PEYGAMBERLİK VE PEYGAMBERLERİMİZ (1)
PEYGAMBERLİK VE PEYGAMBERLER
- Nebî ve Rasül; Anlam ve Mâhiyeti
- Kur’ân-ı Kerim’de Nebî ve Rasül Kavramı
- Peygamberlerin Özellikleri
- İnsanların Peygamberlere İhtiyacı
- Peygamberlerin Gönderiliş Gâyeleri
- Peygamberlerin Dâvetlerinin Özellikleri
- Peygamberlerin Peygamberliği Nasıl Anlaşılır?
- Son Peygamber
- Mütenebbî/Sahte Peygamber
- Peygamberlerin Sıfatları
- Kur'ân-ı Kerim'de İsmi Geçen Peygamberler
- Peygamberlere İman
- Peygamberlere İman, Onları Örnek ve Önder Kabul Edip Onlara İtaat Etmek İçindir
- Peygamberlere Vâris Olabilmek
- Nebî ve Rasül Kelimeleri Arasında Fark Var mıdır?
“Hatırlayın (ey İsrâil oğulları!) Verilen nimetlere karşılık, 'Ey Mûsâ! Bir tek yemekle dayanamayız, bizim için Rabbine duâ et de yerin bitirdiği şeylerden; sebzesinden, kabağından, sarmısağından, mercimeğinden, soğanından bize çıkarsın' dediniz. Mûsâ ise (onlara): 'Daha iyiyi daha kötü ile değiştiriyor musunuz?! O halde mısıra (şehre) inin. Herhalde istedikleriniz sizin için orada vardır.' dedi. İşte (bu hâdiseden sonra) üzerlerine zillet (alçaklık) ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah'ın gazabına uğradılar. Bu musîbetler (onların başına), Allah'ın âyetlerini inkâra devam etmeleri, haksız olarak nebîleri/peygamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi. Onların hepsi, sadece isyanları ve düşmanlıkları sebebiyledir." [1]
Nebî ve Rasül; Anlam ve Mâhiyeti
"Nebî" sözlükte haber getiren, haberci demektir. Nebe’ fiilinin fâil ismidir. "Nebe’", kendisiyle ilim meydana gelen, çok faydalı ve önemli haber demektir. "Nebî", önemli ve faydalı, aynı zamanda sağlam bir haber getiren elçi demektir. Bazılarına göre nebî kelimesi, yükseklik anlamına gelen "nübüvvet" kelimesinden türemiştir. Buna göre "nebî", her bakımdan yüksek bir makam sahibi, İnsanlara doğru ve önemli haber getiren kimse demektir.
"Rasûl" kavramı "risl" kökünden türemiştir. "Risl" sözlükte; yerine getirmek üzere gitmek, yumuşaklık ve kolaylık üzere göndermek demektir. "Rasûl", hem gönderilen mesaj, hem de mesaj yüklenip götüren anlamında kullanılmıştır. Kur’an’da daha çok ikinci anlamda geçmektedir. Allah (c.c.) İnsanlar arasından bazılarını seçer ve onları özel bir görevle gönderir. Bu gönderme işine "irsâl", gönderilen elçiye "rasûl", rasûllerin görevlerine de "risâlet" denir. İslâm literatüründe "nebî" ile "rasûl" aynı anlamı ifade ederler. Kur’an her iki kelimeyi de aynı anlamda kullanmaktadır.
Türkçe’de ise, Farsçadan gelen "peygamber" kelimesi daha yaygın olarak kullanılmaktadır. Her üç kelime de "Allah’ın elçisi" anlamına gelir. Nebî’nin çoğulu "enbiyâ" ve "nebiyyûn"dur. Kur’an’da, nebîlerden/peygamberlerden çokça bahseden 21. sûrenin adı: "Enbiyâ" sûresidir. "Rasûl" veya "mürsel", haber ve mesaj götüren anlamında elçi demektir. "Rasûl"ün çoğulu; rusül, mürsel’in çoğulu ise; mürselîn’dir.
Rasûller tıpkı nebîler gibi Allah’ın seçtiği elçilerdir. Ancak nebîler, haber getiren anlamında yalnızca İnsanlardan seçilirken; rasûller hem İnsanlar arasından, hem de İnsan dışındaki varlıklardan seçilebilir. Rasûle aynı zamanda mürsel de denilmektedir. "Rasûl", risâlet görevini Allah ile İnsan arasında yürüten kimsedir. Rabbimizin mesajlarını bir plana bağlı olarak, yumuşaklıkla, ürküntüye yer vermeden yerine ulaştıran elçidir.
Rasûller haberci anlamında elçi oldukları için bazen şuursuz varlıklar arasından da seçilmiş olabilirler. Şuursuz elçilere yağmur ve rüzgâr, şuurlu rasûllere melekler ve nebîler örnek olarak verilebilir. “Allah, meleklerden de elçiler seçer, İnsanlardan da. Şüphesiz Allah, işitendir, görendir.”[2] Kur’an, rüzgârın aşılayıcı elçi olarak gönderildiğini ifade etmektedir.[3] Elçi, bir işle görevlendirilen ve görevi konusunda yetkisi olan kimsedir. O, kendisini gönderen makama karşı sorumludur. Hangi iş için gönderilmişse, o işi yapmaya memurdur. Nitekim rüzgârın veya yağmurun elçi olarak gönderilmesi, onların belli bir işlevi yerine getirmeleri ile sınırlıdır. Rüzgâr aşılayıcı, yağmur yeryüzünü diriltici bir fonksiyon gösterir; onların elçilikleri bunlarla sınırlıdır.
Nebî, Allah’ın kendisine vahyettiği şeyleri İnsanlara aktaran, onları bu vahye inanmaya ve itaat etmeye davet eden kişidir. Onlar İnsanları, vahiyle terbiye eden terbiyecidirler. Onlar, Allah tarafından seçildikleri için, en temiz İnsanlardır. İnsanlık için örnek kişilerdir. Onlar, Allah’ın kendilerine vahyettiği şeyi canlı olarak yaşıyorlardı. Peygamberler, aldıkları vahyin canlı örnekleridir. Her nebî, kendi döneminin İnsanları için, Allah tarafından seçilmiş örnek (numûne) idi. Nebîler, Allah’a hakkıyla kulluk yaparlar ve ubûdiyyetin (kulluğun) nasıl yapılması gerektiğini gösterirler.
Allah’ın İnsanlar arasından seçtiği elçiler de belli bir mesajı İnsanlara ulaştırmak, bazı şeyleri haber vermek ve aldıkları vahiyle İnsanlara örnek olmak üzere görevlidirler. Risâlet, bir anlamda nübüvvettir ve Allah’ın İnsanlara haber ulaştırma yoludur. İnsanları hidâyete götürmenin, onları dünya hayatında yaşantılarını düzenlemenin, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarmanın, onları âhiret hayatına hazırlamanın bir yoludur.
Risâlet, İnsanları Allah’ın vahyi ile terbiye etmenin sistemidir. İnsanlık bu kurum sayesinde Allah’a kulluğu ve fıtratındaki güzelliği keşfedebilir. Rasûller, aldıkları vahiy ve yüklendikleri görevle; İnsan fıtratının derinliklerindeki güzellikleri, iyilikleri ve Hakk’a bağlılığı pratik hayata geçirirler; İnsan hayatından çirkinlik ve kötülükleri uzaklaştırmaya çalışırlar.
Kur'ân-ı Kerim'de Nebî ve Rasül Kavramı
Kur'ân-ı Kerim'de "nebî" kelimesi, tekil ve çoğul olarak 75 defa, "nübüvvet" 5 defa geçer. Bu sayı, aynı kökten fiillerle toplam 160'a çıkar. "Rasül" ve "mürsel" kelimeleri ise Kur'an'da toplam 383 yerde kullanılır. Buna aynı kökten fiiller de eklenince bu sayı 513'e yükselir. Nebîlerin soyları, ahlâkları, hayatları ve yürekleri pak ve aydınlıktır. Onlar selâm üzerine doğar, selâm ile ölürler.[4] Yani, onlar her türlü kirden ve pislikten, isyandan ve sapıklıktan korunmuşlardır. Emniyet ve güven, itimat ve barış onların karakteridir. Çevrelerine selâm (güven ve barış) ortamı sunarlar. “Ve selâmün ale’l mürselîn = Gönderilen bütün peygamberlere selâm olsun!”[5]
Peygamberler, İnsanları cennet ve Allah’ın nimetleriyle müjdelemek, cehennem ve Allah’ın azabıyla korkutmak için gönderilmişlerdir.[6] En güzel biçimde yaratılan İnsan,[7] irâde sahibidir. Tüm davranışlarından mes'uldür. Allah’ın verdiği nimetlere karşı şükretmek ve O’na ibâdet etmekle yükümlüdür. İnsan, tek başına, nasıl şükredileceğini, nasıl kulluk yapılması gerektiğini bilemez; bu görevlerini yerine getirme noktasında bir çok engelle ve zorluklarla karşılaşır. O yüzden İnsanın bir mürşide, rehber ve kılavuza ihtiyacı vardır. İşte bu mürşid ve rehber, peygamberdir. [8]
İnsanlar arasından seçilmiş rasûllerin görevleri, diğer elçilerden farklıdır. Şu âyet onların işlevini en güzel bir şekilde açıklamaktadır: “Nitekim, kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi tezkiye eden (temizleyen), size Kitabı ve hikmeti öğreten ve size bilmediklerinizi öğreten rasûller gönderdik.”[9] Rasûller, açık deliller ile gelirler. Yanlarında ilâhî adâletin ölçüsü vardır. Kitab'ı ve onunla gelen gerçekleri mü’minlere öğretirler. Gücün, kuvvetin ve malın nasıl kullanılacağını bildirirler. Allah (c.c.), bu anlamda İnsanlardan kimin peygambere yardım edeceğini, kimin onun dâvetine uyup uymayacağını imtihan etmektedir. [10]
Allah (c.c.) bazı peygamberlere, nasıl yaşayacaklarını, hangi prensiplere göre hareket edeceklerini ve ibâdetlerini nasıl yerine getireceklerini bildiren şeriatler göndermiştir.[11] Ama bütün peygamberler, İnsanlara yalnızca Allah’ın dini olan İslâm'ı anlatmakla görevli idiler. Allah’ın rasûlleri arasında da bir ayrım yoktur; Hepsi de seçilmiş, şerefli elçilerdir.[12] Mü’minler, peygamberlerin tümüne iman ederler. Peygamberlere itaat etmek Allah’a itaat etmektir.[13] Peygamberler bir şeye hüküm verdikleri zaman mü’minler "işittik ve itaat ettik" derler. Son Peygamber’e iman eden mü’minler, O’nun herhangi bir konuda verdiği hükme itirazda bulunmazlar ve O’nun verdiği hükme teslimiyetle rızâ gösterirler. [14]
Mü’minler, Allah’ı sevdikleri için son Peygamber’e uyarlar, onu tâkip ederler.[15] Peygamberler, İnsanlar için seçilmiş en güzel örneklerdir.[16] Mü’minler, Peygamber’in getirdiği her şeyi almak, yasakladığı her şeyden de kaçmak zorundadırlar.[17] Son peygamber olan Hz. Muhammed (s.a.s.), mü’minleri sever, onların üzerine titrer, sıkıntıya düşmelerinden dolayı üzülür.[18] Bütün peygamberler rahmet; Son Peygamber de âlemlere rahmettir. [19]
"Kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitab'ı ve hikmeti getirip size bilmediklerinizi öğreten bir Rasül gönderdik." [20]
"İnsanlar (aslında) bir tek ümmet (millet) idi. Bu durumda iken Allah, müjde verici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları indirdi." [21]
"Gönderilen peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, mü'minler de iman ettiler. Onlardan her biri Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. (Biz de onun için) Allah'ın peygamberlerinden hiç birini ayırmayız (hepsine inanırız). Onlar 'işittik, itaat ettik; ey Rabbimiz mağfiretini niyaz ederiz, dönüş yalnızca sanadır' dediler." [22]
"Hiç bir beşerin, Allah'ın kendisine Kitap, hikmet ve peygamberlik vermesinden sonra (kalkıp) İnsanlara: 'Allah'ı bırakıp bana kul olun' demesi mümkün değildir. Bil'akis (şöyle demesi gerekir ve der:) Okumakta ve öğretmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe hâlis kullar olunuz." [23]
"İçlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, mü'minlere büyük bir lütfuta bulunmuştur." [24]
"Biz her peygamberi, ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi için gönderdik." [25]
"Hayır! Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar." [26]
"Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki, İnsanların, peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın! Allah azizdir, hakîmdir." [27]
"Ey Rasül! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni İnsanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu hidâyete erdirmez." [28]
"İşte o peygamberler, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy." [29]
"Şüphesiz her ümmete bir peygamber gelmiştir. Peygamberleri geldiğinde, aralarında adâletle hümolunur. Onlara asla zulmedilmez." [30]
"Andolsun Biz, 'Allah'a kulluk edin, tâğuttan sakının' diye (emretmeleri için) her kavme bir peygamber gönderdik." [31]
"Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona; 'Benden başka ilâh yoktur; o halde Bana kulluk edin' diye vahyetmiş olmayalım." [32]
"Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Rasülü'ne dâvet edildiklerinde, 'işittik ve itaat ettik' demek, sadece mü'minlerin söyleyeceği sözdür. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Kim Allah'a ve Rasülü'ne itaat eder, Allah'a saygı duyar ve O'ndan sakınırsa, işte asıl bedbahtlıktan kurtulanlar onlardır." [33]
"O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: 'Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Ne yazık bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim.' Çünkü zikir (Kur'an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan, İnsanı (uçuruma sürükleyip, sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmakta." [34]
"Andolsun, size, Allah'ı ve âhiret gününü umanlara ve Allah'ı çokça zikredenlere Allah'ın rasûlü'nde güzel bir örnek vardır." [35]
"O peygamberler ki Allah'ın emirlerini İnsanlara tebliğ ederler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar." [36]
"Muhakkak ki Biz, peygamberlerimizi açık delillerle/mûcizelerle gönderdik. İnsanlar, aralarında adâleti hâkim kılsınlar diye, o peygamberlere kitap ve ölçü/nizam indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve İnsanlar için faydalar vardır. Bu, Allah'ın dinine ve peygamberlerine görmeden yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima üstündür. " [37]
Peygamberlerin Özellikleri
Peygamberler, "nübüvvet/peygamberlik" kurumunu hayata geçiren elçilerdir. Onlar, Allah’tan aldıkları dini, İnsanlara öğretirler. Her türlü zorluğa katlanarak İnsanları tevhîde, kurtuluşa dâvet ederler. Bu dâvetleri için İnsanlardan hiç bir karşılık beklemezler. Kendilerini dinlemeyen inkârcıların ve haddi aşanların kınama ve eziyetlerine aldırmazlar. Peygamberleri, İnsanı ve İnsanla ilgili her şeyi bilen Allah seçer. İnsanlar kendi istekleriyle peygamber olamazlar. Peygamberleri İnsanlar kendi aralarından seçselerdi, şüphesiz en uygununu değil; belki en kuvvetlisini, kendilerine hoş geleni veya makam sahiplerini, üstünlük taslayan zorbaları seçerlerdi.
İnsanlara önderlik etmeye kalkışan nice bilginler, filozoflar, nice sultanlar, onları bölmüşler, onları lâyık olmadıkları halde kendilerine itaate çağırmışlar, hatta zorlamışlardır. Üstünlük ölçüsü olarak renkleri, zenginliği, sosyal statüleri temel almışlardır. Peygamberler ise İnsanları yalnızca Allah’a ve takvâya çağırmışlardır. Allah (c.c.) bütün İnsanlara peygamberler göndermiştir. Bütün peygamberler de, İnsanlara tevhid dinini anlatmıştır. Hiç bir peygamber diğer nebîleri yalanlamamış; bir sonra gelen bir öncekini doğrulamıştır.
Peygamberler İnsanları en doğru yola, ahlâka, şerefe, İnsanlığa, dünya ve âhiret mutluluğuna dâvet etmişlerdir. Kendileri en yüce ahlâka sahip oldukları gibi, İnsanları da o üstünlüğe çağırmışlardır. Onlar, İnsanların hayatına güzellikleri, adâleti, yardımlaşmayı hâkim kılmaya çalışmışlardır. Zulmü, haksızlığı, sömürüyü, cehaleti, düşmanlığı, ahlaksızlığı kaldırmaya gayret etmişlerdir.
Onlar, peygamber olarak gönderildikleri toplumun öncüsü idiler. Kavimlerine hem vahyi öğretiyor, hem de din ve dünya işlerine ait sorunlarını çözüyorlardı. Peygamberler birer beşer/İnsandırlar. Hepsi de Allah’ın kullarıydı. Ancak onların peygamber olmalarına sebep olacak üstün özellikleri vardı. Bu özellikleri (sıfatları) sebebiyle, diğer İnsanlardan farklılaşıyorlar ve risâlet (peygamberlik) görevini yükleniyorlardı.
Nübüvvet kurumu Allah’a aittir. Rabbimiz, yarattığı İnsanın tüm ihtiyaçlarını ve zayıf taraflarını bildiğinden dolayı, onun için gerekli ilâhî bilgileri, şeriatleri ve prensipleri nübüvvet yoluyla göndermiştir. Bu kurum, Rab ile O’nun kulları arasında haberleşmenin yoludur. Bu haberleşme Allah’tan İnsana doğru "vahy" ile; İnsandan Allah’a doğru "duâ ve ibâdet" ile olmaktadır.
İnsanların Peygamberlere İhtiyacı
Nübüvvet, İnsanın yeryüzündeki konumunu, görevlerini, geliş yerini ve varacağı yeri, gücünü ve kapasitesini gösterir, öğretir. Bu durum, İnsanlık için bir okul gibidir. Hayatın nasıl yaşanacağını İnsan bu okulda öğrenir. Nübüvvet, İnsanlar için bir "örneklik" kurumudur. İnsanın Allah karşısındaki konumunu bu kurum tanıtır. İnsanın nasıl olması gerektiğini bu kurum canlı örnekler halinde ortaya koyar. Vahy, İnsanları hayal olan bir hayata değil, önlerinde canlı olarak kendi cinslerinden (beşer) peygamberlerin gösterdiği somut örneğe dâvet eder.
İnsan, fıtrattan/yaratılıştan getirdiği birtakım duygulara sahiptir. İrâdesiyle bu duygularını istediği gibi yönlendirir. Kendisine verilen nefis, iyi şeyleri de isteyebilir; kötü şeyleri de. Toplu olarak yaşayan İnsanlar belli kurallara bağlı olmazsa; huzur olmaz, haklar yerini bulmaz. İnsan, tutkularının esiri olarak haddi aşabilir, mal ve dünyalığa haksız yere sahip olmak isteyebilir, diğer İnsanlara hükmetmek, onları sömürmek isteyebilir. Bu aşırı davranışlar ise İnsanlar arasında düşmanlığa ve huzursuzluğa sebep olur. Bu karışıklığın çaresi topluma adâletin yerleştirilmesidir. Peki bu nasıl olacaktır ve bunu kim gerçekleştirecektir?
Adâletin sağlanması için birtakım ölçülere, kurallara ve prensiplere ihtiyaç vardır. Bu ölçüleri koyan, İnsan mı olmalı, yoksa İnsandan daha farklı bir üstün güç mü? Bu ölçüleri İnsan kendisi koyarsa, şu ihtimaller akla gelebilir: Bu ölçüleri koyan, diğer İnsanlar üzerinde haksız, bazen de sınırsız otorite kurar. Ölçüyü koyanlara, kendi koydukları ölçü genellikle uygulanmaz. Konulan ölçülere uymak zorunda olanlar arasından daha güçlü birisi çıkar, o ölçüleri tanımaz ve kendisi yeni ölçüler koymak ister. İnsanlar hiç bir zaman mutlak adâlet ölçülerini bulamazlar. Çünkü İnsanın zayıf tarafları ve kapasitesinin yetersizliği söz konusudur.
İnsanlar için ölçü koyan öyle birisi olmalı ki, bütün bu sorunlar olmasın. O, İnsanı tamamen bilen ve İnsandan güçlü biri olsun. Ölçüye uyanlara mükâfat, uymayanlara ceza verebilsin. Gücü ve kudreti tartışılmaz ve hükmünde asla yanılmasın. Hiçbir noksanı bulunmasın, mutlak ve gerçek adâlet sahibi olsun. Böyle birisi elbette İnsanlar arasından çıkmaz. Bu sıfatları ancak âlemlerin rabbi Allah taşımaktadır. O Allah, İnsanın dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayacak ilâhî prensipleri, yeryüzünün halifesi olarak yarattığı İnsanlar arasından seçtiği peygamberleri aracılığıyla bildirmektedir.
Peygamberlik kurumu olmasaydı, şüphesiz İnsanlar doğru yolu bulamazlardı. İnsan, beşer olması dolayısıyla kendi aklı ve irâdesiyle nasıl hareket edeceğini, nasıl kulluk yapacağını bilemez. Üstelik zayıf tarafları vardır, hırs ve aşırı isteklere sahiptir. Bu şekilde yaratılan İnsanın sürekli "irşâd" edilmesi gerekir. Kendisine doğru yol gösterilmeli, iyi ve kötü şeyler anlatılmalı, fenalıklardan sakındırılmalı, hayırlı olan şeylere ve kulluğa teşvik edilmeli. İnsana, hiç şaşırmayacağı, mutlak doğru olan prensipler verilmeli. Peygamberler bu anlamda İnsanları irşâd eden mürşidlerdir. Öyleyse nübüvvet, ilâhî irşâd kurumudur.
Risâlet veya nübüvvet, Allah’ın İnsana olan rahmetinin bir tecellisidir. Başıboş bırakılan İnsan tek başına, ne hidâyeti ne de güzel davranışları bulabilir. İnsan, kendi kendine ilâhî güzelliklere ulaşamaz. Yaratılışı gereği bir rehbere, üstün nitelikli bir imama/öndere muhtaçtır. Peygamberler, bu manada İnsanların önderleridir.
Peygamberler, yeryüzünde canlı vahiylerdir. Allah’ın kullarından istediği İnsan tipinin somut örnekleridir. Risâlet/peygamberlik görevi çalışılarak, okuyarak elde edilebilecek bir makam değildir. Allah (c.c.) kulları içerisinden üstün niteliklere sahip kimseleri elçi olarak seçer ve onlar vasıtasıyla İnsanlara mesajını gönderir. Elçilerinin diğer İnsanları vahiyle terbiye etmesini ister.
Son Rasûl de diğer şerefli elçiler gibi, yalnızca mektup getiren postacı benzeri, yani sadece mesajı (vahyi) getirip haber veren kimse değildir. O, vahyi getirip haber verir, onu tebliğ etmek için çaba sarf eder ve o vahyi bizzat uygular. Daha doğrusu vahyin hedefini bizzat yaşayarak gösterir. Mü’minler O’na bakarak müslümanlığı nasıl yaşayacaklarını ve Allah’ın kendilerinden ne istediğini öğrenirler. Rasûl, Allah’ın mesajını İnsanlara ulaştırırken her türlü eziyet ve sıkıntıya göğüs gerer. Gerekirse vahyin düşmanları ile mücadele de eder.
Peygamberler, İnsanlar arasında en emin/güvenilen İnsanlardır. Ahlâk ve davranış bakımından üstün özellikleri vardır. Onlarda herhangi bir ahlâk düşüklüğü, çirkin bir davranış, veya günah işlemek yoktur. Onlar Allah’ın vereceği mükâfâtın müjdecisi, azgınlara vereceği cezanın da korkutucusudurlar (beşîr ve nezîrdirler)[38]. İnsanların sorunları ancak onların getirdiği ölçülerle çözülebilir. İnsanlık ancak onların getirdiği mesaj ile gerçek huzura, İnsanlığa ve kurtuluşa ulaşabilir.
Dünya hayatını nasıl yaşayacağımız konusundaki prensipler Allah tarafından, peygamberleri ile bize bildirilmeseydi, İnsanların hepsi bugünkü İslâm dışı görüşlere sahip olanlar gibi; kendi kafalarına, yani kendi hevâlarına uyacaklar ve sayısız uydurma dinlerin peşinden gitmek zorunda kalacaklardı. [39]
Peygamberlerin Gönderiliş Gâyeleri
1- Allah'a Dâvet: İnsanoğlunun dünyaya gönderilmesindeki asıl gâye, Kur'an'ın da bize bildirdiği gibi, Yaratıcı'sını tanıyıp O'na hakkıyla kulluk etmektir. "Ben cinleri ve İnsanları ancak Bana kulluk/ibâdet etsinler diye yarattım."[40] İşte peygamberlerin gönderiliş sebeplerinin başında, bu kulluğun nasıl yapılacağı, en açık bir şekilde İnsanlara öğretmek gelmektedir. Aslında Allah'a inanmak, her doğan İnsanın fıtratında var olan bir gerçektir.[41] Her İnsan, fıtratında, kendinden yüce, güçlü ve kuvvetli birine inanmayı ihtiyaç olarak hisseder. Bazıları bu yüce varlığı, “tabiat güçleri” olarak algılarken, diğer bazıları, kendi elleriyle yapıp taptıkları “put” olarak telakki eder. Gönderilen her peygamber, kendi kavmini bu yüce gerçeğe dâvet etmiş, onlara, inanılması gerekli olan Zât'ı bildirmiştir. "Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona; 'Benden başka ilâh yoktur; o halde Bana kulluk edin' diye vahyetmiş olmayalım."[42]; "Andolsun Biz, 'Allah'a kulluk edin, tâğuttan sakının' diye (emretmeleri için) her kavme bir peygamber gönderdik." [43]
Tarih de açıkça ortaya koymuştur ki, İnsan, tek başına doğru bir şekilde Yaratıcı'sını tanıyamamakta, O'na kulluk yollarını bilememektedir. Gönderilen peygamberler arasındaki devrede bile İnsan, pek çok bâtıl ve hurâfelere tapmış, herhangi bir fayda ve zararı olmayan putlara, cansız varlıklara, yıldızlara vs. ibâdet etmiştir. Gönderilen her peygamber, ümmetini Allah'a dâvet etmiş, bu konuda büyük gayretler sarfetmiş, onlara gerçek Mâbud'u anlatmıştır. Bütün peygamberler, hayatları boyunca bunun mücadelesini vermiştir. Hz. Nûh'un 950 sene gece-gündüz, gizli-açık bir şekilde, bütün yolları deneyerek kavmini hidâyete çağırdığını, ancak toplumun buna yanaşmadıklarını[44] örnek verebiliriz.
2- Allah'ın Emirlerini Tebliğ: Peygamberlerin gönderiliş amaçlarından bir diğeri, dini tebliğdir. Eğer onlar gelmeseydi biz, ibâdete ait meseleleri bilemez, Allah’ın emir ve yasaklarını hiçbir zaman alamaz ve mükellefiyetlerimizi kavrayamazdık. Namaz, oruç, zekât, hac gibi görevlerimizi; içki, kumar, zina, ihtikâr/karaborsa ve faiz gibi haramları bilemezdik. Bütün bunları ve bunlara benzer birçok meseleleri peygamberler vasıtasıyla öğrenmiş bulunuyoruz.
Hayat ve medeniyetle beraber İnsan düşüncesinin de ilerlediği öne sürülür. Asırlar içerisinde ve nesiller boyunca İnsanda meydana gelen değişikliğe rağmen, ilk İnsanla bugünkü İnsan, İnsan olma bakımından müşterek, hatta aynı mâhiyete sahiptir. İlk İnsanlarla günümüz İnsanının ortak ihtiyaçları ve ortak kaderleri vardır. İnsanda değişmeyen bu ihtiyaçların çözümü için, İnsanlığın ebedî kurallara bağlanması ve öyle tanzim edilmesi bir zarûrettir. Bu ihtiyacın, durmadan değişen ve olgunlaştığı kabul edilen akıl ve ilim yoluyla değil; mutlak ve ebedî esaslara sahip olan din yoluyla tanzim edilmesi gerekmektedir.
İlâhî emir ve yasakları İnsanlara ulaştıracak bir İnsana ihtiyacın varlığı inkâr edilemez. Ve aynı zamanda bu elçinin bir İnsan olması da gereklidir. Allah da bu elçileri İnsanlardan seçmiştir. Seçilen bu peygamberler, bu yüce görevi tamamen yerine getirmiş, hiçbiri İnsanları Allah'a dâvetten geri kalmamışlardır. "O peygamberler ki Allah'ın emirlerini İnsanlara tebliğ ederler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar."[45]; "Ey Rasül! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni İnsanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu hidâyete erdirmez." [46]
3-İnsanları Doğru Yola Dâvet: İnsan, kendisinde bulunan birtakım özelliklerden dolayı, zaman zaman "sırât-ı müstakim" dediğimiz, doğru yoldan sapabilir. Ancak ona, bu sapmasını haber vererek, onun yeniden fıtratına dönmesine, iyilikleri yakalayıp onları işlemesine yardımcı olacak birtakım uyarıcılar gelmiştir. İşte bunlar, Allah'ın kendilerini seçip görevlendirdiği peygamberlerdir. Evet, gelen her peygamber, etrafındaki İnsanları uyarmış, yanlış yolların kötülüğünü izah etmiş, onları sırât-ı müstakime yönlendirmeye çalışmıştır. "Elif Lâm Râ. (Bu Kur'an,) Rablerinin izniyle İnsanları karanlıklardan nûra/aydınlığa, yani her şeye gâlip (ve) övgüye lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır." [47]
4- İnsanlara Örnek Olmak: Peygamberlerin gönderiliş gâyelerinden birisi de, her konuda İnsanlara örnek olmalarıdır. Nebîlerin fıtratları temiz, rûhî yönden pek yüksek, irâdeleri ise, çok güçlüdür. Kur'an da Rasulullah'a, diğer peygamberlerin yolunu takip etmesini emretmekle, aynı zamanda diğer İnsanları da bu konuda uyarmıştır. "İşte o peygamberler, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy!"[48] Buradan da, her konuda peygamberlere uymanın ve onları örnek almanın, İnsanlar için bir emir olduğunu anlıyoruz.
Her şeyden önce, peygamberlerin kendi hayatları, hakikaten çok büyük bir ahlâkî temizlik ve dürüstlük örneğidir. Bunlar, İnsanlara dinî ve ahlâkî hakikatleri bildirmekten, onlara her bakımdan faydalı olmak ve hizmet etmekten başka bir şey düşünmemişler, hiçbir menfaat hırsı gütmemişlerdir. Onların hayatlarını ve davranışlarını düşünürken, İnsan gerçekten heyecan duymaktadır. Sonra onların din ve ahlâk namına getirdikleri ölmez prensiplerin doğruluğu, asırlar sonra dahi meydandadır. Kur'an, "onların hepsi de sâlih kimselerdendi." [49] demekle, peygamberlerin bütünü hakkında değer hükmünü bildirmiştir.
Allah, olgunluk ve fazilette, onları birer örnek ve numûne kılmıştır. Çünkü onlar, akıl yönüyle mükemmel, hedef ve yöneliş yönüyle tertemiz, şeref ve rütbe yönüyle de bütün İnsanlardan üstündürler. "Andolsun, size, Allah'ı ve âhiret gününü umanlara ve Allah'ı çokça zikredenlere Allah'ın rasûlü'nde güzel bir örnek vardır."[50] Peygamberler, bütün İnsanlık için, en güzel birer önder, en güzel birer örnektirler. Herkes, onlara uymak ve onların metodlarını tâkip etmekle yükümlüdür.
5- İnsanları Bâki Âleme Yönlendirme: İnsanoğlu, yaratılışı gereği dünyaya karşı aşırı bir şekilde sevgi beslemektedir. Hz. Peygamber'den rivâyet edilen şu hadiste de, onun bu yönüne dikkat çekilmiştir: "Şâyet İnsanoğlunun bir vâdi dolusu altını olsa, yine o, iki vâdi dolusu olmasını arzu eder. İnsanoğlunun ağzını (aç gözlülüğünü) topraktan başkası doyurmaz."[51] Ahiret hayatı, peygamberler olmaksızın aklın hakikatini anlayamayacağı, gaybe âit işlerdendir. İşte peygamberler, devamlı olarak dünyaya meyilli olan İnsanları, bu âleme doğru yönlendirmeye çalışmışlardır.
Kur'ân-ı Kerim'in pek çok âyetinde, dünya hayatının bir aldanma metâı olduğu,[52] İnsanlar için çok süslü gösterildiği,[53] oyun ve oyalanmadan ibaret olduğu,[54] dünyadaki nimetlerin geçici olup asıl bitmeyen ve tükenmeyenlerin âhiret yurdunda olacağı [55] üzerinde durulmuştur.
Günümüzde şu gerçeğin görülmemesi mümkün değildir: Âhiret inancının olmadığı toplumlarda, huzur ve mutluluktan söz etmek hiç de kolay değildir. Zira İnsanoğlunun hemen yarısını teşkil eden çocuklar, yalnız cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere karşı dayanabilirler ve bu ümitle sevinçli bir şekilde yaşayabilirler. İnsanlığın azımsanamayacak bir bölümünü teşkil eden ihtiyarlar, uhrevî hayatla yakınlarında bulunan kabre karşı tahammül gösterebilirler. Toplumun önemli bir kesimini oluşturan gençler, delikanlılar aşırı bir şiddette olan duygularını, nefislerini, hevâ ve isteklerini; tecavüzlerden, zulüm ve haksızlıklardan, ancak cennet düşüncesi ve cehennem korkusuyla dizginleyebilirler. Böyle mutlu bir toplumu da ancak, getirmiş oldukları prensiplerle İnsanları istikamete götüren peygamberler kurabilmişlerdir.
6- Dünya-Âhiret Dengesini Sağlama: Peygamberler, dünya ve ukbâ dengesini kurmak için gelmişlerdir. Onların getirdiği muvâzene/denge ile İnsanoğlu, ifrat ve tefritten kurtulacak ve istikameti bulacaktır. Ne papazlar ve ruhbanlar gibi bütün bütün dünyayı terkedip manastırlara çekilme, ne de her şeyiyle dünyaya dalıp ona kul-köle olma değil; sürekli orta yolu bulma ve yaşama ki, bu da ancak vahyin aydınlık dünyasında elde edilebilecek bir nasiptir. Yoksa akıl ve vicdanla böyle bir denge kurulamaz.
İslâm'da İnsanın dünyadan tamamen çekilmesi ve kendini sadece namaza oruca vermesi istenmediği gibi; aynı zamanda kendini tamamen maddeye kaptırıp onun arkasından devamlı koşması da tavsiye edilmemiştir. Bilakis, dünya-ukbâ uygunluğu, dünyanın âhirete bir tarla kılınması tavsiyesinde bulunulmuştur. Mü'minin dünya ve âhiret mutluluğunu beraber istemesi,[56] Karun gibi sadece dünyaya takılıp kalınmaması,[57] ama bununla birlikte, çeşitli nimetlerden istifade edilebilmesi[58] de, yine İslâm'ın, dolayısıyla bütün peygamberlerin prensipleri arasındadır.
7- İtiraz Kapısını Kapatma: Peygamberlerin gönderiliş sebeplerinden biri de, İnsanların âhirette Allah'a karşı herhangi bir itirazlarının olmasını önlemektir. "Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler (gönderdik) ki, İnsanların, peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah azizdir, hâkimdir."[59] Yani iman ve itaat edenlere, âhirette ecir ve sevap ile müjde vermek; küfür ve isyan edenlere, cehennem azâbını haber verip çekindirmek üzere elçiler gönderilmiştir ki, azâbı gördükleri zaman mâzeretleri kalmasın: "Eğer Biz, bundan önce onları helâk etseydik, muhakkak ki şöyle diyeceklerdi: 'Ey Rabbim! Bize bir peygamber gönderseydin de, şu aşağılığa ve rüsvaylığa düşmeden önce âyetlerine uysaydık!"[60] Peygamber gönderilmemiş olsaydı, demek ki İnsanlar, bunu bahane edeceklerdi: "Vaktiyle bize bunları bildirseydin, hükümlerini, şeriatını, kanunlarını bildiren bir peygamber gönderseydin de, bilmediklerimizi öğrenip onlara tâbi olsaydık ve felâketler başımıza gelmeseydi ne olurdu; bize bir elçi gönderseydin de böyle alçak ve rezil olmadan önce, senin âyetlerine uysaydık" diyebileceklerdi. İşte bu mâzeret kapısını Allah, peygamber göndermekle kapatmıştır.
Kıyâmet gününde Allah, bütün İnsanları toplayacak, her peygamberi de aynı zamanda kendi ümmetine tebliğde bulunduğuna dair şâhit olarak getirecektir: "Kıyâmet gününde, her ümmete bir şâhit getirdiğimizde halleri ne olacaktır? O gün, inkâr edip peygambere isyan edenler, yerle bir olmayı isterler. Allah'tan hiç bir sözü gizleyemezler."[61] Yine onlar, kıyâmet gününde, cehenneme atılmadan önce, o korkunç âkıbete götürülürken, kendilerine işlemiş oldukları suçlardan sorulur da, onlar, bunu itiraf ederler: "Cehennem, öfkeden parçalanacak bir hale gelir. Cehenneme her topluluk atıldığında, zebâniler onlara: 'Size bir uyarıcı gelmemiş miydi?' diye soracaklardır. Onlar da: 'Evet, uyarıcı gelmiş, fakat biz yalanlamıştık ve Allah hiçbir şey indirmedi; siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz' demiştik diye cevap verirler. 'Eğer dinlesek veya düşünseydik, alev alev yanan cehennemin ehlinden olmazdık' derler. İşte böylece günahlarını itiraf ederler. Kahrolsun alev alev yanan o cehennem ehli!" [62]
Her peygamber, İnsanları inandırmak ve inanmayanların da bahanelerine meydan vermemek için bazı mûcizelerle gelmiştir. Artık bundan böyle kimsenin itiraza hakkı yoktur. Allah, inanmamızı istediği hakikatleri, peygamberleriyle gayet açık bir şekilde gözler önüne sermiştir. Zaten bu da, onların gönderiliş gayelerinden biridir. Ayrıca önemli bir nokta da, Allah, "Biz, peygamber göndermedikçe azab edici değiliz."[63] buyurmaktadır. Demek ki, peygamberler gönderildiği için mizan ve terazi kurulacak ve kimsenin mâzeretine (daha doğrusu bahanesine) bakılmadan herkesin hesabı sorulacaktır.
8- İnsan Fıtratına Uygun Olan Gerçek Din Duygusunu Öğretme: İlk İnsanla beraber ortaya çıkan din, çağlar boyunca inanların rûhunu tatmin etmiş, meraklarını gidermiştir. Dinin bu vasfı, kaynağının sağlamlığındandır. Günümüz dünyasında da, bütün eski dönemlerde olduğu gibi, İnsanların büyük çoğunluğu Allah'a inanmakta ve tüm varlıkları O’nun eseri olarak kabul etmektedir. Din, İnsanlığın en önemli gereksinimlerindendir.
İnsanlar, ilâhî ve uhrevî hakikatleri, kendi akıllarıyla idrâk edemezler. Zira aklın kapasitesi sınırlıdır. Akıl, İnsanları çeşitli yollara götürebilir. Büyük hakikatlere dair söz söylemek iddiasındaki filozofların, İnsanlığa ne kadar değişik, hatta birbirini yalanlayan, zıt yollar çizdikleri bilinir ve bilinmesi gerekir. Allah, lütfu ile zaman zaman yeryüzünün çeşitli bölgelerinde, ilâhî tebliği alıp kavimlerine ulaştıracak İnsanlar seçmiştir. Zira, hayatın, yaşayış tarzının, ilâhî tâlimata göre tanzim edilmesi gerekmektedir. İnsan fıtratı da, bu evreni var eden bir yaratıcıya ibâdet etmekle donatılmış gibidir ki, bunu, Kur’ân-ı Kerim, şu âyetiyle kullara ifade etmektedir: “Sen, yeryüzünü, hanîf (tevhid eri, Allah’ı birleyici) olarak dine, yani Allah İnsanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise o fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat İnsanların çoğu bilmezler.”[64] İnsanlar, fıtraten sağlam, fikir ve düşünce yönüyle düzgün oldukları müddetçe, dine yönelmeleri devam edecektir. Çünkü İnsanın duygu ve düşüncelerinin yöneldiği en kıymetli şey, dindir. Aynı zamanda onu, diğer yaratıklardan ayıran en belirgin öge de din ve onu yaşamadır. İşte peygamberler de, İnsanların muhtaç oldukları gerçek dini getirerek, onların bu ihtiyaçlarını en güzel bir şekilde karşılamışlardır.
9- İnsanlara, Doğru Kuralları Gösterme: Nübüvvet görevlerinden birisi de, Allah’tan almış oldukları dosdoğru kurallar vasıtasıyla, hem bu, hem de öbür dünyada İnsanları saâdete götürecek, faziletli davranışlara yönlendirmektir. İnsanların tek başlarına, iyi şeylerin tamamını kavrayıp onların gerektirdiği doğrultuda hareket etmeleri söz konusu değildir. Zira İnsanların arzu, istek ve menfaatleri farklı farklıdır. Buna en büyük delil, bugünkü dünyanın içinde bulunduğu durumdur. Pek çok zulüm işlenmesine, haksızlıklar yapılamasına, İnsan hakları çiğnenmesine rağmen birçokları, medeniyetin zirvesinde olduğunu pek rahat bir şekilde söyleyebiliyorlar. İşte bundan dolayıdır ki, peygamberlerin risâleti, toplumu düzeltip İnsanları Allah'a kul olma noktasına getirecek kuralları açıklamak ve yine toplumu felâkete sürükleyip Allah’ın gazabını gerektirecek, kötü hareketlere dikkat çekmektir.
Kur’ân-ı Kerim’i incelediğimizde, her peygamberin, kendi dönemindeki İnsanları doğruya sevk edip, kötü şeylerden sakındırdığını görürüz. Hz. Nûh, İnsanları putlara tapmaktan sakındırmış, tutmaları gereken yolu göstermiş,[65] Hz. İbrahim, kavmiyle büyük mücadeleler vermiş, akıl yönünden değişik metodlar kullanarak doğruları göstermeye çalışmış[66], Hz. Sâlih, kavmini kötü şeylerden ve kötü kimselere uymaktan sakındırmış[67], Hz. Lût, kavmi arasında yaygın olan livâtadan (homoseksüellikten) vazgeçirmeye çalışmış ve bu uğurda çetin mücadeleler vermiş,[68] Hz. Şuayb, ölçü ve tartıda eksiklik yapan kavmini bu davranışlarından caydırmaya uğraşmıştır.[69] Netice itibariyle her peygamber, kavmiyle buna benzer nice mücadelelerde bulunmuştur. "Şüphesiz her ümmete bir peygamber gelmiştir. Peygamberleri geldiğinde, aralarında adâletle hümolunur. Onlara asla zulmedilmez." [70]; "Muhakkak ki Biz, peygamberlerimizi açık delillerle/mûcizelerle gönderdik. İnsanlar, aralarında adâleti hâkim kılsınlar diye, o peygamberlere kitap ve ölçü/nizam indirdik.” [71]
10- Ahlâk Eğitimini Gerçekleştirme: İnsan için hem iyilik, hem de kötülük yolu açıktır. “Biz, ona her iki yolu da (hayır ve şerri) göstermedik mi?”[72];“Gerçekten de nefis, kötülüğü emreder.”[73] Ancak İnsan, arzu ve isteklerini yönlendirme, sınırlama ve frenleme gücüne sahiptir. “Rabbinin azametinden korkup kendini şehevî arzulardan koruyana gelince, onun da varıp kalacağı yer mutlaka cennettir.”[74] Fakat her İnsan, nefsine hâkim olamayabilir. Demek ki İnsanda, bir şeyi emreden veya yasaklayan gizli bir güç vardır. Kötülüklere karşı İnsanı dizginleyen en önemli faktör, Allah'a inanma ve yaptıklarının hesabını verme düşüncesidir. Ahlâk eğitimi de diyebileceğimiz bu davranışları en iyi, peygamberler vermiştir. Onlar, getirdikleri kanunlarla, İnsanlar arası münasebetleri en iyi bir şekilde ayarlamaya çalışmışlar, onları güzel ahlâka yönlendirmişler ve bu konuda en güzel birer örnek olmuşlardır. Kur’ân-ı Kerim de, peygamberimizin bu yönüne dikkatleri çekmiş, O’nun yüce bir ahlâkla yaratıldığını vurgulamıştır.[75] Ayrıca peygamberimiz de, kendisinin, “güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildiğini”[76] ifade etmiştir. [77]
Peygamberlerin Dâvetlerinin Özellikleri
1- Rabbânîlik: Kur’an’da peygamberlik, Allah’ın kulları arasından seçtiği şahıslara verdiği bir lütuf ve rahmet olarak takdim edilir. İnsanların kendi istek ve çabalarıyla bu unvânı elde etmeleri mümkün değildir. Peygamberlerin, Allah tarafından bu görev için tercih edildiğini,[78] onların seçkin[79] kişiler olduğunu belirten âyetlerin yanında; Allah’ın, peygamberliği dilediği kimselere vereceğini ifade eden âyetler de vardır.
Hiçbir peygamber, düşünüp taşınıp kendi aklına göre, “şöyle bir sistem ortaya koyayım” diyerek işe başlamamıştır ve başlamaz. Doğrudan doğruya Allah, İnsanlar içinden bir kimseyi peygamber yapmayı diler. Vakti gelince, tamamen peygamberlik için yaratılmış bu seçkin İnsana, peygamberlik vazifesini duyurur, o da peygamberliğini ilân eder. Nübüvvet, Allah’ın istediğine verdiği bir görevdir. O, ne akıl, ne çalışma, ne çok ibâdet ve ne de verâset yoluyla ulaşılacak bir şey değildir. Onların getirmiş olduğu her şey, vahiyden ibarettir. Onlardan her biri, şöyle der: “Ben yalnızca bana vahy olunana uyuyorum.” [80]
Bulundukları çevre şartları, ekonomik ve sosyal hâdiseler, onların konumlarını asla değiştiremez. Onlar, bildikleri yolda hedeflerine varmaya çalışırlar. Vazifelerini yaparlarken de, muhâtaplarının kabul veya reddi onları pek bağlamaz. Onların vazifesi, sadece tebliğ edip anlatmak ve ilâhî emirleri tatbik etmekten ibarettir. Muhâliflerin dedikleri, söyledikleri veya yaptıkları, onların tavırlarını değiştirmez. Mesajlarını, çarpıtmadan, eğip bükmeden net bir şekilde toplumlarına iletirler. Dâvâları adına tâviz vermeleri, kat’iyyen düşünülemez. “Ayı bir eline, güneşi diğer eline koysalar, peygamberler, bu dâvâlarından kesinlikle vazgeçmezler.”
2- Tevhide Çağrı: Bütün peygamberlerin tebliğ ettiği din olan İslâm’da temel nokta, tevhid bayrağı altından toplanmaktır. Bunun da esası, kelime-i tevhiddir. “...Yalnız Allah'a kulluk edelim ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayalım...”[81] Bütün peygamberlere baktığımızda, hepsinin temel gayelerinin, İnsanları Allah’ın varlığına ve birliğine çağırdıklarını görürüz. Her peygamber, çevresindekilere şunları söylemiştir: “Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur.” [82]
Bütün peygamberlerin dâvetlerindeki esas tema, temel vurgu, İnsanları sadece Allah'a kulluğa ve O’na inanıp teslim olmaya yöneliktir. “Andolsun Biz, her ümmet/millet içinde; ‘Allah'a kulluk edin; tâğuttan (ona itaatten) kaçının’ diyen bir rasül gönderdik.”[83] Bunlardaki söz birliği ve hepsinin tevhid hakikatiyle gelmesi de, yine peygamberlik kurumuna ait bir özelliktir. Onun içindir ki, Allah Rasülü: “Ben ve benden evvel gelen bütün peygamberlerin söylediği en faziletli söz: ‘Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke lehû”(Bir tek olan ve hiç ortağı bulunmayan Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur) sözü veya bu anlama gelen sözdür.”[84] buyurmuştur.
3- Ücret İstememe: Peygamberlerin, yaptıkları hizmetler karşılığında İnsanlardan hiçbir beklentileri yoktur. Diğer İnsanların böyle bir şeyi arzulamaları mümkün olabilir. Ancak Kur’an, peygamberlerin böyle bir istekte bulunmadıklarını söylemektedir. Onlardan her birinin, bu konudaki yegâne sözü: “Ben sizden hiçbir ücret/karşılık istemiyorum. Benim ücretim/mükâfatım ancak Allah'a aittir.”[85] cümlesi olmuştur. Onlar, bunun karşılığını Allah’tan beklerler. Nasihatleri ve irşadları karşılığında, İnsanlardan bir övgü de beklemezler. Yegâne istekleri, Allah rızâsı ve âhiret sevabıdır.
4- Kavimlerinin Diliyle Gelme: Allah, İnsanlara olan merhametinden dolayı, gönderdiği her peygamberi, İnsanlar ondan, anlaşılması gerekli olan şeyleri kolaylıkla kavrayabilsinler ve anlasınlar diye, kendi kavminin diliyle göndermiştir. Allah’ın âdeti, sünneti böyledir. Öteden beri, her peygamber, gönderildiği ümmetin ve özellikle içlerinde oturduğu topluluğun dili ile gönderilmiştir. Tâ ki, tebliğine emredilmiş olduğu şeyleri kavmine anlatsın, anlattırsın. Çünkü bir peygamberin peygamberliği, gerek kavmine ait olsun ve gerek daha başkalarını da kapsasın, mutlaka o peygamber, öncelikle kavmini dâvet edecek ve ilk işi onlara peygamberliğini anlatmak olacaktır. Bu ise, onların en iyi, en kolay anlayabilecekleri kendi dilleriyle açıklamaya bağlıdır. Şayet Kur’an, başka bir dille indirilseydi, peygamberin de içlerinde bulunduğu ve ilk önce hitap edeceği kavmi anlamayacaktı. Kur’an, bu durumu şöyle dile getirir: “Eğer Biz bu Kur’ân’ı, yabancı bir dille indirseydik, iman etmeyenler, mutlaka diyeceklerdi ki, ‘âyetleri uzun uzadıya açıklamalı değil miydi? Arap bir peygambere yabancı dil, öyle mi?”[86] Peygamberler, içinden çıktıkları toplumlarının diliyle gönderilmeseydi, diğer kavimlere tebliğ etmek ve mesajı umûmileştirmek için, ilk neşredenler yetişmeyecek ve bundan dolayı, hiçbir topluluk hakkında Allah’ın kesin delili gerçekleşmeyecekti. “Allah, her peygamberi kendi kavminin diliyle göndermiştir.” [87]
5- Hedef ve Gâyenin Açıklığı: Bütün peygamberler, İnsanların fıtratlarına uygun bir şekilde hareket eder, onlara akıllarının alabileceği sadelikte hitap ederlerdi. Çünkü dâvetçinin, konuşmalarında, sohbetlerinde sözünün muhâtapları tarafından anlaşılır netlikte ve sadelikte olması gerekir. Aksi takdirde dediği anlaşılmaz, sözleri hedefini bulamaz. “(Ey peygamber!) Sen, İnsanları Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.” [88]
İnsanlar, çoğu hususta birbirinden farklıdır. Zekâ ve ilimleri farklı olduğu gibi, karakter ve duyguları da farklıdır. Ayrıca düşünce ve tasavvurlarında farklı oldukları gibi, eğilim ve yönelişlerinde de farklılık gösterirler. Bütün bu farklılıklar, dâvet ve dâvetçilerin, onları etkileyecek ve karakterlerine münasip düşecek bir şekilde giriş yapmalarını mecburi kılmaktadır. Bu noktayı çok iyi bir şekilde bilen peygamberler, gayet açık ve net bir şekilde, aktaracakları şeyleri aktarmış, İnsanların anlamakta güçlük çekecekleri bir metottan uzak durmuşlardır. Tekellüfe/zorluğa girilmemiş,[89] en kolay ve açık deliller ileri sürülmüş,[90] anlatılacak şeylerde bir kapalılık bırakılmamıştır. [91]
6- İhlâs ve Samimiyet: İhlâsı, “yapılan bir şeyi Allah için yapma ve bunu Allah’tan başkasının görmesini istememe” şeklinde tanımlayabileceğimiz gibi, “yapılan bir harekette, diğer İnsanların değerlendirmelerini göz ardı etme ve onların düşüncelerinden kaçınma” diye de tarif edebiliriz. İşte peygamberler, bütün işlerinde ihlâsa erdirilen şahsiyetlerdir. İhlâs ve samimiyetin zirvesini onlar tutmuştur. Kur’an, onların bu yönlerini bazı peygamberlerin şahsında şöyle anlatmaktadır: “Kitab’da Mûsâ’yı da an! Gerçekten o, ihlâsa erdirilmiş bir rasûl, nebî idi.”[92] Hz. Yusuf için: “Şüphesiz o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandır.”[93] Ve Hz. Peygamber’e ise: “Şüphesiz ki Kitab’ı sana hak olarak indirdik. (O halde sen de) dini O’na has kılarak, ihlâs ile Allah'a kulluk et!”[94]; “De ki: ‘Ben dinimde ihlâs ile (dini O’na has kılarak) ancak Allah'a ibâdet ederim.” [95]
Peygamberlerin Peygamberliği Nasıl Anlaşılır?
Bir peygamberin peygamberliği, onun gösterdiği mûcizelerden anlaşılır. Bütün peygamberlerin bir mûcizesi vardır. Peygamberlerin peygamberliklerini ispat etmeleri için Allah’ın izni ile göstermiş oldukları hârikulâde (olağanüstü) olaylara mûcize denir. Peygamberlerde görülen mûcizelerin benzeri, başkaları tarafından gösterilemez. Mûcize, Allah’ın bir fiili olup, peygamberlere nisbet edilmesi mecazîdir. Peygamberler, kendiliklerinden ve istedikleri mûcizeyi gösteremezler. Peygamberin, bi’setinden (peygamber olarak gönderilmesinden) kısa bir süre önce zuhur eden hârikulâde hallere irhasat; daha evvel zuhur eden olağanüstü hallere de keramet denir.
Son Peygamber
Allah son peygamber olarak Hz. Muhammed’i (s.a.s.) göndermiştir. Ondan sonra artık peygamberlik kapısı kapanmıştır. Yani, bir daha peygamber gelmeyecektir. Peygamberlerin en üstünü ve en faziletlisi Hz. Muhammed’dir. “Biz Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.”[96];“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber Muhammed’i överler/salât getirirler). Ey iman edenler! Siz de O’nu övün, O’na salât ve selâm getirin.” [97]
Müslümanların örnek alması gereken kişi, tek önderimiz Hz. Muhammed’dir. Müslümanlar yaşayış tarzını, en ufağından en büyüğüne bütün hal ve hareketlerini O’nu örnek alarak düzenlerler. Allah Kur’an’da şöyle buyuruyor: “Ey inananlar! And olsun ki, sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için Resulullah en güzel örnektir.” [98]
Peygamber’e itaat Allah’a itaattir. Allah Kur’an’da şöyle buyuruyor: “(Ey Muhammed) de ki, A llah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi ve günahlarınızı bağışlasın. Allah affeder ve merhamet eder. De ki Allah’a ve Peygamber’e itaat edin. Yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah, inkâr edenleri sevmez.” [99]
Mütenebbî/Sahte Peygamber
Mütenebbî: Son peygamber olarak Hz. Muhammed’in (s.a.s.) gelmesi ve O’ndan sonra başka peygamberin gelmeyecek olmasına rağmen, Hz. Muhammed (s.a.s.)’den sonra peygamberlik iddiasında olan kimselere verilen isimdir. Bunlara yalancı peygamber de denir. Bu kişiler; ya deli, ya şöhret düşkünü veya basit çıkar peşinde koşan İnsanlardır.
İlk mütenebbi, Peygamberimiz zamanında ortaya çıkan Müseylimetü’l-Kezzab’tır. Bu yalancı peygamber, Hz. Ebu Bekir’in halifeliği zamanında yapılan savaşta öldürülmüştür. Son zamanların sahte peygamberlerinden Hindistan’da Sör Seyyit Ahmet nice fitnelere sebep olmuş bir İngiliz ajanıdır. Yine 20. asrın mütenebbîlerinden Reşad Halife de, Amerika’daki bir mescidde meçhul birisi tarafından öldürülmüştür. Ankara’daki İskender Evrenesoğlu (İskender el-ekber), içinde Demirel’den, bazı bakanlardan isim isim bahseden Allah’tan “kitap” getirdiğini iddia eden meczup İnsanlar da cahil halkı kandırarak bu tür komik iddialarda bulunabilmektedir.
Peygamberlerin Sıfatları
1-) Sıdk; Doğruluk demektir. Peygamberler, hem sözlerinde hem de işlerinde doğru sözlüdürler. Asla yalan söylemezler. "Kitapta İbrahim'i de an. O, dosdoğru (sıddîk) bir nebî idi."[100] Yine bütün peygamberlerin doğru olduklarını, örneklendiren benzer âyetlerde, Hz. İsmâil,[101] Hz. İdris,[102] Hz. Yusuf[103] için sıdk sıfatı verilir; diğer peygamberlerin de sâdık oldukları başka ifadelerle anlatılır.
2-) Emanet; Güvenilir olmak demektir. Peygamberler güvenilir İnsanlardır. Peygam-berler asla emanete hıyanet etmezler. “Bir peygamber için, emanete hiyanet etmek olur şey değildir.”[104] Mekke müşrikleri Peygamberimize “Muhammed’ül-emin” diyorlardı. Peygamberimizin en azılı düşmanı olan bu müşrikler, en değerli eşyalarını Peygamberimize emanet ediyorlardı.
3-) Fetanet; Peygamberler, İnsanların en zekileri ve en akıllılarıdır.
4-) İsmet; Günah işlememek demektir. Peygamberler büyük günah işlemezler. Ancak, İnsan olduklarından dolayı “zelle” denilen çok küçük hatalar yaparlar. Kur’an bu hataları bazen zelle kelimesi ile, bazen zulüm kelimesiyle, bazen de zenb/günah kelimesi ile ifade eder. Bu hatalar derhal Allah tarafından düzeltilir.
5-) Tebliğ; Bildirmek demektir. Peygamberler Allah’tan almış oldukları emirleri mutlaka İnsanlara bildirmişlerdir. Hiçbir şeyi gizlememişler; hiçbir şey ilave etmemişlerdir. "O peygamberler ki Allah'ın emirlerini İnsanlara tebliğ ederler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar." [105]
Bütün peygamberler, tebliğ görevini yapmak için büyük meşakkat ve çilelere göğüs germişlerdir. Hatta bazıları bu uğurda canlarını feda etmişlerdir. Peygamberler, gördükleri tüm kötülükleri mutlaka elleriyle veya dilleriyle düzeltmeye çalışmışlardır.
Peygamberler âdil kimselerdir. Adalete ters hiçbir iş yapmazlar. Peygamberler, görevlerinden azl olunmazlar. Peygamberlik çalışmakla elde edilmez. Allah, onu dilediğine vermiştir. Peygamberler seçilmiş, seçkin İnsanlardır; soyları temizdir. Güzel ahlak sahibidirler. Yaratılışları ve suretleri de güzeldir. Allah’tan başkasından korkmazlar. Bütün bunlarla birlikte, peygamberler, beşerdir, yani bizim gibi İnsandırlar. İnsanlar için tabii olan yeme-içme, evlenme, uyuma, yanılma, unutma, hastalanma... gibi hususlar peygamberler için de mümkündür. Fizikî bünye ve ihtiyaçları itibariyle diğer İnsanlardan farksızdırlar. [106]
Kur’an’da İsmi Geçen Peygamberler
Peygamberlik makamı Hazreti Âdem ile başlayıp Hazreti Muhammed Mustafa ile son bulmuştur. Bu iki peygamber arasında ne kadar peygamber gelip geçtiğini Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Bütün peygamberler Kur’an-ı Kerim’de açıklanmamıştır. “Bir kısım peygamberleri sana anlattık, bir kısmını ise anlatmadık.”[107] Fakat, her ümmete (topluma) peygamber gönderildiği ifade edilmektedir. Kur’an’da ismi geçen 25 peygamber vardır. Bu peygamberler şunlardır:
Âdem, İdris, Nuh, Hud, Salih, Lut, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Şuayb, Harun, Mûsâ, Davud, Süleyman, Eyyub, Zülkifl, Yunus, İlyas, Elyasa, Zekeriyya, Yahya, İsa, Muhammed Mustafa (s.a.s.).
Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de ismi geçtiği halde peygamber olup olmadıkları hakkında bilgi bulunmayanlar vardır. Bunlar: Uzeyir, Lokman ve Zülkarneyn’dir.
Peygamberlere İman
Bilindiği gibi, peygamberlere inanmak imanın esaslarından biridir. Peygamberlerin birini bile inkâr eden kişi dinden çıkar. Yüce Allah, her topluma İslâm’ı tebliğ için peygamberler göndermiştir ki, Allah’ı bilsinler ve O’ndan başkasına kulluk etmesinler. Allah, kendilerine peygamber göndermediği bir topluma azab etmez. “Biz bir peygamber göndermedikçe azab etmeyiz.”[108] Peygamberlere imanla alakalı olarak Kur’an-ı Kerim’de birçok âyet vardır. “Allah'a ve peygamberlerine iman eden ve peygamberlerden hiç birisi arasında (kendisine iman etme bakımından) fark gözetmeyen kimselere gelince, işte onların mükâfatını Allah kıyamette verecektir. Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir.” [109]
“O kimseler ki, Allah’ı ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir olurlar. Allah ile peygamberlerinin arasını açmak isterler. Ve ‘peygamberlerden bir kısmına inanırız, bir kısmını inkâr ederiz!’ derler. Böylece iman ile küfür arasında bir yer tutmak isterler.” [110]
Kendilerine peygamber gönderilen toplumların çoğu, peygamberlerini yalanlamış ve onlara uymamışlardır. Bugün olduğu gibi, geçmişte de peygamberlerine tâbi olan İnsanlar çok az olmuştur. Mesela Hz. İsa’ya on iki kişilik “havâriler” dediğimiz kimseler inanıp tâbi olmuştur. Diğer İnsanlar, tâbi olmadığı gibi onu öldürmek istemişlerdir.
Bütün peygamberlerin getirdiği dinin adı İslâmiyet idi. Ne Hz. İsa’nın dini hıristiyanlık; ne de Hz. Mûsâ’nın dini yahudilikti. Hz. İsa’nın da Hz. Mûsâ’nın da, bütün peygamberlerin de dini ancak İslâm idi ve bütün peygamberler müslüman idiler. Bu gerçek, Kur’an’ın dilinden şöyle ifade edilir: “İbrahim ne bir yahudi, ne de bir hıristiyandı. Fakat Allah’ı bir tanıyan gerçek bir müslümandı. Ve müşriklerden de değildi.”[111]; “Mûsâ da kavmine şöyle dedi: Ey kavmim, siz gerçekten Allah’a iman ettiyseniz O’nun birliğine teslim olmuş müslümansınız. Artık Allah’a tevekkül edin.”[112]; “Hani havarilere (Hz. İsa’ya bağlı olanlara): ‘Bana ve peygamberlerime iman edin’ diye ilham etmiştim de onlar, ‘iman ettik, bizim hakiki müslümanlar olduğumuza şahid ol’ demişlerdi.” [113]
Görüldüğü gibi, Allah tarafından gönderilen bütün dinlerin adı İslâm, peygamberlerinin ve onlara tâbi olanların da adı müslüman idi. Fakat sonradan, bu saf ve temiz olan isim (İslâm), çeşitli isimler adı altında değiştirilmiştir. İslâm, her asır ve her peygamberin dinidir. Fakat çoğu peygamberin şeriatı ayrıdır. Buna göre din (İslâm) geniş, şümullü bir kavram; şeriat ise, bu dinin içerisinde her bir peygamberin tâkip ettiği yoldur.
Bu ümmet ile geçmiş ümmetlerin şeriatları ayrı olabilir; fakat bizim ile onlar arasında müsavi (aynı) olan bir kelime vardır ki o özdür, temeldir, hiç bir zaman ve hiç bir şarta göre değişmez. Bu gerçeği Yüce Allah şöyle beyan ediyor: “De ki, ey ehl-i kitap, hepiniz bizimle sizin aranızda müsavi olan bir kelimeye gelin; şöyle diyerek: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim; O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler tanımayalım.” [114]; “Senden önce gönderdiğimiz her peygambere: ‘Benden başka ilah yoktur, Bana kulluk edin’ diye vahyetmişizdir.”[115]; “Andolsun ki her ümmete; ‘Allah’a ibâdet edin ve tâğutlardan kaçının’ diye peygamberler gönderdik.” [116]
İşte, Hz. Âdem’den kıyamete kadar her İnsanın ve her cinnin, hatta bütün kâinatın uyması gereken kural ve gerçek budur. Mü’min bilir ve inanır ki, geçmişte ne kadar nebi ve rasül varsa, onlara uyanlarla beraber müslüman idiler. Onlar Allah’tan başkasına kulluk etmiyorlardı.
Tevhid dininin (İslâm’ın) son halkasını Hz. Muhammed (s.a.s.) teşkil etmektedir. Artık Rasülullah gönderildiğinden itibaren, Rasülullah’sız bir din, Rasülullah’sız bir akide ve inanç olamaz. Öyleyse, yeryüzünde Allah’a bağlanmak isteyenlerin ve müslüman olarak kalmak isteyenlerin rehberi, kılavuzu Rasülullah’tan başkası olamaz. Zira Rasül’e itaat Allah’a itaattır. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Kim Rasül’e itaat ederse, muhakkak ki Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, bu seni üzmesin. Zira seni onlara koruyucu ve gözetici olarak göndermedik (ancak tebliğci olarak gönderdik).” [117]
Allah Teâlâ bu âyet-i kerimede Rasülüne itaat edenin Allah’a itaat etmiş olduğunu, Rasül’e isyan edenin de Allah’a isyan etmiş olduğunu haber veriyor. Bunun sebebi, Rasülullah’ın (s.a.s.) kendi hevâ ve hevesinden konuşmaması ve Allah’ın dinini tebliğ etmesidir.[118] Rasülulah, hiç bir zaman Allah adına kendi kafasından bir şey konuşmaz; kendisine vahyedileni bildirir. Onun için Allah ile Rasülü’nün hükümleri arasında ayrılık, zıtlık, farklılık olamaz.
İslâm akidesi açısından peygamberlik kurumu gerçekten büyük değer taşır. Bu müessese, akidenin ikinci yarısıdır. Peygambere iman, tevhid kelimesinin ikinci kısmıdır. Peygamberlik inancının tezahürleri pratik hayatta mutlaka görülmelidir. Normalde her İnsan, peygamberlere inandığını söyleyebilir. Fakat bu akide gerçeklere dayandırılırsa görülür ki, mü’min olduklarını iddia eden pek çok İnsan bu bağdan kopmuştur. Rasüllere iman olsun, diğer iman esaslarına iman olsun, her zaman kulluk ve itaat gerektirir. İtaat ve kullukla beslenmeyen bir iman, iman olarak kalamaz. Günün birinde tamamen söner veya yön değiştirir. Bunun içindir ki, itaat imana bağlı kılınmıştır. Böylece, Allah’a inanan kimse, Rasül’e bağlanmak zorundadır. Rasül’e bağlanmayanlar, Allah’a da bağlanmamışlardır.
Kur’an-ı Kerim, peygamberler ve itaat konusunu şöyle açıklıyor: “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ülü’l-emre (emir sahiplerine) de. Eğer bir hususta çekişirseniz, onu Allah’a ve Rasülüne götürünüz. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanmışsanız; bu hem hayırlı ve hem de netice itibariyle en güzeldir.” [119]“Hayır, Rabbine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra haklarında verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olamazlar.” [120]“Biz peygamberleri ancak itaat olunsunlar diye gönderdik.” [121]“Allah’a ve O’nun rasülüne itaat edin ve onların emirlerine ve yasaklarına aykırı hareket etmekten sakının. Eğer itaat etmekten yüz çevirirseniz, bilin ki, Peygamberimiz’e düşen sadece açık bir tebliğdir.” [122]
Bu âyetlerde mü’minlerin, Allah ile beraber Rasülü’ne de itaat etmeleri şart koşuluyor. Rasül’e itaat etmeden İslâm yaşanamaz. Zira, “Rasüller sadece kendilerine itaat edilsin diye izn-i ilahi ile gönderilmişlerdir.”[123] İtaat, imanın ve İslâm’ın şartı ve hudududur. İman edip de Allah’a ve Rasül’e itaat etmemek boş bir iddiadan başka bir şey değildir. Bu yalan, tâğutla hükmetmek isteyen her yalancının iddiasıdır. Çünkü, münâfıkların alâmeti, devamlı surette itaatten kaçınmaktır. Zira Yüce Allah münâfıklar hakkında şöyle buyurur:“Onlara Allah’ın indirdiğine ve Peygamber’e gelin denildiği zaman, senden büsbütün kaçtıklarını görürsün.”[124] İtaat, bir akide meselesidir. Mü’min, akidesini sağlam temeller üzerine oturtmalıdır. İslâm’ın ve imanın hududunu çok iyi bilmelidir. [125]
Peygamberlere İman, Onları Örnek ve Önder Kabul Edip Onlara İtaat Etmek İçindir
Peygamberlerin en büyük ve en önemli görevleri, İnsanların, hakkında ihtilâfa düşerek kendi imkânlarıyla hakkı bulamayacakları alanlarda ihtilâflarını çözümleyici hükümler getirmeleridir: "İnsanlar (aslında) bir tek ümmet (millet) idi. Bu durumda iken Allah, müjde verici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları indirdi." [126] İşte bunun için Yüce Allah, her bir kavim için bir nezîr/uyarıcı göndermiştir.[127] Peygamberlere iman, onların çağrısını kabul etmek, onların izinden gitmek, “olsa da olur, olmasa da” kabilinden İnsanların tercihine bırakılmış bir tutum değildir. İnsanlar, peygamberlere iman etmekle, onların izinden gitmekle yükümlüdürler. Aksini yaptıkları takdirde her peygamberden ümmeti hakkında şâhitlik etmesi de istenecek ve bu şehâdet, onların kesinleşmiş ceza ve azaplarını daha bir pekiştirici anlam taşıyacaktır. “Allah yolunda hakkıyla cihad edin. O, sizi seçti. Dinde size güçlük vermedi. Babanız İbrahim’in milletine/dinine (uyun). Sizi daha önceden ve bunda (Kur’an’da) ‘müslümanlar’ diye adlandırdı ki Peygamber size şâhit olsun; siz de İnsanlar üzerine şâhitlik edesiniz. O halde namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah'a güvenin. O’dur sizin Mevlânız. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır.”[128] Böylece peygamberler, ümmetlerine karşı, peygamberlere iman edenler de diğer İnsanlara karşı şâhitlik edecek ve hakkında şehâdet ettikleri kimselerin peygamberlerin gösterdikleri yoldan gidip gitmedikleri hususunda beyanda bulunacaklar; ya da bulunmaları istenecektir.
Peygamberlere uymakla yükümlü olmanın yanında, İnsanın başka sorumlulukları da vardır: Peygamberlerin mesajını yaymak, bu mesajı İnsanlar arasında uygulanan yegâne din ve şeriat haline getirmek yolunda, peygamberî metod istikametinde cihad etmek, gereken gayreti gösterip hakkıyla mücadele vermek.
Peygamberlerin gösterdiği yoldan başka yolda gitmenin, dünya hayatında sayılamayacak kadar çok olumsuz sonucu ve cezasından ayrı olarak, âhirette de büyük bir cezası vardır. Bu ceza o kadar büyük olacaktır ki, kâfirler dünyada iken peygamberlerin izinden gitmediklerinden, kendilerinden farklı hiçbir meziyetleri olmayan, haktan uzak sapık önderlere uyduklarından dolayı, -faydasını göremeyecekleri bir zamanda- pişman olacaklar ve pişmanlıklarını dile getireceklerdir. Bu durumu Yüce Rabbimiz şöyle tablolaştırmaktadır: “...O gün kâfirlere çok zordur. O günde zâlim, ellerini ısırıp: ‘Keşke peygamberle birlikte yol almış olsaydım!’ der. ‘Eyvah bana, keşke filanı dost edinmeseydim. Andolsun ki o, bana geldikten sonra beni haktan saptırdı.’ Şeytan İnsanı yardımsız ve zelil bırakandır.”[129] İşte bu dünyada şeytanın ardından giderek peygamberlerin yolunu terk edenler, âhirette bu dünyada iken uydukları kimselerden uzaklaşmak isteyecekler; böylelikle azaptan kurtulmayı deneyeceklerdir. Ancak bunun da kendilerine bir faydası olmayacaktır. [130]
Allah, İnsanlara İnsan olarak, kendi aralarından peygamberler göndermiş ve onların yolundan gitmelerini, peygamberlerine her hususta itaat etmelerini emretmiştir. Peygamberlerin izinden gitmeyenlere uymak, ya da onların izinden gidilmeyen hallerde baştakilere, ileri gelenlere itaat, Allah’ın yolundan sapmak için gösterilecek geçerli bir mâzeret değildir. Yüce Rabbimiz, peygamberlerin yolundan sapmak için gösterilecek hiçbir mâzereti kabul etmeyecektir. Peygamberlerin getirdikleri yola aykırı yol izleyenlere itaat, -kim olursa olsunlar- meşrû bir itaat değil; “Yaratan’a isyanı gerektiren hususlarda yaratılmışa itaat yoktur” şeklindeki nebevî düstur ile ve “mârufu emredip münkeri nehyetmek” ilkesi gereğince böylelerini hizaya getirmek gerekir; Onların sapıklıklarının peşinden gitmek değil. Peygamberlerin dışında, uyulan kimsenin büyük yanılgılara düştüğü önemli bir husustur. Uyulan kimselerin peygamberlerin yolundan gitmemeleri halinde kimlikleri, sıfatları, nitelikleri, makamları, yakınlıkları ne olursa olsun, uyanlara âhirette hiçbir fayda sağlayamayacakları, ebedî azaptan kurtaramayacakları herkes tarafından gayet açık ve net bir şekilde bilinmelidir. “Yüzleri ateşte (bir taraftan bir tarafa) çevrileceği o günde diyeceklerdir ki: ‘Ne olaydı, biz Allah'a ve Rasûl’e itaat etseydik!’ Ve diyecekler ki: ‘Rabbimiz, gerçekten biz başkanlarımıza, efendilerimize itaat ettik de, onlar da bizi saptırdılar. Rabbimiz, onlara azaptan iki kat ver ve onları en büyük lânet ile lânetle!” [131]
İşte âhirette durum böyle olacaktır; peygamberlerden başkalarının yolunu izleyenler için. Peygamberler ise, kendilerine itaat eden ümmetlerine hatalarının affedilmesi için şefaatçi olacaklardır. Dünyada her iki tür önderliğin ve bu önderliğe tâbi olmanın farklı sonuçları olduğu gibi; âhirette de aynı farklılık sözkonusu olacaktır; hatta daha da geniş boyutlarda...
Gerçekten akıl sahibi olanlar, peygamberlerden başkalarının yolundan gitmeyi düşünmek, akıllarının en ücra köşesinden geçirmek şöyle dursun; bu hayırlı ve biricik doğru yoldan gitmeyenleri gafletlerinden uyandırmak için peygamberlerin açtıkları yolda, gösterdikleri istikamette ve onların metoduyla mücadele eder, cihad ederler...
Peygamberlerin ve –günümüz için söyleyecek olursak- son peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirmiş olduğu şeriate aykırı bir hüküm ya da hükümleri, düzen ya da düzenleri, kurum ya da kurumları, değer ya da değerleri alternatif olarak göstermek, kabul etmek, onlara çağırmak; bunlar İnsanlara hükmetmekte iseler, bunları kabul edip rızâ göstermek, izâleleri için çalışmamak, onlara gereken tepkiyi göstermemek; bütün bunlar peygamberin getirdiği şeriatı reddetmek anlamına geleceğinden, iman ile bağdaşamaz. Yani, böyle bir tutum, anlayış ve davranış küfürdür. Çünkü İslâm’ın ve Kur’an’ın üzerinde hassasiyetle durduğu “peygamberlere iman” ilkesine ve kelime-i şehâdetin ikinci bölümü olan “Muhammed’in (s.a.s.) Allah’ın Rasûlü” olduğunu kabul ve ikrar etmeye aykırıdır.
Peygamberlere iman, onlara karşı belli bir edeple edeplenmeyi de gerektirir. Onların dâvetlerini kabul etmek, onların izinden gitmek, uymakla yükümlü olduğumuz bütün hususlarda, yani peygamberlik makamları gereği, kendilerine has olan hususlar dışında kalan bütün alanlarda onlara uymak, bu edebin en önemli yanıdır.
Peygamber Efendimiz’e karşı –hayatta iken- ümmet fertleri seslerini yükseltmemekle[132] yükümlü oldukları gibi, vefatından sonra da kayıtsız şartsız ona uyarak, hükmüne teslim olarak, önüne geçmemekle yükümlüdürler.[133] Hiçbir zaman kendilerini ona tercih edemezler. O kendilerine öz canlarından daha yakındır. Onun zevceleri, mü’minlerin anneleridir.[134] Bu bakımdan onun hanımları, mü’minler için bir kadının saygı ve ihtiram noktasının en zirvesindedirler. Mü’min bir kimsenin onlara annelik nazarından başka türlü bakması mümkün değildir. [135]
Mü’minin Allah’ın peygamberlerine ve özellikle de son peygamber Hz. Muhammed Mustafâ (s.a.s.)’ya karşı konumu şudur: Katıksız, şeksiz, şüphesiz tam bir tasdikin yanında; ona tam anlamıyla uymanın mutlak bir farz olduğunu kabul etmeli; hükümlerini tam bir tasdik ve teslimiyetle karşılayarak dünyada hidâyet üzere olmanın, âhirette de vaad olunan cennete girmenin onun sünnet-i seniyyesine tâbi olmakla mümkün olacağına tam bir yakîn ile inanmalı ve bunu amelî hayatında da ortaya koymalıdır. Onun dışında hiçbir yol gösterici ve önder aramamalı; kendisini, kendisine emir verenleri ve emri ve sorumluluğu altındakileri hep onun gösterdiği yol ile, getirdiği şeriat ile, uyguladığı ve söylediği sünnet ile ölçüp değerlendirmelidir. Kendisinde ve çevresinde bu ölçülere aykırı gördüklerini ilk fırsatta ve en güzel yolla düzeltme yoluna gitmelidir. [136]
Peygamberlere Vâris Olabilmek
İnsanları ıslahın bedeli ağır, fiyatı çok yüksektir. Bu yüksek fiyatı ödeyecek bir varlık vardır ki o da Yüce Allah’tır (c.c.). Rabbi ile irtibatı zayıflamış veya kopma noktasına gelmiş, yahut da tamamen kopmuş olan İnsanları tebliğ ve dâvetleriyle irşad eden bu güzel İnsanlar, ücretsiz gönül erleridir. Ücretleri tamamen Rabbimiz’e aittir.
İlk peygamber Hz. Âdem’den, son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.s.) kadar gelmiş olan peygamberler bugün yine tüm tazelikleriyle İnsanları irşad etmekte, onları Yüce Allah’ ımızla barıştırmanın mücadelesini vermektedirler. Gerek hayatları ve gerekse temiz sicilleri bizzat Rabbimiz tarafından açıklanmış olan bu gönül erleri kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de sık sık anlatılır ve tüm İnsanlığa numune olarak gösterilir.
Her biri Allah’ın yolu dediğimiz sırât-ı müstakimin kenarlarında bir nevi nöbet tutmakta ve bu mübarek yoldan çıkmak ve sapmak isteyenlere güzel usulleriyle, temiz tavırlarıyla engel olmaktadırlar.
Gün olmuş İnsanlar kendi içlerinden bazı büyükleri rab edinmişler, bu sapıtmış kimselere Hz. Nuh gönderilmiş... Gün olmuş İnsanlar dünyaya meyletmiş, köşk ve saraylarda, yüzme havuzları olan villalarda zevk ve sefaya dalmışlar, Rabbimiz Hz. Sâlih’i görevlendirmiş. Yine gün olmuş İnsanlar cinsî sapıklığa düşmüş, nikâh yoluyla meşrû olan kadın ve kızları dışlayarak hemcinsleriyle düşüp kalkmaya başlamışlar, derhal Hz. Lut görevlendirilmiş. Saltanat ve müstekbir yaşayışlarıyla yoldan çıkmış olanlara Hz. Süleyman; Allah’a göklerin hâkimiyetini verip yeryüzü egemenliğini vermeyen Firavun’a Hz. Mûsâ; ölçü, tartı ve adâlet mekânizmasını tahrip eden bir topluma Hz. Şuayp; köleliğin, İnsanı sömürmenin ve sınıfsal bir toplumun yapısını ortaya koymanın zirvesini yaşayan bir topluma Hz. Yusuf; akla ve hayale gelebilecek tüm kötülükleri hayatlarına geçirmiş olan bir başka topluluğa ve hak yol arayışında olan tüm İnsanlığa ise Hz. Muhammed (s.a.s.) gönderilmiştir.
Gönderilmiş olan tüm peygamberler, sırât-ı müstakimde yürüyen yolcuları, Allah adına kollamak ve sapmalara karşı ikaz ve irşad görevlerini noksansız olarak ifa etmişlerdir. Allah’ın selâmı hepsinin üzerine olsun.
Batının kendi toplumsal problemlerini çözmek için geliştirdiği formül ve çözüm yollarını olduğu gibi aynen müslüman bir ümmete uygulamak için baskıcı ve dayatmacı zihniyete karşı çıkmak, bir iman borcudur. Bu borcu ödemek durumunda olan her İslâm tebliğcisi ve dâvetçisi bir peygamber vârisidir/olmalıdır.
Sözgelimi, fâize yenik düşmüş bir toplumu, kapitalist sisteme karşı reaksiyoncu bir seviyeye getirmeye çalışan, İslâm’ın bölünmez bir bütün olduğunu söyleyerek bunu icabında hayatıyla ödeyen bir müslüman, peygamber vârisidir.
“Alimler peygamberlerin vârisleridir.” buyuran Rasûlullah Efendimiz’e tam manası ile vâris olmak meselesine gelince; Kur’ân’ı öğrenip öğreten, İnsanları İslâmî yaşayış esasları üzerinde eğiten, nefisleri şirkten ve diğer hastalıklardan temizlemek mücadelesini sürdüren, bütün bunları gerçekleştirmek için ilim, amel, kesin tavır ve numûne olmayı ihmal etmeyen, tefsir, hadis, fıkıh halkaları kurarak, İnsanları sohbet ve dersleriyle yetiştiren İnsanlar, peygamberin vârisleridir. [137]
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin hayatından bazı enstantaneler, kesitler sunar. Bundaki temel amaç, o örnekleri müslümanlar güncelleştirsin, benzer konumdaki örnekleri yaşayışlarına geçirsinler; böylece peygamberlerin bıraktığı mirası bölüşsünler. O miras, öyle büyük bir hazinedir ki, o birikimle hem dünyanın hem âhiretin tüm güzel kapıları açılacak, her hastalığa nebevî reçeteler şifa verecek, her probleme nebevî çözümler çare olacaktır. Nu mutlu peygamber vârislerine!
Nebi İle Rasül Arasında Fark Var mıdır?
(Geleneğin Yanlışından Modern Küfre/Sahte Peygamberliğe)
Nebi ve Rasul kavramları müteradif, yani eşanlamlı ifadelerdir. Kur’an’da “nebî” ve “rasûl” kelimeleri peygamberler için kullanılmıştır. Ancak klâsik anlayışa göre, ikisi arasında şöyle bir fark olduğu belirtilir: Rasul, kendisine kitap ve şeriat gönderilen peygambere denir. Nebi ise, kendisine kitap ve şeriat gönderilmeyip, kendisinden önceki rasulün kitap ve şeriatını İnsanlara tebliğ eden peygambere denir. O halde her rasûl aynı zamanda nebîdir, ama her nebî rasûl değildir. Çağımızda bazı yalancı peygamberler ve onları savunanlar da bu farkları tersine çevirirler.
Modern mütenebbiler, sahte peygamberliklerinin dine ters düşmediğini güya kanıtlamak için, nebî ile rasül kavramı arasında olduğunu kabul ettikleri farktan yola çıkarlar. Nebî, kitap verilenlere; rasül ise, bu mesajı taşıyanlara verilen ad olduğunu ileri sürerler. Hindistan'da Sör Seyyit Ahmet'in başını çektiği modernist akım, bunu iddia eder. Bunlara göre, her nebî aynı zamanda rasüldür; fakat her rasül nebî değildir. Nebî, hem kendinden önceki kitapları doğrulayıcı, hem de aldığı yeni kitabı İnsanlara ulaştırıcıdır. Her kitap verilen nebî bir elçidir/rasüldür; fakat her elçiye/rasüle kitap verilmemiştir. Kur'an'dan uydurma deliller bulmaya çalışan bu sahtekârlar, Peygamberimiz’in (s.a.s.) "hâtemu'l enbiyâ/nebîlerin sonuncusu" [138] olduğunu kesin biçimde ifade edildiğini görüp bir teville bunu çürütemedikleri için, sahte peygamberlerini, nebî değil de rasül olarak isimlendirirler. Nebî ve rasülle ilgili geleneksel yanlışı tersinden başka bir yanlışla sürdüren bu kimseler, yalancı peygamberlik kurumunu yeniden işletmeye çalışırlar. Hâlbuki Kur'an, nebî ile rasül arasında bir fark gözetmiyor.
Kur'an'a Göre Nebî ile Rasül Arasında Fark Yoktur. Nebî, peygamberlerin haber alma, vahiy alma vasıflarına, rasül ise, alınan mesajın elçiliğini yapma, aktarma vasıflarına işaret etmektedir. Tıpkı adâletli davranmayı ve takvâlı olmayı şahsında birleştiren mü'min gibi. Yani nasıl bir mü'minin aynı anda âdil ve muttakî olması, çelişki arzetmiyorsa, bir peygamberin de aynı anda nebî ve rasül olması da tenâkuz teşkil etmez. Nebî ile rasül arasındaki fark, sadece kelime anlamları itibariyledir. Yoksa, şeriat alıp almaması, kitap alıp almaması açısından aralarında anlam farkı yoktur. Geleneksel bazı iddialara göre, Hz. İsmail gibi peygamberler sadece nebîdir; kendilerinden önceki rasülü tekrar ederler. Oysa Kur'an, Hz. İsmail için, hem rasül, hem de nebî sıfatlarını kullanmaktadır: "Kitap'ta İsmail'e dair anlattıklarımızı da an. Çünkü o sözünde duran rasül nebî idi."[139] Hz. Hârun için de Kur'an, Hz. Mûsâ ile beraber her ikisine rasül demektedir: "Fir'avn'a giderek (ona) deyin ki: 'Biz âlemlerin Rabbinin rasûlüyüz." [140]
Geleneksel görüşün nebî'yi önceki kitabın ve rasülün mukallidi durumuna indirgemesi çok yanlıştır. Çünkü birçok âyette nebî kavramına kitap nispet edilmiştir. "Allah, nebîlerden şöyle söz almıştı: 'Bakın, size kitap ve hikmet verdim, şimdi yanınızda bulunanı doğrulayıcı bir rasûl geldiğinde, ona mutlaka yardım edeceksiniz; bunu kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?' demişti. Kabul ettik dediler. O halde şâhit olun, Ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım dedi."[141] Bu âyetten kesin olarak anlaşılmaktadır ki, nebî, kitap ve şeriat olmayan biri değildir. Yine Kur'an'da kendilerine kitap verildiği muhkem olarak Kur'an'da anlatılan peygamberleri nebî olarak vasfetmektedir. "Nebîlerden söz almıştık. Senden, Nuh'tan, İbrâhim'den, Mûsâ'dan, Meryem oğlu İsâ'dan sağlam bir söz (misak) almışızdır."[142] Dolayısıyla Kur'an, nebî ile rasül arasında kitap alıp almamak açısından bir ayrım yapmamaktadır. Kur'an, bazı nebîlere kitap verildiğini belirttiği gibi, rasüllere de kitap verildiğini açıklar: "Andolsun Biz rasüllerimizi açık delillerle gönderdik. Ve onlarla beraber Kitab'ı, mizan'ı/nizâmı indirdik ki, İnsanlar adâleti yerine getirsinler."[143] Görüldüğü gibi âyet-i kerimede rasül kavramına kitap nispet edilmiştir. Bu da gösteriyor ki, Kur'an, nebî ile rasül arasında kavramsal fark gözetmemektedir. Fakat peygamberlerin genel Kur'anî tanımı nebîdir; rasül, gönderilmekle (irsâl) ve tebliğle, görevin icrâsıyla ilgili bir kavramdır.
Kur'an, Hz. İsmail, Hz. Mûsâ ve Hz. Muhammed’e (s.a.s.) aynı âyetlerde hem nebî, hem rasül demektedir.[144] Hâtemiyetin (son nebî olmanın) sadece nebîlik için söz konusu olduğunu, rasüllük için söz konusu olmadığını iddia etmek, hastalıklı kalplere sahip olanların bir tahrif çabasından ibarettir. Kur'an nebî ile rasül arasında bir ayrım gözetmediği gibi, şu peygamberler nebî; şunlar da rasüldür diye Kur’an’ın bir beyanı da yoktur. Nebî, genellikle peygamberlerin haber alma, vahiy alma yönünü, rasül ise genellikle, alınan vahyin elçiliğini yapma yönünü ifade eden kavramlardır. Her peygamber vahiy almıştır (nebî); ve aldığı vahyi tebliğ etmiştir (rasül). Bu iki vasfı bünyesinde bulundurmayan birine de peygamber denemez. Yani kalbine indirilen vahyin elçiliğini (rasüllüğünü), İnsanlara iletimini üstlenmeyen birine nebî denemeyeceği gibi, vahiy almayan (nebî olmayan) birine de rasül denemez. Hz. Muhammed’den (s.a.s.) sonra bir İnsan, kavramsal anlamda ister rasül olduğunu, isterse nebî olduğunu iddia etsin, yalancı peygamberdir, müseylimetü'l kezzâbtır. Çünkü nebî de rasül de ıstılâhî açıdan peygamberliğe delâlet etmektedir. Her nebî rasüldür; her rasül de nebîdir. [145]
Peygamber ve Peygamberlikle İlgili Âyet-i Kerimeler
- Peygamber Anlamındaki Nebî ve çoğulu Enbiyâ ve Nebiyyûn/Nebiyyîn Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 75 Yerde:) 2/Bakara, 61, 91, 136, 177, 213, 246, 247, 248; 3/Âl-i İmrân, 21, 39, 68, 80, 81, 84, 112, 146, 161, 181; 4/Nisâ, 69, 155, 163; 5/Mâide, 20, 44, 81; 6/En’âm, 112; 7/A’râf, 94, 157, 158; 8/Enfâl, 64, 65, 67, 70; 9/Tevbe, 61, 73, 113, 117; 17/isrâ, 55; 19/Meryem, 30, 41, 49, 51, 53, 54, 56, 58; 22/Hacc, 52; 25/Furkan, 31; 33/Ahzâb, 1, 6, 7, 13, 28, 30, 32, 38, 40, 45, 50, 50, 50, 53, 53, 56, 59; 37/Sâffât, 112; 39/Zümer, 69; 43/Zuhruf, 6, 7; 49/Hucurât, 2; 60/Mümtehıne, 12; 65/Talâk, 1; 66/Tahrîm, 1, 3, 8, 9.
- Peygamberlik Anlamındaki Nübüvvet Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 5 Yerde:) 3/Âl-i İmrân, 79; 6/En’âm, 89; 29/Ankebût, 27; 45/Câsiye, 16; 57/Hadîd, 26.
- Elçi/Peygamber Anlamına Gelen Rasûl ve Çoğulu Rusul Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 332 Yerde:) 2/Bakara, 87, 87, 98, 101, 108, 129, 143, 143, 151, 214, 253, 279, 285, 285, 285; 3/Âl-i İmrân, 32, 49, 53, 81, 86, 101, 132, 144, 144, 153, 164; 172, 179, 179, 183, 183, 184, 194; 4/Nisâ, 13, 14, 42, 59, 59, 61, 64, 64, 69, 79, 80, 83, 100, 115, 136, 136, 136, 150, 150, 152, 157, 164, 164, 165, 165, 170, 171, 171; 5/Mâide, 12, 15, 19, 19, 32, 33, 41, 55, 56, 67, 70, 70, 75, 75, 83, 92, 92, 9, 104, 109, 111; 6/En’âm, 10, 34, 61, 124,130; 7/A’râf, 35, 37, 43, 53, 61, 67, 101, 104, 157, 158, 158; 8/Enfâl, 1, 1, 13, 13, 20, 24, 27, 41, 46; 9/Tevbe, 1, 3, 3, 7, 13, 16, 24, 26, 29, 33, 54, 59, 59, 61, 62, 63, 65, 70, 71, 74, 80, 81, 84, 86, 88, 90, 91, 94, 97, 99, 105, 107, 120, 128; 10/Yûnus, 13, 21, 47, 50, 74, 103; 11/Hûd, 59, 69, 77, 81, 120; 12/Yûsuf, 110; 13/Ra’d, 32, 38, 38; 14/İbrâhim, 4, 9, 10, 11, 13, 44, 47; 15/Hıcr, 11; 16/Nahl, 35, 36, 113; 17/İsrâ, 15, 77, 93, 94, 95; 18/Kehf, 106; 19/Meryem, 19, 51, 54; 20/Tâhâ, 47, 96, 134; 21/Enbiyâ, 25, 41; 22/Hacc, 52, 75, 78; 23/Mü’minûn, 32, 44, 44, 51, 69; 24/Nûr, 47, 48, 50, 52, 52, 54, 54, 56, 62, 62, 63; 25/Furkan, 7, 27, 30, 37, 41; 26/Şuarâ, 16, 27, 107, 125, 142, 162, 178; 28/Kasas, 47, 59; 29/Ankebût, 18, 31, 33; 30/Rûm, 9, 47; 33/Ahzâb, 12, 21, 22, 22, 29, 31, 33, 36, 36, 40, 53, 57, 66, 71; 34/Sebe’, 45; 35/Fâtır, 1, 4, 25; 36/Yâsin, 30; 38/Sâd, 14; 39/Zümer, 71; 40/Mü’min, 5, 22, 34, 50, 51, 70, 78, 78, 83; 41/Fussılet, 14, 43; 42/Şûrâ, 51; 43/Zuhruf, 29, 45, 46, 80; 44/Duhân, 13, 17, 18; 46/Ahkaf, 9, 35; 47/Muhammed, 32, 33; 48/Fetih, 9, 12, 13, 17, 26, 27, 28, 29; 49/Hucurât, 1, 3, 7, 14, 15; 50/Kaf, 14; 51/Zâriyât, 52; 57/Hadîd, 7, 8, 19, 21, 25, 25, 27, 28; 58/Mücâdele, 4, 5, 8, 9, 12, 13, 20, 21, 22; 59/Haşr, 4, 6, 6, 7, 7, 7, 8; 60/Mümtehıne, 1; 61/Saff, 5, 6, 6, 9, 11; 62/Cum’a, 2; 63/Münâfıkun, 1, 1, 5, 7, 8; 64/Teğâbün, 6, 8, 12, 12; 65/Talâk, 8, 11; 69/Haakka, 10, 40; 72/Cinn, 23, 27; 73/Müzzemmil, 15, 15, 16; 77/Mürselât, 11; 81/Tekvîr, 19; 91/Şems, 13; 98/Beyine, 2.
- Gönderilmiş Rasûl/Peygamber Anlamına Gelen Mürsel ve Çoğulu Mürselûn/Mürselîn Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 35 Yerde:) 2/Bakara, 252; 6/En’âm, 34, 48; 7/A’râf, 6, 75, 77; 13/Ra’d, 43; 15/Hıcr, 57, 61, 80; 18/Kehf, 56; 25/Furkan, 20; 26/şuarâ, 21, 105, 123, 141, 160, 176; 27/Neml, 10, 35; 28/Kasas, 7, 65; 36/Yâsin, 3, 13, 14, 16, 20, 52; 37/Sâffât, 37, 123, 133, 139, 171, 181; 51/Zâriyât, 31.
- Elçilik/Peygamberlik Anlamına Gelen Risâlet ve Çoğulu Risâlât Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 10 Yerde:) 5/Mâide, 67; 6/En’âm, 124; 7/A’râf, 62, 68, 79, 93, 144; 33/Ahzâb, 39; 72/Cinn, 23, 28.
- Peygamberlere İman ve Peygamberlik Konularındaki Âyetler
- Peygamberlere İman Etmek: 2/Bakara, 98, 136-137, 177, 253, 285; 3/Âl-i İmran, 84; 4/Nisâ, 64, 136, 150, 152, 171; 5/Mâide, 12, 32, 99, 109, 111; 6/En’âm, 34, 86-87, 89, 130; 7/A’râf, 53; 10/Yûnus, 103; 17/İsrâ, 15, 55; 18/Kehf, 106; 21/Enbiyâ, 6-9; 42/Şûrâ, 13; 44/Duhân, 5.
- Mü’minler, Peygamberler Arasında Ayrım Yapmazlar: 2/Bakara, 135-137, 285; 3/Âl-i İmran, 84; 4/Nisâ, 150-152.
- Peygamberlerin Bazılarına Üstün Özellikler Verilmiştir: 2/Bakara, 253; 17/İsrâ, 55.
- Allah, Peygamberliği Dilediği Kimseye Verir: 3/Âl-i İmrân, 74; 6/En’âm, 88; 14/İbrahim, 11; 16/Nahl, 2; 17/İsrâ, 55; 28/Kasas, 68; 40/Mü’min, 15; 62/Cum’a, 4.
- Peygamberleri Yalanlayanlar: 3/Âl-i İmrân, 137; 6/En’âm, 11, 42-45; 7/A’râf, 94-96, 101; 10/Yûnus, 13, 47; 12/Yûsuf, 13, 47; 12/Yusuf, 110; 13/Ra’d, 42; 14/İbrahim, 9, 46; 16/Nahl, 26, 36; 17/İsrâ, 76-77; 19/Meryem, 42-45; 23/Mü’minûn, 44; 25/Furkan, 39; 30/Rûm, 47; 35/Fâtır, 26; 37/Saffât, 72-74; 38 Sâd, 1-4, 11-14; 39/Zümer, 25-26; 40/Mü’min, 5-6, 22, 83; 43/Zuhruf, 6-8, 24-25; 50/Kaf, 12-14; 58/Mücâdele, 5-6; 64/Teğâbün, 5-6; 69/Hakka, 9-10.
- Peygamberlere Düşmanlık Edenler: 2/Bakara, 98; 13/Ra’d, 42.
- Peygamberlerin Şeriatlerinin Çeşitli Olmasının Hikmetleri: 5/Mâide, 48.
- Peygamberlere Mûcize ve Kitap Verilmiştir: 16/Nahl, 44; 57/Hadîd, 25.
- Peygamberler, Kıyamet Gününde Ümmetleri Üzerine Şahit Olarak Bulunacaklardır: 16/Nahl, 84, 89; 17/İsrâ, 71; 28/Kasas, 75.
- Peygamberleri İnkâr: 4/Nisâ, 136, 150-151; 6/En’âm, 89, 148; 10/Yûnus, 74; 16/Nahl, 63; 17/İsrâ, 94-96; 43/Zuhruf, 6-7; 51/Zâriyât, 52-53.
- Bütün Peygamberlere Selâm: 37/Saffât, 181.
- Her Ümmete Peygamber Gönderilmiştir: 4/Nisâ, 41; 10/Yûnus, 47; 15/Hıcr, 10; 16/Nahl, 36; 26/Şuarâ, 208-209; 28/Kasas, 47; 30/Rûm, 47; 35/Fâtır, 24; 37/Saffât, 72-74; 43/Zuhruf, 6.
- Peygamberlere İtaat: 4/Nisâ, 64, 70; 7/A’râf, 35.
- Kıssaları/Hikâyeleri Anlatılan ve Anlatılmayan Peygamberler: 4/Nisâ, 164; 6/En’âm, 83-87, 89; 21/Enbiyâ, 48-91; 40/Mü’min, 78.
G- Peygamberlerin Görevleri ve Özellikleri
- Peygamberler, Beşîr ve Nezîrdir (Rahmet Müjdecileri ve Azap Habercileridir): 2/Bakara, 213; 4/Nisâ, 165; 6/En’âm, 48; 18/Kehf, 56; 34/Sebe’, 34; 53/Necm, 56.
- Peygamberler, Kendilerine Kesinlikle Kulluk İstemezler: 3/Âl-i İmrân, 79-80; 21/Enbiyâ, 90; 27/Neml, 45; 33/Ahzâb, 7-8.
- Peygamberler, Kendiliklerinden Hiçbir Şey Getirmezler: 40/Mü’min, 78.
- Peygamberler, Eziyetlere Sabrederler: 6/En’âm, 34; 14/İbrahim, 12; 33/Ahzâb, 69; 35/Fâtır, 4; 46/Ahkaf, 35.
- Peygamberler, Allah’ın Hidâyet Ettiği Kimselerdir: 6/En’âm, 90; 19/Meryem, 58.
- Yalancı Peygamberler: 6/Enâm, 93.
- Peygamberlerin Gönderilmesi, Allah’ın Zulüm İle Yok Edici Olmadığındandır: 6/En’âm, 131; 7/A’râf, 6; 26/Şuarâ, 208-209; 28/Kasas, 47; 34/Sebe’, 34.
- Peygamberler de, Sorguya Çekilecektir: 7/A’râf, 6-7; 33/Ahzâb, 7-8.
- Bütün Peygamberlerle Alay Edilmiştir: 13/Ra’d, 32; 15/Hıcr, 11-12; 21/Enbiyâ, 41.
- Peygamberler, Allah’ın İzni Olmadan Mûcize Gösteremezler: 13/Ra’d, 38.
- Peygamberler, Kendi Kavimlerinin Dilleriyle Gelirler: 14/İbrahim, 4.
- Peygamberlerin Görevleri Tebliğdir: 16/Nahl, 35; 29/Ankebût, 18; 33/Ahzâb, 7-8, 39.
- Peygamberler, Beşerdir/İnsandır: 17/İsrâ, 94-95; 21/Enbiyâ, 8; 22/Hacc, 75; 25/Furkan, 20.
- Şeytan, Peygamberler Üzerinde Etkili Olamaz: 22/Hacc, 52-53.
- Peygamberler, Güzel Amel ile Emredilmişlerdir: 23/Mü’minûn, 51.
- Bütün Peygamberlerin Getirdiği Ortak Prensipler: 6/En’âm, 90; 21/Enbiyâ, 92; 23/Mü’minûn, 51-52; 42/Şûrâ, 13; 43/Zuhruf, 45; 87/A’lâ, 14-15, 18-19.
- Peygamberler Mâsumdurlar: 38/Sâd, 48-49.
- Peygamberler, Emaneti Korurlar: 3/Âl-i İmrân, 161.
- Peygamberler, Allah'a İbâdete Dâvet Ederler: 3/Âl-i İmrân, 79-80; 21/Enbiyâ, 90; 27/Neml, 45; 33/Ahzâb, 7-8.
- Peygamberleri Yalanlamak ve Onlara İsyan:
- Peygambere İsyân: 4/Nisâ, 14, 42, 80, 115; 5/Mâide, 56; 8/Enfâl, 27; 9/Tevbe, 61, 63; 22/Hacc, 78; 33/Ahzâb, 36; 72/Cin, 23.
- Peygamberleri Yalanlayanların Kötü Sonları: 3/Âl-i İmrân, 137; 6/En’âm, 11, 42-45; 7/A’râf, 94-96, 101; 10/Yûnus, 13, 47; 12/Yusuf, 110; 13/Ra’d, 42; 14/İbrahim, 9, 46; 16/Nahl, 26, 36; 17/İsrâ, 76-77; 19/Meryem, 59; 22/Hacc, 42-45; 23/Mü’minûn, 44; 25/Furkan, 39; 30/Rûm, 47; 35/Fâtır, 26; 37/Saffât, 72-74; 38/Sâd, 1-4, 11-14; 39/Zümer, 25-26; 40/Mü’min, 5-6, 22, 83; 43/Zuhruf, 6-8, 24-25; 50/Kaf, 12-14; 58/Mücâdele, 5-6; 64/Teğâbün, 5-6; 69/Hakka, 9-10.
- Peygambere Karşı Gelmek ve Çok Soru Sormak, Yok Oluş Sebebidir: 5/Mâide, 101-102.
- Peygamber Gönderilmeyen Toplumlara Azap Edilmez: 17/İsrâ, 15; 26/Şuarâ, 208-209; 28/Kasas, 59.
- Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.):
- Peygambere Biat Etmek: 48/Feth, 10, 18.
- Peygambere İtaat Etmek: 3/Âl-i İmrân, 31-32, 132; 4/Nisâ, 13, 59, 64, 69-70, 80; 5/Mâide, 92; 7/A’râf, 157-158; 8/Enfâl, 1, 20, 46; 9/Tevbe, 71; 24/Nûr, 51-52, 54, 56; 33/Ahzâb, 36, 71; 47/Muhammed, 33; 48/Feth, 17; 58/Mücâdele, 13; 59/Haşr, 7; 64/Teğâbün, 12.
- Peygamberin ve Mü’minlerin Yolundan Ayrılanlar: 4/Nisâ, 115; 28/Kasas, 85.
- Peygamber Güzel Ahlak Örnekleri Vardır: 33/Ahzâb, 21; 68/Kalem, 4
- Peygamberimiz’e Salevat Getirmek: 33/Ahzâb, 56.
- Peygamberimiz Rahmettir: 9/Tevbe, 61, 128; 21/Enbiyâ, 107; 28/Kasas, 46; 44/Duhân, 6.
[1] 2/Bakara, 61
[2] 22/Hacc, 75
[3] 15/Hicr, 22
[4] 19/Meryem, 15, 33
[5] 37/Saffât, 181
[6] 5/Mâide, 19; 7/A’râf, 184, 188; 11/Hûd, 2, 12; 4/Nisâ, 165
[7] 95/Tîn, 4
[8] 5/Mâide, 16
[9] 2/Bakara, 151
[10] 57/Hadid, 25
[11] 42/Şûrâ, 13
[12] 2/Bakara, 285
[13] 4/Nisâ, 59, 64
[14] 24/Nûr, 51; 33/Ahzâb, 36
[15] 3/Âl-i İmrân, 31
[16] 33/Ahzâb, 21
[17] 59/Haşr, 7
[18] 9/Tevbe, 128
[19] 21/Enbiyâ, 107
[20] 2/Bakara, 151
[21] 2/Bakara, 213
[22] 2/Bakara, 285
[23] 3/Âl-i İmrân, 79
[24] 3/Âl-i İmrân, 164
[25] 4/Nisâ, 64
[26] 4/Nisâ, 65
[27] (4/Nisâ, 165)
[28] 5/Mâide, 67
[29] 6/En'âm, 90
[30] 10/Yûnus, 47
[31] 16/Nahl, 36
[32] 21/Enbiyâ, 25
[33] 24/Nûr, 51-52
[34] 25/Furkan, 27-29
[35] 33/Ahzâb, 21
[36] 33/Ahzâb, 39
[37] 57/Hadîd, 25
[38] 6/En’âm, 48
[39] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 487-489; 506-508
[40] 51/Zâriyât, 56
[41] Buhâri, Cenâiz 92; Ebû Dâvud, Sünnet 17; Tirmizî, Kader 5
[42] 21/Enbiyâ, 25
[43] 16/Nahl, 36
[44] 29/Ankebût, 14; 71/Nûh, 9, 21
[45] 33/Ahzâb, 39
[46] 5/Mâide, 67
[47] 14/İbrahim, 1
[48] 6/En'âm, 9
[49] 6/En'âm, 85
[50] 33/Ahzâb, 21
[51] Buhârî, Rikak 10; Tirmizî, Menâkıb 32, 64
[52] 3/Âl-i İmrân, 185; 13/Ra'd, 26; 31/Lokman, 33
[53] 2/Bakara, 212; 3/Âl-i İmrân, 14; 57/Hadîd, 20
[54] 6/En'âm, 32; 29/Ankebût, 64; 47/Muhammed, 36
[55] 4/Nisâ, 77; 16/Nahl, 96; 35/Fâtır, 5
[56] 2/Bakara, 200-201
[57] 28/Kasas, 81
[58] 7/A'râf, 31-32, 15
[59] 4/Nisâ, 165
[60] 20/Tâhâ, 134
[61] 4/Nisâ, 41-42; 16/Nahl, 89
[62] 67/Mülk, 8-11
[63] 17/İsrâ, 15
[64] 30/Rûm, 30
[65] 7/A’râf, 59-64; 10/Yûnus, 71-73...
[66] 6/En’âm, 76-79, 80-83; 21/Enbiyâ, 58-67...
[67] 7/A’râf, 73-79; 11/Hûd, 61-68...
[68] 7/A’râf, 80-82; 11/Hûd, 77-80...
[69] 7/A’râf, 85-86; 11/Hûd, 84-85...
[70] 10/Yûnus, 47
[71] 57/Hadîd, 25
[72] 90/Beled, 10
[73] 12/Yûsuf, 53
[74] 79/Nâziât, 40-41
[75] 68/Kalem, 4
[76] Ahmed bin Hanbel, II/381; Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk, 8
[77] Muhittin Akgül, Kur’ân-ı Kerim’de Peygamber, s. 28-36
[78] 3/Âl- İmrân, 33; 7/A’râf, 144...
[79] 27/Neml, 59; 38/Sâd, 47
[80] 6/En’âm, 50; 7/A’râf, 203...
[81] 3/Âl-i İmrân, 64
[82] 5/Mâide, 72, 117; 7/A’râf, 59, 65, 73, 85...
[83] 16/Nahl, 36
[84] Muvattâ, Kur’an 32, Hacc 246
[85] 10/Yûnus, 72; 11/Hûd, 29, 51...
[86] 41/Fussılet, 44
[87] Ahmed bin Hanbel, V/158
[88] 16/Nahl, 125
[89] 38/Sâd, 86
[90] 2/Bakara, 258
[91] 12/Yûsuf, 108
[92] 19/Meryem, 51
[93] 12/Yûsuf, 24
[94] 39/Zümer, 2
[95] 39/Zümer, 14; M. Akgül, a.g.e. s.37-40
[96] 21/Enbiyâ, 31
[97] 33/Ahzâb, 56
[98] 33/Ahzâb, 21
[99] 3/Âl-i İmrân, 31-32
[100] 19/Meryem, 41
[101] 19/Meryem, 54
[102] 19/Meryem, 57
[103] 12/Yusuf, 46
[104] 3/Âl-i İmrân, 161
[105] 33/Ahzâb, 39
[106] bk. 25/Furkan, 20; 13/Ra’d, 38
[107] 4/Nisâ, 164
[108] 17/İsrâ, 15
[109] 4/Nisâ, 152
[110] 4/Nisâ, 150; Peygamberlere imanla ilgili diğer âyetler için, bkz. 2/Bakara, 4-5; 4/Nisâ, 14-15, 59, 80; 7/A’râf, 35. Peygamberlere itaat etmeyelere azab ile ilgili bkz. 6/En’âm, 11; 13/Ra’d, 32; 5/Mâide, 33; 3/Âl-i İmrân, 32
[111] 3/Âl-i İmrân, 67
[112] 10/Yunus, 84
[113] 5/Mâide, 112
[114] 3/Âl-i İmrân, 64
[115] 21/Enbiyâ, 25
[116] 16/Nahl, 36
[117] 4/Nisâ, 80
[118] Bk. 53/Necm, 3-4
[119] 4/Nisâ, 59
[120] 4/Nisâ, 65
[121] 4/Nisâ, 64
[122] 5/Mâide, 92; Ve yine bk. 3/Âl-i İmrân, 132; 47/Muhammed, 33
[123] 4/Nisâ, 64
[124] 4/Nisâ, 61
[125] Ahmed Kalkan, Akaid Ders Notları, 80-83
[126] 2/Bakara, 213
[127] 35/Fâtır, 24
[128] 22/Hacc, 78
[129] 25/Furkan, 26-29
[130] Bk. 2/Bakara, 165-167
[131] 33/Ahzâb, 66-68 ve yine bk. 7/A’râf, 38
[132] 49/Hucurât, 2
[133] 49/Hucurât, 1
[134] 33/Ahzâb, 6
[135] 33/Ahzâb, 53
[136] M. Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, s. 59-91
[137] Abdullah Büyük, Müslümana Mesajlar, 79-80
[138] 33/Ahzâb, 40
[139] 19/Meryem, 54
[140] 26/Şuarâ, 16
[141] 3/Âl-i İmrân, 81
[142] 33/Ahzâb, 7
[143] 57/Hadîd, 25
[144] 19/Meryem, 54, 51; 7/A'râf, 157; 33/Ahzâb, 40
[145] F. Zülaloğlu, Nebî İle Rasül Arasındaki Fark, Haksöz 66