Cumartesi, 06 Şubat 2021 21:05

SANAT VE ALLAH’IN SANATI

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

SANAT VE ALLAH’IN SANATI


- 1 -
Kavram no 156
Görevlerimiz 32
Nimetler 21
Bk. Güzellik/Hüsn; İhsân; Felâh
SANAT VE ALLAH’IN SANATI


• Sanat; Anlam ve Mâhiyeti (İnanca Göre Sanat)
• Câhiliyyenin Sanat Anlayışı
• Sanata Müslümanca Bakabilmek
• Kur’ân-ı Kerim’de Sanat ve Güzellik Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Sanat ve Güzellik Kavramı
• Estetik; Güzelliğin Felsefesi
• Günümüzde Sanat Denince
• Emperyalizmin Hizmetinde Sanat
• Sanat ve Toplum
• Sanat ve Rejim
• Sanat İçin Sanat (Put Sanat)
• Sanatın Putlaştırılması
• Sanat ve Güzellik (Güzel Sanat)
• “Güzele Bakmak Sevap mı?“ -Elbette…
• Müzik Rûhun Gıdası mı?
• Allah İçin Sanat
• Müslümanların Sanata Yaklaşımı
• Kur'an ve Sünnet'te Sanat
• Hakiki Sanatkâr: ALLAH
• Allah'ın Sanatına Örnekler: Kâinat, İnsan, Cennet ve Kur'an
• Fıtrat ve Sanat
• Sanat ve Güzellik Merkezi: Câmi
• İslâm Sanatı mı, Müslümanların Sanatı mı?
• Müslüman Sanatçı ile Diğer Sanatçıların Farkı
• Sanat ve Cihad
• Sanat ve Tebliğ
• Sanat ve Fayda
• Sanat ve Gerçek
• Sanat Dallarına Bakış Açımız
• Sanat Konusunda Neler Yapılabilir?
“Sen dağları görürsün de, onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. (Bu,) Her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır.“ 1
“Ona (Dâvud’a), savaş sıkıntılarınızdan sizi koruması için zırh sanatını öğrettik. Artık şükredecek misiniz?“ 2
1] 27/Neml, 88
2] 21/Enbiyâ, 80
- 2 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sanat; Anlam ve Mâhiyeti (İnanca Göre Sanat)
Sanat, insanların inanç, düşünce ve duygularını söz, ses, renk, çizgi, biçim gibi araçlarla güzel bir biçimde ve kişisel bir ifâde ile anlatma çabasından doğan rûhî bir faâliyettir.
“Sanat“ Arapça'dan dilimize geçmiş bir kelimedir. Sözlük anlamı işlemek, yapmak anlamına gelen sun' (s-n-a) kökünden türemiştir. Sanat; ustalık, hüner, mârifet anlamlarında kullanılır. Batı dillerinde “art“ kelimesiyle karşılanır.
Sanat kelimesi dilimizde zanaat anlamında da kullanılır (Aslı: Arapça sınâat). Yani, insanlar için gerekli olan maddî şeylerden birinin yapımına dayanan ve el yatkınlığı isteyen işe de sanat denir. “Onun sanatı terziliktir“ örneğinde ve “sanat altın bileziktir“ atasözünde kullanıldığı gibi.
Bir şeyi güzel yapmak için uygulanan kuralların tümüne de sanat denir: “Konuşma sanatı“, “öğretmenlik sanatı“ örneklerinde olduğu gibi.
Bir şey yapmada gösterilen ustalık ve kabiliyete de sanat denir: “Hoşa gitme sanatı“ gibi.
Sanatı zanaattan ayırmak için bazı sanatlar “güzel sanatlar“ terimiyle ifâde edilir. Bu anlayışa göre edebiyat, mimarî, heykeltıraşlık, resim ve gravür güzel sanat kabul edilir. Sonra bunlara müzik ve dans da eklendi.
Güzel sanatlar ikiye ayrılır:
Göze hitap eden plastik sanatlar,
Kulağa hitap eden fonetik sanatlar.
Resim, heykel ve mimarlık birinci bölümü; edebiyat ve müzik de ikinci bölümü teşkil eder. Bugün bunlara hem göze hem kulağa hitap eden tiyatro ve sinema da ilâve edilir. Dans da güzel sanatlar içinde daha çok göze hitap eder, müziksiz düşünülemediği halde. İş o noktaya geldi ki, bugün operadan baleye, modelistlikten mankenliğe kadar yeni sanat(!) türleri güzel sanat kabul edilmeye, hatta spor gösterilerine katılan figürlere (buz dansı, su balesi...) güzel sanat anlayışıyla bakılmaya başlandı.
Çok eski dönemlerden beri zanaatlar ve el sanatları da sanatın içinde değerlendirilirdi. Bu hem İslâm âlemi, hem batı dünyası için geçerlidir. Batıda sanat kelimesi, bugün ona verilen anlamı ancak 19. yüzyılda almış ve sanat kavramı çağlara göre çok değişik anlamlar kazanmıştır. Geçmişte sanat kelimesine basit ve sınırlı bir mânâ verilirdi. Bir el işini kusursuz yapabilmek; ustalık ve hüner göstermek bir “sanat“tı. Sanatçı üstün bir işçiydi sadece. Bugün arandığı gibi orijinal bir eser “yaratıcı“sı olma şartı aranmazdı. Zamanla sanat ve sanatçı kelimelerine daha seçkin bir anlam verilmeye başlandı. Değer ölçüleri artık değişmişti. Sanatçı ile usta veya işçi arasında bir fark olduğu belirlendi. İşçi olağan işler yapardı. Sanatçının ise “olağanüstü“ bir bilgi veya bir yetenek gerektiren eserler “yaratma“sı gerekiyordu.
Bir nesnenin sanat ürünü sayılabilmesi için belirli özellikleri olması gerekir. Bu özelliklerden en önemlisi onun özgün ve tek oluşudur. Yani daha önce başkası tarafından yapılmış bir ürünü taklit ederek ortaya çıkarılan bir nesne güzel
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 3 -
olsa da, kişinin kendi duygu ve düşüncelerini yansıtmadığı, yoğun “düşünsel yaratıcılık“ sürecinden geçmediği için sanat eseri sayılmaz. Fabrikada seri olarak çok sayıda birbirinin eşi ürünler de sanat eseri değildir. Onun için sanat; düş gücü, yaratıcılık ve yetenek gerektiren bir insan etkinliği olarak tanımlanır.
Bu tanımlama ve değerlendirmelerin bir kısmının câhiliyye anlayışının ürünü olduğunu belirtmeye gerek var mı bilmiyorum. “Allah'tan başka tüm ilâhları reddetme“nin pratik hayatta uzantısı olan, câhiliyyeyi tüm alanlarda kurum ve kavramlarıyla dışlamamamız için, sanat anlayışını da yakından incelememiz gerekecek.
Câhiliyyenin Sanat Anlayışı
İnancın etkisinde olmayan hiçbir kavram yoktur denilse yeridir. Kavramlara herkes inancı doğrultusunda yorum getirerek yaklaşır. (İnançla ilgisi olmadığı zannedilen kişiler de, kendi toplum görüşleri, şahsî bakış açıları, içinde bulunduğu toplum veya düzenin kabulleri doğrultusunda değerlendirmeler yapar ki, tüm bunlar bir din ve inançtan başka bir şey değildir.) Sanat kavramı için de aynı şey sözkonusu olacaktır kaçınılmaz olarak.
Kâfirlerin egemen olduğu toplumlarda, sanatın tanımından yorumuna, kapsamından güzellik anlayışına kadar sanatla ilgili kavram ve özelliklerin müslümanca değerlendirilmesini beklemek, cehennemde ırmaklar, köşkler aramaya benzer.
Câhiliyyeye göre sanat, yaratmak demektir. Yaratmak, yani ilâhlık taslamak. İddiâsı budur sanatçının. Sanatçı üstün yaratılışta bir insandır; daha doğrusu yarı tanrı yarı insandır. O, başkalarının göremediğini gören, duyamadığını duyandır. Sanatın sihirli diliyle kutsal eserini, kendisi gibi hissedemeyene duyurur. Ve başkalarının yapamadığını yapandır sanatçı: Yaratan! Nedir yaratmak?
Yaratmak: Yoktan var etmek demektir. Malzeme, zaman, yardımcı, âlet vb. hiçbir şeyin katkısı olmadan bir şey ortaya koyabiliyorsa insan, gerçek anlamda yaratıcı olabilir. Oysa ancak Allah'tır örneğe, maddeye, müddete, yardımcıya, âlet ve edevâta muhtaç olmadan, sadece “Ol!“ demesiyle bir şeyi yoktan var eden, yani yaratan.
Bunca âcizlerine rağmen küstahça kendilerine yaratıcı vasfı verenler, yaratıcı(!) sanatçılar, sahte ilâhlar, bırakın güzel sanat eserleri yaratmayı, hakir ve basit görülen bir sineği bile yaratamazlar.3 İnsanoğlunun yaptığı ise, onca uğraş ve yardımdan, yorgunluktan sonra sadece sentez ve basit taklitten ibârettir. İnsana gerçek anlamda yaratıcı denemez; ancak sembolik ve mecâzî anlamda söylenebilir. O zaman da şekil veren, yapan ve yaratanların en güzeli olan Allah'ın yüceliğini kabulden başka yol kalmaz.4 Ve bütün varlıklar, yani Allah'ın yarattıkları “Allah'ın boyasıyla boyanmıştır. Allah'tan daha güzel kim boyayabilir?“ 5
Câhiliyye insanı ise, bunları düşünemeyecek kadar câhil ve alçaktır. İnsanlık ve kulluk derecesini kaybedip en aşağılara doğru alçaldıkça, ölçüsü ters olduğundan her şeyi tersten görüp değerlendirerek, kendini Firavunvârî ilâh ilân
3] Bk. 22/Hacc, 73
4] Bk. Mü'minûn, 14
5] 2/Bakara, 138
- 4 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etmeye gider. İşte o yüzden heykeltıraşlık en büyük sanattır câhiliyye anlayışında. Allah'ın yarattığına benzer bir insan yaratılmış(!) olacaktır güya bu gülünç taklitten ibâret taş veya tunç yığınıyla. Câhiliyyeye göre, isterse sanatın zirvesi kabul edilsin, müslümanlar indinde putların ve putçuluğun sanat olma özelliği olmadığından, putlaştırılan heykel veya heykelden putlar; fânîleri putlaştırmak ve taş halinde dondurmaktan, ruhsuz, cansız, basit ve gülünç bir taklitten ibârettir. Küfür ve haramlarda güzellik aranmaz. Put heykelin, Allah'ın yarattığı “ahsen-i takvîm“le karşılaştırıldığında, kaba ve çirkin bir oyuncak olduğu görülecektir. Putlaştırılan veya putların hizmetine verilen resimler ve heykeller, yaratma istek ve iddiâsının ahmakça ürünüdür. Bir yönüyle, yaratıcılık iddiâsıyla sanatçının ilâhlığı, diğer yönüyle yaratık heykelin put olmasıyla ilâhlığı. Bir tarafta taş veya tunç parçası, diğer yanda kendisi de yaratık ve âciz sanatçı. Ve... bunlara ilâhlık pâyesi veren zavallılar...
Bilindiği gibi, tarihin çok eski dönemlerinden itibaren, önemli kabul edilen insanların öldükten sonra hatırlanıp yüceltilmesi, saygı duyulup tapınılması, putlaştırılmasının aracı olmuştur heykel. Tevhide toz kondurmak istemeyen müslümanlar, tarih boyunca heykelde hiç güzellik görememişler, onu sanattan saymadıkları gibi, ona tavır almışlardır. Yaratma konusuna gelince; müslümanın yaratma diye bir meselesi yoktur. Çünkü yaratmak, ancak Allah'a mahsustur.
Delinin biri, bir kuyuya taş atsa... Delidir, atabilir. Peki, akıllıların ne yapması gerekir? Akıllı geçinenler de o deliye uyarsa, seyredin siz gümbürtüyü. Delilere uyarsanız, sadece kuyuyu taşla doldurup su kaynağını kurutmakla kalmaz, daha ne delilikler yaparsınız. “Onların kalpleri vardı ama onunla düşünmez, anlamazlar... İşte bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağıdırlar.“6 Haklarında böyle denilen delilere uyulursa, tımarhâne kaçkınlarının tamtamlarına, castık-custuk seslerine, yani müzik diye sunulan cızıklara sanat demekle kalınmayacak, şehevî duyguları azdırmaktan başka özelliği olmayan sahnelere, rollere veya eserlere de sanat ismi verilecektir. Hayvanların tepinmesine benzeyen eşek dansının bin bir çeşidi, sanat maskesi dışında bir takı ve giysiyi kabullenmeyecektir. Evet, bunlar halîfelikle taçlandırılmış olan insanlık onurundan ve tefekkür zevkinden uzaklaşanların sanat anlayışı olabilir. Tamam da, körü körüne taklit edip bunlara benzeyenlere, müslüman mahallesinde (gerçekten, müslüman mahallesi mi?) Salyangoz satanlara, bunlara göz yumanlara ne demeli? Ne demeli, kim demeli, nasıl demeli?
İnsanî duygu ve düşüncelerin, estetik biçimde ve ruhu besleyecek tarzda dışa vurulması demek olan sanat, bugün daha çok hayvanî duyguların, hayvanî çıplaklığın, hayvanî böğürtülerin ve hayvanî tepinmelerin en bayağı şekliyle icrâ edilmesi olarak görülmekte. İlkel câhiliyye çıplaklık ve fuhşunu modernize ederek taklit edebildiği oranda kişi, büyük sanatçı olabilmekte. Herhangi bir yeteneğinin olmasına gerek yok; eğer fiziği yerinde ise genç kızın(!) orasını burasını cömertçe göstermesi, cıvıkça kahkahalar atması, dilimizin varmadığı buna benzer bir-iki şey yapması yetiyor yıldız, güneş, kraliçe vb. olmasına. Medyanın desteğini de mâlum yollarla aldımı, tamam!
Allah biraz ses, biraz fizik vermişse yeter. Kültür, eğitim, nota vb. müzik ve sanat için gerekli tüm şeyleri ne oranda bilmiyorsa o kadar kolay ses sanatçısı olur aday. Çünkü o oranda kullanılabilecek, eğlence dünyasının sömürü çarklarının
6] A'râf, 179
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 5 -
önemli dişlisi haline gelecektir.
Ahlâk mı? Güldürmeyin beni (doğrusu, “ağlatacaksınız beni“ olmalı). “Ahlâk“, demokrasi darağacında özgürlük denilen cellât tarafından modern yaşam kanunlarına muhâlefet suçundan idam edileli hayli zaman oluyor batıda ve onun kör taklitçisi toplumlarda.
Bale ve dans gibi gösterilen ne kadar bayağı, erotik özellikler taşıyorsa o kadar makbul. Çılgınlıklar, özgürlük maskesi takmış, sınır ve ayıp tanımıyor.
Diğer sanat dalları bu kokuşmuşluktan elbette nasibini alıyor. Öyle ya, hangi asırda yaşıyoruz? Modern dünya, çağdaşlık, özgürlük, tabuları yıkma bu modern câhiliyyenin nassları.
Günümüzdeki mimarlık artık haklı olarak sanattan bile sayılmıyor, mimara sanatçı diyen çıkmıyor. Şiir, edebiyat gibi gerçek sanatlara bunca önemli(!) iş arasında ayıracak vakit mi kalıyor? Hem, onların modası çok oldu geçeli. Artık gençler romantik takılmıyor. Şimdi yeni moda sanatlar var. Neler mi? Neler değil ki?! O sanat, bu sanat; tuvale fırçayı karşıdan fırlat! Bu da mı sanat? Ooo, hem de modern sanat! Gel fırçanı sen de at!
Peki, öyleyse nedir sanat?
Sanata Müslümanca Bakabilmek
Sanat: Allah’ı Aramak ve Güzeli Keşfetmek
“İnancın etkisinde olmayan hiçbir kavram yoktur“ demiştik. Sanat da, seçilen bir hayat görüşü ve buna bağlı yaşantının, yani dinin değişik araçlarla güzel bir biçimde başkalarına ulaştırma yolundan başka bir şey değildir gerçekte. Ortada mutlaka bir din vardır ve sanatçı, bu dinin misyoneridir. Bu din ve dinin tanrısı, bazen bağlı bulunulan sanat anlayışı (akım-ekol), bazen sanatın kendisi (kutsal sanat dini), bazen de özgürce yaratmaya kalkışan sanatçının kendisi olmakta. Müslüman için sanat ise, dininin estetik tebliğinden ibârettir. Dininin; yani inancının, hayata bakışının, yaşayışının, yani her şeyinin.
Bazı sanatkâr müslümanlar sanatı Allah'ı aramak olarak tanımlamaya çalışmışlar. Meselâ bir şâirimiz şöyle der:
“Anladım işi, sanat Allah'ı aramakmış,
Mârifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış.“
Evet, sanat Allah'ı aramak ve güzeli keşfetmektir. Aramak; aramak ama akıllıca. Leyla'yı arayan “Mecnun“ gibi değil. Bulmak, keşfetmek güzeli, ama olgunca; Arshimet'in “evraka (buldum!)“ diye hamamdan çılgınca fırlaması gibi değil. “Arayan belâsını da Mevlâsını da bulur.“ Ama nasıl ve nerede aranacağını bilmek lâzım. İşte bunu bilmek, sanatçı olmak demektir. Yalnız, unutmamak gerekir ki, mutlak güzellik, ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, ele geçirilmesi mümkün olmayan, ele geçirildiği zaman da sanatın konusu olmaktan çıkan aşkınlıktır.
İslâm, doğruların ve güzelliğin kişisel olarak benimsenip yaşanmasını yeterli görmez. Onların başkalarına sunulması gerekir. Sadece sunmak da yetmez; güzellikler güzel bir şekilde takdim edilmelidir. Çok güzel, leziz yemeklerin pis mi pis bir aşçı ya da garson tarafından, suratımıza çarpılır gibi kaba davranışlarla
- 6 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sunulması ne ise, doğru ve güzelliğin sanatsız bir şekilde kaba ve yobazca sunulması da öyledir. Gerçek sanat ve güzellik unsurunu, gerçek dinden koparamayacağınız gibi, dini de sanat ve güzelliksiz düşünemezsiniz. Bu anlayış -hâşâ- dinin sanatla sentezi değil; hakiki sanat ve güzelliğin dinin içinde, ondan kopmaz bir özellik olduğu bilincidir.
Müslüman, aklını ve duygularını teslim olduğu dininin, kendisine çizdiği oldukça geniş alanda ve Allah'ın dışındaki tüm kullukları reddeden bir özgürlükle kullanır. Rûhî gıda ile nefsin arzularını, meşrû irâde ile hevâ ve hevesi birbirine karıştırmaz. Müslüman, her şeye tevhid penceresinden bakar. Her şeyi Hakk'ın terazisiyle tartar. O, bir tevhid eri olduğundan, değer ölçüsü, her konuda ve her şeyde Allah'ın dışında tüm ilâhların reddiyle ilgilidir. Bütün dünya bir şeye “doğru“ ve “güzel“ dese bile o, “uydum kalabalığa“ diyemez. “Uydum Kur'an'a“ diyerek gerektiğinde tek başına tüm dünyaya ve çağa meydan okumaya hazırdır. Herkesin sanat ve güzellik dediklerini düşünmeden, inancına danışmadan kabullenemez.
Asıl anlamı, ilâh olarak Allah'ı birleme olan tevhid, aynı zamanda dış dünyamızda (büyük evren) ve iç dünyamızda (küçük evren) âhenk ve uyumu, nizam ve güzelliği görebilme işidir. Uyum, çoklukta birliktir. “Yaratılanı Yaratan'dan ötürü sevmek“ için, cemâlullah'ın (Allah'ın güzellik sıfatının) yaratıklarda tecellîsini görebilmek gerekir. Bu, insanı imanın zirve noktalarından olan “Allah için sevme“ye ulaştıracaktır. Allah için seven, Allah tarafından sevilecektir. Bu kâmil insanın imanı ile beraber tefekkür, duygu, anlayış ve heyecanı da yükseliş gösterecektir. Allah'ın sanatına hayranlık, insanı şükretmeye iter. Şükredilen zât, bu güzelliklere şükredene verdiği nimetlerini artırır. Artık o, Allah'ın nûruyla bakmaya başlar. Herkesin kolaylıkla göremediğini basîret ve ferâsetle görebilir, duyabilir, anlayabilir. İşte müslüman için ilham denilen şey budur. Müslüman sanatçı olabilmek için kapılar açılmıştır artık. Benzersiz İlâhî sanatın tecellîlerini seyreden müslüman, hayretin son aşaması olan vecd içinde yüzer. Kalbi haz ve zevkle dolar. Müslüman sanatçı, her şeyi Allah'ın yarattığını bildiğinden ve her şeyde Allah'ın hükmünün geçerli olduğunu görebildiğinden eşyalar arasındaki uyumu, nizamı anlar. Rûhu mutmain olur. Bu tatmin ve doygunluk içinde güzellikleri araştırır, keşfeder, yakalar. Aynı Yaratıcının aynı kanunlarına uyan çeşitli varlıkların “bir“de birleşip birlik oluşunu, yani uyumu görür, anlar. Yaratıklar arasındaki irtibatı, nizam ve âhengi keşfeder. İşte bu birliği yakalama tevhidin sanata yansımasıdır.
Batılı sanatçılarda tevhîdî anlayış olamayacağından, hep isyan, kargaşa, bunalım, nefret, aşırılık, anarşi, tatminsizlik, ifrat ve tefritler arasında gidip gelmeler vardır. Sözgelimi, klasik batı müziğindeki ânî iniş ve çıkışları, zikzakları hatırlayıverin. Bunalımın ve çırpınarak, başını oradan oraya çarparcasına bulamamanın getirdiği ızdıraplı bir arayış ve isyan vardır. Müslümanların sanatındaki benzer ritmi, olgunluk ve tatmini, huzuru bulamazsınız. Bu özelliği, batı müziğinin her şeklinde ve diğer sanat çeşitlerinin hemen hepsinde görebilirsiniz.
Evrende hiçbir varlık, kendi dışındakilerle, özellikle Rabbiyle bağlantısını koparmamaktadır. Varlıklar arasındaki bu uyum, tümünün tek yaratıcısının ve tek kanun koyucusunun olmasından ve varlıkların buna itaat (kulluk/ibâdet) etmesindendir. Varlık ve evren, tamamen düzen ve sistemden ibârettir. Evrenin en
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 7 -
önemli ve en güzel parçası olan insan, İlâhî düzen ve sistemin dışına çıktığında, hem evrenle, hem fıtratıyla, tabiî hem de Rabbiyle bağlarını koparmış, tevhidi bırakıp şirk bataklığına düşmüş olacaktır. Kendi istek ve kaprisine uyan insan, İlâhî kanunlara harfiyyen itaat eden kâinatla bütünleşemeyecek, evrendeki İlâhî yasaya uymadığı için düzensiz, uyumsuz ve anarşist olacaktır. Anarşi ve düzensizlikte güzellik olamaz. Evrendeki vahdet ve tevhide eremeyen insan da güzellik vasfını kaybeder. Şirkin ve müşriğin çirkinliği ve pisliği bu yüzdendir. 7
İslâm, başka sistemlerden, başka dinlerden ödünç kavramlar, esaslar ve kanunlar almaz. İslâm'ın her şeyi kendine hastır; eksiği, aksağı yoktur. Bugünse her şeyimiz yabancı. Ödünç kavramlarla konuşuyoruz. Bize âit olmayan aygıtlarla yaşıyor, hatta bunlarla İslâm'a hizmet(!) ediyoruz. Ödünç olmayan, bize âit olan mefhumlarımızın da içini câhiliyyenin doldurmasına fırsat veriyoruz. Bilelim ki, dine âit kelime ve kavramların tahrifi, cüz-küll ilişkisiyle dinin tahrifine sebep olur. Yahûdiler (ve yahûdileşenler) “kelimeleri, yerli yerinde söylenen kelimeleri sonradan tahrif ederler, başka anlamlarda kullanırlar.“8 Kur'an'da geçen sanat tâbirini9 Kur'an'da ifâde edildiği şekilde kullanmayıp, batılıların “art“a verdiği anlamı bu kelimeye aynısıyla yüklemek, tahriften başka bir şey değildir. Câhiliyye neye sanat diyorsa Kur'an'a rağmen sen de ona sanat diyeceksin, öyle mi? Öyle ise safını seçmiş olmuyor musun? Sanat denilen şeylerde tümüyle câhiliyyenin ölçüleri hükmedecek, müslüman da bunu kabullenecek, olmaz böyle şey!
Erotik şovlar, seksî danslar, nice çirkinlikleri yansıtan müzikler, kaba birer puttan ibâret heykeller, küfrün ve fuhşun hizmetinde filmler, tiyatro oyunları, baleler, daha bilmem neler... Hepsi hem de bugünkü halleriyle sanat, öyle mi? Bakın bu rezâlet taklit ve tâkipçilerine Rasûlullah (s.a.s.) ne diyor: “Siz, sizden öncekilerin yolunu adım adım, karış karış izleyeceksiniz. Eğer onlar bir keler/sürüngen deliğine girse, siz de gireceksiniz.“ Sahâbîler: “Ey Allah'ın Rasûlü, yahûdilerin ve hristiyanların yolunu mu?“ diye sordu. “Başka kim olacak?“ buyurdu.10 “Onlardan biri kadınıyla/sevgilisiyle yolda zinâ edecek olsa, siz de onları taklit edeceksiniz!“11 Ve neticeyi de hüküm olarak veriyor: “Bizden başkasına benzeyenler, bizden değildir!“ 12
Müslümanca sanat için, öncelikle İslâm'ın çok iyi bilinmesi gerekir. Sadece helâl-haram ahkâmını bilmek de yeterli değil. Bütüncül bir anlayışla, dinin prensiplerini, bakış açısını, hayat görüşünü, hikmetlerini... bilmek, tefekkür ve tefakkuh kabiliyetini kazanmak, olay ve eserlere tevhîdî yorum getirebilmek de lâzımdır. Müslümanca sanat için, ikinci olarak sanatın teorisinin, bugünkü gelişmeler gözönüne alınarak tekrar yapılması gerekiyor. Hangi şeylerin, nasıl ve ne şekilde, hangi araçlarla, hangi düşünce ve niyetlerle, nerelere yansıtılması gerekir? Bunları dosdoğru bilip pratikte uygulayamayan kişi, nasıl müslümanca sanat ortaya koyabilir? Soyut heykel, resim, fotoğraf, müzik, film, tiyatro gibi sanat şûbeleri hakkında ictihâdî hükümler, tartışmaya ve şüpheye yer bırakmayacak nitelikte, sanatçı-âlimler veya âlim-sanatçılarca ortaya konabilmelidir. İlm-i hal bilgileri farzdır. Yani, kişi hangi işle uğraşacak ve hangi hal üzere olacaksa o
7] bk. 9/Tevbe, 28
8] 5/Mâide, 41
9] Bk. 21/Enbiyâ, 86; 27/Neml, 88
10] Buhârî, İ'tisâm 14; Müslim, İlim 6; İbn Mâce, Fiten 17
11] Câmiu's-Sağîr
12] Tirmizî, hadis no: 2696
- 8 -
KUR’AN KAVRAMLARI
konudaki haramları, helâlleri, hükümleri... bilmek zorundadır. Ya sanatla uğraşmayacaksın, ya da ahkâmını tümüyle bilecek, kaynaklardan ortaya çıkaracaksın. “Bunlar ictihâdı gerektirir, bense müctehid değilim“ deyip görev ve sorumluluktan kaçmak, aynı zamanda yaşanılan hayatla din arasında kopan bağa seyirci kalmaktır. “Ben fetvâsını aldım“ demek de kendini kandırmaktır. Fetvâ makamı mı var ki, geçerli fetvâsını almış olasın, fetvâsı geçerli olsun? Sonra, hangi konuda nasıl fetvâ istiyorsan, istediğin fetvâyı verecek modern molla bolluğunda, fetvâyı merciinden bile alsan, kalbine, inancına danışman gerekmez mi?
“Üzümünü ye, bağını sorma!“ anlayışı, materyalist felsefenin sonucudur. Haramdan kaçınmak için bağını sorup öğrenmediğin üzümü yememek, haramlığına dâir bir şüphe varsa sakınmak, müslümana yakışan takvâdır. Sanatçı gönül eri olduğundan, Allah'ın sanatına hayran bir rûha sahip bulunduğundan, takvâ herkesten önce ona yakışacaktır, güzel bir elbise gibi. “Ey âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise, o, hepsinden daha hayırlıdır.“ 13
Kur'ân-ı Kerim'de Sanat ve Güzellik Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de san’at kelimesi, 21/Enbiyâ sûresi, 80. âyetinde geçer. San’at kelimesinin kökü olan s-n-a’ (sun’) kelimesi ve türevleri ise toplam 20 yerde zikredilir.
San’at kelimesi Arapçadır ve bir Kur’an kavramıdır. San’at kelimesi, Arapça sun' kelimesinden türemiştir. Sun’: Bir işi güzel bir şekilde yapmak anlamına gelir. İslâmî literatürde sun' ve san’a’t, Allah'ın eserleri anlamında kullanılmış, sâni' (sanatkâr) sıfatı da Allah'a atfedilmiştir. Özellikle yirminci asırdaki devlet düzeyinde ve giderek halkın yaşayış ve anlayışındaki Batılılaşma ve sekülerleşme sonucu sanat kavramı da Batılıların kullandığı ve içini doldurduğu şekilde kullanılmaya başlandı. Öyle ki, artık sanat ve sanatkâr (sanatçı) denilince Allah hiç akla gelmemekte, hatta daha çok Allah’a isyan özelliği taşıyan unsurlara sanat denilmekte, sanatçı da çoğunlukla Allah’a isyan eden kişilere unvan olarak verilebilmektedir. Müslümanın bunu kabullenmesi mümkün değildir. Çünkü “güzel“in ve güzelliğin tanımı Kur’an’a göre yapıldığında Allah’la, O’nun rızâsıyla ilişkisi olmayan bir şeyin güzel olması, sanat kabul edilmesi mümkün değildir.
Sun’ eylem bildiren bir kelimedir. Sun’ yani sanat; yaptığını güzel yapmak anlamındadır. Kur’an, sun’ kökünden türeyen kelimeleri Allah’ın fiilleri için kullandığı gibi, en güzel sûrette yaratıp Kendinden bir ruh üflediği insanın bazı davranışları için de kullanır. Allah’ın her sözü, her yaptığı, her yarattığı güzeldir. Onun fiilleri gibi isimleri de güzeldir; “El-Esmâü’l-hüsnâ, en güzel isimler Allah’ındır.“14 Gerçek anlamda sanatkâr sadece Allah’tır. İnsana mecâzî ve sınırlı ölçüde sanatkâr denir. Hiçbir âyette hayvanlar tarafından ortaya konulan şeyler için sun’ (sanat) kelimesi kullanılmaz. Cemâdât, bitkiler ve hayvanlar Allah’ın kendi fıtratlarına yazdığı güzellikleri mekanik olarak bilinçsizce ortaya koyarlar; insanlar için ibret sahneleri sergilemiş olurlar. İnsanı hayran bırakan hayvanların güzel eserlerinin tümü birer âyettir ve sanatkârı Allah’tır. Hayvanlar bu güzel fiillerin fâili olsalar bile sâni’i sayılamazlar. Çünkü sanat işinin irâde ile kesin bir alâka ve akrabalığı
13] 7/A'râf, 26
14] 7/A’râf, 180
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 9 -
vardır. Oysa hayvanlar yalnızca sevk-i tabiî denilen fıtratlarına yüklenen İlâhî programla öyle davranır, yaptıkları işin künhünü bilemez ve bozamazlar. İnsanda sanat denen güzel iş üretme yeteneği, Allah’ın kendisinden üflediği ruhla ilgili kabul edilmelidir. İnsan, kendisine verilmiş güzel faâliyet yeteneğine göre güzellikler ortaya koyar. İnsandaki gerçek güzelliklerin ortaya çıkması için, iman, sâlih amel, tebliğ, ihsan, takvâ ve cihad gibi teşvik unsurlarına ihtiyaç vardır. Çünkü gerçek sanatın bu saydığımız kavramlarla çok yakın ilişkisi vardır. Mü’min, her yaptığını güzel yapmaya çalışan kimsedir. O yüzden gerçek mü’minler sanatkâr ruhlu kimselerdir. Muvahhid mü’minler, gerçek güzeli ve güzellikleri tanır, bilir ve güzellik üretir, daha da güzelleşirler.
Kur’ân-ı Kerim’de sanat kelimesi bir yerde Allah’ın yaptığı faâliyet olarak belirtilmiş,15 Allah’ın sanatının çok muhkem, sapasağlam olduğu ifâde edilmiştir. Allah’ın sanatı her yönüyle mükemmel, eksiksiz, kusursuzdur. İnsanların sanatı ise tam bir mükemmellikten uzaktır, beşerî zaaflarla doludur, genel değil, sübjektiftir, fânîdir. Allah’ın sanatı evrensel olduğu halde, insanın sanatı asla evrensel olamaz, kendine özgüdür, belki en çok kavimsel ya da millî bir anlam taşır; Allah’ın eseriyle asla boy ölçüşemez. Allah’ın sanatında fabrikasyon yoktur. O’nun her yarattığı orijinaldir. Allah’ın sanatında zulüm ve şer de yoktur. Zulüm ve şer, değişken özelliğe sahip insanın eseri ve sanatı için sözkonusudur. Allah’ın sanatı tabiî iken, insanın sanatı sun’îdir, kesbîdir, sonradandır.
Yeryüzü halifesi olarak yaratılan insanın en önemli vasıflarından birisinin Allah’ın kendisine bahşettiği sanat yapma özelliği olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, insanın sanatı belirli güzelliklere kadar ulaşmakta, insanın gücüyle sınırlı kalmaktadır. Allah’ın sanatı ise kendisiyle mütenâsip olarak sınırsız güzellikler taşımaktadır. Bu nedenle insanın sanatla ortaya çıkardıkları sadece bir eser olarak kalmaktayken, Allah’ın sanatından sâdır olanlar âyet olma özelliği kazanırlar. İnsan sanat yaparken kendisi için bir âyet olan Allah’ın sanatını esas almak durumundadır. Bu nedenle Kur’an mesajının ilkel, kaba ve kuru bir üslûpla başkalarına aktarılmaya çalışılması ona yapılacak büyük bir hakarettir.
Sun’ kelimesinin geçtiği diğer 19 âyette bu kelime insanların yaptıkları şeyler için kullanılır. Sun’ kelimesi, Hz. Dâvud16 ve Hz. Nûh aleyhimesselâm17 ile ilgili olarak kullanıldığı gibi,18 âyetlerde görüldüğü üzere bazı âyetlerde mü’minlerin davranışları için, bazı âyetlerde de kâfirlerin işleri için bu kelime kullanılır. Kâfirlerden Mûsâ (a.s.) dönemindeki sihirbazların gösterdikleri sihir19 ile Firavun ve kavminin yaptıkları binâlar ve yetiştirdikleri bahçeler20 için de sun’ kelimesi kullanılır. Diğer bazı âyetlerde de kâfirlerin davranışları için aynı kelime kullanılır.
Bu kullanımlardan yola çıkarak Kur’an’a göre sanatı, önce İlâhî sanat ve beşerî sanat diye ikiye ayırmak, beşerî/insânî sanatı da, mü’minlerin sanatı, sıradan kâfirlerin sanatı ve kâfir tâğutların sanatı diye üçe ayırmak mümkündür.
15] 27/Neml, 88
16] 21/Enbiyâ, 80
17] 11/Hûd, 37, 38; 23/Mü’minûn, 27
18] 24/Nûr, 30 ve 29/Ankebût, 45.
19] 20/Tâhâ, 69
20] 7/A’râf, 137
- 10 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an’da bir âyette de21 güzel sanat diye tercüme edebileceğimiz “yuhsinûne sun’â“ ifâdesi kullanılır. Bu âyette dikkatimizi çeken husus, en çok ziyana uğrayacak olan kâfirlerin, güzel sanat icrâ ettiklerini sandıkları halde, amelleri boşa giderek dünyâ hayatında ve âhiret hayatında çabaları boşa giden kimseler olduklarının bildirilmesidir. Demek oluyor ki, kâfirlerin güzel sanat zannettiği şeyler sadece bir aldanmadır. Bu sanatlar, onların kurtulmasına yetmeyecek, sanatlarının karşılığını alamayacaklar, boşuna gayret göstermiş olup ziyana uğrayacaklardır. Kur’an müşrikleri pis, hatta pislik olarak22 takdim eder. Allah’tan uzaklaştıracak fiillerin, haramların ve Allah’ın rızâsı dışında başka gâyeler uğruna ortaya konan şeylerin güzel olmasının da beklenemeyeceği için, kendileri güzel olmayan kâfirlerin güzel sanat icrâ edemeyeceği, ancak yaptıklarının öyle zannedilebileceği ifâde edilmiş olmaktadır. Bu durumda “sanat“ kavramını, hem hayırlı ve hem de şerli işler için kullanmak mümkündür, ama “güzel sanat“ kavramını sadece gerçek güzel olan Allah için yapılan meşrû işler için kullanmak en doğrusudur.
Hz. Nûh’un inşâ etmesi emredilen geminin sanatlı bir şekilde yapılması sun’ kelimesi kullanılarak belirtilmiş, Nûh (a.s.) da geminin inşâsını sun’ etmiş, sanatlı bir şekilde yapmıştır.23 Dâvud’a (a.s.) da zırh yaparak savaş sanatı, silâhlardan korunma sanatı öğretilmiştir.24 Bu âyette zırh sanatını Allah’ın öğrettiği vurgulanmış, Nûh (a.s.) ile ilgili âyette de Allah’ın gemi sanatını emrettiği belirtilmiştir.25 23/Mü’minûn, 27. âyette de “Allah’ın gözetimi/muhâfazası altında bildirdiği şekilde o gemiyi yapmasını vahyettiği“ belirtilmiştir. Zırh ve gemi sanatında olduğu gibi, müslümanlar, her mesleğin pîrinin vahiyle yetişmiş bir peygamber olduğunu kabul ve iddiâ ederler. Demek ki, sanat da tüm diğer ilimler gibi26 Allah tarafından öğretilmiş, bilkuvve veya bilfiil O’ndan gelmiştir. İnsana üflediği ruh, ona verdiği güzellikleri anlatır. Ne yarattıysa her yarattığını güzel yaratan27 Allah, insanı ise en güzel biçimde yaratmıştır.28 İnsanın güzel taraflarından biri, güzelliği anlayıp keşfetmek, onu üretebilmek, yani sanat ortaya koyabilmektir. İnsan, Allah’ın verdiği akıl, ruh, fıtrat, güç ve imkân sâyesinde, Allah’ın yarattığı güzellikleri taklid ederek sanat icrâ edebilir. İnsanın bu sanatı, elbette Allah’ın sanatıyla mukayese edilemez.
Bazı sanatların helâk edilmeye aday olduğu, helâkı hak ettikleri Firavun ve kavminin sanatlı binâları ve sanatkârâne yapılmış bahçelerinin helâk edilmesiyle29 değerlendirilebilir. 20/Tâhâ, 69’da belirtildiği üzere, sihirbazların ortaya koydukları göz boyama (illizyon) cinsinden etkileyici ve büyüleyici gösteriler için de sanat (sun’) kavramı kullanılır. Demek ki, büyü de, insanları büyülemek de bir sanattır, şeytânî sanat. Böylece, büyülemenin şeytânî de olsa bir sanat olduğu gibi, sanatın da büyüleyici, etkileyici özelliği de (Allahu a’lem) işaret edilmiş olmaktadır.
21] 18/Kehf, 103-104
22] 9/Tevbe, 28
23] 11/Hûd, 37, 38
24] 21/Enbiyâ, 80
25] 11/Hûd, 37
26] 96/Alâk, 5
27] 32/Secde, 7
28] 95/Tîn, 4
29] 7/A’râf, 137
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 11 -
“Sen dağları görürsün de, onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. (Bu,) Her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır.“ 30
“Ona (Dâvud’a), savaş sıkıntılarınızdan sizi koruması için zırh sanatını öğrettik. Artık şükredecek misiniz?“ 31
“Andolsun, Dâvud'a tarafımızdan bir üstünlük verdik: 'Ey dağlar, onunla beraber tesbîh edin. Ve ey kuşlar (siz de onun tesbihine katılın)!’ (dedik) ve ona demiri yumuşattık. ‘Geniş zırhlar yap, dokumasını ölçülü yap ve (hepiniz) iyi işler yapın. Çünkü ben yaptıklarınızı görmekteyim’ diye (vahyettik).“ 32
“Biz dağları onunla beraber (tesbih etmeleri için) boyun erdirmiştik; akşam sabah onunla tesbih ederler (onun yaptığı tesbihle çınlarlar)di. Toplanıp gelen kuşları da (ona râm etmiştik). Hepsi onun nağmesine katılır (beraber tesbih ederler)di. Onun mülkünü güçlendirmiştik, kendisine hikmet (peygamberlik, yüksek bilgi, hakkı bâtıldan ayırma, dâvaları çözme) ve açık, güzel konuşma (yeteneği) vermiştik.“ 33
“De ki: Size (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayanları bildireyim mi? İyi işler yaptıklarını (güzel sanat icrâ ettiklerini -yuhsinûne sun’â-) sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir.“ 34
“(Âd kavmine, peygamberleri Hûd:) Siz her yüksek yere, bir alâmet (anıtlar, yüksek binâlar) binâ edip eğlenip durur musunuz? Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı (sanat eseri muazzam köşkler, müstahkem kaleler, su mahzenleri -mesâni’- mi) edinirsiniz?“ 35
“Kötü işi kendisine güzel gösterilip de onu güzel gören kimse (kötülüğü hiç istemeyen kimseye benzer) mi? Allah, dilediğini sapıklığa dalâlete/yöneltir, dilediğini doğru yola iletir. O halde rûhun, onlar hakkında birtakım üzüntülere dalarak yıpranmasın. Allah, onların ne yaptıklarını (sun’larını/sanatlarını) biliyor.“ 36
“…Allah size imanı sevdirmiş ve onu kalplerinize ziynet/süs yapmıştır. Küfrü, fıskı ve isyânı da size çirkin göstermiştir. İşte rüşde erenler, doğru yolda olanlar bunlardır.“ 37
Kur'an ve Sanat
Kur'ân-ı Kerim, hakiki sanatkâr Yüce Allah'ın kelâmı olması hasebiyle en büyük sanat eseridir. Kur'an'ın mûcize olmasının (îcâz) en önemli göstergesi, onun fesâhat ve belâğatı, yani edebî üstünlüğüdür. Bu söz sanatlarındaki tartışılmaz üstünlük, Kur'an muârızlarını onun küçük bir benzerini meydana getirmekten âciz bırakır. Onun gerçekten Allah'a âit bir kitap olduğu, ulaşılamaz bir sanat eseri olmasıyla da ispatlanmış olur. Kur'an bu konuyu meydan okuyarak gündeme getirir. 38
30] 27/Neml, 88
31] 21/Enbiyâ, 80
32] 34/Sebe', 10-11
33] 38/Sâd, 18-20
34] 18/Kehf, 103-104
35] 26/Şuarâ, 128-129
36] 35/Fâtır, 8
37] 49/Hucurât, 7
38] Bkz. Bakara, 23
- 12 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Böyle bir kitabın gerçek sanata karşı olumsuz tavır takınması beklenemez elbette. Yeter ki yapılan gerçekten sanat olsun; câhiliyyenin sanat zannettiklerinden olmasın.
“Ey “Adem oğulları! Her mescide gidişinizde ziynetli elbiselerinizi giyin. Yiyin, için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez. De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti/süsü ve güzel rızıkları kim haram kıldı? De ki: Bunlar dünya hayatında hak olarak iman edenler içindir. Kıyâmet gününde ise yalnız mü'minlere mahsustur. İşte bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz. De ki: Rabbim ancak açık ve gizli fuhşiyâtı, her türlü günahı, haksız isyanı, hakkında hiçbir delil indirilmeyen bir şeyi Allah'a şirk/ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.“ 39
Kur'ân-ı Kerim'de sanatla ilgili birçok âyet vardır. Bunların önemli bir kısmı Allah'ın sanatı ile ilgilidir. “Sanat“ kelimesinin kullanıldığı yer de vardır, yani “sanat“ Kur'ânî bir kavramdır: “Ona (Dâvud'a) savaş sıkıntılarından sizi koruması için zırh sanatını (san'ate lebûs) öğrettik.“40 buyrulur. Yine Dâvud’a (a.s.) bir mûcize ve nimet olarak verilen güzel sesten sitayişle bahsedilmektedir. Hz. Dâvud, bu güzel sesi ile mezmurları okur ve herkesi mest ederdi. Hayvanlar ve kuşlar bile o güzel sesin tesiri altında kalırlardı: “Andolsun Dâvud'a tarafımızdan bir üstünlük verdik. 'Ey dağlar ve kuşlar! Onunla beraber tesbih edin' dedik. Ona demiri de yumuşattık. Geniş zırhlar imal et. Biçimleme ve dokumasını ölçülü yap (diye emrettik). Siz de iyi işler yapın, sâlih ameller işleyin. Çünkü Ben, bütün yaptıklarınızı görmekteyim. Süleyman'ın emrine de rüzgârı verdik. Sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü bir aylık yol idi ve erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık. Rabbinin izniyle elinin altında cinlerden de çalışan vardı. Onlardan kim emrimizden dışarı çıkarsa, ona ateş azâbından tattırırdık. Onlar Süleyman'a kalelerden, heykellerden, havuz gibi büyük çanaklardan ve sâbit kazanlardan her ne isterse yaparlardı. Çalış ey Dâvud hânedânı. Şükür için çalışın. Kullarım içinde şükreden azdır.“ 41
38/Sâd sûresinin 18-19 ncu âyetlerinde dağların ve kuşların akşam sabah Dâvûd'la beraber tesbîh ettikleri anlatılıyor ki iniş sırasına göre ilk defa burada anılan bu olay daha sonra inen Sebe' Sûresinin onuncu âyetinde de anılmıştır. Dağların tesbîhi şöyle açıklanıyor:
1) Allah dağlara hayat, akıl, kudret ve konuşma vermiş, dağlar da Dâvûd'la beraber Allah'ı tesbîh etmişlerdir.
2) Dâvud'un çok güzel olan sesi dağlarda yankılanmış, kuşlar onun sesine gelmişler ve o tesbîh ederken, ötüşerek Allah'ı tesbîh etmişlerdir.
Sâd, 19'uncu âyette haşrolunmuş kuşların da Dâvud'un emrine verildiği, hepsinin ona gittiği, itaat ettiği bildirilmektedir. Toplanmış olarak kuşlar da onun emrine verildi demektir. Bu, kuşların, Dâvud'un sesine toplanarak ötüşleriyle Allah'ı tesbîh ettikleri anlamına gelir. ' Hepsi ona gider, ona itaat ederdi, demektir.
Bu âyet, Hz. Dâvud'un güzel sesi yanında güzel sanatların bir çeşidi olan musîkî'ye âşinâ olduğunu gösterir. Tevrat'ın Mezmurlar bölümü de, Hz. Dâvud'un büyük bir edebiyatçı ve müzisyen olduğunu kanıtlar. Dâvûd “Musikacıbaşı için“
39] A'râf, 31-33
40] Enbiyâ, 80
41] 34/Sebe', 10-13
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 13 -
hikmetli şiirler yazdığına göre demek ki o, edebiyatı yanında musikîde de bir üstâddı. 42
Şu hadîsten de Hz. Dâvud'un sesinin güzelliği ve mûsikîşinâslığı anlaşılmaktadır. “Allah, güzel sesli olmayan peygamber göndermemiştir.“43 buyrulmuştur. Hz. Dâvûd övülürken onun güzel sesli olduğu, o kadar ki o tesbîh ederken güzel sesinin etkisiyle kuşların da onun tesbihine katıldıkları bildirilmiştir. Yüce Allah buyurmuştur: “Dâvud'a dağları ve kuşları boyun eğdirdik, onunla beraber tesbîh ediyorlardı.“44 Âyetin tefsirinde Vehb şöyle demiş:“ Dâvûd dağların yanından tesbîh ederek geçerken dağlar ve kuşlar da onun tesbihini yankılarlardı.“ 45
“İman edip sâlih/iyi işler yapanlar, onlar (çiçekli, ırmaklı) bir bahçe içinde neşelendirilirler.“46 Zemahşerî'nin kaydına göre bu âyetin, cennet nîmetlerini tavsif ettiğini söyleyen Peygamber Aleyhisselâm'a bir a'râbî: “Yâ Rasûlallah, cennette semâ' (şarkı dinleme) var mı? diye sordu. Peygamber (selâm ona): 'Ey a'râbî, cennette bir ırmak var ki kıyısında beyaz tenli, derin bakışlı kızlar, yaratıkların hiç işitmediği güzel seslerle şarkı söylerler ki bu, cennet nimetlerinin en üstünüdür' demiştir.“47 Bu hadîsi kaydettikten sonra Zemahşerî devamla diyor ki: “Rivâyete göre cennette öyle ağaçlar var ki üzerlerinde gümüş ziller vardır. Cennet ehli, şarkı dinlemek istediklerinde Allah Arş'ın altından bir rüzgâr gönderir, o ağaçlara vuran rüzgâr, zilleri sallar, bu zillerin hareketinden öyle güzel sesler çıkar ki, dünyâ ehli onları duysa zevkten ölürler.“ 48
Evzâ'î ise cennetteki müziğin çekiciliğini şöyle anlatmaktadır: “Cennet ehli müzik dinlemeye başlayınca cennetteki her ağaç melodi ile Allah'ı tesbîh etmeğe başlar. İsrâfil'den daha güzel sesli olan bir yaratık yoktur. İsrâfîl şarkı söylemeğe başlayınca yedi gök halkı duâ ve tesbîhlerini kesip onu dinlemeğe koyulurlar.“
Kurtubî, Hakîm-i Tirmizî'den naklen, birinin şu sözünü aktarmıştır: “Cennette bulunan her ağaç duyduğu müziği terennüm eder. Kapalı kapılar, örtüler açılır. Halkalar müziğin sesine katılır, üstüne müzik sesi düşen örülmüş mücevherat çeşitli melodiler çıkarır. Cennet hûrîleri şarkılar söyler, kuşlar da ötüşleriyle müziğe eşlik eder. Yüce Allah, meleklere: “Kulaklarını şeytân düdüklerinden koruyup ruhani müzik dinleyen kullarıma katılın!“ diye emreder. Melek sesleri de hurilerin ve doğanın müziğine katılır. Sonra Cenabı Hak, Dâvûd 'a, “Ey Dâvûd, kalk Arşımın ayağı yanında dur da beni temcîd eyle (şerefimi, şânımı an!)“ der. Allah'ı temcîd etmeğe başlayan Dâvud'un gür sesi, diğer sesleri bastırır. Lezzet üstüne lezzet olur. İşte Onlar bir bahçede sevindirilir(eğlendirilir)ler.“ in mânâsı budur. 49
Yüce Allah: “O, yaratmada dilediğini artırır.“50 buyurmuştur. Bazı müfessirler, bu artırılan şeyin “güzel yüz, güzel ses, güzel saç“ olduğunu söylemişlerdir.51 Âyet,
42] Bk. Kitâb-ı Mukaddes, Mezmurlar kısmı, s. 540-563
43] Tirmizî, Şemâil'de Katâde'den rivâyet etmiştir.
44] 21/Enbiyâ, 79
45] Kurtubî, el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân, 11/319
46] 30/Rûm, 15
47] el-Keşşâf an Hakaiki't-Tenzîl, 3/200
48] el-Keşşâf an Hakaiki't-Tenzîl, 3/200
49] Kurtubî, el-Câmi', 14/12-13
50] 35/Fâtır, l
51] el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân, 14/320
- 14 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah'ın kullarına verdiği nimetleri beyân konusunda olduğuna göre bazı insanlara verdiği güzel ses de Allah'ın nîmetlerindendir.
Peygamber (s.a.s.): “Kur'ân'ı seslerinizle güzelleştiriniz, çünkü güzel ses, Kur'ân'ın güzelliğini artırır.“52 demiş; Ebû Mûsâ'l-Eş'arî'yi: “Ona Dâvûd soyu mizmarlarından bir mizmâr verilmiş“ diyerek övmüştür. 53
20'nci âyette Dâvud'a hikmet ve fasle'l-hitâb verildiği bildiriliyor. Hikmetin, gerçeğe uygun bilgi olduğunu, Hikmet maddesinde izah etmiştik. Oraya bakılabilir. Fasla'l-hitâb'a gelince: Hatıra gelen düşünceleri açıklama yeteneğidir. Hitabet sanatı, güzel sanatların ana dalı olan edebiyattır. Güzel konuşma, işlerin içyüzünü anlama dâvâları adâletle, iknâ edici bir üslûpla çözüme kavuşturma anlamları da vardır. Dâvud'un özelliklerinden biri de güzel konuşma yeteneğinin olması, insanların arasında çıkan olayları, anlaşmazlıkları güzel çözüme bağlamasıdır.
“Andolsun, Dâvud'a tarafımızdan bir üstünlük verdik: 'Ey dağlar, onunla beraber tesbîh edin. Ve ey kuşlar (siz de onun tesbihine katılın)!’ (dedik) ve ona demiri yumuşattık. ‘Geniş zırhlar yap, dokumasını ölçülü yap ve (hepiniz) iyi işler yapın. Çünkü ben yaptıklarınızı görmekteyim’ diye (vahyettik).“ 54
Sebe', 10-11'nci âyetlerde Allah taâlâ'nın, Dâvud'a ve Süleyman'a lütfettiği nimetler sayılıyor: Dâvud'a Öyle güzel bir ses vermişti ki o, tesbîh ettiği, İlâhî okuduğu zaman sesi dağlarda yankılanır; kuşlar onun sesine katılırdı. Allah, dağlara ve kuşlara: “ Onunla beraber tesbîh edin, onun sesini yankılayın!“ diye emrederdi. Burada Allah'ın dağlara emrinin, bir doğa yasasını, Dâvûd 'un yanık sesinin dağlardaki ve kuşlardaki etkisini gösterdiği kanısındayız. Yani dağlar onun sesiyle yankılanır, kuşlar onun sesiyle coşup ötmeğe başlar, kendi dilleriyle Allah'ı tesbîh ederlerdi. Nitekim yanık seslere seher vakti bülbüllerin katıldığını çok duymuşuzdur.
Allah Dâvud'a demiri yumuşatmış, demiri işleme sanatını bahşetmiş; demiri işleyip ondan bedenini örtüp koruyan zırhlar yapma yeteneğini vermişti. Sâbiğanın çoğulu olan sâbiğât, elbise gibi giyilen ve bedeni tamamen örten zırhlar demektir. Rivâyete göre daha önce zırh, demir levhalar halinde yapılırdı. İlk defa Dâvûd, küçük demir halkaları birbirine ekleyip giyilebilen zırhı yapmıştır. 55
Hz. Dâvud’un (a.s.) Zırh Sanatı
Kur’an’da, Dâvud’a (a.s.) Allah tarafından zırh sanatı öğretildiği ifâde edilmektedir. “Ona (Dâvud’a), savaş sıkıntılarınızdan sizi koruması için zırh sanatını öğrettik. Artık şükredecek misiniz?“56 Sadece Hz. Dâvud’a ve sadece zırh sanatı öğretilmesi için değil; her türlü sanatın, yetenek ve imkân vermek yönüyle Allah tarafından öğretildiği ve tüm sanatların Allah tarafından insana verildiği değerlendirilebilir. “Sen dağları görürsün de, onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. (Bu,) Her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır. Şüphesiz ki O,
52] Dârimî, Fedâilu'l-Kur'ân, 34
53] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân 31; Müslim, Müsâfirîn 235, 236; Tirmizî, Menâkıb 55; Nesâî, İftitâh 83
54] 34/Sebe', 10-11
55] İbn Kesîr, Tefsîr 3/528
56] 21/Enbiyâ, 80
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 15 -
yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır.“57 âyetinde de Allah’ın sanatından bahsedilmekte ve O’nun sanatının her konuda sapasağlam olduğu vurgulanmaktadır.
“Ona (Dâvud’a) demiri yumuşattık. ‘Geniş zırhlar yap, dokumasını ölçülü yap ve (hepiniz) iyi işler yapın. Çünkü ben yaptıklarınızı görmekteyim’ diye (vahyettik).“58 Âyetin metninde geçen “serd“ zırhın birbirine eklenen halkalarıdır. “Kaddir“: Halkaları birbirine geçirip zırh dokumayı ince ince hesab et, halkaları birbirine güzelce ekle, halkalar arasında boşluk bırakma, demektir. Rivâyete göre Hz. Dâvûd, Allah'a niyaz edip kendisini devlet malına muhtaç etmemesini istemiş, Allah da ona, kendisi için yumuşattığı demirden zırh yapmasını öğretmiş. Dâvûd, elinde mum gibi yumuşayan demirden zırh yapıp satar, geçimini sağlarmış.59 Bu rivâyetin asıl amacı, Dâvud'un, demiri işlemeyi bilen bir san'atkâr olduğunu ve elinin emeğiyle ekmeğini kazandığını anlatmaktır. Hz. Peygamber de: “Dâvûd (selâm ona), yalnız elinin emeğiyle kazandığını yerdi.“60 buyurmuştur.
Yüce Allah, Dâvûd ailesine güzel işler yapmalarını emretmiş, yaptıkları işleri gözetlediğini vurgulamıştır. Bunun anlamı şudur: Yanlış işler yapmayın, yaptığınız her şey, sâlih (güzel, yararlı, düzgün) olsun. 61
Yine Allah, bir lütuf olarak Süleyman'ın emrine verdiği cinler, ona mihrablar yani ma'bedler, yahut saraylar, heykeller, havuz kadar kocaman leğenler, yerinden kalkamayacak derecede büyük kazanlar yapar, ona çeşitli hizmetler sunarlardı.
Râzî diyor ki: “Bazı insanlara göre, dağların Dâvud'a müsahhar kılınması ve onunla beraber tesbîh etmesi, her şeyin Allah'ı tesbîh ettiğini bildiren âyetin62 anlamı gibidir. Her şey Allah'ı tesbîh eder. Fakat Dâvûd onların tesbîhini anlayıp kendisi de tesbîh ederdi. Rüzgârın Süleyman'a boyun eğdirilmesi de rüzgâr gibi koşan atlar yetiştirdiği anlamına gelir.
Sabah gidişi bir ay(lık mesafe), akşam dönüşü bir ay(lık mesafe) olan rüzgârı boyun eğdirdik' ise atların kat'ettiği otuz fersahlık mesafeyi gösterir. Çünkü gezmeğe çıkan kişi, çoğu kez bir fersahtan fazla gitmez. Gidiş dönüşü iki fersah eder. Ama Süleyman'ın atları, onu bir sabah yürüyüşünde otuz fersahlık, öğleden sonra dönüşünde de yine otuz fersahlık yola götürürlerdi. Ona demiri yumuşattık', Onun için katran kaynağını da akıttık' cümleleri de Dâvûd ile Süleyman'ın, demir ve bakırı ateşte eritip ondan âletler yapmayı bulduklarını anlatır. Süleyman'ın emrinde çalışan cinler de güçlü insanlar demektir.“ 63
Şimdi burada bizim asıl üzerinde durmak istediğimiz husus, âyetlerde teknolojinin ve güzel sanatların özendirilmiş olmasıdır. Kur'ân'ın peygamberler arasında saydığı Hz. Süleyman 'in emrinde çalışanlar, ona mihrâblar ve timsaller yapmışlardır. Mihrâb, büyük, anıt eser türünden ma'beddir. Timsâl de heykel demektir. Birincisi mi'mârînin, ikincisi heykeltraşlığın konusudur. Emrinde
57] 27/Neml, 88
58] 34/Sebe', 10-11
59] İbn Kesîr, Tefsîr 3/528
60] Buhârî, Buyû' 15, Enbiyâ 37; Ahmed bin Hanbel, Müsned 2/314
61] Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları, 18/416-417
62] 17/İsrâ, 44
63] Mefâtîhu'1-ğayb, 25/247
- 16 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çalıştırdıklarına mi'mârî eserler ve heykeller yaptırdığına göre, demek ki hem peygamber, hem de cihangir bir padişah olarak nitelenen Hz. Süleyman, güzel sanatlara önem vermiş, mi'mârî eserler ve eserlerin görkemini artıracak heykeller yaptırmıştır. Kur'ân, Hz. Süleyman'ın bu tutumunu özendirici bir üslûb içerisinde anlattığına göre demek ki san'at olmak kaydıyla heykeltraşlık ve heykel yapmak yasak değil, tersine güzel bir şeydir. 64
Yasak olan heykeller, Hz. İbrâhim’in mücâdele ettiği put heykellerdir. “O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğun heykeller de nedir böyle?!’ demişti.“65 Her iki âyette de heykel anlamındaki timsâl kelimesinin çoğulu olan temâsîl kelimesinin geçmesi düşündürücüdür. Demek ki, salt sanat eseri olup put gibi çirkinliğe -ve çıplaklık gibi diğer haramlara- âlet edilmeyen heykel meşrû iken; put gibi çirkinliklere âlet edilen heykeller ise gayrı meşrû ve haramdır.
Kur’an’da Güzellik Kavramı
Kur'ân-ı Kerim'de hüsün kavramı, yani “h-s-n“ kelimesi, türevleriyle birlikte toplam 194 yerde geçer. “Güzel olmak, güzel karşılık görmek, güzel davranmak, iyilik yapmak, Allah'a kulluk etmek, bolluk, genişlik, nimet, infak“ gibi anlamlarda kullanılır. Kubuh ise sadece bir âyette yer almış, burada Firavun ile taraftarlarının kıyâmette kötülenmiş kimseler olacakları belirtilmiştir.66 Kur'an'da kubuh karşılığında daha çok “sû'“ ve “seyyie“ kelimelerinin kullanıldığı görülür. Kur'an'da hüsün kökünden türeyen “ihsân“ ve “hasene“ ile anlam yakınlığı içinde bulunan adl, ma'rûf, tayyibât vb. kavramların insanda objektif bir hüsün telakkisinin mevcûdiyetine işaret ettiğini söylemek mümkündür. Kur'an'da adâletli davranmanın, iyilik yapmanın ve yardımlaşmanın emredilmesi; buna karşılık kötülüğün, hayâsızlık ve ahlâksızlığın yasaklanması, dinin koyduğu bu hükümlere konu teşkil eden fiillere ait vasıfların, hükmün verilmesinden önce o fiillerde mevcut olduğuna ve bunların insanlarca aklen bilinebildiğine işaret etmektedir. Zira akıl bunları genel çerçevede bilmekten âciz olsaydı, insanların bu tür buyruklara muhâtap kılınmaları anlamsız kalır ve onların bu emirlere uymaları imkânsız hale gelirdi.
Bununla birlikte Kur'an'da insanların kötü zannettiği (hoşlanmadığı, kerih gördüğü) bazı şeylerin iyi olabileceğinin açıklanması,67 kişinin yaptığı kötü işlerin -kendisine güzel gösterilmesi sebebiyle- güzel bulunacağının belirtilmesi68 ve peygamber gönderilmedikçe azap edilmeyeceğinin bildirilmesi,69 insanın iyilik ve kötülüğe ilişkin bilgisinin mutlak bir kesinlik değeri taşımadığına işaret etmektedir. Kur'an'da hüsün vasfı ilâhî fiillere de nisbet edilmiştir. Buna göre Allah fiilleri en güzel yapmış, insanı en güzel şekilde yaratmış, kullarına ihsanda bulunmuş, iyilik yapanların sevabını (hüsn) arttırmıştır.70 Bazı insanların İlâhî irâde ve kudreti hiçe sayarcasına iyiliği kendilerinden bildikleri de Kur'an'da tenkidî bir üslûpla açıklanmıştır. Nitekim Firavun ve ashâbı iyiliği kendilerine
64] Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları, 18/417-419
65] 21/Enbiyâ, 52
66] 28/Kasas, 42
67] 2/Bakara, 216
68] 35/Fâtır, 8
69] 17/İsrâ, 15
70] 12/Yusuf, 100; 23/Mü'minûn, 14; 32/Secde, 7; 40/Mü'min, 64; 42/Şûrâ, 23
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 17 -
isnat etmişler, başlarına gelen kötülükleri ise Hz. Mûsâ ve ashâbının uğursuzluğuna bağlamışlardır;71 aynı şekilde münâfıklar da iyilikleri Allah'a, kötülükleri Hz. Peygamber'e atfetmişlerdir.72 Allah ise bir yandan iyilik ve kötülükleri kendisinin yarattığını bildirirken öte yandan insanın yaptığı iyiliklerin kendi lehine, kötülüklerin de kendi aleyhlerine olduğunu beyan etmiştir. 73
Kadın güzelliği,74 içeceğin lezzeti,75 kişinin mükemmel bir tarzda yetişmesi,76 sonunda kâr sağlayacak bir borç veriş,77 ideal bir örneklik,78 sosyal ilişkilerdeki nezâket79 vb. somut ya da soyut birtakım güzellikler “hüsn“ ve türevleri ile anlatıldığı gibi, dinin öngördüğü güzel ameller de bu kavramla anlatılır. Güzel ve güzellik konusunda Kur'an'ın esas aldığı ilke şudur: Güzel ve güzelliği tasdikleyip hayatına sokana hayat kolaylaştırılır. Bunun aksine, güzele sırt dönen, onu tasdikleyip hayatına sokmayanlara hayat zorlaştırılır. 80
Allah ile sürekli beraberlik bilincine erme halinin adı, “ihsân“ (güzelleştirme, güzelleşme, güzelle kucaklaşma) olarak belirlenmiştir. Meşhur Cibrîl hadisinde ihsân, “Allah'ı her an görüyormuşsun gibi davranmak“ şeklinde tanımlanmıştır. Bu da gösterir ki, Kur'an'ın dünyasında ahlâk gerçeği de güzelle iç içe bir gerçektir. Güzellikten nasipsiz ruhlarda ahlâk barınamaz. Hz. Peygamberimiz, ahlâkla ilgili tüm sözlerinde ahlâkı, “güzel“ kelimesiyle nitelemiştir.
Allah Güzeldir; Her Yaptığı ve Yarattığı da Güzeldir: Allah'ın isim-sıfatlarından biri “muhsin“ (güzel yapıp eden)dir. Allah muhsin olduğu için her yarattığını güzel yaratmıştır. O, insanı da güzel, hatta en güzel biçimde yaratmıştır.81 insanın ürettiği tüm güzelliklerin gerçek sahibi ve yapıp edicisi Allah olup bu üretimde, insanın beynini, gönlünü, elini, dilini kullanmaktadır.
Allah'tan daima güzellik zuhur eder. Kötü ve çirkin (seyyie), insan nefsinin ürünüdür.82 Allah, yaratıcıların en güzelidir.83 Var ettiklerine en güzel boyayı vuran da Allah'tır.84 Allah, aynı zamanda hüküm verme bakımından da en güzel olandır.85 Rızkın en güzeli de Allah'tan gelir. O, rızık verme yönüyle de en güzeldir.86 Sözün de en güzelini bir kitap halinde indiren O'dur, O'nun kelâmı da tüm güzellikleri içerir.87 Bu yüzden insana, indirilen sözün en güzeline uyması emredilir. İnsana inen sözlerin en güzeli Allah'ın sözüdür.88 Bu yüzden, güzel
71] 7/A'râf, 131
72] 4/Nisâ, 78
73] 4/Nisâ, 79; 17/İsrâ, 7
74] 33/Ahzâb, 52
75] 16/Nahl, 67
76] 3/Âl-i İmrân, 37
77] 2/Bakara, 245; 5/Mâide, 12; 57/Hadîd, 11
78] 33/Ahzâb, 21; 60/Mümtehine, 4, 6
79] 16/Nahl, 125, 17/İsrâ, 53; 2/Bakara, 83
80] 92/Leyl, 6-9
81] bk. 32/Secde, 7; 40/Mü'min, 64; 64/Teğâbün, 3; 59/Haşr, 24; 95/Tîn, 4
82] 4/Nisâ, 79
83] 40/Mü'min, 14; 37/Sâffât, 125
84] 2/Bakara, 138
85] 5/Mâide, 50
86] 65/Talâk, 1; 11/Hûd, 88; 22/Hacc, 58; 16/Nahl, 75
87] 39/Zümer, 23
88] 39/Zümer, 55
- 18 -
KUR’AN KAVRAMLARI
insanların bir niteliği, sözü dinleyip onun en güzeline uymaktır.89 En güzel din, güzellikler sergileyerek Allah'a teslim olanların dinidir.90 Allah, fiil, söz ve hükmüyle en güzelin kaynağı olduğundan, en güzel isimler (el-esmâu'l-hüsnâ) da O'nundur.91
Kur'an'ın ideal insanı “muhsin“ diye anılmaktadır. Kur'an'da 39 kez tekrarlanan “muhsin“, güzel düşünüp güzel eylemler yapan kişi demektir. Muhsin, tamamına yakın yerde çoğul şekliyle kullanılmıştır. Bu da gösterir ki, güzellik üretimi, toplumsal bir idrâk ve uğraş olmadan fazla gelişemez. Kur'an'ın kılavuzluğu, rahmeti ve öğüdü, muhsinler (güzel düşünüp güzel şeyler üretenler) içindir; Kur'an onlara hayır ve bereket getirir.92 Güzelle ilgisi kopuk, güzelliği hayatından silmiş kişiler ve toplumlar Kur'an'ın hidâyetini anlayamazlar ki ondan hayır ve bereket görsünler. Güzele düşmanlık sergileyenler ise Kur'an'ın rahmetinden nasipsizlikle kalmazlar, onun lânetine de uğrarlar. Leyl sûresi 6-9. âyetler, bu lânetlenmenin kanıtı olarak hayatın zorlaştırılmasını, kaosa itilmeyi göstermektedir.
Kur'an, kendi bağlılarını “sözleri dinleyip onların en güzeline uyan insanlar“ olarak tanıtmaktadır.93 Bu demektir ki, güzellikten uzak bir çağrı, adına ne denirse densin, hangi iddia ile ortaya sürülürse sürülsün, Allah'ın değer vereceği bir dâvet değildir.
Kur'an, tüm iddiaları, inatları, ikiyüzlülükleri, sloganları aşan ölümsüz bir ilke getirmekte ve insanın dikkatini bu ilkeye çekmektedir: “Güzel düşünmenin, güzellik üretmenin karşılığı güzellikten başkası olmayacaktır.“94 Güzellik üretenlerin karşılıkları, diğer üretimlerden farklı olarak iltimaslı, fazla olarak verilecektir.95 Güzelliğin hayatı kolaylaştırması, belki de o “fazlalar“ yüzündendir.
Çirkinliği güzelle değiştirme veya çirkinin ardından güzel sergileme, çirkinin sonuçlarını silip süpürür ki, bu da Allah'ın af ve bağışının bir uzantısıdır. Bu yüzden Kur'an, insanı sürekli olarak çirkini güzelle değiştirmeye çağırır.96 Çirkine güzelle karşılık verme yeteneği, en azılı düşmanı en samimi dost haline getirebilir. 97
Kehf sûresi, 104. âyeti, sınaat yönüyle üretilen güzelliğin gerçek bir güzellik olmadığını, sadece bunu üretenlere bir güzellik sanısı verdiğini belirtiyor. Âyeti iyi değerlendirmek için, kendinden önceki âyetle bağlantısını dikkate almak gerekiyor. Şöyle deniyor: “De ki; size, yaptıkları işler bakımından en çok hüsrâna uğrayanları bildireyim mi? Bunlar o kimselerdir ki, dünya hayatındaki gayretleri boşa gitmiştir de buna rağmen onlar sınaat yoluyla güzellikler sergilediklerini sanırlar.“98 Bu âyetten yola çıkarak diyebiliriz ki, teknolojinin elinden beklenen bir güzellik, güzellik adına aldanıştan ibârettir. Esasen Kur'an insanın süslenip püslenen bazı çirkinlikleri
89] 39/Zümer, 18
90] 4/Nisâ, 125.
91] 7/A'râf, 180; 20/Tâhâ, 8; 59/Haşr, 24
92] 31/Lokman, 3
93] 39/Zümer, 18
94] 55/Rahmân, 60
95] 10/Yûnus, 26
96] 13/Ra'd, 22; 28/Kasas, 54; 11/Hûd, 113; 25/Furkan, 70; 27/Neml, 11
97] 41/Fussılet, 34
98] 18/Kehf, 104
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 19 -
güzellik gibi görebilen bir yapıya sahip olduğuna dikkat çeker. Ve bu, insanın sapma noktalarından biridir. 99
Allah güzeldir, muhsindir. En büyük ihsan sahibi Allah olduğu için Kur’an’da “Allah her şeyi güzel bir şekilde yarattı.“100 denilmektedir. Eğer insanlar hep güzel işler yaparlarsa, davranışlarını ‘ihsân’ üzere gösterirlerse, bunun karşılığı olarak ‘ihsân’ görürler, güzellikle muâmele edilirler. 101
Allah, ihsân sahibi olan, güzel davranışlarda bulunanları övmektedir: “Kim, din yönünden iyilik edici (ihsân sahibi) olarak yüzünü Allah’a teslim edip dosdoğru İbrahim dinine tâbi olan kimseden daha güzel olabilir? Allah, İbrahim’i dost edinmişti.“102 Allah, güzel işler sergileyen ihsân sahipleriyle beraberdir, onları sever, onları korur, onlara dünya ve âhirette iyilikler verir. 103
“...Biz, muhsinlere (güzellik sergileyen ve iyilik yapanlara) ziyâde vereceğiz (mükâfatı arttıracağız)' dedik.“ 104
“...İhsân edin (her türlü hareket ve davranışınızı güzel ve dürüst yapın); Allah muhsinleri (güzel iş yapanları) sever.“ 105
“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için infak ederler (harcarlar); öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da ihsân sahiplerini (güzel davranışta bulunanları) sever.“ 106
“Allah'a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara ihsân edin/iyi davranın. Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez.“ 107
“Öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara ihsânla/güzellikle tâbi olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah'tan râzı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.“ 108
“İhsân edenlere/güzel amel işleyenlere daha güzel mükâfat (cennet), bir de fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke) bulaşır, ne de bir horluk (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır.“ 109
“Sabırlı ol, çünkü Allah, ihsân sahibi muhsinlerin (güzel iş yapanların) mükâfatını zâyi etmez.“ 110
99] 35/Fâtır, 8; ayrıca bkz. 3/Âl-i İmrân, 120; 9/Tevbe, 50
100] 32/Secde, 7; ayrıca bkz. 40/Mü'min, 64; 64/Teğâbün, 3; 59/Haşr, 24
101] 55/Rahmân, 60
102] 4/Nisâ, 125
103] 2/Bakara, 195; 3/Âl-i İmrân, 134, 147; 5/Mâide, 13, 85, 93; 7/A’râf, 57; 9/Tevbe, 120; 29/Ankebût, 69 vd.
104] 2/Bakara, 58
105] 2/Bakara, 195
106] 3/Âl-i İmrân, 134
107] 4/Nisâ, 36
108] 9/Tevbe, 100
109] 10/Yûnus, 26
110] 11/Hûd, 115
- 20 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Muhakkak ki Allah, adâleti, ihsânı (güzel iş yapmayı, iyiliği), akrabaya yardım etmeyi emreder. Çirkin işleri, fenâlık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.“ 111
“Eğer ihsân ederseniz (güzel davranışlarda bulunursanız), kendinize ihsân etmiş olur; kötülük ederseniz yine kendinize kötülük etmiş olursunuz...“ 112
“İman edip sâlih amel işleyenler (bilmelidirler ki) Biz, güzel işler yapanların (ahsene amelâ) ecrini zâyi etmeyiz. İşte onlara, içinden ırmaklar akan Adn cennetleri vardır...“ 113
“...Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân (güzellikler) sergile...“ 114
“(İnsanları) Allah’a çağıran, sâlih/iyi ve güzel iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? Hasene/güzellik, iyilik ile seyyie/çirkinlik, kötülük bir olmaz. (Sen, çirkinliği/kötülüğü) en güzel olan şeyle uzaklaştır; o zaman (bakarsın ki) seninle arasında düşmanlık olan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir.“ 115
“Biz insana, ana babasına ihsânıla/güzel davranıp iyilik etmesini tavsiye ettik...“ 116
Hadis-i Şeriflerde Sanat ve Güzellik Kavramı
Müslim, İbn-i Mâce, Ahmed bin Hanbel gibi meşhur hadis kitaplarında rivâyet edilen şu hadis-i şerif, dinin güzelliğe ve sanatlara bakışını en güzel şekilde ifâde eder: “Şüphesiz Allah güzeldir, güzeli sever.“ Allah'ın güzelliği sevmesi, kullarının güzel olmasını ve güzeli sevmelerini istemesi demektir. Başka bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Allah, her şeyin üzerine iyilik ve güzellik yazmıştır. Bir kimseyi katl (idam) ederken bile onu güzel bir tarzda öldürün. Bir hayvanı boğazlarken de güzel bir şekilde boğazlayın.“117 Öldüreceğimiz düşmanı dahi güzel bir şekilde öldürmeyi emreden dinimiz, inancın, ibâdetin, eylemin, düşüncenin, sözün, sesin, kısaca her şeyin güzelini istemektedir.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.), bir gün üstü iyi düzeltilmemiş bir kabir gördü. Bozuk yerlerin düzeltilmesini emir buyurdu ve ilâve etti: “Bu işin ölüye ne faydası, ne zararı olur; fakat yaşayanların gözlerine düzgün kabir daha güzel görünür. Kim bir şey yaparsa Cenâb-ı Hak, onun mükemmel ve güzel bir şekilde yapılmasını sever.“ Bu tavrın sanat ve estetik açısından öğretici mâhiyeti büyüktür. Göze hoş gelmeyen şeylere karşı ilgisiz kalınmaması ve her şeyde güzellik aranması sanata giden yolların açılması demektir. Yine bir hadis-i şerif rivâyetinde şöyle buyrulur: “Cenâb-ı Hak, mâhir (işinde ehil) sanat sahibini sever.“
Mescid-i Nebevî'de Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) insanlara hitap ederken, cemaat tarafından daha net duyulup görülebilmesi için minber yapılıyordu. Minber nar büyüklüğünde iki top şeklinde ağaçla süslendi. Yine Efendimiz, nikâhlarda def çalınmasını, güzelce şarkı söylenip eğlenilmesini teşvik ediyordu. 118
Yine bir gün Habeşliler, Mescid-i Nebevî'de kılıç-kalkan oyunu oynuyorlardı.
111] 16/Nahl, 90
112] 17/İsrâ, 7
113] 18/Kehf, 30-31
114] 28/Kasas, 77
115] 41/Fussılet, 33-34
116] 46/Ahkaf, 15
117] Müslim
118] Buhârî, Tirmizî, İbn-i Mâce; Kitâbu'n-Nikâh bölümleri
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 21 -
Hz. Âişe'nin bunları rahatça seyredebilmesi için Peygamberimiz yardım ediyordu. 119
Kur'ân-ı Kerim'de bâtıl yolda dilini ve kalemini kullanan şâirlere dikkat çekilir ve küfre hizmet eden şiir kınanırken, Peygamberimiz (s.a.s.) de bu âyetlerin izahı olacak tarzda hak yoldaki şiir ve şâirleri övüyordu: “Şiirin bazı nevîleri hikmettir.“ Efendimiz, şâir-i Rasûlullah diye meşhur olan Hassan bin Sâbit'i şiir söylemeye teşvik eder ve o şiir söylerken: “Rûhu'l-Kudüs Hassan'la beraberdir“ derdi.120 Hatta Rasûlullah (s.a.s.) Hassan için Mescidde bir kürsü yaptırmıştı. O da kürsüye çıkar, şiir okurdu. Yine Hayber'in fethi için Rasûlullah (s.a.s.)'ın da aralarında bulunduğu topluluk içinde nağme ile şiir (ilâhî, ezgi) okuyan şair Amr bin Ekvâ için duâ etmişti. 121
Yine Buhârî ve Müslim'in rivâyetlerinde şöyle buyurmuşlardır: “Kur'an'ı seslerinizle süsleyiniz, Cenâb-ı Hak, güzel sesiyle cehren ve teğannî (makam) ile Kur'an okuyan bir peygambere kulak verdiği gibi hiçbir şeye kulak vermemiştir.“
Bütün bunlar okyanustan bazı damlalardır. Kur'an ve Sünnet'te güzel sanatları ve zanaatları öven birçok nass vardır. Kur'an âyetleri ve hadis-i şeriflerin tümü, ifâde tarzı bakımından çok sanatkârânedir. Âyetlerin edebî bakımdan îcâzı gibi; sahih hadislerin de, başkalarının sözlerinden hemen ayrılacak sanat ve edebî üstünlükleri ehlince hemen bilinir ve bu yönden de tefrik edilir. Kur'an ve Sünneti ölçü kabul eden müslümanların da söz ve davranışları sanatlı, güzel olmalıdır. Bilinmelidir ki, sanatkârâne yaratılmış kâinat içinde, sanat eseri cennete lâyık kul olmak için indirilen en sanatlı eser Kur'an, Yaratıcının en büyük sanatkâr olduğunun açık delilleridir. En büyük sanatkâr, hakiki sanatkâr Allah'tır.
Hadis-i Şeriflerde Güzellik Kavramı
Hadislerde hüsün/güzellik kavramı, oldukça çok geçer. Hüsün, bazı hadislerde “güzel yaratılış sahibi olmak“ şeklinde maddî güzellik anlamında zikredilmiş,122 bazılarında varlıkların güzellik ve çirkinliklerini Allah'ın takdir ettiği açıklanmış,123 çoğunda ise insana ait amellerin güzelliğini ifâde etmiştir. Hadislerde hüsnün karşıtı olarak çoğunlukla seyyie kelimesinin kullanıldığı görülür. Bazı kaynaklarda müslümanların güzel gördüğü şeylerin Allah katında da güzel olduğunu ifâde eden rivâyetler, Hz. Peygamber'e atfedilmişse de,124 bunun İbn Mes'ud'a ait bir söz olduğu kabul edilir.
“Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzeli sever.“ 125
“İhsân; Allah’a O’nu görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir. Çünkü her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni muhakkak görür.“ 126
119] Buhârî; Müslim
120] Buhârî, Müslim
121] Buhârî, Müslim
122] Ahmed bin Hanbel, 1/403; 5/9; 6/68
123] Buhârî, Rikak 31; Müslim, İman 207
124] Ahmed bin Hanbel, 1/379
125] Müslim, İman, 1/93; İbn Mâce, Duâ, bâb 10
126] Buhâri, İman 37, 1/20; Müslim, İman 1, hadis no: 8, 1/36; Tirmizî, İman 14, hadis no: 2738, 4/119; Ebû Dâvud, Sünnet 16, hadis no: 4695, 4/223; İbn Mâce, Mukaddime 9, hadis no: 63, 64, 1/24; Nesâi, İman 6, 8/88
- 22 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Şüphesiz Allah her şeyde ihsânı/iyilik ve güzelliği yazmıştır (farz kılmıştır). O halde siz öldürdüğünüz vakit bile öldürmeyi güzel yapın. Kestiğiniz zaman da kesmeyi güzelce gerçekleştirin. Herbiriniz bıçağını bilesin. Ve kestiği hayvana eziyet vermesin.“ 127
“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.“ 128
“İnsana lutfedilen en değerli nimet, güzel ahlâktır.“ 129
“Kendinize göre makbul bir iş yapınız. Sırf başkalarına rekabet olsun diye yapmayınız. (Şöyle demeyin:) ‘İnsanlar ihsân ederse biz de ederiz; zulmederlerse biz de zulmederiz.’ Fakat kendinizi şuna iknâ ediniz: İnsanlar ihsân ederse ihsân edersiniz; (fakat) fenâlık ederlerse, siz yine de zulmetmeyiniz.“ 130
“Sizden biriniz ölümü temennî etmesin. Muhsin ise belki ihsânı (güzel amelleri) artar. Günahkâr ise, belki tevbe eder.“ 131
“Mü’minlerin iman bakımından en kâmil olanları, ahlâkı en güzel olanlarıdır.“ 132
“Kur’an’ı seslerinizle güzelleştirin.“ 133
“Kovandaki suyu, isteyenin kabına boşaltmak ve mü'min kardeşine güler yüzle konuşmak gibi de olsa, iyi, güzel ve doğru olan hiç bir sözü, işi ve davranışı küçümseme (yapabilirsen hiç durma, yap).“ 134
Estetik; Güzelliğin Felsefesi
Sanatı ve aynı zamanda -ona bir sanat eseri gözüyle bakarsak- tabiatı felsefî olarak inceleyen felsefe dalına estetik adı verilir. Estetik bir tutum, fikri estetik için son derece önem taşır. Sanat eserleri insan ürünleridir. Fakat aynı zamanda doğal nesnelere de uygulanabilir. Estetik, temel konusu olan sanat eseri ve estetik tutum kavramını tanımlamayı amaçlar. Estetik, sanat eserlerinin ne derece temsilî olacağını ve ne derecede onları ortaya çıkaran sanatçıların duygularını ifâde edeceği sorularına cevap arar. Estetik olarak tatmin edici konuların kendine has değerini tesbit etmeyi amaçlar. Estetik, bir sanat eserinin varlığının tabiatı sorununu (o bir sözcükler ya da sesler bütünü müdür, yoksa bir renk yığını ya da fiziksel bir nesne midir?) ele alır. Ayrıca estetik ile ahlâkî değer arasındaki ilişki sorunuyla da ilgilenir.
Güzelliğin yaratılması ve değerlendirilmesiyle uğraşan estetiğin, sosyoloji, biyoloji ve antropolojiyle yer yer dirsek teması olmakla birlikte, aslında felsefe ve psikolojinin bir parçasını oluşturur.
İslâm Sanatları ve Estetik
Genellikle “güzelliğin bilimi“ diye tarif edilmekle beraber, bu tarifin sınırlarını
127] Müslim, Sayd ve'z-Zebh 57; Ebû Dâvud, Edâhî 12; Tirmizî, Diyet 14; İbn Mâce, Zebâih 4; Nesâî, Dahâyâ, 22
128] Ahmed bin Hanbel, 2/381; Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk 8
129] Ahmed bin Hanbel, 4/278
130] Tirmizî, Birr 63
131] Nesâî, Cenâiz Bâbu Temennâ’l-Mevt
132] Buhârî, Edeb 39; Ebû Dâvud, Sünnet 14
133] Dârimî, Fedâilu’l-Kur’an 34
134] Ebû Dâvud, Libas
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 23 -
çoktan aşmış bir disiplin olan estetik; sanat tarihi, sosyoloji, antropoloji ve hatta biyoloji ile dirsek teması bulunan felsefi ve psikolojik teoriler toplamı olarak ele alınabilir. Sanat eserinin ortaya konulması, bir varlık alanı olarak sanat eseri, sanat eseriyle ilişkileri açısından tabiat, sanat eserinin değerlendirilmesi (sanat eleştirisi) zevk ve bunlarla ilgili yan konuları içine alan bir bilgi dalıdır.
Bu çerçevede oluşturulmuş estetik teorileri, kökleri Greko-Latin kültürüne uzanan bir dünya görüşü (yahut gerçeklik kavrayışı) temeline dayandığı için, Batı dışındaki kültürlerin sanatlarını açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Özellikle İslâm sanatlarını açıklarken, bütünüyle Batı sanatları ve felsefesi etrafında oluşmuş bir kavram çerçevesine atıfta bulunmak, kaçınılmaz olarak yanlış değerlendirmelere yol açacaktır.
İslâm medeniyet dairesinde yer alan kültürlerin hemen tamamı, bu medeniyet dairesine girdikten sonra İslâmî dünya görüşü yönünde büyük bir dönüşüme uğramış, sanat gelenekleri de aynı şekilde, yeniden biçimlenmiştir. Bölgeler arası farklılıklar bulunmakla beraber, müslümanların sanatı olan bütün ürünlerde, İslâmî temel prensiplerin değişen ölçülerde uygulandığı görülmektedir.
Sözünü ettiğimiz prensipler doğrultusunda, İslâm düşünce tarihinde estetik teorilerinin geliştirilmemiş olmasını da, müslüman sanatçı ve düşünürlerin sanatla ilgili yaklaşımlarının bir sonucu olarak değerlendirebiliriz. Her şeyden önce “sanat“ (art) kavramının “güzel sanatlar“ diye belirlenen çerçevesinin İslâm kültürü açısından çok yeni olduğunu, çeşitli sanat dallarının ayrı ayrı bilimler (İlm-i musiki, ilm-i şi'r vb.) olarak düşünüldüğünü ve “sanat“la “zanaat“ın birbirinden kesin çizgilerle ayrılmadığını gözönünde bulundurmak gerekmektedir.
Bu bakımdan, “İslâm sanatı“ (daha doğrusu; müslümanların sanatı) denildiği zaman, musikiden mimariye, kapı tokmaklarından kitap ciltlerine, mutfak eşyasından koşum takımlarına kadar, son derece geniş bir alan sözkonusudur. Bu geniş alanda karşımıza çıkan inanılmaz zenginlikteki verileri estetik açısından değerlendirmeye çalışırken izlenebilecek tek metod, eski metinlerde yer yer karşımıza çıkan dağınık bilgi ve yorumları da gözönüne almak kaydıyla, mevcut sanat eserlerinden yola çıkmaktır.
Bu farklı estetiğin diğer prensiplerini de belirleyen ilk prensibi, İslâm'ın putperestliğe karşı verdiği büyük mücadelede asıl ifâdesini bulan, sınırları hadislerle çizilmiş tasvir yasağı, yahut sûrete (heykel ve resimlere) tapınmayı yasaklayan hadislerin tasvir yasağı olarak anlaşılmış olmasıdır. Kur'ân-ı Kerim'de bu konuda herhangi bir hüküm bulunmadığını da ayrıca belirtelim (İbrâhim aleyhisselâm’ın, heykellere tapan kavmini uyaran âyetleri değerlendirme dışı tutulmamalı ve benzer durumlarda heykellerin haram olacağı hükmü göz ardı edilmemelidir: “O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunu heykeller de nedir böyle?!’ demişti.“135 Kur’an’dan yola çıkılarak denilebilir ki; salt sanat eseri olup put gibi çirkinliğe -ve çıplaklık gibi diğer haramlara- âlet edilmeyen heykel meşrû iken; put gibi çirkinliklere âlet edilen heykeller ise gayrı meşrû ve haramdır.)
Tasvir yasağı, müslüman sanatçıların figürden kaçma ve figürü cansızlaştırma şeklinde ifâde edebileceğimiz iki yaklaşımı benimsemelerine yol açmıştır. Figürden kaçış, müslüman sanatçıları doğrudan doğruya soyut formlara yöneltir.
135] 21/Enbiyâ, 52
- 24 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sözgelişi, Arap alfabesindeki şekil repertuarının, başlangıçta plastik açıdan son derece elverişsiz olduğu halde, harf köşelerinin yuvarlaklaştırılarak (Ma'kılî yazının Kûfi'ye dönüşmesi, oradan çeşitli yazı karakterlerinin ortaya çıkması) son derece zengin imkânlara sahip bir ifâde vasıtasının elde edilmesi, bu eğilim sonuçlarından biridir. Figürü cansızlaştırma eğilimi ise, bir yandan tabiattan alınan şekilleri stilize ede ede asıl kaynağından büsbütün uzaklaştırarak soyut formlara dönüştürülmesini sağlamış, bir yandan da diğer geleneklerden devralınan resmi, ışık ve gölgeden arındırarak bir çeşit nakış haline getirmenin prensibi olmuştur.
Estetiğin başlıca konularından biri olan “güzellik“ ise, temel prensibini kısaca açıklamaya çalıştığımız estetiğin asıl hedeflerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat İslâm sanatlarında “güzellik“ meselesi, Batı kaynaklı objektivist ve sübjektivist estetikçilerin anladığı mânâda güzellik değil, “mutlak güzellik“tir ve mutlak güzelliğin görünen âlemdeki içkinliğidir (immanent oluşudur). İslâm sanatçısı için, sözgelimi gül, kendiliğinden güzel olmadığı gibi, bizim onda kendimizi yaşamamız (einfuhlung) da değildir. Gülün güzelliği, Allah’ın “cemal“ sıfatının ondaki tezâhürüdür. Batı kaynaklı bazı estetik teorilerinin kavram çerçevesinde yer alan “çirkinlik“, bu estetiğin konularının tamamen dışında kalır. Çünkü çirkinlik itibarîdir; başka bir deyişle, güzellik mutlak olduğuna göre, çirkinlik yoktur.
Sanatçının görevi, güzelliği kaynağında yakalamak, yani görünenlerin temelinde bulunanı araştırmaktır. Bu bakımdan dış dünyanın yerine benzerini geçirmek (mimesis) gibi bir kaygının tamamen dışında, sanatçının kendi ferdiyetinden de bağımsız bir arayıştır sanat. İslâm sanatları çerçevesinde değerlendirilebilecek bütün sanat ürünlerinde, sanatçının ferdiyetini olabildiğince paranteze aldığı, bunun da sanatı bir çeşit metafizik oyun haline getirdiği açıkça görülür. Sanatçılar, eserlerini bazen imzalarını bile atmayacak kadar kendi ferdiyetlerinin dışında düşünmüşlerdir. Psikolojiye en fazla bağımlı görünen şiir bile zaman içinde ferdî ârızalardan büsbütün arındırılarak, arabesk gibi, sadece dilin kendi imkânlarına dayanan bir ifâde vasıtası haline getirilmiştir. Mecazlaştırma yoluyla semantik alanları son derece genişletilen kelimeler, tıpkı Arap alfabesindeki harfler gibi, âdeta plastik bir kullanışlılık kazanırlar.
Sanatçı, bu çerçevede güzelliği yaratan değil, keşfeden adamdır. Çünkü sanat zaten var olan bir niteliği, güzelliği araştırmaktır. Güzellik objektif bir nitelik olmadığına göre, sözgelişi güzel bir ağacın resmini yaparak yahut kelimelerle tasvir ederek güzele ulaşılamaz. Ağaç sadece bir işarettir (âyet). Güzelliğe bu işaretten hareketle ulaşmak gerekmektedir. Duyularımızla kavradığımız güzel ağaç, biz farkında olmasak da sürekli değişme halindedir (“ol“ emriyle sürekli yeniden yaratılmaktadır). Gerçek güzellik, ağacın değişen niteliklerinde değil, değişmeyen özündedir. Bu öze ancak soyutlama (tecrid) yoluyla ulaşmak mümkün olabilir. Soyutlamanın ilk aşaması stilizasyondur. Stilizasyon (üsluplaştırma), objeyi şematize etmektir.
Bütün varlık, aynı mutlak hakikatin tezâhürü olduğuna göre, sayısız objede dağılmak yerine, belirli objelerden hareket etmek ve onlar üzerinde derinleşmek daha doğrudur. Bu yaklaşım, müslüman sanatçıyı kaçınılmaz olarak şematizme götürür. Bunun doğurduğu tekdüzelikten de çeşitleme (tenevvü) yoluyla kurtulmaya çalışılmıştır. Gerçek bir sanatçı, yaptığını asla tekrarlamaz.
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 25 -
Sanat eserleriyle sanat eserine bakan arasındaki ilişki de, sanatçıyla sanat eseri arasındaki ilişkiye benzemektedir. Bakan, sanat eserini tamamen kendi dışında bir şeymiş gibi görmez. Yani eleştirel bir tavırla bakmaz. Aradaki mesafeyi kaldırır ve sanat eserini yaşamaya çalışır. 136
Günümüzde Sanat Denince...
Allah'a kul olabilme ve her an ibâdet/kulluk yapabilme bilincinden uzaklaştırılan günümüz insanı, çok tanrılı dinlerin kucağına düşmüş, bir sürü sahte ilâhların yanında nefsini de tanrı kabul ederek hevâî isteklerin dışına çıkamaz bir duruma gelmiştir. Müstekbir güçler, tâğûtî düzenler insanları kolay sömürebilmek ve rahat güdebilmek için afyon-sanattan yararlanıyorlar. Daha açıkçası, sanatı uyuşturucu fonksiyona indirgiyorlar. Her tarafı kuşatan dejenerasyon sanatta da kendini gösteriyor.
Özellikle yaşadığımız topraklarda spor denilince akla hemen futbol gelir. Spor sadece futbol demektir. Hem de kumara, israfa, kavgalara, ilâhlaştırılan futbolculara, “en büyük“, yani “ekber“ kabul edilen takımlara, yani tüm çirkinliklere batmış şekliyle futbol. Aynen bunun gibi, sanatçı denilince, iki tip akla gelir: Şarkıcı veya artist. Sanat denilince de bunların cıvıklıkları.
Beş-on sahâbînin adını sayamayan gençler, Michael Jackson'ın ayakkabı numarasını biliyor, Madonna'nın video kliplerini ezbere sayabiliyor. Bir-iki TV. dizisinde veya filmde rol alan aşifteleri ise göklere çıkartıp “yıldız“laştırıyor. Bu yıldızlara aktrist de değil, artist deniyor. “Art“ batı dillerinde “sanat“ demektir; artist de sanatçı. Türkçe'de başka hiçbir sanat dalıyla uğraşana artist denmez, sadece filmlerde boy gösterenlere denir. Filmde rol yapmanın dışında başka sanat kabul edilmediğinin çok kesin göstergesidir bu.
Şâire, edebiyatçıya, mimara, hattata, tezhipçiye, çini işleyen ressama... sanatçı diyen yoktur artık. Sadece şarkıcı ve artist bu unvânı alır. Yalnız, burada biraz durmak gerekiyor. “Sanatçı“ damgası bunlar için güzel bir yanlış sıfat olmalı. “Sanatçı“ ile “sanatkâr“ arasında büyük fark var gibi geliyor bana. Sanatkâr, sözlüğe bakılırsa sanatçı demektir ama kullanılışta hiç de aynı değil. “Sanatkâr“ın kitle nazarında bir ağırlığı, bir saygınlığı vardır. Ciddî bir sanat dalında veya ustalık isteyen bir meslekte (zanaatta) mâhir birine “sanatkâr“ denilir de “sanatçı“ denmez. Ama fâhişe rollerini çok iyi beceren, iki şarkı ezberleyip hoplayıp zıplayan veya orasını burasını gösterme sanatını(!) icrâ eden, bunların dışında hiçbir mârifeti olmayan orta mallarına “sanatkâr“ dendiğini duydunuz, gördünüz mü? Onlara olsa olsa “sanatçı“ denilmekte. Sanatçı! Domatesçi, patatesçi dediğimizde, nasıl onları satan zerzevatçı aklımıza geliyorsa, aynen onun gibi, sanat adına köşeyi dönen, yani sanat alıp satan veya sanat adına alınıp satılan tüccar veya kölelere sanatçı deniyor.
Günümüzde halk yığınlarına mal olmuş şekliyle sanatçı diye, ya şarkıcıya denir, ya artiste. Sanat da ya sinemadır, ya müzik. Bunların her ikisinin sanat olabilmesi için sadece tek şart vardır. O da cinselliğin, seksin alabildiğine serpilmiş olması. Yoksa ağzıyla kuş tutsa kişi sanatçı olamaz. Sanat, mânâ ve hakikat âleminin penceresi değildir artık, kasap vitrinidir. İnsan, sadece maddedir, tendir.
136] Beşir Ayvazoğlu, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Y., Estetik maddesi
- 26 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mânevî kimlik çoktan unutulduğundan, sanat, teşhir ve şov demektir. Müzik sadece sesle söylenen, çalgı âletleriyle çalınan ezgiler değildir; eşek dansı ve hayvansal çıplaklık olmadan müzik düşünülemez hale gelmiştir. Yedinci sanat kabul edilen sinema da beyaz değil, kara perdedir; ahlâksızlığın, çirkefliğin aksettiği perde. Televizyon da gazino ve sinemanın evin içine girmesi.
“Bekri Mustafa imam olmuş deyin, onlar anlar memleketin halini!“ cinsinden yukarıdaki manzarayı düşünün. Sanatın(!) ne olduğunu ârifler anlar; daha doğrusu, ne hale geldiğini sanatın ve memleketin. Bu ortam, bu anlayış içinde sanat, emperyalizmin kötü emellerinin âletinden başka bir şey değildir artık. Emperyalizm sanatı istismar, insanı da istihmar etmek için devreye girmiştir.
Emperyalizmin Hizmetinde Sanat
Koyunları gütmek için çoban, kavaldan yararlanır. Kaval çalmasını iyi bilen bir çoban, müzikle sarhoş ettiği koyunlara istediğini kolayca yaptırır. Biraz da kavalların yardımıyla her çobana boyun eğen koyun haline getirdiler halk yığınlarını. Çobanların rejimin en tepesine çıkmasını yadırgamayabiliriz, ama yönettiklerini sürü haline getirip istedikleri gibi güttüklerini görmezden gelemeyiz. Zulüm, isterse kendilerine karşı olsun, hiçbir haksızlığa sesini çıkarmayan uysal koyunlar haline getirildi toplum. Bu neticede müziğin payını unutmamak gerekir. Yorgun-argın işinden eve dönen adamı düşünün. Çobanların teyip, tv. gibi aygıtlarla evin içine kadar soktukları kaval seslerinden başını kaldırıp da namaza, düşünmeye, okumaya, çoluk-çocuğuyla ilgilenmeye fırsat bulamıyor. İşini, sokağını, çevreyle ilişkisini yönlendiren emperyalist rejim, onu evinde bile bırakmıyor. Gündüz evde kalanlar yine müzikle uyutulacak, tv. filmleriyle avutulacaktır. Evden işe giderken dolmuşların motor gürültüleri, kasetlerdeki modern gürültülerle işbirliği yapacak.
Hasan Sabbah'ın cennet fedâilerini herhalde bilirsiniz. Esrar yutturularak liderlerinin her emrini yerine getiren fedâilerdir bunlar. Bugün de Hasan Sabbah'lar gönüllü fedâilerine (kurbanlarına) afyon-sanat yutturmaktadırlar, onları kullanabilmek için. Esrarkeşler gibi yalancı cennet içinde, gerçeklerden kaçmaktadır halk uyuşturucu ses ve görüntülerle. Tembel tembel uyumak, uyuşmak, eğlenmek, vur patlasın çal oynasın anlayışı; boşvermişlerin yaşam felsefesi. Bunların boş vermeyenlere oranı ise, Avrupa'da bile rahatlıkla birincilik kürsüsüne çıkacak boyutta.
Bazı dört ayaklılara su verirken, sahipleri ıslık çalmak zorunluluğu hisseder. Hayvan, su içerken bile ıslıksız, müziksiz yapamaz. Bazı sulular da yemek yerken, su içerken bile müziksiz yapamazlar. Sözgelimi, çoğu dolmuş şoförü direksiyonun başına müziksiz geçemez. Hem de müzik ve sanat demeye bin şâhit olsa kabullenemeyeceğiniz tarzda bayağılıklar.
Çocukları uyutmak için ninniler söylenir. Çocuk akıllı gençleri uyutmak için de düzen ninniler söylemektedir hep. Yeter ki sesleri çıkmasın, mışıl mışıl uyusun çocuklaştırılanlar. Çocukları oyalamak için ağızlarına emzik tıkadıkları gibi, çocuklaştırılanların kulaklarına volkmenler tıkamakta, hakkı dinleyecek kulak bırakmamaktadırlar.
Gerçek sanat, ne koyun gibi güdülme aracı, ne uyuşturucu bir afyondur, ne de ninni. Gerçek sanat uyanıklıktır aslında. Tüm âzâların uyanıklığı, hassâsiyeti
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 27 -
gerekir sanat için. Her şeyden önce de rûhun uyanıklığı, dikkati şarttır. Sanat düşüncedir, tefekkürdür aslında. Hem göz, hem gönül açıklığıdır. Piyasada görülense sanatın istismarı, hislerin sûistimâlinden başkası değildir.
İnsanlar nelerle meşgul edilmektedir? İbâdet için yaratılan kul, dünyaya oyun ve eğlenmeye geldiğini zannetmektedir. Oyun ve eğlence, çocukların hayatında önemli yer tutar. Çocuk ruhlu, çocuk akıllılar da oyun ve eğlencelerle hayatlarını tüketiyorlar. Eğlenip felekten bir gün çaldığını zanneden delikanlı, şeytana gününü ve daha neyini çaldırmaktadır, bir düşünse...
Bu topraklarda afyon-sanatın, özellikle de müziğin fecî şekilde, bulaşıcı hastalık gibi yaygınlaşması ve desteklenmesi, çeşitli sosyal ve siyasal hesaplardan kaynaklanmaktadır. Kitlelerin sömürülmesini kolaylaştırmak için egemen güçler ve emperyalizm çeşitli planlar uygulamaktadır. Bunların başında kalabalıkların dikkatini oyun ve eğlence gibi şeylere çekmek ve onları boş şeylerle oyalamak gelir. Futbol ve müzik, milyonlarca müstaz'afın en önemli meselesi haline gelerek bir deşarj (boşalma) sebebi olmaktadır.
Çağdaş Firavunlar, propaganda ve eğitim kurumlarıyla insanları gerçek dinden uzaklaştırarak âhiretlerini mahvettikleri gibi, oyun ve eğlence kurumlarından oluşan emniyet sübapları aracılığıyla dünyalarını da mahvetmektedirler. Koyun sürüsü haline getirilen milyonlarca insan, kendilerine en büyük zulümleri revâ gören müstekbirleri bu şekilde alkışlayabilmektedirler. İspanya'nın meşhur diktatörü General Franco şöyle diyordu: “Futbol, seks ve piyango olmasaydı, ben kırk yıl bu halkı nasıl istediğim gibi yönetebilirdim?“ Bu taktik, sadece Franco'nun değil; her asırdaki ve her ülkedeki tâğutların ortak prensibidir. Halkın ayaklanmasına giden yolu tıkamak için milât öncesi Yunan idareleri zamanında bile halkı lüzumsuz oyunlar, spor yarışları ve çılgın eğlencelerle uyutma ve uyuşturma politikaları güdülmüştür. Futbolla birlikte günümüzdeki sanat da çağdaş tâğutların can simidi. Sanat emperyalist güçlerin elinde bir atom bombası, bir kitle imhâ silâhıdır. Artık savaşlar, sanat denilen silâhlarla dolaylı olarak psikolojik alanda yapılmaktadır. İnsanlar dünyada dönen zulüm çarklarının farkına varmasın diye müzik ve sinema ile iğdiş edilmekte, uyutulmakta ve uyuşturulmaktadır. Halk yığınlarını afyon yutmuş Hint Horozuna çeviren bir sihirbaz değneği olan sanat, aynı zamanda büyük bir propaganda aracıdır.
“Coca Cola“sını 137 bütün dünyada reklam kandırmacasıyla ihtiyaç kabul ettiren ülke, Madonna'sını, Michael'ını tüm memleketlerde kendi üstünlük ve egemenliğinin sembolü olarak kullanmaktadır. Sık sık dünya turneleriyle ABD başkalarından önce sanatçı-ajan Mıchael'lar ülkeleri ele geçirmektedir öncü kuvvetler olarak. Bu, eli bilmem neresinde, yarı erkek yarı kadın kılıklı, yarı hayvan yarı insan ihtiyar delikanlı, sömürülen kurban kullar gözünde yarı insan yarı tanrı gibi görülmektedir. Eylül 1993'teki İstanbul turnesinde tekrar görüldü ki, uğruna her şeylerini fedâ edebilecek çılgın hayranlarına stadyum denilen tapınaklar bile dar gelmekte, kahraman Türk gençliği sömürgelik andı içmekte, T.C. çoktan ABD mandalığını benimsemekte. Gençliğin onun şahsına karşı gösterdiği batı ve Amerika hayranlığı, onların dilinden anlamasa bile âyin gibi dinlediği müzik ve sanatına tutkunluğuyla bütünleşmiş olmaktadır. Yeni dünya düzeni bu olsa gerek.
137] Kaka Kola diye okunmalıdır
- 28 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Türkiye'de kolay şöhret olmuş, daha doğrusu şöhret yapılmış sanatçı kabul edilenlere bir bakın; Tatlıses'ler, Emrah'lar, Ferdi'ler... artist veya şarkıcı kızlar, hepsi kültürsüz, eğitimsiz insanlar. Böyle olması gerekiyor kolay kullanılmaları için. Sömürü çarklarının başındakiler için en kestirme, en kolay yol bu. Medya, fuhuş sektörü, düzen ve egemen güçlerden oluşan emperyalist koalisyon, sanatçı(!)yı kullanıyor. Sanatçı da birazcık onları. Ya da, kullanılan sanatçı, kullandığını sanıyor. Sanatçı, emperyalist sektörün kuklasından başka bir şey değildir; yığınlar da kukladan zevk alan, ipleri fark edemeyen çocuk akıllılar.
İçki ve esrar cinsinden uyuşturucuların haram kılınmasının hikmetleri; aklı gidermesi, insanı uyuşturması, düşünceden ve iyi şeylerden alıkoyması ve bağımlılık yapmasıdır. Bu sayılan özelliklerin tümü, günümüzdeki sanatta ve en çok da müzikte bulunmaktadır.
Müzik kafalı müzikomaniler, daha da ileride müzikomanyaklar, yeni türeyen varlıklardır. Yarınlarımız da bu türedilere emânet. İzinden gittikleri Ata'larının emirlerini daha çağdaş hale getirip uygulama içindedirler: Ey Türk gençliği! Birinci vazifen müzik dinlemek, maça gitmek, TV. seyretmek, chat yapmak ve atari oynamak; böylece boşvermiş gençlik olmaktır. Her türlü rezâlet için muhtaç olunan araç Yeni Dünya Düzeni ve T.C. düzeni tarafından ortaklaşa karşılanacaktır. Her aradığın, medyada mevcuttur...
Uluslararası emperyalizm, Türkiye'ye sık sık övgüler, birincilikler, madalyalar dağıtır. Hangi konuda mı? Sanat konusunda. Durun, hemen sevinmeyin, sanatımız Avrupa'da bile takdir ediliyor diye. Daha çok cinselliği, dini karalamayı, ahlâksızlığı ön plana çıkaran o biçim sanatlardadır bu ödüllendirilenler. Festivallerde başarılı olan filmlerin hemen hepsi o biçimdir ya da insanımızı karalayan, inancına düşmanlık edilen cinstendir. Güzellik(!) yarışmalarında ön sıralarda yarışmalı Türk kızları ki, batı uygarlığına yaklaşılsın! Folklorda (halk danslarında) birincilikler verilir, halk bunlara daha fazla önem versin. El sanatlarını överler; Türk halkı bunlarla meşgul olup ciddî şeylere vakit ayıramasın. Ne güzel halıları vardır Türklerin, dantelleri, oyaları, oynamaları, oyalanmaları, avlanmaları...
Emperyalistler sadece rûhu sömürmezler; onların dini-imanı para olduğuna göre, sanat ayaklarıyla insanın parasına da sülük gibi yapışacaklardır. İlmî bir kitap 70 milyonluk ülkede üç bin basıp satamazken, bir arabesk müzik kaseti iki milyon, üç milyon satabiliyorsa, gerisini siz düşünün; hem maddî yönünü, hem mânevî yönünü. Bir kaset kaç liradır; yüzlerce sanatçı(!)nın binlerce kasetinin tüketimini hesaplayın. Milyonlarca lira vererek aldığı biletle bir gece önce stadyum kapılarında sıraya giren on binlerce gençliğin rock starını dinlemek için mânevî fedâkârlıklar yanında, maddî kayıplarını toplamaya çalışın. Bunun hemen göze çarpmayan yönleri de var. Uydurma ses yarışmalarıyla kandırılıp dolandırılanlar, hayranı olduğu şahıs gibi sanatçı, artist olmak için evden kaçıp kötü yola düşenler, hayranı olduğu sanatçının giydiğini giymek için varını yoğunu verenler, hem parasından, hem başka şeylerinden olanlar...
Kapitalist düzenlerde her şey menfaat ve kâr amacına yöneliktir. Çok lüzumsuz şeyler bile ihtiyaç zannettirilerek tüketimini sağlamak için insanlar zayıf yanlarından yakalanacaktır. Göz ve kulak, hakkı görüp işitmeyeli, iyice zayıflamış; kalp ibâdetlerle gıdâlanmadığından kendine tuzak kuran avcıları hissedemez olmuştur. Emperyalistlere kolay yem olmak için, insanların, gerçek dinden
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 29 -
uzaklaşmaları gerekir. Bu iş, sanat ve düzen işbirliğiyle sağlanarak altyapı oluşturulmuştur çoktan. Cinsel duygular sömürülerek, sanat ve güzellik anlayışı daha da bayağılaştırılarak bir sektör geliştirilir: Fuhuş sektörü. Fuhuş sektörü deyince sadece genelev patronunun kaç yıldır vergi rekortmeni olması aklınıza gelmesin. O aysbergin sadece görünen küçük parçasıdır. Müziğin, eğlencenin, sinemanın, gece hayatının, TV. Programlarının, makyaj ve her türlü güzellik malzemelerinin, modanın, daha sayılabilecek buna benzer şeylerin oluşturduğu büyük bir sektördür bu.
Büyük şehirlerin caddelerinde küçük bir gezinti yaparsanız, dükkânların en az yarısının cinsellik ve fuhuş sektörüne (pardon, sanata) hizmet ettiklerini görecek, gariban halkın paralarının hangi yollarla nereye aktığını anlayacaksınız.
Modayı düşünün. Özgür olduğunu zanneden insanlar, neyi giyeceğine bile kendileri karar veremiyor. Onları kimler kukla gibi kullanıyor?! Paris'teki modacının isteği dışına çık bakalım kolaysa. Tabii, moda sık sık değişecek, birkaç defa giyilen tuvalet, artık tuvalete giderken bile giyilemez olacak, yerine bir başka giysi gelecek. Paralar da sektöre akacak. Mankenler ve sanatçılar bu sektörün başrol oyuncuları; modacılar, kumaş satıcıları, dokuma sanayicileri ve terziler de figüran kadrosu.
Sanat maskesi takan fuhuş sektörü (fuhuş, Kur'ânî kavram olarak her türlü aşırılığı, özellikle günah yoluyla aşırılıkları ifâde eder), sadece inançsızlığın, ahlâksızlığın değil; aynı zamanda enflasyonun da en önemli sebebidir.
Sanat da arz-talep işidir. Sanat ticârî bir metâdır. Halkı çağdaş uygarlığa çıkarmak hedefiyle fuhuş sektörünün kurbanı yapan düzenin kendisi de, bu sektör için ne bütçeler ayırmaktadır...
Düzen ve toplum değişmeden sanatın kurtulmasını beklemek safdillik olur. Sanat, toplumun aynası olduğundan, toplumdaki yanlışların sanata yansımaması mümkün değildir.
Sanat ve Toplum
Sanat, sanatçının iç dünyasını dışa yansıtan ayna olduğu gibi, toplumun da aynasıdır. Toplum ile sanat arasında öyle yakın bir münâsebet vardır ki, bir toplumun bütün özelliklerini sanatından çıkarmak mümkün olur. Sanatçı, içinde bulunduğu toplumu etkilediği gibi, toplumdan da büyük ölçüde etkilenir.
Toplumun değerlerini ve estetik anlayışını dikkate almak zorunda olan sanatçının, içinden çıktığı topluma karşı birtakım sorumlulukları vardır. Evrensel değerlere ulaşabilmek, genelin kapılarını yoklayabilmek için, sanatçının kendi toplumunun çağdaş problemleriyle hesaplaşması gerekir. Sanatçı, istese de istemese de kendi toplumundan başlayarak insanlığa yönelmiş bir mesajın sahibidir. Ya toplumunu veya toplum düzenini kutsar ya da bu toplum ve düzeni değiştirme çabasında olur sanatçı. Sanatı sanat için bile kabul etse, uğraşısı bu iki seçenekten biriyle sonuçlanır. Kendini anlatan bir sanatçı, kendisi belli bir düzen ve toplum içinde şekillendiğinden, bir ölçüde çevresini yansıtmış olur. Tekil olma özelliğini fildişi kulesine çekilse bile sürdüremez. En çok “ben“ olduğu yerde bile “biz“den kurtulamaz. Toplumun onunla ilgilenmesi için, o toplumla ilgilenmek zorundadır. Bu noktada toplumun anlayışı, beğenisi, yargısı tek ölçü kabul
- 30 -
KUR’AN KAVRAMLARI
edilirse toplum putlaştırılmış olur. Muhâfazakârlık ve milliyetçiliğin uç noktasıdır bu. Yok, toplum önemsenmezse -ki bu, aslında mümkün değildir- sanatçı, boşlukta yaşıyor veya hiç yaşamıyor demektir. Toplumun önemsenmesi, dikkate alınması, topluma karşı sorumluluğun yüklenilmesi anlamına gelir.
Sanatçı, ancak kendisini anlayabilecek dereceye gelmiş bir toplum üzerinde etkili olabilir. Sanatçı, gerektiğinde toplumun değişmesine öncülük etmelidir elbette. Ama bu, toplumla bağlarını koparmak değil; güzel bağlar oluşturma çabasıdır aslında. Her peygamber, kendi toplumunun içinden çıkmıştır. Toplumun içinden biridir o. Kendi kavminin kardeşlerinden birisidir peygamber. İthal malı kurtarıcı olmaz; bu nedenle toplumunu iyi tanımalıdır lider ve sanatçı. Toplum da onları.
Tanzimat'tan beri iki tür sanatın mücâdelesini daha çok görürüz Anadolu topraklarında. Bir tarafta doğulu olduğunun farkında olan ve bundan utanç duymayan, geleneksel kalıplarda bile olsa müslüman sanatçı; diğer tarafta da batılı olamayışına üzülen ve müslümanlıktan başka her şeye sempati duyan yabancılaşmış sanatçı vardır. Bu ikisi arasındaki savaş, egemen güçlerin ve rejimin desteğiyle, bâtılı savunan ve batılı olmaya çalışanın lehine ivme kazanarak gelişmiştir. İslâm'dan olduğu kadar, halktan, toplumdan da bağlarını koparabilme riskini göze alabilmiştir yabancılaşmış sanatçı.
Bu yarı batılılaşmış ve İslâm'la ilgisi var diye, içinden çıktığı toplumun temel değerlerine uzak kalıp “tıpkı Avrupalılar gibi olacağız ve olmalıyız“ diyen sanatçının, niçin orijinal bir eser meydana getiremediğini anlamak kolaylaşacaktır. Taklitçilikle sanat oluşmaz. Sanat rûhun ifâdesidir, şahsiyetin tezâhürüdür. Kendi kendisini kabul etmeyen, fıtratını, değerlerini inkâr eden bir insan veya toplum, nasıl güzel veya yeni bir sanat ortaya koyabilir? Kendini aşağı görme hissiyle, aşağılık duygusuyla orijinal eser ortaya konamayacağını çocuk bile bilir. Batılı da, doğulu da olamayan ucûbe bir tip çıktı. “Onlar gibi olacağız“ diyenler, kendilerini de unuttu. Kendine âit ne varsa, yakıp yıkmaya çalıştı. Bu, mânevî intihardı. Bu intiharı, çağdaş medeniyet seviyesine yükselmeyi en büyük hedef kabul eden rejim arzulamıştı. Sanata ve sanatçıya çok yönlü baskı ve yönlendirmeler yapmıştı T.C. rejimi. Bugünkü sanat ve sanatçı, çok yönleriyle onun eseridir. Eseriyle övünebilir rejim.
Sanat ve Rejim
Şöyle düşünebilir miyiz? Şu anda cehâlet asrını değil; asr-ı saâdeti yaşıyoruz. Önderimiz hayatta. Sanata, daha doğrusu bugün sanat denilenlere karşı tavrı ne olurdu peygamberimizin?
Hz. Ebûbekir veya Hz. Ömer devrindeyiz. Bu halîfelerin televizyon karşısında film seyrettiklerini veya bir sanatçı(!) şarkı söylerken onu dinleyip izlediklerini düşünebilir misiniz? Bu soruları, benzer şekilde çoğaltabilirsiniz. Eğer onları tanıyorsanız ve yalancı şâhit değilseniz cevabınız çok nettir. Peki niçin? Onlar mı hidâyet üzere, bugünkü toplum ve sanat mı? Biz kimi örnek alır, kimin yolundan gidersek kurtulabiliriz? Peki, onların hükmettiği devlet olsaydı ve biz de câhiliyye hükmüyle değil; onların uyguladığı şeriatla idare edilseydik, sanat anlayışımız bugünkü gibi mi olurdu? Toplumda nelere sanat, kimlere sanatçı denirdi?
Tarihi değiştirmek mümkün değil; olan oldu, geçen geçti. Fakat biraz daha
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 31 -
yakınlara gelip düşünelim: Osmanlı, batının kucağına oturmasaydı, Tanzimat olmasa, Cumhuriyet ilân edilmeseydi, meselâ klasik Osmanlı idaresi Fatih dönemindeki gibi devam edip bugünlere gelinseydi; bale, opera gibi sanat(!)lar bir tarafa, klasik batı müziğini, her şeyiyle hafif olan hafif müziği, eşek dansını, bugünkü çirkef sinemayı... sanat kabul eder miydik? Rejimin bu sanatları, gümrüklerden ambargo koymadan geçirmesini bekler miydik? Bu sanatların(!) etkisinde kalır mıydık? Demek istiyorum ki, sanat anlayışı, düzenle direkt ilgilidir.
Meselâ Kanuni'nin, o dönem Fransa'sında ilk defa yaygınlaşmaya başlayan, kadınlı-erkekli, adına modern dans denilen sanata(!) karşı tavrını bilirsiniz. Kendi ülkesindeki insanlara, müslümanlara bu hastalığın bulaşmaması için Fransa'ya ültimatom veriyor, bu sanatı yasaklamazsa Fransa'ya savaş açacağını sert bir dille söylüyordu. O zaman dünyayı Osmanlı yönlendirdiğinden, hemen yasak işliyordu. Şimdi batı ve Amerika'nın yön verdiği dünyada, bu ülkelerin “bizi taklit edin!“ ültimatomuna gerek kalmadan bu tür hastalıklar yayılabiliyor, tarih tersine tekerrür ediyor.
Her düzenin kendine uygun bir sanat anlayışı vardır. Düzen, her şeyiyle gelir. T.C. kurulduğunda halkın sanat anlayışını da değiştirmek için imkânlarını seferber etti. Savaştan çıkmış halkın yiyecek ekmeği olmadığı 1920'li yıllarda yeni rejim, yurdun dört bir yanına heykeller dikmeyi, sık sık balolar tertip edip oralarda çeşitli sanatları sergilemeyi, kilise müziğine benzer müziği yaygınlaştırmayı, opera ve baleyi batıdan ithal edip emrine genel müdürlük vererek devletin himâyesine almayı öncelikli görev bildi. Çünkü “cumhurbaşkanı olmak kolaydı, ama sanatçı olmak, sanatçı yetişmek zordu.“ Devlet de, bu zor(!) görevleri başardı. Kurtarıcılar, halkı İslâm'dan kurtarabilmek için batının heykelinden müziğine her sanatını ithal etme kahramanlığını şanla yerine getirdiler. Devrimler önce sanatta ve sanat anlayışında gerçekleştirildi. Bu da tabiîdir. Her inkılâp, kalıcı olmak için sanatı kendi yanına ve hizmetine alır. Fetihler (veya işgaller), önce sanatla ve sanatta yapılırsa başarı oranı büyük olur.
T.C. Rejimi, meselâ devlet edebiyatı, devlet şiiri diye bir kurum değil; Devlet Opera ve Balesi, Devlet Tiyatroları, Devlet Konservatuarları, sadece resim ve heykelle uğraşan Devlet Güzel Sanatlar Akademisi gibi kurumlar oluşturmuştur, hem de 1920'li yıllarda. Rejimin anlayışına hizmet eden sanatçılar “devlet sanatçısı“ unvanını alır, devletin himâyesine girer. Devlet, kendi seçtiği branşlardaki kendi sanatçılarına maddî yardımlarda bulunur. Sanatla uğraşanların bazıları zindanları boylarken, bazıları da düzenin sağladığı tüm imkânlardan sonuna kadar yararlanır. Önce şunu belirtelim: Sanatın devletçe korunması sanat açısından da son derece olumsuz bir durumdur. Devletin sanatı destekleyeyim derken, kısırlaştırdığı, en iyisi şöyle dursun, sanatçının en kötüsünü tuttuğu hemen her ülkede çok görülmüştür. Sanat açısından olaya baktığımızda, bazılarının desteklenmesi, diğer sanatçıların aleyhine yarışın neticelenmesini sağladığı gibi, dalkavuk sanatçıların artmasına, sanatçının duraklamasına sebep olur. Sanat, rejimin emrine girdikçe kaybolur. Bir borazandan farkı olmaz. Sonra hangi hükümet, sanatçının gerçeğini sahtesinden ayırt edebilecek yetenektedir?
Ama kasıt bellidir. Söylemezler söyler, yazmazlar yazar, çizmezler çizer, bilmezler bilir kabul edilmeli, rejime payandalar oluşmalıdır. Gerçek sanata giden yol tıkanmalı, hakiki sanatçının yetişeceği ortam oluşmamalı, bal vermez arılara
- 32 -
KUR’AN KAVRAMLARI
fakir fukarânın parası bol keseden dağıtılmalıdır. Tâ ki, rejim güçlensin. Yoksa sanat-manat düzenin nesine?
Müslüman sanatçı için hiçbir altyapı yoktur bu rejimin gölgesinde. Müslümanlar adına sanat diye ortaya konulanlar, ya birer çocuk oyuncağı cinsinden şeyler, ya da yabancı malzemeyle, yabancı öğelerle iğreti bir İslâm kılıfı giydirilmiş aslı bize âit olmayan şeylerdir.
Sanat İçin Sanat (Put-Sanat)
Hedefini yitirmiş, boşvermiş insanların toplumudur câhiliyye. Yaratılış sebebini bilmeyen insan, niçin yaşadığını da bilmeyecektir. Ot gibi yaşayacak, amaçsız, idealsiz bir hiç olarak yaşadıktan sonra, anlayışına göre yine bir hiç olacak, toprağa karışacaktır. Bazıları daha idealisttir. Kendilerine göre bir ülküleri vardır. Bu ülkünün başında kendisi, egosu olduğundan savunur idealini. Kendi menfaati, kendi vatanı, kendi ırkı, kendi tarihi, kendi coğrafyası, kendi rejimi, kendi prensipleri, kendi takımı, kendi şarkıcısı, kendi sanatı... Bunların ne kadarı tümüyle kendine âittir; orası ayrı bir konu. Ama o aslında ben merkeziyetçilikle kendini putlaştırmaktadır.138 Rabbini de kendini de tanımamıştır. Bazıları ise ezilmiş, sömürülmüş, kandırılmıştır. Kendinde ilâhlık göremeyecek darbeler yemiştir. O da piyasadaki ilâhların bir veya birkaçına kul olacaktır. Câhilî insan için kaçınılmaz bir durumdur bu. İnsan, Allah'a hakiki anlamda iman etmiyorsa, ya kendini güçlü görüp ilâhlık taslayacak, ya da kendi üzerinde ilâhlık taslayanları kabul edip onların kulluğuna girecektir.
Câhilî toplumlarda sanatkâr ilâh taslağıdır; sanat da. Sanatçının ilâhlık iddiâsına câhiliyyenin sanat anlayışında, yaratma konusunda temas ettik. Sanat nasıl ilâh olmaktadır?
Laiklik ayrı bir din (daha doğrusu, çok dinlilik) olduğundan, müslümanın laik olması düşünülemez. “Onun her şeyi, namazı, ibâdetleri, hayatı, ölümü, hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir. O'nun ortağı yoktur. Böyle emrolunmuştur.“139 Elbette müslümanın sanatı da Allah içindir. Sanatta yasakları ve tavsiyeleri Allah belirler. Mü'min her konuda O'na kulluk eder, itaat eder.
Batıdaki tüm yanlışlıklar aynen ithal edilecektir ya, 1804’de Benjan ve 1828 yılında V. Cousin'in ilk defa kullandıkları “sanat, sanat içindir“ ifâdesi, çoğu sanatla uğraşanlarca bir nass gibi benimsenmiştir. Sanatçının sosyal görevine inanan romantizme tepki olarak doğan bu anlayışa göre “ahlâk ve yararlılıkla uğraşmayan ve saf güzelliğin peşinde koşan sanatın, kendine has bir amacı olmalıdır. Sanat ve estetik kuralların dışında başka bir şey sanata gâye olamaz. Sanatın kurallarını ve amacını yine sanat belirler.“ Görüldüğü gibi bu anlayış, sanatı putlaştırmaktan başka bir şey olmadığı halde, gâyesini yitirmiş son dönem Osmanlı ve T.C. sanatçılarının önemli bir çoğunluğunun, uğruna mücâdeleleri göze aldıkları inancı oldu. 19. Yüzyılda bir delinin kuyuya attığı taşı çıkarmak veya o taşı orada tutmak için ne fikrî savaşlar verildi, ne kan gibi mürekkepler döküldü bir bilseniz... “Sanat sanat içindir“, “yok, değildir“...
Amaçlarla araçları günümüz insanının çok defa karıştırdığına önemli bir
138] Bkz. Furkan, 43
139] En'âm, 162-163
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 33 -
örnektir bu, aynı zamanda. Bir şey, kendisi için nasıl olur? Sanat gâye olabilir mi? Tefekkürü yitiren, Allah'ı unutan insan, inanacağı bir gâye, bir ilâh bulacak elbet. En güzel araç bile amaç olduğunda tüm değerini kaybeder, bir felâket sebebi olmuş olur amaçlaştıran için.
Sanat sanat içindir ifâdesi artık değerini büyük oranda kaybetti. Artık her amacın sanatı soysuzlaştıracağı tezini işleyen pek kimse kalmadı. Dâvâsız, idealsiz bir sanatın sanat olmaktan çok hevâ denen nefsin arzularının dışa vuruşu olduğunu söyleyebiliriz. Müslüman olarak, sanatı daha çok, hakkın ortaya konulması ve haksızlığa karşı çıkılmasının estetik tarzda, güzel şekilde icrâ edilmesi olarak düşünmemiz gerekir.
Yukarıda câhiliyye insanı için söylediklerimizin bir benzerini sanat için de söyleyebiliriz: Allah için sanat anlayışı olmayınca, ya sanatın kendisi ilâh yerine geçecek, ya da sanat, piyasadaki ilâhların(!) birine hizmet edip onun kulu olacaktır. Bugün sanat, kendisi putlaştırılmıyorsa; emperyalizm, düzen, fuhuş, moda, sanatçı... gibi ilâh taslaklarının hizmetinde bir kuldur.
Sanatın Putlaştırılması
Sanatın genel olarak putlaştırılması gibi, sanat dallarının çoğu, hem de birkaç yönden put görevi üstlenmiştir.
Heykellerin ve bazı resim, hatta fotoğrafların put olduğunu bilmeyen yoktur. Tâğutların resim ve heykelleri böyle olduğu gibi, sâlih insanların heykel veya resmi bile olsa, saygı duyulur, tâzim edilirse put olmaktan kurtulamaz. Hz. İsa'nın, Hz. Meryem'in heykel ve resimlerinin bu konumda olduğunu hepimiz biliyoruz.
Müzikten başlayalım isterseniz. Müzik, yani mûsiki “Mûsa'ların sanatı“ anlamındaki Yunanca “musike“den. “Mûsa“, bildiğimiz peygamber Hz. Mûsâ değil. Mûsa, Yunan mitolojisinde yüce sanatların perisi olan dokuz tanrıdan herbiri. Okunuş şekli müz. Müz, tanrı adı. Yunanlılar mûsiki sanatını insanlara hediye eden ve onu koruyan bu tanrının varlığına inanırlardı. Müzik kelimesi de “müz tanrıçasına âit olan“ demek. Kelime oradan türemiş.
Müzik seslerini gözönünde canlandırmak için nota denen kararlaştırılmış işaretler kullanılır. Müslümanlarda ve eski Türklerde çok değişik notalar kullanılmakla birlikte, bugün bunlar unutulmuş, sadece batı notaları kullanılır olmuştur. Do, re, mi... Bu batı notalarının Yunan tanrılarının adlarının ilk heceleri olduğu ileri sürülür. Genel kabule göre ise Guid Arenzo, bu adları Aziz Johannes Batista ilâhisindeki mısraların birinci hecelerinden alarak notalara isim takmıştır. Görüldüğü gibi bu notalar, ya putları çağrıştıran heceler, ya da hristiyan dinî müziğinden alınan parçalardır.
Sanatçıların bir topluluk önünde müzik parçalarını çalması ya da söylemesi demek olan konserler 17. yüzyılın sonlarına kadar, tek-tük saraylarda icrâ edilenleri saymazsanız, sadece kiliselerde verilirdi. Konserler, kilise ile ortaya çıkmış, onunla bütünleşmişti.
Bugünkü Klasik Batı Müziği, büyük ölçüde kilise müziğidir. Oratoryo müziği de denilen bu dinsel müzik, batı müziğinin diğer şûbelerinde de açık etkisi olan yaygınlıktadır. Mozart ve Bethoven'in en meşhur eserleri kilise müziği tarzındadır. Klasik Türk Müziğini, Batıda müzikle uğraşanlar bile bilmez, ama Klasik Batı
- 34 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Müziğini evinde veya televizyonu olan bir köylü bile bilmekte, şurada burada insanlar kulak vermek zorunda kalmaktadır.
Belirli bir konusu olan ve orkestra eşliğinde oynanan müzikli sahne oyunlarını, bunca devlet teşvikine rağmen putlu azınlığın dışında kim seyreder, kim dinler bilemiyor, zevkin de böylesine şaşıyorum. Operadan bahsettiğimi anlamışsınızdır herhalde. Operanın kökeni Ortaçağda oynanan dinsel oyunlara dayanır.
Bir hikâyeyi müzik eşliğinde, dans ve hareketlerle, ama ille de çırılçıplak denilecek bir şekilde anlatan sahne sanatına da bale deniliyor. Böyle bir sanatın(!) müslümanlar tarafından icad edilmesini tabii ki bekleyemezsiniz. Balenin eski Yunan, Roma ve Mısır'da dinsel nitelikli danslardan doğacağını tahmin ederseniz, bu tahmininiz doğrudur. Bale, dinî âyinlerdeki danslardan gelişerek bugüne gelmiştir.
Dans: Bir ya da birçok kimsenin müzik eşliğinde, ya da müziksiz olarak yaptığı vals, tango, rock gibi türleri olan az-çok kurallara bağlı hareket ve adımlar dizisi. İlkel kabilelerde büyü ve dinsel gösteri için danstan yararlanılırdı. Dinî âyin ve törenler dansla yapılırdı. Giderek çok tanrılı dinlerde tapınmanın önemli biçimlerinden biri oldu.
Eski çağ uygarlıklarında dans, hemen her zaman dinsel ve kutsal amaçlıdır. Bir tanrının (özellikle Bocchus adlı tanrının) onuruna düzenlenen şenliklerde yapılan dans, yeni burçları karşılamak için yapılan dans, Mısırlılar, Babilliler, Asurlular ve Perslerin yıldızlar dansı, dansın dinî kökenli oluşunun örneklerindendir. Bu ve daha birçok toplumlarda danslı âyinlerin varlığını gösteren birçok delil vardır. Savaş dansı, hasat dansı gibi dans çeşitlerinde de dinsel dansın etkisi vardır. İbrânîler, yalnızca dinsel törenlerde yer alan bir dans geliştirdiler. Rivâyete göre Mûsâ (a.s.) kendilerini Kızıldeniz'den geçirdikten sonra Yehova'ya dans ederek şükrettiler. Câhiliyye Araplarının da dinî töreni, ibâdeti, yani namazı dansa benzemektedir: “Müşriklerin namazı, Kâbe civarında ıslık çalmak ve el çırpmaktan ibârettir.“ 140
İlk dönemlerdeki hristiyanlar da dansı tapınma amacıyla kullandılar. Ne var ki, yedinci yüzyılda hristiyanlar Roma döneminde saygınlığını yitiren dans biçimlerinden dolayı, dansı kilise etkinliklerinden uzak tutmaya çalıştılar. Fakat bazı katedrallerde dans kutsal günlerde âyinlerin bir parçası olmayı sürdürdü. Paskalya sırasında delikanlılar mihrabın önünde dans ederek tanrıya olan bağlılıklarını dile getirirler.
Doğuda da eski zamanlardan beri dans yaygın olarak dinsel amaçlar için kullanıldı. Doğuda dansın en eski ve en gelişmiş biçimine Hindistan'da rastlanır. Bazı tapınaklarda hâlâ “tanrının hizmetçileri“ anlamına gelen “devadasi“ler bulunur. Yıllarca tanrılara hizmet etmek için eğitilen bu kadınlar hayatlarını dinsel törenlerde şarkı söyleyerek ve dans ederek sürdürürler.
Anadolu'da yaşayan Türklerde dans, esas olarak Şamanlığın etkisiyle ortaya çıkmıştır. Şamanizm dininde ruhlarla (tanrılarla) ilişki kurabilmek için düzenlenen dinî törenlerde şaman denilen din adamı hem oyuncu, hem dansçı, hem de şarkıcıdır.
140] Enfâl, 35
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 35 -
Şamanın yaptığı dinî tören dansı ile Anadolu halk oyunları (folklor) arasında önemli benzerlikler bulunmaktadır.
İslâm dininde, kendinden önceki dinlerle bağlantılı olduğu kabul edildiğinden dans meşrû görülmedi. Buna rağmen mevlevîlik gibi bazı tasavvufî tarikatların dans ve müzik anlayışından doğan semalar ortaya çıktı. Semalarda ilâhîler söylenir, özel elbiseli dervişler (semazenler) sol avuçları göğe, sağ avuçları yere dönük bir şekilde dönerek dans ederler. Aynı zamanda bu dansı ibâdet kabul ederler, sevap umarlar. Semalarda kullanılan birçok dans öğesinde daha önceki uygarlık ve dinlerin etkisi olduğu söylenmektedir.
Sinemaya gelince... Dünya Washington'dan daha çok Los Angeles yakınlarındaki bir kasabadan yönetilmektedir desek abartmış mı oluruz acaba? Hollywood'dan bahsediyorum. Holywood (l'yi şeddesiz kabul edin); anlamı: “Kutsal orman“. Film şirketlerinin ve aktör-aktristlerin yaşadığı orman. Yani hayvanat (pardon, insanat) bahçesi. Orman, ama kutsal (holy). Çünkü sinema herkesi etkileyen, kuşatan kutsal bir görevde. Artık insanların çoğu Kâbe'ye çevirmiyor yüzlerini, Beyaz Cama Beyaz Perdeye, Beyaz Saraya çeviriyor.
Edebiyatın, şiirin putların hizmetindeki durumu, Kur'ân-ı Kerim'de Şuarâ (şâirler) sûresinde beyan edilmiş: “... Şâirlere gelince, onlara da sapıklar uyarlar. Onların her vâdide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi? Ancak iman edip sâlih/iyi ameller işleyenler, Allah'ı çok zikredenler ve zulme uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başkadır. Zulmedenler, hangi inkılâba döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.“ 141
Mimarî: Tapınağa dönüşen türbe ve kümbetlerin durumunun İslâm'ın yasak kapsamı içine girdiğini, mimarinin de putlaşabileceğini ifâde edelim.
Bazı sanatların ilk çıkışlarında veya sonradan mitolojik tanrılarla, putlarla veya bâtıl dinlerle ilişkisi müslüman açısından şu yönüyle önemlidir: İslâm, bâtıl dinlere, o dinlerin ibâdet ve âyinlerine benzeyen şeyleri haram ve küfür kabul etmiş, yasaklamıştır. Hele insanı şirke yaklaştıran, putlaştırılan konularda çok hassastır dinimiz.
Bazı sanat dallarının tarihte putlarla, bâtıl dinlerle ilgisi olabilir; ama günümüzde bu durum sözkonusu olmadığından bunun ne önemi var, denilebilir. O zaman biz de günümüzde âyin yerleri haline gelmiş, müzikholleri, müzik ilâhlarının(!) önünde huşû ile eğilen kulları, bir el hareketiyle alkış veya dans şeklinde cemaat halinde yapılan tapınmaları, ibâdet coşkusuyla kendinden geçen, ayılıp bayılanları, yani sanat dininin günümüzdeki durumunu gösteririz. Renkli basında veya TV.lerin eğlence programlarında meşhur sanatçılardan bahsedilirken, onlara yeryüzünde benzeyen eş varlıklar bulunamaz. Onlar göklere çıkartılır. “Yıldız“dır, “star“dır onlar; “sanat güneşi“dir. (Belki bu sıfatlar da gök cisimlerine tapan topluluklardan miras kalan isimlendirmelerdir.) Bunlar da yetmez. Açıkça gençliğin seks ilâhesi, müzik tanrısı gibi tanrılık unvanları resmen verilir. Öyle ya, Türkiye gibi müslümanların, nüfusun % 99'unu teşkil ettiği iddiâ edilen bir yerde, meselâ Sultan Ahmet Câmiinde yatsı namazında yüz kişiyi bulamazken, otuz-kırk bin kişi bir stadyumu, dilinden de anlamadığı bir batılı zibidi veya fâhişeyi dinleyip seyretmek için gecenin geç saatinde doldurabiliyorsa,
141] 26/Şuarâ, 224-227
- 36 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nüfusun müslümanlara oranı da, ibâdet konusu da düşünülmeye değer değil midir? “Müslümanım“ diyenlerin yarısından çoğu namazsız-niyazsız yaşayabiliyorken; müziksiz, kasetsiz, televizyonsuz yapamıyorsa, “en büyük filân, başka büyük yok!“ diye sanatçının büyüklüğünün ilanı, ezan seslerindeki “Allahu Ekber“ ifâdesini çoktan bastırıyorsa, kitlelerin dini ve bu dinde sanatın rolü tekrar sorgulanmalı değil midir?
Sanatın putlaştırılması durumunda İslâm'ın ve müslümanların tavrı çok kesindir:
Hz. Süleyman döneminde, put görevi üstlenmediği ve sadece sanat eseri olduğu anlaşılan heykele (timsâl) hoş gözle bakan, eleştirmeyen Kur'an'ın,142 İbrâhim (a.s.) döneminde put görevi üstlendiği için ateşe atılma pahasına devrilmesini, put-heykellerle mücâdeleyi emrettiğini hatırlayalım. Aynı timsâl (heykel) kelimesini Kur'an bu sebepten tavır alarak ifâde eder: “İbrâhim babasına ve kavmine: 'Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller nedir böyle?' demişti.“143 Yine aynı heykelin Peygamberimiz döneminde put haline dönüştüğü, saygı duyulduğu için onları devirmek, yeryüzünden onları kaldırmak için savaşların göze alındığı bilinir. (Din aynı din, heykel aynı put; ama müslümanlar...)
Hz. Ömer devrinde fethedilen İran'da dünyaca şöhreti olan, paha biçilmez kıymette, dillere destan sanat şaheseri bir halı vardır. Hz. Ömer'e götürülen ganimetlerin arasında o halı da mevcuttur. Herkes Hz. Ömer'in o halıyı kime vereceğini, nerede kullanacağını büyük bir merakla beklemektedir. O, gözlerde çok büyütülen, çok fazla sevilen böyle bir halının putlaştırıldığını, dolayısıyla sanat eseri ve güzel olma vasfını kaybettiğini iyi bildiğinden bu eşsiz halıyı et doğrar gibi bir-iki santimetrekarelik küçük parçalara böler. Onu ele geçiren ashâba taksim eder, dağıtır. Bu büyük bir sanat eserine hakarettir, alay etmedir, doğru. Bir doğru daha var ki, din putlaştırmaya giden yolları böyle keskin kılıçla kesmeyi emreder. Yine aynı zâtın, altında birçok meşhur ashâbın bey'at ettiği Kur'an'da anlatılan144 ağacın, sonradan saygı duyulup onun arkasında namaz kılınmaya başlandığını, ziyâret edildiğini, kutsandığını görünce hemen ağacı kökünden söktürüp yaktığını ve buna hiçbir sahâbînin itiraz etmediğini hatırlayalım.
Bugünkü bazı mezarlar (yatırlar) ve türbelerin tapınak halini görseydi o Fâruk, kılıcını sadece bu mimarî yapıları yıkmaya değil, “müslümanım“ dediği halde buralardan kurtuluş bekleyen, adaklar adayıp duâlar eden, türbeleri mescid (tapınak) yapan, ölü ve mezar kullarının kellelerini devirmeye de kullanırdı.
İlâhlaştırılan, tapınılan sanatçılara karşı, putlaştırılan sanat dallarına karşı müslüman; fârûkî tavrını, tevhîdî bilincini göstermek zorundadır.
Günümüzde sanat deyince akan sular durur. Bazı açıkgözler çirkefliğe sanat damgasını vurunca, artık ayıp, günah, yasak hiçbir uyarının önemi ve yaptırım gücü kalmadı. Sanat denilince her şey mubahtır. Sanat dininde haram diye bir hükme rastlanmaz. Çağdaş insan, sanatın kutsallığına inanmalıdır; sanatçıların da ulûhiyetine. Eskiden olduğu gibi, “dinin sanatçısı“ yoktur artık; “sanatçının dini“ vardır; özel bir din, sanat dini.
142] bkz. Sebe', 13
143] Enbiyâ, 52
144] Fetih, 18
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 37 -
Bir de elfâz-ı küfür meselesi var. Sinema filmleri ve tiyatro sahnelerinde müslümanların gözü önünde pervâsızca en galiz küfürler, dinle alay etmeler ve söyleneni, tepkisizce dinleyeni küfre sokan sözler. Hele müzik parçalarının önemli bir kısmında feleğe, kadere çatılan, Allah'a şirk koşulan sözler...
Yer yer “Allah“ lafzı, sarhoş ağız ve kulaklara meze. Allah adını haram eğlencelere katmak, haram söz ve işlerin arasında, içinde Allah adı geçen, meselâ “Allah Allah“ şarkısı söylemek... Allah'la alayın bu derecesini Ebû Cehil'lerde bile göremezsiniz. Terbiyesizliğin, cür'etin, küfrün bu kadarını, İsa heykelinin önünde şuh danslarla şarkı söyleyip soyunarak İsa heykelini dirilten(!) kliplerle şöhret olan Madonna bile gösteremez. Peki, bunları zevk alarak dinleyen, içinde küfür lafızlarının geçtiği arabesk veya diğer müzik parçalarını, bir müslümanın Kur'an'dan aldığı hazza benzer bir coşkuyla dinleyip seyredenler kimler? Bunların durumu, hükmü? Ya bu cinâyetlere katılmamakla övünen, imanları elinden alınan zavallı kalabalıklara kurtarıcı mesaj veremeyen müslümanlar!
Peki, sanat hep emperyalizmin emrinde bir uyuşturucu, fuhşun hizmetinde haram bir oyuncak ve şirk vesilesi çirkin bir put mudur? Elbette hayır! Bunlar, gerçek sanat değil, sanatın düzmecesidir, sanatın istismarıdır. Sanat sanat ise eğer, ne putlara, ne haramların herhangi birine âlet olacak, ancak “güzel“ hükmünü alacaktır.
Sanat ve Güzellik (Güzel Sanat)
Güzellik fıtrî bir özelliktir. Güzel Zât’ın güzel olarak yarattığı insanın, güzeli gören, güzelden zevk alan rûhu, etrafta güzeli arar, bulur. Güzel, herkes için ihtiyaç duyulan bir hoşnutluk, bir haz duyma ve kesin hüküm verme işidir. Güzelliği açıklamak, onu yaşamak, onun heyecanını içinde duymaktır. Her insanda güzellik duygusu bulunmakla beraber, onun uyanması güzel bir esere ihtiyaç gösterir. Duygular, meydana çıkmak ve gelişmek için kendilerini uyandıracak vâsıtalara muhtaçtırlar. Güzel eserler içimizde bir âhenk duygusu uyandırdıkları için huzur, sükûn ve saâdet hissi doğururlar. Çünkü “güzele bakmak, güzeli düşündürür; güzeli düşünmek de insana huzur verir.“
İnsan, hele duygulu ve uyanık gözlerle bakarsa ilk anda “güzel“i fark eder. Bu idrâk, düşünmeden, kendiliğinden oluşan bir duygudur. Güzelliğin kendisini ispâta, bir sebebin yardımına ihtiyacı yoktur.
“Güzel ve güzellik nedir, ne değildir“le ilgili, felsefe, “estetik“ başlığıyla incelemeler yapmış, neticelenmeyen nice tartışmalara öncülük etmiş; elbette bir sonuca da ulaşamamıştır. Güzel kavramı, zihinle beraber, ondan daha çok psikolojik sistemlere dayalı olduğundan matematik gerçekler gibi kesin yargılarda bulunmakta zorlanılıyor. Matematikte iki kere iki dört eder, ama sanat ve güzellik kavramı sözkonusu olduğunda iki kere iki dört mü eder, on dört mü, haydi ayıklayın pirincin taşını. Kimine göre öyle, kimine göre böyle. Güzellik, psikolojik sistemlere dayalı olduğundan herkese göre değişen, ne olduğu belirsiz, sınırları insandan insana değişen bir değer yargısı mıdır?
Güzelin ölçüsü müslümana göre bellidir: Cemîl/Güzel olan Allah’ın hükmü. Güzel, Allah’ın güzel dediğidir. Bütün fıkıh usûlü ile ilgili kitaplarda “husün-kubuh“ (güzellik-çirkinlik) konusu işlenir. Bu konuda görüşler şöyle özetlenebilir: “Güzel olan Allah, sadece güzel olan şeylerin yapılmasını emreder“ veya “güzel
- 38 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olan Allah’ın emrettiği her şey güzeldir.“; “Allah sadece çirkin şeyleri yasaklar“ veya “Allah’ın yasakladığı her şey çirkindir.“
“Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzeli sever.“145 hadis-i şerifi de, bu konuda müslümanlar açısından çıkış noktası kabul edilmiştir. Allah’ın emrettiği “ihsân“ın bir anlamı da güzelliktir. İslâm, düşüncenin, hareketin, duyguların, sözün, sesin, davranışın, kısacası her çeşit ibâdetin, yani her şeyin en güzelini ister.
Haramlar güzel olamaz. Duyular, duygular yanılabilir. “Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, hâlbuki siz bilemezsiniz.“146 Nefisle, arzu ile hevâ ile câhiliyyenin çirkeflikleriyle kirlenmiş ve fıtratı bozulmuş, selîm olmayan akılla güzelin tanımı ve ölçüsü tesbit edilmeye kalkılırsa, insan putlaştırılmış olur. Haram olduğu halde güzel zannedilenler, gerçek güzelden insanı alıkoyan yapay/sanal güzellerdir; daha doğrusu halüsinasyonlardır. “Şeytan onlara yaptıkları işleri zînetlendirip güzel gösterdi ve onları yoldan saptırdı.“ 147
Haram olan bir şey, müslümana göre güzel değildir. Çünkü müslümanın ölçüsü, duyuları ve duyguları değildir. O, duygularının, hevâsının kulu değil; Allah’ın kuludur. “Hoşlandığı ve hoşlanmadığı“ her konuda Rabbine itaat edecektir. İmanı nispetinde duyu ve duygularını da selîm/sağlam kılacak, onları da Rabbine teslim edecek, o zaman nefis de mutmain olacak, Rabbinin emirlerinden râzı ve hoşnut olma seviyesine çıkacaktır. Bu, benliğini kaybetme değil; aksine, bulmadır. Bu, yok olma değil; Allah’ta var olmadır, kâmil insan olmadır.
Güzelleştiren Allah, güzeldir ve güzellikler O'nun cemâlinin vasfıdır. O'nun güzelliği de yaratıklara benzemez. İnsanları etkileyen sanat eserleri, mûcizelerin gücü, hârika ve fevkalâde olayları yaratan da Allah'tır. Evrendeki her şeyde güzellikler açık veya kapalı bir şekilde görülmektedir. Güzel olan Allah'ın yarattığı varlıklar, ya bizzat güzeldir veya sonuçları yönüyle güzeldir. Allah'tan daima güzellik zuhur eder.
Kötü ve çirkin, şeytanın ve insan nefsinin ürünüdür.148 Allah, yaratıcıların en güzelidir.149 Allah, hüküm verme bakımından da en güzel olandır. Rızkın en güzeli de Allah'tan gelir. O, rızık verme bakımından da en güzeldir.150 Var ettiklerine en güzel boyayı vuran da Allah'tır.151 Güzelin kaynağı ve tüm güzelliklerin sergileyicisi olan Allah, insandan da güzellik sergilemesini, yani ihsanı emreder: “...Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân (iyilik) et...“ 152
Câhiliyye insanı, bakmasını bilemediğinden, Allah’ın nuruyla bakamadığından, gözlerinde perde bulunduğundan evrendeki güzellikleri göremez. O, kendine göre, yapay bir güzel peşindedir. Müslüman ise, güzelliği yaratanı bildiğinden, güzeli keşfetmeye tâliptir. Eşyanın güzelliğinde hakiki güzelliğin
145] Müslim, İman, 1/93; İbn Mâce, Duâ, bâb 10
146] Bakara, 216
147] Ankebût, 38
148] Nisâ, 79
149] /Mü'minûn, 14; Saffât, 125
150] Talâk, 11; Hûd, 88; Hacc, 58; Nahl, 75
151] Bakara, 138
152] Kasas,77
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 39 -
tecellilerini anlar müslüman. O, mutlak güzellik peşindedir. Allah’ın cemâl sıfatının tecellilerini görerek hayran olur. Güzellik mutlak olduğu için, yaratılışta, Allah’ın yarattıklarında çirkinlik yoktur.
Çirkinlik, itibârîdir, görecelidir. Birinin çirkin dediğine bir başkası sevgi gözüyle bakıp sevebildiği zaman güzellikler bulabilir. Allah, kötü ve çirkin bir şey yaratmamıştır. Bir şeyin çirkinliği ve kötülüğü kullanıldığı yere göredir. Meselâ, hayvan gübresi genellikle pis bir şey diye görülür. Fakat gübreyle meyveler, sebzeler büyür, gelişir. Bu açıdan ele alınınca gübrenin bir lütuf ve nimet olduğu ortaya çıkar. Ama birisi gübreyi alıp üstüne başına sürmüşse, o zaman, ona pis demek yerinde olur. Tarlasına, bahçesine gübre çeken bir çiftçi bu haliyle hiçbir zaman pis değildir.
Güzellik de, bakılandan ziyâde bakana, görene, duyana ait bir özelliktir. Güzelliği gören göz, güzelden zevk alan ruh olmasaydı güzellik neye yarardı? Öyleyse, güzele bakmak güzeldir.
“Güzele Bakmak Sevap mı?“ -Elbette...
Boşvermiş gençlerin haramları basite, hatta alaya alan Bektaşî mantığıyla söylediği bu sözü duymuşsunuzdur: “Güzele bakmak sevap!“ Tabii, onların güzelden neyi anladığını irdelemek gerekir. Aklı, fikri, anlayışı yukarılarda (hayır, kafasından yaklaşık bir metre aşağılarda) olanların güzel denince anladıkları bir hanımın fizikî güzelliğinden başka şey olmayabilir. İnsanın fizikî güzelliği ise güzellikten sadece bir parçadır. Hem de geçici, göreceli, aldatıcı, yalancı bir parça. Şâirin biri, sadece dış güzellikten hoşlananlara, hoşlanılanın ağzından şöyle der:
“Eloğlu benim etimi-budumu beğenmiş, neylersin?
Ulan sen et değil, kemik istersin!“
Hayvanî bir beğenmedir bu. Güzelliğin o kadarını hayvanlar bile fark eder. İnsanî güzellik daha derin, daha rûhî, daha kalıcıdır.
“Güzele bakmak sevaptır“ sözünün kullanılış amacı yanlıştır. Ama bu söz, anlam bakımından tümüyle doğrudur. Güzele, güzel bir niyetle ve güzel bir şekilde bakmak ibâdettir, sevaptır. Yalnız unutmamak gerekir ki, güzelin tanımında güzel yoldan sapmamak, sınırı (hudûdullah) aşmamak esastır. Yine bilmeli ki, daha güzeli elde etmek için az güzeli terk etmek153 veya onu tehdit etmek, sınırlandırmak gerekir. Zevk aldığımız, güzel gördüğümüz şeylerden sınırsız bir şekilde yararlanılmasının çok çeşitli dünyevî ve uhrevî zararlara sebep olacağını, bunların imtihan vesilesi olduğunu herkes bilir veya bilmelidir.
Ölüm olmasaydı, ölümden sonraki hesaba çekilmekle başlayan hayat olmasaydı... O zaman her şey anlamsız ve boş olurdu; güzeller ve güzellikler bile. Evet, ölüm olmasaydı o zaman nefse hoş gelen, sınırlarını hevânın veya çevrenin çizdiği güzellerin(!) ve güzelliklerin(!) belki bir değeri olurdu. O zaman dünya sadece eğlenmek ve zevk almaktan ibaret olabilirdi. Ama ölüm var, hem de evet, güzel olan ölüm ve ölüm ötesi güzellikler. O halde tüm yapay ve sanal güzellikleri, bütün sahte ve fâni güzellikleri o gerçek güzellik uğrunda fedâ etmeye değmez mi?
153] 3/Âl-i İmran, 92; 2/Bakara, 155
- 40 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yine, konumuzla ilgili halk arasında yaygın, atasözü halini almış ate sözlerinden bir-iki örnek verelim: “Zevkler ve renkler tartışılmaz!“ İnsanın arzusu ilâh kabul edilirse, tabii ki tartışılmaz. Hangi şeyden zevk alıyorsa saygı duyarsın, karışamazsın. “Ben zevkime karıştırmam. Özgürlük var. Zevk değil mi, herkesinki farklı olabilir, kimse kimsenin zevkine karışamaz.“ Bütün bu anlayışlar, hümanizm denilen insana tapma dininin iman esaslarından. Bu hümanizm dinine göre, zevklere sınır da konulamaz, güzel yönler de gösterilemez. Zevkleri kim tehdit edecek, onlara kim hedef gösterecek? -Hâşâ- insandan büyük başka ilâh mı var?
Bu tür vecize(!)lerle insanların zevkleri de yozlaştırılıp emperyalist oyunlara âlet edilmekte. Müslümanlar için insanın zevki de, renkleri seçmesi de, her şeyi İlâhî ölçülere uymak zorundadır.
“Su sesi, kadın sesi, para sesi.“ En güzel ses ve sanat örnekleri için halkın kesin yargılarıdır bunlar. Tabiat güzelliği ile cinsellik ve kapitalizmin sentezidir bunlar. Ve bunların içine Kur'an sesi girmez, Hakka dâvet girmez.
Kâinattaki varlıkların rengi, şekli, tadı ne güzel... Hele sesleri ne güzel bir armoni, ne güzel bir mûsikî, ne güzel uyumlu orkestradır. Bülbülün şakıması, horozun ötüşü, kuşların cıvıltısı, suyun şırıltısı... anlayana sivrisineğin vızıltısı bile saz gibi âhenkli bir müziktir. Kâinat hep tesbih etmektedir, zikretmektedir. Bitkilerin ve hayvanların şekilleri, yapıları, renkleri, tatları hep farklı, hep ayrı güzel. Ve seslerindeki farklılıklar, güzellikler... Bir de çağdaş aygıtlara bakın: Fabrikalardaki sese, makine gürültülerine, araba motorlarına, evlerdeki küçüklü-büyüklü âlet ve gereçlerden uçakların seslerine kadar... Ne çirkin bir gürültü; tabiatla ne uyumsuz şeyler yâ Rabbi!
Yine, eyyamcı fâsıkların kulak ve göz gibi nimetleri verene nankörlük yaparak onu haramlarda kullanırken ifâde ettikleri bir deyim vardır: “Kulakların pasını gidermek, göze bayram ettirmek!“ Neyle? Haramlarla mı?
Bakmak, ibâdettir, göze bayram ettirmedir; Doğru. Güzele bakmak da sevaptır. Kâbe'ye bakmak, aynen nâfile namaz kılmak gibi ibâdettir. Kur'an'a bakmak göze nur ve cilâdır; bayramdır göz için. Büyük kitaba (kâinata) bakmak; emr-i İlâhîye uymak ve sevaba girmektir. Hiçbir şey boşuna yaratılmamıştır. Gözler bakmak içindir. Ama “göz odur ki Hakkı göre, kulak odur ki Hakkı duya!“ Görmek, görebilmek bir ibâdet olduğu gibi; duymak, dinlemek de ibâdettir. Emîri dinlemek, ezanı dinlemek, Kur'an'ı dinlemek, kendini dinlemek, Hakka çağıranı dinlemek... kulakların pasını gideren birer kulluktur. Allah için ortaya konan her güzel şey (ihsân), yani sanat, baştan sona ibâdet ve tâat!...
Allah için yapılan her şey, atılan her adım, hikmet ve ibretle bakılan, dolayısıyla O’nun adıyla okunan her şey ibâdet; her ibâdet de güzel, güzeller güzeli.
Halk arasında yaygın, konumuzla ilgili sözlerden biri de; “müzik rûhun gıdâsıdır“ cevizesidir (vecizedir mi demem gerekiyordu?) Bu konuya biraz genişçe değinelim isterseniz...
Müzik Rûhun Gıdâsı mı?
Sabah-akşam müzikle iç içe yaşayanların kendilerini savunmak için dört elle sarıldıkları bir söz vardır: “Müzik rûhun gıdasıdır.“ Konfüçyüs'e âit olan bu söz bir nass gibi; tartışılmaz, kesin doğru kabul edilir. Rejimler okullarda müzik dersi
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 41 -
verir. Her yıl Eurovizyon müzik yarışmalarına iddiâlarla, devlet bütçesinden yardımla aylarca süren telaş sonrası katılınır. Televizyonlar günde yirmi beş saat müzik yayını sunar. Kaset-çalarlar, olmadı volkmenler, o da yetmedi müzik setleri, plaklar demode olduysa gelsin CD.ler, daha neler neler. Dolmuşlar, konserler, FM radyolar... Hepsinin tek amacı vardır: Ruhlara gıdâ vermek! Evler bile meyhaneye, sinemaya, gazinoya dönüştü; mescide hiç benzemiyor.
Bunca uğraşa rağmen, ruhların tatmin olmadığını görüyoruz. Rûhî özellikler yok olmuş, sevgiler tükenmiş, gönüller harâbeye dönmüş, mânevî özellikler gıdâsızlıktan ölümcülleşmiş.
Öyleyse bir yanlışlık var. Rûha bu kadar gıdâ verilecek, ama rûhî özellikler gittikçe kaybolacak. Kur'an'ın ve sahih hadisin dışında her söz eleştirilir. Doğru da olabilir, yanlış da. Konfüçyüs'ün sözünü incelerken ruh ve nefsi tanımak gerekir.
İnsanın iç dünyası çok zengin. Böyle olduğu halde, bir elini okyanusların dibine, diğerini de uzayın esrârengizliğine uzatan insanoğlu, kendini tanımaya uğraşmıyor. Onun için de mutluluğu yakalayamıyor. Zaten kendini tanısa, yeri ve göğü daha iyi bilecek, aralarındaki irtibatı görecek. Kendini tanısa Rabbini de tanımış olacak...
İnsanın iç benliğinde yerleştirilmiş iyi vasıfların, iyi ahlâkın ve güzelliklerin merkezi ruh; kötü vasıfların yeri de nefis olarak bilinir.
Sanat rûha hitap ettiği, gönlü coşturabildiği oranda sanat olur. Nefse hitap ettiği müddetçe de şeytanî vesvese ve oltanın ucundaki yem.
Rûhî yönümüzle yükseklere kanatlanabilir, melekleri geçebiliriz. Nefsi ön plana aldığımızda ise dört ayaklıların tabanlarını seyrederiz. İnsan irâdesi (nefsi), istekte sınır tanımamaktadır. İnsan sonsuz oranda istekten ibârettir. İnsan; nefisle, hoşuna giden her şeyi kendine mal etmek, zevklenmek ister. İçimizde devamlı fışkırıp duran bu istek kaynağının arzuları mutlak sûrette verildikçe, o sırnaşık insan gibi daha da arsızlaşır. Verdikçe azar, daha da ister. Nefsin midesi yoktur, doymak bilmez, Doysa bile az sonra yine acıkır. Sahibini de yemeye ve yenmeye başlar. Nefsi taşkınlıktan (tuğyân) korumak için hudûdullah'a riâyet şarttır. Nefsi, aklın ve rûhun, daha doğrusu imanın emrine vermeden insanın mutlu, başkalarının ondan memnun ve Rabbinin râzı olması mümkün değildir.
Kur'ân-ı Kerim rûhun gıdâsının müziğin dışında başka şeyler olduğunu söylüyor, ama müziksever, Konfüçyüs'ün sözü kadar itibar etmiyor, doğruluğunu kabul etmiyorsa din tercihini yapmış demektir. Artık müziksever değil; müzikperesttir. Kur'an'a kulak verelim: “Onlar, iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle huzura kavuşanlardır. Biliniz ki kalpler ancak Allah'ı zikir (Kur'an okumak, ibâdet etmek, Allah'ı hatırlamak, O'nu anmak) ile mutmain olur, sükûnet ve huzur bulur.“ 154
Rûha, gönle “zikir“ gıdâsı verilmediği, gıdâ yerine “zehir“ verildiği için şikâyet, sıkıntı, bunalım, stres, intihar gibi problemler gittikçe artıyor. Tatmin olmayan ruh sıkılıyor. Nefsin de doyacağı yok. Yedikçe azıyor, azdıkça gıdâlanıyor. Daha değişik zevk ve gıdâlar arıyor, sahibini felâkete ve helâke sürüklüyor.
154] 13/Ra'd, 28
- 42 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İnsanlar zevk almak için eğlenceye, müziğe çokça yer ayırırlar. Hâlbuki maddî zevk hiçbir zaman hakiki zevkin yerini tutamaz. Hakiki zevk, ruhla ilgili; maddî zevk ise nefis ve duygularla ilgilidir. Hakiki zevk kısa süreli değildir, maddî zevk ise saman alevi gibi bir varmış bir yokmuş şeklindedir. Aynı zamanda zevkten kısa bir müddet sonra hazzın yerini yorgunluk, acı, maddî-mânevî kayıp, rahatsızlık gibi problemler alır. Meşrû olmayan maddî zevklerin peşinden gelecek gam ve kederler bir yana, yine vicdanın rahatsız etmesi ve Allah katındaki sorumluluk. Bütün bunlara değecek bir getirisinin olmadığından zevk bile sayılmaz maddî zevkler.
Rûhî zevklerin sonunda ise böyle problemler yoktur. Rûhî zevklerle ruh, sağlığını korur, gıdâsını almış olur. Stres gibi çağdaş problemler, çağdaş insanın çağdaş zevkleri ve tercihleriyle ilgilidir.
Gerçek zevk (rûhî zevk) en çok üç şeyde bulunur:
Her çeşit ibâdette, özellikle namaz ve Kur'an okumada, yani zikirde,
İlim tahsil etmede, öğrendiklerini yaymada, yani tebliğ ve cihadda,
Âciz ve zayıflara yardımda, yani ihsânda.
Bunların dışındaki zevkler geçicidir. Devamı olmayan bir kuruntu ve aldanmadan ibârettir. Altın kadeh içindeki zehirdir.
Bugün tûbâ ile zakkum farkedilmez olmuş, sanatla sahtesi birbirine karıştırılmış. Nefis rûhun yerini almış. Rûhî özellikler yok gibi, yaşayan ölüler, yani ruhsuzlar topluluğu halinde câhilî toplumlar. Müzik ilâhları ve tanrıçaları, kullarının müzikhollerde, gazinolarda âyin ve ibâdetleriyle yetinmiyor; stadyumlar, açık alanlar gibi daha büyük mâbedlere toplanmalarını istiyor artık. Nefis bu tapınma ve kendinden geçerek mest olmayla da tatmin olmuyor. Günlük ve saatlik âyinler de emrediyor: Radyolar, müzik setleri, TV.ler kalabalıkların neredeyse her dakikasını ibâdet vecdi içinde kaplıyor. İşyerinde müzik, arabada müzik, evde müzik, okuldaki derste müzik, filmde müzik...
Hz. İsa, rûha önem verilmeyen bir topluma rûhî özellikleri yeniden ihyâ etme yönüyle çeşitli mûcizelerle geldi: Ölüleri diriltme, hastaları iyileştirme, körlerin gözlerini açma, dilsizi konuşturma gibi. İşte günümüz toplumunda da bu rûhî özellikleri ihyâ eden İsa nefesli insanlara ihtiyaç var. Böylece yahûdilerin katı kapitalist etkileriyle ruhları, rûhî özellikleri bombardıman edilen insanların ölümcül kalpleri ve ruhları dirilsin, ruh maddenin önüne çıksın, böylece tatmin olsun. Hasta kalpler ve ruh hastalıkları iyileşsin. Hakkı göremeyen gözler açılsın, basîret ve ferâset sahibi olan insanlar eşyaya Allah'ın nûruyla bakabilsin. Sadece görünenleri değil, perdenin arkasındakileri de görebilsin. Hakka kilitli dilleri açılsın, bülbül gibi şakısın. Bunların yerine gelmesi için Hz. İsa'nın gökten inmesini beklemeye lüzum yok. Hz. İsa'nın nefesine, Hz. Mûsâ'nın asasına, Hz. Muhammed'in Kur'an'ına mirasçı sensin. Kurtuluş istiyorsan kurtarıcı beklemekten vazgeç; vazifeni yap. Hem sen kurtul, hem toplum kurtulsun ey İsa nefesli müslüman!
Allah İçin Sanat
Günümüzde Müslümanların Sanata Yaklaşımı
İnsanlık her şeyiyle yozlaşmayı yaşıyor. İnsanî değerlerin tümünde büyük bir
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 43 -
çöküntü var. İnançla, ahlâkla, düşünceyle, zevkle, mânevî özelliklerle... ilgili her alanda büyük bir kaos yaşanıyor. Tabii, sanatın bu buhran ve bunalımdan nasibini almaması beklenemez. Hatta tek başına sanata baksanız, dejenerasyonun büyüklüğünü anlayabilirsiniz. Çünkü sanat, toplumların aynasıdır. İnançtan ahlâka, tefekkürden zevke, şahsiyetten hayata bakışa kadar her şeyi olduğu gibi yansıtır sanat denilen ayna. Ne biçim bir uygarlık yaşandığı sanat eserlerinden kolaylıkla çıkarılabileceği gibi, sanata karşı olumlu ve olumsuz tavır da insanı her şeyiyle ele verir, içyüzünü ortaya kor.
Sanat, günümüzdeki insanların çoğu için olduğu gibi, müslümanların çoğu açısından da “en fazla bir fanteziden, bir lüksten, gereksiz bir uğraştan başka bir şey değildir; o olmasa da olabilir. Zaten hayatın bunca keşmekeşi, uğraşısı yanında sanata yer ve zaman da kalmamaktadır.“ Dahası da var: Müslümanı cezbeden, duygularını coşturan, tutarlı, kaynak ve ilhâmını Kur'an ve Sünnet'ten alan sanatı karşısında göremediği için müslüman, sanatın kendisine de ters bakmaktadır. Bunun da ötesinde müslümanın karşısında sanat diye sunulan şeyler tümüyle küfür kokmaktadır, fuhuş ve fesat kokmaktadır.
İnsanımızın önemli bir kesimi, sanatın günümüzdeki yozlaşmasına tepsini, sanatın kendisine karşı da gösterdi. Böylece kendisi de yozlaştı. Bıçağın zararlı bir şekilde kullanıldığını görenin bıçak kullanmayı kendine yasak görmesi ve o aracın tüm faydalarından uzak kalması gibi. Asr-ı Saâdet'te, yeni yeni nâzil olan Kur'an'ın îcâzı, fesâhat ve belâgatı, yani sanatı birçok şâir sahâbîyi şiirle uğraşmaktan vazgeçiriyordu. O zevat Kur'an için “bu kadar güzel sanat eseri varken, benimkinin sanat adına lâfı mı olur?“ diyordu. Günümüzdeki câhilî sanat anlayışı ise, güzelim müslümanı sanattan tiksindirmiş. Birinci örnek ne kadar takdir edilecek hakşinas bir davranış ise; ikinci olay da o kadar meydanı sapıklara ve isyankârlara terk etmektir. Birinci örnek insanın haddini ve Rabbini bilmesi demektir. İkinci örnekse, teslim bayrağı olduğu kadar, güzel yaratılışa, fıtrata ters bir durumdur. Yığınlar, düzen ve medya vâsıtasıyla çirkinleri güzel kabul ediyor diye, güzelliğe düşman olmak değil; tanıdığımız ve hayran olduğumuz gerçek güzelliği tekrar topluma yaymak gerekmez mi?
İnsan en güzel sûrette yaratılmıştır. Müslüman bu güzelliğin farkına varan kimsedir. Müslüman güzel insan demektir. O, insanca yaşamanın güzellikleriyle huzurlu ve mutlu, Rabbinin sanatına hayran, hayatı sanat haline getiren, ince ruhlu, zevk sahibi insandır. Dini güzel, ahlâkı güzel, bakışı güzeldir. Güzellikleri görebilmek için güzel gözle bakabilmek gerekir. Müslümanda ise basar yanında basîret vardır. O, Allah'ın nûruyla bakabildiği için, kafa gözünün göremediği güzellikleri kalp gözüyle görecektir. Ufku geniş, hisleri derin, hazzı büyük olacaktır. Tefekkürle içli-dışlı olduğundan duygulu, düşünceli, hassas, yani sanatkâr ruhlu olacaktır.
Peki, bakıyoruz günümüzdeki realiteye: Bırakın Sinan gibi mimarları, herhangi bir sanat dalında evrensel bir sanatçı çıkartamamışız müslümanlar olarak. Haydi, heykeltıraşımızın, bir ölçüde ressamımızın çıkmaması doğal karşılanabilir, ama meşhur şâir ve ediplerimizin yokluğu, karikatür ve her türlü hiciv sanatlarıyla uğraşanlarımızın bulunmayışı, özellikle soyut resim, afiş, grafik gibi sanatlarla uğraşan sanatçılarımızın parmakla bile gösterilemeyişi, usta fotoğrafçı, kameraman ve büyük yönetmenimizin olmayışı, ebruyla, tezhiple, hatla
- 44 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uğraşanlarımızın kalmayışı... neyle izah edilebilir?
Müslüman sanatçının yetişmesi için uygun ortamın olmadığı bir gerçek, ama insanımızın sanatı önemsememesi, boş vermesi de gerçek. Makineye ve insanı makineleştirmeye dayanan kapitalist düzen ve naylon medeniyet, insanımızda incelik diye bir şey bırakmadı, yozlaştırdı. Ekonomik sıkıntılar bir yanda, rûhî özelliklerin tümüne darbe vuran şartlar bir yanda hakiki güzelliğe ve sanata, derûnî his ve tavırlara giden yolları tıkadı. Aşkın yerini birkaç dakikalık gönül eğlendirmeler aldı. Bırakın Mevlâ aşkına yer bulmaya, Leylâ aşkı bile kalmadı. Sevginin yerini çıkar duyguları kapladı. Bosna'yı, Filistin'i hiç olmazsa gözyaşlarıyla dinleyip seyreden, bir şey yapamamanın ızdırabıyla kahrolan insanımız bile yok artık. Güzel sesli hâfızların okudukları Kur'an nağmeleri artık kalplerimizi titretmiyor, sabah ezanlarının yanık makamları uyuyan gönül ve gözlerimizi açmaya yetmiyor. Bunca zulüm, bizde hâlâ kıyam kıvılcımlarını tutuşturacak bir etki yapmıyor. Hâlâ kahkahalarla gülebiliyor, ağlamayı unutan, ağlatmayı tercih edenimiz. Duygu özürlü sakat nesiller, atari ve makinelerin yalancı memelerini saf sanat sütüne tercih ediyor. Gül ve bülbüle şiirlerde bile yer yok artık. Duygusal ve romantik olmanın modası çoktan geçtiği için, İslâmî duyarlılığın altyapısını oluşturan geçitler bile yok.
Sanatın intihar alanıdır elbet bu ortam. Tamam, ama müslüman, ortamı aşamayan, ortama kul olan sıradan insan mıdır?
Çoğu müslümanın rûhunda güzellik ve sanata giden yollar, düzen ve ortam putlarının egemenliğinden dolayı kapanmış durumda. Çirkinin, haramın sanat diye takdimi, sanata tavır alan müslümanları ortaya çıkaran bir tefrit ise; bunun yanında entel takılan müslümanları etkisine alan bir tehlike de, sanat konusundaki ifrat. Güzellik ve sanat oltasına takılarak emperyalizmin, düzenin yemi olmak. Sanat diye yutturulan çeşit çeşit rezâlete ayak uydurmak. Kalbini imanla, beynini ilim ve fikirle, rûhunu ibâdet ve zikirle yeterli miktarda dolduramayan aç gençlerimiz ve entellerimiz, her çeşit müziğe kulaklarını açabiliyor, her çeşit filmi sanat putu adına kaçırmamaya çalışıyorsa oltaya takılmış demektir. Nice gencimiz dindeki hükümlerini bilmediğinden değil, nefsine hoş geldiği için sanat adına ruhuna mikropları depo ediyor. Kur'an okumadan yapabilen gençler, müziksiz gün geçiremiyorsa, İslâm kahramanları yerine zibidi ve fâhişe sanatçıların(!) hayranı olabilmişse, bu, önce Akaid'le ilgili bir problemdir.
Bazılarına göre günümüzde sanat, batı egemenliğinin kuşatmasında olduğundan, reddedilmesi gereken bir anlayıştır. Çıkış yolu ancak millî sanatı, tarihteki sanat anlayışını ihyâ etmekle bulunacaktır. Milliyetçi veya muhâfazakâr yığınlarda bu kabullenmenin göze çarpması doğal. Ama müslüman isminden başka isim almayı reddeden bazı kimseler de çözümü millî-tarihî sanatta görmektedirler. Tarih ve tarihteki sanat tekrar sorgulanmalıdır tevhidî duyarlılıkla. Millî sanatta, eski gelenekte güzel unsurlar yanında câhilî sanat örnekleri o kadar çoktur ki...
Meselâ Ramazan ayı bir tevbe, arınma ve ibâdete daha fazla yer verme ayından çok, oburca tıkınma ve eğlence ayıdır bazılarınca. Direklerarası tiyatroları, kantolar, Karagöz (kukla), ortaoyunu, halkı “tiyatro“ dediği danslı müzikaller, meddah, soytarı (palyaço), çadır tiyatroları Ramazan aylarında daha çok hatırlanır ve piyasaya sürülür. Hiç değilse radyolar, televizyonlar unutmaz bu
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 45 -
eğlenceleri. (Aslında bu eğlencelerin çoğu, Osmanlı'nın yıkılışı ve Cumhuriyet'in kuruluşu dönemlerindeki dinî boşluğun ve Rum-Ermeni hegomanyasının kendi varlığını ve gücünü hissettirme anlayışının ortaya çıkardığı, hemen hepsinin sanat değeri de tahtessıfır olan, ibâdetlere darbe vurma niyetiyle özellikle Ramazan'larda züppelerin ve azınlıkların ilgi gösterdiği eğlencelerdir. Halka da hiçbir zaman yayılmamıştır.) Halkın millî anlayışına uygun bunun gibi sanatlar, unutulmuş örf ve âdetlerdeki halk sanatları canlandırılmak istenmektedir bazılarınca. Bunlar batı taklidi dejenere sanatlara alternatif gösterilebilir mi bilmiyorum, ama İslâm adına bunlara sarılmak herhalde cinâyet üstü cinâyettir. Özellikle TRT ve özel kanallar, her Ramazan ayında Din ve Ramazan Özel Programlarında bu cinâyetleri müslümanlarla alay edercesine en vahşîce işlemektedir.
Çoğu müslümanın sanata bakışında bir netlik göremezsiniz. Bazen dinin kabullerini, hatta güzel gördüklerini din adına reddettiklerine; bazen de tersine şâhit olursunuz. Fotoğrafa din adına karşı çıkanların, bazı televizyon veya sinema filmlerini ibâdet havasıyla seyrederken düştükleri çelişkiye şaşarsınız. Denge sağlanamamıştır sanat konusunda da. Kişiliksiz ucuz damgalandırmalar veya sınırı belli olmayan kabuller, hem farklı cemaatler arasında, hem de fert olarak farklı sanat dalları karşısında çelişkili şekilde kendini gösterir.
Gücü yettiği oranda ve kabiliyeti olduğu dallarda müslümanca güzellik sergilemek için yanıp tutuşan, çırpınan güzel müslümanlara selâm olsun!
Hakiki Sanatkâr: ALLAH
Tıpla ilgilenenler ve her branştan doktorlar, ya Ebû Cehilvârî çok inatçı birer kâfir veya olgun birer mü'min olma ile karşı karşıyadırlar. Eğer bile bile küfrü seçen inatçılardan değillerse, insan vücudunu tanıdıkça, onu yaratan zâtın büyüklüğünü daha iyi görecekler, kendi bilgileri ve yaptıklarının çok küçük şeyler olduğunu anlayacaklardır. Acziyetlerini itiraf ve Yaratıcının büyüklüğünü kabul, onları iman basamaklarının zirvesine doğru tırmandıracaktır. Aynen böyle, güzelliğe ve sanata düşkün insanlar da kâinatta ve insandaki sanata bakıp hayran olacaklar ve bu güzellikler karşısında şükür secdelerini arttıracaklardır. Kendilerinin ortaya koydukları sanat eserleri ile Allah'ın yarattıkları arasındaki mesâfenin büyüklüğünü kavramaları oranında iman ve teslimiyetleri artacaktır. Öyle ya, sanatçı insan, hiçbir şeyi yoktan var edememektedir. Allah'ın yarattıklarındaki âhenk ve nizamı görebildiği kadarıyla, tâbir câizse taklitten başka bir şey olmayan eserine uyum ve intizamı ancak küçük çapta yansıtabilmektedir. Öyleyse insana ancak mecâzî anlamda sembolik olarak sanatçı denmekte, gerçek sanatkâr, en büyük sanatkâr Allah olmaktadır.
İnsanın sanatı; Bedî', Mu'ciz, Hâlik, Bârî ve Mûsâvvir olan zâtın sanatını anlamak içindir. Aslında sanat tefekkürdür. Allah'ın sanatına hayran olmaktır. Sanatı bu şekilde anlayan Efendimiz (s.a.s.) tefekkür içinde şöyle duâ ederlerdi: “Allah'ım, hayretimi, hayranlığımı artır!“ Sanat, Allah'ın her alandaki büyüklüğünü takdir edebilmek; bu takdir ve hayranlık içinde sübhânallah diyebilmek, Allahu Ekber diye coşkusunu dile getirebilmektir.
Varlıklara ve onlardaki güzelliklere bakarak Yaratanı hatırlama maddeye mânevî bir yönden kazandırır. Her varlık taşıdığı sanatlarla “Ben, Allah'ın sanat eseriyim“ der. Bu sesi kalp kulağı açık sanatçı ruhlu insanlar iyi duyar.
- 46 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah'ın Sanatına Örnek: Kâinat
Kâinata, tabiata, göklere, mevsimlere, mahlûkata ibret nazarlarıyla ve sık sık bakmamızı ister Kur'ân-ı Kerim. Bu şekilde nizamı daha iyi görece, dolayısıyla Sâni-i Hakiki'yi (Gerçek Sanatkâr'ı) O'nun sanat eserleri aracılığıyla daha iyi tanımış olacağız. Kâinat, akılları yerinden oynatan, Allah'ın eşsiz kudret sergisidir. Tabiat galerisindeki sanat eserlerine bakan insan eğer devamlı gördüğü şeyleri alışkanlık ve âdet haline getirmese, basite indirgememiş olsa idi, hayranlık ve şaşkınlıktan, bırakın kendisi sanat eserleri meydana getirmeyi, hiçbir şeyle uğraşamaz hale gelirdi.
Allah'ın büyük âyetleri olan kânat kitabına kısaca bir bakalım: “Yeryüzünde peş peşe akıp giden, mevsimlerin değişmesiyle uzunluk ve kısalığı değişen gece ve gündüz...
Her gün doğup batan, bir gün bile bu hareketinden sapma göstermeyen güneş...
Sanki karanlıkta etrafı gözetleyen, aralarındaki uzaklığa rağmen birbirlerine seslenen, gecenin karanlığında salındıkça parıldayan yıldızlar...
Nerede ise görülemeyecek derecede küçük bir kavis olarak görünmeye başlayan, yüzü aydınlıkla doluncaya kadar devamlı bir şekilde büyüyen, güzel, sâkin, akıcı, rüyamsı aydınlığını yeryüzüne salan, sonra başladığı gibi geri dönüp görülmeyecek derecede küçücük bir çizgicik halinde küçülen ve boşlukta gizlenen ay...
Küçücük çekirdekte biten, sonra büyük bir kuvvetle yeri delen, ufacık yeşil yapraklar çıkaran bitkideki canlanma olayı...
Doğar doğmaz annesini emerek yaşayan, yahut annenin getirdiği besinleri yiyen, gagasıyla beslenmeyi öğrenen, annesinin peşinde yavaş yavaş büyüyen çelimsiz hayvanda, küçücük yavruda gelişen hayat...
Hakikatinde canlı ve hareket halinde bulunan, görünürde ölü sanılan kâinatın katları arasında serpilmiş hayat nizamı...“
Bahar; arzın öldükten sonra tekrar dirilişi. Yeşeren yapraklar, rengârenk açan çiçekler, ötüşen bülbüller, uçuşan kelebekler...
Kış; bembeyaz kar... Ve kar kristalleri, hiçbiri diğerine benzememekte. Hiç kar tanelerini mikroskop altında incelediniz veya fotoğraflarını gördünüz mü? Herbiri tek tek süslenmiş bir tablo gibi sanat eseri... Hem de milyarlarca. Kim bilir ne kadar yüksekten indiği halde yere düşerken birbirine değmiyor, şekilleri bozulmuyor. Kocaman kütleler halinde başımıza düşmüyor, dolu halinde yağınca buzdan kayalar halinde tepemize inmiyor. Her şey hesaplı. Ölçü içinde ve büyük bir sanat. Güzellik içinde güzellik. Sanatkârı takdir etmemek mümkün değil.
“Milyonlarca sene takdir edilen uzun zamanlar boyunca yolundan kıl kadar şaşmayan, bir tek gezegeninde veya yıldızında dahi bir bozukluk meydana gelmeyen, tüm kâinatın intizam içinde yürümesini temin eden, inceliğinde akılları şaşırtan, parlaklığında ruhlara dehşet veren evrenin düzeni...
İşte bunların hepsi kâinatta Allah'ın âyetleridir. Onlardan herbiri başlı başına
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 47 -
birer mûcizedir; yani insanı bir benzerini yapmaktan âciz bırakır. Hepsinde bir azamet, bir heybet, bir büyüleyici tesir vardır. Lâkin uzayıp giden âdet ve alışkanlıkların etkisiyle insan, bu âyetlerin yanından duygusuz ve düşüncesiz olarak geçip gider, bu üstün sanat eserlerinden ibret almaz, bu mahlûkat gibi, varlıklar gibi Allah'a teslim olup kulluk yapması gerekirken, tereddütler eder.
İnsanın, kâinattaki âyetlere karşı basîret gözünü açması, bunlardaki mübdî kudret elini idrâk etmesi için Kur'an, rûhun bütün sistemlerini yakalar; onu alışkanlık ve âdetlerinden uyandırır. Sanki yeni bir olayla karşılaşmışçasına bu âyetleri gönül alıcı bir üslûp içinde insana yöneltir.“155; “(Bunlar) Her şeyi sapa sağlam yapan Allah'ın sanatıdır.“ 156
Allah'ın Sanatına İkinci Örnek: İnsan
İnsan: Allah'ın muhteşem sanat örneği olarak, kendisi için yaratılan dünyaya efendi olarak gönderilmiş. Küçük kâinat olan insan, Allah'ın canlı bir âyeti, canlı bir sanatıdır. Yapısındaki bedenî, fikrî ve rûhî faâliyetler, varlığına yerleştirilmiş çok ince sistemler... İnsan, muazzam bir makine olduğu kadar, muazzam bir sanat. Rûhî fonksiyonları birbirine benzemediği gibi; şekilleri, yüzleri, gözleri, kokuları, sesleri bile birbirine tümüyle benzeyen iki insan yoktur. Zevkleri, karakterleri, kabiliyetleri farklı olduğu gibi, fizikî yönde de benzer yön kadar benzemeyen yönler... Allah, fabrikadan çıkan arabalar gibi birbirinin aynısı ve kopyası olan iki şeyi yaratmayı sanatının büyüklüğüne münâsip görmez. Her yarattığı orijinaldir.
Hz. Ömer'in de bulunduğu bir mecliste sohbet edilirken, orada bulunanlardan biri: “Şu satranca şaşıyorum. Satranç tahtasının eni de boyu da birer arşından fazla değilken, insan onun üzerinde binlerce oyun oynasa, bir oynadığı oyun diğerine hiçbir zaman benzemez. Küçücük bir tahtada binlerce değişik kombinezon oluşur“ demişti. Hz. Ömer bu söze cevap olarak şöyle dedi: “Bundan daha fazla hayret edilecek şeyler var. Meselâ insanın eni bir karış, boyu bir karıştan ibâret olan yüzünde kaşlar, gözler, burun ve ağız gibi âzânın yerleri kesinlikle değişmediği halde, bütün dünyada yüzleri tamamen birbirine benzeyen iki insan bulamazsın. Şu ufacık deri parçası üzerinde bu sayısız değişiklikleri, bu sınırsız sanatı gösteren Allah ne büyük kudret ve hikmet sahibidir!“
İnsanın hiç taklit olunamayacak imzası parmak basmasıdır. Parmak uçlarındaki çizgiler insan sayısı kadar değişiklik arzeder. Gözler ve kokular da öyle. Bu kadar küçük yerde görünen benzerlikler yanında benzemeyen özellikleri sığdırmak, ancak acının içine tat ve lezzet koyan, zıtlarda bile âhengi sağlayan Allah'a mahsustur. 157
Allah'ın Sanatına Diğer Örnekler: Cennet ve Kur’an
Cennet
Güzel yaratılışlarına uygun güzellikte yaşayanlara hazırlanmış güzel mekân. Hiçbir gözün benzerini görmediği, kulakların işitmediği, hiçbir beşer aklının ve
155] Muhammed Kutub, İslâm Düşüncesinde Sanat, s. 39-41
156] 27/Neml, 88
157] İnsanla ilgili olarak geniş bilgi için bak. A. Kalkan, Nâs-İnsan, Kur’an Kavramı no: 29
- 48 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rûhunun hayal edemediği güzellikler... 158
Kur’an
Lafzı: Edebî sanat şaheseri. Mânâsı: Sanatların mayası. Yazısı: Orijinal bir sanat, hat. Kırâatı: Çeşitli makamlarda çeşit çeşit sanat. Tezhibi sanat; cildi, kapağı sanat. Okumak, anlamak ve yaşamak: İnsan için esas sanat. 159
Fıtrat ve Sanat
İnsan, yaratılışı gereği bir takım estetik duygular, estetik özellikler taşır. Bazı olay ve eserlerin etkisiyle özel estetik tatlara, yüksek haz ve zevke ulaşır. Sanat, insanın işte bu yaratılış özelliğine dayanan estetik bir uğraştır.
İnsan, maddî ve mânevî yapısıyla Allah'ın muhteşem bir sanat eseridir. Bu güzel yaratığı diğer varlıklardan ayıran birçok özellik vardır. Düşünme, konuşma, gülme, irâde, Allah'ın emânetini yüklenme, yeryüzünde halifelik, tefekkür ve hepsinden önemlisi din duygusu; yani irâdesiyle, serbest seçimiyle Allah'a inanıp kulluk etmesi, cihada koşması bunlardan bazıları. Güzeli sevmesi, estetik duygular gibi yüksek hisler de insanın yaratılışında, yani fıtratında mevcuttur. İnsan bu hislere doğuştan sahip bulunmaktadır.
Din fıtrattır. Yaratılışımıza ters bir şey emredilmez. İslâm hayat dinidir, fıtrata yani insanın rûhî ve bedenî özelliklerine tümüyle uygun dindir. Yaratılış özelliklerimiz, her konuda önem taşır ve din, hiçbir zaman bunları gözardı etmez, inkâr etmez. Ama başıboş da bırakmaz. Din fıtrî özelliklerimize, özellikle zevklerimize sınır koyar; alabildiğine azmasına, haddi aşmasına, insanın efendisi, Rabbi olmasına müsâade etmez. Aynı zamanda onlara istikamet verir. Eğer kabiliyet ve zevklerimiz doğru istikamet üzere gitmezse araba yoldan çıkıp devrilir veya başka arabalara çarpar. Verilen emânet ve hilâfet ehliyeti kötüye kullanılmış, istismar edilmeye başlanmış olur. O zaman helâkı, cehennemi dünyadayken yaşamaya başlar insan. İşte din, sınır koyma ve istikamet gösterme hidâyetiyle insanın fıtratına uygun davranmasını ibâdet sayar. Kabiliyetlerin geliştirilmesini ve olgunlaştırılmasını ister. Sanat ve estetik duygularımızı bu açıdan değerlendirmek gerekir. Allah tarafından insan rûhuna yerleştirilen güzellik duygusu ve sanattan zevk alma, ölçü ve âhengin rûha tat vermesi gibi özellikleri insandan söküp atmak mümkün değildir. Bunlara sahip olmaktan daha önemlisi, bunları yerli yerince ve kararınca kullanmaktır. Bu konuda kullanma kılavuzuna (Kur'an'a) uymuş olsa insanın huzurlu olmaması imkânsızdır.
Varlık âleminde bulunan her şey, Allah'ın çizdiği yolda yürümekte, O'nun buyruğu doğrultusunda hareket etmektedir.160 Tüm varlıklar Allah'a ibâdet ve itaat içindedirler: “O'nu ham ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.“161 Şu varlıklar âleminde Allah'ın kanunlarına riâyet etmeyen bir tek yaratık gösterilebilir mi? Varlıklardan hangisi fıtratının dışına çıkmış, fıtratını bozmuştur? Sadece insan. İnsanın dışında hiçbir varlık gösterilemez. Zâlim ve câhil insan, istek ve
158] Cennetle ilgili olarak bak. A. Kalkan, Cennet, Kur’an Kavramı no: 36
159] Kur’an’la ilgili olarak bak. A. Kalkan, Kur’an ve Kur’an’ın Îcâzı Kavramları, kavram no: 120 ve 121
160] Bkz. Tâhâ, 50
161] İsrâ, 44
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 49 -
kaprislerine uyduğunda tabiattaki İlâhî kanunların dışına çıkmaktadır. Bu, fıtratı bozmadır. Evrende hiçbir bölüm kendi isteği yönünde seyretmemektedir. Arzu ve hevâsına tâbi olmamaktadır. Rabbiyle ve kendi dışındaki diğer varlıklarla bağlantısını koparmamaktadır. Aksine varlıklar arasında çok sağlam ve etkili bir ilişki sözkonusudur.
Kabiliyet ve zevklere doğru istikamet verilmemesi ve sınır çizilmemesi halinde hudûdullaha riâyetsizlik olacak, insan tuğyâna başlayacaktır. Bu, rûhun tüm dengelerini alt-üst eden bir sapma ve sapıklıktır. Fesat ve kargaşadır. Ahsen-i takvimlikten vazgeçip esfel-i sâfilîni tercihtir. İnsan hayvanlaşmaya başlamıştır. Bu fıtrata da isyandır. Fıtrat bozulmaya başlamıştır artık. Bu kötü değişiklik başka bozulmalarla neticelenecektir: “Şüphesiz ki bir toplum, kendilerindeki iyi hali değiştirmedikçe, Allah da onlara verdiği nimeti değiştirmez.“162 Rûhun, rûhî zevklerin sapması insanın bozulmasına sebep olacak, insanlar bozulunca içinde yaşanılan toplum da, idaresi ve tüm değerleriyle bozulmadan nasibini alacak, insanlar nasılsa, lâyık oldukları şekilde öyle yönetileceklerdir.
Allah her şeyi yerli yerince yaratmış. Güzellikleri yaratmış görmemiz için. Göz vermiş güzellikleri görmek için. Biri yaratılıp diğeri yaratılmasaydı, rûhun güzeli arama ve sevme ihtiyacı nasıl giderilecekti? Ne güzel fıtrat, ne güzel uyum! Sen ne güzelsin Allah'ım!
Kalp, insanın merkezi; Kâbe, arzın merkezi, yeryüzü mescidinin temsilcisi sayılır. Sanatın ve güzelliğin de etrafa halka halka yayıldığı bir merkez vardır müslümanların medeniyetlerinde. Bu güzellik merkezleri câmilerdir...
Sanat ve Güzellik Merkezi: Câmi
Laik düzenlerde topluma yön veren tüm kurumlar, beşerî diktaların tekelindedir. Sokakları, meydanları, okulları, mahkemeleri, meclisleri... dinin düzenlemesine müsâade etmeyen demokratik, laik ve dine saygılı(!) rejimler, câmilerde bile dinin hâkim olmasını istemezler. Tümüyle Allah'a ait ve O’nun için olması gereken mescidler, tâğûtî düzenlerde “Allah’ın evi“nden ziyade “devlet dairesi“ne benzerler.
İslâm’da câmiler sadece namaz kılınıp “dağılınan“ yerler değil; kendisinde devamlı “toplanılan“ mekânlardı. “Câmi“, kelimesi, bilindiği gibi “toplayan“ demektir; insanları açtığı bağrında toplayıp cemaat haline getiren yerdir cami. Câmi, aynı zamanda bir kıyam merkezi, savaş yeri, istişâre meclisi, devletin idare edildiği mekân, yönetenlerle yönetilenlerin yüz yüze görüşüp dertleştikleri, hesaplaştıkları mahal, bir okul, kimsesizler yurdu, bir huzur evi...dir. Bu kadar işlevi olan bir merkezin üstünkörü bir yapısının olması beklenemez elbette. Bunca ihtiyaçlara çözüm getirecek büyüklük ve sağlamlıkta olması gerekir. Binanın muhkem olması da yeterli değildir. Aynı zamanda güzel de olması lâzımdır. “Mescidler, Allah için“163 yapılan binâlardır. Bu ifâde, esas olarak câminin işlevi, yani içinde yapılacak eylemlerin ihlâslı ibâdet cinsinden olması, câminin inşâsı ve kullanılmasında Allah rızâsından başka bir amaç güdülmemesi anlamına gelir. Bununla birlikte “câmilerin Allah için olması“ dış yapıyı da kapsar. Binanın maddî güzellikte ve sanatlı olması gerektiği anlamına da gelebilir.
162] Ra'd, 11
163] Cinn, 18
- 50 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah için, O’nun adına yapılan bina, O’na arz ve takdim edileceği için güzel ve îtinâlı, her şeyiyle sanat eseri olmalıydı; nice müslümanların görüş ve anlayışı buydu. O yüzden câmilerin merkezlik ettiği bir medeniyet ve sanat anlayışı İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren kendini göstermeye başladı. Câmilerin sanat ve güzelliğe nasıl merkezlik ettiğini inceleyelim:
a) Mimarî Yönden Câmi:
Kur’ân-ı Kerim, câmilerin inşâsında azameti tavsiye eder: “Allah’ın, yükseltilmesine izin verdiği (emrettiği) evler“164 ifâdesi, câmilerin mimarisinde sanatı ortaya çıkartan en büyük etkendir denilebilir. İnsanın içine huzur veren, kişiye sonsuzluk ufku açan, mü’mini birlik ve yücelik duyguları içinde huşûa götürmeyi amaç edinen bir mimarî tarzı... Yüksek kubbesiyle hâfızların güzel seslerine mikrofonun veremediği ekoyu/yankıyı oluşturduğu gibi, gökkubbe gibi sonsuzluğa açılan pencere görevi yaparak yüce duyguları galeyana getiren mimari. Kulu mânen yükselmeye hazırlayan füzeye benzer minâreleri, ezan sesindeki Allah'a dâvet ve ilâh taslağı tâğutları reddedip onlara meydan okumayı yüksek şerefesinden çok uzaklara kadar ulaştırma görevi yanında, zarifliği ve ilme irşâdı çağrıştıran kalem gibi incecik yapısıyla âdetâ şehâdet parmağı vazifesi görmekte ve göklere yükselmekte.
Müslümanların ortaya koyduğu güzel sanat eserleri içinde câmiler her dönemde ilk sırayı almıştır. Meselâ İstanbul’u câmisiz düşünebiliyor musunuz? O güzelim şehrin güzelliğinde câmilerin katkısını inkâr edebilir misiniz? Selimiye’siz Edirne ve Süleymaniye’siz İstanbul, mâbedsiz şehir Ankara gibi en kara olmaz mı? Turistik amaçlı İstanbul tanıtımlarında bile câmisiz bir afiş veya tanıtımın olmadığını görüyoruz. Câmiler, müslümanların sanat anlayışlarını, tarihî medeniyet birikimlerini gösteren sanat şaheserleri olduğu gibi, müslümanların tapu senedi hükmündedir. Şimdi değilse bile tarihin belirli dönemlerinde müslümanların o topraklardaki hâkimiyetini simgeler. O beldenin “dâru’l-harb“e dönüşmesine isyan bayrağıdır minâreler.
b) Tezyînî Sanatlar Yönünden Câmi:
Mescid-i Nebevî’de Peygamberimiz (s.a.s.) için hazırlanan minber, nar büyüklüğünde iki topla süslenmişti ve Efendimiz’in torunları Hz. Hasan’la Hz. Hüseyin onlarla oynarlardı. Minber süsü olarak bu iki yuvarlak ağaç, ahşap yontma sanatının başlangıcı olduğu gibi, ondan sonraki minber ve câmi süslerinin ilk örneğini teşkil ediyordu.
Minber: Câminin en göz alıcı yerlerinden biridir. Güzel amaca hizmet ettiğinden yapısının, tezyînâtının sanatı da âdetâ konuşmakta, üzerindeki hatibin sesi gibi ses vermekte, ruhun derinliklerine hitap etmektedir sanat lisanıyla. Dantel gibi işlenmiş mermerleriyle, abanoz, fildişi veya sedef gömme işleri içinde geometrik desenler, arabesk ve motiflerle süslenmiş esrârengiz ve muhteşem sanat armonisi. Çeşitli desenleriyle şahane tahta işleri, oymacılık, hemen her büyük câminin klasikleşmiş görüntüsünü oluşturur.
Mihrab: Mermer işlemeciliğinin ve özellikle çini sanatının şaheserlerinin galerisi gibidir. Çini panolar renk ve desenleriyle baştan sona sanattır. En ince
164] Nûr, 36
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 51 -
kıvrımlar nakşedilebilmiş, mozaikleştirilmiş, hamur gibi yoğrulmuş mermerler... Rengârenk ama gizemli ve derûnî his uyandıran camlar. Bu vitraylardan süzülen nûranî ışıkların akisleri ruhu tümüyle sarar. Gözü fazla meşgul etmemesine de özen gösterildiği anlaşılan canlı desenler... Bunlarla bütünlük arzeden halı, kilim ve seccâde gibi el emeği ve göz nurunun iplik iplik dökülerek sanatlaştığı dokuma ürünleri... Bütün bunlar birbirleriyle uyumlu ve irtibatlıdır. Birbirini çok güzel şekilde tamamlar. Öyle ki, bakan göze bir sanat birliği tesiri uyandırır. Câmiye giren insan, bu güzellikler ve etrafını saran hârikalar karşısında heyecanlanır, ruhunun tüm noktalarında huzur, zevk, coşku... hisleri kıpırdanır.
Mahyâ ayrı bir sanattır. Zannederim günümüzdeki neonlar ve ışık gösterilerinin ilk kaynağıdır. Ezanla birleşince ışık-ses gösterisine dönüşür mahyâ. İçindeki tebliğ yazıları iç-dış güzelliğini, bütünlüğünü ve ezanın mesajını yansıtır.
c) Hat ve Câmi:
Hat; Câmi tezyînatında vazgeçilmeyen bir unsurdur. Hem cemaate tebliğ, hem de güzellik duygusuna hitap eden, müslümanlara ait orijinal bir sanat. Kur’an metninin muhâfazasından doğmuştur hat. Devamlı gelişme göstererek soyut resimle birleşen bir âhenge dönüşmüştür.
d) Mûsikî ve Câmi:
Kur’an’ın tilâveti, ezanın makamla okunması müslümanlar için meşrû mûsikîye kaynaklık etmiştir denilebilir. Güzel sesin, okunan Kur’an ve ezanın tesirini artırdığı ve Kur’an’ı güzel bir şekilde ve güzel sesle okumanın Sünnette tavsiye ve teşvik edilmesi, kıraatin aynı zamanda bir sanata dönüşmesine yol açmıştır. Gerçek ses sanatkârı olan güzel sesli hâfızlar, câmi kubbelerini olduğu kadar, ruhları da doldurup çınlatmışlar, dinleyenleri coşturup onların ibâdete meyillerini arttırma görevi üstlenmişlerdir.
e) Güzel Elbise (Giyimde Sanat) ve Câmi:
Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde ziynetli elbisenizi giyin.“165 Dış ve iç mimarî güzelliği, ses ve söz güzelliği, câmi içindeki insanların maddî ve mânevî güzellikleriyle de bütünlük kazanmalıdır. Mekânın büyüklüğüne ve güzelliğine yakışan elbise giyinmeli ki, Allah’ın evinde bulunduğumuz, O’nun huzuruna çıktığımız, yüce makama ayrıcalık verdiğimiz belli olsun. Bedenini tertemiz yapan, temizliğin güzellik için ön şart olduğunu bilerek abdest alan Mûsâllî, elbisesini de necâsetlerden arındırmakla yetinmeyecek, aynı zamanda süslenerek bayrama gelir gibi gelecek câmiye. Çünkü Rabbiyle beraber olduğu zaman bayramdır onun için; câmi de bayram yeri. Her şeyden çok sevdiği zat, huzuruna kabul için onu çağırmıştır. Çağıran güzel, çağrı güzel, çağrılan yer güzel olunca çağrıya koşan da güzel olmalı, hem de her şeyiyle.
f) Edebiyat Sanatı ve Câmi:
Hutbe, vaaz, sohbet, eğitim çalışmaları ve her çeşit emr-i bi’l-ma’rûf merkezi olan câmilerin edebiyat sanatına katkısı çok büyüktür. “İnsanlara güzel söyleyin.“166 emrine uygun, sanatlı, güzel sözler söyleyecektir câmide konuşan. Câmidekiler
165] A'râf, 31
166] 2/Bakara, 83
- 52 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yumuşak, tatlı ifâdelerle, hikmet ve güzel mev’ızalarla müjdelenerek Allah’ın yoluna dâvet edilecekler. Konuşulanların güzelliği gibi, konuşmanın şekli de güzel ve sanatlı olacaktır.
g) Namaz ve Sanat:
Beden ve kalbin beraberce kulluğu, uyum, âhenk, intizam, rûhî coşkunluk, Allah sevgisi, ezanla zamana tam riâyet, askerî disiplin içinde saf tanzimi, komutana (imam) tam ve hemen itaat, tüm cemaatin aynı anda uyumlu hareketleri, tekbirler ve kıraatlerdeki güzellik, kalbe huzur veren zikir... Evet, bütün bunlar her şeyiyle sanat değil midir? İşte buna sanat içinde sanat denir.
Tüm ibâdetler sanattır. Yani, müslümanın bütün hayatı kulluk ve ibâdet şuuru içinde geçtiği nisbette ve o oranda sanattır. Müslüman da ne kadar güzel kulluk yapıyorsa o kadar sanatkâr.
Bir yer, câmiye (takvâ mescidine) benzediği oranda sanatlı ve güzel olur. Bir insan da câmide ve namazda olunması gereken hale benzediği oranda kendi canlı sanat eseri olur.
Tüm ibâdetlerin prototipi olarak namaz, bir sanat olduğu gibi, yeryüzü mescidinin prototipi olan câmilerimiz de sanatın ve güzelliklerin icrâ yeridir. Câmi ruhunu tüm arza taşımalı, güzellikleri yeryüzünün her yanına yaymalıdır sanatkâr âbid. Çünkü tüm arz mescid kılınmıştır onun için.
Namazsız mescidin maddî güzelliği, mimarî özelliği bir anlam taşımayacaktır. İslâm, her şeyi dengelemiştir. Dışla iç bütünlüğünü, dünya ile âhiret dengesini esas alan din, güzelliğin sadece maddî süslerle olmayacağını bildirir. Mânevî unsurlar olmadan maddî güzelliğin değeri çok azdır. Maddî güzelliğe mânâ yön vermiyorsa denge de sağlanamaz. Demek istiyorum ki, câmideki maddî güzellikler, câmi içindeki mü’minin dış güzelliği hiçbir değer ifâde etmez; ibâdet şuuru tüm zerrelere kadar hissedilmez, takvâ, huşû ve huzur olmazsa. “Allah sizin dışınıza, sûretlerinize bakmaz; Sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.“ Hele câmide Allah’ın hükmü gizleniyor, anlatılmıyor, sansüre tâbi tutuluyorsa... Ve bir de zâlimler, tâğutlar ve onların düzenleri, kanunları övülüyor veya onların koydukları sınırlar hudûdullah’tan önemli görülüyorsa... Câminin süsü, ziyneti neye yarar?
Allah’ı hissettirmeyen, O’nu hatırlatmayan câmi, ne kadar muhteşem olsa da güzel değildir.
Önce rûhî, mânevî güzelliği, sonra bununla uyumlu olarak buna ters düşmeyen maddî güzelliği önemlidir güzel diyeceğimiz her şeyin, tüm ibâdetlerin. İçindeki ruh, mânevî yön ihmal edilir veya bozuk olursa mescid, takvâ mescidi olmaktan çıkar, güzelliğini kaybeder, zararlı bir mescid, dırar mescidi oluverir. Tabii, tüm süsü, maddî güzelliği böyle bir câminin ayakta kalmasını, ibâdet edilmeye lâyık yer olmasını sağlayamaz. Yıkılıp yeri çöplük yapılmayı hak eder bu anıt. 167
Câmileri takvâ ruhuna mâlik, hâlis niyetli, gerçek mü’minler inşâ etme hakkına sahiptir.168 Allah'a hakkıyla iman etmeyen, nefislerini veya tâğutları Allah'a ortak koşan, hâkimiyet hakkını Allah’ta görmeyen, O’nun kanunlarıyla
167] Bkz. Tevbe, 107-110
168] 9/Tevbe, 18
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 53 -
hükmetmeyen, başta namaz olmak üzere ibâdetlerini yerine getirmeyenlerin Allah’ın câmilerini yapmaya ve tamir etmeye hakları, yetkileri yoktur.169 Çünkü bu tipteki insanlar, câmilerin ruhunu maddesine kurban edecek, süslü-püslü inşâ ettikleri câmilerde esas ziynet olan kulluk yapılmasını istemeyeceklerdir. Niyetleri hâlis değildir. Bunlar, Allah’ın mescidlerinde Allah’ın zikredilmesine, insanlara Allah’ın hükmünün ve nizamının anlatılmasına engel olmak isteyen en büyük zâlimlerdir. 170
Takvâ, mânevî özellikler, câmi mimarisine ve süslerine kurban edilince, güzel elbise giydirilmiş odunların hali gibi, câmi de içiyle dışı (ruhuyla maddesi) bir ve uyumlu olmayan münâfık bir yapı oluşturur. O zaman şeklen dırar (zarar) mescidi ortaya çıkmış olur. Zaten câmiye bu şekli veren, câmiyi aslen ve tümüyle dırar yapmak için vâsıta ve imkânlarını tamamlamış olmaktadır. Gerisi kolaydır artık.
Tarihten günümüze İslâm âleminde nice sultanlar, krallar, başkanlar ve yöneticiler, câhil halkın gözünü boyama, dikkatleri zulüm, sömürü, fakirlik gibi önemli meselelerden uzaklaştırma, halkı kandırma ve oyalama kasdıyla, içinde yaşadıkları saraylar kadar büyük ve yüksek değilse bile onlara benzeterek câmiler inşâ ettirdiler. Kendilerinin namazla ve namazın temsil ettiği dâvâ ile ne kadar ilgilerinin olduğu bilinen bu yöneticilerin bu görkemli câmileri inşâ ettirme sebepleri bellidir. Halka ancak bu şekilde müslümanlıklarını ispat edip, kendi rejim ve saltanatlarına destek sağlamak. Yani kazın geleceği yerden tavuğu esirgememek.
Müslümanların, hatta onlardan daha önce İslâm dâvâsının bunca zarûrî ihtiyaçları varken Ağustos 1993’de Fas’ın Kazablanka kentinde tam beş yüz milyon dolar harcanarak inşâ edilen bir câminin açılışı yapıldı. Câminin inşâsı, müslümanlara akla gelmedik zulümler yapan, Allah’ın dini olan İslâm’ı devlet dini haline getirip kuşa çeviren Kral II. Hasan tarafından yaptırıldı. Bu, Mescid-i Harâm ve Mescid-i Nebevî’den sonra dünyanın en büyük üçüncü câmisi. Ne ki, kalabalık yerleşim yerlerinden hayli uzakta, bir deniz kenarında. İslâm, sanat denilen gösteriş adına bu kadar israfa müsaade eder mi dersiniz? Bir de câminin kullanımını değerlendirin: Câmilerinde “Halîfe-i Müslimîn Kral Hasen-i Sânî“ ifâdesiyle her hutbede ve her duâda bütün namaz kıldırma görevlilerinin krala duâlar ve övgüler yağdırma zorunluluğunu düşünün. Fas’ta da câmilerin devlet dairesi şeklinde kullanıldığını hesap edin.
Tarihte ve günümüzde Allah’ın rızâsı dışında, meselâ gösteriş ve dünyevî yarış için “bizim köyün minaresi, sizinkinden daha büyük“, “bizim câminin kubbesi, sizinkinin iki katı!“ cinsinden tavırlar... İhtiyaç olan yerlerden ziyade, gösterişli yerlere dikilen binalar... Altından kubbesi olan câmiler, türbeler, minâreler... Bugünkü basit mahalle câmilerinin birisinin parasıyla Mescid-i Nebevî prensiplerine sahip sadelikte en az on câmi yapılır.
Esas ziynet olan cemaat bulma, onları şuurlandırma eylemi tümüyle terkedilip, ilim yayma yerine kilim yayma öne çıkartılarak, sadece şekil olarak câmilerin süslere boğulması sanat filan değil; eğer sahihse hadis-i şerif
169] Tevbe, 17-18
170] Bakara, 114
- 54 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rivâyetine göre kıyâmet alâmeti olarak kabul edilir. Hadis sahih değilse bile anlam olarak bu ifâde sahihtir, doğrudur. Kıyâmet, cisimlerin ister kendi parçaları arasında, ister diğer cisimler arasında var olan uyumun, nizam ve birliğin kalkmasıdır. Mânevî yönü ihmal edilip tek kanatlı kuş gibi tek yönlü maddî süs ve güzellik, hele câmi gibi bir mekânda olursa bu elbette bir kıyâmettir, dehşettir, sanat filân değil; sanatın kıyâmetidir bu. Ve bu kıyâmeti câmiler başta olmak üzere çok şeyde yaşıyor günümüz insanı.
Ruh mânevî varlıktır. Onun yok olması, insanın ölümü demektir. Rûhî özelliklerle irtibatı kopmuş bir eşya, sanat eseri kabul edilse bile ölü bir yapıdan başka bir şey değildir. Ve bize göre ruhsuz sanat, diğer olumsuzlukları yanında taş yığını, çocuk oyuncağı cinsinden süslü oyalamaca, fantezi ve israftan ibarettir. Allah’ı düşündürmeyen, rûhî hislerimizi öne çıkarmayan süslerin, hele aşırı biçimde, hem de câmilerimizde boy göstermesi, câmi ve sanat anlayışımızın dengeyi bozan şekilde dünyevîleştiğini gösteren bir doğu zevkidir.
Öyleyse bütün bu câmi sanatına, yanlışsız din olan “İslâm sanatı“ mı, yoksa yanlışlar da yapabilen, eksikleri ve zaafları da olan “müslümanların sanatı“ mı demek daha uygundur?
İslâm Sanatı mı, Müslümanların Sanatı mı?
İslâm, hak dinin adı. Müslüman da bu dinin mensûbuna Allah'ın verdiği isim. Biri her şeyiyle kutsal, eksiksiz, yanlışsız bir nizam; diğeri ise bazı üstün vasıfları yanında, beşer oluşundan dolayı eksiklik ve yanlışlıklarla mâlûl.
Müslümanların tarihten bu yana iyi-kötü yapageldikleri şeyleri İslâm'a mâletmek büyük yanlış. Günümüzde bu yanlışlık o kadar geniş bir alanda ve o kadar büyük ki... Müslümanlara kan kusturan zâlim tâğutların yönettiği ülkelere hiç tereddüt etmeden İslâm ülkeleri denilebilmekte. Bu ülkelerin aralarında oluşturacakları kapitalist ve pragmatist ticarî birlikteliğe İslâm Ortak Pazarı gibi adlar kolaylıkla verilebilmekte. Örtülü fâiz dâhil, diğer bankalarda olan tüm şeylerin aynısının mevcut olduğu kapital işleriyle uğraşılan yerlere hiç çekinmeden İslâm Bankası tesmiye edilebilmekte. Örnekleri çoğaltmak mümkün, fincancı katırları ürkütmek de...
Meşhur hadis-i şerifte buyrulduğu gibi “İslâm yücedir. Ondan daha üstün hiçbir şey olamaz.“ O, Allah katında makbul tek dindir. Allah'a âittir. Müslümanların bütün beşerî zaaflarıyla ortaya koydukları bir şey zayıfsa, güçsüzse, yanlışsa... İslâm mı güçsüz olacak?
Osmanlı saray çevrelerinde oluşturulan Divan Edebiyatı, aşk şiirleri olan gazellerle, ucuz meddahlık (övgü) şiiri kasideleriyle, hamamnâmeleriyle ne kadar İslâmîdir? İslâmî Edebiyat adını vermemiz ne kadar doğru olur? İslâm gerçekten böyle bir sanatı mı hedefler? Böyle bir edebiyatın ve sanatın eleştirilecek yönleri varsa, nasıl İslâmî olabilir? Eleştirilince İslâm eleştirilmiş olmaz mı?
Demek istiyorum ki, tarihten günümüze müslümanların ortaya koydukları tüm sanat eserleri şu veya bu sebeplerle “İslâmî“ denecek ideal ölçülere uygun değildir. Bu sanat eserlerine müslümanların sanatı denebilir. Eksiklik ve yanlışlıklar İslâm'a değil, müslümanlara âittir. Bu değerlendirme, câmi mimarisini de kapsayacak şekilde tüm sanat eserleri için istisnâsız şekilde geçerlidir.
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 55 -
Ayasofya'yı bilirsiniz. Doğu Roma İmparatorluğunun önemli kiliselerinden biri olarak 537 yılında yapılan bu eser, Fatih'in yaptırdığı minâreleri saymazsanız mimarî şeklini aynen korumuştur. Osmanlı câmileri bu kilise mimarisine ne kadar benzer, bilmem karşılaştırma yaptınız mı? Hele Tanzimat dönemi câmileriyle kiliseler aynı mimarî özelliktedir. Daha eski olan Babil gözetleme kuleleri ise kiliselerin çan kuleleri ve onlarla minâreler arasında büyük benzerlikler vardır. Bizans, eski Mısır, Suriye gibi eski uygarlıklardan câmi mimarisinde de büyük çapta etkilenmeler olmuştur. Bunlar birer vâkıadır. Olması gerekiyor veya gerekmiyordu, ama bunları şunun için söylüyorum: İslâm sanatı diyebilmemiz için hristiyanların veya diğer dinlerin eserlerinden çok farklı, orijinal bir tarz gerekmez mi? Veya şöyle de sorulabilir: Peygamberimiz aynen bu tarz bir mimariyi mi isterdi? Meselâ, ilk minâre ne zaman, hangi ihtiyaçtan dolayı, neye benzetilerek, nelerden etkilenerek yaptırıldı? Bugün hangi ihtiyacı görüyor? Sorular daha derinleştirilerek arttırılabilir.
Mimarlık sanatı yönüyle câmilere yakın önem taşıyan kümbet ve yatırların mimarisinden önce, böyle anıtkabirlerin inşâsının İslâmî olup olmadığı sorgulanmalıdır. Bunlara İslâm sanatı demeden evvel, hangi dinlerin ürünü olduğu ortaya konmalıdır.
İslâm sanatı, ilhamını Kur'an'dan, Rasûlullah'ın sünnetinden alan sanattır. Bir müslüman kültürü ve hassâsiyetiyle bu kaynaklara inilmedikçe, yapılmak istenenler takvâ ürpertisi, ihsan ve ibâdet bilinciyle değerlendirilmedikçe İslâm sanatı oluşamaz. Tabii, böyle bir sanatın oluşması için İslâmî bir ortama da ihtiyaç duyulacak, bu sanatın altyapıları mevcut olacaktır. Bize göre bugün de, tarih dilimlerinde de böyle bir sanat oluşmamıştır. Oluşan şey, batının veya bâtılın sanatına basit adapte ve küçük değişimlerle İslâm kılıfı giydirmekten ibârettir. Mankenlere başörtüsü taktırılarak onları podyuma sürmek cinsindendir yapılanların çoğu.
Asr-ı Saâdet, dört halîfe döneminin sonuna kadar yeni İslâm devletinin oluşum dönemidir. Bundan kısa bir süre sonra ise oluşan düzen ve ortamın da etkisiyle eski Arap câhiliyyesine veya yeni fethedilen topraklarda izleri görülen eski câhilî medeniyetlere yöneldiği kadar Kur'an'a yönelmemiştir sanatçı. Türkler İranlılar gibi İslâm'a yeni giren kavimlerse, İslâm öncesi sanat anlayışlarını da beraberlerinde getirmişler, saf İslâm sanatı oluşturma imkânlarını baştan kurutmuşlardı. Müslüman sanatçıya zor geliyordu Kur'an'ı sanatkâr ruhla okuyup yorumlamak, ona dayalı bir sanat anlayışını sıfırdan oluşturma çabasına girmek... O kolay yolu seçti. Eski sanatı İslâm kılıfıyla devam ettirmek veya yeni fethedilen yerlerdeki sanattan esinlenmek ve adaptasyon. Bu kolaycılık, İslâm sanatına doğru giden yolun ilk adımında sanatçının Kur'an sanatının dışında yollar aramasına sebep oldu.
Unvanları halife veya zıllullahi fi'l-arz da olsa, yöneticilerin hemen hepsinde Kur'an kaynaklı sanat ruhuna destek olacak bir anlayış ve yaşama biçimini, tevhid penceresinden bakınca görememekteyiz. Tam tersine, sanatçıyı oyalayacak oyuncakları ellerine tutuşturma işlevi görmüşler, sanata Kur'an'ın değil, sarayın yön vermesi için çabalamışlardır.
Kur'an her şeyden önce kâinat, hayat ve insan için çok geniş bir düşünce sistemi ortaya koyar. Sanata en güzel hedefler çizer. Sanat için gerekli metodun
- 56 -
KUR’AN KAVRAMLARI
örneklerini bolca ihtivâ eder. Hem konu, hem üslûp bakımından sanat için de en mükemmel kaynak Kur'an'dır... Hayatı İslâm düşüncesine uygun ve evrensel çapta yorumlamak isteyen bir sanat için başvurulabilecek en geniş, en sağlam kaynak Kur'an'dır... Sanat alanında Kur'an'dan faydalanmak için Kur'an kavramlarına ve Kur'an'ın üslûbuna yönelme zorunluluğu vardır...
Kur'an'ın hayata geçirilmesi gibi, Kur'an'ın sanata geçirilmesi de ütopik bir rüya değildir. Elbette mümkündür. Bunun için her şeyden önce canlı Kur'an haline gelecek hamele-i Kur'an olan sanatçı rûhuna ihtiyaç vardır.
Müslümanların oluşturduğu sanatın, ideal İslâm sanatı ile karşılaştırıldığında olumsuzlukları yanında, kâfirlerin sanatı ile mukayese yapıldığında elbette nice güzellikler ve üstün özellikler bulunacaktır. Tarihe övgü yaklaşımı da sövgü yaklaşımı da yanlıştır. Her şeye âdil olarak bakmak gerekir. Müslüman sanatçının ya da müslümanların oluşturduğu sanatın alâmet-i fârikalarının (ayırıcı özelliklerinin) bilinmesi bu sanatın müsbet yönünü ortaya çıkaracaktır.
Müslüman Sanatçı ile Diğer Sanatçıların Farkı
Müslümanın inancı, hayat görüşü ve yaşayışı farklı olduğundan, sanat konusunda da tabii ki müşrik veya münkirden farklı yönleri olacaktır.
İdeal tipten ne kadar uzak olursa olsun, kendisine müslüman denilebilecek asgarî şartlara sahip olan insan, ister sanatçı ister başka biri olsun, Allah'ın koyduğu kurallara uymak zorunluluğu hissedecektir. Normal olarak da bunları imanı nisbetinde hayatına geçirecektir. Başka türlü olması beklenemez. Müslümansa belli edecektir müslümanlığını.
Kur'an'dan ilhamını alarak ideal ölçüler içinde İslâmî bir sanat ortaya koyamamakla itham ettiğimiz müslüman sanatçı, tarihten bu yana kâfirlerden nice yönleriyle farklı müslümanca bir sanat oluşturmaya çalışmıştır. Eksiğine aksağına rağmen müslümanların sanatında müslümanca güzellikler bulmak zor olmasa gerek.
Câmi başta olmak üzere her çeşit mimarlık, hat sanatı, dinî mûsikî denilen müzik, stilizasyon, arabesk, ebru, tezhip gibi tezyînî sanatlar, çeşitli el sanatları, halk sanatları ilk akla gelen türler. Ama bizim üzerinde durmak istediğimiz esas farklılık, sanata bakış açısında ve haramlığında ittifak edilen tür ve tarzlara karşı oluştur. Maddeler halinde, çok kısa olarak bu farklılıkları sıralayabiliriz:
a. Batı sanatçısı Allah'la mücâdele içindedir. Sanat da onun “yarattığı“dır. Buna karşılık müslüman sanatçıda en küçük çapta bile olsa Allah ile bir çatışma yoktur. Hatta o, sanatı ibâdet olarak görmek zorundadır. Batılılar Allah'ın yarattığını taklit için insan vücutlarını kaslarıyla birlikte çizmiş veya heykellerini yapmışlarken; müslümanın sanatında insan vücuduna hemen hiç rastlanmaz.
b. Müslüman sanatçı, güzelliği yaratma iddiâ ve cür'etinde değil; güzeli keşfetme görevindedir.
c. O kural, disiplin, ölçü tanımayan değil; haram-helâl hudutlarına ve kendi fıtratına uyan, ritme, âhenge, ölçüye, birliğe, sonsuzluğa ulaşmak isteyen bir anlayış içindedir.
d. O, nefsinin hevâ ve fantezilerinden ziyâde, mutlak güzelliğin peşinde
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 57 -
koşar.
e. Ne sanatı, ne kendini putlaştırır. Sanatı amaç olarak görüp ona Allah'ı karıştırmayarak putlaştırmaktan sakındığı gibi, sanatçı olarak kendini de putlaştırmaya götüren her şeyden kaçıp “ben“ini gizler.
f. Sadece duyularıyla ve hisleriyle değil; kalbî ve rûhî tüm özellikleriyle de güzele yaklaşır, gözünün yanında basîreti ile Allah'ın nûruyla bakar.
g. Değişen şeylerin ardındaki değişmeyeni arayıp yakalamaya çalışır.
h. Gayri müslim sanatçı Allah'ı, tabiatı, yaratıkları taklit etmeye, -hâşâ- Allah gibi yaratmaya kalkışma cür'etini gösterir, bunun için benzetme metoduyla eserini ortaya koyarken; müslüman sanatçı taklitçi değildir. Allah'ın yarattığına benzetmeye kalkmaz eserini. O, eşya ve hâdiseleri yansıtma metoduyla idrâk eder. Onun için batıdaki heykel ve figüratif resme karşılık, müslüman sanatçı minyatüre sığınır.
i. Müslüman sanatçı için tabiat, batıdaki gibi bir dış görünüşten ibâret değildir. Dış görünüşten ziyâde iç görünüştür, derinliktir tabiat. Rûhî hâletin yansımasıdır. O, gözünü dış dünyadan fazla içe doğru açmıştır. Hâdise ve eşyaları aynen değil; insanda bıraktığı intibâlara göre ele alır.
j. O her şeyi daha parlak, daha şen görür. Tabiat devamlı bahar mevsimini yaşar. Gül ve bülbül de bahçededir hep. Her şey güzel görünür sanatçıya. Çünkü onun bakışı mutluluk ve huzur doludur. Örneklerinde çirkinlere ve çirkinliklere yer yoktur.
k. Batıdaki arayıp bulamamanın getirdiği çırpınış ve isyanların yerine; huzur, sükûnet, olgunluk ve ritm vardır.
l. O, sanatı, batılılar gibi faydadan uzak düşünmez. Onun için sanat bir lüks ve fantezi değildir; bir oyuncak da. Sanat daha çok hayatta lâzım olacak bir güzelliktir. Kullanılan güzel bir eşya veya onun tezyînatıdır sanat.
m. O taklitçi olmadığından yaptığının aynısını tekrar etmez. Birbirinin aynı olan iki çiçeği bile resmetmez. Aynı iki kompozisyon ortaya koymaktan sanat adına hayâ eder.
n. Özellikle son asırda tatbiki güzel sanatlarda ve dekoratif sanatlarda batı makineyi ele tercih etmeye başlamıştır. Makineleşen insan, sanatı da makineye ezdirmeye başlamıştır. Müslüman sanatçı ise göz nurunu el emeğiyle birleştirmeyi tercih eder. Ucuzluğa ve tekdüzeliğe prim vermez. Makineye teslim olmaz, sanatını da teslim etmek istemez.
o. O tabiatla iç içedir. Kendisini küçük tabiat bildiğinden onunla uyum içindedir. Topraktan yaratıldığına inanır. Tabiata hükmedenle kendine hükmedenin aynı zât olduğunu, aralarındaki kanunların ayniyet arzettiğini görür. Onunla bütünleşmek ister, tabiattan kopmaya rızâ göstermez.
p. Batılı sanatçı, dinini bile trajedi haline getirdiğinden, hayatı trajik biçimde algılar. Karamsarlık ve tedirginlik içindedir. Yeni çözümler peşinde koşar; daha doğrusu çılgınlıklar peşinde. Müslüman sanatçı ise sanatta yeni yollar aramaktansa daha çok bulduğuyla yetinmeyi tercih etmiş, fakat bu sınırlı yolda
- 58 -
KUR’AN KAVRAMLARI
derinleşmeye ve çeşitlemeye yönelmiştir.
18. Yüzyıldan sonra, özellikle de Tanzimat'ın ilânıyla birlikte doğulu sanatçı ile batılı sanatçı arasında fark-mark kalmadı. Batı taklitçiliği müslümanca sanatın tüm değerlerini kemirmeye başladı. Taklit hastalığı şekilden ibâret olmadığından, öncelikle kalbi, rûhu mahvetti. “Müslüman sanatçı“ değildi artık doğulu sanatçı. O sadece sanatçıydı. Sanatçının müslümanı gâvuru mu olurdu? Sanat da sanattı işte. Onun da kurallarını din belirleyemezdi!
Artık Tanzimat'tan sonra sadece saraylar değil, câmiler bile batılılaşmıştı. Batıdaki kiliselerin mimarî özellikleri aynen câmilere taşınıyor, câmileri bile halkın gâvur dediği hristiyan mimarlar inşâ ediyordu. Ne yapalım büyükler(!) böyle istiyordu. Her konuda batı tek örnekti. Sanat da batılılaşacaktı. Câmiler de buna ayak uydursundu efendim. Batıdaki sanat ve sanatçı, her konuda taklit edilmeye başlandı. Artık bunun dışında sanat-manat yoktu. Ve derken Amerika'nın Michael'ı, Madonna'sı bile sanat adına okul defterlerinin kapaklarına, oradan gençlerin kalplerine yerleşmişti.
Anlayacağınız artık fark kalmadı, sanat da kalmadı.
Buyrun sanatın cenâze namazına. Sonra da gömmek için hristiyan mezarlığına!
Sanat ve Cihad
Sıcak savaşta silâhların önemi neyse, soğuk savaşta sanatın yeri odur. Hak-bâtıl savaşının kıyâmete kadar süreceğini de bilmeyen yok. Cephe her dönemde ve her yerde isteyene açık. Arada kalmak mümkün değil; ya o cephe seçilecek, ya bu cephe. İslâm savaşçısı olmayan herkes, sadece savaş kaçkını bir korkak olmakla kalmayacak, bâtıl savaşçısı konumuna girmiş olacaktır: “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut yolunda savaşır. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın. Şüphe yok ki, şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.“171 Bu ikisinin dışında üçüncü bir savaşçı yok. Aradakiler, üçüncü bir yol arayanlar mı? İşte: “Bunlar (İslâm savaşçılarıyla kâfir savaşçıların) arasında bocalayıp durmaktalar (o münâfıklar). Ne onlara, ne bunlara (dâhil değildirler). Allah'ın şaşırttığı kimseye asla bir çıkar yol bulamazsın.“ 172
Kâfirler memleketleri önce sanat denilen araçlarla işgal ediyorlar. Silâhlı işgallerin zaten modası geçti ve çok pahalıya mal olduğu görüldü. Bununla birlikte kalıcı egemenlikler silâha değil, sanata dayanmak zorundadır. Silâhla insanı zorla ve geçici bir süre etkisiz hale getirebilirsiniz, ama sanatla insanı fetheder, kendi cephenize alabilirsiniz.
Hz. Ömer'in yalın kılıç Hz. Peygamber'e karşı öldürme kastıyla giderken Kur'an'ın sanatı karşısında kılıcının işe yaramadığını hatırlayıverelim. Ama bu sanattan anlamayana anlayacakları dilden anlatmak için Hz. Ömer kılıcını da elinden atmamıştı.
İslâm, insanı rûhundan yakalar; onu iknâ eder, inandırır. İşte bu, sanatla cihadın kaynaşmasıdır. Müslümanın cihadı da en güzel şekilde olmak zorundadır:
171] Nisâ, 76
172] Nisâ, 143
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 59 -
“Onlarla en güzel şekilde mücâdele et.“173 O yüzden cihat sanattır, sanatın cihad olduğu gibi.
Buhârî ve Müslim'in rivâyetine göre İslâm düşmanlarını şiirle hicveden Hassan bin Sâbit, Hz. Peygamber'in “onları hicvet, Cebrâil de seninle beraber olsun!“ şeklindeki duâ ve iltifâtına nâil oldu. Bilindiği gibi hiciv, birini şiirle kötülemek ve küçük düşürüp alay etmek, ona saldırmak demektir. Dolayısıyla sanatın hiciv gibi cihad için kullanılmasını Peygamberimiz emretmişti.
Sanat, rûhî özelliklerin dışa yansıması olduğundan, rûhî mücâdelesiyle sanatın büyük yakınlığı vardır. İnsan kendi rûhunun derinliklerinde, aynı anda hepsine karşılık verilmesi ve tatmin edilmesi mümkün olmayan gelip geçici ve iç içe duygu ve arzularla mücâdele eder. İçteki mücâdele sanatın cephesini, yönünü, şeklini, keyfiyetini, kalitesini belirler.
Müslüman için hayat, iman ve cihaddan ibâret olduğu gibi, diğer insanlar için de bu böyledir. Herkes hayatı boyunca bir şeylere inanır ve o uğurda mücâdele eder. Yani herkes savaşçıdır, dininin savaşçısı. İnsan hayatının bir ânı bile mücâdelesiz geçmez. Ya hak yolda, ya da bâtıl. Kime karşıdır bu mücâdele? Diğer insanlara, varlıklara, eşyaya. Düzenlere, değerlere, güçlere, akımlara; sosyal veya siyasal zulümlere. Arzular ve eğilimlerle; tâğutlarla mücâdele. Sanat, bu mücâdeleyi güzel bir şekilde, hikmetle yansıtabildiği oranda sanat olacaktır.
Hayat cihaddan ibârettir de, sanat cihaddan ibâret değil midir? Artık insanlar fırçalarla, kalemlerle, filmlerle, kasetlerle savaşıyorlar. Savaş âletlerinin mermileri, bombaları bedenleri değil; rûhu, kalbi hedef alıyor. Kalpler, evler, sokaklar, memleketler ve dünya sanatla ve sanatçıyla işgal ediliyor.
Sanata karşı sanatla mücâdele edilmelidir; orduya karşı orduyla mücâdelenin şart olduğu gibi. Hem de sahte sanata karşı gerçek sanatla. O takdirde mücâdele daha kolay kazanılacaktır. Hz. Mûsâ'nın sihirbazlara, yani sahte sanatçılara, göz boyayıcılara galebesi gibi.
Sanat ve Tebliğ
Sanat, dâvânın en sihirli tebliğ ve telkin vâsıtasıdır. İnsanlara güzeli sunmak için güzel bir görünüm içinde güzel unsurları kullanmak gerekir ki, bu usûllere sanat diyoruz. Sanat rûhundan yoksun kaba ve çirkin bir tebliğ (ki buna tebliğ denmez, propaganda denir) çağırmak değil, kaçırmaktır. Bu ince telkin edâsından yoksun, yani sanatsız tebliğcilik, ham softalık ve kaba yobazlık olur.
Sanatın bir gâyesi de gönülle duyduklarımızı başkalarına güzel bir şekilde ifâde etmektir. Rûhumuzu gönlümüzü açmak, oradaki huzuru, hazzı, zevki, güzelliği, derdi, çileyi başkalarıyla paylaşmaktır. “Ballar balını buldum. Kovanım yağma olsun!“ demektir. Yani tebliğdir.
Doğruluk ve güzellik tebliğle, telkinle yayılır. Gerçek sanatın tüm dalları tebliğ vâsıtalarıdır. “Gerçek sanat“ diyoruz, çünkü meşrû olmayan sanat dallarını ve sanatın gayr-ı meşrû kullanılışını tebliğ kabul etmiyoruz. Meşrû dâvâ, meşrû vâsıtalarla gelir. Neticeye tesir eden her şey meşrû olamaz. Müslümanlarca bu sanat dalları içinde tebliğe en müsâit olanlar, en önemli sanat kabul edilir. Hitâbet,
173] Nahl, 125
- 60 -
KUR’AN KAVRAMLARI
edebiyat: Kur'an'ın ve peygamberlerin sanat yönünün dışa vuruşu. İnsanlar arasında en güzel tebliği yapan peygamberler en büyük sanatkârlardır. Edebiyattan sonra da hat, mimarî ve mûsikî, dâvâyı tebliğ edebildiği oranda makbul sanatlar. Ve diğerleri...
Tebliğ demek, müslümanca sanat demektir; ille Kur'an âyetlerinin veya hadislerin anlamlarını vermek, vaaz ve nasihat demek değildir. Hayatla ilgili herhangi bir konu İslâmî ölçülere uygun şekilde müslümanca ele alınır; sözle, sesle, çizgiyle veya başka bir yolla meşrû ve güzel bir tarzda sunulursa bu sanat olduğu kadar tebliğ de olur. İkisini birbirinden ayıramazsınız. Sanat bir inancın tebliğidir, ama kuru ve soğuk bir sunma, hiçbir zaman, yapılana sanat vasfı verdirmez. Sanatkâr yönü herkesçe kabul edilen Mehmed Âkif'in şekilden ziyâde sunulanın önemli olduğunu belirten bir sözü vardır: “Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek.“ Sözümüz odun gibi olacaksa, Yunus Emre'nin dergâha taşıdığı odunlar gibi olsun; yontulmamış olmasın ki, kalem misâli sanat vesîlesi olsun. Yontulmamış odun yanmağa yararken, kalem gibi yontulan odun insanı yanmaktan kurtarabilir.
Büyü/sihir, insanları uyutur, hipnotize eder, manyetik alana sokarak sarhoş yapar. Bizim sanatımızın farkı ise uyarıcı olmasındadır. Müslüman sanatçı, teshir eden, uyutan, hipnotize eden değil; insanları şerre karşı sürekli uyaran, hakka dâvet eden, gerçek güzelliği insanlara gösteren tebliğcidir.
“Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et.“174 Hikmet ve güzel öğüt sanattır. Sanat da Rabbin yoluna dâvet için kullanılmalıdır. Kuru kuru tebliğ değildir istenilen. Rûha nüfuz edici, gönle hitap edici, kalbi fethedici özelliklere sahip olacak; yani sanatlı olacaktır tebliğ. Tebliğin sanatlı olması gibi, büyük sanat eserleri de güzel bir tebliğdir. Gayri müslim sanatçıların meşhur eserleri de propaganda. Mozart, Bethoven, Pascal gibi batılı sanatçılar, sadece hristiyanlığın etkisinde kalmamışlar, aynı zamanda sanatlarıyla hristiyanlık propagandası yapmışlardır. Günümüzde hemen hemen her eve giren medyanın yaptığı, batılıların hristiyanlık, kapitalizm, materyalizm, hümanizm, sosyalizm, demokrasi, laiklik gibi dinlerinin sanat kılıfı içinde propagandasından ibârettir denilse hiç abartılmış olmaz. Televizyondaki en mâsum çocuk programlarından eğlence programlarına, çizgi filmlerden dizilere kadar bir dünya görüşünün propagandası, karşı dünya görüşünün de tenkididir. Gazeteler zaten birer ideoloji çığırtkanı. Dergilerse ya dâvâ adamlarının ya da dâvâsızlık dâvâsının organları.
Kâfirler her türlü sanat araçlarıyla çekinmeden açıkça kendi inançlarının en kesin şekilde propagandasını yaparken, bir insan hem “müslümanım“ diyecek, hem de sanatına inancını aksettirmeyecek. Olmaz böyle şey. Ne böyle sanat, ne de böyle müslümanlık!
Müslümana ve müslümandan önce İslâm'a faydası dokunmayan sanat, bir oyuncaktan, fantezi ve lüksten başka bir şey değildir. Dâvâ açısından faydasız sanat, çok yönden zararlı bir uğraştır.
174] Nahl, 125
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 61 -
Sanat ve Fayda
Bazıları sanatın fayda ile ilgisi olduğu oranda sanat olmaktan uzaklaşacağını söyleyerek, sanatın sadece sanat için olması gerektiğini savunurlar. Bunlara göre sanat, ahlâk ve faydayla kesinlikle uğraşmaz. Günümüz sanat anlayışında da toplum açısından maddî-mânevî hiç yararı olmayan yapıtlar, sanat eseri olarak takdim edilir. Başta heykel olmak üzere, modern resimden müzik anlayışına kadar günümüzde sanat diye takdim edilenlere yararlılık açısından bakıp tekrar değerlendirmek gerekmektedir. Câhilî sanat anlayışı, sanat putuna toz kondurmak istemeyebilir: “Sanat, hiçbir şeyin aracı olmamalı, sanatta sadece estetik özellikler aranmalıdır. İnsana direkt faydalı olan şey, zanaat olur. Güzellik anlayışı, faydaya kurban edilemez...“
İslâm, hayra vesîle olmayan, faydası dokunmayan herhangi bir şeyi kesinlikle meşrû görmez. Efendimiz: “Allah'ım! Öğrettiklerinle beni yararlandır. Bana faydası olanları öğret“ diye duâ ederken, ilim bile olsa faydası olmayandan sakınır: “Allah'ım! Faydasız ilimden Sana sığınırım.“
Rabbimiz Kur'ân-ı Kerim'de, kurtuluşa erecek olan gerçek mü'minleri “Onlar lağvdan (faydasız söz, iş ve davranıştan) sakınanlardır.“175şeklinde vasfederek över. Peygamberimiz (s.a.s.) de bu konuda şöyle buyurur: “Faydasız söz ve işleri bırakması, mü'minin müslümanlığının güzelleşmiş olmasındandır.“
Faydası olmayan herhangi bir şey, zararlı kabul edilmese bile kaçınılması gereken bir lağvdır. Vakit ve nakit isrâfıdır, mâlâyânidir, abesle iştigaldir. Dolayısıyla her faydasız şey zararlıdır. Allah'ın yarattığı, başta insan olmak üzere tüm yaratıklar, sadece şekil olarak güzel ve sanatlı olarak yaratılmamış, bir gâye için var edilmiştir. “Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?“176 Müslüman sanatçı, yaptığı işin meşrû ve hayırlı bir iş olduğu, kendisine ve başkalarına faydası dokunduğu oranda ibâdet olduğu bilinciyle sanata yaklaşmak zorundadır. Tabii bu fayda, bazen sadece âhirette beklenen müeccel bir hayır olabilir. Bilinmeli ki “Âhiret bâki (devamlı) ve daha hayırlıdır.“177 Cennetteki nimetler, dünyevî süs ve faydalardan çok daha hayırlı ve büyüktür. 178
Bir iş veya sanat eseri faydalı olduğu halde, inancımıza ters düşüyorsa terk edilmelidir. Çünkü müslüman, olaylara pragmatizm açısından bakamaz. Zararlı bir şey, çok kapsamlı değerlendirilemediği için faydalı zannedilebilir. Bir şey de bazı küçük faydaları olduğu halde, meşrû olmayabilir.179 Fayda ile zarar aynı şeyde, meselâ bir sanat eseri veya anlayışında ortaklaşa bulunursa, “zarardan korunmak, faydanın gelmesinden daha önemli“ olduğu için (Mecelle kuralı), hayra şerri karıştırmadan olmuyorsa o, hayır olmaktan çıkmış, içine zehir damlatılan suya benzemiştir.
“Fayda“yı, nefsimizin hoşuna giden, egomuzu tatmin eden, sömürüye benzer kazanç, basit ve küçük dünyevî çıkar kaygısı olarak anlarsak, bu kabul İslâm'ın
175] Mü'minûn, 3
176] Mü'minûn, 115
177] A'lâ, 17
178] Bkz. Âl-i İmrân, 15
179] Bkz. Bakara, 219
- 62 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hayır ve fayda anlayışına ters olduğu gibi, bu tür çıkar endişesi sanatı sanat olmaktan çıkaran bir parazit olur. Müslüman açısından fayda; Allah'ın rızâsına ulaştıran, insanlığa hizmetle alâkalı, dünya ve âhiret için gerçekten yararlı olan mâruf ve meşrû olandır, hayırdır.
Sanatın karın doyurmadığı, insanın sağlığını ve rahatını arttırmadığı doğru olabilir. Hatta insana çile çektirdiği, yorduğu, düşüncesini zorlattığı, bazen tedirgin ettiği, hâmile anne adayının katlandığı zahmet gibi güzel eser doğurabilmek için bin bir zahmetlere sebep olduğu söylenebilir. Bütün bu zahmetlerin rahmete dönüşeceği özellikler bir eseri sanat yapar. Sanat bu zahmetlerin yanında, güzel insan olmanın güzelliğini güzelce duyurabildiği için, insanî değerleri ihyâ ettiği, rûha huzur ve tatminlik hissi verdiği, onu beslediği ve bunun gibi güzelliklere hizmet ettiği için faydalı şeylerin ön sıralarında gelir.
Güzellik ile fayda, tarihin eski dönemlerinden beri çok iyi geçinen evli çift idi. Fitneci felsefe bile aralarını bozamadı. 18. Yüzyılın sonunda estetik adlı batı büyücüsü “bi-izzeti Rûm“ deyip süslü sihirbaz değneğiyle bu evli çiftin arasını açmayı başardı. Ne yaptığını, ne aradığını bilmeyen bazı Rönesans miras yedileri eski Roma'nın töre ve zevklerini yeniden hortlatmayı amaç edindikleri için arkeoloji düşkünlüğünün etkisinde bir anlayış geliştirdiler. Mimarî, bir ihtiyaca cevap verdiği ve faydalı olduğu için onu sanattan saymamaya başladılar. Mimarî ne kadar süslü ise, ancak o kadar değeri vardı bu anlayışta. Faydalı ile güzelin hiçbir zaman bağdaşamayacağı ilân edildi. Tek-tük cılız karşı çıkmalara rağmen, bu anlayış, tüm batı sanatını bugüne kadar önemli çapta etkisine aldı. Böylece sanat hayattan uzaklaşmış oluyor, bir lüks eşyadan başka şey olmayan bu sanat, bütünüyle yozlaşmış oluyordu. Tabii ki sadece fanteziden ibâret olan bir sanat, bazılarınca tümüyle önemsiz bir şey kabul edilecek, bazılarınca da hiçbir şeyin hizmetinde olmadığından, aşırı yüceltilerek putlaştırılacaktır.
Müslümanların kültüründe sanatla zanaat iç içe girmiş kavramlardır. Sanat kelimesi “yapmak, işlemek“ anlamına gelen Arapça “sun' “ kelimesinden türediği; sözlük anlamı olarak sanatın; ustalık, hüner, mârifet anlamlarına geldiği gözönüne alınırsa, sanatın bugün zanaat dediğimiz marangozluk gibi el işlerini kusursuz yapabilme anlamında kullanıldığı anlaşılır.
Bugün endüstri kelimesiyle eş anlamlı olarak kullanılan “sanayi“ kelimesi, Arapça sanat kelimesinin çoğuludur. Sanayi kelimesi günümüzde yararlı eşyaların üretimi amacıyla madde veya ürünlerin değişim işlemleri veya hammaddeleri işlenmiş hale getirip değerlendirmeye yarayan işlem ve araçların tümü anlamında kullanılmaktadır. Eskiden bu tür işler, zevk verecek tarzda güzellik unsuru öne çıkarılarak ve el emeği ile yapıldığından sanat kabul ediliyor; bugünkü anlamından farklı anlamda kullanılıyordu sanayi. Demek istiyorum ki, sanatla sanayi aynı şeylerdi. Belirli zanaatları öğretmek amacıyla açılan okullara Sanat Okulu, Sanat Enstitüsü gibi adlar verilirdi. Marangozluk, demircilik gibi el ustalığı ile ilgili zanaatlar için halk hâlâ “sanat altın bileziktir“ der, zanaatla sanatı ayrı düşünmez. Halkımızın dünkü ve bugünkü anlayışı, zanaatın sanata götüren bir köprü olduğu, sanatın estetik kaygıların daha belirgin olan zanaattan başka bir şey olmadığı istikametindedir ki, bu anlayış, sanat-fayda ilişkisi açısından önemlidir.
Batının sanat anlayışı da yüz elli, iki yüz sene öncelerine kadar aynıydı,
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 63 -
denilebilir. Sanat kelimesi bugün ona verilen anlamı batıda 19. yüzyılda almıştır. Bu yüzyıla kadar sanat, ustalık ve el işlerinde mahâret demekti. Zanaat sanat sayılıyordu. Sanatçı, üstün bir işçi demekti. Şimdi sanatçıdan beklendiği gibi, orijinal bir eser ortaya koyma şartı aranmıyordu.
Sanatı ve tüm güzellikleri, çarkları arasında ezerek yürüyen Kapitalizm, kendi eliyle yaptığı helvadan put olan “sanat, faydası olmayan güzelliktir“, “sanat, ancak sanat içindir“ lokmalarını karnını aç bıraktığı ezilmişlere çoktan yedirdi. Artık ciddî anlamda sanattan söz etmek için tarihe yolculuk etmekten başka çare kalmıyor. Ya da tımarhanelik delilerin tuvale boya fırlatmaları, bazılarının orasını burasını göstererek hoplayıp zıplamaları, dört ayakla tepinip bağırmalarını sanat kabul etmek gerekiyor. Batıda özellikle dekoratif sanatlar, süsü faydaya fedâ ederek gittikçe yalınlığa doğru yönelmektedir. Mimarî, ev eşyası yapımı, tekstil sanayii, seramikçilik vb. alanlara uygulanan güzel sanatlar demek olan tatbikî güzel sanatlar bir ihtiyaca cevap vermek gibi faydalarından ötürü artık güzel sanat kabul edilmektedir. Yani, açıkçası batı da artık fayda konusundaki görüşünün faydasızlığını anlamış, faydası oranında sanata güzel sanat demeye başlamıştır.
Sanat-fayda ilişkisini belirtirken, bir müslümana göre zararlı bir şeyin sanat olamayacağını vurgulamaya gerek var mı, bilmiyorum. Tabii, en büyük zararın da mânevî-uhrevî olduğunu. Direkt zararı gözükmese bile faydasız bir şeyi mâlâyâni, israf ve lağv özelliklerinden dolayı onaylamayan bir dinin; inanca, ahlâka, akla, düşünceye, ekonomiye... zarar veren bir şeyi güzel görmesine, meşrû kabul etmesine ihtimal verilemez.
Zarar verici özelliğinden (dırar), takvâ üzere yapılmayan mescidi/câmiyi bile onaylamaz, onu güzel görmez İslâm. Putlaştırmaya yol açtığı için, inanca zararlı olduğundan canlıların heykellerine güzellik vasfını lâyık görmez. Yine meşhur İran halısının aşırı şekilde övülüp gözde büyütülmesinden dolayı putlaştırılıp inanca zarar vermesinden ötürü Hz. Ömer tarafından kılıçla lime lime edilmesi, müslümanların onayını alır. Bu arada belirtelim ki, “zarar“ kavramının da “fayda“ gibi İslâm'ın anladığı gibi anlaşılması gerekir. Kiralık veya satılık sanatçı olmamak için çırpınan değeri takdir edilmemiş sanatçının sanatını icrâ ederken karşılaşacağı zorlukları, güzel çileleri “zarar“la karıştırmamalı.
Sanatın, halkı sömürmeye varmayan meşrû ölçüler içinde sanatkârın ekonomik durumu yönünden maddî fayda sağlaması da gâyet tabiidir. Bundan bir iki asır önce İstanbul'da boğazdan karşı tarafa kayıkla geçen bir meşhur hattatın para cüzdanını yanına almadığını fark edince, kayıkçıya yirmi paralık ücret karşılığı bir kâğıda vav harfi yazıp, “bunu çarşıda kitapçıların hangisine satsan, sana en az yirmi para verir“ deyip ücretini o şekilde ödemesini küçük bir nükte olarak belirtelim. Şimdi “vav“ın yerine geçirilen “v“lerin sanat olmayacağı ve para da kazandırmayacağı, kalemiyle geçinen kimselerin sanatçıdan çok kiralık kalemler olduğu gerçeğiyle açığa çıkıyor diye düşünüyorum.
“Sanat karın doyurur mu, doyurmaz mı?“ tartışılabilir, ama gerçek sanatın faydası, hayırlara vesîle olması, mideden daha önemli olan rûhu doyurması tartışılamaz.
Yapılanın faydalı olması için yalancı sanat olmaması gerekir. Gerçek sanat, gerçek üzere olan sanattır. Hak üzere olmayan yalan sanatın faydası da yalandır.
- 64 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sanat ve Gerçek
“Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Onlar günaha, iftirâya düşkün olan herkesin üstüne inerler. Bunlar (şeytanlara) kulak verirler ve onların çoğu yalancıdır. Şâirler(e gelince) onlara da sapıklar uyarlar. Onların her vâdide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi? Ancak iman edip sâlih/iyi ameller yapanlar, Allah'ı çok zikredenler ve zulme uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başkadır. Zâlimler hangi inkılâba döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.“ 180
Şeytanların ilhamları ile sanat(!) yapanların önemli özelliklerini bu âyetlerde görüyoruz. Yalancı, iftirâcı, yapmadıkları şeyleri söyleyen kimselerdir bu günahkârlar.
Açıkça görüyoruz ki, İslâm, sanat için de olsa yalana asla geçit vermez. Daha doğrusu, yalanı sanattan saymaz. Yalanı güzel kabul edenler, yalancı güzellikle karşı karşıyadırlar, aldanmışlardır. Yalancının mumu yatsıya kadar yandığından, sanatın uzun ömürlü olması için gerçek sanat olması gerekir. Doğruluktan güven ve sevgi oluşur. Yalan ise, güvensizlik, nefret ve çirkinliklere götürür. Yalan, çirkinliklere bulaştırdığı için güzellik kaynağı olan imana zıttır. Müslümanın sanatı, güzel bir gerçek (hak) arasında tam bir âhengin teminini hazırlayan bir sanattır. Çünkü kâinatta “güzel“ bir “gerçek“tir. Gerçek ise, güzelin doruğu.
Batıda gerçek için tek ölçü, bilimsel araç ve gereç dedikleri bazı aygıtlar ve gözdür. Bunun dışında gerçek yoktur. Hakikatin hakikat olabilmesi için deneyci bilim adamlarının laboratuvarında onaylanması şarttır. Bazıları daha da ileriye (geriye) giderek hakikatin çerçevesini öyle daraltmışlardır ki “Tanrı'yı neşterlerimizin altında görmedikçe varlığını kabul etmeyeceğiz“ demişlerdir. Ruh denilen bir gerçeğin tamamen yok sayılması ve maddî gerçekliğin tek ölçü kabul edilmesidir bu. Hâlbuki insanın ruhunda yer etmeyen ve ruhla bir etkileşim içerisine girerek bu doğrultuda harekette bulunmayan hiçbir şey, gerçekte mevcut sayılmaz. İnanç, düşünce, fikir, dâvâ gibi maddî gerçeklerin dışındakileri ele alalım. Bunlar bizim için büyük rûhî gerçeklerdir. Bunlarla yaşar, bunlarla hareket eder ve bunların etkisinde kalırız. Davranış, iş ve bilincimizde hep bunların etkisi vardır. Onun için bir dâvâ bizden başkası tarafından görülmese ve bizden başkası ona varlık hakkı tanımasa da, bizim için var olan her şey gibi mevcut bir gerçektir.
Sanatkâr yazdığı, söylediği, yaptığı her şeyi bizzat yaşamış olmalı. Hem de bu yaşama herkesin yaşadığı gibi basit ve sıradan bir şekilde değil; rûhunda, benliğinde de yaşamalı sanatkâr. Onunla yatıp kalkmalı, onunla içli-dışlı olmalı. Yoksa samimiyet, ihlâs, sâlih amel olmaz yaptıkları. Mücerreb bir hakikattir ki, hissetmeyen hissettiremez. İnanmayan inandıramaz. Yaşamayan yaşamaya çağıramaz. Görmek, öğrenmek başka şeydir, tâ ruhta duymak, yaşamak daha başka. Bir sanat eserinin etkisi veya etkisizliği, o eserin anlattığı şeyleri sanatçının iç dünyasında yaşamış olup olmamasına bağlıdır. Bu samimiyet, eserin kalıcı, uzun ömürlü olmasını sağladığı gibi, sahibinin amel defterlerinin kapanmaması ve onun sık sık hatırlanması cihetiyle onun ölümsüzleşmesi ve ebedîleşmesi demeyelim, ama çok uzun yaşaması demektir. Dolayısıyla madde dünyasında doğanlar kısa müddet sonra ölür, ama gerçek sanat dünyasında doğanlar, sanatlarının mutlak hakikatten aldığı pay kadar yaşamaya devam eder. Hem de evrensel
180] 26/Şuarâ, 221-227
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 65 -
bir yaşamadır bu.
Sanat Dallarına Bakış Açımız
“De ki: 'Size (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayanları bildirelim mi? (Bunlar) güzel sanat yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir.“ 181
Sanatı ve sanat kabul edilenleri değişik biçimde tasnif etmek, farklı bölümlerde incelemek mümkün. Güzel sanatlar, zanaatlar, göze hitap eden sanatlar, kulağa hitap edenler, fonetik sanatlar, plastik sanatlar, el sanatları, süsleme sanatları, halk sanatları, grafik sanatlar, tatbiki güzel sanatlar gibi.
Batıda mimarlık, heykeltıraşlık, resim, müzik ve edebiyat sanatının ana dalları; diğer türler bunların birer kolu kabul edilir.
Sanatı ve sanat kabul edilenleri hiçbir genel sınıflandırmaya tâbi tutmadan saymaya çalışalım:
Edebiyat, müzik, resim, heykel, mimarî, tiyatro, dans, opera, operet, bale, sinema, minyatür, karikatür, fotoğrafçılık, seramik, çanak-çömlek yapımı, mobilyacılık, halı-kilim dokumacılığı, metal işleme, ağaç oymacılığı, iç mimarlık, mermercilik, vitray, grafik sanatlar, edebî sanatlar, el sanatları, stilistlik, modelistlik, mankenlik, moda, şehircilik, bahçe mimarisi, dekor sanatı, döşemecilik, aşçılık, kuaförlük, makyaj, parfüm gibi tuvalet sanatları... (en iyisi, sanatın iyice kokusu çıkmadan noktayı koyalım).
Müslümanlara göre güzel sanat denilince ilk sırayı edebiyat alır kanaatindeyiz. Kur'an ve Sünnet'in hem edebiyat şaheserleri olmaları, hem edebiyatı teşvik ve tavsiye etmeleri, hem de dinin tebliğine en müsâit sanat dalları olmaları hasebiyle şiir, hikâye, hiciv, edebî sanatlar ve her türlü dallarıyla edebiyat. Sonra mimarî, süsleme sanatları. Tabii ki hat, kıraat, tezhip, ebru...
Resim, müzik, tiyatro ve sinema çok sıkı kayıt ve şartlarla kabul edilebilecek dallar. (Bu sanat dallarının aslının kötü olduğundan değil; özellikle günümüzde çok çeşitli haram ve küfürlere bulaşmasından dolayı bu sanatlara biraz soğuk bakıyor, sıcak ortamları bekliyoruz.) Heykelin sadece soyut olanı, resmin daha çok minyatür ve karikatür şeklinde ya da figür halinde tezâhürü, zanaat denilen el sanatlarının hemen her çeşidi. Ölçü belli: Allah'ın hudûdu.
İnsan ve hayvan figürlerine âit heykellerin, dans, bale gibi etkinliklerin sanat kabul edilmesi bizim açımızdan mümkün değil. Herhangi bir harama veya küfre âlet ve vesîle olan şekliyle sanat kabul edilenlerin güzelliği de meşrûluğu da kaybolur. Genel ölçü, Allah'a yaklaştıran herhangi bir şey meşrû, Allah'tan uzaklaştıran; tâğutlara, şeytana, nefsin hevâsına hizmet eden herhangi bir şey çirkin ve yasak. Müslümana göre sanatın mutlaka bir hayra hizmet etmesi ve yalan değil, hakikat olması gerekir. Tabii ki dinî ölçüler, selim akıl ve fıtrat kalıpları içinde güzel olması, estetik, zevke uygun olması şarttır ki sanat olabilsin. Bütün bu sanatlar vecd, tefekkür ve tebliğe hizmetleri ölçüsünde dince makbuldür.
Sanat deyince dejenere edilip yozlaştırılmış toplumun aklına gelen iki şeyden
181] Kehf, 103-104
- 66 -
KUR’AN KAVRAMLARI
biri müzik. Müziğin helâl ve haram türleri var. Ayrıca müziğin icrâ edildiği yere ve icrâ edildiği maksada göre de hükmü değişir. Haddi aşmadığı ve herhangi bir günaha sebep olmadığı takdirde çoğu âlimlerce mubah görülen müziğin günümüzdeki durumu dikkate alınmadan değerlendirmesi yanlış olur. Günümüzde müziğin içkili gazinolarda, fısk u fücuru ihtivâ eden, haramla birleşerek icrâ olunan, hayvanî duyguları öne çıkaran, cinsiyet ve seksin ön planda olduğu, şarkı sözlerinin çoğunun İslâmî edep ve hayâyâ ters düşmesi bir yana, küfür lafızlarını da içermesi değerlendirilince mubah damgasını vurmak mümkün değildir. Vakit israfı, para israfı, sayılanların yanında daha küçük problem. Bu problemlerin hiçbiri yoksa salt olarak müzik, insanı şeytanî düşüncelere yaklaştırmıyor ve müslümanlığını unutturmuyorsa o takdirde helâl denilebilir. Günümüzde adına yanlış olarak dinî mûsikî denilen ilâhî, marş ve ezgileri buna örnek verebiliriz.
Sinema için de benzer şeyler söyleyebilir, aynı hükümleri tekrarlayabiliriz. Hep kadın ve çıplaklık, gayri meşrû ilişkiler, sevgililer, kâfirlerin câhilî hayatlarının reklamı... Türk filmleri de batı hayatının ve batı filmlerinin hem de çok kötü birer taklidi. Konular bizim insanımıza tümüyle ters olduğu halde, izleye izleye insanımızın hayatı da film oldu. Bugünkü ortamda sinemaya gitmeyene, film seyretmeyene tavsiye edilecek, onu filme alıştıracak, yani içinde hiçbir çirkin ve haram unsur bulunmayan bir film var mı, bilmiyorum. Bana sorarsanız, bugünkü şartlarla tebliğe müsâit görünmüyor sinema. Çünkü onlarca problemi var sinemanın. Meselâ bayan eleman, yani aktrist problemi var. Oyuncu kızcağızın kıyafetinden zarâfetine dişiliğinin ortaya çıkmaması nasıl mümkün olacak? “Bâtılı tasvir, saf zihinleri saptırır.“ Müşrik veya günahkârları, kötüleri tasvir etmeyen, onların çirkefliklerini gözler önüne sermeyen film biliyor musunuz? Bu rolleri müslümanın mı, bir başkasının mı oynayacağından tutun, elfâz-ı küfrü ve ef'âl-i küfrü rol icabı da olsa söyleyip yapmaları... Bunların ibret olduğu kadar bazıları açısından kötü örnek teşkil etmesi, bazılarını olumsuz yönde etkilemesi gibi birçok sakıncalar. Oyuncu, senaryo yazarı, yönetmen ve diğer teknik elemanların gerçek anlamda müslaman, hatta dâvâ adamı olup olmamaları; olaya tüccarca mı, sanatçı olarak mı, yoksa tâvizsiz dâvâ adamı olarak mı baktıkları, bunların genel olarak İslâm'ı, Kur'an'ı ve yaptıkları işle alâkalı teferruatlı hükümleri ne oranda bildikleri, yaşadıkları değerlendirilmeli. Bütün bu problemlerin aşılması için ortam, bağımsız ve helâl finansman temini, hangi televizyonda veya hangi salonlarda oynanabileceği, rejimin sansür kurumlarını nasıl geçeceği... Film seyretmeyeni sinemaya alıştırma tehlikesi, muayyen bir şahsın taklidinin hükmü, hayalde büyük yeri olan bir zâtın veya peygamberin basit bir artist tarafından canlandırılması (ne demek canlandırma?), yani rol olarak taklidi. Sözgelimi gençlere Hz. Hamza dediğinizde akıllarına Yunan asıllı Amerikalı kâfir Anthony Quinn geliyor. Züleyha denilince Fatma Girik vb.
Bütün bu problemler aşılsın, ortaya müslümanca bir şey konulsun, sonra konuşalım hükmünü.
Tiyatro için de aşağı yukarı aynı problemler sözkonusu. Hükmü de benzer.
Peki, öyleyse bunlardan İslâm adına yararlanmayalım mı? Yararlanma yollarını arayalım, ama nasıl? Din, “ille yararlanın, haram veya büyük günahlar önemli değil!“ diyorsa, tamam. Haramlarla İslâm'a hizmet ve tebliğ olmayacağını, alkolle abdest alınmayacağını bilelim. Şu anda öncelikle ilimle mi, filmle
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 67 -
mi uğraşmalıyız, din bizden ne bekliyor, bu ortam içinde tekrar değerlendirelim. Dünyaya hizmet için değil; kulluk için geldiğimizi hesap edelim. Kulluğun içine ne kadar hizmet giriyorsa, yani yaptığımızın ne kadarı ibâdet ise, ancak o kadarını yaratılış amacımız, diğerlerinin ise nefsin aldatmacası, şeytanın sağdan yaklaşarak bizi kandırması olarak düşünelim.
Edebiyata gelince... Haramlara ve küfre vâsıta olması, günahkâr yalancılar elinde şeytanî ilhamlarla küfre hizmet edilmesi Kur'an'ın dikkatleri çektiği büyük günah. İslâm için kullanılması ise Kâ'b bin Züheyr için olduğu gibi Hz. Peygamber’e (s.a.s.) cübbesini çıkartıp ikram ettirecek ölçüde teşvike şâyân.
Müslüman açısından sanatlar içinde ilk sırada sayılabilir edebiyat. Müslümanlar söz sanatlarında, hitâbet ve edebiyatta söz sahibi olmalıdır. Laf adamı olmaktan ve gevezelikten kurtulmak, sanatla bu çirkinliklerin farkını ayırabilmek için de gereklidir bu. Savunduklarının ve yaşadıklarının güzelliğinin dile yansıması, “insanlara güzel söyleyin.“182 emrine uyulmasıdır bu.
Kur'an müslümanlar için birinci ve en büyük sanat kaynağı olmasına rağmen, bundan çok az yararlanılmıştır.
Sadece müslümanlara has orijinal sanatlar daha çok Kur'an'la direkt ilgili sanatlardır. Hat sanatı bunlardan biridir. Yasaklanan canlı resimlerine karşı, yazıdan tablo gibi resim yapar müslüman sanatçı. Hem tebliğdir hüsn-i hat, hem süs.
Kur'ân-ı Kerim tilâveti, müslümanlara has orijinal sanatlardan bir diğeridir. Rasûlullah’ın (s.a.s.) “Kur'an'ı seslerinizle süsleyiniz.“183 emri ve teşviki, bu sanatın gelişmesine en büyük etken olmuştur.
Hayber'in fethi sırasında bir sahâbî, nağme ile şiir (ilâhî-marş) okumaya başlayınca Rasûlullah (s.a.s.) ona duâda bulunmuşlardı.184 Ezanı güzel sesli ashâba okuturlardı. Güzel sesli bazı sahâbîden Kur'an dinlerlerdi. Dinin bu teşviki hoş sadâ ile Kur'an tilâvetinin, makamla ezanın ve meşrû mûsikinin gelişmesi açısından büyük rol oynamıştır.
“Güzel sesin ne önemi var, okunan Kur'an'ın mesajı yeterli“ diyemezsiniz. Güzel ses, mesajın etkisini arttırır. Bir divan şâirinin “Bozulmaz mâni-i Kur'an, olursa bed sadâ hâfız“ demesine nazîre yaparak Bağdat'lı Rûhî şöyle cevap veriyordu: “Uçar te'sîr-i Kur'an olursa bed sadâ hâfız.“ (Yani, bir şâirin, “Hâfızın sesi kötü olursa, Kur'an'ın mânâsı bozulmaz“ demesi üzerine şâir Rûhî: “Hâfızın sesi kötü olursa, Kur'an'ın etkisi uçup gider.“ Yani “Kur'an'ın tefsiri değilse de tesiri bozulur“ diye cevaplamıştır.)
Resim ve heykele gelince... Canlı resim, özellikle insan figürü resimde yasak kabul edilmiş. Özellikle heykel için bu yasaklık daha net ve daha tartışmasızdır. Tevhid inancının temel esaslarını korumak, bu yasağın en büyük hikmetidir. Kendi eliyle yaptığına tapma ahmaklığını bazı insanlar, sadece eski câhiliyye döneminde değil; şu asırda ve çok yakınlarımızda bile göstermekte. Sadece imal ettiği halde “yaratma“ vehmine kapılmak, çıplak kadın heykeli, sahte tanrılar, bâtıl dinlerin sembolleri gibi şeyler yapmaya kalkmak ve bunların demirden, tunçtan
182] Bakara, 83
183] Buhârî, Müslim
184] Buhârî, Müslim
- 68 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yontusu için büyük paralar sarfetmek, faydasız bir lüks, yani israf, heykelin yasaklanması için diğer hikmetler.
İslâm'da canlı resim ve heykellerin yasaklanmasının, bazı iddiâların aksine, sanat için çok olumlu etkileri vardır. Biyolojik bir vâkıadır ki, kullanılmayan bir kabiliyet, kullanılmakta olan diğer yeteneği takviye eder. Meselâ bir âmânın hâfızası ve hassâsiyeti normal insanlarınkinden kat kat üstündür. Meyvesini çoğaltmak için ağacın budanması gibi canlı yaratıkların resim, yontma ve heykellerinin tasvirinden uzak kalan sanatkârın kabiliyeti diğer sahalarda daha büyük kuvvetle kendini gösterir. Hat sanatı, minyatür, arabesk, stilizasyon ve her çeşit süsleme sanatındaki müslüman sanatçının başarıları bunun delilidir. Resim ve heykelin soyut olanına İslâm yasak koymaz. Dolayısıyla resimle veya heykelle uğraşmak isteyen için soyut resim ve heykelin kapıları ardına kadar açıktır. Modern resim ve heykel sanatı bile soyut resim ve heykele yöneldi. Minyatür modernize edilebilir, soyut resmin sınırsız imkân ve güzelliklerinden yararlanılabilir. Hat modern resme adapte edilebilir. Heykelden tebliğ amaçlı olarak da yararlanılabilir. Allah'ı, âhireti, ölümü, kulluğu hatırlatan, canlı figürlerden uzak, soyut heykel ve anıtlar gerekirse meydanlara dikilebilir. İsrafa kaçmadan ve yararlı bir şekilde müslümanca bu sanatlarla uğraşılabilir.
Sanat konusunda çok az yasak vardır. Yeme-içme konusundaki birkaç yasak gibi. Geniş olan alan, meşrû olan alandır. Yasakların çoğu putçuluk, seks, fitne, fesat, israf gibi, sanatın aslına âit olmayan unsurlardır ki, şeytanın süsleyip güzel gösterdiği ârızî dış etkenlerle ilgilidir. Bunlar sanatla birlikte olmasa da yasak olan inanç ve ahlâk dışı çirkinliklerdir. Müslüman sanatkârın önünde, kabiliyetini gösterebileceği çok geniş saha vardır. Ancak, oynamasını bilmeyen gelin “yerim dar, yerim dar“ der.
“Müslümanım“ diyen sanatçı, Kur'an'a yönelmek zorundadır. Ancak bu şekilde evrensel çapta, güçlü ve orijinal eserler üretebilir. Sanatın da, sanatçının da kurtuluşu Kur'an'dadır...
Sanat Konusunda Neler Yapılabilir?
Bazıları, “mehteri ihyâ edelim. Düğünlerimizi, eğlencelerimizi mehter marşları şenlendirsin. Millî-tarihî sanatımız bizi, biz onu kurtaralım“ diyebilir. Bazıları, okunmaz, anlaşılmaz hale getirilmiş, tebliğ amacı unutulmuş hat sanatını bu ortam için “İslâm sanatı“nın çıkış noktası olarak teklif edebilir. Ebru, tezhip gibi bize âit, ama ölmüş sanatları diriltmek için boşuna uğraşabilir. Veya en fazla yeni Mimar Sinan'lar çıkması gerekir ki “İslâmî sanat“ oluşsun değerlendirmesi yapabilir.
Bütün bu ve buna benzer görüşlerin bugünkü müslümanlar için, müslümanca sanat için hayâtî önemi olduğunu sanmıyorum. Önce konumumuzu tespit etmeliyiz; sonra ihtiyaçlarımızı. Niçin geldik dünyaya, nasıl bir dünyada, nasıl bir çevrede yaşıyoruz? Görevlerimiz, öncelikli işimiz nelerdir? İnsanların imanları bin bir oyunla, düzenle çalınırken, İslâm'a hizmet iddiâsındakiler İslâm'ı bilmez, hoca denilenlerin bilmem kaçta kaçı gerçek İslâm'a inanmazken... Neye, nereden başlamalıyız?
Her düzen kendi sanat anlayışını ve sanatını beraberinde getirir. Her rejim kendi prensiplerine uygun ortamı ve altyapıyı oluşturur. O yüzden müslümanca
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 69 -
sanat isteyenler her alanda müslümanca bir nizam için, Şeriat için çalışmalıdır. Bu çalışmalar estetik biçimde olduğu müddetçe sınırlı da olsa sanat ortaya çıkmış olacaktır. Yani istenen ve beklenen nizamı tebliğ için her türlü faâliyetler de sanata dönüşebilir.
Her yaptığımızı en güzel şekilde yapmak İslâm'ın emri olduğu için müslümanın her yaptığı sanat haline dönüşebilir. Kur'an'da geçen “ihsân“ tüm anlamlarıyla gerçekten güzel olanı, güzel sanatı da ifâde edecek boyuttadır: “Güzellikler yapın. Şüphesiz ki Allah muhsinleri, güzel hareketlerde bulunanları sever.“185 Âyette geçen ihsân, husün ve hasenât kelimeleri, aynı kökten ve Türkçe'de de az-çok kullanılmakta. Güzellik, iyilik, infak etmek, işi doğru yapmak, dürüst olmak gibi anlamlara gelir. Allah'ın sevdiği “muhsin“ de Arapça'da işinin ehli olana denir; infak eden ve güzel harekette bulunan anlamlarıyla birlikte. “İhsan (güzel hareket) nedir?“ diye Rasûlullah’a (s.a.s.) sorulmuştu. O da: “İhsan, Allah'a O'nu görüyormuş gibi kulluk etmendir. Eğer sen O'nu görmüyorsan, mutlaka O seni görüyor.“ 186 diye cevaplamıştı. İşte ihsan, bu çeşit kulluktur; ihsan, yani sanat.
Bugün esas olarak ve öncelikle yapılması gerekenin fert, toplum ve düzen bazında tevhidle kopan bağın asr-ı saâdet örneğiyle yeniden ikamesi olmalıdır. Tevhide dayanmayan, Lâ ilâhe illâllah dâvâsıyla ilgisi bulunmayan bir çalışmanın, bütün dünyaca şöhreti olan bir sanat kabul edilse bile; müslüman açısından hiçbir önemi yoktur.
Allah'a kulluk/ibâdet için yaratılan insanın en önemli sanatı kulluktur. Kulluk yapmak demek, her şeyi imtihan vesilesi bilerek Allah'ı sevmek, Rasûlü'nü örnek almak, güzellikleri tanımak ve güzel yaşamak demektir. Bunun adına ister ibâdet/kulluk deyin, ister örnek insan olma deyin, ister insanca yaşama deyin, isterse adam olma sanatı deyin; esas sanat budur. Hayatı sanat haline getirmek, yaşamayı anlamlı ve güzel kılmak, güzele tâbi olmakla mümkün olduğundan, bu, bizim elimizde. Kur'an, en büyük sanat eseri; canlı Kur'an olmak da hem bizim, hem sanatın canlanması için tek yol. Fıtratımız güzel, en güzel sûrette yaratılmışız; fıtrata uygun yaşamaksa ana vatanımıza (cennete) dönüşümüz, sanat şaheseri güzelliklere lâyık olmamız demek. O takdirde dünyamız da cennete dönüşecek, bu gurbet bitecektir.
“Rabbimiz, bize dünyada da hasene/güzellik ver, âhirette de hasene/güzellik ver.“ 187
“Allah vergisi olan vehbî güzelliğin, çalışmayla elde edilen kesbî güzellikle izdivâcından sanat denilen çocuk doğar.“
“Bir şeyi, en güzel şekilde anlatmak, en iyi zamanda, en iyi mekânda, yani yeri ve zamanında anlatmaktır sanat.“
“Fıtrata uygun olan yöntem, sanat yöntemidir. Çünkü sanat güzellik demektir, güzellik de fıtrîdir.“
“Eserdir, sanattır, dildir rûhun güzelliğini gösteren.“
185] Bakara, 195
186] Buhâri, İman 37, 1/20; Müslim, İman 1, Hadis no: 8, 1/36; Tirmizî, İman 14, Hadis no: 2738, 4/119; Ebû Dâvud, Sünnet 16, hadis no: 4695, 4/223; İbn Mâce, Mukaddime 9, hadis no: 63,64, 1/24; Nesâi, İman 6, 8/88
187] 2/Bakara, 201
- 70 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Kişi kimi seviyorsa odur en güzel.“
“Güzel olan şeyler, ancak kendilerinden anlayan ve hoşlanan kimselere güzel gelir.“
“Rûhun güzelliği, bedenin güzelliği kadar kolaylıkla görülmez.“
“İç hayatımızın hazinesini zenginleştiren her şey güzeldir.“
“Satılan ve satın alınan güzellikler, yapay/sanal güzelliklerdir; saf/doğal değildir.“
“Güzellik, Allah'ın armağanıdır.“
“Asırlardır bu böyledir, / Bütün kötülükler geçer; / Yaşar iyi ve güzel olan.“
“Bu hayata değer verdiren tek şey, sonsuz güzelliğin görülmesidir.“
“İnsan, bu geçici dünyada güzelliği görünce gerçek güzelliği hatırlar ve ona doğru uçmak için yanar tutuşur.“
“Güzelle iyinin arasında bir fark vardır; İyinin ispatlanmaya ihtiyacı vardır, güzel ise güzeldir.“
“Güzel ve göz alıcı her şey iyi olmayabilir; ancak iyi olan her şey güzeldir.“
“Doğru olan bir şey, hep güzel ve akla yakındır.“
“Güzellik gerçektir; gerçek de güzelliktir.“
“Bana Allah'ı hissettirmeyen câmi, ne kadar muhteşem olsa bile güzel değildir.“
“Güzel gören, güzel düşünür; güzel düşünen hayatından lezzet alır.“
“Güzel ahlâklı, güzel düşünür. Güzel düşünen, güzel levhaları görür. Kötü ahlâklı kötü düşündüğünden, çirkin levhaları görür.“
“Her şey ya hakikaten güzeldir; ya bizzat güzeldir veya neticeleri itibarıyla güzeldir.“
“Birkısım olaylar vardır ki, zâhiri çirkin ve karışıktır. Fakat o zâhirî perde altında çok parlak güzellikler ve intizamlar vardır.“
“Her şeyin bir mülk, diğeri melekût; yani biri dış, diğeri iç olmak üzere iki yönü vardır. Mülk ciheti, bazı şeylerde güzeldir ve şeffaftır; Aynanın dış yüzü gibi. O yüzden, çirkin görünen şeyin yaratılışı, çirkin değildir, güzeldir. Aynı zamanda o çirkinlerin yaratılışı, güzellikleri tamamlamak içindir. O yüzden çirkinin de bir çeşit güzelliği vardır.“
“Güzellik bir nimettir. Nimete şükredilse, mânen ziyâdeleşir/artar; Şükredilmezse değişir, çirkinleşir.“
“Güzel değil batmakla kaybolan mahbûp/sevgili. Çünkü zevâle/yokluğa mahkûm, gerçek güzel olamaz; ebedî sevgi için yaratılan ve İlâhî ayna olan kalp ile sevilmez/sevilmemeli.“
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 71 -
Sanat ve Güzellik Konularıyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- San’at Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerime: (1 Yerde): 21/Enbiyâ, 80
B- San’at Kelimesinin Kökü Olan S-n-a’ Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler: (Toplam 20 Yerde): 5/Mâide, 14, 63; 7/A’râf, 137; 11/Hûd, 16, 37, 38; 13/Ra’d, 31; 16/Nahl, 112; 18/Kehf, 104; 20/Tâhâ, 39, 41, 69, 69; 21/Enbiyâ, 80; 23/Mü’minûn, 27; 24/Nûr, 30; 26/Şuarâ, 129; 27/Neml, 88; 29/Ankebût, 45; 35/Fâtır, 8.
C- Güzellik Anlamındaki Husn Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (194 Yerde): 2/Bakara, 58, 83, 83, 112, 138, 178, 195, 195, 201, 201, 229, 236, 245; 3/Âl-i İmrân, 14, 37, 37, 120, 134, 148, 148, 172, 195; 4/Nisâ, 36, 40, 59, 62, 69, 78, 79, 85, 86, 95, 125, 125, 128; 5/Mâide, 12, 13, 50, 85, 93, 93; 6/En'âm, 84, 151, 152, 154, 160; 7/A'râf, 56, 95, 145, 168, 131, 137, 156, 161, 180; 8/Enfâl, 17; 9/Tevbe, 50, 52, 91, 100, 107, 120, 121; 10/Yûnus, 26, 26; 11/Hûd, 3, 7, 88, 114, 115; 12/Yûsuf, 3, 22, 23, 36, 56, 78, 90, 100; 13/Ra'd, 6, 18, 22, 29; 16/Nahl, 30, 30, 41, 62, 67, 75, 90, 96, 97, 122, 125, 125, 128; 17/İsrâ, 7, 7, 23, 34, 35, 53, 110; 18/Kehf, 2, 7, 30, 31, 86, 88, 104; 19/Meryem, 73, 74; 20/Tâhâ, 8, 86; 21/Enbiyâ, 101; 22/Hacc, 37, 58; 23/Mü'minûn, 14, 96; 24/Nûr, 38; 25/Furkan, 24, 33, 70, 76; 27/Neml, 11, 46, 89, ; 28/Kasas, 14, 54, 61, 77, 77, 84; 29/Ankebût, 7, 8, 46, 69; 31/Lokman, 3, 22; 32/Secde, 7; 33/Ahzâb, 21, 29, 52; 35/Fâtır, 8; 37/Sâffât, 80, 113, 105, 110, 121, 125, 131; 38/Sâd, 25, 40, 49; 39/Zümer, 10, 10, 18, 23, 34, 35, 55, 58; 40/Mü'min, 64; 41/Fussılet, 33, 34, 34, 50; 42/Şûrâ, 23, 23; 46/Ahkaf, 12, 15, 16; 48/Fetih, 16; 51/Zâriyât, 16; 53/Necm, 31, 31; 55/Rahmân, 60, 60, 76; 57/Hadîd, 10, 11, 18; 59/Haşr, 24; 60/Mümtehine, 4, 6; 64/Teğâbün, 3, 17; 65/Talâk, 11; 67/Mülk, 2; 73/Müzzemmil, 20; 77/Mürselât, 44; 92/Leyl, 6, 9; 95/Tîn, 4.
D- İhsân Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 12 Yerde): 2/Bakara, 83, 178, 229; 4/Nisâ, 36, 62; 6/En’âm, 151; 9/Tevbe, 100; 16/Nahl, 90; 17/İsrâ, 23; 46/Ahkaf, 15; 55/Rahmân, 60, 60.
E- Muhsin Kelimesi ve Çoğulunun Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 39 Yerde): 2/Bakara, 58, 112, 125, 195, 236; 3/Âl-i İmrân, 134, 148; 5/Mâide, 13, 85, 93; 6/En’âm, 84; 7/A’râf, 56, 161; 9/Tevbe, 91, 120; 11/Hûd, 115; 12/Yûsuf, 22, 36, 56, 78, 90; 16/Nahl, 128; 22/Hacc, 37; 28/Kasas, 14; 29/Ankebût, 69; 31/Lokman, 3, 22; 33/Ahzâb, 29; 37/Sâffât, 80, 105, 110, 113, 121, 131; 39/Zümer, 34, 58; 46/Ahkaf, 12; 51/Zâriyât, 16; 77/Mürselât, 44.
F- Güzellik, Hayır ve İyilik Konularındaki Âyet-i Kerimeler:
a- Hayır ve Şer İmtihandır: 21/Enbiyâ, 35.
b- Allah, Bir Kişi Hakkında Hayır Dilerse Onu Geri Çevirecek Yoktur: 10/Yûnus, 107.
c- Hasenât (Güzellikler): 11/Hûd, 114.
d- İnsana İyi ve Kötü Diye İki Yol Gösterilmiştir: 90/Beled, 10; 91/Şems, 8.
e- Allah’tan Hayır İstemek: 26/Şuarâ, 84.
f- Hoşa Giden Bir Şey Hayır Olabilir: 2/Bakara, 216; 31/Lokman, 34.
g- Hayır, Allah’ın Elindedir: 3/Âl-i İmrân, 26; 4/Nisâ, 79.
h- Âhirete Önden Hayır Yollamak: 2/Bakara, 110; 22/Hacc, 77; 36/Yâsin, 12; 59/Haşr, 18; 75/Kıyâme, 13; 82/İnfitâr, 5.
i- Hayır İşlerinde Yarışmak: 2/Bakara, 148; 5/Mâide, 48; 23/Mü’minûn, 61.
j- Birr/İyilik: 2/Bakara, 177, 189.
k- İyilik Etmek: 2/Bakara, 195; 3/Âl-i İmrân, 134; 4/Nisâ, 36, 114, 125; 16/Nahl, 128.
l- İyiliklere Önder Olmak: 4/Nisâ, 85.
m- İyiliği Açıklamak ve Gizlemek: 4/Nisâ, 149.
n- İyilik Etmek ve Kötülükten Sakınmakta Yardımlaşmak: 5/Mâide, 2.
o- Kötülüğü İyilikle Savmak: 13/Ra’d, 22; 23/Mü’minûn, 96; 41/Fussılet, 34-35.
p- Allah, İhsânı (İyiliği) Emreder: 16/Nahl, 90.
r- Yapılan İyiliği Çok Görmemek: 74/Müddessir, 6.
s- Daha Çoğunu Bekleyerek, İyilik Yapmaktan Sakınmak: 74/Müddessir, 6.
ş- İyilik Yapanla Kötülük Yapanın Misâli: 45/Câsiye, 21.
t- Kötülüğe Karşı İyilik, Dost Kazandırır: 23/Mü’minûn, 96; 41/Fussılet, 34-36.
u- Hayra Engel Olmak: 2/Bakara, 217; 68/Kalem, 12.
ü- İyilikleri Başa Kakmak: 2/Bakara, 262, 263, 264, 266; 26/Şuarâ, 22; 49/Hucurât, 17; 73/Müzzemmil, 20; 74/Müddessir, 6.
v- Allah, İyiliğin Karşılığını Kat Kat Verir: 4/Nisâ, 40, 124; 6/En’âm, 160; 10/Yûnus, 26; 42/Şûrâ, 23; 73/Müzzemmil, 20.
- 72 -
KUR’AN KAVRAMLARI
y- Her İyiliğin ve Kötülüğün Karşılığı Verilecektir: 99/Zilzâl, 6-8.
z- İyiliğin Karşılığı: 4/nisâ, 124; 31/Lokman, 16; 73/Müzzemmil, 20.
G- İhsan Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
a- İhsân Nedir? 10/Yûnus, 26.
b- Allah, İhsânı Emreder: 16/Nahl, 90.
c- Gerçek Muhsinler: 31/Lokman, 3-5.
d- Amel ve İbâdette İhsan: 2/Bakara, 112.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. İslâm Düşüncesinde Sanat, Muhammed Kutup, Çev. Akif Nuri, Fikir Y. İstanbul, 1979
2. İslâm’da Sanat Sanatta İslâm, Nusret Çam, Akçağ Y., 3. Baskı, Ank, 1999
3. İslâm’da Sanat Resim ve Mimari, Nusret Çam, Özel Y., Ank. 1994
4. İslâm Sanatı ve Mâneviyatı, Seyyid Hüseyin Nasr, İnsan Y., İst. 1992
5. İslâm Düşüncesinde Tevhid ve Estetik İlişkisi, Ramazan Altıntaş, Pınar Y., İst. 2002
6. Sanat ve İnsan, Vedat Erkul, Timaş Y., İst. 1996
7. Gelenek Işığında Çağdaş Sanat, Sezer Tansuğ, İz Y., İst. 1997
8. İslâm'a Giriş, Muhammed Hamidullah, Nur Y. 2. Baskı, İstanbul, 1965
9. Sanat, Rehber Ali Hamaney, Terc. İsmail Bendiderya, Objektif Y., İst. 1993
10. Görsel Sanatlar ve İslâm, Heyet, İSAV, İlmî Neşriyat Y.
11. İslâm Açısından Musiki ve Sema, Süleyman Uludağ, İrfan Y. İstanbul, 1976
12. İslâm’a Göre Müzik ve Müzisyenler, Lois L. Farukî, Akabe Y., İst. 1985
13. Musiki’nin Hükmü, Aliyyu’l-Kari, Tevhid Y., İst. 1998
14. İslâm’da Resim ve Heykel, Osman Şekerci, Nûn Y., İst. 1996
15. İslâm'da Resim ve Heykelin Yeri, Osman Şekerci, Çanakkale Seramik F.K.A. Hizmetleri, İstanbul, 974
16. İslâm Estetiği, Beşir Ayvazoğlu, Ağaç Y. İstanbul, 1992
17. Aşk Estetiği, Beşir Ayvazoğlu, Birlik Y. Ankara, 1982
18. Vahiy, Arkeoloji ve Sanat, Y. Can, Samsun, 1996
19. İslâm’ın Kutsal Mabetleri, Y. Can, Samsun, 1995
20. Muhteşem Sanatkâr, Servet Engin, Adım Y., İst., 1996
21. Çıplaklık Kültürü ve Kültürel Çıplaklık, Gulam Ali Haddad Âdil, Seçkin Y. 2. Baskı, İstanbul, 1988
22. Edebiyat Geleneği, Mustafa Miyasoğlu, Yeni Sanat Y. İstanbul, 1975
23. İslâm'da Helâl ve Haram, Yusuf el-Kardavî, Hilâl Y. 5. Baskı, Ankara, Tarihsiz
24. Siyaset ve Sanat, Açıkoturum, Heyet, Akabe Y., Ankara, 1984
25. Kur'an'da Edebî Tasvir, Seyyid Kutup, Hilal Y. İstanbul, 1967
26. Kur’ân-ı Kerim’de Edebî Sanatlar, Cüneyt Eren, Halil Özcan, Aktif Y., Erzurum, 2003
27. Kur’an’da Edebî Mucize, Abdullah Aymaz, Özel Y.
28. İslâm Sanatının Oluşumu, Oleg Grabar, Terc. Nurhan Yavuz, Hürriyet Vakfı Y., İst. 1988
29. Doğu İslâm Memleketlerinde Minyatür, Ernst Kuhnel, çev. Suut Kemal Yetkin, M. Özgü, A. Ü. İlahiyat Fak. Y. Ank. 1952
30. Halkımız ve Sanatımız, Mehmet Çınarlı, Hisar Y., Ank, 1970
31. Anadolu Selçuklu Sanatı Sanatı Üzerine Görüşler, Semra Öğel, İst. 1986
32. Sanat Tarihi Metodu, Selçuk Mülayim, Anadolu Sanat Y., İst. 1983
33. Sanat Terimleri Sözlüğü, A. Turani, İst. 1966
34. Türklerde Dinî Resimler, Malik Aksel, Elif Kitabevi, İst. 1971
35. Sanat ve Folklor, Malik Aksel, Devlet Kitapları, İst. 1971
36. Sanat, İ. Hakkı Baltacıoğlu, Suhulet Kütüphanesi, İst. 1934
37. Türk Plastik Sanatları, İ. Hakkı Baltacıoğlu, M.E.B. Y. Ank. 1971
38. Mevlevilikte Resim ve Resimde Mevleviler, Şahabeddin Uzluk, Ank. 1957
39. Türk ve İslâm Sanatı Üzerine Denemeler, Doğan Kuban, Arkeoloji ve Sanat Y., İst. 1982
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 73 -
40. Sanat Eleştirisinde Kural ve Ölçüler, Kerim Kayhan, Özel Yayın, Bursa, 1971
41. Esmâü'l-Hüsnâ Şerhi, Ali Osman Tatlısu, Yağmur Y. İstanbul, 1984
42. İslâm Sanatı Tarihi, Suut Kemal Yetkin, Ank. 1954
43. İslâm Mimarisi, Suut Kemal Yetkin, Ank. 1965
44. Sanat Ansiklopedisi, 1-5, Celal Esad Arseven, M.E.B. Devlet Kitapları, İst. 1975
45. Türk Sanatı Tarihi, Celal Esad Arseven, 3 cilt, M.E.B. Y., İst. 1955-1959
46. Türk Sanatı, Celal Esad Arseven, İst. 1970
47. Türk Sanatı, Ernst Diez, İst. 1946
48. Türk Sanatı, Oktay Aslanapa, M.E.B. Y. İstanbul, 1972
49. Türk Süsleme Sanatı, Hüsnü Züber, T. İŞ B. Kültür Y. Ankara, 1971
50. Türkiye'de Sanatlar ve Zeneatlar, Pretextat Lecomte, Tercüman 1001 Temel Eser, No: 59, İstanbul, T.siz
51. Sanatın Anlamı, Herbert Read, çev. Gİnal-N. Asgari, T. İş Bankası Kültür Y., İst. 1974
52. Sanat ve Toplum, Selçuk Mülayim, Umran Y. İst. 1974
53. Sanat Üzerine Denemeler ve Eleştiriler, Sabahattin Eyüboğlu, Cem Y. İst. 1981
54. İdeolocya Örgüsü, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Y. 2. Baskı, İstanbul, 1973
55. Günlük Hayatımızda Haramlar ve Helaller, Hayreddin Karaman, İz Y., İst. 1982, s. 54-58
56. İslâm’da Helal ve Haram, çev. Mustafa Varlı, Hilal Y., Ank. 1970, s. 109-126
57. Meseleler, Mustafa Sabri, sadeleştiren Osman Nuri Gürsoy, Sebil Y., İst. 1978
58. İslâm’da Resim Yasağı ve Sonuçları, M. Ş. İpşiroğlu, İst. 1973
59. İslâmî Eğitimde Güzel Sanatların Rolü, İbrahim Titus Burchardı, Terc. H. Yıldız, Ankara, 1989
60. İslâm Sanatlarının Felsefesi, Louis Massignon (Din ve Sanat İçinde), terc. Burhan Toprak, İst. 1962
61. Felsefe, Edebiyat ve Güzel Sanatlar, Seyyid Hüseyin Nasr, Terc. H. Yıldız, Ankara, 1989
62. Kur’an’da Şer Problemi, Lutfullah Cebeci, Ank. 1985
63. Eski Türk Sanatları Tarihî Sohbetler, Halûk Y. Şehsuvaroğlu, Varlık Y., İst, 1960
64. Sanatın Öyküsü, E. H. R. Gombrich, Remzi Kitabevi Y.
65. Psikopatolojik Sanat, S. Dağyolu Velioğlu, İst. Ün. Tıp Fak. Y., 1967
66. T. D.V. İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 7, s. ; c. 19, s. 59-63; c. 22, s. 146-148
67. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y, c. 3, 41-42; c. 2, s. 107, 243-246; c. 1, s. 244-245, 289, 292
68. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 7, s. 40-52, c. 2, s. 66-81, 82-84, c. 20, s. 64-73
69. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi (Beşir Ayvazoğlu), Risale Y. c. 1, s. 474-476; c. 2, s. 213-214
70. İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 293-295; 256-257
71. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Nil Y. s. 487-489
72. Kur'an'da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 7-8, 9-11
73. İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 211-212
74. Kur'ân-ı Kerim'de Salâh Meselesi, Ömer Dumlu, D.İ.B. Y. s. 34-40, 127-129
75. Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. 273-279, 291-310
76. İnanç ve Amelde Kur'anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 215-220
77. Kur'an'da İhsân ve Muhsin Kavramları, Metin Ocak, İnkılâb Y.
78. Kur’an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. s. 128-132
79. Nur'dan Cümleler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c. 2, s. 118-119
80. Kur'an'da İnsan Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 35-36
81. İhsan, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
82. Güzellikler Dini İslâm, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
83. Ahlâk Hadisleri, İmam Buhârî, 1-2, Sönmez Neşriyat
84. Kırk Hadisle Güzel Ahlâk, Cemal Uşşak, Nesil Basım Yayın
85. Hadislerle Güzel Ahlâk, Said Köşk, Anahtar Y.
86. İyi Müslüman, İsmail Lütfi Çakan, Büşra Y/Diyanet Vakfı Y.
- 74 -
KUR’AN KAVRAMLARI
87. Ahlâkımız, Mustafa Çağrıcı, Marifet Y.
88. Güzel Söze Uymanın Önemi, Harun Yahya, Vural Y.
89. Din ve Fıtrat, Y. Nuri Öztürk,Yeni Boyut Y. s. 141-160
90. Sanat ve İnsan, İrwin Edman, terc. Turhan Oğuzkan, M.E.B. Y., İst. 1991
91. Poetika, Aristotales, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1976
92. Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz, S. Ahmet Arvasi, İst. 1982
93. 100 Soruda Estetik, H. Mehmet Doğan, İst. 1975
94. Estetik Doktrinler, Suut Kemal Yetkin, Bilgi Y., Ank. 1972
95. Estetik ve Ana Sorunları, Suut Kemal Yetkin, İnkılap ve Aka Kitabevi, ist. 1979
96. Estetik, İsmail Tunalı, Remzi Kitabevi Y.
97. Estetik, Cemil Sena, İst. 1972; Estetik, Wilhelm Georg Hegel, terc. T. Altuğ-H. Hünler, İst. 1994
98. Estetik, Georg Lukacs, terc. Ahmet Cemal, İst. 1985; Estetik, Avner Ziss, terc. Yakup Şahan, İst. 1984
99. Sanat ve Estetik Kuramları, Nejat Bozkurt, Sarmal Y. İst. 1995
100. Güzellik Felsefesi; Estetik (Kapak Konusu), Köprü no: 71, Yaz 2000
101. Kur’ânî Mesajı İletiminde Sanatın Rolü (Kapak Konusu), Fecre Doğru Dergisi, yıl 3, sayı 31, Mayıs 998
102. Haksöz s. 107 (Şubat 2000), Uğur Arpacık
103. İslâm’ın Estetik Görüşü, S. Mehmet Aydın, Kubbealtı Dergisi, Yıl 15, sayı 4, Ekim 1986, s. 9-24
104. Mâturîdî’ye Göre Husun ve Kubuh Konusunda Aklın Rolü, Ali Bardakoğlu, Mâturîdî Sempozyumu, Kayseri 86
105. Sanat ve Ahlâk Üzerine Bir Konuşma, S. Mehmet Aydın, İzlenim Dergisi, sayı32, Nisan 1996
106. İslâm’da Tasvir ve Minyatürler, Osman Keskioğlu, Ank. İlâhiyat Fak. Dergisi, c. 9, Ank. 1961, s. 11-23
107. İslâm Sanatının Mâhiyeti, Suut Kemal Yetkin, İlahiyat Fak. Dergisi, c. 1, Ank. 1952, s. 44-47
108. İslâm Sanatında (Yazısında) Plastik ve İfade, Nurullah Berk, İlahiyat Fak. Dergisi, sayı 4, Ank. 1955
109. Türk İslâm Plastik Sanatlarının Estetiği, Sanat Dünyamız Dergisi, Mayıs 1976
110. Müslümanın Sanat Anlayışı, Ahmed Kalkan, Rağbet Y.
111. Sanat Bilinci, Ahmed Kalkan, Denge Y., İst. 1993, 2. Baskı, 1997
112. Sanat Üzerine, Ahmed Kalkan’la Röportaj, Milli Gazete

Okunma 1240 kez