Asim Şensaltık

Asim Şensaltık

Pazartesi, 01 Mart 2021 11:06

53.HUTBE: 1 OCAK KUTLU OLSUN!

1 OCAK KUTLU OLSUN!

AYET:

آيَا يَُّهَا لَّذ۪ينَ مَٰنُو لَا تَتَّخِذُو لْيَهُودَ وَلنَِّصَآ ارىٰ وَْلِ آيَاءَۢ بَعْضُهُمْ وَْلِ آيَاءُ بَعْضٍۜ وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ مِنْكُمْ فَانَِّهُ مِنْهُمْۜ نَِّ للّٰهَ لَا يَهْدِي لْقَوْمَ لظَّالم۪ينَ

“Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları veli edinmeyin. Onlar birbirlerinin velileridir. Sizden kim onları dost edinirse şüphesiz o da onlardandır.

Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.”[1]

نَِّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحاً مُب۪يناًۙ

“Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsân ettik”1253

ذَِ آجَاءَ نَصْرُ للهِ وَلْفَتْحُۙ وَرَيَْتَ لنَّاسَ يَدْخُلُونَ ف۪ي د۪ينِ للّٰهِ فَْوَجاًۙ فَسَبِّـحْ بِحَمْدِ ربَِّكَ

وَسْتَغْفِرهُْۜ نَِّهُ كَانَّٰ تَـوَّباً

“Allah’ın yardımı gelip fetih gerçekleştiğinde; Ve insanların akın akın Allah’ın dinine girdiğini gördüğünde; Rabbine hamdederek şanının yüceliğini dile getir ve O’ndan af dile; şüphesiz O, tövbeleri çok kabul edendir.” [2]

1 Ocak tarihi, müslümanlar için önemli bir gündür. 31 Aralık gecesinde şuurlu müslümanlar bir kutlamaya katılırlar; Kutlamaya ve muhâsebeye. Elbette noel değildir kutlanan. Hıristiyanların tanrı kabul ettikleri bir zâtın doğum günü değildir değerlendirilen. 1 Ocak, müslümanlar için bir senenin israf edilip defterinin dürülmesi ve yeni bir yılın başlangıcının delice kutlanılması değil; Câhiliyye denilen karanlık bir çağın kapatılıp yeni bir çağın açıldığının bütün dünyaya ilânı olan en büyük fethin, Mekke fethinin yıldönümü ve fethin değerlendirildiği gündür.

İnsanları hayra yönelterek hayırlı ümmet olma şuurunu ve yeryüzünün halîfesi olma sorumluluğunu kuşanan fetih rûhuna sahip müslümanlar, gündem oluşturmak zorundadır. Başkalarının tâyin ve tespit ettiği gündemlerin arkasından koşan basit taklitçiler durumuna düşmemelidirler. Gündemimiz: Yılsonu, yılbaşı değil; Mekke fethidir. Daha doğrusu, başta Mekke olmak üzere bir zamanlar fethedilmiş şehirlerin yeniden fethedilme ihtiyacı…

Nedir Fetih? Fetih, kalplerin ve kapıların açılmasıdır. Fetih, kelime-i tevhidin, içine girip fethettiği gönlün, heyecanını dışa taşırıp başkalarını da kuşatıp yararlandırmasıdır. Şâirin; “Ballar balını buldum / Kovanım yağma olsun!” dediği cinsten, tattığı güzellikleri, başkalarına ikram etmektir fetih. Fetih, Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur!” diyen muvahhidin, tüm ilâh taslaklarına ve tüm putlara meydan okumasıdır. Karşısındaki, hangi dilden anlıyorsa, o dilden anlatmaktır. En büyüğün, sadece Allah olduğunun dünyaya ilânıdır fetih.

Fetih, küfür kalelerinin İslâm’a açılması demek olduğu kadar, gönül kapılarının da hidâyete açılmasıdır. İster dış, ister iç fetihten, isterse her ikisinden beraberce bahsedelim, cihadsız, mücâhedesiz fetih olmaz.

Fetih, Allah’ın kullarını kullara kulluktan kurtarıp sadece Allah’a kul etme eyleminin zaferle sonuçlanmasıdır.

Fetih, toprakları ele geçirip işgal etmek değil; tam tersine, her şeyi sahibine iâde etmektir. İçimizde ve çevremizdeki işgalleri kaldırmaktır.

Fetih, müslümanların ülke veya şehirleri i’lâ-yı kelimetullah amacıyla İslâmiyet’e açmaları, İslâm devleti idâresine almaları demektir. Arapça’da “açma, yol gösterme, hüküm verme, gâlibiyet ve zafere ulaştırma” anlamlarına gelen feth, terim olarak İslâm’da meşrû görülen savaşlar hakkında cihad kavramına benzer şekilde, müslümanların gayrı müslimlerden gerçekleştirdikleri toprak kazançlarını tarihte ve günümüzde bilinen diğer istilâ ve sömürü savaşlarından ayırmak amacıyla kullanılmıştır.

Fetih, öncelikle ve daha çok, kalbi ve aklı İslâm gerçeğine açmak, ikinci olarak da İslâm mesajının önündeki engelleri kaldırmak, insanın kalbine ve aklına ulaşmayı mümkün kılacak ortamı hazırlamak anlamına gelir. Medine’nin savaşsız fethedilmesi ve İslâm’a kazandırılması hakkında Rasûlullah’ın şöyle dediği rivâyet edilir: “Ülkeler ve şehirler zorla alınır: Medine ise Kur’an ile fethedilmiştir”[3]; “Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsân ettik”1256 meâlindeki âyet, askerî bir zaferin değil; Mekke’li müşriklerle hicrî 6, milâdî 628 yılında yapılan Hudeybiye Antlaşması’nın arkasından inmiştir.

Fetih sûresinin 18 ve 27. âyetlerindeki “ fethan karîbâ/yakın fetih” ibâresi Hudeybiye Antlaşmasından sonraki Hayber’in fethine, Nasr sûresinin 1 ve

Hadîd sûresinin 10. âyetlerindeki “el-feth” kelimesi ise, Mekke’nin fethine işâret etmektedir. Böylece Kur’ân-ı Kerim’de fethin hem savaş, hem dâvet ve tebliğ yoluyla gerçekleştirilebileceği açıklanmış bulunmaktadır.

En mübîn, en büyük fetih olan Mekke’nin fethi ise; Allah’ın hükmünün yeryüzünün kalbine nakşedilmesi; Lâ ilâhe illâllah mührünün dünyanın merkezine vurulmasıdır.

Yeryüzünde halîfe olabilmek için, tüm kulluk ve kölelikleri reddedip sadece Allah’a hakkıyla kulluk yapmak şarttır. Kulluk yapmak, yani ibâdet etmek için yöneleceğimiz bir kıbleye ihtiyacımız olacaktır. Aynen başkalarına kulluk yapanların kıblelerinin Washington, Çankaya, Medya... olduğu gibi. Bizim kıblemizi tâyin eden Rabbimiz şöyle buyurur: “Yüzünü Mescid-i Harâm’a çevir.”[4] Bu emre uyarak kıblemize yüzümüzü çevirip dikkatlerimizi Mekke’ye yöneltmeli, oraya doğru “Allahu ekber!” diyerek kıyâma durmalıyız. Bugün Mekke’miz ne durumdadır? Yeniden fethi bekleyen Mekke’mize yüzümüzü çevirip kıyâmımızı bekleyen başka Mekke’lerimiz olup olmadığını değerlendirmeliyiz. İslâm âleminin kalbi durumunda olan Kâbe ve Mekke ile, yine işgal altındaki kendi kalplerimizi mukayese etmeliyiz. Asr-ı Cehâlette Ebû Cehiller tarafından, arzın kalbi Kâbe ve Mekke nasıl işgal edildi ve putlarla doldurulduysa; arzın halîfesi olması gereken insanımızın kalbi de işgâle uğrayıp putlarla dolduruldu. Önce, bu putlardan uzaklaşmalı, hicret edecek Medine’ler bulmalı; sonra Mekke’lerimizi fethedip oraların sadece Allah’a kulluk yapılacak yerler olmasını sağlamalıyız.

Bu anlamda fetihler bekleyen Mekkelerimiz: Gönüllerimiz, evlerimiz, çevremiz ve halîfesi olduğumuz/olmamız gereken tüm dünyamızdır.

Allah’a ibâdet eden, Kâbe’ye, Mekke’ye yönelmiş müslümanlar, ilk kıblelerinin de halini düşünmek zorundadır. Kudüs’ümüz, Mescid-i Aksâ’mız ne durumda? O da fetih beklemiyor, yeni Salâhaddin’leri imdâda çağırmıyor mu?

Cemaat halinde dünya müslümanları gerçekten kıblelerine yönelip kıyâma dursalar, bu işgal, yerini fethe kısa bir anda bırakmaz mı? Cemaat ve ümmet bilinci içinde dünya müslümanları olarak hepimiz, fetih şuuruyla Mekke fâtihleri gibi davransak; Filistin’deki zulüm, Irak’taki vahşet, karşımızda kaç dakika dayanabilir?

Kimdir Fâtihler ve Fâtih Adayları? İnsan, yeryüzünün halîfesi olarak, ahsen-i takvîm üzere (en güzel biçimde) yaratılmıştır.[5] Bu kerem vasfını, ancak müslümanlar devam ettirmiş, diğerleri dört ayaklılardan aşağı seviyeye düşmüştür.[6] Peki, müslümanların hepsi, Allah katında aynı değerde midir? Hucurât sûresinde; “Allah yanında sizin en üstününüz en takvâlı olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır.”[7] buyrulurken, Nisâ sûresinde; “Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı... Allah mücâhidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle fazîletli kıldı.”[8] buyurulmaktadır. Zümer sûresinde ise üstünlük konusunda şöyle denilir: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[9] Demek ki bilenler, yani âlimler bu âyete göre üstün ve fazîletli kimselerdir. Bu üç âyette üç ayrı şahsiyetin fazîleti ifâde edilmektedir. Peki, en kıymetli kimse, Kur’an’a göre kimdir, düşündünüz mü? Yukarıdaki âyetlerden yola çıkarak cevaplayabiliriz: Takvâ sahibi, cihad eri âlim. Ya da ilim erbâbı, müttakî mücâhid. Veya cihad rûhuna sahip, ilimde derinleşmiş, müttakî gönül adamı.

Bilindiği gibi, takvâ kalptedir; ilim kafada, cihad da bilekte, kas gücünde. Fazîletin esası, bu üç gücü dengeli bir şekilde birleştirmektedir. İlim olmadan kaba kuvvet, sahibini kolayca zâlim ya da terörist yapabilir. Takvâ olmadan bilgi, hatta vahye dayalı ilim bile müşrik düzenin destekçisi Bel’am yapabilir kişiyi. İlim olmadan da takvâ gerçekleşmez. Çünkü Allah “Kulları içerisinde ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar.”[10] buyurmaktadır. Dolayısıyla öğrendikleri, kişiyi Allah’tan, daha fazla huşû ile korkutup takvâya meylettirmiyorsa, öğrenilenler ilim; öğrenen kişi de âlim değildir.

Allah nazarında en üstün olan kişi, gönlünü, bileğini ve kafasını birlikte güçlendiren ve bu dengeli gücü Allah yolunda kullanabilen kimsedir.

Bugün İslâmî çalışma yapanların başarısızlıkları, saâdet asrının yıldızlarına çağdaş ayna olamaması, bu altın sentezi yapamamaları, bu bütüncül bileşim için ciddî gayret göstermemeleriyle ilgilidir. Bileği güçlü ve cesâreti, ya da maddî imkânı olan müslümanın ilmi yetersiz kalmakta; dışından takvâ sahibi olduğu zannedilen kişiler, ellerine gücü, kafalarına bilgiyi yerleştirememektedirler. Âlim zannedilen kişilerin çoğu ise, cihad rûhuna yeterince sahip olamadıklarından, korkup İslâm’ı ketmetmekte/gizlemekte, kafaları kadar gönüllerini doldurmayı da düşünmemekteler. Fili olduğu gibi tanımlaması gerekenler, tuttuğu parçayı fil zannetmekle kalmamakta, başkalarını da bu organın fil olduğuna inandırmaya çalışmakta, hatta gözü açık olanların da bu körebe oyununa katılmasını istemekteler.

Fetih rûhuna sahip olmanın önündeki en önemli engel bu olduğuna göre, fâtih olmanın yolunun da nereden geçtiği ortaya çıkmaktadır. Kur’an’a bakıyoruz; İman ve küfrü, tevhid ve şirki, bunların aralarındaki savaşı görüyoruz. Tarihe bakıyoruz; tarihin hak ve bâtıl mücâdelesinden ibâret olduğunu görüyoruz. Günümüze bakıyoruz; manzara yine aynı: İşgalci müstekbirler ve zulme uğrayan müstaz’af kalabalıklar.

Anadolu, 10. ve 11. yüzyıllarda gönül ve kafa yoluyla fethedildi; kılıçla değil. Moro, Malezya, Endonezya gibi ülkeler, İslâm’ı yeterince bilen, bildiğini yaşayan, yaşadığını tebliğ eden müslüman tüccarlar tarafından kılıçsız fethedildi. Aynen kan dökülmeden fethedilen Mekke gibi. Mekke; fetihte de önder şehir. En büyük fetih, Mekke’nin fethi; en büyük fâtih de Hz. Muhammed (s.a.s.). O, Mekke’nin, Medine’nin, Tâif’in, Hayber’in, tüm Arap yarımadasının fâtihi olduğu gibi, O’nun öğrencileri, O’nun izini tâkip ederek 30 sene içinde o günkü dünyanın iki süper devletinin ikisini de fethetti. Fetihler, Mekke’nin fethine benzediği oranda fetih, fâtihler de Peygamber’e benzediği ölçüde fâtihtir. Gönülleri fethetmeden yapılan ülke fetihlerinin ne kadar fetih özelliği taşıdığı tartışılabileceği gibi, bunlar uzun süreli de olamaz. Başlarında büyük fâtihin (Rasûlullah’ın) izini tâkip eden yöneticiler olmaksızın ele geçirilen yerler, fetihle ihyâ edilen yerler değil; işgal ile imhâ edilen topraklar olacaktır.

Fetih; açmak demektir, yani kapalılığı gidermek. Bir memleketin fethi de, savaşla veya savaşsız Allah’ın hâkimiyetine boyun eğdirilmesi demektir. Kalbin fethi ise, kalbi “lâ” süpürgesiyle temizleyip “illâ Allah”ı o tertemiz gönül sarayına yerleştirmektir. Fetih, önce gönüllerimizde olmalı; sonra dalga dalga çevreye yayılmalı. Gönüller her türlü şirkten ve her çeşit puttan arınmalı öncelikle. Önce kalbimizin burçlarına dikmeli ve orada her an dalgalandırmalıyız tevhid bayrağını. Kurtulmayan kurtaramaz. Kendini fethedemeyen hiçbir şeyi fethedemez. Gönül kapısını tevhid anahtarıyla açabilen kimsenin önünde nice kapalı kapılar kolayca açılacaktır. Allah bir göğüste iki kalp yaratmadığı için,[11] bir kalp ya Allah’a tahsis edilmiştir, ya da başka bir şeye. Kalp Allah’a tahsis edilmişse, o kalp Beytullah olur.[12] Böyle bir kalp artık Kâbe’ye, bu mukaddes evin bulunduğu Mekke’ye dönmüştür. İşte o zaman Mekke’mizi fethetmiş, işgalcilerden, putlardan temizlemiş oluruz. Mekke’nin şehirlerin anası[13] ve dünyanın merkezi olduğu gibi; vücudun başkenti de kalptir. Kalbin fethi, insanın fethidir; insanların fethi de ülkenin ve dünyanın.

Allah’tan gayrıya tahsis edilmiş, Allah’ı sever gibi başka sevgilerle dolmuşsa, işgal edilmiştir gönül. Şeytanın, tâğutun, hevânın işgali altındadır. Veya para, kadın, sanat, spor, makam gibi putlar tarafından işgale uğramış demektir. Böyle bir gönül, ne Mekke’nin fethini, ne de başka fethi anlayabilir. O kalp ve sahibi için 31 Aralık gecesi Fetih gecesi değil; yılbaşı gecesidir. Beytullah olması gereken kalpte putlar varken, orayı fethedip özgürlüğüne kavuşturmadan Mekke fethini ve Beytullah Kâbe’deki putları deviren en büyük fâtih Rasûlullah’ı nasıl an(lay)acağız? Beytullah da, Mekke de içimizde. Fetih önce gönülde ve kafada olmalı. Sonra evimizde, iş yerimizde, çevremizde...

Günümüzde istismar edilmeyen kavram kalmamış, ifrât veya tefrîte kurban edilmeyen erdemden söz edilemez olmuştur. Fetihle işgal, ıslâh ile ifsâd, amel-i sâlih ile eylem, cihad ile terör, huzur ile anarşi, özgürlük ile başıboşluk, sabır ile zillet, tedbir ile korkaklık, cesâret ile delilik, tedrîcilik ile ihmalkârlık, ilim ile faydasız bilgi, takvâ ile şekilcilik, tebliğ ile propaganda, dâvet ile çığırtkanlık, denge ile aşırılık, istikrar ve sebat ile anlık heyecan ve geçici heves birbirine karıştırılmıştır. Gönül, kafa ve bileklerin dengeli beslenmediği ve birbirleriyle uyumuna önem verilmediği ortamlarda bu karışıklıktan başka bir şey beklemek zâten cehennemde saraylar aramaya kalkmak demektir.

Mekke, bugün yeniden fethedilmeyi beklemektedir. Aynen, İstanbul’un ve diğer şehirlerimizin yeniden fethi beklediği gibi. Ancak, unutmamalıyız ki, kendini fethedemeyen şehirleri hiç fethedemez. Kaybolan nesilleri fethetmeye çalışmayan, ülkeler fethedemez. Önce, işgale uğramış gönüllerimizi ve akıllarımızı işgalden kurtararak fethe başlamalıyız. Caddeler, sokaklar cahiliye rezillikleriyle işgale uğramış. Okullar, heykeller ve resimlerle, o resmî simgelerin çağrıştırdığı zihniyetle işgal edilmiş. Mahkemeler tâğutun hükümleriyle işgal edilmiş, meclisler tâğutlar tarafından işgali her şeyiyle yaşamış. Daha ne diyelim: Câmilerimiz bile işgalden payını almış, devlet dairesi haline gelmiş, tâğutlara dua edilen tâğutî zihniyetlere çağrılan yerler olmuş. Öyleyse fâtih adaylarına çok iş düşüyor. Önce kendini fethetmeye çalışacak, sonra halka halka halkı fethe gayret edecek, sonra büyük fetih nasip olacak, çevresini kurtarmaya çalışarak Müslüman kendisi kurtulacak. Başkalarını değiştirmeye, fethetmeye uğraşmayan kendisi başkaları tarafından işgal edilmeyi hak ediyor demektir. Kur’an’la kâfirlere karşı en büyük cihadı gerçekleştirmeye çalışan, bu gayeyle yaşayan muvahhidlere selâm olsun!

 

[1] ] 5/Mâide, 51

[2] ]1254]  48110/Fetih, /Nasr, 11-3

[3] ] Belâzûrî, Fütûhu’l-Büldân, I/6 1256] 48/Fetih, 1

[4] ] 2/Bakara, 144

[5] ] 2/Bakara, 30; 95/Tîn, 4

[6] ] 95/Tîn, 5; 7/A’râf, 179

[7] ] 49/Hucurât, 13

[8] ] 4/Nisâ, 95

[9] ] 39/Zümer, 9

[10] ] 35/Fâtır, 28

[11] ] 33/Ahzâb, 4

[12] ] 50/Kaf, 16; 8/Enfâl, 24

[13] ] 6/En’âm, 92

Pazartesi, 01 Mart 2021 11:03

52.HUTBE: İTİDALDEN SAPMA: ILIMLI İSLAM

İTİDÂLDEN SAPMA: ILIMLI İSLÂM

ÂYET:

مَْ حَسِبْتُمْ نَْ تَدْخُلو لْجَنَّةَ وَلَمَّا يَاأتِْكُمْ مَثَلُ لذ۪ينَ خَلَوْ مِنْ قَبْلِكُمْۜ مَسَّتْهُمُ لْبَاأ آسَْاءُ وَلضَّ آرَّءُ وَزلُْزلُِو حَتّٰى يَقُولَ لُرسَُّولُ وَلَّذ۪ينَ مَٰنُو مَعَهُ مَتٰىَّ نَصْرُ للّٰهِۜ آلََا نَِّ نَصْرَ للّٰهِ قَر۪يبٌ ﴿٢١٤﴾

“Yoksa, siz ey mü’minler, kendinizden evvel geçenlerin halleri hiç başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle ezici sıkıntılar, kımıldatmaz zarûretler dokundu ve öylesine sarsıldılar ki, peygamber ve beraberinde iman edenler; ‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ diyesiye kadar. Bilin ki Allah’ın yardımı muhakkak yakındır.” [1]

Sıcak savaşın (canla cihadın) terk edildiği, bununla birlikte “ben de müslümanım” diyen insanların resmî nüfusa göre çoğunlukta olduğu topraklarda soğuk ve sıcak şekilde süren hak ve bâtıl savaşı, günümüzde “hakiki İslâm” ile “ılımlı ve sahte İslâm” arasındaki savaşa dönüştü. Evet, müslümanların yaşadığı tüm ülkelerde Kur’an ve Sünnet çizgisindeki muvahhid müslümanların karşısında, yine kendisini müslüman; savunduğu ve koruduğu şeyleri de İslâm diye takdim eden zihniyet vardır. İslâm’ın ve müslümanların karşısına erkekçe çıkılmıyor. Müslümanın eğer birazcık ferâseti, azıcık basîreti varsa, hemen sahteliğini teşhis edebileceği şekilde İslâm maskesi takarak bâtıl, hak adı ve görünümüyle hakkın karşısına olanca zulüm ve istibdâdıyla çıkıyor. Bu maske yırtılmadan, altındaki iğrenç yüz teşhir edilmeden, halkın Allah’ın râzı olacağı hakiki İslâm safında yer almasına imkân ve ihtimal yoktur. Barışın, huzurun, müslümanca güzelliklerin önündeki en önemli engel, bu sahte müslümanlar ve bu sahte İslâmlardır, yani ılımlı İslâm anlayışıdır.

Nâsır’lar, Kaddâfi’ler, Ziyaülhak’lar, devleti ele geçirinceye kadar hep bu maskeyi takmışlar, durumlarını kuvvetlendirinceye kadar tâvizsiz İslâm inkılâpçısı geçinmişler, oyunlarını sürdürebilmek için zaman zaman kullanmak üzere bu maskeyi yanlarında hazır bulundurmayı ihmal etmemişlerdir. Müslümanların yaşadığı hemen her ülkede lider ve önder kabul edilenlerin tavrı da çok farklı olmamıştır. Bu oyunun, yaşadığımız topraklarda daha zengin mizansenlerle oynandığını görmemek için kör olmak gerekmektedir.

Bugün din, din adına tahrip ediliyor. Din adına, ehl-i sünnet adına İslâm’ın devlet ve şeriat anlayışına en büyük düşmanlıklar yapılıyor. Çoğu radyo ve TV’deki din programlarıyla hakiki İslâm’a en büyük iftiralar atılıyor. Din, önce câmilerde sonra dinin öğretildiği okullarda ve din dersi ve dinle ilgili programlarda kâfirlerin ve düzenlerinin hizmetine sunuluyor.

Din dersleriyle putlar ve putçu düzenler gençlere sevdirilmeye çalışılıyor. Din öğreten kurs, okul ve fakültelerde bu uzlaşmacı, tâvizci, Amerikancı İslâm’ın askerleri yetiştirilmek isteniyor. İslâmî değişim ve dönüşüme, tâğutlarla mücâdeleye, câhil halktan önce resmî din teşkilâtları karşı çıkıyor. Küfre ve küfrün tüm kurumlarına, dinî kurumlarla yardım ediliyor.

Allah’la harbetme kabul edilen fâiz, hac için Diyanetin mecbûriyetlerinden biri haline getiriliyor. “Câmi, siyasete âlet edilmemeli” diyen egemen güçler, câmileri ve tüm dinî kurumları kendi devlet siyasetine istediği doz ve şekilde âlet ediyor ve kullanıyor.

Vaazlarla, dinî konuşma ve din dersleriyle tâğutlara ve onların düzen ve uygulamalarına saygılı, putlara hürmetkâr veya en azından müsâmahakâr, düzene ayarlanmış vatandaş yetiştiriliyor. Allah’ın evi olması, sadece Allah’a çağrı yapılması gereken yerler olan câmiler (), devlet dairesi; Peygamber’in vârisi ve Allah’ın memuru olması gerekenler de zâlim bir düzenin memuru haline geliyor. Câmiler bile Allah’ın değil, tâğûtî yasaların hâkimiyeti altına giriyor.

Bu insan eliyle değiştirilerek kuşa benzetilmiş muharref müslümanlığa hizmet etmek amacıyla din öğretecek öğretmenler putlara saygı duruşunda bulunabiliyor. Din kurumlarında görev almak veya öğrencilere din anlatmak isteyenler, hangi dine hizmet edeceklerini karıştırmasınlar diye, ılımlı İslâm ilkeleriyle ancak bağdaşabilecek sözler söylüyor, daha işe başlarken nasıl bir din tercihi yaptığını zâhiren deklare etmiş oluyorlar. Tâğûtî düzene ve tâğutların yoluna bağlı kalacaklarına dâir taahhüde giriyor, belge imzalamakta tereddüt etmiyorlar. Din eğitimi almak isteyen bir kız, İmam-Hatip ve İlâhiyat Fakültelerinde yine bazı din hocalarının teşvik ve zorlamasıyla, en azından rızâsıyla başını açmak zorunda bırakılıyor. Bazıları da başörtü farîzasını teferruat, böyle bir din tercihini de büyük hizmet diye sunuyor.

Resmî kurumlar böyle de, bazı gönüllü teşkilatlar farklı mı? Subay ve astsubayların askerî gazinolarda içki içebileceklerine, oralardaki her çeşit haram eğlencelere katılabileceklerine dair bazı hoca efendiler fetvâlar verebiliyorlar. Üniversitelerdeki kızların ılımlı bir dine hizmet için başlarını açabileceğini, açmaları gerektiğini tavsiyeden de öte emredebiliyorlar. Bazıları köşelerine çekilmiş, sadece tesbih çekmekle işin hallolacağını düşünüyor. Havadan sudan konuşmayı tercih edip, suya sabuna dokunmamaya özen gösteriyor. Hâlbuki suya sabuna dokunmadan temizliğin ve temiz kalmanın mümkün olmadığını çocuklar bile bilmektedir.

Televizyon müftüleri zaten malûm. Çoğu TV. ve gazetelerin bütün imkân ve fırsatları kullanarak zaten gerçek İslâm’la savaştığını bilmeyen yok. Onların birkaç kuşu birden vurmak için atmak istediği taş olarak programlarında yer verdiği yeşil rengin ne derece ılımlı tonları olduğunu, yeşilden başka her renge benzediğini görmeyen, bilmeyen yok. Bu program ve köşelerin Allah’ın dinine değil de; ulusal muharref Türk dinine hizmet etmeyi amaçladığını, bu çerçeveye uymayan basit ve etkisiz bireysel tavırların bu çorbaya çeşni katsın diye dozu ayarlı acı biber şeklinde kabul edildiğini görmek gerekir.

Uslandırma ve sulandırma: Ilımlı İslâm anlayışının dış kaynaklı olduğunda şüphe yok. Zaten tek millet olan küfür cephesi, yerlisi ve yabancısıyla işbirliği yaparak İslâm’ın rengini değiştirmeye çalışıyorlar. Allah’ın râzı olduğu dinden ve onu yaşayanlardan râzı olmayacak olan Batılılar,[2] Müslümanları hak dinden uzaklaştırmak için silâhlı ve silâhsız her çeşit mücâdele ve fitneden çekinmediklerini tarih boyunca ve güncel nice örneklerle ortaya koyarlar. BOP (Büyük Ortadoğu Politikası), müslümanların kökünü kazıyamayacağını ve çok pahalıya mal olan işgallerle işi halledemeyeceğini anlayan büyük şeytan Amerika’nın kendilerine göre doğunun ortasında, Ortadoğu’da radikal diye tanımladığı kaynağa bağlı gerçek İslâm’ı terörize edip suçlamak, yasakla(t)mak ve ılımlı İslâm anlayışını daha bir yayıp dayatmaktır. Böylece uslandırılmış ve sulandırılmış bir dini İslâm diye takdim edip sadece adı ve kâfirleri rahatsız etmeyecek özellikleri kalan din anlayışı ile yetinen sözde müslümanları emperyalist hedefleri istikametinde köleleştirmektir.

Halk ne yapsın; artık halk Peygamber denilince sadece gülü aklına getirmektedir. İbâdet denilince sadece cuma ve teravih namazını, Allah’a yaklaşma denilince kandil gecelerindeki bid’atleri, kabirleri yüceltmeyi, evliyâyı uçurtmayı, mevlitleri, içinde bol bol aşk, sevda kelimeleri geçen ezgi ve ilâhîleri gündemine alıyor. Allah’tan değil; türbelerden ve Hızır’dan medet umuyor, Allah’a (bilinçsizce şirk karıştırarak) iman edip tâğutlara kulluk yapıyor, “Allah devletimize zeval vermesin!” duâlarını dilinden eksik etmiyor.

Küfre isyânı emreden din, kâfirlerin ve küfrün koltuk değneği, düzenin destek ve dayanağı haline gelmiş durumda. Laiklik ve demokrasi, düzen ve kurucusu dinle ilgili konuşma ve derslerle sevdirilirken, Allah ve Rasûlü’nün istediği hakiki dine giden yollar din adına tıkanıyor. Müslümanların kestiği kurbanların derileriyle gerçek dine düşman kurumlar biraz daha güçleniyor. Kur’an’ı seçim nutuklarında öpüp alnına koyanlar Kur’an’ı mahkûm ediyor, ahkâmına düşmanlık yapıyor. İnsanlar, Allah’ın indirdiğiyle hükmedilmesini değil; câhiliyye hükümlerinin namaz kılanlar tarafından yürütülmesini istiyor.

Özetin özeti olarak kısa ve basit bir çerçevesini çizdiğimiz Atatürk ilkelerine ters düşmeyen, tâğûtî ilke ve yasalara uygun ve saygılı bu İslâm, Amerika ve Avrupa’nın da râzı olduğu İslâm’dır. Hâlbuki Kur’an, hıristiyan ve yahûdilerin, kendi milletine (dinine) tâbi olmadıkça Rasûl-i Ekrem’in şahsında müslümanlardan kesinlikle râzı olmayacaklarını beyan ediyor.[3] Nasıl, onlar Allah’ın dininden ve ona uyan dindardan râzı değillerse, onların râzı olduğu bir dinden ve dindarlıktan da Allah’ın (ve muvahhid mü’minlerin) râzı olması beklenemez.

Yine, laikliğe aykırı olup olmadığı hiç tartışılmadan, cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana müftü, vâiz ve imamlara, din öğretmenlerine maaş, makam ve imkânlar veriyorlar. Tabii, Allah’ın hükmüyle hükmedilmesine en büyük irtica damgası vuran bir düzen, bu maaşları Allah rızâsı için vermeyeceğine göre, niçin veriyor dersiniz? Elbette ılımlı İslâm için ve bu tür İslâm’a katkı sağlayanları ödüllendirmek için.

Bütün bunlar, yaşanılan, anlatılan, serbest olan, teşvik gören dinin, adına İslâm denilse de gerçek İslâm’la öz yönüyle alâkası olmayan tahrif edilmiş sahte bir din olduğudur. Aslında, tek hak din olan İslâm’ın o devirdeki şekli olan gerçek hıristiyanlık nasıl tahrif edilmiştir? Müslümanlar bu hususu tekrar düşünmeli ve ona göre tedbir almalıdır. Çünkü aynı oyun günümüzde İslâm’a karşı da oynanmaktadır. Müslümanların da bu oyuna gelmediklerini maalesef söyleyemiyoruz. Onları uyaracak olanların kendi horlamaları, şeytanî bir müzik gibi ruhlara dinî(!) gıda ve heyecan vermekte, uyarıcılar icrâ ettikleri mûsikîye ninnileri de güfte ve nağme olarak katmakta, bu sanatlarının karşılığı olarak ücretlerini de efendilerinden almaktadırlar.

Önceleri örf-âdet dini haline getirilmiş, pasifize edilerek uyuşturulmuş şekliyle, bid’at ve efsânelerle, Kesikbaş hikâyeleri, Bektaşî fıkraları, uydurma kerâmet ve evliya menkabeleleriyle, gâfil veya hâin, câhil veya yobaz, yarım veya çeyrek hocalar vâsıtasıyla yarı yarıya tahrif edilmiş ve sultanların emrine, sarayların yönlendirmesine çoktandır girmiş bir İslâm’ı devralan Kemalizm, hiç de güçlük çekmedi dini bugünkü sulandırılmış haline getirmek için. İnkılâplarla, zorlamalarla, karşı çıkan üç-beş hocayı darağaçlarında sallandırma, diğerlerine maaş ve makamlar dağıtarak avlamayla, devletin tahakkümü ve değişik yönlendirmeleriyle, küfür rejiminin kurumlarıyla, özellikle kurs, okul, din teşkilatı ve demokrat/muhâfazakâr/sağcı partiler aracılığıyla vatancılık, milliyetçilik (daha doğrusu ulusalcılık) ilâvesiyle, atalar mirası olan din anlayışını bugünkü ulusal Türk dini haline kolaylıkla getirdi. Ve bugün İslâm, aslî hüviyetini halk yığınlarının zihninde ve yaşayışında kaybederek şu çizgilere geldi:

Putlara ve putçulara (isteyerek veya istemeyerek) yardım eden,

Mü’min-kâfir ayrımı değil; Türk-yabancı, devletçi ve bölücü diye insanları ayıran,

Tüm kâfirlere değil; sadece komünizme, biraz da Ermenilere ve Yunanistan’a düşman olan,

Düzeni veya düzenin bazı kurumlarını savunan,

Dini siyasetten ayrı kabul edip devleti dinden, dini de devletten ayıran,

Grupçu, partici, ağabeyci, üstadcı olan, sahte kahraman ve sahte şeyhlerin izinden gitmeyi şeref sayan,

Dâvâ için her yolu meşrû gören, hizmet için her tavizci fetvâya uyan,

Müslümanım demek yerine; Türküm, milliyetçiyim, mukaddesatçıyım, demokratım, filan partiliyim, falan tarikattanım demeyi tercih eden,

Doğduğu veya doyduğu yeri putlaştıran, ümmetçi değil; ırkçı olan,

Ulusal simgelerle, ulusal sınır ve ulusal tarihiyle gurur duyan,

Cihad denilince ürken; korkak, uyuşuk, mıymıntı ve pasif yaşayıp dünyevîleşen,

Namaz ve tesbihle, virdlerle yetinen; mukaddesâta ve farzlara hücum edilir, haramlar şiirleşip süslenirken, nâfilelerle uğraşıp kapısına ve kalbine kadar gelen tehlikeden haberdar olmayan,

Yöneticilerinin Allah’ın indirdiğiyle hükmedip etmemesini önemsemeyen, düzenin İslâmî olup olmadığını cehâlet veya ihânetinden ötürü tespit edemeyen,

Bildiği hakikatleri ketmedip gizleyerek lânete uğrayan ve dilsiz şeytanlığa rızâ gösteren,

Rızık endişesiyle Allah’ın dinini ve âyetlerini satan, âyet ve hadisleri kâfirlerin istediği şekilde te’vil ve tefsir eden,

İslâm’a düşman bir düzen ve devletin sanayileşip zenginleşmesini, kalkınmasını İslâmlaşmasından önce isteyen,

Ülkenin daha bir Batılı olmasını, AB’nin, Avrupa’nın (gazab edilmiş ve sapıtmışların) yoluna uymayı fazilet gibi gören,

Bazı küçük tamir ve ıslahatlarla yetinen, düzenin her şeyiyle baştan aşağı değişmesi gerektiğini düşünmeyen,

Uzlaşmacı ve tâvizci; biraz Allah’ı, biraz da tâğutları memnun etmeye çalışan,

Yaşadığı ülkede iki kişinin öldüğü bir âfete üzüldüğü kadar Filistin’deki vahşete, Irak’taki işgale vb. üzülmeyen, onlara duâlarıyla bile destek olmayan,

Amerika’nın çıkarları doğrultusunda Kore’de savaşmayı normal gördüğü halde, meselâ Filistin, ya da sözgelimi Lübnan’da siyonist yahûdilere karşı müslümanlarla beraber savaşmayı aklının ucundan geçirmeyen,

İslâm devleti, imamet, bey’at, çocuklarının müslümanca yetişmesi gibi konulara ehemmiyet vermeyen ya da önem verdiğini düşünse de takınılacak tavrı belirleyemeyen,

Hafta sonu müslümanı, Cuma ve Bayram müslümanı haline gelen... müslüman tipi sadece yetişmedi, tümüyle kökleşti; Halkın çoğunluğunu teşkil etti. Ve o noktaya gelindi ki, gerçek İslâm’ın topluma ve düzene hâkimiyeti konusunda, kâfirlerden önce; müslümanım diyen halk, hatta câmi cemaati, belki başlarında da namaz kıldırma görevlisi olmak üzere karşı çıkmakta tereddüt etmeyecek bir halk oluştu. Bütün bunlar ılımlı İslâm’ın hânesine yazılabilir.

Kur’an, tahrif edilmekten Allah tarafından korunacak, ümmetin tümü dalâlette birleşmeyecek, az sayıda da olsa, daima hakkın müdâfiîleri her devirde mevcut olacaktır.

“Şüphe yok ki Kur’an’ı Biz indirdik ve muhakkak onu (tahrif ile tebdilden, değişikliğe uğramaktan) Biz koruyacağız.”[4];

“(Kâfirler) istiyorlar ki, Allah’ın nûrunu (İslâm Dinini), ağızlarıyla (kötü söz ve iftirâlarıyla) söndürsünler. Allah ise nûrunu tamamlayacaktır; isterse kâfirler hoşlanmasınlar.” [5]

Ama Allah bunu kullarının eliyle yapmak istiyor. Sünnetullah bunu gerektirir. Halifeliğin anlamı budur. Tüm tarih boyunca peygamberler ve mü’minlerin, Efendimiz ve ashâbının çile çekmesinin sebebi budur. “Yoksa, siz ey mü’minler, kendinizden evvel geçenlerin halleri hiç başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle ezici sıkıntılar, kımıldatmaz zarûretler dokundu ve öylesine sarsıldılar ki, peygamber ve beraberinde iman edenler; ‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ diyesiye kadar. Bilin ki Allah’ın yardımı muhakkak yakındır.” [6]

Evet, Allah (c.c.) Kur’an’ı ve İslâm’ı koruyacak, ama sadece müslümanım demekle yetinerek Allah için fedâkârlık yapıp çileye katlanmayanları, müttakî olmayanları koruyacağına dâir, onların fikir ve İslâm anlayışlarını tahrifattan muhâfaza edeceğine dâir bir vaadi yoktur. Aksine, Kıyâmete yakın müslümanların bu sapmalarının vuku bulacağını, âhir zaman fitnelerini, müslümanların inanç, fikir ve amellerinin müthiş bozulmaya uğrayacağını anlatan, kurtuluş için Kur’an ve Sünnete yapışmayı salık veren yüzlerce hadis rivâyeti vardır.

 

[1] ] 2/Bakara, 214

[2] ] 2/Bakara, 120

[3] ] 2/Bakara, 120

[4] ] 15/Hıcr, 9

[5] ] 61/Saf, 8

[6] ] 2/Bakara, 214

Pazartesi, 01 Mart 2021 11:01

51.HUTBE: OLUMSUZ DEĞİŞİM

OLUMSUZ DEĞİŞİM

ÂYET:

نَِّ للّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّروُ مَا بِانَْفُسِهِمْۜ

“…Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını [1]değiştirmez…” آيَا يَُّهَا لَّذ۪ينَ مَٰ آنُو نِْ تَتَّقُو للّٰهَ يَجْعَلْ لَكُمْ فُرقَْاناً وَيُكَفِّرْ عَنْكُمْ سَيِّأـاتِكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْۜ وَللّٰهُ ذُو لْفَضْلِ لْعَظ۪يمِ

“Ey iman edenler! Eğer Allah’tan (hakkıyla) ittika eder (şirk ve isyandan) sakınırsanız; O, sizin için furkan kılar (hakla bâtılı, doğru ile yanlışı ayırt edecek özellik ihsan eder).” [2]

ربََّ آنَا فَْرِ غْ عَلَيْنَا صَبْرً وَثَبِّتْ قَْدَمَنَا وَنْصُرنَْا عَلَى لْقَوْمِ لْكَافِر۪ينَۜ

“Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımızı istikamet üzere sâbit kıl (Bize cesaret ver ki tutunalım), kâfir kavme karşı bize yardım et!” [3]

Gelişme, ilerleme, güzelleşme anlamında kullandığımız “değişim”, günümüzde daha çok olumsuz anlamlar içeriyor. Artık değişim denilince yozlaşma, bozulma akla geliyor. Değişim günümüz dünyasında Müslüman geçinenler açısından dünyevîleşmeyi ifade ediyor.

İnancımızı tanıtıp sevdiremediğimizden diğer mahalleye bilinçli-bilinçsiz taşınan kayıp çocuklarımızı konu dışı tutarsak; bizim mahallenin durumu, bu konuda da içler acısıdır. Giderek sağcılaşıp muhafazakârlaşan, uzlaşmacı, pragmatist, liberal bir çizgiye doğru devamlı bir kırılma yaşanan, satılan salyangoza karşı çıkılmadığı gibi alıcısının bol olduğu bir mahalle… “Lâ”sı olmayan bir inanç yaygınlaştırılıyor; teslimiyeti, itaati ve olumlu anlamda (yani, Allah’a isyan edenlere) isyanı olmayan, düzene uygun bir din dayatılıyor. Her şeyle, özellikle egemen tüm güçlerle, onların düzenleriyle, anayasalarıyla uzlaşan, tâğutların râzı olduğu yapay müslümanlık(!) hâkim kılınmak isteniyor. Bu kırılma yeterli düzeye gelmiş olmalı ki, düzene pasif destek veren mahallemizin insanları, artık düzenin en temel kaynağı olan anayasayı sahiplenmeye çağrılıyorlar. İçlerinde tevhid erlerinin de bulunduğunu bildiğimiz büyük kuruluşlar, hormonal büyü(tül)menin gereği olarak, kamuoyuna daha dün “yetersiz ama evet” mesajları veriyordu. Yarın da büyük ihtimalle, üstü örtülü veya apaçık şekilde demokrasiyi savunmanın sonucu olarak; cihadı, oy sandığının içinde kaybolmak olarak tanımlayacaklar.

“Demek ki düzene karşı çıkanların bile önemli bir kısmı, Kur’anî temel verilerden, tâğutu tüm kurum ve kurallarıyla reddettiğinden dolayı değil, beşerî hesaplardan dolayı düzene muhâlif görünüyormuş. Uzlaşma adıyla cephelerini terk edebilen, kitabın bir kısmını reddettiğini fark edemeyen, kahraman geçinen zavallılarmış. Kafadaki kelliğin gözükmesi için iyi ki zaman zaman takkeleri düşüren kuvvetli rüzgârlar esiyor. Artık tâğut, velâ, berâ, günahta ve küfürde yardımlaşma, hâkimiyet, hüküm koyma, teşrî, yani kanun koyma, ilâhlığa yeltenme, tevhidî ilkeler, şirkten sakınma, beşerî ideolojileri red gibi kavramlar radikal sanılan kesimlerde bile etrafına insan toplamak için işportacı sloganlarıymış, demek ki” dese biri, çok ağır ve sert mi olur? Kimi “İslâmcılar”ın takvimleri hâlâ 28 Şubat’ı gösteriyor. İlkesel değilmiş demek ki tavırlar, konjonktürelmiş ki, bu kadar basit imtihanlarda bile bu kadar kurum savrulabiliyor. Bu tavırlar, şirki izâle ve tevhidi ikame etme görevini üstlenen İslâmî değişim ve dönüşüm taraftarı muvahhid gençleri daha bileyecek, kendilerine daha çok iş düştüğü bilinciyle onlar maratona devam edecek.

Aslında bir Kur’an insanı muvahhid mü’mini; demokrasi, düzen, Amerika, ılımlı İslâm anlayışının nefse hoş gelen uzlaşmacı çizgisi veya başka hiçbir şey değiştiremez. O bir kez değişmiştir; tevhidi öğrenmiş ve inanmıştır, Kur’an’a uymuş ve her şeyiyle değişmiştir. Bir daha değişmeyecek hale gelmiştir.

Hani kıssa şeklinde anlatılır: Muvahhid bir mü’minle dini de dünyayı da doğru anlamamış bir Mevlevî dervişi karşılaşmışlar. Dervişe sormuş bizimki: “Siz ne yaparsınız?” diye. O da yaptıkları semâ denilen derviş dansını kast ederek cevaplamış: “Biz ‘Allah’ der, döneriz. Peki, ya siz ne yaparsınız?” Muvahhid mü’min cevap vermiş: “Biz bir defa ‘Allah’ dedikmi, bir daha dönmeyiz!”

Mü’min, “Allah” dedimi, bir daha dönmez, dönüşmez, dönüştürülemez. O gerçeği bulmuştur. Başkaları ona, İslâm’ın vaad etmediği hangi güzel şeyi vaad edebilir ki?! O, güç kaynağını bilir; Allah’tan başka güç ve kuvvet tanımaz. O rızık kaynağını bilir; O’ndan başka Rezzak’ın varlığını kabul etmez. O malınmülkün esas sahibini bilir ve inanır ki, mülkün sahibi mülkü dilediğine verir, dilediğinden alır, dilediğini onurlu-şerefli kılar, dilediğini zelil eder.

O bilir ki, düzenin cenneti yoktur; nimetleri sanaldır, tadı sahtedir, vaadleri kandırmacadan ibarettir. Onun yararı çok azdır, azın azı. “Metâun kalîl”; az bir yarar, yalancı menfaat…

Muvahhid mü’min bilir ki, iman kazandırır; hem dünyada, hem âhirette. Allah, sadece Kendi yolunda olanlara hayatı kolaylaştıracak, güzel bir hayat verecek, kalp mutmainliği ihsan edecektir. Âhiret açısından zaten o kazançlıdır.

Bütün bunlara rağmen; bizim mahallenin insanlarının, özellikle 28 Şubattan bu yana, bırakın olumlu gelişme içinde ilerleyip koşmaları; yerinde saymaları, dünkü çizgilerini korumaları bile takdir edilecek özellik oldu. Sayıları 167 000’i geçen dernek ve vakıflar, hele büyüdükçe zemini daha kayganlaşıyor; içindekileri merkeze, demokrasiye, muhâfazakârlığa, ılıman İslâm anlayışına doğru savuruyor. Artık “tekbir” sloganları yerine “tedbir” çağrıları yapılıyor, bazıları “tehdit” şeklinde algılamasın diye “tevhid” gündeme bile getirilmiyor. Artık en fazla tüketilen kavramlar; maslahat, zaruret, hılfu’l-fudul, eman vb. İnsanımız artık ümmetin nasıl gâlip geleceğinden bahsetmiyor bile; hâlâ Rumların gâlibiyetine alkış tutuyor. Görmek istemiyor ki, Rumlar artık müslümanım diyenleri yanına alarak Müslümanlarla savaşıyor.

Allah’ın dinine yardım etmeyince, Allah’ın yardımından ve O’nun ayakları sağlam tutup kaydırmaması müjdesinden de mahrum oluyor insanlık.[4] “Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımızı istikamet üzere sâbit kıl (Bize cesaret ver ki tutunalım), kâfir kavme karşı bize yardım et!”[5] demesi gereken insanımız, “Rabbimiz, bize aceleyi (dünyayı) ver, biz korkmayı tercih ediyoruz, ayaklarımızı sâbit kılma, çünkü biz bâtıla doğru değişip geri adım atmak istiyoruz, kâfirlere karşı çıkmak istemiyoruz, onlara benzeyip onlar gibi olmak istiyoruz, onlarla bizi karşı karşıya getirme!” diye fiilî olarak duâ ettiği müddetçe, her halde (her durumda) İlâhî yardım gelmez.

İnsanımızın çoğu şaşkınlığı ve sapkınlığı hidâyete tercih ediyor. Arayış içinde bile değil. Doğru ile eğriyi ayırt edemiyor. Hakla bâtılı karıştırmayı seviyor. Kitabın, doğru ile eğri arasında bir ölçü, bir furkan olduğunu[6] çoktan unutmuş. “Ey iman edenler! Eğer Allah’tan (hakkıyla) ittika eder (şirk ve isyandan) sakınırsanız; O, sizin için furkan kılar (hakla bâtılı, doğru ile yanlışı ayırt edecek özellik ihsan eder).”[7] müjdesi, yalancı politikacıların bâtıl çağrılarının gürültüsüyle duyulmaz olmuş.

Müslümanların önemli bir kısmı, gerçek anlamıyla iman etmediği, imanlarına zulüm karıştırdığı veya en azından imanın tadına varacak bir kaliteye erişemediği için, İsrailoğullarının gittiği yoldan giderek dünyevîleşmiş ve yozlaşmış durumda. Adı konulmamış irtidadı, gerisin geriye cahiliyyeye dönüşü yaşıyor nice insanımız.

Tâğutî düzen ve câhiliyye toplumu insanı nasıl değiştirip dönüştürüyor? Dünyaya gelişigüzel bir bakış bile yeterli (Zaten hep gelişi de gidişi de güzel olmalı bakışlarımızın ve davranışlarımızın). Batılı kâfirlere, hıristiyan ve özellikle de yahudilere ait Kur’an’da beyan edilen olumsuz özelliklerin çoğu, bugün “müslümanım” diyenlerde hiç eksiksiz bulunmaktadır. Dolayısıyla hıristiyan ve yahudilere verilecek dünyevî ve uhrevî cezalar, mü’min geçinenlerden onları örnek alan taklitçilere de verilecektir. Bu, İlâhî adâletin gereğidir. Lânete, gazaba uğrama ve dalâlet/sapıklık hükümleri/damgaları da... Bu değerlendirmeler, fertler için olduğu kadar, toplum için de geçerlidir. Toplumların, devlet ve rejimlerin, lânetli ve sapık yolu izledikleri zaman, helâkleri ve cezaları, tarihtekinden farklı olmayacaktır. Sünnetullah’ta (Allah’ın toplumsal kanunlarında) bir değişiklik olmaz. Saâdeti asra taşımak ve sahâbeleşmek mümkün olduğu gibi, İsrâil’leşmek de mümkündür. Bu tercih; mutluluk veya felâketi, cennet veya azâbı seçmektir. Dışımızdaki kâfirden daha tehlikeli olan, içimizdeki küfür ve kâfirdir, yahûdileşmedir; inanç, ahlâk ve yaşayış tarzı olarak gâvurlaşmadır; içimizdeki tâğutlar ve onlara destek olan anlayıştır.

“Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın. Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca, dalâlette olan kimseler size zarar veremez.” [8]

“Allah, mü’minlerin dostudur, onları karanlıklardan nura (aydınlığa) çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur. O, onları nurdan (aydınlıktan) alıp karanlığa götürür.” [9]

“Bir toplum, kendini değiştirinceye kadar Allah onlarda bulananı değiştirmez.”[10]

“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (O’nun dinine) yardım ederseniz, Allah da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar.” [11]

“Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten iman etmişseniz, üstün gelecek olan, en yüce olan sizsiniz.” [12]

“Ey iman edenler, iman edin!” [13]

Gönüllerdeki gâvurluğa savaş ilân edip içimizdeki işgali kaldırmadan, dıştakine tavır almak mümkün değildir. Kalp ve kafamızdaki, el ve dilimizdeki şirktir, küfürdür, tuğyandır dünyamızı perişan, âhiretimizi zindan edecek olan.

İki milyara yakın kalabalığın yeniden tek bir İslâm ailesi şeklinde ümmet olması için, müslümanım diyenlerin her şeyden önce yeniden imanını; içinde yaşadığı sosyal, ekonomik ve siyasal yapıyı gözden geçirmesi gerekmekte, köklü değişikliklere ve değiştirmelere aday olması icap etmektedir. Bunun için de başlanacak yer: Şirkin izâlesidir, tevhidin ikamesidir.

Sonra canlı Kur’an adayları yetiştirmek, iman-amel bütünlüğüne ermek, takvâ ve ahlâkî erdemlerle örnekliğe önem vermektir. İşte bu özelliklere sahip olan ümmetin içinde tüm ümmeti ve İslâm’ı temsil edebilecek öncü insanların, nasıl cihad edilmesini bilen ilim sahibi, muttakî ve ahlâklı mücâhidlerin cihadı, kapıları açacak ve Allah’ın yardımına muhatap olunacaktır. Allah, ancak bu aşamalardan geçmiş, kendi dinine yardım edenlere yardım edecektir. Ve Allah’ın yardımına lâyık olmadan böylesi büyük işleri başarmak ve hatta girişmek mümkün değildir.

Ümmetin ekserisinin evleri ve işyerleri, çocukları ve gençleri, okulları ve sokakları işgal edildiği halde farkında bile değiller. Ümmetin fertlerinin çoğu işgalcilerine tutkun, hayran ve yardımcı durumda. Ümmet, dostunu düşmanını tanımıyor, işgalin ne olduğunu bilmiyor. Gardiyanına âşık oluyor, cellâdını ölesiye (öldürülesiye) seviyor. Aman Allah’ım, nasıl olur, şehid kanları bile bu durumu değiştiremiyor. “Her yer Kerbelâ” denir ya, bugün “her yer Filistin!” Her yer işgal altında. Zulmün en büyüğü, bedenlere yapılan değil; kafa ve gönüllere yapılandır. Dünyasını yok etmekten daha büyük zulüm, insanın âhiretini mahvetmektir. Kur’an öyle diyor: “…Allah’a şirk koşma! Şüphesiz şirk, gerçekten en büyük zulümdür.”[14] Yardım edilmesi istenilen cephelerden daha feci olanı, bu ülkedeki insanların durumu. Onlar hiç olmazsa düşmanlarını tanıyorlar ve atacak taş bulduklarında taşlıyorlar, onlara tavır alıyorlar. Ölüyorlar (ölümsüzleşiyorlar) ve kurtuluyorlar. Buradaki işgal sonucu ölenlerinse âhireti mahvoluyor. Biz, insanların suçsuz yere ölmemesi için mücadele etmeyi önemseriz, ama çevremizdeki insanların âhiretlerinin mahvolmaması için gayretleri daha öne çıkartırız. Önceliğimiz, insanların bedenleri değil, ruhları olmalı; Dünyaları değil, âhiretleri… İnsanların öncelikle karınlarını değil, gönüllerini doyurmalıyız.

Beyinlerini ve gönüllerini, yaşadıkları çevredeki topraklarını ve hatta mescidlerini her çeşit işgalden arındıramayanlar, uzaklaştıkları mübârek yerleri ve büyük mescidlerini hiç kurtaramazlar. Her tarafımızı kuşatmış şirk ve küfre, tuğyan ve isyâna savaş ilân edip içimizdeki işgali kaldırmadan, dıştakine tavır almak mümkün değildir.

İlâhî yardım olmadan hiçbir netice alamaz, felâha ve zafere eremez mü’minler. Görevlerinden kaçan, tâğutlardan korkan, beşerî ideolojiler peşinde koşan, gündelik işlerden dâvâya vakit ayıramayan, kâfirleri dost ve velî kabul eden dünyevîleşmiş müslümanlar bunca zulüm, vahşet, işgal ve şirkin dayatması karşısında kendilerine gelmezler ve Allah’ın ipine topyekûn sarılmazlarsa, İlâhî yardıma nasıl ulaşılır?

İlâhî yardımdan, rahmeti yağdıracak özelliklerden uzak yaşamayı tercih etmenin bir sonucudur bu rezilce hayat, câhilce câhiliyye yaşayışı ve tuğyanla yönetilme. Kadın-erkek mü’minlerin birbirlerini velî kabul ederek birbirlerine iyiliği emredip gördükleri kötülükten sakındırmaları, namazı kılıp zekâtı vermeleri, Allah ve Rasûlüne itaat etmeleri, âhirette güzel meskenlere ve cennete ulaştıracağı gibi, Allah’ın rızasına ve dünyada Allah’ın rahmetine de sebep olacaktır.[15] Kur’an’a tâbi olup uymak ve Allah’tan korkmak, (şirk başta olmak üzere günahlardan sakınmak) insanı Allah’ın rahmetine ulaştıracak;[16] tüm (muvahhid) mü’minleri kardeş kabul edip aralarını düzeltmek İlâhî rahmeti harekete geçirecektir. [17]

Allah, kullarına zerre kadar zulmetmez. İnsanın başına gelenler, kendi elleriyle yaptıkları yüzündendir. Bugünkü zillet de insanın tercihidir. İnsan hayrı da şerri de kendisi çağırır. “İnsan, hayrı istediği gibi şerri de ister. İnsan pek acelecidir.”[18] Allah’ın gösterdiği kıbleyi, istikameti, hidâyeti, izzeti, nimeti, kitabı terk edip rezilliği isteyen topluma Allah onu da verir. İnsan hürdür; dilerse cehenneme giden yolu tercih edebilir.

“…Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez…”[19] Ayet, Allah’a itaatkâr bir kavmin nimet ve hayır istikametinden[20] masiyet yönünde[21] tercihte bulunarak kendini olumsuza doğru değiştirdikleri[22] takdirde Allah’ın da o kavmi (olumsuz yönde) değiştireceğini ortaya koymaktadır. Yine ayetteki “mâ bi kavm” ifadesi, değişebilirlik özelliğine sahip toplumsal yapı anlamına gelmektedir. Buna göre toplumsal yapıda meydana gelen değişim, o toplumda yaşayan bireylerde de bir değişiklik meydana getirmektedir. Ve yine tersine bir süreç olarak insanlarda meydana gelen değişmelerin de, toplumsal yapıda bir değişikliğe yol açtığından aynı şekilde söz etmek mümkündür.

Nefiste yani iç âleminde olanı değiştirmek, takvâyı bırakıp Allah’ın âyetlerini terk edip hevâya tâbi olmaktır. İşte Enfal 53 ile Ra’d 11. âyetlerde yer alan enfüs kavramı, “şahsiyet, kimlik, kişilik, karakter” mânâlarına gelmektedir. Demek ki toplumları olumsuz yönde değiştiren, yani Allah tarafından değiştirilmelerine neden olan dinamik, kimlik bunalımıdır.

Her toplum kendi kültürünü oluştururken, halkına da bir kimlik kazandırır. Bu kimliği değiştirmeye kalktıkları an, toplumların kimliği de buna bağlı olarak değişecektir.

Halkın, Allah’ın bizi yücelere tırmandırmak için gökten uzattığı ipe yapışıp yükselmeyi değil de, Allah’tan uzaklaştıracak ve alçaltacak özelliklere yapıştığından kendi seçiminin cezasını çekmektedir. Kâfirlerin azgınlığı ve çokluğu değildir bu durumun sebebi; insanımızın kendi intiharıdır: “Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın. Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca, dalâlette olan kimseler size zarar veremez.”[23] Ayaklarının sırat-ı müstakim üzere sâbit kalmasını isteyen ve Allah’ın yardımını arzulayan kimsenin Allah’ın dinine yardım etmesi gerekiyor. [24]

Kur’ân-ı Kerim, toplumların yıkılış biçimlerini ve kötü sonlarını ortaya koyduğu gibi; onları, bu noktaya getiren sebepleri de açıkça beyan eder. Bu nedenlere ilişkin şu örnekler verilebilir: Zulüm, baskı, haksızlık ve günahlar;[25] lüks, israf, fısk ve bozgunculuk içinde olmak;[26] cinsel sapıklık, aşırılık ve yol kesmek;[27] günah, zulüm, refah ve zevke dalma. [28]

Zaten Allah’a itaatsizlik, nimetlerine nankörlük dünyada da cezasız kalmaz:

“Bu ülkenin halkı, Allah’ın nimetlerine nankörlük etti. Bu yüzden Allah onlara, yaptıklarına karşılık, korku ve açlık elbisesini/ıstırabını tattırdı.”[29] Kitabın (Kur’an’ın) bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamanın da âhiretteki büyük cezadan önceki karşılığı, dünya hayatında rezil olmaktır.1241 Hz. Peygamber’in emrine muhâlefet de; fitne/belâ ya da acıklı bir azâbı getirir.[30] Önde gelenlerin ve sâlihlerin fesâdı önlememeleri[31] ve ekonomik dengesizlik, vurgun ve soygunlar da dünyevî azâbın ve helâkin sebeplerindendir. [32]

Dinini sevenler İslâm dışı düzeni savunamazlar. Dindar geçinenler muhâfazakâr olamazlar. Muhâfaza edilmesi değil; mücâdele edilmesi gerekli yıkılası câhiliyye ve küfür düzeniyle çevrilmişiz çünkü. Hak Din, câhiliye düzenini muhâfaza etmeyi (muhâfazakârlığı) değil; câhiliyeyle inkılâbî mücadeleyi esas alır. Böyle olduğu halde, inkılâpçı tevhid dinini, muhâfazakâr bir din diye insanlara sunan tahrifatçı zihniyet, kendini olumsuz değiştirdiği gibi, dini de tahrif edip değiştirme eğilimindedir.

Tüm peygamberler tâğutlarla mücadeleyi öne çıkaran[33] ve önce fertleri İslâmlaştırarak içinde yaşadıkları câhiliyeyi, tevhidî istikamete doğru olumlu tarzda değiştirmeye çalışan korkusuz önderlerdir.

Ulemâ ve ümerânın gaflet veya dalâletlerinden kaynaklanan uyarı, yönlendirme ve tavsiyenin (emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker) yetersizliği, hatta tümden terk edilmesinin bu cinâyetlerin sergilenmesinde büyük katkısı vardır.

Ve… hayra doğru değişip değiştirmeyeni değiştirirler. Çevresini olumlu anlamda değiştirmeye çalışmayan kimse, çevrenin olumsuz değişiminden payını alır. Neyin, hangi şeylerin değişmemesi gerektiğini, ayağımızın hangi çizgide sâbit kalmasını iyi bilip tespit etmek gerekiyor öncelikle. Değişim, dönüşüm derken, olumsuz değişimin kıskacında tükürdüğünü yalayan, gerisin geriye haktan dönen insanlarımızı hatırlamak gerekiyor. Pergelin sabit ayağında hiçbir kayma olmadan diğer ayağını belli sistem içinde açarak halkayı büyütmeye çalışmak; yapılması gereken bu.

Zafer önce gönüllerde ve kafalarda kazanılır. Gönüllerindeki, zihinlerindeki, hayatlarındaki işgallere karşı direnenler, er-geç zafere ulaşacaktır. Kurtulamayan kurtaramaz. Kendini fethedemeyen hiçbir şeyi fethedemez. Olumlu şekilde hayat boyu değişmeye çalışmayan, başkalarını değiştiremez. Gönül kapısını tevhid anahtarıyla açabilen kimsenin önünde ise, nice kapalı kapılar kolayca açılacaktır. Allah nazarında en üstün olan kişi, gönlünü, bileğini ve kafasını birlikte güçlendiren ve bu dengeli gücü Allah yolunda kullanabilen, kendi güzel değişimini toplumu değiştirme yolunda kullanan kimsedir.

Öyleyse haydi yeniden iman etmeye, bir daha değişmemek üzere yeniden Kur’an’la değişmeye. Güzele doğru değişip değiştirmeye

 

[1] ] 13/Ra’d, 11

[2] ] 8/Enfâl, 29

[3] ] 2/Bakara, 250

[4] ] 47/Muhammed, 7

[5] ] 2/Bakara, 250

[6] ] 2/Bakara, 185; 25/Furkan, 1

[7] ] 8/Enfâl, 29

[8] ] 4/Nisâ, 105

[9] ] 2/Bakara, 257

[10] ] 13/Ra’d, 11

[11] ] 47/Muhammed, 7

[12] ] 3/Âl-i İmrân, 139

[13] ] 4/Nisâ, 136

[14] ] 31/Lokman, 13

[15] ] 9/Tevbe, 71-72

[16] ] 6/En’âm, 155

[17] ] 49/Hucurât, 10

[18] ] 17/İsrâ, 11

[19] ] 13/Ra’d, 11

[20] ] Ebu Hayan el- Endülüsi, El-Bahru’l-Muhit, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1992, C.6, s.363

[21] ] İbn Cerir-et Taberi, Cami’ul Beyan, Darul Fikr, Beyrut, 1999, C.8, s.159; Muhammed el- Emin bin Muhammed el- Muhtar, Edvau’l Beyan, Mektebetu İbn Teymiyye, Kahire, 1992, s.86.

[22] ] İbn Kesir, Tefsiru-l Kuran’il Azim, Meüessetü Kurtuba,Kahire, 2000, C.8, s.119

[23] ] 4/Nisâ, 105

[24] ] bk. 47/Muhammed, 7

[25] ] 7/A’râf, 5

[26] ] 17/İsrâ, 16

[27] ] 29/Ankebût, 28-29

[28] ] 6/En’âm, 44

[29] ] 16/Nahl, 112 1241] 2/Bakara, 85

[30] ] 24/Nûr, 63

[31] ] 11/Hûd, 116

[32] ] 11/Hûd, 84-86

[33] ] 16/Nahl, 36

ALLAH TEÂLÂ VE RASÛLÜNE KARŞI SAVAŞANLAR: FÂİZCI DÜZEN VE FÂİZCİLER!

لَذ۪ينَ يَاأكُْلونَ لربِّٰو لَا يَقُومُونَ لَِّا كَمَا يَقُومُ لذ۪ي يَتَخَبَّطُهُ لشَّيْطَانُ مِنَ لْمَسِّۜ ذٰلِكَ بانََّهُمْ قَاَّلُآو نِمَا لُْبَيْعُ مِثْلُ لربِّٰو وَحََلَّ للهُ لْبَيْعَ وَحَرمَََّّ لربِّٰو فَمَنْ آجَاءَهُ مَوْعِِظَةٌ مِنْ ربَِّه۪ فَانْتَهٰىِ فَلَهُ مَا سَلَفََّۜ وَمَْرآهُُ لَِى للّٰهِۜ وَمَۢنْ عَادَ فَاّٰوُ۬لآئِٰكَ صَْحَابُ لنَّۜارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالدُونَ

“Faiz yiyenler ancak şeytanın çarparak sersemlettiği kimse gibi kalkarlar. Bunun sebebi onların, “Alım satım da ancak faiz gibidir” demeleridir. Hâlbuki Allah alım satımı helâl, faizi ise haram kılmıştır. Artık kime Allah’tan bir öğüt erişir de faizciliği bırakırsa geçmişte yaptığı kendisine aittir, işi de Allah’a kalmıştır. Kim de yine faizciliğe dönerse işte bunlar orada devamlı kalmak üzere cehennemliklerdir.” [1]

يَمْحَقُ للّٰهُ لربِّٰو وَيُربِْي لصَّدَقَاتِۜ وَللّٰهُ لَا يُحِبُّ كُلَّ كَفَّارٍ ثَ۪يمٍ

“Allah faizi tüketir, sadakaları ise arttırır ve Allah hiçbir inkârcı günahkârı sevmez. Allah faizi tüketir, sadakaları ise arttırır ve Allah hiçbir inkârcı günahkârı sevmez.” [2]

آيَا يَُّهَا لَّذ۪ينَ مَٰنُو تَّقُو للّٰهَ وَذَرُو مَا بَقِيَ مِنَ لرآبِّٰو نِْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve gerçekten iman etmiş iseniz faizden [3]kalanı bırakın.” فَانِْ لَمْ تَفْعَلُو فَاأذَْنُو بِحَربٍْ مِنَ للّٰهِ وَرسَُولِه۪ۚ وَنِْ تُبْتُمْ فَلَكُمْ رُؤُ۫سُ مَْوَلِكُمْۚ لَا تَظْلِمُونَ وَلَا تُظْلَمُونَ

“Bunu yapmazsanız Allah ve Resulü tarafından size bir savaş açıldığını bilin. Eğer tövbe ederseniz, haksızlık etmemek ve haksızlığa uğramamak üzere anaparanız sizindir.” [4]

Hanefî fakîhlerinden Serahsi; “fâiz’in kesin olarak haram kılındığını beyandan” sonra, fâizcilik yapanlara beş çeşit cezanın verileceğini zikretmektedir.

Birincisi: Şeytan çarpmışa dönmek. Allah Teâla:

“Faiz yiyenler, kendilerini şeytan çarpmış (birer mecnun) dan başka halde (kabirlerinden) kalkamazlar”[5] buyurmuştur.

Fâiz yiyenin karnı kıyâmet günü öyle şişer ki, ayakları onu taşıyamaz. Kalkmak istedikçe, ayakta duramaz düşer. Şeytan çarpmış insanlar gibi olur, bir türlü ayağa kalkamaz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Yediği fâizler miktarınca karnına ateş doldurulur.”

İkincisi: Bereketin kaldırılmasıdır. Kur’ân-ı Kerim’de: “Allah, fâizin bereketini tamamen giderir”[6] buyurulmuştur. Yani bu yolla kazanılan mal ve paranın bereketini Allah yok eder, demektir. Bu bereketin kaldırılması, elde edilen o fazlalıktan istifade edilememesi şeklinde de tevil edilmiştir. Öyle ki; ne fâizci kendisi, ne de evlâdı, bu faiz kazancından istifade eder.

Üçüncüsü: Allah’a karşı savaş açmış olmaktır. Allah Teâla şöyle buyurmuştur: “Eğer faizden vazgeçmezseniz, Allah’a ve Rasûlü’ne karşı savaş açmış olduğunuzu bilin.”[7] Burada fâizcilik yapanlar, Allah Teâlâ’ya karşı savaşanlar zümresinden sayılmıştır.

Dördüncüsü: İnkâr etme hastalığıdır. Allah Teâla şöyle buyurmuştur:

“Ey iman edenler, gerçekten mü’min iseniz Allah Teâlâ’dan korkun, fâizden (henüz almamış olup da) kalanını bırakın”[8] Bu husustaki diğer âyet-i kerimede: “Allah (haramı helâl tanımakta) ısrar eden çok kâfir, çok günahkâr kimseleri sevmez”[9] buyurulmuştur. Yani, fâizi helâl görerek sürekli inkârcılık yapanları ve fâiz yiyerek günaha dalmış olanları Allah sevmez.

Beşincisi: Cehennem’de ebedi kalmaktır. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur:

“(Her) Kim tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemliktir ki, orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalıcıdırlar.” [10]

Bu, ribânın (fâizin) haramlığını kabul etmemenin cezasıdır. Mü’minler; Serahsi’nin kat’î nasslara dayanarak izah ettiği bu “beş ceza” üzerinde iyi tefekkür etmelidirler.

Molla Hüsrev: “Fâiz yiyen kimsenin şâhidliği kabul edilmez. Zira, fâiz yiyen kimse fâsıktır” der. Mebsut’ta; “faiz yemekle şöhret bulmuş (tanınmış) olmak” şart kılınmıştır. Çünkü ticaretle uğraşanlar, akdi ifsad eden sebeplerden (akd-i fesid’den) çok az kurtulurlar. Bunların hepsi fâizdir. Öyle ise şâhidliğin kabul edilmemesi için; fâiz yemekle şöhrete ulaşmış (tanınmış) olmalıdır” hükmünü beyan etmektedir.

Kur’ân-ı Kerim’de fâiz günahı için kullanılan sert ifâdeler, şirk dışında başka hiçbir günah için kullanılmaz. Bunun sebebi, fâiz suçunun büyüklüğü ve şümûlü ile ilgilidir. Allah Teâlâ, zerre kadar zulmetmez. Küçük bir suça büyük cezâ vermez. Cezâ, suçun büyüklüğüyle orantılır. Fâiz konusundaki sert ifâdeler, fâizin tüm topluma zararları dokunacak, adâlet ve dengeyi bozacak büyüklükte ve doğurgan bir suç olmasından dolayıdır. Kur’an ve Sünnet’te en şiddetli dille yasaklanan fâizin mü’minler için kaçınılması gereken çok önemli bir problem olduğu gâyet açıktır. Dünyada sınıf farklılıkların ve düşmanlıkların ortaya çıkmasına zemin olması, fakir-zengin arasında uçurumlar oluşturması, sömürü ve zulmün yayılmasına sebep olan bir suçun, âhirette cezâsız kalması beklenemez. Fâizin ne büyük bir belâ olduğunu kısaca ifâde etmeye çalışalım:

  • İlk büyük tahribi, rûhî ve ahlâkî değerler üzerinde olan fâiz, korkunç bir haramdır. Çünkü fâiz, insanda bencillik, cimrilik, katı kalplilik, duygusuzluk, zaafları ve zor durumları sömürme, ihtiras, maddeye tapma gibi en iğrenç duygu ve düşünceleri geliştiren, sevgi, şefkat ve yardımlaşmaya ilgisiz kalan büyük bir sömürü aracıdır.
  • Fâiz, sosyal zararları da son derece büyük olan bir İlâhî yasaktır. Bireyleri bencil ve nefisperest kılarak bütün fertler arası ilişkileri menfaatlere dayandıran ve böylece ahlâkî çözülmelere neden olan fâiz, toplumun sâbit gelirlilerini ezen korkunç bir sömürü çarkıdır. Zira, fâize dayanan ekonomik düzenlerde mal varlığı daima fakirlerden fâizcilere ve fâizli kredi kullananlara akar. Bu sebeple rant peşindeki azınlığı giderek zenginleşen, sâbit gelirli çoğunluğu sürekli fakirleşen bir toplum yapısının oluşumu kaçınılmazdır.

Fâizli ekonomik düzenlerde zarara uğrayan, ihtirasla sömürülen grup, her zaman sâbit gelirli tüketici çoğunluk olan halktır. Fâizli krediler kullanan menfaatperest yatırımcı ve tüccarlar da ödedikleri fâizleri hep ürettikleri ve mübâdele ettikleri malların mâliyetine ilâve ederler. Malın üretiminden perakendeci esnafa kadar bütün evrelerde fâizli kredi, malın fiyatını büyük oranlarda artırır. Böylece tüketici büyük halk kesimi ezilir de ezilir. Fiyatları aşırı şekilde artıran fâiz, alım gücünü zayıflatarak tüketimin kısılmasına, kısılan tüketim de, üretimin azaltılmasına neden olur. Böylece işsizlik yaygınlaşır.

İşsiz sayısı arttıkça, işçi ücretleri düşer. Bu da giderek sosyal sefâleti doğurur ki, neticede ortaya çıkacak huzursuzluk, anarşi ve fesat, tüm toplumu boğan bir fitneye dönüşür.

Rabbimiz Kur’an’da bu gerçeği şöyle açıklar:

“... Allah fâizi mahveder. (Zekât ve infak gibi) sadakaları da arttırır...”[11]

Yüce Peygamberimiz de, mahvın iktisadî şeklinede şöyle dikkatlerimizi çeker: “Pek çok da olsa, fâizle kazanan her kişinin sonuçta fakirliğe düşmesi kaçınılmazdır.” [12]c- Ekonomik hayat için zarûrî olduğu propaganda edilen fâizin asıl büyük zararı ise, ekonomidedir. Toplum kalkınmasını engellemesindedir. Zira ekonominin emeksiz, rizikosuz büyük kazançlar, aşırı çıkarlar ve ihtiraslar üzerine kurulmasına, yani rant ekonomisine dönüşmesine ve büyük kitlenin aleyhine rantın büyümesine sebep fâizdir. Gerçek toplum kalkınması için zarûrî olan ucuz sermaye sağlanmasına ve ancak 3-5 senede üretime geçebilecek büyük ve ciddî yatırımlara rağbet olunmasına engel olan fâizdir.

Fâize dayanan ekonomik düzenlerde bankacılar kendi paraları yanı sıra, toplum kalkınması için gerekli olan paranın çok önemli bir bölümü olan halk tasarruflarına da yaptıkları sürekli reklâmlar yoluyla sahip olurlar. Böylece yalnız kendi paralarının fâizini değil; kendi paralarının kat kat fazlası olan halk tasarruflarının fâizlerini de alırlar. Sermayeye hâkim olan gözü dönmüş bu modern fâizci para babaları, düşük bir yüzde ile aldıkları paraları ancak büyük yüzdelerle devrederler. Hep büyük kârlar gözetir ve paranın parayı çektiği büyük rantı devşirirler. Her yıl büyük fâizler ödeyen yatırımcı toplum kesimi de kazancı çok olan ama çoğu kez toplum için zarûrî olmayan üretime yönelir. Böylece ciddî yatırımlar ertelenir, toplum muhtaç olduğu atılımı yapamaz. Bütün bunların sebebi fâizdir.

Kısaca değinmeye çalıştığımız bu rûhî, ahlâkî ve iktisadî zararları sebebiyledir ki Allah bize fâizi haram kılmıştır. Peygamberimiz de fâizle ilgili her çeşit işi ve işlemi yasaklamıştır. Rasûlullah (s.a.s.) fâiz yiyeni, fâiz yedireni, fâiz akdini yazanı, bu işleme kâtiplik yapanı, bunlara şâhitlik yapanı lânetledi, bunlara “Allah lânet etsin!” buyurdu.

Şurası çok iyi bilinmelidir ki, fâiz ilkelliğin, eski câhiliyye anlayışının delilidir. Aşağılığın, gericiliğin belirtisidir. O yüzden, Peygamberimiz Vedâ haccında, câhiliyye döneminde yürürlükte olan fâizin bütün çeşitlerini ayaklarının altına alıp kaldırmış ve yasaklamıştır. İslâm olmadan bir toplum mânen gelişemez. Maddî yoldan da adâletli bir servet dağılımına kavuşamaz. Gelişemeyen bir toplum da fâizi kaldıracak bir güç bulamaz. Onun mahkûmu olur. Ahlâken yükselememiş, yardımlaşma duygularıyla bezenememiş, bir bütün olarak kalkınma şuuruna varamamış ve sömürmeyi lânetleyememiş insanlar pek tabiî ki, fâize karşı çıkamazlar.

Çok büyük bir sömürü düzeni olan, toplumu kamplara bölen ve sermaye ile emeği birbirine düşman kıldığı için de sosyalizm ve komünizmin materyalizmle birlikte ana kaynağı olan fâize karşı çıkılmamasının sebebi, onun ekonomi için zarûrî olması değildir; Fâizcilerin aldatıcı propagandalarıdır. Daha da önemlisi, ona karşı çıkabilecek kadroların da bu zulüm düzeninden çıkar sağlamalarıdır. İslâm, mekanizmanın fâiz üzerinde kurulu olmasını reddeder. Milyonlardan toplanan paraların bir avuç fâizcinin yönetimine terkedilmesini onaylamaz. Mutlu ve putlu azınlığın refahı için toplumun büyük kesiminin kan ve terinin içilmesini yasaklar.

İnsan fıtratı ile çatışan fâiz olmaksızın âdil bir düzen elbette kurulabilir. Fâizin yerini kazanç ümidine, şahıs ve devlet adâletine, zekâtlı, karz-ı hasenli, şirketli sağlıklı bir ekonomiye bıraktığı bir nizamda tasarruflar tabiî ki toplanabilir. Bereketli bir düzen kurulabilir. Ama bunu kapitalizmin olmayan merhametine, fâizcilerde hiç bulunmayan insafa bırakarak sağlamak, mümkün değildir. Fâizi savunanlar ve bu sümürü düzenini ayakta tutmak için gayret gösterenler kadar fâize ve ekonomik zulme karşı olanlar çaba göstermeden adâlet sağlanamayacaktır.

Fâiz, bir kan nehridir. Buraya giren kanlanır ve kan kokar. Kan ise pistir. “Fâizli kredi alınmazsa müslüman güçlenemez” görüşü bâtıldır. Doğru olan; “müslümanlar birleşmez ve şirketleşemezse güçsüz kalırlar” görüşüdür. İslâm’ın yasakladığı ve fâillerine harp ilân ettiği tefecilik de, banka fâizciliği de büyük bir haramdır. Onda ısrar eden kişi Cehennemliktir.

İslâm, yalnız âhiret nizâmı olmadığı için fâize getirdiği dünyevî cezâlar da büyüktür. İslâm Hukukunda ribâyı/fâizi helâl gören kişi, İslâm dâiresinin dışına çıkmış bir mürteddir. Mürted, mü’minlere ne vâris olabilir, ne de miras bırakabilir. Nikâhı da düşer, mü’minlerle evlenemez. Mürtedin cezâsı çok büyüktür. Fıkıh âlimlerine göre; fâiz alıp verenler topluluksa üzerlerine ordu gönderilerek kendileriyle savaşılır. Malları da müsâdere olunur. [13]

Öyle bir karanlık ve fırtınalı câhiliyye dönemi yaşıyoruz ki, fâizden en kaçınanımız bile, Peygamberimiz’in lisânıyla fâizin tozundan kurtulamıyor.

“İnsanlar öyle bir devre ulaşacak ki, o zamanda ribâ yemeyen kalmayacak. Öyle ki, (doğrudan) yemeyene buharı (veya tozu) ulaşacak.”[14]

Öyle bir sömürü düzeni içinde yaşıyoruz ki, kapitalizm din olmuş, para da, bir kapitalist için tanrı, banka tapınak, çek ve hisse senedi kutsal bir kitaptır. “Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul; / Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul. / Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa; / Yaşasın, kefenimin kefili kara borsa!”

Ne mutlu başta fâiz olmak üzere tüm haramlardan kaçanlara, parayla imtihanı kazanıp Allah’la alışveriş yapanlara!

 

[1] ] 2/Bakara, 275

[2] ] 2/Bakara, 276

[3] ] 2/Bakara, 278

[4] ] 2/Bakara, 279

[5] ] 2/Bakara, 275

[6] ] 2/Bakara, 276

[7] ] 2/Bakara, 279

[8] ] 2/Bakara, 278

[9] ] 2/Bakara, 276

[10] ] 2/Bakara, 275

[11] ] 2/Bakara, 276

[12] ] Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 17, s. 261

[13] ] Ali Rıza Demircan, İslâm Nizamı, c. 3, s. 257-262

[14] ] Ebu Dâvud, Büyû’ 3, h. no: 3331; Nesâî, Büyû’ 2, h. no: 7, 243; İbn Mâce, Ticârât 58, h. no: 2278

HEPİMİZ DÜNYA ADLI İMTİHAN SALONUNDAYIZ; KARNELERİMİZ YAKINDA!

ÂYET:

كُلُّ نَفْسٍ آذَئِقَةُ لْمَوْتِۜ وَنَبْلُوكُمْ بِالشَّرِّ وَلْخَيْرِ فِتْنَةًۜ وَلَِيْنَا تُرجَْعُونَ

“Sizi, bir imtihan olarak, şer ve hayırla deneyeceğiz. Hepiniz de nihayet bize döndürüleceksiniz.” [1]

وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ لْخَوْفِ وَلْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ لْامَْوَلِ وَلْانَْفُسِ وَلثَّمَرَتِۜ وَبَشِّرِ لصَّابِر۪ينَۙ

“Biz sizi biraz korku, biraz açlık ve biraz mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmeyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!” 1194

Dünya, ne seçim, ne geçim dünyasıdır; dünya, bugün var yarın yok, imtihan dünyasıdır. Dünyaya başka şey için değil; kulluk dersinden imtihan olmaya geldik. İnsan Allah’a kulluk için yaratılmıştır. Allah’a mı, başkalarına mı kulluk yaptığı dünyadaki sınavlarla ortaya çıkacaktır. Kur’an açısından hayat, bir imtihan, daha doğrusu bir imtihanlar silsilesidir. Rabbimiz bütün insanları onlara verdiği hoşlarına giden nimet, kabiliyet ve imkânlarla ve hoşlanmadıkları korkuyla, açlıkla ve nimetlerden noksanlaştırmayla denemektedir. Ölümle birlikte, imtihan sona erecek, hesap günü herkes ya sağından ya solundan karnesini alacak. Daha önce bu imtihan salonuna zengin-fakir, işçi-işveren, erkek-kadın, güçlü-zayıf niceleri gelmiş, bir süre oturmuş, kalkmış gitmişler. Şimdi sıra bu asrın insanlarında, bizlerde.

Dünyada imtihanlar çok çeşitli. Kimi servetinden imtihan oluyor, kimi servet düşmanlığından. Kimi sıhhatinden, kimi hastalığından... Kimi borçlu kalmaktan, kimi alacaklı olmaktan... Herkes imtihan olduğu içindir ki, gerçek manada, kimse rahat değil. “Dünyada rahat yoktur”[2] yani imtihanda rahat olmaz; çalışma ve gayret vardır, endişe ve ümit vardır, üzüntü ve sabır vardır, kazanmak için çaba göstermek vardır. İmtihan salonunda gülüp oynayan, kalem ve kâğıdının çok kaliteli olması için uğraşan, güzel elbiseli olanlara özenip sınava odaklanmayan kimse, imtihanı kazanmak istemiyordur.

Herhangi bir okul veya Üniversite imtihanına verilen önem, kulluk imtihanına verilseydi, cennet garanti olurdu. Âhiret imtihanı zor olduğu için mi insanlar başarısız oluyor? Hangi imtihan daha kolay, gelin bir karşılaştırma yapalım:

Üniversite sınavında sorular önceden kimseye verilmez. İlâhî imtihanda sorular da, doğru cevaplar da, önceden Kur’an ve Sünnetle bildirilmiştir.

Üniversite sınavında yardımlaşma yasaktır. Allah’ın sınavında yardımlaşma tavsiye edilir. Bu imtihanda kendisi kadar başkalarının kazanması için de gayret gösterenlerin ödülleri daha büyük olur. Öğrettiği kadar da kendi notuna ilâve edilir. Yaptığı bu işe cihad ünvanı verilir. Bu ticarette verenin malı artar, cimrilik edenin değil.

Üniversite sınavında kopya çekmek büyük suçtur. Esas sınavda ise, sevaptır. Üniversite sınavında üç yanlış bir doğruyu götürüyor. Âhiret için olan sınavda bir doğru bir yanlışı götürüp yok ediyor.

Üniversite sınavlarında her doğruya bir puan verilir. Allah, yaptığı sınavlarda yanlışa eksi bir puan verdiği halde, doğru cevaba en az 10 puan vermektedir.

Her iki sınavda zamanla yarış sözkonusu olsa da Üniversite sınavı 3-5 saate sığdırılıyor, bütün hayat boyu birikimler birkaç saat içinde test oluyor. Bir sene başka sınav hakkı yok. Diğer imtihanda hata yapıldı, başarısız olundu ise, her an eski sınavları yok saydırıp yeniden sınav hakkı var, hem de sonsuz denilebilecek sayıda. İstenilen zaman kurtarma sınavı hakkı var. Tevbe gibi eski sınavları silip yok saydıran bir silgi var.

Birinde çok soru çözmek şart. Diğerinde az soru da çözebilir insan, yeter ki doğru cevap versin.

Üniversite sınavında sorular doğru sorulmamış olabilir. Seviyeye uygun olmayabilir, zor sorular çıkabilir. Sorular anlaşılmayabilir. İlâhî imtihan ise, herkesin seviyesine göredir, kolaydır, Allah kimseye çözemeyeceği soru sormaz, başaramayacağı güçlükte imtihan etmez, zorluk dilemez.

Üniversite sınavları hiç de âdil değildir, bilgileri doğru ölçtüğü söylenemez. İlâhî imtihanda ise bir kula kıl kadar zulmedilmez.

Üniversite sınavında başarı şansı, başkalarını yenmeye bağlıdır. O yüzden başkalarının başarılı olması hoş görülmez. İlâhî sınavda ise başkalarının aldığı notun diğerlerine hiç zararı dokunmaz, sınavda üstün başarılı olanlar cennetin kontenjanını doldurmaz. Onlar rakip değil, refik kabul edilir.

Veee üniversite sınavını kazanınca ne tür bir iş, ne kadar maaş, ne miktar rahat ve huzur var? Ya âhiret sınavını kazananlara? “Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir insanın hayaline getiremediği güzellikler, nimetler.” [3]

İlk bakışta bu imtihanı herkesin kazanacağı akla geliyor. Ama gel gör ki, insanların çoğu, yine de yanlış yola sapıyor. Zoru başararak esas sınavı kaybetmeye çalışıyor. Öyle ise, kendi karnesini daha güzelleştirmek ve ümmetin sınavlarına yardımcı olmak için bu karnenin sahibine çok iş düşüyor.

Bu dünyada yerine getirdiğimiz âhirete yönelik imtihanda aslında zor olan, yanlış yazmak. Bu ise, bize büyük bir ilâhî lütuf. Aksi olsaydı, bizim için gerçekten çetin bir imtihan olurdu. Doğru söylemenin nefes almak kadar doğal ve kolay olduğunu hepimiz biliriz. Bir insan, gün boyunca doğru söylese yorulmaz, ama her cümlesi yalan olmak şartıyla yarım saat konuşmaya mecbur tutulsa perişan olur. Su içen, yüzünü buruşturmaz, ekşitmez; içki içenin ise yüzüne bakılmaz. Helâl kazanç ruhu rahat ettirir; haram ise vicdana azap çektirir...

Hayatımız boyunca güzel bir şeyi elde etmek için hep bir çaba ve emek sarf etmişizdir. Eğitim hayatımızı düşünelim. O dönemden aklımızda en çok yer eden şeyler, büyük ihtimalle, sık sık karşılaştığımız sınavlardır. Bunların içinde en önemlisi, kuşkusuz üniversite sınavlarıdır. Çoğu genç, üniversite sınavını hayatının dönüm noktası olarak tanımlar. Çünkü geleceklerini nasıl şekillendireceklerini bu birkaç saatlik imtihanın sonucunda belirleyeceklerini düşünürler. Bu nedenle yıllarca çalışır, uykusuz kalır, pek çok sosyal faaliyetten, tatil ve eğlenceden uzak durup, kendilerini sadece derslerine verirler. Tek amaçları üniversiteye girebilmektir. Bu amaca ulaşabilmek için büyük bir sabır ve kararlılık gösterirler.

Günümüz Türkiye’sinde üniversite diplomasının ne kadar faydalı olup olmadığı bile düşünülmez. Çok yararlı olduğunu düşünsek bile, elde edilmek istenen yararların tümü geçicidir. Ama, bir de asla kaybolmayacak olan, asla tükenmeyecek güzelliklerin, sonsuz yararların bulunduğu ve insanın devamlı yaşayacağı gerçek bir hayat var. Bu, iman eden insanların dünya hayatında ulaşmak istedikleri her durumdan önemli gördükleri âhiret hayatıdır. Çok az bir faydası olan ve yararının da geçici olduğu üniversite sınavına gösterilen değer, nice müslüman tarafından âhiret sınavı için gösterilmiyorsa, bu sınavın kaybedilme ihtimalinin büyüklüğünü de gösterir. Üniversite sınavına hazırlandığı gibi esas imtihana hazırlanan bir mü’min, büyük ihtimalle cenneti garanti edecektir.

İnsanın sonsuz âhiret yurduna ulaşmak için denendiği yer “dünya hayatı”dır. İnsan, yeryüzünde bulunduğu sürece âhirete yönelik bir sınav yaşamakta ve bu konuda gösterdiği çabayla denenmektedir. Hayat, gerçekte Allah’ın bizleri sınamak ve eğitmek için yarattığı geçici bir süredir. İnsan bu süre boyunca düşünmek, böylece Rabbini tanımak, O’nun hükümlerine uymak ve O’nun rızâsını aramakla sorumludur. Bunun yanında bu imtihan hayatı boyunca başına gelen herşeye en güzeliyle karşılık vermek, sabretmek ve güzel ahlâk göstermekle yükümlüdür. Başına gelen her şeyin, Rabbinden gelen bir deneme olduğunu bilmek, bunlardan zevk almak, karşılaştığı her olayı neşe ve şevkle karşılamak ise, dünyadaki imtihanın mü’minlere has olan bir sırrıdır. Bu sırrı kavrayan ve tüm yaşamını denendiğinin bilincinde geçiren insanlar, asla son bulmayacak ve tükenmeyecek olan bir kazanç sağlayacaklardır.

Dinden uzak insanların en büyük yanılgıları, bu dünyadaki hayatın geçici olduğunu unutmaları ve aslında bir imtihandan geçirilmekte olduklarının bilincinde olmamalarıdır. Dünyada böyle bir gaflet içinde yaşayan insanları etkileyebilecek, akıllarını çelebilecek pek çok güzellik ve süs vardır. Âhiretin unutulduğu toplumlarda insanlar, doğdukları andan itibaren kendilerine süslü görünen bu değerleri elde etme hırsına kapılırlar. Allah, insanları dünyaya hırsla bağlayan bu süsleri şöyle belirtir: “Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet, insanlara süslü ve çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının metâıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır. De ki: ‘Size bundan daha hayırlısını bildireyim mi? Korkup sakınanlar için Rablerinin katında, içinde ebedî kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızâsı vardır. Allah, kulları hakkıyla görendir.” [4]

Allah bütün insanları dener; en büyük rasüllerden avam tabakasındaki her insana kadar herkes denenir. Bu denemeler aslında, gördüğü derslerden imtihana tâbi tutulan öğrencinin durumu gibidir. İmtihanı başarırsa bir üst sınıfa geçer, başaramazsa kalır. Allah’ın Kur’an okuluna girememiş, “mekteb-i İslâm”a kayıt olamamış insanlar, bu okulu görsünler diye çok çeşitli şekillerde denenirler; kıtlıkla denenirler, bollukla denenirler, zaferle denenirler, yenilgiyle denenirler. Ama durumlarını değiştirmeyip küfür ve nifaklarında ısrar ederlerse “üzerlerine göklerin kapısı açılır”, iyice azıp tuğyanda bulunurlar ve sonunda ya bütün azabı âhirette görmek üzere cehenneme yuvarlanırlar, ya da dünyada iken cezalarını görürler. Bu ceza, yerden ve gökten gelebileceği gibi, başka insanların eliyle de olabilir; kendi aralarında fitneler şeklinde de olabilir. Öte yandan, mü’minler de bir üst sınıfa geçmek, imanlarının sağlamlığının açığa çıkması, imanlarının derecelerinin belirlenmesi için denenirler. Onlar da ya kaybedip -Allah korusun- nifaka, fıska veya küfre dönerler, ya da imanları daha bir güçlenir ve derece alırlar.

“Belâ gelmez kula Hak yazmayınca / Hak, belâ vermez, kul azmayınca.”

SINAV ESNASINDA GÜLÜP EĞLENMEK…

İmtihan: Kazanmakla kaybetmeyi aynı anda hatırlatan esrarlı bir kelime... İçinde hem ümidi saklıyor, hem korkuyu. Niye unutuyor insan, dünyaya imtihan olmak için geldiğini? Dünya, sürekli ve her şeyle imtihana tâbi tutulduğumuz bir sınav salonu değil mi?

Bülûğa erinceye kadar, imtihan öncesi: Kâğıt-kalem hazırlama safhası. Bülûğa ermekle, insan imtihan kâğıdını, amel defterini doldurmaya başlar ve ölünceye kadar aralıksız kalem oynatır. Bu imtihanın herkes için günün birinde sona ereceği mâlûm; ama kimin elinden kâğıdının ne zaman alınacağı belli değil. Sınav salonunda çok kalmakla değil, salonda kaldığı müddetçe doğru cevaplar önemli. Salonda yüz sene kalıp imtihanı kazanamayan da, 20 sene kalıp başarılı olan da var. İmtihan salonunda en önde oturmak, elbiselerin en güzelini giyinmek, kalemlerin en kıymetlisini kullanmak neticeye zerre kadar tesir etmez.

İmtihanda önemli olan çok yazmak değil, doğru yazmaktır. On kâğıt doldurup, “bir” alamayanlar da var, bir kâğıtla “yüz” alanlar da. Öyle ise, uzun ömür, güzel şeylerden daha fazla yazmak için istenmeli. Bunların hepsi câiz, ama hiçbiri vâcip değil. Vâcip olan, şart olan: Sorulara doğru cevap vermek.

 

 

[1] ] 21/Enbiyâ, 35 1194] 2/Bakara, 155

[2] ] Ahmed bin Hanbel, Zühd, s. 128

[3] ] Buhari, Tefsiru sureti’s-Secdeh, 32/1

[4] ] 3/Âl-i İmran, 14

Pazartesi, 01 Mart 2021 09:13

48.HUTBE: TATİL DE NE DEMEK?

TATİL DE NE DEMEK?

ÂYET:

ذَرهُْمْ يَاأكُْلُو وَيَتَمَتَّعُو وَيُلْهِهِمُ لْامََلُ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ

“Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş emel onları oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler!” [1]

فَانَِّ مَعَ لْعُسْرِ يُسْرًۙ نَِّ مَعَ لْعُسْرِ يُسْرًۜ فَاذَِ فَرغَْتَ فَانْصَبْۙ وَلِىٰ ربَِّكَ فَارغَْبْ

“Demek ki zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Evet, doğrusu her güçlüğün yanında bir kolaylık var. O halde önemli bir işi bitirince hemen diğerine koyul. Ve yalnız rabbine yönel.” [2]

Tatil, bir yönüyle atalet, tembellik, iş yapmamak, yaptığı işi bırakmak demektir; diğer yönüyle dinlenmek, istirahat etmek, bir işi geçici olarak bırakmak, ara vermek, yapılan işi değiştirmek, tekrar işe başlamak için enerji toplamak demektir. Birinci anlamıyla Müslüman için tatil düşünülemez; ikinci anlamıyla ise tatilsiz Müslüman, tatilsiz insan düşünmek mümkün değildir. Bir şey, yozlaştırılmış, aslını ve güzelliğini kaybetmiş ise, o şeyin aslının ve doğrusunun câiz olmayıp terk edilmesi gerektiğine delil olmaz. Yaşadığımız ülke açısından İslâm hâkim değil, mahkûm konumunda. Şu an, hayat İslâm’ın istediği şekilde ve Müslümanca yaşanılacak şekilde kurgulanmış değil. Hangi şey Müslümanca yapılıyor ki, bugün tatil de Müslümanca yapılmış olsun? Böyle oluyor diye, işin aslına da karşı çıkmak gerekmez tabii. İnsan makineden çok farklıdır. Makinenin devamlı aynı şeyi yapmaktan canı sıkılmaz, morali etkilenmez, psikoloisi bozulmaz, motivasyonu zarar görmez. İnsan ise, sürekli aynı şeyleri yapmaktan rahatsızlık duyar ve değişiklikler ister. Değiştirme ve değişme anlamında tebdil ve tebeddül, insanî bir özelliktir. Tümüyle âtıl olup hiçbir iş yapmama anlamında Müslüman için tatil ne kadar yanlış ise; dinlenmek, zaman zaman yaptığımız işi değiştirmek anlamında tatil de o kadar ihtiyaçtır.

İnşirâh Sûresi 7. âyet; şunları söyler: “Öyleyse, bir işi bitirince diğerine koyul.

Boş kaldığın zaman yine yorul. Din ve dünya ile ilgili işlerinin, ibadetlerinin birini bitirdiğin zaman, hemen ötekine başla! Boş kaldığın zaman (ibadet ve dua ile) yorul.” Sıhhatini tam olarak bilmesem de Peygamberimiz’in de şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Men lâ ta’tîle lehû, lâ tahsîle leh…” yani; “Tatili olmayanın (zihnini, bedenini dinlendirmeyenin) tahsili de olmaz; yok sayılır.” Hz. Ömer’in de bu konudaki sözü, insan psikolojisinin sırlarını verecek cinstendir:

“Haftada bir gün tatil vermezseniz, tüm haftayı tatil yaptırırsınız.”

ASIL EĞLENME VE DİNLENME MEKÂNI, DÜNYADAN SONRADIR!

Bir okul düşünün, günde altı saat ders yapıyor olsun ve hiç teneffüs vermesin. Hiç ara vermeden peş peşe bu dersi hangi öğrenci kaldırabilir? Ve zorla tahammül eden öğrenci bu teneffüssüz dersten ne kadar verim alıp yararlanabilir? Ancak, öğrenci psikolojisi ile o dersi devamlı kaynatmak isteyenler çıkabilir, ders yerine devamlı teneffüsü tercih edenler olabilir. İtiraz ve tepkimiz, tatilin ve dinlenmenin kendisine değil, nasıllığına yönelik olmalıdır. Dinlenme ve tatili, amaç değil; araç olarak görür bir Müslüman. Daha verimli çalışmak için lazım olan enerjiyi elde edecek, tazelenmeyi sağlayacak bir araç olacaktır. Asıl eğlenme ve dinlenme mekânı dünyadan sonradır. Yani burası çalışma, orası tatil yeridir; burası ağaç dikme, sulama ve üretme; orası ise meyve toplama mekânı; burası çalışma, orası ödül ve istirahat yeri; burası ‘din’lenme yeri, orası dinlenme yeridir.

MÜSLÜMANIN TATİLİ DE KULLUK DAİRESİNİN VE ŞERİAT ÇERÇEVESİNİN İÇİNDE OLMALIDIR

Bindiğimiz ne ise, ondan daha fazla yararlanmak için onu yormamak gerekiyor. Bedenin aşırı yorulması, onu makul bir süre dinlendirdiğimizde alacağımız verim kadar verim almamıza engel olan ve sonu zulme kadar varabilecek bir eziyettir. Bizim duraklamamız, hatta biraz geri çekilmemiz, daha sistemli ve daha yüksek atlamak için gerilmemiz için olur. Yoksa yaptıklarımızı faydasız hale getirip yok etmek anlamında tatil olmaz. Sonra, nelerden tatil yapabileceğimiz de önemlidir. İnsan nefes almaktan tatil yapar mı? Su içmenin, beslenmenin tatili olur mu? Beslenme saatlerini değiştirebiliriz en fazla; Ramazan’da gıda saatlerini değiştirmek, alışkanlıklarımızı gözden geçirmek için olmalıdır. Ama bu, yiyip içme konusunda tümüyle tatil yapmak anlamına gelmez elbette. İnsan imandan, ahlâktan, namazdan, infaktan ilimden, cihattan tatil yapabilir mi? “Evet” denilecek olursa “insanlıktan tatil yapılabilir” denilmiş olur. İnsan, alışkanlıklarını gözden geçirecek, tiryakilik dediğimiz bağımlılıktan kurtulmaya çalışacak, onları tatile çıkaracaktır. Kendini esir alan, iradesini işlemez hale getiren maç hastalığından, telefon, televizyon ve dizi bağımlılığından… Yani kişiyi tutsak haline getiren, kendine bağımlı yapan ne varsa onları tümüyle tatile göndermesi gerekir. Özgürlüğümüzün ilanıdır bizi tutsak eden ne varsa onlardan kurtulmak. Allah’a kulluğu tatil etmek ise nefsin hevâsını tanrılaştırıp onun köleliğini kabullenmek demek… İnsanlıktan, İslamlıktan tatil olur mu hiç? Tatil, onsuz olamayacağımız şeyler konusunda olmaz. Bu anlamda hicret tatildir, tatil de hicret. Bireyselliği tatile gönderip cemaatin bizi koruyan kanatlarının altına sığınmak, dünyevileşmeyi dönüşü olmayan tatile yollamak, tembellik ve atâleti tatile çıkarmak; o tatilcilerle bağlarımızı koparmak gerekiyor. Balığın tatili, suyun içinde gerek. Suyun dışındaki tatil, tatil değil ölümdür onun için. Müslümanın tatili de kulluk dairesinin ve şeriat çerçevesinin içinde olmalıdır. Tatil, Allah’la bağımızı güçlendirdiği oranda makbul; Allah’la aramızı açtığı oranda merdut kabul edilmeli. Allah’tan uzaklaştıran tatil helâkımız; Allah’a doğru, Allah için tatil ise baş tacımız. Aklını tatile gönderemiyorsa insan, imanını, vicdanını da, ibâdetini, itaatini de tatile gönderemez. Hayatımızın devamını sağlayan hayatî ihtiyaçlarımızı tatile çıkaramıyorsak, bizi yoktan var eden yaratıcımıza, bize hayat verip canlandıracak şeylere çağırdığı zaman, Allah ve elçisinin mesajına uymak[3] ve bu kulluğu ölüm gelinceye kadar sürdürmek[4] zorundayız. Haramları süresiz tatile gönderemeyen, kulluk bilincini tatile göndermiş olur. Allah’ın güneşi hiç tatil yapmıyor, iç organlarımız, herhangi bir gün tatile çıkmıyor. Kalbimiz, “ben bugün tatildeyim, kan pompalamayacağım, tatil yapacağım” dese ne olurdu? “Ben bugün namazı tatile gönderdim” demek için ben bugün Allah’ın bütün nimetlerinin bana karşı tatil yapmasına hazırım demeye kalkmaktır ki, bu intihar demektir. İlki de mânevî intihar.

MÜSLÜMANIN TATİLİ DE EĞLENCESİ DE ANCAK MÜSLÜMANCA OLABİLİR!

Öncelikle soruyu tashih edeyim; “Müslüman, İslam’ın izin verdiği şekilde kendini âtıl bırakmalı mı” diye soruyorsunuz. İslâm, bir Müslümanın kendini âtıl bırakmasına, atâlet ve tembellik içinde ot gibi hayat sürmesine izin vermez. İslâm dinlenmenin en doğru ve en fıtrî yolunun iş değişikliği olduğunu söyler.[5] Ve kolaylığın zorlukla beraber olduğunu ısrarla belirtir.[6] Müslümanın tatili de, eğlencesi de olur, fakat bu ancak Müslümanca olabilir. Nefsimizin de bizim üzerimizde hakkı vardır. O hakkı fıtrî özellikler çerçevesinde yerine getirmek gerekir. Mesele tatil yapıp yapmamak meselesi değil, tatili nasıl yapacağımız meselesidir.

İSLÂM’DA “BOŞ VAKİT” KAVRAMINA YER YOKTUR!

Müslümanlar açısından “boş kalmak, işlevsiz olmak” anlamında “tatil”, sığınak değil; ancak şeytanî bir tuzaktır. “Boş zaman” kavramı, “tatil” kavramı gibi, modern çağın zihnimize ve oradan da tüm organlarımıza bulaştırdığı bir virüstür. İslâm’da “boş vakit” kavramına yer yoktur. Çünkü dinimiz, her anımızdan hesaba çekileceğimiz bilinciyle zamanımızı hep dolu dolu geçirmemizi ister.

TEBDÎL-İ MEKÂNDA (YAŞANILAN YERİ DEĞİŞTİRMEDE) FERAHLIK VARDIR!

İnsan, hayrın ve güzelliğin zirvesine doğru yol alabilmek için devamlı değişmek/gelişmek zorundadır. Değişiklik, insanı esir eden bağlardan kurtulma çabasıdır. Yozlaşmamak, donuklaşmamak için; mü’minin bir ayağı sırât-ı müstakîmin sâbit/değişmeyen çizgisinde, diğer ayağı ise tekâmül/olgunlaşma arayışında bir pergel olmalıdır. Tebdîl-i mekânda ferahlık vardır. İnsan, bazen yaşadığı çevrenin dışına çıkıp, kendini saran şartlara ve hatta kendisine dışarıdan bakabilmeli, bazen farklı bir kimse gibi kendini gözlemleyebilmeli ki, objektif değerlendirmelerde bulunabilsin, muhâsebe yapabilsin. İnsanın iç dünyası anlamında psikolojisi, uzun süre aynı yerde zapt edilemez, aynı şeyle devamlı meşgul olamaz; kuş gibi özgürdür, sık sık kanatlanır daldan dala konar. Bazen bedenin de ruhu takip etmesi kaçınılmaz olur. 

Günlük hayatında kendisine fazla vakit ayıramayan kişinin kendisini kontrol etmesine, “bu gidiş nereye?” diye kendini sorgulamasına, işine, evine uzaktan ve dışarıdan bakmasına, tefekkür edip geleceğini daha düzenli hale getirerek planlı, programlı, sistemli yaşamaya insanı götürmelidir tatil. Tatilleri tanıdıklarından kopuk yerlerde geçirmektense, kendi köyünde, varsa ana ve babasının yanında geçirmeli; tabiatla iç içe olabilmelidir. Tatili, sıla-i rahmi yerine getirmenin, akraba ve hemşehrilerine davet ve tebliğ ile tevhidî dâvâyı ulaştırabilmenin yolu olarak görebilmelidir. Hayatındaki monotonluğu kırarak, yapmadığı veya yapamadığı olumlu şeyleri hayatına geçirmeye çalışmalıdır. Meselâ, eşiyle, çocuklarıyla yeterince ilgilenme, sarsılan bazı ilişkilerin sağlamlaşması tatil ortamlarında daha mümkün olacaktır.

FAZLA VAKİT KALMADI

Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası/ahiret için çalışandır. Aciz/sefih kişi de, nefsini, hevâsına tâbi kılan ve Allah`tan dileklerde bulunup duran (bunu yeterli sayan) dır.” [7] İnsanın uzunca zahmetlere katlanıp ileride lazım olacak birikimler yapması ne kadar olumlu değerlendirilirse, bunları zaruri olmayan yerlere ve özellikle israf kabul edilecek şekilde birkaç gün içinde harcaması da o derece olumsuz bir durumdur, önceki olumluluğu da boşa çıkarır. Bir çuval pirinci ayıkladıktan sonra çamura döküveren kimse gibi yapmış oluruz.

Dün, en sevdiğimiz gıdaları yemiş, eğlenmiş, günümüzü zevkle geçirmiş olsaydık, bugüne kalan hiçbir şey olmayacaktı; gafletle geçirilen, dolayısıyla kaybedilen zamandan başka. Hele o zevk ve eğlenmelerde ölçüye dikkat etmediysek, bugüne ve yarına kalacak olan sadece günah yükü olacaktı. Yok, dünü zorluk ve sıkıntılarla geçirmiş isek de bugün için pek bir şey değişmeyecek, hatta bu gün daha az sıkıntı içinde isek, dünle karşılaştırdığımızda bu, mutluluk sebebi olacaktı. Ve eğer o sıkıntılar Allah için idiyse ve sabrettiysek, bugüne ve yarınlara taşınacak kalan şey, sevaplar olacaktı. Hayat, dünler, bugünler ve yarınlardan ibaret olduğuna göre; dün geçmiştir, yok hükmündedir. Yarını yaşayacağımız meçhuldür, bugünü değerlendirmek ve âhirete azık hazırlamak en akıllı yol olsa gerek. Hayat, bir yönüyle oyun ve eğlenceden ibaret. Hayat oyunu bitmek üzere, göz perdelerimizin kapanmasına kim bilir, belki fazla bir vakit kalmadı. Zevkler, sanal; hayat ise bir oyun, masal, rüya. Bir varmış bir yokmuş.

İNSAN, İHTİYAÇ LABİRENTLERİNDE YOLUNU ŞAŞIRMAKTADIR

İnsanın dünyevî olarak zarûrî ihtiyacı, beslenme/gıda, giyinme/tesettür ve ev/barınmadan ibaret olduğu ve bu gereksinmelerini israfa ve lükse kaçmadan helâl yoldan temin etmesi, kalan birikimlerini infak etmesi gerektiği halde, tüketim toplumunun bir ferdi olarak insan, günümüzde ihtiyaç labirentlerinde yolunu şaşırmaktadır. Alınır, tüketilir, tekrar alınır, alınır... Ömür biter, alınacaklar ve ihtiyaçlar(!) bitmez. Kimi savunmacı ve uzlaşmacı insanlar öyle derler: “Batılıların sadece tekniği alınmalı, ahlâk ve kültürü alınmamalıdır.” Düşünülmez ki, teknik ve teknolojik aygıtlar, dünya görüşü ve yaşama biçimiyle birlikte gelir. Zaten bunlar, belirli bir kültürün ürünüdür ve o arka plandan koparılamaz. Batılıların birkaç basit unsurunu aldığını düşünenler tatilsiz, tatilde de israfsız yapamıyor artık.

İNSANIMIZ “DOYMAK BİLMEYEN GÖZLERİYLE” DÜŞÜNÜYOR!

İnsanımız artık aklıyla değil; bin bir çeşit göz alıcı illüzyonlarla tahrik edilen “doymak bilmeyen gözleriyle” düşünüyor, daha doğrusu düşündüğünü zannediyor. Tatil adı altında sergilenen cepten para çaldırma yarışına katılmanın aklı tatile çıkarmakla eşdeğer olduğunu unutuyor. Çarşılar, pazarlar, marketler, vitrinler de insanın bu midesi olmayan gözlerine nasıl hitap ediyor? Başkalarına (kendinden maddî yönden öndekilere) bakıyor bu gözüyle düşünen insan ve mukayese ediyor: “Onda var, bende niye yok?”; “O böyle tatil yapıyor, benim ondan ne eksiğim var?” Ve daha çok harcamak için daha çok çalışması, çalışması, çalışması gerektiğini görüyor. Sonra bakıyor ki, çalışarak kazanılan para “ihtiyaç” maskesini takmış “gereksiz” veya “olmasa da olur”lara yetmiyor, çalışmadan para kazanmanın yollarını arıyor. Herkes bir başkasını kandıracak yollar bulmaya çalışıyor. Kumarın bin bir çeşidi, sahtekârlığın hiç akla gelmeyecek şekli, insanları en yakınlarına bile itimat edemeyen, yardım edemeyen, borç veremeyen duruma getiriyor. “Haram” mı, “ayıp” mı? O da ne demek? Güldürmeyin insanı! Hangi devirde, hangi kültürde yaşıyoruz?

Dünkü lezzet veya acı, bugün yok hükmünde. Akıllı, bazı istek ve zevklerini ertelemesini bilen, az önemli ile çok önemliyi ayırt edebilen insandır. İnsan, en çok 60-70 yaşında hükmü infaz edilecek müebbet hapisteki bir idam mahkûmu gibi gününü bekliyor. Ölüm olmasa, belki bazı zevklerin kıymeti olabilir; ama ölüm var, ruh ve ego ise sonsuzluk ve yarınlarda mutluluk istiyor. Bir çelişki doğuyor. Temel çatışma denilen bu durumdan kurtulmak için insan, sonunu, yani ölümü hatırlamak istemeyip unutmaya çalışmak için eğlenceye, içki ve uyuşturucuya, futbol-müzik-TV seyretmek gibi avutucuya yöneliyor; bu temel çatışmadan ölümü yok sayarak kurtulmaya çalışıyor. İslâm insanı ise, bilir ki, ölüm yokluk değil; daha güzel, daha hayırlı ve ebedî bir âleme açılan kapıdır. Dolayısıyla böyle bir çatışma, gerçek Müslüman için söz konuşu olmaz, olmamalıdır.

İSLÂMÎ KAVRAMLAR İSTİSMAR EDİLEREK “İSLÂMİ TATİL KÖYÜ” GİBİ İFADELERLE MÜSLÜMAN AİLELER BU YERLERE ÇEKİLMEYE ÇALIŞILIYOR

“Tekbir” giyimle başlayan İslâmî(!) moda, “Âlâ” Dergisi’yle kamuoyuna sunuldu. Başlara taç olmaktan çıkıp ayağa düşmüş şekliyle başörtüsü, artık bir aksesuara, modaya dönüştü; genç kızlarımız artık mini eteklerinin altına yeşil çorap giyerek “İslâm modası”nı takip ediyor. Amerikalı artistlerle Ramazan sofralarında reklamları yapılan Cola Turka “helal gıda” sembolü oldu… Ne demişler? “Demokrasilerde çare tükenmez” demişler. Nasıl olsa, muvahhid mü’minler uyuyor ya da birbirleriyle uğraşıp kavga ediyor veya artık mevcudu kalmayan su kuyusuna düşme ihtimali olan farenin suyu ne oranda pisleme olasılıklarının denklemini çözmek gibi çok hayatî şeylerle meşguller. Onların kutsal(!) meşguliyetleri devam ede dursun, jet hızıyla birileri Müslümanların eksiklerini kapatma cihadındalar. Tabii canım, Müslümanlar her şeyin en iyisine lâyıktırlar; Eğlencenin de tatilin de. Özel ultra tatil, onların da hakkıdır; “çalışmak da ibadettir” diyerek çalışıp para biriktirdiler, tatil için verilen para nasıl olsa “infak” yerine geçecektir; çünkü bu tatil, tabii canım helâl cinsinden. Bakın işte delil ve ispatı: Plajlarda haremlik-selamlık uygulanacak; özel aile plajlarına girmenin Suriye’deki savaş benzeri kaç cihaddan daha faziletli olduğuna dair rivayetleri tatil köyünün imamı belirleyecektir. Beşşar zulmü altında inleyen, karnını zor doyuran Suriye’deki Müslümanlar sorarlarsa söylersiniz, Türkiye’li Müslümanlar meşguller; onlar mübarek tatil cihadı içindeler. Filistinliler Yahudilere taş atmaya, Suriyeliler bulabilirse zâlimlere mermi atmaya baksınlar; buradakiler de yaz boyunca uzak tatil bölgelerine hicret edip kulaç atıyorlar. Filistin’de, Suriye’de açlıktan kemikleri mi sayılıyor Müslümanların? Buradakileri de normal teraziler tartmıyor, araba kantarlarında tartılıyorlar. Fazla kiloları vermek için en az beş yıldızlık tatil, israf mı sayılır, hadi canım sen de…

HAYAT ŞEKLİ DEĞİŞTİ, EVLER DEĞİŞTİ, KIYAFETLER DEĞİŞTİ,  HER ŞEYDEN ÖNEMLİSİ İNANÇ DEĞİŞTİ

Arz-talep meselesi… Hayat şekli değişti, evler değişti, kıyafetler değişti. Her şeyden önemlisi inanç değişti. “Müslümanım” diyenler artık farklı. Ashâb-ı Kehf’i izleyen ashâb-ı keyif müslümancıklar varsa, bunlara hizmet de olacak. Bunların tatil ihtiyacı da karşılanacak. Ne zamandır Müslümanca haremlikselamlık plajları olan lüks otellerde tatil yapamamanın sıkıntısını çeken bu insanlar mevcut iktidar sayesinde bu imkânlara da kavuştu. Bugün çarşıda, pazarda, tezgâhta, masa ve kasa başında, başörtülü bayanların “örtülü çıplak” diye tanımlanabilecek şekilde başörtülü yozlaşmanın görüntüleri olayın geri planını veriyor aslında. Pardesü, çarşaf cinsinden bir şey olmaksızın sadece başörtü, altına etek veya pantolon, üstüne bluz cinsinden bir şey giyerek çarşı pazarda dolaşma veya işyerlerinde ya da okullarda bu kıyafetle yabancı erkeklere (iş arkadaşlarına, sınıf arkadaşlarına, müşterilere…) boy gösterme… Yasak savma kabul edilemeyecek tarzda, çok ince veya çok kısa ya da çok dar ceket gibi bir dış giysi. Yüzde makyaj, dudaklarda ruj, yanaklarda allık, gözlerde boya ve hatta başörtüsünün rengine uygun özel lens, kaşlarda inceltme ve vücutta ağır parfüm kokusu gibi acaiplikler… Yani, başörtülü sekreter veya tezgâhtar bayanların büyük çoğunluğu başta olmak üzere ev hanımı veya ev kızı olmadıkları imajını her haliyle yansıtmaya çalışarak entel takılan genç bayanların da önemli bir kesiminin çarşıda, okulda, işte… başörtülü mankenlere benzeme gayreti… Üstü kapalı altı havalı; uygunsuz etek üstü türban; üstte başörtüsü altta dar kot pantolon; üstü Mekke, altı Paris; bacakları açık ama başı kapalı tipler… Bunların babaları var, akrabaları var, bazılarının kocaları da. Sayıları da giderek artıyor. Peki, bunların tatil ihtiyacını kim giderecek? Bunların plaj ihtiyaçları görmezden mi gelinecek? Birileri çıkıyor, bu hizmetleri insanımıza sunuyor. Talep varsa arz da olacaktır.

Dini istismar edip kapitalizmi dinleştirme, meşrulaştırma demek olan ve bir adı da hedonizm olan hazcılığı İslâmî kavramlarla uzlaştırma çabaları, önce “Cihad Köfte Salonu, Takvâ Kereste, İhlâs Banka, Uhuvvet Fırın, Vahdet Nalbur, Nur Berber” tabelaları ile başladı. İhlâstan tümüyle uzak zihniyetlerin “İhlâs” Finansları “İflâs” Finansa dönüşmekte gecikmedi. “Onların iflâsı da tatil köyleri ile başlamıştı” diye Fadıllara birileri hatırlatmalı diyeceğim, ama her ikisinin de bu düzende kolay kolay sırtı yere gelmez. Düzen bunların düzeni.

Allah’ın dinine yardım etmeyince, Allah’ın yardımından ve O’nun ayakları sağlam tutup kaydırmaması müjdesinden de mahrum oluyor insanlık. “Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımızı istikamet üzere sâbit kıl (Bize cesaret ver ki tutunalım), kâfir kavme karşı bize yardım et!” [8]

YAKINDA, ÇOK YAKINDA!

Dünkü lezzet veya acı, bugün yok hükmünde. Akıllı, bazı istek ve zevklerini ertelemesini bilen, az önemli ile çok önemliyi ayırt edebilen insandır. İnsan, en çok 60-70 yaşında hükmü infaz edilecek müebbet hapisteki bir idam mahkûmu gibi gününü bekliyor. Ölüm olmasa, belki bazı zevklerin kıymeti olabilir; ama ölüm var, ruh ve ego ise sonsuzluk ve yarınlarda mutluluk istiyor. Bir çelişki doğuyor. Temel çatışma denilen bu durumdan kurtulmak için insan, sonunu, yani ölümü hatırlamak istemeyip unutmaya çalışmak için eğlenceye, lüks otellerde kahkaha atmaya, içki ve uyuşturucuya, futbol, TV, seyretmek, müzik dinlemek gibi avutucuya yöneliyor; bu temel çatışmadan ölümü yok sayarak kurtulmaya çalışıyor. İslâm insanı ise, bilir ki, ölüm yokluk değil; daha güzel, daha hayırlı ve ebedî bir âleme açılan kapıdır. Dolayısıyla böyle bir çatışma, gerçek Müslüman için söz konusu değildir.

Allah’ı, âhireti akıllarına getirmeden lüks tatil köylerinde ve eğlence yerlerinde keyif sürenler mi? “Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş emel onları oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler!”[9] Yakında, çok yakında!

İki yol var: Biri dünyevîleşme, dünyayı âhirete tercih; ikincisi ise dünyayı ebedî hayatın kapısı yapmak. Bugün yol ayrımındayız: Ya hevâmız veya Rabbimiz. Ya geçici menfaat veya dâvâ. Ya fâni olan ya bâki olan. Tercih bize kalmış. Tercihini Allah’tan yana yapanlara selâm olsun!

MÜSLÜMANLAR NASIL DİNLENMELİ, TATİLLERİNİ NASIL KULLANMALI?

Biz ve çocuklarımız tatili nasıl değerlendirmeliyiz? Mesela tatilde, müfredatı önceden tespit edilmiş, planlı, programlı dersler yapılabilir, kitap okuma saatleri düzenlenebilir. Bu derslerde inanç ve ahlâk eğitimleri öncelikli olmalıdır. Tatilde eğer aile bu eğitimi veremiyorsa, çocuklarına İslâm`ı, tevhidi, cahiliye kurumlarındaki şirk ve küfrü güncel boyutlarıyla anlatacak hayırlı insanlara müracaat etmelidirler. Yaz sıcağında sahillerde tatil değil; koruyucu ve kuşatıcı şemsiyeler şeklindeki cami kubbelerinin altındaki tatlı serinliklerde tatil yapılmalıdır.

ANA-BABALAR, YAZ TATİLLERİNİ ÇOCUKLARININ İSLÂMÎ EĞİTİMİ İÇİN FIRSAT BİLMELİDİR!

Yaz geldi, cehennemi hatırlatan sıcaklarla birlikte çocuklar için tatil başladı. Ana-babalar, yaz tatillerini fırsat bilerek, daha önce ihmal ettikleri çocuklarının İslâmî eğitimini yoğunlaştırılmış ama sevdirme eksenli programlarla yerine getirmek için tüm gayretlerini sarf edebilmelidir. Evlerde, müfredâtı önceden tesbit edilmiş, planlı, programlı dersler yapılabilir, kitap okuma saatleri düzenlenebilir. Bu derslerde, çocukların yaş ve seviyelerine göre, öncelikle inanç ve ahlâk eğitimleri, rûhî/psikolojik eğitimleri, zihnî eğitimleri verilebilir. Kendilerinden direkt sorumlu olduğu çocuklarına Kur’an ve zarûrî bilgiler ve şuur vermede zorlanan, bu konularda yetersizliğini fark eden ana-babalar, suçlarını kabullenip Allah’tan af dilemeliler. Sonra, kendilerine vekil olacak güzel kurum ve hayırlı insanları bulmalılar. Böyle kurum ve şahıslara emanet ederek işlerinin bitmeyeceğini de bilmeliler. Çocuklarını başlarından savma için baştan savma elif-be kültürüyle yetinmemelidirler. Bunaltıcı yaz sıcağının en güzel alternatifi sahillerde tatil değil; koruyucu ve kuşatıcı şemsiyeler şeklindeki câmi kubbelerinin altındaki tatlı serinliktir. Zorlukların yerini kolaylığın alması, yorgunluğun giderilmesi için en güzel yol, bir başka güzel işe geçip o faâliyetle dinlenmek ve Rabbe rağbet etmektir.[10] Müslüman açısından “boş kalmak, işlevsiz olmak” anlamında “tatil”, sığınak değil; şeytânî bir tuzaktır. Şuurlu bir mü’min, “din”lenmeden dinlenemeyeceğini bilir. Bu bilinci en önemli İlâhî emanet olan çocuklarına da taşır.

Çocuklara, her şeyden önce Allah`ı ve Rasûlünü (dolayısıyla Kur’an’ı, namazı, tesettürü, güzel ahlâkı) sevdirip güncel itikadî sapmalardan koruyabilecek tevhidî bir imanı gönüllerine severek nakşetmeye çalışmalıyız. Elif-bâyı öğretmekle işin bitmeyip onunla başladığını unutmamak gerekir. Kur`an`ı okuyabilmesi, sevebilmesi, anlamıyla ilgilenmesi için gerekli ön bilgiler, Kitapsızlıktan kurtulup hayatta Kur’an’la canlanıp O’nunla yaşayabilmesi için gerekli tüm çabalar için yaz ayları fırsat bilinmelidir.

Haydi çocuklar! Kur’an öğrenmeye… Haydi ana-babalar! Başlara taç hazırlamaya… Haydi hocalar! İnsanların en hayırlısı olma yarışına... Hayye ale’l-Kur’an!

 

[1] ] 15/Hicr, 3

[2] ] 94/İnşirâh, 5-8

[3] ] 8/Enfâl, 24

[4] ] 15/Hıcr, 99

[5] ] 94/İnşirâh, 7

[6] ] 94/İnşirâh, 5-6

[7] ] Tirmizi, Kıyame,25; İbn Mace, Zühd, 31

[8] ] 2/Bakara, 250

[9] ] 15/Hicr, 3

[10] ] bkz. 94/İnşirâh, 7-8

Pazartesi, 01 Mart 2021 09:12

47.HUTBE: GENÇLİK NEREYE GİDİYOR?

GENÇLİK NEREYE GİDİYOR?

ÂYET:

آيَا يَُّهَا لذ۪يِنَ مَٰنُو عَلَيْكُمْ نَْفُسَكُمْۚ لَا يَضُركُُّمْ مَنْ ضَلَّ ذَِ هْتَدَيْتُمْۜ لَِى للّٰهِ مَرجِْعُكُمْ جَم۪يعاً فَيُنَبِّئُكُمَّْ بمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ

“Ey iman edenler! Siz kendi sorumluluklarınıza dikkat edin. Siz doğru gittiğiniz takdirde yanlış yola sapanlar size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır ve yapmakta olduğunuz her şeyi o zaman Allah size bildirecektir.”[1]

İslâmî hareket, Türkiye’de çok eskiye dayanmaz; Kur’an merkezli, tevhid eksenli çalışmalar 1975’lerden sonra dillendirilmeye başlanmıştır. Ondan önce daha çok sağcı, muhafazakâr, milliyetçi, yer yer tasavvufi etkilerle yönünü bulmaya çalışan, üstatçı, partici çizgide hareketler görüyoruz. 75’lerden sonra -hatta net bir şekilde 80’lerden sonra- yeni yeni İslâmî hareket Türkiye’de kendini göstermeye başladı. Bu İslâmî hareketin kendini göstermesinde Seyyid Kutupların, Mevdudilerin eserlerinin tercüme edilmesi ciddi mânâda rol oynadı.

Tabii, İslâmî hareketin mazisi Türkiye’de çok eski olmadığından ister istemez bazı hatalar da oldu. Bizim nesiller veya bizden bir sonraki nesillerin dönemlerinde çok sert çıkışlar yapılmıştı. Biraz tekfircilik vardı, sert tartışma üslûbu vardı. Yanlış yerlerden başlanma söz konusuydu. Şimdiki gençlerin avantajı, bu ağabeylerinin yaptığı hataları kendi tecrübe hânelerine kaydetmeleridir. Dolayısıyla bu birikim değerlendirilirse benzer hataları yapma olasılıkları da azalır. Bununla birlikte, günümüzün gençleri, ağabeylerinin gerçekten samimi, fedâkâr gayretlerine ve tevhidî birikimine, hayırlı miraslarına da sahip çıkmalıdır.

Dünyadaki İslâmî hareketlerle mukayese edilince, Türkiye’de İslâmî hareketler; ne çok önde, ne de çok geride sayılabilir. Belki; 1960’ların, 1970’lerin İhvân-ı Müslimîn’i gibi çok büyük ve uluslararası güce ulaşmış, geniş halk kitlelerine yayılmış teşkilatlara sahip değiliz. Türkiye’nin tahrif edilmiş bir din geleneğine sahip olması, elbette gençleri de etkiliyor. Buna alternatif olarak sunulan modernist çizginin de ayrı bir aşırı ucu temsil ettiğini gençler fark edebilmeli. Dolayısıyla bir taraftan gayr-i meşrû gelenek ve hurâfeler; bir taraftan modernist çizgi, diğer taraftan da devlet dini hâline getirilmeye çalışılan, Diyanet, İmam-Hatip ve İlahiyat’ın temsil ettiği resmî din anlayışı gençlerin çok sağlıklı bir İslâmî harekete sahip olmasında zorluklara sebep oluyor. Bununla birlikte, öncelikle ifade edeyim ki; ümitvârım. Sayımız az da olsa, gücümüz yeterli de olmasa, imkânlarımız sınırlı bile olsa, çok sahih/ net bir din anlayışını, eskiye göre daha sağlıklı ve daha yoğun dillendirmeye çalıştığımız bir vâkıa. Böyle bir yürüyüşün de, Kur’an nesli gençlerin İslâmî hareketinin de İlâhî yardıma paratonerlik yapacağını ümit ediyorum. Biz, sahih bir iman üzere olur ve bunu sâlih amelle hayata geçirmeye çalışırsak; Allah’ın yardım vaatleri bizi bulacaktır.

Gençlerimizi nasıl buluyoruz? Tabii, bizim bahsettiğimiz gençler, Türkiye gençlerinin, İstanbul bazında söylüyorsak İstanbul’daki gençlerin %10’unu bile aşmayan İslâmî hareket sahibi gençlerdir. Eskiye göre sevinilecek tarafları olsa bile gençlerin en azından % 90 civarı, top peşinde, kız peşinde, eğlence peşinde, rahat peşinde ve benzeri maddî olanaklar uğrunda kendini kaybediyor; her şeyini harcıyor. Gençlerin bir taraftan kendi çizgilerini netleştirmeleri, sahih bir din anlayışına sahip olmak için bolca okuyup, kendilerini donatmaları kadar; gençlik kesimine de hakkı tebliğ etme görevleri vardır. Kendimizi kurtarmak için, başkalarını kurtarmaya çalışmak zorundayız. Hani, eteği tutuşan bir itfaiye eri başka insanların kurtulması için ne kadar gayret sarf ederse etsin, çoğunlukla çözümsüz olur. Buradan hareketle söylemek gerekir ki; çok net bir çizgide olmalı ve imanı, sâlih ameli içselleştirmeliyiz.

Üniversite gençliğinin 4’te 3’ünün hiç namaz kılmadığı tespit edildi. Bu kesim, alnı hiç secdeye varmayan gençlerin sayısını belirtiyor. %25’in ne kadar namaz kıldığını -hayatlarına namazın ne oranda yansıdığı ve 5 vakit kılıp kılmadıkları yönüyle- anketler olmadığı için bilmiyoruz. Tabii, sözgelimi üniversiteli kız öğrencilerin -ki üniversitelilerin yarısına yakını- başörtülü olanları hâriç namaz kılıp kılmadıkları kıyafet(sizlik)lerinden az-çok belli oluyor. Belki, yüzde 1-2 başı açıklarda namaz kılmış olsa; oranda pek bir değişiklik olmayacaktır. Dolayısıyla üniversiteliler arasında, başörtülü kızlarımızın sayısının ne kadar az olduğunu tahmin edebiliriz. Önemli bir kesimin de, başka dâvâlar peşinde olduğunu ya da dâvâsızlık, idealsizlik peşinde bulunduğunu görüyoruz. Ki biz de, yüzde 25 namaz kılan varsa, bunların yüzde 15’ini yetersiz görüp elersek yüzde 10’luk bir kesimle övünüyoruz.

Bunlar bizi karamsar etmemeli. Nice az sayıdaki insan, çok sayıdaki insana karşı galip gelmiştir. Kur’an’da bu durum, özellikle Tâlut ve Câlut kıssası içerisinde ifade edilir ([2]). Asr-ı saâdette gâlibiyetle biten savaşların hemen hepsinde Müslümanların sayısı müşriklerden çok çok azdı. O yüzden, az olmak/çok olmak önemli değildir; önemli olan doğru bir çizgide olmamız ve kalitemizin sağlam olmasıdır. Allah’ın yardımına muhatap olacak özelliklere sahip olmamız her türlü sayı hesabından önce gelir. İnşallah, sizler bu çalışma üzeresinizdir. Bu gayretinizi görebiliyoruz. Fakat bu, dergilerle sınırlı kalmamalıdır. Israrla belirtiyorum ki, dernekle, dergiyle, toplantıyla, arkadaş grubuyla görevimizi yaptığımızı düşünürsek yanılırız. Adamlar kalkıyor, Amerika’dan; zevkini, evini, çoluk-çocuğunu bırakıyor, Anadolu’nun bir köyüne bâtıl bir dini -Hıristiyanlığı- propaganda yapmak için geliyor. Aylarca, hiçbir koşulda vazgeçmeyerek dâvâsını yaymaya çalışıyor.

Dâvâlar, hep gençler eliyle yükselir. Mus’ab bin Umeyr çok genç yaşta, Kur’an ve Din öğretmenliği yaptı. Sadece öğretmenlik değil, Medine’de devlet başkan vekilliği yaptı. Peygamberimiz (s.a.s.), Medine’ye gelinceye kadar orada İslâm’ın temsilcisi idi. Örnekleri arttırmak mümkün. Ashâb-ı Kehf de örnek olarak verilebilir.

Gençlerin ideal noktasında çok ciddi hedefleri vardır. Dolayısıyla gençler, kendilerini Allah yolunda, din uğruna ortaya korlar ve büyüklerinin tecrübelerinden de yararlanırlarsa inşaAllah, İslâm’ın geleceği daha aydınlık olacaktır.

Gençlerimiz sadece modernitenin esirleri değil; başka esaretler de var. Gelenekler, şirk eğitimi, resmî putlar… Paranın, makamın veya karşı cinsin yüceltilerek tutsaklığa gönüllü meyil...

Allah’a hakkıyla kul ol(a)mayan bir kimse, mutlaka başkasına kul olur. Eğer kendini başkasına kulluk yapacak kadar aşağıda görmüyor, büyüklük taslıyorsa -müstekbir ise- o zaman da başkalarını kendine kul edinir, yani rablik taslar. Evet, Allah’a hakkıyla kul olmayan, ya kendisi gibi veya kendinden de aşağıda olan birine kul olur ya da kendisi başkalarına rablik taslamaya çalışır. Gençliğin durumu da böyledir.

 Sadece modernite değil dedik, gençlerin etrafını saran olumsuz etkenler... Her türlü fesat dört değil, on dört yönden hücum etmekte. Örnek olarak; çocukları ve gençleri ilim yönüyle geliştirmesi gereken eğitim kurumları, onları bilgi yönüyle donatmaktan öncelikli olarak bir müşrik vatandaş yapmak için gayret sarf etmektedir. Okulların açılması ve kapanmasında ‘âyin’ diyebileceğimiz törenlerden tutun da siyer gibi birilerinin hayatının anlatılmasına kadar, bundan daha önemlisi; öğretilen bilgilere “vahy”i asla referans kabul etmeyen, vahyi tümüyle dışlayıp reddeden; onun yerine başka ölçüler kabul eden bir sistem var.

Bunların arasında modernitenin altını çizebiliriz. Modernite, sadece bir iki alanda kendini göstermez. Ahtapotun kolları gibi, gençleri her yönden sarar. Modernitenin kendine göre bir dünya görüşü, bir ekonomisi, israf, marka ve tüketim anlayışı vardır. Modernitenin kendine göre bir İslâm(!) anlayışı da vardır. ‘Ilımlı İslâm’ dedikleri, muhafazakâr, sağcı, liberal, namazını kılıp başka bir şeye karışmayan, hiçbir şeyi reddetmeyen bir Müslümanlık anlayışı vardır. Modernitenin insanı uzlaşmaya mecbur eden çıkarcı bir yaklaşımı vardır. Modernitenin Müslüman anne ve babalarımıza bile etki ederek, onları dâvâ adamı bilincinden uzaklaştıracak cazip teklifleri vardır. Yani bütün bunları tek tek, başlıklar halinde inceleyemeyeceğimize göre biz; Kur’ân-ı Kerim’de “atalar dini” denilen, İslâm’a düşman örf ve âdetler, gelenek ve görenekler kadar, Batıdan gelen anlayışlara, modernist İslâm anlayışına ciddi mânâda önyargılı bakmalıyız. Batıdan gelen her türlü teknik araçlar bile, yan etkisi çok fazla olan uyuşturucu haplar gibidir. Batıdan gelen ve dinle direkt ilgili olmadığı düşünülen aygıtların bile geçici olarak faydaları düşünülebilir, ama bir hastalığı giderirken başka nice hastalıklara sebep olacak, insanı uyuşturacak ve daha kötüsü alışkanlığa sebep olacak ilaçlar gibi olduğunu ve bize hapı yutturmak isteyenlerin hiç de iyi niyetli olmadıkları kabul edilmelidir. Batı, önce ruhundan, hislerinden yakaladı insanımızı. Kirletip hasta ettiği insanın iç dünyasını tedavi adı altında psikolojik haplar sunarak uyuşturdu, uyuttu. Uyutucu ve uyuşturucu işlevi gören futbol, müzik, film ve diziler, internet siteleri ve benzeri birçok aracı sayabiliriz. İşte modernite günümüz insanına sunduğu teknolojik aygıtlarla ve sunduğu diğer imkânlarla; bizi ideallerimizden uzaklaştıran, dikkatimizi yoğunlaştırmamamız gereken, arka planında çokça ihanetin gizlendiği bir alandır.

BUNLARDAN NASIL KAÇINABİLİRİZ?

Bunlardan ne kadar kaçınabileceğimiz tartışılır. Çünkü devlet her yönüyle modern bir çizgiyi benimsemiştir. Dolayısıyla bu, topluma da yansımıştır. Çoğu başörtülü kızlarımıza bakıyoruz: Modernizm onları bile tepeden tırnağa kuşatmış durumda… Hatta bazılarının başörtülerinin ve giysilerinin markası ‘Bak Bana’ olmuş.

Kızlarımızı eleştirip erkekleri eleştirmemek olur mu? Erkeklerimizde de modanın esiri olmuş bir tavır gözlüyoruz. Bazen erkeklerin dışından belli olmuyor, ama ‘başörtülü çıplaklar’ diyebileceğimiz, ‘üstü Mekke altı Paris’ diye alay konusu edilen o kızlarımızın konumu, erkekler için de geçerli. Erkeklerimizin ve kızlarımızın dış görünüşleri Batılılı efendiler tarafından şekillendirilirken bir de zihinlerini ve gönüllerini tahmin etmeye çalışalım.

Maalesef gençlerimizin önemli bir kesiminin gönülleri işgale uğramış durumda. Gençlerimiz Afganistan’ın ve Filistin’in işgaline ağıt yakmadan önce, kendi evlerinin, okullarının, sokaklarının; ondan da önce kendi kafa ve gönüllerinin işgal edilip edilmediğini değerlendirmeli ve cihadı Afganistan cephesinden önce, kendini kuşatmış bu modernist cephenin acımasız saldırılarına karşı bayraklaştırmalıdır.

Modernitenin etkilerini açıkça görüyoruz. Parfümeri, kozmetik, kıyafet vs. satan mağazaların, mağaza toplamının yarısından fazlasını oluşturduğunu görebiliriz. Dolayısıyla, insanların sadece tüketmeye, modernite adına tüketirken de tükenmeye yöneldiğini söyleyebiliriz. Sonrasında da insanlarımızı moderniteye ayak uydurma yolunda tükenirken ‘para yetmiyor’ şikâyetleriyle yakınırken görüyoruz. Koltuğumuz olmasa, televizyonumuz olmasa ne olacak? Ayakkabımız ‘Nike’ olmasa, 20 Lira’lık bir ayakkabı giyilse insanî değerlerimiz mi kaybolur?

Bir soru sorsak; “14 asır önce Medine’de mi, yoksa 21. Y.Y.’da Paris’te mi yaşamak istersiniz?” diye… Çoğunluğun Paris diyeceği bir gerçektir. Neden böyle? Bu sorunun cevabı başkalarını suçlamakla değil, kendimize görev bilinci yüklemekle bulunabilir. Yani bunlardan kaçınmanın ilk aşamasında iğneyi kendimize batırarak görev bilincine ulaşmak gerekir.

İMAM-HATİP LİSELERİNİN DİĞER OKULLARDAN NE KADAR FARKI VAR?

İmam-Hatipleri İslâmî okul olarak nitelendirenlere şiddetle tepki göstereceğimi belirtmeliyim. Sanki onlar sistemin okulları değil. Sanki oradan yetişenler düzenin herhangi bir kurumunda, düzeni daha bir güçlendirmek için yetişmiyor. Sanki oradaki, törenler/âyinler diğer okullardan farklı. Sanki orada putların/ putçuların hâkimiyeti yok. Sanki orada eğitim sistemi vahye dayalı; sanki orada çocuklar tümüyle Kur’an’ın istediği eğitimi alıyorlar; peygamber mirasçısı şekilde yetişiyorlar. Böyle olsaydı, çok başka olurdu. İmam-Hatiplerden beslenen camilerin hali bambaşka olurdu. Tam tersine, İmam-Hatipler de yarım hoca yetiştirmenin, camiye gelen insanlara devleti, düzeni sevdirmenin, vatandaşla devlet arasında bir köprü oluşturmanın, devletin istediği bir dinin insanlara anlatılmasının misyonunu üstlenmektedir. Tevhidle, şirkle, tâğutla, İslâm Devleti’yle ilgili hiçbir konunun camilerde anlatılmayacağına dair devletle gizli bir anlaşma yapmanın, hakla bâtılı karıştırarak anlatmanın gönüllü fedailerine benziyor bu kurumdan yetişmiş görevliler. “Niye doğruları anlatmıyorsunuz?” diye kendilerine sorulunca, çoğu imamın; “biz emir kuluyuz” dediklerine şahit oluyoruz. İnsanları Allah’a kulluğa dâvetle görevli olması gereken bu kişilerin kendileri “Allah’ın kulu” değil, devletin kulu olmayı gayet normal kabul eden yaklaşımları var. Niye laik devlet, halkın yaptırdığı İmam-Hatiplere istediği gibi öğretmen tayin ediyor? Bıraksın, halk kendi hocalarını kendi bulsun, maaşını da kendisi versin, kimin ne okutacağını kendi belirlesin. Haa, devlet, Müslümanlığı çok seviyor(!), “bu gariban halka zahmet olmasın(!), cami binasını, cami görevlisi İmam-Hatibin binasını halk yapıyor, onları daha fazla masrafa sokmayalım, hiç olmazsa imamların ve İmam-Hatip öğretmenlerin maaşlarını biz verelim; din için, Alah rızası için(!) bir katkımız olsun!” diyor; öyle mi? İnanan beri gelsin!

Gençliğin yozlaşması, ahlâksızlaşması, dinsizleşmesi kimsenin umurunda değil. Okullardaki, sokaklardaki, çarşılardaki, kurumlardaki şirkten, fesattan kim ve kimler birinci derece sorumlu? Önceliği kim nereye verme hakkına sahip? Tâğutu reddetmeden iman geçerli olabilir mi? “Lâ”sı olmayan bir din, Allah’ın dini vasfına mı, ılımlı İslâm(!) sıfatına mı lâyıktır? Tevhidî iman olmadan Allah korkusu, Allah korkusu olmadan ahlâk, ahlâk olmadan insanlık olur mu? Soruları çoğaltmak mümkün. Ama bu soruları kime soracağız ve nasıl bir cevap bekleyeceğiz?

Modern Türkiye oluyoruz. Batıdan da Batılı oluyoruz. Kurtarıcı sayesinde, kurtarıcılar sayesinde iyice bir kurtulmaya az kaldı. Avrupa’da bile bu denli İslâm’a, İslâm’ın dışa yansıyan görüntülerine düşmanlık göremezsiniz.

Tabii bunlara kızmakla bir yere varamayız. Onlar görevlerini yapıyorlar. Bizim Müslümanlar ne yapıyor? Onlarla uzlaşan, demokratik yollarla bu işlerin çözümünü düşünen, dinlerini müdafaa bile edemeyen, kabuğuna çekilmiş Müslümancıklar… Sanki imtihan için değil de dünyaya seçim veya geçim için gelmişler gibi yaşayan, daha çok zengin olmayı en önemli hedef kabul eden, sadece geçim derdiyle uğraşan, yalnız dünyevî ve basit başarılara endekslenmiş hayat sürenler, gittikçe daha nesneleşiyor, daha edilgen hale geliyorlar. Bazıları da sadece namaz kılıp tesbih çekmekle işin biteceğini sanıyor. Allah da çalışanlara neticeyi veriyor. İlâhî kanun, sünnetullah bu: “İnsan için, ancak çalıştığının karşılığı var. O çalışmasının karşılığını görecek.”[3] Kâfirler çalışırsa zafer onlara gülümser tabii.

ÇÖZÜM NEREDE?

Zaten problemler, çözümü de içeriyor… Ne yapılması gerekiyor? Bugün genel boyutta kitapsız devlet yoluyla, kitapsız toplum ve kitapsız gençlik yetiştirildiğini kabullenmek zorundayız. Bu ifade ağır gelse bile… Dolayısıyla devlet dinsiz devlettir, düzen cahiliye düzenidir. Cahiliye, sadece peygamberimiz döneminde yaşanıp bitmiş bir olgu değildir. Günümüzde de nerede Kitab’ın yönlendirmediği bir toplum varsa, orada cahiliye vardır.

İşte, cahiliye egemenliğinde peygamberler tedaviye/çözüme nereden başladıysa bizim de oradan başlamamız gerekiyor. Kur’an; cahiliyeyi yok etmek için hangi çözümleri sunduysa biz de o istikamette ilerlemeliyiz. Yani, on üç sene Mekke’de inzal olan vahiy, hep tevhid ve iman konularını içeriyordu. Biz de hep bu konuları işleyecek ve bu hususları önemseyeceğiz.

Kur’an ilk aşamada insanlara hükümler, çokça ibadetler ve yasaklar getirmedi. Hz. Peygamber, ilk aşamada insanların içki içmeleriyle, faizli işlemleriyle değil, gönüllerinin ve kafalarının cahiliyenin pisliklerinden temizlenmesiyle ilgileniyordu. Tevhidî esasları anlatıyordu.

Tevhidin hâkim olmadığı bir coğrafyada ahlâklı olmak ve ahlâkı hâkim kılmak, delik kabı suyla doldurmaya çalışmak gibidir. Allah korkusunun olmadığı; cennet sevgisinin bulunmadığı bir toplum, ahlâk kurallarıyla kendine gelecek değildir.

Bugün, nâfileleri, ihmal edilen nice farzların önüne geçirmenin, ibâdetlere tevhid ve şirke ait hususlardan daha fazla önem vermenin çok yanlış olduğunu vurgulamalıyız. Evvelâ insanımızın gönlündeki şirk virüslerini yok etmek gerekiyor. Bu mikropları yok sayarak sadece ibâdetleri anlatmak veya bunlarla uğraşmak, çöp kutusuna temiz gıda atmaya benzer…

Din ‘Lâ ilâhe’ ile başlar. Önce bir red, bir isyan, bir ‘hayır’, bir temizlik mekanizması, cahiliye pisliğine her yönüyle bir direnişte bulunan bir tavır gerekir ki; o temizlenen yere tertemiz bir İlâh anlayışı yerleşmiş olsun. Öteki türlü hakla bâtılın karıştırıldığı bir ortam oluşturulur. Bu da Müslümanlığın doğru anlaşılmasını zorlaştırır.

Bizim, bugün var olan ve giderek ivme kazanma eğilimindeki ‘Ilımlı İslâm Anlayışı’na net ve sert tepki göstermemiz; İslâmî değişim ve dönüşüm talebi olmayan, uzlaşmacı, ulusalcı, sağcı, muhafazakâr çizginin Kur’an İslâm’ına birinci derecede engel olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Tabii bu vurgu, boşalan yerin tevhidî bir yaklaşımla doldurulmasını gerekli kılıyor. Kolay işler değil bunlar… Bunu halka net bir şekilde sunabilecek imkânlara sahip değiliz. Halkın, Allah’ın anlattığı dini, peygamberin vurguladığı tevhidi anlayacak altyapısının -şu an için- olmadığını zannediyoruz. Sesimiz de çok güçlü çıkmadığından, nebevî öncelik ve nebevî usûlle anlatılan şeyler cahiliye toplumu tarafından kabullenilmeyebilir. Çünkü yıllardır din adına farklı şeyler öğretildi insanımıza.

Gençlerin farkı burada anlaşılıyor. Meselâ, dört gence, onları dışlamayıp değer vererek, güzel bir üslûpla tevhidi anlatsak, bunlardan en az üçü bize kulak verecektir. En azından zihinlerinde soru işaretleri oluşacaktır bu gençlerin. Mümkündür, bilinçli bir şekilde kabul edecek yahut bilinçsizce reddedecekler. Onun için kitlelere yönelmeden önce gençlere yönelmeliyiz. Ama gençlere “falan gazeteyi okuyun”, “filan dergiye abone olun”, “falan partiye üye olun”, “filan derneğe kaydolun” diyerek yaklaşmamalıyız. Bu gibi parçacı yaklaşımlardan uzak durmalı; insanları Allah’a, Kur’an’a davet eden bir anlayışa sahip olmalıyız. Gençlere ‘Şu cemaate gel’ demekten öte, ‘Kendine gel!’ demeliyiz. Eğer güzel ve sürekli bir davetle yoğrulursa gençler, içlerinden bizden çok daha sahih imanlı, çok daha bilgili insanlar çıkıp yetişeceğine inanıyoruz. Ve bu konuda başta söylediğim gibi, ümitliyiz.

 

[1] ] 5/Mâide, 105

[2] ] 2/Bakara, 246-251

[3] ] 53/Necm, 39

ÇOCUKLARIMIZIN EĞİTİM PROBLEMLERİ  NASIL ÇÖZÜLÜR?

ÂYET:

يَوْمَ تُقَلَّبُ وُجُوهُهُمْ فِي لنَّارِ يَقُولونَ يَا لَيْتَ آنَا طََعْنَا للهَ وَطََعْنَا لرسَُّولَا وَقَالو ربََّ آنَا نَِّآا طََعْنَا سَادَتَنَا وكَُـبَ آرَءَنَا فَاضََلُّونَا لسَّب۪يلَا رُبََّ آـنَا تِٰهِمْ ضِعْفَيْنِ مِنَّٰ لْعَذَبِ وَلْعَنْهُمْ لَعُْناً كَب۪يرً۟

“Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, ‘Eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik!’ derler. ‘Ey Rabbimiz! Biz reislerimize/beylere ve büyüklerimize itaat edip uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar’ derler. ‘Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle lânetleyip rahmetinden kov.” [1]

Eğitim, “Rab” kavramını tümüyle içeren bir olgudur. Rab, terbiye edip yetiştiren demektir. Allah’ın eğitim konusundaki prensipleri kabul edilmeyince, O’ndan bağımsız ve O’na rağmen eğitim yapan kişi rablik iddiasında bulunmuş, bu kimsenin Allah’ın ilkelerine ters eğitimini kabul eden, onda bu hakkı gören kişi de o şahsı rab kabul etmiş olur. Vahyi tümüyle reddeden kurum tâğut hükmündedir ve Müslümanların reddetmesi gereken yapıdır.

“Ne yapmalı?” sorusu bu teşhisin içinde. Hastalık doğru teşhis edilmeden tedâvi mümkün değildir. Doğru teşhise katılan, hatanın nerede olduğunu tesbit eden, çözümü bulmakta zorlanmayacaktır. Çocuk, anne ve babaya emânet olarak teslim edilmiş bir fitnedir/sınavdır. Ana-baba, kendisi veya vekilleri eliyle çocuğun ya İslâm fıtratını koruyacak, ya da şirke bulaştırılacak. İkincisi olursa, âhirette de kendisini bu şekilde yetiştiren büyüklerine lânet okuyacak, kendilerine verilen azâbın iki katını kendisini bu şekilde yetiştiren, saptıran ve sapmasına göz yuman kimseler için Allah’tan isteyecek.[2]

“Eğitim konusunda neler yapılmalı?” sorusuna verilecek cevabın şekli, öncelikle bizim nerede durduğumuz ile alâkalıdır. Nihâî tercihimizi Allah’tan, âhiretten, cennetten, İslâm’dan, Kur’an’dan yana yapıp yapmadığımızla ilgilidir. İmkân ondan sonraki mesele. Zaten Allah, nihâî tercihini Kendinden yana yapanlara, yollarını açacak, onları güçlerinin dışındakinden zaten hesaba çekmeyecek. Ama önce biz bu tercihi yapmış mıyız, ya da böyle bir arayış içerisinde miyiz, onu sorgulamamız lâzım. Yani, Allah’a kulluğu birinci sıraya alıyor muyuz? İşimizi seçerken, eşimizi, aşımızı seçerken, evlâdımızla ilgili tercihimizi yaparken, kendimizle ilgili kararlar verirken Allah’ı merkeze alarak mı hareket ediyoruz? Yoksa, kulluk görevlerimizle ilgili çoğu alanda mâzeret adıyla bahânelere mi sığınıyoruz?

Okul gibi, askerlik gibi konuları çözmek için devlet gücü lâzımdır. Müslümanlar günümüzde dünyanın hemen hiçbir yerinde siyasî otorite oluşturamadılarsa, bunu mâzeret sayıp kesin haram olan, hatta haramın ötesinde şirkle bağlantılı olan hususlara bahane arama lüksüne sahip olamazlar. Siyasî otoriteleri yoksa cemaatleri vardır (olmalıdır). Mekke’de camii yoktu, okul yoktu; ama Erkam’ın evi vardı. Ümmetin evleri vardı. Yani camii, okul fonksiyonunu icra edecek, insanlara vahyi öğretebilecek, çocuklarını bu noktada korumalarını sağlayacak, imkânların elverdiği en uygun çözümlere gidilmişti. Yine Hz. Musa, Firavun gibi azgın bir zorbanın her uygulamasıyla tanrılık tasladığı bir yerde risâlet görevine muhâtap olmuştu. Hz. Musa’yla ve O’na iman edenlerle ilgili bir âyet-i kerime var; meâli şöyle: “Mûsâ’ya ve kardeşine, ‘kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapın. Namazı dosdoğru kılın. Mü’minleri müjdele’ diye vahyettik.”[3] Zaferle müjdelenecek mü’minlerin yapmaları gereken zafere yönelik faâliyetler gündeme gelir. Nedir o? Evleri mescid edinmek. Mescid tâbirini bugünkü vâkıadan yola çıkarak sadece namaz kılınıp dağılınan yerler değil; otuz civarında işlevi bulunan, siyasal, sosyal, ailevî ve eğitimle ilgili her türlü düzenlemeyi içeren bir muazzam kurum olarak düşündüğümüzde, evlerin mescid, yani mektep, okul ve insanların ihtiyaçlarına cevap verecek kurumlar haline getirilmesi emri ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla hantal yapıların modası da geçti. Müslümanlar ne kaybettilerse araçlardan, metotlardan kaybettiler. Halen de yeterince ibret almıyorlar. Çoğunluk olarak 1969’dan sonra bir partinin arkasında faâliyetler yaptılar. Bir düdük öttü, bütün müslümanların faâliyetleri kesiliverdi. Sonra Kur’an Kursu, İmam Hatip faâliyetleri oldu. Bir yönetmelik çıktı, bir başörtüsü yasağı oldu, sekiz yıllık zorunlu eğitim başladı; Kur’an Kurslarının kapıları kapanıverdi. Katsayı değişti, İmam Hatipler câzibesini yitirmeye başladı. Yeni ve köklü alternatifler oluşturulmadı. Vakıflara bazı zorluklar getirildi, tavizler ve geri adımlar hızlandı. Müslümanlar dar ve engelli alanlarda sıkıştılar kaldılar. Yani çok yönlü mobil hizmet alanları oluşmadı. Çok yönlü kullanılabilecek ve değişik planlara müsâit faâliyet için cemaatlere, dernek ve vakıflara çok iş düşüyor.

Okullarda Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersini zorunlu saymayarak ateist bir insanın çocuğuna din dersini mecbur etmeyen bir düzen, bir müslümana da ateist ve İslâm’ı dışlayan eğitim anlayış ve uygulanışını mecbur etmeme eşitliği tanımalı değil midir? Okulsuz olma özgürlüğü, okul reddetme hakkı, insan hakları kapsamına girmiyor mu? Böyle hukuk anlayışı ve özgürlük olur mu? Bir Müslüman kalksa, “her istediğiniz bâtılı, zihnine yerleştirmek ve onu düzene uygun bir tarzda bir müşrik vatandaş haline getirmek için çocuğumu zorla elimden alıyorsunuz, bu bizim özgürlüğümüzü yok sayan bir durumdur; okul dediğiniz şey, bizim için hapishane ve zindan konumundadır” dese, ne cevap verir yetkililer? Bir hak mıdır eğitim, yoksa vatandaş açısından bir sorumluluk ve zorunluluk mu; devletin uyguladığı tek tipleştirme dayatmasından önce bunu hukukçularına danışıp anayasaya uygunluğunu değerlendirmesi gerekir. Dayatmacı bir düzen hukukun üstünlüğünü tanıyarak özgürlükçü ve eşitlikçi davranır mı; zaten problemin özü bu sorunun cevabında yatıyor.

ABD’de, Avrupa’da okulları ve askerliği protesto eden vicdanî retçiler, “anarşistler”, sıkhlar, Yehova şahitleri ve benzerleri var. Buralarda da benzer hak arayışı olmalı. Müslümanların okullara karşı çıkıp alternatif oluşturma çabası, çözümlerden bir tanesi olarak değerlendirilebilir. Bu tavrı beğenmesek, ya da bedelinin zor olduğunu düşünsek bile, içimizden bazılarının yapmaları gereken bir seçenektir bu. On defa başarısız olsalar da, on birincide başarılı olmak niyetiyle denemeleri, eskilerden tecrübe alarak, bazı müslümanların evlerini Erkam evlerine, küçük çaplı mescid ve okul sistemine benzetmeleri gerekiyor. Bunu deneyenler nerelerde hatalar yaptı? Sadece antitez öne çıkarıldığı için çocuklar eksik, yarım yetişti. Okulun yerini başka şeyler doldurdu. Ya da çocuğun kafasında okulun bir eksikliği vardı, bu giderilemedi; hatta okul putlaştı, yüceldi, büyük bir değer oldu. Diploma kutsal bir kitaba dönüştü. Bunlara alternatif neler olabilirdi, başka hatalar nelerdi ve nasıl düzeltilebilirdi?

Çok ilkel usuller ile, dayak ve baskı ile Kur’an Kurslarımızda hâfızlık yaptırılıyorsa bu köhne ve gayrı İslâmî metotla çocuklarımızın patolojik ruh hali sergilememesi veya Kur’an sevgisinden mahrum, ibâdetlere soğuk olmaması mümkün değil. Çocuk yaştaki öğrenciler için onsuz olunamayacak kadar önemi olan oyun alanı yoktur, okul olmaya uygun bina yoktur, uygun bahçe yoktur, öğretmende pedagojik formasyon ve sevdirme gayreti yoktur, daha nice şeyler yoktur. Peki, böyle oldu diye biz Kur’an’ın eğitimine soğuk mu bakmalıyız? Yani “Kur’an Kursu faâliyetlerimiz tıkandı, çalışmıyor artık; bir daha böyle bir şey yapmamalıyız, başarısız olduk”mu demeliyiz? Yoksa daha güzel bir Kur’an Kursu modelini oluşturmaya, en azından teori planında, yeşil ışık mı yakmalıyız? Okul meselesi de böyle, sekiz on tane müslüman bir araya gelebilir, eski tecrübelerden yola çıkarak, belirli bir yaşa kadar çocuklarını yetiştirmek için özel hocalar tutabilir. Ama bu, çok az bir kesimin büyük bedeller ödemeyi göze alarak yapabilecekleri bir tercihtir. İngiltere’de bile daha dün müslüman olmuş Yusuf İslâm kalkıp İslâm Okulu kurarak işe başlıyorsa, bu ülke insanı çok geride kalmış demektir.

Öncelikle vurgulamalıyız ki, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerdeki okullarda müşrik olmama özgürlüğü yok. Öğrenci ve öğretmen olarak şirk tornasından geçmeme hakkı için mücâdele gerekiyor. Bir manifestomuz yok. Bir müslümanın her çeşit eğitim kurumlarında yapmasının kesinlikle câiz olmadığı şeyler, câiz tâbirinden de öte insanlık suçu olduğunu ilan edecekleri, resmî âyinlerde şirk unsuru olan hususlar varsa bu törenler, bazı derslerde kabulü ve dillendirmesi şirk olan durumlar varsa onlar, kamuoyuna hâlâ yansıtılmamıştır. Burada ben, tartışmalı olan, yoruma tâbi olan hususları kastetmiyorum. Çok net olarak, eğitimle ilgili İslâm’la bağdaşmayacak şirk unsurları şunlardır diyerek maddeleştirip kamuoyuna veli, öğrenci ve öğretmenlere ilan ve tebliğ bile edememişiz. Her vatandaşın ve her düzenin bunları rahatlıkla bilmesi ve zulmün boyutlarının sergilenmesi gerektiğini düşünüyorum. Varsa yoksa sadece başörtüsü yasağı gündemde. ABD gibi, Avusturya ve diğer Avrupa ülkeleri gibi, başörtüsünün suç olmadığı memleketlerde yaşasaydık, bizim okullardan istediğimiz olmayacak mıydı? Yani sadece üniversitelerde ve sadece başörtüsünden başka. Başörtüsüne bile müsaade etmeyen bir zihniyet aracılığıyla, başın içine koyduğu bilgi ve kültürün ne olup olmadığı, ciddi mânâda maddeler halinde net olarak dosta düşmana ilan edilebilmiş bile değildir ki, ona göre eylem planı hazırlansın.

Okullarda Darwin teorisinin ve benzeri özgül ağırlığı fazla olmayan birkaç meselenin, bir de ahlâkî problemlerin dışında karşı çıkılması gereken meseleleri yok gibi davranıyor müslümanlar. Yani kim neye niçin karşı çıkıyor, kim neyi niçin istiyor; belli değil. Karşı çıkılan şeyler olmazsa olmaz şeyler midir, olmazsa güzel olur cinsinden midir, bu da net değil.

Çocuk, anne ve babaya emânet olarak teslim edilmiş bir fitnedir/sınavdır. Ana ve baba, kendisi veya vekilleri eliyle çocuğun ya İslâm fıtratını koruyacak, ya da şirke bulaştıracak. İkincisi olursa, âhirette de kendisini bu şekilde yetiştiren büyüklerine evlât şöyle diyecek: “Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, ‘Eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik!’ derler. ‘Ey Rabbimiz! Biz reislerimize, beylerimize ve büyüklerimize itaat edip uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar’ derler. ‘Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle lânetleyip rahmetinden kov.” [4]

Çağımız, bilgi çağı değil, bilgi kirliliği çağıdır. Modern yaşam biçiminde insanların beyni çöp kutusuna döndü. Vahiyle bağları koparılan insana eğitim kurumları, medya, teknoloji, çevre bırakın âhireti, dünya için bile gereksiz, hatta zararlı şeyleri bilgi ve kültür adına (insan istemese bile) dayatarak depoluyor. İnsanlar, vahye dayalı gerçek ilimden koparılıp lügat ve itikadî anlamlarıyla cehâlete itilirken, diğer yandan bilgi kirliliğinin kurbanı oluyorlar.

Kurumlardan ve çevreden öğrenilenlerin hepsi de yanlış ve zararlı değil elbette. Ama vahiyle, dünyada ve âhirette insanı kurtaracak “ilim”le karşılaştırılınca küçük bilgi kırıntıları şeklinde kalmaktadır bunlar. Bırakın zararlısını, “faydasız ilimden” bile Allah’a sığınmaktadır tek önderimiz.1174 Bilgi kırıntılarının “ilim” haline gelmesi için vahiyle sağlamasının yapılması, hazmedilip özümsenmesi, posasının çıkarılması, pratikte faydalı hale gelip uygulanması gerekmektedir. Yine illet ve gâyesinin belirlenmesi, Allah rızâsına hizmet etmesi, bütün içindeki yerinin uygunluğu ve insanlığın hayrına/salâhına hizmet etmesi lâzımdır. Kur’an’a göre âlim kuru bilgi sahibi, hele kitap yüklü merkep[5] değil; Allah’tan huşû duyup titreyen muttakî kimsedir.[6] O yüzden takvâdan uzak bilgi ilim sayılmaz, hele vahiyden kopuk ve kişiyi Allah’tan uzaklaştıran şeyin adı kesinlikle “ilim” olamaz. Eğitim, insana yön vermek, onu yönlendirmektir. Terbiye (eğitim) insanı inşâ etmek demek olduğundan mutlak terbiyeci/eğitimci ancak Allah’tır. O’ndan kopuk bir eğitimci farkında olmasa bile rablik iddiasındadır. Osmanlı dedelerinin yaptıklarının tam tersi bir uygulama ile karşı karşıyadır bugün bu topraklarda yaşayan nesiller; tersine bir devşirme söz konusudur.

Evler, sadece çocukların değil; anne ve babanın da okuludur. Ama ana ve babaları yetiştirecek ehil ve emin yerlere büyük ihtiyaç var. Müslüman cemaat ve teşkilâtlara düşen önemli bir görev, çocuklardan önce ana ve babaları yetiştirmek olmalıdır. Evlilik ve ana baba okulları açmalı, geliştirmelidirler. Eğer baba evinde ve evlilik öncesinde anne adayı, kendini yeterince yetiştirmediyse, evlilikten sonra sorumluluk hanımın kendisiyle birlikte kocaya âittir. Zarûri olan hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya da öğrenmesine imkân ve fırsatlar oluşturacaktır.

Dernek, vakıf ve kursların durumu da gözden geçirilmelidir. Dine hizmet iddia ve amacıyla ortaya çıkan İslâmî eğitime katkı hedefindeki kurumlar giderek bu araçların amaçlaşması ve motor olmak yerine fren görevi üstlenmeye başlaması riskine karşı çok uyanık olmalıdırlar. İnsanları Allah’ın dininden uzaklaştırıp kendi sapık anlayışlarını topluma dayatan câhiliyyenin hâkimiyetinde, onların yönlendirmesine açık kurumlar ve hantal yapılanmalar yerine; ciddi, özgür ve özgün alternatifler, gerekli değişime çabuk uyum sağlayabilecek mobil çalışma sistemleri ve farklı seçenekler oluşturulmalıdır.

Eğitim, hevâî isteklere (vahyin tesbit ettiği şekilde) istikamet ve sınır tâyin edebilecek irâde eğitimini, tevhidî bilinci, ibadete devamı ve ahlâkî özellikleri ihmal etmeyecek şekilde, daha doğrusu bunların temel alındığı bir ölçüde değerlendirilmelidir. Bunların, vahyi merkeze almadan yerine getirilemeyeceği gibi, ümmet planında ve ideal tarzda yerine getirilmesi ve eğitim problemlerinin kesin çözümü için İslâmî bir otoriteye ihtiyaç vardır. Bununla birlikte cemaatler ve riskleri göze alabilen müslümanlar, kendi çocuklarıyla ilgili radikal (tâğutun kurumlarını reddedip onlarla uzlaşmayan) tavırlar alabilmeli; lokal, kısmî ve yüzeysel de olsa çözümler üretmek için işbirliğine gidebilmelidir. Yakın yaşlarda çocukları olan beş on ebeveyn birleşerek ev ortamını okula dönüştürecek çalışmalar yapabilmelidir. Ama, riskleri göze alamayan mü’minleri bırakın tekfir etmeyi, onları kıracak tavırlardan bile kaçınmalı, halleriyle örnek ve alternatif olmaya çalışmalıdır. Unutmayalım, bu din, sadece kahramanların dini değildir. Herkesten kahramanlık beklenemez. Kaldı ki, günümüzdeki kahramanlar, bu özelliklerini hayatın tüm alanlarına da taşıyamadıklarını itiraf etmelidir. Unutulmamalı ki eğitim, hayatın sadece bir parçasıdır; tümü değil.

Çözüm konusunda azîmet veya ruhsat olarak iki çizgiden biri seçilmelidir. İlki, yanlış olarak radikallik denilen savaşçı kimliği, Allah askeri olmak ile; diğeri de en asgarî bir tevhid eri Müslüman kimliğiyle alâkalıdır. Birincisi toptan reddetmektir, tüm tâğutları ve tâğûtî kurumları. Bedeli vardır elbette bu tavrın. Mümkün ki, bu tavır savaş ilanı kabul edilecek, sürgünler yani hicretler, mahrûmiyetler, sıkıntılar, cezalar gibi karşı tarafın zulmüne göğüs germeyi gerektirecektir. Ayrıca, alternatifler oluşturmadan sadece tavır almak yeterli olmadığı için imkânlar oranında çözüm üretmeyi, müslümanca bir eğitim arayış ve çabalarını da mutlaka oluşturma mecburiyetini de ebeveynin sırtına yükleyecektir.

Her müslümanın kahraman olması beklenemeyeceği, İslâm’ın bedevîlerin, ihtiyar kadınların, âciz müstaz’afların da dini olduğu için, ruhsat yolu da tercih edilebilir. Bu konuda, tâviz verilebilecek hususlarla tâviz verilmesi bir Müslüman için mümkün olmayan şeyleri ayırt etme mecbûriyeti karşımıza çıkmaktadır. Müslüman, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerde ve böyle ortamlarda belki zâhiren tâğutların egemenliğini kabul etmiş gözükerek Allah’ın affetmesini umacağı günahlarla bu konuda tâviz vererek kurtulabilir. Ama, yeterli bir ikrâh olmadığı müddetçe küfür lafız söyleyemez ve küfür davranışlarını sergileyemez. Bülûğa ermemiş olan temyiz yaşındaki çocukların mürtedliği de geçerlidir Hanefî fıkhınca. O yüzden çocuğunu kendi elleriyle ateşe atmamak için ebeveyn, onu kurumlardaki küfre karşı uyarmalı, Müslüman kimliğini nasıl taşıyıp nasıl koruyabileceğini iyi öğretmelidir. Cezalar da verilse, tâğutların övgüsü niteliğindeki şiirleri okumayacak, onların övüleceği bayram ve törenlere katılmayacak, en azından ağzından tâğutların kutsallarını över anlamda sözler çıkmayacak ve bu tür davranışlardan her ne pahasına olursa olsun uzak kalacaktır. Bu konuda ant törenleri ve bayramlar çözüm getirilmesi gereken problemler olarak karşısına çıkacaktır Müslüman ebeveynin. Derslerdeki terslikler, yani bir Müslüman açısından küfür olan hususlar tesbit edilmeli ve zihin ve gönüllere o tür zehirli gıdaların girmemesine özen gösterilmelidir. Okullarda nasıl gıdalar verildiği, her akşam çocuk eve geldiğinde kontrol edilmeli ve varsa zehirler iyice yerleşmeden hemen temizlenmelidir.

Radikal çözümlere ve resmî olarak riskli tavırlara hazır değilse ebeveyn, yine yapabileceği hayli tedbirler vardır. En azından cumartesi ve pazar günleri, hiç değilse bir günün yarısı, çocukların İslâmî eğitimine ayrılabilmelidir. Mahallenin çocukları her hafta ayrı bir öğrencinin evinde velîlerin tâyin edeceği şuurlu bir veya birkaç öğretmenin eğitim ve terbiyesine teslim edilir. Bir mahallede beş on velî bir araya gelip imkânlarını birleştirerek çocukları için alternatif çözümler üretebilir. Üretmiyorlarsa, samimi ve gayretli olmadıklarındandır, diğer gerekçeler bahaneden öte bir değer taşımaz. Bireyler olarak bu işlerin üstesinden gelinemiyorsa, cemaatleşerek, eğitimin sancısını duyan insanlar birleşerek bu hayatî meseleye kısmî de olsa çözümler getirebilir. Zâten Allah, kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemediğinden, ancak devlet otoritesiyle çözülebilecek ideal ve kesin çözümler de acele olarak beklenmemelidir.

Müslümanım diyenlerin genelini bağlayacak şekilde yine de çok şeyler yapılabilir.

NELER YAPILABİLİR?

  • Evler okul olmalıdır. Çocuğun eğitiminden dinimize göre direkt olarak ebeveyn sorumlu olduğundan esas muallim ve mürebbi (öğretmen ve eğitici) anne ve baba olmalı, evler de esas okul haline gelmelidir. Kişilik/karakter eğitimi esas olarak ancak evde ve aile ortamında verilip inşâ edilebileceği gibi; müslümanlık da, ahlâk, sevgi ve samimiyet gibi erdemler de çocuğa mükemmel olarak ancak evde kazandırılabilir. “Koca”, aynı zamanda “hoca” olmalı; evin reisi, liderliğini evde imamlık, muallimlik ve muhtesiblik yaparak da yerine getirmelidir. Çocuğunu canından fazla seven anne, onun cehennemde yanmasına rızâ göstermediğini davranış ve fedâkârlığıyla ispat etmelidir. Çocuğunu cehenneme götüren inanç, düşünce ve eylemlerden koruyacak şekilde onu eğitmenin yollarını bulabilmelidir.

İnançlar, değerler, gelenekler ve iyi alışkanlıklar, daha çok aile içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, aile içinde geçer. Çağdaş tüm pedagoglar, “altı yaşa kadar çocuğun karakteri nasılsa, ondan sonraki yaşantısında fazla ekleme yapılmadan aynı izler devam eder” görüşünde birleşirler. Bu sebeple, ilk yıllardaki eğitim ve terbiye, hayâtî ve hayat boyu önem taşır.

  • Münkerden nehy görevi yapılmalı, çocuk evde karantinaya alınıp, günlük ve haftalık arındırmalardan geçirilmelidir. Okulun, iletişim araçlarının, medyanın, sokağın/çevrenin münkerlerinden çocuklar evde arındırılmalı, gönül ve zihinlerine bulaşmış tortuların atılması sağlanmalıdır. Çocuklarımız, okul sonrası, seyrediyorlarsa tv. sonrası ve giriyorlarsa internet sonrası virüs taramasından geçirilmelidir. Çocuk eve geldiğinde, yanlış bilgilerden, câhilî kültürden, kötü ahlâktan, çirkin alışkanlıklardan temizlenmelidir; çamurda oynayan çocuğun eve girer girmez temizliği yapılıp mikroplardan arındırıldığı gibi. Küfür ve şirk başta olmak üzere kötülüklerden, Allah’a isyan sayılacak davranışlardan, yalan ve hayâsızlık gibi her çeşit kötü alışkanlıklardan ve tiryakiliklerin her türünden koruma faâliyetleri yapılmalı, çocukları doğru ve faydalı kaynaklarla temasa geçirmelidir. Okuduğu kitapları, gazeteleri, konuştuğu arkadaşlarını, terbiye ve eğitim verenleri, seyrettiği filmleri, oynadığı oyunları... kontrol etmeli; gerektiğinde ambargo koymalıdır. Bütün bunları kendi yerine ve daha güzel yapacak Allah korkusunu, ihsan bilincini, tevhid şuurunu gönlüne yerleştirmelidir. Anne ve babalar gecesini gündüzüne katıp, “çocuğumu nasıl müslümanca yetiştirebilirim?” diye planlar, programlar yapmalıdır.
  • Emr-i bi’l-ma’rûf yapılmalı, hakkı tavsiye etmeli ve tevhidî eğitim ve şuur verilmeye çalışılmalıdır. Bütün bunlar mutlaka sevdirilerek yapılmalı; eğer dinden nefret ettirecekse usûl/metod mutlaka değiştirilmeli, dini sevdirme ve dinî bilgi konusunda mutlaka birinden tâviz verilmesi gerektiğinde sevgiden/ sevdirmekten kesinlikle taviz verilmemelidir. Çocuklara özgüven ve güzel ahlâk kazandırılmalıdır.
  • Helâl haram ayrım ve bilincini aşılarken, haram lokmadan uzak şekilde temiz gıdalarla beslemenin eğitimle çok yakın ilişkisi unutulmamalıdır. İsrâfın her çeşidine ve özellikle zaman savurganlığına meyletmeyecek bilinç verilmelidir. Çocuklarının gıda ihtiyaçlarını karşılamayan ya da tamamen hastalık taşıyan mikroplu pis gıdalarla onları besleyen anne ve babanın suçluluğu kabul edilir de, midelerinden çok daha önemli olan kafa ve gönüllerini aç bırakan veya ondan daha kötüsü, hastalıklı düşünce ve inançlarla doldurulmasına sebep olan ebeveyn suçlu sayılmaz mı? Ebeveynin çocuklarının midesini doldurup kafa ve kalbini ihmali, kapitalistçe bir zulümdür elbet. Ama şunu da unutmayalım: Nasıl midelerini mikropsuz, zehirsiz gıdalarla, dengeli beslenme kurallarıyla doldurmak zorundaysak; kafalarına ve gönüllerine giden gıdaların da mikroplardan arınmış, çocukları zehirlemeyecek ve dengeli beslenmeyi sağlayacak temel gıdalardan seçmemiz gerekmektedir. Abur cuburla midenin doldurulması gibi, abur cuburların okunması veya seyredilmesi de insanı hasta eder. Bazı ana ve babalar, çocuğuna okul ders kitapları dışında kitap almayı, oyuncak kadar bile önemli görmemekte; çocuğunun tevhîdî iman ve ibâdet bilincine sahip olmasını, güzel duygularının güçlendirilip doğru yönlere kanalizesini lüks saymaktadır. Kendi çocukluğunda kitapla büyümediği için, çocuklarının kitap ihtiyacını umursamamaktadır. Hâlbuki öyle acâyip bir düzen ve ortamda çocuklarımız hayata atılıyor ki, bu devirde okumayanların, canına okuyorlar. Tabii, neyi nasıl okuyacağını bilemeyenler de intihar etmiş oluyor.
  • İslâm’ı sevdirmeli, çok küçük yaştan itibaren Allah sevgisi, Peygamber sevgisi vermeli; her sevgiden önce ve en büyük sevgi olarak. İlâhî emirleri, ibâdetleri niçin yapması gerektiğini anlatmalı, her konuda şuurlandırmaya çalışmalı, okuduğu Kur’an’ın ne olduğunu, ne emirler içerdiğini, anlamını, namaza niçin ihtiyacı bulunduğunu... öğretip sevdirmeli. Bir yandan cihad sevgisi ve hazırlığı, diğer yandan sanat sevgisi kamçılanmalıdır. Balık avlayıp vermek yerine, balık tutmayı öğretmeli, Allah sevgisi ve belirli yaştan sonra da Allah korkusu ve takvâ bilinci verilmeye çalışılmalıdır. Sorumluluk ve görev şuuru aşılanmalıdır. Kız çocuklara küçük yaşlardan itibaren tesettür ve hayâ bilinci, kız ve erkek çocuklara ibâdet ve özellikle namaz şuuru kazandırılmalı ve bu konuda çok titiz olunmalı.

Görüldüğü gibi esas iş, ana ve babaya düşmektedir. Bunun yanında elbette çözüme katkı cinsinden cemaat ve kurumların da büyük sorumlulukları vardır. Mü’minler, böyle bir konuda birbirleriyle yardımlaşmayacak da hangi konuda yardımlaşacak? Bu alanda kimler neler yapabilir, özetin özeti olarak ona temas edelim:

Cemaat ve kanaat önderleri, yazarlar ve hocalar eğitimi ciddiye almalıdır; faâliyetlerinin birinci sırasına, merkezine yerleştirmelidir. Yapılabilecekleri tavsiye etmekle, sempatizanlarını yönlendirmeyle de yetinmemeli, bu konularda öne düşmeli, örnek olmalı, organizelere katkıda bulunmalıdır.

Asr-ı saâdette eğitimin merkezi olan câmilerimizin bugünkü şartlarla bu alanda bir boşluğu doldurabileceklerini sanmıyorum. Elif be öğretiminden (öğretir gibi yapmaktan) ibâret olan câmi kursları, hiçbir şekilde alternatif özelliklere sahip değildir; “yetersiz” bile değildir. Kur’an eğitimini daha farklı mekânlara taşımanın şu ortam için daha doğru olduğunu düşünüyorum.

Yayınevleri, tevhidî duyarlığa sahip uzmanlara eğitimle ilgili alternatif kitaplar, dergiler, broşürler hazırlattırıp bunları yayınlayabilir. Sesli ve görsel malzemeler alanında faâliyet yapabilenler bu alanda hizmet verebilir.

Radyolara da büyük iş düşmektedir. Radyo okulu şeklinde çalışmalar yapılabilir. Okul ciddiyeti ve programıyla müfredatlar hazırlanıp sunulabilir. Okullarda uygulanan ders konularının tashihi yapılabilir.

Cemaatler, dernekler, vakıflar ana baba okulları/kursları açabilir. Ders araç ve gereçleri hazırlayabilir. Sadece kendi mekânlarında eğitime katkıda bulunmakla yetinmeyip evlerdeki çalışmalara yön verecek katkılar ve destekler sağlayabilir. Her yaş dilimine yönelik kitap, dergi, CD, kaset, hatta radyo ve TV faâliyeti yapabilir.

Allah, Kitab’ında Kendi yolunda cihad edenlere yollarını açacağını vaad ediyor.[7] “Kim Allah’tan korkar takvâ sahibi olursa, Allah ona bir çıkış yolu verir.”[8] Yeter ki samimi olunsun ve gönülden istensin…

İnsanımızda yeterli şekilde savaşçı kimliği yok. Truva atının içerisinde, karşı tarafın savaşçısı olarak bir misyon yüklenebilir miyiz; Hz. Musa’nın Firavun’un sarayında üstlendiği bir misyon gibi. Bu, ancak savaşçı kimliğiyle, tevhid kelimesindeki “lâ” bilinciyle, dâvâsı için her bedeli ödemeye hazır bir fedakârlık ruhuyla olabilecek husustur. Bu noktada biz çocuklarımıza tevhidi bilinç ve dâvâ adamı kimliğini verirsek, çocuk istikametini korur ve kolay kolay sapmaz. Tamam da bu kimliği vatandaşa ne kadar verebilmişiz ki, o çocuğuna versin?

EVLERİMİZ

Acaba hangi kurumlar Ali’leri ve Fâtıma’ları oluşturdu, bunlar hangi kurumun ürünleriydi? Dolayısıyla burada evi merkeze alarak değerlendirirsek, İslâmî bir toplumda, üç sacayağı kurum vardır. Bu ev, cami ve medresedir. Medrese yerine bugün dernek vs. diyebiliriz. Ama işte Hz. Musa ile ilgili ayete[9] ve Mekke dönemindeki Hz. Peygamber’in uygulamalarına baktığımızda, ev dışında bir kurum yok. Ev, başkalarının müdahale edemeyeceği bir alan. Dolayısıyla tek kurum var. Hz. Musa’ya vahyedildiği gibi, “evlerinizi mescid edinin” ki, ben mescidi genel anlamda geniş fonksiyonlu bir yer olarak düşünüyorum.

Darul Erkam bir evdi. Bu gün eğitimin de yön vericisi, bel kemiği olması gereken yerlerimiz evlerimiz olmalı. Biz, kurumları olmazsa olmaz gibi gördük. Alternatifleri, illa bir kurum vasıtası ile düşünmenin çıkmazlarını hesaba katmalıyız. “Okullarla nasıl yarışabilirim?” diyoruz. Bu, imalâthaneye bile sahip olamayan sadece el tezgâhı olan birinin fabrika ile yarışma zorunluluğu duyması gibi bir şey. Dolayısıyla yarışmaya kalkıyoruz, galip olamayacağımız bir savaşa giriyoruz, yaralarımız büyüyor, çıkmaz sokaklara kendimizi mahkûm ediyoruz.

Burada yine Hz. Peygamber’in olumlu bir vasfı olarak “ümmî” vasfını ele almak lâzım. Ümmî, “okuma yazma bilmeyen”den ziyade, “anneye mensup olmak” demektir. Yani, anneden doğduğu gibi, fıtrî yapısını koruyan demektir ümmî. Câhiliyyenin hiçbir pisliğine bulaşmamış, fıtratına uyan demek. Ümmet kelimesi de aynı ümm kelimesinden türemiştir ve anne kavramının olumlu yapısını içerir. Çocukların yetişmesinin sorumluluğu, anne ve babaya ait olması gerekirken, bu işi anne ve babanın vekillerinin merkeze alındığı ve yarışamayacağımız bir alan olan kurumlar ile halletmeyi öncelikliyoruz. Hâlbuki, Hz. Fâtıma’yı babası Hz. Peygamber yetiştirdi. Hz. Ali’yi de Erkam’ın evi ve Peygamberin öğretileri yetiştirdi. Herkes kendi çocuğunu evvelâ kendisi, diğer müslümanlarla yardımlaşarak yetiştirmeye çalıştı. Bu durumda kurumların hegomanyası olmayacak, mağlup olma riski büyük olan bir alana müslümanın kendisini sıkıştırması söz konusu edilmeyecektir. Okullar sadece belirli saatlerde, sadece belli mekânda, sadece uzmanı olan öğretmenin, sadece kendi müfredatı ve konusuyla ilgili, sadece eğitim (aslında sadece öğretim) verdiği bir kurum. Hâlbuki insan yetiştirmenin bireyle, zamanla, mekânla, konuyla, öğretmeyle sınırlanamayacak kapsamda yüceliği vardır.

Bunun yanında hiçbir öğretmen, öğrencisini bir anne ve babanın evlâdını sevdiği kadar sevemez, onların fedâkârlık yapacağı kadar yapamaz. Fıtratta bu denli sevgi ve özverililik yok çünkü. Belki öğretmen de çok gayretli olabilir, ama fedâkârlık ve sevgi anlamında anne ve babanın yerini hiçbir eğitimci, hiçbir öğretmen tutamaz. İşte biz bu yedeği, vekili asıl yapı yerine koyduk. Yani Musa (a.s.) döneminde de, Mekke döneminde de evin merkez teşkil ettiği bir yapı var. Camiler de, bugün İslâmî merkez ve eğitim mekânı olarak kullanamadığımız dışlanmış bir yer haline geldi. Yani câmiler bir devlet kurumu durumunda. Kanunlar var, yönetmelikler var, devlet buraları nasıl işleteceğini belirliyor. Hatta imam olmak için kanun açısından müslüman olma şartı aranmıyor. Hatırlayın, Turan Dursun gibi ateist ve İslâm düşmanı biri yıllarca müftülük yaptı, imamların âmiri oldu. .

Demek ki, bugün tarihe karışmış medresenin yerini tutan özgür ve bağımsız İslâmî bir eğitim kurumu olmadığı gibi, câmiler de bu özelliklerden aynı derecede uzak. Tek kurum kalıyor; o da ev. Zaten insan eğitiminde ana ve babanın rolü başkasına devredilemez. Ailenin merkezî bir rol üstlenmek zorunda olduğunu söylemek istiyorum. Çocuğunun eğitiminin kendisini direkt ilgilendirdiği kişi, anne ve babadır. Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzerine doğar, annesi ve babası onu hıristiyanlaştırır, yahudileştirir (hadisin bir rivâyetinde), müşrikleştirir. “Müslümanlaştırır” denmiyor. Zaten müslüman fıtratı ile doğmuş. Bu aslî yapı korunup kirletilmezse, zaten müslüman olacak. İkinci olarak “çevre şartları, okul, çocuğu hıristiyanlaştırır…” da denmiyor; anne ve babasının bu işlevi gördüğü söyleniyor. Dolayısıyla okul, çevre, televizyon dediğin şey, anne ve babanın seçtiği, kendine bir vekil olarak görev ve yetki verdiği şeylerdir. Anne ve baba, çocuğunu İran’da ya da Mekke’de yetiştirmek isterse, televizyon ya da çevre faktörleri (arkadaş, okul, medya, oyun, iş, komşu ve benzeri) de çok farklı olabilecek, hatta çevresel sorunlar çözüme dönüşebilecektir.

 

[1] ] 33/Ahzâb, 66-68

[2] ] Bkz. 33/Ahzâb, 66-68

[3] ] 10/Yûnus, 87

[4] ] 33/Ahzâb, 66-68

[5] 4]1175] Tirmizî, Deavât 68, hadis no 62/Cum’a, 5        : 3711

[6] ] 35/Fâtır, 28

[7] ] 29/Ankebût, 69

[8] ] 65/Talâk, 2

[9] ] 10/Yûnus, 87

Pazartesi, 01 Mart 2021 09:09

45.HUTBE: EĞİTİM YARASINA PARMAK BASMAK

EĞİTİM YARASINA PARMAK BASMAK

ÂYET:

آيَا يَُّهَا لَّذ۪ينَ مَٰنُو قُآو نَْفُسَكُمْ وَهَْل۪يكُمْ نَار وَقُودُهَا لنَّاسُ وَلْحِجَارةَُ عَلَيْهَا مَلآئِٰكَةٌ غِلَاظٌ شِدَدٌ لَا يَعْصُونَ للّٰهَ آمَا مََرهَُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمًَروُنَ

“Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve kendilerine emredileni yerine getiren melekler vardır.” [1]

Câhilî sistemin her şeyi yapay, uydurma. Eğitimin kendisi gibi eğitim kelimesi de yapay ve uydurma. Bu kelime kaç yılında ortaya çıkmış araştırdım. Eğitim kelimesi 1935 yılında türetilmiş, yani uydurulmuş. Okul kelimesi de 1934 yılında, Türkçe “okumak” fiilinden türetilmiş. Ne var ki, kelime köklerinin sonuna “-il/-ul” eki, 1934’e kadar hiç kullanılmadığından ek Türkçe yapım ekine, “okul” da kelime yapısına uygun değil. İngilizcesi school olan écolé (ekol)ün karşılığı yerine bozuntusu tercih edilmiş; aynen Batı kavram ve yaşayış tarzının biraz bozulmuşu ithal edildiği gibi. Türkçe okul haline getirilen “ekol”ün aslı da ilk olarak Yunanlılarda ortaya çıkmış Milat öncesi Atina adındaki uygarlık kabul edilen yaşam biçiminde. Tuhaftır, “aristokratların hayatta getirisi olmayan uğraşlara vakit ayırabilmesi”ni ifade eden bir anlamı var. Helenistik devirde bu kelime, eski Atinalılar gibi entel tarzda sohbet etmenin tekniklerini öğreten kurs anlamı kazanmış. Çağdaş Batıda ancak her türlü okul anlamında kullanılmaya başlanmış. Okul karşılığındaki ekol kelimesi; ilk ve esas olarak insanları etkileyecek, retorik ve söz sanatları tabir edilen söz cambazlığını, nutuk atmayı entel tabakaya öğretme amaçlı olan, paralı kurumlara deniliyordu. Yani zannedildiğinin aksine okul kurumu, toplumun bireylerini, uyumlu vatandaş hale getirmek amaçlı, insanı düşünen, çocuğu düşünen, kendi sistemleri açısından da olsa onları topluma faydalı bir birey haline getirmek isteyen bir kurum değil. Entel bir zevk için bir kültürel etkinlik amaçlı, zengin ve şımarık aristokrat sınıfına, hitabet ağırlıklı, daha çok da laf ebeliğine dayanan faydasız (faydasızın altını kendileri çiziyorlar, kelime bu anlama geliyor) şeylerin öğretildiği bir kurum olarak işlev görmüş. Giderek bu anlayışla, alternatif denilen okullar açılmış, Atina’dan Isparta’ya ve Roma’ya ihraç edilmiş; sonra da Ortaçağ zihniyetinde dogmaların öğretildiği bir kurumlar haline getirilmiştir.

Bugün bizim kendisinden aldığımız ekol kelimesi ile kurumun iç işleyişiyle, müfredatıyla etkilendiğimiz Batı, söz gelimi “okulsuz toplum” çağrılarına müsamahalıdır, aynı zamanda alternatif okullara da yeşil ışık yakar. Bugün ABD dâhil Batı ülkelerinin hemen hepsinde, ilkokuldan üniversiteye kadar, Hristiyanlara, yahudilere komünistlere, ateistlere ve hatta bir kaşık suda boğmak istedikleri Müslümanlara okul açma özgürlüğü var. Yani siz belirli sayıdaki farklı ideoloji veya din mensubu insanlar müracaat ediyorsunuz, o devlet size finansmanını sağlıyor, binasını temin ediyor, imkânlarını veriyor. Ne yaparsan yap, Tevrat Kursu, Kur’an Kursu gibi faaliyetini yap; hatta öğretmenini ben seçeceğim, müfredatını da ben tespit edeceğim bile demiyor. Siz şartlara uygun hangi öğretmenleri istiyor, nelerin okutulmasını talep ediyor, eğitim sisteminizin nasıl olmasını arzu ediyorsanız, çoğu tercihi size bırakıyor. Düzenin kendisinin belirlediği çok az şeyler var. Söz gelimi, eğitim dilinin o ülkenin dili olmasını şart koşuyor, anayasasının zorunlu kıldığı ırkçılık yapılmaması gibi üç - beş madde ile sınırlanabilecek şeyler istiyor ve alternatif eğitim modellerine tümüyle açık olduğunu ifade ediyor. Hatta daha öte, “ben bu alternatifleri de beğenmiyorum ya da benim alternatifim yok” diyen bir kimseye, okula gitmeme özgürlüğünü nice Batılı ülke tanıyor. Meselâ kendilerine “anarşistler” denen kimseler okulları protesto ederler ABD’de, Avrupa’da; okulları ve askerliği protesto etme hakkı vardır bazı bedellerini ödemekten kaçmayan insanların. Böyle bir özgürlüğü tanıyor. Yani kendilerinden hem “okul”un adını hem yapısını aldığı sistemden çok daha fazla dayatmacı olmuş Ortadoğu ülkeleri. Kraldan daha fazla kralcılıktır bu.

Onların bile tümüyle dışlamadığı, alternatif olarak müsaade ettiği bir sistemi, özgürlüğü müslümanların yaşadığı ülkelerde küçük çapta bile göremiyoruz. Bilmem bilir misiniz Hollanda’da 40’ın üzerinde İslâm ilkokulları vardır, bu okullara dayalı İslâm Ortookulları ve iki tane İslâm üniversitesi vardır. Birinin başında rektör olarak yıllardır Ahmet Akgündüz var. Türkiye’de İslâm Okulu diye okul açılsın; mümkün mü? Eğer açılmış olsa, bu “İslâm” sadece adının kullanıldığı Devlet Okulu olur, Devlet İslâmı’nın Okulu…

Acıdır ki müslümanlar da bu sistemden râzı pozisyonunu üstleniyor. “Çocuğun yaramazlığından kurtulalım, okulda vakit geçirsin de ne olursa olsun” diye düşünüyor, çocuğu başından savmak istiyor. Camiye çocuğunu gönderen anne ve babanın düşüncesi de farklı değil. Aslında şu var; biz çocuklarımıza iyi bir eğitim verebilsek, ister o çocuk Truva atında olsun, isterse başka bir yerde olsun büyük zararlara uğramayacak. Meselâ bir Amerikan okulunda okuyan İslâmî açıdan eğitilmiş şuurlu bir çocuk, bu eğitimin zararlarından büyük ölçüde etkilenmeyebilir. Ama, işin bir de takvâya, hatta fetvâya/fıkha uygun olup olmaması ve ne kadar ideal olup olmadığı konuları var; o yüzden hiç zararının olmayacağını söylemek mümkün değil. Ancak, mevcut şartlar içinde bu tavır, ehven sayılabilir. Yahûdiler, ırkçılık öz güveniyle istiğnâ ve istikbar psikolojisi ile çocuklarını şekillendiriyor. Bizde durum çok farklı. Seviyeli, güvendiğimiz yüz Müslüman kişiyle bir anket yapsak, çocukları ile ilgili sorunları olup olmadığını araştırsak, çocuklarının müslümana yakışır bir durumda olup olmadığını sorsak, fotoğraf, durumun çok ciddi olduğunu gösterecektir.

Çocuğu dört değil, on dört yönden kuşatan tuzakları değerlendirdiğimizde; eğitimcilerin, hocaların bile kendi çocuklarını tam yetiştirdiklerini iddia etmek zor. Belki başka çocuklarla meşgul olurken, kendi çocuklarını ihmal ediyor. Ama, bu eğitim işini, en yakınlarımızı kuşatacak şekilde dahi beceremiyoruz. Bu bir vâkıa. Birisi; “ben gemisini kurtaran kaptanım” dese bile bu bir istisnadır. Bu sorun ciddi olarak ev merkezlerine alınmalı, hafta sonları ya da her boş zamanlarda câmi ve medrese fonksiyonunu kısmen üstlenen derneklerde, uygun yerlerde sistemli çalışmalar yapılmalı.

Tanışılan bir çocuğa hemen şöyle sorular sorulur: “Hangi okula gidiyorsun, kaçıncı sınıftasın, derslerin nasıl?” Hangi okula gidecek; herhalde İslâm Okulu var da oraya gidecek değil. Yaşını bilince sınıfını da tahmin edersin. Neye önem verildiğinin göstergesidir bu tür sorular. Ama: “Namaz kılıyor musun? Kaç sûre ezberinde? Kur’an okumasını öğrendin mi? Televizyon seyrettiğin kadar Kur’an meali niye okumuyorsun? Kimin hayatını daha iyi biliyorsun: Filan devlet adamı, falan sanatçı veya futbolcunun mu, Peygamberimiz’in mi?” gibi soruları müslümanlar müslüman çocuklarına sormayı akletmezler.

Okuldaki başarı mı, hayattaki başarı mı; dersler mi, ahlâk mı; notlar mı ibâdet mi? Yani, lise sınavı, üniversite sınavı mı, yoksa Allah’ın dünyadaki kulluk sınavı mı? Bunlardan hangileri daha öncelikli olmalıdır? Çocuğunun sabah namazına kalkıp keyifle, zevk alarak namaz kıldığına şâhit olmak, yüksek notlarla dolu karnesini görmekten daha mı az öneme sahiptir? Evet, bir delikanlı, üniversite sınavına hazırlandığı gibi, âhiret sınavı için de aynı şekilde çalışsa büyük ihtimalle cenneti hak eder.

Okul gibi, askerlik gibi konuları çözmek için devlet gücü lâzımdır. Müslümanlar günümüzde dünyanın hemen hiçbir yerinde siyasî otorite oluşturamadılarsa, bunu mâzeret sayıp kesin haram olan, hatta haramın ötesinde şirkle bağlantılı olan hususlara bahane arama lüksüne sahip olamazlar. Siyasî otoriteleri yoksa cemaatleri vardır (olmalıdır). Bununla birlikte tekfir konusunu da çok ihtiyatlı işletilecek bir kurum olarak görmek gerektiğini ifade edelim.

Biz, şahısların zâhirine, görünüşüne değer verir, görünüşüne göre hükmederiz. Dinde, yani din tercihinde, iman meselesinde zorlama yoktur. Ama hukukî meselelerde elbette zorlama olacaktır.

Önüne gelene, ‘kâfir’ damgası vurmak demek olan “tekfir hastalığı”na düşmemek, rastgele câhil müslümanlara ‘mürted’ mührü vurmamak gerekir. İnsanların yetişme tarzı, bilgilerinin azlığı, o bilgileri kullanma tavrı, İslâm’ı öğrenme kaynakları göz önüne alınmadan ‘tekfir’ etmek çok yanlıştır. Bir müslümanı onu dinden çıkaran davranış ve söz üzerinde bulursak, onun yanlışlığını düzeltmeye çalışmamız gerekir. Rastgele ‘kâfir’ damgası vurmak hem görevimiz değil, hem de müslümanların sayısını azaltmaktır. Sayımızın azlığı ancak düşmanlarımızı sevindirir.

Bugün; oy vermek, askere gitmek, çocuklarını gayri İslâmî okullarda okutmak, az zararlı gördükleri bir partiyi desteklemenin kesin hükmü gibi nice husus, emin, ehil ve muvahhid âlimlerin fetvâya bağlamaları gereken konulardır. Günümüzde tekfir konusunda da ihtilâf edilen birçok ictihadî durumlar vardır. Günümüzde de tüm mü’minlerin otorite kabul ettiği her yönüyle güvenilir bir müctehid olmadığı, şer’an fetvâsı tüm ümmeti bağlayacak bir yetkin zât bulunmadığı için yapılması gereken, bu tür konularda “ihtiyatlı bir tavır” takınmaktır. Böyle ihtilâflı, ama şirk ihtimali de olan hususlarda ihtiyat iki şekilde olur: Birincisi, şirk olma ihtimalini gözden uzak tutmamaktır. Binde bir ihtimalle bile olsa ihtiyatlı olmak, o küfrü işlememek, ondan şiddetle sakınmak gerekir. Ve o küfür olma ihtimali olan hususu işleyenlerle (tekfir etmeden) ileri derecede samimiyet kurmamak, onlarla cemaat, sırdaşlık, akrabalık ve muhabbetle yakınlık gibi ilişkilere gücümüz nisbetinde girmemek gerekir. İhtiyatın ikinci şekli ise: Onların İslâm’ın hâkim olmadığı câhiliye düzenlerinde yetiştiğini, bu konuları yeterince ve ehil kabul ettikleri kişilerden duyup öğrenmedikleri, yeterli ve yetkili kişilerin onlara doğru bir İslâm anlayışı vermedikleri vb. durumlardan dolayı onların Allah indinde mümkün ki mâzur olabileceği, bizim ise, böyle bir durumda onların kâfir ve müşrik olmama ihtimali binde bir bile olsa onları tekfir ettiğimizde, binde bir ihtimalle de olsa bizim kâfir olacağımız hesaba katılmalıdır.

Bugün yapılması gereken, “falanca adam küfür sözü söyledi ve mürted oldu, ona hangi ağır cezayı verelim?” diye fetvâ arayışı değil; askere gitmek zorunda kalanı ve alternatif çözüm bulamadığı için çocuğunu küfür uygulamalarından korumaya çalışan ebeveyni tekfir etmek değil; İslâm’ın, güzellikleri ve kurtuluş yolu olduğunu en güzel yolla bu tür insanlara ulaştırmak, hatayı biraz da kendimizde arayıp zayıf müslümanların dinden uzaklaşma sebeplerini azaltmaya çalışmaktır. Haksız ve gereksiz tekfîr mantığı, adâletsiz ve kolaycı bir davranıştır. Hiç bir yararı da yoktur.

Şirk ve küfür olarak haklarında çok net bir hüküm olmadığı halde, biz Kur’an’ı ve sünneti kendi bilgimiz ve tevhid anlayışımızla yorumlayıp bir konu hakkında şirk ve küfür hükmünü verebilir miyiz? Eğer böyle bir konunun şirk olduğuna hüküm veriyorsak, onu her nasılsa işleyen kimsenin, gerekçelerini, bu konudaki nassların kendisine ulaşıp ulaşmadığını, ulaştı ise onlardan nasıl bir anlam çıkardığını, bize göre geçersiz de olsa te’vil yapıp yapmadığını, başka bir mâzeretinin olup olmadığını değerlendirmeden tekfir edebilir miyiz?

Bir kimseyi tekfir etmek, ne demektir? Kendisine selâm verilemeyecek, dostluk ve samimiyet kurulamayacak, gönülden sevilemeyecek, kız alıp verilemeyecek, ortaklık gibi yakınlık isteyen ilişkilere girilemeyecek, cenazesine katılınamayacak ve evliyse eşiyle nikâhı düştüğünden devamlı zina ediyor hükmü verilecek, âhirette de sonsuz bir şekilde ceza çekecek, ebedî cehennemde kalacak şeklinde bir hüküm verilmiş olmaktadır. Böyle bir hüküm öyle alelusûl verilemez. Bir kimseye “kâfir” demekten daha küçük bir isnad olan meselâ “fâhişe” demek, hangi şartlarda mümkündür? Kendimizle birlikte üç güvenilir müslümanın da apaçık şekilde zina fiilini işlerken görmediğimiz ve hepimizin şahitlikte ısrar etmeyeceği bir durumda “fâhişe” demenin dünyada bile cezaya çarptırılacağı sözkonusudur. Meselâ, bir adamın diğer bir adamı öldürdüğüne şahit olsak, bu adamın hangi şartlarda o suçu işlediği, olayın içyüzünde başka ne tür durumlar olduğu uzun uzadıya, şahitlerle, savunmalarla ortaya konulur, uzunca mahkemesi sürer ve sonunda onun suçlu olup olmadığı da bizim tarafımızdan değil, hâkim tarafından karar verilip hükme bağlanır. Öyle bir durumda bile, İslâm’ın hâkim olmadığı topraklarda had dediğimiz ağır cezalar uygulanmaz. Çünkü ortam, haramları işlemeye çok elverişlidir. Haramlara ve küfre gidecek yollar (İslâm devleti olmadığı için) tıkanmamıştır.

“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” [2]

Normal şartlarda bile, kişinin birini tekfir etme hususunda çok ölçülü olmak gerekir. Günümüzdeki gibi her şeyin anormalleştiği, hakkın bâtıl, bâtılın hak diye öğretildiği, anlatıldığı, yaşandığı bir toplumda tekfir konusuna daha fazla ihtiyat gösterilmelidir.

Kur’an’da şirk ve küfür olarak açıklanan, puta tapmak gibi çok net çirkinliklerle ilgili hususlar elbette böyle değildir. “Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız…”[3] Bu ve benzeri âyetler, kesin küfür fiilleri hakkındadır. Gerçekten, apaçık bir şekilde Allah’ın dışında bir tapma olayı olunca bu hükmü verebiliriz. Onun dışında, küfür olup olmadığı konusunda İslâm âlimlerinin ve ümmetin ittifak etmediği konularda biz kendimiz o olayın küfür olduğuna dair delillerimiz çok kuvvetli olduğu zaman bu fiilin küfür olduğunu kabul edebiliriz. Ama bu durum, bize bu küfrü işleyenleri hemen tekfir etmemiz hakkını vermez. Evet, Peygamberimiz’in hadislerinde de çokça yer aldığı gibi, nice küfür ve şirk vardır ki, sahibini kâfir ve müşrik yapmaz. Nice hadiste, “şunu yapmayan bizden değildir, mü’min değildir, iman etmiş olmaz” denildiği halde, o işi yapmayanı hiçbir İslâm âlimi tekfir etmemiştir. Meselâ, hiçbirimizin kendimiz için istediğimiz her şeyi, başka bir mü’min kardeşimiz için de istememiz, onu kendimize her konuda tercih etmemiz gücümüzü aşan bir husustur. Ama bu durum hadis-i şerifte “iman etmiş olmaz” ifadesiyle bildiriliyor. Nifak alâmetleri konusunda da hüküm böyledir.

Yine, küfrünü apaçık ortaya koymayan, ama içten içe İslâm’a ters inançlara sahip olan kişileri, zâhiren şehâdet kelimesi getirip namaz gibi sâlih ameller de yapıyorlarsa, bunları tekfir etmeyi Allah Rasûlü yasaklamış, şehâdet kelimesi getiren kimsenin öldürülmesine çok şiddetli tepki göstermiş ve “kalbini yarıp baktın mı?”[4] diyerek zâhiren Müslümanlığına hükmedilmesini istemiştir. Eğer her kâfirin mutlaka kâfir olarak bilinip hüküm verilmesi gerekseydi, Peygamberimiz’in, vahiyle kendisine bildirilen münâfıkları ümmetine bildirmesi ve onların da o kişileri mü’min kabul etmemelerini istemesi gerekirdi. Hâlbuki ashâbdan Huzeyfe’ye (r.a.) (kimseye söylememesi şartıyla, sır olarak bildirmesi) hâriç, hiç kimseye onların kâfir olduğunu bildirmemiş ve ashâbın onlara Müslüman muâmelesi yapmasına rızâ göstermiştir.

Bir kimsenin kâfir olduğuna kim karar verebilir? Böylesine önemli ve bumerang gibi hükmün tekfir edenin kendine dönme ihtimali yönüyle riskli kararı sıradan herhangi bir mü’min verebilir mi? İhtilâfsız, te’vil edilemeyecek tarzda kesin ve net konuların dışında herhangi bir mü’minin böyle bir karar veremeyeceğini söyleyebiliriz. Bugün bizim derdimiz, uğraşımız ona buna kâfir damgası vurmak olmamalı, doktorluğa (gönül hekimliğine) soyunmak olmalı. Doktor, hastasını tedavi etmeye çalışır. Ona kızmaz, ona düşman olmaz, ona acır. Teşhiste bulunur, ama yine de şüpheyi, ihtiyatı elden bırakmaz.

O yüzden tıp biliminde yılan simgedir. Yılan, niye tıpta simge kabul edilmiştir? Yılanın çok şüpheci bir yaratık olduğundan dolayı; tıp adamı da şüpheci olmalı, teşhisinde ihtiyat payı bırakmalı, bağnaz olmamalı, hemen kestirip atmamalı, her ihtimalli şeyden şüphe edip teşhisini kesinleştirmek için tahlil, röntgen vb. delillere mutlaka müracaat edip, teşhisindeki isabeti devamlı kontrol etmeli, gerektiğinde teşhisini değiştirebilmelidir. Birkaç tıp kitabı okuyan veya doktorların sohbetine katılıp onlardan bir şeyler duyan bir kimse doktorluğa soyunabilir mi? Hele (madden veya mânen ölümüne sebep olabilecek şekilde) ameliyatlık hastalara neşter vurabilir mi? Doktorluk için şu kadar tahsil ve tecrübe gerekiyor da, mânevî doktorlar için ilim gerekmez mi?

Kendimiz veya yakınlarımız eğer çocuklarımızı okula gönderiyorsak, böyle tehlikeli durumdan korunup itikadımızı muhafaza etmek için;

Okullarda birinci iş olarak müşrik bir vatandaş yetiştirilmek istendiğini unutmamak,

İmkân ve gücü varsa, çocuklarını okula göndermemek, alternatif eğitim oluşturmak

Okulların hafta başı ve sonundaki törenlerine çocukları katmamak,

Resmî Bayramlara çocukları göndermemek,

Derslerde ve ders dışı etkinliklerde elfaz-ı küfür ve ef’al-i küfürden şiddetle sakınmak,

Derslerde büyük tâğutu öven şiirler, okuma parçaları ve benzeri şeyleri okumamak,

Büyük tâğutu öven veya küfrü içeren ödevleri yapmamak

Okuldan geldiğinde mutlaka virüs taraması yapmak, Okulda öğrendiği yanlışları gösterip doğrularıyla yer değiştirmesini sağlamak, hafta sonları İslâmî eğitimi üzerinde titizce durmak.

Çocuklarımıza küçük yaşlarından itibaren tevhid akidesini öğretip sevdirmek, Kur’an’la tanıştırmak gerekir.

Cumartesi, Pazar günleri ve tatilleri çocukların İslâmî eğitimleri ve câhilî eğitimden arınmaları için gayret gösterip fırsatlar ve alternatif imkânlar oluşturmak.

Okul ve öğretmen tercihi yapmak, öğretmenin ve idarenin İslâm düşmanı olmayanlarını arayıp bulmak; gerekirse uzak bir okula kayıt yaptırmanın yollarını bulmak.

Çocuklarımıza Kur’an eğitimi verdirmek; Kur’an’ın metni ile birlikte mealini okutmaya çalışmak, evde Kur’an eğitimi yaparak Kitabımızın günlük hayatla ve kendimizle bağlantısını kurmaya çalışmak ve çocuğa da bu bakış açısını kazandırmaya gayret etmek.

Evlerimizi İslâm Okulu haline getirmeye çalışmak.

Bu durum, muvahhid mü’minlere çok iş düştüğünü gösteriyor. Kâfir denilip onlarla tüm ilişkileri koparıp onlardan uzaklaşmak, onlara tevhidi ve Kur’ânî hakikatleri tebliğ etmeden kendi köşesine çekilmek herhalde dâvet usûlü açısından ve sorumluluk bilinci yönüyle de doğru olmaz. Her iki yönüyle ihtiyat tavrı, ilişkilerimizde tutarlı ve yeterli olmaya bizi mecbur eder. Böyle konularda cesaret, ilimden değil; câhillikten ve mümkün ki, şeytanın sağ taraftan yaklaşmasından meydana gelir. Biz insanlar arasında hüküm vermek için dünyaya gelmedik. Kulluk görevimizi yapmaya geldik. Bu kulluk içinde, tabii hakkı yaşayıp başkalarına da güzelce tebliğ etmek de vardır. Unutmayalım; küfrü çok açık olanlar dışında insanlara küfür damgası vurmayı emreden hiçbir âyet ve hadis yoktur; ama bundan sakındıran nasslar vardır.

 

[1] ] 66/Tahrîm, 6

[2] ] Buhârî, İlim 11; Müslim, Cihad 5

[3] ] 60/Mümtehine, 5

[4] ] Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, hadis no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2643

RAHMETTEN TÛFANA YAĞMUR, SU VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

ÂYET:

وَأنزَلْنَا مِنَ لسَّمَاء مَاء بِقَدَرٍ فَاأسْكَنَّاهُ فِي لْاأرضِْ وَإنَِّا عَلَى ذَهَابٍ بِهِ لَقَادِرُونَ

“Gökten belli ölçü ve miktarda bir plan dâhilinde ölçülü ve düzenli şekilde su indirdik de onu toprağa Biz yerleştirdik. Şüphesiz onu yok edip gidermeye de kadiriz.” [1]

Rahmeti zahmete çevirmekte insanoğlunun eline su dökecek yok. Zâten Nuh tûfânı da, İlâhî ve nebevî rahmeti takdir edemeyen insanın kendi çağırdığı ceza değil miydi? Suya hükmünü geçiremeyen, onunla yarışamayan, yağmura “yağ!” veya “dur!” diyemeyen, sellerin ve doğal âfetlerin ders veren zararlarını teknolojisiyle sıfırlayamayan insanın kendi âcizliğini ve tüm tabiatın/âlemlerin rabbine teslim olması gerektiğini kabul için, aslında çok zeki ve kültürlü olmaya gerek yok. Yaz kurak geçti diye şikâyet ederken, kışın ay boyunca yağan rahmetten de şikâyet eder zavallı insan. Tedbir almadığı, teknolojinin imkânlarını hayırlarda kullanamadığı için yazın kuruyan barajlarını, kışın köyler üzerine boşaltmakla çözümler(!) bulur. “Suyla yarıştığını” iddia ederek çizmeyi aşan şekilde reklamlarını yapanlar, -başka ülkelerde örnekleri olduğu halde- yağmuru üzerinde tutmayıp altındaki toprağa sızdıran asfaltlar düşünmezler. Ve insanoğlu, kendi fıtratının aksine hareketle dünyayı kendine zindan edip topluma da zulmettiği yetmiyormuş gibi, tabiattaki İlâhî kanunun/ sünnetullahın sınırlarını ihlâl edip çevreyi kirletmenin cezasını da tüm dünya insanlarına, hatta diğer mahlûkata da çektiriyor. Yeryüzünü ifsâd eden insan, ozon tabakasını da deliyor; karşılığını da global çölleşme ve iklimlerin intikamıyla çekiyor. Yeryüzünün halîfesi olan/olması gereken, tabiatla aynı Zâta kulluk yapan doğanın/çevrenin kardeşleri “muslih”ler tarih sahnesine çık(a) madığı için, onlar da “cezâsı, sadece zulmü işleyenlere has kalmayıp görevini yapmayan insanlara da şâmil olan fitne”nin kurbanı oluyor.

Tarih boyunca bütün büyük medeniyetler, su kaynaklarının etrafında kurulup gelişmiş, ne zamanın değişmesi, ne de teknolojinin ilerlemesi bu durumu değiştirebilmiştir. 21. yüzyılda da su, toplumların refah seviyelerinin yükselmesinde önemli faktör olma özelliğini koruyacaktır. Kurak ve yarı kurak ülkeler, hal-i hazırda su sıkıntısına girmiş durumda olup, görünen o ki, daha başka ülkeler de yakın gelecekte bu sayıyı artıracaklar. Çoğu fütürolog/ gelecekbilimci, yakın istikbaldeki nice savaşın “su savaşları” olacağını bekliyor, öngörüyor.

Su, her insanın her gün kullandığı vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Daha büyük su sıkıntısıyla karşılaşmamak için, suyu kullanan tüm kesimlere görevler düşmektedir. Öncelikle evde, sanayide, ziraat alanlarında ve diğer kullanılan yerlerde suyun bir damlası dahi israf edilmemelidir. “Yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü O (Allah) israf edenleri sevmez.” [2]; “Müsrifler, şeytanların kardeşleridir.”[3]; “Ve onlar ki, harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik ederler; (harcamaları) bu ikisi arasında dengeli olur.”[4] Bir hadis rivayeti şöyledir: “Akmakta olan bir nehir kenarında bile olsa, suyu israf etmeyin.”[5] Kur’an ve hadisin getirdiği bu esaslara âhiret için olduğu kadar; dünya için de uymak zorundayız.

Yine, çevre kirliliği konusunda araştırmalar yapılarak su kirlenmesine karşı gerekli tedbirler alınmalıdır. Hz. Peygamber, 14 asır önce, durgun suya bevletmeyi ve su kenarına abdest bozmayı yasaklamıştı. “Sizden biriniz, durgun suya abdest bozmasın ve böyle bir suda cünüplükten dolayı yıkanmasın.”[6] Ne yazık ki, O’nun prensiplerine uyulmayıp, yasakladıklarının en kötüsü yapıldığından suyumuz da kirlendi, huyumuz da; tabii çevremiz de.

Su, içme ve bitkilerin sulanması yanında, önemli bir temizlenme aracıdır. Bazı ibâdetleri yapabilmek için farz olan abdest veya gusül abdesti ancak su ile alınır.[7] Abdest bir ibadettir de. Abdest, dışı temizlediği gibi insanı iç temizliğe de ulaştırır. Abdest nur; abdest üzerine abdest ise nur üzerine nurdur. Diğer yandan, namaz için giysilerin, bedenin ve namaz kılınacak yerin temiz olması da şarttır. Temizliğin de su olmadan mümkün olmadığı bir gerçektir. “Sizi temizlemek için Allah, gökten su indiriyor.”[8] Suyun fazla olmadığı bölgede yayılmaya başlayan dinin su ve su ile temizlik konusunu öne çıkarması, suyu aramayan, sudan ve rahmetten kaçan Batı insanına bir ufuk açması gerekmez mi?

SU VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Çeliğe su verince kuvvetlenir. Tohuma, çiçeğe su verince filizlenir, dallanıp budaklanır. Çölde kalmış bir yolcuya su verirseniz, hayat vermiş olursunuz. Kıraç topraklar, çölleşen yer, suya hasrettir. Yanan gönüller, çorak sineler, kuru gözler, kuruyan ruhlar, gökyüzünden bir meltem gibi yumuşak ve sessiz sessiz akacak rahmeti beklerler.

Dünya denizinin üzerinde yüzmesi gerekirken gemimiz suyu içine/gönlüne aldı. Bu hırs sonucu, üstünde yüzecek temiz sudan da mahrum kaldı. Artık karaya oturan gemimiz, S.O.S. sinyalleri saldı.

“Ağlayın, su yükselsin! Belki kurtulur gemi;

Anne, seccâden gelsin, bize duâ et, e mi?”

Su, insanoğlu ve diğer canlılar için ne büyük lütuf. Şırıl şırıl sesi, çevresini yeşillendirip serinletmesi, tozu toprağı yatıştırıp her türlü kiri, pisliği temizlemesi, kuruyan dudakları ıslatıp içene can katması, çatlayan toprağı doyurup pörsüyen bitkilere hayat vermesi, bu lütuf zincirinin halkaları. Su, adına kasideler yazılan nimettir: Âlemlere rahmet olarak gönderilen zatla,[9] rahmet olarak inzal olan yağmurun[10] arasında güzel bir bağ kuran, Peygamber sevgisini su sevgisiyle simgeleştiren na’tların en güzellerinden biri Fuzuli’nin “Su Kasidesi”dir. Su, Yüce Beyan’da cennetin güzellikleri arasında sık sık yer alan hediyedir: “İman edip sâlih amel işleyenlere, altından (içinden) ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele!” [11] Su, Nebî’nin (s.a.s.) parmağında bereketlenip çeşme gibi akan mûcize...

Kur’an, semâdan inzâl edildiği gibi; yağmur da yine semâdan (yukarıdan, üstten) inzâl edilmiş/indirilmiştir. Her ikisi de rahmettir. Bir çiçeğin, bir gülün semâdan inen rahmete/yağmura ihtiyacı vardır; yoksa bir ot yığını, bir diken parçası olur, ölür gider. Bir insanın da semâdan inen rahmete/Kur’an’a ihtiyacı vardır; yoksa canlı cenazeye, elbiseli oduna benzer, rûhen ölür gider. Su, hayat kaynağı olabilir; Kur’an ise âb-ı hayattır/ölümsüzlük suyu. Kur’an nağmelerinin ruhu coşturması gibi, su sesi de insana huzur verir; İkisi de Allah’ın kitabıdır çünkü. Birini içmeye başlarken “Elhamdü lillâh...” deriz; diğerini içtikten sonra. Kur’an çeşmesi cehennemimizin ateşini söndürecektir; suyun ateşi söndürdüğü gibi.

Aslında biri yanıcı, biri yakıcı olan iki elementin birleşmesinden, ateşi söndüren bir sıvı yaratması; zıtları birleştiren, acıya tat, çileye zevk katan bir Zât’ın muhteşem sanatının ayrı bir görüntüsüdür. Bilindiği gibi hidrojen yanıcı bir gaz; oksijen ise yakıcı. Ama su; gaz da değildir; Hidrojenin zehirli bir gaz ve öldürücü bomba olduğu, ağırlıklı oranda ondan meydana gelmiş suyun ise tatlı ve ihya eden olması gibi.

Hangi insan, evinin bahçesinde bir çağlayan olmasını istemez; ya da güzel bir nehir kenarında köşk? Öyleyse iman ve sâlih amellere sarılsın suyun o güzel görüntüsü ve şırıltısı Cennette onu bekliyor. Tabii, bir de kevser; Rasûl’ün sunduğu rahmet çeşmelerinden dünyada içenler için. Tabii insan özgür: Zakkum, irin ve kaynar suyu da tercih edebilir; dünyada onca temiz içecekleri bırakıp alkolü tercih ettiği gibi. Zemzem: İsmail’in hâtırası. Can suyunu, kanını sevdiğine seve seve vermeye hazır olana En Sevilen’ in cevabıdır/ikramıdır o mübarek su. Ama insan, mecbur değil, şeytanın sunduğu süslü kadeh içindeki zehir, bazılarının tercihidir; özgürlük var, zevklere karışılmaz.

İnsanımızın Selsebil özlemidir sebil. Müslümanlar, Kerbelâ’nın ne demek olduğunu bildiklerinden düşmanlarının bile rahmetten mahrum olmasını istemezler. Eskiden beri müslümanlar, adım başına çeşme yaptırmışlar, soğuk su temin edip adına sebil demişler. Sebil, sebîlullah’ın kısaltılmışıdır; rahmeti kısa yoldan elde etmek için, kestirmeden rahmet sunmaktır bu. Frengistan’da ve oralara özenen yerlerde göremezsiniz sebilleri. Oralarda her şey paraya endekslenmiştir. Ve artık, su bile “sudan ucuz” ,”su gibi ucuz” değildir. Onlar, sudan para kazanıp sudan konularla uğraşsın, havadan sudan dem vursun, kasalarını doldurup su gibi para harcama sevdasında olsunlar, musluklarından şarap akan otellerde konaklasınlar. Ve müslümanları bir kaşık suda boğmak istesinler. Unutmayalım, imtihan çeşmesi olmaz bir; “Oluklar çift; birinden nur akar, birinden kir.”

“İbrik ü leğen mâden-i vâhidden iken,

Birinde su pâk, birisinde nâ-pâk.”

Su Tûfandır aynı zamanda; Firavunları ve destekçilerini de boğandır. Gökten sadece rahmet yağmaz; gazap yağdığı da olur. Rahmet, özdeki zehri artıran işlev de görür. Yağmur, kirazın tadını arttırır, ama Ebû Cehil karpuzu, bundan yararlanmasını bilmediğinden, ancak acılığı çoğalacaktır. Kur’an’ın mü’minlere şifâ ve rahmet yağdırırken; zâlimlerin hüsran/ziyanlarını arttırdığı[12] gibi. Sen de rahmet ol; ince ince ve latifçe yağ gül tomurcuklarına, güldür yüzünü güllerin. Ama gülle olup yağmasını da bil, suya düşman olanların tepelerine. Sun rahmeti, rahmet ol, yağ insanların başlarına; tûfan ol, sertleşip dolu olarak in, rahmete sövenlere, bakma timsah gözyaşlarına. Binecek başka gemileri olmadığı halde, göz önündeki Nuh’un gemisini reddeden için kaçınılmaz sondur tûfanla helâk. Mûsâ’nın Rabbine ve mesajına kör ve sağır olanlar için su, ne hayat kaynağı ne de dosttur. Onlar, suya akseden kendi canavar görüntülerinin pençelerinde kıvranacaktır. Saydamdır su, aynadır; bakan göze göre değişir rengi. Yeşil gözle bakan yeşili, kızıl gözle bakan kızılı görecektir. Firavunlar Kızıl Denizde boğulurken, Mûsâlar yemyeşil ova gibi sıratta, sırât-ı müstakimde yol almıştır, yol alacaktır.

Bazıları hayat boyu suyu arar; bilmez ki, “vermez suyu, ipsize kuyu”. Bazıları da serabı su zanneder; Zehri şerbet sananlar gibi. “Su gibi aziz olmak” için izzeti doğru yerde aramak gerekir. “Suya sabuna dokunmadan” temizlenmek, tertemiz insan olmak mümkün değil; bazı bedelleri, zorlukları olsa da rahmet deryasından yararlanmak için “derine dalmak” , fincancı katırlarını ürkütmek, su kenarındaki kurbağaları bağırtmak pahasına da olsa suya sabuna dokunmak, başkalarına da suyu sabunu ulaştırmak gerekir. Öyle demiş şair: “Âb-ı pâke ne zarar, vakvaka-i kurbağadan?” Ne? “su uyur, düşman uyumaz” mı? Uyanık suları, uyandıran, akıp coşan ve çağlayan suları çok gördük; düşman da uyumaktan çok uyutma sevdasında. Dinle bak, yağmur/rahmet sesi, seni uyandırmak için gökten sana ulaşıyor. Unutma, su götürmez bir hakikat şu ki, zaman su gibi akıp gitmekte.

Bu fırtınalı kış günlerini cennet gibi bir bahara çevirecek, susuzluktan kuruyan dilimize, kavrulan gönlümüze yeniden hayat verecek suya kavuşmak için hayat kaynağını, rahmeti uzaklarda aramaya gerek yok; işte yakınımızda, evin duvarında. Gerçekten Şirin’imize, şirin bir şeye/birr’e kavuşmak için dağları delip, ardındaki suyu insanlara sunmamız gerek: “Vur kazmayı Ferhat!

Çoğu gitti, azı kaldı.”

HAYAT VE ENERJİ KAYNAĞI

“Allah, bütün canlıları sudan yarattı.”[13] Su, bilindiği gibi, iki hidrojen ve bir oksijenin bileşiminden meydana gelen sıvıdır. Yeryüzünde insan, hayvan, bitki ve tüm canlıların ana yapı oluşum unsuru ve varlıklarının devamı için kullanmak zorunda oldukları İlâhî rahmet ve kaçınılmaz maddedir. İnsan vücudu, zarif siluetinin altında onu teşkil eden hücrelerin doldurduğu ve içinde yüzdükleri, yürüyen bir göl veya denizdir. İnsan, içinde yaşadığı göldeki suyu her gün birkaç bardak harcar, parçalar, atomlarına ayrıştırır, kullanır ve vücudundaki artıkları temizler, dışarı atar. Bu harcanmış su, her gün, birkaç defa temiz olarak yerine konmuş olmalıdır. Hayat, sağlıklı yaşama, öncelikle bu esasa dayanır. Bu gerekli günlük ihtiyacı yerine koyamayan insan, vücudunu oluşturan hücrelerin ateşten kavrulduklarını hisseder. Vücut yanmaktadır; içilen bir bardak su, bu yangını söndürürken, en büyük ferahlığı verir, inançsıza ve müşriğe bile “ooh, çok şükür Allah’ım” dedirtir.

Dünyanın üçte ikisinin su olduğu bilinmektedir. Benzer bir durum, insanlar için de söz konusudur ve insanların % 50-70’i sudur. Kanın, % 83’ü, gelişen embriyonun % 90’ı sudur. Kasların % 75’i, böbreklerin %82’si, beynin %74,5’u, kemiğin % 22’si sudur. Su, sürekli olarak vücut yüzeyinden buharlaşıp atmosfere karışır.

Suyun meydana gelmesi dünyaya gerektiği kadar depolanması bir tesadüf değil; ince hesapların sonucudur. Suların en derin yeri, on bin metreyi biraz aşarken, en yüksek dağ, 9 bin metreye varmaktadır. Yüksekliklerle çukurların dengeli kurulması ve yeryüzünün şekillenmesi bile bir sanat eseri olduğu gibi, suların bütün kara parçalarını işgal etmemesi de İlâhî bir plan neticesidir.

Yeryüzüne her saniye ortalama 16 milyon ton su inmekte, aynı miktarda da yeryüzünden buharlaşmaktadır. Modern bilimin ortaya koyduğu bu gerçek, 1400 yıl önce Yüce Rehber tarafından: “Her sene, yeryüzüne inen su miktarı eşittir. Sadece, suyun indiği yerler muhteliftir.” şeklinde ifade edilmiştir. Tabii ki, yağış miktarı her yerde aynı değildir.

“Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirdik de onunla su ihtiyacınızı karşıladık. (Biz bunları yapmasaydık) siz onu (yeterli suyu) depolayamazdınız.”[14] Bu ayetle, ayrıca yeraltı sularına dikkatlerimiz çekiliyor. “Gökten belli ölçü ve miktarda su indirdik de onu yerde durdurduk.”[15]; “Rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah’ın varlığına ve birliğine) deliller vardır.” [16]

Rüzgârın dindiği ve yağmur damlalarının toplu halde, o nâzik ve nâzenin çiçekleri, binlerce küçük hayvancıkları incitmeden yavaşça yere indiği bahar yağmurları ne kadar huzur vericidir. Fakat herhalde, karşımızdaki bu nefes kesici manzarayı seyrederken yağmurun tatlı nağmelerini dinlerken, damlaların hangi halde bize bu tabloyu sunduklarını düşünmüş olsak bile, bizim bu konuda fazla bilgimiz yoktur.

Yaratıcı’nın koyduğu kanunların zincirleme işlemesiyle atmosfere gelen güneş ışınlarının, ancak canlıların ihtiyacı kadar olan üçte biri yeryüzüne ulaşır. Bu da rahmetin/yağmurun devamlılığını temin eden buharlaşmayı sağlar. Denizlerden ve toprak üzerinden kaldırılan su aynı oranda buharlaşır, tekrar yere iner ve hayatın devamında görev alır. Sonsuz kudret sahibi Allah, bir yılda 450 katrilyon litre suyu buharlaştırmaktadır. Kezâ, dakikada yeryüzüne yaklaşık bir milyar ton, saniyede 16 milyon ton su, yağmur olarak indirilmektedir. Yağışlar, yeryüzünün değişik bölgelerinde farklı miktarlarda olmasına rağmen, evrende israfa yer verilmeyerek bu rakam korunur ve bir yıl içerisinde dünyaya düşen toplam yağmur miktarı, diğer yıllarda da hep aynı kalır ve bütün zaman boyu böylece devam eder.

Yağmur damlaları, dengelenmemiş bir yerçekimi kuvvetinin etkisinde kalsalardı; yere düşene kadar hızları devamlı artarak çok büyük değerlere ulaşırdı. Bu da, dolayısıyla muazzam hareket enerjisi kazanmış damlaların yeryüzüne taş gibi düşen felâketi olurdu. Bunun hiç de böyle olmadığını, ilmi sonsuz bir Yaratıcı’nın tecellisiyle başlangıçta hareketsiz olan her bir damlanın, yerçekiminin ters yönünde artan bir hava direncinin etkisinde hareket ettiğini görüyoruz. Bu şekilde damlaların hızları, yukarı yönlü hızla artan hava direnci ile, aşağı yönlü yerçekimi kuvvetinin birbirine eşit olmasına kadar artarak sonunda sabit kalmaktadır. O aktif, berrak ve tatlı su, hiçten ve gaybî bir hazine-i rahmet’ten gönderildiği hem câhillerce hem bilginlerce kabul edilir ki, sanki rahmet, tüm canlıların ihtiyaçlarına cevap vermek için tebessüm ederek damlalar suretinde ilahî hazine çeşmesinden akmaktadır. Yağmurda görülen bu İlâhî yardım tecellisinden dolayı ona rahmet adı verilmiştir. [17]

Denizler dolusu su, gökler dolusu su... Bir senede yağan yağmurları bir araya toplamak mümkün olsaydı, belki Akdeniz’i doldururdu. Demek ki, bir senede Akdeniz’i gökyüzüne çıkarıp yere indiren, onları toprağın altına geçirip, yer altı kanallarında dolaştırıp, tekrar yeryüzüne ulaştırıp, insanların hizmetine sokan var. Nil, Fırat ve Amazon nehirlerinin çıkışı, insanı hayretler içinde bırakmaktadır.

Bulutlar için, tencereden çıkan buharı örnek verirler. Burada unutulan hususlar şunlardır: Nasıl ki bir tencere, tencerenin içinde su var ve bu su, sobanın üzerine konmuş, soba da yakılmışsa... Yeryüzü sularını, su yatakları denen kaba koyan, güneş ısısı ile bunu buharlaştıran bulunmalı ve bilinmelidir. Yani suyun teşekkülünden tutunuz, buharlaşmasına kadar bütün süreç, bir tertip ve nizam içinde yürümektedir. Bu nizamı koyan kimdir? Sular, en fazla yazın buharlaşır. Fakat en kurak mevsim de yaz aylarıdır. Buharlaşma, deniz ve okyanuslarda daha fazla olmasına rağmen, buralara daha fazla yağmur yağmıyor; suya ihtiyacı olan ormanlık alanlarda yağış fazla oluyor. Bu örneklerden anlıyoruz ki, bir yerde buharlaşan sular, gökyüzüne yükselip, rüzgâr arabasına bindirilip, bir plân dâhilinde sevk ediliyor, yaprakları buruşan, hal dili ile su isteyen bitkilerin imdadına yetiştiriliyor. Bitkilerin bulunmadığı yerlere yağmurun az yağması gösteriyor ki, ormanlar yağmur çekme bakımından da bir hazinedir.

Yükselen buharlar başıboş bırakılmıyor. Onlar belirli yerlerde toplanıp, belirli yerlere sevk edilince, o bölgenin rasathanesi “bugün falan yere yağmur yağacak” diye bildiriyor. Artık yağmur o beldenin sınırına gelmiştir. Nasıl ki radarlar, yaklaşan uçağı yakalayıp haber veriyorsa, meteoroloji istasyonlarındaki âletler de, yaklaşan, hatta içeri giren buharı, yani rutubeti haber veriyor. Böylece yağmurun yağacağı anlaşılmış oluyor. “Hiç yağmur yağmasaydı ne olurdu?” “Yağan yağmurlar, hiç durmasaydı ne olurdu?” “Yağmurlar tane tane değil de oluktan boşanırcasına yağsaydı, kaya gibi başımıza düşseydi ne olurdu?” Bu üç sorunun cevapları aynı olacaktı: Tek kelimeyle “felâket!” Öyleyse yağmurun yağışında üç felâket gizlenmiş. Bizi bu üç felâketten koruyan var. Şükretmeyelim mi?

“Yağmur, doğanın sevinçten ağlamasıdır.” Bir yağmur damlasının buharlaşıp gökyüzüne çıkması ve yoğunlaşıp yağmur halinde yeryüzüne inmesi esnasında; şiddetle inmeden, rahmet olarak başımızı okşaması, canlıların imdadına yetişmesi, şefkatle üzerine düştüğü en nâzenin yaprak ve çiçeklere dahi zarar vermemesi, bütün bu olayların, üstün bir ilim ve kudret çerçevesinde gerçekleştiğini göstermez mi? [18]

Suyun terkibi belli; iki hidrojen bir oksijenden oluşmuş. İyi de, teknolojiyi putlaştıran insanoğlu, laboratuvarda üretsin suyu, yağmur beklemesine ne gerek var? “De ki: (Sabahın birinde) Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?”[19]; “İçtiğiniz suyu düşündünüz mü? Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren Biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık.

Şükretmeniz gerekmez mi?”[20]

Bütün yaratıklara rızkını veren Rabbimiz, mahlûkatını rızıklandırmak için öyle mükemmel, öyle hoş ve güzel, aynı zamanda akla durgunluk veren öyle muhteşem bir sistem kurmuş ki, hayran kalmamaya imkân yoktur. İncelediğimizde, bu sistemin ne kadar ince bir hesabın eseri olduğunu ve ne kadar ustalıkla uygulanmakta bulunduğunu görür ve hayranlıkla yaratıcının büyüklüğünü kavrarız. “De ki; gökten yağmur göndererek bitkileri çıkarıp size rızık (olarak) veren kimdir?”[21] Bilindiği gibi, yiyeceklerimizden çoğunu Allah’ın büyük lütuflarından olan yağmur sayesinde sağlarız. Eğer yağmur olmasa, akarsularımız da olmaz. Akarsu ile sulamamız da imkânsız olur.

Kurak geçen senelerde çekilen su sıkıntısını hepimiz biliriz. Kuraklığın devamlı olduğunu düşünün, halimiz ne olurdu? Arz üzerinde bitki namına bir şey kalmaz ve bulunmazdı. Yağmuru yağdıran, topraktan bitkilerin ve gıdamızı teşkil eden hubûbat, sebze ve meyvelerin yetişmesini sağlayan Cenab-ı Hak’tır. Çeşitli gıdalarımızın her biri yaratılma ürünü olduğu gibi, toprak tarafından tekrar tekrar verilmesinin nasıl meydana geldiğini düşünelim. Eğer bu çeşitli gıdalar yaratılmamış olsaydı, ya da toprak bunları yetiştirecek imkâna sahip kılınmamış olsaydı, bunları nereden, nasıl elde edebilirdik? Eğer gökleri yaratıp oradan yağmuru indirmese, toprağı yaratıp bunları yetiştirecek özelliklere sahip kılmasaydı hiç birini elde edemezdik. Onun için ne kadar şükretsek yeridir.

Yağmurların dizginini elinde tutan, kar’ın dizginini de elinde tutuyor. Bir arabacı, atın dizginlerine sahip olup, arabasını nasıl istediği yere sevk ederse, bulutları rüzgâr atına bindiren, onun dizginini tutan, yükseliş ve alçalış mesafelerini ayarlayan, bir de kar tanelerini hem tane tane yağdırıp hem de bunların birbirine yapışarak çığ gibi başımıza düşmesini önlüyor, hem de düşen kar tanelerinin her birini süslüyor ki, görüp de ibret alalım.

Kar yağdığı sıralarda, önceden hazırladığımız siyah mukavva cinsinden bir cismi, karın altına tutsak, yağan kar tanelerine büyüteçle baksak, altı köşeli, sekiz köşeli kar taneleri göreceğiz. Bir genç kızın çeyizine işleyeceği nakışların en güzellerinin bu kar tanelerinde bulunduğuna şâhit olacağız. Kar taneleri, mükemmel geometrik şekilleriyle âdeta gökyüzü çiçeklerine benziyor. En usta desinatörlerin elinden çıkmış hârika motifler gibi, her birisinin girift yapıları var. Bir tanesini bile en dâhî mimar, dakikalarca uğraşmadan çizemeyeceği halde, Cenab-ı Hak, milyarlarcasını her saniyede şekillendirip, eşit ağırlıklarda kesip yeryüzüne gönderiyor.

Hem de hiç biri, diğerine benzemeyen orijinal nakışlar. Evet, bu konuda araştırmacıları ve özel tekniklerle kar kristallerinin fotoğrafını çeken şahısları hayretlere düşüren bir gerçek o ki, hiçbir kar kristali, birbirine benzememektedir. Amerikalı Vilson Bentley, 1885 yılında kar tanelerindeki akıllara durgunluk verecek muhteşem sanat karşısında âdeta büyülenmiş ve 50 yıl boyunca sürekli kar resimleri çekmeye kendini mecbur hissetmiş, çektiği 6000 fotoğraftan seçmeler yaparak yayınlamıştır. Orijinal kar kristallerinin bu gizemli ve ihtişamlı özellik ve güzelliklerinin anlaşılmasından sonra, bunların fotoğraflarını çekmek, âdeta bir sanat haline gelmiştir. Bu durum; sesleri, simâları veya parmak uçlarını ayrı ayrı mühürleyen İlâhî kudretin, kar tanelerindeki tecellisidir ve hiçbir hâdisede en ufak bir tesadüf olmadığının, kar taneleri sayısında isbatıdır. Evet, her bir kar kristali, gökyüzünden inen muhteşem bir tablo kadar sanatlıdır ve su zerrelerinden meydana gelen bu tablolar, yine bir su zerresinden yaratılan insanoğluna yaratıcısını göstermeye yeterlidir. İngiliz bilim adamı, 24.000 kar tanesi üzerinde yaptığı araştırmada hiç birisinin birbirine benzemediğini ve hepsinin hârikulâde motiflerle süslendiğini görüyor ve sonunda şu kanıya varıyor: Dünyanın yaratılışından bu yana yağan kar tanelerinin hiçbirisi birbirine benzemiyor. [22]

Yağmakta olan kar tanelerini alıp incelediğimizde yeni yeni şekiller görmek kaçınılmaz. Sanatkârı takdir etmemek ise mümkün değil! Her yarattığını, özellikle insanı, benzeyen özellikler içinde benzemeyen nice farklarla yaratan evrenin muhteşem sanatkârı için, milyarlarca kar kristalini ayrı ayrı güzellikte ve desende Bedî’ ismiyle, orijinal biçimde yaratmanın hiç de zor olmadığını, günümüz bilimi, görmek isteyen her göze fotoğraflayıp göstermektedir.

Yağmur ve kar, fırtınalı havalarda dahi yağarken, birbirleriyle çarpışmaz. Eğer çarpışsa yeryüzüne gelinceye kadar dev kütleler oluşturup bizlere zarar vereceklerdi. Bu da kütlelerinin en hassas terazilerin ölçemeyeceği hassasiyette birbirine eşit olduğunu gösteriyor. Zira birbirinden ağır maddeler düşerken ağır olanı daha hızlı yol alarak önünde bulunana çarpabilir. Ve kar tanelerinde de birleşme özelliği olduğundan zararlı kütleler oluşturabilirlerdi. “O’dur ki, her şeyi güzel yarattı.”[23]; “Sizi temizlemek için Allah, gökten su indiriyor.”[24]; “O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu bile bile Allah’a şirk koşmayın.”[25]

 

[1] ] 23/Mü’minun, 18

[2] ] 7/A’râf, 31

[3] ] 17/İsrâ, 27

[4] ] 25/Furkan, 67

[5] ] İbn Mace, Tahâret 48

[6] ] Buhârî, Vüdû’, 68; Müslim, Tahâre 51

[7] ] Bkz. 5/Mâide, 6 ve 4/Nisâ, 43

[8] ] 8/Enfâl, 11

[9] ] 21/Enbiyâ, 107

[10] ] 7/A’râf, 57

[11] ] 2/Bakara, 25

[12] ] 17/İsrâ, 82

[13] ] 24/Nûr, 45

[14] ] 15/Hıcr, 22

[15] ] 23/Mü’minun, 18

[16] ] 2/Bakara, 164

[17] ] Mehmet Buharalı, Sızıntı, c. 12, s. 323

[18] ] Hekimoğlu İsmail, H. H. Korkmaz, İlimler ve Yorumlar, Türdav Y. s. 279-280

[19] ] 67/Mülk, 30

[20] ] 56/Vâkıa, 68-70

[21] ] 10/Yûnus, 31

[22] ] Servet Engin, Muhteşem Sanatkâr, Adım Y. s. 41

[23] ] 32/Secde, 7

[24] ] 8/Enfâl, 11

[25] ] 2/Bakara, 22