Cumartesi, 06 Şubat 2021 18:31

İSRÂ VE MÎRAC

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

İSRÂ VE MÎRAC


- 561 -
Kavram no 102
İman 17
Bk. Peygamberlik; Muhammed (s.a.s.)
İSRÂ VE MÎRAC
• İsrâ; Anlam ve Mâhiyeti
• Mîrac; Anlam ve Mâhiyeti
• İsrâ Âyetinin Tefsiri
• Adım Adım İsrâ ve Mirac Olayı
• Sidre'de Allah'ın Tecellisi (Rasûlullah Gerçekten Allah'ı Gördü mü?)
• Kur’ân-ı Kerim’de İsrâ ve Mirac
• Hadis-i Şeriflerde İsrâ ve Mîrac
• İsrâ ve Miracın Hükmü
• İsrâ ve Mirac Kaç Defa Olmuştur?
• İsrâ ve Mi'rac Olayı Bize Neleri Öğretiyor?
• İsrâ ve Mirac, Rûh ile mi, yoksa Beden ve Ruh Birlikte mi Olmuştur?
• Mirac Aklen Mümkündür
• İsrâ ve Mirac Olayına Farklı Yaklaşımlar (S. Ateş, Hamidullah, M. Esed)
• İsrâ ve Mîrâcın Düşündürdükleri
• Tefsirlerden İktibaslar
“Kulunu (Muhammed’i) geceleyin, Mescid-i Haram'dan çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya âyetlerimizi göstermek için götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz ki O, Semî'dir, Basîr'dir (her şeyi işitir ve görür).” 2249
İsrâ; Anlam ve Mâhiyeti
İsrâ, gece yürüyüşü, geceleyin yaya veya binekli olarak yapılan yürüyüş anlamına gelir. Istılahta; Hz. Peygamber’in (s.a.s.) gece Burak isimli bir binitle Mekke'den Kudüs'teki Beyt-i Makdis'e götürülmesi hâdisesidir. Buradan Hz. Peygamber Mi’râca çıkmıştır.
İsrâ hâdisesi Kur'an ile sâbit olduğu için bu hâdisenin inkârı mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerîm'de bu olay şöyle anlatılmıştır: “Kulunu (Muhammed’i) geceleyin, Mescid-i Haram'dan çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya âyetlerimizi göstermek için götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz ki O, Semî'dir, Basîr'dir (her şeyi işitir ve görür).”2250 Âyet-i Kerimenin ifâdesine göre isrâ hâdisesi rûhânî bir hâdise değildir. Hz. Peygamber bedeni ile birlikte Beyt-i Makdis'e götürülmüştür. İsrâ'dan sonraki safhanın, yani mi’râc hâdisesinin yalnızca rûhânî olduğunu bazı âlimler söylemişlerdir.
Âyet-i Kerimedeki "âyetlerini göstermek için" ifâdesini "O Peygamber’i
2249] 17/İsrâ, 1
2250] 17/İsrâ, 1
- 562 -
KUR’AN KAVRAMLARI
âyetlerimizden olarak gösterelim diye" şeklinde tefsir edenler de olmuştur. Bu takdirde isrâ hâdisesi Hz. Peygamber'e bazı İlâhî âyetler göstermek için değil; O'nu bir âyet olarak semâ ehline ve kâinata göstermek için yapılmıştır.
Bazı tefsirciler isrâ ve mi’râc hâdisesini fizikî örneklerle, aklın anlayışına yaklaştırmaya çalışmışlardır. Fakat doğrudan doğruya İlâhî bir âyet olan isrânın aklîleştirilmesi mümkün değildir. Tabiî bir tasavvur, emsâl ile tasavvur demektir. Hâlbuki benzeri görülmemiş bir olayı benzeri ile tasavvura kalkışmak tezat olur. O ancak müşâhede ve haber ile bilinir.2251 İsrâ hâdisesinin, önemli bir diğer boyutu da, bu olaydan sonra Kudüs ve Mescid-i Aksâ’nın İslâm ümmetinin gözündeki öneminin daha da artmış olmasıdır. 2252
Mîrac; Anlam ve Mâhiyeti
Mi’râc kelimesi, Arapça'da merdiven, yukarı çıkmak, yükselmek anlamlarını dile getirir. İslâm'da Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bazı hikmetli şeylere şâhit olması için, gecenin birinde kısa bir zaman sürecinde göğe yükseltilmesi olayına mi’râc denir. Mirac olayı hicretten bir yıl ya da on yedi ay önce Receb ayının yirmi yedinci gecesi gerçekleşmiştir. Olayın iki aşaması vardır. Birinci aşamada Hz. Peygamber (s.a.s.) Mescidül-Haram'dan Beytü'l-Makdis'e (Kudüs) götürülür. Kur'an'ın andığı bu aşama, gece yürüyüşü anlamında isrâ adını alır. İkinci aşamayı ise Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Beytü'l-Makdis'ten Allah'a yükselişi oluşturur. Mirac olarak anılan bu yükselme olayı Kur'an'da anılmaz, ama çok sayıdaki hadiste ayrıntılı biçimde anlatılır.
Hadis rivâyetlerinde verilen bilgiye göre Hz. Peygamber (s.a.s.), Kâbe'de Hatim'de ya da amcasının kızı Ümmühâni binti Ebi Tâlib'in evinde yatarken Cebrâil gelip göğsünü yardı, kalbini Zemzem ile yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurdu. Burak adlı bineğe bindirilerek Beytü'l-Makdis'e getirildi. Burada Hz. İbrâhim, Hz. Mûsâ, Hz. İsa ve diğer bazı peygamberler tarafından karşılandı. Hz. Peygamber (s.a.s.) imam olarak diğer peygamberlere namaz kıldırdı.
Rivâyetlere göre; Hz. Peygamber (s.a.s.), Beytü'l-Makdis'te kurulan bir miracla (mânevî asansör gibi özel bir araçla) ve yanında Cebrâil olduğu halde göğe yükselmeye başladı. Göğün birinci katında Hz. Âdem, ikinci katında Hz. İsa ve Yahya, üçüncü katında Hz. Yusuf, dördüncü katında Hz. İdris, beşinci katında Hz. Hârun, altıncı katında Hz. Mûsâ ve yedinci katında Hz. İbrâhim ile görüştü. Cebrâil ile birlikte yükseliş Sidretü'l-Müntehâ'ya kadar sürdü. Cebrâil, "Buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam yanarım" diyerek Sidretü'l Müntehâ'da kaldı. Hz. Peygamber (s.a.s.) buradan itibaren Refref adlı başka bir binekle yükselişini sürdürdü. Bu yükseliş sırasında Cennet ve nimetlerini, Cehennem ve azabını müşâhede etti. Sonunda Allah'ın huzuruna kabul edildi. Kendisine ümmetinden Allah'a şirk koşmayanların Cennet'e gireceği müjdelendi, Bakara Sûresinin son âyetleri verildi ve beş vakit namaz farı kılındı. Yeniden Refref ile Sidretü'l-Münteha'ya, oradan Burak'la Kudüs'e, oradan da Mekke'ye döndürüldü.
Hz. Peygamber (s.a.s.) ertesi günü Mirac olayını anlattı. Olayı duyan müşrikler yoğun bir kampanya başlatarak Hz. Peygamber’i (s.a.s.) suçlamaya, alaya almaya başladılar. Bu kampanya bazı müslümanları da etkileyerek şüpheye
2251] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, IV, 3150
2252] Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 204
İSRÂ VE MÎRAC
- 563 -
düşürdü. Olayın gerçek olup olmadığını araştırmak isteyenler Beytü'l-Makdis'e ve Mekke'ye gelmekte olan bir kervana ilişkin sorular sorarak Hz. Peygamber’i (s.a.s.) sınadılar. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) verdiği bilgilerin doğruluğu müslümanları şüpheden kurtardıysa da müşriklerin inatlarını kırmaya yetmedi. Mirac olayı inatlarını ve düşmanlıklarını artırarak onlar için bir fitne nedeni oldu. Bu olay karşısındaki tutumu nedeniyle Hz. Ebû Bekir, Hz. Peygamber’ce (s.a.s.) "Sıddîk" lakabıyla onurlandırıldı. Hz. Ebû Bekir olayı kendisine anlatarak hala inanmaya devam edip etmeyeceğini soran müşriklere "O söylüyorsa şüphesiz doğrudur" cevabını vermişti.
Âhad hadislere dayansa da Mirac olayının gerçekliğinde tüm müslümanlar birleşmişlerdir. Ancak olayın gerçekleşme biçimi İslâm bilginleri arasında görüş ayrılıklarına neden olmuştur. Buna göre İbn Abbas'ın da içinde bulunduğu bazı bilginlere göre Mirac olayı uykuda gerçekleşmiştir. Bilginlerin büyük çoğunluğuna göre ise uyku durumunda ve rüyada değil, uyanık iken gerçekleşmiştir. Fakat bu görüşü savunanlar da Mirac'ın yalnız ruhla mı, yoksa hem ruh, hem de bedenle mi olduğu konusunda ikiye ayrılmışlardır. Sonraki Kelâmcıların büyük çoğunluğuna göre mirac olayı uyanıkken hem ruh, hem de bedenle gerçekleşmiştir. İçlerinde Hz. Aişe'nin de bulunduğu bazı bilginlerle mutasavvıfların büyük çoğunluğuna göre ise uyanık durumda iken ama yalnız ruhla gerçekleşmiştir.
Mirac olayının gerçekleştiği gece müslümanlarca kadir gecesinden sonra en kutsal gece sayılmış ve bu gecenin ibâdetle ihyası gelenekleşmiştir. Osmanlılar döneminde, camiler kandillerle donatıldığı için Mirac kandili olarak anılan geceyi izleyen gün, cami ve tekkelerde Mirac olayını anlatan ve Miraciye adı verilen şiirlerin okunması, dinleyenlere süt ikram edilmesi de bir gelenekti. 2253
İsrâ Âyetinin Tefsiri
“Kulu Muhammed'i bir gece Mescidi Haram'dan (Kâbe'den) yola çıkararak, kendisine bazı mûcizelerimizi, olağanüstülüklerimizi gösterelim diye, çevresini kutsal kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya (Kudüs'e) ulaştıran Allah, her türlü noksanlıktan uzaktır. O her şeyi işiten ve her şeyi görendir.” 2254
Sübhâne: Tercih olunan görüşe göre bu kelime “sebbeha” kelimesinin masdarı olup “Tesbîhan lillâh” anlamındadır. Tesbih ise takdis etmek, yüceltmek ve övmektir.
Esrâ: İsrâ masdarındandır. Gece yürüyüşü demektir.
Abdihî: “Kulunu” kelimesi Peygamber’den (s.a.s.) kinâye olarak kullanılmıştır.
El-Mescid: Mescid, câmi; genel olarak ibâdet ve secde mekânıdır.
El-Mescidi’l-Haram: Mekke Mescidi. Bu cümle, indiği esnâda Kâbe’nin etrafında namaz kılınan yeri veya namaz kılınmak için hazırlık yapılan alanı kasdetmektedir.
El-Mescidi’l-Aksâ: Çok uzak, ırak mescid demektir. Cümlede Beyt-i Makdis’te Allah’a ibâdet edilen mekân kasdolunmaktadır. “el-Aksâ” kelimesi, Mekke ile
2253] Ahmet Özalp, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 197-198
2254] 17/İsrâ, 1
- 564 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Beyt-i Makdis arasında uzak bir mesâfenin bulunduğuna işaret etmektedir. “el-Mescidü’l-Aksâ” ifâdesi İslâm’dan sonra Kur’ânî vasıftan iktibas edilerek Beyt-i Makdis mescidine özel isim olmuştur. İslâm öncesi Süleyman’ın (a.s.) inşâ ettiği mâbedin yeri burası olup âyetin inişi esnâsında harâbe halindeydi.
Ellezî bâreknâ havlehû: (Etrafını, çevresini mübârek kıldığımız) “Havlehû: Etrafını” ifâdesindeki zamir, Mescid-i Aksâ’ya dönmektedir. Kelime, içinde Mescid’in bulunduğu Filistin diyarını kasdetmektedir. 7/A’râf, 137 ve 21/Enbiyâ, 71. âyetleri de Allah’ın burasını bereketli kıldığını zikretmektedir. 2255
Nüzul Sebebi: Hz. Muhammed (s.a.s.) Miraç’ta en yüksek basamağa ulaşınca Allah Teâlâ ona: “Ey Muhammed, seni neyle şereflendireyim?” diye vahyedince o: “Ey Rabbim, beni kendine kul olmaya nisbet ederek (kulun olduğumu söyleyerek)” diye cevap verdi. Allah Teâlâ da bunun üzerine bu "Kulu (Muhammed)'i geceleyin, Mescid-i Haram'dan çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya âyetlerini göstermek için götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz ki O, Semî'dir, Basîr'dir" 2256 âyetini indirdi. 2257
Bu âyet-i kerime, Rasûlullah’ın (s.a.s.), Mekke’den, Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksâ’ya, İlâhî bir güçle götürüldüğünü beyan etmektedir. Bu hâdiseye “İsrâ ve Mirac” denilmektedir. 2258
Sûre Allah'ın eksik sıfatlardan uzak tutulması ile başlıyor. Bu başlangıç İsrâ'nın yumuşak, sâkin havasına uyum sağlayan psikolojik bir harekettir. Bu, aydınlık ufukta kul ile Allah arasındaki en uygun bağdır.
Âyette, özellikle kulluk özelliğine dikkat çekiyor: Kulu Muhammed'i... Ulaştıran Allah... Amaç, İsrâ ve insanların ulaşamadığı derecelere yükseliş makamında bu kulluk sıfatının pekiştirilmesi ve yerleştirilmesidir. Peygamberin bu sıfatı unutulmasın. İlâhlık makamı ile kulluk makamı karışmasın. Nitekim Hz. İsa'dan sonra, doğumu ve vefatına ilişkin birtakım gizemler ve kendisine verilen bazı mûcizeler nedeniyle Hıristiyanlık inancında ilâhlık ve kulluk makamları karışmıştı. İnsanların bazıları Hz. İsa'ya verilen bu mûcizeleri, kulluk makamı ile ilâhlık makamını karıştırmak için birer gerekçe olarak görmüşlerdi. İşte burada kulluk sıfatına dikkat çekilmesi İslâm inancının sadeliğini, berraklığını garanti etmiş ve Yüce Allah'ın zâtının yakından veya uzaktan ortak koşma veya varlıklara benzerlik gibi şâibelerden arındırılmasını sağlamıştır.
"İsrâ" kavramı "sery" kökünden türemiştir. Gece yürüyüşü demektir. "Esrâ" ifâdesi beraberinde zamanını da göstermektedir. Ayrıca zamanını belirtmeye gerek yoktu. Buna rağmen Kur’ân-ı Kerim'in metoduna uygun olarak tasvir ve gölgelendirme amacıyla âyette "gece" sözcüğüne yer verilmiştir. "Kulu Muhammed'i, bir gece Mescidi Haram'dan (Kâbe'den) yola çıkararak, kendisine bazı mûcizelerimizi, olağanüstülüklerimizi gösterelim diye, çevresini kutsal kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya (Kudüs'e) ulaştıran Allah, her türlü noksanlıklardan uzaktır."
Böylece İsrâ'nın o güzelim hareketi ve ardarda gelen seyri insanın rûhuna dikte edilirken gecenin sâkin gölgesi sergilenmekte ve insan rûhunu kuşatan
2255] İzzet Derveze, Tefsiru’l-Hadis, Ekin Yayınları, II/325
2256] 17/İsrâ, 1
2257] Fahreddin Râzi, Mefâtihu'l-Ğayb, Akçağ Y., 14/388
2258] İbn Cerir et-Taberî, Câmiu’l-Beyan, Hisar Y., V/254
İSRÂ VE MÎRAC
- 565 -
sâkin havası daha canlı biçimde teneffüs ettirilmektedir.
Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya yapılan bu yolculuk her şeyden haberi olan, her şeyi en güzel şekilde düzenleyen Yüce Allah'ın yapılmasını istediği bir yolculuktur. Hz. İbrâhim ve Hz. İsmail'den -selâm her ikisinin de üzerine olsun- peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- kadarki tevhid inançlarının en büyük halkalarını birbirine bağlıyor. Bütün tevhide dayalı dinlerin (ki, hepsinin ortak adı İslâm’dır ve aslında tek dindir) kutsal saydıkları yerleri birbirine bağlıyor. Sanki bu hayret verici yolculuk ile son peygamberin kendisinden önceki tüm peygamberlerin kutsal değerlerine sahip çıktığı, onun peygamberliğinin bu kutsal değerlerin hepsini kuşattığı ve peygamberliğinin bu kutsal değerlerin hepsiyle ilgisi olduğu duyurulmak isteniyor. Bu, zaman ve mekân sınırlarının çok ötesine uzanan, zaman ve mekânın ufuklarından ve boyutlarından daha geniş bir alanı kapsayan, ayrıca ilk bakışta ortaya çıkan yakın anlamlardan daha büyük manâlar ifâde eden bir yolculuktur.
Mescid-i Aksâ'nın "Çevresini kutsal kıldığımız" şeklinde nitelendirilmesi, mescidin bütünüyle bereketle kuşatıldığını, onun mübârekliğinin çevresine taştığını sergileyen bir nitelendirmedir. Bu ifâdenin yerine "Onu mübârek kıldık" veya "İçine bereket yağdırdık" gibi doğrudan bir ifâde kullanılması bu anlamı veremezdi. Bu da Kur'an'ın hayret uyandıran ifâde inceliklerinden birisidir.
İsrâ, beraberinde başka mûcizelerin de bulunduğu bir mûcizedir. “Ona âyetlerimizi gösterelim diye.” Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- şekli ve keyfiyeti ne şekilde olursa olsun yatağının soğumayacağı kadar kısa bir zaman diliminde Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya hayret verici bir şekilde götürülüp getirilmesi... Allah'ın mûcizelerinden biridir. İnsanın kalbini bu evrendeki hayret verici ufuklara açmaktadır. İnsan denilen şu yaratığın bünyesinde gizli olan enerjileri Yüce Allah'ın bünyesine bu güzel sırları yerleştirdiği şu insan cinsi arasından seçilen ve Allah'ın lütfunu karşılayabilecek şekilde kendisini hazırlayan Allah tarafından verilmiş yetenekleri ortaya koymaktadır.
"O her şeyi işiten ve her şeyi görendir." Kulaklara ve gözlere görünmeyen bütün sırları ve gizlilikleri sessizliklerine ve inceliklerine rağmen görür ve işitir. Sûrenin ilk âyetinde önce Allah tesbih ediliyor "Kulu Muhammed'i bir gece, yola çıkaran Allah bütün noksanlıklardan münezzehtir." Ardından bu ifâde tarzı değişiyor ve Yüce Allah'ın yaptığı bir açıklama yer alıyor: "Kendisine bazı mûcizelerimizi gösterelim diye." Sonra da Yüce Allah'ın nitelikleri sunuluyor: "O her şeyi işiten ve her şeyi görendir."
İfâdedeki ince anlamların duyarlı ve hassas bir ölçü ile ortaya konmasına uygun düşsün diye böyle yapılıyor. Allah'ı noksan sıfatlardan arındırma direkt Yüce Allah'a yükseliyor. İsrâ olayının amacının bildirilmesi de yine bizzât Yüce Allah tarafından bildiriliyor. İşitme ve görme sıfatları da Yüce Allah'ın zâtı için kesin bir haber biçiminde sunuluyor. Sadece bir âyette bu üç ayrı ifâdenin bir araya gelmesi, âyette verilmek istenen mesajın tüm inceliklerine varıncaya kadar eksiksiz biçimde yer alması içindir. 2259
Allah Teâlâ kendi zâtını övüyor ve kendisinden başkasının güç yetiremeyeceği kudreti nedeniyle kendi şanını ta’zim ediyor. O’ndan başka ilâh yoktur.
2259] Seyyid Kutub, Fi Zılali’l-Kur’an, Dünya Y., 7/13-15
- 566 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kulunu geceleyin yürüten Allah’tan başka ilâh yoktur. Yani Muhammed’i (s.a.s.) Mescid’i Haram’dan -yani Mekke’deki mescidden- Mescid-i Aksâ’ya İlya’daki (Kudüs) mukaddes mescide gecenin karanlığında götüren O’dur. O İlya ki; İbrâhim Halilullah’tan beri peygamberlerin menbaıdır. Bunun için bütün peygamberler orada toplanmış ve son peygamber, kendilerine kendi yerlerinde, kendi yurtlarında imamlık etmiştir. Bu da Hz. Peygamber’in en büyük önder ve en önde giden reis olduğunu gösterir. Allah’ın salât ve selâmı onun ve diğer peygamberlerin hepsinin üzerine olsun. “Çevresini mübârek kıldığımız” bitkiler ve meyvelerle kutlu kıldığımız “birkısım âyetlerimizi (ona yani Muhammed’e) gösterelim diye” Nitekim Allah Teâlâ bir başka sûrede şöyle buyurmaktadır: “Doğrusu o Rabbinin büyük âyetlerinden bir kısmını görmüştür.” 2260
Bu konuda vârid olan sünnet ve hadisleri aşağıda zikredeceğiz. Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun. “Muhakkak ki O’dur O, Semi’, Basîr.” İster mü’min olsun, ister kâfir, ister bu sözü doğrulasın, ister yalanlasın kullarının sözlerini işiten O’dur. Yaptıklarını gören O’dur. O, her birine dünya ve âhirette müstehak olduklarını verendir. 2261
Bu mübârek âyet, yaratıkların en şereflisi olan Yüce Peygamberimizin bir nice kudret ve azamet eserlerini görmesi için geceleyin Mescid-i Aksâ’ya götürülmüş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Allah her türlü mükemmellikleri zâtında toplamıştır ve bütün noksanlıklardan “uzaktır o”. Kudret sahibi Yaratıcı “ki kulunu” en şerefli bir kulu olan peygamberlerin efendisi, Hz. Muhammed’i (s.a.s.) “bir gece” az bir müddet içinde bir kudret hârikasının eseri olarak “Mescid-i Haram’dan” Kâbe-i Muazzama’dan, Kâbetullah’ın kuzey tarafındaki Hicru’l-Kâbe, Hicr-i İsmâil ve Hatim-i Kâbe denilen mevkiden veya Hz. Ali’nin kızkardeşi Ümmühani (r.anhâ)’nın Kâbe’nin çevresinde bulunan evinden aldırarak “çevresini mübârek kıldığımız” maddî ve mânevî bereketlere, bolluklara mazhar kılmış bulunduğumuz “Mescid-i Aksâ’ya” Beyt-i Mukaddes’e, o zamana kadar ötesinde daha başka bir mescid bulunmayan ve geçmiş birkısım peygamberler için bir mâbed, bir vahyin iniş yeri olan o kutsal mevkie “yürüttü”, oraya bir hârikulâde tarzda kavuşturdu. “Tâ ki ona” Hz. Muhammed’e (s.a.s.) “âyetlerimizden gösterelim.” Yüce yaratıcının kudret ve büyüklüğüne şâhitlik eden bir nice hârikaları, ruhlar ve melekler âleminin eşsizliklerini görmeye muvaffak olsun. O kadar uzak mesâfeleri öyle az bir zaman içinde gidip bir nice mübârek peygamberlerin görünecek rûhâniyetleriyle temasta bulunsun. “Şüphe yok ki ancak, O’dur.” O, Yüce Yaratıcı ve kerem sahibidir, “her şeyi”, bütün mahlûkatının sözlerini, duâlarını, niyazlarını “işiten” ve ancak O ezelî yaratıcıdır her şeyi “gören”, her şeyden hakkıyla haberdar olan. İşte Yüce Rasûlü olan Hazret-i Muhammed’in de bütün yakarışlarını işiten, bütün ibâdet ve itaatini görüp bilen O Yüce Yaratıcı, o muhterem rasûlünü öyle pek yüce bir seyahat şerefine kavuşturmuştur. 2262
“Subhân” Kelimesi Hakkında:
Yüce Allah’ın: “Subhâne: Münezzehtir” buyruğu, masdar yerinde kullanılan bir isimdir. Bu ismin anlamı, Yüce Allah’ın her türlü eksikliklerden tenzih edilmesi ve uzak olduğunun ifâde edilmesidir. Bu, Yüce Allah’ın büyük bir zikridir. Başkası
2260] 53/Necm, 18
2261] İbn Kesir, Tefsirul-Kur’âni’l-Azim, Çağrı Y., 9/4650-4602
2262] Ömer Nasûhi Bilmen, Kur’ân-ı Kerim Meâl-i Âlîsi ve Tefsiri, IV/164-165
İSRÂ VE MÎRAC
- 567 -
hakkında bunun kullanılması uygun değildir. Talha b. Ubeydullah el-Feyyad’dan rivâyete göre o, Rasûlullah’a (s.a.s.) şöyle sormuştu: “Subhânallah’ın anlamı ne demektir?” Rasûlullah (s.a.s.) da şöyle cevap vermiştir: “Allah’ı her bir kötülükten tenzih etmektir.” 2263
Bu lafız, değişik birtakım mânâlara da gelmektedir.
1) “Namaz” mânâsına… Hak Teâlâ’nın “Eğer çok tesbih edenlerden olmasaydı” 2264 âyeti bu mânâdadır. “Subha” kelimesi, nâfile namaz mânâsına gelir. Namaz kılana da “müsebbih” (tesbih eden) denilmiştir. Çünkü namaz kılan, namazı ile Allah’a saygı göstermiş ve O’nu, O’na yakışmayan şeylerden tenzih etmiştir.
2) “Ortancaları, ‘Ben size demedim mi, Allah’ı tesbih etmeli değil miydiniz?’ dedi.”2265 âyetinde “tesbih”, “istisnâ” (inşâallah deme) mânâsına kullanılmıştır. Yani, “İnşaallah demeli değil miydiniz?” demektir. Bunun izahı da “inşâallah” diyerek Allah’a tazime dayanır.
3) Hadis-i Şerifte: “Onun vechinin subuhâtı, yetiştiği her şeyi yakardı.”2266 diye vârid olmuştur. Bunun mânâsının, “Allah’ın vechinin nûru” olduğu söylendiği gibi, onu birisi gördüğünde “Subhânallah” diyeceği vechinin parlaklığı” mânâsına geldiği de söylenmiştir.2267 Diğer bir hadiste şöyle buyruluyor: "Nur veya ateş perdesi vardır. Onu açsa yüzünün sübühâtı gözü ilişen her şeyi hemen yakardı." 2268
Keşşâf sahibi der ki: "Sübhân” tesbihin özel ismidir. Takdiri; “Esbehullahe subhâne”dir, sonra “Subhâne” fiil yerine konmuş ve onun yerini tutmuştur. Ve Allah'ın düşmanlarının O'na nisbet ettikleri kusurların hepsinden tam bir şekilde uzak olduğuna delâlet etmektedir." 2269
"Bunda aslolan, Allah'ın acâyip (şaşılacak ve hayret verecek) bir sanatı görüldüğü zaman Allah'a tesbih etmektir. Sonradan kendisinden hayret edilen her şeyde de kullanılmıştır. "Demek ki esas mânâsı tesbih ve Allah'ın noksan sıfatlardan tam uzak olduğuna delâlet eden beliğ bir tenzihtir. Bununla beraber hayret yerinde kullanılır. Bazıları bu şekilde tesbih mânâsının düşeceğini zannetmişlerse de doğru değildir. Çünkü aslolan, hayret üzerine tesbih etmektir. 2270
"Akşama girdiğiniz vakit ve sabaha erdiğiniz vakit Allah'ı tesbih edin."2271 âyeti "Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ı tesbih ediniz " mânâsı ile emir mânâsına gelir.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Rabbi o dağa tecelli edince, onu yer ile bir etti. Mûsâ da bayılarak yere düştü."2272 Sonra bu sûrenin böyle mükemmel ve yüksek bir tesbih ve tenzih ile başlaması, daha sonra zikredilecek hayret verici işlerin önemi
2263] Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, V/182’de belirtildiğine göre, bu açıklama Nâfi b. el-Ezrak’ın sorması üzerine, Abdullah İbn Abbas’a aittir.
2264] 37/Sâffât, 143
2265] 68/Kâlem, 28
2266] Müslim, İman 293, 1/162); İbn Mâce, Mukaddime 13, 1/70-71
2267] Fahreddin Râzi, Mefâtihu'l-Ğayb, Akçağ Y., 14/387-388
2268] Müslim, İman 293; İbn Mâce, Mukaddime 13; Ahmed b. Hanbel, Müsned 4/401-405
2269] Ez-Zemahşerî, Keşşaf II/456
2270] El-Beydavî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vil, I/687
2271] Rûm: 30/17
2272] 7/A'râf, 143
- 568 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ile ilgilidir.
Bunda birinci olarak, akıllara hayret veren imkânların üstünde olan isrâ hâdisesini yüceltmek ve onu doğrulamak için, kalplerin temizlenmesini hazırlamak ve makamın nezâketi dolayısıyla benzetme kuruntularından genellikle korunmayı hatırlatma vardır.
İkinci olarak, İsrâ mûcizesini mümkün görmeyen dinsizlere karşı Yüce Allah'ın noksan vasıflardan berî bulunduğunu ve dolayısıyla âcizlik ve yalan gibi kusurlardan uzak olduğunu açıklamakta, kudret ve bağışlamasının yücelik ve büyüklüğünü ilân etmek vardır.
Üçüncü olarak, aşağıda anılan Mescid-i Aksâ'nın yıkılması dolayısıyla da bu tenzihin özel bir önemi vardır.
Dördüncü olarak, genel bir şekilde bu sûrenin mânâsının Allah'ın temiz ve kusursuz olması ile ilgisine işaret vardır. 2273
“Sübhân” kelimesi “tesbih” anlamındadır. Buna göre mânâsı: “Allah’ı, yaratılmış olan şeylerin sıfatlarından tenzih ederim.” tarzında olur. Aynı zamanda “Sübhan” kelimesi, hayret ifâde eder. Bu, Yüce Allah’la, Rasûlü arasında cereyan eden, insanı hayrette bırakan ve şaşkınlık uyandıran olaya işaret etmektedir. 2274
Tesbih; Allah’ı O’na yakışmayan şeylerden tenzih etmek (uzak tutmak)tir. Tesbih, bir anlamda, Allah’ı büyük tanıma, O’na noksan sıfatları yakıştırmama, “sübhânallah” demek ve O’na ibâdet etmektir. Bu, bir çeşit Allah’ı zikirdir. Bazı âlimlere göre tesbih, zikrin türlerinden biridir.
Tesbih; Allah’ı, kutsal yüceliğine lâyık olmayan kusur ve noksanlıklardan, insanların ilâhlar/tanrılar hakkında düşündükleri eksik sıfatlardan gerek inanç, gerekse söz ve kalp ile tenzih etmektir, uzak tutmaktır. Allah Teâlâ yücedir, uludur, azimdir. Hiç bir şey O’nun benzeri ve dengi değildir. O en yüce sıfatlara sahiptir. İnsanların aklına gelebilecek bütün eksik ve noksan sıfatlardan, kusurlardan uzaktır. Allah hakkında, insanlara ait şeyler düşünülmez. O, bütün bunların dışındadır. İşte, Allah’ı mükemmel (en yüce) sıfatlarla düşünmek, O’nu noksan sıfatlardan tenzih etmek (uzak tutmak) tesbihtir.
Aynı kökten gelen “Sübhân” Allah’ın bir ismidir. Yani, çok tenzih edilen, Allah’a inanmayanların O’nun hakkında düşündüklerinden ve söylediklerinden, her türlü kusurdan uzak olan demektir. “Sübhânallah” cümlesi, Allah’ın bütün eksikliklerden uzak, ama yüce sıfatların sahibi olduğunu ifâde eder. Allah’ın zatının temizliğini ve kutsallığını da anlatır. Bu cümle; hem bir zikir, hem Allah’tan yardım isteme, hem de bazen bir şeye hayret edildiği zaman kullanılan bir ifâdedir.
Allah’ı tesbih etmeyi ifâde eden âyetler Kur’an’da bir hayli fazladır. Kur’an, Allah’ı zikretmeyi ve tesbih etmeyi beraber anıyor. Bu durum her iki ibâdetin ortak yanları olduğunu gösterir. “Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin. Ve O’nu sabah akşam tesbih edin.”2275 Sabah ve akşam vakitleri zikir ve Allah’ı tesbih için en
2273] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y., V/273-275
2274] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Damla Y., IV/515
2275] 33/Ahzâb, 41-42; 3/Âl-i İmrân, 41
İSRÂ VE MÎRAC
- 569 -
uygun zamanlardır. Ancak sabah-akşam ifâdesi bütün günü kapsaması sebebiyle, âyet; Allah’ı her an zikredin, tesbih edin, bunu devamlı yapın anlamına da gelir. “Şu halde onların söylediklerine karşı sabırlı ol, Güneşin doğuşundan önce ve batışından önce Rabbini hamd ile tesbih et. Gecenin bir bölümünde ve gündüzün uçlarında da tesbihte bulun ki hoşnut olabilesin.”2276; “Sen Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol.” 2277
Kur’an’ın haber verdiğine göre yerde ve gökte olan bütün yaratıklar Allah’a tesbihte bulunurlar. Kur’an bunu bazen geçmiş zaman kipiyle ‘tesbih etti’ şeklinde, bazen şimdiki zaman kipiyle ‘tesbih eder-ediyor’ şeklinde vermektedir. Bu, varlıkların geçmişte ve şimdi sürekli tesbih ile meşgul olduklarını gösteren bir gerçektir. 2278
Canlı veya cansız varlıkların nasıl tesbih ettiklerini bilmiyoruz. Bu konuda birçok açıklama yapılmıştır; ama doğrusu onların tesbihlerinin nasıl olduğunu anlamak hem zor, hem de bunu anlama diye bir görevimiz yoktur. Bize düşen, bütün varlıkların ister istemez Allah’a teslim olup O’nu tesbih ettiklerini bilmek ve böyle bir gerçeğe şüphe duymadan inanmaktr. Bunu kabul ettikten sonra, onlar gibi bu yüce zikre katılmak, onlarla beraber Allah’a tesbihte bulunmaktır. Tıpkı Dâvud (a.s.) ile birlikte tesbih etsinler diye boyun eğdirilen dağlar gibi.2279 “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, O’nu tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlayamazsınız. O Halim’dir, bağışlayandır.”2280 Onların tesbihlerini anlayamacağımıza göre, bu konudaki gayret boş bir çabadır. Burada önemli olan, evrendeki bu imana katılmak, bu koro ile beraber, âlemlerin Rabbini, O’nun lâyık olduğu gibi zikretmek/anmaktır.
Allah’ın Sübhân Oluşu: Allah (c.c.) aynı zamanda “Sübhân”dır. Bütün yaratıklar, canlı ve cansız her şey, insanların bütün hücreleri, bazı insanların dilleri, sürekli Allah’ı tesbih ederler. O, bu anlamda çok çok tesbih edilendir. O, kendisi hakkında düşünülen bütün noksan sıfatlardan uzaktır. O, kendi dışındaki her şeyden münezzehtir (tenzih edilmiştir). Kur’an, Allah’ın “sübhân” olduğunu sık sık vurgulamaktadır. “Eğer her ikisinde (gökte ve yerde) Allah’ın dışında ilâhlar olsaydı, hiç tartışmasız, ikisi de bozulup gitmişti. Arşın sahibi Allah, Sübhan’dır; onların nitelendirdikleri şeyden uzaktır.”2281; “Üstünlük ve güç (izzet) sahibi Allah, sübhândır, onların nitelendirmekte olduklarından yücedir.” 2282
Melekler, zaman zaman Allah’ın ‘Sübhan’ olduğunu söylerler.2283 Mü’minler de inkârcıların Allah hakkında düşündükleri yanlış şeylere cevap verirken, Allah’ın onların nitelemelerinden çok uzak olduğunu dile getirirler, Allah’a “Sen Sübhânsın” derler. 2284
2276] 20/Tâhâ, 130; Ayrıca bkz. 40/Mü’min, 55; 50/Kaf, 39
2277] 15/Hıcr, 98; Ayrıca bkz. 25/Furkan, 58; 52/Tûr, 48; 56/Vâkıa, 74, 96; 87/A’lâ, 1; 110/Nasr, 3
2278] 57/Hadid/1; 59/Haşr, 1, 24; 61/Saff, 1; 24/Nûr, 41; 62/Cuma, 1 vd.
2279] 21/Enbiyâ, 79; 38/Sâd, 18
2280] 17/İsrâ, 44
2281] 21/Enbiyâ, 22
2282] 37/Sâffât, 180; Ayrıca bk. 12/Yûsuf, 108; 17/İsrâ, 1, 93, 108; 27/Neml, 8; 28/Kasas, 68; 43/Zuhruf, 13; 68/Kâlem, 29
2283] 2/Bakara, 32
2284] 3/Âl-i İmrân, 191; 5/Mâide, 116; 21/Enbiyâ, 87; 4/Nisâ, 171; 10/Yûnus, 18; 16/Nahl, 57; 30/Rûm, 40
- 570 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Namaz ve Tesbih İbâdeti: Mü’minler ‘tekbir’le namaza girdikten sonra, önce “Sübhâneke” duâsını okurlar. Namazın hemen başında Allah’ın bütün noksan sıfatlardan uzak olduğunu, müşriklerin nitelemelerinden yüce olduğunu dile getirirler. Bu imanla namaza başlarlar, namazı, yalnızca, bu tesbih ettikleri Allah (c.c.) için kıldıklarını ortaya koyarlar. Mü’minler rükûda iken “Sübhâne rabbiye’l-azîm (Yüce olan Rabbimi tesbih ederim)”, secdelerde ise sürekli “Sübhâne Rabbiye’l-a’lâ (Ulu olan Rabbimi tesbih ederim)” derler.
“Bir adam Peygamberimize gelerek, ‘Ey Allah’ın Rasulü, ben Kur’an’dan bir şey seçip alamıyorum. Bana yetecek bir şey öğretir misin?’ dedi. Peygamberimiz buyurdu ki, şöyle de: “Sübhane’llahi ve’l hamdüli’llahi ve lâ ilâhe ilallahu va’llahü ekber, ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah.(Allah’ım Seni tesbih ederim, hamdler Sana aittir. Senden başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür, bütün güç ve kuvvet Allah’ındır).” 2285
Peygamberimiz yine buyuruyor ki: “İki kelime vardır; bunlar dilde hafif, terazide (mizanda) ağır, Rahman’ın yanında da sevimlidirler (Bunlar): ‘Sübhanallahi ve bihamdihî (Allah’ım seni hamdinle tesbih ederim), Sübhanallahi’l azîm (Yüce Allah’ım Seni tesbih ederim)’ sözleridir.” 2286
Peygamberimiz, başka birçok hadisinde, tesbih’te bulunmanın, tevhid kelimesini söyleminin ve istiğfarda bulunmanın önemine ve sevaplarının çok olacağına işaret buyuruyor. Her bir rükünde ve rekâtında bol bol tesbih yapılarak kılınan namaza ‘Tesbih namazı’ denilir.
Namazdan sonra otuz üç defa ‘sübhanallah’, otuz üç defa ‘el-hamdülillâh’, otuz üç defa da ‘Allahü ekber’ demek, zenginlerin fakirlere sadaka verip yardım etmeleri gibi sevabı çok olan zikirlerdir. Bunlar ‘Sübhanallah’ ile başladıkları için hepsine birden “tesbih duâsı” denmektedir.2287 Namazdan sonra, önemli zikir ifâdeleri olan bu tesbihleri yapmak sünettir.2288 Türkçe’de ‘tesbih’ diye bilinen, otuz üçlü veya doksan dokuzlu taneler, aslında ‘tesbih âletidir. Halk ‘tesbih’ deyince bu tesbih âletini hatırlamaktadır. 2289
“Esrâ” Kelimesi Hakkında:
Cenâb-ı Hak, “Esrâ: Gece yürüttü” buyurmuştur. Dilciler, hem “esrâ” hem de “serâ” fiilinin aynı mânâya geldiğini söylemişlerdir. 2290
Yüce Allah’ın: “Kulunu geceleyin… götüren” buyruğundaki “Esrâ: Geceleyin götürdü” fiili iki şekilde kullanılır. “Surâ” ile “Esrâ” şeklinde. Tıpkı “Sukâ” ile “Eskâ: Su içirdi” kelimelerinin kullanılışı gibi. Nitekim bundan önce de 2291 geçmiş bulunmaktadır. İsrâ; geceleyin yürümek demektir. “Seraytu, mesrâ, ve surâ, ve esraytu, isrâ: Geceleyin yürüdü ve yürümek” denilir.
“İsrâ, sâre”nin, gecenin ilk saatlerinde yürümek, “Serâ, sâra”nın ise, son demlerinde yürümek, anlamında olduğu da söylenmiş ise de, birincisi daha çok
2285] Ebû Dâvud, Salât 139, hadis no: 832, 1/221; Nesâî, İftitâh 32, 2/110
2286] Müslim, Zikir ve Duâ 10, hadis no: 2694, 4/2072; Buhârî, Deavât 65, 8/107, Eymân 19, 8/173; Tirmizî, Deavât 61, hadis no: 3467, 5/512
2287] Ebû Dâvud, Harac ve İmâret, hadis no: 2987, 3/150; Ahmed bin Hanbel
2288] Müslim, Mesâcid 144; Tirmizî, Deavât 35; Nesâî, Sehv 91
2289] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 697
2290] 2/Bakara, 60. Âyet; “Ve izi’steska…” Hani (Mûsâ, kavmi için) su istedi
2291] 2/Bakara, 60. Âyet; “Ve izi’steska…” Hani (Mûsâ, kavmi için) su istedi
İSRÂ VE MÎRAC
- 571 -
bilinen bir anlamdır. 2292
İsrâ “hudâ” ölçüsünde “Sürâ”dan if’al veznindedir. Sürâ, mesrâ, sirâyet gerek yaya, gerek atlı olsun gece yürüyüşü demektir. İsrâ da öyledir. Ancak burada olduğu gibi geçişli olduğunda “yürütmek” demek olur. 2293
“Bi abdihî: Allah’ın Kulu” Kelimesi Hakkında:
Âyette “bi abdihî” buyrulmuştur. Müfessirler bununla Hz. Muhammed’in kastedildiği hususunda ittifak etmişlerdir. Babam imam (âlim) Ömer b. Hüseyin’in şöyle dediğini duymuştum: “Şeyh İmam Ebû’l-Kasım Süleyman el-Ensari’nin şöyle dediğini duydum: “Hz. Muhammed (s.a.s.) Miraç’ta en yüksek basamağa ulaşınca Allah Teâlâ ona: “Ey Muhammed, seni neyle şereflendireyim?” diye vahyedince O: “Ey Rabbim, beni kendine kul olmaya nisbet ederek (kulun olduğumu söyleyerek)” diye cevap verdi. Allah Teâlâ da bunun üzerine işbu "Kulu (Muhammed)'i geceleyin, Mescid-i Haram'dan çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya âyetlerini göstermek için götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz ki O, Semî'dir, Basîr'dir"2294 âyetini indirdi.” 2295
Yüce Allah’ın “Kulunu” buyruğu ile ilgili olarak ilim adamları şöyle demişlerdir: Şâyet Rasûlullah’ın (s.a.s.) bundan daha şerefli bir ismi olsaydı, o üstün haldeki durumunu anlatmak için o adı ile anardı. El-Kuşeyri der ki: Yüce Allah onu yüce huzuruna yükseltip de en yüksek yıldızların da üstüne çıkardığında, ümmeti için tevazu olmak üzere kulluk isminden ayırmadı. 2296
Âyette “kulunu” dendi, “peygamberini” denilmedi. Bunun sebebi Hz. İsa’da olduğu gibi Hz. Muhammed’e (s.a.s.) ulûhiyyet isnâd edilmemesi içindir. Çünkü Hz. Peygamber Mirac hâdisesinde dünya âleminden sıyrılarak cismi ile mele-i a’lâya yükselmiştir. Bu ise beşerî âdete zıttır. Ayrıca bunda kulluk makamının şerefine işaret vardır. Hatta Fahrettin er-Razi tefsirinde demiştir ki: “Ubudiyyet risaletten daha faziletlidir. Çünkü ubûdiyyetten halktan Hakk’a yönelinir, risalette ise Hakk’tan halka yönelinir. Ayrıca ubûdiyyette kulun, işini Mevlâsına bırakması vardır. İşlerini Mevlâsı yapar. Risâlette ise ümmetin işlerini tekeffül etme, onlarla ilgilenme vardır. İkisi arasındaki durum ne kadar farklı.” 2297
“Leylen” Kelimesi Hakkında:
Âyetteki, “leylen” (bir gece) kelimesi, zarf olarak mansubtur. Buna göre şâyet, “isrâ” zâten gece yürüyüşü demektir, binaenaleyh ayrıca bir gece denmesinin hikmeti nedir?” denilirse, biz deriz ki: Bu kelimenin nekire olarak getirilmesiyle bu isrâ’nın (gece yürüyüşünün) müddetinin kısa olduğu ve O’nun (s.a.s.) gecenin bir parçasında, normalde kırk gecelik yol olan Mekke’den Şam’a götürüldüğünü kastetmiştir. Bu böyledir. Çünkü bu kelimeyi nekire olarak getirmek, kısmîlik (bir kısmı) mânâsına delâlet etmiştir. 2298
2292] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Y., 10/316-317
2293] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y., V/272
2294] 17/İsrâ, 1
2295] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb, Akçağ Y., 14/388
2296] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Y., 10/317-318
2297] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Damla Y., IV/514
2298] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb, Akçağ Y., 14/388
- 572 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Gecenin bir kısmında… Nekre olan bu kelime, yürüyüş süresinin azlığını gösterir. Meşhur olan görüşe göre bu gece, Recep ayının 27. günü olan Pazartesi gecesidir. Yaygın olan bu görüşe dayanarak insanlar Peygamberimizin (s.a.s.) Pazartesi günü doğduğunu, bu günde peygamberlikle görevlendirildiğini, İsrâ olayının bu gece gerçekleştiğini, Mekke’den bu gece çıktığını, Medine’ye bu günde girdiğini ve yine bu günde vefat ettiğini söylemişlerdir. 2299
İsrâ:
Gece yürüyüşü, geceleyin yaya veya binekli olarak yapılan yürüyüş. Istılahta; Hz. Peygamber’in (s.a.s.) gece Burak isimli bir binitle Mekke'den Kudüs'teki Beyt-i Makdis'e götürülmesi hâdisesidir. Buradan Hz. Peygamber Mi’râca çıkmıştır.
İsrâ hâdisesi Kur'an ile sâbit olduğu için bu hâdisenin inkârı mümkün değildir. Âyet-i Kerimenin ifâdesine göre isrâ hâdisesi rûhânî bir hâdise değildir. Hz. Peygamber bedeni ile birlikte Beyt-i Makdis'e götürülmüştür. İsrâ'dan sonraki safhanın, yani mi’râc hâdisesinin yalnızca rûhânî olduğunu bazı âlimler söylemişlerdir.
Âyet-i Kerimedeki "âyetlerini göstermek için" ifâdesi "O (s.a.s.)'i âyetlerimizden olarak gösterelim diye" şeklinde tefsir etmişlerdir. Bu takdirde İsrâ hâdisesi Hz. Peygamber'e bazı İlâhî âyetler göstermek için değil; O'nu bir âyet olarak semâ ehline ve kâinata göstermek için yapılmıştır. Bazı tefsirciler isrâ ve mi’râc hâdisesini fizikî örneklerle, aklın anlayışına yaklaştırmaya çalışmışlardır. Fakat doğrudan doğruya İlâhî bir âyet olan İsrâ'nın aklîleştirilmesi mümkün değildir. Tabiî bir tasavvur emsâl ile tasavvur demektir. Hâlbuki benzeri görülmemiş bir olayı benzeri ile tasavvura kalkışmak tezât olur. O ancak müşahede ve haber ile bilinir. 2300
İsrâ hâdisesinin, önemli bir diğer boyutu da, bu olaydan sonra Kudüs ve Mescid-i Aksâ’nın İslâm ümmetinin gözündeki öneminin daha da artmış olmasıdır. 2301
Rasûlullah’ın Alındığı Yer:
Âyette “Mescid-i Haram”dan buyrulmuştur. Âlimler Hz. Peygamber’in alındığı yerin neresi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bu yerin, bizzât Mescid-i Haram olduğu söylenmiştir ki bu, âyetin lafzının zâhirinin de ifâde ettiği şeydir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ben bir gece Mescid-i Haram’dan, Beytullah’ta Hicr (Hatim)’in yanında, uyku ile uyanıklık arasında iken, Cebrâil Burak ile geldi.” 2302
Hz. Peygamber’in Mi’râc’a, Ebû Talib’in kızı Ümmü Hani’nin evinden alınıp götürüldüğü de söylenmiştir. Bu görüşe göre, âyetteki “Mescid-i Haram” ifâdesi ile Mescid’i kuşatıp sardığı için, bütün Harem bölgesi kastedilmiştir. İbn Abbas’tan da (r.a.) “Harem’in tamamı Mescid-i Harem’dir” diye bir rivâyet gelmiştir. Bu ekseri âlimlerin görüşüdür. 2303
2299] İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan Tefsiri, Damla Y., IV/513
2300] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili: 4/3150
2301] Şâmil İslâm Ansiklopedisi, I/204
2302] Müslim, İman 264
2303] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb, Akçağ Y., 14/389
İSRÂ VE MÎRAC
- 573 -
Mescid-i Haram:
El-Mescidü'l-Haram, Mekke'de Kâbe'nin bulunduğu alandaki camiin adıdır. Hürmet ve saygı gösterilmesi gereken mescid anlamında bu ad verilmiştir. Yeryüzünde inşâ edilen ilk mescid ve müslümanların kıblesidir. Buraya Mescid-i Haram denildiği gibi, Harem-i Şerif de denir. Açık bir alan üzerinde bulunan Kâbe, Makam-ı İbrâhim ve zemzem kuyusu bu mescidin birer parçasıdır: Mescid-i Haram'ın, kuzey-batı duvarı 164 m., güney-doğu duvarı 166 m., kuzey-doğu duvarı 108 m., güneybatı duvarı 109 m. dir. Mescid-i Haram'ın bu dört duvarında 19 kapı, çevresinde 92 kubbe ve 7 minare vardır. Hz. Ömer zamanına kadar ihata duvarı yoktu. Ondan sonra duvar örüldü ve tarih boyunca birtakım tamir, yenileme, genişletme çalışmaları yapıldı.
Benû Şeybe kapısının kemeri ile Kâbe arasında küçük kubbeli bir yapı vardır. Kâbe yapılırken Hz. İbrâhim'in iskele olarak kullandığı taş buradadır. Taş üzerine çıkan Hz. İbrâhim'ın ayak izleri görülmektedir. Kâbe'nin kuzey-batı duvarının karşısında mermerden yapılmış yarım daire şeklinde bir duvar vardır. Hilâl'i de andıran bu duvarla çevrili alana "el-Hatim" veya "el-Hicr" denmiştir.
Tavafın yerine getirildiği mermer döşemeye "metaf" denilmektedir. "Metaf": Tavaf edilen yer, tavaf edilirken dönülen alan demektir. Zemzem'in çıktığı yer, Hâceru'l-Esved'in karşısında Kâbe'nin 20 m. kadar doğusundadır. Zemzem, İbranice bir kelime olup, "dur-dur" anlamına gelir. Mescid-i Haram terkibi Kur’ân-ı Kerim'in çeşitli âyetlerinde geçer. Bazı âyetlerde, müşriklerin, halkın Mescid-i Harama girmesini engellemelerinin büyük günah olduğu belirtilir: “Allah yolundan alıkoymak, O'nu inkâr etmek, insanları Mescid-i Haram'dan menetmek ve oranın halkını yerinden çıkarmak, Allah katında daha büyük bir günahtır." 2304; "... Sizi, Mescid-i Haram'dan menettiği için bir kavme olan kininiz, sakın sizi, onlara karşı tecavüze sevketmesin." 2305
İslâm'ın ilk yıllarında ibâdetlerde kıble Kudüs'teki Mescid-i Aksâ iken, Hicretten sonra onaltıncı ayda, kıble Mekke'deki Mescid-i Haram'a çevrilmiştir. Kur’ân-ı Kerim'de bu değişiklik şöyle açıklanır: "Her nereye çıkıp gidersen git, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Bu elbette, Rabbinden gelen bir gerçektir. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir." 2306; "Yüzünü göğe çevirip durduğunu görüyoruz. Seni, sevdiğin kıbleye mutlaka çevireceğiz. Hemen yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Ey mü’minler. Siz de nerede olursanız olun, yüzünüzü onun tarafına çevirin." 2307
Diğer yandan saldırı olmadıkça Mescid-i Haram çevresinde savaş yapılması yasaklanmıştır. “Mescid-i Haram'ın yanında onlar, sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Eğer orada sizinle savaşırlarsa onları öldürün. İşte kâfirlerin cezâsı böyledir." 2308
Mescid-i Haram, önceleri Kâbe'nin çevresinde tavaf edenlere ayrılmış bir alandan ibaretti. Asr-ı Saadette ve Ebû Bekir (r.a.)'ın halifeliği döneminde mescidin çevresinde duvar yoktu. Etrafı evlerle çevrili idi. Zamanla hacıların kalabalıklaşması ve sıkışıklık meydana gelmesi üzerine kenardaki evler satın alınıp
2304] el-2/Bakara, 217
2305] 5/Mâide, 2
2306] 2/Bakara, 149, 150
2307] 2/Bakara, 144
2308] 2/Bakara, 191
- 574 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yıktırılmış ve çevresine duvar çekilmiştir. Mescid, Emevîler, Abbasîler, Osmanlılar, Suudlular zamanında çeşitli tamirler görmüş ve değişikliklere uğramıştır. Şimdiki haliyle Kâbe'ye yakın olan kısmın üzeri açık, dış kısımların üzeri kapalıdır. Kapalı bölüm sa'y mahallini de içine alacak şekilde genişletilmiştir. 2309
Mescid-i Haram, yeryüzündeki mescidlerin en faziletlisidir. Burada kılınan bir namaz başka mescidlerde kılınan yüz bin namazdan daha efdaldir. Bir hadis-i şerifte; "Mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram hâriç, başka mescidlerde kılınan bin namazdan efdaldir. Mescid-i Haramda kılınan bir namaz da diğer mescidlerde kılınan yüz bin namazdan efdaldir." 2310 buyrulmuştur. Fazilet bakımından Mescid-i Haram'dan sonra Mescid-i Nebi, ondan sonra da Mescid-i Aksâ gelir. Bir başka hadis-i şerifte de şöyle buyrulur: "(Fazla sevap umarak) yalnız şu üç mescide gitmek üzere yolculuk yapılabilir. Mescid-i Haram, Mescid-i Nebi ve Mescid-i Aksâ." 2311
Mescid-i Aksâ:
Âlimler, Mescid-i Aksâ’dan Beyt-i Makdis’in kastedildiği hususunda ittifak etmişlerdir. Mescid-i Aksâ ile Mescid-i Haram arasındaki mesafe çok uzak olduğu için, Mescid-i Aksâ’ya Mescid-i Aksâ (en uzak mescid) denilmiştir. “İlâ” edatı, mesafenin sonunu bildirmektedir. Buna göre âyetteki “İle’l-Mescidi’l-Aksâ: Mescid-i Aksâ’ya” ifâdesi Hz. Peygamber’in bu Mescid’e kadar ulaştığına delâlet eder. Ama o Mescid’e girip girmemesi hususuna dair, âyetin lafzında herhangi bir delâlet yoktur. 2312
Yüce Allah’ın “Mescid-i Aksâ’ya” buyruğunda bu mescide “el-Aksâ” niteliğinin veriliş sebebi, onun ile Mescid-i Haram arasındaki uzaklıktır. O gün ziyaret ile tazim olunan yeryüzünde Mekkelilere en uzak mescid o idi. 2313
El-Mescidü'l-Aksâ, Kudüs'te eski Süleyman mâbedinin bulunduğu yerde inşâ edilmiş olan camiin adı. "En uzak mescid" anlamına gelen bu tabire ilk olarak Kur'ân-ı Kerîm'in İsrâ ve Mirac'la ilgili olarak İsrâ sûresinin ilk âyetinde yer verilir. Mescid-i Aksâ'ya "İliya" veya günahlardan temizlenme yeri anlamında "Beyt-i Makdis" yahut "Beyt-i Mukaddes" adı da verilmiştir. Beyt-i Makdis, İbranice "bethammikdaş" kelimesinden alınan ilhamla kullanılmış olup "Mâbed" anlamına gelir ve bununla Hz. Süleyman'ın mâbedi kastedilir 2314.
Mescid-i Aksâ'ya en uzak mescid anlamında bu ismin verilmesi, Mekke'deki Mescid-i Haram'a yaya yürüyüşü ile bir aylık mesafede bulunması yüzündendir. Hz. Peygamber’in mirac gecesinde; "Burak'a bindim, Beytu'l-Makdis'e gittim."2315 Buyurduğu rivâyet edilmiştir. Diğer yandan eski tefsirlerde Mescid-i Aksâ, Mirac ile ilgili görülmüş hatta onunla, gökteki bir yerin kastedildiği de öne sürülmüştür.
Yeryüzünde Mescid-i Haram'dan sonra yapılan en eski mescidlerden birisi Mescid-i Aksâ'dır. Yapımına Dâvud (a.s.) başlamış ve Hz. Süleyman tarafından
2309] Kâmil Miras, S. Buhârî Tecrîd-i Sarih Tercemesi, 10/57, 6/50
2310] İbn Mâce, h. ho: 1406
2311] Buhârî, Mescidu Mekke 1; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, IV/151-152
2312] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb, Akçağ Y., 14/389
2313] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Y., 10/326
2314] ez-Zerkeşî, İ'lâmü's-Sâcid, Kahire 1397, s. 277; Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1936, IV, 3144; İslâm Ansiklopedisi, Mescid-i Aksâ ve Kudüs maddeleri
2315] Müslim, İman 259; Nesâî, Salât 10
İSRÂ VE MÎRAC
- 575 -
tamamlanmıştır.2316 Mescid-i Aksâ, hicretin l6. ayına kadar müslümanların kıblesi idi. Hz. Peygamber (s.a.s.), niyet ile ziyaretine izin verdiği üç mescid arasında Mescid-i Aksâ da vardır. Hz. Ömer (r.a.) devrinde Kudüs fethedilince, oraya giden halife bir gece vakti Beytü'l-Makdis'e girdi ve bütün gece orada namaz kıldı. Sabah olunca ezan okutarak cemaat ile namaz kıldı. Bundan sonra Hz. Ömer (r.a.) Kâbul Ahbâr'ı çağırarak müslüman mescidinin nerede yapılabileceğini sordu. Kâb, es-Sahrâ (kaya)'ya işaret etti ve hatta bunun kıble olmasını istedi. Hz. Ömer (r.a.) ona İslâm kıblesinin Kâbe olduğunu hatırlattı. Fakat Beytü'l-Makdis'in mukaddes hatırasına da bir mescid yaptırdı ve kıblesini Kâbe tarafı olarak tesbit etti. Burası daha sonra Kubbetü's-Sahrâ'nın yeri oldu.
Kubbetü's-Sahrâ depremlerden zarar görmüş ve birçok kez tamir edilmiştir. Burası, dört yandan merdivenlerle çıkılan geniş bir seddin ortasında, sekiz köşeli ve yüksek kubbeli bir bina idi. Dördü merdivenlere açılan, sekiz tane yaldızlı tunç ve sedir ağacından kapısı vardı. İçeride içiçe dairevi sütün sıralarına ve mozayıklı bingilere dayanan kubbenin altında sahra (kaya) durmaktaydı. Bakır, demir kafes ve tahtadan üç tabaka olarak inşâ edilmiş bulunan yüksek kubbenin tahtadan dış tabakası altın varak ile kaplı idi. Kubbetü's-Sahrâ'nın bulunduğu seddin üç tarafından, daha küçük üç kubbeli yapı bulunuyordu. Bunlar Kubbetü's-Silsile, Kubbetü'l-Mirac ve çok köşeli bir yapı olan Kubbetü'n Nebî idi. Bugün bunların şekilleri kısmen değişmiş bulunmaktadır.
Özetle, Kubbetüs-Sahrâ'nın bir ziyaret yeri olmasına karşılık, Mescid-i Aksâ, bunun bir ibâdethanesini teşkil eder. Mescid-i Aksâ deyince; İslâm kaynaklarında Halife Abdülmelik'den, Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman'a kadar gelip geçen pek çok halife ve padişahlar tarafından burada inşâ edip bırakılmış. Kubbetü's-Sahrâ, mezar, türbe, tekke, zaviye ve sebil gibi dini amaçla yapılmış yapıları içine alan yaklaşık 150 dönüm kadar bir arazi üzerine serpilmiş binalar topluluğu anlaşılır. Dar anlamda Mescid-i Aksâ deyince, Kubbetü's-Sahra'dan uzakta olmayan ve Abdülmelik tarafından inşâ edilmiş bulunan cami kastedilir. Bu caminin yapımında İran hükümdarı, II. Hüsrev tarafından tahrip olunmasına kadar ayakta duran Jüstinyen tarafından inşâ edilmiş bulunan, Meryem Ana Kilisesi'nin harabelerinden çıkan malzeme kullanılmıştır. Tarih içinde pek çok el değiştiren Kudüs ve dolayısıyla İslâm'ın iki yeri, İsrâ ve Mirac'ın ilk durağı olan Mescid-i Aksâ, bugün Yahûdilerin işgali altında bulunmaktadır. 2317
“Mescid-i Aksâ’ya”, yani Beytü’l-Makdis’e. Bu mescid’in “uzak” anlamında olan “Aksâ” diye adlandırılması, o gün için onun ötesinde başka bir mescidin olmamasından, yani, bu mescidin Mekke’deki mescide en uzak mescid olmasındandır. Bu iki mescid arasında, bir aylık mesafeden daha uzun bir mesafe vardır. İşte bu Mescid-i Aksâ’ya “götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir.” 2318
Mescid-i Aksâ’nın Etrafına Bereket Verilmiştir:
Cenâb-ı Hak “Biz, o (Mescid-i Aksâ’nın) etrafına bereket verdik.” buyurmuştur. Bu bereket, meyveler ve çiçekler verme ile tefsir edildiği gibi; orasının peygamber durağı, meleklerin iniş noktası olması sebebi ile olduğu da söylenmiştir. 2319
2316] ez-Zerkeşi, a.g.e., 281, 282, 287
2317] Mefâil Hızlı, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, IV/149-150
2318] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Damla Y., IV/515
2319] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb, Akçağ Y., 14/389
- 576 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Daha sonra Yüce Allah: “Çevresini mübârek kıldığımız” diye onu nitelemektedir. Denildiğine göre bu mübârek kılış, mahsullerle ve akan ırmaklarla idi. Bir diğer görüşe göre ise, etrafında defnedilmiş bulunan peygamber ve sâlihlerle mübârek kılınmıştır. Mukaddes kılınması da bundan dolayıdır.
“Mescid-i Haram’dan…” En güvenilir rivâyetlere göre İsrâ, Ebû Talib’in kızı Ümmühani’nin Harem içindeki evinden başlamıştır. Harem’in tamamı ise Mescid’dir. “Çevresini” din ve dünya bereketleriyle “mübârek kıldığımız…” Çünkü burası, vahyin ve meleklerin indiği Hz. Mûsâ’dan beri peygamberlerin ibâdet yaptıkları bir yerdir. Ayrıca nehirler ve meyvalı ağaçlarla donatılmıştır. Şam, Ürdün ve Filistin de onun çevresindeki şehirlerdendir. 2320
İsrâ ve Miracın Hikmeti:
“Ona âyetlerimizden bazısını gösterelim diye” buyruğu hitabın çeşitlendirilmesi kabilindendir (Telvînu’l-Hitab -Hitabın çeşitlendirilmesi-: Diğer adı ile “iltifat” diye bilinen edebi bir sanattır. “Gaibten muhataba geçiş, ya da onun aksine geçiş”2321 diye tarif edilir. Burada Cenâb-ı Allah önce: “Yürüttü” diye buyurup kendi zâtından gaib şahıs olarak söz ederken “onu gösterelim diye” buyruğunda da mütekellim kipi ile söz etmektedir.2322 Yüce Allah’ın, ona göstermiş olduğu ve insanlara bildirdiği hayret verici âyetler ile Mekke’den Mescid-i Aksâ’ya -bir aylık mesafe olmasına rağmen- bir gecede geceleyin yürütülmesi, semâya urucu (yükselişi) -Müslim’in Sahih’inde ve diğerlerinde sâbit olduğu üzere- bütün peygamberleri teker teker nitelikleriyle anlatması, işte bu âyetler arasındadır. 2323
Cenâb-ı Hak “O (Peygambere) âyetlerimizden bazısını gösterelim diye” buyurmuştur. Yani, “o gecede Allah’ın kudretine delâlet eden mûcizeleri ve dikkate değer hâdiseleri ona gösterelim” diye” demektir. 2324
İsrâ mûcizesinin amacı, hiç kimsenin müşerref olmadığı şekilde peygamberlerin efendisi ve sonuncusu Hz. Muhammed’e, İlâhî zâtına mahsus âyetleri göstermektir. Nitekim, “İşte böylece Biz İbrâhim’e yerin ve göklerin melekutunu (hükümranlığını) gösteriyorduk.” 2325 âyet-i kerimesinde buyurduğu gibi dostu İbrâhim’e (a.s.) hükümranlığını; sevgili elçisi Hz. Muhammed’e (s.a.s.) ise, “Andolsun o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü.”2326 buyurarak Rubûbiyyetinin büyük âyetlerini gösterdiğini bildirmiştir.
Müfessirlere göre Peygamberimize gösterilen bu âyetler şunlardır: Bir aylık mesafedeki Mescid-i Aksâ’ya gecenin az bir kısmında gitmesi, Beytü’l-Makdis’i görmesi, enbiya ruhlarının temessül ederek kendisine görünmesi, onların yüce makamlarına vakıf olması ve Levh-i Mahfuz’daki kâlemlerin cızırtısını duyması, Refref’i ve Sidre-i Münteha’yı kaplayan İlâhî nurları görmesi gibi delillerdir. 2327
2320] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Damla Y., IV/514-515
2321] Dr. İn’am Fevval Akkavi, el-Mu’cemu’l-Mufassal fi Ulumi’l-Belağa… Beyrut 1413/1992 s. 209
2322] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Y., 10/327
2323] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Y., 10/327
2324] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb, Akçağ Y., 14/389
2325] 6/En’âm, 75
2326] 53/Necm, 18
2327] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Damla Y., IV/514
İSRÂ VE MÎRAC
- 577 -
Hz. İbrâhim İle Hz. Muhammed’in Miracları:
Âyetteki “O (peygambere) âyetlerimizden bazısını gösterelim diye” ifâdesi, Allah Teâlâ’nın, Hz. Muhammed’e (s.a.s.) o mûcizelerin ve şayan-ı dikkat şeylerin ancak bir kısmını gösterdiğine delâlet eder. Çünkü min âyatinâ kelimesindeki min edatı, “bazı” mânâsına gelir. Hâlbuki Cenâb-ı Hak, Hz. İbrâhim hakkında “Biz İbrâhim’e göklerin ve yerin melekutunu öylece gösteriyorduk.”2328 buyurmuştur. Dolayısıyla “Hz. İbrâhim’in miracının, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) miracından üstün olması gerekir” denilirse, biz deriz ki: Hz. İbrâhim’in görüp müşahade ettiği, göklerin ve yerin melekûtudur. Hz. Muhammed’in gördüğü şey ise Allah’ın âyetlerinden bir kısmıdır. Allah’ın âyetlerinin daha üstün olduğunda ise şüphe yoktur. 2329
Semi’ ve Basîr Olan Kimdir?
Daha sonra Cenâb-ı Hak, “O her şeyi hakkıyla işiten ve tastamam görendir.” buyurmuştur. Bu “Kulunu gece yürüten O zât, Muhammed’in (s.a.s.) sözlerini bihakkın duyan, yaptıklarını hakkıyla gören, o fiil ve sözlerinin riya şaibesinden arı, duru, tertemiz, doğruluk ve saflıkla içiçe olduğunu hakkıyla bilendir. İşte bundan ötürü, böyle bir ikramı ancak ona vermiştir” demektir. Bu ifâde ile “Allah mirac hususunda, müşriklerin Peygamber’e dediklerini duyan, ona karşı yaptıklarını görendir.” mânâsı da verilmiştir. 2330
“O, gerçekten” elçisinin sözlerini “işitendir” ve fillerini “görendir” Burada Hz. Muhammed’in (s.a.s.) isrâ mûcizesine mazhar kılınması O’nun izzet ve değerini arttırmak ve makamını yükseltmek içindir, yoksa Cenâb-ı Hak sevgili elçisinin sözlerini ve davranışlarını kendisine yaklaştırmadan da ihatalı bir şekilde bilir. 2331
Muhakkak ki, ancak O, her şeyi işiten ve her şeyi görendir. Tefsircilerin çoğu, bu zamiri Yüce Allah'a işaret etmek üzere tefsir etmişler ve meâlini şöyle açıklamışlardır: O noksan sıfatlardan münezzeh zâttır ki, ancak o, kulunun gizli ve açık bütün hallerini gerçek anlamda gören ve haberdar olan ve bundan dolayı, bu yüksek makama ehil ve layık olduğunu bilendir. Onun için bu makamı ona tahsis etmiş ve ona bu şekilde ikramda bulunmuştur. Bu şekilde âyet, gıyabdan (üçüncü şahıstan) birinci şahsa iltifat (çevirme) ile başlamış ve birinci şahıstan üçüncü şahsa iltifat ile son bulmuş olur. Aynı zamanda kâfirlere karşı bir tehdid mânâsını da gerektirir.
Ebû'l-Bekâ'nın naklettiğine göre, bazı tefsirciler de zamirin Peygambere işaret ettiğini söylemiş ve âyetin meâlinde demiştir ki: "Gerçekten sözümüzü işiten ve zâtımızı gören yalnız o kuldur". Bu şekilde üçüncü şahsa iltifat yoktur. Ve âyet, zahirine göre yorumlanmıştır. Ancak "zâtımızı gören" diye tefsir etmek için açık bir ipucu yoktur. "O gösterdiğimiz âyetleri gören" demek daha açıktır. Bununla birlikte Tıybî demiştir ki: "Zamirin böyle iki ayrı yoruma muhtemel olarak gelmesinin sırrı, Hz. Peygamberin Yüce Allah'ı görmesi ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın sözünü işitmesi ve ancak, "Benim yardımımla işitir ve benim yardımımla görür." Hadisi şerifin mânâsı üzere olduğuna işaret olsa gerektir.
2328] 6/En’âm, 75
2329] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb, Akçağ Y., 14/390
2330] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb, Akçağ Y., 14/390
2331] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Damla Y., IV/515
- 578 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(Yunus Sûresi'ndeki "Ya da o kulaklara ve gözlere kim sahiptir?" 2332
Bu âyette değinilen olay, "Mi’râc" ve "İsrâ" olarak bilinmektedir. Sahih hadislere göre bu olay Hicret'ten bir yıl önce meydana gelmiştir. Hadis ve diğer siyer kitaplarında çok sayıda (en az 25 kişi) Sahabeden bu konunun ayrıntılarını anlatan rivâyetler nakledilmektedir. Enes bin Mâlik, Mâlik bin Se'se'e, Ebû Zer Gıfari ve Ebû Hureyre (Allah hepsinden razı olsun) olayın ayrıntılarını rivâyet etmişlerdir. Bunların yanısıra Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn Abbas, Ebû Said el-Hudri, Huzeyfe bin Yeman, Hz. Aişe vs. (Allah hepsinden razı olsun) olayın bazı bölümlerini nakletmişlerdir.
Bu âyette Kur'an, yolculuğun sadece bir bölümünü, Mescid-i Haram'dan Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya gidişi anmaktadır. Burada anlatıldığı üzere bu yolculuğun gayesi Allah'ın kuluna bazı âyetlerini göstermek istemesidir. Kur'an bundan başka ayrıntılara değinmez, fakat biz diğer ayrıntıları hadislerden öğrenmekteyiz: Bir gece Cebrâil (a.s.), Hz. Peygamberi (s.a.s.) Burak üzerinde, Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya götürdü. Hz. Peygamber (s.a.s.) orada diğer peygamberlerle birlikte namaz kıldı. Daha sonra göğün çeşitli tabakalarına yükselen peygamberimiz orada bazı büyük peygamberlerle karşılaştı. En sonunda göğün en yüksek tabakasına ulaştı ve Allah'ın huzuruna çıktı. Başka önemli emirlerin yanısıra beş vakit namaz da işte burada emredildi. Daha sonra Peygamber (s.a.s.) Mescid-i Haram'a geldi. Birçok hadis rivâyetine göre bu yolculuk sırasında ona (s.a.s.) cennet ve cehennem de gösterilmiştir. Güvenilir hadislerden öğrendiğimize göre Hz. Peygamber (s.a.s.) ertesi gün bu olayı anlattığında Mekkeli müşrikler onunla alay ettiler ve mü’minlerden bazıları da bunda şüpheye düştüler.
Yukarıda belirtilen hadislere dayanan ayrıntılar Kur'an'da verilen ayrıntılara yapılan eklemelerdir. Bu nedenle hadislerde değinilen ayrıntılar, Kur'an'a ters olduğu gerekçesi ile reddedilemez. Bununla birlikte, bir kimse eğer hadislerde belirtilen ayrıntıları reddederse o kâfir olmaz. Ancak Kur'an'da anlatılan olayları reddederse kâfir olur.
Bu yolculuk (Mi’râc) hakkında birçok farklı görüşler vardır. Bazıları bunun rüyada meydana geldiği görüşündedirler; Bazıları ise olay sırasında Hz. Peygamber'in (s.a.s.) tamamen uyanık olduğu ve bedeni ile birlikte yolculuk ettiğini söylerler; bazıları ise bunun sadece Hz. Peygamber'e (s.a.s.) gösterilmiş mistik bir görüntüden öte bir şey olmadığını söylerler. Fakat bu âyetin başlangıç sözleri: "Kulunu... götüren o (Allah) yücedir", bunun Allah'ın sınırsız gücü ile meydana gelmiş olan doğa-üstü bir olay olduğunu göstermektedir. Eğer olay sadece mistik bir görüntüden ibaret olsaydı âyet, bu olayı meydana getiren varlığın her tür zayıflık ve eksiklikten uzak olduğunu gösteren "subhane" ifâdesi ile başlamazdı. Yine "Kulunu bir gece... götüren" sözleri, bunun sadece bir görüntü veya rüya olmadığını, bilakis Allah'ın Peygamberi'ne (s.a.s.) âyetlerini gösterdiği fiziksel ve bedensel bir yolculuk olduğunu göstermektedir. Bu nedenle herkes, bunun sadece ruhsal bir deneyim olmayıp, Allah'ın Peygamber'i (s.a.s.) için hazırladığı fiziksel bir yolculuk ve bir gözlem olduğunu kabul etmelidir. 2333
2332] Âyetin tefsirine bk. 10/Yûnus, 31 (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y., V/283). Yine, bk. 4/Nisâ 58. âyetin tefsirine Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Y., 10/327)
2333] Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Y., III/69-70
İSRÂ VE MÎRAC
- 579 -
Adım Adım İsrâ ve Mirac Olayı
Rasûlullah’ın (s.a.s.) Mekke'deki son yıllarında meydana gelen en önemli olaydır bu. Bu öyle bir olaydır ki, Hazreti Peygamber efendimizin pâk siretine kıymetli bir taç gibi konmuştur. Öyle bir taç ki, bu, peygamberler dâhil, insanlık tarihinde hiçbir şahsiyetin başına konmamıştır. Bu, İsrâ ve Mi'rac vakasıdır. İsrâ, Kur’ân-ı Kerim'in İsrâ sûresinde belirtildiği gibi, Hz. Peygamber'in gece Mescid-i Haram (Kâbe)'den Mescid-i Aksâ’ya2334 -hadislerde ayrıntılı olarak belirtildiği gibi- götürülmesidir. Mi'rac da; Hz. Peygamber (a.s.)'in Kudüs'ten Sidret'ul-Müntehâ'ya kadar yolculuğudur. Bazı tek tük rivâyetlere göre İsrâ ve Mi'rac ayrı ayrı meydana gelen iki olaydı. Ancak İslâm ümmetinin galip ekseriyeti, -ki bunlar arasında en meşhur ulema, fakihler, muhaddisler ve müfessirler yer almaktadır- İsrâ ve Mi'rac'ın aynı zamanda meydana gelen olaylar olduğunda birleşmişlerdir. Bu genel inanca göre Rasûlullah (s.a.s.), bir gece, bedeni ve ruhuyla ve uyanık bir durumda Kâbe’den Kudüs'e götürüldü ve aynı gece semânın en üst noktasına varıp Cenâb-ı Allah'ın huzuruna çıkarıldı ve sabah olmadan Mekke'ye döndürüldü.
Mi'rac Vak'asının Kesin Tarihi: Mi'rac vak'ası ne zaman meydana geldi? Kesin tarihi nedir? Bununla ilgili olarak çeşitli rivâyetlere rastlıyoruz. İbni Sa'd'ın Vakıdi'ye dayanarak naklettiği rivâyete göre bu olay 17 Ramazan, Bi'set'ten sonra 12. yılda, yani hicretten 18 ay önce meydana geldi. Bi'set'ten sonra tesbit etmeye çalıştığımız tarih hakkında Buhârî ve Müslim'de Hz. Abdullah bin Abbas diyor ki Rasûlullah’a (s.a.s.) ilk vahiy geldiği zaman kendisi 40 yaşında idi. Rasûlullah, bundan sonra 13 yıl Mekke'de kaldı ve 10 yıl Medine'de. Bu kayda dayanarak biz de diyoruz ki Medine'ye hicret, Bi'set'ten sonra 13. yılın sonunda oldu. İbn Sa'd başka bir kaynağa dayanarak bu vak'anın Bi'setten sonra 13. yılda 17 Rebiülevvel'de yani hicretten yaklaşık bir yıl önce vuku bulduğunu yazmıştır. Beyhakî, Mûsâ bin Ukbe'ye dayanarak ve o da İmam Zührî'ye dayanarak, Mi'rac'ın tarihinin aynı olduğunu belirtmiştir. Urve bin Zübeyr'in rivâyetine göre de bu tarih doğru çıkıyor. Bunu İbni Lehiy'a, Ebû'l-Esed'e dayanarak nakletmiştir. Aynı sebeplerden İmam Nevevî, Mi'rac için bu tarihin doğru olduğunu ifâde etmiştir. İbni Hazm ise "icmâ"ın fikrinin bu olduğunu iddia etmişse de doğru değildir. İsmail es-Süddi'nin bu vak'a ile ilgili olarak iki rivâyeti naklolunmuştur. Bunlardan biri Taberî ve Beyhakî tarafından naklolunmuştur ve bunda Mi'râc'ın hicretten bir yıl beş ay önce; yani Bi'set'ten sonra 12. yıl 1 Şevval tarihinde cereyan ettiği ifâde olunmuştur. Hâkim tarafından naklolunan ikinci rivâyete göre bu olay hicretten bir yıl dört ay önce meydana geldi. Buna göre, Mi'rac'ın Zil-Kade ayında olduğu söylenmiştir. İbni Abd-il Berr ile İbni Kuteybe, Mi'rac'ın hicretten bir yıl 8 ay öncesinin (yani, Bi'set sonra 12. yıl Recep) bir vak'ası olduğunu belirtmişlerdir. İbni Fâris, hicretten bir yıl üç ay, İbn-ul Cevzi hicretten 8 ay önce ve Ebû'r-Rebi' bin Salim 6 ay önceki bir hâdise olduğuna işaret etmişlerdir. Bir rivâyet de hicretten 11 ay öncesidir, bunu İbn'ul-Münir, "Siret-i İbni Abd-il Berr'in Şerhi'nde yazmıştır, İbrâhim bin İshâk el-Harbi bunun kesinlikle Mi'rac'ın tarihi olduğunu ifâde etmiştir. Fakat en meşhur rivâyet, Mi'rac'ın 27 Recep tarihinde olmasıyla ilgilidir. Allâme Zürkâni'nin dediği gibi, bir rivâyet veya ifâdenin başka bir rivâyet veya ifâdeye tercih edilmesi için yeterince delil yoksa, en meşhur olan rivâyet kabul olunmalıdır. Burada da durum aynıdır.
2334] Beyt-ul Mukaddes, Kudüs
- 580 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mi'rac'ın Tarihî Önemi: Mi'rac vak'ası, Nebî-yi Kerim (s.a.s.)'in Tevhid için dünyaya sesini duyurmaya başlamasından 12 yıl geçtikten sonra meydana geldi. O zamana kadar muhalifler İslâmî Davet ve Hareket'in yolunu kapatmak için her yola başvurmuşlardı. Hile, desise, entrika, iftira, baskı, zulüm ve işkence, kısacası, bütün yollar denenmişti. ama her noktada ve her aşamada gerek Rasûlullah (s.a.s.), gerekse, fedakâr arkadaşları sabır, metanet, sebat ve dirâyetin en güzel örneklerini vererek hareket ve davalarını canlı tutmuşlar ve günden güne geliştirmişlerdi. Her türlü engele rağmen İslâmın sesi Arabistan'ın her köşesine yayılmıştı. Arabistan'ın tek bir kabilesi yoktu ki, bundan üç-dört kişi Rasûlullah’ın (s.a.s.) dâvetinden etkilenmiş olmasın. Bizzat Mekke'de kelleyi koltukta taşıyan fedailer hatırı sayılır bir grub olmuşlardı. Medine'de Evs ve Hazrec gibi kuvvetli kabilelerin hemen hemen bütün üyeleri Rasûlullah'ın ve müslümanların destekçisi haline gelmişti, artık müslümanların daha rahat bir ortamda çalışabilmek için Mekke'den Medine'ye hicret edip kuvvetlerini toplama ve etkinliklerini daha geniş çapta gösterme zamanı gelmişti. İşte bu yol ayırımında İsrâ ve Mi'rac gibi, büyük tarihi ehemmiyet taşıyan olaylar meydana geldi. Rasûlullah (s.a.s.) göklere çıkarak Cenâb-ı Allah ile beraber oldu ve dünyaya döndükten sonra başından geçenleri ve İsrâ sûresinde yer alan kıssayı arkadaşlarına anlattı.
Mi'rac Vak'asının Kur’ân-ı Kerim'de ve Hadislerde Anlatılış Biçimi: İsrâ Sûresinin ilk âyetinde Rasûlullah'ın sadece Mescid-i Haram (Beytullah)'dan Mescid-i Aksâ'ya (Kudüs) götürülmesinden bahsedilmiştir. Bunun amacı da, Cenâb-ı Allah'ın kendi kuluna bazı alamet ve işaretlerini göstermek olduğu belirtilmiştir. Kur’ân-ı Kerim'de İsrâ veya Mi'rac ile ilgili başka teferruat yoktur. Fakat hadislerde ve siyerlerde bu vak'a ayrıntılı biçimde ele alınmıştır. Bu vak'ayı rivâyet eden sahabelerin sayısı en az 25'tir, ki istikrar ile bu sayı 45'e kadar çıkıyor. Bu rivâyetlerin en etraflıcası Hz. Enes bin Mâlik, Hz. Ebû Hureyre, Hz. Ebû Sa'id el-Hudrî, Hz. Mâlik bin Sa'sa'a, Hz. Ebû-Zer Gifârî, Hz. Şeddâd bin Evs, Hz. Abdullah bin Abbâs, Hz. Abdullah bin Mes'ud ve Hz. Ümm-ü Hani'nin rivâyet ettikleridir.
Hadislerde verilen etraflıca bilgiye göre gece vakti Cebrâil (a.s.) Rasûlullah’ı (s.a.s.) uyandırıp burâk (at) üzerinde Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya götürdü. Rasûlullah (s.a.s.) Mescid-i Aksâ'da diğer peygamberler ile birlikte namaz kıldı. Daha sonra semâya yolculuk etti ve göğün çeşitli katlarında muhtelif büyük peygamberlerle buluştu. Semânın en yüksek katına yükseldikten sonra da Cenâb-ı Allah'ın huzuruna çıktı. Rasûlullah'ın, Allahu Teâlâ tarafından kabulü sırasında ümmetine beş vakit namaz farz olundu. Bu kabulden sonra Hz. Peygamber (s.a.s.) Kudüs'e ve oradan da Mescid-i Haram'a döndü. Bu kudsi yolculuk sırasında Hz. Peygamber’e (s.a.s.) Cennet ile Cehennem'in de gösterildiği şeklinde rivâyetlerde ifâde olunmuştur. Ayrıca rivâyetlerden, ertesi gün Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu yolculuktan bahsedince kâfirlerin buna çok güldüğü, bunu bir alay konusu yaptığı, Müslümanlardan bazısının imanında sarsıldığı sabittir.
Hadis-i Şeriflerdeki bu ayrıntılar Kur’ân-ı Kerim'e aykırı değildir, aksine Kur’ân-ı Kerim'in ifâdesinin izahı mâhiyetindedirler. Bu sebeple, hadislerdeki bu ek bilgilerin reddedilmesi için ortada herhangi bir sebep yoktur.
Mi'rac Fiilen ve Bedenen miydi, Yoksa Mânen mi? Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Mi'râc yolculuğu nasıldı? Bu yolculuk rüyada mı yapılmıştı, yoksa uyanık ve
İSRÂ VE MÎRAC
- 581 -
ayıkken mi? Rasûlullah (s.a.s.) bu yolculuğa fiilen ve bedenen mi çıkmıştı; yoksa bir yerde otururken mânen ve hayaller âleminde mi semâyı gezmişti? Bu sorunun cevabını bizzat Kur’ân-ı Kerim'in kelimeleri vermektedir. "Sübhân-ellezi esrâ" ile söze başlamak gösteriyor ki, bu çok fevkalâde ve muazzam bir vak'a idi ve sadece Allah'ın kudretiyle vuku buldu. Rüyasında bir kişiye bu gibi şeylerin gösterilmesi ya da bir kişinin ilhâm ve keşif yoluyla bunlara tanık olması, böylesine kuvvetli bir ifâde ile söze başlamayı gerektirmez. "Her türlü ayıp ve kusurdan münezzeh olan Allah, kuluna (rüyasında veya ilhâm yoluyla) âyetlerinden bazısını göstermek için..." gibi bir ifâde kullanıldığı takdirde rüya veya ilhamın pek değer taşımadığı ortaya çıkar. Bunun yanı sıra, "gece vakti götüren" deyimi de Mi'râc'ın fiilen ve bedenen olduğunu göstermektedir. Rüyada, ilhamda veya hayalde bir kişiye bir yerin gezdirilmesi için "götürme" fiilinin kullanılması uygun olmaz. Onun için, bu yolculuğun fiziksel ve vücutça olduğunu kabul etmek zorundayız. Bu sadece mânevî veya zihnî bir tecrübe değildi. Rasûlullah (s.a.s.) bu yolculuğa bilinçli olarak çıkmış ve her şeyi gözleriyle görmüştü.
Şimdi, Rasûlullah’ın (s.a.s.) uçak veya diğer herhangi bir vâsıta olmaksızın Cenâb-ı Allah tarafından Mekke'den Kudüs'e bir gecede gitmesi, mümkün idiyse, hadis-i şeriflerde yer alan diğer tafsilât niye mümkün olmasın? Bir şeyin mümkün olup olmaması bahsi ancak bir insanın kuvveti ve kudreti sözkonusu olunca ortaya çıkar. Eğer mesele, Allah ile ilgiliyse onun mümkün olması konusunda tereddüde düşmek, Allah’ın Kadir-i Mutlak sıfatına inanmamak anlamına gelir. Mâdem ki Allah her şeye kâdirdir, o zaman en umulmadık işleri yapabilir. Cenâb-ı Allah bir kulunu, maddeler âleminin en hızlı nesnesi olan ışığın bile milyarlarca yılda yetişebileceği bir yere bir ânda götürebilir. Zaman ile mekânın sınırları mahlûklar için geçerlidir. Kâinatın Yaratıcısı için değil.
Hadisleri İnkâr Edenlerin İtirazları: Mi'râc yolculuğu hakkında hadis-i şeriflerde yer alan tafsilatlı malûmata, hadis münkirleri tarafından muhtelif itirazlar yapılmıştır; ama bunlardan sadece ikisi dikkate değerdir.
Birincisi, bu vak'a, Cenâb-ı Allah'ın muayyen bir yerde kalması intibaını veriyor. Zira böyle olmasaydı, Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu kadar yol kat ederek O'nun yanına gitmesine ne gerek vardı?
İkincisi, henüz kıyamet kopmamış ve mahşerde kimsenin ameli hakkında muhakeme yapılmamışken, Rasûlullah’ın (s.a.s.) Cennet ve Cehennem'de gezdirilmesi ve Cehennem'de işkenceye tabi olan veya cezalarını çekmekte olan kulları görmesi nasıl mümkün olabilir? Eğer insanlara ceza ve ödül, kıyametten sonra verilecekse, sözkonusu insanların Cehennem'de ceza çekmelerinin anlamı nedir?
Dikkat edilirse bu iki itiraz da bilgisizlik ve dar görüşlülüğün mahsulüdürler. Birinci itiraz yanlıştır; zira Cenâb-ı Allah şüphesiz zaman ve mekân sınırının ötesindedir ve belirli bir makamı yoktur, ama mahlûklarıyla münasebetlerinde kendi zaafından değil kulları ve diğer yaratıklarının sınırlı durumu ve zaafından dolayı sınırlı bazı yollara başvurmayı tercih eder. Meselâ, Kadir-i Mutlak mahlûklarıyla konuşunca, insanların kolaylıkla dinleyip anlayabilecekleri yolları seçer. Hâlbuki bizzat Cenâb-ı Allah’ın kelâmı evrensel bir nitelik taşıyor. Aynı şekilde, Cenâb-ı Allah, kullarından birine, muhteşem saltanatının çeşitli alâmet ve örneklerini göstermek istediği zaman onu muayyen bir yere getiriyor ve o şeylerin bulunduğu yerleri gezdiriyor. Gâyet tabii ki, bir kul, bütün kâinatı aynı anda göremez.
- 582 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Cenâb-ı Allah için bu bir mesele değildir ve bir şeyi müşahede etmek için bir yerden bir yere gitmesine gerek yoktur. Ama kul bir yerden bir yere gitmeden, görmek ve gözlemek istediği şeyi göremez. Aynı durum Allah'ın huzuruna çıkılması için geçerlidir. Şüphesiz, Allah belirli bir yerde bulunmuyor, ama kulu onu bir yerde görmeye mecburdur, ve bu sebeple Allah'ın nuru orada toplanmalıdır.
İkinci itiraz da yanlıştır. Zira Mi'râc kandilinde Rasûlullah’a (s.a.s.) gösterilen pek çok şeyden bazısı temsil, gösteri ve prototip mahiyetinde idi. Meselâ, gezi sırasında, fitne yaratan bir söz; küçük bir delikten koskoca bir boğanın çıkması ve bir daha o deliğe girmeyişi olarak gösterildi. Temsillerden biri de zina yapanların durumuydu. Zinâ yapanlar, önlerinde taze ve nefis et varken, bozuk, kokuşmuş ve çürümüş ete rağbet eden kişiler olarak gösterildi. Aynı şekilde Rasûlullah’a (s.a.s.) Cehennem'de bazı kimselerin azap ve cezâ çektikleri gösterilmişse bunlar da sadece birer gösteriydi. Anlatılmak istenen; kötü amel işleyenlerin Kıyamet'ten sonra Cehennem'de aynı şekilde yanacaklarını veya azap çekeceklerini bilmeleriydi.
Mi'rac konusunda şunu unutmamalıyız ki, peygamberlerden her biri, kendi mevki ve makamına göre, Cenâb-ı Allah tarafından yeryüzünde ve göklerdeki meleklerle tanıştırılmış ve aradaki maddî perde aralanarak gaibdeki ebedi gerçekler gösterilmiştir. Zaten gaibten gelen bu bilgilerden dolayıdır ki, peygamberler, alelade düşünür ve filozoflardan üstün bir mevkiye sahip bulunuyorlar. Bir düşünür veya filozof ne söylüyorsa kıyas ve tahmine dayanarak söylüyor. Fakat, peygamberlerin söyledikleri doğrudan elde ettiği bilgi ve gözleme dayanıyor. Böylece, peygamberler filozoflara göre daha emin bir şekilde gaibden ve bazı bilinmeyen gerçeklerden haber verebiliyorlar.
Mi'râc'ın Bir Rüya Olduğunu Söyleyenlerin İleri Sürdükleri Deliller: Mi'râc'ın bir rüya olduğunu ispat etmeye çalışanlar, umumiyetle iki delil ileri sürerler. Bunlar, İsrâ sûresinin 60. âyetinde "temâşâ" kelimesiyle bunun ima edildiğini öne sürerler, ileri sürdükleri birinci delil budur. İkinci delil ise şudur: Hz. Âişe'nin bir rivâyetinde "Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vücudu değil, rûhu götürülmüştü" ifâdesi kullanılmıştır.
Ne var ki, ortaya atılan ilk delili bizzat Kur’ân-ı Kerim takbih ve tekzip etmektedir. Şimdi asıl âyete bir göz atalım. Âyette, "Sana gösterdiğimiz o temâşâyı bir fitne (imtihan) yaptık" denilmiştir. Bu âyette "temâşâ" kelimesini rüya anlamında kullanmak ve bunun fitne yapılması herhangi bir anlam taşır mı? Rüyada insan her şeyi görür. Eğer Rasûlullah (s.a.s.) deseydi ki: "Ben rüyamda bu gece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya gittim"; o zaman herhangi bir fitne çıkmasına gerek var mıydı? Böyle bir durumda ne bir müslümanın imanı çetin bir sınavdan geçerdi, ne de kâfirler bunu alaya alabilirlerdi. Hiçbir kimse de kalkıp bu yolculuğun ispatı için Rasûlullah’ın (s.a.s.) bir delil göstermesini istemeyecekti. Fitne çıkma ihtimali ancak Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu yolculuğu bedenen ve şuurlu bir şekilde yapmış olmasını anlatması durumunda ortaya çıkabilirdi.
Ayrıca, asıl âyette kullanılan Arapça "rüya" kelimesinin sadece "rüya" anlamına geldiğini iddia etmek de doğru değildir. Arapça sözlüğünde gerek "rüya" gerekse "ru'yet" kelimesi aynı anlamdadırlar ve birbirinin yerine rahatlıkla kullanılabiliyor. "Kurbâ" ve "kurbet" kelimeleri de aynı şekilde eş anlamda kullanılabiliyor. Arap dilinin en büyük uzmanlarından sayılan Hz. Abdullah bin Abbas
İSRÂ VE MÎRAC
- 583 -
(r.a.) Kur’ân-ı Kerim'in sözkonusu âyetini tefsir ederken şu açıklamada bulunmuştur: "Bu, Hz. Peygamber'in Kudüs'e gittiği gece kendi gözleriyle gördüğü bir temâşâ idi". (Buhârî, Tirmizî, Nesâî). Sa'id bin Mansûr, Hz. Abdullah bin Abbas'ın bu rivâyetini naklederken şu kelimeleri de eklemiştir: "Bu, rüyalarda görülen bir temâşâ değildi". Sa'id bin Mansur başka bir senetle Hz. Abdullah bin Abbas'ın şu sözlerini de nakletmiştir: "Bu kelimeden, Kudüs yolunda Rasûlullah’a (s.a.s.) gösterilen temâşâ kastedilmiştir".
Şimdi gelelim Hz. Âişe (r.a.) ile ilgili hâdiseye. Aslında Hz. Âişe'ye ait olduğu söylenen bu hadis senet bakımından çok zayıftır. Muhammed bin İshâk bunu şu kelimelerle nakletmiştir: "Ebû Bekir ailesinden bazı kimseler (veya bir kişi), Hz. Âişe'nin şöyle dediğini bana rivâyet etmişlerdir: "Bu gibi kelimelerle anlatılan bir hadisin kaynağının meçhul olduğu ortadadır. Böyle meçhul senetli hadisin mutlaka Hz. Âişe'ye ait olduğu nasıl söylenebilir? Buna karşı çok daha sağlam senetlerle bizzat Rasûlullah’ın (s.a.s.) ağzıyla anlatılan rivâyetler nasıl reddedilebilir? Bu rivâyetler pek çok doğru ve kuvvetli senetlerle son derece güvenilir ve geçerli hadis kitaplarında Hz. Enes bin Mâlik, Hz. Mâlik bin Sa'sa'a, Hz. Ebû Hureyre, Hz. Ebû Sa'id el-Hudrî, Hz. Ebû Zer Gifârî, Hz. Şeddâd bin Evs ve diğer muhterem sahabeler tarafından naklolunmuştur. Bizzat Hz. Âişe'nin bir rivâyeti var ki, Beyhakî tarafından muttasıl senetlerle naklolunmuştur. Bunda şu ayrıntılara rastlıyoruz: "İsrâ'nın sabahı, Hz. Peygamber (s.a.s.) gece geçirdiği tecrübeyi anlatıyordu. Bu hikâyeyi anlatması üzerine kendisine iman etmiş olan birkaç kişi mürted (dinden döndü, dönek) oldu. Bu şahıslar bu haberi Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e getirdiler ve "baksana senin arkadaşın ne diyor? O diyor ki kendisi bu gece Kudüs'e götürülmüştür" dediler. Hz. Ebû Bekir, 'O öyle mi diyor' diye sordu. Onlar 'evet' dedi. Hz. Ebû Bekir dedi ki, "eğer O öyle diyorsa doğrudur". Onlar, "Onun aynı gece Kudüs'e gidip sabah geri döndüğü yolundaki ifâdesini de mi doğru buluyorsun?" diye sordular. Hz. Ebû Bekir dedi ki: "Ben sabah, akşam, onun gökten gelen haberlerini tasdik ederim." Şimdi, Hz. Âişe'nin bu ifâdesini gözönünde bulundurursak, daha önce zikrettiğimiz senedi meçhul rivâyetinin doğru olduğunu söyleyebilir miyiz?
Mi'râc'ın Hakikati: Mi'rac vak'ası aslında zamanın akışını değiştiren ve tarih sayfalarına kalıcı iz bırakan, insanlık tarihinin en büyük olaylarından biridir. Mi'râc'ın asıl önemi, keyfiyetinde veya mahiyetinde değil, güttüğü amaç, hedef ve doğurduğu sonuçlardadır.
Gerçek şu ki, üzerinde yaşamakta olduğumuz dünya denilen gezegen, Cenâb-ı Allah’ın uçsuz bucaksız muhteşem saltanatının çok küçük bir bölümüdür. Buraya gönderilen peygamberlere bir bakıma genel vali, vali veya kaymakam diyebiliriz. Aslına bakılırsa, dünyevî hükümet ile ilâhi saltanat arasında büyük fark vardır. Bunun icapları da farklıdır. Çünkü dünyevî bir hükümette vali veya kaymakam sadece mülki amir oluyorlar ve sadece idari işlerle ilgilenirler. Hâlbuki ilâhi saltanatta vali veya kaymakam sıfatındaki peygamberler insanlara En Büyük Hükümdar'a tabi olma, onun emirlerine göre hareket etme, iyi ahlâk ve karaktere sahip olma, insanlığın yolunu aydınlatan hakiki ilim ve irfanı yayma ve kültür ve medeniyetin altın usûllerini öğretme şekillerim gösterirler. Fakat yine de her ikisi arasında bir benzerlik vardır. Dünyada merkezi hükümetler, ancak güvendikleri ve işin ehli olarak tanıdıkları kişilere valilik görevi verirler. Bu görevi üstlenen valilere idarenin iç mekanizması anlatılır, hükümetin güttüğü genel
- 584 -
KUR’AN KAVRAMLARI
politikası anlatılır ve de alelade vatandaşların bilemediği birtakım devlet sırları anlatılır. Allah'ın saltanatı da hemen hemen aynı çizgilerde bulunur. Burada da Allahu Teâlâ'nın en güvendiği kişileri peygamberlik mertebesine yükseltilir. Ve bu makama getirildikten sonra bizzat Allah onlara ilâhi nizamın nasıl kurulmuş olduğu ve nasıl çalıştığını gösterir. Allah, onlara diğer insanların bilemediği ve bilmelerinde herhangi fayda da bulunmayan Kâinat'ın bazı sırlarını aşikâr eder. Meselâ, Hz. İbrâhim'e yeryüzü ve gökteki iç düzen hakkında bilgi verildi.2335 Hz. İbrâhim'e ayrıca Allah'ın ölüleri nasıl dirilttiği de gösterildi.2336 Hz. Mûsâ, Tûr dağında Allah’ın tecellisini ve nurunu gördü.2337 Hz. Mûsâ ayrıca özel bir kulla dolaştırıldı ki, Allah'ın iradesine göre din ve dünya işlerinin nasıl yapıldığını görebilsin.2338 Rasûlullah (s.a.s.) da benzeri tecrübelerden geçirildi. Rasûlullah (s.a.s.) bazen Allah'a yakın olan meleklerden birini açık bir biçimde gökte görüyordu,2339 bazen da melek kendisine aralarında iki yay kadar mesafe bulunmayacak derecede yakın oluyordu,2340 bazen aynı melek Rasûlullah'ı Maddeler âleminin son haddi olan Müntehaya götürüyor ve orada Rasûlullah, Allah'ın büyük işaretlerini görüyor.2341 Fakat, Mi'rac sadece gözlem ve incelemeden ibaret değildi ve bunun önemi çok daha büyüktü. Mi'rac'ı şöyle bir olaya benzetebiliriz: En Büyük Hükümdar, tayin ettiği valisini çok önemli bir tarihte başkente dâvet edip kendisine bazı özel görevler veriyor ve bu arada kendisine bazı tenbih ve direktiflerde de bulunuyor. İşte Hz. Peygamber (s.a.s.) de bu şekilde Cenâb-ı Allah'ın huzuruna çağırıldı. Zira İslâmî davet bir dönüm noktasına gelmişti ve bu noktada Rasûlullah’a (s.a.s.) bazı özel görev ve direktifler verildi.
Mi'rac Yolculuğunun Ayrıntıları: Şimdi biz akıllara durgunluk veren bu müthiş Mi'rac yolculuğunun ayrıntılı olarak yer aldığı hadislerin özetini sunmaya çalışacağız. Bundan sonra Rasûlullah'ın Mi'rac'tan döndükten sonra Cenâb-ı Allah tarafından dünyaya iletmek üzere ne mesaj getirdiğine değineceğiz.
Bilindiği gibi, Rasûlullah’ın (s.a.s.) peygamberlik makamına getirilmesinden sonra 12 yıl geçmişti. Yaşı 52 idi. Günlerden birinde Kâbe'de uyurken Cebrâil (a.s.) gelip kendisini uyandırdı. Rasûlullah (s.a.s.) henüz uyku sersemliğinde iken zemzeme götürüldü ve orada Cebrâil tarafından göğsü yarıldı. Cebrâil, Rasûlullah'ın göğsünün içini zemzem suyuyla yıkadı ve ilim, metânet, zekâ, iman ve itimat ile doldurdu.2342 Hz. Ebû Hureyre ve Hz. Mâlik bin Sa'sa'a'nın rivâyetleri. Bazı diğer rivâyetlere göre İsrâ, Rasûlullah'ın amcasının kızı, Ümm-ü Hanî binti Ebî Tâlib'in evinde bulunduğu sırada başlamıştı. Rasûlullah (s.a.s.) o zaman yatsı namazından sonra uyuyordu. İbni Cerîr Ebû Ya'lâ ve Taberânî bizzat Umm-i Hânîye ve Beyhakî, Hz. Ali'ye Hz. Abdullah bin Mes'ud'a ve Hz. Abdullah bin Abbas'a istinâden nakletmiştir. "Tabakat-ı İbni Sa'd" da Vakîdî'nin rivâyetine göre İsrâ, Şi'b-i Ebî Tâlib'de başlamıştı. Buhârî ve Müslim'de Hz. Ebû Zer ve Müsned-i Ahmed'de Hz. Übey bin Ka'b'ın rivâyetine göre, Cebrâil, evin
2335] 6/En'âm, 75
2336] 2/Bakara, 260
2337] 7/A'râf, 143
2338] 18/Kehf, 60-82
2339] 81/Tekvir, 23
2340] 53/Necm, 6-9
2341] 53/Necm; 13-18
2342] Bk: Buhârî Müslim, Müsned-i Ahmed, İbni Cerîr, Beyhakî, Hâkim, İbni Ebî Hatîm, Taberânî ve Bezzâr'da;
İSRÂ VE MÎRAC
- 585 -
çatısından içeriye girerek Rasûlullah'ı götürdü. Fakat bütün rivâyetlerde herhangi bir tezâd veya tenakuz yoktur. Ümmü Hanî'nin evi Şi'b-i Ebî Tâlib'de idi. Cebrâil aynı evin çatısından inmişti ve Rasûlullah henüz uykuda iken Mescid-i Haram'a götürdü ve daha sonra yukarıdaki olay meydana geldi.). Cebrâil bundan sonra Rasûlullah'a binmesi için beyaz, boyu merkepten büyük ve katırdan biraz küçük bir hayvan getirdi. Bu hayvan yıldırım gibi koşuyordu ve her adımı bir görüş mesafesi kadardı. Bu sebeple bunun adı "Burak" idi (Burak'ın bu özelliği bütün hadislerde aynıdır). Geçmişteki peygamberler de yolculuklarını bu hayvanla yaparlardı (İbni Cerîr, Beyhakî, "Delâil'de, İbni Ebî Hâtim, İbni İshâk, İbni Merdûye, Nesâî, İbni 'Âiz, "Meğazî"de, ve Süheylî "Ravdaül-Ünuffta diyorlar ki, Hz. İbrâhim (a.s.) Burak üzerine binerek Hz. Hacer ve sütten kesilmemiş olan bebeği, İsmail'i Mekke'ye götürmüştü. Fakat bu yazarlar bu rivâyetin kaynağını göstermemişlerdir). Rasûlullah bu hayvana binerken hayvan irkildi. Rivâyete göre Cebrâil "Burak"a şöyle dedi: "Hey, ne yapıyorsun, Muhammed gibi büyük bir şahsiyet şimdiye kadar senin üstüne binmemiştir" dedi ve okşadı. Burak da utançtan terledi 2343. Önce Rasûlullah, daha sonra Cebrâil bu hayvana bindiler ve yola koyuldular (İbn Cerir, Beyhakî, Nesâî, Hâkim, İbn Ebî Hâtim, Taberânî, Bezzâr her an Rasûlullah'ın yanında olduğunu beyan etmişlerdir. Taberânî'de yer alan Abdurrahman bin Ebî Leylâ'nın rivâyetine göre Cebrâil, Burak'ın arkasında idi ve Rasûlullah'ı önüne oturttu. Ebû Ya'lâ, Hâkim ve İbn Hibbân'ın Hz. Abdullah bin Mes'ud'a dayanarak naklettikleri rivâyete göre Cebrâil önde oturuyordu ve daha sonra Rasûlullah'ı arkasına oturttu. Tirmizî, Nesâî ve Müsned-i Ahmed'e yer alan Hz. Huzeyfe'nin rivâyetinde deniliyor ki, Rasûlullah ve Cebrâil ikisi de Burağa binmişlerdi. Bu rivâyette kimin önde kimin arkada oturduğu izah edilmemiştir. (Bu rivâyet Hz. Enes bin Mâlik'e ait olup Nesâî'de yer almıştır. Beyhaki'deki Hz. Şeddâd bin Evs'in rivâyeti ise bundan biraz farklıdır. Bunda, Rasûlullah'ın, Tûr dağında değil, Medyen'de bir ağaç yanında namaz kıldığı ifâde olunmuştur. Adı geçen ağacın gölgesinde Hz. Mûsâ (r.a.), iki kadının küçük baş hayvanlarına su içirdikten sonra, biraz dinlenmek için oturmuştu). İlk durak Medine idi, burada Rasûlullah hayvandan inip namaz kıldı. Cebrâil dedi ki: "Siz hicret edip buraya geleceksiniz". İkinci durak Tûr dağıydı; ki, burada Hz. Mûsâ, Allah ile konuşmuştu. Üçüncü durak Hz. Îsa'nın doğduğu Beyt'ul-Lahm'dı. Dördüncü durak Kudüs'tü, ki Burak'ın uçuşu burada son buldu (Bu rivâyet Hz. Enes bin Mâlik'e ait olup Nesâî'de yer almıştır. Beyhaki'deki Hz. Şeddâd bin Evs'in rivâyeti ise bundan biraz farklıdır. Bunda, Rasûlullah'ın, Tûr dağında değil, Medyen'de bir ağaç yanında namaz kıldığı ifâde olunmuştur. Adı geçen ağacın gölgesinde Hz. Mûsâ (r.a.), iki kadının küçük baş hayvanlarına su içirdikten sonra, biraz dinlenmek için oturmuştu).
Dalâlette Olan ve Dalâlete Çağıran Çeşitli Kuvvetler: Mi'rac yolculuğu sırasında seslenen bir kişi, "buraya gel" dedi. Rasûlullah o tarafa hiç tenezzül etmedi. Cebrâil dedi ki: "Bu adam sizi Yahudiliğe çağırıyordu." Biraz sonra başka bir ses geldi, "bu tarafa gel". Rasûlullah o tarafa da başını çevirmedi. Cebrâil, "bu Hıristiyanlığa davet ediyordu" dedi. Bundan sonra çok süslü püslü ve şuh bir kadın geldi ve Rasûlullah'ı kendisine çağırdı. Rasûlullah ondan da yüzünü çevirdi. Cebrâil bu kadının "dünya" olduğunu söyledi. Bundan sonra Rasûlullah yaşlı bir kadın ile karşılaştı. Cebrâil dedi ki: "dünyanın geriye kalan ömrünü bu kadının
2343] Müsned-i Ahmed, Tirmizî, İbn Hibbân, İbni Cerîr, İbni İshâk ve İbni Sa'd
- 586 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ömrüne kıyaslayın". Daha sonra bir kişi daha geldi ve o da Rasûlullah'ın dikkatini çekmek istedi. Rasûlullah onu da bıraktı. Cebrâil dedi ki: "Bu Şeytan'dı ve sizi yolunuzdan ayırmak istiyordu" (Bu olaylar zincirinin çeşitli bölümleri, hadis ve siyerlerde yer almıştır.2344
Kudüs'te Namaz: Kudüs'e vardıktan sonra Rasûlullah Burak'tan indi ve ipini diğer peygamberlerin bağladıkları yere bağladı 2345. Bir başka rivâyete göre Cebrâil bir kaya parçasına parmağını sokarak deldi ve Burağı oraya bağladı 2346. Rasûlullah (s.a.s.) Hz. Süleyman'ın mâbedine girdi. (Bu tapınak o sıralarda harâbe halinde idi, ama izleri mevcuttu ve Bizans İmparatoru Jüstinianus buraya bir kilise inşa ettirmişti). Rasûlullah orada, dünyanın kuruluşundan kendi zamanına kadar görevlendirilmiş olan peygamberleri gördü. Rasûlullah varır varmaz bu peygamberler namaz için saf düzenleyip ve kendilerine imamet edecek birini beklediler. Cebrâil, Hz. Peygamber'i elinden tutarak öne götürdü. Rasûlullah bütün peygamberlere imamlık yaptı 2347. Bundan sonra Hz. Peygamber'e üç kap getirildi. Birinde su, ikincisinde süt, üçüncüsünde şarap vardı. Rasûlullah süt dolu kabı eline aldı. Cebrâil kendisini kutladı ve dedi ki: "Siz fıtratın yolunu buldunuz" (Taberânî'de Hz. Suheyb, İbn Cerir'de Hz. Enes ve Ebû Hureyre ve İbn İshâk'ta çeşitli mümtaz ulemânın rivâyeti yukarıda anlattığımız gibidir. Fakat bu hususu rivâyetlerde bazı ihtilâflar vardır. İbn Cerîr, Beyhakî'de Hz. Sa'id bin Müseyyeb'in mürsel rivâyetinde de iki kaptan bahsedilmiştir. Fakat bu rivâyette deniliyor ki, bir kapta süt, diğerinde şarap vardı. İbn Ebî Hâtim, Bezzâr ve Taberânî'de Hz. Şeddâd bin Evs'in rivâyeti var. Bunda da iki kaptan bahsedilmiştir ama birinde süt diğerinde bal olduğu kaydedilmiştir. Buna karşılık, Müsned-i Ahmed, Buhâri ve Müslim'de Hz. Mâlik bin Sa'sa’a’nın rivâyeti var. Buna göre Sidret-ul Münteha da Rasûlullah'a üç kap takdim edildi. Birinde şarap, diğerinde süt ve üçüncüsünde bal vardı. Fakat bütün rivâyetlerde Hz. Peygamber'in sütü seçtiğinde ittifak edilmiştir).
Bundan sonra Rasûlullah'a bir merdiven takdim edildi; ve Cebrâil bununla Rasûlullah'ı semâya götürdü. Arapçada merdivene "Mi'rac" denilir ve bu sebeple bütün bu olaya "Mi’rac" denilmiştir 2348. Ancak İbn Ebi Hâtim Hz. Enes'e dayanarak naklettiği rivâyette Cebrâil'in Hz. Peygamber'i elinden tutarak semâya götürdüğünü kaydetmiştir).
Birinci Semâda: Rasûlullah ilk semâya varınca kapısının kapalı olduğunu gördü. Nöbetçi melekler "kim geliyor?" diye sordular. Cebrâil (a.s.) kendi ismini söyledi. Melekler, "seninle beraber olan kimdir?" diye tekrar sordular. Cebrâil, "Muhammed" dedi. Kendisinin çağırılıp çağırılmadığını sordular. Cebrâil "evet" dedi. Bunun üzerine kapı açıldı; ve Hz. Muhammed muhteşem bir şekilde karşılandı (Bütün hadislerde, her semâ'nın kapısında Cebrâil ile muhafız melekler arasında bu nevi konuşma geçtiği kaydedilmiştir. Melekler, gelenin Hz. Cebrâil ve Rasûlullah (s.a.s.) olduğundan emin olduktan sonra kapıyı açıyorlardı). Burada
2344] Tafsilât için bk: Beyhakî, "Delâil" Taberânî, "Evsat", İbn Cerir, İbn Hatim, İbn İshâk ve İbn Merdûye
2345] Bak: Müsned-i Ahmed, Müslim, İbn Cerîr, Beyhakî, İbn Ebî Hâtim, İbn İshâk, İbn Sa'd, İbn Merdûye
2346] Tirmizî, Hâkim, İbn Ebî Hâtim
2347] Bk: İbn Cerîr, Beyhakî, Taberânî, Nesâî, İbn Ebî Hâtim, Müsned-i Ahmed, İbn Sa'd
2348] Bk: İbn Cerir, Beyhakî, İbn Hâtim, İbn İshâk, İbn Merdûye, (Hz. Ebû Sa'id Hudrî'nin rivâyeti
İSRÂ VE MÎRAC
- 587 -
Rasûlullah, melekler, insanların ruhları ve o sırada orada hazır bulunan büyük şahsiyetlerle tanıştırıldı. Ayrıca burada mükemmel ve ihtiyar bir insan ile de tanıştırıldı. Bu zat, boyu, poşu ve vücut yapısı itibarıyla eksiksiz bir insandı. Cebrâil kendisinin Hz. Âdem (a.s.) olduğunu söyledi; "yani sizin atanız". Bu zatın sağında ve solunda pek çok kişi vardı. Hz. Âdem, kendi sağına baktığı zaman seviniyor, soluna baktığı zaman da üzülüyor ve ağlıyordu. Rasûlullah, "mesele nedir?" diye sordu. Cebrâil dedi ki "bunlar insan ırkıdır. Hz. Âdem sağındaki iyi ve dürüst insanları görerek seviniyor, ama solundaki kötü ve sapık evlatlarını görerek ağlıyor." 2349
Bundan sonra Rasûlullah'a her şeyi ayrıntılı bir biçimde inceleme imkânı verildi. Rasûlullah bir yerde çiftçilerin tarlalarda çalıştığını gördü. Bu çiftçiler ne kadar mahsul devşiriyorlar idiyse mahsul o kadar büyüyordu. Rasûlullah, bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar Allah yolunda cihad edenlerdir.
Rasûlullah daha sonra bazı kimselerin başlarının ezilmekte olduğunu gördü. Bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar namaz için ağır hareket ediyorlardı ve namaz için başlarını kaldırmıyorlardı. Rasûlullah (s.a.s.) yamalı elbiseler giymiş olan bazı kimseleri gördü. Bunlar hayvanlar gibi ot yiyorlardı. Rasûlullah (s.a.s.) bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar mallarından zekât veya sadaka vermiyorlardı.
Hz. Peygamber (s.a.s.) bir kişinin ağaç ve tahtalar toplamakta olduğunu ve bunları kaldırmakta güçlük çektiği zaman bunlara daha çok tahta eklemekte olduğunu gördü. Rasûlullah, bu kişinin kim olduğunu sordu. Dediler ki, bu adam zaten emânet ve mes’ûliyetin yükünü taşıyamıyordu, fakat bunları azaltmak yerine daha da artırdı. Hz. Peygamber bundan sonra bazı kimselerin dil ve dudaklarının makaslarla kesilmekte olduğuna tanık oldu. Bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar dedikoduculardır ki serbestçe konuşuyor ve fitne çıkarıyorlardı.
Rasûlullah bir yerde, bir taşta küçük bir delik gördü. Bu delikten kocaman bir boğa çıktı, daha sonra aynı deliğe dönmek istedi, ama giremedi. Rasûlullah, meselenin ne olduğunu sordu. Dediler ki, bu fitne yaratan sorumsuz bir kişidir, ki önce düşünüp taşınmadan bir şey söylüyor veya fitne yaratıyor, ama sonra pişman olup hatasını telafi etmek istiyor, ama edemiyor. Bir başka yerde adamlar hep kendi vücutlarının etlerini kesip yiyorlardı. Rasûlullah (s.a.s.) bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar başkalarına dil uzatıyor ve onlarla alay ediyorlardı. Bu adamların yanında bazı diğer kimseler vardı. Bunların tırnaklan bakırdandı ve ağız ve göğüslerini dövüyorlardı. Rasûlullah (s.a.s.) bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar insanların arkasından konuşuyor ve namuslarına leke sürmek istiyorlardı. Bazı diğer kimseler vardı ki, dudakları develer gibiydi ve bunlar ateş yiyordu. Rasûlullah (s.a.s.) bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar yetimlerin mallarını yiyorlardı.
Bir süre sonra Rasûlullah karınlan şişmiş ve yılanlarla dolu kişileri gördü. Gelip geçenler onları eziyordu, fakat onlar yerlerinden kıpırdayamıyorlardı. Rasûlullah bunların kimler olduğunu sordu, dediler ki, bunlar faiz ve haram
2349] Buhârî, Müslim, Müsned-i Ahmed, İbn Cerir, Beyhaki, İbn Ebi Hâtim, İbn İshâk, Hâkim, Taberânî, Bezzâr -Muhtelif râviler
- 588 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yiyenlerdir. Bundan sonra bazı diğer kimseler görüldü. Bu adamların bir tarafında gâyet güzel ve temiz et vardı, ama diğer tarafta çürümüş ve kokuşmuş et vardı. Bu adamlar iyi eti bırakıp kötü eti yiyorlardı. Rasûlullah (s.a.s.) dedi ki, bunlar kimlerdir? Dediler ki, bunlar kendilerine helâl olan koca veya kanlarını bırakıp zina yapan ve haram olanlarla nefislerini tatmin eden erkek ve kadınlardır. Rasûlullah (s.a.s.) bundan sonra göğüsleriyle asılı kadınları gördü. Rasûlullah bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar kocalarına onlardan olmayan çocukları Musallat eden kadınlardır (Bu gözlem ve incelemelerin Kudüs'te mi yoksa, ilk semâda mı olduğuna dair rivâyetlerde biraz ihtilâf vardır. Ayrıca bütün bu gözlem ve incelemeler topluca anlatılmamıştır. Biz hepsini bir arada topladık. 2350
Bu gözlemler sırasında Rasûlullah bir melekle buluştu. Bu melek, Rasûlullah'a çok soğuk davrandı. Rasûlullah, Cebrâil (a.s.)'e sordu, "şimdiye kadar görüştüğüm bütün melekler güleryüzlü ve nazikti, ama bu melek çok sert ve kaba davranıyor. Bunun sebebi nedir?" Cebrâil (a.s.) dedi ki, "o gülmez ki, Cehennem'in bekçisidir." Bundan sonra Rasûlullah, Cehennem'i görmek istedi. Cebrâil (a.s.) derhal Rasûlullah’ın (s.a.s.) gözünün perdesini çekti ve Cehennem bütün dehşetiyle gözünün önüne geldi 2351.
Daha Sonraki Semâlarda
Bu safhadan geçtikten sonra Rasûlullah (s.a.s.) ikinci semâ'ya vardı. Burada tanıştırılan ileri gelen ve mümtaz şahsiyetler arasında iki genç vardı: Hz. Yahya ve Hz. Îsa (a.s.). Üçüncü semâda Rasûlullah (s.a.s.) öyle bir şahsiyetle tanıştırıldı ki, kendisi yakışıklılığı bakımından yıldız gibi olan diğer insanların yanında, bir dolunay gibiydi. Kendisinin Hz. Yusuf (a.s.) olduğunu öğrendi.
Rasûlullah (s.a.s.) dördüncü semâ'da Hz. İdris (a.s.), beşinci semâ'da Hz. Harûn ve altıncı semâ'da Hz. Mûsâ (a.s.) ile tanıştı. Rasûlullah (s.a.s.) yedinci semâda muhteşem ve göz kamaştırıcı bir saray gördü. Bu saraya melekler girip çıkıyorlardı. Burada Rasûlullah (s.a.s.) kendisine çok benzeyen muhterem bir zâtla müşerref oldu. O'nun Hz. İbrâhim (a.s.) olduğunu öğrendi 2352 Bazı rivâyetlerde bu peygamberlerin yerleri değişikti. Nesâî ile Müslim'de yer alan Hz. Enes bin Mâlik'in rivâyetine göre Dördüncü Semâ'da Hz. Hârun ve Beşinci Semâ'da Hz. İdris a.s. vardı, İbn Cerîr, Beyhakî, İbn Ebî Hâtim ve İbn Merdûye'de yer alan Hz. Ebû Sa'id Hudrî'nin rivâyetine göre ikinci Semâ'da Hz. Yusuf ve Üçüncü Semâ'da Hz. Yahya ve Hz. Îsa vardı).
Sidretu’l-Müntehâ: Bundan sonra Rasûlullah (s.a.s.) daha çok yükseldi ta ki Sidret'ul-Müntehâ'ya vardı. Sidret-ul Müntehâ, Yüce Allah’ın Divânı ile Mahlûklar Âlemi arasında bir sınırdır. Bu sınıra gelince bütün yaratıkların bilgisi tükeniyor. Bunun ötesinde ne varsa o gariptir, ki bunu Cenâb-ı Allah'tan başka kimse bilmez. Ne bir peygamber ne de bir melek. Aşağıdan (yerden ve göklerden) ne geliyorsa burada kabul ediliyor ve yukardan (Arş-ı Mualla) gelenler de buraya
2350] Bk: Müsned-i Ahmed, İbn Mâce, İbn Cerîr, Beyhakî, Hâkim, İbn Ebî Hâtim, Taberânî, Bezzâr, İbn İshâk, İbn Merdûye, Ebû Dâvûd. Râviler: Hz. Ebû Hureyre, Hz. Ebû Sa'id Hudrî ve Hz. Enes bin Mâlik
2351] Bk: Siret-i İbn Hişâm -İbn İshâk'a atfen- ve İbn Ebî Hâtim -Enes bin Mâlik'e atfen-
2352] Müsned-i Ahmed, Buhârî ve Müslim, (râvî: Mâlik bin Sa'sa'a), Müsned-i Ahmed, Müslim, İbn Ebî Hâkim, İbn İshâk -râvi: Ebû Hureyre-.
İSRÂ VE MÎRAC
- 589 -
teslim ediliyor. İşte bu mevkide Rasûlullah'a Cennet gezdirildi ve kendisi hiçbir gözün göremediği hiçbir kulağın duyamadığı ve hiçbir zihnin tasavvur edemediği nimet ve imkânların Allah'ın sâlih kullarına temin edildiğini gördü. 2353
Cebrâil, Sidretü’l-Müntehâ'da kaldı ve Rasûlullah sınırın ötesine geçti. Rasûlullah (s.a.s.) düz bir yere vardığında Cenâb-ı Allah'ı bütün celâli ve cemâliyle gördü. Aralarında geçen konuşmada Cenâb-ı Allah tarafından şu emirler verildi (İbn Ebi Hâtim ve Buhâri Kastallânî'nin "Mevâhib'de ifâde ettiği gibi, Cebrail kendi makamına vardıktan sonra Rasûlullah'a dedi ki, "Bundan sonra seninle Rabbin arasındaki iş kalıyor. Benim makamım burasıdır ve buradan öteye gidemem."):
1) Günde 50 vakit namaz kılınması farz olundu.
2) Bakara sûresinin son iki âyeti vahiy olundu.
3) Şirk hâriç bütün günahların affedilebileceği belirtildi.
4) Bir kişinin iyi amele niyetlendiği zaman hesabına iyi amel yazıldığı, bu ameli fiilen işlediği zaman da hesabına 10 iyi amel yazıldığı fakat kötü amele niyetlendiği zaman hesabına hiçbir şey yazılmadığı ve bunu fiilen işlediği zaman da hesabına sadece bir kötü amel yazıldığı ifâde olundu (Bütün hadislerde ilk etapta 50 vakit namazın farz olunduğu ifâde olunmuştur, diğer bilgiler şu hadis kitaplarından, edinilebilir: 2354
Hz. Peygamber, Cenâb-ı Allah'ın huzurundan ayrıldıktan sonra aşağıya inince Hz. Mûsâ (a.s.) ile karşılaştı. Hz. Mûsâ, Rasûlullah'ın macerasını dinledikten sonra dedi ki: "Ben, İsrâil oğullarından acı bir tecrübe edindim. Bana öyle geliyor ki, ümmetiniz 50 vakit namaza tahammül edemeyecektir. Gidin ve namaz sayısının azaltılması için ricada bulunun." Rasûlullah (s.a.s.) tekrar Yüce Allah'ın huzuruna çıktı ve namazların azaltılmasını rica etti. Namazlardan 10'u azaltıldı. Rasûlullah dönüşte yine Hz. Mûsâ ile karşılaştı ve Hz. Mûsâ kendisine aynı şeyleri söyledi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) tekrar Allah'ın huzuruna çıktı, bu defa da 10 vakit namaz azaltıldı. Böylece her defasında 10 vakit namaz azaltıldı. En nihâyet, günde beş vakit namaz kılınması emredildi ve bu namazların 50 vakit namaza eşit olduğu buyruldu (Bu husus da bütün hadislerde ittifakla belirtilmiştir. Yani, Rasûlullah (s.a.s.) Hz. Mûsâ'nın tavsiyesi üzerine her defasında gidip Allahu Teâlâ'dan namazların azaltılmasını istedi, tâ ki sayıları günde beş vakte indi ve Cenâb-ı Allah bunların 50 vakit namaza eşit olduğunu söyledi. Fakat rivâyetlerde rakamlar değişiyor. Bazılarında her defasında 10, bazılarında 5 ve bazılarında birkaç namazın azaltıldığı ifâde edilmiştir).
Dönüş: Dönüşte Rasûlullah (s.a.s.) aynı merdiven ile Kudüs'e indi. Burada yine toplu halde bulunan peygamberlerle buluştu. Rasûlullah (s.a.s.) kendilerine muhtemelen sabah namazı kıldırdı. Rasûlullah (s.a.s.) yine Burak'a bindi ve Mekke'ye döndü. 2355
Sabah ilk önce Rasûlullah (s.a.s.), amca kızı, Ümm-ü Hâni'ye başından
2353] Bk: Buhârî, Müslim, Nesâî, Tirmizî, Beyhakî, İbn Cerir, İbn Ebi Hâtim, İbn İshâk, İbn Merdûye
2354] Müslim, Nesâî, Tirmizî, Beyhakî, Müsned-i Ahmed, İbn Cerîr, İbn Ebî Hâtim, İbn İshâk, İbn Merdûye
2355] "El-Bidâye ven-Nihâye", c. 3, s. 112-113
- 590 -
KUR’AN KAVRAMLARI
geçenleri anlattı ve evden dışarıya çıkmak istedi. Ümm-ü Hâni elbisesini tuttu ve dedi ki: "Allah aşkına bu hikâyeyi halka anlatmayın. Yoksa, onlara sizi alaya almak için bir koz daha vermiş olacaksınız." Fakat, Rasûlullah (s.a.s.), "ben bunu mutlaka anlatacağım" diyerek evden çıktı. 2356
Rasûlullah (s.a.s.), Mescid-i Haram'a varınca Ebû Cehil ile karşılaştı. Ebû Cehil, "yeni bir haber var mı?" diye sordu. Rasûlullah, "var" dedi. Ebû Cehil, "nedir?" Rasûlullah, "ben bu gece Kudüs'e gittim" dedi. Ebû Cehil, "Kudüs'e mi?" diye hayret etti ve ekledi: "Sen bir gecede Kudüs'e gittin ve sabah buraya geri döndün?" Rasûlullah, "evet" dedi. Ebû Cehil, dedi ki: "Milleti toplayayım mı? Herkesin önünde aynı şeyi söyleyebilecek misin?" Rasûlullah dedi ki: "Tabii." Bunun üzerine Ebû Cehil, bağırıp çağırıp herkesi etrafına topladı ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) onlarla konuşmasını istedi. Rasûlullah (s.a.s.), herkese, geçirdiği tecrübeyi anlattı. Mi'rac vakasını dinledikten sonra millet Rasûlullah’ı (s.a.s.) alaya aldı. Bazıları kahkaha atıyordu, bazıları ellerini ellerine vuruyordu ve bazıları da şaşkınlık içinde başlarını elleri arasına almıştı. Kendileri şöyle diyordu: "İki aylık yolculuk bir gecede... Allah, Allah, imkânsız. Eskiden senin deli divâne olduğundan biraz şüphemiz vardı, ama şimdi inandık ki, sen gerçekten aklını kaçırmışsın." 2357
Hz. Ebû Bekir Sıddîk’ın (r.a.) Mi'rac Olayını Doğrulaması: Rasûlullah'ın Mi'rac ile ilgili anlattıkları bir ânda bütün Mekke'de herkes tarafından duyulmuş oldu. Bu olay, bazı müslümanların dinlerinden dönmelerine sebep oldu.2358 Fesatçı ve fitneci kişiler hemen Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) gittiler ve kendisine, görünürde tamamıyla imkânsız olan bu olayı anlatmak sûretiyle, Rasûlullah’a (s.a.s.) olan güvenini sarsmak istiyorlardı. Onlara göre, Hz. Peygamber'in sağ kolu sayılan Hz. Ebû Bekir'in İslâmı terketmesi ile İslâmî Hareket tamamıyla çökecekti. Fakat, Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in tepkisi tamamıyla değişik oldu. Hz. Ebû Bekir olayı dinledikten sonra dedi ki: "Eğer bu olayı gerçekten Rasûlullah (s.a.s.) anlatmışsa mutlaka doğrudur. Bunda şaşılacak ne var? Ben her gün ona gökten haber geldiğini duyuyor ve tasdik ediyorum."
Hz. Ebû Bekir (r.a.) daha sonra Mescid-i Haram'a geldi. Orada hem Rasûlullah (s.a.s.), hem onunla alay eden topluluk vardı. Hz. Ebû Bekir (r.a.) kendisine gerçekten bu olayı anlatıp anlatmadığını sordu. Rasûlullah (s.a.s.) "evet" dedi. Hz. Ebû Bekir (r.a.) dedi ki, "Ben Kudüs'ü görmüş ve gezmişimdir. Siz oranın haritasını ve plânını bana anlatın." Rasûlullah (s.a.s.) hemen oranın plânını açıkladı ve her şeyi öyle anlattı ki, sanki Kudüs onun gözünün önünde idi. Hz. Ebû Bekir’inm (r.a.) bu taktiğiyle Mi'rac vak'asını yalanlamaya çalışanlar büyük bir darbe yemiş oldular (Hâfız İbn Kesîr'in "El-Bidâye ven-Nihâye"de anlattığına göre, Hz. Ebû Bekir, Kudüs'le ilgili bilgiyi, Rasûlullah’ın (s.a.s.) bunu aktarması halinde, müşriklerin ağızlarının kapanacağı düşüncesiyle istemişti. Fakat Ebu Ya'lâ, Ümm-ü Hâni'ye dayanarak naklettiği rivâyette Beytül-Mukaddes (ya da Kudüs) ile ilgili bilgi isteyenin aslında Mutam bin Adinin olduğunu kaydetmiştir. Beyhakî, İbn Cerîr ve İbn Ebî Hâtim'in, Ebû Sa'id Hudrî'ye dayanarak verdiği bilgiye göre, Kudüs ile ilgili soruyu, Rasûlullah’ı (s.a.s.) yalanlamaya çalışan biri
2356] Taberânî, İbn İshâk, İbn Sa'd ve Ebû Ya'lâ -Hz. Ümm-ü Hanî'nin rivâyeti
2357] Müsned-i Ahmed, Nesâî, Beyhakî, Bezzâr ve Taberânî'de Hz. İbn Abbâs'ın rivâyeti, İbn Cerîr, Beyhakî, İbn Ebi Hâtim'de Ebû Said Hudrî'nin rivâyeti
2358] Müsned, Ahmed, Buhârî, Tirmizî ve Beyhakî'de Hz. Câbir bin Abdullah'ın rivâyeti, Müsned-i Ahmed ve Nesâî'de Hz. İbn Abbas'ın rivâyeti ve Beyhakî'de Hz. Âişe (r.a.)'nin rivâyeti
İSRÂ VE MÎRAC
- 591 -
sormuş idi. Müslim'de yer alan Ebû Hureyre’nin (r.a.) rivâyetine göre topluluktakiler bu soruyu sordular, zira onlar Rasûlullah’ın (s.a.s.) hayatında hiçbir zaman Kudüs'e gitmediğini biliyorlardı, ayrıca gece vakti olduğu için Kudüs ile ilgili bilgi vermesi zorlaşacaktı. Bu sebeple, Kudüs ile ilgili sorular sorulunca Kudüs şehri Allah tarafından Rasûlullah'ın gözünün önüne getirildi ve kendisi bu şehrin her yöresini görerek sorulan cevaplandırabiliyordu. Nihâyet, Rasûlullah'ın anlattıklarını Kureyşliler kabul etmek zorunda kaldılar. 2359
Başka Deliller: Hicâz ve Mekke'den pek çok kişi ticaret için Kudüs'e gidip gelirlerdi. Kudüs'ü görmüş olan, Rasûlullah’ın (s.a.s.) anlattığı harita ve plânın doğru olduğunu kabul ettiler. Fakat bundan sonra, da millet iyice tatmin olmamıştı ve başka deliler istiyordu. Rasûlullah (s.a.s.) dedi ki: "Mi'rac yolculuğu sırasında ben şu şu yerlerden geçtim ve şu şu kafileye rastladım. Kafilelerde şu mallar vardı. Kafilelerdeki develer Burak'ı görünce sıçradılar ve bunlardan biri filanca vadiye kaçtı. Ben kafiledekilere bu deve hakkında bilgi verdim. Dönüşte ben falan yerde falan kabilenin falan kabilesini gördüm. Herkes uyuyordu. Ben onların kaplarından su içtim ve suyun içildiğinin işaretini bıraktım." Rasûlullah (s.a.s.) bunun gibi bazı diğer şeyler söyledi. Hz. Peygamber'in bu söyledikleri, daha sonra adı geçen yerlerden gelen kafileler tarafından doğrulandı.2360 Böylece itiraz edenlerin dilleri sustu, ama kalblerinde daima bir tereddüt ve kuşku kaldı ve böyle bir şeyin nasıl olduğuna şaştılar. Bugün de pek çok kişinin aklı böyle bir olaya ermiyor.
Rasûlullah’a (s.a.s.) Günde Beş Vakit Namaz İle İlgili Verilen Emir: Mi'rac'ın yapıldığı geceden sonra iki gün Cenâb-ı Allah tarafından Cebrâil (a.s.) sık sık geldi ve Rasûlullah’a (s.a.s.) farz olunan beş vakit namazın saatlerini açıklamaya çalıştı. Cebrâil, ilk önce bütün namazlarda Rasûlullah'a imamlık yaptı, daha sonra bunların saatleri hakkında kendisine izahatta bulundu. İmam Ahmed, Nesâî, Tirmizî, İbni Hibban ve Hâkim bu rivâyeti Hz. Cabir bin Abdullah'a atfen nakletmişlerdir. İmam Buhârî de namazların zamanı konusundaki izahları Cebrâil’in (a.s.) yaptığını nakletmiştir. İmam Ahmed, Tirmizî, Ebû Dâvud, İbni Huzeyme, Dare-Kutni, Hâkim ve Abdurrezzak da benzeri bir rivâyeti, Abdullah bin Abbas'a atfen nakletmişlerdir ve İbn Abdulberr ile Kadı Ebû Bekir bin el-Arabi bunu teyit etmişlerdir. İmam Zührî'ye göre Hz. Ömer bin Abdulaziz'in yanında Hz. Urve bin Zübeyr'in, Cebrâil'in Rasûlullah'a namaz kıldırdığını anlatması üzerine kendisi hayret içinde şunları söyledi: "Urve, düşünsene, sen ne söylüyorsun? Yani, Rasûlullah, Cebrâil'in imametinde namaz mı kılmıştır?" Urve dedi ki: "Ben Beşir bin Ebi Mes'ud'dan duydum ve Beşir de Ebû Mes'ud Ensarî'den duydu, Ebû Mes'ud Ensarî de bizzat Rasûlullah'tan duydu ki: "Cebrâil nâzil oldu ve bana (Rasûlullah'a) imamlık yaptı ve ben onunla beş vakit namazlarımı kıldım." 2361
Mi'rac'ın Mesajı: Mi'rac yolculuğundan dünyaya döndükten sonra Rasûlullah’ın (s.a.s.) Allah'tan getirdiği mesaj, Kur’ân-ı Kerim'in İsrâ sûresinde 2-39. âyetlerine kadar kayıtlı bulunuyor. Bu mesajı ele alın ve de bu mesajın verildiği, hicretten bir yıl önceki şartlara bakın. Göreceksiniz ki, bu mesajda, İslâmi ilkeler üzerinde yeni bir devletin kurulmasından önce Rasûlullah ve sahabelerinin
2359] Bak: Buhârî, Müslim, Müsned-i Ahmed, İbn Cerir, Tirmizî, Beyhakî, İbn Sa'd, İbn Ebî, Hâlim, Bezzâr, Taberânî, Nesâî
2360] İbn Ebî Hâtim Bezzâr, Taberânî ve Ebû Ya'lâ
2361] Muvattâ, Buhârî, Müslim, Abdurrezzâk ve Taberânî
- 592 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ihtiyaç duydukları bütün direktifler yer almıştır.
İsrâil Oğullarının Tarihinden İbret: Bu mesajda Mi'rac'tan bahsedildikten sonra ilk önce İsrâil oğullarının tarihinden ibret alınması istenmiştir. İsrâil oğulları, Mısırlılara köle olmaktan kurtulduktan sonra serbest bir hayat yaşamaya başladılar. O sırada onların hidâyeti için Cenâb-ı Allah bir kitap indirdi ve kendi hakkında emir ve direktifin tek kaynağının yine kendisi olduğunu bildirdi. Ne var ki, İsrâil oğulları, Allah'ın bu nimeti için minnet ve şükranlarını bildirmek yerine nankörlük ettiler ve yeryüzünde sâlih ve ıslahatçı olmak yerine fesatçı ve isyancı oldular. Bunun neticesinde Cenâb-ı Allah, İsrâil oğullarını bir defa Babillilere ezdirdi ve ikinci defa da Romalı ve Bizanslıları onlara Musallat etti. Cenâb-ı Allah bu ibret verici tarihten örnekler vererek müslümanların doğru yolu ancak Kur’ân-ı Kerim vâsıtasıyla bulacaklarını belirtmiştir. Ayrıca, müslümanların Kur’ân-ı Kerim'e tabi olmaları halinde büyük mükâfat alacaklarını da kaydetmiştir.
Herkes Sorumludur: Bu mesajda dikkat çekilen ikinci husus da, her insanın kendi amel ve ahlâkı için kendisinin sorumlu oluşudur. Bir insanın kendi ameli, onun kaderini tayin eden öğedir. Eğer bir insan doğru yolda yürüyorsa kendisi için yürüyor, yanlış yolda yürüyorsa kendisi için. Faydası ve zararı hep kendisine aittir. Bu şahsi mesuliyet hususunda kimse kimsenin arkadaşı veya ortağı değildir. Kimse kimsenin yükünü taşımaz. Herkes kendi yaptıklarından sorumludur. O Mide, sâlih bir toplumun her ferdi kendi şahsi mes’ûliyetlerini gözönünde bulundurmalıdır. Başkaları ne yaparsa yapsın, onları daha sonra düşünebilir. İlk önce kendini düşünmelidir ve kendisinin ne yaptığına dikkat etmelidir.
Toplumun Üst Sınıfının Yozlaşması: Bu mesajda anlatılan üçüncü husus, bir toplumun çöküşü veya yok oluşunda en büyük rolün o toplumun üst sınıfının yozlaşmasına ait olduğudur. Balık baştan kokar misali, bir toplumu mahveden şey o toplumdaki büyük, zengin, soylu ve muktedir kişilerin ahlâk ve karakterlerinin bozulmasıdır. Bir milletin batmasından önce o milletin seçkin insanları fuhuş, zulüm, ahlâksızlık, yolsuzluk, zina, kumar, hırsızlık, soygunculuk, yalancılık ve sahtekârlık yaparlar. Bu kötülük, fitne ve ahlâksızlıklar nihâyet o toplum veya milletin sonu olur. O halde, kendi kendine düşman olmayan bir toplum, siyasi iktidarın ve ekonomik kaynakların basit, adi, alçak ve ahlâksız insanların elinde bulunmamasına dikkat etmelidir.
Dünya İle Âhiret'in Önemi: Adı geçen mesajda ayrıca, Kur’ân-ı Kerim'in diğer yerlerinde de çeşitli vesilelerle dile getirilen bir hususa daha dikkat çekilmiştir. Yani, dünya ile âhiret arasındaki fark ve bu hususta müslümanların alması gereken tavır. Burada insanların sadece bu dünyanın kazanç, başarı ve mutluluklarını arzulamaları halinde kendilerine bütün bunların ihsan olunacağı, ama sonucun çok kötü olacağı kaydedilmiştir. Fakat, gerek bu dünyada gerekse öbür dünyada kalıcı bir başarı ve mutluluğun ancak insanın âhirette sorguya çekileceği ve hesap vermeye mecbur olacağını daima gözönünde bulundurmasıyla mümkün olacağı ifâde olunmuştur. Dünyayı seven bir insanın mutluluk ve refahı görünüşte yapıcı ve yararlı görülüyor. Ancak bu yapıcı niteliğinin arkasında zararlı ve tehlikeli yönleri vardır. Zira, dünyayı isteyen bir kimse, âhirette cevap verme kaygısı taşımamasından dolayı bir insanın sahip olduğu ahlâk ve faziletinden mahrum kalıyor. Bu fark, dünyada âhirete inanan ve inanmayanlar arasında
İSRÂ VE MÎRAC
- 593 -
bariz ve açık bir biçimde ortaya çıkıyor ve hayatın diğer safhalarında daha da belirginleşiyor. Ta ki, âhirete inananın hayatı büsbütün bir başarı simgesi haline gelmişken âhirete inanmayanın hayatı tamamıyla boş ve başarısız kalır.
İslâm Medeniyetinin Temel İlkeleri:
Mesajın girişindeki bu temel buyruklardan sonra, üzerlerinde İslâm toplumu ve İslâm medeniyetinin kurulması gereken belli başlı ilkeler sayılmıştır. Bu temel ilkeler sayı itibarıyla 14'tür ve biz bunları mesajda yer alan sıraya göre aşağıya kaydediyoruz:
1) Tek Allah'ın yerine başka varlıkların ilâhlığına inanılmamalıdır. Tapılacak, itaat edilecek, kulluk edilecek ve saygı gösterilecek tek ilâh O'dur. Allah'ın dışında başka kimsenin itaati kabul edildiği takdirde kötü sonuçlar doğar ve kullar Allah’ın bütün bereketlerinden mahrum kalırlar. Hâlbuki, Allah'a tâbi olma ve itaat etmenin sonuçları bambaşkadır (Bu sadece dinî bir akide değildi, aksine Rasûlullah'ın daha sonra Medine'de kurduğu siyasi ve içtimaî nizamın ilk ve en önemli ilkesiydi. Bu nizamın temeli zaten Yüce, Allah'ın bütün kâinatın rakipsiz mâliki olması ve bütün kâinatta O'nun kanunlarının geçerli olması ilkeleri üzerine kurulmuştu).
2) İnsan hakları bâbında başta gelen hak ana-baba hakkıdır. Evlatlar kendi ana-babalarına son derece bağlı ve saygılı olmalıdırlar. Toplumun genel ahlâkı öyle olmalıdır ki, evlatlar, ana-babalarından habersiz ve onlara saygısız olmamalı, aksine, onlara iyi muâmele etmelidirler. Evlâtlar, anne ve babalarına gereken ilgiyi göstermeli ve yaşlandıkları zaman onlara hakkıyla bakmalıdırlar. Zira, anne ve babaları da onlara çocukken bakmışlardı (Bu ilke de İslâm sosyal düzeninin temelidir. İslâm aile düzeninin odağı ana ve babaya sevgi ve saygıdır. Bu temel ilkeye dayanılarak daha sonra ana-babanın haklarını belirleyen şer'î kanunlar çıkarıldı ve uygulandı. Bunların ayrıntıları hadis ve fıkıh kitaplarında vardır. Ayrıca, İslâm toplumunun zihinsel ve ahlakî terbiyesi ve müslümanların âdâb, kültür ve medeniyetine Allah ve Rasûl’den sonra en çok hürmet gösterilmesi gereken kişiler olarak ana ve babanın ehemmiyeti de yerleştirildi. Böylece, İslâm'da aile nizamı için sağlam bir temel sağlanmış oldu).
3) Toplumsal yaşantıda işbirliği, yardımlaşma, sevgi, şefkat, saygı, hakkı bilme ve tanıma, herkesin hakkını verme gibi erdemler canlı tutulmalıdır. Bir akraba, başka bir akrabasına her türlü yardımı yapmalıdır. Muhtaç ve çaresiz bir insan, toplumun kendisine yardım edeceğinden emin olmalıdır. Bir yolcu nereye giderse gitsin, herkesin kendisini ağırlayacağından veya hiç olmazsa güleryüzlü davranacağından emin olmalıdır. Toplumda insan hakları ve sorumlulukları öylesine içiçe olmalıdır ki, kimse hakkının yenmesinden veya kendisine haksızlık yapılmasından yakınmamalıdır. İnsanlar birbirine yardım ederken, bunu bir lütûf veya ihsan değil, bir vazife ve mükellefiyet kabul etmelidirler. Bir insan başkalarına herhangi bir yardım veya iyilikte bulunamıyorsa Allah'tan af dilesin ve O'ndan kendisinin başkalarına yardım etmesini sağlayacak birtakım imkânlar istesin (Bu ilkeye dayanılarak Medine'de kurulan İslâm toplumunda sadakât-ı vacibe ve sadakât-ı nâfile ile ilgili emir ve kanunlar çıkarıldı; vasiyet, veraset ve vakfın ilkeleri belirlendi, yetimlerin haklarının korunması için tedbirler alındı, her köy ve kasabada misafir ve yolcuların en az üç gün ağırlanması için özel tedbirler alındı. Buna ilâveten, ahlâkî terbiye ve diğer usullerle bütün toplumda
- 594 -
KUR’AN KAVRAMLARI
cömertlik, yardımlaşma, işbirliği, sevgi, saygı ve sakatlar ile hastaların bakımıyla ilgili kurallar yerleştirildi. Buna göre İnsanlar resmi kanunlara bakmaksızın kendi vicdanlarına göre insancıl görevlerini yerine getirecek kadar bilinçlenmiş oldular).
4) İnsanlar kendi servetlerini çar-çur etmesinler ve yanlış yollarda harcamasınlar. Servetlerini sadece gösteriş, riyâ, fısk u fücur ve kötü yollarda sarf etmesinler, aksine iyi ve hayır işlerde kullansınlar; fakir fukaraya yardım etsinler. Aslında serveti yanlış yollarda kullanmak, Allah’ın nimetlerini inkâr etmek veya ona nankörlük etmek anlamına gelir. Servetlerini bu şekilde har vurup harman savuranlar şeytanın kardeşleridir. Bir sâlih ve temiz toplum bu tür İsrâf ve yolsuzluğa dur demelidir.
5) İnsanlar para konusunda tutumlu davranmalıdırlar. Ne servetin birkaç elde toplanmasına veya toprağa gömülmesine sebep olacak kadar cimri olsunlar, ne de hem kendi hem toplumun ekonomik ve mali durumunu sarsacak kadar savurgan olsunlar. Toplumun bireylerinde yapılması gereken harcamaları yapma ve yapılmaması gereken harcamalardan sakınma hissi var olmalıdır (Medine'deki toplumda bu kurala son derece riâyet edildi. Bir yandan savurganlık ve lüks yaşantı kanunen yasaklandı. Diğer yandan da aşırı tüketim önlenmeye çalışıldı. Sadece bu değil, devlet, kendi servetlerini iki elle, hesapsız kitapsız harcamaya çalışanlar için bazı kısıtlamalar getirdi ve bu gibi savurganlıkta bulunanların mal ve topraklarının zaptı için kanunlar çıkarıldı ve uygulandı. Bunun yanı sıra toplum öylesine bilinçlendirildi ki, lüzumsuz İsrâf olduğu zaman kamuoyundan sert tepki gelebiliyordu. Ahlâk kurallarının öğretilmesi sayesinde İnsanlar da servetlerini gereksiz yerde harcamaz oldular. Aynı şekilde cimriliğin önlenmesi için de hem kanunlara başvuruldu hem halk, bunun kötü neticeleri hakkında bilinçlendirildi. Zaten bu eğitim ve bilinçlenme sayesindedir ki, bugün İslâm toplumunda cimrilik ile pintiler ve karaborsacılar ile stokçular diğer toplumlara nazaran en çok hor görülen kişilerdir).
6) Cenâb-ı Allah'ın kendi rızkını dağıtmak amacıyla kurduğu nizam, insanların yapay tedbirleriyle önlenmesin veya engellenmesin. Cenâb-ı Allah, rızkın dağıtımı konusunda az veya çok, küçük veya büyük gibi farklara yer vermiştir; bunu eşit bir düzeyde tutmamıştır. Bu farklılığın hikmetini yalnız Allah biliyor. Onun, için doğru ve uygun bir ekonomik düzen Allah'ın koyduğu bu kurala ters değil, uygun olmalıdır. Tabii, eşitsizlik veya dengesizliği sun'i şekilde eşit hale getirmeye çalışmak ya da bu dengesizliği aşın uçlara götürmek yanlıştır (Bu maddede önemli bir doğa kanununa işaret edilmiştir. Bu doğa kanunu Medine toplumunda öylesine tabii bir şekilde kabul edildi ki, rızık dağılımı, başka bir deyimle gelir dağılımı ve üretim kaynaklan arasındaki farklılık kesinlikle bir adâletsizlik veya eşitsizlik olarak kabul edilmedi. Bu sebeple Medine toplumunda fakir ile zenginler arasındaki farkın kaldırılması veya sınıflardan arınmış bir toplumun kurulması için hiçbir çalışma veya çabaya gerek duyulmadı. Bunun yerine, daha önce bahsettiğimiz 3, 4 ve 5. ilkeye dayanılarak fertlerin ahlâkî açıdan terbiye edilmesine çalışıldı. Bu terbiye sayesinde fertler, gelir veya servet dağılımındaki farkın herhangi bir adâletsizlikten kaynaklanmadığına inanmaya başladılar. Bu fertler aynı zamanda bu farkların birçok ahlâkî, mânevî ve kültürel faydalan olduğunu da kabul ettiler).
İSRÂ VE MÎRAC
- 595 -
7) Nesillerin doğup büyümesinin, yemek yiyen kişilerin artması ile mali ve gelir kaynaklarının azalacağı veya yetişemeyeceği düşüncesiyle durdurulması büyük bir hatadır. Bu düşünce ve kaygı ile doğan çocukları öldürenler zannediyorlar ki, rızık veya gelir dağılımı kendilerinin ellerindedir. Hâlbuki, rızık veren, insanları dünyaya yerleştiren Yüce Allah'tır. Cenâb-ı Allah nasıl dünyaya şimdiye kadar gelenlerin rızkını vermişse, bundan sonra da gelenlere yiyecek-içecek temin edecektir. Nüfus ne kadar artıyorsa, Cenâb-ı Allah gelir kaynaklarını da o kadar artırır. Onun için, insanlar, Allah'ın yaratıcılık işlerine karışmasınlar ve şartlar ne olursa olsun, nesilleri budama, yok etme yollarına gidilmesin (Geçmiş çağlarda ve çağımızda da ekonomik ve sosyal sebeplerden dolayı kürtaj veya aile plânlamasına başvurulmasına bu madde böylece sünger çekmiş oluyor. Eski devirlerde açlık ve kıtlık bebeklerin öldürülmesine yol açıyordu. Çağımızda ise çeşitli sloganlar altında kürtaj teşvik ediliyor. Fakat Mirâc’ın bu mesajında dünyanın nesillerini tüketmek için olumsuz yollara başvurmaktansa üretim yol ile imkânlarını arttırması isteniyor).
8) Zina, kadın-erkek ilişkilerinin en yanlış şeklidir. Zina sadece ya-saklanmamalıdır, ayrıca kadın ve erkeklerin buna sürüklenmelerini mümkün kılan bütün sebepler ortadan kaldırılmalıdır (Bu kural daha sonra İslâm hayat nizamının temel ilkelerinden biri haline geldi. Buna göre İslâm toplumunda zina ağır ceza davası oldu. Zinanın önlenmesi için "örtünme" -başörtüsü veya çarşaf- kuralları meydana getirildi. Fuhuş'a yol açacak her türlü müstehcen fiil, hareket ve yayın yasaklandı. Şarap ve müzik, dans, gösteri, heykelcilik ve ressamlıkla şehvanî hisleri kabartan yollar kapatıldı. Ayrıca öyle bir izdivaç kanunu çıkarıldı ki, bununla nikâh kolaylaştı ve zinanın toplumsal sebepleri ortadan kalktı).
9) Cenâb-ı Allah insan hayatının hürmete lâyık bir şey olduğunu belirtmiştir. Onun için, bir insan ne kendi canına kıyabilir ne de başkalarının canına, Allah'ın bu koyduğu yasak ancak Allah'ın bir emrinin yerine getirilmesini icap ettiren şartlarda ortadan kalkabilir. Böyle bir durumda ancak işin icabı olduğu kadar cana kıyılmalı veya kan dökülmelidir. Öldürme işinde her türlü isrâf veya ifrat yasaktır. Meselâ, intikam almak için esas suçluların dışında başkalarının öldürülmesi câiz değildir. Suçlunun eziyet ve işkence edilerek öldürülmesi, ya da öldürülmesinden sonra ölüsüne saygısızlık yapılması ve buna benzer diğer hareketler de kesinlikle yasaktır (Bu ilkeye göre İslâm Hukukunda cinâyet ve intihar yasaklandı. Taammüden öldürme suç sayıldı. Hatâen (sehven) öldürme için diyet kuralı çıkarıldı. Katli bil-hak (vacip olan öldürme) beş şarta bağlandı. Bir, taammüden öldürme suçunu işlemiş olan kişi; iki, aleyhlerine savaş açılması gereken, dinin yayılmasını engelleyen kişilerin grubu; üç, evli olan bir erkek veya kadının zina yapmaları; dört, İslâm devletini devirmeye çalışan bir grup ve beş; müslümanlıktan dönen bir kişi. Bu suçları işleyenler Kadının kararına göre idama mahkûm olabilirler. Bunun için de muayyen kanun ve kurallar meydana getirildi).
10) Yetimlerin menfaati, onlar kendi kendilerini besleyecek hale gelinceye kadar korunmalıdır. Yetimlerin malları, menfaatlerine aykırı bir şekilde kesinlikle kullanılmamalı veya harcanmamalıdır (Bu da sadece bir ahlâk kuralı olmayıp, İslâm devletinin gerek hukukî gerekse idârî sahalarına giren bir kanun ve ilke idi. Bunun ayrıntıları da hadis ve fıkıh kitaplarında vardır. Ayrıca devletin genel olarak kendi kendine bakacak durumda olmayanlara, meselâ dul, yaşlı, sakat ve malûllere bakması da gerekli kılındı).
- 596 -
KUR’AN KAVRAMLARI
11) Söz ister bir fert isterse bütün millet tarafından verilsin, tam olarak yerine getirilmelidir. Taahhüt, muâhede, mütareke veya anlaşmanın ihlâli için Allah katında büyük azap vardır (Bu da sadece İslâm ahlâk nizamının mücerret ilkelerinden biri olmayıp ileride İslâm devletinin hem iç hem dış politikasının temelini teşkil eden genel bir kural haline sokuldu).
12) Ölçü ve ağırlık âletleri ve birimleri iyi ve hilesiz olmalıdır. Alışverişte hiçbir hile ve kötülük yapılmamalıdır (Bu ilkeye göre İslâm devletinde geni; bir teftiş ve kontrol sistemi geliştirildi. Polis ve belediye teşkilâtları bu ilkeye riâyet ederek çarşı, pazar, borsa ve ticaret merkezlerini geniş bir şekilde denetim altında tuttular. İlgili kuruluş ve elemanlar hem ölçü ve tartı aletlerini kontrol ediyor, hem alışverişte asın kâr, stokçuluk, karaborsacılık ve hileli malların satışını önlemeye çalışıyorlardı. Bu noktadan hareketle, hükümetin kendi ekonomik politikasını tesbit ederken her türlü haksızlık ve adâletsizliği ortadan kaldırması hayati ilkelerden biri haline getirildi).
13) İnsanlar, doğru veya uygun olduğunu bilmedikleri bir şey veya kişinin peşinden koşmamalıdırlar. İnsanlar kendi fiil ve sözlerine iyice dikkat etmeli ve ona göre kendilerine çeki-düzen vermelidirler. Zira, âhirette kendi gördükleri, duydukları ve gönüllerinde taşıdıkları niyet, fikir ve kararları hakkında Cenâb-ı Allah'a hesap vermek zorunda kalacaklardır (Bu kurala göre müslümanların tahmin, kıyas veya zan yerine ilim ve irfanla yollarını tesbit etmeleri istenmiştir. Ahlâk, Hukuk mülkî idare, siyaset ve eğitim nizamında ilme ve irfana dayanıldığı takdirde birçok hata ve yanılgıdan kurtulmak mümkündür. İslâm toplumu, kıyasa ve tahmine dayanılarak işlenebilecek birçok hata ve uğranacak zararlardan kurtarılmıştır. Ahlâk alanında kıyas ve hayalden kurtulması için kimseye mesnetsiz iftira ve ithamda bulunulmaması istenmiştir. Hukuk sisteminde de yapılması gereken bütün tahkikat yapılmadan kimsenin suçlanmaması emr olunmuştur. Soruşturma ve kovuşturma için de bu kural geçerlidir ve kimse suçsuz yere kolluk kuvvetleri tarafından gözaltına alınmamalı ve dövülmemelidir. Yabancı uluslar içinde aynı kural geçerlidir. Onlar aleyhinde asılsız, yalan-yanlış propaganda yasaklanmıştır. Şüpheye dayalı dedikodu ve şikâyet yapılmamalıdır. Eğilim ve kültürde de müsbet ilimlerin dışında sadece kıyas ve zanlara dayanan ilim veya tecrübelerden kaçınılması istenmiştir. Kısacası, müslümanların her sahada ve her alanda gerçekçi olmaları istenmiştir).
14) İnsanlar yeryüzünde zâlim, gaddar ve mağrur olmamalıdırlar. Kasılıp, böbürlenmemelidirler. Zira, insan kasılarak ne ayağının altındaki toprağı yırtabilir ne de gururlanarak yükseklikte gökleri geçebilir (Bu da sadece vaazdan ibaret olan bir şey değildi. Müslümanların kuvvet ve iktidar sahibi olduktan sonra gereksiz yerde kibirli ve gösteriş meraklıları olmamaları istendi. Bu emir ve buyruktan dolayıdır ki, Medine'de kurulan ilk İslâm devletinde en üst seviyedeki hükümdar sivil veya askerî yetkili en hafif kibir ve zulüm kokan sözler söylemediler ve buna benzer herhangi bir harekette bulunmadılar. Onlar her bakımından tevazu, alçak gönüllülük, nezâket, kibarlık ve ahlâk ile faziletin timsâliydiler).
İşte Rasûlullah (s.a.s.) Mi'rac'ta Cenâb-ı Allah'tan aldığı ve dünyaya getirdiği mesaj bu ilkelerden ibâretti. Ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) kısa bir süre sonra Medine'ye geçip üzerinde İslâm toplumu ve devletini kurduğu altın ilkeler bunlardı.
Rasûlullah’ın (s.a.s.) Hicret İçin Duâ Etmesine Dair Yapılan Telkin: Yine İsrâ
İSRÂ VE MÎRAC
- 597 -
sûresinde Cenâb-ı Allah, Rasûlullah’a (s.a.s.) aslında hicret duâsı olarak bilinen duâyı öğretti. Tirmizî ile Hâkim'in Hz. Abdullah bin Abbas'a dayanarak kaydettikleri rivâyete göre İsrâ'nın şu âyetinde Rasûlullah’a (s.a.s.) hicret izni verildi: "De ki: 'Rabbim, beni sıdk girdirilişi ile girdir. Ve sıdk çıkarıcıyla çıkar. Ve bana tarafından aşikâr bir kudret ve hüccet ile yardım ihsan buyur." 2362
Bu duânın telkin edilişi gösteriyor ki, hicret zamanı iyice yaklaşmıştı. Bu sebepten dolayıdır ki, Cenâb-ı Allah, Rasûlullah’a (s.a.s.) şu nasihatte bulundu: "Sen öyle bir duâ etmelisin ki, Sen doğruluğu hiçbir zaman terketmeyeceksin. Çıktığın yerden doğrulukla çıkacaksın, girdiğin yere de doğrulukla gireceksin." Daha sonraki cümlenin anlamı şudur: "Ya beni iktidara getir ya da bir iktidarı benim yardımcım yap; ki böylece dünyadaki bozuk düzeni değiştirebileyim. Fuhuş ve günahlara son verebileyim ve senin adâletini her tarafa yayabileyim". Bu cümle gösteriyor ki, İslâm'ın dünyada yapmak istediği değişiklik ve ıslâh sadece vaaz ve telkinle yapılamaz; aksine bunun için siyasi kuvvet ve iktidara da ihtiyaç vardır. Hadis-i şeriflerde de şu ifâdeye rastlanıyor: "Allahu Teâlâ, hükümetin kuvvetiyle Kur’ân-ı Kerim'in önleyemeyeceği şeyleri önler ve ortadan kaldırır." Bu demektir ki, dinin hayatın her alanında yerleşmesi, İslâm'ın uygulanması ve Allah'ın koyduğu hududun icraatı için hükümete ve iktidara Tâlib olmak sadece câiz değil, aynı zamanda zaruri ve elzemdir. Bu bakımdan, İslâm dininin tam mânâsıyla zafere ulaştırılması için siyasi alanda mücadele edenlerin suçlanması ve onların dünyacı veya iktidar heveslisi olduğu yolundaki iddiaları tamamıyla cehalet ve dalalete dayanıyor. İktidarı sadece kendisi ve maddî menfaati için isteyen elbette ki, iktidar heveslisi ve dünyacıdır. Ama Allah'ın dinini her şeyden üstün kılmak için mücadele etmek dünyaya tapmak değil, Allah'a tapmanın ta kendisidir.
Mazlum Müslümanların Zafer Duâsı: Yine Mi'rac sırasında Rasûlullah’a (s.a.s.) Bakara sûresinin son âyetleri bahşolundu. Hz. Abdullah bin Mes'ud'un rivâyetine göre, bu âyetler şu duâ ile son buluyor: "Yâ Rabbi, bizi unuttuğumuz şey veya hatamızdan dolayı tutup sorguya çekme. Ey Rabbimiz, bize bizden evvelkilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği şeyleri yükleme. Bizi af ve mağfiret eyle. Bize merhamet buyur. Sen Mevlâmızsın. Kâfirler güruhuna karşı bize yardım et." 2363
Bu duânın Mekke'de küfr ile İslâm arasındaki savaşın en çetin safhaya geldiği zaman müslümanlara öğretildiği unutulmamalıdır. Müslümanlar her taraftan kuşatılıyor, zulüm, eziyet ve işkenceye tabi tutuluyorlardı. Hicaz'ın her yeri ve her köşesi müslümanlara dar gelmeye başlamıştı. Zira nerde bir müslüman varsa, ona baskı ve zulüm yapılıyor, akıl almaz işkenceler reva görülüyordu. Bu şartlarda müslümanların Mevlâlarına duâ etmeleri istendi ve bunu isteyen bizzat Âlemlerin Rabbi olduğu için müslümanlar bir nebze rahat nefes alabildiler ve teselli buldular. Zira bu duâyı öğreten Rabbleri bunun gerçekleşmesi için de mutlaka tedbirler alıyordu. Aynı zamanda müslümanların metanet ve sabırları ellerinden bırakmamaları istendi. Bir yandan Hakka ibâdet etmek suçundan müslümanların hedef oldukları büyük zulme bir göz atın ve bir yandan da bu duâya bakın, ki bunda muhâlif ve düşmanlar için tek bir kötü söz veya küfr yoktur. Bir
2362] 17/İsrâ, 80
2363] 2/Bakara, 286
- 598 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yandan müslümanların çektikleri maddî ve mânevî çileleri gözünüzde canlandırın, bir yandan da bu duânın sözlerine bakın, ki bunda dünyevî menfaat veya kazançtan hiçbir eser yoktur. Bir tarafta o hakperestlerin perişan durumuna bakın ve diğer tarafta bu kadar temiz, nezih ve yüksek sözlere bakın. Sadece bu husus, o ilk müslümanların ne büyük ahlâkî ve rûhânî terbiyeden geçtiklerini göstermeye yeter.
Mi'râc'ın Bir Başka Cephesi: Mi'rac'ın bir başka cephesi de var ki, bunu bu bahsimizde ele almamız yerinde olacaktır. Bunu aşağıda belirtmeye çalışacağız:
Rasûlullah’ın (s.a.s.) Cebrâil ile Görüşmesi: Kur’ân-ı Kerim'in Necm sûresinde Rasûlullah’ın (s.a.s.) Hz. Cebrâil'i ilk kez asıl şekliyle gördüğüne dair malumat vardır. Bu sûrede Cebrâil'in ilk önce ufukta görüldüğü, daha sonra Rasûlullah’a (s.a.s.) iki yaylık bir mesafeye kadar yaklaştığı ve o sırada kendisine Allah'tan vahiy getirdiği kaydedilmiştir. Bundan sonra şöyle denilmiştir: "Rasûlün kalbi, gördüğünü tekzip etmedi. Şimdi siz, onun gördüğü şeye karşı kendisini ile mücadele mi edeceksiniz?"2364 Yani, Rasûlullah (s.a.s.), uyanık iken ve gün ışığında geçirdiği bu tecrübeden sonra bunun bir bakış hatası, hayal veya Şeytan'ın bir hilesi olduğunu düşünmedi. Rasûlullah (s.a.s.) bu meleğin Cebrâil olduğu ve getirdiği mesajın Allah tarafında inen bir vahiy oluğu konusunda herhangi bir şüphe veya tereddüde kapılmadı.
Şimdi aklımıza bir soru geliyor. Hz. Peygamber (s.a.s.) geçirdiği bu fevkalâde tecrübe hakkında neden herhangi bir şüpheye veya tereddüde kapılmadı? Neden, bir an için duraklayıp gördüklerinin doğru olup olmadığını araştırmadı? Neden gördüklerinin sadece bir rüya, hayal, görüntü, Şeytan'ın bir hilesi veya başka bir şey olduğunu sanmadı? Bu soruyu gözden geçirdiğimiz zaman, Rasûlullah’ın (s.a.s.) herhangi bir kuşkuya kapılmamasının beş sebebi ortaya çıkar. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
Bu vak'anın meydana gelişinin hârici şartları bunun doğru olduğunu gösteren mahiyette idiler. Rasûlullah (s.a.s.), bu tecrübeyi karanlıkta, murakabe, uyku veya dalgınlıkta geçirmemişti, aksine şafak söküyordu ve kendisi tamamıyla uyanıktı. Hava açıktı ve her tarafta aydınlık vardı. Rasûlullah (s.a.s.), gün ışığında ve dünyanın herhangi bir şeyini görebileceği şekilde Cebrâil'i görmüştü. Nasıl ki gündüz bir insan nehir, dağ, insan, hayvan veya evi gördükten sonra herhangi bir şüpheye kapılmaz, Rasûlullah da (s.a.s.) gözlerinin iyi görmediği kanaatına varmadı.
İkincisi, Rasûlullah’ın (s.a.s.) iç dünyası da başından geçen bu tecrübeyi doğrular nitelikte idi. Rasûlullah (s.a.s.), tamamıyla uyanık, akıl, zihin ve hislerinin yerinde olduğu bir sırada olanları görmüştü. Zihni boştu ve daha önceden böyle bir gözlem veya tecrübeden geçmemişti. Kafasını meşgul eden başka bir şey de yoktu. Bu hâlet-i rûhiyede Rasûlullah’ın (s.a.s.), gözlerinin gördüğü bir şeye şüphe etmesine gerek yoktu.
Üçüncüsü, Rasûlullah’ın (s.a.s.) gördüğü şahsiyet de mükemmel ve muhteşemdi. Bu şahsiyet öylesine güzel, cazibeli, temiz, yakışıklı, parlak ve göz kamaştırıcıydı ki, Rasûlullah (s.a.s.) bunu hiçbir zaman aklına bile getirmemişti. Bu, onun tahmin ettiği ve hayal ettiğinden de daha güzel ve çekici bir şahsiyetti.
2364] 53/Necm, 11-12
İSRÂ VE MÎRAC
- 599 -
Hiçbir cin veya şeytan böylesine mükemmel bir şekle giremezdi. Bu olsa olsa bir melek olacaktı. Hz. Abdullah bin Mes'ud'un rivâyetine göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Ben Cebrâil'i gördüm, öyle ki, sanki 600 kolu vardı."2365 Başka bir rivâyette İbn Mes'ud bu ifâdeyi daha da açıyor ve diyor ki: "Cebrâil'in kolu bütün ufuğu kaplayacak kadar büyüktü." Kur’ân-ı Kerim'de Cenâb-ı Allah da Cebrâil (a.s.)'i "Şedid-ul Kuvâ" (Bünyesi Kuvvetli olan) ve "Zû-Mirratin" olarak tarif etmiştir.
Dördüncüsü, Rasûlullah’ın (s.a.s.) gördüğü varlığın getirdiği mesaj ve tâlimat da onun doğru olduğunu kanıtlıyordu. Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu varlık vâsıtasıyla aldığı dünya ve kâinat ile ilgili bilgi daha önceden kendisi tarafından bilinmiyordu, hatta bunun bir tasavvuru bile zihninde yoktu. Bu bakımdan kendi bilgi ve düşüncelerinin böyle bir varlık şeklinde ortaya çıktığı şüphesinin uyanması için bir sebep yoktu. Aynı şekilde bu bilginin Şeytan veya hemcinslerinden geldiği de düşünülemezdi. Zira, bir Şeytan insanlara şirk ve kötülükten meneden mesaj nasıl getirebilir? Bir şeytan, insanların Allah'a inanmasını, Âhiret'i düşünmesini, Cahiliyyet'in örf ve adetlerini terketmesini, ahlâk ve fazilete önem vermesini nasıl isteyebilir?
Beşinci ve en önemli sebep de şuydu: Cenâb-ı Allah bir insanı peygamberlik makamına getirdikten sonra kalbinden her türlü vesvese, şüphe ve kuşkuyu çıkarır ve yerini güven ve inançla doldurur. Bu durumda bir peygamber ne görüyor ve ne duyuyorsa onların şekli ve mahiyeti hakkında herhangi bir tereddüde ve kuşkuya düşmez. Bir peygamber, Allah tarafından gelen her emir ve talimatı bütün açık kalblilikle kabul eder. Bu emir ve talimat ilham ve vahiy şeklinde de olabilir ve gözle görülür bir gerçek gibi de. Bu durumlarda bir peygamber, Şeytan'ın her türlü müdahalesi ve fitnesinden mahfuz olduğundan emin olur. Kendisine gelen emir ve talimatın Rabbinden geldiğine yüzde yüz emin olur ve bu hususta herhangi bir yanılgıya imkân olmadığını bilir. Nasıl ki, bir balık kendisinin suda yüzebileceğinden, bir kuş havada uçacağından ve insan kendisinin insan olduğundan emin olur, bir peygamber de Allah vergisi hissiyle kendisinin peygamber olduğuna inanır. Bir peygamber, bir an için bile kendisini yanlış olarak peygamber sandığını düşünmez.
Bundan sonra Necm sûresinde şöyle buyrulmuştur: "Yemin olsun ki, onu bir defa daha gördü. Sidretü’l-Müntehâ yanında. Cennet'ul Me'vâ Onun (Sidre)nin yanındadır. O sidre, Allah'ın nuruyla örtülmüştür. (Hz. Peygamber'in) gözü gördüğünden ne kaygı duydu, ne de şaştı. And olsun ki, Rabbinin alametlerinin en büyüğünden bir kısmını gördü." 2366
İşte burada Cebrâil'in Rasûlullah (s.a.s.) ile asıl şekliyle görüşmesine temas edilmiştir. Buluşma yerinin adı "Sidretü’l-Müntehâ" olarak gösterilmiştir. Ayrıca, bunun "Cennetu’l-Me'vâ"ya yakın olduğu kaydedilmiştir.
Sidretu’l-Müntehâ: "Sidre" Arapçada hünnapa veya lotus ağacına denir. Münteha da sıranın sonu mânâsındadır. "Sidretü’l-Müntehâ"nın sözlük anlamı böylece, "uç noktada veya sıranın sonunda bulunan hünnap veya lotus ağacı"dır. Allâme Alûsi, "Ruh'ul-Me'ani" isimli eserinde bunun açıklamasını şöyle yapmıştır:
2365] Ahmed bin Hanbel, Müsned
2366] 53/Necm, 13-18
- 600 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Burada dünyaların bütün ilmi son buluyor ve bundan sonra ne varsa onları ancak Allah biliyor." Hemen hemen aynı açıklamayı İbni Cerir kendi tefsirinde ve İbni Esir "en-Nihâye fi Garib-il Hadis vel-Eser" adlı kitabında yapmışlardır. Bizim için bu maddeler âleminin son sınırında hünnap veya lotus ağacının nasıl olduğunu bilmemiz mümkün değildir. Bunlar asılında Allah'ın kâinatının, bizim aklımızın eremeyeceği sırlandır. Her ne olursa olsun, bu ağacın mahiyetini açıklamak için insanların dilinde "Sidre"den daha uygun bir kelime yoktu ve bunu Cenâb-ı Allah aynen Hz. Peygamber’e (s.a.s.) tanımlamış oldu.
Cennetu’l-Me'vâ: Cennetu’l-Me'vâ'nın sözlük anlamı "oturulacak yer olan Cennet”tir. Hz. Hasan Basri'nin dediği gibi, bu Cennet Âhiret'te iman ve takvâ sahiplerinin ikâmetgâhı olacaktır. Hasan Basri yukarıdaki âyetleri tefsir ederken sözkonusu Cennet'in göklerde olduğunu ifâde etmiştir. Katâde'ye göre ise Cennet, şehitlerin ruhlarının yerleşeceği yerdir ve Âhirette herkesin gideceği Cennet değildir, İbni Abbas (r.a.) da aynı ifâdede bulunuyor ve diyor ki, Âhirette iman sahiplerine verilecek Cennet göklerde değil, yerdedir.
Sidre'de Allah'ın Tecellisi (Rasûlullah Gerçekten Allah'ı Gördü mü?)
"O sidre, Allah'ın nûruyla örtülmüştür" deyimi gösteriyor ki, bu nur veya tecellinin şanı ve keyfiyeti anlatılmayacak kadar muhteşemdir. Bu öyle bir nur ve tecellidir ki, ne insan bunu tasavvur edebilir ne de insan dili bunu ifâde edebilir.
Yukarıdaki âyetlerde ayrıca Cenâb-ı Allah'ın bu nur ve tecellisini gördükten sonra Rasûlullah'ın, ne gözlerinin kamaştığı ne de aşırı heyecan gösterdiği anlatılmıştır. Rasûlullah’ın (s.a.s.) kendi nefsine ve hislerine hâkimiyeti o kadar mükemmeldi ki, dikkatini ve teveccühünü uğruna çağrılmış olduğu asıl amaç ve hedeften bir an bile ayırmadı. Rasûlullah (s.a.s.) hâşâ acemi bir seyirci gibi etrafında var olan sayısız nesne ve ilgi çeken şeylere bakmakla meşgul olmadı. Rasûlullah (s.a.s.) olgun ve tecrübeli bir kişi gibi davrandı ve asıl maksadını bir an bile gözünden uzaklaştırmadı. Yüce Allah'ın yeri büyük bir imparator veya padişahın muhteşem divânı ile bile mukayese edilemeyecek kadar ihtişam dolu idi ve Rasûlullah burada soylu ve akıllı bir misafir gibi hareket etti.
Son âyette Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Rabbinin belli başlı âyet veya işaretlerini gördüğü kaydedilmiştir. Bu âyetten Rasûlullah’ın (s.a.s.) Yüce Allah'ı değil, onun âyet veya işaretlerini gördüğü anlaşılıyor. Burada anlatılanlara dikkat edildiği takdirde Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu ikinci buluşma ve mülakatının, ilk defaki buluşmasında gördüğü aynı varlıkla olduğunu anlarız. Bu demektir ki, bu bölümün başında belirttiğimiz gibi, Rasûlullah (s.a.s.) ilk defa ufukta gördüğü ve kendisine iki yaylık mesafeye kadar yaklaşmış olan varlık Allah değildi. Aynı şekilde Rasûlullah’ın (s.a.s.) Sidretü’l-Müntehâ'da gördüğü varlık da Allah değildi. Bu her iki yerde Rasûlullah (s.a.s.) Allah'ı gerçekten görmüş olsaydı, burada mutlaka açıklanmış olurdu. Zira, olayın ehemmiyeti ve azameti bunu gerektirirdi. Kur’ân-ı Kerim'de Hz. Mûsâ'nın hikâyesi anlatılırken, kendisinin Allah'ı görmek istediği ve kendisine şu cevap verildiği kaydedilmiştir: "Beni katiyyen göremezsin."2367 Görüldüğü gibi bu şeref Hz. Mûsâ'ya verilmemişti. Durum böyle iken, Hz. Peygamber (a.s.) gerçekten böyle bir şerefe nail olsaydı, bunun için açık ve kuvvetli ifâde
2367] 7/A'râf, 143
İSRÂ VE MÎRAC
- 601 -
kullanılırdı. Ne var ki, Rasûlullah’ın (s.a.s.) Allah'ı gördüğü Kur’ân-ı Kerim'de hiçbir yerde anlatılmamıştır. Hatta, İsrâ sûresinde de Mi'rac'tan bahsedilirken Rasûlullah’a (s.a.s.) sadece bazı âyetler gösterildiği kaydedilmiştir. Yukarıdaki âyette de benzeri bir ifâde kullanılarak "Rabbinin alâmetlerinin en büyüğünden bir kısmını gördü" denilmiştir.
Bu sebeple, zâhiren Rasûlullah’ın (s.a.s.) Allah'ı görüp görmediği konusunun tartışılmasına hiç imkân kalmıyor. Aynı şekilde Rasûlullah’ın (s.a.s.) Allah'ı mı, yoksa Cebrâil (s.a.s.)'i mi gördüğünün tartışması için de herhangi bir imkân kalmıyor. Fakat bu hususta tartışmaya yol açan bazı hadislerdeki ifâdelerdir. Biz bu hadisleri buraya sıra ile aktarıyoruz:
Hz. Âişe (r.a.)'nin Rivâyetleri: Buhârî, Kitab'üt-Tefsir'de Hz. Mesruk'un, Hz. Âişe'ye şöyle dediğini rivâyet etmiştir: "Anneciğim, Hz. Peygamber (a.s.), Rabbini görmüş müydü?" Hz. Âişe dedi ki: "Senin bu sorun benim tüylerimi diken diken etti. Sen bunu nasıl unutabilirsin ki, şu üç şeyi iddia eden herkes yalan iddiada bulunmuş olur? (Hz. Âişe sözkonusu üç şeyin ilkini ifâde etti): "Muhammed’in (s.a.s.) Rabbini gördüğünü kim iddia ediyorsa yalan söylüyordur". Bundan sonra Hz. Âişe (r.a.) şu âyetleri okudu: "Gözler O'nu göremez" ve "hiçbir insan Allah ile kelâm edecek mevkiye sahip değildir. Ama vahiy veya perde arkasından veya Allah'ın izniyle vahiy getiren bir melek vâsıtasıyla olanlar hâriç."
Bu hadisin bir kısmı Buhârî, Kitabü’t-Tevhid, Bölüm 4'de de yer almıştır. Buhârî'nin, Kitabu Bed'ul-Halk'da naklettiği Mesruk'un rivâyetinde deniliyor ki, "Ben (Mesrûk) Hz. Âişe'nin bu sözlerini dinledikten sonra "peki, o zaman Allah'ın şu buyruğunun anlamı nedir?" diye sordum. "Sümme denâ fetedellâ fekâne kabe kavseyni ev ednâ". Hz. Âişe dedi ki: "Bundan Cebrâil kastedilmiştir. O her zaman Rasûlullah’a (s.a.s.) insan şeklinde gelirdi. Ama bir defasında asıl şekliyle göründü ve zaman bütün ufku kapladı."
Müslim'in, Kitab'ul-İmân, "Zikr-i Sidret-ul-Münteha" bölümünde Hz. Âişe ile Mesruk'un bu konuşması daha etraflıca yer almıştır ve bunun en önemli bölümü şudur: Hz. Âişe (r.a.) dedi ki: "Muhammed’in (s.a.s.) Rabbini gördüğünü iddia eden kişi Allahu Teâlâ'ya büyük bir iftira yapar."
Mesrûk diyor ki: "Ben yere çömelmiştim. Bu sözü dinledikten sonra doğruldum ve şöyle dedim: "Ümmül-Mü'minin, bu hususta acele etmeyin. Allahu Teâlâ, bunları söylememiş midir?" "ve legad re'âhu bi’l-ufuk-ı’l mübîn; ve lekad re'âhu nezleten uhrâ". Hz. Âişe dedi ki: Bu meseleyi ümmetten ilk önce ben Rasûlullah’a (s.a.s.) sormuştum. Rasûlullah demişti ki: "O Cebrâil idi. Ben O'nu Allah'ın O'nu yarattığı şekli ile bu iki defadan başka görmedim. Bu iki defasında onun gökten indiğini ve büyük varlığının gökle yer arasındaki bütün boşluğu doldurduğunu gördüm."
İbni Merdûye'nin naklettiği Mesruk'un rivâyetinin kelimeleri şunlardır. Hz. Âişe buyurdu: "Rasûlullah’a (s.a.s.) Rabbini görüp görmediğini soran ilk kişi bendim. Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki, "hayır, ben sadece Cebrâil'in gökten indiğini gördüm."
Hz. Abdullah bin Mes'ûd'un Rivâyeti
Buhârî, "Kitab'ut-Tefsir", Müslim, "Kitab-ul İman" ve Tirmizî, "Tefsir"
- 602 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bölümlerinde Zirr bin Hubeyş'in rivâyetine göre Hz. Abdullah bin Mes'ud, "fekâne gâbe gavseyni ev ednâ"nın tefsirini şöyle kaydetmiştir: Rasûlullah (s.a.s.) Cebrâil (a.s.)'in 600 kanadı olduğunu gördü. Müslim'in ikinci rivâyetinde "mâ kezebe’l-fuâdu mâ-re'â" ve "legad reâ min âyât-i Rabbihi-l kübrâ"nın tefsirini, yine Zirr bin Hubeyş, Hz. Abdullah bin Mes'ûd bunlarda şu ifâdeyi kullanıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurmuştur ki, “Ben Cebrâil'i Sidretü’l-Müntehâ'da gördüm, onun 600 kanadı vardı.” Aynı ifâdeleri taşıyan başka rivâyet Müsned-i Ahmed'de Şakik bin Seleme tarafından naklolunmuştur. Bunda kendisi Hz. Abdullah bin Mes'ûd'un şöyle dediğini kaydetmiştir: "Rasûlullah (s.a.s.) diyordu ki: "Ben Cebrâil'i asıl şekliyle Sidretü’l-Müntehâ'da görmüştüm."
Hz. Ebû Hureyre'nin Rivâyeti: 'Atâ bin Ebi Rebah, Hz. Ebû Hureyre'ye "legad re'âhu nezleten uhrâ"nın mânâsını sordu. Hz. Ebû Hüreyre dedi ki: "Rasûlullah (s.a.s.) Cebrâil'i görmüştü." 2368
Hz. Ebû Zer'in Rivâyetleri: Hz. Ebû Zer Gifârî'nin iki rivâyeti, Abdullah bin Şakik vâsıtasıyla İmam Müslim'in hadis kitabında yer almışlardır. Bunlardan birinde Hz. Ebû Zer'in, Rasûlullah’a (s.a.s.) şunu sorduğu kaydedilmiştir: "Siz Rabbinizi görmüş müydünüz?" Rasûlullah (s.a.s.) da şu cevabı vermişti: "nurun enna erâhu". ikinci rivâyette de Hz. Ebû Zer'in sorusu üzerine Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle buyurduğu belirtilmiştir: "Ra'aytu mirana". Rasûlullah’ın (s.a.s.) ilk sözlerinin anlamını İbn ul-Kayyım, "Zâd-ul Me'âd"da şöyle açıklamıştır: "Benim ve Rabbimin niyeti arasında nur vardı." İkinci deyiminin mânâsı da şudur: "Ben Rabbimi değil, sadece nurunu gördüm."
Nesâî ile İbni Ebi Hâtim, Hz. Ebû Zer'in sözlerini şöyle nakletmişlerdir: "Rasûlullah (s.a.s.) Rabbini gönlüyle görmüştü, gözleriyle değil."
Hz. Ebû Mûsâ el-Eş'arî'nin Rivâyeti: Müslim, 'Kitab ul-İman"da Hz. Ebû Mûsâ el-Eş'ari'nin şu rivâyeti yer almıştır: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Allahu Teâlâ'ya hiçbir mahlûkun bakışı varamamıştır."
Hz. Abdullah bin Abbas'ın Rivâyeti: Müslim'in rivâyetine göre Hz. Abdullah bin Abbas, sözkonusu âyetlerin tefsirini beyan ederken şöyle dedi: "Rasûlullah (s.a.s.), Rabbini iki defa kalbiyle görmüştür." Bu rivâyet Müsned-i Ahmed'de de yer almıştır.
İbni Merdûye, 'Atâ bin Ebi Rebah'a dayanarak Hz. Abdullah bin Abbas'ın şu sözlerine yer vermiştir: "Rasûlullah (s.a.s.), Allahu Teâlâ'yı gözleriyle değil kalbiyle görmüştü." Nesâî'de, İkrime, İbn Abbas'ın şöyle dediğini nakletmiştir. Allah'ın Hz. İbrâhim’e (a.s.) "halil" ünvanını vermesine, Hz. Mûsâ (a.s.) ile konuşmasına ve Muhammed Mustafa’yı (s.a.s.) kabul buyurmasına mı hayret ediyorsunuz? (Hâkim bu rivâyeti nakletmiş ve bunun doğru olduğunu söylemiştir).
Tirmizî'de yar alan Şa'bi'nin rivâyetine göre İbni Abbas bir toplantıda şöyle dedi: "Allahu Teâlâ kendi ru'yetini ve kelâmını Rasûlullah (s.a.s.) ile Hz. Mûsâ arasında dağıtmıştır. Allah, Hz. Mûsâ ile iki defa konuştu ve Muhammed (s.a.s.)'a iki defa göründü." Hz. İbni Abbas'ın işte bu rivâyetini dinledikten sonra Hz. Mesrûk, Hz. Âişe'ye gitti ve kendisine şu soruyu yöneltti: "Muhammed (s.a.s.) Rabbini görmüş müydü?" Âişe (r.a.) dedi ki: "Sen öyle bir şey söyledin ki, tüylerim diken
2368] Müslim, Kitabul-İman
İSRÂ VE MÎRAC
- 603 -
diken oldu." Bundan sonra Hz. Âişe ve Mesrûk arasında geçen konuşmayı daha önce naklettik.
Yine Tirmizî'de, Hz. İbni Abbas'ın naklettiği diğer rivâyetlerden birinde şöyle denilmiştir: Rasûlullah (s.a.s.), Allahu Teâlâ'yı görmüştü. Başka bir rivâyette ise, Rasûlullah’ın (s.a.s.), Allah'ı iki defa gördüğü kaydedilmiştir. Üçüncü rivâyette ise Rasûlullah’ın (s.a.s.) Rabbini kalbiyle gördüğü açıklanmıştır.
Müsned-i Ahmed'de yer alan Hz. İbni Abbas'ın bir başka rivâyeti şöyledir: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki, ben Rabbi Tebâreke ve Teâlâ'yı gördüm." İkinci rivâyette şöyle denilmiştir. Rasûlullah buyurdu "bu gece Rabbim en güzel şekliyle bana geldi." Bu demektir ki, Rasûlullah (s.a.s.), rüyasında Cenâb-ı Allah'ı görmüştür. Taberânî ve İbni Merdûye, İbni Abbas'ın şu rivâyetini nakletmişlerdir: "Rasûlullah Rabbini iki defa gördü. Birincisinde gözleriyle, ikincisinde de kalbiyle."
Muhammed bin Ka'b el-Kurazî'nin Rivâyeti: Muhammed bin Ka'b el-Kurazi'nin rivâyetine göre Rasûlullah’a (s.a.s.) bazı sahabeler sordular: "Siz Rabbinizi gördünüz mü?" Rasûlullah (s.a.s.) cevap verdi: "Ben onu iki defa kalbimle gördüm." (İbni Ebi Hatim). Bu rivâyeti İbni Cerir kendi ifâdesiyle verirken Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle dediğini kaydetmiştir: "Ben O'nu gözlerimle değil, kalbimle iki defa gördüm."
Hz. Enes'in Rivâyeti: İmam Buhârî, "Kitab-üt-Tevhid"de Mi'rac vak'asını anlatırken Şerik bin Abdullah vâsıtasıyla Hz. Enes bin Mâlik'in bir rivâyetini şöyle nakletmiştir: "Rasûlullah (s.a.s.) Sidret ul-Müntehâya varınca Rabbil İzzet’e yaklaştı ve öylece kaldı. Öyle ki, iki yaylık, hatta daha az bir mesafe idi. Daha sonra Allah'ın Rasûlullah’a (s.a.s.) vahyettiği emirler arasında 50 vakit namaz kılmak da vardı."
Ne var ki, bu rivâyetin senedine ve metnine yapılan itirazların yanı sıra en büyük itiraz da bunun Kur’ân-ı Kerim'in ifâdelerine tamamen aykırı olmasıdır. Zira, Kur’ân-ı Kerim'de iki ayrı ru'yetten bahsedilmiştir. Bunların ilki ufukta cereyan etti ve iki yaylık mesafe sözkonusu oldu; ikincisi ise Sidret-ul Münteha yakınlarında vukû buldu. Fakat bu rivâyet bu her iki ru'yeti karıştırıp bir ru'yet haline getirmiştir. Onun için, bu rivâyet sırf Kur’ân-ı Kerim'e aykırı olması sebebiyle derhal reddedilecek niteliktedir. (Bu hususta İmam Hattabi, Hâfız İbni Hacer, İbni Hazm ve Hafız Abdülhak'ın itirazları dikkate değerdir.)
Yukarıda naklettiğimiz diğer rivâyetlere gelince, bunların en kuvvetlisi, Hz. Abdullah bin Mes'ud ile Hz. Âişe (r.a.)'ninkidirler. Zira, bu her iki değerli sahabe de bizzat Rasûlullah’ın (s.a.s.) ifâdesiyle her iki defa da Allah'ı değil, Cebrâil'i gördüğünü açıklamışlardır. Bu rivâyetler, Kur’ân-ı Kerim'in ifâdesine de uygundur. Ayrıca, bu rivâyetler, Hz. Ebû Zer Gifârî ile Hz. Ebû Mûsâ el-Eş'ari'nin rivâyetleriyle de doğrulanmış oluyor. Buna karşılık, Hz. İbni Abbas'a ait olduğu bildirilen ve hadis kitaplarında yer alan rivâyetlerde tutarsızlık ve çelişki vardır. Zira, bazı yerlerde Rasûlullah’ın (s.a.s.) her iki defa Allah'ı kendi gözleriyle gördüğü kaydediliyor. Ama bazı diğer yerlerde ikisinin de bir kalp tecrübesi olduğu açıklanmıştır. Yine bazı rivâyetlerde ru'yetin birinde kalben birinde de gözlerle olmadığı beyan olunmuştur. Ayrıca, bu rivâyetlerden hiçbirisinde Rasûlullah’ın (s.a.s.) ifâdesine yer verilmemiştir. Bu rivâyetlerde Hz. Peygamber’in (s.a.s.)
- 604 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sözleri geçtiği zaman da Kur’ân-ı Kerim'in yukarıdaki iki ru'yetine temas edilmemiştir. Buna ilâveten, bir rivâyetten anlaşılıyor ki, ru'yetlerin ikisi de uyanıklık halinde değildi. Bu sebeple yukarıdaki iki âyetin tefsiri yapılırken Hz. İbni Abbas'ın rivâyetlerine güvenilmemelidir. Aynı şekilde, Muhammed bin Ka'b el-Kurazi'nin rivâyetlerinde de Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ifâdeleri yer almakla beraber bunlarda bu ifâdeleri duyan sahabelerin isimleri açıklanmamıştır. Buna ilâveten bu rivâyetlerden birinde Rasûlullah’ın (s.a.s.) gözle hiçbir ru'yette bulunmadığı da kaydedilmiştir.2369
Tâbiinden Abdullah b. Şakik diyor ki: Râvî Ebû Zerr’e (r.a.) dedim ki:
“Peygamber efendimizi görmüş olsaydım, herhalde O’ndan bir şey sorardım.” Ebû Zerr:
“Ne sorardın?” deyince:
“Rabbini gördün mü?” diye sorardım.” dedim. Bunun üzerine Ebû Zerr şu cevabı verdi:
“Bu hususu ben Rasûlullah’dan (s.a.s.) sordum. Buyurdu ki:
“Şüphesiz Rabbimi bir nur olarak gördüm; artık O’nu nasıl görebilirim?” 2370
Evet O, öyle bir Sübhandır ki kulunu ona ibâdet etmekle seçkin olan, bilinen özel kulunu, yani Muhammed Mustafa’yı (s.a.s.) geceleyin, yani bir gecenin az bir kısmında Mescîd-i Haram'dan, -Mescid-i haram, Kâbeyi kuşatan ve Harem-i Şerif denilen camidir. Bunun etrafını kuşatan yer de özel ve belirli sınırlara kadar Harem'dir.- O Harem-i Şerif içinden veya etrafından Mescid-i Aksâ'ya -ki beytü'l-makdis'tir- geceleyin götürdü. O Mescid-i Aksâ ki, etrafını mübârek kıldık, yani çevresini din ve dünya bereketleriyle bereketlendirdik. Çünkü Mûsâ’dan (a.s.) İsa’ya (a.s.) kadar vahyin iniş yeri ve peygamberlerin ibâdetgâhı olmuş, hem de nehirler ve ağaçlar, çiçekler ve meyvelerle donanmış idi. Bu defa da İsrâ şerefi ile bereketli kılındı.
Mescid-i Aksâ: Kudüs'deki "Beytü'l-Makdis"dir. Nitekim İsrâ hadisinde de "Burak'a bindim Beytü'l-Makdis'e vardım." 2371 diye geçmiştir. Bunun etrafı da, Kudüs ve civarı demek olur.
Şifâ-i Şerif şerhinde Aliyyü'l-Kârî, Dülcî'den naklederek şöyle bir hadis rivâyet eder: "Allah, Ariş ile Fırat arasını mübârek (bereketli) kılmış ve özellikle Filistin’i mukaddes kılmıştır." 2372
Görülüyor ki âyetin bu bölümünde üçüncü şahıstan birinci şahsa geçme sanatı meydana gelmiş ve bu iltifat (hitabın yönünü değiştirme sanatı) ile İsrâ hikmeti şöyle açıklanmıştır: Gece yolculuğuna çıkarttık ki, ona bazı âyetlerimizi göstermek için, yani büyük acaib şeylerimizden göstereceğimizi göstermek; Mirac'a çıkarmak için. "Gerçekten Rabbinin varlığının en büyük âyetlerini görmüştür."2373 Buhârî
2369] Mevdûdî, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in Hayatı, Terc. Ahmet Asrar, Pınar Y., s. 861-880
2370] Müslim, İman 291, 292; İbn Mâce, Zühd 32; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 2/84; 4/5
2371] Buhârî, Bed’ul-Halk 6; Müslim, İman 259, 264; Nesâî, Salât 10; Tirmizî, Tefsiru Sûre 17/2, 17; Ahmed b. Hanbel, Müsned 3/148, 4/208, 5/387, 392, 394
2372] Müslim, İman 282; Münâvî, et-Teysîr 1/248
2373] 53/Necm, 18
İSRÂ VE MÎRAC
- 605 -
ve diğer hadis kitaplarında sahih rivâyetlerle rivâyet edildiği üzere, Hz. Peygamber (s.a.s.) Burak ile Beytü'l Makdis'e vardıktan sonra oradaki büyük ve sert kayadan göğe çıkarıldı. Her bir gökte peygamberlerden biriyle görüştü, nice nice melekler gördü. Cennet ve cehennemin durumlarını gördü, Sidre-i Müntehâ'ya geçti, Allah'ın melekût âleminden birçok acaib şeyler gördü. (Necm Sûresi'nin baştarafındaki âyetlerin tefsirine bkz.). Nihâyet beş vakit namazın farz kılınması emri ile aynı gecede geri döndü (Bundan önce farz olarak yatsi ve sabah namazlarını kılıyorlardı -Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır-). Sabahleyin Mescid-i Haram'a çıkıp Kureyş'e haber verdi. Hayret etmek ve kabul etmemekten kimi el çırpıyor, kimi elini başına koyuyordu. İman etmiş olanlardan bazıları dönüp irtidâd etti (dinden çıktı). Birtakım erkekler Ebû Bekir'e koştular. Ebû Bekir;
"Eğer o, bunu söylediyse şüphesiz doğrudur" dedi. Onlar:
"Onu bu konuda da mı tasdik ediyorsun?" dediler. O da:
"Ben onu bundan daha ötesinde tasdik ediyorum, sabah akşam gökten getirdiği haberleri yani peygamberliğini tasdik ediyorum" dedi. Bunun üzerine kendisine Sıddık unvanı verildi. Kureyşliler içinde Beytü'l-Makdis'i o zamanki haliyle bilenler vardı. Bunlar, onun vasıfları ve durumuyla ilgili sorular sordular, tanımlamasını istediler. Derhal Hz. Peygambere Beytü'l-Makdis gösterildi. Bunun üzerine ona bakıp anlatıyordu.
"Gerçi Beytül-Makdis'i tanımlamada isabet etti." dediler. Sonra:
Haydi bakalım, bizim kervandan haber ver, o bizce daha önemlidir, onlardan bir şeyle karşılaştın mı?" dediler. Peygamber (s.a.s.)
"Evet, falancanın kervanlarıyla karşılaştım, Revhâ'da idi. Bir deve kaybetmişler arıyorlardı. Yüklerinde bir su kadehi vardı. Susadım onu alıp su içtim ve yine eskiden olduğu gibi yerine koydum. Geldiklerinde sorun bakalım kadehte suyu bulmuşlar mı?" buyurdu.
"Bu da diğer bir alâmettir" dediler. Sonra sayıların, yüklerini ve görünüşlerini sordular. Bu defa da kervan olduğu gibi Hz. Peygambere gösterildi ve sorduklarının hepsine cevap verdi ve buyurdu ki:
"İçlerinde falan ve falan önde, boz renkte bir deve üzerinde dikilmiş iki harar olduğu halde falan gün güneşin doğması ile beraber gelirler". Bunun üzerine:
"Bu da diğer bir âyettir" dediler ve o gün hızla Seniyye'ye doğru çıktılar. Güneş ne zaman doğacak da onu yalancı çıkaracağız diye bakıyorlardı. Derken içlerinden birisi:
"Güneş doğdu!" diye haykırdı. Diğer birisi de:
"İşte kervan geliyor, önünde boz bir deve ve içlerinde falan ve falan da var, tıpkı (Hz. Muhammed'in) dediği gibi" dedi. Böyle olduğu halde yine iman etmediler de: "Bu apaçık bir büyüdür."2374 dediler. (Miracın etraflıca açıklaması için hadis kitaplarına müracaat edilmelidir). 2375
Bazıları göğe yükselmenin de "Burak" üzerinde meydana geldiğini
2374] 27/Neml, 13; 61/Saff, 6
2375] Buhârî, Salât 1; Hacc 76; Enbiyâ 5; Tevhid 37; Menâkıb 24; Müslim, İman 259, 263; Ahmed b. Hanbel, Müsned 3/148/149, 5/143; Tirmizî, Tefsiru Sûre 19/3
- 606 -
KUR’AN KAVRAMLARI
söylemişler ise de gerçek olan şudur: Mescid-i Aksâ'ya kadar İsrâ (gece yolculuğu) Burak ile olmuş. Ondan sonra Mirac, asansör kurulmuştur.
Ebû Sa'îd-i Hudrî'den rivâyet olunduğu üzere Rasûlullah buyurmuştur ki: "Beytü'l-Makdis'te olanları bitirdiğim zaman Mirac getirildi ki, ben ondan güzel bir şey görmedim. Ve o, odur ki, ölünüz can çekişme vaktinde gözlerini ona diker. Arkadaşım, beni, onun içinde kapılardan bir kapıya ulaşıncaya kadar çıkardı ki, ona "Koruyucu melekler kapısı" denir. Koruyucular kapısı, gök koruyucularının beklediği dünya göğü kapısıdır. Nitekim bu konuda "Ve onu, her kovulmuş şeytandan koruduk." 2376 buyrulmuştu.”
Ve Ebû Sa'îd-i Hüdrî'nin diğer bir rivâyetinde şu detaylı açıklama vardır:
"Sonra Mirac getirildi -ki insanların ruhu onda göğe yükselir- Baktım ki, gördüğüm şeylerin en güzeli; görmez misin ölmek üzere olan kimse, ona nasıl gözünü diker? Bunun üzerine dünya göğü kapısına kadar yükseltildik. Cebrâil kapının açılmasını istedi.
"O kimdir?" denildi.
"Cibril" dedi.
"Yanındaki kim?" denildi.
"Muhammed" dedi.
"Öyle mi? O Peygamber olarak gönderildi mi?" denildi. O,
"evet" dedi. Hemen kapıyı açtılar ve beni selâmladılar. Bir de ne bakayım görevli bir melek gördüm ki göğü koruyor ve ona İsmail deniliyor, emrinde yetmişbin melek ve her birinin emrinde yüzbin melek var."
Burada Rasûlullah (s.a.s.) şu âyeti okudu:
"Rabbinin ordularını ancak kendisi bilir" 2377 ve buyurdu ki:
“Derken bir adam ile beraberim ki, şekli Allah'ın yarattığı günkü gibi, ondan hiçbir şey değişmemiş, kendisine soyundan olan insanların ruhu arzediliyor:
"Mü’min ruhu, hoş ruh, hoş kokuludur. Bunun kitabını (iyilerin defterin)de kılın" diyor. "Kâfir ruhu ise; kötü ruh, kötü kokuludur. Bunun kitabını (kötülerin defterin) de kılın" diyor.
"Ey Cibril! bu kim?" dedim.
"Baban Âdem" dedi. Ve o, bana selâm verdi, gönlümü aldı, hayır ile duâ etti
"Hoş geldin sâlih peygamber ve sâlih evlad" dedi. Sonra baktım bir toplum gördüm ki, dudakları deve dudağı gibiydi. Onlara birtakım memurlar görevlendirilmişti, dudaklarını kesiyorlar ve ağızlarına ateşten bir taş koyuyorlar, bu taşlar makadlarından çıkıyordu.
"Ey Cibril! Bunlar kimler?" dedim. O:
"Yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenlerdir" dedi. Sonra baktım bir toplum vardı ki, derilerinden sırım kesiliyor ve ağızlarına tıkılıyor. Ve yediğiniz gibi yiyiniz deniliyor. Ve bu onlara en iğrenç bir şey oluyor.
"Ey Cibril! Bunlar kimler?" dedim.
2376] 15/Hıcr, 17
2377] 74/Müddessir, 31
İSRÂ VE MÎRAC
- 607 -
"Bunlar o koğucular, fitnecilerdir ki, insanların etlerini yerler ve sövmek ile ırz ve namuslarına saldırırlar." dedi. Sonra baktım bir toplum var ki, önlerine bir sofra kurulmuş, üzerinde benim gördüğüm etlerin en güzellerinden kebaplar var, etraflarında da leşler var. Onlar, o güzel etleri bırakıp bu leşlerden yemeğe başladılar.
"Bunlar kim? Ey Cebrâil!" dedim. O:
"Bunlar zinakârlar" dedi. "Allah'ın helal kıldığını bırakırlar da haram kıldığını yerler." Sonra baktım bir toplum var ki, karınları evler gibidir. Bunlar Firavun ailesinin yolu üzerinde bulunuyor. Firavun ailesi sabah ve akşam ateşe atılırken bunlara uğruyor, uğradı mı bunlar bir fırlıyorlar, fırlayınca her biri karnının ağır basması ile düşüyor ve bunun üzerine Firavun ailesi bunları ayaklarıyla çiğniyorlar.
"Ey Cibril! Bunlar kimler?" dedim... Dedi ki:
"Bunlar, karınlarında faiz yiyenlerdir. "onların misali kendisini şeytan çarpmış olan kimse gibidir". Sonra birtakım kadınlar memelerinden asılmış ve birtakım kadınlar, baş aşağı ayaklarından asılmış.
"Ey Cibril! Bunlar kimler?" dedim. O:
"Bunlar zina eden ve çocuklarını öldüren kadınlardır" dedi.
Sonra ikinci göğe çıktık. Orada Yusuf ile buluştum. Ümmetinden kendine tabi olanlar da etrafında idi. Yüzü, ayın ondördündeki dolunay gibiydi. Bana selâm verdi, hoş geldin dedi.
Sonra üçüncü göğe geçtik. Orada iki teyzeoğlu; Yahya ve İsa ile buluştum. Giyimleri ve saç sakalları birbirine benziyordu. Bana selâm verdiler. Hoş geldin dediler. Bazı rivâyetlerde İsa ve Yahya ikinci, Yusuf üçüncü gökte gösterilmiştir. 2378
Sonra dördüncü göğe geçtik. İdris ile buluştum. Bana selâm verdi, hoşgeldin dedi. Nitekim Yüce Allah: "Biz onu yüce bir yere yükselttik." 2379 buyurmuştur.
Sonra beşinci göğe geçtik. Orada milletine sevdirilmiş olan Hârun ile buluştum. Etrafında ümmetinden birçok tabileri vardı, uzun sakallı idi. Sakalı hemen hemen göbeğine değecekti. Beni selâmladı, hoşgeldin dedi.
Sonra altıncı göğe çıktık, Orada Mûsâ b. İmran ile buluştum. Çok kıllı idi. Üzerinde iki gömlek olsaydı kılları onlardan çıkardı. Mûsâ dedi ki: "İnsanlar beni "Allah katında en şerefli olan yaratık" diye iddia ederler. Bu ise Allah katında benden yalnız daha şerefli olsaydı aldırış etmezdim. Fakat her peygamber ümmetinden kendine uyanlarla beraberdir."
Sonra yedinci göğe geçtik. Ben, orada İbrâhim ile buluştum. Sırtını Beyt-i Ma'mur'a dayamıştı. Beni selâmladı "Sâlih Peygamber ve Sâlih evlad hoş geldin" dedi. Bunun üzerine bana denildi ki:
"İşte senin yerin ve ümmetinin yeri."
Sonra Rasûlullah "Gerçekten İbrâhim'e insanların en yakını, zamanında ona tabi olanlarla şu Peygamber (Hz. Muhammed) ve ona iman edenlerdir. Allah mü’minlerin yardımcısıdır." 2380 âyetini tilâvet etti ve buyurdu ki:
2378] -Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır-
2379] 19/Meryem, 57
2380] 3/Âl-i İmran, 68
- 608 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Sonra Beyt-i Ma'mur'a girdim, içinde namaz kıldım. Ona her gün yetmişbin melek girer, Kıyamete kadar geri de dönmezler. Sonra baktım bir ağaç var ki bir yaprağı bu ümmeti bürür. Bunun kökünde bir kaynak akıyor, iki kola ayrılıyordu.
"Ey Cibril! Bu nedir?" dedim. O:
"Şu rahmet nehri, şu da Allah'ın sana verdiği Kevser'dir" dedi. Bunun üzerine rahmet nehrinde yıkandım, geçmiş ve gelecek günahlarım bağışlandı. Sonra Kevser'in akış istikametini tuttum ve nihâyet cennete girdim. Bir de ne bakayım orada hiçbir gözün görmediği, kulağın işitmediği, insan kalbine gelmeyen şeyler var. Sonra Yüce Allah bana emrini emretti ve elli namaz farz kıldı. Ondan sonra Mûsâ'ya uğradım.
"Rabbin ne emretti?" dedi.
"Üzerime elli namaz farz kıldı" dedim. O:
"Dön, azaltması için Rabbine yalvar. Çünkü ümmetin bunun altından kalkamaz" dedi. Rabbime döndüm, azaltması için yalvardım. O benden on vakit namaz indirdi. Sonra Mûsâ'ya döndüm. Bu şekilde Mûsâ'ya uğradıkça Rabbime dönüyordum. Sonunda beş vakit namaz farz kıldı. Mûsâ, yine:
"Rabbine dön, azaltmasını iste" dedi. Ben:
"Çok müracaat ettim, artık utandım." dedim. Bunun üzerine bana denildi ki: Sana bu beş vakit namaz, elli namazdır. Bir iyilik on katı iledir. Her kim iyilik yapmaya gayret eder de onu işlemezse, onu bir iyilik yazılır, işleyene de on iyilik yazılır. Her kim de bir günah yapmaya teşebbüs eder de işlemezse bir şey yazılmaz, işlerse bir günah yazılır." 2381
Kütüb-i sitte (Alt hadis kitabı) ve diğer hadis kitaplarında Mirac hadislerinin birçok rivâyetleri vardır. Bu naklettiğimiz hadisin senedleri de İbnü Cerir tefsirinde zikredilmiştir. Görülüyor ki, bunda dünya göğüne kadar yükselmenin Mirac ile ilgili olduğu açıkça belirtilmiş, daha ilerisinde ise muhtemeldir. Fakat Alâî Tefsiri'nden Âlûsî'nin naklettiğine göre,2382 Rasûlullah'ın İsrâ gecesi biniti beş tane idi. Birincisi Beytü'l-Makdis'e kadar Burak. İkincisi dünya göğüne kadar Mi’râc; üçüncüsü yedinci göğe kadar meleklerin kanatları; dördüncüsü Sidre-i Münteha'ya kadar Cibril'in kanadı; beşincisi Kâbe Kavseyn'e (Mirac gecesi iki yay arası kadar Allah'a yaklaşmasına) kadar Refref (mânevî bir binek).
Öyle olmakla beraber Mescid-i Aksâ’ya İsrâ’dan sonrasının, ruh ile yapıldığını söyleyenler vardır. Bazıları bununla ilgili olarak demişlerdir ki: “Ruhun iki cesedi vardır. Biri, gayb âleminden gizli bir cesettir ki, onda unsurların bir etkisi yoktur. Biri de görülen âlemde yoğun bir cesettir ki, unsurlardan meydana getirilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) göğe çıkarken cesedi, madde elementlerinden hepsini kendi küresinde bıraktı ve ancak latif cesedi ile kaldı ve Yüce Allah’ın dilediği yere kadar onunla çıktı. Sonra da o bıraktığı cesede geri döndü.”
Bu ifâde, Mirac meselesinde ruhani tabirinin sadece düşünce ile olan bir yükselme demek olmadığını anlamakla beraber, Mirac’ı, sofilerin, ruhun tamamen cesedden soyulması diye ifâde ettikleri olay mahiyetinde gösteriyor demektir. Hâlbuki ruhun bedenden tamamen sıyrılması ümmetin fertlerinden nice adamlarda bile defalarca olduğu nakledile gelmiştir. Ve elbette Hz. Peygamber’in
2381] İbn Cerir et-Taberî, Câmiu’l-Beyan 15/4, 10-12
2382] Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, 15/10
İSRÂ VE MÎRAC
- 609 -
miracının ruhun bedenden sıyrılmasından çok yüksek İlâhî bir mûcize olduğunda şüphe edilmemesi gerekir.
İbn Atiyye gibi bazı müfessirler yüce âyetin mânâsını şöyle açıklamıştır: Onu, yani Muhammed’i (s.a.s.) âyetlerimizden göstermemiz için geceleyin yürüttük. Bu şekilde Mirac, Peygambere âyet göstermekten ibaret değil, Peygamberin kendisini bir âyet olarak kâinata göstermek olmuştur. Gerçekten Necm Sûresi'nin inişi daha önce olduğuna göre, Peygamber hakkında; "Andolsun, O, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü." 2383 anlamı daha önce gerçekleşmiştir. Ve o, kendisi Allah'ın âyetlerinden en büyük bir âyettir. Ve İsrâ'nın hikmeti de ona göstermeden çok, onu göstermeye daha uygundur. 2384
Kur’ân-ı Kerim’de İsrâ ve Mirac
İsrâ kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de geçmez. Bu kelimenin mâzî sîgasıyla, ilk âyetinde “esrâ” şeklinde geçtiği 17. sûrenin adı İsrâ sûresidir. İsrâ kelimesinin kökü olan (geceleyin yürüme, gece yolculuğu yapma anlamındaki) “sery” kökünden türeyen kelimeler, Kur’ân-ı Kerim’de 7 yerde geçer: 11/Hûd, 81; 15/Hıcr, 65; 17/İsrâ, 1; 20/Tâhâ, 77; 26/Şuarâ, 52; 44/Duhân, 23; 89/Fecr, 4.
Mi’râc kelimesi Kur’an’da geçmemekle birlikte, çoğul şekli olan “meâric” yükselme dereceleri mânâsında Allah’a nisbet edilerek kullanılır. Aynı zamanda bu kelimenin geçtiği sûrenin adı olmuştur.2385 Ayrıca meâric kelimesi merdiven anlamında bir âyette daha geçer.2386 Mi’râc kelimesinin kökü olan urûc kökünden türemiş fiiller Kur’an’da toplam 8 yerde kullanılır: 15/Hıcr, 14; 24/Nûr, 61; 32/Secde, 5; 34/Sebe’, 2; 43/Zuhruf, 33; 48/Fetih, 17; 57/Hadîd, 4; 70/Meâric, 3, 4.
“Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye, (Muhammed) kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir.” 2387
“Hani sana, ‘Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır’ demiştik. Sana gösterdiğimiz o temâşâyı (rü’yâyı) ve Kur’an’da lânetlenen ağacı, insanları sınamak için meydana getirdik. Biz onları korkuturuz da bu, onlara, büyük bir azgınlıktan başka bir şey sağlamaz.”2388 Müfessirlerin ekseriyetine göre, bu âyette geçen “rü’yâ” kelimesi, Hz. Peygamber’in miraç gecesindeki müşâhedeleridir.
“Battığı zaman andolsun yıldıza ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı; o, hevâsına/kötü arzularına göre de konuşmaz. O (nun konuşması, kendisine) vahyedilenden başkası değildir. Çünkü onu, kuvvetlinin kuvvetlisi (Cebrâil) öğretti ki o, aklında ve davranışında kâmil bir melektir. Hemen kendi aslî sûretine girip doğruldu. İşte o zaman, kendisi en yüce bir ufukta idi. Sonra ona yaklaştı ve sarktı. İki yay kadar yahut daha yakın oldu. Allah, vahyettiği şeyi bunun üzerine vahyetti. (Gözleriyle) gördüğünü kalbi yalanlamadı. Onun gördükleri hakkında şimdi kendisi ile tartışacak mısınız? Andolsun onu, Sidretü’l-Müntehânın yanında önceden bir defa daha görmüştü. Cennetü’l-Me’vâ da onun yanındadır. Sidre’yi kaplayan kaplamıştı. (Muhammed’in) gözü kaymadı
2383] Necm: 53/18
2384] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y., 5/283
2385] 70/Meâric, 3
2386] 43/Zuhruf, 33
2387] 17/İsrâ, 1
2388] 17/İsrâ, 60
- 610 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve kamaşmadı. Andolsun o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü.” 2389
Necm sûresinin bu âyetlerinde (müfessirlerin çoğuna göre) Hz. Peygamber’in en büyük mûcizelerinden biri olan miraç hâdisesi anlatılmıştır. Sûre, yıldıza yeminle başlamıştır. Bu, “necm/yıldız” kelimesi, yıldız cinsi, Süreyyâ yıldızı, Kur’an âyetleri ve Hz. Peygamber şeklinde açıklanmıştır. Yıldızın batması ve doğması kıyâmet günüyle tefsir edilmiştir. Miracı gerçekleştiren Hz. Peygamber, doğru yoldan sapmamış ve bâtıla inanmamıştır. Ona inen Kur’an ve kendi hadisleri vahye dayanmıştır. Vahyi getiren, Cebrâil’dir (a.s.). İşte bu melek mirac gecesinde kendi sûretinde Hz. Peygamber’e görünmüştür. Aralarındaki mesâfenin âyette de belirtildiği gibi çok yakın olduğu bir zamanda Cebrâil vahyedilenleri Peygamberimiz’e bildirdi. Hz. Peygamber’in Cebrâil ile görüşmesi Sidretü’l-Müntehâ’da olmuştu. Bazıları burada Peygamberimizin gördüğünün Cenâb-ı Hak olduğu husûsunu da rivâyet etmişlerdi. Sidretü’l-Müntehâ, son ağaç, yani yaratıklar âleminin son noktası demektir. Bundan ötesi Allah’ın gayb âlemidir. Cennetü’l-Me’vâ da, melekler, şehitler ve muttakîlerin ruhlarının barındığı yerdir. Sidre’dekileri tarif ve tavsif mümkün değildir. Sidre’yi kaplayanın melekler veya Allah’ın nûru olduğu rivâyetlerine yer verilmiştir.
Mirac gecesinde Hz. Peygamber’in gözünün, maksadının dışına bakmadığı, ondan ağmayıp kaymadığı belirtilirken, gördüğü varlığın Cenâb-ı Hak olması konusunda ihtilâf edilmiştir.
Hadis-i Şeriflerde İsrâ ve Mîrac
Hadis kaynaklarında isrâ ve özellikle mi’râcla ilgili birçok rivâyet mevcuttur. Mi’râcla ilgili başta Buhârî ve Müslim olmak üzere hemen bütün hadis kitaplarında geniş bilgiler bulunur. Mi’râcla ilgili hadis rivâyetlerinde bazı farklılıkların bulunduğu gözden kaçmamaktadır. Meselâ sahih rivâyetlerin bir kısmında doğrudan Mescid-i Haram’dan semâya yükseliş anlatılır.2390 Ancak isrâ ve mi’râcın aynı gecede gerçekleştiği kabul edilip rivâyetlerin bütünü gözönüne alındığında Rasûl-i Ekrem’in Mescid-i Aksâ’ya uğradığı ve burada içlerinde İbrâhim, Mûsâ ve İsa’nın (a.s.) da bulunduğu peygamberler topluluğuna namaz kıldırdığı anlaşılmaktadır.2391 Diğer bazı haberlere göre de Rasûlullah olayı Mekke’de haber verdiği zaman Kureyş kabilesi kendisini yalanlayıp Mescid-i Aksâ hakkında sorular sorunca Allah ona mescidi göstermiş ve böylece sorulara cevap vermiştir.2392 Mi’râcla igili haberlerde mevcut ayrıntılı tasvirler arasında2393 zayıf rivâyetlerin bulunduğu bildirilmektedir. 2394
Câbir (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Kureyş beni tekzib ettiği vakit, Hıcr'da doğruldum. Allah Teâlâ Beytu'l-Makdis'i bana tecelli ettirdi. Ben onlara onun alâmetlerini birer birer haber vermeye başladım. Ben Beytu'l-Makdis'e bakıyor hem de haber veriyordum." 2395
2389] 53/Necm, 1-18
2390] Buhârî, Salât 1, Tevhid 37, Enbiyâ 5, Bed’ü’l-Halk 7
2391] Müslim, İman 259
2392] Ahmed bin Hanbel, Müsned I, 309; Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâ 41
2393] meselâ Bk. Beyhakî Delâilu’n-Nübüvve, II, 362, 398
2394] İbn Kesî, Tefsîru’l Kur’an, III, 22
2395] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensar 41, Tefsir, İsrâ 3; Müslim, İman 276, h. no: 170; Tirmizî, Tefsir Benî İsrâil, h. no: 3132; İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/407
İSRÂ VE MÎRAC
- 611 -
İsrâ ve Miracın Hükmü
Rasûl-i Ekrem’in bu miracı, müslümanların çoğunluğuna göre uyanık bir halde ruh ve cesetle beraber vaki olmuştur. O Yüce Peygamber’in bir gece içinde Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya götürülmüş olduğu bu âyet-i celile ile sâbittir. Binaenaleyh inkâr eden kâfir olur. Mescid-i Aksâ’dan göklere, Sidretü’l-Münteha’ya götürülmüş, orada Allah’ın tecellilerine kavuşmuş olduğu da meşhur hadisler ile sâbittir. Binaenaleyh inkâr edenler de bid’at işlemiş ve sapıtmış olurlar. O yüce peygamberin bu gecede Arş ve Kürsüyü, Cennet ile Cehennemi seyretmiş olduğu da ahâd hadis ile sâbittir. Bunu inkâr edenler de hata etmiş sayılırlar.
Miracın vukuu icmâ ile sâbittir. Ruh ve cesetle beraber olduğu da müslümanların çoğunluğunca kabul edilmiştir. Yüce yaratıcının kudret ve büyüklüğünü düşünen, bu içinde yaşadığımız dünyada bile nice kudret hârikalarının gözler önünde tecelli edip durduğunu gören aydın kimseler için Miraç hârikasını inkâr etmek, imkânsız görmek asla mümkün değildir.
Evet… Gök cisimlerinin varlığını, süratli hareketlerini görüp biliyoruz. Özellikle güneşin ne kadar süratle hareket ettiği ve ondan yayılan ışıkların birkaç dakika içinde yeryüzünü kapladığı görülüp durmaktadır. İnsanların bile birtakım maddî vâsıtalar ile ne kadar yükseklere az bir zaman içinde uçup gittikleri görülmektedir. Bütün bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın bu kâinata verdiği özellikler sayesinde meydana gelmektedir. Artık bu kadar muazzam kâinatı var eden bir yüce yaratıcı dilediği bir muhterem kulunu derhal dilediği makamlara yükseltemez mi? Bunun aksini iddia, Allah’ın kudretini inkârdan başka bir şey değildir.
İsrâ ve Mirac Kaç Defa Olmuştur?
Rasûlullah (s.a.s.) Mekke’den Kudüs’e geceleyin gitmiştir. Rivâyetlerin ifâdeleri farklı da olsa, bir kısmı fazla, bir kısmı bir kısmı eksik de olsa bu gidiş bir kerre olmuştur. Bu durum normaldir. Çünkü peygamberlerden başka herkes hata edebilir. İnsanlardan bir kısmı rivâyetlerin birbirinden farklı olduğunu görünce; müteaddid isrâların vuku bulduğunu zannetmişlerdir ki, bu çok uzak ve garib bir zandır. Hiçbir talebi karşılamayacağı gibi, gidilmesi mümkün olmayan bir te’vile gitmekten öteye geçemez. Müteahhirin’den bazıları da Hz. Peygamber’in bir kez Mekke’den yalnızca Kudüs’e, bir kez de Mekke’den yalnızca gök yüzüne, üçüncü kerre de Kudüs’ten gökyüzüne seyahat ettiğini belirtmişlerdir. Bu yolu tutmakla birtakım müşküllerden kurtulduklarını sanmaktadırlar. Bu da gerçekten uzaktır. Selef’ten hiçbir kimseden böyle bir şey nakledilmemiştir. Eğer bu miraclar birçok kerre olsaydı, Hz. Peygamber bu ayrı miracları ümmetine anlatırdı ve insanlardan pek çokları da bunu müteaddit kerreler bize naklederlerdi. 2396
Bazı hadislere ve rivâyetlere göre İsrâ olayı, bi’setten sonra ve hicretten önce bir defa olarak gerçekleşmiştir. Bazı rivâyetlere göre; İsrâ olayı iki defa vuku bulmuş, biri uyanıkken diğeri uykuda bi’setten sonra ve hicretten önce olmuştur. Bazı rivâyetlere göre de; üç defa vuku bulmuş, biri bi’setten önce, ikisi bi’setten sonra ve hicretten önce, biri uykudayken diğeri uyanıkken ve cismiyle birlikte gerçekleşmiştir. 2397
2396] İbn Kesir, Tefsirul-Kur’ani’l-Azim, Çağrı Yayınları, 9/4650
2397] İzzet Derveze, Tefsiru’l-Hadis, Ekin Yayınları, 2/327
- 612 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İsrâ olayının bir defa da bi’setten önce vuku bulduğunu söyleyen habere gelince; Kasas ve Şura Sûrelerindeki âyetler bunu çürütmektedir. Ve peygamber’in (s.a.s.) kendisine vahiy gelmeden önce kendisine nübüvvet verileceğini bilmediğini belirtmektedir. “Kitabın sana bırakılacağını umut etmezdin. Bu, senin Rabbinden bir rahmettir. Öyleyse kâfirlere sakın arka çıkma.”2398; “Böylece sana da biz kendi emrimizden bir ruh vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmiyordun. Biz onu bir nur kıldık; onunla kullarımızdan dilediğimizi hidâyete erdiririz. Şüphesiz sen, dosdoğru olan bir yola iletiyorsun.” 2399
İsrâ olayının bi’setten sonra biri uyanık haldeyken, biri de uykudayken olmak üzere iki defa gerçekleştiğini belirten haberi de müfessirlerin çoğu reddetmektedir. 2400
Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) “Mirac” denilen bu mübârek seyahati, en kuvvetli rivâyetlere göre peygamberliğin 13. senesinde hicretten 6 ay önce Receb-i şerifin 27. gecesinde meydana gelmiştir. Bu gecede yüce Peygamberimiz, zaman ve mekânda münezzeh olan Yüce Allah’ın tecellilerine, İlâhî hitaplarına kavuşmuş, bir nice kutsi âyetleri, alâmetleri görmeye muvaffak olmuştur.
Beytü'l-Ma'mûr: Ma'mûr, bayındır, bakımlı ev. Kâbe'nin üst hizasında bulunan bir yerdir. Diğer bir adı da "Durâh"dır. Beytü'l-Ma'mûr'dan Kur'an'ı Kerîm'de şöyle bahsedilir: "Tür'a, yayılmış ince deri üzerine satır satır dizilmiş Kitâb'a, bayındır eve (beytü'l-ma'mûra), yükseltilmiş tavan gibi göğe, kaynayacak denize andolsun ki, Rabbi'nin azabı hiç şüphesiz gelecektir" 2401
Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm'in bazı yerlerinde kasem ettiği gibi bu âyet-i kerîmede de Tûr Dağı'na, Kur’ân-ı Kerîm'e ve Beytü'l-mâ'mûra yemin etmektedir. Buradaki yeminden maksat, bunların kıymetine işaret etmek ve değerlerini yükseltmektir.
Müfessirler bu âyet-i kerîmede sözü geçen Beytü'l-Ma'mûru genellikle, yedinci kat semâda, Kâbe'nin üst hizasında bulunan bir ev olarak tefsir etmişlerdir. Onu günde yetmiş bin melek namaz kılmak ve tavaf etmek için ziyaret eder ve kıyamete kadar da bir daha geriye dönmezler. Beytü'l-Ma'mûr Kâbe'nin üst hizasındadır. 2402
Müfessirler Beytü'l-Ma'mûru Kâbe olarak da tefsir ederler. 2403 Bir yerin bakımlı ve ma'mûr oluşu, meskûn olması, ziyaretçilerinin çok olması ve güzel bakılması ile olur. Kâbe'nin ma'mûr oluşu ise her sene binlerce hacının ziyareti iledir. "Allah onu her sene altı yüz bin kişi ile ma'mûr kılar, eğer insanlar ondan eksik olursa melâike ile doldurur denilmiştir." 2404
2398] 28/Kasas, 86
2399] 42/Şûrâ, 52
2400] İzzet Derveze, Tefsiru’l-Hadis, Ekin Y., 2/328
2401] 52/Tûr, 1-7
2402] Muhtasaru Tefsir-i İbn Kesîr, Nşr. M. Ali es-Sâbünî, Beyrut 1401, III, 388-389; Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1936, VI, 4551; el-Hâzin, Lübâbü't-Te'vîl fî Maâni't-Tenzîl, IV, 242; el-Beydâvî, Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl, IV, 467; İsmail Hakkı Bursevî, Rühu'l-Beyân fî Tefsîri'l-Kur'an, IV, 123
2403] Muhammed et-Tefsîrî, Tefsîr-i Tibyan Tercemesi İstanbul 1307, IV,180; İ.H. Bursevî, IV,123; Yazır, VI, 4551; el-Beydâvî, IV, 467
2404] M. Hamdi Yazır, VI, 4551
İSRÂ VE MÎRAC
- 613 -
Mirac'la ilgili meşhûr hadiste Beytü'l-Mamur'dan da bahsedilir: "Sonra bana Beytü'l-Ma'mûr gösterildi. Orayı her gün yetmiş bin melek ziyarete gidiyor."2405 Müfessirler, Beytü'l-Ma'mûru, tasavvufî bir anlatımla "mü’minin kalbi" olarak da tefsir edip; bayındır ve bakımlı oluşunu marifet ve ihlâsla açıklarlar. 2406
Beytu'l-Ma'mur bir hadiste şöyle açıklanır: "Semâda bir mesciddir, Kâbe'nin tam hizasındadır, öyle ki, şâyet düşecek olsa Kâbe'nin üstüne düşerdi. Ona her gün yetmiş bin melek girer. Ondan bir çıktı mı bir daha dönmez." Bir başka rivâyette, "Onun semâdaki hürmeti, Kâbe'nin arzdaki hürmeti gibidir" denir. Kaçıncı semâda olduğu ihtilaflıdır. Çoğunlukla rivâyetler yedinci semâda olduğunu söylemiştir. 2407
Burak: Burak, İsrâ hâdisesinde Cebrâil (a.s.) tarafından getirilen ve Hz. Peygamber'in bu mûcize sırasında bindiği hayvanın adıdır. Hz. Peygamber'in en büyük mûcizesi, hiç şüphesiz Kur'an'ı Kerîm'dir. Fakat Hz. Peygamber, Kur'an dışında, diğer peygamberler gibi bazı mûcizeler de göstermiştir. Bu mûcizeler içinde en büyüklerinden biri de, İsrâ ve Mirac hâdisesi olduğu kesindir.
İsrâ sûresinin ilk âyetinde de anlatıldığı gibi Hz. Peygamber (s.a.s.) Mescid-i Aksâ'ya bir gecede getirilerek, buradan da yüksek makamlara çıkarıldı. Kendisine çok hârikûlâde haller ve şeyler gösterildi. Kısaca anlattığımız bu yolculuğun ilk bölümünü Hz. Peygamber "Burak" denilen ve mânevî binekle yapmıştır.2408 Çeşitli rivâyet ve tarihî bilgilere göre, bu binit, katırdan küçük, merkepten büyük beyaz renkli çarptığında ayaklarını hızlandıran, uyluğunda iki kanadı olan ve adımını gözünün gördüğü mesafenin biraz daha ilerisine atabilen bir hayvandır.2409 Burak ismi ona, renginin son derece parlak olması sebebiyle veya hızı şimşeği andırdığı için verilmiştir.2410 Yine bazı İslâm tarihleri, sözkonusu bineğe Hz. Muhammed’den (s.a.s.) önceki bazı peygamberlerin de bindiği,2411 meselâ Hz. İbrâhim (a.s.) Burak'a binip önüne Hz. İsmail'i, terkisine de Hz. Hacer'i bindirerek Mekke'ye getirdiği bu rivâyetler arasındadır. 2412
Rasûlullah'ın bindiği Burak hakkında, farklı rivâyetlerde bazı tavsifler gelmiştir:
Gözünün gördüğü en uzak yere ön ayağını atmak.
Dağa rastlayınca arka ayakları yükselmekte, inişe geçince ön ayakları yükselmekte.
(Bazı rivâyetlerde): "İki kanadı var."
(Zayıf bir hadiste) "Burak'ın insan yanağı gibi yanakları, at gibi yelesi var, deve gibi bacakları var, öküz gibi kuyruk ve tırnakları var, göğsü kırmızı bir yakut gibidir" diye gelmiştir. Rengi beyazdır.
2405] Buhârî, Bed'u'l-Halk, 6
2406] el-Beydâvî, IV,123; Muhammed et-Tefsîrî, IV,180; Bursevî, IV,123; M. Hamdi Yazır, VI, 4551
2407] İbrâhim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 15/415
2408] Müslim, İman 259
2409] İbn Sa'd, Tabakat, I, 214; Tecrid-i Sarih Tercümesi, X, 66; Aliyyü'l-Kârî, Şerhu'ş-Şifâ, I, 381
2410] İbnü'l-Esîr, en-Nihâye, I, 120; Nevevi, Şerhu'l-Müslim, II, 210
2411] İbn Hişam, es-Siretü'n-Nebevi, Mısır 1952, II, 397
2412] İbn Sa'd, Tabakât, I, 150; Köksal, M. Asım, İslâm Tarihi (Mekke devri) İstanbul 1981, 350-351; Talat Sakallı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 1/256
- 614 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Burak kelimesinin berk, şimşekten gelmesi muhtemeldir. Süratle yol aldığı için şimşekle ilgili bir isim verilmiş olması makuldür. Ancak Arapça'da “Şâtun berkâun” tâbiri var, beyaz yünü üzerinde siyah damarlar bulunan koyun demektir. Şu halde Burak'ın berkâ'dan gelebileceği de ihtimal olarak söylenmiştir.
Burak, eğerlenmiş ve gemlenmiş vaziyettedir.
Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz'ı herhangi bir vâsıtaya bindirmeden de Mekke'den Kudüs'e intikal ettirebilirdi. Bu vâsıtaya bindirmesi teşrif içindir. Zira aksi takdirde yayan hükmünde olacaktı, hâlbuki atlı yayandan üstündür.
Birçok rivâyette Burak'ın daha önceki peygamberlere de binek olduğu belirtilmiştir. "Hz. İbrâhim'in ona binerek oğlu İsmail'i ziyarete gittiği", Rasûlullah'ın: "Ben onu, peygamberlerin de bağladığı halkaya bağladım" sözü, "O, daha önceki peygamberlerin emrine de verilmişti" ifâdesi, Cebrâil'in "Burak, sana, Allah katında bundan daha kıymetlisi hiç binmedi" gibi farklı hadislerde gelen ibâreler, Burak'a daha önce başka peygamberlerin de bindiğini ifâde ederler. Nitekim Mirac hâdisesinin sadece Hz. Muhammed'e mahsus bir teşrif ve takrîb olduğu da söylenemez. Rasûlullah'ın mazhar olduğu seviyede ekmel bir mânâda olmasa da, diğer peygamberlerin de kendilerine mahsus bir miracı olduğu söylenebilir. Şu halde, onlar da miraclarında binek olarak Burak'ı kullanmışlardır. Nitekim Hz. İsa'nın Allah katına ref'I,2413 Hz. İdris'in yüksek bir makama ref'i (yükseltilmesi),2414 Hz. İbrâhim'e arz ve semânın melekûtunun gösterilmesi2415 gibi Kur'ân'da temas edilen bazı hâdiseler önceki peygamberlerden en azından bazılarının da bir nevi miraca mazhar olduklarını ifâde eder. Bu meseleye hadisten gelen delilleri de zâten Burak'la ilgili olarak kaydettik. 2416
Sidretü'l-Müntehâ':
Bir izafet terkibi olup "müntehâ sidresi", yani sidrenin sonu, nihâyeti demektir. Müntehâ kelimesi son, nihâyet, bitiş anlamlarına gelmektedir. Sidre kelimesi de, ağaç anlamındadır. Mütercim Âsım Efendi meşhur Kamus'unda "sidre" kelimesini şöyle açıklamaktadır: "Sidre, Arabistan kirazı denilen bir ağaca verilen isimdir. Trabzon hurması bu ağacın cinsindendir, gölgesi gâyet koyu ve latifdir".
Sidretü’l-müntehâ' şeklinde Kur'ân-ı Kerim'de Necm Sûresinin 14. âyetinde geçmektedir. Ayrıca Peygamberimiz Hz. Muhammed'in Mirac'ını anlatan ve birçok sahabeden rivâyet edilen Hadis-i şerifte de geçmektedir. Hem Kur'ân'ın Necm Sûresinde, hem de Hz. Peygamberin Mirac'ını bütün ayrıntılarıyla anlatan hadis-i şerifte geçen Sidretü’l-Müntehâ', "Cennetin uçlarındandır, üzerinde Sündüs ve İstebrekın Cennetlerinin etekleri vardır", diye açıklanmış, Keşşâf'ta da Sidretü’l-Müntehâ' Cennetin nihâyetinde ve sonundadır, diye geçmektedir.
Ayrıca Sidretü’l-Müntehâ', "Allahu Teâlâ'nın zât âlemi demektir ki, buraya ne meleklerin büyükleri, ne de Peygamberlerin büyükleri dâhil olabilir. Nitekim hadis-i şerifte de Hz. Peygambere refâkat eden Cebrâil (a.s.) da Peygamberimizi buraya kadar götürmüş, buradan ileriye geçmeye izinli olmadığını ifâde ederek, bundan sonra Cenâb-ı Hakk'ın daveti sebebiyle Hz. Peygamber’in yalnızca
2413] Nisa: 4/158
2414] Meryem: 19/57
2415] En'am: 6/75
2416] İbrâhim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 15/413-414
İSRÂ VE MÎRAC
- 615 -
gideceğini bildirmiştir. İşte bu yüzden bu terkib "son sınır, son hudud veya sınırın sonu" diye anlaşılmıştır.
Hadis-i şeriflerde ise belirttiğimiz gibi daha çok mi’râc hâdisesi ile ilgili kısımlarda geçmekte ve meşhur hadis kitaplarının; hemen hemen hepsinde sözkonusu edilmektedir: "...Sonra beni Sidretü’l-Müntehaya götürdü. Bir de gördüm ki, sidr ağacının yaprakları fillerin kulakları gibidir, yemişleri ise (Yemenin) Hecer (kasabası) testilerine benzer. Allah'ın emrinden her şeyi bürümekte olan şey Sidre yi tamamıyla bürüyünce bana başka bir hal oldu. Artık Allah'ın mahlûklarından onun güzelliğinin bir kısmını bile anlatmaya gücü yetebilecek hiç bir kimse yoktur... " 2417
İbn Mesud’dan (r.a.) gelen rivâyette de "Rasûlullah (s.a.s.) Sidretü’l-Müntehâ'ya varınca yeryüzünden çıkan ve yukarıdan inen burada son buluyor"dedi. Allah orada ona kendisinden önce gelen hiç bir peygambere vermediği üç şeyi verdi: Namazlar beş (vakit) olarak farz kılındı. Kendisine Bakara sûresinin son âyetleri verildi ve Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmadıkları müddetçe ümmetine büyük günahlar da bağışlandı. İbn Mesud, "Sidre'nin dört bir tarafı (meleklerle) çevrili iken" 2418 âyetini okudu ve "Sidre, altıncı göktedir" dedi. Süfyân "Altından Pervaneler!" dedi ve eliyle işaret edip elini titretti. Mâlik b. Mağfel'den başkası da şöyle diyor: "Yaratıkların ilmi "sidre'de" son bulur ve bunun üstü hakkında bilgileri yoktur." 2419. Mürre'nin Abdullah'tan rivâyetine göre "Rasûlullah (s.a.s.) İsrâ gecesinde Sidretü'l-Müntehâ'ya götürüldü ki, sidre altıncı göktedir..." 2420
Enes'in rivâyetine göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor: "Ben Sidretü'l-Müntehâya götürüldüm. O, yedinci göktedir. Yemişi Hecer (kasabasının) testileri, yaprakları da fil kulaklarına benziyordu. Dibinden iki zâhir, iki hâtın olmak üzere dört nehir çıkıyordu. "Ya Cibril bu da ne?"dedim. Cibril: "Bâtın olanlar Cennettedir; zâhir olanlar ise Fırat ve Nil'dir" diye cevap verdi." 2421
Bu iki hadisi sahih kabul edenler onları şöyle telif etmişlerdir: Kökü altıncı gökte, dalları yedinci göktedir. 2422
Sidr denilen bu ağaç Cennetin en üst kısmındadır. Eskilerin ve yenilerin ilminin ulaştığı son noktadır. Arşın sağında yer almaktadır. Mi’râc gecesinde bu mevkiye vardıklarında Cibril geride kalmış; Rasûlullah (s.a.s.) geri kalmasının sebebini sormuş, Cibril şöyle cevap vermiştir: "Bu makam dostun dostta kalacağı bir makamdır. Eğer kıl kadar ileri gidersem yanar kül olurum. Bundan sonrasını geçmek sadece sana bahşedilmiştir..." 2423
Sidretü'l-Müntehâ' denilmesinin sebebi, buraya hem büyük meleklerin, hem de büyük peygamberlerin geçememesi ve burası hakkında bilgilerin yeterli olmamasıdır. Bunun için bu tabir kullanılmış ve beşerî, yani insanlara ait ilmin son sınırı diye de açıklanmıştır. Gerek peygamberlerin, gerekse diğer yaratılmışlardan
2417] Müslim, İmân 259
2418] en-Necm: 53/16
2419] Tirmizi, T. Suver 53
2420] Müslim'den naklen, Kurtubî, XVII, 94
2421] Kurtubî -Darekütnî'nin lafzıyla Müslim'den naklen-, XVII, 94
2422] et-Tehânevî, Keşşafu İstılâhati'l fünün, İstanbul 1984, I, s. 728; Kurtubî, a.g.e., aynı yer
2423] Keşşafu İstilâhati'l-Fünun, "Sidretü'l-Müntehâ" maddesi
- 616 -
KUR’AN KAVRAMLARI
her âlimin ilmi burada son bulur, ondan ileri geçemez. Ayrıca büyük müfessirlerden Fahruddîn er-Râzî, Sidretü'l Müntehâ'yı, buraya kadar zikredilen mânâlarını yanı sıra, "hayret-i küsvâ" diye açıklamıştır ki, akılların hayretle kaldığı, bundan daha şiddetli bir hayretin tasavvur edilemeyeceği, insanın son derecede hayrete düştüğü bir makam olarak tavsif ettikten sonra; sadece, Hz. Peygamberin hayrette kalmadığını, şaşmadığını, gördüklerini açıkça gördüğünü kaydetmektedir.
Öyleyse biz âciz insanların Sidretü'l-Müntehâ'yı kesin olarak "şudur veya budur" diye açıklamamız mümkün görülmemektedir. Necm Sûresinin 9. âyetine ve hadis-i şerifteki rivâyete göre, sadece Peygamberimize "Kab-ı Kavseyne" kadar yaklaşmasına müsaade edilmiştir. Sidretü'l Müntehâ'dan ilerisi gayb âlemidir ki, Allahü Teâlâ'dan başka hiç kimsenin ilmine ve bilgisine giremez, yani insanî ilmin son sınırıdır. Buradan ötesi Allahü Teâlâ'nın "Zât Âlemi" diye adlandırıldığı için, bu deyimi açık ve seçik bir tarzda ortaya koymamız mümkün değildir. 2424
Sidretü'l-Müntehâ: Sidre bir ağaç ismidir. Bunun yaprakları kurutulup dövülür ve sabun gibi temizlikte ve bilhassa beden temizliğinde, hamamlarda kullanılır. Bu ağacın meyvesine nebk denilir. Bu meyvelerin büyük olduğuna dikkat çekiliyor. Küpler gibidir. Küpün büyüklüğü, o zamanın insanlarınca ma'ruf olan Yemen'deki Hecer nam beldenin küplerine teşbih ediliyor. Küpler havz-ı kebirin asgarî nisabı olan bir kulle hacmindedir. Müntehâ son nokta, nihâi hedef mânâsına gelir. Meleklerin ilmi orada son bulduğu için buraya "Sidretu'l-Münteha" dendiği belirtilir. Bu durumda Sidretu'l-Münteha tâbirini daha âmayane bir ifâde ile hudud ağacı olarak tercüme edebiliriz: Mümkin ve mahlûk âlemi ile vücub yani esma ve şuunât-ı İlâhîye âlemini ayıran hudud. Nevevî, o hududu, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) hâriç hiç kimsenin aşamadığını söyler. Sidretü'l-Münteha'nın yeri hususunda rivâyetlerde ihtilaf var; altıncı semâda mı, yedincide mi diye. İbnu Mes'ud'dan gelen bir rivâyette altıncı semâda olduğu ifâde edilirken, Hz. Enes'ten gelen rivâyette yedinci semâda olduğu anlaşılmaktadır. İbnu Hacer aradaki ihtilafı: "Sidre'nin kökleri altıda, dal ve budakları yedide" diyerek kaldırmaya çalışır ve yedinci semâda sadece gövdesinin aslı vardır der. Bu ağacın güzelliği, ağacı kaplayan bazı mahlûklarla ilgili farklı yorumlar şerh kitaplarımızda yer alır. 2425
Refref: Yeşil kumaş ve bez, kenar saçağı, ince ve nazik ipek kumaş, ince ve nazik kumaş, döşek, minder, yastık döşeme, perde; perde ve örtü gibi şeylerin saçak yerlerine gelen fazlaları, saçakları; raf, terek, çeper; çadır, gömlek ve zırhın parçası, yanı ve en alt tarafı ve bunların etekleri; dış duvar: Kuşu çok olan çimenlik; salkım söğüd gibi dalları sarkık olan nazik ve latif ağaç; ağaç ve bitkilerden sarkan güzel dallar; her şeyin kenarlarında fazlası kalıp bükülen ve kıvrılan yerleri ve etekleri; güzel bahçelere benzeyen dokuma kilim ve halılar; pencere; bir çeşit deniz balığı, araba çamurluğu anlamında kullanılan bir sözcüktür.
Kur'ân-ı Kerim'de yastık, minder ve döşek anlamına gelir: Cennete girenler "Yeşil yastıklar, yahud minder ve döşekler üzerine (alâ refrefin hudrin) ve güzel döşemelere yaslanarak nimetlenirler." 2426 İbn Abbas'tan gelen rivâyete göre de bu âyette refref'in mânâsı cennet bahçeleri, demektir. Bu âyette "refref", cins ismi
2424] Cihad Tunç, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 5/414-415
2425] İbrâhim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 15/415
2426] 55/Rahmân, 76
İSRÂ VE MÎRAC
- 617 -
veya refrefenin cem'i ismi (çoğul ismi) olarak ahdar veya hadrâ'nın çoğulu olan "hudr" ile sıfatlanmıştır. Refref, (refârif) şeklinde de çoğul yapılır. Nitekim şâz kıraatlerden birisinde er-Rahmân Sûresi, 76. âyet, "alâ refârife hudrin" şeklinde de okunmuştur.
Mi'râc hadislerinin bir kısmında refrefi bisât (örtü, perde ve sergi) anlamına gelir: Buhârî'nin Sahih'indeki rivâyete göre Abdullah b. Mesud "Andolsun Rasûlullah, Rabbinin pek büyük âyetlerini gördü."2427 âyetini tefsir ederken "muhakkak ufku kaplamış ve örtmüş olduğu halde yeşil bir refref (perde) gördü" demiştir. 2428
Tirmizi'nin rivâyetinde; Abdullah h. Mesud "Onun gördüğünü kalbi yalanlamadı” 2429 âyetini tefsir ederken "Rasûlullah, Cebrâil'i yerle gök arasını doldurmuş olduğu halde refref'den (yeşil kumaştan) bir hulle içinde gördü" der.2430 İbn Mes'ûd'un bu hadisi Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde "Hz. Peygamber cennetin yeşil bir refrefini (örtüsünü, tabakasını) baktığı ufku kaplamış olduğu halde gördü" şeklinde geçer. 2431
Bazı rivâyetlere göre Mi'râc gecesinde Hz. Muhammed'in (s.a.s.) Sidre'den sonra veya cennet ve cehennemi gördükten sofra oturduğu döşek veya cennet yaygısının ismi de refref'dir. Hz. Muhammed (s.a.s.) bu refref isimli döşeğe oturarak çok yükseklere çıktı. Refref: Hz. Peygamberin mi’râc gecesinde bindiği bineklerden sonuncusunun da ismidir. 2432
Namazın Farz Kılınması ve Farz Kılındığı Sıradaki Namaz Şekli:
İlim ehli ile siyer bilginleri arasında namazın, Peygamber’e (s.a.s.) Mekke’de İsrâ gecesi semâya urucu (çıkışı) esnasında farz kılındığında görüş ayrılığı olmamakla birlikte, İsrâ’nın tarihi ile namazın şekli hususunda farklı görüşlere sahiptirler. 2433
Namazın İsrâ gecesi farz kılındığı Sahihi(Buhârî ve Müslim) de ve başkalarında açıkça ifâde edilmiştir. Aişe’den gelen rivâyete göre, namaz ikişer rek’at olarak farz kılınmıştır. Daha sonra ikâmet halindeki namaza iki rekât daha ilave edilerek dörde tamamlandı, yolculuk halindeki namaz da iki rekât olarak olduğu gibi bırakıldı. Eş-Şa’bi, Meymun b. Mehran Muhammed b. İshak da böyle demişlerdir.
Eş-Şa’bi, akşam namazı bundan müstesnâdır derken, Yunus b. Bukeyr de şöyle demektedir: İbn İshak dedi ki: Daha sonra Cibril (a.s.), Peygamber’e (s.a.s.) İsrâ gecesi namaz Hz. Peygamber’e farz kılındığında Hz. Peygamber’in yanına geldi ve vadinin bir tarafına ayak topuğunu vurdu, oradan bir su fışkırdı. Cibril, abdest alırken, Muhammed (s.a.s.) de ona bakıyordu: Yüzünü yıkadı, burnuna su verdi, ağzına su alarak çalkaladı. Başına, kulaklarına mesh ettikten sonra topuklarına kadar da ayaklarını (yıkadı) ve ön tarafına da su serpti. Daha sonra kalktı, iki
2427] 53/Necm, 18
2428] Buhârî, Tefsirü Sûreti'n-Necm
2429] 53/Necm, 11
2430] Tirmizî, en-Necm süresi tefsiri
2431] Ahmed bin Hanbel, Müsned, V, 449
2432] Muhiddin Bağçeci, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 5/239-240
2433] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Y., 10/321
- 618 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rekât namaz kıldı ve bu iki rekâtte de dört defa secde etti. Rasûlullah (s.a.s.) geri döndüğünde, Allah gözüne aydınlık vermiş, ruhu hoşnut olmuş ve Yüce Allah’ın emrinden sevdiği bir husus kendisine gelmiş halde döndü. Hz. Hadice’nin elinden tutarak bu pınara geldi. Tıpkı Hz. Cebrâil’in abdest aldığı gibi o da abdest aldı. Sonra iki rekât ve iki rekâtte de (toplam) dört secde yapmak üzere -Hz. Hadice ile birlikte- namaz kıldı. Daha sonra Hz. Hadice ile birlikte namaz kılıyorlardı.
Yine İbn Abbas’tan rivâyet edildiğine göre namaz, ikamet halinde dört rekât, yolculuk halinde de iki rekât olarak farz kılındı. Nafi’ b. Cübeyr ile el-Hasen b. Ebi’l-Hasen el-Basri de böyle demişlerdir. İbn Cüreyc’in görüşü de budur. Peygamber’den (s.a.s.) de buna uygun rivâyetler nakledilmiştir. Bu konuda rivâyette bulunanlar, Cebrâil’in (a.s.), İsrâ’nın gerçekleştiği gecenin sabahında zevale doğru indiği ve Peygamber’e (s.a.s.) namazı ve vakitleri öğrettiği hususunda görüş ayrılıkları yoktur.
Yunus b. Bukeyr de Ebû’l-Muhacir’in azadlısı Sâlim’den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Meymun b. Mehran’ı şöyle derken dinledim: Namaz, ilkin ikişer rekât farz kılındı. Daha sonra Rasûlullah (s.a.s.) dört rekât kıldı ve bu bir sünnet oldu. Böylelikle namaz, misafire (iki rekât) olarak karar oldu ve bu haliyle de namaz tamamdır.
Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Bu delil olarak gösterilemeyecek türden bir isnaddır. Onun: “Bu böylece bir sünnet oldu” sözü münker bir ifâdedir. Aynı şekilde eş-Şabi’nin yalnızca akşam namazını istisna edip sabahı sözkonusu etmemesinin de bir anlamı yoktur. Müslümanlar akşam namazı ile sabah namazı müstesna olmak üzere, ikâmet halindeki namazların farîzasının dört rekât olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Onlar bunu ancak ameli olarak ve oldukça yaygın bir nakil ile bilmişlerdir. Bu konuda ilk ve asıl farzın kaç rekât olduğu hususundaki görüş ayrılıklarının kendilerine hiçbir zararı olmaz. 2434
Mescid-i Haram’a, Mescid-i Nebevi’ye ve Beytü’l-Makdis’e Yolculuk Yapmak:
3/Âl-i İmrân sûresi 97. âyetinde yeryüzünde (Allah’a ibâdet için) yapılmış ilk mescidin Mescid-i Haram olduğu, ondan sonra da Mescid-i Aksâ olduğu geçmiş bulunmaktadır. Bu iki mescid arasında da kırk yıllık bir süre bulunduğu ise, Ebû Zerr yoluyla gelen hadisten anlaşılmaktadır. Hz. Süleyman’ın Mescid-i Aksâ’yı bina edip ona duâ etmesi ile ilgili rivâyet de, Abdullah b. Amr yoluyla gelen hadiste zikredilmektedir. Bu iki hadisin bir arada nasıl anlaşılacağına dair açıklamalar da orada geçmiş bulunduğundan, bu konu için oraya başvurulabilir, burada o bilgileri bir daha tekrarlamanın bir anlamı yoktur.
Burada Hz. Peygamber’in: “Üç mescid dışındaki (mescidlere) yükler bağlanmaz: Mescid-i Haram’a, Benim bu mescidime ve İlyâ mescidine yahut Beytü’l-Makdis’e.”2435 Ancak “La tuşeddu’r-rihalu: Yükler bağlanmaz, vurulmaz” yerine “La tu’melu’l-matiyy: Binekler yola konulmaz…” lafzıyla); 2436 Bu hadisi İmam Mâlik, Ebû Hureyre yoluyla rivâyet etmiştir.
2434] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Y., 10/324-325
2435] Muvatta, Cum’a 16.
2436] Buhari, Fadlu’s-Salati fi Mescid-i Mekke ve’l-Medine: 1, 6; Savm: 67; Cezâiu’s-Sayd: 26; Müslim, Hacc: 415, 511; Ebû Dâvud, Menasik: 94; Tirmizi, Salat: 126; Nesai, Mesacid: 10; Darimi, Salat: 132; Ahmed, Müsned: 2/234, 238… 3/7, 34, 93; 6/7, 397
İSRÂ VE MÎRAC
- 619 -
Bu hadiste bu üç mescidin sâir mescidlerden daha faziletli olduğuna delil teşkil eden ifâdeler vardır. Bundan dolayı ilim adamları şöyle demişlerdir: Bir kimse, ancak yolculukla veya binek sırtında ulaşabileceği bir mescidde namaz kılmayı adayacak olursa, böyle bir adağı yerine getirmesin, kendisine yakın olan mescidde namaz kılsın. Bundan tek istisna, sözü edilen üç mesciddir. Bunlardan herhangi birisinde namaz kılmayı adayan bir kimse, bu mescidlerde namaz kılmak üzere yolculuğa çıkar.
İmam Mâlik ve ilim ehlinden bir topluluk da, düşmânâ karşı bir serhad karakolunda (ribatta) ribat yapmayı adayan bir kimsenin, böyle bir ribatın bulunduğu yerde bu adağını yerine getirmesi gerekir. Çünkü böyle bir iş, Yüce Allah’a bir itaattir. Ebû’l-Bahterî ise, bu hadisin rivâyetinde “el-cened mescidini” de ilave etmiştir. Ancak bu ifâde sahih değildir ve uydurmadır. Buna dair açıklamalar, bundan önce Kitabımızın Mukaddime bölümünde geçmiş bulunmaktadır. 2437
İsrâ Ve Mi'rac Olayı Bize Neleri Öğretiyor?
Hicretten bir veya bir buçuk yıl kadar önce Peygamber (s.a.s.) Efendimizin hayatında meydana gelen bu çok önemli olay, birtakım gerçeklere bizi irşat etmekte ve İslâm'ın geleceğini haber vermektedir. Bunları şöyle özetleyebiliriz:
1- İslâm'ı saran tehlike çemberinin hız ve tesirini kaybetmek üzere olduğunu; inkârcı azgınların sonunun yaklaştığını haber veriyor.
2- Hakkın emekleyerek de olsa, bâtıldan önce hedefine ve amacına kavuşacağının müjdesini yansıtıyor.
3- İslâm'ın çok geçmeden yüceleceği, kıtalar üzerine yayılacağı; aynı zamanda Kudüs'ün fethedileceğini ilham ediyor.
Mevcut semâvî dinlerin artık yürürlükten kaldırıldığının kesin hatları çiziliyor. Gelip geçen bütün peygamberlerin, Hz. Muhammed'i (s.a.s.) önder ve imam kabul ettiklerinin misalini, Beytü'I-Makdis'te sergiliyor.
5- Burak adlı İlâhî aracın her adımını gözünün ulaşabildiği en uzak noktaya atmasıyla, İslâm'ın sür'atle gelişeceğine işaret ediliyor. İslâm mücahitlerinin “Allahu Ekber” sesleriyle akıllara durgunluk verecek bir hızla yeryüzüne yayılacaklarını bildiriyor.
6- Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz'in Burak'ı Beytü'l-Makdis'in kapısının önündeki halkaya bağlaması, son peygamberin her şeyi sağlam esaslara bağladığını ve bir gün İslâm mücahitlerinin savaş atlarını bu halkaya bağlayıp Beytü'I-Makdis'te cemaat halinde namaz kılacaklarını gönüllere rahmet havası içinde işliyor.
7- İlâhî emrin tecellilerinin göz alıcı renkleriyle işlenmiş Sidretü'l-Müntehâ'ya çıkılması, oradaki güzelliği anlatmanın mümkün olmadığına dikkatlerin çekilmesi, İslâm'ın kuracağı medeniyetin ve getirdiği sistemin çok yüceleceğine, girdiği yerde rahmet ve cennet havası oluşturacağına milletlerin bu medeniyetten yararlanarak derin uykudan uyanacaklarına işaret yollu atıflarda bulunuyor.
8- Rasûlullah'ın (s.a.s.) gökleri bir bir aşması, her gökte saygı ile karşılanıp
2437] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Y., 10/325-326
- 620 -
KUR’AN KAVRAMLARI
itibar görmesi, sesinin yedi iklimde duyulacağının bir başka remzi oluyor.
9- Melek Cebrâil'in refakati, Hz. Muhammed'in (s.a.s.) kudsî âlemden kendisine gönderilen büyük bir kudrete mazhar olduğunu; küfrün, azgınlığın ve bâtılın her çağda bu kudretin karşısında çökeceğini gönüllere işliyor.
10- Beş vakit namazın, Allah'ın insanlığa -imân ve Kur'ân'dan sonra- verdiği en büyük hediyesi ve değişmeyen emaneti olduğunu ve insanlığın ancak bu ibâdetle huzur ve güvene kavuşabileceğini insan idrakine sunuyor.
11- Bakara sûresinin son iki âyetinin ikinci bir hediye olarak verilmesi, İslâm'ın zorluk, meşakkat, sıkıntı ve üzüntü dini olmadığını; insanlığa ruh ve beden afiyetini, rahmet ve hidâyeti getiren Allah'ın son mesajı bulunduğunu gönüllere işliyor.
12- Allah'a ortak koşmayan mü'minlerin hediyesi ise, Allah'ın insanlara, özellikle mü'minlere olan geniş rahmet ve mağfiretini; rahmetinin her zaman gazabının önüne geçtiğini yansıtıyor. 2438
İsrâ olgusunun insanlığa getirdiği faydalar, değerler nelerdir?
Bunları maddeler halinde şöyle tesbit edebiliriz:
a) Yüce Allah mesajlardan bir kısmını Hz. Peygamber'e öğretmek için özel bir öğretim ortamı hazırlamıştır.
b) Mescid-i Haram denen üniversite ile Yahudi ve Hıristiyanların üniversitesi olan Mescid-i Aksâ'nın birleştirilmesi, Hz. Peygamber'in onlara yakınlaşması, yaklaştırılması için gerçekleştirilmiştir. Bu olay, Yahudi ve Hıristiyanları İslâm'a davet için önemli bir yaklaşım niteliğini taşımaktadır.
Kitap ehlinin öğretileri ile İslâm arasında müşterek noktanın bulunması için gerçekleştirilen bir yaklaşım olan İsrâ, ayrılıkları, farklılıkları değil de kitap ehli ile olan müşterek noktaları öne çıkarmak için yapılan bir öğretim ve birleştirme faaliyetidir. Dedeleri Hz. İbrâhim ile torunlarından olan Hz. Süleyman'ın inşa ettiği Ma'bed ve üniversitelerin birleştirilmesi, Allah'ın bitişmesini emrettiği şeylerin bitişmesini temin etmektir 2439. Demek ki isrâ, beyin, gönül ve nefis ülkelerinin bitişmesi gibi, Ma'bed ve üniversitelerin bitişmesini gerçekleştirmek amacını taşımaktadır.
c) Kur'ân, daha önceki tüm peygamberlerin evrensel mesajları ile yerel bazı mesajlarını alıp yer verdiği ve onları birleştirdiği gibi, İsrâda alınan, öğretilen, verilen mesajlarda da bir müştereklik vardır.
Bu demektir ki İsrâ denen öğretim faaliyeti, Kur'ân'in hem ma'bed hem değerler hem ibâdetler hem de tevhid inancı bakımından Kitap ehli ile Müslümanların sahip olduğu asgarî müştereki tesis etme amacını güdüyordu.
d) İsrâ olgusunun gece olması, Müslümanların insanlığı ihyâ edebilmeleri, geliştirebilmeleri için gece de çalışmalarını ilke haline getirmektedir. Gündüz herkes çalışıyor, ama geceyi değerlendirenler, medeniyette öne geçeceklerdir. Gece çalışanlar İsrâ olgusunu kendi hayatlarına tatbik ediyorlar demektir. Maddeyi
2438] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3459-3460
2439] 13/Ra'd, 21
İSRÂ VE MÎRAC
- 621 -
enerjiye, enerjiyi maddeye çevirenler, uzun mesafeleri kısaltacaklardır. Kafasını yorup teknoloji üretenlere, uzak mesafeleri kısaltacak şekilde Allah yardım edip onları yürütecektir. Çalışanı Allah yürütür.2440 Bu bilgiyi teknolojiye çevirme iledir ki insanlar göklerin ve yerin katlarını aşıp gideceklerdir.
Hz. Süleyman'ın yanındaki ilim adamının göz açıp kapayıncaya kadar Belkıs'ın tahtını getirmesi2441 olgusu, mu'cizesi bilim haline dönüşecektir. Kur'ân'da bu iki olgunun, yani İsrâ ve Belkıs'ın tahtının anında getirilmesi insanların önüne çok ciddi ödevler koymaktadır. Aksi takdirde onlar tarihi bir olgu olarak kalır, sonraki nesillere bir kıssa olmaktan öte bir şey getirmez. Ama onlar bilimsel araştırma yapan üniversitelerin önüne program koymakta, hedef göstermektedir. 2442
İsrâ ve Mirac, Rûh ile mi, yoksa Beden ve Ruh Birlikte mi Olmuştur?
İsrânın, Hz. Peygamber’in ruhu ile mi cesedi ile mi olduğu hususunda, selefin de halefin de görüş ayrılığı vardır:
1) Hz. Aişe, Muaviye, el-Hasenu’l-Basrî ve İbn İshak’a göre İsrâ ruh ile gerçekleşti, beden yattığı yerden ayrılmadı. Onlar İsrânın hakikatleri ihtiva eden bir rüya olduğu görüşündedir. Çünkü esasen peygamberlerin rüyaları da bir haktır. 2443
Muhammed b. Cerir (et-Taberi’nin) tefsirinde, Huzeyfe’nin (r.a.): “Bu hâdise, bir rüya idi. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bedeni yerinden oynamadı. Allah onu, sadece ruhen götürdü, yürüttü” dediği rivâyet edilmiştir. 2444
Muhammed İbn İshak İbn Yessâr Siret’inde der ki: Bana Ya’kub İbn Utbe İbn Muğire İbn el-Ahnes dedi ki: Muaviye b. Ebi Süfyan’a Hz. Peygamber’in mi’râcı sorulduğu zaman, şöyle demiştir: Bu, Allah tarafından gösterilmiş sadık bir rü’ya idi. Ebûbekir’in ailesine mensub bazıları bana dediler ki: Hz. Aişe şöyle dermiş: Rasûlullah’ın cesedi kaybolmadı, sadece o, ruhuyla mi’râca çıkmıştı. İbn İshak der ki: “Onun bu sözü reddedilmemiştir. Çünkü Hassan’ın ifâdesine göre; “Sana gösterdiğimiz rü’ya ancak insanlar için bir imtihandı.” 2445 âyeti bu vesile ile nâzil olmuştur. İbrâhim’den bahsederken de Allah Teâlâ şöyle hikâye etmektedir: “Ben rü’yada seni kurban kesiyor görüyorum. Bak ne dersin?” Sonra bunu uygulamaya geçti. Anladım ki vahiy peygamberlere hem uyanıkken hem de uyurken gelir.”
İbn İshak der ki: “Rasûlullah (s.a.s.) “İki gözüm uyuyor ama kalbim uyanıktır”, buyurdu. Allah hangisinin gerçekleştiğini en iyi bilendir. Allah hangi durumu isterse onu uyurken ve uyanıkken gösterir. Bütün bunlar haktır, doğrudur.” Ancak Ebû Cafer İbn Cerir Taberi tefsirinde bu görüşü red ve inkâr ederek kötüler ve: Bu görüşün, Kur’an’ın akışının açık anlamına aykırı olduğunu belirtip yukarıda geçen bazı delilleri irade ederek bunu reddeder. Allah en iyisini bilendir. 2446
2440] Rahman 55/33
2441] 27/Neml, 40
2442] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/161-170
2443] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları, 10/321
2444] Fahreddin Razi, Mefatihu'l-Ğayb, Akçağ Y., 14/390
2445] 17/İsrâ, 60
2446] İbn Kesir, Tefsirul-Kur’ani’l-Azim, Çağrı Yayınları: 9/4652
- 622 -
KUR’AN KAVRAMLARI
2) Bazı âlimlere göre İsrâ, beden ile uyanık olarak Beytü’l-Makdis’e kadar ve oradan da ruh ile olmuştur. Bunlar Yüce Allah’ın “Kulunu geceleyin Mescid-i Haram’dan, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren münezzehtir.” buyruğunu delil göstermişlerdir. Bu buyrukta Yüce Allah, Mescid-i Aksâ’yı İsrânın son noktası olarak zikretmektedir. Bu görüş sahipleri derler ki: Eğer İsrâ, Hz. Peygamber’in bedeni ile birlikte Mescid-i Aksâ’dan daha ileriye olmuş olsaydı, hiç şüphesiz bu da sözkonusu edilirdi. Çünkü böyle bir işin, beden ile olması övgü olarak daha ileri derecededir.
3) Selefin ve müslümanların büyük çoğunluğu ise İsrânın, beden ile ve uyanıkken gerçekleştiği görüşündedir. Hz. Peygamber, Mekke’de Burak’a binmiş, Beytü’l-Makdis’e ulaşmış, orada namaz kıldıktan sonra da yine bedeniyle İsrâ devam etmiştir. İşaret ettiğimiz haberler ile âyet-i kerime de buna delâlet etmektedir. Hz. Peygamber’in bedeniyle ve uyanık olarak İsrâsının gerçekleşmesinde imkânsız ve olmayacak bir taraf yoktur. Zahir ve hakikat terkedilerek te’vil yoluna ise, ancak nassın zahir ve hakikati üzere kabul edilmesinin imkânsız olması halinde sözkonusudur. Eğer İsrâ uykuda gerçekleşmiş olsaydı, burada “kulunun ruhuyla” denilerek “kulunu” diye buyurmazdı. Yine Yüce Allah’ın: “Göz, başka yöne kaymadı ve şaşmadı da.”2447 buyruğu da buna delildir. Eğer bu olay uykuda iken gerçekleşmiş olsaydı, bunda bir alâmet ve mûcize olacak taraf olmazdı. Um Hâni Hz. Peygamber’e: “Sen bunu insanlara anlatma, seni yalanlarlar.” demezlerdi. Ebû Bekir es-Sıddık (bunu tasdik etmesi dolayısıyla) üstün bir fazilete sahip olmazdı. Kureyşlilerin de ileri geri konuşmalarına, onu yalanlamalarına da imkân bulunmazdı. Çünkü Kureyşliler, Hz. Peygamber’in verdiği bu haberi yalanlamış, hatta iman etmiş birtakım kimseler irtidat dahi etmişlerdi. Eğer bu rüya ile olmuş olsaydı, hiçbir şekilde buna tepki gösterilmezdi. Hatta müşrikler ona şöyle demişlerdi:
“Eğer sen doğru söylüyor isen, haydi bize kervanımızla nerede karşılaştığını bildir.” O da şu cevabı vermişti: “Kervanınız filan, filan yerde idi. Ben oradan geçtim, filan kişi korktu. Bunun üzerine o kimseye: ‘Ne gördün ey filan?’ denildiğinde, o: ‘Ben bir şey görmedim ancak develer gerçekten ürktüler.’ diye cevap vermişti.” Bu sefer Hz. Peygamber’e: “Peki kervanın bize ne zaman ulaşacağını haber ver.” demeleri üzerine Hz. Peygamber: “Kervanınız size şu, şu günü gelecektir.” dediğinde onlar:
“Hangi saatte?” diye sordular. Bu sefer Hz. Peygamber:
“Bilemiyorum, acaba güneşin bu taraftan doğuşu mu daha erken gerçekleşecek, yoksa kervanın bu taraftan görünüşü mü daha erken olacak” O gün gelince bir kişi:
“İşte güneş doğdu.” demiş, diğeri ise:
“İşte sizin kervanınız da göründü.” demişti. Rasûlullah’dan (s.a.s.), Beytü’l-Makdis’in nitelikleri hakkında soru sormuşlardı. Hz. Peygamber de önceden Beytü’l-Makdis’i hiç görmediği halde onlara niteliklerini söyleyivermişti.
Sahih’de Ebû Hureyre’nin şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki:
“Ben, Hicr’de bulunuyorken Kureyş bana İsrâ’ma dair soru soruyorlardı. Beytü’l-Makdis hakkında iyice tesbit edemediğim bazı hususlara dair bana soru sordular. Bundan dolayı
2447] 53/Necm, 7
İSRÂ VE MÎRAC
- 623 -
daha önce benzeri görülmedik bir sıkıntıya düştüm. Yüce Allah, Beytü’l-Makdis’i kaldırıp gözlerimin önüne getirdi. Her ne hakkında bana soru sordularsa, ben de onlara cevaplarını verdim.” 2448
Hz. Aişe ile Muaviye’nin: “İsrâ, ancak Rasûlullah’ın (s.a.s.) ruhu ile gerçekleşmiştir.” şeklindeki sözlerine de şöylece itiraz edilmiştir: O sırada Hz. Aişe’nin yaşı küçüktü ve bu olaya şahit olmamıştı. Bu konuda o, Peygamber’den hadis de rivâyet etmiş değildir. Muaviye ise, o dönemde olaya tanık olmamış kâfir bir kimse idi. Bu konuda o, Rasûlullah’dan (s.a.s.) da hadis rivâyet etmiş değildir. Bu konuda söylediklerimizden daha fazla bilgi sahibi olmak isteyenler, Kadı İyad’ın “eş-Şifa” adlı kitabından olayı takip etmelidirler. Orada bu konuda kalbe şifa verici bilgiler elde edeceklerdir.
Hz. Aişe’nin kanaatinin lehine, Yüce Allah’ın “Sana gösterdiğimiz o rüyayı… ancak insanlara bir fitne kıldık.”2449 buyruğunu delil göstermişler ve burada Yüce Allah’ın buna “rüya” adını verdiğini söylemişlerdir. Ancak, Yüce Allah’ın: “Kulunu geceleyin… götüren münezzehtir.” buyruğu bunu reddetmektedir. Uykuda gerçekleşen bir olay hakkında “geceleyin yürüten” tabiri kullanılmaz. Aynı şekilde gözle görmeye de ileride bu Sûrede açıklaması geleceği üzere “rüya” denilir. Konu ile ilgili sâbit haberlerde İsrânın, beden ile gerçekleştiğine açık bir delâlet vardır. Eğer, aklen Yüce Allah’ın kudreti çerçevesinde câiz (mümkün) görülen herhangi bir hususa dair haber vârid olacak olursa, -özellikle de hârikulade olayların gerçekleştiği dönemde bu sözkonusu ise- onu inkâra kalkışmanın bir yolu yoktur. Peygamber’in birçok mi’râcları vardır. Bunlardan bazılarının rüya ile olma ihtimali uzak değildir. O bakımdan, Hz. Peygamberin, sahih hadiste yer alan: “Beyt’in yanında uyku ile uyanıklık arasında bulunduğum bir sırada…”2450 hadisi de buna göre yorumlanır. Diğer taraftan, İsrânın gerçekleşmesinden sonra tekrar uykuya geri döndürülmesi ihtimali de vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. 2451
Bilginlerin ekseriyyeti, Hz. Peygamber’in bedeniyle ve ruhuyla uyurken değil uyanık olarak mi’râca çıktığı konusunda görüş birliği etmişlerdir. Ancak Hz. Peygamber’in bundan önce rüya ile buraları görmüş olması, sonra uyanık olarak görmüş olması da reddedilemez. Çünkü Hz. Peygamber ne zaman bir rüya görse rüyası gün aydınlığı gibi çıkardı. Buna delil Allah Teâlâ’nın “Kulunu geceleyin Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya yürüten Allah’ı tesbih ederiz.” kavlidir. Tesbih, ancak çok büyük işler sırasında olur. Eğer Hz. Peygamber uyurken gerçekleşmiş olsaydı, bu büyük olarak kabul edilebilecek önemli bir şey sayılmazdı. Ayrıca Kureyş’li kâfirler onu yalanlamaya tevessül etmezlerdi. Müslüman olmuş bulunan bazı kimselerin de dinlerinden dönmelerine neden olmazdı. Ayrıca “kul”; ruh ve bedenin toplamından ibarettir. Nitekim Allah Teâlâ: “Kulunu geceleyin götürmüştür.” buyuruyor. Ayrıca “Sana gösterdiğimiz rüya ancak insanlar için bir imtihandır.”2452 buyurmaktadır.
İbn Abbas der ki: “Bu, gözle görülen bir rüya idi. Rasûlullah’a (s.a.s.)
2448] Müslim, İman 278
2449] el-İsrâ: 17/60
2450] Buhârî, Bed’ul’l-Halk: 6; Müslim, İman: 264; Nesai. Salat: 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 4/207
2451] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Y., 10/321-323
2452] 17/İsrâ, 60
- 624 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gösterilmişti.” Bu kavli Buhârî rivâyet eder. Allah Teâlâ buyuruyor ki: “Göz ne kaydı ne de şaştı.”2453 Göz ruhun değil bedenin aletidir. Ayrıca Hz. Peygamber Burak’ın üzerinde taşınmıştır. Burak, beyaz, parlak ve göz alıcı bir hayvandır. Bu da ruh için değil, ancak beden için bir araç olabilir. Ruh hareketleri bakımından üzerine bineceği bir bineğe ihtiyaç duymaz. Allah en iyisini bilendir. 2454
Âyet, görüldüğü gibi yalnızca Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya olan İsrâ’yı zikretmektedir. Âyetten öyle anlaşılıyor ki İsrâ olayı uyanık bir halde ve bedenî olarak gerçekleşmiştir. Eğer uykuda olsaydı âyet, bu olayı bu açıklık ve kesinlikle zikretmesinin hikmeti olmazdı. 2455
Mi'rac Olayı Rüya Olabilir mi? Böylesine fevkalâde bir olay rüya yoluyla meydana gelmiş olsaydı, bunda şaşılacak bir cihet sözkonusu olmaz; Kureyş müşrikleri onu yalan sayma ihtiyacını bile duymazlardı. Zira Rasûlullah (s.a.s.) Efendimizin sık sık «rüyamda Cennet bana gösterildi, Cennet ile Cehennem bana arzolundu..» şeklinde gördüklerini arkadaşlarına anlatması, Mi'rac olayı hakkında cereyan eden itiraz ve yalanlamaya hiçbir zaman maruz kalmamış ve kimse bunu reddetmeyi düşünmemiştir. Çünkü rüyada o gibi olağanüstü olaylar görülebilir. O halde İsrâ ve Mi'rac'ın uyanık halde hem ruhen, hem de bedenen gerçekleştiği muhakkaktır.
Âyette «abd» tabiri bilhassa her türlü ihtimali ortadan kaldırmakta, Peygamber'in (a.s.) sözü edilen olayı her iki yapısıyla birlikte yaşadığı ifâde edilmektedir. Çünkü «abd» ruhla bedenin tamamına delâlet eden bir kelimedir 2456.
Mirac’ın Rûhânî Olduğu Görüşü ve Bu İddiaya Cevap: Buna delâlet eden Kur’an âyeti, bu âyettir. Bu delili şu şekilde izah edebiliriz: “Abd” (kul), beden ile ruhun toplamının adıdır. Binaenaleyh bu geceleyin yürütme işinin, beden ve ruh toplamı bir kul için tahakkuk etmiş olması gerekir. Bil ki bu istidlal, insanın sadece ruh mu, yoksa sadece beden mi, yoksa hem ruh hem beden mi olduğu meselesine dayanır. İnsanın sadece ruh olduğunu söyleyenler, bu hususta şu izahları yapmışlardır:
1) İnsan, ömrünün başından sonuna devam eden tek bir şeydir. Hâlbuki bedenin cüzleri, hep değişme, tebeddül ve intikal (geçiş) içindedir. Baki olan ise, değişmeyendir. O halde insan bu bedenden başka bir şeydir.
2) İnsan bazen bedeninin bütün parçalarının farkında olmasa bile, kendisini bilir. Bilinen ise, farkında olunmayandan başkadır. O halde insan, bu bedenden başka bir şeydir.
3) İnsan, normal fıtratı gereği, “elim, ayağım, beynim ve kalbim…” der. Diğer uzuvları için de durum aynıdır. Böylece o bütün bunları kendisine izafe eder. Hâlbuki muzaf, muzafun ileyh’den başkadır. O halde insanın hususi zâtının, bütün bu uzuvlardan başka bir şey olması lazım gelir.
Buna göre eğer onlar, “O, zâtını da kendisine izafe ederek, “Benim zâtım,
2453] Necm: 53/17
2454] İbn Kesir, Tefsirul-Kur’ani’l-Azim, Çağrı Yayınları: 9/4651-4652; İbn Cerir et-Taberi, Camiu’l-Beyan, Hisar Y., 5/255
2455] İzzet Derveze, Tefsiru’l-Hadis, Ekin Y., 2/327
2456] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3460-3462
İSRÂ VE MÎRAC
- 625 -
benim nefsim!” demiyor mu? Binaenaleyh size, onun kendisinin zâtından başka olduğunu söylemeniz gerekir; hâlbuki bu, imkânsızdır” derlerse biz deriz ki:
Biz, sırf lafza tutunmuyoruz ki, bu söylediğiniz şey bize gereksin. Tam aksine, biz ancak sırf akla tutunuyoruz. Çünkü aklın sarih delili, insanın tek varlık olduğuna delâlet eder. Bu tek şey, eliyle alır, gözüyle, onun vâsıtasıyla görür ve kulağı vâsıtasıyla işitir. Binaenaleyh insan, tek şeydir. Bu uzuvlar, onun bu fiilleri yapması için var olan aletleridir, vâsıtalarıdır. İşte bu, insanın, bu uzuv ve vâsıtalardan başka bir şey olduğuna delâlet eder. Böylece bu izahlarla, insanın, bu dünya ve bedenden başka bir şey olduğu sâbit olmuş olur.
Bu sâbit olunca da biz diyoruz ki: “Kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan… götüren Allah münezzehtir.” âyetindeki “abd” (kul) kelimesiyle, ruh cevheri kastedilmiştir. Böyle olması halinde, âyette, “İsrâ”nın, beden ile olduğuna dair bir delâlet kalmaz. Şâyet onlar “İsrâ’nın, ruh ile yapılması, hârikulade bir şey değildir. Binaenaleyh “Kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan… götüren Allah münezzehtir.” denilmesi uygun düşmez” derlerse, biz deriz ki:
Bu da akıldan uzak bir şeydir; çünkü başkasının ruhu için tahakkuk etmeyen çeşitli mükâşefe ve müşahedelerin, onun ruh için tahakkuk etmiş olduğunun söylenilmesi akıldan uzak bir şey olmaz. Böylece de, pek yerinde olarak bu söz buraya uygun olur. Miracın, hem ruh hem de beden ile yapıldığını isbat hususunda, bu âyetle yapılan istidlâlin aleyhine olarak ileri sürülen sorunun izahı işte bundan ibarettir.
Buna şu şekilde cevap verebiliriz: “Abd” (kul) lafzı, ancak, hem ruh hem de beden toplamını içine alan bir lafızdır. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk’ın “Bir kulu, namaz kılarken men edeni gördün mü sen?” 2457 âyetidir. Bu âyette geçen “abd” sözüyle, hem ruh hem de bedenin murad edilmiş olduğunda şüphe yoktur. Yine Cenâb-ı Hak, Cin Sûresi’nde, “Şu hakikat de: Allah’ın kulu O’na ibâdet için kalktığı zaman nerdeyse onlar, etrafında keçeler (gibi tortop) oluyorlardı.” 2458 buyurmuştur ki, buradaki “abd” kelimesiyle de, hem ruh hem de beden kastedilmiştir. İşte, bu âyette de böyledir.
Bunun haberden delili ise, sahih hadis kitaplarında rivâyet edilen şu hadistir ki, bu hadis meşhur bir hadistir. Bu hadis Hz. Peygamber’in Mekke’den Beyt-i Makdis’e, oradan da göklere götürüldüğüne delâlet eder.
Bu hadisi kabul etmeyenler, şu şekilde istidlâl etmişlerdir:
1) Aklî izahlarla. Onların yapmış olduğu bu aklî izahlar da üç tanedir:
a) Bu kadar hıza ulaşmış olan bir hareket düşünülemez.
b) Ağır bir kütlenin göklere yükselmesi makul değildir.
c) Onun göklere yükselmesi, feleklerin yırtılmasını gerektirir. Hâlbuki bu, imkânsızdır.
2) Eğer bu doğru olsaydı, bu, diğer mûcizelerin en büyüğü olurdu. Bu durumda da Hz. Peygamber’in nübüvvet iddiasında doğru söylediğine istidlalde
2457] 96/Alak, 9-10
2458] 72/Cinn, 19
- 626 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bulunabilsinler diye, bunu halkın huzurunda ortaya koyması gerekirdi. Ama bunun, hiç kimsenin görüp müşahade edemediği bir zamanda tahakkuk etmesine gelince, bu abestir. Hâkim olan Allah’a ise bu yakışmaz.
3) Onlar, Cenâb-ı Hakk’ın, “(Geceleyin) sana gösterdiğimiz o temâşâyı ancak insanlara bir fitne yaptık.” 2459 ifâdesine tutunarak şöyle demişlerdir: Bu rüyadan maksat, Mirac hâdisesidir. Hâlbuki bu, insanlar için ancak bir fitne olmuştur. Çünkü Hz. Muhammed’e inanan kimselerin pek çoğu, O’nun bu sözünü duyunca, O’nu yalanlamış ve kabul etmemiştir. Binaenaleyh, Mirac sözü, insanların fitneye düşmesine sebep olmuştur. Böylece bunun, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) uykuda gördüğü bir rüya olduğu sâbit olmuş olur.
4) Mirac hadisi, pek çok (akıl almaz) uzak şeyleri ihtiva etmektedir. Mesela, onun karnının yarılıp, zemzem suyuyla temizlenmesine dair rivâyet edilen şey bunlardandır. Bu, akıl almaz bir şeydir. Çünkü suyla yıkanabilen şey, maddî olan pisliklerdir. Bunun, batıl inanç ve kötü huylara dair kalpte bulunan şeyleri temizlemede bir tesiri yoktur. Onun, Burak’a bindiğine dair rivâyet de bu tür şeylerdendir. Bu da akıldan uzaktır. Çünkü Allah Teâlâ onu, bu âlemden felekler âlemine hareket ettirdiğine göre Burak’a niye ihtiyaç duyulsun? Cenâb-ı Hakk’ın elli vakit namazı farz kıldığı, sonra da Hz. Muhammed’in (s.a.s.), Mûsâ’nın (a.s.) şefaati sebebiyle, o elli vaktin beş vakte indirilinceye kadar Allah ile Hz. Mûsâ arasında gidip geldiğine dair rivâyet de bu kabildendir. Kadi: “Bu, hükmün, daha uygulanmadan önce neshedilmiş olmasını gerektirir ve yine bu, Bedâ’yı (hükmün, Allah’a önce gizli kalıp, sonradan ortaya çıkması) icab ettirir. Hâlbuki bu, Allah hakkında düşünülemez.” demektedir. Böylece bu hadisin, kabul edilmesi uygun olmayan birtakım şeyleri ihtiva ettiği sâbit olmuş olur ve bu sebeple de reddolunur.
Bu değerlendirmeye karşı taraf şöyle cevap verir:
1) Cennetin iyilik ve hayırları çok büyük; cehennemin dehşet uyandıran halleri ise çok şiddetlidir. Binaenaleyh, şâyet Hz. Muhammed (s.a.s.), onları bu dünyada iken müşahade etmeyip de Kıyametin başlangıcında müşahade etmiş olsaydı, belki de cennetin hayır ve güzelliklerine arzu duyar, yahut da, cehennemin korkunç hallerinden korkardı. Ama o, onları bu dünyada Mirac gecesinde görüp müşahade edince, onlar, Kıyamet gününde onun gözünde ve gönlünde büyümez, böylece de kalbi onlarla meşgul olmaz. Bu durumda da, kendini sadece şefaate verir.
2) Onun, Mirac gecesinde, peygamberleri ve melekleri görüp müşahade etmesinin, hem kendisinin hem de ümmetinin faydasına olan şeylerin mükemmelleşmesine bir vesile olması imkânsız değildir.
3) Onun feleklere yükselip göklerin, kürsinin ve arşın hallerini müşahade etmiş olmasının, bu âlemin hallerini ve korkunç durumlarını görüp müşahade etmesini gözünde küçültmesine, önemsiz saymasına sebep olması imkânsız bir şey değildir. Böylece, onun kalbinde bir tür kuvvet meydana gelir; o bunları gözönüne aldığında, Allah’a davete başlaması mükemmelleşir ve Allah’ın düşmanlarına iltifat etmemesi de kuvvet kazanır. Bunu şu durum daha iyi izah eder. Bu konuda, Allah’ın kudretini görüp müşahade eden kimsenin, cihad vb. şeylerin
2459] İsrâ: 17/60
İSRÂ VE MÎRAC
- 627 -
sıkıntılarına göğüs germeye karşı gönlündeki kuvvet ve kalbindeki sebat, bunu görüp müşahade etmeyenlerin birkaç misli olur. Cenâb-ı Hakk’ın “âyetlerimizden bazısını gösterelim diye (bunu yaptık)” ifâdesi, adeta isrâfın faydasının bu olduğuna ve kesin olarak bunu ifâde ettiğine delâlet eder gibidir.
Onların dördüncü şüphelerine karşı şöyle cevap verilmiştir: Allah’a, yaptığı şeyler hususunda itiraz edilemez. O, istediğini yapar, dilediğine hükmeder. Allah en iyisini bilendir. 2460
Mirac Aklen Mümkündür
Süratte bu noktaya varmış olan bir hareket, bizâtihi mümkündür. Allah Teâlâ da, bütün mümkünata kadirdir. O halde bu, bu noktaya ulaşmış olan bu şekildeki hızlı bir hareketin imkânsız olmadığına delâlet eder. Bu noktaya ulaşmış olan bir hareketin, haddi zâtında mümkün olduğunun isbat edilmesinden ibaret olan bu mukaddimenin delilleri şunlardır:
1) En büyük felek, gecenin başından sonra kadar, devrinin tamamının yarısı kadar hareket eder. Mühendislikte şöyle bir kural sâbittir, vardır: Çapın, devre (çevresine) nisbeti, birin üçe ve yediye nisbeti gibidir. O halde, yarıçapın, devrin yarısına nisbetinin de birin üç ve yediye nisbeti gibi olması gerekir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.), Mekke’den, en büyük feleğin üzerine çıktığının söylenilmesi durumunda, o, sadece yarıçap miktarınca hareket etmiş olur. Bu kadar zaman içinde, devrin yarısının hareketi tahakkuk edince, yarıçap kadar hareketin tahakkuk etmesi, haydi haydi mümkün bir şey olur. Binaenaleyh bu, gecenin üçte biri miktarında, Mekke’den Arş’ın üzerine çıkmanın, aslında mümkün bir şey olduğuna dair kesin aklî bir delildir. Durum böyle olunca da, bu yükselme işinin, bütün bir gecede tahakkuk etmesi, haydi haydi mümkün olur. Allah en iyisini bilendir.
2) Yine mühendislikte şöyle bir kural daha vardır: Güneşin kütlesi, yer kürenin yüz altmış küsür misli büyüklüktedir (Şimdiki hesaplara göre bu sayı 333.400 mislidir). Sonra biz, buna rağmen, güneş yuvarlağının doğuşunun, farkedilemeyecek bir zamanda tahakkuk ettiğini görmekteyiz. İşte bu da, hareketin, bu kadar bir hıza ulaşabilmesinin haddi zâtında mümkün bir şey olduğuna delâlet eder.
3) Katı cisimlerin, âlemin (dünyanın) merkezinden Arş’ın üzerine çıkmaları aklen mümkün olduğu gibi, latif, ruhani maddelerin de, Arş’ın üzerinden âlemin merkezine doğru inmeleri mümkündür. Binaenaleyh şâyet Hz. Muhammed’in (s.a.s.), bir gecede miraçta bulunmasının aklen imkânsız olduğu söylenecek olursa, o zaman Cebrâil’in de bir anda, Arş’tan Mekke’ye indiğinin söylenilmesi de imkânsız olur. Eğer biz bunun imkânsız olduğunu söylersek, o zaman bu, bütün peygamberlerin nübüvvetini ta’n etmek olmuş olur. Miracın tahakkuk ettiğini söylemek, nübüvvet meselesinin kabul edilmesine dayanmakta olan tali bir meseledir. Böylece, bu kadar bir sürate ulaşan bir hareketin imkânsız olduğunu söyleyenlerin, Hz. Cebrâil’in de bir anda, Arş’dan Mekke’ye inmesinin imkânsız olduğunu söylemelerinin gerektiği sâbit olmuş olur. Bu söylenemeyince, onların ileri sürdüğü şey de söylenemez.
2460] Fahreddin Râzi, Mefâtihu'l-Ğayb, Akçağ Y., 14/390-394
- 628 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şâyet onlar, “Biz, Cebrâil’in bir yerden öbür yere geçen, intikal eden bir cisim olduğunu söylemiyoruz. Biz, Cebrâil’in inişinden kasdedilenin, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) ruhundan maddî perdelerin kaldırılışı; böylece de, Cebrâil’in (a.s.) zâtında tecelli eden mevcut şeylerin bir kısmının onun ruhunda meydana gelen mükaşefe ve müşahadeler olduğunu söylüyoruz” derlerse, biz deriz ki:
Vahyi bu şekilde anlamak, filozofların görüşüdür. Müslümanların çoğunluğuna gelince, onlar, Cebrâil’in cisim olduğunu; onun nüzulünün, felekler âleminden Mekke’ye intikal etmesinden ibaret olduğunu kabul ederler. Durum böyle olunca da, zikredilen ilzam güçlü ve kuvvetli olur. Rivâyet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.s.) mirac hâdisesinden bahsedince, herkes onu yalanlar ve Ebû Bekir’e giderek, ona: “Senin arkadaşın şöyle şöyle diyor” derler. Bunun üzerine Ebû Bekir: “Eğer o bunu söylemişse, mutlaka doğrudur” der. Daha sonra da Hz. Peygamber’in yanına varır. Hz. Peygamber de, meseleyi ona ayrıntılı bir biçimde anlatır. Bu meseleyle ilgili olarak Peygamber her ne söylerse, Ebû Bekir “Doğru söyledin” diyerek onu tasdik ederdi. Hz. Peygamber (miracla alakalı) sözünü tamamlayınca, Ebû Bekir: “Ben, senin hakikaten Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet ederim.” der. Bunun üzerine Hz. Peygamber de ona: “Ben de senin hakikaten “sıddık” olduğuna şehâdet ederim.” karşılığını verir.
Hâsıl-ı kelâm, Hz. Ebû Bekir (r.a.) şöyle demek istemiştir: “Ben, onun peygamber olduğunu kabul ettiğimde, onu, bundan (yani miracdan)daha büyük bir şey hususunda tasdik etmiş oldum. O halde ben onu, bu hususta daha nasıl yalanlayabilirim?
4) Bütün inanç ve din mensuplarının ekserisi, “İblis’in mevcudiyetini, Âdemoğullarının kalbine vesvese ilka etmeyi üstlenenin o olduğunu ve onun, Âdemoğullarının kalbine vesvese vermek için, bir anda doğudan batıya geçebildiğini kabul ederler. Binaenaleyh onlar, İblis hakkında bu kadar hızlı bir hareketin olabileceğini kabul ettiklerine göre, onların aynı şeyi, peygamberlerin uluları hakkında da kabul etmeleri haydi haydi gerekir. İşte bu lizâm, İblis’in, bir yerden bir yere geçebilen (latif) bir cisim olduğunu kabul edenlere karşı güçlü bir lizâmdır. Ama İblis’in, kötü, şerir ruhlardan olduğunu, onun ne cisim, ne de maddî bir özellik taşımadığını söyleyenlere gelince, bu lizam onları ilgilendirmez. Ancak ne var ki, din mensuplarının ekserisi, İbis’in, bir yerden bir yere geçebilen latif bir cisim olduğu hususunda mutabıktırlar.
Buna göre şâyet onlar, “farzedelim ki melekler ve şeytanlar cism-i latif oldukları için, onlar hakkında böylesi bir hareketin tahakkuk etmesi doğru olur. Bu tür hareketin, onların zâtlarında bulunması imkânsız değildir. Ama insana gelince, bu kesif ve katı bir cisimdir. Binaenaleyh, böylesi bir hareketin tahakkuku, insan için nasıl düşünülebilir?” derlerse biz deriz ki: Biz ancak, hız itibarıyla bu noktaya ulaşmış olan bir hareketin tahakkuk etmesinin haddizâtında mümkün olduğuna, meleklerin ve şeytanların halleriyle istidlalde bulunduk. Ama bu hareketin, haddizâtında mümkün olması halinde, onun insan bedeninde de tahakkuk etmesinin mümkün olmasının izahına gelince, işte bu, eğer Allah dilerse, izahı yakında yapılacak olan başka bir konudur.
5) Kur’an’da, rüzgârların, Hz. Süleyman’ı kısa bir müddet içinde uzak beldelere götürdüğü zikredilmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Hz. Süleyman’ın hareketini nitelerken, “Süleyman’a da rüzgârı (Mûsâhhar kıldık) ki sabahı bir ay(lık yol), akşam bir
İSRÂ VE MÎRAC
- 629 -
ay(lık yol)du.” 2461 buyurmuştur. Yani, bu âyete göre, Hz. Süleyman bir günde, iki aylık bir mesafe katediyordu. Hatta biz diyoruz ki, çok şiddetli esen rüzgârların, bir anda, bir yerden çok uzak olan olan başka bir yere gidebildiklerini duyularımız da göstermektedir. Ki, bu da, böylesi hızlı bir hareketin, haddizâtında mümkün olduğuna delâlet eder.
6) Kur’ân-ı Kerim, katında kitaptan ilmi bulunan bir kimsenin, Belkıs’ın tahtını Yemen’in en uç noktasından Şam Diyarı’nın en uç noktasına, göz açıp kapama süresi içinde getirip bulundurduğuna delâlet etmektedir. Bunun delili Cenâb-ı hakk’ın, “Nezdinde kitaptan ilim bulunan (zât), ben dedi, göz açıp kapama süresi içinde onu sana getiririm.” 2462 ifâdesidir. Bu, bazı kimseler için mümkün bir husus olunca, biz bunun esasen mümkün bir şey olduğunu anlamış oluruz.
7) Bazı kimseler şöyle demektedir: “Canlılar, görülecek şeyleri ancak, ışığın onun iki gözünden çıkıp görülecek şeyle birleştiğinde görürler. Binaenaleyh biz, gözümüzü açıp da bir adama baktığımızda, onu görürüz. Bu görüşe göre, bizim gözlerimizden çıkan ışınlar, çok kısa bir anda o adama ulaşmış ve onun üzerine düşmüş olur. İşte bu da, bu kadar bir hıza ulaşmış olan bir hareketin, imkânsız olan şeyler cümlesinden değil, mümkün olduğuna delâlet eder. Böylece, yaptığımız bu izahlarla, sürat bakımından bu noktaya ulaşmış olan böylesi bir hareketin, esasen, var olması mümkün olan bir şey olduğu sâbit olmuş olur.
Böylesi bir hareket haddi zâtında mümkün olunca, onun Hz. Muhammed’in bedeninde tahakkuk etmesinin de imkânsız olmaması gerektiğini beyan hususundadır. Bunun delili şudur: Biz cisimlerin, mahiyetlerinin tamamı hususunda birbirlerinin dengi olduklarını kesin delilleriyle beyan etmiştik. Binaenaleyh, böylesi bir hareket bazı cisimlerde tahakkuk edince, onun, diğer cisimlerde de tahakkuk etmesinin mümkün olduğu da sâbittir. Binaenaleyh, böylesi bir hareket bazı cisimlerde tahakkuk edince, onun, diğer cisimlerde de tahakkuk etmesinin mümkün olması gerekir ki, bu da böylesi bir hareketin Hz. Muhammed’in (s.a.s.) bedeni için tahakkuk etmesinin, esasen mümkün bir şey olduğuna kesinlikle hükmetmeyi gerektirir.
Bunun böyle olduğu sâbit olunca biz diyoruz ki: Âlemin yaratıcısının bütün mümkünata kadir olduğu delil ile sâbittir. Bu kadar bir sürate ulaşmış olan bir hareketin, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) bedeni için de tahakkuk etmesinin mümkün olduğu da sâbittir. Binaenaleyh, Allah Teâlâ’nın, buna (mümkün olduğu için) kadir olması gerekir. Bu durumda da, bu mukaddimelerin tamamında Mirac hâdisesinin bilfiil tahakkuk etmesinin, haddizâtında mümkün bir şey olduğu neticesi elde edilir. Bu konuda söylenebilecek en son söz şudur: Burada geriye sadece, bu hâdiseye hayranlık duymak ve taaccüb kalır. Ancak ne var ki, bu hayret de, sadece buraya has değildir. Tam aksine bu, (eğer yapılacaksa) bütün mûcizeler için de sözkonusudur. Binaenaleyh bir değneğin, yetmiş bin değneği ve urganı yutacak, sonra da o anda, eskisi gibi küçük bir değnek haline dönüşecek bir ejderha olması da şaşırtıcı bir durumdur. Yine, koskoca bir dağdan büyük bir devenin çıkması, büyük bir dağın (Tur) havada adeta bir şemsye gibi tutulması da şaşırtıcı bir durumdur. Keza, bütün mûcizeler hakkında aynı durum sözkonusudur. Binaenaleyh, sadece bir hayret, bütün bunları inkâr etmeyi ve
2461] 34/Sebe’, 12
2462] Neml: 27/40
- 630 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kabul etmemeyi gerektiriyorsa, o zaman, mûcizelerin isbatıyla ilgili bütün görüşlerin, sözlerin, hükümlerin fasit, aslı esası olmadığına kesinkes hükmetmek gerekir. Hâlbuki mûcizelerin isbatı ve kabul edilmesi, nübüvvet temelinin kabul edilmesinin neticesi olarak, fer’i bir husustur. Yok, eğer sırf bir taaccüb inkâr etmeyi gerektirmiyorsa, işte burada da gerektirmez. Mirac’ın imkânsız bir şey değil, mümkün olduğunu söylemenin izahı hususundaki sözün tamamı bundan ibarettir. Allah en iyisini bilendir 2463.
Göklere ve Arş’a Çıkmak Mümkün müdür? Göklere ve Arş’ın üzerine çıkmaya gelince, bu âyet buna delâlet etmez. Âlimlerin bir kısmı buna, Necm Sûresinin ilk âyetiyle istidlal ederken, bir kısmı da buna, Necm Sûresi’nin ilk âyetiyle istidlal ederken, bir kısmı da buna, Cenâb-ı Hakk’ın, “Siz hiç şüphesiz, bir tabakadan başka bir tabakaya bineceksiniz.” 2464 âyetiyle istidlâl etmişlerdir ki, bunların tefsiri, yerinde zikredilmiştir. Hadisin delâletine gelince yukarıda izah edildiği gibidir. Allah en iyisini bilendir. 2465
İsrâ ve Mirac Hâdisesini Kabul Etmeyenlere Cevap: Bazı kimselerin bu olayı imkânsızmış gibi görmeleri çok gariptir. İnsanın sınırlı -hem de çok sınırlı- güçleri ile Aya ulaşmayı başardığı bir zamanda, Allah'ın sonsuz ve sınırsız gücü ve kudreti ile Rasûlü'ne (s.a.s.) kısa bir zaman içinde bu yolculuğu yaptırabileceğini inkâr etmek çok saçmadır.
Her şeyin ötesinde, bir şeyin mümkün olup olmadığı konusundaki soru sadece sınırlı güçlere sahip olan insan hakkında geçerli olur. Fakat her şeye kadir olan Allah sözkonusu olduğunda bu tür sorular sorulamaz. Sadece Allah'ın her şeye kadir olduğuna inanmayan bir kimse, Allah kendisi, kulunu Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya götürdüğünü söylediği halde bu olağanüstü olaya itiraz edip inkâr edebilir. Aynı şekilde, hadislerde geçen ayrıntılara yöneltilen itirazlar da, ikisi dışında, çok basit ve saçmadır:
Birinci itiraz şudur: Eğer hadislerdeki ayrıntıları kabul edecek olursak o zaman Allah'ın belirli bir yer ile sınırlı olduğunu kabul etmemiz gerekecektir; aksi takdirde bu amaçla kulun belli bir yerden başka bir yere götürülmesine gerek olmazdı. Bunun yanısıra hadislerin bildirdiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s.) bu yolculuğunda cennet ve cehennemi, orada azap çeken insanları görmüştür. Buna yöneltilen itiraz da şöyledir: Neden bazı insanlar kıyametten sonra kurulacak mahkemeden önce azap çekmekte veya mükâfat görmektedirler?
Birinci itirazı ele alırsak, elbette Allah sınırsız ve sonsuzdur. Fakat O, kullarıyla münasebet kurduğunda, kullarının eksik ve zayıf yaratılışlarına uygun araçlar kullanır. Bu O'nun kendi eksikliği nedeniyle değil, kullarının zayıflık ve eksiklikleri sebebiyledir. Örneğin O, yarattıklarından herhangi biriyle konuştuğu zaman, kendisinin konuşmasında sınırlama sözkonusu olmamasına rağmen kulunun anlayacağı sınırlı konuşma şeklini kullanır. Aynı şekilde O, kuluna mülkünün muhteşem âyetlerinden bazılarını göstermek istediğinde, onu âyetlerin bulunduğu mekâna götürür. Elbette kul, Allah gibi evrende var olan âyetlerin tümünü görmeye güç yetiremez. Çünkü Allah'ın bir şeyleri görmek için bir yere
2463] Fahreddin Râzi, Mefâtihu'l-Ğayb, Akçağ Y., 14/390-394
2464] İnşikak: 84/19
2465] Fahreddin Râzi, Mefâtihu'l-Ğayb, Akçağ Y., 14/397
İSRÂ VE MÎRAC
- 631 -
gitme gibi bir ihtiyacı yoktur, fakat kul bunu yapmak zorundadır. Aynı şey kulun Allah'ın huzuruna çıkması için de geçerlidir. Gerçi Allah herhangi bir mekânla sınırlı değildir, fakat kul, O'nun huzuruna çıkmak için, O'nun âyetlerinin çok yoğun olduğu bir yere gitmelidir. Çünkü kul, sınırlı güçleri ile O'nun sonsuz ve sınırsız huzuruna varamaz.
İkinci itiraza gelince, bu da Hz. Peygamber'e (s.a.s.) gösterilen birçok âyetin sembolik olduğu konusunu anlamamaktan kaynaklanmaktadır. Örneğin bir çukurdan şişman bir öküzün çıkması, fakat tekrar içeri girememesi fitnenin somutlaştırılmış bir halidir. Aynı şekilde zina yapanlar, Hz. Peygamber'e (s.a.s.) önlerinde taze et olduğu halde, çürük ve kokmuş et yerken gösterilmişlerdir. Buna benzer bir şekilde kötülüklere verilen cezalar da ona âhirette verilecek olan cezaları önceden görebilmesi için sembolik bir şekilde gösterilmiştir.
Bu, Peygamberlerin gözleriyle gördükleri şeyleri tam bir "ayne'l-yakin" içinde başkalarına anlatabilmesi içindir. Çünkü bu deneyim onları, tüm teorilerini zanna dayandıran ve iddia ettiklerini müşahade edemeyen filozoflardan ayırır. Filozofların aksine Peygamberler insanlara sundukları şeyler konusunda şehâdet edebilirler, çünkü onları kendi gözleriyle görmüşlerdir." 2466
İsrâ ve Mirac Olayına Farklı Yaklaşımlar
(S. Ateş, Hamidullah, M. Esed)
Süleyman Ateş’in İsrâ, Mirac ve Mescid-i Aksâ ile İlgili Yorumu:
İsrâ Ve Mi'râc: “Eksiklikten uzaktır O (Allah) ki kulunu, gecenin bir vaktinde, âyetlerimizden bir bölümünü kendisine göstermemiz için Mescid-i Haram'dan, çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya yürüttü. Gerçekten O, işiten, görendir.”2467 (Sürâ) kökünden gelen (isrâ), gece yürütmek demektir; (sürâ) gece yürümektir. “Gecenin bir parçasında aileni yürüt!”2468 âyetinde de Lût'a, ailesini kentten çıkarması emredilmektedir.
Bir görüşe göre de geniş yer anlamına gelir. Bu takdirde âyet, Allah'ın, kulunu yüksek bir yerden götürdüğü anlatılmış olur. Bazılarına göre de esrâ, yükseklik anlamına gelir.2469 Bu durumda da âyette Allah'ın, kulunu gecenin bir vaktinde yükselttiği anlatılmış olur.
Bu âyette, Yüce Allah'ın, âyetlerini göstermek üzere kulunu, gecenin bir vaktinde, Mescid-i Haram'dan, çevresi bereketli olan Mescid-i Aksâ'ya isrâ' ettiği (yürüttüğü) bildirilmektedir. Mescid, secde, ibâdet edilecek yerdir. Mescid-i Haram, Kâbe'dir. Kâbe'nin kendisine mescid dendiği gibi, Harem adını taşıyan çevresine de Mescid-i Haram denilir. Âyetten, Hz. Muhammed'in, Kâbe'nin yanında bulunduğu sırada yürütme veya yükseltilme olayının vuku bulduğu anlaşılır.
İsrâ, gece yürümek veya yürütmek olduğuna göre, âyette ayrıca "geceleyin" kelimesinin getirilmesi, bu yürütme olayının, bütün gece değil, sadece gecenin bir parçasında olduğunu belirtir. Eğer bu kelime olmasaydı, sanki yürütmenin,
2466] Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Y., 3/70-71
2467] 17/İsrâ, 1
2468] 11/Hûd, 81
2469] Râğıb, Müfredat, s. 231
- 632 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bütün geceyi kapsadığı anlaşılabilirdi. Oysa bu kelime, olayın çok kısa bir zamanda olup bittiğini anlatır.
Bir hadîse göre olay, Peygamber Kâbe'de Hacer-i Esved'in yanında, uyku ile uyanıklık arasında bir durumda iken, bir başka rivâyete göre de amcası Ebûtâlib'in kızı Ümmü Hani'in evinde iken cereyan etmiştir. Bu durumda âyette, Mescid-i Haram ile kasdedilen, Mescid-i Haram'in kendisi değil, çevresidir. Uzak mescid anlamına gelen Mescid-i Aksâ ise çoğunluğun kanısına göre Kudüs'te bulunan Süleyman ma'bedidir. Kur'ân'ın indiği zamanlarda burası harabe idi ve Mescid-i Aksâ adını taşımıyordu. Sonradan Hz. Ömer zamanında müslümanlar tarafından, Süleyman Ma'bedi harabesinin bir bölümü üzerinde yapılan mescide Mescid-i Aksâ denmiştir.
Peygamber’in (s.a.s.), geceleyin Mekke'den Mescid-i Aksâ'ya götürülmesine isrâ, göklere çıkarılmasına da mi'râc denilir. Âyette Peygamber'in, Mescid-i Aksâ'dan göklere çıkarıldığına dair bir işaret yoktur. Bu husus, hadîslerde geçer:
Enes ibn Mâlik'in rivâyetine göre Peygamber (s.a.s.), henüz kendisine vahiy gelmezden önce, Mescid-i Haram'da uyurken üç kişi gelmiş, birincisi: O, hangileridir? İkincisi: Ortancalarıdır, Üçüncüsü: En hayırlılarıdır. En hayırlılarınızı alınız, demiş. Allah'ın Elçisi, o gece kimseyi görmemiştir. Sonra bunlar, başka bir gece, gözü uyuyup kalbi uyumayan Peygamber'e -peygamberlerin gözleri uyur, kalbleri uyumaz- gelmişler, hiçbir şey söylemeden onu kaldırıp Zemzem kuyusunun yanına koymuşlar. Cebrâîl, onun boğazından göbeğine kadar karnını yarmış, göğsünde ve karnında olanları boşaltmış, Zemzem suyu ile yıkamış, altun bir teşt getirmiş, testin içinde iman ve hikmet dolu altun bir kab varmış. O hikmet ve imanla Peygamber'in göğsünü ve boyun damarlarını doldurup kapatmış. Sonra onu en yakın göğe çıkarmış, gök kapılarından birini çalmış. Gök halkı:
Kim o? diye bağırmışlar. -Cebrâîl, demiş.
Yanında kim var? demişler.
Yanımda Muhammed var, demiş.
Ona (gelmesi için haber) gönderildi mi (Ona, buraya gelmesi için davetiye gönderildi mi? Veya: Ona elçilik görevi verildi mi?) demişler.
Evet, demiş.
Hoş geldi, safa geldi, demişler.
Gök halkı onu görünce sevinmiş -gök halkı, yeryüzünde Allah'ın ne yapmak istediğini, Allah kendilerine bildirmedikçe bilmezler-. (Hz. Muhammed), en yakın gökte Hz. Âdem'i görmüş. Cebrâîl ona:
Bu, senin atan Âdem'dir, demiş. Âdem(Hz. Muhammed'e):
Sen ne güzel evlâtsın! demiş.
Henüz en yakın gökte iken iki ırmak görmüş:
Ey Cebrâîl, bu iki ırmak nedir? diye sormuş. Cebrâîl:
Bunların kaynağı Nil ile Fırat'tır, demiş.
İSRÂ VE MÎRAC
- 633 -
Sonra onu gökte dolaştırmış. Üzerinde inci ve zebercedden yapılı bir köşk bulunan bir ırmak görmüşler. (Hz. Muhammed,) Elini ırmağa dokundurunca halis misk olduğunu anlamış.
Ey Cebrâîl, bu nedir? demiş Cebrâîl:
Bu, Rabbinin, sana ayırdığı Kevser'dir, demiş.
Sonra onu ikinci göğe çıkarmış. Buradaki melekler de birinci gökteki meleklerin söyledikleri gibi:
Kim o? demişler. Cebrâîl, demiş.
Yanında kim var? demişler.
Muhammed var, demiş.
Muhammed'e haber gönderildi mi? demişler.
Evet, demiş.
Hoş geldi, sefa geldi, demişler.
Sonra Cebrâîl, onu üçüncü göğe çıkarmış. Oradakiler de birinci ve ikinci göklerdeki meleklerin söylediklerini söylemişler. Sonra onu dördüncü göğe çıkarmış, oradakiler de öyle söylemişler. Sonra beşinci göğe çıkarmış, onlar da öyle demişler. Yedinci göğe çıkarmış, onlar da öyle demişler. (Râvî Şerîk şöyle diyor): Enes, her gökte bulunan peygamberlerin adlarını söyledi. Fakat sadece ikinci gökte İdrîs'in, dördüncü gökte Hârûn'un adını belledim. Beşinci gökte de bir peygamber vardı ama adını hatırda tutamadım. Altıncı gökte İbrâhîm, yedincide Mûsâ vardı. Allah ile konuşması bereketiyle Mûsâ, yedinci göğe yükseltilmişti. Mûsâ: Rabbim, senin, benim üstüme bir başkasını çıkaracağını sanmıyordum, dedi.
Sonra Cebrâîl onu, yalnız Allah'ın bileceği makamlara yükseltti; Sidretu'l-muntehâ'ya geldi, yüce Rabbe yaklaştı, (Rab) sarktı, arada iki yay kadar, ya da daha az bir mesafe kaldı. Allah ona, orada vahyettikleri arasında: "Senin ümmetine her gün ve gecede elli vakit namaz" vahyetti. Sonra onu indirdi. Mûsâ'nın yanına geldiler. Mûsâ, onu yanında tuttu:
Ey Muhammed, Rabbin senden ne sözü aldı? dedi.
Bir gün ve gecede elli vakit namaz sözü aldı, dedi.
Ümmetin bunu yapamaz, dön, Rabbin senden hafifletsin, dedi. Peygamber (s.a.s.), Cebrâil'e döndü, ona danışır oldu. Cebrâîl de:
Doğru, istersen dön, dedi.
Tekrar onu yüce Rabbe çıkardı. Peygamber yerinde durarak:
Ya Rabbi, bizden hafiflet, çünkü ümmetim bunu yapamaz, dedi.
On vakit namaz kaldırıldı. Tekrar Mûsâ'nın yanına döndü. Mûsâ, yine ona bunun çok olduğunu söyledi. Her seferinde onu geri döndüre, döndüre nihâyet namazlar beşe indirildi. Sonra Mûsâ:
Ya Muhammed, vallahi ben kavmim İsrâîloğullarına bundan daha azını getirmiştim, gevşeklik gösterdiler, terkettiler. Senin ümmetin, bedence, kalbce, göz
- 634 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve kulakça benim kavmimden daha zayıftır; dön, Rabbin senden hafifletsin, dedi.
Mûsâ'nın her itirazında Peygamber Cebrâîl'e döner, ona danışır, o da Mûsâ'nın düşüncesini uygun bulurdu. Cebrâîl, Peygamber'i beşinci kez çıkardı. Peygamber:
Ya Rabbi, ümmetim zayıftır, bedenleri, kalbleri, kulakları, gözleri zayıftır. Bizden hafiflet, dedi. Yüce Rab:
Ya Muhammed, hay hay, ancak katımda söz değiştirilmez, namaz asıl Kitâb'da sana farz kıldığım gibidir, her iyiliğe on kat sevap verilir. O size beş vakit farz ise de Kitâb’da ellidir, dedi.
Peygamber tekrar Mûsâ'ya döndü. Mûsâ (selâm ona): -Ne yaptın? dedi. Peygamber:
Bizden hafifletti ama her iyiliğe on kat sevap verdi, dedi. Mûsâ:
Vallahi ben, İsrâîloğullarına bundan daha azını getirmiştim, terkettiler. Rabbine dön, senden hafifletsin, dedi. Peygamber (s.a.s.):
Ey Mûsâ, vallahi ben artık Rabbime itiraz etmekten utandım, dedi.
Öyle ise Allah'ın adıyla in, dedi.
Peygamber uykusundan uyandı ki kendisi Mescid-i Harâm'dadır. 2470
Mi'râcın ayrıntısı hakkında bundan az veya çok farklı rivâyetler vardır. Hepsini burada anmağa gerek görmüyoruz. Hepsinin omurgasını, Buhârî'nin rivâyetinde anlatılanlar oluşturmaktadır.
Hz. Mûsâ'nın, "Rabbim, senin, benim üstüme kimseyi çıkaracağını sanmıyordum" demesi, Mûsâ'yı diğer peygamberlerin üstüne, Hz. Muhammed'i de onun üstüne çıkaran bir anlam taşır. Zâten hadîsin râvîsi Şerîk ibn Abdullah'ın, bu hadîsi karıştırdığı; iyi hatırlayamadığı belirtilmektedir. 2471
Buhârî'nin rivâyetinde olay, Peygamber'in, henüz peygamber olmadan önce gördüğü bir rü'yâdan ibarettir ve âyette anlatılan İsrâ olayı ile bir ilgisi yoktur.
Ahmed ibn Hanbel'in, Sâbit el-Benânî yoluyla Enes'ten rivâyet ettiği benzeri ve daha ayrıntılı hadîste ise rü'yâdan ve olayın tarihinden söz edilmemektedir. Bezzâr'ın Müsned'indeki garîb rivâyette de olay, bir rü'yâ olarak anlatılır. Bu rivâyetten de olayın, İsrâ ile ilgisi olmadığı anlaşılır.2472 İbn Ebî Hatim'in, Ebû Mâlik yoluyla Enes'ten rivâyet ettiği hadîste ise Mi'râc olayı, İsrâ olayına bağlanmaktadır. İbn Kesîr, bu bağlamda çok tuhaf ve garîb şeyler olduğunu söylüyor. 2473
Bütün rivâyetlerin özünü, Buhârî'nin Enes'ten aktardığı rivâyet oluşturmaktadır. Olay, bir rü'yâ biçiminde anlatılsa da gerçeklere ters düşen şeylerle doludur:
2470] Buhârî, Hac 76, Enbiyâ 5, Tevhîd 73, Menâkıb 24; Müslim, İmân 259, 263; Ahmed bin Hanbel, Müsned 3/148, 149, 5/143
2471] İbn Kesîr, Tefsîr III/4
2472] İbn Kesîr, Tefsir III/6
2473] Tefsîr, III/8
İSRÂ VE MÎRAC
- 635 -
Henüz Peygamber olmayan Hz. Muhammed'in ümmetine namazın farz kılınması tuhaftır. Çünkü henüz peygamber olmayan Hz. Muhammed'in ümmeti de yoktur ki namaz farz kılınsın.
Allah namazı farz ettikten sonra Hz. Muhammed'in, Mûsâ'nın önerisini Cebrâîl'e danışması ve onun önerisi ile beş kez Allah'a dönüp "Ya Rabbi bunu bizden hafiflet, hafiflet" şeklinde itirazda bulunması, akıl ve mantığın alacağı bir şey değildir. Allah, verdiği emri henüz tebliğ edilmeden değiştirir mi? Değiştireceği şeyi neden emretsin? Verdiği emri şartların değişmesiyle değiştirmesi, yani nesh ve tebdîl etmesi, sosyolojik kurallara uygundur. Fakat emrini, daha tebliğ edilmeden, aradan zaman geçmeden geri alması, ma'kul değildir. Kadı Abdu'l-Cebbâr'a göre bu, henüz yürürlüğe konmayan bir hükmü neshetmektir ki bidâ' demektir.
Bidâ', iyi olmadığı sonradan anlaşılan şeyi ortadan kaldırmaktır. Yani Allah, önce insanların, buna dayanamayacağını bilmeyip sonra bunu anlamış ve değiştirmiş, hafifletmiş demektir ki muhaldir, imkânsızdır. Kabulü câiz olmayan düşünceleri taşıyan bu rivâyetin reddedilmesi gerekir. 2474
Allah sözünü değiştirmez. Bir lahza sonra değiştireceğini bildiği bir şeyi de emretmez. Kaldı ki Mi'râc, rûhânî bir yükseliştir. İnsan o anda beşerî irâdesini yitirir, normal düşünce sınırlarını aşar. Beşerî düzlemdeki gibi, istediğini düşünemez. Bütün hareketleri Allah'ın irâdesi içinde olur. Oysa bu konuşmalar, danışmalar, i'tirazlar, gelip gitmeler normal insan düşüncesi düzeyinde olan şeylerdir. Peygamber, Mi'râc gibi insanın aklını başından alan rûhânî bir vision'da Mûsâ'nın yanına gidip, hâşâ, Allah'ın emrini ona danışacak durumda olamaz. Çünkü o anda Allah'ın irâdesine teslîm olur, kendinden geçer, kendisine ne gösterilirse onu görür, ne söylenirse onu duyar. Birinden fikir alacak, sonra Allah'a dönüp "Ya Rabbi bu kadar namaz çoktur, bunu ümmetim yapamaz" diyecek irâdeye sahip değildir. O makam ve vision, danışma ile iş yapılacak makam değildir. Ayrıca emreden Allah olduğu bilindikten sonra artık O'nun emrini başr kasına danışmak, hâşâ O'na güvenmemek anlamını taşır. Bunu Peygamber değil, sıradan bir kul bile yapamaz.
Burada Peygamber'in, Allah ile tıpkı bir insanla konuşur gibi normal duyu ve düşünce sınırları içinde konuştuğu anlatılıyor ki bir insanın, Allah ile normal duyu ve düşünce düzeyinde konuşması olanaksızdır. Allah'ın tecellîsine mazhar olan dağ, pamuk gibi atılırken O'nun huzuruna çıkan insanda beşerî düşünceden eser kalır mı? Onda: "Ya Rabbi, bunu bizden hafiflet" deme gücü kalır mı? Allah'ı gören, kendisinden geçer. Zâten "Gözler O'nu görmez, O gözleri görür; O latif (gözle görülmez), habîrdir (her şeyi bilen)." 2475 âyetinin açık söylemiyle Yüce Allah, baş gözüyle görülemez. Mutasavvıflara göre Allah, insanın beşerî düşüncelerini alır, ona kendi varlığını unutturursa o zaman insan Allah'ı görse de kendi insanî varlığı ile değil, Hakk'ın varlığı ile görür ki bu durumda Hakk'ı gören, yine Hak'tır. Nitekim Peygamber'in, Allah'ı görmediği, "Nurdur, O'nu nasıl göreyim?" dediği anlatılır. 2476
2474] Mefâtîhu'1-Ğayb, 20/152
2475] 6/En'âm, 103
2476] Müslim, İmân 29; Tirmizî, Tefsir, sûre 53; Ahmed İbn Hanbel de rivâyet etmiştir; İbn Kesîr, Tefsîr III/10
- 636 -
KUR’AN KAVRAMLARI
53/Necm, 1-15'nci âyetlerinde Cebrâil'in, Hz. Muhammed'e, iki yay arası, hattâ daha da az bir mesafe kalıncaya dek yaklaşıp ona vahyetmesi olayı, Mi'râc olayı ile karıştırılmış ve Allah'ın sarktığı, yaklaştığı ifâde edilmiştir. Oysa Hz. Âişe'nin ve Abdullah ibn Abbâs'ın belirttikleri gibi sarkan, yaklaşan Cebrâil'dir. 2477
Peygamber'in Cebrâil'i görmesi olayı İsrâ olayı ile karıştırılmıştır. Hattâ kanâatimizce Peygamber'in çeşitli zamanlarda gördüğü rü'yâlar da birbirine karıştırılıp, hepsi tek olaymış gibi anlatılmış, daha sonra çeşitli eklemelerle de olay efsaneleştirilmiştir.
Mi'râc rivâyetlerinde Peygamber, Mûsâ ile görüştükten sonra Allah'a varınca bir rivâyette farz kılınmış olan elli namazın şatır şatır (yarımşar, yarımşar), diğer rivâyette onar vaktinin indirildiği, başka rivâyette ise beşer vaktinin kaldırıldığı söylenir. 2478
Bunlar birbirine aykırı şeylerdir. Namazın elli vakit farz kılınmış iken Mûsâ'nın ikazlarıyla Hz. Peygamber'in, Rabbine dönüp bunun çok olduğunu, ümmetine ağır geleceğini söylemesi ve böyle böyle namazın beş vakte indirilmiş olması, Allah ile Peygamber arasında bir pazarlık gibi görünmektedir. Kaldı ki bu rivâyetlerde Mûsâ'nın, Peygamber'e, beş vaktin de çok olduğunu, kendi ümmetinin bunu dahi yapmadıklarını söylediği anlatılmaktadır. Oysa Mûsâ dininde de beş vakit namaz vardır. Böyle iken Mûsâ bunun tersini nasıl söyler?
Ayrıca biraz önce kaydettiğimiz Buhârî rivâyeti, Mi'râm, henüz peygamberlik gelmezden önce vuku bulduğunu ve beş vakit namazın o zaman farz kılındığını anlatıyor. Bundan çıkan sonuç, beş vakit namazın, peygamberlik gelmezden önce, bir ru'yâ üzerine farz kılındığıdır ki anlaşılır değildir. Peygamberlikten önce herhangi bir farz sâbit olamaz. Namazın farz olabilmesi için önce onu tebliğ edecek kişinin, peygamber olarak görevlendirilmiş olması gerekir.
Hâsılı, bu rivâyetlerin içine çok katma girmiştir. Beş vakit namazın Mi'râc'da farz kılındığı rivâyeti bir kanıttan yoksundur. Eğer öyle olsaydı, ondan sonra Peygamber bir süre Mekke'de, on yıl da Medine'de kaldı. Namazla ilgili vahiyler geldi. Bu vahiylerin hiçbirinde namazın beş vakit olduğu belirtilmemiştir. Ancak günün başında, sonunda, gecenin bir bölümünde namaz kılınması, Allah'ın anılması emredilmiştir. Fakat beş vakit namaz hakkında kesin âyet bulunmayınca, bunu sağlam bir esasa bağlamak için beş vaktin, Mi'râc gecesinde, doğrudan (aracısız) vahiy ile farz kılındığı rivâyeti ortaya atılmıştır.
Kaldı ki namaz Mi'râc'dan önce de kılınırdı. Ve namazın beş vakit olduğuna dair ne Mi'râc'dan önce, ne de sonra Kur'ân'da bir açıklık yoktur. Bu husus, Peygamber'in uygulamasından anlaşılmaktadır. Herhalde bu rivâyetler, namazın beş vakit olduğunu sağlama bağlamak için Mi'râc hadîslerinin arasına sokuşturulmuştur. Çünkü bazı kimseler, Kur'ân'da bulunmayan dinî uygulamalara itiraz ediyorlardı. Bunu yapanlar, Mi'râc olayının da, en sağlam rivâyete göre bir rü'yâdan ibaret olduğunu hiç anmamışlardır.
Kur'ân'da Mi'râc olayından da söz edilmez. İsrâ Sûresinin birinci âyetinde
2477] İbnKesîr, Tefsîr III/4
2478] İbn Kesîr, Tefsîr, III/4-21; Hâzin, IV/135
İSRÂ VE MÎRAC
- 637 -
anlatılan, Mi'râc değil, İsrâ olayı, yani Peygamber'in göklere çıkarılması değil, Mescid-i Harâm'dan, Mescid-i Aksâ'ya yürütülmesi olayıdır. Sûrede bunun dışında bir şey söylenmiyor. Ancak 60'ncı âyette: "Sana gösterdiğimiz rü'yâyı ve Kur'ân'da la'netlenmiş ağacı, insanları sınama (aracı) yaptık" buyrulmaktadır ki bundan da olayın, Peygamber'e gösterilen rûhânî bir müşahede (vizyon) olduğu anlaşılmaktadır. 2479
Çünkü Arapçada rü'yâ, baş gözüyle değil, uykuda veya gönül gözüyle görme olayına denilir. Reşid Rızâ da Mi'râc olayını, rûh ve cesetle birlikte, rûhaniyyetin ağır bastığı, beşerliğin ruhun etkisine girdiği bir vizyon olarak anlatmağa çalışmaktadır. Peygamberlerin, rûhânî varlıklarla görüştüklerini, rûhânîlerin, insan Sûretinde onlara göründüklerini söyleyen Reşid Rızâ, Hz. Peygamber'in, Cebrâîl'i, asıl kendi Sûretinde iki kez gördüğünü, fakat Sûretlere bürünmüş vaziyette belki yüzlerce kez gördüğünü; keza başka melekleri ve bazı cinleri şekillere bürünmüş vaziyette gördüğünü anlatmaktadır. 2480
Mi'râc'da Peygamber'in Allah ile karşılıklı konuştuğu ve beş vakit namazın orada vâsıtasız vahiy ile emredildiği kanısı yayılmıştır. Önce bu, vâsıtasız vahiy iddiasının temeli yoktur. Çünkü Şu'arâ Sûresinin 51'nci âyetinin açık beyanına göre Allah, bir insanla doğrudan konuşmaz. Ya ilham ile ya perde arkasından konuşur veya gönderdiği elçi, O'nun dilediğini, yine O'nun dilediği kuluna vahyeder.
İkinci olarak İsrâ, Mekke döneminin son yarısında vuku bulmuş bir olaydır. Bu âyetler ise o olaydan çok sonra, Medîne'de vahyedilmiştir. Çünkü Bakara Sûresinin tamamı Medine'de inmiştir.
Üçüncü olarak tefsirlerde bu âyetlerin iniş sebebi şöyle anlatılmaktadır: "Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah'ındır. İçinizde olanı açığa vursanız da, gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker, sonra dilediğini bağışlar, dilediğine azâb eder. Allah her şeye kadirdir." 2481 âyeti inince bunun anlamı, Allah Elçisi'nin sahâbîlerine ağır geldi, içlerinden geçen her düşünceden sorumlu olacaklarını sandılar, Allah'ın Elçisi'ne gelip huzurunda diz çöktüler:
- Yâ Rasûlallah, namaz, oruç, cihâd, sadaka gibi yapabileceğimiz işlerle yükümlü kılındık. Bunları yapabiliriz ama sana inen bu âyetin hükmünü yerine getiremeyiz (içimizden geçen düşüncelere engel olamayız), dediler.
Peygamber (s.a.s.) onlara:
Siz, herhalde İsrâîloğullarının söylediği gibi "İşittik, isyan ettik" diyeceksiniz, dedi.
Hayır, "İşittik, itaat ettik" dediler.
İşte bu olay üzerine Allah Bakara Sûresinin son âyetlerini indirdi." 2482
Bu rivâyete göre Bakara Sûresi, İsrâ ve Mi'râc esnasında değil, Medine'de ashabın bu sorusu üzerine inmiştir. Bizce bu rivâyetin doğruluğu kuşkulu olsa da, Bakara Sûresinin tamamının Medine'de indiğinde müfessirlerin ittifakı vardır.
2479] Kurtubî, el-Câmi', III/425
2480] Tefsîru'l-Kur'âni'l-Hakîm, 9/162-163
2481] 2/Bakara, 284
2482] el-Câmi', III/427-428
- 638 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bazı Mi'râc rivâyetlerinde anlatıldığı gibi Bakara Sûresinin son âyeti de Mi'râc'da değil, normal vahy yöntemi ile gelmiştir. Bütün Kur'ân'ın Cebrâil tarafından vahyedildiği, yalnız Âmene'r-Rasûlü ile başlayan Bakara Sûresinin son iki âyetini, Peygamber'in doğrudan Allah'tan işittiği hakkında Mücâhid, Dahhâk ve İbn Abbâs'a dayandırılan bir rivâyet vardır. Bu rivâyet, âyetleri, vâsıtasız vahye misal göstermektedir
Mi'râc hakkındaki rivâyetler, genellikle olayı görmeyen, ancak Peygamber (s.a.s.) Medine'ye hicret ettikten sonra onun hizmetine girmiş olan Enes ibn Mâlik, Câbir ibn Abdullah ve Medine döneminin son yıllarında gelip müslüman olan Ebû Hüreyre gibi sahâbîler tarafından aktarılmaktadır. Rivâyetlerin birbirinden farklı yanları çoktur ve Hz. Peygamber'in, başka rü'yalarmdaki olaylar Mi'râc olayına karıştırılmıştır.
Bizim kanâatimize göre İsrâ ve Mi'râc, uyanık iken vuku bulmuş, ruhsal olaylardır. İsrâ olayı bir defa olmuştur, fakat Mi'râc olayı birkaç kez vuku bulmuştur. Necm Sûresinde anlatılan olay ile İsrâ olayı birbirinden ayrı ayrı şeylerdir. Çünkü bu müşahedelerle Peygamber(s.a.s.)e, Rabbinin bazı büyük âyetleri gösterilmiştir ki işte bu, Mi'râc (mânâ âleminde yükselme, ruhen yüceler âlemine çıkma) demektir. Zîrâ İsrâ olayını anlatan âyette de bu olayın, ona Allah'ın büyük âyetlerinin gösterilmesi için düzenlendiği bildirilmektedir. Ancak Mi'râc olayını anlatan rivâyetlerde geçen ayrıntılar, inanılması gereken şeyler değildir. Biz, Kur'ân'ın dediği biçimde Peygamber'in, Necm Sûresinin inişine kadar Cibril'i iki kez gördüğüne, ondan vahiy aldığına, Mekke'den Mescid-i Aksâ'ya kadar da uyanık durumda, fakat ruhsal olarak yürütüldüğüne, bu arada Allah'ın birçok âyetini gördüğüne inanırız. İbn Kesîr şöyle diyor:
"Bu hadîslerin tümüne: sahihine, hasenine ve zayıfına vakıf olunca bunların hepsinin, Peygamber(s.a.s.)in Mekke'den Beyt-i-Makdis'e gittiğinde ve bunun bir kere vuku bulduğunda ittifak ettikleri görülür. Gerçi râvîlerin nakilleri birbirini tutmaz; kimi eksik, kimi fazla şeyler söylemiştir. Bu da normaldir, çünkü peygamberlerin dışında insanlar hatâ edebilirler. Bazı kimseler, bu rivâyetlerin her birinin ayrı bir olayı anlattığını, böylece birçok isrâ ve mi'râc olduğunu ileri sürmüşlerdir ki bu fevkalâde tuhaf bir görüştür. Bunlar, kaçılmayacak yere kaçmış ve bir yere de varamamışlardır." 2483
Bu sûrenin, Necm Süresindeki âyetlerin ve Buhârî ve Müslim'in rivâyetlerinin ışığında Mi'râc olayının, İsrâ'dan ayrı ve ondan önce; İsrâ'nın ise Mekke döneminin sonlarına doğru vuku bulduğu kanâatine varmış bulunuyoruz.
Peygamber'in, Mekke'den Mescid-i Aksâ'ya götürülmesi anlamını taşıyan İsrâ olayının, rûhânî mi, cismânî mi yani sadece ruhla mı, yoksa hem rûh hem bedenle mi olduğu da ihtilâf konusudur. Çoğunluğun kanısına göre İsrâ, hem rûh, hem bedenle olmuştur. Fakat azınlıkta kalan âlimlere göre İsrâ ruhsal bir seyahattir. Hz. Âişe'nin: "Allah'ın Elçisi'nin cesedi yerinden ayrılmadı, fakat o ruhuyla seyahat ettirildi" dediği, Mu'âviye'nin de: "O, Allah'tan sâdık bir rü'yâ idi"dediği rivâyet edilir.2484 Bu görüşü savunan Muhammed ibn İshâk ibn Yesâr, sûrenin 60'ıncı âyetiyle Hz. İbrâhim'in, rü'yâsında oğlunu boğazladığını
2483] Tefsir, III/23
2484] İbn Kesîr, Tefsir, III/24
İSRÂ VE MÎRAC
- 639 -
gördüğünü anlatan 37/Sâffât, 102. âyetini delîl göstermekte, peygamberlere uyanık iken olduğu gibi uykuda da vahiy geldiğini, işte bu müşahedesinin de uykuda vuku bulmuş bir müşahede olduğunu söylemektedir. Çünkü Peygamber (s.a.s.): "Benim gözlerim uyur, kalbim uyumaz" 2485 buyurmuştur. Onun rü'yâda gördükleri de haktır. 2486
Biraz önce anlattığımız Buhârî hadîsinin son cümlesinden Mi'râc'ın ruhsal bir seyahat olduğu anlaşılır: "Peygamber uyandı ki Mescid-i Ha-râm'dadır." Ancak bu hadîste anlatılan, İsrâ'dan önce vuku bulmuş olan Mi'râc olayıdır. Burada İsrâ'dan söz edilmez.
Kanâatimize göre hem Mi'râc, hem de İsrâ olayları, rûhânî olaylardır. Bunların rûhânî olduğunu söyleyenler azınlıkta kalmasına rağmen bizce onların görüşü, âyetlerin ruhuna ve gerçeğe uygundur. Ancak bizim kanâatimize göre her iki olay da rü'yâ'da değil, Peygamber (s.a.s.) uyanık iken vuku bulmuş, ruhsal yükselmedir. Peygamber'in rûh (kalb) gözünden perdeler kalkmış, beşerî varlığından geçen, tasavvuf diliyle Allah sevgisinde kendisini yitiren Peygamber (a.s.), çıkarıldığı ruhsal seyahatte ruhsal makamları dolaşmıştır.
Bu ruhsal seyahati, onun bedensel seyahatine ve bedensel seyahatinde İsrâîloğullarıyla karşılaşacağına, yani Hicretine işarettir. Onun ruhsal seyahati, bedensel seyahatinden önce olmuştur. Eğer Mi'râc ve İsrâ, çoğunluğun söylediği gibi bedenle olmuşsa -ki bizce bu çok uzak bir olasılıktır- bunun da izahı mümkündür. Tasavvufta zikrullah ile insan cisminin nura dönüşeceğine inanılır. Yani zikirle, sevgi ile vücut, yoğunluğunu kaybedip nura dönüşebilir. Nûr, ışık demektir. Işık, saniyede üçyüz bin kilometre hıza sahiptir. İşte yoğunluğunu kaybederek nûr haline gelen insanın, birkaç saniyede dünyaları dolaşması mümkündür. Gerçeği Allah bilir.
İsrâ'nın vaktine gelince: Bir rivâyete göre peygamberlikten önce, bir rivâyete göre peygamberlikten onbeş ay sonra olmuştur. Bu tarih, 23'ncü sûreyi oluşturan Necm Sûresinin iniş tarihine uysa da İsrâ Sûresinin iniş tarihine uymaz. Çünkü İsrâ Sûresinin, Mekke döneminin ortalarına doğru indiği kanısındayız. Başka bir rivâyete göre peygamberlikten beş yıl sonra olmuştur. Bu tarih de İsrâ Sûresinin iniş tarihine uyabilir ama
Necm Sûresinin inişinden çok sonradır. Necm Sûresi, bundan çok önce inmiş olan ilk sûrelerdendir. Kimi rivâyete göre de İsrâ ve Mi'râc, peygamberlikten beş yıl önce olmuştur ki bu tarih, hiçbir sûrenin iniş tarihine uymaz. İki olayın, peygamberlikten bir yıl önce olduğunu söyleyen çok garîb bir rivâyet de vardır.2487 Rivâyetlerden kimine göre İsrâ sadece bir kere ve peygamberlikle Hicret arasında; kimine göre bir kez uyanık, bir kez de uykuda olmak üzere iki kere ve peygamberlikle Hicret arasında; kimine göre biri peygamberlikten önce, ikisi peygamberlikle Hicret arasında olmak üzere üç kere olmuştur. Bunların birisi rü'yâda, diğerleri uyanık iken, bedenle vuku bulmuştur.
Kimine göre İsrâ, Peygamber'in, Mekke'den Mescid-i Aksâ'ya götürülüp oradan tekrar Mekke'ye döndürülmesinden ibarettir. Kur'ân da bu kadarını
2485] Müslim, Müsâfırîn 186; Tirmizî, Fiten 63; Ahmed bin Hanbel, Müsned 5/40, 49, 51
2486] İbnKesîr, Tefsîr, III/24
2487] Keşşaf, II/437
- 640 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlatmakta, Mi'râc'dan söz etmemektedir. Kimine göre İsrâ'yı Mi'râc izlemiştir. Mescid-i Aksâ'ya götürülen Peygamber, oradan göklere çıkmış, tekrar Mescid-i Aksâ'ya inip Mekke'ye dönmüştür. Kimine göre isrâ uyanık iken, Mi'râc uykuda iken olmuştur. 2488
Mi'râcın, peygamberlikten önce veya peygamberliğin ilk yıllarında olduğunu anlatan rivâyetler de gözönünde tutulursa, Mi'râc olayının da Necm ve Tekvîr Sûrelerinde anlatılan görme (vision) olayları sıralarında vuku bulduğu kanısına varılabilir. Ama İsrâ olayı, bu müşahedelerden ayrıdır ve bunlardan çok sonra, Mekke döneminin ortalarında vuku bulmuştur. Gerçeği Allah bilir.
Muhammed İzzet Derveze'nin ifâdesine göre İsrâ Sûresi, Mekke devrinin birinci yarısında, henüz müslümanlar Habeşistan'a hicret etmeden önce inmiştir. Bu takdirde İsrâ olayının, Habeşistan'a Hicretten önce vuku bulması gerekir. Fakat âyetlerin, özellikle İsrâîloğullarının tarihine işaretinden, olayın, Peygamber'in Hicretine yakın zamanlarda vuku bulduğu seziliyor. Derveze şöyle diyor: "İsrâ uyanık iken olmuştur. Hadîslerin bir bölümü bunun uykuda olduğunu söyler. Bu rivâyetlerde cennetin, cehennemin vasıfları, cennetliklerin, cehennemliklerin ni'met ve azabı; Allah'ı, melekleri ve peygamberleri görme; göğün, Arşın, Levh'in, Kürsî'nin, Kâlem'in, Sidretu'1-müntehâ'nın maddî biçimlerde nitelendirilmesi hakkında çok acâib şeyler vardır."2489 Kanâatimize göre Buhârî'de bulunmayan bu ayrıntılar, Peygamber döneminden sonraki zamanların ürünüdür.
Elbette Peygamber (s.a.s.), mânâ gözüyle çok şey görmüştür ama bu rûhânî şeyleri maddî biçimde tavsif etmek doğru değildir.
Önemli Bir Not:
Kaynaklar, Mescid-i Aksâ'nın, Süleyman Ma'bedi olduğunu söylüyorlarsa da Peygamber’in (s.a.s.) döneminde Süleyman Ma'bedi, bir harabeden ibaret olup adı Mescid-i Aksâ değildi. Hz. Ömer döneminde Süleyman Ma'bedinin yerine yapılan mescide, Mescid-i Aksâ adı verilmiştir. Bu durumda Hz. Peygamber döneminde Mescid-i Aksâ olmadığına göre İsrâ Sûresinin bu ilk âyetinde sözü edilen Mescid-i Aksâ'nın, Süleyman Ma'bedi'nden ayrı bir mescid olması gerekir.
Alfred Guillaume, bir araştırma yazısında Mescid-i Aksâ'nın yeri hakkında iki kaynaktaki rivâyete dikkat çekmektedir. Bu kaynaklardan biri Vâkıdî'nin Mağâzîsi, diğeri de Ebû'l-Velîd Ahmed ibn Muhammed el-Ezrakî'nin (ö. 212, 217 veya 219), Ahbâru Mekke adıyla basılan kolleksiyonudur.
Vâkıdî (130-201 H.), Hz. Peygamber'in, Zî'1-Ka'de'nin son beş gününde, Perşembe günü Ci'râne'ye gelip orada on üç gece kaldıktan sonra, orada karşı gecede bulunan Mescid-i Aksâ'ya geçip orada ihrama girdiğini, Rasûllah'ın namazgâhının Ci'râne'deki Mescid-i Aksâ olduğunu; Mescid-i Ednâ (Yakın Mescid) adını taşıyan Mescidi ise Kureyşli bir adamın yaptığını; Rasûlullah'ın, Ci'râne Vadisini ihrâmsız geçmediğini yazıyor.
Ezrakî ise bu konuda şöyle diyor: "Mücâhid'le birlikte Ci'râne'de Vâdî'nin arka tarafından ihrama girmiş olan Muhammed ibn Târik, Hz. Peygamber'in de buradan ihrama girdiğini söylemiş ve demiştir ki: 'Ben Ci'râne'de birlikte
2488] et-Tefsîru'l-Hadîs, III/215
2489] et-Tefsîru'1-Hadîs, III/217
İSRÂ VE MÎRAC
- 641 -
ihrama girdiğim Mücâhid bana dedi ki: Mescid-i Aksâ, Vâdî'nin öte yakasında, Peygamber'in namaz kıldığı yerdir. Bu Mescid-i Ednâ (Yakın Mescid) ise Kureyşli bir adamın bir duvar çevirerek yaptığı namazgâhtır'." 2490
Bu durumda Mescid-i Aksâ, ne Kudüs'teki Süleyman Ma'bedi, ne gökte bir ma'bed'dir. Hz. Peygamber'in, zaman zaman gidip namaz kıldığı, Ci'râne Vâdîsinde bir namazgâhtır. Ci'râne Vâdîsinin Arafat yakınında bulunan kıyısında, bir Kureyşli tarafından yapılan mescide Mescid-i Ednâ, Hz. Peygamber'in namaz kılıp ihrama girdiği namazgâhına da Mescid-i Aksâ denmiştir. Ancak âyette bunun çevresi mübârek kılınan bir mescid olduğu söyleniyor. Bu bereketlilik sıfatı, Mekke'deki Mescid-i Haram için de kullanılmıştır: "Doğrusu insanlara (ma'bed olarak) ilk kurulan ev, Mekke 'de olandır. Âlemlere uğur, bereket ve hidâyet kaynağı olarak kurulmuştur."2491 Aynı kentte ve Hac Vakfesinin yapıldığı Arafat yöresindeki bir mescid için de bu sıfatın kullanılması gâyet doğaldır.
Eğer Mescid-i Aksâ, Ci'râne'de, Hz. Peygamber'in, zaman zaman gidip namaz kıldığı yer ise, İsrâ olayı, Hz. Peygamber'in, bir gece, içine düşen güçlü bir arzu ile kalkıp Ci'râne mescidine bedenen gelmesidir. Bu yürüyüşü, Allah'ın içine düşürdüğü arzu ile olduğundan "Allah, kulunu yürüttü" şeklinde ifâde edilmiştir. Çünkü O'nun şevkiyle olmuştur. Peygamber oraya vardıktan sonra tıpkı Necm Sûresinin 2492 "Andolsun, onu bir inişinde daha görmüştü; Sidretü'l-Müntehâ(uzak ağacın yanında, ki onun yanında oturulacak bahçe vardır. Sidre'yi kaplayan kaplıyordu. (Muhammed'in) Gö'z(ü) şaşmadı ve azmadı. Andolsun, Rabbinin büyük âyetlerinden bazılarını gördü." âyetlerinde anlatıldığı üzere Hirâ Dağı yakınındaki Sidretu'l-Muntehâ'da olağan üstü olaylara şâhid olduğu gibi, bir gece Allah'ın yönlendirmesiyle geldiği bu Ci'râne'deki Mescid-i Aksâ'da da olağanüstü olaylara şâhid olmuştur.
Nasıl Hz. Peygamber, Hirâ'ya gidiyor idiyse mu'tâdı üzere bir gece Mescid-i Aksâ'ya da gitmiş, işte orada Rabbinin olağanüstü olaylarına şâhid olmuştur. Bu durumda Hz. Peygamber'in, Mescid-i Harâm'dan Mescid-i Aksâ'ya gelmesi, normal bedensel bir yürümedir. Mescid-i Aksâ'da gördüğü olağanüstü olaylar ise ruhsal bir vizyondur.
Eğer Mescid-i Aksâ, Ci'râne'de, Hz. Peygamber'in, zaman zaman gidip namaz kıldığı yer ise, İsrâ olayı, Hz. Peygamber'in, bir gece, içine düşen güçlü bir arzu ile kalkıp Ci'râne mescidine bedenen gelmesidir. Bu yürüyüşü, Allah'ın içine düşürdüğü arzu ile olduğundan "Allah, kulunu yürüttü" şeklinde ifâde edilmiştir. Çünkü O'nun şevkiyle olmuştur. Nitekim yine Allah'ın ilhâmıyla Bedir Savaşına çıkması da "Allah'ın, kendisini evinden çıkardığı" şeklinde ifâde edilmiş: Nitekim hak uğruna (savaşa gitmek için) “Rabbin seni, evinden çıkardı...”2493 buyrulmuştur. "O, kulunu geceleyin Mescid-i Haram'dan, Mescid-i Aksâ'ya yürüttü." söylemiyle, “Rabbin seni evinden çıkardı” söylemi arasında bir fark yoktur. Nasıl ikincisi, Peygamber'in, Allah'ın vahiy veya ilhâmıyla evinden çıkıp Bedir'e gittiğini belirtiyorsa, birincisi de Peygamber'in, gecenin bir kısmında Allah'ın ilhamı ve dürtüsüyle Peygamber'in, geceleyin kalkıp Mescid-i Aksâ'ya yürüdüğünü belirtiyor.
2490] Alfred Guillaume, Where vvas al-Masjid al-Aqsâ, s. Al-Andalus, anılan eser, 2/167-168
2491] 3/Âl-i İmrân, 96
2492] 53/13-18
2493] 8/Enfâl, 5
- 642 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İkincisinde nasıl, havada uçurma, kaçırma yoksa, birincisinde de yoktur. Eğer öyle bir şey olsaydı, Kulunu uçurdu"denilirdi.
Bu Mescid-i Aksâ vizyonu, Necm Sûresinde belirtilen "Sidretu'l-Müntehâ" vizyonuna çok benzemektedir. Nasıl Hz. Peygamber, Hirâ yöresindeki Sidretu'l-Muntehâ'da "Rabbinin bazı âyetlerini gördü" ise, geceleyin geldiği Mescid-i Aksâ'da da "O'nun bazı âyetlerini görmüştür." Peygamber'in Sidretu'l-Muntehâ'ya ve Mescid-i Aksâ'ya gelişi, bedensel yürümedir ama oradaki müşahedeleri, ruhsal vizyonlardır. Yani İsrâ rûh ve bedenle yapılan normal yürüme, mi'râc ise ruhsal bir yükselme ve müşahededir.
Kur'ân'ın anlattığı bu sade vizyonlar, rivâyetlerde efsaneleştirilmiş, aslı olmayan senaryolara temel yapılmıştır.
Başka Dinlerdeki öykülerin Mi'râc Rivâyetlerine Etkisi:
Şimdi Mi'râc konusunda eski dinlerden bazı örnekler vermek istiyorum:
Paulos'un Vizyonu: Paulos, Kudüs yolunda Jaricho Dağı'nda, çocuk biçiminde görünen ruhsal bir varlık görür. Metinde zaman zaman kutsal rûh olarak da anılan bu melek, Paulos'u alıp göklere çıkarır. Paulos orada îsâ'nın havârîlerini görür. Dördüncü gökte ruhların yargılanmasını, beşinci gökte meleklerin, ruhları mahkemeye götürmelerini görür. Altıncı göğün, yukarıdan gelen bir ışıkla aydınlandığını gören Paulos, yedinci gökte parlayan bir taht üzerinde oturmuş yaşlı birini görür. Ogdoad'da ilerlemesine devam eden Paulos, dokuzuncu ve onuncu gökleri görür. Sonuncu göğe vardığında değişime uğrar ve artık arkadaşları olan havarileri göremez, ruhsal arkadaşlarını (yani ruhları) görür.
Ancak anlatım biçimi 19/3 de üçüncü şahıstan birinci şahsa, 19/18'de yine üçüncü şahsa, nihâyet 20/5'den itibaren yine birinci şahsa değişir. 2494
Douglas M. Parrot, THE APOCALYPSE OF PAUL (Paulos'un Vahyi) adlı yazısında, 2495 Paulos 'un özetlediğimiz vizyonunu, kendi sözlerinden aktarmaktadır. İzleyelim:
"Ve o ona şöyle dedi:
Hangi yolla Kudüs'e gideceğim? Küçük çocuk şöyle yanıt verdi:
Küçük çocuk onun Paulos olduğunu biliyordu. O, onunla konuşabilmek için bahane bulmak amacıyla bu sözlerle onunla sohbet etti.
Küçük çocuk şöyle dedi:
Senin Paulos olduğunu biliyorum. Sen annesinin rahmine düşmesinden itibaren kutsal olansın. Bu nedenle ben senin Kudüs'e, arkadaşlarının yanına gidebilmen için sana geldim. Ve sen, bu nedenle çağırıldın. Ve ben sana eşlik eden Ruhum. Paulos! Zihnini topla... Zira [...] bütün [...] krallar ve bu otoriteler ve baş melekler ve güçler ve şeytânların bütün soydaşları, vücutlara bir rûh tohumu indiren biri... Ve konuşmayı bitirdikten sonra o küçük çocuk, bana şöyle dedi:
Paulos, zihnini topla ve üzerinde durduğun bu dağın Jericho Dağı olduğunu
2494] The Nag Hammadi Library İN ENGLISH, Douglas M. Parrot. THE APOCALYPSE
2495] V, 17,19-24,9
İSRÂ VE MÎRAC
- 643 -
bil ki görünen şeylerdeki gizleri anlayabilesin. Şimdi sen on iki havariye gideceksin. Zira onlar seçkin ruhlardır. Onlar seni selâmlayacaklar.
Paulos gözlerini kaldırdı ve kendisini selâmlayanları (havârileri) gördü. Sonra kendisiyle konuşan Kutsal Rûh, onu yükseğe, üçüncü göğe çıkarttı. Ve oradan öteye, dördüncü göğe geçti. Kutsal Rûh ona şöyle dedi: Bak ve yeryüzündeki benzerlerini gör.
Paulos aşağı baktı da yeryüzündekileri gördü. O aşağıya uzun uzun baktı ve yeryüzündekileri gördü... Sonra dikkatle aşağı baktı ve yaratılışta kendisinin solunda ve sağında yer alan oniki havariyi ve onların önünde giden Rûh'u gördü.
Fakat ben sıralamaya göre dördüncü semâda gördüm. Ruhu ölüler ülkesinin dışına çıkaran tanrılara benzer melekler gördüm. Onlar o ruhu dördüncü göğün kapısına getirdiler. Ve melekler onu kamçılıyorlardı. Rûh şöyle dedi: Ben dünyâda ne günâh işledim?
Dördüncü gökte yaşayan kapıcı (melek) ona şöyle dedi:
Ölüler ülkesindeki bütün yasa dışı işleri işlemek doğru değildi. Rûh şöyle yanıt verdi:
Tanık getir! Onlar hangi bedende yasa dışı işler yaptığımı sana göstersinler (buna tanıklık etsinler).
Ve üç şahit geldi. Birincisi şöyle dedi:
İkinci saat vücutta değil miydim? Sen öfkeye, intikam hırsına ve düşmanlığa düşünceye kadar sana karşı koydum.
Ve ikinci şahit şöyle dedi:
Dünyada değil miydim? Ve ben beşinci saatte (vücuda) girdim ve seni gördüm ve arzu ettim ve o zaman bak! Ben şimdi seni işlediğin cinâyetlerle suçluyorum.
Üçüncü tanık şöyle dedi:
Ben sana günün onikinci saatinde, güneş batmak üzereyken gelmedim mi? Günâhlarını tamamlayana kadar sana karanlık verdim.
Rûh bu şeyleri (sözleri) işittiğinde üzüntüyle aşağıya doğru baktı ve sonra yukarıya doğru baktı. Sonra aşağıya atıldı. Aşağıya atılan rûh, kendisi için hazırlanan bir bedene gitti.
Sonra ben yukarı doğru baktım ve bana şöyle diyen Rûh'u gördüm:
Paulos, gel! Bana doğru ilerle.
Sonra ben giderken kapı açıldı ve ben beşinci semâya gittim. Ve ben Rûh bize eşlik ederken, benimle birlikte giden havari arkadaşlarımı gördüm. Ve beşinci gökte, elinde bir demir tutan yüce bir melek gördüm. Onunla birlikte üç melek daha vardı. Ve ben onların yüzlerine dikkatle baktım. Fakat onlar, ellerindeki kamçılarıyla ruhları hesap vermeğe sürerek birbirleriyle yanşıyorlardı. Fakat ben Rûh'la birlikte gittim ve kapı bana açıldı.
Sonra biz altıncı göğe çıktık. Ve ben benimle birlikte giden havari
- 644 -
KUR’AN KAVRAMLARI
arkadaşlarımı gördüm. Ve Kutsal Rûh onların önünde bana yol gösteriyordu. Ve ben yükseğe baktım ve altıncı göğe doğru parlayan bir ışık gördüm. Altıncı gökteki kapıcı (meleğe) şöyle dedim:
Bana ve önümdeki Kutsal Rûh 'a kapıyı aç! O bana (kapıyı) açtı.
Sonra biz yedinci göğe çıktık ve ben elbisesi beyaz olan ve ışıklı ..bir yaşlı adam gördüm. Onun yedinci gökteki tahtı güneşten yedi kat daha parlaktı. Yaşlı adam bana şöyle dedi:
Paulos, ey kutsal kişi ve ey annesinin rahminden ayrılmış olan kişi, nereye gidiyorsun?
Fakat ben ruha baktım ve o bana "Onunla konuş" diyerek başıyla işaret ediyordu. Ve ben yaşlı adama şöyle dedim:
Ben, geldiğim yere gidiyorum. Ve yaşlı adam bana karşılık verdi:
Sen neredensin? Şöyle cevap verdim:
Babil'in tutsaklığında tutsak edilen tutsaklığı, tutsak etmek için ölüler dünyasına gidiyorum.
Yaşlı adam bana şöyle karşılık verdi:
Benden nasıl kurtulacaksın? Bak ve emrimdeki prenslikleri ve otoriteleri gör.
Rûh bana şöyle dedi:
Ona sendeki işareti ver. O senin için kapıyı açacak.
Ve o zaman ben ona işareti verdim. Bunun üzerine o yüzünü aşağıya doğru, kendi yaratıklarına ve kendi otoritesine çevirdi.
Ve sonra yedinci semâ açıldı ve biz Ogdoad'a çıktık. Ve ben on iki havariyi gördüm. Onlar beni selâmladılar ve biz dokuzuncu göğe yükseldik. Dokuzuncu gökte bulunanları selâmladım ve biz onuncu göğe çıktık ve ben rûh arkadaşlarımı (havarileri) selâmladım." 2496
Ahd-i Cedîd'in son eki, Yuhanna'nın Vahyi bölümünde de Aziz Yuhanna'nın göklerdeki acâib olayları içeren vizyonu anlatılmaktadır. İçinde Mi'râc'ın ayrıntılı rivâyetlerinde bulunanlara benzer tasvirler ve olaylar vardır. 2497
M. Hamidullah’ın İsrâ ve Miracla İlgili Yorumları
İsrâ ve Mirac Yahut Allah’a Doğru Yükselme: Konuya girmeden önce, İsrâ ve Mirac deyimleri ile ilgili birkaç söz söyleyelim. İsrâ, kelime anlamı olarak, “birisini geceleyin seyahat ettirmek” anlamına gelir. Bu deyim Kur’an’ın 17. sûresinin ilk âyetinden alınmıştır ve gerçekten, sözünü edeceğimiz olay bir gece esnasında meydana gelmiştir. Mirac deyimi ise, yukarıya ya da yükseğe çıkmaya yarayan alet, merdiven anlamına gelir. Kimileri, kanaatimizce haksız olarak, bu iki deyimle birbirinden farklı iki ayrı olayın kastedildiğini ifâde etmişlerdir. İslâm edebiyatında her iki deyim de Muhammed’in (s.a.s.) hayatındaki o büyük olay için
2496] Anılan eser, The Apocalypse Of Paul, s. 257-259
2497] Bk. İncil, Çağdaş Türkçe Çevirisi, Kitabı Mukaddes Şirketi, İstanbul, 1990, s. 486-512; Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, KUBA Y., 10/304-323
İSRÂ VE MÎRAC
- 645 -
kullanılmıştır: Allah, dinini yaymak için gönderdiği Elçisini yeryüzünde yapmış olduğu faaliyetlerinden dolayı onurlandırıp ödüllendirmek isteyerek onu göklerdeki kendi katına davet etmiş; Rasûlullah (s.a.s.), O’nun huzuruna kabul edilip kendisiyle ilâhî anlamda sohbet ettikten sonra, son nefesini vermeden önce onbeş yıl kadar daha yaşayacağı yeryüzüne dönmüştür. Yüce Yaratıcı’nın yaratılan varlıkların en mükemmeli olan insanla buluşmasının en yüksek ve seçkin durumunu dile getirmek için, farklı dinlerden bilginler çeşitli deyimler kullanmışlardır: “Allah ile birleşme ve bir olma hali”, “insanın Tanrısallığa katılımı”, “Allah’ın insan bedenine girmesi” (hulûl) vs. İslâmî anlayış, Allah’a olan saygı ve hürmeti, alçakgönüllülük ve haddini bilirliği ve nihâyet sahip olduğu edep duyguları nedeniyle, bir hulul ya da O’nunla bir kaynaşma olmaksızın, ancak İnsan denen varlığın Allah katına yücelmesinin sözkonusu olabileceğini öngörmektedir: Allah, Allah olarak kalırken; insan, Allah’a ne denli yakın olursa olsun, Allah’ın berisinde, yine insan olarak kalmaktadır. İnsan, “sadece Allah’ın vahiyle bildirdiği emir ve buyruklarına uygun bir hayat sürmek için kendi nefsanî arzu ve heveslerinden vazgeçebilir. Allah’ın, Sevgili Elçisi ve İslâm Peygamberi Muhammed’i (s.a.s.) onurlandırmak için hazırladığı ve İsrâ ile aynı anlama gelen bu Mirac mucizesi, haklı olarak, İslâm âleminin belli başlı şöhret ve gurur nedenlerinden birini oluşturur. Bu olaydan duyulan coşku, doğal olarak, yüzyıllar boyunca vaizlerin dillerinden ve yazarların kâlemlerinden dökülüp durmuştur. Olayın temelinde yatan güvenilir ve sahih gerçekler, daha sonraları nitelikli edebî ürünlere dönüştürülmüş ve uluslararası önem kazanmışlardır. Örneğin, Endülüslü Hıristiyanlar, bütün Avrupa’yı baştan başa dolaşan Mirac’la ilgili halk arasında yaygın anlatımları Latinceye tercüme etmişlerdir. Daha sonraları Binbir Gece masalları da aynı yolla Avrupa’ya yayılmıştır. Mirac’ta Cennet ve Cehennem’i ziyaretle ilgili olarak Rasûlullah’ın (s.a.s.) yaptığı tasvirler, Avrupalı şairlerin ilgisini çekmiş ve kimi zaman bu anlatılanların halkın gözünden düşürülmesi için onların hayal güçlerini coşturmuştur. Örneğin Dante, İlâhî Komedi (Divina Comedia) adlı eserinde bu konuya geniş bir yer vermiş ve o sığ ve küçük aklıyla, İslâm Peygamberi’ni (hâşâ) sapıklıkla itham ederek, insanın güzel duygularının hayal etmeyi bile uygun bulmadığı bir konuma mahkûm etmeye çalışmıştır. Bir insan ne denli yüce ve soylu olursa, kıskanç düşmanları da ahmaklık derecesinde o denli sert ve zehir kusucu olurlar. Ama herkes, Allah’ın huzurunda bireysel olarak yaptıklarından sorguya çekilecektir.
Mirac ile ilgili gerçek ve aslına uygun anlatımları asla eğlendirici turistik bir öykü gibi değil de, irşat edici ve bilgilendirici olaylar olarak okumak gerekir. Kişisel anlayış ve yorumlar çok farklı olabilir. Nitekim, Kur’ân-ı Kerim ve güvenilir hadislerde verilen ayrıntılı bilgilere dayanan Mirac ile ilgili çeşitli eserlerin iyiler ve daha az iyiler biçiminde derecelendirilmesi de buradan kaynaklanmaktadır.
(…) Âcizâne görüşüme göre, Allah nasıl tasvir ediliyorsa Mirac’ı da o şekilde tasvir etmek gerekir: Kur’an ve Hadis’te açıkça ifâdesini bulan anlatımlara inanmak ve öte dünyaya ait âlemlerin sözkonusu edildiğini ve insan hayal gücünün hissedip de ifâde edemediği şeylerden bahsedildiğini gözardı etmemek gerekir. Önemli olan içeriktir, yani insanın Allah’a yükselişidir, yoksa bunun şekli, “nasıl” ve “nerede” olduğu değil. Bu, tamamen mânevî âlemde cereyan etmiş bir olaydır ve onu, coğrafî ve turistik anlamı içerisinde değil, tasavvufî boyutu içerisinde ele almak gerekir.
- 646 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kuşkusuz mizaç ve yaratılışlar birbirinden çok farklıdır: Mirac’ın ertesi günü, Ebû Bekir henüz Rasûlullah’ın (s.a.s.) başından geçenleri onun ağzından dinleme fırsatı bulmadan önce, bazı müşrikler kendisine şöyle sormuşlardı: “Dostunun anlattığı şu yeni olay hakkında, yani gökyüzüne götürüldüğüne ve Allah tarafından kabul edildiğine dair sözleri hakkında ne düşünüyorsun?” Ebû Bekir şöyle cevap verdi: “Onun söylediği her şeyin doğru olduğuna inanıyorum.” Nakledildiğine göre, İslâm’ı yeni kabul etmiş olan bir grup insan, bu olayın büyüklüğüne dayanamayıp dinden çıkmışlardır. Yine anlatıldığına göre, Ebû Zerr, bu olaya tüm kalbiyle inanmakla birlikte, daha ayrıntılı bilgi almak için bazı sorular sormaktan da kendini alamamıştı: “Allah nasıldı? O’nu nasıl görebildin” vs. gibi. Dediğimiz gibi, türlü türlü mizaç ve yaratılış vardır.
Büyük siyer bilgini İbn Hişâm’ın açıkladığı bir olayla bu giriş bölümünü bitirelim: Vahiyler, Rasûlullah’a (s.a.s.) her çeşit vesile ile ve değişik biçimlerde geliyordu. Ancak Hira mağarasında kendisine gelen ilk vahiy, Rasûlullah (s.a.s.) uyuduğu sırada, rüyada iken gelmişti. Bu duruma şaşırmamalıyız. Zira alışılmadık ve tuhaf bir olay ilk kez meydana geldiğinde hissedilen sarsıntı, insan kalbinin tahammül edemeyeceği kadar büyüktür. Bu tür olaylara tamamen yabancı bir kimsenin semâvî yaratıklarla temas kurması kolay değildir: Bu duruma tedricen alışması gerekir.
Mirac’la İlgili Ayrıntılar: Zurkânî’ye göre, birbirinden az ya da çok farklı rivâyette bulunan en az 45 sahabe bize Mirâc olayı hakkında bilgi vermiştir. (Hz. Aişe gibi, henüz pek genç oldukları için, vukuundan hemen sonra olayın iç yüzünü kavrayamayanların anlattıklarını da küçümsememek gerekir. Zira daha sonra Rasûlullah’ın (s.a.s.) hanımı olması dolayısıyla, doğrudan doğruya Rasûlullah’la ilgili ayrıntıların sorulabileceği en uygun kişi idi. Ayrıca Rasûlullah (s.a.s.) onun zekâsını, entelektüel merakını ve ilime düşkünlüğünü yakından biliyordu.2498 Öte yandan, olayı anlatanların çokluğu, özellikle mirâc sırasında yaşanan olaylarla ilgili olarak bazı farklı durumların ortaya çıkmasına da yol açmıştır. İbn Kesîr, bu farklılıkları Tefsir’inde göstermiş ve bunlardan birinin diğerine tercih edilmesinde gözetilecek fıkhî görüşlerini de belirtmiştir. Biz, genel olarak onu esas almaktayız. Ama önce olayları Buhârî’nin ifâdesine dayanarak özetleyelim:
Bir gece, Rasûlullah (s.a.s.) henüz yatağına yatmıştı. Kendisini uyku ile uyanıklık arasında hissettiği bir sırada Cebrâil gelip Rasûlullah’ın (s.a.s.) göğsünü yardı ve kalbini yıkadı. Daha sonra kendisine Burâk adında, oldukça gösterişli bir binek hayvanı takdim etti ve birlikte, Kâbe’den doğruca birinci semaya doğru çıktılar. Koruma görevlileri kapıyı açtılar ve Rasûlullah (s.a.s.) orada kendisini karşılayan Âdem (a.s.) ile karşılaştı. Daha sonraki ikinci semada iki kuzen olan İsa ve Yahya (a.s.) vardı. Sonra sırasıyla üçüncü semada Yusuf’la (a.s.), dördüncü semada İdris’le (a.s.), beşinci semada Hârun’la (a.s.), altıncı semada Mûsâ (a.s.) ile ve yedinci semada da, arkasını Beytu’l-Ma’mûr mescidinin duvarına yaslayıp dinlenen İbrâhim’le (a.s.) karşılaştılar. (Görünüşe bakılırsa, Kur’an’ın 17. sûre 1. âyetinde adı geçen “en uzaktaki mescid”2499 burası olsa gerektir). Daha ilerde, sınır “Sidre” ağacı ile 2500 belirtilmişti. Cebrail (s.a.s.) şöyle dedi: “Ben bu sınırın
2498] Bk. Buhârî, 3/35
2499] Mescid-i Aksâ
2500] bk. Kur’an, 53/14
İSRÂ VE MÎRAC
- 647 -
ötesine geçecek olursam, İlâhî tecellî gereği yanarım, ama sen davetlisin, ilerle!”
Cebrail (a.s.), sınır görevi üstlenen Sidre ağacından sonra İlâhî Huzur’un eşiğine varıncaya dek izleyeceği yolu kendisine tarif etti. Yolda Muhammed (s.a.s.) önce, İlâhî hüküm ve kararları yazan kâlemlerin (günümüzün deyimiyle, sekreterlik bürosundaki daktiloların) çıkardığı gürültüyü işitti. Daha sonra, Kur’an’ın ifâdesiyle,2501 aralarında sadece bir yayın iki ucu hatta daha az bir mesafenin kaldığı İlâhî Makam’a vardı Birini aşıp geçebilmek için önce onunla eşit konuma gelmek gerekir. Yol güzergâhında rastladığı sekiz peygamber, Allah’a en yakın meleklerinki (Mela’ike-i Mukarrabin) gibi Cebrail için de tanınmış olan sınırı geçmesi bunu açıklamaktadır. Bu bağlamda geçen sekiz peygamberin hepsi de kendi miraçlarına erişmişlerdi: Âdem (a.s.) bizzat Cennet’te yaratılmış ve Allah kendisiyle doğrudan doğruya konuşmuştu. Yahya (a.s.), İsa (a.s.) ile manevi âlemde buluşmuş ve onu kutsamıştı. Ayrıca, aynı dönemde yaşayan kişiler olarak, onların da aynı İlâhî görevi üstlendikleri düşünülebilir. İsa (a.s.) konusunda Kur’an’ın ifâdesi2502 gâyet açıktır: “Fakat Allah O’nu kendi katına yüceltti…” Öyleyse İsa’nın urûcu Yahya (a.s.) için de geçerlidir. Yusuf (a.s.) ile ilgili olarak Kur’an’da şu ifâde yer almaktadır: “Eğer Rabbinin işaret ve uyarısını görmemiş olsaydı o da o kadını arzulamış olacaktı.”2503 İdris (a.s.) hakkında da Kur’an, “Biz onu üstün bir makama yücelttik.”2504 buyurmaktadır. Hârun (a.s.) ise sadece Mûsâ’nın yardımcısı, bir nevi, Mûsâ’nın duâsı üzerine2505 kendisine tahsis edilmiş bir ortak-peygamber durumundaydı. Krş.: 26/Şu’arâ, 16: “Biz, âlemlerin Rabbi’nin elçisiyiz” (elçileri değil). Kur’an’da Mûsâ’nın (a.s.) Allah’la buluşmasının anlatıldığı olay pek meşhurdur: “Rabbi dağa tecelli edince onu paramparça etti. Mûsâ da bir çığlık atarak baygın düştü…” 2506 İbrâhim’in (a.s.) durumunu ise Kur’an şöyle açıklar: “Böylece Biz, kesin iman edenlerden olması için, İbrahim’e göklerin ve yerin hükümranlığını gösteriyorduk.”2507
Açıkça anlaşılabilecek ve güvenilir kaynakların bulunmaması nedeniyle, göklerde niçin sadece bu sekiz peygamberin bulunduğunun nedenini herkes kendisine özgü bir biçimde araştırmak durumundadır. Eskilerden pek azı bu konu üzerinde düşünmüşlerdir. Suheylî 2508, Ebu’l-Huseyn ibn Battal’ın Buharî Şerhinde bulduğu ve “Muhammed’in geldiği haberini aldıklarında tüm eski peygamberler onu görmek üzere koşuştular, kimileri önce davrandılar, kimileri ise geç kaldılar” şeklindeki açıklamayı haklı olarak reddeder. Suheylî’nin kendisi ise bu konuda aşağıdaki gerekçeyi öne sürmektedir: Bu sekiz peygamberin hayatıyla Muhammed’in başından geçenler arasında benzerlikler vardır. Şöyle ki:
1- Âdem (a.s.), Allah’a yakın ve O’nun himayesinde olmasına rağmen Şeytan onu Cennet’ten çıkardı; Muhammed (s.a.s.) de Beytullah’a yani Kâbe’ye komşu iken, şeytan ruhlu hemşehrileri kendisini oradan çıkardılar.
2, 3- Yahya ve İsa (a.s.), kendilerini öldürmeye kalkışan Yahudilerin
2501] 53/Necm, 9
2502] 4/Nisâ, 158
2503] 12/Yusuf, 24
2504] 19/Meryem, 57
2505] 20/Tâhâ, 29-34
2506] 7/A’râf, 143
2507] 6/Enâm, 75
2508] Ravz, I, 249-251
- 648 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zulümlerine maruz kaldılar; Muhammed (s.a.s.) de Medine ve Hayber’de aynı deneyimleri yaşadı.
4- Yusuf (a.s.) kardeşlerinin eziyet ve zulmüne uğradı, ama Mısır’da yetkili bir konuma gelince onları bağışladı; Muhammed (s.a.s.) de, doğduğu şehri fethettiğinde Mekkelilere aynı muâmeleyi yaptı.
5- İdris (a.s.), kâlemi ilk kullanan kimse idi; Muhammed (s.a.s.) de dünyadaki çeşitli hükümdarlara hitaben dine davet mektupları yazdı.
6- Hârun (a.s.), halkının gözdesi olmuştu; Araplar da, başlangıçta kendisinden hiç hoşlanmazken, sonunda Muhammed’i (s.a.s.) bağırlarına bastılar.
7- Allah, Mûsâ (a.s.)’ya putperestlerle savaşmasını emretmişti; Muhammed (s.a.s.) de, Tebuk’de, Dumetu’l-Cendel’de ve Mekke’de aynı şeyi yapmıştır.
8- İbrâhim(a.s.) ise, meleklerin mescidi olan ve Kâbe’nin tam izdüşümü üzerindeki Beytu’l-Ma’mur yakınlarında bulunuyordu. Ayrıca İbrahim, Tufan’dan sonra Kâbe’yi yeniden bina edip restore etmişti. Suheylî, görüşlerini açıklamayı bitirmeden önce daha başka nedenlerin de bulunduğunu, ancak insanlar bilmedikleri konularda acele ettikleri ve hemen reddetmeye kalkıştıkları, ayrıca bir başkasının getirdiği bir yenilik üzerinde düşünecek kadar açık yürekli olmadıkları için bu kadarla yetindiğini ifâde etmektedir. Suheylî’nin yanı sıra, Şe’mî de benzer sorulara cevap arar. 2509 Örneğin, 124 bin peygamberden niçin sadece sekizi yedi kat gökyüzünde bir araya gelmiştir? Belki diğer bazı biyografi yazarları da bu konuya deyinmişlerdir, ama sözü uzatmamak için üzerinde durma gereği görmüyoruz. Biz ise, kendi âcizane görüşümüze göre, bu sekiz peygamberden her birinin kendilerine özgü miraçlarını yaşadıklarını ve birisini bir hususta aşıp geçebilmek için önce onunla eşit konuma gelmek ve onun derecesine ulaşmak gerektiğini, ancak ondan sonra geçmenin sözkonusu olabileceğini söylüyoruz.
Onların Miraç gibi büyük bir ödüle nasıl lâyık görüldükleri ve bu ödülü almalarına vesile olan yüksek ve soylu vasıfları hakkında bir araştırma yöntemi benimsememize herhalde izin verilecektir. Örneğin, 1- Âdem (a.s.) fedakârlığı temsil eder ve Rabbinin yapmış olduğu tüm işlerden kendisini sorumlu tutar: Allah insanın fiillerini tayin edip yaratır, insan da, tüm bunları bizzat kendi işlemiş gibi, sorumluluğunu üstlenir. Ayrıca, işlenmemesi gereken günahlarından dolayı da en içten tevbelerini arz eder. 2, 3- Yahya ve İsa (a.s.), tatlılık ve yumuşaklığın timsali olmuşlardır ve düşmanları bile sevmeyi, başkasından gelebilecek kötülüklere karşı koymamayı, “Size biri bir tokat atarsa öteki yanağınızı da çevirmenizi” öğütlerler. 4- Yusuf (a.s.) en baştan çıkarıcı teklif ve girişimlere direnip, iffet ve namusunu korur. 5- İdris (a.s.), kâlem ve yazıyı icat etmek sûretiyle, bilimin ve kültürün gelişmesine kapı açar. 6- Hârun (a.s.), milletinin ruhî ve mânevî yaşantısına yön vermekle görevlendirilmiştir. 7- Mûsâ (a.s.), elindeki tüm imkânlarla şirk ve putperestlikle mücadele eder ve Tek Allah düşüncesi uğruna savaşır. 8- İbrâhim (a.s.), her şeyden çok Allah’ı sever, O’nun en zor ve güç buyruklarını bile itirazsız (biricik oğlunun kurban edilmesi gibi) yerine getirir; Tek Allah inancına karşı gelmektense, ateşe atılmayı kabul eder. Tüm bunlar yalnızca en soylu bir insanın üstesinden gelebileceği, meleklerin bile kapasitelerini aşan niteliklerdir. Sonuç olarak, bu sekiz peygamberden her biri bu niteliklerden yalnızca birine
2509] bk. Sübül’el-Hudâ, III, 179-185
İSRÂ VE MÎRAC
- 649 -
sahipken, Muhammed’in (s.a.s.) bunların hepsine birden sahip olduğunu söyleyebiliriz).
Bu İlâhî makamda, Muhammed (s.a.s.), namazın tahiyyat bölümünde okuduğumuz şu duâda bulundu:
Et-Tahiyyatu li’llâhi ve’s-Salevâtu ve’t-Tayyibâtu
Kutsanmış, saf ve içten gelen salât ve selâmlar Allah’a aittir!
Allah, bu duâya şöyle karşılık verdi:
Es-Selâmu aleyke eyyuhe’n-nebiyyi ve rahmetullahi ve berakâtuh.
Ey Nebî! Selâm da, Allah’ın rahmet ve tüm bereketleri de senin üzerine olsun!
Muhammed (s.a.s.) şöyle karşılık verdi:
Es-Selâmu aleynâ ve alâ ibâdillahi’s-sâlihîn
Selâm bizlerin ve güzel davranışlarda bulunan Allah’ın sâlih kullarının üzerine olsun!
Daha sonra, Kur’an’ın ifâdesiyle; Allah Kulu’na (Muhammed’e) vahy etmek istediği şeyi vahy etti.” 2510 “ve daha önce Mûsâ’ya (s.a.s.) on emri (Evâmir-i Aşere) verdiği gibi, on iki emri vahy etti; bu konuya ilerde tekrar değineceğiz. Hadis’e göre Allah, kendisinin birliğine iman eden ve Muhammed’i rasûl olarak kabul eden bütün Müslümanların, eğer günahları varsa Cehennem’de bir süre cezasını çektikten sonra kurtulacaklarını vaat ederek, Muhammed’i (s.a.s.) çok cömert bir biçimde onurlandırmıştı. Daha sonra Allahu Teâlâ, Arş-ı A’lâ’daki Hazinesinden Kur’an’ın ikinci sûresinin (Bakara) son iki âyetini çekip çıkarmış ve onları bu yolculuğun bir anısı olarak kendisine hediye etmiştir. Nihâyet Allah, günde beş vakit namazı farz kılmıştır. (Aslında bu rakam 50 idi, ama daha sonra, dönüş yolculuğu sırasında Mûsâ’nın tavsiyesi üzerine, sayının azaltılmasını istemek için İlâhî Eşiğe tekrar varmış, sonunda bu rakam, her biri on vakit yerine geçmek üzere beşe indirilmiştir 2511. Bu arada Cebrail kendisine Cennet’i, oradaki nimetleri ve bu nimetlere layık görülen insanların mutlu hallerini; aynı şekilde Cehennem’i ve orasının korkunç hallerini ve bu hallere layık görülen insanların hallerini göstermiştir. Sonra gökyüzünden inilip, tüm eski peygamberlerin kendisini karşıladıkları ve kılacakları namaz için imamlık yapmasını istedikleri Kudüs’e varmışlardır (Zira artık onların kutsal görevleri sona ermiş, oysa onunki yeni başlamaktaydı). Buharî’de yer alan bu hadise göre, daha sonra Mekke’ye dönülmüş ve Muhammed, kendisini Kâbe’nin avlusunda bulmuştur.
Hz. Rasûlullah’ın (s.a.s.) sahabelerinin aklına da birçok soru takılmıştı. İşte bunlarla ilgili bazı hâtıralar: Kendisine “Allah’ı gördün mü?” diye soran Ebû Zerr’e, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle karşılık verdi: “O bir nûrdur, onu nasıl görebilirim?” Hz. Âişe de bu konuyla ilgili olarak öğrencilerine şu cevabı veriyordu: Kur’an’a göre “insanın bakışları Allah’a erişemez” 2512; ve “Allah bir kimseyle ancak vahiy yoluyla
2510] 53/Necm, 10
2511] Krş. 6/En’âm, 160
2512] 6/En’âm, 103
- 650 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ya da bir perde arkasından konuşur.” 2513; “O’nu bir defasında da Sidre-i Münteha’nın yakınlarında gördü”2514 ve “Kuşkusuz O’nu apaçık ufukta gördü” âyetlerine dikkati çekildiğinde ise, Hz. Âişe şu açıklamayı yapmıştır: “Rasûlullah (s.a.s.) burada Cebrail’in sözkonusu olduğunu ve O’nu Allah değil de bir melek biçiminde görmüş olduğunu söylemiştir.”
Rasûlullah’ın (s.a.s.) Mekke’den Kudüs’e ve oradan da gökyüzüne mi yükseldiği, yoksa Mirac dönüşü sırasında mı Kudüs’e uğradığı konusunda ihtilaflı rivâyetler vardır. Kudüs’e uğrayışın dönüşte gerçekleştiği rivâyetini benimseyen İbn Kesîr gibi birkısım yazarlar, örneğin şu tür delillere dayanmaktadırlar: Muhammed (s.a.s.)’ın Allahu Teâlâ ile göklerde buluşmasının ardından, önceki peygamberlerin kendisini kutlamak için karşılamaları, ve artık İlâhî görevlerinin sona ermiş olması nedeniyle ondan kendilerine imam olmasını istemeleri normaldir. Bu ilim adamları, “Allah’ın kulunu Mescid-i Haram’dan (Kâbe) en uzak mescide (Mescid-i Aksâ’ya), Kudüs’e götürdüğünü” ifâde eden âyete 2515 dikkatleri çekildiğinde, Kur’an’a göre 2516 Filistin’in Rasûlullah (s.a.s.) için “en yakın ülke”,2517 sınırdaş memleket, Arabistan’ın hemen yanı başındaki komşusu olarak nitelendirildiği, bu durumda, en uzak mescidin en yakın ülkede bulunamayacağı cevabını verirler. Yine bu ilim adamları en uzak mescidin,2518 meleklerin sürekli ibâdet halinde bulunduğu semâvî bir mescid olduğu kanısındadırlar.2519 Burada şu maddî hususu gözardı etmemek gerekir: Buharî gibi güvenilir kaynaklar Rasûlullah’ın (s.a.s.) şu hadisini naklederler: “Bineklerinizi şu üç mescid için hazırlayınız: Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ.” Kuşkusuz burada semâvî bir mescid değil, Kudüs’deki mescid sözkonusudur. Ancak değinilmesi gereken iki husus vardır: 1- Hadiste geçen mescid sözcüğü bir tamlama öğesidir. Kur’an’daki 2520 mescid sözcüğü ise sıfattır. Dolayısıyla burada belirtilen iki mescid aynı değildir. 2- Buhârî’nin hocasının hocası Ebu’l-Yemân, sağlığında bu hadisi naklederken, hadisin o sıradaki metni şöyleydi: “Mescid-i Haram, şu karşınızda duran sizin Mescidiniz ve Aelia” (Mescid-i Aksâ ifâdesi yoktur).2521 Yine titiz bir hadis ravisi olan Müslim de, aynı hadisin metninde Aelia sözcüğünü kullanmıştır. Kudüs için kullanılan Aelia teriminin, Buharî tarafından, Ebû Sufyan’ın Herakliyus’la olan karşılaşmasının anlatıldığı meşhur hadiste 2522 de kullanıldığını hatırlatalım. Hulefâ-i Râşidîn döneminde, aynı Aelia terimi, Hz. Ömer Kudüs’ü fethettiği zaman şehrin sakinlerine verilen himaye ferman ve imtiyaznamelerinde kullanılmıştır. Bu belgelerde Aelia terimi beş kez geçmektedir. 2523 Kanaa2513]
42/Şûrâ, 51
2514] 53/Necm, 13-14
2515] 17/İsrâ, 1
2516] 30/Rûm, 3
2517] Edne’l-Arz
2518] 17/İsrâ, 1
2519] Benim (Muhammed Hamidullah) şu Arapça makaleme bakınız: “Mescidu’l-Aksâ ve’l-Mescidu’l-Aksâ”, el-Hidâye, Tunus, X/5, 1983
2520] 17/İsrâ, 1
2521] Bk. M. M. Azami, Studies in Early Hadits Literature, Arapça Ek, s. 154, Ebu’l-Yemân’ın elyazması nüshası
2522] Buharî, 1/1/6
2523] Bk. Tarih, I, 2405-6; benim yazmış olduğum Documents, II, No 261, ve el-Vesâ’ik, No 357; Lanepole, “The First Mohammedan Treaties with Christians”, Proceedings of Royal Irish Academy, 1904, s. 232 vd.
İSRÂ VE MÎRAC
- 651 -
timizce, Buharî’nin yaşadığı dönemde Halife Abdü’l-Melik tarafından Kudüs’de yaptırılan Kaya Mescid’e verilen ad o denli yaygın hale gelmişti ki, eski adı olan Aelia Capitolina çok geçmeden unutulmuştu. Kendi aralarında anlaşmak isteyen kimi yazarlar ise, artık kullanılmaz hale gelen bu ismin yerine, daha yaygın olan Mescid-i Aksa’yı kullanır oldular. Kuşkusuz Kur’an, biraz sonra gelecek olan âyette 2524 kısaca el-mescid terimini, yeryüzündeki bir mescid için, belki de Kudüs mescidi için (belki de bir önceden haber veriş bağlamında) kullanmaktadır. Ben şahsen, burada kastedilenin, ilk âyette geçen “mescidu’l-aksâ” ile aynı olduğunu sanmıyorum. Sûrenin ilk âyetinde Muhammed’in (s.a.s.) miracı sözkonusu edilmektedir. 2-8. âyetlerde ise, benzer bir olaya değinilerek, Mûsâ’nın (a.s.) miracından ve Yahudileri İslâm’ı kabul etmeye ikna etmek için İsrailoğulları arasında İlâhî emre karşı gelen kimselerin akıbetinden bahsedilmektedir. Bir yandan Muhammed’in gökyüzüne uruc ettiğini söyleyip, bir yandan da Kur’an’ın sadece Kudüs’ten söz ettiğini söylemek pek mantıklı görünmemektedir. Muhammed’in (s.a.s.) gökyüzünden dönüş sırasında önceki peygamberlerle birlikte kılınan namaza imamlık etmek üzere Kudüs’e uğradığı doğrudur, ancak bu, Miraç gibi büyük çaplı bir yolculuk içerisinde fazla önem taşımayan bir olaydır. Biz, Kudüs’ün de Miraç olayı içerisinde yer aldığını, ancak Kur’an’ın bundan bahsetmediğini söylemek istiyoruz).
Kâbe ile bu semâvî mescid arasındaki eksene Rasûlullah’ın (s.a.s.) bir başka hadisinde de dikkat çekilmiş ve Kâbenin tam olarak bu semâvî mescidin altında bulunduğu, başka bir deyişle, bu mescidten bir taşın atılması halinde Kâbe’nin damına düşeceği bildirilmiştir.
Bu semâvî yolculuğu, Kur’an “Sana gösterdiğimiz o görüntüleri (rü’ya) ancak insanları sınamak için meydana getirdik.”2525 şeklinde nitelendirmektedir. Yukarıda belirtmiş olduğumuz Buhari’den nakledilen hadiste, Rasûlullah’ın (s.a.s.) dönüş yolculuğu sırasında uyandığında, kendisini Kâbe’nin avlusunda bulduğunu görmüştük. Bu konuda daha farklı düşünen Taberî ve Râzî şöyle derler: Eğer sıradan bir rüya sözkonusu olsaydı, Mekke’li müşriklerin isyan edip ona yalan isnat ederek başkaldırmaları için bir neden olmazdı. Ancak müşriklerin karşı çıktığı şeyin bir rüya düşüncesi değil de, Allah’ın, kendilerinin düşmanı olan Muhammed’i, daha büyüğü hayal edilemeyecek övgü ve şereflerle kabul etmesi olduğu da düşünülebilir. Bu arada, peygamberlerin gördüğü rüyaların uyanıklık halinde başlarından geçenlerden daha az değerli olmadığını da hatırlatalım. Muhammed’e (s.a.s.) Hira mağarasında iken gelen ilk vahiy rüya halinde vuku bulmuştu. Kur’an’a göre İbrâhim (s.a.s.) çok sevgili biricik oğlunu kurban etme konusundaki İlâhî buyruğu bir rüyada almıştı.2526 Tevrat’a göre, Yakup (a.s.) da, Allah’ı gördüğü bir rüyaya nâil olmuştu.2527 Süleyman’a da (a.s.) Allah rüyada iken görünmüştü.2528 Bu arada, Buhari’nin ifâdesiyle, Rasûlullah’ın (s.a.s.) bizzat nitelendirdiği bu halin uyku ile uyanıklık arasında olduğunu da gözardı etmeyelim.
Mi’racın uykuda mı yoksa uyanık iken mi cereyan ettiği hususu daha ilk
2524] 17/İsrâ, 7
2525] 17/İsrâ, 60
2526] 37/Sâffât, 102-105
2527] Tekvîn 28/12
2528] Hükümdarlar I, 3/5, 9/2
- 652 -
KUR’AN KAVRAMLARI
günlerden itibaren tartışma konusu edilmiştir. Ibn İshak, Rasûlullah’ın (s.a.s.) hanımı Âişe’ye göre, Mi’rac’ın uykuda iken olduğunu nakleder (Bu konuda Suheylî’nin Ravz adlı eserine ve Taberî ile İbn Kesîr’in de Kur’an tefsirlerine vs. müracaat ediniz). Âişe (r.a.), “Onun bedeni asla gözden kaybolmadı, onun ruhu nakledildi” diyerek, bu konuda ısrar eder. Rasûlullah’ın (s.a.s.) kayınbiraderi ve vahiy kâtibi Mu’aviye de aynı görüştedir. İbn el-Kayyım’a göre (Zâd el Me’ad), Hasan el-Basrî de aynı kanıdaydı. İbn Kayyım’ın kendisi de, bu semâvî yolculuğun uyanıkken ama ruhen cereyan ettiğini söylemeyi yeğlemektedir. Sonraki kuşaklardan (Müteahhirîn’den) Şah Veliyyullah Dihlevî, aklî ilimlerle tasavvufî ilimleri bir araya getirmekle ünlüydü. Ona göre Mirac bedenen cereyan etmiş, ama o sırada beden ruhun niteliklerini taşır bir halde bulunmuştur. Kuşkusuz, Mi’rac’ın tamamen bedensel bir olay olduğunu ve bunun uzayda fiilen meydana gelen bir yer değiştirme olduğunu söyleyen başka kimseler de vardır.
Daha önceki dönemlerde yaşamış olan ve Mi’rac’ın fiilî bir yer değiştirme olduğunda ısrar eden bilginlere sonsuz saygı duymakla birlikte, ben kendi kendime, bu yer değiştirme olayının Allah’ın her yerde hâzır ve nâzır olma sıfatına ters düşüp düşmediğini sorarım. Kur’an’da Allah bizzat şöyle açıklamaktadır: “Biz ona şah damarından daha yakınız.”2529 Bir başka âyette ise: “(Can boğaza geldiği zaman, hastaya) Biz sizden daha yakınızdır”2530; “Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O’dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir.”2531 Kısaca, biz nerede isek O da oradadır.2532 Aynı mealde daha birçok âyet vardır. Şâyet Allah’ın bizimle ve bize çok yakın olmadığı ve O’nu gökyüzündeki Arş’ı üzerinde aramak gerektiği öne sürülürse, bu anlayış Allah’ın Arş’tan, Arş’ın göklerden, göklerin de bu kâinattan daha küçük olduğu anlamına gelir ki, Allah böyle düşünmekten bizi korusun!
Olayları kendi konumları içerisinde değerlendirmek en iyisidir. Bu yorum ve hüküm çıkarmalardan hiçbiri Rasûlullah’tan (s.a.s.) kaynaklanmadığı ve Rasûlullah da (s.a.s.) bu konuyla ilgili olarak hiçbir açıklamada bulunmadığı, dahası, Rasûlullah’ın (s.a.s.) ashabının da bu konuda farklı görüşlere sahip olmaları nedeniyle, sözkonusu ihtilaflar burada herhangi bir kimse ya da grubu sapıklık ya da Ehl-i Sünnet yolundan sapma gibi ithamlara yol açmamalıdır. Herkes Allah’ın kendisine nasip ettiği bilgi ve hikmet yolunu izlemekte ve kendisini tatmin eden âlimin delillerini benimsemekte özgürdür. Şahsen ben, bir müslüman için bu anlamsız tartışmaya katılmamasının daha iyi olacağı kanısındayım; bunun yerine, Allah’ın insanlığa bağışlamış olduğu Mi’raç gibi yüce bir lütuftan mânevî olarak yararlanmak gerekir. Rasûlullah’ın (s.a.s.) özellikle ifâde ettiğine göre,2533 namaz mü’minin miracıdır (başka kaynaklarda Allah’a yaklaşma, kurban ya da Allah’ın burhan’ı ifâdesi kullanılmaktadır). Rasûlullah’ın (s.a.s.) mirac’ı kendisine, bizim miraclarımız da, bireysel liyakatlerimize göre kendimizedir. Bununla birlikte, daha İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren, Mirac’ın değişik yorumlara konu teşkil ettiğini görürüz. Hoşgörülü olmamız gerektiği düşüncesiyle bu
2529] 50/Kaf, 16
2530] 56/Vâkı’a, 83-85
2531] 58/Mücâdele, 7
2532] 57/Hadîd, 4; 58/Mücâdele, 7
2533] bk. Ahmed İbn Hanbel, III, 321, 339; Suyûtî, vs.
İSRÂ VE MÎRAC
- 653 -
kadarla yetiniyoruz.
Yukarıda Mûsâ’nın (a.s.) kendi mirac’ında On Emir (Evâmir-i Aşere),2534 oysa Muhammed’in (s.a.s.) On iki Emir2535 aldığına işaret edilmişti. Bu emirleri şu şekilde karşılaştırmak mümkündür:
Kur’an:
1. Ancak O’na ibâdet ediniz.
2. Ana-babaya iyilikle muâmele et.
3. Akrabaya, fakire ve yolda kalanlara hakkını ver.
4. (Bu konuda) ne cimri, ne de savurgan ol.
5. Geçim korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz.
6. Zinaya yaklaşmayınız.
7. Haklı olduğunuz durumlar dışında kimseyi öldürmeyiniz.
8. (Sorumluluğunuz altındaki) Yetimlerin mallarına ancak güzel niyetlerle
yaklaşınız.
9. Verdiğiniz söz ve vaatleri yerine getiriniz.
10. (Tartarken) Ölçüyü tam yapın.
11. Hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığın şeyin ardından koşma
12. Yeryüzünde gurur ve kibirle yürüme!
Tevrat:
1. Benim huzurumda başka ilahlara tapmayacaksın.
2. Yontma put ya da resim yapmayacak, onların önünde secde etmeyeceksin.
3. Zat-ı Ezelî olan Rabbinin adına boş yere yemin etmeyeceksin.
4. Dinlenme gününü (yevm-i sebt) hatırla.
5. Babana ve annene hürmet et.
6. Asla adam öldürme.
7. Zina etmeyeceksin.
8. Hırsızlık yapmayacaksın.
9. Yalan şahitlik yapmayacaksın.
10. Komşunun/akrabanın evine göz dikmeyeceksin, komşu ve yakınının hanımına, erkek ya da kadın hizmetçisine, öküzüne, eşeğine, ya da komşuna ait herhangi bir şeye göz dikmeyeceksin (Tevrat’ta geçen metin böyledir; Bu konuda Kur’an’ın vermiş olduğu metin ise biraz farklıdır. 2536
2534] bk. Çıkış, 20/3-17; Tesniye, 5/6-21
2535] İsrâ: 23-39
2536] Bk. 2/Bakara, 83-84
- 654 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu on iki emri zikrettikten sonra, Kur’an şu eklemede bulunur: “(Ey Muhammed!) İşte bunlar, Rabbinin sana vahy ettiği hikmetlerdir.” 2537
Çağdaşımız Süleyman Nedvî, Rasûlullah’ın (s.a.s.) hayat hikâyesi (Sîret) ile ilgili olarak, İsrâ sûresinin hemen tamamının Mi’rac’ı anlattığı tespitinde bulunmuş ve konuyu şöyle analiz etmiştir: Mi’raç, ilâhî kudretin bir göstergesi olduğu kadar, Rabbinin eşiğine kadar yücelme imkânı vererek kulu Muhammed’e (s.a.s.) bahşettiği İlâhî bir lütuf olarak da değerlendirilmelidir. İslâm Peygamberi, tüm peygamberlerin ayrı ayrı elde etmiş olduğu nimetleri kendi nefsinde toplamış ve böylece, iki kıble’nin, yani Âdem ve İbrâhim’in (a.s.) Kâbe’si ile Süleyman (a.s.) ve ondan sonra gelen peygamberlerin kıblesi olan Kudüs’ün peygamberi olmuştur. Bu sûrede Mekkeli müşriklere yönelik bir ceza tehdidi, Muhammed’in (s.a.s.) Medine’ye hicret kararı, emirlerin açıklanması, Muhammed’in (s.a.s.) peygamberlik vasfını ve Kur’an’daki İlâhî vahyi tartışan kimselere de bir cevap vardır. Öldükten sonra dirilmenin ve mucizelerin gerçek olduğu, Mûsâ’nın (a.s.) başından geçenlerden çıkarılması gereken derslere (kıssadan hisse) ait işaretler de bu sûrede yer almaktadır.
Bu arada, Tevrat, Mûsâ’ya (a.s.) verilen On Emir’den söz etmekle birlikte, Kur’an, “Andolsun ki biz Mûsâ’ya açık açık dokuz âyet verdik.”2538 buyurmaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla, gerçekte On Emir sözkonusu iken, Rasûlullah’ın (s.a.s.) Tirmizî, İbn Hanbel, Nesâî, İbn Mâce, Taberî gibi hadisçilerce nakledilen bir açıklamasına göre, sadece Yahudiler için olan sebt günü ile ilgili emir bunların dışında tutulmuştur. Kur’an da, sebt gününün genel bir İlâhî emir olmayıp, cemaat halinde yapılan haftalık ibâdetlerde ayrı baş çektiklerinden, Yahudiler için ihdas edildiğini açıklamaktadır. 2539
Konuyu bitirmek için, Arş’ın Hazinesinden çekip çıkarılan ve Bakara sûresinin son iki âyetinden oluşan şu İlâhî hediye konusuna değinelim:
“Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de iman ettiler. Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. ‘Allah’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık. Dönüş sanadır!’ dediler.”
“Allah bir kimseye ancak gücünün yettiği ölçüde sorumluluk yükler. Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir. Ey Rabbimiz! Eğer unutur ya da hataya düşersek bizi sorumlu tutma! Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme! Ey Rabbimiz! Bize, üstesinden gelemeyeceğimiz işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize merhamet et! Çünkü Sen bizim mevlâmızsın/efendimizsin! Öyleyse kâfirler gürûhuna karşı bize yardım et!” 2540
Gerçekten bu çok hârika bir durumdur! Bu iki âyetten ikincisini tekrar ele alalım: “Allah bir kimseye ancak gücünün yettiği ölçüde sorumluluk yükler.” Bu ne hoş bir lütuf ve nimettir! Eğer bir görevin mutlak bir mükemmellik içerisinde yerine getirilmesi gerekseydi insanın hali nice olurdu? Ama eğer herkesin kendi güç ve yeteneğine göre elinden geleni yapması gerekirse, en az yetenekliler için bile
2537] İsrâ: 17/39
2538] 17/İsrâ, 101
2539] 16/Nahl, 124
2540] 2/Bakara, 285-286
İSRÂ VE MÎRAC
- 655 -
bir kurtuluş ümidi var demektir. Âyette “yaptığımız iyilik” ve “bilerek yaptığımız kötülük” arasındaki ayrıma da dikkat çekilmektedir. Öte yandan, ilk âyet insanlık adına, uluslararası ve dinlerarası ilişkiler adına çok büyük bir lütuftur: Yalnız ve sadece Muhammed’e (s.a.s.) ve Kur’an’a değil, tüm peygamberlere ve kutsal kitaplara inanmayı emretmektedir! Böyle bir hoşgörü diğer dinlerde duyulmuş şey değildir. Bu hoşgörü anlayışı, din ve ırklarının farklılığına rağmen yeryüzündeki tüm insanlar arasında barış ortamını tek başına oluşturmaya muktedirdir: Ancak bir İslâmî yönetim ortamında, Müslüman olmayanlar için bile barış ve adalet mümkün olabilir ve tarih boyunca da öyle olmuştur.
Son Birkaç Uyarı: Bu semâvî yolculuğun dönüşünde Rasûlullah (s.a.s.) bu “gece yolculuğu” (İsrâ) sırasında mânevî âlemde başından geçenleri anlattığında, kendisini dinleyenlerin tepkileri çok farklı olmuştu: Bazı Mekkeliler onunla alay edip, kendisinden Kudüs şehrini tarif ve tasvir etmesini istediler. Kimileri ise Filistin istikametinden gelecek olan ve günlerdir bekledikleri kervanlarının şimdi nerede bulunduğunu söylemesini istediler. Biri de Ebû Bekir’in evine koşarak, ona bu yeni “skandal”ı haber vermek istedi. Ama o sadık insan, bir an bile tereddüt etmeyip “Muhammed (s.a.s.)’ın söylediği her şeyin doğru ve gerçek olduğuna şehadet ederim” dedi. O günden itibaren, Ebû Bekir, Müslümanlar nezdinde herkesin gıpta ettiği Sıddîk lakabına nâil olmuştur.
Ramazan ayında Rasûlullah’a (s.a.s.) ilk vahyin geldiği geceden sonra, Mi’raç da, on yıl kadar sonra Recep ayının 27. gecesi vuku bulmuş ve Müslümanlar tarafından büyük törenlerle kutlanan bir gece olmuştur.
Delil, Âyet ve Hikmetlerle Dolu Bu Gecenin Son Saatleri: İlâhî huzura kabul edilip yeniden insanlar arasına dönen Muhammed (s.a.s.), kendisine yöneltilen İlâhî tebliğ görevini yerine getirmede eskisinden çok daha kararlı hale gelmişti. Artık, önyargılarla dolu olan kendi hemşehrilerinden çok ümitli değildi. Bununla birlikte, Mekke’ye uğrayan yabancı ziyaretçileri de ihmal etmedi. Nitekim onların nazarında çok da başarılı olmuştu. Hicret’ten önceki son yıllarda cereyan ettiklerinden emin olunmasına rağmen, aşağıdaki olayların kesin tarihlerini belli bir kronolojiye oturtmak zor görünmektedir:
İbn Hacer’in ifâdesine göre2541 Orta Arabistan bölgesinde yaşayan Benî Hanife kabilesinin reisi Sumâme ibn Usâl, Mekke’ye uğradığı bir gün Muhammed’e (s.a.s.) şöyle dedi: “Daha çok konuşursan seni öldürürüm.” Ancak bu konuda ayrıntılı bilgi verilmemiştir.
Yemen’deki Devs kabilesinden Tufeyl ibn Amr, bir şair ve oba reisiydi. Kendisini, Muhammed’in sözlerini dinleyenlerin fitneye uğradığı ve ailelerinde karılarla kocaların, çocuklarla ana-babalarının arasında ayrılıklar yaşandığı dedikodusuna inandırmışlardı. Tufeyl bu düşünceye kendisini o denli kaptırmıştı ki, ne zaman Muhammed (s.a.s.) orada iken Kâbe’nin önüne gelse, Muhammed’in büyüsünün kendisine erişmemesi için kulaklarına pamuk tıkardı. Bir gün, kendi kendisine: “Ne kadar bâtıl inançlı biriyim ben! Onun sözlerini duymakta ne kötülük olabilir? Eğer bu sözlerin herhangi bir değeri var ise, buna kendi kendime karar verecek kadar aklım ve mantığım vardır.” Bu düşüncelerle, Kur’an’ı dinledi
2541] İsâbe, No 961
- 656 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve Kureyşlileri büyük kederler içerisinde bırakarak, derhal İslâm’ı kabul etti. 2542
Yemen’in Ezd kabilesinden Damâd, büyük bir sihirbaz olarak ün yapmıştı. Mekke’ye uğradığı bir sırada, Kureyşlilerden şehirde bir “rakib”inin bulunduğunu öğrendi ve onlara, gidip onu iyileştireceğine dair güvence verdi. Muhammed’in (s.a.s.) yanına vardı ve onun kendisinin sihirli sözlerini dinlemesini istedi. Ancak Muhammed (s.a.s.), Allah’ı yüceltip O’nu senâ eden, O’nun sıfatlarını ve sonsuz kudretini ihtivâ eden âyetleri okuyunca Dâmad o denli etkilendi ki, Rasûlullah’a (s.a.s.) bunları üç kez tekrar ettirdi; sonra da İslâm’ı kabul etti. 2543
Muhammed Esed’in Miracla İlgili Yorumu
Muhammed Esed, Hz. Peygamber’in kendi miracının bedenle veya ruhla olduğu hakkında hiçbir açıklama bırakmadığını belirtir. Bunun sonucu olarak sahâbîlerden başlayarak Müslüman düşünürlerin farklı görüşler savunduklarını söyler. O da, sahâbîlerin büyük kısmının hem isrânın, hem de mi’râcın fiziksel olaylar olduğuna, yani bedensel olarak bu iki olayın gerçekleştiğine inandığını kabul eder. Ancak, küçük bir grubun bu tecrübenin tamamen ruhsal olduğu görüşünde olduğunu açıklar.
Hem isrâ’nın hem de mi’râc’ın ruhsal yorumu lehindeki en iknâ edici delilin, bu her iki tecrübe ile ilgili sahih Hadisler’de görülen son derece müteşâbih (allegorical) tasvirlerden kaynaklandığını belirten Muhammed Esed, bu tasvirlerin o kadar bâriz şekilde sembolik olduğunu belirtir ki, bunlar ona göre “fiziksel” terimlerle yapılacak bir yoruma asla imkân vermezler.
Muhammed Esed’e göre isrâ ve mi’râcın “bedensel” olduğuna inanmak için iknâ edici bir sebep bulunmamaktadır. “Buna rağmen, bu olayların objektif gerçekliğinden şüphe duymak için de bir sebep yoktur” der ve miracın inkâr edilmesine giden kapıları kapatır. Esed, mi’râc olayının ruhla olduğu görüşünü çok net olmayan ifâdelerle benimserken, bunun rüya ile de olmadığını ileri sürer. Ona göre bu olaylar ruhsal bir gezintidir. Bu ruhsal seyahat, rüyadan çok derin, çok kuvvetli, çok daha gerçektir. Modern psikologların bazı gözlemlerinin, insan rûhunun canlının bedeninden geçici olarak “kopma”sı ihtimalini doğruladığını söyleyen müfessir, bunun bütün dinlerin mistikleri tarafından da ileri sürülen bir durum olduğunu belirtir. Rûhun bedenden böyle geçici bir kopma durumunda, ruh veya canın, zaman ve mekânı serbestçe aşabileceğini belirtir. Bu noktada okuyucuların dikkatini, büyük İslâm düşünürlerinden biri olan İbn Kayyim’in “rûhî mi’râc” konusundaki katkılarına çeker. Ondan alıntılar yapar.
Mi’râcın ruhsal olarak gerçekleştiğini, bedenin ise hiçbir yere ayrılmadığını savunanların mi’râcın rüya halinde vuku bulduğunu söylemek istemediklerini belirtir. Onların sadece, fiilen isrâ ve mi’râcı yaşayanın Hz. Peygamber’in rûhu olduğunu ve böylece rûhun, ölümden sonra şâhid olacağı bedenden ayrılarak şâhit olacağı şeyleri gördüğünü kasdettiklerini söyler. Ona göre, Hz. Peygamber’in o esnâdaki durumu, (rûhun) ölümden sonraki durumuna benziyordu. “Ama Allah’ın Rasûlü’nün isrâ sırasında yaşadıkları, rûhun ölümden sonraki (olağan) tecrübelerinden daha yüce idi ve tabii, kişinin uykusunda gördüğü rüyalarının
2542] İbn Hişam, s. 252-254
2543] Müslim, I/237; Ahmed bin Hanbel, h. no: 2749; Buhârî, Târîhu Kebîr, “Dâmad” maddesine bakınız; Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, c.1, s. 129-148
İSRÂ VE MÎRAC
- 657 -
çok üstündeydi” der.
Esed’in bahsettiği türdeki ruhsal tecrübeler, ona göre “bedensel” olarak yaşanabilecek herhangi bir şeyden daha az “gerçek” (yani, objektif) değildir. İsrâ’nın ve mi’râcın ruhsal olduğunu, bedensel olmadığını varsayarken, bu isrâ ve mi’râca atfedilen olağanüstü değeri azaltmadığını açıklamaktan geri durmaz.
Şimdi, onun Kur’an Mesajı adlı tefsirinin arkasına aldığı notlardan Ek IV, Gece Yolculuğu başlığı ile verdiği bilgileri kendi kaleminden görelim:
Hz. Peygamber’in Mekke’den Kudüs’e yaptığı “Gece Yolculuğu” (İsrâ) ve ardından “Göğe Yükseliş”i (Mi’râc), Medine’ye hicretinden yaklaşık bir yıl önce vuku bulmuş olan 2544 sırlarla dolu bir tecrübenin iki aşamasıdır. Sahih rivâyetlere dayanan birçok Hadis’e göre -ki bunlar İbn Kesir’in 17. sûre 1. âyetinin tefsiri ile ilgili yorumunda ve İbn Hacer’in Fethu’l-Bârî’sinde2545 nakledilmiş ve geniş şekilde tartışılmıştır. Allah’ın Rasûlü, yanında melek Cebrâil olduğu halde gece vakti Kudüs’deki Süleyman Mâbedi’ne götürüldü ve orada kendisinden çok önce vefat etmiş ve bir kısmıyla daha sonra gökte yeniden karşılaşacağı peygamberlere namaz kıldırdı. Mi’râc, İslâm Akaidi açısından özel bir önem taşır, çünkü günde beş vakit namaz, Allah tarafından bu tecrübe esnâsında İslâm İtikadı’nın temel bir si olarak emredilmiştir.
Hz. Peygamber’in kendisi, bu tecrübe ile ilgili (bedenle veya ruhla olduğu hakkında) doğrudan hiçbir açıklama bırakmadığından, Müslüman düşünürler -Hz. Peygamber’in sahâbîleri dâhil- onun gerçek niteliği konusunda farklı görüşler savundular. Sahâbîler’in büyük kısmı, hem isrânın hem de mi’râcın fiziksel olaylar olduğuna -başka bir deyişle, Hz. Peygamber’in Kudüs’e gidişinin ve sonra göğe çıkışının bedensel olarak gerçekleştiğine- inanırken; küçük bir grup ise bu tecrübenin tamamen ruhsal olduğu görüşündeydi. Bu ikinci grup arasında özellikle, “O, yalnızca rûhu ile (bi-rûhıhî) seyahat etti ve bedeni yerinden hiç ayrılmadı” diyen Hz. Peygamber’in bu olaydan sonraki yıllarda da en yakını olmuş olan eşi Hz. Âişe 2546 ile tartışmasız şekilde onunla aynı görüşü benimseyn sonraki kuşaktan büyük insan Hasan Basrî’yi (aynı kaynak) görürüz. Buna karşılık, isrânın ve mi’râcın fiziksel tecrübeler olduğuna inana akaidciler, sahâbîlerin büyük kısmının aynı yöndeki görüşlerine dayanırlar -ancak, Hz. Peygamber’in kendisinin onu kendilerinin anladıkları şekilde tasvir ettiğine dair tek bir Hadis bile getiremezler. Bazı Müslüman ilim adamları, 17. sûrenin 1. âyetinde geçen “esrâ bi-abdihî” (O, kulunu geceleyin götürdü) sözlerine dikkat çekerler ve “abd (kul)” teriminin bir canlı varlığın bütünlüğünü, yani ruh ile bedenin birlikteliğini gösterdiği görüşünü savunurlar. Ancak bu yorum, “esrâ bi-abdihî” ifâdesinin, Muhammed’in (s.a.s.), öteki bütün peygamberler gibi, sadece Allah’ın fânî bir “kul”u olduğunu ve hiçbir insanüstü vasıfla donatılmadığını bildiren birçok Kur’an ifâdesine uygun olarak sadece Hz. Peygamber’in beşerî vasfına işaret ettiği ihtimalini dikkate almaz. Bana göre bu durum, Hz. Peygamber’e, Allah’ın bazı sembollerinin (min âyâtinâ) gösterilmiş olduğu, yani Allah’ın mevcûdâtı yaratmasının altında yatan nihâî hakikatlerin tamamını değil, sadece bir kısmını görebilme yeteneği verildiği ifâdesinden sonra gelen yukarıdaki âyetin son sözlerinde -“yalnız O’dur
2544] karş. İbn Sa’d I/1, 143
2545] VII, 155 vd.
2546] karş. Taberî, Zemahşerî ve İbn Kesîr’in 17. sûre, 1. âyet ilgili yorumları
- 658 -
KUR’AN KAVRAMLARI
her şeyi işiten, her şeyi gören”- ortaya konulmuştur.
Hem isrâ’nın hem de mi’râc’ın ruhsal yorumu lehindeki en iknâ edici delil, bu her iki tecrübe ile ilgili sahih Hadisler’de görülen son derece müteşâbih (allegorical) tasvirlerden kaynaklanmaktadır. Bu tasvirler o kadar bâriz şekilde semboliktirler ki, “fiziksel” terimlerle yapılacak bir yoruma asla imkân vermezler. Meselâ, Allah’ın Rasûlü, Kudüs’de ve sonra da gökte hepsi de kendisinden uzun süre önce göçüp gitmiş olan birçok önceki peygamberle karşılaştığını anlatır. Bir Hadis’e göre 2547Mûsâ’yı kabrinde ziyâret eder ve onu namaz kılarken bulur. Yine Enes’den rivâyet edilen başka bir Hadis’de 2548, Hz. Peygamber, isrâ esnâsında nasıl yaşlı bir kadınla karşılaştığını ve Cebrâil’in: “Bu yaşlı kadın ölümlü dünyadır (ed-dünyâ) dediğini anlatır. Ebû Hüreyre’den rivâyet edilen başka bir Hadis’e göre ise (aynı kaynak) Hz. Peygamber, “tohum eken ve ekin biçen insanların yanından geçti; ekini her biçtiklerinde (bitki) yeniden büyüyordu. Cebrâil: “Bunlar, Allah yolunda savaşanlardır (mücâhidûn) dedi. Sonra kafaları taşlara çarpıp parçalanan insanların yanından geçtiler. Kafaları her parçalandığında hemen yeniden tamamlanıyordu. (Cebrâil:) Bunlar, kafalarında ibâdetten bir eser olmayanlardır” dedi… Sonra bozulmuş çiğ et yiyip pişmiş olarak tüküren bir grup insanın yanından geçtiler. (Cebrâil) onlar için: “Bunlar zinâ edenlerdir” dedi.
Mi’râc ile ilgili meşhur bir Hadis’de2549 Hz. Peygamber, başından geçenleri şu sözlerle anlatır: “Kâbe’nin yakınında (lafzen, Hıcr’de) uzanmış yatarken bir melek geldi, göğsümü yardı ve yüreğimi çıkardı. Ve sonra iman dolu altın bir leğen getirildi, kalbim (onun içinde) yıkandı ve (onunla) dolduruldu, sonra tekrar yerine kondu…” Bu Hadis göstermektedir ki, soyut bir kavram olan “iman”dan bu şekilde söz eden Hz. Peygamber’in bizzat kendisi, mi’râcın bu başlangıcını ve dolayısıyla mi’râcın kendisini ve tabii ki (ipso facto) isrâ’yı tamamen ruhsal tecrübeler olarak görmüştür.
İsrâ ve mi’râcın “bedensel” olduğuna inanmak için iknâ edici bir sebep bulunmadığı halde, bu olayların objektif gerçekliğinden şüphe duymak için de bir sebep yoktur. Yeterli psikoloji bilgisine sahip olmamaları normal olan ilk dönem Müslüman kelâmcılar, yalnızca iki ihtimal tasavvur edebilirlerdi: Ya fiziksel bir olay ya da bir rüya. Onlar, bu muhteşem olayların salt bir rüya âlemine hapsedilmeleri halinde anlamlarını büyük ölçüde yitirebileceklerini düşündüklerinden -ki haklıydılar- gayri ihtiyârî olarak fiziksel terimlerle yorumlamayı tercih ettiler ve Âişe, Muâviye ve Hasan Basrî’nin karşıt görüşlerine rağmen bu tavrı heyecanla savundular. Ancak, şimdi biliyoruz ki rüya, fiziksel gerçekleşmenin tek alternatifi değildir. Hâlâ bebeklik döneminde olsa da modern psişik araştırmalar göstermiştir ki, her ruhsal tecrübe (insan bedeninin bilinen organlarından hiç birinin gerçekleşmesinde rol oynamadığı bir tecrübe) mutlaka “zihn”in -bu terim her neyi kapsıyorsa- salt sübjektif bir tezâhürü olmak zorunda değildir; ancak böyle bir tecrübe, belli durumlarda insanın fizyolojik organizması aracılığıyla gerçekleştiğinden, kelimenin objektif anlamıyla daha az gerçek veya “olgusal” olduğu söylenemez. Bu tür istisnâî psişik aktivitelerin gerçek niteliği konusunda henüz çok az şey biliyoruz ve dolayısıyla onların özellikleri ile ilgili
2547] İbn Kesîr’de Enes’den naklen
2548] karş. Fethu’l-Bârî VII, 158
2549] Buhârî tarafından nakledilmiştir
İSRÂ VE MÎRAC
- 659 -
kesin sonuçlara ulaşmamız hemen hemen imkânsızdır. Bununla birlikte, modern psikologların bazı gözlemleri, insan rûhunun canlının bedeninden geçici olarak “kopma”sı ihtimalini -tarihin başından beri bütün dinlerin mistikleri tarafından ileri sürülen bir ihtimal- doğrulamıştır. Böyle geçici bir kopma durumunda, ruh veya can, zaman ve mekânı serbestçe aşabilir; normalde birbirinden geniş ölçüde farklı gerçeklik kategorilerine âit olan olayları ve olguları kendi kavrayış alanı içine alabilir ve ondan büyük derinlik, berraklık ve kapsayıcılığın sembolik kavrayışları içinde yoğunlaştırabilir görünmektedir. Ancak bu tür “hayâlî/görme/görüş” (daha iyi bir terim bulamadığımız için bunu kullanmak zorundayız) tecrübeleri, benzeri bir tecrübeyi hiçbir zaman yaşamamış olan insanlara anlatmak gerektiğinde, yaşayan şahıs -bu durumda Hz. Peygamber- mecâzî (figürative) ifâdeler kullanmak zorunda kalmaktadır. Bu, isrâ ve mi’râc esrarlı tecrübeleri ile ilgili bütün Hadisler’in müteşâbih (allegorical) üslûbunu açıklayan bir unsurdur.
Bu noktada okuyucuların dikkatini, büyük İslâm düşünürlerinden biri olan İbn Kayyim’in “rûhî mi’râc” konusunda katkılarına çekmek isterim:
Âişe ve Muâviye, (Hz. Peygamber’in) isrâ tecrübesinin ruhsal olarak (bi-rûhıhî) gerçekleştiğini, bedeninin ise yerinden ayrılmadığını ileri sürdüler. Hasan Basrî’nin de aynı görüşte olduğu rivâyet edilmektedir. Ancak “isrâ, rüya halinde (menâmen) vuku buldu” sözü ile “bedeninden ayrı ruhsal olarak (gerçekleşti)” sözü arasındaki farkı gözden kaçırmamak gerekir. Bu iki (görüş) arasındaki fark çok büyüktür… Rüya gören insanın gördüğü, zaten beyninde mevcut olan biçimlerin salt reprodüksiyonlarıdır (emsâl); böylece, (meselâ) rüyasında göğe yükseldiğini veya Mekke’ye yahut dünyanın (başka) bölgelerine götürüldüğünü görür, oysa (gerçekte) rûhu, ne yükselmiş ne de seyahat etmiştir.
“Allah’ın Rasûlü’nün mi’râcını bize rivâyet edenler iki grupta toplanabilirler: Bir grup, mi’râc’ın ruhsal ve bedensel olarak gerçekleştiğini ileri sürmüşler, diğer grup ise, onun ruhsal olarak gerçekleştiğini, bedenin ise hiçbir yere ayrılmadığını savunmuşlardır. Ama bu ikinciler (de) mi’râcın rüya halinde vuku bulduğunu söylemek istememişlerdir: Sadece, fiilen Gece Yolculuğu’na (isrâ) çıkan ve sonra Göğe Yükselen’in (mi’râc) Hz. Peygamber’in rûhu olduğunu ve böylece rûhun (ancak) ölümden sonra (lafzen, müfâraka, “ayrılma”) şâhid olacağı şeyleri gördüğünü kasdetmişlerdir. Hz. Peygamber’in o esnâdaki durumu, (rûhun) ölümden sonraki durumuna benziyordu… Ama Allah’ın Rasûlü’nün isrâ sırasında yaşadıkları, rûhun ölümden sonraki (olağan) tecrübelerinden daha yüce idi ve tabii, kişinin uykusunda gördüğü rüyalarının çok üstündeydi… (Allah’ın Rasûlü’nün gökte karşılaştığı) peygamberlere gelince, orada olanlar, bedenlerinden ayrılarak oraya gelen ruhlarıydı, Allah’ın Rasûlü’nün rûhu ise hayatta iken oraya yükselmişti.” 2550
Kesinlikle söylenebilir ki, bu tür ruhsal bir tecrübe, basit bir olay olmadığı gibi bedensel organların yapabileceği her şeyin veya ulaşabileceği her mertebenin de çok çok üstündedir. Ve İbn Kayyim’in biraz önce aktardığımız şeyden de kat kat üstündedir. Çünkü onların öznenin zihni dışında objektif bir gerçeklikleri yoktur. Oysa yukarıda bahsedilen türdeki ruhsal tecrübeler, “bedensel” olarak yaşanabilecek herhangi bir şeyden daha az “gerçek” (yani, objektif) değildir. İsrâ’nın ve mi’râcın ruhsal olduğunu, bedensel olmadığını varsayarken Hz.
2550] Zâdu’l-Meâd II, 48 vd.
- 660 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Peygamber’in bu tecrübesine atfedilen olağanüstü değeri azaltıyor değiliz. Tersine, Hz. Peygamber’in böyle bir tecrübeyi yaşadığı gerçeği, bedensel bir mi’râc mûcizesini aşar; çünkü muazzam bir ruhsal mükemmelliği -ancak Allah’ın hak Peygamberi’nden beklenecek bir vasıf- gerektirir. Ancak, biz normal insanların bu tür ruhsal tecrübeleri tamamen mekân kavrayışlarımız tarafından sağlanan unsurlar dairesinde işleyebilir; ve bu özel kavramlar demetinin ötesine uzanan her şey, açık ve net bir tanım yapma teşebbüslerimizi her zaman boşa çıkarır.
Sonuç olarak söylemek gerekir ki, Hz. Peygamber’in Göğe Yükselmeden (mi’râc) önce Mekke’den Kudüs’e yaptığı Gece Yolculuğu (isrâ), açıkça İslâm’ın yeni bir öğreti olmadığını, ama hepsi de Kudüs’ü mânevî yurt edimiş eski (önceki/geçmiş) peygamberler tarafından tebliğ edilen aynı İlâhî mesajın bir devamı olduğunu göstermek amacındaydı. Bu görüş, Hz. Peygamber’in isrâ sırasında aynı zamanda Yesrib, Sina, Beytüllahm’da vb. namaz kıldırdığını söyleyen Hadisler2551 tarafından da doğrulanmaktadır. Onun bu bağlamda zikredilen öteki peygamberlerle karşılaşması da aynı görüşü sembolize etmektedir. İsrâ sırasında Hz. Peygamber’in Mescid-i Aksâ’da öteki bütün peygamberlere namaz kıldırdığını söyleyen meşhur Hadisler, Hz. Peygamber tarafından tebliğ edilen İslâm’ın, insanın dinî gelişmesinin tamamlanmasını ve mükemmelliğe ulaşmasını temsil ettiği ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Allah’ın elçilerinin en sonuncusu ve en büyüğü olduğu inancını mecâzî bir şekilde ifâde etmektedir. 2552
İsrâ ve Mîrâcın Düşündürdükleri
Mekke döneminin son yılları… Küfrün egemen güçlerce dayatıldığı bir zulüm beldesinde İslâm’ı yaşamanın, tebliğ edip hayata hâkim kılmanın getirdiği dayanılmaz zorluklar, baskılar, eziyet ve işkenceler… Bunca zorlukları kolaylaştırmak, kendi yoluna dâvet eden elçisine teselli vermek için Allah Teâlâ onu yüceltip göklere dâvet etti. Böylece âyetlerinden, alâmet ve hikmetlerinden bazılarını gösterip ona ikram etmek istiyordu. Aynı zamanda göklere çıkartarak Allah, gücünün bütün kâinata, tüm varlıklara geçerli olduğunu fiilen açıklamayı murâd ediyordu. Aynı şekilde böyle büyük bir mûcize ile insanları yeni bir imtihandan geçirmek istiyordu.
Sadece Ebû Cehil ve çağdaşları değildi sınava tâbi tutulanlar. Onların torunları olan bugünkü nesiller de denenmekteydi. Allah’a, Allah’ın verdiği habere güvenecekler mi, inkâr mı edecekler? Görmedikleri halde gökle ilgili aklın zor kabul edeceği nice hususlara, sırf bilim adamları öyle söylüyor diye inanan insanlar imtihandan geçirilmektedir. Gök cisimlerinin büyüklüğü, sayılamayacak çok galaksilere, güneşlere, yıldızlara, onların muhteşem sistemine inanan insan, göklerde ve yerde olup biten nice esrârengiz olayları kabul eden kişi, kendi içinde ve evrendeki nice hârika işleyişe şâhit olan Âdemoğlu, isrâ ve miraca inanmıyorsa, elbette sınavı kaybetmiştir. Gözüyle görmediği halde sırf bilime inandığı için maddenin içindeki çekirdeğe, atoma ve elektronların hareketine inananlar, insan aklıyla yapılan füzelerin binlerce kilometrelik hızını ve göklere tırmanışını kubullenenler miracı şüpheyle karşılayıp Allah’ın gücünün her şeye kadir olduğunu bilmek istemeyen akılsızlardır. Her gün gördüğümüz için hârikulâdeliklerini farkedemediğimiz gözümüzün önünde öyle enteresan olaylar olup bitmektedir
2551] Fethu’l-Bârî VII, 158’de nakledilmiştir
2552] Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, Terc. C. Koytak, A. Ertürk, İşaret Y., c. 3, s. 1337-1339
İSRÂ VE MÎRAC
- 661 -
ki… Her şey, Allah’ın yüceliğini, kudretini haykırmaktadır. Allah’ın yarattığı âciz insanoğlunun bile yaptığı nice teknolojik hârikalar olur da, Allah’ın gücü neye yetmez ki… İnsan, Allah’ın ihsan ettiği aklı ve sınırlı bilgisi sâyesinde sesleri, görüntüleri, fotoğrafları çok uzaklara naklediyor, insanları uzayın derinliklerine taşıyor, aya insan gönderiyor ve oradaki insanın görüntüsüne ve sesine şâhit olabiliyor ve bütün bunları kabulleniyor da Allah’ın, peygamberini semâya çıkartacağına inanmıyorsa, bunda başka gerekçeler aramak gerekiyor. İbrâhim (a.s.)’a göklerin ve yerin melekûtunu, muhteşem varlıkların gösteren,2553 İdris’i (a.s.) yüce mekâna, üstün bir makama yükselten 2554 ve İsa’yı (a.s.) Kendi nezdine kaldıran, onun rûhunu ve derecesini yükselten2555 ve Mûsâ’ya (a.s.) Tûr-ı Sina’da tecelli eden,2556 mümkün ki Yunus’a (a.s.) balığın karnında tecellî ettiği gibi, güzel kulu Muhammed’e de (a.s.) göklerde ikram ediyordu. Bir padişahın misafirini en güzel yerlerde ağırlaması gibi, mekândan münezzeh olan Allah da peygamberine âyetlerinden bazılarını göstermek için gökleri uygun görüyordu.
Kaldı ki, akıl, her şeyi kendi başına dosdoğru tartabilen bir ölçü değildir. Mü’minler gayba iman etmek durumundadır.2557 Gayba iman, Allah’a ve Allah’tan gelen hüküm ve esaslara, Allah’ın ve Rasûlünün haber verdiği şeylere görmeden iman etmektir. Hz. Peygamber’in mi’râca çıkışını ihtimal dışı görenler, Cebrâil’in göklerden inişini de aynı şekilde ihtimal dışı görebilirler. Miraç, imanların test edilmesidir. Miraç olan namaz da imanın dışa yansıması. Her davranışı namaz gibi ibâdete çevirmek ve Allah’ı görüyor gibi ihsan içerisinde güzel bir şekilde yapmak da iman iddiasının isbat edilmesidir. Mirac, “O’na zor olan bir şey olabilir mi, O dilerse ne olmaz ki?!” anlayışını pekiştirir. “O’nun işi, bir şey dilediği vakit, sadec ‘ol!’ demektir ve o şey derhal olur.” 2558
Rivâyete göre, mi’racda namazla birlikte Bakara sûresinin son âyetleri de indirilmiş ve Allah’a şirk/ortak koşmayanların affedileceği müjdesi verilmiştir.2559 Allah Rasûlü, böyle muhteşem bir gecede ve gördüğü bunca esrârengiz özellikler arasında, ümmetini unutmamış, orada da ümmetini hatırlayıp duâlar etmişti. “Ettehıyyâtu” içinde sâlih kullara selâm yollayıp selâmetler diliyordu.
Miracda ümmete hediye edilen namaz, Rabbimizin bizlere bir ikrâmıdır. Onunla arınıp kurtulalım, yücelere tırmanalım diye namaz bir lütuf olarak bize farz kılınmıştır. Bizi yaratan zât, bizim neye ihtiyacımız olduğunu bizden daha iyi bilmektedir; Rûhumuzun gıdâsı, şifâsı namazdadır ki, bize bu ikramda bulunmuştur. Biz de Peygamberimiz gibi miraca çıkmak istiyorsak yol, namazdan geçmektedir. Asansördür, kaldıraçtır namaz. “Namaz mü’minin miracıdır.” Allah’la buluşmak, O’nunla görüşmek demektir namaz. Secde üssünden kalkan füzeyle göklerin en yükseğine, "mirac"a doğru kanatlanmaktır namaz. Yükselip meleklerle beraber olmak isteyenler namaz asansörüne binmelidir. Secdeden kaçanlar, bunun "hubût", yani iniş, düşüş ve alçalma olduğunu bilmelidir. Secdeden kaçanlar şeytanlaşıp en aşağılara alçalıp yuvarlanırken; mü'min, secde füzesiyle
2553] 6/En’âm, 75
2554] 19/Meryem, 56-57
2555] 4/Nisâ, 158
2556] 7/A’râf, 143
2557] 2/Bakara, 3
2558] 36/Yâsin, 82
2559] Ahmed bin Hanbel, Müsned, I, 422; Müslim, İman 279
- 662 -
KUR’AN KAVRAMLARI
fezâları aşıp yükselir.
Şimdi, isrâ için sonuç, miraç için başlangıç olan, etrâfı mübârek kılınan Mescid-i Aksâ ve çevresine bakalım:
Filistin Topraklarının Müslümanlar İçin Önemi: O topraklar mukaddestir. Bu kutsallık, hem hıristiyan, hem yahûdi ve hem de müslümanlar için geçerlidir 2560. O topraklar yeryüzü hâkimiyetinin tarih boyunca bir sembolü gibi kabul edilmiş, Filistin'e (Mescid-i Aksâ'ya) sahip olan ülkeler ve zihniyetler, hem psikolojik moral, hem de siyasal güç yönüyle rakiplerinden öne geçmişlerdir. Onun için, Hz. Ömer'in fethinden 20. yüzyılın ilk yarılarına kadar müslümanların o topraklarda hâkimiyeti izzetlerinin bir göstergesi olmuştur.
Rasûlullah (s.a.s.) ve ilk müslümanlar, Mescid-i Aksâ'yı vahiy gereği ilk kıble olarak seçtiler; Oraya yönelerek Rablerine kulluklarını yerine getirdiler ilk önce. Biz de ilk önce oraya yönelmeli, sonra Kâbe'ye teveccüh etmeliyiz, tefekkür ve görev bilinciyle. Hem namazdaki "kıyâm"ı, hem de namaz gibi ibâdet olan "kıyâm"ı kıbleler tâyin edecek; biz de kıblelerimize doğru yönelecek, yüzümüzü Aksâ ve Harâm Mescidlerine çevirecek ve oraya doğru "Allahu Ekber!" diyerek kıyâm'a duracağız/kalkacağız.
Rasûlullah (s.a.s.) Mescid-i Harâm'dan veya diğer mescidlerden değil; Mescid-i Aksâ'dan çıktı mi'râca. Mescid-i Aksâ'ya ayak basarak yükseldi göklere. Dünya müslümanları olarak biz de namazlarımızın mi'râç olmasını arzu ediyorsak, yahûdilerin ayakları altında alçalmak değil de, göklere ve yücelere doğru yükselmek istiyorsak, Mescid-i Aksâ'yı kaldıraç kabul etmeli, onu merdivenimizin ilk basamağı olarak değerlendirmeliyiz.
Yeryüzünün halîfesi/efendisi olabilmek için, sadece Allah'a -hakkıyla- kul olunması, kulluk yapılması temel şarttır. Kulluk, yani ibâdet için de yönelinecek bir kıblenin olması gerektiğinden, bu, önce Mescid-i Aksâ, sonra Mescid-i Harâm olmuştur. Niçin önce Mescid-i Aksâ? Çünkü Kur'an tâbiriyle orası "arz-ı mukaddes"tir 2561, çevresi mübârek kılınan yerdir 2562. Peygamberlerle bereketlenmiş, çeşitli hayırlarla ve tarihî zenginliklerle şereflenmiştir. Doğunun ortası, Ortadoğunun kalbidir. Tarihî değeri, tüm büyük din mensupları tarafından kabul edilen bir gerçek olduğu gibi, günümüz açısından petrol yataklarına sahip olmasıyla da önemlidir. Yarınki dünyanın enerji kaynağı, büyük ihtimalle güneş olacaktır. Batı dünyası, istisnâların dışında güneşe hasret bir dünyadır. Sadece mânevî anlamda değil; ısı ve ışık kaynağı ve yarınki enerji kaynağı güneşe de hasrettir. Ve güneşten en fazla yararlanılabilecek topraklara da sahiptir Kudüs. Kim bilir, bugün henüz farkına varamadığımız daha nice bereketlere de sahip olduğu, yarınlarda ortaya çıkabilecektir. Tarihte hilâfet ve dünya hâkimiyeti açısından önemi gibi, günümüzde de oraya sahip olan dünyaya da egemen olduğunu göstermiş oluyor.
Filistin'in bugünkü durumunu anlatmak için lügatlardaki zulüm ve vahşetle ilgili bütün kelimeleri İsrâil denen vampir için eksiksiz saymak, mazlumluk ve acınmayla ilgili tüm sözcükleri de Filistin için sıralamak gerekiyor. Ya da Filistin'li
2560] 5/Mâide, 21; 17/İsrâ, 1
2561] 5/Mâide, 21
2562] 17/İsrâ, 1
İSRÂ VE MÎRAC
- 663 -
kızın şiirindeki ağlatıcı tek kelimeyi seçmek: "Utanın!" Peki, utanılacak bu durumdan kurtulmak, orayı kurtarma gayretiyle, kendimizi kurtarmak için ne yapılması gerekiyor?
a) Kudüs'ün Kurtulması İçin Çalışmak Bütün Müslümanlara Farzdır, Şarttır. İslâm'da cihadın farziyeti ve sebepleriyle ilgili hükümler, bütün müslümanlara görevlerini hatırlatacak kadar açık ve nettir. Cihad, müslümanlara savaş açanlara,2563 verdikleri sözü tutmayıp tekrar dinimize saldıranlara,2564 Allah'a ve âhiret gününe inanmayarak Allah ve Peygamber'in haram kıldığı şeyleri haram kabul etmeyenlere karşı,2565, yeryüzünde fitneyi söküp atmak ve Allah'ın dinini hâkim kılmak2566 gâyesi ile meşrû2567 ve mecbûrî2568 kılınmıştır.
"Sizinle savaşanlarla, Allah yolunda siz de savaşın." 2569; "O halde, size karşı tecâvüz edenlere siz de aynıyla mukabele edin."2570; "Size ne oldu da Allah yolunda ve 'Rabbimiz! Bizi, halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!' diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz!? İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır." 2571; “Fitne tamamen yok oluncaya ve din de Allah için tatbik edilinceye kadar onlarla savaşın.” 2572
b) Kurtarma Çalışmaları Yetersizdir. Dünya müslümanlarının oradaki zulmü sanki kendi inançlarına, kendi kutsallarına, her şeyiyle kendilerine yapılmamış gibi duyarsızlık ve tavırsızlık, ya da eksik, hatta yanlış tavırlar içinde oldukları bir vâkıadır. Bazılarına göre Arapların meselesi kabul edilerek "neme lâzımcı" tavırsızlıklar, bazılarınca da "uzlaşmacı" ve "dilenişçi" yaklaşımlar... Mücâdelenin Allah için olmaması, sadece bir toprak savunması, kavmiyetçilik ve benzeri beşerî ideolojiler uğruna yapılması ve yardımın tâğutlardan ve tâğûtî yöneticilerden beklenmesi...
c) Tek Çözüm Cihaddır. Zorbanın anlayacağı tek dil, kaba kuvvettir. Hitler'in tecâvüzlerine Müttefikler 2. Dünya Savaşında ne ile karşı koydular? Bildiriler, kınamalar ve barış görüşmeleriyle mi, yoksa savaşla mı? Şimdiki vahşet, H'li ve H'siz Hitlerin saldırılarından ne kadar farklı? Filistin toprakları daha önce müslümanların eline nasıl geçtiyse, yine aynı şekilde geçecek, "fetih"lerin sadece tarihte kalan nostaljik birer hâtıra olmadığı dosta düşmana gösterilecektir. “Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Eğer onlar size karşı savaş açarlarsa, derhal onları öldürün; böyledir kâfirlerin cezâsı.”2573; "Onlar, kendileriyle antlaşma yaptığın, sonra her
2563] 2/Bakara, 190
2564] 9/Tevbe, 12-13
2565] 9/Tevbe, 29
2566] 2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39
2567] 22/Hacc, 39
2568] 2/Bakara, 216
2569] 2/Bakara, 190
2570] 2/Bakara, 194
2571] 4/Nisâ, 75-76
2572] 2/Bakara, 193
2573] 2/Bakara, 191
- 664 -
KUR’AN KAVRAMLARI
defasında hiç çekinmeden ahidlerini bozan kimselerdir." 2574
Nebevî ikazlar bütün müslümanları göreve çağırmaktadır: “Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen, onlardan değildir.”2575; “Müslümanlardan imdat isteyen bir mazlumun feryadını işitip de karşılık vermeyen, müslüman değildir!” Dünya sevgisi, yani dünyevîleşme ve Allah yolunda ölümü güzel görmemek, kendilerinden çok az sayıdaki kitap ehli ya da kitapsızların elinde müslümanların oyuncak olmasını sonuçlandırıyor, uhrevî cezânın dünyevî avansı olarak. Bunca zulüm; kavmiyetçilik, hizipçilik ve tefrikadan vazgeçmek için yeterli gelmiyorsa, bunca zillet; Azîz olan Rabbe yönelip onur ve şerefi O’nun dininde aramayı sonuçlandırmıyorsa, bunca saldırı; cihada sarılmayı gerektirmiyorsa, âhiret azâbına da aday olunur.
d) Cihad, Sadece Silâhla Savaş Değildir. Ekonomik savaş, günümüzde silâhlı savaştan daha az etkili değildir. Kur'an'da cihadla ilgili hemen her âyette, önce "mallarınızla cihad edin" ifâdesi dikkat çekicidir. “Müslümanım” diyenler, çoğunlukla yahûdilere hizmet veren bankalardaki paralarını çekse, Ortadoğudaki petrol üreten ülkeler petrolü ambargo, fiyat ayarlaması vb. şekilde silâh olarak kullansa, müslüman halklar İsrâil ve onun sömürgesi Amerikan mallarına boykot uygulasa... bırakın İsrâil denen yapay ülkeyi, ABD bile dünkü Sovyetler Birliği gibi teslim bayrağını çeker. İmamın dediği gibi, müslümanlar birlik olup birer kova su dökse İsrâil'i sel alır götürür.
Gazetelere yansıdığı şekliyle CIA'in resmî istatistiklerine göre, dünyada sigara içen insan sayısı 1 milyar 150 milyon (2003 yılı istatistiklerine göre). Sigara içen müslümanların sayısı 400 milyon. En büyük sigara üreticisi Phillip Morris. Bu da kazancının % 12'sini İsrâil'e gönderiyor. Müslümanların, çeşitli markalarla piyasaya sunulan Morris'e günlük cirosu: 800 milyon dolar. Müslümanlarların ortalama günlük kâr katkısı 80 milyon dolar. 9.600.000 dolar müslüman parası her gün İsrâil'e gitmiş oluyor, evet her gün! Ve Türkiye, yıllık 150 milyon kg. sigara tüketimiyle; Brezilya, Güney Kore ve Hindistan'dan sonra 4. sırada yer alıyor. Dünya Bankasının 1999-2000 yıllarında yaptığı sigara araştırmasının sonuçlarına göre, sigara kullanımı son on yılda dünyada % 4,12 azalırken, Türkiye'de ise % 52,18 oranında arttı.
Her kaka kola İsrâil için bir kurşun, her MC Donald hamburgeri, bir tank mermisi, her Amerikan ve Yahûdi firmalarının sattığı bir ürün, bir Filistin çocuğunun ölümü demek. Bankalara ve özel sigortalara para yatıran müslüman, farkında olmasa da, İslâm’a ve müslümanlara savaşa katkıda bulunuyor, tâğut yolunda infakçı ve savaşçı oluyor. Kapitalistin de siyonistin de dini imanı para ve madde olduğuna göre, onlarla savaşın bir cephesi de ekonomik olmalı ve siyonizme hizmet edenlerin mallarını alarak, kurumlarıyla çalışarak İsrâil silâhlarına kurşun taşıma ihânetini terketmeliyiz. İnternet sitelerinden binlerce ses yükseliyor: "İsrâil'in ve İsrâil'e yardım edenlerin mallarını protesto edelim!" Ve uzunca marka ve mağaza listeleri sıralanıyor. Tercih ettiğimiz bir marka, bilinçli veya bilinçsiz, hangi safta yer aldığımızı ele veriyor: "İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır." 2576 Ve iki hadis rivâyeti:
2574] 8/Enfâl, 56
2575] Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87
2576] 4/Nisâ, 76
İSRÂ VE MÎRAC
- 665 -
"Kim bir zâlime yardım ederse, Allah Teâlâ, o zâlimi ona musallat eder.”2577; "Kim, bildiği halde zâlime yardım kastı ile onunla beraber yürürse, o kimse İslâm'dan dışarı çıkmış çıkmış olur." 2578
Cihadın maddî, mânevî, hayâtî, her çeşidiyle, küçüğü-büyüğüyle, küçük ve büyük Mescid-i Aksâlarımızı kurtarmak için, küçük ve büyük İsrâillere, içimizdeki ve dışımızdaki siyonistlere karşı tavrımızı netleştirmeli, görevlerimizi kuşanmalıyız.
İsrâil’in ve Siyonist Yahûdilerin Dezavantajları:
a- Yahûdiler yaşamayı, dünyayı, maddeyi çok sever, ölümden çok korkarlar 2579. Uzun süreli ve insan insana savaşı sürdüremezler.
b- İsrâil halkı ve ordusu, insan gücü olarak azdır. Asker açığını kızlarla ve yer yer Amerika’dan getirdikleri paralı askerlerle kapatmaya çalışmaktadırlar.
c- Hıristiyanlara da düşman oldukları, insanî hakları çiğnedikleri, faşizan ırkçılıkları, tüm insanlığın kanını emdikleri dünya kamuoyuna yeterince duyurulursa Batılılar dâhil, onları kimse desteklemez, hatta nice Hitler adayları bile çıkabilir.
d- Başta Amerika olmak üzere Rusya ve Avrupa, hatta müslümanların yaşadığı ülkelerin çoğu yöneticileri bugün siyonizmi ve İsrâil’i desteklemektedirler. ama unutulmamalıdır ki, uluslar arası ilişkilerde dost yoktur; ülke menfaati vardır; onlar, her şeyden önce kendi çıkarlarını düşünürler. İsrâil’i desteklemenin onların faydalarına olmadığı ve olmayacağı anlatılabilirse bu destek, tavır almaya dönüşebilir.
e- Her şeyden önemlisi, Allah’ın yardımı onlara gelmez. Onlar Kur’an’ın hükmüne göre; fesatçı, zorba, maddeyi ilâhlaştıran, azgın ve lânetli bir zihniyete sahiptir. Bu özelliklerin her biri, İlâhî yardıma engel olan özelliklerdir. Hele karşılarında Allah’ın askerleri olursa...
Zorbalıkları için silâh ve teknolojilerine güvenenler bilmelidirler ki, maddî silâhlar dayanıksız ve yetersizdir. İman silâhı ise ne kadar yok edilmeye çalışılsa daha da keskinleşmekte, muvahhid elindeki ebâbil taşı, Hak düşmanı zorbanın fil benzeri tankına gâlip gelebilmektedir. “Onların kalplerinde sizin korkunuz, Allah’ın korkusundan fazladır. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. Onlar müstahkem şehirlerde veya duvarlar arkasında bulunmaksızın sizinle toplu halde savaşamazlar. Kendi aralarındaki savaşları ise çetindir. Sen onları derli toplu sanırsın; hâlbuki kalpleri darmadağınıktır.” 2580
İsrâil'in Ortadoğunun Bağrında Hançer Olmasının Sorumlusu Müslümanlardır: Cihad görevinden kaçan, tâğutlardan korkan, beşerî ideolojiler peşinde koşan, gündelik işlerden dâvâya vakit ayıramayan, kâfirleri dost ve velî kabul eden dünyevîleşmiş müslümanlar kendilerine gelsin diye uyarıcı iğnedir İsrâil vahşeti. "Zâlim Allah'ın kılıcıdır, Allah onunla yoldan çıkanları cezalandırır, sonra ondan da intikamını alır." Zâlimlerden korkan, onlara karşı seyirci kalan insanlara, Allah zâlimleri Musallat kılar ve onların seviyesine indirir.
2577] Deylemî; İbn Aslâkir, Tarih
2578] Râmuz el-Ehâdis, c. 2, s. 445
2579] 2/Bakara, 94-96
2580] 59/Haşr, 13-14
- 666 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İsrâil kurulmazdan önce, Filistin çevresinde tampon ülkeler oluşturmayla işe başlandı; İsrâil'in kuruluşuna ve kalıcılığına altyapı olsun diye. Muhâlefetini kendileri seçen ve yönlendiren iktidarlar, çok uzun süre tahakkümlerini sürdürürler. İsrâil’i Amerika’dan sonra ilk tanıyan devlet, T.C. idi; hâlâ da işbirliği konusunda aynı çizgi sürdürülmektedir.
Nefsine hakaret edilse, parası gasp edilse ciyak ciyak bağıran insanımız, Kudüs günü bile tertip edemez; Filistin dâvâsı için fedâkârlık deyince bahaneleri sıralar. Kendi ülkelerinin ulusal günlerinde hâlâ bayram yapanlar, sözgelimi Bingazi’nin, Kahire’nin, İstanbul'un fethini tantana ile kutlayanlar, sahi niye Kudüs'ün, Mekke'nin fethini kutlamazlar? İşgal altında diye mi? Diğer kutlanılan yerler, işgalden kurtuldu mu ki? Aslında İsrâil de, işgal de içimizde. Beyinlerini ve gönüllerini, yaşadıkları çevredeki topraklarını ve hatta mescidlerini her çeşit işgalden arındıramayanlar, uzaklaştıkları mübârek yerleri ve büyük mescidlerini hiç kurtaramazlar.
İsrâil içimizde... İsrâil sadece Filistin’i işgal etmiş değil, işgalin kapsamı çok daha geniş, zulmün boyutları çok daha derin. Haber ajansları ve medyadaki ağırlıkları, sanat ve özellikle sinemadaki etkinlikleri, Mason locaları, Rotary ve Lions klüpleri, uluslararası nice teşkilatları, kendi ideallerine hizmet eden tâğutî rejimler ve her ülkedeki işbirlikçileriyle İsrâil her şeyiyle müslümanların içinde. Yahûdilerden mü'min olanlara, artık nasıl yahûdi denmezse, müslümanlardan yahûdileşenlere de artık müslüman denilmesi yanlış olur, o artık "yahûdi(leşmiş)" bir kimsedir. Kendisinde münâfıklık (itikadî anlamda) alâmetleri bulunanlar, hadis-i şerifteki ifâdeyle nasıl hâlis/tam bir münâfık oluyorsa, kendisinde yahûdilik alâmetleri bulunanlar da tam bir yahûdi olurlar. Yoksa, yaratılış ve ırk olarak yahûdi olmak, ne başlı başına bir üstünlük, ne de alçaklıktır. İnsanın, kendi elinde olmayan bir sebepten dolayı, şu veya bu ırka mensup olmasından ötürü gazab edilmesi ve lânetlenmesi Kur'an'ın bütünlüğüne uygun bir anlayış değildir. İnsan, irâdesini iyiye veya kötüye kullanmasından, kendi yaptıklarından dolayı ödül veya cezayı hak eder. Önemli olan Kur'an'da ifâdesini bulan yahûdi karakterine sahip olup olmamaktır. Aynen, müslüman bir anne-babadan doğmak, yani nesil olarak müslüman çocuğu olmak, müslüman sayılmak için kâfi olmadığı gibi.
Batılı kâfirlere, hıristiyan ve özellikle de yahûdilere ait Kur'an'da beyan edilen nice olumsuz özellik, bugün "müslümanım" diyenlerde hiç eksiksiz bulunmaktadır. Dolayısıyla hıristiyan ve yahûdilere verilecek dünyevî ve uhrevî cezalar, mü'minlerden onları örnek alan taklitçilere de verilecektir. Bu, İlâhî adâletin gereğidir. Lânete, gazaba uğrama ve dalâlet/sapıklık hükümleri/damgaları da. Bu değerlendirmeler, fertler için olduğu kadar; toplum için de geçerlidir. Toplumların, devlet ve rejimlerin, lânetli ve sapık yolu izledikleri zaman, helâkleri ve cezaları, tarihtekinden farklı olmayacaktır. Sünnetullah'ta (Allah'ın toplumsal kanunlarında) bir değişiklik olmaz. Saâdeti asra taşımak ve sahâbeleşmek mümkün olduğu gibi, İsrâil'leşmek de mümkündür. Bu tercih; mutluluk veya felâketi, cennet veya kıyâmeti seçmektir. Dışımızdaki yahûdiden daha tehlikeli olan, içimizdeki yahûdidir. Kalp ve kafamızdaki, el ve dilimizdeki küfürdür dünyamızı perişan, âhiretimizi zindan edecek olan. "Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın.
İSRÂ VE MÎRAC
- 667 -
Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca, dalâlette olan kimseler size zarar veremez."2581 Gönüllerdeki yahûdiliğe savaş ilân edip içimizdeki işgali kaldırmadan, dıştakine tavır almak mümkün değildir.
“Bir toplum, kendini değiştirinceye kadar Allah onlarda bulananı değiştirmez.”2582 “Ey iman edenler! Eğer siz Allah(ın dinin)e yardım ederseniz, Allah da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar.”2583; “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten iman etmişseniz, üstün gelecek olan sizsiniz.”2584; "Ey iman edenler, iman edin!" 2585
Gâvurlaşmaya, yahûdileşmeye giden yolu bırakıp, kendilerine nimet verilen peygamberlerin, sıddıkların, şehid ve sâlihlerin yolunu takip eden ve Allah için her imkânıyla cihad edenlere ne mutlu!
2581] 5/Nisâ, 105
2582] 13/Ra’d, 11
2583] 47/Muhammed, 7
2584] 3/Âl-i İmrân, 139
2585] 4/Nisâ, 136
- 668 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İsrâ Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
İsrâ Kelimesinin Kökü Olan Sery Kökünden Türeyen Kelimelerin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 11/Hûd, 81; 15/Hıcr, 65; 17/İsrâ, 1; 20/Tâhâ, 77; 26/Şuarâ, 52; 44/Duhân, 23; 89/Fecr, 4.
B- İsrâ Mûcizesi ile İlgili Âyet-i Kerimeler: 17/İsrâ, 1, 60; 53/Necm, 13-18.
C- Mi’râc Kelimesinin Çoğul Şekli Olan “Meâric” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 2 Yerde): 43/Zuhruf, 33; 70/Meâric, 3.
D- Mi’râc Kelimesinin Kökü Olan Urûc Kökünden Türemiş Fiillerin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 8 Yerde): 15/Hıcr, 14; 24/Nûr, 61; 32/Secde, 5; 34/Sebe’, 2; 43/Zuhruf, 33; 48/Fetih, 17; 57/Hadîd, 4; 70/Meâric, 3, 4.
İsrâ ve Mirac Konusuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhârî, Salât 1, 81, Tevhid 37, Enbiyâ 5, Bed’ü’l-Halk 7, Menâkıb 24, Menâkıbu’l-Ensâr 41, 42, Tefsir 17/9, Hac 42;
Müslim, İman 259, 262, 263, 279, 280, 283, 284, 285, 287,291, 292, Fezâil 164, Hac398-405
Ahmed bin Hanbel, Müsned I/309, 422, III/120
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Mirac Gecesi, M. Âsım Köksal, Ankara, 1955
2. Mirac Gerçeği, Süleyman Mollaİbrâhimoğlu, İst. 1991
3. Dinlerde Yükseliş Motifleri ve İslâm’da Miraç, Şinasi Gündüz ve dğr., Ankara, 1996
4. Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in Hayatı, Mevdûdî, Terc. Ahmet Asrar, Pınar Y., s. 861-880
5. İslâm Peygamberi, Muhammed Hamidullah, Terc. Salih Tuğ, Yeni Şafak Gaz. Y., c.1, s. 129-148; terc. M. Sait Mutlu, İst. 1966, c. 1, s. 90-
6. Mirac Gecesi Hz. Peygamber’e Verildiği Söylenen Âyetlerle İlgili Bazı Mülâhazalar, Ali Akpınar, Cumhuriyet Üniv. İlâhiyat Fak. Dergisi, sayı 1, Sivas, 1996s. 95-101

 
Okunma 2500 kez
Bu kategorideki diğerleri: « İSRÂF İSTİÂZE »