda öğrendiklerinin İslâm’a ters düşen çokça yönleri olduğunu rahatlıkla biliyor, gerekli görüyorsa kendi dinini başka ortamlarda ve gerçekten Müslüman olan kimselerden öğrenmeye çalışıyor. Buradaki eğitimin İslâm’la uyuşmadığı ve farklı bir dinin çerçevesi içinde eğitim verildiği gerçeği ısrarla göz ardı ediliyor. Açıkça, “biz Müslümanlığa düşmanız, irticadan kastımız İslâm’dır, İslâm’ın kamusal alan dediğimiz toplum hayatında en küçük bir görüntüsüne bile müsaade edemeyiz. Eğitim kurumlarımızda ve diğer tâğutî kurumlarımızda İslâm’ın açığa çıkan hiçbir ibâdetine, hiçbir emrine izin veremeyiz, biz tüm insanları devletin adı konulmamış dini olan Kemalizm kurallarına uymalarını zorunlu görüyor, dayatıyor ve İslâm’ı düşman kabul ediyoruz” deseler, nifak çizgisinden kurtulmuş, maske takmadan erkekçe mücadele etmiş olacaklar. Böyle yapmış olsalar cahil ama kendisini Müslüman kabul eden halkın şiddetli tepkisiyle karşılaşacaklarından korkuyorlar.
Câhillik kötüdür, dolayısıyla “çocuğumu nerede, hangi şartlarla nasıl olursa olsun okutayım” demek, daha da kötü olabilir. Fazla ilim sahibi olmamak anlamında kullanılan câhillik kötüdür ama, küfür mânâsına gelen câhillikten çok ama çok ehvendir. Halkın birinci tip câhillikten/bilgisizlikten ağzı yıllardır yandığından, çocuğunu ikinci tip câhil yapmaya yeltendi. Yani câhilliğe rızâ göstermeyeyim diye, câhilî eğitime râzı oldu, yağmurdan kaçarken doluya tutuldu.
Eğitim, “Rab” kavramını tümüyle içeren bir olgudur. Rab, terbiye edip yetiştiren demektir. Allah’ın eğitim konusundaki prensipleri kabul edilmeyince, O’ndan bağımsız ve O’na rağmen eğitim yapan kişi rablik iddiasında bulunmuş, bu kimsenin Allah’ın ilkelerine ters eğitimini kabul eden, onda bu hakkı gören kişi de o şahsı rab kabul etmiş olur. Vahyi tümüyle reddeden kurum tâğut hükmündedir ve Müslümanların reddetmesi gereken yapıdır.
Okullarda Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersini zorunlu saymayarak ateist bir insanın çocuğuna din dersini mecbur etmeyen bir düzen, bir müslümana da ateist ve İslâm’ı dışlayan eğitim anlayış ve uygulanışını mecbur etmeme eşitliği tanımalı değil midir? Okulsuz olma özgürlüğü, okul reddetme hakkı, insan hakları kapsamına girmiyor mu? Böyle hukuk anlayışı ve özgürlük olur mu? Bir Müslüman kalksa, “her istediğiniz bâtılı, zihnine yerleştirmek ve onu düzene uygun bir tarzda bir müşrik vatandaş haline getirmek için çocuğumu zorla elimden alıyorsunuz, bu bizim özgürlüğümüzü yok sayan bir durumdur; okul dediğiniz şey, bizim için hapishane ve zindan konumundadır” dese, ne cevap verir yetkililer? Bir hak mıdır eğitim, yoksa vatandaş açısından bir sorumluluk ve zorunluluk mu; devletin uyguladığı tek tipleştirme dayatmasından önce bunu hukukçularına danışıp anayasaya uygunluğunu değerlendirmesi gerekir. Dayatmacı bir düzen hukukun üstünlüğünü tanıyarak özgürlükçü ve eşitlikçi davranır mı; zaten problemin özü bu sorunun cevabında yatıyor.
ABD’de, Avrupa’da okulları ve askerliği protesto eden vicdanî retçiler, “anarşistler”, sıkhlar, Yehova şahitleri ve benzerleri var. Buralarda da benzer hak arayışı olmalı. Müslümanların okullara karşı çıkıp alternatif oluşturma çabası, çözümlerden bir tanesi olarak değerlendirilebilir. Bu tavrı beğenmesek, ya da bedelinin zor olduğunu düşünsek bile, içimizden bazılarının yapmaları gereken bir seçenektir bu. On defa başarısız olsalar da, on birincide başarılı olmak niyetiyle denemeleri, eskilerden tecrübe alarak, bazı müslümanların evlerini Erkam evlerine, küçük çaplı mescid ve okul sistemine benzetmeleri gerekiyor. Bunu deneyenler nerelerde hatalar yaptı? Sadece antitez öne çıkarıldığı için çocuklar eksik, yarım yetişti. Okulun yerini başka şeyler doldurdu. Ya da çocuğun kafasında okulun bir eksikliği vardı, bu giderilemedi; hatta okul putlaştı, yüceldi, büyük bir değer oldu. Diploma kutsal bir kitaba dönüştü. Bunlara alternatif neler olabilirdi, başka hatalar nelerdi ve nasıl düzeltilebilirdi?
Çok ilkel usuller ile, dayak ve baskı ile Kur’an Kurslarımızda hâfızlık yaptırılıyorsa bu köhne ve gayrı İslâmî metotla çocuklarımızın patolojik ruh hali sergilememesi veya Kur’an sevgisinden mahrum, ibâdetlere soğuk olmaması mümkün değil. Çocuk yaştaki öğrenciler için onsuz olunamayacak kadar önemi olan oyun alanı yoktur, okul olmaya uygun bina yoktur, uygun bahçe yoktur, öğretmende pedagojik formasyon ve sevdirme gayreti yoktur, daha nice şeyler yoktur. yoktur. Peki, böyle oldu diye biz Kur’an’ın eğitimine soğuk mu bakmalıyız? Yani “Kur’an Kursu faâliyetlerimiz tıkandı, çalışmıyor artık; bir daha böyle bir şey yapmamalıyız, başarısız olduk” mu demeliyiz? Yoksa daha güzel bir Kur’an Kursu modelini oluşturmaya, en azından teori planında, yeşil ışık mı yakmalıyız? Okul meselesi de böyle, sekiz on tane müslüman bir araya gelebilir, eski tecrübelerden yola çıkarak, belirli bir yaşa kadar çocuklarını yetiştirmek için özel hocalar tutabilir. Ama bu, çok az bir kesimin büyük bedeller ödemeyi göze alarak yapabilecekleri bir tercihtir. İngiltere’de bile daha dün müslüman olmuş Yusuf İslâm kalkıp İslâm Okulu kurarak işe başlıyorsa, bu ülke insanı çok geride kalmış demektir.
Öncelikle vurgulamalıyız ki, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerdeki okullarda müşrik olmama özgürlüğü yok. Öğrenci ve öğretmen olarak şirk tornasından geçmeme hakkı için mücâdele gerekiyor. Bir manifestomuz yok. Bir müslümanın her çeşit eğitim kurumlarında yapmasının kesinlikle câiz olmadığı şeyler, câiz tâbirinden de öte insanlık suçu olduğunu ilan edecekleri, resmî âyinlerde şirk unsuru olan hususlar varsa bu törenler, bazı derslerde kabulü ve dillendirmesi şirk olan durumlar varsa onlar, kamuoyuna hâlâ yansıtılmamıştır. Burada ben, tartışmalı olan, yoruma tâbi olan hususları kastetmiyorum. Çok net olarak, eğitimle ilgili İslâm’la bağdaşmayacak şirk unsurları şunlardır diyerek maddeleştirip kamuoyuna veli, öğrenci ve öğretmenlere ilan ve tebliğ bile edememişiz. Her vatandaşın ve her düzenin bunları rahatlıkla bilmesi ve zulmün boyutlarının sergilenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu hususlar, başörtüsünden de önemlidir. Başın içine koyduğu bilgi ve kültürün ne olup olmadığı, ciddi mânâda maddeler halinde net olarak dosta düşmana ilan edilebilmiş bile değildir ki, ona göre eylem planı hazırlansın.
Okullarda Darwin teorisinin ve benzeri özgül ağırlığı fazla olmayan birkaç meselenin, bir de ahlâkî problemlerin dışında karşı çıkılması gereken meseleleri yok gibi davranıyor müslümanlar. Yani kim neye niçin karşı çıkıyor, kim neyi niçin istiyor; belli değil. Karşı çıkılan şeyler olmazsa olmaz şeyler midir, olmazsa güzel olur cinsinden midir, bu da net değil.
Çocuk, anne ve babaya emânet olarak teslim edilmiş bir fitnedir/sınavdır. Ana ve baba, kendisi veya vekilleri eliyle çocuğun ya İslâm fıtratını koruyacak, ya da şirke bulaştıracak. İkincisi olursa, âhirette de kendisini bu şekilde yetiştiren büyüklerine evlât şöyle diyecek: "Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, 'Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik!' derler. 'Ey Rabbimiz! Biz reislerimize/beylerimize ve büyüklerimize itaat edip uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar' derler. 'Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle lânetleyip rahmetinden kov."[53]
Çağımız, bilgi çağı değil, bilgi kirliliği çağıdır. Modern yaşam biçiminde insanların beyni çöp kutusuna döndü. Vahiyle bağları koparılan insana eğitim kurumları, medya, teknoloji, çevre bırakın âhireti, dünya için bile gereksiz, hatta zararlı şeyleri bilgi ve kültür adına (insan istemese bile) dayatarak depoluyor. İnsanlar, vahye dayalı gerçek ilimden koparılıp lügat ve itikadî anlamlarıyla cehâlete itilirken, diğer yandan bilgi kirliliğinin kurbanı oluyorlar.
Kurumlardan ve çevreden öğrenilenlerin hepsi de yanlış ve zararlı değil elbette. Ama vahiyle, dünyada ve âhirette insanı kurtaracak “ilim”le karşılaştırılınca küçük bilgi kırıntıları şeklinde kalmaktadır bunlar. Bırakın zararlısını, “faydasız ilimden” bile Allah’a sığınmaktadır tek önderimiz.[54] Bilgi kırıntılarının “ilim” haline gelmesi için vahiyle sağlamasının yapılması, hazmedilip özümsenmesi, posasının çıkarılması, pratikte faydalı hale gelip uygulanması gerekmektedir. Yine illet ve gâyesinin belirlenmesi, Allah rızâsına hizmet etmesi, bütün içindeki yerinin uygunluğu ve insanlığın hayrına/salâhına hizmet etmesi lâzımdır. Kur’an’a göre âlim kuru bilgi sahibi, hele kitap yüklü merkep[55] değil; Allah’tan huşû duyup titreyen muttakî kimsedir.[56] O yüzden takvâdan uzak bilgi ilim sayılmaz, hele vahiyden kopuk ve kişiyi Allah’tan uzaklaştıran şeyin adı kesinlikle “ilim” olamaz. Eğitim, insana yön vermek, onu yönlendirmektir. Terbiye (eğitim) insanı inşâ etmek demek olduğundan mutlak terbiyeci/eğitimci ancak Allah’tır. O’ndan kopuk bir eğitimci farkında olmasa bile rablik iddiasındadır. Osmanlı dedelerinin yaptıklarının tam tersi bir uygulama ile karşı karşıyadır bugün bu topraklarda yaşayan nesiller; tersine bir devşirme söz konusudur.
Evler, sadece çocukların değil; anne ve babanın da okuludur. Ama ana ve babaları yetiştirecek ehil ve emin yerlere büyük ihtiyaç var. Müslüman cemaat ve teşkilâtlara düşen önemli bir görev, çocuklardan önce ana ve babaları yetiştirmek olmalıdır. Evlilik ve ana baba okulları açmalı, geliştirmelidirler. Eğer baba evinde ve evlilik öncesinde anne adayı, kendini yeterince yetiştirmediyse, evlilikten sonra sorumluluk hanımın kendisiyle birlikte kocaya âittir. Zarûri olan hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya da öğrenmesine imkân ve fırsatlar oluşturacaktır.
Dernek, vakıf ve kursların durumu da gözden geçirilmelidir. Dine hizmet iddia ve amacıyla ortaya çıkan İslâmî eğitime katkı hedefindeki kurumlar giderek bu araçların amaçlaşması ve motor olmak yerine fren görevi üstlenmeye başlaması riskine karşı çok uyanık olmalıdırlar. İnsanları Allah'ın dininden uzaklaştırıp kendi sapık anlayışlarını topluma dayatan câhiliyyenin hâkimiyetinde, onların yönlendirmesine açık kurumlar ve hantal yapılanmalar yerine; ciddi, özgür ve özgün alternatifler, gerekli değişime çabuk uyum sağlayabilecek mobil çalışma sistemleri ve farklı seçenekler oluşturulmalıdır.
Eğitim, hevâî isteklere (vahyin tesbit ettiği şekilde) istikamet ve sınır tâyin edebilecek irâde eğitimini, tevhidî bilinci, ibadete devamı ve ahlâkî özellikleri ihmal etmeyecek şekilde, daha doğrusu bunların temel alındığı bir ölçüde değerlendirilmelidir. Bunların, vahyi merkeze almadan yerine getirilemeyeceği gibi, ümmet planında ve ideal tarzda yerine getirilmesi ve eğitim problemlerinin kesin çözümü için İslâmî bir otoriteye ihtiyaç vardır. Bununla birlikte cemaatler ve riskleri göze alabilen müslümanlar, kendi çocuklarıyla ilgili radikal (tâğutun kurumlarını reddedip onlarla uzlaşmayan) tavırlar alabilmeli; lokal, kısmî ve yüzeysel de olsa çözümler üretmek için işbirliğine gidebilmelidir. Yakın yaşlarda çocukları olan beş on ebeveyn birleşerek ev ortamını okula dönüştürecek çalışmalar yapabilmelidir. Ama, riskleri göze alamayan mü’minleri bırakın tekfir etmeyi, onları kıracak tavırlardan bile kaçınmalı, halleriyle örnek ve alternatif olmaya çalışmalıdır. Unutmayalım, bu din, sadece kahramanların dini değildir. Herkesten kahramanlık beklenemez. Kaldı ki, günümüzdeki kahramanlar, bu özelliklerini hayatın tüm alanlarına da taşıyamadıklarını itiraf etmelidir. Unutulmamalı ki eğitim, hayatın sadece bir parçasıdır; tümü değil.
"Ne yapmalı?" sorusu bu teşhisin içinde. Hastalık doğru teşhis edilmeden tedâvi mümkün değildir. Doğru teşhise katılan, hatanın nerede olduğunu tesbit eden, çözümü bulmakta zorlanmayacaktır. Çocuk, anne ve babaya emânet olarak teslim edilmiş bir fitnedir/sınavdır. Ana-baba, kendisi veya vekilleri eliyle çocuğun ya İslâm fıtratını koruyacak, ya da şirke bulaştırılacak. İkincisi olursa, âhirette de kendisini bu şekilde yetiştiren büyüklerine şöyle diyecek: "Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, 'Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik!' derler. 'Ey Rabbimiz! Biz reislerimize/beylere ve büyüklerimize itaat edip uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar' derler. 'Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle lânetleyip rahmetinden kov." [57]
“Eğitim konusunda neler yapılmalı?” sorusuna verilecek cevabın şekli, öncelikle bizim nerede durduğumuz ile alâkalıdır. Nihâî tercihimizi Allah’tan, âhiretten, cennetten, İslâm’dan, Kur’an’dan yana yapıp yapmadığımızla ilgilidir. İmkân ondan sonraki mesele. Zaten Allah, nihâî tercihini Kendinden yana yapanlara, yollarını açacak, onları güçlerinin dışındakinden zaten hesaba çekmeyecek. Ama önce biz bu tercihi yapmış mıyız, ya da böyle bir arayış içerisinde miyiz, onu sorgulamamız lâzım. Yani, Allah’a kulluğu birinci sıraya alıyor muyuz? İşimizi seçerken, eşimizi, aşımızı seçerken, evlâdımızla ilgili tercihimizi yaparken, kendimizle ilgili kararlar verirken Allah’ı merkeze alarak mı hareket ediyoruz? Yoksa, kulluk görevlerimizle ilgili çoğu alanda mâzeret adıyla bahânelere mi sığınıyoruz?
Okul gibi, askerlik gibi konuları çözmek için devlet gücü lâzımdır. Müslümanlar günümüzde dünyanın hemen hiçbir yerinde siyasî otorite oluşturamadılarsa, bunu mâzeret sayıp kesin haram olan, hatta haramın ötesinde şirkle bağlantılı olan hususlara bahane arama lüksüne sahip olamazlar. Siyasî otoriteleri yoksa cemaatleri vardır (olmalıdır). Mekke’de camii yoktu, okul yoktu; ama Erkam’ın evi vardı. Ümmetin evleri vardı. Yani camii, okul fonksiyonunu icra edecek, insanlara vahyi öğretebilecek, çocuklarını bu noktada korumalarını sağlayacak, imkânların elverdiği en uygun çözümlere gidilmişti. Yine Hz. Mûsâ, Firavun gibi azgın bir zorbanın her uygulamasıyla tanrılık tasladığı bir yerde risâlet görevine muhâtap olmuştu. Hz. Mûsâ’yla ve O’na iman edenlerle ilgili bir âyet-i kerime var; meâli şöyle: “Mûsâ’ya ve kardeşine, ‘kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapın. Namazı dosdoğru kılın. Mü’minleri müjdele’ diye vahyettik.”[58] Zaferle müjdelenecek mü’minlerin yapmaları gereken zafere yönelik faâliyetler gündeme gelir. Nedir o? Evleri mescid edinmek. Mescid tâbirini bugünkü vâkıadan yola çıkarak sadece namaz kılınıp dağılınan yerler değil; otuz civarında işlevi bulunan, siyasal, sosyal, ailevî ve eğitimle ilgili her türlü düzenlemeyi içeren bir muazzam kurum olarak düşündüğümüzde, evlerin mescid, yani mektep, okul ve insanların ihtiyaçlarına cevap verecek kurumlar haline getirilmesi emri ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla hantal yapıların modası da geçti. Müslümanlar dar ve engelli alanlarda sıkıştılar kaldılar. Yani çok yönlü mobil hizmet alanları oluşmadı. Çok yönlü kullanılabilecek ve değişik planlara müsâit faâliyet için tevhidi duruşunu hâlâ sürdürmekte olan az sayıdaki cemaatlere, dernek ve vakıflara çok iş düşüyor. Müslümanlar ne kaybettilerse araçlardan, metotlardan kaybettiler. Halen de yeterince ibret almıyorlar. Yeni ve köklü alternatifler oluşturulmadı. Düzen, İslâm’ın gevşetilip ılımlılaştırılması karşılığında laikliği biraz ılımlılaştırdı ve İslâmî cepheden geri adımlar hızlandı. Tevhidî duruştan düzene doğru sağcılığa ve muhafazakârlığa doğru savrulup gittiler.
Çözüm konusunda azîmet veya ruhsat olarak iki çizgiden biri seçilmelidir. İlki, yanlış olarak radikallik denilen savaşçı kimliği, Allah askeri olmak ile; diğeri de en asgarî bir tevhid eri Müslüman kimliğiyle alâkalıdır. Birincisi toptan reddetmektir, tüm tâğutları ve tâğûtî kurumları. Bedeli vardır elbette bu tavrın. Mümkün ki, bu tavır savaş ilanı kabul edilecek, sürgünler yani hicretler, mahrûmiyetler, sıkıntılar, cezalar gibi karşı tarafın zulmüne göğüs germeyi gerektirecektir. Ayrıca, alternatifler oluşturmadan sadece tavır almak yeterli olmadığı için imkânlar oranında çözüm üretmeyi, müslümanca bir eğitim arayış ve çabalarını da mutlaka oluşturma mecburiyetini de ebeveynin sırtına yükleyecektir.
Her müslümanın kahraman olması beklenemeyeceği, İslâm’ın bedevîlerin, ihtiyar kadınların, âciz müstaz’afların da dini olduğu için, ruhsat yolu da tercih edilebilir. Bu konuda, tâviz verilebilecek hususlarla tâviz verilmesi bir Müslüman için mümkün olmayan şeyleri ayırt etme mecbûriyeti karşımıza çıkmaktadır. Müslüman, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerde ve böyle ortamlarda belki zâhiren tâğutların egemenliğini kabul etmiş gözükerek Allah’ın affetmesini umacağı günahlarla bu konuda tâviz vererek kurtulabilir. Ama, yeterli bir ikrâh olmadığı müddetçe küfür lafız söyleyemez ve küfür davranışlarını sergileyemez. Bülûğa ermemiş olan temyiz yaşındaki çocukların mürtedliği de geçerlidir Hanefî fıkhınca. O yüzden çocuğunu kendi elleriyle ateşe atmamak için ebeveyn, onu kurumlardaki küfre karşı uyarmalı, Müslüman kimliğini nasıl taşıyıp nasıl koruyabileceğini iyi öğretmelidir. Cezalar da verilse, tâğutların övgüsü niteliğindeki şiirleri okumayacak, onların övüleceği bayram ve törenlere katılmayacak, en azından ağzından tâğutların kutsallarını över anlamda sözler çıkmayacak ve bu tür davranışlardan her ne pahasına olursa olsun uzak kalacaktır. Bu konuda ant törenleri ve bayramlar çözüm getirilmesi gereken problemler olarak karşısına çıkacaktır Müslüman ebeveynin. Derslerdeki terslikler, yani bir Müslüman açısından küfür olan hususlar tesbit edilmeli ve zihin ve gönüllere o tür zehirli gıdaların girmemesine özen gösterilmelidir. Okullarda nasıl gıdalar verildiği, her akşam çocuk eve geldiğinde kontrol edilmeli ve varsa zehirler iyice yerleşmeden hemen temizlenmelidir.
Radikal çözümlere ve resmî olarak riskli tavırlara hazır değilse ebeveyn, yine yapabileceği hayli tedbirler vardır. En azından cumartesi ve pazar günleri, hiç değilse bir günün yarısı, çocukların İslâmî eğitimine ayrılabilmelidir. Mahallenin çocukları her hafta ayrı bir öğrencinin evinde velîlerin tâyin edeceği şuurlu bir veya birkaç öğretmenin eğitim ve terbiyesine teslim edilir. Bir mahallede beş on velî bir araya gelip imkânlarını birleştirerek çocukları için alternatif çözümler üretebilir. Üretmiyorlarsa, samimi ve gayretli olmadıklarındandır, diğer gerekçeler bahaneden öte bir değer taşımaz. Bireyler olarak bu işlerin üstesinden gelinemiyorsa, cemaatleşerek, eğitimin sancısını duyan insanlar birleşerek bu hayatî meseleye kısmî de olsa çözümler getirebilir. Zâten Allah, kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemediğinden, ancak devlet otoritesiyle çözülebilecek ideal ve kesin çözümler de acele olarak beklenmemelidir.
Tören Denilen Putperestlik
“Resmî törenler vesilesiyle sergilenen görüntüler ve ortaya konan kimlik İslâmî açıdan neye tekabül etmektedir?” Soruya hemen cevabı vereyim: Tek kelimeyle: “Putperestlik” yani putperestliğe tekabül etmektedir. Bu törenlerin İslâmî açıdan ne demek olduğuna şöyle cevap verilebilir mi?: “Câizdir, hiçbir sakıncası yoktur, hatta sevaptır. Okullarda uygulanması yetmez, bu sevabı câmi cemaatine de yaymak gerekir. Namazlara da ezanla değil, okullardakine benzer törenle başlanmalıdır. İmamlar cami önünde cemaati “hazır ol!” komutuyla hizaya sokmalı, cami önlerindeki göndere bayrak çekilmeli, heykelin önünde saygı duruşunda bulunulduktan sonra camiye girilmelidir. Hem öyle bedava vatandaşlık yok: Kutsal devlete ibâdet için Kürt bölgelerindeki camilerde daha kocaman bayrak ve daha büyük heykel olmalı; “devletten Kürt vatandaşlarına kıyak olarak” diye takdim edilmelidir. Önce millî ibâdet, sonra dinî ibâdet gelir, değil mi ya?! Zaten memleket niye kalkınamıyor; hep bu putlara karşı çıkan yobazlardan ötürü. Pahalıya malolur falan demeyelim, bir an önce camileri de okullar gibi heykellerle donatalım, cami kapılarının önüne minareden daha büyük bayrak direği dikelim. Eh ekonomik olsun diye düşünüyorsanız, onun da kolayı var. Minarelerin büyüklüğüyle oranlı kocaman bayraklar yapalım. Nasıl olsa oradan ezan da okunmuyor, minareler bayrak direği olarak işlev görsün. İmamlar sadece 29 Ekim’de, 23 Nisan’da filan değil, her hafta hutbelerde Atatürk’ten bahsetsin. Yetmez, her gün ve her namazda o büyük devlet adamının geceleri ne kadar kaim, gündüzleri ne kadar sâim olduğuna dair menkıbeler, kıssalar anlatsın. (Çok zorlanmazlar, antrenmanlıdır imamların çoğu. Çok iyi bildikleri menkıbe kahramanlarının sadece ismini değiştirecekler o kadar. Ne yapsınlar canım, zaten “emir kulu” değiller mi?! Cami cemaati, mihraplara konulacak heykelin önünde vecd içinde vatandaşlık görevini yerine getirerek saygı duruşunda bulunmadan namaza başlayamasın. Okullarımızda öğrencilerimize yaptırılan bu davranışları cami cemaatinden esirgemeyelim; böylece hem memleket daha bir kurtulur, hem daha büyük sevaba girilir. Camilerin bu konuda nasıl bir düzenlemeye gidileceği konusunda allâme-i cihan muhterem Yaşar Nuri Efendi Hazretleri ile televizyonların meşhur şeyhülislâmı, ünü tüm dünyaya yayılmış, büyük ermiş Hazreti Zekeriya Bembeyaz başkanlığında bir komisyon toplanır. Kısa zamanda bu devrimi gerçekleştirirler; böylece Ata’larının (varsa) cennetine aday olurlar. Onun tamamlayamadığı İslâm’da ve camide devrimi de gerçekleştirmiş, onun izinden gittiklerini ispatlamış olurlar…”
Böyle bir cevap mı bekleniyor kamuoyu tarafından? “Dâru’l-İslâm”, “ülü’l-emre itaat”, “vatan sevgisi imandan”, “vatan uğruna ölen şehitlerimiz”, “cumhuriyet İslâm’dır”, “en iyi demokrasi İslâm’dadır, dört halifenin seçimi de buna örnektir”, “en büyük gazi, Atatürk” gibi konu ve uyduruk malzemeler de Diyanet’in hutbe metinlerinden bulunabilir, diye ilâve etmemi herhalde beklemiyorsunuz. Aslında, bu tür cevap vermek doğru kabul edilmezse, bu yanlışın karşıtının doğru olduğunu herhalde gö(ste)rmek zor olmaz. Okuldaki törenler doğru ise, İslâm açısından sakıncalı değilse, bunları camideki Müslümanlara da yaymanın ne sakıncası olabilir? Zaten bu cami cemaati, yukarıda anlatılan hususlarda sakınca görse okullardaki çocuklarına veya torunlarına bu yanlışları vurgulaması, her bedeli ödemek zorunda kalsalar da karşı çıkılması gereken “imanî-tevhidî gereklilik” görmezler mi? Görmediklerine göre?! Evet, okullardaki törenleri sakıncalı görmediklerine göre, aynı uygulamalar yukarıda anlatıldığının hatta fazlası uygulansa, onda da sakınca görürler mi, görmezler mi?
Camide yapılması ve tapılması câiz olmayan şey, özellikle ibâdet ya da put kavramıyla ilgili ise, başka yerde de câiz değildir. Biz, sadece camide Allah’ın kulu değiliz. Allah, camide kendisine, cami dışında başka ilahlara yönelmeyi mi meşrû kıldı? Namaz kılarken yönelinen ilâh, okullara, devlete karış(tırıl)mayan âciz biri mi? Namazda yönelinen ilâh başka, devlet kurumlarında ve özellikle okullarda yönelinen ilâh başka mı? Eğer öyle ise, bu, çok tanrılı bir şirk dini olmaz mı? “Câmilerimizde putlar ve putlara tapmaya canımız pahasına karşı çıkarız, yukarıda anlatılan hususlar mescidlerimizde kesinlikle olamaz!” diyenlere altını çizerek ifade edelim ki; tüm yeryüzü Müslümanlar için mesciddir ve yeryüzü mescidindeki putlarla ve putperestlerle mücadele şarttır. Evet, tüm yeryüzü câmidir, mesciddir. Rasûlullah öyle buyurur: "Yeryüzü bana mescid ve (teyemmüm için) temiz kılındı. Ümmetimden biri namaz vaktine ulaştığında nerede olursa namazını kılsın."[59] Tüm yaratıklar secde halinde olduğu için, bütün kâinat bir mesciddir. Teshîrî secde için varlıklara evrenin mescid olduğu gibi, ihtiyârî secde sahibi mü'min insan için de yeryüzünün tamamı mesciddir.
Her insanın, kendi dinine göre değişen bir kıblesi ve istikameti vardır. “Herkesin yöneldiği bir yönü (viche) vardır.”[60] Kıble; kalplerdeki imana, kafalarda taht kuran düşünce sistemine ve ferdin kendini tümüyle teslim ettiği “ilâh”a göre değişen bir yön ve istikamettir. “Kâbe Arab’ın olsun, bize Çankaya, anıtkabir yeter” diyen şâir Kemalettin Kamu gibilerin itiraflarıyla bazı kimseler Kâbe yerine Anıtkabir’i, Çankaya veya Washington’u kıble edinebilmekteler. Kâbe’yi kıble edinenin, tüm varlığıyla kendisini Allah'a döndürmesi, diğer yönlere ve kıblelere itibar etmeyip onları reddetmesi gerekir; çünkü her milletin ve her dinin bir kıblesi, herkesin yüzünü döndüreceği bir yönü ve istikameti vardır. Mü’min, Allah’ın dinini tanımayanların kıblesine tâbi olmaz. Onlar da İslâm’ın kıblesine tâbi olmazlar.[61]
Tarihteki putları ve puta tapanları incelediğimiz zaman, şirk temeline dayalı putçuluğun, günümüzde geçerli olan şirkten ve putçuluktan pek de farklı olmadığını görürüz. Mekke’li müşrikler de “Allah” inancına sahipti.[62] Fakat, Kâbe’de tavaf etmek gibi Allah’a ibâdet kastıyla bazı görevleri yaptıkları halde, zaman zaman put heykellerin karşısında saygı duyuyorlar, onların önünde törenler düzenliyorlardı. Allah’ın hükmü yerine Mekke site devletinin parlamentosu Dâru’n-Nedve’nin kanun yapmasını ve Ebû Cehil gibi tâğutların kendilerini yönetmelerini istiyorlar, eski büyük tâğutlarını da unutmamak için heykellerine hürmet ediyorlardı. Onlar da yer yer dindar kesilmelerine rağmen, tevhid’in karşısında durarak şirke sarılıyorlar, putlarından vazgeçmiyorlardı.
Israrla vurgulamalıyız ki, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerdeki okullarda müşrik olmama özgürlüğü yok. Öğrenci ve öğretmen olarak şirk tornasından geçmeme hakkı için mücâdele gerekiyor. Bir manifestomuz yok. Bir müslümanın her çeşit eğitim kurumlarında yapmasının kesinlikle câiz olmadığı şeyler, yapıldığında öncelikle insanlık suçu olduğu ilan edilecek davranış ve sözler, resmî âyinlerde/törenlerde, şirk unsuru olan hususlar, derslerde kabulü ve dillendirmesi şirk olan durumlar, tâğutları övmeler vb. kamuoyuna hâlâ yansıtılmamıştır. Çok net olarak, eğitimle ilgili İslâm’la bağdaşmayacak şirk unsurları şunlardır diyerek maddeleştirip kamuoyuna veli, öğrenci ve öğretmenlere ilan ve tebliğ bile edememişiz. Şirki güncel açılımlarıyla topluma duyuramamanın vebalinin büyüklüğünü düşünmek bile zor. Her vatandaşın ve her düzenin bunları rahatlıkla bilmesi ve zulmün boyutlarının sergilenmesi gerektiğini düşünüyorum. Sanki tevhidin yasaklanmasından ve putperestliğin mecbur edilmesinden daha önemliymiş gibi, varsa-yoksa sadece başörtüsü yasağı gündemde. ABD gibi, Avusturya ve diğer Avrupa ülkeleri gibi, başörtüsünün suç olmadığı memleketlerde yaşasaydık, bizim câhiliyye okullarından istediğimiz olmayacak mıydı? Yani sadece üniversitelerde ve sadece başörtüsünden başka?! Başörtüsüne bile müsaade etmeyen bir zihniyet aracılığıyla, başın içine konulan inanç, bilgi ve kültürün ne olup olmadığı, ciddi mânâda maddeler halinde net olarak dosta düşmana ilan edilebilmiş bile değildir ki, ona göre eylem planı hazırlansın.
Evet, maalesef bin kere evet; Bu törenler, bir âyindir, putperest tapınmalarıdır. Allah’tan başka rab edinmenin, başka ilâh kabul etmenin, tâğutlara ibâdet etmenin göstergesidir. Tepkisiz ve buğzsuz olarak bu törenleri kabullenmek insanı şirke götürür. Şirk de Allah’ın affetmeyeceği tek büyük suçtur. Kişiyi dünyada Allah’ın yardımından uzaklaştırır, âhirette de ebedî cehennemlik yapar. Şirk, hastalıktır, bünyeye sonradan giren bir mikroptur, bir ârızâdır, bir anormalliktir. Bir küçük kibrit çöpü koca ormanı yakıp mahvettiği gibi, şirk de amelleri mahveder. Bir kanser mikrobunu veya yanan kibrit çöpünü önemsiz, tehlikesiz görüp bunların zararlarına duyarsız kalmak, hiç akılla bağdaşır mı? Şirk, kaos ve düzensizliktir. Şirkin olduğu yerde, kargaşa, fesat, kavga, anarşi, düzensizlik ve huzursuzluk vardır.[63] Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlana geldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücâdeleden ibarettir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas tevhiddir. Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulması konusudur.
İbrâhim (a.s.), babasına ve kavmine demişti ki: "Sizin şu karşısında durup ibâdet ettiğiniz heykeller nedir? (Babası ve kavmi), 'Babalarımızı onlara ibâdet eder bulduk' dediler. (İbrâhim), 'Doğrusu siz de, babalarınız da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz' dedi.”[64]; “Siz Allah'ı bırakıp da size hiç fayda ve zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Yuh olsun size ve Allah'tan başka taptıklarınıza! Siz hiç akıllarınızı kullanmaz mısınız?” [65]
Bütün muvahhid mü’minlerin Putperest törenlerini boykot etmelerinin tevhidî bir mecburiyet olduğunu hatırlatıyorum.[66]
Buyrun hep beraber kendi andımızı tazeleyelim: “Ey kâfirler! Tapmam sizin taptıklarınıza. Sizin dininiz size, benim dinim bana!” [67]
Günümüzde ekonomik yorumların çoğu da baştan sona şirk anlayışı içerir. Sadece iktisat ve ekonomi eğitimi veren kurumlar değil; medyanın, hatta halkın gündemindeki ekonomik değerlendirmelerin hemen hepsinde para, ilâhların başında gelir. Tüm mülkün, para, mal ve nimetlerin Allah'a ait olduğu anlayışı olan “ekonomik tevhid” anlayışına yer yoktur. İnsanların ekonomi yönüyle de evrim geçirdiği, ilkel komünal toplumdan köleci topluma, feodal toplumdan, kapitalist ve sosyalist topluma doğru seyri ve bu çeşit tasnifi, insanların Allah’tan bağımsız olarak sürekli evrim geçirdiği iddiasını haklı çıkarmaya dayanır. İlk insanın, ilk peygamber ve ilk yaşama biçiminin vahyin ışığında tevhid olduğu gerçeği, en küçük bir teori ve ihtimal dâhilinde bile değerlendirilmez.
Şirke dayalı düzenlerde ekonomiyle ilgili anlayış, Allah’ın hudûdunu tümüyle yok sayar. Piyasada helâl-haram ayrımı yoktur. “Paranın dini imanı olmaz” der bazıları. Tabii, bu ifade “ekonomik hayatta haram-helâl önemsenmez” anlamında kullanılıyor. Paranın olmasa da, para sahibi insanın elbette dini imanı, haram ve helâl inancı olmalıdır. Kim ne alıp satarsa satsın, kim kimi nasıl kandırırsa kandırsın, haram ve ayıp sayılmayan iktisadî bir câhiliyede yaşıyoruz. Para kazanmak için her yol mubahtır kapitalist toplumda. Yeter ki, kanunların suç saydığı bir şey yapmasın, ya da yapıyorsa kılıfını uydursun insan. Vergisi verilen kazanç kutsal sayılır; İslâm’ın yasak saydığı işi yapsa da. Kapitalizm, en çirkin şekliyle piyasadadır. Asgarî ücret açlık sınırının bile altında kalmış kimin umurunda? Yedi milyondan fazla resmî işsiz var bu ülkede.
Para putu herkesi peşinden koşturur; yerde sürünen paranın kulu, paraya secde etmiş olur. Faiz harammış; olsun, kimsenin aldırdığı bile olmaz. Kişi başına düşen banka sayısı Avrupa ortalamasından bile fazladır. Böyle İslâm dışı düzenlerde müslümanın helâl lokma kazanması, helâl ve temiz yiyecekler bulması, helâl yoldan (faize, bankaya bulaşmadan) zengin olması çok mu çok zordur.
Nice haramlar kapitalist düzende gâyet doğal (helâl, meşrû) görülmekte. Nice “Müslümanım” diyen insan, “fâizsiz ekonomi mi olur?” diyerek, ya da bazı haramları savunup İslâm’ın zekât gibi bazı emirlerini inkâr ederek, önemsemeyerek küfre düşmektedir. Fâiz yanında, tahvil, haram sigorta, emeği sömürmek ve kul hakkına riâyetsizlik gibi nice haramlar vardır; bunları yasak olarak kabul etmemek insanı imandan çıkarır. İslâm’a karşı olan veya İslâm’ın yasak ettiği işlerde çalışmak, meselâ seks, zina, fuhuş, dans gibi eğlence dünyasından para kazanmak, içki ve uyuşturucu madde yapımı veya satımı İslâm’ın yasak ettiği, ama kapitalist sistemin câiz gördüğü alanlardır. Kişi, bu ve benzeri para kazanma yollarını normal görür, savunur, ya da bu devirde bunlar olmadan yaşanmaz diye düşünürse, İslâm’dan çıkmış olur. Yine ihtikâr (karaborsa), rüşvet, hırsızlık yapmak, çalıntı mal alıp satmak, ölçü ve tartıda hile, kumar, alışverişe hilenin, yalanın, yeminin karıştırılması da haram kabul edilmesi ve kaçınılması gereken hususlardır. Bunları normal görmek kişiyi tevhid inancından uzaklaştırır. Kapitalist düzenlerde insanlara dünya tutkusu ve mal yığma sevdâsı verilir; bu düzende dünyevîleşen insan, giderek maddeyi ve parayı kutsallaştırmaya başlar. Parayı kullanma yerine paranın kendini kullandığı azgın bir insan olur çıkar. Maddenin hâkimi değil, mahkûmu olur.
Kim dünyaya evlenme teklifinde bulunursa, dünya ondan mehir bedeli olarak, dinini ister. Dünyanın karakteri, önce yaldızlı şeylerle aldatıp sonra helâk etmektir. O, kendini beğendirmek için süslenip püslenen, evlendikten sonra da kocasını öldüren bir kadına (daha doğrusu ihtiyar bir cadıya) benzer. Helâl-haram gözetmeden para kazanan ehl-i dünyadır, laiktir, kapitalisttir. Haramdan kaçan, helâl kazanç sağlayan ise ehl-i diyânettir, mü’mindir, mübârektir. Karun gibi, Firavun gibi, yahûdiler gibi zengin olmak, dini satıp dünyayı da mezara kadar sırtlamaktır. Her yolcu, birşeyler götürür. Âhirete giden de sevaptan, günahtan başka bir şey götüremez. Materyalistlerin putlaştırdığı para, esir alınıp İslâmiyet'in hizmetine sokulmalı. İslâm'a uyarak yapılan ticâret de, ibâdettir. Müslümanlar yaptıkları ticâreti, piyasa kurallarına göre değil; İslâm kurallarına göre yapmalıdır. Allah’a hakkıyla iman edip sâlih amel işleyen ve günlük işlerinde, ticâret ve her türlü alışverişlerinde Allah’ın hudutlarına riâyet edenlere bereketler verilecektir, rızıkları arttırılacaktır. Bunun yanında sadece dünya kazancını düşünenler ise büyük mahrûmiyetlere de uğrayacaklardır. Bu konudaki Sünnetullah, gerçekten dikkat çekicidir: “Allah, (ibret için) bir ülkeyi örnek verdi: Bu ülke güvenli, huzurlu idi; ona rızkı her yerden bol bol gelirdi. Sonra onlar Allah’ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Allah da onlara, yaptıklarından ötürü açlık ve korku sıkıntısını tattırdı.”[68]
Aslında hayatın tamamı, tüm alanlarında ve bütün mücâdelelerinde ya Allah'la; ya da şeytanla bir alış-veriş eylemidir. İnsan ne yaparsa, ne verirse mutlaka onun bir karşılığı vardır. Eğer sonuçlar iyi, yararlı ise, alış-veriş kâr; değilse zarar getir. Muvahhid müslüman, zaten aslında Allah’a ait olan ve dilediği zaman dilediği şekilde alabileceği[69] mal ve canını Allah’a adayarak Allah’la ticareti seçerek âhiret için çok büyük yatırım yapabilir. "Allah, mü'minlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın almıştır..."[70]; "Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi? Allah'a ve Rasülü'ne iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır..."[71]
Münâfıkların, yahûdileşenlerin, Bel'amların, din tüccarlarının, dini gerçekten sömüren, dinin sırtından geçinen satılık kalem ve dillerin, ne tür bir ticâret yaptıklarını rahatlıkla anlayabiliriz. Onlar, hem dünyada hem de âhirette kendilerini zarara sokacak bir şeyi satın almışlardır. Yaptıkları ticâret, kendilerine umdukları kârı sağlamayacaktır. “İşte onlar, hidâyete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak, onların bu ticâreti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir.”[72]
Hapse girmemek için T.C. kanunlarına gösterilen gayret kadar, Cehenneme girmemek için Allah’ın kanunlarına uyulsa, dünyamız da, âhiretimiz de cennete dönüşecektir. Üniversite sınavına hazırlanan bir genç kadar âhirette Cennet kazanmak için dünya imtihanına özen göstersek Cennetin bütün kapıları bize açılacaktır. Dünya huzuru da avans olacaktır. Allah'la alış-veriş yapan, çok kârlı ticâreti seçenlere ne mutlu!
Siyasal Şirk Anlayışı da Bilimsel Kılıflarla Takdim Edilir
En iyi sistem, milyonlarca yıllık tecrübe sonunda cumhuriyet ve demokrasi olarak adlandırılır. Hakk’ın değil; halkın egemenliğine, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyi alternatif bile kabul etmeyen bu câhiliyye düzenlerini neredeyse tüm insanlar canla başla savunur. Faşist, kapitalist veya sosyalist olsun her farklı grup, gerçek demokrasinin kendi savundukları ideoloji ve düzen anlayışında olduğunu iddia ederlerken, kendini müslüman sayan nice insan da bu orkestraya katılır.
Devlet yönetiminde dine yer yoktur, eğitim ve sosyal hayat, laik ve Kemalist esaslarla düzenlenmek zorundadır. Din anlayışı, din eğitimi ve din kurumları da laik düzenlemeye tâbidir. Dinlerin ortaya çıkışı, din eğitimi veren laik din eğitimi kurumlarında da doğal olarak şirk esasına dayandırılır. İlk din İslâm, ilk insan ilk peygamber, ilk peygamber Hz. Âdem değildir bu şirk anlayışında; insan, önce tabiata, totemlere tapmış, sonra çok tanrılı dinleri icad etmiş, çok sonraları da tek tanrılı din anlayışı oluşturmuştur...
Modern câhiliyenin sosyal ve siyasal şirk anlayışı gereği devlet, din esaslarına -en küçük çapta bile- dayandırılamaz. Tüm kurum ve kurallarıyla şirkin dışına çıkılamaz bu devlet anlayışında. Halk da sosyal hayatta, kamu alanında tevhidî inancını sergileyemez, muvahhid bir şekilde yaşayamaz. Ama demokrasi vardır; halk şirk arasında istediği tercihi özgürce yapabilir, istediği tâğutu rab olarak seçebilir.
İnsanların çoğu, aynen eski Arap câhiliyyesinde olduğu gibi, Allah’ı, göklerin hâkimi kabul ediyor, yağmuru yağdıran, insanları ve varlıkları yaratan olarak kabul ediyor; ama yeryüzüne O’nu karıştırmak istemiyor, yerin egemenliğini başka tanrılara veriyorlar. “Allah, yeryüzünde (o da beşerî kanunlara, ilke ve yönetmeliklere uygun olmak şartıyla) sadece -o da sınırlı şekilde- câmilere karışabilir, oraya hâkim olabilir. Üniversite dâhil okullara, mahkemelere, meclislere, çarşı ve pazarlara, cadde ve sokaklara, kıyafet ve kanunlara, sosyal hayatı düzenleyen anlayışlara karışamaz.” Bu anlayış ve uygulamalar, şirk değil de nedir? Çok kaypak bir içeriği olduğu halde, üzerinde ittifak edilen en belirgin anlamıyla “dinin devlete, devletin dine karışmaması” demek olan “laiklik” gereği ve dayatması olarak sadece vicdana hâkim olmasına karışıl(a)mayan Allah'ı dünya işlerine karıştırmak istemiyorlar, buralarda egemen başka güçler (tanrılar) kabul ediyorlarsa, buna herhalde tevhid ve İslâm adı verilemez. Bu anlamda laikliğin çağdaş değil, temeli çok eskilere dayanan bir şirk olduğunu söyleyebiliriz. Ve eski Arap câhiliyesinin de Allah’ı (hak dini) dünya ve devlet işlerine karıştırmak istemediklerini, Peygamberimiz’le bunun için mücâdele ettiklerini biliyoruz. Demek ki şirk cephesinde yeni hiçbir şey yok; sadece eski câhiliyenin modern görünüm ve söylemleri var; tek millet olan müşrikler, ilkel atalarını taklit etmekten başka bir şey yapıyor değiller.
İnsanlar, demokrasi ve özgürlük putlarının da etkisiyle, hevâlarını hiçbir sınır tanımadan tatmin etmek istiyor, şeytanî fesad ve ahlâksızlıklara, içki, kumar ve zina evlerine dinin müdâhale edip yasak koymasını istemiyorsa, konu şirk kavramıyla ilgilidir. Tüm sosyal, siyasal, kamusal ve hukukî alanlara Allah’ın dışında başka tanrıların egemenliği egemen güçler tarafından isteniyor, dayatılıyor ve halk tarafından buna rızâ gösteriliyorsa, bunların tümü, şirkin dışında birşeyle izah edilemez.
Câhiliyye Arapları, yaratıcı olarak sadece Allah’ı kesin bir şekilde kabul ediyorlardı.[73] Modern câhiliyye insanı ise, Allah'a bu kadar bile inanmıyor; ne olduğunu ve hangi vasıflara sahip olduğunu düşünmeden doğa/tabiat ve tesadüfe yaratıcılık atfediyor. Tabiatı ilâhlaştırarak çocukları, çiçekleri, güzellikleri doğanın armağanı olarak kabul ediyor. Bazen de bu “tabiat tanrısı”na kendisini ve hemcinslerini ortak koşuyor, kendisinin veya başka insanların yaratıcılıklarından bahsediyor.
Tüm bunların yanında, her dönemde görülebilen şirk unsurlarını da katarsanız, muvahhid insanın, istisnâlar dışında niye yetişmediği, huzursuzluk ve zilletin niye artarak devam ettiğinin temel sebebi daha iyi teşhis edilecektir.
Yalnız, burada unutulmaması gereken önemli bir husus var: Allah'a ortak koşan birisinin, şirk koştuğu şey için, “bu da bir ilâhtır”, “ben buna da tapıyorum” demesi veya böyle düşünmesi de, olayın şirk olması için şart değildir. Şirk, öncelikle kalpte yer eder, sonra düşünce ve hareketlere yansır. Şirkin temeli, Allah’tan başka herhangi bir şeyi Allah'a tercih etmektir.
Hızır olarak adlandırılan ölümsüz zannedilen zât, gerçekte hayatta olmayan bir kimsedir. Yine Hızır gibi bazı ilâhî vasıflara sahip olduğu zannedilen “evliyâ”nın, tanrılaştırılıp bunların her yerde hazır ve nâzır olduğuna, insanları gözetlediğine, bazen koruyup yardım ettiğine inanılır. Dünyanın varlık sebebinin bu gibi zâtlar olduğu kabul edilir. “Müslümanım” diyen nice insan, Allah’ın dünyayı ve özellikle yaşanılan coğrafyaları onların yüzü suyu hürmetine ayakta tuttuğunu, yoksa çoktan helâk edeceğini kabul edip dillendirir. Bu tür inançların gerçekle de, temel hakikat olan tevhidle de hiçbir ilgisi yoktur. Tümüyle bâtıl itikatlardır. Allah, dünyayı kendi irâdesiyle ayakta tutmaktadır. O’nun irâdesine engel olacak veya onu değiştirecek hiçbir zât olamaz. Allah, dünyanın ve evrenin işleyişi ile ilgili kanunlar koymuş, hikmetler belirlemiştir. Evren bu İlâhî kanunlarla ayakta durur. Allah’ın otoritesinde ve tasarrufunda hiçbir kimsenin ortaklığı yoktur. Dolayısıyla Allah’tan başkasına, sanki bir güce sahipmiş gibi duâ etmek şirktir. Ölülerlerden medet ummak câhiliye sapıklıklarındandır. Muvahhid bir mü’min, bu çirkin inançlardan kesinlikle uzak durmalıdır. O, yalnızca Rabbinden dilekte bulunmalı, O’na yönelmeli ve O’na duâ etmelidir.
Tâğutlara Tapma Yönüyle Şirk; Resmî ve Siyasal Şirk
Dünyamız, hâlâ câhiliyeyi yaşıyor. “Müslümanım” diyen insanların bile çoğu câhiliye hükmünü istiyorlar ve ondan râzılar. 21. Asırda da hâlâ bazı Firavunlar, yani ulusal tâğutlar putlaştırılmaktadır. Bazı ülkelerde, Ortadoğu’da, diğer ülkelerde, meselâ Çin’de ulusal önder kabul edilenlere kelimenin tam anlamıyla tapıldığı sözkonusudur. Özgürlük va çağdaşlık iddiasına rağmen, önderlere inanmayanlara da zorla bu taptırmalar dayatılır. İnsanlar, okullarda kendi dinlerini doğru şekilde öğrenemezler, tam tersine dinlerine düşman şekilde yetiştirilirler. Okulların bilgiden de önce gelen esas amacı, müşrik vatandaş yetiştirmektir. Şirk düzenlerinde bütün (resmî) kurumlar tevhid anlayışına zarar verecek şekildedir.
Allah’a, O’nun dinine, hükümlerine dil uzatılabilir, ama diri veya ölü olsun ideolojinin tanrısı kabul edilen tâğuta, Mao’ya dil uzatılamaz; o kesinlikle eleştirilemez, mâsum kabul edilir. Devlet törenleri olarak topluma dayatılan bu dinin farzlarını hiçbir vatandaşın terk etmesine müsâmaha ile bakılmaz. Çin’de tüm resmî uygulamalar Mao’yu putlaştırmaya dayanır. İslâm’ı değil, düzeni temsil eden ulusal marş okunurken hiç kimse oturamaz, hatta kımıldayamaz. Ezan ya da Kur’an okunurken bir müslümanın gösterdiği saygıdan daha fazlası, hatta o ülkede Müslümanlardan bile istenir. Çin gibi ülkelerde belirli günlerde yetkililer ve etkililer, tanrılaştırılan kişinin, Mao’nun tapınağına, anıt mezarına giderek orada âyin ve ibâdet etmek ve o ulusal tanrıya dilekçe yazıp ona bazı problemleri şikâyet etmek zorundadırlar. Yesin diye olsa gerek, adına çelenk denilen otlar koymaları gerekir. Putlara ve putlaştırılan kimseye karşı saygı duruşu denilen âyinler özellikle Çin’deki tüm okullarda okutulan öğrencilere mecburen uygulattırılır. Çocuğunu böyle bir okula göndermeme hakkını da ebeveyne vermez özgürlükçü Çin.
Mao’nun heykelleri ve fotoğrafları meydanları ve kamusal alanları, resmî kurumları doldurur. Hele okullar, bir tapınak durumundadır. Bu heykel ve resimlere bile en küçük saygısızlık büyük çapta ceza sebebi olur. Okullarda bu büyük tâğutun kahramanlıkları, meselâ Mao’nun vatanı nasıl kurtardığı, hayat hikâyesi, ilk sınıftan üniversite son sınıfa kadar “Siyer” okutulur gibi, hatta daha coşkulu ve uzun şekilde tekrar tekrar okutturulur. Her öğrenci, hatta her vatandaş Mao’ya hayran olmak zorunda bırakılır. Bayramlarda ve özel günlerde puta tapmanın çok yönlü görüntüleri her yerde sergilenir. Mao devrimini ve ilkelerini kimse eleştiremez. Kim ve hangi parti iktidarda olursa olsun Mao her dönem hem de tek başına iktidardadır ve iktidarına ortak/şirk kabul etmez. Bu ülkede egemenlik kayıtsız şartsız Mao’nundur.
Çin’de din devletinden bahsedilmese de, devlet dininin egemenliğinden rahatlıkla söz edilebilir. Aslında Çin, bir din devletidir.[74] Yasamaya, yargıya, eğitim kurumlarına ve başta Çin silâhlı kuvvetleri olmak üzere her türden resmî kurumlara bakıldığında bunu kabullenmek zorunluluğu vardır. Maoculuk dini, tek dindir ve kimse Mao’ya hiçbir şeyi ortak koşamaz.
Evet, dini reddettiği veya en azından devlet rejimi olarak dini önemsemediği, hatta özellikle İslâm dinine düşman olduğu düşünülen Çin rejimi, aslında Maoist bir teokrasidir. Mao ülkede kızıl devrim yaptığı günden beri ülkenin en büyük dehâsı ve önderi kabul edildiği için her Çin vatandaşının onu sevmek ve ilkelerine itaat etmek zorunda olduğunu Çin rejimi, din yaklaşımı içinde tartışmasız kabul eder ve ettirir. Çin devletinin anayasasında, Allah, Peygamber, Kur’an, İslâm gibi kelimeleri bulamazsınız. Bunun yerine sadece Mao’ya ve onun devrimlerine, ilkelerine atıfta bulunulur. Devletin bu mutlak sevgisi ve bağlılığı, bir tapınmanın göstergesi kabul edilebilir.
Müslümanın “Allahu Ekber” (Allah’tır en büyük, O’nun dışında başka büyük yoktur) inancına rağmen; Çin’de devletin uygulamalarına bakılınca resmî sloganın “En büyük Mao, başka büyük yok!” olduğu görülür. Çin rejimi, Mao sevgisinden daha büyük sevgi olmaması gerektiğini, onun ilkelerinin tartışılmaz doğru olduğunu bir akîde ve davranış biçimi olarak ilân eder ve çeşitli âyinlerle bu tavır, tüm eğitim kurumlarında öğrencilere ve tüm vatandaşlara uygulattırılmaya çalışılır. Kimse Mao’yu eleştiremez, heykellerine ve fotoğraflarına yan gözle bakamaz.
Çin’de câmiler bile bu tâğutların emrinde ve hizmetindedir. Kur’an’ın ahkâm âyetleri hutbe ve vaazlarda hiç konu edilmez. Mao başta olmak üzere tâğutlara duâlar yaptırılır. Bayram kabul edilen vatanın, Çin’in İslâm’dan kurtuluş günlerinde tâğutların övgüsü hutbelerin temel konusudur. Câmiler devlet kurumu, imamlar da devlet memurudur Çin’de; Evet Çin böyledir…
Bu şirk çeşitleri yanında, bazı inanç ve davranışlardan dolayı düşülen şirki, şu örneklerle ayrı ayrı ele almak da mümkündür:
a) Allah’ın Sıfatları Konusunda Şirke Düşmek. Allah’ın isim, sıfat ve fiillerinden herhangi birini inkâr etmek veya başkasını bu hususlarda ortak görmek, O’nu gereği gibi tanımamak. Sadece Allah'a ait olan bazı sıfat ve özellikleri, Allah'la birlikte veya O’ndan bağımsız olarak başkasına vermek. Bunun sonucu olarak, Allah’a herhangi bir eksiklik izâfe edilir veya ortak koşulur, ki bu tevhidi bozar. “En güzel isimler Allah’ındır. O halde Allah’a bu isimlerle duâ edin. O’nun isimlerinde sapıklık edenleri terk edin. Yarın kıyâmette onlar yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.”[75]
b) Hâkimiyet Şirki; Allah’ın indirdiği emirlerle hükmetmemek, Allah ve Rasûlü’nün hükmünü kabul etmemek. Allah’tan başkasını mutlak kanun koyucu kabul etmek, İslâm dışı kanunları ve kanun koyucuları benimseyip kabullenmek de insanı şirke sokar. Allah’ın hükümlerini bir tarafa bırakıp gönül rızâsı ile tâğutların hükümlerini uygulamak veya severek onlara tâbi olmak insanı tevhidden uzaklaştırır. “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.”[76]; “Hüküm/egemenlik, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur; ancak insanların çoğu bilmezler.”[77]; “Yoksa onların birtakım şirk koştukları ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir şeriat/dinî kural kıldılar).”[78]; “Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni (Rasûlullah’ı) hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam mânâsıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.”[79] Allah ve Rasûlü’nün hükmüne teslim olmamak, İslâm’dan olan bir şeyden râzı olmayıp hoşlanmamak, Allah’ın haram kıldığını helâl/serbest veya helâl kıldığını haram/yasak saymak da açık bir şirktir.
c) Allah’tan başkasına emretme, yasaklama, helâl ve haram kılma, kanun koyma ve hâkimiyet hakkını verme gibi haller tevhidi bozar, insanı şirke sokar. Allah’ın koyduğu hükümleri, ölçüleri bir tarafa bırakarak hâkimiyeti herhangi bir şeye vermek bir mü’minin yapamayacağı şeydir. Bu konuda Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Hüküm/egemenlik yalnız Allah’a mahsustur. O sadece kendisine kul olmayı emretti. Dosdoğru din ancak budur.”[80]; “Onlar Allah’ı bırakıp bilginlerini, râhiplerini, Meryem’in oğlu Mesih’i rabler edindiler. Hâlbuki onlar da bir olan Allah’tan başkasına ibâdet etmekle emrolunmamışlardı. O, bunların eş tutageldikleri her şeyden münezzehtir.”[81]
d) Kur’an’ın hak-bâtıl, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin... gibi ölçülerini kabul etmeyerek başka ölçü ve kıstasları benimsemek, şirktir. Bir kimse, benimsediği bu İslâm dışı ölçüleri koyanları, Allah’ın dışında hüküm ve kanun koyucu olarak kabul ederse, onu Allah'a şirk koşuyor demektir. Bu ölçü veya hükümleri koyan, kişinin kendisi, yani hevâsı, babası, ataları, patronu, çevresi, içinde yaşadığı toplum, çeşitli ideoloji ve felsefelerin kurucuları ve uygulayıcıları, devlet veya devlet adamları... olabilir. Allah’ın itaat edilip uyulmasına izin vermediği kimselerin görüşlerini veya İslâm’ın çizdiği yoldan farklı bir yolu benimseyen, beşerî düzen ve yasaları İlâhî nizama tercih eden kimse şirke girmiş demektir. Böyle bir kimse, kendisinin müslüman olduğunu iddia etse, hatta İslâm’ın birçok emirlerini yerine getirse ve bir tek konuda bile Kur’an’a ters bir anlayışı, düşünce ve değer yargısını tercih etse şirke düşmüş olur. “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkeğe ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”[82]
e) Allah’tan Başka İlâh Kabul Etmek: İlâh; kendisine kulluk edilen, yönelinen, kendisinden korkulan, aynı zamanda sevilen, sayılan, kâinatın idaresini elinde tutan zât demektir. İlâh, her şeyi görür, bilir, dilediğini yapmaya gücü yeter. Allah’tan başka bir zâtın da her şeyi gördüğünü, bildiğini ve evrende dilediği gibi tasarruflarda bulunduğunu zannetmek şirktir.[83]
f) Allah’tan Başka Rabler Edinmek: Rab kelimesinin anlamı: Eğiten, yetiştiren, yönlendiren, terbiye eden, hükmeden, idare edendir. Allah’tan başka rab edinmek şirktir. Allah’tan başka rab olarak benimsenen sâlih bir insan, hatta peygamber bile olsa bu durum, yine açık bir şirk olur. “Onlar, Allah’tan başka (veya Allah ile birlikte) âlimlerini, din adamlarını ve Meryem oğlu Mesih’i kendilerine rab edinmişlerdi. Hâlbuki onlar da tek bir ilâha kulluktan başka bir şeyle emrolunmamışlardı. Zira O’ndan başka ilâh yoktur. O, koştukları şirklerden münezzehtir.”[84] İnsanların Allah’tan başka rab edinmeleri nasıl olur? Allah’ın gönderdiği Kur’an’ı bir tarafa bırakarak, üstün ve büyük bildikleri zâtlara yönelip onların her dediğini kabul eden, her hükmüne iman eden kimseler, onların Allah’ın helâl kıldığı şeyleri haram, haram kıldıklarını helâl kabul eden görüşlerine uyan kimseler onları rab edinmiş olurlar.[85]
Kur’ân’ın temel konusu olan tevhidle, bunun Peygamberî izah ve uygulamasıyla yetişmiş Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi zâtlar, yöneticiliklerinde kendilerini rab olarak kabul etmemelerini insanlara öğretmişlerdi. İlk halife: “Eğer ben Allah’ın yolundan ayrılırsam, bana itaat etmeniz gerekmez” demişti. İkinci halifeye halkın içinden herhangi bir genç çıkıp, “Ey Ömer, Allah’ın yolundan ayrılırsan, seni bu kılıçlarımızla doğrulturuz” diyebilmişti. Hz. Ömer ise, bu tevhidî şuur dolayısıyla Allah'a hamd ediyordu.
g) Yakınlaştırma ve Vâsıta Anlayışıyla; Şefaatçi Kabulü ile Düşülen Şirk: “Dikkat edin, hâlis din Allah’ındır. O’nu bırakıp kendilerine birtakım dostlar edinenler, ‘onlara, bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz’ derler.”[86]; “Onlar Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve ‘bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerımizdir’ diyorlar. De ki: ‘Siz Allah'a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Hâşâ! O, onların şirk/ortak koştukları her şeyden uzak ve yücedir.”[87]
h) Allah ile insanlar arasında, ibâdetleri Allah'a çıkaran ve aracılık/arabuluculuk yapan varlıklar olduğuna inanmak: Allah’ın buyruklarını insanlara ulaştıran peygamberlerden başka, Allah ile insanlar arasında bu anlamda aracılar yoktur. Kul ile Allah arasına ibâdet yönüyle hiç kimse giremez. Allah, kulun ibâdetini, duâsını işitir ve onu görür. Allah, kuluna şah damarından daha yakındır. Kul duâ ettiği zaman, Allah onun duâsını ânında işitir. Allah’ı hakkıyla takdir edemeyen câhiller ise, kulu Allah'a yaklaştıracak aracı zâtların olduğuna inanırlar, böylece şirke düşerler. Yanlış bir örnekle doğruluklarını isbatlamaya kalkışırlar: “Bir vatandaşın cumhurbaşkanı ile görüşebilmesi için aracılara, cumhurbaşkanına yakın zâtlara ihtiyaç duyulur da, âlemlerin rabbi olan Allah ile görüşebilmek için aracılara ihtiyaç duyulmaz mı?” derler. Elbette cumhurbaşkanı ile herkes görüşemez, aracılara ihtiyaç duyulur. Çünkü cumhurbaşkanı, bir anda ancak bir kişiyle görüşebilen, bir kişiyi duyabilen âciz ve zavallı bir varlıktır. Milyonlarca vatandaşı bir anda kabul etmesi, onları görmesi ve işitmesi, özel dertlerine çözüm getirmesi mümkün değildir. Fakat, Allah bundan âciz midir ki aracılara gerek duysun! O, bir anda bütün kâinatı ve yarattığı varlıkları görür ve duyar. O, semî’ ve basîrdir. Çünkü O, İlâhtır. Gerçek İlâh, âcizlik göstermez, eksik ve noksanlıktan uzaktır. Kul ile Allah’ı karşılaştırıp kıyas ederek böyle bir şirki, ibâdet gibi insanlara sunmak, şeytanın evliyâsının bir tuzağıdır. Bu tuzağa düşmemek için uyanık olmak, Allah’ın kitabını okumak ve anlamak gerekir. Allah Kitab’ında ne buyuruyor: “Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur’an ile uyar. Ki onların Allah’tan başka velîleri ve şefaatçileri (aracıları) yoktur. Umulur ki sakınırlar.”[88]; “Kullarım sana Benden sorarlarsa, Ben şüphesiz onlara yakınım. Bana duâ edenin, duâ ettiği zaman duâsına cevap veririm. O halde onlar da Benim çağrımı kabul etsinler ve Bana inansınlar ki doğru yolu bulabilsinler.”[89]
i) Velî/Dost Edinme Şekliyle Şirk; Mü’minleri Bırakıp Kâfir ve Münâfıkları Velî/Dost Edinmek: Sevgi, güvenme ve yardım bekleme gibi duyguların bir araya gelip kaynaşmasından velî/dost edinmek adı verilen yakınlık doğar. Allah, Kur’an’da velî, dost ve yardımcı olarak kendisinin yeterli olduğunu belirtir “Allah sizin düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Velî (gerçek bir dost) olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.”[90] İnsan için Allah’tan başka gerçek anlamda dost ve yardımcı yoktur. “Gerçek şu ki, göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır; diriltir ve öldürür. Sizin Allah’tan başka velîniz ve yardımcınız yoktur.”[91] Kâfirleri dost tanıyıp, müslümanları sevmemek açık bir şirktir: “Ey iman edenler! Yahûdilerle, hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır. İçinizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır.”[92]; “Ey iman edenler! Sizden önce Kitap verilenlerden dininizi oyuncak ve eğlence yerine tutanları ve kâfirleri dost edinmeyin. Eğer gerçek mü’minlerden iseniz Allah’tan korkun.”[93]
Kâfirleri velî ve yönetici tanımak açık bir şirktir. Velî kelimesi, Arapçada hem dost, hem de sahip, yönetici anlamına gelir. Mü'minler birbirlerinin dostudur. Allah da mü'minlerin sahibi ve yöneticisidir. Bir mü'min, Allah için ve O’nun izin verdiği mü'minleri velî/dost edinmeyi bırakıp kâfirleri dost ve yönetici olarak kabul ederse, imanı boşa çıkar ve müşrik olur. "Allah, mü'minlerin velîsidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velîsi ise tâğuttur. Onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. Onlar ateş arkadaşlarıdır. Orada temelli kalacaklardır."[94]; "Ey iman edenler, kendilerine Kitap verilenlerden herhangi bir gruba itaat ederseniz, onlar sizi, imanınızdan sonra çevirip kâfir yaparlar."[95] Velî, yani gerçek ve mutlak anlamda yönetici, dost ve yardımcı edinilmeye lâyık yegâne varlık Allah’tır. O’ndan başkaları, kendilerine bile yardım etmeye güçleri yetmeyen, kendileri de Allah tarafından yaratılmış olan, her bakımdan Allah'a muhtaç ve bağımlı olan âciz varlıklardır. “De ki: ‘Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilmeyen Allah’tan başkasını mı velî/dost edineceğim?’ De ki: ‘Bana müslüman olanların ilki olmam emrolundu.’ Ve ‘sakın Allah'a ortak koşan müşriklerden olma!’ (denildi).”[96] Müşriklerin önemli bir özelliği, kendilerine Allah’tan başka dostlar edinmeleridir. Allah’ı bırakıp kullarını velî (mutlak yönetici, dost ve yardımcı) edinmek, Kur’an’a göre şirktir. “İnkâr edenler, Beni bırakıp kullarımı evliyâ/dostlar, velîler edindiklerini mi sandılar? Gerçekten Biz cehennemi kâfirler için bir konak/durak olarak hazırladık.”[97] “Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Hâlbuki onların (o sahte tanrıların, taptıkları putların) kendilerine yardım etmeye asla güçleri yetmez. Bilâkis onlar, bu mâbutlar için yardıma hazır askerlerdir.”[98]
k) Herhangi Bir İbâdet Şekliyle, Özellikle Duâ Hususunda Şirke Girmek, İbâdeti Allah’tan başkasına yapmak. Allah’tan başkasına secde etmek, Allah’tan başkası adına kurban kesmek, Allah’tan başkasına duâ etmek gibi fiiller tevhidi bozar. “De ki, şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.”[99]; “Ancak Sana ibâdet/kulluk eder, ancak Senden yardım ister, medet umarız (Ey Allah’ım!)”[100]; “Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarıp yakarma, sonra azâba uğratılanlardan olursun.”[101]; “Allah’tan başkasına (yalvarıp) duâ edenden daha sapık kim vardır? Yalvardıkları o kimseler kıyâmet gününe kadar onlara cevap veremezler ve onların duâlarından habersizdirler.”[102]; “Allah’tan başka duâ ettikleriniz sizin gibi kullardır.”[103]; “Allah’ı bırakıp da duâ ettikleriniz size yardım etmeye muktedir olamazlar; Onlar, kendilerine bile yardım edemezler.”[104]
İlâhî gücün tamamı Allah’ın elindedir. O’ndan başka böyle bir güce sahip kimse yoktur. Duâ elbette, güç ve kudret sahibi, yardım etme ve tasarruf sahibi olma gibi şartları taşıyan kimseye yapılır. Müşrikler, Allah’ın dışında, bu tür şartları, vasıfları üzerinde taşıyan zâtların olduğuna inanırlar. Onlara yönelerek medet umar, duâ ve niyaz ederler. Tevhîdî bir imana sahip olan, şirklerden arınmış bir mü’min ise yalnızca Allah'a yalvarır, ihtiyacını O’na arzeder ve yalnızca mutlak anlamda O’ndan yardım diler. Müşrikler, yardım ümidiyle; ölülere, mezar taşlarına, türbelere ve kutsal saydıkları yerlere giderek orada çeşitli ibâdetler yaparlar, onlar için adaklar ve kurbanlar keserler, çaputlar bağlarlar, şekiller çizerler, orada medfun olan yatır veya evliyâ dedikleri zâtlara duâ edip arzularına nâil olmak isterler. İnsanların çoğu, bilmeden bu tür şirke düşer. Câhillik, insanı şirke götüren en kolay, en kestirme yoldur. Hele İslâm dışı bir çevrede, İslâm’ı yozlaştıran ve tahrif eden bir anlayışın hâkim olduğu, gerçek dinin mahkûm olduğu ortamlarda bu yol daha hızla kişiyi şirke ulaştırır.
Câhil halk, Allah’tan başka yatırlara, türbelere duâ etmekte, hatta bazen Allah’ın Rasûlünü de kendi şirkine âlet etmektedir. Duânın sadece Allah’a yapılması tevhid açısından şart olduğu halde,[105] nice insan “şefaat yâ Rasûlallah!” diyerek Peygamberimiz’den direkt şefaat isteyip O’na duâ edip yalvarmaktadır. “O’nun (Allah’ın izni olmadan O’nun yanında kimmiş şefaat edecek olan?”[106] Yine, bazı câhil insanlar, duâ ederken: “Yâ Rabbi, Yâ Rasûlallah!” diye nidâ etmektedir. Dolayısıyla hem Allah'a, hem de Allah’ın Rasûlüne duâ ediyor. Bunun sebebi, çoğunlukla “Rasûlullah” kelimesinin anlamını bile bilmemek olmalıdır. İkinci sebep ise, Rasûlullah’ın ölümsüz olduğu, herkesi görüp gözeterek ümmetinin yardımına her an koştuğu inancı olabilir. Hurâfe ve şirk inancı, insanlara Peygamber’in ölümsüz olduğunun yanında, evliyâların, Hızır’ın, Mehdi’nin, Mesih’in ölümsüz olduğunu, fakat bunların gizli yaşadıklarını, herkesin onları görmesinin mümkün olmadığını kabul ettirmiştir. Oysa peygamberlerin ölümlü olduğunu Kur’an bize açıkça ifade etmektedir: “Muhammed ancak bir peygamberdir/elçidir. O’ndan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.”[107] Peygamberimiz’in vefatından sonra, onun ölümüne inanmak istemeyenlere karşı Hz. Ebû Bekir’in cevabı meşhurdur: “Herkes bilsin ki Muhammed (s.a.s.) ölmüştür. Kim, Muhammed’e tapıyorsa O, beşerdi ve öldü. Kim de Allah'a tapıyorsa bilsin ki O, diridir, hayy ve kayyûmdur. Kendisinden başka ilâh olmayan tek Allah’tır.”
“Sizden hiçbiriniz, beni ana babasından, çocuklarından ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe gerçek mü’min olamaz.”[108] İnsanlar içinde en çok, hatta kendi nefsimizden daha fazla Allah rasûlünü sevmek zorundayız. Bu sevgi, “anam babam (ve kendim, senin uğruna) fedâ olsun yâ Rasûlallah!” diyen ashâbın dillendirdiği fedâkârlık boyutlarında da olmalıdır. Ama, Allah için sevmekle, Allah’ı sever gibi sevmek, tevhidle şirk kadar birbirinden apayrı şeylerdir. Peygamberlerini sevmekte aşırıya giderek şirke düşen hıristiyanlar, tanrılaştırdıkları peygamberlerine duâ edip yalvarır, ondan bir şeyler isterken; tevhidî esaslara bağlı olan mü’minler, peygamberleri için Allah'a duâ eder, Allah’ın ona rahmet etmesini isterler; yani salevat getirirler. Birinde kendisinde ilâhî özellik görülerek duâ edilen, Allah'a şirk koşulan bir yanlış sevgi; diğerinde, kendisi için Allah'a duâ edilen, insan olarak büyüklüğüne rağmen, duâya, Allah’ın rahmetine muhtaç kabul edilen bir kul olarak doğru sevgi...
l) Allah ve Rasûlü’nden Geldiği Kesinlikle Sâbit Olan Nasslara, Hükümlere Bir Bütün Olarak Tümüne İnanmamak: Kim Kur’an’ın hükümlerinden birini geçersiz sayıyor veya ona inanmıyorsa o kişi Allah’a ortak koşmuş olur. “...Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası, ancak, dünya hayatında rüsvaylık/rezilliktir. Kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.”[109]
“...Sakın dinlerini parçalayan, fırka fırka olan ve her fırkası, kendi elindekiyle sevinen müşriklerden olmayın.”[110]
m) Kur’an’la, Sünnetle, Dinle, Peygamberle Alay Etmek, Onlara Hakaret Etmek: “Eğer onlara, (niçin alay ettiklerini) sorarsan, elbette, ‘biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk’ derler. De ki: ‘Allah ile, O’nun âyetleriyle ve O’nun peygamberi ile mi alay ediyordunuz? (Boşuna) özür dilemeyin; çünkü siz iman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Sizden (tevbe eden) bir grubu bağışlasak bile, bir gruba da suçlu olduklarından dolayı azâb edeceğiz.”[111]
“O (Allah), Kitap’ta size şöyle indirmiştir ki: ‘Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (başka konuya geçinceye) kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münâfıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.”[112]
n) Allah’tan Başkasına Tevekkül Etmek, Mutlak İtimad ve Güven Duymak: “Mü’min iseniz Allah’a tevekkül ediniz..”[113]
“De ki: ‘Allah’ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isâbet etmez. O bizim mevlâmızdır. Ve mü’minler yalnızca Allah'a tevekkül etmelidirler.”[114]
“Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Hâlbuki onların (o sahte tanrıların, taptıkları putların) kendilerine yardım etmeye asla güçleri yetmez. Bilâkis onlar, bu mâbutlar için yardıma hazır askerlerdir.”[115]
o) Sevgi, Hürmet ve Bağlılık Yönüyle Şirk. Bir İnsanı veya Nesneyi, İdeolojiyi Aşırı Şekilde Severek Putlaştırmak: “(İbrahim onlara) dedi ki: ‘Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet/sevgi uğruna Allah’ı bırakıp birtakım putlar (tanrılar) edindiniz...”[116]
“İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah'a -hâşâ- eşler, ortaklar, benzerler edinirler de onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azâbın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi.”[117]
“Biz insana, anne ve babasına (karşı) ihsânı/güzelliği tavsiye ettik. Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan şeyle Bana ortak koşman için sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda, onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır. Artık yaptıklarınızı size haber vereceğim.”[118]
Ve bir hadis-i şerif: “Ümmetim adına en çok korktuğum şey Allah’a şirk koşmaktır. Ancak benim söylediğim, onların güneşe, aya, putlara tapmaları değildir. Benim korktuğum şirk, Allah dışındaki şeylerin hoşnutluğunu gözeterek ameller yapmak ve gizli şehvettir.”[119]
p) Allah’tan Başkasının da Gaybî Yollarla Fayda ve Zarar Verebileceğine İnanmak: Gaybî yollarla, yani arada hiçbir vâsıta olmadan, mûcizevî bir şekilde yapılan yardıma, böyle bir güce ancak İlâh sahiptir. İlâh ise yalnızca Allah’tır. Allah’tan başka hiçbir varlık hiçbir sûrette gaybî yollarla hiç kimseye fayda da zarar da veremez. Böyle bir güce peygamber de sahip değildir.
“De ki: ‘Ben Allah’ın dilediğinden başka kendime (bile) herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı, ben sadece iman eden bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.”[120]
“De ki: ‘Allah’ı bırakıp da sizin için fayda ve zarara gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Hakkıyla işiten ve bilen yalnız Allah’tır.”[121]
r) Allah’ın Âyetlerinden Yüz Çevirmek: Kur’an’dan, Allah’ın âyetlerinden yüz çevirmek, onları önemsemeden hayatına yön vermek, yaşadığı hayatı Kur’an’a uymayan bir tarzda sürdürmek de şirktir. Çünkü insan ancak Allah’ın âyetlerini yaşadığı sürece Allah'a kulluk eder. Allah’ın âyetlerinden uzak olduğu zaman Allah'a kulluktan da uzaklaşır. Ya hevâsının, heveslerinin kulu olur, ya da uyduğu lider ve büyüklerinin kulu olur.
“Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra sakın seni onlardan alıkoymasınlar. Rabbine yalvar ve sakın müşriklerden olma!”[122]
“Şu hevâ ve hevesini kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü?”[123]
“Âyetlerimiz size okunmadı mı? Fakat siz, büyüklük tasladınız ve suçlu bir kavim oldunuz.”[124]
“...Âyetlerimizi tanımayıp yalanlayanlar ise, işte onlar cehennem ateşinin dostlarıdır ve orada ebedî kalacaklardır.”[125]
s) İtaat ve İttibâ Yoluyla Şirk. Tâğutların Hükmünü Allah’ın Hükmüne Tercih Etmek, İslâm’ın Yaşanıp Kur’an’ın Hâkim Olmasını İstememek, Rasûlullah’ın Örnek ve Önder Olduğunu Kabullenmemek: “Yoksa onların birtakım şirk koştukları ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir şeriat/dinî kural kıldılar).”[126]
“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.”[127]
t) Kötülüğü Hoş Karşılayıp Yayılmasına Seyirci Kalmak, Kötülüğü Emretmek: “Münâfık erkekler ve münâfık kadınlar (sizden değil), birbirlerindendir. Onlar kötülüğü emreder, iyilikten alıkor ve cimrilik ederler. Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu (Onları terketti, hidâyet ve yardımını kesti)! Çünkü münâfıklar fâsıkların ta kendileridir!”[128]
u) Korku Yönüyle Şirk: “Allah dedi ki: ‘İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek bir ilâhtır. Öyleyse Benden, yalnızca Benden korkun.’ Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Din de (itaat ve kulluk da) sürekli olarak O’nundur. Böyleyken Allah’tan başkasından mı korkup sakınıyorsunuz?”[129]; “Allah, kuluna yeterli değil mi? Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur.”[130]
“İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını (veya, sizi kendi dostlarından) korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, Benden korkun.”[131]
Müşrikler, taptıkları şeylerin kendilerine zarar verebileceğini düşünerek, onlara kulluk edebilirler. Hz. Hûd (a.s.)’a onlar şöyle diyorlardı: “Tanrılarımızdan biri seni çarpmıştır’ demekten başka bir şey söylemeyiz.”[132] Buradaki “çarpmak”, daha ziyade “deli etmek” ve benzeri şekilde zarar vermekle izah edilmiştir.
ü) Cibt ve Tâğuta da İnanmak: Cibt: Asılsız ve bâtıl olan hurâfeler, Allah'tan başka kulluk edilen her şey, put vb. şeylerdir. Cibt; büyücülük, müneccimlik, gaybdan/gelecekten haber verme, kehânet gibi şeylere denir. Tâğut ise: Allah'ın çizdiği sınırları aşan, sapmış, azgın kimseler; Allah'ın hükmüne alternatif olma iddiasındaki anlayış, düzen, sembol, put veya şahıslardır. Bunlar, Allah'ın Kitabında olmayan hususları ve Kitab'a aykırı olan hükümleri ve kanunları insanlara Allah'ın kanunları gibi sunarlar. Câhil kimseler de bunlara aldanıp inanırlar. Böylece imanlarını boşa çıkarırlar. "Kitaptan bir nasip verilenleri görmüyor musun? Cibt ve tâğuta (putlara ve bâtıl tanrılara) iman ediyorlar. Sonra da kâfirler için 'bunlar, Allah'a iman edenlerden daha doğru yoldadır' diyorlar. İşte bunlar, Allah'ın lânetledikleridir. Allah'ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın."[133]; "Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini iddia edenleri görmedin mi? Tâğutun önünde mahkemeleşmek, onların hükümlerini uygulamak istiyorlar. Oysa onu tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan onları uzak bir sapıklığa düşürmek istiyor."[134]
v) Tasarruf ve Hulûl Yoluyla Şirk,
y) Kur’an’ın Zâhirî Mânâsına Ters Düşen Bâtınî Anlamlarının Olduğunu, Bunları da Ancak İlham Aracılığıyla Az Sayıda İnsanların Bilebileceğini İddia Etmek,
z) Tevhid Ehli Bir Mü’mini Haksız Yere Tekfir Edip Katlini Helâl Saymak.
İnsanın inanç, düşünce ve davranışları yönüyle şirki üçe ayırmak mümkündür: İtikad şirki, ibâdet şirki ve ittibâ şirki. İtikad ve ibâdet şirki kısmen bilindiği halde, ittibâ şirki nedense hemen hiç gündeme getirilmez. Aslında, bırakın câhilî eğitim kurumlarını, câmilerde bile (istisnâlar dışında) tevhidden, şirkten pek bahsedildiği olmaz. Olursa bile yasak savma bâbından ve fincancı katırları ürkütmemeye özen göstermek adına hakla bâtıl karıştırılarak veya hak ketmedilerek... Abdesti bozan şeylerin üzerinde durduğu kadar “Müslümanım” diyenler tevhidi bozan konulara önem vermez. Hâlbuki insanların kurtuluşunun yolu, Kur’an kavramlarının tashihi, boşaltılan içlerinin yeniden Kur’anî değerlendirmelerle doldurulmasıdır. Özellikle de lâ ilâhe illâllah kavramının, yani tevhid ve şirk gibi temel kavramların düzeltilmesi gerçekleşmeden dünyamızın da âhiretimizin de kurtulması mümkün değildir.
Bütün şikâyet edilen olumsuzluklar, bu kavramların düzeltilmesine ve sağlam şekilde yaşanmasına bağlıdır. Filistin topraklarında siyonist yahûdiler başta olmak üzere, İslâm topraklarını işgal eden zâlim kâfirler silâhtan korkmuyor, zaten müslümanın elindeki silâhın pek korkutmaya yetecek önemi de yok. Ama onlar, eliyle (veya buna gücü yetmiyorsa) diliyle, kalemiyle kendilerini taşlayan mü’minin akîdesinden çekiniyor, korkuyor. Tevhid eri Allah’ın askerini, ölümden korkmayan canlı şehidi korkutup yıldıracak hiçbir silâhın mevcut olmadığı gibi; tevhid bilincine sahip insan da imanı oranında kâfirlerin korkulu rüyası olmaktadır.
Islah çalışmaları, ülkeyi kalkındırma planları en azından iki yüz senedir uygulanan Batılı tarzdaki yaklaşımlarla iflas etmiştir. Şirk düzeninin ıslah edilmesi mümkün de değildir, doğru da olmaz. “Zulmedenler, hangi inkılâpla devrilip döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.”[135] Çözüm, câhiliyye düzenini devirip yerine saâdet asrının anlayışını yerleştirmektir. Aynen Peygamber’in yaptığı gibi. İnsanları sahih akîdeye, tevhidî bilince, Kur’ânî eğitime, inkılâbî çizgiye yönlendirmedikçe uğraş ve gayretler, delik kabı suyla doldurmaya benzeyecektir. Siz ne kadar (sadece fazilet, ahlâk ve benzeri özellikleri teşvik ederek) delik kabı doldurursanız, o, kısa zaman içinde boşalacaktır.
Tevhid, İslâm’ın birinci ve en büyük esasıdır. Kur’an’ın en fazla önem verdiği konudur. Mekke’de inen âyetlerin hemen hepsi tevhide vurgu yapan âyetlerdir. Medine’de inen âyetler de, çoğunlukla tevhide atıfta bulunur, onu kökleştirmeye çalışır. Ahkâm âyetlerinin ekserisi “Ey iman edenler...” diye tevhide işaretle, o temeli güçlendirmek ve üstüne bina dikmek için alt yapıya dikkat çeker. Tevhid, bir zaman konuşulup birazcık üstünde durularak başka söze geçilecek bir konu değildir. Hemen her konu buna dayanmalı, müslümanın hayatından hiçbir zaman geri planlara atılmamalı, bu konu hiç bitmemelidir. “Ey iman edenler, iman edin! (imanınıza devam edin, yeniden ve kâmil anlamda iman edin, imanınızı yenileyin, güçlendirin, imanda sebat edin).”[136]
“Lâ ilâhe illâllah” hükmü, beşerî hayatta süreklidir. Sadece kâfirler inanmak için, müşrikler inançlarını düzeltmek için çağrılmaz ona. Mü’minler de ona çağrılır ve onlara sık sık hatırlatılır. Kalplerinde canlı ve sâbit kalması, hayatlarında etkili olması, gereklerini ihmal etmemeleri için “Ey iman edenler, iman edin!” diye uyarılır. Kur’an, insanın hayat programını çizen bir kitap olduğu için tevhide karşı bu önemi ve titizliği gösterir. Allah, tek yaratıcı, yegâne hâkim ve yönetici, rızık verici... olduğundan yalnız O’na ibâdet edilmeli, başkası O’na ortak koşulmamalıdır: Bu, Allah’ın kulları üzerindeki en büyük hakkıdır. Allah, kullarının ibâdetine muhtaç değildir, ama insan ibâdete/kulluğa muhtaçtır ve her an mutlaka ibâdet halindedir; ya Allah'a veya Allah’ın dışındakilere. İnsan, imanla küfür arasında, sahte ilâhlarla gerçek İlâh arasında bir tercih yapmalıdır. Âdemoğlu, hem Allah'a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz.[137] “Tâğuta kulluk/ibâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle Allah'a yönelenlere müjdeler! Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele!”[138] Bunun için insan daima “Lâ ilâhe illâllah”a muhtaçtır.
Bütün peygamberler, kavimlerine bu sözü tebliğ ediyor, “yalnız Allah'a kulluk edin, O’ndan başka ilâhınız yoktur” diyerek insanları tevhide dâvet ediyorlardı. Peygamberimiz (s.a.s.) de kavmini bu esasa çağırıyordu. Amcası Ebû Tâlib’e “Onu söyle, onunla Allah’ın yanında sana şefaatçi olmam için bir cümle: Lâ ilâhe illâllah...” diyordu. Câhilî tavır, eski peygamberlerin kavimlerinden itibaren bu cümleyi kabullenmiyor, bu dâveti reddediyordu. Niçin? Sadece bir cümle için mi, yoksa o cümlenin anlam ve gerekleri için mi? Çağrıldıkları hayatla, yaşadıkları hayat arasında bir uçurum vardı.
Dâvete karşı çıkışlarının çeşitli şekilleri ve çeşitli sebepleri vardı: Vahy olayını, yeniden dirilmeyi, hesap ve cezayı yalanlıyorlardı. İlâhın tek bir ilâh olmasını, babalarının yolundan ayrılmayı, Kitab’a uymayı, Allah’ın hudûdunu kabul etmiyorlardı. Bir de ahlâkî çıkmazları vardı: İçki, kumar, zina, zulüm... Ama bunların temeli itikad ve itaat idi; inanç, düşünce, helâl ve haram ve ahlâkı içeren kapsamıyla Allah’tan bir din kabulünü benimsemedikleri gibi böyle bir dinin bağlayıcılığını da kabul etmiyorlardı.
Kur’an’ın önemle vurguladığı, bütün sorunları içeren iki baş sorun vardı: İbâdetin tek olan Allah'a yapılması ve helâl-haramda Allah’ın indirdiğine uyulması. Şirk, inançta Allah’tan başka ilâhların varlığına inanma, amelde ve ibâdette Allah’tan başkasına yönelme ve Allah’tan başkasının Allah'a rağmen hüküm koyması, helâl haram tayin etmesidir. İşte bunun için müşrik Araplar, kelime-i tevhidi kabul etmediler, onu söylemeye yanaşmadılar.
Yığınlar tutucudur; alıştıkları çok sayıdaki ilâhları, atalarının yolunu bırakmayı kolay kabullenmezler. Elleriyle tutabildikleri, duyu organlarıyla algıladıkları eşyaya bağlıdırlar. Mele’ (ileri gelenler, müstekbirler, tâğutlar) ise, onların ilâhlara bağlılığı gerçekçi değil; sahtedir, şeklîdir. Mevcut sahte ilâhları savunmaları, onların adıyla halk kitlesini sömürmelerinden kaynaklanır.
Bu zâlimlere göre, gerçek sorun hâkimiyet sorunudur. Onlar mı, yoksa şeriatının uygulanması yoluyla Allah mı? Bütün câhiyyelerdeki müstekbirleri tevhid çağrısıyla savaşa iten gerçek sorun budur. Hakları olmayan egemenliğin ve otoritenin ellerinden çıkıp sömürünün ortadan kalkması onların işine gelmez. Hâlbuki otorite, hüküm; tek yaratıcı, rızık verici... Allah'a aittir. “...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!”[139]; “...Hüküm/egemenlik sadece Allah’a aittir.”[140]; “Hiç yaratan, yaratmayan gibi midir? Hiç düşünmüyor musunuz?”[141]; “Allah’tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı mı var? O’ndan başka ilâh yoktur. O halde, nasıl oluyor da (tevhidden) çevriliyorsunuz (imanı istemeyip küfre dönüyorsunuz)?”[142]
Buna rağmen, toplumun üst tabakası açık veya gizli diktatörlükle yığınlar üzerindeki otoriteleri neticesinde hevâlarına, süflî arzu ve heveslerine hizmeti kaybetmek istemezler. Aslan payının ellerinden çıkmasına tepkiyi arkasına gizlendikleri, aslında kendilerinin de inanmadığı sahte putların gölgesine sığınarak, güya onlar adına sürdürürler. Yönetimi ve rantı elinde bulunduranlar, bundan dolayı, koltuklarına alternatiflerden, makamlarına aday olanlardan daha çok, tevhid çağrısından çekinirler. Bütün güçlerini tevhidle savaşa hazırlarlar. Yığınları kandırır, korkutur, tevhidi savunanları karalar, onlara komplo kurar ve halkı onlara karşı kışkırtırlar. “Firavun dedi ki: ‘Bırakın, Mûsâ’yı öldüreyim de, o Rabbine duâ etsin, yalvarsın (bakalım O Mûsâ’yı kurtaracak mı?). Çünkü ben, onun dininizi değiştireceğinden, yahut yeryüzünde bir fesat/bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum.”[143]
Mekke’deki olay da aynıydı. Mele’, Kureyş’ti orada. Düşmanlık ve savaş, onlarla Rasûlullah arasında değil; onlarla dâvet, tevhid arasındaydı. Kendilerine karışmayacak “el-emîn” Muhammed (s.a.s.)’den şikâyetçi değillerdi. Onun için, dâvetten vazgeçmesi halinde mal, mülk, dünya varlığı, hatta yöneticilik teklif ve takdim ediliyordu. Dâvete düşmanlık, ister istemez onlarla dâvetin temsilcisi arasında bir savaşa dönüşüyordu. Putlar yalnız değildi rablik anlayışında. Şirk de tek çeşit değildi: Kabile, tapınılan bir rabdi, baba ve dedelerin örfü, kamuoyu tapınılan bir rabdi. Kureyş ve diğer büyük kabileler, Araplara dediğini yaptıran ve dilediğini haram yapan rablerdi.
Ve bazıları iman etti; Örnek nesil, ashâb denilen altın nesil. Lâ ilâhe illâllah nasıl yer ediyordu onların hayatında? Ondan ne anlıyorlardı? Sadece kalple tasdikten, dille ikrardan mı ibaretti onların hayatında? Mü’minlerin nefisleri (her şeyleri) tevhidle değişince, şirkin pis renklerinden aklanınca onlarda çok büyük değişme/inkılâb oldu. Sanki yeniden doğmuşlardı... İnsanlık açısından, bir insanın bir şeye inanması, ardından da bütün tavırlarının inandığının tersi veya muhâlifi olması normal midir, mümkün müdür? Zehirli bir yılanın öldürücü olduğuna inanan ve ölmek de istemeyen bir insanın, elini yılanın ağzına hiç tedbir almadan sokması düşünülebilir mi? Ateşin yakıcı olduğuna inanan kimsenin elini ve tüm vücudunu ateşe atması?! Peki, gerçekten Allah'a iman eden tevhid eri bir mü’minin Allah'a itaat etmemesi, O’nu tek mâbud, tek rızık verici, tek otorite... kabul ettiğini davranışlarında göstermemesi nasıl olur?!
İman iddiası, itaat ile isbat edilmeden insanı kurtaramaz.
Bu konuda Kur’an’dan açık hükümleri görelim: Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.”[144] Adiy: “Ya Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir.”[145]
“Rabbinizdan size indirilen Kitab’a uyun. O’ndan başka dostlar edinerek onlara uymayın.”[146]
“Yoksa, Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak ortakları mı vardır?”[147]
“Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a aittir.”[148]
“...Doğrusu, şeytanlar, sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz siz müşrik olursunuz.”[149]
“Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni (Hz. Muhammed’i) hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”[150]
“(Münâfıklar,) ‘Allah’a ve Rasûlüne inandık ve itaat ettik’ diyorlar. Sonra onlardan bir grup, bunun ardından dönüyor. Bunlar mü’min değillerdir. Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman, hemen onlardan bir grup yüz çevirir.”[151]
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.”[152]
“Yoksa câhiliyye hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren (hüküm koyan) kim olabilir?”[153]
“Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir?”[154]
“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ülü’l-emre. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve âhirete gerçekten iman ediyorsanız, onu Allah’a ve Rasûlüne götürün (onların tâlimâtına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.”[155]
“Allah ve Rasûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık iman etmiş bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.”[156]
“...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!”[157]
“İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.”[158]
“...Hüküm/egemenlik sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”[159]
Allah’a ve Rasûlüne itaat, ebedî cennete götürdüğü gibi, Allah’a ve Rasûlüne itaatsizlik/isyan da kişiyi ebedî cehenneme ulaştırır: “Bunlar Allah’ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah’a ve Peygamberine karşı isyan eder ve O’nun sınırlarını aşarsa Allah onu devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.”[160]
“Sana ganimetleri soruyorlar. De ki: ‘Ganimetler Allah ve Peygamber’e aittir. O halde siz (gerçek) mü’minler iseniz Allah’tan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin.”[161]
“Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.”[162]
“(Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: ‘Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.”[163]
Ve bir hadis-i şerif: “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.”[164]
Hüküm koyma (teşrî), “Lâ ilâhe illâllah”la direkt ve sağlam bir şekilde irtibatlıdır. Bu bağ da, hiçbir durumda kopmaz. “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kâfirlerdir.”[165] âyetinde fukahâ, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen kimse, bunu helâl saymadıkça tekfir edilmez, eğer helâl saymıyorsa, dinden çıkarmayan küfür (küfrün gerisinde bir küfür, yani büyük günah) demişlerdir. Taraflardan birinden rüşvet aldığından, önündeki meselede Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm veren hâkim de bu yaptığıyla tekfir edilmez. Allah’ın gazabına uğramış bir günahkârdır. İctihad edip önündeki konuda yanılan ve Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermiş olan biri (müctehid) ise günahkâr da değildir. Bilâkis niyeti ihlâslı oldukça ictihadına ecir de vardır. Ve sayılan diğer fıkhî hususlar...
Evet, lâkin bunların hiçbiri, Allah’ın indirdiği dışında bir şeyi teşrî ile ilgili değildir. Önündeki bir konuda, helâl saymamak şartıyla, fıkıh kitaplarında belirtilen herhangi bir nedenle Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermek başka, Allah’tan ayrı olarak teşrî/hüküm koyma başka bir şeydir. Birinci durumda Allah’ın dinini kaynak olarak kabuldeki itiraf (uygulamadaki farklılığa rağmen) bozulmuyor. İkinci durumda, kendi yanından Allah’ın dinine muhâlif haramlar helâllar koyuyor. Ardından açıkça veya lisan-ı haliyle: “Allah’ın dinini değil; benim hükmümü/kurallarımı uygulayın, çünkü bu, ona denktir veya bu, Allah’ın kanunundan daha üstündür, kıymetlidir” diyor. İslâm tarihinde akaid ve fıkıh âlimleri, bunun dinden çıkaran bir şirk ve küfür olduğunda ihtilâf etmemiştir. Yine, akaid ve fıkıh âlimlerinin tarihten bu yana hiç ihtilâf etmeden şirk ve küfür olduğunu kabul ettikleri bir mesele de şudur: Bilmesine rağmen ve kendi irâdesiyle Allah’ın dini dışında bir teşrîe (hüküm koymaya) râzı olmak. İkrâh bunun dışındadır;[166] çünkü ikrahta rızâ yoktur.
Şirkin ve zulmün hâkimiyeti ve egemen tâğutî güçlerin de etkisiyle insanların İslâm’dan kopukluğu arttı. Artık, kendisinin müslüman olduğunu da söyleyen nice insan, açıkça şirk olan inançlara sahip olmaya, şirk ideolojilerini kabullenmeye, elfâz-ı küfrü dilleriyle ulu orta söylemeye başladı. Allah’ın hükmüne uymak, İslâm’a teslim olmak, her konuda helâl ve haramlara dikkat etmek, Allah’ın sınırlarına riâyet etmek gibi değerler, müslüman olduğunu iddia eden nice insanın gündeminden çıktı. Bütün bunlar ve sayılması uzun sürecek şirk unsurlarına rağmen, insanlara, sadece dilleriyle “lâ ilâhe illâllah” deyince müslüman olacakları, İslâm’ı hiç yaşamasa da insanın küfre düşmeyeceği ısrarla söyleniyordu. Müstekbir oburların önüne konulmuş çanaktaki yem gibi oldu bu kelimeyi sadece diliyle söyleyenler.[167]
Tarihten bu yana, tevhîdî muhtevânın soyulmasının bazı etkenleri, sebepleri vardır. Tekliflerden kaçınma, uyarının (emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker) yetersizliği, aşırı bolluk (lüks ve rahata meyil, yani dünyevîleşme), siyasî istibdat ve mürcie düşüncesi, israfa ve dünyevîliğe pasif tepki şeklinde ortaya çıkan, zulümle mücâdele ve toplumsal tavır yerine kabuğuna çekilme anlayışının oluşturduğu mistisizm... bu etkenlerin başında gelir.
İman ve tevhid fıtrattandır. Fert olarak insan, doğuştan fıtrat üzere (imana ve tevhide müsait şekilde) doğduğu gibi, ilk din de (câhiliye eğitiminde kasıtlı olarak tersi söylenmesine rağmen) tevhid dinidir; ilk insan, tevhidî mesaja sahip bir peygamberdir. Şirk, hastalıktır, bünyeye sonradan giren bir mikroptur, bir ârızâdır, bir anormalliktir. Şirk, öncelikle kalbin hastalığıdır, müşrikler de ölümcül hastadırlar,[168] onların duyu organları da ârızâlı ve görev yapamaz durumdadır.[169] Onlar, akıllarını da kullanmayan hayvandan aşağı insan müsveddeleri,[170] birer pisliktirler.[171] Bir küçük kibrit çöpü koca ormanı yakıp mahvettiği gibi, şirk de amelleri mahveder. Bir kanser mikrobunu veya yanan kibrit çöpünü önemsiz, tehlikesiz görüp bunların zararlarına duyarsız kalmak, hiç akılla bağdaşır mı? Şirk, kaos ve düzensizliktir. Şirkin olduğu yerde, kargaşa, fesat, kavga, anarşi, düzensizlik ve huzursuzluk vardır. “Eğer yerde ve gökte, Allah’tan başka ilâhlar/tanrılar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı), kesinlikle bozulup gitmişti.”[172] Kâinatta nizam ve âhenk olduğuna göre, tevhidî özellik vardır.
Güneşler, gezegenler ve büyük yıldızlar gibi makro âlemden atom ve hücrenin iç yapılarına kadar mikro âleme, bitkiler âleminden hayvanlar âlemine kadar tüm evrende tevhidin eseri gözükmektedir. Yeryüzünün halifesi olarak yaratılan insanın tevhidden yüzçevirmesi, çevresiyle uyumsuzluğa sebep olduğu gibi, halifelik misyonu açısından da bir ihânettir. Hayatlarını din ve dünya diye ayıran, Sezar ve Tanrı diye iki ilâh kabul eden, devletine dini karıştırmak istemeyen, laiklik gibi çok tanrılı anlayışa sahip olan, Kur’an tâbiriyle dinlerini parçalayan müşriklerin kendileri de parça parça, grup gruptur ve her grup, kendi yanındakiyle övünür durur.[173] Şirkin bu çirkin tablosu yanında; Tevhid ile vahdet kelimeleri aynı kökten gelir. Biri, “birlemek”, diğeri “birlik” veya “birleşmek” demektir. Tevhide inanan her ırktan, her yapıdan insan “ümmet” bilincine sahip olacak, birbirlerini ancak kardeş kabul edecektir.[174] Aynı Allah'a gerçekten iman edenler, yekvücut olacaklar, aynı nizamın parçasını oluşturacaklar, güç ve imkân birliği oluşturacaklardır.
Şirkin sayısız zararlarını ana başlıklar halinde şöyle özetleyip sayabiliriz:
Şirk, fıtrattaki nuru söndürür.
Arınmış nefsi yok eder.
İzzeti öldürüp yerine zilleti, köleliği getirir. İnsanlık için bir hakarettir.
Vahdeti, insanların birliğini parçalar.
Amelleri boşa çıkarır.
İnsanın ebediyyen cehennemde kalmasına sebep olur.
Şirk, bütün hurâfelerin yuvasıdır.
Büyük bir zulümdür.
Şirk, bütün yanlış korkuların, fobilerin kaynağıdır.
İnsan dinamizmini hareketsiz bırakır.
Şirk, Allah’ın asla affetmediği bir günahtır. Bütün zararlarından daha önemli olan, şirkin insanı ebedî cehennemlik yapmasıdır. Allah, şirk inancı ile âhirete gelenleri asla affetmeyecektir.
"Sana da, senden öncekilere de vahyolunmuştur ki 'eğer şirk koşarsan, şüphesiz bütün amellerin boşa gider ve hüsrâna uğrayanlardan olursun."[175]
"Allah, kendisine şirk/ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah'a şirk koşan kimse büyük bir günah ile (Allah’a) iftira etmiş olur. Kim Allah'a şirk/eş koşarsa büsbütün sapıtmıştır."[176]
Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlanageldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücâdeleden ibarettir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas tevhiddir. Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulması konusudur.
Kendi nefsinin hevâsını ilâhlaştıran ve Allah’a değil de kendisine tapan ve tapılmasını isteyenler; başkalarının haklarına el uzatmanın, yalnız Allah’a ibâdet edildiği ve sadece O’na uyulduğu sürece mümkün olmadığını bilirler. Çünkü, Allah’ın dini adâleti emreder ve bütün insanları eşit olarak görür. Faziletler doğuştan değil; sonradan kazanılan iman, takvâ, cihad ve ilim sâyesindedir. Şirk ise nefsinin hevâsını ilâh edinenlerin, insanları kendilerine kul etmeleri ve sömürmeleri üzerine kuruludur. Bu yüzden tâğutlar, kendi nefislerinin arzularını ilâhlaştırmak için, ilkelerini kendilerinin tesbit ettikleri ve başkalarının haklarını gasb üzere kurulu şirk düzenini isterler. Tâğutlar, ortaya attıkları ilâhlara insanları taptırarak, aslında kendilerine taptırır, kulluk ettirirler. Şirk, insanların insanlara kulluk ettiği düzenin adıdır.
Müşrikler, bazı şeyleri ilâh haline getirdikten sonra bazıları doğrudan o ilâhlara tanrı diye, bazıları da ‘bizi Allah’a götürecekler’ diye tapınmaya başladılar. Hâlbuki Allah (c.c.) bütün insanlara, “sizi Ben yarattım ve rızkınızı da Ben veriyorum. Öyleyse ibâdeti yalnızca Bana yapın”[177] diye buyurmaktadır. Şirk dini üzerinde olanlar, hem Allah’ın dışında birtakım ilâhlara ibâdet ederler, hem de o ilâhlar adına kurallar (şeriatler) uydurup onu din haline getirirler. Allah ise onların bu tutumunu kesin bir şekilde kınamakta ve reddetmektedir.[178] Allah’a başka şeyleri ‘şerik-ortak’ koşanlar, aslında gerçek anlamda bir ilâh bulmuş ve gerçekten ona ibâdet ediyor değildir. Onların bu yaptığı bir ‘zan’ (sanı)dır, bir avunmadır.[179] Yarın hesap günü şefaatçi olacakları zannedilen bütün ‘şerikler-ortaklar’ müşriklerin yanında olmayacaklar, onlara yardım edemeyeceklerdir.[180]
Kur'an, imanı sadece olumlu alanlar için kullanmaz. Gönülden benimseme ve tasdik etmenin, yani imanın, olumsuz görünümlerinin bulunabileceğine de dikkatimizi çeker. İman, Allah'ın inanılmasını istediği şeylere olursa doğru; hakkında Allah'ın hiçbir delil indirmediği şeylere olursa bâtıl olur.
"De ki: ‘Benimle sizin aranızda şâhit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde ne varsa bilir.’ Bâtıla iman eden ve Allah'ı inkâr edenler var ya, işte ziyana uğrayacaklar onlardır."[181]
"Tek Allah'a ibâdete çağrıldığı, duâ edildiği zaman küfrederdiniz. O'na şirk koşulunca (buna) iman ederdiniz. Artık hüküm, yüceler yücesi Allah'ındır."[182]
"Onların çoğu, ancak şirk koşarak Allah'a iman ederler."[183]
“Kendilerine Kitap’tan nasip verilenleri görmedin mi? Putlara ve tâğuta (sahte tanrılara ve Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen yöneticilere) iman ediyorlar…”[184]
Bu âyetlerden anlaşılıyor ki, mutlak anlamda aldığımızda inkâr da bir imandır. İnkâr, imansızlığa imandır. Ateizm de bir imandır; Allah’ı reddetmeye inanmak. Yani, her imanda bir inkâr, her inkârda bir iman vardır. Mü'min de Allah'a iman etmiş olmak için, hatta imandan önce, bazı şeyleri inkâr etmesi, “küfür” etmesi gerekir. Küfredip reddetmesi gerekenlerin başında tâğut gelir.[185] İnsanı kurtaracak, sağlam kulp; tâğutların olumlu, hayırlı hiçbir işi, ameli ve sözü olduğunu kabul etmemek; eğer varsa bile, bunları örtüp inkâr etmekle (küfr etmekle) mümkün olur.[186] Doğru iman, Kur'an'ın gösterdiği imandır. Bu iman, insanlara Allah'tan başka ilâh olmadığını, Allah'ın âlemlerin Rabbi olduğunu, Allah'tan başkasına duâ ve kulluk edilmemesi gerektiğini öğretir. Doğru/hak imanın zıddı, bâtıla imandır, yani şirk. Şirk, doğru olduğunu isbatlamak için Allah'ın, hakkında delil/âyet indirmemiş olmasına rağmen; insanların uydurdukları bâtıl inançlardır. "Allah'tan başka kulluk ettiğiniz şeyler, sizin ve atalarınızın uydurduğu putlardan başka bir şey değildir. Allah, onların doğru olduğuna dair bir delil indirmemiştir. Hükmetmek, yalnızca Allah'a aittir. O'ndan başkasına değil!"[187]
İslâm, “lâ (hayır!)” ile başlar. “Lâ ilâhe illâllah” demeyen insan müslüman kabul edilmez. Tarihsel ve güncel ilâh yerine konulan her türlü sahte tanrıları, güç odaklarını, otorite anlayışını, yani tâğutları reddetmeden müslümanlık olmaz.[188] Bugün İslâm dışı düzenler, yönlendirdiği Diyanet teşkilatı, medya, eğitim, toplum ve ahlâk anlayışıyla “lâ”sı olmayan bir din(!) anlayışını Müslümanlık adıyla dayatmaktadır. Reddedecek, tavır alacak, savaşacak bir düşmanı olmamak; her şeyle ve gayri müslim herkesle diyalog içinde kardeş-kardeş, barış içinde yaşamak… Kendisine ve her şeyden önce dinine kast eden bunca zâlime karşı nasıl olacaksa bu!... Aslında Amerika’nın empoze ettiği, laiklik ve Kemalizmle uzlaşan bu “lâ”sız dinle istenen şey belli: Müslümanın iğdiş edilmesi, cihadsız ve onursuz, edilgen ve ılımlı bir Müslüman tip oluşturulması, işgalcilere karşı direnç ve tavır gösteremeyecek şekilde pasifize edilmesi, emperyalist zâlimlere kul ve köle edilmesi…
Kur'an, imanlarını zulümle (şirkle) lekeleyenler için kurtuluş kapısını kapatmıştır. "İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte emn (güven) onlarındır. Ve onlar hidâyeti (doğru yolu) bulanlardır."[189] Kur'an, imandan sonra küfre sapanlara karşı çok sert ve şiddetli bir tavır takınmaktadır. Kur'an, bu olaya tebdîl veya irtidat demektedir. Tebdîl, imanı küfürle değiştirmek; irtidat ise, İslâm dininden çıkmak, geriye dönmek demektir. Tebdîl ve irtidat Kur'an'a göre en iğrenç ve onur kırıcı hastalığın adlarıdır.[190]
Allah Teâlâ’nın Birliği ve Şirk
Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ’nın varlığını belirten birçok âyet-i kerime olmakla beraber, O’nun birliğinden bahseden âyetler, varlığını ifade eden âyetlerden daha çoktur. Allah Teâlâ’nın birliğinden bahseden ve çoğu Mekke’de inen âyetler, şirki reddedip tevhidi emreder. Bu âyetlerin bir kısmı Allah Teâlâ’nın ilâhlık vasfına yakışmayan; yaratılmışlık, âcizlik ve eksiklik ifade eden özelikleri reddetmek sûretiyle O’nu tenzih eder. Bir kısmı da O’nun kâinatın yaratıcısı, nimet vericisi, tek sahibi ve hâkimi olduğunu belirtir.
Meselâ; Kur’an’da “Allah kendine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan da gerçekten büyük bir günah işlemiştir.”[191] buyurularak şirk reddedilirken; diğer bir sûrede: “De ki: O Allah birdir. Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır. Kendisi baba değildir ve doğurulmamıştır (oğul da değildir).”[192] buyurularak tevhid en özlü biçimde vurgulanmaktadır.
Ebû Cehil gibi en azılı müşrikler, hatta şeytan bile Allah’ı inkâr edememiş, O’nu yaratıcı, tabiata hükmedici olarak kabul etmeye kendilerini mecbur hissetmişlerdi. Ama, Allah’a sadece inanmak yeterli değildir. O’na hiçbir şeyi, hiçbir şekilde şirk koşmamak şarttır.
İnsanlar tarih boyunca Allah’ın varlığını doğrudan inkâr yerine ya müşrikler gibi O’na ortak koşarak şirke düşmüşler, ya da laiklik anlayışıyla O’nun bazı sıfat ve fiillerini inkâr ederek küfre düşmüşlerdir. Bu iki inkâr, iki şirk çeşidi arasındaki benzerlik ve farkları şöyle ifade etmek mümkündür:
Müşrikler Allah’ın varlığını, yaratıcılığını, rızık vericiliğini kabul ettikleri halde, vahdâniyetini inkâr ediyorlar, O’na putları ortak koşuyorlardı. Laiklik ise, Allah’ın rabbâniyetini inkâr ederek O’nu dünya hayatına, insanın gündelik yaşamına, toplumların yönetimi demeye gelen siyâsete karıştırmak istememektir. Özetle, klasik şirk vahdâniyeti; laiklik şirki rabbâniyeti inkâr etmektir.
Şirk, Allah’ın zatında O’na ortaklar koşmakken; laiklik de Allah’ın sıfatlarında O’na ortaklar koşmak ve O’nun olan teşrî, terbiye etme, hüküm koyma yetkilerini yaratandan alıp yaratılanlara devretmektir. Şirkle laikliğin bu uygulamaları neticede aynı kapıya çıkıyordu: Hevâ ve heveslere uygun bir hayat sürmek; canları çekince çiğnedikleri, ya da değiştirdikleri, kurallarını kendilerinin belirlediği bir hayat... Şirk de laiklik gibi hakkı ikiye paylaştırıp Allah’ın hakkını Allah’a, “Sezar”ları olan tâğutlarının hakkını da putlarına vermektir.
“Allah’ın birliği” konusu, Akaid’in temel ve en önemli konusudur. Akaid ilmine bu yüzden Tevhid ilmi de denir. (Tevhid, birlemek, Allah’ı bir kabul etmek demektir. Yani, Allah’ın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde eşsiz olduğunu bilmek ve öylece inanmaktır.) İslâm Dini’ndeki tüm hükümlerin bir noktada Allah’ın birlenmesine (tevhide) dayandığı için, İslâm’a Tevhid dini; müslümanlara da muvahhid denilir.
Günümüzde Allah’ı sözde bir olarak kabul eden nice insanlar, hâkimiyet ve mutlak otorite konusuna gelince Allah’a ortaklar koşmaktadırlar. Allah’a ait bazı vasıfları başkalarına veren, başka şeyleri Allah’ı sever gibi seven, başkasından Allah’tan korkar gibi korkanlar Allah’ı gerçekten birlemiş olmazlar. Allah’ı kanunlarına, idarelerine, işlerine... karıştırmak istemeyenler tevhid eri vasfını kaybedip müşrik vasfını kazanırlar. “Onların çoğu, Allah’a, şirk koşmaksızın iman etmezler.”[193]
Allah’ın varlık ve birliğini kabul etmenin, fert ve toplum hayatının her alanında ortaya çıkması zorunlu olan birtakım sonuçları vardır. Bir olan Allah’a iman etmek: Sadece O’nun hâkimiyetini kabul etmek, mutlak itaat edilecek otorite olarak O’nu tanımak, O’na ve emirlerine boyun eğmektir. Bir olan Allah’a iman; Allah’ın öngördüğü nizama aykırı olan her şeye karşı bir inkılap hareketidir; bir başkaldırıdır. Allah’tan başka ilâhları reddettiğimiz, Allah’ı birlediğimiz yaşantımızın tüm boyutlarında kendini göstermelidir. Allah’a iman, çevreyi etkilemeyen, gayr-i İslâmî vâkıayı kabullenen kuru ve edilgen yahut etkisiz bir iddia olamaz. Bir olan Allah’a iman etmenin zorunlu gereği; Allah’ın nizamını hayatına, düşünce ve inançlarına, ferdî, sosyal, siyasal, ekonomik, ahlâkî ve teabbudî (ibâdetle ilgili) bütün ilişkilerine hâkim kılmaya çalışmaktır.
Şirk Ehli Müşriklerle Mücâdele
"İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; iç yüzlerinin muhasebesi ise Allah'a aittir.”[194]
Şirk ehliyle, müşriklerle mücâdele esastır. Müslüman, zaman ve şartların durumuna göre savaş(a)mıyorsa bile, onlara en azından “Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza ibâdet etmem. Sizin dininiz size; benim dinim bana!”[195] deyip, onları reddettiğini göstermek zorundadır. “Size de, Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylerinize, putlarınıza da yuh olsun! Siz, akıllanmaz mısınız?”[196]
Kur’ân-ı Kerim, inkârcılara bazen kâfir, bazen de müşrik demektedir. Bu onların yaptıkları işlere, takındıkları tavırlara göre verilen bir isimlendirmedir. İnkâr açısından ikisi arasında fazla bir fark bulunmamaktadır. Kur’an, müşrikleri tanıtırken, yalnızca Firavun’a iman edenlerin, Hz. Muhammed’e karşı çıkan Mekkeli müşriklerin değil; hem onların hem de tüm zamanlar boyunca tüm ülkelerdeki bütün müşriklerin özelliklerini tanıtıyor. Şirkin nasıl bir şey olduğunu ortaya koyarak, insanları sakındırıyor.
Kâinatın Rabbi Allah (c.c.) bütün kemal (üstün) sıfatlara sahip, bir ve tek olan, başlangıcı ve sonu olmayan, yaratıklardan hiçbirine benzemeyen, her şeyin sahibi, çok güçlü ve kudretli, emir ve hüküm sahibi olan, istediği şeyi istediği gibi yaratan, varlığı her şeyi kuşatan, yalnızca kendisine ibâdet edilen tek İlâh’tır. Canlıların rızkını O verir. O öldüren ve diriltendir. Mülk O’nundur. O yaratıcıdır (Hâlık) ve O’nun dışında her şey yaratılmıştır (mahlûk).
İşte Allah (c.c.)’a ait bu ve buna benzer sıfatları başkasına veren müşriktir. Evrende olan olayları Allah’ın yarattığını kabul etmeyip, bunların tabiat (doğa) tarafından yaratıldığına inanan müşriktir. Tabiatı veya diğer sebepleri yaratılan değil de, yaratıcı gibi kabul eden müşriktir. Yeryüzünün ve insan irâdesinin dışındaki bütün oluşumlara ait tasarruf Allah’ın elindedir. Müşrikler, bu tasarruf hakkını başkalarına da verirler. Hayatın her alanına İlâhî hükümler koyma yetkisi Allah’ındır. Ancak müşrikler, Allah’ın bu yetkisine saldırarak ya kendileri adına, ya da başka bir insan veya put adına hüküm koyarlar.
İnsanları Allah yaratmıştır. Dolayısıyla onlar Allah’ın kullarıdır. İbâdet yalnızca Allah’a yapılır. Ama müşrikler Allah’tan başkasına da kulluk yaparlar. O’nun dışındaki varlıkları da yücelterek onun önünde sanki o bir ilâhmış gibi saygı duruşunda, kıyamda, rukûda bulunurlar. Kendi hevâ ve hevesleri doğrultusunda insanlar adına, bir ulus ve ideoloji adına hükümler/yasalar koyarlar ve bunlara kalpten bağlanır, Allah’ın hükümlerini bir tarafa atarlar. Bunlar kesinlikle şirktir.
Allah’ın helâl ve haram ölçülerini kabul etmeyip O’nun gönderdiği ilkeleri bir tarafa atarak kendi arzusuna göre helâl ve haram ölçüleri koyanlar; insanların, partilerin, devletlerin veya örgütlerin koyduğu haram ve helâl ölçülerini kabul edenler müşrik olurlar. Bir insanın, bir örgütün, bir ideolojinin görüşlerini, hükümlerini Allah’ın hükümlerinden daha doğru, daha çağdaş, daha iyi bulanlar, Allah’tan başka ilâh tanımış olurlar.[197] Allah’a ait her şeyi görme, her şeyden haberdar olma, mutlak anlamda ilâhî yardımı yapma, tevbe alarak günahları affetme, gözetleme gibi sıfatları varlıklara veya insanlara verenler müşrik olmuşlardır. Söz gelimi, bağlanılan şeyhlerin çok uzak yerlerden öğrencilerini (müridlerini) evlerinin içinde bile gördüğünü, ibâdet veya zikirleri ancak şeyhlerin Allah’a ulaştırabileceğini, şeyhlerin diledikleri yere diledikleri zaman gidebileceklerini, istedikleri zaman kerâmet gösterebileceklerini kabul etmek, şüphesiz ki şirke çok benzemektedir
Ölmüş veya yaşayan kimi insanların ilkelerini mutlak hüküm ve ilke saymak, onların görüşlerini en üstün, hatta Allah’ın âyetlerinden daha yüce saymak, ölünün mezarı başına gidip, ona hesap vermek; şirkin, yani Allah’a ortak koşmanın ta kendisidir. Çünkü Allah’a ait sıfatlar bir ölümlüye veya ölmüşe verilmektedir. Tekrar edelim ki, ister bir başka insan, ister insanın kendi hevâsı, ister bir grup, isterse bir coğrafya olsun; Allah’ın ilâhlığına ait bir özelliği onlarda görmek, onlarda da aynı özelliklerin var olduğuna inanmak şirktir. Bunu yapanlar da müşriktir. “Müslümanım” diyenlerin çok sayıda olduğu ülkelerde bazı adamlar, müslümanlık iddia etmelerine rağmen, Batı dünyasından gelen bütün fikirleri, bütün ölçüleri en üstün sayarlar. Onlara, “bakınız Allahımız şöyle buyuruyor” denildiği zaman, “o din işi”, “o ayrı” bu ayrı derler. Ya da “tamam, doğru; ama…” diye “ama” veya “fakat” kelimesinden sonra o âyeti geçersiz kılacak reel politik gerekçeler bulurlar.
Görüldüğü gibi müşriklik, inkârcılıktan çok, Allah’ın varlığı kabul edildiği halde, Allah’a benzer ilâhlar bulmanın, O’na ait özellikleri başka varlıklara da verip onları da Allah gibi üstün tutmanın adıdır. İslâm’ın mücâdele ettiği en önemli inkâr işte bu şirk anlayışıdır. İslâm geldiği zaman Mekkeliler tanrısız değillerdi. Evreni Allah’ın yarattığını, rızkı O’nun verdiğini kabul ediyorlardı. Ama O’na putları ortak ediyor, başka şeylere kulluk yapıyorlardı.[198] Günümüzde müslümanların sakınması gereken temel tehlike budur.
Kur’ân-ı Kerim, müşriklere ait bazı özel durumlara da dikkat çekmektedir: Şirk en büyük zulümdür,[199] öyleyse müşrikler aynı zamanda zâlimdirler. Müşrikler, gerçek ilme değil; zanna (sanrıya, tahmin ve teorilere) uyarlar. Onlar ilmin, aydınlığın, doğrunun peşinde olduklarını söylerler, ama onların gerçek sandığı şey, Allah katında bir değer ifade etmez. Onlar sıkışınca Allah’a duâ eder, yalvarırlar, ama rahata ve refaha kavuşunca Allah’ın âyetlerinden yüz çevirirler.[200] Putlarını, yani Allah’a eş koştukları şeyleri çok severler, onlara candan bağlıdırlar.[201]
İslâm’ın teklifleri müşriklere çok ağır gelir.[202] Onlar mü’minleri sevmezler, devamlı düşmanlık beslerler. Dünyaya aşırı bağlıdırlar.[203] İslâm’a karşı çıkışları noktasında tutarlı değillerdir. Yaptıkları işler sebebiyle Allah katında suçlu (mücrim) olmuşlardır.[204]
1- Aşağıdakilerden hangisi tevhid inancını bozmaz? Yani insanı şirke düşürmez?
- a) Allah’tan başkasına ibâdet ve itaat etmek.
- b) Allah’tan başkasına duâ ve tevekkül etmek.
- c) Mü’min olduğu halde bazı günahlar işlemek.
- d) İslâm’ı hafife almak, İslâm Diniyle alay etmek.
2- Seçeneklerden hangisi insanı şirke ve küfre düşürmez?
- a) İslâm’daki emir ve yasakların gereksiz olduğuna inanmak.
- b) Tâğutlara gönülden itaat etmek.
- c) İslâm’ın emir ve yasaklarını kabul ettiği halde, bir kısmını yerine getirmemek
- d) Allah’tan başkasına ilâh derecesinde aşırı sevgi, saygı göstermek.
3- Aşağıdakilerden hangisi tevhidi bozan fiillerden değildir?
- a) Allah’tan başkasına helâl ve haram kılma yetkisi vermek.
- b) Allah’a tevekkül etmek.
- c) İbâdeti Allah’tan başkası adına yapmak.
- d) Kur’an’daki hükümlerden bazısının günümüzde geçersiz olduğunu söylemek.
4- Aşağıdakilerden hangisi müşrikler için doğru değildir?
- a) Müşrikler, göklerin ve yerin yaratıcısının Allah olduğuna inanırlar.
- b) Allah’ın ilâhlık vasıflarını başkasına vermezler.
- c) Yeryüzündeki otoriteyi Allah’a ait olarak görmezler.
- d) Hıristiyanlar Hz. İsa’yı Allah’a ortak koşarak şirke düşmüşlerdir.
5- Aşağıdakilerden hangisi şirkin çeşitlerinden değildir?
- a) Allah’ın emir ve yasaklarını kabul ettiği halde, bunların bazısını yapmamak.
- b) Allah’a inanmakla birlikte, Allah’a yaklaştıracağı gayesiyle başka varlıklara tapmak.
- c) Allah’la beraber başka ilâh tanımak.
- d) Kâinattaki her olayın Allah’ın dilemesiyle değil de; kendi kendine olduğuna inanmak.
6- Aşağıdakilerden hangisi müslümanı mürted yapmaz?
- a) İçkinin haram olduğuna inandığı halde içki içmek.
- b) İslâm’ın hükümleriyle alay etmek, hafife almak.
- c) Allah’a itaati bırakıp, gönül rızâsıyla tâğuta itaat etmek.
- d) İslâm’ın hükümlerini değiştirmek.
7- Aşağıdakilerden hangisi tâğut kelimesinin tanımı olamaz?
- a) İnsanları Allah’a isyana dâvet eder.
- b) İnsanları zorla da olsa kendine itaat ettirmeye çalışır.
- c) Allah’ın kanunları yerine, kendisi kanunlar koyar.
- d) Dindeki hurâfe ve bid’atleri kaldırmaya çalışır.
8- Aşağıdakilerden hangisi Bel’am’ların en belirgin özelliğidir?
- a) İnsanları Allah’ın adını kullanarak aldatırlar.
- b) İslâm düşmanlarına hakkı açık açık anlatırlar.
- c) Zâlime karşı mazlumun hakkını savunurlar.
- d) İnsanlara Allah’ın dinini hiç değiştirmeden tebliğ ederler.
9- Tevhidi bozan haller nelerdir?
10- Şirkin sözlük ve terim anlamları nedir?
11- Kur’ân-ı Kerim şirki nasıl tanımlar?
12- Şirkin sebepleri nelerdir?
13- Şirkin çeşitlerini sayınız ve her birini kısaca açıklayınız.
14- Gizli şirk nedir, örnek vererek açıklayınız.
15- Câhilî eğitimde şirkle ilgili örnekler veriniz.
16- Ekonomi yönüyle şirke bazı örnekler veriniz.
17- Müşriklerin özelliklerini sayınız.
18- Müşriklerle ilişkilerimiz nasıl olmalı, onlarla nasıl mücâdele etmeliyiz?
19- İttibâ yönüyle ve davranışlarla ilgili şirk nasıl olur, açıklayınız.
20- Şirkten sakınmak için ne yapmalı ve nasıl duâ etmeliyiz?
[1] 18/Kehf, 110
[2] 4/Nisâ, 48
[3] 2/Bakara, 165
[4] 53/Necm, 19-23
[5] 6/En’âm, 100; 7/A’râf, 191-192
[6] 22/Hacc, 74
[7] 31/Lokman, 13
[8] 22/Hacc, 31
[9] 6/En’âm, 101, 164; 10/Yûnus, 68; 17/İsrâ, 111; 22/Furkan, 2
[10] 6/En’âm, 40, 63; 10/Yûnus, 22
[11] 21/Enbiyâ, 22
[12] 6/En’âm, 137
[13] 13/Ra’d, 14
[14] 7/A’râf, 191
[15] 4/Nisâ, 48
[16] 4/Nisâ, 116
[17] 2/Âl-i İmrân, 151
[18] 2/Bakara, 96
[19] 4/Nisâ, 48, 116
[20] 6/En’âm, 23; 16/Nahl, 27; 18/Kehf, 52
[21] 16/Nahl, 86-87
[22] 5/Mâide, 72; 4/Nisâ, 116
[23] Müslim, İman 151-152, hadis no: 93-94, 1/94; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 635-639
[24] 9/Tevbe, 28
[25] 4/Nisâ, 48
[26] 31/Lokman, 13
[27] 21/Enbiyâ, 24
[28] 6/En’âm, 116
[29] 29/Ankebût, 5; 4/Nisâ, 116
[30] 7/A’râf, 152
[31] 2/Bakara, 96
[32] 29/Ankebût, 41
[33] 3/Âl-i İmran, 151
[34] 5/Mâide, 82
[35] 5/Mâide, 72
[36] 39/Zümer, 64, 65, 66
[37] 21/Enbiyâ, 24
[38] 6/En’âm, 19
[39] Bak. 79/Nâziât, 24; 43/Zuhruf, 51; 3/Âl-i İmran, 10
[40] 25/Furkan, 43; 28/Kasas, 50
[41] 2/Bakara, 170; 43/Zuhruf, 23, 24
[42] 9/Tevbe, 24; Yine bak. 2/Bakara, 165, 96
[43] 39/Zümer, 3
[44] 43/Zuhruf, 23
[45] 12/Yûsuf, 106
[46] Tirmizî, Hudûd 24, hadis no: 1457
[47] İmam Mervezî, Müsned-i Ebû Bekri’s-Sıddık, çev. A. Davudoğlu, s. 89-93, hds. no: 17, 18; Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr Muht. Tercüme ve Şerhi, c. 2, s. 504, hds. no: 2458; Buhârî, Edebu’l-Müfred, 296, hds. no: 716; Münzirî, Hadislerle İslâm (Terğîb ve Terhîb), c. 1, s. 95, hds. no: 33; İbn Hacer el-Askalânî, Terğîb ve Terhîb,s. 23, hds. no: 11; Zebîdî, İthâfu’s-Sâde, II/272-273, VIII/281; Ebû Hâcer Besyûnî, Mevsûatü Etrâfi’l-Hadîs, II/213; İbn Kesir
[48] 14/İbrâhim, 35-36
[49] 6/En’âm, 163-164
[50] 6/En’âm, 164
[51] 2/Bakara, 256
[52] 109/Kâfirûn, 1, 2, 6
[53] 33/Ahzâb, 66-68
[54] Tirmizî, Deavât 68, hadis no: 3711
[55] 62/Cum’a, 5
[56] 35/Fâtır, 28
[57] 33/Ahzâb, 66-68
[58] 10/Yûnus, 87
[59] Müslim, Mesâcid 3, hadis no: 521; Buhârî, Salât 56, hadis no: 84; Nesâî, Mesâcid 42, hadis no: 2, 56
[60] 2/Bakara, 148
[61] 2/Bakara, 145
[62] Bak. 29/Ankebût, 61, 63; 39/Zümer, 3
[63] 21/Enbiyâ, 22
[64] 21/Enbiyâ, 52-54
[65] 21Enbiyâ, 66-67
[66] Ahmed Kalkan, Haksöz Dergisi, Sayı 213, Aralık 2008
[67] 109/Kâfirûn, 1, 6
[68] 16/Nahl, 112
[69] Bak. 3/Âl-i İmrân, 26
[70] 9/Tevbe, 111
[71] 61/Saf, 10-12
[72] 2/Bakara, 16
[73] Bak. 29/Ankebût, 61, 63; 31/Lokman, 25; 39/Zümer, 38; 43/Zuhruf, 9, 87
[74] Din kelimesi, sadece hak din için, yani özel ve dar anlamıyla İslâm için kullanılmaz. Din kelimesinin geniş olarak ele alındığı ıstılahtaki veya pratikteki anlamı; bir dünya görüşünü, bir hayat şeklini belirleyen görüşler, emirler ve yasaklar manzûmesidir. Yani, üstünlüğü kabul edilen kanun ve kurallarla belirlenmiş yaşama şekline din denir. İslâm inancına göre, üç çeşit din vardır. Biri hak din olan İslâm, ikincisi muharref dinler olan Hıristiyanlık ve Yahûdilik, üçüncüsü de bâtıl dinler. Bâtıl dinler, insanlar tarafından konulan hayat şekilleridir. Kanun ve kuralların Allah’a dayanmadığı sistem ve nizamların tümü bu gruptandır. Puta tapıcılık, Mecusilik, Budizm gibi hayat şekilleri, eski zamanlardan beri görülen bâtıl dinlerdendir. Kapitalizm, komünizm, sosyalizm, materyalizm, faşizm, Maoizm, Kemalizm, laiklik, demokrasi gibi ideolojiler ve tüm beşerî düzenler günümüzdeki bâtıl dinlerdir.
[75] 7/A’râf, 180
[76] 5/Mâide, 44
[77] 12/Yûsuf, 40
[78] 42/Şûrâ, 21
[79] 4/Nisâ, 65; ve yine bak. 4/Nisâ, 59; 33/Ahzâb, 36
[80] 12/Yûsuf, 40
[81] 9/Tevbe, 31
[82] 33/Ahzâb, 36
[83] Bak. 6/En’âm, 19; 27/Neml, 63; 41/Fussılet, 6
[84] 9/Tevbe, 31; ayrıca bak. 3/Âl-i İmrân, 64; 12/Yûsuf, 39; 18/Kehf, 110
[85] Bak. 9/Tevbe, 31. âyetin izahı olarak Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hds no: 3292
[86] 39/Zümer, 3
[87] 10/Yûnus, 18
[88] 6/En’âm, 51
[89] 2/Bakara, 186
[90] 4/Nisâ, 45
[91] 9/Tevbe, 116
[92] 5/Mâide, 51
[93] 5/Mâide, 57
[94] 2/Bakara, 257
[95] 3/Âl-i İmran, 100
[96] 6/En’âm, 14
[97] 18/Kehf, 102
[98] 36/Yâsin, 74-75
[99] 6/En’âm, 162
[100] 1/Fâtiha, 5
[101] 26/Şuarâ, 213
[102] 46/Ahkaf, 5
[103] 7/A’râf, 194
[104] 7/A’râf, 97
[105] 1/Fâtiha, 5; 26/Şuarâ, 213; 46/Ahkaf, 5; 7/A’râf, 194; 7/A’râf, 97
[106] 2/Bakara, 255
[107] 3/Âl-i İmrân, 144
[108] Buhârî, İman 8, Eymân 3; Müslim, İman 69, 70; Nesâî, İman 19; İbn Mâce, Mukaddime 9; Ahmed bin Hanbel, III/170, 207, 275
[109] 2/Bakara, 85
[110] 30/Rûm, 31-32
[111] 9/Tevbe, 65-66
[112] 4/Nisâ, 140
[113] 5/Mâide, 23
[114] 9/Tevbe, 51
[115] 36/Yâsin, 74-75
[116] 29/Ankebût, 25
[117] 2/Bakara, 165
[118] 29/Ankebût, 8
[119] İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4204-4205
[120] 7/A’râf, 188
[121] 5/Mâide, 76
[122] 28/Kasas, 87
[123] 45/Câsiye, 23
[124] 45/Câsiye, 31
[125] 2/Bakara, 39
[126] 42/Şûrâ, 21
[127] 9/Tevbe, 31; Ve Bak. 4/Nisâ, 65, 59; 33/Ahzâb, 36
[128] 9/Tevbe, 67; Ve Bak. 5/Mâide, 78-79
[129] 16/Nahl, 51-52
[130] 39/Zümer, 36
[131] 3/Âl-i İmrân, 175
[132] 11/Hûd, 54
[133] 4/Nisâ, 51-52
[134] 4/Nisâ, 60
[135] 26/Şuarâ, 227
[136] 4/Nisâ, 136
[137] Bak. 33/Ahzâb, 44
[138] 39/Zümer, 17-18
[139] 7/A’râf, 54
[140] 12/Yûsuf, 40
[141] 16/Nahl, 17
[142] 35/Fâtır, 3
[143] 40/Mü’min, 26; Ve yine Bak. 10/Yûnus, 75-78; 43/Zuhruf, 54
[144] 9/Tevbe, 31
[145] Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292; Tirmizî şerhi Tuhfetu’l-Ahvezî, hadis no: 5093
[146] 7/A’râf, 3
[147] 42/Şûrâ, 21
[148] 42/Şûrâ, 10
[149] 6/En’âm, 121
[150] 4/Nisâ, 65
[151] 24/Nûr, 47-48
[152] 5/Mâide, 44
[153] 5/Mâide, 50
[154] 95/Tîn, 8
[155] 4/Nisâ, 59
[156] 33/Ahzâb, 36
[157] 7/A’râf, 54
[158] 6/En’âm, 82
[159] 12/Yûsuf, 40
[160] 4/Nisâ, 13-14
[161] 8/Enfâl, 1
[162] 39/Zümer, 17-18
[163] 3/Al-i İmrân, 31-32; Yine Bak. 4/Nisâ, 60, 61, 64; 49/Hucurât, 15; 29/Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214; 24/Nûr, 50-54; 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16; 23/Mü’minûn, 115.
[164] İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4204, 4205
[165] 5/Mâide, 44
[166] Bak. 16/Nahl, 106
[167] Geniş bilgi için bak. Muhammed Kutub, Tevhid, Risale Y.
[168] Bak. 2/Bakara, 10
[169] Bak. 2/Bakara, 18; 7/A’râf, 179
[170] Bak. 7/A’râf, 179
[171] Bak. 9/Tevbe, 28
[172] 21/Enbiyâ, 22
[173] Bak. 30/Rûm, 31-32
[174] Bak. 49/Hucurât, 10
[175] 39/Zümer, 65
[176] 4/Nisâ, 48 ve 116
[177] 4/Nisâ, 36
[178] Bak. 42/Şûrâ, 21
[179] Bak. 10/Yûnus, 66
[180] Bak. 6/En’âm, 94
[181] 29/Ankebut, 52
[182] 40/Mü'min, 12
[183] 12/Yûsuf, 106
[184] 4/Nisâ, 51
[185] Bak. 2/Bakara, 256
[186] Bak. 2/Bakara, 256
[187] 12/Yûsuf, 40
[188] Bak. 2/Bakara, 256
[189] 6/En'âm, 82
[190] Bak. 3/Âl-i İmran, 86, 90; 2/Bakara, 217
[191] 3/Âl-i İmrân, 48
[192] 112/İhlâs, 1-4
[193] 12/Yusuf, 106
[194] Buhâri, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104; Tirmizî, Tefsir 78; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10
[195] 109/Kâfirun, 1, 6
[196] 21/Enbiyâ, 67
[197] Bak. 9/Tevbe, 31
[198] Bak. 31/Lokman, 25
[199] 31/Lokman, 13
[200] Bak. 17/İsrâ, 67
[201] Bak. 37/Saffât, 35-36
[202] Bak. 42/Şûrâ, 111
[203] Bak. 2/Bakara, 96
[204] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 472-476
TEVHİD
T E V H İ D
- Tevhid; Anlam ve Mâhiyeti
- İlâh Kavramı
- Tevhidin Kısımları
a) Zatta Tevhid, b) Sıfatta Tevhid, c) Fiilde Tevhid
- Tevhidin Pratik Görüntüleri
- Rubûbiyet Tevhidi
- Kur'an'da Rab Kavramı
- Kur’an’da Rab Kelimesinin Mânâları
- Âlemlerin Tek Rabbi Allah
- Nefsine Bile Söz Geçiremeyen Rab Taslakları
- Rab Olmayan Bir Tanrı Edinme İsteği
- Sevilenlerin Putlaştırılması; Allah'tan Başkasını Rab Edinme
- Günümüz İnsanının Çeşitli Sahte Rableri
- Rab Konusunda Sahih İtikad
- Ülûhiyet Tevhidi
- Tevhidin Yansımaları
- Evrendeki Tevhid
- Tevhid ve Allah’ın Hâkimiyeti
- Tevhid ve Tâğutlarla Mücâdele
- Kur'ân-ı Kerim'de Tevhid Kavramı
- Kur’an’da Tevhidle İlgili Önemli Vurgular
- Tevhidin Amelle İlişkisi
- Amelde Tevhid
- İnsanımızda Tevhid Problemi ve Sebepleri
- Ne Yapmalı?
- Sorular
Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:
* Kur’an’dan yola çıkarak ve kelime-i tevhidin anlamını değerlendirerek
tevhidi açıklayabilmek ve güncel yorumlar ve açılımlar getirebilmek,
* Tevhidin, temel sınıflandırması olan ulûhiyet ve rubûbiyet tevhidini açıklamak,
* İlâh kavramının anlamlarını ifâdelendirerek bu kavramı izah edebilmek,
* İbâdet kavramını, güncel yanlışlıklarıyla değerlendirerek açıklayabilmek,
* Tevhidin günlük hayatımıza yansımalarını anlatabilmek,
* Tevhidi bozan durumları güncel örneklerle açıklayabilmek,
* Evrendeki tevhidi açıklayıp yorumlayabilmek,
* Allah’ın hâkimiyeti ve tâğutla mücâdele etmeyi tevhid açısından açıklayabilmek,
* Tevhidin amelle ilgili boyutunu izah edebilmek.
Türkçede birlemek şeklinde ifade edilen tevhid, Arapça v-h-d kökünden türemiş bir mastardır. Tevhid sözlükte, bir şeyin bir olduğuna hükmetmek, onu bir olarak bilmek, bir şeyi diğerlerinden ayırarak onu tek kılmak, birlemek gibi anlamlara gelmektedir. Kavram olarak tevhid, mutlak anlamda Allah’ın bir olduğuna, O’ndan başka ilâh bulunmadığına, ortağı ve benzeri olmaktan uzak bulunduğuna inanmayı ifade eder. Tevhid; Allah’ı zâtında, sıfatlarında, isimlerinde ve fiillerinde tek kabul etmek; eşi, benzeri, yardımcısı, ortağı, babası, oğlu olmadığına iman edip ibâdet ile de O’nu birlemektir. Yani ibâdeti O’ndan başkasına yapmamak ve yalnız O’na tahsis etmektir.
Tevhid, en geniş anlamıyla ‘bir’ Allah inancının, insanların düşündüğü bütün yanlış ilâh düşüncelerinden uzak bir dünya görüşünün, tek Yaratıcı, tek Rab tanımanın açıkça ortaya konulmasıdır. ‘Tevhid’ aynı zamanda âlemlerin Rabbi Allah (c.c.) tarafından insanlara gönderilen İlâhî dinin adıdır. İnsanlar ya Tevhid Dinine, ya da şirk dinlerine inanırlar. Üçüncü bir yol yoktur insanın hayatında. Şirk, nasıl insanların kendi hevâ ve heveslerinden uydurdukları bütün dinleri tanımlıyorsa; Tevhid de Allah’ın vahy yoluyla gönderdiği hak dini tanımlar. Tevhid, hem inanç açısından Allah’ı zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde “bir”lemek, hem de ibâdeti yalnızca Allah’a mahsus kılmaktır.
Tevhid, Allah’tan başka ilâh olmadığına inanan mü’minlerin, bütün ilgi ve dikkatlerini Allah’a yöneltmeleri, Allah’a teslim olmaları, mutlak kudret sahibi olarak O’nu görmeleri, O’nun gösterdiği yolda yürümeleri, O’nun istediği gibi O’na kulluk yapmalarıdır. Tevhid ehline, yani şehâdet getirip mü’min olanlara; Allah’ı tevhid edip birleyen anlamında muvahhid denilir. Muvahhidler, tevhid gerçeğine bu bilinçle yönelirler ve bu bilince göre hayatlarını sürdürürler. Tevhid ehli, yalnızca “Allah vardır” demekle kalmaz. Bunu demekle beraber, O’ndan başka ilâh, O’ndan başka yaratıcı, O’ndan başka rızık verici, O’ndan başka hüküm koyucu, O’ndan başka rab olmadığına da inanır. İşte bu inanç, Tevhid Dininin özüdür.
Tevhid’in Kapsamı: Bilindiği gibi tevhid inancı ve İslâm Dini, Tevhid Kelimesi ile özetlenmiştir. Bu yüzden kim bu ifadeyi inanarak söylerse mü’min olur. Kelime-i Tevhid, İslâm’a giriştir. İslâm’a girdikten sonra İslâm’a ait ne varsa hepsini peşinen kabul etme duyurusudur. Mü’min, bunları söyleyerek seçtiği dini ve bunun her türlü ilkesini, prensibini kabul ettiğini ortaya koymuş olur. Allah’la ve diğer mü’minlerle bir antlaşmadır, söz vermedir tevhid.
Mü’min, niçin Tevhid Kelimesini söylediğinin farkındadır. Bütün kalbiyle Allah’tan başka hiçbir ilâhın olmadığına inanır, bunu diliyle ilân eder ve inandığı şeyin gereğini yapar. Tevhid veya Şehâdet Kelimesi iki hüküm cümlesidir. Birinci bölümde önce “lâ ilâhe” (ilâh yoktur), sonra da “illâ Allah” (sadece Allah vardır), yaygın söyleyişle “Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur” denilir. Dikkat edilirse inanmanın ilk şartı, bütün ilâhları/tanrıları, ilâh/tanrı düşüncelerini, ilâha/tanrıya benzetilen her şeyi kafadan ve gönülden silmek, sonra da tek Allah inancını kabul etmektir. Önce nefy, yani reddetme, sonra da tasdik, yani kabul etme söz konusudur. İslâm açısından son derece önemli bir durumdur bu. Çünkü İslâm’ın üzerinde durduğu en önemli mesele, Tevhid inancıdır. İnsanlar öncelikli olarak bu inancı benimsemekten sorumludurlar. Tevhid, yaratılışın ve var olmanın en önemli olayıdır; yaratılış amacımız olan sadece Allah’a kulluk yapma bilincidir.
Tevhid, aynı zamanda Kur’an’ın üzerinde en çok durduğu konudur. Hz.Muhammed (s.a.s.)’in mesajı, Kur’an’ın öncelikli konusu, insanların şirk dinlerini terkederek, Tevhid dinini benimsemeleridir. Bu hem fıtrata (yaratılışa) uygun bir seçimdir, hem evrendeki teslimiyete (İslâm’a) katılmadır, hem de dünya ve âhiret kurtuluşudur. İslâm’ın bütün yükümlülükleri, bütün prensipleri, emir ve yasakları; gönüllerine Tevhid inancı yerleşmiş muvahhidler tarafından hakkıyla yerine getirilir. İnsanlık ailesinin en öncelikli faaliyeti ve meselesi, Tevhid ile şirk arasındaki seçimdir. Kendi özgür irâdesi elinde bulunan insan, Tevhid ile şirk arasında kendi isteği ile bir seçim yapacaktır. Yaptığı tercihin, yani seçtiği inanç ve hayat tarzının sonucuna da katlanacaktır.
Tevhid veya Şehâdet kelimesinin ikinci kısmı, Hz. Muhammed’in Allah’ın rasûlü (elçisi) olduğunu kabul ve ilân etmektir. Bunun anlamı da yalnızca “O, Allah tarafından gönderilmiş bir elçidir” demek değildir elbette. O’nu Allah’ın son rasûlü tanıdıktan sonra, O’nunla gönderilenleri, O’nun tebliğ ettiklerini, O’nun dediklerinin doğru olduğunu da kabul etmek demektir. Tevhid, aynı zamanda O’nun anlatıp uygulayarak gösterdiği yaşama biçimini seçmek, O’nun tebliğ ettiği İlâhî şeriati hayat prensibi haline getirmek anlamına da gelmektedir. O’nu tek önder ve rehber kabul edip O’nun izinden gitmeye çalışmak demektir. Rabbimiz, hükümlerini ve kullarından istediklerini rasulleri aracılığıyla insanlara bildirmiştir. Kelime-i Tevhidi bilinçli şekilde söyleyen kimse, Allah’ın hükümlerini kabul ediyor ve o hükümleri hayatına uygulamaya karar veriyor, bu konuda her zorluğa, her çeşit imtihana hazır oluyor demektir.
Tevhid Kelimesi İslâm’ın giriş kapısıdır. Ancak, bu kapıdan içeri girenler, içeride olan her bir ilkeyi, her bir iman esasını, her bir kulluk şartını kabul etmiş ve pratik hayatta uygulamaya söz vermiş demektir.
İslâm dininin önemli kavramlarından biri de “ilâh”tır. Tevhid inancını ve onun karşıtlarını yeterince bilmek için bu kavramı iyi tanımak gerekir. Tevhid Kelimesinin içinde yer alan bu kavram, iman ile şirk (ortak koşma) arasındaki farkı ortaya koyar.
Sözlük anlamı; kulluk edilen, mâ’bûd haline getirilen, kendisine yönelinen, alışılan, düşkün olunan demektir. Kendisinden türediği “elihe” fiili; yönelmek, düşkün olmak, kulluk yapmak, örtüp gizlemek, alışmak gibi anlamlara gelmektedir.
Kavram olarak ilâh; kendisine ibâdet edilen, ma’bûd sayılan şey, her şeyden çok sevilen, ta’zim edilen kutsal varlık anlamında kullanılmaktadır. Tapınılan, kendisine ibâdet edilen, üstün sayılan bütün ma’budların ortak adı “ilâh”tır. Türkçede bunu “tanrı” kelimesi ile karşılarız. İslâmî ıstılahta ilâh; tapınılan, kendisine ibâdet edilen demektir. İlâh; ibâdet edilmeye, yani kudret ve kuvveti önünde huşû ile boyun eğilip kulluk ve itaat edilmeye lâyık, her şeyin O’na muhtaç olduğu bir varlık demektir. İlâh kelimesi gizlilik ve esrârengizlik mânâlarına da gelir, ki böylece ilâhın görülmez ve ulaşılmaz bir varlık olduğu değerlendirilsin.
İnsanoğlu, fıtratı gereği, her zaman bir ilâha inanma, sığınma ve ondan yardım istemeye muhtaçtır. O bazı şeylerden korkar, bazı şeylere gücü yetmez ve başkalarından yardım ister, bazı şeylere sığınır, bazı şeyleri kendinden üstün görür. Bütün ümitlerin bittiği yerde, görmediği, tanımadığı bir gizli “ilâh”tan yardım ister. Çevresinde gördüğü hemen bütün olayların kendi gücünün dışında olduğunun farkındadır. Bu olayları bir gücün yaptığına, yarattığına inanır. Bunlara benzer daha birçok sebepten dolayı insan sığınacak bir melce’ (sığınak, kucak) arar.
Peygamberlerin tebliğ ettiği Allah inancından uzak insanlar, yaratılışlarında ve pratik hayatlarındaki “bir ilâha bağlanma” ihtiyacını başka şekillerde, bâtıl yollarla giderirler. Tarihte ve günümüzde dinsiz insan olmadığı gibi, ilâhsız insan da yoktur. Kimileri, hiçbir tanrıya inanmadığını söylese bile; onların içerisinde, sığındığı, bağlandığı, yardım istediği, her şeyden çok sevdiği, her şeyden çok büyük saydığı “bir şey” mutlaka vardır. İşte o “şey” onun için bir tanrıdır. Kur’ân-ı Kerim ilginç bir örnek veriyor: Birtakım insanlar kendi görüşlerini, kendi isteklerini, kendi emirlerini en üstün ve doğru görürler. Bırakın bir dinin emrine uymayı, toplumda geçerli olan hiçbir kural onları bağlamaz. Bu tip insanlar, “kendi keyiflerine” uyarlar. Kendi arzularından (hevâlarından) başka kutsal, kendi isteklerinden ve görüşlerinden üstün güç ve doğru kabul etmezler. İşte bu tür insanlar için Kur’ân-ı Kerim; “Gördün mü o kendi hevâsını (istek ve arzularını) ilâh/tanrı edinen kimseyi. Şimdi onun üzerine sen mi bekçi olacaksın?”[1] demektedir.
İlâh zannedilen şey, insanın kendi üzerinde büyük çapta etki ettiğini var saydığı “güç”tür. Bu kimine göre ateş, kimine göre Güneş, bazılarına göre gök, bazılarına göre yıldızlar veya burçlar, bazı kimselere göre madde, bazısına göre ataların rûhu, kimilerine göre tabiat (doğa), bazılarına göre devlet erki, bazısına göre de iyilik ve kötülük tanrılarıdır.
Birçok ülkede tâğutlar, yöneticiler, özellikle diktatörler; tanrı gibi algılanmış, karşı konulmaz üstün güce sahip, her dedikleri yapılması gereken, kızdığı zaman gazabıyla herkesi cezalandırabillen tanrılar gibi düşünülmüştür. Hatta birçok yerde bu diktatörler adına dikilen heykellere insanlar taparcasına saygı göstermektedirler. Karşısında âyin şeklinde saygı duruşunda bulunmaktalar ve o heykeli kutsal kabul etmekte, yani putlaştırmaktalar.
Tarihte, Tevhid Dininden uzaklaşmış bütün toplumlarda farklı ilâh düşünceleri gelişmiştir. Kimileri inandıkları ilâhları adına putlar ve mâbedler yapıp o putlara tapınmışlardır. Bu putların taştan, tunçtan veya ahşaptan yapılmasının fazla bir önemi yoktur. İnsanlar, ilâhları adına kendi elleriyle heykeller yapıp, sonra da buna, ilâhımız veya bizi ilâhımıza götürecek aracımız diyorlar ve o heykelleri ilâh kabul ediyorlardı. “Beşerin böyle dalâleti var / Putunu kendi yapar kendi tapar.”
Kur’ân-ı Kerim’e göre, yer, gök ve ikisinde olan her şey bir olan Allah’ındır. Yoktan var eden yalnızca O’dur. Bütün nimetler O’nun elindedir. Sonsuz güç ve kuvvet yalnızca O’nundur. Bütün işler yani kader O’nun elindedir. Yerde ve gökte olan her şey isteyerek O’na boyun eğmektedir. Her şey O’nu tesbih eder (O’na ibâdet eder, O’nu zikreder). Yerde ve gökte yalnızca O’nun hükmü geçer. O’nun bir benzeri ve eşi yoktur. Hiçbir şey O’nun dengi olamaz. O’nun Rabliğinin, ilâhlığının, hükmünün ve yaratıcılığının ortağı ve yardımcısı yoktur. O hiçbir şeye muhtaç değildir.
İnsanlar birçok ilâhlar düşünmüşlerdir, düşünebilirler de; ama “Allah” birdir ve O’nun hakkında başka türlü düşünmek de mümkün değildir. Allah, hem ilâhlık (ulûhiyet), hem Rablik (rubûbiyet), hem hâkimlik (hâkimiyet), hem de meliklik (mülûkiyet) sıfatlarına, işlevine sahiptir.
Kur’an’da ‘ilâh’ kavramı, daha çok şu iki anlamda kullanılmıştır: Birincisi, hak olsun bâtıl olsun, insanların kendisine ibâdet ettikleri ma’bud; İkincisi, gerçek ibâdete lâyık olan, âlemlerin Rabbi olan Allah.
Allah’a ait bir sıfatı veya sıfatları bir başka varlığa veren, onu ilâh gibi düşünmüş olur. Dinimizde bunun adı “şirk”tir. Allah’ın yaratma, öldürme, diriltme, affetme, azâb etme, yoktan var etme, kutsal olma, nimet verme, hüküm koyma gibi sıfatları, başka şeylerde, başka varlıklarda var sayılırsa, onlar “ilâh” haline getiriliyor demektir. Bu bağlamda bir kimse; bir kişiyi, bir kurumu veya bir başka şeyi, “tıpkı tanrı gibi” diye düşünmesi, onu ilâh saymasıdır. İlâh diye düşünülen şey, onu o şekilde kabul eden kişiye göre; üstündür (müteâldir), en çok sevilendir, emirlerine ve hükümlerine mutlak uyulacak kişidir, ondan daha büyük bir şey yoktur.
Günümüzde bu tür ilâh anlayışını çokça görmek mümkündür. Üzülerek söylemek gerekirse, bilimin bu kadar ilerlemesine rağmen insanlar hâlâ, geçmişteki câhiller gibi sapık ilâh inancını terketmemişlerdir. Bugün nice insan, atalarının ruhunu, devlet yöneticilerini, kahramanları, devlet örgütlerini, uluslararası kuruluşları tıpkı ilâh gibi görmektedir. Bu sahte tanrılar için “bunların gücü çok büyüktür, bunlara asla karşı gelinemez” diye inanılmaktadır.
Gazetelerin sayfalarında görülen “futbol ilâhı”, “müziğin ilâhı”, “sanat tanrısı”, “seks tanrıçası”, “ey falanca şarkıcı sana kul olayım”, “ey sevgili sana tapıyorum” gibi ifadeler işte bu yanlış ilâh inancının görüntüleridir. Yine bazı şarkılarda geçen, sevgiliyi putlaştıran sözler de bunun gibidir. Bazıları bir sporcuyu, bazıları da bir müzik veya film yıldızını kendisi için en üstün örnek sayar, onun peşinden gider, onu taparcasına sever, ondan başka üstün ve kutsal bir şey düşünmez. İşte bu bâtıl fikir, onu sapık ilâh fikrine sürükler.
Rejimlerin, devlet adamlarının, diktatörlerin, tek partilerin, kahramanlaştırılan bazı ölülerin koydukları ilkeler ve kanunlar, yaptıkları işler ve uygulamaları hakkında, “karşı gelinemez, değiştirilemez, itaat edilmesi zorunlu ilkelerdir” düşüncesi, onları ilâh saymanın çağdaş görüntüleridir. İnsanlar bu gibi otorite sahiplerinde olağanüstü bir güç var sanmaktalar, dolayısıyla onlarda ilâhlık sıfatları görmekteler.
Bazılarının, “birtakım kişilerin veya grupların fikirleri, ilkeleri, kanunları en üstündür, onların üzerinde güç ve otorite yoktur” şeklindeki inançları, onların dinleridir. Aynı konuda âlemlerin rabbi Allah’ın insanlar için indirdiği hükümlere aldırmamak, onları reddetmek, ya da onların yerine kişilerin ve kurumların hükmünü kabul etmek; onları ilâh haline getirmenin göstergesidir.
Câhiliye döneminde cömertliğiyle meşhur Hâtem Tâî’nin oğlu Adiyy bir gün boynunda altından bir haç asılı olduğu halde Peygamberimizi ziyarete geldi. Kendisine Adiyy b. Hatem’in geldiği haber verildi. Rasûlullah (s.a.s.) o sırada 9/Tevbe sûresi 31. âyeti okuyordu. Adiy b. Hâtem, orada söylenenleri duyunca şöyle dedi: “Ben yahûdileri ve hıristiyanları tanırım, onlar hahamlarına ve papazlarına ibâdet etmiyorlar ki...” Bunun üzerine Ekrem Rasûl şöyle buyurdu: “Evet, onlar (onların önünde secde ederek) ibâdet etmiyorlar, fakat onlar halka bir şeyi helâl veya haram kılıyorlar, halk da din adamlarının bu hükümlerini kabul edip uyuyorlar. İşte onları ilâhlaştırıp rab haline getirmenin mânâsı budur.” Sonra Peygamberimiz onu İslâm'a dâvet etti, o da müslüman oldu.[2]
“Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkek veya kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir dalâlete/sapıklığa düşmüş olur.”[3] Diyelim ki, herhangi bir konuda Allah’ın koyduğu bir ölçü veya bir hüküm var. Buna karşın aynı konuda başka bir kişinin, siyasî bir otoritenin, devletin veya başka bir gücün tam aykırı bir görüşü veya ölçüsü bulunmaktadır. Bir insan Allah’ın hükmüne rağmen onları benimser, inanır veya peşinden giderse; işte o kabul ettiği hükmü veya ölçüyü koyan kaynağı ilâh haline getirmiş demektir.
Örneğin, Allah (c.c.), Kur’an’da içki içmeyi yasaklıyor, fâiz alıp vermeyi haram sayıyor, kadınlara örtünmeyi emrediyor, ama birtakım yöneticiler veya yetki sahipleri, içki içmeyi normal görüyor, “fâizsiz ekonomi olmaz” diyor, ya da birileri kadınların örtünmesini çağdaş kıyafet değil diye yasaklıyor. Bazıları, “Allah’ın ölçülerinin bir geçerliliği yoktur, bu zamanda uygulamak zordur, ama yöneticilerin koyduğu hüküm/kanun daha doğrudur, zamana daha uygundur, biz onlara inanırız” derse, işte bu inanç başkalarını ilâh kabul etmektir.
Kim herhangi bir şeyi Allah sevgisinden fazla severse, bir şeye Allah’tan fazla saygı gösterir veya ondan bu denli korkarsa veya Allah’ın dışında herhangi bir şeye veya insana tapınırsa, ya da Allah’ın hükmüne aykırı olarak başkalarının ilkelerini daha üstün sayarsa, işte o insan, bütün bunları ilâh haline getiriyor demektir.
Farklı ilâhlara inananlar bu inançlarını zaman zaman ortaya koyuyorlar. ‘Falanca devletin, falanca uluslararası kuruluşun veya falanca adamın ilkeleri her şeyin üstündedir’ diyen veya diliyle demese de böyle inanan kimse, Allah’ı değil onları ilâh tanıyor demektir.
İslâm’ın ezelî, ebedî, değişmeyen ve evrensel ilkesi şudur: “Lâ ilâhe illâllah Muhammedü’r Rasûlullah (Allah’tan başka tanrı yoktur. Hz. Muhammed Allah’ın elçisidir).”[4]
“Allah ile birlikte başka bir ilâh edinip tapınma. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.”[5] “İnsanlar içinde Allah’tan başkasını O’na denk sayanlar var. Ki onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah’a olan sevgileri daha büyüktür. Allah’a eş koşarak kendi kendilerine zulmedenler, azâbı görecekleri zaman bütün kudretin ve gücün gerçekten Allah’ta olduğunu gözleri ile görür gibi bir bilselerdi.”[6]
İlâhlık ve otorite birbirini gerektirir. İlâh denildiğinde, aklımıza, hayatımız için kanun koyan, nizam ve hukuk belirleyen ve kayıtsız şartsız hâkimiyet sahibi Allah (c.c.) gelmelidir. İnsanın fıtratında kendinden üstün bir varlığa yalvarma ve tapınma ihtiyacı yatar. Her insan bir şeye tapar. İnsanlar fıtrattan gelen ilâh edinme ihtiyacını sadece Allah’a yöneltmezse, başka ilâhlara tapmış olurlar ki, bu da insanı küfre sokar. Kur’ân-ı Kerim’de öncelikle ve her şeyden önemli ve yoğun olarak Allah’ın tek ilâh olduğu üzerinde durulur. Câhiliye döneminde, gerek Mekke müşrikleri, gerekse yahûdi ve hristiyanlar Allah’a inanıyorlardı; fakat Allah’ın ilâhlık vasıflarını başkalarına da vererek, Allah’a karşı en büyük yalan ve iftira olan şirke düşmüşlerdi.
İlâhlık vasıflarının en önemlisi, Allah’ın hayatımız için kanun koyan, nizam ve hukuk belirleyen olmasıdır. Eğer kanun koyma, insanlar için hukuk belirleme Allah’tan başkalarına verilirse, bu onlara ilâhlık vasıflarını da vermek olur, ki bu da şirktir. Bu mânâda kanun koyucu olarak ilâhlık taslayan tâğutlar tarih boyunca çıkmıştır ve çıkacaktır. Günümüzde ve tarihte en çok görülen şirk çeşidi bunlara kulluk şeklinde olandır. “Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Zira tâğûta küfredip inkâr etmeleri kendilerine emrolunduğu halde tâğûtun önünde muhâkemeleşmek, onların hükümlerini uygulamak istiyorlar. Hâlbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.”[7]; “Kim tâğûta küfredip onu inkâr ederek Allah’a iman ederse, muhakkak o, kopması mümkün olmayan sapasağlam kulpa yapışmış olur.”[8]
Kur’ân-ı Kerim bize bütün Peygamberlerin tevhid akîdesiyle gönderildiğini bildirir: “(Ey Muhammed!) Senden önce gönderdiğimiz her Peygambere; Benden başka ilâh yoktur, Bana ibâdet/kulluk edin’ diye vahyetmişizdir.”[9]; “Andolsun ki Biz, ‘Allah’a kulluk/ibâdet edin ve tâğuttan sakının’ diye (emretmeleri için) her ümmete/topluma, bir peygamber gönderdik.”[10]
Tanımından da anlaşılacağı gibi, Tevhid üç kısımdır:
1- Zât’ta tevhid: Allah’ın (c.c.) zâtı yönünden tek olması, bir benzerden, ortaktan (şerikten) münezzeh/uzak olması demektir. Allah (c.c.) aynı zamanda insanların bildiği gibi bir cisim, bir cevher (görünen bir varlık), bir şeylerin bileşimi de değildir. “De ki O Allah bir’dir.”[11]; “Gerçekten, sizin ilâhınız hakikaten bir’dir.”[12];“Allah’tan başka ilâh yoktur.”[13]
2- Sıfatta Tevhid: Allah (c.c.) sıfatlarında da tektir, hiçbir varlık O’na sıfatlarında ortak (şerik) veya denk değildir. Allah’ın sıfatları denildiği zaman, Allah’ı bize bildiren İlâhî özellikleri akla gelir. Allah’ın sıfatları O’na aittir ve Kendisi gibi ezelîdir, başlangıcı yoktur. Bazı sıfatlar sadece Allah’a aittir. Bu sıfatlar O’ndan başka hiçbir yaratıkta olamaz. Örneğin, “Beka/sonu olmamak” sıfatı gibi. Allah’ın sonu yoktur, O ölüımsüzdür, varlığı asla sona ermez. Allah (c.c.) bazı sıfatlarını yarattığı bazı varlıklara da vermiştir. Meselâ, “hayat/diri ve canlı olma” sıfatı gibi. Canlılar da hayat sahibidir, ama günün birinde onların hayatı sona erer. Hayvanlar ve insanlar “görme” sıfatına sahiptirler, ama onların görmeleri sınırlıdır, bazı araçlarla olmaktadır. Allah’ın görmesi ise tıpkı diğer sıfatları gibi mutlaktır, bir aracıya, bir organa muhtaç değildir.
3- Fiilde Tevhid: Allah’ın yaratmasına, bir şeyi yokluktan varlığa çıkarmasına O’nun fiili denir. Yaratma yalnızca Allah’a aittir. Çevremizde ve evrende gördüğümüz bütün olaylar ve oluşumlar, Allah’ın yarattığı sebeplere bağlı olarak meydana gelmektedir. Asıl yaratıcı Allah’tır. Âlemi, âlemin içindeki her şeyi, insanı ve insanla ilgili her şeyi yaratan O’dur. O’nun bu yaratmasında bir ortağı, bir yardımcısı veya bunlara benzer bir şey yoktur. Var eden de O’dur, öldüren de O’dur, varlığın devamını yaratan da O’dur.
Fiilde Tevhid, Allah’ın tek yaratıcı olmasına inanmaktır; yaratma ve var etme sıfatını başka ilâhlara vermemektir. O’nun yaratmada bir yardımcısı olmadığı gibi, âlete, araca, organa, zamana da ihtiyacı yoktur. “Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri, ona yalnızca ‘ol’ demesidir; o da hemen oluverir.”[14] Tevhid, Allah’ı “ulûhiyyette/ilâhlıkta” ve “rubûbiyyette/rablikte” tek ve bir bilmenin ifadesidir. Allah (c.c.) hem yaratıcı olarak tek ilâhtır, hem de evreni ve içindekileri yaratan, düzenleyen, idare eden ve insanlar için hükümler koyan bir Rabdir.
Kimileri “Allah vardır ve yücedir” derler, ama O’na birtakım şeyleri eş tutarlar. Bazı şeyleri Allah (c.c.) gibi düşünürler. Veya Allah’a ait sıfatları onlara verirler. Onların tıpkı Allah gibi saygı duyulacak, emirlerine itaat edilecek, önlerinde boyun eğilecek yüce varlıklar olduğunu kabul ederler. Ya da “Allah büyüktür” dedikleri halde, hayatlarına ilişkin temel hükümleri bir başka makamdan alırlar. Allah’ın koyduğu helâl ve haram hükümlerini kabul etmezler, onların yerine tâğutların hükümlerini benimserler. Bu gibi kimseler Tevhid’e iman etmemiş sayılır. Çünkü Hz. Allah, hem eşi ve benzeri olmayan tek ilâhtır, hem de tek Rab’dir. Tek Rab olmanın anlamı; yaratan, şekil verip terbiye eden, yöneten, tek sahip ve hüküm koyucu demektir. İlâhlığı Allah’a yakıştırıp da rab’liği başkalarına tanıyanlar Tevhid’i bilmeyenlerdir. Böyle yapanlar şirk koşup müşrik olanlardır.
Kur’an’ın ifadesi açık olmasına rağmen, Allah’ın hükümlerine zıt olacak şekilde, onları beğenmeyerek, “bana göre, bize göre, bizim sistemimize göre, çağımıza göre, falanca atamızın ilkesine göre, filanca bilim adamına ve efendiye göre” gibi ölçüler Tevhid’e uymaz. Böyle bir inanca sahip olanlar, Allah’ın Rabliğini tanımayanlardır. “…Dikkat edin, hükmün tamamı O’nundur…”[15] Burada söz konusu edilen nokta, Allah’ın ölçülerine rağmen, sırf onların yerine geçmesi için hüküm koyma ve Allah’ın dininin yerine başka dinler uydurma mantığıdır. Bu Tevhid’e kesinlikle aykırıdır.
Öyleyse, Tevhid’e inanan bütün mü’minler, bu inanmanın gereğine uymak zorundadırlar. Allah’ı hem ilâhlıkta tek ve bir, hem de Rab olmada tek ve bir bilecekler. O’nun emrinin, O’nun hükmünün, O’nun büyüklüğünün üzerine hiçbir şey koymayacaklar. O’nu zâtında, sıfatlarında, fiillerinde “ehad/tek” olarak tanıyacaklar. Bazılarının yaptığı gibi gökleri Allah’a, yeryüzünü de insanlara bırakmak Tevhid değildir. Yani onlara göre “Allah, yer ve gökleri yarattı ve yönetmektedir. Tamam bu doğrudur; O Allah, gökleri yönetmeye devam etsin, canlıların rızkını versin, sıkışanların da yardımına koşsun, ama yeryüzüne, toplumların ve devletlerin yönetimine karışmasın. Toplumlara ve insanlara ait hükümleri biz O’ndan daha iyi biliriz” şeklinde düşünürler ve inanırlar. İşte bu mantık ‘şirk’ mantığıdır, tuğyandır, tâğutluktur.
Dikkat edilirse, İslâm gelmeden önce câhiliye insanları “Allah yoktur” demiyorlardı. Allah’ın var olduğuna inanıyorlardı, ama O’na putları ortak koşuyorlardı ve O’nun insanlar hakkında koyduğu hükümleri tanımıyorlardı, ya da O’nun adına kendileri hüküm koyuyorlardı.
“Mistisizm felsefesinin etkisinde kalan sufiler, tevhidi; tevhid-i küsûdî, tevhid-i şuhûdî, tevhid-i vücûdî olarak üçe ayırır. Bu üç tip tevhid anlayışından birincisi olan “Lâ ilâhe illâllah” için kalabalıkların tevhidi, ikincisi olan “Lâ meşhûde illâllah” için seçkinlerin tevhidi, üçüncüsü olan “Lâ mevcûde illâllah” için ise zirvedekilerin tevhidi olduğunu söylerler. Lâ mevcûde illâllah söylemi ile bu anlayış, yeryüzünde Allah’ın varlığının dışında bir varlığı kabul etmemektedir. Mistisizm buna “vahdet-i vücûd/varlığın birliği” adını vermektedir. Yani kâinattaki tüm varlıklar Allah’ın bir parçasından ve görüntüsünden ibârettir. Bu iddiada bulunan çok sayıda mutasavvıf yetişmiş olup bugün dahi bu anlayışı savunanlar mevcuttur.”[16] Tevhidi, Allah’ın ve Rasûlü’nün anlaşılmasını istediği gibi değil; vahiy dışı dışarıdan gelen etkilerle oluşturan bu tevhid anlayışı, tevhidden çok uzak bir sapık görüştür.
Bu muazzam görüntüyü ve Allah’ın vahiy ile öğrettiği Tevhid’i beş maddede daha açık görebiliriz:
1- Kâinattaki Tevhid: Kâinattaki her varlık bu inancı bize haber veriyor. Kur’an’da sık sık bu duruma dikkat çekilmekte, Allah’ın sonsuz kudretinin eserine bakmamız tavsiye edilmektedir. Kâinattaki her varlık kendine ait bir özelliğe sahiptir ve her biri kendi görevini yerine getirmektedir. Bu durum, Tevhid’in göstergesidir.[17]
2- Siyasette Tevhid: Siyaset, idare etme, yönetme ve yönlendirmedir. Âlemlerin Rabbi Allah (c.c.), âlemleri yaratan ve idare edendir. O’nun hükmü hem kâinatta hem de insan hayatında geçerlidir. “O gökte de ilâhtır, yerde de ilâhtır.”[18] Allah’ı dünya ve toplum işlerine karıştırmak istemeyen mantık Tevhid’e aykırıdır ve tâğutluktur.
3- Toplumda Tevhid: İslâm ümmeti, Tevhid Dinine inanmakla tek bir ümmet, tek bir topluluk olmaktadır. “Ümmetiniz bir tek ümmettir ve Ben de sizin Rabbinizim. O halde gereği gibi ibâdet edin.”[19] Öyleyse mü’minler, hayatlarına Tevhid ilkelerini hâkim kılarak birliklerini koruyacaklar, Allah’ın ipine sımsıkı sarılarak ayrılıp parçalanmayacak ve vahdete ulaşacaklar. Mü’minleri, ancak Tevhid ilkelerine topluca sarılma birleştirir, bir araya getirir. Mü’minler, kendilerine Allah’ın âyetleri geldikten sonra parçalanıp bölük pörçük olanlar gibi olamazlar.[20]
4- Kişide Tevhid: İman edenler, İslâm’ın kendilerinden istediği mavahhid tipli insan olmak, hayatlarının her ânında Tevhid inancını yansıtmak, kulluğu tek olan Rablerine yapmak durumundadırlar. Muvahhid, bütün benliği ve duygularıyla Tevhid ilkelerine inanır, mücâdelesini bu uğurda yapar.
5- Yürekte ve Dilde Tevhid: Mü’minler, Tevhid Dininin özeti olan Tevhid Kelimesini yürekten kabul ederler, inanırlar, dilleriyle de inandıklarını ortaya koyarlar. Sonra da bu inançlarını fikirde, düşüncede, ahlâkta, ibâdette, sosyal hayatta ve her konuda gösterirler. Tevhid’in ilkelerini hayata hâkim kılarlar.
“Lâ ilâhe illâllah” dedikten sonra, başka ilâhların peşine gitmezler, şirk olabilecek fikirleri kabul etmezler, ilâh zannedilenlelerin ve tâğutların hükümlerine itibar etmezler. Allah’a rağmen insanlara hükmetmeye kalkışanlara yüz vermezler. İbâdetlerini yalnızca Allah’a yaparlar. İmanlarından asla taviz vermezler. Rabbimiz buyuruyor ki: “Allah’a dayan, vekil olarak Allah yeter… Allah bir adamın göğsünde iki kalp yaratmadı…”[21]
İşte bu mânâda kim Kelime-i Tevhid’i kabul ederse, kim hayatını bu inanç doğrultusunda yaşarsa, kimin son sözü “lâ ilâhe illâllah Muhammedu’r Rasûlullah” olursa, onun cennete gideceği umulur.[22]
İnsanlık tarihi baştan başa bir Tevhid mücâdelesi tarihidir. İnsanlar şirk dinine girip saparak azdıkça, yoldan çıktıkça Allah’ın peygamberleri onları Tevhid’e dâvet ettiler, kurtulmalarını sağlamaya çalıştılar. İnsanlar Rablerine isyan etmeye, Allah (c.c.) da onlara elçi ve elçilerle beraber kurtuluş dâvetini göndermeye devam etti.
Bugün de Allah’ın son vahyi olan İslâm, O’nun kitabı Kur’an ve bunların tebliğicisi Hz. Muhammed, bütün insanlığı Tevhid’e dâvet ediyor. Çünkü gerçek kurtuluş Tevhid’e uygun yaşamaktır. Kur’an’ın deyişiyle; “…Darmadağınık birçok düzme ilâhlar mı hayırlıdır, yoksa hepsine ve her şeye gâlip Kahhar (sonsuz güç sahibi) bir tek olan Allah mı?”[23]
Tevhidi kabul eden insan Allah’a şöyle söz vermiş olur: “Ben ancak Senin emirlerine kayıtsız şartsız uyarım, Sana dayanır ve Sana güvenirim. Cezalandıracak ve mükâfatlandıracak ancak Sensin. En güzel emir Senin emirlerin ve en mükemmel kanun senin kanunlarındır. Senin emirlerini alaya alan, yalanlayan ve haddi aşanlara karşı koyacağım. Senin rızân için yaşayacağım, Senin emrine uymayan hiçbir fikri ve kanunu benimsemeyeceğim.”
Tevhid, yine, rubûbiyet ve ulûhiyet tevhidi olmak üzere ikiye ayrılır.
Rubûbiyet Tevhidi
Rubûbiyet tevhidini tam olarak anlayabilmek için, rubûbiyet kavramının türediği “rabb” kelimesini iyi kavramak gereklidir. Rabb kelimesi, esas olarak terbiye anlamına gelir. Terbiyenin yanında, aynı zamanda ıslah etmek, üzerinde tasarrufta bulunmak, taahhüt etmek, kemâle erdirmek, tamamlamak, efendisi olmak, sorumluluğunu yüklenmek, toplamak, başkanlık etmek, sahip olmak, bakmak, büyütmek, sözünü geçirmek, istediğini yapabilmek, yaptırabilmek, rızık vermek gibi mânâları kapsar.
Allah Teâlâ, âlemlerin gerçek Rabbi olduğu için, rubûbiyet (Rablik) sadece O’na aittir. Bu konuda Allah’ın tevhidi farzdır. Bütün bu sıfatlarıyla rubûbiyet Allah'a aittir. Yukarıda sayılan rubûbiyet sıfatlarında Allah'a ortak kabul etmek şirktir. Çünkü her yönüyle yaratan, rızık veren, her şeye sahip olan O’dur. İşleri idare eden, öldüren ve dirilten, fayda ve zarar vermeye gücü yeten, yükselten ve alçaltan O’dur.
Rubûbiyet tevhidi; göklerin ve yerin yaratıcısının sadece Allah olduğuna ve bütün kâinat işlerini O’nun düzenlediğine inanmaktır. Bu imanın gereği olarak insan, sadece Allah’a kulluk/ibâdet etmeli ve O’na hiçbir konuda ortak koşmamalıdır. “Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?’ diye sorarsan, şüphesiz ‘Allah’tır’ derler.”[24]; “De ki: ‘Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? O kulaklara ve gözlere mâlik bulunan kimdir? Ölüden diriyi, diriden de ölüyü kim çıkarıyor? Bütün işleri kim idare ediyor?’ Hemen: ‘Allah’ derler.”[25]
Mekke müşrikleri de yaratan, yoktan var eden, fayda ve zarar vermeye gücü yeten, duâlara icâbet eden vb. sıfatlara sahip yüceler yücesi Allah'a inanıyorlardı. Ne var ki, putlarına/tanrılarına kendileri için şefaatçi olsunlar diye tapıyor, onları Allah’ı seviyormuş gibi seviyorlardı. Doğal olarak bu halleriyle müşrik oluyorlardı.
Kur'an'da Rab Kavramı
“Rab” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de tam 968 yerde geçer. Rab kelimesinin çoğulu olan “erbâb” 4 yerde ve bu kelimeden türemiş olan “Rabbânîyyûn” 3, “ribbiyyûn” ise bir yerde kullanılır. Toplam olarak “rab” kelimesi ve türevleri Kur’an’da 976 yerde tekrar edilir.
Kur’ân-ı Kerim, besmeleden sonra “Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a aittir” cümlesiyle başlamaktadır. Bu giriş oldukça ilginçtir. Vahy kitabı olan Kur’an söze Allah’a ait en önemli özelliği vurgulayarak, İnsanlara bu önemli gerçeği hatırlatarak başlıyor: Allah’ın Rabliği. Her türlü övgü, her türlü saygı ve itaat ifadesi, her türlü şükran duygusu ve bağlılık; bütün âlemlerin, âlem diye nitelediğimiz bütün varlıkların asıl sahibi, mâliki, yöneteni, bakıp gözeteni, koruyup ihtiyaçlarını gidereni, onlara dilediği gibi yön veren yüce güç sahibi Allah’a aittir. Kur’an, O’nun sözüdür ve O yaratıp şekil verdiği İnsanları müjdeliyor, korkutuyor, doğru yola dâvet ediyor. Çünkü O, âlemlerin Rabbi Allah’tır.
Rab ismi, Kur'an'da Allah lafzından sonra en çok kullanılan isimdir. İlginçtir ki, ilk nâzil olan 30 sûrede "Rab" ismi 80 kez geçtiği halde, "Allah" ismi sadece 20 kez geçer. Buna göre Rab lafzı, Allah lafzının dört katı olmuş oluyor. Elbet bu gerçek, tesadüfle açıklanamaz.
Kur'an, ilk mü'minlerin gönlünde sahih bir Allah inancını oluşturmayı hedeflemişti. Çünkü sorun İnsanları Allah'ın varlığına inandırma sorunu değildi. Câhiliye İnsanı Allah'ın varlığına zaten inanıyordu. Ama bu İnsanlar sahih Allah inancını kaybettikleri, Allah'ın olanı başkalarıyla paylaştırdıkları için sapıtmışlardı. Bu nedenle Allah, ilk indirdiği âyetlerinde İnsanların zihinlerinde kendi rabliğini silinmez bir biçimde yazmayı murad ediyordu. Bundan dolayıdır ki, yaratıcının en büyük ismi olan "Allah"ın dört katı olarak "Rab" ismi kullanılmıştı. Rabliği kabul edilmemiş bir Allah'a müşrikler zaten öteden beri inanıyorlardı.
İşte Kur'an, Allah'ın rab oluşunu ilk mü'minlerin kalbine ve kafasına silinmez harflerle yazdıktan sonradır ki, taşın gediğine konduğunun delili olarak, tam sekiz ayrı yerde şu hitapta bulunuyordu: "Zâlikümüllahü Rabbüküm" ; "İşte bu Allah'tır sizin Rabbiniz" Yani, ancak Allah olan, Rabbiniz olabilir, deniliyor. "Rabbimiz Allah'tır deyip sonra da dosdoğru olanlar" ebedî saâdetle müjdeleniyordu.
Kur'an'da rabliğin belirgin özellikleri açık olarak bildirilmiştir. Bunların başında, İnsanlardan mutlak itaat ve kulluk istemek, İnsanlık hayatını ve varlıklar âlemini düzenleyen ilâhî nizamlar koymak, mutlak değer ölçüleri belirtmek gibi özellikler gelir. Bunlardan birini kendine tahsis eden İnsan, rablik iddiasında bulunmuş olur. Allah, Kur'ân-ı Kerim’de, ibâdet edilecek tek rab olduğunu açık bir şekilde bildirmiş ve kendisine bu konuda şirk/ortak koşulmamasını istemiştir. Buna rağmen, İnsanların yine de Allah'tan başka varlıkları rab edindikleri görülmektedir. Bir kısım İnsanlar çıkıyor, Rabbe ait olan özellikleri kendilerine mal etmeye kalkışıyorlar. Sonra da İnsanları gerçek Rabbin emir ve yasakları dışında kendi koydukları kurallara, ilkelere, değer ölçülerine ve kendi düşüncelerine kayıtsız şartsız uymaya çağırıyorlar. Oysa bu durum, rablik iddia etmenin ta kendisidir. Bazı İnsanlar her ne kadar onlar için secdeye varmasalar da Allah'ın koyduğu hükümleri bırakıp, onların gayr-ı meşrû emirlerini benimseyerek dinlemek suretiyle onlara kul olma derekesine düşerler. Onların bu durumu Allah'tan başkalarını rab edinmeleri demektir. Kur'an'daki rable ilgili âyetler bu konuyu açıkça ortaya koymaktadır.
Kur’ân-ı Kerim, sık sık, İnsanların ve bütün evrenin Rabbinin Allah olduğunu vurgulamaktadır. O, kendi irâdesiyle evreni ve içindekileri yaratıp şekil vermiş, biçimlendirmiştir. Yarattığı her şeyin tek sahibi ve maliki O’dur. O aynı zamanda yarattığı evreni ve içindekileri yönetmektedir, her şeye tasarruf etmektedir. Bu tasarruf etmenin içerisinde elbette yaratılmışların ihtiyacı olan şeyleri onlara karşılıksız vermek de vardır.
Kur’an’da Rab Kelimesinin Mânâları
Kur’an-ı Kerim, Rab kelimesini bir kaç mânâda kullanmaktadır:
a) Özel İsim Olarak: Birçok yerde Rab kavramı, Allah’ın özel ismi olarak geçmektedir.
b) Kendisine Yönelinen: Bazı âyetlerde, etrafında toplanılan, kendisine dönülen en yüce varlık anlamında kullanılmaktadır. Bu anlam ile Allah’ın özel ismi Rab arasında bağlantı vardır.
c) Karşı Gelinemeyen Otorite: Emrine uyulan, kendisinden daha üstün kimsenin olmadığı, koyduğu ilkelere uyulan ve karşı gelinmeyen otorite anlamında da kullanılır: “Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu İsa’yı (Mesih’i) rab olarak kabul ettiler. Hâlbuki bir tek ilâhtan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. O’ndan başka ilâh yoktur. Allah, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir (uzaktır).” Âyette geçen “erbâb” rab kelimesinin çoğuludur.
Birtakım İnsanlar, Allah’ı bırakıp O’nun dışındaki bazı şeyleri rab haline getirirler, onları Rab kabul ederler. Onların emirlerini, sözlerini ve koydukları hükümleri mutlak ölçü olarak alırlar. Allah’ın kanun ve ölçülerini bırakıp, bu yücelttikleri ölçüleri en doğru ilke kabul ederler. Allah, onların rab haline getirdiği şeylerin aslında rab olmayıp, güçsüz varlıklar olduğunu vurgulamaktadır.
d) Efendi-Yönetici Anlamında: Yûsuf sûresi âyet 50’de rab kelimesi sahip, efendi veya yönetici anlamında kullanılmaktadır.
e) Mâlik/Sahip Mânâsında: Bazı âyetlerde rab kelimesi, mâlik/sahip anlamındadır. “Yedi göğün Rabbi, yüce Arşın da Rabbi kimdir?” ; “Eğer yerde ve gökte birden fazla tanrılar olsaydı, şüphesiz her ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki Arş’ın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir/uzaktır.”
f) Allah’ın Sıfatı Olarak Rab: Görüldüğü gibi Rab olmak, Allah’ın sıfatlarından biridir. İlâhlığının bir gereğidir. Rab ismi geniş anlamlı bir sıfattır. Allah’ın yaratıcılığını, evrene sahip ve hâkim oluşunu, İnsana ait her şeyi yaratıp şekil verdiğini, evrende olan her şeye yüce kudretiyle tasarruf ettiğini, İnsanlar hakkında hükümler/yasalar koyduğunu ve bu hükümlere itaat etmenin gerekliliğini, mutlak anlamda itaatın ancak Allah’a yapılması gerektiğini, ıslah edenin, şekil verenin, her şeyi elinde tutanın yalnızca Allah olduğunu ifade eder.
Âlemlerin Tek Rabbi Allah
"El-hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn: (Hamd bütünüyle âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.)" Burada yaratıcımız, kendisini tanımak isteyenlere "Rab olan Allah" biçiminde tanıtıyor. Allah, tek Rabbimizdir, yani O bizi yaratıp da bırakıvermedi. Yarattığı bütün varlıkları terbiye ediyor, tekâmüle erdiriyor. Devamlı, yeniden yaratıyor, geliştiriyor. Prensip ve kanunlarıyla iyiye, hayra, güzele yönlendiriyor. Varlıklarda, özellikle canlılarda gördüğümüz tekâmül ve değişim, O'nun rabliğinin göstergesidir. Bu ayette O'nun rabliğinin büyüklüğünü gösteren bir açıklama da var: "Âlemlerin Rabbi olan" O'nun rabliği, O'nun Allah'lığının en vazgeçilmez vasıflarından birisidir.
Onun için Meryem oğlu İsa (a.s.) da elçi olarak gönderildiği İnsanlara O'nu şöyle tanıtmıştı: "Ey İsrâiloğulları, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a ibâdet edin." "Âlemlerin Rabbi" ifadesi İslâm'ın evrenselliğini de vurgulamaktadır. Rabbimiz, herkesin, tüm İnsanların, tüm varlıkların Rabbidir. Tüm yaratıklar aynı Rabbin kullarıyız. Bu ifade, varlıklarla ortak dil, ortak eylem sahibi olduğumuzu vurgulamış oluyor. Tüm varlıklar O'na kulluk/ibâdet ediyorlar, O'nu rab kabul ediyorlar. İşte evrenle, tüm yaratıklarla uyum ve kardeşliğimiz, aynı Rabbin kanun ve otoritesine (rabliğine) boyun eğdiğimiz, O’nu âlemlerin Rabbi olarak benimsememizde açığa çıkıyor. İşte tevhid, işte evrensellik!
"Âlemlerin Rabbi": Evrende büyük bir nizam, uyum ve yardımlaşma göze çarpmaktadır. Karada, denizde, dağda, ormanda yaşasın; bazı canlıların, diğer canlılar aleyhine aşırı üremeleri söz konusu değil. Bütün canlılar, intizamlı şekilde çoğalıyorlar. Erkek-dişi oranları da, bütün hayvanların yaşadığı yerlerde oranlı. İnsanların erkek ve dişi oranları da, akıl almaz şekilde her ülke ve her yerleşim biriminde birbirine oranlı. Büyük bir düzen göze çarpıyor. Gökte eksiklik, aksaklık yok; yerde, “tabiat kanunları” denilen, bizim “sünnetullah” demeyi tercih ettiğimiz Rabbin kanunları tıkır tıkır işliyor. Dünya, içindekilerle birlikte en güzel misafirhane olarak yaratılıp İnsanın hizmetine verilmiş. Problemler, fesat ve fitneler, Allah'tan ve O'nun yolundakilerden kaynaklanmıyor. Tam tersine Allah'ı tanımayanlar, O'nun düzenini bozmaya çalışıyorlar. "İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu, fesat çıktı, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler."
İğrenç bir ahlâksızlığın AIDS ile cezasının tattırılması gibi, Allah fesattan dönmeleri için ihtarlar veriyor. Fesat, düzen bozuculuk, kâfir ve münâfıkların özelliklerindendir. Mü'minin özelliği ise fesadın tam zıddı ıslah'tır. O, sâlih amel yapmaya çalışır; yani bozulan düzeni Allah'ın istediği ve İnsanların huzur duyacağı şekle, aslına döndürme eylemleri içindedir. Bu sâlih eylemler, mü’minin kendi kurtuluşu için şarttır. Toplumun dünyada huzur ve nizamı; âhirette de kurtuluşu için, yani yeryüzünün bozulan düzenini ıslah için yapacağı gayretlerin adıdır cihad. Dünyada devlet, âhirette cennet isteyen bir mü’min cihadı terk edemez.
Tek Rabbim Allah'tır deyip İnsanların da içinde bulunduğu tüm evreni terbiye edenin ve eğitme hakkına sahip olanın Allah olduğunu kabul eden müslüman, bu inancının sonucu olarak Rabbânî ilke ve prensiplere uymak zorundadır. Kendini ve ehlini ateşten korumak zorunda olan İnsanın temel görevi, Allah'ı tek rab kabul edip O'na kulluk yapmak, çoluk çocuğunu da Rabbin terbiyesi ile yetiştirmektir. Âdem oğlu, yeryüzünün halifesi olduğu veya olması gerektiği için, Allah adına yaşamak ve O'nun ilke ve prensiplerine tümüyle uymak zorundadır.
Tevhid, Allah'ı tek rab ve tek ilâh kabul etmek demek olduğuna göre, eğitim konusunda da ilâhî prensiplere ters ilke, anlayış ve uygulamaların tevhid-i tedrisat kapsamına girse de tevhidî tedrisata, meşrû eğitim kapsamına girmediği kabul edilmelidir. Unutulmamalıdır ki, hakka; hangi oranda olursa olsun bâtılın karıştırılması, o sentezi hak olmaktan çıkarır. Tevhidin en küçük bir küfür ve şirkle beraber bulunması mümkün değildir. Hak görüntüsüne bürünmeyen, içinde cüz'î doğrular barındırmayan bâtılın zararı daha sınırlı ve izâle edilmesi daha kolaydır.
Allah'ın tek rab olduğu inancına ve bu kabulün gerektirdiği eğitim anlayışına sahip olmayan kimsenin, öncelikle kendisinin eğitilmesi gerektiğinden, başkalarını eğitme hakkı yoktur. Gerçek Rabbini tanımayanın kendini tanıması da mümkün değildir. İnsanı doğru tanımayan, yaratılışı, fıtratı keşfedemeyen kimselerin eğitim görüşlerinin de eksik ve yanlışlarla dolu olacağı doğaldır. Ancak doğru Rab anlayışı; İnsanı, kendi fıtratı ve kendi psikolojik yapısına göre eğitmeyi sağlayabilir. Kişinin haddini ve Rabbini bilmemesi, eksik ve yanlış tanımladığı İnsanı, fıtratına ters ve dolayısıyla sağlıksız, başarısız, adâletsiz, huzursuz bir potada eğitmek/öğütmek demektir. "Andolsun, İnsanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vermek istediğini de Biz biliriz. Ona şah damarından daha yakınız."
Nefsine Bile Söz Geçiremeyen Rab Taslakları
Âlemlerin Rabbi Allah'tır. Yarattıklarını besleyen, rızıklandıran, koruyan, gözeten... O'dur. Suyun derinliklerinde, ormanın ıssızlığında, toprağın altında, dağın tepesinde yaşayan, hasta, sakat veya sağlam, gözü olan - olmayan nice varlıklara rızık veren O'dur. İnsanın hizmetine sunulan sayısız nimetler bize Rabbimizi tanıtıyor. Bütün âlemler, tüm varlıklar; Rabbini tanıyor, O'na itaat ve kulluk ediyor. Bizim de fıtratımızda Rabbi tanıyıp kabul etmek ve O'na ibâdet etmek var. Kur'an bize Rabbimizi tanıtıyor.
İnanmayan İnsanlar, eğer güçsüz (müstaz'af) iseler, çevrelerindeki rab taslaklarından birini rab olarak kabul ederler. Bu kula kulluk ve rab kabulü, çok farklı şekillerde ortaya çıkar. İnançsız ve güçsüz kişi, bazen özgür irâdesiyle, bazen reklâm ve aldatmacalarla kandırılarak, bazen tâğutların zorlamalarıyla piyasadaki rablerden birine veya birkaçına boyun eğer. Piyasada tedâvülde bulunan çeşit çeşit rab(!) vardır. Müzik ilâhından tutun, fuhuş tanrısına, futbolcudan tutun, artiste, yöneticilere kadar. Demokrasi var: Herkes istediği tâğutu, beğendiği putu seçmekte serbesttir. Allah'a gerçekten inanıp teslim olmayanlar, eğer kendilerinde güç ve otorite vehmediyorlarsa, başka bir Rabbe boyun eğmezler; kendileri rablik taslarlar.
Rablik taslayan güçlüler (müstekbirler) üç kısma ayrılır: Siyasî, dinî ve iktisadî güçlüler. Siyasî güçlerin rablik taslamalarına örnek; Fir'avn, Nemrut ve onların izinden giden çağdaş yöneticilerdir. "(Fir'avn,) Ben sizin en yüce Rabbinizim, dedi." ; "Allah kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik) verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrahim ile tartışmaya gireni (Nemrut'u) görmedin mi? İşte o zaman İbrahim: 'Rabbim hayat veren ve öldürendir' demişti. O da: 'Ben de hayat verir ve öldürürüm' demişti. İbrahim: 'Allah güneşi doğudan getirmektedir. Haydi sen de onu batıdan getir' dedi. Bunun üzerine kâfir apışıp kaldı. Allah zâlim kimseleri hidâyete erdirmez."
Dinî yönden ellerinde güç bulundurup rablik taslayanların örnekleri de Kur'an'dan öğrendiğimiz şekilde haham, papaz gibi din adamları, kutsallık atfedilen ölü veya diriler, yatırlar, efendiler. İktisadî rab taslakları da Karun'lar, emperyalistler, sömürücü azgınlar, azan, ezen ve üzenler ve de düzenler.
Rablik iddiasında bulunanlar ve onları piyasaya sürenler aslında samimi değillerdir. Onlar sadece basit çıkarlarının peşinde olan, menfaat çarklarını döndürmek için böyle bir sahtekârlık düzeni kurup devam ettirmeye çalışanlardır. Ebû Leheb'in Peygamberimiz'e (s.a.s.) gelip "Müslüman olursam bana ne var, benim elime ne geçecek?" diye sorması üzerine Efendimiz cevap verir: "Başka müslümanlara ne varsa, sana da o var." İnsanları sömüren düzenlerini ve çıkarlarını müslüman olunca devam ettiremeyeceğini anlayan Ebû Leheb'in karşılığı şöyledir: "Bir köleyle beni eşit gören din olmaz olsun!" Kendisini güçlü gösteren İnsan, sanki bilmez mi, başkalarına ve her şeyden önce Allah'a muhtaç âciz biri olduğunu. “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi'l-aliyyi'l-azîm: Güç ve kuvvet kimseye ait değildir; ancak yüce ve büyük olan Allah, güç ve kuvvet sahibidir.”
Rab Olmayan Bir Tanrı Edinme İsteği
Kur'an'da "ilâh" ifadesi putlar için de kullanılırken; "Rab" ismi putları ve tâğutları ifade için kesinlikle kullanılmaz. Kur'an, rablik vasfını sırf Allah'a hasretmiş, başkası için bu sıfatı kullanmamıştır. "Rab" olmayan bir tanrı edinme isteği, İnsanoğlunun en eski sapkınlıklarından ve de açıkgözlülüklerinden biridir. Çünkü rab olan bir tanrı, İnsanın varlığını kuşatan bir tanrıdır. Yapısı itibarıyla zulme ve cehle aşırı meyyal olduğunu vahiyden öğrendiğimiz İnsan, kendi varlığını kuşatan bir tanrı yerine; varlığını kuşattığı ve kontrol altında tuttuğu sahte bir tanrı edinmeyi şeytanî menfaatlerine ve nefsânî zaaflarına daha uygun bulmaktadır.
Bu nedenledir ki hep işine karışmayan, nefsi, malı, vicdanı, duygusu, düşüncesi ve eylemi üzerinde söz ve karar, güç ve kuvvet sahibi olmayan bir uyduruk ilâh aramış; bulamamışsa kendi elleriyle icat ve imal etmiştir. Güneş, ay, deniz, nehir, inek, kurt, taş, tunç, ateş İnsanoğlunun bulduğu bu türden "rab olmayan" ilâhlarıdır. Gök tanrısı(!) gibi, hükmü göklere geçen, yağmur yağdıran, tabiata hükmeden; ama sokağa, okula, devlete, kanunlara, yaşayışa... karışmayan bir tanrı anlayışı var kimi çevrelerde. Rab olmayan tanrı; göklerde hâkim ve vicdanlarda mahkûm bir tanrı. Rabliği kabul edilmeyen, câmilere hapsedilmiş bir tanrı; câmilerin ve vicdanların dışına çıkamayan bir tanrı!
Tabii bu da kurtarmamış, İnsan en sonunda Rab olan bir Allah'a inanmak zorunda kalınca, bu kez de laiklik sapkınlığına başvurarak varlığını ve birliğini tasdik ettiği İlâhın rabliğini inkâra kalkışmıştır. İşte böylece şirk, laiklik adı altında tedavüle sürülerek çağdaş İnsanın Rabbiyle olan ilişkisi bir kez de böylesine çağdaş bir yöntemle koparılmaya çalışılmıştır. Nasıl Allah'ın vahdâniyetini inkâra kalkışan antik müşrikler Hz. İbrahim'in hanif dinini tahrif ve tahrib etmişlerse, Allah'ın rabliğini inkâra kalkışan çağdaş müşrikler olan laikler de Hz. Muhammed’in (s.a.s.) hanif dinini tahrif ve tahribe yeltenmişlerdir.
Sevilenlerin Putlaştırılması; Allah'tan Başkasını Rab Edinme
Allah'ın rab oluşu konusunda İnsanoğlunun düştüğü tek şirk, rubûbiyeti inkâr şirki değildir. Bu konuda düşülen bir başka şirk türü de, Allah'ın bu sıfatını Allah'tan başkasına vermek, O'ndan başkasını rabler edinmek biçiminde ortaya çıkmaktadır. "Hahamlarını ve râhiplerini Allah dışında rabler edindiler; Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa kendilerine tek ilâh olan Allah'a ibâdet etmeleri emredilmişti. O'ndan başka tanrı yoktur. O, onların şirk koştukları şeyden uzaktır." Burada sorun "rab" edinilenin kimliği değildir. Bu, İsrâil oğullarının yaptığı gibi din adamları, zâhid ve âbid kullar, velîler ve hatta Hz. İsa gibi bir peygamber de olabilir. Sorun eylemin kendisidir ve o da Allah'tan başkasını rab edinmektir. İşte bunu Kur'an Allah'tan başkasına kulluk yapmak olarak niteliyor ve bu tavra da doğrudan şirk diyor. Yahudileşme temayüllerinden biri olan Hz. Mûsâ ve Hz. İsa ümmetinin bu şirk türü aynen Hz. Muhammed ümmetine de geçmiş, bu ümmet de ulularını, din büyüklerini, velîlerini Allah'tan başka rabler edinme sevdasına düşmüşlerdir.
Elbette bu rab ediniş, onların önünde secde etmek, onlara doğrudan ibâdet etmek biçiminde gerçekleşmiyordu. Yukarıdaki âyet nâzil olduğunda eski bir Hıristiyan din adamı olan Adiy b. Hâtem'i boynunda altın bir haçla gören Allah Rasûlü, onu bir put olarak nitelemiş ve atmasını öğütlemiş, ardından yukarıda meâlini verdiğimiz âyeti okuyarak şöyle tefsir etmişti: "Kuşkusuz onlar din adamlarına ve ulularına tapmıyorlardı. Lâkin onlar, şu sınıfların helâl kıldığını helâl kabul ediyorlar, yasakladıklarını da haram kabul ediyorlardı." Başka bir âyet-i kerimede de Allah'tan başkalarını rab edinmek, isterse bu başkaları melekler ve nebîler olsun, müslüman olduktan sonra küfre dönmek olarak adlandırılır: "Hiçbir İnsana yakışmaz ki Allah ona Kitap, hüküm ve peygamberlik versin de ardından İnsanlara dönüp 'Allah'ı bırakıp bana kullar olun' desin. Fakat 'öğrendiğiniz ve okuduğunuz Kitap gereğince Rabbe hâlis kullar olun' der. Ve size 'melekleri ve peygamberleri rabler edinin' diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra size inkârı emreder mi?"
Diriler yanında ölüleri bile nasıl rableştirmiş İnsanoğlu?! Kendine bile faydası olmayan bir ölüyü, bir yatırı nasıl rableştirerek putlaştırıyor? Yatırlara kurban kesmek, onlara karşı duâ etmek, ölülerden çocuk, nasip veya yardım istemek, çelenk koyar gibi, deftere yazı yazar gibi, dilekçe sunar gibi bez bağlamak, mum yakmak, Fir'avun'lar için yapılan piramitlere özenerek anıtmezarlar, kümbetler, kubbeler yapmak, tavaf eder gibi kabrin etrafında dönmek, kabre karşı kıyâma durmak, namaz kılmak, onun yüzü suyu hürmetine deyip Allah'la arasına aracı koymak, putperestlerin putlarını şefaatçi kabul etmelerine benzer bağımsız şefaat anlayışına sahip olmak ve buna benzer tavırlar ölüleri rab kabul etmenin örnekleridir. Yaşayan bazı İnsanlara kerâmet veya kutsallık atfetme adına Allah'a ait bazı vasıflar vermek de rableştirmeye ayrı örneklerdir.
İnsanların önderlerini, din ulularını, büyüklerini, hatta peygamberlerini rabler edinmeleri sevginin ve bağlılığın cinayet derecesine vardığı bir aşırılık örneği. Allah bundan müslümanları şiddetle nehyediyor. Bir yahudileşme temâyülü olan üstadını, ustasını, efendisini, şeyhini, hocasını Allah dışında rab edinme ifrâdının zıddı da, itaat halkasını boynundan atıp hevâsını ve nefsini ilâh edinme tefrîdidir. Elbette her ikisi de aşırılıktır. Bu ifrât ve tefrît aşırılıklarını iyi anlamak için rab edinmeyi nehyeden hemen tüm âyetlerde gelen "min dûnillâh" (Allah'ın dışında) lafzını iyi anlamak gerek. Değilse, bu yaklaşım nefsi, hevâ ve hevesi rab edinmek demek olan mürebbîsizlik, ustasızlık, büyüksüzlük ve kılavuzsuzluğa delil olamaz.
Kur'an'da nehyedilen rablik, Allah'a mahsus olan bir sıfatı O'nun dışında başkalarına vermek demeye gelen rabliktir. Terbiyesinde Allah'ı dışarıda bırakan bir terbiyecinin terbiyesini kabul, Allah dışında bir Rabbi kabulle eş tutulmuştur. Ancak mutlak mürebbî olan Allah'ın ilkeleriyle terbiyecilik yapmak, isterse bu terbiye mânevî değil de; besleyip büyütmekten ibaret maddî bir terbiye olsun, bu sınıfa girmez. Ortada Allah'la iddialaşmak yoksa orada terbiye eden de, terbiye edilen de suçlanamaz.
Allah'tan başkasını rabler edinme ifrâdının tefrîdi olan terbiyesizlik ve terbiyecisizlik, seviyesizlik ve hercailik de bir akîde sorunu olarak çıkıyor önümüze. Bu durumda kişi ipsizdir belki, ama zannettiği gibi hür değildir. Büyük bir kesimin birinci türden hastalığına karşı gösterilen tepki, bu ikinci tür hastalığı doğurmaktadır.
Rab konusunda, televizyonlarla evlere rahatlıkla giren misyonerlik, mitoloji ve süpermenliği, he-man (hîmen)liği de sorgulamak gerekiyor. Filmleri, dizileri, çocuk filmlerini, çizgi filmleri değerlendirdiğimizde çoğunda "gökler hâkimi, kâinatın sahibi, filân tanrısı-tanrıçası..." gibi rab vasıflarının bir İnsana unvan olarak verildiğini ve uydurma tanrılıkları, rablikleri; tepkisiz, benimseyerek seyretmenin inançlardaki tahrib ve tahrifini düşünüverin.
Kur'an, Allah'ın rab oluşundan söz ederken, O'nun göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin, doğunun batının, doğuların ve batıların; en fazla olarak da âlemlerin Rabbi olduğunu ısrarla vurgular. Allah, evreni yaratmakla kalmamış, âlemleri yetiştirip, kemâle erdirmiş, hükmünü icrâ etmiştir. Bazı filozoflar, “Allah, evreni yarattı ve bıraktı” gibi yanlış, yanlış olduğu kadar gözlem ve tecrübelere de zıt bir anlayışa düşmüşlerdir. Bu yanlış anlayış, sonunda, filozofların koyacakları kurallarla da yeryüzünde ilâhî ve ideal bir devlet ve hükümet kurulabilir düşüncesine varmıştır. Laikliğin temeli de bu sakat anlayıştır. Kur'an "Allah, âlemlerin Rabbidir", "Sizi ve yaptıklarınızı yaratan Allah'tır." âyetleriyle Allah'ın evreni kendi haline bırakmadığını açıklıyor.
Allah, âlemlerin Rabbidir. Makro anlamda, şehâdet âlemi, gayb âleminin, yerlerin, göklerin, galaksilerin, güneşlerin, sular, okyanuslar âleminin, gezegenler ve yıldızlar âleminin... Rabbi Allah'tır. Mikro anlamda, bitkiler âleminin, İnsanlar, melekler, cinler âleminin, böcekler âleminin, kuşlar âleminin, milyonlarca tür ve cinsteki hayvanlar âleminin, mikroplar âleminin, görülen ve görülmeyen âlemlerin... Rabbi Allah'tır. Rivâyete göre, toplam sayısı on sekiz bin, ya da sayısını bilmediğimiz binlerce âlemi, bütün âlemleri yarattığı gibi; yetiştiren, hükmünü geçiren, tümünü yöneten Allah'tır. Allah açısından evrendeki her hareket Allah'a aittir.
Her varlığın varlığı O'ndandır. Varlıklar, cisimleriyle değil; kendilerini cisim şeklinde gösteren içlerindeki varlık özüyle vardırlar; bu öz de bütünüyle Allah'tandır. Yani, hiçbir varlık, kendi halinde bir hareket yeteneğine sahip olmadığı gibi, böyle bir yetkiyle donatılmış da değildir. Mutlak güç ve kuvvet kaynağı sadece Allah'tır. İzafî olarak varlıkların fıtratlarında varmış gibi görünen ve adına bugün "tabiat kanunları" veya "içgüdü" denilen birtakım sebepler, gerçekte Allah'ın sürekli olarak evreni yeniden yaratması ve yenilemesinden başka bir şey değildir. Allah açısından sebep-müsebbip şeklinde bir ikilem asla söz konusu olamaz. Sebep de müsebbip de Allah'tır. Soruna izafi olarak varlıklar açısından yaklaşıldığında karşımıza bir sebep-sonuç ilişkisi çıkmaktadır. Ne var ki, bu ilişki, bazıları tarafından mutlaklaştırılıp âdeta Allah'ın ilâh ve rab olarak yerini almaktadır ki, bugün batının ve bazı müslümanların bilmeden vardıkları büyük yanılgı burasıdır; yani sebepleri putlaştırmak. Sözgelimi deprem olayında, sarsıntının maddî sebeplerini putlaştırarak depremin oluşumunu Allah adını hiç anmadan yorumlamak, sebepler ve tabiat kanunlarını rab kabul etmektir.
Allah'ı sadece ilk yaratıcı veya ilk hareket ettirici olarak görmek, O'nu evrenden çekip çıkarmak, sonuçta O'nun rabliğini inkâr etmek demektir. Oysa Kur'an'ın ısrarla vurguladığı gibi, Allah, evreni ve içindeki bütün varlıkları "kudret elinde" tutmakta olup, dilediği biçimde yönetmektedir. Doğuda da, batıda da, yerde de gökte de idare yalnızca Allah'a aitttir. Her şey O'nun irâdesi, hükmü ve bilgisi altındadır. Hiçbir varlık, kendiliğinden bir hareket, yaşama ve davranma gücüne sahip değildir. Besleyen, büyüten, yediren, rızıklandıran, üreten, öldüren, dirilten hep O'dur. O âlemlerin Rabbidir.
İnsana, yeryüzünde hiçbir varlığa verilmeyen üç önemli özellik verilmiştir: İrâde, konuşma ve bilgi. Allah'ın ilmi, irâdesi ve kelâmı mutlakken ve İnsan dahil her şeyi kuşatmışken; İnsanın ilim, irâde ve kelâmı izafîdir, Allah'ınkilere tabi olmak zorundadır. Çünkü o yeryüzünde halife olarak vardır. Allah'ın irâdesi çerçevesinde dileyecek, O'nun ilminden bilgisini alacak ve O'nun kelâmı çerçevesinde davranacaktır. Ama, eğer İnsan Allah'ın ilâh olduğunu kabul etmezse, bu kez kendi dileme ve bilgisini mutlaklaştırır ve sonunda dilediği biçimde eylemde bulunur. Yeryüzünde dilediği biçimde tasarruf etmeye kalkar, iradesini kendi arzuları doğrultusunda kullanır. İşte bu da, Allah'ın rabliğini kabul etmemek, O'na bu noktada ortak koşmak demek olur.
Demek ki, Rab olarak Allah evrende mutlak tasarruf sahibidir. Yaratıklar arasında yalnızca İnsan teşrîî alanda bu rabliğe karşı çıkabilir. Yeryüzündeki tasarrufunu Allah'ın değil; kendi irâdesi doğrultusunda yapmaya kalkışabilir. Dünyadaki hayatı, istediği biçimde yönlendirmeye kalkar. Bunun için, Allah'ın kurallarına rağmen kendinden kurallar koyar. Böylece İnsan, kendi arzularını ilâhlaştırmış olur. Arzularının doğrultusunda yeryüzüne şekil vermeğe kalkınca da yeryüzünde rableşmiş olur. Bunun sonucunda, böylesi İnsanlara isteyerek itaat edenler de, Allah'ı değil; bu İnsanları rab kabul etmiş olurlar.
Kur'an, Allah'ın mutlak rab olduğunu belirtirken, bazı İnsanların bilginlerini, râhiplerini, hahamlarını, büyük kabul ettikleri birtakım kimseleri, yöneticilerini rab edindiklerini, yani onların kendi hevâlarından uydurdukları ve hayatı düzenleyici kurallara bağlı kaldıklarını da vurgular. Sözgelimi, Hz. Mûsâ, Allah'ın mutlak anlamda rab olduğunu ilân ederken, Fir'avn, kavmine karşı, "en büyük Rabbiniz benim" diye seslenir. Yine Kur'an, İnsanları, birbirlerini rabler edinmeyi bırakıp, yalnızca Allah'ı rab edinmeye çağırır.
Kur'an'da rab ve melik sıfatları, İnsanla ilgili kullanıldığında ilâh kavramından önce gelmektedir. "De ki, sığınırım İnsanların Rabbine, İnsanların melikine, İnsanların ilâhına." Bunun nedeni oldukça basittir. İnsanların birinci derecede Allah'ın yolundan ayrılmalarının nedeni rablik ve melikliği kendilerine özgü kılma, yani Allah'ı yeryüzünden kaldırma sevdalarıdır. Eğer, Allah rab ve melik olarak İnsanların hayatına müdâhale etmeyecek olursa, bu durumda rablik ve meliklik; güçlü, kurnaz ve zengin İnsanların eline geçecek, bunlar da diğer İnsanlar üzerinde kolaylıkla rab ve melik olabileceklerdir. İnsan, arzularına, tutkularına kurban olmakta, arzularını dilediği gibi tatmin etmek ve dolayısıyla yeryüzüne ve yeryüzündeki gelir kaynaklarına dilediği ölçüde sahip olmak istemekte, bu da kendiliğinden daha başka İnsanlar üzerinde tasarruf sahibi olmayı gerektirmektedir. İşte rablik iddia eden egemen güçlerin zorbalık ve zulümleri, bu anlayıştan kaynaklanmaktadır. İnsanlar, Allah'tan başka kimseyi rab kabul etmezlerse, zulüm en büyük desteğini de yitirmiş olacaktır.
Rab kelimesi, kapsamının geniş olması ve İnsanlık hayatındaki fonksiyonu yönünden çok önem ifade eden Kur’ânî bir kavramdır. Özellikle, İnsanların çeşitli rablere kul olduğu günümüzde; İslâm'ın pratiği açısından taşıdığı önem daha da büyüktür.
Günümüz İnsanlığının rab anlayışını, onların inançlarında ve pratik hayatlarında çok açık bir şekilde görmek mümkündür. Gerek inanç ve gerekse düşünce yönünden, Allah'a tek rab olarak inanılmadıkça, amelî hayatta, yani pratikte O'nun dinine uymak da mümkün olamaz. Dinin ilk şartı, Allah'a, O'nun emirlerine teslim ve tâbi olmaktır. Allah'a rağmen Allah'tan başkalarının koyduğu gayr-ı meşrû hükümlerine seve seve uyanların, "Allah'ın rabliğine ve ilâhlığına inandık" demeleri kendilerini kurtarmaz. Çünkü İslâm; rab olarak sadece Allah'a inandıktan ve O'na karşı kulluk vecîbelerini yerine getirdikten sonra, O'nun koyduğu hüküm ve kurallara uyulmasını da ister. Bunun için İnsanlar, Allah'ın kesin olarak bildirdiği hükümleri bırakıp, ilâhî emirlere ters olarak başkalarının ortaya koyduğu ilke ve hükümlere isteyerek uymaları halinde, her ne kadar iddiaları Allah'a iman olsa da, bu imanları geçerli olamaz.
Günümüz İnsanının Çeşitli Sahte Rableri
Günümüzde, İnsanların, vicdanlarında inanıp kabul ettikleri rable, yaşantılarında, hükümlerine teslim oldukları rabler aynı değildir. Teorik olarak inandıklarını ifade ettikleri Allah'ın rabliğini, vicdanlarına hapseden günümüz İnsanlarının pek çoğu, pratik hayatlarında Allah'tan başka rablerin emirlerine ve hükümlerine teslim olmaktadırlar. Üzülerek belirtelim ki, İnsanların pek çoğunun mâruz kaldığı en büyük tehlike, Allah'ı günlük yaşantılarında rab kabul edemeyişleridir. Onlar, bir yandan mü'min ve müslüman olduklarını söylerlerken, diğer yandan da Allah'ın emir ve yasaklarını bir tarafa atarak çeşitli varlıkların ve rehber edindikleri önderlerinin emirlerine uyarlar. Onların koyduğu gayr-ı meşrû hükümlere gönüllü olarak itaat ederler; böylece Allah'tan başkalarını rab edinmiş olurlar. "Lâ"sı olmayan bir inanç yaygınlaştırılıyor; her şeyle, özellikle egemen tüm güçlerle ve onların rab anlayışlarıyla uzlaşan, tepkisiz, laik müslümanlık (!). Allah'a inanan, ama tâğuta itaatten ayrılmayan, Allah'a inanan ve tâğutların ilke ve hükümlerini kabul ettiğini ifade eden, hakla bâtılın karıştığı bir din!
Kur'an'ın eski kavimleri ve peygamberleri anlattığı âyetlerinden anlaşılmaktadır ki, en eski asırlardan, kendi nüzûlü zamanına kadar, sapıklık ve inanç bozukluğu ile tanıttığı tüm toplumların, doğrudan Allah'ın varlığını inkâr etmediklerini görüyoruz. Ancak onların hepsinin müşterek sapıklıkları; Allah'ın mutlak rabliğini kabul etmeyişleri, Allah'ın yaratıcı olduğuna inansalar da O'nun tek rabliğine pek çok varlıkları ortak etmeleridir. Rabliğin bir kısım özelliklerini Allah'tan başkalarında görmeleri, ahlâkî, sosyal ve kişisel hayatları için gerekli olan emir ve kuralları, Allah'tan başkalarından almalarıdır. Bunun için, İnsanların pek çoğu, ya doğrudan doğruya Allah'tan başka rabler olduğuna inanıyorlar, veya Allah'ın rabliğine teorik olarak inansalar da pratik hayatlarında Allah'tan başkalarının rabliğine teslim oluyorlar. İşte rab konusunda, peygamberlerin her asırda yıkmak istedikleri asıl sapıklık budur. Hükmü sadece göklere geçen; dünyaya, İnsanlara, yönetime, sosyal ve siyasal hayata... karışmayan bir Allah inancı. Yani göklerin Rabbi. Hâlbuki Allah; göklerin, yerin, bütün âlemlerin Rabbidir.
Önceden hıristiyan olan Adiyy b. Hâtem, boynunda altından bir haç olduğu halde Rasûlüllah'ın huzuruna geldi. Peygamberimiz ona: "Ya Adiyy, boynundan şu putu çıkar." buyurdu. Bu sırada Rasûlullah "Yahudiler ve hıristiyanlar, haham ve râhiplerini Allah'tan başka rabler edindiler." meâlindeki âyeti okuyordu. Adiyy: "Ey Allah'ın Rasûlü, hıristiyanlar, râhiplere ibâdet etmediler ki (onları rab edinmiş olsunlar)" dedi. Peygamberimiz: "Evet ama onlar (hıristiyan râhipleri ve yahudi hahamları) Allah'ın helâl kıldığını haram; haram kıldığını da helâl saydılar. Onlar da bunlara uydular. İşte onların bu tutumları, onlara ibâdet etmeleri ve onları rab edinmeleridir." buyurdu.
Bu hadis-i şerif açık olarak gösterir ki, herhangi birini rab edinmiş olmak için, ona rab adı vermek şart değildir. Allah'tan başkalarının emrine, Allah'ın dinine uyup uymadığı hiç hesaba katılmaksızın isteyerek itaat etmek, hükümle ilgili konularda Allah'tan başkalarının sözünü dinleyip kabullenmek, Allah'tan başkasına itaat ederek O'nun dininin emir ve hükümlerine başkasını tercih ederek muhalefet etmek, Allah'tan başkalarını rab edinmek ve onlara tapmak demektir.
Putlara, şeytanlara ve tâğutlara tapmak nasıl şirk ise; Allah'ın emrine, Hakk'ın hükmüne uymayan kişilerin ortaya attıkları görüşleri benimsemek ve onları Allah'a tercih edip onlara uymak da öylece bir şirktir. Bu durum, onlara kulluk mertebesinden fazla değer vermek, Allah'ın ilâhî hükümlerine uymayan görüş ve fikirlerini benimsemek olduğu için, hem bir çeşit şirk, hem de Allah'ı bırakıp onları rab edinmektir. Onlara her ne kadar dil ile rab denilmese de durum, onları rab tanımanın ta kendisidir.
Onların sözlerine itaat edip, Allah'ın emirlerini terk etmenin puta ve tâğuta tapmakla aynı olmasının sebebi ise açıktır. Çünkü gerçek âlim, Hakk'ın kulu ve ilâhî hükümlerin mahkûmu olan kişidir. Hakkı bâtıl, batılı da hak yapmaya çalışıp, İnsanlara helâlı haram, haramı da helâl tanıtarak Allah'ın hükümlerini değiştirmeye çalışanlar, ilmî haysiyetten uzak birer tâğutturlar. Bunlara uymak da onları rab kabul etmektir. Çünkü bu duruma düşenler, Allah'ın hükmüne değil de onların isteklerine uyarak onlara Allah'a tapar gibi tapmış olanlardır.
Günümüzde de İnsanların hayatına hâkim pek çok rab kabul edilenler var. Her İnsan, hangi Rabbin kulu olduğunu kendisi tayin edebilir. Ancak, bunu yaparken, kimin mülkünde yaşadığını, hangi Rabbe kulluk etmesi gerektiğini iyice düşünmelidir. Şu iyi bilinmelidir ki, inanılan ve hayatın her safhasında emrine uyulan tek rab Allah olmadıkça O'na kullukta bulunulmuş olunamaz. Peygamberimiz'in: "Rabbim Allah de ve bu sözünde dosdoğru ol" anlamındaki mübarek sözü, Kur'an'daki rab kavramının ve O'na kulluğun en veciz ifadesidir.
Ahirette sorulacak İnsanlara: "Rabbin kim?" Dünyada rab anlayışı ve bu konudaki davranış ve eylemlerine göre cevap çıkacak o İnsandan. "Rabbim filandır" diyecek İnsan. Dil, irâdemizin emrinden çıkacak orada. Dünyada kimi rab kabul etti veya eylemleriyle bu görüntüyü verdiyse, onu söyleyecek dil. Orada "Rabbim Allah'tır" diyebilmek için, burada "Rabbim Allah'tır" deyip bu sözünü yaşantı olarak ispatlamak gerekiyor. Evet, kurtuluşun tek reçetesi: “Rabbim Allah” deyip dosdoğru olmak...
Rab Konusunda Sahih İtikad
Âyet ve hadisler, evrende olup bitenlerin gelişi güzel ve tesadüfen olmadığını, aksine her şeyin, başlangıçtan itibaren sonuna kadar ilâhî bir irâdenin eseri olduğunu açıkça ortaya koyar. Beliren bu hakikatten sonra Allah'ın rabliği konusunda varılabilecek sonuçları şöyle sıralamak mümkündür:
Allah, âlemlerin Rabbidir. Her varlığın geçek sahibi Allah'tır. Varlıkların tümünü yaratan, eğiten, geliştiren, besleyen yegâne Rab Allah'tır. Allah'tan başka ma'bud kabul edilecek hiçbir varlık olamaz. Sevilerek kendisine ibâdet ve itaat edilecek tek rab ve ma'bud ancak Allah'tır. Rubûbiyet ve ülûhiyet sadece O'nun hakkıdır. İnsanlığın ilerlemesi ve medenîleşmesi, Rabbini tanımasıyla mümkündür. Allah'ı tek ve gerçek rab olarak tanımak; O'nun emir ve hükümlerine göre yürümek, Allah'a güvenerek başkalarının arzusunu O'nun emrinden üstün görmemek, O'nun hükümlerine uymayan her düşüncenin ve her işin bâtıl olduğuna inanmak demektir. Allah'ın yegâne rab olduğuna inanmak; her işi yönetip tanzim edenin, yine her şeye sonsuz kudretiyle gâlip olanın ancak Allah olduğunu kabul etmek demektir.
Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, Allah'tan başka hiçbir Rabbe kul olmamak, her işi Allah için yapmak, O'nun emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmak, “Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur” ilkesi üzerinde ölünceye kadar sâbit kalmak, Allah'a itaatte dosdoğru yaşayıp hilekârlığa sapmamak, Allah'a tek rab olarak inanmak ve bunda doğru olmak demektir. "Rabbimiz Allah deyip sonra dosdoğru olanların üzerine melekler iner; Korkmayın, üzülmeyin. Size söz verilen cennetle sevinin. Biz dünya hayatında da âhiret hayatında da sizin dostlarınızız. Orada size canlarınızın çektiği her şey var. Orada size istediğiniz her şey var (derler)."
Tüm yaratıkları yönlendiren, ihtiyaçlarını karşılayan, âlemlerin Rabbi Allah olduğu gibi; beşere Cenneti gösteren, onu terbiye eden de Allah’tır. Cehennemi gösteren ve ondan sakındırıp korkutan, Peygamberimiz’i gösteren ve O’na bağlanmayı teşvik eden de Rabbimizdir. Kur’an hakikatlerini gösterip İnsanın gözünü gönlünü açan, Kur’an’da kâinatı dile getiren, evreni anlatıp İnsanın karşısına apaçık gerçekleri ayan beyan seren, tek rab Allah’tır.
Varlığa gelen, vücuda eren bütün mahlûkatı terbiye eden Allah’tır. Ve her varlık, bizzat Cenâb-ı Hak tarafından kendi fıtrat hudutları içerisinde terbiye edilmektedir. Terbiye sınırlarının dışına çıkmış hiçbir varlık gösterilemez. Bu evrensel terbiyenin tek sahibi Rabbu’l-âlemîn olan Allah’tır. İnsanı da terbiye eden O’dur. Hidâyet ve dalâlet yolunu göstermek ve gönderdiği peygamberleri, dünya ve âhiret hayatının lider ve önderleri kılmakla Cenâb-ı Hak İnsanı terbiye etmektedir. Ve yine, bir nebî ile bir bedevîyi, yetenekleri ölçülerine göre terbiye etmektedir.
Beşer, ancak O’nun terbiyesi ile gerçek olgunluğa ulaşabilir, İnsan-ı kâmil olabilir. Bunun en sağlam yolu ise, Kur’an’ı rehber edinmektir. Terbiye, her varlığın kendi sınırları içinde tekâmül etmesi demektir. Onları kemâle erdiren ise, Rab olan Allah’tır.
İnsana yakışan, bütün evrenin ve kendisinin yaratıcısı, sahibi, rızık vericisi, yetiştiricisi olan Allah’ı tek rab kabul edip O’na ibâdet ve itaat etmektir.
İnsanın muvahhid bir müslüman sayılabilmesi ve cehennem azâbından kurtulabilmesi için rubûbiyet tevhidi ile beraber ulûhiyet tevhidine de iman etmesi lâzımdır. O halde ulûhiyet tevhidi nedir?
Ulûhiyet tevhidi, Allah'a, Onun belirlediği ibâdet şekilleri ile ibâdet etmektir. İbâdette Allah’ı birlemek, başkasını O’na ortak kabul etmemektir. Kalbin korkarak ve ümit ederek Allah'a bağlanmasıdır. Ulûhiyet tevhidi; ibâdette, boyun eğmede, hüküm koymada, kesin itaatte tek ve ortağı olmayan Allah’ı birlemektir.
Rubûbiyet ve ulûhiyet tevhidi beraber olmalıdır. Bunlardan biri bulunmazsa kişi muvahhid olamaz ve şirke düşer. Müşrikler, Allah’ın varlığını ve yüceliğini kabul etmekle birlikte putlara tapıyorlar ve yeryüzünde Allah’ı tek hüküm koyucu olarak kabul etmiyorlardı. Aynı şekilde ehli kitap da, Allah’ın yeryüzünü yarattığını kabul etmelerine rağmen O’na oğul isnat ederek ve helâl-haram kılma yetkilerini din adamlarına vererek şirke düşmüşlerdir. Ulûhiyet tevhidi çok önemlidir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde en çok vurguladıkları husus ulûhiyet tevhididir: “Biz her kavme: ‘Allah'a ibâdet edin ve tâğuta kulluktan sakının; sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur’ (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik.”[26]; “(Nuh): ‘Ey kavmim! Allah'a kulluk/ibâdet edin, sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur’ dedi.”[27]
Tevhidin şiarı, Lâ ilâhe illâllah’tır. Bu ifâde, ulûhiyeti Allah’tan başka her şeyden kaldırıp atmayı ve ulûhiyeti sadece O’na has kılmayı içermektedir. “Böyledir. Allah, hakkın ta kendisidir. O’nu bırakıp taptıkları ise bâtıldan başka bir şey değildir. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür.”[28]
Tevhidin en açık tezâhürü, Allah’ın emirleri ile, sevilen kişi veya herhangi bir şeyin istekleri çatıştığında, Allah’ın emirlerini tercih etmektir. “İnsanlar arasında Allah’ı bırakıp, O’na koştukları eşleri ilâh olarak benimseyenler ve onları Allah’ı severcesine sevenler vardır. Mü’minlerin Allah’ı sevmesi ise hepsinden kuvvetlidir.”[29]
Peygamberlerin görevleriyle ilgili âyetler, tevhid’in temelinin sadece Allah'a ibâdet etmek olduğunu açıkça beyan ediyor. Peygamberlerin gönderilişlerindeki temel amaç, insanları Allah'a kulluğa/ibâdet etmeye çağırmaktır.
Kur’ân-ı Kerim’in tevhid ile ilgili âyetlerine dikkatle baktığımız zaman tevhid akîdesinin sadece fikrî, zihinsel ve felsefî bir telakki olmayıp; insan ve kâinat konusunda başlı başına çok genel bir düşünce ve yaşam biçimi olduğunu açıkça anlarız. Kavramlar arasında, insan hayatını “tevhid” kavramı kadar çepeçevre kuşatan, çok boyutlu bir başka kavram bulmak mümkün değildir. Bundan dolayı tarih boyunca bütün İlâhî dâvetler, Lâ ilâhe illâllah esasını açıklayarak işe başlamışlardır.
Kur’an’ın insanlara kazandırmaya çalıştığı dünya görüşüne göre kâinat ve kâinattaki bütün varlıklar yüce bir kuvvet olan Allah tarafından yaratılmıştır. Evrendeki düzen de Allah tarafından yaratılmıştır. Kur’an, evrendeki düzenin Allah tarafından takdir edilmiş olduğunu açıkça beyan ediyor. Kur’an’daki birçok âyet, çeşitli ifade biçimleriyle insanın dikkatini evrenin sağlam düzenine çekerek, evrenin yaratıcısının birlenmesi gerektiğini vurguluyor. “Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.”[30]; “Gerçek şu ki, göklerde ve yerde her ne varsa O’nundur. Hepsi O’na boyun eğmişlerdir.”[31]; “Göklerde ve yerde bulunan her şey, Rahmân’a kul olarak gelecektir.”[32]; “O (Allah), geceyi sizin için istirahat etmenize elverişli, gündüzü de (geçiminizi sağlamanız için) aydınlık yapmıştır. Şüphesiz bunda işiten bir toplum için ibretler vardır.”[33]
Bu âyetler, bütün evrende var olan düzeni; evrenin yaratıcısı, idare edicisi ve evirip çevireni olan Allah’ın birliğine apaçık bir delil sayıyor. Bizden de, kâinatta var olan bu mükemmel düzen ve bu düzenin sağlamlığı ve bütünlüğü üzerine düşünmemizi ve bu yolla tevhid fikrine ulaşmamızı istiyor.
Tevhid, bütün beşeriyetin, sahte ilâh ve rablere başkaldırarak esâret zincirinden kurtulması ve Allah’tan başkasına kul olmaması demektir. Bu yüzden, tevhid kavramı aynı zamanda, kullara kul olmanın pençesinden kurtularak yalnız Allah'a kul olmaya yönelmek ve bunun tabii neticesi olarak da Allah’ın hâkimiyetini kabul etmek; Allah’ın egemenliğinin dışında her gücü, sultayı, otoriteyi, sistemi, fikri, ideolojiyi, dünya görüşünü, kısacası hangi kılıf, örtü ve görüntü altında olursa olsun hâkimiyet/egemenlik iddiasında bulunan her kimseyi ve her şeyi reddetmek anlamlarını da içerir.
“Rabb’in, yalnız Kendisine kulluk etmenizi... emretti.”[34] “Hüküm, hâkimiyet/egemenlik yalnız Allah’ındır. O, yalnız Kendisine ibâdeti/kulluk yapmanızı emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.”[35] Bu âyetler şu gerçeği açıkça ortaya koyuyor: Allah'a inanmanın, tevhid dinine dâhil olmanın ve muvahhid sayılabilmenin şartı, kişinin Allah’ın hâkimiyetini kabul ederek, O’nun isteğini, kendi dilediğine veya başkalarının isteklerine tercih etmek ve tüm diğer arzuları O’nun yolunda fedâ etmektir. Müslüman olmak, kısaca Allah’ı kural koyucu sıfatlarıyla tek, emir verici olarak tek, yasak koyucu olarak tek ve insan hayatına hükmedici olarak tek olarak kavramak, inanmak ve bu doğrultuda yaşayıp tavır koymaktır.
Dünyamız, hâlâ câhiliyeyi yaşıyor. “Müslümanım” diyen insanların bile çoğu câhiliye hükmünü istiyorlar ve ondan râzılar. 21. Asırda da hâlâ bazı Firavunlar, yani ulusal tâğutlar putlaştırılmaktadır. Bazı ülkelerde, ulusal önder kabul edilenlere kelimenin tam anlamıyla tapıldığı sözkonusudur. Özgürlük ve çağdaşlık iddiasına rağmen, önderlere inanmayanlara da zorla bu taptırmalar dayatılır. İnsanlar, okullarda kendi dinlerini doğru şekilde öğrenemezler, tam tersine dinlerine düşman şekilde yetiştirilirler. Okulların bilgiden de önce gelen esas amacı, müşrik vatandaş yetiştirmektir. Şirk düzenlerinde bütün (resmî) kurumlar tevhid anlayışına zarar verecek şekildedir.
Kur’an’da iki tür yönetici var. Birisi “ülü’l-emr”[36], diğeri “tâğut”.[37] Evet, biri, hoşlanmadığımız durumlarda bile itaat etmek zorunda olduğumuz, Allah’ın indirdiğiyle hükmeden bizden olan yönetici, yani ‘ülü’l-emr’; diğeri, hiçbir halde itaat edemeyeceğimiz, onun iyi taraflarını bile kabul edemeyeceğimiz kötülük odağı, şeytanın siyasal versiyonu ‘tâğut’. İşte bu ikinci yöneticiyi aynı zamanda inkâr etmemiz, iman için şart koşuluyor.[38] Güne kâfirlere ültimatomla başlamamız Peygamberimizin sünneti: Her sabah ilk işimiz namaz kılmak. Sabah namazının ilk kıldığımız sünnetinin ilk rekâtında Fâtiha’dan sonra ‘Kâfirûn’ sûresi okumak sünnettir. Bu sûrede “De ki: ‘Ey kâfirler! Tapmam sizin taptıklarınıza’ Sizin dininiz size, benim dinim bana!” [39] emrinin muhâtabı oluyor ve böyle yapacağımızı zımnen ilan ediyoruz. Günümüzü de benzer bilinçle kapatıyoruz: Gece, en son kıldığımız namaz yatsıdan sonra vitir namazı. Onun da en son rekâtında okuduğumuz kunut duası. Bu duada ‘ve nahlau ve netrukü men yefcuruk’ diye Allah’a söz veriyoruz. Yani diyoruz ki: ‘(Ey Allah’ım!) Biz Sana isyan eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi (yönetimden, liderlikten) hal’ edip alaşağı ederiz, onu kendi haline terk ederiz.’ Nahlau (hal’ ederiz) derken kullandığımız hal’ kelimesi, ‘ehl-i hal’ ve’l-akd’ denilen yöneticiyi azletme ve yeni bir yönetici atama konusunda ehil olan şahısların yaptığı iştir. “Yöneticiyi makamından indirmeye, alaşağı etmeye” “hal’ etme” denir. Ve netrukü: Terk ederiz, onu yardım(cı)sız bırakır, onunla ilişkilerimizi keseriz, ona destek olmayız, onu inkâr ederiz. İşte, bizim namazımız bile tâğutlara bir ültimatom ve onlara karşı nasıl tavır takınacağımıza dair bir ahid ve söz verme, bir siyasî bilinçtir.
Bir yöneticinin durumu ile sıradan insanlar arasında Kur’an çok ciddi ayrım yapar. Dolayısıyla bu konu direkt itikadî bir alandır. Yoruma açık değildir. Yorum, sadece “tâğut”un kimleri kapsadığı konusunda olabilir. Bu konuda da Kur’an’da “tâğut” kelimesinin geçtiği sekiz âyet ve Kur’an’ın bu konulardaki diğer âyetleri ışığında değerlendirme yapma zarureti vardır. Mü’min, sevdiğini Allah için sever, buğzettiğine de Allah için buğzeder. Allah’ın sevmemizi istediklerini seven mü’min, inkâr ve reddetmemizi emrettiği kimselere karşı sevgi besleyemez. Hasan Soylu’nun sorusuna tekrar dönelim: “Eğer Meclis'te bulunmak bu hükme varmaya kâfiyse, o meclisteki herkes, ilaveten onlara oy veren tüm halk, hatta bu halkı Müslüman kabul edenler de aynı hükme girmez mi?” Hayır, aynı hükme girmez. Tâğutlara oy veren insanların durumu ile tâğutlar aynı durumda değildir. Oy verenlerin akaid açısından hükmü; kişilerin cahilliği, demokrasiyi ve oy vermeyi (İslâm’ın ilkelerine ters düşmeyecek şekilde, bize göre yanlış ve geçersiz de olsa) te’vil etmesi, güvendiği İslâm âlimlerinin verdiği fetvalar gibi sebeplerden dolayı değişebilir. Sırf oy verdiği için halkı tekfir etmek yanlıştır. Ama, bilinçli olan veya bilmesi gereken konumda olan kişilerin oy vermesi hükmü ağırlaştırır. Kendilerine oy verilen kişilerin, yani tâğutların hükmü ise nettir. Tâğutların tâğut olduklarını kabul ettiği halde, onları inkâr ve reddetmeyen ve hele oy vererek destekleyen kimseler de Kur’an’da tâğutların inkâr ve reddedilmesini imana aykırı gören âyetler[40] ışığında değerlendirilmelidir. Bununla birlikte Kur’an’ın emrettiği “tâğutları inkâr ve redd”in anlaşılması için “tâğut”un kim olduğu “tâğut” kavramının kimleri kapsadığı konusuna geniş ve ilmî açıklamalar getirmek kalıyor.
“De ki: ‘Ey kitap ehli! Bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız Allah'a ibâdet edelim; O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; bazımız bazımızı Allah’tan başka rabler edinmesin.’ Eğer yüz çevirirlerse: ‘Şâhid olun, biz müslümanlarız’ deyin.”[41]; “İman edenler Allah yolunda savaşırlar; kâfirler de tâğut yolunda savaşırlar. O halde, şeytanın dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi zayıftır.”[42]
Sosyal bir hayat nizâmı olarak tevhid, halkın bilgisizliği ve şuursuzluğu üzerine dayalı veya onlara zulmetmek üzere kurulan câhilî ve tâğutî sistemleri temelden değiştirecek plan ve projeler sunar. Tevhid, sırf fikrî ve nazarî bir akîde değil; eyleme yönelik, pratik çözüm yolları sunan bir sistemdir. Tevhid akîdesi, yalnızca tabiat ötesi/metafizik konulara izah getiren ve ahlâk ile ilgili konularda sözkonusu edilebilecek bir tasavvur değil; şirk temeli üzerine oturmuş tâğutî sistemlere karşı muvahhidlere planlı, programlı bir hareket mantığı sunan, inkılapçı bir başkaldırıdır.
Tevhid akîdesi, pratik, eyleme dönük bir hareket ve câhiliyyeye, şirk temeline dayanan sistemlere bir başkaldırı ve de müstekbir, zâlim tâğutlara karşı siyasî, iktisadî, sosyal ve hukukî bir sistem olmasaydı, tarih boyunca bu akîdeyi kavimlerine sunan bütün peygamberlere karşı savaş açılır mıydı?
İslâm güneşinin doğduğu sıralarda Mekke’de hayatlarını sürdüren “Hanifler”in konumu, bu konuya ışık tutması bakımından oldukça önemlidir. Peygamberimiz’e peygamberlik görevi verileceği dönemde Mekke’de Hz. İbrâhim’in şeriatı üzerine yaşayış sürdürdüklerini iddia eden Hanif dini taraftarları vardı. Bunlar, putlara tapmaktan vazgeçerek Hz. İbrâhim’in dinine girmişlerdi. Bunlar, Allah’ı birliyor ve kavimlerinin putları adına kestikleri kurbanları yemiyorlardı. Panayırlarda tevhidin hakikati ile ilgili nutuklar söylüyorlar, putların bâtıllığına dair deliller getiriyorlar ve onlara tapmamayı öğütlüyorlardı.
Ne var ki, Hanif dininden olduğunu iddia eden bu kimselerin savundukları düşünce, sadece zihinde taşınan, salt fikir ve kuramsal inanış ve anlayış olmaktan öteye gitmiyordu. O yüzden müşrik Mekke toplumunda en ufak fikrî ve pratik bir etkinlikleri yoktu. O putperest toplumda ortaya koydukları fikirleri, sadece nazarî inanç biçimiydi. Bunun için de bu kimseler, şirk temeline dayalı o câhilî toplumda müşrik putperestlerle aynı ortamda, birbirleriyle fiilî olarak çatışmadan yaşıyorlar ve bu konumları kendilerini fazla rahatsız etmiyordu. Kokuşmuş bu küfrî toplum düzeninin geleneği, göreneği, örf ve âdetlerinin pratik olarak içindeydiler. Bu yüzden, pratik yaşamdan uzak bulunan ve sadece nazariye olmaktan öteye gitmeyen tevhid akîdesine bağlı olmaları, onları o haysiyetsiz yaşayış tarzından, câhilî ortamdan ve kokuşmuş zulüm tasallutu altında zelil bir hayat sürdürmekten uzaklaştırmıyordu.
İslâmî dâvetin en önemli ve temel maddesi, tevhidin isbatı ve şirkin reddi olduğu için, câhilî Mekke atmosferinde, yerleşik şirk düzeni içerisinde gündeme gelen tevhid akîdesi, özel bir yaşam biçimini göstererek, inkılabçı bir kimlikle işe başladı. İslâm’ın siyasî, iktisadî ve sosyal bir sistemin ve hayatın bütün alanlarına hükmeden bir nizamın adı olduğu net bir şekilde ilân edildi. Şirkin her çeşidinin çürütüldüğü deliller ileri sürüldü ve gâyet özlü bir şekilde insanlar tevhide dâvet edildi. Tevhid fikri anlatılırken, sadece zihinsel olarak Allah’ın var oluşu değil; O’nun tek oluşunun anlamı ve bu akîdeye olan ihtiyaç da anlatıldı. İşte Rasûlullah’ın (s.a.s.) kavmine sunduğu tevhid anlayışı ile Hanifler’in savundukları tevhid fikri arasındaki temel fark bu noktada odaklaşıyor: Bir yanda hayatın bütün alanlarına hükmeden, hem zihinsel, fikirsel ve hem de pratiğe yansıyan bir akîde; diğer yanda sadece zihinde yer eden, sadece kalpte yer tutan ve pratiğe indirgenemeyen, hayata geçirilemeyen bir inanç...
Peygamberimiz’in, risâlet ile görevlendirildikten sonra yaptığı ilk iş, inanç ve amele dayanan, teorisi ve pratiği olan gerçek tevhid anlayışını yerleştirmek olduğu için Mekke’nin egemen güçleri, idareyi ellerinde tutan müstekbirler, kendisine karşı savaş başlattılar. Savunduğu bu saf akîde, Peygamberimiz’i kâfirlerle karşı karşıya getirdi. Kâfirler, kendine has, özel bir yaşam biçimi sunan bu akîdenin, kendi câhilî sistemleriyle asla uzlaşmaya girmeyeceğini, yeryüzünde tâğutî rejimlerle sürekli ve amansız bir mücâdele içerisinde olacağını, kısacası küfre karşı devamlı bir savaşım vereceğini kesin bir şekilde anladılar. Tevhidin, uygulamaya ve tâğutî düzenlere karşı başkaldırı ilanı olduğu anlayışı, onların neden, daha önce aynı akîdeyi savunan Hanifler’e karşı en ufak bir tepki göstermezken, Hz. Peygamber ve onunla beraber olanlara karşı şiddetli bir savaşın içerisine girdiklerini açıkça ortaya koyuyor.
Kur’an’da Tevhidle İlgili Önemli Vurgular
Kur’ân-ı Kerim’de “İlâh” kelimesi, toplam 147 yerde geçer. “Allah” lafzı ise, tam 2697 yerde kullanılır. "Lâ ilâhe illâllah" şeklindeki tevhid kelimesi/cümlesi Kur'an'da iki yerde[43] geçer. Aynı anlama gelen "Lâ ilâhe illâ Hû" şeklinde otuz yerde tekrarlanmaktadır. Tevhidi anlatan diğer âyetleri de göz önünde bulundurduğumuzda, Kur'an'ın Allah'ın tek bir ilâh olduğuna inanmaya ne kadar önem verdiğini ve bütün Kur'ânî esasların tevhid inancı esasına dayandığını görürüz. Şöyle ki; yukarıdaki kavramlara 873 yerde zikredilen iman kelimesini, 525 yerde zikredilen küfür kelimesini de eklediğimizde; saydığımız bu kavramlar toplam olarak 4442 etmektedir. Bu sayı da, Kur’an’daki âyet sayısının üçte ikisinden çoğunu teşkil etmektedir. Sadece bu lafızlarla tevhidin yerleştirilmesi ve şirkin izâlesi Kur’an âyetlerinin üçte ikisini teşkil ettiği görülür. Bir adı da Tevhid sûresi olan İhlâs sûresinin Kur’an’ın üçte biri sayılması da bu sûrede baştan sona tevhidin en özlü ve özet biçimde sunulduğunun hatırlatılmasıyla ilgilidir. Yani, ihlâs sûresinin içerdiği tevhid, Kur’an konularının üçte biridir anlamı taşır. Hadis rivâyetindeki ihlâs sûresinin Kur’an’ın üçte birine eşit olduğu ifâdesinden de anlaşıldığı gibi, direkt tevhidle ilgili âyetler Kur’an’ın üçte birini teşkil etmekte; dolaylı olarak şirkin izâle edilip tevhidin hâkim kılınmasıyla ilgili âyetler ise yukarıdaki rakamlardan anlaşıldığı gibi Kur’an’ın üçte ikisinden fazlasını oluşturmaktadır. Bütün bunlar göstermektedir ki, Kur’an’ın en temel konusu gönüllerde, zihinlerde ve eylemlerde birey ve toplum olarak tevhidin hâkim kılınıp şirkin yok edilmesidir.
Tevhid, yaratılıştan öncedir. Cenâb-ı Allah yaratılış esnâsında (ruhlar âleminde) yegâne Rab olduğunu bütün insanlığa onaylatmıştır: “Hani Rabbin Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şâhit tutmuştu. ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (demişti de) ‘Evet (Rabbimizsin) şâhit olduk’ demişlerdi. (Bu) Kıyâmet günü ‘biz bundan habersizdir’ dememeniz içindir. Ya da bizden önce atalarımız şirk koşmuştu da biz ise onlardan sonra gelen bir kuşağız. İşleri bâtıl olanların yaptıkları yüzünden bizleri helâm mı edersin?’ dememeniz için...”[44] Âyette görüldüğü üzere Tevhid fikrinin temelleri insanlığın yaratılışı esnâsında atılmıştır. Yüce Allah biricik Rab olduğunu bütün insanlara tasdik ettirmiş ve Kıyâmet günü yapılabilecek tüm itirazların geçersiz olduğunu daha ilk günden kendilerine bildirmiştir.
Cenâb-ı Allah, kullarından aldığı bu söz üzerine onları bilme, düşünme ve akletme yetenekleriyle donatmış ve ayrıca onlara iyiyi, güzeli ve doğruyu gösteren peygamberler göndermiştir: “Biz her ümmete; ‘Allah’a kulluk/ibâdet edin ve tâğutlardan sakının’ diye tebliğat yapması için bir peygamber gönderdik.[45] Görülüyor ki tevhid inancı, akîdenin esasıdır. Şeriatın tümü onun için indirilmiş, bütün peygamberler, hep o inanca çağırmışlardır. Bu temel akîdeye dayalı olan İslâm dininin ana hedefi, insanları şirkten, tâğutlardan ve küfürden kurtararak Allah’ın birliğine inandırmak, kalplerde bu rûhu yeşertmek, Allah’ın bir tekliği fikrini yerleştirmektir.
“Lâ ilâhe illâllah” kelimesi, İslâm dininin temel rüknü olduğuna göre Tevhid olmadan İslâm dininden de bahsetmek mümkün olmaz. Bu yüzden İslâm’da şer’î ilimlerin temeli ve aslı kabul edilen Tevhidin ilk olarak açıklanması, tebliğ edilmesi ve beyan olunması gerekmektedir: “Senden önce gönderdiğimiz her peygambere; ‘Benden başka ilâh yoktur, Bana kulluk edin’ diye vahyetmişizdir.”[46] Aslında Kur’ân-ı Kerim, tevhidin, yani “Lâ ilâhe illâllah”ın mânâsını açıklamak üzere gönderilmiştir. Bu itibarla o en önemli vurgu olarak şirki ve benzerlerini kesin bir dille reddediyor.
Tevhid akîdesinin, küçük bir şüpheye yer bırakmadan, saf ve katıksız bir şekilde yerleşmediği bir kalpte hakiki imandan bahsetmek mümkün değildir. Gerçek bir iman için de Allah’a imandan önce tâğutları tanımamak, onları reddetmek gerekir: “Kim tâğutu inkâr eder ve Allah’a iman ederse, şüphesiz kopması mümkün olmayan sağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah işitendir, bilendir.”[47] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsirinde bu âyetle ilgili şunları söylemektedir: “Muvahhid mü’min olmak için, Allah’a imandan evvel küfre tevbe etmek şarttır ve bu tevbenin şartı da tâğutları asla tanımamaya azmeylemektir. Bu sûretle ‘Kim tâğutu inkâr edip de Allah’a iman ederse’ âyeti ‘Lâ ilâhe illâllah’ kelime-i tevhidinin bir tefsiri demektir.”[48] Kur’an’a göre Allah’a iman etmekle, tâğutu reddetmek aynı kapıya çıkar. Yani tâğut reddedilmedikçe Allah’a iman tamamlanmış olmaz. Bu ikisi hiçbir zaman bir arada bulunamaz. Allah’a inanmak ve iman etmek; aynı zamanda tâğuta tâbi olmamak demektir. [49]
Mü’min olmanın, Allah’ı kabul etmenin anlamı, tevhid akîdesinin net olarak, saf, arı ve duru olarak insan kalbine yerleşmesi ve buna bağlı olarak insan hayatında, yani pratikte tezâhür etmesidir. Buna Allah’ın insan hayatına hükmetmesi de diyebiliriz. İnsanın Allah’tan gayrı bütün sahte ilâhları reddetmesi, sadece Allah’ın kopmak bilmeyen sağlam kulpuna yapışarak, diğer bütün iplerin kesilmesi... İşte Tevhidin rûhu budur.
Tevhid, mü’minin hayat metodudur. Diğer İslâmî bütün rükünler bu genel prensibe bağlıdır. Bu itibarla tevhid kavramı, yani “Lâ ilâhe illâllah” prensibi İslâm’da bütün anlayış ve yaşayış biçimlerinin kaynağını teşkil eder. Diğer bütün rükünler, prensipler ve fikirler bu yüce kavramın etrafında örülür. İnsan, tevhid akîdesi konusunda net bir düşünceyi kazanıp bir karara varmadıkça, bu konuda sâbit bir görüşe ulaşmadıkça, diğer İslâmî hiçbir konuda sağlıklı bir sonuca ulaşamaz. Her zaman olduğu gibi, teknolojinin, materyalist ve kapitalist felsefelerin, beşerî ideolojilerin göz boyadığı ve kafa bulandırdığı günümüzde, bizi bu kargaşa ve zillet bataklığından kurtaracak yegâne prensip tevhid akîdesidir. Tıpkı İslâm’ın ilk dönemlerinde olduğu gibi...
O halde bize düşen, tevhid akîdesini aslından öğrenmek ve yeniden ona dönmektir. Ancak bu şekilde câhiliyyenin bataklığından kurtulabilir ve yeniden dünya toplumları arasındaki izzetimizi kazanabiliriz. Kur’an Allah Teâlâ’nın varlığını isbat etmeyi değil; O’nun sıfatlarını konu edinmiştir. Bu âyetlerde özellikle Tevhid, yani Allah’ın bir tekliği üzerinde durularak Allah’ın şerîki ve benzeri olmadığı ifâde edilmiştir. Kur’an’a göre Tevhidin asıl mânâsı; Allah’ın birliğine, dengi ve ortağı olmadığına insanların iman etmesidir.
Kur’an Metodu: Kur’ân-ı Kerim, “Allah’ın varlığı” konusunda tâkip edilmesi gereken metodun, görünen tabiat olaylarından, maddî birtakım fenomenlerden yahut aklî ve mantıkî görünen bazı izahlardan hareketle O’nun varlığını ispat etmeye çalışmak değil; aksine, tutulacak yolun Allah’ın varlığına -hiçbir delile ihtiyaç duymadan- iman etmek olduğunu açıkça beyan eder. İman ile direkt bağlantılı görülen bu konu ile ilgili olarak Kur’an’ın serdettiği deliller “iknâî” oluşları ile dikkat çekerler.[50] Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ’dan bahsedilen âyetlerin çoğu, O’nun sıfatlarını konu edinmiştir. Bu âyetlerde özellikle “Tevhid” üzerinde önemle durulmuş, Allah’ın şerîki ve benzeri olmadığı sürekli vurgulanmıştır. Bu yüzden olsa gerekir ki, Kur’ân-ı Kerim şirk olayı üzerinde çokça durmuş, Allah’ın varlığını ispat yoluna gitmek yerine O’nun birliği konusunu sürekli işlemiştir. Tevhidi, odak kavram haline getirmiştir.
Kur’an’ın “Allah” konusunu, özellikle de akîde mevzûunu işleyen âyetleri dikkatle incelendiğinde bu gerçeğin çok açık bir şekilde ortaya çıktığı görülür. Kur’an âyetleri, hiçbir zaman direkt olarak Allah’ın varlığını ispat etmeyi hedef edinmemişlerdir. Çünkü Kur’an Allah’ın varlığına inanmayı açık ve kesin bir zorunluluk olarak kabul eder. Bu hususta insan fıtratı için kabul veya red söz konusu değildir. Bu gerçek, Kur’an’da temel bir prensip olarak kabul edilir. Kur’an, selîm fıtrata hitap ettiği için Allah’ın varlığını herkesin bedîhî ve fıtrî olarak kabul ettiği bir gerçek olarak ele aldığından isbâtına çalışmaz.
Gerçekten de insanlık tarihi incelenince, hangi devir ve zamanda, hangi ırk ve toplumda olursa olsun, en ilkelinden en medenîsine kadar genel kabul halinde Allah’ı tanıdıkları görülür. Onun için Kur’an daha çok beşeriyetin en çok yanıldığı ve saptığı “şirk” olayı üzerinde durarak Allah’ın birliği ve diğer sıfatlarını tanıtmaya yönelir. Aynı şekilde müslümanların da “Allah” konusunda aynı yöntemi izlemelerini salık verir. Kur’ân-ı Kerim, direkt olarak isbat sadedinde hiçbir aklî delil kullanmamıştır. Kur’an’da Allah’ın isbâtı ile ilgili olduğu iddia edilen âyet-i kerimeler, doğrudan doğruya Allah’ın varlığını isbat değil; ancak dolaylı olarak bu konuya temas etmektedir. Yani, söz konusu âyetlerden doğrudan doğruya değil; bilâkis dolaylı olarak, kısacası Allah’ın varlığını ispat fikri bu konu ile ilgili bir netice değil; aksine metinlerin zorlanmasıyla o ortaya çıkan bir çıkarsamadır, denilebilir. Buradan şöyle bir sonuç çıkarmamız mümkündür: Kur’an, apaçık, bedîhî ve fıtrî olan Allah fikri üzerinde aklî ve felsefî bazı yorumlar yaparak yahut maddî birtakım fenomenlerden hareketle yeniden izah ve isbat yoluna gitmeyi, emin olunan bir konu üzerinde tekrar tekrar çalışmak olarak görmektedir ki, bu anlamsız yahut lüks gibi kelimelerle ifade edilebilecek bir işle uğraşmak anlamına gelir. Bu uğraşı da en azından zaman israfı sayılır.
Allah İnancının Fıtrî Oluşu: Allah Teâlâ insanı, kendi varlığını algılayıp kavrayabilecek bir fıtrat üzere yaratmıştır. Zira “fıtrat”, “insanın Allah Teâlâ’nın varlığını idrâk edebilecek yetilerle donatılmış olarak yaratılması veya Tevhid dinini kabul etmeye müsâit yaratılış” olarak tarif edilmiştir. Kur’an, selîm bir fıtratla yaratılan insanın normal olarak kendi güç ve kuvvetinin üstünde, kudret sahibi yüce bir yaratıcıyı kabul edeceğini belirtir: “Sen yüzünü ‘hanîf’ olarak dine, yani Allah insanları hangi ‘fıtrat’ üzere yaratmış ise o fıtrata çevirir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.”[51] Yine, Allah Teâlâ, elest bezminde Âdemoğullarının zürriyetini, Allah’ın kendilerinin Rabbi ve mâliki olduğuna, O’ndan başka hiçbir ilâh bulunmadığına şâhit olarak sülâlelerinden kendilerini çıkardığını haber veriyor.[52] Nitekim Allah Teâlâ onları bu fıtrat üzere yaratmıştır.
Evet, fıtratın bizzat kendisi Allah’ın varlığını bilir ve şânı yüce Allah, elest bezmi veya kaalû belâ denilen A’râf sûresi 172. âyetinde belirtildiği gibi Âdemoğullarından söz aldığı andan itibaren fıtrat, ibâdetle Allah’a yönelir. Bu konuyu Allah Rasûlü şu şekilde belirtir: “Her doğan, fıtrat üzere doğar. -Başka bir rivâyette ise ‘bu din üzere doğar’- (Fakat sonradan) ana-babası onu yahûdileştirir, hıristiyanlaştırır veya mecûsileştirir...”[53] Bu hadis-i şeriften anlaşılacağı üzere Allah’ın varlığına inanmak, insanda doğal bir duygu ve şuurdur. Bu duygu ve şuur; gaflet, inat, kibir gibi bazı ârızî hallerle körelebilir. Fakat hiçbir zaman yok olmaz. Doğuştan Allah’ın varlığı fikrine ve itikadına sahip olan insan, bu fikir ve inancı, çalışarak kazanmış ve öğrenmiş değildir. Aksine, bu düşünce Allah tarafından yaratılmıştır. Yani Allah insanı, Kendisine inanma ve Kendisini bilme özelliğiyle yaratmıştır. Merhamet, şefkat hisleri, düşünme ve idrâk kabiliyetleri nasıl insanın mâhiyetini teşkil eden vasıflarsa, bu özelliklere sahip olmayan insan nasıl düşünülemezse, Allah’ı bilme ve O’na inanma vasfı da öyledir. İnsanın özelliğini teşkil eden vasıflardan biri de inançtır. Her insan, bu inancı kendi rûhunda, vicdânında duyar. Bu sebeple en medenî toplumlardan en ilkel kavimlere kadar herkeste bu itikada rastlanır. Bütün insanlar, hak veya bâtıl mutlaka ilâhî bir kudretin varlığına fıtraten inanagelmişlerdir.
Allah’ın varlığını her insan içinde hisseder. İlhad ve inkârın en aşırı noktasına varmış bulunan bir kimsenin bile, büyük bir felâketle karşılaştığı zaman taşa, toprağa veya ağaca sığındığı görülmemiştir. Her insan, böyle bir durumda, fıtratının sevki ile hemen Allah’a sığınır, bildiği isim ve sıfatlarla O’na yalvarır. Bu her çeşit gözlemle sâbittir. Nasıl ki büyük bir tehlike ile karşılaşan bir insan, kaçacak ve kurtulacak bir yer arar ve nasıl ki küçük çocuk, annesinin memesine zarûretten ve yaratılıştan koşarsa, aynen öylece önemli anlarında insan da yaratanını arar, O’na sığınır. Kur’an, bolluk ve refah zamanlarında içlerinde fıtrî olarak mevcut olan Allah duygusunu gizleyen ve fakat başlarına bir felâket gelince Allah’a yönelen insanlardan şöyle söz eder: “O kâfirleri kara bulutlar gibi dalga sardığı zaman, dini Allah’a has kılarak O’na yalvarır, duâ ederler. Allah onları karaya çıkarıp kurtardığında içlerinden bir kısmı doğru yolda kalır (diğerleri ise eski küfürlerine devam ederler).”[54]; “(Mûcizelerin Allah tarafından olduğunu) Kalpleriyle yakînen bildikleri halde nefislerine zulmederek ve kibirlenerek bütün mûcizeleri (açıktan) inkâr ettiler.”[55] Bu âyet-i kerimelerde açıkça ifade edildiği gibi, felâketlerle yüz yüze gelindiği ve sıkıntılarla karşılaşıldığı zamanlarda çoğu kez fıtrat nefse ve akla galebe çalar, üstün gelir ve insan kibri, gururu ve inadı bırakıp Allah’a yönelir, O’ndan istimdad ederek yardım ister. [56]
Tevhidin Amelle İlişkisi
Amelde tevhid, kulluğa dair eylemlerin sadece Allah'a yöneltilmesi ve Onun rızâsı için yapılmasıdır. İnançta tevhidin doğal olarak amele yansıyacağını, dolayısıyla bir tek Allah'a iman eden ve O'na ait özellikleri başka varlıklara tanımayan insanın kulluğunun da tevhid üzere olacağı kaçınılmazdır. Meseleye bu çerçeveden baktığımızda, aslında inançta tevhid ile amelde tevhidin birbirini takip eden iki ayrı unsur olmayıp, ikisi de aynı aynı anda gerçekleşen ve birbirini tamamlayan unsurlar olduğunu görürürz. Şu âyette inançta tevhid ile amelde tevhidin birbirinden ayrılmaz unsurlar olduğu açık bir şekilde vurgulanmıştır: "De ki: 'Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana, İlâh'ınızın, sadece bir İlâh olduğu vahyolunuyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine İbâdette hiçbir şeyi şirk/ortak koşmasın." [57]
Tevhidin inanç ve amel boyutunun ayrılmaz iki unsur oluşu nedeniyle, Kur'an'da inanca ve kulluğa yönelik tevhid çağrısının daha çok birlikte yapıldığını görürüz: "İşte Rabbiniz Allah O'dur. O'ndan başka ilâh/tanrı yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O'na kulluk edin, O her şeye vekîldir." [58]"Allah'a kulluk edin ve O'na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın..." [59]"Nûh'u rasûl/elçi olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: ' O benim Rabbimdir. O'ndan başka ilâh yoktur. Sadece O'na tevekkül ettim ve dönüş sadece O'nadır." [60]"Muhakkak ki Ben, yalnızca Ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; Beni zikir/anmak için namaz kıl."[61]
Kur'an'ın indiriliş amacı da "sadece Allah'a kulluk"un gerçekleşmesidir: "Elif lâm râ. (Bu,) Bir kitaptır ki, hikmet sahibi, her şeyden haberi olan (Allah) tarafından âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra da güzelce açıklanmıştır. Tâ ki, Allah'tan başkasına kulluk etmeyesiniz." [62]Amelde tevhid, en vecîz şekliyle Kâfirûn sûresinde özetlenmiş ve bu sûreye bu özelliğinden dolayı İhlâs sûsesi [63]de denilmiştir: "De ki: 'Ey kâfirler! Ben sizin İbâdet etmekte olduklarınıza İbâdet etmem. Siz de benim İbâdet ettiğime İbâdet etmiyorsunuz. Ben sizin İbâdet ettiklerinize asla İbâdet edecek değilim. Siz de benim İbâdet ettiğime İbâdet edecek değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de bana!" [64]Yine fâtiha sûresinde de kullukta tevhid en vecîz biçimiyle kulun kendi ağzından söylettirilir: "Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden yardım isteriz." [65]
Tevhidi ifade eden ve bu alanda özel bir yeri olan "ihlâs" kavramına özellikle değinmek gerekiyor. Bu kavramın, şirkten uzaklaşarak İbâdetin sadece Allah'a yapılmasını ifade etmesi, inançta tevhidi de içine almakla beraber Kur'an'da yer alış şekliyle daha çok kulluğun bir şartı olarak amelde tevhidi anlatması bakımından önemli bir yeri vardır: "De ki: 'Rabbim adâleti emretti. Her secde ettiğinizde yüzlerinizi O'na çevirin ve dini yalnız Allah'a hâlis kılarak (muhlisîn) O'na yalvarın." [66]"Şüphesiz ki Kitab'ı sana hak olarak indirdik. O halde sen de dini Allah'a hâlis kılarak (muhlisan) kulluk et. Dikkat et, hâlis din yalnız Allah'ındır. O'nu bırakıp kendilerine birtakım dostlar edinenler: 'Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk/İbâdet ediyoruz' derler." [67]
Kur'an, müşriğin denizde boğulma gibi bir ölüm-kalım durumundaki psikolojik halini anlatırken de, onun nazarında bütün bâtıl tanrıların yok olup geçici bir tevhide ulaşmasını yine "ihlâs" kavramıyla ifade etmektedir: "Sizi karada ve denizde yürüten O'dur. Gemide olduğunuz zaman(ı düşünün): Gemiler, içinde bulunanları hoş bir rüzgârla alıp götürdüğü ve (onlar) bununla sevindikleri sırada, birden gemiye, şiddetli bir kasırga gelip de, her yerden dalgalar onları sardığı ve artık kendilerinin tamamen kuşatıldıklarını sandıkları zaman, dini yalnız Allah'a hâlis kılarak O'na yalvarmaya başlarlar: 'Andolsun, eğer bizi bundan kurtarırsan, şükredenlerden olacağız' derler." [68]
Âyetlerde görüldüğü üzere "dini Allah'a hâlis kılarak O'na kulluk etme" ifadesi içerisinde yer alan "ihlâs" kavramı, "saflaştırma, arışlaştırma" anlamını içermektedir. Kullukta dinin saflaştırılması ise, dinin her tür şirk unsurundan temizlenerek kulluk eyleminin sadece Allah'a yönelik olarak gerçekleştirilmesi anlamına gelmektedir. İhlâs kavramı, geçtiği bütün âyetlerde Allah'a açıkça şirk koşmanın zıddı anlamında bir tevhidi anlatmaktadır. Taberî ve İbn Kesir, ilgili âyetleri açıklarken "ihlâs" kavramını, Allah'ı tek ilâh olarak tanımak ve ilâhlığı iddia olunan bâtıl tanrıları reddederek kulluğu sadece Allah'a yöneltmek olarak izah etmektedirler. Diğer birçok müfessir ise bu unsura, riyâ gibi durumları da eklemişlerdir. Yani kişi, dinini (İbâdetini ve tâatini) bütün bâtıl tanrı düşüncelerinden temizleyecek ve kulluğunu sadece Allah'a yöneltecektir. İhlâsın taşıdığı bu anlamın yanında, müfessirlerin çoğu bu kavramın kapsamına gizli şirk olarak adlandırılan riyâ (görsünler diye yapmak), süm'a (duysunlar diye yapmak) gibi, kullukta yalnızca Allah'a yönelmenin sâfiyetini bozan kalbî hastalıkların bulunmamasını da eklemişlerdir. Kulluğun en güzel biçimi, Allah'a yalnızca Rab olduğu için yönelmektir.
Bütün bu izahlardan anlaşıldığı üzere amelde tevhid, inançta tevhidin doğal bir sonucu olarak kulluğun da sadece Allah'a yöneltilmesi anlamını içermektedir. Allah'ın tek gerçek ilâh kabul edilmesine rağmen, eğer kullukta başka maksatlar güdülüyorsa, bu durumda tevhidin temeli sarsılmış olacaktır. [69]
İnsanımızda Tevhid Problemi ve Sebepleri
Halkın Sahih İnançtan Tâviz Verme Nedenleri
1- Cehâlet: Halk dini, hurâfeler ve dâvetçilerin uyarısının yetersizliği, ihmal, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker eksikliği. Trafik polisi yok yolda, hız düşkünü hırslı kimselere, acemi şoförlere ve câhillere uygun ortam.
2- Siyâsî baskı ve dayatmalar, yönlendirmeler, tâğûtî tavır; devlet dini, resmî din teşkilatları, Bel’amlar, irtica/gericilik yaygaraları ve laiklik. Derin devletin psikolojik ve her çeşit baskı ve sindirmesi. Resmî din anlayışı: “Lâ”sı olmayan bir din, redsiz akaid(!) Hâlbuki insanın kurtulması için kutsal küfür olan tâğutu inkâr etmek, ona küfretmek[70], varsa iyi taraflarını örtmek ve kabul etmemek gerekli idi. Bu kutsal küfrün yanında, çirkin iman da vardır; imana şirk karıştırmak gibi: “Onların çoğu Allah’a şirk koşmadan iman etmezler.”[71]; Yine imanın yanlış yere yöneldiğinin örneği olarak şöyle buyruluyor: “(Ehl-i kitap) tâğuta ve cibte (bâtıl tanrılara) iman ediyorlar…”[72]
İslâm’ın hâkim olmadığı rejimlerde tâğutî düzenin tüm kurum ve kuruluşları müşrik vatandaş yetiştirmek için bütün güçlerini sarfederler.
3- Rubûbiyet tevhidini yeterli görmek, Allah’ın varlığının isbat ve kabulünü merkeze almak: Ateizm, komünizm, Darvinizm karşıtlığını yeterli görmek. Çiçek ve böcekle, arı peteğindeki Allah yazısı ile tatmin olmak ve bunları aşırı önemsemek.
4- Mürcie düşüncesi ve haksız teslîm (insanları İslâm’a nisbet): İman ayrı, amel ayrı deyip ittibâ yoluyla şirki fark etmemek. Mistisizm felsefesi, Kur’an kavramlarını te’vil, tahrif ve dejenere etmek. Mistik yaşayış; pasif tepki, kabuğuna çekilme, cihad edilecek şahısları ve zihniyetleri kendi hallerine terk edip sadece nefsiyle uğraşmak. Felsefî veya kelâmî tartışmalar, cedel. Eski Türk dinlerinin kalıntısı ve geleneğin (atalar dininin) mirası.
5- Haksız tekfîr; antitez akaidi, mezhepçilik, grupçuluk, bağnazlık.
6- Egemen güçlerin yönlendirmesi, özendirmesi: Sağcı, muhâfazakâr, demokratik İslâm anlayışları. Amerikancı, düzenci din yaklaşımı, ılıman İslâm, BOP vb. yaklaşımların çekim alanına girmek. Kafaların ve gönüllerin işgali, sömürü ve köleleştirmenin kurbanları.
7- Dünyevîleşme, lüks, israf, şükürsüzlük ya da geçim sıkıntısı. Cihadın terki ve eylemsizlik. İlâhî emir ve tekliflerden kaçınma, kâfirlere özenme ve benzeme.
8- Çevre şartları: Medya (özellikle TV), okullar (hatta din öğreten okullar ve kurslar), yaşama biçimleri, reklâm, dostluk ilişkileri… Kimlik problemi: Kimliksizlik ya da çok kimliklilik.
9- Aşağılık duygusu, kendi dinine, Müslümanlara ve kendine güvensizlik, aşırı eleştiri.
10- Kibir, gurur, istiğnâ.
11- Dâvetçilerin örnek yaşayış sahibi olamayışları, sadece laf üretmeleri, tevhidin sadece siyasî yönünden bahsedilmesi.
12- Bilgi kirliliği, gereksiz konular ve konuşmalar. Endâd edinme; futbol, tv. internet, müzik gibi uyutucu ve uyuşturucuların etkisi.
13- Laiklik: İki veya çok dinlilik. Câmideki veya namaz kılarkenki İlâh’la; sokaktaki, okul, iş yeri, mahkeme ve meclisteki… ilâhın farklılığı. Allah’ın sadece göklerin (tabiat güçlerinin) hâkimi olduğu anlayışı.
Kur’an ve Peygamber ne yaptı, nereden başladı ve hangi şeye en çok önem verdi ise biz de öyle yapmalıyız. Her konuyu “tevhid”le bağlantılı anlatmalıyız. “Tevhid”i sadece siyasî çıkarım ve yorumlarla bağlantılı gündeme getirmek yerine; onu parçalamamalı ve kendimiz de “tevhid ahlâkı”na uymalı, hal dilimizle, her an ve herkese tebliğ edebilmeliyiz.
Sorular
1- Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Rasûlullah ifâdesinin anlamı, aşağıdakilerden hangisidir?
- a) Allah’tan başka ilâh yoktur.
- b) Ben şâhitlik ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur ve ben yine şâhitlik ederim ki, Hz. Muhammed (s.a.s.) O’nun kulu ve elçisidir.
- c) Allah birdir, O’ndan başka tanrı yoktur.
- d) Allah’tan başka ilâh yoktur. Hz. Muhammed (s.a.s.) O’nun Rasûlüdür.
2- Kanun ve hüküm koyan, otorite ve güç sahibi, kendisinden yardım istenilen, ibâdet edilen, güvenilen, sevilen ve korkulan, itaat edilen ve emirlerine uyulan, ihtiyaçları gideren, duâya karşılık veren, belâları gideren gibi anlamlara gelen kelime aşağıdakilerden hangisidir?
- a) Rab b) İlâh c) Tâğut d) Bel’am
3- Aşağıdakilerden hangisi “tevhid kelimesi”nin tanımıdır?
- a) Allah’ın tek yaratıcı, yağmurları yağdıran, tabiat güçlerine hükmünü geçiren ilâh olduğuna inanmaktır.
- b) Allah’ın insanlara kesin olarak yapmalarını emrettiği fiillerdir.
- c) Hz. Muhammed (s.a.s.)’in hayatını anlatan ilmin adıdır.
- d) Allah’ın zâtında, sıfatlarında, isimlerinde ve fiillerinde tek olduğuna inanmaktır.
4- Tevhidin sözlük ve terim anlamlarını açıklayınız.
5- İlâh kelimesi, hangi anlamlara gelir?
6- Tevhidi kabullenen insan, Allah’a nasıl söz vermiş olur?
[1] 25/ Furkan, 43
[2] Tirmizî, Tefsîr 10, hadis no: 3292
[3] 33/Ahzâb, 36
[4] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 295-299
[5] 28/Kasas, 88
[6] 2/Bakara, 165
[7] 4/Nisâ, 60
[8] 2/Bakara, 256
[9] 21/Enbiyâ, 25
[10] 16/Nahl, 36
[11] 112/İhlâs, 1
[12] 37/Sâffât, 4
[13] 3/Âl-i İmrân, 62
[14] 36/Yâsin, 82
[15] 6/En’âm, 62
[16] Ömer Faruk Köse, İslâmî Hareket ve Önündeki Engeller, Fecr Y., s. 150
[17] 51/Zâriyât, 20-21; 3/Âl-i İmrân, 190
[18] 43/Zuhruf, 84
[19] 21/Enbiyâ, 92
[20] 3/Âl-i İmrân, 105
[21] 33/Ahzâb, 3-4
[22] Müslim, İman 40, Hadis no: 94; Buhârî, Timizî, nak. K. Sitte, c. 2, s. 206-207
[23] 12/Yûsuf, 39; Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 717-724
[24] 29/Ankebût, 61
[25] 10/Yûnus, 31; Ayrıca bakınız: 43/Zuhruf, 9, 87; 23/Mü’minûn, 86-87; 31/Lokman, 20
[26] 16/Nahl, 36
[27] 7/A’raf, 59; Diğer peygamberlerin aynı mesajı için Bak. 7/A’râf, 65, 73, 85; 12/Yûsuf, 40; 11/Hûd, 1-2
[28] 22/Hacc, 62
[29] 2/Bakara, 165
[30] 21/Enbiyâ, 16
[31] 2/Bakara, 116
[32] 19/Meryem, 93
[33] 10/Yûnus, 67; yine bak. 6/En’am, 95-99; 36/Yâsin, 33; 16/Nahl, 10-18, 65, 81; 10/Yûnus, 3-6
[34] 17/İsrâ, 23
[35] 12/Yûsuf, 40
[36] Bk. 4/Nisâ, 59
[37] Bk. 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 5/Mâide, 60; 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17.
[38] Bk. 4/Nisâ, 60; 2/Bakara, 256
[39] 109/Kâfirûn, 1, 2, 6
[40] 4/Nisâ, 60; 2/Bakara, 256 vb.
[41] 3/Âl-i İmrân, 64
[42] 4/Nisâ, 76
[43] 37/Sâffât, 35; 47/Muhammed, 19
[44] 7/A’râf, 173
[45] 16/Nahl, 36
[46] 21/Enbiyâ, 25
[47] 2/Bakara, 256
[48] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. 2/871
[49] Mevdûdi, İslâm’da Hükümet, s. 245
[50] Bekir Topaloğlu, İsbât-ı Vâcib, s. 26
[51] 30/Rûm, 30
[52] 7/A’râf, 172
[53] Buhârî, Cenâiz 33, 79; Müslim, Kader 23-25, İman 264; Ahmed bin Hanbel, II/315, 233, III/435, IV/9
[54] 31/Lokman, 31
[55] 27/Neml, 14
[56] Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, s. 23-27
[57] 18/Kehf, 110
[58] 6/En'âm, 102
[59] 4/Nisâ, 76
[60] 13/Ra'd, 30
[61] 20/Tâhâ, 14
[62] 10/Yûnus, 1-2
[63] 2. İhlâs sûresi
[64] 109/Kâfirûn, 1-6
[65] 1/Fâtiha, 5
[66] 7/A'râf, 29
[67] 39/Zümer, 2-3). Ve bu konuyla ilgili diğer âyetler için bk. 39/Zümer, 11, 14-15; 40/Mü'min, 14; 98/Beyyine, 5
[68] 10/Yûnus, 22; ayrıca bk. 29/Ankebût, 65; 31/Lokman, 32
[69] Zekeriya Pak, Kur'an'da Kulluk, s. 196-202
[70] 2/Bakara, 256
[71] 12/Yusuf, 106
[72] 4/Nisâ, 51; yine bak. 4/Nisâ, 60
Kıssa
K I S S A
- Kıssa; Anlam ve Mâhiyeti
- Kur’an Kıssaları
- Tebliğ Sürecinde Kur’an Kıssaları
- Kur’ân-ı Kerim’de Anlatılan Kıssaların Hikmetleri
- Kur’an Kıssalarında Sünnetullah (Değişmeyen İlâhî Yasalar)
- Kur’an’da Kıssalar Yoluyla Verilen Mesaj
- Kur’ân-ı Kerim’deki Bazı Kıssaların Tekrarı
- Kur’ân-ı Kerim’de Kıssa Kavramı
- Tefsirlerden İktibaslar
- Hadis-i Şeriflerde Kıssa Kavramı
- Hadis-i Şeriflerdeki Kıssalara Örnekler
- Kıssacılık ve Kıssacılar
“(Ey Muhammed!) Biz sana bu Kur’an’ı vahyetmekle (geçmiş toplumların haberlerini) en güzel şekilde sana anlatıyoruz. Gerçek şu ki; Sen bundan önce (bu haberleri) elbette bilmiyordun.” [1]
Kıssa; Anlam ve Mâhiyeti
Kıssa: Bir haberi nakletme, bir olayı anlatma hikâye etmek demektir. Bu, Arapça'da ‘kassa’ (hikâye etti) kelimesiyle ifade edilir. Anlatılan hikâye ve olaya da "kıssa" denilir. Buhâri, bab başlıklarında "kıssa"yı "olay" anlamında kullanmıştır: "Bâbu Kıssati Ehl-i Necran, Bâbu Kıssati Gazvet-i Bedr..." Aynı kökün "kesmek", "kısaltmak" anlamı da vardır.
"Kıssa" kelimesi esas olarak "izlemek", "izi tâkip etmek" anlamına gelmektedir. 18/Kehf, 64 ve 28/Kasas, 11'de bu anlamda kullanılmıştır: "(Mûsâ): ‘İşte aradığımız o idi’ dedi. Tekrar izlerini tâkip ederek geriye döndüler" (ferteddâ alâ âsârihimâ kasasâ) [2]; "(Mûsâ'nın) kız kardeşine ‘Onun izini takip et (kussî hi)’ dedi. O da onlar farkına varmadan onu uzaktan gözetledi." [3]
Kıssa dilimize de girmiş bir kelimedir; “Kıssadan hisse” ve “bir kıssa bin hisse” gibi tâbirler Türkçede sıkça kullanılır. "Kıssa", edebiyatta "hikâye" anlamında kullanılır. Hikâye ise, olmuş veya olması muhtemel olayları belirli birtakım noktaları ön planda tutarak anlatan edebiyat türüdür. Kur'an'daki kıssalar, meydana gelmiş olayları anlattığı için "gerçek kıssa"lardir: "İşte (İsa hakkındaki) "gerçek kıssa" (el-kasasu'l-hakku) budur" [4] Kıssanın gerçek olmayan bir türü vardır ki, buna hikâye denir. Kıssa denilebilecek hikâyeler nâdir olur. Bir haber veya hikâyenin kıssa olabilmesi için, yaşanmış ve kaleme alınmış bir özelliği olması gerekir.
Kur'an, kıssaların gerçeğini anlattığı, yani tarihte meydana gelmiş olanlarını anlattığı için ondaki kıssalara hikâye denilmez. Çünkü hikâye; meydana gelmemiş fakat vukua gelmesi muhtemel olayları temsil yoluyla anlatır. Kur'an'ın anlattığı kıssalar ise, bazı müsteşriklerin iddia ettiği gibi, tarihî hakikatlerle ilgisi olmayan, sırf öğüt vermek maksadıyla söylenmiş hikâyeler değildir. Kur'an'ın anlattığı kıssalar tarihî hakikatler, geçmişlerin haberleridir: "Böylece sana geçmişlerin haberlerinden bir miktar anlatıyoruz. Gerçekten sana katımızdan bir zikir (ibret verici olayları taşıyan bir kitap) verdik" [5]; "Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz. Onlar Rablerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidâyetlerini arttırmıştık." [6]
Kur'an'ın bu ifâdeleri, hem okuma-yazma bilmeyen, dolayısıyla eski kitapları okuyup da içindekileri öğrenmesi mümkün olmayan ümmî Peygamber’in bir mûcizesi, hem de Kur'an'a eskilerin masalları: Esâtîru'l evvelîn [7] diyen müşriklere bir cevaptır. Çünkü Kur'an eskilerin masallarını değil, geçmişlerin gerçek haberlerini, tarihlerini anlatır.
Kur'an Kıssaları
Kur'an, insanları doğru yola iletmek için gönderilmiştir. Bunun için de hikmet ve güzel öğüt metodunu kullanmaktadır. Yaşanmış olayları etkili bir üslûpla anlatmış, bunu yaparken, benzer olayların insanların başına her zaman gelebileceğini vurgulayarak dersler çıkarılmasını istemiştir.
Kur'an, muttakiler için bir öğüt ve insanlar için bir açıklama (beyan) dır: "Bu (Kur'an) insanlara bir açıklama, (Allah'tan) korkanlara yol gösterme ve öğüttür."[8]; "(Ey Muhammed,) Sen hikmetle, güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve anlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin, yolundan sapanları, en iyi bilen O'dur ve O, yola gelenleri de en iyi bilendir." [9]
Kur'an'ın metod olarak kullandığı beyan, öğüt ve hikmet unsurları kıssada bir araya gelmiş bulunmaktadır. Kur'an'ın içine aldığı beş konu (iman, ibâdet, muâmelât, ukûbât, ahlâk ve kıssalar) dan kapsam itibarıyla en geniş olanı ahlâk ve kıssalardır. Gerçekten de, peygamberlerin gönderiliş gayesi imanlı ve ahlâklı insanlar yetiştirmek olduğu için Kur'ân-ı Kerim'in yarısına yakın bölümü, insanlara ders ve ibret olmak üzere anlatılan geçmiş peygamberlerin ve milletlerin kıssalarıdır.
Kıssanın insan eğitiminde büyük rolü vardır. Geçmiş insanların başından geçen olayları ve sebeplerini anlatmak, bugünün insanına da yol gösterir, ders verir. Çünkü insan, yaratılışı, eğilimleri ve zaaflarıyla aynı insandır. Tarihte yaşamış insanlar ve milletler için sözkonusu olan, bugünün insanı için de sözkonusudur. Meselâ; inkârcıların ve zâlimlerin acı sonları Kur'an'da, Firavun ve ordusunun denizde boğulmasına yol açan zulümleri anlatılmak sûretiyle gözler önüne serilir. Yine sıkıntılara göğüs gererek, Allah'a olan iman ve tevekkülünü kaybetmeyen kimselerin, sonuçta büyük mertebelere ulaşacakları ve sabırlarının mükâfatını görecekleri Hz. Yûsuf kıssasında en güzel şekilde anlatılır.
Kur'an'da geçen kıssalarda esas gâye; "tarihî bilgi vermek olmadığı için, yer ve zaman belirtilerek teferruata girilmez. Esas gâye: "çeşitli toplumların tarihlerindeki birtakım özellikleri belirtmek, diğer peygamberlerin hayatında, Hz. Muhammed'in hayatında karşılaştığı olaylara benzeyen hâdiseleri açıklamak, hak ve hakikatin daima galebe çaldığını, daima üstün geldiğini göstermek; Peygamber’e ve mü'minlere teselli vermek, her peygamberin karşılaşmış olduğu muhâlefetin eninde sonunda yıkıldığını ve eridiğini tarihî misallerle tesbit ederek mü'minlerin azmini kuvvetlendirmektir." [10]
Kur'an kıssaları; peygamber kıssaları ve geçmişlerin haberleri diye iki kısımdan meydana gelir.
Peygamber Kıssaları: Kur'an'da peygamberlerden yirmi beş veya yirmi sekizinin hayatları hakkında yeterli mâlûmat verilmiştir. Kur'an'da "Peygamber kıssaları" ifâdesi değil, "peygamberlerin haberleri: Enbâu'r-rusul" tâbiri geçer: "Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini sağlamlaştıracak her şeyi sana anlatıyoruz (ki kavminden gördüğün haksız davranışlara karşı kalbin kuvvet bulsun, ruhun açılsın). Bunda da sana hak ve inananlar için bir öğüt ve ibret gelmiştir." [11]
Kur'an'da Hz. Âdem, Nuh, Hûd, Sâlih, İbrâhim, İsmâil, İshak, Lût, Yakub, Yûsuf, Şuayb, Mûsâ, Dâvud, Süleyman, İdris, Lokman, Zü'lkifl, İlyas, Üzeyr, Eyyub, Yûnus, Zekeriyyâ, Yahyâ, İsa, Muhammed (s.a.s)'in kıssaları geçmektedir.
Geçmişlerin Haberleri: Kur'an'da 'geçmişlerin haberleri' [12] ifâdesiyle; Zülkarneyn, Ashâbu'l-Kehf, Ashâbü'l-Uhdûd, Ashâbü'l-Fîl, Ashâbu'r-Ress, Ashâbü'l-Eyke, Âd, Semûd, Lût, Nuh kavimleri kastedilir. Ayrıca İsrâ, Hicret, Bedr, Uhud, Benû Nâdir, Ahzâb, Mekke Fethi, Huneyn Gazvesi, İfk Hâdisesi, münâfıklara ait kıssalar yer almaktadır.
Genellikle muharref Tevrat ve İncil'de nakledilen Yahûdi-Hristiyan kültürüne âit kıssalara İsrâiliyyat adı verilir. Kur'an geçmiş milletlere âit haberlerin doğru olanlarını içine aldığı için, doğru olup olmadığı bilinmeyen, çoğu zaman uydurma olan bu gibi rivâyetlere ihtiyaç kalmamıştır.
Kur'an'da "en güzel kıssa" (ahsenü'l-kasas) olarak anlatılan Hz. Yûsuf'un kıssasında çok yönlü dersler vardır: Sabır ve sıkıntılara katlanmanın büyük mükâfatı, Allah'tan hiçbir zaman ümit kesmemek, nefsin ve şeytanın kötü isteklerine uymayarak Allah'a bağlanmak, bilmeyerek kötülük yapanları affederek onlara güzel ahlâk dersi vermek, üzerine aldığı görevi en iyi şekilde yerine getirerek güvenilir olduğunu isbat etmek, emânete hiyânet etmemek ve üzerinde hakkı olanların hakkını gözetmek.
Eğitim ve Öğretim Aracı Olarak Kıssa: Çocukların ve gençlerin eğitiminde tarihî, dinî ve ahlâkî kıssaların büyük bir önemi vardır. Gerçek veya gerçekleşmesi muhtemel olayları canlı bir dille, edebî bir üslûpla tasvir etmek, okuyanlar üzerinde büyük bir etki bırakır. Kötülüklerin ve ahlâksızlıkların korkunç neticeleri, en güzel şekilde hikâye üslûbuyla anlatılır ve insanlar bu yolla kötülüklerden sakındırılır. İyi işler ve güzel ahlâklıların örnek davranışları da hikâye yoluyla etkili bir biçimde aktarılarak gençler bu iyi hareket ve davranışlara teşvik edilir.
İslâm'ı insanlara sevdirmek için kıssa ve menkıbelerden büyük ölçüde yararlanılmıştır. Eğitim maksadıyla bu çeşit ahlâkî hikâyelerin anlatılmasında bir sakınca yoksa da, Kur'an ve Sünnet'te bir dayanağı olmayan bir şeyi teşvik etmek veya yasaklamak için, dinî bir hüviyet vererek hikâye uydurmak yasaktır. Kıssanın insanlar üzerinde bıraktığı tesiri kötüye kullanarak, şahsî çıkarları için hikâye uyduran ve nakleden kıssacı (kassâs)lara tarihte rastlanmıştır. [13]
Allah, muhâtaplarına tevhid ve ahlâk ilkelerini, tarihin kanunlarını anlatıp öğretirken, pedagojik açıdan çok önemli bir metod kullanmıştır. Bu da tarihte yaşanan hâdiseleri, dinî ve ahlâkî bir muhtevayla insanların önüne koyan kıssalar yoluyla anlatımdır.
Kıssa kelimesinin iştikak ettiği kökün anlamlarından biri, herhangi bir hâdiseyi veya bir haberi bildirmek ve nakletmektir.[14] Bu mânâ ile alâkalı olarak önceki toplulukların, şahısların, nebî ve rasullerin yanında; başından geçen hâdiseleri anlatan Kur’an birimlerine de kıssa denir. [15]
Kur’ân-ı Kerim’de, geçmiş peygamberler ve milletlere dâir kıssalar yer almaktadır. Ayrıca Rasûlullah’ın zamanında meydana gelen Hicret, Uhud, Mekke’nin Fethi, İfk Hâdisesi ve benzeri olaylar da Kur’an’da anlatılmıştır. “Kasasu’l-Kur’an” adını alan tüm bu olayların zikredilmesindeki maksat insanların ibret almalarını sağlamaktır. Yoksa tarihî bir olayın anlatılıp tesbit edilmesi gâye edinilmemiştir. Nitekim kıssaların bazısı birkaç kere tekrar edilmiştir. Bu tekrarlarla ahlâk ve terbiye ilkelerinin pekiştirilmesi hedeflenmiştir. Çünkü kıssalarda, daha önceki dönemlerde doğru yol üzerinde bulunan kimselere mükâfat verildiği, kötü ve yanlış yoldakilerin de cezalandırıldığı bildirilip öğretilmiştir. Bu arada geçmiş peygamberlerin ve toplumların başına gelenler anlatılmış ve sonunda hakkın gâlip geldiği açıklanmıştır. “Sana elçilerin haberlerinden -kalbini sağlamlaştıracak- doğru haberler aktarıyoruz. Bunda sana hak ve mü’minlere bir öğüt ve uyarı gelmiştir.” [16]
Kur’ân-ı Kerim’deki kıssalarda bir yandan müslümanların azimleri kuvvetlendirilirken öte yandan az sözle çok bilgi ve sonuç alma imkânı sağlanmıştır. Birçok sûrede ortaya konulan ibret sahneleriyle, kütüphaneler dolusu tarih kitabı okumaktan daha faydalı bilgi ve belgeler kazandırılmıştır. Ayrıca daha önce nakledilen birçok gerçek dışı motiflerle doldurulan olaylar en ciddi ve doğru şekliyle anlatılarak insan düşüncesi hayal ve masal dünyasından uzaklaştırılarak gerçeğin aydınlığına götürülmüştür. Kur’ân-ı Kerim’de en veciz ve en güzel şekilde anlatılan ve gözlerimizin önüne canlı tablolar halinde serilen kıssaların bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:
1) Âdem ile melekler ve İblis, Âdem ile Havva, Âdem ve iki oğlu (Hâbil ve Kabil) hâdisesi,
2) Nuh, Hûd, Sâlih, Şuayb, Eyyub’un (a.s.) hayatı ve tevhid mücâdelesi,
3) Lokman (a.s.)’ın oğluna yaptığı öğütler,
4) İbrâhim (a.s.) ve oğullarının kıssası, Kâbe’nin temellerinin yükseltilmesi, İsmail’in kurban edilmesi hâdisesi,
5) Yusuf’a (a.s.) karşı kardeşlerinin kıskançlığı ve onu kuyuya atmaları, Yusuf ile Aziz’in karısı arasında geçen hâdise, Yusuf’un hapse girmesi, kardeşleriyle görüşmesi,
6) Mûsâ’nın (a.s.) rasullüğünden önceki hayatı, risâleti, mûcizeleri, Firavun’un inadı, İsrailoğullarının Mısır’dan çıkması, Bakara ve Hızır (diye bilinen, kendisine rahmet ve ilim verilen kul) kıssası,
7) Dâvud ve Süleyman’ın (a.s.) kıssası, Süleyman ve Belkıs,
8) İsa’nın (a.s.) doğumu, risâleti, sofrası,
9) İsrail oğulları, Zülkarneyn, Ashâb-ı Kehf, Ashâb-ı Uhdûd, Ashâb-ı Fil,
10) İsrâ, Hicret, Bedir, Uhud, Benî Nadir, Ahzab, Mekke Fethi, Huneyn Gazvesi, İfk Hâdisesi ve münâfıklara âit kıssalar. [17]
Kur’an’da peygamber kıssaları yanında, başka insan ve topluluklarla ilgili kıssalar da vardır. Bunları şu şekilde tasnif edebiliriz:
a) Kur’an’da Kıssaları Anlatılan (Peygamberler Dışındaki) İnsan ve Topluluklar:
İsrailoğulları (yahûdiler), hıristiyanlar, sâbiîler, Semud toplumu, Lût kavmi, Medyen halkı, Ress halkı, bir kasaba halkı, Yesrib halkı, Hicr halkı, Âd halkı, bedevîler, Medine halkı, Tubba kavmi, Hz. Mûsâ’nın kavmi, Yunus kavmi, Hz. İbrâhim ve onunla birlikte olanlar, ikiden biri (Hz. Muhammed’in (s.a.s.) arkadaşı), Hz. Mûsâ’nın yardımcısı, ilim sahibi bir kişi, Hz. Mûsâ ve kadınlar, Tâlût ve topluluğu, Câlût ve ordusu, Ashâb-ı Kehf, Rakîm ehli, Ye’cûc v Me’cûc, bağ sahipleri, Hz. Yusuf’un zindan arkadaşları, Hz. Yusuf’un kardeşleri, Firavun ailesinden imanını gizleyen adam, Hz. Nuh’un ve Hz. Lût’un eşleri, şehir halkının üç elçisi, on iki güvenilir gözetleyici, Hz. Nuh’un oğlu, Hz. İbrâhim’in babası Âzer, Hz. Mûsâ’nın annesi ve kızkardeşi, Hz. Lût’un ailesi ve karısı, Hz. Âdem’in iki oğlu, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in eşleri, İmran ailesi, Firavun ve önde gelen çevresi, sihirbazlar, büyücüler, Firavun ve orduları, Karun, Hâmân, Firavun, Firavun ailesi, Hz. Mûsâ’dan sonra İsrailoğuları’nın önde gelenleri, Firavun’un eşi, Ebû Leheb ve karısı, Mısırlı aziz ve karısı, müstazaflar-müstekbirler, Zü’lkarneyn, Zeyd, Sâmirî, Üzeyr, Sebe melîkesi, bahçe sahipleri.
Bunun yanında Kur’an’da mü’minlerin ve kâfirlerin değişik özellikleri de anlatılır.
b) Kur’an’da Melekler:
Güç sahibi melek; Cebrâil, çarpıcı bir güzelliğe sahip olması, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Cebrâil’i görmesi, Cebrâil’in ufukta görülmesi, Cebrâil’in Hz. Meryem’e düzgün bir beşer kılığında gönderilmesi, gözetleyici ve yazıcı iki meleğin her insanın yanıbaşında olması, ikişer üçer ve dörder kanatlı elçi melekler, cehennemin sert ve güçlü melekleri, Allah’ın makamına süresi elli bin yıl olan bir günde çıkmaları, meleklerin şâhitliği, yakınlaştırılmış meleklerin Allah’a kulluğu, Arşın etrafını çevreleyen melekler, saflar halinde dizilen ve tesbih eden melekler, Hz. Âem’e secde eden melekler, mleklerin Rablerinden krkmaları ve erolundukları şeyi ypmaları, dizi dizi duran melekler, iman edenlerin karanlıklardan nura çıkmaları için duâ etmeleri, meleklerin Peygamber’e salât etmeleri, iman edenlerin üzerine meleklerin inmesi ve onları müjdelemesi, Allah’ın mü’minlere meleklerle yardımı, meleklerin Kadir gecesi Rablerinin izniyle yeryüzüne inmeleri, inkâr edenlere lânet etmeleri, meleklerin ikrama lâyık görülmüş kullar olmaları, Hz. İbrâhim’e gelen melekler, Hz. Lût’a gelen melekler, Hz. İbrâhim’e müjde ile gelen meleklerin yemek yememesi, Hz. Zekeriya’ya gelen melekler, Hz. Meryem’e gelen melekler, ölüm melekleri, yazıcı melekler, Arşı taşıyan melekler, Hârut ve Mârut, Tabutu taşıyan melekler, Kıyâmet gününde melekler, Cennet melekleri, Cehennem melekleri (bekçileri).
c) Kur’an’da Bahsedilen Mekânlar:
Tûr-i Sina, Tuvâ vâdisi, Mescid-i Haram (Beyt-i Haram, Beyt-i Atîk, Kâbe), Safâ-Merve, Mescid-i Aksâ, Mekke, Medine (Yesrib), Mısır, İrem, Babil.
d) Kur’an’da Peygamberlerin ve Mü’minlerin İmtihan Oldukları Mekânlar:
Hz. Yunus: Balık ve gemi, Hz. Yusuf: Kuyu ve zindan, Ashâb-ı Kehf: Mağara, Hz. Muhammed (s.a.s.): Mağara, mescidler, Müminlerin yaşadıkları mekânlar.
e) Kur’an’da Dikkat Çekilen Diğer Mekânlar:
İki denizin birleştiği yer, güneşin battığı yer, güneşin doğduğu yer, iki seddin arası, Hz. Meryem’in doğu tarafında çekildiği yer, hurma dalının altı, Hz. Meryem ve İsa’nın (a.s.) yerleştirildiği yer, Kehf ehlinin kaldığı yer, ekini olmayan bir vâdi.
Kur’an’daki kıssaların tarihî gerçekleri yansıtan ibret levhaları olduğuna inanıp bunların sebepleri üzerine düşünerek hayata müsbet yön vermeye çalışmalıyız.
Kur’ân'da anlatılan kıssalar en doğru kıssalardır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'tan daha doğru sözlü kimdir?"[18] Bu ise, Kur’ân kıssalarının vâkıa ile eksiksiz bir uyum göstermesinden ileri gelmektedir.
Yine en güzel kıssalar da Kur’ân kıssalarıdır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz sana bu Kur’ân'ı vahyetmekle, sana en güzel kıssaları anlatıyoruz."[19] Çünkü Kur’ân kıssaları belâğatta mükemmellik ve anlamda üstünlük derecelerinin en yücesini kapsamaktadır.
En faydalı kıssalar da Kur’ân kıssalarıdır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki onların kıssalarında olgun akıl sahipleri için bir ibret vardır."[20] Çünkü Kur’ân kıssalarının kalplerin ıslâhı, amellerin ve ahlâkın düzeltilmesi üzerinde güçlü bir tesiri vardır.
Yukarıda bazı ayrıntılı örnekleri görülen Kur’ân kıssaları, özetle üç kısma ayrılır:
Bir kısmı peygamberler; onların kendilerine iman edenlerle ve onları inkâr eden kâfirlerle, başlarından geçen olaylarla ilgilidir.
Bir diğer kısım başlarından ibretli olaylar geçen fertler ve çeşitli gruplarla alâkalıdır. Yüce Allah onların bu kıssalarını bize nakletmiştir. Meryem ve Lokman kıssaları ile duvarları çatıları üstüne yıkılmış bomboş bir kasaba yanından geçen kimsenin kıssası,[21] Zükarneyn, Karun, Ashâb-ı kehf, Ashâb-ı fil, Ashâb-ı uhdûdd ve benzer kıssalar gibi.
Bir üçüncü kısım da Peygamber (s.a.s.) döneminde meydana gelmiş birtakım olaylar ve kimselerle ilgilidir. Bedir, Uhud ve Ahzab gazveleri, Kureyza oğulları, Nadir oğulları gazveleri, Zeyd b. Hârise, Ebû Leheb ve başka kimselere âit kıssalar gibi.
Tebliğ Sürecinde Kur’an Kıssaları
Kur’ân-ı Kerim’in anlatım tekniklerinden biri de kıssalar yoluyla olanıdır. Kıssalar muhâtaplara birer örnek ve ibret olarak anlatılır. Muhâtapların bu kıssalardan dersler alması istenir. “Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini (tatmin ve) teskin edeceğimiz bir haberi sana kıssa ediyoruz/anlatıyoruz. Bunda sana hak, mü’minlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir.” [22]
Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’in yaklaşık yarısına yakınını oluşturan kıssaları sırf tarihî bir olay/anlatı olarak vahyetmemiştir. Yusuf (a.s.) kıssası hâricinde tüm ayrıntılarına kadar aynı sûre içerisinde anlatılan başka bir kıssa yoktur. Bir sûre içerisinde anlatılan bir bölüm diğer sûrelerde anlatılmamış olabilir. Aynı kıssanın o bölümünün başka sûre içerisinde değişik varyantlarla anlatıldığını görebiliriz. Bütün bu anlatım teknikleri Allah’ın, kıssaları bize, sırf kronolojik, tarihî bir biçimde anlatma arzusunda olmadığını gösterir. Kıssaların anlatımından Allah’ın o anda insanlara vermek istediği mesajların ön planda tutulduğunu görüyoruz.
Dolayısıyla Kur’an kıssalarının amacı tarih anlatmak değildir. Amaç geçmişte yaşanmış olayları ve kişileri örnek göstererek o anda yaşayanlar ve kıyâmete kadar yine aynı olayları yaşayabilecek diğer insanlara ibretler vermektir. “Allah’ın sünnetinde/kanununda bir değişme bulamazsın.” [23]
Kur’an’ın iniş sürecinde; Rasûlullah ve sahâbe bu kıssalardan ne anlıyordu? Acaba Rasûlullah ve ashâb, bugünün muhâtapları bizler gibi kıssaların tarihî, edebî, sosyolojik, pedagojik yönlerini araştırıp öyle mi hayata aktarıyorlardı? Yoksa kıssaların özel oludğunu mu kabul ediyorlardı?
Mekke dönemi, müslümanların harıl harıl İslâm’ı tebliğ etmeye çalıştıkları bir dönemdir. Karşılarında ana ve babalarından tutun, âilelerinden kabile bireylerine kadar herkes vardır. Mü’minler İslâm’ı bu insanlara anlatmaya çalışırken Allah onlara, daha önce yaşayanlardan bir örnek verir. Bu örnek, aynı zamanda müşriklerle beraber hepsinin atası olan İbrâhim’in (a.s.) kıssasıdır. Hem tebliğ edenler hem de edilenler için öğüt ve ibret numûnesi… Aynı örnek bizler ve kıyâmete kadarki tüm muhâtaplar için de geçerlidir.
Tanrı ve evren üzerine sorular ve düşüncelerle başlayan bir tefekkür sonunda gerçeği, “Allah’ı bularak bu inancını diğer insanlara en başta babasına anlatmaya, onları düştükleri yanlıştan kurtarmaya çabalayan Hz. İbrâhim, Allah’ın tüm insanlara sunduğu öğüt ve ibret anıtıdır. Oysa günümüzde İbrâhim’in (a.s.) kıssasının Nemrud’un onu ateşe atması ve Hz. İbrâhim’in oğlunu kurban etmesi hâricinde diğer anlatılanlar geri plana itilmiş; “Nemrud”, “kurban” gibi rumuzlarla anılır olmuştur.
Müslüman ve müşrikler arasındaki mücâdele uzadıkça müşrikler müslümanları yoğun bir işkence ve baskı altına alırlar. İman edenler, bunalmaya, endişeye düşmeye başlamışlardır. Bu çaresizlik ve ıstırap içerisinde Allah’tan yardım dilemektedirler. Bu esnâda Allah Nûh’un (a.s.) kıssasını vahyeder. Bu kıssa nâzil olunca Müslümanların tavrı ne olmuştur? Nûh’un (a.s.) gemisinin ebatlarıyla mı uğraşmışlardır? Gemiye bindirilen hayvanların hangileri olduğu üzerinde mi kafa yormuşlardır? Yoksa Tûfan’ın tüm dünyayı mı, yoksa Nûh’un (a.s.) yaşadığı kavmi mi kapladığını bulmaya çalışmışlardır? Allah Nûh kıssasını bu düşüncelerin cevabı için mi indirmiştir?
Oysa Allah, Nûh’un kıssasını vahyetmekle, Mekkeli müslümanlara şu mesajları vermek istemiştir. Nûh (a.s.) gece-gündüz durmaksızın açık ve gizli olarak insanları İslâm’a dâvet etmiştir. “Gece gündüz çağırdım onları, açıkça da söyledim gizlice de.”[24] Müşriklerin, Nûh’un (a.s.) mü’minleri etrafından kovmasını, dâvâdan vazgeçmesini, buna karşılık olarak Nûh’a (a.s.) büyük ödüller vereceklerini vaat etmelerine karşılık o; Allah’ın dinini tebliğ etmeye devam etmiştir. “Benim ücretim Allah’a âittir.”[25] Nûh (a.s.) bütün baskı ve eziyetlere rağmen tebliğin gidişâtını Rabbine havâle etmiştir. “Rabbim, beni yalanlamalarına karşı bana yardım et.”[26]; “Benimle onların arasında Sen hüküm ver.” [27]
Nûh kıssasının inişi, müşriklerin baskı ve eziyetlerinden yılan Mekkeli müslümanlara Nûh’u (a.s.) örnek alarak tebliğde gevşememelerini, sebat etmelerini öğütlemiş oluyordu. Tabii ki daha sonra kıyâmete kadar Kur’an’a muhâtap tüm insanlara da bir ibret ve öğüt olacaktı.
Günümüzde ise Nûh (a.s.) kıssası okunduğunda birçok kimse Kur’an’ın muhâtapları Mekkeli müslümlar gibi ibret almaktansa, Nuh’un gemisiyle, içine binen hayvanların nitelikleriyle, Tufan’ın nasıl olduğu gibi tarihî bilgilerle uğraşmaktadırlar. Yunus, Yusuf, Eyyub ve Süleyman kıssaları gibi diğer kıssalar da aynı kaderi paylaşmaktadırlar ne yazık ki…
Bazıları kıssalarla ilgili konular gündeme getirildiğinde “ne gereği var bunların üzerinde durmaya” gibi düşünceler içerisindedirler. “Biz bunları aştık, daha önemli konulara bakalım!” dercesine kayıtsız kalmaya çalışmaktadırlar. Hâlbuki rasüllerin kıssalarında görülen ortak noktalardan biri de vahyin iniş dönemi esnâsında müslümanların müşriklere karşı verdikleri tebliğ mücâdelesidir. Mekke’nin ilk dönemlerinden itibaren inen kıssaların tebliğ eylemindeki konumunu değerlendiremeyen müslümanlar tebliği neye göre ve nasıl yürüteceklerdir?
Kâfirlerin baskısını görünce Nûh (a.s.) gibi mi olacaklar, yoksa “Allah kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemez” deyip, kendi gücünün neye yeteceğini denemeye bile gerek görmeyerek sadece çoluk-çocuğunun rızkını kazanmaya mı çalışacaklardır? Ya da, “devir değişti, insanlar bozuldu; kimseye din-min anlatılmaz” deyip, yanlış bir ictihadda bulunarak kavmini terk eden Yunus (a.s.) gibi toplumu terk mi edecekler? Ya da kırk gün kırk zeytinle inzivâya çekilip toplumun belâlarından kaçtıklarını söyleyenlere alkış mı tutacaklar?
Şâyet ders alırlarsa Yunus kıssası onlara ibret olacaktır. Çünkü Yunus (a.s.) kavmine kızarak Allah’tan bir emir almadığı halde çeker gider, düşüncesine göre o kavim artık ıslah olamazdı. “O öfkelenip giderken kendisini sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı.”[28] Ancak düşündüğü gibi olmadı. Allah, bu hatasına karşılık verdiği cezâdan sonra onu tekrar elçi olarak kavmine yolladı. Yunus’un (a.s.) kavmi daha sonra iman etti. “Sonunda ona inandılar.”[29] Böylece müslümanların tebliğ eyleminde sonucu Allah’a bırakmalarını, gevşememelerini, Yunus (a.s.) kıssası vâsıtasıyla Mekkeli müslümanlara öğütlemiş oluyordu. Tabii daha sonrakilere de, bize de…
Ancak sonra gelenlerin birçoğu bu mesajları alacakları yerde, Yunus’un (a.s.) balığın karnına nasıl sığdığı, “yaktin”in nasıl bir ağaç olduğu üzerinde fikir yarıştırmakla meşgul olmuşlardır.
Görülüyor ki Kur’an’daki kıssalar yaşadığımız hayatla o kadar iç içedirler ki, onları anlamadan, ne yapacağımız hareketlerin, ne de bu hareketlerin karşılığı olarak gelecek sonuçları iyi değerlendirmemiz mümkün olacaktır.
Kıssalara tarih gözüyle bakmak, ya da onların yaşayan şahıslara özel, onlarla sınırlı olduğu şeklinde bir kabul, Kur’an’ın yeterince özümsenmediğinin bir göstergesi olacaktır. Kur’an’da Yusuf (a.s.) kıssası, onun hayatını anlatmak için midir? Süleyman’la (a.s.) Sebe melikesi arasında diyalog, Sebe kraliçesi gibi bir yöneticiye Allah’ın dininin tebliğ edilmesi örnekliği değil midir? Peygamberimiz’in diğer kavimlerin krallarına yaptığı İslâm’a dâvete örneklik teşkil etmemiş midir?
Mûsâ (a.s.), İsa (a.s.) ve diğer rasullerin kıssaları bize yaşadığımız anın ve gelecekte bunlara karşılık yaşayacağımız olayların ipuçlarını verir, yol gösterir. İslâmî mücâdelede yöntem sorunlarımıza cevaplar verir. Karşılaşacağımız soruları, atılacak çamur ve iftiraları bildirir. Kâfirlerin takınacakları tutumlar ve bunlara karşı alınacak tedbirler hakkında bizleri uyarır.
Öyleyse; tûfan, gemi, balık, taht, cin, köşk, yaktin, dâbbe vs. gibi tâlî meselelerle uğraşıp, kıssalardaki ana mesajları gözden kaçırmayalım. Kıssalardaki kapalı meseleleri ancak Kur’an’ın bildirdiği gayb bilgisinin sınırları içerisinde mütâlaa etmeli, bu meselelerin “kıssacılık” veya “İsrâiliyât”tan kaynaklanan mevzû haberlerle yorumlanması cihetine gitmemeliyiz. Özellikle kıssaları tarihî ayrıntılara hapsederek vakit geçirmeyelim; zira biliyoruz ki, bu tür bir çaba bize hak nâmına hiçbir şey kazandırmayacağı gibi, yaptığımız iş “gaybı taşlmak”tan öte bir şey olmayacaktır. Birer tebliğci olan/olması gereken bizler, bu gerçeklerin ışığında tekrar kıssaları okuyalım. Okuduklarımızı Kur’an bütünlüğü içerisinde ele alarak değerlendirelim. [30]
Kur’ân-ı Kerim’de Anlatılan Kıssaların Hikmetleri
Kur’ân-ı Kerim'deki kıssaların oldukça büyük, pekçok hikmetleri vardır. Bunların bazıları şunlardır:
- Yüce Allah'ın bu kıssaların ihtivâ ettiği hikmeti açıklaması. Çünkü Yüce Allah: "Andolsun onlara kendisinde alıkoyucu özelliği olan haberler gelmiştir." [31] buyurmaktadır.
- Yalanlayanları cezâlandırmak sûretiyle Yüce Allah'ın adâletinin açıklanması. Allah Teâlâ yalanlayıcılar hakkında: "Biz onlara zulmetmedik; Fakat onlar kendi nefislerine zulmettiler. Rabbinin emri gelince Allah'ı bırakıp da tapındıkları ilâhları onlara bir fayda sağlamadı." [32] diye buyurmaktadır.
- Mü'minleri mükâfatlandırmak sûretiyle Allah'ın lutfunun açıklanması. Allah: "Biz üzerlerine ufak taş yağdıran bir rüzgâr gönderdik. Lût’un ailesi müstesnâ. Onları seher vaktinde kurtardık. Tarafımızdan bir nimet olmak üzere (bunu yaptık). İşte şükredenleri Biz böyle mükâfatlandırırız." [33] diye buyurmaktadır.
- Peygamber (s.a.s.)'in, yalanlayıcıların kendisine yaptıklarına karşı teselli edilmesi. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer seni yalanlıyorlarsa, onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Peygamberleri onlara apaçık delillerle (mûcizelerle), sahifelerle ve nur saçan kitaplarla gelmişti. Sonra kâfir olanları yakaladım. Şimdi onlara azâbım nasıldır!?" [34]
- Mü'minleri iman üzere sebat etmeleri ve imanlarını arttırmaları için teşvik etmek. Çünkü mü'minler kendilerinden önce yaşayan mü'minlerin kurtulduklarını ve cihad ile emrolunanların İlâhî yardıma mazhar olarak zafere eriştiklerini bu kıssalarla öğrenmiş bulunuyorlardı. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Biz de duâsını kabul edip, kendisini gamdan kurtarmıştık. Biz mü'minleri işte böyle kurtarırız." [35]; "Andolsun ki Biz senden önce kavimlerine rasûller gönderdik, onlar da kavimlerine açık açık delillerle geldiler. Biz günahkârlardan intikam aldık. Mü'minlere yardım etmek ise zâten üzerimize bir haktır." [36]
- Kâfirleri küfürlerini sürdürmekten sakındırmak. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Acaba onlar yeryüzünde gezip kendilerinden öncekilerin âkıbetlerinin nasıl olduğuna bakmadılar mı? Allah onları toptan helâk etmiştir. Kâfirlere de onların (âkıbetlerinin) benzerleri vardır." [37]
- Peygamber’in (s.a.s.) risâletini ispatlama. Çünkü geçmiş ümmetlere dâir haberleri ancak Yüce Allah bilir. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onları bundan evvel ne sen biliyordun, ne de kavmin." [38]; "Sizden öncekilerin Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonra Allah'tan başkasının bilmediği kavimlerin haberleri size gelmedi mi?" [39]
Kur’an Kıssalarında Sünnetullah (Değişmeyen İlâhî Yasalar)
Kur’an kıssalarında vurgulanan ya da hikmet olarak çıkarılan toplumlarla ilgili sünnetullah özelliklerini şu maddeler halinde, ana başlıklarıyla sunabiliriz:
- Toplumların Yapılarıyla İlgili Sünnetullah Özellikleri
- İnsan, toplumsal bir varlıktır.
- Toplumlar canlı (hayatî) bir yapıya sahiptirler.
- Toplumlar yasalara (sünen/sünnetler) sahiptir.
- Toplumsal yasalarda değişme olmaz.
- Toplumların belirli hayat süreçleri (ecel) vardır.
- Toplumlar değişkendirler.
- Toplumların gelecekleri kendi davranışlarına bağlıdır.
- Bütün toplumlar elçiler aracılığıyla uyarılmıştır.
- Elçi gönderilmeyen toplumlar helâk edilmezler.
- Helâk edilen toplumlarca bütün elçiler yalanlanmıştır.
- Toplumun önderleri, toplumdan sorumludur.
- Toplumların mânevî yönleri maddî yönlerinden önceliklidir.
- Mü’min Toplumlarla İlgili Sünnetullah Özellikleri
- Yeryüzüne mü’min toplumlar hâkim olacaktır.
- Allah mü’minlerle beraberdir ve onlara yardım eder.
- Allah, dinine yardım edenlere yardım eder.
- Mü’minler, kâfir toplumlar helâk edilirken kurtarılırlar.
- Mü’min toplumlar, öncekilerin başına gelenlerle deneneceklerdir.
- Mü’minler yeryüzünde baskıya mâruz kalırlarsa, hicret etmelidirler.
III. Kâfir toplumlarla ilgili Sünnetullah Özellikleri
- Kâfir toplumlar varlıklarını sürdüremezler.
- Kâfir toplumlar hemen helâk edilmezler.
- Allah kâfir toplumları, belki inanırlar diye sıkıntılar ve bolluklarla imtihan eder.
- Kâfir toplumlar inkârdan vazgeçip inanırlarsa Allah affeder.
- Azap geldikten sonra kâfirlerin inanması fayda vermez.
- Ataları körü körüne taklit etmek, toplumları felâkete götürür.
Bazı Toplumsal Sünnetullah İlkeleri
a- Allah, kâfirlere karşı mü’minlerin yardımcıdır. [40]
b- İster sâlih bir toplum olsun, ister câhilî bir toplum; Allah, kendi nefislerini, benliklerini değiştirmeyen toplumların konumunu değiştirmez. “Bir toplum, kendi öz benliğinde olanları değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez.” [41]
c- Bir toplumun niceliği değil; niteliği önemlidir. Kur’an, Tâlut’un az sayıdaki üstün nitelikli kuvvetiyle mü’minlerin, Câlut’un çok sayıdaki nicel açıdan üstün kuvvetini nasıl yendiğini anlatır. 2/Bakara, 246-252 ve bu konudaki İlâhî sünnetini hatırlatır: “Nice az bir topluluk, Allah’ın izniyle nice çok sayıdaki topluluğa gâlip gelmiştir.”[42]; “Eğer Allah’ın kimi insanları, diğerleriyle def edip yok etmesi olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesâda uğrardı.” [43]
d- Allah müstaz’aflardan ve muttakîlerden yanadır: “Biz istiyorduk ki; orada müstaz’aflara lütufta bulunalım; onları imamlar/önderler yapalım ve onları yeryüzünde vârisler kılalım.” [44]; “Zâlimleri mutlaka helâk edeceğiz. Onları yok ettikten sonra yerlerine sizleri yerleştireceğiz. Bu da Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyanlar ve azap vaadimden korkanlar içindir.” [45]
Kur’ân-ı Kerim, toplumların yıkılış biçimlerini ve kötü sonlarını ortaya koyduğu gibi; onları, bu noktaya getiren sebepleri de açıkça beyan eder. Bu nedenlere ilişkin şu örnekler verilebilir:
- Zulüm, baskı, haksızlık ve günahlar: “Onlara azâbımız geldiği zaman; ‘biz gerçekten zulmedenlerdendik’ demekten başka itirafları olmadı.” [46]
- Lüks, israf, fısk ve bozgunculuk içinde olma: “Biz bir ülkeyi yok etmek istediğimiz zaman, oranın bolluktan şımaranlarına emrederiz. Orada bozgunculuk yaparlar.” [47]
- Cinsel sapıklık, aşırılık ve yol kesme: “Gerçekten siz (Lût kavmi), sizden evvel hiçbir kavmin yapmadığı çok kötü işi yapıyorsunuz. Siz erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve toplantınızda edepsizlik yapıp duracak mısınız?” [48]
- Günah, zulüm, refah ve zevke dalma: “zulmedenler, kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar, mücrimlerden/günahkârlardan oldular.” [49]
- İtaatsizlik, nankörlük: “Bu ülkenin halkı, Allah’ın nimetlerine nankörlük etti. Bu yüzden Allah onlara, yaptıklarına karşılık, korku ve açlık elbisesini/ıstırabını tattırdı.” [50]
- Kitabın (Kur’an’ın) bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak. Bunun cezâsı dünya hayatında rezil olmaktır. [51]
- Hz. Peygamber’in emrine muhâlefet, fitne/belâ ya da acıklı bir azâbı getirir. [52]
- Önde gelenlerin ve Sâlihlerin fesâdı önlememeleri. [53]
- Ekonomik dengesizlik, vurgun ve soygunlar. [54]
A’râf sûresinin devam eden âyetleri sırasıyla Âd kavminin, Semûd kavminin, Lût kavminin ve Medyen kavminin helâklerini peşi peşine anlatmaktadır.[55] Sonra şu prensip açıklanmaktadır: “Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, halkı (peygambere başkaldırmasınlar ve Bize) yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır. Sonra kötülüğü (yoksulluk ve darlığı) değiştirip yerine iyilik (bolluk) getirdik, nihâyet çoğaldılar ve ‘Atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu’ (onlar da sıkıntılı ve sevinçli günler geçirmişlerdi) dediler. Biz de onları, hatırlarından geçmediği bir anda ansızın yakaladık.” [56]
Helâk Konusunda Sünnetullah
Allah’ın helâk etmesiyle ilgili olarak toplumlarla ilgili değişmez kanunu Kur’an’da çok açık bir şekilde anlatılır. Ana başlıklar halinde bu konudaki sünnetullah’ı şöyle maddeleştirebiliriz:
Toplumların gelecekleri kendi davranışlarına bağlıdır. [57]
Bütün toplumlar, elçiler aracılığıyla uyarılmıştır. [58]
Elçi gönderilmeyen toplumlar helâk edilmezler. [59)
Helâk edilen toplumlarca bütün elçiler yalanlanmıştır. [60]
Toplumun önderleri toplumdan sorumludur. [61]
Toplumların mânevî yönleri, maddî yönlerinden önceliklidir. [62]
Kâfir ve zâlim toplumlar, çok uzun zaman varlıklarını sürdüremezler. [63]
Kâfir ve zâlim toplumlar hemen helâk edilmezler. [64]
Allah, kâfir ve zâlim toplumları, belki inanırlar diye sıkıntılar ve bolluklarla imtihan eder. [65]
Kâfir ve zâlim toplumlar, inkâr ve isyandan vazgeçip iman ederlerse Allah affeder, helâk etmez. [66]
Azap geldikten sonra kâfirlerin inanması, fayda vermez. [67]
Ataları körü körüne taklit etmek, toplumları felâkete götürür. [68]
Peygamber Kıssalarında Zikredilen Helâklerin Sebepleri
Helâkler ve toplumsal çöküşler; itikâdî, ahlâkî, siyasî ve sosyo ekonomik sebeplere bağlanabilir. Ama esas sebep, itikadîdir. Diğer sebepler, bu temel sebebe bağlı hususlardır.
Helâk ve toplumsal çöküşlerin itikadî sebeplerini şirk, küfür, irtidat, nifak, tekzîb, fısk, istikbâr, istihzâ, geleneğe körü körüne bağlılık yani atacılık olarak sınıflandırmak mümkündür.
Ahlâkî nedenleri de günahlar, haddi aşmak, fitne ve fesat, bencillik, ihtilâf ve tefrika, ıslah mekânizmasının olmayışı olarak değerlendirebiliriz.
Siyasî sebepleri ise; zulüm, kötülüğü yaygınlaştırma ve fesat, yönetici seçkinlere (tâğutlara) mutlak itaat olarak özetleyebiliriz.
Sosyo-ekonomik nedenleri ise; nankörlük, zenginlik ve maddî refah, israf ve tebzîr (saçıp savurma), ticârî ilişkilerde adâletsizlik olarak sıralamak mümkündür. [69]
Toplumların helâklerinin temel sebeplerini, âyetlerden yola çıkarak şöyle izah etmek mümkündür:
a- Uyarıcıları Yalanlama: Uyarıcıların getirdiği gerçeklere sırt çevirip onların doğru olmadığını, gerçekten Allah katından gelmediğini iddia edip uyarıcıları sapıklıkla itham ederek atalarının yolunda yürümeye devam etmeleri, o toplumun helâke uğramalarının bir sebebidir. [70]
b- Başlarına Gelen Belâ ve Musîbetlerden Ders Almama: Allah Firavun’un kavmine, doğru yola gelmeleri için çeşitli belâlar veriyor. Onları ürün kıtlığına uğratıyor, tûfân, çekirge, kurbağa, kan gibi belâlarla karşı karşıya getiriyor, fakat onlar hiç ibret ve ders alma yoluna gitmiyorlar. Başlarına gelen felâketi Hz. Mûsâ ve kavminin uğursuzluğuna yoruyorlar. Bu belâdan kurtulunca da, bunu kendi iyiliklerine ve haklılıklarına delil görüyorlar. Zaman zaman Hz. Mûsâ’ya gelip Allah’ın kendilerine musallat ettiği belâları kaldırması için duâ etmesini istiyorlar. Mûsâ (a.s.) da duâ edip Firavun ve taraftarları bu belâdan kurtulunca da, yine eski saygısızlıklarına ve zulümlerine devam ediyorlar. [71]
c- İstikbâr (Büyüklük Taslama): Helâke uğrayan toplumların başta gelen özellikleri istikbâr ve ona bağlı olarak peygamberlere karşı çıkıştır. Büyüklenerek kendilerini yücelten, hem Allah’a, hem de küçük gördükleri insanlara karşı kibirlenerek kendilerini öne çıkaran toplumlar, büyüklenmeyle birlikte getirdikleri aşırı sosyal farklılaşma ve çözülme, haktan sapma, şımarma, zulüm, baskı ve işkence, hoşgörüsüzlük, toplumsal birliği bozma, ekonomik gücü tekelleştirme ve nihâyet kendilerini bunlardan vazgeçirmek için gelen peygamberi ve Allah’tan getirdiği âyetleri alaya alıp tahkir etme gibi olumsuz davranışları yüzünden helâk edilmişler, ortadan kaldırılmışlardır.
Helâke uğrayan her toplumun ortak yanlarından birisi, kendilerine azap tehdidi ile gelen uyarıcılara karşı büyüklük kompleksine kapılmak, zayıfları ezip sömürmek olmuştur. Bu kompleks ile Allah’ın âyetlerine kulak tıkayıp sırt çevirmişlerdir. “Kavminin küfreden ileri gelenleri şöyle demişti: ‘Biz seni beyinsizlik içinde görüyoruz ve senin yalancılardan olduğunu sanıyoruz.”[72]; “Kavminin büyüklük taslayan ileri gelenleri: ‘Ey Şuayb, ya seni ve seninle birlikte iman edenleri mutlaka ülkemizden çıkaracağız ya da siz bizim yolumuza döneceksiniz!’ dediler.”[73]; “Biz bir ülkeyi helâk etmeyi murâd ettiğimiz zaman, oranın nimet ve refahtan şımarmış elebaşlarına emirlerimizi bildiririz. Onlar ise orada bozgunculuk yaparlar, kötülük işlerler. Artık onun üzerine hüküm hak olur ve o ülkeyi kökünden helâk ederiz.” [74]
Âd kavmi, büyüklenerek Allah’ın âyetlerini yalanladığı için, dondurucu kasırga (sarsar) azâbına uğradı.[75] Semûd kavmi, müstekbirliğin sonucu olarak bir sarsıntı tuttu, oldukları yerde diz üstü çöküverdiler.[76] Hz. Şuayb’ı ve iman edenleri tehdit eden Medyen halkının bu müstekbirliği yüzünden bir sarsıntı tuttu, oldukları yerde diz üstü çöküverdiler; sanki hiç yaşamamış gibi oldular, izleri bile kalmadı.[77] Müstekbirlerin en önemli sembol tipi olan Firavun ve çevresi, bunun karşılığını gördü: Önce su baskını, çekirge, haşerât ve kurbağa istilâsını ve kan musallat oldu. Bunlardan kurtulurlarsa iman etme sözü verdikleri halde, yine sözlerinden cayarak inanmadılar; Sonunda denizde boğuldular. [78]
“Zâlimler, ölüm dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara: ‘Haydi (bakalım, bizim elimizden) canlarınızı kurtarın, Allah’a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O’nun âyetlerine karşı istikbâr etmenizden/kibirlilik taslamanızdan ötürü, bugün alçaklık azâbı ile cezâlandırılacaksınız!’ derken onların halini bir görsen!” [79]
d- Zulüm: Allah, toplumları zulüm işledikleri için helâk eder. Allah’ın âyetlerine, mûcizelerine, peygamberlerine, mü’minlere zulmeden ve inkârcılıkta direnen toplumlara uyarılar fayda etmeyince Allah’ın gazâbı ve azâbı hak olur. “Nice ülkeler vardır ki, zâlim oldukları için Biz oları helâk ettik. Şimdi o ülkelerde duvarlar, (çökmüş) tavanların üzerine yıkılmıştır. Nice kullanılmaz hale gelmiş kuyular ve (ıssız kalmış) büyük saraylar vardır (oralarda).” [80]
“İşte şu ülkeler; zulmettikleri zaman onları helâk ettik. Onları helâk etmek için de belli bir zaman tayin etmiştik.” [81]
“...Biz ahâlisi zâlim olanlardan başkasını helâk edici değiliz.” [82]
“Halkı ıslahatçı olduğu halde Rabbin, bir haksızlık ile memleketleri (yıkıp) helâk etmez.” [83]
"Allah'ın, âhirete saklamakla beraber, bağy (zulüm) ve sıla-i rahim gibi daha dünyada iken sahibine cezâyı lâyık gördüğü hiçbir günah yoktur." [84]
Fakat bu dünyevî durum; "her zâlim, daha dünyada iken hemen cezâlanır", şeklinde anlaşılmamalıdır. Çünkü, zâlime mühlet vermesi (imhâl), Allah'ın sünnetindendir. Onu cezâlandırmayı ihmal etmesi sözkonusu değildir; ama imhâl etmesi mümkündür.
Allah, Bazen Bir Zâlimi Diğer Bir Zâlimin Üzerine Musallat Ederek Cezâlandırır: Allah'ın zulüm ve zâlimler hakkındaki bir sünneti/kanunu da, bireyleri birbirine zulmeden bir toplumun başına, yaptıklarının bir cezâsı olarak, zâlim bir yöneticiyi ve yönetimi musallat etmesidir. "İşte kazandıkları (günahları)ndan ötürü zâlimlerden bir kısmını diğer bir kısmının peşine böyle takarız." [85] Dolayısıyla Allah, zulmün cezâsı olarak, zâlimi zâlime musallat kılar, o da onları zillet ve felâkete götürür. Nefsine zulmeden günahkâr zâlim, halkına zulmeden zâlim yönetici ve ticaretinde insanlara zulmeden hilekâr tüccar gibi bütün zâlimler bu âyetin tehdit eden kapsamına girmektedir. Fahreddin Râzi, bu âyetin tefsirinde şöyle der: Âyet gösteriyor ki, halk ne zaman zâlim durumda olurlarsa, Allah onlara başka bir zâlimi musallat eder. Bu zâlim yöneticiden (ve yönetimden) kurtulmak istedikleri zaman da zulmü terkederler. Hadis-i şerifte: "Nasılsanız öyle yönetilirsiniz" buyrulmaktadır.[86] “Ezzâlimu seyfullah yentekımu bihillâh sümme yüntekamu minhu. Zâlim, Allah'ın kılıcıdır. Önce onunla intikam alır; sonra da döner ondan intikam alır.”[87] Bu, zâlimler için bir tehdittir. Eğer zulmünden vazgeçmezse, Allah ona diğer bir zâlimi musallat eder. "De ki: 'Allah'ın azâbı size ansızın veya açıkça gelirse, zâlimlerden başkası mı yok olur!" [88]
Zâlimler Kurtulmazlar: Allah'ın zulüm ve zâlimler hakkındaki sünnetinden birisi de, onların, âhirette kurtulmayacakları gibi, dünyada da iflâh olmamalarıdır. "De ki: 'Ey kavmim, gücünüz yettiğince yapacağınızı yapın, ben de yapacağımı yapıyorum. Yakında (dünya) yurdu(nu)n sonunun kimin olduğunu bileceksiniz. Muhakkak ki zulmedenler, kurtuluş yüzü görmezler!" [89]
Nice Kavim Kendi Zulümleriyle Helâk Olmuştur: Zulüm ve zâlim konusundaki sünnetullahın biri de toplumların kendi zulümleriyle helâk olmalarıdır. Bu kanunun izahı kabilinden Kur'an'da pek çok âyet bulunmaktadır: "Böylece (hiç bir fert kalmamak üzere) zulmeden toplumun kökü kesildi."[90]; "Zâlimlerden başkası mı helâk olur!"[91]; "...Zulmettiklerinden dolayı nice toplumları helâk ettik, (onları helâk etmeseydik bile) iman edecek değillerdi. İşte Biz suçlu kavimleri böyle cezâlandırırız."[92]; "(Halkı) zâlim olan nice beldeyi kırıp geçirdik; arkasından da başka nice topluluklar vücuda getirdik." [93]
Zâlim Toplumların Helâki İçin Belli Bir Ecel (Süre) Vardır: Zâlim milletlerin yok olması için belli bir ecel söz konusudur. "Her ümmetin takdir edilmiş bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman, ne bir saat geri kalırlar, ne de ileri giderler." [94] Zâlim milletler, belli bir süre yaşarlar, sonra ecelleri gelir, yok olurlar. Tıpkı ömrünün müddeti bitip eceli geldiğinde bir insanın ölüp yok olması gibi
Bir Devlet, Küfür İle Ayakta Durabilir Ama Zulümle Duramaz: "Halkı sâlih ve muslih (ıslahatçı) olduğu halde Rabbin bir haksızlık ile memleketleri (yıkıp) helâk etmez." [95] Bir devleti, yalnız küfrü sebebiyle helâk etmesi, Allah'ın sünnetinden değildir. Fakat devlet, küfrüne zulüm eklerse durum farklı olur.
Toplumsal ve Siyasal Zulme Karşı Yardımlaşmak: "İnsanlar, bir zâlimi görür, (önlemeye güçleri yettiği halde) ona engel olmazlarsa, bundan dolayı hemen hepsi cezâlanır."[96] Zulümden uzak yaşamak, zâlime boyun eğmemek ve ona karşı direnmek, birey olarak engel olamayacakları zulme karşı yardımlaşmak mü'minlerin İslâmî kimlikleri açısından olmazsa olmazları arasındAdır. "Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman, birbirlerine yardım ederler." [97] Kurtubî, bu âyeti şöyle açıklar: "Yani, zâlimler tarafından zulme mâruz kaldıklarında teslimiyet göstermezler."[98] Sahih-i Buhâri'de İbrâhim en-Nehâî'nin şöyle dediği kayıtlıdır: "Ashâb horlanmaktan, zelil bir duruma düşürülmekten hoşlanmazlardı. Ama güçlü olduklarında da af ederlerdi." [99]
Zulmedenlere Az da Olsa Meyletmek: Ümmeti helâke ve cehenneme sürükleyen şey, sadece zulmü işlemek değil; aynı zamanda zulüm işleyenlere az da olsa meyletmektir: "Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın, sonra size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka dostunuz yoktur. Sonra (Allah tarafından da) size yardım edilmez."[100] Zemahşerî, bu âyetin tefsirinde şöyle der: "Meyl etmenin yasaklığı; zâlimlerin arzularına boyun eğmeyi, onlarla beraber olmayı, sohbetlerine katılmayı, ziyaretlerinde bulunmayı, dalkavukluk etmeyi, yaptıklarına rızâ göstermeyi, onlara benzemeyi, şekilleriyle şekillenmeyi, övgüyü andıran ifâdeler kullanmayı ve tasvip anlamı taşıyacağı için onların süs ve giyimlerine özenip en küçük bakışı bile kapsamaktadır. Rükûn, az bir meyil demektir. Âyette "zulmedenlere" denilip de "zâlimlere" denilmemesinin inceliğini de düşünmek gerekir (Zulmü kendisine âdet edinenlere zâlim denir; zulmü âdet edinmediği halde en ufak bir zulme yeltenene dahi hafif bir meylin olmaması gerektiğine işaret edilmiştir). [101]
Zâlimlere meyleden onlardan olur. Zâlimlere verilen cezâ, ona da verilir. Bunları ateş cezâsından kurtaracak dostları da olmayacaktır. "Rabbimiz! Sen kimi ateşe koyarsan, artık onu rüsvay/perişan etmişsindir. Zâlimlerin hiç yardımcıları yoktur."[102] Peygamber Efendimiz'in zâlim yöneticilere yardımcı olma konusundaki hadisleri meşhurdur: "Benden sonra birtakım emirler (yöneticiler) olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik eder ve yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa Benden değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse Benim havzımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez ve onlara zulümlerinde yardımcı olmazsa, o, Bendendir; Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında Bana ulaşacaktır." [103]
Zâlime Yardımcı Olmak: Bütün şekil ve türleriyle zâlime meyletmek câiz olmadığına göre, zâlimin zulmüne yardım etmek haydi haydi câiz olmaz. Zâlime yardım edenler, aynen onun gibi zâlim olurlar. "Bir kimse bilerek zâlime yardım kastı ile onunla beraber yürürse, o kimse İslâmiyet'ten çıkmıştır."[104] Zâlim bir yönetici, çevresinin ve yandaşlarının yardımıyla zulüm yapmaya imkân bulur, yoksa yalnız kendisi bunca zulmün hakkından gelemez. Hangi şekliyle olursa olsun, zâlime yardım câiz değildir. Çünkü bu, onu desteklemek, zulmünü icrâ etmesine müsâade etmek demektir. Bu sebeple zâlim yöneticiye azap geldiği zaman, aynı şekilde (bu zulümleri onaylayan) yardımcılarına ve memurlarına da gelir. Çünkü onlar da onun kadar zâlimdirler.
Nitekim Firavun'a gelen azap, avanesine de gelmişti. "Gerçekten Firavun, Hâmân ve askerleri hatalıydılar/yanılıyorlardı."[105] Allah, hepsini bu âyette "hata" vasfı ile bir araya getirmiştir. Hataları, Firavun'un zulmetmesi, yardımcısı Hâmân ve askerlerinin de buna yardımcı olmalarıdır. Bu sebeple azap Firavun'a inince, yardımcılarına da inmişti: "Biz hem onu, hem de askerlerini yakaladık. Onları denize atıp boğduk."[106]; "Biz onu ve askerlerini tuttuk, denize attık; bak o zâlimlerin sonu nasıl oldu!"[107] Allah, hepsini "zâlim" olarak vasıflandırdı. Firavun'a ve ona yardım ettikleri için askerlerine "zâlimler" diyerek hepsini aynı azapla helâk ettiğini Rabbimiz haber vermektedir.
Zâlime Duâ Etmek: Zulmün devamına, zâlimin zulmüne imkân bulacak tarzda yaşamasına duâ edilemez. "Zâlimin bekası için duâ eden kimse, Allah'ın mülkünde O'na âsi olunmasını istemiştir."[108] Süfyânu's Sevrî; "Çölde susuzluktan ölmek üzere olan bir zâlimi görürsek ona su verelim mi?" diye soranlara: "Hayır!" cevabını vermişti. "Ama ölür" denilince de, "Bırakın ölsün!" demişti.[109] Allah Teâlâ, Hz. Nûh'a; "Zâlimler için Bana duâ etme, hiç yalvarma!" [110] ihtârında bulunmuştur.
Müslüman Cemaatin Zâlimlere Meyletmeye Benzer Davranışlardan Sakınması: Müslüman cemaatin, iyi niyetle de olsa, zâlimlere meyletme anlamı taşıyan davranışlardan son derece kaçınması lâzımdır. Çünkü iyi niyet, bazen belli şartlar dâhilinde sahibinden günahı kaldırsa da yanlışı doğruya; haramı helâle çevirmez. Onun için, özellikle cemaat liderinin ve kadrosunun, zâlim yöneticilerin arasında bulunması, onları tasvip etmediğini ilân etmeksizin onlarla birlikte halkın önünde görülmesi, cemaatin zâlim idarecilere dalkavukluk ettiği veya onları desteklediğinin intibaını vererek insanları samimiyetlerinde şüpheye düşürücü davranışlarda bulunması câiz değildir. Aksi halde onlar, kendi sorumluluklarına cemaati de ortak ederler.
En büyük zulüm şirk olduğuna [111] ve en büyük zâlimin de müşrik olduğuna göre, en vahşî zulmün bedenlere değil; ruhlara yapılan olduğunu unutmamalıyız. Bedene yapılan zulüm, en kötü ihtimalle, sadece dünya hayatını kaybettirdiği halde; ruhun hak nizamdan mahrum bırakılması ise sonsuz mutluluğu kaybettirmek demektir. En acımasız cânî, en büyük zâlim, insanları Allah'ın dininden alıkoyanlardır. İslâm'ın bireysel ve toplumsal alanda egemen olmadığı bir yerde adâletten bahsetmek abestir ve aldatmacadır.
Özel ve tüzel kişiliğin, bir kurumun veya yönetici bir grubun şahsî veya toplumsal muâmelesinde âdil olma niteliği kazanabilmesi için, her şeyden önce "müslüman" vasfına sahip olması şarttır. Çünkü İslâm'sız bir statüye göre işleyen bir mekânizma ile adâlet sağlanamaz ve dağıtılamaz. Nasıl bir hüküm verilirse verilsin, mutlak sûrette zulüm işlenmiş olur. "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir." [112]
İslâm’sız insanın yaptığı her şey nefsine, icraatı da diğer insanlara ve topluma zulümdür. Egemen durumda ve hüküm mevkiinde ise, kâfir ve müşrik insanın varlığı bile zulümdür. Çünkü bu insan, kendine yazık ederek kendini bozmakta, toplumu bozmakta ve dünyayı fesâda vermektedir.
İslâm'da savaş, insanları zorla dine sokmak için emredilmemiştir. Fitne ve zulmü ortadan kaldırmaya çalışmak için savaş emredilmiştir. Dinlerini yaşama ve dine dâvet konusunda müslümanlara engel olan, insanların hürriyetlerini kısıtlayan güç odaklarına karşı savaşmak farzdır. Kur'an, mazlumların, ezilenlerin, sömürülenlerin hakkını korumak için müslümanlara mücâdeleyi emreder. [113]
Kur’an’da Kıssalar Yoluyla Verilen Mesaj
Kur’an kıssalarında yer alan geçmiş toplumlar ve eski ümmetlerin hayat tecrübelerinin değerini anlayabilmemiz için şu gerçekleri iyice kavramalı, vicdanlarımızda canlandırmalıyız: Kur'an bu ümmetin yaşayan kitabı, öğüt verici kılavuzu ve içinde hayatına ilişkin dersler okuduğu okuludur. Yüce Allah ilâhi sistemini yeryüzünde gerçekleştirmekle görevlendirdiği ilk müslüman cemaati, bu son derece önemli göreve hazırladıktan sonra Kur'an aracılığı ile sürekli bir eğitime tabi tutmuştur. Bunun yanı sıra Yüce Allah Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) vefatından sonra bu ümmetin bütün kuşaklarını yönlendirmek, eğitmek ve vaad ettiği üzere insanlığa ideal biçimde önderlik etmek hususunda Kur'ân-ı Kerim'in canlı ve sürekli bir kılavuz fonksiyonunu yerine getirmesini murad etmiştir. Yalnız bunun için müslüman kuşakların Kur'an'ın gösterdiği yolda yürümeleri, Ona olan sımsıkı bağlılıklarını hiç gevşetmeden sürdürmeleri, bir bütün olarak yaşama tarzlarını ondan almaları, diğer bütün yeryüzü kaynaklı sistemlerin câhiliyye sistemleri olması hasebiyle mümin, Kur'an'ın kendine sağladığı bir güvenle onlara aldırış etmeden, tepeden bakabilmelidir.
Bu Kur'an, sadece okunup geçilecek bir söz yığını değildir. Tersine geniş kapsamlı bir kılavuz, bir talimatnamedir. O, pratik hayatın talimatnamesi olduğu kadar aynı zamanda eğitim kılavuzu, eğitim talimatnamesidir. İşte bu gerekçe ile oluşturup, eğitmek üzere geldiği müslüman cemaate, insanlığın geçmişteki hayat deneyimlerini, duygulandırıcı bir üslupla sunuyor. Bu alanda Hz. Âdem'den (a.s.) beri süre gelen iman çağrısının yaşadığı tecrübelere öncelik tanıyor, bu tecrübeleri gerek insan psikolojisine ve gerekse pratik hayata ilişkin türleri ile müslüman ümmetin bütün kuşaklarına bir çeşit yol azığı olarak sunuyor, bu ümmeti bu son derece değerli yol azığı ile ve değişik türde oluşmuş tarihsel birikimle donatırken onun hangi yolu izleyerek yürüyeceğini açık-seçik biçimde öğrenmesini amaçlıyor. İşte, Kur'an'da bu kadar çok sayıda, bu kadar çeşitli ve bu denli canlı, somut mesaj sunan kıssa ile karşılaşmamızın nedeni budur. Bu kıssaların en sık rastlanan türü İsrailoğulları'na (yahûdilere) ilişkin kıssalardır. Bunun birçok sebebi vardır. Bunlardan birkaç tanesini belirtelim:
Yüce Allah bu ümmetin kimi kuşaklarının vaktiyle İsrailoğulları'nın geçirdikleri tarih dönemlerinin benzerlerini yaşayacaklarını, bu kuşakların, dinlerine ve inançlarına karşı eski yahûdilerin tavırlarına benzer tavırlar takınacaklarını bildiği için yollarında karşılaşacakları tökezleme noktalarını, kendilerine yahûdi tarihinin olaylarında somutlaşmış örnekler halinde sunmuştur. Böylece bu kuşaklar yolları boyunca karşılaşacakları bu tökezleme noktalarına ayak kaptırmadan, ya da onlara saplanıp kalmadan önce bizzat Yüce Allah'ın, önlerine tuttuğu bu tarih aynasında yüzlerini görerek öğüt ve ibret alabilecektir.
Bu Kur'an, müslüman ümmetin kuşakları tarafından dikkatle okunmalı, bilinçli bir şekilde algılanmalıdır. Bu Kur'an, günümüzün meselelerini çözmek ve geleceğe uzanan yolumuzu aydınlatmak üzere sanki şimdi iniyormuşçasına canlı direktifler bütünü kabul edilerek üzerinde kafa yorulmalıdır. Yoksa Kur'an sadece âhenkle okunması lâzım gelen bir güzel sözler manzûmesi ya da bir daha geri gelmeyecek olan tarihe karışmış gerçeklerin tutanak defteri olarak düşünülmemelidir. Biz bu Kur'an'ı gerek geçmiş gerekse şimdiki hayatımızda birer direktifimiz olsun niyetiyle okumadıkça O'ndan asla yararlanamayız. Tıpkı ilk müslüman cemaat gibi; Onlar Kur'an'ı, o günkü pratik hayatlarının gelişmelerine ilişkin direktifler almak amacı ile okuyorlardı. Kur'an'ı bu bilinçle okuduğumuz takdirde her şeyi onun satırlarında buluruz. O'nun âyetlerinde Kur'an gerçeğini dikkate almak istemeyenlerin hiçbir zaman düşünemeyecekleri, deyim yerindeyse akıllarının ucundan bile geçmeyen nice şaşırtıcı, insanı hayrette bırakan açıklamalar bulacağız. Onun kelimelerinin, cümlelerinin ve direktiflerinin nabzı atan, hareket eden ve yolumuzun kritik dönemeçlerini işaretleyen canlı varlıklar olduklarını göreceğiz. Bu canlı varlıklar bize kimi zaman "şunu yapınız, şunu sakın yapmayınız", kimi yerde "şu düşmanınızdır, şu da dostunuzdur" ve kimi durumlarda da "şurada çok ihtiyatlı olunuz, şurada hazırlıklı olunuz" diyeceklerdir. Bu canlı varlıklar başımıza gelecek her olay, karşımıza çıkacak her gelişme önünde bize uzun, ayrıntılı ve yerli yerinde açıklamalar sunacaklardır. İşte o zaman Kur'an'ın yararlı ve hayat dolu bir gerçek olduğuna dikkat çeken Yüce Allah'ın şu buyruğunun anlamını kavrayabileceğiz: "Ey mü’minler, Allah ve Peygamber size hayat verecek gerçeğe çağırdıklarında onlara olumlu karşılık veriniz." [114]
Kur'an mesajı, bir hayat çağrısıdır, sürekli ve yenilenen bir hayata çağrıdır. Onun çağrısı, tarihin eski bir dönemi ile sınırlı bir hayata ilişkin değildir.
Kur’an kıssalarının içerdiği bütün mesajları istesek de tümüyle kavrayamayız. Çünkü tecrübelerimizden de öğrendiğimiz gibi, Kur'an âyetleri kalplere yönelik mesajlarını, kalplerin içinde bulundukları durum ve bu durumların ortaya çıkardığı ihtiyaçlar oranında sunar ve her zaman ihtiyaç oranında mesaj birikimlerini kalplere açar. [115]
Kur’ân-ı Kerim’deki Bazı Kıssaların Tekrarı
Bazı Kur’ân kıssaları sadece bir defa geçmektedir. Lokman kıssası, Ashâb-ı Kehf kıssası gibi. Kimisi de görülen ihtiyaca ve maslahata binâen birkaç defa tekrar edilmektedir. Fakat bu tekrarlama tek bir şekilde olmaz. Aksine kısalığı, uzunluğu, yumuşaklığı, sertliği farklılık arzeder. Diğer taraftan kıssanın bazı yönleri bir yerde zikredilirken, diğer yönleri bir başka yerde sözkonusu edilmektedir.
Kıssalarda bu tür tekrarın hikmetlerinin bazıları şunlardır:
- Anlatılan bu kıssanın önemini açığa çıkarmak. Çünkü bu kıssanın tekrar edilmesi, ona itina gösterildiğini ortaya koyar.
- İnsanların kalplerinde iyice yer etmesi için tekrar edilen kıssanın pekiştirilmesi,
- Bu kıssalara muhâtap olanların durumlarını ve zamanı gözönünde bulundurmak. Bu sebepten ötürü çoğunlukla Mekkî sûrelerde geçen kıssalarda anlatım özlü ve üslûp serttir. Fakat Medine döneminde inen sûrelerde bunun aksini görüyoruz.
- Kıssaların, durumun gerektirdiğine uygun olarak kimi zaman böyle, kimi zaman öbür türlü anlatılması sûretiyle Kur’ân belâğatinin açığa çıkması,
- Kur’ân'ın doğru olduğunun ve onun Yüce Allah tarafından gönderildiğinin açıkça ortaya konulması. Çünkü aynı kıssa, herhangi bir çelişki sözkonusu olmaksızın çeşitli şekillerde anlatılmış bulunmaktadır. [116]
Kur’an Kıssalarının Gerçekliği: Günümüzde edebî türler arasında en fazla gelişen türler roman ve hikâye türleridir. Bilindiği gibi roman ve hikâyelerde olayların gerçekliği aranmaz. Hatta gerçek bir olayı konu alsa bile yazar, olaylar arasındaki boşluğu doldurur ya da okuyucuya vermek istediği mesaj doğrultusunda olaylara yön vermeye çalışır. Bu yolla ortaya konulan edebî türlerin toplumların yönlendirilip eğitilmelerinde, hayata bakış açılarında birtakım etkilerinin olduğu da inkâr edilemez.
Çağımızın bilimleri arasında çekidüzen verilen bilim dallarından biri de tarihtir. Artık daha çok belgelere önem verilmekte ve belki de daha önce yer veilmeyen ve tarihe gerçekten ışık tutan belgeler, sözgelimi kazılar ve bu kazılarda elde edilen bulgular değerlendirilmektedir. Tarih araştırmaları için bu tür belgelerin elde edilebilmesi de maddî imkân, teknoloji ve ciddî disiplin isteyen bir iştir. İtiraf etmek gerekir ki, Batılılar bu konuda önemli bir mesafe kat etmişlerdir. Batıda yapılan bu çalışmaları basamak yaparak bazı müsteşrikler, Kur’an’da geçen bazı kıssaların tarihî gerçeklerle bağdaşmadıklarını ileri sürmüşlerdir.
Roman ve hikâye gibi bazı edebî türlerin gerçeklere dayanmıyor olsalar bile toplumu etkilediklerini gören ve Batılı müsteşriklerin saldırıları karşısında psikolojik yenilgiye uğramış bazı müslüman araştırmacılar, Kur’an kıssalarının gerçek olaylara dayanma mecburiyetlerinin bulunmadığını; kıssaların hikmetlerinin insanların ibret almaları olduğunu ve onlardan ibret alınması için de gerçek olmalarının gerekmediğini savundular.
1950’lerde Mısır’lı araştırmacı Muhammed Ahmed Halefullah, hazırladığı “el-Fennu’l-Kasas fi’l-Kur’an” isimli doktora tezinde bu görüşü ileri sürdü. O dönemde tezin lehinde ve aleyhinde çok şey yazıldı. Hatta bu tezi nedeniyle müellif üniversite hocalığından uzaklaştırıldı. Ancak onu takiben birçok modernist, bu görüşün savunucusu oldu.
Kur’ân-ı Kerim, Halefullah’ın iddiasının aksine müşriklerin “evvelkilerin masalları” nitelemelerini açık bir şekilde reddetmektedir. Bu konuyla ilgili olarak bk. 25/Furkan, 4-6, 16/Nahl, 24-25; 68/Kalem, 15-16; 3/Âl-i İmrân, 44; 12/Yusuf, 102; 18/Kehf, 13, 18, 22, 91. [117]
Kur’ân-ı Kerim’de Kıssa Kavramı
Kıssa kelimesinin çoğulu olan “kasas” ve türevleri, Kurân-ı Kerim’de toplam 26 yerde geçer. Kıssa kavramına yakın anlamı olan, haber, vâkıa, hâdise anlamına gelen nebe’ ve çoğulu enbâ’ kelimeleri de toplam 29 yerde kullanılır. Hubr, haber ve ahbâr kelimeleri de toplam 7 yerde zikredilir. Yirmi sekizinci sûrenin ismi de Kasas (Kıssalar) sûresidir.
Kur’ân-ı Kerim’de, her haberin gerçekleşeceği bir zamanın olduğu vurgulanır.[118] Kur’an’ın büyük bir haber olduğu beyan edilir. [119]
Kur’an, bazı geçmiş olayların ve eskiden yaşayan kimselerin haberlerini anlatır [120]. Bu haberlere Kur’an, gayb haberleri,[121] eğer bahsedilen kişiler peygamber ise Peygamber haberleri[122] der.
Kur’an, peygamberlerin bir kısmının kıssalarını anlatmış, bir kısmının ise anlatmamıştır. [123]
Kur’ân-ı Kerim’de kıssa kelimesi geçmez. Aynı kökten gelen, aslında isim olup masdar yerine de kullanılan kıssa kelimesinin çoğulu “kasas” biçiminde ve “kasasnâ”, “nekassu”, “lem naksus” gibi fiil hallerinde kullanıldığı görülür. Anlam olarak bakıldığında, kelime, peygamberlerin hayat ve mücâdeleleri olaylarına verilen bir isim olarak (kasas şeklinde, kıssalar olarak) geçtiği gibi; anlatmak, bir haber veya sözü bildirmek, açıklamak, tâkip etmek, izlemek gibi mânâlarda da pek çok yerde kullanılmaktadır. Bu kelime ve anlatım üslûbu, Kur’an’da geçmiş eserleri, izleri açığa çıkarmak, bu sûretle insanların unutmuş bulundukları veya gâfil oldukları olaylar üzerine dikkatleri yoğunlaştırarak derinden derine tefekkür alanına çıkarma gâyesine dikkat çekmek ister tarzda kullanılır. İşte bundan dolayı da Kur’an “kıssa” kelimesi yerine, ilk bakışta daha uygun gibi sanılan (Arapça) “hikâye” kelimesini kullanmamıştır. Çünkü hikâye kelimesinin lügat anlamı; bir şeyin aynısını ve benzerini getirnek mânâsına gelmektedir. Arapçada ve Türkçede hikâye denilince, ister vuku bulsun, ister (gerçek olabilecek tarzda ama) hayâlî olsun, anlatılan her şeye hikâye denir ki, bu anlam Kur’an kıssalarının mâhiyet ve keyfiyeti ile asla bağdaşmaz. Kur’an kıssalarına hikâye demek doğru değildir.
Kur’ân-ı Kerim, kıssalar konteksi içerisinde geçmiş tarihî olaylar hakkında kasas kelimesi dışında nebe’ (çoğulu enbâ’), asr-ı saâdette vuku bulan hâdiseler için de haber (çoğulu ahbâr) kelimelerini de kullanmıştır. Ancak kasas kelimesi dışındaki farklı kelimelerle de ifâde edilen Kur’an kıssalarındaki ortak ve değişmeyen nokta, vukuu kesin tarihî olaylar ve haberler olmasıdır. Kıssa kelimesi, günümüzde çağrıştırdığı anlamın ötesinde Arapça’da hayale, tahrife, yanlışa dayanmaksızın gerçek olaylar hakkında kullanılan bir kelimedir. Vukuu kesin olmayan anlatımlar için kullanılan diğer kelimeleri kıssa kavramı yerine kullanmak kesinlikle yanlıştır.
“Şüphesiz bu, gerçek kıssadır…” [124]
“Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık…” [125]
“Görmediler mi ki, onlardan önce yeryüzünde size vermediğimiz bütün imkânları kendilerine verdiğimiz, gökten üzerlerine bol bol yağmurlar indirip evlerinin altından ırmaklar akıttığımız nice nesilleri helâk ettik. Biz onları, günahları sebebiyle helâk ettik ve onların ardından başka nesiller yarattık.” [126]
“Ve onlara olup bitenleri tam bir ilim ile mutlaka kıssa edeceğiz/anlatacağız; çünkü Biz, onlardan (onların yaptıklarından) uzak değiliz.” [127]
“İşte o ülkeler -ki, sana onların haberlerinden bir kısmını anlatıyoruz- andolsun ki, peygamberleri onlara apaçık deliller (mûcizeler) getirmişlerdi. Fakat önceden yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi. İşte kâfirlerin kalplerini Allah böyle mühürler.” [128]
“…İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu budur. Bu kıssayı anlat, umulur ki düşünür, ibret alırlar.” [129]
“Andolsun ki Biz sizden önce, peygamberleri kendilerine mûcizeler getirdiği halde (yalanlayıp) zulmettikleri için nice nesilleri helâk ettik. (Onları helâk etmeseydik bile) iman edecek değillerdi. İşte Biz suçlu kavimleri böyle cezâlandırırız. Sonra da sizin nasıl davranacağınızı görmemiz için onların ardından sizi yeryüzünde halifeler (onların yerlerine hükümranlar) kıldık.” [130]
“İşte bu, (halkı helâk olmuş) memleketlerin haberlerindendir. Biz onu sana kıssa ediyoruz/anlatıyoruz. Onlardan (bugüne kadar izleri) ayakta kalan da vardır, biçilmiş ekin (gibi yok olan) da vardır.” [131]
“Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini (tatmin ve) teskin edeceğimiz bir haberi sana kıssa ediyoruz/anlatıyoruz. Bunda sana hak, mü’minlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir.” [132]
“(Ey Muhammed!) Biz sana bu Kur’an’ı vahyetmekle (geçmiş toplumların haberlerini) en güzel şekilde sana kıssa ediyoruz/anlatıyoruz. Gerçek şu ki; Sen bundan önce (bu haberleri) elbette bilmiyordun.” [133]
"İşte bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir" [134]
“Andolsun onların (geçmiş peygamberler ve ümmetlerinin) kıssalarında akıl sahipleri için pek çok ibretler vardır. (Bu Kur’an) uydurulacak bir söz değildir. Ancak kendinden öncekilerin tasdiki, her şeyin açıklanması, iman eden bir toplum için bir rahmet ve hidâyettir.” [135]
“Onların (Ashâb-ı Kehfin başından geçenleri hak/gerçek olarak kıssa ediyoruz/anlatıyoruz…” [136]
“(Rasûlüm!) İşte böylece geçmiştekilerin haberlerinden bir kısmını sana kıssa ediyoruz/anlatıyoruz. Şüphesiz ki, tarafımızdan sana bir zikir (üzerinde düşünmeye ve ibret almaya lâyık olaylara dair haberleri içeren Kur’an) verdik.” [137]
“Andolsun senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var, kıssalarını anlatmadığımız, /durumlarını sana bildirmediğimiz kimseler de var…” [138]
“Andolsun, onlara kötülükten önleyecek nice önemli haberler gelmiştir. Bunlar, gâyesine ulaşan birer hikmettir. Fakat peygamberlerin uyarıları fayda vermiyor.” [139]
Tefsirlerden İktibaslar
Elmalılı Hamdi Yazır diyor ki:
“Yâ Muhammed! Bu Kur'ân'ı sana vahyetmemizle en güzel kıssayı, sana biz anlatıyoruz…”[140] Yani, bu sûre, kıssaların en güzelidir. Yusuf kıssası, "Yusuf'da ve kardeşlerinde sual edenlere âyetler vardır.”[141] Bu âyet uyarınca, haddi zatında çok ibretli ve güzel bir kıssa olduğu gibi, bunun en güzel anlatımı da bu sûrede, bu Kur'ân'dadır. Hiçbir kitapta, hiçbir eserde bu kıssa bu kadar güzel nakledilip anlatılmamıştır. Arabî bir Kur'ân olarak indirilen bu Kitab-ı mübinin âyetlerinden bir bölüm olan bu sûre de sana Kur'ân vahyi ile, yani sözleri ve mânâsı ile birlikte vahyedilmiş bir Kur'ân olduğu ve Kur'ân'ın beyan güzelliği açısından benzersiz ve eşsiz bulunduğundan dolayı en güzel kıssa bu Kur'ân'ın vahiy diliyle sana anlatılmıştır ki, bunu anlatan ancak Allah'dır. Yoksa, şurası bir gerçek ki, bundan, bu vahiyden önce, sen elbette bundan habersizdin. Bu kıssadan haberin yoktu. Buna dair hiçbir bilgiye sahip değildin. Ne aklına gelmişti, ne hayaline, ne işitmiştin ne de düşünmüştün, tamamen habersizdin. Bu ne başka bir kaynaktan alıntı olan bir nakil, ne de senin tarafından tasavvur ve tasvir olunmuş hayali bir romandır. Senin hiç haberin yokken birden bire gaybdan vahiy yolu ile gelmiş olan gayb haberlerinden bir haberdir. Böylesine güzel bir anlatım, böylesine bir vahy-i metluv, (okunan vahy) böyle yüce bir gayb haberi hiç şüphe yok ki, ancak bir Allah vergisi olabilir.
Her biri apaçık birer burhan ve belge olan söz konusu üç burhan ile, bu âyetin ifade ve ihtar ettiği bu hakikatleri düşünecek ve güzel beyanı dinleyip anlayacak olanlara sûrenin sonunda açıkça ifade edileceği üzere, aklen ve naklen iyice açıklık kazanır ki, bu sûre "İşte bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir."[142] Bu Kur'ân "Uydurulmuş herhangi bir söz değildir." [143]
Ahsenü'l-kasas: En güzel anlatış veya en güzel kıssa, öykü, menkıbe anlamına mef'ul-i mutlak veya mef'ûl-i bih olur. "Kasas" aslında mastardır. Ve sözlükteki anlamı bir şeyin izini sürerek arkasına düşmektir. Nitekim[144] âyetinde de geçtiği üzere, "İzlerini takip ederek (kasasâ) geriye döndüler" demektir. "(Mûsâ'nın) kızkardeşine 'onun izini takip et (kussî hi)' dedi." [145] âyetinde izini takip et, arkasını bırakma, demektir. İkinci olarak yine bu anlamdan alınıp izlemeye değer bir haber nakletmek, bir gerçek hikâye anlatmak mânâsına gelir ki, Türkçe ayıtmak ve bazı lehçelerde ayırtmak denilir. Üçüncüsü, o anlatılan haber veya hikâyede mef'ul anlamında mastar olarak, yani maksus mânâsına kasas yahut kıssa denilir ki, "kasas" bunun çoğulu olur.
Kıssa da esasen izi sürülmeye değer hâl ve durum mânâsınadır. İşte bundan dolayı şehnameler gibi kaleme alınan, dillerde dolaşan destan ve hikâyelere de kıssa adı verilir ki, buna farsçada destan veya efsane denilir. Ancak bizim dilimizde destan deyimi şöhreti yaygın olmak bakımından, efsane deyimi de inanılmayacak gibi acaipliği bakımından, kıssa da ibretli özelliği bakımından kullanılır. Demek ki, bir haber veya hikâyenin kıssa adını alabilmesi izlenmeye değer ve yazılmaya değer bir özelliği taşımasına bağlıdır. Bunun içindir ki, edebiyatta kıssanın özel bir yeri ve önemi vardır. Bir hikâyenin dillerde dolaşacak bir destan veya efsane halini alması, kalıcı bir güzelliği ifade eden bir olağanüstülükle ilgilidir. Güzellik ise çok yaygın bir şey olmadığından gerçekten de kıssa denilebilecek hikâyeler çok nadir olur. Kıssaların gerçeği de, hayalisi de vardır. Şüphe yok ki, en güzel kıssalar, hakiki olanlardır: Yani, gerçek bir olayın, kalıcı güzelliğe delâlet eden bedi'î nüktelerle tasviri ve belâgatlı bir şekilde anlatılmış olanlar arasındadır. Zira hakiki güzellik, daima hayallerin ötesindedir. Ve ideal güzellik, ancak gerçek güzelliğe bir sembol, bir misal olması bakımından önem taşır. Bir masum güzelliğin en mükemmel bir mâcerâsı olan ve ebedî güzelliğin gerçek yüzünü görmüş bir gözün, geçici güzelliğin cilvelerine nasıl bir küçümseme ile baktığını anlatan Yusuf Kıssası, gayb âleminden müteşabih bir sembol ile tecelliye başlayıp, git gide gelişerek meâlini bulmuş bir hakikatin belâğatli bir anlatımı ve aynı zamanda Muhammedî güzelliğin ezelî bir simgesi ve nişanıdır.
Hz. Yusuf'un rüyası, onun masum güzelliğinin gelecekte gelişecek olan olaylara ve mukadderatına İlâhî gayb âleminden nasıl bir sembol ve misal olmuş ise, bütün ayrıntılarıyla Yusuf Kıssası da Muhammedî güzelliğin en yüce anlamına öyle bir başlangıç simgesi ve sembolü olarak nâzil olmuş olan bir gaybî hakikattır. Ve bilhassa bu açıdan ve bu özelliğinden dolayı en güzel kıssadır. [146]
Seyyid Kutub diyor ki: Sûrenin konusu bir kıssa olduğu içindir ki, burada anlatılan kıssaların da bu kitabın materyallerinden birini oluşturduğu özellikle belirtiliyor: "Biz bu Kur'an'ı vahyetmekle, sana kıssaların, eski milletler ile ilgili hikâyelerin en güzelini anlatıyoruz." Sana Kur'an'ı vahyederek, tüm bu kıssaları, en güzel kıssaları anlatıyoruz ki, bunlar vahyin bir parçası konumundadır.
"Oysa, daha önce bu hikâyeleri hiç bilmiyordun, sen bunlardan habersizdin." Daha önce sen de bulunduğun toplumun okuma-yazma bilmeyen insanlarından biriydin. Tıpkı onlar gibi sen de, Kur'an'ın sözünü ettiği türden konularla ve de böylesine ayrıntılı kıssalarla hiç ilgilenmemiş biriydin. [147]
Mevdudi diyor ki: “Bu âyet dolaylı biçimde Mekke kâfirlerine seslenmekte ve Rasul'ün Mısır'da İsrailoğulları'nın yerleşmesine dair bir kıssa hakkında hiçbir şey bilmediğini, ancak bunun hakkında Allah'tan gelen vahiyle haberdar olduğunu vurgulamaktadır. Böyle bir görüş kaçınılmazdı zira, kâfirler bu meseleyi âniden ortaya atarak, Hz. Muhammed'i (s.a.s.) imtihandan geçirmek ve (güya) "gerçek yüzünü teşhir etmek" istiyorlardı. Bu girişim bu âyetlerle karşılandı: "Ey Muhammed, onlara de ki, bundan önce İsrailoğulları'nın Mısır'a yerleşmesi hakkında hiç bir mâlûmâtınız yoktu ve şimdi bu olayla ilgili bizden indirilmiş vahyî bir bilgi karşısındasınız." [148]
Hadis-i Şeriflerde Kıssa Kavramı
“İsrâiloğulları, kıssa anlatırlardı da bu, onların helâk edilmelerine sebep oldu.” [149]
“İsrâiloğulları sâlih ameli terk etmelerinden dolayı helâk oldukları zaman kıssalarla kendilerini avutuyorlardı.” [150]
“Ancak emîr, memur veya hilekâr (gösteriş düşkünü, kibirli, çalımlı) olanlar kıssa anlatabilir, onlardan başkası kıssa anlatmaz.” [151]
Hz. Peygamber’in kıssa söyleyip söylemediği Enes bin Mâlik’e sorulmuş, o da “Hz. Peygamber kıssa anlatmazdı” diye cevap vermiştir. [152]
Abdullah bin Ömer: “Kıssacılık ne Hz. Peygamber zamanında, ne de Ebû Bekir ve Ömer devirlerinde vardı” [153]
Rasûl-i Ekrem’in “Ancak emîr, memur veya hilekâr olanlar kıssa anlatabilir.”[154] hadisi, her önüne gelenin kıssacılık yapamayacağını ve bu işin son derece mes’ûliyetli olduğunu ifâde etmektedir. Hz. Peygamber’in kıssa söyleyip söylemediği Enes bin Mâlik’e sorulmuş, o da “Hz. Peygamber kıssa anlatmazdı” diye cevap vermiştir.[155] Abdullah bin Ömer’in “Kıssacılık ne Hz. Peygamber zamanında, ne de Ebû Bekir ve Ömer devirlerinde vardı”[156] demesi de, İslâm’ın ilk devirlerinde kıssacılığın henüz başlamadığını göstermektedir.
Bu hadislerde kınanıp olumsuz şekilde bahsedilen kıssa konusunda ileriki sayfalarda Kıssacılık ve Kıssacılar başlığı altında bilgi verilecektir.
Hz. Peygamber’in Kur’an kıssalarında gözetilen hedeflere paralel olarak, zaman zaman mü’minlerin ibret ve öğüt almalarını sağlamak veya birtakım mücerret gerçeklerin daha iyi anlaşılmasını temin etmek maksadıyla vaazlarında tarihî ve temsilî mâhiyette kıssalara yer verdiği görülmektedir. Ayrıca onun hayatının değişik safhalarına âit ibret ve öğüt verici birçok olay da kaynaklarda yer almaktadır.
Rasûlullah’ın (s.a.s.) hadisleri kıssa yönüyle çok zengindir. Bir kısım peygamberlerle ilgili olarak Kur'anî ve gayr-ı Kur'anî kıssalar anlatıldığı gibi, Kur'an'da hiç yer verilmeyen bazı şahısların kıssaları da anlatılır. Bunlardan bir kısmı örnek kişilerin, bir kısmı da kötü kişilerin kıssasıdır. Bazan cennet ve cehennemin tefâhuru (birbirlerine övünmesi), hayvanların konuşması gibi daha farklı kıssalara da rastlanır. Hepsi hisseler alınacak derslerle doludur. Sırf eğlence olsun diye anlatılan kıssa mevcut değildir.
Yüce hakikatler, anlaşılması zor ve gâmız meseleler, kıssalar yoluyla müşahhas, herkesin ve hatta en avamdan bir kimsenin bile anlayabileceği bir hale getirilmekte, âdeta sahneye konmaktadır. Bu tarza, taşıdığı ta'limî (didaktik) değer sebebiyle eskiden beri bütün dinî kitaplarda yer verilmiştir. Şu halde kıssaya genişçe yer verme hâdisesi sadece İslâm'a has bir metod değildir. İncil ve Tevrat gibi diğer mukaddes kitaplarda da kıssalar mevcuttur. Telkin ve öğretimde kıssa anlatımının ehemmiyetini idrak eden laik çevreler de günümüzde kıssa edebiyatına çocuk-büyük her çeşit insan seviyesinde yer vermektedir. Roman bile bir kıssalar dizisinden meydana gelen bir büyük kıssa olarak tarif edilebilir.
Dinî mesajın, ahlâkî ideallerin halka intikalinde kıssanın mühim ve müessir bir vasıta olduğunu görüyoruz. Bu sebeple bütün İlahî kitapların ve peygamberlerin kıssalara yer verdiğini, dolayısiyle günümüz şartlarında, dinî öğretim ve ahlâkî terbiyede bu tekniğin yeterince kullanılması, işlenmesi geliştirilmesi gereğine dikkat çekiyoruz [157].
Hadis-i Şeriflerde Kıssa Kelimesinin Kullanıldığı Anlamlar: Hadis-i şeriflerde değişik türevleriyle yer alan “k-s-s” maddesi, genellikle dinî kıssalara dayanarak vaaz ve nasihat etmek,[158] bir hâdise/olay[159] veya rüyâyı [160] anlatmak, nakletmek, bir kimsenin izini takip etmek [161] gibi anlamlar taşımaktadır. Özellikle Buhârî’nin “bab” başlıklarında yer alan kıssa kelimesi, bu ve benzeri yerlerde “mevzû, mesele, vâkıa[162] anlamında kullanılmaktadır. Ayrıca kimlerin kıssa anlatabileceği ve ashâbın bu konudaki hassâsiyetleri de hadis kitaplarında yer alan bilgiler arasındadır. [163]
Nebevî Kıssaların Çeşitleri
Hadislerde yer alan kıssaları tarihî, temsilî ve Hz. Peygamber’in şahsıyla ilgili vuku bulan hâdiseler şeklinde üç ana grupta mütâlaa etmek mümkündür.
a) Tarihî Kıssalar: Kur’ân-ı Kerim’de olduğu gibi hadislerde de gayb haberleri olarak nitelendirilen ibret ve öğüt verici tarihî kıssalar önemli bir yer tutmakta ve bunların bir kısmını geçmiş peygamberlerin kıssaları teşkil etmektedir. Allah Rasûlü’nün haber verdiği peygamber kıssalarının büyük çoğunluğu Kur’ân-ı Kerim’de yer almazken, bunlardan bazıları kısaca zikredilmektedir. Nitekim Hz. Mûsâ ile Hızır arasında geçen hâdise Kur’ân-ı Kerim’de ana hatlarıyla yer alırken,[164] hadislerde daha ayrıntılı olarak açıklanmaktadır. [165] Ayrıca Hz. İbrâhim’in Mekke’ye gelip Kâbe’yi inşâsına Kur’ân-ı Kerim’de sadece işaret edilirken,[166] hadislerde bu konu ayrıntılı olarak yer almaktadır.[167] Diğer taraftan Hz. İbrâhim’in, hanımı Sâre ile hicretleri esnâsında zâlim bir hükümdarla karşılaşmaları ve aralarında geçen hâdise, Hz. Âdem, Hz. Mûsâ, Hz. Eyyûb, Hz. Dâvud, Hz. Süleyman, Hz. Yahyâ ve Hz. İsa gibi peygamberlere âit değişik uzunluklardaki bazı kıssalar da Kur’ân-ı Kerim’de hiç yer almadığı halde, hadis kaynaklarında zikredilmektedir.
Peygamber kıssaları dışında Rasûl-i Ekrem tarafından anlatılan çeşitli konularda ve farklı uzunluklarda pek çok tarihî kıssa hadis kaynaklarında yer almaktadır. Asıl hedef sözkonusu hadisleri tek tek ele alıp değişik açılardan değerlendirmek olmadığından, burada bazılarına işaret etmekle yetinilecektir.
Yağmurlu bir günde mağarada mahsur kalan üç kişinin kıssası,[168] günlerini ibâdetle değerlendiren âbid Cüreyc’in başından geçenler[169] ve beşikte iken konuşan diğer çocuklar [170] ile İsrâiloğullarından Allah’ın kendilerine zenginlik vererek denediği kel, kör ve alaca tenli üç kişinin kıssaları,[171] ashâbu’l-uhdûd diye meşhur sihirbaz, râhip ve çocuk hâdisesi, [172] geçmiş milletlerin dinleri uğrunda çektikleri ezâ ve cefâ,[173] yüz kişinin katili olan adamın durumu[174] ve Ümmü Zer hadisi olarak anılan on bir kadının, kocaları hakkında sohbetlerini içeren[175] tarihî olaylar ilk anda dikkati çeken ve kıssa tanımına en uygun örneklerden birkaçıdır.
Ayrıca satın alınan bir tarlada bulunan altın külçe [176], bin dinar borçlanan ve Allah’ı kefil gösteren adam,[177] bahçeyi sulayan bulut,[178] öldükten sonra yakılıp külünün savrulmasını isteyen kimse [179] ile acıya dayanamayıp intihar eden kişinin durumu,[180] kibirli adamın yere batırılması,[181] susuzluktan can çekişen köpeği sulayan adamın veya günahkâr kadının affedilmesi[182] ile kedisini hapseden kadının azâba uğraması[183] gibi oldukça kısa, buna karşılık İslâmî bir inancı veya düşünceyi etkili bir biçimde ortaya koyan eğitici mâhiyette pek çok tarihî kıssa da kaynaklarda zikredilmektedir.
b) Temsilî Kıssalar: Peygamber birtakım genel meseleleri ya da soyut aklî gerçekleri ortaya koyarken bunların daha iyi anlaşılmasını temin etmek ve zihinlerde kalıcı olmasını sağlamak maksadıyla, geçmişte meydana gelip gelmedikleri bir tarafa, temsilî mâhiyette kıssalara da başvurduğu görülmektedir.
Bunlar, mâhiyet itibarıyla kıssadan daha çok “meseller”i ilgilendirmekle beraber, teşbih ve kıyas yoluyla eğitici, öğretici, ibret ve öğüt verici birtakım hâdiselerin tasvirlerinden ibâret olması yönüyle de temsilî kıssalar şeklinde değerlendirilebilir.
Hz. Peygamber’in bir kulun tevbesinden dolayı Allah Teâlâ’nın ne derece hoşnut olacağı fikrini, ıssız bir çölde bütün erzâkıyla birlikte devesini kaybedip ölmek üzere iken bineceğine kavuşan ve böylece ölümden kurtulan bir kimsenin duyacağı sevinç ve mutluluğa benzeterek açıklamaya çalışması,[184] emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münkerin sosyal boyutunu ortaya koyarken kötülüklere müdâhale etmeyenlerin durumunu aynı gemide yolculuk edenlerden bir kısmının gemiyi batırma isteklerine karşı koymayan diğerlerinin haline benzetmesi,[185] kendisinin son peygamber[186] ve doğru sözlü bir uyarıcı olduğunu “en-nezîru’l-uryân” diye tasvir ederken [187] ortaya koyduğu teşbih ve temsiller sözkonusu kıssalar arasında zikredilebilir. [188]
Daha çok bir duygu, düşünce ve fikrin iyice açıklanması ve müşahhas hale getirilmesi bakımından büyük önem taşıyan temsilî kıssaların birçok örneğini hadis kaynaklarında bulmak mümkündür.
c) Hz. Peygamber’in Şahsıyla İlgili Kıssalar: Bunlar, Rasûl-i Ekrem’in şahsî tecrübeleri arasında yer almakta ve bir kısmı peygamberliğinden önce olmak üzere değişik zaman ve mekânlarda gerçekleşen ibret ve öğüt verici olağanüstü olaylardır. “Şakku’s-sadr” diye bilinen ve birden fazla gerçekleştiği rivâyet edilen Hz. Peygamber’in göğsünün yarılması,[189] isrâ ve mirac hâdiseleri[190] ile Rasûl-i Ekrem’in bir gazve dönüşü karşılaştığı sûikast teşebbüsü sırasındaki tutum ve davranışı,[191] yine Hz. Âişe vâlidemizin bir sorusuna karşılık, Allah Rasûlü’nün İslâm’a dâvet için gittiği Tâif’te mâruz kaldığı ezâ ve cefâ karşısında kendisini bir bulutun gölgelendirmesini ve bu esnâda Cebrâil ile arasında geçen konuşmayı dramatik bir şekilde nakletmesi [192] gibi hususlar bu konudaki yaygın örneklerden birkaçıdır.
Nebevî Kıssaların Konuları
Hadislerde yer alan kıssaların insan hayatının değişik yönlerini kapsadığı ve bu sebeple de pek çok konuyu ihtivâ ettiği söylenebilir. Bu çerçevede nebevî kıssalarda başta Allah inancı olmak üzere itikadî konular önemli bir yer tutmaktadır. Zira, nübüvvetin en önemli hedeflerinden biri beşerî düşünceyi her türlü bâtıl fikir ve inançlardan arındırmaktır. Nitekim Hz. Peygamber’in naklettiği kıssalarda Allah’ın varlık ve birliği,[193] güç ve kudreti, af ve mağfireti,[194] sadece Allah’a güvenmenin gerekli olduğu,[195] O’nun izni ve dilemesi olmadan hiçbir şeyin meydana gelmeyeceği[196] gibi doğrudan Allah inancı ve bu inancın insan hayatındaki etkisi konu edilerek vurgulanmaktadır.[197] Yine nebevî kıssalarda meleklerin varlığı,[198] peygamberlerin tevhid mücâdelesi, Rasûlullah’ın peygamberler zincirinin son halkası olduğu[199] gibi diğer inanç esaslarının da konu edildiği dikkat çekmektedir.
Diğer taraftan nebevî kıssalarda Allah’a tâzim,[200] emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker, [201] günahlardan tevbe ,[202] intiharın haram kılındığı [203], Allah adına yemin etmenin sorumluluğu,[204] iffet,[205] ahde vefâ,[206] borçluya kolaylık göstermek[207] ve tüm canlılara merhametli olmak[208] gibi İslâmî değerlerin ve ahlâkî güzelliklerin eğitici öğretici bir tarzda konu edildiği de görülmektedir.
Bütün bunlara ilâveten hadislerde yer alan kıssalarda, insan bir bütün olarak ele alınmakta, bir taraftan beşerî zaafları ortaya konulurken, diğer taraftan onun hayır yönü ve ahlâkî değerlere bağlılığı tarihî hakikatler olarak gözler önüne serilmektedir. [209]
Netice olarak, Hz. Peygamber’in haber verdiği kıssalarda inanç esaslarının, İslâmî değer yargılarının, olumlu ve olumsuz yönleriyle insanın konu edildiği anlaşılmaktadır.
Nebevî Kıssaların Gâyeleri
Bütün çeşitleriyle Hz. Peygamber’den nakledilen kıssaların önemli maksatları vardır. Asıl hedefi dinî gâyeleri gerçekleştirmek olan nebevî kıssaları, maksatlarına göre iki ana ana grupta toplamak mümkündür.
a- İslâm’a Dâvet: Hz. Peygamber’in başta gelen görevi Allah yoluna dâvet ve İslâm’ı tebliğ etmek olduğundan, nebevî kıssalarda gözetilen en önemli gâye bu maksadı gerçekleştirmektir. Nübüvvet ve risâletin bir parçası olan nebevî kıssalar ise bu vazifeyi yerine getirmede en tesirli yol ve yöntemlerdendir. Nitekim kıssalar vâsıtasıyla İslâm’ın Allah katında en son ve makbul din olduğu, bu dinin prensiplerini kabul edip gereğini yerine getirenlerin mükâfatlarını fazlasıyla görecekleri vurgulanarak insanlar doğrudan İslâm’a dâvet edilmektedir.[210] Yine Hz. Peygamber’in nübüvvetine ve onun Allah tarafından gönderilen son elçi olduğuna ve faziletlerine işaret edilirken,[211] diğer taraftan Allah Rasûlü doğru sözlü bir uyarıcı olarak vasfedilerek ona itaat edip, ikazına kulak verenlerin kurtuluşa ereceği, isyan edenlerin ise hüsrâna uğrayacakları[212] temsilî kıssalar vâsıtasıyla açıklanmaktadır.
Ayrıca nebevî kıssalar vâsıtasıyla insanların; Allah’ın hudûduna riâyet etmeye,[213] sâlih amellere,[214] güvenilir olmaya,[215] şüpheli şeylerden sakınmaya,[216], Allah’tan korkmaya,[217] O’nun verdiği nimetlere şükretmeye,[218] sadece O’na tevekkül etmeye[219] ve Allah için sevmeye,[220] gerekirse O’nun yolunda nefsini fedâ etmeye[221] çağrıldığı dikkat çekmektedir.
b- Eğitim: Nebevî kıssaların esas gâyelerinden biri de insanları değişik yollarla eğitmek ve müslümanların mâruz kaldıkları sıkıntılara karşı sabırlı olmalarını temin etmektir.
Hz. Peygamber’in naklettiği kıssaların en belirgin özelliklerinden birisi eğitici olmasıdır. Zira, Allah Rasûlü’nün ilk dönem İslâm toplumunun oluşmasında, itikadî, amelî ve ahlâkî hakikatlerin iman edenlerin gönüllerinde ve zihinlerinde yerleşmesinde, kötü duygu ve düşüncelerin sökülüp atılmasında kıssa ile eğitime büyük önem verdiği ve bu hususta başta öğretim (tâlim) olmak üzere teşvik ve sakındırma (terğîb ve terhîb), öğüt ve tevbe gibi eğitim metotlarına sıkça başvurduğu dikkat çekmektedir. Kur’an ve Sünnet’in genel eğitim öğretim ve dâvet metotları arasında önemli bir yeri olan güzel öğüt (mev’ızatü’l-hasene) ve kıssa ile terbiyenin insan fıtratı ve eğitim açısından büyük önemi olduğunu belirtelim.
Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, Kur’an ve hadislerde yer alan kıssalar birçok yönden benzerlikler göstermekte olup, her ikisinin de asıl amacı insanları hakka dâvet etmek, onları değişik yol ve yöntemlerle eğitmektir. [222]
Hadis-i Şeriflerdeki Kıssalara Örnekler
a) Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil’in (a.s.) Kıssaları
İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: "Hz. İbrâhim beraberinde Hz. İsmail aleyhimasselam ve onu henüz emzirmekte olan annesi olduğu halde ilerledi. Kadının yanında bir de su tulumu vardı. Hz. İbrâhim, kadını Beyt'in yanında Devha denen büyük bir ağacın dibine bıraktı. Burası Mescid'in yukarı tarafında ve zemzemin tam üstünde bir nokta idi. O gün Mekke'de kimse yaşamıyordu, orada hiç su da yoktu. İşte Hz. İbrâhim anne ve çocuğunu buraya koydu, yanlarına, içerisinde hurma bulunan eski bir azık dağarcığı ile su bulunan bir tuluk bıraktı.
Hz. İbrâhim (a.s.) bundan sonra (emr-i İlahî ile) arkasını dönüp (Şam'a gitmek üzere) oradan uzaklaştı. İsmail'in annesi, İbrahim'in peşine düştü (ve ona Kedâ'da yetişti). "Ey İbrahim, bizi burada, hiçbir insanın hiçbir yoldaşın bulunmadığı bir yerde bırakıp nereye gidiyorsun?" diye seslendi. Bu sözünü birkaç kere tekrarladı. Hz. İbrâhim, (emir gereği) ona dönüp bakmadı bile. Anne, tekrar (üçüncü kere) seslendi. "Böyle yapmanı sana Allah mı emretti?" dedi. Hz. İbrâhim bunun üzerine "Evet!" buyurdu.
Kadın: "Öyleyse (Rabbimiz hafizimizdir), bizi burada perişan etmez!" dedi, sonra geri döndü. Hz. İbrâhim de yoluna devam etti. Kendisini göremeyecekleri Seniyye (tepesine) gelince Beyt'e yöneldi, ellerini kaldırdı ve şu duaları yaptı: "Ey Rabbimiz! Ailemden bir kısmını, senin hürmetli Beyt'inin yanında, ekinsiz bir vadide yerleştirdim -namazlarını Beyt'inin huzurunda dosdoğru kılsınlar diye-. Ey Rabbimiz! Sen de insanlarda mü'min olanların gönüllerini onlara meylettir ve onları meyvelerle rızıklandır ki, onlar da nimetlerinin kadrini bilip şükretsinler." [223]
İsmail'in annesi, çocuğu emziriyor, yanlarındaki sudan içiyordu. Kaptaki su bitince susadı, (sütü de kesildi), çocuğu da susadı (İsmail bu esnada iki yaşında idi). Kadıncağız (susuzluktan) kıvranıp ızdırap çeken çocuğa bakıyordu. Onu bu halde seyretmenin acısına dayanamayarak oradan kalkıp, kendisine en yakın bulduğu Safa tepesine gitti. Üzerine çıktı, birilerini görebilir miyim diye (o gün derin olan) vadiye yönelip etrafa baktı, ama kimseyi göremedi. Safa'dan indi, vadiye ulaştı, entarisinin eteğini topladı. Ciddi bir işi olan bir insanın koşusuyla koşmaya başladı. Vadiyi geçti. Merve tepesine geldi, üzerine çıktı, oradan etrafa baktı, bir kimse görmeye çalıştı. Ama kimseyi göremedi. Bu gidipgelişi yedi kere yatpı. İşte (hacc esnasında) iki tepe arasında hacıların koşması buradan gelir.
Anne, (bu sefer) Merve'ye yaklaşınca bir ses işitti. Kendi kendine: "Sus" dedi ve sese kulağını verdi. O sesi yine işitti. Bunun üzerine: "(Ey ses sahibi!) Sen sesini işittirdin, bir yardımın varsa (gecikme)!" dedi. Derken zemzemin yanında bir melek (tecelli etti). Bu Cebrâil'di. Cebrâil kadına seslendi: "Sen kimsin?" Kadın: "Ben Hacer'im, İbrahim'in oğlunun annesi..." "İbrahim sizi kime tevkil etti?" "Allah Teâlâ'ya." "Her ihtiyacınızı görecek Zat'a tevkil etmiş."
Ayağının ökçesi -veya kanadıyla- yeri eşeliyordu. Nihâyet su çıkmaya başladı. Kadın (boşa akmaması için) suyu eliyle havuzluyordu. Bir taraftan da sudan kabına doldurdu. Su ise, kadın aldıkça dipten kaynıyordu."
İbn Abbas (r.a.) dedi ki: "Allah İsmail'in annesine rahmetini bol kılsın, keşke zemzemi olduğu gibi akar bıraksaydı da avuçlamasaydı. Bu takdirde (zemzem, kuyu değil) akarsu olacaktı." Kadın sudan içti, çocuğunu da emzirdi. Melek, kadına: "Zâyi ve helâk oluruz diye korkmayın! Zîra Allah Teâlâ 'nin burada bir Beyt'i olacak ve bunu da şu çocuk ve babası bina edecek. Allah Teâlâ o işin sahiplerini zayi etmez!" dedi. Beyt yerden yüksekti, tıpkı bir tepe gibi. Gelen seller sağını solunu aşındırmıştı.
Kadın bu şekilde yaşayıp giderken, oraya Cürhüm'den bir kâfile uğradı. Oraya Kedâ yolundan gelmişlerdi. Mekke'nin aşağısına konakladılar. Derken orada bir kuşun gelip gittiğini gördüler. "Bu kuş su üzerine dönüyor olmalı, (burada su var). Hâlbuki biz bu vâdide su olmadığını biliyoruz!" dediler. Durumu tahkik için, yine de bir veya iki atik adam gönderdiler. Onlar suyu görünce geri dönüp haber verdiler. Cürhümlüler oraya gelip, suyun başında İsmail'in annesini buldular.
"Senin yanında konaklamamıza izin verir misin?" dediler. Kadın: "Evet! Ama suda hakkınız olmadığını bilin!" dedi. Onlar da: "Pekâlâ, dediler. Rasûlullah (s.a.s.) der ki: "Ünsiyet istediği bir zamanda bu teklif İsmail'in annesine uygun geldi. Onlar da oraya indiler. Sonra geride kalan adamlarına haber saldılar. Onlar da gelip burada konakladılar. Zamanla orada çoğaldılar. Çocuk da büyüdü. Onlardan Arapça'yı öğrendi. Büyüdüğü zaman onlar tarafından en çok sevilen, hoşlanılan bir genç oldu. Büluğa erince, kendilerinden bir kadınla evlendirdiler. Bu sırada İsmail'in annesi vefat etti.
Derken Hz. İbrâhim (a.s.), İsmail'in evlenmesinden sonra oraya gelip, bıraktığı (hanımını ve oğlunu) aradı. İsmail'i bulamadı. Hanımından İsmail'i sordu. Kadın: "Rızkımızı tedarik etmek üzere (avlanmaya) gitti" dedi. Hz. İbrâhim, bu sefer geçimlerini, hallerini sordu. Kadın: "Halimiz fena, darlık ve sıkıntı içindeyiz!" diyerek şikâyetvâri konuştu. Hz. İbrâhim:
"Kocan gelince, ona benden selam et ve "kapısının eşiğini değiştirmesini" söyle!" dedi. İsmail geldiği zaman, sanki bir şey sezmiş gibiydi. "Eve herhangi bir kimse geldi mi?" diye sordu: Kadın: "Evet şu şu evsafta bir ihtiyar geldi. Senden sordu, ben de haberini verdim, yaşayışımızdan sordu, ben de sıkıntı ve darlık içinde olduğumuzu söyledim" dedi. İsmail: "Sana bir tavsiyede bulundu mu?" dedi. Kadın: "Evet! Sana söylememi emretti ve kapının eşiğini değiştirmeni söyledi!" dedi. İsmail: "Bu babamdı. Seninle ayrılmanı bana emretmiş. Haydi, artık ailene git!" dedi ve hanımını boşadı. Cürhümlülerden bir başka kadınla evlendi.
Hz. İbrâhim onlardan yine uzun müddet ayrı kaldı. Bilâhare bir kere daha görmeye geldi. Yine İsmail'i evde bulamadı. Hanımının yanına gelip, İsmail'i sordu. Kadın: "Maişetimizi kazanmaya gitti!" dedi. Hz. İbrâhim: "Haliniz nasıldır?" dedi, geçimlerinden, durumlarından sordu. Kadın: "İyiyiz, hayır üzereyiz, bolluk içindeyiz" diye Allah'a hamd ve senâda bulundu. "Ne yiyorsunuz?" diye sordu. Kadın: "Et yiyoruz!" dedi. "Ne içiyorsunuz?" diye sorunca da: "Su!" dedi. Hz. İbrâhim: "Allahım, et ve suyu haklarında mübarek kıl!" diye dua ediverdi." Rasûlullah (s.a.s.) devamında buyurdu ki: "O gün onların hububatı yoktu. Eğer olsaydı Hz. İbrâhim, hububatları için de dua ediverirdi."
İbn Abbas der ki: "Bu iki şey (et ve su) Mekke'den başka hiçbir yerde Mekke'deki kadar sıhhate uygun düşmez (başka yerde karın ağrısı yaparlar). Bu, Hz. İbrâhim'in duâsının bir bereketi ve neticesidir.
(Rasûlullah (s.a.s.) Hz. İbrâhim'den anlatmaya devam etti:) "İbrahim (İsmail'in hanımına) dedi ki: "Kocan geldiği zaman, benden ona selam söyle ve kapısının eşiğini sâbit tutmasını emret! (Çünkü eşik, evin dirliğidir)." Hz. İsmail gelince (evde babasının kokusunu buldu ve) "Yanınıza bir uğrayan oldu mu?" diye sordu. Kadın: "Evet, bize yaşlı bir adam geldi, kılık kıyafeti düzgündü!" dedi ve (ihtiyar hakkında) bir kısım övgülerden sonra: "Sana bir tavsiyede bulundu mu?" diye sordu. Kadın: "Evet, sana selâm ediyor, kapının eşiğini sâbit tutmanı emrediyor" dedi. Hz. İsmail: "Bu babamdı. Eşik de sensin, seni tutmamı, evliliğimizin devamını emrediyor! (Sen yanımda değerli idin, kıymetin şimdi daha da arttı" der ve kadın İsmail'e on erkek evlâd doğurur.)
Sonra, Hz. İbrâhim Allah'ın dilediği bir müddet onlardan ayrı kaldı. Derken bir müddet sonra yanlarına geldi. Bu sırada Hz. İsmail zemzemin yanında Devha ağacının altında kendisine ok yapıyordu. Babasını görünce ayağa kalkıp karşılamaya koştu. Baba-oğul karşılaşınca yaptıklarını yaptılar (kucaklaştılar, el, yüz, göz öpüldü). Sonra Hz. İbrâhim: "Ey İsmail! Allah Teâlâ bana ciddî bir iş emretti" dedi. İsmail de: "Rabbinin emrettiği şeyi yap!" dedi. Hz. İbrâhim: "Bu işte sen yardım edecek misin?" diye sordu. O da: "Evet sana yardım edeceğim!" diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. İbrâhim: "Allah Teâlâ bana burada bir Beyt yapmamı emretti!" diyerek atrafına nazaran yüksekçe bir tepeyi gösterdi."
(İbn Abbâs) dedi ki: "İsmail'le İbrahim işte orada Kâbe'nin (daha önceki) temellerini yükselttiler. Hz. İsmail taş getiriyor, Hz. İbrâhim de duvarları örüyordu. Bina yükselince, Hz. İsmail, babası için (bugün Makam olarak bilinen) şu taşı getirdi. Yükselen duvarı örerken, Hz. İbrâhim (iskele olarak) onun üstüne çıkıyordu. İsmail de ona (aşağıdan) taş veriyordu. Bu esnâda onlar: "Ey Rabbimiz (Bu hizmetimizi) bizden kabul buyur! Sen gören ve bilensin!" diyorlardı."
İbn Abbâs der ki: "Hz. İsmail ve Hz. İbrâhim binayı yaparken (zaman zaman) etrafında dolaşarak: "Ey Rabbimiz (bu hizmetimizi) bizden kabul buyur! Sen işiten ve bilensin!"[224] diye dua ediyorlardı." [225]
Açıklama:
1- Önce şunu belirtelim: Rivâyet pekçok kısımlarıyla İbn Abbâs (radıyallahu anhüma)'ın sözü gibidir. Ancak şarihler, rivâyette yer alan bazı karinelerden hareketle tamamının Rasûlullah’a (s.a.s.) ait olduğuna hükmederler.
Bazı rivâyetlerde susayan çocuğun ayaklarını yere vurarak kıvrandığı, annenin Safa ile Merve arasında telaşla gidip geldiği, tepeye çıkışlarında dönüp çocuğa baktığı, bu sırada, çocuğun başına bir hâdise gelip gelmediğinden endişe ettiği belirtilir.
Keza suyun yerden çıkarılışı ile ilgili bazı farklılıklar da rivâyetlerde görülür: Cebrâil ayağını vurarak, parmağıyla yeri deşeleyerek vs. zemzem yerden fışkırmıştır:
Kâbe ile ilgili olarak bazı rivâyetlerde şu ziyade gelmiştir: "Beyt, Tufan sırasında kaldırıldı. Peygamberler onu haccederlerdi. Fakat yerini (tam olarak) bilmezlerdi. Allah onu İbrahim için hazırladı ve yerini ona öğretti." Beyhakî'nin kaydettiği bir rivâyette: "Allah Teâlâ Cebrâil'i Hz. Âdem'e gönderdi ve Beyt'in inşa edilmesini emretti. Böylece onu Âdem bina etti. Kendisine: "Sen insanların ilkisin, bu da insanlar için yapılan Beyt'in ilkidir" denilir. Bir başka rivâyette: "Beyt'i ilk inşa eden Hz. Âdem'dir" denmiştir. Ancak: "Ondan da önce meleklerin inşa ettiği de söylenmiştir. Vehb İbn Münebbih'ten gelen bir rivâyette ise: "Beyt'i inşa eden Şîs İbn Âdem'dir" denmiştir.
2- Âlimler hadisten, zemzem suyunun bidâyette Hz. Hacer ve oğlu İsmail için su ve yiyecek ihtiyaçlarına kâfi geldiği hükmünü çıkarmışlardır.
3- Hadis, Hz. İsmail'in annesi Hacer ve babası İbrahim'in dillerinin Arapça olmadığını ifade eder. Çünkü rivâyette Arapça'yı Cürhümlülerden öğrendiği ifade edilmektedir. Böylece Arapçayı ilk konuşanın Hz. İsmail olduğuna dair bazı rivâyetlerde gelen beyanın yanlışlığı ortaya çıkar. Keza bu rivâyet, "Arapların tamamı İsmail evladından gelmektedir" diyenleri de yalanlar.
4- Hadiste, Hz. İbrâhim'in, Mekke'ye, Hz. Hacer'in ölümünden ve Hz. İsmail'in evlenmesinden sonra "bıraktıklarını aramak üzere" uğradığı ifade edilmektedir. Bu ifadeden çıkan neticelerden biri, Hz. İbrâhim'in kurban edilmek üzere İsmail'i değil İshak'ı yere yatırdığı, bir başka ifade ile, semadan inen koçla kurban edilmekten kurtarılan kimsenin İsmail değil, İshak olduğudur. İbnu't-Tin der ki: "Bu hadiste Hz. İbrâhim, İsmail'i süt emerken bırakmakta ve evlendiği zaman yanına gelmektedir. Hz. İbrâhim onu boğazlamakla emredilseydi, süt devresi ile evlenmesi arasında Mekke'ye uğradığı, hadiste zikredilirdi." Esasen boğazlanmak istenenin Hz. İshak soyundan olduklarını söylerler ve semavî koçla kurban edilmekten kurtulmuş olan birinin neslinden olmakla ayrıca tefahur ederler, şeref payı çıkarırlar.
İbnu't-Tin'e: "Hadiste, Hz. İbrâhim'in Mekke'ye arada gelmiş olabileceğinin nefyedilmediği, dolayısıyle, gelmiş olabileceğinin zımnen mevcudiyeti" belirtilerek cevap verilmiştir.
5- Rivâyette Hz. İsmail'in rızkını kazanmak üzere evden çıktığ belirtmektedir. Başka rivâyetler onun sürü otlattığını, bu esnada avcılık yaptığını ifade eder.
6- Hadiste kadın, "kapının eşiği"ne benzetilmiştir. Çünkü aralarında benzerlik var: "Kapı, evi ve içindekileri muhafaza eder; kadın da evin bekçisidir. Kocanın gıyabında evi ve içindeki eşyayı muhafaza eder. Eşiğin değiştirilmesi, boşamadan kinaye yapılmıştır, ulema bunu boşamayı hâsıl eden kinayat arasında mütalaa etmiştir.
Bugün Makam-ı İbrahim'de görülen ökçe ve parmak izleri o günden kalmadır.
7- Bazı rivâyetlerde, Hz. İbrâhim'le Hz. İsmail'in Kâbe'yi inşa etmek üzere bir araya geldikleri zaman babanın yüz, oğulun otuz yaşında oldukları zikredilmiştir.
8- Bazı rivâyetler, Hz. İbrâhim'in inşa sırasında yükselttiği temellerin Hz. Âdem tarafından atılmış olan temeller olduğunu tasrih eder. Bu durum Buharî rivâyetinde kapalıdır. Bir rivâyet şöyle:
"Hz. İbrahim (s.a.s.), temellerle Hz. Âdem'in attığı temele ulaştı. Göğe doğru yüksekliğini dokuz zira', yerdeki genişliğini yani çevresini otuz zira' yaptı. Buradaki zira' (kol uzunluğu) kendi kollarıydı."
Bir başka rivâyette şu ziyade mevcuttur: "Sonra Hıcr kısmını Beyt'e idhal etti. Daha önce (orası) Hz. İsmail'in koyunlarının barınağı idi. Hz. İbrâhim Beyt'i taşları üst üste koyarak inşa etti, tavanı yoktu. Bir kapı yaptı, kapının yanında bir de kuyu açtı. Bu çukur, Beyt'in deposuydu. Beyt'e gelen hediyeler buraya atılıyordu."
Bir başka rivâyette şu ziyade mevcut: "Allah, İbrahim'e, Sekîne'ye uymasını vahyetti. Sekîne Beyt'in yerinde halkalandı, tıpkı bir bulut gibiydi. Baba-oğul (o hududu) kazdılar, Hz. Âdem'in attığı ilk temeli kazıyor gibiydiler."
Bir başka rivâyette: "Hz. İbrâhim başının üstünde Beyt'in yerinde bulut gibi bir şey gördü, içinde baş gibi bir şey vardı. Ona şöyle hitap etti: "Ey İbrahim! Benim gölgem üzerine benim miktarımca bina yap, ne artır ne de eksilt." İşte bundandır ki Allah Teâlâ: "Hani biz İbrahim'e Beyt'in yerini göstermiş ve "Bana hiçbir şeyi ortak koşma" diye vahyetmiştik" [226] buyurmuştur.
Bir başka rivâyette, "İnşaat Rükn'ün bulunduğu yere ulaşınca, o gün Rüknü koyar, Makam'ı alıp Beyt'e yapışık şekilde yerleştirir" denmiştir.
9- Bir başka rivâyete göre Kâbe'nin inşaatı bu suretle tamamlanınca Hz. Cebrâil (a.s.) gelir ve hacc menâsikini öğretir. Bundan sonra Hz. İbrahim (a.s.) Makam'ın üzerine çıkıp halka şöyle hitap eder: "Ey insanlar! Rabbinize icabet edin!" Hz. İbrâhim ve Hz. İsmail bu yerlerde (bir müddet) kalırlar. Hz. İshak ve Sâre Beytu'l-Makdis'ten buraya hacc yaparlar. Bundan sonra Hz. İbrâhim Şam'a döner ve orada vefat eder.
İbn Abbâs'ın bir rivâyetine göre, "Hz. İbrâhim Makam'ın üzerine çıkınca şöyle hitap etmiştir: "Ey insanlar! Size hacc farz kılındı! Bu sesi O, erkeklerin sulbünde, kadınların rahminde olanlara da işittirdi. Onun bu davetine, iman edenler ve Allah'ın ilminde kıyamete kadar gelip hacc edecekleri sebkat etmiş olanlar: "Lebbeyk Allahümme lebbeyk! =Buyur Allahım buyur!" diye cevap verdiler."
Bir başka rivâyette şöyle denir: "Hz. İsmail vadiye bir taş aramaya gitmişti ki Hz. Cibrîl (a.s.) Haceru'l-Esved'i indirdi. Bu taş, yeryüzü Tufan'la sulara boğulunca semaya kaldırılmıştı. Hz. İsmail gelince Haceru'l-Esved'i gördü ve: "Bu nereden geldi, kim getirdi?" dedi. Hz. İbrâhim: "Beni ne sana ne de taşına bırakmayan Zat" cevabını verdi." Bir başka rivâyette şu ziyade var: "Bu taş Hindistan'da idi; papatya gibi bembeyaz bir yakuttu." [227]
b) Ashâbu’l-Uhdûd Kıssası
Hz. Süheyb (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Sizden öncekiler arasında bir kral vardı. Onun bir de sihirbazı vardı. Sihirbaz yaşlanınca krala: "Ben artık yaşlandım. Bana bir oğlan çocuğu gönder ve sihir yapmayı öğreteyim!" dedi. Kral da öğretmesi için ona bir oğlan gönderdi. Oğlanın geçtiği yolda bir Râhip yaşıyordu. (Bir gün giderken) Râhibe uğrayıp onu dinledi, konuşması hoşuna gitti. Artık sihirbaza gittikçe, Râhibe uğruyor, yanında (bir müddet) oturup onu dinliyordu.
(Bir gün) delikanlıyı sihirbaz, yanına gelince dövdü. Oğlan da durumu Râhibe şikâyet etti. Râhip ona: "Eğer sihirbazdan (dövecek diye) korkarsan: "Ailem beni oyaladı!" de; ailenden korkacak olursan, "Beni sihirbaz oyaladı" de!" diye tenbihte bulundu.
O bu halde (devam eder) iken, insanlara engel olan büyük bir canavara rastladı. (Kendi kendine): "Bugün bileceğim; sihirbaz mı efdal, Râhip mi efdal!" diye mırıldandı. Bir taş aldı ve: "Allahım! Eğer Râhibin işi, sana sihirbazın işinden daha sevimli ise, şu hayvanı öldür ve insanlar geçsinler!" deyip, taşı fırlattı ve hayvanı öldürdü. İnsanlar yollarına devam ettiler. Delikanlı Râhibe gelip durumu anlattı. Râhib ona: "Evet! Bugün sen benden efdalsin (üstünsün)! Görüyorum ki, yüce bir mertebedesin. Sen imtihan geçireceksin. İmtihana mâruz kalınca sakın benden haber verme!" dedi. Oğlan anadan doğma körleri ve alaca hastalığına yakalananları tedavi eder, insanları başkaca hastalıklardan da kurtarırdı.
Onu kralın gözleri kör olan arkadaşı işitti. Birçok hediyeler alarak yanına geldi ve: "Eğer beni tedavi edersen, şunların hepsi senindir" dedi. O da: "Ben kimseyi tedavi etmem, tedavi eden Allah'tır. Eğer Allah'a iman edersen, sana şifa vermesi için dua edeceğim. O da şifa verecek!" dedi. Adam derhal iman etti, Allah da ona şifa verdi.
Adam bundan sonra kralın yanına geldi. Eskiden olduğu gibi yine yanına oturdu. Kral: "Gözünü sana kim iâde etti?" diye sordu. "Rabbim!" dedi. Kral: "Senin benden başka bir rabbin mi var?" dedi. Adam: "Benim de senin de rabbimiz Allah'tır!" cevabını verdi. Kral onu yakalatıp işkence ettirdi. O kadar ki, (gözünü tedavi eden ve Allah'a iman etmesini sağlayan) oğlanın yerini de gösterdi. Oğlan da oraya getirildi. Kral ona: "Ey oğul! Senin sihrin körlerin gözünü açacak, alaca hastalığını tedavi edecek bir dereceye ulaşmış, neler neler yapıyormuşsun!" dedi. Oğlan: "Ben kimseyi tedavi etmiyorum, şifayı veren Allah'tır!" dedi. Kral onu da tevkif ettirip işkence etmeye başladı. O kadar ki, o da Râhibin yerini haber verdi. Bunun üzerine Râhip getirildi. Ona: "Dininden dön!" denildi. O bunda direndi. Hemen bir testere getirildi. Başının ortasına konuldu. Ortadan ikiye bölündü ve iki parçası yere düştü. Sonra oğlan getirildi. Ona da: "Dininden dön!" denildi. O da kaçındı. Kral onu da adamlarından bazılarına teslim etti.
"Onu falan dağa götürün, tepesine kadar çıkarın. Zirveye ulaştığınız zaman (tekrar dininden dönmesini talep edin); dönerse ne âlâ, aksi takdirde dağdan aşağı atın!" dedi. Gittiler onu dağa çıkardılar. Oğlan: "Allahım, bunlara karşı, dilediğin şekilde bana kifâyet et!" dedi. Bunun üzerine dağ onları salladı ve hepsi de düştüler. Oğlan yürüyerek kralın yanına geldi. Kral: "Arkadaşlarıma ne oldu?" dedi. "Allah, onlara karşı bana kâfi geldi" cevabını verdi. Kral onu adamlarından bazılarına teslim etti ve: "Bunu bir gemiye götürün. Denizin ortasına kadar gidin. Dininden dönerse ne âlâ, değilse onu denize atın!" dedi. Söylendiği şekilde adamları onu götürdü. Oğlan orada: "Allahım, dilediğin şekilde bunlara karşı bana kifâyet et!" diye dua etti. Derhal gemileri alabora olarak boğuldular. Çocuk yine yürüyerek hükümdara geldi. Kral:
"Arkadaşlarıma ne oldu?" diye sordu. Oğlan: "Allah onlara karşı bana kifâyet etti" dedi. Sonra krala: "Benim emrettiğimi yapmadıkça sen beni öldüremeyeceksin!" dedi. Kral: "O nedir?" diye sordu. Oğlan: "İnsanları geniş bir düzlükte toplarsın, beni bir kütüğe asarsın, sadağımdan bir ok alırsın. Sonra oku, yayın ortasına yerleştirir ve: "Oğlanın Rabbinin adıyla" dersin. Sonra oku bana atarsın. İşte eğer bunu yaparsan beni öldürürsün!" dedi. Hükümdar, hemen halkı bir düzlükte topladı. Oğlanı bir kütüğe astı. Sadağından bir ok aldı. Oku yayının ortasına yerleştirdi. Sonra: "Oğlanın Rabbinin adıyla!" dedi ve oku fırlattı. Ok çocuğun şakağına isabet etti. Çocuk elini şakağına okun isabet ettiği yere koydu ve Allah'ın rahmetine kavuşup öldü. Halk: "Oğlanın Rabbine iman ettik!" dediler. Halk bu sözü üç kere tekrar etti. Sonra krala gelindi ve: "Ne emredersiniz? Vallahi korktuğunuz başınıza geldi. Halk oğlanın Rabbine iman etti!" denildi. Kral hemen yolların başlarına hendekler kazılmasını emretti. Derhal hendekler kazıldı. İçlerinde ateşler yakıldı. Kral: "Kim dininden dönmezse onu bunlara atın!" diye emir verdi. Yahut hükümdara "Sen at!" diye emir verildi. İstenen derhal yerine getirildi. Bir ara, beraberinde çocuğu olan bir kadın getirildi. Kadın oraya düşmekten çekinmişti, çocuğu: "Anneciğim sabret. Zîra sen hak üzeresin!" dedi. [228]
Açıklama:
Ashâb-ı Uhdûd, Kur'an-ı Kerim'de temas edilen zâlim bir zümredir. Büruc suresinin 4-10. âyetleri onlardan bahseder, Uhdûd, hendek demek olduğuna göre, ashâb-ı Uhdûd hendek sahipleri demektir. Kur'an'da bu hendek sahiplerinin kimler olduğu, ne zaman yaşadığı tafsil edilmez. Daha çok onların, mü'minlere dinlerinden dönmek için işkence yaptıkları belirtilir. Bunlar, içerisine ateş yakılmış hendeklerin sahipleridir. Dinlerinden dönmeyen mü'minleri bu hendeklere atıp yakmaktalar ve karşıdan bu manzarayı vicdansızca vahşi bir zevkle seyretmektedirler. Ama hiçbir zâlim felah bulmadığı gibi, bunlar da felah bulmamış, âyet-i kerime ashâb-ı Uhdûd'un gebertildiklerini belirtmiştir. Müfessirler, ashâb-ı Uhdûdla ilgili on ayrı hikâye kaydederler. Hikâyelere göre bu işkenceler Yemen'de, Mecran'da, Irak'ta, Şam'da, Habeşistan'da... Mecusiler, Yahudiler veya diğer bazı krallar tarafından icra edilmiştir. Kur'an'ın ıtlakı hepsine hak verdirecek mahiyettedir. Sanki âyette bir hadiseye değil, bu çeşitten pek çok hadiseye bir iş'ar olmaktadır. Dolayısıyle, nakledilen hikâyelerin farklı yerlerle ilgili olması, onların batıl olduğuna delil olmaz. Bilakis ateş dolu hendeklerde mü'minlerin, insanlık tarihi boyunca mükerrer kereler imha edildiklerini, yakıldıklarını ifade eder. Ancak, Kur'an-ı Kerim'in öncelikle Kureyşliler tarafından bilinen bir hâdiseyi nazara vermesi gâyet tabiidir. Kur'an bunları tel'in etmekte, kötü akibetlerini haber vermektedir. Bundan sonra gelip mü'minlere cehennemî azap verecek zâlim kâfirlerin de aynı akibete uğrayacakları, mü'minlere bildirilerek teselli verilmektedir. [229]
c) Beşikte Konuşanların Kıssası
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Üç kişi dışında hiç kimse beşikte iken konuşmamıştır. Bunlar: Hz. İsa İbn Meryem aleyhima'sselam, Cüreyc'in arkadaşı.
Cüreyc, kendini ibâdete vermiş abid bir kuldu. Bir manastıra çekilmiş orada ibâdetle meşguldü. Derken bir gün annesi yanına geldi, o namaz kılıyordu. "Ey Cüreyc! (Yanıma gel, seninle konuşacağım! Ben annenim)" diye seslendi. Cüreyc: "Allahım! Annem ve namazım (hangisini tercih edeyim?)" diye düşündü). Namazına devama karar verdi.
Annesi çağırmasını (her defasında üç kere olmak üzere) üç gün tekrarladı. (Cevap alamayınca) üçüncü çağırmanın sonunda: "Allahım, kötü kadınların yüzünü göstermedikçe canını alma!" diye bedduada bulundu. Benî İsrail, aralarında Cüreyc ve onun ibâdetini konuşuyorlardı. O diyarda güzelliğiyle herkesin dilinde olan zâniye bir kadın vardı. "Dilerseniz ben onu fitneye atarım" dedi. Gidip Cüreyc'e sataştı. Ancak Cüreyc ona iltifat etmedi.
Kadın bir çobana gitti. Bu çoban Cüreyc'in manastırı(nın dibi)nde barınak bulmuş birisiydi. Kadın onunla zinâ yaptı ve hamile kaldı. Çocuğu doğurunca: "Bu çocuk Cüreyc'ten" dedi. Halk (öfkeyle) gelip Cüreyc'i manastırından çıkarıp manastırı yıktılar, (hakaretler ettiler), kendisini de dövmeye başladılar, (linç edeceklerdi). Cüreyc onlara: "Derdiniz ne?" diye sordu. "Şu fâhişe ile zinâ yaptın ve senden bir çocuk doğurdu!" dediler. Cüreyc: "Çocuk nerede, (getirin bana?)" dedi. Halk çocuğu ona getirdi. Cüreyc: "Bırakın beni namazımı kılayım!" dedi. Bıraktılar ve namazını kıldı. Namazı bitince çocuğun yanına gitti, karnına dürttü ve: "Ey çocuk! Baban kim?" diye sordu. Çocuk: "Falanca çoban!" dedi. Bunun üzerine halk Cüreyc'e gelip onu öpüp okşadı ve: "Senin manastırını altından yapacağız!" dedi. Cüreyc ise: "Hayır! Eskiden olduğu gibi kerpiçten yapın!" dedi. Onlar da yaptılar.
(Üçüncüsü): Bir zamanlar bir çocuk annesini emiyordu. Oradan şahlanmış bir at üzerinde kılık kıyafeti güzel bir adam geçti. Onu gören kadın: "Allah'ım şu oğlumu bunun gibi yap!" diye dua etti. Çocuk memeyi bırakarak adama doğru yönelip baktı ve: "Allahım beni bunun gibi yapma!" diye dua etti. Sonra tekrar memesine dönüp emmeye başladı. (Ebû Hureyre der ki: "Ben Rasûlullah (s.a.s.)'ı, şehâdet parmağını ağzına koyup emmeye başlayarak, çocuğun emişini taklid ederken görür gibiyim.")
(Rasûlullah anlatmaya devam etti): "(Sonra annenin yanından) bir kalabalık geçti. Ellerinde bir câriye vardı. Onu dövüyorlar ve: "(Seni zânî seni!) Zinâ yaparsın, hırsızlık yaparsın ha!" diyorlardı. Câriye ise: "Allah bana yeter, o ne iyi vekildir!" diyordu. Çocuğun annesi: "Allahım çocuğumu bunun gibi yapma!" dedi. Çocuk yine emmeyi bıraktı, câriyeye baktı ve: "Allahım beni bunun gibi yap! dedi. İşte burada anne,evlat karşılıklı konuşmaya başladılar: (Anne dedi ki: "Boğazı tıkanasıca! Kıyafeti güzel bir adam geçti. Ben: "Allahım, oğlumu bunun gibi yap" dedim. Sen: "Allahım! Beni bunun gibi yapma!" dedin. Yanımızdan câriyeyi döverek, zinâ ve hırsızlık yaptığını söyleyerek geçenler oldu. Ben: "Allahım, oğlumu bunun gibi yapma" dedim. Sen ise: "Allahım, beni bunun gibi yap!" dedin.")
Oğlu şu cevabı verdi: "Güzel kıyafetli bir adam geçti. Sen: "Allahım, oğlumu bunun gibi yap!" dedin, ben ise: "Allahım beni bunun gibi yapma!" dedim. Yanınızdan bu câriyeyi geçirdiler. Onu hem dövüp hem de: "Zinâ ettin, hırsızlık ettin!" diyorlardı. Sen: "Allahım, oğlumu bunun gibi yapma! "dedin. Ben ise: "Allahım, beni bunun gibi yap!" dedim. (Sebebini açıklayayım): O atlı adam cebbar zâlimin biriydi. Ben de: "Allahım beni böyle yapma!" dedim. "Zinâ ettin, hırsızlık yaptın!" dedikleri şu zavallı câriye ise ne zinâ yapmıştı, ne de çalmıştı! Ben de "Alahım beni bunun gibi yap!" dedim." [230]
Konuşma yaşından önce konuşan çocukların sayısı rivâyetlerde yediye çıkmaktadır. İbn Hacer, kaynaklarını da vererek diğerlerini de tanıtır.
Biri, Firavun'un kızına berberlik yapan kadının oğludur. Firavun ateşe atacağı zaman bebek: "Anneciğim sabret, biz hak yoldayız." demiştir.
Ashâb-ı Uhdûddan bir kadın ateşe atılacağı zaman, memede olan çocuk: "Anneciğim sabret, sen hak üzeresin" demiştir.
Hz. Yahyâ'nın beşikte iken konuştuğu rivâyet edilmiştir.
Hz. İbrâhim de beşikte konuşmuştur.
Rasûlullah'ın o devirde Mübareku'l-Yemame adında bir çocuğun beşikte konuştuğu rivâyet edilmiştir. Hz. Yusuf'un şahidi ihtilaflıdır.
Aynî, hadiste üç denmiş olmasını, Rasûlullah’ın (s.a.s.) "üç" dediği zaman, diğerlerinin henüz vahyen bildirilmemiş olabileceği ihtimaliyle açıklar. Çünkü, Rasûlullah (s.a.s.) gaybı bilmezdi. Cenab-ı Hakk'ın bildirdiği kadarını bilirdi. Hz. Yusuf'a şahidlik eden çocuk, Firavun'un ateşe atmak istediği kadının çocuğu ve Yahya (a.s.) da konuşma yaşından önce konuşan çocuklar arasında zikredilirler. Kurtubî "Bu üç çocuğun beşikte iken, diğerlerinin beşikten çıkmış, biraz daha büyümüş ama henüz çocuk yaşına basmamış halde konuşmalarıyla" te'vil ederek tearuzu giderir.
d) Mağara Ashâbının Kıssası
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Sizden önce yaşayanlardan üç kişi yola çıktılar. (Akşam olunca) geceleme ihtiyacı onları bir mağaraya sığındırdı ve içine girdiler. Dağdan (kayan) bir taş yuvarlanıp, mağaranın ağzını üzerlerine kapadı. Aralarında: "Sizi bu kayadan, sâlih amellerinizi şefaatçi kılarak Allah'a yapacağınız dualar kurtarabilir!" dediler. Bunun üzerine birincisi şöyle dedi:
"Benim yaşlı, ihtiyar iki ebeveynim vardı. Ben onları çok kollar, akşam olunca onlardan önce ne ailemden ne de hayvanlarımdan hiçbirine yedirip içirmezdim. Bir gün ağaç arama işi beni uzaklara attı. Eve döndüğümde ikisi de uyumuştu. Onlar için sütlerini sağdım. Hâlâ uyumakta idiler. Onlardan önce aileme ve hayvanlarıma yiyecek vermeyi uygun bulmadım, onları uyandırmaya da kıyamadım. Geciktiğim için çocuklar ayaklarımın arasında kıvranıyorlardı. Ben ise süt kapları elimde, onların uyanmalarını bekliyordum. Derken şafak söktü: "Ey Allahım! Bunu senin rızân için yaptığımı biliyorsan, bizim yolumuzu kapayan şu taştan bizi kurtar!" Taş bir miktar açıldı. Ama çıkacakları kadar değildi.
İkinci şahıs şöyle dedi: "Ey Allahım! Benim bir amca kızım vardı. Onu herkesten çok seviyordum. Ondan kâm almak istedim. Ama bana yüz vermedi. Fakat gün geldi kıtlığa uğradı, bana başvurmak zorunda kaldı. Ona, kendisini bana teslim etmesi mukabilinde yüz yirmi dinar verdim; kabul etti. Arzuma nâil olacağım sırada: "Allah'ın mührünü, gayr-ı meşrû olarak bozman sana haramdır!" dedi. Ben de ona temasta bulunmaktan kaçındım ve insanlar arasında en çok sevdiğim kimse olduğu halde onu bıraktım, verdiğim altınları da terkettim. Ey Allahım, eğer bunları senin rızâ-yı şerifin için yapmışsam, bizi bu sıkıntıdan kurtar." Kaya biraz daha açıldı. Ancak onlar çıkabilecek kadar açılmadı.
Üçüncü şahıs dedi ki: "Ey Allahım, ben işçiler çalıştırıyordum. Ücretlerini de derhal veriyordum. Ancak bir tanesi (bir farak -yaklaşık 7 kg. civarında- pirinçten ibaret olan) ücretini almadan gitti. Ben de onun parasını onun adına işletip kâr ettirdim. Öyle ki çok malı oldu. Derken (yıllar sonra) çıkageldi ve: "Ey Abdullah! Bana olan borcunu öde!" dedi. Ben de: "Bütün şu gördüğün sığır, davar, deve, köleler senindir. Git bunları al götür!" dedim. Adam: "Ey Abdullah, benimle alay etme!" dedi. Ben tekrar: "Ben kesinlikle seninle alay etmiyorum. Git hepsini al götür!" diye tekrar ettim. Adam hepsini aldı götürdü. "Ey Allahım, eğer bunu senin rızân için yaptıysam, bize şu halden kurtuluş nasip et!" dedi. Kaya açıldı, çıkıp yollarına devam ettiler." [231]
e) Kifl Kıssası
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Sizden önce yaşayanlar arasında Kifl adında biri vardı. Bildiğinden hiç şaşmazdı. İhtiyaç içinde olduğunu bildiği bir kadına gelerek, altmış dinar verdi. Kadından kâm almak üzere teşebbüse geçince kadın, titredi ve ağladı. "Niye ağlıyorsun?" diye sorunca, kadın: "Bu benim hiç yapmadığım (haram) bir amel. Bu günaha beni râzı eden de fakrımdır!" dedi. Adam da: "Yani sen şimdi Allah korkusuyla mı ağlıyorsun? Öyleyse, Allah'tan korkmaya ben senden daha lâyığım! Haydi git, verdiğim para da senin olsun. Vallahi ben bundan böyle Allah'a hiç âsi olmayacağım!" dedi. Adam o gece öldü. Sabah, kapısında şu yazılı idi: "Allah Kifl'i mağfiret etti!" Halk bu duruma şaşırdı kaldı. Allah o devrin peygamberine Kifl'in durumunu vahyen bildirinceye kadar şaşkınlık devam etti." [232]
f) Âd Kavmini Helâk Eden Rüzgârın Kıssası
Ebû Vail, Rebîa kabilesinden el-Haris İbn Yezid el-Bekrî adında bir adamdan naklen anlatıyor:
"Medine'ye gelmiştim, Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanına gittim. Mescid, cemaatle dolu idi. Orada dalgalanan siyah bayraklar vardı. Hz. Bilal (r.a.) kılıcını kuşanmış, Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanında duruyordu. Ben: "Bu insanların derdi ne, (ne oluyor)?" diye sordum." Rasûlullah (s.a.s.) Amr İbn u'l-As'ı, Rebîa'ya doğru göndermek istiyor, (onun hazırlığı var)!" dediler. Ben: "Âd elçisi gibi olmaktan Allah'a sığınırım" dedim. Rasûlullah (s.a.s.): "Âd elçisi de nedir?" buyurdular. Ben:
"Bunu çok iyi bilen kimseye düştünüz. Âd (kavmi) kıtlığa uğrayınca Kayl'ı kendileri için su aramaya gönderdi. Kayl da, Bekr İbn Muaviye'ye uğradı. O, buna şarap içirdi ve Mekke'de o sıralarda seslerinin ve tegannisinin güzelliğiyle meşhur Cerade isminde iki câriye de şarkılar söyledi. [Bu suretle bir ay kadar kaldıktan sonra], Mühre (İbn Haydân kabilesinin) dağına müteveccihen oradan ayrıldı. Dedi ki:
"Ey Allahım! Ben sana ne tedavi edeceğim bir hasta, ne de fidyesini ödeyeceğim bir esir için gelmedim. Sen kulunu, sulayıcı olduğun müddetçe sula. Onunla birlikte Bekr İbn Muaviye'yi de sula. -Böylece kendisine içirdiği şarap için ona teşekür eder.- Bunun üzerine onun için üç parça bulut yükseltildi. Biri kızıl, biri beyaz, biri de siyah. Ona: "Bunlardan birini seç!" denildi. O, bunlardan siyah olanını seçti. Ona: "Âd kavminden tek kişiyi bırakmayıp helâk edecek bu bulutu toz duman olarak al!" denildi."
Bunu söyleyince (s.a.s.): "(Onlara) sadece şu -yüzük halkası- miktarında rüzgâr gönderildi" buyurdular ve arkasından şu mealdeki âyet-i kerimeyi tilâvet ettiler: "Âd (kavminin helâk edilmesinde) de (ibret vardır). Hani onların üzerine o kısır rüzgârı göndermiştik. Öyle bir rüzgâr ki, her uğradığı şeyi (yerinde) bırakmıyor, mutlaka onu kül gibi savuruyordu" [233]
g) Kel, Ala Tenli ve Âmânın Kıssası
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Benî İsrail'den üç kişi vardı: Biri alatenli, biri kel, biri de âmâ. Allah bunları imtihan etmek istedi. Bu maksadla onlara (insan suretinde) bir melek gönderdi. Melek önce alatenliye geldi. Ve: "En çok neyi seversin?" dedi. Adam: "Güzel bir renk, güzel bir cild, insanları benden tiksindiren halin gitmesini!" dedi. Melek onu meshetti. Derken çirkinliği gitti, güzel bir renk, güzel bir cild sahibi oldu. Melek ona tekrar sordu: "Hangi mala kavuşmayı seversin?" "Deveye!" dedi, adam. Anında ona on aylık hâmile bir deve verildi. Melek: "Allah bunları sana mübârek kılsın!" deyip (kayboldu) ve kelin yanına geldi.
"En ziyade istediğin şey nedir?" dedi. Adam: "Güzel bir saç ve halkı ikrah ettiren şu halin benden gitmesi" dedi. Melek, keli elleriyle meshetti, adamın keli gitti. Kendisine güzel bir saç verildi. Melek tekrar: "En çok hangi malı seversin?" diye sordu. Adam: "Sığırı!" dedi. Hemen kendisine hamile bir inek verildi. Melek: "Allah bu sığırı sana mübarek kılsın!" diye dua etti ve âmânın yanına gitti.
Ona da: "En çok neyi seversin?" diye sordu. Adam: "Allah'ın bana gözümü vermesini ve insanları görmeyi!" dedi. Melek onu meshetti ve Allah da gözlerini anında iade etti. Melek ona da: "En çok hangi malı seversin?" diye sordu. Adam: "Koyun!" dedi. Derhal doğurgan bir koyun verildi."
Derken sığır ve deve yavruladılar, koyun da kuzuladı. Çok geçmeden birinin bir vadi dolusu develeri, diğerinin bir vadi dolusu sığırları, öbürünün de bir vadi dolusu koyunları oldu. Sonra melek, alatenliye, onun eski hali ve heyetine bürünmüş olarak geldi ve: "Ben fakir bir kimseyim, yola devam imkânlarım kesildi. Şu anda Allah ve senden başka bana yardım edecek kimse yok! Sana şu güzel rengi, şu güzel cildi ve şu malı veren Allah aşkına bana bir deve vermeni talep ediyorum! Ta ki onunla yoluma devam edebileyim!" dedi. Adam:
"(Olmaz öyle şey, onda nicelerinin) hakları var!" dedi ve yardım talebini reddetti. Melek de: "Sanki seni tanıyor gibiyim! Sen alatenli, herkesin ikrah ettiği, fakir birisi değil miydin? Allah sana (sıhhat ve mal) verdi" dedi. Ama adam: "(Çok konuştun!) Ben bu malı büyüklerimden tevarüs ettim!" diyerek onu tersledi. Melek de: "Eğer yalancı isen Allah seni eski haline çevirsin!" dedi ve onu bırakarak kel'in yanına geldi. Buna da onun eski halinde kel birisi olarak göründü. Ona da öbürüne söylediklerini söyleyerek yardım talep etti. Bu da önceki gibi talebi reddetti. Melek buna da:"Eğer yalancıysan Allah seni eski haline çevirsin!" deyip, âmâya uğradı.
Buna da onun eski hali heyeti üzere (yani bir âmâ olarak) göründü. Buna da: "Ben fakir bir adamım, yolcuyum, yola devam etme imkânı kalmadı. Bugün, evvel Allah sonra senden başka bana yardım edecek yok! Sana gözünü iade eden Allah aşkına senden bir koyun istiyorum; ta ki yolculuğuma devam edebileyim!" dedi. Âmâ cevaben: "Ben de âmâ idim. Allah gözümü iade etti, fakirdim (mal verip) zengin etti. İstediğini al, istediğini bırak! Vallahi, bugün Allah adına her ne alırsan, sana zorluk çıkarmayacağım!" dedi. Melek de: "Malın hep senin olsun! Sizler imtihan olundunuz. Senden memnun kalındı ama diğer iki arkadaşına gadap edildi" dedi (ve gözden kayboldu)." [234]
h) Bin Dinar Borç Alanın Kıssası
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) Benî İsrail'den bin dinar borç para isteyen bir kimseden bahsetti. Benî İsrail'den borç talep ettiği kimse: "Bana şahidlerini getir, onların huzurunda vereyim, şahid olsunlar!" dedi. İsteyen ise: "Şahid olarak Allah yeter!" dedi. Öbürü: "Öyleyse buna kefil getir" dedi. Berikisi "Kefil olarak Allah yeter" dedi. Öbürü:
"Doğru söyledin!" dedi ve belli bir vâde ile parayı ona verdi. Adam deniz yolculuğuna çıktı ve ihtiyacını gördü. Sonra borcunu vâdesi içinde ödemek maksadıyla geri dönmek üzere bir gemi aradı, ama bulamadı. Bunun üzerine bir odun parçası alıp içini oydu. Bin dinarı sahibine hitabeden bir mektupla birlikte oyuğa yerleştirdi. Sonra oyuğun ağzını kapayıp düzledi. Sonra da denize getirip: "Ey Allahım, biliyorsun ki, ben falandan bin dinar borç almıştım. Benden şahid istediğinde ben: "Şahid olarak Allah yeter!" demiştim. O da şahid olarak sana râzı oldu. Benden kefil isteyince de: "Kefil olarak Allah yeter!" demiştim. O da kefil olarak sana râzı olmuştu. Ben ise şimdi, bir gemi bulmak için gayret ettim, ama bulamadım. Şimdi onu sana emanet ediyorum!" dedi ve odun parçasını denize attı ve odun denize gömüldü.
Sonra oradan ayrılıp, kendini memleketine götürecek bir gemi aramaya başladı. Borç veren kimse de, parasını getirecek gemiyi beklemeye başladı. Gemi yoktu, ama içinde parası bulunan odun parçasını buldu. Onu ailesine odun yapmak üzere aldı. (Testere ile) parçalayınca parayı ve mektubu buldu. Bir müddet sonra borç alan kimse geldi. Bin dinarla adama uğradı ve: "Malını getirmek için aralıksız gemi aradım. Ancak beni getirenden daha önce gelen bir gemi bulamadım" dedi. Alacaklı: "Sen bana bir şeyler göndermiş miydin?" diye sordu. Öbürü: "Ben sana, daha önce bir gemi bulamadığımı söyledim" dedi. Alacaklı: "Allah Teâlâ, senin odun parçası içerisinde gönderdiğin parayı sana bedel ödedi. Bin dinarına kavuşmuş olarak dön" dedi." [235]
i) Hadislerdeki Bazı Müteferrik Kıssalar
Hz. Selman (r.a.) dedi ki: "Hz. İsa ile Hz. Muhammed aleyhimessalatu vesselam arasındaki fetret altı yüz senedir." [236]
Açıklama: Hadiste geçen fetretten murad, Allah tarafından bir peygamberin gönderilmediği müddettir. Selman'ın verdiği bu rakam hususunda bazı ihtilaflar var: Katâde'ye göre bu müddet 560 senedir. Kelbî'den, 540 olduğu rivâyet edilmiştir. 400 sene diyen de olmuştur. [237]
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki:
"Tübba' mel'un mudur bilemiyorum. Keza Üzeyr, peygamber midir onu da bilemiyorum." [238]
Açıklama:
Tübba' Himyerli bir kraldır, büyük orduları olmuştur. Tübba' denilmesi tebaiyetinin çokluğundandır. Kur'an-ı Kerim'de iki yerde ondan bahsedilir. Duhan 37 ve Kaf 14. âyetler... Rasûlullah, Tübba' hakkında, vahye mazhar olmazdan önce böyle söylemiştir. Ancak, daha sonra "Tübba'a sövmeyin, çünkü o Müslüman olmuştur" diyecektir. Rasûlullah'tan gelen bazı hadislerde, "Tübba' mel’un mu; Zülkarneyn peygamber mi; hudud cezası, sahibini günahtan temizler mi bilemediğini" ifade etmiştir. Ancak bazı rivâyetlerde, Cenab-ı Hakk'ın, peygamberine "hududun kefaret olduğunu, Tübba'ın Müslüman olduğunu" bildirdiği belirtilmiştir. [239]
Kıssacılık ve Kıssacılar
Kıssacılık Ne Zaman Başladı? Halkın terbiyesine katkıda bulunarak dinî duygularını geliştirmek maksadıyla geçmiş milletlerin Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen hikâyelerini anlatıp şerheden vâizlere kas (kaas) veya kassâs (çoğulu kussâs) denmektedir.
Rasûl-i Ekrem’in “Ancak emîr, memur veya hilekâr olanlar kıssa anlatabilir.”[240] hadisi, her önüne gelenin kıssacılık yapamayacağını ve bu işin son derece mes’ûliyetli olduğunu ifâde etmektedir. Hz. Peygamber’in kıssa söyleyip söylemediği Enes bin Mâlik’e sorulmuş, o da “Hz. Peygamber kıssa anlatmazdı” diye cevap vermiştir.[241] Abdullah bin Ömer’in “Kıssacılık ne Hz. Peygamber zamanında, ne de Ebû Bekir ve Ömer devirlerinde vardı”[242] demesi de, İslâm’ın ilk devirlerinde kıssacılığın henüz başlamadığını göstermektedir. Yalnız, Hz. Ömer devrinde (h. 13-23/m. 634-643) kıssacılık kapısının zorlanmaya başladığına dâir rivâyetler bulunmaktadır. Ashabdan Temîm ed-Dârî’nin bu mevzûdaki çeşitli müracaatlarını Hz. Ömer reddetmiş ve hatta bir defasında elini boğazına götürüp kesiyormuş gibi yaparak kıssacılığın çok tehlikeli bir meslek olduğunu anlatmak istemiştir.[243] Yine Hz. Ömer, aynı maksatla kendine müracaat eden Hâris bin Muâviye’ye “kıssacının zamanla gurura kapılarak kendini halktan üstün görmeye başlayabileceğini” söyler.[244] Müracaatları ile Hz. Ömer’i bîzâr eden Temîm ed-Dârî’nin sadece cuma günleri “Kur’an okuyarak halka hayrı emredip şerden nehyetmek şartıyla” izin koparabildiği rivâyet edilmektedir.
Diğer taraftan Hasan el-Basrî, kıssacılığın bid’at olduğunu söylerken, İbn Sîrîn de bu bid’atı Hâricîlerin ihdâs ettiğini ifâde etmektedir. Ayrıca fitnenin zuhurundan sonra kıssacığılı Muâviye’nin ihdâs ettiği de söylenmektedir.
Kıssacığın başlangıcı hakkındaki bu değişik rivâyetler, aynı zamanda bu mesleğe ashâb ve tâbiîn büyüklerinin itibar etmediklerini ve bu hususta onların çok titiz davrandıklarını da belirtmektedir. Medinelilerin kıssacısı olarak bilinen İbn Ebi’s-Sâib’e (II/VII. asır) halkı Kur’ân-ı Kerim’den usandırmamak için yalnız cuma günleri ve mahdut sayıda kıssa anlatmasını tavsiye eden Hz. Âişe’nin endişesi meydandadır. [245]
Bu rivâyetler bize göstermektedir ki, kıssacılık İslâm âlimlerince hüsn-i kabul görmemekle beraber, ilk asırlarda kıssacıların işlediği mevzûlar muayyen idi. Daha sonraları bu belli ölçüler aşılarak, kıssacılık mesleğine küçüklük ve çirkinlik kazandıracak olan ölçüsüz hikâyecilik yoluna girilmiştir.
Kıssacıların Belli Başlı Özellikleri: Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker vazifesini îfâ etmek ve İslâm büyüklerinin müsaadeleriyle İslâmî esaslar dâhilinde halka nasihat eden iyi niyetli kıssacılar istisnâ bırakılarak, dinî bakımdan herhangi bir endişe duymaksızın kıssacılığı istismar eden pervâsız hikâyecilerin durumları bizi ilgilendirmektedir. Genellikle kıssacılar, İslâmî ilimlerden, özellikle hadis ve rivâyet inceliklerinden haberi olmayan câhil kimselerdir. Zaten bu durumları sebebiyledir ki, hadis âlimleri tarafından daha ilk anda yakalanmış ve teşhir edilmişlerdir. İslâm ruhuna vâkıf olamayışları yüzünden de Kur’ân-ı Kerim’e ters haberler rivâyet etmişlerdir. Suyûtî’nin karşılaştığı böyle bir vâizin (kıssacının) sözleri, onların ilmî hüviyetlerini göstermesi bakımından enteresandır. Suyûtî diyor ki: “Kur’ân-ı Kerim’e tamamen muhâlif haber-i vâhidler rivâyet ederek vaaz eden bir şahsa nasihat yollu dedim ki; ‘kardeşim, en iyisi bunları ne sen söyle, ne de biz kabul edelim.’ Bana kızarak: ‘o zaman râvîleri tekzib etmiş olmaz mıyız?’ diye çıkıştı. Ben de şöyle dedim: ‘Ey miskîn, dedim; bunları kabul ettiğimiz zaman Kur’ân-ı Kerîm’i, reddettiğimizde ise râvîleri tekzîb etmiş oluruz; hangisi daha doğrudur? Sonra bunların doğru rivâyet edildiğini nereden biliyorsun?!...” [246]
Kıssacıların en belirli özellikleri mübâlağacı oluşlarıdır. Onların en sâdık müşterileri, zihnî ve fikrî durumlarını çok iyi bildikleri avâm tabakasıdır. Kıssacılar, normal bir aklın kabul edemeyeceği ölçüsüz masallar icat ederek bu müşterilerini memnun etme yolunu tutmuşlardır. Cennetin veya cehennemin tavsîfine girişince, Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde hiç temas edilmeyen konular uydurarak aşırı mübâlağa örnekleri vermişlerdir. Meselâ kıssacıların pek mübâlağalı uydurmalarından biri olan Hz. Âdem (a.s.) hakkındaki şu masal ne kadar gülünçtür: “Onun başı buluta (veya semâya) değiyordu. Bu sürtünme sebebiyle saçları dökülmüştü. Hz. Âdem, yeryüzüne indiği zaman, cennetten uzaklaştırılmasına o kadar ağladı ki, gözyaşları denize ulaştı ve bu gözyaşlarında gemiler yüzdü.” [247]
Mükâfat olarak dağıttıkları şeyleri de “sanki daha azını veya çoğunu vermek câiz değilmiş gibi” ekseriyâ yetmişer bin adet olarak tevzî etmişlerdir. Örnek verecek olursak; Mevzûât kitaplarında şu kabil uydurmalara pek sık rastlanır: “Allah Teâlâ sevdiği kimseye beyaz inciden yapılmış bir köşk ihsân eder; o köşkte yetmiş bin maksûre (saray) vardır; her maksûrede yetmiş bin kubbe vardır, her kubbede bin yatak vardır; her yatakta…”[248] Mükâfat olarak verilecek nimetlerin miktarı arttıkça, netice itibarıyla halkın hayreti de artıyor, hikâyecinin yanında daha çok kalıyor ve bunlara bağlı olarak kıssacıya verilecek bahşişlerin miktarı da çoğalıyordu.
Kıssacılar, aynı zamanda -ashâb devrindeki kıssacıların tersine- “Allah rızâsını hesaba katmayarak” ellerine geçecek birkaç kuruş veya ziftlenecekleri âdî dünyalık uğruna İslâm’ın temellerini dinamitlemekten çekinmeyecek kadar menfaatperest insanlardır. Akıl almaz masallarıyla kıssacılar, “esas gâyesi halkı memnun etmek, onların ceplerinden para sızdırmak olan efsâne üreticisi durumuna düştüler. Bu hedeflerine varmak için de onlar, alelâde halka yönelik hikâyelerin binlercesini uydurup Hz. Peygamber’e (s.a.s.) atfettiler ve onları dinleyicilerine anlattılar. Ahmed bin Hanbel ile Yahyâ bin Maîn’in karşılaştıkları kıssacının davranışı, onların menfaatçi yönleriyle birlikte ne derece utanmaz olduklarını göstermesi bakımından önemlidir. Bu iki meşhur hadisçi Bağdat’ta Rusâfe Mescidinde namaz kılarken bir kıssacı: “Haddesenâ Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Maîn… şeklindeki bir isnâdla şu uydurma hadisi anlatmaya başlar: “Kim ‘lâ ilâhe illâllah’ derse, Allah Teâlâ bu sözün her kelimesinden, gagası altın, tüyleri mercan olan bir kuş yaratır…” Kıssacı bu hikâyeyi hayalinin genişliği oranında süsleyerek yazıyla kırk sayfa tutacak kadar uzatır. Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Maîn, hayretler içinde kalarak adlarının karıştığı böyle bir hadisi rivâyet etmediklerini birbirine söylemek lüzumunu duyarlar. Şaşkınlıkları geçtikten sonra, Yahyâ bin Maîn dinleyicilerin verdiği bahşişleri toplamakta olan kıssacıyı yanlarına çağırır. Yeni bir dünyalık ümidiyle onların yanına gelen sözde vâize Yahyâ bin Maîn, “Bunu sana kim rivâyet etti?” diye sorar. O da Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Maîn rivâyet etti” der. Yahyâ sözüne devamla, “Yahyâ bin Maîn benim, Ahmed bin Hanbel de bu yanımdaki kişidir; şâyet mutlaka yalan söylemen icap ediyorsa, buna bizim adımızı karıştırma” diye azarlayınca, kıssacı şu cevabı verir: “Çoktan beri Yahyâ bin Maîn’in ahmağın biri olduğunu işitirdim. Bunun doğru olduğunu şimdi anladım. Yâhu dünyada sizden başka Yahyâ bin Maîn ve Ahmed bin Hanbel yok mu? Ben adları Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Maîn olan on yedi kişiden hadis yazmışımdır!” Ahmed bin Hanbel koluyla yüzünü kapayarak, “bırak şunu gitsin!” demiş, kıssacı da onlarla alay eder bir tavırla oradan uzaklaşmıştır. [249]
Sahtekârlık ve riyâkârlık onların en belirli özelliklerindendir. Kıssacılığı çarşı-pazara kadar götüren dilenci hikâyeciler, uydurmalarına sahih hadis süsü verebilmek için birkaç tane de sağlam isnad ezberlemek ihtiyacını duymuşlar ve hilelerini bu sûretle gizlemek istemişlerdir.
İbnü’l-Cevzî, onların tipik hokkabazlıklarını şöyle anlatır: “Bunlar arasında, suratlarını her çeşit boyaya batıranlar ve bu sûretle kendilerini soluk benizli zâhidlermiş gibi gösterecek olan sarımsı bir ten kazananlar bulunmakta; diğerleri, istendiği an gözyaşı dökebilmek için tuzlar kullanmaktadır. Diğer bazıları kendilerini -zâten teâmüle aykırı olarak allı pullu kumaşlarla süslettikleri- kürsünün tepesinden aşağı atacak derecede gösteride ileri gitmekte yahut da, dinleyicilerin alışık olduğu tarz dışında olarak, riyâkâr fıkralarını kuvvetli jestlerle nakletmekte, kürsüyü yumruklamakta, basamakları koşar adım inip çıkmakta, ayaklarından istimdâda başvurmaktadırlar… [250]
Kıssacıların Halk ve Âlimler Karşısındaki Durumları: Halk tabakasının iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayıramayacak bir kapasitede bulunması, halk hikâyecisi denebilecek olan kıssacıların işine çok yarıyordu. Diğer bir deyişle kıssacıların mantık ölçülerini bir yana atarak alabildiğine saçma hikâyeler uydurmaları, halkın cehâleti sebebiyle mümkün olmuştur. Zira halk, “aklın kabul etmediği tuhaf hikâyeler anlatan veya kalbi rikkate getirip gözyaşları döktürebilen vâizleri dinlemekten hoşlanır.” [251]
Bu saf ve câhil halk, muhakkak ki, kıssacıların her sözünü sonsuz bir itimatla kabule hazır bir derecede onlara bağlı idi. Şâir Külsüm bin Amr el-Attâbî (ö. 220/835), bir gün mescidde kendini dinlemek üzere etrafına toplanan cemaate şu sözleri hadis diye söylüyordu: “Dilini burnunun ucuna dokundurabilen kimse, cehenneme girmeyeceğinden emin olabilir.” Kıssacının istemesi üzerine hazır olan bütün cemaat cennetlik olup olmadıklarını denemeye girişmişlerdir.
Her devirde görüldüğü üzere “eğlenceli hikâye ve masalları sert hakikatlerden, kuru kanunlardan ve sahih hadislerden daha çok tasvip eden” halk, ciddî ve vakur âlimlere iltifat etmeyerek, kıssacıların etrafında toplanagelmiştir. Bunun sebebi, sadece kıssacıların çeşitli hilelerle kendilerini bir âlim olarak kabul ettirmeye çalışmaları değil; aynı zamanda halkın da zihnî yapıları itibarıyla onlardan hoşlanmalarıdır. Halkın kıssacılar tarafından söylenen her sözü, en ufak bir zihnî muhâkemeye tâbi tutmaksızın kabule âmâde olduklarını ifâde ettiği kadar, kıssacıların da din bakımdan hiçbir mülâhazaları olmadığını gösteren şu hal ne kadar düşündürücüdür: Mescid-i Hüseynî’de kendisini halkın çepeçevre kuşattığı bir vâiz, içinde bir duâ yazılı olan küçük bir kâğıdı etrafındakilere göstererek: “Bunda Mûsâ’nın (a.s.) duâsı vardır; bunu her kim okursa veya yanında taşırsa, üzerinden farz namazlar sâkıt olur!” diye bağırmaktaydı. Ne tuhaftır ki, onun bu pâyânsız cüreti üzerine bir an bile tefekkür etmeyen ve mahşeri andıran kalabalıklarıyla sadece “sarık, fes, kavuk ve başörtülerinin görünebildiği” bu topluluk, ellerinde hazırladıkları paralarla, kendilerini namaz külfetinden kurtaracak olan bu sihirli duâyı bir an önce alabilmeyi düşünüyordu. [252]
İmam Ebû Hanife, bir mesele hakkında fetvâ almak isteyen annesinin müşkülünü halletmek ister; fakat annesi oğlunun verdiği cevapla tatmin olmayarak, zamanın meşhur kıssacısı Zür’a’ya danışmak istediğini söyler ve birlikte ona giderler. Ebû Hanife, Zür’a’ya annesini takdim ederek, bir mesele hakkında fetvâ almak istediğini söyler. Kıssacı tevâzu göstererek Ebû Hanife’nin kendinden daha âlim ve fakîh olduğunu ve binâenaleyh meseleyi onun halletmesi gerektiğini söyler. İmamın fetvâsını kıssacının tasdik etmesinden sonradır ki, annesi memnun ve mutmain olabilmiştir. [253]
Kıssacıların dinî bakımdan bir tehlike teşkil etmeye başlamaları üzerine İslâm âlimlerinin onlara karşı daha menfî tavırlar takındıkları görülmektedir. Abdullah bin Ömer, kıssacıların sesinden rahatsız olduğunu söyleyerek, onların bulunduğu mescidde daha fazla kalmazdı. Bir defasında yakınında oturan bir kıssacıyı, oradan emniyet memuru yardımıyla uzaklaştırmıştı. Abdullah bin Abbâs, zamanın kıssacılarından Nevf bin Fadâle el-Bikâlî’yi “yalan söylüyor Allah düşmanı!” diyerek tezyif etmişti.[254] Ebû Abdurrahman es-Sülemî (ö. 74/693), talebelerinin kıssacılarla bir yerde bulunmalarına izin vermemişti.[255] Mâlik bin Enes, kıssacıların Medine câmisinde icrâ-yı faâliyette bulunmalarına müsaade etmemişti.
Şarlatan kıssacıların sahte tavırlarına aldanarak onları büyük âlim diye kabul eden halk tabakası, İslâm âlimleri ile kıssacılar arasında cereyan eden çetin mücâdelelerde -ne gariptir ki- kıssacıların taraflarını tutmuşlardır. Her devirde bunun birçok misalini görmek mümkündür. Bütün bu üzücü davranışlara rağmen İslâm ulemâsının kıssacılarla olan mücâdelelerini gevşetmedikleri anlaşılmaktadır. Ne var ki, hikâyecilerinin üzerine toz kondurmak istemeyen halkın tutumu, âlimleri zaman zaman müşkül durumlarda bırakmıştır. Hatta Suyûtî bile, kıssacıların aleyhinde konuşuyor diye avam tabakası tarafından ölümle tehdit edilmiştir.
Halkın bu şuursuz tarafgirliğini göz önünde bulunduran âlimler, kıssacılarla yaptıkları mücâdelede zaman ve zemine göre çeşitli taktikler kullanmışlardır. Edebiyatçı Ebû’l-Kasım, bazı arkadaşlarıyla birlikte hacca gider. Medine’ye vardıklarında hacıların, uydurma hadis rivâyet eden bir âmânın etrafında toplandıklarını görürler. Ebû’l-Kasım, bu hale bir son vermek ister; fakat aynı zamanda halkın âmânın tarafını tutarak kendilerine hücum etmelerinden de çekinir. Aklına güzel bir çare gelir; derhal yere oturarak Kur’ân-ı Kerim okumaya başlar. Halk onun güzel sesiyle Kur’an okuduğunu duyunca, âmâyı terk ederek bu defa da Ebû’l-Kasım’ın etrafında toplanır.
Bütün bu vakalar, halkın din konusundaki büyük cehâleti yüzünden, gerçek İslâm âlimlerini sahtesinden ayıramadıklarını, kim daha fazla bağırıp eğlendirici hikâyeler anlatırsa ona daha çok itibar ettiklerini göstermektedir. Bunun yanında, İslâm âlimlerinin gerek doğrudan doğruya hadis uyduran kimselerle, gerek imal edilen bu sözlerin piyasaya arzında büyük gayretler sarfeden kıssacılarla pek çetin mücâdele yaptıkları da anlaşılmaktadır. [256]
Kıssa Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Kıssa Kelimesinin Çoğulu Kasas ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 26 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 62; 4/Nisâ, 164, 164; 6/En’âm, 57, 130; 7/A’râf, 7, 35, 101, 176, 176; 11/Hûd, 100, 120; 12/Yûsuf, 3, 3, 5, 111; 16/Nahl, 118; 18/Kehf, 13, 64; 20/Tâhâ, 99; 27/Neml, 76; 28/Kasas, 11, 25, 25; 40/Mü’min, 78, 78.
B- Haber, Vâkıa, Hâdise Anlamındaki Nebe’ ve cemi Enbâ’ Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 29 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 44; 5/Mâide, 27; 6/En’âm, 5, 34, 67; 7/A’râf, 101, 175; 9/Tevbe, 70; 10/Yûnus, 71; 11/Hûd, 49, 100, 120; 12/Yûsuf, 102; 14/İbrâhim, 9; 18/Kehf, 13; 20/Tâhâ, 99; 26/Şuarâ, 6, 69; 27/Neml, 22; 28/Kasas, 3, 66; 33/Ahzâb, 20; 38/Sâd, 21, 67, 88; 49/Hucurât, 6; 54/Kamer, 4; 64/Teğâbün, 5; 78/Nebe’, 2.
C- Herhangi Bir Vâkıanın Anlatılıp Bildirilmesi Anlamındaki Hubr, Haber ve Çoğulu Ahbâr Kelimelerinin Kullanıldığı Âyet-i Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 9/Tevbe, 94; 18/Kehf, 68, 91; 27/Neml, 7; 28/Kasas, 29; 47/Muhammed, 31; 99/Zelzele, 4. (Haber Kelimesinin Fâil İsmi Olan ve Bütün İşlerin İçyüzünü Bilen, Her Şeyden Haberdar Olan Mânâsındaki Allah’ın İsimlerinden Olan Habîr Kelimesi ise Toplam 45 Yerde Kullanılır.)
D- Kıssa ve Haberle İlgili Konular:
a- Kur’an, Büyük Bir Haberdir: 38/Sâd, 67-68, 88
b- Her Haberin Gerçekleşeceği Bir Zaman Vardır: 6/En’âm, 67.
c- O Gün Yer, Haberlerini Söyler: 99/4-5
d- Geçmişlerin Haberleri: 20/Tâhâ, 99.
e- Gayb Haberleri: 3/Âl-i İmrân, 44; 11/Hûd, 49.
f- Peygamber Haberleri: 11/Hûd, 120.
g- Kıssaları/Hikâyeleri Anlatılan ve Anlatılmayan Peygamberler: 4/Nisâ, 164; 6/En’âm, 83-87, 89; 21/Enbiyâ, 48-91; 40/Mü’min, 78.
[1] 12/Yûsuf, 3
[2] 18/Kehf, 64
[3] 28/Kasas, 11
[4] 3/Âl-i İmrân, 62
[5] 20/Tâhâ, 99
[6] 18/Kehf, 13
[7] 68/Kalem, 15
[8] 3/Âl-i-İmrân, 138
[9] 16/Nahl, 125
[10] Mehmed Sofuoğlu, Tefsire Giriş, s. 97
[11] 11/Hûd, 120
[12] 20/Tâhâ, 99
[13] Halit Ünal, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 363-364
[14] İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, 3/102
[15] Halis Albayrak, Tefsir Usulü, 47
[16] 11/Hûd, 120
[17] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 171-172; Ali Turgut, Tefsir Usulü ve Kaynakları, s. 176-177
[18] 4/Nisâ, 87
[19] 12/Yusuf, 3
[20] 12/Yusuf, 111
[21] bk. 2/Bakara, 259
[22] 11/Hûd, 120
[23] 35/Fâtır, 43
[24] 71/Nûh, 8-9
[25] 11/Hûd, 29
[26] 23/Mü’minûn, 25
[27] 26/Şuarâ, 118
[28] 21/Enbiyâ, 87
[29] 37/Sâffât, 148
[30] Cengiz Duman, Tebliğ Sürecinde Kur’an Kıssaları, Haksöz, sayı 30, Eylül 1993, s. 28-29
[31] 54/Kamer, 4
[32] 11/Hûd, 101
[33] 54/Kamer, 34-35
[34] 35/Fâtır, 25-26
[35] 21/Enbiyâ, 88
[36] 30/Rûm, 47
[37] 47/Muhammed, 10
[38] 11/Hûd, 49
[39] 14/İbrâhim, 9
[40] 48/Fetih, 22-23
[41] 13/Ra’d, 11
[42] 2/Bakara, 249
[43] 2/Bakara, 251
[44] 28/Kasas, 5
[45] 14/İbrâhim, 13
[46] 7/A’râf, 5
[47] 17/İsrâ, 16
[48] 29/Ankebût, 28-29
[49] 6/En’âm, 44
[50] 16/Nahl, 112
[51] 2/Bakara, 85
[52] 24/Nûr, 63
[53] 11/Hûd, 116
[54] 11/Hûd, 84-86
[55] Bk. 7/A’râf, 65-93
[56] 7/A’râf, 94-95
[57] 10/Yûnus, 44; 8/Enfâl, 51; 13/Ra’d, 31; 30/Rûm, 41; 42/Şûrâ, 30; 37/Saffât, 39; 91/Şems, 14; 7/A’râf, 147; 6/En’âm, 70; 56/Vâkıa, 24; 91/Şems, 9-10
[58] 13/Ra’d, 7; 35/Fâtır, 24; 16/Nahl, 36; 15/Hicr, 10; 28/Kasas, 47; 20/Tâhâ, 134; 4/Nisâ, 165, 5/Mâide, 19; 16/Nahl, 35-36
[59] 26/Şuarâ, 208-209; 6/En’âm, 130-131; 17/İsrâ, 15; 20/Tâhâ, 133-134
[60] 38/Sâd, 14, 16; 50/Kaf, 12-14; 26/Şuarâ, 5, 136; 36/Yâsin, 30, 48; 6/En’âm, 33; 7/A’râf, 77...
[61] 7/A’râf, 38; 38/Sâd, 61; 33/Ahzâb, 30-32; 40/Mü’min, 46-47; 34/Sebe’, 31-33; 28/Kasas, 63; 7/A’râf, 86, 90; 10/Yûnus, 83; 9/Tevbe, 34; 11/Hûd, 116
[62] 34/Sebe’, 45; 40/Mü’min, 21, 82; 30/Rûm, 9; 41/Fussılet, 15-16; 19/Meryem, 73-74; 8/Enfâl, 19; 2/Bakara, 249; 28/Kasas, 76-82; 68/Kâlem, 17-33
[63] 6/En’âm, 6; 7/A’râf, 94-95; 10/Yûnus, 13-14; 17/İsrâ, 16; 18/Kehf, 59; 19/Meryem, 73-75; 22/Hacc, 45
[64] 7/A’râf, 182-183; 13/Ra’d, 32; 22/Hacc, 44, 48; 23/Mü’minûn, 54-56; 3/Âl-i İmrân, 178
[65] 32/Secde, 21; 7/A’râf, 130; 6/En’âm, 42; 43/Zuhruf, 48; 32/Secde, 21; 30/Rûm, 41; 6/En’âm, 42-44; 7/A’râf, 94-95
[66] 5/Mâide, 65-66; 4/Nisâ, 110; 16/Nahl, 119; 6/En’âm, 43, 48; 27/Neml, 11, 46; 10/Yûnus, 98; 37/Saffât, 148
[67] 10/Yûnus, 90-91; 4/Nisâ, 18; 40/Mü’min, 84-85
[68] 26/Şuarâ, 69-74; 11/Hûd, 109; 37/Saffât, 69-70; 2/Bakara, 170; 5/Mâide, 104; 23/Mü’min, 24; 11/Hûd, 62, 87; 7/A’râf, 70
[69] Geniş bilgi için Bk. Ejder Okumuş, Kur’an’da Toplumsal Çöküş, İnsan Y.
[70] Bk. 7/A’râf, 94
[71] Bk. 7/A’râf, 130-136
[72] 7/A’râf, 66
[73] 7/A’râf, 88
[74] 17/İsrâ, 16
[75] 41/Fussılet, 15-16
[76] 7/A’râf, 77-79
[77] 7/A’râf, 91-93
[78] 7/A’râf, 132-137
[79] 6/En’âm, 93
[80] 22/Hacc, 45
[81] 18/Kehf, 59
[82] 28/Kasas, 59
[83] 11/Hûd, 117
[84] Ebû Dâvud; Avnu'l Ma'bûd, Şerh-i Sünen-i Ebî Dâvud, 13/244
[85] 6/Enâm, 129
[86] Tefsir-i Âlûsi, 8/27
[87] Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, 2/49
[88] 6/En'âm, 47
[89] 6/En'am, 135
[90] 6/En'âm, 45
[91] 6/En'âm, 47
[92] 10/Yûnus, 14
[93] 21/Enbiyâ, 11
[94] 6/A'râf, 34; 10/Yûnus, 49
[95] 11/Hûd, 117
[96] Tirmizî; Tuhfetu'l Ahvezî Şerhu Câmiu't Tirmizî, 8/423
[97] 42/Şûrâ, 39
[98] Kurtubî 16/39
[99] Askalânî, Şerh-i Sahih-i Buhâri, 5/99
[100] 11/Hûd, 113
[101] Tefsir-i Zemahşerî, 2/433
[102] 3/Âl-i İmrân, 192
[103] Tirmizî; Nesâi; Tâc Tercümesi, c. 3, s. 106
[104] Râmuz el-Ehadis, c. 2, s. 445
[105] 28/Kasas, 8
[106] Zâriyât, 40
[107] 28/Kasas, 40
[108] Beyhakî, Şuabu'l İman; Tefsîr-i Zemahşerî, 2/433
[109] Tefsîr-i Zemahşerî, 2/433
[110] 23/Mü'minûn, 27
[111] 31/Lokman, 13
[112] 5/Mâide, 45
[113] 4/Nisâ, 75
[114] 8/Enfâl, 24
[115] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an
[116] Muhammed Sâlih el-Useymin, Tefsir Usûlüne Giriş, Çeviren M. Beşir Eryarsoy
[117] M. Sait Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, Kitap Dünyası Y., s. 367-369; daha geniş bilgi için bk. M. Sait Şimşek, Kur’an Kıssalarına Giriş, s. 49-63; Mitoloji, Kur’an Kıssaları ve Tarihî Gerçeklik, Şehmus Demir, Beyan Y., Ayrıca, şu makalelere bakılabilir: Kur’ân-ı Kerim ve Kıssalar, -Kur’an Kıssalarının Vâkiliği Problemi-, Ömer Mahir Alper, Haksöz, sayı 50, Mayıs 95; Kur’an Kıssaları Hakkında Uydurulan Şüpheler, Fadl Hasan Abbas, çev. Enver Arpa, Fecre Doğru, Sayı 76, Şubat 2002; Kur’an Kıssalarının Tarihî Değeri, İdris Şengül, Yeni Ümit, 1998, sayı X/40, s. 11-17, XI/41, s. 10-15; Kur’an Sempozyumu IV, Fecr Y., 1998, s. 169-184
[118] 6/En’âm, 67
[119] 38/Sâd, 67-68, 88
[120] 20/Tâhâ, 99
[121] 3/Âl-i İmrân, 44; 11/Hûd, 49
[122] 11/Hûd, 120
[123] 4/Nisâ, 164; 6/En’âm, 83-87, 89; 21/Enbiyâ, 48-91; 40/Mü’min, 78
[124] 3/Âl-i İmrân, 62
[125] 4/Nisâ, 164
[126] 6/En’âm, 6
[127] 7/A’râf, 7
[128] 7/A’râf, 101
[129] 7/A’râf, 176
[130] 10/Yûnus, 13-14
[131] 11/Hûd, 100
[132] 11/Hûd, 120
[133] 12/Yûsuf, 3
[134] 12/Yusuf, 102
[135] 12/Yûsuf, 111
[136] 18/Kehf, 13
[137] 20/Tâhâ, 99
[138] 40/Mü’min, 78
[139] 54/Kamer, 4-5
[140] 12/Yusuf, 3
[141] 12/Yusuf, 7
[142] 12/Yusuf, 102
[143] 12/Yusuf, 111
[144] 18/Kehf, 64
[145] 28/Kasas, 11
[146] Hak Dini Kur’an Dili, Yusuf Sûresi Tefsiri, âyet 3
[147] Fî Zılâli’l Kur’an, 12/Yusuf sûresi tefsiri, âyet 3
[148] Tefhîmu’l Kur’an, 12/Yusuf sûresi tefsiri, âyet 3
[149] Hâfız Irâkî’den Süyûtî, Tahzîr, s. 227
[150] İbnu’l-Esîr, IV/71
[151] İbn Mâce, Edeb 40; Ebû Dâvud, İlim 13; Dârimî, Rikak 63; Ahmed bin Hanbel, IV/223, VI/28, 217
[152] Süyûtî, Tahzîru’l-Havâs, vr. 22a
[153] İbn Mâce, Edeb 40
[154] İbn Mâce, Edeb 40
[155] Süyûtî, Tahzîru’l-Havâs, vr. 22a
[156] İbn Mâce, Edeb 40
[157] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/217-218
[158] İbn Mâce, Fiten 1; Ahmed bin Hanbel, I/18, II/82, III/449, IV/24, VI/217
[159] Buhârî, Enbiyâ 27; Müslim, Fezâil 170; İbn Mâce, Ezan 1
[160] Buhârî, Ta’bîr 26, 36, Teheccüd 2; Muvattâ, Cenâiz 30; Ahmed bin Hanbel, III/146
[161] Buhârî, Cihad 170, Megâzî 10; Müslim, Kasâme 13; Ahmed bin Hanbel, I/348, II/294, 310
[162] Buhârî, Enbiyâ 7, 13, Menâkıb 6, 9, 11, 12, 15, Megâzî 38; Müslim, Zühd 73, Fiten 119
[163] İbn Mâce, Edeb 40; Dârimî, Rikak 63; Ahmed bin Hanbel, IV/223, VI/28, 217
[164] 18/Kehf, 65-82
[165] Buhârî, Enbiyâ 29; Tirmizî, Tefsir 19
[166] 2/Bakara, 126-127
[167] Buhârî, Enbiyâ 9
[168] Buhârî, Hars 13, Enbiyâ 53; Müslim, Zikr 100; Ahmed bin Hanbel, II/116, IV/274
[169] Buhârî, Mezâlim 35, Enbiyâ 48; Müslim, Birr 7, 8; Ahmed bin Hanbel, II/434, 385
[170] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Birr 8; Ahmed bin Hanbel, II/395
[171] Buhârî, Enbiyâ 51; Müslim, Zühd 10
[172] Müslim, Zühd 73; Ahmed bin Hanbel, VI/17, 18
[173] Buhârî, Menâkıb 25, İkrâh 1; Ebû Dâvud, Cihad 97; Ahmed bin Hanbel, V/109, 110, 111
[174] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 46; İbn Mâce, Diyât 2; Ahmed bin Hanbel, III/20, 72
[175] Buhârî, Nikâh 82; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 92
[176] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Akdıye 21; Ahmed bin Hanbel, II/316
[177] Buhârî, Kefâle 1; Ahmed bin Hanbel, II/348, 349
[178] Müslim, Zühd 45; Ahmed bin Hanbel, II/296
[179] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 28; İbn Mâce, Zühd 30; Ahmed bin Hanbel, II/13, 17
[180] Buhârî, Enbiyâ 50
[181] Buhârî, Libas 5; Müslim, Libas 49; Ahmed bin Hanbel, II/456
[182] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Selâm 155; Ahmed bin Hanbel, II/507
[183] Buhârî, Bed’ü’l-Halk 16; Müslim, Selâm 151
[184] Müslim, Tevbe 2-7; Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 49
[185] Buhârî, Şirket 6, Şehâdet 30; Tirmizî, Fiten 12
[186] Tirmizî, Emsâl 2
[187] Buhârî, Rikak 26, İ’tisâm 2
[188] Ayrıca cimri ile sadaka verenin tasviri ve İslâm ümmetinin Yahûdi ve Hıristiyanlara olan üstünlüğünü belirten temsilî kıssalar için bk. Buhârî, Zekât 28, İcâre 11; Müslim, Zekât 75
[189] Buhârî, Enbiyâ 5; Dârimî, Mukaddime 3
[190] Buhârî, Salât 1, Menâkıb 42, Enbiyâ 5; Müslim, İman 259; Nesâî, Salât 5; Ahmed bin Hanbel, III/148
[191] Buhârî, Cihad 84, 87; Müslim, Fezâil 13
[192] Buhârî, Bed’ü’l-Halk 7; Müslim, Cihad 111
[193] Tirmizî, Emsâl 3
[194] Buhârî, Enbiyâ 51; Müslim, Tevbe 46, Zühd 10
[195] Buhârî, Kefâle 1; Müslim, Fezâil 13; Ahmed bin Hanbel, II/348
[196] Müslim, Eym3an 24
[197] Müslim, Zühd 73; Ahmed bin Hanbel, VI/17, 18
[198] Müslim, İman 257, 259
[199] Buhârî, İcâre 8, 11; Tirmizî, Menâkıb 1
[200] Buhârî, Hars 13, Enbiyâ 53; Müslim, Zikr 100
[201] Buhârî, Şirket 6, Şehâdet 30; Tirmizî, Fiten 12
[202] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 46; İbn Mâce, Diyât 2; Ahmed bin Hanbel, III/20, 72
[203] Buhârî, Enbiyâ 50; Ahmed bin Hanbel, IV/312
[204] Buhârî, Enbiyâ 48; Müslim, Fezâil 149; İbn Mâce, Kefâret 4
[205] Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 48; Ahmed bin Hanbel, II/23
[206] Buhârî, Kefâle 1; Ahmed bin Hanbel, II/348, 349
[207] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Müsâkât 31; Ahmed bin Hanbel, II/361
[208] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Selâm 155; Ahmed bin Hanbel, II/507
[209] Buhârî, Enbiyâ 48, 54; Müslim, Akdıye 21, Birr 7, 8, Zühd 73; Ahmed bin Hanbel, II/434, VI/17-18
[210] Buhârî, İcâre 8, 11
[211] Buhârî, Tefsir 17; Tirmizî, Menâkıb 1; Dârimî, Mukaddime 3
[212] Buhârî, Rikak 26, İ’tisâm 2; Müslim, Fezâil 16
[213] Buhârî, Şirket 6, Şehâdet 30; Tirmizî, Fiten 12
[214] Buhârî, Hars 13, Enbiyâ 53; Ahmed bin Hanbel, II/116, IV/274
[215] Buhârî, Enbiyâ 54
[216] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Akdıye 21; İbn Mâce, Lukata 4; Ahmed bin Hanbel, II/326
[217] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 28; ibn Mâce, Zühd 30
[218] Buhârî, Enbiyâ 51; Müsilm, Zühd 10
[219] Buhârî, Kefâle 1; Müslim, Eymân 22, 25; Ahmed bin Hanbel, II/348
[220] Müslim, Birr 38; Ahmed bin Hanbel, II/462
[221] Müslim, Zühd 73; Ahmed bin Hanbel, VI/17, 18
[222] Hasan Cirit, Halkın İslâm Anlayışının Kaynakları Vaaz ve Kıssacılık, s. 75-83
[223] 14/İbrahim, 37
[224] Bakara 127
[225] Buhârî, Enbiya 8; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/222-226
[226] 22/Hacc 26
[227] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/226-230
[228] Müslim, Zühd 73, hadis no: 3005; Tirmizî, Tefsiru Sûre-i Bürûc, hadis no: 3337; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/233-236
[229] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/236
[230] Buhârî, Enbiyâ 50, Amel fi's-Salât 7; Müslim, Birr 7, 8, hadis no: 2550; Metin Müslim'den alınmalıdır; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/238-240
[231] Buhârî, Enbiyâ 50, Büyû’ 98, İcâre 12, Hars 13, Edeb 5; Müslim, Zikr 100, hadis no: 2743; Ebû Dâvud, Büyû' 29, hadis no: 3387; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/244-245
[232] Tirmizî, Kıyamet 49, hadis no: 2498; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/248
[233] 51/Zâriyât, 41-42; Tirmizî, Tefsiru Zâriyat, hadis no: 3269, 3270; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/249-250
[234] Buhârî, Enbiyâ 50; Müslim, Zühd 10, hadis no: 2964; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/253-255
[235] Buhârî, Kefalet 1, (muallak olarak); Büyû’ 10 (muallak ve mevsul olarak), İsti'zan 25 (muallak olarak); İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/257-258
[236] Buharî, Menakıbu'l-Ensar 53; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/259
[237] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/259
[238] Ebû Dâvud, Sünnet 14, hadis no: 4674; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/259
[239] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 14/259-260
[240] İbn Mâce, Edeb 40
[241] Süyûtî, Tahzîru’l-Havâs, vr. 22a
[242] İbn Mâce, Edeb 40
[243] Ali el-Kari, Mevzûât, s. 15
[244] Ali el-Kari, Mevzûât, s. 15
[245] Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI/217
[246] Tahzîru’l-Eykaz, 56b
[247] bk. İbn Kuteybe, Te’vîlu Muhtelifi’l-Hadîs, s. 281
[248] bk. İbn Kuteybe, a.g.e., s. 280
[249] İbnü’l-Cevzî, K. Mevzûât, 5a-b; Zehebî, Mîzân I/47; İbn Arâk, tenzîhu’ş-Şerîa, I/14
[250] İbnü’l-Cevzî, el-Kussâs ve’l-Müzekkirîn s. 93
[251] İbn Kuteybe, Te’vîlu Muhtelifi’l-Hadîs, s. 279
[252] bk. Kasımî, Kavâidu’t-Tahdîs, s. 135-136
[253] Ali el-Kari, Mevzûât, s. 16
[254] Buhârî, İlim 44, Tefsîru sûre (18), 2, 3, 4
[255] Müslim, Mukaddime 7
[256] M. Yaşar Kandemir, Mevzû Hadisler, İFAV Y., s. 83-90; daha geniş bilgi için bk. Hasan Cirit, Halkın İslâm Anlayışının Kaynakları Vaaz ve Kıssacılık, Çamlıca Y.
AKAİD USÛLÜMÜZ
AKAİD USÛLÜMÜZ
- Akaid Usûlümüz
- Akaid Nedir, Akaidin Sözlük ve Terim Anlamları
- Akaid İlminin Konusu
- Akaid İlminin Önemi ve Gayesi
- Akaid Usûlü(müz)
- Akaidde Ölçü (İslâm İnançlarının Kaynağı -Delili-)
- İnanç Esaslarının Değişmezliği
- Âhad Haber Akaidde Delil Olmaz!
- Ehl-i Sünnet Âlimlerinin Haber-i Vâhide (Âhad Habere) Bakışları
- Kur’an’a, Sünnete ve Hadislere Bakışımız
- Kur’an Dışı Vahy Yoktur, Hadislere Vahy Denilemez
- Kur’an Dışındaki Rivayetlere (Hadislere ve Sünnete) Niçin Vahiy Denilmemeli?
- Rasulullah’ın Hüküm Koyması
- Peygamberimizin Hükümleri, Kur’an’dan Bağımsız mıdır?
- Rasûl’e İtaat Gerekir, Ama Nebî’ye İtaat Gerekmez Görüşü
- Nebî Kavramıyla İtaatin İstendiği Hususunda Âyetlerden Deliller
- Cehâlet Mâzeret mi, Değil mi?
- Akaid’le, İnançla İlgili Yanlışlar ve Nedenleri
- Akaide Giren Kur’an Dışı İnançlara Örnekler
- Halkımız ve İslâmî Duruş
- Bu Problemlere Kur'an'ın Çözüm Olarak Sunduğu Özellikler
- Âyetlerde Felâh/Kurtuluş
- Tekfircilik, Tedavisi Çok Zor Olan Bulaşıcı Bir Hastalıktır
- Terör veya Saldırganlık ile Cihadın Birbirine Karıştırılması
- Sorular
Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki
amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:
* Akaid kelimesinin sözlük ve terim anlamlarını tanımlamak.
* İnanılması ve reddedilmesi gereken esaslara örnekler vermek.
* Akaid ilminin ele aldığı konuları açıklamak.
* Akaid ilminin önemi ve gayesini açıklamak.
* İtikad esaslarının değişmezliğini örneklerle izah etmek.
* İnsanları küfürle itham etmede hassas olmak.
* Akaidde delil ve ölçünün vahy olduğunu kavramak.
* Zannî delil ve şahsî yorumların göreceli doğrularını, kesin itikadî
hükümlerle karıştırmamak
* Cehaletin mazeret olup olmadığını izah edebilmek
* İnançla ilgili yanlışları ve bunların Akaidleşme sebeplerini açıklamak
* Akaide giren Kur’an dışı inançlara örnekler verebilmek.
* Zannî delil ve şahsî yorumların göreceli doğrularını, kesin itikadî
hükümlerle karıştırmamak.
* Halkın İslâmî hususlardaki durduğu yeri, bu konudaki problemleri sayabilmek
* Kur’an’daki kurtuluş için çözüm önerilerini açıklayabilmek.
Akaid Nedir? Akaidin Sözlük ve Terim Anlamı
İslâm inanç esaslarını konu edinen ilim dalına hicrî ikinci ve özellikle üçüncü asırdan bu yana genel kabul görmüş şekliyle Akaid denmektedir. Aslında akaid ve onun tekili olan akide kelimesi Kur’an’da geçmemekte, sünnette iman esasları yerine kullanılmamaktadır. Tâbiîn döneminde “Fıkhu Ekber” de denilen bu ilme “ilmu’t-tevhid” de denilir. Ve bize göre en doğru adlandırma da bu sonuncusudur. Akaid yerine Tevhid İlmi veya İman Esasları, İslâm İnanç Sistemi gibi adlardan birinin bu ilim dalı için kullanılması hem işin aslını ifade etmesi, hem de günümüz insanının içeriğini anlaması yönüyle daha uygundur. Önce iman esaslarının ruhu, yani şuur veren canlılığı yok edilmiş, sonra içeriğinin Kur’an’a tümüyle dayanıp ona uyma şartı aranmayıp felsefeden etkilenen, mevcut düzenleri rahatsız etmeyecek şekle büründürülen bu ilmin isminin de cismine uyması şeklinde iman akaide dönüştürülmüştür.
Sözlük anlamı olarak Akaid, düğümlemek anlamına gelen akd kökünden türemiş olan akîde kelimesinin çoğuludur. Aynı kökten türeyen i’tikad kelimesi ise; düğüm atmışcasına bağlanmak, bir şeye gönülden inanmak, o şeyi gönülden benimsemek anlamına gelir. O halde Akîde gönülden bağlanılan şey demektir.
Terim olarak akîde: İslâm Dini’nde inanılması ve reddedilmesi gerekli olan esaslara denir. Bu esaslardan bahseden ilme de Akaid ilmi denir.
Bu tanımda geçen inanılması gerekli esaslar; Allah’ın varlığına, birliğine, kudretinin sonsuzluğuna, meleklerine, kitaplarına (vahye), peygamberlerine, âhiret hayatına, kaza ve kadere, Kur’ân-ı Kerim’deki emir ve yasakların tümüne inanmak demektir. Reddedilmesi gerekli esaslar ise; küfür, şirk, nifak, fitne, kullara kul olmayı gerektiren düzen ve hayat görüşleri, her türlü yanlış inanç, düşünce ve hayat şekilleri, bâtıl inanç ve hurâfelerdir.
Akaid İlminin Konusu
Akaid’in konusu İslâm’da inanılması ve reddedilmesi gereken esaslardır. İslâm akîdesini oluşturan konular, Kur’ân-ı Kerim’de farklı yorumlara gerek bırakmayacak şekilde açık ve kesin olarak yer alan hükümlerdir. Meselâ, Allah’ın varlığı ve birliği, melekler, kitaplar, peygamberler, âhiret, küfür, şirk, münâfıklık vs. ile ilgili, Kur’an’da anlamı açık ve kesin hüküm ifâde eden âyetler akaid ilminin konusudur.
Akaid İlminin Önemi ve Gayesi
Akaid, İslâm dininin temelidir. İslâm dinini bir yapı olarak düşündüğümüzde, bu yapının temelini akaid oluşturur. Nasıl ki, bir binanın temeli olmadan yükselmesi, ayakta durması, sarsıntılara dayanması mümkün değilse, Akaid ilmi olmadan da İslâm binasının yükselmesi, müslümanın inancının sağlam olması mümkün değildir.
İnsanın hayata bakışı, dünya görüşü ve davranışlarının tümü inancıyla alâkalıdır. Bu yüzden müslümanların ve müslüman fert ve ailelerden meydana gelen İslâm toplumunun sağlam bir akîdesi olmalıdır.
Akaid ilmi sayesinde müslüman;
1) Neye, niçin ve nasıl iman etmesi gerektiğini bilir.
2) Ancak sağlam bir akaid bilgisi sayesinde insan, imanını taklîdden kurtarabilir.
3) Bu bilgi ve köklü inanç sayesinde, kendisini kötü düşüncelerden ve zararlı inançlardan koruyabilir.
4) Bâtıl ve bid’at ehlinin görüş ve itirazlarına karşı, kendi inanç esaslarını savunabilir.
5) Diğer din mensuplarının yıkıcı yayınlarına karşı İslâm dininin inanç sistemini savnur. Meselâ; Hristiyanların Allah hakkındaki teslis (baba-oğul-kutsal ruh) inancına karşı, tek ilâh inancını ortaya koyar.
İnancı sağlam olan bir insan, dünya ve âhiret ile ilgili tüm işlerini İslâm’a uygun bir şekilde yapacaktır. Sağlam ve kâmil inanç, kalpte pasif bir şekilde yer tutmaz; aksine mutlaka inanç sahibinin yaşayışını yönlendirir.
İşte akaid ilminin temel gayesi, insanı inanç ve davranışta İslâm’laştırarak dünya ve âhiret saâdetine kavuşturmaktır. En önemli gayelerinden biri, yukarıda belirtildiği gibi, İslâm inancını her türlü sapık ve yıkıcı fikirlerden, bâtıl düşünce ve hurâfelerden korumaktır. Ayrıca inandığı halde bazı şüpheleri olan insanları bu şüphe ve tereddütlerinden kurtarmaktır.
Akîde, İslâm Dini’nin temeli olduğundan; dinin sağlamlığı, bu temelin sağlamlığına bağlıdır. Bu temelin sağlamlığı da kişiye cennet yollarını açar. Dünyanın huzur ve saâdetle dolması da ancak iman sayesindedir. İman etmek, huzur ve mutlulukla dolmak demektir. İmanlı insanlardan meydana gelen toplum da her devirde asr-ı saâdeti yaşayan, saâdeti asra taşıyan bir toplumdur.
Gerçek hürriyet, ancak iman sayesinde, tevhid sayesinde gerçekleşir. Tevhidî imana sahip olamayanlar; maddeye, eşyaya, mala, çevreye, dünyaya, zaaflara, şeytana, tâğutlara, egemen güçlere, nefse, hevâ ve hevese... görünmez zincirlerle bağlı ve bağımlıdırlar; özgür değillerdir. Kölenin kölesi, kulun kulu, âcizin emrindeki zavallıdır onlar.
AKAİD USÛLÜ(MÜZ)
Akaidde Ölçü (Kaynak, Delil)
Akaidde Ölçü (İslâm İnançlarının Kaynağı -Delili-)
İslâm Akaidi, beşerî görüşlere ve şahsî anlayışlara değil; vahye dayanır. Kimsenin hevâ ve hevesleri akaidde bağlayıcı olamaz. İtikadı belirleyen ölçülerin tek kaynağı vahydir. Vahy olduğu tartışılan veya mânâsı farklı anlaşılmaya müsait olan hükümler de akaid için kesin ölçü olamaz. İslâm inanç esasları, delâleti ve sübutu kat’î olan vahyin itikadî hükümleridir. Kesin doğru, mutlak doğru olan hükümler, tüm müslümanların kabul etmek zorunda olduğu, iman etmekle mükellef bulundukları Kur’an âyetleridir.
Hükümler, zannî hükümler ve kat’î hükümler diye ikiye ayrılır. Kat’îlik, hem hükmün vahy olup olmaması yönüyle olmalıdır; hem de konuyla ilgili ifâdenin açıklığı ve netliği yönünden olmalıdır.
İslâm akaidi, şüpheye, zanna, beşerî görüş ve yoruma dayanmaz. Kişinin müslüman olabilmesi için inanmak zorunda olduğu hususlar, en küçük çapta veya en küçük cüz’ü reddedildiğinde kişiyi küfre sokan hükümler, akaid esaslarıdır. Tabii ki bunlar, vahy olduğunda en küçük şüphe bulunmayan Kur’an âyetleridir.
Müslümanın akaidi Kur’an’a dayanmalıdır.[1] Kur’an’da yer almayan, Kur’an’la sağlaması ve tashihi yapılamayan, Kur’an âyetleriyle % 100 uyum sağlamayan bir husus, tüm mü’minleri bağlayıcı itikadî esas olamaz. İman esaslarını Rabbimiz Kitabında açıklamıştır; biz Kur’an’ın bütün âyetlerine, bütün hükümlerine iman ederiz; İman etmemiz zorunlu olan bir konunun Kur'an'da yer alması gerekir. Kur'an'da yer almayan bir konu iman esası olamaz. Ana itikadî ilkeler, bütün peygamberlerin ortak mesajıdır. İmanî esaslar, peygamberlerin kendi koydukları ilkeler değildir ki, peygamberden peygambere değişiklik göstersin. Bu inaç ilkeleri, evrensel ve çağlarüstü esaslardır. Bütün peygamberlerin ortak inancı olan iman esaslarının herhangi bir peygamber tarafından konulmuş veya ilave edilmiş olması elbette mümkün değildir. İnanç esasları konusunda Rasûlullah’ın (s.a.s.) konumu, inanç ilkelerini açıklamak, daha doğru anlaşılması için konuyu izah etmektir. Rasûl (s.a.s.) kendisi iman esası vaz’ eden değil, kendisine indirilene iman eden konumundadır.[2] Yüce Rasûl, önce kendisi vahye tâbi olmakla mükelleftir:
“Kur’an’a uymayı sana farz kılan Allah, elbette seni dönülecek yere döndürecektir. De ki: ‘Rabbim, kimin hidâyeti getirdiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu en iyi bilendir. Sen, bu Kitab’ın sana vahyolunacağını ummuyordun. (Bu) Ancak Rabbinden bir rahmettir. O halde sakın kâfirlere arka çıkma! Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra, artık sakın onlar seni bu âyetlerden alıkoymasınlar. Rabbine dâvet et. Asla müşriklerden olma! Allah ile birlikte başka bir ilâha/tanrıya tapıp yalvarma! O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz anca O’na döndürüleceksiniz.”[3]
“Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen, dosdoğru yoldasın. Doğrusu Kur’an, sana ve kavmine bir öğüttür. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız. Senden önce gönderdiğimiz rasullerimize (ümmetlerine) sor! Rahmân’dan başka tapılacak ilâhlar (edinin diye) emretmiş miyiz?”[4]
“Ey Nebî! Allah’tan kork, kâfirlere ve münâfıklara boyun eğip itaat etme. Elbette Allah her şeyi bilmekte ve yerli yerince yapmaktadır. Rabbinden sana vahyedilene uy. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Allah’a güven. Vekîl olarak Allah yeter.”[5]
“İşte onun için sen (tevhide) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların hevâlarına/heveslerine uyma ve de ki: ‘Ben Allah’ın indirdiği Kitab’a inandım ve aranızda adâleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de sizedir. Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar. Dönüş de O’nadır.”[6]
“De ki: ‘Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım…” [7]
Akaidde bağlayıcı bir hükmün, delâletinin de kat’î olması gerekir. Âyetlerdeki bazı ifâdelerin hangi mânâya delâlet ettiği kesin olmayabilir; mânâya delâleti zannî, yoruma açık olabilir. Kimse bir şahsın ictihadını ya da kendi anlayışını, beşerî bir yorumu, başka insanlara inanç esası olarak dayatma hakkına sahip değildir. Mânâya delâleti zannî olan şahsî açıklama veya yorumu kabul etmeyenleri tekfir etme hakkına hiç kimse sahip değildir.
Muhkem âyetlerdeki itikadî esaslar, yani vahyin hükümleri İslâm inanç esaslarını oluşturur. Bu mutlak doğrular, kişilere, zamana ve coğrafyaya göre değişmez. Bunun dışındaki doğrular, nisbî (göreceli) doğrulardır. İctihadî hükümler, şahsî yorum ve tefsirlerdeki doğrular, zannî ve tartışmalı doğrular sınıfına girer. Bunlar tüm müslümanları bağlayıcı olamaz. Dolayısıyla İslâm akaidi de, içinde şüphe bulunan zannî, göreceli ve değişken doğrulara, beşerî doğrulara; yani zayıf temellere dayanmaz. Zan, zayıf bir temeldir.
"Onların (müşriklerin) çoğu zandan başka birşeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) bir şeyin yerini tutmaz." [8]
"Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiç bir delil indirmemiştir. Onlar zanna ve nefislerinin aşağı hevesine uyuyorlar." [9]
"Âhirete inanmayanlar, meleklere dişilerin adlarını takıyorlar. Hâlbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise; hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez." [10]
Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmede mü'minleri zannın çoğundan sakındırmıştır: "Ey iman edenler, zannın çoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır."[11] İtikada ait zanlar, ulûhiyetle ve Peygamberlikle ilgili zanlar, haram olan zanlara dâhildir. Çünkü iman ve tasdik hususunda yakîn (kesin bilgi) şarttır.
Tarihten miras olarak devraldığımız geleneksel din anlayışında Akaid hükümleri diye takdim edilen Kelâmî tartışmalardaki problemler ve ihtilâflar, ölçüdeki genişliklikle ilgilidir. Farklı mezheb ve görüşteki müslümanları kolayca tekfir eden bu red (anti tez) Kelâmı, zannî deliller veya şahsî anlayışların da akaidde ölçü olarak kabulüyle oluşmuş, göreceli ve zannî doğruların kesin doğrular yerine konulduğu eserlerden ibârettir.
Akaidi Belirleyen Kur’an’dır. Yani, akaidde ölçü/kaynak/delil Kur’an’dır. Çünkü;
- Neye İnanıp Neyi Reddetmemiz Gerektiğiyle İlgili Kur’an’dan Hesaba Çekileceğiz.
“Şüphesiz bu Kur’an, sana ve kavmine bir öğüt ve bir şereftir, ondan hesaba çekileceksiniz.” (43/Zuhruf, 44)
- Kur’an’dan Başka İman Edilecek Başka Bir Söz mü Var ki İman Edilsin?
“Fe bi eyyi hadîsin ba’dellahi ve âyâtihi yu’minûn / İşte bunlar, Allah’ın âyetleridir. Onları sana gerçek olarak okuyoruz. Artık Allah’tan ve O’nun âyetlerinden sonra hangi hadise/söze iman edecekler?” (45/Câsiye, 6)
“Fe bi eyyi hadîsin ba’dehû yu’minûn / Onlar artık ondan (Kur’an’dan) sonra hangi söze iman edecekler?” (71/Mürselât, 50)
- Daha Önce Kitap Nedir, İman Nedir Bilmeyen Rasul, Kur’an’dan Uzaklaşmaması İçin Uyarılır
“İşte sana da, emrimizle, bir ruh (kalpleri dirilten bir kitap) vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu (Kur’an’ı), kullarımızdan dilediğimizi, kendisiyle doğru yola eriştireceğimiz bir nur yaptık. Şüphesiz ki sen doğru bir yola iletiyorsun.” (42/Şûrâ, 52)
“Kur’an’a uymayı sana farz kılan Allah, elbette seni dönülecek yere döndürecektir. De ki: ‘Rabbim, kimin hidâyeti getirdiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu en iyi bilendir. Sen, bu Kitab’ın sana vahyolunacağını ummuyordun. (Bu) Ancak Rabbinden bir rahmettir. O halde sakın kâfirlere arka çıkma! Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra, artık sakın onlar seni bu âyetlerden alıkoymasınlar. Rabbine dâvet et. Asla müşriklerden olma! Allah ile birlikte başka bir ilâha/tanrıya tapıp yalvarma! O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz anca O’na döndürüleceksiniz.” (28/Kasas, 85-88)
- Kur’an, İhtilâf Edilen Hususları Açıklamak ve Doğru Yolu Göstermek İçin İndirilmiştir
“Sana kitabı, ancak ayrılığa düştükleri şeyleri onlara açıklaman için ve iman eden bir topluma doğru yolu gösterici ve rahmet olarak (huden ve rahmeten) indirdik.” (16/Nahl, 64)
- İman Esasları Kur’an’a Dayanmalıdır
Müslümanın akaidi Kur’an’a dayanmalıdır. (Maalesef bu alanda yazılmış eserlerin çoğunda, Kur’an’da olmayan nice hususların akaid ilkesi olarak kabul edildiği gibi; bundan daha da fecî olanı; Kur’an’a ters nice hususlar akaid hükmü, yani inanç esası olarak belirtilmiştir). Kur’an’da yer almayan, Kur’an’la sağlaması ve tashihi yapılamayan, Kur’an âyetleriyle % 100 uyum sağlamayan bir husus, tüm mü’minleri bağlayıcı itikadî esas olamaz. Ana itikadî ilkeler, bütün peygamberlerin ortak mesajıdır. Peygamberlerin kendi koydukları ilkeler değildir ki, peygamberden peygambere değişiklik göstersin. Bu inanç ilkeleri, evrensel ve çağlarüstü esaslardır. Bu konuda Rasûlullah’ın (s.a.s.) konumu, inanç ilkelerini açıklamak, daha doğru anlaşılması için konuyu izah etmektir. Rasûl (s.a.s.) kendisi iman esası vaz’ eden değil, kendisine indirilene iman eden konumundadır (Bk. 2/Bakara, 286). Yüce Rasûl, önce kendisi vahye tâbi olmakla mükelleftir.
“Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet hepsi toplanıp Rablerinin huzuruna getirileceklerdir.” (6/En’âm, 38) “Bu Kitâb’ı sana, her şey için bir açıklama, bir hidâyet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.” (16/Nahl, 89); “De ki: Şüphesiz ben Rabbimden gelen apaçık bir delile dayanıyorum. Siz ise onu yalanladınız. Çabucak gelmesini istediğiniz (azap) benim yanımda değildir. Hüküm ancak Allah’ındır. O hakkı anlatır ve O, doğru hüküm verenlerin en hayırlısıdır.” (6/En’âm, 57); “Hüküm ancak Allah’ındır” (12/Yusuf, 40, 67); “Seninle tartışmaya girişirlerse, de ki: ‘Ben, bana uyanlarla birlikte kendi özümü Allah’a teslim ettim.’ Kendilerine kitap verilenlere ve ümmîlere de ki: ‘Siz de İslâm’ı kabul ettiniz mi?’ Eğer İslâm’a girerlerse hidayete ermiş olurlar. Yok, eğer yüz çevirirlerse sana düşen şey ancak tebliğ etmektir. Allah, kullarını hakkıyla görendir.“ (3/Âl-i İmrân, 20). “Rasûl’ün görevi sadece ve sadece tebliğdir” (29/Ankebût, 18; 16/Nahl, 35); “(O sayılı günler), insanlar için bir hidayet rehberi, doğru yolun ve hak ile bâtılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri olarak Kur’an’ın kendisinde indirildiği Ramazan ayıdır.” (2/Bakara, 185); “(Ey Muhammed!) De ki: “Gelin, Rabbinizin size haram kıldığı şeyleri okuyayım: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın…” (6/En’âm, 151)
- Rasûlullah (s.a.s.) Vahye (Kur’an’a) Uymakla Emrolunmuştur
“Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen, dosdoğru yoldasın. Doğrusu Kur’an, sana ve kavmine bir öğüttür. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız. Senden önce gönderdiğimiz rasullerimize (ümmetlerine) sor! Rahmân’dan başka tapılacak ilâhlar (edinin diye) emretmiş miyiz?” (43/Zuhruf, 43-45)
“Ey Nebî! Allah’tan kork, kâfirlere ve münâfıklara boyun eğip itaat etme. Elbette Allah her şeyi bilmekte ve yerli yerince yapmaktadır. Rabbinden sana vahyedilene uy. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Allah’a güven. Vekîl olarak Allah yeter.” (33/Ahzâb, 1-3)
“İşte onun için sen (tevhide) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların hevâlarına/heveslerine uyma ve de ki: ‘Ben Allah’ın indirdiği Kitab’a inandım ve aranızda adâleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de sizedir. Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar. Dönüş de O’nadır.” (42/Şûrâ, 15)
“…Andolsun, eğer sana gelen ilimden (Kur’an’dan) sonra onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, o takdirde sen de mutlaka zalimlerden olursun.” (2/Bakara, 145)
“De ki: ‘Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım…” (6/En’âm, 50; Peygamberimizin kendisine indirilen vahye tâbi olmasını emreden veya kendi ağzından ben ancak vahye tâbi oluyorum diyen âyetler için bk. 6/En’âm, 50, 106, 145; 7/A’râf, 203; 10/Yûnus, 15, 109; 11/Hûd, 12; 16/Nahl, 123; 33/Ahzâb, 2; 43/Zuhruf, 43; 45/Câsiye, 18; 46/Ahkaf, 9; 75/Kıyâme, 18).
- Kullarının neye inanması gerektiğine Allah karar verir.
- Allah iman esaslarını, bir peygamberine başka, diğerine başka esaslar olarak belirtmez. Peygamberlerine iman esası belirleme yetkisi vererek de her ümmetin iman esaslarının farklı olmasına izin vermez.
- İman esasları zamana, yere ve şahsa göre değişmeyeceğinden, Hz. Âdem’den beri aynı iman esaslarına inanılmaktadır.
- Peygamberlerin hepsi tevhidi insanlara tebliğ etmişler, tek Allah’a kulluğa insanları çağırmışlardır.
- Peygamberimizin âhirette kavminden (ümmetinden) tek şikâyeti Kur’an’ı mehcur bırakıp ondan uzaklaşma olacak (25/Furkan, 30)
- Zan, Hakikat Bakımından Hiçbir Değer İfade Etmez. Mütevatirin Dışındaki Bütün Hadisler de Zan İçerir.
Peygamberimizin bu rivayetteki kelimelerle bu sözü söylediği ihtimaldir, bu şekilde söylememiş de olabilir. Kendisinde hiçbir şüphe olmayan hüküm. Bu yönüyle iman kavramıyla eşanlamlı kabul edilmiştir. Kesin tasdik ancak konuyla ilgili kesin bir delilin olmasıyla gerçekleşir. Zira kesin olmayan delil üzerine kesin bir inanç bina edilemez. Onun içindir ki içinde zann olan rivayetler -ki âhad haber de onlardan sayılır- itikad haline getirilemez.
"Onların (müşriklerin) çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) bir şeyin yerini tutmaz." (10/Yûnus, 36)
"Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiç bir delil indirmemiştir. Onlar zanna ve nefislerinin aşağı hevesine uyuyorlar." (53/Necm, 23)
- Mütevâtir hadislerin akaidde delil olabileceği de yine âlimlerin görüşüdür. Bu görüşe katılmayanlar da vardır. Yani, hakkında bir âyet yoktur. Peygamberimizin bir sözü yoktur.
- Mütevâtir hadislerin akaidi belirlemede ölçü olması konusunu biraz açalım: Âlimlerin önemli bir kısmı akaidde mütevâtir hadislerin de aynen Kur’an âyetleri gibi delil olacağını ileri sürerler. Öncelikle, şunu açıklığa kavuşturmak gerekir: Hadis rivayetlerinin hangisi veya hangilerinin mütevatir olduğu ihtilâf ediliyorsa, mütevâtir olduğu mütevâtir olmayan hadisler akaidde nasıl delil olur? Yani, mütevatir olup olmadığı ulemâ arasında kesin olmayan rivayetlerin kimin belirlemesine göre mütevâtir sayılıp sayılmayacağı, ulemadan bazılarının katılmayıp bazılarının mütevâtir olduğunu iddia ettikleri hadis rivayetleri iman esaslarını belirlemede ölçü olmaz.
- Mütevâtir haberlerin tanımı konusundaki farklılıklar, haberi getirenlerin sayısı (4, 5, 7, 10, 12, 20, 40, 50, 70, 310, 1400, 1500), sayı gerekmediğini söyleyenler, mütevâtir olarak sunulan bir kısım haberlerin mütevâtir değeri taşıyıp taşımadığı konusundaki ihtilaflardır. İbn Hibban ve el-Hâris gibi hadis âlimlerine göre “mütevâtir hiçbir hadis yoktur.” İbn Salâh’a göre “Men kezibe aleyye…” hadisi, 60 sahâbî rivâyet ettiği için mütevâtir, el-Irâkî’ye göre mestlere meshetme hadisi 60 sahâbî rivâyet ettiği için mütevâtirdir. İbn Hibban ve en-Nevevî’ye göre mütevâtir hadis son derece nâdirdir. İbn Hacer, “mütevâtir hiçbir hadis yoktur” iddiasına muhâliftir. Es-Suyûtî de, İbn Hacer’e katılmaktadır. İbn Teymiye, hâricîlerler savaşılmasını emreden hadislerin mütevâtir olduğunu ileri sürdüğü bilinmektedir. İslâm âlimleri arasında, mütevâtirin tanımı ve ulaşılma yolları konusunda ciddi usûl farklılıkları olduğu açıkça görülmektedir. Mütevâtir olduğu konusunda ittifak edilen bir tek hadis vardır. O da Peygamberimize söylemediği sözü isnad edenlerin cehennemlik olduğuna dair hadis. Bazı araştırmacılar da mütevâtir hadisin hiç bulunmadığını iddia ederler. Bu konuda bkz. “Mütevatir Hadis Var mıdır?’, Abdulhakim Beyazyüz, Haksöz,16 Eylül 2018
- Mütevâtir olduğunda ittifak edilen hadis şudur: "Kim benim üzerime (bilerek) yalan söylerse, cehennemdeki oturacağı yere hazırlansın." (Buhârî, İlm 49-51, Enbiyâ 128, Zühd 72; Müslim, Mukaddime 1-3; Ebû Dâvud, İlm 4, hadis no: 3651; İbn Mâce, Mukaddime 4, hadis no: 30-37; Tirmizî, İlm 8, hadis no: 2796-2798). Bu hadisin kimi varyantlarında geçen “müteammiden/kasden, bilerek” ifadesinin, hadise sonradan ilave edilmiştir. Hadisin aslında bu kelime yoktur.
- Mütevâtir hadisler de akaidi belirler demenin pratik bir karşılığı yoktur. Çünkü mütevatir olduğunda ittifak edilen akaidle ilgili hiçbir hadis rivayeti yoktur.
- Akidede İctihad ve Mezhep Olmaz, Olmamalıdır. Onun için ictihada dayalı mezhebî görüşler akideyi bağlamadığı için itikadda mezhep de olamaz. Bütün müslümanların akidesi birdir. İhtilaf ictihadî alanlardadır. Fıkhî konularda ihtilaf ve mezhep farklılığı caizken akidevî konularda mezhep, taklit ve ihtilaf asla caiz değildir. Bugün Müslümanların birbirlerini tekfir edecek kadar önemli gördükleri farklılıklar, akidenin Kur’an’a dayanmaması ve âhad haber başta olmak üzere, akaid âlimlerinin görüşlerinin dinin kendisi gibi, akidenin esası gibi kabul edilmesinden dolayıdır. Müslümanlar akidede kardeştirler. İctihadî ve zannî konulardaki farklılıklar bu kardeşliği bozmaz.
- Muhkem âyetlerdeki itikadî esaslar, yani vahyin hükümleri İslâm inanç esaslarını oluşturur. Bu mutlak doğrular, kişilere, zamana ve coğrafyaya göre değişmez. Bunun dışındaki doğrular, nisbî (göreceli) doğrulardır. İctihadî hükümler, şahsî yorum ve tefsirlerdeki doğrular, zannî ve tartışmalı doğrular sınıfına girer. Bunlar tüm müslümanları bağlayıcı olamaz. Dolayısıyla İslâm akaidi de, içinde şüphe bulunan zannî, göreceli ve değişken doğrulara, beşerî doğrulara; yani zayıf temellere dayanmaz. Zan, zayıf bir temeldir.
- Akaidde bağlayıcı bir hükmün, delâletinin de kat’î olması gerekir. Âyetlerdeki bazı ifâdelerin hangi mânâya delâlet ettiği kesin olmayabilir; mânâya delâleti zannî, yoruma açık olabilir. Kimse bir şahsın ictihadını ya da kendi anlayışını, beşerî bir yorumu, başka insanlara inanç esası olarak dayatma hakkına sahip değildir. Mânâya delâleti zannî olan şahsî açıklama veya yorumu kabul etmeyenleri tekfir etme hakkına hiç kimse sahip değildir.
Tarihten miras olarak devraldığımız geleneksel din anlayışında Akaid hükümleri diye takdim edilen Kelâmî tartışmalardaki problemler ve ihtilâflar, ölçüdeki genişlikle ilgilidir. Farklı mezheb ve görüşteki müslümanları kolayca tekfir eden bu red (anti tez) Kelâmı, zannî deliller veya şahsî anlayışların da akaidde ölçü olarak kabulüyle oluşmuş, göreceli ve zannî doğruların kesin doğrular yerine konulduğu eserlerden ibârettir.
Akaid dersi okuyan, okutan kimseler, Akaid kitaplarındaki beşerî yorumlar ile İlâhî iman esaslarını birbirine karıştırmamalı, müslüman olmak ve müslüman kalmak için şart olan esaslar ile, bunların yaşanılan ortamda ne anlama geldiği konusuyla ilgili yorumları ayrı ele almalıdırlar. Birincisinin tartışılması bile câiz olmayan mutlak hakikatler olduğu, ikincisinin yani yorumların ise, ictihadî/beşerî/zannî/göreceli doğrular olduğu bilinmeli ve bütün müslümanların bu beşerî yorumlara aynen katılmaları mecbur tutulup, katılmayanların tekfîr edilmesine gidilmemelidir. Akaid, kaçınılmaz olan farklı mezhep, görüş ve akımların kendi doğrularını tüm müslümanlara dayatmaları için bir araç haline getirilmemelidir. Akaid ilmi, müslümanlar arasında tartışmalar açan değil; tartışmaları sona erdiren ve mutlak hakikatin temel alınıp öğretildiği bir ilim haline getirilmelidir. Öğrenilen iman esaslarının temel ilke olarak kabulü onlara şeksiz iman edilmesini doğuracağı gibi, yaşanılan hayatın bu ilkelerle bağlantısı ve bu esasların sosyal hayata nasıl geçirileceği üzerinde ise ister istemez beşerî yorumlar ve metod farklılıkları olabilecektir.
Bu önemli hususa tüm müslümanlar dikkat etmeli, müslüman olduğunu söyleyen ve dinden çıktığı açıkça belli olmayan kimseye münâfık olduğunu zannetsek bile kâfir demekten kaçınmalıyız. Çünkü bir insanı kâfir ilan etmek ağır bir sorumluluğu gerektirir. İslâm’ı reddeden veya söz ya da davranışıyla bilerek inkâr ettiği açıkça belli olan birisine de kâfir demekten kaçınmamalıyız. Kısaca söylemek gerekirse, müslüman olduğunu söyleyen ve söz ya da davranışı açıkça küfrünü ispatlamayan bir kimseye kâfir deme hakkımız olmadığı gibi; kâfir olduğu açıkça belli olan birisine de birtakım menfaatler gereği müslüman deme hakkımız yoktur.
Kur'an'a ve Kur'an'daki esaslara iman eden hiçbir mü'min, Peygamberimize, Onun söylediği kesin olan sözlere itiraz etmez, kabul etmiyorum demez. Bir mü’min, hem Kur’an’a iman edecek, hem Kur’an’da “itaat edin, hakem kabul edin, örnek alın” denilen Peygamberimizi Kur’an’daki esasları açıklayan sözlerini, hükümlerini kabul etmeyecek, bu düşünülemez. “Senin haddine mi Kur’an’a arzetmek, bunu mezardakiler yapmış, hayatta olan kimselerin ilmi ne ki Kur’an’a arzetsin” demek de karşısındakinden önce Kur’an’a hakarettir. Kur’an anlaşılmaz bir kitap değildir. Kur’an, sadece müctehid seviyesindeki âlimlerin kitabı değildir. Kur’an furkandır, hakla bâtılı, doğru ile yanlışı ayırt eden kitaptır. Kur’an anlaşılsın diye, ölçü olsun diye indirildi. Her mü’min, kendi kapasitesi oranında Kur’an’ı anlar, anlamaya çalışır. Yanlış çıkarımlar olduğunda âlimler başta olmak üzere diğer mü’minler onun hatasını ilmî şekilde düzeltirler. Bir rivayetin Kur’an tarafından sağlama yapılmasından kimsenin rahatsızlık duymaya hakkı yoktur. Rivayetler Kur’an’a arzedilmeyecek de neye arzedilecek? Hadislerin Buhârî’ye ve benzeri hadis âlimlerine arzedilmesi, onların onayını alınca sahih, onaylarını almayıp bazı hadis âlimlerinin “zayıf” veya “uydurma” dediği için sahih kabul edilmemesi gayet doğal karşılandığı ve usûle uygun görüldüğü gibi; hatta ondan da daha önemli olarak; Furkan olan Allah’ın kitabına arzedilmesi çok daha doğal karşılanmalı ve usûle uygun görülmelidir. Allah’ın kitabından daha doğru bir ölçü mü vardır? Sözlerin en güzeli ve en doğrusu Allah’ın sözü değil midir? Davranışlarımızı, yaşayışımızı, sözlerimizi Kur’an’a arzetmek zorunda değil miyiz? Rabbimiz Kur’an’a uymayan görüş ve inançlardan bizi hesaba çekmeyecek mi? Kur’an’ı temel ölçü kabul edip “geleneği de, hadis rivayetlerini de Kur’an’a arzetmeliyiz. “Peygamberimiz Kur’an’a ters bir söz söylemez” diyenlere, bu sözünden dolayı “hadis inkârcısı!” diyenler de büyük yanlış içindedir. Onlara tepkisel cevap olarak; “siz de Kur’an inkârcısısınız! Kur’an’ın tasvip edip etmemesini önemsemiyor, Kur’an’ı hakem olarak kabul etmiyorsunuz!” diyenler de yanlış içindedir. Bir hadis âlimi, “şu hadis sahih değildir” deyince onun sözü ölçü kabul edilecek, hiçbir şekilde kendisine hadis inkârcısı filan denilmeyecek; fakat, “Âlim yanılabilir, ama Kur’an yanılmaz; âlim mutlak bir ölçü değildir, ama Kur’an mutlak bir ölçüdür diyen suçlanacak; bu ilmîdir, ne insanî ve İslâmî. “Bu rivayet Kur’an’a (ayrıca; akla, ilmî veya tarihî gerçeklere) ters düştüğü için, Kur’an’a göre sahih değildir” denilince, bunun ilmî mütâleasını yapamıyorsa, karşı tarafın delilini çürütemiyorsa o delile teslim olmak düşer. Akaidle ilgili esaslar, üzerinde tartışma yapılacak konular değildir.
Ebû Hanife, hadis rivayetlerini Kur’an’a arzedip Kur’an’a ters düşenleri kabul etmeme konusunda şöyle diyor:
“Tekzip etmek, ancak “Ben Hz. Peygamber’in sözünü yalanlıyorum,” diyen kimsenin yalanlamasıdır. Lâkin bir kimse “Ben Hz. Peygamber’in söylediği her şeye iman ederim, fakat o kötülük yapılmasını söylemedi, Kur’ân’a da muhalefet etmedi” derse, bu söz o kimsenin, Hz. Peygamber’i ve Kur’ân-ı Kerim’i tasdik etmesi; Allah’ın Resulünü, Kur’ân’a muhalefetten tenzih etmesidir. Eğer, Hz. Peygamber, Kur’ân’a muhalefet etse ve Allah için hak olmayan şeyleri kendiliğinden uydursa idi, Allah onun kudret ve kuvvetini alır, kalp damarını koparırdı. Nitekim bu husus Kur’ân’da şöyle belirtilir: “Eğer peygamber söylemediklerimizi bize karşı, kendiliğinden uydurmuş olsa idi, elbette onu kuvvetle yakalar, sonra da kalp damarını koparıverirdik. Sizin hiçbiriniz de buna mâni olamazdı.”[12]
Allah’ın peygamberi, Allah’ın kitabına muhalefet etmez, Allah’ın kitabına muhalefet eden kimse de Allah’ın peygamberi olamaz. Onların rivayet ettikleri bu haber Kur’ân’a muhaliftir… Kur’ân-ı Kerim’in hilafına, Hz. Peygamber’den hadis nakleden herhangi bir kimseyi reddetmek, Hz. Peygamber’i reddetmek veya tekzip etmek demek değildir. Bilakis, Hz. Peygamber adına bâtılı rivayet eden kimseyi reddetmek demektir. İtham Hz. Peygamber’e değil, nakleden kimseye râcidir. Hz. Peygamber’in söylediğini duyduğumuz yahut duymadığımız her şey can, baş üstünedir. Biz onların hepsine iman ettik, onların Allah’ın Resulü’nün söylediği gibi olduğuna şehadet ederiz. Keza Hz. Peygamber’in, Allah’ın nehyettiği bir şeyi emretmediğine, Allah’ın kullarına ulaştırılmasını emrettiği bir şeye de mâni olmadığına şahitlik ederiz. O, hiçbir şeyi Allah’ın tavsif ettiğinden başka şekilde tavsif etmez. Yine şehadet ederiz ki O, bütün işlerde Allah’ın emrine muvafakat etmiş, hiçbir bid’at ortaya koymamıştır. Allah’ın söylemediği hiçbir şeyi de, Allah’a isnat etmemiştir. Bunun için Allah Teâlâ “Kim Resule itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.”[13] buyurmaktadır.” [14]
Peygamberimizin rivâyet edilen bu kelimelerle bu sözü söylediği kesin olmayan, Peygamberimizin bu şekilde söylediği zannedilen sözlerin Peygamberimizin sözü olmadığı gerekçesiyle, Kur’an’a ters gördüğü için, uydurma rivayetlerden sakınmak gerekçesiyle ve ondan daha önemli ve eksiksiz, fazlasız, hatasız, yanlışsız ve lâ raybe fîh olan Kitab’ı öne çıkarıp onun ölçüleriyle rivayetleri tartalım.
İnanç Esaslarının Değişmezliği
- a) İnanç esasları; zamana, mekâna, kişilere ve toplumlara göre değişmez.
Allah tarafından Hz. Âdem’e, Hz. Nuh’a, Hz. Mûsâ’ya, Hz. İsa’ya... inanç konusunda ne emredilmişse, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e de aynı esaslar emredilmiştir. Değişen sadece şeriatlardır. Yani bütün peygamberlerin tebliğ ettiği dinin temeli, tevhid inancına dayanır.
Tüm peygamberler gönderildikleri toplumlara, Allah’ın varlığı ve birliğini, kendilerinin Allah’ın elçileri olduğunu, âhiret diye bir hayatın varlığını haber vermişler; onları Allah’a kulluk etmeye, kendilerine itaate çağırmışlardır. Peygamberlerin bu ortak çağrısı Kur’ân-ı Kerim’de şu şekilde ifâde edilir:
“Andolsun biz Nuh’u kavmine gönderdik. ‘Ey kavmim, dedi; Allah’a kulluk edin, O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur.”[15]
“Andolsun Biz Semud kavmine kardeşleri Sâlih’i, ‘Allah’a kulluk edin’ demesi için gönderdik..”[16]
İbrâhim (a.s.) kavmine dedi ki; ‘Allah’a ibâdet edin ve O’ndan korkun. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.”[17]
“Şuayb (a.s.) kavmine şöyle dedi: ‘Ey kavmim Allah’a kulluk edin, âhiret gününe umut bağlayın.”[18]
“Biz hiçbir peygamberi Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir amaçla göndermedik.”[19]
“Andolsun Biz, ‘Allah’a kulluk edin ve tâğuttan, putlardan sakının’ diye (emretmeleri için) her topluma bir peygamber gönderdik.”[20]
Bütün peygamberlerin ortak mesajı olan bu itikadî esaslar, hem evrensel, hem de çağlar üstüdür. İlk insandan kıyâmete kadar tüm nesiller için her zaman ve her coğrafyada geçerlidir.
Şu halde herhangi bir kişi veya toplum meselâ şunu diyemez: “Kur’an’daki hükümler geçmişte kaldı. Bugünkü modern toplumda din kaidelerinin herhangi bir bağlayıcılığı yoktur. Din olsa olsa bir vicdan işi olabilir. Geçmişte putperestlik, içki, kumar, fâiz, zina, yasaklandı; namaz, oruç, zekât, hac, cihad, infak emredildi ama günümüzde bunların tümü geçerliliğini yitirdi. Çünkü bugün devletin izniyle açılan kumarhaneler, meyhaneler, genelevler, fâizli işlem yapan bankalar var. Kâbe’de hac yapmak yerine, bizim ulularımızı tavaf edip, saygı duruşu yaptığımız tunçtan, altından, gümüşten, bronzdan heykellerimiz, put imalathanelerimiz, tapınmak ve eğlenmek için yapılmış dev alışveriş ve eğlence merkezlerimiz var...”
İşte tüm bu ve benzeri sözleri kâfir olanlar, dinine bağlılığı pamuk ipliğinden daha zayıf olanlar söyleyebilir. Böyle insanlar ve bu insanlardan oluşan toplumlar şahsiyetsiz ve zayıf karakterlidir. Akîdesi sağlam olan bir müslüman ise, bu ve benzeri anlayışların tümünü reddeder. İnancını zamana, zemine ve mekâna göre değiştirmez.
- b) İnanç esasları bir bütün olup bölünme kabul etmez. İslâm dininin bir kısmını kabul edip bir kısmını reddetmek, insanı dinden çıkarır.
Meselâ; “namazla ilgili emirleri kabul ediyorum; fakat fâizle ilgili emirleri kabul etmiyorum. Çünkü şu anda yaptığım ve ileride yapacağım fâizli ticaretime zarar veriyor. Oruçla ilgili hükümleri kabul ediyorum; fakat infak ve zekât ile ilgili hükümleri kabul etmiyorum. Kabul edersem servetimin azalmasından korkuyorum. Hem ben bu serveti kazanırken ihtiyaç sahipleri benimle beraber mi çalıştı?”
“Allah’ın varlığını, birliğini kabul ediyorum; fakat ben içkiden, kumar oynamaktan, zina etmekten, yalan söylemekten, insanları çekiştirmekten, onları birbirine düşürmekten, insanları kandırmaktan vazgeçemem. Bunların hepsi nefsime ağır gelen şeyler. Bu nedenle bu konularla ilgili âyetleri bir kenara bıraksak diyorum.”
İşte tüm bu ve benzeri inanışlar insanı bu dinin dışına çıkarır. Allah Teâlâ bu tür inanca sahip olan insanları Kur’ân-ı Kerim’de kınamakta ve cehennem azâbı ile tehdit etmekte, dinin bir kısmını kabul edip işine gelmeyen kısmını reddedenlere şu hitabı yapmaktadır: “...Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanların cezâsı, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyâmet gününde de azâbın en şiddetlisine itilirler.”[21]
Biz, sağlam bir inançla Rabbimizin nefsimize kolay gelen hükümlerini kabul edip uyguluyor olabiliriz. Ama, aynı zamanda, nefsimize ağır gelen İlâhî emir ve yasakları da kabul edip hiçbir ayırım yapmadan yerine getirmeye çalışmalıyız. Burada şu hususa dikkat etmeliyiz: İslâm’ın hükümlerinin tamamını kabul ettiği halde, nefsine ağır geldiği için yerine getirmeyen ile; bu hükümleri kabul etmeyip inkâr eden veya alaya alanların durumu bir değildir. Birincisinde insan kâfir olmazken, ikincisinde tereddütsüz kâfir olur. Yani, Allah’a iman eden, İslâm’ın tüm hükümlerini kabul eden, fakat nefsine yenildiği için meselâ içki içen, kumar oynayan insan kâfir değil; günahkâr mü’mindir. Çünkü bu insan inanmıştır. Yerine getirmediği hükümler için de Allah Teâlâ’ya hesap verecektir.
Bu önemli hususa tüm müslümanlar dikkat etmeli, müslüman olduğunu söyleyen ve dinden çıktığı açıkça belli olmayan kimseye münâfık olduğunu zannetsek bile kâfir demekten kaçınmalıyız. Zanla bir kimsenin dinden çıktığına hükmetmek büyük yanlıştır, tekfirciliktir. Çünkü bir insanı kâfir ilan etmek ağır bir sorumluluğu gerektirir. İslâm’ı reddeden veya söz ya da davranışıyla bilerek inkâr ettiği açıkça belli olan birisine de kâfir demekten kaçınmamalıyız. Kısaca söylemek gerekirse, müslüman olduğunu söyleyen ve söz ya da davranışı açıkça küfrünü ispatlamayan bir kimseye kâfir deme hakkımız olmadığı gibi; kâfir olduğu açıkça belli olan birisine de birtakım menfaatler gereği müslüman deme hakkımız yoktur.
Âhad Haber Akaidde Delil Olmaz!
Âhad haber derken ifade edilen “âhad”, bir, bir tek manalarına gelen ehad ya da vahidin çoğuludur. Umumiyetle mütevâtir derecesine yükselemeyen haberlere denir. Buna göre, bir nesilde bir tek râvî tarafından rivayet edilen habere haber-i vâhid adı verilir. Birkaç nesilde birer râvî tarafından rivayet edilmiş olan haberlere ise haber-i âhâd veya kısaca âhâd denilmiştir.
İmam Şafii, âhade haber-i hâssa demiş ve onu Hz. Peygamber’e (s.a.s) kadar tek râvînin tek râvîden rivayet ettiği haber olarak tarif etmiştir.[22] Daha sonraki devirlerde ise âhâd tabiri daha ziyâde, sayılan her tabakada mütevâtir haberin şartı olan kalabalık sayısına ulaşmamış râvîler tarafından rivayet edilen haberler için kullanılan bir terim halini almıştır. Buna göre âhad, yalnız bir râvînin bir başka râvîden rivayet ettiği haberler hakkında değil, iki râvînin iki râvîden, üç kişinin, hatta sayıları üçün üstündeki râvîlerin üç veya daha fazla sayıdaki râvîlerden rivayet ettikleri haberler hakkında da kullanılmıştır. Şu Şartla ki, üç sayısının üzerindeki râvîlerin her tabakada mütevâtirin şartı olan kalabalıktan daha az olmaması gerekir. Bazı tabakalarda az olmasa bile, diğer bazı tabakalarda mütevâtirin şartı olan kalabalık sayısına erişmemiş olması dolayısıyla haber yine âhad sayılır. Nitekim bazı hadis usulü kaynaklarında haberler, râvîlerinin sayısına göre önce iki kısma ayrılmıştır. Birinci kısmına mütevâtir, ötekine ise âhad denilmiştir. Âhad haberler daha sonra garîb, azîz ve meşhur olmak üzere üç kısımda mütalaa edilmiştir. Bunlardan garib, bir kişinin, azîz, en çok iki; meşhur ise üç ve üçün üstünde fakat mütevâtirin şartı olan kalabalığın altındaki sayıdaki râvîlerin rivayet ettikleri haberlere denilmiştir.[23]
İbn Haceri'l-Askalânî âhadi, bir râvînin tek başına rivayet ettiği ve mütevâtirin şartlarını taşımayan haberler olarak tarif etmiş; makbul ve merdûd olarak iki kısma ayırmıştır. Bunlardan makbul âhad, amel edilebilecek ölçüde olanlardır. Merdud âhad ise mat'ûn (bir kusur ile suçlanmış) veya adaleti tesbit edilememiş râvînin tek başına rivayet ettiği haberdir.
Âhad haber, rivayet tarikları mütevâtir derecesinde olmamak şartıyla çoğalırsa meşhur olur. Bu takdirde âhad, meşhur olanlar ve olmayanlar olmak üzere iki kısma ayrılır. Meşhur âhad, isnadı ister bir, ister birden fazla olsun, dillerde dolaşan haberlerdir. Yukarıda özlü bir şekilde bahis konusu edilen azîz ve garîb haberler meşhur olmayan âhad grubuna girerler.
İslam âlimlerinin çoğuna göre âhad haberler zaruri ilim değil, zannî ilim ifade ederler. Hanefîler, Şafii'ler, mâlikîlerin bir kısmı bu görüştedirler. Ahmed b. Hanbel, İmam Mâlik ve muhaddislerin büyük çoğunluğu, âhad haberlerin zarurî ilim ifade edebilmesi için sıhhatinin sabit olması şartını ileri sürmüşlerdir. Hâriciler ve Mutezileye göre ise âhad, ister sıhhati sabit olsun, ister olmasın, zarurî ilim ifade etmez.
Âhad haberlerin zaruri ifade edip etmemesi ihtilafına bağlı olarak bu çeşit haberlerin dinî konularda delil olması, bir başka deyişle âhad haberlerle amel edilip edilmeyeceği konusunda da görüş ayrılığı vardır. İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre her çeşit âhad haberle amel edilebilir. İmam Şafii, âhadın hüccet olduğu görüşünde olanlardandır. Ancak ona göre mütevâtır olmayan haberlerin dinî konularda hüccet olabilmesi için bazı şartları gereklidir. Bu şartlar râvî ile ilgilidir. Belli başlıları şunlardır: Râvînin dinî meselelerde güvenilir olması; doğru sözlü olarak tanınması; rivayet ettiği hadisleri iyi bilmesi; lafız yönünden manasını değiştirecek hususları bilmesi; işittiği şekilde rivayet etmesi; ezberinden rivayet ediyorsa haberi tam olarak ezberlemiş olması; yazılı olarak rivayet ediyorsa kitabını yanında bulundurması; tedlis yapanlardan olmaması. Bunların yanı sıra amel edilecek âhadin isnadının munkatı' olmaması da şarttır. Özetle tekrarlayacak olursak İslâm âlimleri çoğunlukla, râvîleri adalet sahibi, isnadında inkıta' olmayan âhad haberle amel edilebileceği görüşündedirler. Bununla birlikte âhadle amel edilebileceği görüşünde olanlar ayrıca onların dinde hüccet sayılan haberlerin taşıdıkları özellikleri taşımalarını; bir de konu veya delâlet itibariyle itikadı meselerle ilgili olmamalarını şart koşmuşlardır.
Bir kısım Zâhirî âlimleri, Kaderiye mensupları, Râfizîler ve Ehl-i Sünnet kelâmcılarından bazılarına göre âhad haberler dinî meselelerde hüccet olamazlar. Aynı görüşte olan Mûtezile, âhad haberlerin hiçbir çeşidinin hüccet olamayacağını ileri sürer. Mu'tezile, âhad haberlerin her çeşidiyle amel edilemeyeceğini ileri sürerken, “Bilmediğin şeyin peşine düşme”[24]; “Zan, gerçekten hiçbir şey ifade etmez”[25] mealindeki ayetlere dayanmıştır. Ayrıca onlara göre kimi sahâbîler tek kişinin haberini kabul etmemişler, teyidi için şahit istemişlerdir.
Ehl-i Sünnet Âlimlerinin Haber-i Vâhide
(Âhad Habere) Bakışları
Ehl-i sünnet âlimlerinin haber-i vâhid konusundaki görüşlerini şöylece özetlemek mümkündür: Mâtürîdiyye’nin kuruluşuna öncülük eden Ebû Hanîfe, Kur’an’a aykırı bilgiler ve hükümler ihtiva eden âhâd haberlerin reddedilmesi gerektiğini söylemiştir. Zira Hz. Peygamber’in Kur’an’a ve akla aykırı bir beyanda bulunması imkânsızdır. Bu temel ilkeyi kabul etmek, Peygamberi tasdik etmenin bir gereğidir. Ayrıca Kur’an’a ve akla aykırı olan haber-i vâhidin reddedilmesi Rasûl-i Ekrem’i yalanlamak anlamına gelmeyip ona bu isnadı yapan kişinin sözünün kabul edilmemesi demektir. Böyle bir davranış, Hz. Peygamber’i Kur’an’a muhalif davranmış gibi göstermekten tenzih etmek için de gereklidir.[26]
Ebû Hanîfe’nin itikadî görüşlerini sistemleştiren Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, haber-i vâhidin Resûl-i Ekrem’den gelen gerçekleri mütevâtir gibi belgeleyemediğini söylemiş, bu tür haberlerin gerçeği tam yansıtamayacağının ilke olarak benimsenmesini istemiştir.[27] Son dönem kelâm âlimlerinden İzmirli İsmail Hakkı, haber-i vâhidden sahih kabul edilenlerin sadece zannî bilgi ifade ettiğinden Akaid konularını kanıtlamak için kesin bir delil teşkil edemeyeceğini söylemiştir.[28]
Eş‘ariyye’ye mensup âlimlerin haber-i vâhid konusundaki görüşleri, Mâtürîdiyye’ye oldukça yakındır. Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî, haber-i vâhidin amelî konularda kesin delil olarak kabul edilmesi gerektiğini söylediği halde, Akaid alanındaki değerine temas etmemiştir.[29] Bununla birlikte onun kelâmî görüşlerini ihtiva eden el-Lümaʿ adlı eserinde itikadî meseleleri âhâd haberlerle delillendirmediği görülmektedir. Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî, itikadî esasları tek başına haber-i vâhide dayandırmamıştır.
Eş‘arî’yi takip eden âlimlerden İbn Fûrek, isnad açısından sahih görülen âhâd haberlerin galip zan ifade ettiğinden Akaid alanında kesin delil teşkil edemeyeceğini belirtmiş,[30] Bâkıllânî de bu tür bir haberin ilim ifade etmediğini, ancak râvisi güvenilir olup daha güçlü bir delil ile çatışmadığı takdirde ameli gerektirebileceğini söylemiştir.[31] Abdulkāhir el-Bağdâdî, bunlara ilâve olarak haber-i vâhidin ihtiva ettiği bilgilerin akla aykırı olmaması gerektiğini ve Akaidle ilgili bu tür haberlerin akla uygun bir şekilde te’vil edilebileceğini ileri sürmüştür.[32]
Gazzâlî, beş veya altı râviden nakledilse bile bir topluluğun kesin bilgi ifade etmeyen haberlerini haber-i vâhid olarak kabul etmiş ve bunu fıkhî konularda yeterli delil saymıştır. Ona göre, Hz. Peygamber’in ashabtan bir kişiyi müslüman gruplara elçi olarak göndermesi haber-i vâhidin amelî konularda delil olduğunu kanıtlamakla birlikte, Allah’a ve Peygambere iman gibi dinin aslını teşkil eden konuların ispat edilmesi için yeterli değildir.[33]
Haber-i vâhidin Akaid alanında kesin delil teşkil edemeyeceği meselesi üzerinde en çok duran Eş‘ariyye âliminin Fahreddin er-Râzî olduğunu söylemek mümkündür. Ona göre Akaide ve özellikle ulûhiyyete ilişkin meselelerde haber-i vâhidin delil olamayacağını gösteren güçlü kanıtlar mevcuttur.
- Bütün âhâd haberler zannî bilgi ifade ettiğinden zan mertebesinde bir delil oluşturabilir. Kur’ân-ı Kerîm’de zanna uymak daima tenkit edilmiş, bunun hakikat açısından hiçbir değer taşımadığı bildirilmiş ve Allah hakkında zannî bilgiye dayanmak yasaklanmıştır.[34]
- Haber-i vâhidlerin isnad zincirinde yer alan en önemli râvi ashap neslindendir. Muhaddislerin naklettiğine göre ashabdan bazıları diğerlerini tenkit etmiş, Hz. Peygamber’in sözlerini yanlış anladıklarını veya öğrettiği bilgilere aykırı rivayetlerde bulunduklarını söylemişlerdir. Nitekim Abdullah b. Ömer, ölüye, onun ailesinin arkasından ağlaması yüzünden azap edildiğine dair bir hadis nakledince Hz. Âişe bunun Kur’an’a aykırı olduğunu, zira orada bir kişinin işlediği günahtan ötürü diğer bir kişinin sorumlu tutulmayacağının bildirildiğini[35] hatırlatmıştır. Ayrıca ashabın, Fâtıma bint Kays’ın naklettiği bir rivayet hakkında, “Doğru mu yoksa yalan mı söylediğini bilmediğimiz bir kadının haberiyle Rabbimizin kitabını ve Hz. Peygamber’in sünnetini terketmeyiz” dediği de bilinmektedir. Bundan dolayı ashabın naklettiği âhâd haberler ulûhiyyet konuları dışında zannın yeterli olduğu fıkhî alanda delil olarak kabul edilebilir.
- Sahâbîler, Rasûl-i Ekrem’den naklettikleri âhâd haberleri ondan duydukları lafızlarla değil, muhtevayı ifade eden farklı lafızlarla aktarmışlardır. Çünkü sahâbîler Hz. Peygamber’den duyduklarını yazmamışlar ve aradan uzun zaman geçtikten sonra rivayette bulunmuşlardır. Bu husus da haber-i vâhidleri oluşturan lafızların bizzat Resûl-i Ekrem’in sözleri olma ihtimalini zayıflatmaktadır.
- Muhaddisler âhâd haberleri değerlendirirken bunları nakleden râvilerin siyasî ve itikadî görüşlerini dikkate alıp sübjektif davranmışlar, meselâ Şiî ve Mu‘tezilî âlimlerce nakledilen rivayetleri muteber saymamışlardır. Bu tutum âhâd haberlerin objektifliğine gölge düşürmektedir.
- Bilindiği üzere mülhidler (ateistler) pek çok haber uydurup Peygamber’e isnat etmişler ve bu metinleri hadis derlemesi yapan kimselere nakledip kabul ettirmişlerdir. Her ne kadar Buhârî ve Müslim gibi muhaddisler dikkatli davranmaya çalışmışlarsa da onların hatadan korunmuş olması söz konusu değildir. Âhâd haberler hakkında hüküm verilirken bu hususun da dikkate alınması gerekmektedir.[36]
Eş‘ariyye’nin müteahhir âlimlerinden Adudüddin el-Îcî ile Seyyid Şerîf el-Cürcânî Râzî’nin görüşlerine katılmakla birlikte,[37] Teftâzânî, tıpkı ince iplerin birleşerek güçlü bir halat meydana getirmesi gibi aynı mânaları yaklaşık olarak nakleden âhâd haberlerin de kesin delil teşkil edebileceğini ileri sürmüştür.[38] Buna rağmen Taftazânî, Deccâle ilişkin rivayetlerde olduğu gibi Akaide dair âhâd haberlerin mâkul bir şekilde te’vil edilebileceğini de söylemiştir.[39]
Selefiyye’ye bağlı âlimlerin haber-i vâhide bakışları, diğer sünnî âlimlerin çoğunluğuna göre oldukça farklıdır. Aralarında bazı görüş ayrılıkları bulunmakla birlikte büyük çoğunluk, ümmet tarafından sahih kabul edilen âhâd haberlerin mânen mütevâtir hükmünde olup Akaid konularında da kesin delil teşkil edebileceği görüşündedir.
İbn Akīl ve İbnü’l-Cevzî gibi selefî âlimler ise haber-i vâhid konusunda sünnî kelâmcıların çoğunluğuna ait görüşü paylaşmışlardır.[40]
Yukarıdaki bilgilerden anlaşıldığına göre kelâm âlimlerinin büyük çoğunluğu, haber-i vâhidin sadece zannî bir delil teşkil edebileceği, zannî delilin ise Akaid konularında tek başına yeterli olamayacağı hususunda ittifak etmiş ve haber-i vâhide dayanarak verilen hükümleri benimsemeyenleri İslâm dışı kabul etmemiştir. Aslında ehl-i sünnet’le ehl-i bid’atın âhâd haberlere bakışı arasında önemli bir fark yoktur. Selefiyye’nin çoğunluğu haber-i vâhidin Akaidde de kesin delil olabileceğini ileri sürmüş, ancak onun hadis otoritelerince sahih görülmesini şart koşmuş, bu arada zındıklarca uydurulan kaynaklara geçmiş âhâd haberlerin bulunduğunu da kabul etmiştir. Selefî âlimlerin haber-i vâhidin kabulü konusunda ileri sürdükleri delillerin, iyi incelendiği takdirde iddialarına dayanak teşkil etmediği görülür. Meselâ İbn Hazm’ın Kur’ân-ı Kerîm’den gösterdiği delil,[41] haber niteliğinde aktarılan bir bilgiyi ifade etmeyip savaşa katılmayan bir grubun dinde uzmanlaşması ve savaştan dönenleri dinî eğitime tâbi tutması meselesini konu edinmiştir. Hz. Peygamber’in elçiler vasıtasıyla dine davette bulunması ve ashabın bazı dinî hükümleri birbirinden öğrenmesi, haber-i vâhidin Akaid alanında bağımsız delil olarak kullanılmasına delil teşkil etmez. [42]
KUR’AN’A, SÜNNETE VE HADİSLERE BAKIŞIMIZ
1- Kur’an, dinde tek belirleyici ve tek mutlak şâri olan Allah’ın tarihe ve topluma müdahale ederek, vahyin ölçüleriyle iman, akıl, şahsiyet, tasavvur ve hayatı yeniden inşa etmeyi hedeflediği, hak ile bâtılı ayıran bir furkan, karanlıklardan aydınlığa çıkaran bir hidayet rehberidir. Bu sebeple de dinin belirlenmesinde özne kılınması, merkeze alınması gereken temel kaynağımızdır. Kur’an’ın delaleti zannî kısmı (ile hadislerin âhad haber alanı) ise, zan taşıdığı için, hoş görülmesi gereken farklılıklarımızı kapsamaktadır. Dolayısıyla bu alanlardan çıkarılan sonuçların, yapılan yorumların mutlaklaştırılmaması, akîdeleştirilmemesi, dinleştirilmemesi gerekmektedir. Sabiteler, muhkem naslar alanındaki, akîde ortak paydasındaki birlik sağlandıktan sonra, yoruma açık, içtihat alanındaki farklılıklarımız zenginlik olarak kalacaktır.
2– Ancak Kur’an, bir hayata inmiş ve o hayatın içine okunmuş, hayatın içinden okunmuş ve o ilk hayatı, Resulullah’ın (s.a.s.) ve ilk Kur’an nesli olan ashabının hayatını inşa ederek tamamlanmış bir kitaptır. Bu sebeple de, o ilk hayattan koparılan, soyutlanan bir Kur’an anlayışı, bugün de hayatla bağı kurulamayacak teorik bir kitabın ortaya çıkmasına ve ilk şahitlikten kopularak, bugün hayata taşınması, sosyalleştirilmesi güç bir din anlayışının doğmasına yol açar. Hâlbuki, Resulün önderliğindeki ilk Kur'an neslinin hayatını, Resulün ve ilk neslin mücadele sünnetini dikkate alarak, vahyin ilk inşa ettiği hayatla iç içe geçmiş olarak Kur'an nüzul sırasıyla ve hakkıyla okunduğunda, yani Kur'an nüzul ortamı, kavramların nüzul ortamındaki karşılıkları, nüzul sebepleri bilinerek ve siyerle iç içe geçirilerek okunduğunda, bugün de hayatla bağı kurulacak pratik ilkeleri yakalamak ve ilk örneği bugünkü hayata taşımak mümkündür. Üstelik bu tür bir okuma, isabet kaydetmek için zorunludur. Böylesine nitelikli ve doğru bir okuma sonucunda, Kur'an talebesi müminler arasında dinin sabiteleri ve akîdesi alanında çok yüksek bir mutabakatın oluşması mümkün hale gelecektir.
3– Bu sebeple, hiçbir mü’min, vahyin ilk şahidi olan Resulullah’ın (s.a.s.) Kur’an’da emredilen güzel örnekliğini dışlayamaz, onun Kur’an’ın uygulaması anlamındaki ve yaşanarak bugüne kadar mütevatir olarak intikal eden sünnetini reddedemez. Reddeden olursa şüphesiz ki, Kur’an’da yer alan Resule itaat hükmüne aykırı bir inançla mü’min olma vasfını kaybeder. Bu sebeple kesin bir delil olmadıkça hiçbir mü’min sünnet inkârcılığıyla suçlanamaz. Çünkü hiçbir mü’min bunu yapmaz. O halde bütün mü’minler hizbullah olmak, Allah taraftarı olmak zorunda oldukları gibi, bütün mü’minler sünnet ehli olmak ve Kur’an’a tâbi iseler ve Allah’ı seviyorlarsa Resulullah’a itaat etmek mecburiyetindedirler. Bu bakımdan bir kısım mü’minler sünnet ehli, bir kısmı ise sünnet karşıtı olarak nitelendirilemezler.
4– Sünnet, vahiy değil, ancak vahyin denetimi altındaki Resulün uygulamasıdır. Yanlış yapıldığında Allah tarafından düzeltildiği için, Kur’an’la düzeltilmeyenler Allah’ın dolaylı onayını da almış sayılır. Sünnetin ilk kaynağı da Kur’an’dır. Sünnet; Resul’den bugüne milyonlarca insan tarafından yaşanarak ve mütevatiren intikal eden uygulamalardır. Resul, Kur’an’ı açıklama, tebliğ etme, yorumlama, içtihat ve uygulamalarıyla bize şahitliğini yapma, örneklik oluşturma, bize kitabı ve hikmeti öğreterek bizi eğitme, arındırma gibi oldukça önemli görev ve sorumluluklarla donatılmış ilk şahit, Kur’an ahlakıyla, en güzel ahlakla mücehhez bir Resuldür, Kur’an’la yolumuzu aydınlatan bir önderdir.
5– Hadis ise, bu uygulamalarla ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) sözleriyle ilgili olarak anlam itibariyle intikal eden sözlü nakillerdir ki, daha çok âhâd haberlerden oluşur. Bu alan, gerek rivayet zinciri bakımından, gerek metin tahlili açısından tahkike muhtaç olan zan alanıdır. Bu bağlamda Buhari, Müslim gibi hadis âlimlerinin yerine getirdikleri çok büyük sorumluluk, her türlü takdir ve duayı hak etmektedir. Allah (c.c.) kendilerinden razı olsun, rahmetiyle muamele eylesin, onlar, rivayet zinciri ve senetleri açısından sahih olup olmadıklarını araştırarak yüz binlerce uydurma rivayeti ayıklayarak atmışlar ve bugün bizim işimizi kolaylaştırmışlar, bizleri içinden çıkamayacağımız büyük bir kaosun içine düşmekten korumuşlardır. Eğer bu güzel çalışmayı ve hurafe olanları ayıklamayı yapmamış olsalardı bugün 500.000 ve üzeri rakamlarla ifade edilen bu rivayet birikimi içinde mahvolmuştuk. Ancak bu çalışmayı yapanlar da insandı ve bize aktardıkları 3.000 civarında rakamlarla ifade edilen ve rivayet zinciri bakımından "sahih" olarak nitelenenler içinde de gerek kendi insani zaafları sebebiyle ya da tarihsel süreçte talebelerinin ilaveleriyle de olsa hâlâ bu sahih denilenler içinde de uydurma rivayetler yer almaktadır. Bugün Sahihler üzerinde yapılan araştırma ve tahlil sonucunda uydurma olanlar sahihler yanında çok düşük bir oranda kalmaktadır. Bu sonuç bile, Buhari ve Müslim gibi hadis âlimlerinin başarısız olduklarını değil, tam tersine o günkü zor şartlarda yaptıkları çalışmalar sonucu "sahih" olarak tespit ettiklerinin içinde, yüzyıllara yayılan aktarım süreçlerinde meydana gelebilecek muhtemel değişme ve ilavelere rağmen çok az uydurma rivayete rastlanması çok büyük bir başarı sağladıklarına delâlet etmektedir.
Bugünkü şartlarda, Sahihlerde yer alan bütün rivayetlerin senet ve zincir bakımından "sahih" olduklarını kabul etsek bile, metin tahkiki ve tahlili yönünden bir inceleme yapmak da bizim sorumluluğumuzdur. Bu rivayetlerin, ahlakı Kur’an ahlakı olan Rasulullah’a (s.a.s.) ait olup olmadığının anlaşılabilmesi için Kur’an’a arzı şarttır. İmam Ebu Hanife’nin usulü bu konuda anlamlı ve yeterlidir. Bu bağlamda yapılan araştırma sonucunda, Kur’an’a, Resulün sünnetinin bütünlüğüne, Risalet misyonuna, ahlakına, akla ve mantığa, kevni ayetlere vb. uygunluk olduğu tespit edilirse, yine kesin olmamakla beraber Resule ait olduğu galip zannına, kanaatine ulaşılırsa, onunla amel edilir. Ancak gaybla ilgili rivayetler Kur’an’da yer almadıkça doğru olduğu iddia edilemez. Zan alanı olan bu alandaki haberler üzerine akıde bina edilemez. Resulden geldiği iddia edilen rivayetlerin tahkike tabi tutulması, bu bağlamda hadis usulü gereğince Kur’an’a arz edilmesi suretiyle metin tahkiki ve tahlili yapılması, şüphesiz ki, Resulü (s.a.s.) denetleme amaçlı olmayıp, Resul adına gelen haberlerin doğruluğunu ve Resule ait olup olmadığını tespit amaçlıdır. Ve bu çaba, ilmi birikimi olan her mü’min üzerinde büyük sorumluluktur.
6– Din kuralları koyan vahiy Kur’an’da toplanmıştır. Ancak, Kur’an dışında, Allah ve Resulü arasında tabii ki (din vazetme anlamında olmayan) bir ilişki söz konusu olabilir. Resulullah (s.a.s.) ile Allah arasındaki Kur’an vahyi dışındaki bu muhtemel ilişkinin bizi bağlayıcılığı ise, ancak bilahare Kur’an’a yansıyarak olur. Yahut da Resulün bir içtihadı ya da uygulaması haline dönüşerek bize ulaşırsa bizi bağlayıcı hale gelir. Bunda dahi, arkasında zanna dayalı böyle bir iddia (yani Allah'ın Kur'an dışı ilhamla yönlendirmesi) olduğu için değil, sadece Resulün din konusundaki bir içtihat ve uygulaması olduğu için ve Kur’an gereğince bağlayıcılığı vardır. Rasulullah’ın bütün yapıp ettiklerinin vahiy olduğunu (vahy-i gayri metluv) iddia etmek, hem Kur’an’a aykırı, hem Allah’ın din konusundaki ve gayb haberleriyle ilgili vahyi Kur’an’da toplanmışken, bunların bir kısmının Resulullah tarafından Kur’an’a koydurulmayıp gizlendiği, ya da sadece birkaç kişiye söylendiği gibi bir iftira olur ki, bu risalet görevinin tam anlamıyla yerine getirilmediğini iddia etmek anlamına gelir. Diğer taraftan, Resulün kimi uygulamalarını bilahare eleştirip düzelten Kur’an ayetleri dikkate alındığında, Allah’ın önce Peygamberi yönlendirip böyle yaptırdığı, daha sonra da uyarıp neden böyle yaptın diye eleştirdiği iddia edilmiş olur ki bu büyük çelişki olur. Ayrıca böyle bir iddia Resulü, bütün inisiyatif ve iradesini yok ederek, tamamen Allah tarafından yönlendirilen bir robot konumuna indirger ki, böyle bir Resulün bizim için güzel örneklik oluşturması tartışılır hale gelir.
Diğer taraftan, bir rivayette yer alan ve Rasul’e (s.a.s.) ait olduğu ifade edilen söz ya da amelin arkasında velev ki Allah'ın ona yönelik ilhamı bulunsun, Allah (c.c.) tarafından korunmuş Kur'an'da yer almadıkça bu ilahi ilişki ve yönlendirmeden emin olamayız. Ancak aktarılan söz ya da amel Kur'an'a uygunsa Resule ait olduğu galip zannıyla onunla amel edersek inşallah Resule itaatin ecrini alırız. Bir de şu husus önemlidir; "gayr-i metluv"culara sormalıyız, arkasında "gayri metluv vahiy" ya da "ilham" olmadıkça Resulün Kur'an hükümlerinden hareketle yaptığı içtihadına, dini tavsiyelerine, emirlerine itaat etmeyecek misiniz? Hâlbuki, emin olmadığımız zanlarla arkasında "vahy-i gayri metluv" ya da "ilham" olduğunu iddia ederek değil, sadece Resul yaptığı ve söylediği için onun din konusunda yaptıklarını yapmalı, emirlerine itaat etmeli değil miyiz? O halde, gaybı taşlayarak Resulün yapıp ettiklerinin arkasında zanna dayalı ilahi yönlendirmeler aramak yerine, "Allah'a ve Resulüne itaat edin" ilahi emri gereğince, arkasında Kur'an dışı ilave bir vahiy aramadan, sadece Resulullah (s.a.s.) yaptığı ve söylediği için ona itaat etmenin Kur'an'a itaat gibi farz olduğunun bilinciyle hareket etmeliyiz.
7- Kur’an dışı akaid ve ölçüleri bırakıp ilme’l yakin olana ittiba ettiğimizde, Kur’an’ın muhkem ayetlerini esas aldığımızda ulaşacağımız yoruma açık olmayan kimliksel birlik, tevhid ortak paydasında, sabiteler planında bütünleşme kendiliğinden yaşanacaktır. Vahdet gerçek anlamıyla mümkün hale gelecektir. Kur’an’ın delaleti kati alanıyla, yaşanarak intikal eden mütevatir sünnet mutabakat alanımızı oluşturmak durumundadır ve bu alanda farklılığa müsamaha edilmemesi gerekmektedir. Bizi kardeş yapan akîdemiz de bu alanda teşekkül etmektedir.
O halde tüm mü’minler, "ortak mütevatir " diyebileceğimiz bir hat çizmeli ve bu hattın üzerinde yer alan ve her müminin mütevatir kabul ettiği Kur'an ve milyonlarca Müslüman tarafından yaşanarak aktarılan mütevatir sünnetin belirlediği dinin sabitelerinde ve akîdesinde mutabakat temin ederek tevhid merkezli bir vahdeti hedeflemeli, bu ortak mütevatir hattının altında kalıp zan içeren ve ağırlıkla ahad haberleri kapsayan alandaki farklılıklarımızı da hoş görüp zenginlik olarak telakki etmeliyiz. Ümmet olmak da, vahdeti temin etmek de ancak böyle mümkündür.
İnsanımızda değişik sebeplerden dolayı tevhidle ilgili birçok problemin varlığını kabul etmek zorundayız. Önce bunları tespit ve teşhis etmek ve sonra çözümlerini sunmak dâvâ adamı muvahhidler olarak hepimizin görevidir.
Bir, bir tek manalarına gelen ehad ya da vahidin çoğuludur. Umumiyetle mütevâtir derecesine yükselemeyen haberlere denir. Buna göre, bir nesilde bir tek râvî tarafından rivayet edilen habere haber-i vâhid adı verilir. Birkaç nesilde birer râvî tarafından rivayet edilmiş olan haberlere ise haber-i âhâd veya kısaca âhâd denilmiştir.
İmam Şafii, âhade haber-i hâssa demiş ve onu Hz. Peygamber’e (s.a.s) kadar tek râvînin tek râvîden rivayet ettiği haber olarak tarif etmiştir.[43] Daha sonraki devirlerde ise âhâd tabiri daha ziyâde, sayılan her tabakada mütevâtir haberin şartı olan kalabalık sayısına ulaşmamış râvîler tarafından rivayet edilen haberler için kullanılan bir terim halini almıştır. Buna göre âhad, yalnız bir râvînin bir başka râvîden rivayet ettiği haberler hakkında değil, iki râvînin iki râvîden, üç kişinin, hatta sayıları üçün üstündeki râvîlerin üç veya daha fazla sayıdaki râvîlerden rivayet ettikleri haberler hakkında da kullanılmıştır. Şu Şartla ki, üç sayısının üzerindeki râvîlerin her tabakada mütevâtirin şartı olan kalabalıktan daha az olmaması gerekir. Bazı tabakalarda az olmasa bile, diğer bazı tabakalarda mütevâtirin şartı olan kalabalık sayısına erişmemiş olması dolayısıyla haber yine âhad sayılır. Nitekim bazı hadis usulü kaynaklarında haberler, râvîlerinin sayısına göre önce iki kısma ayrılmıştır. Birinci kısmına mütevâtir, ötekine ise âhad denilmiştir. Âhad haberler daha sonra garîb, azîz ve meşhur olmak üzere üç kısımda mütalaa edilmiştir. Bunlardan garib, bir kişinin, azîz, en çok iki; meşhur ise üç ve üçün üstünde fakat mütevâtirin şartı olan kalabalığın altındaki sayıdaki râvîlerin rivayet ettikleri haberlere denilmiştir.[44]
İbn Haceri'l-Askalânî âhadi, bir râvînin tek başına rivayet ettiği ve mütevâtirin şartlarını taşımayan haberler olarak tarif etmiş; makbul ve merdûd olarak iki kısma ayırmıştır. Bunlardan makbul âhad, amel edilebilecek ölçüde olanlardır. Merdud âhad ise mat'ûn (bir kusur ile suçlanmış) veya adaleti tesbit edilememiş râvînin tek başına rivayet ettiği haberdir.
Âhad haber, rivayet tarikları mütevâtir derecesinde olmamak şartıyla çoğalırsa meşhur olur. Bu takdirde âhad, meşhur olanlar ve olmayanlar olmak üzere iki kısma ayrılır. Meşhur âhad, isnadı ister bir, ister birden fazla olsun, dillerde dolaşan haberlerdir. Yukarıda özlü bir şekilde bahis konusu edilen azîz ve garîb haberler meşhur olmayan âhad grubuna girerler.
İslam âlimlerinin çoğuna göre âhad haberler zaruri ilim değil, zannî ilim ifade ederler. Hanefîler, Şafii'ler, mâlikîlerin bir kısmı bu görüştedirler. Ahmed b. Hanbel, İmam Mâlik ve muhaddislerin büyük çoğunluğu, âhad haberlerin zarurî ilim ifade edebilmesi için sıhhatinin sabit olması şartını ileri sürmüşlerdir. Hâriciler ve Mutezileye göre ise âhad, ister sıhhati sabit olsun, ister olmasın, zarurî ilim ifade etmez.
Âhad haberlerin zaruri ifade edip etmemesi ihtilafına bağlı olarak bu çeşit haberlerin dinî konularda delil olması, bir başka deyişle âhad haberlerle amel edilip edilmeyeceği konusunda da görüş ayrılığı vardır. İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre her çeşit âhad haberle amel edilebilir. İmam Şafii, âhadın hüccet olduğu görüşünde olanlardandır. Ancak ona göre mütevâtır olmayan haberlerin dinî konularda hüccet olabilmesi için bazı şartları gereklidir. Bu şartlar râvî ile ilgilidir. Belli başlıları şunlardır: Râvînin dinî meselelerde güvenilir olması; doğru sözlü olarak tanınması; rivayet ettiği hadisleri iyi bilmesi; lafız yönünden manasını değiştirecek hususları bilmesi; işittiği şekilde rivayet etmesi; ezberinden rivayet ediyorsa haberi tam olarak ezberlemiş olması; yazılı olarak rivayet ediyorsa kitabını yanında bulundurması; tedlis yapanlardan olmaması. Bunların yanı sıra amel edilecek âhadin isnadının munkatı' olmaması da şarttır. Özetle tekrarlayacak olursak İslâm âlimleri çoğunlukla, râvîleri adalet sahibi, isnadında inkıta' olmayan âhad haberle amel edilebileceği görüşündedirler. Bununla birlikte âhadle amel edilebileceği görüşünde olanlar ayrıca onların dinde hüccet sayılan haberlerin taşıdıkları özellikleri taşımalarını; bir de konu veya delâlet itibariyle itikadı meselerle ilgili olmamalarını şart koşmuşlardır.
Bir kısım Zâhirî âlimleri, Kaderiye mensupları, Râfizîler ve Ehl-i Sünnet kelâmcılarından bazılarına göre âhad haberler dinî meselelerde hüccet olamazlar. Aynı görüşte olan Mûtezile, âhad haberlerin hiçbir çeşidinin hüccet olamayacağını ileri sürer. Mûtezile, âhad haberlerin hiçbir çeşidiyle amel edilemeyeceğini ileri sürerken, “Bilmediğin şeyin peşine düşme”[45]; “Zan, gerçekten hiçbir şey ifade etmez”[46] mealindeki ayetlere dayanmıştır. Ayrıca onlara göre kimi sahâbîler tek kişinin haberini kabul etmemişler, teyidi için şahit istemişlerdir.
Kur’an Dışı Vahy Yoktur, Hadislere Vahy Denilemez
Adına ister vahiy densin, ister ilham denilsin, isterse başka bir şey denilsin; Allah'ın birtakım konularda Rasûlüne Kur'an’da yer almayan konularda yardım etmesi, özel bir iletişim içinde olması göz ardı edilemez bir gerçekliktir. Peygamberin Kur'an dışında Allah ile teması olduğuna inanmak başka şeydir, sünnetin ve hadislerin tamamının vahiy ürünü olduğunu söylemek başka şeydir. Allahu a’lem söz konusu olan iletişimin muayyen konularla sınırlı olduğunu ve ümmeti bağlayıcı hususlar olmadığını kabul etmek daha doğru gözükmektedir.
Öteden beri İslam ulemâsı sünnetin vahiy ile ilişkisini konuşmuşlardır. Peygamber (s.a.s.) efendimiz, kendisine inen Kur'an ayetlerini tebliğ, tefsir, tebyin ve tatbik ettiği gibi; birtakım hüküm ve esaslar sunmuş ve bazı icraatlarda bulunmuştur. Hz. Peygamberin bu tür emir, yasak, hüküm kabilinden uygulamalarının acaba kaynağı nedir? Acaba Hz. Peygamber bu tür talimat ve uygulamalarını Kur'an dışında Cenabı Hak'tan aldığı vahiy ve ilham ile mi gerçekleştirmiştir? Yoksa bunlar tamamen kendi rey ve içtihatlarından mı kaynaklanmıştır? Sünnetin bağlayıcılığı ve kıyamete kadar geçerliliği konusunu nasıl değerlendirmek gerekir? Bu ve benzeri sorular Müslümanların önünde duran ve sıhhatle cevaplandırılması gereken sorulardır. İslâm âlimleri, bu konularda ittifak edememişler ve birbirine zıt düşüncelerde kutuplaşmışlardır. Bu konuda geleneksel anlayış şu şekildedir:
1- Birçok âlim sünnet tamamen vahiy mahsulüdür. Ancak bu vahiy bazı yönlerden Kur'an'dan farklıdır; zira Kur'an ayetleri levh-i mahfuzda yazılıdır, mu’cizdir ve ibadetlerde okunma özelliği vardır; fakat sünnet böyle değildir, ama bağlayıcılık açısından sünnet ile Kur'an arasında bir fark yoktur. Bu görüşü formüle etmek için vahiy konusunda bir de şöyle bir ayrım yapılmıştır:
a) Metluv vahiy (okunan vahiy)
b) Gayri metluv vahiy (okunmayan vahiy)
Bu düşünceyi savunanlar Kur'an ve hadislerden deliller getirmişlerdir.
“Andolsun Allah, rasulünün gördüğü rüyanın hak olduğunu doğruladı. Eğer Allah dilerse, mutlaka siz Mescid-i Haram'a güven içinde, saçlarınızı traş etmiş, kısaltmış olarak korkusuzca gireceksiniz. Fakat Allah sizin bilmediğinizi bildi, böylece bundan önce size yakın bir fetih kıldı.”[47]
Ayet, Resulün ashabı ile birlikte Mekke'ye gidip umre yapacağı şeklinde bir rüya gördüğünü teyit etmektedir. Bu husus Resul'e Kur'an yanında diğer direktif ve talimlerin de ulaştığı gerçeğinin bir delili olarak karşımıza çıkmaktadır.
“Hani Nebi eşlerinden bazılarına gizli bir söz söylemişti de derken eşi bunu haber verip Allah da bunu ona açıklayınca o da o sözün bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. O, bunu eşine haber verince: ‘Bunu sana kim haber verdi?’ dedi. O: ‘Alîm ve Habir olan bana haber verdi.’ dedi.”[48]
Allah'ın, Resul'e söylediği gizli sözün zevcesine diğerlerine açıkladığını Resul'üne haber verdiği bir Kur'an ayeti yoktur.
“O zaman ki Allah size iki topluluktan birinin muhakkak sizin olacağını vaadetmişti de siz güçsüz olanın sizin olmasını istiyordunuz. Allah ise kelimeleriyle hakkı gerçekleştirmek ve kâfirlerin arkasını kesmek istiyordu.”[49] Bedir savaşından sonra savaş ganimetlerinin dağıtılma anı geldiğinde savaşı yorumlayan enfal süresinin yukarıdaki ayeti nazil oldu. Vaad edilen şeyin ne olduğu resul'e Kur'an da bulunmayan doğrudan vahiy ile bildirilmiş olabilir.
Ayrıca 33/Ahzâb 37; 14/İbrahim, 4; 16/Nahl, 44; 7/A’râf, 105; 33/Ahzâb, 21 vb. âyetleri de konuya örnek olarak gösterilmektedir. Tüm bu örnekler gramer yönünden incelendiğinde iddia edilen şeyi çağrıştırmadığı da iddia edilebilir. Ancak tüm bu yorumların da yanlış olduğu söylenemez. Bu görüşe ait delillerin bir kısmı kuvvetli delillerdir. Tabiî ki sünnetin tamamının bu şekilde oluştuğu iddia edilemez. Zira bu, Rasul'ü insan olmaktan çıkarmak anlamına gelir. Bu takdirde onun beşer olma özelliğini vurgulayan ayetleri görmezden gelmek gerekir ki bu da doğru değildir. Resul beşer olması hasebi ile bazı konularda yanlışlar yapmış ve vahiy ile doğrultulmuş, şiddetli bir şekilde uyarılmıştır.
Kur’an Dışındaki Rivayetlere (Hadislere ve Sünnete) Niçin Vahiy Denilmemeli?
“Rasul bir söz söylerken veya davranışta bulunurken aynen Kur’an vahyi şeklinde vahiy alarak bu sözü söylemiş, bu fiili işlemiştir. Kur’an’la hadis, vahiy olma yönüyle ikisi de aynıdır. Bütün hadisler vahiy ürünüdür.” şeklindeki genel kabul, doğru değildir. Sebeplerini maddeler halinde izah edeyim:
1- Rasul, Yaratıcı’nın sözleriyle konuşan bir yarı-tanrı değildi; aynen bizim gibi bir beşerdi. Rasul’ün her hareketinin bir vahiy sonucu olduğunu iddia edenlerin onu melekler gibi iradesiz bir varlık olarak tasavvur etmeleri, melek konumuna çıkardıkları, onu, tercih yapamayan, her hareketi Yaratıcı tarafından programlanan bir makineye, bir robota dönüştürdükleri değerlendirilmeli; dolayısıyla, Kur’an’ın ve selim aklın gereği vahyi sadece Allah’ın kitabına hasretmelidirler.
2- Tevhid, Allah’ı zâtında, isimlerinde, sıfatlarında ve fiillerinde başka bir varlığa benzetmemek, bu konularda O’na hiçbir şeyi şirk (ortak, yardımcı, benzer, nidd) koşmamaktır. Tevhid, Allah’la kulları birbirine karıştırmamaktır, birbirine benzetmemektir. Bu kul, Peygamber de olsa böyledir. Allah'ın sözü ile Peygamber de olsa bir kul'un sözü karıştırılmamalıdır. Kur'ân furkandır.
3- Vahy kavramının ağırlığı, ilâhîliği, kutsallığı kaybolmuş, insanların ağzından çıkan başka bir söz de Allah'ın sözüne benzetilebilmiştir. Peygamber de olsa, bir insanın sözü aynen Allah'ın sözü gibi vahiy olamaz. Peygamber de olsa bir kul ile Allah, nasıl birbirine benzetilemezse, Allah'ın sözü ile bir insanın sözü de benzetilmemeli. Bu, tevhid inancının zaruri gereğidir. Tevhid Allah'a benzer hiçbir şeyin olmadığına inanmaktır her şeyden önce. Vahiy Peygamberimizin de uyması gereken hususlardır. Bunlar Kur'an ayetleridir. Kur’an sık sık Peygamberimiz’e: “Sana vahy olunana tâbi ol” (10/Yunus, 109; 33/Ahzâb, 2; 6/En’âm, 106 vb.) der.
4- Kur'an, Sünnet ve hadisler, Peygamberimizin hadislerinin ve sünnetinin kaynağının vahiy mi, yoksa başka bir şey mi olduğunu belirtmiyor. Peki, Peygamberimizin ve ashâbın tavırlarından onların sünnet ve hadisi vahy kabul ettikleri mi, yoksa tam tersi mi anlaşılır?
5- Ashabın da Peygamberimizin davranış ve sözlerinin kaynağı konusunda bazen tereddütler yaşadığı anlaşılıyor. Bunu, "bu senin re'yin (ictihadın) mı, yoksa vahiy mi?" diye sormalarından anlıyoruz. Mümkün onlar "bu vahiy mi?" diye sorarken, vahyin çeşitli anlamlarından birini (ilhamı) kast ediyorlardı. Ondan da emin değiliz. Ama şurası hakikattir ki ashâb, Peygamberimizin her sözünü ve her davranışını vahiy olarak algılamıyorlardı; burası kesin. Onların bu sorusuna Peygamberimiz de: O ne biçim soru, benim her sözüm ve davranışım vahiydir” diye cevap vermemişti. Tam tersine, meselâ Bedir’deki savaş için konuşlandığı yer hakkında kendi görüşü olduğunu söylemişti.
6- Kur’an’ın emri gereği Rasulullah (s.a.s.) önemli işlerde ashâbıyla istişare ederdi. Ve bazen istişare ettiği kimselerin çoğunluğunun görüşü, kendi görüşünün zıddı olurdu. Peygamberimizin İstişaredeki çoğunluğun görüşünü uygulaması, kendi görüşünün vahiy olmadığı anlamına geliyordu. Hakkında vahiy olan bir konu istişare edilmez, edilse bile vahye ters uygulama olmaz. Meselâ, Rasulullah Uhud savaşını müdafaa harbi olarak mı, hücum harbi olarak mı yapmalarının daha iyi olacağı konusunda ashâbıyla istişarelerde bulundu. Ve kendi isteğine zıt olduğu halde, ashabın gençlerinin görüşleri doğrultusunda karar aldı. Eğer kendi isteği vahiy ise, ashâbına vahyin zıddını tercih etme hakkı verir miydi, verebilir miydi? Vahyin zıddına hareket hakkı var mıdır mü’minlerin?
7- Ashâb, az sayıda da olsa, bazen Peygamberimize itaat etmede istekli olmamışlar, belirli bir süre içinde de olsa itiraz edip itaat etmedikleri olmuştur. Hudeybiye’de tıraş olmaları ve ihramlarını çıkarmaları emrinde olduğu gibi. Hz. Ebubekir ve Ömer gibi seçkin ashabın da böyle yaptığı değerlendirilince, Allah’ın razı olduğu bu öncü şahsiyetlerin vahye itaatsizlik yaptıkları değil, onların Peygamberimizin içtihadına karşı çıktıkları yorumu daha isabetlidir. Demek ki ashab, Peygamberimizin her sözünü ve uygulamasını vahiy olarak görmüyordu.
8- İlk dönem vahiy algısına İbn Abbas'ın anlayışı örnek verilebilir. Kendisine “Tercümanu’l Kur’an” denilen ashâbın en âlimlerinden biri olan Abdullah ibn Abbâs (ö. 68/687) bu konuda bakın ne diyor: Kûfe’ye yerleşmiş Taifli sika hadisçi Abdulaziz ibn Rufey’ (ö. 130/747) ondan şu hükmü işitmiştir: “Lâ vahye illâ’l-Kur’an / Kur’an’dan başka vahiy yoktur.”[50]
9- Hz. Ali: “Bende Kur’an’dan başka bir vahiy yok” diyerek vahyin Kur’an’dan ibaret olduğunu dolaylı olarak belirtmiştir.[51]
10- Hadis yazmak isteyen bazı sahabîler, arkadaşları tarafından durdurulmuş ve onlara Hazreti Peygamberin hadis yazmaya izin vermediği hatırlatılmıştır. Zeyd İbn Sâbit'in, bu yasağı hatırlatarak Muâviye'yi hadis yazmaktan menetmesi, aynı konuda rivayet edilmiş çeşitli haberlerden bir örnek teşkil eder.[52] Bu son olay, Nübüvvetin ilk yılları değil, Muâviye’nin Mekke’nin fethinde Müslüman olduğu kesin olduğu için çok sonralarıdır, Zeyd bin Sâbit gibi önde gelen bir sahâbi, demek ki, hadis yazımını devamlı bir yasak olarak kabul ediyordu. Peygamberimiz hadis yazımı konusunda şunları söylemiştir: “Benden Kur’an dışında hiçbir şey yazmayın. Kim benden Kur’an dışında bir şey yazmışsa imha etsin.”[53] “Biz hadis yazarken Hz. Peygamber yanımıza geldi ve “yazdığınız şey nedir?” dedi. “Senden işittiğimiz hadisler (sözler)” dedik. Hz. Peygamber şöyle dedi: “Allah’ın kitabından başka kitap mı istiyorsunuz? Sizden evvelki milletler Allah’ın kitabı yanında başka kitaplar yazdıkları için yoldan çıktılar.” [54] “Allah elçisinden sözlerini yazmak için izin istedik, bize izin vermedi.”[55] “Sahabe Allah’ın elçisinden sözlerini yazmak için izin istediler. Ancak onlara izin verilmedi.”[56]
11- Peygamberimiz, eğer hadisler vahiy ise onları yazdırarak koruma altına almamıştır. Ondan daha önemlisi Müslim’in rivayet ettiği hadiste “Kim Kur’an dışında bir şey yazdıysa yazılanların tümünü imha etsin” demiştir. Peygamber, hiç vahyi imha ettirir mi? Peygamber vahyi korumazsa, hele bir de imha ettirirse, böyle peygamber olur mu? Böyle peygamber olursa, imha ettirdiği vahiy olur mu
12- Peygamberimizin her konuştuğu vahiy ise, bu, resul'ü insan olmaktan çıkarmak anlamına gelir. O, kendisine vahiy monte edilip programlanmış bir robot kabul edilmiş olur. Bu takdirde onun aynen bizim gibi beşer olduğunu vurgulayan ayetleri yok saymak gerekir.
13- Rasul beşer olması hasebi ile bazı konularda yanlışlar yapmış ve vahiy ile doğrultulmuş, şiddetli bir şekilde uyarılmıştır. Rasûlullah’ın vahiyle bazı davranışları ve sözleri düzeltildiğine göre, onun sözleri ve davranışları vahiy ise; vahiy yanılmış, vahiy vahyi düzeltmiş olur. Peki, o düzelten vahye nasıl güvenilecek? Düzeltilen vahy yanıldığına göre, düzelten vahyin yanılmadığı nasıl kabul edilecek? Hiç vahiy yanılır mı, ya da yanılan şey vahy olur mu? Bir şey hem Allah’tan gelecek, yani Allah’ın vahyi olacak, hem de yanılacak; bu Allah’ın vahyini, o vahyi gönderen Allah’ı âciz gösteren büyük bir iftira olmaz mı? Resulün kimi uygulamalarını bilahare eleştirip düzelten Kur’an ayetleri dikkate alındığında, Allah’ın önce Peygamberi yönlendirip böyle yaptırdığı, daha sonra da uyarıp neden böyle yaptın diye eleştirdiği iddia edilmiş olur ki, bu büyük bir çelişki olur.
14- Necm sûresi 4. Âyetinde geçen “O vahyedilenden başkası değildir” ayeti, nice âlimlerin de ifade ettiği gibi, Kur’an ile ilgilidir. “O” zamiri Kur’an’a râcîdir. Yani Kur’an vahiyden ibarettir, anlamına gelir. Yoksa, “o ne konuşuyorsa vahiydir” diye anlaşılırsa, günlük hayatla ilgili konuşmaları, eşleriyle özel konuşmaları da mı vahiy kabul edilecek? Dinle ilgili konuşmaları denilecek olursa, peygamberimizin sözlerinden ve yaptıklarından hangileri din, hangileri özel ve dünyadır, bunu kim nasıl ayıracaktır? Kaldı ki, dinle ilgili bir söz söylerken her sözü vahiy olarak konuşmak zorunda olan, her soruya cevap vermek için vahyin gelmesini bekleyen ve bekleten bir kimsenin hayatı makineye, robota benzemez mi? Böyle bir makine, insana nasıl güzel örnek olur?
15- Beşerî olan, bize ulaşması açısından zan ve şüphe içeren sözler lâ raybe fîh olan vahiyle eşit tutulabilir mi? Vahiyde şek ve şüphe olur mu? Vahyin zayıfı, uydurması olur mu? Vahy olan ifade, acaba şu kelime ile mi söylendi, bu kelime ile mi diye tereddüt edilir mi?
16- Rasûlün konuştukları gayr-i metluv vahiy olduğu kabul edilince, özellikle tasavvufun önde gelenleri, kendi söz ve yazılarının da vahiy gereği olduğunu ileri sürebilmişler, vahy- i gayr-i metluv kapısının açılmasıyla kendi görüşlerini Allah’ın vahyi gibi halka sunmuşlardır. Celâleddin Rumî ile Said Nursi’yi bu konuda örnek verebiliriz. İskender Evrenesoğlu gibiler de işi daha belirgin hale getirmiş, kendisine vahiy olarak kitap indiğini çevresine inandırmış, kameralar karşısında vahiy alma(!) gösterilerinde bulunmuştur.
17- Korunmamış kimi haberlerin/iddiaların Allah sözüymüş gibi aktarılması dinin zan ve şüpheye dayandığı gibi bir imaj doğuracaktır. Beşerî olanın ilahileştirilmesine yol açacaktır. İkisi de vahy denilerek sünnetin Kur’an’ı neshedebileceği, sünnetin merkeze alınıp Kur’an’ın te’vil edilebileceği, uygulamada hadislerin merkeze alınıp temel kabul edileceği, Kur’an’ın da daha geriye atılabileceği anlayışını oluşturduğundan, dolayısıyla Kur’an’ın mehcur bırakıldığı bir duruma sebep olunmuştur.
18- Allah biraz sonra değiştireceği emri niye versin? Allah geleceği de bildiğine göre niye vahiy vahyi iptal etsin? Vahiy, vahyi iptal etmez. Vahiy, vahiyleri tasdik eder. Allah'ın son peygamber’e indirdiği vahyi, O'nun hükmü kıyamete kadar geçerli değil midir?
19- Ashab, Peygamberimizin söz ve davranışlarını vahiy olarak algılamıyorlardı. Eğer vahiy olarak algılasalardı, Kur’an ayetleri için gösterdikleri özen ve gayreti hadisler için de gösterirlerdi. Gecelerini gündüzlerine katarak onları da ezberlemeye çalışır, Rasulullah’ın (s.a.s.) ağzından çıkacakları kaçırmamak için dizinin dibinden ayrılmazlardı ve Kur’an için dediklerini bunlar için de söylerler; “işittik ve itaat ettik” derlerdi. Ve biz de “bu rivayetlere vahiy demeyelim” diye teklif etmezdik, edemezdik.
20- Eğer hadisler de vahiy ise, bilerek veya bilmeyerek, Rasul ve ashâbı, gelen vahiylere ilgisiz kalmakla, onların yazılmasını istemeyerek, onların yok olmasına göz yummuş olmazlar mıydı? Rasul, Allah’ın vahyi karşısında taraf tutmuş, ayrıcalık yapmış, bazısını gerekli, bazısını gereksiz görmüş olmaz mı? Rasul, gelen tüm vahiyleri titizlikle koruyup toplumuna ulaştırmışken, hadisler vahiy ise niye bunlara Kur’an’a karşı gösterdiği ilgiyi göstermemiştir?
21- Vahiy kâtipleri hadisleri niye yazmıyordu? Hadisler vahiy ise, bunlar da Vahiy kâtibi ise, onları da yazmaları gerekmez mi idi? Hadisler vahiy ise Rasulullah vahyin bir kısmını (Kur’an’ı) yazdırdığı halde, diğer vahiyleri niye yazdırmıyordu? Vahiy olan Kur’an’ı ezberlettirdiği gibi diğer vahyi (hadisleri) niye ezberlettirmiyordu? Tam tersine, hem Peygamberimiz zamanında ve hem de dört halife döneminde hadislerin yazılması yasaklandı.
22- Haydi, diyelim; Rasul ve ilk Müslümanlar vahye karşı böyle bir (hâşâ) zaaf gösterdiler, madem hadisler vahiy idi, o zaman Allah kendi vahyini niçin korumadı? Kur’an vahyini korumak için, onun yerine ulaşmasını engelleyenler için tehdit üstüne tehdit savuran Yüce Rabbimiz, eğer Rasulün sözleri (bir kısmı da olsa) vahiy ise, onların insanlara ulaşmamasına, kaybolmasına, niçin müdâhale etmemiştir? Allah’ın kendi vahyini korumaması veya vahiyleri arasında ayrım yapması mümkün olabilir mi?
23- Rasulün sözleri de vahiy olsaydı, Kur’an ayetleri için gösterilen gayretin, özen ve titizliğin aynısını onlar için de göstermezler miydi? Ne yazıya geçirdiler, ne ezberlediler, ne öğretmek için özel öğretmenler ve özel ortamlar oluşturdular, ne de ileriye yönelik Müslümanlara bir tavsiyede bulundular. Kur’an ayetleri karşısında “işittik ve itaat ettik” dedikleri halde, Rasulün sözleri karşısında aynı şeyleri yaparlardı. Kendi fikirlerini söylediler, istişarelerde bulundular, bazen de itiraz ettiler.
24- Rasulün söz ve uygulamaları vahiy olsaydı, Allah’ın bunların bazılarını desteklemesi, bazılarına da karşı çıkıp düzeltmesi sözkonusu olmazdı. Her ikisi de vahiy olduğuna göre bu, Allah’ın kendisini tasdik etmesi veya tekzip edip düzeltmesi anlamına gelirdi ki, bu durum Allah inancını temelden sakatlayan bir anlayış ortaya çıkarırdı. Bu da Kur’an’ın temel iddialarıyla çelişirdi. O yüzden Kur’an dışı vahiy yoktur, olamaz.
25- Vahiyler, bütün insanlara tebliğ edilmesi gereken hakikatlerdir “Yâ eyyuharrasûlu belliğ mâ ünzile ileyke min rabbik. Ve in lem tef’al femâ bellağte risâleteh” / Ey rasûl, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer tebliği görevini yapmazsan, risâlet görevini yapmamış olursun.”[57] Belli bir kişi veya zümreye tahsis edilen, bütün ümmete ulaştırılması istenmeyen hususlar vahiy olamaz.
26- Vahiy, Allah’a ait kelâm, yani İlâhî sözlerdir. Peygamberin zihninde ortaya çıkan kendi beşerî kelamı değildir.
27- Hz. Peygamber’e ait sözleri vahiy kabul etmek; “İn hâzâ illâ kavlu’l-beşer / Bu, insan sözünden başka bir şey değildir.”[58] diyen ve Kur’an’da reddedilen müşriklerin iddialarıyla benzer bir sonuca götürürdü.
28- Nice çalkantı ve zulümlere sebep olan ve tarihin derinliklerinde kalmış bulunan meşhur konuyu hepimiz biliriz: “Kur’an, Allah kelâmıdır, Allah’ın kelâmı ise O’nun sıfatıdır ve dolayısıyla mahlûk değildir.” Hadisler de vahiydir diyenler, aynı iddiayı hadisler için de yapabilirler mi? Peygamberimizin sözleri de mi mahlûk değildir?
29- Tevhid; Allah’ı; zâtında ve sıfatlarında tek kabul etmek, O’na zâtında ve sıfatlarında ortak, eş, benzer kabul etmemektir. Hadisler de ayetler gibidir demek tevhidle bağdaşır mı? Biri Rab, biri kul olarak Allah ve Rasul nasıl birbirinden çok farklı ise, Allah’ın kelâmı ile Rasul’ün sözü de, yani âyet ve hadis de birbirinden çok farklıdır, benzer kabul edilemez. İkisi de vahiy ise, ikisine de aynı muâmele yapılması gerekir. Hâlbuki hadisleri namazda kıraat olarak okuyamayız. İbadet niyetiyle ve makamla okuyamayız.
30- bir rivayette yer alan ve Rasul’e ait olduğu ifade edilen söz ya da amelin arkasında velev ki Allah'ın ona yönelik ilhamı bulunsun, Allah (c.c.) tarafından korunmuş Kur'an'da yer almadıkça bu ilahi ilişki ve yönlendirmeden emin olamayız. Ancak aktarılan söz ya da amel Kur'an'a uygunsa Rasule ait olduğu galip zannıyla onunla amel edersek inşallah Resule itaatin ecrini alırız. Bir de şu husus önemlidir; "gayr-i metluv"culara sormalıyız, arkasında "gayri metluv vahiy" ya da "ilham" olmadıkça Resulün Kur'an hükümlerinden hareketle yaptığı içtihadına, dini tavsiyelerine, emirlerine itaat etmeyecek misiniz? Hâlbuki, emin olmadığımız zanlarla arkasında "vahy-i gayri metluv" ya da "ilham" olduğunu iddia ederek değil, sadece Rasul yaptığı ve söylediği için onun din konusunda yaptıklarını yapmalı, emirlerine itaat etmeli değil miyiz? O halde, gaybı taşlayarak Rasul’ün yapıp ettiklerinin arkasında zanna dayalı ilahi yönlendirmeler aramak yerine, "Allah'a ve Resulüne itaat edin" ilahi emri gereğince, arkasında Kur'an dışı ilave bir vahiy aramadan, sadece Rasulullah yaptığı ve söylediği için ona itaat etmenin Kur'an'a itaat gibi farz olduğunun bilinciyle hareket etmeliyiz.
Din kuralları koyan vahiy, Kur’an’da toplanmıştır. Ancak, Kur’an dışında, Allah ve Resulü arasında tabii ki (din vazetme anlamında olmayan) bir ilişki söz konusu olabilir. Rasulullah ile Allah arasındaki Kur’an vahyi dışındaki bu muhtemel ilişkinin bizi bağlayıcılığı ise, ancak bilâhare Kur’an’a yansıyarak olur. Yahut da Rasulün bir içtihadı ya da uygulaması haline dönüşerek bize ulaşırsa bizi bağlayıcı hale gelir. Bunda dahi, arkasında zanna dayalı böyle bir iddia (yani Allah'ın Kur'an dışı ilhamla yönlendirmesi) olduğu için değil, sadece Resulün din konusundaki bir içtihat ve uygulaması olduğu için ve Kur’an gereğince bağlayıcılığı vardır. Rasulullah’ın bütün yapıp ettiklerinin vahiy olduğunu (vahy-i gayri metluv) iddia etmek, hem Kur’an’a aykırı, hem Allah’ın din konusundaki ve gayb haberleriyle ilgili vahyi Kur’an’da toplanmışken, bunların bir kısmının Rasulullah tarafından Kur’an’a koydurulmayıp gizlendiği, ya da sadece birkaç kişiye söylendiği gibi bir iftira olur ki, bu risâlet görevinin tam anlamıyla yerine getirilmediğini iddia etmek anlamına gelir.
Rasulullah’ın Hüküm Koyması
Sünnet, Allah Rasûlü'nün, ümmetine örnek olmak üzere ortaya koyduğu uygulama, dini doğru anlama ve yaşamada örnek alınacak davranışlar bütünüdür. Sünnet, Kur'an'ın yaşanmış en doğru tefsiri, İslâm'ın pratik ve örnek tatbikidir. Peygamberimiz tefsir olunmuş canlı bir Kur'an’dı, yaşayan bir İslâm’dı. Hz. Âişe (r.a.) anamızın meşhur sözünü hatırlayalım. Ona Hz. Peygamber'in ahlâkından sorulunca şöyle cevap vermişti: "O'nun ahlâkı Kur'an'dı."[59] Kur'an ve sünnet bir bütünlük arzetmektedir. Sünnet bir taraftan delil olma özelliğini Kur'an'ın onayından almakta, öbür taraftan da Kur'an'ın beyânı, onun açılımı, fiilî hayata geçirilişi olmaktadır.
İnsanlar arasından seçilmiş rasûllerin görevleri, diğer elçilerden farklıdır. Şu âyet onların işlevini en güzel bir şekilde açıklamaktadır: “Nitekim, kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi tezkiye eden (temizleyen), size Kitabı ve hikmeti öğreten ve size bilmediklerinizi öğreten rasûller gönderdik.”[60] Rasûller, açık deliller ile gelirler. Yanlarında İlâhî adâletin ölçüsü vardır. Kitab'ı ve onunla gelen gerçekleri mü’minlere öğretirler. Gücün, kuvvetin ve malın nasıl kullanılacağını bildirirler. Allah (c.c.), bu anlamda insanlardan kimin peygambere tâbî olup ona yardım edeceğini, kimin onun dâvetine uyup uymayacağını imtihan etmektedir.[61]
Mü’minler, peygamberlerin tümüne iman ederler. Peygamberlere itaat etmek Allah’a itaat etmektir.[62] Peygamberler bir şeye hüküm verdikleri zaman mü’minler "işittik ve itaat ettik" derler. Son Peygamber’e iman eden mü’minler, O’nun herhangi bir konuda verdiği hükme itirazda bulunmazlar ve O’nun verdiği hükme teslimiyetle rızâ gösterirler.[63]
Mü’minler, Allah’ı sevdikleri için son Peygamber’e uyarlar, onu tâkip ederler.[64] Peygamberler, insanlar için seçilmiş en güzel örneklerdir.[65] Mü’minler, Peygamber’in getirdiği her şeyi almak, yasakladığı her şeyden de kaçmak zorundadırlar.[66]
Kur’an’ın Peygamberimiz’e yüklediği görevlerden biri vahyi/mesajı okuma ve beyan/açıklamadır “Ve Biz sana da bu Kitabı indirdik ki, kendilerine indirdiğimiz mesajı onlar(ın anlaması, yaşaması) için beyan edesin ve onlar da böylece belki düşünürler.”[67] Peygamberimiz, beyan görevini ya eyleme dönüştürülerek açıklanması gereken mesajları eylemle açıklamak veya eylemi desteklemek amacıyla veya farklı konularda söylemle açıklayarak eksiksiz yerine getirmiştir.
Bazı insanlar, Kur’an’cılık/mealcilik yaparak Kur’an adına sünneti reddetmeye kalkmışlardır. Bu tavır, öncelikle Kur’an’ın reddettiği bir tavırdır. Son Rasûl de diğer şerefli elçiler gibi, yalnızca mektup getiren postacı benzeri, yani sadece mesajı (vahyi) getirip haber veren kimse değildir. O, vahyi getirip haber verir, onu tebliğ etmek için çaba sarf eder ve o vahyi bizzat uygular. Daha doğrusu vahyin hedefini bizzat yaşayarak gösterir. Mü’minler O’na bakarak müslümanlığı nasıl yaşayacaklarını ve Allah’ın kendilerinden ne istediğini öğrenirler.
Sünnet nedir? Bu konuda da ifrat ve tefrit olarak iki aşırı yaklaşım sözkonusudur. Peygamberimizin her davranışının sünnet olduğunu savunmak veya sünnet denilince birkaç davranış ve şekilsel özelliği anlamak, ya da daha ileri giderek sünneti dışlamak. Peygamberimiz, kendisinin her davranışının sünnet sayılmaması gerektiği ile ilgili açıklamalar yapma ihtiyacını duymuştur.[68] Peygamberimiz de bizim gibi bir insandı. Onun da beşer olarak, Arap toplumunun miladî 7. asırda yaşayan bir ferdi olarak yediği, giydiği ve yaşadığı bazı şeyler vardı ki, bunlar dinî bir amaçla yapılmamıştı. Meselâ Peygamberimiz sıcak iklimde yaşayan bir kimse olarak kavminin diğer insanları gibi hiç çorap giymemiştir. Çorap giymemek sünnet olarak kabul edilemez. Bir eş olarak hanımlarının bazı tavırlarına gücendiği için, bir kimsenin eşine gücenmesi sünnet olarak değerlendirilemez.
Rasûlullah’ın hüküm koyması ve o hükümlere uyulması gerektiğiyle ilgili âyetleri görelim:
"Allah ve Rasûlü bir konuda hüküm verdiği zaman artık mü’min bir erkeğin veya kadının o işi kendi isteklerine göre seçme yapmaya (farklı bir alternatif arama) hakkı yoktur. Zira kim Allah'a ve Rasûlüne karşı gelirse apaçık bir dalâlete/sapıklığa düşmüş olur."[69]
"Aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Rasûlüne dâvet edildikleri zaman mü’minlerin cevabı "işittik ve itaat ettik" sözünden başka bir şey olmaz. Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat eder, Allah'tan korkar ve O'nun azâbından korunursa, işte sonunda kazanacak olanlar onlardır. Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat eder, Allah’a saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, işte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir." [70]
"Hayır! Rabbine andolsun ki, onlar aralarındaki ihtilâflı konularda seni hakem yapıp, sonra da içlerinde hiçbir hoşnutsuzluk duymadan senin verdiğin hükme boyun eğip tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." [71]
Peygamberimizin Hükümleri, Kur’an’dan Bağımsız mıdır?
Peygamberimizin hükümleri, sünneti, Kur'an'dan bağımsız değildir. Ya Kur'an'daki hükümlerin izahı veya Kur'an'daki hükümlere kıyasla, Kur'an'dan yola çıkarak Rasulullah'ın ortaya koyduğu uygulamalardır. Yönetimle ilgili olarak; "Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenler"in hükmü Kur'an'da vurgulanır.[72] Diğer hükümler câhiliyye hükmü olarak damgalanır. Rasulullah da Kur'an kanunlarına tâbi olmuş, o kanunları uygulamıştır. Rasulullah'ın hükümleri/kanunları da Kur'an'dan direkt veya endirekt alınmadır. Peygamberimizin hükümleri/kanunları Kur'an kanunu (onun açılımı, onun günlük hayata yansıması) olduğundan, Kur'an başka kanunlara kapısını tümüyle kapatır: "O, hiç kimseyi hükmüne (kanunlarına) ortak yapmaz."[73]; "Hüküm (kanun koyma yetkisi), ancak Allah'ındır."[74]; Bu iki âyet, mutlak olarak hüküm hakkına sadece Allah’ın sahip olduğunu bildirir. “İnsanlar arasında Allah’ın sana gösterdiğine göre hükmedesin diye hakkı içeren kitabı sana indirdik; hainlerden taraf olma!”[75] Bu âyet, Kur’an’ın ve Rasulullah’ın temel fonksiyonlarını belirtir. Bu âyet, Rasûlullah’ın nasıl hükmettiğini açıklıyor. Rasul, Allah’ın Kitapta gösterdiği şekilde hükmetsin diye Allah, Kitabını göndermiştir.
Bu ayet, mutlak hüküm koyma hakkının son tahlilde yalnızca Allah’a ait bir hak olduğunu gösteriyor. Peygamberimiz “sünnet” dairesinde hüküm koyma yetkisine sahip ise, bu, Allah’ın ona verdiği bir yetkidir ve Allah’ın ona gösterip öğrettiği gibi hükmetmek zorundadır. Hüküm konusunda Peygamberimizin (s.a.s.) durumu bu iken, diğer insanların durumu, kendi başlarına hüküm koymaya kalkışmaları ne ile izah edilebilir.
Rasûl’e İtaat Gerekir, Ama Nebî’ye İtaat Gerekmez Görüşü
Peygamberimizin bazen nebî, bazen rasûl durumunda olduğunu, “rasul” olduğunda, ona itaat gerektiği, böyle bir konumda yanlış ve hata yapmadığı, mü’minleri bağladığı; ama nebî olduğu zaman böyle olmadığı, nebî olduğunda hata ve yanlış yapabileceği için o zaman ona itaat etmemizin gerekmediği ifade edilmektedir. Kur’an’da rasul ve nebî kelimelerinin kullanılışından bu anlaşılıyor demektedirler. Bu görüş, gittikçe yaygınlaşmakta ve kabul görmektedir. Bu anlayışın sünnete ve Peygamberimizin fonksiyonuna yönelik ciddi problemlere sebep olduğu ve ileride sünneti tümüyle reddeden büyük yanlışların adımı olacağı görülmektedir. Bu görüş, her şeyden önce yanlıştır. Kur’an’dan böyle bir anlayış çıkmaz. Tam tersine, Kur’an “Nebî”ye itaati emretmektedir.
Nebî Kavramıyla İtaatin İstendiği Hususunda Âyetlerden Deliller
- 7/A’râf, 157
“Onlar, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları Resûle, o ümmî nebîye ittibâ edip uyan kimselerdir. O, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten alıkoyar. Onlara iyi ve temiz şeyleri helâl, kötü ve pis şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağır yükleri ve zincirleri kaldırır. Ona iman edenler, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (7/A’râf, 157)
Bu âyet, (aşağıda başka örnekleri gibi) hem rasulullah’ın aynı zamanda nebî olduğunu gösteriyor. Hem de o rasul-nebi’ye tâbi olup uyanların kurtulaşa erenler olduğu vurgulanıyor. “Er-Rasûl en’Nebiy” bileşik iki sıfattır; daha doğrusu isim-sıfattır. Yani o, rasul-ümmî olan nebî … anlamına gelir.
- 7/A’râf, 158
“(Ey Muhammed!) De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, yer ve göklerin hükümranlığı kendisine ait olan Allah’ın hepinize gönderdiği rasûlüyüm. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, diriltir ve öldürür. O hâlde, Allah’a ve O’nun sözlerine inanan Resûlüne, o ümmî nebiye iman edin ve ona ittibâ edip uyun ki doğru yolu bulasınız.” (7/A’râf, 158)
Âyetin sonundaki ifadeyi tekrarlayalım: “Resûlüne, o ümmî nebiye iman edin ve ona uyun ki hidâyeti/doğru yolu bulasınız.” Muhammed aleyhisselâm’ın ve diğer bazı peygamberlerin hem nebi ve hem rasul olduğunu belirten, dolayısıyla aynı şahsın birbirini tamamlayan iki ayrı ve birbirinden ayrılmayan özellik ve görevini anlatan rasullük ve nebîliğin aynı şahsın özellikleri olduğunu ve aralarında herhangi bir farkın olmadığını görüyoruz. Mü’minlerin hidayete ermeleri için Allah’ın rasulüne, o ümmî nebiye iman edip ittiba etmeleri, o nebiye tâbi olup uymaları gerekiyor. Bu âyet aynı zamanda nebî ve rasûl ayrımının genelde ve özellikle Muhammed aleyhisselâm’la ilgili özelde doğru olmadığını da içeriyor.
- 2/Bakara, 213
“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak nebîler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere kitapları hak olarak indirdi. Kendilerine apaçık âyetler geldikten sonra o konuda ancak; kitap verilenler, aralarındaki kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenleri, kendi izniyle, onların hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe iletti. Allah, dilediğini doğru yola iletir.” (2/Bakara, 213)
Bu âyette Nebîlerin insanların ihtilaf ettiği şeyler hususunda aralarında hüküm vermek üzere kendilerine kitap verilen nebîler gönderildiğini ve o nebîlerin aynı zamanda (itaat edenleri) müjdeleyen, isyan edenleri uyarıp korkutan özelliğe de sahip oldukları ifade ediliyor. Nebîlere hüküm vermek üzere kitap indirilmiş ise, onlara iman eden kimselere de kitapla aralarında hükmeden nebîlerine itaat etmek düşer.
- 33/Ahzâb, 45-46
“Ey Nebî! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı; Allah’ın izniyle kendi yoluna çağıran bir davetçi ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik.” (33/Ahzâb, 45-46)
Nebî, bu âyete göre nebî, Allah’a davet ediyorsa, Allah’a davet eden nebî’ye itaat edilmez mi? İtaat edilmez ise, bu itaatsizlik Allah’a itaatsizlik olmaz mı?
- 49/Hucurât, 2
“Ey iman edenler! Seslerinizi, Nebî’nin sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, ona yüksek sesle bağırmayın, yoksa siz farkına varmadan işledikleriniz boşa gider.” (49/Hucurât, 2).
Mü’minlerin seslerini Nebî’nin sesinden yükseltmesi yasaklanıyor. Sesin yükseltilmesi; onun sesini, onun dediğini, onun emrini bastırmaya çalışmak olarak ele alınmış; dolayısıyla Nebî’nin bir dediğini iki etmek, tekrar söyletmemeye çalışmak, onun emrine karşı farklı bir alternatif ileri sürmemek ve ona itaat etmek demektir. Bütün bunlar, Nebî’ye itaati farz kılmaktadır.
- 5/Mâide, 44
“Şüphesiz Tevrat’ı biz indirdik. İçinde bir hidayet, bir nur vardır. (Allah’a) teslim olmuş nebiler, onunla yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Rabb’e adamış kimseler ile âlimler de öylece hükmederlerdi. Çünkü bunlar Allah’ın kitabını korumakla görevlendirilmişlerdi. Onlar Tevrat’ın hak olduğuna da şahit idiler. Şu hâlde, siz de insanlardan korkmayın, benden korkun ve âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.” (5/Mâide, 44)
Bu âyette geçen nebîlerin özelliklerine bakılınca, onlara itaat etmek gerekmez diyebilir mi objektif ve insaflı bir insan?
- 33/Ahzâb, 59
“Ey Nebî! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına söyle, bedenlerini örtecek elbiselerini giysinler. Bu, onların tanınıp incitilmemelerine de daha uygundur. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (33/Ahzab, 59)
Nebî’nin, ailesiyle birlikte mü’min kadınlara tesettüre uygun şekilde giyinmelerini emretmesi, ona itaat edilmesi için çok açık bir delildir. Burada Nebî’ye itaatsizlik, Allah’a itaatsizliktir.
- 2/Bakara, 177
“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve nebîlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah’a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir.” (2/Bakara, 177)
“…men âmene billâhi vel yevmil âhırı vel melâiketi vel kitâbi ven nebiyyîn(nebiyyîne)” Bu âyette iyiliğin tanımı olarak bildirilen “Nebîlere İman”, onların varlığına ve Nebî olduklarına iman etmekle kâfi kabul edilen, herhangi aktif bir tavırsızlıktan öte; onlara itaat etmeyi vurgulayan bir uyarıdır. Nebîye iman, nebinin Allah’tan getirdiği mesaj veya Allah adına verdiği hüküm hakkında ona güvenip teslim olmayı gerektirir.
- 19/Meryem, 54
“Kitap’ta İsmail’i de an. Şüphesiz o, sözünde duran bir kimse idi. Bir resûl, bir nebî idi.” (19/Meryem, 54)
İsmail (a.s.) rasul-nebî idi. Allah ona rasul-nebî dediyse, o bazen sadece rasuldür, bazen sadece nebidir denilebilir mi? Bu konuda diğer nebilerin (diğer rasullerin) bu vasıflarının ayrılacağına dair nasıl bir delile sahipler?
- 4/Nisâ, 115
“Kim, kendisine hidayet (doğru yol) besbelli olduktan sonra Rasul’e karşı çıkar, mü’minlerin yolundan başkasına uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir.” (4/Nisâ, 115)
Rasûlullah’tan bu yana gelen ashabın ve bize kadar her kuşaktan âlimlerin, müctehidlerin hiçbirinin böyle bir ayrıma gettiğine şahit değiliz. Tehdide dikkat çekiyoruz: mü’minlerin yolundan başkasına uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız.
- 33/Ahzâb, 40
“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah’ın Resûlü ve nebîlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (33/Ahzâb, 40)
Bu âyette de Muhammed aleyhisselâm’ın hem Allah’ın rasûlü ve hem de nebîlerin sonuncusu olduğu vurgulanıyor. Yani, Allah ona hem rasul ve hem nebî diyor. Bu ikisini birbirinden ayırmak ve onu bazen sadece nebi, bazen sadece rasul kabul etmek, hangi delille mümkün oluyor?
Cehâlet Mâzeret mi, Değil mi?
“Cehâlet”: Bilinebilecek durumda olan dinî esasları bilmemek veya bilebilecek kabiliyette olan bir kimsenin bilgisizliği ya da akıl ve idrâk sahibi bir kimsenin dinî esasları bilmemesi diye tarif edilir. “Mâzeret” ise; yapılması veya sahip olunması gereken bir hususta öyle yapmamayı veya olamamayı câiz kılan gerekçe(ler)dir.
Cehâlet, esas olarak akide, yani inanç esasları yönüyle değerlendirilir. Amel konularında ise, o yapılacak iş zarurat-ı diniyyeden ise, yani dinin herkes tarafından bilinmesi gereken temel hükümlerinden ise, cahillik mazeret sayılmaz. Ama, ayrıntılarla ilgili ve ilmî delillerini bilmek ise bu konuda mazeret söz konusu olabilir. Amelle ilgili dinin farzlarını, haramlarını bilmemek mazeret olmaz. Bir kişi, bir adam öldürse, mahkemeye çıkınca “ben adam öldürmenin suç olduğunu bilmiyordum” dese, “madem bilmiyordun, öyleyse haydi git” der mi hâkim? Aynen böyle, kişi namaz kılmasa veya içki içse, Allah “niye namaz kılmadın?” veya “niye içki içtin?” diye sorunca, “bunların suç olduğunu bilmiyordum” deyince “madem bilmiyordun, öyleyse bir ceza vermiyorum” denilmesi beklenemez. Öyle olmuş olsa, bilenlere zulmedilmiş olunur. Bilenler bir suç işleyince cezalandırılacak, bilmeyenler ise affedilmiş olacak. Bilmeyenler, cahiller kazançlı çıkmış olacak. Hâlbuki dini önemsemediği, haramı ve helalı öğrenmediği için bir suç işlemiş, haram işlediği için ayrı bir suç işlemiş olacaktır bilmeyen kişi.
Akaidi ilgilendiren ana konular yönüyle cehalet konusunda herkes için aynı şekilde hüküm vermek doğru olmaz. İnsanın konumuna, içinde yaşadığı ortama ve devletin yapısına bakmadan “cehâlet mazerettir” veya “değildir” demek olmaz. Eğitimli bir kimsenin, sözgelimi Lise mezunu bir insanın imanı-küfrü bilmemesi ile, kendini yetiştirmemiş, eğitimsiz birinin, okuma-yazması bile olmayan meselâ bir ev hanımının bilmemesi arasında fark vardır.
Bir hadis rivâyetine göre Rasûlullah (s.a.s.) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, bu şirkten sakınınız. Muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.” İçlerinden birisi: “Ey Allah’ın Rasûlü, karıncanın kımıldamasından daha gizli olduğu halde böyle bir şirkten nasıl sakınabiliriz?” “Ey Allah’ım, bile bile sana herhangi bir şeyle şirk koşmaktan yine Sana sığınırız. Bilmediğimiz şeylerden de Senden mağfiret dileriz’ deyin” buyurdu. [76]
Gördüğümüz gibi Rasûlullah bizlere şirkin birisi bizim tarafımızdan bilinen, diğeri bize gizli kalan olmak üzere iki çeşit olduğunu öğretmek istemiş ve bizleri bilmediğimiz ve düşme ihtimalimizin olduğu şirkten dolayı Allah'tan mağfiret dilememizi emretmiştir. Kesinlikle biliyoruz ki, Rasûlullah (s.a.s.) bizlere ancak yüce Allah'ın mağfiret edeceğini belirttiği şeylerin mağfiret edilmesinin istenebileceğini emreder, böyle olmayanları ise emretmez. Dolayısıyla kişinin bilemeyeceği bu şirk çeşidi, Yüce Allah'ın: "Muhakkak Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez, fakat bunun dışında kalanları; dilediği kimseler için mağfiret eder."[77] buyruğunda kast edilen şirk değildir. Ve yine aynı şekilde bu, Şeriatın müşrik olarak nitelendirdiği kimselerin şirki de değildir. Yine bundan, câhil kişinin, bilgisizliği dolayısıyla mâzur olduğu sahih olarak anlaşılmaktadır. Çünkü ümmet ittifakla ve ihtilâfsız olarak şunu kabul etmiştir: Eğer bir kimse, şirkin herhangi bir türünün şirk olduğunu açıkça görüp biliyorsa ve buna rağmen şirk olan bir sözü söyleyecek veya şirk olan bir davranışı işleyecek olursa o kişi kâfirdir, müşriktir ve (daha önceden müslüman ise) mürted olduğuna hüküm verilir.
Âlimlere, Allah'ın dinini insanlara ulaştırmakla kendini görevli kabul eden dâvâ adamlarına farz olan ise, bilmesi gereken şeyleri bilmeyen, kendisinin ihtiyaç duyduğu bilgileri öğrenememiş bulunan bilgisiz kimselere, dinde gerekli bilgiyi kazandırmaktır. Ta ki bu câhil kimseler, şirkin ve sapıklığın uçurumlarına yuvarlanmasınlar.
Çok sayıda âyet ve hadisten anlaşılacağı gibi; bilgisiz olan bir kimsenin delilden haberdâr oluncaya kadar, bilgisizliği dolayısıyla mâzûr olduğunu kabul etmek gerekir. İnsanlar kendilerine delil belirtilmedikçe bilgisizlikleri dolayısıyla Allah yanında mâzur olabilirler; biz onların mâzur olabileceği anlayışını öne çıkarmak ve böyle kimseleri tekfirden kaçınmak zorundayız. Bu durumda olanlar Müslüman kabul edilir. Âlimlerin çoğunluğu da bu kanaattedir. Yüce Allah'ın gerçek emrinin ne olduğunu bile bile Allah'a isyanı emreden tâğutları, rab edindiğini şer'î delille tesbit etmiş olduğumuz muayyen kişiler ise bu genel hükmün dışındadır. Bir kimseye delil açıklandıktan sonra, şer'î bir belge ve delil ile onun şer'î hükmü bilmiş olduğu sâbit olan ve bile bile Allah’ın hükmünü kabul etmediği kesin olan bir kimsenin kâfir olduğunda şüphe yoktur.
Biz Allah’ın kimi affedip etmeyeceğini bilemeyiz. Allah hakkında ileri geri konuşmak bize yakışmaz. Allah şirk koşmanın dışında bütün günahları bağışlayabileceğini açıklıyor. İman edip teslim oluruz. Ama her şirk bir değildir. Şirkin birçok tasnifi vardır. Küçük şirk - büyük şirk, açık şirk - gizli şirk, bilerek şirk - cehaletle şirk, mutlak şirk - ictihadî (yoruma dayalı) şirk, kesin şirk – şirk olma ihtimali olan… Bunların hepsi aynı hükme tâbi değildir.
Herkes gücü ve imkânı oranında dinini (tevhid ve şirki) öğrenmek zorundadır. Din, öğrenme imkânı olduğu halde, kasden öğrenmeyenlere olumlu ayrıcalık vermiyor, imkânı olmayanlara kaldıramayacakları yükü yüklemiyor. Herkesin gücü ve imkânı aynı değildir. Cehaletinden dolayı müşrik kabul edilmeyen bir kimsenin durumu, öğrenme imkânı, gücü, fırsatı olmaması ile ilgilidir. Rahatlıkla öğrenme imkânı olduğu halde, önemsemediği için, gerekli görmediği için dinin asıllarını öğrenmeyen kimsenin imanından bahsedilmez. Öyle bir kişi, kendisine tebliğ yapan kimselere muhatap olduğu zaman, eğer öğrenmek istemez ve öğrendiği dinin asıllarına, kesin tevhidî esaslara inanmazsa o bilinçli olarak küfrü seçmiş olur. Mâzereti kalkmış olur. Böyle bir imkân ve ortam olduğu halde, kişinin cehaleti tercih edip tebliğe kendini kapatması, tevhid ve şirki öğrenmemesi onu mü’min olarak bırakmaz ki… O yüzden tebliğ kendisine ulaşan veya kendisi bu konuları araştırabilecek kimsenin mazereti kalkmıştır; ya iman edecek veya küfredecek. Yoksa, hiçbir şekilde cehalet ilimden daha faziletli, cehalet kişiyi cennete, ilim ise cehenneme götüren tehlike kabul edilemez. Burada, ilme imkânı olmayan kişinin mâzeretinden bahsediyoruz. Öğrenmemekten dolayı veya bilmek için gayret göstermemekten dolayı bilmemek ayrıdır, gayretine rağmen öğrenememiş, istediği halde imkân bulamamış dolayısıyla bilememiş ve câhil kalmış olmak bambaşkadır. İslâm devletinde, devlet kurumlarından halka kadar herkesin herkese tevhidi anlattığı, en azından şirke giden yolları açmayıp tıkadığı bir ortamdan bahsetmiyoruz; öyle bir ortamda elbette cehalet mazeret değildir. Şundan bahsediyoruz: Meselâ: Şehre ve büyük yerleşim yerlerine uzak bir dağ köyünde okuma yazması olmayan veya olduğu halde, hiçbir kitap temin edemeyen ihtiyar bir kadın düşünelim. Bilmediklerini kendisine anlatacak çevresinde kimse yok. Bununla birlikte samimi bir dindar. Bildiği bütün emirleri yapıyor, yasaklardan kaçınıyor. Allah’a severek teslimiyet gösteriyor. Hiçbir âyeti inkâr etmiyor. Ama tâğut nedir, demokrasi nedir, elfâz-ı küfür nedir… bilmiyor veya yanlış biliyor. Bu kimsenin tekfir edilmemesi gerektiğini ifade ediyoruz. Bu kimse, bu şartlardan çıkar, sözgelimi bir şehre taşınırsa, evlerine bilgili bir akrabaları gelir ve ondan öğrenme imkânı olursa, şartlar değişir ve artık o kadın için mâzeret kalkar. Böyle bir durumda öğrenme imkânı olduğu veya tebliğ edilerek kendisine deliller ulaştırıldığı zaman, durum değişir. Biz durumun değişmediği, imkânsızlıkla ilgili hususlardan bahsederek onları tekfir etmenin yanlışlığını vurguluyoruz. Yoksa, mesela bir politikacının, bir gazetecinin, bir öğretmenin şirk koştuğunda “ne yapalım, bilmiyordur, bilmemek de mazerettir” deyip onu tekfirden kaçınmayı savunmuyoruz. Bu tür insanlar, bilmiyorlarsa bilmek istemediklerinden, önem vermediklerindendir.
İnsanlar uyarılmadan, kendilerine hak tebliğ edilmeden Allah onlara azab etmez. “Biz elçi göndermedikçe azap edecek değiliz.”[78]; “Bu böyledir. Çünkü Rabbin, halkı habersiz iken ülkeleri zulüm ile helak edici değildir.”[79] Tebliğ olmadan sorumluluğun bulunmayacağı ilkesi hemen hemen bütün âlimlerce kabul edilmiştir. Burada sorumluluğun temel şartı olan 'bilme'den maksadın, daima bilfiil bilgi sahibi olma değil, bilgiye yahut bilme imkânına sahip bulunma olduğuna dikkat edilmelidir. Nitekim Molla Hüsrev, cehâleti ıstılah olarak, bilinebilecek durumda olan dini esasları bilmemektir şeklinde tanımlamaktadır.
"Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar."[80] Hiçbir tevile yer bırakmayan bu nassı zahirî mânâsından başka bir anlama yorumlamaya iten başka bir nass da olmadığı gibi, iman ile ilgili konularda bunu tahsis eden (anlamını daraltıp, özelleştiren) başka bir delil de gelmiş değildir. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne muhalif olarak hüküm verilmesini caiz görürse, bu âyetin hükmü gereğince ondan imanın gitmesi kesinlikle söz konusudur. Aleyhinde kesin delil bulunmayan ve haktan kendisine ulaşmış ve bu konuda delil belirtilmiş bir konuda Allah'a ve Rasûlü'ne muhalefeti kesin olarak câiz gördüğü tesbit edilemeyen kişi, hakkında kâfir olduğuna dair nass olmadığı sürece kâfir olmaz. Hakkın izahı ve apaçık delilin ortaya konulmasından sonra inat etmeye devam eden kişi ise, Rasûlullah'ın hakemliğini ve onun vermiş olduğu hükmü kabul etmediği için, kâfirdir.
Cehâlet, özellikle İslâm’ın hâkim olmadığı yerde, avam için mâzeret olabilir.[81] Eski âlimlerin çoğunluğunun, cehâletin mâzeret olamayacağı ile ilgili husustaki görüşleri, yaşadıkları döneme göre değerlendirilmelidir. İslâm devletinde yaşayan insanlar için cehalet tabii ki mazeret olmaz. Devlet, her türlü imkân ve her türlü araçlarla eğitim için en erken yaşlardan itibaren insanına dinin özünü anlatmak zorundadır. Çocukları ve gençleri zararlı cereyanlardan, yanlış din anlayışlarından, bâtıl ideoloji ve sapık zihniyetlerden korumak ve onların etkisinde bırakmamak için her türlü tedbiri alır. Sadece ilim ehline ve dâvâ adamlarına değil; halkın her kesimine doğru din anlayışını ulaştırır. Böyle bir vasatta tabii ki bilmemek mâzeret değildir. Bugün o fetvaların aynen geçerli olması için aynı ortamların bugün de olması gerekiyor. Zamanın değişmesi ile zamanın etki ettiği fetvalar, ictihadlar da değişir. Özellikle, günümüz câhiliyye ortamlarında insanlar, müslüman olduğunu iddiâ edenler ya da müslümanların yaşadığı yerlerdeki insanlar, çevrelerinden İslâm’ı ne kadar, doğru bir şekilde öğrenme, güzel örneklerini görme imkânına sahiptir? Çoğunlukla bid’at ve hurâfelerle yer yer tahrife uğramış din anlayışı bir vâkıadır. Medyada, okullarda, hatta nice câmide tanıtılan ve yaşanılan İslâm’ın ne oranda gerçek İslâm olduğu sorgulanmalıdır. Ve bütün bu olumsuz şartlar içinde insanın bazen hurâfelere, zâlimlerle işbirliği yapanlara karşı çıktığını zannedip değerlendirerek hak adına hakka karşı çıkabildiğini unutmamak gerekiyor. Câhillik, bilinmeyen İslâm’a karşı çıkmayı neticelendirdiği gibi, bazen bu câhiller sevdiği(ni zannettiği) dinin gerçeklerine karşı çıkıp çıkmadığını bile bilip değerlendirmeden aklına göre bir hükmü kabul etmeyebiliyor. Nice insan İslâm için kendini belki fedâ edebilecek durumda Allah’ı ve Rasûlünü sevdiği halde, düzen ve ortamın kurbanı olarak, ilim ve amel konularında da ihmalin neticesi, bazı müslümanlarca mürted ilan edildiği için onlara göre idamı hak eden duruma düşebiliyor. Acınması ve kurtarılması gereken bu zavallılara karşı görevlerini yerine getirmeyen müslümanların, bunları asılması gereken insanlar olarak ilân etmeleri ne kadar doğru olur? Bunlara ne verdik ki, ne istiyoruz? Bataklıktan, hele gübrelikten çok güzel kokulu güller mi çıkacak? Tek tük çıksa bile, gübreliğin gülistan olmasını beklemek idealizmin anormallik boyutu değil midir? Bataklık/gübrelik kurutulmadan b... böceklerinin veya sivrisineklerin önüne geçmek mümkün mü? Cehâlet, aldatmalar, saptırmalar, akın kara, karanın da ak gösterilmesi gibi tavırlar değerlendirilmeden ve bunlara çözümler bulunmaya çalışılmadan insanların hakka tümüyle nasıl teslim olabileceğini düşünmek gerekiyor.
Kur’an’ın şu ihtarını akıldan çıkarmamalıdır: “Ve lâ tekûlû li men elgâ ileykumu’s-selâme leste mü’minâ tebteğûne arada’l-hayâti’d-dünyâ… (Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, ‘sen mü’min değilsin!’ demeyin…)”[82]
Haksız tekfir bumerang gibidir; karşısındaki mü’min olduğu halde onu tekfir eden kişinin kendisine bu sıfat döner. Peygamberimiz bu konuda şöyle buyurmuştur: “Bir kimse diğerine, ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise, adam doğru söylemiştir; yok eğer ona dediği gibi değilse, ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).” [83]; “Hiç kimse, bir başkasına ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ demesin. Şayet itham altında bırakılan kişide bu sıfatlar yoksa, o söz, onu söyleyene döner.” [84]
İhtiyatlı davranmak gerekir. “Tekfir ettiğimiz şahıs ya kâfir değilse?” diye düşünülüp yapılan tekfirin isabet edememesi halindeki feci durum değerlendirilmelidir.
Muvahhid mü’minlerin görevi tebliğdir. Tebliğ, kesinlikle tekfirden üstündür. Müslümanların hedefi, kişiyi küfre teslim etmek değil; aksine küfrün pençesinden kurtarmaktır. Küfrüne delâlet edecek kendisine göre ciddi deliller olmadan bir müslümanı tekfir, kişinin kendisinin kâfir olmasına sebep olur. Kabul edilebilecek bir te’vili olanı da bizim tekfir etmemiz câiz olmaz. Müslümanlar, yargıç rolünü üstlenmemeli, tebliğle görevli olduklarını unutmamalıdır.
Tekfir kararı şahıslara bırakılmış değildir. Tekfire İslâm mahkemesi karar verir. İslâm devletinde bir müslümanın küfre girip girmediğine Ulu’l-emr veya nâibi (onlar adına kadı/hâkim); İslâm’ın hâkim olmadığı yerlerde ise, mü’minlerin kendi içlerinden seçtiği imam, o da yoksa yetkin âlimleri karar verir. Tekfirciliğin bir hastalık olduğunu ifade etmek gerekir. Elbette mürcie yaklaşımı, daha beter problemleri ve dinde tahrifi sonuçlandıran büyük tehlikedir, ama onun zıddı olan tekfircilik de ciddi bir tehlikedir. Bazı müslümanlar, kendi din anlayışlarına uymayan bir anlayış ve inancın sahiplerini hemen tekfîr ediyor, dinden çıktıklarını söylüyorlar. Bu yaklaşım Müslümanları parçalıyor, birbirine düşürüyor, usûlüne göre tenkit ve düzeltme kapısını da kapatıyor. Tekfir hastalığı yüzyıllardır İslâm toplumlarının birleşmelerinin önünde en büyük engeldir. Tekfircilik anlayışı Müslüman cemaatleri içten içe kemiren bir virüs olmuştur. Genelde tekfir hâdisesi ilimde sığ olanlar ve genç Müslümanlar tarafından gündeme getirilmektedir. Bu gençler, yüzeysel bilgileriyle boylarından büyük iddialarda ve ictihadlarda bulunmaktan çekinmeyen samimi gençlerdir. Bunların bu katı tavrına, mürcie anlayışının aşırı yumuşaklığı sebep olmuş, bunlara tepki ve alternatif olarak ortaya çıkmışlardır. İfrat ve tefritten uzaklaşmalı, İslâmî yorum farklılıkları bizlerin aynı safta olmasını engellememelidir.
Tekfir hastalığına yakalanan bir Müslüman için öncelik, Müslümanların ümmet şeklinde birliği ve güçlenmesi değil; kendi cemaatinin düşüncesi ve diğer Müslümanlarla yaptığı münazaralarda haklı çıkma gayreti olmaktadır.
Hâlbuki yüce Allah bize şöyle buyurmaktadır: “Allah’a ve Rasûlüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin. Yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız da gücünüz gider. Sabredin şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.”[85]; “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılınız ve bir birinizden ayrılmayınız.” ve “Allah kalplerinizi birleştirdi de onun nimeti sebebiyle kardeş oldunuz.” [86]
Tekfirde aşırılığa götüren bir husus da; “Kâfire kâfir demeyen kâfirdir.” hükmüdür. Hâlbuki Ebû Hanife bu fetvâyı, açıkça kâfir olduğu bilinen birisini o haliyle tasdik sadedinde söylemiştir. Yani, Kur’an’ın kâfir dediği meselâ açıkça bir puta tapan kişiye kâfir demeyen kimse, Allah’ın hükmünü kabul etmediği için kâfirdir. Yoksa, zanlarla ve yorumlarla câhil bir kimsenin te’vil yaparak veya İslâm’dan çıkardığını bilmeden bazılarının küfür olarak damgaladığı ihtilaflı bir lafız veya fiil işlemesi ayrı bir konudur.
Akaid’le, İnançla İlgili Yanlışlar ve Nedenleri
1- KUR’AN’A BAKIŞ: Kur’an ilkelerinin temel alındığı “Kur’an akaidi”, “İslâm akaidi” anlayışının olmaması. Akaid vahye dayanmalı. Akaidde ölçü olarak; Delâleti ve sübûtu kat’i deliller esas alınmalıdır,
Kur’an’ın anlaşılmaz olduğu, Akaidin Kur’an’dan bağımsız işlenmesi, Bir konunun Kur’an’da olup olmamasının önemsenmeyişi, bir konunun Kur’an’la sağlamasının yapılmaması (İMANIN ARTMASI, NEBÎ-RASÛL FARKI örneğinde olduğu gibi),
2- PARÇACI YAKLAŞIM: Kur’an bütünlüğünde bir kavramın nasıl kullanıldığını önemsememek, Kur’an’ın en doğru tefsirinin yine Kur’an olduğunu unutmak. KADER örneğinde olduğu gibi,
3- HADİSLER konusunda ifrat ve her rivayetin sahih kabulü ve Kur’an’a ters düşse veya Kur’an’ın bahsetmediği konu olsa bile akaidde temel ölçü kabul edilmesi. Tefrit de: Peygamber’e akaidle ilgili Kur’an’da bahsedilen konuları açıklama hakkı verilmemesi,
4- ÖNCEKİ ÂLİMLERin her dediklerinin mutlak doğru olduğu anlayışı. Eski âlimler eleştirilemez, “onların vardır bir bildiği” denilir, anlamaya çalışılır, tevil edilir, tasdik edilir, şerh edilir. Ama Kur’an’la tashih edilmeye gerek duyulmaz,
5- MEZHEP akaidi, antitez görüşler, farklı mezheplerin görüşlerini çürütme amaçlı ifadeler, gereksiz tartışma ve konular. Ehl-i Sünnet akaidi, Mâturidi akaidi, Eş’arî akaidi. Nerede Kur’an Akaidi, Nerede Allah’ın istediği Akaid?
6- BEŞERÎ yorum ve düşüncelerin temel akaid ilkesi gibi kabulü. Hâlbuki iman ilkeleri mutlak hakikate dayanmalıdır. Yorumlar, ictihadî, beşerî ve zannî doğrular akaidde ümmeti bağlamaz ve delil olmaz. Yorumlara tüm Müslümanların katılması beklenmemeli, bu yorumlara uymadığı gerekçesiyle mü’minler tekfir edilmemeli. Seyyid Kutub’un, Mevdûdî ve benzeri âlimlerin akaidle ilgili, sosyal yapı, siyaset ve tâğutla ilgili yorumları, ya da Akaid hoca(ları)mızın yorumlarını doğru kabul etmek başka, o yorumlardan yola çıkarak farklı tevil ve yorumlara sahip olanları tekfir etmek başkadır,
7- SADECE KABULÜN YETERLİ GÖRÜLÜP REDDEDİLMESİ GEREKEN ESASLARIN OLMADIĞI İNTİBÂSI Hâlbuki din “lâ ilâhe…” ile başlıyor. Reddedilmesi gereken hususlar, falan mezhebin görüşü değil; kesin küfür olan şeyler olarak gösterilmeli,
8- HAKSIZ TEKFİR VE HAKSIZ TESLÎM Hâricî veya Mürcie mantığı/mirası,
9- İSRÂİLİYAT, ESKİ CÂHİLİYE İNANÇLARININ İSLÂM’A TAŞINMASI,
10- FELSEFE DOLAYISIYLA AKAİDİN KELÂMLAŞMASI (Kur’an’ın mahlûk olup olmadığı, aklın naklin önüne çıkması, sıfatlar hakkında gereksiz izahlar, te’vil vb.),
11- KONULAR Akaidi direkt ilgilendiren konular yerine; hiç ilgilendirmeyen konuların girmesi,
Put ve Putperestlik, Atalar yolu, Hurâfe ve Bid’atler, Çağdaş Uydurma/Bâtıl Dinler (İdeolojiler ve Düzenler), Tuğyân ve Tâğut, İrtidad ve Şirk, Din (Halkın Din Anlayışı ve Resmî Din Kabulü -Ulusal Türk Dini, Diyanet Dini gibi-), Şefaat, Vesile, Gayb ve Bilinmezliği, Büyü, Cin vb. Konular hemen hiç yer almadı,
Bunun yerine Akaidle hiç ilgisi olmaması gereken konular (Mesler üzerine mesh etmek, şarkı dinlemek vb.) akaidlere girdi,
12- MEHDİ VE MESİH İNANCI İsrailiyattan alındı. Kur’an’da hiç yer almadığı halde akaidin konusu kabul edildi,
13- TASAVVUFÎ BAKIŞ AÇISI Vahdet-i Vücud ve Fenâ fillâh gibi sapık görüşler, tevhide tümüyle zıt şathiyeler, evliya, yatır, gavs, kutup, üçler, yediler, kırklar anlayışı. Dünya-âhiret ikilemi, yanlış zühd ve takvâ anlayışı, siyaseti terk, kendisiyle (nefsiyle) uğraşmanın esas/büyük cihad olduğu, ilmin önemsenmediği… anlayışı,
14- HURÂFE VE BÂTIL İNANIŞLAR Yatır tapımı, bazı insanların putlaştırılması, yönetime ilgili yanlış siyasi tavır vb.
15- ŞUUR verme yok, sadece bilgi,
16- TEVHİD gölgelendi. Tevhide yeterli önem verilmedi. Hâlbuki tevhid tüm peygamberlerin ilk ve en önemli mesajı idi. Kur’an’ın da ilk ve en önemli mesajıdır.
Tevhidin bireysel, sosyal ve siyasal hayata yansıması gereken esaslardan hemen hiç bahsedilmemesi,
17- AKAİDDE MEZHEP OLMAZ. AKAİDDE İMAM OLMAZ, AKAİDDE İHTİLAF OLMAZ.
Akaide Giren Kur’an Dışı İnançlara Örnekler
- İmanın Artıp Artmaması: Kur’an net şekilde imanın eksilip artacağını söylüyor[87]
- Suhufların Hangi Peygamber’e Kaç Sayfa Olarak Verildiği ve Tevrat Kime veya Kimlere İndirildiği: Kur’an’da ismi bile geçmeyen ve peygamber olduğu bilinmeyen Şit gibi bir zâta suhuf verildiği gibi hususlar Kur’an’dan ve sahih hadislerden onay almaz. Kütüb-i Sitte’de ve ikinci dereceden önemli hadis kitaplarının hiçbirinde 100 suhuf ve dağıtımından bahsedilmez. Kur’an’da anlatılanlardan yola çıkarsak meselâ Hz. Musa’ya da suhuf verilmiştir (bak. A. Kalkan, Müslümanın Akaidi, 6. Baskı, Kitaplara İman -Suhuf- Konusu). Kur’an’da Hz. Musa’ya kitap verildiğinden bahsedilir, ama Tevrat verildiğinden bahsedilmez. Tevrat, müstakil olarak ele alınır ve onun nur ve hidayet olarak tavsif edildiğini görüyoruz. Ahd-i Atik de denilen Tevrat’ın ilk beş kitabının (suhufun) Hz. Musa’ya indirilen levhalardan ibaret olduğu, diğer kitap veya suhufun İsrailoğullarına gönderilen farklı peygamberlere indirildiği anlaşılmaktadır. Yani Tevrat, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlere indirilen kitapların koleksiyonundan, toplamından ibarettir,
- Velî ve Keramet Anlayışı, [88]
- Şefaat Anlayışı, [89]
- Vesile Anlayışı, [90]
- Nesih Anlayışı, [91]
- Esmâü’l-Hüsnâ’nın Hangi İsimlerden İbaret Olduğu: Kur’ân-ı Kerim’de yer alan esmâü’l-hüsnâ ile, Tirmizî ve İbn Mâce’de sayılan esmâü’l-hüsnâ arasında hayli fark vardır, [92]
- Kader Anlayışı: Kur’an’da İman Esasları Arasında Sayılmaz, [93]
- Şerrin Allah’a nispet edilme anlayışı: Kur’an’la Taban Tabana Zıttır, [94]
- Akaide Konu Olan Kur’an Kavramlarının Tahrif Edilmesi veya İçinin Boşaltılması. [95]
Halkımız ve İslâmî Duruş
Yaşadığımız dönemde Müslümanların (çoğunluk itibarıyla) durumu içler acısıdır. Bunları maddeler halinde saymaya çalışalım:
- Müslümanlar İslâm'ı bilmiyor; ilimden uzaklar; ilimden, yani mutlak hakikat olan İlâhî vahiyden uzak, Kur'an'dan kopuk yaşadıkları için, Allah'ın Kitap'ından, birinci elden dini öğrenmiyorlar,
- Bilmemekten daha kötüsü; İslâm'ı yanlış biliyorlar. Ölçü yanlış. Kur'an terazisiyle tartılıp ölçülmüyor bilinenler,
- Kur'an'a dayalı iman esaslarını dosdoğru şekilde bilmiyorlar. Dosdoğru inanmıyor ve yaşamıyorlar, [96]
- İnanç ve amellerine birçok şirk, hurâfe ve bid'at karışmış. Kimi bilinçli bilinçsiz irtidat etmiş, kimi Allah'a endâd/eşler edinmiş, kimi küfür içinde bir hayat sürüyorlar. "Onların çoğu Allah'a şirk koşmadan iman etmezler." [97]
- İsyan ve itaat bilinci yok. "Lâ ilâhe" deyip reddetmesi gerekenleri bilmiyor; "illâ" diye teslim olması gereken zât belli değil, [98]
- Siyasî bilinç yok. Tâğutlara sevgi içinde ve onlara destek ve yardımcı olma sözkonusu, [99]
- Cihad ruhu yok; kardeşlik ve vahdet anlayışından uzak, ümmet bilincinden mahrum bir anlayış ve yaşayış, [100]
- Tebliğ (emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker terk edilmiş. Bedenin ihtiyacı olan gıdaların alınıp uygun şekilde çıkarılamayınca ne tür hastalık oluyorsa; okunan, duyulan, sohbet ve derslerde öğrenilen hakikatlerin uygun şekilde dille veya elle yazılarak dışarıya çıkarılamaması da fikrî kabızlığa sebep oluyor, [101]
- Câhiliyeyi yıkmak için mücadele edecekleri yerde, dinlerini müdafaa bile edemiyorlar,
- Yanlış hizmet anlayışı; haramlarla, Batılı tarzda ve sadece aklî ya da pragmatizm ölçülerinde hizmet anlayışı. Rabbânî tarzda ve nebevî ölçülerde, kulluğun içine girecek şekilde hizmet değil,
- Dünyevîleştiler ve kapitalistleştiler. Dünyaya aşırı meyil, malın kulu, paranın nesnesi olma, lüks, israf, eşya tutkunluğu,
- Âhirete (cennet ve cehenneme)yakînî iman ve âhireti öncelikleyip oraya hazır olmak yok. Tek kanatlı kuş gibiler, iki dünyalı değiller. Dünyalarını âhiret açısından değerlendirmeyiş,
- Ulusçuluk, vatancılık, ırkçılık, hemşehricilik, düzencilik (devletçi çizgi),
- Atalar dinine sarılma, gelenek ve âdetleri kutsama ve mutlak doğru kabul etme,
- Modernizm çizgisinde müsteşrike benzer din anlayışı; ılıman İslâm denen, içi boşaltılmış ve çağdaş cahiliye değer(sizlik)leriyle doldurulmuş yapay din anlayışı,
- Geçim uğraşısından başka bir şeyi görmeyiş veya zengin olma hayalleri içinde zengin olmak için ne gerekirse yapmaya hazır olma,
- Futbol hastalığı, müzik tutkunluğu, TV. ve özellikle dizi bağımlılığı, internet düşkünlüğü ve bilgi kirliliğine muhatap olma,
- Demokrasi ile işlerin düzeleceğini sanıyorlar. "Oyu ver, koyuver" anlayışı. Aslında ülkeyi kimlerin yönettiğini görememek. Ülkenin derin devlet denilen, başta yattığı yerden Atatürk (onun laiklik gibi ilkeleri) olmak üzere, silahlı kuvvetler; Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi gibi kurumlar, para ve TÜSİAD gibi para babaları, Amerika, Batı ve onların prensipleri yönetiyor. Halkın seçtikleri en son sırada. Onlar sekreter ve piyon durumunda. Halk bunun farkında değil. Kendi tâğutunu seçme telaşında. Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenleri velî (dost ve yönetici) kabul etmekte,
- Sünnetullah'ı bilmiyorlar. Allah'ın değişmez yasalarına ters düşen tavırlar sergiliyorlar. Sıkıntıyla, zorluklarla, korkuyla, cihadla, açlıkla sınanmadan kurtuluş bekliyorlar. Rahat ve keyifleri (hevâlarını tanrı edinme) öne çıkıyor. Üzerine düşen görevleri yapmadan sadece dille duâ sâyesinde netice isteniyor, [102]
- Din'in "asl"ında tenzilât, ayrıntılarda ilâvelerde bulunma şeklinde beliren yanlış dindarlık ve yanlış takvâ anlayışı, gerçek Müslümanlık kabul ediliyor. İnsanlar şirkten sakınmadan nâfile ibâdetlerle dindar olabileceklerini sanıyor. Mistisizm; pasif din ve dindarlık anlayışı,
- Bilinçli-bilinçsiz tevhidî İslâm'a ve muvahhid Müslümanlara düşmanlık,
- İbâdetlere önem verilmiyor; tâğutlara, putlara, bâtıla farkında olmadan da olsa ibâdet ediliyor. Haram-helâl, farz-vâcip önemsenmiyor,
- Her çeşit ahlâk krizi; Zulme râzı, edilgen, rüzgâr nereden kuvvetli esiyorsa onun götürdüğü yere sürüklenen nesneleşmiş insanlar,
- Mürcie düşüncesi: İman ayrı amel ayrı diyerek amellere önem vermeden cenneti garanti gören zavallı anlayış,
- Çevre şartlarına teslimiyet: Medya, düzen, okullar, moda, çılgınca tüketim, reklamların etkisinde kalma, yaşama biçimi yönüyle kâfirlere benzeyen ve onlara tavır al(a)mayan bir yaklaşım,
- Kimlik problemi: a- Kimliksizlik (ne Müslüman olduğu belli, ne gâvur denilebiliyor) b- Çok kimliklilik (Her boyaya giren, her inanca uygun davranan, aslında hiçbirinde samimi olmayan münafık tipli iki yüzlülük, iki yüz yüzlülük,
- Laiklik: Camide veya namazda başka İlâha; sokakta, işyerinde başka ilâha uyma. Tanrının hakkını (sadece ibadet gibi hususlarda) Tanrıya, Sezar'ın (devletin) hakkını (olmayan hakkını) Sezar'a verme; böylece çok tanrı edinme anlamında laiklik uygulaması,
- Aynı Allah'a, aynı Peygamber'e, aynı Kitab'a inanmıyor insanlar. Herkesin kendine göre farklı bir Allah, Peygamber ve Kitab anlayışı var. Kur'an'ın tanıttığı şekilde özellikleri olan Allah, Nebî ve Kur'an anlayışı yok; kargaşa var bu konuda,
- Vahyin ışığında aklı kullanmamak, akletmemek, düşünmemek, tefekkürden uzak yaşamak; buna rağmen din hakkında ahkâm kesmek, bilgiçlik taslamak, nutuk atmak,
- Bütün bunların hem sebebi ve hem sonucu olarak izzet ve onurlarını kaybettiler, zillete mahkûm yaşıyorlar. [103]
Bu Problemlere Kur'an'ın Çözüm Olarak Sunduğu Özellikler
1- İman, 2- Sâlih amel, 3-Hicret, 4- Cihad, 5- Sabır, 6- Tebliğ, 7- Aklı kullanmak, tefekkür, 8- İlim, 9- Kur'an'ı okuyup anlama, yaşama ve yaşatmaya çabalama, 10- Takvâ, 11- Tâğutu reddetme.
Âyetlerde Felâh/Kurtuluş
1- 2/Bakara sûresi 2-5. Âyetler: İman, âhirete yakînî inanç, sâlih amel (namaz, infak), takvâ,
2- 23/Mü'minûn sûresi 1-10. Âyetler: Namazda huşû, lağvı (mâlâyaniyi, boş şeyleri) terk, zekât, iffet, emanetlere ve ahidlere riâyet, namazı koruma (ve devam),
3- 103/Asr sûresi, 1-3. Âyetler: İman, sâlih amel, hakkı ve sabrı tavsiye.
Tekfircilik, Tedavisi Çok Zor Olan Bulaşıcı Bir Hastalıktır
Tekfir: Kendini Müslüman kabul eden birinin, söylediği bir söz ya da sergilediği bir davranış nedeniyle, İslâm Dini’nden çıktığını söylemeye ve bunu bir hüküm olarak kabul etmeye “tekfîr”denir. Her mü’min, hak edeni teslim etmek (Müslüman olduğunu kabul etmek) ve yine Allah’ın kâfir olduğuna hükmettiklerine kâfir deyip tekfir etmek mecburiyetindedir. Buna tekfircilik denilmez. Tekfircilik derken, bazı mü’minleri haksız yere küfre nispet etmeyi kast ediyoruz. Tekfircilik, nassları farklı yorumlayarak, “Müslümanım” diyen ve dinî hassâsiyetleri olan kimselerden bazılarını, hak etmedikleri halde küfre nispet etmek, mü’min olduğunu belirten nice insanın tartışılabilecek zannî delillerle kâfir olduğuna hükmedip bunu açıkça dillendirmektir. Tekfircilik, tepkisel bir tavırdır. Özellikle, düzenin resmî din kurumu Diyanet’in, sapık tarikatçıların ve kime, neye hizmet ettikleri tartışılabilecek hizmet cemaati ve benzerlerinin temsil ettiği ılımlı İslâm anlayışına ve televizyon müftülerine haklı olarak tepki gösteren bazı gençler, dini kendileri gibi algılamayanlara kâfir veya akaidi bozuk diyerek tekfirciliğe meyletmekteler. Dinlerinde samimi olduklarını, dini esnetip gevşetenlere karşı tavır almalarında haklılıklarını söyleyebileceğimiz tekfirciler, tâviz vermemekle dinde aşırılığı karıştırıp kurunun yanında yaşı da yakmaktadırlar.
Tekfirciliğin birçok sebebi vardır. Bunlar içinde grup taassubu ve üstü örtülü olsa da kibir ön sırada yer alır. Sadece kendisinin ve içinde bulunduğu grubun cenneti hak ettiği, diğer fertlerin ve cemaatlerin tümüyle bâtıl yolda olduğunu ve cehennemi hak ettiği inancı yatmaktadır haksız tekfirciliğin kökeninde. Sanki cennet çok küçüktür, başkaları da cennete gitse kendisine yer kalmayacaktır ve Allah’ın rahmetini sanki o dağıtmaktadır. Yeterli ve derinlikli Kitap-Sünnet bilgisine sahip olmadıkları halde, hayatlarını ilme adamış âlimlerin zorlandığı ictihadî konularda çok rahat ve kesin bir dille ahkâm kestiklerine, hak edenlerin yanında, hak etmeyen nice insana da “kâfir” damgası vurduklarına veya kâfir muâmelesi yaptıklarına şahit olmaktayız. Günümüz câhiliyyesinde yaygın, çoğunlukla içinde yaşadığımız İslâm dışı düzenin zorlaması veya yönlendirmesiyle ilgili 4-5 konuyu en temel iman-küfür ayrımı olarak ele alıp istisnâ, zaruret, ikrâh, cehâlet, te’vil gibi hususları yok sayar ve inkârın olmamasını görmezlikten gelirler. Kişiyi veya toplumu küfre nispet etme yönüyle çok katı ve acımasız bir tavır sergileyerek dinde aşırılığa giderler.
Haksız tekfir, yani tekfircilik bir hastalıktır. Tekfir hastalığı muvahhid mü’minlerin birleşmelerinin önünde en büyük engeldir. Tekfircilik anlayışı, Müslüman cemaatleri içten içe kemiren bir virüs olmuştur. İslâmî yorum farklılıkları bizlerin aynı safta olmasını engellememelidir. Tekfir hastalığına yakalanan bir Müslüman için öncelik, Müslümanların ümmet şeklinde birliği ve güçlenmesi değil; kendisinin veya cemaatinin düşüncesi ve diğer Müslümanlarla yaptığı münazaralarda haklı çıkma gayreti olmaktadır.
İslamî hükümler, insanların huzuru için vaz' olunmuş kanunlardır. İnsanlar bu hükümlere sımsıkı sarıldıkları zaman, düşmanlık ortadan kalkar ve herkes kendi ameliyle meşgul olur. Tekfircilik, karşısındakileri (istisnâlar hâriç) affedilmeyecek suçlarından ötürü cehennemlik görürken; onlarla mukayese ederek kendini ve arkadaşlarını yegâne cennetlik insanlar olarak görme yönüyle şeytanın Allah’la aldattığı kesimden olma riskini taşıyor. İslâm, başkalarının günahıyla uğraşmaktan önce, her mü’minin önce kendi hata ve günahlarının afffı için gayret etmesini emreder. Kendini kurtaramayan başkasını kurtaramaz. Eteği tutuşan, kendini yanmaktan koruyamayan itfaiyeci başkasını yakan ateşi nasıl söndürecektir? Gerçi tekfirci, komşudaki ateşi söndürmek yerine, “herkes yanıyor, sen de yanıyorsun!” diye etrafı velveleye vermeyi, herkesi panikletmeyi tercih etmektedir. Ekrem Rasûl şöyle buyurur: “Mü’min, üzerindeki günahı, üstüne yıkılmasından korktuğu bir dağ gibi görür. Münâfık ise, günahını, burnuna konup da oradan uçurduğu bir sinek gibi önemsiz görür.”[104]
Bir yanlışa karşı çıkmanın onlarca yolu vardır. İslâm’ın onaylamadığını düşündüğümüz bir söz ya da davranışın ve bunların sahibinin eleştirilmesi için tekfir dışında lügatlerde yüzlerce kelime bulunabilir. Kaba kuvvet nasıl acziyetin ve aşağılık duygusunun göstergesi ise, haksız tekfir de aynen öyledir. Fikre fikirle karşı çıkmak gerekirken, karşı tarafın delillerinin çok daha güçlü delillerle çürütülmesi gerektiği halde, damgalandırıp yargısız infaza başvurmayı tercih eder tekfirci. Haksız tekfir; ucuzculuktur, ithamdır, sûi zandır, önyargıdır, toptancılıktır, süpürücülüktür. Haksız tekfir taraftarının gözünde iki renk vardır: Beyaz ve siyah. Beyaz, üzerine hiç toz konmayan bembeyazdır; siyah da kapkaradır. Tekfircinin mantığı “ya hep ya hiç” şeklinde formüle edilebilecek kumarbaz mantığıdır. Tabii haksız tekfirin neticesi görevden kaçmadır, tekfir edilen grup ve şahıslarla bağları koparmak, onları aşağılayıp tebliğ ve dâveti onlara götürme ihtiyacı duymamaktır. Haksız tekfir, genellikle psikolojik rahatsızlıkları üzerinde barındıran, kişiyi diğer insanlardan soyutlayan, daireyi küçülte küçülte kendisi gibi inananları bile kâfir saydıran anormal tipler oluşturur.
Tekfir, iftiradır, insan hakkı ihlâlidir, büyük hakarettir, toplum içinde itibarı sıfıra indirmedir, saldırganlıktır. Bedene değilse bile, bedenden çok daha önemli olan ruha darbedir, moral olarak insanı çökertmedir. Psikolojik şiddet uygulamadır. İnsanı mânen yaralamak, işkence çektirerek öldürmektir.
Terör veya Saldırganlık ile Cihadın Birbirine Karıştırılması
Birbirinden çok farklı şeyler olan, biri beşerî biri Rahmânî, biri yıkma biri yapma, biri ifsâd biri ıslah anlamında biri cehennemi biri cenneti çağrıştıran çok farklı iki kavramı bile maalesef birbirine karıştırma becerisini(!) gösteren insanlar çıkabiliyor. Saldırganlık ve cihad/kıtâl kavramları biri İslâm'ın düşmanları, diğeri İslâm’ın akılsız dostları tarafından olmak üzere iki şekilde karıştırılmaktadır. İslâm ve hak düşmanları, müslümanların saldırgan ve işgalci düşmanlara karşı kendilerini ve dinlerini savunmalarını terör diye damgalarken, cihadla terörü karıştırmış olmakta veya kasden birbirine tümüyle zıt iki şeyi aynı göstermeye çalışmaktalar. Bazı akılsız dostların iyi niyetle de olsa cihad zannıyla bazı saldırgan tavırlar takındıklarını veya bu iki farklı konuyu zihinlerinde kesin hatlarla tam ayıramadıkları da görülen bir vâkıadır.
İslâm'ın Cihad Anlayışı
İslâm’ın cihad anlayışı, bambaşka bir şeydir. Cihad; cehdin, yani hayırlı hedefe ulaşmak için tüm gayretin seferber edilmesinin belirişi, insanı insan yapan değerlerin çiğnenmesi durumunda başvurulan her türlü kavga ve savaşın adıdır. Şartları doğmuş bir savaş, insanın yolunu tıkayan engelleri aşmanın olmazsa olmaz şartıdır. Bütün mesele, savaşın şartlarının doğup doğmadığının iyi belirlenmesi ve seyrinin Kur'anî ruha uygun biçimde ayarlanmasıdır.
Cihad ve savaşta birinci gâye, âhiretimiz için bir ticâret yapmaktır.[105] Cihadın ve savaşın bazı külfet ve meşakkatleri olsa da, bunlar, insanın acıklı azaptan kurtulması yanında hafif kalırlar. Yolumuzu aydınlatmak için malımızı yakmak, cehennemde yanmamak için gerekirse İbrâhim gibi dünya ateşlerine atılmak, dinimizin izzeti için canımızı incitmek, birtakım zorluklara, sıkıntılara katlanmak gerek. Dolayısıyla canla cihad, yani Allah için savaş, başkalarını öldürüp cehenneme göndermek için değil; nefsimizi ve diğer nefisleri cehennemden kurtarmak için yapılır. Yanmaktan kurtulan hamiyetli insanların yapacağı ilk iş, başkalarının imdâdına koşmak değil midir? Cihad, bu yönüyle, insan kurtarma savaşının adıdır. Eğer birtakım insanların hak ve hakikate ermesine bir başka grup engel oluyorsa bunlarla savaş yapmak da cihaddır. Yeryüzünü sadece Allah’a kulluk yapılan bir mescid haline getirmek için tüm coğrafyalarda zulmün her çeşidine dur demek, globalleşen küfre karşı intifâdayı küreselleştirmektir.
Savaşta maksat ne olmalıdır? Bu sorunun cevabını iki maddede özetleyebiliriz: "Bize saldıran yahut saldırıya hazırlanan düşmana karşı kendimizi müdâfâ etmek" ve "zâlim devletlerle savaşarak, insanlığa hürriyet ve hidâyet yolunu açmak." "Dinde zorlama yoktur."[106] Ancak, cennet yolunu zorla kapamak isteyenlere karşı da cihaddan, kıyâmdan başka çare yoktur. Bununla birlikte, sulh/barış daha hayırlıdır.[107] İslâm'ın anlamlarından biri de barış ve selâmettir, esenlik ve huzurdur.
Canla cihadda, yani Allah için savaşta hedef, öldürmek değil; diriltmektir. Ölü kalpleri diriltmek, sönük fikirleri aydınlatmak, donuk hissiyatlara can vermek. İnsanları yurtlarından etmek değil; onlara ebediyet yurdunu kazandırma gayretidir cihad. Bu diriliş hareketinin önüne çıkanlar ölümü hak etmiş olurlar. Çokların hayat bulması için, belli bir azınlığın ölmesi gerekiyorsa buna da "evet" dememiz gerek. Aksi halde çoğunluğa zulmetmiş oluruz. Elmalılı Hamdi Yazır, savaşı, ıslah harbi ve ifsâd harbi diye ikiye ayırır ve mü'minlere emredilen savaşın ıslah harbi olduğunu beyan eder. Cihada çıkan mü'minleri de "azâba hak kazanmış bir kavme Hakk'ın azâbını tatbik etmeye memur bir el" olarak görür. O halde, savaşı bir ibâdet anlayışıyla yapmak ve bu ibâdetin kurallarına en ince ayrıntılarına kadar uymak gerekiyor. "Antlaşma yaptığınızda Allah'ın ahdini yerine getirin."[108] emrine uyulacaktır. "Size savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın. (Allah'ın koyduğu) Sınırları aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez."[109] fermânına kulak verilecek, his ve hevese kapılmaktan, aşırı gitmekten sakınılacaktır.
Terör veya Saldırganlık ile Cihadın Birbirine Karıştırılması
Birbirinden çok farklı şeyler olan, biri beşerî biri Rahmânî, biri yıkma biri yapma, biri ifsâd biri ıslah anlamında biri cehennemi biri cenneti çağrıştıran çok farklı iki kavramı bile maalesef birbirine karıştırma becerisini(!) gösteren insanlar çıkabiliyor. Saldırganlık ve cihad/kıtâl kavramları biri İslâm'ın düşmanları, diğeri İslâm’ın akılsız dostları tarafından olmak üzere iki şekilde karıştırılmaktadır. İslâm ve hak düşmanları, müslümanların saldırgan ve işgalci düşmanlara karşı kendilerini ve dinlerini savunmalarını terör diye damgalarken, cihadla terörü karıştırmış olmakta veya kasden birbirine tümüyle zıt iki şeyi aynı göstermeye çalışmaktalar. Bazı akılsız dostların iyi niyetle de olsa cihad zannıyla bazı saldırgan tavırlar takındıklarını veya bu iki farklı konuyu zihinlerinde kesin hatlarla tam ayıramadıkları da görülen bir vâkıadır.
Bir kimseyi tekfir etmek, ne demektir? Kendisine selâm verilemeyecek, dostluk ve samimiyet kurulamayacak, gönülden sevilemeyecek, kız alıp verilemeyecek, ortaklık gibi yakınlık isteyen ilişkilere girilemeyecek, cenazesine katılınamayacak ve evliyse eşiyle nikâhı düştüğünden devamlı zina ediyor hükmü verilecek, âhirette de sonsuz bir şekilde ceza çekecek, ebedî cehennemde kalacak şeklinde bir hüküm verilmiş olmaktadır. Böyle bir hüküm öyle alelusûl verilemez. Bir kimseye “kâfir” demekten daha küçük bir isnad olan meselâ “fâhişe” demek, hangi şartlarda mümkündür? Kendimizle birlikte üç güvenilir müslümanın da apaçık şekilde zina fiilini işlerken görmediğimiz ve hepimizin şahitlikte ısrar etmeyeceği bir durumda “fâhişe” demenin dünyada bile cezaya çarptırılacağı sözkonusudur. Meselâ, bir adamın diğer bir adamı öldürdüğüne şahit olsak, bu adamın hangi şartlarda o suçu işlediği, olayın içyüzünde başka ne tür durumlar olduğu uzun uzadıya, şahitlerle, savunmalarla ortaya konulur, uzunca mahkemesi sürer ve sonunda onun suçlu olup olmadığı da bizim tarafımızdan değil, hâkim tarafından karar verilip hükme bağlanır. Öyle bir durumda bile, İslâm’ın hâkim olmadığı topraklarda had dediğimiz ağır cezalar uygulanmaz. Çünkü ortam, haramları işlemeye çok elverişlidir. Haramlara ve küfre gidecek yollar (İslâm devleti olmadığı için) tıkanmamıştır. Bu hükmün ağırlığından dolayı siz de bilirsiniz ki, Rasûlullah, bunun çok sorumluluk isteyen bir hüküm olduğunu belirtir:
“Bir kimse diğer bir kimseyi fıskla veya küfürle itham etmesin. Aksi takdirde, itham edilen arkadaşında bunlar yoksa, kelime (itham ettiği sıfat) kendine döndürülür.”[110]
“Bir kimse diğerine, ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise, adam doğru söylemiştir; yok eğer ona dediği gibi değilse, ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).”[111]
“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.”[112]
Bu hadisler, aslında normal şartlarda bile, kişinin birini tekfir etme hususunda çok dikkatli, ölçülü ve ihtiyatlı olması gerektiğini bildirir. Günümüzdeki gibi her şeyin anormalleştiği, hakkın bâtıl, bâtılın hak diye öğretildiği, anlatıldığı, yaşandığı bir toplumda tekfir konusuna daha fazla ihtiyat gösterilmelidir.
Tekfircinin duygu ve düşünce haritasını çizmeye çalışalım: Samimi ama bağnaz, dindar ama fanatik, ibadete düşkün ama kendi cemaatinden olmayan mü’minlere düşman, nice muvahhid mü’minlere sert, ama İslâm düşmanlarına, tâğutlara ses çıkarmayan bir portre…
Bütün tekfircilerin psikolojik durumları ve yetiştikleri şartlar birbirine oldukça benzer: Bastırılmış duygular, doyumsuzluk, belli bir yaştan sonra İslâm’ı tanımak, yarı okumuşluk, işinde ve faaliyetlerinde genellikle başarısızlık, toplumsal ilişkilerde soyutlamanın getirdiği yalnızlık, sakin görünüm altında, uygun bir ortam ve beyin yıkayıcı bir öncü bulduklarında her biri, dilini kılıca dönüştürebilecek ve o kılıcı da daha çok İslâmî çalışma yapan dâvâ insanlarına karşı kullanacak bir karakter…
Tartışma ortamı ve münazara meclisleri oluşturmayı çok sever. Tartışma onun kendini ispat etme aracıdır. Katı ve dışlayıcı tutumu ile; kendini topluma, halka, aileye, eşine, çocuklarına kapatır. Hisleri kendisini yönlendirir; akıl ve ilim değil. Böylece, bunalımlı ve uyumsuz bir psikolojik ruh yapısına bürünerek Müslümanların arasında tekfir fitnesinin tohumlarını atar. Özellikle “kâfire kâfir demeyen kâfirdir” anlayışıyla, kendilerinin yanlış yorumlarla küfür veya kâfir kabul ettiklerine küfür gözlüğüyle bakmayan kimseleri Müslüman kabul etmeyip zincirleme tekfir gibi bir cinayeti rahatlıkla işleyebilen bir anlayış…
Tekfirciliğin tarihteki ilk temsilcisi olan Hâricîlik; serkeşlik, itaatsizlik, disiplin dışına çıkma anlamlarını taşır. Hâricîler, oldukça fanatik insanlardı. Beyinleri yıkanmıştı. Yanılgıya düşmelerindeki en önemli etken, onların aşırı tutucu olmalarından kaynaklanıyordu. Bunun bir sebebi de onlardaki bedevîlik ruhuydu. Yaşadıkları yalın hayat, kültür kıtlığı ve nasların zâhirine göre hüküm vermek de bu taassubun nedenleri arasında sayılabilir. Bununla beraber Hâricîlerin iki özelliği vardı ki, dost-düşman herkes kabul ederdi: Takvâ ve Cesaret. O kadar çok namaz kılarlardı ki alınları, dizleri ve dirsekleri nasır tutmuştu. Ölümden de asla korkmazlardı. Bilinçli veya bilinçsiz onların izini takip eden, kendilerini onlardan saymasalar da o izi takip eden tekfircilerde de bu özellikler değişen oranlarda da olsa mevcut.
Tekfirci bir Müslüman; cemaatinin, ağabeylerinin veya okuduğu kitapların etkisiyle farklı insanları kolayca tekfir edebilme cesaret ve cür’etini kendinde rahatlıkla görebiliyor. Bir âlimin hüküm vermekte zorlandığı hususlarda kendinden çok emin şekilde fetvalar, hükümler veriyor ve nice insanı tekfir ederken hiç rahatsızlık duymuyor. Hep haklı olduklarına inandıklarından, ister avamdan biri olsun, isterse âlim, onlar için fark etmez; saatlerce sert tartışmalara girerler ve karşısındakilere kendi görüşlerini kabul ettirmeye çalışırlar. Kabul etmeyince de tekfir silahını çıkarıp kalbine ateş ederler. Çoğunlukla ehliyetsiz ve yetkisiz olarak genelleme de yapmak sûretiyle isabetsiz tekfîr suçlamasında bulunarak ahlâkî ve hukukî açıdan sorumsuzca davranabiliyor.
Bunun sebebi olarak tâğutî düzeni, zâlim ve istismarcı yöneticileri, mürcie anlayışını, hurafeci veya modernist din yorumlarını, dün tevhid diyen nice cemaat ve önderlerinin bugün düzeni ve iktidarı savunacak şekilde savrulmaları, taviz üstüne taviz vermeleri göstermek mümkün. Heyecanlı şekilde gençliğin ve ilimsizliğin cesaretiyle radikal ve fanatik tavır alarak “lâ ilâhe illâllah” diyenleri cehenneme göndermekten hoşlanıyor görüntüsü veriyor.
Hiç de kolay bir hayat olmasa gerek tekfircinin kendisini mecbur ettiği yaşayış: Akrabalarıyla, en yakınlarıyla ilişkisini kesecek, kendi fikirlerini kabul etmiyor diye belki sevdiği karşı cinsten birinin evlenme teklifini reddedecek, kendi cemaatinden olmayan birinin arkasında namaz kılmayacak, kestiğini yemeyecektir. Ona borç vermeyecek, ona en ihtiyaç duyulan anlarında bile yardımda bulunmayacak, onunla hiçbir zaman herhangi bir işbirliğine girmeyecek, ölünce cenazesine katılmayacaktır. Kolayına gelen hevâî fetvalar da tabii: Müslüman olmadıklarına hükmettiğinden dolayı kâfirlerin mallarının ve İslâmî bir devlet olmadığı, tâğûtî bir düzen olduğu için devlet malının çalınmasının câiz olduğunu ileri sürmek gibi… Devletin olduğu varsayımıyla elektrik, su, belediye otobüsü vb. kullanımlarda sahtekârlık ya da hile ile de olsa bu tür hırsızlıkta sakınca olmadığını iddiâ etmek… Bu anlayış ve tavır, ne insanlığa sığar ne İslâm’a. Savaşla normal hali, ganimetle hırsızlığı, dâru’l-küfür ile dârul-harbi (savaş yurdunu) karıştırmaktır bu. İslâm'ı da, sosyal yapıyı da bilmemektir. Dâvâya da büyük zarar sözkonusudur.
Suud’un yazdırıp bedava dağıttığı kitapların, internet sitelerindeki üslûbu çok sert yazıların, bir-iki ağabeyin ve sloganların etkisinde kendilerine ait bir dünyaya çekilmiş bir fotoğraf… Bir kısmı tâğutlara da karşı çıkarken, çoğunluk itibarıyla İslâm düşmanı olan zâlim ve emperyalist kâfirlerle, tâğutlarla uğraştıkları pek görülmeyen bu tipler, aslında bir çıkar için değil; din gayretiyle Müslümanlarla uğraşmaktalar. Niyetlerinde samimi olduklarına kesinlikle inandığımız bu kardeşlerimiz usûl ve üslûp yönüyle de çok kırıcı olabilmekte, tekfir kılıcını (ve sapık ithamını) bütün etrafına savurup karşılarına kim çıkarsa ondan nasibini almaktadır. İlimsiz gayret, çoğu zaman kişiyi aşırılığa götürmektedir. Elbette nice itidalli selefî kardeşimiz olduğu gibi, selefî geçinen (aslında bizim onların selefî oldukları iddialarını kabul etmediğimiz) tekfircilerin dışında nice tekfirci bireylerin (ve az da olsa tekfirci cemaatlerin) varlığı da bir vâkıadır.
Tekfîrcinin, muhâtabına karşı girişebileceği en hafif yaptırım ise ondan ilişiğini tamamen kesmektir. Onun zihnindeki çözüm budur. Fetvâsını da çoğu kez kendisi verir, kendisi uygular. Bazen de bir ağabeyinin etkisiyle bu cinayeti işler.
Bu radikal akımın günümüzdeki temsilcilerinin bütün tavırları, tutumları, konuşma şekilleri ilkel ve iticidir. Çağrı şekilleri şu âyette tavsiye edilen hikmetli üslûba tamamen aykırıdır: “Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et/çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Rabbin, Kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidâyete erenleri de çok iyi bilir.”[113]
Tekfir olgusunu bir nassı değil, çok sayıda nassı anlama sorunu olarak görüyorum. Bütün problemler Kur’an’ı doğru anlamamaktan ve bütüncül olarak değerlendirmemekten kaynaklanıyor, diyebiliriz.
Hz. Ali ile savaşmaktan başlayıp ümmetin manevi kanını devamlı akıtmak demek olan onları cehenneme yollamaya kadar 1400 senelik problem.
Tekfirciyi, adam kurtarmaya kalkarken, niyeti adam kurtarmak olduğu halde, bilgisiz ve usulsüz olduğundan adamı öldüren kimseye benzetebiliriz. Ama bu, bir kez değil, her kez olursa, “aman kardeşim! Sen önce eski öldürdüğün kimselerin hesabını ver, bırak kurtarmayı, önce kendini kurtar” denilmesi gerekmez mi? Tekfirciler eğer samimi ise, haksız tekfirin kendilerini küfre götürme riskini hesap etmeli ve Kur’an’da kesin olarak tekfir edilmeyen kimseleri tekfirden kaçınmalı ve tekfiri tekfir etmelidir. İnsanlara tatlı dille ve güler yüzle, ihtilaflı konuları değil, kafaya çivi çakar gibi değil; tatlı şekilde güzel bir tarzda anlatabilmektir marifet.
“(İnsanları) Allah'a dâvet eden, sâlih amel/iyi iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır? İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur. Bu (haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Buna, ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.”[114]
Cemaat ve cemiyetler, birbirlerine çevirdikleri eleştiri oklarını önce kendi nefislerine ve gruplarına çevirmelidir. Tevhide duyarlı cemaatleri ve onlara mensup olan fertleri barıştırmalıyız. Muvahhid mü’minler ve cemaatler, birbirine haksız olarak yönelttiği ağır eleştiri ve tekfir oklarını, grup farkı gözetmeksizin tüm mü’minlere düşmanlık yapan güçlere yöneltmelidir. Müslüman gruplar birbirlerini tekfir ederken, İsrail’i, Amerika’yı ve onların dostu konumundaki başlarındaki tâğutları, İslâm’a açıkça düşmanlık yapan egemen güçleri unuttuklarının farkında bile değiller. Kardeşliğin gereği, karşımızdakini yanlışlardan kurtarmaktır; tekfirciliğin gereği ise onu küfre nisbet edip onunla ilişkileri kesmek ve onu yanlışlarıyla baş başa bırakmak ve hatalarının daha da keskinleşmesi için zemin hazırlamaktır. Haksız tekfir, en büyük iftiradır. Kul haklarının, hakkı gasbetmenin en büyüğüdür. Kaba ve sertliğin en çirkin olanıdır. Saldırganlıktır, iftira atmaktır.
Açıkça küfrü ispatlanamayan kimselerin şahit olduğumuz itikadî yanlışlarını düzeltmeye çalışmak yerine, onları bulundukları yanlışlarla baş başa bırakmak, hatta sert ithamlar ve yanlış damgalandırmalarla Müslümanların arasını bozmak, farkında olmadan ifsadçı olmaktır. Hâlbuki Kur’an, mü’minlerle ilgili bir haber geldiğinde onu hemen kabullenmemeyi, doğruluğunu tahkik edip araştırmayı emrediyor. Mü’minlerin arasını ıslah etmeyi emrediyor. “Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa, bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.”[115]; “Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle vuruşur savaşırlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah’ın emrine dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adâletle düzeltin ve adâletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever. Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun, umulur ki merhamete ulaşırsınız.”[116]
Sorular
1- Akaidin sözlük ve terim mânâsını açıklayınız.
2- Akaidin konusu nedir?
3- Akaid ilminin önemini ve gayesini açıklayınız.
4- Sağlam bir inancın dünya ve âhiretteki faydalarını belirtiniz.
5- Zamanın ve kişilerin değişmesi ile itikad esasları değişir mi?
6- Akaid kelimesi hangi kökten türemiştir?
- a) Akd b) Akîde c) Akad d) Akid
7- İnanılması ve reddedilmesi gereken esasları inceleyen ilme ne ad verilir?
- a) Fıkıh b) Akaid c) İslâm d) Siyer
8- İslâm’ın tüm hükümlerini kabul ettiği halde, nefsine ağır geldiği için bazı hükümleri yerine getirmeyen kimsenin hükmü nedir?
- a) Münâfık b) Kâfir
- c) Müşrik d) Günahkâr müslüman
9- Aşağıdaki seçeneklerden hangisi, Akaid ilminin konusudur?
- a) Ahlâkî esaslar b) Hukukî esaslar
- c) Amelî esaslar d) İman edilmesi ve reddedilmesi gereken esaslar
10- Aşağıdakilerden hangisi Akaid ilminin gayesi (amacı) değildir?
- a) İnsanın inancıyla uğraşmayıp onun ahlâklı olmasını sağlamak
- b) İnsanın hayata bakışını, dünya görüşünü İslâm’a uygun hale getirmek
- c) İnsanı zararlı inançlardan ve zararlı fikirlerden korumak
- d) İnsanın dünya ve âhiret saâdetine ermesini sağlamak
11- Akaid ilmine hicrî ilk asırda hangi adlar veriliyordu
[1] Maalesef bu alanda yazılmış eserlerin çoğunda, Kur’an’da olmayan nice hususların akaid ilkesi olarak kabul edildiği gibi; bundan daha da fecî olanı; Kur’an’a ters nice hususlar akaid hükmü, yani inanç esası olarak belirtilmiştir.
[2] Bk. 2/Bakara, 286
[3] 28/Kasas, 85-88
[4] 43/Zuhruf, 43-45
[5] 33/Ahzâ, 1-3
[6] 42/Şûrâ, 15
[7] 6/En’âm, 50; Peygamberimizin kendisine indirilen vahye tâbi olmasını emreden veya kendi ağzından ben ancak vahye tâbi oluyorum diyen âyetler için bk. 6/En’âm, 50, 106, 145; 7/A’râf, 203; 10/Yûnus, 15, 109; 11/Hûd, 12; 16/Nahl, 123; 33/Ahzâb, 2; 43/Zuhruf, 43; 45/Câsiye, 18; 46/Ahkaf, 9; 75/Kıyâme, 18
[8] 10/Yûnus, 36
[9] 53/Necm, 23
[10] 53/Necm, 27-28
[11] 49/Hucurat, 12
[12] 69/Haakka, 45-47
[13] 4Nisâ, 80
[14] İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, Tercüme, Mustafa Öz, 2. Bs., İFAV Yayınları, İstanbul, 1992, “el-Âlim ve’l-Müteallim”, s: 24-25
[15] 23/Mü’minûn, 23
[16] 27/Neml, 45
[17] 29/Ankebût, 16
[18] 29/Ankebût, 36
[19] 4/Nisâ, 6
[20] 16/Nahl, 36
[21] 2/Bakara, 85
[22] Kifâye, 62
[23] Hadis Istılahları, 22, 23
[24] 17/İsrâ, 36
[25] 53/Necm, 28
[26] el-ʿÂlim ve’l-Müteʿallim, s. 31-33
[27] Mâturidî, Kitâbü’t-Tevḥîd, s. 9
[28] İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm, I, 30
[29] İbn Fûrek, Mücerredü’l-Maḳālât, s. 23
[30] Müşkilü’l-ḥadîs̱, s. 12; Yavuz, s. 94
[31] et-Temhîd, s. 164
[32] Usûlü’d-dîn, s. 22-23
[33] el-Müstasfâ, I, 145, 148, 151
[34] bk. M. F Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ẓnn” md.
[35] 6En’âm, 164
[36] Fahreddin er-Râzî, Esâsü’t-taḳdîs, s. 215-219
[37] et-Taʿrîfât, “ḫbr” md.; Âlûsî, XXVI, 146
[38] Şerḥu’l-ʿAḳāʾid, s. 18
[39] Şerḥu’l-Maḳāsıd, V, 317
[40] İbn Teymiyye, Mecmûʿu Fetâvâ, XIII, 351
[41] 9/Tevbe,122
[42] Yusuf Şevki Yavuz, (T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, Haber-i vâhid maddesi, c. 14, s. 353-355
[43] Kifâye, 62
[44] Hadis Istılahları, 22, 23
[45] 17/İsrâ, 36
[46] 53/Necm, 28
[47] 48/Fetih, 27
[48] 66/Tahrîm, 3
[49] 8/Enfâl, 7
[50] Buhârî, 6830; Ebû Cafer Tahavî, Şerhu Müşkili’-Âsâr, tahkik Şuayb el- Arnavut, Muessesu’r-Risâle, 1415/1994, c. 14, s. 466
[51] Buhârî, 111, 3047, 6903, 6915; Müslim, Kitabu’l- Hacc, 467, hadis no: 1370
[52] el-Hatib, Takyîd, s. 33
[53] Sahihi Müslim Kitab-ı Zühd 72, Ahmed bin Hanbel, Müsned 3/12, 21, 33
[54] El Hatib, Takyid, sayfa 32
[55] Tirmizi, es-Sünen, K. İlm
[56] Dârimî, es-Sünen, Mukaddime 42
[57] 5/Mâide, 67
[58] 74/Müddessir, 26
[59] Müslim, Müsâfirûn 139; Ebû Dâvud, Salât 316; Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl 2; Ahmed bin Hanbel, VI/54, 111
[60] 2/Bakara, 151
[61] 57/Hadid, 25
[62] 4/Nisâ, 59, 64
[63] 24/Nûr, 51; 33/Ahzâb, 36
[64] 3/Âl-i İmrân, 31
[65] 33/Ahzâb, 21
[66] 59/Haşr, 7
[67] 16/Nahl, 44
[68] Bu konuyla ilgili bkz. Müslim, Edâhî 35/5; Ebû Dâvud, Salât 90, Hacc 50; İbn Mâce, Hacc 81 vb.
[69] 33/Ahzâb, 36
[70] 24/Nûr, 51-52
[71] 4/Nisâ, 65
[72] 5Mâide, 44, 45, 47
[73] 18/Kehf, 26
[74] 12/Yusuf, 40
[75] 4Nisâ, 105
[76]İmam Mervezî, Müsned-i Ebû Bekri’s-Sıddık, çev. A. Davudoğlu, s. 89-93, hds. no: 17, 18; Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr Muht. Tercüme ve Şerhi, c. 2, s. 504, hds. no: 2458; Buhârî, Edebu’l-Müfred, 296, hds. no: 716; Münzirî, Hadislerle İslâm (Terğîb ve Terhîb), c. 1, s. 95, hds. no: 33; İbn Hacer el-Askalânî, Terğîb ve Terhîb, s. 23, hds. no: 11; Zebîdî, İthâfu’s-Sâde, II/272-273, VIII/281; Ebû Hâcer Besyûnî, Mevsûatü Etrâfi’l-Hadîs, II/213; İbn Kesir
[77] 4/Nisâ, 48, 116
[78] 17/İsrâ, 15
[79] 6/En’âm, 131
[80] Nisa:4/ 65
[81]Fakihler, dini hükümlerden haberdar olmama halinde bunlarla yükümlü olunmayacağı ilkesinin uygulamasında kural olarak darul-İslâmda bulunmayı bilgi karinesi, darul-harpte bulunmayı da bilgisizlik karinesi olarak kabul etmişlerdir (Ahmet Özel, Ülke Kavramı, 177-178).
Fiili imkânsızlık durumunda bunun bazı istisnaları meşru bir mâzeret sayılmıştır. Ancak bazı yazarların belirttiği gibi, (Abdülkadir Udeh, Ceza Hukuku, 1/620-621) bunlar da esasen birer istisna değil, 'bilme imkânı bulunmadıkça sorumlu tutmama' ilkesinin bir gereği sayılmalıdır. Kesin delillerle sabit olmayan ve geniş kitleler arasında yaygın olarak bilinmeyen hükümler hakkındaki bilgisizlik ise hemen bütün âlimlerce Dâru’l-İslâmda bulunanlar bakımından da mâzeret olarak kabul edilmiştir. Cehlin mâzeret sayılması hallerinde dikkat edilmesi gereken bir husus, davranışa bağlanan hukuki sonucu bilmemenin değil, davranışın yasak olduğunu bilmemenin özür kabul edilişidir.
Allah'ın kitap ve elçiler göndermiş olması ve fertlerin/ toplumun da, hadiste kendisinden sorumluluğun kaldırıldığı bildirilen kişilerden müteşekkil olmaması hasebiyle, özelde son elçinin mesajı bağlamında bilmemekten yana mazur sayılamazlar. Kaldı ki insanların kendisinden yana mesul tutulacağı ve ilelâhire tahrif edilmeden baki kalacağı bildirilen bu anlaşılır kitabın geliş gerekçesi de insanlara bunu ilan etmektir (7/A'râf, 172; 67/Mülk, 10; 43/Zuhruf, 44; 5/Mâide, 19; 28/Kasas, 46; 32/Secde, 2-3).
Esasen fertlerin sorumluluklarının bilincinde ve tevhid esaslarını bilerek iman etmesi, neleri kabul, neleri redderek iman ettiğinin farkında olması gerekir. Çünkü bilinmeyen bir şey tasdik edilemez. Bilinecek ki inanılan bu kitabın temel prensiplerine aykırı hususlar yine bu kitaptandır, zannıyla tasdik edilmesin.
Deli veya bütün olanaklardan mahrum olarak dağ başında yaşayan bir fert için mâzeret kabul edilen cehâletin, bu durumda olmadığı halde cehâleti bilerek seçen kimseler için mâzeret kabul edilmesi söz konusu bile olamamaktadır Nitekim ulema da cehâletin mazeretlik boyutunu hep özel istisnai durumları dikkate alarak ifade etmektedir (Örnek olarak bkz. er-Remeli, Nihâyet’ul-Muhtac, -bab'u hükm'i târik'is-salât- 2/418, -Kitab'ur-ridde- 7/395; ayrıca bkz. Mihne, 11-12,298). Özetle istisnaî durumlar kendi özelinde ve genel durumlar ise yine kendi bağlamında değerlendirilmek durumundadır. Kaldı ki istisnaî-özel durumlar genel geçer bir kısım kuralların varlığını işaret ediyor olsa gerektir.
Dâru’l-İslâmda bilgisizliğin özür sayılmadığı bir kaidedir. Çünkü Dâru’l-İslâmdaki kişilerin bilgi sahibi oldukları farzedilmektedir. Bu nedenle müslüman bilmesi gereken hususları bilmemekle mazur sayılmaz. Dolayısıyla şer'i hükümlere bilgisizlik - cehâlet iddiasıyla kimse muhâlefette bulunamaz. Çünkü burada cehâlet özür sayılamaz.
Buna göre İslâm diyarında oturan herkesin farzları da, yasakları gösteren genel esasları da bilmesi gerekir. Onları bilmemek özür sayılmaz. Ancak delili kesin olmayan hususlar bunun dışındadır. Aslında bu gibi delili kesin olan hususları bilmemek suçtur. Suç ise başka bir suçu meşru kılmaz.
Fakihlerin cumhuru, İslâm ülkesi olmayan memleketlerde İslâmî hükümler hakkındaki cehâletin şer'î teklifleri kaldıracak derecede kuvvetli bir mâzeret olduğunu kabul etmiştir. Fukahanın çoğunun yaklaşımı şöyledir: Dâru’l-harb, şer'î hükümlerin bilinmesine elverişli değildir. Hükümlerin kaynakları orada meşhur olacak şekilde herkese ulaşmamıştır. Oradaki bilgisizlik, delili bilmemektir. Delil üzerinde cehâlet ise teklifi düşürür. Çünkü Dâru’l-harbde müslüman olan kimseye hitap, teveccüh etmez (Bkz. Molla Hüsrev, 34S; Aydın, Hukuku Bilmeme I/271-272).
Esasen Dâru’l-harbde müslümanların İslâmî hükümler hakkında bilgi sahibi oldukları farzedilemez. Çünkü Dâru’l-harb şer'i hükümlerin öğrenildiği, bilinebileceği yer değil, aksine onların öğretilmediği, bilinmediği bir yerdir. Başka bir ifade ile Dâru’l-harb, İslâmî hükümlerin yayılıp tanındığı bir memleket değildir.
Dâru’l-harbte müslüman olup da emirleri yerine getirmeyen kişi hakkında Ebû Hanife ve İmameyn'in görüşü şöyledir: "Bu husustaki dini hitap-delil o kimseye kavuşmadığından, bilgisizliği özür sayılır. Çünkü bu durumda kendisi kusurlu değildir. Bilgisizlik, delilin kendisinin kapalı ve gizli kalmasından ileri gelmiştir... Dâru’l-harb üzerinde tebliğ velâyeti kesik olduğundan, şer'i hitap oradaki mükelleflere takdiren ulaşmış sayılmaz... Buna mukabil Dâru’l-İslâmda bir kimsenin bu husustaki bilgisizliği özür kabul edilmez. Çünkü Dâru’l-İslâmda bulunmakla onun hakkında hükmen bu ilim sabittir. Bilgisizliği kendi şahsi kusuruna dayandığından özür sayılamaz."
Buradaki temel espiri şudur: Bir şeyi bilmekten öte, o şeye ulaşabilme imkânının olup olmadığı daha önemlidir. Bu nedenle söz konusu mevzuda bilgisizliğin, mükellefin kendi kusuru olup olmaması çok önemlidir. Çünkü vücup için bilfiil bilgi değil de hükmü bilme imkânının bulunması yeterlidir. Dâru’l-İslâmda bu imkân var olmasına karşın Dâru’l-harbde yoktur.
Dâru’l-harp denilen İslâm’ın devlet olarak uygulanmadığı yer demek, darul-cehâlet demektir; İslâmdan yana bilgisizlik yurdudur.
Dâru’l-harb diye tesmiye edilen vasatta sadece İslâmî değerlerin o bölgeye ulaşması cihetiyle bazı istisnalar söz konusudur. Orada gayri İslâmî bir yönetimin egemen oluşundan kaynaklanan bir durum mevcuttur. Söz konusu otorite orada İslâm'ın yayılmasına, anlatılmasına mani olmakta bu nedenle İslâmî hükümler bilinememektedir.
Eskilerin Dâru’l-harb dediği İslâm’ın hâkim olmadığı hicret etmemiş müslümanın cehâleti kendisi için mâzerettir. Çünkü inmiş emirler onun açısından gizli sayılır. Dolayısıyla hakkındaki cehâlet özür sayılır. Çünkü bu cehâlet bizzat delilin ortada olmayışından kaynaklanmıştır.
Anlaşıldığı gibi bilgisizliğin kişinin kendi kusurundan dolayı olması durumunda bunun özür olamayacağı açıktır. Bunun yanında esas olan, doğrudan doğruya bilmek değil, bilebilme imkânının var olmasıdır. Dikkat etmek lazım; bilmemek/cehâlet ayrı, bilmeye çalışmamak ayrıdır. Gene bilmek için imkân olduğu halde câhil kalmak bambaşkadır. Bu, doğrudan kişinin kendi kusurudur. Ve zaten başlı başına bir suçtur (Bkz. eş-Şafii, er-Risale, 197-198; M. Ebû Zehra, Suç ve Ceza, 1/425-436; Mustafa Akman, Kur'an'da Câhil Câhiliye Cehâlet, Buruc Y., 189-202).
[82] 4/Nisâ, 94
[83] Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111
[84] Buhârî, Edeb 44
[85] 8/Enfâl, 46
[86] 3/Âl-i İmran, 103
[87] bak. A. Kalkan, Bu kitap (Müslümanın Akaidi), İman -İmanın Artıp Eksilmesi- Konusu
[88] bak. A. Kalkan, Kur’an Kavramları, Velî kavramı
[89] bak. A. Kalkan, Bu kitap, Şefaat ve Vesile Konusu
[90] bak. A. Kalkan, Bu kitap, Şefaat ve Vesile Konusu
[91] bak. A. Kalkan, Kur’an Kavramları, Nesh kavramı
[92] Tirmizî’nin Rivâyet Ettiği Meşhur 99 Esmâü’l-Hüsnâ’nın dışında, Kur’an’da 27 isim vardır. Allah isminden sonra Kur’an’da 968 defa tekrar edilen Rab ismi bile Tirmizî ve İbn Mâce’nin listelerinde yoktur. Tirmizî’nin rivâyet ettiği meşhur esmâü’l-hüsnâ listesinde geçtiği halde Kur’an’da zikredilmeyen 26 isim vardır. İbn Mâce (Duâ, 10) rivâyetinde bulunup da, Tirmizî’nin (Deavât, 82) meşhur rivâyetinde bulunmayan yine 26 isim vardır. Tirmizî rivâyetinde bulunup da İbn Mâce’de yer almayan isimler de 25 tanedir.
[93] Bak. Bu kitap, Kader bahsi.
[94] “Sana gelen hasene/iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir/kendindendir…” (4/Nisâ, 79)
“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” (42/Şûrâ, 30)
"İnsanların kendi elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde (çölde, kırda ve şehirde) fesat çıkar. Böylece, onlar yaptıklarının bir kısım karşılığını daha dünya hayatında görürler." (30/Rûm, 41)
“Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunanı değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah işitendir, bilendir.” (8/Enfâl, 53)
"İnsanların elleriyle kazandıklarından dolayı karada ve denizde (çölde, kırda ve şehirde) fesat ortaya çıktı." (30/Rûm, 41)
"Eğer Allah'ın, insanları bir kısmıyla bir kısmını def edip savması olmasaydı, yeryüzü fesada uğrardı; ama Allah âlemlere karşı lütuf sahibidir." (2/Bakara, 251)
“İnsan, hayrı istediği gibi şerri de ister. İnsan pek acelecidir.” (17/İsrâ, 11)
“Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25)
“Sizden önceki nesillerden akıllı kimselerin, (insanları) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan men etmeleri gerekmez miydi? Fakat onlar arasından, ancak kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı. Zulmedenler ise kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar ve suç işleyenler olup çıktılar. Halkı ıslahatçı kimseler olsaydı, Rabbin o şehirleri haksız yere helak edecek değildi.” (11/Hûd, 116-117)
Yine, kötülüğün ve musîbetin insanın kendi yaptığı sebebiyle olduğu konusuyla ilgili bak. 4/Nisâ, 62, 16/Nahl, 34; 28/Kasas, 27; 30/Rûm, 36; 39/Zümer, 51; 42/Şûrâ, 48
Allah Güzeldir; Her Yaptığı ve Yarattığı da Güzeldir: Allah'ın isim-sıfatlarından biri "muhsin" (güzel yapıp eden)dir. Allah muhsin olduğu için her yarattığını güzel yaratmıştır. O, insanı da güzel, hatta en güzel biçimde yaratmıştır (bkz. 32/Secde, 7; 40/Mü'min, 64; 64/Teğâbün, 3; 59/Haşr, 24; 95/Tîn, 4). İnsanın ürettiği tüm güzelliklerin gerçek sahibi ve yapıp edicisi Allah olup bu üretimde, insanın beynini, gönlünü, elini, dilini kullanmaktadır.
Allah'tan daima güzellik zuhur eder. Kötü ve çirkin (seyyie), insan nefsinin ürünüdür (4/Nisâ, 79). Allah, yaratıcıların en güzelidir (40/Mü'min, 14; 37/Sâffât, 125). Var ettiklerine en güzel boyayı vuran da Allah'tır (2/Bakara, 138). Allah, aynı zamanda hüküm verme bakımından da en güzel olandır (5/Mâide, 50). Rızkın en güzeli de Allah'tan gelir. O, rızık verme yönüyle de en güzeldir (65/Talâk, 1; 11/Hûd, 88; 22/Hacc, 58; 16/Nahl, 75). Sözün de en güzelini bir kitap halinde indiren O'dur, O'nun kelâmı da tüm güzellikleri içerir (39/Zümer, 23). Bu yüzden insana, indirilen sözün en güzeline uyması emredilir. İnsana inen sözlerin en güzeli Allah'ın sözüdür (39/Zümer, 55). Bu yüzden, güzel insanların bir niteliği, sözü dinleyip onun en güzeline uymaktır (39/Zümer, 18). En güzel din, güzellikler sergileyerek Allah'a teslim olanların dinidir (4/Nisâ, 125). Allah, fiil, söz ve hükmüyle en güzelin kaynağı olduğundan, en güzel isimler (esmâu'l-hüsnâ) da O'nundur (7/A'râf, 180; 20/Tâhâ, 8; 59/Haşr, 24).
[95] Kur’an Kavramlarının Tahrif Edilmesi
Kur’an kavramlarının hayatî öneme taşıyanlarının hemen hepsinin içi boşaltılmış, Kur’an ve Sünnet dışı anlayışlarla doldurulmuştur. Örneklendirmek ve örnekler üzerinde bu tahribatın ve tahrifatın yapıldığını ispatlamak başlı başına kitap, hatta kitapların konusu olacak kapsamda olduğundan, biz burada tarihsel süreç içinde yozlaştırılan belli başlı Kur’an kavramlarını saymakla yetinelim:
Allah (Vahdet-i vücut, fena, beka, aşk, kadın şeklinde veya başka şekilde onun kendilerine tecelli ettiğini iddia etmek);
atalar yolu (Kur’an’ın şirk sebebi saydığı ataları, örf ve âdeti kutsayıp İlâhî ölçülere ters olduğu halde onları ölçü kabul etmek);
bâtın (Kur’an âyetlerinin zâhirî anlamlarıyla bağlantısız farklı bâtınî anlamları olduğunu iddia etmek);
bey’at (Bu kavramı, İslâm devlet başkanı dışındaki ahitler için kullanmakta bir sakınca görmemek ve bey’at edilecek bir imam (İslâmî otorite) edinmenin yollarını önemsememek);
câhiliyye ve câhiliyye hükmü konusunda Müslümanlara düşen bir görevin yok sayılması);
cihad (Allah yolunda savaşı “küçük” ve önemsiz görmek, ya da tam tersine cihadı sadece savaşla sınırlı tutmak);
cin ve şeytan (cincilik, büyücülük ve üfürükçülüğün Müslümanlıkla ilgili olduğu imajı vermek, abartılı şekilde cin çarpması ve büyü değerlendirmesi yapıp bunu tedavi etmek kasdıyla muskacılık ve benzeri yollarla istismar),
duâ (haram, hatta şirk olan türden vesile anlayışıyla; sadece Allah’tan istenecek şeyleri şirk derecesinde başkalarından duâ edip istemek gibi);
fitne (anlamı daraltmak, sadece karışıklık anlamına indirgemek);
hak ve bâtılı, hakka bâtılı karıştırmak, hakkı gizlemek;
halife (Allah’ın halifesi kavramı ve cemaat liderine halife sıfatı vermek, lâyık olmayanları halife kabul edip, günümüzde bu kavramın gereğini unutturmak);
hastalık (Kur’an’ın çoğunlukla mânevî (imanî) hususlardaki anormalliklere sıfat olarak verdiği halde, sadece bedensel rahatsızlıklara indirgemek);
Hızır (Kur’an’da rahmet ve ilim verilen kul şeklinde belirtilen kişiyi ölümsüz, helak etmeye ve ihyâ etmeye kadir, kul bunalınca yetişecek bir tanrı şeklinde kabul etmek);
İbâdet (Allah’ın emir ve tavsiyesi olmadığı, Rasûlulullah’ın sünnetinde bulunmadığı halde ibâdet olarak yapılan ve tavsiye edilen nice hususlar, bid’atler ve hurâfeler);
ilim (vahyi reddeden teorileri ya da bilgi kırıntılarını ilim diye takdim etmek ve bunların tahsilinin dinin emri olduğunu iddia etmek; böyle bir tahsil için dinin temel farzlarını teferruat saymak);
ismet –mâsumiyet (bazı hocaları, âlim veya şeyhleri mâsum kabul etmek);
istişare ve istihare anlayışında Kitap ve Sünnet dışı anlayışlar geliştirmek;
kıssa (dini hikâyelere ve kerâmet masallarına boğmak);
kölelik (Kur’an’ın kesin bir şekilde kaynağını kuruttuğu halde, 19. asrın sonlarına kadar kula kul olmayı İslâm’ın müsaadesi diye sunmak, câriyelere baş örtme özgürlüğü bile vermemek);
millet (Kur’an’da din anlamına geldiği halde, kavim ve ırk anlamı vermek, yasaklanan ırkçılığa bu kavramı kılıf edinmek);
murâbata (cihad için hazırlıklı olma anlamını tahrif ederek, farklı uygulamaları bu kavramla dillendirip Kur’an kavramını tahrif etmek);
nefis (Kur’an’daki hevâ kavramını nefs kelimesiyle değerlendirmek, nefsi aşağılamak, derecelere/basamaklara ayırmak, nefisle mücâdeleyi büyük cihad saymak, onu yok etmeye/öldürmeye çalışmak);
nesh (Kur’an’da nice âyetin hükmünün olmadığını, formalite icabı bulunduğunu, sünnetin bile âyeti nesh edebileceğini, yüzlerce âyetin mensuh olduğunu iddia etmek);
nübüvvet (gerektiğinde hadis uydurmaktan çekinmemek, hadis rivâyetini ilmî yöntemlerle değil de rüyada, keşifte Peygamber’den rivâyet ettiğini iddia etmek; nûr-ı Muhammedî diye uydurma bir terim icat ederek Peygamberimizi yarı tanrı seviyesine çıkarmak; tam tersine bir anlayışla peygamberleri evliya seviyesine düşürmek);
put ve puta tapma (resim ve fotoğrafa bir zamanlar gösterilen tepki kadar ister heykellerden ister soyut hususlardan putlaştırılan hususlara karşı tepki göstermemek, putçuları dışlamamak);
rüya ve ilham ilim kaynağı olmadığı halde, bunları; ayrıca keşfi, müşâhede, muhâdese ve benzeri şeyleri ilim kaynağı kabul etmek;
sabır (pasifliği, zilleti, zâlimlere seyirci kalmayı, görevini yapmamayı sabır zannetmek);
sevgi (ölçüyü ve hedefi ayarlayamamak, Allah sevgisini nice çirkin anlayışlara zemin olacak şekilde “aşk” tabiriyle dillendirmek);
şefaat (haram ve şirk şefaat anlayışı; Allah’a rağmen insanı kurtaracak tanrılar edinmeye benzer anlayışlar);
şeriat (şathiye, sekr hali, istiğrak, cezbe vb. şekillerle şeraiti çiğnemeyi normal saymak; şeriatı basite alacak ve onu kabuk kabul edecek ifadelerle esas önemli olanın tarikat ve hakikat olduğu iddiasında bulunmak, şeriatla hükmedilmemesine ciddi bir tepkide bulunmamak);
tâğut (sadece şeytan anlamı verip, azgın insan tipi olan haddi aşıp insanları saptıran yöneticileri kapsam dışı bırakmak);
takvâ ve muttakîlik (Kur’an’ın tanımladığına hiç benzemeyen özellikler);
tevbe (Aracısız olarak Allah’a yapılması gereken tevbeyi, almak-vermek şeklinde bir insan karşısında yapmanın gereğine inanmak);
tevekkül (Tedbire yapışmadan, kul olarak üzerine düşeni yerine getirmeden yanlış beklenti içinde olmayı tevekkül sanmak);
tevhid ve şirk (nâfile ibâdetler kadar bile önemsememek, din ve takvâ adına bile bazı şirk ve haramları tavsiye etmeye kalkmak, Allah’ın sıfatlarını başkalarına vermekten çekinmemek);
ticaret (Allah’la yapılan alış-verişi, mal ve canla yapılan cihadı bu kapsama almayıp sadece dünyevî alış-verişi ticaret saymak);
ülü’l-emr (Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen, hatta bizden olmayanlara bu vasfı vermekten çekinmemek);
velî-evliyâ (Kur’an’a muhâlefet ederek, bütün gerçek mü’minlerin vasfı olan bu kavramı, bazı özel şahıslara vermek ve onları tanrılaştırır gibi yüceltmek);
vesile (gayrı meşrû vesileler edinmek, Allah’a yaklaşacağım diye cehenneme yaklaşacak yöntemler bulmak);
zikir (Kur’an’ın 30 civarında farklı anlamda kullandığı zikr’i “sadece dille belirli lafızları söylemek” şeklinde anlamak ve Kur’an ve Sünnette olmayan ifâdeleri zikir ibâdeti olarak uygulamak; Kur’an’da “Allah’ın size öğrettiği şekilde zikredin” (2/Bakara, 239) denildiği halde, Kitap ve Sünnette olmayan şekil ve usullerle tuhaf tarzlarda zikir icat etmek);
zulüm (sadece fiziksel eziyet anlamına indirgeyip şirk gibi, mânevî alanlardaki tahribatı bu kavram dışına atmak, müşriklere ve Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenlere zâlim sıfatını vermekten çekinmek);
zühd (dünyadan el etek çekmeyi zühd saymak, uzleti tavsiye etmek, bir lokma bir hırka anlayışını takvâ saymak)…
Kavramların Tahrif Şekilleri
- a) Anlamının bilinmemesi, önemsenmemesi, (sosyal, siyasal, ahlâkî… olarak) içinin doldurulmaması: Tevhid, Şirk,
- b) Anlamının daraltılması: Zikir, İbâdet, İmâm,
- c) Yanlış veya Eksik Anlaşılması: Hastalık, Nefis, Belâ, Zulüm,
- d) Tahrif edilip saptırılması: Cihad, Vesile, Duâ, Şefaat, Veli-Evliya, Halife örneğinde olduğu gibi.
[96] Bak. 2/Bakara, 85-86; 4/Nisâ, 136
[97] 12/Yusuf, 106) Yine bak. 39/Zümer, 65-66; 31/Lokman, 13
[98] Bak. 4/Nisâ, 13-14
[99] Bak. 2/Bakara, 256-257; 4/Nisâ, 76; 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17-18
[100] Bak. 49/Hucurât, 15; 49/Hucurât, 10; 3/Âl-i İmrân, 103, 110; 21/Enbiyâ, 92
[101] Bak. 3/Âl-i İmrân, 104-105
[102] Bak. 2/Bakara, 155; 29/Ankebût, 1-3; 49/Hucurât, 15
[103] bak. 4/Nisâ, 13; 63/Münâfıkan, 8
[104] Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâmeh 49; Buhârî, Deavât 4
[105] 61/Saff, 10-11
[106] 2/Bakara, 256
[107] 4/Nisâ, 128
[108] 16/Nahl, 91
[109] 2/Bakara, 190
[110] Buhârî, Edeb 44
[111] Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111
[112] Buhârî, İlim 11; Müslim, Cihad 5
[113] 16/Nahl, 125
[114] 41/Fussılet, 33-35
[115] 49/Hucurât, 6
[116] 49/Hucurât, 9-10