Cumartesi, 06 Şubat 2021 20:16

NEFS

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

NEFS


- 127 -
Kavram no 137
Ahlâkî Kavramlar 28
Bk. Hevâ; Ruh; insan-Nâs
NEFS


• Nefs; Anlam ve Mâhiyeti
• Nefsin Farklı Özellikleri (Emmâre, Levvâme, Mutmainne, Râdıye, Mardıyye)
• Kur’ân-ı Kerim’de Nefs Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Nefs Kavramı
• Müslüman Nefse Hakaret Edilebilir mi?
• Nefs Kavramı Çerçevesinde Kur’an’da Kişiliğin Tekâmül Aşamaları
• Nefs Kavramının Yozlaştırılması ve “Nefsin Merhaleleri” Tâbiri
• Nefsin İki Yönü (Nefse Fücûr ve Takvânın İlhâmı)
• İntihar; İzzet-i Nefs
• Ben Kavramı; Egonun Özellikleri
• Nefs ve Ruh Aynı Şey midir?
• Ruhla Nefsî Arzular Arasındaki Dengesizlik
• Nefsin Olumsuz Yönü; Hevâ
• Hevânın Kişisel ve Toplumsal (Ahlâkî) Boyutu; Hevâî insanlar Topluluğu
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisden/candan yaratan, ondan da yine onun zevcesini vücuda getiren ve ikisinden birçok erkek ve kadın türeten Rabbiniz (e karşı gelmek)den ittika edin/çekinin. Kendisi (nin adını öne sürmek sûreti) ile birbirinize dileklerde bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık (bağlarını kesmek)ten sakının. Çünkü Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir.” 479
Nefs; Anlam ve Mâhiyeti
Câhiliye dönemi Arap şiirinde daha çok bir şeyin özünü, kendisini belirten zamir olarak kullanılan nefs kelimesi zamanla yirmiyi aşkın anlamı dile getirecek biçimde kullanılmaya başlandı. Ruh, can, kan, benlik, kalb, iç, kimse, büyüklük, yücelik, cevher, nefret, irade, kem göz, nefs kelimesinin dile getirdiği başlıca anlamlar arasındadır. Kur'an'da zamir biçiminden başka; ruh, can, iç, kalp anlamlarında kullanıldığı da görülür. Felsefî düşüncenin yaygınlaşmaya başlamasından sonra kelime daha çok ruh karşılığında kullanılmaya başlandı; Kelâmî, tasavvufî ve felsefî nazariyelerin konusu durumuna geldi.
Kur'an'da nefs kelimesi çoğulu olan enfüs ve nüfûs biçimleriyle birlikte genellikle çeşitli varlıkların kendilerini belirtmek üzere kullanılır. Ama zaman zaman hayat ilkesi anlamında ruh, kalb ve iç anlamlarında kullanıldığı da görülür. Sözgelimi, "Gelin... kendimizi (enfüsenâ) ve kendinizi (enfüseküm) çağıralım...”480
479] 4/Nisâ, 1
480] 3/Âl-i İmran, 61
- 128 -
KUR’AN KAVRAMLARI
âyetinde; "kendimiz = enfüsenâ" Hz. Peygamber, "kendiniz = enfüseküm" ise Hz. İsa hakkında tartışmaya kalkışan Hıristiyanlar dile getirilmektedir. Kelime, "...Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben Senin nefsinde (nefsike) olanı bilmem..."481 örneğinde olduğu gibi altı âyette Allah'ı, bir âyette482 ilâhları, bir âyette de483 insan ve cin topluluğunu belirtmek üzere kullanılır. "Haydi canlarınızı, ruhlarınızı (enfüseküm) çıkarın..."484 âyetinde insan ruhunu karşılayan nefs kelimesi, diğer bazı âyetlerde "kötülüğü emreden" (emmâre)485, "kınayan/levvame"486 ve "huzura eren/mutmainne" 487 nitelikleriyle kullanılır. "... Yusuf bunu içinde (nefsihî) sakladı..." 488 ve "...Allah içinizden (enfüseküm) geçeni bilir..."489 örneklerindeki gibi kelime iç ve kalp anlamlarını karşılayacak biçimde de kullanılmaktadır.
Kur'an'daki kullanılışının da etkisiyle Emeviler döneminden itibaren nefs kelimesi yaygın biçimde ruh anlamında kullanılmaya başlandı. Ama ashab, tabiun ve bunların izleyicisi olan selef bilginleri nefsin mâhiyeti, nitelikleri gibi konularda Kur'an ve sünnette verilenle yetinerek susmayı yeğliyorlardı. Kur'an ve sünnette geçtiği kadarına inanmayı ilke edinen selefe göre nefsin mâhiyetinin kavranması imkânsızdı ve bu konuda tartışmaya girmek gereksizdi.
Hicrî ikinci yüzyıldan itibaren Müslüman bilgin ve düşünürler, özellikle Yunan felsefe metinlerinin Arapçaya çevrilmesinden sonra nefs konusunda tartışmaya ve çeşitli düşünceler ileri sürmeye başladılar. Aristo felsefesinin Yeni Eflâtuncular tarafından yorumlanan biçiminin ağır etkisini taşıyan bu tartışmalar sırasında nefsin mâhiyeti, nitelikleri, kadim olup olmadığı, ölümden sonraki durumu gibi konularda çok sayıda düşünce ve nazariyeler ortaya çıktı.
Nefs konusuyla uğraşan bilgin ve düşünürler, insan gerçekliğinin belirlenmesinde, o zamanlar başlıca yöntem olan mantıkî ihtimalleri göz önünde bulundurarak, düşüncelerini bu ihtimallerden birisine dayandırmışlardır. Buna göre, sözgelimi bir insan "düşündüm", "yaptım" dediğinde, buradaki "ben"le anlatılmak istenilen ya cisim (beden), ya cisimsel bir şey (âraz ya da kuvvet), ya da cisimle cisimsel olanın toplamından oluşabilir. Diğer bir seçenek de bu şeyin ne cisim, ne de cisimsel olmamasıdır. Düşüncelerini bu ihtimaller üzerine kuran Müslüman düşünürler öncelikle iki ana fırkaya ayrıldılar. Birinci fırkaya göre nefs cisim ya da cisimsel olmayan soyut bir varlıktır. İkinci fırka ise nefsin soyutluğunu kabul etmeyerek cisim ya da cisimsel bir varlık olduğunu savunmuştur.
Nefsin soyut bir varlık olmadığını savunan düşünürler, nefsin mâhiyeti konusunda birbirinden farklı çeşitli görüşler öne sürmüşlerdir. Bunların başlıcaları şöyle özetlenebilir:
1. Nefs bir atomdur. İbn el-Ravendi'nin savunduğu bu görüşe göre soyut mümkünlerin olması imkansızdır. Nefs ya da ruh, kendi özüyle var olan bir
481] 5/Mâide, 116
482] 25/Furkan, 3
483] 6/En'âm, 130
484] 6/En'âm, 93
485] 12/Yusuf, 53
486] 75/Kıyâmet, 2
487] 89/Fecr, 27
488] 12/Yusuf, 77
489] 2/Bakara, 235
NEFS
- 129 -
cevherdir. Bu cevher basit varlıkları kavrar. Yeri kalptir. Bu nefs insanın özünü oluşturur.
2. Nefs, bedenle birlikte ortaya çıkan canlılıktır. Nazzam tarafından savunulan bu görüşe göre insan, bedenle birlikte var olan bu hayattan ibarettir. İnsanda, beden dışında bir şey yoktur.
3. Nefs, beyinde güç, kalpte fiildir.
4. Nefs üç ayrı cisimden oluşan bir bileşiktir. Eski Müslüman hekimlerin savunduğu bu görüşe göre nefsi oluşturan bileşiklerden birisi buhar gibi sıcak ve latif bir cisimdir. Yeri kalptir. Hayvan bu nefsle varlık kazandığı için nefs-i hayvanî ya da rûh-ı hayvanî adı verilir. İkincisi, yine latif, buhar gibi bir cisimdir. Bunun yeri karaciğerdir. Buna da nefs-i tabiî ya da rûh-ı tabiî denir. Üçüncüsü de yine buhar gibi latif bir cisimdir. Yeri beyindir. Buna da nefs-i insanî ya da rûh-ı insanî adı verilir.
5. İnsanın gerçekliğini oluşturan nefs, insanın maddî bedenidir. Bazı Kelâmcılar bu görüşü benimsemişlerdir.
6. Nefs, kemiyet ve keyfiyet bakımından dört sıvının mûtedil ölçüdeki bileşiminden oluşur. Bu görüş de eski hekimler arasında yayılmıştır.
7. Nefs, mûtedil ölçüdeki kandır.
8. Nefs, mâhiyet bakımından maddî bedene muhâlif, ama gül suyunun gülde, zeytin yağının zeytinde yayılması gibi bedene yayılan nûrânî, yüce, diri ve hareketli bir cisimdir. Bu cisim ayrışmaz, değişmez, parçalanmaz. Maddî beden oluşarak kendisine yetenek kazandığı zaman bu nûrânî latif cisim bedene nüfuz eder, yayılır. Beden bu yayılmaya uygun olduğu sürece canlı kalır; yayılmaya engel olan bir durum belirirse, nefsin yayılması sona erer ve ölüm ortaya çıkar. Birçok büyük Kelâmcı bu görüşü benimsemiş, İbn Kayyim el-Cevzî ve İmam Şarânî nefse ilişkin olarak yazdıkları müstakil eserlerde bu görüşü savunmuş, Fahreddin er-Râzî bu görüşün güçlülüğünü belirtmiştir.
Muhakkik Kelâmcılarla İslâm filozofları ve mutasavvıflarının bir bölümü de nefsin soyut bir cevher olduğunu savunmuşlardır. Bunlara göre insanın mâhiyeti ne cisimdir, ne de cisimseldir. Nefs, maddeden ayrık bir cevherdir. Ne var ki bunlar da kendi içlerinde iki fırkaya ayrılmışlardır. Muhakkik Kelâmcılara göre insan, bu nefs cevheriyle bedenin birleşmesinden oluşur. İkinci fırkayı oluşturan filozoflarla mutasavvıflara göre ise, nefs bedene iliştiğinde onunla birleşir. Nefs bedenin, beden de nefsin aynısı olur. Birleşmelerinden sonra ikisinin toplamı insanı oluşturur. Ölümle bu birlik bozulur. Nefs kalır, beden ise yok olur.
Tüm İslâm fırkaları nefsin kadim olmadığında, sonradan yaratıldığında görüş birliği içindedirler. Buna karşılık nefsin bedenden önce yaratılıp yaratılmadığı konusu görüş ayrılıklarına neden olmuştur. İslâm filozofları olarak bilinen Meşşâîler, nefsin bedenden sonra, yani ceninin ana rahmindeki oluşumundan sonra yaratıldığını savunmuşlardır. Bazı ifadeleri Gazalî'nin de bu görüşü benimsediğini göstermektedir. Ne var ki, Gazâlî'nin nefsin bedenden önce yaratıldığını kabul ettiğini gösteren ifadeleri de bulunmaktadır. Kelâmcılarla mutasavvıfların büyük çoğunluğu ise nefsin bedenden önce yaratıldığını kabul etmektedir.
- 130 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Nefsin mâhiyeti konusundaki düşüncelerinde Yunan felsefesinin yoğun etkisinde kalan Müslüman düşünürler, özellikle Aristoteles'in izinden giderek nefsin üç türü, derecesi ya da durumu olduğunu kabul etmişlerdir. Buna göre nefs nebatî, hayvanî ve insanî nefs olmak üzere üçe ayrılır. Tüm bitki, hayvan ve insanlarda ortak olan nebatî nefsin üç gücü vardır. el-Kuvvetü't-tegazziye (beslenme gücü), el-kuvvetü't-tenmiye (büyüme gücü) ve el-kuvvetü't-tevellüdiyye (üreme gücü) denilen bu güçler yardımıyla canlılar, varlıklarını ve türlerinin devamını sağlar. Hayvan ve insanlarda ortak olan hayvanî nefsin de kendine özgü güçleri vardır. Bunlar hareket ve algı güçleridir. Hareket gücü, el-kuvvetül-bâise (harekete geçiren güç) ve el-kuvvetül-fâile (etkin güç) olmak üzere ikiye ayrılır. el-Kuvvetül-bâise, yararlı şeyleri çeker, zararlı şeyleri defeder. el-Kuvvetül-fâile ise çeşitli hareketleri meydana getirmek üzere sinir ve kaslara yayılmıştır; görevi, sinir ve kasları gerip gevşeterek hareketi sağlamaktır. Algı güçleri de el-havassu'z-zâhire (dış algı güçleri) ve el-havassu'l-bâtıniye (iç algı güçleri) olarak ikiye ayrılır. el-Havassu'z-zâhire beş duyudan oluşur. el-Havassu'l-bâtıniye de hiss-i müşterek (ortak duyu), Mûsâvvira (tasarlama gücü), mütehayyile (hayal gücü), vehim (sezgi gücü) ve hâfızadan (hatırlama gücü) meydana gelir. Yalnız insanlara özgü olan insanî nefsin de kendine özgü güçleri vardır. Bunlar el-kuvvetü'l-âtime (bilici güç) ve el-kuvvetü'l-âmile (yapıcı güç) adlarını taşır. Nefs-i nâtıka (düşünen, konuşan nefs) ya da nefs-i aklî (aklî nefs) denen insanî nefs bedenin düşünceye ait fiilleri akletmesi ve genel işleri algılaması bakımından ilk olgunluğudur.
Hemen hemen tüm Kelâmcılar, mutasavvıflar ve filozoflarca benimsenen bu nefs nazariyesi İslâm dünyasında gelişen psikolojinin (ilmü'n-nefs) temellerini oluşturur. Ama bu nazariye Kelâmcılar, mutasavvıflar ve filozoflarca farklı biçimde ifade edilmiş, özellikle İbn Sina, Gazalî, İbnül-Arabî ve er-Râzî gibi doktrin sahibi büyük düşünürlerce farklı biçimlerde yorumlanarak kendi sistemleri içine yerleştirilmiştir. 490
‘Nefs’, öncelikli olarak bir kimsenin kendisi veya özü anlamına gelir. Açık ve gizli, dünyaya ve ahirete bakan duyuları, maddî ve mânevî becerileri, arzu, heves ve ihtiyaçları, canı, ruhu, hayatı ve istekleriyle kişinin bizzat kendisi demektir.
‘Nefs’, ruh ve kalp mânâsında da kullanılmıştır. Şeriat ilminde ise, şehvet (cinsî ve her türlü aşırı istek) ve kızgınlığın başlangıcı olan içteki, insanın içindeki mânevî güce nefs denilmektedir. Nefs kelimesi zaman içerisinde birçok anlam kazanmıştır ki, bunların bazıları şunlardır: Can, kalp, benlik, kan, iç, kimse, beden, izzet, görüş, kötü göz, arzu, yücelik, bir şeyin özü gibi.
Nefsin İşlevi: ‘Nefs’, tek tek her varlığa işaret ettiği gibi, bu varlıklara yön kazandıran mânevî güce de verilen addır. Bu anlamda nefs, maddî hayatın kaynağıdır, yani isteklerin merkezidir.
İnsan şekil yani cisim ve mânevî cephe sayılan ruhtan meydana gelir. İnsanın rûhu onun nefsidir de denmiştir. Hayatın devamı için bedenin bazı şeylere ihtiyacı vardır. Nefs bu ihtiyaçların şekillendiği ve çıktığı yerdir. Nefsin istekleri hayatın devamı için gereklidir. Ancak nefis başıboş bırakıldığı zaman, aşırı istekler gündeme gelir ve insan o noktada hataya düşer. Kişinin yeme içme, soluk alıp verme, barınma, uyuma, sahip olma arzuları nefsin normal istekleridir. Ancak bu istekler
490] Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 5, s. 72-74
NEFS
- 131 -
başıboş bırakıldığında, kişi câhil, cimri, hasetçi, gözü doymaz, azgın,sapıtmış, gurura kapılmış bir varlık haline gelebilir. Çünkü nefsin yapısı buna uygundur.
İşte dünya hayatının anlamı nefsin bu istekleriyle mücâdele etmede şekilleniyor. İslâm, bir başka deyişle Allah’ın dâveti kişiye bu mücâdeleyi öğretmektedir. İslâm'ın getirdiği ölçüler nefsin isteklerini olumlu bir şekilde yönlendirmeyi sağlar. Nefs bazen şeytanın kandırmasıyla kendini büyük görmeye ve doyumsuz olmaya başlar. O noktada kendini ve işlevini unutur. Sahibini azgınlığa ve isyâna sürükler. Aslında nefse isyanı da takvâyı da, hata yapmayı, aşırı istekleri, doyumsuz iştahları ve Allah’a itaat etmeyi de öğreten Allah’tır.491 Ancak insan bu noktada sınanmaktadır.
Nefsin istekleri kişinin hayatını sürdürmesini sağlar. Ama aşırı istekleri onu hataya ve çizilen sınırları aşmaya götürür. Sözgelimi, kişinin yemek isteği meşrûdur, bir ihtiyaçtır, ama başkasının yiyeceğini çalarak ihtiyacını gidermesi hatadır. Kişinin nefsi cinsel birleşmeye ihtiyaç duyar, ancak zina etmesi sınırı aşmasıdır. İnsanın dünya malına ve geçimliğine sahip olmak istemesi ve sahip olması normaldir. Çünkü insan böyle yaratılmıştır. Ancak kişi nefsinin aşırı arzularının peşine gider de, hangi yolla olursa olsun ve ahireti unutarak mal toplamaya çalışırsa hataya düşer. Kişilerin topluma yön vermesi, yönetmek istemesi doğaldır ve ihtiyaçtır. Ancak nefsinin gururuna kapılıp da zulmetmeye ve başkasının haklarına tecavüz etmeye kalkışanlar, sınırı aşanlardır.
İslâm, insan ile onun nefsinin isteklerinin arasına bir denge getiriyor. Meşrû istekler ile gayrı meşrû arzular arasına sınır koyuyor. Kur’an diyor ki: “Elbette nefsini temizleyip parlatan kurtulmuştur. Onu (isyanla, günahla) örtüp saran da elbette ziyan etmiştir (yıkıma uğramıştır).” 492
Kur’an, kötülüğü emreden nefse dikkat çekiyor. “Ben nefsimi aklamam, çünkü nefis muhakkak kötülüğü emreder.”493 İtmi'nan bulmuş (tatmin olmuş, doymuş) nefisler, Allah onlardan râzı, onlar da Allah’tan râzı olarak kullarının arasına ve O’nun Cennetine girerler.494 Bu nefis, ya sağlam bir imana ermekle, ya korku ve üzüntüden güven içinde olarak, ya Allah’ı hakkıyla zikrederek, (Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle tatmin olur,495 doyar ve kurtuluşa erer.
Kişinin müslümanlığının işareti, nefsinin isteklerinin Kur’an’a ve Peygamberimizin koyduğu ölçülere uygun olmasıdır. Nefislerin; iman, ibâdet, itaat, duâ ve Allah yolunda çalışma ile tezkiye edilmesi (temizlenmesi, korunması) gerekir.
Nefs kökünden türeyen ‘nefes’ solunan hava, sevinç ve rahatlık getiren rüzgâr demektir. Yine aynı kökten gelen ‘nifas’ kadının doğum yapması, ‘teneffüs’ ırmağın veya sabahın ortaya çıkması veya ferahlanma (rahatlama), ‘nefis’ çok hoş, kendisine tutkun olunan şey anlamında kullanılmaktadır.
Allah’ın sıfatlarından biri de ‘Kıyam bi-Nefsihi’dir, yani O kendi kendine vardır, hiç kimseye muhtaç değildir. 496
491] 91/Şems, 7-8
492] 91/Şems, 9-10
493] 12/Yusuf, 53
494] 89/Fecr, 27-30
495] 13/ Ra’d, 28
496] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 492-494
- 132 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İnsanın yapısı hakkında Kuran'da verilen bilgileri incelerken, "nefs" kavramına oldukça sık rastlarız. Nefs Arapçada "İnsanın kendisi", anlamına gelir ve Türkçede tam bir karşılığı olmasa da "benlik" kelimesiyle bir derece tercüme edilebilir.
Kuran'da haber verildiğine göre, "nefs" iki taraflıdır: İnsanın içinde kötülüğü emreden bir taraf ve o kötülükten sakınmayı emreden bir taraf bulunmaktadır. Şems Sûresi'nde bu durum şöyle anlatılır: "Nefse ve ona bir düzen içinde biçim verene, Sonra ona fücûrunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu arındırıp temizleyen gerçekten felâh bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp saran da elbette yıkıma uğramıştır." 497
Âyetlerde nefisle ilgili olarak verilen bilgiler son derece önemlidir: Allah, insanı yaratırken nefsini düzenlemiş ve ona "fücur" ilham etmiştir. Fücur Arapçada, "doğruluk sınırlarının yırtılıp parçalanması" anlamına gelir. Dinî terim olarak fücurun anlamı ise şöyle verilir: "Günaha ve isyana girişmek, fâsık olmak, yalan söylemek, başkaldırmak, karşı gelmek, haktan yüz çevirmek, nizamı bozmak, zinâ, ahlâkî çöküntü..."
Şems Sûresi'ndeki âyetlerden öğrendiğimize göre Allah, bu kötülüklerin yanı sıra, insana nefsin fücurundan sakınmayı da ilham etmiştir. Ayrıca nefsini arındırıp temizleyen, yani nefsinin fücurunu kabul edip, Allah'ın ilhamına uyarak ondan sakınanlar kurtulacaklardır. Bu, ebedî ve gerçek kurtuluştur, yani Allah'ın rızâsını, rahmetini ve cennetini kazanmak... Buna karşılık, nefsini örten, yani onun fücurunu, pisliğini dışarı atıp temizlemeyen, içinde saklı tutan kişi ise yıkıma uğrayacaktır. Yıkım da Allah'ın lâneti ve cehennem azâbı demektir.
Bu noktada çok önemli bir sonuca varıyoruz: Herkesin nefsinde mutlaka kötülük vardır. Bir insanın, nefsindeki kötülükten temizlenmesinin tek yolu ise, bu kötülüğün varlığını kabul etmesi ve Allah'ın gösterdiği biçimde ondan sakınmasıdır.
İşte mü'minlerle inkârcılar arasındaki en önemli farklardan biri bu noktada ortaya çıkmaktadır. İnsan, ancak İslâm'ın verdiği bilgi ve terbiye sonucunda nefsinin içinde kötülük bulunduğunu ve ondan sakınması gerektiğini öğrenir ve kabul eder. Dinin ve dolayısıyla dini tebliğ eden peygamberlerin en büyük özelliklerinden biri, insanların nefislerindeki kötülüğü ortaya çıkarmaları ve onu temizlemeleridir. Bu nedenle Kuran'da, Bakara Sûresi'nin 87. âyetinde inkârcı yahûdilere seslenilirken "... size ne zaman bir elçi nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse, büyüklük taslayarak bir kısmınız onu yalanlayacak, bir kısmınız da onu öldürecek misiniz?" denildiği bildirilmektedir.
Âyette bildirildiği gibi, inkârcılar nefislerindeki kötülüğe teslim olurlar ve bu nedenle de nefislerine aykırı gelen şeyleri kendilerine tavsiye eden hak dini ve o dini tebliğ edenleri yalanlarlar. Bu durumdaki bir insan, Şems Sûresi'ndeki âyetlerde bildirildiği gibi, nefsini örter ve onun fücuruna esir olur.
Buna karşılık mü'minler Allah'ın varlığının, birliğinin farkındadırlar; O'ndan korkar ve Rabbimizin hükümlerine karşı gelmekten sakınırlar. Bu nedenle de nefislerindeki fücura teslim olmaz, onu örtmez, açığa çıkarır ve Allah'ın ilham
497] 91/Şems, 7-10
NEFS
- 133 -
ettiği şekilde ondan sakınırlar.
Kuran'da haber verilen Hz. Yusuf'un, "Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefs -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, merhamet edendir."498 sözleri, mü'minlerin nasıl düşünmeleri gerektiğini göstermektedir. Mü'min, her ortamda nefsinin kendisini yanlış yola yöneltmek isteyeceğinin bilincinde ve uyanık olmalıdır.
Buraya kadar, ağırlıklı olarak nefsin iki zıt yönünden "fücur" kısmını inceledik. Aynı âyetin devamından nefse fücurunun yanı sıra bir de, bu fücurdan sakınmasını sağlayan bir kabiliyetin ilham edildiğini öğrenmekteyiz. İnsanı Allah'a ve dinin bildirdiği doğrulara, hayırlara yönelten, iyiyi ve kötüyü ayırt etmesini sağlayan nefsin bu yönü, halk arasında "vicdan" olarak tanımlanır.
İşte, nefsin içinde, insanı daima kötülüğe çağıran hevâya karşın, onu daima iyiliğe çağıran vicdanı da vardır. Dolayısıyla insan, içinde, kendisini sürekli olarak doğruya çağıran şaşmaz bir pusulaya sahiptir. Vicdan, bir anlamda doğruya yönelten Allah'ın sesidir. İnsan sürekli olarak bu sese kulak verdiği ve Kuran'da gösterilen temel prensipleri tam olarak kavradığı takdirde, sürekli olarak doğru yolda ilerleyecektir.
Kuran'ın tüm hükümleri, insanın içindeki vicdana uygun, o vicdanın ölçülerine göre belirlenmiş durumdadır. Ancak, Kuran'ın belirlediği vicdan ölçüleri, toplumda yerleşik olan "vicdan" ölçülerinden oldukça farklıdır. Toplumun vicdan anlayışı, yolda rastlanan bir fakire sadaka vermek ya da hayvanlara sevgi göstermek gibi son derece yüzeysel örneklerle sınırlıdır. Oysa mü'minin vicdanı, Kuran'ın tüm emirlerinin ve tavsiyelerinin yerine getirilmesini gerektirir. Hatta Kuran'da genel hatlarıyla belirtilen pek çok konunun ayrıntıları vicdan sayesinde belirlenir ve uygulanır.
Örneğin, Kuran'da iman edenlere ihtiyaçlarından arta kalanı infak etmeleri emredilir. Fakat ihtiyacının ne kadar olduğunu herkes kendi vicdanı ile belirler. Vicdanı yeterince güçlü olmayan bir insan ise, dinin hükümlerini Allah'ın rızâsına en uygun biçimde uygulayamaz. Mü'min günlük hayatta sürekli olarak birkaç seçenek arasında seçim yapmak durumunda kalır. Karşılaştığı seçenekler içinde, Allah'ın rızâsına en uygun olanını, dinin menfaatlerine en yararlı olanını seçmekle yükümlüdür. Bu seçimi yaparken muhâtap olduğu seçenekler karşısında vicdanı ilk olarak devreye girer ve hangi seçeneğin Allah'ın rızâsına daha uygun olacağını ona söyler. Ancak ikinci aşamada hevâsı da devreye girecek ve onu diğer alternatiflere yöneltmeye çalışacaktır. Bunun için de genellikle insana mâzeretler fısıldayacaktır. Kuran'da nefsin öne sürdüğü bu "mâzeret"lere sık sık dikkat çekilmektedir.
Mü'min, nefsin kendisine fısıldadığı tüm mâzeret ve bahanelere kulaklarını tıkamalı ve vicdanının kendisine gösterdiği doğruyu uygulamalıdır. Kuran'da mü'minlerin vicdanına dair verilen örnekler, insanı bu konuda düşünmeye yöneltmelidir. Âyetlerde mü'minlerin savaşa çıkma şevklerinden şöyle söz edilmektedir: "Allah'a ve elçisine karşı 'içten bağlı kalıp hayra çağıranlar' oldukları sürece, güçsüz zayıflara, hastalara ve infak etmek için bir şey bulamayanlara bir sorumluluk (günah) yoktur. İyilik edenlerin aleyhinde de bir yol yoktur. Allah, bağışlayandır, merhamet edendir.
498] 12/Yusuf, 53
- 134 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bir de (savaşa katılabilecekleri bir bineğe) bindirmen için sana her gelişlerinde 'sizi bindirecek bir şey bulamıyorum' dediğin ve infak edecek bir şey bulamayıp hüzünlerinden dolayı gözlerinden yaşlar boşana boşana geri dönenler üzerinde de (sorumluluk) yoktur." 499
Savaşa çıkmak görünüşte son derece tehlikelidir. Savaşmaya giden bir insan, ölüme ya da yaralanmaya gittiğini bilir. Ancak buna karşın Peygamberimiz döneminde mü'minler Allah yolunda savaşmak için büyük bir istek duymuşlar, savaşa çıkamadıkları için de üzülmüşlerdir. Bu, Kuran'da kastedilen vicdanın çarpıcı bir örneğidir.
Nefis mü'mini bir anda dinden döndüremez ama küçük tavizler koparmaya çalışır. Örneğin, mü'mini Allah yolunda yapması gereken bir işte tembelliğe yöneltmeye çalışır. Birtakım mâzeretler öne sürerek onu gevşekliğe sürüklemeyi dener. Eğer nefsin küçük isteklerine tâviz verilirse, nefsin insan üzerindeki etkisi gittikçe büyür ve sonuç, insanın imandan vazgeçmesi, yeniden nefsinin esiri olmasına kadar varabilir.
İman eden her insan, her ne durumda olursa olsun, nefsine değil, Allah'ın hükmüne göre hareket etmekle, bencil tutkularını dizginlemekle yükümlüdür. Bir âyette şöyle bildirilmektedir: "Öyleyse güç yetirebildiğiniz kadar Allah'tan korkup sakının, dinleyin ve itaat edin. Kendi nefsinize hayır (en büyük yarar) olmak üzere infakta bulunun. Kim nefsinin bencil tutkularından (ya da cimri tutumundan) korunursa; işte onlar, felâh (kurtuluş) bulanlardır." 500
Âyette, mü'minlere Allah'tan korkmaları, O'na itaat etmeleri, O'nun hükümlerini dinlemeleri ve infakta bulunmaları, yani mallarını Allah'ın rızâsına uygun olarak harcamaları emredilmektedir. Çünkü bunlar, insanın "nefsinin bencil tutkularından" korunmasına ve sonuçta felâha (büyük kurtuluş ve mutluluk) ulaşmasına neden olur. Aynı gerçek başka âyetlerde de şöyle vurgulanır: "Kim Rabbinin makamından korkar ve nefsi hevâ (istek ve tutkular)dan sakındırırsa, Artık şüphesiz cennet, (onun için) bir barınma yeridir." 501
Nefsinin bencil tutkularından korunarak nefsini arındırıp temizlemiş, dolayısıyla Allah'ın hoşnutluğuna ve cennetine kavuşmuş olan kişinin nefsi ise Kuran'da mutmain olmuş, yani tatmin bulmuş nefis olarak tanımlanır. Âyetlerde şöyle buyrulmaktadır: "Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön. Artık kullarımın arasına gir. Cennetime gir." 502
Nefsinin kötü isteklerine tâbi olup da onu temizleyip arındırmamış ve bu şekilde âhirete gitmiş bir kimsenin de pişmanlıktan başka bir nasibi yoktur. Gelmiş geçmiş milyarlarca inkârcının kıyâmet gününde yaşadıkları pişmanlık ve nefislerini kınamaları gerçekten çok dehşetli bir manzara oluşturur. Bu, kâfirleri bekleyen öyle büyük ve kaçınılmaz bir gerçektir ki, Allah âyetlerde kıyâmet gününün hemen ardından kendini kınayıp duran nefsin durumuna yemin etmektedir: "Hayır, kalkış (kıyâmet) gününe yemin ederim. Ve yine hayır; kendini kınayıp duran nefse de yemin ederim." 503
499] 9/Tevbe, 91-92
500] 64/Teğâbün, 16
501] 79/Nâziât, 40-41
502] 89/Fecr, 27-30
503] 75/Kıyâmet, 1-2; Harun Yahya, Kur’an’da Temel Kavramlar, Vural Y. s. 30-35
NEFS
- 135 -
Nefsin Farklı Özellikleri
Sûfîler, Kur'an-ı Kerimin çeşitli âyetlerine dayanarak, insan nefsinin altı “mertebe”sinin olduğunu ileri sürmüşler ve kendilerinden de yedincisi diye nefs-i kâmileyi ilâve ederek yedi mertebeye çıkarmışlardır.
1- Nefs-i Emmâre: Allah'ın emirlerine uymayan, yasaklarını çekinmeden yapan ve zevkine tâbi olan nefistir.
2- Nefs-i Levvâme: Allah'ın emirlerine bazen uyan, bazen uymayan, işlediği günahlardan dolayı üzülen ve sevaplardan dolayı sevinen nefistir.
3- Nefs-i Mülheme: Mümkün mertebe Allah'ın emir ve yasaklarına uyan nefistir.
4- Nefs-i Mutmainne: İmân esaslarına inanan, İslâm'ın emir ve yasaklarına uyan, bu konularda hiç bir şüphe ve tereddüdü olmayan, neticede Allah ile mânevî bir bağ kuran ve bunun lezzetine ulaşan nefistir.
5- Nefs-i Râdıye: Her yönüyle Hakk'a yönelen, Allah'tan gâfil olmama şuuruna eren ve O'ndan râzı olan nefistir.
6- Nefs-i Mardıyye: Bütün benliği ile Hakk'a teslim olan ve böylece Allah'ın kendisinden râzı olduğu nefistir. 504
7- Nefs-i Kâmile: Bütün kötülüklerden sıyrılıp mânevî olgunluğa eren nefis. Bu mertebeye erişen bir kişinin bütün sıfatları güzeldir ve her hali ibâdet sayılır. 505
Nefs-i Emmâre:
Kötülüğü ve şerri şiddetle emreden nefis. Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de Yusuf (a.s.)'un dilinden nefsin kötülükleri işlemeyi, hevâ ve hevesi doğrultusunda Allah'ın emirlerine muhâlefet etmeyi arzuladığını ve sahibini buna yönelmeyi emrettiğini bildirmektedir: "(Yusuf), nefsimi temize çıkaramam. Çünkü Rabbimin acıyıp koruduğu hâriç, nefis aşırı şekilde kötülüğü emredicidir..." 506
Gerçekte insan nefsi tek bir şeydir. Ancak o çeşitli sıfatlarla nitelenmektedir. Dünyaya olan bağlılıklardan kurtulup İlâhî âleme yöneldiği zaman nefis, "nefs-i mutmainne" olarak adlandırılır. Şehvete tâbi olup üzerine gazap hâkim olduğu zaman da nefis, sahibine kötülükleri işlemeyi emreder. Bu nefsin tabiatından olan bir durumdur. 507
Taberî; "kötülüğü emreden nefis, insanların tamamına ait olan nefistir" demektedir. Onun arzusunun Allah Teâlâ'nın rızâsı olmayan şeylere yönelmek olduğunu ve Allah'ın kullarından rahmet etmeyi dilediği kimselerin dışında kalanların nefsin bu yönlendirmesinden kurtulamayacağını söylemektedir. 508
Râzî, âyetteki "...Rabbimin acıyıp koruduğu müstesnâ" ifâdesine dayanarak, tâat ve imanın Allah Teâlâ'dan geldiğini ve nefsin, O'nun rahmeti olmadan
504] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1970, VIII, 5817
505] Süleyman Uludağ, Kuşeyri Risalesi tercümesi, s. 222, 277, 290
506] 12/Yusuf, 53
507] Fahreddin er-Râzî, Tefsirul Kebîr, XVIII, 157
508] İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, Mısır 1968, XIII, 1
- 136 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kötülüklerden vazgeçmesinin sözkonusu olmadığını söylemektedir. 509
Nefs-i emmârenin, Yusuf (a.s.) tarafından kullanılış tarzı, iyi ve kötü bütün insanların nefislerinin kötü şeylere yönelme istidadında olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü bir peygamber olan ve bu sebeple günahlardan temizlenmiş bulunan Yusuf (a.s.): "...Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis kötülüğü emredendir."510 diyor. Dolayısıyla kötülüğü şiddetli arzulama, nefsin tabiatındandır. Ancak Allah'ın emirlerine yönelen ve böylece İlâhî rahmetin gölgesi altına sığınan kimseler, nefsin arzuladığı şeyleri işlemekten sakınırlar. İyiliğe yönelen kimselerin üzerinde nefsin yaptırım gücü azalır. Belirli bir aşamadan sonra ise, kalbe yönlendirici hiç bir tesiri olmayan gelip geçici düşüncelerden ibâret kalır. Zira Yusuf (a.s.) Mısır azizinin karısının kendisini çağırdığı zaman onun çağrısına cevap vermemiş ve böyle bir kötülükten Allah'a sığınmıştı. Ve aslında nefsinin, tabiatından kaynaklanan bir özelliği olarak bu çağrıya cevap vermesini telkin ettiğini itiraf etmektedir: "Ben nefsimi temize çıkarmıyorum" Ancak bu sadece bir dürtü olarak kaldığı ve Rabbine sığınıp bu dürtüye iltifat etmediği için bir zararının dokunması sözkonusu olmamıştır.
Bazı müfessirlerin, "Bununla beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis kötülüğü emredendir."511 sözünü azizin karısına atfetmeleri, durumu değiştirmez.512 Zira Allah Teâlâ, sarfedilmiş olan bu sözü Hz. Muhammed’e (s.a.s.) âyet olarak gönderirken, nefsin tabiatında kötülük işlemeye meylin var olduğunu da bildirmiş olmaktadır. 513
Nefs-i Levvâme:
Kendisini kınayan, işlediklerinden dolayı pişmanlık duyan ve kendini hesaba çeken nefis.
Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de insan nefsini üç sınıf olarak değerlendirmektedir. Bunlardan biri insanı kötülük yapmaya teşvik eden nefs-i emmâre,514 ikincisi kötülüklerden dolayı kendini kınayan nefs-i levvâme,515 üçüncüsü ise, Allah'ın şeriatından bir sapma göstermeden dosdoğru yürüyen ve bu halinden dolayı tatmin olan nefs-i mutmainedir. 516
Allah Teâlâ, Kıyâmet sûresinde kıyâmetin mutlaka gerçekleşeceğini ortaya koymak üzere kıyâmet gününe, peşinden de nefs-i levvâme üzerine yemin etmektedir. "Kıyâmet gününe yemin ederim. Pişmanlık duyan nefse (nefs-i levvâmeye) yemin ederim."517 Nefs-i Levvâmeden neyin kastedildiği üzerinde müfessirler birbirinden farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Aralarında Said ibn Cubeyr, İkrime ve Abdullah ibn Abbas'ın bulunduğu bazı müfessirler, nefs-i levvâmenin kendisini iyilikte de kötülükte de kınayan nefis olduğunu kabul etmişlerdir.518 İbn Abbas
509] Fahreddin er-Râzî, Tefsirul Kebîr, XVIII, 157
510] 12/Yusuf, 53
511] 12/Yusuf, 53
512] bk. İbn Kesir, Tefsirul Kur'anil-Azim, İstanbul 1985, IV, 320
513] Ömer Tellioğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 5, s. 74
514] Yusuf,12/53
515] 75/Kıyâme, 2
516] 89/Fecr, 27
517] 75/Kıyâme, 1-2
518] İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, Mısır 1968, XXlX,174
NEFS
- 137 -
kınamayı mutlak anlamda almış ve nefs-i levvâmeye, kınayıcı nefis demiştir.519 Buna göre levvâme tabiri, nefsin bütün yönlerini kapsamaktadır. Yani o nefis, kıyâmet günü her durumda kendisini kınayacaktır. Kötülük işlemişse, kendisine zarar verecek böyle bir şeyi neden yaptığı için kendisini kınar ve pişmanlık duyar; iyilik yapmışsa elinde imkân olduğu halde neden daha fazlasını yapmadığı için kendisini eleştirir ve pişmanlığını dile getirir.520 Rasûlullah (s.a.s.)'in şu hadisi buna işaret etmektedir: "İyi veya günahkâr hiçbir nefis yoktur ki kıyâmet günü kendini kınamasın..." 521
Mücâhid'e göre ise nefs-i levvâme, muttakî insanların nefsidir. Bu kimseler yapma fırsatını kaybettikleri iyilikler için pişmanlık duyar ve kendilerini kınarlar. Katâde'nin de içinde bulunduğu diğer bir grup, levvâmeden fâcir kimselerin kastedildiği görüşündedir. Bunlar kıyâmet gününde işlediklerinin pişmanlığını duyacak ve neden kötü ameller işledikleri için kendilerini kınayacaklardır. Bundan, kendi nefsini Cennetten çıkarılmayı gerektiren bir amel işlediği için sürekli kınayan Hz. Adem (a.s.)'in kastedildiğini ileri sürenler de olmuştur 522.
İbn Cerir et-Taberî, nefs-i levvâme hakkındaki farklı görüşlerin temelde birbirine çok yakın olduklarını, dolayısıyla nefs-i levvâmeden, iyilikte de kötülükte de kendini kınayan ve kaçırdıkları fırsatlar için pişmanlık duyan nefislerin kastedildiğini söylemektedir. Âyetin zâhirine uygun olan anlamın da bu olduğunu belirtmiştir 523.
Hasan el-Basrî de aynı görüşte olup şöyle demektedir: "Allah'a yemin ederim ki, gerçek mü'min sürekli olarak kendi nefsini kınar. O, "Şu sözümle neyi kasdettim? Bu yemeği yememdeki gâyem neydi? Kalbimden geçen şu düşünceden elde etmek istediğim nedir?" der. Fısk içinde bulunan kimse ise kendi nefsini asla kınamaz" 524. İbn Kayyım, nefsin levvâme ile nitelenmesinin sebebinin risâlet ve Kur'an'ın tasdik edilmesinin gerekliliğini açıkça ortaya koymak için olduğunu, bu tasdik olmadan nefis için başka bir kurtuluşun asla var olmadığını söylemektedir 525.
Fî Zilâli'l-Kur'anda, farklı görüşlerin tamamı zikredildikten sonra şöyle denilmektedir: "Biz, nefs-i levvâmenin anlamı hakkında Hasan el-Basrî'nin tefsirini tercih ediyoruz. Levvâme ile nitelendirilen uyanık, korkan ve işlediklerinden pişmanlık duyan bu nefis, kendini hesaba çeker, etrafını görüp gözetir, arzularının içyüzünü bilir. Böylece kendisini aldanmaktan kurtarır. Böyle bir nefis Allah katında iyidir. İşte bu yüzden Allah Teâlâ onu, yemin ederken kıyâmetle birlikte zikretmiştir. Karşısında ise, günah işleyen nefis söz konusu edilir; insanın içinde günah işlemeyi arzulayan ve isyan yollarında yürümeye devam etmeyi isteyen nefistir. Gerçek dini yalanlar, ondan yüz çevirir, kendisiyle aynı durumda olanların yanına biraz daha yarar elde etme ümidiyle gider. Ne kendini hesaba çeker, ne yaptıklarından pişmanlık duyar, ne aldırış eder, ne de günah işlediğinin
519] İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, Mısır 1968, XXlX,174
520] İbn Kayyım, el-Cevziyye, et-Tibyan fi Aksamil-Kur'an, Beyrut 1988, 35
521] Âlûsî, Ruhul-Meani, Kahire t.y., XXlX, 136
522] Âlûsî, Ruhul-Meani, Kahire t.y., XXlX, 136
523] Taberî, XXlX, 175
524] İbn Kesir, Tefsîrul-Kur'anil-Azîm İstanbul 1985, XIII, 300; İbn Kayyım, a.g.e., 35
525] İbn Kayyım, a.g.e., 38
- 138 -
KUR’AN KAVRAMLARI
farkında olur 526.
Âyette Allah Teâlâ'nın kıyâmetle birlikte nefs-i levvâme üzerine yemin edip etmediği konusunda müfessirler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları nefs-i levvamenin başındaki "lâ"nın olumsuzluk bildirdiğini, diğer bazıları da kasem için kullanıldığını kabul etmişlerdir. Hasan el-Basrî; "Allah Teâlâ, kıyâmet üzerine yemin etmiş; ancak, nefs-i levvâme üzerine kasem etmemiştir" demektedir. Katâde ise, her ikisine birlikte yemin edildiğini; İbn Kesîr de Katâde'nin görüşünün doğru olduğunu bildirmektedirler. 527
Nefs-i Mutmainne:
Hiçbir şüphe ve tereddüt taşımadan, itmi'nân-ı kalple Allah'ı Rab kabul edip, O'nun peygamberlerinin getirdiği dini de hak din bilerek Allah'a teslim olan ve O'na ulaşan insanın nefsi. 528
Aslında nefs, bir şeyin kendisi, benliği, zâtı ve hakikatidir. Buna göre nefs-i mutmainne, o dereceye ulaşan insanın kendisi demektir. 529
Nefs-i mutmainne, Kur'anda bir yerde geçmektedir: "Ey huzura eren nefis, sen Allah'tan ve O da senden râzı olarak Rabb'ine dön! Gir (iyi) kullarımın arasına! Gir cennetime!"530 "Nefs-i mutmainne", genelde Türkçeye "huzura eren nefis" olarak tercüme edilmiştir. Bu dereceye ulaşmış olan bir insan, Allah Rasûlünün getirdiği her inanç ve ameli hak olarak kabul eder; Allah'ın dininin yasakladığından mecbûren değil, seve seve kaçınarak uzak durur; Allah yolunda ne fedâkârlık gerekiyorsa yapar; dünyanın İslâm dışı lezzet ve menfaatlerinden mahrum kaldığı halde, onları özlemez ve tersine bu konuda kalbi mutmain olarak hak dini takip edip çeşitli pisliklerden korunur. Nefs-i mutmainne dendiği zaman, bu vasıflara sahip olan insan akla gelir. 531
Bazı âlimlere göre bu âyet, Hz. Osman (r.a.) hakkında nâzil olmuştur. Diğer bazı âlimlere göre ise, Hubeyb b. Adiy hakkında nâzil olmuştur. Mekkeli müşrikler onu idam edip yüzünü Medine'ye çevirdikleri zaman, Yüce Allah onun yüzünü Kâ'be'ye doğru çevirmişti. 532
Nefs-i mutmainne derecesine ulaşan insan, dünyada bu şekilde Allah'a tam mânâsıyla teslim olmuş bir halde yaşar. Gönül huzuruna, rûhî saâdete ulaşır. Gam ve kederden uzak olur. Âhirette de Allah'ın iltifâtına nâil olur. Yüce Allah'ın nefs-i mutmainne seviyesindeki insana yönelik bu "Rabb'ine dön, (iyi) kullarım arasına gir, Cennetime gir" meâlindeki hitapların ne zaman vuku bulacağı hakkında da âlimlerin farklı yorumları vardır. Âlimlerin değişik tefsirlerine göre bu hitap
526] Seyyid Kutub, Fî Zilalil-Kur'an, Kıyâmet sûresi tefsiri
527] İbn Kesir, VIII, 301; Ayrıca bk, İbn Kayyım, a.g.e., 34-38, 188; Ö. Tellioğlu, A.g.e. c. 5, s. 74-75
528] es-Seyyid eş-Şerif el-Cürcânî, et-Ta'rifât, İstanbul 1283, s. 165; el-Gazalî, İhya-u Ulûmiddin, Beyrut (t.y.) III, 4
529] Elmalılı, Hak Dini Kuran Dili, VIII, 5814
530] 89/Fecr, 27-30
531] Muhammed b. Cerir et-Taberî, Camiul-Beyân fi Te'vil'i Ayil-Kur'an, Mısır 1954, XXX,190 vd.; Muhammed b. Ahmed el-Ensârî el-Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmil-Kur'an, Kahire 1967, XX, 57 vd.
532] el-Kurtubî, el-Cami', XX, 58
NEFS
- 139 -
ya ölüm ânında veya kıyâmet gününde yahut da Cennet'e girişte yapılacaktır. 533
Nefs-i Râdıye:
Allah'tan râzı ve hoşnut olan insan rûhu. Hayvanî nefse (cana) ve insanî rûha (nefs-i nâtıka'ya) da "nefis" denilir. Hayvanî nefis, hayvanlarla insanlar arasında müşterektir. Hayvanlar kendilerinde insanî ruh olmadığı için nefislerinin gereğini yerine getirmek için yaşarlar. Nefis (can), tabiatının gereği olarak kendisini korumak, neslini devam ettirmek ve hayvanî lezzetleri tatmak için çalışıp çabalar. Hayvanî nefsin mantıkı, canlılık faâliyetlerine ait isteklerdir. Hayvanî nefis, haz ve zevk alma prensipleriyle hareket eder.
Ruh'a (nefs-i nâtıka'ya) gelince; aslında temiz ve Allah'ın emir âleminden olan bu cevher, Allah'a yaklaşmak ve O'na yükselmek ister. Ruh'a başlıca iki özellik verilmiştir: Akıl ve vicdan (basiret veya kalp gözü). Vicdan, ruhun temizlenerek iyiliğe yönelişi, bağlanışı ve Cenâb-ı Hakk'ı izleyişi ve bir nev'i O'na bakış yeteneğidir. İman ve İlâhî bilgilerde yükselmenin mahalli, ruhun bu yönüdür. İman, kişinin kendi ihtiyariyle akıl kapısından girer, kalbe (gönüle) yerleşir; nefsaniyet ve şeytaniyete açılan kapıdan çıkabilir. Ruh, şeytanın da tesiriyle hayvanî nefsin hükmü altına girer, aklını ve fikrini onun istekleri doğrultusunda kullanırsa; bu ruha "nefs-i emmâre" denilir. Bu durumunda devam ettiği müddetçe ruh günahlara dalarak tamamen paslanır, kirlenir ve neticede mühürlenir. O halde insanın ebedi saadeti için ruhunun nefsanî ve şeytanî kirlerden temizlenmesi gerekir: “Muhakkak nefsini (ruhunu) kötülüklerden temizleyen kurtuluşa erdi. Onu kötülüklerle örtüp kirleten de zarar ve ziyana uğradı." 534
İnsanî ruh; iman ederek ibâdet, zikir ve tâat, günahlardan kaçınma, mücâdelede ve riyâzet ile temizlenmeye başlar. Temizlendiği vakit insan ruhunda, temizlik ve saflığına göre ahlâken yükselme, İlâhî marifetlerde ilerleme gibi birtakım iyi durumlar meydana gelir. Ruhun temizlenme mertebesinin ilki; yaptığı günahların fenalığını anlayıp bunları işlediğine pişman olma ve kendini kınama mertebesi olan "nefs-i levvâme" derecesidir. Bundan sonra, ruh, temizlenme ve Allah'a yaklaşmaya doğru sırasıyla şu mertebelere ulaşabilir: Nefs-i mülheme (nefs-i mülhime de denilir), nefs-i mutmainne, nefs-i râdıye, nefs-i mardıyye nefs-i kâmile (nefs-i zekiyye veya nefs-i safiyye). Bunlardan nefs-i râdıye, insan ruhunun temizlenmeye başladığı andan itibaren kazandığı sıfat ve durumların dördüncüsüdür. Bu mertebeye "rızâ makamı" da denilir. Nefs-i râdıye; Allah için ibâdet, zikir ve tâat ile meşgul olarak dünyaya hiç gönül vermeyen, nefs-i hayvani'nin arzu ve isteklerinden tamamen vazgeçen, Allah'ın sevgi ve rızası dışında bütün arzu ve isteklerini terkeden kâmil kimsenin ruhudur. Bu makama gelen ruhta kazâya rızâ esastır. Böyle bir kimse Allah Teâlâ'nın irâdesine kayıtsız ve şartsız teslim olur. Allah'tan gelen her musibet ve nimet karşısında aynı derecede memnun ve râzı olur. Bu mertebede insan ruhuna, bütün hallerinde kemâl-i rızâ ile muttasıf olduğu için, nefs-i râdıye denilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ bu nefs-i nâtıkaya "Ey mutmain olup güvenceye kavuşmuş nefis! Râzı olmuş ve (Allah tarafından) râzı ve hoşnud olunmuş olarak Rabbi'ne dön" 535 sözüyle hitap etmiş533]
ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, VI, 233; Nureddin Turgay, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y., c. 5, s. 75
534] 91/Şems, 9-10
535] 89/Fecr, 27-28
- 140 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tir. Cenâb-ı Hakk'ın nefs-i râdıye'ye bu hitabı ya bedeninden ayrıldığı (ölümü) zaman, ya ba's zamanında veyahut da âhirette hesabının tamamlanmasından sonra olacaktır, denilmiştir. Kur'an'da bildirilen nefs-i râdıye için bu hitap, bu üç zamana da şâmil olur. Bir kısım müfessirler; imanda kemâle ermiş nefs-i mutmainne'ye dünyada Cenâb-ı Hakk'ın bu hitâbının doğrudan doğruya meydana geldiği kanaatine varmışlardır. Bu takdirde "dönmek" emri, ihtiyar ve istekle bütün işlerinde gönül verip râzı olarak Allah Teâlâ'ya ve O'nun emir ve takdirine dönme emridir. Sıkıntı, musibet, genişlik ve sevinç hallerinde kazâ ve kadere rızâ ve bu sûretle bu imtihan âleminde çeşitli zorluklara güzel ve büyük bir metânetle göğüs germek nefs-i mutmainne'nin kemal mertebesi olan nefs-i râdıye'nin hasletidir. Ve mardıyye (Allah katında makbul ve O'nun hoşnutluğuna ermiş olmak) da bunun arkasından gelir.
Ruhun bu râdıye mertebesi ve makamı ancak zevk ile bilinir; tatmayan bilmez. Râdıye makamına yükselmiş olan insanî nefse ikram edilen sıfatlar; vera' (şüpheli şeyleri terketmek), ihlâs, muhabbet, üns, huzur (muhadara), keşif ve kerâmettir. Nefs-i râdıye, Allah'tan ve O'nun rızâsına erdirecek olanlardan başkasını terkettiği gibi, hatta mâsivâyı (Allah'tan başkasını) dahi unutur. Râdıye mertebesinde olan kâmil kişi Cemal-i Mutlak'ın şuhûdunda müstağrak olur. Âlemde başına her ne gelirse, onu gönül hoşluğuyla kabul edip zevkini alır. Bu durumlarında bile halka nasihatte, emr-i bil-ma'rûf ve nehy anil-münkerde bulunur. Böylece halkı irşad etmekten geri durmaz. Sohbetinde bulunan, onun sözlerinden istifâde eder. Bu makamın sahibi huzur-ı Hakk ile edeb deryasına dalar. Duâsı Allah katında reddolunmaz. Fakat edep ve hayâsı gâlip geldiğinden, zorunlu kalmadıkça kendisi için bir şey talep edemez.
Nefs-i râdıye mertebesine gelmiş kâmil kişi Allah katında aziz ve mükerremdir. İnsanlar ona saygı gösterirler. Halkın ona saygısı cebrî ve kahrîdir. Onu sayanların çoğu, ona niçin ve ne sebeple saygı gösterdiklerini bilmezler. Böyle bir zat, asla zâlimlere boyun eğmez ve onları sevmez; zâlimlerin zulümlerinden de selâmet bulur. Eğer fakir olup da kendisine yardım ederlerse, yardım edenler bile onu Rabbiyle meşgul olmaktan alıkoyamazlar. Bu makamda bulunan kâmil, daha çok Allah'ın "Hayy" ism-i şerifini söylemekle meşgul olur, bu isimle fenâsı zâil olur; "Hayy" ile beka bulur ve "mardiyye" makamına yükselir. Allah Teâlâ'nın esmâ ve sıfatlarının tecellisine mazhar olur. Böylece ilmel-yakînden aynel-yakîn mertebesine ve mardıyye makamına gelir. Ve buradan nefs-i kâmile makamına yükselir ve kendisinde Hakkal-yakîn hâsıl olur. Hak yoluna giren bu kâmil, asla yanlış bir itikada sapmadığı gibi, bütün hallerinde ahkâm'ı şer'iyye'yi kendi nefsinde icrâ etmekten zerre kadar ayrılmaz. 536
Özelde nefs-i râdıye ile ilgili bu yorumların ve genelde nefsin mertebeleri/merhaleleri olarak merdiven basamağı ve sınıf atlama şeklinde çıkılan makam olarak kabul edilen bu yaklaşımların, Kur'an'la sağlaması yapılmadan, daha çok tasavvufî anlayışa dayandığını hatırlatmamız gerekiyor. İlerideki sayfalarda bu konuya daha geniş açıklamalar getirilecektir.
536] İbrahim Hakkı, Marifetnâme, İstanbul 1310, s. 491-493; Bursalı İsmail Hakkı, Ruhul-Beyan, ilgili âyetler. Şeyh Abdul-Hadi, Kitab-ü babil-Fütûh li-ma'rifet-i Ahvâli'r-Ruh. Mısır, Matbaatül-Hayriyye; Mehmed Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi, el-Hacc Mehmed Nuri Şemsüddin en-Nakışibendi, Miftahul-Kulûb; Muhiddin Bağçeci, a.g.e. c. 5, s. 75-76
NEFS
- 141 -
Kur’ân-ı Kerim’de Nefs Kavramı
"Nefs" ve türevleri Kur'ân-ı Kerim'de toplam 298 yerde geçer. "Hevâ" kelimesi ve türevleri ise toplam 38 yerde kullanılır. Rûh kelimesinin kök ve türevleri 57 yerde zikredilir. Kur'an'da nefs kelimesi, büyük çoğunlukla insan rûhunu ifâde eder. Buna karşılık "rûh" kelimesinin Kur'an'da 21 yerde geçmesi ve bunların çok azının insandaki rûhu ifâde etmesi dikkat çekicidir.
Kur'ân-ı Kerim'in bize isim olarak sunduğu kalıp, çoğulu "enfüs" olan "nefs"tir. "Nüfûs" şeklindeki çoğulu ise yalnızca -biri tek başına, diğeri de muzâaf/tamlama olmak üzere- iki yerde kullanılmıştır. 537
Kur'an'da "nefs" kelimesinin incelenmesi, onun, ancak kendisiyle bağıntısı olan varlığa bağlı olarak düşünülmesiyle mümkündür. Nefs, hemen hemen her zaman beşerî varlıklar hakkında kullanılır. Nâdir olarak Allah veya puta tapıcılıktaki tanrılar ve çok istisnâî olarak da cinler için kullanılır.
"Nefs"in Allah Hakkında Kullanılması: Kur'ân-ı Kerim'in altı ayrı yerinde nefs kelimesi Allah Teâlâ'ya ıtlak olunmuştur. "Nefs"in Allah için kullanıldığı âyetlerin açıklanması, özellikle tefsirciler arasında değişik görüşlerin ileri sürülerek farklı yorumlar yapılmasına sebep olmuştur. Bunun sebebi, "nefs" kelimesinin hem Allah'a ve hem de başta insan olmak üzere bazı diğer varlıklara ıtlak olunmasıdır. Kur'an'da "nefs"in Allah'a ıtlak olunduğu âyetleri müfessirler te'vil yoluna gitmişlerdir.
"Nefs"in Allah'a ıtlak olunduğu âyetler, ya bizzat Allah Teâlâ'nın kendi sözleriyle veya başka birinin ağzından dile getirilmiştir. Bu âyetler hep "Allah'ın zâtı" mânâsını ifâde etmektedir. Örneğin Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ'ya hitâben: "Seni kendim (nefsim) için seçtim." 538 buyuruyor. Başka bir âyet-i kerîmede de, bu defa Hz. İsa'nın ağzından "nefs" sözcüğü Allah Teâlâ için kullanılmaktadır: "(Ey Rabbim!) Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben Senin nefsinde olanı bilmem." 539. Fahreddin Râzî'ye göre, bu âyetten kasıt; "Sen benim bildiklerimi biliyorsun, ben Senin bildiklerini bilmiyorum" demektir. Bu âyette Allah için kullanılan "nefs" kelimesi "Allah'ın zâtı" ve "hakikati" mânâsına gelmekle birlikte, buradaki "Senin nefsinde" deyimi, "Senin yanında, Senin katında" olarak da anlaşılmıştır.
Kur'ân-ı Kerim'in başka yerlerinde Allah Teâlâ, "nefs" kelimesini kendisi için kullanıyor: "O (Allah) rahmet etmeyi Kendi nefsine (üstüne) yazdı."540; "Rabbiniz rahmet etmeyi Kendi nefsine (üstüne) yazdı." 541; "Allah sizi nefsinden (Kendisinden) sakındırır." 542 Zikredilen bu âyetlerde geçen "nefs" kelimesi hep "Allah'ın zâtı ve hakikati, zâtullah" mânâsına gelmekle birlikte, son olarak kaydedilen ve Âl-i İmrân sûresinin iki ayrı âyetinde aynı şekilde geçen "nefs" sözünün "işkence" ve "cezâlandırma" olduğunu söyleyen tefsirciler de vardır.
Nefsin Diğer İlâhlar Hakkında Kullanılması: Kur'ân-ı Kerim'de Allah Teâlâ'dan başka, putperestlerin tapındıkları tanrılar için de iki ayrı yerde "nefs"
537] 81/Tekvîr, 7; 17/İsrâ, 25
538] 20/Tâhâ, 41
539] 5/Mâide, 116
540] 6/En'âm, 12
541] 6/En'âm, 54
542] 3/Âl-i İmrân, 28 ve 30
- 142 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kelimesinin kullanıldığı görülmektedir. Bu âyetlerin birinde Cenâb-ı Hak, puta tapanlara işaret ederek: "O'nu (Allah'ı) bırakıp hiçbir şey yaratmayan, kendileri yaratılan ve kendi nefislerine bile zarar da fayda da veremeyen, öldüremeyen, yaşatamayan, (ölüleri diriltip kabirden) çıkaramayan birtakım tanrılar edindiler."543 buyurmaktadır. Diğer bir âyette de Hz. Muhammed’e (s.a.s.) seslenerek: "De ki: Öyleyse O'ndan (Allah'tan) başka kendi nefislerine bile bir yarar ve zarar veremeyen velîler mi edindiniz?"544 Bu iki âyette "nefs" kelimesi, yine "zât" mânâsını ifâde etmekte ve başta putperestlerin taptıkları putlar olmak üzere kendisine tapınılan bütün ilâhlar için kullanılmaktadır.
Nefsin Ruh Anlamında Kullanılması: "Nefs" ile "ruh"un aslında aynıdır; terbiye edilmemiş rûha "nefs", terbiye edilmiş nefse de ruh denilir. Nefsin, başka bir deyişle rûhun bizzat "İnsan rûhu"nu ifâde eder mâhiyette pek çok yerde kullanıldığını görüyoruz. Hatta Kur'an'da "nefs"in en çok "ruh" anlamında kullanıldığını söyleyebiliriz.
Önce "nefs"in farklı özellikleriyle ilgili âyetlere göz atalım: Nefs-i levvâme: "Hayır! Devamlı kendini kınayan nefse yemin ederim."545 Nefs-i mülheme ile ilgili olarak: "Nefse ve onu şekillendirene; ona fücûrunu (bozukluğunu/isyânını) ve takvâsını (korunmasını/itaatini) ilham edene yemin olsun."546 buyrulur. Nefs-i mutmainne ile ilgili olarak ise: "Ey mutmain (huzura eren nefis!"547 diye "nefs"e hitap edilmektedir. Bu âyetteki "nefs" sözcüğünü, âlimlerin çoğunluğu "zât" mânâsına, bir bölümü de "ruh" mânâsına almışlardır. Nefs-i mutmainne; "huzura ermiş nefis" veya "huzura ermiş ruh" demek olur. 548
Râdıye ve Mardıyye nefse işaret eden âyette: "Râzı olmuş ve kendisinden râzı olunmuş olarak Rabbine dön!"549 buyrulmaktadır. Nefs-i kâmileye işaret eden âyet-i kerîmede ise: "Nefsini temizleyen kurtuluşa ermiştir. Onu kirletip örten ziyâna uğramıştır." 550 buyruluyor.
Nefsin farklı özellikleriyle ilgili olarak zikrettiğimiz tüm bu âyetler hep "ruh" anlamındadır. Bunun dışında "ruh" anlamına gelen diğer âyet-i kerîmelere de birkaç örnek vermek yerinde olacaktır: "O zâlimler ölüm dalgaları içinde, melekler de ellerini uzatmış: 'Haydi, nefislerinizi çıkarın!' (derken) onların halini bir görsen." 551; "Allah, öldükleri sırada nefisleri (canları, ruhları) alır, ölmeyenleri de uykularında (bedenlerinden alıp kendilerinden geçirir); sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, ötekileri de belli bir süreye kadar (bedenlerine) geri gönderir." 552
Nefsin "Kalp, Gönül, İç dünya" vb. Anlamlarında Kullanılması: Kur'ân-ı Kerim'in birçok yerinde nefs kelimesinin, "İnsanın kalbi, gönlü, iç dünyası" gibi mânâlarda da kullanıldığı görülmektedir. Kur'ân'a göre insanlardan bazıları
543] 25/Furkan, 3
544] 13/Ra'd, 16
545] 75/Kıyâmet, 2
546] 91/Şems, 7-8
547] 89/Fecr, 27
548] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili
549] 89/Fecr, 28
550] 91/Şems, 9-10
551] 6/En'âm, 93
552] 39/Zümer, 42
NEFS
- 143 -
bir peygamber kendilerine gönüllerinin istemediği bir şey getirince büyüklük taslamışlardır.553 Ehl-i kitabın çoğu, içlerinde kıskançlık beslerler.554 İnkârcılar, vicdanları doğru bulmasına rağmen, zulüm ve böbürlenme yüzünden kâfir olmuşlardır.555 insanlar bazı şeyleri içlerinde gizlerler.556 Ama Yüce Allah onların kalplerinde olanları bilir.557 Tüm bu âyetlerde değişik biçimlerde geçen "nefs" kelimesi, hep insanın vicdanına, iç dünyasına, kalp ve gönül âlemine delâlet etmektedir. Bunlara benzer başka âyet-i kerimeler de vardır. 558
Nefsin "İnsan Bedeni" Anlamında Kullanılması: Kur'ân-ı Kerim'de, "nefs" kelimesinin "İnsanın bedeni" mânâsında kullanılışının en güzel ve açık örnekleri Yusuf (a.s.) kıssasında sunulur. Mısır azizinin karısı, Hz. Yusuf'tan murad almak, yani onun bedeninden yararlanmak istemiş, fakat Yusuf (a.s.) ondan kurtulmayı başarmıştır. Azizin karısı, bedeninden yararlanmak istediği Hz. Yusuf'un suçsuz olduğunu sonradan itiraf etmiştir.559 Bu âyet-i kerîmelerde nefs, hep insan bedenine delâlet etmektedir.
Kur'ân-ı Kerim'in üç ayrı yerinde geçen "Her nefis ölümü tadacaktır."560 âyetindeki nefs kelimesinin de beden anlamına geldiğini söyleyenler olmuştur. Meselâ, Fahreddin Râzî bu âyeti açıklarken, buradaki nefsin beden anlamına geldiğini ifade eder. Bu âyetin dışında, nefs kelimesinin insan bedenine delâlet eden daha başka âyetler de vardır. 561
Ancak, Kur'an'da verilen âhiret hayatına ilişkin tasvirler nefsin bâkî olduğuna işaret etmektedir. Meselâ yukarıda geçen her nefsin mutlaka ölümü tadacağına dâir âyet bile aslında nefsin/rûhun ölmeyeceğine delâlet etmektedir. Zira nefsin ölümü tatması, bedenin ölümünü hissetmesi, ölen bedeninin acısını çekmesi, bedeninden ayrılması demektir. Tatmak için diri ve duyarlı olmak gerekir. Öyleyse nefsin insan bedeni anlamına kullanıldığı Kur’an âyetleri olmakla birlikte, insan bedeninin Kur’an’daki nefs kavramının içeriğine girip girmediği pek açık değildir. Bu açıdan net olarak Kur’ân-ı Kerim’de nefs-beden ayrımından söz etmek mümkün görünmemektedir.
“Nefs”in “Bedenle Birlikte Ruh” Anlamında Kullanılması: Kur’ân-ı Kerim’de nefsin geniş ve zengin kullanım alanlarından biri de, “beden ile birlikte ruh” mânâsıdır. İnsan, bedeni ve rûhuyla bütünleşmiş bir yapıya sahiptir. Ölüm denen şey ise bedenin canlılığını yitirmesi ve ruhun bedenden ayrılmasıdır. Ruh bedene tekrar geri dönünce kul sorguya çekilecek ve sorumlulukları dâhilende yaptığı şeylerden hesap verecektir. “O gün herkes gelir, kendi nefsini kurtarmak için uğraşır (her nefis kendisiyle uğraşır) ve her nefse, yaptığı(nın karşılığı) tam olarak verilir ve onlara
553] 2/Bakara, 87
554] 2/Bakara, 109
555] 27/Neml, 14
556] 3/Âl-i İmrân, 154; 12/Yusuf, 77
557] 11/Hûd, 31; 2/Bakara, 235
558] 20/Tâhâ, 67; 58/Mücâdele, 8; 32/Secde, 17; 4/Nisâ, 113; 17/İsrâ, 7; 7/A'râf, 205; 21/Enbiyâ, 64; 2/Bakara, 130, 235; 6/En'âm, 158
559] 12/Yusuf, 32, 51
560] 3/Âl-i İmrân, 185; 21/Enbiyâ, 35; 29/Ankebût, 57
561] 3/Âl-i İmrân, 61, 145; 6/En'âm, 151; 17/İsrâ, 33; 2/Bakara, 240; 16/Nahl, 7; 18/Kehf, 6; 28/Kasas, 19; 32/Secde, 27; 33/Ahzâb, 50; 51/Zâriyât, 20-21; 57/Hadîd, 22
- 144 -
KUR’AN KAVRAMLARI
asla haksızlık edilmez.” 562
Kıyâmet günü, hesap ânı geldiği zaman; her nefs ancak Allah’ın izniyle konuşacak563 ve yeryüzünde yapmış olduğu şeyleri görecektir.564 Her nefis, kendisini zor duruma düşüren veya kendisinin lehinde olan fiillerin ve davranışların neler olduğunu bilecektir.565 Hiçbir nefse haksızlık yapılmayacak,566 fakat “her nefse, kazandığı(nın karşılığı) tam olarak verilecektir.”567 Hüküm giyen nefisler; karşılaşacakları kötü sondan dolayı ağlayıp dövünecekler.568 Ama bu boşunadır; zira “O din gününde hiçbir nefis, başka bir nefis için (herhangi) bir şeye sahip değildir.” 569
Nefsin ruh ile beden beraberliğini dile getiren şu âyet, belki de bu konuda üzerinde en çok konuşulan âyettir: “Allah, öldükleri sırada canları alır, ölmeyenleri de uykularında (bedenlerinden alıp kendilerinden geçirir); sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, ötekileri de belli bir süreye kadar bedenlerine gönderir...”570 Bu âyette nefis, vücuttan çıkarak baygınlık (burada uyku) veya ölüm getiren ve tekrar ona girerek dirilmeyi (burada uyanma) tahrik eden “hayatî prensip”tir. Kur’an’da, nefs “hayatî soluk” teriminin, fânî bedene sıkı sıkıya bağlı bir prensibi göstermiş olması çok önemlidir. Nefis, kaderini paylaştığı bu fânî dayanaktan ayrılmaz. İlâhîlikten kaynaklanan ve bu İlâhî güç tarafından ölümlü maddeye üflenen “hayat prensibi” sözkonusu olunca, Kur’an’ın nefis terimini kullanmamasında şaşılacak bir şey yoktur. Bu durumda “ruh” ismiyle karşılaşılır. Kur’an dilinde “hayatî soluk”, “yaşatıcı ruh” anlamına gelen nefis ile “hayat rûhu” ve “mânevî ruh” anlamına gelen ruh arasında sürekli bir ayrım vardır. Elmalılı, bu âyetteki “nefisler”den maksadın “ruh ile bedenin toplamı” olduğunu söylüyor. “Nefse ve onu şekillendirene yemin olsun”571 âyeti de bedenle birlikte ruh mânâsını ifâde eder.
Ruh-beden bütünlüğünü en güzel biçimde dile getiren âyetlerden biri de; “Nefisler (ruhlar bedenlerle) çiftleştiği zaman”572 âyet-i kerîmesidir. Buradaki eşleştirmeyi, ölümden sonra meydana gelen dirilişte, ruhun tekrar bedene geri dönmesi olarak yorumlayanlar vardır. Nefsin, bedenle birlikte ruh anlamına geldiğini ifâde eden daha başka âyet-i kerîmeler de vardır. 573
Nefsin “Kötülüğü Emredici” Anlamında Kullanılması: İnsanın her türlü kötülüğü işlemesine sebep olan nefs-i emmâre ile ilgili âyet-i kerîmede Hz. Yusuf şöyle konuşuyor: “Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis, daima kötülüğü emredicidir. Ancak Rabbimin merhamet ettiği hâriç...”574 insan nefsi, kötülük yönüne meyledicidir
562] 16/Nahl, 111
563] 11/Hûd, 105
564] 82/İnfitâr, 5
565] 81/Tekvîr, 14; 82/İnfitâr, 5
566] 21/Enbiyâ, 47; 36/Yâsîn, 54
567] 3/Âl-i İmrân, 25, 151
568] 33/Ahzâb, 66
569] 82/İnfitâr, 19
570] 39/Zümer, 42
571] 91/Şems, 7
572] 81/Tekvîr, 7
573] 2/Bakara, 286; 5/Mâide, 25, 105; 6/En’âm, 130, 152; 7/A’râf, 188; 10/Yûnus, 23, 30, 44, 49, 54; 13/Ra’d, 11, 42; 17/İsrâ, 7; 20/Tâhâ, 15; 29/Ankebût, 6; 39/Zümer, 70; 40/Mü’min, 17; 45/Câsiye, 15; 53/Necm, 32
574] 12/Yusuf, 53
NEFS
- 145 -
ve bütün gücüyle kötü işleri telkin edicidir. Genel olarak, insan nefsinin yaratılışında şehvete, günaha ve kötülüğe doğru bir eğilim vardır. Nefis, kendi gücünü bu yönde kullanır. Bu nedenle insan sırf kendi nefsiyle başbaşa kalırsa kötülüğe sürüklenebilir. Ancak, yukarıdaki âyet-i kerîmeden de anladığımız üzere Allah Teâlâ’nın koruduğu, yani Hz. Yusuf’un (a.s.) nefsi gibi Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve rahmetiyle tüm kötülüklerden arındırılıp temizlenmiş, başka bir deyişle terbiye edilerek rûhânî ve mânevî özellikler kazandırılmış nefisler bundan müstesnâdır. Allah Teâlâ’nın himâyesi nefsin kötülüğü emredici özelliğini etkisiz kılar.
Kur’ân-ı Kerim’de nefsin insanı aldatıcı ve kötü işlere sürükleyici özelliklerine şöyle işaret edilir: “...Herhalde nefisleriniz sizi aldatıp (kötü) bir işe sürükledi...” 575; “...Nefsim bana böyle (yapmayı) hoş gösterdi.”576 Kötü işleri güzel gösteren bu nefis, Hz. Âdem’in oğlu Kabil’i, kardeşi Habil’i öldürmeye dâvet etti ve o da nefsine uyarak onu öldürdü.577 Yani nefsi, bu öldürme işini ona kolay gösterdi. Onu bu işten vazgeçirmek şöyle dursun; böyle büyük ve ilk cinâyeti çok basit bir işmiş gibi göstererek onu cesâretlendirdi.
Kur’ân-ı Kerim’in beyânına göre nefis, şeytanın vesveselerine kapılarak onunla işbirliğine gider, fakat şeytan onu hesap gününde yüzüstü bırakır578 ve nefis de bundan pişmanlık duyar.579 Nefis, sadece şeytanın fısıltılarına kanmakla kalmaz, ayrıca kendi de insana birtakım kötülükleri yapması yönünde vesvese verir.580 Ayrıca, nefis, insana cimriliği emredip onun cömert olmasına engel olur. Nefsin cimriliğinden sakınılmalıdır. 581
Öyleyse Yüce Rabb’in huzurunda verilecek hesaptan korkup nefsi hevâdan, kötü isteklerden alıkoymak gerekmektedir.582 Nefsin iştah duyduğu ve tat almak istediği, dine uygun olmayan eğilimlerden oluşan hevâ, her türlü şehvetin toplamıdır. Bu hevâ, Cehennemin kapısını açmaya sebep olan anahtar konumundadır. Nefsin arzularından uzak durmak ise Cenneti kazanmaya vesile olur. Bu yüzden nefsin hevâsına kesinlikle uyulmamalıdır. Zira, insanı günaha düşürerek İslâm’dan yüzçevirten nefistir.583 Sâmirî’ye altın buzağı yapmayı emreden de odur.584 Her türlü kötü huy ve arzu da onda yatmaktadır.585 Öyleyse yerine getirilmesi gereken görev, ona hâkim olup, daima Allah’ı zikretmekle meşgul olan sâlih kullarla birlikte bulunmaktır.586 “Kim Rabbinin makamından (O’nun huzurunda bulanacağı andan) korkar ve nefsi(ni) kötü heveslerden alıkoyarsa, (onun için) gidilecek yer Cennettir.” 587
Nefsin “İnsan, Cin, Melek, Hayvan veya Bitki İçin Zât (Kişi, Kimse, Kendi,
575] 12/Yusuf, 18
576] 20/Tâhâ, 96
577] 5/Mâide, 30
578] 14/İbrâhim, 22
579] 39/Zümer, 56
580] 50/Kaf, 16
581] 59/Haşr, 9
582] 79/Nâziât, 40
583] 2/Bakara, 130
584] 20/Tâhâ, 96
585] 53/Necm, 23
586] 18/Kehf, 28
587] 79/Nâziât, 40-41
- 146 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şahıs vb.)” Anlamında Kullanılması: Nefsin bir yönüyle de, “bir şeyin zâtı ve hakikati, yani varlığı” mânâsına geldiğini biliyoruz. İşte bu anlamda Kur’ân-ı Kerîm’de nefsin insanlara, cinlere, hayvanlara veya bitkilere, kısacası yeryüzündeki canlı varlıklara ıtlak olunarak, onların zâtı, varlığı mânâsında kullanıldığına şâhit oluyoruz: “Ve öyle bir günden korkun ki; o gün hiç kimse, kimsenin (hiçbir nefis, başka bir nefsin) yerine bir şey ödeyemez; kimseden şefaat kabul edilmez; kimseden fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım yapılmaz.”588 Burada geçen nefis kelimeleri, insanın zâtını, yani varlığını, şahsiyetini ifâde etmektedir.
“Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, bir tek kişi (nefsin yaratılıp diriltilmesi) gibidir...”589 Bu âyet-i kerîmedeki “nefs” sözünün anlamı “bir tek şahıs (kişi, kimse) imiş gibi” demektir.
Ayrıca, Kur’ân-ı Kerim’de nefsin, insanların yanısıra cin ve meleklerin, hatta bitkilerin zât ve hakikatlerine delâlet ettiğine dâir işaretlere rastlamak da mümkündür: “...Hiç kimse (hiçbir nefis), yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse (hiçbir nefis), hangi yerde (nerede) öleceğini de bilmez...”590 Bu âyette geçen nefs kelimesi; insanları, cinleri ve melekleri içine aldığı gibi, hayvanları ve bitkileri de kapsar. Zira âyet-i kerîmede hiçbir nefsin “nerede öleceğini” bilemeyeceği ifâde ediliyor. Yer ile birlikte zaman da sözkonusudur. Zamansız mekân düşünülemez. Dolayısıyla “hangi yerde öleceğini bilemez” sözünde, aynı zamanda “ne zaman öleceğini bilemez” mânâsı da yatmaktadır. Gerek hayvanlar ve gerekse bitkiler akıldan, dolayısıyla bilgiden yoksun oldukları için hayâtiyetlerinin ne zaman son bulacağını bilemezler. Öyleyse bu âyetteki “nefis” kelimesi; insanları, cinleri ve melekleri ifâde etmekle birlikte, bitki ve hayvanları da içine alıyor olsa gerektir.
Bir başka âyette de: “Her nefis, kazandığıyla (Allah katında) rehin alınmıştır”591 buyruluyor. Bu âyetteki “nefis” sözü, “İnsanlardan ve cinlerden bütün mükellef nefisler” anlamına gelmektedir. Demek ki, Kur’ân-ı Kerim’de, nefsin sözlük anlamlarından birine uygun olarak “zât ve hakikat” mânâsında kullanıldığı ve bunun “İnsanların, cinlerin, meleklerin, hatta hayvanların ve bitkilerin zât ve varlıklarına” delâlet ettiği anlaşılıyor.
Nefsin, “Cins, Tür” Anlamında Kullanılması: Kur'ân-ı Kerim'in zengin kullanım biçimlerinden biri de "nefs"in geçen tüm mânâlarının yanısıra, bir de "cins, tür" anlamında kullanılmış olmasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Andolsun, içinizden (kendi nefsinizden) size öyle bir peygamber geldi ki; sizin sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir; size düşkün, mü'minlere şefkatli, merhametlidir."592 Buradaki "içinizden (yani kendi nefsinizden)" sözü; "kendi içinizden, kendi cinsinizden; melek değil, insan türünden, aslı ve soyu belli" demektir. "Yani, sizin gibi olan insan cinsinden; meleklerden vb. başka varlıklardan değil. Bu, o peygamberden nefret etmemeniz, ona uymaktan geri durmamanız ve o bizim cinsimizden olmadığı için ona uymaya gücümüz yetmiyor, dememeniz içindir."
"(Allah) Size kendinizden (kendi nefsinizden) bir misâl verdi..."593 âyetindeki "nefs"
588] 2/Bakara, 48
589] 31/Lokman, 28
590] 31/Lokman, 34
591] 74/Müddessir, 38
592] 9/Tevbe, 128
593] 30/Rûm, 28
NEFS
- 147 -
kelimesi de "cins, tür" anlamındadır. "O'dur ki; sizi bir tek nefs'ten yarattı; gönlü ısınsın diye ondan eşini var etti..."594 "Âdem nefsi, beşerî nefs veya insanî nefs denen o bir tek nefs'in eşi olan dişisini, yani Havvâ'yı da ondan var etti ve onun cinsinden kıldı... Erkek bir tür insan, kadın bir insan olmakla birlikte, her ikisi de aynı kökten, aynı cinstendir." 595
"(Allah) Size, sizin nefisleriniz (cinsin)den eşler var etti..."596) âyet-i kerîmesindeki nefis de cinsi ifâde eder. Bu; "siz, erkeğiniz ve dişinizle iki ayrı nefsten değil; bir nefs türündensiniz. Allah onun eşini de onun nefsinin cinsinden var etti"597 demektir.
Başka bir âyette de şöyle buyrulur: "...(Allah) Size kendi nefsinizden çiftler ve hayvanlardan da çiftler yaratmıştır. Bu (düzen içi)nde sizi üretiyor..."598 Bu âyette geçen "kendi nefsinizden" sözü de; "kendi cinsinizden, yine insan olarak"599 demektir.
Nefsin Diğer Kullanılış Biçimleri: Kur'ân-ı Kerim'de, "nefs"in, ana başlıklar altında toplamaya çalıştıklarımızdan başka kullanılış şekilleri de vardır. Meselâ Fahreddin Râzî, "nefs"in Kur'an'da "akıl" mânâsında da kullanıldığını söyler. Ona göre: "Odur ki; geceleyin sizi öldürür (gibi uyutur), gündüzün de ne işlediğinizi bilir. Sonra belirlenmiş süre geçirilip tamamlansın diye gündüzün sizi diriltir..."600 âyetinde geçen bu durum, akıl dışındaki hallerin, uyku durumunda etkisini sürdürmesi nedeniyledir. Akıl, uyku ile uyanıklık ânında değişen bir haldir. Demek ki; Râzî, uyku ânında insanın aklını kullanamaması nedeniyle, bazı âlimlerin "ruh" olarak anladıkları "nefs"i, burada "akıl" olarak kabul etmiştir. Uyku ânında aklın fonksiyonlarını yitirmesi gözönünde bulundurulursa, bu âyet-i kerîmedeki "nefs"ten "akıl" da anlaşılabilir.
Kur'an'da nefsin "işkence" ve "cezâlandırma" anlamlarına geldiği de görülür. Âl-i İmrân Sûresinin iki ayrı yerinde geçen; "...Allah sizi kendisinden (nefsinden) sakındırır..."601 âyetinde Allah Teâlâ'ya ıtlak olunan "nefs" kelimesi, "Allah'ın emirlerine karşı gelmenin karşılığı olan azâbı ve cezâlandırması" şeklinde de algılanabilir. Ayrıca nefsin, rûhun hakikati bilinemediği için "gayb" anlamına da geldiği söylenebilir. "...Sen benim nefsimde olanı bilirsin; ben Senin nefsinde olanı bilmem..."602 âyetinde geçen ve Allah'a da ıtlak olunan "nefs" teriminden, "bilinmeyen şeyler" mânâsına, "gayb" da anlaşılabilir.
Kur'ân-ı Kerim'de "nefs" kökünden türemiş iki fiile rastlanır; teneffese ve tenâfese fiilleri.
1) "Teneffese": "Soluk aldı, nefes aldı" şeklindeki kullanım: "Nefes almaya başlayan sabaha andolsun."603 Buradaki nefs kökünden türeyen fiil, âyete; "sabah
594] 7/A'râf, 189
595] Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, c. 4, s. 189
596] 16/Nahl, 72
597] Elmalılı, a.g.e., c. 4, s. 189
598] 42/Şûrâ, 11
599] Elmalılı, a.g.e., c. 7, s. 13
600] 6/En'âm, 60
601] 3/Âl-i İmrân, 28, 30
602] 5/Mâide, 116
603] 81/Tekvîr, 18
- 148 -
KUR’AN KAVRAMLARI
açılmaya, sabah rüzgârı hoşça, tatlı tatlı esmeye başladığı zaman"604 mânâsını katar. "Sabahın nefes almaya başlaması, aydınlandığı, yani gün doğduğu ve ışık saçmaya başladığı zamandır." Aslında burada bir benzetme sözkonusudur: Işık, sabahın soluğu gibi yayılır.
2) "Tenâfese": "Yarıştı" şeklindeki kullanımı: "İşte yarışanlar, bunun için yarışsınlar."605 Elmalılı bu âyete şöyle mânâ vermiştir: "Birbirleriyle yarışanlar, işte ancak onda imrenme yarışına girsinler. Münâfese: Başkasında görülen bir olgunluğa imrenip ona yetişmek veya daha ileri geçmek için nefislerin güzel şeylerde yarışması duygusudur ki; bu nefsin şerefinden ve amacının yüceliğinden kaynaklanır."606 Bu âyette yine gizli bir "soluk, nefes" fikri vardır. Çünkü can atılan şeye ulaşmak için nefes tüketilir. Kendisine can atılan, onun için nefes tüketilen şey de "nefis ve enfes" bir şeydir. Sıradan şeyler için boşuna soluk harcanmaz.
"Nefisleri kendilerini sıktıkça sıkmıştı"607 âyetinde geçen nefis, "nefes, gırtlak, boğaz anlamına yakındır. Bu âyette geçen mânâya uygun ve bugün de kullanılan bir deyim bilinmektedir: "Göğsüm daraldı, rahatım yerinde değil, kaygılıyım."
Kur'ân-ı Kerim, nefsin "kan" anlamına geldiği kullanış örneklerini içermez. Kan anlamına, "hayat soluğu"nun yerleştiği bir tür akışkan maddeyi ifâde eder. Öyleyse Kur'an dilinin, nefis terimini, maddî ve somut kavramlardan kurtarıp; maddî olmayan bir zemîne kaydırarak soyutlaştırmaya yöneldiği söylenebilir. Bu soyutlamaya karşın; Kur'an anlayışında nefsin kaynağına, kökenine özgü birçok unsurlara da rastlanmaktadır. Nefs-i emmâre ile ilgili âyetler buna örnek gösterilebilir.
Özetle; Kur'ân-ı Kerim'de nefis, kötülüklerin kaynağı olarak gösterilmekle birlikte, terbiye edilerek güzel özelliklerin ona kazandırılıp iyi bir ruh haline getirilebileceğine işaret edilmekte ve bu tavsiye edilmektedir. İnsanın gönlüne, kalbine, iç dünyasına da delâlet eden nefis, insanın bedenden oluşan cüssesini ve bedeniyle birlikte rûhunu da ifâde etmektedir. İnsan, cin, melek, hattâ hayvan ve bitkiler için zât, bünye anlamının yanısıra, cins, tür mânâsı da bulunan nefis; akıl, cezâlandırma, gayb gibi mânâlara da gelir. Nefs kökünden türeyen iki tür fiil vardır ve bunlar temelde "nefes, soluk" mânâsını da ifâde etmektedir. Nefs'in, "enfüs" şeklindeki çoğulu kullanılmakla birlikte, ender olarak "nüfûs" biçimindeki çoğulu da kullanılmıştır. Dolayısıyla, nefs'in sözlük mânâlarına uygun olarak, Kur'ân-ı Kerim'de bu anlamlara gelen kullanım örnekleri görülmektedir.
Kur'ân-ı Kerim'de, nefs kelimesinin 298 yerde kullanılması ve nefs üzerine yemin edilmesi, Allah Teâlâ'nın bu kavrama ne derece önem verdiğini göstermektedir. 608
"Nefs" kavramı, Kur’an-ı Kerim’de, ‘kendiniz, kendileri, kendin, kendim’ gibi ifadelerle tek tek kişi ve çoğul olarak kişiler hakkında kullanılmaktadır. Yine
604] Elmalılı, a.g.e., c. 9, s. 33
605] 83/Mutaffifîn, 26
606] Elmalılı, a.g.e., c. 9, s. 73
607] 9/Tevbe, 118
608] Ahmet Ögke, Kur’an’da Nefs Kavramı, s. 23-37
NEFS
- 149 -
Kur’an-ı Kerim’de, can,609 kişinin iç dünyası610 anlamındadır. 3/Âl-i İmran, 61. âyetinde Hz. Muhammed ve Hz. İsa anlamında, bir kaç âyette Allah'ı,611 bir âyette ilâhları,612 bir âyette de insan ve cin topluluklarını işaret etmek için kullanılmıştır. 613
Kur’ân-ı Kerim’de Nefsin Olumsuz Yönü Anlamındaki Hevâ Kavramı
Allah, "onların hevâlarına uyma" şeklinde sık sık Hz. Peygamber'i ve O'nun şahsında tüm ümmeti uyardığı âyetlerin çoğunda "hevâ" kelimesini çoğul şeklinde zikretmektedir. Bu kavramın toplam sayısı 38 olan bütün türevleri içinde 17 adedinin çoğul şeklinde olduğunu görüyoruz. Çünkü insanların her birinin kendine göre farklı bir hevâsı vardır. Hevâların sonu da gelmez. O yüzden onların hevâlarının sonu dalâlettir, şaşkınlıktır. Bu kavramın çoğunlukla çoğul şeklinin kullanılmış olması, hevânın genellikle nefse hoş gelen şehvet, zan, haset gibi zaaf şeklindeki bütün eğilimlerini kapsadığını ifade etmektedir.
Kur'an'da hevâ, yok oluş,614 yukarıdan aşağı düşüş,615 boşluk içinde bocalamak ve ne yaptığını bilmez şekilde davranmak616 gibi anlamlarla birlikte, genellikle ilmin ve hidâyetin zıddı, delilsiz, nefsin süslü ve kötü arzulara uymak anlamında kullanılmıştır.617 Genellikle Kur'an'da hevânın en belirgin özelliği, nefsin kötü arzularının dürtüsü, sapması ve saptırması kaçınılmaz bir meyli olarak işaret edilmektedir. 618
Mü’minlere düşen, hevâsına uyan kişilere değil; ilme tâbi olmaktır. İlmin kaynağı vahiy olduğuna göre, vahiy ile hevâ birbiriyle çelişen, birbirine zıt şeyler olmaktadır. 619 İlmin karşısında yer alan olumsuz kavramlardan “zan” da, hevânın doğal destekçisidir. Çoğu zaman ikisi bir arada bulunur. 620
Kur'an, vahyi dışlayarak her türlü çözümü akıldan beklemenin insanı hevâya esir edeceğini ve bunun da fesada yol açacağını belirtir.621 Hevâ, her zaman zan, istikbâr, yani büyüklük taslama ve bilgisizlikle beraberdir.622 Vahyin bir özelliği de hevâya bulaşmamış olmasıdır.623 Kur'an, hevânın adâlete engel olacağını624 ve insanı şeytanın oyuncağı yapacağını625 ifade eder. Hevâ, yer ve göklerin fesâda
609] 6/En’âm, 93
610] 2/Bakara, 235
611] 5/Mâide, 116
612] 25/Furkan, 3
613] 6/En’âm, 130
614] 20/Tâhâ, 81
615] 22/Hacc, 31
616] 14/İbrâhim, 43; 6/En'âm, 71
617] 30/Rûm, 29; 2/Bakara, 120
618] 6/En'âm, 56; 38/Sâd, 26; 5/Mâide, 77
619] 2/Bakara, 120
620] 53/Necm, 23; 6/En’âm, 116
621] 18/Kehf, 28; 28/Kasas, 50; 38/Sâd, 56
622] 45/Câsiye, 18; 2/Bakara, 87, 120, 145; 5/Mâide, 48; 13/Ra'd, 37; 30/Rûm, 29; 6/En'âm, 119; 53/Necm, 23
623] 53/Necm, 3
624] 4/Nisâ, 135
625] 6/En'âm, 71
- 150 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uğramasına yola açar.626 Cennet, hevânın yönlendirmediği bir yolun sonucunda elde edilir. 627
Kur'ân-ı Kerim, hevânın zıddı olarak, bazı âyetlerde "beyyine" kelimesini kullanır.628 Beyyine, hakkın/gerçeğin ortaya çıkmasına delâlet eden tüm belge, aklî delil, kanıt ve ilim demektir. O yüzden Kur'an, bir beyyinedir. Kur'an, hevâ kelimesinin karşıtı olarak bazen "ilim" kelimesini kullanır.629 İlim, eşyanın gerçek mâhiyetini bilmek ve ona göre tavır almak olduğuna göre, hevâya dayalı yaklaşım, eşyanın bulunduğu hal ve durumun aksine davranmaktır. İşte bu, zulümdür. Böyle büyük bir zulmü işlememek için bâtıl olan her şeyden uzaklaşarak, benliği kararlı bir şekilde hak olan dine çevirmek ve Allah'ın insan bünyesine nakşettiği fıtrata uygun davranmak gerekmektedir.
Beyyine olan Kur'an, bir değerler kaynağı, varlıkla alâkalı Allah'ın açıklamalarıdır. Bunlar hakikatin belgeleridir. Zaten Kur'an, tüm insanlar için bir beyandır/açıklamadır. Öyle olunca, kişinin önce kendisi ve sonra tüm varlık ile olması gerektiği şekilde ilişkilerini sürdürebilmesi için, Rabbinden gelen açıklamaları rehber edinmesi gerekmektedir. Aksi takdirde, yanlış yaklaşımlar üzerinde olan ısrarlı tutumları sebebiyle, Allah'ın varlıklar üzerinde geçerli kıldığı yasa gereği, kalpleri mühürlenecektir. Artık hakikatle buluşma konusundaki potansiyel imkânlarını büsbütün kaybedecektir. 630
İzutsu'nun da belirttiği gibi, hevânın Kur'an metninde hiç değişmeyen anlamı, "İnsanı doğru yoldan saptırması kaçınılmaz olan şer bir temâyül"dür. Böylelikle Kur'an'da hevâ; ilmin, yani Hakikat'ten beyan olunan bilginin zıddını oluşturur. 631
Hevâya tâbi olmak, evrenin uyumlu düzeninin yıkılışı, anarşi ve kaosun sebebi olarak gösterilmiştir.632 Nefsin hazlarını, yani hevâyı esas olan kişilerin müşrik ve bu hevâî özelliklere sahip ideolojilerin birer şirk düzeni olduğu değerlendirilir. 633
Kur'an, hevâya karşı insanı mücâdeleye, onu dizginlemeye yöneltmektedir. "Her insan tabiatının gereği budur; bu, yapısında vardır" diyerek hevâ ve hevesini serbest bırakmaya kimse selâhiyet sahibi değildir. İnsan ruhunda her ne kadar hevâya meyletme hissi bırakılmışsa da, onunla mücâdele edebilecek yetenek ve kuvvet de bahşedilmiştir. 634
Bazı âyetlerde “hevâ”, ilmin zıddı olarak sunulurken,635 bazı âyetlerde
626] 23/Mü'minûn, 71
627] 79/Nâziât, 40
628] 6/En'âm, 56-57
629] 2/Bakara, 145; 30/Rûm, 29-30
630] 47/Muhammed, 14, 16; Yaşar Düzenli, Kur'an Işığında Evrensel Dengeler ve insan, s. 266
631] Toshihiko İzutsu, Kur'an'da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 191
632] 23/Mü'minûn, 71
633] 45/Câsiye, 23
634] Seyyid Kutub, Fî Zâlâli'l-Kur'ân, VI/3819
635] 2/Bakara, 120; 6/En’âm, 119; 30/Rûm, 29; 45/Câsiye, 18
NEFS
- 151 -
dalâlet/hidâyetsizlik,636 istikametsizlik,637 hüccetsizlik/delilsizlik638 anlamlarını göstermekte, böylece son kertede oluşan Allah’a kesin başkaldırının adım adım oluşan aşamaları belirtilmektedir. 639
Hevâ, yani kişinin heves ve kaprisleri gurura; gurur da hakikatin reddine640 ve adâletsizliğe641 yol açar. İnsanın, nefsin kötü arzularıyla mücâdelesinde Allah'ın yüce makamını düşünüp hesap günü korkusu, onu hevâya tâbi olmaktan kurtarabilir. Hevâ çukuruna düşmeyip yücelere yükselmenin bedeli cennet olacaktır. Kur'an, âhiret saâdetini elde etmek için hevâya göre hareket etmemenin şart olduğunu belirtir. 642
"Ancak nefsini aşağılık yapan kimse İbrâhîm ('in tevhid) dininden yüz çevirir..." 643
"Allah nefislerinizdekini bilir. O'ndan sakının." 644
"Her nefis ölümü tadacaktır." 645
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisden/candan yaratan, ondan da yine onun zevcesini vücuda getiren ve ikisinden birçok erkek ve kadın türeten Rabbiniz (e karşı gelmek)den ittika edin/çekinin. Kendisi (nin adını öne sürmek sûreti) ile birbirinize dileklerde bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık (bağlarını kesmek)ten sakının. Çünkü Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir.” 646
“...Nefislerinizi öldürmeyin.” 647
"Sana gelen her iyilik Allah'tandır, sana gelen her kötülük de kendi (günâhın yüzü)ndendir (min nefsike). Seni insanlara rasûl/elçi gönderdik. (Buna) Şâhid olarak Allah yeter." 648
"(İsa:) Sen benim nefsimdekini bilirsin, ben Senin nefsindekini (zâtını) bilmem." 649
"Muhakkak ki nefis, kötülüğü emredicidir." 650
"Allah, ölmekte olan canları (nefisleri) alır, ölmeyenleri de uykularında (bedenlerinden alıp kendilerinden geçirir); sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, ötekilerini de belli bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır." 651
“Velâ telmizû enfüseküm / Nefislerinizi ayıplamayın.” 652
636] 28/Kasas, 50
637] 42/Şûrâ, 15
638] 47/Muhammed, 14
639] Sadık Kılıç, Fıtratın Dirilişi, s. 84
640] 2/Bakara, 87
641] 4/Nisâ, 135
642] 79/Nâziât, 40-41
643] 2/Bakara, 130
644] 2/Bakara, 235
645] 3/Âl-i İmrân, 185; 21/Enbiyâ, 35; 29/Ankebût, 57
646] 4/Nisâ, 1
647] 4/Nisâ, 29
648] 4/Nisâ, 79
649] 5/Mâide, 116
650] 12/Yusuf, 53
651] 39/Zümer, 42
652] 49/Hucurât, 11
- 152 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun. Dinleyin, itaat edin, nefisleriniz için, kendi iyiliğinize olarak infak edin/harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir." 653
"Hayır, kınayan (levvâme) nefse andiçerim." 654
"Ey huzura eren mutmain nefis! Râzı edici ve râzı edilmiş (râdıye ve mardıyye) olarak Rabbine dön! (İyi) Kullarım arasına gir! Cennetime gir!" 655
"Nefse ve onu tesviye edip biçimlendirene; Ona fücûrunu/bozukluğunu ve takvâsını/korunmasını (isyânını ve itaatini) ilhâm edene andolsun. (Allah'tan başkasına tapmayarak) Nefsini arındırıp yücelten kazanmış, (Yaratıklara taparak) Onu alçaltan da ziyana uğramıştır." 656
"Milletlerine (dinlerine) uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da asla senden râzı (hoşnut) olmayacaklardır. De ki: 'Doğru yol/hidâyet, ancak Allah'ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına/kötü arzu ve keyiflerine uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır." 657
"Sana gelen ilimden sonra eğer onların (ehl-i kitabın) hevâlarına/keyiflerine uyacak olursan, işte o zaman sen hakkı çiğneyen zâlimlerden olursun." 658
"... Hevânıza (hislerinize ve kötü arzularınıza) uyarak adâletten sapmayın..." 659
"... İnsanların arasında Allah'ın indirdiği ile hükmet; sana gelen hakkı bırakıp da onların hevâlarına/arzularına uyma..." 660
"(Sana şu tâlimâtı verdik:) Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların hevâlarına/arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni fitneye düşürüp ondan saptırmalarından sakın, buna dikkat et. Eğer yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır." 661
"... Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir toplumun hevâlarına/isteklerine uymayın." 662
"De ki: 'Allah'ın dışında taptığınız şeylere tapmak bana yasak edildi.' De ki: 'Ben sizin hevâlarınıza/arzularınıza uymam; aksi halde dalâlete uğrar, saptırırım da; hidâyete erenlerden olmam." 663
"... Doğrusu birçokları bilgisizce kendi hevâlarına/kötü arzularına uyarak saptırıyorlar. Muhakkak ki Rabbin haddi aşanları çok iyi bilir." 664
653] 64/Teğâbün, 16
654] 75/Kıyâmet, 2
655] 89/Fecr, 27-30
656] 91/Şems, 7-10
657] 2/Bakara, 120
658] 2/Bakara, 145
659] 4/Nisâ, 135
660] 5/Mâide, 48
661] 5/Mâide, 49
662] 5/Mâide, 77
663] 6/En’âm, 56
664] 6/En'âm,119
NEFS
- 153 -
"...Âyetlerimizi yalanlayanların ve âhiret gününe inanmayanların hevâlarına/arzularına uyma. Onlar, Rablerine eş tutuyorlar." 665
"Dileseydik elbette onu (Bel'am'ı) bu âyetler sâyesinde yükseltirdik. Fakat o, dünyaya saplandı ve hevâsının/hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu böyledir. Kıssayı anlat; belki düşünürler." 666
"Allah mü'minlerden mallarını ve canlarını onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. (Bu,) Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kurtuluştur." 667
"Ve Biz onu (Kur'an'ı) Arapça bir hüküm (hikmetli söz) olarak indirdik. Eğer sana gelen bu ilimden sonra, onların hevâlarına/arzularına uyarsan, (işte o zaman) Allah tarafından senin ne bir dostun, ne de koruyucun vardır." 668
"Sabah akşam Rablerine, O'nun rızâsını dileyerek duâ edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini Bizi zikirden/hatırlamak ve anmaktan gâfil kıldığımız, hevâsına/kötü arzusuna uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme." 669
"Ona (Kıyâmete) inanmayan ve nefsinin hevâsına/arzularına uyan kimseler sakın seni ondan (Kıyâmete inanmaktan) alıkoymasın; sonra mahvolursun!" 670
“Eğer hak, onların hevâlarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) fesâda (bozulmaya) uğrardı…” 671
“Gördün mü hevâsını (arzularını, keyiflerini, isteklerini) tanrı haline getireni? Onun üzerine sen mi vekil olacaksın?” 672
“Şimdi sen, kendi hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz hâlâ öğüt ve ibret alıp düşünmeyecek misiniz?” 673
"(Rasûlüm!) De ki: 'Eğer doğru sözlüler iseniz, Allah katından bu ikisinden (Tevrat ve Kur'an'dan) daha doğru bir kitap getirin de ben ona uyayım! Eğer sana cevap veremezlerse, bil ki onlar, sırf hevâlarına/heveslerine uymaktadırlar. Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevâsına/hevesine uyandan daha sapık kim olabilir?! Elbette Allah, zâlim
665] 6/En'âm, 150
666] 7/A’râf, 176
667] 9/Tevbe, 111
668] 13/Ra’d, 37
669] 18/Kehf, 28
670] 20/Tâhâ, 16
671] 23/Mü’minûn, 71
672] 25/Furkan, 43
673] 45/Câsiye, 23
- 154 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kavmi doğru yola iletmez." 674
"Zulmedenler, ilimsizce hevâlarına/kötü arzularına uydular. Allah'ın saptırdığını kim doğru yola eriştirebilir? Onlar için herhangi bir yardımcı yoktur." 675
"Ey Dâvud! Biz seni yeryüzünde halîfe yaptık. O halde insanlar arasında adâletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma; sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır." 676
"İşte onun için sen (tevhide) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların hevâlarına/heveslerine uyma ve de ki: 'ben Allah'ın indirdiği Kitab'a inandım ve aranızda adâleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O'nadır." 677
"Sonra da Seni din konusunda şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin hevâlarına/isteklerine uyma." 678
“Rabbinden apaçık bir belge/delil üzerinde bulunan kimse; kötü ameli kendisine ‘süslü ve çekici’ gösterilmiş ve kendi hevâsına/heveslerine uyan kimse gibi olur mu?” 679
"Battığı (hevâ) zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed s.a.s.) sapmadı ve bâtıla inanmadı; o, hevâsından (kendi arzusuna göre) de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir." 680
"Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin hevâsına/arzusuna uyuyorlar. Hâlbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir." 681
"Tuğyan edip azana ve dünya hayatını âhirete tercih edene, şüphesiz cehennem tek barınaktır. Rabbinin makamından korkan ve nefsini hevâdan/kötü arzulardan uzaklaştıran için, şüphesiz cennet yegâne sığınaktır. 682
Hadis-i Şeriflerde Nefs Kavramı
“Akıllı kimse, nefsini muhâsebe eden ve ölümden sonrası için çalışandır. Âciz de, nefsini hevâsının peşine takan ve Allah’tan (kendisini nasıl olsa affedeceğine dâir, kuru kuruya) temennîde bulunan kimsedir.” 683
"Sizden biriniz kendi nefsi için istediğini (din) kardeşi için de istemedikçe (tam) iman etmiş olamaz." 684
"Müftüler sana fetvâ vermiş olsalar da sen yine nefsine (kalbine) danış." 685
674] 28/Kasas, 50
675] 30/Rûm, 29
676] 38/Sâd, 26
677] 42/Şûrâ, 15
678] 45/Câsiye, 18
679] 47/Muhammed, 14
680] 53/Necm, 1-4
681] 53/Necm, 23
682] 79/Nâziât, 37-41
683] Tirmizî, Kıyâmet 26, hadis no: 2461
684] Müslim, İman 71, 72, hadis no: 45
685] Ahmed bin Hanbel, IV/228; Dârimî, Büyû' 2; Buhârî, Târih
NEFS
- 155 -
Vâbisa ibn Ma’bed (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre, o şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.s.)’ın huzuruna varmıştım. Bana: “İyiliğin ne olduğunu sormaya mı geldin?” buyurdu. “Evet” dedim. O zaman şunları söyledi: “Kalbine danış. İyilik, nefsin uygun gördüğü ve yapılmasını kalbin onayladığı şeydir. Günah ise, içini tırmalayan ve başkaları sana ‘yap’ diye nice nice fetvâlar verse bile içinde şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir.” 686
"Seni işkillendirecek, sana şüphe veren şeyleri bırak, işkillendirmeyen, şüphe vermeyene bak!" 687
"Sizden biriniz, sakın 'nefsim habis (pis) oldu' demesin!" 688
"Sizden biriniz 'nefsim pis ve murdar oldu' demesin; fakat 'nefsim yaramazlaştı' desin." 689
“Allah’ım, huşû duymaz bir kalpten Sana sığınırım; dinlenmeyen (kabul edilmeyen) bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden, bu şeylerden Sana sığınırım.” 690
“Yüce Allah’ın yanında gök kubbe altında Allah’tan başka tapınılan tanrılar içinde, kendisine uyulan hevâ (aşırı istek ve tutkular)dan daha büyüğü yoktur.” 691
“Gerçek mücâhid, nefsiyle mücâhede edendir.” 692
"Dikkat edin, bir (büyük) fitne kopacaktır!" Hz. Ali (r.a.) bunun üzerine "Yâ Rasûlallah! Bu fitneden çıkış (kurtuluş) nasıl (olacak)tır?" diye sordu. Peygamberimiz buyurdu ki: "Allah'ın kitabı(na sarılmakla). Sizden öncekilerin tarihi, sizden sonrakilerin haberi ve aranızdaki meselelerin hükmü ondadır. O, (hak ile bâtılı ayıran) kesin bir hükümdür; saçma değildir. Her kim zorbalığından ötürü onu bırakırsa Allah onu(n boynunu) kırar. Her kim hidâyeti ondan başkasında ararsa Allah onu dalâlete düşürür. O, Allah'ın habl-i metîn'i (sağlam ipi)dir. O, zikr-i hakîm (hikmet dolu sözler)dir. O, sırât-ı müstakîm (doğru yol)dir. O; hevâların/arzuların hakikatten saptıramadığı, dillerin iltibâsa (karışıklığa) düşüremediği, ilim adamlarının doymadığı, fazla tekrarlanmaktan eskimeyen ve acâib (hayranlık veren tarafları) bitmeyen bir kitaptır. O, öyle bir kitaptır ki, cinn(den bir grup) onu dinlediği zaman 'biz, doğruluk ve olgunluğun yolunu gösteren hayretâmiz bir Kur'an dinledik ve ona derhal iman ettik!' demekten kendilerini alıkoyamamışlardır. Ona dayanarak konuşan, doğru söz söylemiş, onunla amel eden sevap kazanmış, ona dayanarak hüküm veren adâlet etmiş ve ona dâvet eden doğru yola hidâyet edilmiş olur." 693
“Cehennem, şehvetlerin perdeleriyle örtülmüştür. Oraya şehvetler ile (girilir). Cennet de nefsin hoşlanmadığı ibâdetlerle korunmuştur. (Buraya da ibâdet meşakkatleriyle girilir).” 694
"Sizden öncekilerin yollarına karış karış ve arşın arşın mutlaka tâbi olacaksınız. Hatta bir keler/sürüngen deliğine girseler, onların arkasından gideceksiniz." Ashâb sordu: "Yâ
686] Ahmed bin Hanbel, IV/227-228; Dârimî, Büyû’ 2
687] Buhârî, Büyû' 3; Tirmizî, Kıyâmet 60; Nesâî, Kudât (Kazâ) 11
688] S. Müslim ve Tercümesi, Mehmed Sofuoğlu, c. 7, s. 118
689] Buhârî, Edeb 100; Müslim, Elfâz 17; Ebû Dâvud, Edeb 76
690] Tirmizî, Deavât 69, hadis no: 3478; Nesâî, İstiâze 2, hadis no: 8, 255
691] Taberânî; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetu’l-Lehfân, 2/148; Elmalılı, 6/70; Ş. İslâm Ansiklopedisi 2/397
692] Ahmed bin Hanbel, 6/2022
693] Tirmizî, Fezâlu'l-Kur'an, 14, hadis no: 3069
694] Buhârî, Tecrîd-i Sarîh, c. 12, s. 195
- 156 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Rasûlallah! Yahûdilerle hıristiyanlara mı?" "Ya kime olacak?" 695
"Heleke'l-mütenattıûn -Taşkınlar helâk oldu.-" Bunu Rasûlullah üç defa söyledi. 696
"Şüphesiz Allah ilmi insanlardan çekip alıvermez. Lâkin ilmi, ulemâyı almakla kaldırır. Nihayet hiçbir âlim bırakmadığı vakit, insanlar birtakım câhilleri baş edinirler. Onlara sual sorulur, ilimsiz fetvâ verirler; bu sûretle hem saparlar, hem saptırırlar." 697
Ebû Kulâbe, müslümanlara şu tavsiyede bulunmuştur: "Hevâlarına/heveslerine tâbi olanlarla oturmayın, onlarla mücâdele de etmeyin; ben onların kendi bâtıl yollarına sizleri çekeceklerinden emin olamam, inandığınız değer yargılarına şüphe katarlar." 698
Nefsle İlgili Uydurma Hadisler
Nefsi, Kur'an'da kullanılan anlamlarından soyutlayıp günah keçisi haline dönüştüren mutasavvıflar, bu konuda sağlam delil bulamayınca, hadis uydurmaktan da çekinmemişlerdir. Bunlardan sık sık tekrar edilip, halka mal edilen ve araştırma yapmayan nice hocanın bile kulaktan dolma bilgilerle doğru olduğunu zannederek hadis diye sunduğu meşhur rivâyetlerden birkaçını belirtelim:
“Nefsini bilen, Rabbini bilmiş olur.” Aliyyu’l-Kari: “İbn Teymiye, mevzû olduğunu, Sem’ânî, merfû olarak bulunmadığını, ancak Yahya bin Muâz er-Râzî’nin sözü olduğunu söylemiştir. Nevevî: ‘Lafzı hadis değildir, fakat mânâsı sâbittir’ dedi. Denildi ki: ‘Kendi cehâletini bilen, Allah Teâlâ’nın bâkî olduğunu, kendisinin âciz ve zayıf olduğunu bilen, Rabbinin kuvvet ve kudretini anlamış olur.” Bu sözün, Hz. Ali bin Ebî Tâlib (r.a.)’e âit olduğu beyan edilir.699 Anlam bakımından bu sözün tersi daha doğru olmalıdır: "Rabbini bilen nefsini/kendini bilmiş olur." Allah'ı tanımadan insanın kendini/nefsini doğru tanıyabilmesi hemen hemen mümkün değildir. 700
“Küçük cihaddan büyük cihada dönmüş bulunmaktayız” Hz. Peygamber böyle deyince, ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Büyük cihad nedir?’ diye soruldu. O da şöyle buyurdu: “Dikkat edin, o nefs mücâhedesidir.” Mutasavvıflardan Ebû Tâlib el-Mekkî701ve Hucvirî702 bu rivâyeti nefsle mücâhedenin önemi ile ilgili olarak eserlerine almıştır. Bu rivâyet, ikinci el kitaplarda yer almaktadır. Rivâyeti Irâkî, “bu hadisi Beyhakî’nin Kitâbu’z-Zühd adlı eserinde rivâyet ettiğini ve senedinin zayıf olduğunu” belirti.703 İbn Hacer, bu sözün hadis değil; İbrâhim bin Able’ye ait, dillerde dolaşan bir söz olduğunu söylemiştir.704 Hz. Peygamber’in Tebük Gazvesi dönüşü buyurduğu rivâyet edilen bu söz hakkında İbn Teymiyye şöyle demektedir: “Bunun aslı yoktur. Hz. Peygamber’in fiillerini ve ef’âlini bilen hiçbir
695] Müslim, İlim 6
696] Müslim, İlim 7
697] Müslim, İlim 13
698] Tirmizî, Mukaddime, I/90
699] Nehcü’l-Belâğa, Hz. Emir Ali bin Ebî Tâlib, Çev. Abdülbâki Gölpınarlı, Kum, 1989, s. 419; A. Yıldırım, 229-230
700] Yard. Doç. Dr. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, T. Diyanet Vakfı Y., Ank, 2000, s. 229-230; Muhittin Uysal, Tasavvuf Kültüründe Hadis, Yediveren Y., Konya, 2001, s. 326-332
701] a.g.e. I/187
702] a.g.e. 314
703] Gazzâlî, İhyâ, III/14; V/132
704] İbn Hacer, Tesdîdu’l-Kavs; Aliyyu’l-Kari, el-Esrâr, s. 211-212, no: 211
NEFS
- 157 -
kimse bunu rivâyet etmemiştir. Bunun yanında kâfirlerle cihad etmek en büyük amellerdendir. İbn Teymiyye, görüşünü âyet705 ve hadislere706 dayandırarak açıklar. İbn Teymiyye bu rivâyetin kendisinin zikrettiği âyet ve hadislere ters olduğunu belirtir.707 Gerçekten, Kur’an’da kâfirlere karşı cihadın önemini anlatan birçok âyet vardır. Kur’an, büyük cihad olarak kâfirlere karşı cihadı göstermektedir.708 İsnâdı problemli olan bu rivâyetin metninin de âyet ve sahih hadislere ters olduğu anlaşılmaktadır. 709
“Düşmanlarının arasında en azılı olan düşmanın, iki yanın arasında ve içinde bulunan nefsindir.” Hadis kitaplarında bulunmayan bu rivâyet, Gazzâlî’nin İhyâ’sında (III/10) zikredilir. Irâkî, rivâyetin senedinde bulunan Muhamed bin Abdirrahman bin Gazvân’ın hadis uydurucularından birisi olduğunu kaydeder. Rivâyetin uydurma olma ihtimali yüksektir. 710
"Nefsine düşman ol. Çünkü o Bana düşmanlığa kalkışmıştır." İmam Rabbânî, bu rivâyeti nefs-i emmâreyi zemmetmek bâbında zikretmiştir.711 Ancak, buradaki dipnotta bu rivâyetin Hz. Dâvud (a.s.)'dan rivâyet edilen kudsî hadislerden olduğu belirtilmektedir. Hiçbir hadis mecmuasında, Kitab-ı Mukaddes’te ve zühd kitaplarında bu rivayet yoktur, kaynaklarda bulunamamıştır. Hadis kaynaklarında yer almayan bu rivâyetin uydurma ihtimâli çok yüksektir. 712
“Ölmeden önce ölünüz.” Aliyyu’l-Karî şöyle der: “Askalânî, sâbit olmadığını söylemiştir. Aslında bu, tasavvuf ehli sofilerin sözüdür. Ölmeden önce nefis ve şehvetlerinizin esiri olmaktan kendinizi kurtarınız, demektir.”713 Genellikle tasavvuf literatüründe bulunan ve bu literatürde hadis diye kabul edilen bu vecîze, hadis kitaplarında tesbit edilememiştir. Ancak, mevzû ve zayıf hadisleri toplayan eserlerde mevcuttur.714 Yaptığımız araştırmalara göre Hz. Peygamber’den (s.a.s.) böyle bir söz rivâyet edilmemiştir. Kesin olan husus, bu sözün hadis olmadığıdır.715 Ölmeden önce ölmek, ölü gibi yaşamak yerine; öldükten sonra yaşamanın, ölümsüzleşmenin, şehâdet ehli şehid olmanın yolu bulunmalıdır.
Müslüman Nefse Hakaret Edilebilir mi?
Başta tasavvuf kültüründen etkilenenler olmak üzere, nice müslümanın ağzından ya da kaleminden nefse hakaretler yağdırıldığına şâhit olmuşuzdur. "İnsanın en büyük düşmanı nefsidir." Onun için "herkes kendi nefsiyle savaşmalıdır", hatta bu işe "büyük cihad" denir şeklinde ifadelere rastlamayan yok gibidir. Hatipler kürsüde, imamlar minberde, yazarlar kitap ve makalelerinde, büyük çoğunlukla nefsin büyük düşman olduğunu telkin edegelmişlerdir. Bu kontrolsüz
705] 4/Nisâ, 95; 9/Tevbe, 19-20
706] Bk. Buhârî, Cihad 1; Müslim, İmâre 111; Nesâî, Cihad 17, hadis no: 3128
707] Mecmûul Fetâvâ, c. 11, s. 197-200
708] 25/Furkan, 52
709] Ahmet Yıldırım, a.g.e., s. 227-228; Muhittin Uysal, a.g.e., s. 324-325
710] A. Yıldırım, s. 228; M. Uysal, s. 325-326
711] Mektûbât, I/66, Mek. No: 52
712] A. Yıldırım, s. 231-232; M. Uysal, s. 325
713] Aliyyu’l-Kari, Zayıf Hadisleri Öğrenme Metodu, Çev. Ahmet Serdaroğlu, İst. 1986, s. 122; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. 2, s. 291, no: 2669
714] A. Yıldırım, s. 263
715] M. Uysal, s. 340-342
- 158 -
KUR’AN KAVRAMLARI
telkinler, tekrar edile edile insan zihninde öyle yer etmiştir ki, değil bu söylenenlerin kritiğini yapmak, hatalı olabileceğini bile hatırına getirmez.
Nefsi suçlama ve ona hakaret konusunda aşırıya giden, "benim nefsim Firavundan aşağıdır" diyen, "ah şu köpek nefsim" şeklinde nefsini suçlayan insanlar, toplumda bu sözleriyle takvâ sahibi olduğunu göstermiş kabul edilir.
Peygamberimizin şu hadisi konunun nasıl değerlendirilmesi gerektiği husûsunda ölçü verir: "Sizden biriniz, sakın 'nefsim habis (pis) oldu' demesin!" 716
Kur'ân-ı Kerim'de, kişinin kendi nefsine zulmetmesinin kınanmış olduğunu,717 "... Nefsinizi ayıplamayın..." 718 emrini görüyoruz.
Kaynaklara baktığımızda, nefs, insanın bizzat kendisi, kendi rûhudur. Kur'an'da nefs, insanın kendisi anlamında karşımıza çıkar.719 insanın şahsiyetini meydana getiren zâtı, özüdür. Nefis, İslâm gibi büyük ve yegâne haklı dâvâyı yüklenecek güçte yaratılmıştır.720 Mükerremdir.721 Onun için, fıtratına ihânet etmediği müddetçe en güzel yaratılmıştır.722 Bizzat, nefsi "düzenleyen" Yaratıcısının bildirdiği gibi, nefs, kötülüğe düşme tehlikesiyle de karşı karşıya olduğu halde, takvâya da tâlip olacak bir tercih hakkıyla şereflenmiştir.723 Bu şerefe şükretme vücûbiyetine imanla "itmi'nâna, huzur ve tatmine ermiş nefs"724 o kadar mesuttur ki, artık o, Yaratıcısından râzı olarak huzurdadır. Bu huzurlu kul Allah'ından; O'nun kendisine lâyık gördüğü fıtrattan ve imtihanındaki takdirlerden râzı ve Allah da o nefsin itmînânından râzı olduğu halde saâdete dâvet olunmaktadır.725 Ki, nefsin kendisini tertemiz yapmanın mükâfatı olarak umduğuna ermiştir. 726
Bu kadar şerefli bir fıtratla yaratılarak en büyük saâdete namzet kılınan nefs, elbette ki ayıplanamaz, kınanamazdı. Hattâ, söz konusu her nefse, kendi nefsî kişiliğine saygı göstermesinin ve nefsini en önde beslemesinin, bazı Usûl-i Fıkıh âlimleri bu saygının vâcip olduğu kaydeder. 727
"Kimse 'nefsim pis oldu' demesin" ayıplamasın diye mü'minleri sakındıran Allah Rasûlü, üstelik iyilik yapmaya "önce kendi nefsinden başla..."728 diye emretmesi, dikkat edilmesi gereken husustur. Cenâb-ı Hak, insan nefsindeki âyetlerden729 haber vererek "nefsini bilmeyen, nefsini aşağılık yapanlardan başkasının" tevhid dininden yüz çevirmeyeceğini vahyetmiştir. 730
716] S. Müslim ve Tercümesi, Mehmed Sofuoğlu, c. 7, s. 118
717] 35/Fâtır, 32; 2/Bakara, 57; 3/Âl-i İmrân, 117; 11/Hûd, 21; 16/Nahl, 33; 18/Kehf, 35; 23/Mü'minûn, 209; 29/Ankebût, 40; 30/Rûm, 9; 34/Sebe', 19; 39/Zümer, 53; 37/Sâffât, 113; 65/Talak, 1
718] 49/Hucurât, 11
719] 82/İnfitâr, 5, 19
720] Bk. 30/Rûm, 30
721] 17/İsrâ, 70
722] 95/Tîn, 4
723] 91/Şems, 7-8
724] 89/Fecr, 27
725] 89/Fecr, 28-30
726] 91/Şems, 9
727] Muhammed Ebû Zehra, Fıkıh Usûlü, çev. Abdülkadir Şener, 1973, s. 356
728] Müslim; Fî Zılâl, Hikmet Y. c. 1, s. 458
729] 41/Fussılet, 53
730] 2/Bakara, 130
NEFS
- 159 -
İslâm fıkhına göre, "bir kimse ne kendisine, ne de başkasına zarar verebilir."731 Onun için bir mü'minin kendi nefsini "Allah'tan başkasına karşı alçaltması helâl değildir." 732
Bir kimse birini haksız yere öldürürse büyük bir günah işlemiş olur.733 Katilin dünya ve âhirette cezâsı çok ağırdır. Fakat bir kimse, bizzat kendi nefsini öldürürse intihar etmiş olur ki, onun cezâsı ebedî hayatta daha da ağırlaşır.734 “Kendinizi tehlikeye atmayın.”735; “...Nefislerinizi öldürmeyin.”736 Aynı zamanda nefsinize eziyet de etmeyin. Değil nefsi eziyetlere lâyık görmek; tam aksine, onun meşrû ihtiyaçlarını temin ederek, hayatiyetini muhâfaza etmektir iş. Nefsin korunması, İslâm’da aslî görevler arasında zikredilir. Din, nefis, akıl, ırz, mal gibi temel haklar insanın vazgeçemeyeceği vazifelerindendir. Hatta, nefsi korumak, dini korumaktan hemen sonra ikinci sırada yerini alır. Nefsi her çeşit tecâvüzden koruyarak onu izzette tutmak, hayatî bir görevdir.
Böyleyken “nefsi öldürmek”ten bahsetmek, hele hele “ölmeden önce ölünüz” ve cihadın en büyüğü, nefse karşı olanıdır” , “küçük cihaddan büyük cihada döndük” gibi sözleri Allah Rasûlüne mal ederek delillendirmeden söylemek, değişik mânâlarla da olsa, insanı hadis uydurmuş olmanın vebalinden kurtaramayacağı gibi, diğer insanları da yanıltmaya götürebilir.
Başkasına hakaret eden kötülük etmiş olur da, bizzat kendi nefsine hakaret eden insan, nasıl kınanmaz? Şüphesiz nimet ne kadar büyük olursa, onu veren Allah'a şükretmeye yanaşmayan nankör insan da o kadar hakir olur. Bu imtihan âleminde fıska da, takvâda ki şerefe de tâlip olma hürriyetiyle yaşayan her nefse, bu fırsatı izzette tutmak için bazı hudutlara dikkatle yaşaması tavsiye edilmiştir. Yaratıcımız bizlere iyiye, güzele, doğruya, kişiliği muhâfazaya kabiliyetli bir nefis vermiştir. Buna şükreder halde bulunmak saâdete götürür insanı. Diğer yaratılmışlardan ayrı olarak da tâlip olma hürriyeti verdiği bu nefse, kötüyü arzulama meylini, yani hevâ ve hevesini kontrol altında tutmak için yine vahiyle çizilmiş sınırlar göstermiş; onları aşmanın tehlikesine işaret buyurmuştur.737 Elbette bu çok önemli bildirilerin ışığı altında nefsi kötülüklere düşmekten korumak her nefse fert fert aslî bir görevdir ki, takvâ da işte budur. Bu hudutlar, izzete yetenekli, zillete temâyüllü her nefis için konulmuş sınırlardır; büyük rahmettir.
Kim bu merhamete lâyık olmak için, ihtiraslarından kendi nefsini korumuşsa kurtuluşu müjdelenmiştir.738 Hatta sevmediği halde, istemeyerek bu rahmet hudutlarını aşan, "bilmeyerek bir fenâlık" yapan, ancak sonradan pişman olarak nefsini tekrar sınırlar içerisinde muhâfazaya alan kimse, yine bu rahmete lâyık görüleceği şefkatle haber veriliyor.739 İşte bu büyük rahmeti unutarak Allah'ın zikrinden gaflete düşersek, o zaman sadece -bizden hiçbir zaman ayrı olmayan- nefsimiz kötülüğe düşmez; topyekün bütün insanlığımızla beraber helâk olmayı
731] İslâm Hukukuna Giriş, Abdülkerim Zeydan, Çeviren Ali Şafak, 1976, s. 101
732] Ali Osman Tatlısu, Esmâü'l-Hüsnâ Şerhi, 1967, s. 168
733] 4/Nisâ, 93
734] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 2, 1344
735] 2/Bakara, 195
736] 4/Nisâ, 29
737] Bk. 9/Tevbe, 112; 4/Nisâ, 13-14; 2/Bakara, 187, 229; 65/Talâk 1; 58/Mücâdele, 4
738] Bk. 59/Haşr, 9; 64/Teğâbün, 16; 91/Şems, 9
739] Bk. 6/En'âm, 54
- 160 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hak etmiş oluruz demektir. Şüphesiz ki insanlardan "iyi hareket edeni (muhsin) de vardır, nefsine apaçık zulmedeni de" vardır.740 Ve bu imtihan âleminde daima var olması da yadırganamayacaktır. Gerçek şudur ki, işlerinde Rabbini hatırlayarak (zâkir halde) yaşayan insan; davranışlarında Allah için, Allah adıyla harekete geçmeye çalışan mü'min, Hz. Yusuf (a.s.) gibi çok çetin bir denemeyi bile başarı ile atlatabilir. Ancak Allah'tan; Allah'ın hudutlarına dikkatle yaşamak istediğinden gâfil bulunan insan levmedilmiş bir nefisle arz-ı endam eder ki, bu insana artık, "kötülüğü bütün şiddetiyle emreden bir nefis (emmâre)...741 denilmesini iyi anlarız; ona "emmâre" denildiğini görür, tasdik ederiz. Yusuf Sûresinde, beşerî zaaflarla İlâhî hudutlara dikkat etmez hale gelmiş hiçbir nefsin müdâfası yapılamayacağını anlatmak için, Kur'an'da Yusuf’dan (a.s.) bahis açılmış olduğunu görüyoruz.
Kötü arzularından rahatsız olan her insan için meşrû görülmeyen hevâ ve hevesler kendi öz nefsinde bile olsa, "Ben nefsimi tebrie etmem/temize çıkarmam"742 diyerek haksızlığın müdâfa edilmemesi gerektiğini, bir Peygamber ifâdesiyle veriliyor. Bu haberden şunu da anlayabiliriz: Bir insan, peygamber de değilse, yaratanı tarafından özel olarak ikaz edilmiyorsa, günahsız kalacağı garantisine sahip değildir. Şüphesiz ki irâde sahibi insan, şükürsüzlüğe râzı olarak yaşarken bir fenâlık ederse, kendi nefsine kötülük etmiş olur.743 Kim ihsân eder, güzellik ve iyilik sergilerse, ancak kendi nefsi için yapmış olur."744 Ebedî hesap gününde "artık onlardan kimi şakıy, kimi de saîd" olarak hesaplarını kendileri verecektir.745 Müslümanı günah işlemez bir melek, ya da koyun telâkkî etmek sünnet anlayışına uymaz.
Emmâreleşerek, yani Allah'ın emirleri dairesine girmeye çalışmayarak kendi kendisini diktatörleştiren; mutlak âmir olabileceğini zanneden her insan, hudutlara dikkat eden değil; sınırları tesbit etme hakkının kendisinde olduğunu vehmeden ahmaktır. İşte bu tipler, her istediğini illâ da yapmaya kalkar ki, bunlara nefs-i emmâre diyebiliriz. Hudûdunu tanımadan "kötülükleri emreden" her nefis ölmeden evvel, "kendini alabildiğine kınayan (levvâme/levm eden) nefs"746 haline inkılâp ederek tevbe ibâdetini yapmaya başlarsa kurtuluşa yönelmiş olur. Yüce Allah, böylesi bir nefsin önemini anlatmak için "Kasem ederim o pişman cana (nefs-i levvâmeye)"747 buyurarak yeminle bir iman esasını açıklıyor. Söz konusu emmâreleşen nefis, bir kimsenin kendi öz nefsi de olsa, babası, atası, evlâdı veya kavmi de bulunsa, İlâhî hudutları aşar halde ise elbette ki cezâlandırılmalıdır. Çünkü suçludur o haliyle.
Eğer bir nefis, ister kendisinde, isterse başkalarında bulunsun; vahyî tebliğlerle açıklanmış olan günahları âdilâne ölçülerle karşılayarak kınayabilecek bir kişiliğe yükselebilmişse, yine de takvâya tâlip olarak azizleşebilir. Hem nefsini hem de ailesini, “acı azaptan koruyun!” 748 emrine uyarak kim "nefsini hevâdan
740] 37/Sâffât, 113
741] 12/Yusuf, 53
742] 12/Yusuf, 53
743] 35/Fâtır, 18
744] 17/İsrâ, 7
745] 11/Hûd, 105
746] 75/Kıyâme, 2
747] 75/Kıyâme, 2
748] 66/Tahrîm, 6
NEFS
- 161 -
alıkoyduysa" muhakkak onun yeri cennettir.749 Çünkü onun yaratıcısı, nefislerin zaaflarını bildiğinden tevbelerini kabul buyurarak "bağışladı." 750
Kısacası, insan nefs olarak kerîm ve şerefli yaratılmıştır. Ve bu lutfedilmiş nefis, Kur'ân-ı Kerim'de bizzat insanın kendisi olarak zikredilir.751 Ayrıca, kibrin düşürdüğü zulümle kendisini ezenlerin dışında, doğruları kabullenen nefis, iyiye, güzele; takvâya kabiliyetini mahfuz tutmuş bulunur ki, müjdelenmiş olur.752 Özellikle bu yetenek ve müjdelere şükrederek yaşıyorsa bir nefis, artık Allah'ın kendisinden râzı olduğu mutmain bir nefistir. 753
Ruh, can, nefis, yani insan, eğer Allah'ın zikrinden gafletle, kendi kendisinin emrine giren bir gâfil gibi; "Hem ogan (tanrı), hem kullarız" mısrâlarıyla, böbürlenen Ziya Gökalp gibi bir nefs-i emmâre olmuşsa, yani mutlak "emretmek ve hükmetmek Allah'a mahsus" olduğu halde gafletle kibirlenerek, kendi adına fermanlar çıkaran, savaşlar açan modern putperest bir nefis olmuşsa, tabiatıyla kötülüğü emreden olur. Ancak, bu kınanacak hal, nefsin kötülüğü emretmek için yaratılmış olduğundan değil; İlâhî hudûda dikkate lüzum görmeyen insanın kendinden çıkar olduğundandır. Bir kimse bu halden pişman olarak "nefs-i levvâme" haline gelemiyorsa, bu onun gafletinin, ya da küfrünün eseri olabilir. Böyle olunca da "mutmain nefis" olmaya çalışmayan hiçbir kimse elbette temize çıkarılamaz.
Aslında nefis, mükerremdir. Ve İslâm fıtratıyla doğan her nefis, dünyaya şeref vermiştir. İnsan malıyla olduğu gibi, nefsiyle de imtihan olunmaktadır. "Sabredenlere müjdeler!" 754
Bütün bu özellikleri düşünebilirse, Rasûlullah'ın, "Sakın nefsinizi kötülemeyin", "Sizden biriniz, sakın 'nefsim habis (pis) oldu' demesin!"755 şeklindeki uyarısını daha iyi anlamış oluruz. Hele İslâm'da edâ edilmesi emredilen en büyük ibâdetin dahi insanın "... ancak nefsi için..."756 yapar olduğunu Kitab-ı Kerim'de görünce, herhangi bir delil göstermeden, mü'minin öz nefsini düşman olarak ilân etmesinin izahını bulamıyoruz.
İnsanın kendi nefsine haksızlık etmiş olmasının ne olduğunu, daha çok ahmak münkirlerin hakkında "Onlar nefislerine zulmedenlerdir."757 mealindeki âyetten anlayabiliriz. İbâdet maksadıyla da olsa, nefse eziyet vermenin tasvip edilmediğini, Rasûlullah'ın bu husustaki ikazlarını da görünce, İslâmiyet'in fıtrata uygun yegâne ve tek din olduğunu bir daha idrâk ederek şükrediyoruz. Budistlerin ve benzerlerinin, nefse eziyet çektirerek, onu güya ıstıraplarla terbiye etme metodundan ilham alınan davranışlarla, nefsi, İslâm'ın sunmuş olduğu kolaylıklardan, helâl nimetlerden; hakkı bulunan meşrû hazlardan mahrum bırakmanın sünnete uymadığını görüyoruz. Allah Teâlâ, gerek lezzetleri, gerek iştihaları
749] 79/Nâziât, 40-41
750] 2/Bakara, 187
751] 82/İnfitâr, 5
752] 91/Şems, 7-9
753] bk. 89/Fecr, 27
754] 2/Bakara, 155
755] S. Müslim ve Tercümesi, Mehmed Sofuoğlu, c. 7, s. 118
756] 29/Ankebût, 6
757] 11/Hûd, 21
- 162 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"zarûret miktarından daha azaltan kişileri de kınadı." Ebû'd-Derdâ (r.a.) şöyle söylüyordu: Allah Teâlâ, bütün lezzetleri ve her türlü iştihaları, "aslında tamamıyla mahlûkatın yararlanması için yaratmıştır; Gadabı/kızmayı kendilerine zarar veren şeyi onunla defetsinler için yarattığı gibi. Doğudaki ruhu öne çıkaran Budizm ve benzeri dinler, nirvana kelimesiyle ifâde edilen kurtuluşa ermek için nefse eziyet vermeyi ibâdet sayan mistisizmin etkisindeki bazı kimseler, Buda'nın altı yıl oruç tutarak kendisine eziyet edip duruşunu taklit eder olmuşlardır.
Kişinin kendi nefsini kötülüklerden bizzat korumasının "vâcip" olduğunu anlayan ve "müslümanım" diyen bir kimsenin kendisini, "köpek nefsim", "alçak nefsim", "kâfir nefsim" gibi gereksiz hakaretlerle kötülemesi ve bizzat kendi nefsini "en büyük düşman" zannetmesi yakışık almaz; aynı zamanda, "mü'minim" deyişiyle açık bir çelişki teşkil eder ki, günahtır. Bir kimse, kendisinin hem mü'min ve insan olduğunu iddiâ edecek, hem de aynı zamanda kendisinde bir de ayrıca, kâfir bir nefsin, köpek bir nefsin bulunacağına inanmış olması, olacak şey midir? Ölçüsüzlüğün ortaya koyduğu bu nevî tezatlara ne denir ki? Cenâb-ı Hak "İnsanın (bizzat) kendi nefsine karşı bir şâhit758 olduğunu haber veriyor. Bizlere, İbn Kuteybe'nin "Bir şeyi kendi nefsine isnâd eden kimse, onunla anılmalıdır" vecîzesiyle hareket etmek hoş gelmiyor. Yücelerden yüce Allah, hepimizi, insanlardan işittiği her sözü kritiksiz olarak hemen kabullenen mukallitler olmaktan korusun. 759
"De ki: Allah'ın, kulları için çıkardığı (yarattığı) ziyneti/süsü ve güzel rızıkları kim haram kıldı? Deki: Onlar, dünya hayatında (inanmayanlarla birlikte) iman edenlerindir. Kıyâmet gününde ise yalnız mü'minlerindir. İşte, bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz." 760
"...Nefislerinizi ayıplamayın." 761
Nefs Kavramı Çerçevesinde Kur’an’da Kişiliğin Tekâmül Aşamaları
“Şu, Allah’ı unuttuklarından dolayı, onlara nefislerini (kendilerini) unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar fâsıklardır.”762 Bilindiği gibi, Kur’an, Allah’ın koruması altındadır. Kâinattaki her şey de Allah’ın denetimine tâbîdir. Ancak, Rabbimiz insanlara toplumsal alanda kısıtlı, denetli bir seçme özgürlüğü tanımıştır. O yüzden insanlar, Yaratıcısının râzı olmayacağı eylemler de ortaya koyabilmektedirler. Çünkü insanoğlunun nefsi (özü) iki eğilimlidir: Fücur ve takvâ.
İnsanoğlunun kötü eğilimleri; ekinin, neslin, İlâhî dengelerin bozulmasına yol açabilmektedir. Nankörlüğe, zâlimliğe meyilli olan nefis, nasıl ekolojik dengeyi bozuyorsa, toplumda adâletin ikamesinin teminatı olan İlâhî vahye karşı da haddini aşabiliyor.
Hayat tarzını fucûra dayalı olarak oluşturan insanlar, İlâhî vahye karşı iki şekilde tavır gösterebiliyor: 1- İlâhî bildirimi inkâr, 2- İlâhî bildirimi tahrif. Tahrif, nübüvvet kurumu kadar eski bir davranıştır. Kısaca vahyi, aslî özünden
758] 75/Kıyâmet, 14
759] M. Said Çekmegil, Tetkiklerde Metod ve Tenkid, Sanih Y. s. 104-112
760] 7/A'râf, 32
761] 49/Hucurât, 11
762] 50/Haşr, 19
NEFS
- 163 -
uzaklaştırmak diyebileceğimiz tahrif de, iki şekilde günde gelebilir: 1- İlâhî vahyin kelimelere dökülmüş halini değiştirerek tahrif, 2- Tefsir ederek, yorumlayarak tahrif. Konumuz olan nefis kavramı, birçok Kur’an terimi gibi ikinci tür tahrife konu olmuştur. Bu Kur’ânî ıstılah üzerinde en çok felsefeciler ve tasavvufçular oynamışlardır. Yunan kültüründeki insanı parçacı olarak algılama eğiliminden doğan ruh-beden ikilemi şeklindeki tasavvur, müslüman zihinleri parçalamış, laik sapmalara yol açmıştır.
Kadim kültürleri ve Yunan kültürünü Arapça’ya çevirirken kelime, kavram karşılıkları arama çabaları bazen Kur’ânî terimlerin anlam kaymasına yol açmış, nihâyet tahrifine neden olmuştur. Tahrif edilen kavramlardan birisi de “nefs”dir. Latince, Grekçe “ruh” (sprit) kavramına Arapça’da karşılık olarak “nefs” kavramı kullanılmıştır. Bu yanlışlık yanında, tasavvufçuların da nefis kavramını tahrif ettikleri açıktır. Tasavvufçular, nefis kavramını sürekli olumsuz çağrışımlarla izah etmişlerdir. Oysa Kur’an’da bu ıstılah, tek boyutlu olarak ne tam olarak olumluya, ne de tam olarak olumsuza işaret etmek için kullanılmıştır. Nefsin olumlu yönleri de vardır, olumsuz yönleri de vardır; Tıpkı insan gibi. İyi insanlar da vardır, kötü insanlar da vardır. Nefsin iyi hasletleri de vardır, kötü hasletleri de.
Müslümanca düşünmek ve müslümanca yaşamak için, Kur’ânî terimlerin aslından, özünden uzaklaştırılmasını önleme gayreti gerekmektedir.
Nefis terimi, başka bir anlama geldiğine ilişkin kesin bir delil olmadığı sürece, insanın bizzat kendisini ifâde eder. Bu terime izâfe edilen zamirler müennestir (dişil). Çünkü kelime, semâî müennestir. Buna rağmen, maalesef birçok mealde bu kavrama müzekker ifâdeler yüklendiğini görüyoruz. Örneğin, nefse Âdem anlamı verilmektedir. Oysa nefis, erkek, kadın bütün insan cinsi için kullanılması gereken bir muhtevâya sahiptir. Nefis kelimesi, insan için kullanıldığında insanın nefsi, onun benliği, özüdür. Yaşayan canlı varlık, hayat özü, şahsî kimlik, insanlık, insan niteliklerinin toplamı gibi tanımlamalar da nefsi anlatmaktadır. Kur’an’da nefis, insan için kullanıldığında; “benlik, kişilik, fıtrat, şâkile” anlamlarında değerlendirilmiştir; hem iyiliğin hem de kötülüğün taşıyıcısı olabilen bir vasfa sahiptir. Meselâ Secde sûresinde nefis, kadın-erkek bütün insanları ifade eden muhtevayla kullanılmıştır: “Eğer dileseydik, her insanı (nefsi), doğru yola ulaştırırdık.”763 Kur’an’da nefis, genellikle zât, şahıs, kişi anlamında kullanılmıştır.764 17/İsrâ sûresi 25. âyetinde de “içler, kalpler” anlamında kullanılmıştır. Bazı âyetlerde de can, canlar anlamında zikredilir. 765
Nisâ Sûresi 1. âyette geçen “nefs” terimine birçok müfessir, Âdem anlamını yüklemiştir. Nefs kavramının semâî müennes oluşunu da gözönünde tutarak Muhammed Abduh buradaki kullanımın insan soyunun ortak kökenini, ortak özelliklerini ifâde ettiğini söylemiştir. 766
Kur’an’daki ilgili âyetlerden anlıyoruz ki, nefs, insanın kendisi, insanı insan yapan özdür. Bu özün niteliklerini Şems Sûresi bize şu şekilde haber vermektedir: “Andolsun nefse, takvâsını ve fücûrunu ilham edene.”767 Bu âyetten Rabbimizin bütün
763] 32/Secde, 13
764] 18/Kehf, 74; 2/Bakara, 72, 286; 20/Tâhâ, 40; 28/Kasas, 19, 33
765] 6/En’âm, 93; 9/Tevbe, 55, 85
766] Tefsîru’l-Menâr, c. 4, s. 323
767] 91/Şems, 8
- 164 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nefislere (İnsanlara) fücur ve takvâ ilham ettiğini öğreniyoruz. İlham vurgusu; şuur ve insan irâdesi dışında Yaratıcının iyi ve kötü eğilimler yerleştirdiğini ifâde eder.
İnsanlar kurdukları yaşam alanlarında esas itibarıyla ya kötüye dönük, ya da iyiye yönelik, kötülükten sakınan eylemler ortaya koyarlar. Bu eylemler iyiyi ve kötüyü temyiz yeteneği sâyesinde ortaya çıkmaktadır. Aynı konuya Beled ve insan Sûrelerinde de değinilmiştir: “Biz ona hayır ve şer olarak iki yol gösterdik.”768; “Biz ona yolu gösterdik; ya şükredici (şâkir) veya nankör (kâfir) olur.” 769
Bütün insan topluluklarının hayır ve şer tasavvurundan bütünüyle uzak olmaması evrensel bir gerçektir. İnsanlık tarihinin her döneminde belli doğrularda uzlaşılması, iyiye yönelik kabiliyetlerin insan fıtratında mevcut olduğunun apaçık ispatıdır. İnsan iyiye ve kötüye meyilli olarak yaratılmıştır. Ancak nefisten (kişiden) istenilen, takvâyı tercih ederek Allah’a kulluk etmektir. Nefis, Yaratanına bağlanmalı, sadece O’na ibâdet etmeli, yaratılanların önünde eğilerek kula kul olmamalıdır. Böylece Allah’a bağlılık, alçaltıcı kulluktan nefsi kurtarır. Allah nefse kendini temizleme eğilimini de, kirletme potansiyelini de vermiştir.770 “Nefsini temizleyen kurtulmuş, kirletip örten iflâs etmiştir.” 771
Kur’ân-ı Kerim’e göre nefsin tüm arzuları kötü değildir. Nefs, insan yapısındaki tabiî eğilimlerin toplamıdır. Nefsin hevâ ile ilgili istekleri önlenmelidir. Ölçüsüz isteklerde gündeme gelen hevâ, nefsin olumsuz yönüdür. Hevâsına uyanlar kendilerini müstağnî gören zâlim ve sapıklardır. Örneğin insanın cinsel arzu duyması kötü değildir. Ancak bu arzusunu zinâ ile doyurması fücurdur, yani kötüdür. 772
Kur’an’da nefis, insanın bireysel kişiliğini ifâde etmesinin yanında, 13/Ra’d Sûresi 11. âyetindde toplumsal kişilik anlamında da kullanılmıştır. Âyet-i kerîmeye göre tıpkı bireysel tekâmülde olduğu gibi, toplumsal tekâmülde de irâde etmek, özü harekete geçirmekle mümkün olabilmektedir. Burada kısaca fücurdan bahsetmekte fayda vardır.
Fücur, lügatte yarıp parçalamak demektir. Kur’an’da takvâ ile zıt anlamlı olarak kullanılmaktadır. Elmalılı, konuyla ilgili olarak şu bilgiyi vermektedir: “Fücur, haktan sapıp hak yolunu yarmak ve hak nizamından çıkıp fıska, isyâna düşmektir. Bilhassa zinâ, yalan vs. gibi edepsizlikler yoluyla şerre, isyâna düşmeye fücur denir.”773 Fücurun ism-i fâili olan fâcir, Kur’an’da küfür gibi nitelemelere tâbî tutulmaktadır. “Gerçekten eğer Sen onları bırakırsan, Senin kullarını sapıtırlar ve günahkâr (fâcir) nankör kâfirlerden başka doğurmazlar.”774 “Fâcir”, müttakî ve ebrârın (iyiler) zıddıdır.775 Kur’an’da fâcirin cehennemlik olduğu konusunda açık beyanlar bulunmaktadır. Kısaca fücur ve fâcir, insanların kişilik bozukluklarını, ruh kirliliklerini, kötüye olan eğilimlerini ifâde eder. Fücûrun zıddı takvâ ise fıtratta yer alan
768] 90/Beled, 10
769] 76/İnsan, 3
770] 75/Kıyâmet, 2; 79/Nâziât, 40; 80/Abese, 7; 87/A’lâ, 14
771] 91/Şems, 9-10
772] 4/Nisâ, 27; 28/Kasas, 50; 30/Rûm, 29; 45/Câsiye, 23; 47/Muhammed, 16; 79/Nâziât, 40
773] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. s. 5857
774] 71/Nûh, 27
775] 38/Sâd, 28; 82/İnfitâr, 13-14
NEFS
- 165 -
iyiye yönelim yeteneğidir.
Nefis ve Ruh: Nefis ve ruh, Kur’an’da çokça kullanılan kavramlardandır. Ancak, bu kavramların Kur’an’ın inişinden sonraki anlamlandırılmalarına, ruhu insanlara, meleklere, ulûhiyete tatbik eden hıristiyanlar ile Yeni Eflâtuncuların çok büyük etkisi olmuştur.
Aristocular nefsi rûhiyat bakımından birçok tahlile tâbî tutmuşlardır. İslâm felsefe tarihinde el-Kindî, Yeni Eflâtunculuğun ruh telâkkisini İslâm dünyasına ilk taşıyan filozof olmuştur. Dâru’l-Hikme’deki çeviri faâliyetleri birçok müslüman zihnin İslâm’ın özgün terminolojisi ile ilgili olarak bulanmasına yol açmıştır. Plotinus’un Ennead’lar eserinin çevirisinden sonra müslümanlar insan ruhunun ilk önce nefis veya akıl vâsıtasıyla tek mutlak sebepten aktığı (tecellî) anlayışını almışlardır. Buna göre insan rûhu ezelî bir karaktere sahiptir. Ölmez, ebedîdir ve makul bir cevherdir. Buna göre ruhun kurtuluşu duygular âleminin bedenî arzulardan kurtulup, rûhî cevherin ebedî âlemine dönmekle mümkündür. Tasavvuf düşüncesinde de ruhun menşei, mâhiyet ve geleceği, ezeliyeti, ebediyetiyle ilgili birçok şey üretilmiştir.
Nefis kelimesiyle ilgili zihinsel bulanıklık, ruh terimiyle alâkalı olarak da sürdürülmüştür. Kur’an’a yabancı bir kültürle Kur’an’a yaklaşanlar, vahiy meleği anlamına gelen ruh’u bile insan ruhuyla alâkalandırmaya çalışmışlardır. Oysa Kur’an’da ruh kelimesiyle genellikle insan ruhu kast edilmemiştir. Eski Yunan kültüründeki ruh-beden karşılığı, modern çağlarda Descartes’in kartezyen felsefesiyle beslenmiş ve bugün ruh denince akla genellikle insandan ayrı, ezelî-ebedî bir varlık gelmektedir. Hâlbuki ruh terimiyle Kur’an’da genellikle vahiy, vahiy meleği kast edilmiştir. Meleklerle ilgili olarak Kur’an’da hiçbir zaman “nefis” kavramı kullanılmamıştır. Fakat nefsin çoğulu “enfüs”, insan ve cin topluluğunu ifâde etmek için kullanılmıştır.
Kur’an’da Nefsin (Kişiliğin) Tekâmül Aşamaları:
Kur’an’da dört tür nefisten söz edilmektedir: Emmâre, levvâme, mutmainne, râdıye-mardıyye.
1- Nefs-i Emmâre: “Hiç kuşkusuz nefis, kötülüğü ve çirkinliği ısrarlı bir şekilde emreder.”776 âyetinde belirtildiği gibi “emmâre”, çok emreden anlamına gelir. Bedensel hazlara ölçüsüzce itibar eden, lezzet ve şehvet için ahlâkî sınırları çiğneyen kişiyi ifâde eder. Nefsin bu özellikleri mü’minlerde takvâ yeteneğiyle alt edilebilir. Takvâ gücünden yararlanamayan insanlarda ise, fücur faaldir.
Nefsin fücur boyutunu yukarıdaki âyet, emmâre kavramıyla tefsir ediyor. Âyetteki konu, şehevî arzuların fücur tarafından zinâ ile giderilmesine yönelik emmâre nefsin teşvikidir. Bu durumda her mü’min, Hz. Yusuf gibi nefsin olumsuz arzusunu kırmalı ki, kendi kendisini temize çıkarıp halini beğenip gurura kapılmasın; daha kötüsü günahlarını meşrûlaştırmasın. Takvâya ve tevbeye sarılmak emmâre nefisten kurtulmak, mutmainne, râdıye-mardıyye nefse sahip olmanın tek yoludur.
Emmâre kişiliğindeki insanlar, alabildiğine isteklerinin maddî, şehevî arzularının peşinden koşarlar. Günahlardan tevbe etmek yerine, isyanda ısrar ederler.
776] 12/Yusuf, 53
- 166 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bunlar kendilerini nefis muhâsebesine (özeleştiriye) tâbi tutmazlar. İnsanın çalıştığından başkasına erişemeyeceğini unuturlar. 777
2- Nefs-i Levvâme: Kıyâme(t) Sûresi ikinci âyette geçer. Bu âyette levvâme nefse yemin edilmektedir. “Levvâme”, özünü eleştiren nefis (kişi)dir. Levvâme, levm kökünden türeyen bir sıfattır. Kendisini ısrarlı bir şekilde kınayan anlamına gelir. Özeleştirinin önemi hissettirilmektedir. Tevbe ile günahlara dönmemeyi, kalbin ışığının kaybolmaması için otokritiğin önemini ihsas ettirir. Mü’min, kendini sürekli özeleştiriye (levme) tâbî tutar; amellerini, eylemlerini gözden geçirir, ilâhî ilkelerin denetiminden geçirerek Rabbinin kulu olduğunu unutmaz. Günahkâr, zâlim, kâfir, fâcir kimseler ise, kendilerini Yaratıcılarından müstağnî görme eğilimindedirler. Nefsini (kendini) levmetmeyenler (kınamayanlar) özlerini eleştiremezler, tutturdukları yolda ilerleme, tüm arzularını giderip dünyadan kâm alma eğilimindedirler. Bu bağlamda Freud’un psikanalitik yönteminin tüm içgüdülerin sınırsızca doyurulması gerektiği esasına dayandığını hatırlanmalıdır. İnsanın hevâsını ilâh edinmesine yol açan bu anlayışla, arzu duyulan her içgüdünün, dürtünün doyurulması amaçlanmıştır.
Levmin, Kıyâme Sûresi bütünlüğündeki anlamı, yeniden diriliş günüyle alâkalıdır. İnsanlar kıyâmet günü “keşke, keşke şöyle yapsaydım...” diye kendilerini kınarlar. Nefs-i levvâme; iyilikler konusunda da kötülükler konusunda da kendisini kınayan, kaçırılan fırsatlar için kıyâmet günü pişmanlık duyan kimse demektir. Levvâme kişiliğindeki insanlar, fiilin kendilerine yüklediği ana görevleri yerine getiren, büyük günahlardan kaçınanlardır. Ancak, bazı etkiler altında bazı kusurlar işlemişlerse de, bir daha bu gibi hatalara dönmeme konusunda kararlılık gösterenlerdir. Mü’minlerin bile bütünüyle hatadan, kusurdan âzâde olması mümkün olmadığından dolayı, önemli olan, istikbârı ve istiğnâyı değil; tevbeyi tercih etmektir. 778
3- Nefs-i Mutmainne: Fecir Sûresi 27. âyette geçer. “Mutmainne”, “huzura erme, doygunluk” anlamlarına gelir. Mutmain nefis, Allah’a gönül bağlayan, itmînânı sadece Allah’a itaat, ibâdet ve zikirde bulan kişiyi ifâde eder. Yani hiçbir şüphe taşımadan Allah’ı rab, peygamberin getirdiği hak dini de hayat rehberi olarak benimseyendir. Başka bir ifâdeyle Allah’ın yasaklarından mecbûren değil; severek kaçınan, uzak durandır.
Elmalılı Hamdi Yazır, şöyle izah etmektedir: “Mutmainne nefis, kararsızlık ve ihtiyaç ifâde eden ve birbirini izleyen sebepler zincirinden kurtulup bunların arkasındaki gerçek etken olan Allah’a yükselmiş, O’nu tanıma gâyesinde karar kılmış, varlığında ve fiillerinde O’ndan başkasına eğilmeyi reddetmiş benlik demektir. Bunun anlamı da, emmâre nefsin aldatıcı isteklerinden, Allah dışındaki şeylere bağlılıktan kurtulup gerçek hürriyeti kazanmaktır.” 779
Mutmainne nefsin sahibi (mü’min kişi), Allah yolunda ne fedâkârlık gerekiyorsa yapan, bu yolda gelen eziyetlere tahammül eden hak dinin gerektirdiklerinden asla uzaklaşmayandır. Mevdûdî, 6/En’âm Sûresi 125. âyette geçen “şerhu sadr”ın (göğüs genişliği), mutmainne nefisle aynı keyfiyeti işaret ettiğini
777] bk. 53/Necm, 39
778] bk. 3/Âl-i İmrân, 135; 53/Necm, 32
779] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Neşr., c. 8, s. 5816
NEFS
- 167 -
söylemektedir.780 Mutmainne kişiliğindeki mü’minler, büyük günahlardan kaçındıkları gibi, küçük günahlardan da sakınırlar. Onlar hayatlarının her ânında Allah’ı zikreder/anar, O’nun ilkelerini gözönünde tutarak yaşarlar. “Öyle dönüş yapanlar ki, iman ederler ve Allah’ın zikriyle kalpleri mutmain olur. Şüphesiz kalpler, ancak Allah’ın zikriyle huzur ve sükûn bulurlar.” 781
4- Nefs-i Râdıye ve Mardıyye: Râdıyye, hoşnut olan, râzı gelen anlamına gelir. 89/Fecr 28. âyette de “Allah’tan râzı olan” nefis anlamında kullanılmıştır: “...Râzı edici ve râzı edilmiş olarak Rabbine dön.” Tasavvufta, nefsin beşinci mertebesi olarak kabul edilmiştir.
Mardıyye, râzı ve hoşnut olunan demektir. 89/Fecr Sûresi 28. âyette Allah’ın kendisinden râzı olduğu kişi anlamında kullanılmıştır: “...Râzı edici ve râzı edilmiş olarak Rabbine dön.” (Tasavvufta mardıyye, nefsin altıncı aşaması olarak geçer. Yaratıcıyla yaratılmışın ortak niteliklerinin toplandığı ortaklığı ifâde eder.)
Tasavvufta Nefis: Kuşeyrî’ye göre nefis, kulun sıfatlarının, huylarının, davranışlarının kötülerine verilen isimdir.782 Nefis, tasavvufta bütünüyle yok edilmesi gereken bir şeydir. Nefis, tümüyle olumsuzdur ve öldürülmelidir. Tasavvufta nefsin ölümlü ve iğretiden ölümsüze doğru yükselişi şeklinde yorumlanan yedi aşama vardır. Nefsin mertebelerini mutasavvıflar şöyle sıralarlar: 1- Emmâre: Yabancılarla dolu karanlıklar mekânı, 2- Levvâme: Nurlar makamı, 3- Mülhime: Sırlara mazhariyet makamı, 4- Mutmainne: Kemal, olgunluk makamı, 5- Râdıye: Visal, Mevlâ’ya ulaşma makamı, 6- Mardıyye: Mevlâ’nın fiillerinin tecellî makamı, 7- Kâmile: Mevlâ’nın makam, isim ve sıfatlarının tecellî makamı. 783
Tasavvufçular bu kavramlardan beşini Kur’an’dan almış, ikisini ise kendileri eklemişlerdir. Mülhime ve kâmile kavramları Kur’an’da geçmemektedir. Mülhime ile velâyet vahyi almayı kast ederek yalancı peygamberliğe dâvetiye çıkarmışlar, kâmile ile ise, fenâ fillâhı kast ederek Allah’da yok olmayı, Allah gibi olmayı hedeflemişlerdir. Diğer beşini de, diledikleri gibi anlamlandırmışlardır. İmam Gazâlî, İhyâ’sında nefs-i Müsevvile diye bir kişilikten daha söz etmektedir. Ona göre nefs-i müsevvile günah işleyen, tevbe eden, tevbesinde bir müddet durduktan sonra yine günahlara dönen, keşke yapmasaydım diyen, ama tekrar tekrar isyana bulaşan kimselerdir. 784
Nefis Tezkiyesi: Tezkiye; temizlemek, arındırmak demektir. Nefsimizdeki kötü yönelimleri temizlemenin yollarını Rabbimiz bize öğretmiştir. Bunları özetleyecek olursak: Allah’ı çokça zikretmek/anmak; Biz O’nu görmesek de O’nun bizi gördüğü bilinciyle hareket etmektir. Tezkiye, Allah’ın âyetleri üzerinde düşünüp taşınmak, O’nun rahmetini, büyüklüğünü, sonsuz lütfunu kabul etmek; tabiattaki ve toplumdaki olayların nasıl birer âyet olarak onların Yaratanına tanıklık ettiğini düşünmek; iyiliksever, şefkatli, öğütleyici, nasihat edici, eğitici olmak; kâfirlere karşı sert, mü’minlere karşı yumuşak olmak, helâl kazanmak, helâl yemek, Allah için nefret etmek, Allah için sevmektir.
780] Mevdûdi, Tefhîmu’l-Kur’an, insan Y. 1990, c. 7, s. 115
781] 13/Ra’d, 28
782] Kuşeyri, Risâle, I/305
783] Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetnâme, Âlem Tic. Y. İst. 1996, s. 556
784] Gazâlî, İhyâ, Bedir Y. İst, 1975, c. 4, s. 81
- 168 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Nefsi tezkiye etmek; içki, kumar, zinâ, rüşvet, yalan, iftira, haksız kazançtan kaçmak, fâiz yememek, gıybet etmemek, harama bakmamak, kötü zanda bulunmamak, tekelcilik ve karaborsacılık yapmamak, yalancı şâhitlikte bulunmamak, kötülüğe teşvik etmemekle olur.
Yoksa müridi şeyhe kul yapan, insanın hürriyetini mürşid lehine yok eden, miskinleştiren, irâdeyi yok eden, şeyhi yükseltip mâsumlaştıran tasavvuf anlayışıyla nefsin kötü eğiliminden kurtulmak mümkün değildir. Nefis tezkiyesi, ney ve kaval üfleyerek, şiş batırarak, sihirbaz ve canbazların yaptığı gibi ateş avuçlayıp kızgın demirler tutarak, râbıta yaparak ve silsile ezberleyerek, ibâdet yerine danslar yaparak, posta oturup el öptürerek olmaz. Nefis tezkiyesi, Allah’a gereğince kulluk yaparak olur.
Nefislerini tezkiye ettiklerini iddiâ eden bazı mutasavvıflar, ulûhiyete, rubûbiyete kalkışmakta, bazıları Allah’ın zâtını müşâhede ettiğini, kimisi öldükten sonra da dirilere tasarrufta bulunacağını iddia etmekte, kimi levh-i mahfûza hükmettiğini, oradaki yazıları değiştirdiğini, melekût âlemine çıktığını söyleyebilmektedir. Oysa nefsini tezkiye eden kula kulluk yapmaktan, hevâsına kulluk yapmaktan kurtulandır. Yoksa kendine kulluk yapmaya çağıran biri, nefsini tezkiye etmiş değil; şirkini arttırmış olur. Tezekkî, şahsiyetin kötülüklerden temizlenmesi, arındırılmasıdır. “(Nefsini/kendini) arındıran kurtuluşa ermiştir.” 785
Soınuç: Nefis, insanın kendisidir. İnsan ise, iki yönlü bir varlıktır. İyiye de eğilimlidir, kötüye de. Kur’an’da nefis, felsefecilerin dediği gibi ruh demek değildir. Tasavvufçuların iddiâ ettikleri gibi de nefis, bütünüyle mücâdele edilmesi gereken bir şey değildir. Nefsin fücur boyutuna karşı fıtrî ve vahyî âyetlerle mücâdele etmeli, benliğimizi arındırarak takvâ eylemlerinin ortaya çıkmasını sağlamalıyız. 786
Nefs Kavramının Yozlaştırılması ve “Nefsin Merhaleleri” Tâbiri
"Kur’ân’ı Kerim’de nefsin çeşitli merhalelerinden bahsedilir mi, yoksa bunu tasavvuf mu böyle anlamıştır?" Merhale, hedefe ulaşmak için geçilmesi gereken konak yerine denir. Kur’ân-ı Kerim nefsin merhalelerinden bahsetmez. Ama tasavvufta nefsin yedi merhalesinden bahsedilir. Bunlar nefs-i emmâre, nefs-i levvâme, nefs-i mülheme, nefs-i mutmainne, nefs-i râdıye, nefs-i mardıye ve nefs-i kâmile’dir. Nefs-i kâmile dışındakilere Kur’an’dan delil getirilmeye çalışılır. Tasavvuf anlayışında bu konu şöyle değerlendirilir: “Nefsin mânevî yükselişteki mertebeleri değişik şekillerde tasnif edilmiştir. Bazıları üçlü, bazıları beşli, bazıları yedili tasnifler yapmıştır. Emmâre, levvâme, mülheme, mutmeinne, râdıye, mardıye ve kâmile gibi.” 787
Bunlar delili olmayan iddialardır. Nefsin mânevî yükselişini Allah’tan başka kim takip edebilir. Bu konuda kendini karar verme mevkiinde gören bir şeyh, bir münâfığı pek yüksek bir mertebede göremez mi? Nitekim Kur'ân-ı Kerim bize Hz. Peygamberin münâfıkları tanıyamadığını bildirmektedir. Âyet şöyledir:
785] 87/A’lâ, 14
786] Fevzi Zülaloğlu, “Nefs” Kavramı Çerçevesinde Kur’an’da Kişiliğin Tekâmül Aşamaları, Hak Söz
787] Hasan Kâmil Yılmaz, Tasavvufla İlgili Sorular-Cevaplar, s 554-556
NEFS
- 169 -
“Çevrenizdeki kimi çöl Arapları münâfıktır. Medine halkından da münâfıklığa iyice alışmış olanlar vardır. Sen onları bilmezsin, onları Biz biliriz. Onlara iki defa azap edeceğiz; sonra da onlar büyük bir azâba itileceklerdir.” 788
Bazı münâfıklar Hz. Peygamber'in hoşuna giderdi. Eğer münâfık olduklarını bilse onlardan hoşlanır mıydı? Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Münâfıkları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar dayalı odunlara benzerler. Her kopan gürültüyü kendilerine karşı sanırlar. İşte düşman onlardır. Onlardan sakın. Allah onları kahretsin, nasıl döndürülüyorlar.” 789
Şimdi nefsin merhaleleri ile ilgili ifadelere bakalım: Nefs-i emmâre: Münker ve günah olan şeyleri işlemeyi teşvik ve emreden nefistir. Kur’an, Hz. Yusuf’un kendi nefsi ile ilgili sözlerini haber verir: “Ben nefsimi aklamam, çünkü nefis kötülüğü emreder durur. Ama Rabbimin esirgediği olursa o başka. Benim Rabbim çok bağışlar ve çok merhamet eder.”790 Nefs-i emmâre her insanda olur. Âyete göre Hz. Yusuf gibi büyük bir peygamberin nefsi de nefs-i emmâredir. Zaten insanın canı günahı çekmese ondan kaçınmanın ne anlamı olur?
Âyetin metni de önemlidir. “Nefis kötülüğü emreder durur" diye tercüme edilen, "İnne’n-nefse le emmâretun bi’s-sû'" isim cümlesidir. Arapça’da isim cümlesi sübût ve devam ifâde eder. Yani isim cümlesi ile ifade edilen hüküm bir zamanla sınırlı olmaz. Başına inne ve haberine "te’kid lâmı"nın gelmesi de bu konuda doğabilecek şüpheleri ortadan kaldırmaya yöneliktir. Yani âyet, nefsin, kötülüğü emredip durma özelliğinin kalıcı ve sürekli olduğunu ifade eder.
Tasavvuf, ikinci merhaleye nefs-i levvâmeyi koymuştur. "Nefs-i levvâme: Yaptığı kötülüklerin akabinde zaman zaman pişmanlık duyan, sahibini münkere mülâzemetten dolayı ayıplayan ve tevbeye temâyül gösteren nefstir. Adını Kur’an’daki: “Levvâme (pişmankâr) nefse and olsun.”791 âyetinden alır. İnsan zaman zaman nefsine uyar ve yanlış davranışlar yapar. Eğer bunlara üzülüyor ve sık sık pişmanlık duyuyorsa bu Allah’ın beğendiği bir durumdur.
Üçüncü merhaleye nefs-i mülheme konmuştur. Tasavvuf anlayışına göre; "Nefs-i mülheme: İlhâm ve keşfe mazhar olmaya başlayan; neyin hayır, neyin şer olduğunu idrâk edebilme melekesine sahip, şehvet isteklerine karşı kısmen direnme gücü bulunan nefstir." Adını “And olsun nefse isyânını ve itâatını ilhâm edene.”792 âyetinden alır.
Nefsin, bir noktadan sonra ilham ve keşfe mazhar olacağına inanmak insanı şeytanın oyuncağı yapar. Şeytanın vesvese ve saptırmaları ilham ve keşif sanılmaya başlar. Büyüklerin ağzından çıkan her söz, Allah’ın ona ilhamı sayılır ve tartışmasız kabul edilir. Nitekim bu inanç, Allah ve Resulüne iftiralarla dolu nice kitapların kutsallaştırılmasına yol açmıştır.
İlham, Allah’ın, kulunun kalbine bir şey doğurmasıdır.793 Allah’ın ilhamı olmasa insanoğlu ilerleyemez. Bütün ilmî gelişmeler ve keşifler Allah'ın ilhamıyla
788] 9/Tevbe, 101
789] 63/Münâfikûn, 4
790] 12/Yusuf, 53
791] 75/Kıyâmet, 2
792] 91/Şems, 8
793] Fahreddin Râzî, Tefsîru'l-Kebir, 7/583
- 170 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olur. Ama bu, Müslümanlara has değildir. Kâfirler de ilham alır. İlham, Kur'an'da yalnız bir yerde geçer. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “(Nefse) isyankârlığını ve takvâsını ilham edenin hakkı için, onu arındıran gerçekten umduğuna kavuşmuş, kirletip karartan da kaybetmiş olur.” 794
İsyankârlık, kişinin Allah’a, insanlara veya kendine karşı yanlış davranışıdır. Böyle biri, hem isyandan önce hem de sonra huzursuzluk duyar. Buna iç sıkıntısı veya vicdan azabı denir. Günah karşısında insan önce irkilir, sonra, ya vazgeçer ya da günaha dalar. İşte insanı irkilten, Allah Teâlâ’nın “(Nefse) isyankârlığını ilham etmesi”dir. Merhameti sonsuz olan Rabbimiz günah işleyecek olana son bir ihtarda bulunarak “isyana giriyorsun, dikkat et.” demiş olur. İsyandan sonra da kendine bir iç sıkıntısı vererek onu tevbeye teşvik eder.
Yusuf'u (a.s.) Züleyha’dan uzaklaştıran burhan, Allah’ın “(Nefse) isyankârlığını ilham etmesi” olmalıdır. Yusuf sûresinin 24. âyetinde şöyle buyruluyor: “And olsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin burhanını görmeseydi o da kadına meyledecekti...” Bu irkilme Müslüman olmayanlarda da olur. İşlediği bir cinâyetten sonra, vicdan azâbından kurtulmak için gidip teslim olan insan sayısı az değildir.
Müslümanlığa karşı olmak en büyük suçtur. Bu durumda olan herkes içten rahatsız olur ve sıkıntıya düşer. Bu yüzden “Zaman olur kâfirler, keşke müslüman olsalar, diye iç geçirirler.”795 Günahtan sonra devam eden vicdan rahatsızlığı da kişiyi pişmanlığa ve tevbeye yönelten ilhamdır. işte Allah’ın merhametinin büyüklüğü!
Takvâ, nefsi fenalıktan korumak demektir. Kişi, Allah’a karşı, insanlara karşı ve kendine karşı fenalık yapmamalıdır. Bu onu dünyada töhmet altına girmekten, âhirette de cehennem azâbından korur. İnsan, bu iyi davranışlarının neşesini içinde duyar. İşte bu neşe Allah’ın ilhamıdır. İyi davrananlarda görülen iç huzuru ve kararlılık bu ilhamla oluşur.
Vâbısa b. Mabed diyor ki, Hz. Muhammed’e (s.a.s.) gittim buyurdu ki; “iyilikten ve günahtan sormak için mi geldin? ” Evet, dedim. Parmaklarını bir araya getirerek göğsüne vurdu ve üç kere şöyle dedi: “Nefsine danış, kalbine danış Vabısa! İyilik, nefsin yatıştığı, kalbin yatıştığı şeydir. Günah da içe dokunan ve göğüste tereddüt doğuran şeydir. İsterse insanlar sana fetva vermiş, yaptığını uygun bulmuş olsunlar.”796 Hz. Muhammed (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Seni işkillendiren şeyi bırak işkillendirmeyene geç. Çünkü doğruluk iç huzuru verir, yalan da şüphe ve tereddüt doğurur.” 797
İçe doğan şey, şeytan vesvesesi de olabilir. Çünkü o, “İnsana vesvese veren, onların içini karıştıran”798 varlıktır. Bazıları şeytan vesvesesini keşif ve ilham zanneder de sapıtır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah bazısını yola getirdi, bazısı da sapıklığı hak etti. Çünkü onlar Allah’tan önce o şeytanları evliyâ edindiler. Üstelik kendilerini doğru yolu tutmuş sanırlar." 799
İlham ile vesveseyi ayırmak için içe gelen şeyi Allah’ın emir ve yasakları yönünden denetlemek gerekir. İşte nefs-i mülheme budur. Mü’min-kâfir, herkesin
794] 91/Şems, 8-10
795] 15/Hicr, 2
796] Dârimî, Büyû' 2
797] Tirmizî, Kıyâmet 60
798] 114/Nâs, 5
799] 7/A'râf, 30
NEFS
- 171 -
nefsi nefs-i mülhemedir. Allah ona, isyankârlığını ve takvâsını ilham ettiği gibi başka şeyleri de ilham eder.
Dördüncü merhaleye nefs-i mutmainne, beşincisine nefs-i râdıye, altıncısına da nefs-i mardıye adı verilmiştir. Tasavvufla İlgili Sorular-Cevaplar adlı kitabın konu ile ilgili ifadesi şöyledir: Nefs-i mutmainne: Kötü ve çirkin sıfatlardan kurtulup güzel ahlâk ile hemhâl olan nefistir. Bu nefs, Cenâb-ı Hakk’ın tevfik ve inâyetiyle sekînet ve yakîne mazhar olarak ıstıraplardan kurtulur. Bu makamda beşeriyet fenâ bulup “Nûr-i Muhammedî” zuhur ettiğinden nefs, hitâb-ı İlâhîye mazhar olur: “Ey itmi’nâna ermiş itâatkâr nefs!” 800
Nefs-i râdıye: Kendisi hakkında tecellî eden kazâ hükümlerine tereddütsüz teslim olup rızâ gösteren nefsin makamıdır. Bu makam, sâlikin esrâr-ı ilâhiyyeye muttali olduğu makamdır. Kur’an’daki: “Dön Rabbine, sen O’ndan râzı olarak.”801 âyeti bu makama işarettir. Nefs-i mardıye: Allah ile kul arasında rızânın müşterek bir vasıf olduğu, kulun Allah’tan, Allah’ın kuldan râzı olduğu makamdır.
Fecr sûresinin bu son âyetleri, Kıyâmet günü Allah Teâlâ’nın müslüman kuluna yapacağı hitâbı bildirir. Bunların öncesine bakan hiç kimse bu konuda şüphe edemez.802 Yedinci ve son merhaleye nefs-i kâmile konmuştur. Kitabın ifadesi şöyledir: Nefs-i kâmile: Bu makamda sâlik, bütün marifet makamlarını kazanarak irşâd mevkiine yükselir. Bu makam vehbîdir."
Bu iddiaları iliştirecek bir âyet veya hadis bulunamaz. Allah'ın ve Rasulü’nün bildirmediği bu makamları kim nereden bilebilir?
Yukarıda belirtilen nefsin makamları ile ilgili tasavvufî açıklamalarda her bir makamla ilgili çok tehlikeli ifadeler vardır. Ama bir ifade geçti ki, hepsini gölgede bırakır. Deniyor ki: “Nefs-i mutmainne makamında beşeriyet fenâ bulup “Nûr-i Muhammedî” zuhur ettiğinden nefs, hitâb-ı İlâhî'ye mazhar olur.” Yani bu makamda kişinin etten kemikten oluşan beşer tarafı yok olur, Nur-i Muhammedî ortaya çıkar ve o Allah’ın muhâtabı olmaya, onunla ikili ilişkiye girmeye başlar. Bu ifadelerin ne kadar tehlikeli olduğunu izaha gerek yok.
Nur-i Muhammedî ile hakikat-i Muhammediye kastedilir. Ona insan-ı kâmil de denir. Bu, Muhyiddin-i Arabî’nin Hıristiyanlıktaki Allah’ın oğlu inancını Müslümanlığa uyarlamasıyla ortaya çıkmıştır. Konu ile ilgili tasavvufî bir yazıdan bazı alıntılar yapalım:
“İnsan-ı kâmil Allah’ın bütün isimlerini bilen tek varlıktır. İnsan-ı kâmil, maddî ve mânevî bütün kemâl mertebelerini kapsamaktadır.” “İnsan-ı kâmil Hz. Muhammed’dir. Ancak onun tarihî şahsiyeti değil, henüz Âdem balçık halindeyken Peygamber olan Muhammed’dir. Yani Hakikat-i Muhammediyedir. İnsan-ı Kâmil, varlığın ve hilkatin gâyesidir. Zira İlâhî irâde ancak onun vasıtasıyla tahakkuk edebilir. Eğer insan-ı kâmil olmasa Allah bilinemezdi.....” “İnsan-ı kâmil, cihânı gösteren ayna, ölüyü dirilten İsâ, kuşların dilini bilen Süleyman gibi tasarruf sahibi, âb-ı hayat içen Hızır gibidir. İnsan-ı kâmil âlemde daima vardır, birden fazla olmaz. Çünkü tüm mevcûdâtın bütünlüğü tek şahıstadır. İnsan-ı kâmil için
800] 89/Fecr, 27
801] 89/Fecr, 28
802] Bk.89/Fecr, 21-30
- 172 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mülkte, melekûtta ve ceberûtta hiçbir şey örtülü ve gizli değildir. O eşyayı ve eşyanın hikmetini olduğu gibi bilir....” “... Ancak bu hakikat, her devirde zamana göre değişen isim ve sûretlerde peygamber ve veli olarak zâhir olur. Nitekim Aziz Mahmud Hudâyî’nin şu beyti bu düşüncenin ifadesidir: "Âyînedir bu âlem her şey Hakk ile kâim / Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim” “İnsân-ı kâmil, varlığın hakikatlarına tekabül eder. Meselâ onun kalbi Arş’a, benliği Kürsü’ye, makamı Sidre-i müntehâya, aklı Kalem-i a’lây’a, nefsi Levh-i mahfûz’a, tabiatı anâsır-ı erbaaya taalluk eder... ” 803
Buradaki vahâmeti anlamak için âlim olmak gerekmez. Bu, Kur’an’a aykırılığı tartışılamayacak bir inançtır. 804
Nefsin mertebeleri veya nefsi tanrılaştırma süreci: H. Kâmil Yılmaz diyor ki: “Nefs-i emmâre: Münker ve günah olan şeyleri işlemeyi teşvik ve emreden nefistir. Nefs-i levvâme: Yaptığı kötülüklerin arkasından zaman zaman pişmanlık duyan, sahibini kötülüğe yapışmasından dolayı ayıplayan ve tevbeye eğilimi olan nefistir. Nefs-i mülheme: İlhâm ve keşfe mazhar olmaya başlayan, neyin hayır, neyin şerr olduğunu idrak edebilme melekesine sahip, şehvet isteklerine karşı kısmen direnme gücü bulunan nefstir. Yani bu duruma gelmiş kişinin içine ilham gelir, perdelerin arkasındaki gerçekler görünmeye başlar, iyiyi kötüden ayırma özelliği kazanır ve kötü arzularına karşı az da olsa direnebilir.
Nefs-i mutmainne: Kötü ve çirkin sıfatlardan kurtulup güzel ahlak ile donanmış olan nefistir. Bu nefs, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği başarı ve yardım ile huzura kavuşur ve tam bir kanaate vararak ıstıraplardan kurtulur. Bu makamda beşeriyet fenâ bulur, yani insan olma özelliği biter. “Nûr-i Muhammedî” ortaya çıkar ve nefis, hitâb-ı ilâhîye mazhar olur, yani Allah ile karşılıklı konuşabilir. Nefs-i râdıye: Kendisi hakkında gözüken kadere tereddütsüz teslim olup rızâ gösterir. Bu makam, sâlikin esrâr-ı ilâhiyyeye muttali olduğu makamdır. Nefs-i mardıye: Allah ile kul arasında rızânın müşterek bir vasıf olduğu, kulun Allah’tan, Allah’ın kuldan râzı olduğu makamdır.”
Demek ki, nefs-i mülheme mertebesine gelen kişinin içine ilham gelmeye ve perdeler açılmaya, gizli şeyler görünmeye başlıyor. Nefs-i mutmainne mertebesine gelince beşer olma, yani insan olma özelliği bitiyor, “Nûr-i Muhammedî” ortaya çıkıyor. Yani kişi insan-ı kâmil haline geliyor ve Allah tarafından muhatap alınma yani Allah ile karşılıklı konuşma safhası başlıyor. İnsan-ı kâmil ile ne kastedildiği yukarıda geçmişti. Nefs-i râdıye mertebesinde ise kişi, esrâr-ı ilâhiyyeyi yani Allah’ın sırlarını öğreniyor. Nefs-i mardıye mertebesinde o, Allah’tan, Allah kuldan râzı oluyor, karşılıklı olarak birbirlerini memnun ediyorlar. Şimdi bunlar, nefsin ilahlaşma süreci değildir de ya nedir?
Burada M. Fuad Köprülü’ye hak vermemek elde değildir. O diyor ki; “Felsefe ile uğraşanlar, zındık ve mülhid (dinsiz) sayıldığından Kelâm üzerinde çalışanlar hâriç olmak üzere diğer felsefe ile meşgul olanlar, ya din, yahut daha fazla tasavvuf perdesi altında gizlenmeğe mecburiyet görüyorlardı.” 805. Birtakım tasavvufi kavramları din içinde göstermek için ilgisiz âyetlerin uluorta kullanılmasını
803] Hasan Kâmil Yılmaz, insan-ı Kâmil, Altınoluk Mecmuası, Temmuz 1996, sayı 125, s. 31
804] Abdülaziz Bayındır, Duâda Evliyayı Aracı Koyma ve Şirk, s. 91-103
805] M. Fuad Köprülü, W. Barthold, İslâm Medeniyeti Tarihi, 3. Bs., Ankara, 1973, s. 150 -Köprülü'ye âit izah kısmı-
NEFS
- 173 -
başka şekilde izah mümkün görülmüyor. 806
Nefsin İki Yönü (Nefse Fücûr ve Takvânın İlhâmı)
İnsanın yapısı hakkında Kuran'da verilen bilgileri incelerken, "nefs" kavramına oldukça sık rastlarız. Nefs Arapçada "İnsanın kendisi", anlamına gelir ve Türkçede tam bir karşılığı olmasa da "benlik" kelimesiyle bir derece tercüme edilebilir. Kuran'da haber verildiğine göre, "nefs" iki taraflıdır: İnsanın içinde kötülüğü emreden bir taraf ve o kötülükten sakınmayı emreden bir taraf bulunmaktadır. Şems Sûresi'nde bu durum şöyle anlatılır: "Nefse ve ona bir düzen içinde biçim verene, Sonra ona fücûrunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu arındırıp temizleyen gerçekten felâh bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp saran da elbette yıkıma uğramıştır." 807
Âyetlerde nefisle ilgili olarak verilen bilgiler son derece önemlidir: Allah, insanı yaratırken nefsini düzenlemiş ve ona "fücûr" ilham etmiştir. Fücûr Arapçada, "doğruluk sınırlarının yırtılıp parçalanması" anlamına gelir. Dinî terim olarak fücûrun anlamı ise şöyle verilir: "Günaha ve isyana girişmek, fâsık olmak, yalan söylemek, başkaldırmak, karşı gelmek, haktan yüz çevirmek, nizamı bozmak, zinâ, ahlâkî çöküntü..."
Şems Sûresi'ndeki âyetlerden öğrendiğimize göre Allah, bu kötülüklerin yanı sıra, insana nefsin fücûrundan sakınmayı da ilham etmiştir. Ayrıca nefsini arındırıp temizleyen, yani nefsinin fücûrunu kabul edip, Allah'ın ilhamına uyarak ondan sakınanlar kurtulacaklardır. Bu, ebedî ve gerçek kurtuluştur, yani Allah'ın rızâsını, rahmetini ve cennetini kazanmak... Buna karşılık, nefsini örten, yani onun fücûrunu, pisliğini dışarı atıp temizlemeyen, içinde saklı tutan kişi ise yıkıma uğrayacaktır. Yıkım da Allah'ın lâneti ve cehennem azâbı demektir. Bu noktada çok önemli bir sonuca varıyoruz: Herkesin nefsinde mutlaka kötülük vardır. Bir insanın, nefsindeki kötülükten temizlenmesinin tek yolu ise, bu kötülüğün varlığını kabul etmesi ve Allah'ın gösterdiği biçimde ondan sakınmasıdır.
İşte mü'minlerle inkârcılar arasındaki en önemli farklardan biri bu noktada ortaya çıkmaktadır. İnsan, ancak İslâm'ın verdiği bilgi ve terbiye sonucunda nefsinin içinde kötülük bulunduğunu ve ondan sakınması gerektiğini öğrenir ve kabul eder. Dinin ve dolayısıyla dini tebliğ eden peygamberlerin en büyük özelliklerinden biri, insanların nefislerindeki kötülüğü ortaya çıkarmaları ve onu temizlemeleridir. Bu nedenle Kuran'da, inkârcı yahûdilere seslenilirken "...Size ne zaman bir elçi nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse, büyüklük taslayarak bir kısmınız onu yalanlayacak, bir kısmınız da onu öldürecek misiniz?"808 denildiği bildirilmektedir.
Âyette bildirildiği gibi, inkârcılar nefislerindeki kötülüğe teslim olurlar ve bu nedenle de nefislerine aykırı gelen şeyleri kendilerine tavsiye eden hak dini ve o dini tebliğ edenleri yalanlarlar. Bu durumdaki bir insan, Şems Sûresi'ndeki âyetlerde bildirildiği gibi, nefsini örter ve onun fücûruna esir olur. Buna karşılık mü'minler Allah'ın varlığının, birliğinin farkındadırlar; O'ndan korkar ve Rabbimizin hükümlerine karşı gelmekten sakınırlar. Bu nedenle de nefislerindeki fücûra teslim olmaz, onu örtmez, açığa çıkarır ve Allah'ın ilham ettiği şekilde
806] A. Bayındır, a.g.e., s. 187-189
807] 91/Şems, 7-10
808] 2/Bakara, 87
- 174 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ondan sakınırlar.
Kuran'da haber verilen Hz. Yusuf'un, "Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefs -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, merhametlidir."809 sözleri, mü'minlerin nasıl düşünmeleri gerektiğini göstermektedir. Mü'min, her ortamda nefsinin kendisini yanlış yola yöneltmek isteyeceğinin bilincinde ve uyanık olmalıdır.
Buraya kadar, ağırlıklı olarak nefsin iki zıt yönünden "fücûr" kısmını inceledik. Aynı âyetin devamından nefse fücûrunun yanı sıra bir de, bu fücûrdan sakınmasını sağlayan bir kabiliyetin ilham edildiğini öğrenmekteyiz. İnsanı Allah'a ve dinin bildirdiği doğrulara, hayırlara yönelten, iyiyi ve kötüyü ayırt etmesini sağlayan nefsin bu yönü, halk arasında "vicdan" olarak tanımlanır.
İşte, nefsin içinde, insanı daima kötülüğe çağıran hevâya karşın, onu daima iyiliğe çağıran vicdanı da vardır. Dolayısıyla insan, içinde, kendisini sürekli olarak doğruya çağıran şaşmaz bir pusulaya sahiptir. Vicdan, bir anlamda doğruya yönelten Allah'ın sesidir. İnsan sürekli olarak bu sese kulak verdiği ve Kuran'da gösterilen temel prensipleri tam olarak kavradığı takdirde, sürekli olarak doğru yolda ilerleyecektir.
Kuran'ın tüm hükümleri, insanın içindeki vicdana uygun, o vicdanın ölçülerine göre belirlenmiş durumdadır. Ancak, Kuran'ın belirlediği vicdan ölçüleri, toplumda yerleşik olan "vicdan" ölçülerinden oldukça farklıdır. Toplumun vicdan anlayışı, yolda rastlanan bir fakire sadaka vermek ya da hayvanlara sevgi göstermek gibi son derece yüzeysel örneklerle sınırlıdır. Oysa mü'minin vicdanı, Kuran'ın tüm emirlerinin ve tavsiyelerinin yerine getirilmesini gerektirir. Hatta Kuran'da genel hatlarıyla belirtilen pek çok konunun ayrıntıları vicdan sâyesinde belirlenir ve uygulanır. Örneğin, Kuran'da iman edenlere ihtiyaçlarından arta kalanı infak etmeleri emredilir. Fakat ihtiyacının ne kadar olduğunu herkes kendi vicdanı ile belirler. Vicdanı yeterince güçlü olmayan bir insan ise, dinin hükümlerini Allah'ın rızâsına en uygun biçimde uygulayamaz.
Mü'min günlük hayatta sürekli olarak birkaç seçenek arasında seçim yapmak durumunda kalır. Karşılaştığı seçenekler içinde, Allah'ın rızâsına en uygun olanını, dinin menfaatlerine en yararlı olanını seçmekle yükümlüdür. Bu seçimi yaparken muhâtap olduğu seçenekler karşısında vicdanı ilk olarak devreye girer ve hangi seçeneğin Allah'ın rızâsına daha uygun olacağını ona söyler. Ancak ikinci aşamada hevâsı da devreye girecek ve onu diğer alternatiflere yöneltmeye çalışacaktır. Bunun için de genellikle insana mâzeretler fısıldayacaktır. Kur'an'da nefsin öne sürdüğü bu "mâzeret"lere sık sık dikkat çekilmektedir.
Mü'min, nefsin kendisine fısıldadığı tüm mâzeret ve bahanelere kulaklarını tıkamalı ve vicdanının kendisine gösterdiği doğruyu uygulamalıdır. Kuran'da mü'minlerin vicdanına dair verilen örnekler, insanı bu konuda düşünmeye yöneltmelidir. Âyetlerde mü'minlerin savaşa çıkma şevklerinden şöyle söz edilmektedir: "Allah'a ve elçisine karşı içten bağlı kalıp hayra çağıranlar oldukları sürece, güçsüz zayıflara, hastalara ve infak etmek için bir şey bulamayanlara bir sorumluluk (günah) yoktur. İyilik edenlerin aleyhinde de bir yol yoktur. Allah, bağışlayandır, merhametlidir. Bir de (savaşa katılabilecekleri bir bineğe) bindirmen için sana her gelişlerinde 'sizi bindirecek bir
809] 12/Yusuf, 53
NEFS
- 175 -
şey bulamıyorum' dediğin ve infak edecek bir şey bulamayıp hüzünlerinden dolayı gözlerinden yaşlar boşana boşana geri dönenler üzerinde de (sorumluluk) yoktur." 810
Savaşa çıkmak görünüşte son derece tehlikelidir. Savaşmaya giden bir insan, ölüme ya da yaralanmaya gittiğini bilir. Ancak buna karşın Peygamberimiz döneminde mü'minler Allah yolunda savaşmak için büyük bir istek duymuşlar, savaşa çıkamadıkları için de üzülmüşlerdir. Bu, Kuran'da kastedilen vicdanın çarpıcı bir örneğidir.
Nefis mü'mini bir anda dinden döndüremez ama küçük tâvizler koparmaya çalışır. Örneğin, mü'mini Allah yolunda yapması gereken bir işte tembelliğe yöneltmeye çalışır. Birtakım mâzeretler öne sürerek onu gevşekliğe sürüklemeyi dener. Eğer nefsin küçük isteklerine tâviz verilirse, nefsin insan üzerindeki etkisi gittikçe büyür ve sonuç, insanın imandan vazgeçmesi, yeniden nefsinin esiri olmasına kadar varabilir. İman eden her insan, her ne durumda olursa olsun, nefsine değil, Allah'ın hükmüne göre hareket etmekle, nefsini ezmek, bencil tutkularını dizginlemekle yükümlüdür. Bir âyette şöyle bildirilmektedir: "Öyleyse güç yetirebildiğiniz kadar Allah'tan korkup sakının, dinleyin ve itaat edin. Kendi nefsinize hayır (en büyük yarar) olmak üzere infakta bulunun. Kim nefsinin bencil tutkularından (ya da cimri tutumundan) korunursa; işte onlar, felâh (kurtuluş) bulanlardır." 811
Âyette, mü'minlere Allah'tan korkmaları, O'na itaat etmeleri, O'nun hükümlerini dinlemeleri ve infakta bulunmaları, yani mallarını Allah'ın rızâsına uygun olarak harcamaları emredilmektedir. Çünkü bunlar, insanın "nefsinin bencil tutkularından" korunmasına ve sonuçta felâha (büyük kurtuluş ve mutluluk) ulaşmasına neden olur. Aynı gerçek başka âyetlerde de şöyle vurgulanır: "Kim Rabbinin makamından korkar ve nefsi hevâ (istek ve tutkular)dan sakındırırsa, artık şüphesiz cennet, (onun için) bir barınma yeridir." 812
Nefsinin bencil tutkularından korunarak nefsini arındırıp temizlemiş, dolayısıyla Allah'ın hoşnutluğuna ve cennetine kavuşmuş olan kişinin nefsi ise Kuran'da mutmain olmuş, yani tatmin bulmuş nefis olarak tanımlanır. Âyetlerde şöyle buyrulmaktadır: "Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici (râdıye) ve hoşnut edilmiş (mardıye) olarak dön. Artık kullarımın arasına gir. Gir Cennetime." 813
Nefsinin kötü isteklerine tâbi olup da onu temizleyip arındırmamış ve bu şekilde âhirete gitmiş bir kimsenin de pişmanlıktan başka bir nasibi yoktur. Gelmiş geçmiş milyarlarca inkârcının kıyâmet gününde yaşadıkları pişmanlık ve nefislerini kınamaları gerçekten çok dehşetli bir manzara oluşturur. Bu, kâfirleri bekleyen öyle büyük ve kaçınılmaz bir gerçektir ki, Allah âyetlerde kıyâmet gününün hemen ardından kendini kınayıp duran nefsin durumuna yemin etmektedir: "Hayır, kalkış (kıyâmet) gününe and ederim. Ve yine hayır; kendini kınayıp duran nefse de and ederim." 814
İstek ve Tutkularını İlâh Edinenler:
Nefsin iki taraflı olduğunu, Allah'ın nefse fücûru ve ondan sakınmayı ilham
810] 9/Tevbe Sûresi, 91-92
811] 64/Teğâbün, 16
812] 79/Nâziât, 40-41
813] 89/Fecr, 27-30
814] 75/Kıyâmet, 1-2
- 176 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ettiğini vurgulamıştık. Kuran'da, nefsin fücûrunu ifâde etmek için çoğu kez "hevâ" terimi de kullanılır. Hevâ sözlükte; "istek, tutku, nefsin arzu ve hevesi, şehvet, şehvete karşı şiddetli eğilim, insanın bozulmasına yol açan bütün olumsuz içsel etkenler" şeklinde tanımlanır.
İnkârcılar, nefsin bu negatif yönünü, yani hevâyı tek yol gösterici ve amaç edinirler. Tüm hayatlarını, hevâlarını tatmin etmek üzerine kurmuşlardır. Bu nedenle tüm zihinlerini hevânın tatminine yöneltirler ve dolayısıyla dinin insana öğrettiği gerçekleri kavrayamayacak hale gelirler. Allah, hevâlarının denetimine giren insanların, Kuran'ı ve peygamberin tebliğini kavrayamadıklarını şöyle bildirir: "Onlardan kimi gelip seni dinler. Nitekim yanından çıkıp gittikleri zaman, ilim verilenlere derler ki: 'O biraz önce ne söyledi?' İşte onlar; Allah, onların kalplerini mühürlemiştir ve onlar kendi hevâ (istek ve tutku)larına uymuşlardır." 815
Nefsini örten, nefsinin fücûruna teslim olan bir insan, her olayda ve yargıda hevâsının hakemliğine başvurur. Hevânın istek ve arzuları doğru ve yanlışta kıstas olur. Kişi artık kendi nefsine tapmaktadır. Kuran'da insanın bu duruma gelmesine, "kendi hevâsını ilâh edinme" adı verilir. 816
Hevâ ve hevesi doğrultusunda hareket ettiği için akledemez hale gelen kişi, aynı zamanda Kuran'da görmez ve işitmez olarak tanımlanmaktadır. Akleden mü'minler ise iyiyle kötüyü ayırt eden bir anlayışa (ferâsete) ve olaylara hâkim olan bir bakış açısına, kavrayışa (basîrete) sahip olurlar. Kuran'da, hevâlarına uydukları için akletme yeteneklerini yitiren ve sapan insanlar ve toplumlarla ilgili pek çok âyet vardır. 817
Hevâ insanı birtakım tutkulara kaptırır, onun gözlerini kör eder. Bu durumdaki insan da ebedî felâketine doğru hızla ilerler. Hevâ kelimesinin kökeni de anlamlıdır. Ruh, kökeni dolayısıyla aydınlık ve letâfet iken; hevâ, zulumât ve ateş niteliklidir.
Vicdan ve Ruh:
Nefsin iki ayrı yönü olduğu Kuran'da bildirilir ve nefsin bir kısmının "hevâ"dan, yani insanı Allah'ın yolundan alıkoyan bencil tutku ve hırslardan oluştuğuna dikkat çekilir. Nefsin öteki kısmı olan vicdan ise, insanı Allah'a ve dinin içerdiği doğrulara yöneltir, nefsin içindeki "fücûr"dan sakınmasını sağlar. Vicdan, insana Allah'ın üflediği "ruh"tan kaynak bulur.
Secde Sûresi'nde Allah'ın insana Kendi ruhundan "üflediği" şöyle haber verilir: "...O, yarattığı her şeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya bir çamurdan başlayandır. Sonra onun soyunu bir özden (sülâle'den), basbayağı bir sudan yapmıştır. Sonra onu düzeltip bir biçime soktu ve ona ruhundan üfledi..." 818
İşte insanın sahip olduğu tüm güzel vasıflar, Allah'ın kendisine "üflemiş" olduğu ruhtan kaynaklanmaktadır. İnsan, eğer nefsin fücûruna (hevâsına) saplanarak bu ruhu örtmezse, nice güzel sıfatları üstünde taşımaya başlar. Zâten
815] 47/Muhammed, 16
816] bk. 45/Câsiye, 23
817] Meselâ bk. 5/Mâide, 77; 6/En'âm, 119; 4/Nisâ, 135; 30/Rûm, 29; 23/Mü'minûn, 71; 5/Mâide, 48-49
818] 32/Secde, 7-9
NEFS
- 177 -
Kuran'ın tüm hükümleri, insanın içindeki vicdana uygun, o vicdanın gereklerine göre belirlenmiş durumdadır. Rum Sûresi'ndeki iki âyet, bu konuda açıklayıcıdır: "Hayır, zulmedenler, hiçbir bilgiye dayanmaksızın kendi hevâ (istek ve tutku)larına uymuşlardır. Allah'ın saptırdığını kim hidâyete erdirebilir? Onların hiçbir yardımcıları yoktur. Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanîf) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler." 819
Âyetlere göre, inkâr edenler nefislerinin fücûruna, yani hevâlarına uyarak sapmışlardır. Buna karşın mü'minlerin yapması gereken, Allah'ın insanlara vahiy yoluyla ulaştırdığı dine uymaktır. Ve bu din, Allah'ın insanları yarattığı fıtrata (yaratılışa), yani Allah'tan kendilerine üflenmiş olan ruha, vicdana en uygun yaşam şeklidir. 820
İntihar
“İntihar” kelimesi, “nahr” kökünden türemiştir. Nahr, gırtlak, boğaz anlamına gelir. Deve, göğsüne yakın yerden boğazına bıçak vurulup kesildiğinden deve kesmeye “nahr” denir 821. Tenâhur, boğaz boğaza, göğüs göğüse çarpışmak demektir. Aynı kökten intihar da, kendi boğazını kesmek, kendini öldürmek anlamındadır.
“Nefislerinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhametlidir. Kim düşmanlık ve haksızlıkla bunu yaparsa, (bilsin ki) onu ateşe koyacağız; bu ise Allah’a çok kolaydır.”822 Âyette geçen “nefislerinizi öldürmeyin” ifadesi, “sizin kardeşleriniz olan mü’minleri, birbirinizi öldürmeyin” anlamına geldiği gibi, daha çok da, “kendinizi öldürmeyin, kendi canınıza kıyıp da intihar etmeyin” demektir.
Bir insanın canına kast etmek, hayat hakkını ortadan kaldırmak, insanın kendi hayatı için de benzer bir suçtur, haramdır. Hayatı veren de alan da Muhyî/hayat veren ve Mümît/öldüren isimlerine sahip Yaratan Allah’tır. İnsan, hayatını devam ettirmek için ne gerekiyorsa yapmaya izinlidir, hatta görevlidir. Fakat hayatı tehlikeye atmaya veya ortadan kaldırmaya, hayatın gerçek sahibi Allah izin vermez.823 İntihar, başkasının canına kıymak kadar büyük bir günahtır; bize canı veren Allah olduğundan, gerçek sahibinin hakkını ihlâl etmek ve emanete ihanettir.
Dünyada birçok insan, çeşitli nedenlerle; ticarette iflâs ettiğinden, aile geçimsizliğinden, yaptığı hatalardan bunalıma düşüp kurtuluş çaresini intiharda bulacağını sanır ve canına kıyar. Oysa intihar çare değildir. Ruh ölmez. Ruh, bedenden ayrıldıktan sonra, insanın dünyada yaptığı hareketlere uygun bir yaşantı içine girer. Ölüm, ruhun yeni ve sürekli bir hayata başlamasıdır. İntihar edenin uhrevî cezası, intihar şekline uygun olarak verilir. “Kim kendisini dağdan atıp öldürürse, o cehennem ateşinde sürekli olarak yuvarlanır durur. Kim zehir içip kendisini öldürürse cehennem ateşi içinde elindeki zehri sürekli olarak içer durur. Kim kendisini bıçak gibi bir demir parçasıyla öldürürse cehennem ateşi içinde sürekli olarak onu karnına
819] 30/Rûm, 29-30
820] Cavit Yalçın, Kur’an’da Temel Kavramlar, Vural Y. İst. 1997, s. 36-48
821] 108/Kevser, 2
822] 4/Nisâ, 29
823] 2/Bakara, 195; 4/Nisâ, 29
- 178 -
KUR’AN KAVRAMLARI
saplar.”824; “Kendini (ip ve benzeri şeyle) boğan kimse, cehennemde kendisini boğar, dünyada kendisini vuran da cehennemde kendisini vurur durur (azabı böyle olur).” 825
Yine, Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sizden önceki insanlar arasında, vücudunda yarası bulunan bir adam vardı. Yaranın ağrısına dayanamadı, sızlandı, bir bıçak alıp elini kesti. Akan kan durmadı ve adam öldü. Yüce Allah; ‘Kulum canını Benden önce aldı, ona cenneti haram kıldım’ buyurdu.” 826 Bu hadis-i şeriflerde dikkat çeken husus, intihar edenlerin, intihar ânındaki acılarını, öteki âlemde, kendilerine sanki sonsuz zaman kadar gelecek uzun bir süre boyunca aynen yaşayacaklarıdır.
Hz. Peygamber’in Zâtu’s-Selâsil seferine komutan olarak gönderdiği Amr bin el-Âs (r.a.), ihtilâm olmuş, hava çok soğuk olduğu için, su bulunduğu halde, ölüm korkusundan dolayı teyemmümle namaz kıldırmıştır. Durumunu Hz. Peygamber’e anlatırken, Nisâ sûresi, 29. âyete göre amel ettiğini söylemiş ve Rasûlullah (s.a.s.) Amr’ın bu yaptığını tasvip etmiştir. 827
Hayber gazvesi sırasında, İslâm askerleri arasında savaşan ve büyük fedâkârlıklar gösteren Kuzman adındaki birisinin, sonunda cehenneme gideceği Hz. Peygamber tarafından haber verilmişti. Bunun üzerine ashâb-ı kiramdan Huzâî Eksüm, Kuzman’ı izlemiş ve onun, aldığı yaralara sabredemeyip kılıcı üzerine yaslanarak intihar ettiğini görmüştür.828 Kuzman’ın ölüm şekli Allah Rasûlüne iletilince şöyle buyurmuştur: “İnsanlar arasında öyle kimseler vardır ki, dış görünüşe göre, cennet ehline yaraşır hayırlı işler yaparlar; hâlbuki kendileri cehennemliktir. Öyle kimseler de vardır ki, cehennemliklere ait kötü işler yaparlar, hâlbuki kendileri cennetliktir.” 829
İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre, intihar eden dinden çıkmış olmaz, üzerine cenaze namazı da kılınır. Haber Gazvesinde intihar eden Kuzman’ın cehennemlik olduğu bildirilmişse de, cehennemde ebedî olarak kalacağını belirten açık bir ifade yoktur. Bu yüzden intihar suçunu işleyenin cezasını çektikten sonra cehennemden kurtulacağı umulur. Ancak bunun için, intihar edenin son anda mü’min sıfatını taşıması ve intiharın helâl olduğuna inanmamış olması da şarttır. 830
Hz. Peygamber’in, bıçakla kendisini öldüren kimsenin cenaze namazını kıldırmadığı nakledilir. Câbir İbn Semûre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.)’a, intihar eden bir kimse haber verilmişti: “Ben üzerine namaz kılmıyorum!” buyurdular.831 Ancak, bu olay, intihar edeni cezalandırmak ve başkalarını böyle bir fiilden men etmek amacına yöneliktir. Nitekim ashâb-ı kiram, bu kimsenin cenaze namazını kılmıştır.832 İmam Ebû Yûsuf’a göre intihar, hata ile veya şiddetli bir ağrıdan dolayı olmadıkça intihar edenin cenaze namazı kılınmaz.
Beden, Cenâb-ı Hakk’ın insanoğluna verdiği en büyük emanetlerden biridir.
824] Buhârî, Tıb 7; Müslim, İman 175; Tirmizî, Tıb 7; Nesâî, Cenâiz 68
825] Buhârî, Cenâiz 84
826] Buhârî, Enbiyâ 50, hadis no: 720; Müslim, İman 47, hadis no: 180
827] Ebû Dâvud, Tahâret 124; Ahmed bin Hanbel, 4/203
828] Buhârî, Kader 5, Rikak 33, Megâzî 38, Cihad 77 –182-; Müslim, İman 178, 179
829] Buhârî, Kader 5, Rikak 33; Müslim, İman 179
830] S. Buhârî, Tecrîd-i Sarih Terc. 10/270
831] Ebû Dâvud, Cenâiz 51
832] el-Askalânî, Bülûğu’l-Merâm Terc. 2/276-277
NEFS
- 179 -
Bu emaneti, kişinin kendi müdahalesi olmaksızın ruh bedenden ayrılıncaya kadar korumak gerekir. Bunun için de, kişinin ruhî ve fizikî sıkıntılara sonuna kadar sabır göstermesi İslâm’ın emir ve tavsiyesidir. Aksi halde intihar etmekle dünyevî sıkıntı ve problemlerini çözeceğini düşünen kişi, hemen intikal edeceği kabir ve daha sonra âhiret hayatında çok daha büyük sıkıntı ve felâketlerle karşılaşır. Hayat, en kötü şartlar altında bile güzeldir. Çünkü ruh bedende kaldıkça Allah’tan ümit kesilmez. Her geceden sonra gündüz, her zorluktan sonra bir kolaylık vardır. Kulun Allah’a yönelmesi ve O’ndan yardım istemesi, sıkıntı ve problemlerin çözümünün başlangıç noktasını teşkil eder. Yüce Yaratıcı, umulmayan, beklenmeyen yer ve yönlerden kolaylıklar ihsan eder. Çünkü O’nun her şeye gücü yeter. O’na dayanan da güç kazanır. 833
İzzet-i Nefs
Evet, bazılarınca hep "zillet"le ilgili vasıflar yüklenip zelil kılınan "nefs"in izzeti vardır, olmalıdır. Nefsin onurunu korumaya izzet-i nefs denilir. İzzet-i Nefs; insanın insanlık, şeref ve haysiyetini koruması demektir. İzzet kelimesi kuvvet, üstünlük, şeref ve gâlibiyet anlamlarını dile getirdiği gibi, insanı zillete düşmekten alıkoyan iyi nitelikler anlamına da gelir. İzzet'in zıddı zillettir. İnsan, nefsinin izzetini korumakla yükümlüdür. Bu ise ancak Allah'a iman etmek, hayatını O'nun emir ve yasaklarına göre düzenlemekle mümkün olabilir. Küfür, şirk, nifak, isyan ise insanı zillete düşürür. Mü’min, imanı ile izzet kazanır. Ne var ki kendisini küçültücü, izzetini zedeleyici her türlü davranıştan kaçınmalıdır.
Kur'an, "İzzet Allah'ın Rasûlünün ve mü’minlerindir."834 buyurur. Bu, Allah'ın kendilerini izzetli, Hz. Peygamber ve mü’minleri zelil gören münâfıklara cevabıdır. Buna göre gerçek mü’minler izzet, üstünlük ve şeref sahibidirler. Çünkü gerçek mü’minler geçici, değersiz şeylere bağlanmaz. Allah'tan başkasına boyun eğmezler. el-Münâfikûn Sûresinin yukarıdaki âyetini izleyen âyetlerinde, "Ey iman edenler, mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır. Biriniz kendisine ölüm gelip de, 'Rabbim beni yakın bir süreye kadar erteleseydin de sadaka verip iyilerden olsaydım!' demeden önce size verdiğim rızıktan infak edin."835 buyrularak gerçek mü’minleri izzetli kılacak nitelikler açıklanır. Bunlar "zikrullah" ve "infak"tır.
Müfessirlere göre zikrullah, namaz gibi ibâdetlerle, bunların semeresi olarak Allah sevgisiyle yapılan kulluktur. Bu yorumla zikrullah emri, mü'minlere, evlât ve mallarınız ile uğraşmak yüzünden, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'ın ifadeleriyle, "Hak mâbud olan Allah Teâlâ'yı ve O'nun esmâsı, sıfatı, emirleri ve yasakları, sevap ve ikabı ile ahkâmı izzetini düşündürüp andıran, rızâsına vesile olan farz ve nâfile ibâdetlerden cuma ve cemaatten, namaz, oruç, zekât, hac, cihad, kıraat-ı Kur'an, vaaz ve nasihat, tehlil, tesbih, tahmid gibi sırf Allah'a yaklaşmak için yapılan ve daima Allah'ı hatırlatıp Allah için Allah'a lâyık güzel işler düşündürmeye alıştıran tâatlerden gaflet etmeyin" anlamına gelir.836 Bunlardan gaflete düşenler ziyan etmişlerdir. Çünkü mal, evlat ve dünya hayatı geçip gider; Allah yanında onlara zillet ve hüsrandan başka bir şey kalmaz. İnsanı
833] Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 166-167
834] 63/Münâfikûn, 8
835] 63/Münâfikûn, 9-10
836] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VI, 5011
- 180 -
KUR’AN KAVRAMLARI
izzetli kılacak ikinci neden de infaktır. Gerçek mü’minler Allah'ın kendilerine verdiği rızıktan Allah yolunda harcamak, infâk etmekle yükümlüdürler. Çünkü izzet yemekte değil, yedirmektedir. Kendileri patlayıncaya dek yiyip Allah için yedirmekten kaçınanlar, yanı başındaki komşusunu, toplumdaki muhtaçlarını ihtiyaçlarını düşünmeyenlerin insanlık izzetiyle bir ilgileri olamaz. Böyle yapanlar, izzeti zilletle değiştirmiş olurlar.
Gerçek mü’min, izzetini korumak için küçültücü davranışlardan kaçınmak, ağırbaşlı, vakur olmak zorundadır. Fakat bu durum kibirle karıştırılmamalıdır. Şihâbuddîn Ömer el-Sühreverdî, "İnsanın nefsinin hakikatini bilmesi ve dünyevî istekleri sebebiyle zelil etmeden ona ikram etmesi" biçiminde tanımladığı izzetin, "İnsanın nefsini tanımayarak onu kendi yerinden daha yukarı koymaya çalışması" şeklinde tanımladığı kibirle karıştırılması tehlikesine dikkat çekerek ikisi arasındaki farkı şöyle belirtir: "Meskenet ve zillete düşmeden tevâzû sınırında durmak, kibir ateşinin ortasına kurulmuş izzet köprüsünde durmak gibidir. 837
Ben Kavramı
“Ben” (ego), ruhun bir sıfatıdır. Kendine has bir varlığı yoktur. Nasıl ki, sıfat ve isimlerin, vasıflandırdıkları ve isimlendirdikleri varlık ve şahıslardan ayrı vücutları yoktur. Aynen bunun gibi, ruhtan ayrı ben’in vücudu da yoktur. Yine, vicdanın (süperego) da ruhtan ayrı bir vücudu yoktur. Ruhun sıfatı veya bazı özellikleri bu isimler altında toplanmıştır.
Ben, insanın farklı yapılarını birbirine bağlayıp tek bir mâhiyet içinde toplayan bir bağdır. Böyle olmasaydı; insan kendinden bahsederken; hücre, doku ve organlarına sahibiyet duyamayacaktı. Ancak, burada derin bir aldatmaca vardır. Bir şeye sahip olmak için, onu yapmasını bilecek ilim, yapmayı tercih edecek irâde, yapımına lâzım olacak maddeye de yine bu yönleriyle sahip olma ve bu maddeleri bir araya getirme güç ve kudreti kendisinde bulunmalıdır. Söz gelimi, 50 yaşındaki bir insanın, 50 sene önce var olmayan ben’i, nasıl oluyor da, birçok ihtimaller içinde; kendi ruhuna uygun (tabii ki, ruhun varlığı ve onun yaratılması için de aynı şeyler geçerli) bir vücut, doku, organ, cinsiyet ve niceliğe sahip olduğunu düşündüğümüz varlığı yapmaya karar vermiş, sınırsız ihtimaller içinde, şu andaki en uygun bedeni seçmiş olsun, bunu yapmasını bilebilsin, yapısı için gerekli maddeye sahip olsun ve yapma kudretinde olsun ve yapsın ki, kendisinin sahibi olsun? Bunlar “benim” desin!
Sahip olması için bunlar da yetmiyor. Vücudunda, her cihaz tüm evrenle ilgilidir. Gözünün güneşle ve onun ışınlarıyla, dolayısıyla ozon tabakasının yapısıyla, diğer cihazlarının da her şeyle ilgisi vardır. Vücudunun kendi dışındaki en küçük bir olumsuzlukta dahi varlığını devam ettiremeyeceğinden, çevreye de hâkim olması gerekiyor. Olabilir mi? Varlık sahnesinde meselâ 50 sene önce hiç olmayan biri, bunlara nasıl sahip olabilir? Demek ki, egonun bu sahipliği, bir çeşit ön kabuldür; gerçekle alâkası yoktur. Bir çeşit sahip olmaya bir niyet ya da bir çeşit hayalî bir sahip olmaktır. Ben’in bu hayalî sahipliği, başkasının “verme” fiiline bağlı olduğundan, bir çeşit hürriyettir. Hürriyet başkasına bağlı ve başkası tarafından verilen bir sıfattır.
837] Ömer Tellioğlu, Şamil İslâm Ans. C. 5, s. 120-121
NEFS
- 181 -
Ego, ruhun kendine bir vücut ve kıymet verme sıfatıdır. Ego, bir ölçü âleti gibi kendi sınırlarını çizerek varlığının farkında olur. Çünkü sınırları çizilemeyen bir şeyin özellikleri tam anlaşılamaz. Ego, kendi dışındaki varlıkları anlayacak çok özel bir ölçü âletidir. Yani ego, kendinde olmayanı farazî kendinde olma durumuyla ölçer. Diğer ölçü âletleri, var olan bir maddeyi ölçmek için, ego ise kendinde olmayanı ölçmek için vardır. Böylece gereksinimlerinin farkında olur. İhtiyaçlara gücünün yetmediğini de, ölçtüğünün kendinde olmadığını anlarsa, bir teşekkür âletidir. Bir şeyi ölçme özellikle var-yok şeklinde ise, egonun tercih fonksiyonu vardır.
Ego; kâinatın her tarafında kendini gösteren kanunları, eşya ve evrenin anlamını açan bir anahtardır. Ancak, egonun kendi anlam ve özellikleri de çok gizli olan birer tılsımlardır. O, egonun gerçek anlamının bilinmesiyle, o garip muammâ, o enteresan tılsım açılır ve evrenin tılsımını ve evrenin niçin var edildiğini kavratan hikmetli Yaratıcı, insana emanet olarak, Rab’lığının sıfatlarını ve işlerinin anlamlarını gösterecek, ayrıca diğer insanlarla ilişkilerinin devamı için tanıttıracak, işaret ve örnekleri içine alan bir benlik vermiştir. Böylece benlik, karşılaştırmalarla ölçen bir ölçü âleti gibi, ölçeği, anlayacağı ve varlığının amacı olan; kendini yoktan var edenin yaratıcılığını ve O’nun işlerini bilir. Egonun yapısı; sınırsız bir ilmi, varlığı, sınırsız bir kuvvet ve irâdeyi anlamaya uygundur. “Ben” dünyayı yutsa doymaz bir sahiplik duygusuna sahiptir. Varlığı sonradandır. Öyleyse kendi dışında biri tarafından yaratılmıştır. Yaratanın yarattığı eşyada bir maksadı vardır. O yüzden, egonun sıfatı olan ruhun yaratılmaktan amacı, Cenâb-ı Hakk’ın hakkıyla bilinmesidir.
Mükemmel bir sanat eseri olan insana yaratıcının, egoyu vermesinin anlamı şu olmalıdır: Tüm tercihlerini eksiksiz ve sınırsız hikmete uygun yapan yaratıcı, bu yaratma sıfat, ilim, irâde ve kudretini ve işlerini bilecek bir cihaz olarak, insanın ruhuna benlik diye bir sıfat verdi. Zira sanatkârlık sıfatının en önemli gereği, sanatın sergilenip gösterilmesidir. Yaratıcının tüm bu sınırsız ilim, irâde ve kudretini göstereceği ve bunu tartıp anlayabilecek bir varlık yaratması, yaratma sıfatının gereğidir. İnsan ve kâinat çok ince ve her basit noktada sınırsız bir faydaya cevap verecek şekilde yaratıldığına göre, bunların yaratılmasındaki maksat, Yaratıcının kendisini onlara bildirmektir.
Bu sınırsızlığın anlaşılmasının gereği de, ona en azından hayalî bir sınırlama getirmektir. Çünkü, sınırsız ilim, irâde ve kudreti, ego anlayamaz. İşte bu hayalî sınırlamayı yapıp kendisini yaratanın ilim, irâde ve kudretini anlayan egodur. Yoksa insan bir robottan farksız olacaktı. “Ben” diyemeyecekti. Ben dese de sahiplik hissetmeyecekti. Öncelikle de, kendilik sınırları olmadan ilim yapamayacaktı. Müşâhede edeceği, inceleyeceği objeleri kendi varlık sınırlarından ayıramayacaktı. Kendine bir sınır çizemediğinden, diğer insanlara da bir sınır çizemeyecek, toplumsal iş bölümü, paylaşma ve sınır tanıma diye bir şey olmayacak, dolayısıyla sosyal hayat olmayacaktı. Egonun varlığı, kendinden değildir; çünkü bu bir sıfattır; insan ve kâinatın varlığı kendinden olmadığı gibi.
Öyleyse, kendinin sahip olduğunu sandığı ilim, vücut, irâde ve yapma fiili de gerçekte kendine ait değildir. Bu, geçici bir kabul sıfatıdır. Ego, aslında hiçbir şeye gerçek anlamıyla sahip değildir. Ben dediği vücudundan başlayalım. Acaba, ben dediği vücudunun hangi hücre zarını, çekirdeğini vb. o düşünüp karar verip
- 182 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yapmıştır? Her maddî varlığın yapıtaşı olan atomu, o mu kurmuştur? O zaman insan neye sahiptir? Demek ki ben’in de iddiası hayalîdir, ancak çok yararlı bir hayal, çok faydalı bir tasavvurdur.
Gerçeği değerlendirme yetisinin en kapsamlı tanımı da budur. Yani, ben sahibim derken de sahip olamadığımızı bilmek, sınırlarımızı doğru çizmek. Eğer böyle anlamazsak, hayalde düşündüğümüze sahip olduğumuzu zannedersek (hiç sahip olsak verir miydik kendimizi basit toprağa), ilimde olanla kudrette olanı karıştırırsak benlik sınırlarımız kaybolmuş demektir. Bu da, tam olarak ruhun dengesinin bozulup hastalanması demektir. Biz, insan olarak hepimiz sahip olmadığımız halde, sahip olduğumuza inanan mecnunlarız. Tüm varlıklara kendimize göre hatlar çiziyor, bizim olmayanı esas sahibinin râzı olmayacağı şekilde değerlendiriyor, kullanıyoruz. 838
Egonun Özellikleri
1- Ego, kâinat ve insanda görülen sıfat, isim ve fiilleri tartan ve ölçen bir ölçüm cihazıdır. Egonun en önemli özelliği budur. Bir örnekle bu özelliği özetleyelim: Sınırsız ve her şeyi kuşatan bir güzelliği, seyredenlerin kavrayabilmeleri için, ya o güzelliğin zıddı ile mukayese edecek (ki, bu gerçekte bir sınırlamadır; demek, o güzelliğin dışında kalanlar var), ya da kendisinde o güzellikten bir numune olacak ki; şöyledesin: “benim güzelliğim buraya kadar, bundan sonraki onundur.” İşte ego, her ikisini de yapar. Önce kendisinde bir sahiplik farz eder. Onunla kendi dışındakileri karşılaştırarak kendi sınırını anlar. Diğer taraftan kendi kusurlarını görerek, kendi dışındakilerin isim, sıfat ve kudretini anlar. Kendi sınırlılığını, noksanlığını fark ederek hem kendi türündeki insanları, hem diğer varlıkları ve hem de sınırsız olan Yaratıcıyı kavrar. Bu nedenle Allah’ı bilmenin esas şartı, kendini bilmektir.
Kendini bilemeyecek kadar benlik sınırları belirsiz bir kişi, Allah’ı bilemediği gibi, eski Yunan filozofları gibi, benliği şişen bir insan da, diğer insanlarla, canlılarla ve tüm evren içinde ne varsa onlarla herhangi bir uyum geliştiremez. Kendini onların sahibi sanır. Biraz daha ileri giderek, ilâh/tanrı yerine koyar tüm âcizliğiyle birlikte kendini. “Kendi hevâsını (kötü duygularını) ilâh/tanrı edinen ve Allah’ın bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” 839
Benliğin bu yapısı nedeniyle, sınırsız ve mutlak olan bir varlığı anlamak için var olduğu anlaşılır. İlk çağlardan beri, insanoğlunun bir şeye muhakkak inanması ve bu inanma gereksiniminin kaynağı işte buradadır. Kâinatta, nesnelerin algılanma şartlarından biri, zıddının olmasıdır. Ya da zıt sıfatların birbirine müdahalesidir. Nisbiyet (rölavitive) Einstein tarafından fark edilen en önemli fizik kuralıdır. Gerçekten eşyanın kendini fark ettirmesinin en önemli şartı nisbiyettir. Ego, bu yönüyle ruhun bir nisbiyet cihazı gibidir. Nisbîliğin tersi mutlaklıktır ve sınırsızlıktır. Öyleyse egonun esas var oluş nedeni mutlak olan Allah’ı bilmektir.
İnsanoğlunun müşâhedeleri göstermiştir ki, kâinatta her şeyin zıddı vardır; nisbîliğin de zıddı vardır, o da mutlaktır. Mutlak olan, madde olamaz; öyleyse
838] Ramazan Özcankaya, Ruh, s. 87 vd.
839] 45/Câsiye, 23
NEFS
- 183 -
mutlak ve sınırsız varlık Allah’tır. Nisbiyet, eşyalar arasındaki bağlardır. Yani, iki eşya arasındaki nisbîlik, bir nesnenin diğerine karşı kendi kuralının dışına çıkmasıdır. Ona karşı durum almasıdır. Bu nedenle, evrendeki kurallar kadar da nisbiyet kuralları sözkonusudur. Bu nisbiyet kuralılıyla ego, insanları anlar, onların varlığını fark eder, diğer insanlarla ilişkilerini sağlar. Böylece insanlar arası sosyal bir sistem oluşur. Ego, aynı zamanda gerçeği değerlendirme ve ölçme cihazıdır.
2- Ego, kendini dünyada ebedî/sonsuz zanneder. Başkalarının başına gelen birçok ölüm olayının kendi başına gelebileceğini kendiliğinden düşünemez. Bunun sebebi, dikkatsizken ve ortalık sisliyken kendi sınırlarını aşırı genişletmesidir. Ancak, ruhun koruyucu kuvveti olan akıl, dikkatli bir incelemeyle bunun kavrar. Bu duruma ego itiraz edemez.
İnsan hayatına dikkat edildiğinde şöyle bir gerçekle karşılaşılır: Âdeta insan 60-70 yaşlarında hükmü infaz edilecek olan, müebbet hapisteki bir idam mahkûmu gibidir. Bu idam ve ölüm kanununun dışına hiç kimse çıkamadı, çıkamaz. Bilimsel gelişmelerle -olması kesinlikle mümkün değildir ya- farz-ı muhal dünyada ölümsüzlüğün yolu bulunsa, o zaman da dünyanın zenginlikleri o nüfusa karşılık vermeyecek ve bazıları azla tatmin olmayacaktır. O yüzden, insanlar arasında çıkacak büyük savaşlarla yine hüküm aynı olacaktır. İnsan, akıl ve mantığıyla konuya dikkat ettiğinde, bu gerçeği kavrar. Ancak egonun rengiyle konuya bakıldığında, ego kendini ebedî sanır. Sonuçta bir çelişki doğar. Buna temel çatışma denir. Bu temel çatışma, birkaç yoldan çözülebilir, ya da kişinin inanç durumuna göre hiç çözülemez. Sonuçta, çözülemeyen bu çatışma, insanlarda temel bir mutsuzluğun nedenidir. Çatışmanın birinci ve en sağlam çözüm şekli, biyolojik ölümün gerçekte bir ölüm olmadığını kabul edip âhirete yakînî bir şekilde iman etmektir. İslâm, bu temel çatışmayı âhiret inancıyla tamamen çözmüştür.
Egonun kendini ebedî/sonsuz sanmasıyla, akıl kuvvetinin aksini (ölümü) kavraması sonucu doğan temel çatışmanın ikinci çözümü, akıl kuvvetini yok sayma yoludur. Bu ise, zevk ve eğlence ile ölümü hatırlamak istemeyip unutmak, alkol gibi sahte keyif veren ve bağımlılık yapan maddelerle aklı ortadan kaldırmakla yapılabilir. Zaten insanların bir kısmı da böyle yapmaktadır. Ancak, bu yol, maksadın aksine, azap ve elemlerle doludur. Çözmek için çabaladığı çatışma, çok daha kompleks hale gelip başka çatışmaları doğurur. En huzurlu ve doğru yol, egonun şu itirafıdır: “Ben, sonsuz ve ebedî değilim, başkasının varlık vermesiyle hayattayım. O, benim varlığımın ebedî olmasını isterse ancak o zaman sonsuz olurum. O, dünyada duyu ve algılarla koyduğu gereksinimlerimin hemen tamamanı karşıladığı gibi; içimdeki ebed arzusunu da âhirette karşılayacaktır.” İşte bu inanç ve itiraf, temel çatışmanın tek gerçek çözümüdür.
3- Egonun diğer bir özelliği; ego haz ve lezzetin kaynağıdır. Ego, yani bir şeye sahip olmayı ölçen cihaz olmasaydı; lezzet ve haz sadece bir bilgi olarak kalırdı. Bu haz bilgisi, lezzet alana ait olmazdı. Eğer insan, gereksinimi olan bir şeyi, tek Yaratıcı’dan bilmezse, hem ihtiyaçlarının kendine ulaşmasında cimrilik, yavaşlık, düzensizlik, zorluk, pahalılık ve karmaşa olacağı düşüncesini yaşayacaktır; hem de ihtiyaç maddelerini rahat kullanamayacaktır. Meselâ; bir meyve, insan teknolojisiyle yapılsaydı, siz onu zevk ve haz alarak yiyebilir miydiniz? Bunun imkânsız olduğunu, vitamin haplarından rahatlıkla anlayabiliriz. Bundan daha
- 184 -
KUR’AN KAVRAMLARI
büyük haz, kalbin huzur ve mutluluğudur, o da Yaratıcı’nın kabulü ve O’na itaat edilmesiyle gerçekleşecektir. Ego, mutlak tek Yaratıcı’yı kabul ederek, sınırsız sayıda sahte tanrıya kul ve köle olmaktan kurtulup, huzur-ı kalbe ulaşır, gerçek mutluluğu yakalar. Ego, tek Allah’a inanmadan fıtratının istediği gerçek saâdeti yakalayamaz.
4- Egonun bir özelliği de, ödül gördüğü zaman “keşke ben de öyle yapsaydım, böyle olsaydım” demesidir. Ego, bu düşünceyle de yetinmeyip biraz daha ileri giderek o ödüle sahip çıkar. Hizmet ve ceza ile muhâtap olduğu zaman ise, hiç üzerine almaz, görmezlikten gelip “bana ne” deyip hizmetten kaçmak ister, cezayı üstüne almaz. Ödül dağıtılağında hemen hazır olduğu halde, hizmet zamanı yoktur. Ego, bu özelliğiyle sorumluluktan kaçar. Hem sorumlu olmasın; hem de bazı değer ve ödüllere sahip olsun ister. Yani ego, bencil ve benmerkezcidir. Egoya göre, başkaları hizmet için, kendisi ücret için vardır. Ego, iman ve akılla dizginlenmezse, onun şu istekleriyle yer fesada uğrayacaktır: “Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne?”, “Sen çalış, ben yiyeyim.”
5- Egonun kendine özel ve çok geniş bir dünyası vardır. Bu dünyanın esasını arzu ve emelleri, ümitleri, yakın çevresi ve ihtiyaçları oluşturur. İnsanın ihtiyaçlarının bitmesi demek, hayat ve dünya ilişkilerinin kesilmesi demektir. Her insanın hayalî dünyası kendine özeldir.
6- Ego, içte olanın hükümleriyle dışta olanın hükümlerini karıştırır. Egonun bu sıfatı, insanı haktan, gerçeklerden uzaklaştırır. Böylece hayalde olan ya da olduğu farz edilen ile dıştaki olaylar sübjektif şekilde bencillikle yorumlanmaya çalışılır ve hata edilir.
7- Ego, sabırsız ve acelecidir. Her şeyin ânında vukua gelmesini ister. Yer-zaman sınırlarını tanımaz.
8- Ego, kendine hiçbir yararı olmayan işlerle uğraşmayı sever. Bu nedenle de esas sorumluluklarına zaman bulamaz. Ego, yetenek yönünden tüm hayvanlardan üstün olduğu halde, gereksinimlerini karşılama yönünden en küçük bir kuştan dahi geridir. Çünkü kuşun ihtiyaç ve arzuları sınırlıdır. İnsanınki ise, sınırsızdır. İnsanoğlu, hayvanlardan farklı olarak terakki etmek, öğrenmek, olgunlaşmak zorundadır.
9- Ego, kendi zaafları yüzünden, gerçekleri kavramak istemez. İstemediğine ve işine gelmeyen doğrulara karşı kör ve sağırdır.
10- Ego, zayıf, âciz, fakir ve tembeldir. Ego, menfaatin kaynağıdır.
Ego, tasavvuf geleneğinin ve halkın “nefis” dediği, ruhun bir alt sıfatlar kümesi olarak tanımlanmaktadır. Egonun, bütün bu çelişki ve çatışmalardan kurtulması, yanlışlardan kaçınıp neticede kendisinin zarar göreceği hususlardan sakınması için; ilim, irâde ve kudreti sonsuz olan Allah’a inanıp güvenmesi ve O’nu sevmesi, sevdiğini göstermesi ve O’nun kendisini sevdiğini, merhametiyle davrandığını kabul etmesiyle mümkündür. Bu, ruhun bir görevidir. Nasıl ki, beyin, beş dış algı verilerini toplar; bunları işler ve bütünleştirir. Sonuçta net bir değerlendirme ortaya konulur. Burda, görme ya da işitme duyusunun bütünleyici, birleştirici ve uyum sağlayıcı rolünden bahsetmek mümkün olmaz.
Ego da içten ve dıştan verileri alır. Hatta bunları, çoğu zaman kendi zaafları
NEFS
- 185 -
istikametinde çarpıtarak ve ruhun gerçeği görmesini gölgeleyerek yapar. Bu veriler ruhun kendisinde toplanır. Fıtratının sağlamlığı veya bozulması ve imanı oranında ruh bu verileri değerlendirir; insanın mutluluğu ya da elemleri, ruhun tercihi doğrultusunda gerçekleşir. Nefis veya benlik de dediğimiz “ego”, ruhsal uyumları temsil eden bir özellikler bütünü değildir. Bu uyuma yarayan cevapları toplayıp dengeleyen ve faydalı bir âhenk meydana getiren, ruhun kendisidir. Ruh, bir taraftan ego kavramı altındaki sıfatları toplarken; diğer taraftan, fıtrat, vicdan ve iman kavramı altındaki özellikleri değerlendirir ve tümünden bir sonuca ulaşır. Şuur ve irâdesiyle davranışa hazır hale gelir. Bu analiz ve değerlendirme sonunda beyindeki davranış tuşlarına basılır: Böylece konuşulur, yürünür, uyunur, saldırılır, ya da kaçılır. Yani Allah’a teslim olmuş ve O’na her an kulluk içinde huzurlu bir hayat yaşanır veya egonun kulu veya egonun arzu ve seçimiyle başkasının kulu ve kölesi olunur. 840
Hayat: Yer ve gökteki yaratıklar, direkt veya dolaylı olarak insana hizmet etmekte. Ama insanın fâni maddesine değildir bu hizmet. Madde, asıl amaç değildir ki, varlık ona hizmet etsin ve ona tâbi olsun. Eğer öyle olsaydı, ölü ve meselâ 80 kg. olan insanın cesedi, 3 kg. olan bebekten daha önemli olurdu. Ama gerçek böyle değildir. Biz o cesedin önemli olmadığını, onu bir an önce toprağa vererek insanlık tarihi boyunca fiilen göstermekteyiz. Bu örnek, bize maddenin mânâya hizmet ettiğini, o mânânın da ruh ve ruhun ışığı olan hayat ve hayatın nuru olan şuur olduğunu; hayatı, ruhu, şuuru ve aklı olanlara açıkça gösteriyor. Madde, hayat ve ruhun gösterdiği yönde hareket eder.
Evrenin en önemli neticesi ve yaratılış hikmeti hayattır. Elbette bu hakikat, geçici, kısa, noksan, elemli dünya hayatına münhasır değildir. Olsa olsa, bu hayat ağacının gâyesi, neticesi ve o ağacın büyüklüğüne lâyık meyvesi, ebedî hayattır. Yoksa bu önemli cihazlarla techiz edilen hayat ağacı ve şuur sahibi insan; meyvesiz ve faydasız bir şekilde yokluğa karışacak ve belki mutluluk yönüyle bir serçeden daha aşağı olacak, zelîl ve bîçare yaşayıp yok olup gidecek. Hâlbuki insan, cihaz ve sermaye yönünden yeryüzünün halifesi/efendisi makamındadır. İşte bu dünyada başlayıp esas şekliyle âhirette yaşanacak hayat, ruhun bir çeşit görünümüdür.
Varlığın mükemmelliği hayat iledir. Esasen varlığın hakiki varlığı hayat iledir. Hayat, varlığın nurudur. Şuur, hayatın ışığıdır. Hayat, her şeyin başıdır ve esasıdır. Hayat, her şeyi bir hayat sahibi olan şeye mal eder. Bir şeyi bütün eşyaya mülk ve sahip hükmüne geçirir. “Ey iman edenler! Sizi kendinize hayat verecek şeylere dâvet ettiği zaman Allah'a ve Rasûlü’ne icâbet edin ve bilin ki Allah, gerçekten kişi ile kalbinin arasını açar ve siz O’na haşrolunacaksınız.” 841
Ruh, hayat kaynağı olduğu gibi, vahy/Kur’an da insanı ihyâ eden, mânen ölü durumundaki canlı cesetleri dirilten hayat menbaıdır.
Güdü: Eskiden “sevk-i tabiî” , yani sevk eden doğal kuvvet denilen güdü veya içgüdü, mekanik ve maddesel olmayan gereksinimlere doğru yönelen davranış demektir. İnsanın daima mazluma acıması, güvendiği ortama doğru meyletmesi ve haklıya sahip çıkma eğilimi, güdüye örnek verilebilir. Bu sebeple haklı olanlar,
840] R. Özcankaya, a.g.e., s. 90 vd.
841] 8/Enfâl, 24
- 186 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ümitli olmalıdırlar. Hal-i hazırda insanlar onu desteklemeseler, onu rencide etseler ve ona bir zâlim gibi davranıp zindanlarda dolaştırsalar da, bir zaman gelip insanlardaki doğruya ve hakka olan güdüleri nedeniyle onun saflarına geçeceklerdir.
Bu gerçeği bilen ve insanın fıtratını iyi tanıyan insanlığın zirveleri, hiçbir zaman ümitsizliğe düşmemişlerdir. Dıştan onu gözleyen insanları da onların bu halleri şaşırtmıştır. O hal-i hazırda tektir, fakirdir, âcizdir ve tüm dünya onun karşısındadır. Ancak o şöyle söylemektedir: “Gecelerimiz çok karardı ve karanlık gecelerin sabaları pek yakın olur.”
Güdü, nice zamanlar, bulunduğumuz durum itibarıyla, farkında olmadan, esasen aksini istememiz gerekmesine rağmen, farklı tercihler yapmamızdır. Ancak, bu tercihlerin belki yıllar sonra en uygun yönelimler olduğunu kavrarız. Şöyle deriz: “Neden böyle yaptığımı bilmiyorum. Ancak, en güzelini yapmışım. Daha doğrusu bana yaptırıldı.”
Doğada itme ve çekme kanununun olmaması durumunda, hayat nasıl mümkün değilse, insanda da vicdana ait fiiller olmazsa, sosyal ve ferdî hayat mümkün değildir. Demek, davranışlarımızın en önemli kaynaklarından biri de, doğada olan itme ve çekme kanunlarının karşılığı olan sevme, sevdirme ve aşk gibi duygulardır. Vicdanda dört ana unsur vardır: İrâde, zihin (beyin aktivitelerini içermeyen), his ve latifeler, duyular üstü idrâk. Vicdan bu dört öğe ile mutlak mutluluk olan mutlak gerçeği arar.
Vicdan
Vicdan, hangi ırktan, hangi din ve mezhepten, hatta inançlı ya da inançsız, kadın-erkek, yaşlı ve küçük, hangi sosyoekonomik ve kültürel gruptan olursa olsun, insanlar arasındaki ortak değerlerin temsilcisidir. Eğer sosyokültürel çevreyle bağlantılı olsaydı, farklı çevrelerde birbirinden tümüyle farklı vicdanî değerler gelişecekti. Ancak vicdan, sosyal değerlerle şekillenmeyen ortak insanlık değerlerine neden olur. Vicdan, ayrı bir zatî varlığı olan bir yapı değildir. Ruhun mutlak gerçekliğe, Allah’a dönük sıfatlar manzûmesidir. Fıtratın sesidir. Sevgi, insan hakları ve haksızlığa tahammülsüzlük, mazluma acıma gibi değerlerde insanlar arasında fazla bir fark yoktur. Bunlar ruhun vicdan kavramı altında toplanan özellikleridir. Sosyokültürel ve biyolojik farklılıklardan etkilenmeden, hakka/mutlak doğruya yönelen vicdanın, ya da bu kavram altındaki sıfatların, vardığı sonuçlarda sebeplere ve verilere ihtiyacının olmadığı görülür. Vicdanın tüm insanlarda ortak değerleri doğuran bir özellik olması, tüm insanların yaratacısının tek olduğunu gösterir. Esasen, insanda sosyal hayatın kurulmasına öncülük eden de vicdandır. Çünkü bu, insanlar için ortak değer manzûmesidir.
Biz yokken, ya da dünyaya yeni geldiğimiz anda bir şeye karar vermemiz ve tercih etmemiz imkân dışı iken, yaratılmamıza karar veren Yaratıcıyı, vicdandaki dayanak ve medet noktası olarak belirtilen özellikler nedeniyle (yani fıtratla) bilmekte ve unutmamaktayız. Bu da Yaratıcının yaratılana danışmadan koyduğu, bir ressamın sanatı altındaki imzasına benzer şekilde bir imzadır. O ister istemez, O’nu gösterecektir. Zira, arzu ve gereksinimleri sonsuz olan insan için gerçek dayanak ve medet noktası, kudreti sonsuz bir Yaratıcıdır. İnsanoğlunun tüm arayışları vicdanın bu iki özelliğinin sonucudur. Sağlam, güvenilir, ezelî ve ebedî bir
NEFS
- 187 -
kurtarıcı bulmak. Çünkü insan ilmi, sanatı, siyaseti, hukuk ve adâleti... hep sınırsız ihtiyaçlarını karşılamak için yapmaktadır. İhtiyacın karşılığı ise, sonunda mutlak bir dayanak ve ihtiyaçlarının giderildiği bir hâcet kapısıdır. Acz ve yoksulluğu ise, her zaman ve her yerde karşısındadır. Vicdan, âdeta delil ve verilere ihtiyaç görmeden anlayabilen ve sezebilen biliş üstü bir bilinç ve şuurdur. 842
“Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de fücur ve takvâyı (kötülüklerini ve iyiliklerini) ilham edene yemin olsun ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.”843 Kur’an’ın bildirdiğine göre nefsin iki ayrı yönü olduğunu, bir kısmının “hevâ”dan, yani insanı Allah’ın yolundan alıkoyan bencil tutku ve hırslardan oluştuğunu biliyoruz. Nefsin öteki kısmı ise, insanı Allah’a ve dinin içerdiği doğrulara yöneltir, nefsin içindeki “fücur”dan sakınmasını sağlar. Nefsin bu kısmı, vicdandır. Vicdan, insana Allah tarafından üflenmiş ruhtan kaynak bulur. Kur’an’da Allah’ın insana kendi ruhundan “üflediği” haber verilir: “O, yarattığı her şeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya çamurdan başlayandır. Sonra onun soyunu bir sülâleden (özden), bayağı bir sudan yapmıştır. Sonra onu düzeltip bir biçime soktu ve ona ruhundan üfledi.” 844
İşte insanın sahip olduğu tüm güzel vasıflar, Allah’ın kendisine üflemiş olduğu ruhtan kaynaklanmaktadır. İnsan, eğer nefsin fücuruna (hevâsına) saplanarak bu ruhu örtmezse, Allah’ın bazı sıfatlarını üstünde taşımaya, Peygamberimiz’in ifadesiyle “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmaya” başlar. Allah, sonsuz akıl sahibidir; O’na kulluk eden bir mü’min de üstün bir akla sahip olur. İnsan Allah’a ne kadar yakınlaşır, O’na ne kadar teslim olursa, O’nun ahlâkıyla daha çok ahlâklanır ve “yaratılmışların en hayırlısı” 845 olur.
Ruh, insanı vicdana yöneltir. Nefsin içinde, insanı daima kötülüğe çağıran hevâya karşın, onu daima iyiliğe çağıran bu vicdan da vardır. Dolayısıyla insan, içinde, kendisini sürekli olarak doğruya çağıran şaşmaz bir pusulaya, yani vicdana sahiptir. Allah, insana nefsinin fücurundan sakınmayı ilham etmektedir. Bu ilham, vicdandır. Dolayısıyla vicdan, bir anlamda Allah’ın sesidir. İnsan sürekli olarak bu sese kulak verdiği ve Kur’an’ın gösterdiği temel prensipleri tam olarak özümsediği takdirde, sürekli olarak doğru yolda ilerleyecektir. “Hayır, zulmedenler, hiçbir bilgiye dayanmaksızın kendi hevâ (istek ve tutku)larına uymuşlardır. Allah’ın saptırdığını kim hidâyete erdirebilir? Onların hiçbir yardımcıları yoktur. Öyleyse sen yüzünü hanîf (Allah’ı birleyen) olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak, insanların çoğu bilmez.” 846
Âyetlere göre, inkâr edenler nefislerinin fücuruna, yani hevâlarına uyarak sapmışlardır. Buna karşın mü’minlerin yapması gereken, Allah’ın insanlara vahiy yoluyla ulaştırdığı dine uymaktır. Ve bu din, Allah’ın insanları yarattığı fıtrata (yaratılışa), yani Allah’tan kendilerine üflenmiş olan ruha, vicdana uygun düşmektedir. Mü’min, günlük hayatta sürekli olarak birkaç seçenek arasında tercih yapmak durumunda kalır. Karşılaştığı alternatifler içinde, Allah’ın rızâsına
842] R. Özcankaya, a.g.e., s. 131 vd.
843] 91/Şems, 7-10
844] 32/Secde, 7-9
845] 98/Beyyine, 7
846] 30/Rûm, 29-30
- 188 -
KUR’AN KAVRAMLARI
en uygun olanını, dinine en yararlı olanını seçmekle yükümlüdür. Bu seçimi yaparken önce Kur’an’ın, sonra da vicdanının hakemliğine başvurmalıdır. Çoğunlukla, muhâtap olduğu seçenekler karşısında vicdanı ilk olarak devreye girer ve hangi seçeneğin Allah’ın rızâsına daha uygun olacağını ona söyler. Ancak, ikinci aşamada hevâsı da devreye girecek ve onu diğer alternatiflere yöneltmeye çalışacaktır. Bunun için de genellikle insana mâzeretler (daha doğrusu bahaneler) fısıldar. Mü’min, nefsinin kendisine fısıldadığı şeytânî vesveselere, bahanelere kulaklarını tıkamalı ve vicdanının kendisine gösterdiği ilk doğruyu uygulamalıdır.
Nefsini arındırıp temizleyen, yani nefsinin fücurunu kabul edip Allah’ın ilhamına uyarak ondan sakınanlar kurtulacaklardır. Bu, ebedî ve gerçek kurtuluştur, yani Allah’ın rızâsını, rahmet ve cennetini kazanmak... Buna karşılık, nefsini örten, yani onun fücurunu, pisliğini dışarı atıp temizlemeyen, içinde saklı tutan kişi ise yıkıma uğrayacaktır. Yıkım da Allah’ın lâneti ve cehennem azâbı demektir. Herkesin nefsinde mutlaka kötülük vardır. Bir insanın, nefsindeki kötülükten temizlenmesinin tek yolu ise, bu kötülüğün varlığını kabul etmesi ve Allah’ın gösterdiği biçimde ondan sakınmasıdır.
İşte mü’minlerle kâfirler arasındaki önemli farklardan biri, bu noktada ortaya çıkmaktadır. İnsan, ancak İslâm’ın verdiği bilgi ve terbiye sonucunda nefsinin içinde kötülük bulunduğunu ve ondan sakınması gerektiğini öğrenir ve kabul eder. İnkârcılar, nefislerindeki kötülüğe teslim olurlar ve bu nedenle nefislerine/hevâlarına aykırı gelen şeyleri kendilerine tavsiye eden hak dini ve o dini tebliğ edenleri yalanlarlar.
Âyette847 ifade edildiği gibi, nefsini örter ve onun fücuruna esir olur. Bu, bilinçten yoksunluk, nefislerdeki kötülüğe teslimiyet, bir tür içgüdüsel yaşamdır. İnsana verilen akıl ve şuuru, iman ve takvâ fıtratını kullanmayıp içgüdülerine göre hayatlarını düzenleyenleri Kur’an’ın “hayvan”a benzetme hikmetlerinden biri budur. Bu yolun sonu, nefsi putlaştırmaya, hevâ ve arzuları ilâhlaştırmaya, insanın kendi nefsinin kulu haline gelmesine çıkar. 848
Nefse, aynı zamanda fücurdan sakınmasını sağlayan bir kabiliyet (takvâ) de ilham edilmiştir. İnsanı Allah'a ve dinin bildirdiği doğrulara, hayırlara yönelten, iyiyi kötüyü ayırdetmesini sağlayan nefsin/ruhun bu yönü, halk arasında “vicdan” olarak tanımlanır.849 Halk arasında nefis, sadece olumsuzlukların, yani hevânın temsilcisi sayılması, yanlış, daha doğrusu eksik bir tanımlamadır. Kur’an’ın açık beyanına göre nefsin içindeki, insanı daima kötülüğe çağıran hevâya karşı; onu daima iyiliğe çağıran vicdan da vardır. Dolayısıyla, insan, içinde, kendisini sürekli doğruya, mutlak hakikate çağıran şaşmaz bir pusulaya da sahiptir. Nefsin/ruhun sahip olduğu bu ses fıtratın, ilham edilen takvânın sesidir; Allah’ın üflediği ruhun ilâhî tecellîye ayna olmasıdır.
Nefs ve Ruh Aynı Şey midir?
“Nefs”: Öncelikli olarak bir kimsenin kendisi veya özü anlamına gelir. Açık ve gizli, dünyaya ve âhirete bakan duyuları, maddî ve mânevî becerileri, arzu,
847] 91/Şems, 10
848] 25/Furkan, 43; 45/Câsiye, 23. Ayrıca Bk. 5/Mâide, 48-49; 6/En’âm, 56, 119; 23/Mü’minûn, 71; 30/Rum, 29; 47/Muhammed, 16
849] Cavit Yalçın, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 47-48
NEFS
- 189 -
heves ve ihtiyaçları, canı, ruhu, hayatı ve istekleriyle kişinin bizzat kendisi, benlik demektir. “Nefs”, ruh ve kalp mânâsında da kullanılmıştır. Klâsik dinî literatürde ise, şehvet (cinsî ve her türlü aşırı istek) ve kızgınlığın başlangıcı olan, insanın içindeki mânevî güce nefs denilmiştir.
Nefs ve bazı türevlerinin anlamı “ruh” kelimesi ve türevlerinin anlamıyla çok yakındır. Her iki kavram arasında büyük bir yakınlık, hatta bazı kullanımlar için aynılık vardır. “Ruh” ile “nefs” terimlerinin aynı mı, yoksa farklı şeyler mi olduğu, üzerinde tartışılan konulardan biridir. “Nefs” ile “ruh”u İslâm âlimlerinin çoğu aynı kabul eder. Nefs ile ruhun birbirinden ayrı şeyler olduğunu söyleyenler, bu farklılığı hep sıfatlar yönünden açıklayabilmektedirler. Öyleyse nefs ile ruh arasındaki fark, zâtla ilgili olmayıp, sadece sıfat ve özellikler yönündendir. Aslında nefis ile ruh aynı varlıklar olduğu halde, klâsik İslâm geleneğinde nefs, mânevî varlığımızın daha dünyevî, hayvanî ve menfî yönünü; ruh ise daha ulvî, mânevî ve müsbet yönünü ifade eder. Kur’an, insandan söz ederken iki ifade kullanmaktadır: İnsan, topraktan yaratılmıştır ve insan Allah’tan bir nefha (üfleme) taşımaktadır. Sûfîlerin nefs anlayışlarıyla Kur’an’ın bu insan anlayışını birlikte düşünürsek; ruha, insanın Allah’tan kaynaklanan yönlerinin bütünü, nefse de toprak kaynaklı vasıflarının tümü demek mümkün olur.
Nefs ve ruh arasındaki ayrımın zât, mâhiyet ve hakikat açısından değil; sadece sıfat ve özellikler yönünden yapıldığı anlaşılmaktadır. Yani nefs ile ruh aynı cevherdir. Ancak, ruh güzel ve övülmüş vasıfların yeri; nefs de kötü huy, davranış ve özelliklerin kaynağı kabul edilmiştir. Bu itibarla, ruh terbiye edilmiş nefs, nefs ise terbiye edilmemiş ruhtur denilebilir.
Ruhla Nefsî Arzular Arasındaki Dengesizlik
İnsandaki rûhî bunalımların, akıl hastalıklarının nedenleri arasında, ruhla, bazılarının nefis dediği hevâ (kötü duygu ve aşırı istekler) arasındaki dengesizlik ve ilişki bozukluğu gösterilir. İnsanı hayvandan ayıran ve metafizik âlemle ilişki kurmasını sağlayan üstün ruh hali ile yine ondaki içgüdüsel eğilimler arasında bir dengenin sağlanması zorunludur. Eğer bu denge bozulur, ruhun ihtiyaçları karşılanmazsa insan bunalıma düşer. İnsanı ele alan gayr-i müslim psikologlarda görüldüğü gibi, nefsin bir yönü ön plana çıkarılmış, insan ruhuna nüfuz edilmemiş ve onun ihtiyaçları bir bütünlük içerisinde ele alınmamış olur. Hâlbuki Kur’an, bedenin istek ve ihtiyaçlarını karşılamanın, nefsin isteklerini helâl yolla ve ölçülü tarzda tatmin etmenin meşrûluğu yanında; insanın Allah'a olan ruhî gereksiniminin de bir bütünlük içinde değerlendirilmesini öngörür.850 İçgüdü ve arzular, dünya hayatının gereklerini sağlamak ve Allah'a giden yolda vasıta olmak için verilmiş nimetlerdir. Bu eğilim ve arzulara aşırı ilgi göstermek, Allah’ı ve âhireti unutmak; âhiret saâdeti yanında, dünya mutluluğu için de zararı büyük yanlış tutumlardır.
Ruhun Yüce Allah ile olan ilişkisini kesmek, insanı sadece doymak bilmeyen içgüdüsel arzuların kucağına teslim etmek, sıkıntı ve bunalımların vücudun bütün hücrelerine yayılmasına yol açar. Hayat, o kimse için bir azap ve endişelerle dolu bir açmaz halini alır. Sebepsiz, gâyesiz, sahipsiz gördüğü bu âlem, onun için musibet, belâ ve cehennem kesilir. Din gidince fazilet anlayışı da kaybolur,
850] Bk. 3/Âl-i İmrân, 14
- 190 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yüksek duygular adına kalpte ne varsa hepsi silinir gider, kalp bomboş kalır. Yerini bir kaos, sonu olmayan bir uçurum kaplar. Bu zindanda müthiş bir belirsizlik içinde olan insan, olaylar ve insanlar tarafından bilinçsizce sürüklenip gider.
Haram arzulara olan tutkunluğun ağır basmasıyla Yaratıcısıyla olan bağlarını zayıflatan insan, hayvanlar seviyesine düşer. Benliğini hissî bir katılık kaplar, mânevî duyarlılığını kaybeder. Şehvet ve arzularını ne kadar doyurursa doyursun, ruhu sürekli açlık çeker. 851
Nefsin Olumsuz Yönü; Hevâ
“Hevâ”; boş, hava dolu, sonuçsuz, değersiz gibi anlamlara gelir. Uzay ve yer arasında bulunan atmosfer boşluğuna bundan dolayı hevâ (hava) denilmektedir. Hevâ, aynı zamanda düşüşe de denilir. Bu anlamından dolayı, istenilen güzel davranış seviyesinden düşüşle ilgili olarak, hevâsını tanrılaştıranların düşeceği cehennemin isimlerinden birisi olan ve “çukur”, “düşülen uçurum” anlamına gelen ve hevâ kelimesiyle aynı kökü paylaşan “hâviye” ile olan ilgisi dikkat çekicidir. Istılahta hevâ ise, bir şeye karşı aşırı sevgi ve bağlılık, arzu ve istek, nefsin tabiatında olan hislerinin icabına göre hareket ederek yükseklerden yüz çevirip süflî tarafa eğilim göstermesi, benliğin şehvet tarafına geçerek ruha sırt çevirmesidir. Bu saptırıcılığından dolayı nefsin bu türden süslü isteklerine tâbi olması, hevâ olarak isimlendirilmiştir.
Hevâ, nefsin şehvete meyli için kullanıldığı gibi, bizzat şehvete meyyal nefis için de kullanılır.852 Hevâ, nefsin, arzularını tatmin için şeriatın dışındaki şeylere meyletmesidir.853 Meselâ kişinin nikâhlısına ilgi duyması, meyletmesi ibâdet iken; nikâhlısı olmayana meyli kabahat olmaktadır. 854
Hevâ, aşağılık istek ve arzuların kaynağı olmasından dolayı, dalâletin başta gelen sebeplerinden biridir. Bu yüzden hevânın zıddı “hüdâ” (hidâyet) kabul edilir. Onun için hevâ kavramı, nefsin şehvete ve zevke düşkünlüğünü anlattığı gibi, ilim sahibi olmadan sahibine emir veren nefis anlamında da kullanılmaktadır. Böyle bir nefis, sahibini şehvete ve aşırı zevke düşürüp günaha sürükler, uçurumlara ve Cehenneme düşürür. Hevâ, nefsin şehvet denilen hayvanî ve aşırı istek ve arzulara meyletmesi anlamında kullanılır. Hevâ, keyfe uymak, boş ve zararlı tutkuların güdümüne girmek demektir. Bu şehvete meyleden nefis için hevâ denir. Sahibini dünyada çeşitli belâlara sokan, âhirette de onu cehenneme düşüren şey diye de tanımlanır.
Hevâ, insan nefsinin şehvetlerinden ve hayvanî iştihadan doğan doğal eğilimi olmakla beraber, aynı zamanda insanı her türlü isyana götüren zaafın itici gücüdür; her türlü belânın, rezilliğin ve kötülüğün kaynağıdır. Hevânın zan ve şehvet ile de yakın bir anlam bağı bulunmaktadır. Çünkü zan, kişinin bir şeyin müsbet veya menfîliği hakkında, tahminle kendi nefsine göre bir hüküm vermesidir. Yani sübjektif olarak dış dünyaya bakması, değerlendirmesidir. Hâlbuki sübjektif dünya, izâfî bir dünya olduğundan, her şahsa göre değişebilen bir âlemdir. Bundan dolayı hevâ, zanda olduğu gibi aldatıcı ve zevke göredir.
851] Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da İman Psikolojisi, s. 227-228
852] Râgıb, Müfredât, s. 769
853] Cürcânî, Ta’rîfât, s. 257
854] Elmalılı, Eser Y. 7/4570
NEFS
- 191 -
İnsanın aşırı isteklerine, Allah’tan gelen ilme yani vahye uymayan tutumlarına ‘hevâ’ denilmektedir. Nefsin sınırlı istekleri, meşrû arzuları normal ve helâl yoldan karşılandığı zaman hata değil, sevap bile olur. Nefis her zaman çeşitli isteklerde bulunur. Bu isteklerin bir kısmı insanın ihtiyacı değil, nefsin aşırı istekleridir. Kişi nefsinin meşrû isteklerini, inandığı Rabbin gönderdiği ölçüler içerisinde karşılayabilir. Aşırı isteklere uyulup yönelmesi; nefsin Allah'ın ölçülerine aldırmaması anlamına gelir. Bu, şüphesiz bir hatadır ve sahibine zarar veren bir durumdur. Eğer nefis Allah’tan gelen ilme, yani vahye uyarsa; görüşlerini, kararlarını, isteklerini bu ilme uygun bir şekilde ayarlarsa; o nefis doğru yolda olan nefistir. Fakat bir kimse Allah’tan gelen ilme/vahye kulak asmaz, yalnızca kendi görüşünü, zevkini, kararını, arzusunu ön plana çıkarırsa bu nefis doğru yoldan sapan azgın bir nefistir ve o kişi hevâsına uymuş olur.
Yeryüzündeki bütün günahların, bütün şirklerin, bütün kâfirliklerin sebebi, hevâya uymaktır. Bir iş yaparken, bir şeyin hakkında karar verirken, bir ibâdet yaparken, bir şey yanlış mı doğru mu diye düşünürken; kişi ya kendi aklına, ya da inandığı dinin ölçülerine uyar. Eğer akıl Allah’tan gelen ilme yani vahye uyuyorsa, o akıl isâbetli karar verir. Eğer bir akıl Allah’tan gelen haberlere inanmıyorsa, o akıl, sahibini yanıltacaktır ve o kişi hevâsına uymuş olacaktır.
Kurtubî, hevâyı şöyle açıklar: "Hevâya uymak insanın Hak'tan gayrısıyla şehâdet etmeye ve hükümde zulüm ve benzeri ile hüküm vermesine sebep olur." Hevâ, insan ruhunun şehvetlerden ve hayvanî iştiha ve arzulardan doğan doğal eğilimi anlamında kullanılır. Başka bir tanıma göre hevâ, delile dayanmadan sırf arzulardan kaynaklanan görüştür. Bu anlamından dolayı Kur'an, kelimenin karşıtı olarak Peygamberin dilinden, "beyyine" (delil, kanıt, ilim) kelimesini kullanır.
Hevâ kelimesinin bir anlamı da, iniş ve düşüş demektir.855 Aynı kökten türeyen "el-hâviye" kelimesi de düşüş anlamından dolayı Cehennem için kullanılmıştır.856 Çünkü hevâsına teslim olup onun kulu haline gelerek Allah'ın gazabına uğrayan kimse, büyük bir irtifâ kaybına uğrayıp halifelik makamından inerek hayvanlardan daha aşağı derekeye düştüğünden cehenneme de benzer şekilde yukarıdan aşağıya düşecektir. Arapça'da bir kimsenin üst makamdan daha aşağı bir yere düşüşü de hevâ terimiyle ifade edilmektedir. Kur'an'da kullanılan "hevâ" kökünden gelen bir diğer kelime "istihvâ"dır. Bu, şeytanın insanı hevâya uymaya zorlamasıdır. 857
Hevâsına Uyanların Özellikleri: Hevânın yerleştiği kalpte, başta şirk olmak üzere bütün olumsuz davranışlar, bütün kötülükler yerleşmeye başlar. Bu kimseler, hevânın bir benzeri olan zanlarının (boş kuruntularının) ve keyiflerinin peşinden giderler. Allah’ın gönderdiği hidâyet rehberine aldırmazlar bile.858 Kişinin kendi hevâsına uyması, Haktan yüz çevirmesi demektir. Nitekim Kur’an, "kendi hevâlarına uyanlara tâbi olmayın."859 demektedir. Böyle yapanlar zâlim olurlar. Zâlimler ise Hakk’tan yüz çevirenlerdir.860 Zaten onların Allah’ın hidâyetinden
855] 20/Tâhâ, 81
856] 101/Kaaria, 9-11
857] 6/En'âm, 71
858] 53/Necm, 23
859] 38/Sâd, 26; 5/Mâide, 77
860] 2/Bakara, 145
- 192 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yüz çevirmelerinin, ya da âyetleri yalan saymalarının sebebi, vahyi bırakıp kendi hevâlarına uymalarıdır. 861
Şu âyet hevâya uymanın zararlarını göstermesi açısından ne kadar dikkat çekicidir: “Eğer hak, onların hevâlarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) fesâda (bozulmaya) uğrardı…”862 Hevâlarına uyanların özelliklerinden biri de istikbâr (kendini büyük görme) ve peygamberlerin getirdiği vahye karşı çıkmadır. Bu gün de keyiflerine göre yaşamak ve insanları kendi hevâlarına göre yönlendirmek isteyenler, hayata ve dünyaya kendi hevâları doğrultusunda yön vermeye kalkanlar, Kur’an mesajına, İslâm'ın güzelliklerine karşı çıkmaktadırlar. 863
Hevâlarına uyanlar, Allah’tan gelen ilmi/vahyi bilgisizce bir tarafa atarlar. Onlar gerçekten câhillerdir.864 Kur’an, Hz. Peygamber'i ve onun şahsında müslümanları uyararak: "Sana gelen bu ilimden (Kur’an ve hükümlerinden) sonra onların hevâsına uyarsan, senin için Allah’tan bir velî ve yardımcı yoktur."865; "Allah’ın indirdiği ile hükmet, onların hevâsına uyma."866; "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol ve onların hevâsına uyma!"867 demektedir.
Kur’an, mü’minlere ayrıca "adâletten ayrılıp hevânıza uymayın" demektedir.868 Şüphesiz ki hevâya uymak, dengeyi bozar, hakları ihlâl eder, tarafgirliğe ve taassuba sebep olur, düşmanlığı körükler. İnsan, Allah’ın hidâyet kitabı olarak gönderdiği Kur’an’ı, yani vahyi dışlayarak, her şeyi kendi aklına, kendi hevâsına göre çözmeye, her şeyin hükmünü işine geldiği gibi vermeye kalkışırsa, insanın gönlünde de, yeryüzünde de huzurun olması mümkün değildir. Vahyi dışlayanlar hem kendilerine yeni ilâhlar bulurlar, hem de küçük, önemsiz ve kısır çekişmelerin içinde, ucuz çıkarların peşinde koşar dururlar. Hevâsına uyan kimselerin yön verdiği dünyada barış ve adâletin olması mümkün değildir. Bu gerçeğe hem tarih şâhittir, hem de içinde yaşadığımız şartlarda bunu açıkça görmekteyiz.
Mü’minler, sık sık hevâlarına uymamaları konusunda uyarılmaktadırlar. Yine yukarıda geçtiği gibi hevâlarına uyan veya hevâlarını tanrı haline getirenlerin peşinden gitmemelerini Kur'an ısrarla emretmektedir. Buna bağlı olarak da, en iyi barınma yeri Cennet’in Rabbinin makamından korkanlar ve nefsinin hevâsından sakınanlar için hazırlandığını Kur'an haber vermektedir.869 Kur’an, Allah’ın âyetlerine tâbi olanlar ile hevâlarına uyanların bir olmayacağını belirtir: “Şimdi Rabbinden apaçık bir belge üzerinde bulunan kimse, kötü ameli kendisine ‘süslü ve çekici’ gösterilmiş ve kendi hevasına uyan kimse gibi midir?”870 Elbette bir olmaz. Birisi, Allah’tan gelen açık, sağlam, hak/mutlak doğru, hidâyet gösterici, iki dünyada da kurtuluşa götürücü, kişiyi adam yapan ilâhî belgelere, yani vahye (Allah’ın âyetlerine) uymakta; öbürü ise nefsinin aşırı isteklerine, kuruntulara,
861] 6/En’âm, 150; 18/Kehf, 28
862] 23/Mü’minûn, 71
863] 2/Bakara, 87; 5/Mâide, 70
864] 30/Rûm, 29
865] 2/Bakara, 120; 13/Ra’d, 37
866] 5/Mâide, 48, 49
867] 42/Şûrâ, 15
868] 4/Nisâ, 135
869] 79/Nâziât, 40-41
870] 47/Muhammed, 14
NEFS
- 193 -
ilmî dayanağı olmayan zanlara, boş hayallere uymaktadır.
Hevâsına uyan insanların çok olduğu toplumlarda hata çok yapılır, suç çok işlenir, fitne ve fesat çok yaygınlaşır, insanî değerler rağbet görmez, adâletle hareket etme ahlâkı zayıflar. Bu bakımdan insanlara düşen hevâlarına uymak değil; kendi hevâsından konuşmayan bir peygambere 871 ve O’nunla beraber Allah’tan gelen ilme (vahye) tâbi olmaktır. 872
Hevânın Putlaştırılıp İlâh Haline Getirilmesi: Bir insan kendi görüşünden, kendi kararından başkasını beğenmiyorsa, kendi zevkinden daha üstün bir şey tanımıyorsa o insan kendi hevâsını, kendi nefsini tanrı haline getiriyor demektir. Kur’ân-ı Kerim bunu şöyle açıklıyor: “Gördün mü hevâsını (arzularını, keyiflerini, isteklerini) tanrı haline getireni? Onun üzerine sen mi vekil olacaksın?” 873 Bu kimseler canlarının istediğinden başka kutsal bir şey bilmezler. Bunlarda hakseverlik yoktur. Bu gibiler bencil insanlardır. Peşine düştükleri arzuları da normal bir istek değil, canlarının istediği kuruntulardır. Böyleleri hak, hukuk, delil, âyet, şâhit tanımazlar, yalnız kendi isteklerini en üstün tutarlar. Onlara göre din de, insanların vicdanlarından gelen arzularıdır. Dolayısıyla kendi nefislerini doyurmaya, keyiflerini tatmin etmeye çalışırlar.
Bunlar, hakkı ve gerçeği kabul etmezler, ama keyfîliği hayat anlayışı olarak alırlar. “Şimdi sen, kendi hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz yine öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” 874
Gazzâli, bu âyeti yorumlarken “ilâh” kelimesinin “ma’bûd” anlamına geldiğini, ma’bûdun da “emrine uyulan” demek olduğunu, buna göre davranışlarında hevâya uyup bedenî arzularının peşinden koşanların hevâlarını ilâh edinmiş sayılmaları gerektiğini ifade eder.875 Hevâlarına uyanlar, tam bir sapıklığa düştükleri gibi;876 bunların peşinden gidenler de Allah’ın yolundan saparlar.877 Mü’minler, çeşitli âyetlerde hem kendi hevâlarına ve hem de kâfir, zâlim, hak yoldan sapmış, kalpleri mühürlenmiş kimselerin hevâlarına uymaktan menedilmiştir.
İster nefsin hevâsına göre insanlar, tanrılar topluluğu (panteon) düşünüp onları kendi aralarında uzlaştırsın, savaştırsın, barıştırsın veya seviştirsin; ister arzularının istediği şeyleri onlara emrettirsin ve nehyettirsin, isteklerini güzel veya çirkin göstertsin; isterse yalnız kendi öz arzusunun geçerli ve tatmin olmaya değer en önemli gaye olduğunu düşünsün, bütün bu durumlarda insan, hevâsını tanrılaştırmış olmaktadır. (Mitolojiler, epiküriyenler, din dışı hutanistler, din dışı egzistansiyalistler, “yaratıcı sanatçılar”, tanrı yapmak ve yaratmak gibi kavramları ucuz ucuz dağıtan zihniyetler, sinema artistleri için “yıldız” ki bu tâbir, eskiden yıldızlara tapmanın hâtırasını saklamaktadır veya bir kısmı için
871] 53/Necm, 3-4
872] 2/Bakara, 120; Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 264-265
873] 25/Furkan, 43
874] 45/Câsiye, 23 ve yine Bk. 25/Furkan, 43; 53/Necm, 23
875] İhyâ, 3/28
876] 45/Câsiye, 23
877] 5/Mâide, 77; 6/En’âm, 56
- 194 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“seks tanrıçası” gibi deyimleri bol bol kullananlar vb. ile birlikte hatırlayalım.) Nefsin hevâsı, insanlığın bütün çağlarında görülerek dar ve geniş anlamındaki bir şirkin, belli başlı kaynağı olmuştur. 878
Hevâya Allah’a bağlanır, O’na teslim olur gibi yapışmak, büyük bir şirk, çirkin bir suçtur. “Yüce Allah’ın yanında gök kubbe altında Allah’tan başka tapınılan tanrılar içinde, kendisine uyulan hevâ (aşırı istek ve tutkulardan) daha büyüğü yoktur.”879 insanın keyfi ne istiyorsa onu elde etmeye çalışması ve bu konuda ilâhî sınırları hiç önemsememesi, bu hevâ putuna tapmak demektir. Zaten eski câhiliyye dönemindeki müşriklerin puta tapmaları da, böyle hevâya tâbi olmalarının bir sonucu idi.880 Yine Lut kavminin yaptığı homoseksüellik gibi rezillik de, hevâ putunu yüceltip bütün şeytanî arzularına uymanın sonucu idi. 881
Kötü temâyüllere düşkün, şehevî arzularının kölesi haline gelmiş, her türlü günahla yoğrulmuş kimseler, Allah’tan kaçabilmek için, önce O’nun hakkında şüphelere kulak verir, giderek inkâra varırlar. Böylece “her günahta inkâra giden bir yol vardır” gerçeğini ortaya koymuş olurlar. 882
Mü’min; İlâhî nizama samimiyetle inanan, müslüman da o nizama teslim olan, uyan kimse demektir. Ferdiyetçi, hümanist bir espri ile kişinin kendi düşüncelerini yüceltip övmesi, kendi fikrinin üstünde bir şey görmemesi, kendi kanatlerine göre iyi-kötü, hayır-şer, güzel-çirkin hükümleri getirmesi, Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle kişinin hevâsını ilâhlaştırmasıdır. “Şimdi sen, kendi hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz hâlâ öğüt ve ibret alıp düşünmeyecek misiniz?” 883
Bu âyette geçen “bir ilim üzere”, yani “bilgisi olduğu halde” tâbiri, üzerinde durulması gereken bir noktaya dikkat çekmektedir. Hevâsını ilâhlaştıranlar, sıradan kimseler değil; “bilgisi olan” entelektüel kimselerdir. Yine âyette böyle sapıkların irşâdının çok zor olduğuna işaret edilmektedir. Öyleyse mutlak hakikatten/gerçek ve kesin bilgiden, Rabbânî ilimden/vahiyden uzaklaşarak, şeytanın kurulu dünyasındaki saltanatına râm olmuş modern zihniyeti, bu noktadan ele almalıyız. Tefsirlerde işaret edilen bu tip karakterle uygun kişilik sergileyen Bel’am bin Baura ve Umeyye bin Ebi’s-Salt ve her dönemdeki benzerleridir. Bel’am karakterlilerden olmamak için; hak ilme uymak ve dünyaya meyletmemek, hevâya kul olmamak gerekmektedir.
Bir başka âyette, hevâya uymak, yani dinî ölçülere ters düşen ölçüler, değerler koymak, bir başka ifadeyle ferdiyetçilik, egoizm, bencillik, menfaatperestlik sapıklığın en büyüğü olarak vurgulanmaktadır: “Allah’tan bir yol gösterici olmadan hevâsına uyanlardan daha sapık kim vardır?”884 İbn Kesir’in dediği gibi, “kendi nefsinin arzusuna göre neyi güzel görmüşse, o şey o kimsenin dini ve mezhebi
878] Suad Yıldırım., Kur’an’da Ulûhiyet, Kayıhan Y. s. 289-290
879] Taberânî; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetu’l-Lehefân, 2/148; Elmalılı, 6/70; Ş. İslâm Ansiklopedisi 2/397
880] 53/Necm, 23
881] 29/Ankebût, 28-29; 45/Câsiye, 23
882] Veli Ulutürk, Kur’ân-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor?, Çağlayan Y. s. 280
883] 45/Câsiye, 23
884] 28/Kasas, 50
NEFS
- 195 -
olmuştur.”885 “Bir ruh ki, sâbit ölçüleri yitirir, belli mikyasları kaybeder, mazbut değerlerden mahrum olursa arzu ve isteklerinin mahkûmu olur, kendisine tapılırsa artık o ruh, hiçbir ölçüyü kabul etmez, hiçbir ciddîliği benimsemez. Hiçbir mantık kaidesini dinlemez. Azgın heveslerini tanrılaştırmaktan ve onlara tapınmaktan başka bir şey yapmaz.” 886
Mevdûdî, Câsiye sûresi, 23. âyeti tefsir ederken şöyle der: “Hevâ ve hevesini tanrı edinmek” ifadesiyle bir kimsenin nefsinin her istediğini yapması ve yaptığı işin Allah indinde haram mı, helâl mi olduğunu dikkate almadan davranması kast olunmaktadır. Böyle bir insan, Allah emretmiş bile olsa, eğer nefsi istemiyorsa o işi yapmaz. İşte bu kimse, nefsine itaat ettiği şekilde, başkalarına da itaat ediyorsa şayet; o kimseleri, o kimselerin hevâlarını da tanrı edinmiş olur. Her ne kadar bu kimse, kendi keyfini ve o kimseleri ilâh ve mâbud edinmediğini söylese de veya o kimselerin putunu yaparak onlara tapmasa da onları tanrı edinmiştir. Çünkü bu kayıtsız şartsız teslimiyeti, onun bu kimseleri tanrı edindiğinin bilfiil ispatıdır. Ve bu da apaçık şirktir. Allah’tan başkasına bu şekilde itaat eden kimse, itaat ettiği kimseye secde etmemekle ve diliyle onun ilâh olduğunu söylememekle, şirkten kurtulamaz. Nitekim diğer büyük müfessirler de bu âyeti, bu şekilde yorumlamışlardır. İbn Cerîr, “Allah’ın koyduğu helâl ve haramı dikkate almadan hevâsına/nefsinin arzusuna göre davranan kimse, nefsini ilâh edinmiş olur” demektedir. Cessâs ise, “böyle bir kimse, mü’minlerin Allah’a itaat ettiği gibi nefsine itaat eder” derken, Zemahşerî; ‘nefsinin yönlendirdiği gibi hareket eden kimse, nefsine tıpkı Allah’a itaat edildiği gibi itaat etmektedir’ der.” 887
Her kötü iş ve söz, hevâdan, hevâsına tutsak olan kişinin cehâletinden ve zâlimliğinden kaynaklanır. İnsandaki her şerrin kaynağı odur. İnsan, hevânın kontrolüne girmek istemiyorsa, faydalı ilimle cehâleti, sâlih amelle zulmü bertaraf etmelidir. “Zulmedenler bilgisizce hevâlarına uydular.”888 Bilgisizlikle hevâya uymak birleşince zulüm ve küfür ortaya çıkmaktadır. Allah Teâlâ, Dâvud (a.s.)’a şöyle tavsiyede bulunur: “Hevâna tâbi olma ki, bu seni Allah yolundan saptırır.”889 Çünkü hevâ cismânî lezzetlere dalmaya, ruhânî saâdeti elde etmeyle meşgul olmamaya dâvet eder. 890
İslâm’ın önemli hedeflerinden birisi, insanın arzu ve isteklerine boyun eğmesini engelleyip insanı olgunlaştırmak ve böylece yeryüzünü ıslah etmektir. Çünkü nefsin arzuları insanın fıtratını/doğal meyillerini bozar. İnsanın temâyüllerinin tabiatta özel bir düzen ve tertibi vardır. Bu âhenk ve nizam, itidal ve muvâzeneyi gerektirir. İnsan, hevâsına uyarsa bu itidal ve muvâzene, denge kaybolur, adâlet ölçüleri çiğnenir ve iş zulme varır. “Eğer hak, onların hevâlarına/arzularına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) fesâda (bozulmaya) uğrardı…” 891
Demek istiyoruz ki; lüzumsuzlarla meşgul olan, lüzumludan mahrum kalır.
885] İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, 11/6012
886] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an, Hikmet Y. c. 10, s. 533
887] Mevdûdi, Tefhîmu’l-Kur’an, insan Y. c. 5, s. 308-309
888] 30/Rûm, 29
889] 38/Sâd, 26
890] Fahreddin Râzi, Mefâtuhu’l Gayb, c. 12, s. 63
891] 23/Mü’minûn, 71
- 196 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm’a tâbi olmayan mutlaka başka yollara düşer; Allah’a kul olmayan başkalarına kul köle olur. Rasûlullah’ın getirdiklerine teslim olmayan, mü’minlik sıfatını yitirir, hevâsını ilâhlaştırmış olur. Büyüklük/olgunluk, hevâya göre hareket değil; İslâm’a teslim olabilmektir. Firâsetli ve ihlâslı neslin yetişmesinden rahatsız olan bâtıl ideolojiler hep insanların hevâ ve heveslerine hoş gelecek işler yapmaktalar ve bu kanalla insanları kendilerine bağlamaktadırlar. Müslüman, Hakkın ölçüsüne uymak zorundadır. Hevâya uyanlar Hâviye’ye düşerler. Cehennem çukuru anlamındaki “hâviye”, “hevâ”dan gelmektedir. 892
Materyalist düzen ve tüketim toplumu olmak, piyasadaki anlayış doğrultusunda özgürlük fikri, reklâmlarla galeyana getirilen mala karşı aşırı istek, “dünyaya bir defa geldik, ne kadar zevk alırsak o kârdır” zihniyeti, moda, teşhircilik, vitrine/kaportaya/makyaja verilen değer gibi konuların tümü hep hevâ kavramıyla, arzuları putlaştırmayla çok yakından ilgilidir.
Aklın, Hevânın/Kötü Arzuların Güdümüne Girmesi: Hz. Peygamber, evrensel bir ahlâk, üstün bir hayat tarzına sahiptir.893 Çünkü o hevâsına, yani arzu ve heveslerine göre konuşmaz. Bundan dolayı da sapmış (dâl) ve aldatılmış (ğâvî) değildir.894 Zira kişi ancak aklını arzularının güdümüne teslim ederse, sapıtır ve dengenin en güzel ifadesi olan adâletten ayrılır. Bundan dolayı iman edenler hevâya uymaktan sakındırılmışlardır.895 Gerçekten de hevâya tâbi olmak, Allah'la karşılıklı ilişki ve davranış tarzı anlamındaki hidâyetin kalbe yerleşmesine ve kişinin davranışlarına yansıyan bir nitelik olmasına, tevhid nûrunun kalbi aydınlatmasına engel teşkil etmektedir. Fertlerin dengede bulunmalarının en büyük dayanaklarından birisi olan âhiret ve hesap şuurunun unutulmasının perde arkasında da, hevâya/arzu ve heveslere uyma davranışı vardır. 896
Şâtıbî'nin dediği gibi, iki düzen vardır. Biri, vahye dayalı düzen; diğeri de hevâ; üçüncüsü (bunun orta yolu) yoktur. Hevâ, insan hayatını düzenlemede dinin karşısına çıkışların genel adıdır. 897
Hevâya uymanın temelindeki hastalıklardan biri, Allah ve Rasûlü’nün emrini dinlemeyip kendi nefsinin hoşgördüğü, şehvetinin, yani haram tutku ve ihtiraslarının tatmin olacağı şekilde hareket etmektir. İmam Kurtubî, azgınlığın kaynağı olan bu duygu ve davranışa hevâ denilmesinin sebebi, “sahibini cehenneme götürdüğü içindir” der.898 Hevâ ile hâviye arasında kesin bir ilişki vardır; Hevâ, cehennem uçurumu anlamındaki hâviyeye düşüren şeydir.
Hevâ kavramını daha iyi tanıyabilmek için, “tuğyan”, “zulüm”, “istikbâr”, “ifsâd”, “ifsâd”, “fısk”, “zan” ve benzeri kavramları da çok iyi bilip anlamak gerekir. Zira bu ve benzeri kavramlar, hevânın ayrı ayrı tezâhürleridir. Hevâ, vahye karşı isyan edip Allah’ın ulûhiyet ve rubûbiyetine inanmayanların en büyük putlarıdır. Hevâ, sahibinin durumuna göre, belli aklî ve mantıkî silâhlarla silâhlanır. Bu silâhlar, “inkâr, câhil görme, şek/şüphe, te’vil, alaya ve hafife alma, kulak verir
892] Halil Atalay, Fikrî Tevhide Doğru, Ribat Neşriyat, s. 19-23
893] 68/Kalem, 4
894] 53/Necm, 2-3
895] 4/Nisâ, 135
896] 38/Sâd, 26; Yaşar Düzenli, Kur'an Işığında Evrensel Dengeler ve insan, İFAV Y., s. 265
897] Şâtıbî, el-İ'tisâm, 1/46
898] el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 19/208
NEFS
- 197 -
gibi görünüp ilgilenmeme, iftira ve en nihayet güç kullanarak Allah’ın emirlerine karşı koyma şeklinde ortaya çıkar.
Fitne ve şirkin temelinde hevâ yatmaktadır. Çünkü şirk ve küfür ehlinin, vahyin fıtrî akılla çatışmadığını kavrayamamaları sebebiyle ondan yüz çevirip istikbarda bulunmaları hevânın onların basîretlerini körleştirmesindendir. “Semûd (kavmine gelince), Biz onlara doğru yolu gösterdik. Ancak onlar körlüğü hidâyete (karşı tercihle) severek üstün tuttular.”899 Buradaki körlük, kalplerin körlüğüdür. İnsan, irâdesini hevâsının eline verdiğinde aldığı kararlar da, hevâsına uygun olacaktır. Hevânın irâdesinde; takvâ, adâlet, şefkat ve insaf yoktur. Çünkü Allah Kur’an’da; “Kendisinin yanında Allah’tan bir hidâyet olmaksızın, hevâsına uyandan daha dalâlete/sapıklığa düşmüş kim olabilir?”900 buyururken, hevâya uymanın, dindeki tüm bozuluşların başlangıcı olduğunu haber vermektedir.
Rasûlullah’ın, Kur’an’ın emrine uyarak “sadece vahye uyduğunu ve müşriklerin hevâlarına asla uymayacağını söylemesi”nin özünde, tevhid dini İslâm’ın büyük siyaseti bulunmaktadır. “Velâ” (Allah’a, Rasûlüne ve mü’minlerin emîrine dostluk ve bağlılık) ve “berâ” (İslâmî olmayan her şeyden uzak olma ve onu inkâr) ancak hevâdan arınmakla mümkündür. İslâm’da hidâyetin ve imanın sıhhati, velâ ve berâ kavramlarının yerli yerince oturtulmasına bağlıdır.
İman ve şirki, hidâyet ve hevâyı Kur’an’a uygun tanımlayamayan bir topluluk, Kur’an’a bağlı bir topluluk olamaz. Çünkü iman, genel anlamda sadece kabul edilecek meselenin tasdiki değil; aynı zamanda “hüdâ”dır. Yani o, Allah’ın mü’minlerin kalbine koyduğu bir nurdur. “Bâtıl”ı tanımayan kişi, hakkı ve imanı da tanımamıştır. İşte bu bilgi, iman ve vahiy bilgisidir ki, insan ancak onunla hevâya uymaktan kendini kurtarabilir. 901
Hevâ ehlinin diğer bir özelliği de, Allah’ın zikrinden uzak olup kalplerinin mühürlü olmasıdır. Hevâlarına uyanlar, Allah’ı, âhireti hatırlayıp bir adları da zikir olan Kur’an ve namazdan uzak olan kimselerdir. Ya sürekli kendi hevâlarının çizdiği yoldan giderek kendi arzu, görüş ve düşüncelerini putlaştırırlar veya ezilmiş mustaz’aflardan ise, nefisleri/egoları zayıfsa, bu kez de daha kuvvetli nefis veya hevânın çekim alanına girerler, uydukları kişilerin hevâlarını putlaştırırlar. “Zikrimizden kalbini gâfil kıldığımız ve hevâsına uyup da işinde aşırı giden(ler)e itaat etme, boyun eğme.” 902; "... Doğrusu birçokları bilgisizce kendi hevâlarına/kötü arzularına uyarak saptırıyorlar. Muhakkak ki Rabbin haddi aşanları çok iyi bilir." 903; "Ona (Kıyâmete) inanmayan ve nefsinin hevâsına/arzularına uyan kimseler sakın seni ondan (Kıyâmete inanmaktan) alıkoymasın; sonra mahvolursun!" 904
Hevânın Kişisel ve Toplumsal (Ahlâkî) Boyutu; Hevâî insanlar Topluluğu
Hevâ bir boşluktur. Kişinin herhangi bir iç dayanağa sahip olmamasıdır. Bu durum ise, kişinin her türlü etkiye açık olmasını, rüzgârın esişine göre vaziyet
899] 41/Fussılet, 17
900] 28/Kasas, 50
901] Kur'an'da Hevâ Kavramı, Muhammed Emin, Misak s. 31-32
902] 18/Kehf, 28
903] 6/En'âm,119
904] 20/Tâhâ, 16
- 198 -
KUR’AN KAVRAMLARI
almasını doğurur. Kişiliksiz, hafif meşrep hale getirir. İşte bu tablo, dengesizliğe iten en müsait bir atmosferdir. Böylesine bir fert ve onlardan oluşmuş toplumlar, her türlü zulmü işleyebilir, haksızlık yapabilir. Nitekim Kabil'in, kardeşi Hâbil'i öldürmesi, "nefsinin kardeşini öldürmesini kendisine hoş göstermesi, onun da nefsine/hevâsına itaat etmesinin"905 sonucudur. 906
Takvâ giysisine bürünmeyen insan, çoğu zaman, nefsinin arzu ve irâdesini kendine rehber edinir. Arzu ettiğini elde etmek için nice zahmetlere katlanır, dolambaçlı yolları aşmaya çalışır. “Bu konuda İslâm’ın koyduğu hüküm nedir, bu arzum ve yaptığım Allah’ın rızâsına uygun mudur? Bunu Peygamberimiz’in huzurunda olsam yapabilir miyim? Yapmış olsam Efendimiz’in tavrı ne olurdu?...” gibi soruları ve cevaplarını hatırına bile getirmez. Hep kendi basit hesabını yapar ve planını kurar. Öbür âlemi unutur. Hâlbuki imanın insanı kurtaracak dereceye ulaşması için, insanın arzu ve irâdesini Hz. Peygamber’in getirdiği ahkâmın peşine takması gerekir. 907
İnsanoğlu, ibâdet için yaratılmıştır.908 Fıtrat, nübüvvet ve Kitab gibi ilâhî yardımlara rağmen Allah’ı tanıyıp ibâdet/tapınma ihtiyacını O’na yönlendiremeyen hevâî tipler, her şeyden önce kendi arzularını, zanna dayanan bilgisizce görüşlerini, yanlış kanaatlerini, sapkın düşüncelerini, yani tek kelimeyle “hevâ”larını tanrılaştıracaklardır. Başka bütün putlar, hevâ putunun gölgesinde ortaya çıkacaktır. Hevâ putunu devirdiğinizde diğer putlar kendiliğinden devrilecektir.
Allah’a teslim olmayan kimsenin, bilinçsiz de olsa kendini (hevâsını) tanrılaştırdığı gibi; sadece Allah’ı en büyük kabul edip O’nu tekbir etmeyen kişi de kendini (nefsini, görüşünü, aklını...) en büyük görür. Her nimeti Allah’tan bilip sayısız nimetler için Allah’a şükür ve hamd etmeyen insan, bu fıtrî ihtiyacı, kendini övmekle, kendini methetmekle gidermeye çalışır.
Yine, hevâî şahıs, yaptığı sayısız hatayı kendi üzerine almaz da, nefsini yanlışlardan, kusurlardan, yanılgılardan uzak göstermek ister. Bunun da sebebi, ruhun Allah’ı tesbih etme ihtiyacını, gerçek hedefi olan Allah’a, O’nu tüm noksan sıfatlardan tenzih etmeye, tesbih etmeye yanaşmayan insanın hem kul hem tanrı olması gibi çelişkisidir bu. Hevâsı, yani kendisi bir taraftan tanrı rolünü üstlenirken, bir yandan da hevâ sahibi insan kulluk rolü oynar, arzusu neyi emrediyorsa ona teslim olup kendisi onun pespâye bir kulu ve kölesi olur. Bu iki zıt özelliğin (tanrılık-kulluk) aynı kişide bulunması ise tam bir anarşidir, kaostur, fitnedir, fesaddır, zulümdür, çelişkidir, karakter bozukluğu, şizofreni ve çifte standartlılıktır. Çünkü zıtlar birleşmediği halde, bu iki taban tabana zıt şeyi birleştirmeye kalkışmak, sadece küstahlık değil; sünnetullahın (Allah’ın yeryüzündeki yasalarının) çiğnenmek istenmesidir. Bu zulmün fecî cezasını, başta kendisi çekecek olan hevâî kişi, sonra ilişkide bulunduğu canlı cansız tüm çevresine hastalık bulaştırdığından cezasını topluma da çektirecektir. “Eğer hak, onların hevâlarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) fesâda (bozulmaya) uğrardı…” 909
905] 5/Mâide, 30
906] Yaşar Düzenli, a.g.e., s. 267
907] Halil Atalay, a.g.e. s. 17
908] 51/Zâriyât, 56
909] 23/Mü’minûn, 71
NEFS
- 199 -
Yaratılış gayesini unutan insan, doymak bilmeyen canavar olan hevâsını tatmin etmek için hayat boyu çalışır, koşturur durur. Tüm enerjisini hevâsını doyurmak için harcayan, yine de onu tümüyle tatmin edemeyen zavallı, olumlu tüm cihazlarını, yani zihnini, bilgisini, sevgisini... tanrılaştırdığı bu canavarın hizmetine verdiğinden hakkı anlayamayacak, doğruları göremeyecek, işitemeyecek hale gelir. “Andolsun Biz cin ve insandan birçoğunu (sanki) cehennem için yaratmışız. Zira onların kalpleri vardır, ama onlarla gerçeği kavramazlar; gözleri vardır, lâkin onlarla görmezler; kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da sapıktırlar. Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir.”910 Hevâlarının emrine, denetim ve kulluğuna giren insanların; hakkı, Kur’an’ı ve Peygamber’in tebliğini anlayıp kavrayamadıklarını Rabbimiz şu ifadelerle anlatır: “Onlardan kimi gelip seni dinler. Fakat senin yanından çıkıp gittikleri zaman, kendilerine bilgi verilenlere derler ki: ‘az önce ne demişti? (anlayamadık).’ Bunlar, Allah’ın kalplerini mühürlediği hevâlarına uyan kimselerdir.” 911
Hevâdan kurtulmak veya onun etkisine hiç girmemek için, hevânın zıddı hüdâya yönelmek gerekmektedir. Bunun için de hevânın, hedefini tersine çevirdiği, yozlaştırdığı tekbir, tesbih ve hamde sarılmak gerekiyor. Hevânın hoşlanmadığı gerçek tekbire, hamde, tesbihe ve bütün bunların en güzel şekilde içine serpildiği tevhid eylemi namaza sarılmak, hevâ zehrine panzehir olacaktır. Bütün bunlar, Allah'ın yardımıyla ve onun hüdâsı/hidâyetiyle olacaktır. Allah'ın hüdâsı ise, başta Kur'an olmak üzere, nübüvvet, yani Peygamber rehberliği/sünnet ve bu iki kaynağa bağlı olan selim akıl ve fıtrattır.
Hevâyı tanımak, hüdâya giden yolu açar. Çünkü inkârı inkâr etmek ispata götürür. Kötüyü kötüleyen iyiye ve iyiliğe ulaşır. Yanlışın yanlışlığını ortaya koymak kişiyi doğruya erdirir. Ters yönün tersine gitmek, insanı düze çıkarır. Kur’an, kötü tipleri (Nemrud, Firavun, Hâmân, Karun, Bel’am, İblis vb.) onların kötülükleri anlaşılıp onlar gibi olunmasın diye, o kötülerden yola çıkılıp iyiliğe yol açılsın diye anlatır. Kötü ahlâklı kimse, itici davranışlarıyla kendine ve kendi çirkin ahlâkına düşmanları çoğaltırken, farkında olmadan iyi ahlâkın güzelliklerini tebliğ etmiş olur.
Hevâ; şehvetin, hırs ve şeytanın emrine insanı teslim etmekle, ruhu aşağılara düşürmeye ve bayağılıkların hizmetine sokmaya çalışan İblis oyuncağıdır. Hevâsına kul olan kimse, kötülüğe âşık, harama düşkün, sefâhete hayran, nâhoş zevklerle sarhoş olur. Pislerden ve pisliklerden hoşlanan zavallı biridir o. Hayırlı işlerde tembel ve ürkek, şerde cesur ve atılgan, bozuk bir karakter, tağyîr edilen bir fıtrat, tahrif edilen ölçü... Bunlar hep hevânın eseri ve hevâî insanın renksiz veya çok renkli, yüzsüz veya çok yüzlü yapısı, kişiliksiz veya çok değişken şahsiyetidir.
Hevâî tip, Allah’ın hükmüne ve hakemliğine başvuracağına, kendi hevâsının yargısına mürâcaat eder. Doğru ve yanlışın, güzel ve çirkinin ölçüsü kendi hevâsı (arzusu, menfaati, görüşü, beşerî ideolojisi) dır. Bu, şehvet denilen şiddetli ve çirkin eğilimlerin kıble edinilmesidir. Hevâlîler, yaratılış amaçlarını akıllarıyla düşünmezler. İnsan ülkesinde ins ve cin şeytanlarının yardım ve hileleriyle, kalp adlı kralın da gafletinden yararlanarak yönetimi ele geçiren hevâ, egemenliğini
910] 7/A’râf, 179
911] 47/Muhammed, 16
- 200 -
KUR’AN KAVRAMLARI
pekiştirmek için, kendine karşı devrim yapabilecek düşman olan kalbi, selim aklı, fıtratı, vicdanı, haram-helâl, ayıp-günah duygusunu zincirlere bağlar, prangalara vurur. Artık ilâhlaşan ego, insan ülkesindeki fıtrî düzeni sarsmakta, dengeyi bozmakta, her şeyi altüst etmektedir. Kalp yerine nefsin tek egemen olduğu hevâî insan, sadece gözüyle düşünmekte, doymak bilmeyen midesine/aç gözüne hizmet etmekte, gücünün ve imkânının yettiği her istediğini yapmayı özgürlük saymaktadır.
Hevâsının gösterdiği istikamette imkân ve gücünden başka hiçbir hudut/sınır tanımayan insandır hevâsını tanrı edinen. Hiçbir dâvânın adamı olamayan, günü birlik yaşayan, tek dünyalı, tek gözlü, aç gözlü, at gözlüklü, dolayısıyla hakka karşı kör gözlü biridir o. Nefsinin zaafları, yani hevâsı doğrultusunda hareket eden, hoppa, hafifmeşrep, hayvanî zevkler peşinde koşan, heves ve arzularına düşkün ve düşük kişilere halk arasında “havâî” denir ki, aslı “hevâî”dir; hevâî, yani hevâsına uyan. Boşvermiş bir tiptir hevâî insan; top kafalı, top gibi içi boş (yani hava/hevâ ile dolu) kafa, top gibi boş şeyleri endâd edinerek, hevâ putuna ortak tanrılar arayan Hak’tan gâfil insancık... Allah’a ibâdete zamanı yoktur bu hevâî kişinin; ama faydasız bilgilere, magazin denilen âdî dedikodulara, muzır uğraşlara, geyik muhabbetlerine ve de çeşit çeşit haramlara hem vakit, hem fırsat, hem para ayırabilir. Eğlencede “ayıp”, hele hele “haram” diye bir engel tanımaz. Müzik tutkunu, tv. tutsağı, ilim yerine filmi tercih eden, haram-helâl diye bir ölçüyü unutan, nefsinin kulu kölesi bir tiptir hevâî. Ve bunların oluşturduğu insanat bahçesidir hevâ düzeninin oluşturduğu hevâî toplum.
Haram modayı mubaha, kumarı helâl ticarete, dünya rahatını âhiret saâdetine bilinçsizce tercih eden hevâî kimseler, nefis ve hevâlarına kulluk yapmayı Allah'a kulluğa, O'na teslim olmaya yeğlemiş insanlardır. “Özgürlüğüme kimseyi karıştırmam, memlekette demokrasi var, ben istediğimi yaparım” diyen, buna rağmen nefsinin kulu, kölesi olup arzuları tarafından yönlendirilen ve onun için de hevâsına tapınan, kendini tanrılaştıran azgın bir karakter, dejenere olmuş bir kişilik, menfaatperest bir tip... Yararlı-zararlı, helâl-haram demeden imkânının elverdiği her türlü gıda ile midesini doldurur, hatta bunu yaşama gayesi edinirken; ruhunun hemen hiçbir ihtiyacını giderip tatmin etmeye çalışmayan, süflî arzularının elinde oyuncak bir zavallı...
Bütün bunlar, kızılmaktan ziyade acınacak, çevre ve düzen kurbanlarıdır. Bizim yitik çocuklarımızdır bunlar. Kendilerine gelmeleri, benliklerini bulmaları, bayağı esâretten kurtulmaları için bize çok şey düştüğünü değerlendirmek içindir bu ifadeler. Yoksa bu tiplerin özelliklerini anlatıp kendimizi onlarla mukayese ederek temize çıkarmak için anlaşılmamalı. Ve daha önemlisi, farkında olmayarak da olsa bu özelliklerin en küçüğü bizde, sorumluluğunu yüklendiğimiz yakınlarımızda var mıdır? Akrabalarımızda, komşularımızda, iş yerlerimizde, çevremizde, kısaca bizim ulaşabileceğimiz yerlerde hiç bulunmadığını iddia edebilir miyiz bu tiplerin? Bu konuda bize neler düşüyor? Bu sorulara, boş verirsek, ya da bu hastalıkları tedâvi için doktor rolünü üstlenmez, yakın çevremize kadar gelen bu hevâî ateşin tutuşturduğu yangını, havayı kaplayan ateşleri söndürmek için itfaiyecilik yapmaya çalışmazsak, bu tipler, dünyada değilse bile âhirette yakamıza yapışabilirler, bulduğumuz güzellikleri niye kendilerine ulaştırmadığımızın hesabını sorabilirler.
NEFS
- 201 -
Hevâî tipin nasıl oluştuğu, sebepleri iyi değerlendirilmeli, sivrisinekle mücâdele için bataklığın kurutulmasının şart olduğu unutulmamalıdır. Hevâî düzen ve onun kurumları, düzenin oluşturduğu toplum yapısı ve çevre şartları değişmeden, ürünlerin değişmesini beklemek doğru olmaz. Düzen, müslüman gencin oluşmasını her taraftan engellerken, kurum ve kurallarıyla hevâî insanın ihtiyacı olacak, nefse hoş gelen her çeşit fitne ve fesadı, fuhuş ve kumarı... desteklemekte, hevâî insan, bu sistemin mücâdele ettiği değil; oluşturmayı hedeflediği tip olmaktadır. Darbe ile ele geçirdiği İspanya’yı kırk sene yöneten Franco, "nasıl halk ayaklanmadan bu kadar uzun süre iktidarda kaldın?” diye soranlara şöyle diyordu: “Futbol, müzik, kumar ve uyuşturucu sâyesinde!” insanları bunlarla meşgul edince, başka şeylere ayıracak zamanları kalmayacaktır. Bir de buna hayat pahalılığı, işsizlik, particilik, tv. hastalığı, kahvehane hayatını da eklerseniz, hevâî düzeninizi değil kırk, yüz kırk sene de sürdürürsünüz. Ama unutmamalı ki, onların hevâî düzenlerini sürdürmeleri için hesabı varsa, Allah’ın da; sadece Allah’a kulluk yapan mü’minlerin de bir hesabı vardır: “Zâlimler, hangi inkılâbla devrileceklerini, nasıl bir dönüşe (âkıbete) döndürüleceklerini yakında bilecekler (ve görecekler).” 912
İfrat ve tefrit; Kur’an referanslı düşünüp yaşamayanların en temel problemi... Kimi boşvermişlik, kimi de takvâ adına aşırılıklar sırât-ı müstakîmin önünde engel olmaktadır. Nefis konusunda da, nefsin oyununa gelip aşırılıklardan birini seçme durumunda kalıyor insanlar. Nefsin emmâre özelliğini, kötü arzularını, yani Kur’an’ın tâbiriyle hevâyı alabildiğine tatmin etme arzusuyla yanıp tutuşan halk yığınlarının bu tavrına Kur’an hevâyı putlaştırma diyor.913 Buna tepki de, nefsi öldürülesi bir canavar görme şeklinde tarihten bu yana ortaya çıkmış. Kur’ân-ı Kerim’de Yüce Allah; “...Nefislerinizi öldürmeyin.”914 diye emrettiği halde.
Allah, nefsi insana zulüm olsun diye yaratmamış. Tam tersine insanın olgunlaşması ve derecesinin yükselme için bir araç olarak ihsan etmiş. Zâten nefis olmadan, insanın imtihana tâbi tutulması, yaratıkların en güzeli ve en hayırlısı olmasına da imkân yoktur. Kur’an, insana kendi kusurlarını ve nefsin problemlerini sayarak nasıl tedbir alınması gerektiğini belirtir. Nefsin isteklerine mubah istikametler çizmesi ve arzularına sınır koyması gerektiği halde, nefisten şikâyet edip onu yok etmeye (ki, bu mümkün de değildir) çalışıp olmayacak işlerle uğraşır nice insan.
Kur’an’ın beyanlarına göre “nefsine zulmetmek”, günahkârların ve daha çok da kâfirlerin özelliğidir. Peygamberimiz’in ifâde ettiği gibi, cesedinin/nefsinin senin üzerinde hakkı vardır.915 Hadis-i şeriflerde nefsini müdâfaa için öldürülenin şehid olduğu vurgulanır.916 Kur’an’da “...Nefislerinizi ayıplamayın...”917 diye emredildiği halde, nefisler suçlanır hep. Hâlbuki nefis, insanın kendisidir. Suç ve günah varsa, insan kendisi işlemiştir onu. Ve suçu yükleyecek bir yer arayacağına kendi hatasını kabul ve itiraf edip hemen tevbeye sarılmalı, Allah’ın affına mürâcaat etmelidir. Şeytanın bir oyunu da, kişinin yaptığı suçu kabullenmesini
912] 26/Şuarâ, 277
913] 25/Furkan, 43; 45/Câsiye, 23
914] 4/Nisâ, 29
915] Müslim, Sıyâm 193
916] Bk. S. Müslim Tercüme ve Şerhi, A. Davudoğlu, Sönmez Y. c. 2, s. 7
917] 49/Hucurât, 11
- 202 -
KUR’AN KAVRAMLARI
engelleyip bir günah keçisi aratmasıdır. Bir günah veya bir dinî görevi ihmal varsa, suçlu “ya yahûdidir, ya düzendir, veya çevre, ya da nefis.” Böyle düşünen kimse tevbe kapısına yaklaşamayacak ve temiz bir sayfa açıp olgunlaşamayacaktır; kısır döngü içinde suçu bir yerlere yamayıp rahat edecektir... Ve kolaycılık bu konuda da kendini gösterecektir: “Nefis merhale merhaledir, sınıf sistemi gibi basamak basamaktır. En alttaki nefis, emmâre olan nefistir...” Bazı yaptırımlarla (ki, bunların en kolayı bir şeyhe bağlanıp, her şeyi ona havâle etmektir) insan, nefsine sınıf atlattıracak, râdıye, mardıye, kâmile gibi zirvelere tırmandıracaktır. O durumdaki nefis de kötülüğü artık hiç emretmeyeceğinden iş otomatiğe bağlanmış, kendiliğinden kurtulma yolu sonuna kadar açılmış olacaktır.
Hâlbuki nefsin ilk ve en alttaki basamağı sayılan emmâre vasfı, Hz. Yusuf tarafından dillendirilmiştir.918 Bu mantığa göre Yusuf (a.s.), hem de först leydinin isteğine olumsuz cevap verdiği halde, insan duygularının, yani nefsin kötülüğü şiddetle emrettiğini, günahlardan hevânın zevk alacağını vurgular. Âyetin başında da nefsin tümüyle tebrie edilip temize çıkartılmasının yanlış olduğunu vurgulama ihtiyacı duymuştur. Çünkü nefsin doğasında kötülüğü emretme vardır. Bu, tevhid şuuru ve Kur’an ahlâkıyla hayat boyu terbiye edilecek, ama buna rağmen, ölüme kadar insanda bulunan nefis, fırsat buldukça kötülüğü emretmeye çalışacaktır. Böylece müslüman da son nefesini verinceye kadar olgunlaşmaya ve derecelerini arttırmaya devam etmiş olacaktır.
Nefis altı-yedi tane değil; bir tanedir. İnsan nefsi, zaman zaman uysallaşır, kendisine ilham edilen takvâ ağır basar; zaman zaman azgınlaşır, kendine ilham edilmiş fücur isteği ile dolar. “Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de fücûru (kötülükleri) ve takvâyı (iyilikleri) ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.”919 Nefis, devamlı terbiye ve ıslah edilmeye ihtiyaç hissettirir. İnsan hangi yaşta ve hangi seviyede bulunursa bulunsun, yine insandır, beşerdir. Hata yapma ihtimali ve meyli hâlâ olacaktır. Hevâsının bazı kötülük ve günahlardan zevk alması devam edecektir. Kur’an talebesi müslümana düşen görev, ibâdet ve ihsan çizgisini sürekli yaşayarak, takvâya da meyilli olan nefsini ölünceye kadar ıslah etmeye ve onun isteklerine karşı uyanık ve dikkatli olmaya gayret etmektir. Nefsini, hevâsını aklının ve imanının kontrolünde tutmaktır. Bu dikkat gösterilmezse, hangi yaş ve hangi seviyede olursa olsun hevâ insanı mahvedebilecek, hatta insanın tanrısı olabilecektir. Nefsine hâkim olan, kimseye mahkûm olmaz. İnsan gâlibiyeti içinde kazanır veya mağlûbiyet, onu kendi içinde yakalar.
Tasavvufun etkisiyle insanlarımıza hâkim olan yanlış nefis anlayışının Kur’an’daki nefis kavramıyla sağlaması yapılmalı, ifrat ve tefritten kaçınılarak hayat boyu bize kötülüğü emredecek olan nefsin oyununa gelmeden ona hâkim olmaya gayret edilmelidir. Hevânın hâkim olduğu kalp, her türlü bireysel ahlâksızlığın, toplumsal fesâdın, her çeşit pislik, kötülük ve zulmün kaynağı olan şirkin bulaşıcı mikroplarının toplandığı yerdir. Bunun yanında, nefse karşı da âdil olmak, nefsimizin de bizim üzerimizde hakkının olduğunu unutmamak gerekmektedir. Müslümana yakışan, nefis kaynaklı hevâya değil; İlâhî kaynaklı hüdâya, tâbi olmaktır. Başkalarının hevâsına değil; ilme/vahye sarılmaktır. Nefsin
918] 12/Yusuf, 53
919] 91/Şems, 7-10
NEFS
- 203 -
kötülüğü emreden özelliğine iman ve takvânın imkânlarıyla cevap verebilmektir. Esselâmu alâ men ittebea'l-hüdâ. Hevâya değil; hüdâya tâbi olanlara selâm olsun!
"Rabbinizden size indirilene uyun. O'ndan başka evliyânın ardına düşmeyin. Siz ne kadar az hatırınıza getiriyorsunuz?" 920; “Tuğyân edene/azana ve dünya hayatını âhirete tercih edene, şüphesiz cehennem tek barınaktır. Rabbinın makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştıran için ise şüphesiz cennet yegâne barınaktır."921; “Ey huzura kavuşmuş nefs/ruh! Sen O’ndan hoşnut, O da senden râzı olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl. Gir Cennetime!” 922
920] 7/A'râf, 3
921] 79/Nâziât, 40-41
922] 89/Fecr, 27-30
- 204 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Nefis Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Nefis ve Türevleriyle İlgili Âyet-i Kerimeler (Toplam 298 Yerde): 2/Bakara, 9, 44, 48, 48, 54, 54, 57, 72, 84, 85, 87, 90, 102, 109, 110, 123, 123, 130, 155, 187, 207, 223, 228, 231, 233, 234, 234, 235, 235, 240, 265, 272, 281, 284, 286; 3/Âl-i İmrân, 25, 28, 30, 30, 61, 61, 69, 93, 117, 117, 135, 145, 154, 154, 161, 164, 165, 168, 178, 185, 186; 4/Nisâ, 1, 4, 29, 49, 63, 64, 65, 66, 79, 84, 95, 95, 97, 107, 110, 111, 113, 128, 135; 5/Mâide, 25, 30, 32, 32, 45, 45, 52, 70, 80, 105, 116, 116; ; 6/En'âm, 12, 12, 20, 24, 26, 54, 70, 93, 98, 104, 123, 130, 130; 151, 152, 158, 164; 7/A'râf, 9, 23, 37, 42, 53, 160, 172, 177, 188, 189, 192, 197, 205; 8/Enfâl, 53, 72; 9/Tevbe, 17, 20, 35, 36, 41, 42, 44, 55, 70, 81, 85, 88, 111, 118, 120, 120, 128; 10/Yûnus, 15, 23, 30, 44, 49, 54, 100, 108; 11/Hûd, 21, 31, 101, 105; 12/Yûsuf, 18, 23, 26, 30, 32, 51, 51, 53, 53, 54, 68, 77, 83; 13/Ra'd, 11, 16, 23, 42; 14/İbrâhim, 22, 45, 51; 16/Nahl, 7, 28, 32, 72, 89, 111, 111, 111, 118; 17/İsrâ, 7, 14, 15, 25, 33; 18/Kehf, 6, 28, 35, 51, 74, 74; 20/Tâhâ, 15, 40, 41, 67, 96; 21/Enbiyâ, 35, 43, 47, 64, 102; 23/Mü'minûn, 62, 103; 24/Nûr, 6, 12, 61, 61; 25/Furkan, 3, 21, 68; 26/Şuarâ, 3; 27/Neml, 14, 40, 44, 92; 28/Kasas, 16, 19, 33; 29/Ankebût, 6, 40, 57; 30/Rûm, 8, 9, 21, 28, 28, 44; 31/Lokman, 12, 28, 34, 34; 32/Secde, 13, 17, 27; 33/Ahzâb, 6, 37, 50; 34/Sebe', 19, 50; 35/Fâtır, 8, 18, 32; 36/Yâsin, 36, 54; 37/Sâffât, 13; 39/Zümer, 6, 15, 41, 42, 53, 56, 70; 40/Mü'min, 10, 17; 41/Fussılet, 31, 46, 53; 42/Şûrâ, 11, 45; 43/Zuhruf, 71, 45/Câsiye, 15, 22; 47/Muhammed, 38; 48/Fetih, 10; 49/Hucurât, 11, 15; 50/Kaf, 16, 21; 51/Zâriyât, 21; 53/Necm, 23, 32; 57/Hadîd, 14, 22; 58/Mücâdele, 8; 59/Haşr, 9, 9, 18, 19; 61/Saff, 11; 63/Münâfıkun, 11; 64/Teğâbün, 16, 16; 65/Talâk, 1, 7; 66/Tahrîm, 6; 73/Müzzemmil, 20; 74/Müddessir, 38; 75/Kıyâme, 2, 14; 79/Nâziât, 40; 81/Tekvîr, 7, 14, 18; 82/İnfitâr, 5, 19, 19; 83/Mutaffifîn, 26, 26; 86/Târık, 4; 89/Fecr, 27; 91/Şems, 7.
B- Kur’ân-ı Kerim’de Hevâ Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (38 yerde): 2/Bakara, 87, 120, 145; 4/Nisâ, 135; 5/Mâide, 48, 49, 70, 77; 6/En’âm, 56, 71, 119, 150; 7/A’râf, 176; 13/Ra’d, 37; 14/İbrâhim, 37, 43; 18/Kehf, 28; 20/Tâhâ, 16, 81; 22/Hacc, 31; 23/Mü’minûn, 71; 25/Furkan, 43; 28/Kasas, 50, 50; 30/Rûm, 29; 38/Sâd, 26; 42/şûrâ, 15; 45/Câsiye, 18, 23; 47/Muhammed, 14, 16; 53/Necm, 1, 3, 23, 53; 54/Kamer, 3; 79/Nâziât, 40; 101/Karia, 9.
C- Nefis Konusuyla İlgili Âyet-i KerimelerNefis, Kötülüğü Emreder: 12/Yûsuf, 53Nefsin İsteklerini Putlaştırmak: 45/Câsiye, 23; 91/Şems, 10Nefis Islahı: 5/Mâide, 105; 6/En’âm, 48; 7/A’râf, 35; 91/Şems, 9.Nefis Mücâdelesi: 29/Ankebût, 6, 69; 79/Nâziât, 40-41.
Nefse Hâkimiyet: 3/Âl-i İmrân, 39.
Nefs-i Emmâre: 12/Yusuf, 53
Nefs-i Levvâme: 75/Kıyâmet, 2.
Nefs-i Râdıye ve Mardıyye: 89/Fecr, 27-30.
Nefs-i Mutmainne: 89/Fecr, 27-30
Nefsi ve Âileyi Ateşten Koruma Sorumluluğu: 66/Tahrîm, 6.
Nefis Konusuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur'an'da Nefs Kavramı, Ahmet Ögke, insan Y.
2. Nefs Risalesi, Ömer Yıldız, Umran Y.
3. Nefis Tezkiyesi, İmam Humeyni, Çev. Kadri Çelik, İkbal Y.
4. Nefs Terbiyesi, İmam Humeyni, Objektif Y.
5. Nefs-i Mutmainne, A. Hüseyin Destgayb, Çev. Aziz Çınar, Şefik Onar, insan Y.
6. Nefsin Ayıpları ve Terbiye Yolları (Uyûbu’n-Nefs), Ebû Abdurrahman es-Sülemî, Çev. S. Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat
7. Nefsin Terbiyesi, Mehmet Zahid Kotku, Seha Neşriyat
8. Mîzânü’n-Nüfûs, Hafız H. Hulûsi, Esma Y.
9. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 5, s. 72-74 (Ahmet Özalp), Nefs-i Emmâre, 5/74 (Ömer Tellioğlu), Nefs-i Levvâme 74-75 (Ö. Tellioğlu), N. Mutmainne 75 (Nureddin Turgay), Râdıye, 75-76 (Muhiddin Bağçeci)
10. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 16, s. 71-78
11. İslâm Ansiklopedisi, E. E. Calverley, Nefis maddesi, IX, M. Eğitim Basımevi, İst. 1964
12. Kur'an'da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 141-166
13. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 205-207
14. Elmalılı Tefsirinde Kur’anî Terimler ve Deyimler, Mehmet Yaşar Soyalan, Ağaç Y. s. 253-254
15. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 492-494
NEFS
- 205 -
16. TDV. İslâm Ansiklopedisi, (M. Çağrıcı), TDV Y. c. 17, s. 274-276; (Y. Ş. Yavuz), c. 10, s. 505-507
17. Kur’anda Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. s. 190-193
18. Kur’an’da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hibaş Y. s. 254-255
19. Kur'an'da Şer Problemi, Lutfullah Cebeci, Akçağ Y. s. 145-150
20. Kur'ânî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mîr, İnkılâb Y. s. 84
21. İslâm ve Sosyal Değişim, İhsan Eliaçık, Bengisu Y. s. 90-91
22. Fikrî Tevhide Doğru, Halil Atalay, Ribat Neşriyat, s. 17-23
23. Merak Ettiklerimiz, Âdem Tatlı, Mehmet Dikmen, Cihan Y. s. 420-423
24. Kur'an Işığında Evrensel Dengeler ve insan, Yaşar Düzenli, s. 265-268
25. Fıtratın Dirilişi, Sadık Kılıç, İnkılab Y. s. 74-84
26. Kur'an'da insan Psikolojisi, Hayati Aydın, s. 203-206
27. Kur’an’da Temel Kavramlar, Harun Yahya, Vural Y. s. 43-46
28. Kur’an’da insan Psikolojisi, Hayati Aydın, Timaş Y. s. 203-207
29. Kur'an'da Ulûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. s. 289-290
30. İslâm Düşüncesinde Ahlâk, Mustafa Çağrıcı, s. 30-31
31. Fikrî Tevhide Doğru, Halil Atalay, Ribat Neşriyat, s. 17-23
32. İhyâi Ulûmi'd-Din, İmam Gazzâli, Bedir Y. c. 3
33. Kur’an’da Temel Kavramlar, Harun Yahya, Vural Y. s. 30-35
34. Tetkiklerde Metod ve Tenkid, M. Said Çekmegil, Sanih Y. s. 104-112
35. Kur'an'da İman Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 227-228
36. Nur'dan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c. 1, s. 102-105
37. İnsan Bilinmezi, Haluk Nurbaki, Hilâl Y. s. 117-152
38. İnsan ve insanüstü, Süleyman Ateş, Dergâh Y. s. 169-181
39. Ruh, İçimizdeki Biz, Ramazan Özcankaya, Hayat Y.
40. Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ethem Cebecioğlu, Rehber Y. s. 545-549
41. Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Süleyman Uludağ, Marifet Y.
42. Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, Abdülbâki Gölpınarlı, İnkılap ve Aka Y.
43. Tasavvuf Kültüründe Hadis, Tasavvuf Kaynaklarındaki Tartışmalı Rivâyetler, Muhittin Uysal, Yediveren Y.
44. Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, Ahmet Yıldırım, T. Diyanet Vakfı Y.
45. Şeyh Efendilerle Görüşme, Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış, Abdülaziz Bayındır, Süleymaniye Vakfı Y.
46. Duâda Evliyayı Aracı Kılma ve Şirk, Abdülaziz Bayındır, Süleymaniye Vakfı Y.
47. Tasavvuf ve İslâm (Dün-Bugün), İbrahim Sarmış, Yöneliş Y.
48. Tasavvuf ve İslâm, Ercümed Özkan, Anlam Y.
49. Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm, İbrahim Sarmış, Ekin Y.
50. Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 404
51. Nefsin Yedi Mertebesine Dair Risâle, Anonim Eser, El yazma, İst. Süleymaniye Kütüphanesi, Kasideci Zâde, No: 703/6
52. Kur'an'da Hevâ Kavramı, Muhammed Emin, Misak Dergisi, s. 31-32
53. “Nefs” Kavramı Çerçevesinde Kur’an’da Kişiliğin Tekâmül Aşamaları, Fevzi Zülaloğlu, Hak Söz, sayı 69, Aralık 1996
54. Nefis Kelimesinin Kur’an’da Kullanılışı Hakkında Bazı Notlar, Regis Blachere, At. Üniv. İlâhiyat Fak. Dergisi, sayı 5, Erzurum, 1982

Okunma 1376 kez
Bu kategorideki diğerleri: « NAMAZ (SALÂT) VE İKAMESİ NESH »