MÛSÂ (A.S.) (1)
M Û S Â (a.s.)
- Mûsâ; Kelime Anlamı ve Hz. Mûsâ'nın Kimliği
- Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Mûsâ'nın Hayatı ve Mücadelesi
- Mûsâ’nın Tevhid Mücadelesinden Alınacak Bazı İbretler
- Mûsâ’nın Dâvet Konusuyla İlgili Duâları
a- Sadrının Şerhi (Ruhuna genişlik Verilmesi)
b- İşinin Kolaylaştırılması
c- Dilindeki Düğümün Çözülmesi
d- Hârun’un Vezir/Yardımcı Olarak Verilmesi
- Mûsâ’nın Tâğutla Mücadelesinden Dâvetçiler İçin Çıkarılacak Bazı Dersler
"Kırk gece (söyleşmek) için Mûsâ ile sözleşmiştik. O (huzurumuza gelmek üzere aranızdan) ayrıldıktan sonra, kendilerine kötülük edenler olarak buzağıyı (tanrı) edindiniz." [1]
“Doğru yolu bulursunuz ümidiyle Mûsâ’ya Kitab’ı ve hak ile bâtılı ayıran (hükümleri) verdik.” [2]
Mûsâ; Kelime Anlamı ve Hz. Mûsâ'nın Kimliği
"Mûsâ" kelimesi, İbrânîce olan iki kelimeden meydana gelmiş bir bileşik isimdir. Su manasına gelen "mû" ve ağaç anlamına gelen "sâ" kelimesinin birleşmesinden oluşmuştur. O, bu isimle isimlendirilmiştir. Çünkü annesi onu Firavun'un öldürülmesinden korktuğu zaman bir sandukaya koymuş ve denize atmıştı. Sonra denizin dalgaları, Firavun'un sarayı yanındaki ağaçların arasına sokuncaya kadar sürüklemişti. Firavun'un hanımı Asiye'nin câriyeleri yıkanmak için dışarı çıktıklarında sandukayı bulup onu almışlar ve ona, onu buldukları yere göre ad vermişlerdi. Bulunduğu yer ise, ağaç ve su idi. [3]
Hz. Mûsâ'nın babası, İmran'dır. Onun babası Yahser, onun da babası Kahes'dir. Sonra Lâvî ve babası Yâkub. Bu silsile ile nesebi Yâkub (a.s.)'a ulaşır ki, onun babası Hz. İshak, onun da babası Hz. İbrahim’dir (a.s.). Hz. Mûsâ'nın yanında gördüğümüz Hârun (a.s.), onun kardeşidir. Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ'yı Firavun'a imana dâvet için gönderdiğinde, Hz. Hârun'u da ona yardımcı olarak seçmiş ve görevlendirmişti. Hz. Mûsâ Allah Teâlâ'ya şöyle duâ ederek, kardeşi Hârun'u kendisine yardımcı istemişti: "Bir de bana ehlimden bir vezir (yardımcı) ver. Kardeşim Hârun'u (ver)." [4]
Hz. Mûsâ, Allah Teâlâ'nın, dört büyük kitaptan biri olan Tevrat'ı verdiği ve yeryüzünde dinini tebliğ edip hâkim kılmak için gönderdiği ulu'l-azm peygamberlerden biridir. Hz. İbrahim'in soyundan olup, İsrâil oğullarının akidelerini ıslah etmek ve onları Allah Teâlâ'nın dilediği nizama kavuşturmakla görevlendirilmişti.
Hz. Âdem'den, Rasulullah’a (s.a.s.) kadar pek çok peygamber gelmiştir. Bu peygamberler, gönderildikleri kavimleri, Allah'a iman etmeye çağırmışlar; bu yolda kâfirlerle savaşmışlar, yaşadıkları diyarlardan çıkarılmışlar; ezilmişler, hakaretlere uğramışlar ve hatta öldürülmüşlerdir. Mûsâ (a.s.) da, Allah tarafından İsrâiloğullarına gönderilmiş bir rasul idi. O da tıpkı kendisinden önce gönderilmiş olan peygamberler gibi kavmini Allah'a iman etmeye çağırdı. Kavmine zulmeden ve ilâhlık iddiasında bulunan Firavun'a karşı tevhid yolunda mücâhede etti. Bu uğurda, bütün peygamberlerin karşısına çıkan güçlükler, onun da karşısına çıktı. Doğup büyüdüğü diyardan çıkarıldı, kâfirler tarafından öldürülmek amacıyla kovalandı.
Hz. Mûsâ'nın Firavun ile olan kıssası, Kur'an'ın bazı surelerinde çeşitli üslûplarda ve teferruatlı olarak anlatılmıştır. Firavun ve ordusunun Kızıldeniz'de boğulmaları olayından sonra, İsrâil oğulları ile ilgili kıssasına da genişçe yer verilmiştir. Mûsâ’nın (a.s.) Firavun ile olan Tevhid mücadelesi, bir şahsın bir kralla, bir peygamberin sadece büyük bir zorba ile aralarında geçen basit bir hadiseden ibaret değildir. Aksine, her vakit ve her an ortaya çıkabilen, her zaman ve her coğrafyada tekrar edebilen gerçekçi olaylardandır. Bu, hak ile bâtılın çatışması, Rahman'ın ordusu ile şeytanın ordusunun kaçınılmaz savaşıdır. Aslında hak ile bâtıl arasındaki bu savaş, İnsanoğlunun yaratılışından, İnsanları ıslah etmek üzere nebîler ve rasullerin hayat sahnesine çıkmasından beri devam edegelmektedir. Sapıklık ve bâtıl, daima İblis ve ordusu tarafından temsil edilmiş, imana, tevhide, peygamberliğe, kısaca bâtıl, hakka sürekli meydan okumuştur. Fakat kazanan daima hak olmuştur. "Muhakkak ki Biz peygamberlerimizi ve iman edenleri hem dünya hayatında, hem de meleklerin şâhid olacağı günde muzaffer kılacağız."[5] Hz. Mûsâ da gönderildiği kavmi cehâlet ve sapıklık içerisinde buldu. Onları hakka dâvet etti, yurdundan çıkarıldı, savaştı ve sonunda Allah'ın izniyle kazandı.
Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Mûsâ'nın Hayatı ve Mücadelesi
Hz. Mûsâ ve onun küfür ve şirkle mücadelesi Kur'ân-ı Kerim'de, özellikle A’râf, Tâhâ ve Kasas surelerinde olmak üzere birçok surede uzun uzun anlatılmaktadır. Mûsâ (a.s.) ismi Kur'an'da 136 yerde geçmektedir. Hz. Mûsâ, Kur’an’da en çok zikri geçen peygamberdir. 34 sûre, 131 âyet ve 136 yerde kendisinden doğrudan bahsedilir. Bu konuda Kur'an'da ismi en çok geçen peygamberler içerisinde ikinci sırada yer alan Hz. İbrahim’in yalnız 69, üçüncü sırada yer alan Hz. Nûh'un 43 yerde zikredilmesi, Hz. Mûsâ’nın Kur’an’da önemli bir yer tuttuğunu mukayeseli olarak ortaya koyar. Hz. Mûsâ ile dolaylı olarak ilgili âyetlerin de dikkate alınması halinde âyet sayısının 502’ye ulaştığı görülmektedir. Allah, Kur'an'da Hz. Mûsâ'dan şöyle bahsediyor: "Kur'an'da Mûsâ'yı da an. Çünkü o ihlâs sahibi idi ve İsrâil oğulları'na gönderilmiş bir peygamber idi."[6] Hayatını ve mücadelesini Kur’an-ı Kerim’den izleyelim:
"İman eden bir kavim için (faydalı olmak üzere) Mûsâ ile Firavun'un haberlerinden bir kısmını sana dosdoğru nakledeceğiz.
Firavun, (Mısır) toprağında gerçekten azmış, halkını parça parça etmişti. Onlardan bir zümreyi (İsrâil oğullarını) güçsüz buluyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. Belli ki o, fesatçılardan / bozgunculardandı.
Biz ise istiyorduk ki, o yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunalım, onları önderler yapalım, onlara (ötekilerin) yerini aldıralım.
Ve o yerde onları hâkim kılalım, Firavun ile Hâmân'a ve ordularına, onlardan (geleceğinden) çekinmekte oldukları şeyi gösterelim.
Mûsâ'nın anasına, 'Onu emzir, kendisine zarar geleceğinden endişelendiğinde onu denize (Nil nehrine) bırakıver, hiç korkup kaygılanma, çünkü Biz onu tekrar sana geri vereceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız' diye bildirdik.
Nihayet Firavun ailesi O'nu yitik olarak aldı. Çünkü o, sonunda kendileri için bir düşman ve bir tasa olacaktı. Şüphesiz Firavun Firavun ile Hâmân ve askerleri yanılıyorlardı.
Firavun'un karısı (sepetin içinden çocuk çıkınca kocasına), 'İkimizin de gözü aydın! Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur, ya da onu evlât ediniriz' dedi. Hâlbuki onlar (işin sonunu) sezemiyorlardı.
Mûsâ'nın anasının yüreği (tasadan) bomboş kalıverdi. Eğer Biz, (va'dimize) inananlardan olması için onun kalbini pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse işi meydana çıkaracaktı.
Annesi Mûsâ'nın ablasına, 'Onun izini takip et' dedi. O da, onlar farkına varmadan uzaktan kardeşini gözetledi.
Biz (annesine geri vermezden) daha önce onun süt analarının sütünü kabulüne müsaade etmedik. Bunun üzerine ablası, 'Size, onun bakımını sizin namınıza üstlenecek, hem de ona iyi davranacak bir aile göstereyim mi?' dedi.
Böylelikle Biz onu, gözü aydın olsun, gam çekmesin ve Allah'ın va'dinin gerçek olduğunu bilsin diye anasına geri verdik. Fakat yine de pek çoğu (bunu) bilmezler.
Mûsâ yiğitlik çağına erip olgunlaşınca, Biz ona hikmet ve ilim verdik. İşte güzel davrananları Biz böylece mükâfatlandırırız.
Mûsâ, ahâlisinin habersiz olduğu bir sırada şehre girdi. Orada, biri kendi tarafından, diğeri düşman tarafından olan iki adamı birbiriyle döğüşür buldu. Kendi tarafından olanı, düşmana karşı ondan yardım diledi. Mûsâ da ötekine bir yumruk indirip onun ölümüne sebep oldu. 'Bu, şeytan işidir. O, gerçekten saptırıcı, apaçık bir düşman' dedi.
Mûsâ, 'Rabbim! Doğrusu kendimi ziyana uğrattım. Beni bağışla!' dedi, Allah da onu bağışladı. Çünkü, çok bağışlayıcı, çok esirgeyici olan ancak O'dur.
Mûsâ, 'Rabbim! Bana lutfettiğin nimetlere andolsun ki, artık suçlulara asla arka olmayacağım' dedi.
Şehirde korku içinde, (etrafı) gözetleyerek sabahladı. Bir de ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen kimse, feryad ederek yine ondan imdad istiyor. Mûsâ ona dedi ki: 'Doğrusu sen, besbelli bir azgınsın!'
Mûsâ, ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince, o adam dedi ki: 'Ey Mûsâ! Dün bir cana kıydığın gibi, bana da mı kıymak istiyorsun? Demek, arabuluculardan olmak istemiyor da, bu yerde yaman bir zorba olmayı arzuluyorsun sen!'
Şehrin öbür ucundan bir adam geldi ve şöyle dedi: 'Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için hakkında müzâkere ediyorlar. Derhal (buradan) çık! İnan ki ben senin iyiliğini isteyenlerdenim.'
Mûsâ korka korka, (etrafı) gözetleyerek oradan çıktı. 'Rabbim! Beni zâlimler güruhundan kurtar' dedi.
Medyen'e doğru yöneldiğinde, 'umarım, Rabbim beni doğru yola iletir' dedi.
Mûsâ, Medyen suyuna varınca, orada (hayvanlarını) sulayan birçok İnsan buldu. Onların gerisinde de, (hayvanlarını suyun olduğu yerden) geri çeken iki kadın gördü. Onlara, 'derdiniz nedir?' dedi. Şöyle cevap verdiler: 'Çobanlar sulayıp çekilmeden biz (onların içine sokulup hayvanlarımızı) sulamayız; babamız da çok yaşlıdır.'
Bunun üzerine Mûsâ, onların davarlarını suladı. Sonra gölgeye çekildi ve 'Rabbim! Doğrusu bana indireceğin her hayra muhtacım' dedi.
Derken, o iki kadından biri utana utana yürüyerek ona geldi, 'Babam, dedi, bizim yerimize (hayvanları) sulamanın karşılığını ödemek için seni çağırıyor' Mûsâ ona (Hz.Şuayb'a) gelip başından geçeni anlatınca o, 'Korkma, o zâlim kavimden kurtuldun' dedi.
(Şuayb'ın) iki kızından biri, 'Babacığım! Onu ücretle (çoban) tut. Çünkü ücretle istihdam edebileceğin en iyi kimse, bu güçlü ve güvenilir adamdır' dedi.
(Şuayb) dedi ki: Bana sekiz yıl çalışmana karşılık şu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan artık o kendinden; yoksa sana ağırlık vermek istemem. İnşaallah beni sâlihlerden/iyi kimselerden bulacaksın.
Mûsâ şöyle cevap verdi: 'Bu seninle benim aramdadır. Bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım, demek ki bana karşı husumet yok. Söylediklerimize Allah vekildir.
Artık Mûsâ süreyi doldurup ailesiyle yola çıkınca, Tûr tarafından bir ateş gördü. Ailesine 'Siz (burada) bekleyin; ben bir ateş gördüm, belki oradan size bir haber yahut ısınmanız için bir ateş parçası getiririm' dedi.
Oraya gelince, o mübarek yerdeki vâdinin sağ kıyısından, (oradaki) ağaç tarafından kendisine şöyle seslenildi: 'Ey Mûsâ! Bil ki Ben, bütün âlemlerin Rabbi olan Allah'ım.
Ve 'Asânı at!' (denildi). Mûsâ (attığı) asâyı yılan gibi deprenir görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. 'Ey Mûsâ! Beri gel, korkma. Çünkü sen emniyette olanlardansın' (buyuruldu).
'Elini koynuna sok; kusursuz, bembeyaz çıkacaktır. Korkudan (açılan) kollarını kendine çek. İşte bu ikisi Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kat'i delildir. Çünkü onlar, yoldan çıkan bir kavim olmuşlardır' (diye seslenildi).
Mûsâ dedi ki: 'Rabbim! Ben onlardan birini öldürmüştüm, beni öldürmelerinden korkuyorum.
Kardeşim Hârun'un dili benimkinden daha düzgündür. Onu da beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle birlikte gönder. Zira bana yalancılık ithamında bulunmalarından endişe ediyorum.'
Allah buyurdu: 'Seni kardeşinle destekleyeceğiz ve size öyle bir kudret vereceğiz ki, âyetlerimiz sayesinde onlar size erişemeyecekler. Siz ve size tâbi olanlar üstün geleceksiniz." [7]
(Rasulüm!) Mûsâ'nın haberi sana ulaştı mı?
Hani o, bir ateş görmüş ve ailesine: 'Bekleyin. Eminim ki bir ateş gördüm. Belki ondan size bir parça kor getiririm, veya ateşin yanında bir rehber bulurum' demişti.
Oraya vardığında kendisine: 'Ey Mûsâ!' diye seslendik:
'Muhakkak ki Ben, evet Ben senin Rabbinim! Hemen nalınlarını /ayakkabılarını çıkar! Çünkü sen, kutsal vâdi Tuvâ'dasın!
Ben seni seçtim. Şimdi vahyedilene kulak ver.
Muhakkak ki Ben kendim Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Öyle ise Bana ibâdet/kulluk et; Beni anmak için namaz kıl.
Kıyâmet zamanı mutlaka gelecektir. Herkes peşine koştuğu şeyin karşılığını bulsun diye, neredeyse onu açıklayacağım.
Ona inanmayan ve nefsinin arzularına uyan kimseler sakın seni ondan (kıyâmete inanmaktan) alıkoymasınlar!
Sağ elindeki nedir, ey Mûsâ?'
'O, benim asamdır, dedi. Ona dayanırım; onunla davarlarıma yaprak silkerim; benim ona başkaca ihtiyaçlarım da vardır.'
Allah: 'Yere at onu, ey Mûsâ!' dedi.
Onu hemen yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan oldu.
Allah buyurdu: 'Al onu! Korkma! Biz onu şimdi ilk haline sokacağız.
Bir de elini koltuğunun altına sok ki, bir başka mûcize olmak üzere, o, kusursuz ve lekesiz beyazlıkta çıksın.
Ta ki sana, en büyük âyetlerimizden birini gösterelim.
Firavun'a git. Çünkü o iyice azdı.'
Mûsâ: 'Rabbim! dedi, göğsüme (ruhuma) genişlik ver.
İşimi bana kolaylaştır.
Dilimin bağını çöz.
Ki sözümü anlasınlar.
Bana ailemden bir de vezir ver.
Kardeşim Hârun'u.
Onun sayesinde arkamı kuvvetlendir.
Ve onu işime ortak kıl.
Böylece Seni bol bol tesbih edelim.
Ve bol bol zikredelim / analım Seni.
Şüphesiz Sen bizi görmektesin.'
Allah: 'Ey Mûsâ! dedi, istediğin sana verildi.
Andolsun Biz sana bir defa daha lutufta bulunmuştuk.
Bir zaman, annene vahyedilecek şeyi şöyle vahyetmiştik:
'Mûsâ'yı sandığa koy; sonra denize at ki, deniz onu kıyıya atsın da, Benim ve senin düşmanlarımız olan biri onu alsın.’ (Ey Mûsâ! Sevilmen) ve Benim nezâretimde yetiştirilmen için sana Kendi sevgimi lutfettim.
Hani, kız kardeşin gidip ‘Ona bakacak birini size bulayım mı?’ diyordu. Bu yüzden seni, gözü gönlü mutluluk dolsun ve üzülmesin diye annene geri verdik. Ve sen, birini öldürdün de seni endişeden kurtardık. Seni iyiden iyiye denemeden geçirdik. Bu yüzden Medyen halkı arasında yıllarca kaldın. Sonra sen, takdire göre (bu makama) geldin ey Mûsâ!
Seni, kendim için seçtim.
Sen ve kardeşin birlikte âyetlerimi (Firavuna) götürün. Beni anmayı ihmal etmeyin.
Firavuna gidin. Çünkü o, iyiden iyiye azdı.
Ona tatlı dille, yumuşak üslûpla konuşun. Belki o, aklını başına alır veya korkar.'
Dediler ki: ‘Rabbimiz! Doğrusu biz, onun bize aşırı derecede kötü davranmasından yahut iyice azmasından endişe ediyoruz.’
Buyurdu ki, ‘Korkmayın, çünkü Ben sizinle beraberim, (her şeyi) işitir ve görürüm.
Haydi, gidin de ona deyin ki: ‘Biz, senin Rabbinin elçileriyiz. İsrâil oğullarını hemen bizimle birlikte bırak; onlara eziyet etme! Biz, senin Rabbinden bir âyet (mûcize) getirdik. Kurtuluş, hidâyete uyanlarındır.
Hakikaten bize vahyolundu ki; Azap, (peygamberleri) yalanlayan ve yüz çevirenlerin üstünedir.'
Firavun, ‘Rabbiniz de kimmiş, ey Mûsâ?’ dedi.
O da, ‘Bizim Rabbimiz, her şeye hılkatini veren,sonra da hidayete yöneltendir’ dedi.
‘Öyle ise, önceki milletlerin hali ne olacak?’ dedi.
Mûsâ: ‘Onlar hakkındaki bilgi, dedi, Rabbimin yanında bir kitapta bulunur. Rabbim, ne yanılır, ne de unutur.
O, yeri size beşik yapan ve onda size yollar açan, gökten de su indirendir.’ Onunla biz çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık.
Yiyiniz; hayvanlarınızı otlatınız. Şüphesiz bunda akıl sahipleri için (Allah’ın kudretine alâmetler vardır.
Sizi ondan (topraktan) yarattık; yine oraya döneceksiniz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız. Andolsun Biz ona (Firavun’a) delillerimizin hepsini gösterdik; yine de yalanladı ve diretti.
Dedi ki: ‘Yaptığın büyü ile bizi yurdumuzdan çıkarasın diye mi geldin bize, ey Mûsâ?
Öyle ise, muhakkak surette biz de sana, aynen onun gibi bir büyü getireceğiz. Şimdi sen, seninle bizim aramızda, ne senin, ne de bizim muhalefet etmeyeceğimiz uygun bir yerde buluşma zamanı ayarla.’
Mûsâ: ‘Buluşma zamanınız, bayram günü, kuşluk vaktinde İnsanların toplanması (zamanı) olsun’ dedi.
Bunun üzerine Firavun dönüp gitti. Hilesini tertipledikten sonra çok geçmeden geldi.
Mûsâ onlara: ‘Yazık size!’ dedi, Allah hakkında yalan uydurmayın! Sonra O, bir azap ile kökünüzü keser! İftira eden, muhakkak perişan olur.’
Bunun üzerine onlar, durumlarını aralarında tartıştılar; gizli gizli fısıldaştılar.
‘Bu ikisi muhakkak ki, sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve sizin ideal yolunuzu ortadan kaldırmak isteyen iki sihirbazdırlar sadece’ dediler.
‘Öyle ise, hilenizi kurun; sonra sıra halinde gelin! Muhakkak ki bugün, üstün gelen kurtulmuştur.’
Dediler ki: ‘Ey Mûsâ! Ya sen at veya önce atan biz olalım.’
‘Hayır, siz atın’ dedi. Bir de baktı ki, büyüleri sayesinde ipleri ve sopaları gerçekten koşuyor gibi görünüyor.
Mûsâ, birden içinde bir korku duydu.
‘Korkma!’ dedik, ‘üstün gelecek olan kesinlikle sensin.
Sağ elindekini at da, onların yaptıklarını yutsun. Yaptıkları, sadece bir büyücü hilesidir. Büyücü ise, nereye varsa iflâh olmaz.’
Bunun üzerine sihirbazlar secdeye kapandılar. ‘Hârun’un ve Mûsâ’nın Rabbine iman ettik’ dediler.
(Firavun) Şöyle dedi: ‘Ben size izin vermeden ona inandınız ha! Hakikat şu ki o, size büyü öğreten büyüğünüzdür. Şimdi elleriniz ile ayaklarınızı tereddüt etmeden çaprazlama keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım! Böylece, hangimizin azabının daha şiddetli ve sürekli olduğunu iyice anlayacaksınız.’
Dediler ki: ‘Seni, bize gelen açık açık mûcizelere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Öyle ise yapacağını yap! Sen, ancak bu dünya hayatında hükmünü geçirebilirsin.
Bize, hatalarımızı ve senin bize zorla yaptırdığın büyüyü bağışlaması için Rabbimize iman ettik. Allah, (mükâfatı) en hayırlı ve (cezası) en sürekli olandır.’
Şurası muhakkak ki, kim Rabbine günahkâr olarak varırsa, cehennem sırf onun içindir. O ise orada ne ölür, ne dirilir.
Kim de sâlih amellerde / iyi davranışlarda bulunmuş bir mü’min olarak varırsa, üstün dereceler işte sırf bunlar içindir.
İçinde ebedî kalacakları, zemîninden ırmaklar akan Adn cennetleri! İşte tertemiz arınanların mükâfatı budur.
Andolsun ki Biz Mûsâ’ya, ‘kullarımla birlikte geceleyin yola çık da (size) yetişilmesinden korkmaksızın ve (boğulmaktan) endişe etmeksizin onlara denizde kuru bir yol aç’ diye vahyetmiştik.
Bunun üzerine o, askerleri ile birlikte onların peşine düştü. Deniz onları öyle bir kapladı ki, boğuverdi onları.
Firavun, kavmini saptırdı, doğru yola sevketmedi.
Ey İsrâil oğulları! Sizi düşmanınızdan kurtardık; Tûr’un sağ tarafına (gelmeniz için) size vâde tanıdık ve size, kudret helvası ile bıldırcın eti lutfettik.
Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyiniz, bu hususta taşkınlık ve nankörlük de etmeyiniz; sonra size gazabım çarpar. Her kim ki kendisine gazabım çarparsa, hakikaten o, yıkılıp gitmiştir.
Şu da muhakkak ki Ben, tevbe eden, iman eden ve sâlih amel işleyen, sonra (böylece) hidâyette / doğru yolda giden kimseyi bağışlarım.
‘Seni acele ile kavminden ayırmaya sevkeden nedir, ey Mûsâ?’
‘İşte, dedi, onlar da benim peşimdeler. Ben, râzı (memnun) olasın diye Sana acele ile geldim Rabbim.’
Allah buyurdu: ‘Senden sonra Biz, kavmini imtihan ettik ve Sâmirî onları yoldan çıkardı.’
Bunun üzerine Mûsâ, öfkeli ve üzüntülü olarak kavmine döndü. ‘Ey kavmim! dedi, Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmamış mıydı?Şu halde size zaman mı çok uzun geldi, yoksa üstünüze Rabbinizin gazabının inmesini mi istediniz ki, bana olan vaadinizden döndünüz?’
Dediler ki: ‘Biz sana olan vaadimizden kendi kudret ve irâdemizle (kendiliğimizden) dönmedik. Fakat biz, o kavmin (Mısır’lıların) zînet eşyasından birtakım ağırlıklar yüklenmiş, sonra da onları atmıştık; aynı şekilde Sâmirî de atmıştı.’
Bu adam, onlar için, böğürme kabiliyeti olan bir buzağı (heykeli) icad etti. Bunun üzerine, ‘İşte, dediler, bu, sizin de, Mûsâ’nın da tanrısıdır. Fakat onu unuttu.’
O şeyin, kendilerine hiçbir sözle mukabele edemeyeceğini, kendilerine bir zarar, veya fayda vermek gücünde olmadığını görmezler mi?
Hakikaten Hârun, onlara daha önce, ‘Ey kavmim, demişti, siz, bunun yüzünden sadece fitneye uğradınız. Sizin Rabbiniz, şüphesiz, çok merhametli olan Allah’tır. Şu halde bana uyunuz ve emrime itaat ediniz.”
‘Biz, dediler, Mûsâ aramıza dönünceye kadar buna tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz!’
(Mûsâ döndüğünde) ‘Ey Hârun! dedi, sana ne engel oldu da, bunların dalâlete düştüklerini gördüğün vakit peşimden gelmedin? Emrime âsî mi oldun?’
(Hârun:) ‘Ey annemin oğlu! dedi, saçımı başımı yolma! Ben,senin: ‘İsrâil oğullarının arasına ayrılık düşürdün; sözümü tutmadın!’ demenden korktum.’
‘Ya senin zorun nedir, ey Sâmirî?’ dedi.
O da, ‘Ben, onların görmediklerini gördüm. Zira, o elçinin izinden bir avuç (toprak) alıp onu (erimiş mücevheratın içine) attım. Bunu böyle bana nefsim hoş gösterdi’ dedi.
Mûsâ, ‘Defol! dedi, artık hayatın boyunca sen: ‘Bana dokunmayın!’ diyeceksin. Ayrıca senin için, kurtulamayacağın bir ceza günü var. Tapmakta olduğun tanrına da bak! Yemin ederim, biz onu yakacağız; sonra da onu parça parça edip denize atacağız.
Sizin ilâhınız, yalnızca, kendisinden başka ilâh olmayan Allah’tır. O’nun ilmi, her şeyi kuşatmıştır.” [8]
Hz. Mûsâ’nın Tevhid Mücadelesinden Alınacak Bazı İbretler
Firavun gibi günahkâr, büyüklük taslayan,[9] yoldan çıkmış bir fâsık,[10] zâlim[11] ve tanrılık iddia edecek kadar azgın[12] bir müşrik ile mücadele etme görevi Hz. Mûsâ’ya verildi. Hz. Mûsâ’nın isteği ile kardeşi Hârun da tevhid mücadelesinde kendisine yardım etmek üzere ve peygamber olarak görevlendirildi.[13] Allah bu kardeş peygamberlere şu emri verdi: “Firavun’a gidin! Doğrusu o tuğyan etmiş/azmıştır.” [14]
Hz. Mûsâ, Firavun ile karşılaşmaktan endişe duyuyordu. Çünkü o, daha önce Firavun’un memleketi olan Mısır sokaklarında gezerken iki adamın kavga ettiğini, birbirlerine girerek vuruştuklarını, birinin diğerine baskın gelerek ezdiğini görmüş, ezilen kişiyi ezenin zulmünden kurtarmak için güçlü olana bir tokat atmış, fakat, niyeti öldürmek olmadığı halde, adam, eceli dolmuş olduğu için cansız yere düşerek ölmüştü. Ne var ki, Hz. Mûsâ’nın attığı tokat yüzünden ölen kişi Firavun’un avanesinden bir kıptî idi. Haber Firavun'a intikal edince, onu öldürmek için asker ve polislerine, yakalayıp kendisine getirmelerini emretmişti. Durumun ciddiyetinin farkına varan Hz. Mûsâ da Firavun’un zulmünden kaçmış, şehri terketmiş ve Medyen’e gitmişti.
Bu olaydan dolayı, Hz. Mûsâ, Firavun’a tevhid dâvetini götürmekten çekiniyordu. Çünkü onun kendilerine karşı taşkınlık etmesinden korkuyordu. “İkisi (Mûsâ ve Hârun) dediler ki: ‘Rabbimiz, onun bize taşkınlık etmesinden yahut iyice azmasından korkuyoruz.”[15] Ve Allah’ın cevabı: “(Allah) Buyurdu ki: ‘Korkmayın; Ben sizinle beraberim, (her şeyi) görür ve işitirim.”[16] Burada yüce Allah, peygamberleri Mûsâ ve Hârun’a tevhid dâvetinin metodunu açık bir şekilde beyan ediyor. Bu hususu üç maddede özetlemek mümkün:
1- Öncelikle yüce Allah, tevhid dâvetine muhatap olan şahıslar, güçler, otoriteler vs. ne kadar güçlü olursa olsunlar, ne kadar tuğyankârlık/azgınlık yaparlarsa yapsınlar, ne kadar zâlim olurlarsa olsunlar... Tevhid erlerinin onlardan korkmamaları, çekinmemeleri gerektiğini belirtiyor. Çünkü o kuvvet, kudret sahibi, yüce ve büyük, cebbâr, zü’l-celâl ve’l-kemâl, kulları üzerinde kahredici güce sahip olan, bütün evreni, canlıları, eşyayı bir tek “ol” emriyle yaratan, noksan sıfatlardan münezzeh, kemâl sıfatlarıyla donanmış olan... Yüce Allah her an onlarla beraber... Her şeyi hem gören ve hem de işiten, her şeyden haberdar olan, sonunda her şeyin kendisine döneceği Allah onlarla beraber olduktan sonra, bu dünyada güçlü gözükse bile ne yapabilir Firavun? Kızsa, azgınlık etse, köpürse de ne gelir elinden? [17]
2- Tevhid dâvetçisi öncelikle kendi akîdelerinin temellerini izah etmelidir. Nitekim Hz. Mûsâ ve Hârun kendi akîdelerinin temellerini izah etmekle emrolunmuşlardır: “Haydi varın ona deyin ki: ‘Biz senin Rabbinin elçileriyiz.”[18] Dâvetçi, daha ilk anda tevhid akîdesini sunmalıdır muhatabına. Kendisinin ve tüm kâinatın bir Rabbinin olduğunu, O’ndan başka ilâh bulunmadığını, yeryüzünde yegâne hâkim ve mutasarrıf olduğunu belirtmek zorundadır. Nitekim Hz. Mûsâ da, Firavun’a daha ilk anda kâinatın bir rabbinin olduğunu ve O’nun hem kendisinin, hem de bütün İnsanların Rabbi olduğunu belirtmiş, böylece de onun rablik iddiasının sahte ve bâtıl olduğunu açıklamıştır. Bu sahne Kur’ân-ı Kerim’de şöyle dile getirilir: “O (Firavun), ‘ey Mûsâ, Rabbiniz kimdir sizin?' dedi. Mûsâ da ona: ‘Rabbimiz her şeye varlık veren, sonra doğru yola eriştirendir’ dedi.” [19]
Mûsâ (a.s.), Firavun’un sorduğu soruya Allah’ın sıfatlarından “yaratıcı” ve idare edici” sıfatlarını sayarak cevap veriyor. Çünkü bu sıfatlar, Rabbimizin bütün mevcûdâta varlığını verip ve onu bugünkü şekliyle yarattığını, ayrıca bu yarattığı şeylere neler yapmaları gerektiği fikrini öğrettiğini belirtirler. Aynı zamanda Kur’ân-ı Kerim’in Mûsâ’dan (a.s.) söz ederek anlattığı Allah’ın bu vasıfları, kâinatı idare eden Yüce Yaratıcı’nın ulûhiyet eserlerini de en mükemmel şekilde özetlemektedir. Bütün varlıklara varlığını verip, bütün yaratıkları yarattığı şekilde halkederek yaratılış gayesini gösteren vazifelerini bilmeyi de ihsan etmesi ulûhiyetin eserlerinin en mükemmel ifadesidir. İnsanoğlu dikkatini toplayarak gücü yettiği nisbette çevresindeki şu büyük mevcûdâta atf-ı nazar ettiği zaman, büyük-küçük her varlıkta, en küçük zerreden en büyük kürreye kadar, en basit hücreden en gelişmiş hayat şekline kadar bütün canlı varlıklarda ibdâ edici kudretin eserlerini bütün açıklığıyla görür. [20]
Hz. Mûsâ, her şeyden önce bu perspektiften bakarak Firavun’a Tevhid akîdesini sunmayı bir gereklilik olarak görmüştü. Çünkü Firavun: “Rabbiniz kimdir ey Mûsâ?”[21] sözüyle her ne kadar kendisinin halkının tek ilâhı olduğunu veya Mısır’da başka hiçbir şeye tapılmadığını kasdetmemiş, bu sözü ile Allah’ın elçiler göndererek emirler vermesi ve yeryüzündeki siyasî hükümranlığına müdahale etmesi olayını reddetmeyi[22] kasdetmiş ise de, o kendisinin sadece Mısır’ın değil; teoride bütün İnsanlığın siyasî anlamda yeryüzündeki rabbi, yani hâkimi olduğunu iddia ediyordu. İşte bu iddianın önüne geçmek için Hz. Mûsâ ona, kendisine itaat etmesi için bir elçi gönderen başka bir varlığın, yani Allah’ın her varlığı yarattığını, her varlığa varlığını veren ve onu bulunduğu şekilde halk edenin Allah olduğunu belirtmiştir. Ayrıca yüce Allah’ın İnsanı yaratarak, yapması gereken görevi bildirdiğini tebliğ etmiştir. Kısacası, bu tebliğin özü şu idi: Bir tek ilâh vardır, o da Allah’tır. Allah ki, her şeyi yaratan, sonra da doğru yola götüren Rabbimizdir.
3- Tevhid önderleri, kendi öğretilerinin, yahut müslümanların selâmeti için yapmak istedikleri fiillerin mâhiyetini, kısacası ortaya koymak istedikleri işlerin ana gayesini açıklamak zorundadırlar. Hz. Mûsâ ve Hârun, Firavun’a gittikleri vakit, ulûhiyet ve rubûbiyet noktasında Allah’ın birliğini belirttikten, kısaca Tevhid akîdesini özetledikten sonra kendi risâletlerinin mâhiyetini açıklamışlardır: “Artık İsrâil oğullarını bizimle gönder ve onlara azap etme!”[23] Diyebiliriz ki, Hz. Mûsâ, Firavun’un önüne iki mesajla çıktı: Birincisi, Allah’a itaat etsin, İslâm’ı ve İslâm’ın özü olan Tevhid akîdesini kabul etsin; ikincisi, eskiden müslüman olan İsrâil oğullarına yaptığı baskı ve zulme son versin.
Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun, Allah Teâlâ’dan aldıkları görev, tâlimat ve usûlle Firavun’a gittiler. Ona gerçek ilâh, gerçek Rab ve gerçek ma’budlarından mesajlar sundular: “Ey Firavun! Ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim. Bana Allah’a karşı ancak gerçeği söylemek yaraşır. Size Rabbinizden bir mûcize getirdim. İsrâil oğullarını bizimle beraber gönder.”[24] Bunun üzerine Firavun, Hz. Mûsâ’ya: “Âlemlerin rabbi de nedir? dedi.”[25] Hz. Mûsâ: “Eğer kesin olarak bilecek kimseler iseniz, bilin ki, O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulananların Rabbidir.”[26] dedi. Firavun, saltanatı ayakta tutmak ve Hz. Mûsâ’yı da halkının yani İsrâil oğullarının gözünden düşürmek, onun peşinden gitmelerini engellemek için çeşitli hile ve desiselere başvurma yoluna gitti. Bu hile ve desiselerin tabii sonucu olarak çevresindekilere şöyle hitap etti: “Size gönderilen peygamberiniz mutlaka delidir.”[27] Hz. Mûsâ’ya da: “Benden başka tanrı edinirsen, andolsun ki seni zindanlık ederim.”[28]; “Sen bizi, babalarımızdan bulduğumuz yol üzerinden çevirmek için mi geldin? Yeryüzünde saltanat ikinize mi ait olacak? Biz ikinize de iman etmeyiz.”[29] Ve “Ey Mûsâ! Ben seni büyülenmiş sanıyorum”[30] dedi.
Firavun, kendi mevki, makam ve düzenini korumak için İsrâil oğullarına Hz. Mûsâ’yı sihirbaz olarak tanıtmaya başladı. Kendi meşhur sihirbazlarını çağırdı. Onlardan Hz. Mûsâ ile bir yarışma düzenlemelerini ve onu yenmelerini istedi. Bununla Hz. Mûsâ’yı ve onun Tevhid dâvetini halkın gözünde küçük düşürmek istedi. Ne var ki sihirbazlar Mûsâ’nın (a.s.) Allah’tan aldığı mûcizeler karşısında yenilerek secdeye kapandılar ve şöyle dediler: “Âlemlerin Rabbine, Mûsâ ve Hârun’un Rabbine iman ettik.”[31] Sihirbazların büyük bir topluluk içinde, kalabalık bir grup halinde Mûsâ’ya (a.s.) inanmaları Firavun’un hâkimiyetini, tanrılık iddiasını sarsmış ve halkın Firavun korkusunu azaltmıştı. Bunun farkına varan Firavun, durumu kurtarmak için mü’minlere kızdı, hiddetle çıkıştı, onlara ceza vermeye kalkıştı, Yerinden fırladı ve bağırdı: “Ben size izin vermeden ona inandınız ha?!”[32]; “Andolsun ki, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim. Sizi hurma kütüklerine asacağım. Hangimizin azabının daha çetin ve devamlı olduğunu bileceksiniz.!” [33]
Firavun’un bu açık ve korkunç tehdidi Hz. Mûsâ, Hz. Hârun ve onlarla beraber olan mü’minleri yıldırmadı. Bilakis bu tehditler onların imanlarını kuvvetlendirdi. Çünkü Tevhid inancı, Allah'tan başka hiçbir otoriteyi tanımamak, hiçbir güçten korkmamak ve hiçbir tehditten dolayı yılmamaktır. Bu şuuru taşıyan muvahhid mü’minler Firavun’un karşısında şöyle haykırdılar: “Biz seni, bize gelen açık delillere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Yapacağını yap; sen ancak bu dünya hayatında istediğini yapabilirsin!”[34] “Zararı yok, biz şüphesiz Rabbimiz’e döneceğiz. İman edenlerin ilki olmamızdan ötürü Rabbimiz’in kusurlarımızı bize bağışlayacağını umarız.”[35]
Hem sihirbazların ve hem de halkın Tevhid akîdesine yönelmeleri Firavun’u iyiden iyiye çileden çıkardı ve onu fena şekilde azdırdı: “Bırakın beni de Mûsâ’yı öldüreyim. O, Rabbine yalvara dursun. O’nun sizin dininizi değiştireceğinden veya yeryüzünde fesad/bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum.”[36] Hz. Mûsâ, Firavun ve yandaşlarının ıslah olmaz hallerini görünce Rabbine yöneldi. Suçlu bir millet karşısında kendilerine yardım elini uzatması için Rabbine yakardı.[37] Allah, Mûsâ’nın (a.s.) bu yakarışına şöyle cevap verdi: “Kullarımı geceleyin yürüt! Şüphesiz takip edileceksiniz.”[38]; "Denizden onlara kuru bir yol aç; batmaktan ve düşmanların yetişmesinden korkma, endişelenme!” [39]
Mûsâ (a.s.) İsrâil oğullarını bir gece topluca Filistin’e doğru yola çıkardı. O, mü’minleri Firavun’un zulmünden uzaklaştırmak için çaba sarfediyordu. Fakat Firavun, Hz. Mûsâ’nın milletini Mısır’dan çıkarmak üzere yola çıkardığını haber alınca, ordusuyla derhal onları takip etmeye başladı. “Güneş üzerlerine doğarken onların ardına düştüler.”[40] “Firavun ve askerleri haksızlık ve düşmanlıkla (Hz. Mûsâ ve milletinin) ardına düştüler.”[41] Bunun üzerine vahiy geldi Mûsâ’ya: “Asanla/ deyneğinle denize vur!”[42] Hz. Mûsâ emre uydu. Bastonuyla denize vurdu. “Hemen deniz ikiye bölündü. Her parçası yüce bir dağ gibiydi sanki.”[43] Mûsâ (a.s.) Allah’tan şu emri aldı: “Denizi de açık bırak. Çünkü onlar bir ordu halinde boğulmuş olacaklardır.”[44] Firavun, ordusuyla onları takip etti. Deniz de onları içine alıverdi. Hem de ne alış! [45]
Firavun ve ordusu denizde boğulmaktaydı. Firavun boğulacağını anlayınca şöyle bağırmaya başladı: “İsrâil oğullarının iman ettiğinden başka ilâh olmadığına inandım. Artık ben O’na teslim olanlardanım.”[46] Bu âyet-i kerimeden de anlaşılıyor ki, Firavun’un daha önce “...Ey ileri gelenler, ben sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyorum”[47] ve Mûsâ’ya (a.s.) hitaben: “Andolsun, eğer benden başka bir ilâh edinirsen seni muhakkak ve kesinlikle zindana girenlerden ederim.”[48] şeklinde söylediği sözlerle kastı, kendinden başka bütün ilâhları, özellikle de Allah’ı inkâr etmek değil; gerçek maksadı Hz. Mûsâ’nın dâvâsını red ve iptal etmektir. Mûsâ (a.s.) rubûbiyetini sadece tabiat üstüne inhisar ettirmekle kalmayıp emretme ve nehyetme gücüne sahip medenî ve siyasî manaları ile üstün hüküm ve kuvvet sahibi bir ilâha dâvet edince, Firavun kavmine: “Ey kavmim, sizin için bu türden bir ilâh olarak benden başkasını bilmiyorum” dedi ve Hz. Mûsâ’yı kendisinden başkasını ilâh edinirse hapse atmakla tehdit etti. [49]
Evet, Firavun ve ordusu denizde boğuldu. Firavun, bu hengâmede dalgalar arasında, boğulmakla yüz yüze, ölümle burun buruna gelince iman ettiğini, yani Allah’a inanarak Tevhid akîdesini kabul ettiğini ilân etti. Fakat imanı ve tevbesi ona fayda vermedi: “Şimdi mi inandın? Oysa daha önce baş kaldırmış ve bozgunculuk etmiştin!”[50] Rabbimiz, çaresizlik içerisinde, başka tutunacak dalın kalmadığı bir anda başvurulan iman etme olayını kabul etmedi. Çünkü yeis/ümitsizlik halinde iman etme makbul olamazdı. Bunca zulüm ve fesâdı böylesi bir anda, boğulurken söylenen “inandım” sözü nasıl silerdi? Firavun ve yandaşları ilâhî tokadı yedi. Hz. Mûsâ ve beraberindekiler kurtuldu. Firavun ve yandaşları ise suda boğuldu. Zira bu değişmeyen ve değişmeyecek olan ilâhî kanundur. Mü’minler kurtulur; kâfirler helâk olur. Fakat bir şartla: Tevhid dâvetinin açık-seçik, bütün netliğiyle İnsanlara sunulması. Bu şart yerine getirilmeden mü’minlerin galip gelmesi ve kâfirlerin de helâk olması beklenemez.
“Mûsâ’yı ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardık. Sonra ötekileri boğduk.”[51] Mûsâ (a.s.) bunca eziyetlere katlanarak milletiyle birlikte denizden geçmiş ve Mısır’a nisbetle daha tehlikesiz bir toprağa ayak basmıştı. Mûsâ’nın (a.s.) mücadelesi, bundan böyle kendi öz kavmi İsrâil oğullarıyla olacaktı. Mûsâ (a.s.) ve İsrâil oğulları Filistin’e doğru ilerlerken “kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine ‘Ey Mûsâ! Onlara ait tanrılar gibi bizim için de bir tanrı yap!” dediler.”[52] Mûsâ (a.s.) asıl Tevhid mücadelesinin daha yeni başladığını hissetti. Olacak şey miydi Firavun belâsından yeni kurtulmuş bir toplumun Rabbinin öğretileriyle kuşanmış bir peygamberden, bir Tevhid önderinden kendilerine put yapmalarını istemesi? Bu yüzden toplumuna döndü ve onlara şöyle hitabetti Hz. Mûsâ: “Doğrusu siz koyu câhil bir toplumsunuz.”[53] Putlara tapan Amalika kavmine işaret ederek: “Şunların içinde bulundukları (din) yıkılmıştır ve yaptıkları şeyler bâtıldır/boşa çıkmıştır. Allah sizi âlemlere üstün kılmışken size Allah’tan başka bir ilâh/ tanrı mı arayayım?” [54]
Peygamber put yapar mıydı? Peygamber ancak put kırardı. Kişileri putlara tapmaktan alıkoyardı. Allah’a kulluk yapmaya çağırırdı. Çünkü put, Allah düşüncesinin ve tevhidin karşıtıdır. Allah ve tevhid dtüşüncesi İnsanın içine dolmadan kişinin kendi kendisini aşması mümkün olmaz; kendi kendisini aşmadan da bunalımlardan kurtulma imkânı yoktur İnsanın. Hem put nedir ki? Taş. Taş, İnsandan üstün olamaz ki! Hatırlamanın, saygı duymanın taşla hiçbir ilgisi de yoktur. Heykel, saçmalığın taşlaşmasıdır; ilkelliğin de simgesi. [55]
Bundan sonra Mûsâ (a.s.) Mikat’a dâvet edildi. Orada kendisine Tevhid dininin esasları öğretilecekti: “Mûsâ ile otuz gece (için) sözleştik ve buna on gece daha kattık. Böylece Rabb’in tâyin ettiği vakit kırk geceye tamamlandı.”[56] Mûsâ (a.s.), kırk gün sürecek olan Mikat yolculuğuna çıkmadan önce kardeşi Hârun’u (a.s.) yerine vekil tâyin etti. Ve ona: “Kavmim içinde benim yerime geç, ıslah et; bozguncuların yoluna uyma!”[57] dedi. Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ’ya Mikat’ta öğütte bulundu: “Mûsâ için nasihat ve her şeyin açıklamasına dair ne varsa hepsini levhalarda yazdık (ve dedik ki): ‘Bunları kuvvetle tut, kavmine de onu en güzel tutmalarını (gereği ile amel etmelerini) emret. Yakında size, yoldan çıkmışların yurdunu (nasıl harâbeye çevirdiğimi) göstereceğim.”[58]; "Mûsâ’nın ardından kavmi, zînet takımlarından, böğüren bir buzağı heykelini (yapıp tanrı) edindiler.”[59] Onlar buzağıya tapınırken Hârun (a.s.) onların yanında bulunuyordu. Ne var ki onları bu kötü ve çirkin sapıklıktan alıkoyamadı. “Mûsâ, kızgın ve üzgün bir halde kavmine dönünce: ‘Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrini (beklemeyip) acele mi ettiniz?’ dedi. (Tevrat’ın yazılı olduğu) levhaları yere attı ve kardeşinin (Hârun’un) başını tutup kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi,) ‘Annemin oğlu! Bu kavim beni cidden zayıf gördüler ve nerede ise beni öldüreceklerdi. Sen de düşmanları bana güldürme ve beni bu zâlim kavimle beraber tutma!’ dedi.” [60]
Mûsâ (a.s.) şiddetli bir şekilde öfkelendi. Çünkü kavmi kendisinden sonra Tevhid’i bırakıp şirke düşmüştü. Allah’ı bırakıp buzağıya ibâdet etmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Hz. Mûsâ levhaları atıp kardeşinin başından tutarak kendine doğru çekti. Bu hareket, Hz. Mûsâ’nın kapıldığı infialin şiddetini ifade ediyor. Attığı bu levhalarda Rabbi’nin kelimeleri vardı. Atamazdı onları, ama kızınca kendisini kaybetti.[61] Anlaşılıyor ki Hz. Mûsâ, asıl din olan Tevhid’in ihlâli karşısında esas meseleyi şiddet ve öncelikle halletmek için tafsilâta ait olan, muhtevâ olarak İnsanlara hidâyet ve rahmet prensiplerini içeren levhaları muvakkaten (geçici bir süreyle) bir tarafa bırakmış ve ilk iş olarak Tevhid’e taalluk eden büyük bir ihtilâl karşısında teferruatla uğraşmanın yanlış olacağı kanaatine varmıştır. Çünkü Allah, şirk günahını affetmemekle beraber,[62] şirk koşanların amellerinin de boşa gideceğini açıkça beyan etmiştir.[63] Zira şirk, iyi işleri yok eden çok çirkin bir günahtır. Bu gerçeğin farkında olan Hz. Mûsâ da kavminin öncelikle i’tikadını düzeltmeyi, daha sonra da bu sağlam i’tikad/inanç ve düşünce gereği amel etmelerini sağlamayı amaç edinmiştir. Zaten bütün peygamberler aynı noktadan, yani “iman”dan başlamışlardır işe. İnsanların kafalarındaki câhiliyye tortularını, küfür pisliklerini ve şirk artıklarını temizledikten sonra amele taalluk eden konulardan bahsetmişlerdir.
Demek ki, buzağı putu meselesi Mûsâ’nın (a.s.) Tevhid mücadelesinde büyük karşı ihtilâl/devrim, Elmalılı merhumun deyimiyle Tevhid’in ihlâli; tevhidin ihtilâli/karşı devrimiydi. Ancak Hz. Mûsâ, gerek kendi döneminde ve gerekse de kendisinden sonraki bütün dönemlerde şirke karşı mücadele verecek Tevhid erlerine bir örnek, bir numûne-i imtisal olarak bu vahim olay karşısında teferruatla kendisini oyalamadı, şirkin üzerine gitti ve kavmini öncelikle bu kötü durumdan kurtarma yolunu seçti. Bu yüzden levhaları muvakkaten (geçici kısa bir süre) bir kenara bıraktı. Yeniden Tevhid dinine dâvet etmeye başladı kendi kavmini. Benî İsrâil’in tarihinden çıkarılacak en büyük ders, budur. [64]
Hz. Mûsâ’nın Dâvet Konusuyla İlgili Duâları
Sadrının Şerhi (Ruhuna genişlik Verilmesi)
“Firavun'a git. Çünkü o iyice azdı. Mûsâ: Rabbim! dedi, göğsüme (ruhuma) genişlik ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimin bağını çöz. Ki sözümü anlasınlar. Bana ailemden bir de vezir ver. Kardeşim Hârun'u. Onun sayesinde arkamı kuvvetlendir. Ve onu işime ortak kıl. Böylece Seni bol bol tesbih edelim. Ve bol bol zikredelim/analım Seni. Şüphesiz Sen bizi görmektesin.' Allah: 'Ey Mûsâ! dedi, istediğin sana verildi.” [65]
Peygamber yolunun vârisi olmaya çalışan her dâvetçi ve tebliğcinin bu konulardaki kendi eksikliklerini fark etmeleridir bu duâlardan yansıyanlar. Ve Allah’tan bu konuda destek ve yardım isteyeceği hususlardır bu duâlarda istenenler. Hz. Mûsâ, dâvet ve tebliğ emrini aldıktan sonra, Rabbinden ilk adımda “sadrını şerh etmesini” (genişletmesini) istemiştir.[66] Bunun, kendisinde eksikliğini hissettiği bir niteliğin talebi anlamına geldiği anlaşılıyor. Bunun ne olduğuna yine Kur’an, “sadrın dayk olması” yani göğsün daralması âyetiyle[67] işaret etmektedir. Bazı müfessirler, bunun izahını; “onlara götürdüklerinin yalanlanmasından dolayı infiâle kapılarak kalbin daralması, ruhun sıkılması” olarak açıklıyorlar.[68] Hâlbuki infiâle kapılmak, bir sonuçtur. Bunun temelindeki asıl neden, olaylara; sebeplere dayalı olarak değil de; iman gözüyle bakılmasıdır. Nitekim Hz. Mûsâ da kendisinin bu özelliğini bildiğini, dünyevî destek olarak hemen ilk planda sadrının şerh edilmesini talep ettiğini Kur’an bize haber veriyor.
Hz. Mûsâ’da böyle bir psikolojinin oluşumunun, yalan ve fesada dayalı bir ortamda uzun süre kalmasıyla bağlantılı olduğu söylenebilir: Bebekliğinden itibaren birkaç kez Firavun tarafından öldürülmek istenmiştir. Firavun’un sarayında çocukluğunun geçmesiyle, onun nice zulümlerine şahit olmuştur. Hz. Mûsâ, sadrının şerhi duâsıyla, göğsünün genişletilmesini, gelecek yüklere tahammüllü olması ve tebliğ yolunda meşakkatlere sabredebilmesi için kalbine genişlik verilmesini, böylece Hak’tan başka hiç kimseden korkmayan ve Allah’ın izni olmadıkça hiç kimsenin kendisine zarar vermeyeceğini bilen bir kimse haline gelmesini istediği anlaşılıyor.
b- İşinin Kolaylaştırılması
Hz. Mûsâ’nın tebliğe başlama emrinden sonra duâsındaki ikinci isteği “emrinin teysîri”, yani işinin kolaylaştırılmasıdır.[69] Bununla da, Firavun’a İslâm’ı tebliğinde, gerekli sebeplerin oluşması ve engellerin kaldırılması suretiyle işinin kolaylaştırılmasını talep ettiği anlaşılıyor. Zira kendisine gönderildiği kral, yeryüzünün en güçlü, en ceberut, küfür konusunda en şiddetli, asker olarak en büyük orduya sahip ve tuğyanda/azgınlıkta en ileri gitmiş, kendi halkı için kendisinden başka ilâh tanımayan bir kraldır. Hz. Mûsâ, büyüme dönemini onların yanında, hatta yer yer Firavun’un odasında tamamlamış, sonra onlardan birini öldürmüş, onların da kendisini öldüreceğinden korkarak kaçmış, sonra Rabbi onu onlara, tevhide, tek ve ortağı olmayan Allah’a ibâdete dâvet için göndermişti. Bu nedenle işi son derece zordu. Bu sebeple Hz. Mûsâ’nın Rabbine “Sen yardımcım ve destekçim olmazsan buna, gücüm yetmez” anlamında “Rabbim, işimi kolaylaştır.”[70] dediği anlaşılıyor.
c- Dilindeki Düğümün Çözülmesi
Peygamberlerin temel görevlerinin tebliğ olduğunu biliyoruz. Bu konuda onların sahip olmaları gereken en etkin güçleri dilleri, konuşma yetenekleridir. Zira İnsanlara ulaştırılması istenen hakikatler, kelimeler, cümleler halinde ve öncelikle konuşma yoluyla ulaştırılabilir. Hz. Mûsâ’nın bu konuda sıkıntısı olduğunu Kur’an, “Dilimdeki ukdeyi/dilimin bağını çöz.”[71] “Lisan olarak benden daha fasih kardeşim Hârun’u benimle gönder.”[72] âyetleriyle bildirmektedir. Bu durumun, yani Hz. Mûsâ tarafından yapılan talebin “Sözünün fıkhedilmesi/anlaşılması”[73] amacına yönelik olduğu hemen takip eden âyetten anlaşılmaktadır.
Hz. Mûsâ’nın dilinde meydana gelen ukdenin, bebekken Firavun’a karşı yaptığı hareketin, Firavun tarafından öldürülerek cezalandırılmak istenmesi üzerine, bunu bilinçli bir şekilde yapmadığını ispat için altın veya yakutla, kor ateşten birini seçme imtihanından geçirilmesi olayında onun ateşi seçerek alıp ağzına atması üzerine meydana geldiği nakl olunmaktadır.[74] Bazı rivayetlerde de Cebrâil’in Mûsâ’nın (a.s.) madene uzanan elini ateşe yönlendirdiği belirtilir. [75]
İbn Abbas, İbn Mes’ûd ve sahabenin bazı ileri gelenlerinden rivâyet edilen nakle göre olayın tafsilâtı şöyledir: Hz. Mûsâ, bebekliğini geçirdiği Firavun’un sarayında, yürüyüp koşacak hale gelip biraz palazlanınca, annesi onu oynatıyor, eğlendiriyordu. Bir gün onu Firavun’un kucağına vererek: “Bu göz nurunu ve ciğerpâreni al, sev!” dedi. Firavun: “Bu çocuk benim için değil; senin için göz aydınlığıdır” karşılığını verdi. Kucağına aldığında, Mûsâ, Firavun’un sakalını tutup çekti. (Adam/Mûsâ olacak çocuk, zâlim Firavun'un düşman olduğunu bilerek, sakalından tutup çekmesinden belli olur.) Bunun üzerine canı yanan Firavun: “Cellatlar gelsin!” diye bağırdı. Maksadı çocuğu öldürtmekti. Karısı Asiye, hemen atılarak, yalvarıp yakardı ve öldürülmesini engelledi. [76]
Asiye, şöylece idare-i kelâm etti: “(Efendimiz!) Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur veya onu evlât ediniriz. Çünkü o çocuktur, ne yaptığını bilmez. Sen, Mısır halkı arasında, zînet ve süs eşyası bakımından benden daha zengin bir kadın bulunmadığını bilirsin; ben şimdi onun için yakuttan yapılmış bir süs eşyası getireceğim; aynı anda bir de kor alıp ikisini aynı yere, yan yana koyacağım. Eğer çocuk, elini uzatıp yakutu alırsa, akıllı ve zekî biri olduğu anlaşılır, bu takdirde onu boğazlatırsın; eğer yakut ortada dururken ateş parçasını kavrarsa, çocuk olduğu ve aklının gelişmediği ortaya çıkar” dedi.
Asiye bu iş için bahis konusu ettiği yakutu getirdi ve bir de tas içine kor ateş koydu. Bu sırada Cebrail gelerek Mûsâ’nın eline ateş parçasını verdi. Mûsâ, eline aldığı koru derhal ağzına götürdü ve dilini yaktı. [77]
Bu korla dili yanan Hz. Mûsâ, bu yüzden dilinde meydana gelen peltekliğe benzer bir ârıza sebebiyle çok iyi konuşamıyordu. Onun için Allah’tan kardeşinin yanına verilmesini istedi.
Birçok tefsirde yer alan bu rivâyetler doğru mudur? İşin aslını elbette Allah bilir. Bu rivâyetin İsrâiliyât olduğu, İbn Abbas’ın yahudi çevrelerinden duyup naklettiği mevkuf bir rivayet olduğu değerlendirmesi yapılır.[78] Bizim tercihimiz de bu rivâyetlerin İsrâiliyât kokuyor olduğu yönündedir.
Kur’an-ı Kerim’de belirtildiği üzere, Hz. Mûsâ, gerçekleri Firavun’a anlatmakla görevlendirildiğinde, dilindeki pürüzün/peltekliğin giderilmesini Cenâb-ı Hak’tan dilemiştir.[79] Hz. Mûsâ’nın bu konudaki istekleri hakkında, devam eden âyette şöyle buyurulur: “Allah, ‘Ey Mûsâ! dedi, istediğin sana verildi.”[80] Bu âyetle Hz. Mûsâ’nın bu isteklerinin kabul edildiği beyan edildiğine göre, peltekliğin de son bulduğu anlaşılmaktadır.
Firavun’un, fikrî mücadele ile yenemediği Hz. Mûsâ’nın bu İnsanî zaafını yüzüne vurarak onunla alay ettiğini de görüyoruz: “Firavun kavmine seslendi ve dedi: ‘Ey kavmim! Mısır’ın mülkü ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz? Yoksa ben, kendisi zayıf ve neredeyse söz anlatamayacak durumda bulunan şu adamdan daha hayırlı değil miyim?”[81]
Hz. Mûsâ’nın dilindeki tutukluk hakkında Mevdûdî’nin tercih ettiği görüş ise daha farklıdır. Aslında bu, bir dil/lisan meselesidir. Zira Mûsâ (a.s.) İsrâil oğullarından bir İbrânî idi ve dili de Kıptîlerinkinden farklıydı. Firavun’un evinde büyümesi dolayısıyla Kıptîce biliyordu, fakat doğal olarak ana dili olan İbrânîce gibi konuşamıyordu. Kur’an’dan anlaşıldığı üzere, Mûsâ’nın (a.s.) anası Firavun sarayında (süt annesi ve) mürebbiye olarak bulunuyordu ve çocuğunu kendisi büyütmüştü. Mürebbiyelerin/dadıların da çocukların dili üzerinde büyük etkisi olduğu bir gerçek. Dolayısıyla annesi O’na kendi dillerini öğretmiştir.
Mûsâ (a.s.) Medyen’e kaçıncaya kadar annesiyle beraber yaşamışlardır. Zira Kur’an-ı Kerim’de onun belli bir süre sonra öldüğüne veya Firavun sarayında belli süre çalışıp da sonra ayrıldığına dair herhangi bir açıklama yok. Mûsâ (a.s.) kaçınca Kıptî dilinden tümüyle uzak kaldı. Ayrıca İbrânîce konuşulan bölgeden bir hanımla evlendi. Daha sonra da Kıptî dilini konuşan Firavun’a hitap etmek üzere görevlendirildi. Bu nedenle pek iyi konuşamadığı yabancı dille mesajını iletmeye çalışmasında bu durum garipsenemez. İşte Firavun, “neredeyse söz anlatamayacak durumda” derken bunu kastediyordu. [82]
d- Hârun’un Vezir/Yardımcı Olarak Verilmesi
Hz. Mûsâ’nın burada yaptığı bir diğer talebin, ailesinden, kardeşi Hârun’un kendisine vezir/yardımcı kılınması[83] olduğu anlaşılıyor. Hz. Mûsâ’nın bu talebi, Hârun’un “kendisinden lisan olarak daha fasih”[84] olması, “tasdik eden/doğrulayan bir yardımcı”[85] ve “beraberce Rabbi bol bol tesbih ve tezekkür etmeleri/anmaları”[86], “sırtının/arkasının güçlenmesi ve işine iştirak etmesi/ortak olması”[87] için istediği Kur’an tarafından bildirilmektedir.
Hz. Mûsâ’nın fiilî tebliğ hareketinde Hârun’un gerek İsrâil oğulları, gerekse Firavun nezdindeki etkinliğinden yararlanmak istediği anlaşılıyor. Ayrıca, Hz. Mûsâ’nın Hârun’u yardımcı olarak istemesinde bir diğer sebep olarak, en az on yıldır Mısır’dan uzak kalması da gösterilebilir.
Peygamberlerin, tebliğ faâliyetlerinin sürekli İnsanlarla uğraşma zorunluluğu, onların dünyevî problemleri; Rabbin zikri ve tesbihi süresinde kısıtlamalar yapılmasını gerektirebilir. Bu konuda peygambere yapılacak yardım, zikre rağbeti artırabileceği gibi, ilmin çoğalması sonucunu da sağlar. Bu bakımdan âyette zikrolunan “Böylece Seni bol bol tesbih edelim, bolca analım.”[88] âyeti “Onu işimde ortak kıl. Onunla arkamı güçlendir.”[89] âyetlerinin nihâî varmak istediği hedefi olmaktadır. Ve Hz. Mûsâ’ya bu talep ettiklerinin verildiğini Kur’an açıkça belirtir. [90]
Hz. Mûsâ’nın Tâğutla Mücadelesinden Dâvetçiler İçin Çıkarılacak Bazı Dersler
Dâvâ adamı dâvetçinin Kur'an prensiplerini çok iyi bilmesi ve bunların pratik modelleri olan peygamberlerin hayatlarından ve mücadelelerinden örnek almaları, olmazsa olmaz bir şarttır. "O peygamberler ki Allah'ın gönderdiği emirleri tebliğ ederler/duyururlar. Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah herkese yeter."[91]
"Allah dilerse bu dini fâcir/sapık bir adamla da kuvvetlendirir." Allah, Firavun'un iktidar ve saltanatını yıkmakla görevli düşmanını sarayında elleriyle besletip büyüttü. Zâlim ve tâğut, kendisi farkında olmasa da Allah isterse, onun vasıtasıyla da hakkı ortaya çıkarır veya hâkim kılar. Her fabrikadan zaman zaman imalât hataları çıkar, marangoz hatası olarak zâlimin kucağında âlim, tâğutun sarayında o saltanatı yıkacak bir peygamber yetişebilir.
Allah, dâvâ adamı elçilerini özel şartlarda yetiştirir, olgunlaştırır. Onların peygamberlik dönemleri olduğu kadar, nübüvvet öncesi hayatları, yetişme ve olgunlaşmaları da dersler çıkartılacak alanlardır. Onların izini takip eden tebliğ ve dâvet adamına, mücahid ve devrimciye peygamberler çocukluklarından vefatlarına kadar daima yol göstermektedir. Hz. Mûsâ'nın yetişme ve hazırlık devresi de bizim için büyük örnekler ve dersler taşımaktadır. O, düşmanını tanıma yönünden daha çocukluğundan itibaren hazırlandı. Saray hayatını tanıdı, yönetim ve egemenlik işlerini, bürokrasiyi yakından gördü. Sosyal statü olarak en üst sınıf olan saray hayatından çobanlık gibi o toplum için en altta kabul edilen sınıfa kaderin cilvesi olarak muhâtap oldu. Dolayısıyla her grubun, her sınıfın problemlerini yakından öğrendi. Rahatlıkla da zorlukla da imtihan oldu.
Hemen her peygamberin çobanlık yaptığını biliyoruz. Mûsâ (a.s.) da, Hz. Şuayb'ın yanında geçen 8-10 yıl, çobanlıkla meşgul olmuş, doğayı, arzı ve gökleri yakından inceleme fırsatı bulmuş, tefekkür için müsait ortam içinde yaşamıştır. Medyen'de sâlih bir kişinin yanında yaşadı. Bu hayatı, Firavun'la girişeceği zorlu mücadelenin sıkıntılarını göğüsleyebilme hazırlığıydı. Hayat mektebinde sâlih ve olgun bir öğretmenin özel eğiticiliğinde eğitildi. Bu eğitim ve hazırlık, öncülerin hayatın içinde eğitilmelerinin önemine işarettir. Sarayda yaşadığı zamanda da hak tarafını tutuyor, ezilmiş mazlum İnsanlara yardım etmeyi kendine görev biliyordu. Kavga eden iki kişiden mazlum olanın yanında yer alması ve hayatını bu konuda riske atması da bunun bir örneğidir. O her zaman hak tarafında ve ıslah edici idi.
Allah Teâlâ, Mûsâ’dan (a.s.) elçisi olarak Firavun’a gitmesini istemiştir. Hz. Mûsâ ile Firavun ve kavmi arasında bir sorun vardı. Mûsâ (a.s.) konuşurken kekeliyor, bazen zorlanıyordu. Mûsâ (a.s.) Rabbinin kendisine bu görevi vermesi üzerine O’ndan kardeşini de risâlet tebliği görevine katmasını istedi. Allah da onun bu isteğini olumlu karşıladı ve iki kardeşten Firavun’a giderek onunla yumuşak bir üslûpla, tatlı dille konuşmalarını istedi. Ve Firavun’a gittiler. O ikisiyle Firavun arasındaki diyaloglar çok çeşitli ve renkli geçmiştir. Firavun, diyaloglarında sürekli konu değiştirmek istemiş ama Mûsâ (a.s.) zekâ ve ferâsetiyle onu engellemiştir. Aralarındaki diyalog, uzun süre devam etmiştir. Biz bu diyaloglardan dâvet üslûbumuzda yararlanabileceğimiz şu noktaları çıkartabiliriz:
1- Dâvetçi, nebevî bir sorumluluğa çağrıldığında olumlu karşılık vermelidir. Psikolojik durumu ne olursa olsun -korkulu, kaygılı- bunu gerekçe göstererek sorumluluktan kaçma cihetine gitmemelidir. Aksine sorumluluk konusunu Mûsâ’nın (a.s.) yaptığı gibi iyi düşünmeli ve Rabbine yakararak gücünün nelere yetebileceğini samimi olarak itiraf etmelidir. Allah’tan eksikliklerini gidermesi ve kendisini takviye etmesini niyaz etmelidir. Rabbine ve O’nun yardımına karşı sürekli mânevî bir güven duygusu içinde olabilmesi için bunu yapmalıdır. Sonra Allah’tan tebliğde kendisine yardımcı olabilecek birilerini kendisiyle beraber görevlendirmesini istemelidir. Biz bu âyetlerden şu dersleri çıkartmaktayız: Müslüman dâvetçi, faâliyetinde başkalarından yardım istemesini engelleyecek derecede bireysel ve kişisel düşünmemelidir. Böyle bir teklif, başkalarından geldiğinde iyice düşünerek bunu kabul edebilmelidir. Kesinlikle bağımsız hareket etme övüncünü hesaba katarak aksi şekilde davranmamalıdır. Başkalarıyla birlikte çalışmanın kendi eksikliğine yorumlanacağını da düşünmemelidir.
Bunun sebeplerine indiğimizde şunu görürüz: Tebliğ faâliyetinde mesele, belli kişileri ilgilendiren özel bir mesele değildir. Dolayısıyla tebliğle ilgili sorumlulukların, özel ve kişisel hesaplar dairesine sokulması mümkün değildir. Burada temel mesele, inanılan ve düşünce ve sorumluluğu yüklenilen dâvâ meselesidir. Başarı veya başarısızlık, kişileri değil; ümmeti ilgilendiren konulardır. Bu yüzden dâvetçiye düşen; dâvet sorumluluğuyla ilgili hesap yaparken hedefe ulaşmada katkısı olacak bütün unsurları devreye sokmasıdır. Bu unsurlar, yardımlaşabileceği şahıslar olabileceği gibi, çeşitli fiziksel araçlar da olabilir. Mûsâ’nın (a.s.) Rabbiyle diyalogundaki konumu ve Hârun’un (a.s.) kendisiyle birlikte gönderilmesi isteği, ondaki sorumluluk bilincinin ne derece yüksek olduğunu göstermesi açısından çok önemlidir. O, Allah’a karşı öyle samimi ve açıktır ki kardeşinin de bu sorumluluğa ortak edilmesi isteğini dile getirmekten çekinmemektedir. Unutmayalım ki, Allah’ın peygamberi dahi eksiklik hissederek bunu açıkça ifade etmektedir.
İslâmî tebliğ faâliyetini kişisel itibarlar ve bencillikleri açısından düşünen kimseler için Hz. Mûsâ’nın bu davranışında büyük bir ders vardır. Bencillik ve kişisel düşünce, İnsanı, kim olursa olsun diğerleriyle yardımlaşmaktan ve yardım istemekten alıkoyar.
2- Allah dâvetçiden daima şunun bilincinden olmasını istemektedir. Allah kendisini işitmekte, görmekte; düşmanlarının da tehditlerini duymakta ve yaptıklarını da görmektedir.[92] Bu bilinç, müslüman dâvetçinin tavırlarında güçlü olmasını sağlayacak, düşmanlarının tehditleri karşısında zayıflama eğilimine girer girmez bunu hatırlayıp güçlenecektir. Bu bilinçle hareket eden dâvetçi, yalnızlık duygusuna kapılmayacak ve ne suretle olursa olsun çözülmeyecektir.
3- Dâvetçi, dâvetinde muhataplarının kalplerini ve düşüncelerini Allah’ın kelâmına açacak bir üslûp izlemeli, konuşurken netlik, kararlılık ve şefkat içeren sözcükleri özellikle seçmelidir.[93] Ağır ve karmaşık kelimelerden mümkün olduğunca kaçınmalı, kaygı ve tehdit duygusu uyandıracak zıtlaşma üslûbundan uzaklaşmalıdır.
Bunun sebeplerine indiğimizde peygamberî tebliğ çizgisinin temelde iki gerçekten hareket ettiğini görürüz:
a- Dâvetçiler, dâvet ettikleri kimselerin önüne hakla buluşup onu anlamalarına mâni olacak psikolojik veya düşünsel engeller koymamalıdırlar. Böyle yaparak onların inkâr ve inatları için gerekçe sahibi olmalarına mâni olmalıdırlar. Deliller açıkça ortaya konduktan ve hak açıkça tebliğ edildikten sonra, onların hiçbir hüccetleri kalmayacaktır: “Ta ki helâk olan, açık bir delili gördükten sonra helâk olsun; Sağ kalan da bu açık delilden sonra yaşasın.”[94]
b- Şuna inanmak gerekir ki, İnsan Rabbine ne kadar başkaldırsa, isyan ve azgınlıkta bulunsa da hak çağrılarına ve iyilik olgusuna daima sıcak yaklaşır. Bu, Allah’ın İnsan üzerine yarattığı fıtratın bir gereğidir. Bu boyut, her İnsanın derinliklerinde vardır. İyilik ve tatlı sözler duyduğu bazı anlarda ise uyanır. Bu nedenle bize düşen, sapıklığı ve yoldan çıkmışlığı hangi boyutta olursa olsun her İnsana güzel söz söylemek ve sevgiyle dolu iyiliklerden bahsetmektir. Sevgi ve iyilik faktörlerinin onun derinliklerinde yatan mânevî ve rûhî özelliklerle buluşup hidâyete açılmasını sağlaması hiç de uzak bir ihtimal değildir.
Allah Teâlâ’nın Mûsâ (a.s.) ile Hârun’a (a.s.) Firavun’u uyarma sorumluluğunu yüklemesinin sırrı da bu olsa gerektir. Yüce Allah, Hz. Mûsâ ile kardeşinden Firavun’a karşı yumuşak konuşmalarını istemektedir. Belki de iyilik olgusunu hatırlayarak ibret alabilir ve yaşadığı karanlık hayatın sonunda Allah’ın katında karşılaşacağı acı azabı düşünerek doğru yola gelebilirdi. [95]
Tur’daki birinci mükaleme akabinde Hz. Mûsâ’ya, Firavun ve meleine gittiklerinde hangi usulle ve hangi amaca hizmet etmek için hareket edecekleri “ona kavl-i leyyinle (yumuşak üslûpla ve tatlı dille) konuşun. Belki o, aklını başına alır veya korkar.”[96] âyetiyle öğretilmiştir. Bu âyet, bazı şeylerin duyurulmasının yanında, ondan çok, bu ifade olunacakların usûl ve üslûbunu belirtmektedir. Müfessirler, “kavl-i leyyin”le ifade edilen bu emrin; incelikli, yumuşak, yaklaştırıcı kelâm olduğunu belirtmektedirler. Zira nefislerde etkili ve beliğ olanın da bu olduğu açıktır. Yine bu konuda
“Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.”[97] âyeti benzer üslûbu emretmektedir.
“Kavl-i leyyin”, yani yumuşak üslûptan amacın, Firavun’un tezekkür etmesi, aklını başına alması, nasihat ve öğüt alması, iz’ana gelmesi, ve haşyet etmesi, yani inkârının onu helâke ve felâkete götüreceğini anlayarak korkması ve teslim olması olduğu anlaşılıyor.
Burada, tezekkür ve haşyet etmeyeceği, aklını başına alıp korkmayacağı ve dolayısıyla teslim olmayacağı Allah’ın ilminde belli olan Firavun gibi bir kimsenin nasıl bunları yapabileceği sorusu akla gelebilir. Buna, Allah’ın kazâsının ancak gerekenler yapıldıktan sonra tecellî edeceği ve ancak bu şekilde karşı tarafın mâzeretinin ortadan kalkacağı görüşüyle cevap verilebilir. Nitekim bu durumu, “Eğer onları senden önce azab ile helâk etseydik onlar, “ey Rabbimiz, bize bir rasul/peygamber gönderseydin de, senin âyetlerine ittibâ etseydik’ derlerdi.”[98] âyeti açıkça ortaya koymaktadır.
Yine Hz. Mûsâ’dan Firavun’un tezkiyesi, Rabbine yönelmesi ve ulaşması, ona rehberlik yapması, onu bu yöne irşâd etmesi de istenmiştir. “Firavun’a git! Çünkü o tuğyân etti. De ki: ‘Tezkiyeye/arınmağa gönlün var mı? Sana Rabbinin yolunu hidâyet edeyim/göstereyim de, O’ndan kork.”[99] Hz. Mûsâ’nın Firavun’a karşı, diğer görevleri yanında âdeta onu irşâd etmekle yükümlü hale geldiği görülüyor. Bu, bir İnsanda hakka gelmek konusunda hiçbir ümit olmasa dahi, onun hakkında yapılması gereken dâvet ve tebliğin yapılması gerektiğini ortaya koymaktadır. [100]
4- Dâvetçi, düşmanların diyalog ortamını asıl hedefinden uzaklaştırmaya yönelik kullandıkları bütün yolları kavramalı ve onları ısrarla asıl konuya çekmelidir. Bunu da zekâ ve ferâsetini kullanarak yapmalıdır. Tıpkı Mûsâ’nın (a.s.) yaptığı gibi.
5- Büyücülerin Hz. Mûsâ’ya inandıktan sonra Firavun’la yaptıkları konuşmalara gelince; Bildiğimiz gibi Firavun kendi izni olmaksızın Hz. Mûsâ’ya ve getirdiklerine iman ettikleri için büyücülere kızmıştır. Sanki iman olayı, günlük hayat veya idarî meseleler gibi Firavun’un iznini gerektiren bir olguymuşçasına Firavun, kendisine danışmadan iman eden sihirbazlara yaptıklarından dolayı ağır tehditler savurmuştur.
Bu, her yer ve zamanda tâğutların ortak düşünce ve kafa yapısının bir uzantısıdır. Onlar, İnsanların sadece bedenlerine değil; akıl ve düşüncelerine, inançlarına ve tercihlerine de sahip olmak isterler. Onlara göre İnsanlar, ancak onların istediği gibi düşünmeli, istediklerine ve izin verdiklerine inanmalıdır. Halklarının düşünmesi yasaktır. Resmî izin olmaksızın iman etmek ve inandığını yaşamak yasaktır. Firavun, bu tâğutî tepkisinden sonra, yaşadığı şoku hafifletmek, düştüğü sıkıntılı durumu gidermek ve otoritesindeki zaafı kapatmak istemiştir. Çünkü Mûsâ’ya (a.s.) inananlar, onun en yakın adamlarıydı. Bu bağlamda o, meseleyi hem kendisine hem de çevresindekilere sonradan gelişen bir olay olarak değil; önceden planlanmış bir komplo olarak kabul ettirme yoluna gitmiştir. Sihirbazların Hz. Mûsâ’ya mağlup olmaları ve sihirle uğraştıklarından neyin sihir, neyin mûcize olduğunu hemen anladıklarından dolayı, Hz. Mûsâ’ya kamu oyu önünde iman etmeleri Firavun’u endişeye sevketti. Bu olayın halk vicdanında Hz. Mûsâ lehinde güçlü bir delil olacağından korktuğu için, buna bir çare düşünmek gereğini duydu. Derhal bir şeytanlık ve kurnazlık ortaya attı. Halkın kafasına bazı şüpheler sokarak fikirlerini bulandırmak, zihinlerini karıştırmak niyetiyle, sihirbazları, itham ve tehdit etti.
Firavun’un tezine (daha doğrusu, iftira atarak suçlamasına) göre Hz. Mûsâ, onların en büyük hocasıydı ve büyüyü onlara o öğretmişti. Firavun, sihirbazlara geri adım atmaları için ağır tehditler savurdu. Ama onlar, bu tehditlere kulak asmadılar. Firavun’un suratına şunu açıkça haykırdılar: Biz seni gördüğümüz apaçık delillere asla tercih etmeyiz. Bizim hakkımızda ne istiyorsan yap, ama bizi döndüremezsin. Bizi susturmak için hepimizi yok etmen gerekecek. Bu, bizi asla üzmez; aksine sevindirir. Çünkü senin bizi öldürmenle büyük bir saâdete, Allah yolunda şehâdete ulaşacağız. Her hâlükârda sen de bir gün ölüp gidecek fâni bir İnsansın. Sahip olduğun şeyler, gerçekte basittir ve bunlara güvenilmez. Ama Allah, ezelî ve bâkî olandır. O, devamlı teminattır/güvendir. Zira O, kâinattaki her şeyin, hatta senin yegâne sahibidir. O, bizim için hayattaki her şeyden daha hayırlı ve daha kalıcı olandır.
Bu tavır, azgın küfür güçleri karşısında ve kanlı mücadelelerin, baskı ve işkencelerin en korkunç aşamasında gösterilen gerçekten eşsiz ve sarsılmaz bir mü’min tavrıdır. Bizim bu tavırdan çıkarmamız gereken önemli dersler vardır. Öncelikle tâğutların tehdit, ambargo ve yasaklarına aldırmamamız gerekmektedir. Onlar, İslâm düşüncesinin ve onu benimseyenlerin özgürce hareket etmelerine kendi çıkarlarının gerektirdiği ölçüde ve lütfen izin vermek istemektedirler. Böylelikle İslâm, ardında türlü sapıklık ve çarpıklıkların gizli olduğu bir düzenin vitrini ve koltuk değneği olacak ve o düzene kutsallık ve dokunulmazlık izafe edilecektir. Yine şehidliği seve seve göze alan bu mü’mince tavır, bize şu Kur’anî sloganı çok daha candan benimsetmektedir: Allah, iman edip sâlih ameller yapanlar için, her şeyden daha hayırlı ve daha kalıcı olandır. [101]
Kalpleri Allah ve peygamber sevgisiyle dolu olan İnsanlara, gerçekten inanmışlara tehdit fayda eder mi? Onları azim ve kararlarından döndürmek mümkün mü? Onları kanaatlerinden vazgeçirmek şöyle dursun, bilakis azimleri bilenir, kuvvet kazanır. İmanın yürekten olup olmadığı böyle zamanlarda belli olur. Elmasla kömür böyle ateşten bir denemeyle ortaya çıkar. Firavun’un itham ve iftira olarak söylediği gibi şikeye dayanan anlaşmalı sözde inanç ile gerçek iman, yani nifakla ihlâs, bu tür işkence ve ölüm imtihanlarıyla ortaya çıkar. Sihirbazlar daha önce sihir konusunda uzman ve mâhir kişiler olduklarından dolayı, imanları acaba bir plan ve tuzak olabilir mi, diye hatıra bir şüphe gelebilirdi. Hatıra gelebilecek böyle bir şüpheyi de, bu türlü bir sınav silebilirdi. Öldürülme, asılıp kesilme sınavı.
Allah’ın hikmetinin bir eseri olarak, Hz. Mûsâ’nın gösterdiği mûcizenin sihir olmadığını, her türlü şüpheden uzak bir surette ortaya koymak için, rekabet meydanında, secdelere kapanarak hakkı tasdik eden sihirbazların imanı akla gelebilecek bütün endişe ve şüpheleri silmiş ve Firavun’un tehdidine samimiyet ve metânetle: “(‘Eğer bizim ellerimizi ve ayaklarımızı keser ve bizi asarsan o zaman) biz doğrusu, ancak Rabbimize döneriz’ dediler.”[102] Bu cümle, birkaç anlama gelebilir:
Biz nasıl olsa öleceğiz. Sen istesen de öleceğiz, istemesen de. Başımıza gelmesi kesin olan ölüm, ölüm olmak yönünden, ha senin tarafından olmuş, ha olmamış bizce birdir, fark etmez. Sebepleri değişik olsa da ölüm, ölümdür. Zamanı gelince senin bizi ölümden kurtaramayacağın da bir gerçek. Sonuç olarak senin bu tehdidin önemsiz ve anlamsızdır. Sen bizi kesip asarsan, şehid olur ve Rabbimizin sevabına kavuşuruz. Cennet’e gireriz. O yüzden bu tehdidinden korkmak şöyle dursun, Hak uğrunda can vermeyi canımıza minnet biliriz.
Biz ölünce sen sağ kalacak, ebedî hayatta kalacak değilsin. Sen de, biz de öleceğiz ve gerçek mâbud olan Yüce Rabbimizin katına varacağız. Aramızda hükmü O verecek. Haklıyı haksızı seçecek. Zâlim kim, mazlum kim belli edecek.[103] O mü’minler, bundan sonra şunu ekledi: “(Şimdi sen)sadece Rabbimizin âyetlerine, bize geldikleri zaman iman ettiğimizden dolayı intikama kalkıyorsun.”[104]
Hak ve gerçek ortaya çıkınca, bâtılı bırakıp hakkı kabul etmek kızılacak, tehditle karşı durulacak bir şey değildir. Üstelik bu övülecek, takdir edilecek bir fazilettir. Sen ise bize bir suçluya kızar gibi kızıyorsun, intikam almaya kalkıyorsun. Bilesin ki bu, büyük bir zulümdür. Mûsâ’yı mağlup ettiğimizde bize büyük makamlar, mevkiler vaad ediyordun. Şimdi gerçeği gördük, inandık diye bizi asıp kesmeye kalkıyorsun. Bu ne büyük bir haksızlık! Bunları söyleyen sihirbazlar, Allah’a yönelip: “Ey Rabbimiz! Bize sabır ver ve canımızı müslüman olarak al!”[105] diye duâ edip yalvardılar. Samimiyetlerini, ölümü hiçe sayarak ispatladılar, Allah için imtihanlarını kazandılar.
Acaba Firavun dediğini/tehdidini yaptı mı, yapmadı mı? Bunda ihtilaf edilmiştir. İbn Abbas’tan nakledildiğine göre: “sabahleyin imansız sihirbazlar iken, akşam üzeri şehid oldular.” Denilmiştir.[106] Tehdidin yerini bulmadığını söyleyen de olmuştur. Kıssanın Kur’an’daki anlatılış biçimi, tehdidin yerini bulduğunu andırmaktadır. [107]
Bu kişiler, imanlarında sebat ederek ölmeyi canlarına minnet bilmişler ve hak yolunda şehid olmuşlardır. Tabiatiyle bu işin sonu Firavun’un aleyhine çıkmıştır. Tarih şahittir ki her zaman, kan kılıcı boğar; mazlumun âhı zâlimi kahreder. En usta sihirbazların imana gelmiş olmaları ve imanlarını (büyük bir ihtimalle) şehâdetle kanıtlamaları, Hz. Mûsâ’nın gösterdiği şeylerin gerçekliğini ve Firavun’un iddia ettiği gibi sihir olmadığını ortaya koymuştur.[108] Hak gelmiş, bâtıl zâil olmuştur.
Hz. Mûsâ’nın ve mü’min sihirbazların tâğutla mücadelesi de gösteriyor ki, kimin gönlünde Allah varsa, her iki dünyada da onun yardımcısı Allah’tır; kimin gönlünde de Allah’ın dışında başka şey (endâd) hâkimse, onun dostu sadece o fânî şey ve her iki cihanda da hasmı Allah’tır.
Selâm olsun Mûsâ’ya ve Mûsâların yolunu izleyen mü’minlere... Yuh olsun, yazıklar olsun Firavunlara, Karunlara, Hâmânlara, Sâmirî ve Bel’amlara ve de onların izinden gidenlere...
Hz. Mûsâ Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
- Mûsâ İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 136 Yerde):
- 2/Bakara, 51, 53, 54, 55, 60, 61, 67, 87, 92, 108, 136, 246, 248; 3/Âl-i İmrân, 84; 4/Nisâ, 153, 153, 164; 5/Mâide, 20, 22, 24; 6/En’âm, 84, 91, 154; 7/A’râf, 103, 104, 115, 117, 122, 127, 128, 131, 134, 138, 142, 142, 143, 143, 144, 148, 150, 154, 155, 159, 160; 10/Yûnus, 75, 77, 80, 81, 83, 84, 87, 88; 11/Hûd, 17, 96, 110; 14/İbrâhim, 5, 6, 8; 17/İsrâ, 2, 101, 101; 18/Kehf, 60, 66; 19/Meryem, 51; 20/Tâhâ, 9, 11, 17, 19, 36, 40, 49, 57, 61, 65, 67, 70, 77, 83, 86, 88, 91; 21/Enbiyâ, 48; 22/Hacc, 44; 23/Mü’minûn, 45, 49; 25/Furkan, 35; 26/Şuarâ, 10, 43, 45, 48, 52, 61, 63, 65; 27/Neml, 7, 9, 10; 28/Kasas, 3, 7, 10, 15, 18 19, 20, 29, 30, 31, 36, 37, 38, 43, 44, 48, 48, 76; 29/Ankebût, 39; 32/Secde, 23; 33/Ahzâb, 7, 69; 37/Sâffât, 114, 120; 40/Mü’min, 23, 26, 27, 37, 53; 41/Fussılet, 45; 42/Şûrâ, 13; 43/Zuhruf, 46; 46/Ahkaf, 12, 30; 51/Zâriyât, 38; 53/Necm, 36; 61/Saff, 5; 79/Nâziât, 15; 87/A’lâ, 19.
- Mûsâ Konusuyla İlgili Âyetler
- Mûsâ’nın (a.s.) Kavmi İsrâiloğullarıyla ve Firavun'la Mücadelelerini Anlatan Âyetler: 7/A'râf, 103-156; 10/Yûnus, 75-92; 20/Tâhâ, 47-79; 26/Şuarâ, 10-68; 27/Neml, 7-14; 28/Kasas, 3-43; 37/Saffat, 114-121; 40/Mü'min, 23-46; 43/Zuhruf, 46-56; 44/Duhan, 17-33; 79/Nâziât, 15-24.
- Firavun’un İsrâiloğullarına Zulmü: 2/Bakara, 49; 7/A’râf, 127; 28/Kasas, 4-6; 40/Mü’min, 25; 89/Fecr, 10.
- Mûsâ'nın Annesinin, Onu Nehire Bırakması, Firavun’un Karısının Mûsâ’yı (a.s.) Nil Nehrinde Bulması ve Hz. Mûsâ’nın Firavun Sarayında Büyümesi: 20/Tâhâ, 37-40; 28/Kasas, 3, 7-14.
- Firavun’un Karısının Teslimiyeti (Müslümanlığı): 66/Tahrim, 11.
- Mûsâ'nın Hata ile Bir Kıptiyi Öldürmesi, Tevbesi ve Kaçması: 28/Kasas, 14-22.
- Mûsâ'nın Öldürme Olayından Sonra Kaçarak Şuayb (a.s.)'ın Ülkesi Medyen'e Varışı ve Orada Evlenerek Sekiz Yıl Kalışı: 28/Kasas, 22-28.
- Mûsâ'nın Medyen'den Ailesiyle Tekrar Mısır'a Dönerken Tur Dağında Kendisine Mucizeler Verilmesi: 28/Kasas, 29-35.
- Tur Dağı: 2/Bakara, 63, 93; 4/Nisâ, 154; 19/Meryem, 52; 20/Tâhâ, 80; 23/Mü'minûn, 20; 28/Kasas, 44, 46; 52/Tûr, 1; 95/Tîn, 2.
- Mûsâ'nın Çocukluğundan, Kardeşi Harun (a.s.) ile Birlikte Firavun'a Gönderilmesine Kadar Geçen Olayları Anlatan Âyetler: 28/Kasas, 3-35.
- Mûsâ'ya Peygamberlik Verilmiştir: 6/En'âm, 84; 19/Meryem, 51; 37/Saffat, 114
- Mûsâ'nın Tuvâ Vâdisinde Allah'ın Vahyine Mazhar Olması: 20/Tâhâ, 9-23, 41; 79/Nâziât, 15-19.
- Mûsâ'nın Tuvâ'da İlk Vahyi Aldığı Zaman Allah ile Aralarındaki Konuşmalar: 20/Tâhâ, 9-46.
- Mûsâ ile Allah Teâlâ Vasıtasız Konuşmuştur: 2/Bakara, 253; 4/Nisâ, 164; 7/A'râf, 143-145, 154; 19/Meryem, 52.
- Mûsâ Firavun'a ve Onun Kavmine Gönderilmiştir: 7/A'râf, 103; 10/Yûnus, 75-76; 11/Hûd, 96-97; 20/Tâhâ, 24; 23/Mü'minûn, 45-46; 25/Furkan, 36; 26/Şuarâ, 10-11; 43/Zuhruf, 46; 44/Duhan, 17; 79/Nâziât, 15-19.
- Mûsâ, Firavun'a, Hâmân'a ve Karun'a Gönderilmiştir: 40/Mü'min, 23-24: 51/Zâriyât, 38.
- Mûsâ, İsrâiloğullarına Gönderilmiştir: 32/Secde, 23.
- Mûsâ'ya Tevrat Verilmiştir: 2/Bakara, 51, 53, 87; 6/En'âm, 154; 11/Hûd, 110; 17/İsrâ, 2; 21/Enbiyâ, 48; 23/Mü'minûn, 49; 25/Furkan, 35; 28/Kasas, 43-44; 32/Secde, 23; 37/Saffat, 117-118; 40/Mü'min, 53-54; 41/Fussılet, 45; 46/Ahkaf, 12.
- Mûsâ ve Hârun'un Nesillerinden Peygamberler Gelmiştir: 37/Saffat, 119-122;
- Mûsâ'nın, Kendisine Hikmet Verilen Bir Kul'la Kıssası: 18/Kehf, 60, 82.
- Mûsâ 'nın Şeriatiyle Amel Eden Diğer Peygamberler: 2/Bakara, 87.
- Mûsâ’ya (a.s.) Firavun’a Karşı Davet Görevinin Verilmesi: 20/Tâhâ, 24, 41-48; 26/Şuarâ, 16-17.
- Mûsâ'nın Firavun'a Karşı Dâvet Görevini Aldığı Zaman Duâsı ve Allah'tan İstekleri: 20/Tâhâ, 24-36.
- Mûsâ'nın Kardeşi Harun'un, Kendisine Yardımcı Olarak Verilmesi: 19/Meryem, 53; 20/Tâhâ, 29-36, 42; 25/Furkan, 35; 26/Şuarâ, 10-17; 28/Kasas, 33-35.
- Mûsâ'nın, Etkili Söz İçin Allah'a Duâsı: 20/Tâhâ, 24-28.
- Firavun’un Tanrılık İddiası: 10/Yûnus, 83; 26/Şuarâ, 29; 28/Kasas, 4, 38; 79/Nâziât, 20-24.
- Firavun’un Halka Zulmü: 89/Fecr, 10.
- Mûsâ’nın (a.s.) Firavun’a Daveti ve Firavun’un Tepkisi: 7/A’râf, 103-128; 10/Yûnus, 77-83; 17/İsrâ, 101-102; 20/Tâhâ, 47-79; 23/Mü’minun, 47; 26/Şuarâ, 10-68; 27/Neml, 13; 28/Kasas, 36-39; 43/Zuhruf, 46-47; 44/Duhân, 17-21; 51/Zâriyât, 38-39; 79?Nâziât, 16-24.
- Mûsâ'nın Mucizeleri: 2/Bakara, 53, 60; 7/A'râf, 106-108, 115-122, 132, 160; 20/Tâhâ, 17-23, 65-70; 26/Şuarâ, 29-33, 60-63; 27?Neml, 7-12; 28/Kasas, 29-32.
- Mûsâ'ya Verilen Dokuz Mucize: 17/İsrâ101; 27/Neml, 12.
- Firavun’un Sihirbazları: 7/A’râf, 115-126; 10/Yûnus, 79-82; 20/Tâhâ, 57-73; 26/Şuarâ, 36-51.
- Firavun ve Taraftarları Hz. Mûsâ’nın Mucizelerini Kibir ve Zulümlerinden Dolayı İnkâr Ettiler: 27/Neml, 13-14; 73/Müzzemmil, 16.
- Firavun’un Tanrıya Yükselmek İçin Kule Yaptırması: 40/Mü’min, 36-37.
- Firavun’un Müstekbirliği: 43/Zuhruf, 51-55; 44/Duhân, 30-31; 73/Müzzemmil, 16.
- Firavun’un Hz. Mûsâ’yı Öldürmek İstemesi ve Bir Mü’min Tarafından Firavun’un Uyarılıp Korkutulması: 40/Mü’min, 26-46.
- Mûsâ’nın Firavun ve Taraftarları İçin Bedduâsı: 10/Yûnus, 87-89; 44/Duhân, 22-23.
- Firavun ve Meleinin Kuraklık, Kıtlık vb.Belâlarla Cezalandırılması: 7/A’râf, 130-135;50/Kaf,13-14.
- Firavun ve Taraftarlarının Yok Oluşu: 2/Bakara, 50; 7/A’râf, 136-137; 8/Enfâl, 52-54; 10/Yûnus, 90-91; 17/İsrâ, 103-104; 20/Tâhâ, 77-79; 23/Mü’minun, 48; 25/Furkan, 36; 26/Şuarâ, 60-66; 27/Neml, 14; 28/Kasas, 40-41; 29/Ankebut, 39-40; 43/Zuhruf, 48-50, 55-56; 44/Duhân, 22-29; 50/Kaf, 13-14; 51/Zâriyât, 40; 54/Kamer, 41-42; 69/Hakka, 9-10; 79/Nâziât, 23-26; 89/Fecr, 10-13.
- Mûsâ’nın ve İsrailoğullarının Firavun’dan Kurtulması: 7/A’râf, 136-138; 10/Yûnus, 90; 20/Tâhâ, 77-78, 80; 26/Şuarâ, 60-66; 37/Saffât, 115-116; 44/Duhân, 22-24, 30-31.
- Firavun’un Boğulurken İman Etmesi: 10/Yûnus,90-92; 51/Zâriyât, 40.
- Firavun, Kavmini Âhirette Ateşe Götürecektir: 11/Hûd, 98-99; 28/Kasas, 40-42; 40/Mü’min, 46:
- Firavun’un Veziri Hâmân: 28/Kasas, 6, 8, 38; 29/Ankebut, 39.
- Mûsâ’yı Yalanlayanların Kötü Sonları: 22/Hac, 42-44.
- Mûsâ'nın, İsrâiloğullarına Dâveti ve Kavminin Tepkisi: 2/Bakara, 68-71; 5/Mâide, 20-26; 7/A'râf, 128-129; 10/Yûnus, 84-86; 14/İbrâhim, 5-8; 20/Tâhâ, 85-87; 26/Şuarâ, 65-67; 61/Saff, 5.
- Mûsâ'nın, Kavmini Kardeşi Hârun'a Bırakması: 7/A'râf, 142, 150-151; 20/Tâhâ, 92-94.
- İsrâiloğullarının Buzağıya Tapmaları: 2/Bakara, 51-52, 92-93; 7/A'râf, 148-152, 155-156; 20/Tâhâ, 83-97.
- İsrâiloğullarının Hz. Mûsâ'ya İsyanları: 5/Mâide, 20-26; 7/A'râf, 138-140.
- İsrâiloğullarının, Buzağıya Tapmalarından Sonra Tevbesi: 7/A'râf, 155-156.
- Mûsâ'nın Kavminden Karun: 28/Kasas, 76-84; 29/Ankebut, 39-40.
yy- Sina: 95/Tîn, 2.
[1] 2/Bakara, 51
[2] 2/Bakara, 53
[3] Fahreddin er-Râzî, Tefsir-i Kebir, II/538
[4] 20/Tâhâ, 29-30
[5] 40/Mü'min, 51
[6] 19/Meryem, 51
[7] 28/Kasas, 3-35
[8] 20/Tâhâ, 9-98
[9] 10/Yûnus, 75
[10] 28/Kasas, 32
[11] 28/Kasas, 38
[12] 79/Nâziât, 24; 66/Tahrim, 11
[13] 28/Kasas, 33-34
[14] 20/Tâhâ, 43
[15] 20/Tâhâ, 45
[16][16] 20/Tâhâ, 46
[17] S. Kutub, Fî Zılâl, c. 10, s. 44
[18] 20/Tâhâ, 47
[19] 20/Tâhâ, 49-50
[20] Seyyid Kutub, a.g.e., c. 10, s. 46
[21] 20/Tâhâ, 49
[22] Mevdudi, Tefhim, c. 3, s. 227
[23] 20/Tâhâ, 47
[24] 7/A’râf, 104-105
[25] 26/Şuarâ, 23
[26] 26/Şuarâ. 24
[27] 26/Şuarâ, 27
[28] 26/Şuarâ, 29
[29] 10/Yûnus, 78
[30] 17/İsrâ, 101
[31] 26/Şuarâ, 47-48
[32][32] 7/A’râf, 123
[33] 20/Tâhâ, 71; 7/A’râf, 124; 26/Şuarâ, 49
[34] 20/Tâhâ, 72
[35] 26/Şuarâ, 50-51
[36] 40/Mü’min, 26
[37] 44/Duhân, 22
[38] 26/Şuarâ, 52; 44/Duhân, 23
[39] 20/Tâhâ, 77
[40] 26/Şuarâ, 60
[41] 10/Yûnus, 90
[42] 26/Şuarâ, 63
[43] 26/Şuarâ, 63
[44] 44/Duhân, 24
[45] 20/Tâhâ, 78
[46] 10/Yûnus, 90
[47] 28/Kasas, 38
[48] 29/Şuarâ, 29
[49] Bkz. Mevdûdi, Kur’an’da Dört Terim, s. 68
[50] 10/Yûnus, 91
[51] 26/Şuarâ, 66
[52] 7/A’râf, 138
[53] 7/A’râf, 138
[54] 7/A’râf, 139-140
[55] Nuri Pakdil, Batı Notları, Edebiyat Y. s. 22
[56] 7/A’râf, 142; 2/Bakara, 51
[57] 7/A’râf, 142
[58] 7/A’râf, 145
[59] 7/A’râf, 148
[60] 7/A’râf, 150
[61] S. Kutub, Fî Zılâl, 6/265
[62] 4/Nisâ, 48; 5/Mâide, 72
[63] 6/En’âm, 88; 7/A’râf, 147
[64] Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, s. 90-100
[65] 20/Tâhâ, 24-36
[66] 20/Tâhâ, 25
[67] 26/Şuarâ, 13
[68] Beydavî, Envâr, IV/465
[69] 20/Tâhâ, 26
[70] 20/Tâhâ, 26
[71] 20/Tâhâ, 27
[72] 28/Kasas, 34
[73] 20/Tâhâ, 28
[74] Hâkim, el-Müstedrek, II/575; Taberî, Tefsir, 16/163, Beydavî, Envâr, 4/194; nakl. A.g.e. s. 89
[75] Taberî Tefsir, 16/159; Sa’lebî, Arâis, 152, nakl. A.g.e. s. 90
[76] Bkz. 28/Kasas, 9
[77] Taberî, Tarih, 1/ 549-550
[78] İbn Kesir, Tefsir, IV/ 515; İbn Kesir, el-Bidâye, I/307; el-Kasımî, Tefsir, I/43; nakl. A. Aydemir, Peygamberler, s. 130
[79] 20/Tâhâ, 26
[80] 20/Tâhâ, 36
[81] 43/Zuhruf, 51-52
[82] Mevdûdi, Kur’an’da Firavun, s. 246-247
[83] 20/Tâhâ, 29-30
[84] 28/Kasas, 34
[85] 28/Kasas, 34
[86] 20/Tâhâ, 33-34
[87] 20/Tâhâ, 31-32
[88] 20/Tâhâ, 33-34
[89] 20/Tâhâ, 31-32
[90] 20/Tâhâ, 36; Ali Sayı, Hz. Mûsâ, 86-92
[91] 33/Ahzâb, 39
[92] 20/Tâhâ, 46
[93] Bkz. 20/Tâhâ, 44; 3/Âl-i İmran, 159
[94] 8/Enfâl, 42
[95] M. Hüseyin Fadlullah, Kuram ve Eylem, c. 2, s.141-144
[96] 20/Tâhâ, 44
[97] 16/Nahl, 125
[98] 20/Tâhâ, 134
[99] 79/Nâziât, 17-19
[100] Ali Sayı, a.g.e., s. 93-95
[101] M. Hüseyin Fadlullah, a.g.e. s. 144-146
[102] 7/A’râf, 126
[103] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 4, s. 2255
[104] 7/A’râf, 126
[105] 7/A’râf, 126
[106] İbn Cevzî, Tefsir, c. 3, s. 241
[107] Bkz. Elmalılı, 4/2255
[108] Abdullah Aydemir, Peygamberler, s. 139-140