Y Û S U F (a. s.)
- Yusuf’un (a.s.) Hayatı ve Mücâdele Örnekliği
- Yusuf’un (a.s.) Yönetimi ve Çağdaş Çarpık Yorumlar
- Yusuf ve Tevhid Dâveti
- Kur’ân-ı Kerim’de Yusuf (a.s.) ve Yûsuf Sûresi
- Yûsuf Kıssasından Alınacak Dersler
- Yusuf Sûresinden Çıkan İlkeler
- Hadis-i Şeriflerde Yusuf (a.s.)
- Kişilik Psikolojisi Açısından Yusuf (a.s.)
- Züleyha; Hz. Yusuf’un Büyük İmtihanlarından Biri
- Yusuf’un Sınavları ve Biz
“Bir zaman Yusuf, babasına (Ya’kub’a) demişti ki: ‘Babacığım! Gerçekten ben (rüyada) on bir yıldızla güneşi ve ay’ı gördüm, yani onları bana secde ederlerken gördüm!”
“(Babası:) ‘Yavrucuğum! Rüyanı sakın kardeşlerine anlatma, sonra sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır’ dedi.”
“İşte böylece Rabbin seni seçecek, sana (rüyada görülen) olayların yorumunu öğretecek ve daha önce iki atan İbrâhim ve İshak’a nimetini tamamladığı gibi sana ve Ya’kub soyuna nimetini tamamlayacaktır. Çünkü Rabbin çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.”
“Andolsun Yusuf ve kardeşlerinde, (onların haberlerinden) soranlar/ilgi duyanlar için ibretler vardır.” [1]
Hz. Yusuf’un (a.s.) Hayatı ve Mücâdele Örnekliği
“Andolsun ki, Yusuf ve kardeşlerinin kıssasında ilgi duyan herkes için ibretler vardır.”[2] Kur’ân-ı Kerim’de kıssaları anlatılan peygamberler içinde, hayatı, bir sûre içerisinde ayrıntılarıyla muhâtaplara aktarılan tek peygamber Yusuf’tur (a.s.). Yusuf Peygamber kıssasını, diğer peygamber kıssalarından ayırt eden bu anlatım özelliği, Kur’an’ın anlatım üslûbu içerisinde hemen dikkati çeker.
Kur’an, insanların nazarlarını çekmek için çok çeşitli teknikler kullanmıştır. Kur’an’ın kullandığı bu anlatım teknikleri, peygamber kıssalarında özellikle belirginlik arzeder. Kur’an’da anlatılan tüm kıssalar içerisinde yalnızca Yusuf kıssasında, peygamberin tüm hayatına denk gelen bir sürecin ayrıntılarıyla anlatılması, muhâtapların bu kıssa üzerinde dikkatlerinin yoğunlaştırılması amacı güdülmektedir. Ve çocukluktan yöneticiliğe kadar olan tüm yaşam safhalarının birlikte ele alınarak, mesajın bu bütünlük içerisinde daha iyi anlaşılabileceği imajı muhâtaplara verilmektedir.
Yusuf Peygamber kıssasının diğer kıssalardan ayrıcalığını Allah, Yusuf sûresinde şöyle beyan ediyor: “Biz, bu Kur’an’ı vahyetmekle sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Sen ondan önce (bu kıssayı) bilmeyenlerden idin.” [3]
Yusuf’un (a.s.) Nesebi: Yusuf Peygamber’i anlamak için onun Kur’an’da anlatılan nesebini de bilmek lâzımdır. Çünkü o, İbrâhim (a.s.) gibi bir peygamberin soyundan gelen ve bu soyda kesintisiz olarak dedesi İshak (a.s.) ve babası Yakub’un (a.s.) da Rasûl olduğu bir sülâleye sahip olan, bu vechesiyle nev-i şahsına münhasır bir peygamberdir.
Hz. Yusuf’un atası Hz. İbrâhim, biri câriyesi Hacer, diğeri karısından olma iki evlât sahibi idi. İsmâil (a.s.) Kâbe’nin bulunduğu Hicaz bölgesinde yerleşti ve Arapların atası oldu. İbrâhim’in (a.s.) câriyesi Hacer’den doğan İsmail’den sonra; karısı Sara’dan doğan ikinci oğlu İshak için, Kur’an’da şöyle bilgi verilmektedir: “Ayakta durmakta olan karısı güldü. Biz ona İshak’ı müjdeledik. İshak’ın ardından da Yakub’u.” [4]
İshak’a (a.s.) İbrânîce’de “gülüyor” mânâsına “Yashak” denilmektedir. Bunun nedeni, melekler annesine İshak’ı müjdeledikleri zaman, doğurma devresini aşmış olan annesi Sara’nın, bu habere gülmesinden dolayı İshak’a (a.s.) “Yashak” ismi verilmiştir. İshak’dan sonra onun oğlu Yakub (a.s.) peygamber olarak seçilir. “Kuvvetli ve basîretli kullarımız İbrâhim’i, İshak’ı ve Yakub’u da an.” [5]
Tarihî kaynaklar Hz. Yakub’un babası İshak’ın vefatından sonra onun yerine geçtiği ve daha sonra peygamber olduğunu ve babasının yurdu olan Ken’an yöresinde ikamet ettiğini anlatırlar. Yakub Peygamber’in lakabı İsrail’di. Kur’ân-ı Kerim’de bu hususa şöyle değinilir: “Tevrat indirilmeden önce İsrail’in kendilerine haram kıldığının dışında bütün yiyecekler İsrailoğullarına helâl idi.’’[6] Bundan dolayı Yakub Peygamber’den sonra, onun nesli “İsrailoğulları” adıyla anılır olmuştur. Yakub’dan sonra İsrailoğulları olarak ünlenen yahûdilerin, silsile olarak ünlenen İbrâhim soyundan geldiklerini görmekteyiz. Bununla birlikte İbrâhim’in aynı zamanda Mekke ahâlisinin ilk atası olduğu, Kâbe’nin bulunduğu Mekke’de yerleştiği, İsmâil (a.s.) yoluyla bu silsilenin devam ettiğini görüyoruz.
Esâsen Kur’an’ın iniş sürecinde Mekke’de bulunan yahûdilerin, Hz. Muhammed’e (s.a.s.) vahyin inişini kıskanmalarının bir sebebi de Peygamberimiz’in, İsmail (a.s.) soyundan bir Rasûl olmasındandır. Tevrat’ta vasfını işittikleri peygamber Araplar arasından gelince “bu, İsrâiloğullarından değil, İsmâil evlâdındandır” diye içlerine işlemiş olan ırkçılıktan dolayı Peygamberimiz’i inkâr ettiler.
Böylece Allah, Yusuf kıssasıyla, yahûdi ve Arapların, kıssa hakkındaki Tevrat’tan ve diğer rivâyetlerden edindikleri yanlış inançlarını düzeltmekte ve hem de İsrâiloğulları ve Arapların menşei hakkında doğru bilgileri, Yusuf kıssası ile onlara bildirmekteydi.
Yusuf’un Çocukluğu ve Rüyası: Yakub’un (a.s.) on iki oğlu vardı. Bunlardan ikisi, Yusuf ve Tevrat’ta “Benyamin” diye isimlendirilen küçük kardeşi, diğer on kardeşle, baba bir anaları ayrı kardeştiler. Kur’an bunu şöyle ifade ediyor: “(Kardeşleri) demişlerdi ki: ‘Yusuf ve kardeşi, babamıza bizden daha sevgilidir.”[7] Tevrat metninde; Hz. Yakub’un, Yusuf’u sevmesinin sebebi olarak, onun ihtiyarlığının oğlu olduğu, bundan dolayı çok sevdiği yer alır. Oysa Yusuf’tan (a.s.) sonra “Benyamin”in doğmuş olduğu da anlatılmaktadır. O halde Yakub Peygamber’in en son oğlu olması hasebiyle en küçük oğlunu daha çok sevmesi gerekirdi. İşin doğrusu Kur’an’da şöyle verilmektedir: “(Yakub) böylece Rabbin seni seçecek ve sana ‘te’vîl el-ehâdîs’i öğretecek. Daha önce, ataların İbrâhim’e ve İshak’a nimetini tamamladığı gibi, sana ve Yakub soyuna da nimetini tamamlayacaktır.” [8]
Yusuf sûresindeki bu âyetten de anlaşıldığı gibi, Kur’an’da Yakub Peygamber’in, Yusuf’u (a.s.) diğer kardeşlerinden daha çok sevmesinin nedeni olarak, Yusuf hakkında Allah’tan vahy ile bilgi alması anlatılmaktadır: “Bir zamanlar Yusuf, babasına; ‘Babacığım! Rüyamda on bir yıldızın, güneş ve ayın bana secde ettiklerini gördüm’ demişti. Babası dedi ki: ‘ey oğulcuğum! Rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.”[9] Yakub’un (a.s.) vahy ile kendisine bildirilen bilgiden dolayı, Yusuf’a gördüğü rüyayı anlatmaması ikazına rağmen, Yusuf’un bu rüyayı anlatması neticesi şeytan, kolladığı fırsatı yakalamış ve kardeşlerinin, Yusuf aleyhinde kötü düşünceler üretmesini sağlamıştı. “Zira şeytan, benimle kardeşlerimin arasına fitne soktuktan sonra…”[10] Şeytanın fitnesi ile ilgili olarak, kıssanın bitiminde Yusuf Peygamber’in ağzından, şeytanın nifakıyla kardeşlerin arasının bozulduğunun bir kez daha tesbiti yapılmaktadır. “Demişlerdi ki: ‘Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir. Oysa biz bir cemaatiz. Babamız açık bir yanlışlık içindedir. Yusuf’u öldürün, ya da onu bir yere bırakın da babanızın yüzü yalnız size kalsın. Ondan sonra da iyi bir topluluk olursunuz.”[11]
Kur’an’da Yusuf kıssası hâricinde, kardeşler arasındaki çekişmeye bir diğer örnek olarak, Âdem’in çocuklarının kıssası anlatılır: “Onlara Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku: Hani her biri birer kurban sunmuşlardı. (Kurban) birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen, kurbanı kabul edilene:) ‘Seni öldüreceğim’ demişti. (O da;) ‘Allah, sadece muttakîleri/korunanı kabul eder’ dedi.”[12] “(Kurbanı kabul edilmeyenin) nefsi, onu kardeşini öldürmeye çağırdı, onu öldürdü, ziyana uğrayanlardan oldu.”[13] Her iki kıssada da üzerinde duruluna haseddir; kıskançlığın şeytan ve nefsin de tahrikiyle kardeş öldürmeye kadar insanı kötülüğe götürdüğü anlatılmaktadır.
Kardeşlerin Tuzağı: Babaları Yakub’un nezdinde daha sevgili olmak isteyen on kardeş, Yusuf’u öldürmeye karar verirler. Ancak içlerinden biri, Yusuf’un öldürülmemesini, onun kuyuya atılmasını teklif eder. Böylece peygamber nesli bu kardeşler, bir insanı öldürmenin bedelinin farkına son anda vararak, Yusuf’u kuyuya atmaya karar verirler. Kuyuya atma tepetaklak, metrelerce derinliğe itmekten ziyâde; Yusuf’u yalnız olarak çıkamayacağı kuyuya indirme şeklindeydi. Böylece bu kuyudan su alan kervanın onu bulmasını sağladılar. Böylece Yusuf öldürülmemiş, ancak bu tuzakla babalarından uzaklaştırılmış oluyordu.
Kervandakiler ise, köleliğin cârî olduğu o asırda bir köle bulmanın sevinciyle Yusuf’u satmak üzere yanlarına alırlar. Mısır’a vardıklarında onu az bir fiyata satarlar. Böylece ne olduğunu anlamadıkları, ancak şüphe içinde oldukları bu olayı kendi açılarından bitirmiş olurlar. Yusuf’un kardeşleri ise, Yusuf’un giysisine bulaştırdıkları bir kan vâsıtasıyla babalarını, Yusuf’u kendileri oynarken kurdun yediğine inandırmaya çalışırlar: “Ey babamız! Yusuf’u eşyamızın yanında bırakıp yarışmaya gitmiştik, bu arada onu kurt yemiş. Biz ne kadar doğru söylesek de sen bize inanmayacaksın’ dediler. Onun başka bir kana bulanmış gömleğini getirdiklerinde babaları: ‘Anlaşılan nefsiniz sizi kötü bir işe sürüklemiş. Artık bana güzelce sabretmek düşüyor’ dedi.” [14]
Yakub Peygamber’in bu âyette geçen sözleri, Yusuf’un öldüğüne inanmaktan çok, vahy ile kendisine bildirildiğini anladığımız bilgi ile Yusuf (a.s.) hakkında Allah’ın takdirinin tezâhür etmeye başladığının delâleti olarak olayı sabırla karşıladığını anlamaktayız: “O (Yakub) kendisine öğrettiğimiz bir bilgiye sahipti.”[15]
Yusuf (a.s.) Mısır’da: “Bir kervan geldi, sucularını kuyuya gönderdiler. Sucu kovasını sarkıtınca: ‘Müjde! Bir oğlan çocuğu’ dedi. Onu satmak üzere yanlarında götürdüler. Oysa Allah yaptıklarını görmekteydi. Onu kendisine rağbet etmeyerek, ucuz bir fiyata, birkaç dirheme sattılar.”[16] Kardeşlerinin hasedi ile başlayan uzun bir serüvende, ilk durağı Mısır olmuştu. Yusuf’un; Filistin’in bir yöresinde atıldığı kuyudan başlayan yolculuğu, köle olarak Mısır’da bir yöneticiye satılmasına varmıştı. Yusuf’u köle olarak satın alan Mısırlı yöneticinin niyetini Allah şöyle açıklıyor: “Mısır’da onu satın alan kimse, karısına: ‘Ona iyi bak, belki bize faydası dokunur veya evlât ediniriz’ dedi..”[17] Evet, Yusuf’u satın alan yönetici, çocuğunun olmaması sebebiyle onu evlât edinme gibi bir gâyeyle Yusuf’u satın almıştı. “Böylece olayların yorumunu öğretmek için Yusuf’u oraya yerleştirdik. Allah, dilediğini yapar, fakat insanların çoğu anlamaz.” [18]
Herkesin hesapları vardı. Yakub, Yusuf’ta gelecek görmüş, onu kardeşlerinden korumaya çalışmıştı. Kardeşleri, babalarına daha sevimli olmak için Yusuf’a tuzak kurmuşlar ve ondan kurtulmayı amaçlamışlardı. Kervan sahipleri, kuyuda buldukları Yusuf’tan çekinerek daha değerli olmasına rağmen az bir fiyata satmışlardı. Ve en son olarak Aziz, onu kendisine evlât edinme amacıyla satın almıştı. Ancak olaylara hükmeden Allah’tı ve Allah tüm hesap yapanların üstünde hesap yapandı.
Bir zamanlar yine Mısır’da Firavun da saltanatını devam ettirmek amacıyla, yeni doğan bütün erkek çocukları katletmişti, ancak sarayına aldığı ve kendisine sâdık bir kul olacağını umduğu Mûsâ sonunda onun hasmı ve saltanatının son vericisi olmuştu. İşte Allah bunun için hatırlatma yapıyor: “…Allah dilediğini yapar, fakat insanların çoğu anlamaz.”[19] Özellikle inkârcılar.
Yusuf’un, Peygamberlikle Vazifelendirilmesi: Satın alınarak köle yapılan Yusuf, Mısır’da yıllarca Azize ve karısına hizmet etmişti. Yıllar çabucak geçmiş ve artık o bir delikanlı olmuştu. Sonunda Allah ona peygamberlik vermiş ve onu tebliğ ile görevlendirmişti. “Olgunlaşınca, ona hüküm ve ilim verdik.”[20] Burada Yusuf’un rasüllükle vazifelendirilmesinde bazı inceliklere değinmekte fayda vardır:
a- Her peygamber gibi Yusuf (a.s.) da rasüllükle görevlendirildiği toplumun, tanınan ve hatta güvenilen bir ferdi olarak peygamberliğe muhâtap olmuştur. Çünkü küçük bir çocukken Mısır’a gelen Yusuf (a.s.), yıllarca Mısırlılar arasında kalmış, hem Mısır toplumunun yapısına vâkıf olmuş, hem de onlarca bilinen, tanınan biri olmuştu.
b- Kur’an’da anlatılan peygamberler içinde köle olarak rasüllükle vazifelendirilme vasfı kazanmıştır. Gerçi Kur’an’da anlatılan rasüller içinde İsmâil (a.s.) bir câriyeden, yani köle bir kadından doğmuştu. Ancak İsmâil (a.s.) bir köle değildir. Oysa Yusuf (a.s.) Mısırlı bir yöneticinin kölesidir. Böylece Allah, köle ile köle olmayan arasında hiçbir fark olmadığını, farkın takvâda olduğunu belirtmiş olmaktadır.
Azizin Karısının Zinâya Meyletmesi: Yusuf’un büyüyüp yakışıklı bir delikanlı olması, Azizin karısının nezdinde olumsuz bir etki yaparak ona cinsî yönden meyletmesine yol açar. Ve Yusuf’a bir tuzak kurarak ağına düşürmeye çalışır: “Kaldığı evin hanımı onunla olmak istedi. Kapıları kilitleyip: ‘Gelsene!’ dedi. Yusuf: ‘Allah’a sığınırım. Rabbim bana iyi baktı. Zâlimler asla iflâh olmaz’ dedi. Gerçekten kadın onu arzulamıştı. Rabbinin işaretini görmeseydi Yusuf da onu arzulayacaktı. Böylece onu kötülükten ve fuhuştan alıkoyduk. Çünkü o, bizim muhlis (ihlâslı) kullarımızdandı.” [21]
Yusuf (a.s.) 22. âyette anlatılan, rasüllük vazifesini almamış olsaydı, (Rabbinin burhânını görmemiş olsaydı) o zaman o da kadına meyledecekti. Yusuf (a.s.) bunu Kur’an’da şöyle beyan ediyor: “Yine de nefsimi temize çıkarmak niyetinde değilim. Rabbimin merhamet etmesi müstesnâ, nefis daima kötülüğü teşvik eder. Doğrusu Rabbim çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” [22]
Böylece Allah, Yusuf peygamberi korur ve peygamberlerin ismet sıfatının nasıl tecellî ettiğinin bir örneğini de vermiş olur. Eğer Yusuf (a.s.) günaha meyletmiş olsaydı doğrudan doğruya vahy ve onun belirttiği değerler zarar görmü olacaktı. Bu sebebe mebnî olarak Allah, bu olay öncesinde Yusuf’u rasüllükle görevlendirerek aynı zamanda Yusuf peygamberin ismet sıfatına da bürünmesini sağlamış oluyordu.
Yusuf’a (a.s.) Yapılan İftirâ: “Kapıya koştular. Kadın, Yusuf’un gömleğini arkasından yırttı. Kapının önünde kadının kocasıyla karşılaştılar. Kadın: ‘Eşine kötülük yapmak isteyen bir kimsenin cezâsı, hapsedilmekten veya can yakıcı bir azâba uğratılmaktan başka ne olabilir?’ dedi.”[23] Bu âyette belirtilen olayda tipik bir iftirâ durumuyla karşı karşıyayız. Olayda biri kadın diğeri erkek iki şahıs vardır ve evde yalnızdırlar. Azizin karısı kendisini savunmaya başlamıştır. Yusuf’a (a.s.) iftirâ ederek… Yusuf da kendini savunmaktadır. “Yusuf: ‘O benimle olmak istedi’ dedi.” [24]
Her ikisinin de suçsuzluklarını iddiâ ettikleri bu durumda ne yapmak gerekir? O halde olayın doğruluğu hakkında karar vermek için şâhit lâzımdır. Görgü şâhidi olmadığına göre, olayda suçlunun kim olduğuna karar vermek için anlatılanların vechesinde delil aramak lâzımdır. O halde, suçsuzluğunu ispatlamak için Yusuf’un kaçtığına delil olması açısından gömleğinin arkadan yırtılmış olması gerekir. Çünkü gömlek önden yırtılmış olsa kadın mütecâviz olamaz, erkek saldırmış kadın da kurtulmak için erkeğin gömleğini önden yırtmış olması gerekir. “Kadının ailesinden bir şahit: ‘Eğer gömleği önden yırtılmışsa kadın doğru söylüyor, erkek yalancıdır. Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa kadın yalan söylüyor, erkek doğrudur’ dedi. Adam gömleğin arkadan yırtıldığını görünce, dedi ki: ‘Bu, sizin tuzaklarınızdan biri. Çünkü sizin tuzaklarınız pek yamandır.” [25]
Kıssanın bu bölümü:
a) Kadın ile erkek arasındaki cinsî iletişimin başlangıcının her iki cinsin bir mekânda yalnız kalmalarıdır. Her iki cins hakkında yanlış anlaşılmaların, dedikodunun çıkmaması için ilk yapılacak işin birbirlerine mahrem olanların aynı mekânda yalnız bulunmamaları gerektiği bu olayla belirtilmektedir.
b) Aziz, karısının iddiâsına inanmamıştır ki; karısının ailesinden hakem isteyerek, olayın muhâkeme edilmesini ve böylece hâdisenin doğrusunun açığa çıkarılmasını istemektedir. Bu hususta muhâkeme ve hakem olayına dikkat çekilmektedir.
c) Meydana gelen olaylarda hukukî olarak aranacak şeylerin başında delilin geldiği ve bunun önemi anlatılır.
Şâhidin de hukukî olarak gerekliliğine ve önemine vurgulama yapılmaktadır. Muhâkemede şâhitliğin önemli bir hukukî norm olduğunu, şâhidin adâlet, dürüstlük gibi ilkelerle davranması, aleyhine bile olsa doğruyu beyan etmesi gerektiğine işaret edilmektedir.
Dedikodu: Azizin karısının, Yusuf’a yaptığı iftiranın sonucunda Yusuf’un aklanması neticesi, Aziz ve karısının olaya hakemlik yapan akrabaları bu olayın kapanması, örtbas edilmesi cihetine giderler. “Yusuf! Sen bu işi kapat. Kadın! Sen de günahlarının bağışlanmasını dile. Çünkü hatalısın.”[26] Ancak olayın örtbas edilme isteğine rağmen, dedikodu sâyesinde Mısır’ın bütün sosyetesi, Azizin karısının “zinâya meyletme” hâdisesini işitir. Sosyetenin işi, birbirlerinin yaptıkları iyi veya kötü işleri sakız gibi çiğnemek olduğuna göre artık bu dedikodunun önünün kesilmesi mümkün değildir.
“Şehirdeki kadınlar: ‘Vezirin karısı kölesiyle olmak istemiş. Kadın onun aşkından deliye dönmüş. Biz onu apaçık şaşkınlık içinde görüyoruz’ dediler.”[27] Tek çarenin olayı açıklamak olduğunu gören vezirin karısı, Mısır sosyetesini oluşturan “ileri gelen” kadınlara bir dâvet yaparak evinde toplar. “Kadın onların dedikodularını duyunca onları evine çağırdı. Onlara koltuklar hazırladı ve her birine birer bıçak verdi. Yusuf’a ‘yanlarına çık’ dedi. Kadınlar onu görünce şaşkınlıktan ellerini kestiler ve ‘Sübhânallah! Allah’ı tenzih ederiz. Bu insan değil, olsa olsa çok güzel bir melektir’ dediler. Kadın: ‘İşte beni kınadığınız kimse. Ben onunla olmak istedim, fakat o iffetli kalmak istedi. Eğer isteğimi yerine getirmezse, hapse atılacak ve zelil olacak’ dedi.” [28]
Azizin karısının, Yusuf (a.s.) ve kendisinin hakkında sosyetenin yaptığı dedikoduyu kendisince haklı bir mecrâya çekmek için yaptığı mizansen de önemli bir nokta gündeme gelmektedir. Sosyetenin kadınlarının, Yusuf’un güzelliği karşısında şaşırmalarını Azizin karısı, kendi işlemiş olduğu “zinâya meyletme” fiilinin haklılığı olarak sunmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla sosyetenin hanımları azizin hanımının haklı olduğunu teslim ediyorlar ki; azizin karısı şöyle diyor: “Eğer isteğimi yerine getirmezse, hapse atılacak ve zelil olacak’ dedi.[29] Oysa sosyetenin kadınları “zinâya meyletme fiilini tasvip etmemiş olsalardı, “senin yaptığın ayıp, günah, vs.” demeleri gerekirdi. Bu da Mısır sosyetesi ve yönettikleri insanların ahlâkî konumlarının hangi seviyede olduğunu bize anlatmaktadır.
Bu arada Yusuf peygamberin suçsuzluğunun ikinci bir tesbiti yapılmaktadır. Hem de Azizin karısının ağzından: “Ben onunla olmak istedim. Fakat o iffetli kalmak istedi.” Yusuf’un suçsuzluğu, birinci defa gömleğin yırtılma yerinin tesbiti ile hem Aziz, hem de karısının ailesi tarafından görülerek tesbit edilmesinin akabinde, sosyetenin kadınları tabiidir ki daha sonra beyleri tarafından ve Azizin hanımının ağzından tesbit edilmiş oluyordu. Kıssanın ileriki anlatımlarında üçüncü olarak da Yusuf’un suçsuzluğu tesbit edilecek ve böylece peygamberin ismet sıfatının gölgelenmemesi Yüce Allah tarafından sağlanmış olacaktır. “Yusuf, elçiye: ‘Efendine dön de ellerini kesen kadınların durumunu sor. Doğrusu Rabbim, onların tuzaklarını çok iyi bilmektedir’ dedi. Melik: ‘Yusuf’la olmak istediğinizde durumunuz neydi?’ dedi. ‘Sübhânallah/Allah’ı tenzih ederiz. Onun hiçbir kötülüğünü görmedik’ dediler. Azizin karısı ‘şimdi hak ortaya çıktı. Onunla olmak isteyen bendim. O, doğrudur’ dedi.” [30]
Kıssanın bu bölümünün anlatım ve tefsirinde; müfessirlerin ve tarihçilerin, Yusuf’un güzelliği, onu gören sosyete kadınlarının ellerini kesmesi olayı üzerinde gereksiz ve fazlaca durduklarını görmekteyiz. Bunun neticesi olarak, zinâ gibi toplumu ifsad eden bir fiilin ve bu fiile meylettiren sebeplerin hangi nedenle olursa olsun meşrû bir sebep sayılamayacağı vurgusunun yetersiz kaldığını gözlemekteyiz.
Hapis: “Yusuf: ‘Rabbim! Hapis bana, bunların çağırdığı şeyden daha sevimlidir. Eğer beni onların tuzaklarından korumazsan, onlara meylederim ve câhillerden olurum’ dedi. Rabbi duâsını kabul etti ve onu onların tuzaklarından korudu. Çünkü O, her şeyi işitir ve bilir. Bütün bu delilleri görmelerine rağmen onu yine de bir süre hapsetme gereği duydular.”[31] Otuz beşinci âyette Yusuf’un (a.s.) hapse girmesinin belirtilen sebebi zulümdür. Keyiflerince uygulamalar yapan insanlar, suçsuz da olsa mazlumlara işkence ve zulüm yapabilmektedir. İşte müfsit Mısır düzeni yöneticilerinin keyfî uygulamaları neticesi olarak, suçsuz olduğu halde Yusuf peygamber hapse atılır. Aslında hapse atılması, hakkında hayırlara vesile olacaktır. Birinci olarak gözü dönmüş kadınlardan kurtulmuş olmaktadır. İkinci olarak zulmün odağı hapishaneyi vahyi yayma merkezi olarak kullanmaya başlar. Bundan dolayıdır ki Yusuf peygamberden sonra gelen Müslümanlar hapishanelere “medrese-i Yusufiyye (Yusuf okulu) ismini vermişlerdir. Üçüncü olarak yapmış olduğu “te’vîl el-ehâdîs” neticesi Mısır yöneticisinin gözdesi olacak ve yöneticiliğe başlayacaktır. Bütün bunların neticesi olarak bizlere şu mühim mesaj sunulmaktadır: Neyin hakkımızda hayırlı olacağını ancak Allah bilir.
Yusuf peygamberin hapse girmesinin akabinde zindana iki kişi daha girer. Bunlardan birinin gördüğü rüyanın yorumunu Yusuf’tan (a.s.) istemesi ile kıssanın hapishane versiyonu başlar. Zindana giren iki kişiden rüyasının Yusuf’tan yorumunu isteyen genç bu isteğinin sebebini şöyle açıklar: “Senin Muhsinlerden olduğunu görüyoruz.”[32] İşte toplum içinde numûne/örnek bir şahsiyet olmanın önemi böylece vurgulanmaktadır. İnsanların sizin yapacağınız tebliğe önem vermelerinin ilk kuralı, tebliği iletenlerin muhsinlerden, güzel davranış sahibi olanlardan olması gerektiğinin mesajıdır bu. Müslümanların önemle üzerinde durması gerektiği bir husus olduğu ilan edilmektedir. İnandığını yaşamak ilkesi…
Kur’an’da anlatılan tüm peygamberler emindirler, muhsindirler. Yusuf da Muhsinlerden (güzellik sergileyenlerden) olduğu için zindana düşen kişiler ondan kendilerine yardım isterler. Yusuf peygamber onlara te’vîl el-ehâdîsten önce kendisinin bu bilgiye sahip olmasının temellerini, yani “vahy”i açıklar: “Bu söylediklerim Rabbimin bana öğrettiklerindendir. Doğrusu ben, Allah’a iman etmeyen, âhireti de inkâr eden bir toplumun dinini terk ettim. Atalarım İbrâhim, İshak ve Ya’kub’un dinine uydum. Bir şeyi Allah’a şirk/ortak koşmak bize yaraşmaz. Bu, bize ve insanlara Allah’ın bir lütfudur. Fakat insanların çoğu şükretmiyor. Ey hapishane arkadaşlarım! Çok sayıda rab mi daha hayırlı, yoksa tek ve kahhâr Allah mı? O’nun yanı sıra taptıklarınız, haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın uydurduğu isimlerdir. Hüküm ancak Allah’ındır. O, yalnızca kendisine kulluk etmenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu anlamıyor.” [33]
Bu âyet-i kerimelerde:
a- Mısır toplumunun sahip olduğu şirk dininin vasıfları veriliyor. Mısır toplumu; putçu, çok ilâhlı/tanrılı, âhireti inkâr eden şirk inancına sahip bir toplumdur.
b- Tek doğru din olan İslâm’ın esasları açıklanıyor.
c- Sanki Mekke şirk toplumu tarif edilmektedir. Mekke ve kıyâmete kadarki tüm câhilî toplumların yanlış dinî inançları ve bu yanlış inançlarının alternatifi İslâm’ın tarifi kıssa içerisinde Yusuf peygamberin ağzından verilmektedir. İşte Kur’an kıssalarının ve anlatım tekniğinin önemi, böylece gözler önüne serilmektedir.
d- Ayrıca “te’vîl el-ehâdîs”in kaynağını açıklayarak, bu vasfa sahip, Allah’ın rasûlü olan kendine ittibâ edilme isteği vardır.
e- Zindan arkadaşlarının, Allah’ın Yusuf’a ihsan ettiği bu meziyeti yanlış değerlendirip, Allah’tan gayri olarak Yusuf peygamberi de put ittihaz etmemelerinin mesajı, Yusuf peygamberin anlatımı içerisinde bulunmaktadır: “Bu söylediklerim Rabbimin bana öğrettiklerindendir.” [34]
Vahyin esaslarının açıklanmasından sonra Yusuf (a.s.) onlara yorumunu bildirir: “Ey hapishane arkadaşlarım! Biriniz efendisine içki sunacak, diğeriniz ise asılacak ve başından kuşlar yiyecek. Yorumunu istediğiniz husus bu şekilde kesinleşti.”[35] Burada üzerinde duracağımız nokta, hapisten çıkan gencin Yusuf peygamberi melikin yanında anmayı unutarak Yusuf’un bir süre daha hapiste kalması olayının müfessirlerce yapılan tefsirleri üzerinde olacaktır. Tevhidî düşüncenin önderi Yusuf peygamberin, hapisten kurtulan kişiden hapisten çıkış için şefaat ummasını Allah’tan başkasından yardım dileme olduğunu ve bunun üzerine Allah’ın kızarak onu birkaç yıl daha hapiste bıraktığı yorumları yanlış yorumlardır. Çünkü:
a- Yusuf peygamberin zindandan kurtulan kişiye: “Efendine benden bahset” demesini hapisten çıkma isteği olarak yorumlamaları yanlış değerlendirme olarak gözükmektedir. Çünkü daha sonra melikin çağırmasına rağmen Yusuf peygamberin kendisini toplum gözünde aklamaya yönelik hareketi, onun zindandan kurtulmadan ziyade, kendisine atılan iftirânın aydınlatılmasına mâtuf eylem içerisinde olduğunu göstermektedir.
b- Yusuf (a.s.), Allah’a duâ ederek zindanı kendine tercih etmiştir. Tevhîdî düşüncenin önderi nasıl Allah’tan zindanı istediyse, oradan kurtulmayı da Allah’tan istemesi vahy’in temsilcisinden beklenen bir hareket olması gerekir. Ve işin gerçekleşmesi de böyle olmuştur. Onun amacının zindandan kurtulmaktan ziyade, iftirâdan kurtulmak olduğunun kabulü, kıssanın gidişatına en uygun yorumdur. [36]
Yusuf’un (a.s.) Yönetimi ve Çağdaş Çarpık Yorumlar
Yusuf (a.s.), Maliye Bakanı mı, Yoksa Mısır’ın Tüm İdaresi Elinde Olan Biri miydi?
Karmaşık bir rüya gören melikin rüyasının yorumu hususunda ileri gelenlerden yardım istemesi ile Yusuf Peygamber’le hapiste kalan kişi, şeytanın kendisine unutturduğu Yusuf’u hatırlayarak ona melikin rüyasının te’vili için başvurur. Yusuf (a.s.) tarafından yapılan yorumu beğenen melik, Yusuf’un zindandan çıkarılması için emir verir. Ancak bu aşamada beklenilmeyen bir durum ortaya çıkar. Yusuf (a.s.) zindandan kurtulmaktan ziyâde, kendisine atılan iftirâdan kurtulmak için gayret eder ve şu teklifi yapar: “Melik: ‘onu bana getirin’ dedi. Elçi, Yusuf’a vardığında Yusuf elçiye: ‘Efendine dön de ellerini kesen kadınların durumunu sor. Doğrusu Rabbim onların tuzaklarını çok iyi bilmektedir’ dedi.” [37]
Bunun üzerine melik bu olay hakkında bir soruşturma yapar. Yusuf (a.s.)’a iftira edildiğini birinci elden öğrenmiş olur. Böylece hem Yusuf’un suçsuzluğu ve hem de emin vasfı melik dâhil herkes tarafından tescil edilmiş olmaktadır. Eğer bu durum üzerinde durulmamış olsa idi, belki de ileride yeniden iftira hortlatılacak, vahy ve onun temsilcisi Rasûl de bu açıdan suçlanılmaya çalışılacaktı.
“Melik: ‘Onu bana getirin, yanıma alayım’ dedi. Onunla konuşunca: ‘Bugün yanımızda sağlam ve güvenilir bir yere sahipsin’ dedi. Böylece Yusuf’u oraya egemen kıldık, orada dilediği gibi davranırdı.”[38] Kıssanın bu varyantında Kur’an’da anlatılan peygamberler içerisinde, Yusuf’un. (a.s.) hâricinde gündeme gelmemiş olan ilginç bir olay anlatılmaktadır. Nitekim bu vâkıa, Yusuf’tan (a.s.) sonraki vahiy muhâtapları tarafından üzerinde önemle durulmuştur. Şimdi bu konuda dikkatimizi çeken hususlara değinelim:
a- Kıssanın anlatımı içerisinde, melikin adının geçtiği tüm âyetlerde ondan olumlu bir biçimde bahsedilmektedir. Oysa Kur’an, daha sonraki Mısır yöneticisini “Firavun” olarak isimlendirmektedir. Firavun kelimesi, “fer’ane” ve “tefer’ane” fiilinden türemiştir. Bu iki fiil, büyüklendi, ceberut sahibi ve azamet sahibi oldu, ulaşılmaz bir güce erdi anlamına gelmektedir. Hâlbuki Yusuf (a.s.) zamanındaki yönetici olumlu (olabilecek) bir isimlendirme ile “melik” (kral) olarak adlandırılmaktadır.
b- Kur’an’da anlatılan peygamber karşıtı yöneticiler peygamberlerle gerek fikrî, gerekse fiilî mücâdele halindedirler. Peygamberlerin getirdiği vahiy hemen alelacele reddedilir. Karşı propagandalarla ona tâbi olanlara işkence, sürgün ve ölümler uygularlar. Oysa Yusuf kıssasının anlatımında, peygamberin çağdaşı melik’e ve ileri gelenlerine ait vahiy ve peyamber karşıtı olumsuz tavırlar bulunmamaktadır.
c- Bilakis Yusuf (a.s.) melik tarafından eziyetten kurtarılmakta, peygamberin aklanması temin edilmekte ve görüşlerine itibar edilmektedir. Mısır’a geldiğinde, azize satılmasıyla birlikte köle statüsüne giren Yusuf Peygamber’in bu statüden kurtulmasını da melik sağlamış olmalıdır.
“Melik: ‘Onu bana getirin, yanıma alayım’ dedi. Onunla konuşunca: ‘Bugün yanımızda sağlam ve güvenilir bir yere sahipsin’ dedi.”[39] Bu âyet-i kerimede anlatılanların bir benzeri, Kur’ân-ı Kerim’de bahsi geçen diğer peygamberlerin kıssalarında anlatılmamaktadır. Peygamberle görüşen melikin, Yusuf’un (a.s.) ona iletmiş olacağı vahiyden habersiz olması mümkün değildir. Ama toplumunu ve konumunu câhilî yapıdan arındıracak sahih bir kimliğe ve ölçü bütünlüğüne de sahip değildir. İhtimal ki, âdil bir yönetimden yanadır; ama yetersiz ve dalâlet içindedir ve sonunda melik, Yusuf’a tâbi olmuştur. Çünkü peygamber bu görüşmenin akabinde ondan yönetimi istemektedir. Eğer melik Yusuf’a (a.s.) karşıt olsa, peygamber ondan böyle istekte bulunmazdı. Melik de Peygambere ve söylediklerine karşı olsa, bırakın ona yönetimi teklif etmeyi, hapisten ya çıkarmaz ya da geri yollardı. Ve bu karşılaşmanın anlatımı; Mûsâ (a.s.) ile Firavun arasındaki karşılaşmadaki gibi, Peygamberin vahyî tebliği, Firavun’un da hem peygamberi hem de Allah’ı inkâr ettiği konuşmaları kapsayan Mûsâ kıssasının anlatımı gibi olurdu. Hâlbuki öyle değildir.
d- Yusuf’un (a.s.) yönetim talebinden sonra, melik ve ileri gelenler hakkında hiç bahsedilmemesi Mısır yönetiminin tamamen Yusuf Peygamber’e bırakıldığının göstergesi olmalıdır.
e- Dünyada hiçbir düzen bu şekilde el değiştirmemiştir. Karşıt güçlerin birbiri ile fikrî ve fiilî bir çarpışma olmaksızın yönetim bırakması mümkün olmadığına göre; Yusuf ile melikin inançlarının pekişmesiyle yönetime daha ehil olan Peygamberin geçmiş olması akla yatkın gelmektedir. Böylece Yusuf’un (a.s.) yönetiminde iken aldığı tedbirlerle, melikin rüyasının te’vili gerçekleşmiştir.
f- O halde Mısır yönetimi (melik ve ileri gelenler) İslâm’ı kabul etmiş ve Yusuf’u (a.s.) da İslâm’ın hayata tatbikini gerçekleştirmek üzere yönetime getirmiştir.
g- Eğer melik ve ileri gelenleri müşrik kabul edip Yusuf (a.s.) da onların idaresinden bir bölümüne tâlip, meselâ Hazine Bakanlığı, Maliye Bakanlığı, Tarım Bakanlığı gibi bir bakanlık sahibi kabul edilirse, -ki maalesef çoğu çağdaş yorumlar bu yöndedir- bu hilkat garibesi yapının vahyin mantığına ters olduğu ve emsâl olmasının gündeme gelebileceğinden dolayı daha sonra anlatılan kıssalar ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in hayatının bölümlerinde de bu yapıya benzer pragmatist uygulamalara rastlamamız gerekirdi. “Gel seni başımıza kral yapalım!” tekliflerine Peygamberimizin can atması gerekirdi. Oysa yöneticilerin kendi yönetimleri içerisinde yer alma tekliflerine peygamberler her zaman rest çekmişlerdir. Rasûller vahyin kabulüne ya da Allah’ın isteğine kadar mevcut yönetimlerle mücâdele etmişlerdir.
h- “Böylece Yusuf’u oraya egemen kıldık, orada dilediği gibi davranırdı.”[40] âyeti Yusuf’un (a.s.) yetki ve yönetiminin büyüklüğü hakkında yeterli bilgi vermektedir. Ülkede egemen olan ve dilediği gibi (tabii ki vahye göre) davrandığı belirtilen birinin bir başka yönetici ile beraber bu şekilde egemen ve dilediği gibi davranan biri olarak vasıflandırılması nasıl mümkün olur?
i- Kaldı ki, bir sistemin yürümesi; düzene hâkim olanların ülkenin kaynaklarına (hazâinu’l-ard) egemen olmasını gerektirir. Bu kaynakların işletilmesi ve geliri ile düzen işleyecektir. Pek tabiidir ki bu kaynaklara sahip olmakla ülkenin düzenine ait diğer kaynaklara hâkim olmak birliktelik gerektirir. “Melik, ülkenin Hazine veya Maliye Bakanlığı gibi parasal kaynaklarını Hz. Yusuf’a (tevhidî düşünceye) devredip kendi de diğer devlet işleriyle (şirk inancıyla) meşgul oluyordu” gibi kabul ve iddiâ, sistem işleyişi açısından mantıksızlıktır. Bu hususta; Firavun, Hâmân, Karun üçlüsünü örnek verebiliriz. Bu üç “kişilik” de aynı zihniyetin ürünü (şirk) ve bu zihniyetin egemen olduğu sistemin tüm değerlerinin sahibidirler. Tevhidî düşünce önderinin getirdiği vahye ve onun rasûlüne karşı çıkmaları; sahip oldukları zihniyetin ve bunun ürünleri olan egemenliğin ellerinden gitmesi endişesinden ötürüdür. Bırakın Mûsâ’yı aralarına almayı, onu gözleri ile yok etmeyi düşünmektedirler. Böyle bir sistem ve sistemin sahipleri içerisinde yer almak, Mûsâ Peygamber’in aklının ucundan dahi geçmez.
Kur’an’da kıssaları anlatılan diğer peygamberlerin hayatlarında da bu gerçeklik yaşanmıştır. Hz. Nuh’a da, Hz. Muhammed’e de şirk yönetimi içerisinde yer alma teklifi getirilmişti. Ancak o yönetimlerde yer alındığı tekdirde, vahyin tebliğinden, yani dâvâdan tâviz anlamı çıkaran peygamberler derhal red cevabı vermişlerdir. Size karşı olan sistemin, sizi baş tacı etmesi düşünülebilir mi? Olsa olsa sizin dâvânızın kenarından, köşesinden başlayarak, kendi düzenine uydurmak için bu teklifi yapmıştır. Nitekim Nuh’a (a.s.) yanındaki müstaz’afları kovmasını, Muhammed’e (s.a.s.) ise putlarına çatmaması gibi tekliflerle yanaşmışlar, bunların karşılığı olarak düzenlerinden makam sunmuşlardır.
k- “Ana babasını tahta oturttu”[41] âyetinde geçen “arş” kelimesi; Yusuf Peygamberin, Mısır yönetimindeki, tek olan otoritesini vurgulayan en kuvvetli anlatımdır. “Arş” (taht); egemenlik, dilediği gibi davranış (vahye göre) anlamlarına gelir.
l- Ancak daha sonraki âyetlerde; Yusuf’un kardeşleri ile ilgili olaylar esnâsında geçen “melikin dini (yasası)” ve “melikin kabı” ibâreleri ile Tevrat metinlerinde geçen Mısır firavunu ile ilgili anlatımları da göz önüne alarak bir başka alternatif daha düşünülebilir.
Tevrat’ın Tekvin babında, Yusuf Peygamber’in yönetimin başına getirilmesi ile ilgili olarak şu ifadeler yer almaktadır: “Ve bu söz Firavun’un gözünde ve bütün kullarının güzünde iyi idi. Ve Firavun kullarına dedi: Bunun gibi, kendisinde Allah’ın rûhu olan bir adam bulabilir miyiz? Ve Firavun Yusuf’a dedi: MÂdemki Allah sana bütün bu şeyi bildirdi, senin gibi akıllı ve hikmetli adam yoktur; sen evimin üzerinde bulunacaksın, ve bütün kavmim senin emrin üzere idare olunacaktır; ben yalnız tahtta senden büyük olacağım. Ve Firavun Yusuf’a dedi: Bak seni bütün Mısır diyarı üzerine koydum. Ve Firavun mühürünü parmağından çıkardı ve onu Yusuf’un parmağına taktı… Ve Firavun Yusuf’a dedi: Ben Firavun’um ve bütün Mısır diyarında hiç kimse sensiz elini yahut ayağını kaldırmayacaktır.” [42]
Tevrat’taki bu ifâdeler, Firavun’un, yönetimi tamamıyla Yusuf’a bıraktığını, ancak yönetime karışmasa da Yusuf’un bir üstünde bulunacağını ifâde etmektedir. Bu, günümüzde Britanya Krallığının fonksiyonuna benzemektedir. İngiltere, demokrasi ile idare olunduğu halde sembolik (şeklen, formalite) olarak kraliçe üstte bulunmaktadır. Ancak yönetime karışması diye bir şey sözkonusu değildir.
Tevrat’taki anlatımı ve Kur’an’da geçen “melikin dini (yasası)” ve “melikin kabı” ifâdelerini de göz önüne alarak; meliki (şeklen) bir üstte, Yusuf’un idaresine karışmayan sembolik bir yapıda olduğunu kabul etsek bile (velev ki melik İslâm’ı kabul etmemiş olsa dahi), bu savın vahyî ilkelerle hareket eden peygamberle, Yusuf’a fikren karşı çıkmadığı ve hatta ona tâbi olduğu varsayılabilen melikin bir arada bulunmasının tevhidî ilkelere aykırı olmadığını söyleyebiliriz. Esas olan vahyî yapı ile şirk unsurlarını meczeden garip bir yönetim yapısını kabul etmemektir. Yusuf Peygamber’in yönetimi kesinlikle vahy ile şirkin karıştırılarak oluşturulduğu hilkat garibesi bir yapı ve zihnin ürünü değildir. (Hz. Yusuf dâhil, hiçbir peygamber, tevhidle şirkin koalisyonunu onaylamaz, böyle bir koalisyonun parçası olmayı kabullenmez.) Böyle düşünülmesi dahi mümkün değildir. Bu konuda en fazla iki ihtimal üzerinde durabiliriz:
a- Tebliğde toplumsal yönetimin merkezî gücünü muhâtap almak asıldır. Hz. Yusuf, Mısır yönetimini/melikini vahyî ölçüye inandırmış ve toplumsal yönetimin inisiyatifini ele geçirmiştir.
b- Ya Yusuf, kimliğini ve ilkelerini gizlemeden ve hiçbir tâviz vermeden Mısır yönetimi içinde geniş bir inisiyatif alanı ele geçirmiştir.
Bize göre, birinci ihtimal daha kuvvetli ve Kur’ânî/tevhîdî ilkeler ışığında elçilik yapan nübüvvet makamına daha uygun görülmektedir. [43]
Yusuf’un (a.s.) yöneticiliğiyle ilgili Mevdûdi, tefsirinde şöyle der: “Hükümdar dedi ki: ‘Onu bana getirin, onu kendime bağlı kılayım.’ Onunla konuştuğunda da (şöyle) dedi: ‘Sen bugün bizim yanımızda (artık) önemli bir yer sahibisin, güvenilir (bir danışman-yönetici)sin.”[44] Şu demek isteniyor: “Hakkında öyle yüksek bir kanaate sahip olduk ki, memleketin en yüksek sorumluluk isteyen memuriyetini (yöneticiliğini) sana çekinmeden tevdî edebiliriz.”
“(Yusuf) Dedi ki: “Beni (bu) yerin (ülkenin) hazineleri üzerinde (bir yönetici) kıl. Çünkü ben, (bunları iyi) bir koruyucuyum, (yönetim işlerini de) bilenim.”[45] Bu âyette birtakım önemli sorular gündeme gelmektedir. Şimdi bunları birer birer tartışalım:
İlk soru şudur: Hz. Yusuf'un (a.s.) krala yaptığı teklif bir memuriyet için miydi? Mesele hedefine varmasını sağlayacak bir fırsat ânını kollayan hırslı bir kişinin başvurusu, yahut bir ricası olmadığı gibi, kralın kendi huzurunda dile getirilen bu teklifi kabul edişi de, (meselenin öncesi yokmuş gibi) âniden olmamıştır. Zira Talmud'a göre, “İbrani kendisini bilge ve uzman bir kimse olarak isbat etmişti”; ayrıca Talmud, Hz. Yusuf'un (a.s.) şöyle dediğini nakleder: “Şu kesin ki, benden daha temâyüz etmiş biri daha yok: Nihâyet ben Allah'ın tüm bilgileri öğrettiği biriyim.”
Aziz, nedimleri, şehzadeleri, subayları ve bürokratları, Hz. Yusuf (a.s.) huzurdayken artık onun gerçek değerini öğrenmiş durumdaydılar ve başından son on yılda geçen olaylar esnâsında sergilediği yüksek karakteri bizzat müşâhede etmişlerdi. Böylece Hz. Yusuf (a.s.) tevâzuda, doğrulukta, önsezide, kendini kontrolde, güvenilirlikte, cömertlikte, zekâ ve anlayışta eşsiz olduğunu kanıtlamıştı. Bu özellikler karşısında muhâtapları bildi ve anladı ki, ülke kaynaklarının nasıl korunacağını, onların nasıl tasarruf edileceğini en iyi bilen, kaynakları geleceğin teminatı olarak koruyabilecek yegâne kişi odur. Bu yüzden Hz. Yusuf (a.s.) isteğini belirtir belirtmez bütün kalpleriyle kendisine güvendiler. Hz. Yusuf (a.s.) hakkında kralın beslediği olumlu kanaat Kitab-ı Mukaddes'te teyid edilir. Ayrıca Talmud'da da belirtildiği gibi sadece kral değil, etrafında bulunan diğer yöneticiler de Hz. Yusuf'un (a.s.) yönetime geçmesini ittifakla kabul etmişlerdir.
Şimdi ikinci soruyu ele alalım: “Hz. Yusuf'a (a.s.) güven duyulmasını sağlayan gücün mâhiyeti neydi?” Bu önemlidir, çünkü Kur'an'ı kavramada tecrübesi olmayan kimseleri bu âyette geçen “hazâinu’l-ard” deyimi ve daha sonra geçen tahıl dağıtım işi yanıltmış; bu yanılgıyla sözkonusu memuriyetin bugünün “Hazine Müsteşarı”, “Kıtlık Dönemi Danışmanı” yahut “Maliye Bakanı” türünden bir memuriyet olduğu sonucuna varmışlardır. Aslında memuriyeti bunlardan hiçbiri değildi, zira Kur'an, Kitab-ı Mukaddes ve Talmud'a göre Hz. Yusuf'a (a.s.) tüm iktidar tevdi edilmiş ve bir yöneticinin tüm imtiyazı verilmiştir. Tahta oturmasının[46] ve kendisine melik denmesinin[47] sebebi budur. Bizzat Hz. Yusuf (a.s.) Allah'a kendisine melikliği bahşettiği için şükretmiştir.[48] Herşeyden öte, bizzat Allah bu olaya tanıktır; meâlen: “Böylece Yusuf'a ülkede iktidar verdik. Artık ülkenin her yanına istediği gibi tasarruf etme hakkına sahip olmuştu.” [49]
Kitab-ı Mukaddes'e baktığımızda şunları okuyoruz: “Ve Firavun Yusuf'a dedi: “Evimi mekânın bileceksin ve halkın senin emrinle yönetilecek. Ben yalnız tahtta senden büyük olacağım. Bak, tüm Mısır ülkesini yönetmeye seni tayin ediyorum. Senden habersiz Mısır ülkesinde hiç kimse ne parmağını kıpırdatabilecek ne de adım atabilecektir. Ve Yusuf'a Zaphnath-paaneah (Dünya Koruyucusu) adını verdi.”[50] Talmud'a göre ise olay şöyledir: Ağabeyleri Mısır'dan babaları Hz. Yakub'a (a.s.) döndüğünde Hz. Yusuf (a.s.) hakkında kendisine şunları söylediler: “Mısır meliki, halkı üzerinde öylesine egemen ki ondan üstünü yok. Herkes onun emriyle giriyor, onun emriyle çıkıyor ülkeye. Yöneten onun emirleri... Efendisi Firavun'un nefesini harcamasına gerek bile yok.”
Meseleyle ilgili bir diğer soru da şu: Hz. Yusuf'un (a.s.) ülkedeki tüm iktidarın kendisine teslimi için yaptığı teklifin hedefi neydi? Hizmetlerini kâfir bir devletin kanunlarına güç katmak için mi gerçekleştirdi? Yoksa elinde bulundurduğu hükümetin güçleriyle İslâm'ın kültürel, ahlâkî ve siyasî sistemlerini mi tesis etmek niyetindeydi? Bu sorulara en iyi cevap allâme Zemahşerî'nin Keşşaf Tefsirinde 55. âyete getirdiği yorumda verilmiştir. O şöyle diyor: “Yusuf (a.s.) ülkenin kaynaklarını benim tasarrufuma verin şeklindeki teklifinde bulunduğu zaman niyeti Allah'ın hükümlerini yürürlükte kılmak, hak ve adâleti tesis etmek ve tüm rasüller gibi görevini icrâ etmek üzere iktidar fırsatı kollamaktı. Yoksa tahta geçmeyi, saltanat sevdâsı için yahut dünyevî arzularını ve hırslarını tatmin için istememişti. Böyle bir talepte bulundu; çünkü bu işi icrâ edebilecek bir başkasının bulunmadığını gâyet iyi biliyordu.”
İşin açıkçası, yukarıdaki soru en önemli ve temel meseleye götürmektedir: Yusuf Allah rasûlü müydü, değil miydi? Eğer rasûl idiyse -ki, elbette öyledir- Kur'an nasıl oluyor da tâğutî prensiplerle işleyen bir küfür düzenine hizmet edebilen (demokrasiyi yücelten, particiliği ve dolayısıyla uzlaşmacılığı içselleştiren kimi çağdaş yorumcuların iddia ettiğine göre -hâşâ- Hz. Yusuf böyle yapmıştır!) bir peygamber tipinden söz ediyor? Hatta daha da önemli bir soruya varıyoruz: O sâdık bir kimse miydi, değil miydi? -ki Kur’an, onun sâdık ve sâdıklığın zirvesi olan sıddîk olduğunu söylüyor.[51] Eğer öyleyse, nasıl oluyor da hâkimiyetin Allah'a değil de, krala ait olduğu teorisini (güya) pratikte uygulayabiliyor, oysa zindandayken “hükmün yalnızca Allah'a ait olduğunu”[52] söylememiş miydi? Ve eğer kimilerinin sandığı gibi o başvurusunu krala hizmet için sunmuşsa, bu demektir ki hapisteyken şu söylediklerine ilkece aykırı bir iş yapmış demektir: “Hangisi daha hayırlı, çeşit çeşit tanrılar mı, yoksa tek bir kadir-i mutlak Allah mı?”[53] MÂdem ki Mısır kralı halkın ittihaz ettiği “tanrılar”dan bir tanrıdır; o halde İslâmî bir hukukla yönetilen gayri İslâmî bir düzenin yönetim işini üstlenmeyi, bu konuda hizmet vermeyi teklif etmesi Hz. Yusuf (a.s.) için Rabbiyle kralı müsâvi tutmak (eşit görmek) olmuyor muydu? Böyle bir durumda sözkonusu yorumcuların Yusuf'a biçtiği yer ne olacaktır?
Doğrusu bu âyeti böyle yorumlayan müslümanların Hz. Yusuf'un (a.s.) mânevî şahsını olmayacak derekelere düşürmeleri tam bir saçmalıktır. Bu durumlarıyla kendileri, bozulma dönemlerinde yahûdilerin geliştirdikleri zihniyetin bir benzerine saplanmış olmaktadırlar. Ahlâk ve mâneviyatları çökmeye başladığında yahûdiler kendi düşük karakterlerini haklı göstermek ve daha da alçalmaya mâzeret kotarmak için nebî ve velîlerini düşük karakterli insanlar olarak resmetmeye başlamışlardı. Aynı şekilde gayri müslim hükümetlerin yönetimi altına giren kimi müslümanlar, bu yönetime hizmet etmek istemişler, fakat İslâm'ın talimatı ve müslüman atalarının sergilediği örnekler önlerine dikilmiş ve utanmışlardı. Bu yüzden şuurlarını pasif hale getirmek sûretiyle bu âyetin hakiki anlamından sarf-ı nazar ettiler (kaçındıları) ve peygamberin gayri İslâmî kanunlarla yönetilen bir ülkenin gayri müslim yöneticisine hizmet etmek azmiyle memuriyet peşine düştüğü şeklinde saptırdılar. Oysa peygamberin kendi kıssası bize öyle bir hisse vermede ki, tek bir müslümanın bile (Hz. Yusuf örneğindeki gibi) yalnız başına, İslâmî safvetiyle imanı, aklı ve hikmetiyle tüm bir ülkede İslâmî bir inkılab oluşturabileceğini; gerçek bir mü’minin, ahlakî seciyesini gerektiği gibi kullanarak, bütün bir ülkeyi ordusuz, cephanesiz ve donanmasız fethedebileceğini öğretmektedir. [54]
Hz. Yusuf bir peygamberdir. Hiç şüphe yok ki onun risâleti de, gönderilen bütün peygamberlerin risâletlerinin aynısıydı ki, o risâletler Allah’ın dinini diğer bütün din ve düzenlere gâlip kılma ve yüceltme risâletidir. Yoksa biz Yusuf’un (a.s.) hükümette bulunduğu süre içerisinde, bir kâfir yöneticinin emrine ve hizmetine girerek, onun yardımcılığını yaparak, Allah’ın dinine göre değil de, hükümdarın/tâğutun kanunlarına göre hükmettiğini kabul edecek olursak, o takdirde Hz. Yusuf’un Süleyman Demirel’den, Bülent Ecevit ve benzerlerinden ne farkı kalır?
Bütün bu hakikatleri kavradıktan sonra, birisi çıkar da hâlâ, Hz. Yusuf’u delil göstererek “gayri İslâmî bir hükümet mekânizmasında görev almak câizdir; çünkü Hz. Yusuf gibi bir Allah elçisi bunu yapmıştır” diyebilir mi? Ama, utanmadan Medine İslâm Devletine “koalisyon hükümeti” diyebilen ve Peygamberimiz için; “yahûdilerle ve diğer kâfirlerle uzlaşarak ortak bir idare kurdu” diyenler, Peygamberimiz’e bu iftirayı atabilenler, Hz. Yusuf’a da bu seviyeyi(!), bu âdîliği uygun görebilirler. Allah şerlerinden İslâm’ı ve müslümanları muhâfaza eylesin!
“İşte böylece biz yeryüzünde Yusuf'a güç ve imkân verdik. Öyle ki, onda (Mısır'da) dilediği yerde konaklardı…[55] Bu âyette zikredilenler, tüm ülkenin tamamıyla onun kontrolüne girdiğini göstermek içindir. Yani ülke ona aitti, herhangi bir bölgesi üzerinde dilediği gibi tasarruf edebilirdi ve avucunun içinde olmayan hiçbir bölge mevcut değildi. İlk müfessirler de bu âyeti şöyle mânâlandırıyorlar: “Biz Yusuf'u Mısır'daki her şeyin sahibi yaptık. Dünyanın bu bölgesinde dilediğini dilediği yerde yapabilirdi. Zira bu ülkede bütün yetki kendisine verilmişti. Hatta kralı bile devirebilecek bir güce sahipti.” Taberî, en âlim müfessirlerden addedilen Mücâhid'den de bir nakilde bulunarak Mısır kralının Hz. Yusuf (a.s.) aracılığıyla müslüman olduğunu da ekliyor.
“Babasını ve annesini tahta çıkarıp oturttu…”[56] Talmud'a göre “Yusuf babasının, yolda olduğunu öğrenince dostlarını, subaylarını ve göz alıcı elbiselerle donatılmış ülke askerlerini bir araya topladı... Yakub peygamberi yolda karşılamak ve Mısır'a kadar eşlik etmek için büyük bir topluluk teşekkül ettirdi. Müzik ve mutluluk her yanı kaplamıştı; herkes, kadınlar ve çocuklar bu muhteşem gösteriyi izlemek üzere evlerin çatılarına çıkmıştı.” [57]
“Babasını ve annesini tahta çıkarıp oturttu. Onun için secdeye kapandılar…”[58] Bu âyetin tefsirinde İlâhî Hidâyet'in temellerine karşı olan birtakım ciddi hatalara düşülmüştür. Öylesine ki, bazı kimseler bir saygı nişanesi olarak melikler/pâdişahlar ve azizler huzurunda yerlere kapanmayı şer'î kabul edecek denli ifrata kaçmışlardır. Bir kısmıysa biraz daha sofuca davranıp bu konuda şöyle bir açıklama getirmiştir: “Önceki şeriatlerde, Allah'tan başkasının önünde sadece ibâdet/tapınma secdesi yapmak yasaklanmıştı; ibâdet maksadıyla yapılmazsa buna izin verilmişti. Ama şimdi Hz. Muhammed'e (s.a.s.) indirilen şeriatte bu da kesinlikle haram kılınmıştır.”
Böyle yanlış anlamalar; bu âyette secde etmek anlamına gelen “succeden” kelimesinin, halihazır İslâm fıkhındaki “elleri, dizleri ve alnı zemine değdirerek yere kapanmak” biçiminde dile getirilen teknik (ıstılahî) anlamıyla ele alınışı sonucu oluşmuştur. Oysa “succeden” kelimesi secud'un lügat anlamında yani “baş eğerek selamlama” (batı dillerindeki reverans-Çev.) anlamında kullanılmıştır. Hz. Yusuf'un (a.s.) ebeveyni ve kardeşleri o devrin insanları arasında yaygın olan eski bir âdet uyarınca (ki bu âdet hâlâ bazı toplumlarda yaşamaktadır) huzurda eğilerek selâm vermişlerdi. (Günümüzde Çin ve Japonya’da hâlâ sürdürüldüğü gibi, saygıyla eğilerek selâmlama benzeri,) o devrin insanları saygılarını sunmak, nezâket göstermek veya sadece selâmlamak istedikleri kimselerin karşısında ellerini göğüsleri üzerine koyarak eğilmek alışkanlığına sahiptiler. Bu durum Kitab-ı Mukaddes'in birçok yerinde zikredilir: “...ve o (Hz. İbrahim) onların (sözkonusu üç adamın) kendisine doğru geldiklerini görünce çadırın kapısından çıkarak onları karşılamaya koştu ve yere doğru eğilerek onları selâmladı.”[59] Kitab-ı Mukaddes Heth'in oğulları kendisine bir arazi ve Sare'yi defnetmek için bir mezar verdiğinde Hz. İbrahim'in (a.s.) onlara çok müteşekkir olduğunu ve “dikilip, Heth'in oğulları dâhil, belde halkına eğilerek selâm verdiğini zikreder.[60] ve başka bir yerde de[61] aynı türden davranışa değinir. Her iki durumda da “eğilip selâm vermek” biçimindeki davranış Kitab-ı Mukaddes'in Arapçasında “secede” (secde etti) kelimesiyle karşılanmıştır.
Kitab-ı Mukaddes'te zikredilen bu ve benzeri durumlar, l00. âyette geçen hâdiseyle ilgili olarak Kur'an'ın “secde” kelimesini ıstılahî anlamda değil lugat anlamında kullandığının kesin delilidir.
Öte yandan Allah'tan başkası huzurunda saygı göstermek amacıyla yapılan, şimdiki İslâmî anlamıyla secde hareketine önceki şeriatlarca izin verildiğini ileri süren müfessirler yanılmışlardır. Bu anlamda secde tüm şeriatlerde daima yasak olmuştur. Sözgelişi İsrailoğulları'nın Babillerin egemenliği altında bulunduğu esnada Kral Aha-Suerus, Haman'ı tüm prenslerin üstündeki mevkiye çıkarmış ve kölelerine secde edip onu selamlamalarını istemişti. Fakat Yahudiler arasında sıdkı ve velâyetiyle tanınan Mordecai ne secde etmiş ne de başını eğmişti.[62] Talmud'un aynı konuda söyledikleri gerçekten zikre şâyandır:
“Kralın köleleri Mordecai'ye şöyle dediler: “Haman'ın huzurunda secde etmeyi, kralın emrini hiçe sayarak niye reddediyorsun ki? Kralın huzurunda eğilip selam durmaz mıyız?” “Aptallar!” diye cevapladı Mordecai, “Bir de sebep istiyorsunuz ha! Dinleyin beni. Toprak olacak birini mi ululayayım? Bir kadından doğma, günleri sayılı birinin önünde mi secde edeyim? Küçük bir çocukken ağlayıp sızlayan, yaşlanınca ah vah edip duran; günleri öfke ve kızgınlıkla dolu geçen ve sonunda da toprağa dönecek olan böyle bir adama secde etmek, öyle mi? Asla! Ben Ezeli ve Ebedi olan, hiç ölmeyen Allah'ın huzurunda secde ederim. Yalnızca O yüce yaratıcıya, O büyük Melik'e... Başkasına asla!...” [63]
Kur'an'ın vahyedilişinden bir yıl önce İsrailoğulları'ndan bir mü’minin yaptığı bu konuşma, meseleyi sonuçlandırmaktadır. Demek ki, Allah'tan başkası huzurunda “secde”de bulunmak için hiçbir açık kapı yoktur. [64]
Yusuf’un (a.s.) Yönetimi
Yusuf Peygamber’in yönetimi devralmasıyla birlikte melikin rüyasının te’vili gerçekleşmeye başlar. Yedi sene süren bolluk dönemi esnâsında Hz. Yusuf, ihtiyaç fazlasını depolar. Arkasından gelen yedi kıtlık senesinde ise, bu depoladığı hubûbâtı harcamaya başlar. İsrafın olmadığı, geleceğe hazırlığın en mükemmel şekilde yapıldığı Yusuf Peygamber’in yönetiminden Mısır halkı memnundu. Onun bu başarısı yüzünden, diğer bölgelerde kıtlık çekenler Mısır’a akın ederek ihtiyaçları olan hubûbâtı Mısır’dan edinmeye çalışıyorlardı. Bunların arasında Yusuf’un kardeşleri de vardı. Kıtlık yılları Yakuboğullarını dasıkıntıya sokmuştu.
“Yusuf’un kardeşleri gelip huzuruna girdiler. Onlar onu tanımadılar, fakat o onları tanıdı. Yüklerini hazırlatınca dedi ki: ‘Bana, baba bir kardeşinizi de getirin. Ölçüyü tam yaptığımı ve sizi iyi bir şekilde ağırladığımı gördünüz. Eğer onu getirmezseniz, benden bir ölçek bile bir şey alamazsınız. O zaman yanıma da yaklaşmayın.”[65] Bu âyetlerde Yusuf’un (a.s.) yönetimi hakkında birtakım bilgiler de verilmektedir:
a- Ülkenin kaynakları en mükemmel şekilde değerlendirilmektedir. İsraf yoktur. Tasarruf ön plandadır. Keyfî bir yönetim değil, planlı programlı bir idare sergilenmektedir.
b- Yusuf’un (a.s.) yönetimi, insanların mallarını tam olarak vermektedir. Ölçü ve tartıyı tam yapmaktadırlar. Haksızlık ve zulüm yoktur.
c- Ülkeye gelen herkese, özellikle müstaz’aflara yardımsever ve misafirperver şekilde davranılmaktadır. “Bizim hubûbâta ihtiyacımız var, size veremeyiz!” denilerek ihtiyaç sahipleri uzaklaştırılmamaktadır. İnsanlarla ilgilenilme neticesi Yusuf (a.s.); babası, küçük kardeşi ve ahâlisi hakkında bilgi sahibi olmuştur. Vahyi ve peygamberliğini kardeşlerine anlatarak, bu haberi oğullarından duyan Yakub’un (a.s.), Yusuf hakkında sezgilerinin güçlenmesine vesile olmuştur: “Ey oğullarım! Gidin Yusuf’u ve kardeşini arayın. Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin.” [66]
d- Yönetici olan Yusuf (a.s.), kendinden önceki ya da sonraki müfsid düzen yöneticileri gibi, halk ile kendi arasında duvarlar oluşturmuyordu. Onların içinden, onlardan birisi olarak yönetimini icrâ ediyordu. İnsanlarla haşır neşir, onların sorunları ile hemhaldi. Böylece Allah’ın vahyini de rahatlıkla onlara ulaştırabiliyordu.
e- Kur’ân-ı Kerim’de kıssaları anlatılan yönetici peygamberlerden, Dâvud (a.s.) ve Süleyman (a.s.)’dan başka, Yusuf’dan (a.s.) da yönetim ve yöneticiliğin esaslarına dâir muhâtaplara dersler vaz edilmiş olmaktadır. [67]
Hz. Yusuf’un yöneticiliği ve yönetim tarzı ile ilgili olarak Mevdûdi, ilgili âyetlerin tefsirinde şunları söyler:
“Böylece (Yusuf) kardeşinin kabından önce onların kaplarını (yoklamaya) başladı, sonra da onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte biz Yusuf için böyle bir plan düzenledik…”[68] Şimdi şu soruyu düşünelim: Allah, planıyla (keyd) Hz. Yusuf'u (a.s.) doğrudan nasıl destekledi? Oysa biliyor ki Bünyamin'in yükündeki kap planı bizzat Hz. Yusuf (a.s.) tarafından tasarlanmıştı. Ayrıca memurların yükleri aramalarında olağanüstü bir şey yoktu, böyle bir durumda yapmaları gerekeni yapmışlardı. Bu ibarede, Allah tarafından mucizevî bir desteğin olduğuna dair, memurların biraderlere Hz. İbrahim'in (a.s.) şeriatında hırsızın cezasının ne olduğunu sormaları ve onların da “köleleştirilmesi gerekir” şeklindeki cevapları dışında olağanüstü bir alamet yoktur. Böylece Hz. Yusuf hem kardeşini alıkoymayı başarmış, hem de onun hapsedilmesini engellemiştir. Dolayısıyla Hz. İbrahim'in şeriatını uygulamıştır.
Bunu takip eden cümle de bu yorumu te’yid etmektedir: “…(Yoksa) Hükümdarın dininde (yürürlükteki kanuna göre) kardeşini (yanında) alıkoyamazdı. Ancak Allah'ın dilemesi başka…”[69] Allah dileseydi Hz. Yusuf'un (a.s.) planındaki boşluğu gidermezdi. Plandaki zayıf nokta şuydu: Yusuf planına göre kardeşlerini yalnızca melikin yasasına göre alıkoyabilirdi. Fakat bir Allah Rasûlüne kendi şahsi meselesi için gayri İslâmî bir yönetimin yasasına başvurmak yakışmazdı. Zira o, siyasi iktidarı tedrici olarak İslâmî yasayı yürürlüğe koymak için uhdesine almıştı, yoksa melikin yasasını takviye edip yürülükte kalmasını sağlamak için değil. Allah dileseydi, Hz. Yusuf'a (a.s.) gayri İslâmî bir yasaya başvurmaktan başka çıkar yol koymazdı. Fakat bunu dilemedi; zira Rasûlü'nün temiz isminin bu şekilde lekelenmesini istemedi. Bu yüzden Hz. Yusuf (a.s.) memurlarına emir vererek (alışılmadık) birşeyi öğrenmelerini istedi: Onlar hırsızları nasıl cezalandırıyorlardı? Biraderler de Hz. İbrahim'in (a.s.) yasasını söylediler. Bu, plandaki boşluğu gidermekle kalmadı aynı zamanda biraderlerin de Mısırlı olmadıkları dolayısıyla bu ülkenin yasalarıyla yargılanamayacakları şeklinde herhangi bir itiraz beyan etmelerine de mahal bırakmamış oldu.
Daha önce de işaret edildiği gibi bu Allah'ın bir yardımıydı; peşpeşe iki ayette O'nun lütfunun bir alameti, yüce ilminin bir işareti olarak zikredilen yardımı...
Hz. Yusuf'u (a.s.) kendi şahsî meselesi için Mısır Melikinin gayr-i İslâmî yasasına başvurmaktan koruyan Allah'ın lütfuydu. Çünkü insani zaafın baskısı altına bunu yapmaya yeltenebilirdi. Ve Allah'ın bizzat bir kimsenin ahlaki mertebesini korumak üzere düzenlemelerde bulunması kadar o kimse için büyük bir lütuf olamaz.
Ancak şu da belirtilmeli ki, yalnızca sıkı imtihanlardan “alnının akıyla” çıkanlar bu yüksek nişanla taltif edilir.
Hz. Yusuf'un (a.s.) planındaki boşluğu gidermek sûretiyle Allah, ilminin, kendisine ilim verilmiş olan (Hz. Yusuf gibi) kimselerin ilminden üstün olduğunu göstermiştir.
Bu bağlamda mütalaa edilmesi gereken bazı meseleler vardır. Onlara kısaca değinelim.
1) Genellikle “mâ kâne liye’huze ehâhu fî dîni’l-melik” ifadesi şöyle çevrilmektedir: (Yusuf) kardeşini Melik'in yasasına göre alıkoyamazdı. “Yahut:” (Yusuf) kardeşini Melik'in yasasına göre alıkoymaya yetkili değildi. “Diğer bir deyişle çeviri şu anlama gelmektedir: “Bunu yapamazdı zira Melik'in yasasında buna izin yoktu.” Fakat Arap dilinde ve Kur'an'da “ma kâne” bu şekilde kullanılmamıştır. Nitekim bunun örneklerini Kur'an'da fazlasıyla bulabiliriz; “ma kane limü'minin en yaktule mü’minen” (Bir mü’min bir mü’mini öldüremez “öldürmesi yakışık almaz”). “Mâ kâne Allahu en yettehize min veled” (Allah bir çocuk edinemez “edinmesi yakışık almaz”). Dolayısıyla Hz. Yusuf hakkında kullanılan “buna gücü yoktu”, “bunu yapamazdı”, “buna hakkı yoktu” şeklindeki ifadeler anlamsızdır.
Çünkü Hz. Yusuf'un (a.s.) kardeşini “bir hırsızdır” diye Melik'in yasasına göre alıkoymaya güç yetirememesi için bir neden yoktu. Bir hırsıza ceza vermek için bir yasaya sahip olmayan bir yönetim düşünülebilir mi? İfadenin gerçek karşılığı şu şekilde olmalıdır: “Kardeşini Melik'in yasasına göre alıkoyamazdı. Çünkü böyle davranmak bir peygambere yakışmazdı.”
2) Kur'an'ın kullandığı “din'il-Melik” (Melikin dini) tabirini “Melik'in yasası” şeklinde anlarsak bu, tartışmalı ifadeyi anlamamıza yardım eder. Çünkü çok açık ki, peygamber Allah'ın dininin (nizamının) ikamesi için gönderilmişti. Melik'in gayri İslâmî sistemini (dinini) yürürlükte kılmak için değil. Bu zaman zarfında Hz. Peygamber (a.s.) görevini bir ölçüde başarmıştı, ama yönetim tam anlamıyla Allah'ın dinine göre teşekkül ettirilememişti. Dolayısıyla artık bir peygamberin kendi şahsi bir meselesi için “Kralın sistemini” benimsemesi uygun olmaz, yakışık almazdı. Yani, “Kardeşini Melik'in yasasına göre alıkoymak Yusuf'a yakışmazdı.”
3) Dahası, “Melik'in Dini” ibaresini “ülke yasaları” anlamında kullanmak suretiyle Allah, “din” kelimesinin geniş kapsamına işaret etmiş; Risaletin sahasını yalnızca Allah'ın birliğine inanmakla sınırlandırıp, onu kültürel, siyasi, sosyal, hukuki ve hayatın diğer dünyevî cephelerinin dışarıda bıraktığına inanan kimselerin din kavramını kökünden kesmektedir. Veyahut böyle tipler dinin saydığımız vechelerle bir ölçüde ilgili olduğunu kabul ederler ama onlara göre bunlar, yapılsa da yapılmasa da olur kabilinden tavsiyelerdir. Güya din, inananları bunları yahut insan-yapısı yasaları benimsemekte serbest bırakmıştır, zira düşüncelerine göre, ikincisini benimsemelerinde bir beis yoktur. Din'in uzun bir süredir müslümanlar arasında yürürlükte olan bu yanlış kavranışı, İslâmî hayat tarzını hâkim kılmak için gerekeni yapmaları yolunda kendilerini ihmalkar hale getirmiştir ve bu yüzden mesul tutulacaklardır. Dinin bu yanlış kavranışının sonucu olarak müslümanlar İslâmî olmayan hayat tarzıyla uzlaşır hale gelmişlerdir. Hatta bu yanlış kavrayış yüzünden Hz. Yusuf'u (a.s.) güya örnek ittihaz ederek bu sistemlerin destekçisi ve uşağı haline gelebilmişlerdir. Oysa bu ayet ifade biçimi olarak bu yanlış kavramayı reddetmekte, “ülke yasaları”nın tıpkı namaz, hac, oruç ve zekât gibi dinin bir parçası olduğunu bildirmektedir. Dolayısıyla Âl-i İmran Sûresinin 19. ve 85. ayetlerindeki “el-din”in kabulu gereği, yasalar da namaz ve diğer farzlar gibi bu kavramın kapsamına girer. Bu yüzden dinin bu bölümünün herhangi bir sistemden ihracı Allah'ın gazabını celbedecektir.
4) Bunlarla birlikte yukarıdaki yorum, bir itiraza mahal bırakmamaktadır. Hiçbir şey olmasa, bu satırların yazarının bile katıldığı bir gerçek vardır ki, Hz. Yusuf (a.s.) ülkenin en yüksek mevkiindeyken Mısır'da gayri İslâmî bir düzen yürürlükte bulunmaktadır. Dolayısıyla bu durum bizzat peygamberin Melik'in gayri İslâmî yasalarını uygulamak zorunda olduğunun bir delilidir. Şu halde Hz. Yusuf'un (a.s.) kendi özel meselesinde Hz. İbrahim'in (a.s.), şeriatı yerine, uygulamak zorunda kaldığı Melik'in şer'i sistemine göre amel etse ne fark ederdi? Kesinlikle fark ederdi, zira mesele Hz. Yusuf'un bir peygamber oluşuyla ilgi içindedir. Çünkü o İslâmî hayat nizamını tesis etmeye çalışmaktaydı ve bu, tedrici olarak başarılabilecek bir işti. Dolayısıyla bu süre içinde Melik'in yasası kaçınılmaz olarak yürürlükte kalacaktı. Aynı şey Hz. Peygamber'in (s.a.s.) Medine'de olduğu sırada Arabistan'da vuku bulmuştu. İslâmî sistemi bütünüyle ikame etmek dokuz yılı almış ve bu dönemde birtakım gayri İslâmî yasalar yürürlükte kalmıştı. Sözgelişi içki, faiz, gayri İslâmî miras ve evlilik geleneği, batıl ticaret şekilleri vs. bir süre daha yürürlükte kalmak durumundaydı. Aynı şekilde İslâm'ın medeni ve ceza hukukunun bütün olarak yürürlüğe girmesi de belli bir süreyi gerektirmişti. Dolayısıyla Hz. Yusuf'un (a.s.) hükümranlığının ilk dokuz yılında Melik dininin (yasal düzeninin) yürürlükte kalmasında hiçbir tuhaflık bulunmamaktadır. Şu var ki geçiş dönemi esnasında gayri İslâmî melik yasasının devam etmesi, Allah Rasûlü'nün Allah'ın dinini ikame için değil, Melik'in dinini izlemek için gönderildiğine delil teşkil etmez. Melik'in yasasına kendi şahsi davası için başvurmasının Hz. Yusuf'a (a.s.) yakışmayacağı meselesine en iyi karşılık yine Rasûlullah'ın (s.a.s.) uygulamasında bulunmaktadır. Geçiş dönemi esnasında yani cahili yasaların henüz İslâmî yasalarla yer değiştirmediği dönemde, kimi müslümanlar daha önce yaptıkları gibi şarap içmeye, faiz yemeye devam ediyorlardı. Ancak Rasûlullah (s.a.s.) bu gibi fiilleri asla işlemiyordu. Yine iki kız kardeşle birden evlenmek, muta gibi yasalar uygulanmaktaydı, fakat Rasûlullah (s.a.s.) asla böyle bir uygulamada bulunmadı. Böylece açıklığa kavuştu ki, İslâmî yasaların evrimi döneminde kimi gayri İslâmî yasaların yürürlükte bırakılmasıyla onların bizzat uygulanması arasında fark vardır. Eğer Hz. Yusuf (a.s.) Melik'in yasasını kendi şahsi davası için uygulasaydı bu onun yaptırım gücünü bu yasaya hamlettiği, bu yasayı tasdik ettiği anlamına gelirdi. Oysa bütün cahili şeriatleri ortadan kaldırmak üzere gönderilmiş bir peygamberin, başkalarına ruhsat verilmiş olsa bile bu yasaları izleyemeyeceği açıktır. [70]
Hz. Yusuf ve Tevhid Dâveti
İncil ve Mısır tarihini mukayeseli olarak okumuş ve incelemiş olan çağımızın araştırmacıları, Mısır hükümdarlarından “Hymksos” (çoban) kralları arasında yer alan Apophis’in Hz. Yusuf (a.s.) olabileceği ihtimalini ortaya koymuşlardır. Zira bu kralın yaşadığı devir, Hz. Yusuf’unki ile denk gelmektedir.
“Mısır’ın başkenti Memphis idi. Bunun kalıntıları bugün Kahire’nin güneyinde yaklaşık 24. km’de bulunmaktadır. Hz. Yusuf buraya 17-18 yaşlarında iken gelmişti. 2-3 Sene Mısır kralının sarayında kaldı ve 8 sene de zindanda. 30 Yaşında iken Mısır hükümdarı oldu ve 80 yaşına kadar rakipsiz Mısır tahtında kaldı (…) İncil’deki kayıtlara göre Hz. Yusuf 80 yaşına geldikten sonra vefat etti ve ölmeden önce, İsrailoğullarına, Mısır’dan ayrılırken kemiklerini yanlarına almalarını vasiyet etti. [71]
Hz. Yusuf’un tevhid dâveti Kur’an’da şöyle dile getirilir: “Ey hapis arkadaşlarım! Ayrı ayrı bir sürü uydurma ilâhlar mı daha hayırlıdır, yoksa her şeyden üstün, kahredici olan Allah mı? Allah’ı bırakıp taptığınız, sizin ve babalarınızın adlandırdığı, putlardan başka bir şey değildir. Allah onların doğru olduğuna dair bir delil indirmemiştir. Hüküm ancak Allah’a aittir. Kendisinden başkasına değil, ancak O’na ibâdet edip kulluk yapmanızı emretmiştir. Bu, dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmez.” [72]
Hz. Yusuf (a.s.) bu mesajı, zindanda olduğu sırada hapiste beraber bulunduğu köle arkadaşlarına tebliğ etmişti. Hz. Yusuf’un bu esnâda sunduğu tevhid dâvetinden çıkaracağımız birçok önemli dersler vardır. Şimdi bunları genel hatları ile ele alalım:
1- Hz. Yusuf bir peygamber sıfatına sahip olduğunun bilincinde olarak, zindanda bile olsa tevhid dininin mesajını etrafındakilere yaymanın sorumluluğunu taşımış ve hapishane hayatı gibi olumsuz şartlarda dahi bu görevin gözardı edilmemesi gerektiğini pratik yaşantısı ile göstermiştir. Bu demektir ki, bir Müslüman bulunduğu konuma bakmaksızın, yerin yedi kat dibinde de olsa bu dâveti tebliğ etmekle yükümlüdür ve bu konuda hiçbir mâzeret Allah katında kabul görmeyecektir.
2- Hz. Yusuf (a.s.) başına gelen zindan musîbetine sabrederek, bulunduğu konumu İslâm’ın lehinde kullanmayı çok iyi bilmiştir. Bilindiği üzere, “yerine ve zamanına göre hareket” ile “yerinde ve zamanında faâliyet” İslâm’a dâvet metodunun iki önemli meselesini teşkil eder. Dâvetin neticeye ulaşabilmesi, müsbet bir sonuç verebilmesi için yer-zaman faktörlerine dikkat ve itina gereklidir. Dâvetçi, dâveti sunduğu mekânının şart ve imkânlarını çok iyi bilerek orada nasıl hareket edeceğini, hangi metodlarla dâvetini sunacağını, dâvetin hangi mesele ve merhalelerinin bu yer için uygun olacağını hesap etmek mecbûriyetindedir. [73]
3- Buna bağlı olarak Hz. Yusuf’un tevhide dâvet usûlü bize bir insanın, tıpkı Yusuf Peygamber gibi eğer hâlis niyete ve gerekli bilgeliğe sahipse mesajı tebliğ etmek üzere durumunun gerektirdiği bir metodu izleyebileceğini gösterir. İki adam ona itimad ederek kendisinden rüyalarını yorumlamalarını isterler.[74] Buna verdiği cevapta şöyle der: “Rüyalarınızı yorumlayacağım, fakat ilkin size, bana rüyaları yorumlama gücü veren bilgimin kaynağını haber vereyim.” Bu sûretle onların taleplerini avantaj olarak kullanarak kendi itikadını onlara vazeder.[75] Ayrıca onlara bu kısa, fakat özlü ve aydınlatıcı ifadelerle İslâm dininin ana hatlarını çizivermiştir. Aynı zamanda Yusuf bu beyanı ile; şirki, putperestliği ve câhiliyeyi ayakta tutan sütunları temelinden sarsmış,[76] tevhidin yüceliğini ve gerçekliğini beyan etmiştir.
4- Dâvette muhâtabı tanıyarak, duruma göre tebliğde bulunmak önemli bir gerekliliktir. İnsan olması yönüyle dâvete muhâtap olanlar, bizzat içlerindeki duygu ve hisleriyle hareket edecek, psikolojik motiflerin etkisi altında kalacaklardır. Dâvetçi bu duygu ve hisleri tespit ederek muhâtabında psikolojik etki icrâ edecek şekilde hareket ve davranışlarda bulunmalı, tebliğini buna göre sunmalıdır. Fikir, davranış veya yaşayışın ıslahı için her şeyden evvel bu fikir ve inanışa bağlanış derecesi, o fikir ve inanışın mâhiyeti hakkında bilgi sahibi olmak, muhâtabın içerisinde yaşadığı sosyal ve kültürel muhiti, kişi tabiatına yankıları olan coğrafî ve tarihî şartları, tebliğe muhâtap kaldığı anda muhâtabın içerisinde bulunduğu hâlet-i rûhiyeyi iyi tanıyarak[77] ortama göre davranmak zorundadır.
Bir tevhid önderi olması sebebiyle Hz. Yusuf (a.s.) yukarıda sunmaya çalıştığımız dâvet stratejisinin farkında olarak, bize mesajı sunarken takip etmemiz gereken doğru usûlü de öğretmiştir. Hz. Yusuf, hemen işin başında amele ilişkin ayrıntıları ve itikadî düzenlemeleri sunmamış, iman edenle etmeyeni, yani tevhid ile şirki birbirinden ayıran en temel esas üzerinde durmuştur. Daha sonra sağduyu sahibi bir kişiyi iknâda başarısızlığa uğramamak için de mesajı gâyet aklî bir tarzda sunmuş ve ortaya sürdüğü deliller bu iki kölenin zihninde derin tesirler uyandırmıştır: “Hangisi daha iyi? Çeşit çeşit tanrılar mı, yoksa bir tek Kadir-i mutlak Allah mı?” Köleler, kendi şahsî tecrübelerinden bir tek efendiye hizmet etmenin, bir çoğuna birden hizmet etmekten daha iyi olduğunu bilmekteydi. Dolayısıyla âlemlerin Rabbine hizmet etmek dururken, O’nun kullarına hizmet etmek daha iyi olamazdı. Dahası, Hz. Yusuf (a.s.) onları doğrudan imanı kabule ve itikatlarını redde dâvet etmemiş; oldukça hikmetli bir yol tutarak önce şuna dikkatlerini çekmişti: “Bizi ve tüm insanlığı kendisinden başkasına köle etmemesi Allah’ın bir lütfudur. Ancak insanların çoğu O’na şükretmez. Yalnızca O’na kulluk etmek yerine kendilerine tanrılar icat ederek onlara taparlar.” Zikre şâyan bir şey daha vardır ki, teklif ettiği imanın miyarı hikmeti esas almaktadır, herhangi bir icbar sözkonusu değildir. “Sizin servet tanrısı, sağlık tanrısı, bolluk tanrısı, yağmur tanrısı vs. diye isimlerden ibârettir sadece. Her şeyin gerçek sahibi, tüm kâinatın Rabbi ve yaratıcısı olarak sizin de kabul etmeniz gereken, Yüce Allah’tır. Allah hiçbir şeye, hiç kimseye ulûhiyet adına ne bir yetki vermiş, ne de böyle bir şeyi tasdik etmiştir. Aksine, tüm kudretleri, tüm hak ve yetkileri kendine hasretmiştir ve emretmiştir: “Yalnız Bana kulluk ve itaat edin.” [78]
Kur’ân-ı Kerim’de Yusuf (a.s.) ve Yusuf Sûresi
Nüzûlü: Mushaftaki sıralamada on ikinci, iniş sırasına göre elli üçüncü sûredir. Hûd sûresinden sonra, Hicr sûresinden önce Mekke'de nâzil olmuştur, 111 âyettir.
Yahudilerin telkini ile Mekke müşriklerinin Hz. Peygamber'e “îsrâiloğullan Mısır'a niçin gittiler?” şeklindeki sorusuna cevap olarak veya müslümanların Re-sûlullah'ın bir kıssa anlatmasını istemeleri üzerine indiği rivâyet edilmiştir. Ancak, Muhammed b. İshak'a göre sûrenin nüzul sebebi, kavmi tarafından zulme uğramış olan Hz. Peygamber'i teselli etmektir.[79] Kavminin baskıları ve işkenceleri karşısında Rasûl-i Ekrem ve arkadaşları bunalmışlardı; bu bunalımdan bir çıkış yolu arıyorlardı. Böyle sıkıntılı bir anda bu sûrenin inmesi, müslümanlara bir teselli ve müjde olmuştur. Zira kıssanın kahramanı olan Hz. Yûsuf da Filistin'de kardeşleri tarafından bazı kötülüklere mâruz kalmıştı. Fakat sonunda o, Mısır'da devlet yönetiminde söz sahibi oldu, kardeşleri de bu devletin yönetiminde görevlendirildiler.
Bu sûrede anlatılan kıssa da, dolaylı olarak Hz. Muhammed ve arkadaşlarına, sabrettikleri takdirde Hz. Yûsuf'a verilmiş olan mükâfatın bir benzerinin verileceğini ve Kureyşliler'in kendilerine boyun eğeceğini müjdelemektedir. Nitekim kavminin baskısı neticesinde Medine'ye göç etmiş olan Rasûlullah sekiz sene sonra Mekke'yi fethetmiş ve Kureyşliler ona boyun eğmiştir. Ancak Hz. Peygamber Kureyşliler'e, Hz. Yûsuf un Mısır'da kardeşlerine söylediği sözün aynısını söylemiş ve şöyle demiştir: “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi afetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir”[80] “Gidiniz hepiniz serbestsiniz!’’[81] Muhtevasına ve işaret ettiği konulara bakıldı-j£ınıh sûrenin, hicretin arifesinde meydana gelen olaylar esnasında, yani Kureyş’in Hz. Peygamber'i öldürme, sürgün etme veya hapsetme planlarını tasarladığı sırada ve bir defada inmiş olduğu anlaşılmaktadır.
Kur'ân ı Kerîm'deki kıssalar bazı hikmetlere dayanmaktadır. Özellikle peygamberlerin kıssaları, alınması gereken ibretlerle doludur. Nitekim bu sûrenin son âyetinde yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Andolsun onların kıssalarında akıl sahipleri için ibretler vardır.” Hz. Yûsuf'un kıssası hakkında da şöyle buyurmuştur: “Andolsun ki Yûsuf ve kardeşlerinde, almak isteyenler için ibretler vardır.”[82]
Adı: Sûre adını 4. âyetten itibaren 101. âyetin sonuna kadar kıssası anlatılan Yûsuf (a.s.)dan almıştır.
Konusu: İlk üç âyette bu sûredeki âyetlerin Kur'ân-ı Kerîm'İn âyetleri olduğu, Kur'an'ın Arap diliyle indirildiği ve bu sûrede kıssaların en güzelinin anlatılacağı bildirilmektedir. Bundan sonra 101. âyete kadar Hz. Yûsuf'un kıssası anlatılmıştır. Kıssada Hz. Yûsuf'un, kardeşleri tarafından kuyuya atılması, onu kuyudan çıkaran kafile tarafından Mısır'da köle olarak satılması, bir iftira sonucu cezaevine girmesi, Mısır kralının gördüğü rüyayı yorumlaması neticesinde cezaevinden çıkarılıp maliyeden sorumlu yüksek düzeyde yöneticiliğe getirilmesi, uzun süreli bir ayrılıktan sonra babası ve kardeşleriyle tekrar buluşması gibi konular ele alınmıştır. Daha sonraki âyetlerde İse mü’minlere müjde ve öğütler verilmektedir.
“Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla... 1. Elif-lâm-râ. Bunlar, apaçık kitabın âyetleridir. 2. Anlayabilesiniz diye biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik. 3. Biz, bu Kur 'an 'ı sana vahyetmekle en güzel kıssayı da anlatıyoruz. Gerçek şu ki, sen bundan önce elbette bunu bilenlerden değildin.”
Tefsiri
- Bazı sûrelerin başında bulunan “elif-lâm-râ” gibi harflere “hurûf-ı mukattaa” denmektedir. Yüce Allah, indirilen bu âyetlerin gelişigüzel söylenmiş sözler değil, gerçekleri açıklayan ve ebedî bir mucize olan İlâhî kitabın âyetleri olduğunu, dolayısıyla bu kitaba şanına yakışır bir şekilde saygı gösterilmesi ve emirlerinin uygulanması gerektiğini vurgulamaktadır.
2. Bütün insanlık için gönderilmiş olan Kur'an'ın Arabistan'da ve Arapça olarak indirilmesinin coğrafî, sosyolojik, psikolojik ve dil ile İlgili sebepleri vardır. Her şeyden önce Arap yarımadası eski dünyayı meydana getiren, bugün de insanlığın büyük bir bölümünü barındıran Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının birbirine en çok yaklaştığı merkezî bir yerde ve dünya ticaret yollarının kesiştiği bir noktada bulunmaktadır, Kur'an'ın nazil olduğu zamanda bu bölge komşu illerde yer alan siyasî güçlerin iktisadî ve siyasî menfaatlerini doğrudan ilgilendiren bir konumdaydı. Bu siyasî güçlerin aksiyon ve reaksiyonlarının toplandığı bir merkezde yer alan Arap toplumu bu kıtalarda yaşayan insanları ve bunların yaşayışlarını tanıma imkânına sahipti.
Arap toplumu çölde yaşadığı için, müreffeh bir hayat tarzından uzaktı. Tehlikeli işlere atılma ve değerlerin müdafaasında sabırla direnme gibi vasıflara sahip bulunuyordu. Asırlar boyunca dillerinin safiyetini korudukları gibi belirtilen nitelik ve enerjilerini de muhafaza etmişlerdi. Kabileler arasında uzun süre devam etmiş olan iç savaşlar, onlara atılganlık vb. meziyetler kazandırmıştı. Ayrıca ticaretle uğraşan bir toplum olmaları sebebiyle hareket kabiliyetine ve uzun süreli seyahatlere katlanma gibi hususiyetlere sahip bulunuyorlardı. Bu sayede Araplar ticaret yaptıkları ülkelerin örf ve âdetlerini, hususiyetlerini, kanunlarını Öğrenmişlerdi; kısaca İslâm'ı buralara ulaştırılmak için gereken tecrübeye sahip bulunuyorlardı.
Kur'an'ın Arapça olarak indirilmesinin temel sebebi, son peygamberin Araplar arasından seçilmiş olmasıdır. Yüce Allah her peygambere kendi kavminin diliyle hitap etmiş, vahyini onların diliyle göndermiştir ki peygamber Allah'ın emir ve yasaklarını kavmine rahatça anlatsın.[83] Şüphe yok ki Kur'an'ın Arap dili ile indirilmiş olması onun sadece Araplar'a indirildiğini ifade etmez. Nitekim bazı âyetler, onun bütün insanlığa hitap ettiğini, dolayısıyla evrensel bir kitap olduğunu göstermektedir.[84] Son peygamberin Araplar arasından seçilmesinin doğal bir sonum ıtl/ınık ona' onlar ıslah ve irşjıd edilecek, sonra da onların aracılık ve örnekliginde diğer kavimler İslâm iman ve ahlâkına gireceklerdi. Ayrıca Kur'an yalnız Araplar'm kutsal kitabı olmadığından Arapça bilmeyenlerin de onu anlayabilmeleri ve böylece İslâm'ı birinci kaynağından Öğrenme imkânını elde etmeleri için Kur'an'in başka dillere çevrilmesi zorunludur. Ancak bu çeviriler insan çabasının ürünleri, dolayısıyla az veya çok kusurlu olup Kur'an'ın orijinal metni mevcut şekliyle Arapça metindir.[85]
3. “En güzel kıssa” diye çevirdiğimiz “ahsenü'l-kasas” tamlamasındaki kasas kelimesi sözlükte “bir şeyin izini sürmek” anlamına gelmektedir; isim olarak, “anlatılan haber” demektir. Kur'an'da daha çok bu mânada kullanılmıştır.[86] Bu mânada kıssa ile eş anlamlı olup her ikisinin de çoğulu kjsastır. Edebiyatta hayâlı kıssalar olduğu gibi gerçek kıssalar da vardır. Hz. Yûsuf'un kıssası yaşanmış bir olaydır. Bir taraftan tasavvuf ve edebiyatta mecazî aşk denilen ve tabii bir gerçeklik olan beşerî sevgiyi, diğer taraftan bu tür sevgilerin insanı kötülüğe saptırmasına engel olacak güç ve içtenlikteki iman ve iffetin yüceliğini anlatan bu sûre, âyette “ahsenü'l-kasas” olarak nitelendirilmiştir. Kıssada aynı zamanda baba-oğul, Ya'kub (a.s.) ile Yûsuf un hasret, ıstırap ve üzüntüleri canlı bir şekilde dile getirilmektedir. “Ahsenü'l-kasas” tamlamasını “en güzel üslûp” şeklinde anlayanlar da vardır.[87] Buna göre cümlenin meali şöyle olur: “Biz, bu Kur'an'ı sana en güzel bir üslûpla anlatıyoruz.”
Âyette, Hz, Peygamber'İn, Yûsuf hakkında daha önce bilgisinin olmadığı, bu bilgilerin kendisine vahiy yoluyla geldiği bildirilmektedir. Bu durum, Hz. Muham-med'in hak peygamber, Kur'an'm da mucize olduğunu gösterir. Zira okur-yazar olmayan, yabancı dil bilmeyen ve İsrâiloğulları'nın Mısır'a gitmeleriyle ilgili yeterli bilgisi bulunmayan bir kimsenin, vahye dayanmadan, çok zaman olayların detayına kadar inen böyle mükemmel bir kıssayı ortaya koyması mümkün değildir.
İbrânîce'de “Allah'ın kulu” mânasına gelen İsrail kelimesi, Ya'kub peygamberin lakabı olup Allah'ın halis kulu olduğunu ifade eder. Soyundan gelenlere de “İsrâiloğulları” denilmektedir. Kitâb-ı Mukaddes araştırmacılarından nakledildiğine göre Ya'kub Filistin'de yaşıyordu ve on iki oğlu vardı. Yûsuf on birinci oğluydu. Milâttan önce 1906'da doğmuş, 1890'lı yıllarda Mısır'da köle olarak satılmıştı. Bir süre kölelik, oldukça uzun bir süre de hapis hayatı yaşadıktan sonra Mısır'da önemli bir üst düzey yöneticiliğe getirildi. Daha sonra babası ve kardeşlerini de Mısır'a götürdü. Böylece İsrâiloğulları Mısır'a yerleştiler. Hz. Mûsâ'nın zamanında ve onun liderliğinde tekrar Filistin'e dönmüşlerdir. [88]
4. “Bir zamanlar Yûsuf, babasına demişti ki: “Babacığım! Ben (rüyamda) on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm; onları bana secde ederlerken gördüm.” 5. Babası, “Yavrucuğum! Rüyanı sakın kardeşlerine anlatma, sonra sana tuzak kurarlar! Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır” dedi. 6. İşte böylece rabbin seni seçecek, sana rüyada görülenlerin yorumunu öğretecek ve daha önce iki atan İbrahim ve İshak'a nimetini tamamladığı gibi sana ve Ya'kub soyuna da nimetini tamamlayacaktır. Kuşkusuz rabbin çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.”
Tefsiri
4-6. Yûsuf’un (a.s.) soy kütüğü şöyledir: Yûsuf, babası Ya'kub, babası îshak, babası İbrahim (a.s.). Görüldüğü gibi Yûsuf, Hz. İbrahim'in dördüncü kuşaktan torunudur. Ya'kub ile eşi Rahîl'den dünyaya gelmiştir. Rasûlullah buyurmuşlardır ki: “İnsanların en şereflisi, Allah'ın peygamberi Yûsuf tur; o, Allah'ın peygamberinin oğludur; o da Allah'ın peygamberinin oğludur; o da Allah'ın dostunun (halîl) oğludur” [89]
Rüya, “görmek” mânasına gelen “rü'yet” mastarından alınmış bir isim olup, uyku halinde birtakım olay ve şekillerin görülmesi demektir, Türkçe'de buna “düş” denir. Rüya kişinin sadece iç dünyasıyla ilgili bir olay olmayıp, aynı zamanda hayalin ötesinde dış dünyada bir gerçeğe de işaret eder. Râzî'ye göre yüce Allah, insan ruhunu madde ötesi âleme çıkabilecek, levh-i mahfuzu okuyabilecek yetenekte yaratmıştır. Ancak ruhun bedenle ilgisi buna engel olmaktadır. Uyku halinde ruhun bedenle ilgisi azalır, Levh-i mahfuzu okuma gücü artar. Ruhun orada gördükleri, hayal âleminde kendine özgü izler bırakır.[90] Bu izler hayalin ötesindeki bir gerçeği yani levh-i mahfuzdaki bilgiyi gösterir ki rüyanın asıl işaret ettiği şey budur.
Gazzalî, levh-i mahfuz ile insan kalbini, karşı karşıya duran fakat aralarında perde bulunan iki aynaya benzetmektedir. Aynaların arasındaki perde kaldırıldığında birindeki görüntü diğerine aynen yansır. İşte rüya olayı buna benzer; insan uyuduğu zaman kalbin duyu organlarıyla ilgisi kesilir, levh-i mahfuz ile kalp arasındaki perde ise kalkar, böylece levh-i mahfuzdaki bazı bilgiler kalbe yansır; hayal gücü bu bilgileri sembollerle alarak korur, İnsan uyandığında ancak hayalindeki sembolleri hatırlar.[91] İşte rüyayı yorumlayıp İşaret ettiği perde arkasındaki gerçekleri göstermeye “rüya tabiri” (yorumu) denilmektedir. [92]
Psikanalizin kurucusu Freud'a göre rüyanın kaynağı ferdin şuur altı, rüya İse arzuların tatmini için yapılan bir teşebbüstür. Ona göre başta cinsel arzular olmak üzere çocukluk döneminden itibaren bastırılan duygular, geçmişte yaşananlar ve duyu organlarına etki eden duyumlar rüyanın esas öğesini oluşturur ve rüya esnasında ortaya çıkar.[93] “İnsanın yaşama kaynağı ve canlı organizmanın tek faaliyet gayesi cinsel hayattır. Bu da “libido” denilen idare merkezinde planlanmaktadır. Cinsel duygularla toplumdaki kuralların çatışması veya bu isteklerin şuur altına itilmesi, kişide bazı kompleksler meydana getirir. Rüyada görülen olaylar işte bu komplekslerin, bilinç dışı arzuların akıl sansürü ve baskısından kurtulmuş olarak örtülü bir şekilde tezahürüdür. Uyku esnasında sansürün gücü azaldığından arzular serbestçe dışa vurulursa da rüya gören kişinin bilincine girmelerini engellemek amacıyla kabul edilebilir imgelere dönüştürülür. Bu dönüştürmede uyku sırasında algılanan duyu uyaranlarından, önceden yaşanmış olaylardan ve derinde yerleşmiş anılardan yararlanılır. [94]
İslâmî kaynaklarda genel olarak üç türlü rüyanın bulunduğu ifade edilmektedir: a) Sâdık rüya. Kaynağı İlâhî olan İkaz ve işaretler olup doğru ve gerçek rüyalardır. Hz, Peygamber bu tür rüyaların peygamberliğin kırk altı cüzünden biri olduğunu haber vermiştir.[95] Sâdık rüya gören kimsenin ruhu, bu vesileyle Allah'ın ilim, irade, kudret ve yaratmasıyla ilgili bazı şeyler hakkında bilgi sahibi olur. Böylece zaman içerisindeki bazı gayb olaylarını meydana gelmeden önce keşfeder ve haber verir veya mekân içindeki bazı şeyleri insanların normal olarak görmesinden önce görür ve bildirir. Bu duruma, “rüya yoluyla keşif denilmektedir, b) Nefisten yani beyin, duyu organları ve iç organlardan kaynaklanan düşler. Bunlar, hâtıraların hayalde canlanmasından ibarettir, c) İnsan ruhunun gizli bk dış tesirden (şeytandan) etkilenmesi neticesinde meydana gelen korkma ve sapmalar olup yalancı bir çağrışım ve hayalî bir olaydır. Hz. Peygamber bu tür rüyaların şeytandan kaynaklandığını haber vermiştir. [96]
Gerek nefisten gerekse şeytandan kaynaklanan bu tür yorumu yapılamııyun karmakarışık rüyalara “ahlâm” veya “edgasu ahlâm” denmektedir. [97]
Hz. Yûsuf'un gördüğü bu rüyada baba, anne ve kardeşlerin güneş, ay ve yıldızlarla temsilî olarak anlatılması, rüyanın ve neticesinin önemine işaret ettiği gibi, Yûsuf'un şanının yüceliğini de gösterir, Yûsuf un rüyası, yüce Allah'ın onu peygamberlik görevine hazırladığının bir işaretidir. Nitekim Hz. Peygamber'e de vahyin gelişi sâdık rüya ile başlamıştır.[98] Yûsuf'un gördüğü bu rüyayı yorumlayan Hz. Ya'kub, oğlunun ileride büyük bir makama geleceğini anlamıştı. Ancak diğer oğullarının, yorumu gayet kolay olan bu rüyadan haberleri olduğu takdirde Yûsufu kıskanarak ona kötülük edeceklerinden endişe etmiş, bıı sebeple rüyasını kardeşlerine anlatmaması için onu uyarmıştır. Hz. Yûsuf'un rüyada gördüğü güneş, babası Ya'kub; ay, annesi Râhîl; yıldızlar ise on bir kardeşi idi. Bünyâmin adındaki en küçük olanı öz, diğerleri üvey kardeşleriydi. [99]
6.âyette “rüyada görülenlerin yorumu” diye çevirdiğimiz “te'vîlü'l-ehâdîs” tamlamasındaki te'vîl kelimesi terim olarak, “lafzı zahirî anlamında değil de kitap ve sünnete uygun olan muhtemel bir anlamda yorumlamak” mânasına gelir. Burada te'vil terimi, “tabir etmek” ile eş anlamlı olarak, “rüyadaki sembolleri yorumlayıp delâlet ettikleri mânayı ortaya çıkarmak” anlamında kullanılmıştır, Ehâdîs kelimesi ise “olay” ve “haber” anlamlarına gelen hadîsin çoğuludur. Birinci anlama göre cümle, “Allah sana olaylarda sebep-sonuç ilişkisini ve olayların yorumunu öğretecek” mânasına, ikinci anlama göre ise “Allah sana rüyaların yorumunu öğretecek” mânasına gelir. Bu anlamdan hareketle cümleyi, “Allah sana kendi kitaplarının ve peygamberlerin sözlerinin yorumunu öğretecek” şeklinde tefsir edenler de olmuştur. Bu görüşleri birleştirmek suretiyle cümlenin mânasını daha kapsamlı olarak değerlendirmek de mümkündür, Buna göre cümle, Hz. Yûsuf'a rüyaları yorumlama yeteneğinin verileceğini ifade ettiği gibi, hayatın problemlerini anlama ve onlara çözüm getirme, aynı zamanda her şeyin hakikatini kavrama yeteneğinin verileceğini de ifade eder.
Yüce Allah'ın Hz. Yûsuf a nimetini tamamlamasından maksat, ona nimetlerin en üstünü olan peygamberlikle birlikte devlet yöneticiliğini de nasip etmiş olmasıdır. Böylece ona hem dinî hem de dünyevî müstesna nimetler nasip etmiş, lütfunu tamamlamıştır. Ataları Hz. İbrahim ve İshak'a peygamberlik vererek onları on büyük şerefe erdirdiği gibi, Ya'kub'un soyundan da birçok peygamber ve hükümdar göndermek suretiyle bu soyu başka kavimlerin hiçbir şekilde ulasamavacakları bir şerefe ulaştırmıştı.[100] İşte Allah'ın Ya'kub’un (a.s.) ailesine nimetini tamamlamasından maksat da budur.
7. “Andolsun ki Yûsuf ve kardeşlerinde, almak isteyenler için ibretler Yardır. 8. Hani kardeşleri demişlerdi ki: “YûsuPla kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir. Hâlbuki bizim sayımız daha çok. Şüphesiz ki babamız apaçık bir yanılgı içindedir. 9. Yûsuf'u öldürün veya onu (uzak) bir yere atın ki babanızın teveccühü yalnız size kabın! Ondan sonra da (tövbe ederek) sâlih kimseler olursunuz!” 10. Onlardan biri, “Yûsuf u Öldürmeyiniz, eğer mutlaka yapacaksanız onu kuyunun dibine atın da geçen kervanlardan biri onu alsın” dedi.”
Tefsiri
7-8. Yüce A]lah Hz. Yûsuf İle kardeşlerinin kıssasında, almak isteyenler İçin birçok ibret bulunduğuna dikkat çekmiştir. Yûsuf'un, bu âyette geçen kardeşinden maksat, kendisinden küçük olan ana-baba bir öz kardeşi Bünyâmin'dir.[101] Gelecekte peygamberlikle görevlendirilecek olan Hz. Yûsuf, dürüstlük ve üstün karakteri sebebiyle babasının dikkatini çekmiş ve sevgisini kazanmıştır. Bünyâmin de peygamber olmamakla birlikte en küçük çocuğu olması ve üstün bir şahsiyete sahip bulunması gibi sebeplerle onu da çok seviyordu. Hz. Ya'kub'ıra bu en küçük iki oğluna karşı farklı bir sevgi göstermesi, diğer oğullarının haset duygularını iyice kamçılamıştı. Sonunda babalarının bir yanılgı içinde olduğuna hükmetmişlerdi.
8.âyette “Bizim sayımız daha çok” diye çevirdiğimiz cümle içindeki usbe kelimesi “10-40 kişiden oluşan, birbirine sıkı sıkıya bağlı güçlü bir cemaat” anlamına gelmektedir.[102] Hz. Ya'kub'un oğullan, aynı babanın çocukları olmalarına rağmen Yûsuf la Bünyâmin'in anaları ayrı olduğu için, “Yûsuf la kardeşi” şeklinde ifade etmişlerdir. [103]
9-10. Kabaran kıskançlık duyguları, kardeşlik şefkat ve merhamet duygularını o derece örtmüştü kî kardeşlerini öldürmek veya başka bir şekilde ortadan kaldırmak için karar almada tereddüt göstermediler. Böylece çarpık bir mantıkla, kardeşlerini ortadan kaldırdıktan sonra tövbe edip İyi kimseler olacaklarını ve babalarının teveccühünün sadece kendilerine kalacağını sanıyorlardı. İçlerinden biri vicdanının sesini bastıramadı ve Yûsuf'un öldürülmemesini istedi; ama onu babasından uzaklaştırmak için mutlaka bir şey yapılacaksa bir kuyunun dibine bırakılmasını tavsiye etti. Kervanlardan birinin Yûsuf'u alıp götüreceğini, böylece onu babasından uzaklaştirmış olacaklarını söyledi. Rivâyete göre bu fikri ileri süren, Hz. Ya'kub'un en büyük oğlu Rûbîl'dir.[104] Bu görüş uygun bulundu, uygulamak üzere babalarına geldiler.
11.“Dediler ki: “Ey Babamız! Niçin Yûsuf hakkında bize güvenmiyorsun? Oysa biz ona iyilik isteyen kimseleriz. 12. Yarın onu bizimle beraber (kıra) gönder de bol bol yesin, içsin, oynasın. Biz onu mutlaka koruruz.” 13. Babaları, “Onu götürmeniz beni mutlaka üzer, siz farkında olmadan onu bir kurdun yemesinden korkarım” dedi. 14. Dediler ki: “Hakikaten biz böyle kalabalık olduğumuz halde, eğer onu kurt yerse o zaman bize gerçekten yazıklar olsun!”
Tefsiri
11-14. “Niçin Yûsuf hakkında bize güvenmiyorsun?” şeklindeki soruların-ılan anlaşılıyor ki kardeşleri daha önce de Yûsuf'un kendileriyle beraber kıra çıkmasını istemişler fakat, babaları bu konuda onlara güvenmediği için buna izin vermemişti. Ya'kub (a.s.) aslında oğullarına güvenmediği halde, bunu hissetin meme nezaketini göstermiş, gerekçe olarak, onlar farkında olmadan Yûsuf u kurtların yiyebileceğinden korktuğunu ifade etmiştir.
15.“Onu götürüp kuyunun dibine atmaya ittifakla karar verdikleri zaman biz Yûsuf a, “Kardeşlerinin yaptıklarını bir gün onlara kendileri farkına varmadan mutlaka haber vereceksin!” diye vahyettik. 16. Akşam ağlayarak babalarına geldiler, 17. “Ey Babamız! Biz yarışma yaparak uzaklaştık, Yûsuf u da eşyamızın yanında bırakmıştık; onu kurt yemiş! Ama biz doğru söyleyen kimseler olsak da sen bize inanmazsın” dediler. 18. Gömleğinin üstünde sahte, kanlı bir gömlekle geldiler. Ya'kub, “Bilakis nefsiniz sizi kötü bir iş yapmaya sürüklemiş; artık (bana düşen) güzelce sabretmektir. Anlattığınız karşısında, yardım edecek olan ancak Allah'tır” dedi. 19. Bir kervan geldi, sucularını suya gönderdiler; sucu kovasmı kuyuya saldı; “Müjde! İşte bir oğlan çocuğu!” dedi. Onu bir ticaret mab olarak sakladılar. Allah onların yaptıklarını çok iyi bilir. 20. (Mısır'da) onu düşük bir bedelle, birkaç dirheme sattılar. Ona zaten değer vermemişlerdi.”
Tefsiri
- Kardeşleri, Yûsuf'u koruyacaklarına dair babalarına güvence verince Hz. Ya'kub, Yûsuf'u onlarla birlikte gönderdi. Kardeşleri onu kuyuya atmaya oy birliği ile karar verdiler ve kararı hemen uyguladılar.
Kardeşlerinin yaptıklarını bir gün kendilerine haber vereceğine dair Yûsuf a yapılan vahiyle ilgili olarak iki görüş vardır:
- a) Hz. Yûsuf'a peygamberlik daha o zamandan verilmiştir. Nitekim bu vaad daha sonra gerçekleşmiş ve Hz, Yûsuf kardeşlerinin kendisine yaptıklarını ileride onlara haber vermiştir. [105]
- b) Buradaki vahiyden maksat, ilhamdır; henüz peygamberlik verilmemiştir. Nitekim bu tür ilhamlara Kur’ân-ı Kerim’de vahiy denildiğine çokça rastlanmaktadır. [106]
16-18. Kardeşleri, Hz. Yûsuf'un gömleğini, kestikleri bir hayvanın kanına bulayarak akşam üzeri babalarına getirdiler ve kendileri yarış yaparken onu kurt yediğini ağlar bir vaziyette söylediler. Rivâyete göre bu acı haberi alan Hz. Ya'kub, çok üzüldü ve gömleği alıp yüzüne sürerek dedi ki: “Bugüne kadar böyle yumuşak huylu bir kurt görmedim! Oğlumu yemiş fakat sırtındaki gömleği yırtmamış!”[107] Ya'kub bu sözleriyle oğullarının söylediklerine inanmadığını ifade etmek istemiştir. Nitekim oğullarına, “Bilâkis nefsiniz sizi kötü bîr İş yapmaya sürüklemiş” diyerek bu kanaatini belirtmiştir.
19. Konunun akışından anlaşıldığına göre Yûsuf un atıldığı kuyu, ticaret kervanının geçtiği yol üzerinde bulunuyordu. Nitekim 10. âyette geçen “Onu kuyunun dibine atın da geçen kervanlardan biri onu alsın” cümlesi de bunu açıkça gösterir. Yûsuf un kuyudaki durumuna bakıldığında, kuyunun kuraklık sebebiyle suyunun çekilmiş olduğu ve onun burada hayatını etkilemeyecek kadar kısa bir süre kaldığı anlaşılmaktadır.
“Onu bir ticaret malı olarak sakladılar” cümlesindeki saklayanların kimler olduğu hakkında farklı iki görüş vardır:
a) Onu saklayanlar, su almaya gelenlerdir. Onu kervandaki diğer arkadaşlarından saklamışlar ve el altından değersiz bir bedelle satmışlardır.
b) Kardeşleri onun kendi kardeşleri olduğunu saklamışlardır. Yani onu kuyuya attıktan sonra gitmemişler, o yörede beklemişler, kervanın sucuları onu çıkardığında onun kendi köleleri olduğunu iddia etmişler, Yûsuf da korkusundan ses çıkaramamış, böylece onu köle olarak kervanın adamlarına düşük bir bedelle satmışlardır. [108]
Kanaatimizce Hz. Yûsuf'u bir ticaret malı olarak saklayanlar kardeşleri değil, kuyudan onu çıkaran kervancı ile yanındaki arkadaşlarıdır. Zira kardeşleri onu kuyuya attıktan sonra gömleğini kana bulayıp babalarının yanına dönmüşlerdi.
21. “Onu satın alan Mısırlı adanı karısına, “Ona değer ver ve güzel bak! Umulur ki bize faydası olur veya onu evlat ediniriz” dedi. İşte böylece Yûsuf'u orada yaşasın ve rüyada görülen olayların yorumunu öğretelim diye onu o yere yerleştirdik. Allah, emrini yerine getirmeye kadirdir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler. 22. Yûsuf erginlik çağına erişince, ona hüküm yeteneği ve ilim verdik. İşte güzel davrananları biz böyle mükâfatlandırırız.”
Tefsiri
- Yüce Allah'ın yardımı ve himayesi sayesinde Hz. Yûsuf tehlikelerden kurtularak Mısır'ın ileri gelen devlet adamlarından birinin evine köle olarak yerleşti. Bazı kaynaklarda onu satın alan şahsın, Mısır kralının maliye nâzın veya Mısır (Menfıs) şehrinin valisi ve polis teşkilâtının müdürü Potifar olduğu bildirilmektedir.[109] Kur'an bu zatı ismiyle değil, “el-azîz” unvanıyla anar.[110] İleride yüksek bir makama getirilecek olan Hz. Yûsuf da aynı unvanla anılacaktır.[111] Bu durum, “el-azîz” sıfatının Mısır'da yüksek bir resmî unvan olduğunu ifade eder. Nitekim “el-azîz” kelimesi, “gücüne karşı koyulamayan kimse” anlamına gelmektedir. Hz. Yûsuf, bu üst düzey yöneticinin hizmetinde kaldığı süre zarfında devlet yönetimiyle ilgili bilgi ve görgüsünü geliştirmiştir. Aziz'in, Hz. Yûsuf hakkında karışma söylediklerine bakılırsa, onu gördüğü andan itibaren zekâ ve kabiliyetini sezdiği ve onun gelecekte büyük işler yapabileceği kanaatine vardığı anlaşılır. Bu sebeple ona köle muamelesi değil, evlât muamelesi yapmış ve onu kendi çocuğu gibi büyütmüştür.
Kaynakların bildirdiğine göre Aziz'in karısının adı Zelîha veya Züleyha'dır. Yahudiler ona Raîl derler.[112] “Yûsuf'a olayların yorumunu öğretelim diye onu o yere yerleştirdik” mealindeki cümle, Hz. Yûsuf'un devlet yönetimine ait konularda eğitimden geçirildiğine işaret eder. En azından imkânları bol, görgülü ve kültürlü bir ortamda kalmakla devlet yönetimine ait bilgi ve görgüsü artmış, ülke yönetimini öğrenmiştir.
22. Mealinde “erginlik çağı” diye tercüme ettiğimiz eşüd kelimesi sözlükte “güç ve kuvvet” anlamına gelir. Âyette kişinin en fazla güçlü olduğu çağı ifade etmek üzere kullanılmıştır. Bu çağın 18, 20, 33, 40 yaşlar olduğuna dair farklı görüşler vardır. [113]
Hz. Yûsuf'a verilen hükümden maksat, yönetme veya yargılama yeteneği, ilimden maksat da peygamberliğe ek olarak ona verilmiş otan rüyaları yorumlama bilgisidİr. Nitekim Hz. Yûsuf'un, “Ey Rabbim! Bana servet ve iktidar verdin ve bana olayların yorumunu da öğrettin.”[114] mealindeki duasında buna işaret vardır.
23. “Evinde bulunduğu kadın, onun nefsinden murat almak istedi. Kapılan iyice kapattı ve “haydi gel!” dedi. O da “Hâşâ, Allah'a sığınırım! Zira o benim velinimetimdir, bana güzel davrandı. Gerçek şu ki zalimler iflah olmaz!” dedi. 24. Cidden kadın ona meyletti; eğer rabbinin işaret ve ikazını görmeseydi o da kadına meyletmişti. İşte böylece biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için (delilimizi gösterdik). Şüphesiz o ihlâslı kullarımızdandı. 25. İkisi de kapıya doğru koştular. Kadın onun gömleğini arkadan yırttı. Kapının yanında kocası ile karşılaştılar. Kadın dedi ki: “Senin ailene kötülük etmek isteyenin cezası, zindana atılmaktan veya elem verici bir işkenceden başka ne olabilir?” 26. Yûsuf, “Asıl kendisi benim nefsimden murat almak istedi” dedi. Kadımn akrabasından biri şöyle şahitlik etti: “Eğer gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir; bu ise yalancılardandır. 27. Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa, kadın yalan söylemiştir; bu doğru söyleyenlerdendir.” 28. Aziz, Yûsuf’un gömleğinin arkadan yırtılmış olduğunu görünce dedi ki: “Şüphesiz bu, siz kadınların tuzağınızdır. Sizin tuzağınız gerçekten yamandır. 29. Yûsuf! Sen bundan (olanları söylemekten) vazgeç! Hanım! Sen de günahının affını dile! Çünkü sen günahkârlardan oldun!”
Tefsiri
- Yûsuf'un köle olarak bulunduğu evin hanımı Zelîha ona âşık oldu ve onunla birlikte olmak için planlarını hazırladı. Eşinin evde bulunmadığı bir sırada bütün kapıları kilitledi ve “haydi gel!” diyerek kendisini ona teslim etmeye hazır olduğunu bildirdi. Ancak kadının aklını başından alan bu tutkusuna karşılık Yûsuf, iradesine ve duygularına hâkim oldu, peygamber namzedine yakışır bir şekilde cevap verdi ve Allah'ın haram kıldığı bir şeyi yapmayacağını bildirerek teklifi reddetti. “O, benim velinimetimdir, bana güzel davrandı” mealindeki ifadeden Yûsuf'un bu çirkin fiili Allah korkusundan değil de efendisine karşı saygısızlık olur, endişesiyle yapmadığı anlaşılmamalıdır. Zira o, önce Allah'a sığındığını ifade etmiş, sonra da ev sahibinin kendisinin efendisi olduğunu, dolayısıyla ona karşı da böyle bir ihanetin olamayacağını vurgulamıştır. Nitekim devamında zalimlerin iflah olmayacaklarını bildirmek suretiyle bu fiili işleyenlerin zalimler olduğuna işaret etmektedir. Bunu izleyen âyette de kadın ona meylettiği halde onun, Allah'tan gelen bir İlham sayesinde kadına meyletmekten korunduğu bildirilmiştir.
24. “İşaret ve ikaz” olarak çevrilen “burhan” hakkında çeşitli görüş ve rivâyetler olmakla birlikte[115] bunun, Allah'tan gelen bir ilham olduğu kanaati ağır basmaktadır. Buna göre kadının tahrikleri karşısında Yûsuf'ta ona yaklaşma arzu ve isteği doğmuş, ancak Allah'tan gelen bir ilham sayesinde bu çirkin işin haram olduğunu hatırlamış ve kadına yaklaşmamıştır. Âyetin akışı da Yûsuf'un bu fiilden korunmuş olduğunu göstermektedir. Bu olay, peygamberlerin peygamberlik öncesinde de büyük günah işlemekten korunmuş olduklarını savunan görüşü destekler.
25. Bundan sonra Yûsuf, Zelîha'nın kilitlemiş olduğu kapılan açarak dışarı çıktı. Onu dışarı bırakmak istemeyen Zelîha, arkadan gömleğinden tutup çekerek gömleği yırttı. Dışarı çıktıklarında kocasıyla karşılaştılar. Kölesiyle zina etmeyi göze alan Zelîha maksadına ulaşamadan böyle bir manzara ile karşılaşınca, durumunu kurtarmak için Yûsuf'a iftira etmekte bir sakınca görmedi, onun cezalandırılması gerektiğini söyledi.
26-27. Yûsuf'un kendisini savunması üzerine, kadının ailesinden olup kuvvetli ihtimalle Aziz ile birlikte eve gelmekte olan, akıllı ve tecrübeli bir tanık hakemlik etti: Gömlek önden yırtılmışsa kadının, arkadan yırtılmışsa Yûsuf'un haklı olacağını söyledi. Mevdûdî bu zatın yargıç olma ihtimalinden söz eder.[116] Yargıç olup olmadığı kesin olarak bilinmemekle birlikte âdil olduğu anlaşılmaktadır, zira kadının ailesinden olduğu halde taraf tutmamış ve adaletten ayrılmamıştır.
28-29. Aziz, gömleğin arkadan yırtılmış olduğunu görünce, bunun kadının bir tuzağı olduğunu anladı ve kadınların tuzağının yaman olduğunu vurguladıktan sonra, Yûsuf a olayı gizli tutmasını, karışma da günahından tövbe etmesini emretti. Aziz'in, “Sen de günahının affını dile çünkü sen günahkârlardan oldun” mealindeki ifadesi, Mısır halkının, putperest olmakla birlikte Allah inancına sahip olduklarını ve bu tür fiillerin günah kabul edildiğini göstermektedir.
30. “Şehirdeki bazı kadınlar, “Aziz'in kansı hizmetindeki gencin nefsinden murat almak istiyormuş; (Yûsuf'un) sevdası kalbine işlemiş! Biz onu gerçekten açık bir sapıklık içinde görüyoruz” dediler. 31. Aziz'in karısı, kadınların dedikodularını duyunca onlara davetçi gönderdi; onlar için dayanacak yastıklar hazırladı ve onlardan her birine bir bıçak verdi. (Kadınlar meyvele rini soyarken Yûsuf'a), “karşılarına çık!” dedi. Kadınlar onu görünce güzelliği karşısında şaşırıp kaldılar. Bu yüzden ellerini kestiler ve “Hâşâ Rabbinıiz! Bu bir beşer değil, bu ancak değerli bir melektir!” dediler. 32. Kadın dedi ki: “İşte hakkında beni kınadığınız şahıs budur. Ben onun nefsinden murat almak istedim. Fakat o, iffetini korudu, Andolsun, eğer kendisine emredeceğimi yapmazsa, mutlaka zindana atılacak ve elbette sürünenlerden olacaktır!” 33. Yûsuf, “Rabbim! Zindan bana bunların benden istediklerinden daha iyidir. Eğer onların bana kurduktan tuzağı boşa çıkarmazsan, onlara meyleder ve cahillerden olurum!” dedi. 34. Rabbi onun duasım kabul etti ve kadınların tuzağına düşürmedi. Şüphesiz O, çok iyi işiten, çok iyi bilendir. 35- Sonunda (yetkililer) -kesin delilleri görmelerine rağmen- onu bir zamana kadar mutlaka zindana atmayı uygun gördüler.”
Tefsiri
30-32. Olay yüksek tabaka arasında duyulup yayılınca bir grup kadın Aziz'in karısının, kölesine âşık olmasını kınadılar ve “Yûsuf'un sevdası onun kalbine işlemiş!” dediler. Bunu duyan Zelîha kadınları evine davet etti. Misafirler için evini donattı ve yaslanıp oturacakları yerler hazırladı. Davetliler gelince önlerine yemekler, meyveler ve bıçaklar koydu. Onlar meyveleri soyarken Yûsuf'a huzurlarına çıkmasını emretti. Yûsuf'un güzelliğine hayran kalan kadınlar, şaşkınlıklarından ellerini kestiler ve onun insan değil, değerli bîr melek olduğunu söylediler. Zelîha, “İşte hakkında beni kınadığınız şahıs budur. Ben onun nefsinden murat almak istedim. Fakat o, iffetini korudu. Andolsun, eğer kendisine emredeceğimi yapmazsa, mutlaka zindana atılacak ve elbette sürünenlerden olacaktır!” dedi. Burada dikkat çekici olay şudur: Mısır'ın ileri gelenlerinin hanımları, Zelîha'mn zina gibi çirkin bir fiile teşebbüs etmesini kınamış olmasına rağmen Zelîha, davet ettiği hanımlar içerisinde ihtiraslarını ve ahlâk dışı niyetlerini açıkça ilân etmekten çekinmemiştir. Nitekim ziyafet esnasında, kendisine âşık olduğu Yûsuf'u davetlilerin huzuruna çıkararak, böyle yakışıklı ve güzel bir köleye âşık olmanın, toplum değerleri açısından, kendisi için bir nakısa olmadığını vurgulamak istemiştir.
33.Yûsuf un bu duasından Zelîha'nm davetliler üzerinde etkili olduğu ve desteklerini sağladığı anlaşılmaktadır. Ancak bütün bunların karşısında, sağlıklı ve yakışıklı bir delikanlı olan Yûsuf, iradesine hâkim olarak insanın hayatta karşılaşabileceği en zor imtihanlardan birini başarıyla sonuçlandırmıştır.
35.Aristokrat kesimi temize çıkarıp zevahiri kurtarmak ve olayı örtbas etmek gerekiyordu. Bu da suçu köleye yükleyerek onun belli bir süre hapse atılmasıyla mümkündü. Bu sebeple bütün delillerin Yûsuf'un günahsız, kadının ise suçlu olduğunu göstermesine rağmen Aziz ve arkadaşları, Yûsuf un bir süre zindana atılmasını uygun gördüler.
36.“Onunla birlikte zindana iki delikanlı daha girdi. Onlardan biri, “Ben rüyada şarap yaptığımı gördüm” dedi. Diğeri de “Ben de başımın üstünde bir ekmek taşıdığımı gördüm. Kuşlar ondan yiyordu, Bunun yorumunu bize bildir. Kuşkusuz biz seni iyi insanlardan biri olarak görüyoruz” dedi. 37. Yûsuf şöyle cevap verdi: “Size yedirilecek yemek gelmeden önce, onun yorumunu mutlaka size haber vereceğim. Bu, rabbimin bana öğrettiklerindendir. Şüphesiz ben, Allah'a inanmayan bir kavmin dininden uzaklaştım. Onlar âhireti inkâr edenlerin kendileridir. 38. Atalarım İbrahim, İshak ve Ya'kub'un dinine uydum. Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bize yaraşmaz. Bu, Allah'ın bize ve insanlara olan lütfundandır. Fakat insanların çoğu şükretmezler. 39. Ey zindan arkadaşlarım! Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa gücüne karşı durulamaz olan bir tek Allah mı? 40. Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sadece Allah'a aittir. O size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler. 41. Ey zindan arkadaşlarım! Biriniz (önceden olduğu gibi) efendisine şarap sunacak; diğeri ise asılacak ve kuşlar onun başından yiyecek. Yorumunu sorduğunuz rüya (bu şekilde) kesinleşmiştir.” 42. Onlardan, kurtulacağını bildiği kimseye ''Efendinin yanında beni an” dedi. Fakat şeytan ona, efendisine anmayı unutturdu. Dolayısıyla Yûsuf birkaç sene daha zindanda kaldı.”
Tefsiri36.Böylece Yûsuf zindana atıldı. Onunla birlikte biri kralm şarap sunucusu, diğeri fırıncısı olmak üzere iki delikanlı daha zindana girdi. Tefsirlerdeki rivâyetlere göre bu iki genç, Mısır'da kralı öldürmek isteyen kimselerin teşvikiyle onun ekmeğine ve şarabına zehir katmışlar, fakat biraz sonra birbirlerini jurnal ederek ekmekçi, şarapta zehir olduğunu; şarapçı da ekmekte zehir olduğunu krala haber vermiş, bunun üzerine her İkisi de hapse atılmışlardı.[117] Bunlardan biri düşünde şarap yapmak için üzüm sıktığını, diğeri ise başının üzerinde ekmek taşıdığını ve kuşun gelip o ekmekten yediğini görmüş, muhtemelen rüyalarını birbirlerine anlatmışlar, fakat yorumunu yapamamışlardı. Bunun üzerine her ikisi de doğruluğuna, ilmine, yorumuna ve şahsiyetine güvendikleri Yûsuf'a gelip ondan rüyalarının yorumunu istediler.
37-38. Bu olay, Hz. Yûsuf'un risâletini tebliğe başladığı ilk olay olmalıdır. Zira bundan önce tebliğde bulunduğunu gösteren herhangi bir işaret yoktur. Ona güvenen ve ondan rüyalarının yorumunu isteyen iki arkadaşına o, gayet nazik bir şekilde hitap ederek rüya yorumlama ilminin kehânet ve falcılık değil, Allah'ın, kendisine vahyettİği ilimlerden olduğunu bildirmiştir. Kendisinin Allah'a ve âhi-ret gününe inanmayan putperest Mısırhlar'ın dinine asla iltifat etmediğini, hak peygamber olan atalarının dinine mensup olduğunu ve bunların Allah'a ortak koşmalarının doğru olmadığını ifade etmiştir.
Mısırlılar o zaman putperest olup çeşitli tanrılara tapıyorlardı.[118] Nitekim 39 ve 40. âyetler bunu ifade etmektedir. Burada dikkat çeken bir konu da Hz. Yûsuf un, “Size yedİrilecek yemek gelmeden önce onun yorumunu mutlaka size haber vereceğim” diyerek vakit sınırlaması yapmasıdır. Bu ifadeden, zin-dandakİlerin dış dünya ile ilişkilerinin kesildiği, güneşin hareketini dahi izleme imkânlarının bulunmadığı, dolayısıyla, muhtaç oldukları zaman ayarlamasını, ancak yemek, uyku ve havalandırma gibi olaylarla yaptıkları anlaşılmaktadır. Hz. Yûsuf'un, “Bu (rüya yorumlama ilmi) rabbimin bana öğrettiklerindendir” mealindeki İfadesi yüce Allah'ın ona rüya yorumlamanın dışında da şer'î ilimler, hikmet, iktisat, emanet vb. birçok İlmi öğretmiş olduğuna işaret eder. Nitekim 55. âyette krala hitaben söyledikleri de bu yorumu destekler mahiyettedir.
Hz. Yûsuf, aynı zamanda ibrahim, İshak ve Ya'kub’un (a.s.) kendisinin ataları olduğunu söyleyerek kimisini de Aynca o, kendisinin Allah tarafından seçilmiş olduğunu, dolayısıyla bir eğitim ve imtihan sürecinden geçtiğini biliyordu. Bununla birlikte kendisinin yeni bir din getirmediğini, tebliğ ettiği şeylerin, ataları Hz. İbrahim, İshak ve Ya'kub'un getirdikleri dinin aynısı olduğunu vurgulamıştır.
39-41. Rivâyete göre o dönemde Mısırlılar'in otuz dolayında tanrıları vardı; bunlar farklı tabiat kuvvetlerini veya bazı yıldızlan temsil ediyorlardı.[119] Hz. Yûsuf, bu iki hapishane arkadaşına tek tanrı İnancını telkin etmeden önce onlara “Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa gücüne karşı durulamaz olan bir tek Allah mı?” tarzında bir soru sorarak, tek ilâha tapmanın daha iyi ve daha tutarlı olduğunu onlara itiraf ettirmeye ve bunu düşünerek kabul etmeleri için zemin hazırlamaya çalıştı. Onların taptı klan tannların gerçek değil kendileri ve ata-lan tarafından isimlendirilmiş hayalî tannlar olduğunu, bunların tanrı olduğuna dair Allah tarafından gönderilmiş herhangi bir delil bulunmadığını ve tapanlara hiçbir fayda veya zarar veremeyeceklerini söyledi. Daha sonra da tevhid dinini ve Allah'ın yegâne hükümran olduğunu onlara telkin etti.
Bundan sonra arkadaşlannın rüyalarını yorumlayarak birinin daha önce olduğu gibi efendisinin hizmetine gireceğini ve ona şarap sunacağını; diğerinin ise asılacağını, beynini kuşların yiyeceğini söyledi.
42.Bu arada Hz. Yûsuf, kurtulacağım sandığı gençten kendisinin suçsuz olduğunu ve haksız yere zindana atılmış bulunduğunu krala anlatmasını rica etti, fakat genç zindandan çıktıktan sonra Yûsuf'un ricasını unuttu. Böylece Yûsuf birkaç yıl daha zindanda kaldı.
“Fakat şeytan ona, efendisini anmayı unutturdu” mealindeki cümle müfessirler tarafından iki farklı şekilde yorumlanmıştır:
a) Şeytan Hz. Yûsuf'a Allah'ı anmayı unutturdu. Böylece Yûsuf, zindan arkadaşından kendisinin suçsuz olduğunu krala hatırlatmasını rica etti de kurtuluşu Allah'tan dilemedi. Bundan dolayı Allah onu birkaç yıl daha zindanda tutarak cezalandırdı, Bu konuda rivâyet edilen bir de hadîs vardır. Rasûlullah meâlen şöyle buyurmuştur: “Yûsuf bu sözü söylememiş olsaydı, zindanda bu kadar uzun süre kalmazdı. Zira o kurtuluşu Allah'tan başkasından istedi”[120] Gerek bu yorum gerekse delil olarak getirilen bu hadis, diğer müfessirler tarafından zayıf kabul edilmiştir. [121]
b) Şeytan, zindandan çıkan gence Hz. Yûsuf'un durumunu efendisi krala anlatmayı unutturdu. Dolayısıyla Yûsuf birkaç yıl daha zindanda kaldı. Müfessirlerin birçoğu bu mânayı tercih etmişlerdir. Çünkü bir peygamberin ihtiyaç ânında insanlardan yardım istemesi Allah'ı unuttuğunu göstermez. Nitekim Hz. Muhammed de (s.a.s.) ihtiyaç anında müşriklerden bile faydalanmıştır. 45. âyet de bu mânayı destekler mahiyettedir.
Hz. Yûsuf'un zindanda kaldığı süre hakkında beş, yedi, on iki veya on dört yıl şeklinde farklı rivâyetler varsa da on iki yıl ihtimali daha isabetli görülmektedir. [122]
43.“Kral dedi ki: ''Rüyamda yedi arık ineğin yedi semiz ineği yediğini gördüm. Ayrıca yedi yeşil ye o kadar da kuru başak gördüm. Ey İleri Gelenler! Eğer rüya yorumluyorsanız, benim rüyamı da bana yorumlayınız. 44. Yorumcular, “Bunlar karmakarışık düşlerdir. Biz böyle düşlerin yorumunu bilenlerden değiliz” dediler. 45. O iki kişiden, kurtulmuş olanı, uzun bir zaman sonra hatırlayarak, “Ben size onun yorumunu haber veririm, beni hemen gönderin” dedi. 46. (Zindana gelerek) “Yûsuf! Ey doğru sözlü kişi! (Rüyada görülen) yedi arık ineğin yediği yedi semiz inek ile yedi yeşil başak ve diğerleri de kuru olan başaklar hakkında bize yorum yap. Ümit ederim ki, insanlara dönerim de belki onlar da doğruyu öğrenirler” dedi. 47. Yusuf şöyle dedi: “Yedi sene âdetiniz üzere ekin ekersiniz. Sonra da yiyeceklerinizden az bir miktar hariç, biçtiklerinizi başağında bırakın (ve stok edin). 48. Sonra bunun ardından, saklayacaklarınızdan az bir miktar (tohumluk) hariç, o yıllar için biriktirdiklerinizi yiyip bitirecek yedi kıtlık yılı gelecektir. 49. Sonra bunun ardından da bir yıl gelecek ki o yılda insanlara (Allah tarafından) yardım olunacak ve o yılda sıkarak (ürünlerden meyve suyu ve yağ) çıkaracaklardır.”
Tefsiri
43.Bu kralın, Sînâ yarımadası yoluyla gelip Mısır'ı istilâ ettikten sonra ülkede milâttan önce 1700'den 1580'e kadar hüküm süren altı Hiksos kralından biri olduğu bildirilmektedir.[123] Tarihçilerin bunları, “göçebe ülkelerin hükümdarları” veya “çoban krallar” diye isimlendirmiş olmaları bunların Mısır'ı İstilâ etmeden önce henüz tam olarak yerleşik hayata geçmemiş olan Suriyeli Araplar oldukları ihtimalini kuvvetlendirir. Bunların İbran asıllı Hz, Yûsuf ile menşe yakınlığı ihtimali de vardır. Çünkü İbrânîler de daha önce Arabistan yarımadasından Mezopotamya'ya, sonra Suriye'ye göç eden bedevi kabilelerden birinin soyundan gelmektedir. Kralın, Hz. Yûsuf'a güven duyması ve ailesine ülkesinde geniş imkân tanıması Mısırda zaman içinde İsrail toplumunun meydana gelmesini sağlamıştır. [124]
Hz. Mûsâ'nın zamanında ise Hiksoslar dönemi kapanmıştı, Mısır'ı Kıptî soyundan gelen Firavun yönetiyordu. İsrâiloğulları'mn, ülkesi için bir tehlike oluşturacağı endişesiyle erkek çocuklarını Öldürüyor, kız çocuklarını hayatta bırakıyordu. [125]
44.“Karmakarışık düşler” diye çevirdiğimiz “edgasu ahlâm” tamlamasında-ki edgas kelimesi dıgsm çoğulu olup “yaşı kurusu birbirine karışmış çeşitli bitkilerden meydana gelen ot demetleri” anlamına gelir. Hulm kelimesinin çoğulu olan ahlâm ise uyku halinde görülen ve fakat dış dünyada herhangi bir hakikate işaret etmeyen düşlerdir. Bunlar, dış dünyadaki olayların etkisiyle görülmüş rüyalar olmakla birlikte, hiçbir gerçeğe işaret etmezler. Dolayısıyla bunların yorumu yoktur. “Guslü gerektiren rüya” mânasında kullanılan ihtilâm da bu kelimeden türemiştir. Buna göre “edğâsu ahlâm” karışık ot demetine benzeyen karmakarışık rüyalar, demet demet evham ve hayal yığını düşler demektir. Kralın gördüğü rüyayı yorumlamaktan âciz kalan kâhinler, onu karmakarışık ot demetine benzetmişler, böyle bir rüyanın yorumunu yapamayacaklarını bildirmişlerdir. Bu tür yorumu yapılamayan karmakarışık rüyalara “ahlâm” veya “edgasu ahlâm” denmektedir.
Allah Teâlâ, zindanda çilesini doldurmak üzere olan Hz. Yûsuf'u buradan çıkarmak ve sabrının mükâfatını vermek istedi. Dolayısıyla onun zindandan çıkmasını gerektirecek sebepleri hazırladı. Kral gördüğü rüyadan etkilenip korktu. Bunun üzerine ülkesindeki riiya yorumcularını toplayıp, rüyayı onlara anlattı. Fakat yorumcular rüyayı yorumlamaktan âciz kaldılar. Ancak, cehaletlerini gizlemek için, kralın rüyasının normal bir rüya olmadığını, olayların şuur nltındııki izlrrinden meydana gelen karmakarışık evham ve hayallerden ibaret olduğunu, böyle rüyaları yorumlamayı bilmediklerini ifade ettiler.
45-46. Kâhinlerin, kralın rüyasını yorumlamaktan aciz kaldıklarım gören fırıncı, Hz. Yûsuf'u hatırladı ve gidip rüyayı ona yorumlatmak üzere izin istedi. İzin verilince, gitti, rüyayı Yûsuf'a anlattı ve ondan yorumunu aldı. Rüya ileride meydana gelecek bolluk, kıtlık ve sıkıntılara işaret etmekteydi.
47.Hz. Yûsuf, gelecekte Mısır'da etkili bir kıtlığın meydana geleceğini haber verdiği gibi, alınacak tedbirleri de anlattı. Mısır'da yedi sene bolluk olacağını, bu süre zarfında her sene bolca hububat ekmelerini, kaldıracakları ürünlerden sadece yiyecek ve tohumlukları ayıklayıp kalanları başakları içerisinde depo etmelerini tavsiye etti.
48.Bu bolluk yıllarından sonra yedi kıtlık yılı geleceğini, daha Önce depo etmiş oldukları hububatı bu kıtlık yıllarında yiyeceklerini, az bir miktarını da tohum olarak kullanacaklarını söyledi.
49.Bundan sonra yine bîr bolluk yılı geleceğini, o yılda Allah tarafından insanlara yardım edileceğini ve insanların bolca meyve ve sebzelere kavuşacaklarını; üzüm, hurma, zeytin ve susam gibi şeyleri sıkarak su ve yağlarından istifade edeceklerini haber verdi.
Kralın rüyasında bu bolluk yılına dair herhangi bir İşaret yoktur. Hz. Yûsuf, bunu, Allah'tan aldığı vahiyle onlara müjdelemiştir. Bu olay rüyayı herkese değil, ehline yoruml atmanın gerekli olduğunu göstermektedir. [126]
50.“Kral “Onu bana getirin!” dedi. Elçi Yûsufa geldiğinde Yûsuf, “Efendine dön de ona, ellerini kesen o kadınların zoru neydi? diye sor. Şüphesiz rabbim onların hilesini çok iyi bilir” dedi. 51. Kral (kadınlara) “Yûsuf un nefsinden murat almak istediğiniz zaman durumunuz neydi?” diye sordu. Kadınlar, “Hâşâ! Allah için, biz ondan hiçbir kötülük görmedik” dediler. Aziz'in karısı da “Şimdi gerçek ortaya çıktı, ben onun nefsinden murat almak istemiştim. Şüphesiz ki o doğru söyleyenlerdendir” dedi. 52. Yûsuf dedi ki: “Bu, Aziz'in, yokluğunda ona hainlik etmediğimi ve Allah'ın, hainlerin hilesini başarıya ulaştırmayacağını bilmesi içindir. 53. Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis rabbimin acıyıp koruması dışında daima kötülüğü emreder; şüphesiz rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” 54. Kral dedi ki: “Onu bana getiriniz, onu kendime özel danışman edineyim.” Onunla konuşunca, “Bugün sen yanımızda yüksek makam sahibi ve güvenilir birisin” dedi. 55. Yûsuf da “Beni ülkenin hazinelerine tayin et! Çünkü ben çok iyi korurum ve bu işi bilirim, dedi. 56. Böylece Yûsufa orada dilediği gibi hareket etmek üzere ülke içinde yetki verdik. Biz dilediğimiz kimseye rahmetimizi eriştiririz. Güzel davrananların mükâfatını zayi etmeyiz. 57. İman edip de sakınanlar için âhiret mükâfatı daha hayırlıdır.”
Tefsiri
50.Ekmekçi rüyanın yorumunu krala götürdü. Kral, yorumun rüyaya uygun olduğunu görünce sevindi ve bu yorumu yapanın akıllı, bilgili bir kimse olduğunu anladı. Yorumu bir de kendisinden dinlemek için onun huzura getirilmesini emretti. Elçi gelip kralın isteğini Hz. Yûsuf'a iletti. Fakat Yûsuf, yüce Allah'tan gelen bir ilhamla kendisinin ileride yüksek bir makama geleceğini biliyordu; dolayısıyla zindandan hemen çıkmayıp üzerindeki töhmet ve şaibenin ortadan kalkmasını, iffet ve şahsiyetine sürülmüş olan lekenin temizlenmesini istedi. Kendisinin haksız olarak zindana atılmış, masum ve günahsız biri olduğunun ortaya çıkmasını bekledi. Peygamberimiz (s.a.s.) Hz. Yusuf'un zindanda çektiği çileyi anlatırken onun gösterdiği sabır ve olgunluk hakkında takdîrkâr ifadeler kullanmıştır. [127]
Hz. Yûsuf burada peygambere yakışır bir nezaket ve örnek bir tavır da sergiledi. Şöyle ki, asıl zindana atılmasına sebep olan Aziz'in karısı olduğu halde velinimetinin şerefini korumak için, onun karısından hiç söz etmeden geçmişte yapılmış bir şölende ellerini kesmiş bulunan kadınların tutumu tahkik edilerek olayın aydınlatılmasını istedi.
51.Elçi Hz. Yûsuf'un isteklerini krala iletti. Kral bu isteği yerine getirmede tereddüt göstermedi. Muhtemelen olayı o da biliyor ve Yûsuf'un suçsuz olduğuna inanıyordu. Ancak devlet ileri gelenlerinin itibarını koruma uğruna zulme göz yummuştu. Zamanı gelince ilgili kadınları toplayıp onları sorguya çekti. Kadınlar Hz. Yûsuf’un günahsız olduğunu itiraf ettiler. Bu durum karşısında Aziz'in karısı da gerçeği itiraf etmekten başka bir yol olmadığını anladı.
52-53. Müfessirlerin çoğunluğu, bu âyetlerin Hz. Yûsuf'a ait sözler olduğu görüşündedir.[128] Bununla birlikte bu sözlerin Aziz'in karısına ait olduğunu söyleyenler de vardır. Onlara göre bu âyetler, bir önceki âyetin devamıdır. Çünkü bu sözler kralın huzurunda kadınların sorguya çekildiği sırada söylenmiştir. Hâlbuki o zaman Yûsuf zindanda bulunuyordu. Ayrıca bu âyetleri 51. âyetten ayıran herhangi bir alâmet de yoktur; dolayısıyla bu sözler kadına ait olmalıdır. O bu sözleriyle Yûsuf un gıyabında ona hıyanet etmediğini ve kendi nefsini de temize çıkarmak istemediğini ifade etmek İstemiştir.[129] Fakat kanaatimizce bu sözler ancak Allah'a, âhiret gününe, Allah'ın rahmet ve mağfiret sahibi yüce bir ilâh olduğuna inanmış iffetli ve yüksek şahsiyete sahip bir kimsenin söyleyeceği sözlerdir. Aziz'in karısında ise bu özellikler görülmemektedir. Aksine onun Hz. Yûsuf hakkında sarf ettiği söz ve davranışları kendisinin bu gibi üstün hasletlerden yoksun olduğunu göstermektedir.
54-55. Kral gördüğü rüyanın yorumunu bir de Hz. Yûsuf’tan bizzat dinlemek istedi; onun getirilmesini emretti. Hz. Yûsuf rüyanın yorumunu anlattı. Kral nasıl tedbir almak gerektiğini sorunca, Hz. Yûsuf, bolluk yıllarında çok ekin ekip ürünü stok etmek gerektiğini, böylece kıtlık yıllarında hem kendi geçimlerini temin edeceklerini hem de hazineye bolca gelir sağlayabileceklerini söyledi. Kral bu işi kimin yapacağını sorunca Hz. Yûsuf, “Beni ülkenin hazinelerine tayın et! Çünkü ben çok iyi korurum ve bu işi bilirim” dedi. Hz. Yûsuf'un bu davranışından anlaşıldığına göre herhangi bir alanda uzman olan kimsenin, umumun menfaati için, ülke yöneticisinden görev istemesi yerinde bir harekettir.
Hz. Peygamber kendisinden yöneticilik görevi İsteyenlere, “Vallahi biz bu işe ne onu isteyen birini ne de ona hırs gösteren birini tayin ederiz!” buyurarak onların isteklerini reddetmiştir.[130] Yöneticilik görevi istememesini tavsiye ettiği bir sabâbîye de “İstediğin için görev sana verilirse onunla baş başa katırsın; istemeden sana verilirse onun uğrunda yardım görürsün!”[131] buyurarak yöneticiliğe talip olmamanın gerekçesini anlatmıştır. Rasûlullah'ın maksadı şudur: Yöneticilik güç bir iştir, onu herkes yapamaz, liyakat ister. Eğer kişi kaprislerini tatmin maksadıyla böyle bir göreve talip olur da atanırsa o işte yalnız başına kalır; Allah'tan yardım görmeyeceği gibi insanlardan da yardım alamaz, dolayısıyla başarısız otur; ama kişi istemeden böyle bir göreve atanırsa ona hem Allah hem de insanlar yardım eder, dolayısıyla başarılı olur.
Hz. Yûsuf un ehliyet ve liyakatini açıklayarak iş istemesi, iyi niyetle ve yanlış atamaları engellemek için gerektiğinde devlet hizmetine talip olmanın caiz olduğunu göstermektedir.
56.Kral, Hz. Yûsuf hakkında edindiği bilgilerden onun yüksek karaktere sahip, ülke yönetiminde liyakatti biri olduğunu anladı ve tereddüt etmeksizin onu devletinde yüksek bir makama getirdi. Maliyenin yönetimini ona teslim etti ve bütün imtiyazları verdi, Kısacası emaneti ehline teslim etti. Böylece Hz. Yûsuf, ülkede dilediği gibi tasarrufta bulunmak üzere bütün yetkileri eline aldı. Olaylar onun, kralın rüyasını yorumladığı gibi cereyan etti. Hz. Yûsuf, gereken tedbiri alarak bolluk yıllarında tarıma önem verdi, üretimi arttırdı, ihtiyaç fazlası ürünleri depoladı. Nihayet kıtlık yılları geldi. Bu sefer depolanmış olan ürünleri yemeye ve ihraç etmeye başladılar. Çünkü kıtlık sadece Mısır'da değil, Kuzey Arabistan, Ürdün, Filistin ve Suriye'de de etkisini göstermiş, bu bölgelerin halkı da yiyecek sıkıntısı çekmeye başlamıştı. Ancak Hz. Yûsuf un aldığı tedbirler sayesinde Mıstr halkı kıtlık yıllarını rahatlıkta geçirdi, hatta erzak fazlasını ihraç ettiler. Her taraftan insanlar gelerek Mısır'dan erzak satın aldılar. Hz. Ya'kub da Yûsuf un öz kardeşi Bünyâmin hariç, diğer oğullarını erzak almak için Mısır'a gönderdi.
58.“Yûsuf’un kardeşleri gelip huzuruna girdiler, Yûsuf onları tanıdı, onlar onu tanımıyorlardı. 59. Yûsuf onların yüklerini hazırlayınca dedi ki: “Sizin baba-bir kardeşinizi de bana getirin. Görmüyor musunuz, ben ölçeği tam dolduruyorum ve ben misafir edenlerin en iyisiyim. 60. Eğer onu bana getirmezseniz artık benim yanımda size verilecek bir tek ölçek dahi yoktur; bana hiç yaklaşmayınız!” 61. Kardeşleri, “Onu babasından istemeye çalışacağız; kuşkusuz bunu yapacağız” dediler. 62. Yûsuf, emrindeki gençlere dedi ki: “Sermayelerini yüklerinin içine koyunuz. Olur ki ailelerine döndüklerinde bunun farkına varırlar da belki yine gelirler.”
Tefsir
58.Uzun süren kuraklık ve kıtlık Kenân bölgesini de etkiledi. Dolayısıyla Hz. Yûsuf'un kardeşleri de Mısır'ın ihraç ettiği erzaktan satın almak üzere Mısır'a, Hz. Yûsuf'un yanma geldiler. Ancak huzuruna çıktıklarında onu tanımadılar, Yûsuf İse onları tanıdı. Çünkü onu kuyuya attıkları zaman o çocuk denecek yaştaydı. Kardeşleri ise fizik yapılan tekâmül etmiş bir çağda bulunuyorlardı. Aradan geçen bu uzun süre, onlarda fazla bir değişiklik meydana getirmemişti. Buna karşılık Hz. Yûsuf'un fizikî yapısında değişiklikler meydana gelmişti. Ayrıca onlar kuyuya attıkları kardeşlerinin bir gün böyle bir makama geleceğini düşünemezlerdi, Ancak kader tecelli etmiş, 15. âyette bildirilen İlâhî vaad gerçekleşmeye başlamıştı.
59-60. Buradan anlaşıldığına göre Hz. Yûsuf kardeşlerini misafir etti, onlara ikram ve iltifatta bulundu; bu esnada, gelenlerin dışında bir tane de baba-bir kardeşlerinin bulunduğunu ona anlamlar; babalan ve kardeşleri için de tahıl istediler; muhtemelen babalarının ihtiyarlığı, kardeşlerinin de ona can yoldaşı olarak kalıp tahıl almaya gelemediği mazeretini ileri sürdüler, Hz. Yûsuf, kardeşlerinin istediği tahılı verdi, yüklerini hazırlattı, kendilerini donattı ve tekrar geldiklerinde baba-bir kardeşlerini de getirmelerini istedi. Aksi halde, yanlış beyanda bulunmuş olacakları için kendilerine tahıl vermeyeceğini bildirdi. Kendisini kardeşlerine tanıtmada acele etmedi, olayların olgunlaşmasını ve zamanının gelmesini bekledi. Onun böyle kuşkulu ve tehditkâr tutumu, kardeşlerinin onun öz kardeşi Bünyâmin'i getirme hususunda daha kararlı davranmalannı sağlamıştır.
61-62. Bünyâmin'i getireceklerine dair kardeşlerinden kesin söz alan Hz. Yûsuf, onlann sermayelerini de yüklerinin içine koydurarak parasızlık yüzünden gelememeleri gibi bir mazereti de ortadan kaldırdı.
63.“Babalarına döndüklerinde, “Ey Babamız! Erzak bize yasaklandı. Kardeşimizi bizimle beraber gönder de erzak alalım. Biz onu mutlaka koruyacağız” dediler. 64. Ya'kub dedi ki: “Daha önce kardeşi Yûsuf hakkında size ne kadar güvendi) sem, bunun hakkında da size ancak o kadar güvenirim! En iyi koruyucu Allah'tır. O, acıyanların en merhametlisidir.” 65. Eşyalarım açtıklarında sermayelerinin kendilerine geri verildiğini gördüler. Dediler ki: “Ey Babamız! Daha ne istiyoruz? İşte sermayemiz de bize geri verilmiş; yine ailemize yiyecek getiririz; kardeşimizi koruruz ve bir deve yükü de fazla alırız. Çünkü bu (getirdiğimiz) az bir miktardır.” 66. Ya'kub şöyle cevap verdi: “Kuşatılmanız hariç, onu bana mutlaka getireceğinize dair, Allah adına yeminle kesin söz vermediğiniz takdirde onu sizinle beraber göndermem!” Ona hepsi de kesin söz verince, “Söylediklerimize Allah şahittir” dedi. 67. Sonra şunu söyledi: “Oğullarım! (Şehre) hepiniz bir kapıdan girmeyiniz, ayrı ayrı kapılardan giriniz. Ama Allah'tan gelecek hiçbir şeyi sizden savamam. Hüküm Allah'tan başkasının değildir. Ben yalnız O'na güvenip dayandım. Güvenecek olanlar yalnız ona güvenip dayansınlar. 68. Babalarının kendilerine emrettiği şekilde girdiklerinde (emrine uymuş oldular. Fakat bu), Allah'tan gelecek hiçbir şeyi onlardan savamazdı; ancak Ya'kub'un içindeki bir dileği yerine getirmiş oldu. Şüphesiz o, ilim sahibiydi, çünkü ona biz öğretmiştik. Fakat insanların çoğu bilmezler.”
Tefsiri
65.Hz. Yûsuf'un kardeşleri eşyalarını açtıklarında, sermayelerinin kendilerine geri verildiğini görünce erzak için tekrar Mısır'a gitme arzulan daha da arttı. Kardeşleri Bünyâmin'i kendileriyle göndermesi için babalarına karşı biraz daha ısrarda bulundular ve onu koruyacaklarına dair tekrar söz verdiler. Rivâyete göre Hz. Yûsuf, bir kişiye bir deve yükünden fazla yiyecek vermiyordu. Onlara on deve yükü vermiş on birinciyi ise, kardeşleri Bünyâmin gelinceye kadar vermeyeceğini söylemişti.
66.Hz. Ya'kub'un bir peygamber basîretiyte oğlunun Mısır'da alıkonulacağını önceden görmesi ve bu durumu istisna etmesi dikkat çekici bir olaydır. Bu durum karşısında oğullan yemin edip ona kesin söz verince, “Söylediklerimize Allah şahittir” diyerek olup bitenlerin Allah'ın gözetiminde olduğunu bildirdi; böylece oğullanndan aldığı sözü iyice pekiştirmiş oldu.
67.Hz. Ya'kub'un oğullarına şehre ayn ayn kapılardan girmelerini emretmesi iki şekilde yorumlanmıştır:
a) Oğullan gösterişliydiler ve güzel giyinirlerdi. Hep birlikte aynı kapıdan girdikleri takdirde onlara göz değeceğinden korkmuş, dolayısıyla ayrı kapılardan girmelerini emretmiştir. Göz değmesi olayının gerçek olup olmadığı konusu müfessirler tarafından tartışılmış olmakla birlikte, Hz. Peygamber'in, torunları Hasan ile Hüseyin'i kem gözlerden koruması için Allah'a dua ettiği rivâyet edilmiştir.[132] Yine Rasûlullah'ın “Göz değmesi haktır; eğer kaderi geçecek bir şey olsaydı göz değmesi kaderi geçerdi” dediği rivâyet edilmiştir. [133]
b) Hz.Ya'kub'un endişesi siyasîdir. Böyle görkemli, güçlü, kuvvetli insanların şehre toplu halde girmeleri gerek halkın gerekse kralın dikkatini çeker, neticede başlarına bir hal gelebilirdi.[134] Bu yüzden kralın alabileceği tedbirleri düşünen Hz. Ya'kub, oğullarına şehre ayrı ayrı kapılardan girmelerini bir ihtiyat tedbiri olarak tavsiye etmiştir. Bununla birlikte bu davranışın sadece bir tedbir olduğunu ve Allah'ın kaderini önleyemeyeceğini vurgulamak üzere “Hüküm Allah'tan başkasının değildir. Ben yalnız O'na güvenip dayandım” demiştir.
68.Ya'kub’un (a.s.) oğulları, babalannın emrine uyarak şehre ayrı ayrı kapılardan girdiler. Ancak bu tedbirin Allah'ın takdirini değiştirmeyeceğini Ya'kub biliyordu. Çünkü yüce Allah ona bu bilgileri daha önce vermişti. Bununla beraber içindeki dileği yerine gelmiş oldu.
69. “Yûsuf’un huzuruna girdiklerinde öz kardeşini yanına aldı: “Ben, gerçekten senin kardeşinim; onların yaptıklarına üzülme” dedi. Yûsuf, onlar için yüklerini hazırlattığı zaman su kabını kardeşinin yükü içine koydu! Sonra bir tellâl, “Ey Kafile! Siz mutlaka hırsızsınız!” diye seslendi. 71. Kardeşleri onlara dönerek, “Ne arıyorsunuz?” dediler. 72. “Kralın su kabını arıyoruz; onu getirene bir deve yükü (bahşiş) var” diye cevap verdiler. (İçlerinden biri) “Ben buna kefilim” dedi. 73. Onlar, “Allah'a andolsun ki bizim yeryüzünde fesat çıkarmak için gelmediğimizi siz de bitiyorsunuz, biz hırsız da değiliz” dediler. 74. (Görevliler), “Peki, siz yalancıysanız bunun cezası nedir?” diye sordular. 75. “Onun cezası, kayıp eşya kimin yükünde bulunursa onun buna karşılık alıkonulmasıdır. Biz zalimleri böyle cezalandırırız” dediler. 76. Bunun üzerine Yûsuf, kardeşinin yükünden önce onların yüklerini aramaya başladı. Sonra da onu kardeşinin yükünden çıkardı. İşte biz YûsuFa böyle bir tedbiri öğrettik, yoksa kralın kanununa göre kardeşini alıkoyamazdı, ancak Allah'ın dilemesi başka; biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır. 77. Dediler ki: “Eğer o çal-dıysa, daha önce onun kardeşi de hırsızlık etmişti.” Yûsuf bunu içinde sakladı, onlara bunu açmadı. (İçinden) dedi ki: “Sizin durumunuz daha kötüdür! Allah, sizin suçladığınız hususu çok iyi bilir.” 78. Dediler ki: “Ey Aziz! Gerçekten onun çok yaşlı bir babası var. Onun yerine bizim birimizi alıkoyun. Şüphesiz biz seni, iyilik edenlerden görüyoruz. 79. Yûsuf, “Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını alıkoymaktan Allah'a sığınırız, o takdirde biz gerçekten zalimler oluruz!” dedi.”
Tefsiri
69. Rivâyet edildiğine göre Hz. Yûsuf, kardeşlerine ziyafet verdi. Onları sofraya ikişer ikişer oturttu. Bünyâmin yalnız kalınca ağladı, dedi ki: “Kardeşim Yûsuf sağ olsaydı o da benimle beraber otururdu.” Hz. Yûsuf onu kendi sofrasına aldı. Yemekten sonra kardeşlerini İkişer ikişer evlere misafir verdi. Bünyâmin yine yalnız kalmıştı. Yûsuf, “Bunun eşi yok, o halde benim yanımda kalsın” dedi. Böylece Bünyâmin onun yanında geceledi. Ona, “Ölen kardeşinin yerine beni kardeş olarak kabul eder misin?” diye sordu. Bünyâmin, “Senin gibi bir kardeşi kim bulabilir?; fakat seni babam Ya'kub ile annem Rahîl doğurmadı” diye cevap verdi. Hz. Yûsuf bunu işitince ağladı, kalkıp Bünyâmin'in boynuna sarıldı ve “Ben senin kardeşinim” dedi. [135]
70. Hz. Yûsuf, öz kardeşini yanında alıkoyabilmek için kralın su tasını Bünyâmin'in yükü İçine koydu. Sonra da tası onların çaldığını ilân etti. Muhtemelen bu planı Hz. Yûsuf, kardeşi Bünyâmin ile birlikte hazırladı ve onun bilgisi dâhilinde tası onun yükü içine koydu. Kardeşlerini suçlayabilmek için de yüklerini görevlilerle birlikte kendilerine hazırlattırdı. Çünkü yalnız kendi adamlarına hazırlatmaydı, böyle bir suçlamada bulunamazdı.
73.Hz. Yûsuf un hırsızlıkla itham ettiği kardeşleri, bu ithama nazik bir şekilde itiraz etmekle birlikte öz kardeşi Bünyâmin'in olumlu veya olumsuz herhangi bir cevap vermemiş olması dikkat çekmekte ve bu tutumu onun plandan haberdar olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir.
74-75. Mısır kanunlarına göre hırsızın kendisine el koymak mümkün olmadığı için, Hz. Yûsuf'un adamları, kardeşlerine sorup bu suçun cezasının onların kanunlarında ne olduğunu tespit etmek ve bunu uygulamak istediler.
76.Kralın kanunundan maksat, Mısır'da yürürlükte bulunun ceza kanunudur. Mısır kanunlarında hırsıza sopa vurulur ve çaldığı Ya'kub'un şeriatında ise hırsız yakalanarak çaldığı malın karşılığında mal sahibine bir sene köle olarak hizmet ettirilirdi. Hz. Yûsuf, işte bu kanundan yararlanıp kardeşi Bünyâmin'i alıkoymak istedi. Planını buna gere hazırladı; dikkat çekmemek için aramaya Önce üvey kardeşlerinin yüklerinden başladı. Sonunda su tasını Bünyâmin'in yükünden bulup çıkardı. Dolayısıyla onu Mısır'da alıkoydu.
77.Rivâyete göre Hz, Yûsuf'un halası onu çok severdi. Yûsuf büyüyünce halası onun kendi yanında kalmasını istedi. Ya'kub buna razı olmayınca halası, Hz. İbrahim'den kendisine miras kalmış olan kuşağını Yûsuf'un beline bağladı. Sonra kuşağın kaybolduğunu söyledi, Kuşak arandı, Yûsuf'un üzerinde bulundu. Halası kanun gereği Yûsuf'u yanında alıkoydu. İşte Yûsuf'un kardeşleri bu duruma işaret etmek istemişlerdir.[136]
78-79. Plandan haberdar olmayan kardeşleri, Bünyâmin'in ihtiyar babası olup onun için çok üzüleceğini söylediler ve yerine kendilerinden birini alıkoyup onu serbest bırakmasını Hz. Yûsuf'tan İstediler. Fakat Hz. Yûsuf, cezanın şahsîliği ilkesinden hareket etti ve suçlunun yerine başkasını cezalandırmanın haksızlık olduğunu, böyle bir şey yapmaktan Allah'a sığındığını bildirdi.
80.“Ondan ümitlerini kesince görüşmek üzere bir kenara çekildiler. Büyükleri dedi ki: “Babanızın sizden Allah adına söz aldığını, daha önce de Yûsuf hakkında işlediğiniz kusuru bilmiyor musunuz? Babam bana izin verinceye veya benim için Allah hükmedinceye kadar bu yerden asla ayrılmayacağım. O hükmedenlerin en iyisidir. 81. Babanıza dönünüz ve deyiniz ki: “Ey Babamız! Şüphesiz oğlun hırsızlık etti. Biz, bildiğimizden başkasına şahitlik etmedik. Biz gaybı bilmeyiz. 82. İstersen içinde bulunduğumuz şehir halkına ve aralarında geldiğimiz kafileye de sor. Biz gerçekten doğru söylüyoruz.” 83. Babaları şöyle dedi: “Hayır nefisleriniz sizi böyle bir işe sürükledi. Bana düşen artık güzel bir sabırdır. Umulur ki, Allah onlarm hepsini bana getirir. Şüphesiz O, çok iyi bilendir, hikmet sahibidir,” 84. Onlardan yüz çevirdi, “Âh Yûsufum âh!” diye sızlandı; üzüntüden gözlerine boz geldi. Artık kederini içine gömüyordu. 85. Oğulları, “Allah'a andolsun ki, sen Yûsuf u ana ana sonunda ya hasta olacaksın ya da büsbütün helak olacaksın!” dediler. 86. Ya'kub da şöyle dedi: “Ben gam ve kederimi ancak Allah'a arzediyorum. Ve ben, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri Allah tarafından vahiyle biliyorum. 87. Ey Oğullarım! Gidin de Yûsuf u ve kardeşini iyice araştırın, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. Çünkü inkâr edenlerden başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez!”
Tefsiri
80-82. Kardeşlerin büyüklerinden maksat yaşça büyük olan Rubîl mi yoksa akılca üstün olan Şem'ûn mu olduğu konusunda farklı rivâyetler vardır. Taberî yaşça büyük olan Rubîl'in kastedildiğini bildiren rivâyetlerin daha isabetli olduğu kanaatindedir.[137] Hz. Yûsuf'un kararlı tutumu karşısında, ondan ümitlerini kesen kardeşleri, durumu kendi aralarında görüşmek üzere bir kenara çekildiler. Büyükleri Rubîl, Bünyâmin hakkında babalarına verdikleri sözü, daha Önce de Hz. Yûsuf'a yaptıklarını onlara hatırlattı. Yûsuf'un bu kardeşi, daha önce onu öldürmek isteyen kardeşlerine, onu kuyuya atmalarını teklif etmiş ve ölümden kurtarmıştı.[138] Şimdi bu durum karşısında babası kendisine izin verinceye veya hakkında Allah'ın hükmü belirinceye kadar Mısır'dan ayrılmayacağını bildirdi ve gidip durumu babalarına anlatmalarını istedi. İnanmadığı takdirde Mısır halkından ve beraber geldikleri kafiledeki diğer şahıslardan sorup gerçeği öğrenebileceğini söyledi.
Hz. Ya'kub'un oğulları, “Biz gaybı bilenler değiliz” cümlesiyle Bünyâmin'i koruyacaklarına dair babalarına söz verdikleri zaman onun hırsızlık suçundan do layı Mısır'da alıkonulacağını bilemeyeceklerini ifade etmek istemişlerdi.
83. Kalkıp babalarına geldiler ve kardeşlerinin söylediklerini aynen anlattılar. Ancak, daha önce babalarına karşı yalan söylemiş olduklarından babalan onlara, “Hayır nefisleriniz sizi böyle bir işe sürükledi” diyerek bu seferki doğru sözlerine inanmak istemediğini açıkça ifade etti. Sonuçta sabretmekten başka çare olmadığını, bir gün Allah'ın, onların hepsini yani Yûsuf, Bünyâmin ve Rubîl'i kendisine döndüreceğini ümit ettiğini bildirdi.
84. Oğlu Bünyâmin'in Mısır'da tutulduğunu haber alan Hz. Ya'kub'un, diğer oğlu Yûsuf hakkındaki üzüntüleri yeniden depreşti ve üzüntünün şiddetinden gözlerine boz geldi. Hz, Ya'kub'un gözlerine boz gelmesi iki şekilde açıklanmıştır:
96. a) 96. âyette “tekrar görür hale geldi” buyurulduğu için bunu karine olarak alanlar, boz gelmekten maksat “üzüntüden ve ağlamaktan dolayı gözünün kapanmasıdır” demişlerdir. Tıp mensuplarının açıklamalarına göre nâdir de olsa üzüntüden gözde katarakt oluştuğu ve sonra bir şokla bunun zâil olduğu görülmüştür.
b) Râzî'nin de katıldığı[139] ikinci anlayışa göre göze boz gelmesi görmeyi engelleyecek kadar gözyaşı ile kaplanmasıdır; açılması ise üzüntü ve ağlama sebebinin ortadan kalkmasıdır.
86. Hz. Ya'kub, evlâtlarını yitirmenin ıstırabını kalbinin derinliklerinde hissettiğini ve üzüntülerini sadece yüce Allah'a arzettiğini İfade etmekle birlikte, “Ben, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri Allah tarafından vahiyle biliyorum” demek suretiyle olayın perde arkasındaki hikmetlerini de bildiğine işaret etmiştir.
87.Hz, Ya'kub'un bu ifadeleri, onun, oğlu Yûsuf'tan ümidini kesmediğini ve Allah'ın lütfuyla bir gün kendisine kavuşacağını umduğunu göstermektedir.
88.“Yusuf’un huzuruna girdiklerinde dediler ki; “Ey Aziz! Bizi ve ailemizi kıtlık bastı ve biz, değersiz bir sermaye ile geldik. Hakkımızı tam ölçerek ver. Ayrıca bize bağışta da bulun. Şüphesiz Allah sadaka verenleri mükâfatlandırır.” 89. Yûsuf, “Siz, cahilliğiniz yüzünden Yûsuf ve kardeşine yaptıklarınızı biliyor musunuz? dedi. 90. “Yoksa sen, gerçekten sen Yûsuf musun?” diye sordular. O da “(Evet), ben Yûsuf’um, bu da kardeşim. Allah bize lütfetti. Kim Allah'tan korkar ve sabrederse, şüphesiz Allah güzel davrananların mükâfatını zayi etmez.” 91. Dediler ki: “Allah'a andolsun, hakikaten Allah seni bize üstün kılmış. Gerçekten biz hataya düşmüşüz.” 92. Yûsuf şöyle dedi: “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en nıerhametlisidir. 93. Şu benim gömleğimi götürünüz de onu babamın yüzüne koyunuz, gözleri görecek duruma gelir ve bütün ailenizi bana getiriniz.”
Tefsiri
88.Hz. Ya'kub'un ısrarı üzerine oğulları, hem kardeşleri Yûsuf'u aramak, hem de yiyecek almak üzere üçüncü kez Mısır'a gittiler. Hz. Yûsuf'un huzuruna girdiklerinde kıtlığın kendilerini iyice sıktığını, dolayısıyla erzak temini için tekrar geldiklerini söylediler. Ellerindeki sermayenin yetersiz olduğunu, bu sebeple alışverişin dışında kendilerine biraz da tasaddukta bulunmasını Hz. Yûsuf’tan istediler.
89-92. Hz. Yûsuf, artık kendisini tanıtmanın zamanı geldiğini düşünerek, cahillikleri yüzünden kardeşlerinin kendisine ve kardeşi Bünyâmin'e yaptıklarını onlara hatırlatıp kendini tanıttı. Böylece Yûsuf kuyuya atıldığı zaman, kendisine vahyedilmiş olan, “Kardeşlerinin yaptıklarını bir gün onlara kendileri farkına varmadan mutlaka haber vereceksin!” mealindeki 15. âyetin verdiği haber, gerçekleşmiş oldu. Kardeşleri kusurlarını itiraf edip özür dilediler. O da onları bağışladığını bildirdi. İnsanların kıskanması, Allah'ın bir kimse için takdir etmiş olduğu nimeti engelleyemez. Nitekim, Rasûlullah duâsında şöyle demiştir: “Allahım! Senin verdiğine engel olacak yoktur. Senin engel olduğunu da verecek yoktur.”[140] Görüldüğü gibi, Yûsuf’un kardeşlerinin kıskanması, onun yükselmesine engel olamamıştır. Sonunda kendileri mahcup olmuş ve Allah'ın Yûsuf'u kendilerinden üstün kılmış olduğunu yemin ederek İtiraf etmişlerdir. Ziya Paşa'nın dediği gibi: Zâlimlere bir gün dedirir kudret-i Mevlâ: / Tallahi lekad âserakellahu aleynâ!”
93.Yûsuf babasının, üzüntü nedeniyle gözlerinin göremez hale geldiğini öğrenince, kendi gömleğini götürüp babasının yüzüne koymalarını, böylece tekrar görecek duruma geleceğini söyledi. Bu olayın tıbben izahı mümkün olmamakla birlikte Hz. Yûsuf'un bunu vahiyle yaptığı kabul edilmektedir. Bu durumda olay bir mucize olarak değerlendirilmelidir. Bir görüşe göre de Hz. Ya'kub'un gözlerine boz gelmesi psikolojik sıkıntıdan kaynaklanmaktadır. Yûsuf babasının üzüntü, sıkıntı ve sürekli olarak gözyaşı dökmekten görme duyusunun zayıfladığını anlamış ve bu sıkıntıyı gidermek üzere gömleğini babasına göndermiştir; Ya'kub oğlunun sağ olduğu haberini aldığı ve gömleğini yüzüne sürdüğü takdirde olayın vereceği psikolojik rahatlık, sevinç ve manevî güç, onun bedenini ve görme gücünü kuvvetlendirecek, gözleri görür hale gelecektir, diye gömleğini göndermiştir. [141]
94.“Kafile Mısır'dan ayrılınca babaları, “Eğer bana bunamış demezseniz, inanın ben Yûsuf’un kokusunu alıyorum!” dedi. 95. Onlar da “Vallahi sen hâlâ eski şaşkınlığındasın” dediler. 96. Müjdeci gelince, gömleği yüzüne koyar koymaz Ya'kub tekrar görür hale geldi. Dedi ki: “Ben size, 'Allah tarafından (vahiyle) sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim' demedim mi?” 97. “Ey Babamız! Bizim günahlarımızın affını dile! Çünkü biz gerçekten hataya düştük” dediler. 98. Ya'kub, “Sizin için Rabbimden af dileyeceğim. Şüphesiz O çok bağışlayan, pek merhametlidir” dedi.”
Tefsiri
94.Hz. Yûsuf'un gömleğini getirmekte olan kafile, Mısır'dan ayrılıp Hz. Ya'kub'un ülkesi olan Ken'ân iline doğru yola çıkınca, beri tarafta bulunan Ya'kub, kendisine getirilmekte olan gömleğin kokusunu uzaktan hissederek, birkaç gün sonra alacağı müjdenin büyük sevincine yavaş yavaş hazırlanmış oldu. Bu olayın nasıl meydana geldiği konusunda müfessirierin iki farklı yorumu vardır:
a) Yüce Allah, bu kokuyu bîr mucize olmak üzere o kadar uzak mesafeden Hz. Ya'kub'a ulaştırmıştır.
b) Allah Teâlâ, bu kokuyu o anda Hz. Ya'kub'un nefsinde yaratmıştır.
Elmalılı Muhammed Hamdi bu yorumları verdikten sonra şöyle der: “Hangi şekilde olursa olsun, bu olayın hârikulade İlâhî bir tervih (kokuyu hissettirme) olduğunda hîç şüphe yoktur. Zamanımız ilim felsefesi, bu gibi olağan üstü ruhî olayları açıklayamamakla beraber, inkâr da etmeyip telepati (aracısız iletişim) adı altında tasnif ve mütalaa etmektedir. Acizane kanaatime göre bu âyet, bize yalnız ruh ilimleri ve mucize cinsinden bir harikayı tespit ile kalmıyor, bugünkü teknolojik gelişme açısından dikkate değer ilhamlar da veriyor. Zira görülüyor ki rayiha yani koku kelimesi, rîh yani 'rüzgâr' anlamına gelen bir kelime ile ifade buyuruluyor. Bu kelimede 'iletme' anlamı daha belirgindir. Hâlbuki yukarıda da söylediğimiz gibi kafilenin Mısır'dan ayrıldığı anda Ya'kub'un vicdanına bu kokunun ulaşması rüzgâr hızından daha hızlı bir iletişimle olmuştur. O halde, meseleyi kimya veya atom fiziği sahasında izleyerek ses naklinden daha ince bir kanun ile koku kuvvetinin ve hareketinin zaptedilmesi ve nakledilmesinin dahi elektrik akımından yararlanarak mümkün olabileceği sonucuna varabileceğiz demektir. Gerçi Ya'kub'un kokuyu duyması fennî bir olay değil, mucizevî bir olaydır. Ancak âyetin ifadesinden açıkça ortaya çıkan mâna, bu kokunun rüzgâr içinde duyulması ve gömleği taşıyan müjde kafilesinin Mısır'dan ayrıldığı sırada iletilmiş olmasıdır. Bu ise kokunun da havadan bir telsizle şimşek gibi naklinin ve iletilmesinin mümkün olabileceğini, yaratılışta bunun da gizli bir kanunu olabileceğini düşündürür. Şüphesiz ki bunun gerek Mısır'dan gönderilmesi, gerekse böyle bir hızlı titreşimin Ya'kub tarafından algılanabilmesi ve o kokunun Yûsuf'a ait olduğunu kestirebilmesi, doğrudan doğruya İlâhî tasarrufu gösteren harikalardır. Gerek bu bakımlardan, gerek Yûsuf ile Ya'kub'un birer peygamber olmaları bakımından olay çok yönlü bir mucizedir. Zira bir insanın yakınındaki birinin kim olduğunu kokusundan tanıyabilmesi bile olağan üstü bir meseledir. Ancak olayın bütünüyle tabiat kanunlarının üstünde bir mucize olması, bununla ilgili birtakım tabiat kanunlarının mevcut olmasına engel değildir.[142]
97-98. Hz. Ya'kub'un oğullan, babalarına karşı suçlarını itiraf ettiler ve ondan günahlarının bağışlanması için Allah'tan af dilemesini istediler. Fakat, Ya'kub'un, oğullarına karşı kalbi kırıktı, kendisinin af ettiğine işaret etmekle birlikte Allah'ın affı için hemen dua etmedi. Onu müsait bir zamana erteledi.
99.“Yûsufun yanına girdiklerinde ana babasını bağrına bastı ve “Allah'ın izniyle Mısır'a gUven içinde giriniz!” dedi. 100. Ana babasını tahtına oturttu, hepsi onun huzurunda yere kapandılar; Yûsuf dedi ki: “Babacığım! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın ortaya çıkışıdır; Rabbinı onu gerçekleştirdi. Doğrusu Rabbim bana lütuflarda bulundu: Beni hapishaneden çıkardı ve şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozmuş iken daha sonra sizi çölden getirdi. Şüphesiz rabbim dilediğine çok lütufkârdır. Kuşkusuz O çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.” 101. “Ey Rabbim! Bana servet ve iktidar verdin ve bana olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada da âhirette de beni himaye eden sensin. Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat!”
Tefsiri
99. Ya'kub (a.s.), yakınlarıyla birlikte kendi ülkesinden ayrılarak Mısır'a Hz. Yûsufun yanına gitti. Rivâyete göre Hz. Yûsuf ile Mısır hükümdarı, kalabalık bir asker topluluğu, devlet adamları ve Mısır halkı ile birlikte Hz. Ya'kub'u şehrin dışında karşıladılar. Hz. Yûsuf, ana babasını kucaklayıp bağrına bastıktan sonra onları özel bir konakta dinlendirdi; sonra da güven içinde şehre girmelerini söyledi.[143]
100. Şehre girip Yûsuf'un huzuruna geldiklerinde Yûsuf ana babasını tahtına oturttu. İşte bu anda ana babasıyla birlikte on bir kardeşi secdeye kapandılar. Bu durumu gören Yûsuf, “Babacığım! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur. Rabbim onu gerçekleştirdi” dedi.
Müfessirler Hz. Yûsuf'un ana, baba ve kardeşlerinin secdeye kapanmalarını iki şekilde yorumlamışlardır:
4.a) Hz. Yûsuf'a karşı bir saygı selâmı olmak üzere yere kapanmışlardır. 4. âyet bu anlamı destekler mahiyettedir.
4.b) Hz. Yûsuf'a kavuştukları için Allah'a şükretmek üzere secdeye kapanmışlardır. 4. âyetin mealinde “Onları bana secde ederlerken gördüm” diye çevirdiğimiz cümle, “Onları benim için secde ederlerken gördüm” şeklinde çevirmek de mümkündür. Bu takdirde âyet ikinci anlamı destekler.
Hz. Yûsuf, bir nezaket ve tevazu örneği daha göstermiş, sahip olduğu bu debdebe ve ihtişamın kendisine Allah tarafından lütfedildiğini söyleyerek Allah'a senâda bulunmuştur. Kardeşlerinin kendisine muhtaç oldukları bir dönemde onlardan intikam almayı düşünmediği gibi, onların yaptıklarını hatırlatacak tek kelime dahi söylememiş, kardeşleriyle arasını şeytanın açtığını ifade etmiştir. Bununla birlikte bu olayların İlahî takdir ve hikmet neticesinde meydana geldiğine de işaret etmiştir.
101. Hz. Yûsuf, mülkü ve onu yönetmek için gerekli olan olayları yorumlama ilmini kendisine yüce Allah'ın verdiğini, dünyada da âhirette de kendisini himaye eden velîsinin Allah olduğunu vurgulayarak O'na şükranlarını arzetti. [144]
Rivâyete göre Hz. Ya'kub Mısır'da oğlunun yanında yirmi dört sene yaşadıktan sonra vefat etti. Önceden yaptığı vasiyet uyarınca naaşı, Suriye'de defnedilmiş bulunan babası Hz. İshak'ın yanına götürülüp gömüldü. Hz. Yûsuf da babasından sonra yirmi üç yıl daha yaşadı. Onun naaşını da Mısırlılar mermer bir sandukan koyarak Nil yatağına gömdüler. Mısırlılar onu çok sevdikleri için kendi memleketlerinde kalmasını istemişlerdi. Daha sonra Hz. Mûsâ onun naaşını bularak babası Hz. Ya'kub'un yanına götürüp defnetti.[145]
102.“İşte bu kıssa, gayb haberlerindendir. Onu sana vahyediyoruz. Onlar, tuzak kurmak üzere ittifak ettikleri zaman, sen onların yanında değildin. 103. Sen ne kadar inanmalarını istesen de insanların çoğu inanmazlar. 104. Hâlbuki sen bunun karşılığında onlardan bir ücret istemiyorsun. Kur'an âlemler için ancak bir öğüttür. 105. Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki onlar bu delillerden yüz çevirerek geçip giderler. 106. Onların çoğu Allah'a ortak koşmadan iman etmezler, 107. Allah tarafından onlara kuşatıcı bir azabın gelmesinden veya farkında olmadan kıyametin ansızın kopmasmdan kendilerini güvende mi hissediyorlar? 108. De ki: “İşte bu, benim yolumdur. Ben, Allah'a çağırıyorum. Ben ve bana uyanlar aydınlık bir yol üzerindeyiz. Allah'ı ortaklardan tenzih ederim! Ve ben ortak koşanlardan değilim.”
Tefsiri
102. Hz. Peygamber, bu kıssayı yaşayanlarla beraber yaşamadığı ve kitaptan okumadığı gibi, herhangi bir kimseden de öğrenmiş değildi. Çünkü onun yaşadığı ülkede yahudilerle temasta bulunan bazı kimseler bulunsa bile ilim adamları yoktu. Bütün bunlar, bu kıssanın gayb haberlerinden ve bir mucize olduğunun delilidir.[146]
103. Kureyş'in, “İsrâiloğulları Mısır'a niçin gitti?” şeklindeki sorusuna cevap olmak üzere inmiş olan bu kıssa ile Kur'an'ın bir mucize, Hz. Muhammed'in de bir peygamber olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte Kureyş'in çoğu inanmamıştır. Zira onlar gerçeği aramada samimi değillerdi. Yüce Allah, “Sen ne kadar inanmalarını istesen de insanların çoğu inanmazlar” buyurarak elçisini teselli etti.
105. Sözlükte âyet kelimesi “bir şeyin tanınmasına sebep olan ve varlığını gösteren İşaret, açık alâmet, delil, ibret, şaşırtıcı şey, mucize ve topluluk” anlamlarına gelir. Terim olarak, Kur'ân-ı Kerîm'in bîr veya birkaç kelime yahut cümleden meydana gelen bölümlerini ifade eder. Burada âyet kelimesi alâmet, delil ve ibret veren şey mânalarında kullanılmıştır. Yani gerek insanın kendisinde gerekse dış dünyada, göklerde ve yerde Allah'ın varlığına, birliğine, ilmine, kudretine ve hikmetinin üstünlüğüne delâlet eden nice delil vardır ki bunlar insanların nazarı dikkatine sunulmuştur. İnsanoğlu ilmî, fikrî, felsefî ve amelî hayatında bu olaylarla her zaman karşı karşıyadır. Bu tabiat olaylarını düşünüp bunlardaki incelikleri, bunlara hâkim olan İlâhî kanunları keşfetmesi ve yaratanını tanıması gerekirken o, düşünmeden, ibret almadan bunlara sırt çevirip gider. Hâlbuki insanoğlu hıınlan düşünüp dikkatli bir şekilde incelese hem dünyada kalkınacak hem de imanı nı taklitten tahkike çıkararak kâmil insan (has kul) olma yolunda ilerleyecek ve âhirette mutlu olacaktır.
106. İnsanların çoğu, göklerdeki ve yerdeki delilleri ibret gözüyle İncelemedikleri için, Allah'ın varlığını kabul ettikleri halde O'na çeşitli yollarla ortak koşarlar. Nitekim Câhiliye döneminde Arabistan halkı da Allah'a inanmakla birlikte[147] çeşitli şekillerde O'na ortak koşuyorlardı. Meselâ, bazı putperest Araplar meleklerin Allah'ın kızları olduğuna inanırken [148] bir kısmı da kendilerini tanrıya yaklaştırsınlar diye putlara tapıyorlardı.[149] Hıristiyanlar, Hz. Îsâ'nın Allah'ın oğlu olduğunu iddia ederken, yahudilerin bir kısmı “Üzeyir Allah'ın oğludur” diyorlardı.[150] Ayrıca cinleri Allah'a ortak koşanlar da vardı. [151]
108. “Aydınlık bir yol” diye çevirdiğimiz basiret kelimesi sözlükte “delil, kesin kanıt, inanç, bilgi, ibret alınacak şey, zihinsel olarak görmek, kestirmek, sezmek, idrak etmek, anlama ve kavrama yeteneği” gibi anlamlara gelmektedir. Mecaz olarak, “aklın kabul edebileceği veya akılla doğrulanabilir kanıt” demektir. “Bunun içindir ki, Hz. Peygamber'in telaffuz ettiği 'Allah'a çağrı' ifadesi burada insan aklına uygun ve onunla doğrulanabilir, bilinçli bir kavrayışın sonucu olarak tanımlanmakta”dır.[152] Âyette Hz. Peygamber'e, yolunun İslâm dini olduğunu, İnsanları sadece Allah'a çağırdığım, dolayısıyla kendisi ve ona uyanların aydınlık bir yol üzerinde bulunduklarını, Allah'a ortak koşanlardan olmadığını bildirmesi emredilmiştir. İşte Allah'a davet, bu şekilde basiret üzere, ne dediğini bilerek, ihlâs ve samimiyetle, hikmet ve güzel öğütle olmalıdır. [153]
109.“Senden önce de şehirler halkından kendilerine vahiy indirdiğimiz kişilerden başkasını peygamber göndermedik. İnkârcılar yeryüzünde dolaşıp da kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görmediler mi? Sakınanlar için âlıiret yurdu elbette daha iyidir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz? 110. Nihayet peygamberler ümitlerini yitirip de kendilerinin yalancı çıkarıldıklarını sandıklan sırada onlara yardımımız gelir ve dilediğimiz kimse kurtuluşa erdirilir. Fakat, suçlular topluluğundan azabımız geri çevrilmez. 111. Andolsun onların kıssalarında akıl sahipleri için ibretler vardır. Kur'an, uydurulabilecek bir söz depdir. Fakat o, kendinden öncekilerin onayı, her şeyin açıklaması, iman eden toplum için bir rahmet ve bir hidayettir.”
Tefsiri
109. Bu âyet-i kerîme, müşriklerin Hz. Peygamber'i kastederek “Ona bir melek indirilseydi ya!”[154] mealindeki sözlerine cevap olarak inmiştir. Bu ve benzeri âyetler, insanlara cin ve melek gibi insandan başka varlıklardan peygamber gönderilmediğini ifade eder. Müfessirlerin çoğunluğuna göre peygamberlerin tamam erkeklerden gönderilmiştir. Ancak bazı ilim adamları Hz. İbrahim'in eşi Sâre'nin, Hz. Mûsâ'nın annesinin ve Hz. İsâ'nın annesi Meryem'in de peygamber olduklarını iddia etmişlerdir. Zira bunlara da ya doğrudan veya melek vasıtasıyla vahyedilmiştir.[155] İşte bu âyetlerde adı geçen kadınların peygamber olduklarına işaret olmakla beraber çoğunluğa göre bunlar peygamber değil, sadece faziletli hanımlardır. [156]
Müfessirler, “şehirler halkından” diye çevirdiğimiz “nün ehli'1-kurâ” ifadesini dikkate alarak peygamberlerin göçebe kesimden değil, yerleşik medenî toplumlardan seçilmiş oldukları kanaatine varmışlardır.[157] “Ehli'1-kurâ” tamlamasına, “yeryüzünde yaşayan insanlar” mânası veren İbn Abbas'a göre ise bundan maksat, peygamberlerin müşriklerin istediği gibi göklerdeki varlıklardan değil, yeryüzünde yaşayan insanlardan gönderilmiş olduğunu ifade etmektir. [158]
110. Hz. Âişe, âyeti şöyle yorumlamıştır: “Sıkıntılar uzayıp da yardım gecikince peygamberler kavimlerinden kendilerini yalancılıkla itham edenlerin iman edeceklerinden ümitlerini kesmişler, inanmış olanların da kendilerini yalanlayacaklarını sanmışlardır. İşte o zaman Allah'ın yardımı gelmiştir.” [159]
Peygamberler de insan oldukları için birtakım olaylar karşısında bazı duygulara kapılabilirler. Nitekim Bakara sûresinin 214. âyetinde de mü’minlerin çektikleri sıkıntı ve geçirdikleri sarsıntılar karşısında peygamberlerin buradakine benzer davranışlar sergiledikleri ifade buyurulmuştur. Ancak peygamberlerin, Allah'ın vaadinden dönmesini, söz verdiği yardımı yapmayarak onları yalancı çıkarmasını düşünmeleri mümkün değildir. Bu, onların peygamberlik vasıflarına aykırıdır. Nitekim onlar, en şiddetli sıkıntılar karşısında bile insan gücünün dayanabileceği en son merhaleye kadar dayanmışlardır. Sıkıntı ve ıstıraplar dayanılmaz bir hale geldiği, Allah'tan başka hiçbir ümit kalmadığı anda Allah'ın yardım ve zaferi yetişmiş; peygamberler ve onlara inanan mü’minler kurtuluşa ermiş, suçlular ise cezalandırılmışlardır.
Mealinde “yalancı çıkarıldıkları” diye çevirdiğimiz “küzibû” fiil indeki kıraat farklarına göre, âyetin ilk bölümünden şu mânalar anlaşılabilir:
a) “Küzibû” şeklinde şeddesiz okunduğu takdirde: 1. Nihayet peygamberler insanların, kendilerine inanacağından umudu kestikleri, halkın da peygamberlerin kendilerine yalan söylediklerini sandıkları an, onlara yardımımız gelir. 2. Nihayet peygamberler, Allah tarafından kendilerine vaad edilen yardımın geleceğinden ümitlerini kesip, insanlar karşısında yalancı durumuna düşeceklerini sandıkları sırada onlara yardımımız gelir. İnsan olmaları sebebiyle, peygamberlerin de bu tür davranışlarının olabileceğine dair İbn Abbas'tan bir rivâyet aktarılmakla birlikte, bazı müfessirler, Allah'ın sözünden dönebileceğini, değil peygamberler, herhangi bir mü’minin bile düşünmesi mümkün değildir. Böyle bir düşünce kişiyi imandan çıkarır, derler. [160]
b) “Küzzibû” şeklinde şeddeli okunduğu takdirde: 1. Nihayet peygamberler insanların inanacaklarından umut kestikleri ve kendilerinin yalancı çıkarıldıklarını kesin olarak anladıkları zaman onlara yardımımız gelir. 2. Nihayet peygamberler, kavimlerinin iman edeceğinden umut kestikleri, inanmış olanların da kendilerini yalancı çıkarıldıklarını sandıklan an onlara yardımımız gelir.
111.Peygamberlerin kıssaları gönül eğlendirici hikâyeler değil, bilâkis ibret alınacak olaylardır. Buradaki “onların kıssalarından maksat, ya genel olarak peygamberlerin kıssalarıdır veya bu sûrede anlatılan Hz. Yûsuf, babası ve kardeşlerinin kıssastdır. Gerçekten de Hz. Yûsuf un yaşadığı sıkıntılardan kurtulup Mısır'da yüksek bir makama gelmesinde akıl sahipleri için büyük bir ibret vardır. Ancak bi rinci mâna daha daha kapsamlıdır.
Kur'ân-ı Kerîm insanlar tarafından uydurulabilecek bir söz değil, kendisin den önce peygamberlere indirilmiş olan Tevrat, İncil ve Zebur gibi kitapları tasdik eden İlâhî bir kitaptır.[161] Kur'an'ın her şeyi açıklamasından maksat, dünyada var olan her şeyi açıklaması değil, insanlığın muhtaç olduğu ve İlâhî bir aydınlatma olmadan ulaşamayacağı helâl-haram, sevap-günah gibi dinî ve ahlâkî konulara dair gereken ayrıntıları vermesidir. O, hükümleriyle amel edenler için hem bir hidayet hem de rahmettir.
Yûsuf kıssası, iyilerle kötülerin mücadelesine, sonuçta iyilerin başarısına somut bir örnektir. Bu sebeple kıssada ders almak İsteyenler için güzel ibretler vardır. Nitekim Allah Teâlâ kıssanın başlarında Yûsuf ve kardeşlerinin kıssasında, almak İsteyenler İçin ibretler olduğunu ifade buyurmuştu.[162] Burada da bütün peygamberlerin kıssalarında akıl sahipleri için alınacak ibret olduğunu bildirdi. Hz. Yûsuf un kıssasından alınacak dersler şöyle özetlenebilir:
Sûrede Hz. Ya'kub'un Allah'a imanı ve bu iman sayesinde musibetlere karşı gösterdiği sabır ve tevekkülü anlatılmıştır. Sevgili oğlu Yûsuf'u kurtların parçaladığı yalan haberi kendisine söylendiği zaman dahi metanetini yitirmemİş, sabretmiş ve Allah'ın yardımına sığınmıştır.[163] Diğer oğlu Bünyâmin’i kardeşleriyle birlikte Mısır’a gönderdiği zaman da en hayırlı koruyucunun Allah olduğunu vurgulamıştır.[164] Yûsuf hakkındaki aşın derecede üzüntüsünden dolayı oğullarının, “büsbütün helak olacaksın” şeklindeki uyarılan karşısında o, gam ve kederini sadece Allah'a arzettiğini ifade etmiş ve oğullarına, Allah'ın rahmetinden ümit kesmemelerini, gidip Yûsuf'u ve kardeşi Bünyâmin'i aramalarını emretmiştir. [165]
Yine Hz. Ya'kub, oğullanna “Mısır'a ayn ayn kapılardan giriniz” diye nasihat edip gelebilecek tehlikelerden korunmaları için tedbir almalarını tavsiye ettikten sonra, “Ama, Allah'tan gelecek hiçbir şeyi sîzden savamam; hüküm sadece Allah'ındır” diyerek Allah'a olan tevekkülünü göstermiştir. [166]
Hz. Yûsuf, zindandaki arkadaşlarını tevhid dinine çağırmış ve Allah'ın birliğine dair onlara çeşitli aklî deliller getirmiştir. Onun bu üslûbu güzel bir davet örneğidir.
Bu olay bir kadının yabancı bir erkekle baş başa kalmasının ortaya çıkaracağı tehlikeli sonuçlar için de bir örnek oluşturmaktadır. Nitekim Aziz'in karısının sık sık Hz. Yûsuf’la baş başa kalması kadının ona âşık olmasına yol açmıştır. İslâm, bu gibi sakıncalı durumları önlemek için kadının, halvet sayılabilecek şekilde yabancı erkeklerle bir arada bulunmasını yasaklamıştır. Fıkıhta halvet, aralannda devamlı evlenme engeli bulunmayan bir erkekle bir kadının bir yerde baş başa kalmalarını ifade eden bir terimdir. [167]
Hz. Yûsuf, kendisinden murat almak isteyen kadının çekiciliğine ve her türlü imkânı hazırlamış olmasına rağmen, velinimetine ihanet etmekten Allah'a sığınarak iffet ve sadakat örneği sergilemiştir. Daha sonraki tehditler karşısında da “Rabbim! Zindan, bunlann benden istediklerinden daha iyidir” diyerek günah işlemektense zindana atılmayı yeğlemiştir.[168]
Hz. Yûsuf, karşılaştığı sıkıntı, zulüm ve haksızlığa rağmen sarsılmamış, Allah'a olan inanç ve güvenini yitirmemiş, Allah'ın rahmetinden ümidini kesmemiştir.[169] Allah Teâlâ da sabrının karşılığında ona ilim, hikmet vermiş ve Mısır'da istediği gibi tasarruf edebilecek bîr makama getirmek suretiyle ödüllendirmiştir. [170]
Bu kıssa, Allah'ın takdirini hiç kimsenin önleyemeyeceğini göstermesi bakımından da ibret vericidir. Nitekim, kardeşlerinin Hz, Yûsuf'u kıskanmaları ve ona bunca kötülük etmeleri, onun yükselmesine engel olamamış, tam tersine buna zemin hazırlamıştır.
Hz. Yûsuf, kendisim öldürmek isteyen ve kuyuya atan kardeşlerinden istediği gibi intikam alma imkânına sahip olduğu halde bunu yapmamış, kötülüğü iyilikle karşılamıştır. Kardeşleri onun huzurunda suçlarını itiraf ettikleri zaman, “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin
en merhametlisidir” diyerek peygambere yakışır bir yücelik göstermiştir. Özü itibariyle kıssa, insanlığın serüvenine hâkim olan, insanın öz benliğinde ve sosyal hayatta sürüp giden iyi ile kötünün mücadelesinden ilginç ve etkileyici bir kesit vermektedir. [171]
Yûsuf Kıssasından Alınacak Dersler
1) Yûsuf düş görmüştü, peygamber olarak yaratılmış bulunan Yûsuf’un gördüğü düş, mutlaka çıkacaktı. Çünkü “Peygamberlerin gördükleri düşler sabah aydınlığı gibi çıkar.” [172]
2) Kardeşlerinin, Yûsuf’u kıskanmalarından, hasedin kötülüğü ve en temiz, soylu insanları dahi bazen kötü işlere sürükleyeceği; birer peygamber olan kardeşlerinin hased etmesinden, peygamberlerin dahi bu nefis zaafından yani günâhtan masum olmadıkları anlaşılır.
3) Kardeşlerinin kendisini kuyuya atmaları, Yûsuf'a ağır gelmişti. Ama böyle olmasaydı, Yûsuf un gördüğü düş gerçekleşmeyecekti. Demek ki insanın nefsine ağır gelen şeylerin altında Allah'ın nice nimeti ve hikmeti gizlidir ve insan o anda o hikmetleri anlayamaz. Onun içindir ki Cenâb-ı Hak: “Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey hakkınızda iyi olabilir ve hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir; Allah bilir, siz bilmezsiniz.”[173] buyurmaktadır.
Erzurumlu İbrâhîm Hakkı Ma' rifetnâme'sinde bu mânâyı şöyle ifade eder:
“Hak şerleri hayreyler, Zannetme ki gayr eyler, Arif ânı seyreyler
Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler!”
“Deme şu niçün şöyle, Yerincedir ol öyle, Bak sonuna sabreyle,
Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler!”
4) O halde Allah'ın takdirine, Hz. Ya'kûb gibi: “Fesabrun cemîl: Bana güzel sabretmek gerekir” deyip sabır ve rızâ göstermek lâzımdır.
5)Ana-baba, çocukları arasında çok ölçülü, adaletli hareket etmeli, aralarında ayırım yapmamalıdır. İçlerinden birini, gönülden daha çok sevse de bunu ötekilerine hissettirmemelidir. Açıkça çocuklarından birini daha çok kayırması, kardeşler arasına kıskançlık girmesine neden olur. Çoğu kez insan, içteki bu duygusunu gizleyemez. Nitekim Ya'kûb da Yûsuf'a olan sevgisini gizleyememiş, bu da öteki oğullarının Yûsuf'u kıskanmalarına sebeb olmuştu: “(Kardeşleri) Demişlerdi ki: 'Yûsuf ve (öz) kardeşi (Bünyâmîn), babamıza bizden daha sevgilidir. Oysa biz bir cemâatiz. Babamız açık bir yanılgı içindedir! Yûsuf'u öldürün, ya da onu bir yere bırakın da babanızın (gönlü) yalnız size kalsın (bundan böyle babanız yalnız sizi görsün ve sevsin)! Ondan sonra da Allah'a tevbe eder, iyi bir topluluk olursunuz.” [174]
6)Çocukların evde sürekli kapalı kalması uygun değildir. Çocuğun kıra gitmesi, koşup eğlenmesi, spor yapması, böylece bedenen ve ruhen sağlıklı yetişmesi gerekir: “Yarın onu da bizimle beraber (kıra) gönder; gezsin, oynasın!” [175]
7)Cevherin değerini ancak cevahirci bilir. Yoldan geçen yolcular, buldukları Yûsuf'un nasıl bir kabiliyet olduğunu anlamamış, onu birkaç para karşılığında satmışlardı. [176]
8)Yûsuf'u satın alan bakan, onun zekâsını fark etmiş, ona köle muâmelesi değil, evlât muâmelesi yapmış ve onu kendi çocuğu gibi yetiştirmiş, eğitmiş, tahsilini yaptırmıştı. [177]
9)Karısı Zelîhâ, Yûsuf'un güzelliğine hayran kalıp ona kendisini sunmuş, fakat o: “Allah'a sığınırım, efendim bana güzel baktı (ona hiyânet edemem). Çünkü zâlimler, iflah olmazlar!”[178] demişti. Bu sûretle, iyilik görülen yere nankörlük, hiyânet edilmemesi telkîn edilmektedir. [179]
10)Yûsuf da öteki delikanlılar gibi duygulara, arzulara sahipti. “Kadın onu arzu etmişti, eğer Rabbinin doğruyu gösteren delilini görmeseydi, o da onu arzu etmişti.”[180] Demek ki peygamber olan Yûsuf'un da nefsânî istekleri vardı. Ama yüksek duyguları, Hakk'a olan sarsılmaz îmânı, onun günâha düşmesini önlemişti. O halde peygamber de olsa, insanın nefsî arzuları vardır. O da nefsinin çektiğine yönelir, fakat Hakk'a îmân, onun günâha düşmesini veya günâhta ısrarını önler. Her mü'minin de böyle olması, Hakk'ın gözetimi altında bulunduğunu düşünerek günâhtan, kötülükten kaçınması gerekir.
11) Yûsuf'un kaçtığını, kadının arkasından koştuğunu gören bakan; karısının Yûsuf aleyhindeki sözlerine inanmamış, yanındaki bilirkişinin görüşüne başvurduktan sonra âdilâne davranıp ikisine de öğüt vermişti. Bu suretle olaylarda hissiyata kapılmamamız, acele etmeden, meseleyi iyice inceleyerek tarafsız hüküm vermemiz öğütlenmiş oluyor.
12) Bilirkişilik yapan insan, kadının ailesinden olduğu halde taraf tutmamış, adaletten ayrılmamıştı. Bundan, bilirkişinin yansız, hakkane hüküm vermesi gereği anlaşılır.
13) Kadının tuzağının büyük olduğu vurgulanıyor: “Sizin tuzağınız, büyüktür!” [181]
14) Zelîhâ'yı bu yola iten, dayanılmaz aşkı idi. Demek ki aşk ferman dinlemez: “Sevda onun bağrını yakmış!” [182]
15) Gören kadınlar Yûsuf'un güzelliğine hayran kalıp, hanımının arzusunu yerine getirmediği takdirde zindana kendisini attıracakları tehdidinde bulundukları halde, Yûsuf iffetini korumayı, hiyanet etmemeyi zindana atılmamaya tercih etmişti. İşte inanmış insan her zaman iffetini böyle mertçe korumalıdır.
16) 37'nci âyetten, Mısırlıların ve Yûsuf'un yetiştiği ortamlardaki birçok insanın Allah'a inanmadıkları, âhiret hayâtını kabul etmedikleri anlaşılmaktadır.
17) Bütün peygamberler, bütün İbrâhîm soyu nebileri, tevhîd inancını getirmişler; insanlara putperestliği, Allah'a ortak koşmayı bırakıp sadece Allah'a kulluk etmeyi öğütlemişlerdir. Çünkü Allah'tan başka, kendisinde tanrılık olduğu sanılan şeylerin hiçbir gücü yoktur. Bu tür inançlar, boş vehimden başka bir şey değildir. Böyle insanlar, gerçekte kendi vehimlerine tapmaktadırlar. [183]
18) Yûsuf'un zindan arkadaşları, gördükleri düşü Yûsuf'a anlatmışlardı. Yûsuf da düşleri, onların anlattıklarına göre yorumlayarak birinin kurtulacağını, diğerinin asılacağını söylemişti. Rivâyete göre düşün yorumu hoşuna gitmeyen kimse, bunu uydurmuş olduklarını söyledi ise de Yûsuf: “Artık iş, sizin dediklerinize göre böyle yapıldı.”[184] dedi. O halde düşü, tam doğru anlatmak lâzımdır. [185]
19) Kralın düşünü kimse yoramamış, buna düşlerin birbirine karışması (adğâsü ahlâm) demişlerdi. Bunu ancak Hz. Yûsuf yorumladı ve yorumu olduğu gibi çıktı.[186] O halde düşü herkese söylemek doğru değildir. Ehline söylemelidir. Rü'yâyı, ancak vehbî ilme vâkıf olan kimse tabir edebilir. Meşhur sözdür: “Ma'rifet, rü'yâyı görende değil, yorandadır” derler.
20) Yûsuf, kendisini kral çağırdığında, hemen acele ile gitmemiş, bedeninin zindandan kurtulmasından önce, iffet ve şahsiyyetinin, sürülen lekeden temize çıkmasını istemiş; bunun için, vaktiyle suçlanmış olduğu meselenin içyüzünün ortaya çıkarılmasını talebetmiştir. Demek ki büyük şahsiyetler acele etmezler, kişiliklerine, canlarından çok değer verirler. Şerefleri, canlarından ileridir. Hattâ Yûsuf'un bu olgunluğunu belirtmek için Peygamberimiz: “Şayet ben, Yûsuf un kaldığı kadar zindanda kalmış olsaydım, krala götürmek için gelen kişinin sözünü hemen kabul edip giderdim!”[187] demiştir.
21) Burada önemli bir nokta da Yûsuf'un, iyiliğini gördüğü ve gerçekten kendisini seven Zelîhâ'nın adını tasrîh etmeyip, kadınlar topluluğunun kendisini suçlamasının araştırılmasını istemesidir. Burada Yûsuf, kendisine iyilik yapan efendisinin şerefine saygısı yanında, Zelîhâ'ya da acıyarak onun adını anmamış, ona iftira suçunu bulaştırmamıştır.
22) Hiç kimse nefsini tamamen suçsuz sanmamalıdır. Çünkü nefis, zaten kötülüğü emredici özelliğiyle (kötülüğe eğilimli) yaratılmıştır. İnsanın üstünlüğü, nefsin kötü arzularıyla savaşıp onu yenmesidir. İşte Allah'ın rahmet ettiği, acıdığı kulları, nefislerinin kötülük telkinlerini bastırabilen kimselerdir: “Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis, dâima kötülüğü emredicidir. Meğer Rabbimin rahmet ettiği bir nefis ola!” [188]
23) Nihayet Hz. Yûsuf, doğruluğunun karşılığını görmüş, Mısır'a başbakan olmuştu. Sonunda yalanları ortaya çıkan, iftiracı kadınlar da mahcup olmuşlardı. Bu kıssa, hiçbir hakikatin gizli kalmayacağını, eninde sonunda meydana çıkağını gösterir.
24) Vaktiyle Yûsuf'a iftira etmiş olan kadınlar, sonunda gerçeği itiraf etmişler, bakanın karısı da, nihayet gerçeğin ortaya çıktığını; suçsuz olarak zindana atılmış olan Yûsuf'un arkasından ona hiyanet etmemek için gerçeği söylediğini açıklamıştır. Bundan, insanın vaktiyle yaptığı bir yanlışı, yalan ifadesini mutlaka düzeltmesi gerektiğini, geç de olsa gerçeği itiraf etmenin fazîlet olduğunu anlıyoruz. Sürekli olarak hakikati gizlemek büyük hiyânettir. Allah hâinlerin tuzağını başarıya ulaştırmaz. [189]
25) Ülke yönetiminde herhangi bir konuda uzman olan insanın, kendi nefsi için değil, fakat kamunun iyiliği için yöneticiden görev talebetmesi yerinde bir harekettir. Nitekim Yûsuf da Başbakanlığın kendisine verilmesini, kendisinin bu işi iyi bildiğini Krala söylemiş “Beni ülkenin hazîneleri üstüne bakan yap. Çünkü ben onları iyi korur (yönetmesini) iyi bilirim demişti.” [190]
Yûsuf'un bu söyleminden, kendisini evlâd edinmiş olan Potifaj'ın, kendi yönetiminde çalıştırıp onu ekonomist bir yönetici olarak yetiştirdiği anlaşılıyor. Yûsuf çalıştığı birimde yönetim ve ekonomiyi iyi öğrenmiş, bu konuda tam bir uzman olmuştur ki Krala, kendisinin bu işi bildiğini söylüyor.
26) Bolluk zamanlarında, darlık zamanını düşünmeli, ileride baş gösterebilecek herhangi bir kıtlığa, sıkıntıya karşı tedbir almalı; ülkeyi açlıktan korumak için devlet olarak, dar günler için gıda ve ihtiyaç maddeleri stoku yapmalıdır. Nasıl ki Yûsuf da Krala, bolluk yıllarında alınan fazla ürünün bir kısmını, darlık zamanları için stok etmeyi önermişti. [191]
Peygamberimiz de ailesinin bir yıllık geçimini devlet gelirinden ayırırdı. [192]
27) Ülke yönetimini, ehil ellere vermek, birer emânet olan devlet kurumlarının başına ehil kişileri getirmek lâzımdır. Nasıl ki Mısır Kralı, ülkenin başbakanlığını, Mısırlı Olmayan, fakat emânetine ve dirayetine güvendiği Yûsuf'a teslîm etmişti. [193]
28) Öz kardeşini görmek için sabırsızlanan, fakat hiçbir zaman acele davranmayan, dâima temkinli hareket eden Yûsuf, ilk ziyaretlerinde kendisini kardeşlerine tanıtmamış, her şeyin zamanını beklemişti. Çünkü vaktinden önce kendisini tanıtmış olsaydı, işleri karıştırabilirdi. [194]
29) Yabancılara, kendi yasalarıyla hükmetmek adalet gereğidir. Yûsuf da hırsızlıkla suçlanan kardeşine, onların kendi yasalarına göre hüküm vermiş, böylece onu yanında alıkoymuştu. [195]
30) Suçlunun yerine bir başkasını cezalandırmak zulümdür. Suç, bedeli kabul etmez: “Dediler ki: 'Ey vezir onun büyük bir ihtiyar babası var! (Onun alıkonduğuna çok üzülür). Onun yerine (bizden) birimizi al; Zira biz seni iyilik edenlerden, görüyoruz.”, “Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını almaktan Allah'a sığınırız, yoksa biz zulmedenler oluruz!'dedi.” [196]
31) Hiçbir zaman Allah'tan umut kesmemek gerekir. Üzücü olaylara sabretmeli ve işlerin düzelmesini Allah'tan beklemeli, umutsuzluğa kapılmamalıdır. [197]
32) Kişi derdini Allah'a arz etmelidir. Çünkü dertlerin çaresi O'nun elindedir. [198]
33) Hiçbir hasedçinin hasedi, Allah'ın bir insana nasibettiği nîmetin önüne geçemez. İşte Yûsuf'un kardeşlerinin hasedi, onun yücelmesine engel olamamış, bilâkis onu yükselme yoluna sokmuştu. Sonunda hased edenler pişman olur: “Vallahi, Allah seni bize üstün kıldı!” derler. [199]
“Zâlimlere bir gün dedirir kudret-i Mevlâ, Tallahi lekad âserekellâhu aleynâ!”
Nitekim Kureyş'in Hz. Muhammed’e (s.a.s.) hasedi de onun, İslâm dinini yerleştirip insanlığı aydınlığa kavuşturmasına engel olamamış ve o kıskançlar sonunda ondan af ve merhamet dilemek zorunda kalmışlardı.
34) Geç de olsa gerçeği itiraf etmek fazilettir.[200] Hakkı itiraf eden, hatâsını kabul eden kimseleri mahcûbetmemeli, artık hatâlarını anıp onları ma'nen yıkmamalıdır. Nasıl ki Yûsuf, özür dileyen, üstünlüğünü kabul edip önünde küçülen kardeşlerini utandırmamış: “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi bağışlar! O, merhametlilerin merhametlisidir!” demişti. [201]
35) Allah'ın nimetine şükretmeli, nîmeti verenin Allah olduğunu bilip gönülden O'na iltica etmelidir. [202]
36) Hz. Muhammed’in (s.a.s.) bilmediği bu kıssa, öğüt ve ibret olmak için kendisine Arapça olarak vahyedilmiştir. Peygamber, kendisine vaheyedilenleri, hiçbir dünyâ menfaati, hiçbir ücret beklemeden insanlara tebliğ etmektedir. [203]
37) Hz. Muhammed 'in daveti, düşünceye, basirete dayalıdır. O, insanları basiretle, açık kanıtlarla Hak yoluna çağırmaktadır. Kendisi böyle olduğu gibi kendisine uyanlar da böyledir. Düşüncesiz hareket etmezler. Bilinçli inanır ve bilinçli olarak davet ederler. Körü körüne taklîd yolunu bırakmış, Hak'tan gelen ilim ışıklarına uymuşlardır. [204]
38) Gökte, yerde nice âyetler var ki insanlar bunları hiç düşünmez, bunların neye delâlet ettiğini anlamaz; körü körüne bunların yanından geçip giderler. Kâinat âyetlerinin, yalnız Allah tarafından yaratıldığını, Allah'tan başka hiçbir varlığın, kendinden bir gücü olmadığını; bir gücü olmayanın da tanrı olamayacağını düşündükleri için kendi kendilerine birtakım yaratıklarda tanrılık vehmederek onlara tapmazlar. [205]
39) Peygamberler de, öteki insanlar gibi birer insandır. Onların da arzuları, şehvetleri vardır. Zaten kavimlerine önder olabilmeleri için diğer insanların hissettiklerini hissetmeleri gerekir. Melek, insana lider olamaz. Çünkü meleklerin yaratılışları insanın yaratılışına benzemez. Günâh işleme eğilimleri, zaafları, bağımsız iradeleri olmayan meleklerin, insanlara örnek lider olmaları mümkün değildir. “Senden önce de şehirler halkından, yalnız kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başka elçi göndermedik.”[206] Öyle ise peygamberi melek sanmak, evlenmeyi, çocuk sahibi olmayı, öteki insanlar gibi dolaşmayı, çalışıp kazanmayı onlara yakıştırmamak, onları hatâdan masum saymak yanlıştır.
40) Kavimlerinden çok olumsuz davranışlar gören peygamberler de bazen o kadar üzüntü çekmiş, o kadar sıkılmışlardır ki kendilerinin yalancı çıkarıldıklarını sanmışlar; bu derece bir bunalım içine düşmüşlerdir. İşte tam bu sırada yetişen Allah'ın imdadı onları ve inananları kurtarıp muhaliflerini batırmıştır. “Ne zaman ki, elçiler umutlarını kestiler ve kendilerinin yalancı çıkarıldıklarını sandılar, işte o zaman onlara yardımımız geldi ve dilediğimiz kimseler kurtarıldı. Azabımız suçlular topluluğundan asla geri çevrilmez.” [207]
Demek ki bunalım karşısında üzülmek, hattâ bazen şüpheye düşmek doğaldır. Peygamber de olsa insandır, hiçbir insan bu zaaftan kurtulamaz. İnsanın en çaresiz kaldığı durumlardaki bunalımını ifade eden âyet, tam bu anlarda Allah'ın yardımının yetişeceğini de vurgulamaktadır. Gerçekten öyledir. İnsan bütün gayretine rağmen umudunu kesecek kadar bir çaresizlik içine düştüğünde birden Allah'ın yardımı yetişir:
“Nâçâr kalacak yerde, / Nâgâh açar Ol perde, / Derman eder Ol derde!
Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler!”
41) Azgın, yoldan çıkmış kavme verilecek İlâhî ceza, hiç beklenmedik bir zamanda gelir: “Onlar Allah'ın azabından, herkesi saracak bir belânın kendilerine gelmeyeceğinden veya hiç farkında değillerken ansızın o (duruşma) sâatin(in) kendilerine gelmeyeceğinden emin midirler?” [208]
42)Kur'ân'ın anlattığı peygamber kıssalarında ibretler vardır. Kur'ân, bunları hikâye için değil, ibret alınması için anlatmaktadır. Kur'ân, insanın uydurabileceği bir söz değildir. Çünkü insan uydursa, o sözün aslı olmaz. Oysa Kur'ân'ın anlattıkları, bundan önceki İlâhî Kitapta mevcuttur: “Doğru iseniz, Tevrat'ı getirip okuyun (Kur'ân'ın anlattıklarının onda mevcut olduğunu göreceksiniz).” [209]
43) O Kitabı okumayan, dilini de anlamayan bir insanın, onda anlatılanları, ona uygun biçimde, fakat bambaşka canlı bir üslûb ile anlatması, vahiyden başka bir yolla olamaz. Bu Kur'ân, inananlara yol göstermek ve rahmet için Hz. Muhammed'e vahyedilmiştir: “Bu Kur'ân, uydurulacak bir söz değildir; ancak kendinden öncekinin (İlâhî Kitabın) doğrulanması, her şeyin açıklanması, inananlar için bir kılavuz ve rahmettir!” [210]
45) Son âyetten de Kur'ân'ın, Kitap ehlinin ellerinde bulunan Kitâb'a uygun olarak indirildiği, ona ters ve aykırı olmadığı anlaşılmaktadır.
İşte Yûsuf kıssasından çıkardığımız birkaç prensip, birkaç ibret dersi. Daha nice prensipler ve ibretler vardır. Kur'ân'ın bütün kıssaları da böyledir. Onlar hikâye değil, toplumun dile getirilmiş dertleri ve bu dertlerin çareleridir. Onları okurken dikkatle üzerinde durmalı, onlar vâsıtasıyla verilmek istenen mesajları, ibretleri anlamaya çalışmalıdır. [211]
Sûrede, Yusuf’un (a.s.) gömleğini babasının yüzüne sürmesiyle, görmeyen gözlerinin açılmasından bahsedilen mûcizeyi, Mısırlı göz doktoru Abdülbâsit Muhammed düşünür. Yıllarca bundaki sırrı bulmak için bilimsel çalışmalar yapar. Sonunda bu sırrı keşfeder: Yusuf’un teri. İnsan terinde, katarakt denilen göz kusurunu iyileştiren bir özellik tesbit eder. Abdülbâsit Muhammed’in elde ettiği bu ilaç, şu anda İngiltere’de satılmakta ve katarakt tedavisinde kullanılmaktadır.
Yusuf Sûresinden Çıkan İlkeler
- Yûsuf sûresinde kitab, eğitimin merkezine alınıp Kur'ân'ın, insanın aklını kullanıp düşünmesi için indirildiği bilgisi insanlara sunulmuştur. [212]
- Yûsuf sûresinde anlatılan Hz. Yûsuf olgusu ile hedeflenen husus, Kur'ân'ın uydurulmadığını ve Hz. Muhammed'in o olguyu önceden bilmediğini ispat etmektir. [213]
- Hz. Yûsuf'a Yüce Allah, rüyada görülen olayların yorumunu öğretip ona bu özelliği, bir mu'cize olarak vermiştir. Aslında bu yorumlama yeteneğinin, sosyal olaylara karşı da kullanılabileceğine bu sûrede işaret edilmektedir. [214]
- Bu sûrede Hz. Yûsuf’un gömleği motif olarak kullanılmakta ve bu örnekle de delilin ne kadar önemli olduğu insanlığa öğretilmektedir. [215]
- Aile ilişkilerinde kardeşler arasındaki kıskançlığın nelere mal olduğu anlatılırken psikoloji ile sosyal olaylar arasındaki bağlantının sebep-sonuç ilişkisi ile kurulduğu bu sûrede anlatılmaktadır. [216]
- Zina gibi bir tehlike ile karşı karşıya kalan delikanlının Allah'a sığınması ile Allah'ın onu kurtaracağının evrensel ilkesi bu sûrede konulmaktadır. [217]
- Haklı çıkan, yani suçsuz olduğu anlaşılan birinin sosyal baskıdan dolayı haksız yere zindana atılabileceği de yine bu sûrede dile getirilmktedir. [218]
- Köle olarak satın alınan birinin devlet kÂdemelerinde nasıl yükselip en yüksek makama gelebileceği de bu sûrede anlatılmakta ve bu fırsatı veren yönetim tanıtılmaktadır. [219]
- Bütün suçsuzluğuna ve günahsızlığına rağmen insanın kendini tezkiye etmesinin doğru olamayacağı, çünkü nefsin daima kötüyü emredeceği ilke olarak bu sûrede konmaktadır. Bunun istisnası ancak. Yüce Allah'ın merhamet edeceği nefistir. [220]
- Kendisini kuyuya atan kardeşlerini affetme örneğini göstererek affetmenin erdem oluşu da burada öğretilmektedir. [221]
- Bu sûrede, Hz. Ya'kûb'un ne denli tevekkül sahibi olduğu örneklerle anlatılarak imanın tevekküle dönüşünün önemi vurgulanmakta, tevekkülün sabırla olan ilişkisi açıklanmaktadır. [222]
- Bu sûrede, kardeşler arasına şeytanın girip onları nasıl ayırdığının değerlendirmesi evrensel bir ilke olarak insanlığa bırakılmaktadır. [223]
- Bir peygamberin bile müslüman olarak ölebilmesi ve iyi insanlara katılabilmesi için Allah'a dua etmesi bu sûrede işlenmektedir. Bunun anlamı, bütün mü'minler bu duayı yapmalıdırlar. [224]
- İnsanların imana girmesi peygamberin isteğine bağlı değildir. Onların hidâyeti kulun isteği ve İlâhî takdire kalmıştır. Peygamber sadece tebliğ eder. Ama insanların çoğu yine de müslüman olmaz. İşte bu gerçeklik, burada işlenmektedir. [225]
- Peygamber Allah'a bir aydınlık üzere davet etmektedir. Din âlimi ve görevlilerinin de aynı metodu uygulamaları gerektiği yine bu sûrede önerilmektedir. [226]
- Genel olarak Yûsuf sûresinde baba ile çocuklar ve kardeşler arasındaki ilişkilere dikkat çekilmekte ve işini iyi bilen yöneticinin devlet işlerini ehline vermesinin önemi vurgulanmakta; cinsel ahlâk ve bu konudaki iftiranın neticeleri ele alınmakta; yokluk zamanları için ekonomik açıdan nasıl tedbirlerin alınacağına ışık tutulmakta ve bu konulara İlâhî müdahalenin nasıl gerçekleştiği açıklanmaktadır.
Böylece Kur’ânî eğitimde Yûsuf sûresinin ışık tuttuğu alanlar ortaya çıkmaktadır: Ahlâk, devlet idaresi, aile ilişkileri, hukuk, tevekkül ve İlâhî müdahale gibi konulara kaynaklık edecek nitelikler bu sûrede işlenmektedir. Yûsuf sûresi insan doğasının hür bir şekilde nasıl ortaya çıktığını ve nasıl bir akış izlediğini anlatmaktadır. [227]
“En güzel kıssa”[228] olması, değişik şekillerde açıklanmıştır: “En güzel” ifadesi “en şaşırtıcı, en hayret verici” anlamındadır. Bu sûrede peygamberlerin, salihlerin, meleklerin, şeytanların, cinlerin, insanların, hayvanların, kuşların, hükümdarların ve yönettikleri kimselerin tüccar, ilim adamları ve cahillerin, erkeklerin, kadınların davranışları, kadınların hile ve tuzakları söz konusu edilmektedir. Yine bu sûrede tevhid, fıkıh, siyer, rüya tabiri, siyaset, muâşeret, geçim idaresi (iktisadî hayat) ve hem dine hem de dünyaya yarayacak pek çok faydalı hususlar bulunmaktadır. Bu sûrede sevenin, sevilenin ve bunların işledikleri davranışların, gittikleri yollar söz konusu edilmiştir.
Kimi Meanî bilginleri derler ki: Yûsuf Sûresi'nin kıssaların en güzeli olmasının sebebi, bu sûrede sözü edilen herkesin sonunda mutluluğu elde etmesidir. Mesela Yûsuf'u, babasını, kardeşlerini ve azizin karısını hatırlayınız. Hükümdarın da Hz. Yûsuf'a iman edip İslâm'a girdiği, İslâm'a güzel bir şekilde bağlandığı da söylenmiştir. Rüyasının tabir edilmesini isteyen ve rüyasında efendisine şarap sunduğunu gören kişi ve yine denildiğine göre şahitlikte bulunan kişi de böyledir. Kısacası hepsinin sonuçta hayra ulaştığı görülmektedir. “Andolsun ki onların kıssalarında olgun akıl sahipleri için bir ibret vardır. O uydurulan bir söz değildir. Fakat kendisinden önce olanları doğrulayıcı, gerekli her şeyin açıklayıcısı, iman edecek bir topluluk için de hidayet ve rahmettir.” [229]
Hadis-i Şeriflerde Yusuf (a.s.)
“İnsanların en şereflisi, Allah'ın peygamberi Yûsuf’tur; o, Allah'ın peygamberinin oğludur; o da Allah'ın peygamberinin oğludur; o da Allah'ın dostunun (halîl) oğludur.” [230]
“Kerim oğlu Kerim oğlu Kerim oğlu Kerim; İbrahim oğlu İshâk oğlu Yakub oğlu Yusuf'tur.” Ve ilave etti: “Şâyet, hapiste onun yerine ben yatmış olsaydım da, sonunda bana elçi gelseydi, çıkma hususunda hemen cevap verirdim.” Rasûlullah (s.a.s.) arkadan şu âyeti okudu: “Kendisine elçi gelince, “Efendine dön de ellerini kesen o kadınların zoru neydi kendisine sor” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) devamla şunu söyledi: “Allah Tealâ'nın rahmeti Lût'a olsun, o aslında çok sağlam bir kaleye sığınmıştı. Allah ondan sonra, her peygamberi kavminden kalabalık bir cemaat içinde gönderdi.” [231]
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “İbrâhim (a.s.)' in şu sözleriyle ifade ettiği şüpheyi yaşamaya biz ondan daha lâyıkız: “Ey Rabbim ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster’ deyince, (Allah: ‘Buna) inanmadın mı yoksa?’ dedi. O da: ‘İnandım, fakat kalbimin, (gözümle görerek) yatışması için (bunu istedim) dedi.”[232] Allah, Lût (a.s.)'a rahmetini bol kılsın, aslında o çok muhkem bir kaleye sığınmıştı. Eğer, Hz. Yusuf (a.s.)'un kaldığı müddetçe hapiste ben kalsaydım, (hapisten çıkma için) dâvete icâbet ederdim.” [233]
Hadisin Yusuf’la (a.s.) ilgili kısmının açıklaması: Başta kaydettiğimiz hadisin en son kısmında Rasûlullah (s.a.s.): “Eğer Hz. Yusuf'un kaldığı müddetçe hapiste ben kalsaydım, dâvete icâbet ederdim” buyurmaktadır. Rasûlullah (s.a.s.) burada da bir başka âyete telmihte bulunmaktadır: Bilindiği üzere, Hz. Yusuf (a.s.) Mısır Meliki'nin rüyasını başarılı bir şekilde tâbir edince, mükâfaten hapisten çıkarılmasına karar verilir. Hz. Yusuf bu kararı duyar duymaz hapisten çıkma cihetine gitmez, suçsuzluğunun te'yidini, yapılan ithamdan berâ-etini taleb eder ve çıkma haberini getiren elçiye: “Efendine dön de ellerini kesen o kadınların zoru neydi, kendine sor...” der.
Mısır Melik'i kadınları toplayıp: “Yusuf'un nefsinden kâm almak istediğiniz zaman ne haldeydiniz?” (Onu size meylettiğini hissettiniz mi, intibaınız nedir?) diye sordu. Kadınlar: “Hâşâ dediler, biz onda bir fenalık görmedik.” Azizin karısı da şöyle dedi:“Şimdi hak meydana çıktı, ben onun nefsinden murad almak istemiştim. O, doğru söyleyenlerdendir, (bu işte hiçbir kabahati yoktur).”
Sarayda yapılan bu tahkikat ve tesbit edilen itiraflardan sonra Hz. Yusuf (a.s.) hapisten çıkmaya karar verir. Âyet-i kerime, bu davranıştaki, Hz. Yusuf'un kasdını kendi ağzından şöyle verir: “(Benim bu itirafı taleb etmem, Melik'in) gıyabında, kendisine hakikaten hainlik etmediğimi ve Allah'ın, hainlerin hilesini mutlaka boşa çıkaracağını onun da bilmesi içindi.” [234]
İşte Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Yusuf kıssasının bu sahnesine telmihte bulunarak: “Onun kaldığı müddet (yedi sene) hapiste ben kalmış olsaydım af haberi gelir gelmez, sabırsızlık eder bir an önce çıkmayı düşünürdüm, tahkikata dayalı bir berâat talebinde bulunmazdım” demek istemiştir.
Böylece Hz. Yusuf’u (a.s.) kuvvetli bir sabırla tavsif etmiş olmaktadır. Şârihlerin de belirttiği üzere, burada, Rasûlullah (s.a.s.) tevazu izhar buyurmaktadır. Tevâzu, büyüğün mertebesini düşürmez, bilakis artırır. [235]
Kişilik Psikolojisi Açısından Yusuf (a.s.)
Her insanın varoluşunda eksiklik duygusu bulunur. Toplumsal normlar açısından eksiklik, arzu edilmeyen bir durumdur. Bu duygu, meydana getirmiş olduğu hoşnutsuzluğa rağmen yaşanması kaçınılmaz bir gerçekliktir. Üstelik insan, hayatını devam ettirebilmek, gelişebilmek için eksiklik duygusunun güdülemesinden faydalanır. Çünkü eksikliğin fark edilmesi insan için motivasyon sebebidir. Normal eksiklik duygusundan farklı olan “değersizlik duygusu” ise, insanın kendisini diğer insanlardan daha değersiz bir varlık olarak algılaması anlamına gelir. Değersizlik duyguları yaşayan kişi, karşısında değersizlik duygularına kapıldığı kimselere yönelik bilinç dışı bir düşmanlık da yaşar.
Hayatı iniş ve çıkışlarla dolu olan Yusuf, (a.s.) yaşadığı her dalgalanmada kendisini değersizlik duygusuna kaptırmadan başarılı bir kişilik portresi çizmiştir. Daha başlangıçta kendilerini değersizlik duygusunun kucağında bulan Yusuf’un (a.s.) kardeşleri ise, en sonunda mûtedil çizgiye gelebilmişlerdir.
Yusuf’un görmüş olduğu rüya ve babası Yakub’un (a.s.) yaptığı yorumdan[236] anlaşıldığı gibi, Allah’ın Yusuf’a vermiş olduğu değerle doğru orantılı olarak babası Yakub (a.s.) da o derece fazla ilgi ve sevgi gösterir. Yusuf’a verilen değer karşısında kardeşleri değersizlik duygusuna kapılırlar. Kendilerinin daha değerli, dolayısıyla babalarının sevgisine daha lâyık kimseler olduklarını iddiâ ederler. “Çokluk ve fayda sağlama bakımından biz Yusuf ve öz kardeşinden daha üstün (değerli) olmamıza rağmen babamız, o ikisine sevgi göstererek daha fazla değer veriyor” derler. Allah, Yusuf’a vermiş olduğu nimetlerle ona değer atfetmiştir. Yusuf’un kardeşleri ise, kendi gözlerinde kendilerini daha değerli buluyorlardı. Allah’ın Yusuf’a verdiği değeri ya takdir edemiyorlar ya da bunu kabullenemiyor, hazmedemiyorlardı.
Böyle bir durum karşısında Yusuf’a karşı düşmanlık, saldırganlık eğilimine yöneliş gösteriyor, hiç olmazsa Yusuf’u değer verilen biri olmaktan uzaklaştırmak istiyorlardı. “Yusuf’u öldürün ya da onu bir yere bırakın da babamızın yüzü yalnız bize kalsın! Ondan sonra da Allah’a tevbe eder, iyi bir topluluk olursunuz. İçlerinden bir sözcü: ‘Yusuf’u öldürmeyin, onu kuyunun dibine atın, kervanlardan biri onu alıp götürsün; eğer yapacaksanız böyle yapın!’ dedi.” [237]
“Sevgi” bir tür heyecandır, duygudur. Değersizlik duygusu ise temel eğilimlerden birisidir. Yakub’un Yusuf’a sevgiyle yaklaşması ona verdiği değerin yansımasıdır. Allah Yusuf’un değerini yükselttiği için onu daha çok sevmektedir. Yusuf’un kardeşlerini bu derece çileden çıkaran baba-oğul arasındaki basit bir sevgi heyecanı değil, bu sevginin asıl nedeni olan değer vermedir. Yani Yakub, Yusuf’a fazla değer veriyor. Diğer kardeşler de değersizlik duygusuna kapılıyorlar. Bu duygunun insana yaptırmayacağı şey yoktur. Babalarının kendilerine değer vereceğinden emin olabilmek için Yusuf’un ortadan kaldırılması gerektiğini düşünüyorlar. Neticede Yusuf’un değerini düşürecek bir planı yürürlüğe koyuyorlar. Plan gereği Yusuf’u bir kuyuya atıyorlar ve tam bekledikleri gibi yolcular Yusuf’u alıp götürüyor, köle olarak satıyorlar. Yusuf’un toplumsal statüsü düşüyor, hür bir insan iken kölelik statüsüne iniyor, yani bir anlamda değer kaybediyor. [238]
Bu safhayla birlikte Yusuf’un “değersizlik duygusu” konusunda imtihanı başlıyor. Önce köle olarak satılmasıyla statü kaybına uğrar. Fakat köle de olsa bulunduğu yerde belli bir konuma sahipti: “Böylece Biz Yusuf’a o yerde güzel bir imkân verdik.”[239] Müfessirler Yusuf’a verilen güzel imkânı “meliklik” makamı[240] olarak yorumlamışlarsa da bu durum olayların akışına uygun düşmez. Yusuf’a verilen imkân “azizin evinde ona verilen imkândır.” Köle de olsa azizin Yusuf’a değer verdiğini görüyoruz: “Mısır’da onu satın alan aziz karısına: ‘Ona iyi bak, belki bize yararı dokunur, ya da onu evlât ediniriz’ dedi.” [241]
Ardından azizin karısı Yusuf’a cinsel ilişki teklif eder. Yusuf buna yanaşmaz. Kadın da iffetime saldırdı diye Yusuf’a suç isnad etmeye çalışır. Ve Yusuf, haksız yere zindana kapatılmakla cezalandırılır. Önce kölelik, sonra da haksız yere zindana atılma. Sahip olduğu statüyü de kaybeden Yusuf iyiden iyiye değer kaybına uğrar; Üstelik haksız yere.
“Kadın dedi ki: ‘İşte siz beni bunun için kınıyorsunuz! Andolsun ben kendisinden murâd almak istedim de o, iffetinden ötürü beni reddetti. Ama kendisine emrettiğimi yapmazsa, elbette zindana atılacak ve alçalanlardan olacaktır.”[242] Hırsızlarla, katillerle, kaçaklarla birlikte[243] alçaklardan[244] sayılacaktır. Alçalanlardan olmak, değer ve statü kaybından başka bir şey değildir. Yusuf bu konumda uzun müddet zindanda kalır.
Zaman içinde gelişen olaylar Yusuf’u yeniden üstün bir mevkîye getirir. Toplum içerisinde saygın, itibarlı, kendisine değer verilen bir kişi olur. “Kral: ‘Onu bana getirin’ dedi, ‘onu kendime özel dost yapayım!’ Kendisiyle konuşup ondaki olgunluğu görünce Yusuf’a: ‘Sen dedi, artık bugün yanımızda mevkî sahibi, güvenilir bir kimsesin. Yusuf krala: ‘Beni ülkenin hazineleri üstüne yetkili kıl. Çünkü ben (onları) iyi korur, yönetmesini iyi bilirim’ dedi. Böylece Biz Yusuf’a o ülkede iktidar verdik…” [245]
Serüvenin sonunda kardeşleri bile Yusuf’un üstünlüğünü itiraf ettiler, belki de daha önce içine düşmüş oldukları değersizlik duygusundan kurtuldular. Değersizlik duygusunun dürtmesiyle işlemiş oldukları hatadan dolayı pişman oldular. “Vallahi dediler, Allah seni bizden üstün kıldı. Doğrusu biz suç işlemiştik!” [246]
Kişi, varoluşunun getirdiği sorunlara güvenli ve gerçekçi bir biçimde yaklaşabildiği oranda güvensizlik duygusu yaşamaz. Yenilgiyi de başarı gibi hayatın doğal bir parçası olarak değerlendirdiği için karşı karşıya geldiği şartlardan ve kendisi ile ilgili gerçeklerden kaçmaz. Gerek iç dünyasından gelen çaresizlik hissi, gerekse dışarıdan zorlayan etkenler karşısında yapıcı çabalar geliştirmesini bilir. Kendisinin ve diğer insanların ortak özelliklerine ve amaçlarına uygun değer yargılarına sahip oldu için tutarlı bir kişilik ortaya koyar.
Yusuf’a verilen “hüküm ve ilim”, Allah’ın otoritesine olan bağlılığı,[247] değersizlik duygusuna kapılmasına neden olabilecek şartlarda ona destek olmuş, üstünlük eğiliminin taşkınlığa yol açabileceği durumlarda onu dizginlemiştir. Kardeşleri ise güdü ve eğilimleriyle hareket etmişler, alt-ben’in sınırsız isteklerine kulak vermişlerdir. Onların bu halini babaları Yakub dile getirirken şöyle der: “Herhalde nefislerini sizi aldatıp kötü bir işe sürükledi.” [248] Yani nefsiniz bunu yapmayı size kolaylaştırdı, gözünüzde basitleştirdi.
Yusuf kıssasında kişilik açısından önem arzeden bir diğer husus da cinsel güdünün kontrol altına alınmasıdır. Cinsel güdü, fizyolojik güdülerin en önemlilerindendir. Yusuf, cinsel güdünün kontrol altına alınması ve değer yargılarının, sosyal normların meşrû sınırlarını aşmaması yönünde geliştirdiği mükemmel kişilikle insanlığa model olmuştur. En zor, kritik anlarda bile kendisini cinsel güdünün dürtüsüne bırakmamış, üst-ben’in sesine kulak vererek, İlâhî otoriteden güç alarak, değer yargısı olarak çizilen sınırların dışına çıkmamıştır. Cinsel güdünün sınırsız doyum arayışıyla üst-ben’in buyurucu gücü karşı karşıya geldiğinde üst-ben gâlip gelmiştir.
“Yusuf’un evinde kaldığı kadın, onun nefsinden murâd almak istedi ve kapıları kilitleyip: ‘Haydi gelsene!’ dedi. Yusuf: ‘Allah’a sığınırım, o benim Rabbimdir, benim yetişmemi, yerleştirilmemi güzel yaptı (efendim bana güzel baktı). Zâlimler iflâh olmazlar!”[249] Şartlar öylesine uygun bir durum arzediyor ki, Yusuf’un kadınla cinsel ilişkiye girmesi için her şey hazır ve cinsel ilişkiye girmesini engelleyecek hiçbir durum yok. Fakat Yusuf’un üst-ben’ine hâkim olan İlâhî otorite ve otoritenin buyurduğu değerler bu cinsel ilişkiye mâni oluyor.
“Andolsun, kadın onu arzu etmişti, eğer Rabbinin doğruyu gösteren delilini görmeseydi o da onu arzu etmişti. Böylece Biz kötülüğü ve fuhşu ondan çevirmek istedik; çünkü o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandır.”[250] Onlardan her biri insan doğasının ve yaratılış kanunun bir gereği olarak cinsel açıdan birbirine eğilim duydu. Fakat Yusuf bizzat irâdesini kullanarak bu işe niyet etmedi. Yusuf eğer kadına karşı ilgi duyacak biri olmasaydı, diğer insanlara örnek olamazdı. Alt-ben cinsel eğilim gösterdi, fakat değer yargılarına uymadğı için üst-ben derhal devreye girdi. Yusuf’un üst-ben’i çok sağlamdı, kaypak değildi. İlâhî otoriteyi ve O’nun emrettiği değerleri kabul ve itaatte son derece samimi ve ihlâslıydı.
Alt ben, üst ben tarafından kontrol altına alınmazsa sınırsız doyum arar. Bu da değerler açısından kötülüğe dâvetiye çıkarır. Eğer iyinin-kötünün ölçüsünü koyan ve bunları buyuran bir üst ben varsa kişilik, değerler doğrultusunda gerçekleşir. “(Bununla beraber) Nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis, aşırı şekilde kötülüğü emreder. Rabbim acıyıp korumuş başka. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, pek merhamet edendir.”[251] Doğası gereği nefis (alt ben) şehvetlere, arzulara eğilim duyar. Fakat merhamet edip koruduğu nefsi Allah bu durumdan alıkoyar. [252]
Kur’an “zinâ etmeyin!” yerine, “Zinâya yaklaşmayın!”[253] der. Haram bakışlar, insanı zinâya yaklaştırır. İnsan, ancak imanı derecesinde gözlünü haramdan koruma irâdesi gösterebilir. Kur’ânî emirlerden özellikle biri, açık-saçıklığın kol gezdiği, çıplak vücutlar karşısında akılların baştan gittiği, hayâsızca gözler önüne serilen vücut hatları karşısında kalplerin nefsin hevâlarına esir edildiği bir ortamda, akıl, kalp ve rûhuna rağmen gözlerini âdî bir röntgenci duruman düşürenler için mânidar dersler taşır: “Mü’min erkeklere söyle: ‘Gözlerini harama kapasınlar, ırzlarını da korusunlar. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır.”[254] Âyet, iman vurgusu taşır. Gözünü haramdan korumanın ancak mü’min için sözkonusu olduğuna, onun da bunu imanı derecesinde başarabileceğine işaret edilir. Yaratıcısını ve sahibini tanımayan biri, gözün kendisine Rabbi tarafından verilmiş bir emânet olduğunu hiç mi hiç tanımaz. Gözü emânet olarak tanımayan biri, elbette, onu emânet sahibinin emir ve izni dâhilinde kullanma yükümlülüğünü de değerlendirmez. Böyle biri, aksi halde emânete ihânet edeceğini de düşünmez. Sonuç olarak, bu kimsenin gözünü haramdan koruma sözkonusu olamaz.
Aynı şekilde, bir Yaratıcı’ya inandığı halde, o inancı hayatına taşımayan; yalnızca kendini darda hissettiği anlarda bir “emniyet sübabı” veya bir “yedek lastik” olarak o imana müracaat eden bir gaflet ehli de bu emre kulak asmayacaktır. İstese bile, asamayacaktır. Çünkü, iç dünyasını her dâim o Yaratıcının huzurunda olma şuuruyla diri ve uyanık kılmayan biri, vitesi boşalmış bir araba yahut dümensiz bir kayık misâlidir. Eğime ve akıntıya uyar, nefis ve hevâsı onu nereye sürüklerse, oraya sapar. Vicdanı onu Yaratıcının emri ve de âhiret konusunda uyarsa bile, bunun bir faydası olmaz. Çünkü, âhiret o gaflet ânında çok uzaklarda gözükür. Oysa, önünde nefsinin iştihâsını kabartan bir manzara vardı. Ve nefis, tam bir miyoptur; yalnız önündekini görür, ileri görmez, âhireti düşünmez.
Bu “gözünü haramdan koruma” emrinin mânidar veçhesi, öncelikle içe dönük bir çabayı emrediyor olmasıdır: “Sen gözünü koru!” Bu, Kur’an’ın önceliği insana veren, düğümü fertlerde çözen genel üslûbunun mânidar bir yansımasıdır. Çünkü, problemin kökü, “dış dünyada” değil; içimizdedir. İç dünyası muhkem, iman kalesi sağlam olan biri, tüm dünya haram tablolarla dolu olsa bile, sarsılıp sapmayacaktır. Dış dünyada nice haram mevcut olsa bile, imanın içerdiği hayâ, şuur ve uyanıklık hali içinde, Rabbinin huzurunda olduğundan gaflet edip, kendini pazarlayan süflîlerin, rezil cıvıkların peşine düşmeyecektir. Hayâsı, edebi, sabrı ve sebâtı, tabii her şeyden önce imanı buna izin vermeyecektir.
Nitekim Yusuf (a.s.) kıssası, bunun bir örneğidir. Önünde kendini tüm zînetleriyle sunan bir dünyalar güzeli, bir först leydi karşısında, Yusuf’un tavrı, gözünü ve sırtını dönmek olmuştur. Yusuf (a.s.), Kur’an’da övgüyle aktarılan bu haliyle, tüm insanlığa şu dersi vermektedir: İnsan, eğer “gözünün sahibi”ni tanır ve O’nun emrini hakkıyla bilirse, en “baştan çıkartıcı” manzara bile onu baştan çıkartamaz. Zâten Yusuf kıssasının bir örneğini oluşturduğu tüm peygamber kıssaları, gün gelip koca bir toplumu kendi yolunun yolcusu kılan nebîlerin, yola tek başına koyulduklarını açık açık ortaya koymaktadır. Her bir peygamber, fatratların bozulduğu, Allah’ın ve âhiretin unutulduğu, insanların hevâlarının istediği gibi davrandığı bir ortamda gelmişlerdir. Ortam onları değiştirmemiş, bozulmuş bir ortamda birer iman anıtı olarak sarsılmadan kalmış; sergiledikleri imanî şuur ve irâde ile onlar ortamı değiştirmişlerdir.
Nur sûresinin 30. âyeti, mü’min erkeklere “gözlerini haramdan sakınma”yı emrettikten sonra, ikinci bir emir daha verir: “ferclerini/ırzlarını koruma.” Bu da, mânidar bir husustur. Zira, ferclerin zinâya düşmesinin ilk basamağı, gözlerin harama bakışıdır. Göz harama kaydığında, irâde hükümsüz kalmış ve akıl nefsin çekim alanına girmiş demektir. Gözü harama kaydıran nefis, bu haram yolculuk nihâyete ulaşmadan teskin olmayacaktır. Gözü rabbinin emâneti bilip, öylece kullanmaktan uzaklaşmanın varacağı yer, fercin de, Rabbin emâneti olduğundan gafletle bir zinâ âleti deresine/seviyesizliğine düşürülmesidir. İsrâ sûresi, 32. âyetindeki “zinâya yaklaşmayın!” emrinin de dikkat çektiği gibi, tüm şehvânî şeylerde en kritik husus, yaklaşmaktır. [255]
Züleyha; Hz. Yusuf’un Büyük İmtihanlarından Biri
Kur'ân-ı Kerîm'de Yûsuf sûresinde anlatılan Yusuf kıssasında (hikâyesinde) söz konusu edilen kadın.
Züleyhâ kelimesi, Farsça bir isimdir. Arapça şekli ise, Zelihâ'dır. Kelime olarak her iki şekilde de okunabilir ve her iki şekildeki okunuş da doğrudur. Farklılık, hareke değişikliğine dayanmaktadır. Bazı kaynaklara göre onun gerçek adı, Râîl'dir. [256]
Kur'ân'da Züleyha ismen geçmemektedir. Ancak, Yusuf kıssasında, baştan sona Yusuf (a.s.) ile beraber anılmıştır. Kur'ân'daki Yusuf ile Züleyha'nın hikâyesi, Yüce Allah tarafından kıssaların, hikâyelerin en güzeli olarak haber verilmiştir.
“Biz bu Kur'ân'ı vahyetmekle, sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz.” [257]
Yusuf (a.s.) kardeşleri tarafından kuyuya atılmış, oradan geçen yolcular tarafından kuyudan çıkarılmış ve Mısır'a götürülerek köle olarak satılmıştır. Mısır'da onu satın olan kimse hanımına; “Ona güzel bak, belki bize faydası olur yahutta onu evlat ediniriz’ dedi.”[258] İşte bu hanım, Züleyhâdır. Yusuf'u ilk gördüğünden itibaren, onun güzelliğinden etkilenerek ona âşık oldu. Yusuf'a çeşitli tekliflerde bulundu fakat Yusuf onun tekliflerini her seferinde reddetti. Ancak Züleyhâ teklifinde ısrar ederek ona zorla sahip olmak istedi. Yusuf ondan kurtulmak için kapıya doğru koşarken, kapıda efendisi ile karşılaştı. O zaman Züleyhâ, Yusuf'un kendisine sataştığını söyledi. Fakat Yusuf'un gömleği arkadan yırtıldığı için, onun suçsuzluğu ve Züleyhâ'nın suçlu olduğu ortaya çıktı.
Kadınlar arasında Züleyhâ için dedikodular çıkınca, o kadınlara bir ziyâfet vererek Yusuf u bir münasebetle onlara göstermiştir. Kadınlar Yusuf'un bu güzelliği karşısında ona bakakalmışlar ve ellerindeki meyve yerine, parmaklarını kesmişlerdir. Ondan sonra da Züleyha'ya hak vermişlerdir. [259]
Bazı rivâyetlere göre, Züleyhâ'nın kocası vefât ettikten sonra Allah'ın irâdesi ile eski güzelliğini kazanmış ve Yusuf (a.s.) ile evlenmiştir. Yusuf (a.s.) ile evlendiği zaman, bakire olduğu anlaşılmıştır. [260]
Fakat bu rivâyetin ciddi bir temeli, dayanağı yoktur. Bu rivâyet, daha çok edebî hikâye türlerine uymakta ve dayanmaktadır. Aslına bakıldığı zaman, Züleyhâ iyi bir izlenim bırakmamıştır. Kur'ân'daki âyetlerden anlaşıldığına göre, Züleyhâ, Yusuf’u (a.s.) yoldan çıkarmak için her türlü şeytanî yola başvurmuştur. Onu, Allah yolundan, doğruluktan, haktan saptırmak için uğraşmıştır. Bunun için yalan söylediği ve çeşitli hilelere başvurduğu âyet ile sabittir. Bir peygamberin böyle bir hanımla evlenmesi, onun izzetini zedeler. Yusuf’un (a.s.) onunla evlenmesi, şu meâldeki âyete de ters düşmektedir:
“Kötü karakterli kadınlar öyle erkeklere, kötü karakterli erkekler öyle kadınlara. Temiz karakterli kadınlar, öyle erkeklere ve temiz karakterli erkekler öyle kadınlara...” [261]
Buna göre doğru olanı, Yusuf’un (a.s.) neticede Züleyhâ ile evlenmemiş olmasıdır. [262]
Hz. Muhammed’in (s.a.s.) hadislerinde, Züleyhâ hakkında bilgiye rastlanmamaktadır. Ancak bir seferinde Rasûlüllah (s.a.s.) ondan “Yusuf'un arkadaşı” diye bahsetmiştir. [263]
Züleyhâ, Kur'ân'ın ibret için sunduğu Yusuf (a.s.)'ın kıssasında yer aldığına göre, onun hakkında bilgi veren âyetlerde hikmetler vardır. İnsanların Züleyhâ hakkındaki bu bilgilerden çeşitli dersleri almaları gerekir. [264]
Kişiyi sevdiğinde kaybeden bir sevgi üretici değil, tüketici bir sevgidir. Züleyha’nın Yusuf’a (a.s.) olan sevgisi gibi. Hem kendisi tükenir hem de karşısındakini tüketir. Çünkü o sevdâya kara çalınmıştır, kontrolden çıkmış, “ak sevdâ” iken “kara sevdâ” olmuştur. Kur’an’da Züleyha için geçtiği gibi yakıp tüketen bir şey olmuştur: “Sevdâ onun bağrını yakmış, dediler.”[265] Evet, onu tüketmiş, o da kendisini tüketenden intikam almak istemiştir. Tabii bu intikam dönüp onu tüketmek biçiminde gösterecektir kendini. Onca sevgisine rağmen mi? Evet, onca sevgisine rağmen yapmak isteyecektir bunu. Böylesine bir sevgi kimse için meşrû değildir. Meşrû sevgi, aklı baştan almaz, tersine aklı lâyık olduğu yere koyar. [266]
İslâmî hiçbir kaynağa dayanmadan böyle bir kadının Yusuf (a.s.) ile evlenmiş olduğu gibi bir rivâyetin uydurma olduğunu, bu rivâyete itibar etmenin çok yanlış olduğunu belirtelim. Ayrıca özellikle Osmanlı Divan ve Halk Edibiyatında Yusuf ile Züleyha mesnevî ve halk hikâyelerinin son dönemlerde bu konuyla ilgili roman ve filmlerin ilginç bir aşk hikâyesinden öte bir mesaj içermeyen bir mâcera anlatımı olduğunu, bu tür anlatımlarla şuurlu mü’minlerin prim vermemeleri gerektiğini hatırlatmış olalım. Yusuf’un (a.s.) yüz güzelliğini, diğer güzelliklerinin çok önüne çıkaran değerlendirmenin de hedonist/zevkçi ve materyalist bakış açısı olduğunu ifade edelim.
Hz. Yusuf’un Sınavları ve Biz
Peygamber çocukluğundan yetim konumuna, asil bir aileye mensup özgürlükten köleliğe, kölelikten krallığa/devlet başkanlığına, zindandan saraya, çölden Mısır’a dönüşen bir hayat. Onca musibetlerle sınanma, çile ve ayrılık…
Kardeşleriyle imtihan (Kıskançlık ve sûikastle), haksız yere zindana ve kuyuya atılmakla imtihan, först leydi ile imtihan; Kadınla, cinsellikle sınav, zâlim devletle, yalnızlıkla, vatandan ve ailesinden ayrılmakla, gurbetle imtihan, iftira ile, çamur atılma ile ve belki en zoru olan mülkle, devletle, makamla, yöneticilikle, krallıkla imtihan. Zenginlikle, şan ve şöhretle, güzellikle/yakışıklılıkla sınanma, intikam alma gücü olduğu halde affedip etmeyeceğinin denenmesi ile. Entrikalar, tuzaklar, hile ve düzenlerle sınanma ile…
Yusuf’un (a.s.) imtihanları hicret ve inkılâp/devrim destanlarıdır. Allah’a iman, O’na dayanıp güvenme, O’na kulluk, sonucu zafere ulaşma ve kavmini de Filistin’den Mısır’a hicretle başlayıp yüzlerce sene huzur ve şerefle yaşatacak bir kurtarış…
Bugünün dâvâ adamları, muvahhid ve mücâhid özellikleriyle öne çıkan güzel ahlâklı, şuurlu mü’minler de Yusuf’un imtihanlarından alınlarının akıyla çıkarsa, Yusuf (a.s.) gibi dünyada devlete, âhirette cennete kavuşmalarını ümit edebilirler. Allah, peygamberlerini bile bunca sınava tâbi tutmadan ve imtihanlarını başarmalarını beklemeden netice vermiyor; Allah’ın sünneti (sünnetullah, Allah’ın değişmez yasaları) böyle. Öyleyse zafer ve felâh için, devlet ve cennet için, bunlara giden yolu açacak olan Allah için, O’nun rızâsını kazanmak için haydi sınava, sınavlara!
Bırakın kendini en uygun şartlarda çağıran först leydilere Allah korkusundan dolayı iltifat etmemeyi, sokak ve caddelerdeki bayanlara karşı gözlerini koruyamayan, tv.nin “bak bana” çağrısına “hayır!” diyemeyen; ailesiyle (Yusuf gibi kardeşleriyle ya da annesi-babasıyla, eşi veya çocuklarıyla) imtihanını kolayca kaybeden, bu konudaki sıkıntılara müslümanca çözümler bulamayan; kendine karşı sergilenen haksızlıklara, suçlamalara, suçsuz yere (kuyu gibi) kendi izbe köşesine atılmaya, baskıyla-hapisle yıldırılma çabalarına karşı, iftiralara ve çamur atmalara karşı müslümanca direnç gösteremeyen; anadan-babadan, vatandan hicret zorunda kaldığında, elinden insanî/İslâmî özgürlüklerinin alınmak istenip köleleştirmeyle karşı karşıya bırakıldığında, zâlim devletin hile ve baskısıyla karşılaştığında nihâî tercihini Allah’tan, O’nun rızâsından yana yapmakta zorlanan Yusuf adayları, Yusuf’luğa soyunmadan devlet ve cenneti giyinemeyeceklerini bilmelidir!
“Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş kimselerin başlarına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu ve öyle sarsıldılar ki Peygamber ve onunla beraber iman edenler nihâyet ‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ dediler. İşte o zaman (onlara), ‘Şüphesiz Allah’ın yardımı yakın’ (denildi).” [267]
Yusuf gibi iffet, sabır, metânet ve vakar timsâli olmak düşüyor gençlerimize. Tüm fitneleriyle bize saldıran dünyanın aldatıcı güzelliğine meyletmeden onun gömleğimizi arkadan yırtacağı şekilde iman ve ahlâkımıza saldırılarını püskürten bir yiğitlik gerekiyor. Bu uğurda zindan da olsa bedelleri ödemeye hazır bir bilinç. Yusufca fedâkârlığa hazır iman ve ahlâk şuuru, âhirette sonsuz ödüllere ulaştıracağı gibi, avans olarak dünyada da sultanlıklarla taçlandıracaktır sahibini.
Yusuf gibi yiğitlerden olamayan ümmete en azından Ya’kub olmak düşüyor. Gençlerimiz Yusuf gibi güzel, onun gibi sınavlarını başaranlardan değilse bile, gözü yolda bekleyen, beklemekten gözleri yorulup bozulan ümmetin Ya’kub sabrını, ümid ve cehdini taşıması gerekiyor. “…Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin…”[268]; “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer gerçekten iman etmişseniz üstün gelecek olan sizsiniz.” [269]
Selâm olsun Yusuf’a, Yusuf gibi güç sınavlardan alnının akıyla çıkan güzel insanlara…
Yusuf (a.s.) ile İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Yûsuf İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 27 Yerde): 6/En’âm, 84; 12/Yûsuf, 4, 7, 8, 9, 10, 11, 17, 21, 29, 46, 51, 56, 58, 69, 76, 7, 80, 84, 85, 87, 89, 90, 90, 94, 99; 40/Mü’min, 34.
B- Ya’kub (a.s.) İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 16 Yerde): 2/Bakara, 132, 133, 136, 140; 3/Âl-i İmrân, 84, 4/Nisâ, 163; 6/En’âm, 84; 11/Hûd, 71; 12/Yûsuf, 6, 38, 68; 19/Meryem, 6, 49; 21/Enbiyâ, 72; 29/Ankebût, 27; 38/Sâd, 45.
C- Yusuf (a.s.) İle İlgili Konular
a- Yusuf’un (a.s.) Kıssasını Anlatan Âyetler: 12/Yûsuf, 3-102.
b- Yusuf (a.s.) Ya’kub’un (a.s.) Oğludur: 12/Yûsuf, 4-6, 100.
c- Yusuf (a.s.)’a Peygamberlik Verilmiştir: 6/En’âm, 84; 12/Yûsuf, 4-6 21-22.
d- Yusuf’un (a.s.), Babası Hz. Ya’kub’a Gördüğü Rüyayı Anlatması: 12/Yûsuf, 4-6, 100.
e- Yusuf’u (a.s.), Kardeşlerinin Kıskanması ve Öldürme Girişimleri: 12/Yûsuf, 7-18.
f- Yusuf’un (a.s.) Atıldığı Kuyudan Kurtulması ve Mısır Azizine (Maliye Bakanına Satılması: 12/Yûsuf, 19-21.
g- Yusuf (a.s.)’a Allah’ın Rüya Tabirini Öğretmesi: 12/Yûsuf, 21-22
h- Yusuf’un (a.s.) Mûcizeleri: 12/Yûsuf, 36-37, 41-43, 47-49.
i- Yusuf (a.s.) ile Zeliha’nın Kıssası: 12/Yûsuf, 22-35
k- Yusuf’un (a.s.) Zindana Atılması ve Zindan Hayatı: 12/Yûsuf, 35-37
l- Yusuf’un (a.s.), Zindan Arkadaşlarının Rüyasını Tabir Etmesi: 12/Yûsuf, 41-42.
m- Yusuf’un (a.s.), Zindan Arkadaşlarını Hakka Dâveti: 12/Yûsuf, 36-40.
n- Yusuf’un (a.s.), Mısır Padişahının Rüyasını Tabir Etmesi ve Zindandan Kurtulması: 12/Yûsuf, 43-54.
o- Yusuf’un (a.s.), Mısır Kralından Hazineyle İlgili Görev İstemesi: 12/Yûsuf, 54-56
p- Yusuf’un (a.s.) Mısır’ın Hazinelerinin Başına Geçmesi ve Kardeşleriyle Kıssası: 12/Yûsuf, 54-93.
r- Yusuf’un (a.s.), Kardeşlerinden Bütün Ailesini Kendine Getirmelerini İstemesi ve Ailesine Kavuşması: 12/Yûsuf, 93-102.
s- Yusuf’un (a.s.) Kıssasında İbretler Vardır: 12/Yûsuf, 7.
[1] 12/Yûsuf, 4-7
[2] 12/Yusuf, 7
[3] 12/Yûsuf, 3
[4] 11/Hûd, 71
[5] 38/Sâd, 45
[6] 3/Âl-i İmrân, 93
[7] 12/Yûsuf, 8
[8] 12/Yûsuf, 6
[9] 12/Yusuf, 5-6
[10] 12/Yûsuf, 100
[11] 12/Yusuf, 8-9
[12] 5/Mâide, 27
[13] 5/Mâide, 30
[14] 12/Yûsuf, 17-18
[15] 12/Yûsuf, 68
[16] 12/Yûsuf, 19-20
[17] 12/Yûsuf, 21
[18] 12/Yûsuf, 21
[19] 12/Yûsuf, 21
[20] 12/Yusuf, 22
[21] 12/Yusuf, 23-24
[22] 12/Yusuf, 53
[23] 12/Yusuf, 25
[24] 12/Yusuf, 26
[25] 12/Yûsuf, 26-28
[26] 12/Yûsuf, 29
[27] 12/Yûsuf, 30
[28] 12/Yûsuf, 31-32
[29] 12/Yûsuf, 32
[30] 12/Yusuf, 50-51
[31] 12/Yusuf, 33-35
[32] 12/Yusuf, 36
[33] 12/Yusuf, 37-40
[34] 12/Yusuf, 37
[35] 12/Yusuf, 41-42
[36] Cengiz Duman, Hz. Yusuf’un Mücadele Örnekliği, Haksöz 56, Kasım 95
[37] 12/Yûsuf, 50
[38] 12/Yûsuf, 54-56
[39] 12/Yûsuf, 54
[40] 12/Yûsuf, 56
[41] 12/Yûsuf, 100
[42] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, Bap 41, cümle no: 37-44, s. 42
[43] C. Duman, a.g.m.
[44] 12/Yûsuf, 54
[45] 12/Yûsuf, 55
[46] 12/Yûsuf, l00
[47] 12/Yûsuf, 72
[48] 12/Yûsuf, l00
[49] 12/Yûsuf, 56
[50] Tekvin, 4l: 40-45
[51] 12/Yûsuf, 27, 51, 46
[52] 12/Yûsuf, 40
[53] 12/Yûsuf, 39
[54] Mevdûdî, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Y., 2. baskı, İst. 1991, c. 2, s. 471-473, 12/54. âyetin tefsiri
[55] 12/Yûsuf, 56
[56] 12/Yûsuf, 100
[57] H. Polano, sh. Lll; Mevdûdî, A.g.e., c. 2, s. 474-475, 12/56. âyetin tefsiri
[58] 12/Yûsuf, 100
[59] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 18: 2-3
[60] Tekvin, 23: 7
[61] Tekvin, 23:12
[62] Esther, 3: l-2
[63] Talmud'tan Seçmeler, Polano, sh. l72
[64] Mevdûdî, A.g.e., c. 2, s. 495-496, 12/100. âyetin tefsiri
[65] 12/Yûsuf, 58-60
[66] 12/Yusuf, 87
[67] Cengiz Duman, Haksöz 56, s. 38
[68] 12/Yûsuf, 76
[69] 12/Yûsuf, 76
[70] Mevdûdî, A.g.e., c. 2, s. 482-485, 12/76. âyetin tefsiri
[71] Mevdûdi, Tevhid Mücadelesi, c. 1, s. 517-518
[72] 12/Yusuf, 39-40
[73] bk. Ahmet Önkal, Rasûlullah’ın İslâm’a Dâvet Metodu, Esra Y., s. 199
[74] 12/Yusuf, 36
[75] Mevdûdi, Tefhimu’l Kur’an, c. 2, s. 462
[76] Seyyid Kutub, Fî Zılâlil Kur’an, c. 8, s. 400
[77] A. Önkal, a.g.e., s. 131
[78] Mevdûdi, Tefhim, c. 2, s. 463; Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, Şafak Y., s. 87-89
[79] Elmalılı, IV, 2841
[80] İbn Sa'd, Tabakat, n, 142
[81] İbn Kesîr, es-Sîre, III, 570
[82] 12/Yusuf, 7
[83] 14/İbrâhim, 4
[84] 2/Bakara, 185; 3/Âl-i İmrân, 138; 34/Sebe', 28; ayrıca bk. 13/Ra'd, 37
[85] bilgi için bk. 39/Zümer, 28
[86] Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât, "kss" md.
[87] Zemahşerî, II, 300-301; Râzî, XVIII, 85; Esed, II, 454-455
[88] İsrail ve İsrâiloğulları hakkında bilgi için bk. 2/Bakara 40, 132; 4/Nisâ, 153-161
[89] Buhârî, Tefsir 12/2
[90] 18/135
[91] İhyâ, IV, 504-505
[92] ayrıca bk. 12/Yusuf, 44
[93] Umur Günay, Âşık Tarzı Şiir Geleneği, s. 104
[94] bilgi için bk. İlyas Çelebi, Rüya, İFAV Ans. IV/29
[95] Buhârî, Ta’bîr 2-4
[96] Buhârî, Ta’bîr 3
[97] bk. 12/Yusuf, 43; Elmalılı, IV/2865
[98] Buhârî, Bed’ü’l-vahy 3
[99] Şevkânî, III/6
[100] 5/Mâide, 20
[101] Şevkânî, III/6
[102] İbn Aşûr, 12/222
[103] Râzî, 18/92
[104] Taberî, 12/93
[105] âyet 89
[106] Râzî, 18/99
[107] Taberî, 12/97-98
[108] Râzî, 18/106
[109] Tekvin, 37-36, 39/1; İbn Âşûr, 12/245
[110] 12/Yusuf, 30, 51
[111] 12/Yusuf, 78
[112] Kurtubî, IX, 158; İbn Kesîr, IV, 306; İbn Âşûr, XII, 245; Ömer Faruk Harman, "Yûsuf, İFAV Ans., IV, 507
[113] Zemahşerî, II/310; Şevkânî, III/13
[114] 12/Yusuf, 101
[115] Zemahşerî, II/312
[116] Tefhimu’l Kur’an, II/454
[117] Şevkânî, III/23-24
[118] İbn Âşûr, 12/271
[119] İbn Âşûr, 12/276
[120] Taberî, 12/132
[121] İbn Kesir, IV/317
[122] Şevkânî, III/34
[123] bk. Ahmet Suphi Fırat, Yusuf, İA, 13/441
[124] Esed, II/464-465; İbn Âşûr, 12/280
[125] 2/Bakara, 49
[126] Rüya ve rüya yorumu için ayrıca bk. 12/Yusuf, 4-6
[127] Buhârî, Tefsir 12/5
[128] bk. Taberî, XII, 140, XIII, 2; Zemahşerî, II, 328; Begavî, II, 430
[129] İbn Kesîr, IV, 319 vd.; Reşîd Rıza, XII, 323; İbn Âşûr, XII, 292
[130] Müslim, İmâre 3/14
[131] Müslim, İmâre 3/13
[132] Buhârî, Enbiyâ 19
[133] Müslim, Selâm 41-42; göz değmesi hakkında ayrıca bk. 68/Kalem, 51
[134] Râzî, 18/172
[135] Râzî, 18/177
[136] Şevkânî, III/42
[137] bk. 13/23-24
[138] âyet 10; Taberî, 12/93
[139] 18/195
[140] Buhârî, Ezân 155
[141] Râzî, 18/206
[142] Geniş bilgi için bk. Hak Dini Kur’an Dili, IV/2921 vd.
[143] Râzî, 18/210-211
[144] velî hakkında bilgi için bk. 2/Bakara, 257; 4/Nisâ, 2, 138-140; 6/En’âm, 14
[145] Râzî, 18/216
[146] gayb hakkında bilgi için bk. 2/Bakara, 3
[147] 31/Lokman, 25
[148] 16/Nahl, 57
[149] 39/Zümer, 3
[150] 9/Tevbe, 30
[151] 6/En’âm, 100
[152] Esed, II/481
[153] ayrıca bk. 16/Nahl, 125
[154] 6/En’âm, 8
[155] krş. 3/Âl-i İmrân, 42; 11/Hûd, 71); 28/Kasas, 7; 66/Tahrîm, 11-12
[156] İbn Kesir, IV/346
[157] Râzî, 18/226; Şevkânî, III/57
[158] İbn Kesîr, IV/346
[159] Buhârî, Tefsir 12/6
[160] Râzî, 18/226
[161] Şevkânî, III/58
[162] âyet 7
[163] âyet 18
[164] âyet 64
[165] âyet 86-87
[166] âyet 67
[167] geniş bilgi için bk. Orhan Çeker, Halvet, DİA, 15/384
[168] âyet 33
[169] âyet 90
[170] âyet 56
[171] Kur’an Yolu, Türkçe Meal ve Tefsir, DİB Y., c. 3, s. 201-244
[172] Buhârî, Bed'u'1-Vahy 3, Tefsir, sûre 96/1; Ta'bîr 1; Müslim, îmân 252; Ahmed bin Hanbel, Müsned 6/153, 232
[173] 2/Bakara, 216
[174] 12/Yûsuf, 8-9
[175] 12/Yûsuf, 12
[176] 12/Yûsuf, 20
[177] 12/Yûsuf, 21-22
[178] 12/Yûsuf, 23
[179] 23-24’üncü âyetler
[180] 12/Yûsuf, 24
[181] 12/Yûsuf, 28
[182] 12/Yûsuf, 30
[183] 12/Yusuf, 37-40
[184] 12/Yûsuf, 41
[185] 12/Yûsuf, 36, 41-42
[186] 12/Yûsuf, 43-49
[187] Buhârî, Ta'bîr 4, Enbiyâ 11, 14; Tefsîr sûre 12/5; Müslim, Îmân 228, Fedâilu's-sahâbe 152; Tirmizî, Tefsîr Sûre 12/1, Ahmed bin Hanbel, Müsned 6/326, 332
[188] 12/Yûsuf, 53
[189] 12/Yûsuf, 51-52
[190] 12/Yûsuf, 55
[191] 12/Yûsuf, 47-49
[192] Buhârî, Magâzî 14
[193] 12/Yûsuf, 55-56
[194] 12/Yûsuf, 59-69
[195] 12/Yûsuf, 76
[196] 12/Yûsuf, 78-79
[197] 12/Yûsuf, 18, 83, 87
[198] 12/Yûsuf, 86
[199] 12/Yûsuf, 90-91
[200] 12/Yûsuf, 91
[201] 12/Yûsuf, 92
[202] 12/Yûsuf, 101
[203] 12/Yûsuf, 102
[204] 108'nci âyet
[205] 12/Yûsuf, 105-106
[206] 12/Yûsuf, 109
[207] 12/Yûsuf, 110
[208] 12/Yûsuf, 107
[209] 3/Âl-i İmrân, 93
[210] 12/Yûsuf, 111
[211] Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 23, s. 5-13
[212] âyet, 1-2
[213] âyet: 3, 102, 111
[214] âyet: 6, 100-101
[215] âyet: 18, 26-28, 96
[216] âyet: 8-19
[217] âyet: 23-25. 31-35
[218] âyet; 35
[219] âyet: 43-52, 54-56
[220] âyet, 53
[221] âyet, 92
[222] ayet, 18, 67, 83
[223] âyet, 100
[224] âyet, 101
[225] âyet, 103-1061.
[226] âyet, 108
[227] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 9/532-534
[228] 12/Yûsuf, 3
[229] 12/Yûsuf, 111
[230] Buhârî, Tefsir, 12/2
[231] Tirmizî, Tefsir, Yusuf sûresi, hadis no: 3115
[232] 2/Bakara, 260
[233] Buhârî, Enbiyâ 11, 15, 19, Tefsir, Yusuf sûresi 5, Ta'bir 9; Müslim, İman 238, h. no: 151, Fedâil 152, h. No: 151; Tirmizî, Tefsir, Yusuf sûresi 12, h. no: 3115
[234] Yusuf: 12/50-52
[235] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 3/340-341
[236] 12/Yûsuf, 4-6
[237] 12/Yûsuf, 9-10
[238] 12/Yûsuf, 11-20
[239] 12/Yûsuf, 21
[240] ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, II/436-437; en-Nesefî, Medârikü’t-Tenzîl, II/310
[241] 12/Yûsuf, 21
[242] 12/Yûsuf, 32
[243] Nesefî, a.g.e, II/316
[244] el-Beydavî, Envâru’t-Tenzîl, I/483
[245] 12/Yûsuf, 54-56
[246] 12/Yûsuf, 91
[247] 12/Yûsuf, 101
[248] 12/Yûsuf, 18
[249] 12/Yûsuf, 23
[250] 12/Yûsuf, 24
[251] 12/Yûsuf, 53
[252] Abdurrahman Kasapoğlu, Âdem’den Hâtem’e Kişilik, İzci Y., s. 42-48
[253] 17/İsrâ, 32
[254] 24/Nûr, 30
[255] Metin Karabaşoğlu, Kur’an Okumaları, Karakalem Y., s. 103
[256] et-Taberî, Tarih, Beyrut, t.y., I, 337
[257] 12/Yusuf, 3
[258] 12/Yusuf, 21
[259] bk. 12/Yûsuf, 1-111
[260] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1971, IV, 2879
[261] 24/Nûr, 26
[262] Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur'ân, İstanbul 1991, II, 448 vd
[263] ez-Zebîdi, Sahihi Buhârî Muhtasarı Tecvidi Sarih Tercemesi, trc. Ahmed Naim, İstanbul 1972, II, 663
[264] Nureddin Turgay, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 490
[265] 12/Yûsuf, 30
[266] Mustafa İslâmoğlu, Yürek Devleti, Denge Y., s. 93
[267] 2/Bakara, 214
[268] 39/Zümer, 53
[269] 3/Âl-i İmrân, 139