İNANÇLA İLGİLİ TARTIŞILAN KONULAR
- Cehâlet Mâzeret mi, Değil mi?
- Resmî Câmi Görevlilerinin Arkasında Cuma Namazı ve Diğer Namazlar
- Devlet Memurluğu ve Yemin
- Memurlar Arasında Fark
- Tâğutun Mahkemesine Müracaat Etmek
- Oy Vermek ve Demokrasiyi Savunmak
- Oy Verenin Hükmü Konusunda Bazı Âlimlerin Görüşleri
- Resmî Okullarda Çocuklarını Okutmak
- Eğitim ve Okul Kelimeleri; Alternatif Hakkı
- Askerlik
- Sorular
Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:
* Cehâletin mâzeret olup olmadığını, insana, şartlara, mevcut konuma ve içinde yaşanılan düzenin İslâmî olup olmamasına göre değişkilki arzedip etmediğini izah edebilmek ve şeytan kelimelerinin lügat ve terim anlamlarını tanımlamak.
* Resmî câmi görevlilerinin arkasında beş vakit ve Cuma namazlarının kılınıp kılınamayacağını, sebepleriyle izah edebilmek.
* Tâğutun emrinde memurluğun hükmünü açıklayabilmek ve hangi çeşit memurluğun tehlikesinin daha büyük olduğunu örneklere izah açıklayabilmek.
* Oy vermenin hükmünü ve oy verenle ilgili hükmü verebilmek.
* Resmî okullarda çocukların okumasının hükmünü ve hangi şartlara riayet edilirse küfür ithamından uzak kalınabileceğini açıklayabilmek.
* Askere gitmenin hükmünü ve askerde nelerden sakınılması gerektiğini açıklayabilmek.
- Cehâlet Mâzeret mi, Değil mi?
Bu konu birinci cildin ilk ünitesinde işlendiği için oraya bakılabilir.
Resmî Câmi Görevlilerinin Arkasında Cuma Namazı ve Diğer Namazlar
Müslüman, her şeyden önce Kur'an'a kulak vermeli, onun emirlerini hayata geçirmelidir. Ona ters düşen yorum, te'vil, anlayış ve uygulamalardan kaçınmalıdır. "Sana bu Kitab'ı her şeyi açıklayan ve müslümanlara bir rehber, bir rahmet ve bir müjde olarak gönderdik." [1]; "...Bu Kur'an, her şeyin açıklanması ve mü'minler için bir kılavuz ve rahmettir."[2] Müslümanlar, herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüklerinde, onu Allah'a ve Rasûlü'ne arzetmekle mükelleftirler.[3]
Kur'an, Cuma namazını kesin şekilde emretmektedir. Müslüman da, Kur'anın hükümlerini uygulamak zorundadır. Allah, insanlara "niye falan müctehidi, filan fetvâyı uygulamadın?" diye sormayacak, ama mutlaka Kur'an'ın emrini uygulayıp uygulamadığından soracaktır. Kur'an Cuma namazını çok net bir şekilde emretmekte, bu konuda herhangi bir şart ileri sürmemekte, herhangi bir durum sözkonusu olduğunda Cuma namazının kılınmayacağından, işaret yönüyle bile olsa bahsetmemektedir. Müslümanların, Kur'an'ın herhangi bir hükmüne karşı nasıl davranmaları gerektiği de Kur'an'da çok net şekilde açıklanır.
Peygamberimiz'in Cuma namazının faziletiyle ilgili onlarca hadisi hadis kitaplarını doldurduğu halde, Rasûlullah’tan zayıf bile olsa, herhangi bir durumda Cuma namazı kılınmaması gerektiğine dair bir rivâyet sözkonusu değildir. Yani, o, Cumanın şartlarıyla ilgili kesin bir şey söylememiş, hele hele "şu şu şartlar yoksa, Cuma namazı kılmayın!" gibi bir söz onun ağzından kesinlikle çıkmamıştır.
Yani, hutbe ve cemaat dışında ve öğle namazının vaktinde kılınması şartı Kur'an ve Sünnetten çıkan şartlardır. Bunların dışında cemaat olarak kaç kişi bulunmalıdır, mutlaka camiide kılınmalı, başka yerlerde kılınmamalıdır" gibi hiçbir şart Kur'an ve Sünnette bulunmamaktadır. Daha sonraki dönemlerdeki müctehidler, kendi dönemlerindeki cuma namazlarına disiplin getirme ihtiyaçlarından dolayı bazı şartlar ileri sürmüşlerdir. Dolayısıyla, cuma namazını aynen ikindi namazını kılan insanlar gibi bir evde, bir işyerinde kılabilirsiniz. Aradaki tek önemli fark Cuma namazında mutlaka hutbe okunmalıdır. Ayrıca cemaatle kılınır ve öğle namazı vakti içinde kılınır. Kazaya bırakılması sözkonusu değildir. Yine, aynen ikindi namazı gibi iki-üç kişi ile birlikte de kılabilirsiniz. "Kılabilirsiniz" tabirim, aslında "kılmalısınız" anlamına geliyor. Sünnetten anlaşıldığı şekilde, Cuma namazı, kadınlara, kölelere, hasta ve yolculara farz değildir. Bu kimseler Cuma namazı kılarlarsa üzerlerinden öğle namazı düşmüş olur. Cuma namazına katılamamışlarsa, bu kimseler öğle namazı kılarlar.
Cuma namazının illâ camide kılınmasını emreden bir âyet veya hadis yoktur. Sayı mecburiyeti de öyle. Yeryüzü, bu ümmete mescid kılınmıştır. Mü’minler, akidesi sağlam olduğuna kanaat getirdikleri bir imamın arkasında Cuma namazını kılarlar, kılmalıdırlar. Bu, olmasa da olabilir denilecek bir konu değildir; Kur’an ve Sünnet bizden Cuma namazını kılmamızı emretmektedir. Pireye kızıp yorgan yakmak kabilinden tâğutlara kızıp namaz terk edilmez. Daha fazla kızıp diğer beş vakit namazı da terk etmek nasıl doğru bir mantık değilse, tâğutlara kızanlar Cuma’yı onların önemsemeyeceği şekilde terk etmek yerine, onları daha rahatsız edecek şekilde açık havada, parklarda kılsınlar. Ya da cami yerine kullandıkları, müslümanlara açtıkları evlerinde, işyerlerinde, dernek ve vakıflarında eda etsinler. Cuma namazını terk ederek tâğutlar devrilecekse, beş vakit namaz da kılmayan, Cuma da kılmayan insanlar, demek ki düzeni yıkmak üzere olan kahramanlar sayılır ve düzen de bunlardan korkar, düzen kendini sağlama almak için sokaktaki serserileri Cuma kılmaya çağırır. Yok böyle bir şey…
Cemaatle kılınan namazın sahih olması için öncelikle imamın Müslüman olması gerekir. Mutlaka cemaatle kılınması gereken Cumanamazı da, ancak mü’min imamlar arkasında kılınırsa caiz olur. Bir imamın mü’min olup olmadığını, onun konuşmalarından, hutbe ve vaazlarından anlayabiliriz. Camideki imamlar (daha doğrusu, namaz kıldırma memurları), “hutbede (kendilerince) İslâm’ı anlatıyorlar, hutbenin sonunda da İslâmî olmayan sisteme dua ediyorlarsa, bu kimsenin inanç yönüyle durumu belli olmuş, açığa çıkmıştır. Şöyle ki: “Kendilerince İslâm’ın anlatılması”, kendi kafalarına göre suç olan, suç olmayan tasnifi yapıp suç olmadığını düşündükleri T.C.nin istediği (yasaklamadığı) bazı hakikatleri anlatmak ise durum şudur: Gerçeğin yarısını söylemek, hiç bir şey söylememektir. Yarım hakikat, çok kere muazzam bir yalandır. “Kendilerince İslâm’ın anlatılması”, kendi görüş ve kabullerine göre, ki bu görüş devlet dinini ölçü kabul eden Diyanet’in kabullerini ve yasaklarını içeriyor ise, Kur’an’ın en fazla önem verdiği tevhid ve şirk gibi dinin temel esaslarını, bunların güncel yansımalarını anlatmıyor, açıklanması gereken hakkı gizliyorlarsa, hakla bâtılı karıştırarak anlatıyorlarsa, İslâm’a düşman kişileri veya düzenleri övüyor ya da onlara dua ediyorlarsa, bu kimselerin itikatları/inançları açığa çıkmış demektir. Böyle bir kimsenin arkasında ne vakit namazı, ne de Cuma namazı kılınabilir. Tâğuta karşı çıkmak, onu red ve inkâr etmek Kur’an’ın emridir.[4] Böyle bir red ve inkârı göremediğimiz, tam tersine tâğutu kabul ettiğiyle ilgili gösterge olarak onlara dua ettiğine şahit olduğumuz kişi, arkasında namaz kılınamayacak kişidir.
Câmilerdeki görevlilerin tâğutları inkâr ettiklerine dair davranışta bulundukları veya sözle bunu gösterdikleri pek şahit olmadığımız bir durumdur. Ama, tâğutların istediği tarzda hutbe okudukları, tevhid ve şirki güncel boyutlarıyla anlatmadıkları, günümüzdeki putları hiç eleştirmedikleri, yani hakkı gizleyip lanetlik bir suç olan hakkı gizledikleri, hakla bâtılı karıştırdıkları bir vâkıadır. Yine, hutbe esnasında onlara dualar ettikleri, onların emrinde bir memur oldukları, galiz/kaba küfür lafızları içeren memurluk yemini yaptıkları bilinmektedir. Bütün bunlara rağmen, bu özelliklere sahip bir kimsenin arkasında namaz sahih olur” denilebilir mi? Pireye kızıp yorgan yakmak diye tabir edilen şekilde davranıp Cuma namazını terk etmek de sorumluluk getirir. Yapılması gereken; mü’minlerin kendi aralarında birkaç kişi bir araya gelip herhangi bir işyerinde, evde, parkta Cuma namazını edâ etmeleridir.
İyi niyetli halk tarafından büyük fedâkârlıklarla yapılan câmilere Diyânet hemen el koyar. Maksat, orada kendisinin anlattığı devletin dininden farklı bir dinin anlatılmasına, yaşanmasına engel olmaktır. Câmiler, Diyanet eliyle devlet dairesi haline gelmiştir; İmamlar da namaz kıldırma memuru. İşgal edilen bu mekânlar, mü'minler için zararlı mıdır, tartışılmalı, ama devlet için öylesine faydalı yerlerdir ki, devlet bu yerlerin kendi kontrolünde olmak şartıyla sayılarının artmasından memnun bile oluyor. Haftada bir gün, o kadar insana Cuma günü anlatacağı mesajları neden fırsat bilmesin? O kadar insan zorla toplanmaya çalışılsa bu kadar başarılı olunmaz.
Bu konuda Abdurrahman Dilipak şöyle diyor “Şimdi modern din adamı adına, Kemalist imam görüntüsü altında İslâm’a ve müslümanlara karşı bir tehdit odağı oluşturulmak isteniyor. İslâm’da din adamı, ruhban sınıfı yok, ama bu düzen içinde bunlar var. Bu tip insanlar, sadece Cuma namazında imama ihtiyaç duyuyor olsa gerekir. Ömürleri boyunca İslâm’a ve müslümanlara saldırdıktan sonra, bir maaş karşılığı susturulmuş imamların öncülüğünde, ne olur ne olmaz, yarın âhirette belki lâzım olur diye, biraz da Allah’ı kandırmak istercesine müslümanların kendileri hakkında iyi şahitlik yapmasını isterler. Müslüman mezarlığına gömülmek, garip bir tutkudur onlar için. Bu iş için, fazla baş ağrıtmayan, ölülerin arkasından kırkıncı günlerinde şen şakrak mevlitler okuyacak bir aydın imama ihtiyaçları vardır.”
Hutbeler ve vaazlar sivil karakterli, dinin özünden alınan ilhamlarla günün problemlerine çözüm getiren şeyler değil. Çoğu câmide okunan hutbe ve vaazları bir başka şekli ile bir kilise papazının ya da budist bir râhibin vaazlarında duyabilirsiniz. On emir”den ibaret ya da hıristiyanlaştırılmış, sadece kişisel ahlâka indirgenmiş bir din.
Bir insanin arkasinda ne zaman namaz kilinmaz?” Kâfir mürted olunca veya küfrü ortada olunca. Hayır, sadece kâfir ve mürted olunca değil; İmamın arkasında namaz kılınacak özellikleri olmadığında, şüpheli durumlarda, insanlara dinin özünü anlatmadıklarında, fiilen İslâm dışı devleti, rejimi destekliyor görünümü verdiklerinde bir imamın arkasında namaz kılınmaz. Olaya dar pencereden bakmak bizi yanlışlığa götürür. Bugün bütün dünyada, Amerika’nın ve Batının etkisiyle “dine karşı din” projeleri geliştiriliyor. Lâ’sı olmayan bir din, isyanı barındırmayan, mevcut şirk düzenlerine karşı çıkmayan bir din anlayışı. Halkın ve devletin doğru yolda olduğunu haliyle ve tavrıyla göstermeye çalışan namaz kıldırma memurlarının da arkasında Cuma ve vakit namazları kılınmaz.
Halkının önemli bir kesimi müslüman olan ülkelerdeki Diyanet görevlileri, büyük çoğunlukla, dini vicdanlara hapsederek gerçekleri gizlemişler, hakkın toplum tarafından anlaşılmasına engel olmuşlardır. Bu ise, yapılabilecek en kötü işti: “Onlar, işledikleri kötülükten, birbirlerini vazgeçirmeye çalışmıyorlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür!” [5]; “Allah’ın âyetlerini az bir paraya sattılar da O’nun yoluna engel oldular. Onların yaptıkları, gerçekten ne kötüdür!”[6] Bu görevliler, bunu ister bilerek yapsınlar, isterse bilmeden; bâtılı emretmeleri, bundan da kötüsü, hakla bâtılı karıştırmaları, cinâyet olarak yeter! “Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın; yalnız Benden (Benim azâbımdan) korkun. Hakkı bâtıl ile karıştırmayın; bilerek hakkı gizlemeyin.” [7] Atasözünde denildiği gibi; "Dinini paraya satan, dininden de olur, paradan da." Paradan olmasa ne çıkar, paralandıkça paramparça âhireti paralanır.
İmamlara bunca maaşı niye veriyorlar dersiniz? Çok sevdikleri için, dine imana hizmet olsun diye mi? Yoo, onlara maaş verenler, onların ellerine kendi bildirilerini tutuşturup okutmak için... [8]
İmam denilince, sözlük anlamına da uygun olarak, çevresine önderlik ve öncülük eden kimse anlaşılır. Bunun için imamın, hem namaz ibâdetinin, hem de her türlü hayırlı hizmetin yerine getirilmesinde toplumuna önderlik etmesi, ilim ve ahlâkıyla, söz ve davranışlarıyla insanların takdirini kazanması beklenir. Tabii, her şeyden önce, imâmet-i kübrâ için olduğu gibi, namaz imamının da müslüman olması gerekir. Bazılarının, “bu da mevzû mu edilir, tabii ki imamların hepsi müslümandır” diyecekleri büyük ihtimaldir. Ama günümüzde imamlarda aranacak ilk şart, onların her çeşit şirkten arınmış, sadece Allah’tan korkan muvahhid birer müslüman olmalarıdır. İmamlar ve cemaatler, gereği gibi muvahhid mü’min olsalar, nihâi tercihlerini Allah’tan ve âhiretten yana yapsalar, her şey bir başka olacaktır.
Mü’minlerin imamı/lideri, ancak mü’minlerden olur. Herhangi bir kâfirin mü’minlere yönetici olma hakkı yoktur. “Allah kâfirlere mü’minler üzerine asla velâyet hakkı tanımamıştır.” [9] Ümmetin ekserisi, müslüman olduğu halde fâsık veya zâlim olan birisinin de imam ve yönetici olma hakkına sahip olmadığı görüşündedir. Bu anlayış, Kur’an’da “imam” ve “itaat” kavramıyla ilgili âyetler değerlendirildiğinde tercih etmek zorunda olduğumuz bir tavırdır. Kur’an’da kâfirlerin, ancak kâfirlere imam olduğu, kendisine uyanları ateşe/cehenneme ulaştıracağı ifade edilir. Fâsık ve zâlimlerin de, ancak kendileri gibi imamları olacaktır. Çünkü insanlar nasıl iseler, öyle idarecilere/imamlara müstahak olacak ve o şekilde yönetileceklerdir.
Mü’min imamlar ise, imamların imamı Hz. İbrâhim örnekliğinde ortaya konulur. O, put ve putçulara karşı tek başına bir ümmettir. Ve aynı zamanda ümmetin imamıdır. O’nun İshak, İsmail gibi oğulları, Ya’kub, Dâvud, Mûsâ, İsa, Muhammed (salevâtullahi aleyhim ecmaîn) gibi torunları imamdır. Kur’an, apaçık bir imam/rehber olduğu gibi, yol (hidâyet yolu, sırât-ı müstakîm) da imamdır. İmam hakkındaki Kur’an’ın bu tanımlarından yola çıkarak diyebiliriz ki; iyilik imamı, peygamberlerin izinden ayrılmayan, Kur’an’ın ahkâmını inanarak uygulayan ve İslâm hidâyeti üzere, sırât-ı müstakîm yolunda önder kişidir. Bu özellikleri taşımayan kimse, mü’minlerin imamı olamaz; olsa olsa, küfür imamı/önderi olabilir.
Sadece Cuma değil, beş vakit farz namazlar da tabii ki müslümanların arkasında kılınabilir. Akaidinin sağlam olduğunu zannettiğimiz, yani küfre girdiğine dair kesin delillerimizin olmadığı her kıble ehlini müslüman kabul etmek zorundayız. Hutbesinde tâğutun dostu olduğunu (te'vil edilemeyecek açıklıkta) ifâde eden bir imama rastladığında müslümanlar câmiyi terkeder, bir daha o imamın arkasında namaz kılmazlar. Bu konuda diğer namazlarla Cuma namazı arasında fark yoktur.
Namaz kılanların imamlığa geçecek kişiyi seçmeleri haklarıdır. Mescit ehli, devamlı namaz kıldıracak kişiyi kendileri seçer. Eğer ihtilâf ederlerse, çoğunluğun seçtiği namazı kıldırır. Kişinin, cemaat istemediği takdirde imamlığa yeltenmesi doğru değildir. “Üç kişinin namazları kabul olmaz. Bunlardan birisi, cemaat istemediği halde imamlık yapmak iseteyen kişidir...” [10]; “Üç kişi vardır ki, namazları kulaklarını aşmaz: Kerih gördükleri halde bir cemaate imamlık yapan kişi...” [11] İmam olacak kişi, namaz kılanların rızâsı esasına göre seçilir. Namaz imamlığı, “din adamları” denilen bir gruba tahsis edilen dinî bir makam değildir. Herhangi bir müslüman bu vazifeyi üstlenebilir.
Konuyla İlgili Âyet-i Kerimeler:
"Kim tâğuta küfreder (onu tanımaz, reddeder) ve Allah'a iman ederse o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah kemaliyle işitici ve bilicidir." [12]
"Hakka bâtılı karıştırmayın, bile bile hakkı gizlemeyin." [13]
"Ey ehl-i kitap! Neden hakka bâtılı karıştırıyor ve bile bile hakkı/gerçeği gizliyorsunuz?" [14]
"Allah'ın indirdiği kitap'tan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah, ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onlar doğru yol karşılığında sapıklığı, mağfiret bedeli olarak da azabı satın almış kimselerdir. Onlar, ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar! O azabın sebebi, Allah'ın, kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır. (Buna rağmen farklı yorum yapıp) kitap'ta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir."[15]
"Allah, kendilerine Kitap verilenlerden, 'Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz' diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar kötü!" [16]
"İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti Biz Kitaptan insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak tevbe edip, durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır. Onları bağışlarım; çünkü Ben tevbeyi çok kabul eden ve çokça merhamet edenim." [17]
Hadis-i şerif rivâyetlerinde de şöyle buyrulur: "Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyamet gününde ateşten bir gem vurulacaktır." [18]
"En fazletli cihad, zâlim sultana karşı hakkı söylemektir." [19]"Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır."
"Kıyamet gününde bir adam getirilir ve cehenneme atılır da cehennem değirmen merkebinin taşlarıyla (buğday) öğütmesi gibi onu öğütür. Bunun üzerine cehennem halkı onun başına toplanır da: 'Ey filan, sen ma'rufla emrediyor ve münkerden nehyediyor değil miydin?' derler. O da: 'Evet, ben ma'rufla emrederdim de onu kendim yapmazdım ve yine ben, münkerden nehyederdim de, onu kendim işlerdim' der." [20]
Allah’a isyan edene itaat olmaz!” [21]
Câmi görevlileri, İslâm’la devletin gayr-ı İslâmî ilke ve kanunlarını uzlaştırmada çok büyük gayretleri olan ve bu konuda düzene büyük destek sağlayan şahıslardır. Uzlaşma; iki zıddın (karşıt gücün) birleştirilmek istenmesi demektir ki, bunun gerçekleşmesi aslında imkânsızdır. Eğer gerçekleşirse, artık bu iki şey, zıd/karşıt olmaktan çıkar, eşitsizliği aleyhinde olan, diğerinin hâkimiyetini kabul edip, onun içerisinde erir gider. Tâvizden kazançlı çıkanlar, gücü elinde bulunduranlardır, etkili ve yetkili çevreler, egemen güçlerdir. Mevcut ortama boyun eğip bâtılla uzlaşan statükocu kimse, gücünü kabul ettiği çevre ve zihniyetin boyasına girer. Bir müslümanın kâfirlerin şekil ve rengine girmesi mümkün müdür? "Ey mü'minler, deyiniz ki: 'Biz Allah'ın boyasına (dinine) girmişiz. Allah'ın boyasından daha güzel ne olabilir? İşte biz O'na ibadet edenleriz." [22]
Hakkı bâtılla örtüp hakka bâtılın katıldığı bu sentez ve tâvizci yaklaşım, Allah’ın insana fıtrat boyasıyla sürdüğü rengi, bâtılın çirkin renkleriyle karıştırarak alaca bulaca olmak, çok renkli olacağım diye renksizleşmektir. Bukalemun, bir hayvandır, düşmanından korunmak için renk değiştirmesi onunla ilgili olarak ilâhî sanatın tecellisidir. Ama, insan için bulunduğu ortama göre renk alan yapı, iki yüzlülüktür; onurlu müslümanın değil, şahsiyetsiz münafığın karakteridir.
Müslümanın, sadece kendi zâtından korkmasını isteyip, başkalarından korkmasını yasaklayan Rabbimiz,[23] bu emrine uymayan kimseye çoğu zaman korktuklarını musallat eder ki, kendinden başkasından korkmanın cezasını çeksin. İşte tâviz ve uzlaşma, bâtıldan korkmanın sonucu gerçekleştiği için tâvizkâr tutumlar, bir müslümanı, kurtulmak için yılana sarılanın konumuna düşürmektedir.
İslâm'la câhiliyyenin kesişmesi, uyuşması mümkün değildir. Hakla bâtılın, imanla küfrün birleşip bir araya gelmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Aralarında tarih boyunca süren ve Kıyamete kadar da sürecek olan uzlaşmaz bir mücadele söz konusudur. Uzlaşmayı, kesin nasslara rağmen kabul edenler, neticede Allah'ın hor gördüğü kâfirleri hoş görmeye, beşerî düzenleri kutsallaştırmaya, İslâm demokrasisinden veya demokratik İslâm'dan bahsetmeye kadar vardılar. Artık resmî devlet İslâm'ı, Atatürk tipi, onun ilkelerine uygun İslâm(!) gibi tuhaf sentezler uygulama alanları bulmakta. Hıristiyanlık benzeri, uzlaşarak tahrif edilmiş bu İslâm'ların elbette Allah'ın dini olan İsl'am'la hiç bir ilgisi yoktur, bazı benzer yönleri olsa da.
Müslümanın İslâm'dan tâviz vererek, başka beşerî görüşlerle uzlaşarak, İslâm'ın bazı cüzlerini, bazı esaslarını pazarlık aracı görmesi mümkün değildir. Uzlaşma neticesinde kâfirlerin ve küfrün egemenliği -şeklen ve kısmen de olsa) kabul edilmiş olur ki, bu da tevhidî akîde ile bağdaşmaz. İslâm, Allah'a teslim olmak ve O'nun dışında bir güç ve hâkimiyet tanımamaktır. Kelime-i tevhidde bu ifade tüm kapsamıyla belirdiğinden dolayı, müslüman için her türlü tâğutun her çeşit egemenliğini reddetmek; Allah'a iman ve O'nun tek ilâh olduğunu kabul etmenin en önemli şartıdır. Hatta, İslâm'ın dışındaki bütün sistem, görüş ve bunların uygulayıcıları anlamına gelen "tâğut"u reddetmek; Allah'a imandan da önce gelir ki, kalp, dil ve kafadaki tüm sapıklıklar ve sahte ilâhların egemenlikleri öncelikle "lâ = hayır" süpürgesi ile temizlenmiş olsun ve boşalan yere de hak/gerçek ilâhın kabulü yerleşsin. "Kim tâğuta küfreder (onu tanımaz, reddeder) ve Allah'a iman ederse o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah kemaliyle işitici ve bilicidir." [24]
Beş çeşit devlet sisteminde din-devlet ilişkileri
İslâmî Devlet Saltanat Sistemi Komünist Sistem Batı Tipi Laiklik TC Tipi Laiklik
DİN |
DEVLET |
DİN
|
DEVLET
|
DEVLET |
DEVLET |
DİN |
DİN |
DİN DİNDİN ↓ ↓ DİN |
D İ N |
DEVLET |
Devlet Memurluğu ve Yemin
Memurluk Allah’ın memurluğu (O’nun emrine girme) ise ne güzeldir. Tâğutun memurluğu ise, onların âmirliği ve muvahhid bir mü’minin de onların emrine girip, onların memuru olması, onlara itaati ise…
Muvahhid Müslümanlar olarak biz, öncelikle kendimiz her çeşit küfür ve şirkten korunmak ve gerçek anlamda iman etmekten sorumluyuz. İmanımıza şüphe bulaştırmamak, riskli alanlardan uzaklaşmak zorundayız. Kendini ateşten koruyamayan insan, başkalarını nasıl korusun? Bireysel tevhidini uygulayamayan kimsenin yaptığı ne kadar hayır cinsinden olursa olsun, Allah indinde boşa çıkacak ve hiçbir karşılık alamayacaktır. Biz, geçim, hizmet ve benzeri şey için değil, kulluk için yaratıldık. Allah, hiç kimseye “niye tağutların veya yarı yarıya tâğutî kurumların emrinde çalışmadın?” diye hesaba çekmeyecek, ama (farkına ve bilincine varsa da var masa da) böylesi vahyi reddeden düzenlerin çarkını çeviren, istemese de uzlaşma çizgisiyle çevresindeki demokrat kafalıların emrine, tavsiyesine ve tavırlarına muhatap olmaktan, muvahhid bir kimsenin takınması gereken izzete halel getirmesinden hesaba çekilecektir.
Devlet memurlarının yapmak zorunda tutulduğu yemin metni:
Devlet Memurları Kanunu
Kanun Numarası: 657
Kanun Kabul Tarihi: 14/07/1965
Yayımlandığı Resmi Gazete Tarihi: 23/07/1965
Yayımlandığı Resmi Gazete Sayısı: 12056
Bölüm 2: Ödevler ve Sorumluluklar
Sadakat:
Madde 6 - (Değişik madde: 12/05/1982 - 2670/1 md.)
Devlet memurları, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına ve kanunlarına sadakatla bağlı kalmak ve milletin hizmetinde Türkiye Cumhuriyeti kanunlarını sadakatla uygulamak zorundadırlar. Devlet memurları bu hususu "Asli Devlet Memurluğuna" atandıktan sonra en geç bir ay içinde kurumlarınca düzenlenecek merasimle yetkili amirlerin huzurunda yapacakları yeminle belirtirler ve özlük dosyalarına konulacak aşağıdaki "Yemin Belgesi" ni imzalayarak göreve başlarlar.
“Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına, Atatürk İnkılap ve İlkelerine, Anayasada ifadesi bulunan Türk Milliyetçiliğine sadakatla bağlı kalacağıma; Türkiye Cumhuriyeti kanunlarını milletin hizmetinde olarak tarafsız ve eşitlik ilkelerine bağlı kalarak uygulayacağıma; Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyip, koruyup bunları geliştirmek için çalışacağıma; insan haklarına ve Anayasanın temel ilkelerine dayanan milli, demokratik, laik, bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilerek, bunları davranış halinde göstereceğime namusum ve şerefim üzerine yemin ederim.”
Memurluk Allah’ın memurluğu (O’nun emrine girme) ise ne güzeldir. Tâğutun memurluğu ise, onların âmirliği ve sizin de onların emrine girip, onların memuru olmanız, onlara itaatiniz ise…
Müslümanlar olarak biz, öncelikle kendimiz her çeşit küfür ve şirkten korunmak ve gerçek anlamda iman etmekten sorumluyuz. Kendini ateşten koruyamayan insan, başkalarını nasıl korusun? Bireysel tevhidini uygulayamayan kimsenin yaptığı ne kadar hayır cinsinden olursa olsun, Allah indinde boşa çıkacak ve hiçbir karşılık alamayacaktır. Biz, hizmet ve benzeri şey için değil, kulluk için yaratıldık. Kulluğun içine ne kadar hizmet girerse o kadarından sorumluyuz. Ama “hizmetin içine ne kadar kulluk girerse o bize yeter” diyemeyiz. Meselâ bir öğretmenin öğrencileri puta tapma törenlerine yönlendirdiği, onları bu âyin için sıraya koyduğu fiilini düşünelim. Küfür davranışları içindeyken veya o tür uygulamaları masum çocuklara emreder ve yaptırırken ölüm gelmiş olsa… Ölüm o anda gelmese bile, en küçük bir şerrin hesabının sorulacağı bir yerde ve zamanda, bir başkasını küfre yönlendirmenin hesabının nasıl verileceği… Kendini ateşten koruyamayan kimsenin başkasını nasıl koruyacağı… değerlendirilmeli. Allah, hiç kimseye “niye tağutların emrinde öğretmenlik yapmadın?” diye hesaba çekmeyecek, ama (farkına ve bilincine varsa da varmasa da) böylesi vahyi reddeden düzenlerin (eğitim) çarkını çeviren ve müşrik vatandaş yetiştirme görevi üstlenen kimselere “niye imanına şirk karıştırdın? Niye hakla bâtılı karıştırdın, çocukları küfre teşvik edip onları kâfirleştirdin?” diye hesaba çekecektir?
Küfre rıza küfürdür. Küfrü emreden, küfrü bir başkasına mecbur edip dayatan kişiye mü’min muamelesi yapılamaz, o kimsenin cenaze namazı kılınamaz. Olayın küfür ve şirk olması ayrı bir şey. Belirli bir şahsa müşrik demek ayrı bir şeydir. Biz olayın vehâmetini anlatırız, insanları ondan sakındırmaya çalışırız, ama belirli şahsı açıkça bir inkârını görmedikçe tekfir etmeyiz.
Bu hususta açıklığa kavuşturulması gereken beş ayrı husus var: 1- Elfâz-ı küfür (ve ef’âl-i küfür), 2- Allah adı dışında başka bir kutsal(!) adına yemin, 3- Memurluk ve memurluklar arasında fark, 4- İmza (veya yazı)nın söz gibi olup olmadığı, 5- Belirli bir şahsı tekfir etmek.
Elfâz-ı küfür, küfür lafızları, insanı küfre götüren sözler demektir.
Bir terim olarak, kişiyi küfre düşüren ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere "elfaz-ı küfür" adı verilir. İbn Hacer el-Askalânî şöyle der: “Kim putlara tapınırsa, secde ederse İslâm’a inansa bile küfre girer. Sübkî bu konuda icmâ olduğunu söylemiştir.” [25]
Ebû Bekir el-Cessas ise şöyle der: “İkrah hali olmaksızın küfür lafzını şaka ya da ciddi olarak dillendiren bir kimse kâfir olur.” [26]
Allâme Keşmirî şöyle der: “Sonuç olarak kim ciddi ya da şaka olarak küfür kelimesini söylerse kâfir olur. O kişinin inancına bakılmaz.” [27]
Aliyyu’l Kari, Fıkh-ı Ekber Şerhi’nde: Kişi, ikrah altında olmadan mânâsını bilerek bir küfür sözü söylerse, söylediğine inanmasa dahi kâfir olur” der. İbn Âbidin de: “Kim küfür kelimesini ister şakayla, ister oyun olsun diye telaffuz ederse, tüm ilim adamlarımıza göre kâfir olur; neye inandığına bakılmaz” demektedir. Şâfii âlimlerinden büyük hadis bilgini İmam Nevevî; “Kim dâru’l-harpte esir olmadığı halde küfür kelimesini telaffuz ederse, onun mürtedliğine hükmedilir. Zira kişinin dâru’l-harpte yaşaması ikrah altında olmasına delâlet etmez” der. Mâlikî âlimlerinden Kadı Ebu Bekir İbnu’l-Arabî; “Küfür sözlerini ister şaka ile ister ciddi bir şekilde söyleyen kimsenin kâfir olduğu hususunda ümmet içinde ihtilâf, görüş ayrılığı yoktur” der.[28] Hanbelî âlimlerinden İbn Kudâme el-Makdisî ise; “Kişinin inanarak küfre girmesi, şüpheye düştüğü için küfre girmesi ya da ister alay ederek ister ciddi olarak fark etmeksizin küfür lafzını söylemekle küfre girmesi arasında fark yoktur” demektedir. İkrah hali olmaksızın küfür kelimelerini telaffuz eden bir kimse kâfir olur. Bu konuda ümmet arasında icmâ vardır. Dolayısı ile bir kimsenin birkaç kuruşluk dünya menfaati uğruna küfre girmesi düşünülemez.
Söyleyeni dinden çıkaran küfür sözlerinin bu sonucu meydana getirmesi için hür bir irade ve ihtiyarla söylenmesi gerekir. Tehdit, zor ve baskı altında küfür sözlerini söyleyen kimse, zorlama tam ise, yani öldürme, kesme, bedene zarar verme ve şiddetli dövme tehdidi varsa küfür sözü söyleyebilir. Ayette şöyle buyurulur: "Kalbi imanla dolu olduğu halde, küfre zorlanan müstesna olmak üzere, kim iman ettikten sonra, küfre sine açarsa Allah'tan onlara bir azap vardır."[29] Bu âyet, küfre zorlanan kimsenin dinden çıkmayacağını gösterir. Nitekim Mekke müşrikleri, Yâsir ile hanımı Sümeyye'yi İslâm'dan dönmeleri için zorlamış, işkence altında ikisini de öldürmüştür. Yâsir'in oğlu Ammâr'ı da bir kuyuya atarak işkence yapmışlar, Ammar işkenceye dayanamayarak, kalbi imanla dolu olduğu halde, diliyle İslâm'dan döndüğünü söylemiş ve canını kurtarmıştır. Haber Hz. Peygamber'e ulaşınca, kendisiyle görüşmüş ve yine işkenceye maruz kalırsa aynı sözleri söylemesine ruhsat vermiştir. Yukarıdaki ayet-i kerîme bu olay üzerine inmiştir. [30]
Gönüllü olarak memur olan bir kimsenin ikrah (zorlama) altında olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Kimseye zorla memur olması için baskı ve zorlama yapılmamaktadır. Şiddetli baskı, yani işkence altında olmadan bir mü’minin bir küfür lafzı söylemesi, onu imandan çıkarır.
Ef’âl-i küfür de, küfür fiilleri, insanı küfre sokan davranışlar, eylemlerdir. Puta tapmak gibi. Bu tür davranışlardan biri de, yine şiddetli zorlama (ikrâh-ı mülcî) bulunmadığı takdirde, kişiyi küfre sokar.
Yemin meselesine gelince…
Babalar, anneler, melekler vs. gibi Allah'tan başka varlıklar adına edilen yeminler: Bu şekilde yemin etmek câiz değildir. Hz. Peygamber, böyle yemin etmeyi men etmiştir. Aynen bu varlıklar gibi, “namus, şeref üzerine yapılan yapılan yeminler, yemin ederim, ant içerim” gibi ifadelerle de yemin etmek câiz değildir. Bu ifadeler, şer’an yemin hükmüne girmez; bu tür yemin eden kimse, yeminini bozsa kefaret gerekmez. Ama, Vallahi, billâhi, tallahi ifadeleriyle yapılması meşrû olan yemini, bu tür geçersiz ifadelerle yapan, yani Allah’ın dışında başka varlıklar veya farklı kutsallar adına yemin eden kişi, büyük günah işlemiş, küçük de olsa şirke bulaşmış olur.
Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.): "Kim yemin edecekse ancak Allahû Teâla (cc)'nın adı ile yemin etsin!.. Aksi takdirde bıraksın" buyurduğu bilinmektedir. Kureyş halkı genellikle "Babamın hakkı için, annemin hakkı için" ve bunun gibi sözlerle yemin ediyordu. Nitekim Resûlullah (s.a.s.): "Babalarınız üzerine yemin etmeyin"[31] emrini verdi. Dolayısıyla yemin; kitap, sünnet ve icmâ ile sâbit olan bir hâdisedir. İnsanlar genellikle; zor duruma düştükleri zaman, haklı olduklarını ispat için "Vallahi, Billâhi" gibi yemin lafızlarını kullanırlar. Yemin'in lûgat manası; "sağ el" demektir. Halk arasında hayır ve bereket sağ ele nisbet olunur. Yemin "kuvvet" manasına da kullanılır. Nitekim Molla Hüsrev: "Yemin; lûgat yönünden kuvvet manasınadır" hükmünü zikreder. Kur'ân-ı Kerîm'de; yemin kelimesi, kuvvet manasına da kullanılmıştır. İslâmî ıstılahta: "Allahû Teâla (cc)'nın adını zikrederek, haberin takviyesidir." Ayrıca yemin eden kimse; bir şeyi yapmaya veya yapmamaya, Allahû Teâlâ'yı şâhid tutarak karar verir. Meselâ: "Vallahi ben şu işi yapmam" gibi!.. Fûkaha; yapılış şeklini esas alarak yemini iki kısma ayırmıştır. Birincisi: Allahû Teâla veya O'nun sıfatı ile yapılan yemin. İkincisi: Allahû Teâlâ'dan başkasıyla yapılan yemin. Allah Teâlâ'dan gayrısıyla yapılan yemin câiz değildir.
“Kim İslâm’dan başka bir din adına bilerek yalan yere yemin ederse, o kişi dediği gibi (yalancının biri)dir. Kim, ne ile intihar ederse, kıyâmet günü onunla azâb olunur. Sahip olmadığı bir şeyi adayanın adağı geçersizdir. Mü’mine lânet etmek, onu öldürmek gibidir.”[32]
"Dikkat! Gerçekten Allah (azze ve celle) sizi babalarınıza yeminden nehyediyor; kim yemin edecekse Allah'a yemin etsin yahut sussun!"[33]
"Annelerinize ve putlara da yemin etmeyin, Allah'a da ancak doğru söylemek şartıyla yemin edebilirsiniz."[34]
"Her kim Allah'tan başkasına yemin ederse muhakkak şirk koşmuştur yahut küfretmiştir."[35]
"Senin yeminin arkadaşın seni ne üzerine tasdik etti ise ona göredir."[36]
"Yemin, yemin isteyenin niyetine göredir" Bir diğer rivâyet: "Senin yeminin arkadaşının seni kendisiyle tasdik ettiği şeye göredir."[37]
Sözün özü: “Yemin, (sonuç itibarıyla) ya günaha girmektir veya pişman olmaktır.”[38];“... İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, ancak dillerinin ürettikleridir.”[39]
Memurluklar Arasında Fark
“Şeytanlar, dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara itaat ederseniz muhakkak ki şirk koşan müşriklerden (Allah’a ortak koşanlardan) olursunuz.”[40] Bu âyeti tefsir edersen Seyyid Kutub şöyle der: “Yani siz Allah’ın emrettiği hususlardan yüzçevirip şeriatını tatbik edip başkalarının sözüne uyarsanız, Allah’ın hükmünün yerine başkalarının hükmüne koşarsanız, işte bu yaptığınız şirktir. Kim bir insanın kendisinden uydurduğu hükümlere itaat ederse, bu hüküm çok küçük ve basit bir mesele dahi olsa o şüphesiz müşriklerdendir. Müslüman olup da böyle bir fiil işleyen doğrudan doğruya İslâm’dan çıkıp şirke girmiş demektir. Ne kadar kelime-i şehâdet getirirse getirsin fark etmez… Mademki o Allah’tan başkasının hükmüne uymakta, Allah’tan başkasının hükmüne itaat etmektedir, bu onun durumunu değiştirmez.
Bu kesin hükümlerin ışığı altında bugün yeryüzündeki toplumlara göz attığımızda tamamen şirk ve câhiliyyeden başka bir şey göremeyiz. Kitlelerin ve yığınlarca insanın şirk ve câhiliyye bataklığı içinde yüzdüğünü müşâhede ederiz. Allah’ın muhâfaza ettiği kimseler yeryüzünde ilâhlık taslayan zâlim putlara karşı gelirler, cebir hududu dışında kalan hiçbir halde onların hüküm ve şeriatına itibar etmezler.” [41]
Bir başka âyette Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Gerçekten, doğru yol kendilerine açıkça belli olduktan sonra gerisin geriye küfre dönenlere şeytan, kötülüklerini güzel göstermiş ve onları uzun emellere düşürmüştür. Çünkü onlar Allah’ın indirdiğini beğenmeyen kimselere: ‘Bazı işlerde biz size itaat edeceğiz’ demişlerdi. Oysa Allah onların gizlediklerini biliyordu.”[42] Görüldüğü gibi bu âyette Allah Teâlâ bazı kimseleri, Allah’ın indirdiğini hoş karşılamayanlara karşı sadece dilleri ile itaat edeceklerini söylemelerini, onların arkalarına dönmelerine yani irtidat etmelerine bir sebep olarak göstermektedir. Âyette geçen “arkalarını döndüler” ifadesi, “imanı terk ederek küfre döndüler” demektir. [43]
Muhammed Şenkıtî Kehf sûresinin 26. âyetine yaptığı tefsirde şöyle demektedir: “Kur’ân-ı Kerim’in naslarından açıkça anlaşılmaktadır ki, şeytanın dostları vasıtasıyla koydurduğu, İslâm şeriatına muhâlif beşerî kanunlara tâbi olanların kâfir ve müşrik olduklarından anca onlar gibi Allah’ın basiretlerini kör ettiği, vahyin nurundan kör olan kâfir ve müşrik kimseler şüphe ederler.” [44]
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Mûsâ, ‘Rabbim! Bana lutfettiğin nimetlere and olsun ki, artık suçlulara asla arka çıkmayacağım’ dedi.”[45] Müfessir Âlûsi, bu âyetin tefsirinde şöyle der: “İlim ehli bu âyete dayanarak zâlimlere yardım ve hizmet etmeyi câiz görmemişlerdir. İbn Ebî Hatim, Cabir bin Hanzala’dan şöyle dediğini nakletmiştir: Birisi Amr’a: “Ben bir kâtibim. Gireni çıkanı yazarım. Bunun karşılığında da maaş alırım. Siz bu konuda ne dersiniz?” diye sordu. Ebû Amr: “Dökülen kanı da yazar mısın?” deyince adam “hayır!” dedi. “Zorla alınan malı da yazar mısın?” dreyince adam “hayır!” dedi. Ebû Amr adama “acaba sen Mûsâ’nın (a.s.) sözünü işitmedin mi?” diyerek bu âyeti okudu. Âyeti dinleyen bu kişi Ebû Amr’a: “Vallahi çok güzel tebliği ettin yâ Ebâ Amr! Bundan böyle ben bu kişilere bir satır bile yazmam!” dedi. Ebû Amr da: “Vallahi Allah seni rızıksız bırakmaz” dedi.
Bir hadiste şöyle geçer: “Kıyâmet gününde zâlimler ve yardımcıları, hatta onların kalemini açanlar çağrılır ve demirden tabutlara konularak cehenneme atılırlar.” Şayet bu hadis, sahih ise zâlimlerin yardımcıları korksunlar. Ölmeden evvel uyansınlar.
Terzinin biri âlime: “Ben zâlimlerin elbisesini dikiyorum. Acaba ben Kasas sûresinin 17. âyeti gereği zâlimlere yardım edenlerden olur muyum?” diye sorar. Âlim şöyle cevap verir: “Hayır, sen zâlimlere yardım eden değilsin. Bilakis sana iğne satanlar zâlimlere yardım edenlerdir. Sen ise bizzat zâlim olmuşsun” [46]
Allah Rasûlü (s.a.s.) şöyle buyurur: “Âhir zamanda zâlim emirler, fâsık bakanlar, hâin kadılar, yalancı âlimler olacaktır. Kim onlara yetişirse onlara başkan, vergi toplama memuru, bekçi, polis olmasın.”[47] Bir başka hadiste ise şöyle buyrulur: “Birtakım zâlim emirler gelecektir. Kim bunlara muhâlefet ederse kurtulur. Kim bu emirler ile içli-dışlı olursa helâk olur.”
Burada şu noktayı gözden kaçırmamak gerekir. Bazı durumlarda tâğutlardan görev almak aslen şirktir. Meselâ tâğutların yasama meclisinde bakan, milletvekili olmak ya da hâkim, savcı, polis, istihbarat memuru, subay gibi tâğutî düzeni ayakta tutan, tâğutî düzenin küfrünü destekleyen kurum ve kuruluşlarda çalışmak sahibini İslâm’dan çıkarır. Tüm bu görevler kâfirlere itaat ve onlarla velâ bağı kurmak kapsamındadır.
Bazen tâğuttan görev almak onu meşrû gösterdiğinden dolayı haramdır. Meselâ şu anda tâğutî düzenler tarafından görevlendirilmiş hocalar ve din adına kurulmuş olan Diyanet teşkilatı gibi teşkilattan görev alan kişiler, hiçbir şirk ilkesini kabul etmeseler, 657 sayılı kanunun belirlediği sözleri (yemin) söylemeseler bile, toplumun nazarında tâğutu meşrûlaştırdıklarından dolayı en azından haram işlerler. Bazı âlimlerin fetvâsına göre ise müşrik olurlar.
Alâme Takıyyuddin, gerçekten çok değerli eseri Kifâyetu’l Ahyâr’da bu konu hakkında şöyle der: “Çağımızdaki bazı âlimler şöyle bir tahkikte bulunmuşlardır. Kim bir haram iş yaparak bu işin toplumda meşrûlaştırılmasına sebep olursa Kur’an’ı pisliğe atanlar gibi kâfir olurlar. ‘Ben müslümanım’ demesi bu kişiye bir fayda sağlamaz. Zira bu yaptıkları İslâm şeriatının yok olmasına neden olur. Aslen bu tür kişilerin tekfiri daha çok gereklidir. Çünkü bunların halini avam bilmez. Fakat Kur’an’ı pisliğe atan kişi böyle değildir. Şüphesiz bu hareketin küfür olduğu herkes tarafından bilinir. Zira bu konu oldukça açıktır. [48]
Zâlimlerden görev almayı mutlak olarak haram gören âlimlerin bazıları şunlardır: Yusuf Erdebilî, [49] İmam Gazâlî, [50] Ebu’l Ferec İbn Cevzî… [51]
Kurtubî, tefsirinde şunu nakletmektedir: “İslâm âlimleri şöyle demişlerdir: ‘Kim zâlimlerden imamlık görevini alırsa arkasında namaz kılınmaz. Ancak özrünü beyan etmesi veya tevbe etmesi durumu müstesnâdır.” [52] Dikkat edilirse, buraya kadar aktarılan fetvâlarda âlimler kişinin haram bir fiili meşrûlaştırması hakkında fetvâ vermişlerdir. Maalesef zamanımızda, özellikle Diyanet İşlerinde görev alan hocalar, haramı değil, mutlak küfrü meşrûlaştırmaktadırlar. Evet, zamanımızdaki hoca geçinen kişiler mekruhu, haramı değil; mutlak küfrü meşrû göstermektedirler. İslâm’a yaptıkları zarar bununla da bitmez. 657 sayılı kanunun tüm maddelerini kabul edip imzaladıktan sonra, yaşantılarını tâğutî düzenin emirlerine göre tanzim ederler. Onların emirlerine göre oturup kalkarlar, onların istediği şekilde fetvâ verip onların istedikleri (emrettikleri) hutbeleri okurlar. Tâğutu meşrû gösterip itaat ederler ve halka da tâğuta itaat etmeleri için telkinde bulunurlar. Acaba allâme Takıyyuddin’in bahsettiği âlimler zamanımızdaki bu kişileri görseydi ne derlerdi?
Mevdûdi’ye müşriklerden görev alınıp alınamayacağı sorulduğunda cevaben şöyle demiştir: “Bireysel muâmeleler ile ilgili olarak bir müslümanın, herhangi bir gayri Müslim ile ücret ya da maaş karşılığında hizmette bulunmak üzere anlaşması durumunda herhangi bir sakınca yoktur. Ancak, burada yapılacak olan hizmetin herhangi bir haram ile doğrudan ilişkisinin olmaması durumu aranır. Üzülerek belirtmeliyim ki bir kısım ulemânın bireysel muâmeleler ile ilgili bu fetvâya dayanarak küfür hükümetlerinde memurluk yapmayı câiz göstermeye kalkışmaları doğru değildir. Bu cevâzı veren âlimler gayri Müslim birisinin şahsî işi ile gayri İslâmî bir rejimin toplumsal işi arasındaki temel farkı göz ardı etmektedirler. Gayri İslâmî rejim İslâm yerine İslâm dışı olanı, itaat yerine ma’siyeti, İlâhî adâlet yerine insan hayatında Allah’a isyanı amaçlamakta ve icrâ ettiği tüm işlerde bu amaç saklı olmaktadır. Böyle bir şeyin haram olduğu ve hatta diğer bütün haramlardan daha da şiddetli bir haram olduğu açıktır. Bu yüzden böyle özelliklere sahip bir zulüm düzenini ayakta tutan ve yürüten bölümler arasında ‘falan bölümde iş yapmak câizdir. Filan bölümde iş yapmak câiz değildir’ gibi bir ayrım yapılamaz. Çünkü bütün bu bölümler birleşerek büyük bir ma’siyeti ortaya çıkarmaktadır. Bu meseleyi daha güzel bir şekilde anlamak için şu misal kâfi gelecektir. Herhangi bir kuruluşun, kamuoyunda küfrün yayılması ve Müslümanların irtidadının sağlanması amacıyla kurulmuş olduğunu düşünelim. Bu kuruluşta haddi zâtında helâl olan, ama bu kuruluşun güçlenmesi ve gelişmesine katkısı kaçınılmaz olan bir işte çalışmak hiçbir müslümana câiz olmaz.” [53]
Yemin konusu hâriç tutulmak üzere; tüm memurluk çeşitleri aynı hükme tâbi tutulamaz. Memurluğun kesinlikle yasak olduğu alanlar vardır, bazı şartlarla câiz ve mubah kabul edilecek (ya da şartlara göre bazı memurlara müsamaha ile bakılması gereken) çeşitleri vardır.
Düzenin üç temel sacayağı olan “yasama, yürütme ve yargı” alanlarında görev almak, tâğuta yardımcı olmak, onu güçlendirmek anlamına geleceği ve Allah’ın indirmediğiyle hüküm konusu ile bağlantılı olacağı için kesinlikle câiz görülemez. Bunları görev ve memurluk olarak isimlendirirsek, şunları sayabiliriz: Milletvekilliği, hükümet üyeliği, parlamentoda memurluk, devletin İslâm’a ters kanunlarını uygulamak ve insanları bunlarla yönetmek kapsamına girecek her çeşit bürokratlık, yöneticilik, âmirlik yasama ile ilgili alanı kapsar.
Yürütme de; TC’nin temel ilkeleri doğrultusunda, insanları devletin verdiği güçle kanunları uygulayan, devlete mutlak itaati isteyen kurumlarda görev; meselâ Emniyet Müdürlüğünde görev, polislik vb.
Yargı da hâkim, savcı vb. görevleri kapsar. Bunlar da Allah’ın indirdiğiyle değil; beşerin uydurduğu ilke ve kanunlarla insanları yönetmeye çalışırlar.
Ayrıca yapılması küfür veya haram olan bir işle, görevle ilgili herhangi bir alanda görev almak veya böyle bir konumdaki memurluk; insanları küfre veya harama teşvik edecek veya kendisi için kesinlikle küfür veya haram olan bir işte görevli memurluk da kesinlikle câiz olmaz.
Demek ki, Emniyet’te görevli bir memur ile meselâ belediyede bir memur farklıdır. Yine Belediye’de zabıta görevlisiyle itfaiyeci aynı değildir. Zabıta, zulüm olan bazı uygulamalar yaptığına ve polise benzer bir görevi olduğundan câiz kabul edilemezken, itfaiyeciliğin hiçbir sakıncası yoktur. Bazı memurluklar da duruma göre değerlendirilir: Vergi memurluğu câiz görülmezken, meselâ nüfus müdürlüğünde memurluk câiz kabul edilir. Tabii, bütün bu câiz denilen hususlar, herhangi bir küfür ve haramla, ancak bazı haramlar işlemekle o memurluk yapılıyorsa, câiz olmaktan çıkar.
Belki en riskli memurluklar da halkın “namaz kıldırma memuru” dediği imamlık ve halkın peygamber mesleği dediği öğretmenlik sözkonusudur. Cami görevlisinin tâğutları hiçbir şekilde ve hiçbir zaman övmemesi, onlara dua ettirmemesi, İslâm dışı bir düzeni savunmaması, tâğutları reddettiğini davranışları ve uygulamalarıyla ispatlaması ve hakkı (tevhidi, şirki, çağdaş putperestliği…) gizlemeyip bâtıla karıştırmadan insanlara duyurması gerekmektedir ki, yaptığı görev, câiz kabul edilebilsin; aksi takdirde câiz değildir.
Okullarda görevli öğretmenlerin ise, öğrencileri putperest âyinlere yönlendirmemesi, hiçbir öğrenciye tâğutu övecek şekilde görevler vermemesi, bu tür konuları okutmaması, kendisinin de küfür davranışı olan hafta başı ve sonundaki törenlere, bayram törenlerine vb. katılmaması şarttır.
Yine buna benzer küfür davranış ve sözlerinden tümüyle kaçınmak şartıyla yapılan öğretmenliğin câiz olduğu söylenebilir veya en azından bu konu tartışılabilir.
Bütün bunların yanında, dâva adamı olan veya olmaya çalışan samimi mü’minlerin, zâlim bir düzenin çarklarını çevirecek bir memurlukla ömürlerini tüketmeleri, pasifize olmaları tavsiye edilmez, yakışmaz, şık olmaz.
Kur’an ve Sünnette bugünkü memurlukla ilgili direkt bir ifadenin bulunması sözkonusu değildir. Kur’an ve Sünnet temel ilkeleri verir. Gerisi Kur’an ve Sünneti ölçü kabul eden ve bu konuda doğru hükümler çıkarabilen seviyeli insanların değerlendirmelerine yönelinir. Kimin Kur’an ve Sünnetten delili kuvvetliyse o hükme uyulur. Kur’an ve Sünnet, tâğutun red ve inkâr edilmesini emreder. Putperestliğin ve şirkin her çeşidini yasaklar. Haram işlenmesini yasaklar. Ayrıca küfre vesile olan, yardımcı olanın küfre, harama yardımcı olan kimsenin harama düştüğünü belirtir.
Şahsî kanaatim, mecburi ve çok özel bir durum olmadıkça dâva adamı hiçbir müslümanın memurluğu veya resmî dairelerde çalışmayı tercih etmemesidir.
Ülkedeki Müslümanlar, çoğunlukla iki aşırı uca kaymış durumda. Tarihte bu iki aşırı ucun adları: Mürcie ve Hâricîlik. Günümüzdeki insanlar, kendilerinin dâhil oldukları grubu bile tanımazlar, o da ayrı bir konu. Çağdaş Müslümanların bir kısmı, hemen her şeyi mubah görür, amellerin imana hiç zarar vermeyeceğini ifade eder, şirk ve küfür olan hususlara bile sert tavır takınmaz; bunları çağdaş mürcie kabul edebiliri. Halk yığınlarının geneli ve bazı cemaatler bu anlayıştadır. Diğer taraftan tüm halkı tekfir eden, ya da meselâ oy verdiği için (hangi niyetle ve hangi seviyedeki insan olursa olsun) onları tekfir eden gruplar var; bunlara da çağdaş Hâricîler denebilir.
İşte bu zihniyetteki insanlar memurluğa da diğer hususlara da kendi din anlayışları doğrultusunda bakacak, kimi tüm memurları tekfir ederken, diğeri memurluğun tümünün hiçbir sakıncası olmadığını söyleyecektir.
Bize göre her iki yaklaşım da doğru değildir. Memurluğun kesinlikle yasak olduğu alanlar vardır, bazı şartlarla bazı memurlara müsamaha ile bakılması gereken çeşitleri vardır. (Yemin konusu hâriç tutulmak üzere).
İmza (veya yazı)nın söz gibi olup olmadığı…
Dört mezhep arasında yazı noktasında bir ihtilâfın olduğu mâlumdur. Bundan dolayı küfür maddelerinin altına imza atan kişinin bizzat tekfirinden uzak durmak gerekir. Ancak elimizden geldiği kadar böyle metinleri imzalamamak lâzımdır. Mutlak sûrette başka alternatifler aramak gerekir. Böyle bir metni imzalamak ancak alternatif olmadığı zaman zarûret halinde söz konusu olabilir. Zira bazı durumlarda ihtiyaçlar zarûret durumundadır.[54]
Fıkıhtaki talâk konusunun yazı ile geçerli olup olmamasıyla ilgili tartışmalardan yola çıkarak yazının sözden daha etkisiz olduğu bakış açısıyla verilmiş bu fetvalar bir tarafa, yazının bağlayıcılığı, vesika olma özelliği daha belirgindir ve sözlü ifadeden daha önemli ve delil olma yönünden daha güçlüdür. O yüzden yazı ile de elfâz-ı küfür söylenmiş olur. Yazılı ve imzalı olan bir belge, sözlü ifadeden daha önemli olduğundan, yemin belgesine olumlu bakmak mümkün değildir.
“Belediyede yalnız ve yalnız çöpçülük yapan bir insana sırf bir imzadan dolayı müşrik diyebilir miyiz?”
Belirli bir şahsı tekfir etmek. Akaid konusunda uzman araştırmacı âlimler, tekfir konusunda şahıs ile grubu birbirinden ayrı değerlendirmenin gerekli olduğunu vurgularlar.
Bunun mânâsı şudur: Biz meselâ materyalistler, komünistler kâfirdir veya İslâm şeriatının hükümlerini reddeden laik devlet adamları kâfirdir veya kim şöyle derse yahut şuna davet ederse kâfirdir demeliyiz. Çünkü bütün bunlar nevi (topluluk, grup) üzerine hüküm vermek demektir. Fakat bu saydığımız gruplara mensup olan belli bir şahsa iş taalluk ettiğinde, o zaman onun gerçek konumunu tahkik ve tesbit etmek için orada durmak ve onu sorgulamak, onunla tartışmak gerekir. Ta ki onu tekfir edebilmemiz için onun aleyhine deliller ortaya çıksın, onun hakkındaki şüpheler giderilsin ve onun ileri sürdüğü mâzeretler yok olsun...
Bu konuda İbn Teymiyye şöyle demektedir: "Şüphesiz ki bazen belli bir söz küfür olur. Bu sebeple söyleyen tekfir edilir ve "kim şöyle derse kâfir olur" denilir. Fakat böyle bir sözü söyleyen belirli bir şahsın aleyhinde terk eden kişiyi kâfir kılan delil, tam olarak ortaya çıkmadıkça o şahsın kâfir olduğuna hükmedilmez. İşte bu, kâfirleri tehdit eden vaid âyetlerindeki hüküm gibidir: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Gerçekten, yetimlerin mallarını zulmederek yiyenler, karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar. Onlar, çılgın bir ateşe gireceklerdir."[55]
Bu ve benzeri vaid âyetleri haktır. Fakat muayyen bir şahıs aleyhine azâba müstahak olduğuna dair şahâdet edilmez, ehl-i kıbleden belirli birinin cehenneme gireceği söylenemez. Çünkü bu vaid nassları ona ulaşmamış olabilir, tahrim âyetleri ona iletilmemiş olabilir ve işlemiş olduğu haramdan dolayı tevbe etmiş olabilir... Veya onun işlediği haram fiilin cezasını silecek büyük iyilikleri olabilir ya da işlediği suça keffâret olarak başına birtakım musîbetler gelmiş olabilir.
Söyleyeni küfre sokan sözleri dillendiren adama belki hakikati bildiren nasslar tebliğ edilmemiş olabilir. Veya ona ulaşmış da, ona göre sâbit olmamış (hadisi sahih kabul etmemiş) veya onu iyice anlamamış olabilir. Bazen de Allah Teâlâ'nın affettiği şüpheler ona ârız olmuş olabilir..."
Daha sonra şöyle demektedir: "İşte müctehid imamların mezhepleri, zikretmiş olduğumuz bu tafsilâtta olduğu gibi belli bir şahıs ile grubu birbirinden ayırt etme üzerine binâ edilmiştir." [56]
Bunlardan da anlaşıldığı gibi, küfür olan bir fiili veya şirk olma ihtimali olan bir davranışı açıkça ortaya koyanlar hakkında böyle ihtiyatla davranmak gerektiğine göre, nasıl olur da bir müslüman "Lâ ilâhe illâllah Muhammedun Rasûlullah" diyerek Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed'in onun elçisi olduğuna şahâdet eden çoğunlukları, sâlih amelleriyle kötü fiilleri birbiriyle karıştırsalar bile, tekfir etmeye cür’et edebilir?
Hâlbuki insanların şehâdeteyni ikrar etmeleri, hak ve hukukları müstesnâ olmak üzere, onların canlarının ve mallarının korunmuş olmasını sağlar. Onların hesapları ise Allah’a (c.c.) aittir. Biz ise, zâhire göre hükmetmekle emrolunduk. Kişinin gizli olan sırlarını sadece Allah (c.c.) bilir.
Tâğutun Mahkemesine Müracaat Etmek
Kur’an’da şöyle buyrulur: “(Ey Muhammed!) Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Reddetmekle emrolunmuşken tâğuta muhakeme olmak istiyorlar. Oysa şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak istiyor. Onlara: ‘Allah'ın indirdiğine (kitaba) ve rasule gelin (onlara başvuralım)’ denildiği zaman münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün.” [57]
Tâğutun mahkemesine müracaatla ilgili bu âyetten farklı hükümler çıkarılmakta ve farklı yorumlar yapılmaktadır. Bu âyette dikkatimizi çekmesi gereken odak kelime, bana göre “yurîdûne/isterler (istiyorlar)” ifadesidir. Bir kimse İslâm devletinde bile yaşasa, sadece tâğutun hükümleriyle muhakeme olmak istese bu isteğiyle küfre girmiş olur. Tersine; bir kimse istemeden böyle bir mahkemede muhakeme olsa bu, küfür olmaz. Meselâ bir müslümanı polisler evinden alıp götürüyorlar. Sonra mahkemeye çıkartıyorlar. Bu, elbette küfür de değildir, haram da değildir. Zulmen mahkemeye çıkarılmak. Benzer şekilde bir zulümle karşı karşıya kalsa ve hakkını İslâmî bir kurum (Allah’ın hükmüne göre işleyen bir İslâm mahkemesi) olmadığı için müslümana has şekilde alamıyorsa, zulme rıza göstermenin de haram olduğunu değerlendirip bir zulmün def edilmesi için (başka alternatif bulamadığı için) istemeye istemeye mahkemeye gitmesi yukarıdaki âyetteki tehdidin içine insanı koymaz diye hükmedilebilir. Ama, bu husus kişinin gönlünün tatmin olmasına bağlıdır. Hadiste “Fetvâyı alsan da kalbine danış” buyrulmaktadır. Mümkün ki, azimet-ruhsat ayrımı yapılabilir.
İslâm’ın temel ilkelerinden biri, tâğutu reddetmek olduğu kadar, bir diğeri zulme engel olmaktır. Zulüm, ancak mahkeme yoluyla engellenebiliyorsa, dinin ölçülerine uymak kaydıyla ondan yararlanılabilir. Delil, hılfu’l-fudûl kurumudur.
Hılfu’l-Fudul nedir, bu konuyu görelim:
Hılfu’l-Fudûl; Zulme karşı İslâm öncesi Arapların yaptığı Hz. Peygamber'in de katıldığı antlaşma demektir.
Bütün cahili toplumlar gibi İslâm öncesi Arap toplumu da kuvvet sahibi zorbaların hâkim olduğu, zulüm ve haksızlığın kol gezdiği bir toplumdu. Fil olayının yirminci yılında Ficâr savaşı olarak adlandırılan kanlı kabile kavgalarından sonra Mekke'de hiçbir yabancı ve koruyucusuz kimsenin mal, can ve namus güvenliği kalmamıştı. İşler çığırından çıkmıştı. Yabancı tacirlerin malları alınır, parası ödenmezdi. Hac için gelenlerin hoşa giden kadın ve kızları zorla ellerinden alınır, kimsenin feryadına kulak asılmazdı.
Böyle bir ortamda Yemen Zebid kabilesinden bir adam Mekke'ye satmak için bir deve yük mal getirmişti. Mekke'nin ileri gelenlerinden As b. Vail, Zebidî'nin mallarını almış fakat parasını ödememişti. Zavallı Zebidî parasını almak için Mekke'nin güçlü ailelerine başvurdu ise de bir sonuç alamadı. Başvurduğu kimseler yardım etmek bir yana, aşağılayarak kovmuşlardı adamı.
Uğradığı zulümden bağrı yanan Zebidî, bir sabah Ebu Kubeys dağına çıkarak Kâbe çevresinde toplanan Mekke halkına, "ey Fihr halkı" hitabıyla uğradığı zulmü şiir biçiminde haykırdı. Bunun üzerine Hz. Peygamber'in amcası Zübeyr bir daha böyle olayların tekrarlanmasını engellemek düşüncesiyle girişimlerde bulundu. Kendisine katılan Hâşim, Muttalib, Zühre, Esed, Hâris ve Teymoğullarının ileri gelenleri ile birlikte Mekke'nin zengin ve saygı değer adamlarından Abdullah b. Cud'an'ın evinde toplandılar. Uzun görüşmelerden sonra Mekke'de hiçbir yabancı ve yerli kimsenin zulme uğramasına meydan verilmemesi, hakları alınıncaya kadar mazlumların yanında hareket edilmesi yolunda karar aldılar.
Yakubî'ye göre antlaşma şu şekilde gerçekleştirildi: Abdulmuttalib'in kızı Atike veya Beyda ortaya hazırladığı bir çanak koku koydu. Oradakiler birer birer ayağa kalkıp elini çanaktaki kokuya batırarak, "Vallahi, bundan böyle Mekke'de yerli olsun, yabancı olsun, zulme uğramış hiç bir kimse bırakmayacağız. Zulme meydan vermeyeceğiz. Mazlumlar zalimlerden haklarını alıncaya kadar mazlumlarla birlikte hareket edeceğiz. Denizlerin bir kıl parçasını ıslatacak suları kalmayıncaya, Hira ve Sebir dağları yerlerinden silinip gidinceye, Kâbe'ye istilam ibadeti ortadan kalkıncaya kadar bu ahdimizde sebat edeceğiz" diye and içtiler.
Bu antlaşma, daha önceki zamanlarda aynı amaçla Cürhüm ve Katura kabilesinde Fadl ve Hidayl adlı bir kaç kişinin yaptıkları andlaşmaya çok benzediği için onların adına izafe edilerek "Fadl'ların andlaşması" anlamındaki "Hıtfu'l-Fudûl" olarak adlandırılmıştır. Fudûl kelimesi "fazlalık şey" anlamına da gelmektedir. Bu antlaşmayı yapanlar zulmedenlere fazladan zulmen alınan mallarını geri vermek üzere yemin ettikleri için bu isimle anılmıştır da denilir.
Andlaşmaya katılanlar ilk iş olarak As b. Vail'in kapısı önüne dikilmiş ve ondan Zebidî'nin hakkını almışlardır. Daha sonra da benzeri olaylarda zulmün ortadan kaldırılması yolunda başarılı girişimleri olmuştur. Bunlara örnek olarak anılan iki olay şöyledir:
Has'am kabilesinden birisi kızı ile birlikte Hac için Mekke'ye gelir. Mekke'nin güçlü kişilerinden Nübeyh b. Haccac çok beğendiği kızı babasının elinden zorla alarak evine kapatır. Kızını kurtarmak için çırpınıp duran adama Hılfu'l-Fudûl'a başvurması tavsiye edilir. Adamın başvurusu üzerine hemen Nubeyh'in evi kuşatılır ve çaresiz kalan zalim, kızı babasına teslim eder.
Sumale kabilesinden bir tacir mallarını bir kısmını Mekke reislerinden Ubey b. Halef'e satar. Ancak Ubey üzerinde anlaştıkları bedeli tacire ödemez. Hılfu'l-Fudûl'a başvuran adama, "şimdi sen hemen Ubey'e git ve ona Fudulî'lerden geldiğini, ödemeyi derhal yapmazsa biıim gelişimizi beklemesini söyle" derler. Bu haber Ubey'e ulaşınca vakit geçirmeden adamın parasını öder.
"Fadl'lar Andlaşması"na, o zaman yirmi yaşlarında olan Rasul-i Ekrem (s.a.s) de katılmıştır. Ahmed b. Hanbel'in rivayetine göre Hazret-i Peygamber bu antlaşma hakkında şöyle demiştir: "Abdullah b. Cud'an'ın evinde yapılan And'da ben de bulundum. Bence o and kırmızı tüylü bir deve sürüsüne malik olmaktan daha sevgilidir. O zaman Haşim, Zühre ve Teym Oğulları, deniz bir kıl parçasını ıslatacak kadar suya malik oldukça mazlumlarla birlikte bulunacaklarına and içmişlerdi. Ben ona İslâm devrinde bile çağrılsam icabet ederdim" [58]
Andlaşmaya katılanlar sonradan aralarına başka kimseleri alamadıkları için onların ölümüyle "hılfu'l-fudûl" son bulmuştur. Fakat fiilen devam etmese de yıllarca sonra bile hılfu'l-Fudûl'dan söz etmek zalimleri korkutmaya yetmiştir. Nitekim Muaviye'nin yönetimi döneminde Medine valisi Velid b. Utbe, bir meseleden dolayı kendisine zulmetmeye kalkışınca Hazreti Hüseyin, "vallahi, ya adalete riayet eder hakkımı verirsin, yahut kılıcımı sıyırarak Rasûlullah'ın Mescidi'nin kapısına dikilir halkı Hılfu'l-Fudûl'a davet ederim." diyerek onu tehdit etmiştir. Bunu duyan Abdullah b. Zübeyr, "Vallahi, eğer Hüseyin böyle bir davette bulunacak olursa, ben de kılıcımı çeker, ona adalet üzerine hakkı verilinceye kadar onunla birlikte ayaklanırım, yahut hep ölürüz" demiş, buna daha başkaları da katılınca Velid çaresiz Hazreti Hüseyin'e hakkını teslim etmiştir. [59]
Bir müslüman, günümüz şartlarında mahkemede kendini savunabilir. Mahkemeye zorla çıkarılabilir. Çıkmak zorunda bırakılabilir. Bu konularda şirk ve haram olduğu kesin olan şeylerden sakınmak kaydıyla mahkemelerden yararlanabilir. Aynen belediyeden yararlandığı gibi. Esnafın vergi karnesini işyerine asıp ondan yararlanması (ceza gibi zararlardan korunması) gibi.
Bütün bunlar yasak kapsamına girme ihtimali olan hususlar olduğu için sonra da istiğfar ve tevbe etmesi, aynı zamanda İslâmî devlet için çalışması ve bu tür İslâm açısından riskli şeyleri zorlayan gayri İslâmî düzene tavır alması (varsa, bu konudaki) günahlarına kefaret için terk edilmemesi gereken önemdedir.
Mahkemeye gitmenin akaidi ilgilendiren bir problem olduğunu iddia etmek yerine, insanların zulümlerine toptan engel olmak için, sivrisinekle uğraşmaktan ziyade bataklığı kurutmaya odaklanmak daha doğrudur. Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen düzenlere karşı yapmamız gereken görevler nelerdir? Allah bizden bu zulmü toptan kaldırmak için neler bekliyor? Birey olarak birkaç fedakâr muvahhid mü'min, hayatı boyunca kazanıp biriktirdiği tüm parasını birine kaptırsa, mahkemeye müracaatı zillet görüp hakkını aramayabilir. Ama bunu kaç insan göğüsleyebilir? Kaldı ki, göğüslemeli mi gerçekten? Yani, muvahhid mü'minlerin mahkemeye müracaat etmeyeceklerini duyan, bilen zâlim üçkâğıtçı insanlar (ki, çevrede bu tür insanlar hiç de az sayılmaz), hile veya zorla bir mü'minin elindeki paraları, işyerindeki malları gasbederek zulmedebilirler. Mü'minler de kendi aralarında bir güç (cemaat gücü, küçük bir devlet, haksızlıkları zorla da olsa engelleyecek şekilde) oluşturamamışlar. O zaman zalimlerin yaptıkları yanlarına dünyada kâr kalacak. Müslümanlar da hep mazlum olacak. İslâmi bir devlet olmadığı müddetçe Din, müslümanların mazlum olmasını mecbur kılacak. Böyle bir din, yeryüzünden haksızlığı gidermek üzere gelen İslâm olabilir mi? Hıristiyanlık böyle tahrif edilmemiş miydi? Emperyalist zalimlerin istediği bir çizgiye tahrife uğrayıp gelerek: "Bir yüzüne tokat vururlarsa öteki yüzünü çevir; ceketini alırlarsa sen gömleğini de çıkar ver!" Tam, kapitalist sömürücülerin istediği bir din. İslâm da bu çizgi içine girsin mi isteniyor? Mescid-i takvâ olmadan, bir yer mescid-i dırar ilan edilemez. Bir kötülüğe sadece engel olmak değildir İslâm'ın tavsiyesi; "kötülüğü (iyilikle) değiştirmektir." Meşhur hadisi bilirsiniz: "Sizden biriniz bir kötülük gördüğünde..." Âlimlerin görevi, sadece yasakları göstermek, insanları çıkmaz sokağa sokmak değildir, onlara (imanları ve fedâkârlıkları oranında) çıkış yolları göstermektir. Unutmayın, bu din sadece azimeti tercih edecek (hüsn-i zanla ve takdir ederek ifade edeyim: Sizin gibi) yiğitlerin, kahramanların dini değildir. Aynı zamanda ("kelime-i şehadet, namaz, oruç, hac, zekât'tan başka bir şey yapmam!" diyen) bedevilerin, dağlı insanların, halktan/avamdan cahil insanların da dinidir. Onların önünü açmazsanız: O küfür, bu küfür, öyleyse küfürsüz yaşanmıyor, diğer küfürleri de yapsam ne olur?" diyebilir. Ya da "İslâm bu devirde yaşanmaz. O eskidenmiş. Baksana, zulme uğrayınca zulme engel olacak imkânları bile yasaklıyor..." diyebilirler. Âlim, sadece bir âyetten hüküm çıkaran mealcilerden farklı olmak, Kur'an bütünlüğü, İslâm'ın genel prensiplerini, aynı zamanda insanların konumlarını iyi tahlil eden insan demektir.
"Müslüman olanlardan haksızlığa uğradığında Müşriklerin mahkeme vb. kurumlarına başvurarak hakkını almak isteyene bir örnek var mıdır?"
Müşriklerin bugünkü anlamda bir devletleri, mahkemeleri yoktu. Olmadığı için bu soru, doğru bir soru değildir. Olmuş olsaydı da haksızlığa uğrayan müslümanlar oralara büyük ihtimalle (belki istisnalar dışında) başvurmazdı. Çünkü başlarında Peygamber'in olduğu bir otoriteleri, birbirleriyle sağlam irtibatları olan cemaatleri, birbirlerine her şeylerini verebilecek fedâkârlık yapabilecek kardeşlik bilinçleri, laf üretmekten çok, dinlerini tümüyle yaşayan iman erleri vardı. Bizim çevremizde ise, sadece laf üreten slogancılar, âlim beğenmeyen iki ayet okuyup ahkâm kesenler, tevhidi anlatıp kendisini düzeltemeyenler, üç kişiyle bile geçinemeyenler, birbirlerine destek olamayan, güçlerini birleştiremeyenler, yardım edilecekse önce bana edilmeli diyenler... var. Hayır, öyle değilse, zaten soruya gerek kalmaz. Mü'minler kendi aralarında bu tür zulümlere engel olurlar, alternatif mahkemelerini oluştururlar.
Sözün özü: zarar büyükse, zarardan/zulümden sakınmak için hilful fudul örnek alınabilir. Bu ifadeler, kesinlikle bir fetva mahiyeti taşımaz. Mü’minler, kalbine danışmalı ve kendileri karar vermelidir.
Oy Vermek ve Demokrasiyi Desteklemek
“Allah ve Rasûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık iman etmiş bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim de Allah ve Rasûlüne karşı gelip isyan ederse, apaçık bir dalâlete/sapıklığa düşmüş olur. “[60]
“...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!”[61]; “...Hüküm/egemenlik sadece Allah’a aittir.”[62]; “Hiç yaratan, yaratmayan gibi midir? Hiç düşünmüyor musunuz?”[63]; “Allah’tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı mı var? O’ndan başka ilâh yoktur. O halde, nasıl oluyor da (tevhidden) çevriliyorsunuz (imanı istemeyip küfre dönüyorsunuz)?”[64]
“Rabbinizdan size indirilen Kitab’a uyun. O’ndan başka dostlar edinerek onlara uymayın.”[65]
“Yoksa, Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak ortakları mı vardır?”[66]
“Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a aittir.”[67]
“...Doğrusu, şeytanlar, sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz siz müşrik olursunuz.”[68]
“Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni (Hz. Muhammed’i) hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”[69]
“(Münâfıklar,) ‘Allah’a ve Rasûlüne inandık ve itaat ettik’ diyorlar. Sonra onlardan bir grup, bunun ardından dönüyor. Bunlar mü’min değillerdir. Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman, hemen onlardan bir grup yüz çevirir.”[70]
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.”[71]
“Yoksa câhiliyye hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren (hüküm koyan) kim olabilir?”[72]
“Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir?”[73]
“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ülü’l-emre. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve âhirete gerçekten iman ediyorsanız, onu Allah’a ve Rasûlüne götürün (onların tâlimâtına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.”[74]
“Allah ve Rasûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık iman etmiş bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim de Allah ve Rasûlüne karşı gelip isyan ederse, apaçık bir dalâlete/sapıklığa düşmüş olur. “[75]
“...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!”[76]
“İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.”[77]
“...Hüküm/egemenlik sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”[78]
“Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.”[79]
“…De ki: ‘Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.”[80]
“Allah, hüküm koymada kendine ortak kabul etmez.”[81]
“Rabb’in, yalnız kendisine kulluk etmenizi... emretti.”[82]“Hüküm, hâkimiyet/egemenlik yalnız Allah’ındır. O, yalnız Kendisine ibâdeti/kulluk yapmanızı emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.”[83]
“Hevâsını ilâh edinen kimseyi gördün mü? Onun koruyucusu (bekçisi, vekili) sen mi olacaksın?”[84]
“De ki: Şüphesiz ki bu, Benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Diğer yollara uymayın. Sonra o yollar sizleri O’nun yolundan ayırıp darmadağın eder. İşte sakınasınız diye size bunları emretti.”[85]
“Yoksa siz Kitab'ın (ve ahkâmın) bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Şimdi sizden bunu yapanların cezâsı, ancak, dünyada rezillik, rüsvaylık ve bayağılık; kıyâmette de en şiddetli azâba atılmaktır. Allah, sizin yaptıklarınızdan gâfil değildir.” [86]
“Allah'ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet. Onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği Kur'an hükümlerinin bir kısmından seni şaşırtırlar, vazgeçirirler diye kendilerinden sakın. Eğer onlar, hükümleri kabulden yüzçevirirlerse bil ki Allah, onların bazı günahları sebebiyle onları cezalandırıp, başlarına bir musîbet getirmek istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fâsıktır.” [87]
“Hakkı bâtıla karıştırmayın. Ve bile bile hakkı gizlemeyin.” [88]
“Allah, mü’minlerin velîsidir (dostu ve yardımcısıdır). Onları karanlıklardan nûra çıkarır. Küfredenlerin velîleri ise tâğuttur. O da onları nûrdan karanlıklara çıkarır. İşte onlar ateşin (cehennemin) arkadaşıdırlar, orada devamlı kalıcıdırlar.”[89]
“Zâlimlerin bir kısmını, bir kısmının başına geçiririz.”[90]
“Yoksa onların, Allah’ın izin vermediği bir şeriatı, dini getiren ortakları mı var? Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz zâlimlere can yakıcı bir azap vardır.” [91] Yani, onların önünde müşriklik, İslâm dışı sistemlere uymak, zulüm, aslı astarı olmayan ibâdet ve inançlar, kutsal kişiler, günler, mekânlar icat etmek gibi Allah’ın meşrû kılmadığı birtakım şeyleri emreden ve diledikleri gibi din yapan birileri mi var?
“Dinde zorlama yoktur, hak batıldan iyice ayrılmıştır. Tağûtu inkâr edip, Allah’a inanan kimse kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allah (her şeyi) işitendir, bilendir.”[92]
“Andolsun ki her ümmete Allah’a ibadet edin, tağuttan kaçın diye peygamberler gönderilmiştir.” [93]
“Onlar ki, dinlerini parçalara ayırdılar, böylece grup grup, parti parti olmuşlardır. Her hizip (her parti), kendindekine güvenmekte, onunla övünmektedir.” [94]
Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” [95] Adiy: “Ya RasûlAllah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir.” [96] Evet, Allah’ın haram kıldıklarını serbest kılanlar, helâl kıldıklarını ve hatta emrettiklerini yasaklayanlar rablik iddia etmiş, onların bu durumlarını kabul edenler de onları rab kabul etmiş oluyorlar.
“Emrolunduğun şeyi çatlatırcasına (tam bir cesâretle ve hiç çekinmeden) açık açık bildir, tebliğ et. Ve müşriklerden yüzçevir (sözlerine ve tehditlerine aldırma). Muhakkak Biz, o müstehzîlere karşı sana kâfîyiz, seni korumaya Biz yeteriz.” [97]
Ve bir hadis-i şerif: “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” [98]
“Ahir zamanda zâlim emirler, fâsık vezirler (bakanlar), hâin kadılar (hâkimler), yalancı âlimler olacaktır. Kim onlara yetişirse onlara başkan, vergi toplama memuru, bekçi, polis olmasın.” [99]
“Benden sonra sizin (yönetim) işinizi birtakım insanlar üzerine alacaklar, sünneti söndürecekler, bid’atı ihdâs edecekler (uyduracaklar), namazı vakitlerinden geciktirecekler.” Bunun üzerine İbn Mes’ud Rasûlullah’a sordu: “Ben onlara yetişirsem ne yapmalıyım?” Rasûlullah şöyle buyurdu: “Ey Ümmü Abd’in oğlu! Allah’a isyan edene itaat olmaz!” [100]
“İslâm’ın tutunulması gereken kulpları (yapılması gereken emirleri) tek tek çözülecek; her bir kulp koptukça insanlar önlerindekilere benzeyecekler. O kulpların ilki hüküm (hâkimiyetin Allah’ın olması, Kur’an’la hükmedilmesi), sonuncusu da namazdır.” [101]
Hz. Peygamber’e “cihadın hangisi efdaldir?” diye sorulunca: “Zâlim sultana karşı hakkı söylemektir.” [102]
“Birtakım zâlim emirler gelecektir. Kim bunlara muhâlefet ederse kurtulur. Kim bu emirler ile içli-dışlı olursa helâk olur.”
“Kim bir kişinin zâlim olduğunu bilerek ona yardım etmek üzere zâlim ile birlikte yürürse, İslâm’dan dışarı çıkmış olur.” [103]
“Kim bir zâlime yardım ederse, Allah Teâlâ, o zâlimi ona musallat eder.” [104]
“Bir kimse bilerek zâlime yardım kastı ile onunla beraber yürürse, o kimse İslâmiyet'ten çıkmıştır.” [105]
Yukarıdaki âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerden anlaşılmaktadır ki; kim hükmetme, kanun koyma hakkını Allah’tan başkasına verirse, Allah’tan başkasını rab edinmiş olur. Bu hakkı verdiği otoriteyi Allah’a şirk koşmuş olur.
“Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddiâda bulunanlara bakmaz mısın? O azgın şeytana, tâğûta muhâkeme olmak, onun hükümlerini kabul etmek istiyorlar. Hâlbuki onu tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan ise onları çok uzak bir sapıklığa düşürmek ister. Onlara, 'Allah'ın indirdiği Kur'an'a ve Peygamberim hükmüne gelin' denildiği zaman münâfıkları görürsün ki, senden düşmanca bir dönüşle yüzçevirirler.” [106]“... Hüküm (hâkimiyet, egemenlik ve kanun koyma hakkı) ancak Allah'ındır. Ve O yalnız, sadece Kendisine kulluk ve ibâdet etmenizi emretmiştir. İşte doğru ve gerçek din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” [107]
Kur'an, peygamberlerin tavrını da, bize örnek olması için, açıkça belirtiyor: “Celâlim hakkı için, Biz, her ümmete 'Allah'a kulluk/ibâdet edin ve tâğutlardan sakının' diye bir peygamber gönderdik...”[108] Düşünelim ki, Hz. İbrâhim, devrindeki tâğutlarla nasıl mücâdele etti? Putlara ve Nemrut'a karşı nasıl tavır aldı? İnsanları bu tâğutlardan nasıl sakındırmaya gayret etti? Firavun'a karşı Hz. Mûsâ'yı ve mücâdelesini bir gözönüne getirelim. Nemrut'un, Firavun'un emrine girmek isteyen, onun sarayında, onun düzenine ve ona yardımcı olmayı düşünen bir tavır gözünüzün önüne gelebiliyorsa, bugün tâkip edilen yol meşrûdur; yoksa... Ve son peygamber, esas örnek ve liderimiz, ki hakkında “Gerçekten Allah'ı, âhiret gününü arzulayanlar ve Allah'ı çok zikredenler için size Allah'ın Rasûlünde (tâkip edeceğiniz) pek güzel örnek vardır.”[109] hükmü bulunan zâtın, bize örnek olması gereken bu konudaki tavırları... Rasûlullah, her türlü düşmanca tavra rağmen açıkça Allah'a kulluğa ve tâğutlara isyana (itaat etmemeye) devam edince, Mekke müşrikleri Hz. Peygamber'le uzlaşma yolları aradılar. Bazı tâvizlerine karşılık bazı tâvizler istiyorlardı. Bu tâvizler arasında “dilersen bir sene sen hükümdar ol ve bizi yönet, bir sene de biz yönetelim” teklifi de vardı. Ama Rasûlullah, tüm bu tekliflere Kur'ân-ı Kerim'den âyetler okuyarak kesin red cevabı veriyordu. Oysa müşrikler “bizim sistemimize dokunma, ama onu gel sen yürüt” diyorlardı. Temelinde şirk ve adâletsizlik olan bir rejimin yönetimi Peygamber'in eline tümüyle veya iki yılda bir geçseydi ne değişirdi ki? Müşrikler de tekliflerinin bilincindeydiler. Çünkü “biz sana uyarsak, yerlerimizden (mevkîlerimizden) hızla çekilip alınacağız.”[110] diyorlardı. Zâten Rasûlullah'ın amacı da buydu: Hâkimiyet hakkını onlardan almak, taptıkları putları ortadan kaldırmak ve şirkin yerine tevhidi, zulmün yerine İslâm adâletini ikame etmek, yani Kureyş düzenini kökünden yok etmek, darmadağın etmek, devirmekti. Yine bir defâsında amcası Ebû Tâlib aracılığıyla, müşriklerin, Efendimiz'e teklif ettikleri birkaç husustan biri de “istersen gel, seni başımıza kral yapalım” teklifi idi. Bugünkü siyasîlerin bırakın kırallığa, bakanlığa; milletvekilliği teklifine bile nasıl can attıklarını bir düşünelim. Efendimiz ise: “Vallahi, bir elime güneşi, bir elime de ayı verseniz, dâvamdan vazgeçmem” diyordu; dâvâ hiçbir tâviz ve dünyevî beklentiyi kabul etmiyordu. Efendimiz'in reddettiği anlayış, şimdilerde “bırakın birkaç sene de biz idare edelim” şeklinde hem de çok harâretli tek taraflı isteklere dönüşüvermişti. Müslümanlar çok oy oyununa gelmişlerdi: Devlete, rejime tâlip olmak ve bunun için Rabbânî mücâdele yapmak yerine; hükümete, kâfir rejimin idaresine tâlip olmuştu müslüman. Müslümanların çokça oy verdikleri partilerdeki insanlar yönetici olduklarında İslâm nâmına neler değişmişti acaba? Değiştiğini düşünelim: İsterse, şeriat 100 esasta toplanmış olsa, 99'unu uzlaşma veya küfürle koalisyonlarla kabul ettirerek tâviz koparsalar müslümanların 1 tek esası bile küfürden almaları, bir esasta tâviz vermeleri câiz miydi? Bu tür tâvizci sistem İslâm olabilir miydi acaba? “Yoksa siz Kitab'ın (ve ahkâmın) bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Şimdi sizden bunu yapanların cezâsı, ancak, dünyada rezillik, rüsvaylık ve bayağılık; kıyâmette de en şiddetli azâba atılmaktır. Allah, sizin yaptıklarınızdan gâfil değildir.”[111] Amelden tâviz vere vere Müslümanlar, inanç ve dâvâlarından da tâviz vermeye başladılar: Rejim devam etsin, küçük ıslahatlarla hatta takviye edilsin, ama yöneticiler namaz kılanlardan olsun. Hamam ve tas aynı olsun, tallâklar değişsin.
Bu anlayışlarımızı değiştirmeden Rabbimizin devlet nimeti vererek, toplumumuzu değiştireceğini beklemek İlâhî hükme, sünnetullaha ters olur: “...Muhakkak ki Allah, bir kavmi, onlar kendi nefislerini değiştirmedikleri müddetçe değiştirmez...”[112]
Kâfirler, düzenbazlar, müslümanların da ancak kendi istedikleri sahada, kendi istedikleri metotlarla mücâdele etmelerini istiyorlar. Hâlbuki İslâm'da savaşlar, kâfirlerin değil, müslümanların istediği sahalarda kabul edilir. Her çeşit İslâmî mücâdele ve hizmetlerin esasları, ancak müslümanların istediği şekillerde ve İslâmî esaslara göre tanzim edilir. Bugün ise, Firavunların tesbit ve müsâade ettiği, yönlendirdiği, sınırlarını çizdiği sahada mücâdele ve çalışmayı tercih eden müslümanlar, Firavunlara açıkça cephe almadan, onları nasıl alt edeceklerdir?
Parti ile İslâm'a giden, bu yolla Kur’an ahkâmını tatbik eden dünyada hiçbir örnek gösterilemez; aksi ise, dâima olagelen vâkıadır. Kur'an bu gerçeğe ışık tutar mâhiyette şöyle diyordu: “Hepiniz, toptan Allah'ın ipine (dinine, şeriatına) sımsıkı sarılın. Birbirinizden ayrılıp dağılmayın, fırka fırka olmayın...” [113] Fırka fırka, hizip hizip olmak yasaklanıyordu. Bu âyetleri bilmiyor muydu bu kardeşler, biliyorlar, hatta başkalarına da okuyorlardı, ama buna rağmen kendi partilerine çağırıyorlardı insanları. Fırkalaşmayı reddeden âyetle, bir fırkaya dâvet ederek çelişkiler sergiliyorlardı. Osmanlı'nın son zamanlarında ve T.C.'nin ilk yıllarında parti kelimesinin Türkçe karşılığı olarak “fırka” kelimesi kullanılıyordu hatta. “İttihad ve Terakki Fırkası”, “Halk Fırkası”, “Serbet Fırka” gibi. Rabbimiz fırka fırka olmayın demesine rağmen fırkalar, hizipler kendi yaptıklarıyla övünüp tefrikaları hızlandırıyor, ümmetin vahdetine engel oluyordu. “Onlar ki, dinlerini parçalara ayırdılar, böylece grup grup, parti parti olmuşlardır. Her hizip (her parti), kendindekine güvenmekte, onunla övünmektedir.”[114] Eski Türkçe'de fırka, Arapça'da hizip (hızb) diye karşılık bulan, bugünkü Türkçe'de Avrupa'daki kullanılışı gibi aynen kullanılan “parti” zâten parça demekti. Partinin bu anlamı, âileleri, samimi insanları bile nasıl parçalayıp birbirine düşman ediyor, müslümanlar nasıl parça parça olup, kardeşliğini unutup düşman hale geliyor, özellikle seçim atmosferinde daha berrak gözükmektedir.
İslâm ise, kelime-i tevhid'deki lâ=hayır kılıcıyla tâğutla işbirliğini, onunla yardımlaşmayı, ona tâviz vermeyi, onunla uzlaşmayı kesip atar. Bir tevhid eri için “lâ” ile isyan bayrağını çektiği küfür ve şirkle uzlaşma nasıl mümkün olabilir? Uzlaşma olursa Rabbimizin emri cihad ve kıyam nasıl gerçekleşir? Tevhidin gereği olan, tâğutlara isyan ve kıyam olmadan da İslâm devleti, İslâmî değişim ve dönüşüm hayal olur. Rabbimiz bu konuda bakın ne buyuruyor: “(Yâ Muhammed!) Az kalsın seni bile, sana vahyettiğimizden başka bir şeyi Bize karşı uydurman için fitneye düşüreceklerdi. İşte o zaman seni dost edinirler. Eğer Biz sana sebat vermemiş olsaydık, muhakkak, az da olsa sen onlara meyledecektin (tâviz verecektin). O takdirde dünya ve âhiret azâbını kat kat tattırırdık. Sonra Bize karşı kendin için hiçbir yardımcı bulamazdın.” [115] Yine tâvizci anlayışa yukarıda zikrettiğimiz Bakara Sûresi âyet 85 tokat gibi inmektedir. Tâvizci bir edâ ile, hak-bâtıl karışığı dâvet, tebliğ ve hizmet yolunu Hz. Allah yasaklamaktadır: “Hakkı bâtıla karıştırmayın. Ve bile bile hakkı gizlemeyin.” [116]
İslâm'ın istediği devlet olmadığında, eğer İslâm'ı temsil iddiâsındaki müslümanlarla küfür düzenleri arasında uzlaşma ve düzenin emrine ve hizmetine girme varsa, devletin istediği İslâm(!) olacak, bu tip İslâm, tâğutların yönlendirdiği, Amerikanvari özellikler taşıyacaktır, tevhîdî özellik değil.“Allah'ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet. Onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği Kur'an hükümlerinin bir kısmından seni şaşırtırlar, vazgeçirirler diye kendilerinden sakın. Eğer onlar, hükümleri kabulden yüzçevirirlerse bil ki Allah, onların bazı günahları sebebiyle onları cezalandırıp, başlarına bir musîbet getirmek istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fâsıktır.”[117] Tam bir açıklıkla, cesâretle tebliğ ve hizmet emredilmektedir: “Emrolunduğun şeyi çatlatırcasına (tam bir cesâretle ve hiç çekinmeden) açık açık bildir, tebliğ et. Ve müşriklerden yüzçevir (sözlerine ve tehditlerine aldırma). Muhakkak Biz, o müstehzîlere karşı sana kâfîyiz, seni korumaya Biz yeteriz.” [118]
Biz, Rabbimizin gösterdiği yolda kulluk vazifemizi yapar, hiçbir şeyi O'na şirk/ortak koşmazsak, devlet nimetini Cenâb-ı Hak, bir meyve olarak bize Kendisinin ihsân edeceğini beyan ediyor: “Sizden iman edip sâlih ameller işleyenlere Allah vaad etti: Kendilerinden öncekileri nasıl halîfeler kıldıysa, şüphesiz onları da yeryüzünde halîfeler kılacak, onlar için seçtiği dini (İslâm'ı) kendilerine kuvvetlendirip icrâ imkânı verecek, onları korkularının ardından emniyete kavuşturacaktır. Bana ibâdet ederler ve Bana hiçbir şirk/ortak koşmazlar. Kim de bundan sonra nankörlük ederse, işte onlar fâsık olanlardır.” [119] Bu âyetin tefsirinde Mevdûdî diyor ki: “Burada Allah'ın yeryüzünde halîfelik verme sözünün, adı müslüman olanlar için değil, imanda samimi, amelde müttakî, sadâkatte içten ve Allah'ın dinine uymada şirkin her türlüsünden uzak ve ihlâslı olanlar için olduğu belirtilerek münâfıklar uyarılmaktadır. Kendilerinde bu nitelikleri ve İslâm'a yalnızca dillerinin ucuyla hizmet edenler bu sözün muhâtabı ve lâyığı değildirler. O halde, bu sözde, payları olduğu ümidini beslememelidirler. Bu nimeti kazanmak için ileri sürülen şart: Mü'minlerin her türlü şirkten kaçınarak imanlarında ve Allah'a bağlılıklarında sağlam ve sarsılmaz olmaları gerektiğidir. Hakiki mânâda bu imana sahip kimseler Allah'tan bir vaad üzeredir ve Allah vaadini yerine getiren ve ordusuna yardım edendir. Allah'a karşı savaşanları Allah daha iyi bilir. Müslümanlar, çok olduklarından dolayı değil, Allah'ın nusret ve yardımıyla savaşarak gâlip gelir.” [120]
Kendi nefsinde ve ailesinde... yaşayabileceğinin en son noktasına kadar Şeiratı yaşamayan, bu noktada yüzlerce tâvizler veren, devlete şeriatı nasıl uygulayacak? Biz, kendi vazifemizi (şirkin hiçbir şûbesine bulaşmayıp tâğutlardan kaçınarak, Allah'a kulluk) yapalım. Allah'ın vaadini beklemeye hakkımız olsun. Tabii ki, tâğutlardan kaçınmanın ve Allah'a kulluğun fiilî cihadsız, yani kıyamsız da olmayacağını bilelim. Onun için biz Şeriat'ı getirmekle değil, zâten 1400 sene önce gelmiş olan Şeriat'ın hükümlerini yaşamakla mükellefiz. Devlet olarak halîfeliği de biz değil, Allah kendi tekeffül ederek, Nur Sûresi, 55. âyetteki şartları yerine getirenlere vaad ederek üzerine alıyor. Dokunulmazlıkları, makamları, koltukları... yani partinin imkânları olduğu halde, şeriatın adını bile anamayanlar, lâfı eveleyip gevelemek zorunda kalanlar, “İslâm Devleti istiyoruz” demeye bile güç yetiremeyenler, tâğutlardan korktukları için sloganlara bile sansür koyanlar, putları ürkütmemeye özen gösterenler, demokrasinin bir sürü geleneğini yerine getirenler, zâhiren kanunlara teslim olan, hatta kanun koyan ya da kanunları halka uygulatanlar, bu küfür kanunlarının çerçevesinde, kanunları, işgal ettikleri o makamları nasıl devirecekler? Düşünelim, böyle bir şeye teşebbüs isbat edilebildi mi diye? On iki Eylül sonrası, düzene yardım görevini devamlı ifâde eden Türkeş bile şu kadar yıla mahkûm olurken, “kanunlarınızdan adâlet bekliyoruz” diyen, anayasal düzeni İslâmî eseslarla değiştirme suçundan yargılananların suçları sâbit görülmedi ve beraat ettiler, düzen nezdinde temize çıktılar.
Bir insanın veya teşkilâtın “biz peygamberlerden ve Peygamberimiz'den daha kolay, daha kestirme, daha rahat bir yol bulduk. O zâtlar İslâm devletine gitmek için memleketlerinden kovuldular, olmadık zulme, işkencelere mâruz kaldılar, tâğutlarla, maddî güçleri çok az olduğu halde savaştılar, putlara ve tâğutlara boyun eğmeyeceğiz diye nice tehlikelere atıldılar. Biz ise çok daha kolay yol biliyoruz. Onlar bilememişler. Veya bu devirdeki bu tür kolaylıkların bir benzerini onlar yapmamakla hata etmişler...” dese, bu sözleri söyleyenlere tepkiniz ne olur? Peki, bunları diliyle söylemeyip davranışlarıyla söylüyorlarsa? Öyle ya, “bugün devlete gidiş yolu ancak budur; günümüzün cihadı böyle olur” diyerek rahat koltuklarda nutuk atma, 4-5 yılda bir oy atma, sonra yan gelip yatma: Al sana modern cihad, sen de böyle yap, ol bir mücâhid, sonra bekle, gelsin Şeriat!
Din tamamlanmış, Kur'an'ın ve Sünnet'in ahkâmı Kıyâmete kadar değişmeden uygulanmayı beklemektedir. “Bugün kâfirler, dininizi söndürebilmekten ümitlerini kestiler; artık onlardan korkmayın, yalnız Ben'den korkun. Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçip ondan râzı oldum.” [121] Asrımızın en büyük bid'atlerinden biri particiliktir. Kâfirler tarafından Batıdan, önce Türkiye'ye, oradan da İslâm âlemi denilen tâğutların hâkim olduğu hemen tüm memleketlere yayılma gösterdiği gibi, dine hizmet, cihad vs. diye takdim edildiğinden tehlikesi çok büyük bir bid'at olmuştur. Çünkü bid'atin târifi: Dine, Peygamberimiz'den sonra sokulan herhangi bir şeydir. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “(Dinde) Sonradan ortaya çıkan her şey bid’at’tır; her bid’at dalâlettir/sapıklıktır ve sapıklık insanı ateşe sürükler.”[122]“Allah (c.c.) bid’at sahibinin, orucunu, namazını, sadakasını, haccını, umresini, cihadını, (hayır yoluna) harcamasını, şâhidliğini kabul etmez. O kılın yağdan çıktığı gibi dinden çıkar.”[123]“Yoksa onların, dinden Allah'ın izin vermediği şeyleri dinî kaide kılan ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal ralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.” [124] Bid'at ve bid'atçılara karşı fıkhî hükümleri de müslümanlar araştırıp öğrensinler.
Müslümanlar! Boş, lüzumsuz, hatta nice yönden zararlı şeylerle vakit geçirip oyalanmayı bırakalım. Dünya inkılâbî hareketlerinin en gerisinde kalan, İslâmî harekette adı bile anılmayan T.C. topraklarında ciddî inkılâbî faâliyetlere girelim ki, şu imtihan dünyasında “Rabbimiz'in “Cihad edenlerle oturanları ayırt etmeden cennette gireceğinizi mi sanıyorsunuz?” [125] hitâbını ve yine “(Ey mü'minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş kavimlerin başlarına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu ve öyle sarsıldılar ki, Peygamber ve onunla beraber iman edenler nihâyet 'Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?' dediler. İşte o zaman (onlara), 'Şüphesiz Allah'ın yardımı yakın' (denildi).” [126] Bu âyette eşsiz bir faâliyet metodu ve terbiye örneği vardır. Müslümanlara dünyada ve dolayısıyla âhirette başarılı olmanın yolu, iman ve şuurla çalışmak, çabalamak, sıkıntılara katlanmak, güçlüklerden yılmamak, daima tembelliği, zevk ve safâyı, rahat ve eğlenceyi tercih eden nefisten, şeytandan uzak olmaktır. Ey müslümanlar! Sıkıntı çekmeden, kurban vermeden zafere ulaşamazsınız, cennete giremezsiniz.
Unutmayın, iktidara gelmek müslüman görünümlü partiler için kesinlikle imkânsızdır. Unutmamak lâzım ki; iktidar olmak ayrı, muktedir olmak ayrıdır. Hükümeti ele geçirmek çok önemli değil, devleti ele geçirmek önemlidir. Hükümet, davulu tutar, tokmağı devlet (askerler başta olmak üzere, bürokratlar, holding sahipleri, medyayı elinde bulunduranlar, Amerika ve İsrâil ve de derin devlet) tutar. İnsanlar, milletvekili seçtiklerini zannederler, aslında birer sekreter seçmektedirler. Uygulatıcılar değildir seçilenler, uygulayıcıdırlar. Bir dâvâ partisi, hiçbir yerde iktidara gelemez. Gelmesi için değişmesi, egemen güçlerin tehlikeli saymaması gerekir. İktidara gelmek için; dinin dışında yollar bulan kalabalıkların çoğunu memnun ederek oy almalısınız ki, o zaman da zâten onların partisi, kitle partisi olmayı kabul etmiş olursunuz. Öyle ya, egemenliği kalabalıklar tâyin ediyor, siz de bunu kabulleniyorsunuz. Aslında Türkiye gibi ülkelerde egemenlik, kayıtsız şartsız paranındır. Paraya sahip olan devlet düdüğünü öttürür. Egemenliğin para babalarından kalan tarafı da halkın değil; yahûdilerindir, askerlerindir, medyanındır. Kimin olursa olsun, Allah'a âit olmadığı müddetçe biz bu tür egemenliği istememeli, reddetmeliyiz. Kaldı ki, iktidar olsanız, bir düdük çalınınca işiniz bitecek.
Neyse... Eski bir şâirin bir şiirini hatırlayalım:
“Muîni zâlimin erbâb-ı denâettir. / Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî-insâfa hizmetten.” (Zâlimlerin yardımcısı ancak alçaklar grubundandır. Çünkü insafsız avcıya hizmet etmekten zevk alan köpektir.) Bu şiirde başka şey kast edilebilir, ama siz İslâm'a göre “zâlim”, “zâlime yardımcı olmak”, “insafsız avcı” ve “köpek karakterliler”i değerlendirme ferâsetinde olun. “Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zâlimlerin tâ kendisidir.” [127]“Zâlimlere az da olsa meyletmeyin. Aksi halde size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sonra da size yardım edilmez.” [128] Bundan önceki âyette de “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” [129] uyarısı yapılır.
Bu particilik konusunda en önemli problemlerden biri, “elfâz-ı küfür” meselesidir.
Oy vererek seçtiğiniz tüm milletvekilleri: “Atatürk ilkelerine bağlı kalacağına, Cumhuriyet'i koruyacağına, laikliği ve rejimi savunacağına...” yemin etmekte, nâmusu ve şerefi üzerine söz vermektedir. Hem de bu yemine tüm vatandaşları şâhit tutmaktadır düzen, televizyon kanallarından naklen vermektedir bu yemin denilen küfür sözlerini. Konuyla ilgili bir hadis-i şerif: “Kim Allah'tan başkası üzerine yemin ederse muhakkak şirk koşmuştur yahut küfretmiştir.” [130]
Bir hadis-i şerif de, “yemin ederken, başka şeye dâir niyet etse, niyeti (nasılsa) sağlam olsa, ne olur?” sorusuna cevap veriyor: “Yemin, yemin isteyenin niyetine göredir” Bir diğer rivâyet: “Senin yeminin arkadaşının seni kendisiyle tasdik ettiği şeye göredir.”[131]
Ayrıca, parti tüzüğünde açıkça “Atatürk ilkelerine ve partiler kanununa... bağlı kalacağınıza” dair yazılı teminat verme ve kendinize tüzük olarak kabul etme durumundasınız. Parti binalarına putların resmini asacak, zaman zaman, bazı bayramlarda seyranlarda anıtkabirlere gidecek, putların karşısında divan duracaksınız. Cumhuriyet Bayramı denilen, Şeriat'ın kaldırıldığı günleri, 23 Nisanları kutlayacak, Cumhuriyet, demokrasiyi, Allah'ın indirmediği kanunları hazırlayan meclisleri öven beyanatlar vereceksiniz. “Atatürk yaşasaydı, bizim partimizden olurdu” diyeceksiniz. Şirk olan düzenin unsurlarına ve düzene sahip çıkan sözler söyleyip uygulamalar yapacaksınız. Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyeceksiniz. Küfrün kurumlarına sahip çıkacak, polisini, ekonomisini... güçlendirecek, yıkılası rejimin iskeletine kan pompalayacaksınız.
Bunların İslâmî hükmünü öğrenmek, tâğut adaylarına olduğu kadar, onları en azından oylarıyla destekleyenler için de şarttır. Kolaylık olsun diye ifade edelim: Zikredeceğimiz âyetin tefsirinde bu konuda hüküm mevcuttur. Meselâ, Elmalılı Hamdi Yazır, tefsirinde şöyle der: “Her kim imanından sonra Allah'a küfrederse, yani kelime-i küfrü (küfür lafızlarını) ağza alır, söylerse -kalbi iman ile mutmain olduğu halde ikrâh olunan hâriç, yani canını veya âzâsından bir uzvunu, telef edilmesinden korkulan bir emir ile ikrâh edilmek (zorlanmak) sûretiyle değil- lâkin küfre sinesini açan, yani ikrâh olunmadığı halde rızâsıyla kelime-i küfrü söyleyen kimseler üzerine Allah'tan bir gazap ve bir de azîm bir azap vardır. Çünkü cürümleri en büyük cürümdür... İkrâh-ı mülcî halinde, yalnız lisânıyla kelime-i küfrü söylemek câizdir.” [132]
Gümüşhanevî'nin Ehl-i Sünnet İtikadı adlı akaid kitabının 69 ve 70. sayfalarında aynen şu cümleler yer alıyor: Bir kimse kendi isteği ile elfâz-ı küfürden bir söz sarfeder de, bu sözün küfür olduğuna inanmadığını veya bilmediğini söylerse, bütün âlimlerce kâfirdir. Zira bilmemek özür değildir. Bir kimse zorlama olmadığı halde, dili ile küfrü icap ettiren bir söz söyler ve kalbi de iman ile mutmain olursa yine kâfirdir.” Diğer akaid, fıkıh ve tefsirlerde de bu konu açıkça beyan edilir. Zorlamanın, yani ikrâhın, mülcî olması, yani ölüm veya uzuvlardan birinin kopacağı kadar bir işkence olmasına ruhsat vardır. Böyle bir şey yoksa bu, zorlama kabul edilmez denir. “Kelime-i küfrü söylemek için ölüm ve âzânın kesilmesinden başkasında şer'î ruhsat yoktur.” [133]
Müslümanlar, zâhire göre değerlendirmek zorundadır. Kalpleri bilen yalnız Allah'ındır. Reagan'ın, Evren'in, İnönü'nü... sözlerine ve davranışlarına (zâhirlerine) göre bakıp müslüman-kâfir diye hüküm verenler, benzeri küfür lâfızlarını sevdikleri şahıslar söyleyince de aynı hükmü vermek zorundadır. Yoksa Efendimiz'in “kalbini yarıp baktın mı?” sözü ile muhâtap olurlar. Önce belirttiğimiz gibi, Mâide sûresi 44, 45, 47. âyetler konusunda da, sevdiklerinizi hangi şer'î ölçüye göre istisnâ edeceğinizi iyi tesbit etmeli ve araştırmalısınız.
Ya T.B.M.M. denilen yere ne dersiniz? Yine önce bir âyet-i kerimeden yola çıkalım: “Allah size kitabında (Kur'an'da) şunu da indirmiştir: Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla eğlenildiğini işittiğiniz zaman, o kâfirlerle beraber oturmayın, tâ ki başka söze dalsınlar (başka bir söze geçmedikçe onlarla bir arada oturmayın). Yoksa, orada kalırsanız siz de onlar gibi olursunuz. Şüphe yok ki Allah, münâfıklarla kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır.”[134] Ve bu âyetin bir öncesi: “Mü'minleri bırakıp, kâfirleri dost edinen münâfıkları acı bir azap ile müjdele. Şerefi, izzeti kâfirlerin yanında mı arıyorlar? Oysa bütün şeref ve izzet tamâmen Allah'a âittir.” [135] Müctehid ve fukahâya göre: Meselâ kumar oynanan, bira içilen bir kahvede, içkili lokantada, içen veya oynayanların yanındaki ayrı bir masada bir müslümanın çay içmesi, yemek yemesi (yanında, aynı mecliste haramı görüp önlemeye çalışmadığı için) câiz olmuyor, haram oluyor. Bu, harama rızâ kabul ediliyor. Harama rızâ haram olur; Küfre rızâ ise küfür. Yanındaki masada içilen haram olan bira veya şaraba seyirci olmaktan çok daha kötüdür “egemenliğin kayıtsız şartsız ulusa âit olduğu” küfür ifâdesine -ki, Kur'an hükmüne tümüyle terstir: “Hüküm (egemenlik, hâkimiyet) ancak (kayıtsız şartsız) Allah'ındır.”[136]- devamlı seyirci olmak. Mescis'i düşünün: Kapı gibi (belki de altından dökme) harflerle tüm milletvekillerinin gözüne sokarcasına, kafasına ve kalbine koyarcasına devamlı, tam karşısına bu hükmü diken meclis. Bu mecliste her Allah'ın günü Allah'la ve O'nun diniyle, hükümleriyle alay etmek, O'nu inkâr edip kaale bile almamak, O'nun hâkimiyetini zerre kadar tanımamanın isbâtı olarak; ilâhlık taslanacak, kanun koymaya, teklif edilmeye çalışılacak, düzenin aksayan yönlerine tedbirler alınacak, nice küfür ve şirk olan kelimeler sık sık söylenecek, İslâm'ı temsil etme konumunda gözüken lidere, İslâmî anlayışa düşmanlıktan dolayı açıkça alay edilecek, müslüman da bütün bunlara rızâ gösterip seyredecek. Seyretmeyip ne yapabilir, dersiniz? Günde binlerce defa değişik ifâdelerle gündeme gelen küfür kelimelerinin hangisine, nasıl tepki gösterecek, hangisi söylenince en azından dışarı çıkacak? Küfür ahkâmının nasıl icrâ edileceği konuşulup, tâğutların Allah'a rağmen kanun koymaya kalktıkları... yerde oturmanın hükmünü müslümanlar mutlaka öğrenmek zorundadır.
Yanlış anlaşılmasın, biz hâricî filân değiliz. Ulu-orta tekfir müessesesinin işletilmesinin, delilsiz olarak, müslümanların birbirlerine, hele grup, hizip ve parti taassubu ile kâfir demelerine şiddetle karşıyız. Biliyoruz ki, karşımızdakine kâfir deyince, o kâfir değilse, söylediğimiz söz bize döner. Biz aşırılığa karşıyız, itidalden yanayız. Hatta mecbur olmadan, ihtilâflı meselelerin, metot tartışmalarının gündeme gelmesini esas düşmanlara karşı gücümüzü azaltacağı için, vahdeti engelleyeceği için tasvip etmeyiz. Evet, küfre düşecek kesin delil olmadan hiçbir mü'mine kâfir demenin câiz olmadığı bilinci içindeyiz. Amma, Kur'an ve hadis-i şerifler ışığında tevhidî akîde çerçevesinde tüm olayları değerlendirmek zorundayız. Bazı kimselerin hatırına veya ihtilâf çıkmasın diye açık şer'î hükümlere ters olan, küfür veya şirk kabul edilen tavırları sergilemekten çekinmenin de vebal olduğunu bilmekteyiz. Yoksa, Kur'an ve Sünnette bu hükümlerin yer almasına gerek olmazdı. Bu konuda kardeşlere tavsiyemiz; açıkça küfrüne şâhit olmadıkları hiçbir şahsı tekfir etmemeleri, ama şahıs ille de ben Kur'an'ın kâfir dediği sınıflardanım diye diliyle veya tavrıyla diyorsa, ona da mü'min demenin kimsenin hakkı olmadığı anlayışıyla hareket etmeleridir. Biz falan veya filân şahsı değil, zihniyeti ve grubu İslâm'a göre eleştirdik, İslâm'ın hükmü, küfür denmesini icap ettiriyorsa, ancak onu dedik. Peygamberimiz (s.a.s.) öyle yapardı. Çünkü “münâfıkların alâmeti şunlardır...”, “şöyle yapan şirke düşmüştür”, “şu câhiliyye alâmetidir”, “şunu söyleyen bizden değildir” veya “kâfirlerdendir” gibi genelleme yapar, açık delil olmadan muayyen bir ismi tekfirden kaçınırdı. Yalnız bu konuda da aşırı gitmemeli, dost-düşman bilinmeli, tebliğ ve dâvet ona göre yapılmalı, tavırlar muhâtabın akîde durumunun bilinmesini gerektireceğinden dolayı, kâfire mü'min demenin de günahı bilinmelidir. Bütün bunlara rağmen, bizim için geçerli olmasa bile, bir te'vil ile İslâmî hükümleri farklı yorumlayan ve açık bir inkâr içinde olmayan kimseleri mü'min kabul etmenin gerekli olduğuna inanıyoruz. Kâfir olma ihtimali olan bir mü'mine kâfir demenin vebalinin, mü'min olma ihtimali olan bir kâfire mü'min demekten daha büyük ve geridönüşlü olduğunu değerlendiriyoruz. Oy verenlerle oy verilenlerin de ayrı değerlendirilmeleri gerektiğini düşünüyoruz.
Oy Verenin Hükmü Konusunda Bazı Âlimlerin Görüşleri
Şankıtiy şöyle demektedir: “Allah hüküm koymada kendine ortak kabul etmez.” [137] âyeti ve benzeri ayetlerden anlaşılıyor ki; Kur'an ve sünnetin dışında kendi heva ve heveslerine göre kanun koyanlara uyanlar Allah’a şirk koşmuşlardır. Bu manayı destekleyen birçok ayet de vardır. Örneğin; Şeytana ve kendi hevalarına göre teşri (kanun) koyarak, haram olan ölü hayvan etini “Allah öldürmüştür” diye helâl sayanlara uyanlar hakkında Allah (c.c) şöyle diyor: “Üzerine Allah’ın adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin. Bunu yapmak Allah’ın yolundan çıkmaktır. Doğrusu şeytan sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldar. Eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz müşrik olursunuz.” [138] Bu âyette Allah’ın haram kıldığı eti helâl sayanlara itaat etmenin şirk olduğu apaçık bir şekilde bildiriliyor. Bu şirk, Allah’ın kanunlarına muhalif olan kanunlar koyanlara itaat edilerek işlenmiş bir şirktir.
“(Ey Muhammed!) Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Tâğuta küfretmeleri (ona inanmayıp onu inkâr edip reddetmeleri) emrolunduğu halde, tâğutun önünde muhâkeme olmak, onların hükümleriyle hükmedilmek istiyorlar. Hâlbuki şeytan onları derin bir dalâlete/sapıklığa saptırmak istiyor.”[139]
Bu zikrettiğimiz âyetlere göre apaçık belli oluyor ki; şeytanın kendilerini kandırdığı ve insanların kafalarından çıkarılmış Allah’ın şeriatine muhâlif kanunlara tâbi olan kimselerin kâfir ve müşrik olduklarında şüphe edenler; hakkı görmek hususunda basireti kör olmuş kimselerden başkaları değildir. [140]
Hasan el-Bennâ: “İhvân yine inanır ki, İslâm’ın getirdiği ve gerektirdiği fikir ve oy verme hürriyeti ile particiliğin gerektirdiği oy verme taassubu, toplulukların karşısına çıkıp oy avcılığı yapma, ümmeti parçalama, birliği bozma ve iktidar gücünün sarsılmasına ve parçalanmasına sebep olma arasında fark vardır ki, İslâm, particiliğin getirdiği bu gibi şeyleri şiddetle haram kılmıştır.”[141]
Seyyid Kutub: “… Bazı müslümanlar câhiliyye toplumuna tâviz verip onun yaşayışına ayak uydurmak sûretiyle politika yapacaklarını ve içlerine girerek İslâ dâvâsına bir şey kazandıracaklarını zannediyorlar. Bunlar, ne İslâm akîdesinin (inancının) karakterini anlamışlar, ne de kalplerin kapısının nasıl açılacağını öğrenmişlerdir.”[142]
“Siz, Allah’ın emrettiği hususlardan yüz çevirip şeriatını terk edip başkalarının sözüne uyarsanız, Allah’ın hükmünün yerine başkalarının hükmüne koşarsanız, işte bu yaptığınız şirktir. Kim bir insanın kendisinden uydurduğu hükümlere itaat ederse, bu hüküm çok küçük ve basit bir mesele dahi olsa o şüphesiz müşriklerdendir. Müslüman olup da böyle bir fiil işleyen doğrudan doğruya İslâm’dan çıkıp şirke girmiş demektir. Ne kadar kelime-i şehadet getirirse getirsin fark etmez… Madem ki o Allah’tan başkasının hükmüne uymakta, Allah’tan başkasının hükmüne itaat etmektedir, bu onun durumunu değiştirmez…”[143]
Muhammed Emin Şenkıtî, Kehf sûresinin 26. âyetine yaptığı tefsirde şöyle demektedir: “Kur’an-ı Kerim’in nasslarından açıkça anlaşılmaktadır ki, şeytanın dostları vasıtasıyla koydurduğu, İslâm şeraitine muhâlif beşerî kanunlara tâbi olanların kâfir ve müşrik olduklarından ancak onlar gibi Allah’ın basiretlerini kör ettiği, vahyin nurundan kör olan kâfir ve müşrik kimseler şüphe ederler.”[144]
Said Nursi: “Partiler muzırdır (zararlıdır); çünkü, meleği şeytan, şeytanı melek gösterir. Seviyye-i irfan bir olmadığından, fırkalar da (pardiler de) husûmet, taassub ve taraftarlık intâc eder (meydana getirir).”[145]
Mehmed Zahid Koktu: “Partiler hiç de doğru olmayan teşkilatlardır; Zira, birinci zararları, memleketteki vahdeti, birliği bozmaktır. Herkes mensub olduğu partiye, onu müdafaa sadedinde çok gayret sarfeder; muhâlifi olan partiyi devirmek ister ve onu haksız çıkarmaya çabalar. Bu hususta yalan yanlış her türlü propagandayı meşrû sayar.” [146]
Necip Fâzıl Kısakürek: “Bîçare demokrasi karanlıkta körebe / Parti, bölücü âlet; Batıdan bize hîbe!”
Şeyhul İslâm Mustafa Sabri Efendi şöyle der: “Şayet hükümet dinin hudûdundan çıkar ve ‘dine tâbi olmak fertlerin işidir’ derse, bu söz dini devletten ayırmaktır. Bu da hükümetin irtidadıdır. Böyle bir hükümetten râzı olan ümmet de irtidat etmiştir. Bu hükümete itaat edenler tek tek mürtedleşmiştir. Bunların hepsi, şu âyetin kapsamına girmektedir: “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” [147]
Seyyid Kutub şöyle der: “… Allah’a ortak koşmak, sadece yasama hakkını Allah’tan başkasına vermekle de tahakkuk eder. Böyle bir fiil, sahibini müşrik yapmaya kâfîdir.”[148]
Allâme İbnu’l Arabî şöyle der: “İster şaka isterse ciddi olsun fark etmeksizin küfür lafzını söyleyen kimse küfre girer. Ümmet arasında bu konuda hiçbir görüş ayrılığı yoktur.”[149]
Ebû Bekir el-Cessas ise şöyle der: “İkrâh hali olmaksızın küfür lafzını şaka ya da ciddi olarak ikrar eden bir kimse kâfir olur.”[150]
Allâme Keşmirî de şöyle der: “Kim ciddi ya da şaka olarak küfür kelimesini söylerse kâfir olur. O kişinin inancına bakılmaz.”[151]
Abdullah Azzam şöyle diyor: “Allah’ın şeriatını tümüyle reddetmek insanların kanlarıyla, ırzlarıyla ve mallarıyla ilgili konularda kâfirlerin kanunlarıyla hükmetmek, daha sonra da müslüman olduğunu iddia etmek sahabenin aklından geçmiyordur.”[152]
Aliyyu’l Kari şöyle der: “Kişi, mânâsını bilerek, ikrâh hali olmaksızın inanmadan dahi küfür kelimesini söylerse ona kâfir hükmü verilir.”[153]
Allâme Keşmirî de şöyle der: “Kim ciddi ya da şaka olarak küfür kelimesini söylerse kâfir olur. O kişinin inancına bakılmaz.”[154]
İslâm’da gerçeğin ölçüsüve yegâne hak, Allah’ın Kitabı ve Rasûlü’nün sünneti olduğundan, herkesin bu hükümleri kabul etmesi gerekir. Kim kendiliğinden birtakım sözler ortaya koyar ve kendi anlayışına göre bazı kurallar ortaya atarsa ve bunu kendi anlayışı, hatta dini yorumlayışı sonucunda ileri sürerse, bu söylenenler Rasûlün getirdiklerine arz olununcaya kadar ümmetin ona uyması ve anlaşmazlıklarında onun hükmüne başvurması gerekmez. Eğer Rasûlün getirdikleri ile çatışmaz ve uygun düşerse, doğrulukları belgelenirse ancak o zaman kabul edilir; fakat Rasûl’ün getirdiklerine aykırı olursa o zaman bunların reddedilmesi gerekir. [155]
Mevdûdi diyor ki: “Demokrasi insanın ilâhlaştırılması, kitlelerin egemenliğidir. Demokraside yasama halkındır. Halk parlamentoda milletvekillerinin çoğunluğu ile temsil edilir. Parlamentonun yaptığı kanunlar bütün halk için bağlayıcıdır. Bu nedenle demokrasi, Allah’a şirk koşmaktır ve açık bir küfürdür. Çünkü Allah’ın yasama hakkını alıp insanlara vermektedir. Hâlbuki Allahu Teâlâ: “Hüküm ancak Allah’ındır. O size ancak kendisine ibâdet etmenizi emretti.” [156]buyurmaktadır. Parlamento kararlarının Allah’ın adıyla değil de insanların adıyla çıkmış olması, demokrasinin küfrünü göstermeye yeterlidir. Demokratlar bu yaptıklarıyla halkı Allahu Teâlâ’nın yerine koymaktadırlar. Bu nedenle demokrasi, Allah’ı bırakıp insanları ilâhlaştırmanın bir şeklidir. Alluhu Teâlâ; “Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler edinmeyelim”[157] buyruğu ile onu haram kılmıştır.”[158]
Seyyid Kutub şöyle der: “Allah’a ortak koşmak, sadece yasama hakkını Allah’tan başkasına vermekle de tahakkuk eder. Böyle bir fiil, sahibini müşrik yapmaya kâfidir.”[159]
İmam Taberî: “Allahu Teâlâ kendi kanunlarından hâriç kanun yapanların kâfir olduğunu haber veriyor.” diyor.[160]
Abdullah Azzam diyor ki: “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen, Allah’ın şeriatına ve Rasûlullah’ın sünnetine taban tabana zıt kanun koyan, o kanunu uygun gören, destekleyip imzalayan kimseler kesinlikle kâfir olurlar ve İslâm milletinden çıkarlar. Allah’ın indirdikleri dışında kanun yapmak insanı kesinlikle dinden çıkarır. İslâm’a zıt sadece tek bir kanunu dahi desteklemek, doğrulamak, imzalamak, parlamentonun hakkı değildir. Kim ki İslâm’a zıt sadece tek bir kanunu dahi uygun görürse -erkek ve kadın eşittir, gibi- İslâm milletinden çıkar.”[161]
Mahmud Şâkir: “Allah’ın şeriatına muhâlif kanun koyanların küfründe zerre kadar şüphe yoktur.”[162]
Abdülkadir Udeh: “Çağımızda İslâm şeriatını değil de, onun yerine, insanların koymuş oldukları kanunları uygulamak, bugün küfrün en bâriz örneklerindendir.”[163]
Seyyid Kutub: “Bir kimsenin Allah’ın şeritanı hükümsüz hale getirmesi, başka bir kaynağın hükümlerini tatbikata koyması yahut Allah’tan başka herhangi bir kimseye hâkimiyet hakkı tanıyarak onun bu konuda söz sahibi olduğunu kabul etmesi… Evet, sadece bu kadarı dahi bir kimsenin kâfir olması için yeterli bir fiildir. Hâkimiyet yetkisini kendi üzerinde gören bir kimse, bu hareketinden dolayı Allah’ın dininden çıkmış olur. Aynı şekilde hâkimiyet vasfına sahip olduğunu iddia eden kimsenin bu iddiasını kabul edenler de küfre girmişlerdir.”[164]
Muhammed Kutub: “Allah’ın kanunundan hâriç kanun yapan İslâm milletinden çkar. Bu konuda tüm fukahâ ittifak etmiştir. Acaba dâvetçiler Allah’ın hükümleri dışında kanun yapmanın imandan çıkardığını ve bu kanunlardan râzı olmanın küfür olduğunu öğrenmediler mi?[165]
Muhammed Kutub: “Böyle parlamentolara girmek bazı kaymalara sebep olur. Dâvâya karşı büyük tehlike ifade eder. Öncelikle böyle parlamentolara girmek akîdeyi bozar. Bir müslümanın dini ona: ‘Allah’ın şeriatı dışındaki tüm kanun ve yasaları reddet. Beşerî sistemlerin hepsi cahilî sistemlerdir. Bu beşerî sistemleri kabul etme ve bunlara rızâ gösterme’ der. Buna rağmen bir müslüman, Allah’ın şeriatını reddeden kendi istekleri doğrultusunda kanun vaz’ eden parlamentoda nasıl olur da onlarla oturur? Nasıl onlarla birlikte hükümet kurar? Bir müslüman nasıl onların ilkelerini kabul ettiğine dair söz verir ve yemin eder? Hâlbuki Allah Teâlâ kitabında şöyle buyurmaktadır: “O (Allah), Kitab’da size şöyle indirmiştir ki: Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiği yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar (başka konuya geçinceye kadar) kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz.”[166] Kesinlikle bilinmelidir ki; bu gibi şeyler İslâm akîdesine apaçık terstir.”[167]
Said Havva: “Şehâdet kelimesini bozan hallerden bir tanesi de Allah’tan başkasına teşrî’, hâkimiyet, emretme ve nehyetme yetkisi vermektir. Çünkü Allah Teâlâ Kur’an’da “Hâkimiyet ancak Allah’ındır.”[168] buyurmaktadır. Bu hususa öncelikle demokrasi girmektedir. Zira demokrasi parlamentolarda çoğunluğun hevâ ve hevesine dayalı bir şekilde kanun koymaktır ki, bu da direkt olarak teşrîdir. Ve şirkin ta kendisidir.[169]
Kurtubi şöyle diyor: “Ebu Ali dedi ki: ‘Allah’ın kanunlarından yüz çevirip onların dışında başka hükümleri isteyen kâfir olur.” [170].
İbn Teymiye şöyle diyor: “Bütün âlimlerin ittifakıyla; her Müslümanın bilmesi gerekir ki; Her kim İslâm'dan başka bir dine tâbi olur veya Muhammed’in (s.a.s) şeriatından (kanunundan) başka şeriatlara (kanunlara) tâbi olmayı serbest bırakıp câiz görürse kâfir olur.”[171]
“Rabbine andolsun ki aralarında ayrılığa düştükleri şeylerde seni hakem tayin etmedikçe, verdiğin hükümden dolayı kalplerinde hiçbir sıkıntı duymadan teslim olmadıkça onlar iman etmiş olmazlar.” [172]
İbn Kesir, Nisâ sûresi 65. âyetinin [173] tefsirinde şöyle diyor: “Allah (c.c.) tüm işlerde Rasûlullah’ı (s.a.s.) hakem tayin etmeyenin iman etmiş olmayacağını kendi adına yemin ederek belirtiyor. Allah’ın rasulü (s.a.s.) hükmederse o haktır. Zahiren ve batınen yalnız ona bağlanmak gerekir.” [174]
İbni Kesir,“İhtilafa düştüğünüz her meselede hüküm verecek olan Allah’tır.”[175] âyetinin tefsiriyle ilgili şunları söyler: Yani Allah ve rasûlünün verdiği hüküm haktır. Hakkın dışında sapıklıktan başka ne vardır? Bu sebeple Allah, bu âyetin hemen ardından: “Eğer Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız” buyurmaktadır. O zaman bu; “Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız aralarınızda olan ihtilaflarda, anlaşmazlıklarda çözümü Kur'an ve sünnetten isteyin ve o iki kaynağı hakem tayin edin” demektir. Bu âyetler gösteriyor ki yalnız Kur'an'a ve sünnete muhâkeme olmayan kişi Allah’a ve âhiret gününe iman etmiyor demektir. [176]
İbn Kesir, bir başka eserinde şöyle diyor: “Kim Muhammed’e (s.a.s) inen şeriatı bırakıp bunun dışında neshedilmiş (iptal edilmiş Tevrat ve İncil gibi) şeriatlere bağlanırsa küfre girer. Kur'an ve sünnete muhakeme olmayıp da Ye'sak'a (Yes’ak: Cengizhan’ın Kur’an, Tevrat, İncil ve Kendi düşüncesinin bir sentezi olarak ortaya koyduğu bir yasadır.) muhakeme olanın hükmü nedir? Şüphesiz ittifakla küfürdür.” [177]
“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, rasule itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer birşeyde çekişirseniz Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız onun çözümünü Allah'a ve rasulüne bırakın. Bu en hayırlı ve netice itibarıyle en güzeldir.” [178]
İbn Kesir bu âyetin tefsirinde şöyle diyor: “Bu ayet apaçık bir şekilde; ihtilaf vukuunda Kur' an'a ve sünnete muhakeme olmayan kişinin Allah'a ve ahiret gününe iman etmediğini gösteriyor.” İbni Kesir (r.a)'in sözünü görüyor musun? Ne kadar imanlı olduğunu iddia etse de Kur'an ve sünnete muhakeme olmayan kişinin imandan çıktığını söylüyor. Dolayısıyla ondan sonraki ayet bu meseleye ihtilafa mahal bırakmayan kesin bir hüküm getirmektedir. Yani; iman iddiasıyla beraber Kur'an ve sünnetin hükümlerini bırakıp başka hükümlere başvurmak yalan bir iddiadan başka bir şey değildir.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:“Ey Muhammed! Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Reddetmekle emrolunmuşken tağuta muhakeme olmak istiyorlar. Oysa şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak istiyor. Onlara: “Allah'ın indirdiğine (kitaba) ve rasule gelin (onlara başvuralım)” denildiği zaman münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün.” [179]
Bu âyetlerden anlaşılıyor ki; tağuta muhakeme olmak ile Allah'a iman birarada bulunamaz. Böyle bir iddia geçersizdir. Çünkü tağuta muhakeme (Allah'ın kanunlarından başka kanunlara muhakeme) iman değildir. Sapıklığın ta kendisidir. Allah (c.c) bu ayetin devamında; Allah'ın şeriatine muhakeme olmamanın ve muhakeme olmak isteyenleri engellemenin, kalbinde iman olmayan münafıkların sıfatlarından olduğunu bildiriyor. Daha sonra gelen ayette de Allah (c.c), rasullerin yalnız tebliğ için değil, hem tebliğ etmeleri, hem de kendilerine itaat olunmaları için gönderildiklerini belirtiyor.
“Biz rasulleri Allah'ın izniyle kendilerine itaat edilsin diye gönderdik.” [180]
Sonra, “Hayır Rabbine andolsun ki aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin etmedikçe, sonra haklarında verdiğin hükümden dolayı kalplerinde bir sıkıntı duymadan kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar.” [181] ayeti tam yerinde geliyor. Nefislerde hiçbir tartışmaya mahal bıraktırmayan bir hükümle geliyor. İşte bu hüküm; İslam şeriati dışında başka kanunlarla muhakeme olan kimsenin imanının sözkonusu olamayacağı gerçeğidir. Bütün bu anlatılanlar ve zikredilen âlimlerin yasama sultasına ilişkin izahlarından sonra şu gerçek apaçık olarak ortaya çıkmaktadır; İslâm'ın dışındaki tüm idari nizamlar, hayat sistemleri küfürdür, tağutidir, çağdaş tağutları temsil etmektedir. Onları inkâr etmek, tekfir etmek, tanımamak ve onlardan uzak durmak gerekir. Aynı şekilde onları destekleyenler de tekfir edilip reddedilmelidir.
Şu apaçık bir gerçek ki; Kur'an ve sünneti bırakıp insanların hayatlarını düzenleyen beşeri mahreçli kanunları her kim vaz'eder, va'zedilmesine katkıda bulunur, yasalaştırır, tatbik eder ve reddetmezse kâfirdir.
Bu durumda yasama meclisi (ki teşrii de bulunur) yasamayı tasdik eden parlamenterler, uygulama safhasına koyan yürütme organları (ki bakanlar bu çerçevededir) ve yürütme organı başkanı, yürütme organının yapısı içinde yer alan hâkim, savcı ve avukatlar, yine bu kanunlara dayanarak soruşturma yapan istihbarat ve güvenlik kuvvetleri ve kâfir sistemi koruma ve kollamayla görevli olanlar kâfirdirler.
Halka gelince, her kim böyle bir şeye rıza gösterir ve inkâr etmezse, nemelazımcı bir tavır takınırsa kâfir olur. Çünkü bu insanlar küfrün tahakkümüne rıza göstermekte, İslam şeriatının kaldırılmasına, uygulanmamasına ilgisiz kalmaktadırlar. Hatta bazıları Müslüman olduklarını iddia etseler bile. Onların kâfir oluşu tağutu inkâr etmemelerinden kaynaklanmaktadır.
İşte bazı İslâm âlimlerinin görüşleri budur! Evet, Allah'ın kitabı ve rasulünün sünneti dışında ister yargılayan (hüküm veren), ister yargılanan (muhakeme olunan) olsun Allah'ın hükmü dışında bir hükme râzı olan, bu hükmü kendi rızası ile kabule yanaşan veya reddetmeyen kesinlikle kâfirdir. İster fert, ister devlet olsun hukuki, iktisadi, içtimai ve siyasi bir konuda Allah (c.c.) ve rasulünün (s.a.s.) şeriatı dışında adı ne olursa olsun, herhangi bir şeriata (kanuna) muhakeme olmaya rızâ gösteren başka bir deyimle kendi isteği ile muhakeme olan kâfirdir.
Bu konuda önemli bir noktaya değinmek gerekir:
İslâm’la çelişmeyen idari kanunları tatbik etmek ayrı, haramı helâl, helâlı haram yapan kanunları tatbik etmek ayrıdır. Birincisi câizdir, ikincisi ise küfürdür. İslam ile çelişmeyen idari kanunlardan kasıt; haramı helâl, helâlı haram yapmayan, fertlerin menfaatini ve topluluğun düzenini sağlayan idari kanunlardır. Trafik, binaların şekli, yolların şekli, su dağıtma şekli, mahallede bulunanların kaydedilmesi, işçilerin tanzimi, fabrikalar kurma vb. ve düzenleme gibi halkın genel maslahatına uygun olan ve şeriate karşı gelmeyen kanunları yapmak ve uygulamak câizdir.
Emin Şankıtiy şöyle diyor: Hevâ ve heveslerinden kaynaklanan Kur'an'a zıt olan kanunları uygulamak ki bu açık bir küfür ile Kur'an'a ve sünnete zıt olmayan, insanların hayatını düzene sokan kanunları uygulamak arasındaki farkı ayırmak lazım. Kanunlar iki türlüdür: İdari ve şer'i kanunlar. İdari kanundan maksad; İnsanların durumlarını Kur'an ve sünnete muhalif olmayacak şekilde düzenlemektir. Bu gibi kanunların insanlar tarafından konulması câizdir. Sahabeler ve ondan sonra gelen Müslümanlar da bunu yapmışlardır. Ömer b. Hattab Rasûlullah (s.a.s) zamanında olmayan bunun gibi idari birçok kanunlar koymuştur. Örneğin; Askere katılanlarla katılmayanları tespit etmek için askerlerin kaydedilmesi gereken bir kuruluş kurmuştur. Hâlbuki Rasûlullah (s.a.s) böyle bir şey yapmamıştır. Dolayısıyla Ka'b İbn-i Malik ve onun gibi Tebük savaşına katılmayan kimseleri ancak sonra öğrenebilmiştir. Ayrıca Ömer b. Hattab Saffan b. Umeyye'nin evini hapishane yapmıştır. Hâlbuki Rasûlullah (s.a.s) ve Ebu Bekir zamanında hapishane yoktu. İşte bu gibi İslam'a zıt olmayan ve insanların hayatını düzene koyucu kanunları koymak câizdir. Şeriate muhalif olmayan işçilerin işlerini düzenleyen kanunlar koymak da bunlardandır. Fakat gökleri ve yerleri yaratan Allah'ın şeriatine muhalif bir kanun koymak ve bunu insanlara uygulamak bu gökleri ve yeri yaratanı inkârdır, küfürdür. Mirasta erkek ve kızın eşit tutulması, tek hanımla yetinme, boşanma gibi hususlarda yeni kanun koymak, recim cezasını kaldırmak, hırsızların elini kesme cezasını değiştirmek ve bunun gibi şeriatte bulunan cezaları ortadan kaldırmak ve bu cezalar hakkında: “Artık bunlar zamanımıza uymaz” demek gökleri ve yeri yaratanı inkâr etmek demektir. Böyle yapmak Allah'ın koyduğu nizama başkaldırmaktır. Hâlbuki Allah (c.c) insanların maslahatını en iyi bilendir. Teşri konusunda Allah (c.c.) ortaktan münezzehtir. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “Yoksa onların Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşru kılacak ortakları mı vardır?” [182]; “De ki: ‘Allah'ın size indirdiği rızkın bir kısmını haram bir kısmını helâl kıldığınızı görmüyor musunuz?’ De ki: ‘Size Allah mı izin verdi. Yoksa Allah'a karşı yalan mı uyduruyorsunuz?” [183]; “Diliniz yalana alışmış olduğu için her şeye bu haram, bu helâl demeyin. Zira Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah'a karşı yalan uyduranlar ise şüphesiz saadete erişemezler.” [184]
İslâm'ın dışındaki tüm idari nizamlar, hayat sistemleri küfürdür, tâğutîdir, çağdaş tağutları temsil etmektedir. Onları inkâr etmek, tekfir etmek, tanımamak ve onlardan uzak durmak gerekir. Aynı şekilde onları bilinçli olarak destekleyenler de tekfir edilip reddedilmelidir.
Kur'an ve sünneti bırakıp insanların hayatlarını düzenleyen beşerî kanunları kim koyar, böyle kanunlar konulmasına katkıda bulunur, yasalaştırır, tatbik eder ve reddetmezse kâfirdir.
Bununla birlikte sadece oy verdiğinden dolayı halkı tekfir etmenin doğru olmadığını birkaç sebepten dolayı, bu konuda hüküm vermemeyi doğru görüyorum. Halk, bu konuda cahildir, cahillik de özellikle İslâm’ın hâkim olmadığı zaman ve yerlerde mazeret teşkil eder. Dolayısıyla onlar hakkında hüküm vermede acele edilmemelidir. Zira bir şeyin mahiyetinin bilinmemesi, hükmün verilmesine engel teşkil eder. Ayrıca, halkın İslâm âlimi kabul ettiği nice şahısların, oy vermeyi câiz görmeleri, bu konu hakkındaki şüphelerin artmasına ve konunu içinden çıkılmaz hale gelmesine sebep olmuştur.
Ebu Katade bu konu hakkında şöyle der: Kanaatime göre seçimlere katılanların hepsi kâfir olmaz Bunun sebepleri ise:
Birincisi: Kanunlarında belirtilen seçim mahiyeti toplumun önde gelen birçokları tarafından bilinmediğinden dolayı hiç şüphesiz ortada cehalet özrü bulunmaktadır. Bu nedenle seçimlerin mahiyetini anlayan kardeşlerimizin, diğer insanlar hakkında hüküm vermeye çalışırken onları da bu konuda kendileri gibi sanarak hüküm vermeye kalkışmamaları gerekir. Özellikle seçim konusunun sonradan meydana çıkan bir hadise olması ve selef tarafından üzerinde durulmaması nedeniyle halkın bu konuda yeterince bilgi sahibi olmaması, onlar için mazeret teşkil eder. Dolayısıyla onlar hakkında hüküm vermede acele edilmemelidir. Zira bir şeyin mahiyetinin bilinmemesi, hükmün verilmesine engel teşkil eder.
Ebu Basir bu konuda şöyle diyor: Müslümanlardan milletvekillerine oy verenlerin hükmü şöyledir:
1) Oy vermek fiil olarak Allah Teâlâ’nın dininde küfürdür. Çünkü Allahtan başka bir mahlûkun ulûhiyyetine ve seçimlerin önceden belirtmiş olduğumuz yanlış yönlerine rıza ve kabul içermektedir.
2) Bu fiili işleyen kişinin ise iki hali vardır. Birincisinde muayyen olarak kâfir olur. İkincisinde ise mazeret ve tevilden dolayı kâfir olmaz.
Birincisi; oy verenin muayyen olarak kâfir olduğu hal: Kişinin kendi sözünden veya halinden milletvekilinin mecliste yaptığı işin gerçeğini, düştüğü şeri yanlışları, şeriatla çeliştiğini bilip de, buna rağmen hür ve isteyerek seçimlerde milletvekiline oy verdiğini gördüğümüz zaman. Yani bu kişi milletvekilinin, Allahtan başka kanun koyma özelliği olduğu ve teşrii yapma hakkı olduğu için oy vermektedir. Böyle bir kişinin muayyen olarak tekfir edilmesi kaçınılmaz bir şeydir.
İkincisi; oy verenin muayyen olarak tekfir edilmediği hal: Bu halde bu kişiye cehalet ve muhalefet ettiği konudaki âcizliği gideren şer’î delil kendisine ulaşana kadar bu kişi mazeret ve te’vil kapsamındadır. Bu durum söz konusu çirkin fiile katılan insanların çoğunluğunun halidir. Yani oy veren kimsenin sözünden veya halinden milletvekilinin işinin gerçeğini ve düştüğü şer’î yanlışları bilmediğini gördüğümüz zamandır. Bilakis bu insan demokrasinin hocaları ve davetçilerinden işitmiş olduğu sözlerden, demokrasinin güzel ve parlak olduğunu sanmakta ve ona göre seçimlere katılıp oy vermektedir. Böyle bir kişinin tekfir edilmesinden sakınmak kaçınılmaz bir şeydir. Şer’î hüccet/delil ikame edilene kadar ona öğretmek ve işlerin gerçeğini göstermek gerekir.
Mutlak bir şekilde aktarmış olduğumuz ayrıntılara bakmadan ikinci kategoriye giren kişileri tekfir, yerilen aşırılığın bir çeşididir. Aynı zamanda âkıbeti ve sonucu iyi olmayan, ilimsizce Allah’ın dininde cüret etmektir. Buna binaen halkın maksatlarına riayet etmeden hamasetli kardeşlerin vermiş olduğu; seçimlere katılan insanların genelini tekfir eden fetvaları kabul etmiyoruz ve ondan râzı değiliz.
Tekfir konusu dikenli, dikkate, ilme, takvaya, ictihada, titiz davranmaya ve meselenin gerçeklerinin bilinmesine ihtiyaç duyan bir meseledir. Bunun için bu ilmi yeni öğrenmiş kişilerin muayyen insanlara küfür hükmü ve fetva vermeye cüret etmesini doğru bulmuyorum. Kişinin mesele olarak fiilin küfür olduğundan bahsetmesiyle yetinmesini, insanın dini ve nefsinin selameti için gerekli olduğunu düşünüyorum.
Bir şahsın şerri (kötülüğü) ve zararı yaygın olduğu halde, hakkında islam hükmünün bilinmesi gerekiyorsa -illaki bazı durumlarda zaruri olacaktır- ilim ve dirayet ehline sorulur. Çünkü fetva onlara aittir. Bu konuda ehil olanlar onlardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz.” [185]
Tavsiye ettiğimiz davranışlar tekfir edilmesi vacip olan kâfiri, yani onu tekfir etmeyen veya küfründe şüphe eden kimsenin kâfir olduğu kişiyi tekfir etmekten çekinmek değildir. Ancak bu meselede durmak ilimsizce müteşabih ve problemli konulara girmekten çekinmek babındandır. Selamet; nefsi onu ilgilendirmeyen veya ihtisası olmayan şeye sokmamayı gerektirir. (Bir arab atasözünde şöyle der) ''Şeyi bilmeyen kişi onu bulmayan kişi gibidir. Dolayısıyla şeyi bulmayan onu veremez. (Yani kişi sahip olamadığı bir şeyi veremez.) Selamete denk tutulacak bir şey yoktur. [186]
Şeyh Makdisi Oy kullanma fiilinin küfri yönlerini saydıktan sonra şöyle dedi:
''Meclislerin görevinin, insanlara hizmet vermek olduğunu düşünüp kandırılarak oy verenleri tekfir etmediğimiz gibi, akrabalarını veya tanıdıklarını bu sebeple başa getirmek için oy veren avamları tekfir etmiyoruz... Ancak ister yaşlı olsun isterse başkaları olsun küfrî kanunlar koyan meclislerin gerçek yüzünü bilmemektedirler ve teşrii hakkına sahip olan sahte rableri seçmek için bu seçimlere katılmamaktadırlar. Bunların yerine sorunlarını çözecek, kendilerine veya bölgelerine hizmet edecek birilerini seçmek için bunu yapmaktadırlar. Onların çoğunun kastı ve muradı böyledir. Bu şekilde oyunu tasvir etmekte ve oynamaktadırlar.
Dolayısıyla tevhidin aslına sahip olup tâğutu ve şeriatını inkâr eden kimse bu zan ve kast ile seçime katılırsa deriz ki; yaptığı amelin zahiri küfürdür. Çünkü yaptığı ameli açıklamadığı sürece ne kast ettiğini bilemeyiz. Hâkimiyeti Allaha değil, halka veren demokrasi oyununa zahiren katılanlar küfür amellerinden bir amel işlemişlerdir. Ancak insanların hallerinde zikrettiğimiz karışıklıklar bulunduğu için küfür hükmünü avamların muayyenlerine indirmiyoruz.
Ta ki onlardan birisi kanun koyanları seçmeyi ve gerçeğin ne olduğunu bildiği zaman (onu tekfir etmek söz konusu olur.) Aksi takdirde kanun koyan bu meclislerin hakikati kişiye beyan edilene kadar tekfir edilmez. Bundan sonra ısrar ederse ona muayyen olarak küfür hükmü vermekten çekinmeyiz.
Dolayısıyla kim kanun koyma hakkını kendisine veya başkasına vermeyi kast eder ve isteyerek çabalar ise hemen kâfir olur. Çünkü küfür fiiline niyet etmekte, hatalı olmadan bilerek ve isteyerek onu seçmektedir.
Aynı şekilde intifaul kast (kasıtsızlık), sakallı milletvekillerinin bazısı tarafından kandırılan cahil ve avamların çoğunun haline uymaktadır. Bu milletvekilleri hakkı batılla karıştırırlar. Allah’ın şeriatını hâkim kılmaya davet ederler. Parlamentoya girmelerinin gayesinin bu olduğunu söylerler. Seçim afişlerine yalan ibareler ve ''çözüm İslâm’dır'' diye parlak, kandıran şiarları yazarlar. Bunun gibi boş vaatlerle avamları kandırırlar.
Yaşlılar veya avamlardan getirilip, kandırılıp, bu sakallıları seçtiği veya oy verdiği takdirde Allah’ın şeriatının hâkim olacağı anlatılıyorsa, aynı zamanda onların kanun koyan küfri amellerinin hakikatini bilmiyorsa, parlamentonun hakikatinin kanun koyan bir meclis olduğunu bilmiyorsa, Yani anayasanın açıkladığı gibi hâkimiyet ve kanun koymayı millete sarf etmek için değil, Ancak ona anlatıldığı gibi Allah’ın râzı olduğu islamla hükmetmek isteyenleri seçmek için bunu yapıyorsa, bu kişiler küfür fiiline düşen ya da düşürülen cahil, sapık insanlardır. Ancak bu insanlara kanun koyan bu meclislerin hakikatini, milletvekillerinin yapmış olduğu vazifenin hakikatini ve sürüklenmiş oldukları oyunun hakikatini bildirene kadar onların muayyen fertlerini tekfir etmiyoruz. Bütün bunları bilipte bu küfri dine katılmaya, üzerinde birleşmeye ve kanun koyanları seçmeye ısrar ederlerse onları tekfir etmekten çekinmeyiz.
Bu ayrıntıyı bilmek kaçınılmaz bir şeydir. Yani burada söz konusu mazeret veya küfür hükmünü muayyenlere indirilmesini engelleyen mani ''intifaul kasttır''(kasıtsızlıktır)İntifaul kastın sureti: bir kişinin mubah ve hatta haram bir şeyi yapmayı kast ederek veya isteyerek; kastı veya seçmesi olmadan küfre ve şirke düşmesidir. Bu hatanın kaynağı meclislerin hakikatinin bilinmemesidir. Bize göre mani olan, kanun koyanı seçmek, kanun koyma hakkını ona vermek kastıyla birlikte kanun koymakta itaat etmenin büyük küfür ve şirk olduğunu bilmemek değil; (meclislerin hakikatini bilmemektir.) Önceden geçtiği gibi Peygamber (s.a.s.) bu babda (tevhidde) mâzeret hakkı vermemiştir.
Yine şu meselede dikkatli olmak gerekiyor ki: tek meselede olsa kanun koyanlara yapılan itaat ancak kanun koymak ve küfür konusunda yapılan itaat olduğu zaman küfür olur. Aksi takdirde mubahta ve masiyette bu kanun koyanlara yapılan itaat küfür olmaz. [187]
Demokrasi oyunu neredeyse islam ülkelerinin çoğunda oynanmaktadır. Halkın büyük bir kısmı bu oyunun içindedir. Yine Müslümanların yaşadığı ülkelerin çoğunda dinin giysilerini giyip İslâm’ı istismar ederek şeriat getireceğiz diye insanların dinini bozan münafıklarda vardır. Örnek: Mısır, Ürdün, Suriye, Pakistan vs. gibi ülkeler Hatta Türkiye’de İslâm’ı istismar ederek iktidara gelen şahısların benimsediği fikrin babaları Mısır’da ve Ürdün’de çok yaygın olan İhvan-ı müslimindir. Bundan dolayı cihad âlimlerinin yapmış olduğu ayrıntılar Türkiye için de geçerlidir.
Abdul Mun’im Mustafa Hâlime ise şöyle söylemektedir: “Asıl tehlike parlamentoya girmek değil, asıl tehlike bazı kaymalar ki bunlar İslam’ın kabul etmediği akideyi bozan şeylerdir.
Birincisi: Parlamentoya giren milletvekili gayri islami sistemi kuracağına söz verir ve yemin eder. Bu apaçık akideyi bozan bir konudur. Zira zorlama olmadan küfür maddelerini kabul etmek imanı bozar. Bu kişilerin suçu hayatını tanzim etmek için tağutların mahkemesine başvuranlardan daha kötüdür.
İkincisi: Parlamentoya giren kişi Allah’ın dinine düşmanlık eden parti ve şahısların meşruluğunu itiraf etmeye mecbur kalır. Hangi parti oy çokluğuna sahip olursa memleketi o idare eder. Tüzük ve düşünceleri ne olursa olsun fark etmez. O partinin meşruluğunu kabul etmeye mecbur kalır. Mâlum bu kabuller imanı bozar ve yok eder.
Üçüncüsü: Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen kâfir hâkimlere itaat etmektir ki, bu da vela ve bera akidesi ile resmen çelişmektedir.
Dördüncüsü: Tüm yapılan kanunlar çoğunluğa bağlıdır. Yani çoğunluk ne derse o olur. Çoğunluk helâli haram, haramı da helâl kabul ederse çoğunluğun dediği haktır. Bu da apaçık bir şekilde İslam akidesine terstir. Zira bu atmosferde şeriatın hükümleri ile tağutun hükümleri aynı konuma girerler. Çoğunluğun dediği olur deyip de Allah’ın hükmünden yüz çevirmek açıkça insanları iman dairesinden çıkarır. Velev ki bu suçu işleyen insanlar dilleriyle defalarca “ben müslümanım” dese de fark etmez.” [188]
Mustafa Çelik bu konuda “Dar’ul Erkam Dar’un Nedve” çarpışması isimli eserinde şunları söylemektedir: “Bugün Dar’un Nedve çağdaş parlamento türünden devam etmektedir. Her müslüman bilmelidir ki; Dar’un Nedve insanların hayatını cüce ilahların iradesine bağlayan parlamentodur. Kısaca Dar’un Nedve insanların iradesinin Allah’ın iradesine tercih edildiği çağdaş müşriklerin bir parlamentosudur.” [189]
Bu noktada şunu da belirtmekte fayda vardır. Rasulullah (sav) hayatının ne risalet öncesi döneminde ne de risaletten sonraki döneminde kesinlikle bu Dar’un Nedve’ye girmemiş, onların hiçbir ilke ve maddelerini kabul etmemiştir. Dar’un Nedve’nin isteklerine karşı asla taviz vermemiş, onların isteklerini “Sizin dininiz size, benim dinim banadır” temel ilkesiyle karşılamıştır. Burada şöyle bir soru akla gelmektedir: Bugün müslüman geçinen, kendilerini müslüman olarak isimlendiren, çağdaş Dar’un Nedve konumunda olan parlamentolara girip onların ilkelerini kabul edenlerin bu müslümanlık iddiaları ne kadar tutarlıdır? Bu konuda İslam’ın hükmü nedir?
Şimdi kısaca, yukarıda Dar’un Nedve hakkında bilgi verdikten sonra, çağdaş Dar’un Nedve konumundaki parlamentolarda milletvekili ya da bakan olarak görev almanın hükmü hakkında bilgi vermekte fayda vardır.
Bilinmesi gerekir ki, insanın yaratıldığı ilk günden bugüne kadar tevhid taraftarları ile şeytanın yandaşları arasında süregelen bir savaş mevcuttur ve bu savaşın temelini hâkimiyet meselesi oluşturmaktadır. Bu savaşta şeytan ve yandaşları her daim hâkimiyeti, idareyi ve yetkiyi ellerinde tutmak istemişlerdir. Nitekim aşağıda zikredeceğimiz ayetlerde bu gerçek çok açık bir şekilde görülmektedir:
“Firavun: -Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum. Ey Hâmân, haydi benim için çamur üzerine ateş yak (ve tuğla imal et), bana bir kule yap ki, Musa’nın ilâhına çıkayım; ama sanıyorum, o mutlaka yalan söyleyenlerdendir.- dedi.”[190]
“Firavun: -Benden başkasını ilâh (otorite) tutarsan, andolsun ki seni zindana kapatılmışlardan ederim- dedi.”[191]
Aynı şekilde risaletle gönderilen Muhammed (sav)’e Mekke ileri gelenlerinin son derece amansızca savaş açmalarının altında yatan en büyük etken, bu yeni dinin otoriteyi ve yetkiyi ellerinden alacağı ve sadece yüce Allah’a tahsis edeceği olmasıdır. Nitekim Lâ İlâhe İllâllah çağrısını duyan bir bedevi bu gerçeği, şu şekilde dile getirmiştir: “Vallahibu kelimeye karşı bütün ileri gelenler toplanacaktır.”
Buna karşılık tevhid dini olan İslam’ın asıl gayesi de hâkimiyeti, otoriteyi, yönetme hakkını kulların elinden alıp sadece yüce Allah’a tahsis etmek olmuştur. Böylece kullar kendileri gibi kullara kulluk yapmaktan kurtulacaklar, sadece yerlerin ve göklerin Rabb’i olan Allah’a kulluk edeceklerdir.
Allah Teâlâ, Kitabında kendisini hakîm sıfatı ile sıfatlandırmış, hükmün, otoritenin, insanları yönetme hakkının sadece kendisine ait olduğunu açık bir şekilde bildirmiştir. Aynı şekilde kendi hükmünün dışındaki hükümleri “cahili hükümler” olarak sıfatlandırmış, kendi hükmü ile hükmetmeyenleri de kâfir, zâlim ve fasık olarak isimlendirmiştir.[192]
“Sizin Allah’ı bırakıp da o taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu bir takım isimlerden başka bir şey değildir. Bunlara tapmanız için Allah hiçbir delil indirmiş değildir. Hüküm ancak Allah'a aittir: O, size, kendisinden başkasına tapmamanızı emretti. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.”[193]
“...Göklerin ve yerin gaybı O'na aittir. O ne güzel görendir! O ne mükemmel işitendir! Onların, O'ndan başka bir yardımcısı yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez.”[194]
“Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin, zâlimlerin, fasıkların ta kendileridir.”[195]
Aslen hâkimiyet ile ulûhiyet (ilahlık) arasında sıkı bir ilişki vardır. Hâkimiyet, ilahlığın temel özelliklerindendir. Hâkim olan ilâh olandır. Hâkimiyet yetkisi kimin elinde ise ya da kime verilmiş ise ilah olarak belirlenen de odur. Bakınız bu konuda büyük İslam şehidi Seyyid Kutub şöyle demektedir: “Hâkimiyet; insanları kul edinme hakkı ve onlara kanunlar koyma yetkisi... İşte bunlar ilahlığın temel özelliklerindendir. Allah’a inanmış birisi bunları kendisi için iddia edemeyeceği gibi, başkasının iddiasını da doğrulayamaz. Hâkimiyet hakkı, insanları kendisinin koyacağı kanuna boyun eğdirme hakkıdır. Burada söz sahibi olduğunu iddia edenler ilahlık iddia etmektedirler.”[196]
Bu meselenin daha iyi anlaşılabilmesi adına burada yaklaşık aynı anlamı içeren iki ayetin tefsiri üzerinde durmakta fayda vardır: “Firavun: -Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum (dedi)...”[197]; “(Firavun) Derhal (adamlarını) topladı ve (onlara) bağırdı: Ben, sizin en yüce Rabb’inizim! dedi.”[198]
Bu iki âyette Firavun'un uluhiyet (ilahlık) ve rububiyet (rabb’lik) iddia ettiği açık bir şekilde belirtilmiştir. Acaba Firavun'un bu ilahlık ve rabb’lik iddiasının mahiyeti nedir? Bakınız büyük müfessir Fahreddin er-Râzi Firavun'un bu iddiasının, kendisinin göklerin, yerin, dağların, bitkilerin, hayvanların ve insanların yaratıcısı anlamına gelmediğini, böyle bir iddianın ancak kendisinde delilik bulunan bir insandan sadır olabileceğini belirttikten sonra, Firavun'un bu ilahlık iddiasını şu şekilde yorumlamaktadır: “Hiç kimse üzerinde benden başkasına ait bir emir ve yasak koyma hakkı yoktur.” [199]
Aynı âyetin tefsirinde Âlûsi ise şöyle demektedir: “Firavun topladığı kalabalığının içinde kalkıp hitap etmek suretiyle bir nutuk çekerek o büyük lafı etmiş, böylece kendisini halkı yönetenlerin hepsinden üstün tutmuştur.” [200]
Ebu’l Alâ el-Mevdudi firavun’un bu iddiasını “Bu Mısır ülkesinin sahibi benim. Tüm emir ve yasakların çıkış kaynağı ben kabul edilebilirim. Benden başka hiç kimse emir vermede yetkili değildir.” şeklinde tefsir ettikten sonra şunları eklemektedir: “Firavun’un durumu peygamberler tarafından getirilen İlâhî kanundan bağımsız olarak siyasi ve hukuki hâkimiyet iddiasında bulunan devletlerin durumundan hiç de farklı değildir. Bu devletler, kanun koyucu, emir ve yasakları belirleyici olarak ister bir kralı görsünler, isterse millet iradesini... Ülkenin Allah’ın koyup Peygamberin tebliğ ettiği kanunla değil de kendi koymuş oldukları kanunlarla yönetilmesi durumunda Firavun’un durumu ile kendi durumları arasında hiçbir fark kalmaz.” [201]
Elmalılı Hamdi Yazır ise ayette geçen bu ilahlık ve rablik iddiasını şu şekilde tefsir etmektedir: “Böylece Firavun hukuk ve hukuk koyuculuğu kendi yaparmış, ne isterse o olurmuş, hükmünü ve idaresini bozacak bir üst makam yokmuş gibi gösteriyor. Bu sebepten insanlar onun idaresine boyun eğmekten başka bir şey tanımasınlar.” [202]
Yukarıda gördüğümüz âyetlerden ve bu âyetlere ilişkin müfessirlerin yorumundan da açıkça anlaşılmaktadır ki “kim kendi hevasına göre yasama veya kanun koyma yetkisine sahip olduğunu iddia ederse, ancak ilahlık iddiasında bulunmuştur. Her ne kadar dili ile böyle bir iddia da bulunmasa da fiili olarak ilahlık yetkisine yeltenmiş olur. Bilinmelidir ki; hâkimiyet yetkisini kendi üzerinde görerek ilahlık iddiasında bulunanlar ister halktan bir tabaka, ister halkın hepsi, ister bir parti ya da partiyi organize eden bir grup, isterse de bir kurul veya tek bir fert olsun değişmez. Bu iddia (kanun ve yasa çıkarma iddiasının parlamenterlerin elinde olduğu iddiası) Allah’ın kanun koyma yetkisine yeltenmektir ve şirktir. Sahibini dinden çıkarır ve tağut hükmüne sokar.”[203]
Mâlum olduğu üzere parlamento kanunların çıkarıldığı, yeni yeni hükümlerin ihdas edildiği bir kurumdur. Halk tarafından seçilen vekiller parlamento da Allah’ın indirdiklerini söz konusu dahi etmeden kendi görüşlerine göre yasa ve kanun çıkarırlar. İşte böyle parlamentolarda vekil ya da bakan olarak bulunmak İslam itikadını iptal eden bir tutumdur. Bundan ziyade böyle bir tavır açık bir şekilde rabb’lik ve ilahlık iddiasında bulunmaktan başka bir şey değildir. Her ne kadar bu kimseler dilleri ile rabb’lik iddiasında bulunmasalar da fiilleri apaçık bir şekilde rabb’lik iddiasıdır. Nitekim Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinde Tevbe Suresi’nin 31. ayetini açıklarken yahudi ve hrıstiyanlarda rabblik meselesini anlattıktan sonra aynen şöyle demektedir: “Daha sonra bu rabb’lik imtiyazı, yahudi din adamlarının elinden çıkmış parlamenterlere geçmiştir.” [204]
Fıkıh usulü üzerine güzel ve önemli çalışmaları olan Abdülkerim Zeydan hüküm koyma ve kanun çıkarma noktasında şunları söylemektedir: “Tüm müslümanlar icma etmişler ki; kanun koyucu tek Allah’tır. Allahü Teâlâ En’am Suresinin 57. ayetinde idare ve hükmün ancak kendisine ait olduğunu belirtmektedir. Bu esasa dayanarak diyoruz ki; Allah’ın şeriatından hariç yasama yapmak küfürdür. Çünkü Allah’tan hâriç hiç kimsenin kanun koyma yetkisi yoktur.” [205]
Yoksa onlar cahiliye hükmünümü istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükümranlığı Allah'tan daha güzel kim vardır?”[206] Bu ayetin tefsiri hususunda büyük müfessir İbn Kesir şöyle demektedir: “Allahü Teâlâ, her hayrı kapsayıcı, her şerri yasaklayıcı olan hükümlerinden yüz çevirip, bunun yerine cahiliyede olduğu gibi kişilerin görüşlerine, dalalet ve sapıklığı ihtiva eden değer yargılarına ya da çeşitli dinlerin karışımı ve beşeri görüşlerden meydana gelen Cengiz Han’ın vaaz ettiği yes’ak gibi İslam dışı hükümlere yönelenin imanını kabul etmiyor. Yes’ak; Cengiz Han’ın Kur’an, Tevrat, İncil ve kendi görüşlerine dayanarak ortaya koymuş olduğu kanunları ihtiva eden bir kitaptır. Cengiz Han öldükten sonra yerine geçen çocukları İslam’a girdikleri halde bu kitabı anayasa kitabı olarak görmeye devam ettiler. Allah’ın kitabı ve Rasulullah’ın sünnetini bir kenara atarak bu kitaptaki hükümlerle tatarlara hükmettiler. İşte böyle davranan kimseler kâfirdir. Bunlarla büyük küçük her meselede yalnız Allah’ın hükmüne dönünceye kadar savaşmak farzdır.” [207]
İbn-i Kesir’in bu açıklaması üzerine Said Havva şöyle demektedir: “Allame İbn-i Kesir’in söylediği bu fetvaya karşı çıkan hiçbir âlim tasavvur etmem. Biz aslen şunu açıkça söyleriz. Bir parti İslam nizamını terk ederse ya da kendi tüzüğüne küfür maddelerini katarsa veya hangi hükümet Lâ İlâhe İllâllah kelimesine ters kanun ve dustur vaaz ederse biz onlara kâfir deriz. Aynı şekilde kim de böyle hükümete yardım edip onları kollarsa biz ona da kâfir deriz.” [208]
Ahmed b. Ali b. Atik en-Necdi bu ayetin tefsiri hakkında şunları şunları söylemektedir: “Bunların misali, bugün bedeviler arasında aşiret meclisi dedikleri geleneksel, lanetlenmiş bir yasayı Allah’ın kitabına ve rasulünün sünnetine tercih edenler gibidir. Bunların hepsiyle, Allah’ın şeriatına dönüp onunla hükmedinceye kadar cihad etmek zaruridir.” [209]
Aynı ayetin yorumu üzerine Seyyid Kutub ise şöyle demektedir: “İnsanlar ya Allah’ın şeriatı ile hükmederler. Onu kabul edip kendilerini ona teslim ederler ve Allah’ın dinine girerler. Veya kul yapısı bir sistemi tatbik ederler ve cahiliyet bataklığına düşerler. İnsanlar, kimin hükmünü tatbik ediyorlarsa, onun dinindendirler. Allah’ın değil… Cahiliyet hükmünün arandığı yerde Allah aranmaz… İlâhî şeriatın terk edildiği yerde cahiliyet prensibi bulunur, yaşanan hayatta cahiliyet hayatı olur.”[210]
Seyyid Kutub Yusuf Suresi’nin 40. ayetine yaptığı tefsirde ise şöyle demektedir: “Bir kimsenin Allah’ın şeriatını hükümsüz hale getirmesi, başka bir kaynağın hükümlerini tatbikata koyması yahut Allah’tan başka herhangi bir kimseye hâkimiyet hakkı tanıyarak onun bu konuda söz sahibi olduğunu kabul etmesi... Evet, sadece bu kadarı dahi bir kimsenin kâfir olması için yeterli bir fiildir. Bir kere daha tekrarlamış olâlim. Hâkimiylet yetkisini kendi üzerinde gören bir kimse bu hareketinden dolayı Allah'ın dininden çıkmış olur. Aynı şekilde hâkimiyet vasfına sahip olduğunu iddia eden kimsenin bu iddiasını kabul edenler de küfre girmişlerdir.” [211]
Yine Seyyid Kutub İbrahim Suresi’nin sonunda “Put ve Purçuluk” başlıklı yazısında şöyle demektedir: “Herhangi bir yerde ve herhangi bir zamanda birtakım idareciler ve din adamları, Allah’ın izin vermediği alanlarda kendi uydurdukları semboller adına yasalar, kanunlar, değer yargıları ve hareket biçimleri vaz’ ediyorlarsa… İşte bunların hepsi içeriği ve görevi itibarı ile birer putturlar.” [212]
Halk kendi kendini yönetir ilkesini savunan demokratik felsefe, şirk ve küfürden başkası değildir. (İslâm’ın Anlaşılması Üzerine, Ali Bulaç)
İslâmî devlette parti nizamı olamaz. İslâm parçalanmayı ve çeşitli hile kullanılmasını istemez. (Mevdudi, İslâm Anayasası)
Bu tür düzenlerin içerisinde İslâm adına mücadele verileceğini sanmak, hatta bunun gereğini ileri sürmek, âyet-i kerimenin bizleri takınmayı emrettiği açık ve seçik yolla ne kadar bağdaşabilir?
“De ki: Ey Kitap Ehli! Bizimle sizin aranızda eşitliği sağlayacak bir sözde birleşmeye gelin. Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim. O’na (hüküm, din ve değer yargıları koymak yetkisini başkalarına tanımak suretiyle) hiç bir şeyi eş koşmayalım. Kimimiz kimimizi de (uluhiyyet ve Rububiyyete has herhangi bir sıfat veya yetkiye sahip kabul etmek suretiyle) Rabler edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse ‘Bizim muhakkak müslümanlar olduğumuza şahid olun’ deyin.”[213]
Âyet bizlere açıklığı, netliği, yolların ayrılışını vurgulamayı ve buna dikkat çekmeyi emrederken, bizim demokrasiye ve demokratik saflarda mücadeleye davette bulunmamız ve bunu -kendi adımıza değil- İslâmın öngördüğü ve tavsiye ettiği mücadele şekil ve metodu diye sunmamız, hiçbir zaman açık ve net bir şekilde yolların ayrıldığı noktada “eşitlikçi bir kelimeye” davet değildir.. Demokratik düzenler tarafından “çoğulculuk esasına göre alınan kararlar, yapılan yasamalar adeta yanılmaz, hatasız ya da en ideal olarak takdim edilir ve böyle oldukları kabul edilmeye çalışılır.
Resmî Okullarda Çocuklarını Okutmak
Hepimizin okullarla şu veya bu şekilde bir ilişkisi var. Ya kendimiz veya çocuklarımız ya da en yakınlarımızdan birileri eğitim adına eritiliyor, öğütülüyor. Yeni neslin kafaları düzene uygun hale getirilmek için yontuluyor, fıtratları bozuluyor. Ve bu konuda Müslümanlar olarak çıkış yolu bulamamanın bin bir zilletini yaşıyor ve vebalini taşıyoruz.
Problemi anlamadan çözüm mümkün olmaz. Hastalığı doğru teşhis etmeden tedavinin mümkün olmadığı için, önce problemin adını koymamız gerekiyor: Okullar, devlet kurumları olduğuna ve bu ülkede yaşayan her çocuk, 8 yıl zorunlu eğitime tâbi tutulduğuna göre, ilk olarak devleti/düzeni din açısından teşhis etmeyle işe başlamamız lâzımdır.
Türkiye, bir din devletidir. Okullara ve her türden resmî kurumlara baktığınızda bunu kabullenmek zorunluluğu var. Kemalizm dini, tek dindir ve kimse Atatürk’e hiçbir şeyi ortak koşamaz.
Laik olduğunu iddia eden T.C., aslında Kemalist bir teokrasidir. Devletin resmî lügatinde bu ilan edilir: 1948’de basılan Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğüne göz atılırsa sadece devletin değil, tüm Türklerin de dini Kemalizm’dir. Bu resmî sözlüğe göre; “Kemalizm: Türklerin dini”dir. Türkiye Devletinde Atatürk tek ulusal lider kabul edilir ve halkın da bu tercihi alternatifsiz kabul etmesi istenir. Sanıldığının aksine, resmî inanışa göre o, yalnız askerî ve siyasî bir dehâ değil, aynı zamanda dinî liderdir de. Günümüzde, devletin okullarında okutulan Din Dersi (Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi) kitaplarının kapağına ve içeriğine, âyet ve hadisten daha fazla onun referans gösterildiğine bakmak yeterlidir. O, devlet inancında “ulu önder”dir. T.C., 1923’den beri Atatürk’ün en büyük olduğuna inandığı için her Türk vatandaşının onu sevmek ve ilkelerine itaat etmek zorunda olduğunu düzen, din yaklaşımı içinde tartışmasız kabul eder ve ettirir. Anayasa, partiler kanunu ve tüm yasalar onun ilkelerinin hiç birine ters düşemez. Hangi parti yönetim rolünü üstlenirse üstlensin, aslında Atatürk her dönemde tek başına iktidardadır ve iktidarını başkalarıyla paylaşması, yani Atatürk’e şirk koşulması kabul edilemez. Bu ülkede egemenlik kayıtsız şartsız Atatürk’ündür. Bu ülkede din devletinden bahsedilemez, ama devlet dininin egemenliğinden rahatlıkla söz edilebilir. Ne diyordu Celal Bayar: “Atatürk’ü sevmek ibâdettir.” Evet, devletin gözünde Atatürkçülük bir dindir. Devletin anayasasında, Allah, Peygamber, Kur’an, İslâm gibi kelimeleri bulamazsınız. Bunun yerine sadece Atatürk’e ve onun ilkelerine atıfta bulunulur. Devletin bu mutlak sevgisi ve bağlılığı, bir tapınmanın göstergesi kabul edilebilir.
Kur’an, müşriklerin, “biz atalarımızın yolundan ayrılmayız, onların izinden gideriz” dediğini belirtir. T.C. de kendine özgü bir atalar rejimidir. Türkiye düzeni, tüm Türk vatandaşlarının atası kabul ettiği için, atasını sevmeme hakkını kimseye vermez. Atatürk sevgisinden daha büyük sevgi olmaması gerektiğini, onun ilkelerinin tartışılmaz doğru olduğunu bir akîde ve davranış biçimi olarak ilân eder ve çeşitli âyinlerle bu tavır, İlköğretimin ilk sınıfından itibaren tüm vatandaşlara uygulattırılmaya çalışılır. Düzene göre, onun hata yaptığı kabul edilemez. Kimse Atatürk’ü eleştiremez, heykellerine ve fotoğraflarına yan gözle bakamaz.
Dinimizin Din Anlayışı
Din kelimesi, sadece hak din için, yani özel ve dar anlamıyla İslâm için kullanılmaz. Din kelimesinin geniş olarak ele alındığı ıstılahtaki veya pratikteki anlamı; bir dünya görüşünü, bir hayat şeklini belirleyen görüşler, emirler ve yasaklar manzûmesidir. Yani, üstünlüğü kabul edilen kanun ve kurallarla belirlenmiş yaşama şekline din denir. Dolayısıyla “her din bir hayat şeklidir ve her hayat şekli bir dindir.” Kur’ân-ı Kerim’, din kelimesiyle bir hayat nizamını, inanç ve yaşama biçimini gündeme getirir.
İslâm inancına göre, üç çeşit din vardır. Biri hak din olan İslâm, ikincisi muharref dinler olan Hıristiyanlık ve Yahûdilik, üçüncüsü de bâtıl dinler. Bâtıl dinler, insanlar tarafından konulan hayat şekilleridir. Kanun ve kuralların Allah’a dayanmadığı sistem ve nizamların tümü bu gruptandır. Puta tapıcılık, Mecusilik, Budizm gibi hayat şekilleri, eski zamanlardan beri görülen bâtıl dinlerdendir. Kapitalizm, komünizm, sosyalizm, materyalizm, faşizm, Kemalizm, laiklik gibi ideolojiler ve tüm beşerî düzenler günümüzdeki bâtıl dinlerdir.
Bir hayat şekli, bir dünya görüşü, bir yol, bir yaşam tarzı olarak ifâde ettiğimiz şeyin en kısa adı “din”dir. Din kavramı, bütün bunları kuşatmaktadır. Herhangi bir toplumun, cemaatin veya bir ferdin dünya görüşü, gittiği yol ve yaşam tarzı Allah’ın hükümlerine göre belirleniyor, bu İlâhî hükümlere göre şekil alıyor ise, bu toplum, bu cemaat veya bu fert İslâm dini üzeredir.
Kur’an’ın hükümlerini bir tarafa bırakarak insanların yaşam şeklini belirleyecek hükümler, kurallar, kanunlar koyan ya da bunları uygulayanlara İslâmî literatürde “tâğut” denilir. Bakara sûresi 256. âyette mü’minlerin öncelikle tâğutu inkâr etmeleri, yani onun varsa iyi taraflarını görmezlikten gelmeleri, küfredip üstünü örtmeleri istenmektedir. Çünkü Allah’ın indirdiğiyle hükmetmediği için tâğutlar, yoldan çıkmış fâsık, zâlim ve kâfirdirler, onlar en büyük haksızlık olan şirki sadece kabul etmekle yetinmeyip, yönettikleri halka da dayatmaktadırlar. Bir insanın Müslüman olması ve Müslüman kalabilmesi için, öncelikle Allah’tan başka ilâhlık taslayan her görünümdeki tâğutu (tüm kuralları ve kurumlarıyla) reddetmesi gerekmektedir.
İnsanların hayat şeklini belirleyen her ideoloji, her izm, her dünya görüşü veya yaşam biçimi, Kur’ân-ı Kerim’e göre birer dindir. Çünkü bütün bunlar dinin yapısında yer alan konulara müdâhale etmekte, bu konularda doğru veya yanlış görüşler, hükümler ileri sürmektedirler. Bu ideolojilere “din” denilebilmesi için, kaynağı itibariyle İlâhî veya beşerî olma şartı yoktur. Meselâ Mekke’li müşrikler kendilerini İlâhî bir dine nisbet etmemelerine rağmen, dinler tarihi içinde onların adı konulmuş bir dinleri olmadığı halde, Kur’ân-ı Kerim onların içinde bulunduğu hayat şekline ve onların tüm yönelişlerine “din” demektedir. “De ki, ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam… Sizin dininiz size, benim dinim bana.”[214]
O halde neden laikliğe, Atatürkçülüğe, materyalizm ve kapitalizm gibi düzenlere “din” denilmiyor? İşte, dünya müstekbirlerinin kendi koydukları dinlere Kemalizm ideolojisi veya kapitalizm gibi adlar verip bunlara din demeyişlerinin nedeni; yönettikleri halkın iki farklı din vakıasıyla, yani din ikilemiyle karşılaşmaması içindir. Çünkü bu müstekbirler halk kitlelerinin din olgusuna karşı tutucu yaklaşımlarını bilmekteler ve halkın tepki göstereceği bir din ikilemi meydana getirmemek için, kendilerinin ortaya atıp ilkelerini belirledikleri dinlere, falan ideolojisi veya filan izmi gibi isimler takmaktadırlar.
Düzenin ve okulların farklı bir dini dayattığı için, Müslüman çocuklarımız iki dinli yetişiyor. Evdeki din ile okuldaki din farklı; birbirine tümüyle düşman iki inanç ve yaşam tarzı sunuyor. Çocuklar, çifte standartlı yetişiyor. Ana ve babaların “aman oğlum, şunu sevme, şuna inanma, ama bunları okulda öğretmenine filan da belli etme!” diye tavsiyesi, çocuğun karakterini daha küçük yaşta anormalleştiriyor.
Bu ülkedeki tüm problem, çatışma ve gerginliklerin sebebinin dinler arası çatışma olduğunu söyleyebiliriz. Hayır, kısa zaman önce ülkeyi karıştırmak ve belki de tekrar askerî darbeye zemin hazırlamak için öldürülen Hrant Dink’ten, Ermenilerden, azınlıklardan bahsetmiyorum. Onlar özgür olarak kendi dinlerini öğrenebiliyor, papazların öğretmen olarak görev yaptığı özel okullarda kendi dinlerine uygun eğitim alabiliyor, kendi dinlerini özgürce yaşayabiliyorlar. Devlet dini olan laiklik ve Kemalizm ile çoğunluğun dini İslâm arasındaki çatışmadan bahsediyorum. En önemli Kemalist devrimlerden biri tevhid-i tedrisattır. Yani, eğitim ve öğretimin tekel olarak devlete ait olduğu ilkesi. Tevhid eri Müslümanlar olarak biztevhid-i tedrisat değil; tevhîdî tedrisat istiyoruz. Eğitim, tümüyle devlet tekelinde olduğu için, okullarda şikâyet edilen tüm problemlerden öncelikle bu düzen sorumludur. Bu ilkeden yola çıkarak düzen, eğitim kurumlarında kendi dinini, kendi kutsallarını bütün Müslüman çocuklara dayatmakta, bütün çocukların laik ve Kemalist olmasından başka bir seçenek ve özgürlük tanımamaktadır. İslâm’ın putperestlik olarak kabul ettiği uygulamalar, törenler, âyinler, övgüler okutulan derslerden de önemli, en öncelikli ders kabul edilmektedir. Siyer dersi işlenir gibi ama farklı bir kişinin hayatı işleniyor; uydurma coşkularla döne döne her yıl ezberlettirilip körpe beyinlerin yıkanması için anlatılıyor, anlatılıyor. Tüm derslerin içeriği Batıcı, laik ve Kemalist inanca uygun olarak veriliyor okul denilen tapınakta. Okullar, düzene uygun kafalar yetiştiren birer torna atölyesi konumunda işlev yapmaktadır. Uysal ve düzene itaatkâr nesiller, tâğuta kulluk yapmaya hazır insanlar yetiştirmek okulların temel görevi olmaktadır.
Bu topraklardaki tüm okullarda verilen eğitim Kitapsız bir eğitimdir, tıpkı devletin Kitapsız bir devlet olduğu gibi. Buradaki Kitab’ı tırnak içinde ve Kur’an anlamında ifade ediyorum. Yoksa, fırlatılınca ekonominin yerle bir olduğu düzenin sarsıldığı Anayasa adında kutsal bir kitabı vardır devletin. Okullarda da bu kutsal Anayasa ve kutsal Nutuk kitabına uygun o paralelde farklı kitapların varlığını elbette herkes bilmektedir. Evet, insanlar tâğutî kurumlar aracılığıyla Kitapsız yapılmakla da kalmıyor, farklı kutsallarla yönlendiriliyor. Eğitim, Rab kavramını gündeme getirir. İnsanların mutlak eğiticisi, terbiye edip yetiştiricisi Allah'tır. O'nu temel almayan eğitim, eğitim değil öğütüm olur. Pansuman tedaviler yerine; radikal değişim ve çözümler olmadan eğitimden hayır beklemek, okyanusu yürüyerek geçmeyi düşünmek demek. Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahy kabul edilmeyip sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Laik devlet yönetime, laik eğitim de bilime Allah'ı karıştırmaz. Oralara başka ilâhlar(!) yön verir. Hâlbuki Kur'an'a göre yönetmek ve eğitmek sadece Allah'a ve izin verdiklerine aittir, bunların ilkelerini tesbit yalnız O'nun hakkıdır. Vahyi, eğitime müdâhale ettirmemek, hem eski Arap câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın ortaya çıkışı gibi konularda ortaya atılan teorilerden tutun, hiçbir konu Allah'a dayandırılmaz. Eğitim, aynı zamanda besmelesizdir. Bismillâh deyip besmele çekerek başlamak bile yasaktır derse, Es-selâmu aleyküm'le sınıfa girmek gibi. Başörtüsü yasağı da gâyet doğaldır bu zihniyette. Ama besmele ile başlama, başörtüsüne göz yumma câhiliyyenin veremeyeceği tâvizler değildir. Ve bana göre câhiliyyenin o zaman tehlikesi daha büyük olur. İçinde haktan bazı basit hususlar taşıyan bâtıl daha tehlikeli olacaktır, hakka hiç yer vermeyen bâtıldan. Günümüz bilimleri ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi (rabliği) Allah'a hiç dayandırmadığından; yoktan var edici, yarattıklarını yönetici bir ilâh ve eğitici bir rab olarak başka tanrılara inanıp kul olmaya hazır müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Kur'an'ın ilkelerine hiç yer vermeyen, O'nun emir ve yasaklarını, hükümlerini bilimsel bulmayan anlayışta neyi eleştirecek, nasıl düzelteceksiniz?
Yaratma konusunda Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen şirk zihniyeti, bize göre kendisine küçük bir Kitap (suhuf, vahy) verilmiş bir peygamber olan ilk insanı, okuyup-yazması olmayan, hatta konuşamayan, çiğ et yiyen mağara insanı olarak tanıtır. Şirk zihniyeti, ilk insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat ve hak-bâtıl mücadelesi unutturulmak istenir. Peygamberler değil, krallardır, tâğutlardır vahyi kabul etmeyen tarihin öne çıkarttığı; hak-bâtıl mücâdelesi değildir. Savaşlar, antlaşmalar ve uyduruk uygarlıklardır üzerinde durulan. Müşriklerin hâkim olduğu devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti; Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir, şimdiki örneği de Batı, yani zulüm ve sömürü merkezi Amerika ve kokuşmuş Avrupa. Genel Coğrafya, Allah’tan bağımsız işlenir, dünya kendi kendine güneşten kopmuş, kendi kendine içinde canlılar belirmiş olarak körpe beyinlere sunulur. Diğer tüm derslerde de aynı ateist ve ataist bakış açısı sözkonusudur.
Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinin adından da anlaşılacağı gibi, Din, sadece kültür ve ahlâktan ibârettir bu zihniyete göre. Tevhidî Müslümanlar olarak “keşke olmasa” dediğimiz Din Dersi, daha doğrusu “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” dersi için durum, biraz farklıdır. Dersin isminden de anlaşılacağı gibi, din, bir kültür olarak; ahlâk da bir bilgi olarak sözkonusu edilirken, yine ders kitaplarına Kemalist ve laik bakış açısı baştan sona hâkimdir. Bu ders kitaplarındaki ve müfredattaki farklılık, bu derste Atatürkçülüğün şirki kabul etmesidir. Yani diğer derslerde Atatürk’e eş ve benzer hiçbir güç, ideoloji, inanç kabul edilmez ve ona en küçük çapta bir ortaklık verilmezken; Din dersinde Atatürk’le beraber, Allah’tan ve Peygamber’den de bahsedilerek, Atatürk’e şirk koşulmasına müsaade edilir. Her ne kadar Atatürk’ün cümleleri, âyet ve hadislerden daha fazla ise ve Atatürkçü bakışla konular ele alınsa da, yine de, Atatürkçülüğe ters düşmeyen ve ona uygun yorumlanan başka bir dinle ilgili bazı hususlar kültür olarak da verilmeye çalışılır. Bu ders, câhil halkın çoğuna göre çok önemlidir. Bir şuurlu genç Müslüman, marangoz hatası olarak nasılsa çıksa ve bu kitapların daha kapaklarındaki resimleri, içindeki referansları, Kur’an’dan fazla Nutuk’tan alıntıları göstererek “bu din benim dinim değil; bu kitaptakiler Kur’an’ın anlattığı İslâm değil!” deyip halk tabiriyle “din dersi”ne girmek istemese -ki düzen sadece bu dersi isteğe bağlı kabul eder- başta babası ve yakın çevresi tarafından nasıl dışlanacaktır? Evet, bu ders, hakla bâtılın, putperestlikle İslâm’ın sentezinden ibaret ve şirk kabul edilmesi gereken anlayış doğrultusunda düzenin oltaya taktığı bir yemdir.
Bu konular, halkımızın gündeminde yoktur. Aydınlar ve Müslüman yazarlar, hocalar da tartışamaz bile. Câmiler de devlet dairesine benzediğinden oralarda da bahsedilmez bu hususlar. Abdesti bozan konular, tevhidi bozan konuların önüne geçirilir hep. Kur’an’ın en fazla önemsediği, bütün peygamberlerin en büyük mücadeleyi bu konuda verdiği putperestlik ve şirk konusu, artık çağdaş müslümanı(!) hiç ilgilendirmemektedir.
Bazı çevreler, yani laiklik ve Kemalizm dinine mensup olanlar, bu yapılanın gayet doğal ve doğru olduğunu, bizim istediğimiz İslâmî bir sistem olmuş olsa, tersinden aynısını bizim de yapacağımızı ileri sürebilirler. Hayır, bu yapılanlar hiçbir özgür vicdanın kabul edemeyeceği bir köleleştirme, başka dinden hiçbir şahsın kabul edemeyeceği dinî baskı ve dayatmadan ibarettir. Tâğutların, Atatürk ilkelerine uygun olarak kendi hevâlarından kanun ve hükümler çıkarıp insanlara dayattıkları bu tür despot yönetim yerine, Allah’ın indirdikleri hâkim olsaydı, böyle İslâmî bir yönetimde kesinlikle biz Müslümanlar dinimizi başkalarına zorla uygulatma yoluna gitmezdik. İnsanlar hangi dini özgürce seçiyorsa o dini rahatlıkla öğrenip uygulayabilecekleri ortamlar hazırlamak zorunluluğu hissederdik. Tabii ki, okullarımızda, radyo ve tv. programlarımızda kendi dinimizi tebliğ ederiz, ama başka dinden hiç kimseyi bizim gibi ibadete zorlamayız. “sizin dininiz size, benim dinim bana” der, onların taptıklarına ibâdet etmeyip, onların da bizim ibadet ettiğimiz zâta kulluk yapmayacaklarını kendi dinlerinin gereği kabul ederiz. Etmek zorundayız. Çünkü Kur’an bunu emrediyor, dinde ikrâhın/zorlamanın olamayacağını vurguluyor. Biz, dinimizi uygun olan ortamlarda açık ve net şekilde tebliğ ederiz, başkalarının dinine sövmeyiz. Kendimizin Müslümanlığı tümüyle yaşama hakkımız olduğu gibi, başkalarının da kendi dinlerinin gereklerini yerine getirmelerine kesinlikle müdâhale etmeyiz. Tebliğ ettiğimiz dinimizin adını net olarak koyar, insanları net olarak ona dâvet ederiz. Bugün şikâyet ettiğimiz şey, uygulanan resmî dinin, başta eğitim olmak üzere, yargı, ticaret, insanlar arası ilişki gibi hemen her alanda İslâm’a hak tanımaması ve baskı altında tutup kendi bâtıl dinini zorla dayatmasıdır. Ayrıca, bütün bunlar, kaypakça ve kalleşçe, yani bizim kavramlarımızla söylersek münâfıkça tavır içinde uygulanmaktadır. Avrupa’da çocuğunu okutmak zorunda kalan gurbetçi vatandaşlarımızın işi daha kolaydır. Onlar, okulların İslâm okulu olmadığını, öğretmenlerin de Müslüman olmadıklarını biliyorlar, rahatlıkla çocuklarına anlatabiliyorlar. Oradaki okullar ve öğretmenler de münâfıkça davranıp “biz de sizin dininizdeniz” demedikleri için çocuklar da okullarda öğrendiklerinin İslâm’a ters düşen çokça yönleri olduğunu rahatlıkla biliyor, gerekli görüyorsa kendi dinini başka ortamlarda ve gerçekten Müslüman olan kimselerden öğrenmeye çalışıyor. Buradaki eğitimin İslâm’la uyuşmadığı ve farklı bir dinin çerçevesi içinde eğitim verildiği gerçeği ısrarla göz ardı ediliyor. Açıkça, “biz Müslümanlığa düşmanız, irticadan kastımız İslâm’dır, İslâm’ın kamusal alan dediğimiz toplum hayatında en küçük bir görüntüsüne bile müsaade edemeyiz. Eğitim kurumlarımızda ve diğer tâğutî kurumlarımızda İslâm’ın açığa çıkan hiçbir ibâdetine, hiçbir emrine izin veremeyiz, biz tüm insanları devletin adı konulmamış dini olan Kemalizm kurallarına uymalarını zorunlu görüyor, dayatıyor ve İslâm’ı düşman kabul ediyoruz” deseler, nifak çizgisinden kurtulmuş, maske takmadan erkekçe mücadele etmiş olacaklar. Böyle yapmış olsalar cahil ama kendisini Müslüman kabul eden halkın şiddetli tepkisiyle karşılaşacaklarından korkuyorlar.
Câhillik kötüdür, dolayısıyla “çocuğumu nerede, hangi şartlarla nasıl olursa olsun okutayım” demek, daha da kötü olabilir. Fazla ilim sahibi olmamak anlamında kullanılan câhillik kötüdür ama, küfür mânâsına gelen câhillikten çok ama çok ehvendir. Halkın birinci tip câhillikten/bilgisizlikten ağzı yıllardır yandığından, çocuğunu ikinci tip câhil yapmaya yeltendi. Yani câhilliğe rızâ göstermeyeyim diye, câhilî eğitime râzı oldu, yağmurdan kaçarken doluya tutuldu.
Mehmed Âkif Ersoy’un bir Müslüman köylü ağzından ifade ettiği gibi; “Bırakın çocuğumu, câhilliğe râzıyım ben” diyesi geliyor veya demesi bazı durumlarda şart oluyor müslümanın. Ama tabii, en güzeli ve günümüzde farz üstü farz olanı çocuğun câhilliğine de câhiliye eğitimine de rızâ göstermeyip onu İslâm’ı iyi bilen ve tam yaşamaya çalışan sağlam bir Müslüman olarak yetiştirmektir.
Mehmed Âkif, niçin bir köylünün ağzından “bırakın oğlumu, câhilliğe râzıyım ben” diyordu? Âkif’in Safahat adlı şiir kitabının Âsım adlı bölümünde şiir diliyle anlattığı olayın bir kısmını hikâye edip sözü Âkif’e bırakalım:
Anadolu vilâyetlerinden birinde, bir kasaba halkı, çocuklarını tümüyle okuldan almışlar, onları okutan öğretmeni de köyden kovmuşlar, o zamanlar mekteb denilen okulu kapatmışlar. Bunu duyan Hocazâde (Mehmed Âkif) kasabadan öğretmenin kovulması ve çocukların okulda okutulmamasını büyük bir hata olarak kabul eder. Köylüleri uyarmak için, yakınında bulunduğu o kasabaya gider. Kürsüye çıkıp âyet ve hadislerle ilmin fazîletini anlatır ve köylülerin büyük bir nimeti teptikleri, öğretmeni kovdukları için sert dille onları eleştirir. Bunun üzerine vaazdan sonra köylü, bu ithama cevap verir. Cevabı Safahat’tan aynen aktaralım:
………………
Köylü câhilse de hayvan mı demektir? Ne demek!
Kim teper ni’meti? İnsan meğer olsun eşşek.
Koca bir nâhiye titreştik, odunsuz yattık;
O büyük mektebi gördün ya, kışın biz çattık.
Kimse evlâdını câhil komak ister mi ayol?
Bize lâzım iki şey var: Biri mektep, biri yol.
Neye Türk’ün canı yangın, neye millet geridir;
Anladık biz bunu, az çok, senelerden beridir.
Sonra baktık ki hükûmetten umup durdukca,
Ne mühendis verecekler bize, artık, ne hoca.
Para bizden, hoca sizden deyiverdik… O zaman,
Çıkagelmez mi bu soysuz, aman Allah’ım aman!
Sen, oğul, ezbere çaldın bize akşam, karayı…
Görmeliydin o muallim denilen maskarayı.
Geberir, câmie girmez, ne oruç var, ne namaz;
Gusül abdestini Allah bilir amma tanımaz.
Yelde izler bırakır gezdi mi bir çiş kokusu;
Ebenin teknesi, ömründe pisin gördüğü su!
Kaynayıp çifte kazan, aksa da çamçak çamçak,
Bunu bilmem ki yarın hangi imam paklayacak?
Huyu dersen, bir adamcıl ki sokulmaz adama…
Bâri bir parça alışsaydı ya son son, arama!
Yola gelmez şehrin soysuzu yoktur kolayı.
Yanılıp hoşbeş eden oldu mu, tınmaz da ayı,
Bir bakar insana yan yan ki, uyuz olmuş manda,
Canı yandıkça, döner öyle bakar nalbanda.
Bir selâm ver be herif! Ağzın aşınmaz ya… Hayır,
Ne bilir vermeyi hayvan, ne de sen versen alır.
Yağlı yer, çeşmeye gitmez; su döker, el yıkamaz;
Hele tırnakları bir kazma ki, insan bakamaz.
Kafa orman gibi, lâkin, o bıyık hep budanır;
Ne ayıptır desen anlar, ne tükürsen utanır.
Tertemiz yerlere kipkirli fotinlerle dalar;
Kaldırımdan daha berbad olur artık odalar;
Örtü, minder bulanır hepsi, bakarsın, çamura.
Su mühendisleri gelmişti… Herifler gâvur a,
Neme lâzım bizi incitmediler zerre kadar;
İnan oğlum, daha insaflı imiş çorbacılar!
Tatlı yüz, bal gibi söz… Başka ne ister köylü?
Adam aldatmayı âlâ biliyor kahbe dölü!
Ne içen vardı, ne seccâdeye çizmeyle basan;
Ne deyim dinleri bâtılsa, herifler insan.
Hiç ayık gezdiği olmaz ya bizim farmasonun…
İçki yüzler suyu, ahlâkını bir bilsen onun!
Şimdi ister beni sen haklı gör, ister haksız,
Öyle devlet gibi, ni’met gibi lâflar bana vız!
İlmi yuttursa hayır yok bu musîbetlerden…
Bırakın oğlumu, câhilliğe râzıyım ben.” [215]
Âkif’in bunları anlatmasından bugüne yıllar geçti, ama, istisnâları saymazsak, bu öğretmen kişiliğinde, değişen müsbete doğru bir şey yok, menfîye doğru çok mu çok. Evet, Âkif’in anlattığı öğretmen tipi, hiç de abartılı kabul edilmemelidir. Bugün yüz binlerce ilköğretim öğretmeninden tutun üniversite profesörüne kadar her çeşit resmî ve özel okul, kolej denen yarı resmî okullarda görev yapan bunca öğretmen içinde İslâmî örtüye sahip bir hanım öğretmen; zinâdan, içkiden, haramların her çeşidinden kaçan namazlı-niyazlı kaçta kaç öğretmen çıkacaktır? Belirli oranda haramlardan kaçanlar çıksa da, onlar da ekmeğini yediği düzenin kılıcını sallama zorunda bırakılmaktadır.
Eğitim, “Rab” kavramını tümüyle içeren bir olgudur. Rab, terbiye edip yetiştiren demektir. Allah’ın eğitim konusundaki prensipleri kabul edilmeyince, O’ndan bağımsız ve O’na rağmen eğitim yapan kişi rablik iddiasında bulunmuş, bu kimsenin Allah’ın ilkelerine ters eğitimini kabul eden, onda bu hakkı gören kişi de o şahsı rab kabul etmiş olur. Vahyi tümüyle reddeden kurum tâğut hükmündedir ve Müslümanların reddetmesi gereken yapıdır.
"Ne yapmalı?" sorusu bu teşhisin içinde. Hastalık doğru teşhis edilmeden tedâvi mümkün değildir. Doğru teşhise katılan, hatanın nerede olduğunu tesbit eden, çözümü bulmakta zorlanmayacaktır. Çocuk, anne ve babaya emânet olarak teslim edilmiş bir fitnedir/sınavdır. Ana-baba, kendisi veya vekilleri eliyle çocuğun ya İslâm fıtratını koruyacak, ya da şirke bulaştırılacak. İkincisi olursa, âhirette de kendisini bu şekilde yetiştiren büyüklerine şöyle diyecek: "Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, 'Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik!' derler. 'Ey Rabbimiz! Biz reislerimize/beylere ve büyüklerimize itaat edip uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar' derler. 'Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle lânetleyip rahmetinden kov."[216]
“Eğitim konusunda neler yapılmalı?” sorusuna verilecek cevabın şekli, öncelikle bizim nerede durduğumuz ile alâkalıdır. Nihâî tercihimizi Allah’tan, âhiretten, cennetten, İslâm’dan, Kur’an’dan yana yapıp yapmadığımızla ilgilidir. İmkân ondan sonraki mesele. Zaten Allah, nihâî tercihini Kendinden yana yapanlara, yollarını açacak, onları güçlerinin dışındakinden zaten hesaba çekmeyecek. Ama önce biz bu tercihi yapmış mıyız, ya da böyle bir arayış içerisinde miyiz, onu sorgulamamız lâzım. Yani, Allah’a kulluğu birinci sıraya alıyor muyuz? İşimizi seçerken, eşimizi, aşımızı seçerken, evlâdımızla ilgili tercihimizi yaparken, kendimizle ilgili kararlar verirken Allah’ı merkeze alarak mı hareket ediyoruz? Yoksa, kulluk görevlerimizle ilgili çoğu alanda mâzeret adıyla bahânelere mi sığınıyoruz?
Okul gibi, askerlik gibi konuları çözmek için devlet gücü lâzımdır. Müslümanlar günümüzde dünyanın hemen hiçbir yerinde siyasî otorite oluşturamadılarsa, bunu mâzeret sayıp kesin haram olan, hatta haramın ötesinde şirkle bağlantılı olan hususlara bahane arama lüksüne sahip olamazlar. Siyasî otoriteleri yoksa cemaatleri vardır (olmalıdır). Mekke’de camii yoktu, okul yoktu; ama Erkam’ın evi vardı. Ümmetin evleri vardı. Yani camii, okul fonksiyonunu icra edecek, insanlara vahyi öğretebilecek, çocuklarını bu noktada korumalarını sağlayacak, imkânların elverdiği en uygun çözümlere gidilmişti. Yine Hz. Musa, Firavun gibi azgın bir zorbanın her uygulamasıyla tanrılık tasladığı bir yerde risâlet görevine muhâtap olmuştu. Hz. Musa’yla ve O’na iman edenlerle ilgili bir âyet-i kerime var; meâli şöyle: “Mûsâ’ya ve kardeşine, ‘kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapın. Namazı dosdoğru kılın. Mü’minleri müjdele’ diye vahyettik.”[217] Zaferle müjdelenecek mü’minlerin yapmaları gereken zafere yönelik faâliyetler gündeme gelir. Nedir o? Evleri mescid edinmek. Mescid tâbirini bugünkü vâkıadan yola çıkarak sadece namaz kılınıp dağılınan yerler değil; otuz civarında işlevi bulunan, siyasal, sosyal, ailevî ve eğitimle ilgili her türlü düzenlemeyi içeren bir muazzam kurum olarak düşündüğümüzde, evlerin mescid, yani mektep, okul ve insanların ihtiyaçlarına cevap verecek kurumlar haline getirilmesi emri ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla hantal yapıların modası da geçti. Müslümanlar ne kaybettilerse araçlardan, metotlardan kaybettiler. Halen de yeterince ibret almıyorlar. Çoğunluk olarak 1969’dan sonra bir partinin arkasında faâliyetler yaptılar. Bir düdük öttü, bütün müslümanların faâliyetleri kesiliverdi. Sonra Kur’an Kursu, İmam Hatip faâliyetleri oldu. Bir yönetmelik çıktı, bir başörtüsü yasağı oldu, sekiz yıllık zorunlu eğitim başladı; Kur’an Kurslarının kapıları kapanıverdi. Katsayı değişti, İmam Hatipler câzibesini yitirmeye başladı. Yeni ve köklü alternatifler oluşturulmadı. Vakıflara bazı zorluklar getirildi, tavizler ve geri adımlar hızlandı. Müslümanlar dar ve engelli alanlarda sıkıştılar kaldılar. Yani çok yönlü mobil hizmet alanları oluşmadı. Çok yönlü kullanılabilecek ve değişik planlara müsâit faâliyet için cemaatlere, dernek ve vakıflara çok iş düşüyor.
Okullarda Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersini zorunlu saymayarak ateist bir insanın çocuğuna din dersini mecbur etmeyen bir düzen, bir müslümana da ateist ve İslâm’ı dışlayan eğitim anlayış ve uygulanışını mecbur etmeme eşitliği tanımalı değil midir? Okulsuz olma özgürlüğü, okul reddetme hakkı, insan hakları kapsamına girmiyor mu? Böyle hukuk anlayışı ve özgürlük olur mu? Bir Müslüman kalksa, “her istediğiniz bâtılı, zihnine yerleştirmek ve onu düzene uygun bir tarzda bir müşrik vatandaş haline getirmek için çocuğumu zorla elimden alıyorsunuz, bu bizim özgürlüğümüzü yok sayan bir durumdur; okul dediğiniz şey, bizim için hapishane ve zindan konumundadır” dese, ne cevap verir yetkililer? Bir hak mıdır eğitim, yoksa vatandaş açısından bir sorumluluk ve zorunluluk mu; devletin uyguladığı tek tipleştirme dayatmasından önce bunu hukukçularına danışıp anayasaya uygunluğunu değerlendirmesi gerekir. Dayatmacı bir düzen hukukun üstünlüğünü tanıyarak özgürlükçü ve eşitlikçi davranır mı; zaten problemin özü bu sorunun cevabında yatıyor.
ABD’de, Avrupa’da okulları ve askerliği protesto eden vicdanî retçiler, “anarşistler”, sıkhlar, Yehova şahitleri ve benzerleri var. Buralarda da benzer hak arayışı olmalı. Müslümanların okullara karşı çıkıp alternatif oluşturma çabası, çözümlerden bir tanesi olarak değerlendirilebilir. Bu tavrı beğenmesek, ya da bedelinin zor olduğunu düşünsek bile, içimizden bazılarının yapmaları gereken bir seçenektir bu. On defa başarısız olsalar da, on birincide başarılı olmak niyetiyle denemeleri, eskilerden tecrübe alarak, bazı müslümanların evlerini Erkam evlerine, küçük çaplı mescid ve okul sistemine benzetmeleri gerekiyor. Bunu deneyenler nerelerde hatalar yaptı? Sadece antitez öne çıkarıldığı için çocuklar eksik, yarım yetişti. Okulun yerini başka şeyler doldurdu. Ya da çocuğun kafasında okulun bir eksikliği vardı, bu giderilemedi; hatta okul putlaştı, yüceldi, büyük bir değer oldu. Diploma kutsal bir kitaba dönüştü. Bunlara alternatif neler olabilirdi, başka hatalar nelerdi ve nasıl düzeltilebilirdi?
Çok ilkel usuller ile, dayak ve baskı ile Kur’an Kurslarımızda hâfızlık yaptırılıyorsa bu köhne ve gayrı İslâmî metotla çocuklarımızın patolojik ruh hali sergilememesi veya Kur’an sevgisinden mahrum, ibâdetlere soğuk olmaması mümkün değil. Çocuk yaştaki öğrenciler için onsuz olunamayacak kadar önemi olan oyun alanı yoktur, okul olmaya uygun bina yoktur, uygun bahçe yoktur, öğretmende pedagojik formasyon ve sevdirme gayreti yoktur, daha nice şeyler yoktur. Peki, böyle oldu diye biz Kur’an’ın eğitimine soğuk mu bakmalıyız? Yani “Kur’an Kursu faâliyetlerimiz tıkandı, çalışmıyor artık; bir daha böyle bir şey yapmamalıyız, başarısız olduk”mu demeliyiz? Yoksa daha güzel bir Kur’an Kursu modelini oluşturmaya, en azından teori planında, yeşil ışık mı yakmalıyız? Okul meselesi de böyle, sekiz on tane müslüman bir araya gelebilir, eski tecrübelerden yola çıkarak, belirli bir yaşa kadar çocuklarını yetiştirmek için özel hocalar tutabilir. Ama bu, çok az bir kesimin büyük bedeller ödemeyi göze alarak yapabilecekleri bir tercihtir. İngiltere’de bile daha dün müslüman olmuş Yusuf İslâm kalkıp İslâm Okulu kurarak işe başlıyorsa, bu ülke insanı çok geride kalmış demektir.
Öncelikle vurgulamalıyız ki, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerdeki okullarda müşrik olmama özgürlüğü yok.Öğrenci ve öğretmen olarak şirk tornasından geçmeme hakkı için mücâdele gerekiyor. Bir manifestomuz yok. Bir müslümanın her çeşit eğitim kurumlarında yapmasının kesinlikle câiz olmadığı şeyler, câiz tâbirinden de öte insanlık suçu olduğunu ilan edecekleri, resmî âyinlerde şirk unsuru olan hususlar varsa bu törenler, bazı derslerde kabulü ve dillendirmesi şirk olan durumlar varsa onlar, kamuoyuna hâlâ yansıtılmamıştır. Burada ben, tartışmalı olan, yoruma tâbi olan hususları kastetmiyorum. Çok net olarak, eğitimle ilgili İslâm’la bağdaşmayacak şirk unsurları şunlardır diyerek maddeleştirip kamuoyuna veli, öğrenci ve öğretmenlere ilan ve tebliğ bile edememişiz. Her vatandaşın ve her düzenin bunları rahatlıkla bilmesi ve zulmün boyutlarının sergilenmesi gerektiğini düşünüyorum. Varsa yoksa sadece başörtüsü yasağı gündemde. ABD gibi, Avusturya ve diğer Avrupa ülkeleri gibi, başörtüsünün suç olmadığı memleketlerde yaşasaydık, bizim okullardan istediğimiz olmayacak mıydı? Yani sadece üniversitelerde ve sadece başörtüsünden başka. Başörtüsüne bile müsaade etmeyen bir zihniyet aracılığıyla, başın içine koyduğu bilgi ve kültürün ne olup olmadığı, ciddi mânâda maddeler halinde net olarak dosta düşmana ilan edilebilmiş bile değildir ki, ona göre eylem planı hazırlansın.
Okullarda Darwin teorisinin ve benzeri özgül ağırlığı fazla olmayan birkaç meselenin, bir de ahlâkî problemlerin dışında karşı çıkılması gereken meseleleri yok gibi davranıyor müslümanlar. Yani kim neye niçin karşı çıkıyor, kim neyi niçin istiyor; belli değil. Karşı çıkılan şeyler olmazsa olmaz şeyler midir, olmazsa güzel olur cinsinden midir, bu da net değil.
Çocuk, anne ve babaya emânet olarak teslim edilmiş bir fitnedir/sınavdır. Ana ve baba, kendisi veya vekilleri eliyle çocuğun ya İslâm fıtratını koruyacak, ya da şirke bulaştıracak. İkincisi olursa, âhirette de kendisini bu şekilde yetiştiren büyüklerine evlât şöyle diyecek: "Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, 'Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik!' derler. 'Ey Rabbimiz! Biz reislerimize, beylerimize ve büyüklerimize itaat edip uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar' derler. 'Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle lânetleyip rahmetinden kov."[218]
Çağımız, bilgi çağı değil, bilgi kirliliği çağıdır. Modern yaşam biçiminde insanların beyni çöp kutusuna döndü. Vahiyle bağları koparılan insana eğitim kurumları, medya, teknoloji, çevre bırakın âhireti, dünya için bile gereksiz, hatta zararlı şeyleri bilgi ve kültür adına (insan istemese bile) dayatarak depoluyor. İnsanlar, vahye dayalı gerçek ilimden koparılıp lügat ve itikadî anlamlarıyla cehâlete itilirken, diğer yandan bilgi kirliliğinin kurbanı oluyorlar.
Kurumlardan ve çevreden öğrenilenlerin hepsi de yanlış ve zararlı değil elbette. Ama vahiyle, dünyada ve âhirette insanı kurtaracak “ilim”le karşılaştırılınca küçük bilgi kırıntıları şeklinde kalmaktadır bunlar. Bırakın zararlısını, “faydasız ilimden” bile Allah’a sığınmaktadır tek önderimiz.[219] Bilgi kırıntılarının “ilim” haline gelmesi için vahiyle sağlamasının yapılması, hazmedilip özümsenmesi, posasının çıkarılması, pratikte faydalı hale gelip uygulanması gerekmektedir. Yine illet ve gâyesinin belirlenmesi, Allah rızâsına hizmet etmesi, bütün içindeki yerinin uygunluğu ve insanlığın hayrına/salâhına hizmet etmesi lâzımdır. Kur’an’a göre âlim kuru bilgi sahibi, hele kitap yüklü merkep[220] değil; Allah’tan huşû duyup titreyen muttakî kimsedir.[221] O yüzden takvâdan uzak bilgi ilim sayılmaz, hele vahiyden kopuk ve kişiyi Allah’tan uzaklaştıran şeyin adı kesinlikle “ilim” olamaz. Eğitim, insana yön vermek, onu yönlendirmektir. Terbiye (eğitim) insanı inşâ etmek demek olduğundan mutlak terbiyeci/eğitimci ancak Allah’tır. O’ndan kopuk bir eğitimci farkında olmasa bile rablik iddiasındadır. Osmanlı dedelerinin yaptıklarının tam tersi bir uygulama ile karşı karşıyadır bugün bu topraklarda yaşayan nesiller; tersine bir devşirme söz konusudur.
Evler, sadece çocukların değil; anne ve babanın da okuludur. Ama ana ve babaları yetiştirecek ehil ve emin yerlere büyük ihtiyaç var. Müslüman cemaat ve teşkilâtlara düşen önemli bir görev, çocuklardan önce ana ve babaları yetiştirmek olmalıdır. Evlilik ve ana baba okulları açmalı, geliştirmelidirler. Eğer baba evinde ve evlilik öncesinde anne adayı, kendini yeterince yetiştirmediyse, evlilikten sonra sorumluluk hanımın kendisiyle birlikte kocaya âittir. Zarûri olan hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya da öğrenmesine imkân ve fırsatlar oluşturacaktır.
Dernek, vakıf ve kursların durumu da gözden geçirilmelidir. Dine hizmet iddia ve amacıyla ortaya çıkan İslâmî eğitime katkı hedefindeki kurumlar giderek bu araçların amaçlaşması ve motor olmak yerine fren görevi üstlenmeye başlaması riskine karşı çok uyanık olmalıdırlar. İnsanları Allah'ın dininden uzaklaştırıp kendi sapık anlayışlarını topluma dayatan câhiliyyenin hâkimiyetinde, onların yönlendirmesine açık kurumlar ve hantal yapılanmalar yerine; ciddi, özgür ve özgün alternatifler, gerekli değişime çabuk uyum sağlayabilecek mobil çalışma sistemleri ve farklı seçenekler oluşturulmalıdır.
Eğitim, hevâî isteklere (vahyin tesbit ettiği şekilde) istikamet ve sınır tâyin edebilecek irâde eğitimini, tevhidî bilinci, ibadete devamı ve ahlâkî özellikleri ihmal etmeyecek şekilde, daha doğrusu bunların temel alındığı bir ölçüde değerlendirilmelidir. Bunların, vahyi merkeze almadan yerine getirilemeyeceği gibi, ümmet planında ve ideal tarzda yerine getirilmesi ve eğitim problemlerinin kesin çözümü için İslâmî bir otoriteye ihtiyaç vardır. Bununla birlikte cemaatler ve riskleri göze alabilen müslümanlar, kendi çocuklarıyla ilgili radikal (tâğutun kurumlarını reddedip onlarla uzlaşmayan) tavırlar alabilmeli; lokal, kısmî ve yüzeysel de olsa çözümler üretmek için işbirliğine gidebilmelidir. Yakın yaşlarda çocukları olan beş on ebeveyn birleşerek ev ortamını okula dönüştürecek çalışmalar yapabilmelidir. Ama, riskleri göze alamayan mü’minleri bırakın tekfir etmeyi, onları kıracak tavırlardan bile kaçınmalı, halleriyle örnek ve alternatif olmaya çalışmalıdır. Unutmayalım, bu din, sadece kahramanların dini değildir. Herkesten kahramanlık beklenemez. Kaldı ki, günümüzdeki kahramanlar, bu özelliklerini hayatın tüm alanlarına da taşıyamadıklarını itiraf etmelidir. Unutulmamalı ki eğitim, hayatın sadece bir parçasıdır; tümü değil.
Çözüm konusunda azîmet veya ruhsat olarak iki çizgiden biri seçilmelidir. İlki, yanlış olarak radikallik denilen savaşçı kimliği, Allah askeri olmak ile; diğeri de en asgarî bir tevhid eri Müslüman kimliğiyle alâkalıdır. Birincisi toptan reddetmektir, tüm tâğutları ve tâğûtî kurumları. Bedeli vardır elbette bu tavrın. Mümkün ki, bu tavır savaş ilanı kabul edilecek, sürgünler yani hicretler, mahrûmiyetler, sıkıntılar, cezalar gibi karşı tarafın zulmüne göğüs germeyi gerektirecektir. Ayrıca, alternatifler oluşturmadan sadece tavır almak yeterli olmadığı için imkânlar oranında çözüm üretmeyi, müslümanca bir eğitim arayış ve çabalarını da mutlaka oluşturma mecburiyetini de ebeveynin sırtına yükleyecektir.
Her müslümanın kahraman olması beklenemeyeceği, İslâm’ın bedevîlerin, ihtiyar kadınların, âciz müstaz’afların da dini olduğu için, ruhsat yolu da tercih edilebilir. Bu konuda, tâviz verilebilecek hususlarla tâviz verilmesi bir Müslüman için mümkün olmayan şeyleri ayırt etme mecbûriyeti karşımıza çıkmaktadır. Müslüman, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerde ve böyle ortamlarda belki zâhiren tâğutların egemenliğini kabul etmiş gözükerek Allah’ın affetmesini umacağı günahlarla bu konuda tâviz vererek kurtulabilir. Ama, yeterli bir ikrâh olmadığı müddetçe küfür lafız söyleyemez ve küfür davranışlarını sergileyemez. Bülûğa ermemiş olan temyiz yaşındaki çocukların mürtedliği de geçerlidir Hanefî fıkhınca. O yüzden çocuğunu kendi elleriyle ateşe atmamak için ebeveyn, onu kurumlardaki küfre karşı uyarmalı, Müslüman kimliğini nasıl taşıyıp nasıl koruyabileceğini iyi öğretmelidir. Cezalar da verilse, tâğutların övgüsü niteliğindeki şiirleri okumayacak, onların övüleceği bayram ve törenlere katılmayacak, en azından ağzından tâğutların kutsallarını över anlamda sözler çıkmayacak ve bu tür davranışlardan her ne pahasına olursa olsun uzak kalacaktır. Bu konuda ant törenleri ve bayramlar çözüm getirilmesi gereken problemler olarak karşısına çıkacaktır Müslüman ebeveynin. Derslerdeki terslikler, yani bir Müslüman açısından küfür olan hususlar tesbit edilmeli ve zihin ve gönüllere o tür zehirli gıdaların girmemesine özen gösterilmelidir. Okullarda nasıl gıdalar verildiği, her akşam çocuk eve geldiğinde kontrol edilmeli ve varsa zehirler iyice yerleşmeden hemen temizlenmelidir.
Radikal çözümlere ve resmî olarak riskli tavırlara hazır değilse ebeveyn, yine yapabileceği hayli tedbirler vardır. En azından cumartesi ve pazar günleri, hiç değilse bir günün yarısı, çocukların İslâmî eğitimine ayrılabilmelidir. Mahallenin çocukları her hafta ayrı bir öğrencinin evinde velîlerin tâyin edeceği şuurlu bir veya birkaç öğretmenin eğitim ve terbiyesine teslim edilir. Bir mahallede beş on velî bir araya gelip imkânlarını birleştirerek çocukları için alternatif çözümler üretebilir. Üretmiyorlarsa, samimi ve gayretli olmadıklarındandır, diğer gerekçeler bahaneden öte bir değer taşımaz. Bireyler olarak bu işlerin üstesinden gelinemiyorsa, cemaatleşerek, eğitimin sancısını duyan insanlar birleşerek bu hayatî meseleye kısmî de olsa çözümler getirebilir. Zâten Allah, kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemediğinden, ancak devlet otoritesiyle çözülebilecek ideal ve kesin çözümler de acele olarak beklenmemelidir.
Müslümanım diyenlerin genelini bağlayacak şekilde yine de çok şeyler yapılabilir.
Neler Yapılabilir?
1- Evler okul olmalıdır. Çocuğun eğitiminden dinimize göre direkt olarak ebeveyn sorumlu olduğundan esas muallim ve mürebbi (öğretmen ve eğitici) anne ve baba olmalı, evler de esas okul haline gelmelidir. Kişilik/karakter eğitimi esas olarak ancak evde ve aile ortamında verilip inşâ edilebileceği gibi; müslümanlık da, ahlâk, sevgi ve samimiyet gibi erdemler de çocuğa mükemmel olarak ancak evde kazandırılabilir. "Koca", aynı zamanda "hoca" olmalı; evin reisi, liderliğini evde imamlık, muallimlik ve muhtesiblik yaparak da yerine getirmelidir. Çocuğunu canından fazla seven anne, onun cehennemde yanmasına rızâ göstermediğini davranış ve fedâkârlığıyla ispat etmelidir. Çocuğunu cehenneme götüren inanç, düşünce ve eylemlerden koruyacak şekilde onu eğitmenin yollarını bulabilmelidir.
İnançlar, değerler, gelenekler ve iyi alışkanlıklar, daha çok aile içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, aile içinde geçer. Çağdaş tüm pedagoglar, "altı yaşa kadar çocuğun karakteri nasılsa, ondan sonraki yaşantısında fazla ekleme yapılmadan aynı izler devam eder" görüşünde birleşirler. Bu sebeple, ilk yıllardaki eğitim ve terbiye, hayâtî ve hayat boyu önem taşır.
2- Münkerden nehy görevi yapılmalı, çocuk evde karantinaya alınıp, günlük ve haftalık arındırmalardan geçirilmelidir. Okulun, iletişim araçlarının, medyanın, sokağın/çevrenin münkerlerinden çocuklar evde arındırılmalı, gönül ve zihinlerine bulaşmış tortuların atılması sağlanmalıdır. Çocuklarımız, okul sonrası, seyrediyorlarsa tv. sonrası ve giriyorlarsa internet sonrası virüs taramasından geçirilmelidir. Çocuk eve geldiğinde, yanlış bilgilerden, câhilî kültürden, kötü ahlâktan, çirkin alışkanlıklardan temizlenmelidir; çamurda oynayan çocuğun eve girer girmez temizliği yapılıp mikroplardan arındırıldığı gibi. Küfür ve şirk başta olmak üzere kötülüklerden, Allah'a isyan sayılacak davranışlardan, yalan ve hayâsızlık gibi her çeşit kötü alışkanlıklardan ve tiryakiliklerin her türünden koruma faâliyetleri yapılmalı, çocukları doğru ve faydalı kaynaklarla temasa geçirmelidir. Okuduğu kitapları, gazeteleri, konuştuğu arkadaşlarını, terbiye ve eğitim verenleri, seyrettiği filmleri, oynadığı oyunları... kontrol etmeli; gerektiğinde ambargo koymalıdır. Bütün bunları kendi yerine ve daha güzel yapacak Allah korkusunu, ihsan bilincini, tevhid şuurunu gönlüne yerleştirmelidir. Anne ve babalar gecesini gündüzüne katıp, "çocuğumu nasıl müslümanca yetiştirebilirim?" diye planlar, programlar yapmalıdır.
3- Emr-i bi’l-ma’rûf yapılmalı, hakkı tavsiye etmeli ve tevhidî eğitim ve şuur verilmeye çalışılmalıdır. Bütün bunlar mutlaka sevdirilerek yapılmalı; eğer dinden nefret ettirecekse usûl/metod mutlaka değiştirilmeli, dini sevdirme ve dinî bilgi konusunda mutlaka birinden tâviz verilmesi gerektiğinde sevgiden/sevdirmekten kesinlikle taviz verilmemelidir. Çocuklara özgüven ve güzel ahlâk kazandırılmalıdır.
4- Helâl haram ayrım ve bilincini aşılarken, haram lokmadan uzak şekilde temiz gıdalarla beslemenin eğitimle çok yakın ilişkisi unutulmamalıdır. İsrâfın her çeşidine ve özellikle zaman savurganlığına meyletmeyecek bilinç verilmelidir. Çocuklarının gıda ihtiyaçlarını karşılamayan ya da tamamen hastalık taşıyan mikroplu pis gıdalarla onları besleyen anne ve babanın suçluluğu kabul edilir de, midelerinden çok daha önemli olan kafa ve gönüllerini aç bırakan veya ondan daha kötüsü, hastalıklı düşünce ve inançlarla doldurulmasına sebep olan ebeveyn suçlu sayılmaz mı? Ebeveynin çocuklarının midesini doldurup kafa ve kalbini ihmali, kapitalistçe bir zulümdür elbet. Ama şunu da unutmayalım: Nasıl midelerini mikropsuz, zehirsiz gıdalarla, dengeli beslenme kurallarıyla doldurmak zorundaysak; kafalarına ve gönüllerine giden gıdaların da mikroplardan arınmış, çocukları zehirlemeyecek ve dengeli beslenmeyi sağlayacak temel gıdalardan seçmemiz gerekmektedir. Abur cuburla midenin doldurulması gibi, abur cuburların okunması veya seyredilmesi de insanı hasta eder. Bazı ana ve babalar, çocuğuna okul ders kitapları dışında kitap almayı, oyuncak kadar bile önemli görmemekte; çocuğunun tevhîdî iman ve ibâdet bilincine sahip olmasını, güzel duygularının güçlendirilip doğru yönlere kanalizesini lüks saymaktadır. Kendi çocukluğunda kitapla büyümediği için, çocuklarının kitap ihtiyacını umursamamaktadır. Hâlbuki öyle acâyip bir düzen ve ortamda çocuklarımız hayata atılıyor ki, bu devirde okumayanların, canına okuyorlar. Tabii, neyi nasıl okuyacağını bilemeyenler de intihar etmiş oluyor.
5- İslâm’ı sevdirmeli, çok küçük yaştan itibaren Allah sevgisi, Peygamber sevgisi vermeli; her sevgiden önce ve en büyük sevgi olarak. İlâhî emirleri, ibâdetleri niçin yapması gerektiğini anlatmalı, her konuda şuurlandırmaya çalışmalı, okuduğu Kur’an’ın ne olduğunu, ne emirler içerdiğini, anlamını, namaza niçin ihtiyacı bulunduğunu... öğretip sevdirmeli. Bir yandan cihad sevgisi ve hazırlığı, diğer yandan sanat sevgisi kamçılanmalıdır. Balık avlayıp vermek yerine, balık tutmayı öğretmeli, Allah sevgisi ve belirli yaştan sonra da Allah korkusu ve takvâ bilinci verilmeye çalışılmalıdır. Sorumluluk ve görev şuuru aşılanmalıdır. Kız çocuklara küçük yaşlardan itibaren tesettür ve hayâ bilinci, kız ve erkek çocuklara ibâdet ve özellikle namaz şuuru kazandırılmalı ve bu konuda çok titiz olunmalı.
Görüldüğü gibi esas iş, ana ve babaya düşmektedir. Bunun yanında elbette çözüme katkı cinsinden cemaat ve kurumların da büyük sorumlulukları vardır. Mü’minler, böyle bir konuda birbirleriyle yardımlaşmayacak da hangi konuda yardımlaşacak? Bu alanda kimler neler yapabilir, özetin özeti olarak ona temas edelim:
Cemaat ve kanaat önderleri, yazarlar ve hocalar eğitimi ciddiye almalıdır; faâliyetlerinin birinci sırasına, merkezine yerleştirmelidir. Yapılabilecekleri tavsiye etmekle, sempatizanlarını yönlendirmeyle de yetinmemeli, bu konularda öne düşmeli, örnek olmalı, organizelere katkıda bulunmalıdır.
Asr-ı saâdette eğitimin merkezi olan câmilerimizin bugünkü şartlarla bu alanda bir boşluğu doldurabileceklerini sanmıyorum. Elif be öğretiminden (öğretir gibi yapmaktan) ibâret olan câmi kursları, hiçbir şekilde alternatif özelliklere sahip değildir; “yetersiz” bile değildir. Kur’an eğitimini daha farklı mekânlara taşımanın şu ortam için daha doğru olduğunu düşünüyorum.
Yayınevleri, tevhidî duyarlığa sahip uzmanlara eğitimle ilgili alternatif kitaplar, dergiler, broşürler hazırlattırıp bunları yayınlayabilir. Sesli ve görsel malzemeler alanında faâliyet yapabilenler bu alanda hizmet verebilir.
Radyolara da büyük iş düşmektedir. Radyo okulu şeklinde çalışmalar yapılabilir. Okul ciddiyeti ve programıyla müfredatlar hazırlanıp sunulabilir. Okullarda uygulanan ders konularının tashihi yapılabilir.
Cemaatler, dernekler, vakıflar ana baba okulları/kursları açabilir. Ders araç ve gereçleri hazırlayabilir. Sadece kendi mekânlarında eğitime katkıda bulunmakla yetinmeyip evlerdeki çalışmalara yön verecek katkılar ve destekler sağlayabilir. Her yaş dilimine yönelik kitap, dergi, CD, kaset, hatta radyo ve TV faâliyeti yapabilir.
Allah, Kitab’ında Kendi yolunda cihad edenlere yollarını açacağını vaad ediyor.[222] “Kim Allah’tan korkar takvâ sahibi olursa, Allah ona bir çıkış yolu verir.”[223] Yeter ki samimi olunsun ve gönülden istensin…
İnsanımızda yeterli şekilde savaşçı kimliği yok. Truva atının içerisinde, karşı tarafın savaşçısı olarak bir misyon yüklenmeliyiz; Hz. Musa’nın Firavun’un sarayında üstlendiği bir misyon gibi. Bu noktada biz çocuklarımıza dâvâ adamı kimliğini verirsek, çocuk kendiliğinden yola girer diye düşünüyorum. Tamam da bu kimliği vatandaşa ne kadar verebilmişiz ki, o çocuğuna versin?
Evlerimiz
Acaba hangi kurumlar Ali’leri ve Fâtıma’ları oluşturdu, bunlar hangi kurumun ürünleriydi? Dolayısıyla burada evi merkeze alarak değerlendirirsek, İslâmî bir toplumda, üç sacayağı kurum vardır. Bu ev, cami ve medresedir. Medrese yerine bugün dernek vs. diyebiliriz. Ama işte Hz. Musa ile ilgili ayete[224] ve Mekke dönemindeki Hz. Peygamber’in uygulamalarına baktığımızda, ev dışında bir kurum yok. Ev, başkalarının müdahale edemeyeceği bir alan. Dolayısıyla tek kurum var. Hz. Musa’ya vahyedildiği gibi, “evlerinizi mescid edinin” ki, ben mescidi genel anlamda geniş fonksiyonlu bir yer olarak düşünüyorum.
Darul Erkam bir evdi. Bu gün eğitimin de yön vericisi, bel kemiği olması gereken yerlerimiz evlerimiz olmalı. Biz, kurumları olmazsa olmaz gibi gördük. Alternatifleri, illa bir kurum vasıtası ile düşünmenin çıkmazlarını hesaba katmalıyız. “Okullarla nasıl yarışabilirim?” diyoruz. Bu, imalâthaneye bile sahip olamayan sadece el tezgâhı olan birinin fabrika ile yarışma zorunluluğu duyması gibi bir şey. Dolayısıyla yarışmaya kalkıyoruz, galip olamayacağımız bir savaşa giriyoruz, yaralarımız büyüyor, çıkmaz sokaklara kendimizi mahkûm ediyoruz.
Burada yine Hz. Peygamber’in olumlu bir vasfı olarak “ümmî” vasfını ele almak lâzım. Ümmî, “okuma yazma bilmeyen”den ziyade, “anneye mensup olmak” demektir. Yani, anneden doğduğu gibi, fıtrî yapısını koruyan demektir ümmî. Câhiliyyenin hiçbir pisliğine bulaşmamış, fıtratına uyan demek. Ümmet kelimesi de aynı ümm kelimesinden türemiştir ve anne kavramının olumlu yapısını içerir. Çocukların yetişmesinin sorumluluğu, anne ve babaya ait olması gerekirken, bu işi anne ve babanın vekillerinin merkeze alındığı ve yarışamayacağımız bir alan olan kurumlar ile halletmeyi öncelikliyoruz. Hâlbuki, Hz. Fâtıma’yı babası Hz. Peygamber yetiştirdi. Hz. Ali’yi de Erkam’ın evi ve Peygamberin öğretileri yetiştirdi. Herkes kendi çocuğunu evvelâ kendisi, diğer müslümanlarla yardımlaşarak yetiştirmeye çalıştı. Bu durumda kurumların hegomanyası olmayacak, mağlup olma riski büyük olan bir alana müslümanın kendisini sıkıştırması söz konusu edilmeyecektir. Okullar sadece belirli saatlerde, sadece belli mekânda, sadece uzmanı olan öğretmenin, sadece kendi müfredatı ve konusuyla ilgili, sadece eğitim (aslında sadece öğretim) verdiği bir kurum. Hâlbuki insan yetiştirmenin bireyle, zamanla, mekânla, konuyla, öğretmeyle sınırlanamayacak kapsamda yüceliği vardır.
Bunun yanında hiçbir öğretmen, öğrencisini bir anne ve babanın evlâdını sevdiği kadar sevemez, onların fedâkârlık yapacağı kadar yapamaz. Fıtratta bu denli sevgi ve özverililik yok çünkü. Belki öğretmen de çok gayretli olabilir, ama fedâkârlık ve sevgi anlamında anne ve babanın yerini hiçbir eğitimci, hiçbir öğretmen tutamaz. İşte biz bu yedeği, vekili asıl yapı yerine koyduk. Yani Musa (a.s.) döneminde de, Mekke döneminde de evin merkez teşkil ettiği bir yapı var. Camiler de, bugün İslâmî merkez ve eğitim mekânı olarak kullanamadığımız dışlanmış bir yer haline geldi. Yani câmiler bir devlet kurumu durumunda. Kanunlar var, yönetmelikler var, devlet buraları nasıl işleteceğini belirliyor. Hatta imam olmak için kanun açısından müslüman olma şartı aranmıyor. Hatırlayın, Turan Dursun gibi ateist ve İslâm düşmanı biri yıllarca müftülük yaptı, imamların âmiri oldu. .
Demek ki, bugün tarihe karışmış medresenin yerini tutan özgür ve bağımsız İslâmî bir eğitim kurumu olmadığı gibi, câmiler de bu özelliklerden aynı derecede uzak. Tek kurum kalıyor; o da ev. Zaten insan eğitiminde ana ve babanın rolü başkasına devredilemez. Ailenin merkezî bir rol üstlenmek zorunda olduğunu söylemek istiyorum. Çocuğunun eğitiminin kendisini direkt ilgilendirdiği kişi, anne ve babadır. Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzerine doğar, annesi ve babası onu hıristiyanlaştırır, yahudileştirir (hadisin bir rivâyetinde), müşrikleştirir. “Müslümanlaştırır” denmiyor. Zaten müslüman fıtratı ile doğmuş. Bu aslî yapı korunup kirletilmezse, zaten müslüman olacak. İkinci olarak “çevre şartları, okul, çocuğu hıristiyanlaştırır…” da denmiyor; anne ve babasının bu işlevi gördüğü söyleniyor. Dolayısıyla okul, çevre, televizyon dediğin şey, anne ve babanın seçtiği, kendine bir vekil olarak görev ve yetki verdiği şeylerdir. Anne ve baba, çocuğunu İran’da ya da Mekke’de yetiştirmek isterse, televizyon ya da çevre faktörleri (arkadaş, okul, medya, oyun, iş, komşu ve benzeri) de çok farklı olabilecek, hatta çevresel sorunlar çözüme dönüşebilecektir.
Eğitim ve Okul Kelimeleri; Alternatif Hakkı
“Eğitim” kelimesine gelince; Bu kelime kaç yılında ortaya çıkmış araştırdım. 1935 Yılında türetilmiş, yani uydurulmuş. Okul kelimesi de 1934 yılında türetilmiş. Türkçe “okumak” fiilinden türetilmiş. Ne var ki, kelime köklerinin sonuna “-il/-ul” eki, 1934’e kadar hiç kullanılmadığından ek Türkçe yapım ekine, “okul” da kelime yapısına uygun değil. İngilizcesi school olan écolé (ekol)ün karşılığı yerine bozuntusu tercih edilmiş; aynen Batı kavram ve yaşayış tarzının biraz bozulmuşu ithal edildiği gibi. Türkçe okul haline getirilen “ekol”ün aslı da ilk olarak Yunanlılarda ortaya çıkmış Milat öncesi Atina adındaki uygarlık kabul edilen yaşam biçiminde. Tuhaftır, “aristokratların hayatta getirisi olmayan uğraşlara vakit ayırabilmesi”ni ifade eden bir anlamı var. Helenistik devirde bu kelime, eski Atinalılar gibi entel tarzda sohbet etmenin tekniklerini öğreten kurs anlamı kazanmış. Çağdaş Batıda ancak her türlü okul anlamında kullanılmaya başlanmış. Okul karşılığındaki ekol kelimesi; ilk ve esas olarak insanları etkileyecek, retorik ve söz sanatları tabir edilen söz canbazlığını, nutuk atmayı entel tabakaya öğretme amaçlı olan, paralı kurumlara deniliyordu. Yani zannedildiğinin aksine okul kurumu, toplumun bireylerini, uyumlu vatandaş hale getirmek amaçlı, insanı düşünen, çocuğu düşünen, kendi sistemleri açısından da olsa onları topluma faydalı bir birey haline getirmek isteyen bir kurum değil. Entel bir zevk için bir kültürel etkinlik amaçlı, zengin ve şımarık aristokrat sınıfına, hitabet ağırlıklı, daha çok da laf ebeliğine dayanan faydasız (faydasızın altını kendileri çiziyorlar, kelime bu anlama geliyor) şeylerin öğretildiği bir kurum olarak işlev görmüş. Giderek bu anlayışla, alternatif denilen okullar açılmış, Atina’dan Isparta’ya ve Roma’ya ihraç edilmiş; sonra da Ortaçağ zihniyetinde dogmaların öğretildiği bir kurumlar haline getirilmiştir.
Bugün bizim kendisinden aldığımız ekol kelimesi ile kurumun iç işleyişiyle, müfredatıyla etkilendiğimiz Batı, söz gelimi “okulsuz toplum” çağrılarına müsamahalıdır, aynı zamanda alternatif okullara da yeşil ışık yakar. Bugün ABD dâhil Batı ülkelerinin hemen hepsinde, ilkokuldan üniversiteye kadar, Hristiyanlara, yahudilere komünistlere, ateistlere ve hatta bir kaşık suda boğmak istedikleri Müslümanlara okul açma özgürlüğü var. Yani siz belirli sayıdaki farklı ideoloji veya din mensubu insanlar müracaat ediyorsunuz, o devlet size finansmanını sağlıyor, binasını temin ediyor, imkânlarını veriyor. Ne yaparsan yap, Tevrat Kursu, Kur’an Kursu gibi faaliyetini yap; hatta öğretmenini ben seçeceğim, müfredatını da ben tespit edeceğim bile demiyor. Siz şartlara uygun hangi öğretmenleri istiyor, nelerin okutulmasını talep ediyor, eğitim sisteminizin nasıl olmasını arzu ediyorsanız, çoğu tercihi size bırakıyor. Düzenin kendisinin belirlediği çok az şeyler var. Söz gelimi, eğitim dilinin o ülkenin dili olmasını şart koşuyor, anayasasının zorunlu kıldığı ırkçılık yapılmaması gibi üç - beş madde ile sınırlanabilecek şeyler istiyor ve alternatif eğitim modellerine tümüyle açık olduğunu ifade ediyor. Hatta daha öte, “ben bu alternatifleri de beğenmiyorum ya da benim alternatifim yok” diyen bir kimseye, okula gitmeme özgürlüğünü nice Batılı ülke tanıyor. Meselâ kendilerine “anarşistler” denen kimseler okulları protesto ederler ABD’de, Avrupa’da; okulları ve askerliği protesto etme hakkı vardır bazı bedellerini ödemekten kaçmayan insanların. Böyle bir özgürlüğü tanıyor. Yani kendilerinden hem “okul”un adını hem yapısını aldığı sistemden çok daha fazla dayatmacı olmuş Ortadoğu ülkeleri. Kraldan daha fazla kralcılıktır bu.
Onların bile tümüyle dışlamadığı, alternatif olarak müsaade ettiği bir sistemi, özgürlüğü müslümanların yaşadığı ülkelerde küçük çapta bile göremiyoruz. Bilmem bilir misiniz Hollanda’da 40’ın üzerinde İslâm ilkokulları vardır, iki tane İslâm üniversitesi vardır. Birinin başında rektör olarak Ahmet Akgündüz, diğerinin Süleyman Ateş (hâlâ başında mı bilmiyorum?) var.
Acıdır ki müslümanlar da bu sistemden râzı pozisyonunu üstleniyor. “Çocuğun yaramazlığından kurtulalım da, okulda vakit geçirsin de ne olursa olsun” diye düşünüyor, çocuğu başından savmak istiyor. Camiye çocuğunu gönderen anne ve babanın düşüncesi de farklı değil. Aslında şu var; biz çocuklarımıza iyi bir eğitim verebilsek, ister o çocuk Truva atında olsun, isterse başka bir yerde olsun büyük zararlara uğramayacak. Meselâ bir Amerikan okulunda okuyan İslâmî açıdan eğitilmiş şuurlu bir çocuk, bu eğitimin zararlarından büyük ölçüde etkilenmeyebilir. Ama, işin bir de takvâya, hatta fetvâya/fıkha uygun olup olmaması ve ne kadar ideal olup olmadığı konuları var; o yüzden hiç zararının olmayacağını söylemek de zor. Ancak, mevcut şartlar içinde bu tavır, ehven sayılabilir. Yahûdiler, ırkçılık öz güveniyle istiğnâ ve istikbar psikolojisi ile çocuklarını şekillendiriyor. Bizde durum çok farklı. Seviyeli, güvendiğimiz yüz Müslüman kişiyle bir anket yapsak, çocukları ile ilgili sorunları olup olmadığını araştırsak, çocuklarının müslümana yakışır bir durumda olup olmadığını sorsak, fotoğraf, durumun çok ciddi olduğunu gösterecektir.
Çocuğu dört bir yanından kuşatan tuzakları değerlendirdiğimizde; eğitimcilerin, hocaların bile kendi çocuklarını tam yetiştirdiklerini iddia etmek zor. Belki başka çocuklarla meşgul olurken, kendi çocuklarını ihmal ediyor. Ama, bu eğitim işini, en yakınlarımızı kuşatacak şekilde dahi beceremiyoruz. Bu bir vâkıa. Birisi; “ben gemisini kurtaran kaptanım” dese bile bu bir istisnadır. Bu sorun ciddi olarak ev merkezlerine alınmalı, hafta sonları ya da her boş zamanlarda câmi ve medrese fonksiyonunu kısmen üstlenen derneklerde, uygun yerlerde sistemli çalışmalar yapılmalı.
Tanışılan bir çocuğa hemen şöyle sorular sorulur: “Hangi okula gidiyorsun, kaçıncı sınıftasın, derslerin nasıl?” Ama: “Namaz kılıyor musun? Kaç sûre ezberinde? Kur’an okumasını öğrendin mi? Televizyon seyrettiğin kadar Kur’an meali niye okumuyorsun? Kimin hayatını daha iyi biliyorsun: Filan devlet adamı, falan sanatçı veya futbolcunun mu, Peygamberimiz’in mi?” gibi soruları müslümanlar müslüman çocuklarına sormayı akletmezler.
Okuldaki başarı mı, hayattaki başarı mı; dersler mi, ahlâk mı; notlar mı ibâdet mi? Yani, lise sınavı, üniversite sınavı mı, yoksa Allah’ın dünyadaki kulluk sınavı mı? Bunlardan hangileri daha öncelikli olmalıdır? Çocuğunun sabah namazına kalkıp keyifle, zevk alarak namaz kıldığına şâhit olmak, yüksek notlarla dolu karnesini görmekten daha mı az öneme sahiptir? Evet, bir delikanlı, üniversite sınavına hazırlandığı gibi, âhiret sınavı için de aynı şekilde çalışsa kesinlikle cenneti hak eder.
Okul gibi, askerlik gibi konuları çözmek için devlet gücü lâzımdır. Müslümanlar günümüzde dünyanın hemen hiçbir yerinde siyasî otorite oluşturamadılarsa, bunu mâzeret sayıp kesin haram olan, hatta haramın ötesinde şirkle bağlantılı olan hususlara bahane arama lüksüne sahip olamazlar. Siyasî otoriteleri yoksa cemaatleri vardır (olmalıdır). Bununla birlikte tekfir konusunu da çok ihtiyatlı işletilecek bir kurum olarak görmek gerektiğini ifade edelim.
Biz, şahısların zâhirine, görünüşüne değer verir, görünüşüne göre hükmederiz. Dinde, yani din tercihinde, iman meselesinde zorlama yoktur. Ama hukukî meselelerde elbette zorlama olacaktır.
Önüne gelene, ‘kâfir’ damgası vurmak demek olan “tekfir hastalığı”na düşmemek, rastgele câhil müslümanlara ‘mürted’ mührü vurmamak gerekir. İnsanların yetişme tarzı, bilgilerinin azlığı, o bilgileri kullanma tavrı, İslâm’ı öğrenme kaynakları göz önüne alınmadan ‘tekfir’ etmek çok yanlıştır. Bir müslümanı onu dinden çıkaran davranış ve söz üzerinde bulursak, onun yanlışlığını düzeltmeye çalışmamız gerekir. Rastgele ‘kâfir’ damgası vurmak hem görevimiz değil, hem de müslümanların sayısını azaltmaktır. Sayımızın azlığı ancak düşmanlarımızı sevindirir.
Bugün; oy vermek, askere gitmek, çocuklarını gayri İslâmî okullarda okutmak, az zararlı gördükleri bir partiyi desteklemenin kesin hükmü gibi nice husus, emin, ehil ve muvahhid âlimlerin fetvâya bağlamaları gereken konulardır. Günümüzde tekfir konusunda da ihtilâf edilen birçok ictihadî durumlar vardır. Günümüzde de tüm mü’minlerin otorite kabul ettiği her yönüyle güvenilir bir müctehid olmadığı, şer’an fetvâsı tüm ümmeti bağlayacak bir yetkin zât bulunmadığı için yapılması gereken, bu tür konularda “ihtiyatlı bir tavır” takınmaktır. Böyle ihtilâflı, ama şirk ihtimali de olan hususlarda ihtiyat iki şekilde olur: Birincisi, şirk olma ihtimalini gözden uzak tutmamaktır. Binde bir ihtimalle bile olsa ihtiyatlı olmak, o küfrü işlememek, ondan şiddetle sakınmak gerekir. Ve o küfür olma ihtimali olan hususu işleyenlerle (tekfir etmeden) ileri derecede samimiyet kurmamak, onlarla cemaat, sırdaşlık, akrabalık ve muhabbetle yakınlık gibi ilişkilere gücümüz nisbetinde girmemek gerekir. İhtiyatın ikinci şekli ise: Onların İslâm’ın hâkim olmadığı câhiliye düzenlerinde yetiştiğini, bu konuları yeterince ve ehil kabul ettikleri kişilerden duyup öğrenmedikleri, yeterli ve yetkili kişilerin onlara doğru bir İslâm anlayışı vermedikleri vb. durumlardan dolayı onların Allah indinde mümkün ki mâzur olabileceği, bizim ise, böyle bir durumda onların kâfir ve müşrik olmama ihtimali binde bir bile olsa onları tekfir ettiğimizde, binde bir ihtimalle de olsa bizim kâfir olacağımız hesaba katılmalıdır.
Bugün yapılması gereken, “falanca adam küfür sözü söyledi ve mürted oldu, ona hangi ağır cezayı verelim?” diye fetvâ arayışı değil; askere gitmek zorunda kalanı ve alternatif çözüm bulamadığı için çocuğunu küfür uygulamalarından korumaya çalışan ebeveyni tekfir etmek değil; İslâm’ın, güzellikleri ve kurtuluş yolu olduğunu en güzel yolla bu tür insanlara ulaştırmak, hatayı biraz da kendimizde arayıp zayıf müslümanların dinden uzaklaşma sebeplerini azaltmaya çalışmaktır. Haksız ve gereksiz tekfîr mantığı, adâletsiz ve kolaycı bir davranıştır. Hiç bir yararı da yoktur.
Şirk ve küfür olarak haklarında çok net bir hüküm olmadığı halde, biz Kur’an’ı ve sünneti kendi bilgimiz ve tevhid anlayışımızla yorumlayıp bir konu hakkında şirk ve küfür hükmünü verebilir miyiz? Eğer böyle bir konunun şirk olduğuna hüküm veriyorsak, onu her nasılsa işleyen kimsenin, gerekçelerini, bu konudaki nassların kendisine ulaşıp ulaşmadığını, ulaştı ise onlardan nasıl bir anlam çıkardığını, bize göre geçersiz de olsa te’vil yapıp yapmadığını, başka bir mâzeretinin olup olmadığını değerlendirmeden tekfir edebilir miyiz?
Bir kimseyi tekfir etmek, ne demektir? Kendisine selâm verilemeyecek, dostluk ve samimiyet kurulamayacak, gönülden sevilemeyecek, kız alıp verilemeyecek, ortaklık gibi yakınlık isteyen ilişkilere girilemeyecek, cenazesine katılınamayacak ve evliyse eşiyle nikâhı düştüğünden devamlı zina ediyor hükmü verilecek, âhirette de sonsuz bir şekilde ceza çekecek, ebedî cehennemde kalacak şeklinde bir hüküm verilmiş olmaktadır. Böyle bir hüküm öyle alelusûl verilemez. Bir kimseye “kâfir” demekten daha küçük bir isnad olan meselâ “fâhişe” demek, hangi şartlarda mümkündür? Kendimizle birlikte üç güvenilir müslümanın da apaçık şekilde zina fiilini işlerken görmediğimiz ve hepimizin şahitlikte ısrar etmeyeceği bir durumda “fâhişe” demenin dünyada bile cezaya çarptırılacağı sözkonusudur. Meselâ, bir adamın diğer bir adamı öldürdüğüne şahit olsak, bu adamın hangi şartlarda o suçu işlediği, olayın içyüzünde başka ne tür durumlar olduğu uzun uzadıya, şahitlerle, savunmalarla ortaya konulur, uzunca mahkemesi sürer ve sonunda onun suçlu olup olmadığı da bizim tarafımızdan değil, hâkim tarafından karar verilip hükme bağlanır. Öyle bir durumda bile, İslâm’ın hâkim olmadığı topraklarda had dediğimiz ağır cezalar uygulanmaz. Çünkü ortam, haramları işlemeye çok elverişlidir. Haramlara ve küfre gidecek yollar (İslâm devleti olmadığı için) tıkanmamıştır.
“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” [225]
Normal şartlarda bile, kişinin birini tekfir etme hususunda çok ölçülü olmak gerekir. Günümüzdeki gibi her şeyin anormalleştiği, hakkın bâtıl, bâtılın hak diye öğretildiği, anlatıldığı, yaşandığı bir toplumda tekfir konusuna daha fazla ihtiyat gösterilmelidir.
Kur’an’da şirk ve küfür olarak açıklanan, puta tapmak gibi çok net çirkinliklerle ilgili hususlar elbette böyle değildir. “Biz, sizlerden ve Allah'ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız…”[226] Bu ve benzeri âyetler, kesin küfür fiilleri hakkındadır. Gerçekten, apaçık bir şekilde Allah’ın dışında bir tapma olayı olunca bu hükmü verebiliriz. Onun dışında, küfür olup olmadığı konusunda İslâm âlimlerinin ve ümmetin ittifak etmediği konularda biz kendimiz o olayın küfür olduğuna dair delillerimiz çok kuvvetli olduğu zaman bu fiilin küfür olduğunu kabul edebiliriz. Ama bu durum, bize bu küfrü işleyenleri hemen tekfir etmemiz hakkını vermez. Evet, Peygamberimiz’in hadislerinde de çokça yer aldığı gibi, nice küfür ve şirk vardır ki, sahibini kâfir ve müşrik yapmaz. Nice hadiste, “şunu yapmayan bizden değildir, mü’min değildir, iman etmiş olmaz” denildiği halde, o işi yapmayanı hiçbir İslâm âlimi tekfir etmemiştir. Meselâ, hiçbirimizin kendimiz için istediğimiz her şeyi, başka bir mü’min kardeşimiz için de istememiz, onu kendimize her konuda tercih etmemiz gücümüzü aşan bir husustur. Ama bu durum hadis-i şerifte “iman etmiş olmaz” ifadesiyle bildiriliyor. Nifak alâmetleri konusunda da hüküm böyledir.
Yine, küfrünü apaçık ortaya koymayan, ama içten içe İslâm’a ters inançlara sahip olan kişileri, zâhiren şehâdet kelimesi getirip namaz gibi sâlih ameller de yapıyorlarsa, bunları tekfir etmeyi Allah Rasûlü yasaklamış, şehâdet kelimesi getiren kimsenin öldürülmesine çok şiddetli tepki göstermiş ve “kalbini yarıp baktın mı?”[227]diyerek zâhiren Müslümanlığına hükmedilmesini istemiştir. Eğer her kâfirin mutlaka kâfir olarak bilinip hüküm verilmesi gerekseydi, Peygamberimiz’in, vahiyle kendisine bildirilen münâfıkları ümmetine bildirmesi ve onların da o kişileri mü’min kabul etmemelerini istemesi gerekirdi. Hâlbuki ashâbdan Huzeyfe’ye (r.a.) (kimseye söylememesi şartıyla, sır olarak bildirmesi) hâriç, hiç kimseye onların kâfir olduğunu bildirmemiş ve ashâbın onlara Müslüman muâmelesi yapmasına rızâ göstermiştir.
Bir kimsenin kâfir olduğuna kim karar verebilir? Böylesine önemli ve bumerang gibi hükmün tekfir edenin kendine dönme ihtimali yönüyle riskli kararı sıradan herhangi bir mü’min verebilir mi? İhtilâfsız, te’vil edilemeyecek tarzda kesin ve net konuların dışında herhangi bir mü’minin böyle bir karar veremeyeceğini söyleyebiliriz. Bugün bizim derdimiz, uğraşımız ona buna kâfir damgası vurmak olmamalı, doktorluğa (gönül hekimliğine) soyunmak olmalı. Doktor, hastasını tedavi etmeye çalışır. Ona kızmaz, ona düşman olmaz, ona acır. Teşhiste bulunur, ama yine de şüpheyi, ihtiyatı elden bırakmaz. O yüzden tıp biliminde yılan simgedir. Yılan, niye tıpta simge kabul edilmiştir? Yılanın çok şüpheci bir yaratık olduğundan dolayı; tıp adamı da şüpheci olmalı, teşhisinde ihtiyat payı bırakmalı, bağnaz olmamalı, hemen kestirip atmamalı, her ihtimalli şeyden şüphe edip teşhisini kesinleştirmek için tahlil, röntgen vb. delillere mutlaka müracaat edip, teşhisindeki isabeti devamlı kontrol etmeli, gerektiğinde teşhisini değiştirebilmelidir. Birkaç tıp kitabı okuyan veya doktorların sohbetine katılıp onlardan bir şeyler duyan bir kimse doktorluğa soyunabilir mi? Hele (madden veya mânen ölümüne sebep olabilecek şekilde) ameliyatlık hastalara neşter vurabilir mi? Doktorluk için şu kadar tahsil ve tecrübe gerekiyor da, mânevî doktorlar için ilim gerekmez mi?
Kendimiz veya yakınlarımız eğer çocuklarımızı okula gönderiyorsak, böyle tehlikeli durumdan korunup itikadımızı muhafaza etmek için;
- Okullarda birinci iş olarak müşrik bir vatandaş yetiştirilmek istendiğini unutmamak,
- İmkân ve gücü varsa, çocuklarını okula göndermemek, alternatif eğitim oluşturmak
- Okulların hafta başı ve sonundaki törenlerine çocukları katmamak,
- Resmî Bayramlara çocukları göndermemek,
- Derslerde ve ders dışı etkinliklerde elfaz-ı küfür ve ef’al-i küfürden şiddetle sakınmak,
- Derslerde büyük tâğutu öven şiirler, okuma parçaları ve benzeri şeyleri okumamak,
- Büyük tâğutu öven veya küfrü içeren ödevleri yapmamak
- Okuldan geldiğinde mutlaka virüs taraması yapmak, Okulda öğrendiği yanlışları gösterip doğrularıyla yer değiştirmesini sağlamak, hafta sonları İslâmî eğitimi üzerinde titizce durmak.
- Çocuklarımıza küçük yaşlarından itibaren tevhid akidesini öğretip sevdirmek, Kur’an’la tanıştırmak gerekir.
- Cumartesi, Pazar günleri ve tatilleri çocukların İslâmî eğitimleri ve câhilî eğitimden arınmaları için gayret gösterip fırsatlar ve alternatif imkânlar oluşturmak.
- Okul ve öğretmen tercihi yapmak, öğretmenin ve idarenin İslâm düşmanı olmayanlarını arayıp bulmak; gerekirse uzak bir okula kayıt yaptırmanın yollarını bulmak.
- Çocuklarımıza Kur’an eğitimi verdirmek; Kur’an’ın metni ile birlikte mealini okutmaya çalışmak, evde Kur’an eğitimi yaparak Kitabımızın günlük hayatla ve kendimizle bağlantısını kurmaya çalışmak ve çocuğa da bu bakış açısını kazandırmaya gayret etmek.
- Evlerimizi İslâm okulu haline getirmeye çalışmak.
Bu durum, muvahhid mü’minlere çok iş düştüğünü gösteriyor. Kâfir denilip onlarla tüm ilişkileri koparıp onlardan uzaklaşmak, onlara tevhidi ve Kur’ânî hakikatleri tebliğ etmeden kendi köşesine çekilmek herhalde dâvet usûlü açısından ve sorumluluk bilinci yönüyle de doğru olmaz. Her iki yönüyle ihtiyat tavrı, ilişkilerimizde tutarlı ve yeterli olmaya bizi mecbur eder. Böyle konularda cesaret, ilimden değil; câhillikten ve mümkün ki, şeytanın sağ taraftan yaklaşmasından meydana gelir. Biz insanlar arasında hüküm vermek için dünyaya gelmedik. Kulluk görevimizi yapmaya geldik. Bu kulluk içinde, tabii hakkı yaşayıp başkalarına da güzelce tebliğ etmek de vardır. Unutmayalım; küfrü çok açık olanlar dışında insanlara küfür damgası vurmayı emreden hiçbir âyet ve hadis yoktur; ama bundan sakındıran nasslar vardır.
- Askerlik
Askerlik; Devlet Tanrısına Kulluk
Sistem Açısından Zorunlu Askerlik: Türkiye’de zorunlu askerlik uygulaması sistem açısından bir vatandaşlık görevi kabul edilmektedir. Yani devlet, kendini vatandaşın tanrısı konumunda görür. Vatandaşa düşen de kayıtsız şartsız devlet tanrısına kulluk yapmaktır. Devlet tanrı, “yat” deyince yatacak, “sürün” deyince sürünecek, “öldür” deyince öldürecek bir kul istemektedir. Karşılığında bırakın yalancı da olsa bir cenneti, teşekkür bile etme zorunluluğunu duymaz devlet; çünkü vatandaş buna mecburdur, kendisini de bu kulluğa lâyık görür. Cenneti yoktur, ama cehenneme benzetmeye çalıştığı zindanları vardır, bu kulluğu kabul etmeyenler için.
Sistem, askerî vesayet ve velâyet yönetimidir. Memleketi hep askerler yönetir. Asker Atatürk yattığı yerden ilke ve devrimleriyle, ihtilal yapan askerler anayasaları ile, yaşayan rütbeli askerler de her şeyleriyle. Her şehrin en mûtena yerinde askeriye konuşlanır, en güzel ve en geniş yerleri onlar parsellemiştir. “Bu memleketin (ve vatandaşların) sahibi biziz” diyen tavırları ile âdeta haykırırlar: Subay olmayanlar kiracıdır bu ülkede, kira parasını ev sahiplerine gerektiğinde canlarıyla bile ödemek zorunda olan bu basit insancıklar, istedikleri zaman kapı dışarı edilebilecek yabancıdır, zencidir, ötekidir. Zaman zaman hadleri bildirilir; inançlarına, yaşayış ve kıyafetlerine hakaret etme hakkını kendinde bulur ev sahibi(!) İşin tuhafı, kiracının, çok çalışsa da ev sahibi olma hakkı yoktur; o hep alttadır, emir eridir. Rejimin (İslâm’dan ve Müslümanlardan) korunup kollanması onlara aittir. Halkın yanlış tercih yapıp silahlı kuvvetlerin istemediklerini başa geçirdiğinde, ya da vatanseverlikleri depreşip canları istediğinde ihtilal yapmaya hazırdırlar. Can atarlar vatanı kurtarmaya(!), kesmez artık postmodern darbeler, 28 Şubatlar…
Sistem, okullarında okuyan öğrencileri de askerî disiplinle yetiştirir. “Sıra ol, rahat, hazırol, rap rap rap!” (“Rab, Rab!” değil, ona benzemesin; irticanın ayak sesi diye darbe olur)
Halk Açısından Anlamı: Halk (istisnâlar dışında) gönüllü köleliği/kulluğu kabul eden yığınlardır. Onlar rüzgâr nereden kuvvetli esiyorsa oraya meyleder. “Cehennem”den daha kötüdür “hapis”, “haram”dan daha önemlidir “yasak”, “günah”tan daha korkutucudur “suç”. O yüzden “Allah eri” olmak, “Allah’ın askeri” vasfına bürünmek de neyin nesi? Halka göre sadece devletin askeri olunur. Bu, bir vatan borcudur, namus borcudur. “Askere gitmezsek halkın namusunu kim koruyacak?” der; ama askere gidince bırakın memleketin namusunu, kendi karısının ve anasının bile namusunu koruyamaz. Ana-avrat her gün kendisine sövülür, kılı bile kıpırdamaz. Önce onurunu yok ederler, sonra isyan bilincini. Alışır, hiç tepki göstermeyecek şekilde tam asker olur; artık namus filan umurunda değildir. Zaten her Türk askerdir, asker doğar, asker gibi yaşar.
Halka göre askerlik “peygamber ocağı”dır. Biz de kabul edebiliriz askerliğin peygamber ocağı olduğunu. Doğru, ama bu peygamber, bizim peygamberimiz Mustafa değildir, başka bir Mustafa’nın peygamber (ve tanrı) kabul edildiği bir ocaktır bu askeriye ocağı. Bizim Peygamberimiz’in imanı, cihadı, küfür ve şirkle mücadelesi sadece suçlamalara konu edilirken; resmî peygamber her şeyiyle ocak başındadır. Akşamları ibâdet yaklaşımı içinde Atatürkçülük dersleri, en önemli kulluk icraatı olarak cemaatle (bölükle) birlikte edâ edilir.
Askerlik de ibâdettir, halk dinine göre. Hem de namaz gibi ibâdetleri iptal ettirecek daha büyük bir ibâdet. Allah’a yapılan ibâdetlere askerdeki tanrılar izin verirse, verdiği oranda yer verilebilir. Ama öncelik, askerlik ibâdetinindir. İnandığını iddia ettiği Allah’ın imandan sonra en önemli emri olan namazı terk etmeyi pek önemsemez halk; ama devletin askerlik gibi emirlerini her türlü zorluğuna rağmen baş tacı eder, terk etmeyi aklından bile geçirmez. Namaz kılmayanı değil, ama askere gitmeyeni adam saymaz. Bu bir tercih sayılabilir; tanrılar arasında.
Sadece Allah’a kul olmaya çalışan azın azı (muvahhid) azınlık, bu köleliği kabul etmek istemez, ama onlar da çözüm bulamaz, alternatif oluşturamaz. Organize olamamanın, sistemli hareket edememenin, vahdetten uzak yaşamanın verdiği zilletle istemeye istemeye köleler kervanına katılır.
Hak Açısından: Bu konuda tâğut, müstekbir, müstağnî, zâlim, ceberut, diktatör, zorba, megaloman, ilahlık ve rablik taslayan küstah gibi kavramlar gündeme getirilebilir. Ve bunlara itaatin hükmü, Allah’tan başkasına kulluk, velâ ve berâ, Nisâ 76, Bakara 256, 257 ve konu Firavun’un askerleriyle ilgili âyetler açısından ele alınabilir.
Tâğutları reddeden, onların (varsa) olumlu taraflarını da yok sayıp inkâr etmelidir. Ben, modern câhiliyyenin insan yerine koymadığı müslümana lutfettiği varsayılan haklarını değil; Cenâb-ı Hakk’ın verdiği hakların öne çıkartılması gerektiğini düşünüyorum. Uluslararası küfür dünyasının, en büyük zulüm olan şirki ve diğer nice zulüm çeşitlerini dayattığını, cennete gitme özgürlüğümüzü elimizden almaya çalıştığını, öncelikle bunların vurgulanması gerektiğini, küfrün tek millet olduğunu, kısaca, bizim önce her alanda müslümanca yaşama hakkımızı gasbettiğini düşünüyorum. O yüzden onların verir gibi yaptıkları haklarımızdan küçük bir bölümünü değil, tüm insanî ve İslâmî haklarımızı Hakk’a dayanarak direnip elde etmeyi savunuyorum. Ama, şu kadarını söyleyelim ki, Müslümanların başındaki tâğutlar ve düzenler, insan haklarına ve İslâm haklarına gâvur denilen Avrupa’dan daha çok düşmanlık yapmakta ve kendi halklarına gâvurlardan daha fazla zulmetmektedir.
Hak: İslâm kültürünün ve Kur’an kavramlarının en önemlilerinden ve en zengin anlam taşıyanlarından biri de ‘hak’ kelimesidir. ‘Hak’ sözlükte, bâtılın zıddı, yerine getirilen hüküm, adâlet, varlığı sâbit olan, doğruluk, gerçeklik (hakikat), İslâm, mal-mülk, hisse, pay, bir emek ve zahmet karşılığı alınması gereken şey, iddiaya uygunluk, vâcip, sâdık, yaraşır, kesin şey mânâsındadır. ‘Hak’ kelimesinin aslı, uygunluk ve denk gelmektir.
İslâmî literatürde, hakkın kendisi olan Yüce Allah, insanları mutlu kılmak için kendi katından kitabını da hak olarak indirmiştir. Onun için mutlak hak/doğru veya asıl gerçekler ancak Allah'ın vahyi ile sınırlıdır. Yani, Allah'ın indirdiği ve O'nun bildirdiği doğrular haktır. Hakikat, doğruluk, gerçeklik, adâlet kişilere göre değil; Allah'ın bildirdikleri ölçüde haktır.
"Hak"; Cenâb-ı Hakk'ın bir ismidir. Hak, Kur'ân-ı Kerim'in bir adıdır. Hak, mutlak doğru; şahsa, zamana ve yere göre değişmeyen kesin doğru anlamındadır. Beşerî doğrular, göreceli yaklaşımlar, teori ve zanlarla; hak, farklı şeylerdir. Allah'tan bize gönderilen kanuna da hak diyoruz. Çünkü Hak olan Allah'tan geldiği için haktır. Hak kelimesinin çoğulu "hukuk"tur. O yüzden haklar, yani hukuk da, Hakk'a dayanmalı, mutlak doğru hükümler olmalı; şahsa, zamana ve yere göre değişen, beş on sene içinde eskiyip değiştirilen, nice haksızlıklara/zulümlere kılıf olan şekilde olmamalıdır. "Kim Allah'ın indirdiği ("hak"la, "hukuk"la) hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.”[228] Hak ve hukuk, Hak olan Cenâb-ı Hak'tan gelirse hak ve hukuk olur. Yoksa, bunu insan belirlemeye kalkarsa o, hak ve hukuk olmaz. Çünkü insanın kendisi hak değildir. Kendisi hak olmayandan, hak türeyip ortaya çıkmaz. İnsanoğlunun geçmişi ve sonu, evveli ve yokluğu vardır. Belirli zaman içinde yaşar, belirli düşüncelerin etkisinde kalır. Her an düşüncesini değiştirebilir. Onun içindir ki, kendisi hak olmayanın söylediği de mutlak anlamda hak ve hukuk olamaz; insanları bağlamaz. Ama Hak olan Allah ve indirdiği kitap, Haktır, hukuktur.
Bugün yaygın olarak kullanılan ‘insan, hayvan, çocuk hakları’ deyimleri 19. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkmaya başladı. İlk insan hakları evrensel beyannamesi ise ancak 1947 yılında ilân edilebildi. Hâlbuki İslâm’da haklar ve yükümlülükler, insanlar için bizzat Hakîm olan Allah tarafından belirlenmiştir. İlâhî irade tarafından belirlenen bütün haklar sâbittir, yani değişmez. Haklarla ilgili prensipler Kur’an ve Sünnet’te zaten bulunmaktadır. İslâm hukuku (fıkıh) bu konuyu geniş bir biçimde ele almıştır. Bu hakların nasıl korunacağını, hak ihlali olursa nasıl ceza verileceğini detaylı bir şekilde sistemleştirmiştir. Hatta İslâm fıkhı, batılıların hiç aklına gelmeyecek kişi ve varlıkların bile haklarını belirlemiştir. Kitaplarda ‘hukuk devleti’, ‘insan hakları’ gibi kavramların geçmemesi, onların olmadığı anlamına gelmez. Ayrıca, ta İslâm'ın başından beri bilinen, uygulanan böyle bir hukukun ayrıca bayraklaştırılmasına İslâm âleminde ihtiyaç olmamıştır. Batılılar, kendilerinin uzun yıllar arayıp da buldukları bazı prensipleri, bütün dünyaya yeni bulunmuş ve yalnızca kendilerine ait gibi göstermeleri tarihî gerçeklerle bağdaşmıyor.
Tekrar edelim ki hakların kaynağı ilâhî irâdedir. İnsanlara ve varlıklara ait haklar, bencil, çıkarcı, unutkan, bazen de zâlim olan insanın eline verilemez. Üstelik insan kafasına dayalı olan hak kaynakları, yine insanlar tarafından değiştirilebilir. Zaman geçtikçe insanların anlayışları değişiyor. Dolayısıyla onların hak tanımları da değişikliğe uğruyor. Öyleyse hak gibi önemli bir şey, her şeyi hakkıyla bilemeyen insanın hükmüne dayanmamalı. Haklar, ancak Hak olan Allah’ın hak hükmüne göre yerine getirilebilir, korunabilir. Hakk’a rağmen konulan bütün ölçüler, bütün hükümler bâtıldır, geçersizdir, boştur, temelsizdir.
Hak Verilmez, Alınır
Allah, âlemlerin Rabbidir; O, Rahmân ve Rahîmdir. Kullarına büyük merhametinden dolayı, onlara sayılmayacak nimetler vermiştir. Bu nimetlerin bir kısmına temel insan hakları denir. Bunlar, din emniyeti, nefis emniyeti/can güvenliği, akıl emniyeti, nesil emniyeti, mal emniyetidir. İslâm, her insanın onurunu, namusunu, özgürlüğünü, dinini, malını, canını, geçimini ve işini garanti altına alır. Bütün insanlar, doğuştan bu haklara sahiptir; bu hakları yaratıcıları Allah vermiştir, kimsenin bu hakları insanın elinden almaya hakkı yoktur.
İslâm'ın dışındaki bütün beşerî düzenler, bu hakların bir kısmını insanlara lutfediyor gözükürken, kendi çıkarlarını zedelediğini düşündükleri nice hakları gasbetmektedirler. O yüzden İslâm'ın dışındaki tüm düzenler ve dünya görüşleri zulüm; bunları uygulayanlar da zâlimdir. "Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir."[229] Totaliter rejimlerde kişilere ve gruplara verilecek, tanınacak hakların belirleyicileri, iktidarı elinde bulunduranlardır. Onların lutfedip verdikleri alınır ve kullanılır, vermedikleri ise talep bile edilemez. Demokrasilerde ise, haklar, kanunlarla verilir, kanunlar da halkın irâdesine dayanır.
Hakk'ın değil de; halkın irâdesine dayanan sistemin Hak düzeni olamayacağı bir tarafa, iddia edildiği gibi, kanunların yapılışında olsun, işleyiş ve uygulanışında olsun halk iradesinin dışında güçler devreye girmektedir. Kurtlar sofrasında dişini gösterecek kadar gücü olanlar hak alırken, diğerleri avuçlarını yalarlar. Silâhı, sermayeyi, medyayı, locaları, örgütleri ve iktidarı elinde tutanlar, aralarında uzlaşarak haklarını (hak etmediklerini) alırken, bunlardan mahrum olanlar açıkta kalmaktadır. Demokrasilerde de, faşizan ve totaliter rejimlerde de olduğu gibi hak verilmemekte, gücü olanlar tarafından alınmaktadır. Zulüm yönüyle temelde beşerî düzenler arasında bir fark yoktur; sadece hakları paylaşan sınıflar, zâlim ve sömürücü gruplar değişmektedir.
Uluslararası sözleşmelerde de bir insan hakkı olarak kabul gören “vicdani ret” hakkı Avrupalılara, anarşistlere, Yehova Şahitlerine verilen haktır. Müslümanlar hiçbir hakka lâyık görülmez. Kâğıt üzerinde kalan, insanları susturmaya ve kandırmaya yarayan bazı anayasal haklar, uluslararası haklar, insan hakları evrensel bildirileri, insan hakları kurumları... koyunları belirli istikamete sürmek için çobanın elinde tutarak sadece göstermekle yetindiği otlara benzemektedir. Medyanın haktan hukuktan bahsetmesi, bazılarının nutukları, insan hakları savunucuları(!) da kaval çalan çobanlar, çoban yardımcıları ve işbirlikçileri.
"İnsanların, inanç hürriyetleri sınırlandırılamaz, herkesin inandığı gibi yaşama hakkı vardır, herkesin okuma hakkı ve hürriyeti vardır..." anayasalarda buna benzer daha nice madde vardır ki, haksızlık/zulüm hak maskesi taksın. Uygulamalar ise... Başörtüsü ile okumak isteyen, ya da öğretmenlik, doktorluk... yapmak isteyen kızların durumu bile örnek olarak yeter. Ama egemen güçler (medya, kapitalist sermaye, bürokratlar ve iktidar) benimsemiş olsa, bunları hak kabul etseydi, başörtülü bayanların kamu haklarından veya öğrenim haklarından mahrum kalmaları söz konusu olmazdı. Hak anlayışı ve hakkın hâkimiyeti en azından bu konuda farklı olurdu.
Güçlülerin insafa gelip müslüman halka haklarını vermelerini bekleyenler, cehennemde köşk bekleyenler gibidir. "Hukuk devletinin kurumları hakları korur, demokrasi, halkın yönetimidir, mahkemeler, hâkimler, kanunlar..." mı? Güldürmeyin insanı. Bunlar, haksızlıkların emniyet sibobudur, barajlarıdır. İç ve dış hukuk konusunda yine yukarıda sayılan grupların hevâ ve istekleri söz konusudur. Demokrasiler dâhil, bütün beşerî düzenlerde, etkili ve yetkili kimseler, insanların haklarını kendi hevâlarıyla kanunlaştırmışlar, bunun dışında kimsenin bir hakkını kabul etmeyecek düzenleme ve yasaklar koymuşlardır; Bu da yetmemiş, eski müşrikler gibi acıktıklarında elleriyle yapmış oldukları helvadan kanunları/putları yiyivermişlerdir. Doymayan iştah sahibi oldukları ve helvayı da çok sevdikleri bilinirse, kendiliğinden bunun sona ereceğini beklemek, kıyameti beklemektir.
İnsanı en iyi tanıyan Rabbimiz, insana hiçbir ideolojinin veremeyeceği gerçek haklarını vermiştir; kadın-erkek, Arap-Acem, beyaz-zenci, yönetici-yönetilen, zengin-fakir, soylu-garip... gibi ayrımların tümünü reddederek. Kula kulluğun her çeşidini, tahakküm, zulüm ve sömürüyü yasaklayan Rabbimiz, kul hakkını ihlâl etmeyi af kapsamı dışında tutmuş, insanı yaratıklar içinde en yüce mevkiye yerleştirmiştir. O yüzden, Allah'ın hudûdunu korumadan, şeriatın emir ve yasaklarını dikkate almadan, Kur'an ahlâkını tatbik etmeden insan haklarını, kul hakkını savunmak, demogoji yapmaktan, yapılan zulümleri maskelemekten öte bir anlam ifade etmeyecektir. Unutulmamalıdır ki, "hudûdullah" korunmadan "hukukunnâs" korunamaz.
Allah'ın verdiği hakları, müslümanlardan ve mazlum tüm insanlardan almaya kimsenin hakkı yoktur. Ama, mazlumların dilenerek haklarını geri alabildiklerini tarih kaydetmez. Hakları Allah vermiştir. Beşer, hakkın tanımında Hakk'ı ölçü kabul etmediği müddetçe hakları hak sahibine dağıtamaz/dağıtmaz. Hak verilmez, alınır. Zâlimlerden hakkı, söke söke almak istiyorsak, Hakk'ın emri doğrultusunda cihad, hem hakkımız hem görevimizdir.
İslâm, her insanın onurunu, nâmusunu, özgürlüğünü, dinini, malını, canını, geçimini ve işini garanti altına alır. İslâm, insan hakları konusunda hâlâ ulaşılamaz durumdadır. İnsanî kardeşlik prensibine yer verir. Irkçılığı ve takvânın dışında üstünlük anlayışlarını reddeder. İslâm’ın emir ve yasakları, hükümleri, ibâdetleri, ceza anlayışı... eşitliği ispat etmektedir. Diğer düzenlerde bu denli eşitlik teoride bile yoktur. Ama eşitlik adına adâletsizliğe de göz yummaz. İslâm, kadın-erkek eşitliği diyerek cinsel farklılıkların gözardı edilip istismar edilmesine, insanların sömürülüp zulmedilmesine yol açacak aşırılıklara da geçit vermez.
İman'ın filolojik açıdan iki anlamı vardır: Başkalarına güven vermek ve güven içinde olmak. İman sahibi kişi, yani mü'min, hem inandığı gücün sağladığı güvenin içinde emin olan; hem de kendisi başkalarına güven veren demektir. Allah'ın buyruklarını yerine getirerek, O'nun güven çemberine giren mü’min, içinde yaşadığı toplumda da güvenilen, kendisinin sahip olduğu her şeyi emanet olarak kabul eden ve hiçbir emanete asla ihanet etmeyen kimsedir, öyle olmalıdır. İslâm, her şeyden önce, kendi bağlılarını, her konuda ve her konumda Allah’tan korkan, O’na vereceği hesaba hazırlanan, sahip olduğu nimetlere sınav bilinciyle bakan ve o nimetleri başkalarıyla paylaşmaya çalışan inançla eğitir.
İslâm’ın dışındaki rejimler anlamında câhiliye ise; insan hakları, hümanizm, özgürlük gibi içini boşalttığı sloganlar altında insana çeşitli yönlerden zulmetmekte, bireysel ve sosyal adalete ters uygulamalarla yeryüzünde fesat üretmektedir. İslâm’ın yaşanmadığı, câhiliyyenin hâkim olduğu yerlerde ise emniyet/güven yoktur! Bugün insanlık câhiliye egemenliğinde böylesine haksızlık ve adâletsizliği küresel biçimde yaşamaktadır.
Bazı çevreler, yani laiklik ve Kemalizm dinine mensup olanlar, bu yapılanın gayet doğal ve doğru olduğunu, bizim istediğimiz İslâmî bir sistem olmuş olsa, tersinden aynısını bizim de yapacağımızı ileri sürebilirler. Hayır, bu yapılanlar hiçbir özgür vicdanın kabul edemeyeceği bir köleleştirme, başka dinden hiçbir şahsın kabul edemeyeceği dinî baskı ve dayatmadan ibarettir. Tâğutların, Atatürk ilkelerine uygun olarak kendi hevâlarından kanun ve hükümler çıkarıp insanlara dayattıkları bu tür despot yönetim yerine, Allah’ın indirdikleri hâkim olsaydı, böyle İslâmî bir yönetimde kesinlikle biz Müslümanlar dinimizi başkalarına zorla uygulatma yoluna gitmezdik. İnsanlar hangi dini özgürce seçiyorsa o dini rahatlıkla öğrenip uygulayabilecekleri ortamlar hazırlamak zorunluluğu hissederdik. Tabii ki, okullarımızda, radyo ve tv. programlarımızda kendi dinimizi tebliğ ederiz, ama başka dinden hiç kimseyi bizim gibi ibadete zorlamayız. “sizin dininiz size, benim dinim bana” der, onların taptıklarına ibâdet etmeyip, onların da bizim ibadet ettiğimiz zâta kulluk yapmayacaklarını kendi dinlerinin gereği kabul ederiz. Etmek zorundayız. Çünkü Kur’an bunu emrediyor, dinde ikrâhın/zorlamanın olamayacağını vurguluyor. Biz, dinimizi uygun olan ortamlarda açık ve net şekilde tebliğ ederiz, başkalarının dinine sövmeyiz. Kendimizin Müslümanlığı tümüyle yaşama hakkımız olduğu gibi, başkalarının da kendi dinlerinin gereklerini yerine getirmelerine kesinlikle müdâhale etmeyiz. Tebliğ ettiğimiz dinimizin adını net olarak koyar, insanları net olarak ona dâvet ederiz. Çünkü bizim dinimiz, sonucuna katlanmak kaydıyla her insana istediği dini seçme ve o dine göre yaşama özgürlüğü vermiştir.
Bir müslümanın, İslâmî olan bir otoriteye (ülü’l-emr, halife, İslâm Devlet Başkanı) itaati bile sınırlıdır, kayıt ve şarta tâbidir. Ancak, meşrû alanda, Kur’an’a ve Sünnete uygun hususlarda itaat edilir. Allah’a isyan edenin hakkı, kendisine isyan edilmesidir."Allah'a isyan konusunda yaratılmışlara itaat edilmez." [230]
Hz. Peygamber’e “cihadın hangisi efdaldir?” diye sorulunca: “Zâlim sultana karşı hakkı söylemektir.” [231]
Tirmizî'nin bir rivayeti şöyle: "Benden sonra bir kısım (kötü) emîrler başınıza geçecek. Kim onlarla hemhâl olur, onların yalanlarını tasdik eder ve zülumlerinde onlara yardımcı olursa o benden değildir, ben de ondan değilim. Böyleleri cennette Havz-ı Kevser'in başında benimle buluşamaz da. Her kim onlarla hemhâl olmaz, zulümlerinde onlara yardımcı olmaz, yalanlarını da tasdik etmezse o bendendir, ben de ondanım. O, benimle Havz-ı Kevser'in başında buluşacaktır." [232]
“Müslüman bir kimseye, kendisine ma’siyet (Allah’a isyan, günah hususlar) emredilmediği müddetçe, hoşlandığı ve hoşlanmadığı (her) hususta (İslâm devleti yöneticisini) dinleyip ona itaat etmesi gerekir. Eğer ma’siyet emredilirse, ne dinlemek vardır, ne de itaat!” [233]
Haksızlığa karşı insanî ve İslâmî hakkına sahip çıkmak olarak anlıyorum. Müslümanca bir tavır, izzetli, vakarlı, çığır açan bir tavır. Aslında, sıradan her mü’minin yapması gereken bir tavır olduğu halde, diğer muvahhid mü’minlerin bu doğal görevlerini yapmamaları sebebiyle büyük bir kahramanlık gibi gözüküyor. Sıradan bir mü’mince davranış, ama ihmal edilen bir görevin ilk uygulanması yönüyle çığır açma sevabına gireceği, bu izi takip edenlerin sevaplarına ortak olacağı umulur. Bir hadis rivâyeti şöyledir: "İslâm'da iyi bir çığır açan kimseye, bunun sevabı vardır. O çığırda yürüyenlerin sevabından da kendisine verilir. Fakat onların sevabından hiçbir şey noksanlaşmaz. Kim de İslâm'da kötü bir çığır açarsa, o kişiye onun günahı vardır. O kötü çığırda yürüyenlerin günahından da ona pay ayırılır. Fakat onların günahından da hiçbir şey noksanlaşmaz." [234]
Askerlik, içinde yaşadığı rejimi korumak amacıyla yapılan görevlerin adıdır. Bu eylemi yapana da asker denir. Bir kimse, İslâm için, İslâm devleti/rejimi için askerlik yapıyorsa, “Müslüman” ismini ve hükmünü hak eder. Küfür sistemi için askerlik yapıyorsa… “İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfirler ise tâğut yolunda savaşırlar.”[235]
Mü’min sayılmak için tâğutu (tüm kurum ve kurallarıyla birlikte) inkâr etmek zorunda olan[236] bir kimse, tâğûtî sistem için, onu korumak ve kollamak, rejimin düşmanlarıyla savaşmak amacıyla askerlik yapıyorsa, tâğûtun askeri sayılır. Tâğûtî düzenlerin kurumsallaştırdığı askerlik teşkilatı; tâğûtî rejimleri ayakta tutan en büyük direklerden birisidir; tâğût ve düzen bu askerî güçle ayakta durabilmektedir. Burada askere istemeden de giden mü’minleri aceleci bir yaklaşımla tekfir etme gibi bir suçu işlemek de doğru değildir. Müstaz’af mü’minlerin başka çıkış yolu bulamadığı halde askere gitmek zorunda kaldığı halde Müslüman kalabilmesi için gerekli şartlar vardır: Tâğuta hizmet niyeti taşımaması, orada işlenmesi muhtemel olan şirk, küfür ve haramları ve bunlardan kendisini nasıl koruyacağını bilmesi, küfür olan söz, düşünce ve amellerinden kendini koruması, onlara hiçbir konuda velâyet hakkı vermemesi, İslâm’ın temel inanç ve esaslarından tâviz vermemesi gerekir.
"İman edenler Allah yolunda savaşırlar; kâfirler ise tâğut yolunda savaşırlar."[237] Mü’minlerin tâğuta mutlak itaatleri, yani onlara kulluk yapmaları Kur’an’la yasaklanmış ve onları reddedip inkâr etmeleri emredilmiştir.
Onların gönüllü askeri olmaları küfürdür. Kim, gönül rızasıyla, isteyerek, seve seve kâfirlere askerlik yaparsa kâfir olur.
Ancak, istemeyerek askerlik yapmak zorunda bırakılanlar (eğer askerlik yaparken yemin etmezler, marşlarda ve derslerde küfür kelimelerini söylemezlerse) tekfir edilmemelidir.
"Mü’minler mü'minleri bırakıp da, kâfirleri dost ve idareci edinmesinler. Kim bunu yaparsa, ona Allah'tan hiçbir şey (yardım) yoktur. Onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmış olmanız hâriç. Allah size, asıl kendisinden korkmanızı emrediyor. Nihayet gidiş de ancak Onadır." [238]
Hz. Peygamber, bir rivâyette; "Şüphesiz Allah, ümmetimden hata, unutma ve üzerine zorlandıkları şeyin hükmünü kaldırmıştır"[239] buyurmuştur.
Bu nasslar ışığında diyebiliriz ki; Bir mü’min, askerlik yapmamak için elinden gelen imkânları kullanacaktır. Eğer başka hiçbir yol bulamadıysa, kerhen (istemeye istemeye), zorla askere götürülmesinde kendisi için tekfir edilecek bir durum olmaz. Bu durum, aynen bazı mü’minlerin hapse atılmasına benzer. Nasıl hapiste yatmak küfür kabul edilmezse, aynı şekilde kişinin haksız yere hapse atılır gibi, belirli yaşa geldiğinde askere atılması (alınması) da (orada küfür olan davranış ve sözlerden sakındığı müddetçe) küfür sayılmaz. Bu durum, ruhsattır ve mü’minlerin güçlerinin yetmemesiyle ilgilidir.
Azimet ise, her ne pahasına olursa olsun askere gitmemektir. Buna gücü yeten insan, övgüye lâyıktır. Ama bunu her mü’minin yapmasının istenmesi doğru değildir. Askere gitmemek için gücü yetmeyip mecburen gitmek zorunda kalanlara anlayışla bakmak gerekir. İslâm, sadece kahramanların dini değil, aynı zamanda bedevilerin, zayıf ve güçsüzlerin de dinidir. “Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Allah, kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez.”[240] “Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez.”[241]
Elbette, kâfirler safında mü’minlere karşı savaşmak, savaşa katılmak farklıdır. Hiçbir mü’min kâfirler safında savaşamaz. Tâğutlar safında savaşmak küfürdür. [242]
Askerlik; belli bir sistemi muhâfaza ve müdâfaa etmek amacıyla yapılan eylemin adı, bunu yapan da asker olduğuna göre; bir Müslüman tâğûtî sistemi korumak amacıyla tâğûtun askerî teşkilatına katılmışsa elbetteki o da tâğûtun askeri olmuştur. Ama tâğûti sistemi muhâfazâ ve müdâfâ etmek amacıyla değil, bir an önce onların zulmünden kurtulmayı düşünerek askere giden ve onu küfre düşürecek durumlardan hiçbirini yapmayan bir Müslüman, elbette böyle yaparak yine de Müslüman kalabilir ve tâğûtun askeri sayılmaz. Bu söylenen şeyler zor olmasına rağmen imkânsız şeyler değildir. Bu sebeple tâğûti sistemde her askere giden müslümana, “tâğûtun askeri oldun” denilmez. O halde tâğûti düzende askere gitmek bizatihi küfür olmayıp, orada işlenmesi muhtemel olan ameller, söylemler veya inançlar sebebiyle küfür olur. Tâğûtun askeri olmak ise bizatihi küfürdür.
“Hatırlayın o zamanı ki, sizi Fir’avn'ın soyundan (onun taraftarlarından) kurtardık...” [243]; “...Firavun taraftarlarını denizde boğduk. [244]Bu âyetlerde geçen Firavun’un ehli/yakın çevresi konusunda Elmalılı şu açıklamaları yapar: “Âl” kelimesi, başlıca şan ve şöhret sahiplerine denir. Âl-i Firavun, Firavun’un dininin ehli, kavmi ve özellikle tâbileri (askerleri) ve köleleri demektir. Âyette “Firavun’dan kurtarmıştık”denilmeyip de “Firavun’un âlinden (soyundan ve taraftarlarından) kurtarmıştık” buyrulmasında önemli bir nükte anlaşılıyor ki, bununla yapılan zulümlerin temsilcisi Firavun ise de, bunda asıl sorumluluğun ondan daha çok ona uyanlara ait olduğu ifade edilmiştir. Çünkü Firavun, yaptıklarını bunların eli ve bunların hizmeti ile yapmıştır. Yine, devamındaki âyette “Âl-i Firavnı/Firavun taraftarlarını denizde boğduk.”[245] buyrulur. Firavun’un boğulması bu âyette açıkça beyan edilmemiş ve yukarıda geçtiği şekilde, asıl Firavun ehlinin cezası gösterilmiş ve Firavun da bunların içine dâhil edilmiştir. Başka âyetler, Firavun ve taraftarlarının boğulmasını daha fazla açıklar.” [246]
“Âl-i Firavun” hem Firavun’un ailesinden olan kişileri, hem de ülkenin yönetici sınıfına mensup olan kimseleri ihtivâ eder.[247] Bakara sûresi 49 ve 50. âyetlerde işlenen bu zâlimce fiilin, Firavun ehline nisbet edilme sebebi -onun emriyle ve onun otoritesinden güç alarak- bu işi bizzat yapmalarından ve doğrudan bu fiili işleyen kimsenin yaptığı bu işinden dolayı sorumlu tutulacağının bilinmesi içindir. Taberî der ki: İfadenin bu şekilde olması şunu gerektirir: Bir zâlim, birisine herhangi bir kişiyi öldürme emrini verse, emrolunan kişi de o şahsı öldürse, öldüren kişi bundan sorumlu tutulur. Zâlim ile katil birlikte öldürülürler. Zâlim emir verdiği için katil de fiilen bu işi yaptığı için öldürülür. Bu görüş, en-Nehâî'nin görüşüdür, İmam Şâfiî ve Mâlik'in görüşüdür. İmam Şâfii der ki: Hükümdar, bir kimseye birisini öldürme emrini verse, emrolunan kişi de hükümdarın öldürme emrini haksızca verdiğini bilse, emri yerine getirene de hükümdara da birlikte kısas uygulanır. [248]
Kur'an-ı Kerim'de çeşitli âyetlerin, Firavun'u fert olarak ele almaktan çok onu erkânıyla birlikte zikretmesi dikkat çekicidir. Birçok âyette Firavun'un ailesi (âl-i Fir'avn), avanesi (mele'), kavmi ve askerleriyle (cünûd) birlikte anılması, onun tek bir kişi olmaktan ziyade, bir sembol olarak takdim edildiğini göstermektedir. Kur’an, Firavun’un en önemli suç ortağı olarak onun askerlerinden/cunûdundan birçok âyette [249] bahseder. Hz. Mûsâ, insanlık tarihinde hak, adalet ve sağduyuyu temsil eden nübüvvet zincirinin bir halkasını oluştururken Firavun da, Karun, Hâmân ve askerleri bunun karşısında yer alan bir zihniyeti temsil etmektedirler.
Kur’an’da Hz. Mûsâ ve döneminden, Firavun ve çevresinden uzunca bahsedilmesi, hak-bâtıl mücadelesinde baş örneklik oluşturmasıyla ve evrensel İlâhî kanunlara, toplumsal sünnetlere numune olmasıyla ilgilidir. Mûsâ ve Hârun hak dâvâyı temsil ettikleri gibi, karşı cephenin tüm elemanları da mevcuttur bu yapıda.
Tarihî kişiliklerinden çok, sembol karakterleri oluşturur Firavun, Hâman, Karun, Bel’am, Sâmirî, hatta yahudileşme süreciyle benî İsrâil. Firavun, zâlim yöneticiye örnektir, tuğyan ve ifsâdın sembol kişisidir. Hâmân, zâlim yönetimin bürokrat ve askerî yetkililerine örnek şahsiyettir. Cünûd: Firavun’un askerleri, ajanları ve polislerinin; Karun da, mal ve servet düşkünü emperyalist ve kapitalist para babalarının sembolüdür. Allah ve Peygamber adıyla insanları aldatmayı da Bel’am ve Sâmiri temsil etmektedir. Bunlar, zulmün duayenleridir. Kur’an, başta bunlara ve yardımcılarına “âl-i Fir’avn” ve “mele-i Fir’avn” demektedir. Bütün bunlar, her tarih kesitinde ve her toplum kesiminde ortaya çıkan zâlimlerin ortak ve örnek isimleri olmuştur.
“O (Firavun) ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve gerçekten Bize döndürülmeyeceklerini sandılar. Biz de onu ve askerlerini yakalayıp denize atıverdik. Bir bak, zâlimlerin sonu nasıl oldu? Onları ateşe çağıran öncüler kıldık. Kıyâmet günü onlar yardım görmeyeceklerdir. Bu dünyada arkalarına lânet taktık. Onlar, Kıyâmet gününde de kötülenmişler arasındadır.” [250]
“Şüphesiz Firavun ile Hâmân ve askerleri yanılıyor, yanlış yapıyorlardı.” [251]
Kur’an’a baktığımızda, Firavun ve çevresi arasında organizeli bir uyum görürüz. Bu, davranış ve yaşayışta birlikte olmanın ve bir diğerine ayak uydurmanın ötesinde “uyarlanma” ürünü bir uyum, danışıklı bir uyumdur. Tepede oturuyor olmasına karşın Firavun, bu çevresi içinde kendince kararlar alıp uygulayan ve diğerlerini de kendine uydurmak ve karşı çıkmaktan alıkoymak üzere “baskı” altında tutan bir ceberut olarak gözükmez. Öyle ki, en küçüğünden en büyüğüne dek yapılan işlerin hemen hemen tümü bu mele’nin/çevrenin sözbirliği ve işbirliği ile gerçekleştirilir; neredeyse Firavun, yaptıkları ve yapacakları için onlardan “onay” alır. Görünen bir Firavun saltanatı olmakla birlikte, gerçek olan Mısır’da bir firavunlar saltanatının bulunduğudur. Nemrud’da gözlenen “tek adam” imajı, Firavun için pek sözkonusu değildir; Bu tarafıyla Firavun idaresi, günümüzdeki demokrasi yönetimine benzetilebilir. Firavun, tüm yetkiyi kendinde toplayan diktatörlerden çok, meclisinin ve kanunlarının kararlarını uygulayan basbayağı bir demokrat kişiliktir. Oradaki mele’in yerini üyelerinin şeklen birbiriyle uyumlu gözüktüğü günümüzdeki meclisler almış, sihirbazların yerini de medya. Karun’un yerini kartel ve holdingler, Hâmân’ın yerini de rütbeli subaylar ve üst kademe bürokratları; anlayacağımız Firavunî yönetim cephesinde yeni bir şey yok.
Hz. Musa ve Hârun, diğer peygamberlerin aksine, Firavun kavmine değil; Firavun’a ve Firavun’un mele’ine/erkânına gönderilir. Bu erkân arasında Hâmân’ı, Karun’u ve bunların sahip bulunduğu askerleri sayabiliriz. Doğal olarak bir de “aile” vardır. Kur’an’ın “Firavun ve erkânının kendilerine kötülük etmelerinden korktukları için, kavminin bir kısım gençleri dışında, kimse Musa’ya inanmamıştı”[252]mealindeki âyetinde gözlemlediğimiz bu çevre, öylesine etkin ki, Hz. Mûsâ ile tartışması sırasında Firavun, onlara dönerek “ne buyurursunuz?” diye sorma gereğini duymakta ve gösterdikleri önlemleri uygulamaya koymaktan da geri kalmamaktadır. Büyücülerin İslâm’ı kabullenmeleri üzerine İsrâiloğullarının Mısır’dan çıkmaları için izin vermeye niyetlenen Firavun’a, bu çevre “Mûsâ ve kavmini yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar, seni ve tanrılarını bıraksınlar diye mi koyuveriyorsun?” sözleri ile karşı çıkınca, karar hemen değişebilmekte ve öneriler doğrultusunda “oğulları öldürüp kızlarını alıkoymak” türünden bir uygulama başlatılmaktadır.
Firavun ailesinden olan gizli mü’min ile Firavun’un yanında değeri büyük olan eşi Asiye’nin, imanlarının açığa çıkması üzerine şehid edilmiş olmaları ise, bu mele’nin (güncel deyimle etkili ve yetkili çevrenin, egemen güçlerin), aileden daha güçlü, daha baskın ve Firavun nezdinde daha sayılır olduğunu göstermesi açısından önemli bir noktadır.
Dâru’l-İslâm; "Müslümanların idâre ve hâkimiyetleri altındaki yerdir."[253] Üzerinde İslâm’ın hâkim olduğu yerleri (dâru’l-İslâm’ı) her türlü tehdit ve tehlikeden korumaya çalışmak şarttır. Çünkü orada yaşayan İslâm toplumunun mal, can ve ırzını koruma, selîm aklını ve fıtratını muhâfaza edecek tedbirler alma, din ve vicdan özgürlüğünün devamını sağlama ile eş değerdedir.
Elbette İslâm'da vatanın korunması ve bunun için insanların sorumluluk yüklenmesi gerekli bir iştir, farzdır. Ama vatan neresidir? Vatan İslâm'ın hâkim olduğu yerdir. Bu ülke ise İslâm'ın dışlandığı, Allah’ın hükmüyle hükmedilmeyen, şirkin egemen olduğu bir ülkedir. Bu durumda bu sisteme inanmayan insanların sistemin muhâfazası için silah altına alınması saçma ve haksız bir iş olmaktadır.
İslâm devletinde gayri müslimlere askerlik zorunluluğu yoktur. Laik veya liberal geçinen rejimlerin de Müslümanlara zorla askerlik yaptırmaları kabul edilemez.
Bulunduğumuz konumda yaşamakla ve yansıtmakla mükellef olduğumuz Rabbânî tavırlar, güç yetireceğimiz tavırlardır. Câhilî sistemlerin empoze ettiği güç anlayışı ile "Bunlara gücümüz yetmez" demek, câhilî bir mâzeretle Rabbânî bir yoldan çıkmak demektir. Çünkü bizlere bu tavırları yükleyen şânı yüce Rabbimiz "Allah hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez"[254] hükmü ile, bulunduğumuz konumda bizlere yüklenen tavırların, güç yetirebileceğimiz tavırlar olduğunu beyan etmektedir.
Müslümanlar, hangi coğrafyada yaşarlarsa yaşasınlar, dünyadaki bütün Müslümanlar esas itibarıyla bir tek millet/ümmet teşkil ederler. Bir müslümanı bağlayan hukuk, içinde yaşadığı devlete “vatandaşlık” değil; Allah’ın hükmüne tâbi olmak, yani O’na, yalnız O’na “kulluk”tur.
“Vatan sevgisi”, cennet sevgisi demektir. Müslümanın esas vatanı, ana vatanı, baba ocağı orasıdır. Babamız Âdem ve anamız Havvâ, ilk olarak orayı vatan edinmişlerdi ve esas gideceğimiz yer, hazırlandığımız ve yatırımlarımızı yaptığımız mekân orasıdır. Dünyanın hiçbir yeri bizim gerçek vatanımız olamaz, burada misafiriz, yolcuyuz. Kaldı ki hiçbirimiz doğacağımız yeri kendimiz seçmedik. Her insan için doğduğu yer kutsal sayılınca, her insana göre kutsal olan da değişecek, aralarındaki üstünlük de göreceli olacaktır. Ölçü, insanın kendisi olursa, İlâhî ölçüleri kendi sübjektif ölçülerine göre tahrif eder.
Arzın/Ülke Topraklarının Kutsallaştırılıp Putlaştırılması
Bir insan, belli bir yerde değil; tüm yeryüzünde halife olması için yaratılmıştır. İslâm'ı, bulunduğu yerde yaşayıp oraya hâkim kılmak için çalıştığı gibi, dünyanın ulaşabildiği her tarafına da götürme zorunluluğu vardır. Bir insan, doğacağı yeri seçme hakkına sahip olmadığından, tercihinde olmayan bir konudan dolayı ne ayıplanır, ne de şereflenir. Allah, bizi bu topraklarda değil de; çok farklı hatta sevmediğimiz bir yerde dünyaya getirebilirdi; diğer insanların oralarda dünyaya gelmesi gibi. O zaman o yaratıldığımız yerin mi, yoksa şimdi yaşadığımız yerin mi kutsal olması gerekecekti? Müslüman için tüm arz Allah'ın mülküdür. Hepsi aynı değerdedir. Bir yerin fazileti, orada inanılıp uygulanan inançla ilgili olmalıdır. Toprak, üstünde yaşayan insanların inançlarıyla bütün olarak değerlendirilmelidir. Bu arada nice insanın hadis diye ileri sürdüğü “Hubbu’l vatan mine’l îman (Vatan sevgisi imandandır)” ifadesinin hadis olmadığını, mevzû/uydurma olduğunu söyleyelim.[255] İnsanın ırkına, doğduğu yere göre bir toprak parçasına kutsallık atfetmesi, Allah için değil de; o toprak parçası için ölümü göze alabilecek hale gelmesi, vatanın -üzerinde hangi hükümlerin uygulandığına bakılmadan- yüceltilmesi bu açıdan değerlendirilmelidir. Vatan kelimesi Kur'an'da geçmez. İslâmî açıdan yurt veya vatan "dâr" kelimesiyle ifade edilir. İslâm toplumunun yaşadığı ve hâkim olduğu yerler için klasik ve meşhur değerlendirmeye göre "dâru’l-İslâm" kabul edilirken; müslümanların idâre ve hâkimiyetleri altında olmayan, câhiliyye toplumunun yaşadığı yerler ise İslâm vatanı sayılmaz. İslâm’laşması gereken yerdir orası. Eğer bir kimse, yaşadığı ülkede İslâmî inancını, tevhidî duruşunu ve dinini yaşama hürriyetini kaybetmişse; gücü yetiyorsa cihad ederek bu temel haklarını yerli veya yabancı işgalcilerden geri alması gerekir. Cihadın Kur'an'da ve Sünnette çok büyük önemi vardır.
Ayrıca, içinde Kâbe'nin bulunmasından dolayı müslüman açısından dünyanın en kutsal yeri sayılmaya müsâit olan bir vatanda, Hak Dinin yaşanamadığı için oradan hicret eden Rasûlullah ve ashâbının, aynı zamanda gerçek vatanları olan Mekke'deki yönetime karşı inanç savaşı yaptıkları unutulmamalıdır. Medine için, oradaki hurmaları için savaşan kimsenin mücâdelesinin ise Allah için olmadığı, ancak Allah yolunda savaşanların cennetle müjdelenen şehitler olabileceğini Rasûlullah'ın hadislerinden öğreniyoruz.
Kur’an’da iki çeşit yönetici vardır. Biri, hoşlanmadığımız durumlarda bile itaat etmek zorunda olduğumuz, Allah’ın indirdiğiyle hükmeden bizden olan yönetici, yani “ülü’l-emr.”[256] İkincisi, hiçbir halde itaat edemeyeceğimiz, onun iyi taraflarını bile kabul edemeyeceğimiz kötülük odağı, şeytanın siyasal versiyonu “tâğut”. İşte bu ikinci yöneticiyi aynı zamanda inkâr etmemiz, iyiliklerini örtmemiz iman için şart koşuluyor.[257] Güne kâfirlere ültimatomla başlamamız Peygamberimizin sünneti: Her sabah ilk işimiz namaz kılmak. Sabah namazının ilk kıldığımız sünnetinin ilk rekâtında Fâtiha’dan sonra “Kâfirûn” sûresi okumak sünnettir. Bu sûrede “De ki: ‘Ey kâfirler! Tapmam sizin taptıklarınıza… Sizin dininiz size, benim dinim bana!”[258] Günümüzü de benzer bilinçle kapatıyoruz: Gece, en son kıldığımız namaz yatsıdan sonra vitir namazı. Onun da en son rekâtında okuduğumuz kunut duâsı. Bu duada “ve nahlau ve netrukü men yefcuruk” diye Allah’a söz veriyoruz. Yani diyoruz ki: “(Ey Allahım!) Biz Sana isyan eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi (yönetimden, liderlikten) hal’ edip alaşağı ederiz, onu kendi haline terk ederiz.” Nahlau (hal’ ederiz) derken kullandığımız hal’ kelimesi, “ehl-i hal’ ve’l-akd” denilen yöneticiyi azletme ve yeni bir yönetici atama konusunda ehil olan şahısların yaptığı iştir. “Yöneticiyi makamından indirmeye, alaşağı etmeye” hal’ etme denir. Ve netrukü: Terk ederiz, onu yardım(cı)sız bırakır, onunla ilişkilerimizi keseriz, ona destek olmayız, onu inkâr ederiz. Dikkat edilirse, Allah’a isyan eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi, sadece bu vasıflarıyla hal’ etme sözü veren müslüman, yüz binlerce insanı Allah’a isyan etmeye sevk eden, onların fâsık ve fâcir, hatta müşrik olmasına zorlayıp yönlendiren tâğutlara karşı haydi haydi hal’ etme sözü vermiş olacaktır. İşte, bizim namazımız bile tâğutlara bir ültimatom ve onlara karşı nasıl tavır takınacağımıza dair bir ahid ve söz verme, bir siyasî bilinçtir.
"İman edenler Allah yolunda savaşırlar; kâfirler ise tâğut yolunda savaşırlar."[259] Mü’minlerin tâğuta mutlak itaatleri, yani onlara kulluk yapmaları Kur’an’la yasaklanmış ve onları reddedip inkâr etmeleri emredilmiştir.
Onların gönüllü askeri olmaları küfürdür. Kim, gönül rızasıyla, isteyerek, seve seve kâfirlere askerlik yaparsa kâfir olur.
Ancak, istemeyerek askerlik yapmak zorunda bırakılanlar (eğer askerlik yaparken yemin etmezler, marşlarda ve derslerde küfür kelimelerini söylemezlerse) tekfir edilmemelidir.
"Mü’minler mü'minleri bırakıp da, kâfirleri dost ve idareci edinmesinler. Kim bunu yaparsa, ona Allah'tan hiçbir şey (yardım) yoktur. Onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmış olmanız hâriç. Allah size, asıl kendisinden korkmanızı emrediyor. Nihayet gidiş de ancak Onadır."[260]
Hz. Peygamber; "Şüphesiz Allah, ümmetimden hata, unutma ve üzerine zorlandıkları şeyin hükmünü kaldırmıştır"[261] buyurmuştur.
Bu nasslar ışığında diyebiliriz ki; Bir mü’min, askerlik yapmamak için elinden gelen imkânları kullanacaktır. Rapor alma veya benzeri yolları denemek zorundadır. Eğer başka hiçbir yol bulamadıysa, kerhen (istemeye istemeye), zorla askere götürülmesinde kendisi için tekfir edilecek bir durum olmaz. Bu durum, aynen bazı mü’minlerin hapse atılmasına benzer. Nasıl hapiste yatmak küfür kabul edilmezse, aynı şekilde kişinin haksız yere hapse atılır gibi, belirli yaşa geldiğinde askere atılması (alınması) da (orada küfür olan davranış ve sözlerden sakındığı müddetçe) küfür sayılmaz. Bu durum, ruhsattır ve mü’minlerin güçlerinin yetmemesiyle ilgilidir.
Azimet ise, her ne pahasına olursa olsun askere gitmemektir. Buna gücü yeten insan, övgüye lâyıktır. Ama, bunu her mü’minin yapmasının istenmesi doğru değildir. Askere gitmemek için gücü yetmeyip mecburen gitmek zorunda kalanlara anlayışla bakmak gerekir. İslâm, sadece kahramanların dini değil, aynı zamanda bedevilerin, zayıf ve güçsüzlerin de dinidir. “Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Allah, kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez.”[262]; “Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez.” [263]
Elbette, kâfirler safında mü’minlere karşı savaşmak, savaşa katılmak farklıdır. Hiçbir mü’min kâfirler safında savaşamaz. Tâğutlar safında savaşmak küfürdür. "İman edenler Allah yolunda savaşırlar; kâfirler ise tâğut yolunda savaşırlar."[264] Mü’minlerin tâğuta mutlak itaatleri, yani onlara kulluk yapmaları Kur’an’la yasaklanmış ve onları reddedip inkâr etmeleri emredilmiştir.
Yolların ayrılış noktasındayız: İnsan, ya tâğuta tâbi olup geçici zevkler peşinde koşacak; o zaman sonuç, dünyada zillet ve kullara kulluk; tâğuta kalben teslim olmak (iman etmek) suretiyle hevâ ve heveslerine göre yaşamanın sonucu âhirette de varış, cehennem olacaktır. Veya tâğutları reddedip Allah'a dostluk; hayatını İslam'ın hükümlerine göre tanzim edip izzetli, onurlu bir hayat ve cennet: "Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah'a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır."[265] Bu iki inanç ve yaşama biçiminin dışında üçüncü bir durumdan söz etmek mümkün değildir!
Sorular
- Cehâlet, mâzeret midir, değil midir? Yoksa; insanın konumuna, bulunduğu mekâna, çevresine, eğitimine, devletin durumuna ve kendisine tebliğ ulaşıp ulaşmadığına göre hüküm değişir mi? Durum böyle ise kimler mazurdur, kimler sayılmaz?
- Resmî câmi görevlilerinin arkasında Cuma Namazı kılınır mı, kılınmaz mı? Bu konuda seçici mi davranmak gerekir? Çoğunluğun dini ketmetmesi, hakla bâtılı karıştırması, düzeni koruması gibi problemlerinden yola çıkarak çoğunluğun hükmü mü verilir? Camilerde Cuma namazı kılmak caiz olmazsa, nerede ve nasıl Cuma kılabilirler Müslümanlar? Bu durumda Cum namazını terk edip öğle namazı mı kılsınlar? Diğer Namazlar konusunda resmi görevliye uyabilirler mi?
- Devlet Memurluğu, reddedilmesi farz olan tâğutun emrine girmek mi sayılır? Memurluk caiz mi, yoksa haram mı kabul edilmeli? Her türden memur aynı mıdır, yoksa memurlar arasında farklı hüküm vereceğimiz alanlar mı vardır? Bir mü’min, Allah’tan başka bir şey üzerine yemin edebilir mi, ederse hükmü nedir? Memur yemini içinde küfür lafızları var mıdır? İkrah yokken küfür lafızları söyleyenin hükmü nedir?
- Tâğutun mahkemesine müracaat etmek zorunda kalan ile isteyerek ve adalet sağlanacağı ümidiyle müracaat arasında fark var mıdır? Mecbur kalan bir mazlum ve mağdur, hakkını başka şekilde alamıyorsa ne yapmalıdır?
- Oy vermek meşru mudur? Bir mü’min demokrasiyi savunabilir mi? Oy verenin hükmü nedir? Oy vereni sırf bu hareketinden dolayı tekfir etmek yerine, oy vermenin hükmünü öne çıkarma konusunda nasıl düşünüyorsunuz?
- Resmî okullarda çocuklarını okutmanın hükmü nedir? Alternatif oluşturmadan okula gönderilmeyen çocuğa ne yaptırmalı?
- Askerlikten hep kaçıp durmalı mıyız? Askere gitmek her şartta küfür müdür, hangi sebeplerden dolayı küfürdür? Askerlikle hapishane arasında nasıl bir ilişki kurulabilir?
[1] 16/Nahl, 89
[2] 12/Yusuf, 111
[3] 4/Nisâ, 59
[4]Bak. 2/Bakara, 256; 4/Nisâ, 60 vb. âyetler
[5] 5/Mâide, 79
[6] 9/Tevbe, 9
[7] 2/Bakara, 41-42
[8] Abdurrahman Dilipak, Bu Din Benim Dinim Değil, İşaret/Ferşat Yay., s. 36-37
[9] 4/Nisâ, 141
[10] Ebû Dâvud
[11] Tirmizî
[12] 2/Bakara, 256
[13] 2/Bakara, 42
[14] 3/Âl-i İmran, 71
[15] 2/Bakara, 174-176
[16] 3/Âl-i İmran, 187
[17] 2/Bakara, 159-160
[18] Ebû Dâvud, İlm 9, hadis no: 3658; Tirmizi, İlm 3, hadis no: 2651; Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 11, s. 501
[19] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 538
[20] Buhâri, Fiten, 17; hadis no: 46; Müslim, Zühd 7, hadis no: 51 (2989)
[21] Ahmed bin Hanbel, 5/301, hadis no: 3790; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2865
[22] 2/Bakara, 138
[23] 2/Bakara, 40, 41; 3/Âl-i İmran, 175
[24]2/Bakara, 256
[25] el-Askalânî, Fethu’l Bârî, c. 12, s. 299
[26] Ahkâmu’l Kur’an, c. 4, s. 348
[27] İkrâfu’l Mulhidîn, s. 59
[28] Kurtubî Tefsiri, Tevbe sûresi 65. âyetinin tefsirinde nakledilir.
[29] 16/Nahl, 106
[30] İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gâbe, I V, 130 vd.
[31] Müslim, Eymân 1, 4
[32] Buhârî, Cenâiz 84, Edeb 44, 73, Eymân 7; Müslim, İman 176, 177; Tirmizî, Nüzûr 16; Nesâî, Eymân 7, 11, 31; İbn Mâce, Keffârât 3
[33] Müslim, Eymân 3, hadis no: 1646
[34] Müslim, Eymân 4; S. Müslim Terc. ve Şerhi, A. Davudoğlu, c. 8, s. 218
[35] Müslim, Eymân 4; S. Müslim Terc. ve Şerhi, A. Davudoğlu, c. 8, s. 218
[36] Müslim, Eymân 20, hadis no: 1653
[37] Müslim, Eymân 21, hadis no: 1653; Ebû Dâvud, Eymân 8, h. no: 3255; Tirmizî, Ahkâm 19, h. no: 1354
[38] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 236
[39] Tirmizî, İman 8, İbn Mâce, Fiten 12
[40] 6/En’âm, 121
[41] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, c. 5, s.415-416; Âyete dair diğer nakiller için bk. İbn Kesir Tefsiri, c. 2, s. 272; Ebu’s Suud, c. 2, s. 438; şaravî, c. 7, s. 3910; Kasımî, c. 6, s. 2491
[42] 47/Muhammed, 25-26
[43] İbn Kesir Tefsiri, c. 13, s. 7307
[44] Şenkıtî, Edvâu’l Beyan, c. 3, s. 383
[45] 28/Kasas, 17
[46] Âlûsî, Ruhu’l Meânî, c. 20, s. 49
[47] Ebû Hureyre’den, Mecmûu’s Sağîr, s. 398
[48] Kifâyetu’l Ahyâr, s. 455
[49] el-Envâr, Hîbe Bâbı, -1/663-
[50] Gazali, İhyâu Ulûmi’d Din, c. 2, s. 139-150
[51]Telbîsu’l İblis, s. 118
[52]Kurtubî, Tevbe sûresi 108. âyetin tefsiri
[53]Mevdûdi, Fetvâlar, c. 1, s. 439
[54]Alaaddin Palevi, Mühim Soruların Cevabı, s. S. 37
[55] 4/Nisâ, 10
[56] İbni Teymiyye, er-Resaili'1-Merdaniyye
[57] 4/Nisâ, 60-61
[58] Ahmed b. Hanbel, I,190, 193
[59] Ahmed Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 440-441
[60] 33/Ahzâb, 36
[61] 7/A’râf, 54
[62] 12/Yûsuf, 40
[63] 16/Nahl, 17
[64] 35/Fâtır, 3
[65] 7/A’râf, 3
[66] 42/Şûrâ, 21
[67] 42/Şûrâ, 10
[68] 6/En’âm, 121
[69] 4/Nisâ, 65
[70] 24/Nûr, 47-48
[71] 5/Mâide, 44
[72] 5/Mâide, 50
[73] 95/Tîn, 8
[74] 4/Nisâ, 59
[75] 33/Ahzâb, 36
[76] 7/A’râf, 54
[77] 6/En’âm, 82
[78] 12/Yûsuf, 40
[79] 39/Zümer, 17-18
[80] 3/Al-i İmrân, 31-32;Yine Bak. 4/Nisâ, 60, 61, 64; 49/Hucurât, 15; 29/Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214; 24/Nûr, 50-54; 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16; 23/Mü’minûn, 115.
[81] 18/Kehf, 26
[82] 17/İsrâ, 23
[83] 12/Yûsuf, 40
[84] 25/Furkan, 43
[85] 6/En’âm, 153
[86] 2/Bakara, 85
[87] 5/Mâide, 49
[88] 2/Bakara, 42
[89] 2/Bakara, 257
[90] 6/En’âm, 129
[91] 42/Şûrâ, 21
[92] 2/Bakara, 256
[93] 16/Nahl, 36
[94] 30/Rûm, 32
[95] 9/Tevbe, 31
[96] Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292; Tirmizî şerhi Tuhfetu’l-Ahvezî, hadis no: 5093
[97] 15/Hıcr, 94-95
[98] İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4204, 4205
[99] Mecmûu’s Sağîr, 398, Ebû Hureyre’den
[100] Ahmed bin Hanbel, 5/301, hadis no: 3790; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2865
[101] Ahmed bin Hanbel, 5/251; İbn Hibban, Sahih, hadis no: 257; Hâkim, el-Müstedrek, 4/92
[102] Ahmed bin Hanbel, 5/251; İbn Mâce, Fiten 20, hadis no: 4011-4012; Tirmizî, Fiten 13, hadis no: 2175; Ebû Dâvud, Melâhim 17
[103] İbn Kesir, Hadislerle K. K. Tefsiri, c. 5, s. 2089
[104] Deylemî; İbn Aslâkir, Tarih
[105] Râmuz el-Ehâdis, c. 2, s. 445
[106] 4/Nisâ, 60-61
[107] 12/Yusuf, 40
[108] 16/Nahl, 36
[109] 33/Ahzâb, 21
[110] 28/Kasas, 57
[111] 2/Bakara, 85
[112] 13/Ra'd, 11
[113] 3/Âl-i İmrân, 103
[114] 30/Rûm, 32
[115] 17/İsrâ, 73-75
[116] 2/Bakara, 42
[117] 5/Mâide, 49
[118] 15/Hıcr, 94-95
[119]24/Nûr, 55
[120]Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur'an, c. 3, s. 497-499
[121]5/Mâide, 3
[122] Müslim, Cum'a 43, hadis no: 867, 2/592; Ebû Dâvûd, Sünne hadis no: 4606, 3/201; İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 45-46, 1/17; Nesâî, Iydeyn 22, 3/153
[123] İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 49
[124] 42/Şûrâ, 21
[125] 3/Âl-i İmrân, 142
[126] 2/Bakara, 214
[127] 5/Mâide, 45
[128] 11/Hûd, 113
[129] 11/Hûd, 112
[130] Müslim, Eymân 4; S. Müslim Terc. ve Şerhi, A. Davudoğlu, c. 8, s. 218
[131] Müslim, Eymân 21, hadis no: 1653; Ebû Dâvud, Eymân 8, h. no: 3255; Tirmizî, Ahkâm 19, h. no: 1354
[132] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. 5, s. 3130, 16/Nahl, 106 âyeti ve tefsiri
[133] Mülteka, c. 4, s. 11
[134] 4/Nisâ, 140
[135] 4/Nisâ, 138-139
[136] 12/Yusuf, 40
[137] 18/Kehf, 26
[138] 6/En'âm, 121
[139] 4/Nisâ, 60
[140] Şankıtî, Edvâü’l Beyan, c. 4, s. 83-84
[141] İmam Hasan el-Bennâ, Mecmuatu’r-Resâil, s. 287-290
[142] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, Yusuf Sûresi, âyet 108’in tefsiri
[143] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, 9/Tevbe, 31.âyetin tefsiri, c. 5, s. 415-416; Âyete dair diğer nakiller için bk. İbn Kesir, 2/272; Kasımî, 6/2491; şaravi, 7/3910; Ebu’s-Suud, 2/438
[144] Edvâu’l Beyan, c. 4, s. 73-74
[145] Said Nursi, Hutbe-i Şâmiyye, s. 98; Kastamonu Lahikası, s. 86
[146] Mehmed Zahid Koktu, Mü’minlerin Vasıfları, Seha Neşriyat, İst. 1982, s. 77 (Kotku’nun ölümünden (1980) sonra, 1985’de basılan nüshasında bu ifadelerin önemli bir kısmı çıkarılmıştır.)
[147] 5/Mâide, 44; Mustafa Sabri, Mevkıfu’l Akl, c. 1, s. 123
[148] Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l Kur’an, c. 7, s. 264
[149] İmam Kurtubî, Tevbe Sûrsi 65. âyetin tefsiri.
[150] Ebû Bekir el-Cessas, Ahkâmu’l Kur’an, c. 4, s. 348
[151] İkrafu’l Mulhıdîn, s. 59
[152] Abdullah Azzam’a Göre hâkimiylet Mefhumu, s. 112
[153] Aliyyu’l Kari, Fıkhu Ekber Şerhi, s. 124
[154] İkrafu’l Mulhıdîn, s. 59
[155] İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd, 1/38
[156] 12/Yûsuf, 40
[157] 3/Âl-i İmrân, 64
[158] Mevdûdi, el-İslâm ve’l Medeniyyetü’l-Hâdise, s. 33
[159] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, c. 7, s. 264
[160] Taberî Tefsiri,c. 10, s. 357
[161] Abudllah Azzam, hâkimiylet Mefhumu
[162] Mahmud Şâkir, Taberanî Tefsirinin Hâşiyesi, c. 1, s. 34
[163] Abdülkadir Udeh, Teşrî’l-Cinâî, s. 196
[164] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, c. 8, s. 403
[165] Muhammed Kutub, Keyfe Ned’u-n Nâs, s. 38
[166] 4/Nisâ, 140
[167] Muhammed Kutub, Vâkıunâ el-Muâsır, s. 423
[168] 12/Yusuf, 40
[169] Said Havva, İslâm, s. 83
[170] Kurtubi Tefsiri, s. 2185
[171] İbn Teymiyye, Fetvalar c. 4, Mesele 515
[172] 4/Nisâ, 65
[173]“Rabbine andolsun ki aralarında ayrılığa düştükleri şeylerde seni hakem tayin etmedikçe, verdiğin hükümden dolayı kalplerinde hiçbir sıkıntı duymadan teslim olmadıkça onlar iman etmiş olmazlar.” (4/Nisâ, 65)
[174] İbn Kesir Tefsiri, c. 1, s. 520
[175] 42/Şûrâ, 10
[176] İbn Kesir Tefsiri, c. 1, s. 518
[177] Bidaye Ve En-Nihaye c: 13 s: 119
[178] 4/Nisâ, 59
[179] 4/Nisâ, 60-61
[180] 4/Nisâ, 64
[181] 4/Nisâ, 65
[182] 42/Şûrâ, 21
[183] 10/Yunus, 59
[184] 16/Nahl, 116; Edvaül Beyan c. 4, s. 84
[185] 16/Nahl, 43
[186] Ebu Basir, Demokraside ve Çok Partili Rejimlerde İslâm’ın Hükmü, s.190-191
[187] el-İşraka, s.26-27
[188] Hükmü’l İslâm fî Demokratıyye, s. 92
[189] Dar’ul Ekam Dar’un Nedve Çarpışması, s. 85
[190] 28/Kasas, 38
[191] 26/Şuarâ, 29
[192] Bk. 5/Mâide, 44, 45, 47
[193] 12/Yusuf, 40
[194]18/Kehf, 26
[195] 5/Maide, 44, 45, 47
[196] Seyyid Kutub, İslam Düşüncesi, s.11
[197] 28/Kasas, 38
[198] 79/Nâziat, 23-24
[199] Tefsiri Kebir, 22/476
[200] Alusi, Ruh'ul Meani, 15/38
[201] Tefhim’ül Kur’an, 4/184
[202] Elmalılıl Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 6/87
[203] Abdullah Azzam, hâkimiylet Mefhumu, s. 5-6
[204] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 4/320
[205] El-Veciz fî Usûli’l -Fıkh, s. 69
[206] 5/Maide, 50
[207] İbn Kesir Tefsiri, 2/67
[208] El’Esasü Fi’Tefsir, Maide Suresi 50. ayetin tefsiri
[209] Ömer Abdurrahman’ın Kelimet’ül Hakk isimli kitabından alıntı, s. 57
[210] Fizilal-il Kur’an, 4/269
[211] Seyyid Kutup Fizilali’l Kur’an, 8/403
[212] Fizilali’l Kur’an, 9/89
[213] 3/Âl-i İmran, 64
[214]109/Kâfirûn, 1, 2, 6
[215] M. Âkif, Safahat, Âsım, Şule Y., s. 354-355
[216] 33/Ahzâb, 66-68
[217] 10/Yûnus, 87
[218] 33/Ahzâb, 66-68
[219] Tirmizî, Deavât 68, hadis no: 3711
[220] 62/Cum’a, 5
[221] 35/Fâtır, 28
[222] 29/Ankebût, 69
[223] 65/Talâk, 2
[224] 10/Yûnus, 87
[225] Buhârî, İlim 11; Müslim, Cihad 5
[226] 60/Mümtehine, 5
[227] Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, hadis no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2643
[228] 5/Mâide, 45
[229] 5/Mâide, 45
[230] Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839; Ahmed bin Hanbel, 5/301, hadis no: 3790; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2865
[231] Ahmed bin Hanbel, 5/251; İbn Mâce, Fiten 20, hadis no: 4011-4012; Tirmizî, Fiten 13, hadis no: 2175; Ebû Dâvud, Melâhim 17
[232] Tirmizî; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 2/276-302
[233] Buhârî, Ahkâm 4, Cihad 108; Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839; Tirmizî, Cihad 29, hadis no: 1708; Ebû Dâvud, Cihad 86, h. no: 2626; Nesâî, Bey’at 34, h. no: 7 -160-; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2864; Ahmed bin Hanbel, 6/111
[234] Müslim, Zekât 69; Nesâî, Zekât 64
[235] 4/Nisâ, 76
[236] 2/Bakara, 256; 4/Nisâ, 60
[237] 4/Nisâ, 76
[238] 3/Âl-i İmrân, 28
[239] Buhârî, Talâk 11, İlim 44, Şurût 12, Enbiyâ 27
[240] 2/Bakara, 286
[241] 2/Bakara, 185
[242] 4/Nisâ, 76
[243] 2/Bakara, 49
[244] 2/Bakara, 50
[245] 2/Bakara, 50
[246] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, c. 1, s. 294, 296
[247] Mevdûdi, Tefhimu’l Kur’an, c. 1, s. 75
[248] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l Kur’an, c. 2, s. 79
[249] 10/Yunus, 90; 20/Tâhâ, 28/Kasas, 6, 8, 39, 40; 51/Zâriyât, 40
[250] 28/Kasas, 39-42
[251] 28/Kasas, 8
[252] 10/Yûnus, 83
[253] es-Serahsî, el-Mebsût, X,81, Şerhu's-Siyer, IV,1253
[254]2/Bakara, 286
[255] Bk. Uydurma Hadisler, Harun Ünal, Mirac Y., c. 1, s. 79-86; Aliyyü’l Kari, Uydurma Olduğunda İttifak Edilen Hadisler, İnkılâb Y., s. 126; Sehâvî, Makasıd, s. 183; Suyûtî, ed-Düreru’l-Muntesıre, s. 108; Sâğânî, Mevduât, s. 53; Semhudî, Gammaz, s. 60; İbnü’d-Deybâ, Temyîz, s. 77, Aliyyu’l-Kari, Kübrâ, s. 189; Aclûnî, Keşfu’l Hafâ, I/413.
[256] 4/Nisâ, 59
[257] 2/Bakara, 256
[258] 109/Kâfirûn, 1, 2, 6
[259] 4/Nisâ, 76
[260] 3/Âl-i İmrân, 28
[261] Buhârî, Talâk 11, İlim 44, Şurût 12, Enbiyâ 27
[262] 2/Bakara, 286
[263] 2/Bakara, 185
[264] 4/Nisâ, 76
[265] 39/Zümer, 17-18