Cumartesi, 06 Şubat 2021 13:48

CİN

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

CİN


• Cinn; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Cin Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Cin Kavramı
• Cin Konusuyla İlgili Bazı Meseleler
• Fetişizm; Büyü ve Korku Dini
• Cin Sûresi
• Cinnet/Cünûn
• Melek, Cin, Şeytan Gibi Rûhânî Varlıkları Allah’a Şirk/Ortak Koşanlar
• İfrît, Peri
• Gûl ve Gûlyabaniler
• Nazar Değmesi
• Sihir/Büyü
• Kehânet ve Arâfet/Arrâflık
• Tütsüleme inancı
• Rukye İnancı
• Muskalar (Temâim)
“(Rasûlüm!) De ki: Cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum Kur’an’ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: ‘Gerçekten biz, doğru yola ileten hârikulâde güzel bir Kur’an dinledik. Biz de ona iman ettik. (Artık) Kimseyi Rabbimize asla şirk/ortak koşmayacağız.” 1512
Cinn; Anlam ve Mâhiyeti
Cin Kelimesinin Lügat ve Terim Anlamı: “Cin” ismi, Arapça “cenne” kelimesinden gelir. Cenne: Örttü, gizledi, gölgeledi demektir. Kelimenin aslı, bir şeyi duyulardan gizlemek anlamındadır. Nitekim toprağı örtülmüş bağ ve bahçeye, aynı kökten gelen cennet adı verilir. Cenin, ana rahminde saklı kalan çocuk, cenan, göğüs içinde gizlenen kalp, cinnet ve cünûn, nefis ile akıl arasında perde olan delilik anlamına gelir. Bu kelimelerin hepsinde histen gizleme anlamı vardır. Gizlenmek, gizli kalmak, gözle görülmeyen gizli kuvvetler anlamına gelen cin, bu esasa göre, izli yaratıklar cinsine delâlet eden bir cins isimdir.
Cinlere gizlendiklerinden dolayı cin adı verilmiştir. Çünkü “ictinas” gizlenmek anlamındadır. Cennet de ehlini ağaçlarıyla gizlediğinden bu adı almıştır.
Kur’ân-ı Kerim’de cinn, cânn ve cinnet adlarıyla anılmışlardır. Erkeklerine cinnî, dişilerine ise cinniyye adı verilir. Cinlerin bir tek ferdine “cinnî” denir. “cânn” kelimesi cin ile eşanlamdır. Ğûl ve ifrit cinlerin değişik türleridir.
1512] 72/Cinn, 1-2
- 324 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm’dan önce Arabistan’da cinler, çölün “satyre” ve “nymphe”leri idi. Tabiat hayatının, insanların hükmü altına girmemiş ve düşman kalmış tarafını temsil ediyorlardı. Fakat Hz. Peygamber (s.a.s.)’in bey’ati esnasında cinler önemli ve bilinmeyen ilâhlar arasına girmekte idiler. Mekke Arapları cinler ile Allah arasında bir nesep yakınlığı bulunduğunu söylerler,1513 onları Allah’ın ortakları mertebesine çıkarırlar1514 ve onlardan yardım dilerlerdi.1515
Cinin varlığı Kur’an ve sünnet ile sabittir. Hatta cinler hakkında başlı başına bir sûre mevcuttur. Hayat sahibi yaratıklar yalnız şu madde dünyasındaki insanlarla, çeşitlerini bilemediğimiz hayvanlardan ibaret değildir. Melekler Allah’a itaattan asla ayrılmazlar. Göklerde bulunurlar, ancak Allahu Teâlâ’nın emriyle yeryüzüne iner, tekrar göklere yükselirler. Cinler ise, insanlar gibi yeryüzünde bulunurlar. Mü’minleri ve kâfirleri vardır. Meleklerin ve cinlerin varlığı, Kur’an ve sünnetle sabit olduğundan, bunları inkâr etmek, İslâm akîdesini zedeler.1516
Bütün metafizik, metapsişik ve spiritüel değerler ve gerçekler konusunda olduğu gibi cin ve şeytan konusunda da tek kaynağımız Kur’ân-ı Kerim’dir. Bilindiği üzere ruh, melek, cin ve şeytan gibi bazılarını beş duyumuzla asla algılayamadığımız, bazılarını ise çok nâdir olarak duyumsar gibi olduğumuz varlıklara ilişkin bilgiler ancak vahiy sayesinde insana ulaşmıştır.
Kur’ân-ı Kerim’de “Cin” kelimesi 22 kez, “Cinler” demek olan (cinin çoğulu) “Cann” kelimesi 7 kez; Yine cinin çoğulu olan “Cinneh” kelimesi de 10 kez geçmektedir. Bu âyetlerde cinler hakkında verilen bilgiler, onları bize yeteri kadar tanıtmaktadır ve bir kısmı ilginçtir. Bu bilgileri şu şekilde özetleyebiliriz:
1- Cinler, insanlardan önce ve (deri gözeneklerinden içeriye işleyebilecek özellikte kavurucu ve zehirleyici özel bir) ateşten yaratılmışlardır.1517 Âyette “Nâru’s-Semûm” olarak adlandırılan bu ateşin radyoaktif bir madde olabileceği akla gelmektedir. Ancak her radyoaktif maddenin cin olduğunu kabul etmek güçtür. Örneğin insan topraktan yaratılmıştır. Ancak insan vücudu (biyolojik özellikleri içinde) toprak olmadığı gibi, toprak da insan bedenini oluşturan et, kan ve kemik gibi unsurların hiç biri cinsinden değildir. Binaenaleyh denebilir ki ilâhî bir sistemle meydana gelmiş olan bu dönüşümün geriye doğru uzayan halkalarından ilki topraktır. Bir karşılaştırma ile cinler için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Yani cinler de büyük olasılıkla mevcut özellikleri içinde radyoaktif madde değildirler. Ancak yaratılmış oldukları temel madde “Nar’is-Semûm” dur. Çünkü cinlerle haşir neşir olan insanlar vardır ki aralarında süren sıkı ilişkilere rağmen bu kimseler ne kavrulmakta, ne de zehirlenmektedirler. Ayrıca kötülük yapmış ve suç işlemiş cinlerin de cehenneme girecekleri, yani ateşle cezalandırılacakları Kur’ân-ı Kerim’de ifade edilmiştir.1518 Bu da onların mevcut bedenleriyle ateş olmadıklarını kanıtlamaktadır.
2- Allah (c.c.)’ın gönderdiği elçilere karşı düşmanlık eden insan ve cinlerden
1513] 37/Sâffât, 158
1514] 6/En'âm, 128
1515] 62/Cumua, 6
1516] Şâmil İslam Ansiklopedisi, 1/314-315
1517] 15/Hicr, 27
1518] 32/Secde, 13
CİN
- 325 -
şeytanların bulunduğu, Kur’ân-ı Kerim’de haber verilmektedir.1519 Unutulmamalıdır ki “Şeytan” adı, din terminolojisinde: Vesvese veren, yoldan çıkaran, ayak kaydırmaya çalışan ve daima suç işlemeye özendiren bir kişiliği sembolize eder. Bütün bu nitelikler ancak akıl ve bilinçle birlikte söz konusu olabilir. Âyetten çıkarılan bu sonuç ise cinlerin de aynen insanlar gibi akıllı ve bilinçli olduklarını kanıtlamaktadır. Ayrıca, “Ben, cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”1520 mealindeki âyet-i kerime de bu gerçeği teyid etmektedir. Çünkü akıl ve bilince sahip olmayan varlıkların kullukla mükellef tutulması düşünülemez. Kur’ân-ı Kerim’de cinlerin akıl ve bilinç sahibi olduklarına ilişkin daha başka kanıtlar da vardır.
3- Cinlerden bir grubun Kur’ân dinledikleri, hatta o sırada birbirlerine: “Susun, dinleyin!” diye uyarıda bulundukları, okuma sona erince de kendi topluluklarına dönerek bu olayı anlatıp onları Hz. Peygamber’in (s.a.s.) dâvetine uymaya çağırdıkları yine Kur’ân-ı Kerim’de anlatılmaktadır.1521 Bundan anlaşılıyor ki cinlerin de mü’minleri ve kâfirleri vardır. Elbett ki buna bağlı olarak iyileri ve kötüleri de vardır. Nitekim Cin Sûresi’nin 11-15. âyetlerinde bu konu gâyet açık bir şekilde anlatılmıştır. Bu bilgiler sayesinde cinlerin de aynen insanlar gibi mükellef olduklarını, Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarına uyanlarının ödüllendirileceğini, suçlularının ise cezaya çarptırılacağını anlıyoruz.
4- Cinler insanları görür, Fakat insanlar cinleri göremezler “...Sizin onları görmediğiniz yerlerden o (şeytan) ve yandaşları sizi görürler.”.1522 Yapıları bakımından sahip bulundukları ayrıcalıklar sayesinde insanların yapamayacağı olağanüstü işleri başarırlar. Örneğin, çok uzak mesafelere anında ulaşırlar. 1523
Cinlerin gizliyi bildiklerine ilişkin kanaat doğru değildir. Gizliyi, Allah’dan ve O’nun haberdar ettiği kimselerden başkası bilemez.1524 Bazı kimselerin, ilişki kurdukları cinler aracılığıyla gizli şeyleri öğrendiklerine ilişkin kanaatin iç yüzü şöyledir:
Gizlilik, göreceli bir meseledir. Örneğin, birinin zihnindeki düşünce ve inançlar, Allah’dan başka ne insan, ne de cin tarafından asla bilinemez. Herhangi bir yerde gizli ya da saklı bir şeyi keşfetmeye gelince bu, imkânlara ve şartlara bağlıdır. Araştırmak ve araç kullanmakla gizli bir maddeyi, bir rezervi, ya da bir bilgiyi elde etmek, yerine göre mümkün olabilir. Örneğin bir defineyi ortaya çıkarmak için insan hangi yollara başvuruyor ise cin de aşağı yukarı aynı yolları izlemek durumundadır. Şu varki cin, yapısı itibariyle daha seri ve daha esnektir. Bu sayede insanın giremediği dehlizlere, karanlık, dar, sarp ve çetin mevkilere cin rahatlıkla girebilir; Yüksek, kuytu, derin, uzak ve elverişsiz arazilere ulaşabilir. Fakat insanın, cinleri öyle her istediği konuda kullanabileceğine, dilediğini onlara yaptırabileceğine ya da cinlerin, her istedikleri şeyi yapabileceklerine ihtimal vermemek gerekir. Aksi halde onlarla ilişki kuranlar, başta stratejik merkezler, devlet
1519] 6/En’âm, 112
1520] 51/Zâriyât, 56
1521] 46/Ahkaf, 29, 30, 31
1522] 7/A’râf, 27
1523] 27/Neml, 39
1524] 3/Âl-i İmran, 179; 6/En’âm, 50, 59; 7/A’râf, 188; 10/Yûnus, 20; 11/Hûd, 31, 123; 16/Nahl, 77; 18/Kehf, 26, 27/Neml, 65; 34/Sebe’, 14; 52/Tûr, 41, 53/Necm, 35, 68/Kalem, 47, 72/Cinn, 26
- 326 -
KUR’AN KAVRAMLARI
arşivleri, hazineler, borsalar ve bankalar olmak üzere dünyadaki zenginlik ve sır kaynakları üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunabilecek ve insanlığın nizam ve düzenini altüst edecek, dünyayı oyuncak haline getireceklerdi. Cinler gerçekten aramızda dolaşıyor olsalar bile onların da mutlak sûrette uymak zorunda oldukları kesin kayıtlar ve kurallar, ya da asla aşamayacakları doğal engeller vardır.
5- Cinlerde üreme vardır, onlar da çoğalırlar.1525 Ancak nasıl yaşadıklarını ve nasıl çoğaldıklarını bilemiyoruz. Cinlerle evlilik kurduklarını ileri süren insanlara inanmak güçtür. Özellikle Allah’ın emir ve yasaklarına uymayan insanların hemen hepsi de şeytanların etkisi altındadırlar ki şeytanlar cinlerin, ahlâksız, suçlu ve günahkârlarıdır. Bunu Kur’ân-ı Kerim de doğrulamktadır. Ezcümle En’âm Sûresi’nin 128’inci âyet-i kerimesi’nde: Allah Teâlâ’nın, bütün cinleri ve insanları bir araya toplayacağı kıyamet gününde cinlere, birçok insanları elde ettiklerini açıklayacağı ifade edilmektedir. Yine aynı âyette onlarla dostluk kuran insanların da “Ey Rabbimiz! -gerçekten- karşılıklı olarak birbirimizden yararlandık ve bize verdiğin sürenin de sonuna ulaşmış bulunuyoruz.” diye itirafta bulunacakları, o sırada Allah Teâlâ’nın da: “(öyle ise) Durağınız ateştir!” diyeceği anlatılmaktadır.
Bu âyetin ışığında diyebiliriz ki birçok kimsenin insanlık kaydından sıyrılmasında, çeşitli suç ve günahların işlenmesinde, vahşetlerin, tecavüz ve katliamların arka planında cinlerin rol oynadıkları ihtimali vardır.1526
Cinlerin Varlıkları ve Bunun Delilleri:Cinlerin varlıkları Kitap ve Sünnetle sâbittir.
1) Kitaptan Delili: Cin sûresine ek olarak, Kur’ân-ıKerim’in birçok yerinde onlardan bahsetmiştir. Onlardan birkaçı:
“Ben cinleri ve insanları sadece bana ibâdet etsinler diye yarattım.”1527
“Hani cinlerden bir grubu Kur’ân-ıdinlemeleri için sana yöneltmiştik.”1528
2) Sünnetten Delili: Sünnet-i Nebeviye’de de cinlerin varlıklarını isbat eden ve onlardan haber veren birçok hadis-i şerif vardır. Onlardan bir kaçı:
“Rasûlullah (s.a.s.) ashâbından bir cemaatle birlikte Ukaz panayırına gitmeğe kastederek yola çıktılar. O tarihte şeytanlara gökten haber almak yasaklanmış; üzerlerine göktaşları atılmış, bunun üzerine şeytanlar kavimlerinin yanına dönmüşler. Kavimleri onlara: “Size ne oldu?” demişler. Şeytanlar: “Semadan haber almaktan men edildik. Üzerimize göktaşları gönderildi.” diye cevap vermişler. Kavimleri: “Bu mutlaka yeni meydana gelmiş birşeyden olacak. Siz hemen yeryüzünün doğusunu batısını dolaşın da bakın semadan haber almamıza mâni olan bu şey nedir?” demişler. Tıhame taraflarını tutan takım Ukaz panayırına gitmekte olan peygamber (s.a.s.) Nahle denilen yerde ashâbına sabah namazını kıldırırken onun yanına uğramışlar. Cinler Kur’an’ı işitince onu dinlemişler ve (birbirlerine) semadan haber almanızı engelleyen işte budur.” demişler. Sonra kavimlerine dönerek: “Ey kavmimiz! Biz doğru yolu gösteren şaşılacak bir kıraat dinledik. Ve ona iman ettik, bundan sonra Rabbimize asla hiçbir şeyi şirk
1525] 18/Kehf, 50
1526] Ferit Aydın, İslâm’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları, 321-325
1527] 51/Zâriyât, 56
1528] 46/Ahkaf, 29
CİN
- 327 -
koşmayacağız.” demişler. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle Peygamberimize (s.a.s.): “De ki: Bana cinlerden bir takımının (okuduğu) Kur’an’la dinledikleri vahiy olundu.” âyetini inzâl etti. 1529
Cinlerin Mükellef Oluşu: Cinler de dünya ve âhiret ahkâmı itibariyle insanlar gibi mükellef olup onlara da peygamberler gönderilmiştir.
“Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım.” 1530
“Ey cin ve insan topluluğu; size, içinizden, âyetlerimi anlatan ve şu (korkunç haşr) gününüzün geleceğini haber verip sizi korkutan peygamberler gelmedi mi?” 1531
“Doğrusu biz (cinler) o hidâyet rehberi (olan Allah’ın Peygamberini) dinlediğimizde hemen O’na inandık. Her kim bu sûretle Rabbi’ne iman ederse o, ne hakkı eksilmekten, ne de zulme uğramaktan korkmaz.” 1532
“Şu vakti de hatırla ki, cinlerden bir kısmını Kur’an dinlesinler diye sana sevketmiştik. Onlar (Peygamber’in huzurunda) Kur’an dinlemeye hazır olunca (birbirlerine): “Susunuz (dinleyiniz)” dediler. Kur’an okunması bitirilince de döndüler ve inzâr etmek üzere kavimlerine gittiler. Ey kavmimiz, dediler: Biz bir kitap dinledik. Mûsâ’dan sonra indirilmiş. O, kendisinden öncekini tasdik ile hakka ve doğru bir yola hidâyet ediyor. Ey kavmimiz, Allah’ın dâvetçisine icabet ve ona iman edin ki, Allah günahlarınızdan bir kısmını mağfiret etsin ve sizi elem verici bir azaptan korusun ve her kim Allah’ın dâvetçisi (Peygamberi)ne icabet eylemezse arzda aciz bırakacak değildir. Ve ona ondan başka sahip olacak veliler de yoktur. Öyleleri açık bir dalâlet içindedirler.” 1533
“Ey insan ve cinn sizin de hesabınızı ele alacağız. Hal bu iken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz? Ey cinn ve insan toplulukları göklerin ve yerin çevresinden geçmeğe gücünüz yetiyorsa geçin. Ama Allah’ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz. Öyleyse Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?”1534
Bu âyetler her iki varlığın yaratılış gayesinin Allah’a ibâdette bulunmak olduğunu ve âhirette sorumlu tutulacaklarını bildirir.
Peygamberimizi Kur’an okurken dinleyen bir kısım cinlerin, kavimlerine vardıklarında şu sözleri söyledikleri haber verilir: “Biz hakiki hayranlık veren bir Kur’an dinledik ki o, hakka ve doğruya götürüyor. Bundan dolayı biz de ona iman ettik. Rabbimize bundan sonra hiç bir şeyi asla ortak tutmayacağız.”1535 Bir başka âyet-i kerimede, peygamber efendimizi dinleyen cinlerin bir kısmının salih müslümanlar olduğu, bir kısmının böyle olmadığını söyledikleri beyan edilir. “Gerçekten kimimiz müslümanlar, kimimiz ise zulmedenlerdir. Müslüman olanlar, işte onlar doğru yolu arayıp bulanlardır. Zulmedenlere gelince onlar da cehenneme odun oldular.”1536
İmam müslim’in rivâyet ettiği bir hadis-i şerif’in meali şöyledir: İbn Mesud diyor ki: “Bir gece Rasûlullah ile beraberdik, derken aramızdan kayboldu.
1529] Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Y., 66-67
1530] 51/Zâriyât, 56
1531] 6/En'âm, 130
1532] 72/Cinn, 13
1533] 46/Ahkaf, 29-32
1534] 55/Rahmân, 31-34
1535] 72/Cinn, 1-2
1536] 72/Cinn, 14-15
- 328 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Vadilerde, dağlarda aradık, bulamadık. Bu yüzden bütün geceyi endişe içinde geçirdik. Nihâyet sabaha erdik. Bir de baktık ki o Hira’dan geliyor. Ya Rasûlallah dedik, sizi kaybettik, aradık bulamadık. Bu yüzden bütün gecemiz endişe içinde geçti. Şöyle buyurdu: “Bana cinden dâvetçi geldi. Onunla beraber gittim, onlara Kur’an okudum.” 1537
Cinlerin mü’min olanları mü’minlerle beraber cennette, kâfir olanları kâfirlerle beraber cehennemdedir.
Cinler Gaybı Bilebilirler mi? Cinler gaybı bilemezler. Çünkü gaybın bilgisi sadece Allah’a aittir. Ancak Allah, peygamberlerden bazı seçkin kullarına bunun bilgisini verebilir: “...Gaybı bilen ancak O’dur... Ancak dilediği peygamber bunun dışındadır.”1538 “...Eğer cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.” 1539
Bazı sihirbaz ve büyücüler, cinlerin kâfir olanlarını kullanarak kendilerine has bir yolla sihir ve büyü yaparlar. Sihir ve büyü yapmak İslâm’a göre haramdır, büyük günahlardandır.
Rasûlullah Cinleri Gördü mü? Hadis râvileri Rasûlullah’ın (s.a.s.), cin’i görüp görmediği konusunda farklı görüştedirler. Müslim’de, Abdullah İbn Mes’ud’dan (r.a.) rivâyete göre, Peygamber Efendimiz cinni’lerin dâvetine icabet buyurmuş, onları görmüş ve irşad etmiştir. Buhârî ve Müslim’in, İbn Abbas’tan rivâyetlerine göre ise, Hz. Peygamber ashâbıyla “Ukaz” panayırına giderken “Nahle”de sabah namazını kıldırmış, bir grup cin gelip Kur’an dinlemiş ve müslüman olmuştur. Bu durumu Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber Efendimize Cin sûresinin ilk âyetlerinde haber vermiştir. 1540
Müfessir İmam Kurtubî, bu iki rivâyeti şu şekilde yorumlar: İbn Abbas’ın rivâyetine göre, Hz. Peygamber o olayda, cinni görmemiş; onların Kur’an dinleyip müslüman olduklarını, Cenâb-ı Hak daha sonra haber vermiştir. Fakat bu olayla İbn Mes’ud’un rivâyet ettiği olay farklıdır. Nitekim İbn Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir: “Bir gece Hz. Peygamber (s.a.s.) ile beraberdik. Derken aramızdan kayboldu. Vadilerde, dağlarda aradık bulamadık. O geceyi hep endişe içinde geçirdik. Nihâyet sabah olunca bir baktık ki Hîra tarafından geliyor. “Ya Rasûlallah dedik, sizi kaybettik. Aradık bulamadık. Bu yüzden bütün gecemiz endişe içinde geçti.” şöyle buyurdu: “Bana cin(ler)den bir dâvetçi geldi. Onunla beraber gittim. Onlara Kur’an okudum.” 1541
Cinlerin Yaratılışları, Özellikleri ve Mâhiyetleri: Cinler insanlar gibi mükellef ve akıllı yaratıklardır. Fakat insan yapısından farklıdırlar. Duyu organlarıyla anlaşılmazlar. Tabiatları üzere ve gerçek şekilleriyle görünmezler.
Cinler insanlardan önce yaratılmışlardır, Kur’ân-ı Kerîm’de çok zehirli, dumansız alevli bir ateşten yaratıldıkları haber verilir: “Cânnı da, daha önce çok zehirli ateşten yarattık.” 1542
1537] Hasan Basri Çantay, Meal-i Kerim, 7/A’râf, 20: 3/1075
1538] 72/Cinn, 26-27
1539] 34/Sebe’, 14 ; bk. 72/Cinn, 8-10
1540] 72/Cinn, 1-3
1541] Kurtubî, el-Câmî'li-Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut 1967, 19/2 vd ; Şâmil İslam Ansiklopedisi, 1/315
1542] 15/Hicr, 27
CİN
- 329 -
Cinlerin erkek ve dişi olanları vardır. “İnsanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kişilere (ricâle) sığınırlar…”1543 âyeti bunu ifade eder. Cinler de insanlar gibi evlenirler, çoğalırlar, zürriyetleri de olur, yerler, içerler. İhtiyarı, genci vardır. Cinler de mükellef olup insanlar gibi Allah’ın emir ve yasaklarına uymak zorundadırlar:
Cinlerin yaratılışları türlü şekillere girmeye, ağır işler görmeye elverişlidir. Nitekim Kur’an’da ifade olunduğuna göre,1544 Hz. Süleyman Belkıs’ın tahtını Yemen’den getirmek isteyince, bir cin, daha sen makamından kalkmadan ben sana onu getiririm, benim herhalde buna yetecek gücüm var demiştir. Süleyman (a.s.) Kudüs’te, getirilecek taht Yemen’deydi. Onu bir saniyede getirmek büyük bir hız ve güce sahip olmak demekti. Aslında görünmeyen cinnin Hz. Süleyman’la karşılıklı konuşması ise onun gözle görülebilecek bir sûrete girdiğini ifade eder. Süleyman peygamber, cinleri ağır ve güç işlerde çalıştırmıştır. Cinler bir keresinde Süleyman’a (a.s.) mahkûm olmuşlardı. “Süleyman (a.s.)’ın önünde, Rabbı’nın izniyle iş gören bazı cinler de vardı. İçlerinden kim bizim emrimizden ayrılıp saparsa ona çılgın azabdan tattırdık. Onlar Süleyman’a kalelerden, heykellerden havuzlar kadar (geniş) leğenlerden, sabit kazanlardan ne dilerse yaparlardı.” 1545
Cinlerin mü’minleri ve kâfirleri vardır. Mü’minleri cennete; kâfirleri cehenneme gidecektir. Cinlerin mü’minleri insanlara faydalı, kâfirleri de zararlı olurlar. Cinler de insanlar gibi Allah’ın emir ve yasaklarına uymak zorundadırlar. Kur’ân-ıKerim onların da kitabıdır, onlar da Kur’ân-ıKerim’i dinlerler. “Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi okuyan ve bu karşı karşıya geldiğiniz gününüzle sizi uyarıp korkutan peygamberler gelmedi mi?”1546 “(Rasûlüm!) De ki: ‘cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum Kur’an’ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: ‘Gerçekten biz, doğru yola ileten harikulade güzel Kur’an’ı dinledik. Biz de ona iman ettik. (Artık) kimseyi Rabbımıza asla ortak koşmayacağız. Doğrusu bizim beyinsiz olanımız (İblis veya azgın cinler), Allah hakkında pek aşırı yalanlar uyduruyormuş. Şu da gerçek ki, insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı da, onların (şımarıklıklarını ve) azgınlıklarını arttırırlardı. Doğrusu, biz cinler, göğe erişmeye çalıştık; fakat onu sert bekçilerle, alevler ve meş’alelerle doldurulmuş bulduk. Gerçekten biz, -kimimiz sâlih kişiler, kimimiz ise bunlardan aşağıda- türlü türlü yollar tutmuştuk. İçimizde, (Allah’a) teslimiyet gösterenler de var, hak yoldan sapanlar da var.” 1547
Cin ve Şeytanın İnsan ile Olan Münâsebetleri: İnsanları aldatarak, küfre ve sapıklığa yöneltmeğe ve onların ahlakını bozmaya çalışan şeytan, insanın açık bir düşmanıdır. 1548
Eskiden müşrikler, ilahî sırları bildiğini sandıkları ve bu sebeple korktukları cinleri ilâhlık derecesine çıkarırlardı. Dev, gulyabani, şeytan, peri, cin ve melek adıyla andıkları, hayra veya şerre kaadir sandıkları esrarengiz ruhanî yaratıkları ilah kabul ederek, onlara tapınırlardı. Her birine çeşitli tılsımlar, sihirler yapan Sabiîler, câhiliyye Arapları ve diğer müşrikler, görülmeyen gizli yaratıklar olan
1543] 72/Cinn, 6
1544] 27/Neml, 39
1545] 34/Sebe’, 12-13; Şâmil İslam Ansiklopedisi, 1/314 ; A. Lütfi Kazancı, İslam Akaidi, Marifet Y., 101; Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Y., 65
1546] 6/En’âm, 130
1547] 72/Cinn, 1-2, 4, 6, 8, 11, 14
1548] 2/Bakara, 168; 5/Mâide, 91; 36/Yâsin, 60-61
- 330 -
KUR’AN KAVRAMLARI
cin ve şeytanları Allah’a ortak koşar, O’na oğullar ve kızlar uydururlardı.
Bazı insanların zannettiği gibi cinler ve şeytanlar, ne göklere yükselirler, ne İlahî sırları kulak hırsızlığı yapıp öğrenerek yeryüzüne inerler. Bu, onların ne görevidir, ne de buna güçleri yeter. Bununla birlikte, insanların görmediği ve bilmediği bir çok manevî ve âdi olayları görür ve bilirler. Fakat, cinlerin şeytanlıklarına kapılarak ve gaipten sırlar öğrenmek sevdasıyla onların istilasına düşmemeli, kötü tasarrufuna girmemelidir. Cinlere verilen tasarruf kudreti, insanlara verilen idrâk kuvvetinden daha yüksek değildir ve bunların hepsi ilahî kudret önünde bir hiçtir. Onun içindir ki, Allah’a ihlâsla iman eden gerçek mü’minler onlardan korkmazlar ve istilalarına uğramazlar. Çünkü Kur’ân-ıKerim’in nuru onları yakar.
Cin ve Şeytanın Varlığı Akla Ters Değildir: Saf ateşten yaratılan ve insan gözüyle görülemeyen cinler ile, aynı cinsten olduğu Kur’an’da haber verilen şeytanın gizli varlıklar oldukları, varlıkları Kur’an’la sabittir. Bu konuda birçok âyet ve Kur’an’da “Cin sûresi” adıyla anılan müstakil bir sûre vardır. Cinlerin varlığını Hz. Peygamber de haber vermiştir. O halde, bizim müslüman olarak, muhkem âyetler ve sahih hadislerle var olduğu bildirilen cin ve şeytanın, Allah’ın görülmeyen gizli yaratıkları olduğuna inanmamız gerekir.
Şer’an sâbit olan meleklerin varlığını inkâr etmeyen insan aklı, aynı sebepten, varlığı şer’an sabit olan cin ve şeytanı da inkâr edemez. Çünkü bu husus, aklen muhal değildir. Cinlerin de cismanî bir bünyesi olabilir. Fakat bizim her bünyeyi görmemiz zaruri olmadığı gibi, gördüğümüz cisimlerin de her cüz’ünü göremediğimiz bilinen bir gerçektir. O halde, gözlerimizin önünde, bir bünyeye sahip birçok varlıklar olduğu halde, biz onları görmeyebiliriz. Nitekim mikroplar var olduğu halde, onları çıplak gözle göremeyiz. Bu bakımdan, hava içinde hiç hissetmediğimiz dalgalar ve ışınlar bulunduğu gibi, araç ve âletle bile hissedemeyeceğimiz gizli varlıklar bulunabilir.
Esasen, bütün cismanî ve fizikî kuvvetleri henüz keşfedemediğimiz bir gerçektir. O halde çok geniş olan kâinatta, duyularımızdan gizli ve görme gücüne sahip olmadığımız ruhanî varlıkların bulunduğunu inkâr etmek doğru olmaz. Her türlü varlığı yaratmaya kaadir olan Allah’ın yarattıklarının, yalnız gözümüzle veya âletlerle görüp bildiğimiz şeylerden ibaret olduğunu sanmak, büyük gaflet olur. Bu ise, yüce Allah’ın ilahî kudretini ve evrenin kapladığı alanı bilmemekten başka bir şey değildir.
Şeytan-Cin İlişkisi: Şeytan da cinlerdendir. Allahu Teâlâ kendisini Hz. Adem’e (a.s.) secde etmekle mükellef tutmuş; şeytan ise, kendisinin ateşten, Adem’in topraktan yaratıldığını ileri sürerek secde etmemiştir. Bunun üzerine Allahu Teâlâ onu rahmetinden kovmuş o da kâfir olmuştur.1549 Şeytanların amiri durumundaki şeytana İblis denir. Şeytan, insanları azdırmak için çeşitli yollara başvurur. Ondan sakınmak gerekir: “Ey Âdemoğulları, Şeytana tapmayın. Çünkü o sizi Rabbınız’dan ayıran bir düşmandır, diye size emretmedim mi?”1550 “Şeytan sizin için yaman bir düşmandır. Bu sebeple siz de onu düşman edinin.” 1551
Hz. Peygamber (s.a.s.) de şöyle buyurmuşlardır: “Allah sizden her biri için, bir
1549] 2/Bakara, 34
1550] 36/Yâsin, 60
1551] 35/Fâtır, 6
CİN
- 331 -
cinni arkadaş kılmıştır.” Ashâb: “Size de mi yâ Rasûlallah?” diye sorduklarında, Rasûlullah: “Bana da ancak Allah ona karşı bana yardım etti de, o (cin) müslüman oldu, artık o, bana ancak hayır emrediyor.” Buyurdu.1552
Cinleri Kabul ve Reddedenler: Felsefecilerin çoğu, özellikle İbn Sina ve Farabî cinlerin varlığını kabul etmezken; bazıları bunu kabul etmişlerdir. Bunlar cinlere süflî ruhlar adını vermektedirler. Bunların ervâh-ı felekiyyeden daha süratli cevap verdiklerini fakat onlardan daha zayıf olduklarını iddia etmişlerdir.
Buna karşılık peygamberlere inanan ve belli şerîatlara sahip olan milletler, cinlerin varlığını tereddütsüz kabul etmişler; ancak mâhiyetleri hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Kimileri; cinler, havâî, yani rüzgârdan yaratılmış, çeşitli şekillere girebilen canlılardır, demişlerdir. Bazıları ise bunların, cevher olduklarını; â’râz ve ecsâm olmadıklarını söylemişlerdir. Bu cevherleri de mâhiyetleri muhtelif bazı kısımlara ayırmışlardır: Bazıları iyi, salih ve hayırseverdirler. Bazıları ise kötü, aşağılık ve kötülükseverdirler. Sayılarını ancak Allah bilir.
Bazı fırkalar da cinlerin cisim olmakla beraber, mâhiyetlerinin farklı, sıfatlarının bir olduğunu söylemişlerdir. Sıfatları ise uzayda yer kaplamaları; uzunluk, genişlik ve derinlik gibi üç boyutlu olmalarıdır. Cinler; latif, kesif, ulvî ve süflî kısımlara ayrılırlar. Hevâî cism-i latîflerin, mâhiyet itibariyle, diğer cisim türlerine benzemesi imkânsız bir olay değildir. Binaenaleyh bunların, kendilerine özgü ilimleri vardır, insanların yapamayacakları acaip ve zor işleri yapabilir, çeşitli şekillere girebilirler. Bu da Cenâb-ı Allah’ın onlara bu gücü vermesi sayesinde olur. Bazı fırkalar da, cisimlerin mâhiyet itibariyle birbirine eşit olduğunu, hayat için bünyenin şart olmadığını söylemişlerdir. İmam Ebu’l-Hasan el-Eş’arî ile izleyicileri bu görüştedirler.
Mu’tezile ise bu görüşü ve buna paralel olarak cinlerin varlığını kabul etmemiştir. Bunlar, hayat için bünyenin şart olduğunu, zor işler yapabilmek için bünyenin katı olmasını bir şart olarak ileri sürmüşlerdir. Bu görüş, çoğunluk tarafından reddedilmiştir. Çünkü bu görüşte olanlar, harikulâde olayları inkâr, varlığı kitap ve sünnet ile sâbit olan şeyleri reddetmiş oluyorlar. 1553
Şeytan ile Cin Hakkında Söylenenler: Zaman zaman şeytan ve cin hususlarında çeşitli sorular sorulup, münâkaşalar yapıldığına şahid oluruz. Cin ve şeytanı mikrop, bakteri gibi gözle görülmeyen maddî küçük mahlûkatla te’vil etmeye çalışan imânı nâkıs dar anlayışlar olduğu gibi, külliyen reddetme cihetine giden münkir imansızlar da vardır. Hemen belirtelim ki, cin ve şeytanı mikrop, bakteri, virüs gibi maddî varlıklarla karşılaştırmak, onlarla izah etmek büyük hatadır, şahsî, beşerî, arzî bir te’vildir, dinî dayanaktan mahrumdur. Yapılan açıklamaların semâvî ve mûteber olabilmesi için Kur’ân veya sünnetten bir dayanağa sahip olması gerekir.
Cin ve şeytanın varlığını inkâr etmek küfürdür. İmanla bağdaşamaz. Mâhiyetleri ile alâkalı açıklamalara gelince, bazı hususlarda nas mevcut ise de, bazı hususlar kapalıdır ve âlimler de farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir kısım merakı izâle edecek kadar bazı açıklamaları kaydediyoruz:
1552] et-Tâc, 5/233
1553] Şâmil İslam Ansiklopedisi, 1/315-316
- 332 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şeytan kelimesi, “salâh ve hayırdan uzak oldu” manasına gelen şatane fiilinden müştak olduğu kabul edilir. Arap dilinde şer ve kötülükte ileri giderek mensub olduğu sınıfta temayüz eden, benzerlerinin dışına çıkan herşey için kullanılmıştır. Bu sebeple, insan, hayvan vb. görünen mahlûkatın şerirlerine şeytan dendiği gibi, görünmeyen mahlûkatın şerirlerine de şeytan denmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de insanî ve cinnî şeytanlardan muhtelif âyetlerde söz edilmiştir. Hadislerde bir kısım kötülükler de şeytana teşbih edilmiştir. Hz. Ömer (r.a.) Şam’a geldiklerinde bindirildiği bir at, altında çalım yapmaya başlayınca, hemen inmiş ve: “Beni bir şeytana bindirdiniz” buyurmuştur.
Görünmeyen ve insanlara kötü telkînatlarda bulunarak onları azıtan mahluk manasındaki şeytan, cin sınıfındandır. Bir başka ifâdeyle bu mânâda şeytan cinlerin asi takımına denir. Ataları, “Ben ateşten yaratıldım. Âdem ise topraktan yaratıldı, ateş topraktan üstündür, dolayısiyle ben Âdem’den üstünüm” kuruntusuna düşerek Cenâb-ı Hakk’ın “Âdem’e secde et!” emrine isyan eden iblistir. Âlimler çoğunlukla “Şeytanlar cinlerin asi ve şer olanlarıdır” demekte müttefiktirler.
Bazılarına göre cinlerin birçok sınıfı vardır: Mutlak zikredilince cins sınıfı kastedilir, insanlarla beraber yaşayan cinnî’ye âmir, çocuklara Musallat olan cinnîlere ervâh, bunların habis olanlarına şeytan denilir. Kötülüğü bir derece artarsa mârid, daha da artarsa ifrit denir.
Hadislerde, cin ve şeytan iki ayrı sınıfmış gibi ifâde edilmiştir. Ancak meseleyi yakından tahlil eden muhakkık ulemâ, her ikisinin de esâs itibâriyle bir nev’ olduğunu, biri kâfir kalarak şeytan, diğeri iman ederek cin adını aldığını söylemiştir.
İblis’in lügat olarak iblâs kelimesinden geldiği kabul edilmiştir. İblâs hayırdan me’yusiyet, pişmanlık ve mahzuniyet mânâsına gelir. İblis de hayırdan son derece me’yus demektir. Çünkü Cenab-ı Hakk, masiyeti sebebiyle bütün hayırdan mey’us, kovulmuş bir şeytan kılmıştır. Şu halde iblisi de cinnîlerin bir sınıfı kabul etmek gerekmektedir.
Ancak, cinlerin asılları hususunda da ihtilâf edildiğini belirtmemiz gerekir. İbn Abbas (r.a.)’tan yapılan bir rivâyete göre, cinlerle şeytanlar başka başka mahlûklardır. Cinlerin babası Cânn’dır. İçlerinde mü’min ve kâfirleri vardır. Cinler ölürler. Şeytanların atası ise İblis’tir, onlar ölmezler. Zamanı gelince ataları olan İblis’le öleceklerdir.
Cinlerin asıllarıyla ilgili bir ihtilâf, âhirette hallerinin ne olacağı hususuna da sirâyet etmiştir. “Cinler Cânn’ın neslidir” diyenlere göre, onların mü’minleri cennete; kâfirleri cehenneme gidecektir.
“Cinler İblis’in zürriyetidir” diyenlerden Hasan Basrî’ye göre mü’minleri cennete gidecektir; Mücâhid’e göre mü’minleri de cennete gidemeyecektir. Âhirette onlara tıpkı hayvanlara denildiği gibi, “Toprak olun” denecektir. İmam Âzam’ın da bu görüşte olduğu söylenmiştir, ancak onun hiçbir beyanda bulunmadığı da söylenmiştir.
Şâfiî, Malik, İbn Ebi Leylâ gibi sâir ulemâ ise iyilerinin mükâfaat, kötülerinin de azab göreceklerini söylemişlerdir. Cinlerin mâhiyetini açıklama sadedinde
CİN
- 333 -
yukarıda kaydettiğimiz, çeşitlerine dikkat çekildikten sonra: “Nevilerin sayısını Allah Teâlâ’dan başkası bilmez” de denmiştir. Bazıları: “Mâhiyetleri muhtelif cisimlerdir, ancak onları müşterek bir sıfat birleştirir, o da mekânda hâsıl olmaları, uzunluk, genişlik, derinlik gibi üç buuda sahip bulunmaları, lâtif, kesif, ulvî, süflî kısımlarına inkisam etmeleridir” demiştir.
Cinler hakkında ileri sürülen ilâve bir açıklama da şöyledir: “Latif ve hevâî bazı cisimlerin mâhiyet itibariyle diğer cisim nevilerine muhâlif olmaları, onların, insanların mislini yapmaktan âciz olacakları bazı acîb, yahud meşakkatli işler için hususi bir ilme ve kudrete mâlik bulunmaları imkânsız değildir. Onlar muhtelif şekillere bürünebilirler. Bütün bunlar, bu hususta Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine verdiği kudret sayesindedir.”
Cinlerin bu insanüstü gücünden insanların istifâde edebileceğine Kur’ân-ı Kerim’de işaret vardır. Nitekim Hz. Süleyman (aleyhisselam) cinlerden istifade etmiş, emrinde istihdâm etmiş, onları asker olarak1554 müşâvir olarak,1555 kullanmıştır.1556
İslâm’dan önce Arabistan’da cinler, çölün “satyre” ve “nymphe”leri idi. Tabiat hayatının, insanların hükmü altına girmemiş ve düşman kalmış tarafını temsil ediyorlardı. Fakat Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bey’ati esnasında cinler önemli ve bilinmeyen ilâhlar arasına girmekte idiler. Mekke Arapları cinler ile Allah arasında bir nesep yakınlığı bulunduğunu söylerler,1557 onları Allah’ın ortakları mertebesine çıkarırlar1558 ve onlardan yardım dilerlerdi. 1559
Cinin varlığı Kur’an ve sünnet ile sâbittir. Hatta cinler hakkında başlı başına bir sûre mevcuttur. Hayat sahibi yaratıklar yalnız şu madde dünyasındaki insanlarla, çeşitlerini bilemediğimiz hayvanlardan ibaret değildir. Bir de ancak peygamberlerin ve asfiyâ (dinde yüksek mertebe sahibi kimseler)’nın gördüğü varlıklar vardır ki, bunlar melekler ile cinlerdir. Bunlar çeşitli şekillere girecek vaziyette yaratılmışlardır. Melekler Allah’a itaattan asla ayrılmazlar. Göklerde bulunurlar, ancak Allahu Teâlâ’nın emriyle yeryüzüne iner, tekrar göklere yükselirler. Cinler ise, insanlar gibi yeryüzünde bulunurlar. Mü’minleri ve kâfirleri vardır. Meleklerin ve cinlerin varlığı, Kur’an ve sünnetle sabit olduğundan, bunları inkâr etmek, İslâm akîdesini zedeler. 1560
Kâinatta hayat sahibi olan varlıklar, yalnızca insanlar ile çeşitlerini dahi tam bilemediğimiz hayvanlardan ibâret değildir. Uzun yıllar scientisme’i (bilimciliği) savunan ve “gözümüzle görmediğimize inanmayız” diyen aydınlarda garip bir değişim başlamıştır. Son yıllarda, uzayda canlıların bulunduğunu savunmak ve “ufo”ların marifetlerini gündeme getirmek moda hâline gelmiştir: Televizyon kanalları “ufo” olduğu iddia edilen cisimleri yayınlamak için birbirleriyle yarışmaktadır. Bazıları da cinlerin fotoğraflarını çekmek için, sağa-sola koşmaya başlamıştır. Kendi mantıklarına göre “sınır-ötesi” ilân ettikleri ve hayrete düştükleri
1554] 27/Neml, 17
1555] 27/Neml, 38-39
1556] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 4/347-349
1557] 37/Sâffât, 158
1558] 6/En'âm, 128
1559] 62/Cumua, 6
1560] Şâmil İslam Ansiklopedisi, 1/314-315
- 334 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir âlemi zorlamaktadırlar.
Gözle görülmeyen varlıkların başında cinler gelir. Cinlerin varlığı kitap ve sünnet ile sabittir. Cinler de (tıpkı insanlar gibi) mükellef olup onlara da peygamberler gönderilmiştir: “Ey cin ve insan topluluğu; size içinizden, âyetlerimi anlatan, hesap gününün geleceğini haber veren ve sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?” 1561
Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.), cinleri görüp görmediği konusunda muhaddisler farklı görüştedirler. Müslim’de, Abdullah İbn Mes’ud’dan (r.a.) rivâyete göre, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) cinnîlerin dâvetine icabet buyurmuş, onları görmüş ve irşâd etmiştir. Buharî ve Müslimin İbn Abbas’tan rivâyetlerine göre ise Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) ashâbıyla Ukaz panayırına giderken Nahle’de sabah namazını kıldırmış, bir grup cin gelip Kur’ân dinlemiş ve müslüman olmuştur. Müfessir İmam Kurtubî, bu iki rivâyeti şu şekilde yorumlamaktadır: “İbn Abbas’ın rivâyetine göre, Hz. Peygamber o olayda cinni görmemiş, onların Kur’ân dinleyip müslüman olduklarını Cenab-ı Hakk daha sonra haber vermiştir. Fakat bu hâdise, İbn Mes’ûd’un rivâyet ettiği hâdiseden farklıdır. Nitekim İbn Mes’ûd şöyle demiştir: Bir gece Rasûl-i Ekrem ile beraberdik. Derken aramızdan kayboldu. Vâdilerde, dağlarda aradık, bulamadık. O geceyi hep endişe içinde geçirdik. Nihâyet sabah olunca bir baktık ki Hîra tarafından geliyor. Yâ Rasûlallah dedik, sizi kaybettik. Aradık bulamadık. Bu yüzden bütün gecemiz endişe içinde geçti. Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Bana cin(ler)den bir dâvetçi geldi. Onunla beraber gittim. Onlara Kur’ân okudum.” 1562
İnsanlarla cinler arasındaki münasebet süreklidir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) bu hakikati şöyle ifade buyurmuştur: “Allah sizden her biri için, bir cinni arkadaş kılmıştır.” Ashâb: “Siz de mi yâ Rasûlallah?” diye sorduğunda, Rasûl-i Ekrem: “Bana da aynıdır. Ancak Allah ona karşı bana yardım etti de, o (cin) müslüman oldu, artık o bana ancak hayrı söylüyor.”.1563 Ehl-i sünnet akidesine göre, şeytan, insanın vücuduna da, aklına da zarar verebilir. Tarih boyunca, değişik sebeplerle, mecnun (cinlenmiş) diye vasıflandırılan ve aklî melekelerini kullanamayan insanlara rastlanmıştır.
Kâinatta hayat sahibi olan varlıklar, insanlar ile hayvanlardan ibaret değildir. Gözle görülemeyen veya akıl ile idrâk edilemeyen, gaybî varlıklar da vardır. Scientisme’in iflasından sonra, televizyon kanalları (medyumları ön plâna çıkararak) zûlme ve sömürüye vesile olmaya başlamışlardır. Vesvese boyutunu aşan bu macera, birçok aileyi perişan etmektedir. 1564
Cin toplumlarına da, tıpkı insan toplumları gibi peygamberler gönderilmiştir.1565 Cinler son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e vahyedilen Kur’an’ı da dinlemişlerdir.1566 Bu dinleyiş, Hz. Peygamber’e vahiy ile bildirilmiştir; Hz. Peygamber cinleri bizzat gözüyle görmemiştir.1567
Cinler bazı nebîler tarafından iş yapıp değer üretmek üzere çalıştırılmışlardır.
1561] 6/En' âm,: 130
1562] İmam-ı Kurtubî, el-Câmiü 1i Ahkâmi'I-Kur'ân, Beyrut 1967, c. XIX, sh. 2 vd.
1563] Mansur Ali Nâsıf, et-Tâc, c. V, sh. 233
1564] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Y., 88-91
1565] bk. 6/En'âm, 130
1566] 46/Ahkaf, 29; 72/Cinn, 1
1567] 72/Cinn, 1
CİN
- 335 -
Bu çalışmalar içinde bazı cisimleri çok uzak mesafelere anında gönderme faaliyeti de vardır. Tam bu noktada cevabının ne olacağını bilemediğimiz şu ilginç soru akla gelebilir: Acaba Kur’ân-ıKerim’de cin, başka gezegenlerden dünyaya gelen veya gelecek olan varlıkların ortak adı olarak da kullanılıyor mu? Hz. Süleyman’ın hizmetinde çalışan ve bir tür ışınlama gerçekleştiren “cin ifriti” ile Süleyman Peygamber arasındaki konuşma1568 bu bakımdan çok dikkat çekicidir.
Cinlerin insana doğrudan musallat olabileceğine inanmak: Cinlerin insana tasallutları, yine bir insan aracılığı iledir. Allah’a inanan insanın cinlerin hiçbir kötülüğünden korkmaması gerekir.1569 Cin tasallutu diye andığımız şey, esasında, bu tasallutu bahane ederek insanları cin hayalleriyle perişanlığa iten insan şerirlerinin işidir. Bu hayallere kapılarak cinlerden kurtulmak için birtakım insanlara sığınanlar, başlarına sarılmış belayı artırmaktan başka bir şey yapmazlar.1570 Yani, cin tasallutu yoktur ama cinleri bahane ederek insanları sömürenlerin tasallutu vardır. Kur’an işte bu ikinci tasalluttan korunmamızı istiyor.
Peygamberlerin bile her devirde hem insan şeytanlarından hem de cin şeytanlarından düşmanları olmuştur.1571 Bunlar, o elçiler aleyhine birbirlerine yaldızlı sözlerle destek verirler. Ama bunu kendi aralarında yaparlar, insana Musallat olamazlar. Cinler her türden insana vesvese verirler,1572Yani insanın içine kötü fikirler sokabilirler. Peygamberler bu vesveselerden, Allah’ın gönderdiği vahiyle kurtulurlar. Diğer insanların bu vesveselerden kurtuluşu ise peygamberlerin insanlığa ulaştırdığı vahiy ürünleri sayesinde olacaktır. Yani cin hezeyanlarıyla rahatsız olup dengeyi bozmaktan kurtulmanın en güvenli yolu, sağlam bilgi ve sağlam inançtan geçer. Bu yolun yerine üfürük, muska ve tılsım yolunu seçenlerse belâdan kurtulamazlar. 1573
Cinlerin gaybı bilebileceğine ve bazı kişilere de bildirebileceğine inanmak: Kur’an bu konuda son derece sert bir uyarıda bulunmaktadır: “Eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı o alçaltıcı azap içinde bekleyip durmazlardı.”1574 Cinlerin durumu bu olunca, cinlerle ilişkiye girip onlardan gayba ilişkin bilgiler aldığını söyleyerek halkı kandıran üfürükçü, yıldızcı ve bir kısım spiritüalist-medyum vs. kişilerin hangi halde olduklarını iyi düşünmek lâzım...
Gaybdan haber verme pazarı, sömürü sektörünün en verimli pazarlarından biridir. Bu pazarcılığın çok değişik görünümleri vardır. Medyumluk, şeyhlik, cincilik, astroloji, değişik türde falcılık, ruh çağırma vs. bu pazarın belli başlı vitrinleridir. Her biri kendi vitrininde oturmuş, câhil ve duygusal halktan bir grubu başına toplayarak onların ceplerini boşaltmaktadır. 1575
İnsan, tek başına bu kâinatın sakini değildir; onun dışında kâinatı canlandıran ve anlamlandıran başka varlıklar da mevcuttur. O, şuurlu bir bakışla evrendeki bu varlıkları ve sırları anlamaya çalışmalıdır. İşte görünmeyen varlık
1568] 27/Neml, 39
1569] 72/Cinn, 13
1570] bk. 72/Cinn, 6
1571] bk. 6/En'âm, 112
1572] bk. 114/Nâs, 6
1573] Y. N. Ö., İslâm Nasıl Yozlaştırıldı? s. 141
1574] 34/Sebe', 14
1575] Y. N. Ö, a.g.e., s. 223
- 336 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kategorilerinden birini de cinler oluşturmaktadır. Cinlerin insanlarla müşterek yönleri olsa da onlar ontik temeli insandan farklı, melekle insan arası bir çeşit varlıklardır.
Doğruluğun kesin ve sabit kaynağı olan Kur’an, cinlerin hakikatini ifrat ve tefrite düşmeden beyan etmiş; böylece insanları, onların vehmedilen sultasından kurtarmıştır. Kur’an açısından cinlerin de kendilerine özgü bir varlık yapıları mevcuttur.
Cin telâkkisi insanlık tarihinin her döneminde ve bütün kültürlerde mevcuttur. Eski Asurlular ve Bâbilliler’de kötü ruh ve cinlere inanılırdı. Sâmî kökenli kavimlerde cinlerin değişik sınıfları bulunduğu kabul edilirdi. Eski Mısır’da cinler çoğunlukla yılan, kertenkele gibi sürüngenlere benzetilirdi. Eski Yunanlılar’da da inıon adı verilen insanüstü varlıklar bulunduğu kabul edilir, bunlar İyi ve kötü olarak ikiye ayrılırdı. Eski Romalılar’da da insanlara zarar verebilen kötü ruhlar telâkkisi mevcuttu. Çinliler cinlerin her yerde bulunduğu, iyilerinin ve kötülerinin olduğu kabul edilirdi. Özellikle taoist rahipleri cinlerin zararlarından korunmak için muska yazar, efsun yaparlar. Hintliler’de de iyi ve kötü cin telâkkisi mevcuttur. İran kültüründe cin telakkisi Zerdüşt öncesinden gelir. Eski Türkler’de cinler bütün hastalıkların kaynağı kabul edilir, bu cinler Şaman tarafından hasta bedenlerden uzaklaştırılırdı.
İsrail kültüründe, daha çok İran’ın düalist sisteminin tesiriyle kötü ruh ve cin anlayışı belirginleşmişti. Yahudiler cinlerin çöllerde ve harabelerde yaşadığına inanırlardı. Yahudi kutsal kitaplarında ağrı ve felaket veren, kan emen cinlerden söz edilir.1576 Hıristiyan kültüründe cin telakkisi daha çok Yahudilik etkisinde gelişmiştir. Yeni Ahid, cinleri putperestlerin tanrıları1577 bedensel ve ruhsal hastalıkların kaynağı1578 olarak gösterir. Bilhassa XII. Yüzyıldan itibaren cin telakkisi hıristiyan sanatının önemli bir teması haline germiştir. Avrupa’da ve daha sonra Amerika’da cadı ve büyücülük büyük ilgi görmüştür.
İslâm’dan önce Araplar cinlere bazı tanrısal güç ve yetenekler yükler, onlar adına kurban keserlerdi. Cinlerin kâhinlere gökten haberler getirdiğine inanırlar; böylece Allah ile bu gizli varlıklar arasında bir bağ kurarlardı.1579 Câhiliye Araplan’nın bir kısmı şeytanın şer tanrısı olduğuna inanır, melekleri Allah’ın askerleri, cinleri de şeytanın askerleri sayarlardı.1580 Kur’ân-ı Kerîm bu bâtıl inançları reddetmiş, cinlerin de insanlar gibi Allah’a kulluk etmeleri için yaratıldıklarını haber vermiştir.1581 Onlara da peygamber gönderilmiş, içlerinden iman edenler olduğu gibi inkâr edenler de olmuştur.1582 Hz. Peygamber ilâhî emirleri cinlere de tebliğ etmiştir. 1583
Kur’an’ı Kerîm’de, Hz. Süleyman’la ilgili anlatılanlar dışında, cinlerin insanlarla ilişki kurduğuna, insanlar üzerinde etkili olduğuna, cinci, büyücü gibi bazı
1576] II. Samuel, 1/9; Süleyman'ın Meselleri, 30/15
1577] meselâ bk. Rasûllerin İşleri, 17/18
1578] Matta, 12/28; Luka, 11/20
1579] bk. İbn Âşûr, VII, 405
1580] bk. 6/En'âm, 100
1581] 51/Zâriyât, 56
1582] 6/En'âm, 130
1583] 46/Ahkaf, 29
CİN
- 337 -
kişilerin cinlerin etkisini önlediklerine dair hiçbir bilgi yoktur. Bazı âlimler, faiz yiyenlerin kıyamet gününde mezarlarından şeytan çarpmış gibi kalkacağını bildiren âyete1584 dayanarak cinlerin insanları etkileyeceğini ileri sürmüşlerse de bunun temsilî bir anlatım olduğu açıktır. Cinlerin etkisini önlemek için Felâk ve Nâs sûrelerini okumayı tavsiye eden bazı hadisler1585 dolayısıyla da cinlerin insanlar üzerinde etkili olduğu yönünde görüşler ileri sürülmüştür. Ancak bu tür hadislerin, aslında fizyolojik sebeplerden kaynaklanan bazı hastalıklar veya bunalımlar için psikolojik bakımdan bir yatıştırma ve terapi amacı taşıdığı düşünülebilir. 1586
Âlem, görünen ve görünmeyen varlıklardan oluşur. Duyular vasıtasıyla idrâk edilebilen varlıklar âlemine “görünen âlem–âlemü’ş-şehâde” adı verilir. Bu âlem cansız maddi nesneler, bitkiler, hayvanlar ve insanlardan meydana gelir. Ancak görünen âlem bile tümüyle maddi bir dünya değildir; o, maddi yapısının yanında manevi olanı da içeren bir nitelik taşımaktadır.
Duyular vasıtasıyla idrâk edilemeyen ve insanın bilgi alanı dışında kalan âleme de “görünemeyen âlem-âlemu’l ğayb” denir. Bu âlemi oluşturan varlık kategorilerinin başında, iyi yönelimlerin kişileştirilmiş, kusursuz bir güç ve mükemmellikle donatılmış aktörleri olan meleklerle, kötü güç ve içsel yönelimlerin kişileştirilmiş aktörleri olan cinler gelir. Hemen belirtelim ki âlemin bu şekilde ikiye ayrılması, kozmosun kendi yapısı gereği değil, insana göredir.
Tarih boyunca insanlar, cinlerin varlıkları, mâhiyetleri, iyi veya kötü tesirleri gibi konularda farklı inanç ve anlayışlara sahip olmuşlardır. Ancak burada değinilen inanç ve anlayışların hepsine yer verilmeyecek, sadece İslâm öncesi Arap toplumunun cinlerle ilgili inanç ve anlayışlarına kısaca değinilip konu Kur’an açısından incelenecektir.
Câhiliye Arapları, bazı yerlerde insan hayatına tesir eden gizli varlıkların mevcudiyetine inanırlar; cinleri, çölde özel bir vadide yaşayan kabileler olarak tasavvur ederler ve bu vadiye “Abgar Vadisi” adını verirlerdi. Cinleri yeryüzünde oturan ilahlar olarak kabul eden Araplar, onlarla Allah arasında soy birliğinin olduğunu ileri sürerek cinleri Allah’a ortak koşarlar ve onlara taparlardı. Yani onlar, görünmeyen ama etkileriyle kendilerini hissettiren bu varlıkları, yaratıcı bir güçle esrarlı bir şekilde donatılmış olarak görürlerdi.
Yine Araplara göre cinler, kabileler halinde yaşayan, birbirleriyle savaşan, insana özgü fiziksel yapıya sahip olmadıklarından yer ile gökyüzünü birbirinden ayıran sınırları geçen, gaybdan haber veren, gizli olanı bilen ve bazı tabii olayları meydana getiren varlıklardı. Ayrıca cinlerin başta yılan olmak üzere çeşitli hayvanların sûretine girdiklerine, genellikle tenha, kuytu ve karanlık yerlerde yaşadıklarına, insanlar gibi yiyip içtiklerine ve çoğaldıklarına inanılırdı. Kısaca, cin kelimesi câhiliye döneminde “bütün şer güçleri” gösteren kültürel bir kod haline gelmişti. İşte Kur’an, Arapların zihinlerinde yer eden bu anlayıştan yola çıkarak cinleri doğrudan görünmeyen, ancak kendilerini etkileriyle hissettiren, genelde korku ve ürperti vererek insanların düşünce ve davranışlarını olumsuz yönde etkileyen varlıklar olarak tanıtmıştır.
1584] 2/Bakara, 275
1585] meselâ bk. Tirmizî, Tıb 16; Nesâî, İstiâze 37; İbn Mâce, Tıb 33
1586] H. Karaman, M. Çağrıcı, İ.K. Dönmez, S. Gümüş, Kur’an Yolu, V/397-399
- 338 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an’a göre, cinler de insanlar gibi Allah’a kulluk etmek için yaratılmışlardır. Bunun için cinler, melekler gibi masum olmayıp insanlar gibi Allah’a iman ve ibâdetle yükümlüdürler. Onlar, bu yönleriyle insana benzerler.
Cinler, insan türünün mevcudiyetinden çok önce “dumansız ateş–nâr-ı semûm”den yaratılmışlardır. Cinlerin yakıcı ve her şeye nüfuz edici dumansız bir ateşten yaratıldığını bildiren bu tabirler, onların varlıklarının fiziksel olmadığına işaret eden temsili ifadeler olarak değerlendirilebilir. Nitekim bazı İslâm âlimleri, cinlerin gayr-i maddi (maddi olmayan) gaybi varlıklar olduğunu söylemişlerdir. Fakat bazı düşünürlere göre cinler, fiziksel yapıları bulunan, ancak biyolojik unsurları insanlarınkinden tamamen farklı olan canlı ve gizli varlıklardır. Özellikle çağımızda, cinlerin mâhiyetinin dumansız ateşten (karbon asidinden) yaratıldıkları göz önüne alınarak canlılığını ruhtan alan ve ezelde var edilen ışınlardan, ufolardan veya enerjiden yahut bazı hastalıklara sebebiyet veren mikroplardan ibaret olduğu şeklinde bir takım görüşler ileri sürülmüşse de bunlar ispatlanamamış birer teori olmaktan öteye gidememiştir.
Âyetlerde, cinlerin mâhiyeti hakkında ateşten yaratıldıklarının ötesinde bir bilgi verilmemiştir. Hz. Peygamber’in bir hadisinde de “Meleklerin nurdan, cinlerin dumansız ateşten, Adem’in de topraktan yaratıldığı” bildirilmiştir. Ancak cinler, Allah’a ibâdetle yükümlü tutulduklarına göre; onların akıl, irade, şuur ve idrâk gibi güçlere sahip varlıklar oldukları düşünülebilir.
Cinler, cins ve mâhiyet bakımından meleklerden ve insanlardan ayrı yaratıklardır. İnsan için ulaşılmaz olan melekliğe karşı cin, insanın dünyasına daha yakın bir varlık türüdür. Ama buna rağmen cin, yine de insan değildir. Şu halde cin, ontik temeli insandan farklı, fakat melekle insan arası bir çeşit varlık türünü oluşturmaktadır.
Cinler, gaybî varlıklardır. Bu tür varlıklar sadece vahiyle bilinip ispatlanabilir; aynı şekilde onlara, vahyi verilerin teklifiyle inanılır. Kur’an, cinlerin mevcudiyetini açık bir şekilde bildirdiğine göre, cinlerin varlığını inkâr etmemek gerekir. Ne var ki, filozoflardan bazıları, duyu ve akıl yoluyla idrâk edilemedikleri gerekçesiyle cinlerin varlığını kabul etmemişlerdir.
Kur’an’da belirtildiğine göre, cinler arasında kendilerine teklif edilen dini sorumlulukları yerine getirenler kadar getirmeyenler de vardır. Bu yüzden onların bazıları inkârcı bazıları da mü’mindir. Cinlerin mü’min olmayanlarına cin şeytanları denir. Bunların en önde geleni İblis’tir. O, inkârın, şerrin, fesadın ve her türlü kötülüğün temsilcisidir.
İblis’in nesli, zürriyeti vardır. Âdem insanların atası olduğu gibi İblis de cinlerin atasıdır. Bu yüzden cinler de insanlar gibi yer, içer, kendi aralarında evlenip ürer, çoluk çocuk sahibi olabilirler ve ölürler. Kâfir cinlerin ve onların atası olan İblis’in asıl rolü, insanları aldatarak sapıklığa ve inkâra sevk etmek, insanların dünya sınavında başarısız olmaları için çalışmaktır. Cinlerin doğaları gereği kötü oldukları veya kötüye hizmet etmek için yaratıldıkları söylenemez. Onlar da tıpkı insan gibi Şeytan’ın ayartılarına uyarak isyan ve kötülüğe hizmet etmiş olurlar. Aslına bakılırsa İslâm’a göre hiçbir varlık yaratılıştan kötü değildir. Şeytan bile kötü olarak yaratılmamış, Allah’ın kendisine yaptığı teklifi kibri nedeniyle reddettiği için ilâhi lânete uğramıştır.
CİN
- 339 -
Cinlerin, insanlarla çok yönlü münasebetleri vardır. Çünkü bazı âyet ve hadisler, böyle bir ilişkinin olabileceğine işaret etmektedir. Cinlerin inanmışları insanlara yararlı, inkârcıları da zararlı olurlar. Cinler, özellikle kötü niyetli insanların Allah’a isyan niteliği taşıyan eylemlerinde yardım aldıkları varlıklardır. Bu yüzden halk arasında, büyücü veya cinci denen kimselerin insanların kötülüğüne yol açacak şeyleri, cinlerle işbirliği yaparak manipüle etmek sûretiyle başardıklarına inanılır. Aynı şekilde, kâfir cinlerin etkisiyle ortaya çıkan kötü sonuçların önlenmesi için mü’min cinlerle işbirliği yapılması da mümkün görülür. Fakat bu yol da fazla tekin sayılmaz. Bu hususta, Kur’an okuma dışında herhangi bir yola başvurmak doğru olmaz.
Cinler, insanların bilmediği bazı hususları bilebilirler; ama gaybı onlar da bilemezler. Ayrıca cinler, insanlara nisbetle daha üstün bir güce sahip olduklarından kısa sürede uzun mesafeleri kat edebilir, insanlar tarafından görülmedikleri halde onlar insanları görebilirler.
Kur’an âyetlerinden, cinlere de peygamber gönderildiği anlaşılmaktadır. Ancak, onlara gönderilen peygamberlerin insan veya cin türünden olup olmadığı tartışmalıdır. İslâm âlimlerinin çoğu, cinlere kendi türünden peygamber gönderilmediği, insanlara gönderilen peygamberlerin aynı zamanda cinlerin de peygamberi olduğu görüşünü paylaşırlarsa da, onlar arasında cinlere kendi türünden peygamber geldiğini savunanlar da vardır. Cin ve insan topluluklarına kendi içlerinden peygamberler geldiğine işaret eden âyete1587 bakarak, cinlere gönderilen peygamberlerin kendi türlerinden geldiğini savunan görüşün daha isabetli olduğunu söylemek mümkündür. Hz. Muhammed’in insanlarla birlikte cinlere de gönderilmiş bir peygamber olması ve Rasûlü’s-sakaleyn ünvanı alması ise, ona has bir meziyet olarak algılanabilir. 1588
“Duyularla doğrudan idrâk edilemeyen, insanlar gibi ilâhi buyruklara uymakla yükümlü tutulan varlık türüne cin denir.” Ayrıca “cin” kelimesi, melekleri de kapsayacak şekilde insan türünün karşıtı olan ve görünmez varlıklar için kullanılan genel bir anlam da taşır. Şu halde görünmeyen varlık anlamında her melek cindir, fakat her cin melek değildir. Bu yüzden İslâm âlimleri, meleklerin cinlerden ayrı bir tür olduğunu, cin kelimesinin insan ve melek dışında üçüncü bir varlık türünün adı olarak kullanıldığını söylemişlerdir.
Kuran’da cin kelimesi, çeşitli anlamlara gelmektedir. Bunlardan en çok kullanılanı, “insanın bedensel duygularının kavrayış alanı dışında kalan ruhsal güçler veya varlıklar” anlamıdır. Bu anlam, hem şeytani hem de melekî güçleri ihtiva etmektedir. Çünkü onların tümü, duygularımıza kapalı olan varlıklar veya güçlerdir.
Kuran’da “cin” terimi bazen “duygularımıza kapalı bulunan, ancak kendilerini bize tezahürleriyle duyuran temel tabiat güçlerini” göstermek için de kullanılır. Ayrıca bu kelime, “insanın şeytani güçlerle ilişkisinin sembolik olarak kişileştirilmesine”, yahut “bir insanın esrarlı güçlerin etkisi altına girmesine” de işaret eder. Cin kelimesi birkaç yerde de, “bizatihi görünmez olmayan, ama o zamana kadar hiç görülmeyen ve bilinmeyen varlıkları da ifade eder.” Son olarak cin
1587] 6/En’am, 130
1588] Fahrettin Yıldız, Kur’an Tefsiri, Cin Sûresi
- 340 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kelimesi, “Kuran’ın ilk muhataplarının bilincinde derin şekilde nüfuz etmiş bulunan bazı efsaneleri hatırlatmak” maksadıyla da kullanılır. Kuran’ın bu kelimeyi kullanmaktaki asıl amacı, cinler hakkında abartılmış bilgi ve inançların, yanlış ve asılsız olduğuna dikkat çekmektir.
Çünkü câhiliye Arapları, bazı yerlerde insan hayatına tesir eden gizli varlıkların mevcudiyetine inanırlar, cinleri de yeryüzünde oturan ilâhlar olarak kabul ederlerdi. Onlar, cinlerle Allah arasında soy birliğinin olduğunu ileri sürerek cinleri Allah’a ortak koşarlar ve onlara taparlardı.
Yine Araplara göre cinler, kabileler halinde yaşayan, birbirleriyle savaşan, bazı tabii olayları meydana getiren varlıklardı. Ayrıca cinlerin başta yılan olmak üzere çeşitli hayvanların sûretine girdiklerine, genellikle tenha, kuytu ve karanlık yerlerde yaşadıklarına, insanlar gibi yiyip içtiklerine ve çoğaldıklarına inanılırdı. Kısaca, cin kelimesi câhiliye döneminde “bütün şer güçleri” gösteren kültürel bir kod haline gelmişti.
İşte Kuran, Arapların zihinlerinde yer eden bu anlayıştan yola çıkarak cinleri doğrudan görünmeyen, ancak kendilerini etkileriyle hissettiren, genelde korku ve ürperti vererek insanların düşünce ve davranışlarını olumsuz yönde etkileyen varlıklar olarak tanıtmıştır.
Kuran’da yer alan cin konusunun, rasyonel bir tarzda yorumlanması mümkündür. Ama bu, Kuran’ın temel amacı bakımından gerekli değildir. Bu yüzden Kuran cin terimini, onların efsanevi mâhiyetlerini doğrulama ya da yalanlama yönünde bir değerlendirme ortaya koymadan, muhataplarının zihnine her türlü gücün ve üstünlüğün tek sahibinin Allah olduğu fikrini yerleştirmek için bir “ifade aracı” olarak kullanmıştır.
Kuran’da edindiğimiz bilgilere göre, cinler de insanlar gibi Allah’a ibâdet etmeleri için yaratılmışlar, fakat onlar, insan türünün mevcudiyetinden çok önce “yakıcı ve her şeye nüfuz edici ateşten” var edilmişlerdir. Kuran’da varlıkları bildirildiği, akıl da bunu imkânsız görmediği için, cinlerin varlığına inanmak gerekir.
Cinlerin mâhiyetine dair bilgilerin özeti ise şudur: Cinlerin “yakıcı ve her şeye nüfuz edici ateşten” yaratıldığını bildiren tabirler, onların varlıklarının fiziksel olmadığına işaret eden temsili ifadelerdir. Ancak bazı düşünürlere göre cinler, fiziksel yapıları bulunan, fakat biyolojik unsurları insanlarınkinden tamamen farklı olan canlı varlıklardır. Özellikle çağımızda cinlerin mâhiyetinin, dumansız ateşten (karbon asidinden) yaratıldıkları göz önüne alınarak, canlılığını ruhtan alan ve ezelde var edilen ışınlardan, ufolardan veya enerjiden, yahut bazı hastalıklara sebebiyet veren mikroplardan ibaret olduğu şeklinde bir takım görüşler ileri sürülmüşse de, bunlar ispatlanamamış birer teori olmaktan öteye gidememiştir.
Kur’an’da, cinlerin mâhiyeti hakkında ateşten yaratıldıklarının ötesinde bir bilgi mevcut değildir. Ancak cinler mükellef yaratıklar olduklarına göre, onların şuur, idrâk ve irade gücüne sahip varlıklar olmaları gerekir.
Kuran’daki âyetlerden, cinlere peygamber gönderildiğini de anlıyoruz. Ancak onlara gönderilen peygamberlerin insan veya cin türünden olup olmadığı tartışmalıdır. İslâm âlimlerinin çoğu, cinlere kendi türünden peygamber
CİN
- 341 -
gönderilmediği, insanlara gönderilen peygamberlerin aynı zamanda cinlerin de peygamberi olduğu görüşünü paylaşırlarsa da, cinlere gönderilen peygamberlerin kendi türlerinden olduğunu kabul etmek de mümkündür. Hz.Muhammed’e gönderilen vahiylerin, cinleri de kapsaması, ona has bir meziyet olarak algılanabilir.
Cinler, insanlara nisbetle daha üstün bir güce sahiptirler. Bu yüzden onlar, uzun mesafeleri kısa sürede alabilir, insanların bilmediği bazı hususları bilebilirler. Fakat gaybı onlar da bilemezler.
Cinlerin insanlarla ilişkileri ve birbirlerine etkileri konusunda da farklı görüşler vardır. Âlimlerin bir kısmı, insanlarla cinlerin birbirlerine tesir etmelerini mümkün görürken, büyük bir kısmı, cinlerin insanlar üzerinde hiçbir etkisinin bulunmadığı görüşündedir. Yine, cinlerin insanlara etkili olabileceği görüşünü paylaşanların çoğu, cinlerin tesirinden kurtulmak veya ona maruz kalmamak için, Kuran okuma dışında herhangi bir yola başvurulmasını tasvip etmemişlerdir. 1589
“Doğrusu insanlardan bazı kişiler, bazı cinlere sığınırlardı da onların azgınlıklarını artırırlardı.”1590 Bu âyette, insanlardan bazı kişilerin cinlerden bazılarına sığındıkları; böyle yapmakla cinlerin kibir ve taşkınlıklarını artırdıkları haber verilir. Cinlere sığınmak, onlardan yardım veya himaye yahut maddî ve manevî ihtiyaçları karşılama talebinde bulunmak demektir. Âyetin sonunda yer alan rehak kelimesi ise, “taşkınlık, kibir ve büyüklenme” anlamında kullanılmıştır. Çünkü câhiliye döneminde bazı müşrik Araplar, bir takım tılsım ve efsunlarla cinlere sığınıp onları şımartıyorlardı. Bu anlayış, fazla değişiklik göstermeden günümüzde de varlığını sürdürmektedir. Zira bugün cincilere, falcılara ve medyumlara avuç dolusu para akıtanlar ve falcılığı bir kazanç kapısı haline getirenler vardır. Bu da, insanlardan bazılarının, cinlerin şerrinden yine bazı insanlara yani cincilere sığındıklarını ortaya koymaktadır. Hâlbuki insanlar, cinlerin şerrinden cincilere sığınacaklarına Allah’a sığınsalar, hem daha doğru bir iş yapmış hem de paralarını cincilere kaptırmamış olurlar. Ayrıca insan, başka birisinin kendisine üflemesiyle değil, bizzat Kur’an’ı okuyup yaşayarak şifa bulabilir.
Kur’ân-ı Kerim’de Cin Kavramı
C-n-n kelimesi, değişik türevlerle Kur’ân-ı Kerim’de toplam olarak 201 yerde geçer. “Cinn” kelimesi, toplam 22 yerde zikredilir: 6/En’âm, 100, 112, 128, 130; 7/A’râf, 38, 179; 17/İsrâ, 88; 18/Kehf, 50; 27/Neml, 17, 39; 34/Sebe’, 12, 14, 41; 41/Fussılet, 25, 29; 46/Ahkaf, 18, 29; 51/Zâriyât, 56; 55/Rahmân, 33; 72/Cinn, 1, 5, 6.
Yine, cinler anlamına gelen “Cânn” kelimesi ise toplam 7 yerde zikredilir: 15/Hıcr, 27; 27/Neml, 10; 28/Kasas, 31; 55/Rahmân, 15, 39, 56, 74.
Cinler ve cinnet/delilik anlamına gelen “Cinnet” kelimesi de Kur’an’da toplam 10 yerde geçer: 7/A’râf, 184; 11/Hûd, 119; 23/Mü’minûn, 25, 70; 32/Secde, 13; 34/Sebe’, 8, 46; 37/Sâffât, 158, 158; 114/Nâs, 6. Aslında cinlenmiş demek olan ve mecnûn, deli, akılsız anlamında kullanılan “Mecnûn” kelimesi ise toplam 11 yerde kullanılır: 15/Hıcr, 6; 26/Şuarâ, 27; 37/Sâffât, 36; 44/Duhân, 14; 51/Zâriyât, 39, 52; 52/Tûr, 29; 54/Kamer, 9; 68/Kalem, 2, 51; 81/Tekvîr, 22.
1589] Fahrettin Yıldız, Kur’an Tefsiri, Cin Sûresi
1590] 72/Cin, 6
- 342 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ayrıca aynı kökü paylaşan örtmek anlamındaki “cenne” kelimesi bir yerde1591 kalkan anlamına gelen “Cünnet” Kelimesi Kur’an’da iki yerde1592 kullanılır. Örtülü olan, cenîn (anne karnındaki bebek) kelimesinin çoğulu olan “ecinne” kelimesi bir yerde.1593 Yine, aynı kökü paylaşan “(ağaçlarla veya duygulara) örtülü ve bahçe anlamındaki “Cennet” kelimesi, Kur’an’da tekil ve çoğul olarak toplam 147 yerde geçer.
“Böylece Biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar) aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak.” 1594
“Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bu günle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?’ Derler ki: ‘Kendi aleyhimize şâhitlik ederiz.’ Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şâhitlik ettiler.” 1595
“Sizin onları görmediğiniz yerlerden o (şeytan) ve yandaşları sizi görürler.”1596
“Andolsun ki Biz cehennem için cin ve insanlardan çok kimseler yaratmışızdır.” 1597
“Âdem’e secde edin” demiştik. Secde ettiler, yalnız İblis etmedi. O, cinlerdendi, Rabbinin buyruğu dışına çıktı. Şimdi siz Benden ayrı olarak onu ve onun neslini dostlar mı ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanınızdır. Bu, zâlimler için ne kötü bir değiştirmedir!” 1598
“Cinleri de daha önceden (deri gözeneklerinden) içeriye giren yakıcı ateşten yarattık.” 1599
“...Eğer cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.” 1600
“Sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü de bir aylık yol alan rüzgârı da Süleyman’ın buyruğuna verdik ve O’na katran kaynağını akıttık. Rabb’inin izniyle cinlerden kimseler O’nun huzurunda çalışırdı. Onlardan, kim emrimizden sapsa ona harlı işkenceden tattırırdık.” 1601
“Allah’la cinler arasında bir soy bağı icâd ettiler. Andolsun ki, cinler de kendilerinin (hesap yerine) götürüleceklerini bilirler.” 1602
“Hatırla ki, cinlerden bir grubu Kur’ân’ı dinlesinler diye sana yöneltmiş idik. Onun huzuruna geldiklerinde: ‘Susup dinleyin’ dediler. (Okunması) bitirilince de kavimlerine uyarıcılar olarak döndüler. Dediler ki: ‘Ey kavmimiz, biz Mûsâ’dan sonra indirilmiş olup, kendinden öncekileri doğrulayan, hakka ve dosdoğru yola ileten bir kitap dinledik.
1591] 6/En’âm, 76
1592] 58/Mücâdele, 16; 63/Münâfıkun, 2
1593] 53/Necm, 32
1594] 6/En'âm, 112
1595] 6/En’âm, 130
1596] 7/A’râf, 27
1597] 7/A’râf, 179
1598] 18/Kehf, 50
1599] 15/Hicr, 27
1600] 34/Sebe’, 14
1601] 34/Sebe', 12
1602] 37/Sâffat, 158
CİN
- 343 -
Ey kavmimiz! Allah’ın dâvetçisinin çağrısını kabul edin ve ona iman edin, ta ki Allah günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acıklı bir azaptan kurtarsın. Kim Allah’ın dâvetçisinin çağrısını kabul etmezse o yeryüzünde (Allah’ı) âciz bırakıcı değildir. Onun ondan başka dost ve yardımcıları da olmaz. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.’” 1603
“Cinni de dumansız ateşten (mâric) yarattık.” 1604
“Ey insan ve cinn sizin de hesabınızı ele alacağız. Hal bu iken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz? Ey cinn ve insan toplulukları göklerin ve yerin çevresinden geçmeğe gücünüz yetiyorsa geçin. Ama Allah’ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz. Öyleyse Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?”1605
“Ben, cinleri ve insanları yalnızca bana ibâdet/kulluk etsinler diye yarattım.” 1606
“(Rasûlüm!) De ki: ‘cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum Kur’an’ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: ‘Gerçekten biz, doğru yola ileten hârikulâde güzel Kur’an’ı dinledik. Biz de ona İman ettik. (Artık) Kimseyi Rabbimıza asla şirk/ortak koşmayacağız. Doğrusu bizim beyinsiz olanımız (İblis veya azgın cinler), Allah hakkında pek aşırı yalanlar uyduruyormuş. Şu da gerçek ki, insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı da, onların (şımarıklıklarını ve) azgınlıklarını arttırırlardı. Doğrusu, biz cinler, göğe erişmeye çalıştık; fakat onu sert bekçilerle, alevler ve meş’alelerle doldurulmuş bulduk. Gerçekten biz, -kimimiz sâlih kişiler, kimimiz ise bunlardan aşağıda- türlü türlü yollar tutmuştuk. İçimizde, (Allah’a) teslimiyet gösterenler de var, hak yoldan sapanlar da var.” 1607
“Doğrusu biz (cinler) o hidâyet rehberi (olan Allah’ın Peygamberini) dinlediğimizde hemen O’na inandık. Her kim bu sûretle Rabbi’ne iman ederse o, ne hakkı eksilmekten, ne de zulme uğramaktan korkmaz.” 1608
“ ...Gaybı bilen ancak O’dur... Ancak dilediği peygamber bunun dışındadır.” 1609
“De ki: ‘Sabahın Rabbine sığınırım… Düğümlere üfüren üfürükçülearin şerrinden.” 1610
“İnsanların kalplerine vesvese sokan, (insan Allah’ı andığında) pusuya çekilen cin ve insan şeytanının şerrinden, insanların Rabbine, insanların Melikine (mutlak sahip ve hâkim ve yöneticisine), insanların İlâhına sığınırım.” 1611
Hadis-i Şeriflerde Cin Kavramı
“Melekler nurdan yaratıldı. Cinler de dumansız ateşten yaratıldı. Âdem de size anlatılan şeyden (topraktan) yaratıldı.” 1612
“Şu bir gerçek ki üfürük, muskacılık, şirinlik büyüsü, kısmet açma muskası gibi şeyler
1603] 46/Ahkaf, 29-32
1604] 55/Rahmân, 15
1605] 55/Rahmân, 31-34
1606] 51/Zâriyât, 56
1607] 72/Cinn, 1-2, 4, 6, 8, 11, 14
1608] 72/Cin, 13
1609] 72/Cinn 26-27
1610] 113/Felak, 1, 4
1611] 114/Nâs, 1-6
1612] Müslim, Zühd 60
- 344 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şirkin görünümleridir.” 1613
“Korunma ve kurtulma ümidiyle üstüne giysisine bir şey asan, şirke bulaşmış olur.”
“Üstünde muska taşıyanın Allah hiçbir işini tamamlamasın; üstünde nazarlık boncuk taşıyanı Allah korumasın!” 1614
“Her birinizin melekten ve cinden bir arkadaşı vardır.” ‘Senin de cinden arkadaşın var mı yâ Rasûlallah?’ dediler. “Benim de var, fakat Allah yardım edip beni ona galip getirdi de müslüman oldu. Bana iyilikten başka bir şey emretmez” buyurdu. 1615
“Hz. Peygamber, Ebuzer’e: “Cin ve insan şeytanlarından Allah’a sığındın mı?” diye sormuş, Ebuzer: ‘İnsandan da şeytan var mı?’ diye sorunca, Peygamber (s.a.s.) şöyle demiştir: “Evet, onlar cin ve şeytanlardan daha şerlidirler.” 1616
Alkame anlatıyor: “İbn Mes’ud’a (r.a.) dedim ki: “Sizden kimse, cin gecesinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e refakat etti mi?” “Hayır, dedi, bizden kimse ona refakat etmedi. Ancak bir gece O’nunla (aleyhissalâtu vesselâm) beraberdik. Bir ara onu kaybettik. Kendisini vadilerde ve dağ yollarında aradık. Bulamayınca: “Yoksa uçurulmuş veya kaçırılmış olmasın?” dedik. Böylece, geçirilmesi mümkün en kötü bir gece geçirdik. Sabah olunca, bir de baktık ki Hira tarafından geliyor. “Ey Allah’ın Rasûlü, biz seni kaybettik, çok aradık ve bulamadık. Bu sebeple geçirilmesi mümkün en fena bir gece geçirdik” dedik. “Bana cinlerin dâvetçisi geldi. Beraber gittik. Onlara Kur’ân-ıKerim’i okudum” buyurdular. Sonra bizi götürerek cinlerin izlerini, ateşlerinin kalıntılarını bize gösterdi. Cinler kendisine yiyeceklerini sormuşlar. O da: “Elinize geçen, üzerine Allah’ın ismi zikredilmiş her kemik, olabildiği kadar bol etli olarak sizindir. Her deve ve at mayısı da hayvanlarınızın yemidir” buyurmuşlar. Sonra Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize şu tenbihte bulundu: “Sakın bu iki şeyle (kemik ve kuru hayvan mayısı) abdest bozduktan sonra istinca etmeyin, çünkü onlar (cinnî olan) din kardeşlerinizin yiyecekleridir.” 1617
İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: “Hz. Peygamber (s.a.s.), cinlere Kur’ân okumadığı gibi, onları görmedi de. Rasûlullah (s.a.s.) bir grup ashâbıyla Ukâz panayırına gitmek niyetiyle yola çıktı. Bu esnada, şeytanlarla, semâdan gelen haber arasına engel konmuş idi. (Bundan dolayı, mutad olarak semâdan haber getiren) şeytanlar üzerine şahâblar (Şahâb: Geceleyin görülen ve yıldız kayması tabir ettiğimiz, kozmoğrafyacıların da “atmosfere düşüp yanan göktaşı” dedikleri şeydir.) gönderildi. Böylece şeytanlar kavimlerine (eli boş ve habersiz) döndüler. Kavmi: “Ne var, niye (boş) döndünüz?” diye sordular. Onlar: “Bizimle semâvî haber arasına mânia kondu, üzerimize şahablar gönderildi. (Biz de kaçıp geri geldik)” dediler. “Bu, dediler, yeni zuhur eden bir şey sebebiyle olmalı, arzın doğusunu ve batısını dolaşın, (bu engel hakkında bir haber getirin).”
(Yeryüzünü taramak üzere gruplar halinde yola çıktılar. Bunlardan) Tihâme tarafına giden bir grup, (Ukâz panayırına giderken yolda ashâbıyla sabah namazı kılmakta olan Hz. Peygamber (s.a.s.)’e (Nehle denen yerde) rastladı. Kur’ân-ı
1613] İbn Mâce, Tıb 39; Elbânî; Sahîha, 1/648
1614] Heytemî; Zevâcir, 1/130
1615] Müslim, Münâfikîn 69; Dârimî, Rikak 25; Ahmed bin Hanbel, Müsned 1/385, 397, 401, 460
1616] Nesâî, İstiâze 48; Ahmed bin Hanbel, Müsned 5/178
1617] Müslim, Salât 150 h. no: 450; Tirmizî, Tefsir, Ahkaf, h. no: 3254; Ebû Dâvud, Tahâret 42, h. no: 85
CİN
- 345 -
Kerim’in tilâvetini duyunca durup kulak kabarttılar. “Bizimle semâvî haber arasına engel olan şey işte bu!” deyip kavimlerine döndüler. Onlara şöyle dediler: “Biz hakikkaten hayranlık veren bir Kur’ân dinledik ki o, Hakk’a ve doğruya götürüyor. Bundan dolayı biz de ona imân ettik. Rabbimize (bundan sonra) hiçbir şeyi asla ortak tutmayacağız.” 1618
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak Peygamberine (s.a.s.) vahyederek durumu bildirdi: “De ki: Bana şu hakikatler vahyolunmuştur: “Cinden bir zümre (benim Kur’ân okuyuşumu) dinlemiş de (şöyle) söylemişler: “Bize, hakiki hayranlık veren bir Kur’ân dinledik ki o, Hakk’a ve doğruya götürüyor...” 1619
Zührî (r.a.)’dan rivâyet edilmiştir: “Dediler ki, biz (yıldız kaymalarına dayanarak); “bugün büyük bir adam doğdu, bugün büyük bir adam öldü” derdik. Hz. Peygamber (s.a.s.) şu açıklamayı yaptı: “Yıldızlar hiç kimsenin hayatı veya ölümü için atılmazlar. Ancak Rabbimiz, bir işe hükmetti mi, semâvat ehli birbirine haber verir. Böylece haber dünya semâsına kadar gelir. Burada cinler haberi kapmak için kulak kabartırlar ve onu dostlarına ulaştırırlar.” 1620
İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: “Cinler semâya yükselip, orada vahyi dinliyorlardı. Bir tek kelime işitince, ona doksan dokuz tane de (kendilerinden) ilâve ediyorlardı. O tek kelime hak, ilave edilenler bâtıldı. Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gönderilince, semadaki yerlerine yükselmeleri şihablarla (göktaşları) önlendi. Bundan önce gökte şihablar (bu kadar çok) atılmazdı. İblis onlara: “Nedir bu? Herhalde mühim bir hâdise var!” dedi. Askerlerini gönderdi. Onlar Rasûlullah’ı (s.a.s.) Mekke’de iki dağın arasında namaz kılyor buldular. İblis’e tekrar dönüp gördüklerini haber verdiler. O da: “Arzda meydana gelen hâdise işte bu! (Sizin semâdan haber almanız bu sebeple engelleniyor)” dedi.” 1621
“Cinlerden bir ifrit, dün akşam, namazımı bozdurmak için üzerime atıldı. Allah ona galebe çalmama imkân verdi. Ben de onu boğazından yakaladım. Hatta onu, mescidin direklerinden birine bağlamayı arzu ettim, ta ki sabah olunca hepiniz onu göresiniz. Ancak, kardeşim Süleyman’ın (a.s.) şu sözünü hatırladım: “...Ve benden sonra kimseye nasib olmayacak bir mülkü bana ihsan et”1622. Allah da onu hor ve hakir olarak geri çevirdi.” 1623
Hz. Aişe’nin rivâyetine göre bazı kimseler, Peygamber’e (s.a.s.) kâhinlerden sorduğunda, “Onlar bir şey değildir” dedi. “Ama ey Allah’ın Elçisi, demişler, onların söyledikleri çıkıyor? Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: “O söz doğrudur. Cinni o sözü kapar, tavuğun ötmesi gibi insan dostunun kulağına onu öter. Fakat şeytanlar duydukları gerçek söze yüzden fazla da yalan katarak söylerler.” 1624
“Allah gökte bir işe karar verirse O ‘nun kararına itaatle melekler, yalçın kaya üzerindeki zincir (sesi) gibi kanatlarını çırparlar. Yüreklerinden korku gidince: ‘Rabbiniz ne
1618] 72/Cin, 1-2
1619] 72/Cin 1-...; (Cin'in sözü 15. âyette biter); Buhârî, Tesfir Cinn 1, Ezan 105; Müslim, Salât 149, h. no: 449; Tirmizî, Tefsir, Cinn, h. no: 3320
1620] Müslim
1621] Tirmizî, Tefsir, Cin h. no: 3321
1622] 34/Sâd, 35
1623] Buhârî, Salât 75, Amel fi's-Salât 10, Bed'ül-Halk 11, Enbiyâ 40, Tefsir, Sâd; Müslim, Mesâcid 39, h. no: 541
1624] Buhâri, Tıb 46, Edeb 117, Tevhid 57; Müslim, Selâm 123; Ahmed bin Hanbel, Müsned 6/87
- 346 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dedi?’ derler. ‘Gerçeği söyledi, O yücedir, uludur’ derler. Onların sözlerini, kulak hırsızı (cinni) işitir. Kulak hırsızları da şöyle birbirleri üzerine binmiştir -hadisi anlatan Süfyân, bu sırada parmaklarını birbirine geçirmiştir-. Her duyan, sözü kendi altındakine ulaştırır. Nihâyet söz düşe düşe büyücünün, ya da kâhinin diline düşer. Kâh kulak hırsızı, duyduğu sözü, henüz atmazdan şihâbe/ışına yakalanır. Kâh da şihâb/ışın yetişmeden sözü atar. Ama duyduğuna yüz tane de yalan katar. Sonra ‘Falan falan gün, size şöyle şöyle demedi mi?’ denilir. Kulak hırsızının gökten işit(ip kâhinin kulağına attığı söz doğru çıkar, (kattığı yalanlar değil).” 1625
Rukyeden Nehiy
İmran İbn Husayn (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.): “Ümmetimden yetmişbin kişi (Mahşer’ de) hesaba çekilmeden cennete girecektir!” buyurdular. Kendisine: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bunlar kimlerdir?” diye soruldu. Şöyle buyurdu: “Onlar, kendilerini dağlatmayanlar, rukyeye başvurmayanlar, teşâüm’e (uğursuzluğa) inanmıyanlar ve Rabblerine tevekkül edenlerdir!” 1626
İbn Mes’ud (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s)’ı işittim, diyordu ki: “Rukyelerde, temîmelerde (muskalarda), tivelelerde (muhabbet muskası) bir nevi şirk vardır.” Bunu işiten bir kadın atılarak, (İbn Mes’ud’a): “Böyle söylemeyin, benim gözüm ağrıyordu. Falan yahudiye gittim geldim. O bana rukye yaptı. Ağrım kesildi” dedi. Abdullah İbn Mes’ud tereddüt etmeden, “Bu (ağrı) şeytanın işiydi, o eliyle dürtüyordu, sana rukye yapılınca vazgeçti. Bu durumda sana Rasûlulullah (s.a.s.) gibi, şöyle söylemen kafidir: “Ezhibi’lbe’se Rabbe’nnâs eşfi ente’ş-Şâfi, Lâ şifâe illâ şifâuke, şifâen lâ yuğâdiru sakamen. (Ey insanların Rabbi, acıyı gider, şifa ver, sen Şâfisin. Senin şifandan başka bir şifa yoktur, hiçbir hastalık bırakmayan bir şifa istiyorum.” 1627
Câbir (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah’tan (s.a.s.) nüşre hakkında sorulmuştu: “O şeytan işidir!” buyurdu.” 1628
(Nüşre rukye’nin bir çeşididir. İbnu’l-Esîr, bunu “Cin değmesine mâruz kaldığı sanılan kimsenin tedavisi için başvurulan bir rukye ve ilaç” olarak tarif eder ve bu rukyenin nüşre diye isimlenmesini, onunla kişiyi kapayıp örten hastalığın çözülüp dağıtıldığına (neşredildiğine) inanılması ile izah eder. Daha açık bir ifade ile nüşre, cine tutulduğu zannedilen kimsenin cinlerini dağıtmak için yapılan rukyeye denmektedir. Görüldüğü üzere bir sihir çeşididir. Nüşre denmesi de, hastalığın onunla dağıtılması, belanın onunla inkişaf ettirilip açılmasından dolayıdır.)
İsa İbn Hamza anlatıyor: “Abdullah İbn Ukeym (r.a.)’ın yanına girdim. Kendisinde kızıllık vardı. “Temîme (muska) takmıyor musun?” diye sordum. Bana şu cevabı verdi: “Bundan Allah’a sığınırım. Zira Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştu: “Kim bir şey takınırsa, ona havale edilir (şifâsız kalır, umduğuna eremez).”1629
1625] Buhâri, Tevhid 32, Tefsir, Sûre 15, 34; Tirmizi, Sûre 34; İbn Mâce, Mukaddime
1626] Müslim, İman, 371, h. no: 218
1627] Ebû Dâvud, Tıbb 17, h. no: 3883
1628] Ebû Dâvud, Tıbb 9, h. no: 3868
1629] Tirmizî, Tıbb 24, h. no: 2073
CİN
- 347 -
Cin Konusuyla İlgili Bazı Meseleler
el-Cin adıyla müstakil bir sûrenin bulunduğu Kur’ân-ı Kerim’de “cinne”, “cân” ve “cin” kelimeleri geçmektedir. Bunlardan “delilik” anlamındaki “cinne” üç yerde “cin topluluğu”; “cân” iki yerde “yılan”, beş yerde “cin” anlamına gelmektedir. Yirmi iki yerde geçen cin kelimesi de melek ve insan dışındaki üçüncü varlık türü karşılığında kullanılmıştır. Cin kelimesi sözlük ve terim mânalarıyla çeşitli hadislerde de yer almaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’de verilen bilgilere göre cinler de insanlar gibi Allah’a kulluk etmeleri için yaratılmıştır. Cân, insan türünün mevcudiyetinden önce yakıcı ve her şeye nüfuz edici ateşten (nâr-ı semüm, mâric) halkedilmiştir. Cinlere de peygamber gönderilmiş, bir kısmı iman etmiş, bir kısmı kâfir olarak kalmıştır. Cinler insanlara nisbetle daha üstün bir güce sahiptirler. Meselâ kısa sürede uzun mesafeleri katedebilir, insanlarca görülmedikleri halde onlar insanları görür, insanların bilmediği bazı hususları bilirler; fakat gaybı onlar da bilemezler. Gökteki meleklerin konuşmalarından gizlice haber almak isterlerse de buna imkân verilmez. Evlenip çoğalırlar. İblis de cinlerdendir ve insanların yanı sıra cinlerden de yardımcıları vardır. Bazı cinler Hz. Süleyman’ın emrine girerek ordusunda hizmet görmüş, mâbed, heykel, büyük çanak, kazan gibi nesnelerin yapımında insanlarla beraber çalışmışlardır.
Hadislerde de cinlerle ilgili bazı bilgilere rastlanmaktadır. Her insanın yanında bir cin bulunduğunu, cinlerin mü’minlere vesvese vermeye çalıştıklarını, ancak Kur’an okunan yerde etkilerini kaybettiklerini ifade eden hadislerdeki cinler, Kur’ân-ı Kerîm’de “cin şeytanları”1630 olarak kendilerinden söz edilen kötü cinler olmalıdır. Kulak hırsızlığı yapmak sûretiyle gökten haber alan ve doğru-yanlış öğrendiklerini arkadaşları vasıtasıyla sihirbaz veya kâhinlerin kalplerine ulaştıran cinler de aynı grupta mütâlaa edilebilir. Hz. Peygamber cinlerle konuşmuş, hatta rivâyete göre namazını bozmaya çalışan bir cini yakalamış ve onu ashâba göstermek için bir yere bağlamak istemişse de daha sonra bundan vazgeçip serbest bırakmıştır. Diğer bir rivâyete göre Rasûl-i Ekrem geceleyin bir grup cinle bir arada bulunmuş, onlara Kur’an okumuş, sabah olunca da durumu ashâbına anlatıp yaktıkları ateşin kalıntılarını kendilerine göstermiştir. 1631
Cinlerle ilgili âyet ve hadislerin yorumu İslâm literatüründe kendine has bir yer işgal etmiş, ayrıca cinlere ve şeytanlara tesir edip onları itaat altına alma yollarını konu edinen ve “ilmü’l-azâim” adı verilen bir bilim dalı da teşekkül etmiştir. Bu işlerle meşgul olanlara Türkçe’de “cinci” denilir. İslâm kaynaklarında cinlerin mâhiyeti ve mevcûdiyeti, özellikleri, insanlarla ilişkileri, peygamberleri, âhiretteki durumları gibi hususlar onlarla ilgili tartışmaların ana konularını oluşturmuştur. Yine bu kaynakların bazılarına göre cinlerin mevcûdiyeti konusunda eski filozoflar da fikir beyan etmişler, bir grubu duyu ve akıl yoluyla idrâk edilemeyen her şey gibi cinleri de inkâr ederken; bir kısmı cinlerin varlığını kabul etmiş ve onlardan “ervâh-ı süfliyye” veya “ervâh-ı mücerrede” diye söz etmiştir. İslâm filozoflarından Fârâbî, insanların aksine, cinleri konuşmayan ve ölmeyen
1630] el-En'âm 6/112
1631] Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI/153, 168; Buhârî, Menâkıbül-Ensâr 132, Salât 75, Ezan 105, Tefsir 72/1-2, Tevhîd 7; Müslim, Zühd 60, Salât 149, 150, 260, Zikr 67, Mesâcid 39; Tirmizî, Tefsir 47
- 348 -
KUR’AN KAVRAMLARI
canlılar olarak kabul eder. İbn Sînâ da cin kelimesine “çeşitli şekillere girebilen, şeffaf yapılı ve konuşan latif canlı” anlamını verir. Ancak filozofa göre bu tarif, cinin varlık olarak mâhiyetini açıklığa kavuşturmayıp sadece cin isminin kavram olarak ne anlama geldiğini göstermektedir.1632 Fahreddin er-Râzî ile onun görüşüne katılan bazı âlimler İbn Sina’nın bu açıklamasından hareketle onun, cinin sadece adını kabul edip dış dünyadaki varlığını inkâr ettiği sonucuna varmışlardır.1633 Buna karşılık Elmalılı Muhammed Hamdi, haklı olarak, İbn Sînâ’nın, mâhiyetleri hakkında ayrıntılı bilgiye sahip olunamadığı için cinlere ait gerçek bir tarifin yapılamayacağına işaret etmek üzere söylediği bu sözden cinlerin varlığını inkâr ettiği sonucunun çıkarılamayacağını belirtmiştir. 1634
Kelâm âlimlerine göre cinlerin varlığı sadece vahiy yoluyla bilinip ispat edilebilir, akıl da bunu imkânsız görmez. Mevcûdiyetleri tartışma götürmeyecek şekilde Kur’an’la sabit olduğundan cinleri inkâr edenlerin küfrüne hükmeden kelâm âlimleri cinlerin mâhiyeti konusunda farklı görüşler benimsemişlerdir. Bunları iki noktada toplamak mümkündür.
1. Cinler kendi başına kaim olan gayri maddî cevherlerden oluşur. Bu görüşü benimseyenlerden biri olan Gazzâlî’ye göre melekler, cinler ve şeytanlar gayri maddî cevherden oluşmaları açısından birbirlerine benzemekle birlikte -âraz oluş noktasında aralarında benzerlik bulunan renk, ilim ve kudretin tür olarak birbirlerinden ayrı oluşları gibi- farklılık arzederler.1635
2. Cinler maddî cevherlerden oluşur. Ebu’l-Hasan el-Eş’arî ve Bâkıllânî başta olmak üzere bu görüşü benimseyen Eş’arîler’in çoğunluğuna göre hayat için bünye şart olmadığından her şeye gücü yeten Allah cinleri duyularla idrâk edilebilen bünyeleri olmaksızın yaratmıştır. Hayat için bünyeyi şart koşan Mutezile âlimleri ile Ebû Ya’lâ el-Ferrâ ise cinlerin basit cisimlerden ibaret olduğunu kabul etmişlerdir. İbn Haldun, duyularla algılanamadıklarından ve neye delâlet ettikleri bilinemediğinden Kur’an’da geçen melek, ruh, cin gibi kavramların müteşâbihattan kabul edilmesi gerektiğini söyler.
Çağımızda cinlerin mâhiyetlerinin, “ateşe karışan” (mâric) varlıklar olmaları1636 dikkate alınarak karbon asidinden, “dumansız ateşten yaratıldıkları göz önüne alınarak canlılığını ruhtan alan ve ezelde var edilen ışınlardan, ufolardan veya enerjiden yahut bazı hadislerde hastalıkların sebebi olarak gösterilmeleri dikkate alınarak mikroplardan ibaret olduğu tarzında birtakım görüşler ileri sürülmüşse de1637 bunlar ilmî bakımdan temellendirilememiş bazı teoriler niteliğindedir. Zira duyular ötesi varlıklardan olmaları sebebiyle sadece nakil yoluyla doğru bilgi edinebileceğimiz cinlerin mâhiyeti hakkında naslarda ateşten yaratıldıklarının ötesinde bir bilgi mevcut değildir. Bazı Haşviyye mensupları hâriç İslâm âlimlerinin hemen hepsine göre mükellef yaratıklar olan cinlerin mükellefiyetin üstesinden gelebilmeleri için şuur, idrâk ve irâde gücüne sahip olmaları
1632] Tis’u Resâil, s. 62
1633] Tehânevî, Keşşaf, "cin" md.; Mefâtîhu'l-Ğayb, XXX, 148
1634] Hak Dini, VII, 5387
1635] el-Madnûnü'l-Kebîr, s. 16
1636] 55/Rahmân, 15
1637] Reşîd Rızâ, III, 96; VII, 319; VIII, 364; Evrin, I, 254; Ahmed Hulusi, s. 61-72; Ayberg, II, 69-72; Ateş, s. 19-20
CİN
- 349 -
gerekir ki bu hususu çağımızda ileri sürülen görüşlerle bağdaştırmak mümkün görünmemektedir.
Kur’an’da verilen bilgilere dayanılarak cinlere peygamber gönderildiği noktasında İslâm âlimleri arasında ittifak bulunmasına rağmen bu peygamberlerin insan veya cin türünden oluşu hususunda görüş ayrılıkları vardır. Bir görüşe göre cinlere gönderilen peygamberin melek olması gerekir; diğer bir grup âlim de gönderildiği topluluğun meleklerden değil insanlardan oluşması sebebiyle insan topluluklarına yine kendi türlerinden peygamber gönderildiğini bildiren âyetle1638 insan ve cin topluluklarına içlerinden peygamberler gönderildiğine işaret eden âyeti1639 dikkate alarak cinlere gönderilen peygamberlerin cin türünden olduğunu savunmuşlardır. Âlimlerin çoğunluğu ise cinlere kendi türlerinden peygamber gönderilmediği, insanlara gönderilen peygamberlerin aynı zamanda cinlerin de peygamberleri olduğu görüşündedir. Bir başka görüşe göre cinler arasından uyarıcılar seçilmiş, onlar da insanlara gelen peygamberlerden aldıkları bilgileri cinlere tebliğ etmişlerdir.1640 Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli milletlere gönderilen peygamberlerin kendi içlerinden seçildiği ve kendi dillerini konuştuğu önemle vurgulandığına1641 ve “Ey cin ve insan toplulukları! Size içinizden peygamberler gelmedi mi?”1642 mealindeki âyetlerin mevcûdiyetine bakarak cinlere gönderilen peygamberlerin kendi türlerinden olduğu tarzındaki görüşü tercih etmek daha isâbetlidir.
İslâm âlimlerine göre cinler mutlak gaybı bilmemekle birlikte uzun süre yaşadıkları ve meleklerden haber sızdırabildikleri için insanların bilemediği bazı hususlara vâkıf olmaları mümkündür. Bunun dışında cinlere ilişkin âyetleri yorumlayarak cinlerin insanlar gibi doğan, yiyip içen, evlenip çoğalan, ölen ve hatta insanlarla ilişki kurabilen varlıklar olduğu âlimlerin çoğunluğu tarafından kabul edilir. Bazı kaynaklar, cinlerin yemek kokularıyla veya kemik vb. yemek artıklarıyla yahut hayvan dışkısıyla beslendiğini naklederse de tercih edilen görüşe göre kendilerine özgü bir tarzda beslenirler. (Hadis rivâyetlerinde belirtilen kemik, yemek artıkları ve hayvan dışkısıyla beslenenler, gözle görülmeyen gizli varlık anlamında cin, yani “mikrop”tur, esas cinle ilgisi yoktur.) Yine kaynaklar cinlerin insan şeklini alabildikleri gibi hayvanlardan yılan, kedi, köpek ve inek şekline de girebildiklerini, dünyanın çeşitli bölgelerinde özellikle dağlık yerlerde, harabelerde, denizlerde, çöllerde, çöplüklerde ve mezarlıklarda yaşadıklarını da kaydeder. Bu tür rivâyetlerin uydurma olup insan muhayyilesinin bir sonucu olduğunu iddia etmek mümkündür.
İnsanların cinleri görüp göremeyecekleri hususu tartışmalıdır. İbn Abbas’a atfedilen bir rivâyeti delil kabul edenlere göre Hz. Peygamber dahi cinleri görmemiş, İbn Mes’ûd’a atfedilen rivâyete göre ise Rasûl-i Ekrem cinleri görmüş ve onlarla beraber bulunmuştur. Şafiî’nin, cin gördüğünü söyleyen birine ta’zîr cezasının uygulanması gerektiğini söylediği, bazı hadisçilerin de böyle bir iddia sahibinin adâlet (dürüstlük) sıfatını kaybettiğine hükmettikleri nakledilir. Mu’tezile âlimleri, latif cisimlerden oluşmaları sebebiyle cinlerin fiilen
1638] 17/İsrâ, 94-95
1639] 6/En'âm, 130
1640] Râzî, XIII, 195
1641] 2/Bakara, 129, 151; 14/İbrâhim, 4
1642] 6/En'âm, 130
- 350 -
KUR’AN KAVRAMLARI
görülemeyeceğini, ancak görülmelerinin teorik olarak imkânsız olmadığını kabul etmişlerdir. Cinlerin insanlarla ilişkileri ve birbirlerine karşı etkileri hususunda da âlimler arasında görüş birliği yoktur. Ehl-i sünnet âlimlerine göre insanlarla cinlerin birbirlerine tesir etmeleri mümkündür. Zira Kur’an’da, faiz yiyenlerin kıyamet günü şeytanın çarptığı kimselerin kalkışı gibi kalkacakları belirtilmiş,1643 bir hadiste de şeytanın insan bedeninde kanın dolaştığı gibi dolaştığı ifade edilmiştir.1644 Bu tür nakiller yoruma tâbi tutulmadan zahiriyle benimsendiği takdirde şeytanlar gibi cinlerin de insanları etkileyebileceği ve meselâ onları saralı hale getirebileceği sonucuna varılabilir. Hz. Peygamber’in, cinlerin insanlar üzerindeki etkilerinden kurtulmak ve onları tesirsiz hale getirmek için Felak ve Nâs sûrelerinin, ayrıca Âyetü’l-kürsî’nin ve Bakara sûresinden bazı âyetlerin okunmasını tavsiye etmesi de1645 insanların cinlerin faaliyetlerine karşı kendilerini savunabilecekleri şeklinde yorumlanmıştır. Ebu’1-Yüsr el-Pezdevî gibi bazı sünnî âlimler, cinlerin sadece vesvese vermek sûretiyle insanlara etkili olabileceğini kabul ederler.1646 Cinlerin insanlar üzerinde etkili olabileceğini benimseyenlerin bir kısmı bunun daha çok sihir ve büyü faktörlerinde ortaya çıktığını söyleyerek cinlerin bu nevi işlerde kullanılabileceğini ileri sürerler. Mânaları anlaşılmayan “havas” ve “azâim” türünden bazı metinlerin okunması yoluyla cinlerden faydalanma girişiminde bulunulmasına huddâmcılık, bu işte kullanıldığı söylenen cinlere de huddâm denilir. Ancak önde gelen âlimlerin çoğunluğu, cinlerin tesirinden kurtulmak veya ona mâruz kalmamak için Kur’an okuma dışında herhangi bir yola başvurulmasını tasvip etmemişlerdir. İslâm dininin ana kaynaklarında bulunmayan azâim ve havassa dair bilgiler daha çok Mısır, İran, Türk ve Hint bölgelerinde yaşayan eski kültürlerden müslümanlara intikal etmiş ve halk arasında yaygın bir şekilde benimsenen inançlar halini almıştır. Mu’tezile’den Amr b. Ubeyd ve Kadı Abdülcebbâr gibi âlimler bu hususta sünnî görüşü paylaşırken, büyük bir kısmı da cinlerin insanlar üzerinde hiçbir etkisinin bulunmadığı kanaatini ifade eder. (Biz de cinlerin vesvese verme dışında insanlar üzerinde hiçbir etkisinin bulunmadığı kanaatini taşıyoruz.)
İslâm âlimleri, cinlerden kâfir olanların cehennemde zemherîr (şiddetli soğuk) türünden veya daha başka azap çeşitleriyle cezalandırılacağını kabul etmelerine karşılık mü’min olanlarının cennetle mükâfatlandırılması konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Çoğunluğa göre İlâhî buyruklara itaat eden mü’min cinler cennete girecektir. Ebû Hanîfe başta olmak üzere diğer bazı âlimler ise mü’min cinlerin cehennemden kurtulmak sûretiyle mükâfatlandırılmış olacağı, fakat cennete giremeyeceği ve nihâyet hayvanlar gibi yok edileceği görüşündedirler. A’rafta bulunacaklarını söyleyenler de vardır. Cennetle ilgili olarak Kur’an’da ve hadislerde yer alan birçok nass, cinlere dair herhangi bir ifade içermemektedir. 1647
Bütün metafizik, metapsişik ve spiritüel değerler ve gerçekler konusunda olduğu gibi cin ve şeytan konusunda da tek kaynağımız Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bilindiği üzere ruh, melek, cin ve şeytan gibi bazılarını beş duyumuzla asla
1643] 2/Bakara, 275
1644] Buhârî, Ahkâm 21, Bed'ü'1-halk 11
1645] Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/144, 146; Buhârî, Vekâle 10; Tirmizî, Fezâ'ilü'l-Kur'ân 1, 2, 3
1646] Usûlü'd-dîn, s. 226
1647] Ahmet Saim Kılavuz, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 5-10
CİN
- 351 -
algılayamadığımız, bazılarını ise çok nâdir olarak duyumsar gibi olduğumuz varlıklara ilişkin bilgiler ancak vahiy sâyesinde insana ulaşmıştır.
Şeytanlara gelince bunlar, cinlerin anarşistleri ve bozguncularıdır. İnsanları yoldan çıkaranlar işte bunlardır. En büyükleri olan İblis, vaktiyle Allah Teâlâ’ya karşı küstahlık etmiş, O’nun meleklere: “Âdeme secde edin!” diye verdiği emre karşı gelmiş,1648 bu sûretle de kâfir (nankör)1649 ve âsî1650 olmuştur.
Cin ve Şeytan da Kur’ân-ı Kerîm’in bize bildirdiği diğer varlıklar gibi birer gerçektirler. Orijinleri ve özellikleri nedeniyle insanlar tarafından görülememeleri bazı kimselerde kuşku doğurmuş, birçok kimselerde de bu yaratıklar daima merak konusu olmuştur. Esasen bu merak normaldir. Çünkü insan, bizzat göremediği herhangi bir şey hakkında haber aldığı zaman kesin olarak inansa bile genelde onu doğrudan duyularıyla algılamak ister. Onun gerçek olup olmadığını ancak bu şekilde anlayabileceğini sanır. Hâlbuki bir şeyin gerçekte mevcut bulunması, onun mutlaka gözle görülmesine ya da diğer duyularla algılanabilir olmasına bağlı değildir. Nitekim normal insan gözü, 400 ila 700 milimikron arasındaki ışık dalgalarını ancak fark edebilmekte, bu limitlerin dışında kalan dalgaları ise değerlendirememektedir. Keza normal insan kulağı 16 ilâ 20000 titreşimi duyabilmekte, bu limitlerin dışındaki frekansları ise duyamamaktadır. Bununla birlikte sözkonusu ölçülerin dışında kalan gerçeklerin birçoğuna inanabilmektedir.
İnanabilmek, akla bağlı olarak bir yeti olsa gerektir. Fıtratlarında bu yetiye sahip bulunmayan insanlar ne kadar zeki ve okumuş olurlarsa olsunlar vahyin haber verdiği gerçeklere inanmakta sıkıntı çekerler. Bu nedenledir ki bazı kimseler melek, cin ve şeytan gibi sırlı varlıklara bir türlü inanmak istemezler. Ancak hemen kaydetmek gerekir ki bunlar, Yüce Kur’ân’ın haber verdiği gerçek varlıklardır. Dolayısıyla imanın bir şartı olan meleklere inanmak ne kadar önemli ise, cinlerin ve şeytanların varlığına da inanmak o kadar önemlidir. Cin ve şeytana inanmak, “Kitaplara İnanmak” şartının ayrıntılarındandır. Onun için cinlerin ve şeytanların varlığını inkâr eden kimse İslâm Dini’nden çıkmak gibi imânî bir tehlikenin içinde bulunduğunu bilmelidir! 1651
Cin Konusunda Şirke Düşmek
Cinleri inkâr şirke düşürdüğü gibi, cinleri Allah’a şirk/ortak koşmak da şirktir. Ayrıca, cinlerle uğraşan ya da cin konusunu istismar eden bazı kimselerin de şirk içine düştükleri görülmektedir. Şirk suçunun gerçekleşmesine neden olan sözler, eylem ve tavırlardan konumuzla dolaylı da olsa ilgili olanları şöyle değerlendirebiliriz:
a) Her türlü büyü:
Bütün tılsımlar; tütsüler; kurşun dökmek ve ipliklere üfleyip düğümlemek gibi şarlatanlıklar; (çeşitli baharat, mum, kıl, kemik, tırnak ve dışkı gibi) atık ve necis maddelerle yapılan maksatlı ve gizli işler; Havâs denilen okuma, şekil, şema, yazı ve heykelcikler bu bölüme girerler. Bu uğraşlar, sayılamayacak kadar çeşitlidir.
1648] 2/Bakara, 34, 7/A’râf, 11; 15/Hicr, 31; 17/İsrâ, 61; 18/Kehf, 50; 20/Tâhâ, 116; 38/Sâd, 74, 75
1649] 17/İsrâ, 27
1650] 19/Meryem, 44
1651] Ferit Aydın, İslâm’da İnanç Sistemi, Kahraman Y., s. 321-327
- 352 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kenzu’l-Havas (Gizli İlimler Hazinesi), Şemsu’l-Maarif ve El-Lu’lu’ ve’l-Mercan gibi büyü kitaplarında bunların uygulama şekilleri ve sözde sırları(!) anlatılmaktadır. Câhil insanların sırtından kolayca geçinmek için cinci üfürükçü birtakım açıkgözler tarafından yapılan bu büyülerin, geçici bir psikolojik yönlendirmeden başka gerçek anlamda hiçbir etkileri yoktur.
b) Fal ve her türlü kehanet:
Gerek günümüzde sosyete falı olarak bilinen tarot ve eskiden müneccimlik denilen astroloji (burçlar ya da yıldız falı), gerek daha çok çingeneler tarafından yarıdilencilik amaçlarıyla bakılan su, el ve ayna falı, gerekse şehir halkı arasında yaygın olan kahve falı bu kısma girmektedir.
Bazı kimselerin “Fala inanma, falsız da kalma” sözü açık bir çelişkidir. Şirk riskini ortadan kaldırmaz. İmânî açıdan son derece tehlikeli olan tüm eylem, söz ve tavırlar mizah konusu yapılamazlar. Nitekim ciddî anlamda olmasa bile bu tür sözleri sarfedenlerin yeniden Kelime-i Şahadet getirmeleri gerekir. 1652
Fetişizm; Büyü ve Korku Dini
İnsanoğlu maddî çarelerle hedeflerine ulaşamadığı ya da sorunlarını çözemediği zaman bu kez gizli ya da gizemli yollara başvurur. Bu tercihler eskiden beri insanlar arasında genel bir eğilimdir.
Gizliliğin mazeretleri ve her zaman bir açıklaması vardır. Ancak gizemlilik daima karmaşıklığını koruyacaktır. Bu nedenledir ki Kur’ân-ı Kerîm’in onayladığı, hatta mü’minleri dâvet ettiği “duâ” hâriç, İslâm, büyü ve fal gibi gizemli yolların bazılarını en ağır suç olan “küfür” diye nitelemiş ve kâfirlere lânet etmiştir. 1653
İnsanoğlu, geniş bilgi birikimlerine sahip bulunmakla birlikte, yaşadığı olaylar içinde henüz çözümleyemediği ve sırlarına bir türlü erişemediği o kadar çok şeyler vardır ki bunlar hakkında bilginler, uzmanlar ve ilim adamları hâlâ susmayı tercih etmektedirler. Nitekim telepatinin, hipnotizmanın, spiritüel enerjinin, meditasyonun ve çeşitli alternatif tıp sistemlerinin içyüzleri hâlâ bilinememektedir.
Gizemli konular, gerek kaynak ve temelleri yönünden, gerekse amaçları itibariyle birbirinden son derece farklıdırlar. O kadar ki bunların bazıları, hayat ve kâinât olaylarının, şimdiye kadar çözülememiş, belki de çözülemeyecek olan şifreleridir. Dolayısıyla bilinsin ya da bilinmesin bunlar esasen birer realitedir. Ancak gerçekle hiçbir ilişkisi olmayan, buna rağmen yarı uygar toplumlarda, genellikle basit düşünen insanlardan çıkar sağlamak amacıyla -sözde- gizemli nitelikte yapılan büyü, fal, müneccimlik ve medyumluk gibi bazı işler daha vardır ki bunlar tamamen spekülatif muâmelelerdir. İslâm bunları hurâfe ve bâtıl inanç olarak değer(siz)lendirmiş, bunları yasaklamış ve bu işlerle uğraşanların cezalandırılmasını öngörmüştür. Çünkü bu insanlarda fetişist (müşrikâne) yaklaşımlar vardır.
Örneğin büyü yapan ve yaptıran insanlar (özellikle yaptıranlar), büyüye, amacı kestirme ve gizemli yollarla gerçekleştiren bir çare olarak inanırlar. Medyumlara ve kâhinlere başvuranların da inancı böyledir.
1652] F. Aydın, a.g.e., s. 146-147
1653] 2/Bakara, 189, 161
CİN
- 353 -
Düşmanını perişan etmek, başına dertler ve belâlar yağdırmak için silâh yerine büyüyü tercih eden insanın esasen ne istediğini şöyle açıklamak mümkündür:
Eğer silâh ya da herhangi bir şiddet yolunu kullanırsa yakalanacak ve ağır cezalara çarptırılacaktır. Hâlbuki büyüye başvurursa -kendince- hiç kimsenin sezinleyemeyeceği gizemli bir yolla bu amacını gerçekleştirmiş olacaktır(!) Öyle ise büyüye inanan insana göre hayat ve kâinat olaylarını büyü ile yönlendirmek mümkündür. Bu ise Allah’ın (c.c.) kâinat üzerindeki mutlak egemenliğini tanımamak, daha doğrusu, büyü gibi bir araçla İlâhî egemenlik sınırlarının delinebileceğine inanmak demektir. Bu ise açık bir şirktir. Çünkü Allah’ın kâinât üzerindeki egemenliği mutlaktır. Hiçbir şey bu egemenliğin dışında değildir, hiçbir olay bu hâkimiyetten bağımsız olarak cereyan edemez. Her şeyi Allah Teâlâ yönetmektedir.
Yarattığı ve yönettiği kâinat olaylarının, -gerek etki-tepki, gerek sebep-sonuç, gerekse nötrleşme gibi- bilinen ve bilinmeyen fenomenleriyle son derece karmaşık olan kozmozunu birbiriyle ilintili yasalar zinciri çerçevesinde disipline eden yine Allah Teâlâ’dır. Şu halde bu yasalara göre hareket edilmedikçe büyü ve fal gibi gizemli çareler olduğuna inanılan hayalî yollarla amaca ulaşılabileceğine inanmak, her şeyden önce çok yanlış bir şartlanma ve büyük bir bilgisizlik örneğidir. Ondan sonra da Allah Teâlâ’ya karşı bir başkaldırı sayılır ki bir anlamda bunun adı şirktir.
Örneğin define arayan bir insan, eğer elde ettiği bir krokiye dayanarak, pusula ve dedektör gibi birtakım araçlar kullanarak amacına ulaşmak istiyorsa bu insan, itikadî bakımdan herhangi bir suç işlememektedir. Çünkü her şeyden önce aklını kullanmaktadır. Akıl ise Kur’ân-ı Kerîm’e göre gerçekleri yakalamada başvurulacak ilk ve en büyük araçtır. Çünkü akıl, sağlam, olgun ve reşit insanın, (Allah Teâlâ tarafından belli kanunlarla çalıştırılan) beyin mekanizmasında üretilmektedir. Bu açıdan define arayan Müslüman insan, Allah’ın kâinât üzerindeki mutlak egemenliğini kabul etmiş demektir. Onun kullandığı pusula ve dedektör de yine Allah Teâlâ tarafından insanoğluna sunulmuş çeşitli fizik, manyetik ve elektronik bilimlerinin tespit ettiği İlâhî kanunlarla çalışmaktadır. Dolayısıyla mü’min defineci, pusula, dedektör ve benzeri araçlar kullanmakla yine Allah’ın mutlak egemenliğini tanımış demektir.
Hâlbuki bu araçların yerine fala başvuran insan, falcının bütün bu kanunları delebilecek ve Allah’ın kâinât üzerindeki mutlak egemenliğinde O’na ortak olabilecek bir güce sahip bulunduğunu bilerek veya bilmeyerek kabul etmektedir. Bu sûretle de şirk koşmaktadır.
İnsan, itikadî yönü olmayan en ağır suçları bile işlerken son derece büyük vebal ve günahların altına girmesine rağmen yine de küfre ya da şirke saplanmaz. Hâlbuki itikadî yönü olan büyü ve fal gibi fetişist anlamda öyle suçlar vardır ki, kişi onları, hiç kimseye zarar vermeden, hiç kimsenin göremeyeceği yerlerde ve yalnız başına işlese bile Allah Teâlâ’ya ortak koşmuş olur ki bu sûretle cinâyet işleyen bir kimseden daha çok Allah’ın öfkesini hak etmiş olur. Bunun mantıklı sebebi acaba ne olabilir? Sebebi gâyet açıktır.
Cinâyet işleyen bir insan, bu suça girişirken bile Allah tarafından yaratılmış bulunan ve yine O’nun koyduğu belli yasalarla işlevini yerine getiren akıl, silâh,
- 354 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tasarı ve planlı komplo projeleri gibi araçlara başvurarak amacını gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Bu insan, en çirkin, en korkunç ve en vahşi bir amacın peşinde olmasına rağmen Allah’ın kâiinat üzerindeki mutlak egemenliğini doğrularcasına O’nun koyduğu hayat kanunlarına göre davranmaktadır.
Hâlbuki büyüye veya fala başvuran insanın yargısı bundan çok farklıdır ve Yüce Allah’ı daha çok öfkelendirici bir anlam taşımaktadır. Büyü yaparak veya yaptırarak birini kazanmak ya da birine zarar vermek isteyen insan, keza büyü veya fal aracılığıyla bilinmeyeni keşfetmeye çalışan insan, aslında Allah’a ait otorite sınırları dışında çözüm arayan insan demektir, Bu ise bir anlamda Allah’ın (hâşâ!) egemen olamadığı bazı bağımsız güçlerin ve alanların bulunduğunu bilerek veya bilmeyerek kabul etmek demektir. Belki bu nedenledir ki büyü, Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça küfür olarak nitelenmiştir.1654 Küfür ise Allah’ın (c.c.) otoritesini tanımamak anlamını taşır.
Müslüman toplumlarda fetişist eğilimler (Büyü, fal, havas, astroloji, râbıta, meditasyon vs.): Fetişist inançlara, Müslümanlar arasında “Hurâfeler” ya da “Bâtıl inançlar” denir. Hurâfe: Uydurulmuş, abartılmış, akla ve vicdana sığmayan asılsız inanç demektir. Bâtıl da, geçersiz, hükümsüz ve bağlayıcılığı olmayan şey anlamına gelir.
Ne yazık ki Müslümansı toplumlar, hatta Müslümanlar (daha doğrusu bilgisiz ve eğitimsiz mü’minler) arasında bile bâtıl inanışların tutunabildiği, inkâr edilemeyen bir gerçektir. İlginçtir ki sahâbîlerden büyük şahsiyetler hâriç, diğerlerinin de zaman zaman bâtıl inançlara kapıldıkları ve Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından şiddetle uyarıldıkları bazı eserlerde nakledilmektedir.1655 Ancak sahâbîler, Rasûlullah’ın (s.a.s.) uyarıları üzerine hemen tevbe etmiş ve kanaatlerini düzeltmişlerdir.
Yukarıda da açıklandığı üzere bâtıl inanç: Kulluk anlamını taşıyan imânî bir mesele olmaktan çok, insanın, ya ürküntü duyduğu şeylere karşı aklı sıra mânevî çare diye başvurduğu birtakım şarlatanlıklardır veya hayatta karşılaştığı sorunların çözümlenmesinde yardımlarını almak üzere evliyalar ve rûhâniler gibi “yarıtanrı”lardan medet ummalar ve onlara yapılan duâ ve niyazlardır.
Elbetteki Müslümanlar arasında da, bu şarlatanlıklara meyledecek ve ölülerden yardım dileyecek kadar basit düşünceli insanlar vardır. İşin ilginç tarafı, bu insanların hepsinin de eğitimsiz olmadıklarıdır. Medyumlardan medet uman, falcılara başvurup geleceğini onlardan öğrenmek isteyen nice okumuş devlet adamlarının yaşadığı skandallar, toplumu zaman zaman meşgul etmiştir. Evet, insanlar baş edemeyecekleri güçlere ve nereden geleceğini tahmin edemedikleri kaza ve belâlara karşı daima tedirginlik duyar. Bu psikolojik durum, yalnızca inançlı insanlarla da sınırlı değildir. Hemen herkes herhangi bir nedenle ve herhangi bir yerden gelebilecek risk ve tehlikelere karşı önlem alma ihtiyacını duyar. Bu, her insanın, ortama göre haklı olarak kapıldığı endişelerden kaynaklanmaktadır. Ancak, örneğin sağlam kilitler kullanmak, değerli eşyaları güvenilir kasalarda korumak, trafik kurallarına uymak, aşı olmak ve bütün bunlardan sonra da duâ etmek ve Allah’a tevekkülde bulunmak gibi endişeleri giderebilecek akılcı
1654] 2/Bakara, 102
1655] Hâfız bin Ahmed el-Hakemî, Meâricu’l-Kabûl, 1/273-274
CİN
- 355 -
ve meşrû önlemler varken; bazı kimseler, evlerinin, araç ve cihazlarının üzerine nazar boncuğu, bebek pabucu ve nalçacıklar asmak, üstlerinde çeşitli muskalar taşımak sûretiyle aklın ve Kur’ân’ın ölçülerine sığmayan yollara başvurarak sözde mânevî önlem(!) almaya çalışmaktadırlar. Bunlar bâtıl inançlardır ve şirktir!
Ne ilginçtir ki Kur’ân’ın feyiz ve nurundan yoksun bazı kimseler, hayattaki muhtemel risklere karşı -duâ ve tevekkül hâriç- dindarlardan daha akılcı ve daha meşrû yollara başvurarak önlemlerini almaktadırlar. Nitekim Müslümansı topluluklar arasında yaygınlaşan hurâfe ve bâtıl inançlar yüzünden, gerçek Müslümanlar her münasebette, akılcı geçinen müşrikler tarafından küçümsenmekte ve alay konusu olmaktadırlar.
Tekrar kaydetmek gerekir ki hastalığa ya da nazara karşı kurşun döktürmek, tütsü yapmak, sıtma için el bileğine, okunup düğümlenmiş iplik bağlamak, eve, arabaya, ya da dikiş makinesi ve bilgisayar gibi cihazlara (kaza belâdan koruması için) nazar boncuğu, nalça, bebek pabucu gibi tılsımlı sanılan şeyler takmak bâtıldır, çirkindir, şirktir. Çünkü bu yollara başvuran insan aslında nalın, pabucun, nazar boncuğunun, muskanın ve benzeri büyü araçlarının, Allah’ın egemenlik sınırları dışında birer güç olduğunu kabul etmiş sayılır ki bu, Allah’a açıkça ortak koşmaktan başka bir şey değildir. Eğer bu insanlar yukarıda bir kısmı söz konusu edilen büyü araçlarının, Kur’ân-ı Kerîm’de yerleri olduğuna inanırlarsa bu takdirde de Allah’ın kitabında bulunmayan şeyleri ona mal etmekten dolayı kâfir olurlar!
Başta eğitimsizlik olmak üzere çeşitli çıkar odaklarının gayret ve propagandalarıyla şartlanan insanlar arasında, özellikle bâtıl inanışlar daha çok yayılır. Şirke götüren bu tehlikeli anlayış ve kanaatler o kadar çok ve yaygındır ki hepsini örneklerle sıralayıp anlatmak imkânsızdır. Bunları, “nazar” gibi hak ve gerçek olan inançlardan ayırt edebilmek için Müslümanın iki ölçüsü vardır. Bunlar Kitap ve Sünnettir. Yani mânevî değer olarak tanıtılan herhangi bir şeyin öyle olup olmadığı, ancak onun Kur’ân-ı Kerîm’e ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hayatına uyup uymamasına göre anlaşılır. Dolayısıyla Müslümanların her konuda olduğu gibi bu noktada da başvuracakları mihenk taşları işte bu iki şeydir. 1656
Cin Sûresi
Cin sûresi, Kur’ân-ı Kerîm’in yetmiş ikinci sûresidir. Mekke’de nâzil olmuştur. Yirmi sekiz âyet, iki yüz seksen beş kelime ve yedi yüz elli dokuz harften ibarettir. Fâsılası “elif”tir. Cinlerden bahsettiği için bu adı almıştır. Buna “Kul ûhiye” sûresi de denir.
Sûrenin ana konusu cinlerdir. Hemen ilk âyette şöyle denmektedir: “(Ey Muhammed!) De ki; Cinlerden bir topluluğun Kur’an’ı dinlediği bana vahyolundu;’ Onlar şöyle demişlerdir; ‘Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur’an dinledik de ona inandık; biz Rabbimiz’e hiçbir şeyi ortak koşmayacağız.”
Eskiden beri insanlar cinlerin varlığı hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Duygulara hitap eden bir zâhirî kısımdan, sûrenin mevzûuna, mânâlarına, gösterdiği hedeflere baktığımızda, birçok işaret ve ilhamlarla karşılaşırız.
1656] F. Aydın, a.g.e., s. 138-144
- 356 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Önce; müşriklerin inkâr ettikleri, bu hususta çetin mücadelelere giriştikleri, ellerinde hiçbir delilleri olmaksızın ileri geri konuştukları ve bazen de Muhammed’in (s.a.s.) onlara bahsettiği şeyleri cinlerden aldığına dair yaygın kanaatlerini içine alan bilgiler ve çoğu öteki âlemle ilgili, akaide dair meseleler yer almaktadır. İnkâr edip mücâdele ettikleri meselelerden birine bizzat cinlerin şehadet edinceye ve bu olay Muhammed’den (s.a.s.) duyuluncaya kadar, Kur’an’dan haberleri yoktu. Kur’an’ı onlar işitince sarsılmış, hayrete ve dehşete düşmüşlerdi. Gönülleri dolup taşmış; işittiklerini saklamayacak, bildiklerini toparlayamayacak, hissettiklerini hülâsa edemeyecek duruma gelmişlerdi. Tesiri altında kaldıkları bu büyük hâdiseden, bütün kâinatta izlerini ve neticelerini bırakan olaydan korku ve dehşet içinde kalmışlardı. Bu, bütün beşeriyetin ruhunda derin izler bırakacak derecede, değerli bir şehâdet idi.
İkinci olarak bu sûre ile cinler âlemi hakkında, önce muhataplarının sonra da gelecek ve geçmiş bütün insanların ruhlarındaki birçok vehimler düzeltilmekte; bu görünmeyen varlıkların hakikati ortaya konulmaktadır.
Bu sûre Arap müşriklerinin ve başkalarının bu kâinatta cinlerin kudreti ve hareket kabiliyetlerine dair inançlarını da düzeltmeyi üstlenmektedir. Bu yaratıkların varlığını gelişigüzel inkâr edenlerin durumuna gelince; bunların, bu derece kat’iyyetle inkârlarını ve cinlerin varlığına inanmayla alay etmelerini ve hurâfe diye isimlendirmelerini hangi esasa dayandırdıkları konusuna burada eğilmek gerekmektedir.
Acaba bu inkârcılar kâinattaki bütün mahlûkatı biliyorlar da, aralarında cinleri bulamadıklarından dolayı mı böyle söylüyorlar? Şüphesiz bugün dahi hiçbir âlim bunu iddia edemez. Zira yeryüzünde varlığı daha yeni keşfedilen canlılar pek çoktur. Ve hiçbir kimse de iddia edemez ki bugün yeryüzündeki canlıların artık keşif zincirinin halkaları kopmuştur veya yakında kopacaktır.
Bu sûre-i celile geçen sûrelere nispetle, ulûhiyyet ve ubûdiyet’in hakikatini mevzu ederek İslâmî tasavvurun inşâsına büyük yer verip, daha sonra da, kâinat ve mahlûklardan ve bunların arasındaki sıkı alâkadan bahseder.
Cinlere ait sözlerde Allah’ın vahdaniyetine, zevce ve evlât edinmesinin reddine, âhirette cezanın isbatına, Allah’ın mahlûkâtından hiçbirinin O’nu yeryüzünde âciz bırakamayacağına, O’nun elinden hiçbir kimsenin kurtulup kaçamayacağına ve âdil cezasının erişemeyeceği hiç kimsenin bulunmadığına delâlet ve şehadetler bulunmaktadır. Rasûlullah’a (s.a.s.) hitaplarda bu hakikatlerin bazısının tekerrür ettiği görülmektedir! “De ki; ‘Ben sadece Rabbime yalvarır ve O’na hiç kimseyi ortak koşmam.’ De ki ‘Ben size zarar vermeye de iyilik yapmaya da kadir değilim.” De ki; ‘Beni hiç kimse Allah’a karşı savunamaz ve ben O’ndan başka bir sığınak bulamam.” Bunlar, cinlerin bu gerçekleri tam ve açık bir şekilde şehadetle kabul etmelerinden sonra zikredilir.
Nitekim bu şehâdetler, ulûhiyetin sadece Allah’a mahsus olduğunu, ubûdiyetin de beşerin erişebileceği en yüksek derece olduğu beyan buyurulmaktadır: “Allah’ın kulu Muhammed, O’na ibâdete kalkınca, neredeyse çevresinde keçeleşirler, birbirlerine girerlerdi...”
Tâkip eden âyette, Rasûlullah’a (s.a.s.) tevcih edilen hitapla, bu hakikat tekid edilmektedir: De ki: “Ben size zarar vermeye de iyilik yapmaya da kadir değilim.”
CİN
- 357 -
“Gayb sadece Allah’a bırakılmıştır. Cin tâifesi onu bilmemektedir. Yeryüzünde onlara kötülük mü murad edildi yahut Rableri onlara bir iyilik mi dilemiş ki, doğrusu biz bilemeyiz...” Peygamberler de gaybı, ancak Allahu Teâlâ’nın bir hikmete mebni bildirdiği kadar bilebilirler: Ey Habibim! De ki; “Size vaad olunan yakın mıdır, yoksa Rabbim onu uzun süreli mi kılmıştır ben bilemem. Gaybı bilen Allah, gayba kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerden bildirmek istediği müstesna. O, her peygamberin önünden ve ardından gözcüler salar.”
Sûrede işaret edilen olay, bir grup cinin Kur’an’ı dinlemeleri olayıdır. Bu husustaki rivâyetler farklılık göstermektedir. İmam Ebû Bekr el-Beyhâki “Delâilü’n-Nübüvve” adlı kitabında şöyle der: Bize, Ebû Hasan Ali b. Ahmed b. Abdan, Ahmed b. Abid, İsmail el-Kadı, Müsedded, Ebû Avane’nin Ebû Bişir’den, Said bin Cubeyr İbn Abbas’tan naklettiklerine göre İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.s.) cinlere Kur’an okumadığı gibi onları da görmemiştir. Rasûlullah, yanında bir kısım ashâbı olduğu halde Ukaz çarşısına gitmek üzere ayrılmışlardır. (Nahle denilen mevkide, sabah namazını kıldıkları sırada okuduğu Kur’an’ı cinler dinlemişti). O sırada şeytanların gökyüzünden almaya çalıştıkları haberler kesilmiş ve üzerlerine de şihablar (alev) gönderilmişti. Bunun üzerine şeytanlar kavimlerine dönerek: “Size ne oluyor?” demişlerdi. Onlar da “gökyüzü haberi ile aramıza perde gerildi, İlâhî haberi alamaz olduk. Ve üzerimize de şihablar gönderildi...” Gökyüzü haberi ile aramıza giren mutlaka yeni bir hâdisedir. “Doğuya ve batıya gidip araştırın bakalım” demişler; doğuya ve batıya giderek gökyüzü ile aralarına giren şeyin ne olduğunu aramaya koyulmuşlardı. Tihâme tarafına gidenleri, Ukaz pazarına gitmekte olan Peygamber’i, Nahle denilen yerde ashâbıyla sabah namazını kılarken buldular. Ve okuduğu Kur’an’ı işitip dikkatlice dinlemeye koyuldular. “Allah’a yemin ederiz ki işte gökyüzü haberi ile aramıza giren şey budur” dediler. Buradan da kavimlerine dönünce şöyle dediler: “Ey kavmimiz biz şüphesiz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur’an dinledik de ona inandık. Biz Rabbimiz’e hiç bir kimseyi ortak koşmayacağız...” Bu hâdise üzerine de Allah Teâlâ, Rasûlûne: “De ki, cinlerden bir topluluğun Kur’an’ı dinlediği bana vahyolundu... “ ve Allah ona cinlerin sözlerini vahyetmiş oldu. 1657
Diğer rivâyet ise şöyledir. Müslim Sahih’inde Âmir’den şöyle rivâyet eder. Âmir dedi ki: Alkame’ye sordum: “İbn Mes’ud cin gecesinde Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte mi idi?” Bu soru üzerine Alkame şöyle cevap verdi!” Ben de İbn Mes’ud’a “Cin gecesinde Rasûlullah ile birlikte sizden bir kimse var mıydı?” diye sordum. İbn Mes’ud “Hayır” dedi fakat biz Rasûlullah’la birlikte bir gece bulunurken birdenbire yanımızdan kayboldu. Yolları ve vadileri aradığımızda; “her halde kaçırıldı “veya” öldürüldü” denildi. Böylece çok korkulu bir gece geçirdik. Sabah olunca bir de baktık ki Hira tarafından geliyor. İbn Mes’ud devamla, biz “yâ Rasûlallah! Seni aramızda göremeyince aradık bulamadık böylece çok korkulu bir gece geçirdik” dedik. Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Bana cin dâvetçileri geldiler. Onlarla beraber gittim ve onlara Kur’an okudum.”
İbn Mes’ud der ki: “Bizi de oraya götürdü, onlardan kalan bâkiyeleri ve ateş kalıntılarını gösterdi. Peygamber’e cinlerin yediklerini sordular o da “üzerine Allah’ın ismi zikredilen ve sizin yiyip de üzerlerinde fazla miktar et bıraktığınız bütün kemikler, bütün deve ve at gübreleri... Bundan sonra Rasûlullah (s.a.s.)
1657] Buhârî, Tefsir Sure, 72
- 358 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şöyle buyurdular: “Artık bu ikisi ile taharetlenmeyin, zira onlar kardeşlerinizin yediği şeylerdir.” 1658
“İbn İshak’ın rivâyetine göre, hâdise, Rasûlullah’ın (s.a.s.) Sakif ileri gelenlerinin üzerine musallat ettiği ayak takımından gördüğü eziyetlerle, gönlü kırık olarak Taif’den dönüşünden sonra olmuştur. Onun Rabbi’ne karşı yapmış olduğu bu hüzünlü ve sevgi dolu duâdan sonra cinlerle karşılaşması hakikaten düşündürücü ve ibret vericidir. Allah’ın cinlerden bir bölüğünü onunla karşılaştırmasında ondan işittiklerini kavimlerine bildirmelerinde son derece hikmetler vardır. Zamanı ve alâkası ne olursa olsun, bu büyük bir hâdisedir. Muhtevâsı ve işaretleri bakımından da büyüktür. Müteâkiben cinlerin Kur’an’dan ve dinden bahsedişleri de dikkati çekmektedir. Biz bütün bunlara Kur’an’ı Kerîm’in bildirdiği gibi iman etmekteyiz.
“(Ey Rasûlüm!) De ki: “Cinlerden bir topluluğun Kur’an’ı dinlediği bana vahyolundu. Onlar Şöyle demişlerdi. Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren, bir Kur’an dinledik de hemen O’na iman ettik; biz Rabbimiz’e hiçbir şeyi ortak koşmayacağız.” (1-2)
Doğrusu Rabbimiz’in yüceliği her yücelikten üstündür. O, zevce ve çocuk edinmemiştir. (3)
Doğrusu aramızdaki beyinsiz, Allah’a karşı yalanlar uyduruyordu. (4)
Doğrusu insanların ve cinlerin Allah a karşı yalan uydurabileceklerini sanmazdık. (5)
Gerçekten, birtakım insanlar cinlerin bazısına sığınırlardı da onların azgınlıklarını artırırlardı. (6)
“Doğrusu onlar da sizin Allah’ın kimseyi yeniden diriltmeyeceğini sandığınız gibi zanda bulunmuşlardı. “ (7)
Bu başlangıcın, Rasûlullah’ı (s.a.s.) cinlerin kendisini dinlediklerini bildiğini ve onlardan bir bölüğünün kendisinden Kur’an’ı işittikten sonra vaki olduğunu da göstermektedir. Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu bilgisi, Allahu Teâlâ’nın vahyi ve olanlardan haberdar etmesi ile mümkün olmuştur. Zira daha önce Rasûlullah (s.a.s.) bundan haberdar değildi. Anlaşılan bu şekliyle bir defa vaki olmuş, bilâhare aynı yerde onun bilgisi ve istemesiyle Kur’an’ı cinlere okuması bir veya birkaç defa gerçekleşmiştir.
“Doğrusu biz hayrete düşüren bir Kur’an dinledik.” Onlarda bıraktığı ilk tesir, şimdiye kadar alışık olmadıkları “hayrete düşüren” bir şey olmasıydı. O, kalplerinde bir ürperme meydana getirmişti. İşte bu hal, onu açık bir kalple, incelmiş duyguyla, derin bir zevkle dinleyip duyan kimselerde Kur’an’ın bıraktığı bir tesirdir. Evet, hayrette bırakır, zira ruhlara ve kalplerin derinliklerine işleyen güce, fevkalâde bir câzibeye, büyük bir etkiye sahiptir. Hayrete düşürür. Bu, cin topluluğu üzerinde bıraktığı tesirden fiilen de anlaşılmıştır ki, onlar hakikaten bundan zevk almışlardır.
“Doğru yola götüren...” Bu da Kur’an’ın ikinci açık bir sıfatıdır. Ve Kur’an’da bu özellik mevcuttur. Bunu cinlerden bir topluluk, hakikatini kalplerinde buldukları anda hissetmişlerdi. “Rüşd” kelimesi, geniş manası olan bir kelimedir. Kur’an bu
1658] Müslim, Salât, 150
CİN
- 359 -
sıfatıyla hidâyete, hakka ve doğruya götürmektedir. Rüşd kelimesi bunlardan başka, şu mânâları da ihtiva etmektedir. Olgunluk, üstünlük; hidâyete, hakka ve doğruya ileten bir bilgi ve bu hakikatleri kalp gözüyle görebilme idrâki... İşte bu vasıflarıyla kalpte öyle bir hal meydana getirir ki; bu hal, sahibini hayra ve doğruya götürür.
“Ve biz O’na inandık.” Bu, Kur’an’ı dinledikten sonra sâlim bir idrâkin gerektirdiği şey; yaratılışa uygun dosdoğru bir kabulden ibarettir. Âyette zikredilen cinler ise, Kur’an’ı dinleyince hayrete düşmüşler, büyülenmişçesine tesir altında kalmışlar; kendilerinden geçecek kadar ruhî sarsıntı içine düşmüşlerdi. Sonra da bunlar hakkı tanımış, kabul etmişler ve şuurlu bir şekilde “biz ona inandık” diyerek imanlarını ilân etmişler; müşriklerin yaptığı gibi ona karşı, ruhlarına tesiri sebebiyle, inad ve inkâr yoluna sapmamışlardı.
“Biz, Rabbimiz’e hiç bir şeyi ortak koşmayacağız.” İmanları açık, sağlam ve hâlisâne idi. Vehme, şirke ve hurafeye bulaşmış değildi. Kur’an’ın hakikatini idrâkten fışkırmış bir imanın da vasfı budur. Kur’an’ın dâvet ettiği hakikat; şirke bulaşmayan bir tarzda Allahu Teâlâ’nın vahdaniyetinden ibarettir.
Bundan sonra da cinler, Allah’ın hidâyeti karşısında kendi durumlarını izah etmeye çalışmaktadırlar. Bundan onların da insanlar gibi hidâyet ve dalâlet olmak üzere ikili kabiliyete sahip olduklarını anlıyoruz. Bu topluluk, mü’minler olarak Rableri hakkındaki inançlarından ve hidâyete eren ve dalâlete düşenler hakkında besledikleri kanaatlerden söz etmektedirler.
“Doğrusu aramızda iyiler de vardır, bundan aşağı bulunanlar da vardır. Bizler çeşitli yollarda olan topluluklardık. Yeryüzünde kalsak da Allah’ı aciz bırakamayacağımız, başka yere kaçsak da O’nu aciz kılamayacağımız gerçeğini şüphesiz anladık. Şüphesiz, doğruluk rehberi olan Kur’an’ı dinlediğimizde ona inandık. Kim Rabbi’ne inanırsa, o ecrinin eksiltileceğinden ve kendisine haksızlık edileceğinden korkmaz. İçimizde, kendini Allah’a vermiş olanlar da yazık edenler de vardır. Kendini Allah’a veren kimseler, işte onlar, doğru yolu arayanlar, ona lâyık olanlardır. Kendilerine yazık edenlere gelince, onlar Cehennem’in odunları oldular.” (11-15)
Cinlerin bu açıklaması gösteriyor ki, içlerinde sâlihler de var, sâlih olmayanlar da. İtaatkârı da var, zalimi de. Bunlar, cinlerin çifte kabiliyette olduğunu; insanlar gibi hayra ve şerre kabiliyetleri bulunduğunu göstermektedir.
“Mescidler şüphesiz Allah’a mahsustur. Öyleyse oralarda Allah’a yalvarırken başkasını katmayın.” (18) Secdelerin veya secde mahalli olan mescidlerin sadece Allah’a mahsus olacağı beyan buyurulmaktadır. Böyle olursa gerçek tevhid mümkün olabilir, herkesin mübtelâ olduğu her alâka, her kıymet ve her meyil geriye atılmış ve hâlis ibâdetin sadece Allahu Teâlâ’ya mahsus olduğu gerçeği ortaya çıkmış olur. Allah’a ibâdet ederken bazen insan, O’ndan başkasına iltica ve kalbini açma durumuna girer.
Âyet, cinlerin sözü olduğu takdirde önceden geçen şu sözlerini tekid etmiş olur: “Şüphesiz biz Rabbimiz’e hiçbir ortak koşmayacağız...” Yani ibâdet ve secde yerinde ortak koşmayacağız. Bu, doğrudan doğruya Allah’ın kelâmı ise cinlerin sözleri, Rablerine yönelmeleri ve O’nu tevhîd etmeleri münâsebetiyledir. Bu da Kur’an üslûbuna göre yerinde gelmiştir.
- 360 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“De ki: ‘Size söz verilen yakın mıdır, yoksa Rabbim onu uzun süreli mi kılmıştır, ben bilemem.’ Gaybı bilen Allah, gayb’a kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerden, bildirmek istediği bunun dışındadır. Rablerinin emirlerini tebliğ etmelerinden haberdar olmak için, her peygamberin önünden ve ardından gözcüler salar, onların yaptıklarını ilmiyle kuşatır ve her şeyi bir bir sayar.” Böylece ürpertici bir ifadeyle sûre son buluyor. Başlangıcı da cinlerin uzun tafsilatlı ve büyük bir hayret ihtiva eden sözlerinde ifadesini bulan korku, titreme, ürperme ve hayret vericilikte olmuştu. Yirmi sekiz âyeti geçmeyen bu sûre şu gibi esas hakikatleri ortaya koymaktadır: Bir müslümanın akîdesini kuvvetlendirmeye yarayan şey; ona doğru, açık, ölçülü düşüncesini hiçbir ifrat ve tefrite düşmeden, ruhunu bilgi ufuklarına kapamadan, efsanevi vehimler peşinde koşmadan kendini inşa ve tespit etme fırsatını vermektir. Kur’an’ı işitir işitmez iman eden ve şu sözleri söyleyen cinler topluluğu ne kadar doğru söylemiştir: “Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur’an dinledik de hemen ona inandık... “ 1659
Cinnet/Cünûn
Cin tutma, delilik, çılgınlık, davranış uyumsuzluğu, aklın zâil olmasına cinnet diyoruz. Buna cünûn da denir. Cinnet Kur’ân-ı Kerîm’de bu mânâda birkaç yerde geçer: “Yoksa O’nda Cinnet mi vardır?”1660 Diğer bir mânâsıyla; cin ve bu kelimenin çoğulu olarak cinler veya cin taifesi demektir: “Cinlerden ve insanlardan.”1661 Cinnet, örtü ve gizlilik mânâsında değerlendirildiğinde; Cennet, cenân (kalp), cünnet (koruyucu), cenîn ve mecnûn ile alâkalıdır.
Cinnet, dilimizde delilik mânâsına kullanılmaktadır. Cin çarpması olarak da tanımlanmaktadır. Gözle görülmeyen varlık olan cinlerin, insan vücuduna girerek, zarar verdiklerine inanan kimseler vardır.
Cünûn (cinnet) hali, İslâm hukukunda önemli bir yer tutar. Çünkü İslâm akıl dînidir. Ahkâmı da akılla anlaşılır. Cenâb-ı Hak herkesi gücü yettiğince mükellef tuttuğundan İslâm fıkhı bu konu üzerinde belli bir bölüm tahsis etmiştir. Fıkıhta bu konu ehliyete ârız olan haller diye adlandırılır. Bunlar, kişinin aklını gideren veya azaltan hallerdir. İki kısma ayrılır:
1- Semâvî ârızlar: İnsanın kendi elinde olmayan: bunaklık, delilik, unutkanlık gibi ârızlardır. 2- Mükteseb ârızlar: İnsanın kendi elinde olan; cehâlet, sarhoşluk, zorlama gibi ârızlardır.
Semâvî ârızlardan olan delilik (cünûn) iki kısma ayrılır: 1- Cünûn-ı mutbık: Kesilmeksizin sürüp giden akıl hastalığıdır. 2- Cünûn-ı gayr-ı mutbık: Sürekliliği olmayan akıl hastalığına denir.
Cinnet; aklı örten, sağlam idrâki yok eden bir hastalıktır, demiştik. Hasta, heyecan ve sarsıntı içindedir. Mecnun denilen hasta, daima gayr-ı mümeyyiz çocuk hükmündedir. Kendisinden bedenî teklifler düşer; fakat malî tekliflere muhâtap olur.
Ancak akıl hastalığının süreklilik miktarı ibâdetlerin cinsine göre değişmektedir. Namaz yükümlülüğünün düşmesi için bunun bir günden (24 saatten) fazla
1659] Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 316-318
1660] 34/Sebe', 8
1661] 114/Nâs, 6
CİN
- 361 -
devam etmesi gerekir. Oruç için ise tam bir ay devam etmesi şarttır. Ramazan ayı içerisinde geçici olarak ayılıp kendine gelen kimse, daha sonra iyileşince Ramazan orucunun hepsini kaza etmesi gerekir. Zekât yükümlülüğünün düşmesi için ise akıl hastalığının bir sene devam etmiş olması şarttır. Aksi takdirde zekâtını vermek durumundadır. Akıl hastalarının sözlü tasarrufları mûteber değildir. Ancak hastalık nöbetlerinin yokluğunda vâki tasarrufları geçerlidir.
Cinnet, atehle de alâkalıdır. Ateh; aklı örten ve sağlam idrâke engel olan bir hastalıktır. Bu hastalığa tutulan Ma’tûh, temyiz gücüne sahip değilse, mecnûn hükmündedir.1662
Cünûn, edâ ehliyetini ortadan kaldırdığından, melankolik, nevrastenik ve sar’alı kimseler, temyiz kudretine sahip olduklarında tasarrufları geçerlidir.1663 Mecnun ve ma’tuh ile ilgili hükümler Mecelle’de geçmektedir.1664
Tasavvuf dilinde cünûnun (cinnetin) cezbe ile bir yakınlığı vardır. Halk indinde cezbe ve cünûn aynı şeyler telâkki edilmesine rağmen, durum öyle değildir. Cünûn, kişinin yükselme yerine alçalması; mânâsız ve olumsuz bir şekle düşmesidir.1665
Kur’ân-ı Kerîm’de, peygamberlerin dâvetinden ve özellikle Hz. Muhammed’in tevhid inancına yaptığı çağrıdan rahatsız olanların bu seçkin kişilere yönelttikleri iftiralardan söz edilirken on bir âyette mecnun kelimesi kullanılmıştır. Cünûnun terim anlamıyla ilgili olarak yapılan değişik tarifler arasında yaygın olanı, Seyyid Şerif el-Cürcânî’nin ef-Ta’rîfât’ında yer alan, “söz ve fiillerin nâdir haller dışında normal cereyan etmesini engelleyen akıl bozukluğu” şeklindeki tanımdır. Fıkhî sonuçları bakımından bir zihnî rahatsızlığın cünûn kapsamında sayılmasını belirleyen unsur ise bu hastalığın kişiyi temyiz gücünden yoksun kılıcı nitelikte olmasıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’e göre insanı insan yapan ve onu İlâhî buyruk ve yasakların muhatabı kılan akıldır. Bu sebeple İslâm âlimleri peygamberlerin özelliklerini açıklarlarken onların cünûndan sâlim oldukları hususuna önemle işaret etmişlerdir. Akıl hastalığının kaynağı, zekâ ile ilişkisi ve tedavisi konusuna insanlık tarihinin çok eski dönemlerinden beri ilgi gösterilmiş, özellikle eski Yunan fılozoflarınca bu hususta tarihî seyri içinde farklılıklar taşıyan değişik görüşler ileri sürülmüştür. Ancak müslümanların konuya gerek teorik gerekse pratik alanda gerçekçi ve insanî açıdan yaklaşma noktasında önceliğe sahip oldukları kolayca söylenebilir. Daha İslâm’ın İlk asırlarında akıl hastalığı ve hastaları hakkında seviyeli eserlerin kaleme alınmış olması (fıkıh literatürü çerçevesindeki incelemelerden ayrı olarak Ebü’l-Kâsım en-Nisâbûrî’nin ‘ükalâ’ü’l-mecânîn adlı eseri, bu konuda günümüze ulaşan güzel bir örnek olarak zikredilebilir) ve akıl hastalarının tedavisine tahsis edilen hastahaneler kurulmuş olması bu tesbiti doğrulayan delillerdir.
Akıl hastalığı ile İlgili hükümlere fıkıh kitaplarının değişik bölümlerinde temas edilmesinin yanı sıra fıkıh usulü eserlerinde “Semavî (insanların iradesi
1662] M. Ebu Zehra, Fıkıh Usûlü, İslâm Hukuku Metodolojisi, çev. Abdülkadir Şener, Ankara 1973, 330; Ö. Nasuhî Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul 1967, I, 231
1663] Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1978, 191
1664] Ali Himmet Berki, Açıklamalı Mecelle, İstanbul 1982, s.192, mad. 978, 979, 980
1665] Hasan Fehmi Kumanlıoğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 319
- 362 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dışında oluşan) Ehliyet ârızaları” başlığı altında cünûn hali özel olarak incelenmiştir.
Günümüz hukuklarında hâkim olan yaklaşım, tıbbın akıl hastalığı kabul ettiği her rahatsızlığın kişinin fiil ehliyetini (özellikle işlem ehliyetini) mutlaka ortadan kaldırmış sayılmaması yönündedir. Buna göre akıl hastalığının bu anlamdaki ehliyeti etkileyebilmek için temyiz gücünü, yani mâkul şekilde hareket edebilme iktidarını, hastanın fiillerinin sebep ve sonuçlarını idrâk edebilme kabiliyetini ortadan kaldıracak nitelikte olması gerekir. Meselâ sara ve şizofreni tıp ilmi yönünden akıl hastalığı olmakla birlikte kişinin sırf bu sebeple fiil ehliyetine sahip olmadığı söylenemez; hukuken akıl hastalığı hükümlerinin uygulanabilmesi, bu hastalıkların kişinin hukukî değerlendirmeye tâbi tutulan fiili işlediği sırada temyiz kudretini ortadan kaldırmış olmasına bağlıdır. Bu yaklaşım ile İslâm hukukundaki cünûn-ı mutbik ve cünûn-ı gayr-i mutbik ayırımının temelindeki düşünce ve cünûna bağlanan fıkhî sonuçlar arasında paralellik bulunduğu görülmektedir. Öte yandan İslâm hukukunun, akıl hastalarının işlem ehliyeti bakımından tam ehliyetsiz sayılması ve kural olarak bütün işlemlerinin geçersiz kabul edilmesi noktasında Kara Avrupası hukuk çevresine dâhil hukukların çoğunluğu ile birleştiği, akıl hastalarının yaptığı sözleşmeleri hükümsüz değil, feshedilebilir nitelikte sayan ve fesih imkânını da sadece kötü niyetli (akıl hastalığını bilen) kişiye karşı tanıyan İngiliz hukukundan ise ayrıldığı tesbit edilebilmektedir.
Cünûn bir tasavvuf terimi olarak dervişliğin ilk, sekr halinin son basamağını ifade eder.1666
“Düşünmediler mi ki arkadaşları (Muhammed)de hiçbir cinnet yoktur, o apaçık bir uyarıcıdır?”1667 Cinnet, cin cemâati anlamına geldiği gibi,1668 cinin etkisi ile düşünce yetisinin örtülmesi, yani delilik anlamına da gelir.
Müşrikler, Hz. Muhammed’i (s.a.s.), cinin etkisinde kalıp delirmiş bir insan sanıyorlardı: “(İnkârcılar, Muhammed (s.a.s.) hakkında) “Allah’a yalan mı uydurdu, yoksa kendisinde cinnet mi var?” (dediler).” 1669; “O, kendisinde cinnet bulunan bir adamdır, başka bir şey değildir. Hele bir süreye kadar onu gözetleyin.” 1670
Hz.Muhammed’in (s.a.s.), öldükten sonra bedensel dirilmekten söz etmesini, bir deli saçması sanıyorlardı: “O, size öldüğünüz, toprak ve kemik haline geldiğiniz zaman yeniden hayata çıkarılacağınızı mı söylüyor, bununla mı sizi tehdit ediyor? Heyhat, heyhat, tehdit edildiğiniz şey ne kadar uzak (ne olmayacak bir tehdit)!” 1671
Aşağıdaki âyetler, Hz. Muhammed’i cinlerle ilişkili, onların etkisiyle aklı karışmış sanan müşrikleri reddetmekte ve onun açık anlatımlı bir peygamber olduğunu vurgulamaktadır: “De ki: “Size bir şey öğütleyeyim: Allah için ikişer ikişer ve teker teker durup düşününüz! Arkadaşınızda hiçbir cinnet yoktur. O, çetin bir azabın arefesinde sizin için bir uyarıcıdır.” 1672; “Yoksa ‘Onda bir cinnet var’ mı diyorlar? Hayır, o,
1666] İbrahim Kâfi Dönmez, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 125-129
1667] 7/A’râf, 184
1668] 11/Hûd, 119; 37/Sâffât, 158; 32/Secde, 13
1669] 34/Sebe’, 8
1670] 23/Mü’minûn, 25
1671] 23/Mü’minûn, 35, 36
1672] 34/Sebe’, 46
CİN
- 363 -
kendilerine gerçeği getirdi, fakat çokları haktan hoşlanmıyorlar.” 1673
Birinci âyette, bu savın sahiplerine, ikişer ikişer, teker teker durup Hz. Muhammed’in (s.a.s.) durumunu iyice düşünmeleri, onda delilik bulunmadığı, onun ileride bulunan şiddetli bir azaba karşı uyaran bir peygamber olduğu; ikinci âyette de Hz. Muhammed’in kendisinde cinnet bulunan bir şaşkın olmadığı, insanlara gerçeği getiren bir uyarıcı olduğu, fakat hitabettiği insanların çoğunun gerçekten hoşlanmadığı vurgulanıyor.
Evet, düşünenler, Hz. Muhammed’de delilik olmadığını, onun cinlerle bir ilişkisi bulunmadığını anlar. Bir delinin ağzından bu hikmetler çıkar mı? Bunu söyleyen, apaçık bir uyarıcıdan, bir Hak elçisinden başkası olamaz.
Araplar, Peygamberimiz’in cinle ilişki kurduğunu, cinin etkisinde bulunduğunu, söylediği sözlerin, kendisini hükmü altına alan cinin sözleri olduğunu iddia ediyorlardı. İşte âyetlerde onların bu iddiaları reddedilmekte, çokları hoşlanmasa da insanlara hakkın, yani gerçek vahiy sözlerinin geldiği vurgulanmaktadır. Araplar, Hz. Muhammed’i, bir şâir veya kâhin gibi görüyorlardı. Oysa ne Hz. Muhammed, abartmacı bir şâ’ir, ne de Kur’ân hayallerle dolu şâir sözleriydi:
“Biz ona şiir öğretmedik, zaten şiir ona yakışmaz da. O(na vahyedilen), sadece bir öğüt ve apaçık bir Kur’ân’dır.” 1674
“Muhakkak ki o (Kur’ân), âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onu Güvenilir Ruh indirdi; Senin kalbine, uyarıcılardan olman için. Apaçık Arapça bir dil ile. O, evvelkilerin Kitâblarında da vardır.” 1675
“Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Her yalancı, günahkâr kimseye iner. O yalancılar, (şeytanlara) kulak verirler, çokları da yalan söylerler (yahut şeytanlar, meleklerin konuşmalarına kulak verirler, fakat çoğunluğu da yalan söyler). Şâirlere gelince onlara da azgınlar uyar.”1676 âyetlerinde, Hz. Muhammed’e şiir öğretilmediği, şiirin ona uygun olmadığı, ona vahyedilenin, şiir değil, bir öğüt ve açık anlamlı bir okuma olduğu, bu vahiyleri, Güvenilir Rûh’un, Hz. Muhammed’in kalbine, açık Arapça bir dille indirdiği vurgulanmaktadır.1677
Melek, Cin, Şeytan Gibi Rûhânî Varlıkları Allah’a Şirk/Ortak Koşanlar
İslâm’ın ortaya çıktığı dönemde, Hicaz bölgesinde bir kısım Araplar da Melek-Cin ve Şeytan gibi rûhânî varlıklara ibâdet ediyorlardı. Bunlardan, meleklerin Allah katında saygın bir yeri olduğuna, bu yüzden kendilerinden daha şanslı olduklarına inanıyorlardı. Eğer onlara ibâdet eder, hürmette kusur etmezlerse onların, Alah katında kendilerine şefaat edeceklerini düşünüyorlardı. “Câhiliye Araplarına göre melek, bir parça Tanrı niteliğinde yahut Cin’in üstü olan, saygıya, hatta tapılmaya lâyık, fakat gözle görülmez bir varlık idi. Fakat tabiatüstü varlıklar hiyararşisinde, meleğin yeri belirlenmişti. O da: Câhiliye inancında bazen melek, Allah ile insanlar arasında bir şefaatçi, ya da aracı idi. Çok kere de kendisi
1673] 23/Mü’minûn, 70
1674] 36/Yâsin, 69
1675] 26/Şuarâ, 192-196
1676] 26/Şuarâ, 221-224
1677] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Y., 4/ 439-441
- 364 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tapınma objesi olarak kabul edilirdi.” 1678
Melekleri tanrılaştıranlar, onlar adına yeryüzünde timsaller/heykeller yapmışlardı.1679 Yapılan bu timsaller, meleklerin yeryüzündeki birer sembolleriydiler. “Biz onların sûretlerini yapıp, onlara dişi isimler vererek tapındığımız zaman, Alah’ın katında bize şefaatçi olurlar” diyorlardı.1680 Hâlbuki bu düşüncelerinde dalâlet içindeydiler. Kur’ân-ı Kerim’de bu husus dile getirilerek reddedilmiştir: “Ve size: (Allah) melekleri ve peygamberleri ilâhlar edinin diye emretmez...” 1681
Câhiliye Arapları, cinleri de ulûhiyet derecesine çıkarıyorlar, onları ilah ediniyorlardı. Kur’ân-ıKerim, onların cinler hakkındaki inançlarını şöyle dile getirir: “Allah ile cinler arasında soy bağı icad ettiler.”1682 “Cinleri Allah’a ortak koştular, bilgisizce O’na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Hâşâ O, onların ileri sürdüğü vasıflardan uzak ve yücedir.”1683
Cinlerin gaybı bildikleri, insanlara zarar vermeye kadir oldukları, hastalıkların çoğunun onlardan geldiği, tedavilerinin de ancak cinlere yakın olmakla mümkün olacağı inancı da câhiliye halkı arasında yaygındı. Bir kimse bir ev aldığı veya bir mal sattığı zaman, evvela cinler için kurban keserdi. Bunu aldığı evde mutlu olmak, sattığı maldan da hayrın azalmaması için yapardı.1684 Cinlere tapınma, ilâhî dinlerin tahrifinden geriye kalan bozuk bir inançtır.
Şeytana tapma, onu Allah’a ortak koşma konusundaki inançları da, cinler hakkındaki inançlarından farksızdı. Câhiliyyeye göre şeytanlar da cinlerde olduğu gibi, putların veya kutsal bildikleri şeylerin içinde ikamet ederler, insanlara oradan hitap ederler, bazı gaybî bilgileri onlara haber verirler, birtakım gizli konularda kendilerine yol gösterirlerdi. Bu sebeple de ibâdet edilmeye saygı duyulmaya lâyık varlıklar olarak görünüyorlardı. 1685
Melek-Cin-Şeytan ve rûhânî varlıkları tanrılaştırma inancı, aslında içinde bulundukları ortamın, kendileri üzerinde meydana getirdiği menfi baskının neticesi olarak düşünülebilir. Hanif dînînin gerçeklerinden uzaklaşan insanlar, geride bıraktıkları kültürel mirasın izlerim, başka başka varlıklar üzerinde görme ve böylece tatmin olma yoluna girişmişlerdi. Bu varlıklar bazen korku ve dehşet saçan varlıklar, bazen de kendilerinden yardım ve dostluk umulan varlıklar olarak ortaya çıkmaktadır. Pek tabiidir ki, bu tür inançlar, beraberinde kehânet ve arâfet gibi düşüncelerin doğmasını da mümkün kılmıştır. Bu işlerle uğraşan kimseler, yegâne sığınak kabul edilmiştir.1686
Yukarıda ifade edildiği gibi, bütün bunlar Kur’an ve Sünnet tarafından reddedilmiş inançlardır. Şirk koşma en büyük günah sayılmıştır.1687
1678] 3/Âl-i İmran 80; İbn Kesir, Tefsir IV, 377; Yazır, M.H., a.g.e., VIII, 5381; İzutsu, T., Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 19
1679] Âlûsi, Bulûğu'l-Erab, II, 197
1680] Yazır., M.H., Hak Dini Kur’an Dili, VII, 4594; 39/Zümer, 3
1681] 3/Âl-i İmran, 80
1682] 37/Sâffât, 158
1683] 6/En’âm, 100
1684] M.N. el-Câhız, Edyânu’l-Arab, s. 125-126
1685] Âlûsî, a.g.e., II, 197
1686] İbn İshak, Sîre, s. 13; Mesûdî, Mürûcu'z-Zeheb, II, 173
1687] 4/Nisâ, 48; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 75-77
CİN
- 365 -
Câhiliyede Cin ve Şeytan İnancı: Câhiliye Araplarının cinler hakkındaki inançları ise, melekler hakkında sahip oldukları inançların zıddı idi. “Tabiat hayatının, insanların hükmü altına girmemiş ve düşman kalmış tarafını (cinler ve şeytanlar) temsil ediyorlardı. Hz. Peygamber’in bi’seti esnasında, cinler müphem ve gayr-ı müşahhas ilahlar arasına girmekte idi.”1688 Mekke Arapları, cinler ile Allah arasında neseft karabati bulunduğunu söylüyorlar 1689 ve onları Allah’ın şerikleri mertebesine çıkarıyorlardı.1690 Cinlere adaklar adayıp kurbanlar kesiyorlar1691 ve onlardan yardım talep ediyorlardı. 1692
Câhiliye Araplarının bu konudaki inançları incelendiği zaman, onların cinleri, muhtelif sûretlere girebilen varlıklar olarak telakki ettikleri görülür. Bu cümleden olarak mesela, “Gûl”, onlar için bir çeşit cindir. “Suûlat”, cindir. Bazı yılanlar (Engerek yılanı) ve ev yılanları, cindir. Siyah köpek, şeytandır (cin nevinden) hırçın deve (hecin devesi) cindir gibi. Câhiliye Araplarına göre, cinler mutlak olarak zararı dokunan, korkunç yaratıklardır. “Esas itibariyle Tanrılar dost, cinler düşmandırlar.”1693 Bu sebepten, kötülüklerin, hastalıkların kaynağı cinlerdir. Aynı zamanda cinler, şairlerin ve kâhinlerin de bilgi kaynağıdır.”1694 Bir kimsenin şair olabilmesi için görünmeyen dünya hakkında ilk elden bilgi sahibi olması gerekir. Bu bilgi de kendi şahsî görüşü ile değil, cin denilen -onlara göre- üstün varlıkla derûni münasebetler kurmak sûretiyle elde edilir.” 1695
Cinler ve şeytanlar hakkında garip akidelere sahip olan câhiliye Arapları, bunları hep aynı cinsten sayıyorlardı. İblis-şeytan ve cin kavramları, onların zihninde daha çok, kötülük, düşmanlık, korku ve felaket çağrıştıran kelimelerdir. Bu korku ve endişe, onları, bu tür varlıkların zararından korunmak için çeşitli sebeplere başvurmaya, sevketmiştir. Bunlar arasında, büyüler, tılsımlar, onların tasvirlerini yapmalar ve onları ilahlaştırmalar, onlara adaklar ve kurbanlar kesmeler sayılabilir.1696 Câhiliye Araplarının, cinler-şeytanlar hakkındaki inançları, ülkemizde de hemen hemen aynıdır. “Şeytan çarpmak”, “cin çıkarmak” gibi deyimler buna işaret etmektedir. Cinlerin-şeytanların vereceği zarardan korunmak için başvurdukları sebeplerden; onların tasvirlerini, timsallerini yapmak ve onları ilahlaştırmak konusu ile kurban ve adak konusu hâriç, büyü yapmak, tılsımlar yapmak gibi koruyucu çarelere -onlara göre- başvurmak hemen aynıdır. 1697
Hadislerde Cin ve Şeytan İnancı: Kur’an ve Sünnette, cin ve şeytandan bahsedilmektedir. Kur’an’da cin kavramı, başlı başına bir sûreye isim olarak verilmiş ve orada cinler konu edilmiş olduğu gibi, ayrıca değişik yerlerde 22 yerde geçmektedir. Şeytan kelimesi ise, gerek tekil olarak gerekse çoğul olarak Kur’an’da 88 yerde geçmektedir. Hz. Peygamber’in hadislerinde ise, her iki kelime çok yerde konu edilmiştir. Yani Kur’an ve Sünnet, cin ve şeytanın varlığını kabul
1688] Macdonald, B.D., "Cin" maddesi, İ.A., III, 192
1689] 37/Sâffât, 158
1690] 6/En’âm, 100
1691] 6/En’âm, 128
1692] 72/Cinn, 6
1693] Hitti, P., Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi, I, 147-148
1694] Âlûsî, Bulûğu'1-Erab, III, 269; Ateş. S., Yüce Kur'an'm Çağdaş Tefsiri, X, 98
1695] İzutsu, T, Kur'an'da Allah ve İnsan, 159
1696] 6/En’âm, 100; Alûsî, a.g.e., III, 197
1697] Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 83-85
- 366 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etmektedir. Hatta onların yaratılış özelliklerinden bahseder: Bu, Kur’an’da şöyle geçer: “Cinleri dumansız ateşten yarattık.”1698 Fahruddin Râzi, “Mükellef varlıklar dört gruptur; Melekler, insanlar, cinler ve şeytanlar” şeklinde açıklamada bulunduktan sonra, başka bir rivâyeti de naklederek: “Cinlerin iyi ve kötü olanları vardır. Şeytanlar, cinlerin kötü olanlarına verilen isimdir” der.1699 Kur’an ve hadislerde, şeytan, kötülük timsâli olarak ele alınır.1700 Cinlerden bahsedilirken ise, onların müslüman olanlarından, Kur’an dinleyenlerinden söz edilmektedir.1701 Fakat bununla birlikte, cinlerin, câhiliye Araplarının korku ve dehşet saçan varlıklar olarak kabul edilişleri şeklindeki inançlar da, bir kısım hadislerde çok açık olarak görülmektedir. Yani Sünnet, cinlerin korku, dehşet ve zarar veren yaratıklar oluşundan bahsetmektedir. Bir iki örnek görelim:
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Gece karanlık olduğu zaman yahut akşama girdiğiniz vakit- çocuklarınızı (dışarı çıkmaktan) yasaklayın. Çünkü şeytanlar, o sırada dağılırlar. Geceden bir saat geçince (dışarıdaki) çocuklarınızı (evlerinize) koyun. Allah’ın ismini anarak -Bismilllâhirrahmânirrahîm- diyerek kapıları kapatın. Çünkü şeytan kilitlenmiş kapıyı açamaz. Yine sizler Allah’ın ismini anarak -Bismilllâhirrahmânirrahîm diyerek- kaplarınızın ağızlarını bağlayın. Bismillâh diyerek üzerlerine enlemesine bir şey koymak sûretiyle de olsa kaplarınızın ağızlarını örtün. Kandillerinizi söndürün.” 1702
Kur’an ve Sünnet’e göre cinler de mükellef varlıklardandır. Bu husus Kur’an’da “Ben insanları ve Cinleri bana ibâdet etsinler diye yarattım” 1703 âyetiyle anlatılmıştır. Konuyla ilgili diğer bir âyet şöyledir: “Ey muhammed, Kur’an’ı dinleyecek Cinlerden bir kısmını sana yöneltmiştik. Onlar, Kur’an’ı dinlemeye hazır olunca birbirlerine: “Susun!” dediler. Kur’an okunması bitince, her biri birer uyarıcı olarak milletine döndüler.” 1704
Yaratılış keyfiyeti ihtilaflı olmakla birlikte Kur’an ve Sünnet, cin ve şeytanın varlığını kabul etmektedir. Cinler, öyle tamamen korku timsâli değil, ama zararları da olabilen, Allah’ın yaratmış olduğu, insanların göremediği bir çeşit varlıklardır.
Cinlerle İblis arasındaki ilişki konusunda ihtilâf vardır. İbn Abbas, İbn Mesud, İbn Müseyyeb, Katâde, İbn Cerir gibi sahâbî ve tabiîlere göre, cinler meleklerin bir çeşididir. İblis de bunlardan gelmiştir. Bu görüşe göre cinler, meleklerden bir zümredir. Said bin Cübeyr ve Hasan Basrî ise, İblis’in meleklerden olmadığını, Hz. Âdem nasıl insanların aslı (atası) ise, İblis’in de, cinlerin aslı (atası) olduğunu ileri sürmektedir.1705 İkinci görüş, daha sahih kabul edilmektedir. Cinlerin, yırtıcı hayvanların yaratıcısının İblis olduğu inancı, müşrikler arasında yaygın olduğu sanılmaktadır. Bu inanç mecusi görüşüne yakındır.1706
1698] 15/Hıcr, 27
1699] F. Râzi, Mefâtihu'1-Gayb, I, 82
1700] 4/Nisâ, 120; 17/İsrâ, 64; 47/Muhammed, 25; 4/Nisâ, 60; 27/Nemi, 24; 29/Ankebût, 38; 58/Mücâdele, 19
1701] 72/Cinn, 1-2
1702] Müslim, Eşribe 15, 95
1703] 51/Zâriyât, 56
1704] 46/Ahkaf, 29
1705] Ateş Süleyman, İslam’a İtirazlar Kur'an-ı Kerim'den Cevaplar, s. 47
1706] Kurtûbî, el-Câmi li-Ahkâmi’l-Kur'an, IV, 2488
CİN
- 367 -
Görüldüğü gibi cin ve şeytan hakkındaki gerek Kur’an ve gerekse Hadisler, Câhiliye Araplarının inançlarının yanlış olduğunu beyan ederek, doğrusunun nasıl olması gerektiğini ortaya koymuş, onların bu konudaki inançlarını ıslah ederek kabul etmiştir.
Melek, cin, şeytan gibi varlıklar hakkındaki Câhiliye inançlarına benzer inançlar, eski Türkler arasında da görülmektedir. Hâlâ bunların bir kısmı geçerliliğini devam ettirmektedir. Eski Türklerde “İye” kavramı önemli bir yer işgal eder. “İye” Tanrının emri dışına çıkmayan varlık demektir. İyeler çoktur. Yardımcı iyeler ve kara iyeler diye kısımlara ayrılır. Yardımcı İye’ler, bir anlamda, Meleklere tekabül eder. Kara iyelerin başında gelen “Erlik”, Şeytanın fonksiyonunu icra eder. İnsanlara her türlü kötülük vermeyi ve tuzak kurmayı amaç edinmiştir. Issız yerlerde, ırmak kenarlarında ağıl, samanlık gibi yerlerde iskân eden kara iyelerden “Al karası” (Al bastı da denir), Türk dünyasının hemen her yöresinde bilinmektedir. Doğum yapan kadınlara, yeni doğan çocuklara musallat olarak onlara zarar verir. O, insanları bunun kötülüğünden ancak “Kam” adı verilen, Kâhin ve Büyücüler kurtarabilir. Bu inanca ülkemizde hemen her yörede rastlanmaktadır. 1707
Türklerdeki bu iye kavramının, kendilerinin sahip oldukları ve muhtemelen de, tek Tanrılı bir dînî inançtan gelmiş olabileceğini düşünüyoruz. Ancak bu inanç sisteminin keyfiyetinin ne olduğu, meçhûlümüzdür. Bununla beraber, gerek İbrahim Kafesoğlu, “Eski Türk Dînî” isimli eserinde, gerekse Hikmet Tanyu, Türklerde Tek Tanrı İnancı” eserinde bu konuda ciddi araştırmalar yapmışlardır.1708 Fakat yine de kesin olarak “şöyle bir dînin inanç esaslarındandır.” diyemiyoruz. Ne olursa olsun, hangi kelime ve kavramlarla açıklanırsa açıklansın inaçlar arasındaki benzerlik, çok açık olarak görülmektedir.
İslâm’da cin ve şeytan’ın zarar verebileceği kabul edilmiştir. Ancak bunların zararlarından korunmak için, kâhin, büyücü, kam gibi kimselere yahut onların yaptıkları tılsımlara güvenme reddedilmiş, gerçek sığınılacak gücün Allah olduğu her zaman özellikle vurgulanmıştır. Bunun için gerek Kur’an’da1709 ve gerekse Hz. Peygamber’in hadislerinde sığınma (istiâze) örnekleri verilmiş,1710 o şekilde yapılarak Allah’a sığınılması istenmiştir.1711
İfrît
İfrît, cinlerin reisi veya en güçlü, zeki, kurnaz ve zararlı olanına verilen isimdir. İfrit kelimesinin menşei hakkında farklı görüşler olmakla beraber ağırlıklı görüşe göre “bir kimseyi yere serme, toza toprağa bulama; çok istenen bir nesnenin zihinde hayal edilip göze bu şekilde gözükmesi” anlamlarına gelen Arapça ‘afr kökünden türetilmiş olup, “kurnaz, şerir, çetin, yaratılışı güçlü, kızgın ve öfkeli kimse” mânasındadır. İfrit, bu anlamları dolayısıyla cin ve şeytanlar için olduğu gibi mecâzî anlamda kötülük ve şeytanlıkta aşırı giden insanlar için de kullanılır. İbn Kuteybe, Zemahşerî, Râgıb el-İsfahânî ve İbnü’1-Esîr gibi müellifler kelimenin taşıdığı “habîs, çetin, güçlü kuvvetli” anlamlarına dikkat çekerek bunun
1707] Kalafat, Y., Doğu Anadolu'da Eski Türk İnançlarının İzleri, s. 20-27
1708] Kafesoğlu, İ. "Eski Türk Dini"; Tanyu, H. "Türklerde Tek Tanrı İnancı, A.Ü.İ.F.Y.
1709] 72/Cinn, 6, 22; 114/Nâs, 6
1710] Buhârî, Deavât 163; Tirmizî, Deavât 467, 473
1711] Tirmizi, Deavât 490, 508; Ali Çelik, a.g.e., s. 85-90
- 368 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hem şeytanı hem de bu karaktere sahip insan ve hayvanları ifade edebileceğini belirtmektedirler. Nitekim Zü’r-rumme bir şiirinde yaban öküzünü tasvir ederken, “O, gecenin karanlığında ifritin izinde parlayan yıldız gibidir” diyerek ifrit kelimesini cin için kullanır. Kisâî de Mesleme b. Abdül-melik’i överken onu ifrite benzetip, “Onların şeytanı olan ifrit, sizin için bir mülkün ve bir yerleşim yerinin olmadığını söylemiştir” der.1712 İfrite bazan nifrit ile beraber ikileme biçiminde de rastlanır. Bir hadiste, “Allah, malı ve ehli konusunda belâ ve musibete uğramayan ifrit nifrit kişiye buğzeder” şeklinde geçmektedir. 1713
Ahd-i Atîk’te Hz. Süleyman ve Sebe melikesinden söz edilmesine, Süleyman’ın şöhretini duyan melikenin ona büyük bir alayla ve çeşitli hediyelerle geldiği, Süleyman’ın yanında çok sayıda ordunun bulunduğu bildirilmesine rağmen1714 cinlerden ve ifritten bahsedilmemektedir. Eski Mısırlılar, kötü bir ölümle ölen kimsenin ifrite dönüştüğüne ve onun ruhunun sık sık öldüğü yeri ziyaret ettiğine inanırlardı. Câhiliye Arapları ise gözle görülmeyen varlıkları “hin” ve “cin” olarak iki gruba ayırırlardı; cinlerin insanlarla beraber oturanına “âmir”, çocuklara musallat olanına “ruh”, bunların zâlim, bozguncu ve azgınlarına “şeytan”, kötülükte daha aşırı gidenlerine “mârid”1715 ve en güçlü, en kötü olanlarına da “ifrit” adını verirlerdi.1716 Buna göre ifrit “kötülük ve şeytanlıkta çok aşırı gitmiş, tuttuğunu koparan; kuvvetli, becerikli, ele avuca sığmaz bir hilekâr” demektir. İfritin asıl adının İbn Abbas’a göre Sahr, Abdurrahman b. Abdullah es-Süheylî’ye göre Zekvân, Şuayb el-Cübbâî ve Nehhâs’a göre Kuzen olduğu rivâyet edilirse de ifrit kelimesi özel isim olmayıp bir varlık türünün belirtilen niteliklere sahip olanlarını ifade ettiği için Kur’ân-ı Kerîm’de yer aldığı gibi çoğunlukla “cinden”, “insandan” vb. açıklamalarla kullanılmaktadır. Bununla birlikte cin kavramındaki belirsizlik sebebiyle ifritin mâhiyetini tam olarak tesbit etmek zordur. Bir taraftan gûl ve sil’ât gibi ifritin de cinlerin bir türü olduğu belirtilirken, diğer taraftan Kur’an’daki ifritin cinlerden bir taifenin özel adı olmayıp Neml sûresinin 39. âyetinin baş tarafında da ima edildiği üzere “âsi, mağrur” anlamına geldiği ileri sürülmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de ifrit kelimesi bir defa geçmektedir.1717 Burada Hz. Süleyman’ın emrinde insan, kuş ve cinlerden orduların bulunduğu bildirilmekte, Belkıs’tan haberdar olan Süleyman’ın Belkıs’ın tahtını kısa zamanda kimin getirebileceğini sorması üzerine “cinlerden bir ifrif’in, “Sen daha yerinden kalkmadan onu sana getirebilirim” dediği haber verilmektedir. Aynı yerde ifrit, kendini Süleyman’a tanıtırken güçlü ve güvenilir olduğunu belirtmiştir. Kur’an’ın cinler arasında yer aldığını bildirdiği ifrit, Taberî’ye göre cinlerin reisi veya onların en güçlüsü, Mücâhid ve Katâde’ye göre en azgını, Ma’mer’e göre en zeki ve kurnazıdır. 1718
“Cinlerden bir ifrit” ifadesi bazı hadislerde de geçmektedir. Ebû Hüreyre’den gelen bir rivâyette cinlerden bir ifritin namazını ifsat etmek için Hz. Peygamber’e
1712] Kurtubî, XIII. 203
1713] İbnü'1-Esîr, "afr" md.; Lisânu'l-'Arab, "afr" md.
1714] I. Krallar 10/1-4; II. Tarihler, 9/1-12
1715] 37/Sâffât, 7
1716] Câhiz, I, 291; Cevâd Ali, VI, 709
1717] 27/Neml, 39
1718] Taberî, XIX, 161-162; Fahreddin er-Râzî, XXIV, 197
CİN
- 369 -
musallat olduğu, Rasûlullah’ın onu yakalayarak mescidin direklerinden birine bağlamak istediği, fakat Hz. Süleyman’ın bir duasını hatırlayınca ifriti köpek kovar gibi kovduğu bildirilmektedir.1719 Bu hadisin farklı bir rivâyetinde ifritin kedi sûretinde Hz. Peygamber’in karşısına çıkıp yüzüne bir ateş parçasıyla çarpmaya kalkıştığı ifade edilmiştir. Hz. Âişe’ye atfedilen rivâyete göre Rasûl-i Ekrem onu yakalayıp yere yatırarak hırpalamıştır. Yahya b. Saîd’den nakledilen bir rivâyette Rasûlullah’ın İsrâ gecesi cinlerden bir ifriti gördüğü kaydedilmektedir. 1720
Bazı İslâmî kaynaklarda anlatıldığına göre cinlerden olan ifrit diğer cinlerdeki özellikleri taşıyan, onlar gibi irade sahibi, erkeği-dişisi bulunan, çeşitli şekillere girebilen bir varlıktır. Câhiliye dönemine ait bir kısım telakkilerin aksine Kur’an’da cinlerin güçlerinin sınırlı olduğuna işaret etmek için “kitaptan ilmi olan kişinin” 1721 Belkıs’ın tahtını ifritten daha çabuk getireceği vurgulanmıştır.
Halk edebiyatında ifrit dumandan yaratılmış dev gibi bir cin olarak tasvir edilir ve bu özelliği sebebiyle onun sıkıştırılmış olarak bir şişe içerisine konulup hapsedilebileceğine inanılır. Kur’an’da yer alan, cinlerin “hâlis ateşten” yaratıldığı bilgisiyle1722 halk edebiyatındaki ifritin dumandan yaratıldığı inancı arasında bir ilgi kurulabilir. İfritin kanatlı bir mahlûk olduğu, büyük bir güce sahip bulunmasına rağmen bazı büyü vasıtalarıyla emir altına alınabildiği yine halk edebiyatında rastlanılan telakkilerdir. Halk kültüründe ifritin şekli, gücü ve yaptığı işler çerçevesinde oluşan inançlar İslâmî kaynaklardan çok İslâm öncesi din, kültür ve medeniyetlere dayanmaktadır.1723
Peri
Peri, pek güzel olduğu kabul edilen bir cin tayfası ve özellikle bunların dişi olanı hakkında kullanılır. Cin tayfasından olduklarından, lâtif varlıklardır, görünmezler. İnsanların çok güzel olanları hakkında da zaman zaman bu kelime kullanılır ve “peri yüzlü, peri gibi” denilir. Halk arasında, bâzı ortamlarda yaşadıklarına inanılır.
Cinlerin pek güzel olarak tasavvur edilen dişisi olarak kabul edilen “peri” terimi, Türk Edebiyatında mecâzen çekici, güzel ve akıllı kadın için kullanılır. Eski Türk Edebiyatında peri, ancak sihir ve büyük yolu ile elde edilebileceği; çeşme, pınar ve hamamlarda bulunabileceği, insanlarla ünsiyete gelmemesi, onlardan kaçması, göze görünmemesi, son derece güzel ve tesirli oluşu, görenin aklını başından alması, bazen insanları kendisine âşık edip bağlaması, çeşitli kılıklara girmesi gibi inanışlar ile ele alınmıştır. Daha çok sevgilinin güzelliğini anlatmak için kullanılır. Şairler genellikle sevgililerinin güzelliğini dile getirmek için onları peri ile kıyaslarlar. Peri, divan edebiyatında ve halk edebiyatında olduğu gibi, Türk masal dünyasında da geniş yer tutmaktadır. Dede Korkut Hikâyeleri’nden Tepegöz’de, Sarı Çoban, pınar başında bir peri kızı ile birleşir. Masalların çoğunda peri, güzelliği kadar iyilikseverliği ile dikkati çeker. Bütün bu özellikleri peri’nin modern edebiyatta da kullanılan bir unsur olmasını sağlamıştır.
1719] Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/298; Buhârî, Salât 75, Enbiyâ 40, Tefsir 38/2; Müslim, Mesâcid 39
1720] İmam Mâlik, el-Muvatta, Şi’r 10
1721] 27/Neml, 40
1722] 55/Rahmân, 15
1723] Ali Erbaş, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 21, s. 516-517
- 370 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Gûl ve Gûlyabaniler
a) Câhiliyede Gûl İnancı: Câhiliye Araplarınca, tenha ve ıssız yerlerde bulunduklarına inandıkları, değişik sûret ve renkli şekillerde görünerek onları yoldan saptırıp helâk ettiklerini kabul ettikleri, cin yahut şeytanlardan bir cins olarak bilinen hayâlî varlıklara “Gûl” denir.1724 Bunların dişilerine ise, “Suulât” adı verilir.1725 İbn Sikkit (ö. 244/848) “insanı helâk eden her şey Gûl’dür.”der.1726
Bunların bir yolcuya görünmesi, uğursuzluk kabul edilirdi. Bu yüzden câhiliye Arapları, tenha ve ıssız yerlerin tekin olmadığına her an karşılarına bir şeyin (Gûl) çıkabileceğine inandıklarından, bu tür yerlerden geçerken “Bu vâdînin sahibine sığınıyorum” diyerek, bir nevi onlardan, zarar vermemeleri için izin isterlerdi.1727 Eğer yolda bir Gûl’a rastlanacak olsa, ne yapılacağı konusundaki inançları ise şöyleydi: “Gûl’a rastlanınca onu bir darbede öldürmek gerekir. Eğer ikinci darbe indirilirse, Gûl tekrar canlanır.” Bir Arap şairi bunu şöyle dile getirir: “Gûl, bana dedi ki: İkinci defa vur. Ben de ona yavaş ol, yerinde bekle hele. Zira ben (kılıcımı) kalbe yerleştirirdim.” 1728
Bir başka şair el-Behrânî, rastladığı bir Gûl ile mücadelesini şöyle anlatır: “Ayın son günlerinde, gece zifiri karanlıkta Gûle bir darbe indirdim, sanki toz duman oluverdi. İkinci defa darbemi indirmiştim ki, (sanki bir) kuvvet onun ehlini koruyordu da (canlanıverdi). Keşke o sağ elim kurusaydı da (o ikinci darbeyi indirmeseydim).” 1729
Câhiliye Araplarının Gûl hakkındaki inançları o kadar ileri gitmiştir ki, hatta Gûl ile evlenenler, onlardan çoluk çocuk sahibi olanların varlığına dahi inanırlardı. Mesala, Amr bin Yerbu’ bunlardandı. 1730
Amr bin Yerbu’ hakkında şöyle bir rivâyet vardır: “Amr bin Yerbu’ Gûl ile evlendi. Ondan çocukları oldu. Onun yanında uzun zaman kaldı. Gûl memleketi tarafından şimşek çaktığı zaman, Amr’a şöyle derdi: “Onu bana gösterme (onu benden gizle). Eğer onu bana gösterirsen, çocuklarını bırakır, memleketime -kavmimin bulunduğu yere- doğru uçarım.” Bundan böyle ne zaman şimşek çaksa Amr, ridasıyla onun gözünü örter ve ona şimşeğin çakmasını göstermezdi. Derler ki bir defasında Amr bin Yerbu’ gaflet etti. Gece şimşek çakmasına rağmen Gülün yüzünü ridasıyla örtmedi o da uçup gitti. Uçarken şöyle diyordu: Amr çocuklarını sıkı tut. Ben çakan şimşeğin yeryüzüne kaçan kıvılcımıyım... 1731
Gûl ile evlenme, yani cinlerle evlenme inancı ülkemizde de yaygındır. Ne var ki böyle bir olayı ispat etmek çok güçtür. Cinlerle evlendiğini (Gûl de cin taifesinden kabul edildiğinden o da buna dâhildir) iddia eden kimseler de bunu ispat edememekteler, sadece bir iddiadan ibaret kalmaktadır. Onun için bu tür iddia sahiplerinin ruhî bir rahatsızlıkları olduğu akla gelmektedir.
1724] Kamus, III, 307; Alûsî, Bulûğu'1-Erab, II, 340; Nevevî, Minhâc (Şerhu Müslim), XIV, 216-217
1725] Nedvî, İslâm Tarihi, Hazırlayan: E. Edib, I, 304
1726] İbn Manzur, Lisân, XI. 507
1727] İbn İshak, Sîre, s. 92; İbn Hişâm, Sîre, I, 201; İbn Manzur, a.g.e., XI, 508
1728] Âlûsî, a.g.e., II, 343
1729] Âlûsî, Bulûğu'1-Erab, II, 344
1730] Âlûsî, a.g.e., II, 340
1731] Alûsî. a.g.e., II, 340, 341
CİN
- 371 -
Türkçemizde Gûl’e, “Gûlyabâni” denildiği gibi, câdu (cadı), hortlak da denilir. Bütün bunlar, Gûl cinsinden korkunç yaratıklar kabul edilir.1732 Câhiliye Araplarının sahip oldukları Gûl inancının varlığı, Gûlyabâni şekliyle hemen aynı kabul edilmiştir. Bunun içindir ki, ıssız, tenha, harabe ve çöplüklerden geçerken, Câhiliye Araplarının yaptıklarına benzer şekilde “Tû destur!..” denilerek geçilir ve böylece Gûlyabanilerin zarar vermesinden korunulacağına inanılır (Türk Edebiyatında da konu edilmiş olan Gulyabânîler hakkında H. Rahmi Gürpınar’ın “Gulyabânî” isimli eserini de hatırlıyoruz).1733
b) Hadislerde “Gûl” İnancı: Câhiliye Arapları arasında yaygın olan “Gûl” inancının Hz. Peygamber’in hadislerinde hem müsbet hem de menfi yönleriyle konu edildiğini görmekteyiz. Yani bir kısım hadislerde zahiren “Gûl”ün varlığı kabul ediliyor gibi anlaşılıyor ise de, diğer bir kısım hadislerde onun tamamen reddedildiği ifade edilmektedir. Konu ile ilgili hadislerden örnekler görmeye çalışalım.
Ebû Eyyüb el-Ensârî’den yapılan rivâyette “Gûl” ile yapılan bir mücadeleden bahsedilmektedir. Ebû Eyyüb el-Ensârî’nin içinde hurma bulunan bir duvar bölmesi vardı. “Gûl” gelir ondan alırdı. Bundan Hz. Peygamber’e şikâyet etti. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurdu: “Git, onu gördüğün zaman, ‘Bismillâh, Peygambere icabet et!’ de.” Sonra Ebû Eyyüb, “Gûl”ü yakaladı. Fakat bir daha dönmeyeceğine yemin etmesi üzerine onu bıraktı. Müteakiben Hz. Peygamber’e geldi, Rasûlullah ona: “Esirin ne yaptı?” diye sordu. Ebû Eyyüb, “bir daha dönmeyeceğine yemin etti” dedi. Rasûlullah: “o yalan söyledi ve esasen yalan söylemeye de alışıktır.” buyurdu. Ebû Eyyüb, “Gûl”ü bir kere daha yakaladı, o bir daha dönmeyeceğine yemin edince, onu yine serbest bıraktı. Sonra Rasûlullah’a geldiği vakit; “Esirin ne yaptı?” diye sordu. Ebû Eyyüb, “bir daha dönmeyeceğine yemin etti. (bıraktım)” dedi. Daha sonra “Gûl”ü üçüncü kez yakalayınca, ona “seni Rasûlüllah’a götürmeden bırakmayacağım.” dedi. Bunun üzerine “Gûl” mukabelede bulundu. “Ben sana bir şey söyleyeceğim... Âyet’el-kürsî; Evinde bunu oku, ne şeytan ne de başkası sana yaklaşamaz.” Ebû Eyyüb, Hz. Peygamber’e geldi. Rasûlullah ona: “Esirin ne yaptı?” diye sordu. Ebû Eyyüb, “Gûl”ün dediklerini anlattı. Rasûlüllah: “Doğru söyledi, fakat kendisi yalancıdır” buyurdu.1734
Tirmizi’nin1735 “Bu hadis hasen-gariptir” diyerek naklettiği bu hadise benzer, çok sayıda hadis nakledilmiştir. Muaz bin Cebel, Ubey bin Kâ’b, Ebû Useyd ve Zeyd bin Sâbit’in de bu konuda benzer rivâyetleri vardır.1736 Ancak hadis metinleri ayrı ayrı incelendiği zaman farklı ifadelere rastlanmaktadır. Şöyle ki: Bu rivâyetlerden Ebû Eyyûb el-Ensârî ile Ebû Useyd’in rivâyetlerinde geceleri hurma çalan varlık için “Gûl” tabiri kullanılırken, Muaz bin Cebel bunun için “Şeytan” kelimesini kullanmış, Ubey bin Kâ’b ise, yeni buluğa ermiş delikanli biri olduğunu anlatarak ona “Sen cin misin, insan mısın?” diye sorduğunu, Onun cin olduğunu söylediğini, çalmış olduğu hurmaları elinden almak isteyince, ellerini uzattığında, elinin köpek ayağına benzediğini, üzerindeki tüylerinin de köpek tüyü gibi olduğunu belirtmektedir. Bu konudaki Ebû Hüreyre’nin rivâyetinde
1732] Ozon, M.N. Osmanlıca Türkçe Sözlük, s. 237
1733] Ali Çelik, a.g.e., s. 133-136
1734] Tirmizî, Sevâbu'l-Kur’an 158; Mübârekfûrî, Tuhfetü'l-Ahvezî, VIII, 183-184
1735] 279/892
1736] Aynî, Umdetü'1-Kâri, XII, 144-148
- 372 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ise: “Birisi geldi”, şeklinde meçhul bir şahıstan bahsedilmektedir.1737 Hadislerde anlatılan ortak konu ise, biriktirilmiş zekât hurmalarının çalınması, çalanın yakalanarak Rasûlullah’a götürülmek istenmesi sırasında onun, Âyet el-Kürsi’nin faziletini haber vermesidir.
Tirmizi’nin naklettiği Ebû Eyyüb el-Ensârî’nin rivâyeti hakkında “Bu hadis Hasen-Garibtir” denilmiştir.1738 “Garip hadislerin ise, metin yönünden tek kalmış yahut isnadı tek kalmış hadisler olduğunu biliyoruz.”1739 “Garip hadisler içinde makbul olanları bulunmakla beraber, ekseriyeti zayıftır. Bu sebepten tâbiîler, etbau’t-tâbiîn ve daha sonraki nesillerin hadiscileri, garib hadislere pek rağbet etmemişlerdir. 1740
Buhârî’nin zikrettiği Ebû Hüreyre hadisinin muallak olduğu (Muallak Hadis: Hadisin baş tarafından bir veya peşpeşe birkaç râvinin ismi söylenmeden, söylenmeyen sonuncu kişinin üst tarafındaki kişiden rivâyet edilen hadistir.), hatta İbn Arabi’ye göre Munkatı olabileceği ifade edilmiştir.1741 Gerek Muallak ve gerekse Munkatı Hadisler, zayıf hadisler grubundandır. 1742
Hadisin rivâyet farkından doğan değişik ifadeler, râvilerin hurmaları çalan hırsızın tayin ve tesbitinde kendi anladıkları gibi olayı aktardıklarını anlıyoruz. Çünkü hurmaları çalan, kimine göre, “Gûl” dür. Kimine göre, şeytandır. Kimine göre elleri köpek ayağına benzeyen genç bir delikanlıdır, kimine göre de meçhul bir şahıstır. Bu farklı ifadeler, her râvinin ya kendi hatırladığı veya kafasında öyle şekillendirdiği bir varlık olarak anlatıldığına işaret etmektedir.
Mezkûr hadislerin gerek ifade ettiği mânâdaki garabet gerekse sened yönünden illetli olmaları, hatta Buhârî’nin naklettiği Ebû Hüreyre rivâyetinde hadisin müdreç olduğunu hadis otoritelerinin tesbit etmiş olmaları1743 bu hadisleri daha ihtiyatlı olarak ele almamızı gerektirmektedir. Yine Hz. Peygamber’in “Hastalığın bizatihi sirâyeti yoktur, eşyada uğursuzluk yoktur, Gûl denilen bir şey de yoktur” 1744 hadisi de, kanaatimizi te’yid etmektedir. Sünnet, Gûl inancını reddetmiştir.” Gûller sizi aldattığı zaman hemen ezan okuyunuz.” 1745 hadisi ise, daha çok sizin zihninize bu tür düşünceler geldiği zaman onların vesvesesinden kurtulmak için ezan okuyarak Allah’ı hatırlayınız, onların uyandıracağı kötü duygulardan uzaklaşınız manasındadır. Yoksa Gûllerin varlığını kabul etmek değil, bilakis yanlış düşüncelerden doğru düşüncelere bir dâvet vardır. Bu hadis bize, ülkemizde yaygın olan ve halk arasında Albastı veya Alkarası olarak bilinen ve çok kere de ezan okumakla kendisinden kurtulunduğuna inanılan bir inancı da hatırlatmaktadır.1746
Nazar Değmesi
1737] Aynî, a.g.e., XII, 144-148
1738] Tirmizi, Sevâbu'l-Kur'an 158
1739] Uğur, M., Hadis Terimleri Sözlüğü, s. 102
1740] Uğur, M., a.g.e s. 139
1741] Aynî, a.g.e., XII, 144-148
1742] Uğur, M., a.g.e., s. 139
1743] İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, IV, 185
1744] Müslim, Selâm, 107-108
1745] Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/305-382
1746] Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 136-140
CİN
- 373 -
“Nazar” Arapça’da bakış demektir. Türkçe’de de aynı mânâda kullanılır. Bu umumi mânâsının dışında, yaygın bir inanışı dile getiren terim olarak “Nazar değmesi”, az çok herkeste bulunan, mavi gözlü kimselerde daha fazla bulunduğuna inanılan ve böyle kimselerin bakışlarından fırlayan zarar verici, çarpıcı ve öldürücü güç anlamındadır. 1747
1- Câhiliyede Nazar Değmesi: Câhiliye Arapları arasında “Nazar Değmesi” son derece yaygın bir inanıştı. Nazarının değmesi konusunda bazı kimseler çok mâhir idiler. Bilhassa Benî Esed içinde bu özellikteki insanlar çoktu. Hatta onlardan biri, semiz bir deve veya yağlı bir sığır gördüğü zaman, cariyesinde: “Ey cariye, Evden ölçeği ve paraları al, şu hayvanın etinden bize et getir” der. (O sırada) hayvana nazar değer. Cariye, efendisinin dediklerini evden alıp ayrılmadan hayvan, yere düşer, boğazlanır. Cariye de onun etinden satın alır, getirirdi.1748 Câhiliye Arapları, bir kimse hasedlikle ve düşmanlıkla birine bakınca, o, bu bakış sebebiyle hasta olurdu. Onlar bunun için: “Falana nazar değdi” derlerdi.1749
Rivâyete göre Araplardan bir kimse, iki veya üç gün yemek yemez, aç kalır. Sonra çadırının perdesini kaldırır, beklerdi. Oradan bir deve veya bir koyun geçerken görürse: “Bu gün bu deveden daha güzel bir deve görmedim” derdi. Böyle dediği hayvan, bir kaç adım atar ve hemen düşer ölürdü.1750 Bir Arap şairi şöyle der: Bir (toplantı) mahal(lin)de karşılaşınca karşılıklı nazar ederek bakışınca, basılan yer ayaklarının altından kayıverir. 1751
İbn Abbas, bir topluluğa uğrayınca bakışlarıyla kendisini tehdit edenler için şu şiiri söylemiştir: (Onlar) bana kızarmış gözlerle, keçinin kasabın (elindeki) bıçağına baktığı gibi bana keçi bakışıyla baktılar (yani korkak ve ürkek şekilde.) 1752
Bunlardan açıkça anlıyoruz ki, “Nazar Değmesi”, Câhiliye Araplarının çok yakından ilgilendikleri ve tesirinden korktukları, öldürücü ve çarpıcı bir güçtür. Onlar bunu sadece bilmekle kalmıyorlar, onun etkisinden korunmak için de birtakım tedbirlere başvuruyorlardı. Bunların başında “Temâim” adı verilen 1753 nazarlıklar geliyordu. Ayrıca nazarı dokunan kimseye bir kap içinde ellerini, ayaklarını ve izarının altını yıkamasını söylerler, o da yıkar, bu yıkantı suyu, nazara uğrayan kimsenin üzerine dökerek, böylece nazardan kurtulunulacağına inanıyorlardı.1754 Ayrıca Rukye (okumak) de yapılıyordu. 1755
Nazar değmesi inancı hemen bütün ülkelerde, kendine has özellikler içinde görülmektedir. Dün olduğu gibi, bu gün hâlâ Avrupa’da özellikle İtalya’da, Balkanlarda ve Rusya’da rastlanmaktadır.1756 Hatta Schwab’larda (Güney Almanya) çocukların alınlarına, nazar değmesin diye insan pisliği sürüldüğü
1747] Yeni Türk Ansiklopedisi, VII/2607; Meydan Larousse, IX, 257
1748] Bursevî, Rûhu'l-Beyân, X, 127; Emiroğlu, T., Esbâb-ı Nüzul, 38-39
1749] İbn Manzur, Lisân, XIII, 301
1750] Bursevi, a.g.e.. göst. yer; Emiroğlu, T., a.g.e. göst. Yer
1751] Râzî, Mefatihu'1-Gayb, XXX, 1000
1752] Râzî, a.g,e., göst. yer
1753] Âlûsî, Bulûğu'1-Erab, II, 7-9
1754] Sofuoğlu, M., Sahih-i Müslim Terc, VIII, 37 -Dipnotta-
1755] Müslim, Selâm hadis no: 1725
1756] Tanyu, H. Türklerde Taşla İlgili İnançlar, s. 213
- 374 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kaydedilmektedir. 1757
Ülkemizde de, her bölgede nazar inancı yaygındır. Gök mavisi rengindeki gözün, bakışının değmesi ihtimalinin daha büyük olduğuna inanılır. Bunun içinde gök mavisi şeylerle nazar değmesinden korunulacağı düşünüldüğünden, mavi boncuğa önem verilir. Mavi boncuk, nazarlık olarak kullanılır. Bundan başka ülkemizde nazar değmesinden korunmak için, yeşil kahve tanesi, eski para, kurşun, çitlenbik kabuğu ve at nalı gibi şeyler de nazarlık olarak kullanılır. Bu nazarlıklar, kullanıldıkları yere göre değişik şekillerde asılır ve dikilir. Mesela, çocukların omuzlarına dikilir, hayvanların alınlarına yahut boyunlarına asılır, evlerin veya binaların giriş kapılarına konur. Yine ülkemizde nazardan korunma âdetleri arasında sıkça görüleni, nazar uğrayana kurşun dökülmesi, başının üstünden dua ile çevrilmiş tuzun ateşe atılarak patlatılması, üzerlik otunun yakılarak dumanıyla tütsülenmesi gelir, bunlar yapılırken, kendilerine has özel tekerlemeleri de unutulmaz. Şöyle ki: Tuz patlatılırken: “Nazara bozara/Nazar edenin iki gözü bozara” denir. Üzerlik otu tütsülenirken de: “Elemtere fiş/ Kem gözlere şiş; Üzerlik otu çatlasın/Nazar eden patlasın.” 1758
Bazı yörelerde nazar değmesinden korunmak için, nazarından korkulan kişi, çocuğu gördükten sonra, hemen çocuğun yüzü yıkanır, elbiseleri değiştirilir. Hatta dışarı giderken çocuğa siyah lekeler sürülür. 1759
2) Kur’ân-ı Kerim’de Nazar Değmesi: “O küfretmekte olanlar, zikri/Kur’an’ı işittikleri zaman, seni neredeyse gözleriyle yıkıp devireceklerdi. ‘O gerçekten bir delidir’ diyorlar. Oysaki o zikir/Kur’an, âlemler için bir öğütten başka şey değildir.” 1760 Müşrikler Hz. Peygamber’i gördüklerinde, ona karşı duydukları kıskançlık ve düşmanlık sebebiyle gözleriyle onu oklayıp öldüreceklermiş gibi bakarlardı. Bu âyet onların bu psikolojik durumunu tasvir etmektedir. Bu âyetin nazar (göz değmesi) ile ilgili olduğu yolunda yaygın bir kanaat bulunmakla birlikte bu kanaat kesin bir bilgiye dayanmamaktadır. Nitekim Şevkânî’nin aktardığına göre,1761 çok yönlü bir âlim olan İbn Kuteybe de âyette müşriklerin Rasûlullah’a nazar değdirmelerinden söz edilmediğini, Rasûlullah Kur’an okuduğunda inkârcıların ona kinle ve düşmanlık duygularıyla baktıklarının anlatıldığını ifade etmiştir. Buna göre âyetin nazarla ilgisi yoktur.1762
Allah Rasûlünü Gözleri ile Yıkmak İsteyenler: İbn Abbas, İbn Mesud, el-A’meş, Ebu Vâil ve Müeahid: “le yuzlikûneke / Seni devireceklerdi” anlamındaki buyruğu: “Canının çıkmasına sebep olacaklardı” yani seni helâk edeceklerdi, öldüreceklerdi diye okumuşlardır. el-Herevî dedi ki: Onlar gözleriyle sana bakıp duruyorlar. Böylelikle sana besledikleri düşmanlıkları sebebiyle Allah’ın seni yerleştirmiş olduğu o üstün makamından kaydırmak, devirmek istiyorlar, demek
1757] Tanyu, H. a.g.e. s. 213, -Eduarda Seliğman Der Böse Blyick Und Vermandes, s. 219'dan naklen-
1758] Yeni Türk Ansiklopedisi, Nazar mad.; Halıcı, Feyzi, Türk Halk Edebiyatı ve Folklorunda Yeni Görüşler, (248-52). Mehmet Aydın'ın, "Konya'daki Manevi Halk İnançlarının Dînler Tarihi açısından Tetkiki" isimli makaleden alınmıştır
1759] Ali Çelik, a.g.e., s. 192-195
1760] 68/Kalem, 51-52
1761] Şevkânî, a.g.e., c. 5, s. 319
1762] Hayrettin Karaman, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kafi Dönmez, Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, DİB Y., c. 5, s. 359-362
CİN
- 375 -
istemektedir. el-Kelbî: Seni yere yıkıyorlar, diye açıklamıştır. Yine ondan es-Süddî ve Said b. Cübeyr’den şöyle açıkladıkları nakledilmiştir: Seni risâleti tebliğ etmek görevinden alıkoymak istiyorlar; el-Avfî: Seni yere yıkıyorlar; el-Müerric: Seni yerinden kaydırıyorlar; en-Nadr b. Şumeyl ve el-Ahfeş: Seni fitneye düşürüyorlar; Abdu’1-Aziz b. Yahya: Sana ileri derecede hiddetle, yan yan bakıyorlar; İbn Zeyd: Sana dokunuyorlar (delirtmek istiyorlar); Cafer es-Sadık: Seni yiyorlar; el-Hasen ve İbn Keysan: Seni öldürüyorlar diye açıklamışlardır. Bu da göz ucuyla beni devirdi, gözüyle beni öldürdü, tabirlerine benzemektedir.
Bu âyete nazar âyeti demek ve özellikle nazar duâsı olarak kabul etmek doğru değildir. Kâfirler, peygamberimize o kadar kin duyuyorlardı ki, Kur’ân’ı işittikleri zaman ona yiyecekmiş gibi bakıyorlardı. Âyetin halk kültüründeki “nazar” denilen inanışla herhangi bir ilgisi yoktur. Bu nedenle âyetin nazar duası diye okunması temelsiz ve yanlış bir davranıştır. Çünkü dua, Allah’tan bir şey istemektir. Bu âyette ise Allah’tan istenen herhangi bir şey yoktur. Allah’ın peygamberimize yaptığı bir açıklamayı içermektedir.
Âyette “leyuzlikune bi-ebsârihim / Neredeyse gözleriyle seni devireceklerdi” ifâdesinin, göz değmesi anlamına geldiği görüşünde olanlar, görüşlerini hadislerle desteklemişlerdir. Fakat burada kastedilen, Hz. Peygamber’e göz değeceği değil, kâfirlerin ona çok kızgınlıkla, onu yiyecek, devirecek gibi bakmaları anlatılmaktadır. Kelbî kelimesini “Neredeyse seni, mesajın tebliğ edilmesi görevinden çevireceklerdi”, Hasan-ı Basrî: “Neredeyse seni gözleriyle öldüreceklerdi” şeklinde mânâlandırmış, İbn Kuteybe ise: “Allah, gözü değen kimsenin, beğendiği şeye gözünün değmesi gibi onlar da sana göz değdireceklerdi” mânâsını kast etmiştir. “Sen Kur’an okuduğun zaman onlar sana öyle bir düşmanlık ve öfke ile bakıyorlardı ki neredeyse seni devireceklerdi, demektir” demiştir. İbn Abbâs, İbn Mes’ûd, A’meş ve Mücâhid ise bu kelimeyi “leyuzhikuneke” şeklinde okumuşlardır ki “seni helâk edeceklerdi” demektir. 1763
İbn Kuteybe de bunu şu sözleriyle kabul etmemektedir: Nazar değen bir kimsenin beğendiği bir şeye nazarının değmesi gibi, onların nazarının peygamberimize değeceğini Yüce Allah kastetmiyor. Kastettiği şundan ibarettir: Sen Kur’an okuduğun zaman onlar az kalsın seni düşürecek noktaya varacak kadar düşmanlık ve kin ile sert ve keskin bakışlarla bakıyorlar.
Kuşeyrî nazar konusundaki hadis rivâyetlerinin bir kısmını pek isabetli bulmamış ve şöyle demiştir: “İsâbet-i ayn (nazar değmesi), ancak nazar edilen şeyin çok beğenilmesi ve nazar edenin içinden gelen bir hayretle ona bakmasıyla gerçekleşebilir. Bir şeyden tiksinmek, bir şeye kızmak ve öfkelenmek sûretiyle nazar değmesi olmaz. Hz. Peygamber’e kin ve nefret dolu gözle bakıyorlar ve ‘bu, herhalde delinin biridir’ diyorlardı. O bakımdan Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz hakkında bu bapta bir göz değmesi arzusu söz konusu değildir.
İbn Kesir’in görüşüne göre de anlam şudur: Onlar sana olan kinlerinden ötürü seni kıskanırlar. Allah’ın seni koruması ve onlara karşı seni himaye etmesi olmasaydı sana zarar vermeye kalkışırlardı.
“Gözleriyle seni yıkacaklar” ifâdesine Kelbî, “seni, risaletini tebliğ görevinden çevireceklerdi”, Hasan Basri: “Neredeyse seni gözleriyle öldüreceklerdi”, İbn
1763] Fethu'l-Kadîr: 5/277
- 376 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kuteybe: “Allah, gözü değen kimsenin, beğendiği şeye gözünün değmesi gibi onlar da sana göz değdireceklerdi mânâsını kast etmemiştir. Sen Kur’an okuduğun zaman onlar sana öyle bir düşmanlık ve öfke ile bakıyorlardı ki neredeyse seni devireceklerdi” mânâsını vermişlerdir.
Mevdudi, bu âyetin tefsirinde şöyle der: “Sanki bakışlarıyla yiyecekler” Mekke kâfirleri o kadar kızgındılar ki, Kur’an’ı işittikleri zaman Peygamber’i sanki gözleriyle yiyeceklerdi. Onların bu hali İsra Sûresi 73. ve 77. âyetler arasında beyan edilmektedir.
Seyyid Kutub, bu âyetin tefsirinde şunları söyler: Bu bakışlar neredeyse Hz. Peygamber’in adımlarını etkileyeceklerdi. Sarsılmasına, sürçmesine, dengesini ve gücünü kaybedip yıkılmasına neden olacaklardı. Hiç kuşkusuz bu, onların bakışlarının taşıdığı kin, kıskançlık, çekememezlik, kötülük, intikam, hırs, kızgınlık ve zehirden çok daha etkin anlatımlı bir ifadedir. Bu zehirli ve kızgın bakışlar, beraberinde iğrenç küfürler, âdi sövgüler ve aşağılık iftiralar da taşıyor: “O delidir’ diyorlardı.”
Hârikalar saçan fırça bu sahneyi Mekke’deki genel davet sahnelerinin arasından olağanüstü bir maharetle çizip evrensel perdede tescil ediyor. Böyle bir sahne, ancak kalplerinden ve gözlerinden böylesine kızgın ve aşağılık bir kin akan ileri gelen inatçı ve suçluların yer aldığı bir halkada yaşanabilirdi.
“Oysaki o zikir/Kur’an, âlemler için bir öğütten başka şey değildir.” 1764
Kâfirler, gözleriyle bile Peygamberimizi yok etmek istiyorlardı. Bu Kur’ân’ın âyetlerini işittiklerinde gözleriyle Peygamberimizi yemek istiyorlardı.
Bu günde aynısı değil mi? Allah’ın kelâmı her yerde okunmaya başlıyor. Böyle olunca, birilerinin gözleri belermeye başlamıştır. Gözleriyle müslümanları yok etmeye yöneliyorlar, ama Allah (c.c) diyor ki; bu belirli grubun, belirli yörenin, belirli bir ırkın kitabı değil, bütün âlemlere indirilmiş bir zikirdir, bir nasihattir, bir yol göstericidir. İnsanların gönüllerini etkileyecek kelimeler ve iman esasları canlı ve taze olarak hayata tümüyle yansıtılmasını beklerken, yeryüzünü ıslah edip dünyanın ihtiyaç duyduğu huzur ve İslâmî sistem bu Kur’an sayesinde mutlaka bir gün kurulacaktır.
Nazarın etkisini kabul etmeyenler, Kur’ân-ı Kerim’den yola çıkarak önemli deliller ileri sürerler:
1- Allah, bizi haketmediğimiz bir nedenden dolayı, sırf birisi baktı (nazar etti) diye cezalandırmaz. Cezalandırması, O’nun adâlet anlayışına ters düşer.1765
2- İnsanın başına gelenler, kişinin kendi yapıp ettiklerindendir.1766
3- Birisine (bir çocuğa) veya bir eşyaya sevgiyle baktık diye onun başına gelenlerden biz soumlu tutulamayız.1767
4- Birisine (bir çocuğa) veya bir eşyaya sevgiyle bakmak kınanmamıştır.1768
1764] 68/Kalem, 52
1765] 11/Hûd, 101; 16/Nahl, 118; 43/Zuhruf, 76
1766] 42/Şûra, 30; 4/Nisâ, 79
1767] 52/Tûr, 21; 74/Müddesir, 38
1768] 3/Âl-i İmrân, 14
CİN
- 377 -
5- Allah isteyip uygun görmedikçe kimse sıkıntı ve zarar veremez.1769
6- Kötülüğü ve zararı başkasından bilmek Kur’ân’ın öğretisine aykırıdır.1770
7- Kur’ân’da nazara (bakışlardaki yıkıcılık) olur veren bir ifade ve nesnel (somut) olarak kanıtlanmış ilmi bir bulg yoktur. 68/Kalem Sûresi 51. âyeti de, İslâm düşmanlarının vahiy elçisi Muhammed’e (s.a.s.) olan öfkelerini ve onu doğru yoldan kaydırma isteklerini anlatmaktadır. Nitekim benzer ifadeler başka ayetlerde de vardır.1771
8- Nazara (bakışlardaki yıkıcılığa) inanmak; sorumsuzluklarımızı, başarısızlıklarımızı, eksikliklerimizi, hatalarımızı, kusurlarımızı başkalarına yüklemektir.
9- Nazara (bakışlardaki yıkıcılığa) inanmak, toplum içinde insanları birbirine düşürmek, dedikodu ve bölücülük yapmak, dertlerimiz, sorunlarımız, sıkıntılarımızın kaynağını yanlış yerde aramak ve böylece sorunların katlanarak sürmesine neden olmaktır.
Nazara diğer bir kanıt olarak Kur’ân’dan Felak ve Nas sûreleri getirilir. Bu iki sûrede de nazara doğrudan bir vurgu yapılmaz.
Felak sûresinde; kötülüklerden Allah’a sığınmadan söz edilirken, kıskancın yapabileceği kötülüklerden de Allah’a sığınılır. İnsanların birbirine yaptığı yüzlerce kötülük varken, nazarın akla gelmesi dinin mantık dışına itilmek istenmesinden kaynaklannmaktadır.
Kıskançlığa en somut örnek, eşlerin veya sevgililerin birbirlerini kıskanmasıdır. Bu kıskançlıkta eşler, acaba gözleriyle mi, yoksa sözleriyle ve davranışlarıyla mı birbirlerini rahatsız ederler?
Hiçbir hasetçinin kıskanç bakışları (nazarı) insana uğursuzluk getiremez. Eğer böyle bir imkân olsaydı, nazarı en fazla ideolojik alanda kullanmak fonksiyonel olurdu. Silahsız sopasız, düşmanlarımızı nazarla yere sermek oldukça keyif verici olurdu herhalde... İktidar kavgasında muhalefet liderler de sanırım nazardan çokça yararlanabilirlerdi.
Bunun da ötesinde, örneğin, zenginin malı züğürdün çenesini yorar da nazarı oana bir zarar veremez! Nazar, ne hikmetse genelde orta halli ailelerde ve özellikle günahsız yeni doğan çocuklara değer!
Cenâb-ı Allah Âl-i İmrân sûresinin 110-120. âyetlerinde kıskanç/kindar insanların şahsiyeletlerinden bir kesit sunmaktadır. Bizim dışımızdaki inkârcıların bize olan kin ve kıskançlıklarından dolayı parmaklarını ısırdıklarını bu âyetler bildirmektedir. Ama sabreder ve Allah’tan korkarsak bunların hilesinin bize hiçbir zarar veremeyeceği -çok şükür ki- müjdelenmektedir!
İslâmî kardeşliğin olmadığı dünyada insan insanın kurdudur. Fakat insan hayatı, bir diğer insanın gözlerinden çıkacak “ nazar manyetik dalgalarıyla”(!) tehlikeye düşecek kadar da pamuk ipliğiyle bağlı olamaz, olmamalıdır.
1769] 6/En’âm, 17-71; 7/A’râf, 191-198; 10/Yûnus, 18, 106-107; 21/Enbiyâ, 6; 22/Hacc, 12-13; 33/Ahzâb, 17; 39/Zümer, 38; 46/Ahkâf, 4-5; 48/Fetih, 44
1770] 4/Nisâ, 78-79
1771] 17/İsrâ, 73-76
- 378 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu arada, eğer nazar varsa, Müslüman olmayanlar, Felak ve Nas sûresi gibi duaları bilmediklerine göre, nazarla ilgili sorunlarını nasıl çözecekler? Yoksa sadece Müslümanlara mı nazar değmektedir? Müslüman olmayanları nazar etkilemez mi?
Allah dilemedikçe hiçbir kimse hiçbir kimseye zarar veremez. Bu konuda 10/Yûnus,102; 48/Fetih, 11 ve 72/Cinn, 21 gibi âyetlerin dikkatlice okunması yararlı olur kanısındayız.
İnsanları, Allah’ın dışında, anlamsız korkularla zapt u rapt altına almak, onlara yapılacak en büyük zulûmdür, diye düşünüyoruz. Müslüman, Allah’ın izin vermediği bir biçimde, yani öyle bir imkân tanımadığı halde, nazar gibi mevhum korkularla endişeye kapılmamalıdır.
Bir kasabanın, bir ilçenin veya bir ilin tüm insanlarını incelemeye alalım. Bakışlarıyla, bir binayı, bir ağacı, bir insanı deviren kaç kişi bulabiliriz? Bakışlarıyla televizyonu yerinden indiren, arabayı durduran, insanın kolunu-bacağını kıran, gözünü çıkaran, bir elbiseyi yırtan, üzerimize taş fırlatan, altımızdan koltuğu çeken kaç kişi vardır? Bu ve benzeri inançlar, halkı uyutan ve uyuşturan, kendisinden ve kendi gölgesinden bile korkutan inançlardır. Böylesi inancın yaygarasını koparanlar; nazar ve büyü teraneleriyle, evinde eşya bozulunca faturayı komşuya, çocuk başarısız olunca faturayı bir başkasına çıkararak halkı farkına varmadan birbirine düşürmektedir. Çünkü onlara göre, nazarın kimde olacağı belli olmaz, kimin kime zarar vereceği de belli olmaz. Onlar, nazar, büyü vb. inançlarla insanların başarısızlıklarını, sıkıntılarını, hastalıklarını ve zararlarını gizemli bir şekilde başkalarına yıkmakta, sorumluluğu başkalarına yüklemekte ve insanları birbirlerine düşman etmektedirler.
3) Hadislerde Nazar Değmesi: Hadislerde, nazar değmesi bir vâkıa olarak anlatılmış ve onun, hak (gerçek) olduğu belirtilmiştir.1772 Konuyla ilgili hadislerden bazı örnekler görelim:
“Nazar değmesi haktır. Eğer kaderin önüne geçen bir şey olsaydı, onun önüne nazar değmesi geçerdi.” 1773
“Nazar, kişiyi kabre, deveyi tencereye sokar.” 1774
“Nazar değmesi haktır. Eğer kaderin önüne geçen bir şey olsa idi, nazar değmesi geçerdi. Sizden yıkanmanız istendiğinde vücudunuzu yıkayın.” 1775
Son hadiste geçen “Sizden yıkanmanız istenince (vücudunuzu) yıkayın” sözünden maksad, yukarıda zikrettiğimiz, Câhiliye Arapları arasında uygulanan ve kendisine “nazar abdesti” de denilen bir çeşit, nazardan korunma âdetidir. Sünnetin de kabul ettiği anlaşılan bu âdetin, nasıl yapıldığı hakkında değişik rivâyetler vardır. Bu rivâyetlerden biri şöyledir: Bir kap içinde su doldurulur. Kap yere konmaz, (ondan nazarı değen kimse) bir avuç alarak mazmaza yapar ve suyu yine kabın içine püskürtür. Sonra aynı sudan alarak yüzünü yıkar. Sonra sol eliyle su alır, sağ elini; sağ eliyle su alarak, sol elini yıkar. Dirsekleriyle topuklarını yıkamaz,
1772] Müslim, Selâm, 41/11, 1719
1773] Müslim, Selâm, 42/11, 1719
1774] İbn Kesir, Tefsir, IV/411
1775] Müslim, Selâm 42/11, 1719
CİN
- 379 -
sonra bu şekilde sağ ayağını sol ayağını yıkar. Sonra izarının altını (bazıları bunu avret mahalli diye anlamışlardır) yıkar. Böylece yıkama işini bitirir. Yıkantı suyu, nazara uğrayan kimsenin arkasından döker. Nevevî diyor ki bu mânâyı tahlil etmek ve hakikatini anlamak mümkün değildir. Bizce bilinen şeylerin hepsinin sırlarına ermek aklın kuvveti dâhilinde değildir. Onun mânâsını akıl almıyor diye de reddedilmez.” 1776
Bununla beraber, nazarı değen kimsenin bu şekilde abdest almaya mecbur edilip edilmeyeceği hakkında ihtilaf edilmiştir. Bazıları: Bir kimsenin nazarı değdiği anlaşılırsa, ondan korunmak icap eder. O yerin halkı, onun nazarından korunmalıdır1777 şeklinde görüş ileri sürmüşlerdir. Hatta “Onun evine kapanmasını temin etmeli, fakirse yetecek rızık vermeli” tarzında yorumlar yapılmıştır. Fakat nazardan korunmanın en mâkul ve uygun olanı, bu konudaki me’sûr duaları okumaktır.1778 Bu duaların okunması, Hz. Peygamber tarafından bizzat istenmiş1779 ve öğretilmiştir. 1780
Öğretilen ve okunması tavsiye edeline bu dualar, Allah’ın varlığını, birliğini yani Tevhidi içeren ve sadece O’na sığınmayı anlatan metinlerdir. Yoksa Câhiliye Araplarının yaptığı gibi, birtakım “temâim ve nazarlıklarla, kâhinlerin, arrafların, afsuncuların, sihirle uğraşanların, cinlerle irtibat halinde olduklarını iddia edenlerin okudukları tekerlemeler değildir. Çünkü sünnetin koyduğu her şey, Tevhid’i korumaya daima özen göstermiştir.
Nazar değmesi inancı, hemen her toplumda görüldüğünden, kendine has karakter ve yorumlarıyla, yeni şekilleriyle bürünmüş olarak ortaya çıktığından, menşeinin hangi toplum olduğunu tesbit etmek oldukça zordur. Ancak psikolojik temelleri olduğu muhakkaktır. Hatta şöyle de denilebilir: Belli bazı renklere karşı hassas olan kimselerin, o renge sahip gözleri olan kimselerin bakışlarının etkisinde kalabileceklerini düşünerek tedirgin olmaları halidir. Olay, şuur altındaki hissiyatın açığa çıkması olarak da anlaşılabilir. Hadiste geçen “Nazar Haktır” ifadesi de, bize böyle bir etki altında kalmanın mümkün olduğunu anlatmak için söylenmiş olabilir. 1781
Bir şeye bakmak anlamına gelen nazar tasavvufta şeyhin, mürşidin müridine, salikine, manevi yolla bakması, feyiz vermesi; Türk kültüründe ise göz değmesi, bir olayı ve belli bir biçimde ele alma demektir.
İslâmî kaynaklarda “isabet-i ayn” olarak geçen ve kültürümüzde daha çok “nazar değmesi”, nazara gelmek, nazara uğramak, göz değmek tabirleri kullanılan “nazar”, özellikle açık mavi gözlü, keskin bakışlı kimselerin bir insana, hayvana veya güzel bir eşyaya, âlete, işe vb. şeye bakması ile ona etki etmesi, zarar vermesi, insanın hastalanması, eşlerin, ailenin, ortak iş yapanların huzursuz ve geçimsiz olması, düzenin bozulması, işlerin kötüye gitmesi anlamında kullanılmaktadır. Kötü gözle, kıskançlıkla bakmanın etkili olduğu, insanın olumsuz yönde etkilendiği, hatta hastalığa sebep olduğu yaşanan, bilinen, görülen,
1776] Nevevî, el-Minhac, XIV, 172
1777] Davudoğlu, A. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX/607
1778] Müslim, Selâm 172; Buhârî, Tıb 24
1779] Müslim, Selâm 1725
1780] Müslim, Selâm 46-47/11, 1723
1781] Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 192-198
- 380 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gözlenen bir olgudur. Peygamber (s.a.s.) “Göz değmesi gerçektir”1782 buyurmuştur. Fâtiha, İhlâs, Felâk ve Nâs sûreleri okunmak, Allah’a dua etmek sûretiyle, nazar değmesinden kurtulmak mümkündür. Göz değmesi ve psikolojik hastalıklara karşı rukye ile (okuyup dua ederek) tedavi edebileceğine dair hadisler vardır.1783 Peygamberimiz (s.a.s.), “Allah’ım! Ey insanların Rabbi! Ey acıyı, sıkıntıyı, hastalığı gideren Allah, bu hastaya şifa ver, çünkü sen şifa verensin, Senden başka kimse şifa veremez. Bu hastaya öyle bir şifa ver ki, onda hiçbir hastalık kalmasın.” diye dua etmiştir.1784 Yine Peygamberimiz kötülüklere, kötü insanların şerlerine karşı, “Yarattıklarının şerrinden tam kelimeleriyle Allah’a sığınırım” şeklinde dua edilmesini, Allah’a sığınılmasını tavsiye etmiştir. 1785
Maddî manevî her türlü hastalık için, tedaviye başvurmak, doktora gitmek asıldır. Ancak şifayı verenin, ilaçlarda devayı var edenin Allah olduğu unutulmamalıdır. Göz değmesi, korkma vb. psikolojik hastalıklarda kişi dua ederek, Allah kelâmı olan Kur’ân âyetlerini ve sûrelerini okuyarak kurtulmaya çalışabilir. Ancak nazar değmesin diye muska, nazar boncuğu denilen gök boncuk, ağaç parçası, at nalı, kafatası vb. şeyler takmak, nazardan kurtulmak için kurşun döktürmek, tütsü yapmak doğru değildir. Bunların din ile tedavi ile bir ilgisi yoktur. Peygamberimiz bu tür şeyleri hoş görmemiş, nazarlık takılmasını men etmiştir.1786
Sihir/Büyü
Sihir, yapılış şekli ve meydana getirdiği etki açısından, uzmanlık gerektiren bir sanattır, inanç değil de sanat olan bu olayı, halk inançları içinde görmek her ne kadar, ilk anda yadırganacak bir husus ise de, meydana getirdiği etkinin şiddetinden dolayı, halkta uyandırdığı tepki, ona âdeta inanç hüviyyeti kazandırmıştır. Biz meseleye bu yönü itibariyle yaklaşarak sihri, halk inançları arasında incelemeyi uygun bulduk.
Sihir, lügatte, “ne olursa olsun sebebi gizli olan şey” demektir. Şer’î örfte ise, “sebebi gizli olmakla, hakikatin hilafına tahayyül olunan yaldızcılık, şarlatanlık, hilekârlık yolunda cereyan eden herhangi bir şey” demektir. “Esrarengiz gizli sebeple incelik, zahirî cazibe, hud’a kötü maksat, sihrin mâhiyetini teşkil eder. İnsafsızlık ve ahlâksızlık sihrin köküdür.1787
Türkçemizde sihir: “Büyü, cadılık, gözbağcılık olarak bilinir.”1788 Bu işin bir çeşit illizyon (illustion) olayı olduğu da düşünülebilir. 1789
1) Câhiliyede Sihir: Sihir, Câhiliye Araplarının inanç dünyasında, etkin bir yere sahiptir. Onlar, görmedikleri bir şeyden ya da alışmadıkları, duymadıkları şeylerden sözeden, konuştuğu konularda birtakım gizli kapalı ya da şaşırtıcı yeni şeyler söyleyen birini gördüklerinde onu, büyünün (sihrin) etkisine girmiş kabul ediyor, onun büyülenmiş olduğunu söylüyorlardı. Duydukları bu yeni şeyler
1782] Buhârî, Tıb 36; Ebû Dâvûd, Tıb 15
1783] Ebû Dâvud, Tıb 18
1784] Ebû Dâvud, Tıb 19; Buhârî, Tıb 38
1785] Ebû Dâvud, Tıb 19
1786] Nesâî, Zînet 17; İbn Mâce, Tıb 39); Dini Kavramlar Sözlüğü, D.İ.B. Y.
1787] Râğıb, Müfredat, s. 331; Yazır, M. H., Hak Dini
1788] Kamus, I, 887-888
1789] Redhause, English-Turkish Dictionary s. 483
CİN
- 381 -
onlar için, sanki sihirden başka bir şey değildi.1790 Onlarda, şeytanlarla büyü ve büyücüler arasında öğrenci-öğretmen ilişkisine benzer bir ilişkinin olduğuna dair anlayış vardı. Büyücünün, kişi ile hanımı arasını ayırabilme gücüne sahip olduğuna inanıyorlardı.1791 Cinlerin, dâhî kimselerle ilişki kurdukları şeklindeki Câhiliye inancı, sihirbazların da tıpkı kâhinler gibi, cinlerle ilişki kurduklarını, onları kendi işlerinde kullandıklarını ifade ederek insanlar üzerinde etkili olmaya çalışmaları, Câhiliye Araplarını cinlerin, sihirbazlara yardımcı olduklarını zannetmeye sevketmiştir. 1792
Birtakım rivâyetlerden öğrendiğimiz gibi, sihir denilince ilk akla gelen, Beni Züreyk’li bir Yahudi olan Lebid bin A’sam’ın Hz. Peygambere sihir yaptığı rivâyetidir.1793 Bu olayın varlığı tartışmalı olmakla birlikte, anlaşılan şudur ki, sihir olayı Câhiliye Arapları arasında yaygındı. Bu işi bilen, sanat edinmiş kişiler, o devirde çok sayıda bulunuyordu. Kur’an’da: “Büyü, büyücü, büyülenmiş ve büyücüler” kavramlarının, defalarca tekrar edilmiş olması, kâfirlerin, Hz. Peygamber’i büyücülükle itham eden sözlerinin hikâye edilişi, Arapların İslâm’dan önce, sihir ve sihirbazları bildiklerine ve onlarla sıkı münasebet halinde olduklarına güçlü bir delildir. 1794
2) Hadislerde Sihir: Büyü, afsun, nirenk ve füsun gibi tabirlerle de ele alınan sihir,1795 değişik münasebetlerle Kur’an’da iştikakıyla birlikte 80’den fazla yerde geçmektedir.1796 Hz. Peygamber’in hadislerinde zikri geçen sihir, hüküm itibariyle, reddedilmiş, bu, “sihir yahpmak şirktir”;1797 “Sihre inanan cennete giremez” 1798 şeklindeki hadislerle ifade edilmiştir.
Ebû Hüreyre’nin rivâyetinde, Hz, Peygamber’in kaçınılmasını istediği yedi şeyden biri de büyüdür (sihirdir).1799 Hadiste geçen diğer altı şey ise: “Allah’a şirk koşmak, zina yapmak, faiz yemek, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, namuslu kadına iftira atmak). Başka bir hadiste ise: “Kim düğüm bağlar, sonra da ona üflerse sihir (büyü) yapmış olur. Sihir (büyü) yapan da şirke girmiş olur.” 1800
Bu ve benzeri hadislerden de anlaşıldığı gibi, sihir yapmanın, bununla meşgul olmanın haram olduğu, günah-ı kebâirden sayıldığı görülmektedir. Bununla beraber konuya daha geniş açıdan bakarak bu konuda farklı görüşler de ileri sürülmüştür. Bunlar genel hatlarıyla şöyle hülasa edilebilir:
Farklı görüşler ileri sürenlerden biri Nevevî’dir.1801 Şöyle der: “sihir yapmak
1790] 7/A’râf, 132; 5/Mâide, 110; 10/Yunus, 76; 11/Hûd, 7; 27/Neml, 13; 26/ Şuarâ, 34; 38/Sâd, 4; 51/Zâriyât, 52
1791] 2/Bakara, 102
1792] Taberî, Tarih, I, 445; İzzet Derveze, Asrun-Nebî, s. 294-298
1793] Buhârî, Tıb 47, 49, 50, VII, 28-30; Cizye 14, IV 68, Edeb 56, VII, 88; Müslim, Selâm 43, II, 719
1794] İzzet Derveze, a.g.e., s. 271; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 199-201
1795] Pakalın, M.Z., Osmanlı Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, III., 211-217
1796] 7/A’râf, 115-116, 132; 20/Tâhâ, 55-56, 71; 5/Mâide, 110; 6/En’âm, 7; 10/Yunus, 76-77, 81; 11/Hûd, 7; 21/Enbiyâ, 3; 26/Şuarâ, 40
1797] Nesâî, Tahrim, 9/VII, 112
1798] Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 339; III, 33
1799] Buhârî, Vesaya, 23/111, 195; Hudud, 44/VIII, 33; Tıb; 48/VII, 29; Müslim, İman, 145/1, 92
1800] Nesâî, Tahrim 19/VII, 112
1801] ö. 676/1277
- 382 -
KUR’AN KAVRAMLARI
haramdır. Kebâirden olduğu hususunda icmâ vardır. Rasûlullah (s.a.s.), sihir yapmayı yedi büyük günahtan biri saymıştır. Bazı sihir vardır ki, onu yapmak küfürdür, bazısını yapmak ise günahtır. Söz gelimi, içinde küfrü gerektiren söz ve fiil bulunan sihir, küfürdür, bu şekilde olmayanlar için küfür hükmü verilmez. Ancak sihrin öğrenilmesi de öğretilmesi de haramdır. Şâyet, mâhiyetinde küfrü gerektiren bir şey varsa, bunu öğrenip öğretene tevbe teklif edilir, tevbe etmezse öldürülür. Küfrü gerektiren şey olmadığı takdirde, azarlanır (ta’zir edilir).” 1802
Sihir konu edilince, Hz. Peygamber’e Lebid bin A’sam ve kızlarının sihir yaptıkları rivâyeti hemen akla gelmektedir. Bu meselenin aslı nedir? Konu ile ilgili rivâyetlerin durumu nasıldır? Bu konuda kısaca durmak yerinde olacaktır.
Hz. Peygamber’e Sihir Yapılmış mıdır?
Buhârî ve Müslim’in Hz. Âişe’den yaptıkları bir rivâyette şöyle denilmektedir: “Hz. Peygamber’e (Yahudiler tarafından sihir yapıldı. Öyle ki Rasûlullah (s.a.s.), yapmadığı bir şeyi yaptım vehmine düşüyordu. Bir gün benim yanımda iken, Allah’a dua etti. Sonra tekrar dua etti ve dedi ki:
-Ey Aişe, hissettin mi? Sorduğum hususta Allah bana bilgi verdi.
-Hangi hususta Ey Allah’ın Rasûlü? dedim.
-İki kişi bana gelip biri baş tarafıma diğeri ayak tarafımda oturdu. Biri diğerine:
-Bu zatın rahatsızlığı nedir? dedi.
-Büyüdür, dedi. Önceki tekrar sordu: Kim yapmış?
-Lebid bin A’sam adındaki Beni Züreyk’li bir Yahudi, diye cevap verdi. Öbürü:
-Büyüyü ne yaptı? dedi. Arkadaşı:
-Bir tarakla saç döküntüsünü, bir erkek hurma tomurcuğunun içine (koyarak sihir yaptı) dedi. Diğeri:
-Pekâlâ, şimdi nerede? diye sordu. Arkadaşı; ‘Zervan kuyusunda’ cevabını verdi.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.), ashabdan bir grupla birlikte kuyuya gitti. Ona baktı, kuyunun üzerinde bir hurma vardı. Sonra benim yanıma dönüp:
-Ey Âişe, Allah’a yemin olsun ki, kuyunun suyu, sanki kına ile ıslatılmış gibi (bulanık,) ve (o kuyunun suyu ile sulanan) hurma ağaçlarının başları da, sanki şeytanların başları gibiydi, dedi. Ben:
-Ey Allah’ın Rasûlü, onu (kuyudan) çıkardın mı? diye sordum.
-Hayır, dedi ve ilâve etti: Bana gelince, Allah bana afiyet lutfetti ve ilâve verdi. Ben ondan halka bir şey gelmesine sebep olmaktan korktum, kuyunun kapatılmasını emrettim de kuyu kapatıldı.1803
Bu konuda başka bir rivâyet şöyledir: Zeyd bin Erkam naklediyor: Rasûlullah’a
1802] Nevevî, Minhâc, XIV, 176
1803] Buhârî, Tıb 47, 49, 50 VII, 28-30; Cizye 14/IV, 68, Edeb 56/VII, 88; Müslim, Selâm 43/11, 1719
CİN
- 383 -
(s.a.s.) sihir yapıldı. Bu yüzden günlerce hasta düştü. Sonra Cebrail (a.s.) gelerek: “Seni Yahudilerden bir adam zehirledi. Yaptığı sihir düğümünü falanca kuyuya attı.” dedi. Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Ali’yi gönderdi. O, düğümü oradan çıkarıp çözdü. (Sihir çözülünce) Rasûlullah (s.a.s), bağdan kurtulmuş gibi kendine geldi. Rasûlullah (s.a.s.) bunu Yahudiye söylemedi ve onun yüzünü hiç görmedi.1804
Bazı rivâyetlerde, vak’a daha teferruatlı anlatılmaktadır. Bunlardan birinde gelen ziyade, burada kayda değer. “Hurma tomurcuğunun içerisinde mumdan bir timsal/heykel vardı. Bu Rasûlullah’ın timsâli idi Timsale batırılmış iğneler vardı. Ayrıca üzerinde on bir adet düğüm vurulmuş bir de kiriş vardı. Bunun üzerine Cebrail (a.s.) Muavvizeteyn sûrelerini indirdi, bunlardan bir âyet okundukça, bir düğüm çözüldü, bir iğne çıkarıldıkça onun elemini hissetti, bunlar tamamlanınca rahatladı.”1805
Bu olayın, hicretin yedinci senesinde Medine’de cereyan ettiği ifade edilir. Bu konudaki rivâyetler, Buhârî ve Müslim’in dışındaki başka kaynaklarda da yer almaktadır. Tartışmaya konu olan tarafı ise: Hz. Peygamber’e gerçekten sihir yapılmış mıdır? Yapılmışsa, bunun peygamberlik müessesesiyle bağdaşıp bağdaşmıyacağı hususudur.
Mâzirî (ö. 536/1142), Hz. Peygamber’e sihir yapılıp yapılmadığı konusunda şu görüşleri savunur: “Rasûlullah’ın Cenâb-ı Hak’tan naklettiği meselelerdeki sıdkı (doğruluğu) hususunda ve tebligatında ismet’e (İlâhî korunmaya) mazhar olduğu hususunda delil ikame edilmiştir. Pek çok mucize, O’nun tasdik edildiğine kesin deillerdir. Aksine delil tecviz etmek bâtıldır. Ancak asıl gönderiliş gayesinin dışında kalan ve peygamberliği de ilgilendirmeyen bir kısım dünyevî işlere, bir insan olarak Hz. Peygamber dahi mâruzdur, hastalıklar gibi. Öyleyse herhangi dünyevî bir meselede, hakikat olmayan bir zanna düşürülmesi akıldan uzak değildir.” Mâzirî ilaveten der ki: “Esasen Rasûlullah’ın zanna düşürülmesi hususu, bazı rivâyetlere göre, zevceleriyle beraber olmadığı halde beraber oldu zannına düşmüş olmasıdır. Bu çeşit zanlara, rüyada insanlar sıkça düşer. Uyanık halde iken düşmesi de imkândan uzak değildir.1806
Muhammed Ebû Şehbe bu konuda, “Difâun ani’s-Sünne”1807 isimli eserinde İbn Kayyım’ın (ö.751/1350) şu sözlerini kaydeder: “Buhârî ve Müslim (sihirle ilgili) hadisin sahih olduğunda ittifak etmişlerdir. Ayrıca hadisçilerden hiç bir kimse, bu hadis hakkında ileri geri laf etmemiştir. Hadis, tefsir, tarih ve fıkıh ehli tarafından bilinen meşhur bir hadistir. Bu kimseler, böyle konuları Kelamcılardan daha iyi bilirler. Sonra Rasûlullah’ın başına gelen sihir, gelip geçici, Allah’ın kendisine şifâ verdiği bir hastalıktı. Bunda ise ne bir ayıp vardır ne de bir kusur. Çünkü peygamberler de pekâlâ hastalanabilirler, hatta bayılabilirler de...” 1808
Kadi Iyaz konuya daha değişik açıdan bakarak, ‘’Sihir Hz. Peygamber’in sadece vücudu ve âzâları üzerinde tesirini gösterdi, onun temyiz gücünde ve
1804] Nesâî, Tahrîm 20/VII, 112
1805] İbn Hacer, Fethu’l-Bâri, X, 188
1806] İbn Hacer, Fethü'l-Bâri, X, 185
1807] Türkçeye Mehmet Görmez ve M. Emin Özafşar tarafından "Sünnet Müdafaası" adıyla 2 cilt halinde tercüme edilmiştir.
1808] M. Ebu Şehbe, Sünnet Müdafaası, II, 157-158; İbn Kayyım, et-Tefsir, 5 64-5 72'den naklen
- 384 -
KUR’AN KAVRAMLARI
düşüncesinde (yani aklında) göstermedi” der. 1809
Görüldüğü gibi görüşlerini sunduğumuz İslâm bilginleri, Hz. Peygamber’e sihir yapıldığını, fakat onun peygamberlik görevini etkilemediğini, sadece bir çeşit hastalık niteliğinde olduğunu belirtmektedirler. İbn Kuteybe de aynı kanaattedir. 1810
“Hz. Peygamber’e sihir yapılmıştır ve O da sihrin etkisinde kalmıştır” şeklindeki bir inanç-etkilenme ister sadece bedenî yönden olsun, isterse aklî yönden olsun peygamberlik müessesesi ile bağdaşmaz diyen İslâm bilginlerinin başında Nazzam (ö. 221/835) gelmektir. Mu’tezile, Hz. Peygamber’e sihir yapıldı demenin, Kur’an âyetlerine aykırı olacağını savunarak “bu fikirde ısrar etmiş, sihirden teessürün (etkilenmenin) mansıb-ı nübüvvete yakışmayacağını” söylemişlerdir.1811 İmam Maturidi’den (ö. 331/942) nakledildiğine göre Ebû Bekir Esam burada merviy olan (rivâyet edilen) sihir hadisi metruktür. Metruk Hadis: Hadiste yalan söylemek ithamına mâruz kalan yahut söz veya fiilinde fıskı açığa çıkan yahut da çok yanılma ya da gafleti fazla olan zayıf bir râvînin tek başına rivâyet ettiği hadise denir.1812 Çünkü bundan, kâfirlerin Hz. Peygamber’e meshûr (sihirlenmiş) demelerinin sıdkı (tasdik edilmesi) lâzım gelecektir. Bu ise Kur’ân-ı Azimü’ş-şân’ın nassına muhâliftir”1813 der.
“Ancak şundan gaflet edilmemek lâzım gelir ki, (sihir yapıldı ve Hz. Peygamber ondan etkilendi şeklinde nakledilen) bu rivâyetlerin hepsinin sıhhati kabul edildiği takdirde bile, Rasûlullah’a velev bir an için olsun bir sihir yapılmış olduğuna mutlaka itikadın vücûbunu ifade edecek kuvveti hâiz değildirler. Zira esas itibariyle haber-i âhad hududunu geçmiş değildirler. Haber-i âhad: Bir nesilde bir tek râvi tarafından rivâyet edilen habere, haber-i vâhid; birkaç nesilde birer râvi tarafından rivâyet edilene haber-i âhad denir.1814 Haber-i ahad’ın sıhhati ise, itikadın cevazını ifade etse bile, vücûbunu ifade eylemez. Hâlbuki bunda itikadın vücûbu şöyle dursun, Kur’an’ın nassına muhâlif olduğundan dolayı câiz bile olamayacağına dahi kail olanlar vardır.1815 Muhammed Abduh da konuya benzer ifadelerle temas ederek şu açıklamayı yapar: “Nübüvvetin ne olduğunu ve onun gereklerini idrâk edemeyen mukallidlerin büyük bir bölümü şöyle derler: “Rasûlulah’ın büyülendiğine dair bize ulaşan rivâyetler sahihtir... Kuşkusuz bu haberde geçen sihir, Kur’an’da varlığına işaret edilen sihir türlerinden biridir.” Bakın, sahih din ve açık bir gerçek, mukallidlerin nazarında nasıl bid’ate dönüşüveriyor. Bundan Allah’a sığınırız. Sihrin sübûtu hususunda Kur’anla ihticac edip, Rasûlullah’ın sihirden berî (uzak) olduğunu ifade eden mutlak âyetlerden nasıl yüz çevirebiliyorlar?1816
1809] İbn Hacer, a.g.e., X, 185
1810] İbn Kuteybe, Te'vîlü Muhtelifi'l-Hadis, s. 177
1811] Yazır, M. H., Hak Dini Kur'an Dili, XI, 6356
1812] Kemalü'ddin et-Tai, Rîsâletün fi Ulûmi'l-Hadis ve Usûlihi, s. 91; Uğur, M., Hadis Terimleri Sözlüğü, s. 222
1813] Yazır, M. H. a.g.e., IX., 356
1814] Kemalüddin et-Tâî, a.g.e.; s. 67; Uğur, M-, a.g.e. s. 1; Koçkuzu A.O., Rivâyet İlimlerinde Haber-i Vâhidlerin İtikad ve Teşri Yönlerinden Değeri, s. 78-80
1815] Yazır M. H., a.g.e., IX 6356
1816] O âyetler: 17/İsrâ, 47; 25/Furkan, 8 -Âyetlerin meali: "Biz onların seni dinlerken, ne sebeble dinlediklerini, kendi gizli konuşurken de zâlimlerin 'Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz" dediklerini gayet iyi biliyoruz.” -17/İsrâ, 47-“...Ve zâlimler "Siz başka değil, sadece büyülenmiş bir adama uymuyorsunuz" dediler" -25/Furkan, 8-
CİN
- 385 -
Bu âyetleri te’vil edip de, sihrin varlığını ispat ettiği söylenen âyetleri neden te’vil etmezler? Kaldı ki müşriklerin maksatları ortadadır. Onlar, Rasûlullah’ın şeytanla ilişkide olduğunu söylüyorlardı. Bu ise oların nazarında sihir türlerinden biriydi. Rasûlullah’ı büyülediği söylenen Lebid bir el-A’sam’m büyüsü de bu büyünün aynıydı ve müşriklerin iddialarına göre Rasûlullah, bu büyünün tesiriyle aklını ve idrâk gücünü karıştırmıştı.
İtikad edilmesi gereken husus; Kur’ân-ı Kerim’in kati olduğu ve Allah Rasûlünden tevatüren bize kadar geldiğidir. Gerçekten itikada lâyık olan onun ispat ettiği; îtikad edilmemesi gereken de onun nefyettiğidir. Rasûlullah’ın sihirden ve büyülenmekten emin olduğunu Kur’an ifade etmekte olup, onun büyülendiğine dair iddiaları da, düşmanları olan müşriklere isnad etmekte ve onları bu iddialarından dolayı kınamaktadır. Öyleyse, o kati sûrette büyülenmemiştir. Sahih olduğunu varsaysak dahi, bu, âhad bir hadistir. Akideye taalluk eden meselelerde ise âhad haberle amel edilmez.1817
Bununla beraber bu meseleyi Ehl-i Sünnet, Ehl-i Bid’at ve İ’tizal meselesi gibi tasvir etmek de, sihri haddinden fazla büyütmek gibi bir ifrattan hâlî olmaz.1818 Ancak bahsimize konu olması hasebiyle, “Hz. Peygamber’e sihir yapılmış mıdır?” sualine cevap olarak sunduğumuz bu açıklamalarda varılan sonuç, Muhammed Abduh’un da gâyet açık olarak ifade ettiği gibi Rasûlullah’a büyü yapılmamış olduğu kanaatinin daha makul olacağı yönündedir. Bu konudaki hadisler te’vile muhtaçtır.
Felak ve Nâs sûrelerinin nüzul sebebi olarak, bazı müfessirler bu konudaki hadis rivâyetlerini gösterirler. Peygamberimiz’in, kendisine yapıldığı ileri sürülen büyüden kurtulması için bu iki sûrenin indiği iddia edilir. Bu âlimlere göre bu sûreler Medine’de nâzil olmalıdır. Çünkü Peygamberimiz’e büyü yaptığı ileri sürülen Lebîd bin el-A’sam, Medine’li bir yahûdidir ve meydana geldiği ileri sürülen bu olayın, hicretten çok sonra olduğunu rivâyet sahipleri belirtir. Ancak, Felak ve Nâs sûreleri Mekkîdir, Fîl sûresinden sonra Mekke’de nâzil olmuştur. Bu durumda Hz. Peygamber’e sihir yapıldığından bahseden mezkûr rivâyetlerin bu sûrelerin inmesiyle herhangi bir ilgisi söz konusu değildir.
Mu’tezile, bu konuyla ilgili rivâyetleri Hz. Peygamber’in ismetine aykırı olduğu gerekçesiyle tamamen reddetmiştir. Ehl-i sünnet’e mensup bir kısım âlimler, sihrin hakikatinin olmadığını, büyü adına görülen şeylerin bâtıl birtakım hayaller olduğunu söylemişlerdir. Bunlar arasında Ebû Ca’fer Esterebâzî ile hanefî âlimlerden Ebû Bekr er-Râzî de vardır. Zâhirîlerden İbn Hazm’ın da bu görüşte olduğu kaydedilmektedir. Dolayısıyla bu âlimler de, bu rivâyetlerin sahih olmadığını kabul etmektedirler.
Peygamberimiz’e Sihir Yapılmadığına, Yapılmışsa Tesir Etmediğine Dair Deliller
Müşriklerin Peygamberimiz’e “meshûr;büyülenmiş” dediklerini ve bu ithamların kesinlikle yanlış olduğunu Kur’an vurgular: “...Zulmedenler dediler ki:
1817] Mahmud Ebû Reyye, Advâ Ala's-Sünnetil-Muhammediye, terc. Muhammedî Sünnetin Aydınlatılması, s. 3790-380, Muharrem Tan
1818] Yazır, M. H. Hak Dini Kur’an Dili, IX, 6357
- 386 -
KUR’AN KAVRAMLARI
‘siz olsa olsa, ancak büyülenmiş (meshûr) bir adama uymaktasınız.’ Bir bakıver; senin için nasıl örnekler verdiler de böylece saptılar. Artık onlar hiçbir yol da bulamazlar.” 1819; “Biz onların seni dinlediklerinde ne için dinlediklerini, gizli konuşmalarında da o zâlimlerin ‘siz büyülenmiş (meshûr) bir adamdan başkasına uymuyorsunuz’ dediklerini çok iyi biliriz.” 1820
Peygamberimiz, bir kâhin olmadığı gibi, mecnûn (cinlenmiş, cinler tarafından deli edilmiş) de değildir: “ (Ey Muhammed!) Sen öğüt ver. Rabbinin nimetiyle sen ne bir kâhinsin, ne de cinlenmiş bir deli. Yoksa onlar ‘Muhammed bir şâirdir; onun, zamanın felâketlerine çarpılmasını gözetliyoruz’ mu diyorlar?” 1821; “(Rasûl’üm), sen -Rabbinin nimeti sâyesinde- mecnun değilsin.”1822; “(Sizin yakînen tanıdığınız) arkadaşınız (Muhammed) mecnun değildir.” 1823
Kur’an, Peygamberimiz’i insanların şerlerinden Allah’ın koruyacağını net biçimde ifade ediyor. “...Allah seni insanlardan korur.” 1824
Sihir ve büyü yapanlar iflâh olmaz, başarılı olamaz: “...Yaptıkları, sadece bir büyücü hilesidir. Büyücü nereye varsa iflâh olmaz” 1825; “Mûsâ, ‘size hak geldiğinde onun için (hep böyle) mi dersiniz? Bu bir sihir midir? Hâlbuki sihirbazlar/büyücüler iflâh olmazlar’ dedi.”1826; “Onlar (iplerini) atınca, Mûsâ dedi ki: ‘Sizin getirdiğiniz sihirdir. Allah onun bâtıl olduğunu mutlaka açığa çıkaracaktır. Çünkü Allah fesatçıların/bozguncuların işini düzeltmez.”1827 Hz. Peygamber’e büyü yapılıp bunun tesir ettiğiyle ilgili rivâyetler, büyücülerin başarılı olamayacağını ifade eden âyetlere ters düşmektedir. Hz. Mûsâ karşısında başarısızlıkları ortaya serilen büyücülerin Peygamber’e karşı başarılı olmaları da düşünülemez.
Cinlerin ve büyük cin şeytanın gücü ve egemenliği yoktur: Büyünün en etkin şekilde ve insana zarar verecek tarzda kullanılmasının (kara büyü), kötü ve kâfir cinlerle yapılan büyü olduğu söylenir. Hâlbuki kâfir ve şerli cinlerin lideri İblis’tir, şeytandır. Onun, tüm insanlara ve özellikle mü’minlere karşı ne yapıp yapamayacağını Kur’an tartışmaya gerek bırakmayacak kadar net bir şekilde açıklar. “Kur’an okuduğun zaman, (önce) o kovulmuş şeytandan Allah’a sığın! Gerçek şu ki: İman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun bir saltanatı/hâkimiyeti yoktur.”1828 Allah, İblis’in kıyâmet günü, kendisine uyanlara söyleyeceğini haber verdiği ifade şöyledir: “Zaten benim sizin üzerinizde hiçbir hükmüm ve nüfûzum da yoktu. Yalnız, ben sizi (bâtıla) çağırdım (size vesvese verdim), siz de bana hemen icâbet ettiniz.”1829; “Doğrusu o Benim kullarım yok mu, ey şeytan senin onlar üzerinde hiçbir hâkimiyetin yoktur. (Çünkü onlar için) vekil olarak Rabbin yeter.” 1830;
1819] 25/Furkan, 8-9
1820] 17/İsrâ, 47
1821] 52/Tûr, 29-30
1822] 68/Kalem, 2
1823] 81/Tekvîr, 22
1824] 5/Mâide, 67
1825] 20/Tâhâ, 69
1826] 10/Yûnus, 77
1827] 10/Yûnus, 81
1828] 16/Nahl, 98-99
1829] 14/İbrâhim, 22
1830] 17/İsrâ, 65
CİN
- 387 -
“Benim hâlis kullarıma karşı senin bir gücün yoktur. (Senin gücün) ancak sana uyan azgınlara (yeter).”1831; “Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Onlar, günaha, iftiraya düşkün olan herkesin üstüne inerler. Bunlar (şeytanlara) kulak verirler ve onların çoğu yalancıdır.” 1832
Seyyid Kutub, bu konuda şöyle der: “Peygamberimiz (s.a.s.) hakkında -sahih, fakat mutevâtir olmayan- bazı hadisler rivâyet edilmiştir... Evet, bu türlü rivâyetler var. Fakat bu zayıf rivâyetler peygamberliğin fiil ve tebliğlerindeki “ismet” sıfatına muhâlif düşmektedir. Peygamber’in (s.a.s.) her sözü ve her hareketi birer sünnettir ve şeriattır. Bu itikat esasıyla o hadislerin bağdaştırılması mümkün değildir. Müşrikler Peygamberimiz’e büyülenmiş, sihir yapılmış bir kimse gözüyle bakınca Allah Teâlâ derhal âyet inzal buyurarak onda sihir ve büyü gibi şeylerin bulunmadığını haber verdi. Mezkûr hadisler Kur’an’daki bu habere de muhâlif düşmektedir. Onun için bu rivâyetler uzak görülmektedir. İnanç ve akîde ile ilgili meselelerde bu türlü “âhad” hadislerle hükmolunamaz. Akaidde yegâne kaynak Kur’an’dır. Hadis kaynaklarına gelince; inanç mevzûunda sadece “mütevâtir” olan hadislerle amel edebiliriz. Mezkûr hadisler ise mütevâtir değildir. Bütün bunların dışında şunu da belirtelim ki, Felak ve Nâs sûrelerinin Medine’de nâzil olduğuna işaret eden zayıf rivâyetlerin yanında, Mekke’de nâzil olduğuna dair çok daha kuvvetli rivâyetler vardır; tercih edilen rivâyetler de bunlardır.” 1833
Mevdûdi de, Felak ve Nâs sûrelerinin Peygamberimiz’e yapıldığı iddia edilen sihirle ilgisinin olmadığı kanaatini taşır. Bu konuda şunları söyler: “Muavvizeteyn (Felak ve Nâs) sûrelerinin Mekkî olduğu çok kuvvetle muhtemeldir. Hasan Basrî, İkrime, Atâ, Câbir bin Zeyd ve İbn Abbas’dan bir kavle göre Mekke’de nâzil oldu. Bu sûrelerin sadece sihir hakkında nâzil olduğunu düşünmeye; Felak sûresinde sadece bir tek âyetin “Ve düğümlere üfleyip büyü yapan üfürükçüleri şerrinden” 1834 âyetinin sihirle ilgili olması, diğer âyetlerin ise sihirle ilgili olmaması engeldir. Ayrıca Nâs sûresinin bütününün de sihirle ilgisi yoktur. Dolayısıyla Mekkî olduğunu söyleyenlerin sözü daha kuvvetlidir.” 1835
Elmalılı Hamdi Yazır ise, Hz. Peygamber’e sihir yapılmasıyla ilgili rivâyetler hakkında şunları söyler: “Bu rivâyetlerin hepsinin sıhhati kabul edildiği takdirde bile Rasûlullah’a velev bir an için olsun bir sihir yapılmış olduğuna mutlaka itikadın vücûbunu ifade edecek kuvveti hâiz değildir. Zira esas itibarıyla haber-i âhad hudûdunu geçmiş değillerdir. Haber-i âhadin sıhhati ise itikadın cevâzını ifade etse bile vücûbunu ifade eylemez. Hâlbuki bunda itikadın vücûbu şöyle dursun, Kur’an’ın nassına muhâlif olduğundan dolayı câiz bile olamayacağına kaail olanlar vardır. Nitekim İmam Mâturidî’den nakledildiğine göre Ebû Bekir Esam, “burada, rivâyet edilmiş olan sihir hadisi metrûktür, çünkü bunda kâfirlerin Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm’a meshûr demelerinin doğru olması gerekecektir. Bu ise, Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şân’ın nassına muhâliftir” demiştir. 1836
1831] 15/Hıcr, 42
1832] 26/Şuarâ, 221-223; yine bk. 16/Nahl, 100
1833] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, Hikmet Y. c. 16, s. 445-446
1834] 113/Felak, 4
1835] Mevdûdî, Tefhîmu’l Kur’an, c. 7, s. 312
1836] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 9, s. 6356
- 388 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Müfessir M. İzzet Derveze de, “Şeyhayn’ın Hz. Âişe’den naklettikleri bu hadis rivâyeti karşısında hayret ediyoruz” 1837 demektedir.
Hamdi Yazır, bu konuda, “Peygamber’e ‘sihirbaz’ ve nübüvveti yönünden ‘sihirlenmiş’ diyenin küfründe şüphe yoktur. Burada üç mesele vardın: Birincisi sihrin vukuu, ikincisi Peygamber’in bu sihirden etkilenmesinin vukuu, üçüncüsü bu sûrelerin (Felak ve Nâs) nüzûl sebebi olup olmaması... Peygamber’e bir sihir yapıldığına ve O’nun hasbelbeşeriyye ondan biraz müteessir ve müteellim (etkilenmiş ve acı duyup rahatsızlanmış) olduğuna itikad etmek câiz olabilirse de, vâcip değildir” 1838 demektedir.
Bu konudaki hadis rivâyetleri doğru olsa; büyücülerin, bütün peygamberlere, sâlihlere zarar vermeye, kendilerine büyük mülk sağlamaya güç yetirebilmeleri gerekir. Allah, Peygamber’e “büyülenmiş” diyenleri reddetmektedir. Bu rivâyet doğru olsa, müşriklerin Hz. Peygamber hakkındaki bu sözlerinin doğru olması gerekir ve kendisi bu kusurla illetli olur. Bu ise Peygamberlik makamı için câiz değildir. Peygamber’e büyü yapıldığı kabul edilirse, Peygamberin getirdiği tüm şeriatten şüpheye düşülebilir. Muhâlifleri, cin ve büyü aracılığıyla Rasûlullah’a istediklerini söyletip yaptırabilir. Rasûlullah’ın getirdiklerinin ne kadarının Allah’a ait olduğu, ne kadarının sihir etkisiyle söyletene ait olduğu bilinemez.
Felak sûresinin âyetleri, bir tek âyet hâriç, büyücülerle ilgili değildir. Bu sûredeki âyetler, karanlıktan, hasetçilerden, her türlü yaratıkların şerrinden Allah’a sığınmayı emretmektedir. Bundan sonra gelen Nâs sûresinde de insanlara kötülük aşılayan, onları kötü yollara sürmeğe çalışan insan ve cin vesvecilerinden Allah’a sığınmak emredilmektedir. Bütün rivâyetler, Felak ile Nâs sûrelerinin beraber indiğini söylemektedir. Cin ve insan vesvesecilerinden Allah’a sığınmayı emreden Nâs sûresinin bu rivâyetlerde anlatılan büyü olayıyla bir ilgisi yoktur.
Bu, özellikle Mekke’de müslümanları kandırıp İslâm’dan döndürmeğe çalışan Mekke müşriklerinin telkinlerine, fiskoslarına işarettir. Orada bir avuç müslüman, bir yandan her biri birer şeytan gibi kendilerini dinlerinden döndürmek için kandırmağa çalışan müşrik insanların, bir yandan da görünmez cin şeytanlarının kötü vesvese ve telkinleriyle karşı karşıya idiler. Onun için Nâs sûresinde müslümanlara cin ve insan şeytanlarının vesveselerinden Allah’a sığınmaları emredilmektedir. Bu, Mekke şartlarında bir yandan müşrik telkinleri, bir yandan da görünmez şeytan vesveselerinin tesiri altında kalan bazı müslümanların durumlarını yansıtmaktadır. “Böylece Biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar...” 1839 âyeti, insan ve cin şeytanlarının, insanlara kötü düşünceler aşıladıklarını bildirmekte, “Ne zaman şeytandan bir kötü düşünce seni dürtüklerse Allah’a sığın.”1840 âyeti de bu gibi telkinlerden Allah’a sığınmayı emretmektedir. Bu âyetlerin hepsi Mekke şartlarında inmiştir.
Ayrıca bu konudaki hadis rivâyetleri çelişkilerle doludur. Çünkü birinde büyü yapan Lebîd’in yahûdi, ötekinde yahûdilerin antlısı (onlarla antlaşmalı) bir münâfık olduğu; bir başkasında ise Peygamber’e hizmet eden bir yahûdi
1837] İzzet Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs c. 1, s. 199-200
1838] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y., c. 9, s. 6358
1839] 6/En’âm, 112
1840] 7/A’râf, 200
CİN
- 389 -
çocuğunun, Peygamber’in tarağındaki kılları ve tarağının dişlerini alıp yahûdilere verdiği, yahûdilerin de bunları Lebîd’e verdiği anlatılır.
Hz. Peygamber’e hangi yahûdi çocuğu, ne zaman hizmet etmiştir? Gâyet ihtiyatlı hareket eden, kendisine gelen İbrânîce mektupları dahi, güvenmediğinden dolayı yahûdilere okutmamak için Zeyd bin Sâbit’e İbrânîceyi öğrenmesini emreden Peygamber (s.a.s.) bir yahûdi çocuğunu nasıl harîm-i ismetine alır? Ona hizmet edecek pek çok müslüman evlâdı varken -ki bunlardan biri de Enes bin Mâlik’tir- yahûdi çocuğunun hizmetine ne gerek vardır?
Tarihte Peygamber’e hizmet eden bir yahûdi çocuğu bilinmediği, siyerle ilgili hiçbir kitapta bundan bahsedilmediği gibi, Peygamber’in altı ay hasta yattığı, hâşâ ne yaptığını bilmez bir şaşkınlık içine düştüğü de bilinmemektedir. Bu rivâyetlerin, büyünün etkisini desteklemek ve insanları bundan korkutmak amacıyla ortaya atıldığında şüphe yoktur. Verilmek istenen temel düşünce şudur: Büyü Peygamber’e bile tesir etmiştir; onun için büyücülerden çekinmek lâzımdır.
Allah, Peygamberini insanların zarar ve şerlerinden koruyacağını vaad etmiştir.1841 Peygamber (s.a.s.), eğer yapılan büyünün etkisinde kalıp, yapmadığını yaptı, yaptığını yapmadı zannedecek kadar bir aklî denge bozukluğuna uğrarsa, ne onun mâsumluğu, ne de vahiylerin korunma garantisi kalır. Peygamber (s.a.s.) elbette böyle kusurlardan uzaktır, münezzehtir. Kur’an, Peygamber’e büyülenmiş diyenleri “zâlimler” diye nitelendirmektedir. “O zâlimlerin, ‘siz büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz!’ dediklerini biliyoruz...” 1842; “O zâlimler: ‘Siz, sadece büyülü bir adama uyuyorsunuz’ dediler...” 1843 Peygamber’e meshûr, yani büyülü, büyüye uğramış diyen kimseler zâlim olduklarına göre, Peygamber’e büyü yapıldığı hakkındaki bu rivâyetlerin hepsi zâlimlerin anlatımıdır. Bunu çıkarıp uydurdukları senet zinciriyle Peygamber’in (s.a.s) seçkin bir sahâbesine dayandıranlar, müslüman görünseler de, gerçekte Peygamber düşmanı yalancılardır. Bir müslüman, Kur’an’a tamamen ters olan, Peygamber’in mâsumluğunu/korunmuşluğunu dinamitleyen bu yalanlara nasıl inanır?
Sihrin etkisini kabul eden bilginlerin anlatımına göre esas büyü, cinlerin etkisiyle olur. Büyücü, yaptığı tılsımlarla kötü cinleri etkisi altına alıp büyülemek istediği kişiye kötülük yaptırır, aklını çeldirir, sağlığını bozar ve benzeri kötü işler yapar. Yani, büyünün tesirini kabul edenlere göre, büyünün kötü etkisini yapan, cinlerdir. Büyülü kişi, cinlerin etkisi altına girer. İsrâ sûresinin 47, Furkan sûresinin 8-9. âyetleri Peygamber’in büyülü olmadığını, ona büyü yapılmadığını, onun bu tür iftiralardan uzak olduğunu belirttiği gibi; Peygamber’in asla cinli olmadığını, cinnin etkisi altına girmediğini bildiren birçok âyet de 1844 bu büyü yalanını reddetmektedir. 1845
Kadı Iyâd ve benzeri bazı İslâm âlimleri, Peygamberimiz’e yapılan büyünün Peygamber’in aklına, kalbine, itikadına değil de bedenine, dış uzuvlarına tesir ettiğine dair iddialar sunar ve bunların Peygamber’in diğer fizikî hastalıklardan sâlim olmaması gibi, mâsumluğuna ve peygamberlik makamına zarar
1841] 5/Mâide, 67
1842] 17/İsrâ, 47
1843] 25/Furkan, 8
1844] 52/Tûr, 29-30; 68/Kalem, 2; 81/Tekvîr, 22
1845] S. Ateş, Gerçek Din Bu, s. 174-177; Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, c. 11, s. 194-195
- 390 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vermediğini söyler. Bu görüş, tutarlı değildir. Çünkü hadis rivâyetlerindeki büyünün etkisiyle ilgili en hafif ifade olarak, “kadınlarına varmadığı halde vardığını, yapmadığı şeyi yaptığını sandığı ve bu halin altı ay böyle sürdüğü” anlatılıyor. Bu, altı ay Peygamber’in hayal gördüğü anlamına gelir. Bu, bir beden hastalığı değil; hâşâ O’nun akıl gücünün zayıflaması, işlevini yapamaması demektir. Bu esnâda O’nun, -hâşâ-gelen vahiyleri zaptedememesi, başka şeylerle karıştırma ihtimali gündeme gelebilir. Hadis rivâyetlerinde yer alan “Sihirlenmesi dolayısıyla, Hz. Peygamber’e, bir şeyi yapmadığı halde onu yaptığı hayali gelirdi” gibi “hayal görme” lafızlarından anlaşılan bu olayın akıl ve zihinle ilgili bir husus olduğunu tespit edebilmek için derin bir psikoloji bilgisine ihtiyaç olmadığı ortadadır. Bugün, bir insanın hayal görme olayını kaslarıyla, kollarıyla, bacaklarıyla değil; aklıyla, zihniyle, beyniyle gerçekleştirdiğini herkes bilir.
Tüm rivâyetlerdeki ifadelere göre, bir yahûdi Hz. Peygamber’e sihir yaparak, halk arasındaki deyimiyle O’nun erkekliğini bağlamış, hanımlarına yaklaşamamasını temin etmiştir. Büyü yoluyla, Hz. Peygamber üzerinde böyle bir etki meydana getirilebildiğini kabul etmek mümkün görünmüyor. Bu hususu doğru kabul etmek, yahûdi, kâfir ya da müşriklerin sihir/büyü yoluyla Hz. Peygamber üzerinde istedikleri etkiyi meydana getirebildikleri düşüncesine kapı açar. Büyü yoluyla Hz. Peygamber altı ay boyunca iktidarsızlaştırılabildiği durumda O’nun mübârek hanımları olan annelerimize kocalık haklarını yerine getiremiyor, onların cinsel arzu ve ihtiyaçlarını gideremiyordu gibi iftiralara varacak yanlış düşünce ve ithamlara yol açabilecek tehlikede bir bühtandır.
Ne Hz. Peygamber’in cinsel gücünün abartılmasına, insanüstü boyutlara çıkartılmasına hizmet eden rivâyetlere, ne de O’nun sihir yoluyla cinsel yönden iktidarsızlaştırılabileceği fikrine zemin teşkil eden rivâyetlere itibar edilmelidir. O’nu değerlendirmek için ifrat ve tefritlerden arınıp en doğru ve dengeli yolu tutmak gerekir. Hz. Peygamber’e büyü yapıldığından bahseden bu rivâyetleri toptan reddetmek, kanaatimize göre doğru değildir. Bunlar Hz. Peygamber’in hayatı, mûcizesi, Allah’ın Onu düşmanlarının şerrinden koruması açısından tarihî bir değere sahiptirler. Bu hadisler bize, Hz. Peygamber’e, kimliği ne olursa olsun bir düşmanı tarafından zarar vermek maksadıyla sihir yapıldığını haber veriyor. Bu husus, tarihî açıdan doğru olabilir, kanaatimizce de doğrudur. Çünkü sihir, çok eski çağlardan beri var olagelmiş bir uygulamadır. Yahûdilerin bununla fazlaca meşgul oldukları, düşmanlarından bu yolla intikam almaya çalıştıkları da bir gerçektir. Bu sebeple Hz. Peygamber’e de zarar vermek kasdıyla Lebîb bin el-A’sam’a başvurarak sihir yaptırtmış olabilirler. Bu rivâyetler olayın bu yönüne işaret etmektedir. Bu durum, hadis rivâyetlerinin incelenmesinden de anlaşılacağı gibi Allah tarafından Cebrâil vâsıtasıyla Hz. Peygamber’e bildirilmiştir. Rasûlullah üzerinde bu sihrin bir etkisi söz konusu değildir.
Allah (c.c.), bunu Hz. Peygamber’e bildirmek ve o büyüyü atıldığı kuyudan çıkarttırmak sûretiyle, büyüyü yapan ve bundan medet uman İslâm düşmanlarını rezil, rüsvay ve mağlûp etmeyi arzu etmiş ve bunu gerçekleştirmiştir. Hz. Peygamber, Allah tarafından durum kendisine bildirilince, yanına ashâbından bir grubu almış, ya da bir ekiple Hz. Ali’yi göndermiş ve sihri yapan Lebîd bin el-A’sam adlı yahûdinin arazisi içinde olduğu kaydedilen Zû Ervân kuyusundan o büyüyü bulup çıkartmıştır. Bu büyüyü imhâ için, halk arasında yaygın olan inanç doğrultusunda da hareket etmemiş, buna gerek görmemiştir. Böylece sihirden
CİN
- 391 -
medet uman, ondan bir silâh olarak yararlanmak isteyen İslâm düşmanlarına, maksatlarına eremeyeceklerini, bu tür şeylerin kendisine ve müslümanlara herhangi bir tesir yapamayacağını, Allah’ın kendilerini koruyacağını göstermiştir. Büyüyü yapan şahsı cezalandırmaya da (onu kahramanlaştırmamak için) gerek görmemiş, böylece iyice rezil olmasını, yahûdi ve müşrikler arasında itibardan düşmesini sağlamıştır.
Bu rivâyetler bu yönüyle doğru olabilir. Ancak, bunlarda zabt kusuru olduğu, bu sihrin etkisi konusundaki farklı ve çelişkili anlatımlardan da anlaşılmaktadır. Rivâyetin metnini problemli hale sokan ve âlimler arasında münakaşalara yol açan sihrin, Hz. Peygamber üzerinde nasıl bir tesir meydana getirdiğine dair ifadeler, kanaatimizce daha sonra râvîlerin yaptığı açıklamalardır. Nitekim râvîlerden Süfyan’ın, bu konudaki bir açıklaması, bu rivâyetlerden birinin içinde yer almaktadır. Buna göre Süfyan, “İşte bu, sihirden olabilecek rahatsızlığın en şiddetlisidir”1846 demektedir.
Ayrıca İslâm âlimlerinden Ebû Bekr Ahmed bin Ali el-Cessâs da aynı görüşte olup, rivâyetleri problemli hale sokan bu ilâvelerin aslının olmadığını, bunların sonradan râviler tarafından hadislerin metnine eklendiğini söylemiştir.1847 Büyünün Hz. Peygamber’e tesiri konusundaki “Sihirlenmesi dolayısıyla, Hz. Peygamber’e, bir şeyi yapmadığı halde onu yaptığı hayali gelirdi. Kendisi hanımlarına yaklaşmadığı halde, onlara yaklaşır durumda olduğunu zannederdi” tarzındaki bu ifâdelerin râvî Hişam bin Urve’den, ya da babası Urve’den kaynaklanmış olması çok muhtemeldir. Urve’nin veya Hişam’ın bu açıklamaları Hz. Âişe’ye mal edilmiş, onun sözlerinin arasına dâhil edilmiş olabilir. Bu konularda ihtiyatlı davranmakta yarar vardır.
Hz. Peygamber’e sihrin etki ettiğini kabul ettiğimizde karşımıza çıkacak bir problem de şudur: Sihrin bir kısmının cinlerle irtibat yoluyla, onları kullanarak yapıldığı ileri sürülmektedir. Bu iddiada bulunanlara göre cin, sihir yapılan kimseye gelerek onu etkilemekte, çarpmakta, hastalandırmaktadır ki, bunun isbâtı mümkün değildir. Geriye diğer bir yol kalıyor ki, o da, cin ya da şeytanların vesvese/telkin yoluyla bir kimseyi etki altına almalarıdır. Her iki yolla da Hz. Peygamber’e, sihir yapılarak, cinler kullanılarak sihirbazlarca tesir edilmesi söz konusu olamaz. Rasûlullah’a, cinlerin ya da şeytanların çarpmasını, ya da telkinde bulunmasını, kendilerinin bundan etkilenmelerini kabul etmek mümkün değildir. Buna peygamberlik makamı engeldir, bunu tartışmaya gerek yoktur; yukarıda zikredilen konuyla ilgili âyetlere aykırıdır. Yine bazı sahih hadislerde de, Hz. Peygamber’in Allah’ın izniyle şeytanın şerrinden emin olduğu haber verilmektedir. 1848
Sihrin Menşei/Kaynağı
Sihrin menşei konusunda ilk bilgileri Kur’ân-ı Kerim’den öğrenmekteyiz. Kur’an’ın verdiği bilgi, Hz. Süleyman’ın (a.s.) peygamberliği zamanında sihrin
1846] Buhârî, Tıb 49
1847] Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’an I/60
1848] Müslim, Münâfıkîn 69-70; Tirmizî, Radâ’ 17, hadis no: 1172; Nesâî, İşretü’n-Nisâ 4, hds no: 3958; Ahmed bin Hanbel, 3/309; A.Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler-Büyü, Beyan Y., s. 268-291
- 392 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çok yaygın olduğu, şeytanlar tarafından insanlara öğretildiği şeklindedir. 1849
Sihrin kaynağı, şeytanlardır: İslâm Ansiklopedisi’nde, “Sihir” maddesini yazan, D.B.Macdonald, sihrin kaynağı konusunda aynı şeyleri ifade ettikten sonra, bu konuda daha geniş bilgiler vererek sihrin menşeine, ruhlar ve cinler fikrini de eklemekte ve konuyu uzun uzun tahlil etmektedir. Hemen her toplumda, Grekler’de (Eski Yunan), Bâbil’de, Mısır’da, İran’da, Keldâniler’de, Hintlilerde ve İbn İshak’a dayandırarak eski Türklerde (Meselâ, orduları yenmek, düşmanları öldürmek, nehirleri geçmek ve kısa bir zamanda uzak mesafelere gitmek vb. şekillerde) sihir olayının bulunduğuna işaret eder.”1850
İslâm öncesi Arabistan’da sihir, Arapların kendileriyle yakın ilişki içinde bulundukları Yahudiler, İranlılar ve Yunanlılar gibi halklardan alınmış, aynı çeşitten anlayışların bir karışımıdır. Bunlar, tütsüleme, tılsım, muska, okuyup üflemek (tabii ki sünnette meşrû kılınan okuma şekli rukye, bunun dışındadır), yıldızlara bakarak geleceği haber verme, içine yerleştirilen sayılar, yatay ve dikey olarak toplandığı zaman hep aynı sayıyı ve harflerin gizli değerlerinden yararlanarak geleceği okumak demek olan Cifir, bu konuda kitaplar yazılmasına yol açmıştır.1851
Büyü sözcüğü Türkçedir. Kur’ân-ı Kerîm’de, bu anlamı veren “Sihir”den söz edilmiştir. Batı literatüründe ise “Magi ; Maji”, “Magic ; Mãcik” olarak geçer. Büyü -gizemli sanılan- ilkel bir çözüm arayışıdır. Bu kısa tanımdan da anlaşılacağı üzere büyünün temelinde üç şey vardır: a) Gizemlilik iddiası, b) ilkellik, c) çözüm arayışı. Bunlardan birincisinin açıklaması şöyledir:
Büyünün gizemli olduğu sanılır. Yani büyünün, herkes tarafından anlaşılamayan, herkes tarafından bilinemeyen ve yapılamayan birtakım esrarengiz ilişkilerden ve bu ilişkilere dayanan formüllerden oluştuğu sanılır. Bu sanı, birçok kimselerde kesin bir inanış ve kanaat olarak vardır. Ancak büyü, çeşitli şarlatanlıkların bazı şekilleridir. Çünkü büyünün gerçek olduğunu kanıtlayan bir kimseye rastlanmamıştır. Ayrıca büyünün bir aldatmaca olduğunu Kur’ân-ı Kerîm açık şekilde ortaya koymaktadır. Tâhâ Sûresi’nin 57-72. âyetlerinde Hz. Mûsâ ile Mısır Firavun’u arasında olup biten bir mûcize ile büyü mücadelesi canlandırılmıştır. Bunlardan özellikle 66-69’uncu âyetlerde büyünün içyüzü bütün çıplaklığıyla ortaya serilmiştir. Bu âyet-i kerimelerde özet olarak şöyle bir açıklama vardır:
Firavun’un büyücüleri Hz. Mûsâ’ya, önce hangi tarafın gösteriye başlamasını sorunca Hz. Mûsâ: “Hayır, siz atın.” yani elinizdeki sicimleri ve değnekleri atarak büyü gösterisine önce siz başlayın dediği kaydedilmektedir. 66. ve 67’nci âyetler gösteriyi ve onu şaşkınlık içinde seyreden Hz. Mûsâ’nın ruh halini anlatmaktadır. Bu âyetlerin meâli şöyledir: “Bir de ne görsün, -büyücülerin- şarlatanlığından ötürü, sicimlerinin ve değneklerinin yürüdüğü onun hayalinde canlandırılıyordu.” “Bu yüzden Mûsâ, içinde bir ürperti duydu.”
66’ncı âyet-i kerime, bu olaydaki büyünün bir dereceye kadar içyüzünü ortaya koymakta, en azından bu işlemin hayalde canlandırılan asılsız birtakım
1849] 2/Bakara, 101
1850] D.B. Macdonald "Sihir" maddesi, İ.A., X: 599-611
1851] Meydan Larousse, "Büyü" Mad. II 685; Ali Çelik, a.g.e., s. 201-211
CİN
- 393 -
kımıldayışlar olduğunu ifade etmektedir. Sicimlerin ve değneklerin, Hz. Mûsâ’nın hayalinde hareket eder gibi göründüklerini kaydeden bu âyetlerden iki farklı anlam çıkarmak mümkündür. Birincisi: Büyüde kullanılan bu araçların gerçekte hareket ettikleridir. İkincisi ise, hareket eder gibi göründükleridir.
Bilindiği üzere iplik ve sopa gibi cansız şeylerin -hele büyü gibi asılsız bir işlemde- kendi kendine hareket etmesi olanak dışıdır. Ama bunu illüzyonistlerin yaptığı gibi bazı hilelere başvurarak yapmak elbetteki mümkündür. Özellikle ilâhlık iddiasında bulunmuş mağrur ve çağının en kudretli hükümdarı olarak Firavun’un, sahip bulunduğu güç ve imkânlarla devrin profesyonel ve en mâhir büyücülerini bularak bu hileleri yaptırması zor değildi. Kur’ân-ı Kerîm, büyünün bir gözbağcılık, bir şaşırtma ve duyuları spekülatif yöntemlerle aldatma olduğunu yine bu olayı anlatan A’râf Sûresi’nin 116’ncı Âyet-i Kerime’sinde açıklamaktadır.
Hz. Mûsâ tarafından, büyücülerden hünerlerini göstermeleri istenince onların, seyirciler üzerinde nasıl psikolojik bir etki uyandırdıklarını Allah Teâlâ aynen şöyle ifade buyurmaktadır: “Mûsâ: ‘Siz atın.’ dedi. Onlar da hünerlerini ortaya atınca insanların gözlerini büyülediler. Onları ürperttiler ve muazzam bir büyü ortaya getirdiler.” 1852
Âyet-i kerime’deki: “İnsanların gözlerini büyülediler.” ifadesi çok açıktır ve bu olaydaki büyünün, gerçek değil, bilakis psikolojik bir etki yaptığını ortaya koymak bakımından da en büyük kanıttır. Bu ilâhî açıklamadan kolayca anlıyoruz ki büyünün birtakım hileler olarak izahı vardır. Bununla birlikte hiçbir gizemli yanı da yoktur. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de sicim diye geçen şeylerin -söylentilere göre - içleri birtakım kimyasal maddelerle doldurulmuş hayvan bağırsakları olduğu ve gösteri sırasında bu maddelerin reaksiyona girerek bağırsakların hareket etmesine neden oldukları ihtimali bulunduğu gibi, büyücüler benzer bazı spekülatif işler de yapmış olabilirler.
İpliklerin ve sicimlerin gerçekte değil, fakat Hz. Mûsâ’nın hayalinde hareket eder gibi görünmüş olabileceği ihtimali de vardır. Şöyle ki:
Hz. Mûsâ, Firavun’un ve avanelerinin yanı sıra, kalabalık seyirci karşısında ve belki de tek başına bulunmak gibi -peygamber bile olsa- insan moralini olumsuz etkileyen bir konumda idi. Allah Teâlâ’ya açıkça kafa tutacak kadar küstahlaşan Firavun’un, bu şedid ve kanlı diktatörün karşısında bulunmuş olmak ve hele moral verecek bir taraftar kitlesinden yoksun olmak gibi etkenler hesap edilirse Hz. Mûsâ’nın bu olayda ne kadar zor dakikalar yaşadığını tahmin etmek güç değildir. Aslında bu ihtimali araştırmak yersizdir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, bu gerçeği de çok berrak şekilde ortaya koymakta ve Tâhâ sûresinde şunları kaydetmektedir: “Bu yüzden Mûsâ, içinde bir ürperti duydu.” “Biz O’na, korkma dedik, asıl üstün gelecek olan sensin sen!” 1853
İşte gizemli sanılan büyünün özet olarak aslı esası budur. Onun için büyü/sihir tamamen bir hile ve safsatadır.
Büyünün ikinci niteliği, onun hem amaç, hem de araç bakımından ilkelliğidir. Evet, büyü, hem kaynakları, hem de yapılış ve uygulaması bakımından ne vahye,
1852] 7/A’râf, 116
1853] 20/Tâhâ, 67-68
- 394 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ne de akla dayanır. Bilakis vahyi ve aklı hiçe sayan rezil bir düşünce ürünüdür. Bu gerçeği anlayabilmek için hiçbir incelemeye ve araştırmaya bile gerek yoktur. Sadece bir tek büyücü görmek bile büyünün her bakımdan ne olduğunu anlamak için yeterlidir. Bu sefil insanlar her türlü faziletten yoksun oldukları gibi onlara inanan ya da tuzaklarına düşen zavallılarda bile sağlıklı bir moral yapı ve güçlü bir iman yoktur.
Allah Teâlâ, yine Tâhâ Sûresinde: “Çünkü onların yaptığı bir büyü hilesidir. Büyücü ise nereye varsa asla başarıya ulaşamaz!”1854 buyurmaktadır. Büyünün, etki yapmak bakımından bir “hiç” olduğunun, bundan daha büyük bir kanıtı olamaz.
Büyü, amaç bakımından ilkel ve zararlıdır. Çünkü:
a) Akılcı bir yol değildir. Bilakis büyü, aklı küçümsemekte, hatta onu inkâr etmektedir. Birçok saf ve câhil insan, gerçekleri anlayabilecek bilgi ve basirete sahip bulunmadıkları için, onların basit düşünce yapıları büyücüler tarafından kullanılmaktadır. Bu ise insan aklının küçümsenmesi demektir.
b) Büyü, akla dayanmadığı gibi vahye de dayanmamaktadır. Bilakis vahiy, sihri “küfür” olarak mahkûm etmekte ve sihirbazı kâfir olmakla suçlamaktadır. Büyü yapan insanın, İslâm Hukuku’nda cezası pek ağırdır.
c) Büyü, insanların aldatılmasına ve kötü yönlendirilmelerine neden olmaktadır. İnsanları karşılıksız, hatta günah karşılığında zarara uğratmaktadır.
Büyü, araç bakımından da ilkel ve zararlıdır: Türüne göre büyüde kullanılan araçlar son derece iğrençtir. Katır toynağından, karga beynine, kıldan dışkıya kadar, büyüde en pis ve en necis maddeler kullanılır. Ne yazık ki bunların bir kısmı da insanlara şu veya bu şekilde yedirilir.
Bu ilkelliğin bir örneği de kutsal değerlere karşı bilinçli saygısızlıktır. Çünkü bazı büyü türlerinde -özellikle harap olması istenen mekânlar ve zarar görmesi istenen insanlar için yapılan büyülerde- Allah’ın yüce adları ve âyet-i kerimeler pis sıvılarla yazılmakta ve ayakkabı topuklarına, eşiklerin altına ve benzeri yakışıksız yerlere gizli şekilde yerleştirilmektedir.
Büyünün üçüncü niteliği ise onun, talihsiz bir çözüm arayışı olmasıdır. Çünkü büyü ile derdine derman arayan insan, eğer sorunun çözümü için akılcı ve legal bir yol varsa bu yola inanmayacak ya da güvenmeyecek kadar rüşdünü yitirmiş biridir. Eğer tamamen çaresizlik içinde ise bunu, ikinci bir çaresizlikle birleştirecek kadar Allah’ın feyiz ve nurundan uzak, bilakis dalâlet karanlığına saplanmış biridir.
Bazı akaid yazarları tarafından, “Sihir haktır” şeklinde kullanılmış olan sözden amaç şudur: Sihir (yani büyü) Kur’ân-ı Kerîm’de sözü edilmiş ve işlenmiş bir konu olarak vardır. Elbette ki büyü tarih boyunca insanları meşgul etmiş bir hâdisedir. En uygar sanılan toplumlar içinde bile sihir yapan ve sihre inanan insanlar bulunmuştur. Onun için sihrin bir toplum gerçeği olarak var olduğunu inkâr etmek imkânsızdır.
İlginçtir ki bazı yazarlar da “Sihir haktır” sözüne, farklı bir yorum getirmiş ve büyünün gerçek anlamda etki yaptığına inanmışlardır. Eğer büyünün gerçek
1854] 20/Tâhâ, 69
CİN
- 395 -
anlamda etkisi olsaydı, büyücülerin açamadıkları kapı, çözümleyemedikleri sorun kalmayacaktı. Tarihte büyücülerden ve şarlatanlardan medet uman nice krallar olmuştur ki bunların hepsi de sonunda hayal kırıklığına ve hüsrana uğramışlardır. Büyünün bir tek kere dahi başarıya ulaştığı kanıtlanamamıştır. Kaldı ki büyücülere meydan okuyan insanlar hiçbir zaman onların büyü yoluyla tertip ettikleri bir kötülüğe uğramamışlardır! Bu bile büyünün ne büyük bir yalan olduğunu ortaya koyan başlıbaşına bir kanıttır.
Bazı kimseler eğer Kur’ân-ı Kerîm’in 113’üncü Sûresi olan Felak Sûresi’nin 4’üncü Âyet-i Kerime’sini göstererek büyünün şerri hakkında bir kanaat ortaya koymak istemişlerse, hemen ifade etmek gerekir ki bu âyet-i kerime’de şerrinden söz edilen büyü değil, tam tersine “Düğümlere üfleyip tüküren” büyücü kadınlardır. Binâenaleyh bu kimseler, büyü ile büyücüyü birbirine karıştırmışlardır!
Hiç kuşku yok ki her devirde bu gibi gayrı meşrû işlere kendini vererek duygusal insanların psikolojisini olumsuz yönde etkileyen kadınlar (veya erkekler) bulunmuştur. Genelde câhil topluluklar arasında faaliyet gösteren bu kimseler, iplik düğümlemek, bu düğümlere üflemek, muska ve tütsü yapmak, kurşun dökmek ve kehânetlerde bulunmak gibi bâtıl şeylerle bir yandan geçinmeye çalışırken, bir kısım insanların iç dünyaları üzerinde etkili olabilmektedirler. Aslında bunlardan yararlanmak isteyenler, onların şerrine daha çok uğrayanlardır. Çünkü büyücüye inanmak küfürdür. Yani İslâm Dini’nden çıkmak için yeterli bir sebeptir. Bu ise şer ve kötülüğün en tehlikelisidir. Ayrıca büyücüye, yapmış olduğu büyü karşılığında ücret vermek, hem işlediği bu ağır günaha karşılık onu ödüllendirmek, hem zararlı bir faaliyete değer biçmiş olmak, hem de böyle bir faaliyeti cesaretlendirmek bakımından elbette ki bu yapılanların hepsi şerdir, kötüdür. Rabb’imiz işte bütün bu kötülükleri işleyen kadınların şerrinden kendisine sığınmamızı istemiştir.
Büyü, hiçbir reşit toplum içinde legal bir meslek niteliğini kazanamamış, vicdanlarda mahkûm olduğu için hep gizli yapılmış ve büyü yapanların da yaptıranların da sonu daima pişmanlık olmuştur. 1855
Kehânet ve Arâfet/Arrâflık
Kehânet, gâibden haber vermek, falcılık, bakıcılık etmek demektir. Bu işle uğraşan kimselere de kâhin denir.1856 Kâhin, gizli, geçmiş haberleri bir nevi kendi zannı ile (tahmini) haber veren kimsedir. Geleceğe ait haberleri, yine zanna dayanarak haber veren kimseye de Arrâf denir. Bu iki uygulama, bazen hata eder bazen isabet eder.1857 Kâhin lafzı, daha umumi olup, Arrâf lafzının mânâsını da içine alır.1858
1. Câhiliyede Kehânet ve Arâfet: Câhiliye Arapları arasında kâhin, olağanüstü güçleri olduğuna inanılan, bu güçleri meslek halinde kullanan ve hizmetlerine karşılık ücret alan kimselerdir.1859 Gelecekte olacak şeyler hakkında haber veren
1855] Ferit Aydın, a.g.e., s. 311-317
1856] Kamus, IV, 266; Fischer. F. "Kehânet" maddesi, İ.A. VI, 71
1857] İbn Manzur, Lisan, XIII, 362-363; IX, 237; Râğıb, Müfredat, 265
1858] Âlûsî, Bulûğul-Ereb, III, 269; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 211
1859] İzutsu, T. Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 163
- 396 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve sırları bilme iddiasında olan, bu kimselerden bazıları, kendilerine haber getiren cinlerden yardımcılarının olduğunu zannederler.1860 Bazıları da gaybî şeyleri bir kısım sebeplerin mukaddimâtı ile bildiklerini iddia ederler. Muhtelif çeşitleri olan kehânetin bir kısmı cinlerle ilgilenmekle, bir kısmı tecrübe ile, bir kısmı da yıldızlarla uğraşmak sûretiyle olur.1861 Câhiliye Arapları özellikle kâhinlere saygıyla bakıyorlar, onların sözlerini takdirle karşılıyorlar. Onları, ruhî hastalıkların doktorları olarak görüyorlardı. Psikolojik sıkıntıların ve ruhî problemlerin hepsinde onlara koşuyorlardı. Sarsıldıklarında, sıkıntıya düştüklerinde dertlerini onlara anlatıyorlar, onların katında huzur ve marifet olduğunu söylüyorlardı.1862
Tarihî kaynaklar, bu inancın Araplar arasında yaygın olduğunu, her mahalleye ait bir kâhinin bulunduğunu1863 anlatarak Hicaz bölgesinde bulunan meşhur kâhinlerin isim listelerini vermektedirler. Bunlar arasında: İzzi Selemetü’l-Kâhin, Şıkk bin Enmar, Satıh bin Mazin, Tureyfetü’l-Kâhin, Zebra, Hunafîr bin Te’em, Mûsâ bin Mezür, Seleme el-Hemedânî, Sevad bin Kaarib, Fatma binti Mürri Has’amiyye zikredilmiştir. 1864
Araplara ait rivâyetlere dayanarak kâhinler ve kehânet hakkında şu noktaları tesbit edebiliriz:
a) Araplar arasında kâhinliğin dînî bir özelliği yoktur.
b) Kâhinler, soru sahiplerinin sorunları üzerinde, sözlerini ve cevaplarını, sıcak, coşturucu bir üslup içinde söylerler. Konuşmalarının arasına birtakım imâlar yerleştirirlerdi ki, dinleyiciler, bunların içinden kafalarındaki soruların cevaplarını bulabilirlerdi.
c) Gizli kapalı, secîli imâlar içeren sözleriyle, insanlara gaybî olan şeyler hakkında bahsediyorlardı.
d) Onlar, insanları uyutarak ya da insanların kendileri, kuruntuya kapılarak, hatta bizzat kâhinlerin kendilerinin de dillerinden dökülen seciler ve tevriyeler nedeniyle, onlara tâbi olan cinlerin olduğunu, kendilerine düşen görevde yardımcı oldukları zehâbına kapılıyorlardı. Kendilerini izleyen bu cinlerin, göklere kulak verip oradan haber çaldıklarını, getirip bu haberleri söylediklerine inanıyorlardı.1865
Görüldüğü gibi, kâhinlerin ilham kaynağı, cinler ve şeytanlar idi. Buna bazı Kur’an âyetleri de delâlet etmektedir.1866 Şöyle ki: “Andolsun ki, gökte burçlar meydana getirdik, onları bakıp temâşâ edenler için süsleyip donattık. Onları, kovulmuş her şeytandan koruduk. Fakat kulak hırsızlığı yapan olursa parlak/alevli bir ateş onu kovalar.”1867; “Onu inatçı her türlü şeytandan koruduk. Onlar, o yüce âlemi asla
1860] Alûsî, a.g.e., III, 269-270
1861] Âlûsî, a.g.e., III, 270
1862] Derveze, İ. Asru'n-Nebî, s. 294; Ebû Ubeyde, Eyyâmu'l-Arab Kable'l-İslâm, I, 229
1863] Ebû Ubeyde, Eyyâmu’l-Arab I, 229; İbn Hişâm, Sîre, I, 204; İzzet Derveze. a.g.e. s. 293
1864] Âlûsî, Buluğu'1-Ereb, III, 269-288
1865] İbn İshak, Sîre, s. 13; Süheylî, Ravdu’l-Unuf, II, 295; Mesûdî, Murûru’z-Zeheb, II, 173; Fischer, A.. İ.A., VI, 71-72
1866] 15/Hıcr, 16-18; 37/Sâffât, 6-10; 72/Cinn, 8-9
1867] 15/Hicr, 16-18
CİN
- 397 -
dinleyemezler.” 1868
Müslim, Abdullah bin Abbas’tan rivâyet edilen bir hadisi şöyle anlatır: Peygamber’in Ensar’dan olan sahâbîlerinden biri, bana haber verdi ki; kendileri bir gece Rasûlullah ile beraber otururken bir yıldız kaymış da ortalık aydınlanmış. Rasûlullah da onlara: “Câhiliye devrinde bunun gibi bir yıldız atıldığı/kaydığı zaman sizler ne derdiniz?” diye sordu. Oradakiler: Allah ve Rasûlü en iyi bilendir. Bizler, bu gece büyük bir kimse doğdu veya büyük bir kimse öldü der idik, dediler. Rasûlullah: “şüphesiz ki bu yıldız hiçbir kimsenin ölümü ve hayatı için atılmaz. Lâkin ismi çok mübarek ve âlî olan Rabbimiz bir işe hükmettiği zaman Arşı taşıyan melekler tesbih ederler. Sonra onların arkasından gelen semâ ehli tesbih eder. Nihâyet bu tesbih şu dünya semâsının ehline ulaşır. Sonra Arşı taşıyan meleklerin ardından gelenler, onlara: ‘Rabbimiz ne buyurdu?’ diye sorarlar. Onlar da berikilere Rabbin buyurduğu şeyi haber verirler. Böylece semâlar ahâlisinin bir kısmı diğerinden haber ister. Nihâyet o haber şu dünya semâsına ulaşır. Bu esnada cinler kulak hırsızlığı yapıp süratle bir şey kaparlar da bunu kendi dostlarına ulaştırırlar. Ve bu yıldızla kendileri taşlanır. İşte bu vecih üzere, yani kendisinden hiçbir tasarruf yapmadan getirdikleri şey sabittir ve vâkidir. Lâkin onlar buna yalan karıştırırlar ve artırma yaparlar.” 1869
Bu hadiste de açıkça anlatıldığı gibi cinlerin/şeytanların kulak hırsızlığı yaparak getirdikleri bilgileri, kendileriyle ilişki kuran kâhinlere vermektedirler.
Kehânet ve arâfette bulunma vasıtaları; daha çok yıldızlara bakma (Astroloji), kuş uçurma, fal okları çekme, problemleri kâhin’e anlatma, çizgiler çizme, afsun yapma, dualar okuma (kendilerine has tekerlemeler) gibi işlerdir. Bunun yanında tecrübî bilgiler ve bazı tılsımlardan da faydalanmaktadırlar. 1870
Kehânet ve arâfet inancı, farklı ifadelere bürünerek ülkemizde de aynı muhtevâyı kapsar tarzda devam etmektedir. Halk arasında bu tür inançlara fazla rağbet edilmekte, cinci, muskacı, afsuncu, üfürükçü gibi isimler altında faaliyet gösteren kişilere gidilmekte ve problemlere çözüm aranmaktadır. Ülkemizde bu işle uğraşan kişiler, halka güven telkin etmek için kendilerine “hoca” ismi vermek sûretiyle bu işleri dînî bir iş gibi takdim ederek, halkın mânevî duygularını istismar etmektedirler. 1871
2. Hadislerde Kehânet ve Arâfet/Arraflık: Kâhin kelimesi, Kur’an’da iki yerde geçmektedir. Bu âyetlerle Arap kâfirlerinin Hz. Peygamber’e nisbet ettikleri, kâhinlik vasfı reddedilmektedir.1872 Hz. Peygamber’in hadisleri de kehânet ve kâhinliği yermiş, yasaklamış ve reddetmiştir. Kâhinlik yapmak, içki içmekle, sihir yapmakla günah açısından eşit tutulmuştur.1873 Bazı hadislerde kâhine gitmenin, onu tasdik etmenin, Hz. Muhammed’e indirileni (Kur’an’ı) inkâr etmek demek olduğu belirtilerek, küfürle nitelendirilmiştir.1874 Ayrıca “Hulvanul-Kâhin” adıyla,
1868] 37/Sâffât, 6-10
1869] Müslim, Selâm 124, 11/1450; Ayrıca bk. Süheylî, Ravdu'l-Umıf; I. 303; Aynî. Ümdetü’l-Kari, VII
1870] Âlûsî, Bulûğul-Erab, III, 269-306
1871] Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 212-215
1872] 69/Haakka, 43; 52/Tûr, 29
1873] Ahmed bin Hanbel, Müsned III, 14
1874] Ahmed bin Hanbel, Müsned. II, 408. 429, 476; İbn Mâce, Taharet 122/1, 209; Ebû Dâvud, Tıb 21/IV, 22-226; Dârimi, Vûdu’ 1140 I/259; Nesai, Sehv 20/III, 4-19
- 398 -
KUR’AN KAVRAMLARI
alınan kâhinlik üceretinin de haram olduğu, özellikle vurgulanmıştır. 1875
Câhiliye Arapları arasındaki yaygın inançlardan teşe’üm, sihir, fal okları gibi, kehânet ve arâfet de Kur’an’ın temel espirisine zıt düşmektedir. Bu açıdan Kur’an ve Sünnet, bu tür inançları ve Allah’ın birliği ve mutlak hâkimiyeti konusunda şüpheye düşürecek her davranışı yasaklamıştır.
Kaynaklar bize kehânetin Nuh Tufanı öncesine kadar uzandığını haber vermektedir.1876 Yunan, Mısır, Yemen ve Hicaz gibi beldelerde kâhinlik ve kehânet biliniyordu. Kuzey Asya halkları arasında da yaygındı. Şâmân diye bilinen kâhinler, eski Türk kavimleri arasında kam diye de anılırdı. Kam, kâhin, sâhir (sihirbaz) mânâlarını ifade ettiği gibi, hâzık doktor, âlim, filozof mânâlarına da gelir. Şâmânın birinci görevi kehânette bulunmak, büyü ve afsun yapmak gibi işlerdi. Onların bu işleri, yardımcı ruhlar vasıtasıyla yaptığına inanılırdı. Ruhlar şâmâna yol gösterirler, kuvvet verirlerdi. Kuş şeklinde tasavvur edilen yardımcı ruhlar, göklere çıkan Şâmâna yardım ederlerdi.1877
Görüldüğü gibi, eski Türklerde de değişik isimlerde, ama tamamen kâhinlerin ve arrâfların fonksiyonunu yüklenmiş, cinler ve şeytanlar yerine, yardımcı ruhlardan bilgi ve yardım aldığına inanılan şahıslar bulunmaktadır.1878
Kehânet, genel anlamda gelecekten haber vermek demektir. Eskiden Tevhid Dininin, yozlaşarak asıllarını kaybeden ve birer bâtıl din haline gelen uzantılarında din adamlarının yürüttüğü bir meslek olmuştu. Tıpkı bazı tarikat şeyhlerinin “İstihâre Namazı”nı rüya falı haline dönüştürüp bir kehânet aracı haline getirdikleri gibi. Bu mesleği icrâ edenlere, literatürda “kâhin” denir. Genellikle kurbanların parçalanan organları üzerinde çeşitli yorumlar yapılarak bu meslek icrâ edilirdi.
Ayrıca fala bakılarak geleceği okumaya da kehânet denilmiştir. Bu iş çok eski çağlardan beri yapılmaktadır ve yukarıda sözü edilen kehânetten farklıdır. Bunu bir hobi olarak yapanların yanı sıra ücretle fala bakanlar da vardır. Hatta gelecekte yaşanacağını ileri sürdüğü olaylar hakkında kitap yazanlar bile olmuştur. Yahudî kökenli Fransız tıp doktoru Nostradamus gibi.
İslâm’ın bu konudaki yargısı kesindir: Gelecekten haber vermek bâtıldır ve yasaktır. Falcı ve kâhin de aynen büyücü gibi kâfirdir. Bunlara, yani bunların verdikleri gaybî haberlere inanan da kâfirdir.
Hava raporları, uzay raporları ve sismik öngörüler gibi ilmî tahminleri elbette ki kehânet’in dışında tutmak gerekir. Çünkü bunlar, hem birtakım araçlara ve ince hesaplara dayanmaktadır; hem önceden hayat ve tabiat hakkında bazı sonuçlar elde ederek insanlığı bundan yararlandırmak gibi olumlu amaçlar gütmektedir; hem de adı üstündedir: “Tahmin”den ibarettir. 1879
1875] Buhârî, Büyû’, 113-III, 43; Müslim, Musâkat 39/11, 1198; Tirmizî, Nikâh 37/III, 438; Nesâî, Buyû’ 91/VII, 309
1876] İbn Hacer, Fethu'1-Bâri, X. 182
1877] Kafesoğlu, Türk Bozkır Kültürü, s. 88-89
1878] Ali Çelik, a.g.e., s. 216-217
1879] Ferit Aydın, a.g.e., s. 317
CİN
- 399 -
Tütsüleme inancı
Câhiliyede Tütsüleme: Hastalıkların tedavisinde uygulanan usullerden biri de Tütsüleme’dir. Hastanın, ancak tütsülenirse iyileşeceğine inanılır. Câhiliyede bilinen tütsülemelerin başında Ûdu Hindî gelmektedir.
Bu, Ûdu Hindî yahut Kust adı ile bilinen, buhur ya da ilaç olarak kullanılan bir çeşit ot köküdür. İki türlüdür: Birisine, Kustu Hindî, diğerine de Kustu Arabî derler. Kustu Hindî; siyaha meyilli, hafif, galiz kokusu az, tadı acı olur. Kustu Arabî; lezzetli, ak, hafif kokulu olur. Mutlak olarak zikredilince anlaşılan Arabî olan cinsidir. İçilmek yahut tütsülemek şeklinde kullanılır.1880
Ûdu Hindî denilen ot kökü ile tütsülemenin Câhiliyedeki uygulaması hakkındaki bilgilerimiz, bu konudaki Hz. Peygamber’in hadislerine dayanmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Ûdu Hindî kullanmaya devam ediniz, Çünkü bunda yedi türlü şifa vardır...”1881 buyurmuştur. Bu hadis, Câhiliyede Ûdu Hindî’nin kullanıldığına açık bir şekilde delâlet etmektedir. 1882
Hadislerde Ûdu Hindî ile Tedavi Olmak: Bu konudaki rivâyetler hemen hemen aynı mânâdaki rivâyetlerdir. Hz. Peygamber (s.a.s.), bu hadisinde Ûdu Hindî’nin hangi hastalığa nasıl kullanılacağı hakkında bizlere bilgi vermektedir:
“Ûdu Hindî kullanmaya devam ediniz. Çünkü bunda yedi türlü şifa vardır. Uzre hastalığı (bademcik iltihabı) için buruna çekilir. Zâtü’1-cenb (plorozi: Göğüs ve akciğeri birbirinden ayıran zarın iltihaplanması sonucu oluşan hastalık) hastalığı için de su ile hastaya içirilir.” 1883
Bu bitkinin Hicaz bölgesinde yetişip yetişmediğini bilmiyoruz. Ancak lügat kitaplarımız bunun tarifini yaparken, Hindistan’dan getirildiğini, buhur ve ilaç olarak kullanıldığını bildirmektedir. 1884
Ümmü Kays binti Mıhsan şöyle demiştir: Ben küçük bir oğlumla Rasûlullah’ın huzuruna girdim. Ben oğlumu, bademcik iltihabından dolayı tedaviye tâbi tutmuştum. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Niçin bademcik iltihapları için böyle tedavi uygulamak sûretiyle, çocuklarınızın boğazını elle sıkıştırıp acıtıyorsunuz? Şu Ûdu Hindiyi kullanmaya devam edin. Çünkü bu Hind bitkisinde yedi türlü şifa vardır...”1885 “Zâtu’l-cenb’ten Kustu bahri ile ve zeytinyağı ile tedavi olunuz.”1886 Asr-ı Saâdette Arap kadınları eski bir göreneğe göre parmaklarına bir bez parça sararak uzre (bademcik iltihabı) hastalığına tutulan çocukların ağzına sokup bademciği çıkarırlar ve kanını alırlardı. Fakat bu ameliyat en nazik tıbbî bir müdahale olduğu cihetle Rasûl-i Ekrem bunu men edip: çocuklarınızı bu yolla tedavi ederek azap etmeyin, Ûdu Hindî ile tedavi edin, buyurmuştur.1887
1880] Kamus, Mucemü'l-Vasit, s. 734; İbn Esir, Nihâye, III, 317; İbn Hacer, Fethu'1-Bâri, X, 121
1881] Buhârî, Tıb 10/VII, 14
1882] Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 261-262
1883] Buhârî, Tıb 10/VII, 14
1884] Kamus, Mucemü'l-Vasit, s. 734; İbn Esir, a.g.e., III, 317; İbn Hacer, a.g.e., X, 121
1885] Buhârî, Tıb 21/VII, 17
1886] Müslim, Selâm, 87-88/11, 1735; Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI, 356/IV, 369; Müstedrek, IV, 208; Tirmizî, Tıb 28, Hadis No: 2079/IV, 407
1887] Miras, K. Tecrid-i Sarih Tere, XII, 79-80; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 262-263
- 400 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Rukye İnancı
Rukye, kelime mânâsı itibariyle okuyarak tedavi etmek mânâsında kullanılmıştır. Câhiliye Arapları arasında Rukye uygulaması hem hastalık öncesi, hastalığa yakalanmamak maksadıyla yapılırdı; hem de eğer herhangi bir hastalığa tutulunmuşsa bunun tedavisinde kullanılırdı. Koruyucu hekimlik yönü, hastalık gelmeden önce yapılır ve bir nevi ön tedbir olarak düşünülürdü. Câhiliye Araplarına göre, hastalık nedenlerinin başında cinler, şeytanlar ve kötü ruhlar gelmekteydi. İşte bunların vereceği zarardan korunmak için, onların iskân ettikleri yerler olabileceği düşünülen mekânlardan geçerken, “nazardan” korunmak için, zarar vermesinden korkulan şeylerin zararından emin olmak için ve daha bir çok konuda özel, belli duâlar okumak sûretiyle rukye yapılırdı.
Hz. Peygamber, hastalıkların gerçek sebebinin Allah’ın yaratması ile olduğunu, görünen sebeplerin ise, O’nun koyduğu sünnetullahın yerine getirilmemesinin bir ifadesi olarak anlaşılması gerektiğini, bazen doğrudan bazen de dolaylı olarak anlatmışlardır. Temizlik kurallarına riâyet edilmezse, pislikten dolayı meydana gelecek hastalıklara yakalanırız. İşte bu bir sünnetullahtır. Bunun ihlâli ise, kişiyi hastalığa düşürür. Ama hastalığın gerçek yaratıcısı Allah’tır. Bu temel düşünce mahfuz olmak şartıyla, içinde şirk unsuru olmayan, şirki ihsas ettirici bir nitelik taşımayan rukyeler için beis görülmemiştir.1888
“Rukye”, bir işin meydana gelmesi için tabiatüstü güce başvurmak mânâsına gelir. Eski türkçemizde kısmen Afsun kelimesiyle karşılanır.1889 İbnü’l-Esir, hastanın (şifa bulmak için) kendisiyle ilticada bulunduğu afsun olarak açıklar.1890 Rukyenin müsbet ve menfi çeşidi bulunmaktadır. Onun müsbet yönü, “okuma, dua yoluyla tedavi” şekli, menfi yönü ise Afsun olup daha ziyade büyücü ve cadıların nâhoş işleri olarak görülmektedir. Öyleyse Arapçadaki Rukye’yi hem afsunlama hem de dua ile tedavi diye anlamamız daha uygun olacaktır.1891
Câhiliyede Rukye: Rukye, Câhiliye devrinde mevcut olan bir tedavi usûlüdür. Birçok hastalık ve zehirlenmelere karşı rukye yapıldığı, bunu meslek edinen kimselerin bulunduğu bilinmektedir. Câhiliye Arapları arasında Rukye’nin nasıl uygulandığı konusunda Mücâhid ve İkrime’den yapılan rivâyetlerde bunun, daha çok iplik üzerine yapılan rukye (okumalar) ve atılan düğümler şeklinde olduğunu Taberî nakletmektedir.1892 Câhiliyedeki Rukyelerin sihir karışmış, şirki ihtivâ eden lafızlardan oluşmuş bir özellik arzettiğini, bu konudaki hadislerin delâletinden anlamaktayız. Avf bin Mâlik el-Eşca’nın şu rivâyeti bunu açıkça ortaya koymaktadır: Biz Câhiliyede rukye yapardık. Daha sonra biz: “Yâ Rasûlallah, bunun hakkında ne buyurursunuz?” diye sorduk. Rasûlullah (s.a.s.): “Rukyenizi bana gösterin. Şirk olmadığı müddetçe beis yoktur.”1893 buyurdu. Câhiliye Rukyeleri sadece düğümlere yapılan üflemelerden ibaret değildir. Bunun dışında bizzat hastanın kendisine, ağrı hissedilen yere yapılacak okuma, üfleme ve benzeri başka şekiller de bulunmaktadır. Teshir için Afsunlamak, büyüden kurtulmak için nüşre
1888] Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 287-288
1889] Canan, İ. Kütüb-i Sitte Muhtasarı Terceme ve Şerhi, XI, 330
1890] İbn Esir, en-Nihâye, II, 254
1891] Canan, İ, a.g.e., XI, 330
1892] İbn Cerir et-Taberi, Tefsir -Bk. Felak suresi
1893] Müslim, Selâm 64/11,1727
CİN
- 401 -
yapmak, boncuk ve nazarlıklar kullanmak gibi rukye ile doğrudan ilgili konular da burada zikredilebilir.1894
Hadislerde Rukye: Hz. Peygamber’in hadislerinde rukye ile ilgili farklı ifadeler bulunmaktadır. Bir kısım hadisler, bunu, tevekkül inancına aykırı olması sebebiyle yasaklarken,1895 diğer bir kısım hadisler de Hz. Peygamber’in göz değmesine,1896 her türlü zehirli hayvan ısırmasına,1897 yılan ve akrep sokmasına,1898 vücudun herhangi bir yerinde hissedilen ağrılara karşı1899 rukye yapılmasını (okuyarak şifa dilemek) tavsiye ettiği görülmektedir. Hz. Peygamber, bu tür tavsiyeleriyle câhiliye Arapları arasında da yaygın olan rukyeyi, onların anladığı mânânın dışında, yani Allah’tan başkasına tevekkülü ve O’na şirk koşmayı ihsas etmemesi şartıyla tavsiye etmiş1900 ve kendileri de bizzat uygulamışlardır. Bu konuda bazı hadisler şöyledir:
Rasûlullah, zevcesi Ümmü Seleme’nin (r.a.) evinde, yüzü sapsarı kesilmiş bir kız çocuğu gördü ve onun için: “Bunda nazar vardır, binaenaleyh bunun için rukye tedavisi yapın.”1901 buyurdu. Enes bin Malik: “Rasûlullah (s.a.s.) göz değmesinden, zehirli şeylerden, yan tarafta çıkan sivilce ve yaralardan dolayı rukye yapmaya izin verdi.”1902 der.
Görüldüğü gibi, hadislerde, şirk olmadıkça, gerçek mânâsı itibariyle tevekkülü ihlâl etmediği müddetçe, rukye yapmaya cevaz verildiği anlatılmaktadır. Nevevî, ulema âyetlerle, zikirle rukye yapmanın câiz olduğu konusunda icmâ bulunduğunu kaydeder.1903 Bununla beraber “Sihir şâibesi olmamak üzere rûhî veya bedenî salah için me’sûr duâlarla rukye câiz olmakla birlikte; istirka, yani kendisini başkasına okutmak, rukye talep etmek, Allah’a sığınmak ve duâ etmek için başkasının tavassutunu dilenmek mânâsını tazammun etmek itibariyle şer’an memduh değildir. Allah’ın bila-hesap velâ-azap (hesapsız ve azapsız) Cennete girecek has kulları ondan sakınırlar. Bundan dolayı Hanefi fikhında bu mesele şu şekliyle yazılıdır: “Şâfî (şifa veren) ancak Allah Teâlâ olduğuna ve devâyı ona sebep kıldığına îtikad ettiği takdirde tedavi ile iştigalde beis yoktur. Ama şâfî (şifa verici) devâdır (ilaçtır, rukyedir vs.) diye îtikad ederse, değil. Rukye, dindarlığın icabı, Şer’in emrettiği bir şey değil, nihâyet bir müsaadedir. Asıl dindarlığın gereği, onu terk ile Allah’a mütevekkil olmak ve ancak Allah’a sığınıp O’na, kendisi, doğrudan doğruya duâ ve ibâdet ile O’na sığınmayı bırakıp, “ben o kapıya gidemem, ne isteyeceğimi de bilemem” diye duâ dellalı aramaya ve onun nefesinden medet ummağa kalkışmak, dindarlığın icabı değil, câhiliye âdetidir.” 1904
1894] Alûsî, Buluğu'1-Erab, III, 5 vd.; Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI, 372; Ebû Davud, Tıb, 6, 18; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 264-265
1895] Buhârî, Tıb 17/VII, 16; Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 251-252; Hakim, Müstedrek, IV 217
1896] Müslim, Selâm 55-56, 59/11, 1725
1897] Müslim, Selâm 52-53/11, 1724
1898] Müslim, Selâm 61-63/11, 1726
1899] Müslim, Selâm 54, 57-5/II, 1724-1725
1900] Müslim, Selâm 64/11, 1727
1901] Müslim, Selâm 64/11, 1727
1902] Müslim, Selâm 58/11, 1725
1903] Nevevi, Minhac, Şerhu Müslim
1904] Yazır, M. H., Hak Dini Kuran Dili, IX, 6396-6399
- 402 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu konuda uzun uzun açıklamalarda bulunan merhum Elmalılı, tefsirinde daha sonra şu görüşlere yer verir: “Sihir karışmayan, yani şerr ü şeytanet için olmayıp da ondan tehaffüz (korunmak) ve bir maraz veya âfete Allah’tan şifa niyazı için, kendine veya başkasına hulûs-i kalp ve niyyyet-i salâh ile duâ veya âyet okuyup üflemek kabilinden olsa nefeslerin cevazına işaret (vardır). Çünkü bunda kimseyi izrar (zarara sokma) veya iğfal (kandırma) veya Allah’tan başkasına teavvüz (sığınma) ve iltica mânâsı yoktur. Rasûlullah’ın kendisine ve başkalarına bu sûretle okuyup üflediği ve böyle hayır için rukyeye müsade eylediği sabit ve bu seseple gerek rûhânî ve gerek cismâni nice hastaların şifâyâb olduğu da vâki ve meşhuddur. Ancak, okuyuculukla sihirbazlık edenlerin de şerrinden korunmak için bu âyeti1905 hükmü ile sihir karışan rukyelerden sakınılması lüzumu ihtar olunmuş (hatırlatılmış), Ukdeleri (âyette geçen Ukad kelimesiyle ilgili), iplik düğümleri diye tahsis edenler de, böyle düğümlere üflemenin sihir kabilinden olduğunu anlatmak istemişlerdir.” 1906
Ülkemizde de yaygın olan rukye şekli, Hz. Peygamber’in tavsiye edip cevaz verdiği değil de belki de sihir karışmış, Allah’a tevekkülü bırakarak, bu işi yapanlara güvenme gibi duyguları ihsas eder şekliyle görülmektedir. Hoca adı verilen, aslında hocalıkla yani din dâvet ve tebliğiyle hiç bir ilgisi bulunmayan, sadece vicdanları sömüren kötü niyetli kişiler tarafından icrâ edilmektedir. Halk da bunların tuzağına düşerek sömürülmektedir. Ülkemizdeki uygulama şekilleri itibariyle rukye, bazen muska, bazen mücerred okuma, bazen üzerlik otu ve benzeri şeyler üzerine bazı tekerlemeler söyleyerek hastayı onunla tütsülemek, suya, yumurtaya üfleyerek onu hastaya içirip yedirmek yahut eğer hasta hayvan ise, o okunmuş yumurtayı onun alnına çarpmak şeklinde olmaktadır. Bütün bunlar, folklorik türden kültürel geleneklerdir. Dînî hiçbir değeri yoktur. Din adına yapılıyorsa, en azından bid’at ve hurâfedir.1907
İnancın Menşei: İnanç olmaktan ziyade, daha çok tıb ve sağlık açısından bir çeşit halk tedavi metodları arasında görülen ve gelenek olarak devam eden bu tedavi şekli, halk üzerinde uyandırdığı etki açısından, halk inançları arasında zikredilmiştir. Çünkü halk dediğimiz insan katmanları: “eğer şöyle şöyle yaptırırsam şifa bulurum...” şeklinde değişmez bir inanca sahip bulunmaktadırlar. Bu inancın menşei ise, çok eskidir. Hemen her millette değişik türlerden, ama esas itibariyle aynı temayı muhafaza eder şekliyle görülmektedir. Eski Mısır’da, Bâbil’de, câhiliye Araplarında1908 birtakım fetişlerin muska, nazarlık olarak kullanılması şekliyle eski Türklerde1909 kuzey Afrika uluslarında1910 ve Avrupa ülkelerinde1911 farklı özelliklerde de olsa taşıdığı mânâ itibariyle aynen görülmektedir.
Burada Rukye başlığı altında câhiliye Arapları arasında yaygın olarak gerek uğur bekleme, gerekse bir çeşit tedavi metodu olarak, özellikle koruyucu
1905] Felak sûresi, 4. âyet
1906] Yazır, M.H., a.g.e., IX, 6388
1907] Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 265-268
1908] İnan, Afet, Eski Mısır Tarihi ve Medeniyeti, s. 245; Corci Zeydan, İslam Medeniyeti Tarihi, II, 36-38; Dr. Ahmed Taha, Tıbbu'l-İslamî, s. 15, 23
1909] Tanyu, Hikmet, İslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı, s. 105
1910] Prof. Ad. Westermarck, İslam Medeniyetinde Putlara Tapma Devri Kalıntılarından Nazar Değmesi İnancı, Terc. Şahap Nazmi Coşkunlar, s. 9-10
1911] Tanyu, Hikmet, a.g.e., s. 206, 213
CİN
- 403 -
hekimlik açısından kullanılan muska, nazarlık yahut temâim adı verilen uygulama çeşitlerinden bahsetmeyi uygun görüyoruz.
a) Akrep ve yılan gibi zehirli hayvanların sokmalarına karşı zil veya süs takınmak. Bununla zehirli hayvanların zararından korunacaklarına inanılıyordu.1912
b) Bir kimsenin kötü ruhların etkisinde kaldığından korkulduğu zaman o kişiyi bazı şeylerle kirletmek sûretiyle, kötü ruhların ondan uzaklaşacağını zannederlerdi. Bu kirleticiler arasında ölü kemikleri, kadınların hayız kanlarını silip attıkları bezler bulunurdu.1913
c) Avâmiru’l-büyût olarak bilinen ev yılanları ile cinlerin zararından korunmak için tavşan ayağını muska gibi takınırlar (veya çocuklara asarlardı).1914
d) Çocukları nazardan korumak için tilki ve kedi dişi takarlardı.1915 Yine çocuklardan nazarı defetmek için (Kahle) adı verilen siyah boncuk da takarlardı.1916
Muskalar (Temâim)
Bu da, özellikle psikolojik temelli hastalıklardan korunma, sihir ve büyü tılsımlarının etkisinde kalmama, nazar değmesine uğramama gibi rûhî mânevî hastalıklardan korunma amacıyla yapılan, muhtelif şekilleri olan masgotlardır. Bunların bir kısmı, özel bazı duâları yazma şeklinde olabilir. Bir kısmı da ilk anda dikkati kendi üzerine çekmek sûretiyle zararlı bakışların veya tesirli sözlerin etkisini kırmak amacıyla hazırlanmış boncuk, tavşan ayağı, kurbağa kabuğu ve benzeri şeylerdir.1917
Muskaların bir başka özelliği de sadece koruyucu hekimlikte kullanılmış olmamasıdır. Bunun dışında kendisinden ve şerrinden korktuğu kimsenin kötülüğünden emin olmak, sevip hoşlandığı kimselerin de hoşnudluğuna ermek için yapılır. Boyna asılabileceği gibi, parmağa takılabilir, evin, arabanın belli yerlerine konabilir. Hayvanların alınlarına, boyunlarına bağlanabilir. Hemen her konuda bir muska, bir boncuk kullanılmaktaydı.1918 Yolculuğa çıkan bir Arap, eğer hanımının kendisine ihanet etmesinden korkarsa (Retm) adı verilen bir işlemi yapardı ki o da, yolda bir yerde ulu ağaca bir ip bağlar, düğüm atardı. Dönüşünde o ip çözülürse hanımının kendisine ihanet ettiğine inanırdı.1919 Bahsettiğimiz gibi muskalar hastalıklara yakalanmamak, cinlerin perilerin zararından emin olmak için de kullanılmaktaydı. Doğu toplumlarında yaygın olan muska inancı ülkemizde de her bölgede kullanılmaktadır. 1920
Hz. Peygamber’in sünnetinde muska ve temâim yasaklanmış, buna inanan kimselerin şirk koşmakta oldukları ifade edilmiştir. Çünkü Tevhid düşüncesi ihlâl edilmektedir. Şifayı da hastalığı da veren Allah’tır. Allah inancı gölgede
1912] Âlûsî, Buluğu’l-Erab, II, 304
1913] Âlûsî, a.g.e., II, 319
1914] Âlûsî, a.g.e., II, 324
1915] Âlûsî, Bulûğu'l-Erab, II, 325
1916] Âlûsî, a.g.e., II, I, 7; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 268-270
1917] Âlûsi, Buluğu'1-Erab, II, 315-316; III, 5-7
1918] Âlûsî, a.g.e., III. 5-7
1919] Âlûsî, a.g.e., II, 316
1920] Yeni Türk Ansiklopedisi, VII, 2607
- 404 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bırakılarak muska ve benzeri şeylere önem vermek, tevhid ilkesine zıt, içinde şirk unsuru taşıyan bir inançtır. 1921
Üfürük ve muskadan medet ummak, Hz. Peygamber tarafından şirk olarak tanıtılmıştır. Rasûlullah şöyle buyurur: “Şu bir gerçek ki üfürük, muskacılık, şirinlik büyüsü, kısmet açma muskası gibi şeyler şirkin görünümleridir.” 1922
Şu sözler de onun: “Korunma ve kurtulma ümidiyle üstüne, giysisine bir şey asan, şirke bulaşmış olur.”; “Üstünde muska taşıyanın Allah hiçbir işini tamamlamasın; üstünde nazarlık, boncuk taşıyanı Allah korumasın!” 1923
Son Söz:
Kur’ân-ı Kerim, cinlerle ilgili olarak bize ihtiyaç duyacağımız kadar bilgiler vermiştir. Onlarla daha geniş ve farklı şekilde ilişkilerimiz sözkonusu olsaydı, bu konularla ilgili hukuku da Kur’an bize tâlim ederdi. İnsanoğlu meraklarıyla da imtihan olmaktadır. Gerek cin ve gerekse şeytan konusunda merak edilen birçok soru bulunmaktadır. Bunların bir kısmına yukarıdaki açıklamalarda cevap bulmuş olabilirsiniz; ama çoğuna, o sorulardan bahsettiğimiz ve kendilerine işaret ettiğimiz halde tam bir cevap bulamayacak veya âlimlerin ihtilâf ettiğine şâhit olacaksınız. Bu tür sorulara cevap bulunabilecek kitaplar varsa da, bu cevapların ne kadar doğru olduğu şüphelidir.
Mü’minler için gerçeğin taa kendisi olan Kur’ân, bu konularda akla gelebilen soruların çoğu hakkında bir cevap vermez. Çünkü her ne kadar insanın sınırsız merakı bu soruları doğuruyor ise de, bunları mutlaka bilmek insan için gerekli değildir. Kur’ân, konuları, insana yetecek sınırlar içinde ele alıp, merak edilen her şeye cevap vermediği için, konuyla ilgili her şeyi anlatmamıştır. Ama bu, Kur’ân’da olanların dışında bir bilgi ve gerçek olmadığı mânâsına gelmez. Ama gerçek diye sunulanların hangilerinin doğru olduğunun tesbiti çok zordur. Bu yüzden Kur’ân’da olanla yetinmek, Kur’ân dışındaki bilgilere ihtiyatlı yaklaşmak, Kur’ân’da olanı da doğru anlamaya çalışmak gerekir.1924 Özellikle gaybla ilgili konularda merakımızı dizginlemek ve yanlış inançlardan korunmak için Kur’an’da bilgi verilmeyen konularda susmak veya en azından, Kur’an’a ters düşebilecek yorumlardan kesinlikle kaçınmak en doğrusudur.
En Son Söz: Her şeyin en doğrusunu Allah bilir.
1921] Ebû Dâvud, Tıb 9/IV, 201; Hâkim, Müstedrek, IV, 217; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 288-289
1922] İbn Mâce, Tıb 39; Elbânî; Sahîha, 1/648
1923] Heytemî; Zevâcir, 1/130
1924] Lütfullah Cebeci, Kur’an’a Göre Melek Cin Şeytan, Şule Yayınları, İstanbul 1998, s. 398
CİN
- 405 -
Cin Kavramıyla İlgili Âyet-i Kerimeler
C-n-n Kelimesi, Değişik Türevlerle Toplam 201 Yerde Zikredilir:
A- “Cinn” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 22 Yerde): 6/En’âm, 100, 112, 128, 130; 7/A’râf, 38, 179; 17/İsrâ, 88; 18/Kehf, 50; 27/Neml, 17, 39; 34/Sebe’, 12, 14, 41; 41/Fussılet, 25, 29; 46/Ahkaf, 18, 29; 51/Zâriyât, 56; 55/Rahmân, 33; 72/Cinn, 1, 5, 6.
B- Cinler Anlamına Gelen “Cânn” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 15/Hıcr, 27; 27/Neml, 10; 28/Kasas, 31; 55/Rahmân, 15, 39, 56, 74.
C- Cinler ve Cinnet/Delilik Anlamına Gelen “Cinnet” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 10 Yerde): 7/A’râf, 184; 11/Hûd, 119; 23/Mü’minûn, 25, 70; 32/Secde, 13; 34/Sebe’, 8, 46; 37/Sâffât, 158, 158; 114/Nâs, 6.
D- Aslında Cinlenmiş Demek Olan, Mecnûn, Deli, Akılsız Anlamında Kullanılan “Mecnûn” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 11 Yerde): 15/Hıcr, 6; 26/Şuarâ, 27; 37/Sâffât, 36; 44/Duhân, 14; 51/Zâriyât, 39, 52; 52/Tûr, 29; 54/Kamer, 9; 68/Kalem, 2, 51; 81/Tekvîr, 22.
E- C-n-n Kökünden Gelen Diğer Kelimeler:
a- Örtmek Anlamındaki “Cenne” Kelimesi 1 Yerde (6/En’âm, 76)
b- Kalkan Anlamına Gelen “Cünnet” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 2 Yerde): 58/Mücâdele, 16; 63/Münâfıkun, 2.
c- Örtülü Olan, Cenîn (Anne Karnındaki Bebek) Kelimesinin Çoğulu Olan “Ecinne” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 1 Yerde): 53/Necm, 32.
d- (Ağaçlarla veya Duygulara) Örtülü ve Bahçe Anlamındaki “Cennet” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 147 Yerde).
F- Cin Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler:
a- Cinler: 6/En’âm, 100, 112, 113, 128; 7/A’râf, 27, 179; 15/Hıcr, 17, 18, 27; 26/Şuarâ, 212, 221, 223; 27/Neml, 39; 34/Sebe’, 12, 14; 37/Sâffât, 7-10; 46/Ahkaf, 29-31; 51/Zâriyât, 56; 55/Rahmân, 15; 72/Cinn, 1-15, 19, 25; 114/Nâs, 1-6.
b- Cinlerin Yaratılışı: 6/En’âm, 100; 55/Rahmân, 15.
c- Cinler ve İnsanlar, İbâdet İçin Yaratılmıştır: 51/Zâriyât, 56-57; 72/Cinn, 16-17.
d- İman Eden ve Etmeyen Cinler: 72/Cinn, 11-14.
e- Mü’min Cinler: 46/Ahkaf, 29-31; 72/Cinn, 1-15.
f- Kâfir Cinler: 72/Cinn, 4-7, 15.
g- Cinlerin Kur’an Dinlemeleri: 46/Ahkaf, 29-31; 72/Cinn, 1-2, 13, 19.
h- Gökte Kulak Hırsızlığı Yapan Cinler ve Yıldızlarla Koğulmaları: 15/Hıcr, 17; 26/Şuarâ, 212; 37/Sâffât, 7-10; 67/Mülk, 5; 72/Cinn, 8-9.
i- Cinler Gaybı Bilmezler: 34/Sebe’, 14; 72/Cinn, 10.
k- Cinlere Sığınmak ve Onlardan Yardım Beklemek: 72/Cinn, 6.
l- Cinlerin Birçoğu Cehennemliktir: 7/A’râf, 179.
m- İfrît: 27/Neml, 39.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Cin, Şeytan ve Büyüden Korunma, Halil b. İbrahim Emin, Uysal Kitabevi Y.
2. Kur’ân-ı Kerim’e Göre Cin-Şeytan, Lutfullah Cebeci, İstişare Y.
3. Cin ve Şeytanlardan Nasıl Korunmalıyız? Vahid Abdüsselâm Bali, Uysal Kitabevi Y.
4. Cinler ve Kötülüklerinden Korunma Yolları, Abdu’l-Hamid b. Abdu’r-Rahman es-Suheybânî, Guraba Yayınları
5. Cin, Şeytan ve Büyüden Korunma, Halil bin İbrahim Emin, Uysal Kitabevi Y.
6. Kur’an ve Hadislere Göre Cinler Büyü, Ali Osman Ateş, Beyan Y.
7. Cinlerin Esrarı, İmam Şiblî, terc. Muhammed Ferşad, Ferşat/Merve Y.
8. Kur’an’a Göre Melek Cin Şeytan, Lütfullah Cebeci, Şûle Y.
9. İnsan ve İnsanüstü Ruh, Melek, Cin, İnsan, Süleyman Ateş, Dergâh Y.
10. Ruh İnsan Cin, Ahmed Hulûsi, Kitsan Y.
11. Cinlerin Âlemi, Ahmet Cemil Akıncı, Demir Kitabevi Y.
12. Cinler Âlemi, Sırları ve Gizlilikler, M. Aşur, Pamuk Y.
13. İslâm’a Göre Sihir, Cin Çarpması Teşhis ve Tedavi Usulleri, Arif Coşkun, Enes/Yâsin K.Evi
- 406 -
KUR’AN KAVRAMLARI
14. Vesvese Sebepleri ve Kurtuluş Yolları, Mehmed Paksu, Nesil Y.
15. Âyet ve Hadislerin Işığında Nazar-Göz Değmesi, Bayram Altan, Altın Kalem Y.
16. Nazar ve Büyü (Etkileri Korunma Yolları), Bayram Altan, Veli Y.
17. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y.
18. İslâm medeniyetinde Putperestlik Devrinden Kalma İtikadlar: Cin ve Kötü Göz, Westormorek, çev. Şahab Nazmi Coşkunlar, Doğan Güneş Y.
19. Ruhçu Yanılgı, René Guénon, çev. Lütfi Fevzi Topaçoğlu, İz Y.
20. Kitâbu’r-Rûh, İbn Kayyim el-Cevziyye, İz Y.
21. İğâsetü’l-Lehfân min Mesâyidi’ş-Şeytan, İbn Kayyim el-Cevziyye, tahkik: Muhammed Seyyid Keylânî, Matbaatü Mustafa el-Bâbî, Mısır, 1381
22. İslâm Kültür Tarihinde Maji, Manfred Ullman, çev. Yusuf Özbek, İz Y.
23. TDV İslâm Ansiklopedisi: Azâim md. (Süleyman Uludağ)
24. Şamil İslâm Ansiklopedisi
25. Kur’an’da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hibaş Y. s. 276-284
26. Şeytan, A. Osman Ateş, Beyan Y.
27. Şeytan ve Yoldaşları, Kemal Çinel, Alem Y.
28. İslâm İtikadında Şeytan, İlyas Çelebi
29. Şeytanca Protokoller, Adil Gökburun, Şahsi Y.
30. Şeytanın Tuzakları: İnsanın Kurtuluş Yolları 1-2, İbn Kayyim El-Cevziyye, Uysal Kit. Y.
31. Şeytanın Tuzakları, S. Ahmet Uzun, Mektup Y.
32. Şeytanın Hileleri ve Kurtuluş Çareleri, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.
33. Şeytanın Varlığı ve Mâhiyeti, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.
34. Şeytanizme Rağmen İslâmi Uyanış, Mehmet Alagaş, İnsan Dergisi Y.
35. Şeytanla Münazara, Ümit Şimşek, Zafer Y.
36. Şeytanlardan Korunma Yolu, Abdülhamid Bilali, Şafak Y. / Büruc Y.
37. Şeytan Girmeyen Evler, Muhammed Efsayim, Uysal Kitabevi Y.
38. İnsanın Ezelî Düşmanı Şeytan, Osmanlı Y.
39. Şeytanla Münazara, Ümit Şimşek, Zafer Y.
40. Şeytanın Enâniyeti, Hârun Yahya, Vural Y.
41. Satanizm -Şeytana Tapınmanın Yeni Adı-, Ahmet Güç, Alfa Y.
42. Nefis ve Şeytan, Mehmet Hulusi İşler
43. Kur’an’a Göre Melek, Cin, Şeytan, Lütfullah Cebeci, Şûle Y.
44. Kötülük Odakları, Şeytan, Zübeyir Yetik, Beyan Y.
45. İstiâze Şeytan, Yakup Çiçek, Fâhirettin Yıldız, Bir Y.
46. Dünden Bugüne Şeytan ve Dostları, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
47. Şeytandan Korunma Yolu, Abdülhamid Bilalî, Buruc Y.
48. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 209-216
49. Tefsirde İsrâiliyyat, Abdullah Aydemir, D.İ.B. Y. s. 136-161
50. İslâm’da Helâl ve Haram, Yusuf el-Kardavi, Hilâl Y. s. 248-257
51. Günlük Hayatımızda Helâller ve Haramlar, Hayreddin Karaman, İz Y. s. 137-145
52. İlim ve Din Açısından Mûcize, Osman Karadeniz, Marifet Y. s. 48-85
53. Olağanüstü Olaylar ve Aralarındaki Farklar (Mûcize, Kerâmet, Sihir), Bakıllânî, Rağbet Y. s. 97-129
54. Bâtıl İnanışlar, Recep Aktaş, Bahar Y. s. 13-36
55. Yaşayan Hurâfeler, Kemalettin Erdil, T. Diyanet Vakfı Y. s. 34-49; 58-67
56. Yaşayan Câhiliyye, Aysel Zeynep Tozduman, İnkılâb Y. s. 89-98
57. Kur’an ve İnsan, Celâl Kırca, Marifet Y. (Nazar:) s. 247-263; (Ruh, Cin, Reenk.)160-186
58. Gerçek Din Bu, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat
59. İslâm Açısından Sihir, Yusuf Özbek, İz Y.
60. Kur’ân-ı Kerime Göre Sihr (Büyü), Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat
61. Büyü, Sihir, Fal, Yıldızname, Kehanet, Nazar, Sevim Asımgil, İpek Y.
62. Nazar Değme Hakkında Bir Risâle, Süheyl Ünver
63. Psiko-Sosyal Sağlığın Korunması, Koruyucu Ruh Sağlığı, Kemal Çakmaklı, Seha Neşriyat
CİN
- 407 -
64. Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Büyü, Giovanni Scognamillo - Arif Arslan, Karizma Y.
65. Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Fal, Giovanni Scognamillo - Arif Arslan, Karizma Y.
66. Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Cinler, Giovanni Scognamillo - Arif Arslan, Karizma Y.
67. Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Kehânet, Arif Arslan – Hakan Yılmaz, Karizma Y.
68. Falcılık ve Kehânet (Dünü, Bugünü ve İslâmî Hükmü), Bayram Altan, Çelik Y.
69. Kehânetler ve Kâhinler, Elvan ve Gündüz Öğüt, Ege Meta Y.
70. İslâm’da ve Eski Ortadoğuda Cin ve Ruh İnançları, Ernest Zbinden, Yeni Ufuklar Neşriyat
71. Varlığın Metafizik Boyutları, I, II, M. Fethullah Gülen, Feza Gazetecilik A.Ş. Y.
72. Büyük Günahlar, Hafız Zehebi, Temel Neşriyat
73. Altıncı Duyu (Duyu Ötesi Algı), Brian Ward, Remzi Kitabevi Y.
74. Sihirbaz, Büyücü ve Ruh Çağıran Ehl-i Bid’at’a Reddiye, Es-Seyyid Ali Göleli, Şüheda Y.
75. Kur’an’da İnsan Psikolojisi, A. Kasapoğlu, 80-87
76. Sihir, Tılsım, Büyü, Cemal Anadol, Kamer Neşriyat
77. Sihirbazlık Kılavuzu, Herbert L.Becker, Gün Y.
78. Her Yönüyle Sihirbazlık Öğretiyoruz, Ali Özoğlu, İlgi Y.
79. Büyü Nasıl Yapılır, Nasıl Hissedilir, Nasıl Bozulur; Hanife Tezer, Ataman Elk. Y.
80. Büyü, Bilim ve Din, Bronislaw Malinowski, Kabalcı Y.
81. Gizli İlimler Hazinesi 1-8, Mustafa İloğlu, Özel Y.
82. Yıldızname, Câfer-i Sâdık, Esma Y.
83. Yıldızname ve Büyü, Robert Fleury, Kıbele Y.
84. Doğu Büyüsü, İdris Şah, Gizem/Say Y.
85. 100 Soruda İlkellerde Din, Büyü, Sanat, Efsane, Sedat Veyis Örnek, Gerçek Y.
86. Anadolu Büyüleri, İsmet Zeki Eyüboğlu, Der Y.
87. Sevgi Büyüleri, İsmet Zeki Eyüboğlu, Der Y.
88. Din ve Büyü, Claude Levi-Straus, Yol Y.
89. Hintlilerde Ak ve Kara Büyü, Paul Dare, Ruh ve Madde Y.
90. Psişik Gücünüz, Carl Rider, Say Y.
91. Psişik Becerinizi Geliştiriniz, Enid Hoffman, Ruh ve Madde Y.
92. Psikiyatri, Ayhan Songar
93. Psikiyatri, Özcan Köknel, Nobel Tıp Kitabevleri Y.
94. Psikiyatri ve Düşünce Dünyası Arasında Geçişler, Erol Göka, Vadi Y.
95. Psikanaliz ve Psikoterapi, Orhan Öztürk, Alfa Basım Yayım
96. Ruh İnsan Cin, Ahmed Hulûsi, Ferşat Y.
97. Parapsikoloji Dersleri, Paul Krafchik, Ruh ve Madde Y.
98. Ruhsal Deneyleri Uygulama Kitabı, Sheila Ostrander, Ruh ve Madde Y.
99. Çağdaş Ruhçuluğun Maske ve Yüzleri, Julias Evola, İnsan Y.
100. Hipnotizma, Recep Doksat, Kader Basımevi
101. Hipnotizma, Vural Okur, Şahsî Y.
102. Hipnotizma, Cemil Sena Ongun, Dün ve Bugün Y.
103. Hipnoz Sayesinde Mucize Tedaviler, Hikmet Saim, Venüs Y.
104. Ruh ve Kâinat, Bedri Ruhselman, Gayret Kitabevi Y.
105. İpnotizma ve Telkinle Tedavi, Alfred Brauchle, Bozak Y.
106. İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y.
107. Medyum ve Medyumluk: Haksöz s. 138-139
108. Vesvese, Mehmet Paksu, Nesil Y.
109. Binlerce Senedir İnsanların İgisini Çeken Burçlar Nedir? Sevim Asımgil, Furkan Bas. Y.
110. Saatlerin Hazinesi, İslâm’da Burçlar ve Yıldızlar, Muhyiddin İbn Arabî, Sümer Kit.
111. A’dan Z’ye Astroloji, Nuran Tuncel, Kitsan Kitap Kırtasiye Y.
112. Şeytan Girmeyen Evler, Muhammed es-Sâyim, Mütercim: Doç. Dr. M. Ali Kapar, Uysal Kitabevi, Konya 1994
113. Şeytanın Tuzakları, İbn Kayyim el-Cevziyye, Uysal Kitabevi

 
Okunma 1527 kez