Çarşamba, 24 Şubat 2021 09:49

ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(8 oy)

ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ

                                           

  • Şuayb (a.s.); Hayâtı, Tevhid ve Ahlâk Mücâdelesi
  • Şuayb (a.s.)’ın Kavmi Medyen
  • Kur’ân-ı Kerim’de Şuayb (a.s.) ve Medyen Kavmi
  • Ölçü-Tartı ve Hile
  • Ticârî Muâmelelerdeki Haramlar ve Haram Kazanç Yolları
  • Hadis-i Şeriflerde Ticaretin Övülmesi, Hilenin Yerilmesi
  • Bozuk Düzenin Terazisi ve Şuayb (a.s.)
  • Medyen Kavmi ve Almamız Gereken Dersler, Mesajlar
  • Medyen Kavmi ve Günümüz

 

Medyen (oğullarına) da kardeşleri Şuayb’ı (peygamber olarak gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a ibâdet/kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir: Artık ölçüyü tartıyı tam yapın. İnsanların eşyalarını eksik vermeyin. Islah edildikten sonra yeryüzünde ifsâd/bozgunculuk yapmayın. Eğer inananlardan iseniz bunlar sizin için daha hayırlıdır. (85)

İman edenleri tehdit ederek Allah yolundan alıkoymak için ve o yolda çarpıklık arayarak öyle her yolun (başını) kesip oturmayın. Düşünün ki siz az idiniz de O sizi çoğalttı. Bakın ki, fesatçıların/bozguncuların sonu nasıl olmuştur! (86)

Eğer içinizden bir grup benimle gönderilene iman eder, bir grup da inanmazsa, Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. O hâkimlerin en hayırlısı/iyisidir.’ (87)  

Kavminden müstekbir mele’ (ileri gelen kibirliler/büyüklük taslayanlar) dediler ki: ‘Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber iman edenleri memleketimizden çıkaracağız, yahut dinimize döneceksiniz.’ (Şuayb) dedi ki: ‘İstemesek de mi (bizi yurdumuzdan çıkaracak veya dinimizden döndüreceksiniz)?!  (88)

(Andolsun ki,) Allah bizi ondan (kâfirlikten) kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek, Allah’a karşı iftirâ emiş oluruz. Rabbimiz Allah’ın dilemesi hali müstesnâ, geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah’a tevekkül eder/dayanırız. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adâletle hükmet (kimin haklı, kimin haksız olduğunu adâletle açığa çıkar). Çünkü Sen hükmedenlerin en hayırlısısın.’ (89)

Kavminden mele’ (ileri gelen) kâfirler dediler ki: ‘Eğer Şuayb’e uyarsanız o takdirde siz mutlaka ziyana uğrarsınız.’ (90)

Derken o şiddetli deprem onları yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü donakaldılar (diz üstü çökerek helâk oldular). (91)

Şuayb’i yalanlayanlar sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular. Asıl ziyana uğrayanlar Şuayb’i yalanlayanların kendileridir. (92)

(Şuayb) Onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: ‘Ey kavmim! Ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!” [1]

 

Şuayb (a.s.); Hayâtı, Tevhid ve Ahlâk Mücâdelesi    

Şuayb (a.s.), Kur’an’da adı geçen peygamberlerden biridir. Medyen ve Eyke halkına peygamber olarak gönderildi. Bu iki ülkede ayrı ayrı mücâdelede bulundu. Bu iki toplumla yaptığı mücâdelesi, çeşitli âyetlerde geçmektedir. Medyen ve Eyke, dağlık ve ormanlık olan iki ülke idi. Medyen toprakları, Hicaz’ın kuzey batısında, oradan Kızıldeniz’in doğu sahiline, güney Filistin’e, Akabe Körfezi’ne ve Sina Yarımadası’nın bir bölümüne kadar uzanan bölgelerde yer alır.

Kur’an’ın Medyen halkı hakkında anlattıklarının önemini kavramak için, bu İnsanların, Hz. İbrahim’in üçüncü hanımı Katurah’tan olma oğlu Midyan’ın soyundan geldikleri iddialarına dikkat edilmelidir. Doğrudan doğruya onun neslinden gelmemiş oldukları halde, tümü onun soyundan olduklarını iddia etmişlerdir. Çünkü eski bir geleneğe göre, büyük bir zâta bağlı olan herkes, daha sonra yavaş yavaş onun torunları arasında sayılmaya başlanırdı. Nitekim Hz. İsmail’in (a.s.) soyundan gelmemesine rağmen bütün Araplara "İsmailoğulları" denmiştir. Hz. Yakub’un (a.s.) soyu (İsrailoğulları) için de durum aynıdır. Aynı şekilde, Hz. İbrahim’in (a.s.) çocuklarından biri olan Midyan’ın etkisi altına giren tüm bölge halkına Benû Medyen (Medyenoğulları) ve onların oturduğu yerlere de, Medyen bölgesi dendi. [2]

Şuayb (a.s.), soyu anne tarafından Lût’un (a.s.) kızına ulaştığı ve Eyyûb’la (a.s.) teyze oğulları oldukları rivâyet edilmiştir. Mûsâ’nın (a.s.) kayınpederidir. Kavmine güzel söz söylemesi, tatlı ve tesirli hitâb etmesi sebebiyle kendisine Hatîb-ul-Enbiyâ (peygamberlerin hatibi) denilir. İnsanlara İbrâhim’e (a.s.) bildirilen dinin emir ve yasaklarını tebliğ etti. Arabistan Yarımadasının kuzeybatısında Hicâz’la Filistin arasında Kızıldeniz sâhilinde yer alan Akabe körfezinden Humus vâdisine kadar uzanan Medyen bölgesinde doğup büyüyen Şuayb (a.s.), o kavmin asil bir âilesine mensuptu. Gençliği, dedelerinden Medyen adlı bir şahsın etrâfında toplandıkları için bu adla anılan Medyen halkı arasında geçen Şuayb (a.s.), azgın ve sapık kavminin kötülüklerinden uzak yaşar, babasından kalan koyunlarıyla meşgul olur ve namaz kılardı. Medyenliler atalarının doğru yolundan ayrılmışlar ve kötü yollara sapmışlardı. Allah Teâlâ’ya iman ve ibâdet etmeyi bırakmışlar, kendi elleriyle yaptıkları putlara ve heykellere tapıyorlardı. Medyen, ticâret kervanlarının gelip geçtiği yollar üzerinde olduğundan ticâretle uğraşıyorlardı. Yaptıkları alış-verişte hep hile yapıyorlardı. Yiyecek maddelerini alıp stok yapıyorlar, pahalanınca fâhiş fiyatla satıyorlardı. Ölçü ve tartı için iki değişik ölçek kullanıyorlar, alırken büyük ölçekle alıyorlar, satarken küçük ölçekle veriyorlardı. İnsanların yollarını kesiyorlar, onların mallarına zorla el koyuyorlardı. Yol üstünde durup, bilhassa yabancı ve gariplerin mallarını çeşitli hilelere başvurarak ellerinden alıyorlardı. Ayrıca sahip oldukları pekçok nimetin şükrünü yapmayıp nankörlük ediyorlardı. Allah Teâlâ onlara, doğru yola dâvet etmek için Şuayb’ı (a.s.) peygamber olarak gönderdi. Şuayb (a.s.) onlara nasihatlerde bulunup Allah Teâlâ’ya şirk koşmamalarını ve yanlızca O’na ibâdet etmelerini, alış-verişte, ölçü ve tartıda haksızlık ve hile yapmamalarını, yeryüzünde bozgunculuk etmemelerini söyledi. Kötülüklere devam ettikleri takdirde azâba uğrayacaklarını, vazgeçtikleri takdirde mükâfâta kavuşacaklarını anlattı. Fakat azgın Medyen kavmi, Şuayb’ın (a.s.) sözlerini dinlemeyip ona karşı çıktılar. Ona inananları tehdit ettiler. Şuayb (a.s.), bütün sıkıntı, eziyet ve horlamalara rağmen, Medyenlileri doğru yola dâvete devâm etti. İbret olarak isyanları sebebiyle helâk edilen Nûh kavminin, Hûd ve Lût kavminin başına gelen azapları ve helâk olmalarını anlattı. İnkârdan vazgeçip imân etmelerini, mağfiret dilemelerini, aksi halde kendilerinin de isyan edip helâk olan kavimler gibi azâba düşeceklerini ve helâk olacaklarını açık bir lisanla anlattı. Onun peygamberliği Şam’a kadar duyulmuştu. Pekçok kimse gelerek Şuayb (a.s.)’a iman etmekle şereflendiler. Fakat Medyenliler yolda durup Şuayb (a.s.)’a gelenlere mâni olmaya çalıştılar. Şuayb (a.s.)’ı ve ona iman edenleri kendi sapık dinlerine dönmedikleri takdirde yurtlarından çıkaracaklarını söyleyip tehdit ettiler. Şuayb (a.s.) azgın Medyen halkının, bütün nasihatlerine rağmen imana gelmelerinden ümit kesince, onları Allah Teâlâ’ya havâle etti. Şuayb (a.s.) Allah Teâlâ’ya; “Yâ Rabbi! Bizimle kavmimiz arasında hak ile hüküm ver. Sen hükmedicilerin en hayırlısısın”[3] diye duâ etti.

Azgınlıklarına ve mü’minlere karşı düşmanlıklarına devam eden Medyen halkı üzerine, Allah Teâlâ azap gönderdi. Bir sayha ve bir zelzeleyle onların hepsini helâk etti. Hepsi yok oldular. Sanki onlar o beldede yaşamamışlardı. Şuayb (a.s.) ve ona inananlar kurtulup Medyen’e yakın bir yerde, yeşillik, ağaçlık ve bolluk içinde bir şehir olan Eyke’ye giderek oradaki insanlara doğru yolu göstermekle vazifelendirildi. Medyen halkının bütün husûsiyetlerini taşıyan Eyke halkı, parayı tartı ile alırlar, kenarlarından kırptıktan sonra, tane ile verirlerdi. Alış-verişlerinde karşı taraftakine muhakkak zarar verirler ve onu aldatırlardı. Alırken ucuz ve fazla fazla alırlar, satarken pahalı ve eksik verirlerdi. Yolcuları soyarlar, putlara taparlardı. Şuayb’a (a.s.) inanmak için gelenleri vazgeçirmek için çalışıyorlar, Şuayb’a (a.s.) yalancı diyorlardı. İstekleri olmazsa, tehditte bulunup, eziyet ediyorlardı. Şuayb (a.s.) Eyke halkını Allah Teâlâ’ya iman ve ibâdet etmeye dâvet etti. Şuayb (a.s.) son defâ ikaz edip puta tapmaktan vazgeçmelerini, Allah’a iman etmelerini ölçü ve tartıda adâletli olmalarını ve her türlü zulümden vazgeçip kurtulmalarını söylediyse de inkâr edip inanmadılar. Alay ettiler, onun yalancı, sihirbaz biri olduğunu ileri sürdüler. İman etmeyeceklerini açıkca söyleyip; “Eğer sen doğru sözlüysen, bize gökten azap indir.” dediler.

Şuayb (a.s.) bu azgın kavmi Allah Teâlâ’ya havâle etti. Allah Teâlâ onlara isyanları sebebiyle şiddetli bir azap göndererek hepsini helâk etti. Önce ortalığı kasıp kavuran şiddetli bir sıcaklığa tutuldular. Sular fokur fokur kaynadı. Susuzluktan kıvranıyorlar sıcak suları içtikçe içleri yanıyordu. Çaresizlikten gölge ve içecek su arıyorlar, bir tarafdan bir tarafa koşuyorlardı. Bu hâl yedi gün devâm etti. Sekizinci gün ufukta koyu gölgeli siyah bir bulut çıkıp yükseldi. Bunu gören Eykeliler serinlemek için koşup hepsi bulutun altında toplandılar. Onlar bulutun altına toplanır toplanmaz buluttan üzerlerine şiddetli bir ateş yağmaya başladı ve hepsi ateş altında helâk olup gittiler. Eykelilerin helâk edildiği bugün, Kur’ân-ı Kerim’de (gölge günü) olarak bildirilmekte ve meâlen şöyle buyurulmaktadır: “O gölge (zılle) gününün azâbı onları yakalıyıverdi. Gerçekten o azap büyük bir günah azâbı idi.”[4] Şuayb (a.s.), Eyke ahâlisinin helâk olmasından sonra, inananlarla birlikte Medyen’e gidip yerleşti. İnananlardan birinin kızıyla evlendi. İki kızı oldu. Kızlar büyüdü. Kendisi iyice yaşlandı. Allah korkusundan çok gözyaşı döktü. Gözleri zayıfladı, vücudu kuvvetten düştü.

Bu sırada Mısır’dan çıkıp Medyen’e gelen Mûsâ (a.s.), kuyu başında koyunlarını sulamak için bekleyen Şuayb’ın (a.s.) kızlarına yardım ederek koyunlarını suladı. Şuayb (a.s.) ücret vermek için onu evine dâvet etti. Onu emin/güvenilir bir kimse olarak görüp koyunlarına çoban tuttu. Sekiz sene koyunlarını gütmesi şartıyla kızlarından birini ona nikâhladı. Mûsâ (a.s.) orada on sene kaldı. Çocukları oldu. Daha sonra Mısır’a göç etti. Sıhhati düzelip gözleri açılan Şuayb (a.s.), her sene Medyen’den Mısır’a giderek kızı va damâdını ziyâret etti. Bir müddet sonra (rivâyete göre orada) vefât etti.

Şuayb (a.s.) çok namaz kılardı. Tevrât’ta ismi Mikâil olarak bildirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de A’râf, Şuarâ, Hûd ve Ankebût sûrelerinde Şuayb (a.s.) ve Medyen kavmi hakkında âyet-i kerimeler mevcuttur. 

Şuayb (a.s.), Hz. İbrahim’in torunlarından Mikâil’in oğludur. Annesi ise Hz. Lût’un kızıdır. [5]

Yüce Allah’tan Şuayb’a (a.s.) kitab veya sahife gönderilmedi. O, Âdem, Şit, İdris, Nuh ve İbrahim’e indirilen sahifeleri okudu ve onlarla tebliğde bulundu. [6]

Şuayb (a.s.) büyük bir hatipti. İnsanları güzel söz ve nasihatlerle aydınlatmaya çalıştı. Dolayısıyla ona peygamberler hatibi denilmiştir.[7] Şuayb (a.s.) aynı zamanda Mûsâ (a.s.)’ın kayınpederi idi. Kızı Safura’yı Mûsâ (a.s.) ile evlendirmişti. [8]

Şuayb’ın (a.s.) peygamber olarak Medyen’e gönderilmesi ve Medyenlilerle mücâdelesi, Kur’an’da şöyle bildirilir: "Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, sizin ondan başka ilâhınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi. Ölçüyü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin, düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Eğer inanan (insan)lar iseniz böylesi sizin için daha iyidir!.. Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek İnsanları Allah yolundan çevirmeye ve O (Allah yolu)nu eğriltmeye çalışmayın. Düşünün siz az idiniz, O sizi çoğalttı ve bakın bozguncuların sonu nasıl oldu!.. Eğer içinizden bir kısmı benimle gönderilene inanmış, bir kısmı da inanmamış ise, Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. O, hükmedenlerin en iyisidir." [9]                                                                                                      

Görülüyor ki Şuayb (a.s.) onları Allah’a kulluk etmeye, insan haklarına saygılı olmaya, her türlü bozgunculuktan uzak durmaya ve bu yolda sabırla hareket etmeye dâvet ediyordu. Fakat Medyen halkı Şuayb’ın (a.s.) nasihatlerini dinlemediler ve kötü hareketlerinde daha ileri gittiler. Onların bu isyan ve sapkınlıkları, Kur’an’da şöyle haber verilir: "Dediler ki: ‘Ey Şuayb, senin söylediklerinden çoğunu anlamıyoruz, biz seni içimizde zayıf görüyoruz. Kabilen olmasaydı, seni mutlaka taşlarla(öldürür)dük! Senin bize karşı hiç bir üstünlüğün yoktur!” [10]

Şuayb (a.s.) onların bu taşkınlıklarına karşı nasihat ediyor ve onları büyük bir azap ile kokutuyordu: “(Şuayb onlara de ki): ‘Ey kavmim, size göre kabilem Allah’tan daha mı üstün ki, O’nu arkanıza atıp unuttunuz? Şüphesiz Rabbim, yaptıklarınızı kuşatıcıdır (Ondan bir şey gizli kalmaz). Ey kavmim, olduğunuz yerde (yaptığınızı) yapın, ben de yapıyorum. Yakında kime azâbın gelip kendisini rezil edeceğini ve kimin yalancı olduğunu bileceksiniz. Gözetin, ben de sizinle beraber gözetmekteyim.” [11]

Her türlü mücâdelede, tebliğ ve nasihate rağmen, Allah’ın emirlerini dinlemeyen, zulüm, taşkınlık ve kötülükte ısrar eden Medyen halkı, azâbı hak etmişti: “Derken o (müthiş) sarsıntı onları yakalayıverdi, yurtlarında diz üstü çöke kaldılar. Şuayb’ı yalanlayanlar, sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular. Şuayb’ı yalanlayanlar... İşte ziyana uğrayanlar, onlar oldular.” [12]

Medyen halkı, kâfirlerin kaçınılmaz sonu olan azâba maruz kaldıktan sonra Şuayb (a.s.) onlara acımıştı. Bu durum, Kur’an’da şöyle bildirilir: “(Şuayb), onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: ‘Ey kavmim, ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!..” [13]

Buna göre, Allah’ın emirlerini dinlememede ısrar eden ve bunun neticesinde Allah’ın azâbı ile cezâlandırılanlara acımamak gerekir. Çünkü bu cezâyı hak etmiş oluyorlar.

Şuayb (a.s.) Medyenlilerle beraber, Eyke halkına da peygamber olarak gönderilmişti. Onlarla da önemli mücâdelelerde bulundu. Onlarla olan mücâdelesi ve onların isyankârlığı, Kur’an’da şöyle özetlenmektedir: “Gerçekten Eyke halkı da zâlim kimselerdi.” [14]

Eyke halkı da gönderilen elçileri yalanladı. Şuayb, onlara demişti ki: “(Allah’ın azâbından) korunmaz mısınız? Ben size gönderilen güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Ben sizden buna karşı bir ücret istemiyorum. Benim ücretim yalnız âlemlerin Rabbine aittir. Ölçüyü tam yapın, eksiltenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın. İnsanların haklarını kısmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın, Sizi ve önceki nesilleri yaratan (Allah’)dan korkun.” [15]

Eykeliler, Şuayb’ın (a.s.) telkinlerine karşı ters hareket ettiler. Söz dinlemeyip isyanda bulundular. Hatta, Şuayb’a (a.s.) hakaret ettiler. Onların bu isyanı, Kur’an’da şöyle dile getirilir: "Dediler ki: ‘Sen iyice büyülenmişlerdensin. Sen de bizim gibi bir insansın, biz seni mutlaka yalancılardan sanıyoruz." [16]

Eykeliler bununla da yetinmediler. Azap isteyecek kadar ileri gittiler: "Eğer doğrulardansan, o halde üzerimize gökten parçalar düşür!"[17] diyerek Şuayb’a (a.s.) meydan okudular. Şuayb (a.s.) onlara şöyle cevap verdi: "Rabbim, yaptığınızı daha iyi bilir.”[18] Yüce Allah da, onlara verilen azâbı, şöyle haber veriyor: "Onu yalanladılar. Nihâyet o gölge gününün azâbı, kendilerini yakaladı. Gerçekten o, büyük bir günün azâbı idi. Muhakkak ki, bunda bir ibret vardır. Ama yine çokları inanmazlar" [19]

Âyette söz konusu olan "gölge gününün azâbı" hakkında, müfessirler şöyle bir açıklamada bulunuyorlar: Eykeliler azap isteyince, güneş yedi gün müthiş bir sıcaklık yaydı. O sırada gökyüzünde bir bulut belirdi ve serin bir rüzgâr esti. Eyke’liler bulutun gölgesinde toplandılar. Birden o buluttan bir ateş indi ve Eyke halkı yeryüzünden silindi. [20]

Medyen ve Eyke halkı Hz. Şuayb’ı dinlemediler ve bunun neticesinde, yukarıda sunulan âyetlerde ifâde edildiği gibi helâk oldular. Allah’ı dinlememenin, peygambere uymamanın ve yanlış yollara sapmanın cezâsını buldular. Şuayb (a.s.), kendisine uyanlarla birlikte Mekke’ye gidip yerleşti.

Orta boylu, buğday benizli biri olan Şuayb (a.s.), hayatının sonuna doğru gözlerini kaybetmişti, âmâ olarak yaşıyordu. Mekke’de vefât etti. Türbesinin, Kâbe’nin batısında, Darünnedve ile Benû Semh kapısının arasında olduğu rivâyet edilir. [21] 

Yukarıda iktibas edilen metinde ifâde edildiği şekilde, bazıları Eyke’nin ayrı bir kavim olduğunu belirtirler. Ama, biz Eyke ile Medyen’in aynı kavim olduğu kanaatini taşıyoruz. Kur’an’da ashâbu’l-Eyke[22] diye bahsi geçen “ağaçlı vâdilerin sâkinleri”nden kasıt, peygamberleri Hz. Şuayb’ın uyarılarına aldırmayan ve bu yüzden de, bir yer sarsıntısı ve/veya volkanik püskürtü sonucu yok olup giden Medyen halkıdır. Kur’ân-ı Kerim’de Eyke kelimesinin geçtiği dört âyette de[23] “ashâbu’l-Eyke” diye bahsedilip “kavm” kelimesiyle bahsedilmemesi, buranın Medyen’deki en önemli yerleşim yeri/şehir olduğunu düşündürmektedir. Eyke: sık ormanlık, ağaçlı vâdi demektir. Şuayb (a.s.) ve kavminin oturduğu ülke, ormanlık olduğu için, buradakilere ashâbu’l-Eyke (Eyke halkı) denilmiştir. 

Ağaçları sık ve birbirine örülmüş koruluk ve orman demek olan Eyke, Şuayb Peygamber’in kavmi Medyenlilerin yurdudur. Tebuk’un kuzeyinde, Ürdün nehrinin doğu yakasında bir yer olup Leyke diye de isimlendirilmiştir. Bir görüşe göre, Eyke yerleşim merkezinin adı, Leyke ise genel olarak bu bölgenin adıdır. 

 

Şuayb’ın (a.s.) Kavmi Medyen

Medyen, Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Şuayb’ın (a.s.) kavmini tevhide dâvet ettiği yer olarak adı geçen ülkedir. Kur’ân-ı Kerim’de Medyen kelimesi on kere geçer. Yüce Allah Medyen halkına kardeşleri Şuayb’ı gönderdiği[24], Hz. Şuayb onlara Allah’a kulluk etmeleri, âhirete inanmaları ve bozgunculuk yapmamaları[25], ölçüye-tartıya dikkat etmeleri, inananları yoldan çıkarmamaları, helâl kâra kanaat etmelerini bildirdi. Kavminin ileri gelenleri ona, daha önce yumuşak huylu ve akıllı bir insan iken kendilerini niçin babalarının taptığı şeylerden vazgeçirmeye çalışıp mallarını diledikleri gibi tasarruftan alıkoymak istediğini sordular. Hz. Şuayb, kendisinin Rabbi tarafından görevlendirildiğini, onlara yasakladığı şeyleri, kendisinin de yapmadığını, böylelikle onların hallerini düzeltmeye çalıştığını ifade etti. Medyen halkı, bu söylediklerini anlayamadıklarını ileri sürüp küçümser sözler sarfederek onu tehdit ettiler, onun kendilerinden bir üstünlüğü bulunmadığını ileri sürdüler. Hz. Şuayb onlara; "Allah’tan daha mı üstünsünüz ki onu unuttunuz" deyip onları Rabbine havâle etti ve başlarına gelecek felâketi beklemelerini de ilâve etti. Bunun üzerine onu ve inananları ya şehri terketmeleri veya dinlerine dönmeleri yolunda uyardılar. İnananlar bunlara kulak asmadılar. "Rabbimiz gerçeği açığa çıkarır" diye beklediler. İnanmayanlar, onlara eğer Şuayb’e uyarlarsa ziyana uğrayacaklarını söylediklerinde o korkunç ses ve sarsıntı geldi. Medyenliler sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular, diz üstü çökekaldılar. Hz. Şuayb ve inananlar Yüce Allah’ın rahmetiyle kurtuldular[26] Hz. Şuayb, "Ey kavmim, dedi; ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim."[27]

Hz. Şuayb, onları Nuh, Sâlih ve Lût kavimlerinin başına gelenlerle uyardıysa da Medyen halkı dinlemedi.[28] Peygamberleri açık deliller getirdiği halde Âd ve Semûd kavimleri, Nuh, İbrahim ve Lût kavimlerinin başına gelenler Medyen halkını da yakalamış, şehirleri başları üstünde ters dönmüştü.[29] Yüce Allah’ın Âd ve Semûd’u nasıl helâk ettiği, vaktiyle oturdukları yerlerden bellidir. Karun, Firavun ve Hâmân da helâk edilmiştir; Medyen halkı da. [30]

Medyen halkını ve diğerlerini helâk eden korkunç ses, onları ansızın yakalamıştı. Çekişip duruyorlardı. Sur da gâfilleri öyle yakalayacak ve o zaman peygamberlerin doğru söylediği son bir kere ortaya çıkacak. O da sadece korkunç bir sesten ibâret olacaktır. [31]

Hz. Mûsâ (a.s.), Medyen’de yıllarca kalmıştı. O, Firavun ve çevresinin zulmünden Yüce Allah’a ilticâ edip Medyen’e yöneldi. Medyen suyu başında hayvan sulama sırasına girememiş iki kızın hayvanlarını sulayıverdi. Babaları o zaman ihtiyarlamış olan bu iki kızdan biriyle evlenip burada sekiz yıldan az olmayan uzun bir süre kaldı.[32] Bu kızların babasının Hz. Şuayb olduğu kanaati vardır.

Dokuz hadis kitabında Medyen ismi geçmez. Hz. Şuayb, "Hatîbu’l Enbiyâ" diye bilinir. Medyenliler ticaretle meşguldüler. Hz. Şuayb’in ikazı bu yönden de dikkate alınmalıdır. Bu halk yahûdi ve hıristiyanların kutsal kitaplarında "Mudyâniler" (midianites) diye geçer. Bu ad, kuzey batı Arabistan’da Akabe körfezinin doğu kıyılarına uzanan alan içerisinde yer alan bu çöl şehri sâkinlerine Hz. İbrahim’in Keturah’dan[33] olma oğlu Midian’dan geldiği söylenir. Hz. Yusuf’u Gilead’dan Mısır’a giderken alıp götüren Midyâni tüccarlardır[34] Hz. Şuayb için yahûdi ve hıristiyan kutsal kitaplarında Hz. Mûsâ’nın kayınpederi olarak Yetro (Jethro, Revel) diye bahsedilir. [35] 

 

Kur’ân-ı Kerim’de Şuayb (a.s.) ve Medyen Kavmi   

Allah (c.c.) Şuayb’ın (a.s.) ismini, Kur’an’da toplam on bir yerde zirketmiştir: 7/A’râf, 85, 88, 90, 92, 92; 11/Hûd, 84, 87, 90, 95; 26/Şuarâ, 177; 29/Ankebût, 36. Şuayb (a.s.) ile kavmi arasındaki tevhid mücâdelesi, Kur’ân-ı Kerim’in 7/A’râf, 11/Hûd, 26/Şuarâ ve 29/Ankebût sûrelerinde gündeme gelir. Şuayb (a.s.)’ın kavmi Medyen ismi de Kur’ân-ı Kerim’de toplam 10 yerde zikredilir. Kavmin diğer adı olan Eyke ise toplam 4 yerde kullanılır. 

“Medyen (oğullarına) da kardeşleri Şuayb’ı (peygamber olarak gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a ibâdet/kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir: Artık ölçüyü tartıyı tam yapın. İnsanların eşyalarını eksik vermeyin. Islah edildikten sonra yeryüzünde ifsâd/bozgunculuk yapmayın. Eğer inananlardan iseniz bunlar sizin için daha hayırlıdır. [36]

İman edenleri tehdit ederek Allah yolundan alıkoymak için ve o yolda çarpıklık arayarak öyle her yolun (başını) kesip oturmayın. Düşünün ki siz az idiniz de O sizi çoğalttı. Bakın ki, fesatçıların/bozguncuların sonu nasıl olmuştur! [37]

Eğer içinizden bir grup benimle gönderilene iman eder, bir grup da inanmazsa, Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. O hâkimlerin en hayırlısı/iyisidir.’ [38]  

Kavminden müstekbir mele’ (ileri gelen kibirliler/büyüklük taslayanlar) dediler ki: ‘Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber iman edenleri memleketimizden çıkaracağız, yahut dinimize döneceksiniz.’ (Şuayb) dedi ki: ‘İstemesek de mi (bizi yurdumuzdan çıkaracak veya dinimizden döndüreceksiniz)?! [39]

(Andolsun ki,) Allah bizi ondan (kâfirlikten) kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek, Allah’a karşı iftirâ emiş oluruz. Rabbimiz Allah’ın dilemesi hali müstesnâ, geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah’a tevekkül eder/dayanırız. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adâletle hükmet (kimin haklı, kimin haksız olduğunu adâletle açığa çıkar). Çünkü Sen hükmedenlerin en hayırlısısın.’ [40]

Kavminden mele’ (ileri gelen) kâfirler dediler ki: ‘Eğer Şuayb’e uyarsanız o takdirde siz mutlaka ziyana uğrarsınız.’ [41]

Derken o şiddetli deprem onları yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü donakaldılar (diz üstü çökerek helâk oldular). [42]

Şuayb’i yalanlayanlar sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular. Asıl ziyana uğrayanlar Şuayb’i yalanlayanların kendileridir. [43]

(Şuayb) Onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: ‘Ey kavmim! Ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!” [44]

“Onlara, kendilerinden öncekilerin; Nuh, Ad, Semud kavminin, İbrahim kavminin, Medyen ahalisinin ve yerle bir olan şehirlerin haberi gelmedi mi? Onlara resulleri apaçık deliller getirmişlerdi. Demek ki Allah, onlara zulmediyor değildi, ama onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.” [45]

“Medyen (halkına da) kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah’a ibâdet edin, O’ndan başka ilâhınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın; gerçekten sizi bir bolluk ve refah (hayır) içinde görüyorum. Doğrusu sizi çepeçevre kuşatacak olan bir günün azâbından korkuyorum. [46]

Ve ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapın; insanlara eşyalarını eksik vermeyin; yeryüzünde bozguncular olarak dolaşmayın. [47]

Eğer mü’min iseniz Allah’ın (helâlinden) bıraktığı (kâr) sizin için daha hayırlıdır. Ben üzerinize bir bekçi değilim.’ [48]

Dediler ki: ‘Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını (putları), yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmayı terketmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın!’ [49]

Dedi ki: ‘Ey kavmim! Eğer benim, Rabbim tarafından (verilmiş) apaçık bir delilim varsa ve O bana tarafından güzel bir rızık vermişse buna ne dersiniz? Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam ancak Allah’ın yardımı iledir. Yalnız O’na dayandım ve yalnız O’na döneceğim. [50]

Ey kavmim! Sakın bana karşı düşmanlığınız, Nuh kavminin veya Hûd kavminin, yahut Sâlih kavminin başlarına gelenler gibi size de bir musibet getirmesin! Lût kavmi de sizden uzak değildir. [51]

Rabbinizden bağışlanma dileyin; sonra O’na tevbe edin. Muhakkak ki Rabbim çok merhametlidir, (mü’minleri) çok sever.’ [52]

 Dediler ki:’ Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve içimizde seni cidden zayıf (âciz) görüyoruz! Eğer kabilen olmasa, seni mutlaka taşlayarak öldürürüz. Sen bizden üstün değilsin.’ [53]

(Şuayb:) ‘Ey kavmim dedi, size göre benim kabilem Allah’tan daha mı güçlü ve değerli ki, onu (Allah’ın emirlerini) arkanıza atıp unuttunuz. Şüphesiz ki Rabbim yapmakta olduklarınızı çepeçevre kuşatıcıdır. [54]

Ey kavmim! Elinizden geleni yapın! Ben de yapacağım! Kendisini rezil edecek azâbın geleceği şahsın ve yalancının kim olduğunu yakında öğreneceksiniz! Bekleyin! Ben de sizinle beraber beklemekteyim.’ [55]

Emrimiz gelince, Şuayb’ı ve onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık; zulmedenleri ise korkunç bir gürültü yakaladı da yurtlarında diz üstü çökekaldılar. [56]

Sanki orada hiç refah içinde yaşamamışlar gibi. Haberiniz olsun; Semud (halkına) nasıl bir uzaklık verildiyse Medyen (halkına da Allah’ın rahmetinden öyle) bir uzaklık (verildi).” [57]

“Eyke halkı da gerçekten zâlim idiler. [58]

Biz onlardan da intikam aldık. İkisi de (Eyke ve Hicr) açık bir yol üzerindedir.” [59]

“Hani kız kardeşin gezinip; ‘Onu(n bakımını) üstlenecek birini size haber vereyim mi?’ demekteydi. Böylece, seni annene geri çevirmiş olduk ki, gözü aydın olsun ve hüzne kapılmasın. Sen bir insan öldürmüştün de, biz seni tasadan kurtarmış ve seni esaslı bir denemeden geçirip sınamıştık. Medyen halkı arasında da yıllarca kalmıştın, sonra bir kader üzerine (buraya) geldin ey Mûsâ.” [60]

“Medyen halkı da (peygamberlerini yalanlamıştı). Mûsâ da yalanlanmıştı. Böylelikle Ben, o inkâr edenlere bir süre tanıdım, sonra onları yakalayıverdim. Nasılmış Benim (herşeyi alt üst edip kökten değiştiren) inkılâbım.?” [61]

“Âd’ı, Semûd’u, Ress halkını ve bunlar arasında daha birçok nesilleri de (inkârcılıklarından ötürü helâk ettik).” [62]

“Eyke halkı da peygamberleri yalancılıkla suçladı. [63]

Şuayb onlara şöyle demişti: ‘(Allah’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? [64]

Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim [65]

Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. [66]

Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir. [67]

Ölçüyü tastamam yapın, (insanların hakkını) eksik verenlerden olmayın. [68]

Doğru terazi ile tartın. [69]

İnsanların hakkı olan şeyleri kısmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. [70]

Sizi ve önceki nesilleri yaratan (Allah) dan korkun.’ [71]

Onlar şöyle dediler: ‘Sen, olsa olsa iyice büyülenmiş birisin! [72]

Sen de, ancak bizim gibi bir beşersin. Bilki, biz seni ancak yalancılardan biri sayıyoruz. [73]

Şâyet doğru sözlülerden isen, üstümüze gökten azap yağdır!’ [74]

Şuayb: ‘Rabbim yaptıklarınızı en iyi bilendir’ dedi. [75]

Velhâsıl onu yalancı saydılar da, kendilerini o gölge gününün azâbı yakalayıverdi. Gerçekten o, muazzam bir günün azâbı idi! [76]

Doğrusu bunda büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler. [77]

Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak galip ve engin merhamet sahibidir.” [78]

“Medyen’e doğru yöneldiğinde de: ‘Umarım Rabbim, beni doğru bir yola yöneltip iletir’ dedi. [79]

Medyen suyuna vardığı zaman, su almakta olan bir insan topluluğu buldu. Onların gerisinde (hayvanları su başına götürmekten çekinen) iki kadın buldu. Dedi ki: ‘Bu durumunuz ne?’ ‘Çobanlar sürülerini sulamadıkça, biz sürülerimizi sulayamayız; babamız, yaşı ilerlemiş bir ihtiyardır’ dediler.” [80]

“Ancak Biz birçok nesiller inşa ettik de onların üzerinde (nice) ömür(ler) uzayıp geçti. Ve sen Medyen halkı içinde yaşayıp da âyetlerimizi onlardan okuyarak öğrenmiş değilsin. Ancak (bu bilgileri sana) gönderen Biziz.”[81]

“Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Böylece dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah’a kulluk edin ve ahiret gününü umud edin ve yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın.’[82]

Fakat onu yalancılıkla itham ettiler. Derken, kendilerini bir sarsıntı yakalayıverdi ve yurtlarında diz üstü çöke kaldılar. [83]

Âd ve Semûd’u da (helâk ettik). Sizin için, (onların başına nelerin geldiği) oturdukları yerlerden apaçık anlaşılmaktadır. Şeytan onlara yaptıkları işleri güzel gösterip onları doğru yoldan çıkardı. Oysa bakıp görebilecek durumdaydılar. [84]

Karun’u, Firavun’u ve Hâmân’ı da (helâk ettik). Andolsun ki, Mûsâ onlara apaçık deliller getirmişti de onlar yeryüzünde büyüklük taslamışlardı. Hâlbuki (azâbımızı aşıp) geçebilecek değillerdi. [85]

Nitekim, onlardan her birini günahı sebebiyle cezâlandırdık. Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine zulmediyorlardı.” [86]

“Onlardan önce Nuh kavmi, Res halkı ve Semûd da yalanlamıştı. [87]

Âd ve Firavun ile Lût’un kardeşleri de (yalanladılar). [88]

Eyke halkı ve Tübba’ kavmi de. Bütün bunlar peygamberleri yalanladılar da tehdidim gerçekleşti!” [89]

“İnsanlardan alırken ölçüp tarttıklarında tam, onlara vermek (satmak) için ölçüp tarttıklarında ise noksan yapan hilekârlara yazıklar olsun!” [90]

 

Ölçü-Tartı ve Hile

Sıvılar ve taneli bitkiler gibi bir hacim ölçülü veya belirli bir kapla ölçülerek alınıp satılan şeylere ölçü ile satılan (mekîlât)lar denir. Zeytin yağı, gaz, arpa, mısır gibi. Günümüzde sıvı maddeler "litre" ile; katı fakat içine konulduğu kabın şeklini alabilen maddeler de "hacmi belirli bir ölçekle" alınıp satılmaktadır.

Ağırlık ölçüleri ile alınıp satılan şeylere de "tartı ile satılanlar (mevzûn)" denir. Ağırlık ölçü birimleri dirhem, dinar ve miskal gibi İslâm hukukunda ölçü alınan birimlerdir. Günümüzde bunların yerine gram, kilogram ve ton gibi ağırlık (vezn) ölçüsü birimleri kullanılmaktadır. Demir, kömür, çimento, şeker gibi şeyler tartı ile alınıp satılmaktadır.

Bazı malların ölçü veya tartıyla satılması onları standart hale getirmektedir. Bu; özellikle fâiz yasağında etkisini gösterir…

Bir toplumda sosyal adâletin sağlanabilmesi, karşılıklı hakların korunabilmesi için her şeyden önce ölçü ve tartının doğru ve düzgün olması gerekir. Bunu temin etmek için iki şart vardır. Biri bizzat ölçeği tam yapmak; eksik, fazla veya yanlış âlet/araç kullanmamaktır. İkincisi de, tam ve doğru alıp tartmaktır. Ölçme ve tartmanın doğru olması, bir hak, adâlet anlayışı, din ve vicdan meselesidir. Ölçüyü, ölçeği ve tartıyı doğrultacak olanlar bunlardır. Vicdanlardan hak ve adâlet fikrini kaldırdığınız zaman, içlerinde Allah korkusu olmayan İnsanlar, doğru âletle ölçerken bile yanlışlık yapmaktan çekinmezler. İnsanlar başkalarının haklarını kendi haklarıyla bir tutarak ölçü ve tartıda doğru ve dürüst olma duygusundan yoksun oldukları sürece; alırken fazla, verirken eksik yapmaktan kurtulmaları mümkün değildir. Bunun için önce vicdanları düzeltmek, sonra da ölçü ve tartı âletlerini ıslah etmek gerekir. Bu da vicdanlara Allah korkusu ve âhiret inancını yerleştirmekle olur. Ölçü ve tartıda hile yapmak, doğru dürüst hareket etmemek büyük günahtır.

Kur’ân-ı Kerim’de ticaret erbâbı, ölçü ve tartıda eksiklik yapmamaları için şöyle uyarılır: "Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline! Onlar, İnsanlardan ölçüp alırken eksiksiz alırlar. Kendileri onlara ölçerek veya tartarak sattıkları zaman eksik verirler."[91] 

Ölçü ve tartının doğru olması, alış-verişe hilenin karıştırılmaması gerekir. İslâm dini, İnsanları ahlâka, fazîlete ve muâmelelerinde dürüstlüğe çağırır. Müslümanın en dikkate değer özelliği, dürüst oluşudur. Alış-verişlerde hîleden maksat; bir kimseyi söz, fiil ve davranışlarıyla etkileyerek satım akdinin onun yararına olduğunu telkîn etmek ve onu piyasa fiyatının dışında bir satış bedeline râzı etmektir. Âyet-i Kerîme'de şöyle buyrulur: "Veyl (Azap, yazıklar) olsun ölçüde tartıda noksanlık edenlere ki, onlar İnsanlardan ölçüp (haklarını) aldıkları zaman tam olarak alırlar. Fakat insanlara (verilmek üzere) ölçtükleri veya onlara tarttıkları zaman eksiltirler."[92] [93]

Hz. Muhammed (s.a.s.) Peygamber olduğu zaman Hicaz'da Araplar ticâretle uğraşıyordu. Peygamber (s.a.s.) vahiy gereği olarak düzenleyici bazı hükümler getirerek dürüst bir piyasanın teşekkülünü sağladı. Ebû Hüreyre’den rivâyet edildiğine göre, Hz. Peygamber bir gün pazar yerinden geçerken, elini bir zâhire yığınının içine sokmuş, altının ıslak olduğunu görünce satıcıya sebebini sormuştur. Satıcı yağan yağmurun ıslattığını bildirince, Allah’ın Elçisi şöyle buyurmuştur: “Bu ıslaklığı herkesin görmesi için zâhirenin üzerine çıkarman gerekmez miydi? Bizi aldatan bizden değildir.”[94] Bu hadis, alış-verişte hile yapmanın haram olduğuna delâlet eder. Hile sâbit olunca satılan şeyin veya satış bedelinin geri verilmesi, yalnız gabn-ı fâhiş (aşırı yararlanma) hali varsa gerekli olur. Bu da Hanefî mezhebine göre ancak tarafları aldatması (tağrîr) hâlinde sözkonusu olur. Yani hile ve aldatma yanında, fâhiş gabn hâli de varsa satım akdinin bozulması mümkün ve câiz olur. Satıcı veya dellâlin, alıcıyı yanıltması ve fâhiş bir kârla satım akdini yapmaya râzı etmesi gibi. Hz. Ebû Bekir, halife iken valilerini irşâdında fâhiş gabn nisbetini üçte bir olarak belirlemiştir. Bu duruma göre gabn; bir malın kıymetinden açık, yani göze batan bir şekilde fazla veya eksik bir fiyatla satılmasıdır. Fazlalık veya noksanlık açık olduğu zaman fâhiş gabn meydana gelir.

Hz. Peygamber, dürüst ticâret yapanları şu hadisi ile övmüştür: “Sözü ve muâmelesi doğru tüccâr, kıyâmet gününde arşın gölgesi altındadır.”[95] Ayrıca müşteri aldığı bir malı herhangi bir sebeple geri vermek isteyebilir. Hanefî fakîhlerine göre hem müşteri ve hem satıcı aldıkları malı geri verme veya geri alma hakkına sahiptirler. Ancak böyle bir geri dönüşte ilk alınan bedel aynen geri verilir. Yoksa yeni bir fiyat ile verilemez. O zaman yeni bir alış-veriş olur. Bu durumda iki taraf da zarara sokulmamalıdır. Alıcı malı geri vermek istediğinde satıcı bu mal karşılığı almış olduğu parayı tüketmiş ise, bu durum satışın bozulmasına engel değildir. Fakat satılan mal kısmen veya tamamen helâk olmuşsa böyle bir durumda satıştan geri dönülmez. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.): “Satışı bozmak isteyen mü’mine kolaylık gösteren kimseyi, Allah (c.c.) sürçüp düşmekten korur”[96] buyurmaktadır. [97]    

Tefecilik, fâiz, kumar, rüşvet, gasb, çalma, hiyânet gibi hileli kazanç yollarının hepsi bâtıldır. Bu çeşit yollarla para kazanmak haramdır. Yalnız, kişinin çalışması, karşılıklı rızâya dayanan helâl malların ticâreti, hibe ve miras yoluyla elde ettiği mal helâldir. Ticâretin meşrûluğu, karşılıklı rızâya bağlıdır. Aldatma bulunan ve aldatmanın farkına varıldığı zaman, taraflardan birinin râzı olmayacağı ticâret meşrû değildir. Hz. Peygamber (s.a.s.), "...Aldatan kimse bizden değildir!"[98] buyurmuştur.

 

Ticârî Muâmelelerdeki Haramlar ve Haram Kazanç Yolları

 

a- Haram Olan Şeyleri Satmak: “Allah ve Rasûlü şarap, boğazlanmamış hayvan (meyte), domuz ve put satışını haram kılmıştır.”[99] “Allah bir şeyi haram kılınca onun bedelini de haram kılar.”[100]   İçki, zina ve kumar gibi haram yollardan kazanç da haramdır:“İçki içilmesini yasaklayan Allah, içkinin alım ve satımını da haram kılmıştır.”[101]; “Çirkin eylem ve sözlerin mü’minlerin arasında yayılmasını arzu edenler (yok mu?) Onlara dünyada da âhirette de pek acıklı bir azab vardır.”[102]; “Kazancın en şerlisi zinâ bedelidir.” [103]      

 

b- Bir Yanı Meçhul Satış: Fıkıh ve hadis kitaplarının “cehâlet ve ğarar”  diye ifade ettikleri şey, akdin unsurlarından biri meçhul kalan, yahut gerçekleşmesi şüpheli bulunan satıştır. Eğer bu bilinmezlik, arada anlaşmazlık çıktığı takdirde çözüm ve icrâyı imkânsız kılacak ölçüde ise satım akdi fâsiddir. “Sürüden bir koyunu, başakları olgunlaşmadan buğdayı veya arpayı, denizdeki balığı...” satmak buna örnektir. Peygamberimiz (s.a.s.) anlaşmazlık çıkmasın, bir taraf zarara uğramasın diye bu nevi satışları yasaklamıştır. [104]

 

c- Narh Koymak: İslâm prensip olarak piyasaya müdâhale etmez; arz ve talep gibi tabiî ve iktisâdî kurallar içinde pazarı serbest bırakır. Nitekim Peygamberimiz’in zamanında fiyatlar yükselmiş, narh koyarak fiyatları sınırlaması için kendisine başvurmuşlardı; şöyle buyurdu: “Fiyatı ayarlayan, bolluk, darlık ve rızık veren Allah’tır. Şüphesiz ben, -hiçbir kimsenin, benden talep edeceği mal ve can hususundaki bir haksızlığım olmadan- Allah’a kavuşmak emelindeyim.”[105] Ancak, fertler bu hürriyeti toplumun zararına olacak şekilde kötüye kullanırlar, ihtikâr (karaborsa), stokçuluk, lüks tüketimi körüklemek gibi yollara saparlarsa müdâhale ve sınırlama zarûrî olarak câiz görülmüştür.

 

d- Fiyatlarla Oynamak: İslâm’da mukavele ve piyasa hürriyeti esas olmakla beraber, hürriyetin mutlak olmadığına, toplumun menfaati ile sınırlı bulunduğuna işaret etmiştik. Fiyatların yapay olarak artmasına sebep olanlar hakkında Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Pahalılığı arttırmak için müslümanların fiyatlarına müdâhale eden kimseyi, kıyâmet gününde büyük bir ateşe oturtmayı Allah üzerine almıştır.”[106] Üretimin az, tüketimin fazla olması gibi tabiî etkenler dışında fiyatların artması bazı müdâhalelerle olmaktadır; bunlardan birkaçını örnek olarak zikredelim:

 

İhtikâr/Karaborsacılık: İhtikâr, bir malı (fiyatı artınca satmak üzere) piyasadan çekmek, stok etmek veya piyasaya sürmemektir. “Pazara mal getiren merzuk (rızık verilmiş), ihtikâr yapan mel’undur (lânetlenmiştir).”[107]; “Fiyatını arttırmak gâyesiyle kırk gün ihtikâr eden kimse, Allah’tan uzaklaşır; Allah da ondan uzaklaşır.” [108] 

 

Kabz-ı mallık ve Komisyonculukla Yapay Olarak Piyasaya Müdâhale: Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), şehirdeki satıcının, köylü malını, pazara gelmeden teslim alarak azar azar pahalı satmasını yasaklamıştır.[109] Bu mânâdaki birçok hadisin müşterek hedefi şudur: “Üretici malı doğrudan doğruya pazara arzedecek, araya başkaları girerek fiyatın sun’î (yapay) bir şekilde artmasına sebep olmayacaktır. Maksat bu olduğuna göre fiyat artışına sebep olmayan hizmetler, yardımlar, aracılıklar, pazarlama ve dağıtım işleri yasak değildir. Üreticinin malını tüketiciye arzeden, satıcıya müşteri bulan ve bunun için de belirli bir ücret veya yüzde alan hizmetler meşrûdur.

Menkul kıymetlerin fiyatlarını sun’î/yapay olarak artırmak veya düşürmek için başvurulan hileler, spekülatif faâliyetler de fiyatlarda oynamaktır ve câiz değildir.

 

e- Hileli Arttırma: Peygamberimiz’in men ettiği “necş”[110] şöyle açıklanmıştır: Malı almak niyeti olmadığı halde üçüncü şahısları aldatmak için değerinden fazla fiyat vermek. Açık ve kapalı arttırma veya eksiltmelerde yapılan hile ve muvâzaalar (danışıklı pazarlıklar) da bu hadisin hükmüne dâhildir.

 

f- Hile ve Aldatma: Peygamberimiz bir gün pazarı dolaşırken tahıl satan birisinin yanına gelmiş, elini daldırmış, altının ıslak olduğunu görerek sormuştu: “Bu (ıslaklık) nedir?” ‘Yağmur ıslatmıştı!’ “Halkın görebilmesi için ıslak olanı üste getirseydin ya? Bizi aldatan bizden değildir.”[111] Hadisin son cümlesi hile konusunda bir düstur mâhiyetindedir. Reklâm, malı tanıtma sınırını geçer, işe yalan ve abartma karışırsa hile ve aldatma gerçekleşmiş olur. (Şimdiki reklamların hemen hepsi helâl olan tanıtım sınırını aşmakta ve kazancı haram edecek aldatma ve yalan alanına girmektedir.)

 

g- Yemin: Peygamberimiz tüccarı, genel olarak çok yeminden ve özel olarak da yalan yere yeminden men etmiştir: “Yemin, malı harcama (elden çıkarma), bereketi mahvetme sebebidir.” [112]

 

h- Eksik Ölçmek ve Tartmak: Ölçme ve tartma konusunda elden geldiği kadar dürüst davranmak, hile yapmamak, eksik ölçü ve tartı ile satış yapmamak Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyetine konu teşkil etmiştir.[113] İstatistik, anket ve sayım hileleri de eksik ölçme ve tartma kavramına girer. “Ölçekte ve tartıda hile yapanların vay haline...”[114]; “Kim bize hile yapar (karıştırılmış mallarla bizi) aldatırsa, bizim yaşayışımız üzerinde yaşayanlardan değildir.” [115]

 

i- Çalınan ve Gasbedilen Şeyi Satın Almak: Çalınan veya haksızlıkla sahibinden alınan bir şeyi bilerek satın almak bu haksız fiile yardımdır. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kim, bildiği halde hırsızlık eşyayı satın alırsa onun günahına ve şerefsizliğine katılmış olur.” [116]          

 

i- Fâiz: "Fâiz yiyen kimseler (kabirlerinden), tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali, 'alış veriş (ticâret) de fâiz gibidir' demelerindendir. Oysa ki Allah, ticâreti helâl, fâizi haram kılmıştır..."[117] İslâm, bütün çeşitleri ve miktarlarıyla fâizi yasaklamış, haram kılmıştır. İçkinin günahı, nasıl yalnızca içenin üzerinde kalmıyorsa, fâizin vebali de sadece onu yiyene âit değildir. Fâizi ödeyen, mukaveleyi yazan ve şâhidlik edenler de günaha girmektedir. Hadiste “Allah Teâlâ’nın fâiz yiyeni, yedireni, şâhidlerini ve yazanı lânetlediği”[118] ifade edilmiştir.

Fâiz yasağının sebep ve hikmetleri, şu maddelerle özetlenebilir:

1- Fâizli kredi kullananlar fâizi de maliyete ekledikleri için bu fazlalık sonunda tüketiciden (sermayesi olmayan, emekçi, zanaatkâr vb. dar gelirli ve fukarânın cebinden) çıkmaktadır. Böylece zengin daha zengin, fakir ise daha fakir hale gelmektedir.

2- Fâizli kapitalist sistemlerde zengin-fakir arasındaki refah farkı gittikçe büyüyeceği için bunun sonucu sosyal bunalımlar, anarşi ve fesât toplumu kasıp kavuracaktır.

3- Fâizsiz kredi İnsanları birbirine yaklaştırırken, fâiz uzaklaştırmakta, düşmanlık doğurmaktadır.

4- Fâizcilik, paradan para kazanan, rantiyeci, hortumcu, toplum içinde fâiz yiyip yatan, işsiz güçsüz ömür tüketen, topluma hizmetten uzak yaşayan bir sınıfın doğmasına sebep olmaktadır.

5- Fâizli kredi ile çalışan kimse gece gündüz çalışıp didinirken riziko içindedir; fâizci ise, hem emeksiz hem de endişesizdir. Bu durum, kişilerin adâlet duygusunu zedelemekte, ahlâka ve toplum dayanışmasına ters düşmektedir.  

 

k- Sigorta Şirketi: İnsanoğlunun mutluluğu üzerinde güvenlik duygusunun büyük payı vardır. Malı, canı, değerleri üzerinde kaygısı ve korkusu olan kimse huzurlu ve mutlu olamaz. Hiçbir tedbir almadan Allah’a tevekkül, bazı havâssın hali ve kârı olabilir; ancak Rasûl’ün ümmetine tavsiyesi tedbirdir. Sigorta da dünyevî tedbirlerden biridir. Ancak sigorta, İnsanların istikbal endişesini, kaza ve felâkete uğrama korkusunu istismar ederse İslâm’ın bunu meşrû görmesi düşünülemez. Bilinen üç sigorta çeşidi vardır: Devlet sigortası, üyelik sigortası ve ücretli (özel) sigorta.

Bunlardan birincisi, İslâm’da en kâmil mânâda gerçekleşmiştir. Bütün vatandaşların kazâ, felâket, angarya yüklenme ve yoksulluk karşısında İslâm devletine (beytü’l-mâle) başvurma hakkı vardır. Üyelik sigortası: Meselâ bir iş koluna mensup üyelerin içlerinden birisi kazâ veya felâkete uğradığı, yardıma muhtaç olduğu zaman yardım edilmek üzere periyodik bir meblâğ vermeleriyle gerçekleşir. Bu da meşrûdur, teşvike değer bir sigorta çeşididir. Ücretli (özel) sigortaya gelince; bir sigortacının kazâ, yangın, ölüm ve benzeri durumlarda zararı ödemek, bunlar meydana gelmezse hiçbir şey ödememek, para sigortacıya kalmak üzere bir şahısla ücretli sigorta akdi yapmasıyla vücut bulur. Bu şekil, özellikle sigortacının kazancı açısından İslâmî hükümlere aykırıdır. Ancak, zarûret halinde câiz olabilir. [119]

 

l- Tahvil: Tahvil, alınıp satılabilen fâizli borç senedi mâhiyetindedir. Tahvili ister devlet çıkarsın, ister özel şahıs ve şirketler çıkarsın, esası fâiz karşılığında borç almaktır. İslâm fâiz alıp vermeyi haram kıldığına göre tahvil alıp satmak, bu yoldan kazanç elde etmek de helâl değildir.

Dövize endeksli tahvil ve döviz karşılığı borç alma: Tahvil alanın parasının değerini de koruyarak gelir sağlamasını mümkün kılmak ve tahvil alım-satımını teşvik etmek için başvurulan yeni bir yol da tahvile yatırılan parayı, daha doğrusu tahvilin nominal değerini, tahvil ihracı sırasında geçerli kura göre dolar ve Euro gibi bir dövize bağlamak ve ana para, Türk lirası olarak iâde edilirken, iâde sırasındaki kura göre tahvil bedelini ödemektir. Dövize endeksli tahvillerde fâiz de ödendiği için bu işlem İslâm hukuku bakımından câiz olmamaktadır.

Borçlanmaların karz-ı hasen (güzel borç, Allah rızâsı dışında karşılık beklemeden borç/ödünç para vermek) şeklinde olmasını Kur’an tavsiye etmektedir.[120] Dövize veya altına bağlı ödünç alıp verme işlemleri de paranın değer kaybını önlemeye, dolayısıyla borç verenin zarara girmesine engel olmaya yönelik tedbirlerdir.    

 

m- Rüşvet: “(Kişi ve toplum haklarını kendi zimmetine geçirmek için) Rüşvet alana, verene ve aracı olana Allah lânet etsin!” [121]

 

n- Emeği sömürmek: “İşçiye hakkını, teri kurumadan veriniz.”[122]; “Ben kıyâmet gününde üç kişinin hasmıyım. Bana verdiği sözden cayanın, hür bir kimseyi satıp hakkını yiyenin, bir işçiyi çalıştırıp hakkını tam olarak vermeyenin.” [123]

 

o-  Hırsızlık, gasp: "Ey iman edenler! Aranızda karşılıklı rızâya dayanan ticâret olması hali müstesna, mallarınızı, bâtıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size merhametlidir. Kim düşmanlık ve haksızlık ile bunu yaparsa (bilsin ki) onu ateşe sokacağız; bu ise Allah'a çok kolaydır." [124]

 

Haram Kazanç Yolları: Aslında helâl olan, fakat içki, kumar, fuhuş ve fâiz parası gibi haram yollarla kazanılmış olan paralarla alınan gıdâ maddelerini yemek de haramdır. Böyle haram parayla elde edilen yiyecekler, farkında olmasak bile beden ve ruh sağlığımız açısından sakıncalı, âhiret gıdâlarına ulaşma açısından engelleyici özelliktedir. Kur’an, helâl ve temiz gıdâlardan yememizi emretmiş, maddî bakımdan temiz olsa da, haram olan gıdâlar, manevî yönden temiz değildir.

Mü’min, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin ihtiyaçlarını karşılamak ve gücü yetiyorsa toplumdaki ihtiyaçları gidermek için Allah’ın meşrû kıldığı, helâl yollardan geçimini temin etmeye çalışacaktır. Geçim zorluğunu bahane ederek haram yollardan para kazanmaya çalışmak, dünyada zulme ve sömürüye sebep olmak, âhirette ilâhî azaba uğramak demektir. Peygamberimiz bu gerçeği şöyle açıklar: “Haramla beslenen vücut (cennete girmez;) ona ancak ateş yaraşır.” [125]

Haramla beslenen kimse, Allah'tan uzaklaşacağı için, duâsı da Allah tarafından kabul edilmeyecektir. "...Bir kimse ellerini semâya kaldırarak: 'Ya Rabbi, ya Rabbi, diye duâ eder. Hâlbuki, yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, kendisi haramla beslenmiş olursa, duâsı nasıl kabul edilir?"[126] Müslümanın yiyeceğine, içeceğine, giyeceğine ve diğer ihtiyaçlarına dikkat edip, bu konuda haramlardan tüm gücüyle uzak durması gerekmektedir. Helâl lokmanın getireceği nimet de büyük olacaktır: "Kim helâl lokma yer, Sünnet (Şeriat) gereğince amel eder ve İnsanlar da, onun kötülüklerinden emin olurlarsa, o kişi muhakkak cennete girer." [127]   

Allah'a hakkıyla kulluk yapan, temiz ve helâl rızıklardan başkasını istemeyip nimetlere şükreden sâlih kullara, Allah dünyada da güzellikler ve zenginlikler verir. Nankörlük edenlerin kendilerine gelmesi için, onları cezalandırır: "Allah, güven (ve) huzur içinde olan bir  şehri  misal  verir  ki,  o  şehrin  (halkının)  rızkı  her  taraftan  bol  bol  gelirdi.   Fakat,  Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler de yapmakta oldukları şeylerden dolayı Allah, onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı. Andolsun ki, onlara kendilerinden peygamber geldi de onu yalanladılar. Onlar (kendilerine) zulmederlerken azap onları hemen yakalayıverdi." [128]

İslâm âlimlerine göre kazanç yollarının fazilet sırası şöyledir: 1. Cihad, 2. Ticâret, 3. Ziraat, 4. Zanâat. Bu yollarla kazanç sağlamanın hükmü:

a- Kendine, âilesine ve borçlarını ödemeye yetecek kadar kazanmak farzdır.

b- Fakirlere bakmak, akrabaya ikrâm etmek için bundan fazlasını kazanmak müstehaptır.

c- Güzel ve müreffeh bir hayat sürmek için kazanmak mubahtır.

d- Helâl kazanç ile de olsa övünmek, yarışmak, azgınlık ve taşkınlık yapmak için kazanmak mekrûh veya haramdır. [129]

 

Hadis-i Şeriflerde Ticaretin Övülmesi, Hilenin Yerilmesi

Güvenilir ve doğru tâcirin, kıyâmet gününde şehidlerle beraber bulunacağını[130] söyleyen Hz. Peygamber (s.a.s.), yalanın İnsanı cehenneme sürükleyeceğini,[131] Allah'ın nasip ettiği rızkı güzel, helâl yoldan aramayı,[132] başkasının satışına engel olmamayı,[133] hayvanların sütlerini memelerinde bekletip satmamayı,[134] gereksiz yere ticârete aracı ve komisyoncuların girmemesini emretmiş[135], vurgunculuğu kesin şekilde yasaklamıştır. [136]   

"Doğru, dürüst ve güvenilir tâcir, Peygamberlerle, sıddıklarla ve şehidlerle beraberdir." [137]

“Sözü ve muâmelesi doğru tüccâr, kıyâmet gününde arşın gölgesi altındadır.” [138]

"En güzel ve hoş kazanç o tüccarındır ki; konuştuğunda yalan söylemez, kendisine inanıldığında emniyeti kötüye kullanmaz, vaad ettiğinde vaadinden dönmez, satın aldığında malı kötülemez, sattığında da övmez, borçlandığında vâdesini geçirmez ve alacaklı olduğunda borçluya güçlük çıkarmaz." [139]

"Kim hacim ölçüsü ve tartıyla bir yiyecek satın alırsa, ölçmeden ve tartmadan onu başkasına satmasın." [140]

"Siz ıyne alış-verişi yaptığınız, sığırların kuyruğuna yapıştığınız, tarıma râzı olduğunu (sanâyileşmediğiniz) ve cihadı terk ettiğiniz zaman Allah size zilleti Mûsâllat kılar. Ondan, cihad yapıp dininize dönünceye kadar da kurtulamazsınız." [141]

"Alıcı ve satıcı ayrılmadıkça muhayyerdirler. Dürüst davranır, gerçeği açıklarlarsa satışları bereketlenir. Ama gerçeği saklar ve yalan söylerlerse satışlarından bereket kaldırılır." [142]

"Bizi aldatan bizden değildir." [143]

"Kim kusurunu söylemeden ayıplı malı satarsa Allah'ın gazabı ve meleklerin lâneti onun tepesine yağmaya devam eder durur." [144]

"Ey tâcirler topluluğu! Muhakkak ki Allah'tan korkan, iyi ve doğru olanların hâricindeki tâcirler günahkâr ve şerliler olarak haşr olunacaklardır!" [145]

"Yemin, malın tükenmesine, bereketin eksilmesine sebeptir." [146]

"Allah'ın buğzettiği üç kişi: Başa kakan cimri, kibirlenen mağrur ve çok yemin eden tâcirdir." [147]

"Üç kişiye Allah kıyâmet gününde rahmet nazarıyla bakmaz. Onları temize çıkarmaz. Onlar için elem verici bir azap vardır." Sahâbe dediler ki: "Kim onlar yâ Rasûlallah? Gerçekten onlar büyük zarara uğradılar, elleri boş kaldı ve iflâs ettiler." Rasûlullah (s.a.s.) cevaben buyurdu ki: "İyiliğini başa kakan, kibirlenmek için uzun elbise giyen ve malının değerini yalan yeminlerle arttırarak satışını kolaylaştırmak isteyen. Siz alış-verişte çok yemin etmekten sakının! Çünkü o satışı teşvik eder, sonra da bereketi yok eder." [148]

"Münâfığın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler. Vaad ettiği zaman zaman sözünde durmaz. Kendisine güvenildiğinde hâinlik eder." [149]

"İmkânı olanın borcunu vâdesinde ödememesi zulümdür." [150]

"Müslümanlar verdikleri söze, koydukları şartlara uyarlar. Sözlerinin erleridirler." [151]

"Kimse rızkını tamamlamadan ölmez. Sabırsızlık etmeyin. Allah'tan korkun. Ey İnsanlar! Rızkı meşrû yollardan güzellikle arayın. Helâl olanı alın, haram olanı bırakın." [152]

"Zenginlik, mal çokluğundan değildir. Gerçek zenginlik gönül zenginliğidir." [153]

"Müslüman olup yeterli rızık verilen ve Allah'ın kendisine verdiğine kanaat sahibi kıldığı kimse felâh bulmuştur." [154]

"İşçiye ücretini teri kurumadan veriniz." [155]

"Dışarıdan pazarımıza mal getiren rızıklandırılır. İhtikâr yapan/karaborsacı ise mel'undur." [156]

"Kim ihtikâr/karaborsacılık yaparsa o âsî bir günahkârdır." [157]

"Kim yiyeceklerde müslümanlara ihtikâr/karaborsacılık yaparsa Allah onu iflâs ettirir, cüzzam gibi pis hastalıklara uğratır."  [158]

"İslâm'da zarar vermek ve zarara uğramak, zarara zararla karşılık vermek yoktur."                          [159]

Rasûlullah (s.a.s.), bir buğday satıcısına uğramışlardı. Ellerini buğday yığınına daldırdı. Elleri ıslandı. "Bu ne?" diye sordu. Satıcı yağmurdan ıslandığını söyledi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Islananı halk görsün diye üste çıkarsaydın ya? Bizi aldatan bizden değildir." [160]

 Kim kusurunu açıklamadığı bir malı satarsa, Allah'ın gazabına ve hiddetine uğrar. Melekler de ona lânet eder dururlar." [161]

"Birbirinizin satışı üzerine satış yapmayın. Birbirinize müşteri kızıştırmayın. Şehirli de köylü adına satış yapmasın." [162]

 Muhakkak ki Allah ve Rasûlü içki, ölü, domuz ve put alıp satmayı yasaklamış, haram kılmıştır." [163]

"Allah'ın rahmeti, satarken, alırken ve iddiâ ederken yumuşak olan kimseyedir." [164] buyurmuştur. Yine Buhârî'nin rivâyet ettiği bir hadiste şöyle buyrulur: "Alış-verişte yemin, malın sürümünü arttırsa bile, hakikatte kazancın bereketini giderir." [165]

"Alıp-satanlar" birbirlerinden ayrılmadıkça (vazgeçmekte) muhayyerdirler. Alıp-satanlar alışverişi sıdk ve doğruluk üzere yapar (kusuru) beyan ederlerse alış-verişleri her ikisi hakkında da mübarek kılınır. Yalan söylerler (kusurları) gizlerlerse, belli bir kâr sağlasalar bile, alış-verişlerinin bereketini kaybederler." Bir rivâyet şöyledir: "Alış-verişlerinin bereketi yok edilir: Yalan yemin malı rağbetli, kazancı bereketsiz kılar." [166]

"Satış işine yemin ve yalan bulaşmaktadır, siz (Rabbin gadabını söndüren) sadaka karıştırın" [167]

"(Ticarette yalan) yemin, (tüccarın zannınca) mala rağbeti artırır. (Hâlbuki gerçekte) kazancı giderir." [168]

"Ticârette çok yemin etmekten sakının. Çünkü yemin sürümü artırır, fakat bereketi yok eder." [169]

"Öyle bir devir gelecek ki, insanoğlu, aldığı şeyin helâlden mi, haramdan mı olduğuna hiç aldırmayacak."[170] Rezîn rivâyetinde şu ziyâde vardır: "...Böyle kimselerin hiçbir duâsı kabul edilmez."

 “Yedi helâk ediciden kaçının!” Sahâbîler: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bunlar nelerdir?’ diye sordular. Hz. Peygamber: “Allah’a şirk/ortak koşmak, sihir (büyü) yapmak, Allah’ın haram kıldığı bir canı haksız yere öldürmek, fâiz yemek, yetim malı yemek, savaş meydanından kaçmak, evli, nâmuslu ve hiçbir şeyden haberi olmayan kadınlara zinâ isnad etmektir.” [171]

 "Allah bir şeyi haram kılınca, onun bedelini de haram kılar." [172]

"Kim bildiği halde hırsızlıkla elde edilmiş çalıntı bir malı satın alırsa onun günahına ve alçaklığına ortak olmuştur" [173]

"Pazara mal getiren rızıklandırılmış; ihtikâr (stok ve karaborsa) yapan lânetlenmiştir." [174]

“Bilmiş ol ki, haramdan gıdâsını alıp büyüyen bir ete ancak ateş evlâdır.” [175]

“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden önce o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsı, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa, kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” [176]

 “Muhakkak helâl belli, haram da bellidir. Lâkin aralarında helâle de harama da benzer şüpheli şeyler vardır ki, onları İnsanların çoğu bilmez. Şüpheli şeylerden kaçınan bir kimse; dinini, ırzını/insanî kıymetini korumuş olur. Şüpheli şeylere dalan bir kimse, harama düşme tehlikesindedir. O, tıpkı sınır kenarında hayvan otlatan ve nerede ise yasak yerde otlatacak bir çoban gibidir. Bilin ki, her hükümdarın hudûdu vardır; Allah’ın sınırları ise haramlardır. Haberiniz olsun, bedende bir küçük et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün vücut iyi olur, bozuk olursa bütün beden bozulur. İşte o (et parçası), kalptir.” [177]

“Ey İnsanlar, şüphesiz ki Allah, Tayyib’dir. Tayyibden (temiz, hoş ve helâl olandan)  başka bir şey kabul etmez. Allah, mü’minlere de, Rasûllere emrettiği şeyi emreder: ‘Ey Rasûller, helâl olan şeylerden yiyin ve sâlih amellerde bulunun. Çünkü Ben, sizin yaptıklarınızı bilirim.[178] ve “Ey iman edenler, size verdiğimiz rızıkların tayyiblerinden (helâl ve hoş/temiz olanlarından) yiyin.’[179] buyurmuştur.” dedi. Sonra devam etti: “Bir kimse (Hak yolunda) uzun sefere çıkar, saçları dağılmış, toza-toprağa bulanmış bir halde ellerini semâya kaldırarak: ‘Yâ Rabbi, Yâ Rabbi’ diye duâ eder. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, kendisi haramla beslenmiş olursa, böyle birinin duâsı nasıl kabul edilir?” [180]

"Üç sınıf insan vardır ki kıyâmet günü Allah, onlarla konuşmaz, yüzlerine bakmaz, onları temize çıkarmaz. Hem de onlar için can yakıcı bir azap vardır." (Râvi Ebû Zer dedi ki; Rasûlullah bu cümleyi üç kere tekrarladı. Ebû Zer: 'Bu kimseler tam bir mahrûmiyete ve hüsrâna uğramışlar. Bunlar kimlerdir, ey Allah'ın Rasûlü?' diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.) de şu cevabı verdi: "Elbisesini kibirle yerlerde sürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve yalan yere yemin ederek ticâret malını iyi bir fiyatla satmaya çalışandır." [181]

“Her kim helâl lokma yer, Sünnet (Şeriat) gereğince amel eder ve İnsanlar da onun kötülüklerinden emin olurlarsa, mutlaka cennete girer.” Bunun üzerine bir adam: “Yâ Rasûlallah, bugün halk arasında bu (vasıfta kişiler) pek çoktur’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu: “Benden sonraki asırlarda da bulunacaktır.” [182]

 “Allah, haramdan verilen hiçbir sadakayı ve abdestsiz (su veya toprakla temizlenmeden) de hiçbir namazı kabul etmez.” [183]  

"Hiçbir kimse el emeğinden daha hayırlı yiyecek yememiştir ve Allah'ın peygamberi Dâvud da el emeğini yerdi." [184]

Ebû  Zerr (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.): "Üç işi vardır, kıyamet gününde Allah onlara ne konuşur ne nazar eder ne de günahlardan arındırır, onlar için elim bir azab vardır!" buyurdu ve  bunu üç kere de tekrar etti. Ben: "Ey Allah'ın Rasûlü! Öyleyse onlar büyük zarar ve hüsrana uğramışlardır. Kimdir bunlar?" dedim. Şöyle saydılar: "(Elbisesini kibirle, yerlere kadar salıp) süründüren,  yaptığı iyiliği başa kakan, malını yalan yeminlerle reklâm eden kimseler!" [185]

"Bir kavimde gulûl (denen devlet malından hırsızlık) zuhûr ederse, Allah o kavmin kalplerine korku atar. Bir kavim içinde zinâ yayılırsa orada ölümler artar. Bir kavim, ölçü ve tartılarda (hile yaparak) miktarı azaltırsa Allah ondan rızkı keser. Bir kavmin (mahkemelerinde) haksız yere hükümler verilirse, o kavimde mutlaka kan yaygınlaşır. Bir kavm ahdinden dönüp gadre yer verirse, Allah onlara mutlaka düşmanlarını Mûsâllat eder." [186]

“Mal, yeşil (taze) ve tatlıdır. El açıklığıyla (cömertlik ve ikramla) onu ele geçirenin malına bereket verilir. İnsanlara zulmetmek için kazananın malı ise bereketlenmez. Onun durumu, yiyip doymayan kimse gibidir. Üstteki el, alttaki elden hayırlıdır.” [187]

“Haramla beslenen vücut (cennete girmez;) ona ancak ateş yaraşır.” [188]

“Kim dünyaya çok önem verirse, Allah onun işini dağıtır (zorlaştırır). İki gözünün arasına fakirliği (aç gözlülüğü) koyar. (Hâlbuki) dünyadan ona ulaşacak olan kendisi için yazılandan başkası olamaz. Kimin de niyeti âhiret(i kazanma) ise Allah onun işini toparlar (kolaylaştırır). Onun kalbine zenginliği koyar. Ona dünyadan da ihtiyaç duyduğu şey ulaşır.” [189]

"Zenginlik mal çokluğuyla değildir. (Hakiki) zenginlik göz tokluğudur, gönül zenginliğidir." [190] 

“Sizin elde ettiğiniz dünya metâı, hayır değil; bir fitnedir. Evet, hayır, ancak hayır getirir. Lâkin bu dünya ziynetleri hayır değildir. Çünkü bunlar fitneye sebep olur. Onlarla siz âhiret hususuna yönelmekten meşgul olursunuz. Baharın yetiştirdiği nebatların bazısı, çok yiyen hayvanları ya patlatıp öldürür yahut ölüme yaklaştırır. Ancak ihtiyacına kadar yiyenlere zarar vermez. Dünya malı da öyledir, İnsanlar ona hoş görerek meylederler. Bazısı mala gark oldu denilecek şekilde çok mal edinir, bazısı fazlasına tamah etmeyerek azı ile yetinir. Mala gark olanlar, ekseriyetle onun sebebiyle ya helâk olur yahut helâke yaklaşırlar.” [191]   

“İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, o zamanda ancak öldürmekle ve zorla mülke erişilir, ancak gasb ve cimrilikle zengin olunur, ancak dinden çıkmak ve hevâya uymakla sevgi kazanılır; kim bu zamana ulaşır da zengin olmaya gücü yettiği halde fakirliğe sabreder, sevgi kazanmaya gücü yettiği halde buğz olunmaya sabreder, izzete gücü yettiği halde alçaltılmaya sabrederse Allah kendisine beni doğrulayan elli doğrulayıcı sevabı verir.” [192]

“İhtiyarın kalbi iki şeyi sevme hususunda gençtir: Yaşama sevgisi ile mal sevgisinde.” Diğer rivâyetler de şöyledir: “Âdemoğlu ihtiyarlar, fakat onun iki şeyi genç kalır: Yaşama sevgisi ve mal sevgisi.” “Âdemoğlu büyür, onunla beraber iki şey de büyür: Mal sevgisi, uzun ömür sevgisi.” [193]

“Âdemoğlunun iki vâdi dolusu malı olsa, üçüncü bir vâdi daha isterdi. Âdemoğlunun karnını topraktan başka bir şey dolduramaz. Ama Allah tevbe eden kimsenin tevbesini kabul eder.” [194]    

Sehl İbn Sa’d es-Saidî (r.a.) anlatıyor. “Bir gün Rasûlullah (s.a.s.)’a bir adam gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bana öyle bir amel gösterin ki, ben onu yaptığım takdirde Allah beni sevsin, halk da beni sevsin’ dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Dünyaya rağbet etme, Allah seni sevsin. İnsanların elinde bulunanlara göz dikme ki onlar da seni sevsin!” [195]

"Allah'ım, Âl-i Muhammed'in rızkını belini doğrultacak kadar ver.” -Bir diğer rivâyette- "yetecek kadar ver." [196]

Abdullah İbnu Muğaffel (r.a.) anlatıyor: "Bir adam gelerek "Ey Allah'ın Rasûlü! Ben seni seviyorum" dedi. Rasûlullah: "Ne söylediğine dikkat et!" diye cevap verdi. Adam: "Vallâhi ben seni seviyorum!" deyip, bunu üç kere tekrar etti. Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine adama: "Eğer beni seviyorsan, fakirlik için bir zırh hazırla. Çünkü beni sevene fakirlik, hedefine koşan selden daha sür'atli gelir." [197]

"Kişi mahzurlu olan şeyden korkarak mahzursuz olanı terketmedikçe gerçek takvâya ulaşamaz." [198]

"Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah'ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için gereklidir." [199]

“Dünya sevgisi her çeşit hatalı davranışın başıdır. Bir şeye karşı olan sevgin, seni kör ve sağır yapar.” [200]

“İki haslet vardır, bunlar kimde bulunursa Allah onu şükredenler ve sabredenler arasına yazar: Din hususunda kendinden üstün olana bakıp ona uymak; Dünyalıkta kendinden aşağı olana bakıp Allah’ın kendine vermiş olduğu üstünlüğe hamdetmek. İşte böyle olan kimseyi Allah şükredici ve sabredici olarak yazar. Kim de din konusunda kendinden aşağı olana bakar, dünyalıkta da kendinden üstün olana bakar ve elde edemeyeceğine üzülürse Allah onu şükreden ve sabreden olarak yazmaz.” [201]

“Ey İnsanlar! Allah’a karşı muttakî olun ve (dünyevî) isteklerde mûtedil/ölçülü olun. Zira, hiçbir kimse yoktur ki, (Allah’ın kendisine takdir ettiği) rızkını eksiksiz elde etmeden ölmüş olsun. Rızkı gecikse bile ona mutlaka kavuşacaktır. Öyleyse Allah’tan korkun ve talepte mûtedil olun, (gayr-ı meşrû yollara sapmayın) helâl olanı alın, haram olanı terkedin.” [202]

“(Bu dünyada malca) en çok olanlar, kıyâmet günü en aşağıda olacaklardır. Ancak malı şöyle şöyle (bol bol) harcayanlar ve onu temiz yoldan kazananlar hâriç.” [203]

“Malı şöyle, şöyle, şöyle ve şöyle dağıtanlar hâriç dünyalığı çok kazananlara yazıklar olsun!” “Şöyle” kelimesini Rasûlullah dört kere tekrar etti. Bunlarla “sağından, solundan, önünden ve arkasından (hayır için harcayanlar” demek istedi). [204]

"Bir kısım insan vardır, Allah'ın mülkünden haksız bir sûrette mal elde etmeye girişirler. Hâlbuki bu, kıyâmet günü onlara bir ateştir, başka değil." [205]

"Öyle devir gelecek ki, insanoğlu, aldığı şeyin helâlden mi, haramdan mı olduğuna hiç aldırmayacak."[206] Rezîn şu ziyâdede bulunmuştur: "Böylelerinin hiçbir duâsı kabul edilmez."

 “Ümmetler (uluslar), İnsanların birbirlerini sofraya dâvet etmeleri gibi birbirlerini sizin üzerinize dâvet edecek ve üzerinize üşüşecekler.” Birisi sordu: “Bizim azlığımızdan mı?” Rasûlulullah cevap verdi: “Hayır, aksine, siz o gün çok olacaksınız. Fakat selin sürüklediği çer çöp gibi... Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı duydukları korkuyu kaldıracak ve sizin kalbinize de ‘vehn’ atacak.” Yine birisi sordu: “Ey Allah’ın Rasûlü, vehn nedir?” Cevap verdi: “Dünya sevgisi ve ölüme karşı isteksizlik.” [207]

"Satışında, satın alışında, borcunu ödeyişinde cömert ve kolaylaştırıcı davranan kimseye Allah rahmetini bol kılsın" [208]

"Allah, sizden önce yaşamış olan bir kimseye rahmetiyle muâmele etti. Çünkü bu adam satınca kolaylık gösterir, satın alınca kolaylık gösterir, alacağını isteyince (kabalık ve sertlik değil, anlayış ve) kolaylık gösterirdi." [209]

"Allah, satıştaki müsâmahayı, satın alıştaki müsâmahayı, ödemedeki müsâmahayı sever." [210]

"Sattığın zaman tart, satın alınca tarttır." [211

 

İbn Mes'ud (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) ribâyı (fâizi) yiyene de, yedirene de lânet etti." Ebû Dâvud ve Tirmizî'nin rivâyetlerinde şu ziyade vardır: "(Fâiz muâmelesine) şâhitlik edenlere de bu muâmeleyi yazana da..." [212]

"İnsanlar öyle bir devre ulaşacak ki, o zamanda ribâ yemeyen kalmayacak. Öyle ki, (doğrudan) yemeyene buharı ulaşacak." Bir rivâyette "...tozu ulaşacak" denir. [213]

"Pahalanması için, kim bir yiyecek maddesini kırk gün saklarsa, o, Allah'tan yüz çevirmiştir, Allah da ondan yüz çevirmiştir." [214]

"Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah'ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için gereklidir." [215]

"Iyne usulüyle alışverişte bulunur, sığırların peşine düşer, ziraate râzı olur ve cihadı da terkederseniz, Allah size öyle bir zillet verir ki, dininize tekrar rücu etmedikçe o zilleti kaldırmaz." [216]

İyne usulüyle satışı şârihler şöyle tarif etmiştir: Tüccar, malını veresiye olarak belli bir vade ile müşteriye satar. Sonra bu malı müşteriden daha ucuz bir fiyatla satın alır. Bu tarz alışveriş caiz mi, değil mi münakaşa edilmiştir. İmam Malik Ebû Hanife, Ahmed İbn Hanbel gibi bir kısım fukaha "caiz değil" derken, İmam Şafii ve ashabı "caizdir" demiştir.

Hadis, esas itibariyle, İnsanların ticaret ve ziraate kendilerini vererek cihadı ihmal etmelerini yasaklamaktadır. İlk nazarda, hadisten ticaret ve ziraatin kötülendiği anlaşılabilir. Aksine hadis, cihadın terkinden gelecek zillete dikkat çekmektedir. Daha önce de zikredildiği üzere Aleyhissalâtu vesselâm aslî meslekler olarak "ticaret, ziraat ve san'atı" saymıştır. Ama ne ticaret, ne ziraat ne de san'at cihad gibi mühim bir meşguliyeti ihmale sevketmemelidir. Şevkânî'nin dediği gibi "İslâm'ın izzet ve diğer dinlere üstünlüğünü izhar vesilesi olan "Allah yolunda cihad"ın terki halinde Allah, müslümanlara, düşüncelerinin aksiyle muâmele ederek zillet verir: Atların sırtında olduktan sonra sığırların peşlerine takar, hâlbuki at sırtı, sığırın peşinden makamca daha üstün, daha izzetlidir." [217]

"Zannediyorum bu hadisin bize anlattığı, işaret ettiği hususları ancak, sanayî inkılâbı ve sanayî hareketlerinden sonra anlayabildik. Onu da doğru anlayabildi isek. Cihadı, zaten unutmuştuk; sanayî derken ziraat ve hayvancılığı da ihmal ettik ve kendimizi bir başka dengesizliğin berzahında bulduk. Oysaki, yapılacak şeyi, hem de 14 asır evvel Allah Rasûlü haber veriyordu. Ve O, her meselede olduğu gibi, bu meselede de fevkalâde dengeliydi. Elbette ki, ziraat ve hayvancılık olacaktır. Nitekim bu tür çalışmaları teşvik eden hadis-i şerifler de vardır. Ancak, bütün himmeti bunlara hasretmek, işte doğru olmayan budur.Şehir hayatına karışmadan, bir dağa çekilip, kendi füyuzât hisleriyle baş başa kalmayı arzulayan insandan tutun da, teşebbüs gücünden mahrum ziraatçı ve hayvancıya kadar şümulü olan bu ifade, bize mühim bir iktisat ve ekonomi dersi vermektedir. Ayrıca, devletler muvazenesinde yerinizi almak için, gerekli caydırıcı gücü elde tutmadığınız, cihadı terkettiğiniz veya cihadı terkedip de, devletler muvazenesindeki yerinizi kaybettiğiniz zaman Allah, size altından kalkamayacağınız bir mezellet Mûsâllat edeceğini. tegallüpler, esaretler, tahakkümler altında kalıp ezileceğinizi de hatırlatmaktadır ki, bu durum, yeniden dine dönüp, İslâm'ı hayata hayat kılacağınız âna kadar da devam edecektir. Verdiğimiz misâl, deryadan bir katredir ve Allah Rasûlü'nün bu hususta daha nice sözleri var. Ne var ki biz, bu biricik misâlle iktifa edeceğiz. Allah Rasûlü, nasıl ki, istidat ve kabiliyetleri tahdid edip sınır altına almamış, öyle de bedenî güç ve kuvvetleri dahi hakir görmemiştir. Görmemiş ve aksine şöyle buyurmuştur: "Kuvvetli bir mü'min, (beden sıhhatine sahip olan bir mü'min) Allah indinde zayıf mü'minden daha hayırlı ve sevimlidir." Allah indinde sevimli olmak isteyenler, kalb sıhhatiyle beraber beden sıhhatine, cisim sıhhatiyle beraber ruh sıhhatine de sahip olmalıdırlar. Görülüyor ki, Allah Rasûlü (s.a.s.): "Zayıflayacaksınız, perhize girecek, bedenî güç ve kuvvetinizi kıracaksınız ki Allah indinde makbul olasınız" demiyor. Belki ruhbanlığa, keşişliğe ve papazlığa karşı realiteyi, fıtrî ve tabiî olmayı öne çıkarıyor ve meselelere, tabiatı içinde bir mecra araştırıyor; ve bizi o istikamete kanalize ediyor.

 

Bozuk Düzenin Terazisi ve Şuayb (a.s.)

İnsanlar hayatlarını idâme ettirebilmeleri için kendilerinde bu­lunmayan ihtiyaç maddelerini, ya kendilerine yakın olan bölge İnsan­larından ya da bu ihtiyaçların bu­lunduğu yerlerle yapılan alışveriş­lerle sağlarlar. Ticaret denilen bu olgu, İnsan­ların ihtiyaçlarını temin etme vâsı­tası olduğu gibi, onlar için geçim sağlama vâsıtası da olmuştur.

Toplum bireylerinin kaynaş­ması ile aynı zamanda yakın ve uzak toplumların iletişim vâsıtası konumunda olan ticaret; İnsanlar arasındaki karşılıklı haklar korun­duğu sürece toplumların ilerleme­sinde büyük etken olurken, bu hak­ların ihlâlinde ise toplumu uçuru­ma sevkedecek bir âmil durumuna gelir. Allah, ticaretin; toplumun ya­şamında önemli bir yeri bulundu­ğunu, doğru yapılmasından toplumun olumlu, karşılıklı hakların ihlâlinde toplumun büyük zararlar çektiğini, hatta; uçuruma (helâke) ittiğini göstermek amacıyla (özel­likle tüccar bir toplum olan Mekke'lilere) Şuayb’ın (a.s.) kıssasını vahyeder. Böylece Allah, Müşriklerden kavimlerini uçuruma götüren, ti­carette karşılıklı rızâyı gözetmeyip hile yapan Şuayb kavminin kıssa­sının ışığında, kıssadan öğüt ve ib­ret almalarını ister.

Mekkî sûrelerde anlatılan Şu­ayb kavminin, ticaretle ilgilenen tüccar bir toplum olduğu gözönüne alındığında ticaret kervanlarının geçtiği işlek bir yol üzerinde oldu­ğu anlaşılmaktadır. Şuayb kavminin yaşadığı böl­ge, muhtemelen Hz. Mûsâ'nın da Mısır'da işlediği cürümden dolayı kaçtığı yer olması hasebiyle Mısır'a yakın olan; Mısır, Filistin, Si­na üçgeni içerisinde Mekke ticaret kervanlarının da geçtiği bir yerde bulunmaktaydı. "Mûsâ 'Medyen'e yöneldiğinde: ‘Rabbimin bana doğru yolu göste­receğini umarım’ dedi.”[218]; "Sen bir cana kıymıştın, seni üzüntüden kurtarmıştık ve birçok musîbetlerle denemiştik. Bunun için 'Medyen' halkı arasında yıl­larca kalmıştın." [219]

Risâlet vazifesini yüklenmeden önce, işlediği bir fiilden dolayı Mı­sır'dan kaçan Mûsâ (a.s.) Medyen'e sığınır. Medyen'de Şuayb’ın (a.s.) ya­nına yerleşir, onun kızıyla da ev­lenir. Daha sonra eşiyle birlikte Medyen'den ayrılarak Tur dağının bulunduğu yöreye doğru yola ko­yulur.

"Mûsâ süreyi doldurunca aile­siyle birlikte yola çıktı. Tur tara­fından bir ateş gördü..."[220] Ve bundan sonra Mûsâ, Allah tarafından Firavun kavmine Rasûl olarak tâyin edilir. Kur'ân-ı Kerim'deki Mûsâ’nın (a.s.) anlatıldığı bu âyet-i kerime­lerden Medyen'in bulunduğu yer tâyin olunduğu gibi, Medyen kav­minin bulunduğu yörede yaşayan­lar itibarıyla aynı zamanda Arap asıllı oldukları da anlaşılmaktadır. Mısır'a yakın bir yerde olduğu anlaşılan Medyenliler; aynı za­manda kendilerinin ticarette ileri bir seviyede olmalarını sağlayan zengin kervanların geçtiği bir yol üzerin deydiler. Hindistan'dan gelen ticaret kervanları Yemen, Tâif, Mekke, Medine istikametiyle Medyen kav­minin de bulunduğu bölgeden ge­çip Şam'a ulaşırlardı. Mekkeliler'in de katıldığı bu ti­carete Kur'an'da Kureyş sûresinde şöyle değinilir: "Kureyş kabilesinin yaz ve kış seferlerinde..." [221]

Kur'ân-ı Kerim bize, Mekkeli­lerin tüccar bir toplum olduğunu belirttiği kadar, onların Medyen ahâlisinin helâk olduğu yerlerden geçmeleri hasebiyle Medyenliler'in başından geçenleri; Kur'ânî doğ­rultuda olmasa da bildiklerini be­yan etmektedir. Şuayb kavminin helâkten son­raki kalıntılarının bulunduğu yer­lerden geçen Mekkelilerden ibret almalarını isteyen Allah, Lût ve Şuayb kavimlerinin, Mekke ticaret kervanlarının yolları üzerinde ol­duğunu Hicr sûresindeki şu âyetle ifâde eder: "Eykeliler de, şüphesiz zâlim kimselerdi. Bunun için onlardan öç aldık. Hâlâ her iki memleket de işlek bir yol üzerindedirler."

Kur'an'da Şuayb’ın (a.s.) kavmin­den bahsedilirken Medyen ve Eyke olarak iki isim verildiğini görmek­teyiz. Medyen halkından bahsedilir­ken “Ehûhum (kardeşleri)” denmesinden yola çıkan bazı müfessirler, Eyke'lilerden bahsedilirken "Onlara" denmesinin Şuayb’ın (a.s.) Eyke'lilere sonradan gelmiş olması gerektiğini savunurlar. Bazı müfessirler de Şuayb'ın dâvet ve nasihatinin aynı, her iki ahâlinin de cezâsının benzer şekil­de olmasından hareketle, Medyen ve Eyke'nin aynı kavim olduğu ka­naatine varmışlardır. Bütün bunlara ilâveten; Kur'ân-ı Kerim'de kıssaları anlatı­lan tüm Rasûllerin, kendi kavimle­ri içinde yetişmiş "içlerinden bir Rasûl" ve "güvenilir bir elçi" olarak görevlendirdikleri dikkate alındı­ğında, Medyen ve Eyke'nin aynı kavim olduğu, ancak anlatımın de­ğişik varyantlarla yapıldığı kanaa­ti hâsıl olmaktadır.

Al­lah'ın isteği, bu kavmin işlediği kötü fiillerin onları helâke götürdüğü nazar-ı dikkate alınarak bu suçların işlenmemesidir. Kur'an'ın hedeflediği bu nok­tayı kenara bırakıp, pek fazla fay­da getirmeyecek, aksine birbiri­mizle cedelleştirecek tâlî konularla uğraşmak, kıssayı öğüt ve ibret ol­maktan engellemek demektir.

Şuayb kavminin Allah ve rasûlüne karşı tutumunu birkaç grupta inceleyeceğiz: Bunlardan birincisi, Şuayb kavminin Allah'a karşı tutumu­dur.

"Ey kavmim.' Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilâhınız yok­tur." [222]

"Allah'a karşı gelmekten sa­kınmaz mısınız?" [223]

"Sizi ve daha önceki nesilleri yaratandan korkun."[224] diye çağrıda bulunan Şuayb (a.s.)'a karşı şöyle cevap verirler:

"Ey Şuayb! Babalarımızın tap­tığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kul­lanmamızı men'eden senin salât'ın/namazın mıdır?" [225]

Âyetlerden anlaşıldığı gibi Şuayb'in kavmi, putlara tapan bir ka­vimdir. Kendilerinin arzu ettikleri şekillere göre yonttukları ilâhla­rın, emirlerini de yine kendi içle­rindeki; Kur'an'ın "ileri gelenler" olarak nitelediği zengin ve yönetici kimseler tarafından belirlendiği bir dine (yaşam tarzına) inanıyor­lardı. Pek tabii ki Şuayb’ın (a.s.) tek ve gerçek İlâha inanmaları isteği hoşlarına gitmemişti.

Kendi yaşamlarını kendileri belirleyen bu İnsanlar, Allah'a inanmak istemediler, daha doğru­su; kendi kafalarına göre çizdikleri bir Allah'a iman ettiklerinden dolayı işlerine gelmeyen tek ve ger­çek Allah'ı inkâr ettiler. Allah'ı inkâr eden bu İnsanlar onun elçisini de reddederek karşı tutum aldılar: "Sen ancak büyülenmiş biri­sin, bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsin. Doğrusu seni ya­lancılardan sanıyoruz. Eğer doğru sözlülerden isen göğün bir parçası­nı üzerimize düşür, dediler." [226]

Allah'a inanmak aynı zamanda rasûlüne inanmak demektir. Rasûlüne inanmak Allah'a inanmayı gerektireceğinden, Şuayb’ın (a.s.) tek Allah'ını inkâr eden kavmi, o Al­lah'ın rasûlünü de inkâr eder. Şuayb’ı (a.s.) beşerlikle, büyücü­lükle, yalancılıkla suçlarlar. Mûci­ze talebinde bulunarak; Allah'ın tekelinde bulunan bir konuda, san­ki rasûlün elinde olan bir şeymiş gibi rasûlü âciz göstermeye çalışır­lar. "Doğru söze" (vahye) inanma­yanlar, mûcize gelse bile şu veya bu bahânelerle yine inkâr edecek­lerdi.

Allah'ı ve rasûlünü reddeden bu müşrikler Rasûlün getirdiği vahye de karşı tutum alırlar. Neden reddetmesinlerdi!? Ken­di inançları doğrultusunda uydur­dukları ilâhları siper yaparak dilsiz, düşüncesiz ve âciz putlar adı­na oluşturdukları dinde zulmün en hasını gerçekleştiriyorlardı. Böyle­ce mustaz’af halkı soyuyorlar, hak­larını gasp ediyorlardı. Oysa Şuayb'ın getirdiği vahiy, onlardan bu yaptıkları zulmü bı­rakmalarını istiyordu.

Diğer karşıt tutumları ise Allah 'm emirlerine karşı gelmekti:

"Ölçüyü tam yapın, eksiltenlerden olmayın, doğru terazi ile tar­tın, İnsanların hakkını azaltma­yın. Yeryüzünde bozgunculuk ya­parak karışıklık çıkarmayın." [227]

"Ölçüyü, tartıyı eksik tutma­yın. Doğrusu ben sizi bolluk içinde görüyorum." [228]

"Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı tamamı tamamına yapın; insanlara haklarını eksik vermeyin; yer­yüzünde bozgunculuk yaparak ka­rışıklık çıkarmayın. İnanıyorsanız Allah'ın geri bıraktığı helâl kâr si­zin için daha hayırlıdır." [229]

Ticaret yapan bu toplumdaki haksızlıkları gündeme getiren ve bu haksızlıklardan vazgeçilmesini isteyen Allah, doğru yapılmayan ticaretin İnsanların haklarını gasbetmek olduğunu, bunun ise zu­lüm olduğunu beyan eder. İşin ilginç yanı; âyette "Doğru­su sizi bolluk içinde görüyorum" diye belirtilen durumdur. Şuayb’ın (a.s.) kavmi bolluk içinde olmasına rağmen yine de alışverişte hile ya­pılıyordu. Bu bolluk içerisindeki İnsanların ticarette hile yapmala­rındaki sebep; satıştan kalan kâ­rın daha çok olması isteğidir.

Oysa Allah hile yapılarak ka­zanılan kârın haram olduğunu; gerçek ve helâl olan kârın karşılık­lı rızayla yapılan alışverişten ka­lan kâr olduğunu beyan eder: "İnanıyorsanız, Allah'ın geri bıraktığı helâl kâr sizin için daha hayırlıdır." Ama bu yozlaşmış toplumda rasûlün hatırlatmaları fayda ver­mez. İnkârcılar müslümanlar aley­hine ellerinden ne gelirse geri koy­mazlar. "Allah'a inananları yolundan alıkoyup ve yolun eğriliğini dileye­rek tehdit edip her yolda pusu ku­rup oturmayın." [230]

Bu âyetler müşriklerin geldiği son noktanın, müslümanları tehdit ve işkence olduğunu belirtir. Her toplumda olduğu gibi "mele’" (ileri gelenler) tarafından yönetilen Şuayb'ın kavmi de inkârcıların safındaydı. Mevcut yönetimin icraatına, yani ilâhlar adına uydurulan bu yaşama karşı gelmek gibi bir is­tekleri yoktu. Zâten mevcut yöne­time karşı gelip Şuayb'a inanmaya kalksalar “ileri gelen”lerin tehdit­leri onları da hedef alıyordu. "(Şuayb'm) kavminden ‘ileri gelen’ kâfirler dediler ki: ‘Eğer Şuayb'a uyarsanız o takdirde siz mutlaka ziyana uğrarsınız." [231]

Allah'ın Hûd Sûresi 84. âyetin­de Şuayb’ın (a.s.) ağzından belirttiği "doğrusu ben sizi bolluk içinde gö­rüyorum" değerlendirmesi ışığın­da bu kavmin neden Allah'a isyan­da direndiğini tespit etmek lâzım­dır.

Tarihte bolluk ve refahın zirve­sinde olan birçok kavmin Allah'ı inkâr ettikleri görülmektedir. Çün­kü; o bolluk ve refaha İnsanların haklarına tecâvüz edilmesi (zu­lüm) ile ulaşılmıştır. Tek amaçları servet biriktirmek ve diledikleri gi­bi yaşamak olan inkârcılar, ulaştıkları bu seviyeyi korumak ister­ler. Nasıl olacaktır bu koruma? Aynı yöntemle; yani zulümle. Böylesi bir toplumun, mevcut sömürücü konumlarını sürdürebilmeleri için Allah'ın elçilerine karşı gelmeleri gereklidir. Aksi halde, rasûlün ge­tirdiği mesajı kabullenmeleri, düzenlerinin sonu anlamına gelir. Bunun farkında olan, kavmin yö­netimini üstlenen "ileri gelenler" soyguncu düzenlerinin devamı için; ilâhlar/putlar adına düzenlerini tas­dik ettirici şeyler uydurup İnsanla­rı bu yaşam tarzına itaat etmeye çağırmışlardır.

Hal böyle olunca tabiidir ki, Al­lah'ın rasûlünü yalanlayacaklar, ondan olağanüstü isteklerde bulu­nacaklar, bu istekleri gerçekleşme­yince, peygamberliğinin de geçer­siz olduğunu iddia ederek onu ya­lanlamak için kendilerince mâkul bir sebep bulmuş olacaklardır. Bunun yanı sıra, getirdiği va­hiyde pazarlık yaparak, “şunu ka­bul edersek…” veya “bunu istemezsen…” gibi uzlaşmacı tavırlarla rasûlün getirdiği vahyi kendi hevâlarma göre eğriltmeye, karıştırmaya çalışacaklardır.

Müşrikler kendi bâtıl sistemlerini korumak için ne gibi önlemler gerekirse alacaklar ve iman edenleri susturmaki çin ne lâzımsa yapa­caklardır. Bütün bu karşı gelme çabaları sonuç vermezse devreye baskı ve eziyet girecek, bu da işe yaramaz­sa iman edenler yurtlarından sürülmeye başlanacaktır. Bu hususta şu âyet bize, Şuayb kavminin de aynı tavırda olduğu­nu belirtiyor: "Ey Şuayb! Ya mutlaka seni ve seninle beraber iman edenleri kenti­mizden çıkarırız. Ya da dinimize dönersiniz." [232]

Peki, bütün bu zulümlerle ya­şayan, Allah'a isyanda dönüş yap­mayacağı belli olan kavim için Al­lah ne yapacaktır? Her şeyden önce Allah, bir kav­mi yok yere cezalandırmaz. Bu hu­susta Allah şöyle diyor: "Biz Rasûl göndermedikçe hiç bir kavmi yok etmeyiz."[233] İnsanları kendine kulluk etsin­ler diye yaratan Yüce Allah, arzu ettiği vakit, "Bize Rasûl göndermedin" dememeleri için zaman za­man Rasûller göndermiş, onları bu yolla çeşitli imtihanlara sokarak denemiştir. "Biz hangi kasabaya bir Rasûl gönderdikse, ora halkını, yalvarıp yakarsınlar diye, darlık ve sıkıntı­ya uğratmışızdır. Sonra kötülüğün yerine iyiliği koyduk, öyle ki çoğalıp ‘babalarımız da darlığa uğramıştı, (bazen de) bolluğa kavuşmuşlardı’ dediler." [234]

Allah'ın Rasûl göndererek doğ­ru yola gelmeleri için uyardığı, bol­luk ve refah içerisindeki Şuayb'ın kavmi, Allah'ı inkârda direndikleri ve O’nun emirlerine karşı geldikleri için helâki hak etmişlerdir. "Kavminin inkâr eden ileri ge­lenleri, ‘Şuayb'a uyarsanız, andolsun ki siz kaybedersiniz!’ dediler. Bu yüzden onları bir sarsıntı tuttu ve oldukları yerde diz üstü çöküverdiler." [235]

Oysa, başlarına gelecekler hakkında uyarılmışlardı. Eğer Al­lah'a isyanda direnmeselerdi Allah onlara bu azâbı yollamazdı. Bu hususta Şuayb (a.s.)'ın duâsı gerçekleri ortaya koyar: "Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hak ile Sen hüküm ver, Sen hükmedenlerin en hayırlısısın."[236]; "Ey kavmim! Andolsun ki Rabbimin sözlerini size bildirdim, öğüt verdim; kâfir millet için niçin üzüleyim!" [237]

Allah da bu gerçeği şöyle vurgular: "Eğer inanmış ve Bize karşı gelmekten sakınmış olsalardı, on­lara göğün ve yerin bollukların­dan verirdik. Ama yalanladılar; bu yüzden onları yaptıklarına kar­şılık yakalayıverdik."[238] Kıyâmete kadar bâki olan Kur'ân-ı Kerim, hitâbettiği tüm insanlara Allah'a göre yapılması ve yapılmaması gerekli olanları be­lirtmiş ve İnsanların öğüt almala­rını istemiştir. "Dinde zorlama yoktur." Akıl­lara hitâbeden Allah'a, kendi rızâ­ları ile uyanlara esenlik, ebedî cennet; şu veya bu şekilde yine kendi istekleriyle gerçekleri inkâr edip, emirlere is­yan edenlere de ebedî azap verile­ceği açıklanmıştır.

Sonuçta, Şuayb’ın (a.s.) kıssası ile tüccar bir toplum olan Mekkeli müşriklere ve Kıyâmete kadar ya­şayacak tüm Kur'an muhâtaplarına alışverişlerde karşılıklı rızâya da­yanan bir ticaret yapılması öğüt­lenmiş olur. Başkalarının mallarını haksızlık ve hile ile yememeleri için İnsanlar uyarılır. Bu hususta karşılıklı rızayla yapılan ticaretten kalan kârın, Allah'ın nezdinde hak ve helâl olan kazanç olduğu hatırlatı­lır. Ticaretin yapılmadığı hiç bir toplum düşünülemeyeceğine göre; adları ne olursa olsun; sanayi top­lumu, tarım toplumu gibi tanımlamalarla kendilerini tanımlaya­rak, Allah'ın bu emirlerinden kaç­mak demek zulümde devam edil­mesi anlamına gelir ki bu hususta Allah şu hatırlatmayı yapar: "Kasabaların/şehirlerin halkı, geceleyin uyurlarken azâbımızın kendilerine gelmesinden emin midirler?" [239]

 

Medyen Kavmi ve Almamız Gereken Dersler, Mesajlar  

Yüce Allah Lût kavmini toptan helâk ettikten sonra Şuayb’ın (a.s.) hareketinden bahsediyor. Bu kavim de ölçü ve tartıda hileli davranmak ve yeryüzünde bozgunculuk yapmakla tanınmaktadır. Bugün acaba onlar gibi İslâm’ın hudutlarını çiğneyip ölçü ve tartıda hileli davrananlar yok mudur? Elbette âlâsı var. Günümüz toplumu Lût kav­minin, Sâlih kavminin, Hud ve Nuh kavminin yaptıklarım yapmıyor mu acaba? Ama Yüce Allah bir hikmete mebni olarak bun­ları dünya tarihinden silmiyor. Topyekün silmiyor, ancak çeşitli şekillerde bunlar da dünyada Allah’ın azâbından geçmektedirler. Günümüzde hemen herkesin hastalıklı olması, her gün binlerce kişinin trafik kazalarında hayatlarını kaybet­mesi, depremler, savaşlar ve anarşik olaylardan her yıl sa­yısız İnsanların kaybı ve bunların da ötesinde lüks, konfor ve dünyaperest hastalığının getirdiği maddî ve mânevî krizleri sayabiliriz. Ama bütün bunlardan daha büyük olan cehennem azâbı vardır ki ondan hiç bir zâlim ve âsi kurtulamayacaktır.

Diğer Resullerin yaptığı gibi, Şuayb (a.s.) da başlan­gıçta tevhid akidesini gönüllere yerleştirmekle işe başladı. Arkasından, emanet ve adâlet konusuna da ağırlık verdi. Çünkü Medyen halkı, büyük bir ticarete sahipti. Yemen’den Suriye’ye, Irak’tan Mısır’a kadar uzanan iki ana ticaret yolunun kavşağında iskân ettiklerinden dünya üze­rinde büyük bir öneme sahiptiler. Ticaretlerinde eksik tart­ma ve eksik verme, hileli davranma, zulüm ve soygun olaylarına karışma gibi konularda da kötü bir üne sahipti­ler. Şuayb’ın (a.s.) onlara yaptığı bunca nasihatten maalesef pek yararlanan olmadı. Onlar, İnsanların eşyalarını eksik verdiklerinden, insanlara zulmedip bozgunculuk yaptık­larından ruhları körelmiş ve hayata adâlet gözlüğüyle bakamıyorlardı. Onlar sadece nefislerinin tuzağı olmuş, böylece Allah'ın elçisine karşı çıkarak şöyle diyorlardı: "Ey Şuayb, senin namazın mı bizim babalarımızın yaptıklarını ve mallarımızı dilediğimiz gibi kullanmamızı men edi­yor? Sen doğrusu aklı başında yumuşak huylu birisin.' Şuayb: 'Ey kavmim, ben Rabbimden apaçık bir delil üze­re isem ve bana kendisinden güzel bir nzık ihsan etmişse ne dersiniz? Size yasakladığım şeylere aykırı hareket et­mek istemem. Gücümün yettiği kadar ıslah etmekten baş­ka bir isteğim yoktur. Başarım ancak Allah'tandır. O'na güvendim, O'na yöneliyorum' dedi. 'Ey kavmim, bana karşı gelmeniz, Nuh kavminin, Salih kavminin başına ge­len felâketin benzerini sakın sizin başınıza getirmesin. Lût kavmi de sizden pek uzak değildir. Rabbinizden mağ­firet dileyin. Sonra da O'na tevbe edin. Doğrusu benim Rabbim Rahimdir, Veduddur." [240]

Şuayb'm kavmi, inat ve bilgisizlikleri yüzünden körü körüne onun hakkında alay ve istihzaya başladılar. Şehid müfessir Seyyid Kutub, günümüz toplumunun düşünce ve inkârları bakımından hiç de Şuayb peygamberin kavminden geri kalmadığı konusunda şunları söylüyor: 'İçinde yaşadığı­mız şu günün câhiliyesi ve şirki hiç de Şuayb peygamberin devrindeki cahiliyeden ve şirkten ayrı değil... Aralarında yahûdi, hıristiyan ve müslüman adı verilenler de dâhil olmak üzere günümüzde İnsanlığın içine düştüğü putperest hayat, inançla hareketin arasını açıp ayırıyor. Şeriat ile sosyal münâsebetleri birbirinden ayrı mülâhaza ediyor. İnanç ve ibâdetin Allah'a ait olduğunu, nizam ve münâse­betlerin ise Allah'tan başkalarına ait olduğunu savunuyor. Dinî konularda Allah'ın emirlerine, sosyal konularda Al­lah'tan başkalarının buyruğuna boyun eğiyor. Aslı ve ha­kikati itibarıyla en büyük şirk de budur zâten.

Ne acı ki, bugün aramızda kendilerine müslüman adı­nı verdikleri halde din ile ahlâkın, din ile dünyanın ayrıl­ması gerektiğim savunanlar da bulunmaktadır. Gerek kendi yerli ve gerekse yabancı üniversitelerden mezun olmuş aydınlar arasında öyleleriyle karşılaşıyoruz ki dudaklarını bükerek söze başlıyor­lar ve hemen arkasından ekliyorlar: “Niçin karışsın İslâm bizim özel hayatımıza?... Neden İslâm’da plaja ve açık sa­çık kıyafetlerle denize girmek yasak olacakmış? Kadı­nın kılık ve kıyafetine niçin karışsın İslâmîyet? Seksüel konularda dinin dogmaları hâlâ geçerli olabilir mi? Kafamızı dindirmek için bir iki yudum içki içmemize İslâmîyet neden kanşacakmış? Medenî memleketlerin yaptıkları şeylere İslâm'ın ne hakkı varmış müdâhale et­meye?” Ne fark var şu sorularla Medyen putperestlerinin: “Ey Şuayb, senin namazın mı bizi babalarımızın yaptıkla­rını ve mallarımızı dilediğimiz gibi kullanmamızı men ediyor?” demeleri arasında?!

Bu kadarla da kalmıyorlar. Şiddetle kızarak, dehşete kapılarak dinin, ekonomik konulara müdâhale etmesine karşı çıkıyorlar. “Sosyal ilişkiler ile inançların nasıl bir ilgisi olabilir? Bırakalım dinî inançları da, ahlâka bile ilgisi mevzû bahis edilimez. Fâiz neden yasak olacakmış? Faizsiz bir toplum hayatı olabilir mi? Birisi devlet tarafın­dan konulan kanunların pençesine düşmeden hile yapı­yorsa, aldatabiliyorsa neden karışacakmış din buraya?” diyorlar. Hatta daha da şımarıklık ederek, ahlâkî kaideler iktisadî hayata müdâhale edecek olursa ekonomik hayatı bozar diyorlar. Çünkü ekonomik hayat her türlü ahlâkî kayıttan âzâde olmalıymış. Bunlara göre eski çağ kalıntısı bir düşünüşmüş ahlâk denilen şeyler...

O ilk câhiliye devrinin Medyen halkının tutumu gözümüzde pek büyümesin. Bugün biz daha korkunç bir cehâlet ortamında yaşıyo­ruz. Ne var ki, günümüzün câhiliyesi eskisi gibi bilgisizli­ğe dayanmıyor, aksine bilgi, görgü ve medeniyet esasları­na istinat ediyor. Ve dinle günlük hayat arasında ilgi kur­mak isteyenleri, sosyal muâmelelere dinî inançları müdâ­hale ettirenleri başlıyorlar itham yağmuruna. Gerici di­yorlar, mutaasıp diyorlar, tutucu diyorlar...

Şurası muhakkaktır ki, bir gönülde hem Allah'ın birli­ğine inanmak, hem de sosyal münâsebetler hususunda Allah'tan başklanmn buyruklarına bağlanmak, yeryüzü kanunlarına tâbi olmak asla birleşemez. Nasıl olur, şirkle tevhid bir kalpte birleşir mi hiç? Şirkin de çeşitleri vardır şüphesiz. Bugün bizim de içinde yaşadığımız siyasal ve sosyal düzenlemeler bir şirk ne­vidir. Hatta diyebiliriz ki her zaman ve her devirde gelen müşriklerin müşterek tarafları günümüzdeki şirkçi unsur­lardır...

Medyen halkı da tıpkı günümüzde saf tevhid akidesi­ne dâvet eden ve bu uğurda çalışan gerçek mü’minler ile alay eden kimseler gibi Hz. Şuayb'ı alayla karşılıyorlar: 'Sen doğrusu aklı başında, yumuşak huylu birisin' As­lında bu söylediklerinin tam tersini belirtmek istiyorlar. Onlara göre yumuşak huyluluğun ve aklı başında olmanın biricik ifadesi hiç düşünmeksizin onlar gibi, atalarının ta­pındıkları şeylere tapınmaktır. İbâdet ile çarşıdaki muâme­lelerini birbirinden ayrı mütâlea etmektir. Öyle değil mi günümüzdeki aydın ve medenî kimselerin(!) yanında da? Bu yüzden ayıplamıyorlar mı mutaasıpları ve geri kafalıları(!) [241]

Medyen kavmi Şuayb’ın (a.s.) bütün ikazlarına rağ­men, öğüt ve ihtarlarına rağmen bir türlü şımarıklıklarından vazgeçmiyor ve onunla alaya kalkışıyorlardı. Bu davramşlarını daha ileriye götürerek onu ölümle tehdit etmeye başladılar: "Dediler ki: 'Ey Şuayb, söylediklerininin çoğunu an­lamıyor ve seni aramızda zayıf görüyoruz. Taraftarların olmasaydı seni taşlardık, esasen sen bizim yanımızda şe­refli kimse de değilsin.' Şuayb: 'Ey kavmim, elinizden ge­leni yapın. Doğrusu ben de yapacağım. Rezil edecek bir azâbın kime geleceğini ve kimin yalancı olduğunu bilecek­siniz. Gözetleyin, doğrusu ben de sizinle beraber gözetle­yeceğim.' Emrimiz gelince Şuayb'ı ve beraberindeki inanan­ları katımızdan bir rahmet olarak kurtardık; zulmedenleri de korkunç bir ses yakaladı. Ve oldukları yerde dizüstü çöküverdiler. Sanki oralarda hiç yaşamamışlardı. Bilin ki Semud kavmi gibi Medyen halkı da Allah'ın rahmetinden uzaklaştı." [242]

Evet, Şuayb (a.s.)'ın halkı olan Medyenlilerin de sonu gelmişti artık. Tıpkı Sâlih peygamberin kavmi gibi tarih sahnesinden silindiler. Öyle ki, hiç yaşamamışlardı âdeta. Onlardan geriye kalan sadece bir kaç satır... Onların kı­yâmeti sadece bir çığlık, bir ses olmuştu. Acaba beş mil­yar insanın yaşadığı şu günümüz dünyasının kıyâmeti na­sıl olacaktır? [243]

Kendilerine Şuayb (a.s.)’ın peygamber olarak gönderildiği Medyen halkı hakkın­da bildiğimiz, İbrahim (a.s.)’ın soyundan olduklarıdır.[244] Kur’ân-ı Kerim’in ifâdelerinden Şuayb (a.s.)’ın kavminin tek Allah’a inanıp O’na kulluk yapmayan, O’na ortak koşan müşrik bir kavim olduklarını anlıyoruz, özellikle hâkimiyet konusunda Allah’a şirk koşuyor, muâmelâtta, -özel­likle de alışveriş hususunda- Allah’ın ortaya koyduğu prensiplere uy­muyor ve kendi yanlarından, hevâ ve heveslerinden kaynaklanan uy­durma kanunlarla amelî konuları yürütüyorlardı.

Bu kıssa, Kuır’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılır: "Medyen halkına da kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. Onlara şöyle de­di; ‘Ey kavmim, Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız yok­tur. O’ndan size apaçık bir burhan/delil gelmiştir, ölçü ve tartıyı tam yapın, insanlara eşyasını eksik vermeyin. Düzeltilmişken yeryüzün­de fesat çıkarmayın. İnanıyorsanız bilin ki, bunlar sizin için daha ha­yırlıdır."[245] Kur’ân-ı Kerim’in bu ifâdelerinden anlaşılıyor ki, Şuayb kavmi, alışveriş konusunda dürüst davranmayan, zâlim; hidâyete ermiş ve Allah’a iman eden İnsanlar arasında fitne-fesat çıkaran ve doğru yoldan alıkoyan İnsanlardı. Allah yolundaki doğruluktan hoşlanmıyorlar, İlâhî düsturun adâletine katlanamıyorlar, bu düsturu bozmak istiyorlardı. [246]

Kavminin sapıklığını muâmelâta taalluk eden bir noktada olduğunu bildiği halde Şuayb (a.s.), onları yalnız Allah’a ibâdet/kulluk etmeye, O’nun tek ilâh olduğuna inanmaya, yalnız O’nun dinini kabul etmeye çağırıyor. Şuayb (a.s.)’ın işe Tevhid akîdesine dâvet ile başlaması, onun, hayatın her türlü metod ve kanunlarının ancak bu kaideye bağlı olarak geliştiği zaman bir anlam kazanabileceğini bilmesinden dolayıdır. Yine yalnız Allah’a kulluk ederek O’na bağlanmalarını şart koşmasının nedeni; onun, sağlam bir akîde olmadan İnsanların yeryüzünde bozgunculuktan vazgeçmelerinin mümkün olmadığının idrâkinde olmasında dolayıdır. İşte bu sebepten dolayıdır ki, Şuayb (a.s.) kavmini ilk olarak sadece Allah’a kulluğa, yani Tevhid akîdesine dâvetle işe başlıyor. [247]       

 

Tevhid’le Birlikte Fesâdın Önlenmesine Yönelik Çağrı: “Medyen (oğullarına) da kardeşleri Şuayb’ı (peygamber olarak gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a ibâdet/kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir: Artık ölçüyü tartıyı tam yapın. İnsanların eşyalarını eksik vermeyin. Islah edildikten sonra yeryüzünde ifsâd/bozgunculuk yapmayın. Eğer inananlardan iseniz bunlar sizin için daha hayırlıdır. [248]

Her peygamber, günün temel problemleriyle ilgili bir söyleme sahip olarak gelir. Gelen nebî Mûsâ ise ve sorun etnik ve dinî azınlığın problemleri, yani siyasal ahlâksızlıksa Mûsâ’ya inen vahyin buna kayıtsız kalması düşünülemez. Yoğun olarak bu sorun gündeme gelir. Gelen Şuayb ise ticarî ahlâksızlıkların önlenmesine yönelik çağrılar olacaktır. Ama bütün bu fesatların ancak, Allah’tan başka ilâh kabul edilmemesi ve sadece O’na ibâdet ve kulluk yapılması gereği, yani tevhid vurgusu yapılacaktır. Çünkü bütün fesat ve haramlar, temel problem olan şirkle bağıntılıdır. Tevhid hayata hâkim olmadan fesâdın ve ahlâksızlıkların önüne geçmek mümkün değildir.    

 

Allah’tan Çok, Taraftarlarımızdan Korkan Bir Düşman: “Dediler ki:’ Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve içimizde seni cidden zayıf (âciz) görüyoruz! Eğer kabilen olmasa, seni mutlaka taşlayarak öldürürüz. Sen bizden üstün değilsin.’ (Şuayb:) ‘Ey kavmim dedi, size göre benim kabilem Allah’tan daha mı güçlü ve değerli ki, O’nu (Allah’ın emirlerini) arkanıza atıp unuttunuz. Şüphesiz ki Rabbim yapmakta olduklarınızı çepeçevre kuşatıcıdır.” [249]

Küfrün ve kâfirlerin basiret ve ferâseti kesinlikle yoktur. Onlar mücâdelede neyin araç, neyin ise amaç olduğunu; neyin asıl ve neyin ise fer’ (teferruat) olduğunu anlayabilecek bir idrâke bile sahip değildirler. Bu yüzden helâklerini getiren şeylere birer nimet gibi koşmakta ve kendilerine yok oluştan başka bir şey getirmeyecek amellere sarılmaktadırlar. Korkmadıkları ve hesâba katmadıkları gerçek İrâde’nin lütuf ve bereketi ise, mü’minlerin zaferlerinin temellerini oluşturmaktadır. [250]

 

Medyen Kavmi ve Günümüz   

Medyenliler gibi karşı tarafın taraftarlarından korkmak yerine, gerçek güç ve kuvvet sahibi ve her şeyden değerli Allah’ın yardımına sahip olacak özellikler üzerinde bulunmamız gerekmektedir. [251]

Gayr-ı İslâmî toplumların temel problemi olan şirk ve Allah’la irtibatsızlık önemsenmeden, esas problemin ahlâkî olduğunu düşünüp sadece o alanda nasihatler yapmak delik kaba su doldurma çalışması gibi başarısız kalmaya mahkûmdur. Çünkü her türlü fesâdın ve ahlâksızlığın beslendiği şirk mikrobuyla savaşılmadan bu altyapıya bağlı olan yanlışlıkların düzelmesine imkân yoktur. O yüzden hangi çeşit ahlâksızlık, fesat ve zulüm varsa, bunların kökten giderilmesi için insanlara tevhidi hâkim kılma gayreti zorunludur. Bütün peygamberler, devirlerindeki yanlışlıklara karşı çıkarken, öncelikle tevhid vurgusu yapmışlardır. Toplumlarını Allah’tan başka ilâhları reddetmeye ve sadece O’na ibâdet ve kulluğa çağırmışlardır. Bu alt yapıyı oluşturarak fesâdın ve ahlâkî dejenerasyonun önüne geçmeye çalışmışlardır. 

Bununla birlikte, câhilî topluma içi boş, kuru bir söylem olarak, felsefî ve teorik fikir yığını olarak tevhid söylemi de eksiktir, dolayısıyla tek başına yanlıştır. Bunun güncel şirkin izâlesi, bireyin ve toplumun yaşayışını kökten değiştirecek tevhid vurgusunu, yaşanan hayatla irtibatlandırak öncelikli olarak hangi davranış ve ahlâkî özelliklere sahip olunması gerektiğinin vurgulanması önemlidir. Tevhid, hayattan kopuk, insan davranışlarından bağımsız bir inanç esası değildir, tam tersine insanı ve hayatı her yönüyle kuşatıp yeniden inşâ etme projesidir. Vücutta etle kemik ne ise, tevhidin teorisi ile pratiği odur. O yüzden tâğutlara, sahte ilâhlara karşı çıkıp tavır almak, hayatı İslâmlaştırmak için kaçınılmaz bir zorunluluk olur. Bazı radikal geçinen gençlerin tevhidi, ahlâktan ve yaşayıştan uzak, sadece felsefî bir teori gibi algılaması, öncelikle kendi hayatlarında tevhîdî bir ahlâk ve yaşayışı, örnek şekilde gösterememesi, bir yönden İlâhî yardıma, diğer yönden iyi niyetli ama câhil İnsanların mesaja kulak vermesine engel olmaktadır.         

“Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik)...”[252] Allah (c.c.), âyetin bu kısmında Medyen halkına, onlara hakkı tebliğ etmesi ve onları imana dâvet etmesi için Şuayb’ı (a.s.) bir Rasûl olarak seçip gönderdiğini haber vermektedir. Bu âyette geçen; “kardeşleri” kelimesinden kasıt, din kardeşliği değildir. Bundan kasıt; aynı kabileden  olmaları veya meleklerden değil de insan cinsinden olmasıdır.

Şuayb kavminin en büyük hastalığı muâmelât konusuna Allah’ı karıştırmamak ve ölçüye,  tartıya riâyet etmemek. Ölçü ve tartıda kapitalist bir hayatın ortaya konması. Maddeci ve materyalist bir anlayışın doruklaştırılması. Ahiret inancının, hesap duygusunun diskalifiye edilip dünyanın birinci plana alınması ve bunun sonucu olarak da putlaştırılan dünya ve dünyalıklara ulaşabilmek için her şeyin meşrû sayıldığı bir toplum.

Hz Şuayb’ın önce tıpkı önceki elçilerin yaptığı gibi bu toplumu Allah’a kulluğa çağırdığını görüyoruz: “Ey kavmim Allah’a kulluk edin, çünkü sizin O’ndan başka kulluk yapacağınız ilâhınız yoktur.” Allah’tan başka sözünü dinleyeceğiniz, kendisine ibâdet edeceğiniz, sizin üzerinizde yetki ve otorite sahibi yoktur. Yaratıcınız O, rızık vericiniz O, hayat programınızı belirleyen O’dur. Ondan başka hayatınızda minnet duyacağınız, hesap ödeyeceğiniz göklerde de yerde de başka bir varlık yoktur. İşte böyle bir Allah’ı dinleyin. Çünkü: “Rabbinizden size apaçık beyyineler gelmiştir. Öyleyse Rabbinizin emrettiği biçimde ölçü ve tartıya riâyet edin ve İnsanların mallarını eksiltmeyin.”

Evet, Allah’ın peygamberi evvelâ toplumunu tevhide dâvet ettikten sonra ölçü ve tartı konusunu, ticarette dürüst davranmaları konusunu gündeme getiriyor. Elbette tevhidi kavrayamamış, Allah’a Allah’ın istediği biçimde inanmamış bir bir insanın, içine iman ve akide yerleşmemiş bir toplumun amelî hayatının düzelmesi de mümkün olmayacaktır. Allah’ı Allah’ın kendisini tarif ettiği biçimde tanımayan ve inanmayan bir adama bir kısım amellerden söz etmenin anlamı yoktur. Çünkü ne adına yapacak insan bunları? İnsanlara önce Allah anlatılacak, Cennet anlatılacak, Cehennem anlatılacak, hesap-kitap anlatılacak, yani Cenneti ve Cehennemi olan, sonunda hesaba çekecek olan bir Allah anlatılacak ve ondan sonra da “işte bu Allah hatırına şunları şunları yapman lâzım” denilecektir. Sadece Allah’ı dinlemen ve Allah’tan başka hiç kimseyi dinlememen gerekir diyeceğiz. Yani, öncelikle İnsanları şirkten-küfürden arındırıp onların kalplerine imanı yerleştirmeliyiz.

İşte Allah’ın elçisi de işe buradan başladıktan sonra onların hayatlarındaki bir bozukluğa dikkat çekiyor: “Ölçü ve tartıya riâyet edin ve insanların eşyalarını eksiltmeyin, eksik vermeyin!” Ölçü ve tartıya riâyet edilmeli ve İnsanların eşyaları eksiltilmemeli. Bu emir, ticaretin her çeşidini içine alan bir emirdir. İhtiyaç olmayan şeyleri reklâm vâsıtasıyla ihtiyaçmış gibi göstermekten tutun da, insanların şartlandırılmasına, satılmaması gereken malın satılmasına kadar, enflasyon yoluyla çaktırmadan sade yağdan kıl çeker gibi İnsanların ceplerine uzanmaya kadar her türlü mal eksiltmeyi içine almaktadır ve bunların her türlüsü yasaktır.[253]

Bu âyette yer alan ve “İnsanların eşyalarını eksik vermeyin” anlamına gelen ibare, hem maddî, hem ahlâkî ve sosyal haklara riâyet etmek gerektiğini belirtir. Çünkü insan, sadece alış verişlerde değil, başkalarıyla girdiği tüm ilişkilerde de doğruluk ve adâletten ayrılmamakla yükümlüdür.

 

Şuayb (a.s.)’ın Kavmine Emrettikleri:

Şuayb (a.s.), kavmi Medyen’e şu beş şeyi emretti:

1) Sadece Allah (c.c.)’a İbâdet ve Şirki Terk:

“O şöyle dedi : “Ey kavmim! Allah’a ibâdet edin! Sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur.”[254] Şuayb (a.s.), kavmine ilk olarak sadece Allah’a (c.c.) ibâdet etmelerini, şirkin her çeşidini terk etmelerini emretti. İşte bu, bütün Rasûllerin insanlara ilk dâvet ettiği şeydir.

Allah (c.c.), bu konuyla ilgili olarak başka âyetlerde şöyle buyurmuştur: “Senden önce hiçbir Rasûl göndermiş olmayalım ki, ona: ‘Benden başka ibâdete layık ilâh yoktur, yalnız Bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım.”[255]; “Andolsun ki, her ümmete: ‘Allah’a ibâdet edin ve tâğuttan kaçının’ diye (tebliğ etmeleri için) bir Rasûl gönderdik. Allah, onlardan kimine hidâyet etti ve onlardan kiminin üzerine de sapıklık hak oldu.  Yeryüzünde gezin de yalanlayanların sonunun nasıl olduğuna bir bakın!” [256]

Şuayb (a.s.), kavmi Medyen ahâlisine ilk olark şöyle dedi: “Ey kavmim! Sadece Allah’a ibâdet edin, sadece O’nun emirlerini dinleyin, sadece O’nun şeriatine göre hayatınızı düzenleyin ve O’na hiçbirşeyi ortak koşmayın! Çünkü sizin, O’ndan başka ibâdete lâyık ilâhınız yoktur.” Şuayb (a.s.) de bütün Rasûllerin yaptığı gibi ilk olarak kavmini tevhide ve her türlü  şirki terke çağırdı.

Çünkü dinde ilk bozukluk şirk koşmakla başlar. Dinin esası da zaten bu temele dayanır. Yaratılışın asıl gâyesi de budur ve bütün ibâdetlerin geçerliliği tevhidin sağlanıp sağlanmamasına bağlıdır. İnsî ve cinnî şeytanlar, bu meseleyi çok iyi bildikleri için ilk olarak tevhidi bozmaya çalışırlar ve bunun için bütün güçlerini kullanırlar.

 

2) Gönderilen Rasûle Tâbi Olmak ve İtaat Etmek:

“Rabbinizden size bir delil geldi.” Şuayb (a.s.), kavmine ikinci olarak, kendisinin Allah (c.c.) tarafından gönderilmiş bir Rasûl olduğunu ve kendisine tâbi olunması gerektiğini emretti. Onlara şöyle dedi: “Ey kavmim! Sizlere, getirdiğim şeylerin doğruluğunu  ve Allah tarafından olduğunu isbat eden, aklı başında herkesin anlayabileceği deliller gelmiştir.”

Bu âyette zikredilen deliller, kâinatla ilgili bir mûcize olabileceği gibi, aklî deliller de olabilir. Allah (c.c.) Şuayb’e (a.s.) kâinatla ilgili bir mûcize verdiğini belirtmemiştir. Fakat onun Allah’ın (c.c.) Rasûlü olduğunu, doğru söylediğini isbat eden kâinatla ilgili bir mûcizenin mutlaka verilmiş olması gerekir. Ebû Hureyre’den, Rasûlullah’ın (s.a.s) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Her nebiye, insanları ona iman etmeye sevk eden mûcizeler verilmiştir. Bana verilen mûcize ise Allah’ın (c.c.) vahyi Kur’ân-ı Kerim’dir. Kıyâmet gününde en çok tâbi olunan  olmamı dilerim.” [257]

 

3) Ölçü ve Tartıda Âdil Olmak:

“Artık ölçü ve tartıyı tam yerine getirin!” Şuayb (a.s.), kavmine üçüncü olarak ölçü ve tartıda âdil olmayı emretti. Onlara şöyle dedi: “Ölçü ve tartı konusunda insanların haklarını verin! Tartıda eksiklik yaparak insanları kandırmayın ve böylece onlara zulmetmeyin!”

Şuayb (a.s.) kavmini Allah (c.c.)’ı tevhid etmeye ve her türlü şirki terk etmeye çağırdıktan ve kendisine tâbi olunmasını emrettikten sonra ölçü ve tartı konusunda insanlara haksızlık yapmamalarını  emretti. Bu konu üzerinde hassâsiyetle durmuş olması, bu meselenin ne kadar önemli olduğunu ve ölçüde, tartıda âdil olmamanın ne kadar büyük suç olduğunu göstermektedir. İşte bu sebeple mü’minler, bu mesele üzerinde titizlikle durmalıdırlar.

 

4) İnsanlara Haklarını Tam Vermek:

“İnsanlara, eşyalarını eksilterek vermeyin!” Şuayb (a.s.), kavmine dördüncü olarak, insanlara ihânet ederek haksız yere mallarını almamayı emretti. Onlara şöyle dedi: “İnsanların haklarını tam olarak verin! Haklarını eksilterek, ihânet ederek, kandırarak ve zulmederek almayın!”

Şuayb (a.s.), kavmine ölçü ve tartıda eksiklik yapmamalarını emrettikten sonra, insanlara karşı yapılabilecek her türlü haksızlığı genel olarak yasaklamıştır. Böylece İnsanların mallarını gasb ederek, hırsızlık yaparak, rüşvet alarak veya hile yoluyla yemelerini  de yasaklamıştır.

 

5) Yeryüzünde Bozgunculuk Çıkarmamak: 

“Islahından sonra yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın!”

Şuayb (a.s.), kavmine son olarak yeryüzünde fesad çıkarmamalarını emretmiştir. Onlara şöyle dedi: “Yeryüzünü ıslah ettikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın, tevhidi bırakıp şirk işlemeyin. Çünkü yeryüzünde en büyük bozgunculuk, şirk işlemek, İnsanları bu yola sevketmek ve tevhidi engellemektir. Artık şirk işlemeyin, tevhidi bozmayın, muvahhidlere karşı gelmeyin! Allah’ın şeriatinin uygulanmasına engel olmayın, insanlara O’nun şeriatinden başka bir şeriatle hükmetmeyin! Aksi takdirde, zulmü yaymış olursunuz. Allah’ın yasakladığı amelleri işlemeyin ve size yaşamanız için gösterdiği doğru yoldan asla ayrılmayın! Allah’ın şeriatini hayatınızın her yönüne uygulayın! O’nun şeriatini terkederek, beşer aklının ürünü ve hevâ ü hevese dayalı olan şeraitleri/hükümleri tatbik etmeyin! İnsanları onunla muhâkeme olmaya zorlamayın!”

Eğer inananlardan iseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır.” Şuayb (a.s.), kavmine beş şeyi emrettikten sonra onlara şöyle  dedi: “Ey kavmim! İyi bilin ki, yapmanızı emrettiğim şeyleri yerine getirirseniz, yani sadece Allah’a ibâdet eder ve ona hiçbirşeyi ortak koşmazsanız, tartıda ve ölçüde insanların haklarını yemezseniz, insanlara karşı hiç zulmetmez ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmazsanız, benim söylediklerimi tasdik eder, Allah tarafından gönderilmiş bir Rasûl olduğuma, size sadece O’nun emir ve yasaklarını bildirdiğime inanırsanız, bu, sizin için hem dünyada hem de âhirette  daha hayırlı olur.”

Bu âyet gösteriyor ki, toplumun ıslahı için sadece ilim yetmez. Gelecek nesillerin de dine bağlanmaları için halkın ve özellikle de yeni nesillerin İslâmî bir terbiye ile terbiye edilmesi gerekir. Yeni neslin, her türlü şirki terkedip tevhide göre yaşamak ve pratikte bunu uygulamak üzere  terbiye edilmesiyle birlikte, ahlâki yönden de çok iyi terbiye edilmesi gerekir. Doğruluk üzere yaşamaları, emânete ihânet etmemeleri, herkese karşı adâletli davranmaları, her türlü ahlâksızlıktan, fesad ve bozgunculuktan uzak durmaları gerektiği onlara aşılanmalıdır.

Medyen toprakları, Hicaz’ın kuzeybatısında, oradan Kızıldeniz’in doğu sahiline, güney Filistin’e, Akebe Körfezi’ne ve Sina Yarımadası’nın bir bölümüne kadar uzanan bölgelerde yer alır. Medayinde yaşayanlar büyük tüccar idiler. Onların yerleşim merkezleri, Kızıldeniz sahilini takip eden Yemen-Mekke ve oradan Suriye ticaret yolu güzergâhı ile Irak’tan Mısır’a giden yolun kesiştikleri mevkilerde yer alır. Bundan dolayı da onlar Araplar arasında iyi bilinirler ve helâk olmalarından sonra bile, Suriye ve Mısır’a giden ticaret kervanlarının yolları onların arkeolojik kalıntıları arasından geçmesi nedeniyle hatırlanırdı.

Yukarıdaki tarihî gerçeğin ışığı altında, onların Hakk’ın sesini ilk defa, Hz. Şuayb’dan (a.s.) duydukları bir hakikattır. Gerçekte Medyenoğulları, İsrail kavmi gibi aslında müslümandılar. Fakat Şuayb (a.s.) kendilerine peygamber olarak gönderildiği zaman onların inançları bozulmuş idi, tıpkı, Hz. Mûsâ’nın (a.s.) geldiğinde İsrailoğulları’nın saf inançlarının bozulmuş olduğu gibi. Benî İsrail, Hz. İbrahim’den (a.s.) sonraki yaklaşık altı asır süresince müşriklerle ihtilât ederek (onlara karışıp, benzeyip uyarak) şirke ve ahlâksızlığa dûçar olmalarına rağmen, hâlâ "mü’min" olduklarını ve bundan gurur duyduklarını iddia ediyorlardı.

Bu, Hz. Şuayb’ın kavmine, şirk ve ticarî ahlâksızlık gibi iki önemli günah bakımından onları ıslah etmek için gönderildiğini göstermektedir. Hz. Şuayb (a.s.) burada onların dikkatini özellikle şu hususa çekmek istemiştir: "Sizden önceki peygamberlerin (selâm üzerlerine olsun) yerleştirdiği Hak Yolu (Sırat-ı Mustakimi), kendi yanlış inanç ve ahlâksızlıklarınızla bozmayın."

Peygamberin onların inançlarına telmihte bulunması göstermektedir ki, onlar kendi kendilerinin "inananlar" olduklarını itiraf ediyorlardı. Her ne kadar yanlış inançlara ve sapmalara kaymışlarsa da her hal u kârda "inananlar" olduklarını ve bununla da övündüklerini söyleyen, güya baştan çıkarılmış müslümanlar idiler. İşte bunun için peygamber onlara: "Eğer gerçekten inananlar iseniz, iyilik ve kötülüğü, Allah’a, âhiret gününe inanmayan şu dünyaperest İnsanların ölçüleriyle değil, doğru ve dürüst İnsanların ölçüleriyle değerlendirmelisiniz diye hitapda bulunmaktadır.

 

Şuayb’ın (a.s.) Kavmini Yapmaktan Yasakladığı Şeyler

“Ona iman eden kimseyi tehdit ederek Allah’ın yolundan alıkoymaya ve onda çarpıklık aramaya çalışarak (böyle) her yolun başında oturmayın. Hatırlayın ki siz, az (ınlık) idiniz de O, sizi çoğalttı. Fesatçıların/bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın (bakalım).” [258]

 

Şuayb (a.s.), bu âyette  kavmini şu üç şeyden nehyetmiştir:

1 - Yol keserek İnsanların mallarının gasbetmekten.

2 - İnsanların kendisine bağlanmalarını engellemekten ve ona bağlı olanları dinlerinden döndürmek  için zor kullanmaktan.

3- Yalan, hile ve şüphe uyandırma ile Allah’ın (c.c.) dosdoğru yolunu eğriltmekten, bozmaktan ve tahrif etmekten.

İnsanlara zulmetmek, haksız yere onların mallarını yemek, hevâ ve hevese göre onlara hükmetmek, Allah’ın (c.c.) şeriatine göre değil de hevâ ve hevese göre yaşamak isteyenler, Allah’ın (c.c.) doğru olan şeriatinin hâkim olmasını asla istemez, daima eğri olan kanunların hâkim olmasını isterler.

Bu âyet gösteriyor ki tevhide çağıran, her türlü şirki zulmü, ahlâksızlığı yasaklayan, iyi ahlâka çağıran yegâne doğru yol, Allah’ın (c.c.) şeriatidir. Onun dışında olan düzenlerin, fikirlerin, ideolojilerin hepsi eğridir, bozuktur, sapıktır...

Allah (c.c.) bu âyette, Şuayb’ın (a.s.), yapmakta oldukları birtakım amellerden  kavmini vazgeçirmeye çalıştığını  haber vermektedir: “Ona iman eden kimseleri tehdit ederek Allah’ın yolundan alıkoymaya ve onda çarpıklık aramaya çalışarak (böyle) her yolun başında oturmayın.”

Âyette geçen “fesâd” halinin insanın, velî, koruyucu ve yardımcı olarak Allah'tan başkasını kabul etmesiyle başladığı Kur’an’da belirtilir. O halde düzen, ancak tek velî, koruyucu ve yardımcının, yalnız Allah olduğunu bilmekle tekrar sağlanabilir.

Allah (c.c.) âyetin bu kısmında Şuayb’ın (a.s.) kavmine şöyle dediğini  bildirmektedir: “Ey kavmim! İnsanların Mallarını çalmak için yol  köşelerinde oturarak onları ölümle tehdit etmeyin! Bana iman etmek isteyenlere telkinde bulunarak, onları imandan vazgeçirmeye çalışmayın! Onları, imanlarından döndürmek için korkutmayın! Allah’ın size bildirmiş olduğu doğru yolunun eğri olmasını  istemeyin. Bu yolu bozmaya, tahrif etmeye, küçük düşürmeye çalışmayın!”

Rabbimiz diyor ki “ölçü ve tartıya iyi riâyet edin, İnsanların mallarını eksiltmeyin. İnsanların haklarını yemek sûretiyle onlara zulmetmeyin.” Eğer bir toplumun hayatı Allah’a iman esasına dayanmıyorsa, ekonomik hayatı Allah’a teslimiyyet esasına dayanmıyor, kapitalist yahut materyalist bir anlayışa dayanıyorsa, küfre ve şirke dayanıyorsa, o toplumda mutlaka zulüm olacak, İnsanlar her şeyi kendi menfaatlerine göre yontacak ve mutlaka o toplumda ezenler ve ezilenler olacaktır. Çünkü hayatları Allah’a iman esasına dayanmayan, hayat programlarını Allah’tan almayan toplum fertleri bencildir, hodbindir, sadece kendini düşünen, kendinden başka hiç kimseyi düşünmeyen, tüm dünya kendisine verilse bile bir türlü doymayan özelliktedir. Bundan dolayıdır ki daha çok kazanabilmek için, insanlara ölçüp tartarken hep eksik ölçüp tartacaklar ve insanlara zulmedeceklerdir.

İşte Medyen ahâlisi de böyleydi. Rivâyetlere göre ticarette kullandıkları altın ve gümüş paralardan insanlara verirken bir kısmını keserek, eksilterek veriyorlardı. İşte, içinde yaşamak zorunda olduğumuz toplumsal düzendeki enflasyon da aynı şeyi gerçekleştirmektedir. Tabii bu şekilde İnsanların birbirlerine zulmetmelerini sağlayan şu anda yaşadığımız sistemdir. Allah’a iman ve teslimiyyet esasına dayanmayan bu sistem her gün İnsanların cebindekini biraz daha eksiltmektedir. Ama halk da buna yardımcı oluyor.

"Allah’a inananları yolundan alıkoyup ve o yolun eğriliğini dileyerek tehdit edip her yolda pusu kurup oturmayın. Azken, Allah’ın sizi çoğalttığını hatırlayın; bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın." [259]

Her bir yolun üzerine oturup İnsanları Allah yolundan uzaklaştırıp kendi yollarınıza çağırmayın. Yolda eğrilik arayarak, yolun eğrisini isteyerek, İnsanların yollarını eğip bükerek İnsanların dinlerini, yollarını bozmayın. Anlayabildiğimiz kadar bunun birkaç mânâsı var:

1- Birincisi bu toplum Asya, Afrika ve Avrupanın ticaret kervanlarının geçtiği kesiştiği merkezî bir noktada oturan bir toplumdu. Bu bölgeden geçen ticaret kervanlarının yollarını değiştirerek kervanları soymaya çalışıyorlardı da Rabbimiz bunu yapmamalarını, böyle bir ahlâksızlıktan vazgeçmelerini öğütlemektedir. Tıpkı bugün reklamlar vasıtasıyla, İnsanları şartlandırmak sûretiyle İnsanların yollarını değiştirerek yazar kasalarının önlerine uğramalarını sağlayarak onları soymaya çalışan İnsanların yaptıkları gibi.

2- Devletin, toplumun önemli köşelerini ellerine geçirerek, önemli noktalarına oturarak, iktisad, ekonomi, hukuk, eğitim sahalarını ellerine geçirerek toplumun dinlerini, hayatlarını, hayat programlarını bozuyorlardı. Veya meselâ medyayı, basın ve yayın araçlarını ellerine geçirerek bütün bu sahip oldukları imkân ve araçlarla İnsanların düşüncelerini, inanışlarını ve dinlerini bozuyorlardı. Ellerine geçirdikleri bu vâsıtalarla İnsanları şartlandırarak hakkı bâtıl bâtılı hak, beyazı siyah, siyahı beyaz göstererek toplumun tüm ahlâkî değerlerini bozuyorlardı. Tıpkı bugün aynı vâsıtaları ellerine geçirerek, aynı köşe bucakları kaparak İnsanların dinlerini, inanışlarını ve düşüncelerini bozmaya çalışan zâlimler gibi. Devletin ve toplumun bütün imkânlarını, halkı soyarak elde ettikleri tüm ekonomik güçlerini bu yolda harcayan, bu toplumun dinini bozma ve toplumu dinsizleştirme yolunda kullanan zâlimler gibi.

Ekonomiyi bozuyorlar, hukuğu bozuyorlar, eğitimi bozuyorlar, kılık kıyafeti bozuyorlar, halkın paralarıyla yazdıkları güya din dersi kitaplarıyla halkın dinini bozuyorlar. Allah’ın dinini bozuyorlar, Allah’ın dinini eğip büküyorlar ve “işte din budur!” diye İnsanların karşısına bozuk bir din çıkarıyorlar. Allah’ın dinini kaldırarak yerine resmî bir din çıkarıyorlar. Kendi hevâ ve heveslerine göre hayata karışmayan, hayatta hiç bir etkinliği olmayan, devletle hiçbir problemi olmayan, kendi tanrılıklarına, kendi egemenliklerine evet diyen bir din çıkarıyorlar ve “işte din budur” diyorlar. Böylece Allah dininden kopardıkları İnsanları kendi dinlerine kul-köle edinerek Allah kullarını Cehenneme sürüklüyorlar. Halkın imkânlarıyla oturdukları makamlarda zorla mü’minlerin çocuklarının örtülerini çıkartıyorlar. “Bizim dinimize göre, resmî dine göre bu yasaktır!” diyorlar. “Resmî dine göre başörtüsü yasaktır, sakal yasaktır, sarık yasaktır, namaz yasaktır!” diyorlar. Bugün de aynen Medyenliler gibi Allah kullarının dinlerini eğip bükenleri görüyoruz.

3- Ya da her bir yolun başına oturarak yolu değiştirerek, yolun kurallarını kendileri koyarak, yolun özelliğini bozarak İnsanları Allah yolundan uzaklaştırıyorlardı. Kaynağın başına oturarak İnsanları bu dinin temel kaynaklarından uzaklaştırarak kendi yazıp çizdikleriyle İnsanların dinlerini karmakarışık hale getiriyorlardı. Üç kuruşluk dünya menfaati adına, beş kuruşluk statü adına İnsanları kendi yollarına, kendi anlayışlarına çağırarak Kitap ve Sünnetten uzaklaştırmaya çalışıyorlardı.

Şu anda da İnsanları Allah’ın kitabına ve Rasûlünün Sünnetine çağırmayarak kendilerine, kendi cemaatlerine, kendi anlayışlarına, kendi yollarına veya kendileri gibilerin yollarına çağıranların tamamı, Allah kullarının dinlerini karmakarışık etmeye çalışan İnsanlardır. O kadar çok İnsan sözü, o kadar çok İnsan hayatı duyuyor ki bu İnsanlar ne yapacaklarını, nasıl amel edeceklerini şaşırıyorlar. Filan şöyle dedi falan böyle dedi, filan şöyle uçmuştu, falan böyle kaçmıştı; “acaba bizler bunların hangisiyle sorumluyuz?” diyerek İnsanların kafaları karma karışık hale geliyor. Bırakalım bunları da, Allah’ın kitabını ve Rasûlünün Sünnetini anlatalım. Net ve açık İslâm’ı gündeme getirelim de, İnsanlar ne yapacaklarını bilsinler.

Evet ey Medyen toplumu! Ve ey şu anda Medyen’i aratmayacak biçimde Allah kullarının yollarını, dinlerini bozmaya çalışanlar, yapmayın bunu! Allah kullarının dinlerini bozmayın!

Sizler azken, güçsüzken Allah’ın sizi hem mal yönünden, hem güç ve kuvvet yönünden, hem makam-mansıp yönünden güçlendirdiğini hatırlayın. Şu anda sahip olduğunuz her şeyi size Allah vermedi mi? Bunu düşünün ve sizden önce şu anda sizin yaptığınız fesâdı yapanların âkıbetlerinin nasıl olduğuna da bir bakıverin. Eğer sizler şu anda bu fesatlarınıza devam edecek olursanız onların başlarına gelenlerin sizin de başınıza da geleceğiden hiç şüpheniz olmasın. [260]

“Hatırlayın ki siz, az (ınlık)idiniz de O, sizi çoğalttı..” Allah (c.c.) âyetin bu kısmında, Şuayb’ın (a.s.) kavmine şöyle dediğini haber vermektedir: “Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın! Siz, az idiniz de sizi çoğalttı, zilletten ve hakirlikten sonra size izzet verdi. Fakirlikten sonra ise sizi zenginleştirdi. Bunları ve diğer nimetleri hatırlayın ve yanlız Allah’a ibâdet edin, her türlü şirki terk edin! Sadece O’nun emirlerini yerine getirin ve yasaklarından kaçının! Böylece O’na  gerektiği şekilde şükredenlerden olun!”

“Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın (bakalım)!” Allah (c.c.) âyetin bu kısmında Şuayb’ın (a.s.), kavmini korkutmak ve sakındırmak için şöyle dediğini haber vermektedir: “Ey kavmim! Sizden önceki ümmetlerin halini düşünün! Nuh, Âd, Semud, Lût kavimlerinin başlarına gelenlerden ibret alın! Şirk koştukları, insanlara zulmettikleri, yeryüzünde fesad çıkardıkları, Allah’ın emirlerini dinlemeyip yasaklarından kaçınmadıkları, Rasûlleri yalanlayıp onlara tâbi olmadıkları için  onların başlarına gelenlerden ibret alın, onlar gibi olmayın! Yoksa onların helâk olduğu gibi, siz de zillet içinde helâk olursunuz.”

 

Şuayb (a.s.)’ın Kavmini Allah’ın Hükmüyle Uyarması:

“Şâyet sizden bir grup, kendisiyle gönderildiğime iman eder ve bir grup da iman etmezse, (bu durumda) Allah, aramızda hüküm verinceye kadar sabredin. Elbette ki O, hâkimlerin en hayırlısıdır. [261]

Allah (c.c.) bu âyette yine, Şuayb’ın (a.s.), kavmine söylediği sözleri zikretmektedir. “Şâyet sizden bir grup, kendisiyle gönderildiğime iman eder ve bir grup da iman etmezse, (bu durumda) Allah, aramızda hüküm verinceye kadar sabredin.” Allah (c.c.) bu âyette Şuayb’ın (a.s.), kavmine şöyle dediğini haber vermektedir: “Ey Medyen ahâlisi! Eğer bir kısmınız beni doğrulayıp bana inanmış, Allah tarafından getirdiğim şeyleri kabul etmiş, her türlü şirki terkedip ibâdeti sadece Allah’a ihlâslı olarak yapmış ve insanlara zulmetmeyi, tartı konusunda haksızlık yapmayı terk ederek bana bağlanmış, diğer kısmınız da yalanlayıp benim getirdiğimi reddetmişse, o zaman Allah aramızda hüküm verinceye kadar bekleyelim. Bakalım, hangi taraf doğru yoldadır! Bakalım, Allah kimlerden râzı olmuştur!”

“Elbette ki O, hâkimlerin en hayırlısıdır.” Şuayb (a.s.) sözlerini şöyle bitiriyor: “Allah hükmedenlerin en hayırlısı, en adâletlisidir. Çünkü hükmünde hiç kimseyi kayırmaz ve hiç kimseye meyletmez.” Bu âyet gösteriyor ki, adâletli hüküm, sadece Allah (c.c.)’ın verdiği hükümdür. Onun için, İnsanlar arasında haksızlık yapmaktan çekinen, onlara adâletli hüküm vermek ve doğruya isâbet etmek isteyen  hâkimin sadece Allah’ın (c.c.) Kur’ân’ı Kerim ve sahih sünnette bulunan hükmünü uygulaması gerekir. “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerdir.”[262] Buna rağmen, Allah (c.c.)’ın hükmünü bir kenara bırakıp beşerî kanunları  uygulayan hâkim, hem zulümle hükmetmiş hem de Allah’ın hükmünü inkâr etmiş olur. “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” [263]

Hz. Şuayb’ın (a.s.) konuşmasının hemen akabinde bu kelimeleri de ilâve etmesinin nedeni, onların yeniden inançsızların yolu üzerine dönmeyecekleri hususunda kesin bir iddiada bulunmaya yetkili olmadığını göstermek içindir. Allah’ın kudretini tam olarak anlamış mü’min, O’nun irâdesinin herşeyi kuşattığını bilir. Bundan dolayı da bir mü’min "Bunun ya da şunun yapılması tamamen Allah’ın dileğine bağlı iken, ben şunu yapacağım, şunu yapmayacağım" diye kesin iddialarda bulunmaz. "Eğer O dilerse, başarılı olurum, yoksa hayır" der. Allah Teâlâ, aynı şeyi âyetlerinde de bildiriyor. "Hiçbirşey hakkında: ‘ben bunu yarın mutlaka yapacağım’ deme; ancak, Allah dilerse, yapacağım’ de.” [264]

Ama şurasını hiç bir zaman unutmayalım ki yeryüzünde bâtıllar asla hakkın varlığına tahammül edemezler. Yeryüzünde kâfirler, bir mü’minin varlığına asla tahammül edemez. Hak taraftarları yani mü’minler bâtıl taraftarları kâfirlerle herhangi bir savaşa girişmese de, az evvel ifade edildiği gibi “mâdem ki ey kâfirler, sizler inanmadınız, öyleyse bizler de Allah aramızda hükmünü verene kadar bekleyeceğiz” dese de bâtıl taraftarları yine de rahat durmazlar. Yine de hakka karşı barıştan yana olmazlar. İlâhî yasa budur yeryüzünde ve bu yasa tarihin hiçbir döneminde değişmemiştir. Bakın ne diyorlar: “Milletinin büyüklük taslayan ileri gelenleri, ‘Ey Şuayb! Ya dinimize dönersiniz ya da, andolsun ki seni ve inananları seninle beraber kasabamızdan çıkarırız!’ dediler. Şuayb, onlara: ‘İstemesek de mi?’ dedi.”

İşte her zaman olduğu gibi mele’ grubunun tehdidi. Her dönemde ileri atılan, devlet yönetimine sahip olan, devletin kaymağını yiyen, devletin imkânlarından nasiplenen ve bunun için de devletin zevalinden çok korkan, daha doğrusu kendi menfaatlerinin zevalinden ödü kopan ve bunun için de her dönemde herkesden önce öne atılan mele’ grubu dediler ki Allah’ın elçisine: “Ey Şuayb! Ya bizim dinimize dönersiniz ya da seni ve sana inananları ülkemizden çıkaracağız. Ya bizim dediğimiz gibi inanır, bizim istediğimiz gibi düşünür, bizim istediğimiz gibi giyinir, bizim istediğimizi gibi yaşarsınız; ya da andolsun ki sizi memleketimizden söküp atacağız. Ya bizim gibi iktisadî bozukluklara ses çıkarmaz, bizim ahlâksızlıklarımıza siz de sahip çıkarsınız, bizim hayatımıza, bizim yasalarımıza, bizim ticaretimize, bizim çalıp çırpmamıza, yetimlerin haklarını, devletin imkânlarını kullanmamıza hiç laf etmezsiniz, bizim hukuğumuza, bizim eğitim anlayışımıza, bizim kılık kıyafet anlayışımıza ses çıkarmazsınız ya da sürülmeyi göze alırsınız. Ya bizim fâizlerimize, bizim gasplarımıza, bizim genelevlerimize, bizim fuhuşlarımıza, bizim rüşvetlerimize dil uzatmayarak fitne çıkarmazsınız yahut da sizi süreceğiz!” diyorlar. Yani “ya bizim huzurumuzu kaçırmaz, düzenlerimizi bozmazsınız, ya da sürülmeyi göze alırsınız!” diyorlar. “Ya bizim hayatımızı benimsersiniz ya da çeker gidersiniz!”; “ya seversiniz düzenimizi, ya da bu ülkeyi terk edersiniz!”

Allah elçisine ve beraberindeki mü’minlere kâfirlerin tehditleri böyleydi. Dünkü kâfirlerin mü’minlere söyledikleri bu gün bize söylenmiyorsa ya kâfirler değişmiş ya da müslümanlar değişmiştir. Kâfir hiç bir zaman değişmeyeceğine göre herhalde bugün onlar karşısında biz müslümanlar değiştik. “Ya bizim hayatımızı kabullenirsiniz, ya bizim anlayışlarımıza dönersiniz, ya bizim metodlarımızla hareket edersiniz, ya bizim gibi demokratik usullerle çalışırsınız bizim prensiplerimize uyarsınız ya da sizi ülkemizden çıkarırız!...” 

Aslında bunu onlara biz demeliydik. Onlara bunu biz söylemeliydik. Ama biz demeyince onlar diyorlar tabii bunu. Biz demiyoruz onlara bunu. Biz diyoruz ki “vazgeç bu işten! Etliye sütlüye karışma! Sakın ileri gitme!” diyoruz. Arkadaşlarımız, akrabamız diyor, babamız, anamız diyor. Biz böyle davranınca da elbette onlar bize bunu deme hakkını elde ediyorlar.

Evet, Allah’ın elçisi Şuayb (a.s.) karşısında bu tehditleri savuruyorlardı. Çünkü şunu kesin olarak biliyorlardı onlar. Eğer Şuayb’ın (a.s.) Allah’tan getirdiği mesaj toplumda maya tutarsa o zaman toplum hayatını bu mesaja göre düzenleyecek ve toplumda zulümden eser kalmayacaktı. Toplumda materyalizm, maddecilik tutunamayacak, toplum ferlerinden hiç birisi diğerini sömüremeyecek, kimse kimsenin kanını ememeyecek, kimse kimseyi ezemeyecek, kimse kimsenin sırtına binerek para kazanamayacaktı. Dolayısıyla bu mele’nin hortumları, gelir kaynakları kesilecekti. İşte bundan dolayı herkesten önce bunlar peygamberin karşısına dikiliyorlar ve onun dâvetinin İnsanlar tarafından kabul görmesini engellemeye çalışıyorlardı. Hûd sûresinde de toplumun Hz. Şuayb’a (a.s.) şöyle dedikleri anlatılıyor: “Ey Şuayb! Babalarımızın taptığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmamızı men eden senin namazın mıdır? Sen doğrusu aklı başında, yumuşak huylu birisin’ dediler.” [265]

 

Namazın Kötülükleri Terk Ettirmesi

Diyorlar ki; ‘ey Şuayb! Senin namazın mı emrediyor bunları sana? Atalarımızın, babalarımızın senelerdir tapındıkları tanrılara, senelerdir uyup geldikleri bu yasalara itaat etmememiz gerektiğini ve sadece Allah’a kulluk etmemiz gerektiğini sana emreden senin namazın mıdır? Veya hayatımızı düzenleyen yasalar konusunda, ticaret hayatımızı belirleyen, hukukumuzu, eğitim hayatımızı düzenleyen yasalar konusunda sadece Allah’ı dinlememiz gerektiğini sana emreden senin namazın mı yoksa? Veya mallarımız konusunda dilediğimiz gibi tasarrufta bulunmaktan senin namazın mı menediyor? Bütün bunları senin namazın mı emrediyor?’

Demek ki Allah’tan mesaj alma makamı olan namazın böyle bir misyonu vardır. Namaz bütün hayatı düzenleme fonksiyonuna sahiptir. Kıldığı namazı kişiye sadece Allah’a kulluğu, sadece Allah’ı dinlemeyi ve Allah’tan başkalarını dinlememeyi, Allah’tan başkalarına kulluk etmemeyi öğretmesi lâzımdır. Namaz kişiyi tüm hayatında Allah’a teslimiyete götürmelidir. Malı konusunda, evlâdı konusunda, hanımı konusunda, zamanı konusunda dilediği gibi hareket etmemesini, tüm bu konularda sadece Allah’ı dinlemesini emreden bir fonksiyona sahip olması gerekmektedir. "Muhakkak ki namaz, fahşâ (iğrenç şeyler) ve münker (kötülükler)den vazgeçirir."[266] Bu âyet de bunu anlatır. Yani namaz, kişinin tüm hayatını düzenleyen bir özelliğe sahiptir ve böyle bir namaza namaz denir. Değilse, namaz kıldığı halde hayatını Allah’a teslim etmeyen kişinin kıldığı namaza namaz denmez. Namaz kıldığı halde malı konusunda Allah’ı söz sahibi bilmeyen, namaz kıldığı halde hukukunda Allah’ı söz sahibi bilmeyen, ekonomi anlayışında Allah’ı söz sahibi bilmeyen, eğitimi konusunda Allah’tan başkalarının yasalarını uygulayan bir adam namaz kılmıyor demektir.

Allah elçisinin karşısında bâtılın tehditlerinin estiğini görüyoruz. Ama kâfirler ne derlerse desinler, ne yaparlarsa yapsınlar, nasıl tehditler savururlarsa savursunlar Allah’ın elçisi asla tâviz makamında değildi. Allah’ın elçisi Hz Şuayb tâviz vermeye yetkili bir makamda değildi. Onların bu tür tehditleri karşısında Allah’ın elçisinin cevabı kesindi: “Yani biz istemesekde mi? Yani bu sizin bize sunduğunuz hayattan râzı olmasak da mı bunu bize yapacaksınız? Veya bu kendi vatanımızdan çıkmak istemesek de mi bizi çıkaracaksınız? Zorla ve zorbayla mı bizi kendi ülkemizden çıkaracaksınız? O zaman: “Allah bizi dininizden kurtardıktan sonra ona dönecek olursak, doğrusu Allah’a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimizin dilemesi bir yana, dininize dönmek bize yakışmaz. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz yalnız Allah’a güvendik. Rabbimiz! Bizimle milletimiz arasında hak ile Sen hüküm ver, Sen hükmedenlerin en hayırlısısın" dedi. [267]

Rabbimiz Allah istemedikçe bizim sizin inancınıza dönmemiz mümkün değil anlamına gelen ibâre, Allah’ın İnsanlardan inkâra dönmelerini isteyebileceği ihtimalini değil, aksine samimi mü’minin O’na tam teslim olma tavrını ifade eder. Allah bize hidâyetini gönderip bizi dalâletten, sapıklıktan kurtardıktan sonra tekrar o eski dalalet ve sapıklığa dönecek olursak o zaman bizler Allah’a açık bir iftirada bulunmuş oluruz. Eğer Rabbimizin gönderdiği hakkı, hidâyeti doğru yolu tanıdıktan sonra, Rabbimizden gelen hakka inandıktan sonra eğer sizin sapıklıklarınıza, sizin milletinize, sizin dininize, sizin anlayışlarınıza, sizin yasalarınıza, sizin dolandırıcılıklarınıza, sizin rüşvetlerinize, sizin kılık kıyafet anlayışınıza, sizin hukuk anlayışınıza, sizin hayat anlayışınıza dönersek, sizin gibi inanır sizin gibi yaşamaya kalkışırsak o zaman Allah’a karşı en büyük iftiraya kalkışmış oluruz. Eğer sizin bu sapık dininize, bu sapık hayat tarzınıza dönersek Allah’a en büyük iftirayı yapmış oluruz. Eğer sizler de bizler de Allah’ın bu hükümlerini duyduktan sonra, Allah’ın yolunu ve hidâyetini tanıdıktam sonra sanki bütün bunları duymamış gibi, tanımamış gibi hâlâ eski hayatımıza devam edecek olursak Allah’a en büyük iftirayı yapmış oluruz. Bir peygamber için asla geri dönüş yoktur. Peygamber yolunun yolcuları için de bu böyledir. Peygamber de peygamber yolunun yolcuları da hidâyeti tanıdıktan ve ona iman ettikten sonra tekrar eski küfürlerine, eski şirklerine dönmektense bin defa ateşe atılmayı tercih ederler. Çünkü gerçekten hakkı tanıdıktan sonra insanın onu bırakıp bâtıla uyması çok daha zor, çok daha çetrefilli ve yorucudur. Tevhidi tanıyan, Allah’ı tanıyan, Allah’a kulluğu tanıyan bir adamın Allah’ı bırakıp da Allah’tan başkalarına kulluğu insanda insanlık haysiyeti bırakmaz, öldürür. Böyle bir insanın insanlar tarafından boynuna gem vurulup zorla Allah’tan başkalarına kulluğa çağrılması kadar korkunç ve hakir birşey düşünülemez. Yeryüzünde bundan daha hakir bir kulluk türü de düşünülemez. Allah bile kâinatın sahibi ve yaratıcısı olduğu halde İnsanlardan böyle zoraki bir kulluk istememektedir. Ama bâtıl bu şekilde hâkimiyetini kurunca, gücü eline geçirince İnsanlar hem akıllarını, hem dinlerini, hem nesillerini hem de servetlerini kurtaramazlar. İnsanlar bâtıllara karşı mükellefiyetlerinin gereği olarak her şeylerini kaybederler. Çünkü doyumsuzdur bâtıllar ve İnsanların her şeylerine el koyarlar. [268]

Kavminden mele’ (ileri gelen) kâfirler dediler ki: ‘Eğer Şuayb’e uyarsanız o takdirde siz mutlaka ziyana uğrarsınız.’[269] Bu ifâdeleri üstünkörü geçmemeli, bilâkis içerdiği anlamları derinliğine düşünmeliyiz. Medayin’in ileri gelenleri ve şefleri şöyle söyleyerek halkı bu hususta kandırmak istediler: "Dürüstlük, doğruluk, ahlâk ve iyilik gibi hususları temel ilkeler kabul eder ve uygularsak, biz o zaman tümüyle mahvoluruz. Biz ticaret ve alışverişimizde doğruluk ve dürüstlüğe uyar ve mesleğimizi bunlara göre sürdürürsek, ticaretimiz kesinlikle büyüyemez, serpilemez. Bunun yanında, en önemli kervanların, güzergâhlarının kesiştiği bölgede yer alan şu coğrafî stratejik konumumuzdan yararlanamaz, bu yörenin uslu vatandaşları olur ve kervanların geçip gitmelerine birşeyler yapmadan seyirci kalırsak işte o zaman bu stratejik durumun sağlamakta olduğu bütün siyasî ve ticarî avantajlarımız bitti demektir. Bu da, komşu ülkelere karşı olan hâkimiyetimiz ve etkiğinliğimizin de bir sonu demektir." İşte bu "mahvolma" korkusu, sadece Hz. Şuayb’in kavmine özgü bir olay değildir. Sefih toplumlar, hak, doğruluk ve dürüstlük hakkında, her zaman aynı tedirginliği duymuşlardır. Yalan, üçkağıtçılık ve ahlâksızlığa başvurmaksızın, fâize bulaşmaksızın ticaret, siyaset ve diğer dünyevî işlerin yürütülmesinin imkânsız olduğu düşüncesi tarih boyunca bütün iflâs etmiş toplumların görüşü olagelmiştir. Bundan dolayı da Hak dâvete karşı her zaman yapılan en büyük itiraz, "hep eğer bilenen o dalavereli yollar bırakılır ve doğru yola uyulursa ilerleme sağlanamayacağı ve toplumun yıkılacağı" konusundadır.

Evet Hz Şuayb işi Allah’a bırakıyor. O Allah’a teslim bir peygamber olarak İnsanların tekliflerini reddeder ama meşîeti İlahîye de karışmaz. Zira o sadece bir elçidir ve Allah’ın bu mevzûdaki murâdını da bilmemektedir. İşte böylece Ulûhiyyet kavramının Peygamber şahsında billurlaşmasını görüyoruz. Allah’ın elçisinin kuvvet kaynağını görüp O’na sığındığını görüyoruz. Rabbine Rabbin istediği biçimde sığındığını gören toplumun da bakın O’nu bırakıp her dönemde olduğu gibi ona inanan mü’minlere yöneldiklerini görüyoruz. Alçaklar Peygambere dokunamıyorlar. Ona iliştikleri zaman biliyorlar başlarına nelerin geleceğini de ona inanan garibanların üzerine gidiyorlar. Peygamberi dize getiremeyince çevresindeki mü’minlere yükleniyorlar.

“Milletinin inkâr eden ileri gelenleri, ‘Şuayb’a uyarsanız, andolsun ki siz kaybedersiniz’ dediler.”[270] “Eğer Şuayb’a iman ederseniz andolsun ki kaybedenlerden olursunuz” ifâdesini iki anlamda söylediklerini anlıyoruz. Ya bu bir tehditti, mü’minleri tehdit ediyorlardı. Eğer ona iman ederseniz çok büyük ziyana uğrayacaksınız. Yani “bizim reddettiğimiz bu adama iman ederseniz artık başınıza gelecekleri siz düşünün. Neyiniz varsa hepsini elinizden alacağız, mallarınızı hatta canlarınızı ve tüm haklarınızı elinizden alıp sizi kendimize köleler edineceğiz. Her şeyinizi kaybedip bizim kölelerimiz durumuna düşeceksiniz” diye tehdit ediyorlardı mü’minleri. Ya da bunu onlara bir nasihat olarak söylüyorlar da olabilir. Yani “eğer bu adama iman ederseniz, bu peygamberin istediği gibi yaşamaya kalkışırsanız o zaman bu toplumda sizler yok olmak, erimek zorunda kalacaksınız. Öyle değil mi? Fâiz almadan, ölçüde-tartıda bizim gibi hile yapmadan, İnsanların cebindekine uzanmadan, içki içmeden, kumara yönelmeden, yalana-dolana bulaşmadan bu toplumda nasıl ticaret yapacaksınız? Kazanmak şöyle dursun, büyümek şöyle dursun sermayelerinizi bile koruyamayacaksınız. Bunları yapmadan bu toplumda ayakta kalmanız mümkün değildir. Bu kafayla sizler bu toplumda, bu toplumun ekonomik anlayışı içinde eiriyecek, silinip gideceksiniz. Eğer Şuayb’ın getirdiği dine tâbi olursanız, onun haram dediklerini haram, helâl dediklerini de helâl kabul ederek hayatınızı bu inanca binâ edecek olursanız, kesinlikle sizler zarar edeceksiniz” diyorlar. “Fâizsiz, kumarsız, rüşvetsiz bir ekonomi düşünülemez. İnsanlara zulmetmeden, İnsanların haklarını yemeden, İnsanların sırtlarına basmadan para kazanmak da yükselmek de mümkün değildir. Baksanıza Şuayb’ın getirdiği mesaj bunların tümünü reddetmektedir. Eğer ona iman ederseniz bütün bunları nasıl yapabileceksiniz? Mümkün değil, bu kafayla giderseniz zinhar sizler adam olamazsınız. Zarar etmek bir tarafa, sizler dünyanızı da zından edeceksiniz. Çünkü içkisiz, kumarsız, kadınsız, faizsiz, düzensiz, dalaveresiz bir hayat çekilebilecek bir hayat değildir. Gelin, hayatınızı yaşayın, bu adamın dediklerine inanmayın” diyorlardı.

Kâfirler mü’minlere böyle diyorlar ve nasihat ediyorlardı. “Bu peygamberin dediği gibi bir hayat yaşarsanız kaybedeceksiniz” diyorlardı. Alçaklar kendileri dünyayı hedef bildiklerinden dolayı dünyalık elde edemeyen mü’minlere: “Ssizler sonunda keybedecek ve enayi durumuna düşeceksiniz” diyorlardı. Müslümanca bir hayat onlar için kayıptır. Dünyada zevklerini yaşayamamış olmak onlar için kayıptır. Kâfirler müslümanlar için dün de bu gün de böyle düşünüyorlar. Hâlbuki gerçek keybedenler kendileridir, gerçek kayıp onların hayatlarıdır. Allah’a kulluğa dönüştürülemeyen bir dünya hayatı baştan sona kayıptır. Yedikten sonra Allah’a kulluğa dönüşrütülmeyen tüm nimetler boştur ve kayıptır. İstifade edilip de kulluğa dönüştürülemeyen tüm nimetler değersiz ve boştur. İşte kendileri boş şeylerle oyalanan kâfirler mü’minlerin hayatlarını boş olarak görüyorlar ve aldanıyorlar.[271]

“Derken o şiddetli deprem onları yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü donakaldılar (diz üstü çökerek helâk oldular). Şuayb’i yalanlayanlar sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular. Asıl ziyana uğrayanlar Şuayb’i yalanlayanların kendileridir. [272]

Medyen’in bu tümüyle yerle bir edilişi, komşu halkların dilinde darb-ı mesel olmuştu, Zebur’da,[273] Dâvud (a.s.) zâlimlere karşı Allah’ın yardımını şöyle istiyordu: "Senin kullarına karşı sinsice planlar yapan ‘bu hâinlere’ Medyen halkına yaptığını yap", İşaya peygamber de İsrailoğullarına "....Asurlu’dan korkma... O asasını Mısır’ın üzerine kaldırdığı gibi kaldıracak... Orduların Rabbi, Medyen vurgununda olduğu gibi kırbacı ona karşı kımıldatacaktır..."[274] diyerek teselli vermiştir.

 “(Şuayb) Onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: ‘Ey kavmim! Ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!”[275] Burada anlatılan bütün bu olayların derin mânâları vardır. Her kıssa, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) ve onun kavminin durumuna tam ve yerinde uymaktadır. Her kıssada iki taraf vardır: Peygamber ve kavmi, her bir kıssada geçen peygamber ve onun tâlimleri, uyarıları vs. tamamıyla Hz. Muhammed’in (s.a.s.) dâvetinde olduğu şekildedir. Diğer taraftan, kötülük, ahlâksızlık ve inatçılıklara dalmış olan halk ve onların kendini beğenmiş şefleri, her zaman, küçümser bir tavırla dâvete karşı çıkmışlardı. Hz. Muhammed (s.a.s.) ve dâvetine karşı Kureyş halkı da aynı tarz bir tavır takındığı için, dolaylı olarak, eğer çağrıya kulak vermezler ve Allah’ın onlara bahşettiği fırsatı değerlendirmezlerse âkıbetlerinin de onlar gibi olacağı ikazı yapılmakta. Eğer körükörüne aynı yolda gitmekte ısrar ederlerse, sapkınlıklarında ısrar edenlere geçmişte müstehak olan aynı belâ kendilerinin de başına er geç gelecektir.

“Bu yüzden onları bir sarsıntı tuttu ve oldukları yerde diz üstü çöküverdiler.”[276] Bu yaptıkları yüzünden onları bir racfe, bir sarsıntı, bir deprem ya da geberin geberesiceler diye bir ses yakaladı da hepsi oldukları yere diz çöküverdiler. Oldukları yere yığılıp kaldılar. Evlerinin ortasında diz çökülü kalıverdiler. Zaten ölüydü bu kâfirler. Çünkü vahiyle ilgi kuramamış İnsanların tamamı ölüdürler. Kur’an ve Sünnetle tanışamamış İnsanların tamamı ölüdürler. İşte bu ölüleri bir sarsıntı kendilerine getiriverdi. Yani Allah’tan gelen bir racfe, bir sarsıntı onları olmaları gereken konuma getiriverdi. Onlar hayatlarında diz çöküp Allah’a kulluk yapmaları gerekirken bundan kaçınıyorlardı da bir sarsıntı onları diz çöktürüverdi. O âna kadar Allah huzurunda diz çökmeye yanaşmayan alçaklar çaresiz diz çöküverdiler. Kazandıkları o malları mülkleri, çalıp çırptıkları servetleri, o makamları mansıpları, güçleri, kuvvetleri, medeniyetleri onları Allah’ın azâbından kurtaramadı. Ekonomik yönden çok büyük bir güce sahip oldukları halde bu güç ve kuvvetlerine güvenerek Allah’a ve Allah’ın elçisine kafa tuttukları halde evlerinde çöküıverdiler. Allah diyor ki bakın: “Şuayb’ı yalanlayanlar, yurtlarında sanki hiç yaşamamışlar gibi oldular, izleri bile kalmadı. Mahvolanlar, Şuayb’ı yalanlayanlar oldu.” [277]

“(Şuayb) Onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: ‘Ey kavmim! Ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!”[278] Eğer bizler de çevremizdekilere karşı görevlerimizi tam yaparsak, onlara Allah’ın istediği biçimde İlâhî mesajı duyurursak o zaman biz de hiç üzülmeyeceğiz. Son derece rahat olacağız. Ama bizler bu insanlara karşı tebliğ görevimizi hakkıyla yapamadıysak hem kendimize hem de onlara ağlayalım.

Evet, üzülmüyordu Allah’ın elçisi, çünkü görevini tam yapmıştı. Üzülmüyordu, vazifesini eksizsiz yapmıştı. Gönül rahatlığı içindeydi Şuayb (a.s.), çünkü hakkıyla uyarmıştı onları. Tüm bu uyarılarına rağmen yine de iman etmeyen, yine de adam olmayarak burnunun doğrusuna giden bu insanlara üzülmeye değmezdi. Demek ki kâfirlerin, müşriklerin arkasından üzülmek câiz değildir. İşte Allah’ın en merhametli, en şefkatli, onların dirilişi için kendini bile ihmal edecek kadar çırpınan bir Allah elçisinin onların arkalarından üzülmediğini görüyoruz. Firavun’un arkasından da kimse üzülmedi. Rabbimiz Kur’an’ın başka bir yerinde “Ona ne gök ağladı ne yerdekilerden kimse ağladı”[279] buyurmaktadır.

 

Şuayb.(a.s.) ve Medyen Kavmi Hakkında Âyet-i Kerimeler

  • Şuayb’ın (a.s.) İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 11 Yerde): 7/A’râf, 85, 88, 90, 92, 92; 11/Hûd, 84, 87, 91, 94; 26/Şuarâ, 177; 29/Ankebût, 36.
  • Medyen İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler: (Toplam 10 Yerde): 7/A’râf, 85; 9/Tevbe, 70; 11/Hûd, 84, 95; 20/Tâhâ, 40; 22/Hacc, 44; 28/Kasas, 22, 22, 45; 29/Ankebût, 36.
  • Eyke İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 4 Yerde): 15/Hıcr, 78; 26/Şuarâ, 176; 38/Sâd, 13; 50/Kaf, 14.
  • Ress İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler: (Toplam 2 Yerde): 25/Furkan, 38; 50/Kaf, 12.
  • Şuayb (a.s.) ve Kavmi Konusundaki Âyetler
  • Şuayb (a.s.)’ın Kavmiyle Tevhid Mücâdelesi: 7/A’râf, 85-93; 11/Hûd, 84; 26/Şuarâ, 177-178; 29/Ankebût, 36.
  • Şuayb (a.s.) Medyen Kavmine Gönderilmiştir: 7/A’râf, 85, 11/Hûd, 84; 26/Şuarâ, 177-178; 29/Ankebût, 36.
  • Medyen Kavminin Kötülüğü: 7/A’râf, 85-86; 11/Hûd, 84-85; 26/Şuarâ, 181-183.
  • Şuayb (a.s.)’ın Kavmine Dâveti ve Kavminin Tepkisi: 7/A’râf, 85-93; 11/Hûd, 84-93; 26/Şuarâ, 176-188; 29/Ankebût, 36-37.
  • Medyen Kavminin Helâk Edilerek Yok Oluşu: 7/A’râf, 85-93; 11/Hûd, 94-95; 15/Hıcr, 78-79; 25/Furkan, 38; 26-Şuarâ, 189-191; 29/Ankebût, 36-37, 40; 50/Kaf, 12, 14.

 

[1] 7/A’râf, 85-93

[2] ez-Ziriklî, Kamûsu’l-A’Iâm, VI, 4244; Yakut el-Hamevî, Mu’cemü’l-Büldan, Beyrut 1956, V, 77

[3] 7/A’râf, 89

[4] 26/Şuarâ, 189

[5][5] et-Taberî, Tarih, Mısır 1326, I, 167; es-Sa’lebî el-Arâis, Mısır 1951, s. 164; M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Ankara 1990, I, 327

[6] İbn Asâkir, Tarih, Beyrut 1979, VI, 322

[7][7] ez-Zemahşerî, el-Kesşâf, Kahire 1977, II, 118

[8] İbnü’l-Esir, el-Kâmil, Beyrut 1965, 177

[9] 7/A’râf, 85-87

[10][10] 11/Hûd, 91

[11] 11/Hûd, 92-93

[12] 7/A’râf, 91-92

[13] 7/A’râf, 93

[14] 59/Haşr, 78

[15] 26/Şuarâ, 176-184

[16] 26/Şuarâ, 185, 186

[17] 26/Şuarâ, 187

[18] 26/Şuarâ, 188

[19] 26/Şuarâ, 189, 190

[20] el-Beydavî, Envâru’t-Tenzîl, Mısır 1955, II, 84

[21] et-Taberî, Tarih, Mısır 1326, I, 167; İbn Kuteybe, Kitabü’l-Maârif, Beyrut 1970, s. 19; İbn Asâkir, Tarih, Beyrut, 1979, VI, 322; Nureddin Turgay, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 53-55

[22] 15/Hıcr, 78

[23] 15/Hıcr, 78; 26/Şuarâ, 176; 38/Sâd, 13; 50/Kaf, 14

[24] 7/A’râf, 85; 11/Hûd, 84; 29/Ankebût, 36

[25] 29/Ankebût, 36

[26] 7/A’râf, 85, 93; 11/Hûd, 84-95

[27] 7/A’râf, 93

[28] 11/Hûd, 89

[29] 9/Tevbe, 70; 22/Hacc, 42

[30] 29/Ankebût, 36, 40

[31] 36/Yâsin, 48-54

[32] 28/Kasas, 22-30

[33] Tekvin 25: 1

[34] Tekvin, 37: 25-28, 36

[35] Çıkış 2: 15, 3: 1; Günay Tümer, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 104-105

[36] 7/85

[37] 7/86

[38] 7/87

[39] 7/88

[40] 7/89

[41] 7/90

[42] 7/91

[43] 7/92

[44] 7/A’râf, 85-93

[45] 9/Tevbe, 70

[46] 11/84

[47] 11/85

[48] 11/86

[49] 11/87

[50] 11/88

[51] 11/89

[52] 11/90

[53] 11/91

[54] 11/92

[55] 11/93

[56] 11/94

[57] 11/Hûd, 84-95

[58] 15/78

[59] 15/Hıcr, 78-79

[60] 20/Tâhâ, 40

[61] 22/Hacc, 44

[62] 25/Furkan, 38

[63] 26/176

[64] 26/177

[65] 26/178

[66] 26/179

[67] 26/180

[68] 26/181

[69] 26/182

[70] 26/183

[71] 26/184

[72] 26/185

[73] 26/186

[74] 26/187

[75] 26/188

[76] 26/189

[77] 26/190

[78] 26/Şuarâ, 176- 191

[79] 28/22

[80] 28/Kasas, 22-23

[81] 28/Kasas, 45

[82] 29/36

[83] 29/37

[84] 29/38

[85] 29/39

[86] 29/Ankebût, 36-40

[87] 50/12

[88] 50/13

[89] 50/Kaf, 12-14

[90] 83/Mutaffifîn, 1-3

[91] 83/Mutaffifin, 1-3; Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 162-163

[92] 83/Mutaffifîn, 1-3

[93] Ayrıca bk. 6/En'âm, 152; 17/İsrâ, 35; 28/Şuarâ, 181-183

[94] Müslim, İman 164; Ebû Dâvud, Büyû’ 50

[95] İbn Mâce, Ticâret 1

[96] Ebû Dâvud, Büyû’ 54

[97] Hamdi Döndüren, Akif Köten, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 103-108

[98] Müslim, İman 164; Tirmizî, Büyû' 74; İbn Mâce, Ticârât 36

[99] Buhârî, Meğâzî 51, Büyû’ 105; Müslim, Büyû’ 93

[100] Ebû Dâvud, Büyû’ 38, 63, 64

[101] Müslim, hadis no: 930

[102] 24/Nûr, 19

[103] Müslim; S. Müslim  ve Ter. M. Sofuoğlu, 5/87

[104] Müslim, Büyû’ 43; Ebû Dâvud, Büyû’ 24

[105] Tirmizî, Büyû’ 73; Ebû Dâvud, Büyû’ 49

[106] Ahmed bin Hanbel, 5/27, 50

[107] İbn Mâce, Ticâret 6

[108] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2896

[109] Buhârî, Büyû’ 58, 64, 68, 71; Müslim, Büyû’ 11, 12, 18, 19, 20-22

[110] Buhârî, Büyû’ 60; Müslim, Büyû’ 13

[111] Müslim, İman 164; Ebû Dâvud, Büyû’ 50

[112] Buhârî, Büyû’ 26; Müslim, İman 117, Müsâkat 131

[113] 6/En’âm, 152; 17/İsrâ, 35; 26/Şuarâ, 181-183; 83/1-6

[114] 83/Mutaffifîn, 1-6

[115] Riyâzu’s Sâlihîn Terc. 3/160

[116] Beyhakî, Sünenu’l-Kübra, V/336

[117] 2/Bakara, 275

[118] Buhârî, Büyû’ 24, 113; Ebû Dâvud, Büyû’ 4; Tirmizî, Büyû’ 2

[119] Geniş bilgi için bk. Hayreddin Karaman, İslâm’a Göre Banka ve Sigorta

[120] 2/Bakara, 245; 5/Mâide, 12; 57/Hadîd, 11, 18; 64/Teğâbün, 17; 73/Müzzemmil, 20

[121] Câmiu’s Sağîr, 2/124

[122] İbn Mâce, hadis no: 2443

[123] İbn Mâce, hadis no: 2442

[124] 4/Nisâ, 29-30

[125] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2787; Keşfu’l Hafâ, hadis no: 2632

[126] Müslim, Zekât, 65; Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'an, 3173; Dârimî, Rikak 2720

[127] Tirmizî, Sıfatu'l Kıyâmet, 2640

[128] 16/Nahl, 112-113

[129] El-İhtiyâr, IV/171-172; Hayreddin Karaman, Günlük Hayatımızda Helâller Haramlar

[130] İbn Mâce, Ticârât 1

[131] İbn Mâce, Mukaddime 7

[132] İbn Mâce, Ticârât 2

[133] Müslim, Büyû' b. 4

[134] Müslim, Büyû' b. 4

[135] Müslim, Nikâh 51; İbn Mâce, Ticârât 15

[136] İbn Mâce, Ticârât 6, 16

[137] Tirmizî, Büyû' 4, h. no: 1209; İbn Mâce, Ticârât 1, h. no: 2139

[138] İbn Mâce, Ticârât 1

[139] Beyhakî, Şuabu'l-İman IV/221; Terğîb ve Terhîb, II/366

[140] Müslim, Büyû' 31-39

[141] Ebû Dâvud, Büyû' 56

[142] Buhârî, Büyû 19; Ebû Dâvud, Büyû' 51; Tirmizî, Büyû' 26

[143] Müslim, İman 164; Tirmizî, Büyû' 74

[144] İbn Mâce, Ticârât 45

[145] Tirmizî, Büyû' 4

[146] Buhârî, Büyû 26; Müslim, Müsâkât 131; Ebû Dâvud, Büyû' 6

[147] Ahmed bin Hanbel, V/151

[148] Müslim, İman 171; Tirmizî, Büyû 5

[149] Buhârî, İman 24; Müslim, İman 59

[150] Buhârî, Havalât 1; Müslim, Müsâkât 33; İbn Mâce, Sadâkat 8

[151] Buhârî, İcâre 14; Ebû Dâvud, Akdıye 12; Tirmizî, Ahkâm 17

[152] Müstedrek, II/5, IV/361; Beyhakî, es-Sünenu'l-Kübrâ, V/265

[153] İbn Mâce, Zühd 9

[154] İbn Mâce, Zühd 9

[155] İbn Mâce, Ruhûn 4

[156] İbn Mâce, Ticârât; Dârimî, Büyû' 12

[157] Ahmed bin Hanbel, II/351; Müslim, Müsâkât 26

[158] İbn Mâce, Ticârât 6

[159] İbn Mâce, Ahkâm 17; Muvattâ, Akdıye 31

[160] Müslim, İman 164; Tirmizî, Büyû' 74; İbn Mâce, Ticârât 36

[161] İbn Mâce, Ticârât 45

[162] Buhârî, Büyû' 64; Müslim, Büyû' 11; Ebû Dâvud, Büyû' 46

[163] Buhârî, Büyû' 105, 112; Müslim, Büyû' 71; Tirmizî, Büyû' 61

[164] Buhârî

[165] Müslim, Müsâkat, 131, 133, İman 117; Buhârî, Büyû' 26

[166] Buhârî, Büyû: 19, 22, 44, 46; Müslim, Büyû' 47, h. no: 532; Ebû Dâvud, Büyû' 53, h. no: 3459; Tirmizî, Büyû' 26, h. no: 1246; Nesâî, Büyû' 3, h. no: 7, 244-245; İ. Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları 3/11

[167] Ebû Dâvud, Büyû’ 1, h. no: 3326, 3327; Tirmizî, Buyû’ 4, h. no: 1208; Nesâî, Eymân  7, h. no: 7, 15

[168] Buhârî, Büyû' 26; Müslim, Müsâkât 13, h. no: 1607; Ebû Dâvud, Büyû' 6, h. no:  3335; Nesâî, Büyû' 5, h. no: 7, 246

[169] Müslim, Müsâkât, 27

[170] Buhârî, Büyû' 7, 23; Nesâî, Büyû' 2

[171] Buhârî, Vesâyâ 23, Tıb 38, Hudûd 44; Müslim, İman 145; Ebû Dâvud, Vesâyâ 10; Nesâî, Vesâyâ 12

[172] Ebû Dâvud, Büyû' 38, 63, 64

[173] Beyhakî, Sünen, V/336

[174] İbn-i Mâce, Ticâret, 6

[175] Tirmizî, Salât 429, hadis no: 609; Dârimî, Rikak 60, hadis no: 2779

[176] Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48

[177] Buhârî, İman 45, Büyû’ 5; Müslim, Müsâkat 107-108; İbn Mâce, Fiten 14, hadis no: 3984; Nesâi, Büyû’ 2, hadis no: 4431; Tirmizî, Büyû’ 1, hadis no: 1219; Ebû Dâvud, Büyû’ 1, hadis no: 3329-3330; İbn Mâce, Fiten 3984

[178] 23/Mü’minûn, 51

[179] 2/Bakara, 172

[180] Müslim, Zekât 65; Tirmizî, Tefsîrul’l-Kur’an 3, hadis no: 3173; Dârimî, Rikak 9, hadis no: 2720

[181] Müslim, İman 171; Ebû Dâvud, Libâs 25; Tirmizî, Büyû' 5; Nesâî, Zekât 69, Büyû' 5, Ziynet 103; İbn Mâce, Ticâret 30

[182] Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 22, hadis no: 2640

[183] Ebû Dâvud, Tahâre 31, hadis no: 59; Nesâî, Zekât 104, hadis no: 139; İbn Mâce, Tahâre 2, hadis no: 271-274; Dârimî, Tahâre 21, hadis no: 692

[184] Buhârî, Büyû' 15

[185] Müslim, İman 171, (106); Ebû Dâvud, Libas 28, -087, 4088- Tirmizî, Büyu 5, h. no: 1211; Nesâî, Büyu 5, h. no: 7, 245

[186] Muvattâ, Cihâd 26, h. no: 2, 460

[187] Buhâri; Askalani, S. Buhâri Şerhi, c. 3, s. 335

[188] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2787; Keşfu’l Hafâ, hadis no: 2632

[189] İbn Mâce, Zühd 1, hadis no: 4104; Tirmizî, Kıyâmet 31, hadis no: 2467

[190] Buhârî, Rikak 15; Müslim, Zekât 120, hadis no: 1051; Tirmizî, Zühd 40, h. no: 2374

[191] Müslim, S. Müslim Terc. ve Şerhi, c. 5, s. 474

[192] Naklen: Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 444-445

[193] Müslim, hadis no: 1046; S. Müslim Terc. ve Şerhi, 5/463

[194] Müslim, hadis no: 1048; S. Müslim, Terc. ve Şerhi, 5/465

[195] Kütüb-i Sitte, 17/563

[196] Buhârî, Rikâk 17; Müslim, Zekât 126, hadis no: 1055; Tirmizî, Zühd 38, hadis no: 2362

[197] Tirmizî, Zühd 36, hadis no: 2351

[198] Tirmizî, Kıyâmet 20, hadis no: 2453

[199] Buhârî, Rikak 30; Müslim, Zühd 8, hadis no: 2963; Tirmizî, Kıyâmet 59, h. no: 2515

[200] Ebû Dâvud, Edeb 125

[201] Tirmizî, Kıyâmet 59, hadis no: 2514

[202] Kütüb-i Sitte, 17/245

[203] Kütüb-i Sitte, 17/571

[204] Kütüb-i Sitte, 17/571

[205] Buhârî, Hums 7; Tirmizî, Zühd 41, hadis no: 2375

[206] Buhârî, Büyû' 7, 23; Nesâî, Büyû' 2, -7, 243-

[207] Ebû Dâvud, Melâhim 5; Ahmed bin Hanbel, V/278

[208] Buhârî, Büyû' 16; Tirmizî, Büyû' 75, h. no: 1320

[209] Tirmizî, Büyû' 75, h. no: 1320

[210] Tirmizî, Büyû' 75, h. no: 1319

[211] Buhârî, Büyû’ 51

[212] Müslim, Müsâkât 25, h. no: 1579; Ebû Dâvud, Büyû' 4, h. no. 3333; Tirmizî, Büyû' 2, h. no: 1206; İbn Mâce, Ticârât 58, h. no. 2277

[213] Ebû Dâvud, Büyû' 3, h. no: 3331; Nesâî, Büyû' 2, h. no: 7, 243; İbn Mâce, Ticârât 58, h. no: 2278

[214] Ahmed İbn Hanbel, II/33

[215] Buhârî, Rikak 30; Müslim, Zühd 8, h. no: 2963; Tirmizî, Kıyamet 59, h. no: 2515

[216] Ebû Dâvud, Büyû' 56, h. no: 3462

[217] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/423

[218] 28/Kasas, 22

[219] 20/Tâhâ, 40

[220] 28/Kasas, 29

[221] 106/Kureyş, 1

[222] 7/A’râf, 85

[223] 26/Şuarâ, 27

[224] 26/Şuarâ, 184

[225] 11/Hûd, 87

[226] 26/Şuarâ, 185-187

[227] 26/Şuarâ, 183

[228] 11/Hûd, 84

[229] 11/Hûd, 85-86

[230] 7/A’râf, 86

[231] 7/A’râf, 90

[232] 7/A’râf, 88

[233] 17/İsrâ, 15

[234] 7/A’râf, 94-95

[235] 7/A’râf, 90-91

[236] 7/A’râf, 89

[237] 7/A’râf, 93

[238] 7/A’râf, 96

[239] 7/A’râf, 97; Cengiz Duman, Haksöz, Sayı 37, Nisan 94, s. 43-45

[240] 11/Hûd, 87-90

[241] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, c. 8, s. 250-252

[242] 11/Hûd, 91-95

[243] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, 58-63

[244] Mevdûdî, Tefhim, c. 2, s. 61

[245] 7/A’râf, 85

[246] S. Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, c. 6, s. 139

[247] Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, s. 83-84

[248] 7/A’râf, 85

[249] 11/Hûd, 91-92

[250] Levent Uçkan, İslâm Tarihi Notları, s. 32-33

[251] bk. 11/Hûd, 91-92

[252] 7/A’râf, 85

[253] Ali Küçük, Besâiru’l-Kur’an, c. 6, s. 486-488

[254] 7/A’râf, 85

[255] 21/Enbiyâ, 25

[256] 16/Nahl, 36

[257] Buhârî; Müslim

[258] 7/A’râf, 86

[259] 7/A’râf, 86

[260] A. Küçük, a.g.e., c. 6, s. 489-493

[261] 7/A’râf, 89

[262] 5/Mâide, 45

[263] 5/Mâide, 44

[264] 18/Kehf, 23 ve 24

[265] 11/Hûd, 87

[266] 29/Ankebût, 45

[267] 7/A’râf, 89

[268] A. Küçük, a.g.e., c. 6, s. 496-501

[269] 7/A’râf, 90

[270] 7/A’râf, 90

[271] A. Küçük, a.g.e., 6/503-504

[272] 7/A’râf, 91-92

[273] 83/5-9

[274] İşaya, 10: 21-26

[275] 7/A’râf, 93

[276] 7/A’râf, 91

[277] 7/A’râf, 92

[278] 7/A’râf, 93

[279] 44/Duhân, 29

Okunma 2077 kez