بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
ATALAR YOLU
• Atalar Yolu; Anlam ve Mâhiyeti
• Atalar Yolu, Her Dönemdeki Câhiliyyenin Temel Dinidir
• Kur'ân-ı Kerim'de Atalar Yolu İle İlgi Âyetler
• Atalar Kültü; Sosyal Çevre ve Geleneğin Putlaştırılması
• Hurâfe; Anlam ve Mâhiyeti
• Çokça Görülen Hurâfe ve Bâtıl İnanışlar
• Muska ve Muskacılık
• Yozlaştırılan Din; Halkın Dini ve Hakkın Dini
• Bu Din Benim Dinim Değil!
• Bid'at; Anlam ve Mâhiyeti
• Mescidlerdeki Bid'atler
• Bir Başka Bid'at; Mevlid
• Bir Büyük Bid'at Daha; Mescidlerin Süse Boğulması
• Taklit ve Taklitçilik
"Onlara (müşriklere): 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler? (Hidâyet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler.” 2807
Atalar Yolu; Anlam ve Mâhiyeti
Tarihin esasına, nakle ve ancak ilmî kaynakların tesbit edeceği birçok asırların tecrübelerine, daha doğrusu Allah’ın tayin edip indirdiği delillere bağlı olan hükümlerde geçmişi büsbütün atmak ve ondan habersiz olarak hep yeni şeyler aramak doğru değildir. Bununla beraber, körükörüne geçmişe taparcasına sevgi beslemek, ne olursa olsun atalar yolunu tutmak ve özellikle ilimden, dinden nasibi olmayan, hata ve sapıklıkları açık ve Allah tarafından beyan edilmiş bulunan ataları taassupla taklit etmek de onları, Allah’a eş ve ortak tutmak, cehâlet ve sapıklıkta boğulup kalmaktır.
Bu konuda aranacak olan şey; hak ve bâtıl, menfaat ve zarar, iyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinliktir. Menfaatin, hakkıyla menfaat; iyilğin hakkıyla iyilik, güzelliğin hakkıyla güzellik olması için de Allah’ın hükmünü, hakkın delilini bulmak lâzım gelir. Bundan dolayı, bir şeye tâbi olma sebebi; eskilik, yenilik
2807] 2/Bakara, 170-171
- 758 -
KUR’AN KAVRAMLARI
veya atalar yolu olup olmaması değil; Allah’ın emrine ve Hakk’ın deliline uygun olmasıdır. Allah’ın emrine uyan ve yaptığını bilen atalara uyulur. Aksine, Hakkın emrini tanımayan, ne yaptığını bilmeyenlere -atalar bile olsa- yine uyulmaz. Bu durum, eskilerde böyle olduğu gibi, yenilerde de böyledir. Bunun için fıkıhta “zarar kadîm olmaz” diye bir genel kaide vardır. “Kadîm, kıdemi üzere terk olunur” genel kuralı da bununla kayıtlıdır.
Bu bakımdan eski, hiçbir kayda bağlı olmadan eski olduğu için değil; açık bir zararı bulunmaması yönünden geçerli olduğu gibi, iyiliği ve güzelliği ilmin sebeplerinden biriyle bilinen ve hakkın deliline uygun olup sonradan ortaya konan yeni de geçerlidir. Kısaca, hak ve iyilik ölçüsü, ne eski ve yeni, ne de bilgisizlik ve istektir. Allah’ın emrine ve delile dayanan ilim gerçektir. Bunun için eski olsun, yeni olsun Allah’ın indirdiği delillere bakmayıp da ataların halini, yalnız ata olduklarından dolayı taklit etmek, onları Allah’a eşler tutmak ve hakkı bırakıp hayal ve kuruntulara, şeytanın emirlerine uymak, izince gitmektir ki, buna tutuculuk denir.
“Onlara; ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler...”2808 Bu âyet gösteriyor ki, bir hak (doğru) delile dayanmayan katıksız taklit, din hakkında yasaklanmıştır. Belli bir bilgisizliğe, sapıklığa uyup onu taklit etmek, aklen bâtıl olduğu gibi; şüpheli olan hususta da delilsiz taklit, din açısından câiz değildir. Açıkça belli olmayan hususlarda delilsiz söz söylemek ve o yolda hareket etmek, bilmediği bir şeyi Allah’a iftira olarak söylemek ve şeytana uyup bilgisizce hareket etmektir. Nitekim “Allah’ın indirdiği Kur’an’a ve diğer açık delillere, parlak belgelere ve bunların hükümlerine uyun” denildiği zaman Arap müşrikleri, taassupla böyle yapmış ve böyle söylemişlerdi ki, bu âyet bu sebeple inmiştir. Bir rivâyette de böyle diyen ve âyetin inmesine sebep olanlar, yahûdilerden bir gruptur. “Allah’ın indirdiğine uyun” dendiği zaman bunlar: “Hayır, biz babalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona tâbi oluruz. Çünkü onlar bizden hayırlı, bizden daha bilgiliydiler” demişler, yapılan bu teklifteki âyet ve delilleri hiç düşünmeyerek taassuba sapmışlardır.2809 Onların bâtıl gelenekleri ile ilgili tek otoriteleri, bunların, atalarının da gelenekleri olmasıdır. Ahmak izleyiciler bu tür bir geleneği, uyulması gereken bir otorite olarak kabul ederler. 2810
Âyet-i kerimede kast olunanlar, ister İslâm’a ve İslâm şeriatına dâvet edildikleri zaman, yukarıdaki sözü tekrarlayan ve İslâm’ın reddettiği câhiliyet âdetlerine sımsıkı sarılan müşrikler olsun; isterse bu dini kısmen veya tamamen reddedip atalarının yolundan ayrılmayan yahûdiler olsun; her iki zümre için de bahis konusu olmak üzere âyet-i kerime, akîde hususunda Allah’tan başkasından bir şey almayı ve dinî konularda bâtıl dinleri taklit ederek, düşünmeden, şuursuzca nakiller yapmayı kesinlikle reddediyor.
“... Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?”2811 Ya durum böyle idiyse; onlar hâlâ atalarına uymakta ısrar edecekler midir? Bu ne taklit, bu ne taassup? Bu yüzden âyet-i kerime onların halini, taklitçi ve mutaassıp
2808] 2/Bakara, 170
2809] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 1, s. 482-483
2810] Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l Kur’an, c. 1, s. 323-324
2811] 2/Bakara, 170
ATALAR YOLU
- 759 -
tavırlarına yaraşan, azarlayıcı ve tekdir edici bir tablo halinde canlandırıyor. Söylenenden başka bir şey anlamayan, çobanlarının haykırışını mânâsız seslerden ibâret sayan, başıboş bir hayvan resmi var tabloda. Hatta onlar, hayvandan da aşağıdırlar. Hayvan görür, işitir ve bağırır. Fakat onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler: “(Hidâyet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler.”2812 Onlar sağırdır, dilsizdir, kördür. Her ne kadar kulakları, dilleri ve gözleri olsa da, bu Kur’an’dan istifade edip hidâyete ermedikten sonra onlar sağırdır, kördür, dilsizdir. Hilkatinin sebebi olan vazifeleri yerine getirmeyen kötürümleşmiş uzuvlar gibidirler. Sanki ne gözleri, ne dilleri, ne de kulakları var... 2813
Atalar Yolu, Her Dönemdeki Câhiliyyenin Temel Dinidir
İnsanlar, çoğu zaman düşünce ve yaşam perspektiflerini büyük ölçüde tarihlerinden devraldıkları kültür ve geleneksel yaşam tarzıyla şekillerdirmektedirler. Çünkü insan, doğduğu andan itibaren, -doğru ya da yanlış- atalarının kültür ve geleneğiyle içiçedir. İnsan, içinde bulunduğu bu kültürle yetişerek, onun bir parçası, onu bir önceki nesilden devralıp daha sonraki nesle devredecek olan bu câhiliyye din ve düzeninin bir dişlisi haline gelir. Bu rolün taşıyıcılığını yapan insan, rolünün yanlışlığını düşünmek bir yana, çoğu zaman yaşatmaya çalıştığı kültürünün doğruluğundan şüphe bile etmez. Ona göre, kendisinin yapması gereken; devraldığı kültürü yaşatmak, kendinden sonraki nesillere devretme görevini yerine getirmektir. Bu görevi yerine getirmeye içinde bulunduğu toplum tarafından zorlanır ve kendisini bu noktada bilinçsizce zorunlu hisseder. Çünkü geleneksel yapı, bir anlamda, hatta çoğunlukla bilinç denen olgunun iyiden iyiye köreldiği ve alışkanlığa dönüşen davranışlar bütünü olduğu için, insanı etkin yönlendiricilikle kuşatıverir. İnsanın, kendisini saran gelenek hakkında kuşkuya kapılması için, ya tamamen farklı kültür ve geleneklerin egemen olduğu bir toplum içinde yaşamak zorunda kalması, ya da peygamberlerin itikat noktasında ortaya koydukları tebliğ ve mücâdelede olduğu gibi, kendi toplumunun geleneğine karşı şiddetli bir başkaldırı ve dirençle uyarılmış olması gerekir. Bu faktörlerin etkisi, değişim sözkonusu olmadığı müddetçe, geleneksel çark dönmeye devam edecek, yerleşik kültür tek düze yaşamını sürdürecek, ahtapotun kolları gibi bu geleneksel atalar dini tüm toplum bireylerini sarıp sağlıklı düşünce yapılarını dumura uğratacaktır.
Antropoloji bu olayı “historizm”, yani “tarihselcilik” olarak tanımlar. Kur’ân-ı Kerim’in anlatımı ile bu durum, “atalar dini”nin devam ettirilmesi diye vasıflandırılabilir. Kur’an’da anlatılan geçmiş kavimlere ait kıssalarda görürüz ki; “atalar dini” mâzereti, İlâhî tebliği reddetmekte büyük bir yer tutmaktadır. Yani insanların atalarından devraldıkları dinden ayrılmak istemeyişleri, onları hak dini reddetme sonucuna götürmüştür. Çünkü hemen her yönden birbiriyle tezat teşkil eden “atalar dini” ile “hak din”in öğretileri karşısında bu insanlar tercihlerini atalar dini yönünde yapmışlardır. Bu noktada “atalar dini”ni tercih eden insanlar, alışılmış tarihî düşünce kalıpları ve davranış biçimleri dışındaki
2812] 2/Bakara, 171
2813] Mevdûdi, Tefhîmu’l Kur’an, c. 1, s. 119
- 760 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tutum ve anlayışları reddetmişlerdir.
İşte bu “tarihselcilik”, İlâhî mesaj karşısında insanın doğru/sağlıklı ve hür düşünebilmesini, buna bağlı olarak da dini yalnızca Allah’a hâlis kılarak yaşayıp sadece Allah’a kul olarak gerçek özgürlüğüne kavuşmasını engellemiştir. Bu önkabuller “İlâhî din”in evrensel ilkeleri değil de; temelde “atalar dini”nin önkabulleri olunca, asırlar boyu yanlış anlayış ve yaşayış devam edegelmiştir. Kendilerine getirilen doğrular karşısında da atalarından devraldıklarını mâzeret göstererek kendilerini sorumluluktan kurtarmaya boşuna çalışmışlardır.
Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin kıssalarını anlatırken inkârcıların mâzeretçi tavırlarını ve “atalar dini” yönündeki tercihlerini bize ibret verici bir şekilde aktarmaktadır. Zaten Kur’an’da kıssaların anlatılmasının da ibret vermekten başka bir amacı yoktur. Âd kavminin kıssasından bahsederek Hûd’un (a.s.) tebliği karşısında kavmi: “Yâ! Demek sen, tek Allah’a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarını bırakalım diye mi bize geldin?!”2814 diyerek bu şekilde tavır almış, Allah’a kulluk yerine atalarının taptıklarını tercih etmişlerdir. Yine Medyen halkına gönderilen Şuayb’ın (a.s.) tebliğine karşı kavminin takındığı tavır da farklı olmamış, yine “atalar dini”ni tercih yönünde olmuştur. 2815
Kur’an’da anlatılan kavimlerin kıssalarında temelde iki ortak nokta göze çarpmaktadır. Birincisi, dini sadece Allah’a hâlis kılarak kulluk yapmak; ikincisi, bu kulluğun zorunlu sonucu olarak “atalar dini”nin getirdiği yanlış anlayışları reddetmektir. Ancak, İlâhî mesajla karşılaşan her kavim, içlerinde küçük birer topluluk hâriç, atalarından devraldıkları dinin etkisiyle İlâhî dini reddetmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim’i yalanlayanların durumu da bunlardan farklı değildir. Mekke dönemi müşriklerini anlatırken Rabbimiz bir genelleme yaparak peygamber/elçi gönderilen her kavmin inkârcılarının aynı mâzereti ileri sürdüklerini bildirmektedir.2816 Buna göre; İlâhî mesajla gönderilen her elçi, birçok yalanlamalarla birlikte “atalar dini” mâzeretiyle (daha doğrusu bahânesiyle) karşılaşmışlardır. Bu insanlar, gelen mesaj karşısında akıllarını birazcık kullanmak külfetine katlanmak yerine; daima kolaycılığı tercih etmişler, atalarının üzerinde bulunduklarını yaşamaktan uzak durmamışlardır. Bu tavır da sürekli olarak yanlışların kültürel olarak devam etmesine sebep olmuştur.
Kur’ân-ı Kerim “atalar dini”ni mâzeret gösterenlere karşı: “... ataları bir şey düşünmeyen ve doğru yolu bulamayan kimsele olsalar da mı?!”2817 şeklindeki sorularla, yaptıklarının ne kadar tutarsız ve geçersiz olduğunu istihzâ ile ortaya koymuştur. Atalar dinini mâzeret gösterenler, hiçbir şekilde ataları tarafından kendilerine sunulan dinin doğru olup olmadığını araştırmamış, öylece taasssupla/bağnazca kabul etmişlerdir. Düşünmeyen ve doğru yolu bulamayan atalarını mâzeret göstererek kendileri de ataları gibi düşünmeyen, dolayısıyla doğru yolu bulamayan kimseler durumuna düşmüşlerdir.2818 Atalar dininin düşüncesi dışına çıkmamaları ve kendi akıllarını kullanamamaları, onları Allah’a karşı iftiraya2819
2814] 7/A’râf, 70
2815] 11/Hûd, 87
2816] 43/Zuhruf, 22, 23
2817] 2/Bakara, 170, 5/Mâide,104
2818] 21/Enbiyâ, 54
2819] 7/A’râf, 28
ATALAR YOLU
- 761 -
ve sonuçta da şeytanın dâvet ettiği alevli ateşin azâbına götürmüştür. 2820
İnkârcıların durumu böyle iken Rabbimiz kitabında iman edenlere hitap ederek kesin ve net bir dille onları uyarmış; değil câhilî kültürü ve atalarını taklid etme... yanlış üzere olan en yakınları, babaları ve kardeşlerini dahi velî edinmemelerini istemiştir. 2821
Yukarıda anlatılanların günümüzdeki yansımalarını düşündüğümüzde içerik olarak belki biraz farklı olmakla birlikte, Kur’ânî doğrular karşısında öne sürülen mâzeretlerin yer yer benzer itirazlarla aynılaştığı gözlenir. Bu anlayış; ya mezhep taassubu, ya geçmiş ulemânın dokunulmazlığı, ya da yaşayan her geleneğin doğruluğunu kabul etmek gibi önkabullerle kendisini göstermiştir/göstermektedir. On dört yüzyıllık bir süreç geçiren İslâm kültürü bu zaman zarfında düşünce ve yaşantı itibarıyla birçok eskiltme, artırma, bid’at ve hurâfelere mâruz kalmıştır. Geleneksel din anlayışı, tarihin taşıdığı yanlış anlayışları da dinin aslından sayılmış ve tarih (geleneğin) baskısı altında onların doğruluğuna hükmederek yaşatmaya devam etmiştir. Dinin aslını Kur’ân-ı Kerim’den ve örnek uygulamasını sahih sünnetten almayı bırakan insanlar, atalarının kendilerine taşıdığı yanlış-doğru ne varsa hepsini sorgulamadan kabul ederek hepsini “asıl din” ya da “dinin aslı” konumuna getirmişlerdir.
Doğru olmayan şeyleri gözü kapalı olarak doğru saymak ne kadar yanlış ise; doğruluğu kesin delillerle ortaya konmamış, ancak ataların ve mevcut geleneğin getirmiş olması dolayısıyla “doğru kabul edilen” şeyleri doğru saymak da o kadar yanlıştır. Bundan dolayı atalarımızın düştüğü hatalara düşmemek, inanç ve amelde “gerçekten doğru”2822 olanla hareket edebilmek için; doğrularımızı dinin aslı olan Kur’an’dan almak ve atalarımızın bize taşıdıklarını da Kur’an süzgecinden geçirmek zorundayız. Aksi takdirde farkında bile olmadan hüsrâna düşebiliriz. “Asra andolsun ki insan hüsran içindedir. Ancak, iman edip sâlih amel işleyen, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hâriç.” 2823
Ataların yolu, babalardan dedelerden devralınan din anlayışı, Kur’an ve Sünnet’e ters, hurâfe ve uydurmalarla, yanlışlarla dolu olabilir. Sırf babaların yolu diye, onların anlayışı diye bunları savunmak, bunları hak ve hakikat gibi görmek ataları kutsallaştırıp putlaştırmak, onları Allah’a ortak koşmak demektir. Bu problem, sadece eski câhiliyyenin problemi değildir; her dönemde ve her yerde izlerini devam ettiren bâtıl anlayıştır. Bu anlayış, bazen ecdâdı yüceltmekle, ırkçılıkla, tarihi kutsallaştırmakla ortaya çıkar; bazen gelenek, görenek, örf-âdet ve körü körüne taklitçilikle kendini gösterir; “ele güne karşı”, “başkaları ne der?”, “ben bu yaşa geldim, bunları duymadım, dolayısıyla bu yanlıştır”, “senin yaşın kaç? Sen ne bilirsin?”, “biz hocalarımızdan, babalarımızdan böyle gördük, böyle duyduk; o yüzden doğrusu budur” gibi ifâdelerle ortaya çıkar; bütün bunlar hurâfe ve bâtıl inanışlar, câhiliyye mantığı olarak değerlendirilmelidir. Eski câhiliyye döneminde tevhidî çağrının önündeki en önemli itirazın bu anlayış olduğu gibi, günümüz modern câhiliyyesinde de de durum farklı değildir. Günümüzde şuurlu müslüman gençlerin sırât-ı müstakîm çizgisinde sahih İslâm’ı
2820] 31/Lokman, 21
2821] 9/Tevbe, 23
2822] 5/Mâide, 48
2823] 103/Asr, 1-3; Mustafa Başbekleyen, Atalar Dini Üzerine, Haksöz, sayı:12, Mart 92, s. 6-7
- 762 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlayıp inanarak yaşamalarının önündeki engellerden, belki de en büyüklerinden biri bu “atalar yolu” anlayışıdır.
Kur’ân-ı Kerim’de Atalar Yolu İle İlgi Âyetler
Peygamberlerin Allah’tan getirdiği hakikate, sadece Allah’a kulluk yapma mesajına karşı müşriklerin “atalarının yolu”nu gerekçe gösterip ecdatperestlik yapmaları Kur’ân-ı Kerim’de 25 yerde gündeme getirilir. Atalarının izini takip etmelerinin, atalarının yolunu şuursuzca sürdürmelerinin İlâhî ölçüye ters olduğu gibi, akla mantığa da uygun olmadığı, geçersiz bir gerekçe, daha doğrusu şirk için bahâne olduğu vurgulanır.
“Onlara (müşriklere): ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler? (Hidâyet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler.” 2824
“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasûl’e gelin’ denildiği vakit, ‘babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter’ derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?” 2825
“Müşrikler/putperestler diyecekler ki: ‘Allah dileseydi, ne biz şirk/ortak koşardık ne de atalarımız şirk koşardı. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık.’ Bu şekilde onlardan öncekiler de (peygamberleri) yalanladılar da sonunda azâbımızı tattılar. De ki: ‘Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz.” 2826
“Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: ‘Babalarımızı bu yolda bulduk. Allah da bize bunu emretti’ derler. De ki: ‘Allah kötülüğü emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” 2827
“(Âd kavmi, peygamberleri Hûd’a (a.s.) dediler ki: ‘Sen bize tek Allah’a kulluk etmemizi ve atalarımızın tapmakta olduklarını bırakmamız için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğini (azâbı) getir. (Hûd) dedi ki: ‘Artık size Rabbinizden bir azap ve bir gazab/hışım inmiştir. Haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.” 2828
“Kıyâmet gününde, ‘Biz bundan habersizdik’ demeyesiniz diye Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı ve onları kendilerine şâhit tuttu ve dedi ki: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (Onlar da), ‘Evet (Rabbimiz olduğuna) şâhit olduk’ dediler. Yahut, (ne yapalım) daha önce babalarımız Allah’a şirk/ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik, (onun için biz de onların izinden gittik. Ahd’i) iptal edenlerin yüzünden bizi helâk edecek misin?” 2829
“Onlar (Firavun ve toplumu) dediler ki: ‘Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (dinden)
2824] 2/Bakara, 170-171
2825] 5/Mâide, 104
2826] 6/En’âm, 148
2827] 7/A’râf, 28
2828] 7/A’râf, 70-71
2829] 7/A’râf, 172-173
ATALAR YOLU
- 763 -
bizi döndüresin ve yeryüzünde ululuk sizin ikinizin olsun diye mi bize geldin? Hâlbuki biz size inanacak değiliz.” 2830
“(Semûd kavmi) Dediler ki: ‘Ey Sâlih! Sen, bundan önce içimizde ümit beslenen birisiydin. (Şimdi) babalarımızın taptıklarına (putlara) tapmaktan bizi engelliyor musun? Doğrusu biz, bizi kendisine (kulluğa) çağırdığın şeyden ciddî bir şüphedeyiz.” 2831
“(Medyen halkı) Dediler ki: ‘Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını (putları) bırakmamızı yahut mallarımızda (eksik veya fazla verme hususunda) dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor? Hakikaten sen yumuşak huylusun, çok akıllısın, (diyerek alay ettiler).” 2832
“O halde onların tapmakta oldukları şeylerden (bu şeylerin onları azaba götürdüğünden) şüphen olmasın. Çünkü onlar ancak daha önce babalarının taptığı gibi tapıyorlar. Biz onların (azaptan) nasiplerini mutlaka eksiksiz olarak vereceğiz.” 2833
“(Yusuf dedi ki:) Ey zindan arkadaşlarım! Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa kahredici olan bir tek Allah mı? Siz, Allah’ı bırakıp sadece sizin ve atalarınızın taktığı (birtakım anlamsız) isimlere tapıyorsunuz. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm Allah’tan başkasının değildir. O da Kendisinden başkasına ibâdet etmememizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” 2834
“Sizden öncekilerin, Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin haberleri size gelmedi mi? Onları Allah’tan başkası bilmez. Peygamberleri kendilerine mûcizeler getirdi de onlar, ellerini peygamberlerinin ağızlarına bastılar, (hakkı söylemelerini engellemek istediler) ve dediler ki: ‘Biz, size gönderileni inkâr ettik ve bizi, kendisine çağırdığınız şeyden şüphelendirici bir kuşku içindeyiz. Peygamberleri dedi ki: ‘Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var? Hâlbuki O, sizin günahlarınızdan birkısmını bağışlamak ve sizi muayyen bir vakte kadar yaşatmak için sizi (hak dine) çağırıyor. Onlar dediler ki: ‘Siz de bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsiniz. Siz bizi atalarımızın tapmış olduğu şeylerden döndürmek istiyorsunuz.” 2835
“Müşrikler dediler ki: ‘Allah dileseydi ne biz, ne de babalarımız ondan başkasına ibâdet ederdik. Onun emri olmadan hiçbir şeyi de haram kılmazdık!’ Onlardan öncekiler de böyle demişlerdi. Peygamberlerin üzerine açık-seçik tebliğden başka bir şey var mı?” 2836
“Onların da (Allah evlât edindi diyenlerin), atalarının da bu konuda hiçbir bilgisi yoktur. (Onların küfür ve iftira husûsunda) ağızlarından çıkan bu söz ne büyük oldu! Çünkü yalandan başka bir şey söylemiyorlar.” 2837
“Andolsun Biz, daha önce İbrâhim’e de hidâyet, dürüstlük ve bilgi gücü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller nedir böyle?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz, babalarımızı bunlara tapar kimseler olarak bulduk.’ ‘Doğrusu, dedi, siz ve babalarınız, açık bir sapıklık içindeymişsiniz.” 2838
2830] 10/Yûnus, 78
2831] 11/Hûd, 62
2832] 11/Hûd, 87
2833] 11/Hûd, 109
2834] 12/Yûsuf, 39-40
2835] 14/İbrâhim, 9-10
2836] 16/Nahl, 35
2837] 18/Kehf, 5
2838] 21/Enbiyâ, 51-54
- 764 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Andolsun Biz Nûh’u kavmine gönderdik. ‘Ey kavmim! dedi, Allah’a kulluk edin. O’ndan başka ilâhınız yoktur. Hâlâ sakınmaz mısınız? Bunun üzerine, kavminin içinden kâfir olan liderler topluluğu; ‘Bu, dediler, tıpkı sizin gibi bir beşer olmaktan başka bir şey değildir. Size üstün ve hâkim olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak bir melek gönderirdi. Hem biz geçmiş atalarımızdan da böyle bir şey işitmiş değiliz.” 2839
“Onlar, öncekilerin dediklerinin benzerini söylediler. Dediler ki: Sahi biz, ölüp de bir toprak ve kemik yığını haline gelmişken, mutlaka yeniden diriltileceğiz, öyle mi? Hakikaten, gerek bize, gerekse daha önce atalarımıza böyle bir vaadde bulunuldu; (fakat) bu geçmiştekilerin masallarından/efsânelerinden başka bir şey değildir.” 2840
“(Rasûlüm!) Onlara İbrâhim’in haberini de naklet. Hani o, babasına ve kavmine: ‘Neye tapıyorsunuz?’ demişti. ‘Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz’ diye cevap verdiler. İbrâhim: ‘Peki, dedi, yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut size fayda ya da zararları olur mu?’ Şöyle cevap verdiler: ‘Hayır, ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk.’ İbrâhim dedi ki: ‘İyi ama, ister sizin, ister önceki atalarınızın olsun, neye taptığınızı (biraz olsun) düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur).” 2841
“Kâfirler dediler ki: ‘Sahi, biz ve atalarımız, toprak olduktan sonra gerçekten (diriltilip) çıkarılacak mıyız?’ Andolsun ki, bu tehdit bize yapıldığı gibi, daha önce atalarımıza da yapılmıştır. Bu, öncekilerin masallarından/efsânelerinden başka bir şey değildir. De ki: ‘Yeryüzünde gezin de, günahkârların âkıbeti nice oldu, bir bakın!” 2842
“Mûsâ onlara apaçık âyetlerimizi getirince, ‘Bu, olsa olsa uydurulmuş bir sihirdir. Biz önceki atalarımızdan böylesini işitmemiştik’ dediler. Mûsâ şöyle dedi: ‘Rabbim, kendi katından kimin hidâyet rehberi getirdiğini ve hayırlı âkıbetin kime nasip olacağını en iyi bilendir. Muhakkak ki, zâlimler iflâh olmazlar.” 2843
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ dendiğinde: ‘Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız, derler. Ya şeytan, onları alevli ateşin azâbına çağırıyor idiyse!” 2844
“Onlara açık açık âyetlerimiz okunduğu zaman demişlerdi ki: ‘Bu, sizi babalarınızın taptığı (putlardan) çevirmek isteyen bir adamdan başkası değildir. Bu (Kur’an) da uydurulmuş bir yalandan başka bir şey değildir.’ Hak kendilerine geldiğinde hakkı inkâr edenler de: ‘Bu, apaçık bir büyüdür, başka bir şey değildir’ dediler.” 2845
“Sonra kesinlikle onların dönüşü, çılgın ateşe olacaktır. Kuşkusuz onlar atalarını dalâlette buldular da peşlerinden koşup gittiler. Andolsun ki, onlardan önce eski toplumların çoğu dalâlete düştü. Kuşkusuz, Biz onlara uyarıcılar göndermiştik. Uyarılanların âkıbetinin ne olduğuna bir bak! Allah’ın ihlâslı kulları müstesnâ.” 2846
“Yoksa bundan önce onlara bir kitap verdik de ona mı tutunuyorlar? Hayır! Sadece,
2839] 23/Mü’minûn, 23-24
2840] 23/Mü’minûn, 81-83
2841] 26/Şuarâ, 69-77
2842] 27/Neml, 67-69
2843] 28/Kasas, 36-37
2844] 31/Lokman, 21
2845] 34/Sebe’, 43
2846] 37/Sâffât, 68-74
ATALAR YOLU
- 765 -
‘biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz’ derler. Senden önce de hangi memlekete uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları: ‘Babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız’ derlerdi. ‘Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi bana uymazsınız)?’ deyince, dediler ki: ‘Doğrusu biz, sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz.’ Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların sonu nasıl oldu?” 2847
“Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar zanna ve nefislerinin aşağı hevesine uyuyorlar. Hâlbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.” 2848
“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler/dostlar edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir. De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticâret, hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar, köşkler) size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” 2849
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabâları da olsa- Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin. İşte onların kalplerine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Hizbullah’tır/Allah’tan yana olanlardır. İyi bilin ki Allah’tan yana olanlar, kuşkusuz kurtuluşa erenlerdir.” 2850
“Nûh Rabbine duâ edip dedi ki: ‘Ey Rabbim! Şüphesiz (boğulmuş olan) oğlum da ehlimden/âilemdendir. Senin vaadin ise elbette haktır. Sen Hâkimler Hâkimisin.’ Allah buyurdu ki: ‘Ey Nûh! O asla senin âilenden değildir. Çünkü o, sâlih olmayan bir amel sahibi idi (Kâfirdi). O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi Benden isteme. Ben sana câhillerden olmamanı tavsiye ederim.” 2851
“Biz, insana ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer onlar, seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak Banadır. O zaman, size yapmış olduklarınızı haber vereceğim.” 2852
“Eğer onlar (ana-baban) seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak Banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.” 2853
2847] 43/Zuhruf, 21-25
2848] 53/Necm, 23
2849] 9/Tevbe, 23-24
2850] 58/Mücâdele, 22
2851] 11/Hûd, 45-46
2852] 29/Ankebût, 8
2853] 31/Lokman, 15
- 766 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Atalar Kültü; Sosyal Çevre ve Geleneğin Putlaştırılması
Sosyal Çevre: İnsan, her türlü zihinsel ve duygusal yapıya sahip olarak gelişmeye hazır bir vaziyette dünyaya gelir. Bu gelişim sürecini devam ettirebilmek için toplum içerisinde yaşamak ve diğer insanlardan faydalanmak zorundadır. Bu yönüyle toplumsal bir varlık olarak değerlendirilen insan; inancını, bakış açısını, her türlü değer yargısını, kimlik ve kişiliğini içinde yaşadığı toplumdan alır. Fakat belirli bir noktaya gelindiğinde toplum, insanın benliğini, irâdesini, idrâkini kuşatır, âdeta esir alır, hapseder. İnsanın, toplumun koyduğu normları aşabilmesi bir mesele haline gelir. Zira toplumlar kendi normlarını bireylere benimsetmek onların düşünce, inanç ve davranışlarını yönlendirmek ister. Bu, toplumun putlaşması demektir.
Toplum, binlerce yıllık birikimini, tecrübelerini, örf ve âdetlerini, inançlarını, değer yargılarını bireylere aktardıktan sonra, bu sosyal değer ve normların eleştirilmesine tahammül edemez, kendine mensup bireylerden mutlak itaat bekler. Bu normlar karşısında şüpheye düşülmesini bile istemez. Sosyal çevre, insanın her yönüyle gelişimine uygun bir ortam olmakla birlikte, belli bir aşamadan sonra yetersiz kalmakta, hatta fertlere alternatif tanımadığı zaman da zararlı olmaktadır. Hür düşünme ve araştırma imkânlarını ortadan kaldıran toplumsal çevre baskısı, hiçbir zaman hoş karşılanmamaktadır.
Kur’an kültürüne dayalı bir perspektiften baktığımızda, yapılarına göre iki tür toplumun varlığından söz edebiliriz. Biri normları İlâhî öğretiye dayalı toplumlar (İslâmî toplum/ümmet), diğeri normları câhilî öğretiye dayalı toplumlar (câhiliye). Câhiliye toplumlarında insanı doğruluktan, iyilikten, güzellikten uzaklaştırıcı bir baskı vardır. İşte böylesi toplumlarda toplumun yanlışlığına rağmen doğruyu görmek, toplumun kötülüğüne ve çirkinliğine rağmen iyiyi ve güzeli tercih etmek, söz konusu topluma ve toplumsal değerlere karşı çıkmayı, baskılara göğüs germeyi gerektirir. Ayrıca kişiliğini içinde bulunduğu toplumla özdeşleştirmiş kimseler için böyle bir durum geçerli değildir. Bunlar için, içinde yaşadıkları toplumu reddetmek kendi kişiliğini reddetmek gibi imkânsızdır. Bu tip insanlar İlâhî bir mesajla, hak sözle karşılaştıklarında kendilerine göre bir değerlendirme yapma yeteneklerini işlevsiz hale getirmişlerdir. Böyle bir durumda zihinlerinin ilk çağrıştırdığı şey, içinde yaşadıkları toplumun yaklaşımlarıdır. Doğru da olsa yanlış da olsa toplumun reddettiği her şey, toplumun bireylerince kabul edilemezdir; bu toplumun yazılı olmayan yasasıdır/nassıdır.
Hak bir sözle, İlâhî bir mesajla câhiliye toplumunun karşısına çıkanlar şu tür sorulara muhâtap olurlar: “Bu kadar insan bilmiyor da sen mi biliyorsun? Bunca insan yanlış yolda da, sen mi doğru yoldasın, yani bu kadar insan aldatıldığının farkında değil de, bunu bir sen mi farkettin? Daha senin yaşın kaç? Biz bu yaşa kadar atalarımızdan buna benzer bir şey duymadık, böyle bir şey görmedik...”
Evet, bu kimselerin anlayışına göre iyi ve doğru, çoğunluğun kabul ettikleridir. Peki nedir çoğunluğun özellikleri? Kur’ân-ı Kerim, çoğunluğun “yoldan çıkmış, fısk ehli”,2854 “vahiy bilgisine karşı ilgisiz”,2855 “Allah’ın verdiği sayısız
2854] 5/Mâide, 59; 7/A’râf, 102; 9/Tevbe, 8
2855] 7/A’râf, 187; 12/Yûsuf, 21; 30/Rûm, 6; 34/Sebe’, 28
ATALAR YOLU
- 767 -
nimetlere nankörlük eden”2856 ve “kâfir”2857 kimseler olduğunu belirtir. “Muhakkak ki Biz, bu Kur’an’da insanlara her türlü misali, çeşitli şekillerde anlattık. Yine de insanların çoğu küfürden/inkârcılıktan başkasını kabullenmediler.”2858; “Andolsun ki eski milletlerin çoğu dalâlete düştü.”2859; “Sen iman etmelerine düşkün olsan bile yine de insanların çoğu iman edecek değillerdir.”2860; “Elif Lâm Mîm Râ, Bunlar Kitab’ın âyetleridir. Sana Rabbinden indirilen haktır, fakat insanların çoğu iman etmezler.” 2861
Kur’an ölçülerine göre itikadî ve ahlâkî açıdan olumsuz kimlik taşıyan, normları câhiliye esaslarına göre belirlenmiş toplumlar, çoğunluğun câhil, gâfil ve kâfir olması sebebiyle insanları Hak yoldan saptırabilecek bir etkinliğe sahiptir. Yüce Allah konu üzerinde mü’minlerin dikkatini çekecek uyarılarda bulunur: “Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan; seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler.”2862 Bu âyet, aynı zamanda, hakkın tek, bâtılların ise birden fazla olduğuna, yerküre üzerinde yaşayanların çoğunluğunun da kâfirler topluluğuna mensup olduğuna işaret eder. İnsanın bâtıl inançlara mensup toplumla etkileşiminden genellikle bâtıl inançlar doğar. Her insanda çoğunluğa ayak uydurma, çoğunluğun beğenisini kazanma eğilimi, çoğunluk tarafından dışlanma korkusu vardır. İnsanın içerisinde yaşadığı toplum inanç açısından Tevhid üzere ise, toplumun yapacağı etkileme olumlu olur. Fakat toplum dalâlet ehli insanlardan oluşuyorsa etkileşim de bu doğrultuda olacağından, dalâlet ehli toplum, inkâr motivi işlevini görür. Bu durumda İslâm, çoğunluğun değer yargılarına değil, Kur’an öğretilerine itibar etmeyi öngörür.
Bireyin kimlik ve kişiliğinin oluşmasında çoğunluğun, yani sosyal çevrenin rolü inkâr edilemez. Sosyal çevre, doğrudan doğruya olmasa bile, dolaylı olarak etkide bulunur. İslâmî açıdan bozuk bir çevre, öncelikle ruhu bozar. Ve bozulan ruhî ortamda, kutsal duyguların, yüce düşüncelerin gelişimi zayıflar, âdi düşünceler güçlenir, bayağı duygular revaç bulur. Böyle bir ortamda kişinin inkâra düşmesi kolaylaşır. Hatta olumsuz sosyal çevre, bireyin inkârcılığının bir motivi olur.
Atalar Kültürü: Her doğan insan, bir toplum içerisinde, o topluma özelliğini veren kültür ortamı içerisinde bulur kendisini. Birey kültür ortamıyla başlattığı etkileşim sürecini bir ömür boyu devam ettirir. Fertler bir yandan mevcut kültürle hayatlarını şekillendirirken, diğer yandan bu kültürü yeni yetişen nesle aktarma uğraşına girerler. Başta yetişen nesil olmak üzere bütün toplum bireyleri kültür ortamına adapte olmaya çaba harcarlar. Zira sosyal bir varlık olan insan, doğal olarak, önceki nesillerin devretmiş olduğu fikirleri, inançları, davranış kalıplarını benimser, sahiplenir. Sahiplenilen bu sosyal normlar nesileller boyu sürekliliğini korur. Geçmiş nesilden alınan sosyal normların en belirgin özelliği süreklilik arzetmesi ve sürekliliği sağlayan ataların üstünlüğü fikridir. 2863
2856] 2/Bakara, 243; 7/A’râf, 17; 12/Yûsuf, 38; 40/Mü’min, 61
2857] 12/Yûsuf, 103; 13/Ra’d, 1; 17/İsrâ, 89
2858] 17/İsrâ, 89
2859] 37/Sâffât, 71
2860] 12/Yûsuf, 103
2861] 13/Ra’d, 1
2862] 6/En’âm, 116
2863] Mustafa Armağan, Gelenek, Ağaç Y. s. 19
- 768 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kültürün insana kazandırdığı normlardan insanın bir anda sıyrılması, onları terketmesi oldukça zor bir iştir. Bu tür değerler önceki nesillerden miras alınmış ve bireylerin benliğine ayrılmamacasına yerleşmiş, onların kişiliklerinin bir parçası olmuştur. Aynı şekilde toplumda bâtıl inançlar, kötü alışkanlıklar hâkim olunca, bu insanları atalarından taklit yoluyla devraldıkları bu inanç ve alışkanlıklardan uzaklaştırmak, ayırmak imkânsız gibidir. İşte toplumun yapısını oluşturan bâtıl inanç ve kötü davranışlar insanları hakikatleri idrâk etmekten ve hakka itaatten alıkoyan en önemli sosyal motivlerden birisidir. Bireyin içinde yaşadığı câhiliye toplumunun normları, insandaki inanma kabiliyetinin uyanmasını ve gelişmesini engelleyen etkili bir perdedir. Kur’ân-ı Kerim bu toplumsal yapıyı Hakk’ın tezâhüne en büyük engel kabul etmiş; aklî incelemeyi, delillere sarılmayı, bilinçli ve insanca yaşamayı önermiştir.
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ dendiğinde: ‘Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız, derler. Ya şeytan, onları alevli ateşin azâbına çağırıyor idiyse?!” 2864 Eski atalarına tapıyor olmalarının hiçbir aklî dayanağı yoktur.2865 Saf, katıksız mücerret taklide yöneliyorlar.2866 Öyle bir taklit ki, taklit ettikleri şey doğru mu, yanlış mı bunun üzerinde hiçbir şekilde düşünmüyorlar. İnsan bir şeyi taklit edebilir, fakat bir yandan da onu sorgular veya taklit etmeden önce üzerinde düşünür. Fakat kâfirler kendilerine gelen İlâhî mesajı kabul etmedikleri gibi, taklit ettikleri gelenek ve değerlerin doğru olup olmadığı üzerinde düşünmek de istememişlerdir.
Câhiliye toplumlarında gelenekçi anlayış, geçmişin tartışılmasına, atalardan miras alınan sosyal normların analiz edilmesine ve seçmeciliğe tâbi tutulmasına karşı çıkar: “Onlara (müşriklere): ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?”2867 Kur’an’a, Peygamber’in getirdiklerine tâbi olmaları istendiğinde atalarını taklitle yetinmişlerdir.
Hurâfe; Anlam ve Mâhiyeti
Dinde olmadığı halde dindenmiş gibi uydurulup anlatılan hikâye ve rivâyetlere verilen ad. Bu çeşit rivâyetler ve hikâyeler tümüyle uydurma, hatta bir kısmı saçma sapan olduğu halde, tarih boyunca dine mal edilmiş, dinî bir kılıfla sunulmuşlardır.
Hurâfe, aslında bir insanın adıdır. Aslı astarı olmayan hikâyeler anlatırmış. Dolayısıyla, Hurâfe’nin anlattıkları, Hurâfe’nin uydurdukları, Hurâfe’nin çıkardığı söylentiler zamanla, bu tür bütün uydurma rivâyetlerin ortak adı olmuştur.
Hurâfeler, dilden dile veya kitaplar aracılığıyla anlatılan rivâyetlerdir. Bunların sağlam bir asılları yoktur, yani uydurma şeylerdir. Ancak dinî bir motifle, dine mal edilerek anlatılır. İşin önemli olan yanı da burasıdır. Hurâfeler yalnızca hikâye olsa, üzerinde durulmaz. Hikâye ve masal, her yerde her zaman anlatılabilir, yazılabilir. Ancak, uydurma ve yanlış oldukları halde bunlara dinî bir maske takılır, İslâmî bir kılıf giydirilirse, o zaman iş değişir. Çünkü bu tür rivâyetler
2864] 31/Lokman, 21
2865] İbn Kesîr, III/458
2866] Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, IV/241
2867] 2/Bakara, 170
ATALAR YOLU
- 769 -
müslümanların saf inancına zarar vermektedir.
Müslümanlar arasında dolaşan yanlış unsurların bir kısmı, yahûdi ve hıristiyan kaynaklarından aktarılmışlardır. Bunlara ‘İsrâiliyyât’ denilir. Bir kısmı, dinden olmadığı halde dine sonradan sokulan bid’atlerdir. Ki bunlar, uydurma oldukları halde, çok önemli dinî ibâdetler gibi algılanır ve yapılır. Bir kısmı, halk arasına yerleşmiş bâtıl, yani yanlış, İslâm dışı inançlardır. Hurâfeler, İslâm gerçekleriyle bağdaşmayan bâtıl inanışlar, uydurma hikâyeler ve çarpık davranışlardır.
Hurâfeler, bir taraftan müslümanların inançlarına zarar verirken bir taraftan da başkalarının, yeni yetişen nesillerin İslâm hakkında yanlış fikre sahip olmalarına sebep olur. Hurâfelerle örülmüş bir din, günümüzün gerçeklerinin çoğuyla bağdaşmaz. Hâlbuki İslâm, kâinattaki kevnî gerçeklerle uyuştuğu gibi, her çağın ve her ülkenin insanına hitap etmektedir.
Günümüzde birçok felsefî, siyasî ve iktisadî düşünce, birçok tavır ve anlayış da birer bilimsel gerçek, birer değişmez inanç ilkeleri gibi sunulmaktadır. Hâlbuki bunların çoğu, gerçekliği kesinleşmemiş teori, zan ve kuruntudan ibârettir veya kişilerin kendi görüşleri, ya da zamanla modası geçecek hususlardır. Bunların pek çoğu müslümanların saf inancını bozacak özelliktedir. Bunlara ‘modern hurâfeler’ dememiz mümkündür. Müslümanlar, hangi adla ve hangi kılıfla sunulursa sunulsun, her türlü hurâfeye karşı dikkat etmek zorundadırlar. 2868
Dinimize göre, İslâm imanı dışında kalmış kişi dalâlettedir/sapıktır. Müslümanı doğru yoldan, yani sırât-ı müstakîmden uzaklaştırıcı, sapıklığa çağırıcı üç ana sebep vardır: Şeytan, ehl-i kitap (yahûdi ve hıristiyanlar), bid’at ve hurâfeler. Bid’at ve hurâfeler, farkına vardırmadan doğru yoldan uzaklaştırıcılıkları dolayısıyla, en az önceki iki sebep kadar, hatta onlardan daha etkili yanıltıcı ve saptırıcılardır. Bunların müslümanlar için arzettikleri tehlikeye ve sünnetin yaşanması gereğine Peygamber Efendimiz birçok hadis-i şeriflerinde dikkat çekmiştir.
Sağlıklı bir İslâmî yaşayış için, önce sağlam inanç esaslarına ve bunlara bağlı bir ibâdet hayatına sahip olmanın, sonra da ciddî, bilinçli ve sürekli bir denetimle, yozlaşmaya yardımcı olacak hurâfe ve bâtıl inanışlara kapılmamanın, körü körüne taklitçiliği terketmenin, çevre, toplum ve ecdattan devralınan anlayışı Kur’an ve sünnet ölçüsüne vurmadan doğru kabul etmemenin önemi inkâr edilemez.
Bilindiği gibi hakikatin zıddı olan hurâfe, aslı esası olmayan, uydurulmuş, saf ve doğru inançlar arasına katılmış, bazı zaman ve mekânların uğuru veya daha çok uğursuzluğu ile ilgili olarak dillerde dolaşan abartılmış hikâyelerden, efsâne ve kerâmet adı altında uydurmalardan ibârettir. Bâtıl inanışlar da bu asılsız söylentilere inanmak ve gereğine göre hareket etmek demektir. Her devirde, her toplumda az-çok, ama mutlaka görülen hurâfe ve bâtıl inanışlar, toplumların ortak derdi olarak daima gündemde kalmış önemli bir konudur. Hurâfe ve bâtıl inanışların bu derece insanlığın başına dert olmasında genellikle câhillik, alışkanlık, gelenek-görenek, propaganda, çıkar hesapları/istismarlar ve kişisel zaaflar etkili olmuşlardır.
2868] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 279
- 770 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Öte yandan hurâfeler ve bâtıl inanışlar daha çok sağlık, ihtiyaç ve gelecek hakkında önceden bilgi sahibi olmak gibi belli bazı konularda ve özellikle kadınlar arasında yaygındırlar. Kadınlardan nice kültürlüler bile, bâtıl itikatlara ve inanılmayacak şeylere inanmaya meyillidirler. Geçim şartlarının düzeltilmesi, sağlık hizmetlerinin yeterince yerine getirilmesi gibi sosyo-ekonomik tedbirlerle hurâfe ve bâtıl inanışların ortadan kaldırılabileceği görüş ve iddiâsı, modern ve ileri kabul edilen toplumlarda da (ülkemizdeki batılı kültürle yetişmiş ve ekonomik yönden halk ortalamasının üzerinde yaşayan sosyete çevrelerinde de) çeşit çeşit hurâfe ve bâtıl inanışlara rastlanması gerçeği karşısında büyük ölçüde geçerliliğini yitirmiştir. Bu durum hurâfe ve bâtıl inanışların ekonomik olmaktan çok kültürel, daha doğrusu sahih iman/inançla ilgili itikadî bir mesele olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim, dinler tarihi bize göstermektedir ki, insanlar tarihin çeşitli dönemlerinde doğrudan uzaklaşmışlar, birtakım yaratıkları kutsallaştırıp ilâhlaştırmışlar, hurâfe ve bâtıl inanışların tutsağı olmuşlardır. Bütün bu dönemlerde Allah, rahmetiyle muâmele etmiş, peygamber ve kitap göndererek, insanlığı boş ve asılsız, zararlı inanç ve tapınmalardan kurtarmaya, dünya ve âhirette huzurlu kılmaya çağırmıştır. Hak dinin peygamberler aracılığı ile verdiği bu ciddî savaşa tevhid mücâdelesi denilir.
Tevhid mücâdelesi, putperestlerle mücâdele demek olduğu kadar, asılsız kabuller, yanlış uygulamalar, yani hurâfe ve bâtıl inanışlarla da mücâdele demektir. Kur’an ve Rasûlullah da aynı şartlar içinde zuhur etmiş ve aynı mücâdeleyi naklî olduğu kadar, en aklî ve mantıkî metodlarla da en başarılı şekilde yürütmüştür. Bunun tarihî kanıtı, “câhiliyye devri” diye bilinen İslâm öncesi dönemin kokuşmuş ortadoğu toplumlarının, Kur’an ve Sünnete uydukları süre içinde dünya toplumlarınca özlem ve gıpta ile izlenen İslâm medeniyetini gerçekleştirmiş olmalarıdır.
Ne var ki, bu kültürel hastalık (hurâfe ve bâtıl inanışlar), Kur’an ve Sünnet çizgisini unutan, o anlayış ve yaşayışı yozlaştıran değişen düzen ve toplum şartları içinde yeniden kendini göstermiş, giderek gelişen boyutlarla günümüze kadar gelmiştir.
Hurâfe ve bâtıl inanışların hemen hepsinin temelinde ecdâda/atalara bağlılık, ateş, su, orman ve ağacı kutsal kabul etmenin derin izlerinin bulunduğu bir vâkıadır. Bazı yaratıklarda (özellikle ölmüş kişilerde, onların yatırlarında) üstün güç ve nitelikler görerek, onların yakınlığını elde etmek için onlara belli zamanlarda kurbanlar sunmak gibi sapıklıklar, insanlığın tarih içinde sıkça görülen büyük yanılgısı olmuştur. Kendilerini bu fecî yanlıştan kurtarmaya çalışan peygamberleri ve onların izindeki mü’minleri “uğursuzluk sebebi” olarak suçlayan toplumlar bile görülmüştür. Hatta İslâmiyetin getirdiği en muazzam gerçekleri “öncekilerin uydurmaları, masalları” diye, hurâfeler ve bâtıl inanışlar adına mahkûm etmek isteyenler çıkmıştır. Günümüzde de saplandıkları hurâfe ve bâtıl inanışları ölesiye savunanlar görülmekte, kendilerini uyarıp karşı çıkanlara, kendi vasıfları olan “yobaz” ve “sapık” gibi ithamlarla saldıranlara rastlanmaktadır. Hiç kuşkusuz, bu davranışın temelinde bütün karanlığı ve korkunçluğu ile derin bir cehâlet/câhiliyye bulunmaktadır. Dinimizin, insan fıtratına/özüne ve gerçeğine en uygun inanç esasları, ibâdet ve ahlâk ilekleri ve bunlara dayalı en olgun ve medenî uygulamaları konusunda yeterli bilgiye sahip olan, İslâm’ı aslına uygun şekilde tanıyan kişilerin, böylesi olumsuz davranışları sergilemesi düşünülemez.
ATALAR YOLU
- 771 -
Çünkü bilgi güçtür, aydınlıktır, gerçeği tanımaktır; bilgi gerçek anlamıyla vahiydir, haktır, hakkı/İslâm’ı kabul edip teslimiyettir.
Toplumun hangi kesimine mensup olursa olsun, yeterli ve sağlıklı dinî bilgisi olmayan ve inanç boşluğu içinde bulunan kişilerin, hurâfe ve bâtıl inançlara kapılmaları daha kolay olacaktır. Çaresi ise, bütünüyle toplumu, yeterli ve sağlıklı bir din bilgisine sahip kılmaktır. Hurâfe ve bâtıl inanışların en büyük zararı, önce onlara kapılanlara dokunur. Çünkü hurâfe ve bâtıl inanışlar, kişileri farkına vardırmadan doğru yoldan ayırır. Onlar, iyi bir şey yapıyoruz diye avunurlarken bir de bakarlar ki, gerek inanç olarak gerek davranış olarak, inandıklarını söyledikleri dinin gerçeklerinden uzaklaşıvermişler. Çünkü Sevgili Peygamberimiz’in bir hadis-i şeriflerinde buyurdukları gibi, her bid’at ve hurâfe dalâlet/sapıklık sebebidir: “Sözlerin en güzeli Allah’ın kitabı; yolların en doğrusu Muhammed’in yoludur. İşlerin en kötü ve zararlısı, dinden olmadığı halde sonradan uydurulup dine sokuşturulanlardır. Böyle uydurulmuş her şey bid’attır, hurâfedir. Her bid’at da dalâlettir/sapıklık sebebidir.” 2869
Öte yandan, hurâfe ve bâtıl inanışlar; inanma, kulluk, takdir ve vefâ duygularının kötüye kullanılması demek olduğundan toplumda kavram ve değer kargaşasına yol açarlar. Hak ile bâtıl (doğru ile eğri) birbirine karışır. Özellikle, toplumda yaygınlaşmaları halinde bu asılsız inanç ve uygulamalar “kurunun yanında yaşın da yanması” gibi, yeterli dinî bilgisi olmayan kişiler tarafından, dine ait bazı esasların da hurâfe ya da bâtıl inanış olarak görülmesine ve tenkit edilmesine sebep olurlar. Böylece “dindarlık” yaptıklarını sananlar, gerçek dinî esasların tenkidine yol açmış olmanın sorumluluğunu da yüklenmiş olurlar. Unutulmamalıdır ki herhangi bir kötülüğe sebep olmak, o kötülüğü işlemek gibi sorumluluk doğurur.
Hurâfe ve bâtıl inanışlara kapılmış kişilerin büyük bir kısmı, bu durumlarına “dindarlık”, bunlara karşı çıkılmasına da “itikatsızlık, inançsızlık, sapıklık” damgasını vururlar. Oysa, iyi bilinmesi gerekli olan bir gerçek vardır: Dinin kabul etmediği anlayış ve uygulamalarla dindarlık olmaz. Dindarlık, ancak dinî olanı, dinden olanı dince kabul ve emredileni, emredildiği şekil ve şartlarda yerine getirmekle mümkündür. Bu yüzden dindarlık sanarak hurâfe ve bâtıl inanışlara kapılmak, cennet sanarak cehenneme yönelmektir.
Hurâfe ve bâtıl inanışlara kapılmış kişiler, ikaz edildikleri, uyarılmak istendikleri zaman, genellikle, kendileri gibi düşünen ve yaşayanların çokluğunu, atalarından böyle gördüklerini öne sürerek, yanlışlarını savunmaya kalkarlar. Çoğunluğu veya atalarının yolunu yanlışın doğru, hurâfenin hakikat sanılmasına gerekçe yapmaya çalışırlar. Değil çoğunluğun, bütün bir toplumun ve mezarlarındaki ölülerin tümünün bile yanlış ve hurâfe üzerinde birleşmesi, onun niteliğini değiştiremez, hurâfeyi hakikat yapamaz. Gerçeğin ölçüsü, sadece gerçektir/haktır. Gerçek, Kur’an’da belirtildiği gibi Allah’tan gelendir/vahiydir: “Hak ve gerçek olan, Rabbinden gelendir. Sakın kuşkulananlardan olma.” 2870
Tüm belâların anası olan cehâletin sosyal bir belirişi olan hurâfe, dinde yozlaşmanın besleyici zeminini oluşturan sinsi ve zehirli bir musîbettir. Halk
2869] Müslim, Cum’a 43; Ebû Dâvud, Sünnet 5; Nesâî, Iydeyn 22; İbn Mâce, Mukaddime 7
2870] 2/Bakara, 147; İsmail Lütfi Çakan, Hurâfeler ve Bâtıl İnanışlar, Marifet Y. s. 11-18
- 772 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kitlelerini perişan eden bulaşıcı bir hastalık olmasına rağmen asırlardır hiç kimse onu tümüyle etkisiz kılma başarısını gösterememiştir. Ocakları batıran, ama yine de peşinden gidilen rezil bir yosmaya benzer hurâfe. Yıkıcı ama câzibeli, zehirleyici ama tatlı...
Hurâfenin ana ocağı İsrâiliyattır; öncelikle ve özellikle yahûdiliktir. Onu hıristiyanlık izler. Ehl-i kitap geleneği, bir anlamda hurâfeler geleneği gibidir. Bu gelenek nazar boncuğundan muskacılığa, falcılıktan cinciliğe, melek kanadı saymaktan şeytan/cin çıkarmaya kadar akla gelebilecek tüm hurâfe çeşitleriyle doludur.
İsrâiliyât tahribi, hurâfe yığınının omurgasını oluşturmaktadır. İsrâiliyyât denilen ehl-i kitap hurâfeciliğini, özellikle yahûdilik yoluyla bünyesine aktaran müslümanların yanlış kültürü, daha sonra buna hıristiyan, Sasani, Hint, Eski Yunan ve nihayet Türk-Şaman kabullerini de ekleyerek iyice hurâfe okyanusuna dönüşmüştür. Şamanizm gibi yarı pagan, yarı mistik bir dinin oluşturduğu kollektif bir şuuraltına sahip bulunan Türk insanı, İslâm’ı kabul ettiğinde, bu sayılan hurâfelerin ilk dördünü, girdiği yeni dinle birlikte sîneye çekmekle kalmadı, ona kendi Şaman kaynaklı hurâfelerini de, ufak kılık değiştirmelerle ekledi. Ve bir zaman geldi ki, Türk insanı için din hayatı, bir tür hurâfeler hayatı oluverdi.
Hurâfe, bunamak anlamındaki haref kökünden türemiş bir kelimedir. Kitleleri bunamaya iten bir hastalık olduğu için bu toplumsal illete hurâfe denmiştir. İbn Manzûr hurâfeyi, “yalan sözün tatlı geleni” diye tanıtır.2871 Demek oluyor ki hurâfede, tüm tutarsızlığa rağmen, dinleyene tatlı ve çekici gelen bir yan bulunmaktadır. Belki de hurâfeyi yaşatan, insanoğlundaki tatlı söze aldanma şeklinde tecellî eden akıl almaz ahmaklıktır.
Batı dillerinde, Latince bir kök olan superstitio’dan türeyen superstition kelimesiyle karşılanan hurâfe, bu dillerdeki ortak kabule göre de mantık dışı, temelsiz, boş, aldatmaca, büyü üründen inanç ve kabul demektir. Bu sözcük, aynı zamanda ataların kabullerinden gelen akıl dışı anlayışları da ifade eder. Larousse’a göre, hurâfede “mesnetsiz, saçma yükümlülük”, belirgin niteliklerden biridir.
Hurâfe-Atalar Dini İlişkisi: Kelimenin kökünde, eski halk inançları anlamları da vardır. Bu demektir ki, hurâfecilikte, eski kabullerin yeni anlayışlar içinde sürdürülmesi önemli noktalardan biridir. Kur’an’ın ecdat kabullerini dokunulmaz kılmayı putperestliğin bir belirişi olarak gösteren konumuzla ilgili âyetlerini hatırlamalıyız. Hurâfenin omurga noktalarından biri, eski ataların kubullerini yeni zamanda yaşatmaktır. Kur’an 25 âyetinde şirkin bir belirişi olarak gösterdiği ataların âdet ve geleneklerini kutsallaştırmayı hurâfe sebebi kaynaklardan biri olarak ortaya koyar. Ecdatperestliğin temel sloganı, peygamberlerin temel kanıtına bir karşılık olarak gösterilmiştir. Peygamberler diyor ki: “Eğer doğru sözlüler iseniz delilinizi getirin!” 2872 Yine peygamberler diyorlar ki: “Eğer doğru sözlüler iseniz bana ilimle haber verin!” 2873 Şunu da söylüyor nebîler: “Eğer doğru sözlüler ise2871]
Lisânü’l-Arab, Hı-rı-fe maddesi
2872] 2/Bakara, 111
2873] 6/En’âm, 143; 46/Ahkaf, 4
ATALAR YOLU
- 773 -
niz haydi kitabınızı getirin!” 2874 Bu isteğe, hurâfeci şirkin verdiği cevap şudur: “Eğer doğru sözlüler iseniz bize atalarımızdan kanıt getirin!”2875 Veya şöyle söylüyorlar: “Şu dediğinizi biz, önceki atalarımızdan duymadık.” 2876
Hurâfe zehrinin kimliğiyle onun panzehirinin kimliğini birer cümlede böylesine ihtişamla anlatmak, ancak Kur’an kelâmının başaracağı bir hârika olabilirdi. Bu kelâm hârikasından biz şunu öğreniyoruz: Hurâfecilik ve atalar yolunu körü körüne taklit; bir ilimsizlik, kitapsızlık, kanıtsızlık illetidir ki insanı kör ve sersem ederek ataların fosillerine, ete-kemiğe tutsak hale getirir.
Hurâfe-Ümniyye İlişkisi: Çoğulu “emânî” olan ümniyye kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de bir yerde tekil, beş yerde çoğul olmak üzere toplam 6 yerde geçmektedir. Fiil halinde kullanımı ise bunun iki katından fazladır. Kur’an bu kavramı, kitap kavramına karşı bir olumsuzluğu ifade için kullanmaktadır. Karşıtlık şöyle verilmektedir: “Kitabı bilmezler, sadece emânî bilirler...”2877 Ehl-i kitap dediğimiz yahûdi ve hıristiyanlarla müslüman kitlelerin emânîsinden şikâyet edilmekte, meselelerin bu emânîlerin hiçbirisiyle çözülemeyeceği belirtilmektedir. Çözüm; Kitap, ilim ve eylem ile olacaktır. 2878
Kitab’a, yani ilim ve delile karşı konmuş bulunan emânî, aslı-esası olmayan şey, yalan, sanı, ne dediğini anlamadan okumak anlamlarındaki ümniyye kelimesinin çoğuludur. Ümniyye, takdir etmek (ölçü tutturmak) anlamındaki meny kökünden türemiştir. Meny sözcüğündeki takdir, daha çok sanı, hayal ve kuruntuya dayanarak yapılan tahminler için kullanılır. Bu yüzdendir ki meny, genellikle gerçeğe dayanmayan hayalî tasavvurlar ve tasarımları ifade eder. Bu kökten gelen “temennâ” fiili, “yalan söyledi” anlamındadır. Buradan hareketle Mücâhid bin Cebr gibi bazı müfessirler, emânî kelimesini “yalanlar” diye açıklamışlardır.
Kur’an’ın “Kitab”a karşıt gösterdiği emânî, bizim hurâfe, anlamadan veya yanlış anlayarak okumak dediğimiz illetlerin ta kendisidir. Emânî hakkında bilgiler veren Râgıb, şöyle diyor: “Şeytan, peygamberlerin ümniyyelerine bir şeyler karıştırır” mealindeki âyet 2879 bünyesinde kullanılan ümniyye, okuyuş demektir. Kendini iyice vermeden okumak, bu tehlikeyi taşıdığındandır ki, Hz. Peygamber’e Kur’an okuyuşunda aceleden kaçınması emredilmiştir.” 2880
Şeytanın insanı saptırışının esası da ümniyyeye itmektir. Şeytan, tüm vaatlerinde ümniyye kullanır. Yani, insanı, anlamını bilmeden sırf üfürük olsun diye okumaya ve aslı-esası olmayan şeylere inanıp bel bağlamaya iter.2881 Daha ilginci, şeytan, insanoğlunu ümniyeler (hurâfeler, uydurmalar, anlamsız okuyuşlar) kullanarak saptıracağını Allah huzurunda açıkça beyan etmiştir: “Yemin olsun, onları ümniyyelere, (boş kuruntulara, hurâfelere, yalanlara) iteceğim...”2882 Zafer, mut2874]
37/Sâffât, 157
2875] 44/Duhân, 36; 45/Câsiye, 25
2876] 23/Mü’minûn, 24; 28/Kasas, 36
2877] 2/Bakara, 78
2878] 4/Nisâ, 123
2879] 22/Hacc, 52
2880] 20/Tâhâ, 114; 75/Kıyâme, 16
2881] bk. 4/Nisâ, 120
2882] 4/Nisâ, 119
- 774 -
KUR’AN KAVRAMLARI
luluk, ölümsüzlük bir emânî işi değildir; bir eylem ve üretim işidir. 2883
Cennete gidiş de din mensuplarının ürettikleri ve kendilerini öne çıkarmak için kullandıkları emânî sloganlarıyla değil; üretilen değerlerle olacaktır.2884 İnsanoğlunun yolunu vuran, başına bin türlü belâ açan da ümniyyelerdir. İnsan bu ümniyyelere aldanır, sapar ve iyi şeyler yapıyorum sana sana batıp gider. Bu batışın en kahırlısı, insanınn Allah ile aldatılmasıdır. Kur’an bu aldanışın altını özellikle çiziyor.2885 Bu gerçeği gösteren âyet, ümniyyelerle ayağına çalı dolandırılan kitlelerin, Allah’ı paravan yapanlarca aldatılıp perişan edileceğini de mûcize bir biçimde gösteriyor.
Kitap yerine, okuyup üfürme, asılsız gelenek ve kabullerin peşinden gitme, hurâfelere saplanma gibi olumsuzluklara kucak açanlar şeytanın vaatlerinden başka hiçbir şeyle ödüllendirilmeyeceklerdir. Böyle bir sonuçla karşılaşmamak için dini, hurâfelerden temizlemek kaçınılmazdır. Bunu yapmayanlar, kitabın yerine emânîyi (uydurma ve kuruntuları, anlamsız üfürükleri, hurâfeleri) geçirerek bunların işletilmesiyle saltanat sürenlere teslim olur, sahte tanrılara kul-köle haline gelirler. Bu bilgiler ışığında hurâfeyi şöyle bir tanıma kavuşturabiliriz: Hurâfe, sünnetullah (Allah’ın tabiattaki değişmez kanunlarına), vahye, ilme, akla ters düşen ve çoğunluğu ataların eski kabullerinden oluşan inançların, yaklaşımların, kabullerin, iddiâların, uygulamaların, tavırların ortak adıdır. 2886
Zan ve vehimlerle veya doğrudan doğruya cehâletin verdiği telkinlerle, atalardan miras alınan din anlayışının sorgulanmadan kabulüyle görülen hurâfe inançlar, ameller ve bunları savunanlar, dini hurâfeler yığını olarak takdim edenler maalesef hayli yaygındır. Cehâlet ve küfür devrinde görülen hurâfeler, her zaman diliminde de görülebileceği için Kur’an, “atalar yolu” olarak ifade ettiği bu taklitçiliği, ecdatperestliği şiddetli bir şekilde kınamış, şirk sebeplerinden biri olarak göstermiştir.
Sadece sokaklarda ve vitrinlerde değil, hayatın hemen her alanında ve en önemlisi gönüllerde çeşitli putların sergilendiği ve yerleştiği çevrelerde ve zaman diliminde artık hurâfelerin hakikat, hakikatlerin de hurâfe kabul edilir hale gelmesi sürpriz sayılmaz. Kur’an’ı, hadisi, İslâm’ı bilmediği halde yahûdi, hıristiyan, ateist ve müşriklerin bâtıl fikir ve hurâfeleri ile kafalarını ve kalplerini dolduran birtakım zavallılar, dinin gerçek hükümlerini efsâne ve bâtıl inanç kabul etmekte; bâtıl yorum, uydurma ve hurâfeleri ise hak zannetmektedirler.
Hurâfelerin tümü din açısından tehlikeli olmakla birlikte, itikadı ilgilendiren hususlar, şirke yol açmaları yönüyle en çirkinleridir. Aslında her hurâfenin, hatta bir ölçüde bid’atin kabul ve uygulanışı, İslâm itikadına zarar verir. Kur’an’da da tevhid dâvetine, sadece Allah’a ibâdet/kulluk çağrılarına itiraz edenlerin temel gerekçe olarak “atalarının yolu”nu göstermeleri, onların örf-âdet, gelenek ve göreneklerini, onlardan miras aldıkları inanç ve yaşayış biçimlerini alternatif olarak ileri sürmelerini bir ecdatperestlik, körü körüne taklitçilik kabul etmenin yanında, hakkın karşısında en önemli şeytanî gerekçe olarak görmekteyiz.
2883] bk. 4/Nisâ, 123
2884] bk. 2/Bakara, 111
2885] bk. 3/Fâtır, 5; 57/Hadîd, 14
2886] Geniş bilgi için bk. İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, s. 37-47
ATALAR YOLU
- 775 -
Çokça Görülen Hurâfe ve Bâtıl İnanışlar
Dünyanın öküzün boynuzunda durduğunu, hem de din adına iddiâ eden hurâfeciler hâlâ kaldı mı bilinmez ama, yıldıznâmeye (astroloji ve fallara) bakanlar ve baktıranlar, kahve içtikten sonra kapatıp fala bakarak bir şeyler uydurup söyleyenler ve onlara inananlar, baykuşun bir eve tüneyip ötüşünü, köpeğin uzun uzun ulumasını duyanların mahalle veya köyden bir kişinin öleceğini yorumlayıp buna inananlar, yılbaşı gelince noel baba olan, onun heykelini yapan, noeli kutlayan, hindi kesen, çam deviren ve benzeri hıristiyan taklitçiliğini çekinmeden işleyenlere hemen her zaman ve her yerde rastlamaktayız.
a- Ölüler ve Kabirlerle/Türbelerle İlgili Hurâfeler
Bu tehlikeli hurâfelerin içinde en yaygınları, türbe ve tekkelerde, yatır (ölü) ziyaretlerinde, ölü veya diri bazı kişilerin aşırı yüceltilip kutsallaştırılması, tanrılaştırılması, daha doğrusu putlaştırılmasında, bazı mubahların haram kabul edilmesinde, Kur’an’da emredilmediği ve Peygamber döneminde uygulanmadığı halde bazı yeni ibâdet şekillerinin kabulünde görüyoruz. Dinden olmadığı halde dinin içine katılan her türlü ilâveler, yama ve sentezler, bâtıl âdet ve sapık yorumlar, hurâfe ve bid’at kavramıyla ilgili cinâyetlerdir.
Daha çok kadınlar ve hastaların rağbet ettiği türbeler çevresinde kümelenen hurâfelerin başında, türbelere adak adamak, pencere demirlerine ve yakınındaki bir ağaca çaput bağlamak, türbe içinde veya çevresinde mum yakmak gelmektedir. Bunlar üzerinde kısaca duralım:
Türbelere adak: Adak ya da dinî ifadeyle nezir; Allah rızâsı için, insanın kendi kendini herhangi bir şarta bağlı olarak veya mutlak şekilde mubah olan bir konuda borçlandırmasıdır. Adak yerine getirilmediği müddetçe, adayan borçlu kalır. Adak, Allah’tan başkası adına adanamaz. Adanırsa adak olmaz. Adayan da şirk koşmuş olur. Ayrıca, iyice bilinmesi gerekli bir husus da adağın hiçbir şeyi değiştiremeyeceği, kaderi zorlayamaycağıdır. Kimse yapacağı vaatlerle -hâşâ- Allah Teâlâ’nın ezelî takdirini değiştirebileceğini sanmamalıdır. Peygamber Efendimiz konuyu şöyle dile getirmiştir: “Nezir (adak) hiçbir şeyi (şerri ve zararı) def etmez. Ancak nezir sebebiyle cimriden mal çıkarılmış olur.” 2887 Başka bir hadis-i şerif de şöyledir: “Kim, Allah’a itaati gerektiren bir hayır ve ibâdet adarsa, adağını yerine getirsin. Kim de Allah’a karşı günah işlemeyi gerektiren şer bir iş nezrederse, Allah’a âsi olmasın, adağını yerine getirmesin.” 2888
Allah’a karşı isyan olan bir adağın yerine getirilmesi, adanmasından daha büyük bir vebaldir. Allah’tan başkaları için adanan adaklar da yerine getirilmemesi gerekli nezirler cümlesindendir. O halde “falan türbeye bir koç adadım” diye söylenip gezenler ne yapmak istediklerini anlamalıdırlar. Bu sözden maksatları “adadığımı falan türbe civarında Allah için keseceğim” demek midir? Yoksa, “o türbede yatana adadım” mı demek istemektedirler? İkincisi ise, bu bir şirk koşmadır, terkedilmesi kesinlikle lâzımdır. Bir ölü için, yatır için kurban kesilmesi, ona adak adanması şirktir/küfürdür. Oralarda kurban adıyla hayvan kesenlerin hemen hepsi böyle bir şirk içine düşmektedir. Bunlar, besmeleyle de kesseler, kestikleri murdardır, yenilmez. Birincisi ise; câhilleri yanıltmamak ve hurâfeci duruma düşmemek için ve yer kaydı da adakta önemli olmadığından
2887] Buhârî, Kader 6
2888] Buhârî, Eymân 28
- 776 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dolayı, türbe çevresinde değil de istediği başka bir yerde Allah için adağını yerine getirmeli, hayvanını hurâfelere karıştırmadan kesmelidir.
Ölülere Yalvarıp Duâ Etmek: Yatırlardan bir şeyler beklemek, hastalığına şifa, derdine devâ, bahtına açıklık, kısırlığına çözüm... için ölüden yardım ve imdat beklemek; tümüyle şirk olan hurâfe ve bâtıl inanıştır. Bunları bir müslüman yapamaz.
Çaput Bağlamak: Mezar taşı, türbe ve tekke penceresine veya o civardaki ağaçlara düğümler, çaputlar bağlamak eski Türk câhiliyesinden devralınan hurâfe ve putperest özelliklerindendir. Türkler, müslüman olmadan önce sahip oldukları türbelere ve kutlu saydıkları ağaç ve çalılara paçavra bağlamak ve mezarlarda mum yakmak gibi câhiliyye âdetlerini, İslâm’ı kabul etmeleriyle birlikte yeni dinlerine katmışlar, hâlâ da bu hurâfe ve bâtıl inanışları terkedememişlerdir.
Mum Yakmak: Türbe, mezar, tekke vb. yerlere mum yakma âdeti, eski câhiliyye çağından kalma âdetlerindendir. Arkeologların çoğu bu âdetin en ilkel ateş kültü ile ilgili olduğuna kanidirler. Yani “ateşe tapınmak”tan kalma bir âdet olduğu söylenilmektedir. Eski çağlarda yalnız “aziz” sayılanların değil; başka ölülerin de mezarlarında yahut öldükleri yerde mum veya ateş yakmak bir nevi kurban sayılırdı. “Türbelerde kandil (mum) yakmak âdeti, Fenikelilerden intikal etmiş bir an’anedir. Fenikeliler Sur şehrinin koruyucusu ve tanrısı olan Melkâres’in heykeli önünde devamlı kandil (mum) yakarlardı.” 2889
Hıristiyanlıktan önceki Helenler ve Romalılar’ın da mezarlarında ve mezar taşları üzerinde meş’aleler yaktıkları bilinmektedir. Bunlar Hıristiyan olduktan sonra da bu âdetlerini bırakmamışlardır. Bu Paganizm kalıntısı âdet, daha sonraları hıristiyan din adamları tarafından kitaba uydurulup mum yakma şeklinde dinî âyinlere sokulmuştur. Hıristiyan din adamlarının izahlarına göre güya bu âdet, ilk hıristiyanların karanlık mağara ve Katakomplarda gizlice ibâdet ettikleri zaman yaktıkları mum ve meş’alelerin hâtırası imiş.2890 İslâm’da câmi duvarına, kabir taşına, mezar taşına, türbelere, yatırlara mum yakılır diye bir davranış kesinlikle yoktur. Bunlar Türklere de hıristiyanlar aracılığıyla müşrik ve mecûsilerden geçmiştir.
Kabir başına, mezar taşına mum yakan kişi, oradaki yatırla kendini bütünleşmiş, ondan bir parça olmuş gibi kabul ediyor ki, bu büyük bir hatadır ve şirktir. İslâm’a göre insan, ancak Allah’a ilticâ eder ve O’na sığınır. O’nun dışındaki varlıklardan medet ummak tevhide ters düşen büyük bir yanlıştır. Bu itibarla kabirlerde mum yakma âdeti, bâtıl bir inanç ve hurâfedir. Ayrıca, halk arasında yaygın olan bir yanlış inanç da, cenâze çıkan odada 40 gün ışık yakılmasıdır. Güya ölü çıkan odada 40 gün ışık yakılırsa, ölünün ruhu geldiği zaman karanlıkta kalmaz, evini ve odasını daha çabuk bulurmuş.
Malı israf etmek, başka ümmetlere benzemek gibi iki haramı birden işleten bu tür hurâfelerden kesinlikle uzak bulunmak gerekir. Tevhidi gölgeleyici, müslümanları tevhid inancından şirke sevkedici bu çirkin putperest âdetlerinden medet umanlar, putlardan fayda bekleyenler gibi kendilerini aldatmaktan ve
2889] Hurâfâttan Hakikate, M. Şemsettin Günaltay, s. 298
2890] Hurâfeler ve Menşeleri, Abdülkadir İnan, s. 43
ATALAR YOLU
- 777 -
etrafa, özellikle yeni yetişenlere kötü örnek olmaktan başka hiçbir iş yapmış olmazlar. Bu da vebal olarak onlara yeter de artar bile.
Mum yakarak, çaput bağlayarak, ölülere adaklar adayarak, murâdına nâil olacağını, hastalığından veya dertlerinden kurtulacağını, bahtının açılacağını, çocuk doğuracağını sananlar ve yeri geldiğinde de müslümanlığı kimselere bırakmayanlar, inandıklarını iddiâ ettikleri İslâm’a, Kur’an ve sünnete ne kadar ters düşmüşlerdir! “Yalnız Sana ibâdet eder, yalnız Senden yardım dileriz.” 2891 âyetini kıldığı namazın her rek’atında okuyanların, “gazaba uğramış ve sapıkların yoluna tâbi olmaktan”2892 Allah’a sığınanların, verdikleri bu söze ve yaptıkları duâya sâdık kalmalarından daha doğal ne olabilir?
Merhum Mehmed Âkif’in;
“Hurâfeler, üfürükler, düğüm düğüm bağlar,
Mezar mezar dolaşıp hasta baktıran sağlar!”
mısralarıyla çizdiği yakışıksız görünümden uzaklaşmaya, İslâm’ın sadeliğinde dinî kişiliği ve sadece Hakka kulluk yapan izzeti bulmaya çalışmalıdır. Çünkü kurtuluşa giden doğru yolun, böylesi hurâfelere tahammülü yoktur.
Cenâzeye Çelenk Götürmek ve Yeşil Düşmanlığı: İslâm hayat dinidir. Her şeyde canlılık ister. Bu sebeple de hayat sembolü olan yeşili, yeşilliği korur, geliştirilmesini teşvik eder. Rahmete, berekete, sıhhate ve çevre sağlığına yararlı ve yeşilliğin (her çeşit ot, bitki ve ağaçların) Allah’ı kendi halleriyle zikredip ibâdet ettiklerini kabul eder. Ne var ki, her güzel ve doğrunun düşmanı olan hurâfe ve bâtıl inanışlar, kör taklitçilik, amacı bilinmeden başka milletlerden devşirilen, kapılardan gümrüksüz geçirilen câhiliyye âdetleri yeşilin ve yeşilliğin de düşmanıdırlar.
İslâm ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan “hıdırellezde yeşil çiğnemek gerek” düşüncesi ve uygulaması, yılbaşı kutlamaları dolayısıyla çam kesmeler, vitrin süslemeler, bayramlarda mezarlara yeşil çalı götürmeler, kabirlere çiçek bırakmalar, büyük kentlerde salgın hale gelen cenâzeleri çelenklerle uğurlamalar gibi bir sürü uygulama, bize yabancı, zararlı ve başka milletlere benzeme girişimleri olarak sosyal ve dinî bünyeyi kemirip durmaktadırlar. Ölüm ve ölüm ötesi ile ilgili hurâfe ve bâtıl inanışlar, gün geçtikçe artmaktadır. Oysa çok dikkatli davranılması gerekli hayat olayı, ölüm ve sonrası ile ilgili muâmelelerdir. Ne ses, ne gürültü, ne bando, ne top arabası, hatta ne slogan... Sadece acele fakat telaşsız, üzgün fakat vakur, hayat kadar ölüme de râzı bir havada, duâlarla ve sürekli ölümü düşünerek ölü için duâ makamında kılınacak cenâze namazı ve yapılacak mütevâzi bir merâsim, ölene karşı son görevin yerine getirilmesi için kâfidir. Ötesi bir yığın hurâfe ve günahtır, israf ve yorgunluktur, cenâzeyi de rahatsız, huzursuz etmektir.
Bilinmelidir ki, cenâzeyi çelenklerle uğurlamak hıristiyan âdetidir. Çelenk, aslında hıristiyanların kutsal kabul ettiği haç taşıma aracıdır. Haçı çıplak taşımamak için onu çiçeklerle süslemekte ve öylece mezara kadar götürmekteler. Peki, bir müslüman, bu çelenk hurâfesiyle mezara ne götürmekte veya
2891] 1/Fâtiha, 5
2892] 1/Fâtiha, 7
- 778 -
KUR’AN KAVRAMLARI
göndermektedir? Hıristiyanın haçını mı, yoksa çiçek buketleri arasına sıkışmış, üzüntülerle harmanlanmış hurâfeleri mi? Yapmadığı duâları mı? Çelenk için, cenâze için çiçeği koparmak, onu zikirden/ibâdetten ve insanlara güzellikler veren özelliklerden mahrum etmektir. Ayrıca israftır, bu paralarla fakirlere sadakalar verilse daha iyi olmaz mı?
Dinimiz, kabir üzerine yığılmış kurumaya mahkûm çelenk ve çalı değil; büyümeye ve yeşil kalmaya lâyık fidanlar, çiçekler dikilmesinden yanadır. Peygamberimiz bizzat buna örnek vermişler, iki kabrin üzerine hurma fidanı dikerek, “bunlar yeşil kaldıkça, içeridekiler için rahmet vesilesi olmaları umulur” buyurmuşlardır. O halde ne yapılması gerektiğine dikkat edilmelidir? Allah’ı râzı etmek, cenâzeye rahmet vesilesi olmak veya hıristiyanları körü körüne taklit edip hurâfeyi çağdaşlık sanarak çeşitli zararları seçmek. Kararı inançlar belirleyecektir.
Bir de kurban olarak horoz adamak veya kesmek var ki, horozdan kurban olsa olsa, böyle sahte tanrılara olur dedirtiyor insana. Yine, yatırların yanlarına konulan tuz ve şekerlerden medet ummak, onları şifalı kabul edip almak veya dağıtmak, istismarcıların ekmeğine yağ süren hurâfelerdendir. Oraların toprağını kutsal kabul edip beraberinde götürmek, kabirlerin etrafında tavaf etmek... Bütün bunlar şirk unsuru olan hurâfelerdir.
b- Günlerle İlgili Hurâfeler
İki Bayram Arası Nikâh Kıyılmaz mı? Anadolunun birçok yöresinde hâlâ yaşatılmakta olan bir yanlış anlayış da “iki bayram arasında nikâh kıyılmaz” görüşüdür. Nereden çıktığı bilinemeyen bu asılsız sözün, toplumda giderek etkisini kaybetmesine rağmen, tamamen unutulmamış olması ve zaman zaman ortaya atılması, hurâfelerin yaygınlığı açısından düşündürücüdür.
Bilindiği gibi dinimize göre nikâh, ibâdet ve muâmele sıfatlarına sahip, şaka götürmeyen bir icraattır. Dinimizde “ruhbanlık” olmadığı için evlenmek teşvik ve evlenmemekten hayırlı kabul edilmiştir. Hatta ibâdet edebilmek için evlenmeme düşüncesine kapılanlar bizzat Peygamber Efendimiz tarafından uyarılmış, “Benim sünnetimi terkeden Benden değildir!” diye çok ciddî şekilde tehdit edilmişlerdir. Nikâhın şartları arasında “iki bayram arasında olmaması” gibi bir kayıt bulmak mümkün değildir. Dinimizde herhangi bir hüküm koyabilmek için bunun Kitab’dan veya Sünnet’ten bir delilinin olması gerekmektedir. Bu kaynaklardan delil bulunmayan bir görüş hakkında söylenecek sözler mesnetsiz, asılsız, uydurma olmaktan öte gidemez ve dinî açıdan en küçük bir değer taşımaz. Herhangi bir konunun haram/yasak olduğunu tesbit etmek için bu delillere ihtiyaç vardır. Kafadan atmakla bir helâl haram olmaz.
“İki bayram arası nikâh kıyılmaz” uydurması; delilsiz bir söz olmanın ötesinde bizzat Hz. Peygamber’in hareketiyle reddedilmiş bir görüştür de. Çünkü Hz. Peygamber’in Hz. Âişe ile evlenmesi Ramazan ayını tâkip eden Şevval ayı içinde gerçekleşmiştir. Yani iki bayram arasında meydana gelmiştir. Hem bir düşünelim: İki bayram arası olmayan gün var mı ki?! Ramazan Bayramı ile Kurban Bayramı arasında iki ay on günlük bir zaman varsa, Kurban Bayramı ile gelecek yılın Ramazan Bayramı arasında da kamerî yıl 354 gün olduğuna göre yaklaşık dokuz ay on gün vardır. Biri 2 ay 10 gün olduğu için “iki bayram arası” kabul edilirken; ötekisi 9 ay 10 gün olduğu için mi “iki bayram arası” kabul edilmez? Tabii bunun anlaşılır ve mantıklı bir tarafı yoktur.
ATALAR YOLU
- 779 -
Fıkıh kitaplarında nikâhın ibâdet niteliği dolayısıyla mescidlerde ve Cuma günü kıyılmasının güzel görüldüğü yani “müstahap” olduğu kaydedilmiştir. Bunun ötesinde zaman açısından herhangi bir kayda rastlamak mümkün değildir. O halde insanımız bu tür asılsız söylentilere iltifat etmemeli, nikâhın ne zaman kıyıldığına değil; hangi şartlarla kıyıldığına ve kurulan yeni yuvanın dinî açıdan aranılan şartlara sahip olup olmadığına dikkat etmelidirler. Çünkü “Allah’ın emri, Hz. Peygamber’in sünneti” üzere sözleriyle başlatılan evlilik hayatına başlama için uygulama ve törenlerin ve devamının da Allah’ın emri, Hz. Peygamber’in sünneti üzere olması gereklidir.
Salı Yola Çıkılmaz, Cuma İş Yapılmaz mı? Özellikle hanımlar arasında çok yaygın olan iki yanlıştan biri, “Salı günü bir işe başlanmaz, çamaşır yıkanmaz, yola çıkılmaz” anlayışı; ötekisi ise, kadınların Cuma günü iş yapmalarının doğru olmadığı inanışıdır. Tabii, her iki yanlışın/hurâfenin de dinî ve ma’kul bir gerekçesi yoktur. Bâtılın bâtıl/yanlış olmaktan başka gerekçesi olur mu?
Dinimizde haftanın günleri ile ilgili olarak, “şu yapılmaz, bu yapılır” şeklinde bir ayrım bulunmamaktadır. Zaman, sahne olduğu eylemlere göre kıymet kazanır veya tehlike arzeder. Salı günü ile ilgili söylentilerin asılsızlığı müslümanlar açısından İstanbul’un 29 Mayıs 1453 Salı günü fethedilmiş olması ile ortaya konmuş bulunmaktadır. Bu fetihden fevkalâde üzüntü duyan hıristiyanlar; İstanbul’u kaybettikleri gün olduğu için Salı gününü kendileri açısından uğursuz saymış, yas günü ilan etmiş ve bir süre o gün herhangi bir iş yapmamış olabilirler. Zamanla, onların bu -kendileri açısından- bir ölçüde haklı görülebilecek kanaat ve uygulamaları, işin farkında ve bilincinde olmayan hurâfeye düşkün müslüman halk arasına girmiş ve yerleşmiştir. Sonra da müslümanlığa ait bir görüş ve esasmış gibi yayılıp gitmiştir.
Yine, 13 sayısının hıristiyan Batılı halka göre uğursuzluğu da, fethin 1453 yılında gerçekleşmesi dolayısıyla olduğu şeklinde izah edilir. 1453 sayısının rakamları tek tek toplandığı zaman 13 sayısı çıkar; tabii bundan da önemlisi Batılılar açısından da rahmet olduğu halde, kendi sapık yollarının yanlışlığının isbat edildiği dönemin başlangıcı olan Peygamberimiz’in doğum yılı milâdî 571 yılının rakamları da toplandığı zaman 13 sayısı ortaya çıkmaktadır. Bu sebeplerle 13 sayısı hıristiyan Batılı halklar tarafından eskiden beri uğursuz sayılmıştır. Peki, müslümanlara ne oluyor da bu tür gün ve tarihleri uğursuz sayıyorlar?
Cuma günü kadınların iş yapmamasına gelince, bu da anlaşılması güç bir tutum ve bâtıl inanıştır. Zira Cuma günü, iç ezan dediğimiz câmi içinde okunan ezandan, Cuma namazının farzını kılıncaya kadar geçecek süre içinde işi, alış verişi terketmek bir vecîbedir, Kur’an emridir.2893 Ama tabii, Cuma namazıyla mükellef olan müslüman erkekler için. Kadınların Cuma namazı kılmak gibi bir mükellefiyetleri olmadığından işi bırakmak zorunlulukları da yoktur. Zaten erkekler de Cuma namazının farzı bittikten sonra işlerinin başına ve ticarete dönebileceklerdir. Konu ile ilgili âyetlerin mealini görelim: “Ey iman edenler, Cuma günü namaz için çağrıldığı(nız) zaman, Allah’ı anmaya koşun ve alış-verişi (işi-gücü) bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lutfundan (nasibinizi) arayın. Allah’ı çok zikredin; umulur ki kurtuluşa
2893] 62/Cum’a, 9
- 780 -
KUR’AN KAVRAMLARI
erersiniz.” 2894 Evet, tekrar belirtelim ki, bu âyetlerin muhâtabı, genelde mükelleflik çağında bulunan, özelde Cuma namazının edâ şartlarına sahip olan müslüman erkeklerdir, kadınlar değil. Öte yandan, Cuma günü kadınların iş yapmayı doğru bulmamaları, Cuma gününün hafta tatili olduğu günlerden kalma mânâ ve mâhiyet değiştirmiş bir uzantısı gibi değerlendirilebilir. Şöyle ki:
Kur’an o günü tatil günü kabul etmemesine, namaz saati dışında iş günü olduğunu ilan etmesine rağmen, müslümanlar ibâdetlerini daha rahat icrâ etsin diye, uygulama olarak Cuma günü Osmanlılarda ve günümüzdeki çokça müslümanların yaşadığı hemen her yerde tatil kabul edilmiştir. O yüzden evin erkeği genellikle evdedir. Cuma namazına gidecektir. Onu rahatsız etmemek ve özel hizmetlerinde bulunmak için genel temizlik ve çamaşır gibi işlerin yapılması belki uygun bulunmamıştır. Bu yüzden böyle bir gelenek yerleşmiş olmalıdır. Hafta tatilinin değiştirilmesinden sonra bu anlayış ve uygulamanın, Cuma gününün, gün olarak kendisine ait bir nitelikten ileri geldiği sanılmış ve böylece de bugünkü yanılgıya ve yanlışa düşülmüş olabilir. Ve bu anlayışın, yahûdilerin Cumartesi günü iş yapma yasağının müslümanların mübârek kabul ettiği Cuma gününe aktarılması gibi bir yahûdi taklitçiliğinden kaynaklandığı da düşünülebilir.
Kaynağı ne olursa olsun, Salı ve Cuma günleri hakkında hanımlar arasında dolaşıp duran bu ve benzeri sözlerin İslâmî bir ölçüyü ifade etmediği, hurâfe ve bâtıl inanış olduğu ortadadır.
c- Gaybdan Haber Vermeye Bağlı Hurâfeler
Gaybı Bilmek Mümkün mü? Yüce Yaratıcı’nın biz insanlara verdiği akıl, duyular ve benzeri öğrenme vâsıtaları ile hakkında kesin veya zannî bilgi edinebildiğimiz şeylerin tümüne “şehâdet âlemi” denir. İnsanın, bu kendine ait vâsıtalarla hakkında bilgi edinemeyeceği Allah, cennet, cehennem, yarın başına neyin geleceği, kıyâmetin ne zaman kopacağı gibi konuların hepsine de insan açısından “gayb âlemi” denir.
Eskiden beri gayb âlemi, insanoğlunun merakını çekmiştir. Bu âlem hakkında bilgi edinmek istemiştir. Tabii bu merak ve istek; gaybdan/gâipten haber verdiğini söyleyen kâhinler, arraflar, falcılar, müneccimler, cinciler tarafından istismar edildiği gibi günümüzde de bunlara ek olarak medyumlar, astrloglar, ruh çağıranlar tarafından kötüye kullanılmaktadır. Hurâfelerin, bâtıl inanışların toplumda yaygınlaşmasına ve bazı kişilerin asla kendilerinde bulunmayan birtakım üstün niteliklere sahip kabul edilmesine ve böylece menfaat sağlamasına yol açan “gaybı bildiği ve haber verdiği” yalanına ve çeşitli şekillerine dikkat çekmeden önce, meselenin dinimiz açısından nasıl ele alındığını açıklayalım:
İslâm’a göre gayb’ı sadece Allah bilir. “De ki: Göklerde ve yerde gaybı, Allah’tan başka bilen yoktur.”2895 Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarını insanlara duyurmak için içlerinden seçtiği peygamberler bile gaybı bilemezler. Kur’ân-ı Kerim’de Peygamber Efendimize hitâben şöyle buyrulmakta ve durum bize açıklanmaktadır: “De ki: ‘Size Allah’ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem; size ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum.” 2896; “De ki: ‘Ben,
2894] 62/Cum’a, 9-10
2895] 27/Neml, 65
2896] 6/En’âm, 50
ATALAR YOLU
- 781 -
Allah’ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır/iyilik yapardım ve bana hiçbir kötülük dokunmazdı. Ben sadece iman eden bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeciyim.” 2897
“O bütün gaybı bilir. Gaybına/sırlarına kimseyi muttalî kılmaz. Ancak (bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar.”2898 Bu âyetlerde de Allah Teâlâ’nın ancak dilediği peygamberleri gaybdan dilediği bilgiye muttalî kıldığı belirtilmektedir. O halde Allah’tan bir bildirme olmadığı sürece gaybı kimsenin bilmesi ve haber vermesi mümkün değildir. Allah da bu bilgiyi sadece peygamberlerine bildirdiğine ve Hz. Muhammed’den (s.a.s.) sonra da peygamber gelmeyeceğine göre, ortalıkta gaybdan haber verdiğini söyleyip gezenlerin açık birer yalancı oldukları anlaşılmış olmaktadır. Her akıllı kişi kabul eder ki, hakikat, yalancıdan öğrenilmez. Ve gerçekler hiçbir zaman bu zavallıların hevâ ve heveslerine tâbi olmaz, onlar dedi diye İlâhî takdir değişmez. “Eğer gerçek, onların heveslerine uysaydı gökler, yer ve onlarda bulunanlar bozulup giderdi.” 2899
Hidâyet rehberimiz olan Peygamberimiz, gaybdan haber vermeye kalkışan kişilere inanmanın tehlikesine şöyle işaret buyurmaktadır: “Gayb habercisine (kâhin, arraf, falcı...) gidip onun dediğini doğrulayan kişi, Muhammed’e gönderileni (Kur’an’ı) inkâr etmiş olur.” 2900
Falcılık ve Fala Baktırmak: Fal ve falcılık; gaybdan haber verme, gelecek hakkında önceden fikir beyan etme temeline dayanmaktadır. Tarihin her devrinde, her toplumda istikbali öğrenme teşebbüslerine, bunun çeşitli şekillerine ve değişik araçlarına rastlanmaktadır. Câhiliyye Araplarında “ezlâm” denen fal okları, remiller, günümüzde yıldız, burç, kahve, bakla, iskambil kâğıdı, suya bakma, kitap açma vs. falcılığın şekil ve malzemesinin bir kısmıdır. Ayrıca çağdaş câhiliyyede falcılık, medya aracılığıyla modern insanın günlük hayatına da girmiş bulunmaktadır. Günlük fallar yanında, gazetelerin yıl başlarında, senelik fallar yayınlamaları, faldaki yalanın boyutlarını oldukça genişletmiştir.
Hurâfe ve bâtıl inanışların hepsine birden savaş açmış bulunan İslâm, bütün çeşitleriyle falcılığı yasaklamıştır. “Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), ezlâm/fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.”2901 Bu âyet, fal oklarının şeytanın pis işlerinden olduğunu, kötülükte şarap içmeye, kumar oynamaya ve putlara tapmaya denk bir cürüm sayıldığını, kurtuluş için bunlardan uzak durulması gerektiğini çok açık bir şekilde bildirmektedir. Bir başka âyette de: “... Ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı.”2902 buyurulmuştur. Öte yandan “... Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını (başına neler geleceğini) bilemez. Yine hiçbir kimse nerede öleceğini de bilemez.”2903 buyurulmakta, gelecekten haber vermeye kalkışmaktan ibâret olan falcılığın İslâm’da
2897] 7/A’râf, 188
2898] 72/Cin, 26-27
2899] 23/Mü’minûn, 71
2900] Tirmizî, Tahâre 122
2901] 6/En’âm, 90
2902] 6/Mâide, 3
2903] 31/Lokman, 34
- 782 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yeri olmadığı belirtilmektedir. Peygamber Efendimiz de falcılıktan elde edilecek kazançtan mü’minleri nehyetmiştir. 2904
O halde fala bakmak, falcılık yapmak, fala inanmak, faldan kazanç temin etmek hiçbir sûrette müslümana yakışmayan hareketlerdir. Özellikle hanımların bu konuya daha bir dikkat etmeleri, böyle boş ve haram şeylerle kendilerini aldatmamaları gerekmektedir. Falcılar bir şey biliyorlarsa, önce kendilerini kötülüklerden korusunlar. Unutmayalım ki, aldatmak hâinlik, aldanmak da ahmaklıktır. Bir sürü yalan ve tahmin içinde birkaç tanesinin mevcut duruma, ya da ileride olacaklara uygun düşmesi, falcıların gaybı bilmesi anlamına gelmediği gibi, onlara inanıp İslâm’ın temiz inanç esaslarından vazgeçmeye, âyet ve hadislere ters düşmeye değmez. Kim böyle bir değişmeye rızâ gösterirse, dünyanın ve âhiretin büyük zararına uğramış demektir.
Ruh Çağırma: Son zamanlarda özellikle sosyete arasında yaygınlaşmış olan modern kâhinlik veya çağdaş cincilik diyebileceğimiz bir uygulama vardır: Ruh çağırma. Ruh çağırma seanslarında, eğer sahtekârlık, teknik hileler yoksa, madde ötesi bir varlıkla ilgi kurulduğu bilinmektedir. Ancak bu madde ötesi varlığın ruh olup olmadığı, söylediklerinin gerçeği yansıtıp yansıtmadığı ciddi şekilde üzerinde durulması gerekli bir konudur.
Beden kafesinden ayrılan ruhlar, berzah âleminde toplanırlar. Orada dünyadakine benzer birtakım faâliyetlerde bulunma, bazı noksanları telâfi etme imkânları yoktur. Artık amel safhası bitmiş, hesaplaşma için bekleme dönemi başlamıştır. Peygamberimiz kabir hayatını tarif ederken, onun iki durumda olabileceğini, ölenlerin bu iki durumda bulunacağını belirtimiştir: “Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur.”2905 Şimdi düşünmek gerekir; cennet hayatı lezzeti içindeki bir ruh, dünya ile, dünyadakilerle o güzel hayatı terkederek niçin meşgul olsun? Yine cehennem azâbı içinde kıvranan bir ruh da nasıl dünyadakilerin dâvetlerine icâbet edebilecektir? Ona bu izni kim verecektir?
Dolayısıyla ruhların, insanlarla ve dünyadiklerle haşir-neşir oldukları, ölmemiş gibi birtakım işler yaptıkları iddiâsına dayanan ruh çağırma girişimleri, ruhların durumuyla ilgili bu olaylara ters düşmektedir. Ruh çağırma iddiâsında bulunanların iddiâları geçersiz ve tutarsızdır, delilden yoksundur. Eğer ruhların dünyaya dönüp dünyadakiler gibi birtakım faâliyetlere katılma imkân ve şansları olsaydı, herhalde ruh çağırma seanslarıyla meşgul olmaktan çok daha önemli işleri olurdu. Nitekim bir âyet-i kerimeden bir kısım ruhların ne yapmayı arzu edeceklerine dair bilgi bulmaktayız: “Onlar (günahkârlar) orada, ‘Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımız amelden başkasını (daha iyisini) yapalım’ diye bağrışırlar.” Bu arzuya verilen cevap da âyette açıklanmakta, şöyle denilmektedir: “Öğüt alacak insanın öğüt alabileceği kadar bir zaman sizi yaşatmadık mı? Size uyarıcı da gelmişti. Öyle ise tadın (o azâbı). Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur.”2906 Ruhların dünyaya dönüp dünyalılar gibi birtakım faâliyetlerde bulunamayacakları bir başka âyette şu şekilde belirtilmektedir: “Onlardan birine ölüm gelince; ‘Rabbim, beni geri çevir, belki yapmayıp (noksan) bıraktığımı tamamlar, iyi işler işlerim’ der. Hayır; bu kendi sözüdür.
2904] Buhârî, Büyû’ 25, 113; Müslim, Müsâkât 40
2905] Tirmizî, Kıyâme 26
2906] 35/Fâtır, 37
ATALAR YOLU
- 783 -
Tekrar diriltilecekleri güne kadar aralarında geriye dönmekten onları alıkoyan bir engel vardır.”2907 Medyumlara cevap verdiği söylenen ruhlar, bu engeli aşmayı beceren birtakım gözü açıklar mı dersiniz? İlâhî sınırları, Allah’ın beyanını, beşerî sınırlar ve insanın sözlerine benzetebilen câhiller/kâfirler ancak bunun böyle olabileceğini düşünebilirler ve tabii aldanırlar.
Denilebilir ki; “iyi ama, ruh çağırma seanslarına gelen, hatta içecek sigara bile isteyen görünmez varlıklar var. Peki bunlar ne? Verdikleri birtakım geçmiş olaylara uygun bilgiler var, bunlara ne diyeceğiz?” Ruh çağırma seanslarına mesajlar getiren madde ötesi varlıkların, gerçekten çağrılan ruhlar olmadığı, olamayacağı kesindir. Huddamcılık/cincilik/cin çağırma faâliyetleri ve bu esnâda edinilen bilgiler ve bunların açıkça cinler yoluyla elde edildiği eskiden beri bilinen ve hâlen de devam eden bir uygulamadır. Sosyete çevrelerinin buna “ruh çağırma” ismini takması, hiçbir şeyi değiştirmez. Bu, sadece modern cinciliktir o kadar.
Cinlerin varlığı Kur’an’la sâbittir ve cinler gaybı bilmezler 2908. Bununla beraber cinlerin insanlardan farklı bazı bilgilere sahip olabileceklerini, özellikle de ruh çağırma seanslarında kendisiyle görüşülmek istenen kişinin geçmiş hayatına dair birtakım bilgileri bilmelerinin onlar için mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Şunun ya da bunun ruhu olarak seanslara gelenlerin, sorulan soruların bir kısmına doğru cevap vermeleri, kendilerinin her söylediklerinin doğru olması için yeter sebep değildir. Cinlerin ömürlerinin uzun, niteliklerinin bizden çok farklı olması, kısa zamanda uzun mesafeleri dolaşabilmeleri sebebiyle insanlardan farklı bilgileri bulunmaktadır. Onların bizim bilmediğimiz bazı konularda bazı şeyler söylemeleri gaybı bildiklerini göstermez; onların bilgileri de çoğu kez noksan ve kasıtlı olarak yanlışla karıştırılmıştır. İnsanları yanıltmaya yöneliktir. Müslümanlar maddeye olduğu kadar melek, şeytan, cin gibi madde üstü varlıklara da inanırlar. Ancak bu inançların Kitap ve Sünnette yer alan bilgilere uygun olması gereklidir. Onların verdiği bilgilere bazı vehimler, zanlar karıştırılmasına müsaade edilmemelidir. Çünkü zan ve vehim hiçbir zaman ilim değildir. İman da en kesin ilme dayanmak zorundadır. O halde asılsız birtakım söylentilerin, aldatmacaların peşinde imanı süründürmenin anlamı yoktur.
Taş Yapıştırmak: Gaybdan haber almak ve gelecek konusunda bilgi sahibi olmak merakının en garip ve akıl almaz tezâhürlerinden biri de daha çok kadınların ilgi gösterdikleri taşa taş yapıştırma hurâfesidir. Bu da niceleri gibi türbeler çevresinde uygulanmaktadır. Genellikle türbe içinde veya yakınındaki herhangi bir taş veya duvar bu iş için kullanılmaktadır.
Taş yapıştırma hurâfesinde dikkat çeken husus; o türbedeki zat aracılığı ile tutulan niyetin Allah katında kabul görüp görmediğinin öğrenileceği zannı, hatta dileklerin bizzat türbede bulunandan dilendiğine inanılmasıdır. Bazen de taş yapıştırılan taşta/duvarda bir kutsiyet vehmedilmesinin bu eyleme vesile kılındığı görülür. Tabii bütün bunlar, putperestlik, yani kutsiyet izâfe ederek putlara tapınma sapıklığının bir uzantısı olmaktadır. İslâm’ın en ciddi mücâdele hedeflerinden birincisi olan putperestlik kalıntılarının, çağdaş müslümanın hayatında uygulama imkânı bulması ne kadar ters bir durumdur. Hz. Peygamber’in
2907] 23/Mü’minûn, 99-100
2908] 34/Sebe’, 14
- 784 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vefâtından sonra İslâm’dan ayrılan mürtedlerle en amansız mücâdeleyi/savaşı Hz. Ebu Bekir vermiştir. Bu yüzden çağdaş irtidat olaylarına İslâm mütefekkirleri “Ebu Bekir’i olmayan irtidat” demektedirler. Hz. Ömer de bid’at, hurâfe ve bâtıl inanışlara karşı pek büyük bir hassâsiyet içinde olmuştur. Bu yüzden çağdaş hurâfe ve bâtıl inanışlara da “Ömer’i olmayan hurâfeler” denilebilir.
Taş yapıştırmakla geleceği hakkında bilgi edindiğini, dileğinin kabul edilip edilmediğini öğrendiğini sanan câhillere Buhârî ve Müslim gibi sahih hadis kitaplarında, kendisinden nakledilen bir hadiste gördüğümüz Hz. Ömer’in şu tavrını hatırlatmakta büyük fayda olabilir: Hz. Ömer, bir haccında Haceru’l-Esved’e yaklaşıp öpmüş ve sonra kulaklara küpe şu sözleri söylemiştir: “Çok iyi biliyorum ki sen zararı ve faydası olmayan sade bir taş parçasısın! Eğer Rasûlullah’ın seni öptüğünü görmeseydim asla seni öpmezdim!”
Nerede ve ne şekilde olursa olsun herhangi bir taşa şu ya da bu şekilde taş yapıştırmakla tutulan niyetin gerçekleşeceğine inanmak gibi bir sapıklıktan vazgeçilmesi ve böyle hurâfelerle sevinen veya yerinenlerin ikaz edilmesi, akıl ve İslâm çizgisine gelmelerinin öğütlenmesi Tevhide hizmet noktasından önem arzetmektedir. “Allah bize kâfidir ve O, ne güzel vekîldir.” 2909
Uğursuzluk Var mıdır? Hurâfe ve bâtıl inanışların, yanlış kabullerin, doğrudan kaçışların cirit attığı tevhid bilincinden mahrum bir toplumda bazı şeylerin uğuruna, birçok şeyin de uğursuzluğuna hükmedileceği ve değer kargaşasına düşüleceği gayet doğaldır. İçinde yaşadığımız toplulumda ne uğursuzluk vehimleri yok ki?! Evden çıkınca kedi ya da köpek görmek, köpek uluması, baykuş ötmesi, 13 rakamı, elden sabun ve makas almanın ayrılık getireceği gibi nice anlayışlar, uğursuz yerler, zamanlar, kişiler ve eşyalar... Kuş uçurup veya ürkütüp gittikleri yöne göre hüküm çıkarmak, bacanın veya sigaranın dumanının çıkışına ve gidiş yerine göre yorumlara girmek ve daha neler neler...
Hatırladıkça, saydıkça insana bunaltı veren bu tevhide ters yanlış ve uydurmaların günümüzde de hatta tesirini artırarak yaşaması, toplumun çoğu kesimini etkisine alması karşısında, sığınılacak yer Kur’an ve Sünnet olacaktır. Peygamberimiz bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Uğursuzluk diye bir şey yoktur!” 2910 Kadın, ev ve binekte uğursuzluk bulunabileceğine dair bir rivâyeti Hz. Âişe vâlidemiz; “Câhiliyye Arapları bu üç şeyde uğursuzluk olduğuna inanırlardı” şeklindedir, diyerek katılmadığını kesin bir şekilde ortaya koymuştur. “Uğursuzluk vehmiyle hiçbir niyet edilen işten geri dönülmemesi gerektiği” Taberânî’nin rivâyet ettiği bir hadiste yer almaktadır. Halk arasında günlük konuşmalarda duyduğumuz “uğurlu geldi”, “uğursuz geldi”, “aramızda uğursuz biri var” gibi sözler ve hükümler birer zan ve vehimdir. O şeyin veya olayın aslında uğurlu veya uğursuz olduğunu göstermez. Hiçbir şey doğuştan uğursuz değildir. Uğursuzluk varsa, bu, kişilerin yorumunda ve anlayışında aranmalıdır.
Uğursuzluk anlayışı, birçokları gibi İslâm’a başka inanç sistemlerinden girmiştir. Dolayısıyla müslümanların İslâmî hiçbir esasa dayanmayan ve Peygamberimiz tarafından “yoktur!” diye beyan buyrulan uğursuzluk hurâfesine iltifat etmemeleri, aydınlık ufuklarını karartmamaları, hüsn-i zan ve iyimser özelliklerini
2909] 3/Âl-i İmrân, 173
2910] Buhârî, Tıb 19, 25, 43-45; Müslim, Selâm 102
ATALAR YOLU
- 785 -
yitirmemeleri, zihnî ve imanî sâfiyetlerini bozmamaları gerekir. Hurâfeler ve bâtıl inanışlarla sıkıntı ve evhamdan başka bir yere varılamaz.
d- Bazı Yanlış Kabuller
Dünya Kâfirin, Âhiret Mü’minin mi? Dünya Mü’mine Zindan mıdır?
Bazı saf ya da câhil müslümanlarca, tembelliğe mâzeret olarak ileri sürülen “dünya kâfirin, âhiret mü’minin” veya “dünya Mü’minin zindanıdır” yargısı; İslâm ve müslümanlar aleyhinde konuşulmasına vesile olan bir yanlış yorumdur. Neden yanlıştır? Açıklayalım:
Evet, “Dünya mü’minin zindanı, kâfirin cennetidir.”2911 şeklinde bir hadis-i şerif vardır. Bu hadis-i şerif birkaç çeşit yoruma tâbi tutulabilir. Kur’an ışığında ve hadislerin bütünlüğü içerisinde ve en aklî açıklaması şöyledir: Bu hadis, iman ve küfrün öteki dünyada sebep olacağı neticeye göre dünya hayatının değerlendirmesini yapmaktadır. Yani, “âhiretteki durumlarına göre dünya, mü’minin zindanı, kâfirin cenneti yerindedir” anlamını ifade etmektedir. Nitekim mü’minin ve kâfirin âhiretteki durumunu belirten âyetlerden de aynı mânâ anlaşılmaktadır: “Kitap ehlinden ve müşriklerden inkâr edenler, şüphesiz, içinde temelli kalacakları cehennem ateşindedirler. İşte bunlar yaratıkların en kötüsüdürler. Fakat iman edip sâlih amel işleyenler, işte onlar da yaratıkların en hayırlısıdırlar. Onların Rableri katında mükâfatı, içinde temelli ve sonsuz kalacakları, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah onlardan râzı; onlar da Allah’tan râzıdır. Bu, Rabbinden korkan kimseyedir...” 2912
Mü’mine vaad olunan cennetin ve kâfirin varacağı yer olan cehennemin vasıflarını anlatan öteki Kur’an âyetleri; gerçekten âhiretteki duruma göre dünyanın, mü’min için nasıl bir zindan hayatı niteliği taşıdığını; yine kâfir açısından da ne ölçüde bir cennet hayatı görünümünde olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Konuyu şu tarihî hikâye, güzel bir şekilde açıklamaktadır: Kadı’lardan biri Bağdat’ta, yanında hizmetçisi olduğu halde gösterişli bir biçimde atıyla külhan sokağından geçer. Külhancı yahûdi, üstü başı simsiyah, cehennemî bir görünümle kadı’nın önüne çıkar, atının gemine yapışır ve: “Allah, kadı’ya kuvvet versin. Peygamberinizin, ‘dünya mü’mine zindan, kâfire cennettir’ sözünün mânâsı nedir? Görüyorsun ya, dünya -mü’min ve Muhammedî olduğun halde- sana cennet; -kâfir yahûdi olduğum halde- bana zindandır. Hadisin mânâsı, tam tersiyle ortada?!” der. Kadı şöyle cevap verir: “Şu üzerimde gördüğün dünyanın süsü ve heybetine rağmen dünya; Allah’ın cennette hazırladıklarına nisbetle benim için zindandır. Cehennemde seni bekleyen azaba nisbetle dünya (bu haliyle de olsa) senin için cennettir.” 2913
İşte din bütünlüğünden farklı ve yanlış yorumlanarak bu hadis gerekçe gösterilerek “dünya kâfirin, âhiret mü’minin” yargısıyla müslümanları dünyayı terke ve tembelliğe zorlamak, önce hadisin gerçek mânâsına, sonra da İslâm’ın özüne aykırı bir tutum olur. Unutulmamalıdır ki, temiz ve hoş rızıklar, dünya hayatında da öncelikle müslümanlar içindir: “De ki: ‘Allah’ın kulları için çıkardığı (yarattığı) ziyneti/süsü ve güzel rızıkları kim haram kılabilir?’ De ki: ‘Onlar, dünya hayatında
2911] Müslim, Zühd 1; Tirmizî, Zühd 16
2912] 98/Beyyine,6-8
2913] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l Beyân Tefsiri, III/23
- 786 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(inanmayanlarla birlikte) mü’minlerindir. Kıyâmet gününde ise yalnız iman edenlerindir.’ İşte, bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklarız.” 2914 “Müjde, dünya hayatında da, âhiret hayatında da onlarındır. Allah’ın sözleri için bir değişiklik yoktur. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.” 2915
Bu konudaki sözümüzü Mehmed Âkif’ten mısrâlarla bağlayalım:
“Bizim muhîti, bizim halkı seyredince naza;
Görür ki; beyni bozulmuş yığın yığın kafa var.
Ne hükmü var ki, esâsen yalancı dünyânın?
Ölürse, yan gelecek cennetinde Mevlâ’nın.
Fenâ kuruntu değil! Ben derim, sorulsa bana;
‹Kabul ederse cehennem, ne mutlu, amca, sana!’
Dolaş da yırtıcı aslan kesil behey miskin!
Niçin yatıp, kötürüm tilki olmak istersin?
Elin kolun tutuyorken çalış, kazanmaya bak!
Ki artığınla geçinsin senin de bir yatalak.
Bekãyı hak tanıyan sa’yi bir vazîfe bilir;
Çalış, çalış ki bekã, sa’y olursa hak edilir.”
Dünya Öküzün Boynuzunda mı?
Halk arasında dolaşmakta olan “dünya sarı öküzün boynuzları üzerinde durmaktadır” sözü, özellikle deprem olduğu yer ve zamanlarda “sarı öküz yine kafasını salladı” gibi yarı şaka yarı ciddî söylenen sözler, kaba bir cehâletin akıl almaz delilleridir. Hatta “dünyanın öküz ile balığın üzerinde olduğuna dair hadisin mevcûdiyetinden bahsedilmesi işi iyice ciddîleştirmektedir. Gerçek durum şudur:
Dünyanın öküz ya da balık üzerinde bulunduğuna dâir güvenilir hadis kitaplarımızda hiç bir kayda rastlanmamaktadır. İbn Hacer’in el-Metâlibu’l-Âliye’sinde2916 yeryüzünün yaratılışıyla ilgili babta İsrâilî hikâyeler nakletmekle meşhur olan Kâ’bu’l-Ahbar’ın -Hz. Peygamber’e izâfe etmeksizin- balıkla dünya arasında ilişki kurduğu görülmektedir. Öte yandan el-Heysemî’nin Mecmûu’z-Zevâid’inde 2917 İbn Ömer’den naklen Hz. Peygamber’in dünyanın yeri ile ilgili bir dizi soruya “Arz su üzerindedir”, “Su, kaya üzerindedir”, “Kaya, iki tarafından arz’a temas eden bir balığın üzerindedir” şeklinde cevapladığı belirtilmektedir. Ancak el-Heysemî, bu zayıf hadisi rivâyet edenler arasında bulunan Abdullah bin Ahmed’in “zayıf bir râvi olduğu”nu belirterek, bu haberin doğruluğu konusundaki endişesini duyurur. Zaten adı geçen kitap, birçok zayıf, hatta uydurma hadisin de bulunduğu, bu rivâyetlerin yer yer kritiklerinin yapıldığı bir
2914] 7/A’râf, 32
2915] 10/Yûnus, 64
2916] c. 3, s. 265-266
2917] c. 7, s. 131
ATALAR YOLU
- 787 -
eserdir; sahih hadis kitabı da sayılmaz. El-Albânî ise, İbn Adî’nin el-Kâmil’inde ve İbn Mende’nin et-Tevhid’inde de gördüğü bu rivâyetin kesinlikle “uydurma” olduğunu ve böylesi İsrâil kıssalarının Rasûlullah’ın sözü imiş gibi nakledilmesinin vebâline işaret etmektedir. 2918
Abdüllatif Harputî, meşhur eseri Tenkîhu’l-Kelâm fî Akaid-i Ehl-i’l-İslâm’da bu öküz-balık uydurma ve hurâfesinin ehl-i kitaba âit olduğunu hatta bunun yahûdilik ve hıristiyanlık için bile bir leke olduğunu belirtmektedir. Bazı dikkatsiz veya hurâfelere düşkün müslümanların yazdığı eserlerde görülen öküz ve balığa dair acâyip ve akıl almaz hikâyeler ya İsrâiliyattandır veya (“bugün dünya kadınların üstünde duruyor”; “dünya, futbol topunun veya paranın üstünde durmaktadır” sözleri gibi) temsil/benzetme çeşidindendir ya da bazı rivâyetçilerin şahsî yorumlarıdır. Ancak bazı dikkatsizler bunları hadis zannederek Peygamber’e isnad etmişlerdir. 2919
Müslüman olmayan milletlerin eski hikâyelerinin uzantısı şeklinde halk arasında dolaşan bu dünyanın öküz veya balık üzerinde olduğu şeklindeki asılsız söz ve görüşler İslâm ile uzaktan yakından ilgili değildir. Müslümanların böyle boş laflara itibar etmemeleri gerekmektedir. Ve tabii hiç kimse de bu sözleri ileri sürerek İslâm düşmanlığı yapmaya yeltenmemelidir. Aksi halde körü körüne bir düşmanlıktan, zulmetmekten başka bir şey yapmış olmaz. Böyle kişilere Âkif gibi “Suç başkasınındır da, niçin başkası mahkûm?” diye sorma hakkı doğar... Şu âyet hakkında düşünelim: “Sen dağlara baksan, hareketsiz olduklarını sanırsın. Hâlbuki onlar bulut gibi kayar giderler. İşte sana her şeyi hesaplı ve sapasağlam yapan Allah’ın sanatı! Şüphesiz O, yaptıklarınızdan tamamen haberdardır.” 2920
Sorumluluktan Kurtulmak Mümkün mü?
Bazı câhillerin “bizim abdestimiz alınmış, namazımız kılınmıştır. Önemli olan kalp temizliği değil mi? O da bizde var. İbâdete ihtiyacımız yok” gibi sözleri, ya da “biz şeriatı aştık, hakikata ulaştık; artık mükellefiyet/sorumluluk kalmadı” yollu hezeyanları, saçmalıkları orada burada söyledikleri ve bu görüşleri savundukları -az da olsa- görülmektedir. Dâr-ı teklif (mükellefiyet sahnesi) olan dünyada, Allah’ın verdiği ömrü yaşarken İlâhî emir ve yasakların dışında kalmak ya da mükellefiyet sınırını aşmak mümkün değildir. Her akl-ı selim sahibi bunu böyle kabul eder. O halde mükellefiyet nedir? diyenlere, açıklayalım: Mükellefiyet: İlâhî emir ve yasaklardan sorumlu olmak demektir. Bu da müslüman olmak, akıllı olmak ve ergenlik çağına ulaşmış olmak şartlarına bağlıdır. Bunlar genel şartlardır. Ayrıca her emrin yerine getirilmesi için kendine has bazı özel şartlar da vardır. Meselâ; orucun farz olması için; Ramazan’a erişmiş ve mukîm olmak, oruç tutamayacak kadar hasta olmamak gibi.
Bu kısa açıklama göstermektedir ki, mükellefiyetten kurtulabilmek için, ya müslüman olmamak, ya bülûğa ermemiş çocuk olmak veya deli olmak yahut da ölmek lâzımdır. Bunun dışında, hiçbir sebeple, hiçbir görevle, hiçbir makamda bulunmakla, tasavvufta zirveye çıkıp zırvalamakla tekliften, yani Allah’a kulluk görevinden, sorumluluktan kurtulmak hiçbir insan için asla mümkün değildir.
2918] Silsiletu’l-Ahâdîsi’z-Zaîfe, 294 nolu hadis
2919] Lem’alar, s. 86
2920] 27/Neml, 88
- 788 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bir kere, düşünmek gerek; eğer mânevî mertebeler, mükellefiyetten kişiyi kurtaracak olsaydı, herkesten önce peygamberler bu teklif yükünden kurtulurlardı. Hâlbuki onlar, ümmetlerine neyi teklif etmişlerse, aynen kendileri de sorumlu olmuşlardır. “Gönderdiğimiz peygamberlere de, kendilerine peygamber gönderdiklerimize de soracağız.” 2921 Hatta onların sorumlulukları ümmetlerinden daha da ağır olmuştur. Çünkü bazı hususlar sadece onlardan istenmiştir. Teheccüd namazının Hz. Peygamber’e emredilip ona vâcip olması gibi.2922 “Onların işledikleri onlara, sizin yaptıklarınızın hesabı da size!” 2923 “O, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek, imtihan etmek için ölümü ve hayatı yarattı...” 2924 Sonra, yalancı peygamberlerden ve sahtekârlardan başka hiçbir sahâbi, ve İslâm âlimi mükellefiyetinin bittiğini, emir ve yasaklara uyma zorunluluğunun kalmadığını söylememiştir. Tarih böyle bir şeye şâhit değildir. Hz. Peygamber’e hitâben “Ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibâdet et” 2925 âyeti İslâm’da hiçbir kimse için dokunulmazlık, şeriat üstülük hakkı tanınmadığını bütün açıklığıyla ilân etmektedir.
Herhangi bir kimseye -peygamber de olsa- yakın olmak, şu ya da bu ırka veya cemaate mensup olmak da mükellefiyetten kurtulmaya gerekçe yapılamaz. Hz. Peygamber, akrabâlarına ayrı ayrı hitap ettiği bir konuşmasında en son kızı Fâtıma’ya hitabettikten sonra, “Benden bana âit şeyleri isteyin, vereyim. Ama Allah’ın azâbına karşı bana güvenmeyin. Allah’ın azâbından kendinizi kendiniz koruyun.” buyurmuştur. Yine dinin hükümlerinin uygulanması konusunda hiçbir kimseye ayrıcalık olamayacağını, aksi anlayışın kesin bir dalâlet/sapıklık olduğunu şu hadisiyle net bir şekilde açıklamıştır: “Ey insanlar, sizden öncekilerin sapıtmasının nedeni şu idi: İçlerinde üstün mevkiden biri hırsızlık yapınca, hadd (cezâ) uygulamadan onu serbest bırakıyorlar, ama güçsüz (arkası olmayan, fakir) birisi çalınca da hemen hadd tatbik ediyorlardı. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsa, Muhammed, onun elini de keser.” 2926
Sorumluluğun kalktığını, sorumlu olmadığını iddia etmek büyük bir sorumsuzluk ve büyük bir sorunluluktur; çünkü sorumluluk imtihan dünyasında herkes için zorunluluktur. Sorumsuzluk iddiâ etmek, “namazımız kılınmış”, “biz şeriatı aştık, o kabuktur, avam içindir, biz hakikat(!) ehliyiz” demek, dünya şartlarında insan ve müslüman olarak mümkün değildir. Bu iddiâ, “lâ yüs’el ammâ yef’al -yaptığından sorumlu tutulmayan-” Allah’a ortaklık iddiâ etmek gibi bir hezeyandır, saçmalıktır. Asıl amacı da haram-helâl sınırını yıkarak her şeyin mubahlığı (ibâhiyye) görüşünü yaymaktır. Hem dâll, hem mudıll -hem sapık, hem saptırıcı- olan bu ve benzeri düşünce sahiplerini, düzeltmek, cezâlandırmak elimizden gelmiyorsa, kendi düşünceleriyle başbaşa bırakmak, ama hiç olmazsa onun etkisinde kalanlara hakikati anlatıp uyarmak ve bu sapıkları toplumdan soyutlamak onlara yapılacak en büyük iyilik olsa gerektir. Ola ki akıllarını başlarına devşirir ve kendilerine gelir de böyle saçmalıklardan vazgeçerler. “Rabbım, her köle âzâd edildiği gün sevinir; ben ise Sana gerçekten kul-köle olduğum gün sevineceğim.”
2921] 7/A’râf, 6
2922] 17/İsrâ, 79; 73/Müzzemmil, 2
2923] 2/Bakara, 134, 141
2924] 67/Mülk, 2
2925] 15/Hıcr, 99
2926] Buhârî, Hudûd 12; Tirmizî, Hudûd 7
ATALAR YOLU
- 789 -
Kul, Kusursuz Olur mu?
“Kusursuz kul olmaz”, “beşer şaşar”, “düşmez-şaşmaz bir Allah” gibi cümlelerin, günlük konuşmalarımız arasında bolca yer almasına ve gerçeğin de bu olmasına rağmen, bazı câhillerin, saygı duydukları kişileri “kusursuz” ilan ettiklerine -seyrek de olsa- rastlanmaktadır. Kusursuz kul anlayışı, Kur’an prensiplerine, tevhid anlayışına ters düşmektedir. Peygamberlerden bile “zelle” denen küçük hataların sudûr ettiği gerçeği -ki Kur’an, bunu Hz. Muhammed (s.a.s.) dâhil hemen bütün peygamberler için ısrarla vurgular- yanında, “şeyh efendi”nin veya “üstad”ın hatasızlığını iddiâ etmek, her şeyi ters yüz etmek, “hatayı sevap görmek” gibi bir sapıklığı sergilemek ve insanı aşırı yüceltip tanrılaştırmak demektir.
Herkesi gerçek mevkiinde ve doğal özellikleri ile değerlendirebilmek ya da buna rızâ gösterebilmek bir olgunluktur. Bu olgunluk, övgü ve yergi duygularındaki îtidâle, adâlet, denge ve ölçüye bağlıdır. Sevdiğini ölçüsüz/sınırsız seven, yerdiğini kararsız yeren tipler, haddini bilmeyen, aşırılıktan yana ve her an gaf yapmaya hazır kişilerdir. Kiminin yanlış zannettiği gibi, eğer varsa(?) kişideki keşifler ve kerâmetler, kusursuzluğun belgeleri değillerdir. Mûcize sahipleri bile insanî/beşerî özellikleri sebebiyle yanılgıya düşerlerse, kerâmet asla kusursuzluk beratı olarak değerlendirilemez. Kaldı ki, kerâmet hikâyelerinin, özellikle günümüz fesat ortamında tamamına yakını yalandan ibarettir. Halkın güzel ifadesiyle “şeyh uçmaz, onu müridleri uçurur.” “Kerâmeti zâhir” kabul edilen tüm kişilerin, kerâmetinden önce “hatâsı zâhir”dir. Bunun böyle olması da, pek tabii, çok normaldir. Çünkü ne kadar sâlih olursa olsun, bir kişi kusursuz olamaz. “Âdemoğlunun hepsi hata edici, günah işleyicidir. Ancak, günahkârların en hayırlısı, tevbe edip Allah’tan affını isteyendir.” 2927 İnsan kusurunu kabul edip affettirmesini bildiği ölçüde saygıdeğerdir, kıymetlidir. Zaten hüner, hiç kusur işlememekte de değildir. İşlenen hatayı affettirebilmektir hüner. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, siz hiç günah işlememiş olsanız, Allah sizi giderir, yok eder de, günah işleyip tevbe eden bir kavim getirir/yaratır. Onlar Allah’a istiğfâr ederler, Allah’tan af dilerler. O da kendilerini affederdi.” 2928 buyurarak, hataya müsâmaha etmemenin, onu affettirebilmek için gayret sarfetmenin İlâhî irâdeye daha uygun düştüğünü belirtmiş, kusursuzluğu değil; hatadan hemen dönmeyi, yani tevbeyi teşvik etmiştir.
Öte yandan, kusursuzluğu kabul edilen kişilerin genellikle, -varsa- eserlerinin de hatasızlığı ilan edilmekte, hataya bir hata daha eklenmektedir. Ve tabii bu hatasız(!) görüşleri ve eserleri tenkit etmek mesele olmakta, böyle bir saygısızlık, cür’et ve cürmü(!) işleyenler, dinlerinden, imanlarından bile uzaklaştırılmakta, en azından sapık ilan edilmekte, olmadık hakaret ve karalamalara muhâtap kılınmaktadırlar. İlmî tenkit faâliyeti ve dolayısıyla ilmin gelişmesi de böylece körü körüne kösteklenmektedir. Unutulmamalıdır ki, kusursuz kitap, sadece Kur’ân-ı Kerim’dir. Çünkü Allah kelâmıdır. O, Allah’ın hıfzı ve korumasındadır. Onun dışında her kitapta az-çok kusur, eksik, hata bulunmaması mümkün değildir. Dolayısıyla bazı câhillerin sevdikleri kişileri ve eserlerini kusursuz ilan etmeleri, bizzat bu iddiâ sahiplerinin en büyük kusurlarından biri olmaktadır. Buna göz yuman “kusursuzluğu ilan edilen kişi”nin, eğer hayatta ise bütün bu
2927] İbn Mâce, Zühd 30; Ahmed bin Hanbel, III/198
2928] Müslim, Tevbe 2; Tirmizî, Cennet 2, hadis no: 2526
- 790 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlayışları düzeltmemesi, kusursuzluk isnâdından memnun olması, affedilemeyecek hatalardan biridir.
Kullara yaptıklarını güzel göstermek, şeytanın bir taktiğidir. Kimse hatasına sevap süsü vermeye ve hatalıları hatasız göstermeye kalkmamalıdır. Bilmelidir ki, bu tür bir eğilim, açıkça şeytanın tuzağına düşmek ve tam anlamıyla büyük bir hata işlemektir. Halk deyimiyle “dost için post olmak”tır. “Her günahın içki gibi sarhoşluğu olsaydı; sen o zaman görürdün, ayık kalan kimsenin olmadığını!”
Nazarlık Takmak Doğru mu?
“Göz değmesi” veya “nazar değmesi” diye bilinen, mikrobik olmayan ve âniden çoğunlukla baş ağrısı şeklinde beliren mânevî rahatsızlıkların varlığını bilmeyen veya duymayan yoktur. “Nazar değdi, nazara geldi, nazara uğradı” gibi cümlelerle hep aynı rahatsızlık anlatılmak istenir. Tıb da bu tür rahatsızlıkları kabullenmekte ve “insan gözünden çıkan şuaların/manyetik ışınların, dikkatle ve belki biraz da kıskançlıkla bakış esnâsında yoğunluk kazanması ve bu yoğun şuaların karşı organizmanın atomlarının çalışma düzenine etki etmesi” şeklinde açıklamaktadır.
Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Nazar/göz değmesi gerçektir (vâkidir).” 2929. Hatta Peygamber Efendimiz, “dokunan her kötü gözden” Allah’a sığınmayı, Hz. İbrâhim’in bir duâsı olarak ümmetine ta’lim etmiştir.2930 “Nazardan Allah’a sığının; çünkü nazar haktır.”2931 Hz. Âişe vâlidemiz de Hz. Peygamber’in göz değmesine karşı okumayı emrettiğini haber vermiştir. 2932
Nazar değmesine karşı okuma sûretiyle uygulanan tedâvinin Hz. Peygamber ve ashâbı tarafından yapıldığı ve müsbet neticeler alındığı örnekleriyle sâbittir. Bu tedâvide daha çok Fâtiha, İhlâs, Felak ve Nâs sûreleri ve Âyetü’l-Kürsî’nin okunduğu da hadislerde yer alan bilgiler arasındadır. Yine 68/Kalem sûresinin 51 ve 52. âyetlerinin okunması tavsiye edilir. Elmalılı’nın belirttiği gibi2933 bu tedâvi çeşidinde aslolan hastanın bizzat kendisinin okumasıdır. İnsan, hoşuna giden bir şeye bakarken nazarı değmemesi için “Mâşâallah, lâ kuvvete illâ billâh” demelidir. Bu, Peygamber Efendimiz’in okuduğu bir duâdır.
Bu açıklamalardan sonra, göz değmesine karşı gûya tedbirmiş gibi, halk arasında dolaşan birtakım hurâfelerin mânâsızlığı kendiliğinden ortaya çıkmış olmalıdır. Çocukların elbiselerine mavi boncuklar, nazarlıklar, iğde çekirdekleri, kaplumbağa kabuğu vs. takmak; evlerin, binâların girişine, arabalara boynuz, at nalı, at kafası, çeşitli muskalar, cevşenler asmak, kurşun dökmek, tütsü yapmak, ceplere sarımsak koymak, arabalara ve dükkânlara göz resimleri yapıştırmak, acâyip heykeller monte etmek ve benzeri şeylerin hepsi, bu bâtıl inanışın zavallı âletleridir. Bunların tıb açısından en küçük bir faydası düşünülemeyeceği gibi, bâtıl inanışları yaygınlaştırması ve sürdürmesi noktasından büyük sakıncaları
2929] Buhârî, Tıb 36, Libas 86; Müslim, Selâm 41-42; Ebû Dâvud, Tıb 15; Tirmizî, Tıb 19; Ahmed bin Hanbel, I/294, II/222, IV/67, V/70
2930] Buhârî, Enbiyâ 10; Ebû Dâvud, Sünnet 20; İbn Mâce, Tıb 36
2931] İbn Mâce, hadis no: 3508
2932] Buhârî, Tıb 35
2933] Hak Dini Kur’an Dili, c. 9, s. 6394-6399
ATALAR YOLU
- 791 -
vardır. Bu yüzden de bunları bu niyetle kullanmak kesinlikle haramdır; bazı İslâm âlimleri, Allah’tan başka şifa veren, zararı def eden mânevî sığınak ve çözüm kaynağı kabul edildiğinden bunları nazar giderici olarak kullanmayı şirk kabul etmişlerdir. Bir tür koruyucu totem izlenimi veren ve hastalıklardan koruduğu yanlış kanısının zihinlere yerleşmesine vesile olan nazarlıkların, nazar boncuklarının kullanılmasını Peygamber Efendimiz kesin bir şekilde yasaklamıştır. Hatta böyle bir nazarlığı üzerinde taşıyan kişinin bey’atını kabul etmemiş ve onu çıkarıp atmasını emretmiştir.2934 Yine Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: “Efsun yapmak, nazar boncuğu takmak, kadınların kocalarına kendilerini sevdirmek için sihir yapmak şirktir.” 2935
Müslümana yakışan, basit birer madde olan nazarlıkların koruyuculuğu zannına kapılmak değil; her şeyini borçlu olduğu ve kulluğunu kendisine sunduğu Rabbine sığınmaktır. Şifâyı verecek olanın ilaç, doktor, okuma, üfürme, hoca değil; bizzat Allah olduğunu hiç unutmamaktır. Allah şifâ vermeyecek olduktan sonra, dünya bir araya gelse ne çıkar? Ma’kul ve meşrû yollarla hastalıklara çare aramak nasıl görev ise, şifâyı yalnız ve yalnız Allah’tan bilmek ve beklemek de aynı şekilde görevdir. Mânevî hastalıkların tedbiri de mânevîdir. Kur’an âyetlerinin ve sünnette geçen duâların okunması ve Allah’a sığınılması bu tedbirin en üst seviyede alınması demektir. Ötesi avunma, aldanma, gerçeği bırakıp bâtıla dalma, denize düşünce yılana sarılma demektir. “Allah’ım, her şeytan (tabiatlının şerrin)den, zehirli haşerâttan ve dokunan her kötü gözden Senin şifâ veren kelimelerine sığınırım.” 2936
Kurşun Dökmek: Nazar isâbetinden kurtulmak için uygulanan yöntemlerden biri de, kurşun veya mum döktürülmek, nefesi keskin hocalara(!) okutulmaktır. Bazı yörelerde de “tuz çatılmak”, “un yakılmak”, “üzerlik otu yakılarak dumanı ile tütsülenilmek” çare olarak görülmektedir. En yaygın olan uygulama, kurşun veya mum dökme âdetidir. Bu iş şöyle yapılmaktadır: Nazar isâbet eden hasta (genellikle çocuklar), kurşun dökücüsünün önüne oturtulur. Başı bir örtü ile kapanır. Çocuğun başı üzerinde tutulan ve içinde su bulunan kaba, ocakta eritilen kurşun dökülür. Kurşun döküldükten sonra oradakiler hep beraber: “Kem göz çatlasın, Nazar eden patlasın” diye bedduâ ederler. Bazı yerlerde de yaygın olarak nazarlık otu, üzerlik otu yakılır. Dumanı ile hasta tütsülenir. Bu esnâda çabuk çabuk şöyle söylenir: “Üzerliksin havâsın / Her dertlere devâsın / Ak göz, kara göz / Mavi göz, elâ göz / Hangisi nazar etmişse / Onların nazarını boz.” Şu tekerleme de söylenilmektedir: “Elemtere fiş / Kem gözlere şiş / Üzerlik çatlasın / Nazar eden patlasın!”
Bunların ne kadar gülünç, ama aynı zamanda trajik olduğu, insanımızın ne denli câhiliyye uygulamalarına kapılarını açtıklarını, kafalarını ve gönüllerini hurâfeyle kirlettiklerini gösteren uygulamalardır.
Muska ve Muskacılık
Muska ve Tılsımların Menşei: Muska ve tılsımların menşei, putperestliğin en ilkel şekli olan “fetiş”tir. Bu inançta olanlar, bazı nesnelerde uğur veya
2934] Nesâî, Ziynet 17; İbn Mâce, Tıb 39
2935] Fethu’l-Kebir, c. 1, s. 304
2936] İ. Lütfi Çakan, a.g. e. s. 11 vd.
- 792 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uğursuzluk bulunduğuna inanırlar. Kişi, uğurlu saydığı nesneyi boynuna asar veya yanında taşır. Bu nesne bir bitki, kurt dişi, ayı tırnağı, leylek kemiği, kartal tırnağı olduğu gibi, bazen kurumuş bir böcek hatta bazı taş parçaları vb. olabilir.
Bu nesneleri taşıyanlar, çeşitli hastalıklardan, belâ ve kazalardan korunacaklarına inanırlar. Hâlâ bazı nesneleri “uğur getiriyor” inancıyla boynunda ya da yanında taşıyanlar bulunmaktadır. İslâm’ın fıtrata, akla ve ilme uyan güzel esaslarına inanmamakta direnen nice insan, böyle safsatalara kolaylıkla inanabiliyor, dolayısıyla Kur’an’ın “onlar akıllarını kullanmayan akılsızlardır” ifadesini her an farkında olmadan doğruluyorlar. Günümüzde üniversite gençliği ve sosyete semtlerinin kültürlü geçinen kesimlerinde gittikçe bu tür “uğur taşları” vb. yaygınlaşmakta, İslâm’dan uzaklaşan insan ne kadar komik ve aşağılık olmaktadır!
Daha sonraki dönemlerde kâğıt parçaları üzerine yazılmış dinî formüller veya tuhaf işaretlerle çizilmiş muska ve tılsımlar, fetişlerin yerini aldı. Muska ve tılsımların en eski şeklinin Mısır’da bulunduğu belirtilir. Eski Romalılar da, hastalıklardan ve zehirlenmeden korunmak için acayip işaretlerle yazılmış veya çizilmiş muska tılsımları kullanmışlardır. İsrâiloğullarına gönderilen peygamberler de, putperest kavimlerden geçen, kendi dönemlerinde yaygın olarak kullanılan fetiş ve tılsımları yasaklamışlardı. Buna dair eski Ahid’de (Tevrat’ta) rivâyetler vardır.2937 Hırisitiyanlıkta da muska ve tılsımlara inanmak çok yaygındı. Hıristiyan din adamları muska taşıma âdetleriyle mücâdele etmişler, ama pek başarılı olamamışlardır. Milâdî 366 yılında toplanan “Laodice” dinî kurultayı, muska ve tılsım taşımaya yasaklayan bir karar çıkartıp ilân etmiştir. Fakat hıristiyanları bunları taşımaktan bir türlü vazgeçirememişlerdir. 8. Yüzyılda Papa II. Gregoare bu bâtıl inançlara karşı şiddetle karşı koydu. Ancak halk bildiğinden ve gördüğünden şaşmadı. Sonuçta hıristiyan din adamları bu hurâfeye tâviz vermeye mecbur kaldılar. Muskaların yerine “haç” hıristiyanlık sembolü olan balık resmi, “Agnus Dei” (Tanrı Kuzusu) yazılı levhacıkları taşımayı tavsiye ettiler, giderek halkı buna alıştırdılar. 2938
İslâm’ı kabulden evvel yaşamış Türk boylarında da muska-tılsım kullanma âdeti vardı. Sekiz ve dokuzuncu yüzyıllarda Budist ve Maniheist Türklerin yaşamış olduğu Doğu Türkistan’da yapılan arkeolojik araştırmalarda elde edilen malzemeler arasında “tılsım-muskalar”, çeşitli dinî formüller yazılı levhalar, tahtalar vs. eşya bulunmuştur. Budist Uygurların dinî kitaplarında da tılsım şekillerine rastlanmıştır. Bunlardan üç şekil Alman Türkologu F. W. K. Müller tarafından neşredilen eski Türkçe Uygur metinlerinden birinde açıklamalarıyla gösterilmiştir. Müslüman olduğunu iddiâ edenlerin de kullandıkları muskalardaki tılsımların bir benzeri olan bu şekillerin ifade ettikleri anlamlar olarak, bunlardan biri için, bir kadın bu muskayı vücudunda taşısa, kolay doğurur, rahat ve sevinç bulur; diğerinde, Pars yılı doğmuş olan (şimdiki burçların bir benzeri olsa gerek) kişi, bu tılsımı saklarsa çok mutlu olur; üçüncüsünde de, herhangi bir kişinin hayvanları çok ölüyorsa, bu tılsımı kapıya yapıştırsın denilmektedir. 2939
Günümüzde muska, tılsım ve sihir yapma işleriyle uğraşan bazı inanç
2937] Meselâ, bk. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, Bab 35, s. 35
2938] Abdülkadir İnan, Hurâfeler ve Menşeleri, s. 44
2939] A. İnan, a.g.e., s. 46-47
ATALAR YOLU
- 793 -
sömürücüsü kişilerin ellerinde bulunan kitaplar, eski Babil, Asur, Mısır müşriklerinin, eski Budist ve Şamanist Türklerin kullandıkları kitaplardan yararlanılarak yazılmıştır. Bu kitaplara inandırıcılığı kuvvetlendirmek için Kur’ân-ı Kerim’den âyetler,Esmâü’l-Hüsnâ ve bazı duâlar da ilâve edilmiştir. Muska ve tılsımla ilgili kitaplarda yazılan muska ve efsunlar incelendiğinde görülüyor ki, birçoğunda bazı âyet ve duâlarla beraber, hiçbir dile benzemeyen kelimeler de bulunmaktadır. Tılsımcılar, mal ve mülkün tılsım-muska ile her türlü âfet ve kazalardan korunacağını da telkin ediyorlar. Bu tılsımlarda Esmâü’l-Hüsnâ, âyet-i kerime ve duâlar sû-i istimal edilmektedir. Bunların, câhil halkı kandırmak için kullanılmakta olduğu şüphesizdir. Bu hurâfeler, mü’minlerin inancına, sağlığına, malına ve canına zarar verecek zırvalardır. İmanı tam olan müslümanlar, bunlara inanamaz.
Tılsımlar, harfler ve rakamlar ile yapılmaktadır. Efsun ve tılsım kitaplarına göre harfler ve onların ifade ettikleri rakamlar tabiatüstü esrârengiz kudrete sahiptir. Harfler; “ebced, hevvez...“deki sıraya göre adet ifade ederler. Yazı tarihi araştırmalarıyla ispat edilmiştirki, “ebced, hevvez...“aslında hece harflerinin sırasını göstermek ve sırf harfleri hatırda tutmak için tertip edilmiş, mânâsız sözlerden (mühmelât) ibârettir. Her şeyde esrâr arayan uydurma meraklıları bu “ebced“deki mühmelât hakkında birçok hurâfe icad etmekte zorlanmamışlardır. Aslında bu “ebced...“Aramî alfabesindeki harflerin sırasını gösteren mânâsız sözlerdir. Bu alfabe sırası Aramîlerden Nabatilere, onlardan da câhiliyye çağı Araplarına geçmiştir. Aynı kaynaktan gelen İbrânî, Süryânî, Yunan ve latin alfabelerinde de bu sıra, gelenek olarak muhâfaza edilmiştir. Araplar, birbirine şekil bakımından benzeyen harfleri yanyana koymak maksadıyla bu “a, b, c...“sırasını bozmuşlarsa da, eski sırayı “abced hevvez“altı mühmelâtından muhâfaza etmişlerdir. Harfleri, rakam gibi kullanırken de bu “ebced“deki sıraya riâyet etmişler ve Arapçaya mahsus altı harf için de iki mühmel söz uydurup ilâve etmişlerdir. Üfürükçülük kitaplarında gördüğümüz harflerin büyük bir kısmı, Esmâü’l-Hüsnâ harfleri ve rakamları da, bu harflerin “ebced“hesabına göre ifade ettikleri sayıyı göstermektedir. Bazı tılsımlarda ise bu “ebced“hesabı tutmuyor.
Bu arada şu küçük açıklamayı da ifade edelim: Yazı işaretlerinin (hiyeroglif, harf, rakam) esrârengiz sihrî kuvvet içerdiğine inancın en eski kaynağı, tarihin karanlık devirlerine kadar uzanmaktadır. Zira yazının mâhiyetini bilmeyen kavimler, yazıyı keşfeden kavimlerin deri, tahta, tablet ve başka nesnelere çizdikleri çizgilerle konuşup gâipten haber aldıklarına ve bu acâyip çizgilerde tabiatüstü esrarlı kudret bulunduğuna inanıyorlardı. Bu inanç ve korkunun câhil halk arasında bugün bile tesirini sürdürdüğünü görüyoruz. Bazı okuma-yazma bilmeyen câhil kimseler, herhangi bir muskayı alıp atmak, ya da kâğıdını yırtmak istediğiniz zaman, “aman çarpılırsın!“diyerek size muskalarını vermek veya açtırmak istemezler. Muska ve tılsım kitapları incelendiğinde öyle anlamsız melek, cin, şeytan ve peygamber adlarına rastlarsınız ki anlamlarını hiçbir dil ve lügatta bulamazsınız. Bunların hiçbirisinin İslâm’la ilişkisi yoktur. Tümü uydurma ve hayali adlardır, hurâfedir. Bunların yahûdilerin Kabbalah denilen mistik ve skolastik felsefelerinden geçmiş olduğu belirtilir. Bu felsefeye göre yahûdi alfabesindeki 22 harfin ve ifade ettikleri rakamların mistik ve sihrî mâhiyetleri vardır. Bu yahûdi anlayışına göre, yahûdi din kitaplarında zikredilen Tanrı adları ve sıfatlarını iyi kullanmak şartıyla, her türlü hârikalar yaratmak mümkündür. Bu
- 794 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kabbalah mârifetleri nesilden nesle gözli bilgi olarak, seçkin çömezlere öğretildi. 13. y.y. dan sonra kitap halinde yazılmaya başlandı. İspanya yahûdilerinden de müslümanlara geçti.
Muskacıların Dayanağı: Her şeye bir dayanak, bir gerekçe arayan insanoğlu, kendi görüşünü kuvvetlendirmek için bazen kutsal değerleri bile istismar edebilmiştir. Nitekim muskacılardan bazıları İsrâ sûresindeki Kur’an’ın şifâ olduğunu belirten âyeti, muska yazmaya delil olarak göstermişlerdir. Oysa zikredilen âyette muska yazma için hiçbir işaret yoktur. Bu âyette Allah şöyle buyurmuştur: “Biz Kur’an’dan mü’minlere rahmet ve şifâ olan şeyler indiriyoruz. O, zâlimlerin ise sadece husrânını/kaybını arttırır.” 2940 Kur’an, ruhları terbiye ederek mü’minleri psikolojik problemlerden ve rûhî hastalıklardan korur. Mü’minler, o sâyede bâtıl akîdelerden, kötü huylardan kurtularak mânevî sıhhatlerini temin edebilirler. Yine, Fâtiha gibi sûreleri hüsnüniyetle okumak da bazı bedenî hastalıklar için bir şifâ vesilesi olabilir. Kur’an, beşeriyete yücelme sebeplerini, takip edilecek kurtuluş yolunu göstermiş, onları maddî ve mânevî helâka sebep olacak şeyleri yasaklamış, kendilerine dünya ve âhirette huzura götürecek şeyleri emretmiş rahmet kitabıdır. Fakat Kur’an, zâlim için, Kur’an’ı inkâr eden, onun hükümlerine karşı gelen kimseler için ise, zarardan başka bir şey arttırmaz. Çünkü bu kimseler Kur’an’ın beyanlarına karşı düşmanlıkta, hürmetsizlikte bulunur, her türlü ahlâksızlığı yaparak, kendileri için mânevî felâketleri çağırırlar. Elbette, tedâviye muhtaç olan insan, kendisine verilen en faydalı bir ilacı terkeder de midesini zehirli şeylerle doldurursa kendi hayatına kasdetmiş, kendisini helâka mâruz bırakmış olur. Kur’an hükümlerinin, yanlış yolda olanlara ve kötü huy sahiplerine gerçeği görme ve doğruyu bulma yolunda şifâ ve rahmet olduğunu, ama kötü niyetli zâlimler için ise, bir helâk sebebi olabileceğini anlıyoruz. Ancak, âyette ne sûretle olursa olsun, muska yazılacağına dair hiçbir işâret yoktur.
Kur’ân-ı Kerim, muska yazmak, büyü yapmak, fal bakmak için değil; “insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak” 2941 gönderilmiştir. Allah’ın Kitabının âyetlerini rastgele yerlere yazarak çöplüklere gitmesine sebep olmak veya beşerî çıkarlar için istismar etmek, İslâm’a ve İlâhî Kitaba ihânettir. Bu işi yapanlara fırsat vermek gaflettir, hıyânettir. Hatta mü’minlerin itikadını zedelemeye hizmettir. En üzücü tarafı ise bunu yapanların kendilerini “hoca” olarak lanse etmeleridir. Oysa İslâm’da “hoca” dinin hükümlerini bilen, ilmiyle amel eden, Allah’tan korkan, Allah’ın âyetlerini az bir dünya metâına satmayan örnek ve önder bir şahsiyettir. İslâm’ın yasak kıldığı işleri yapan ve bu tür davranışlara cevaz veren insan, hoca olamaz. Böyleleri ancak fâsık ve münâfık olur; bunlara dense dense cinci, üfürükçü, din tüccarı, hurâfe pazarlamacısı muskacı denilir.
Muskacıların Sonu: Ömrünü muska yazarak, fal açarak, sihir yaparak geçiren pekçok insanın sonu hüsran ile noktalanmıştır. Bunlardan kimisi hapishane köşelerinde, kimisi de feci hastalıklara yakalanarak fakr u zarûret içerisinde ölmüşlerdir. Vakitlerini muskacılıkla geçirenler, bu yoldan her ne kadar dünyevî menfaat temin ediyorlarsa da bu iş, dinen kınanmış olduğu için iflâh olmuyorlar. Daima hayatları sıkıntı ve sefâletle, beş kuruşa muhtaç olarak geçmekte olduğu
2940] 17/İsrâ, 82
2941] 2/Bakara, 184
ATALAR YOLU
- 795 -
müşâhede edilmektedir. Hayatlarının sonunda perişan bir vaziyette, miskinlik içinde yaşadıkları görülmektedir. Bunların hepsi yaptıklarının avans cinsinden dünyadaki küçük cezâsıdır. Esas cezaları, ceza gününde verilecektir. Çünkü bakılması haram olan nice göbeklere muskalar yazmışlardır. Nice genç kızları veya evli insanları muhabbet muskalarıyla aldatmışlar, ümitleriyle oynamışlardır. Allah’ın men ettiği şeyleri insanlara aşılamışlar, imanın temelini sarsmışlar, İslâm akîdesini bozmuşlardır. Böylelikle yahûdi ve hıristiyan âdetlerini canlandırarak ve bunları birkısım insanlara kabul ettirip onların itikadlarını bozarak imanlarını sarsmaları ile İslâm âleminde tedâvisi imkânsız olan yaralar açmışlardır.2942 Her aklı başında mü’min, insanları bu tür cinci, muskacı, üfürükçü sahtekârların tahribatından korumak için elinden gelen gayreti esirgememelidir. 2943
Unutmamak lâzım ki, dindarlık, dinî olanı işlemektir; dinde olmayanı değil. Nice insan, hem de din adına, dini de küçük düşürerek ve sevap yapıyorum zannıyla günaha girerek bu tür hurâfe ve bid’atler, bâtıl inançlar peşinde kendisine sıkıntı vermekte, hayatını daha da çekilmez hale getirmektedir. Bazı insanlar, Cumartesi ve Salı günleri çamaşır yıkamıyor, bazıları da kırılan bir ayna veya evinin yakınlarında öten bir baykuş nedeniyle kâbuslar görüyor. Bâtıl inanç, hurâfe ve bid’atlerden ancak sağlıklı ve doğru dinî bilgiyle, Kur’an’ın hayata geçirilmesiyle korunulabilir. Bu tür sapıklıklara yönelmenin nedeni, insandaki inanç ihtiyacının doğru ve gerçek bilgilerle doldurulamaması, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olması, câhiliye düzeni, medya ve çevre şartlarının doğruyu eğri, eğriyi doğru diye göstermesidir. Dini; bazı çıkarcı, istismarcı, cinci, câhil ve bağnazların elinden kurtarmadıkça, bu tür insanlara ilgi gösterilip “hoca” diye iltifat edildikçe bu sorunlar küçülmeyecek, aksine büyüyecektir.
Yukarıda açıklananlardan başka hâlâ yaşayan bazı bâtıl inanç ve hurâfeleri saymaya çalışalım:
“At, avrat ve silâh uğursuzdur.”
“Ayna kırılması uğursuzluktur, ayna kırılan ev yedi sene iflâh olmaz.”
“Ateşle oynayan çocuk altını ıslatır.”
“Ayın 13’ü uğursuzdur.”
“Gece tırnak kesilmez, ev süpürülmez.”
“Gece ev süpürülürse fakirlik gelir.”
“Geceleri aynaya bakılmaz.”
“Gece vakti, bir evden başka bir eve kazan, tencere ve tava verilirse mutlaka ölüm olur.”
“Gece, vaktinden önce öten horoz uğursuzluk getirir.”
“Pazar günü çalışmak uğursuzluktur.”
“Salı günü işe başlanırsa bitmez, sallanır.”
“Salı günü yeni elbise giyilirse yanar.”
2942] Recep Aktaş, Bâtıl İnanışlar, s. 39-40
2943] Kemalettin Erdil, Yaşayan Hurâfeler, s. 19-32
- 796 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Çarşamba gecesi işe başlanırsa, ‘Çarşamba karısı’nı kızdırı ve o eve kötülüğü dokunur.”
“Çarşamba günü yorgan kaplayan hastalanır.”
“Çarşamba günü süt içmek, ev satın almak iyi değildir.”
“Perşembe günü çamaşır yıkanırsa zengin olunur.”
“Cuma akşamı ev süpürülürse meleklerin kanadı kırılır.”
“Cuma günü ev süpüren veya çamaşır yıkamak, fakirlik getirir ve günahtır.”
“Çocuğu ölen kadın, Cuma günleri hiçbir iş yapmaz.”
“Cuma günleri çocuğun ayakları câmi kapısına bağlanır ve namazdan sonra çözülürse, hasta olmaz.”
“Henüz konuşamayan çocuğun ağzı, Cuma salâsı verilirken câmi anahtarıyla açılırsa, çocuk hemen konuşmaya başlar.”
“Cumartesi günü çamaşır yıkamak uğursuzluk getirir.”
“Arefe günü dikiş dikmek günahtır.”
“Arefe günü dikiş diken kadının ölmüş çocuğu varsa, onun derilerini diker.”
“Misafirin ardından ev süpürmek iyi değildir.”
“Makasın ağzı açık kalırsa, kefen biçmeye yarar.”
“Makasın açık kaldığı evde kavga çıkar.”
“Elden ele makas alınmaz, makas düşman sayılır.”
“Elden ele sabun alınmaz, uğursuzluk getirir.”
“Hapse giren biri, ölmüş birisinin yüzüğünü takarsa hapisten çabuk çıkar.”
“İnsanın önünden kara kedi geçmesi, uğursuzluk sayılır.”
“Tavşan, tilki, kara köpek birinin yoluna çıkarsa uğursuzluk getirir.”
“Kapı eşiğine basan, iftiraya uğrar.”
“Merdiven altından geçmek uğursuzluktur.”
“Başa pisleyen kuş, talih kuşudur; Kuş pisliği başına düşene para gelir.”
“Şimşek çakarken kırmızı giyilmez.”
“Terlik ve ayakkabının ters dönmesi iyi değildir.”
“Evliliğin ilk günü, gerdek gecesinde, erkek veya kadın, hangisi önce uyursa o daha evvel ölür.”
“Gerdek gecesi, karı ile kocadan hangisi daha evvel diğerine tokat vurursa, onun sözü daha çok dinlenir.
“Zifaf gecesi gelin ve dâmat sabunla yıkanırsa, sabun acı olduğundan, aralarına acı ve ayrılık girer.“
ATALAR YOLU
- 797 -
“Ev süpürülürken süpürge birine dokunursa uyuz olur. Süpürgeye tükürülürse hastalık bulaşmaz.“
“Gece tırnak kesilirse ömür kısalır.“
“Cenâze yıkanırken teneşirin altına dökülen su, bir şişeyekonup habersiz sarhoşa içirilirse içkiyi bırakır.“
“Nazara uğrayan kişi, kuşkulandığı insanın saçından, ayakkabısından veya elbisesinden habersiz bir parça kesip yakarak dumanı ile tütsülenirse nazarı geçer.“
“Kötü bir hastalıktan söz edilirken: ‹Değirmenden geldim unluyum’ denilmezse o hastalık, söyleyene bulaşır.“
“Sarılık hastalığına tutulan kişinin ‹izinli’ denilen biri tarafından alnı jilet ya da çakı ile çizilir. Akan kan alnına ve burnuna sürülür. Yaradan kan aktıkça hastalık da akar gider.“
“Dişi ağrıyan bir kişi mezarlığa gider, mezar taşını ısırır, arkasına bakmadan geri gelirse ağrısı kesilir.“
“Başı ağrıyan bir kadın câmiye gider, yazması (başörtüsü) ile câmiyi süpürür ve yazmayı tekrar başına örterse başının ağrısı gider.“
“Evden çıkan erkek, işine giderken önünü kadın keserse (kadın adamın önünden karşıya geçerse) adamın işi ters gider.“
“Kısa boylu kadınlar uğursuzdur.“
“Bir kız akşam ezanı okunurken merdiven altından geçerse kısır kalır.“
“Cuma günü ezan okuyan müezzine kızın başörtüsü veya mendili sallattırılırsa nasibi çıkar.“
“Evli birinin yüzüğünü bekâr kız takarsa kısmeti kesilir.“
“Bekâr kız, evli birinin gelinliğini giyerse kısmeti kesilir.“
“Gelin olanın duvağı evde kalmış kızın başında çözülürse kızın bahtı açılır.“
“Evde kilitlenen kilit, bayram sabahı veya Cuma günü, namazdan önce imam tarafından câmide açılırsa kızın bahtı açılır.“
“Ellerini birbirine bağlayanın kısmeti kesilir.“
“Ellerini kavuşturanın kısmeti kapanır, anası ölür.“
“Hâmile bir kadın yumurta yerse çocuğu terbiyesiz olur.“
“Hâmileyken anahtar açanın doğumu kolay olur.“
“Bir hâmile kadın ölü yıkanırken suyundan atlarsa çocuğu baygın doğar.“
“Aş yeren bir kadın, çirkin bir yere bakarsa çocuğu çirkin olur.“
“Doğum yapan kadın, yedi gün çocuğunun yanından dışarı çıkmaz. Çıkarsa cinniler gelir, çocuğu götürür. Başka bir çocukla değiştirir.“
“Çocuğu yaşamayan bir kadın bir yatıra ‹Bunu sana sattım’ der ve kurban
- 798 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kestirir. Çocuk dünyaya gelince eğer kız ise adını Satı, oğlan olursa Satılmış koyar. Aksi halde çocuk yaşamaz.“
“Çocuğu yaşamayan kadın, yeniden doğum yaptığında 40 evden topladığı parçalarla gömlek dikip çocuğuna giydirirse çocuğu yaşar ve ömrü uzun olur.“
“Çocuğu ölen bir kadın Cuma günü iş yapmaz.“
“Lohusa kadının ve çocuğun yastığı altına iğne, çuvaldız, kama, bıçak konulursa albasmaz.“
“Lohusa kadının bulunduğu yere süpürge, Kur’an, soğan, sarımsak asılırsa ‹alkarısı’ loğusa ve çocuğa zarar vermez.“
“Hayızlı kadın, sebze bahçesinden geçerse sebzeleri kurutur.“
“Hayızlı kadın akşam ezanından sonra küpten turşu çıkarırsa turşu bozulur.“
“Gelin eve ilk geldiğinde kaynanasının iki bacağı arasından içeri girerse saygılı olur.“
“Yeni doğan çocuğun ilk dışkısı, yattığı odanın eşiğine veya beşiğinin altına konursa cadı zarar vermez, nazar da değmez.“
“Yeni doğan çocuğun beşiği altına türbe ve kabirlerden toprak getirilip konursa çocuğu cadı boğmazmış.“(Buna bazı yerlerde cüher almak denilir.)
“Bebek fıtık doğarsa, külotu çalı ağacını bir dalı yarılarak arasından geçirilince fıtığı iyileşir.“
“Bebeğin kırkı çıkmadan tırnağı kesilirse, ya arsız ya da hırsız olur.“
“Yeni doğan çocuk, bayram günü bir dişi eşeğe ters bindirilip köyün etrafında dolaştırılırsa ömrü mutlu geçer.“
“Çocuğun doğduğu yerde elişi yapılırsa, göbeği düşmez.“
“Cuma günü çocuğun ayakları bir câmi kapısında bağlanır, Cuma namazından sonra çözülürse hastalığa tutulmaz.“
“Bebek ayakları altından öpülürse talihsiz olur.“
“Çocuk dünyaya geldikten sonra yıkanıp tuzlanır ve sofraaltı denilen beze sarılırsa tokgözlü olur.“
“Çocuğun göbeği, câmi duvarına veya avlusuna gömülürse dindar, medresenin (okulun) bahçesine veya avlusuna gömülürse âlim, ahıra gömülürse malcı olur. Ayrıca suya atılırsa huyu temiz, evin içinde bir yere gömülürse gözü dışarıda olmaz.“
“Boyu ölçülen çocuk kısa kalır.“
“Çocuğun boyu metre ile ölçülürse ömrü kısa olur.“
“Sünnetsiz ölen çocuğun parmaklarından birinin kırılması gerekir.“
“Çocuk sünnet olurken annesi oklava sallarsa, sünnet acısız ve kolay olur.“
“Küçük çocukların yüzünde yara çıkarsa, deniz kenarında yaşayan ve denize
ATALAR YOLU
- 799 -
giren biri tarafından okunup yüzü meshedilirse yaraları iyileşir.“
“Yürüyen çocuğun emeklemesi, misafir geleceğinin işaretidir.“
“At, öküz, inek, dana gibi büyükbaş evcil hayvanlar, eğer gece ahırda huzursuzsa, bağırıyor, kişniyor veya böğürüyorsa, o evden biri ölecektir.“
“Ölü yıkandıktan sonra kazan ters çevrilmezse bir başkası daha ölür.“
“Bir evden ölü çıkarsa o evdeki su kapları boşaltılır. Eğer boşaltılmazsa Azrâil suları ellediği için biri yine ölebilir.“
“Cenaze çıkan ev ile çevresindeki evlerin suları dökülmelidir. Çünkü Azrâil kılıcını o sularda yıkar. Sular bu kılıçla pislendiği için içilmez olur.“
“Gece vakti bir evden başka bir eve kazan, tava veya tencere verilirse ölümü celbeder.“
“Gece sandık açmak, kendi mezarını açmaktır. Yani ölümü çağırmaktır.“
“Bir evdeki eşyalardan herhangi biri kendi kendine düşer veya kırılırsa ölüme işarettir.“
“Ayakkabı çıkarılırken ters çevrilirse o evden cenâze çıkar.“
“Kefen diken iğne kırılmalıdır. Zira ölümü ve uğursuzluğu celbeder.“
“Saçakta baykuş ötmesi, ölüme işarettir.“
“Bir genç askere giderken evden çıkmadan önce bir dilim ekmeğin yarısını yer, yarısını da geri bırakırsa, artık ekmek onu çağıracağı için kazaya belâya uğramadan geri döner.“
“Biri yolculuğa çıkıp gurbete giderken arkasından yola su dökülürse, su gibi yolculuğu olur, kazaya uğramadan sağ sâlim yerine ulaşır, gurbetten çabuk döner.“
“Biri yolculuğa çıkarken arkasından aynaya su serpilirse kazaya uğramaz.“
“Bir kişi sabunu başka birine elden verirse, sabun acı olduğu için, acı olaylar görülür veya o iki kişi arasına düşmanlık girer.“
“Gök gürlerken buğday ambarına el ile vurulursa hasat çok olur.“
“Nar tanelerini yere düşürmeden bir bütün narı yiyip bitirebilen cennete girer.“
“Tarla veya bahçede bitkiler hastalanmış ise, tarla sahibinin güneş doğmadan önce, tarlasının etrafını koşarak dolaşması gerekir.“
“Çeltik ekilen arazinin etrafı eşeğe binmiş bir kimse tarafında Kur’an okunarak dolaşılırsa, o araziye dolu yağmaz.“
“At nalı asılan yere nazar isâbet etmez.“
“Önünde ‹beş taş’ oyunu oynanan eve fakirlik gelir.“
“Cezveden su içilirse zengin olunur.“
“Ayakkabılar ters dönerse şeytan üzerinde namaz kılar.“
- 800 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Daha neler neler... Saymakla bitmeyecek bir sürü bâtıl inanışlar...
Dikkat edilirse, hurâfe ve bâtıl inanış olarak kabul edilen haftanın hemen bütün günleri ya belâya, ya da günaha sebep gösterilmiştir. Sanki müslümanın temizlik yapması, çalışması suç kabul edilmiştir. Bu inanç, hem ibâdetlere, hem temizliğe, hem çalışıp kalkınmaya ihânettir.
“Yıldızname“ye baktırmak, “fal“açtırmak, “sevicilik“yaptırmak, “sihir“bozdurmak, “muska“yazdırmak, “tılsım“yaptırmak, “afsunlanmak“için diyar diyar, semt semt hoca(!) arayanlar, dileğinin yerine gelmesi için türbe ve evliya mezarlarını/yatırları dolaşanlar, kızının nasibini açtırmak için il il üfürükçü arayanlar azımsanmayacak kadar çoktur. Göğüse ve göbeğe muska yama cür’et ve ahlâksızlığına tevessül edenler ve bunların tuzağına düşüp pişmanlığını sineye çekenler de az değildir. Kimi yerde gelin, kocasının evine girerken “kaynanasının iki bacağı arasından geçerse saygılı olur“diye inanılmak, dolayısıyla insan onuru ayaklar altına alınmaktadır. Kimi yerde de “yeni doğan çocuğun ilk dışkısı, cin çarpmasın, nazar değmesin diye, yattığı odanın eşiği altına konulmakta, bazı yerlerde de bebeğin beşiğine mezarlıktan toprak getirilerek konulmaktadır.
Kurşun dökmek, muska ve nazar boncuğu takmak gibi eski hurâfe ve bâtıl inanışların yanında; modern hurâfe ve çağdaş bâtıl inanışların da sosyete çevreleri, üniversite öğrencileri ve Batı kültürüyle yetişmiş insanlar başta olmak üzere, toplumda giderek yaygınlaştı(rıldı)ğını belirtmek gerekiyor. Burç taşları, şans ve uğur getireceğine inanılan çeşitli taş, yüzük, kolye veya boncuklar, sinema filmleri veya tv. dizilerindeki kahramanlara ait resim ve aksesuarlar, muska yerine uğur ve şifa kolyeleri, taşları, nazar değmesin diye elini kulağına tutup tahtaya vurmalar, aksırınca “çok yaşa“demeler ilk sayabileceğimiz modern gereçler ve tavırlardır.
Tabii, bunların yanında cinciliğin modern şekli olan medyumluk, falcılığın bin bir çeşidi, burçların ve gök cisimlerinin insan kaderi üzerinde etkisi olduğuna/tanrılığına inanmanın bir yansıması olan burç falları, müneccimliğin modernize edilmiş şekli olan astroloji, felekle ve feleğin kadere etkisiyle ilgili inanış ve deyimler, ruh çağırma ve reenkarnasyon inanışları, insanın maymun soyundan geldiğine inanmak, İmanî hakikatlerin çoğunun bilimsel olmadığı, bilimin tek doğru ve gerçek mürşit olduğunu kabul, tabiat/doğa veya tesadüfe yaratıcılık atfetmek gibi bâtıl inanışlar ve modern hurâfeler...
Türbe ve yatırlardaki mantık dışı hurâfelerin çağdaş ve modern şekillerini de televizyon izleyen herkes görmekte, mâtem törenlerini, andiçmeleri... bilmekte. Simokinli resepsiyonlar, tuhaf, saçma ve İslâm dışı kuralları olan törenler, seromoniler, âyinler, tapınmalar... Kolej ve üniversite mezunlarının keplerini havaya fırlatmaları, kıyâfet dayatmaları vb. zorunluluklar da resmî hurâfeler olarak sayılabilir. Bütün bunların yanında kapitalizm, komünizm, kemalizm, laiklik gibi her türlü beşerî ideolojiler, İslâm’a ters dünya görüşleri ve felsefî anlayışlar, tâğutî yaklaşımlar, Bel’amca yorumlar çağdaş bâtıl inançlar ve modern hurâfelerdir.
Yozlaştırılan Din; Halkın Dini ve Hakkın Dini
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun!’ denilse, ‘Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!’ derler. Peki ama, ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan
ATALAR YOLU
- 801 -
kimseler olsalar da mı (atalarının yoluna uyacaklar)?” 2944. Aklı olmayan kimsenin dini de yoktur: “Allah’ın izni olmadan hiç kimse inanamaz ve (Allah) pisliği (azâbı ve rezilliği), akıllarını kullanmayanlara verir.” 2945
Bizden önce yaşayan atalarımızdan bize intikal eden mirasın içinde hem doğruların, hem de yanlışların olabileceğini kabullenmek gerekir. Bize intikal eden miras, hem bazı doğruları, hem de bazı eksiklik ve yanlışları içermektedir. Bu miras, çeşitli siyasî ve itikadî tartışmaların yoğun olduğu bir ortamda doğup yine çeşitli siyasî entrikalardan geçmek sûretiyle bize ulaşmıştır. Bu mirasın intikalinde çok samimi kimseler olduğu gibi; çok bağnaz kimselerin de olduğunu unutmamalıyız. Bize intikal eden mirasın sahiplerinin de birer insan olduklarını, yanılabileceklerini kabul etmeliyiz. O halde bize intikal eden mirası analiz etmeden, araştırmadan, Kur’an ve sahih sünnet terazisinde tartmadan, nakil ve akıl sağlamalarından geçirmeden kabul etmemek gerekir.
İslâm dünyasında insanlara, müslümanlara yön veren kimselerin değişmeyen dinin temel esaslarıyla değişen ve değişmesi gereken özellikleri ayırt edebilmesi ve kendilerini sürekli yenilemeleri gerekir. Dengelerin kısa sürede değiştiği bir dünyada mü’minlerin pasif kalmaları, tamamıyla nakilci/taklitçi/şerhçi ve düşünemeyen kimseler olmaları, din açısından üzücü bir olaydır. Böylesi bir tablonun sorumlusu, bu insanların kendileridir. Çünkü Allah, Kur’an’da hayra doğru değişmenin mutlak sûrette gerçekleştirilmesi gerektiğini beyan etmektedir: “Bir toplum, kendi durumlarını değiştirmedikçe şüphesiz Allah da onların durumunu değiştirmez. Allah bir kavme kötülük murad ettimi artık onu geri çevirecek yoktur. Zaten onların, O’ndan başka koruyup kollayanları da yoktur.” 2946
Her konuda analizci, araştırıcı olmamız gerekir. Câhiliyye Araplarının yaptığı gibi hayra doğru değişmeye, yenilenmeye karşı olmak, ataların yolunu körü körüne taklit etmek demektir. Câhiliyye Araplarına tebliğ edilen gerçek dine karşı çıkanların tavrı, tamamıyla İslâm’a karşı mücâdele olmuştur. Âyet-i kerimelerde de sık sık atalar dinine körü körüne bağlılığın kötülüğünden söz edilir. Bu bağlılığın ne kadar tehlikeli olduğu vurgulanır. Bu tehlike, müslümanlar için de söz konusudur. Kur’an ve sünnete bağlı kalmakla birlikte, çağın dilini ve çağın gündemini kendi lehimize kullanmak zorundayız.
“Hayır, (ne bilgileri var, ne de kitapları.) Sadece: ‘Biz, babalarımızı bir din üzere bulduk; biz de onların izinden gidiyoruz’ dediler (Bütün delilleri bundan ibâret). İşte, böyle senden önce de hangi memlekete uyarıcı gönderdiysek, mutlaka oranın varlıklıları: ‘Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk; biz de onların izlerine uyarız’ derlerdi. Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi bana uymazsınız)?’ deyince, dediler ki: ‘Doğrusu biz, sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz.’ Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların sonu nasıl oldu?” 2947 “Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: ‘Babalarımızı bu yolda bulduk. Allah da bize bunu emretti’ derler. De ki: ‘Allah kötülüğü emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” 2948
Hz. Peygamber (s.a.s.), müşrik Araplara yepyeni bir din sunmamıştı. Çağın
2944] 2/Bakara, 170
2945] 10/Yûnus, 100
2946] 13/Ra’d, 11
2947] 43/Zuhruf, 21-25
2948] 7/A’râf, 28
- 802 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ihtiyaçlarına cevap verecek bazı yenilikleriyle bu din; İbrâhim’in (a.s.) ve ondan önceki peygamberlerin getirdiği Tevhidin/hak dinin aynısı idi. Ancak müşrikler İbrâhim’in (a.s.) dininin kalıntıları ve kırıntıları üzerine atalarının hurâfe ve bâtıl inanışlarının inşâsı ile yeni bir din çıkarmış, onların tâkipçileri de araştırıp soruşturmadan aynı şeyi taklit etmişlerdi. Allah’ın dinine isnad edilen bu yanlışlıkları ortadan kaldırmak için Allah Teâlâ bir peygamber gönderdi. O’ndan sonra artık bir peygamber gelmeyecek ama, Hz. Muhammed (s.a.s.)’den bize kalan tertemiz ve dupduru iki kaynak var (Kur’an ve Sünnet). Bu iki kaynak, devamlı bulandırılmak istendi. İlkine kimse dokunamadı, çünkü onun her her şeye kaadir bir koruyucusu var. “Kur’an’ı kesinlikle Biz indirdik; elbette onu yine Biz koruyacağız.” 2949
Ancak, ikincisi için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Peygamberimiz (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurur: “Kim Benim adıma yalan söylerse (hadis uydurursa) cehennemdeki yerine hazırlansın.” 2950 Buna rağmen insanlar bu kaynağı devamlı bulandırmaya çalışmış ve O’nun adına zaman zaman hadis uydurulmuştur. İslâm toplumunun içinde bulunan münâfıklar, İslâm kisvesi altında müslümanların kafasına şüpheler sokmaya çalışmış; bunun yanında hadis uydurma cür’et ve cesâretinde bulunamayanlar da kanaatleri doğrultusunda hikâye, kıssa ve menkıbeler uydurarak kafalarına göre bir İslâm şekillendirmeye çalışmışlardır.
Hikâyecilerin İslâm tarihinde yaygın bir yeri vardır. Hz. Ali, bu kıssacıları câmiden kovmuş, onların bu yolla din kaynağını bulandırmasına izin vermemiş, ama ondan sonra yine bu olay devam edegelmiştir. Felsefecilerin, Kelâmcıların, tasavvufçuların kaynağa soktukları yanlışlar, halkın hikâye ve hurâfelere düşkünlüğü, İslâm’a vahiyden ayrı bir kimlik ortaya çıkardı. Her ne kadar, ana kaynakları bulandırmadan, dini eksiltme ve ona ilâvelerde bulunma gibi cinâyetleri işlemeden, sahih din anlayışı; her asırda az veya çok insan tarafından takip edilse de, genel halkın çoğunluğu vahyi yanlış anlamış insanlardı.2951 Bu konuda suçun büyüğü, halktan daha çok, onlara yanlış dini öğreten, ya da halkın yanlışlarını düzeltmeye çalışmayan etkili ve yetkililerde, şeyh, başkan, ağabey, hoca ve tebliğcilerdedir.
“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiğinde, ‘hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ derler. Ya ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsa da mı?”2952 Bizim dinimiz, acezelerin, meczupların dini değildir. Geleceği beklerken bu gününü unutanlar da bize yabancıdır. Atalarının dinleri, yaptıkları ile övünmekle yetinenler de. Çünkü peygamber oğlu olmak bile kurtuluş için yeterli değildir. Dinimiz, geçmişin sanıkları ve tanıkları kaybolmuş dâvâlarının kavgasından da ibâret değildir. Din, Allah’ın, Peygamberi vâsıtasıyla bize bildirdiği, eksiği ve fazlası olmayan Kitapta yazılı olandır; Peygamber’in bize tebliğ ettiğinden ibârettir. Hz. Peygamber ve O’nun dostları, bize bu dinin pratiklerini göstermişler ve O’nun sahih sünneti tevârüs edilerek bize ulaşmıştır.
Toplumların câhiliyye dönemlerinden kalma gelenekleri dinimizin bir parçası
2949] 15/Hicr, 9
2950] Buhârî, İlim 38, Cenâiz 33, Enbiyâ, 50, Edeb 109; Müslim, Zühd 72; Ebû Dâvud, İlim 4; Tirmizî, Fiten 70, İlim 8, 13, Tefsir 1, Menâkıb 19; İbn Mâce, Mukaddime 4; Dârimî, Mukaddime 25, 46; Ahmed bin Hanbel, 2/47, 83, 133, 150, 159, 171
2951] Abdurrahman Çobanoğlu, İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, s. 47-52
2952] 2/Bakara, 170
ATALAR YOLU
- 803 -
değildir. Kuşkusuz onların, tevhide/vahdâniyete karşı olmayanlarını koruyabilir ve geliştirebiliriz. Ancak, kendi atalarımızdan, ırkımızın ve halkımızın geleneklerinden gelen her özellik dinimizin bir parçasını oluşturmayacaktır. Atalarımızın yaşadıkları zaman, mekân ve şartlar farklıdır. Geçmiş zamanı tekrar etmek mümkün değildir. Biz bu gün Kur’an’ı, burada ve bu şartlarda yaşamak, onun için de eskiyi tekrar etmek değil; yeniden, Kur’an’da belirtilen sorumluluğumuzu asrın idrâkine söyletmek zorundayız. Uzunca süren bir fetret döneminin, esâret, yoksulluk ve sapma döneminin ardından, bu gün dini anlama ve yaşama mücâdelesinde yığınla İsrâiliyat ve nefsimize kolay gelen, atalarımızın örflerinden yola çıkarak Kur’an’ı te’vil etmeye kalkışmak, bizi çok farklı mâceralara sürükleyebilir. Bugünkü iletişim akışı içinde, medyanın; uzun boyluları cüce, cüceleri uzun boylu gösteren, hâinleri kahraman, kahramanları hâin olarak tanıtan konkav ve konveks aynaları arasında gerçeği yakalamak için yoğun çaba göstermek zorundayız.
Eskilerin 32 ya da 54 farzdan ibâret din telakkileri ile bu günü açıklamak mümkün değildir. Daha önceki dönemlerin siyasal ve sosyal şartları içinde şekillenen din anlayışının, günümüzde dini yeniden aslî yapısına döndürme gayreti içindeki insanlar için kesin ve mutlak bir örnek teşkil etmesi düşünülemez. Ancak, tarihî bilgi ve belgeler, tarihî tecrübeler de hiçbir zaman görmezlikten gelinecek olaylar değildir. Gelenekleri aynı ile tekrarlamaya çalışmak gibi, geleneklerden kesin olarak koparak, geçmişi, geçmişin birikim ve tecrübelerini görmezlikten gelmek de bize bir şey kazandırmaz; çok şey kaybettirir.
Tarih, övgü ya da sövgü kitabı değildir. Sanıkları ve tanıkları kaybolmuş bir dâvâda kahramanlar ve hâinler üretmek, bize bir şey kazandırmaz. Onlar, bizden önce gelip geçen bir topluluktu, onların yaptıkları onlara, bizim yaptıklarımız bizedir. Tarihi, bugünümüzü inşâ ederken bir tecrübe alanı olarak ciddiye almamız gerekir. Kahramanlar üretmek adına ihânetleri görmezlikten gelmek, ihânetlerden söz ederken faziletleri görmezlikten gelmek, tarihte kalanlar için hiçbir şeyi değiştirmez; ama bize birçok şeyi kaybettirir. Tarihi, bu günlerini ispat için malzeme olarak kullananlar ve tarihî gerçekleri çarpıtanlar, hem kendi geleceklerini ve hem de toplumun geleceğini karartırlar. Zaman içinde doğruluğunu kanıtlamış, insanların ortak faziletini oluşturmuş, berraklaşmış değerlere elbette sahip çıkmak, dürüst herkes için ahlâkî bir görevdir.
“İnsanlardan kimi de vardır ki, ‘Allah’a ve âhiret gününe inandık’ derler; oysa inanmamışlardır. Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki yalnız kendilerini aldatırlar da farkında olmazlar. Onların kalplerinde hastalıkr vardır...” 2953 Nasıl, kimi zaman insanlar katil ruhlarının üstüne cihad elbisesi giyerek din adına cinâyetler işleyebiliyorsa, kimi zaman da şeytan aklımızı çelip bize birtakım fantezileri din gibi göstererek onları kafamıza sokmaya çalışmaktadır.
“Onlar kalbimiz temizdir” diyerek kendilerini aldatmaktadırlar. Hayatlarına, dinlerine göre yön vermek yerine, hayatın içinde buldukları şeyleri kendileri için din haline getirmektedirler. İslâm adına rasyonalizm, İslâm adına demokrasi, İslâm adına sağcılık, İslâm adına solculuk, İslâm adına Kemalizm, İslâm adına laiklik... İslâm’ın neyi kabul edip neyi kabul etmediğini nerede ise Allah’ın rızâsı değil; çağın icapları tayin etmekte ve çağın icaplarına göre te’vil edilmek
2953] 2/Bakara, 8-10
- 804 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sûretiyle sürekli değişen bir din anlayışı ortaya çıkmaktadır.
Elbette Kur’ân-ı Kerim, kıyâmete kadar bâki kalacağına göre, çağın getirdiği yeniliklere karşı İslâm’ın mesajı olacaktır. Müslümanların bilgileri ve tecrübeleri geliştikçe Kur’ânî anlayışları da gelişecektir. Ancak, burada çağın gereklerinden yola çıkarak Kur’an’ı te’vil etmek değil; Kur’an’dan yola çıkarak çağı yorumlayıp onu meşrû bir yoruma tâbi tutmak zorundayız. Reddettiğimiz şeyin doğrusunu, savunduğumuz şeyin delillerini ortaya koymamız gerekir.
Birinci yolda, yani çağın gereklerini din zannetmede bireyin aktif, entelektüel bir katılımı yoktur. Sadece dinini te’vil etmek sûretiyle edilgen bir yola girmektedir. Şuurlu bir müslüman ise, İslâmî sorumluluk şuuru ile olayı yeniden yorumlamak ve onu tashih ederek ona yeni bir biçim vermek durumundadır. Sağcılığın dine eklenmesi, ya da Arap ülkelerindeki ve özellikle Libya’daki solcu müslümanlık iddiaları, dini te’vil gayreti, dini moda akımlarla sentez etme gayretini belgelemektedir.
Demek ki sentezcilik modası, sadece dini ırkla sentez etmek değil; dini şahsî kanaatlerimiz, lider ve örgütlerimizle ve de aynı zamanda, birtakım çağdaş felsefî akımlar, moda ideolojilerle, kavramlarla sentez etme gayretleri de gözükmektedir. Bütün bunlara karşı uyanık olmak zorundayız. Eğer her şeyi bu kadar birbirine karıştıracak olursak, sonra bu işin içinden çıkamayan insanlar, bal peteğindeki lafza-i celâl yazısının hikmeti üzerinde gereğinden fazla kafa yorarak, imtihan olmak için geldikleri dünyanın gerçeklerinden koparlar ve sorumluluk duygusunu yitirerek inançlarını eyleme dönüştürme irâdesini kaybederler.
Hacca giden biri teraziye el sürmemeli imiş. Artık o, Allah adamı olduğundan, dünya menfaati ile işi olmazmış. Kim uydurmuşsa... İyi bir tüccar, nebîlerle birlikte haşrolmayacak mı? Bizim dinimiz, bu dünya ile ilgilidir. Bize âhiretin sırlarını açıklar; ama ve bu dünyada yaşanmak üzere, bu dünyadaki insanlar için inmiştir.
Câmide dünya kelâmı konuşulmazmış. “Din nasihattir (nasihatten ibârettir).” 2954 diyen bir dinin tebliği, anlaşılması için dünya kelâmı konuşmadan nasıl nasihatleşeceğiz? Câminin asr-ı saâdetteki hayatın hemen her alanıyla ilgili fonksiyonu, dünyayı ve dünya kelâmını dışlayarak nasıl icrâ edilecektir? Din ve dünya işlerini birbirine karıştırmayacakmışız. Gerçeğini bilmediğimiz âhiret işlerine bu dünyayı nasıl karıştırabiliriz ki!? Bizim dinimiz konuşmamızı, ticaretimizi, ekonomik ve sosyal ilişkilerimizi, her şeyi kapsar. Yaptığımız ve yapmamız gerekirken yapmadığımız, söylediğimiz ve söylememiz gerekirken söylemediğimiz her şeyi!
Kimine göre din sadece vicdan özgürlüğü gibi bir şey. Bunlar din ve vicdan özgürlüğünün ayrı ayrı şeyler olduğunu bile bilmeyecek kadar zekâ sorunu olan insanlar... Din Allah’la kul arasında imiş. Bu din, kimin dini ise, kim uydurdu ise... Her din, kendi bağlılarını birbirleri arasında hukuk sahibi kılar. Onlarınkisi şeytanın uydurduğu hayal âleminde olan bir din... Elbette kimsenin kalbini yarıp bakmadık ama, Allah’ın kitabı Kur’an, müslümanları kardeş yapmak sûreti ile birbirleri üzerinde hak sahibi yapmadı mı?
Dini dünya hayatının dışına itme iddiası, şeytanı bile güldüren bir komedi
2954] Müslim, İman 55; Ebû Dâvud, Edeb 67
ATALAR YOLU
- 805 -
olsa gerekir. Allah, peygamberlerini bizim gibi birer beşer olan insanlardan seçip gönderdi. Dinin bütün hükümleri, bu dünya içindir, bu dünyada uygulanır. Âhiret, sadece geleceğe ilişkindir; cennet ve cehennem, bu dünyadaki amellerimizin sonucu olarak varacağımız yerdir. Bu gün yaşanacak gerçek, bu dünya ile ilgilidir. Öbür kısmı, haber verilen gerçektir. Dini dünya hayatından soyutlamak, dini yok etmekle eş anlamlıdır. Bu bir inkârdır, küfürdür!
Onlar bilmedikleri bir dine iman ettiklerini sanıyorlar. Onu kendi gönüllerince süslüyor ve ona şeytanlarının söylediği şekilde bir muhtevâ kazandırıyorlar. Eski putperest toplumlarda zenginlerin kendi adlarına özel tanrılar, özel putlar edinmeleri gibi... Din, onlar için bir nazar muskası gibi bir şeydir. Kalplerinin temiz olduğunu sanıyorlar, ama şeytan kalplerine yuva yapmış. 2955
Bu Din Benim Dinim Değil!
Bugün okullarda öğretilen mecburî din ve aynı şekilde câmilerden halka empoze edilmeye çalışılan, yine dinde reform gayreti sahiplerinin yaymaya çalıştıkları sahte bir din sözkonusudur. Bu sahte dinle bırakın müslüman olmayı, hıristiyan olmak bile mümkün değil. Hatta dinsiz bile olunamaz, ancak din düşmanı olunabilir. Bugün hıristiyan misyonerliğinden daha korkunç olan radyodan, TV’den, kimi bürokratların, sözde aydınların ağzından kafasını uzatan şeytanın tebliğ etmeye çalıştığı bu sahte dindir.
Amaç, devletle uyumlu yeni bir müslüman(!) tip yetiştirmek. Yeni Türk müslümanının standartlarını düzen ve kemalist ilkelerle tesbit edip TSE damgalı bir din oluşturmak. Bu standartların dışındaki dine “irticâ” damgası/yaftası vurarak onu yasaklamak. Cumhuriyet çocuğu, demokrat, laik, Atatürk ilkelerini benimsemiş, Türk standartlarına uygun, düzenle uyum içinde, etliye sütlüye (tabii zâlimlere ve sömürücü tâğutlara) karışmayan müslüman(!) vatandaşlar yetiştirmek.
Laiklik, batı kökenli bir kelime... Batı şartlarında ortaya çıkmış ve o şartlarda mümkün olan bir şey. Kaldı ki, bugün birçok batılı ülke laiklik ilkesine bağlı değil. Hele Türkiye’deki laiklik, onlar için çok yabancı. Ama müslüman Türk halkı ille de laik olmak zorunda... Laikliği batı şartlarında bile mümkün kılmak sorunken, müslüman bir toplumda nasıl mümkün olabilir? 23’den beri bunun yolu aranıyor. Önce dini yasaklamak istediler, olmadı. Kaleyi içeriden fethetme yolunu denediler, tutmadı. Okullara zorunlu din dersi koyarken, maksatları, dini yaymak ve güçlendirmek değil; halkın elindeki kitabı almak mümkün olmadığına göre, dini öğreten kitabı kendileri yazıp öğretmek, dini yeniden yorumlamak ve standardize etmek.
Türkiye ille de laik olacaktı ya, devlet değişmeyeceğine göre, din devlete uymalıydı. Batılı anlamda bir laikliği mümkün kılmak için imamın papaza, caminin kiliseye, Kur’an’ın da İncil’e benzemesi gerekiyordu. Bütün gayret de onun için… Yani, hıristiyan gibi (hatta dinsiz gibi) yaşayacak, yine de müslüman gibi ölüp törenle müslümanca gömülecektiniz… Âhiret, dinin alanına girdiği için, öldükten sonra imama teslim olacaktınız; yaşarken Sezar’lara, tanrının tüzel kişilik kazanmış hali olan iktidar irâdesine! Bu, aslında laiklik filan değil; doğrudan
2955] A. Dilipak, Bu Din Benim Dinim Değil, s. 49-52
- 806 -
KUR’AN KAVRAMLARI
doğruya din düşmanlığı idi aslında.
Liselerde Din Dersi Eğitimi ve Ders Kitapları: Resmî anlayışa göre laiklik, kesin doğru olduğu için, laiklik müslümanlığa değil; müslümanlık laikliğe uydurulacaktı. İşte, zorunlu din dersleri bu irâdenin eseri idi. Elbette bu Din dersi de bu temel felsefenin ürünü olacaktır. Türk milli eğitiminin temeli ve alâmet-i fârikası “gökten indiği söylenen kitaplardan ilham almayacaktır!” Atatürk’ün müslümanlara hoş gelir gibi gözüken sözleri ise, icraatta ve pratik hayatta, o zamanın şartlarına göre söylenmesi gereken politikacı Atatürk’ün sözleri olarak mülâhaza edilerek, resmî belgelere geçen ve bizzat Atatürk’ün özel hayatında ve düşüncelerinde ifadesini bulan din telakkîsi esas alınacaktır.
İlköğretim ve Ortaöğretim kurumlarında okutulan Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi ders kitaplarında en fazla iktibas edilen görüş Atatürk’ün görüşleridir. Bunu âyet ve hadisler izlemektedir. Atatürk’ün görüşleri, hem metin aralarında, hem de ayrıca blok olarak geniş ve uzun bölümler halinde verilmektedir.
İlköğretim ve Liselerde (tabii İmam-Hatip Liselerinde de) okutulan Din derslerindeki konular: Biraz İnkılap Tarihi, biraz Yurttaşlık Bilgisi ve biraz da dinlerin ortak yönlerinden birkaç örnek; yalan söyleme, hırsızlık yapma, israf etme, âmirlerine itaat et. Taassup yasak. Meselâ kadınların cemiyete karışmalarına karşı çıkmak taassuptur. Atatürk taassubu reddeder, Kur’an da, peygamber de reddeder. Kur’an, “âmirlerinize itaat ediniz” der...
Meselâ, kitaplarda fâiz, cihad, başörtüsü, şarap gibi şeyler yok. Bir öğrenci, “mâdem namaz farz, namaz kılmak istiyorum” dese, disipline verilir: “Ne demek istiyorsun sen?! Din, kalp temizliğidir. İlim ibâdetten önemlidir. Nöbet ibâdetten önemlidir!...”
Hakikatin kaynağı ve ölçüsü, Atatürk’ün sözleri olduğu için, zorunlu din derslerinin kaynağı da bulunmuş. Atatürk diyor ki: “Her fert, dinini, dininin buyruklarına uymayı, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da okuldur.” Mâdem öyle, haydi dinin pratikleri için okullarda açsanıza mescidleri... İşleri geldiği yerde, işlerine geldiği kadar, işlerine geldiği zaman... İsterlerse kitaplarının bu sayfasını okurlar, isterlerse başka bir sayfasını. Herkese göre hazır sözleri vardır.
Ne diyordu Celal Bayar: “Atatürk’ü sevmek ibâdettir.” Bu adamların gözünde Atatürkçülük bir dindir. Sevgileri bir tapınmanın tezâhürüdür. Bu kişilerin kafasına göre Türkiye’de Kemalist teokrasi vardır. 1948’de basılan Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğündeki din maddesi de öyle değil mi idi: “Kemalizm: Türklerin dini.” Haydi öyle ise laiklik adına Atatürkçülüğü devletten ayırsanız ya! Türbeleri ziyaret gericilikti. En büyük anıt mezarı onun için yapıp mezar ziyaretini devlet töreni haline getirdiler.
Atatürk’ün din hakkındaki görüşleri ve dine konu olan olaylarla ilgili düşünceleri Din dersi kitaplarında çok geniş yer kaplamaktadır. Atatürk iyi bir müslüman mı, yoksa TSE damgalı bir dinin, Allah ve peygamberden önce ya da sonra gelen bir diğer şartı mı?... Burada öyle anlaşılıyor ki, asıl belirleyici olan Atatürk’tür. Çünkü Kur’ân-ı Kerim ya da peygamberin sözlerinden Atatürk ilke
ATALAR YOLU
- 807 -
ve inkılapları ile çelişenlerin bu kitaplarda yeri yoktur ve olamaz da. 2956
Modern Hurâfe ve Bâtıl İnanışlar İçin Diğer Bir Örnek
Kemalizm; Resmî Din mi? Atatürk’e Tanrı veya Peygamber Diyenler: Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin dine bakış tarzını öğrenebilmek için, önce, okullarda çocuklarımıza okutulan tarih kitaplarına, sosyoloji kitaplarına bakmak lâzım. İstanbul’da 1931 yılında, Devlet Matbaası’nda bastırılan Orta Zamanlar Tarihi’nde İslâmiyet ve Hz. Peygamber (s.a.s.) aleyhinde yazılanlar, en koyu münkirleri bile utandıracak seviyesizliktedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin resmî ideolojisinde İslâmiyet’in yeri yoktur. Çünkü “İslâm birtakım zevâta göre eskimiştir!”, “Hz. Muhammed (s.a.s.) nihayet bir çöl bedevîsidir”, “İslâmiyet’in yerine yeni bir din koymak lâzımdır ki, o da Kemalizmdir.” Nitekim Edirne milletvekili Şeref Aykut’a göre Kemalizm dininin altı esası, altı oktan ibaretti. Yani “Kemalizm dini, cumhuriyetçilik, milliyetçilik, inkılâpçılık, devletçilik, laiklik ve halkçılık prensiplerine dayanmalıydı.”
Kemalizmin, yeni bir din olarak yayılmasında Şeref Aykut yalnız değildi. İyi ama bu dinin peygamberi kim olmalıydı? Bu sorunun cevabını Behçet Kemal Çağlar verdi: Mustafa Kemal Atatürk! Behçet Kemal, Süleyman Çelebi’nin meşhur Mevlid’ini Atatürk’e uydurmakta ve çıktığı Anadolu il ve ilçelerinde, başına topladığı kalabalıklara Atatürk Mevlidi’ni okutmakta hiçbir sakınca görmedi.
Kemalizm dininin yeni öncüleri ise, imanın altı şartı olan İslâm âmentüsü karşısına, Kemalizm’in yeni âmentüsünü çıkardılar. Bazı devlet kuruluşlarında bastırıp dağıttıkları bu devrimci(!) âmentüyü şöyle yazarak ilân ettiler:
“Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var eden Mustafa Kemal’e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, mücâhit analarına ve Türkiye için âhiret günü olmayacağına iman ederim.”
Halk, “halkçı” Kemalistlerin bu dehşetli dalkavukluklarından nefret ediyordu. Din ve dünya işlerini birbirinden ayırmaya çalışan Atatürk ise, kendisine takılan bu dinî sıfatlar karşısında şaşırıp kalıyordu. 2957
Bid’at; Anlam ve Mâhiyeti
‘Bid’at’, ‘ibdâ’ kökünden türemiştir. İbdâ, önceden yapılmış bir şeyi örnek almaksızın yapma ve icat etme demektir. Buna göre ‘bid’at’ sözlükte, daha önceden bir örneği olmaksızın yapılan, sonradan icat edilen şey (muhdes) demektir.
Kavram olarak ‘bid’at’; Şeriata karşıt olması sebebiyle onunla ters düşen ve onda bir fazlalık ya da noksanlığa neden olan şeydir. Bid’at Sünnetin zıddı olarak kullanılmaktadır ki, Şârî’nin (din koyucunun) açık ya da dolaylı, sözlü ya da fiilî izni olmaksızın, dinde sahâbeden sonra ortaya çıkan eksiltme ya da fazlalaştırmadır.
Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “(Dinde) Sonradan ortaya çıkan her şey bid’at’tır; her bid’at dalâlettir/sapıklıktır ve sapıklık insanı ateşe sürükler.”2958; “Allah
2956] Abdurrahman Dilipak, a.g.e. s. 52-62
2957] Yavuz Bülent Bakiler, İslâmiyat cilt 3, sayı 3, Temmuz-Eylül 2000
2958] Müslim, Cum’a 43, hadis no: 867, 2/592; Ebû Dâvûd, Sünne hadis no: 4606, 3/201; İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 45-46, 1/17; Nesâî, Iydeyn 22, 3/153
- 808 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(c.c.) bid’at sahibinin, orucunu, namazını, sadakasını, haccını, umresini, cihadını, (hayır yoluna) harcamasını, şâhidliğini kabul etmez. O, kılın yağdan çıktığı gibi dinden çıkar.” 2959
Bu kadar tehlikeli ve imandan ayırıcı olan bid’at konusunda müslümanların doğal olarak duyarlı olmaları gerekir. Allah (c.c.) kendi dini olan İslâm’ı peygamberinin tebliği ile insanlara ulaştırmış ve onu tamamlamıştır.2960 Hz. Muhammed (s.a.s.) yaşayarak ve uygulayarak İslâm’ın ne olduğunu ortaya koymuştur. Hiç bir insanın bu dine müdâhale hakkı yoktur; kimse ne dinden eksiltme yapabilir ne de ona bir şey ilâve edebilir. Sonradan ortaya çıkan ve yetkili ilim adamları tarafından yapılan ictihâd (fetvâ verme) ise, dine ilâve değil; dinî hükümleri sistemleştirme ya da yeni sorunlara Kur’an ve hadislerle cevap bulabilme gayretidir.
Ancak, değişen zamana göre, gelişen ilimler doğrultusunda yeni yeni şeyler icat edilir, yeni buluşlar ve teknikler, hatta yeni görüşler ortaya çıkabilir. Bid’at’ın sözlük anlamına takılarak, yeni ortaya çıkan her şeye bid’at demek mümkün değildir. Bu hem Din’i anlamamak, hem de Din’in mubah (helâl) alanını haksız olarak daraltmak, Din’in uygulanmasını zorlaştırmaktır.
Bid’at’ı bu şekilde anlayanlar günlük hayata biraz da zorunlu olarak giren yenilikleri bid’at kelimesiyle bağdaştırmanın yoluna gittiler ve bid’at’ı, ‘hasene-güzel’ ve ‘seyyie-kötü’ diye ikiye ayırdılar. Hatta bazı bilginler daha da detaya inerek bid’atleri; vâcip, haram, mendup, mekruh ve mübah olmak üzerer beş kısma ayırmışlardır.
Bid’at’ı dar kapsamlı olarak, yani kavram anlamıyla alanlar, onu inanç ve amellerde dine yapılan ekleme ve eksiltme olarak tanımlamışlardır. Böyle düşünenlere göre, dinî bir özelliği olmayan, insanların dünyalık işleriyle ilgili, İslâm’ın mubah dediği alana giren şeyler bid’at kapsamında değildir. İnsanların örf olarak yaşattıkları Din’e aykırı olmayan âdetler, sonradan gerek bir ihtiyacı karşılamak, gerekse ilmî araştırmalar sonucunda geliştirilen icatlar, üretimler, bazı kurumlar, ya da fikirler bid’at alanının dışındadır.
Kimileri, hasene (güzel) dedikleri bid’at’ı, Din’e bir ekleme olarak ele almazlar. Bunu Peygamberimizin haber verdiği ‘güzel bir çığır açma’ hadisine dayandırırlar. “Kim benden sonra terkedilmiş bir sünnetimi diriltirse, onunla amel eden herkesin ecri kadar o kimseye sevap verilir, hem de onların sevabından hiç bir şey eksiltmeden. Kim de Allah ve Rasûlünün rızâsına uygun düşmeyen bir sapıklık bid’at’ı icat ederse, onunla amel edenlerin günahları kadar o kişiye günah yüklenir, hem de onların günahlarından hiç bir şey eksilmeden.” 2961
Onlar, teravih namazını cemaatle ve yirmi rek’at kılınmasına bid’at diyenlere Hz. Ömer (r.a.)’in “ne güzel bid’at!” demesini delil olarak alırlar. Hâlbuki Hz. Ömer (r.a.) bid’ate güzel demedi, tam tersine; “teravihin bu şekilde kılınması bid’at değildir. Eğer siz kendi fikrinize göre ona bid’at diyorsanız, o zaman bu ne güzel bid’at’tır” demek istemişti.
“Her yeni uydurma bid’at’tir” hadisinden, Dinin esaslarına, Hz. Peygamber’in
2959] İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 49, 1/19
2960] 5/Mâide, 3
2961] İbn Mâce, Mukaddime 15, hadis no: 209-210, 1/76. Bir benzeri için bk. Müslim, İlim 16, hadis no: 2674, 4/2060; Tirmizî, İlim 16, hadis no: 2677, 5/45
ATALAR YOLU
- 809 -
ve O’nun ilk dört halifesinin yollarına uymayan şeyler anlaşılmalıdır. Bu bid’atler, Hz. Peygamber’in Sünnetinin ortaya koyduğu ilkelerle uyuşmaz, onlara aykırıdır. Hatta bu bid’atler, bir şer’î (dinî) hükmü kaldırırlar, yerine kendileri yerleşirler.
Bid’ati, iyi ve kötü diye ikiye ayırmayan, onu dar kapsamlı yani kavram anlamıyla alanlar bu yorumlara katılmayarak derler ki; Yukarıda geçen ‘Sünnetin diriltilmesi (ihyâ edilmesi)’ yeni bir şey icat etmek değildir. Unutulmuş bir sünneti yeniden hayata kazandırmaktır. Hz. Ömer’in (r.a.) terâvih namazıyla ilgili uygulaması da yeni bir ibâdet çeşidi veya sonradan ortaya çıkmış bir uydurma değil; örneği Peygamber’in hayatında görülen ve O’nun tavsiye ettiği bir ibâdetin sürekliliğini sağlama düşüncesidir.
Bid’at Din’de temeli olmayan inançları ve ibâdet şekillerini İslâmî bir kılıfla İslâm’a yamamaktır. İslâm dışı görüş, inanış ve tapınmaları İslâm’a mal etmektir. Bunları yapanlar yaptıkları işin Din’e aykırı olduğunu bile kabul etmezler. Bundan dolayı Süfyân-ı Sevrî ve bazı âlimler şöyle demişlerdir: “Bid’at, İblis’e, mâsiyetten (günâh işlemekten) daha sevimlidir. Çünkü bid’atin tevbesi olmaz, hâlbuki kişi günâhından dolayı tevbe edebilir.” “Bid’atin tevbesi olmaz” sözünün mânâsı şudur: Allah (c.c.) ve Rasûlünün (s.a.s.) ortaya koymadıkları bir şeyi din edinen kimseye amelleri süslü gösterilir. O yaptıklarını doğru zannetmeye başlar. Kötü amellerini güzel görmeye devam ettiği sürece de tevbe etmiş olmaz. Her şeyden önce tevbenin başlangıcı; kişinin işlediği fiilin tevbe etmesi gereken kötü bir amel olduğunu kabul etmesi, ya da tevbeyi gerektirecek denli vâcip veya müstehab bir dinî emri terkettiğini bilmesidir. Bir kişi, kendi yaptıklarını güzel görmeye devam ettikçe tevbeye ihtiyaç duymaz.
Bid’at ehlinin tevbe etmesi, Allah’ın ona hidâyeti göstermesi ile mümkündür. Bu da ancak kişinin bildiği Hakk’a uyması ile gerçekleşebilir. “Bildiği ile amel edene Allah (c.c.) bilmediği şeyleri de öğretir.”2962 Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Doğru yolu bulanların Allah hidâyetlerini artırmış ve onlara takvâlarını (Allah’tan korkup sakınmalarını) vermiştir.” 2963
Peygamberimiz’in deyişiyle bütün bid’atler merduttur (reddedilmiştir). Hiç birinin İslâm’a göre bir değeri ve hükmü yoktur. Çünkü böyle bir şey, İslâm’da eksiklik veya fazlalık olduğu düşüncesine dayanır. Hâlbuki Din Allah (c.c.) tarafından insanlar için beğenilip gönderilmiş ve tamamlanmıştır. Onda eksik veya fazla bir şey yoktur. Bid’atçıların bir kısmı Kur’an’a ve Sünnet’e aykırı inanç ve amelleri uydurup İslâm’a sokarlar, onları Din’denmiş gibi sunarlar. Bazıları da İslâm’ı daha iyi yaşamak, daha dindar bir müslüman olmak amacıyla yeni ibâdet ve inanış türleri uydururlar. Her iki tutum da yanlıştır. İnsanlara düşen görev, İslâm’ın, olmayan eksikliklerini bulup kendi akıllarınca o eksiklikleri gidermek değil; İslâm’a hakkıyla teslim olarak ellerinden geldiği kadar onu yaşamaktır. Unutmamak gerekir ki hiç kimse İslâm’ı Hz. Muhammed’den (s.a.s) daha güzel yaşayamaz, O’ndan fazla dindar olamaz.
‘Güzel bid’at, kötü bid’at’ tanımları net değildir. Hangi inanış, hangi amel ve âdet bid’attır, hangisi güzeldir, hangisi kötüdür? Bu gibi değerlendirmeler kişilere ve kültürlere göre değişebilir. Bid’atin sınırlarını kim ve nasıl çizecek?
2962] Ebu Nuaym, Enes b. Malik’ten, nak. İbn Teymiyye, Takvâ Yolu, s: 14
2963] 47/Muhammed 17; ayrıca bk. 4/Nisâ, 66-68; 57/Hadîd, 28; 5/Mâide, 16
- 810 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Tarihte ve günümüzde hemen hemen her grup (hizip) kendi düşündüğünün ve yaptığının doğru, diğerlerinin yaptıklarını yanlış görmektedir. Herkes görüşlerini ve eylemlerini Kur’an ve Sünnete dayandırma iddiasındadır. Hiç kimse de yaptığının bid’at olduğunu kolay kolay kabul etmez.
Onun için bu konuda da dikkatli olmak ve her şeye bilmeden ‘bid’at’ demek, ya da o şey gerçekte bid’at ise onu da İslâm’dan sayma yanlışlığına düşmemek gerekir. Kur’an’ı ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) yaşayıp tebliğ ettiği Din’i iyi bilirsek; bid’atleri daha iyi tanıyabiliriz. Peygamberimiz’den sonra ortaya çıkan bütün fikirlere, icatlara, kurumlara, yani her şeye -kavram anlamında- bid’at demek yanlış olduğu gibi, din kılıfı geçirilmiş sonradan ihdas edilmiş şeyleri de kabul etmek mümkün değildir.
Meselâ, mezar ziyareti ibret verici ve sevaptır; ama, türbeye veya mezarın yanındaki bir şeye çaput bağlamayı, mezardaki ölüden bir şey dilemeyi nereye koyacağız? Zikir yapmak, Allah’ı her an ve bütün ibâdetlerle anmak, hatırlamak Kur’an’ın emridir; ama, kolkola girerek, yat��������������������������������������ıp kalkarak, ayılıp bayılarak, kendin-�����������������������������������kendinden geçerek, feryat ederek zikretme(!) davranışlarının delilini nerede bulacağız? Âlimleri dinlemek, derslerinden, sözlerinden, ahlâklarından ve ilimlerinden faydalanmak güzeldir, gereklidir de. Ancak “bir âlime, bir şeyhe bağlanılmadan, ömür boyu onun peşinden gidilmeden İslâm yaşanmaz“, “şeyhi olmayanın mürşidi şeytandır“ gibi iddiaları nereye koyacağız? Ölünün arkasından duâ etmek, onu hayırla anmak güzeldir. Ama onun arkasından yapılan kırkıncı, elli ikinci gece ve mevlid merasimlerini hangi âyete ve hadise dayandıracağız? İslâm’da biat (seçim), şûrâ, din hürriyeti, hoşgörü ilkelerinden hareketle; şirk ve zulüm düzenlerini, İslâm’a aykırı yapılanmaları İslâmî sayabilir miyiz? Hoşgörünün sınırları; sapıklıkları, isyanları, Din’e hakarete varan tavırları kabullenmek midir?
İslâmî olmadığı halde İslâm kılıfıyla sunulan bütün inanç, amel, tavır ve anlayışlara karşı duyarlı olmak zorundayız. Bunlar Din’den olmadığı halde ona sokulan bid’at ve hurafelerdir. Her bir bid’at, müslümanın hayatından bir sünneti alıp götürür. Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Sünnetini iyi tanıyanlar ve onu bir hayat olarak yaşayanlar bid’atlerin tuzağına düşmezler. 2964
Bid’at, bir nesneyi yeniden peydahlamak mânâsına gelir. Örneği ve benzeri olmayan bir şeyi ortaya çıkarmak, üretmek demektir. Yeniden vücuda getirmenin olumsuz yönlerini ifade için bid’at sözcüğü kullanılmaktadır. Türkçedeki “türedi” kelimesi, bunun tam karşılığıdır. Kur’an’da bid’at kelimesinin kavramsal ve kurumsal mâhiyette ele alındığı âyete bakarsak, konu daha iyi anlaşılacaktır: “Sonra bunların izinden ardarda peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik, ona İncil’i verdik; ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet vermiştik. Uydurdukları (ibtedeû, bid’at icat ettikleri) ruhbanlığa gelince, onu Biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızâsını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. İçlerinden çoğu da fâsıktır/yoldan çıkmışlardır.”2965 Peygamberler tarihinde bid’ate/türediliğe örnek olarak hıristiyan ruhban sınıfının icat ettiği ve sonra da ilkelerine saygılı olmadıkları ruhbanlık gösterilmektedir. Bid’atin omurgasını tanımamızı sağlayan bu âyet gösteriyor ki, bid’atler:
2964] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 87-91
2965] 57/Hadîd, 27
ATALAR YOLU
- 811 -
1. İyi niyetle, Hak rızâsı kazanmak gâyesiyle icat edilebilirler; bu, onların bid’at olmasını engellemez.
2. Bid’at olarak ortaya çıkarılan şeye bir süre sonra bizzat onu icat edenler bile uyamazlar.
Böylece, dikkatler şu iki noktaya çekilmektedir: Bu dinin Peygamber(ler)i de,2966 kavramları ve kurumları da bid’at/türedi değildir. Bu bir dindir ki, Yaratıcı onu ilk insanla başlatmış ve asırlar boyunca insanı onun değişmez, zaman üstü ilkeleriyle eğitmiştir. Bu ilkeler tüm peygamberlerin mesajlarında aynıdır. Kur’an bu mesajları toplayan kitaptır. Kur’an’ın din dediğine, Peygamber’in din dediğine eklemeler yapan, bid’atçılık/türedilik yapar ve uydurma bir din icat eder. Tamamlanan, kemâle eren ve adına İslâm denilen bir dinin2967 bid’at/uydurma/türedi kişi, kurum ve kavramlara ihtiyacı yoktur. O yüzden bid’ati bazı âlimler şöyle tanımlar: “Kemâle erdirildikten sonra dinde ortaya çıkan nesneye denen bid’at, dinde Peygamber’den sonra ortaya çıkan tutku ve davranışlardır. Dinde ortaya çıkan eksiltme veya artırmalar için kullanılır.”
Bid’at, dinin vahye dayanan tespitlerine, buyruklarına, kabullerine yapılan ekleme veya bunlarda vücuda getirilen eksiltmedir. Buna göre bid’at, din bünyesinde sözkonusu olur. Hayatın diğer alanlarındaki yeniliklerin bid’at kavramıyla irtibatlandırılması tam bir saptırmadır. Hatta, diyânet denen ve dine getirilen beşerî yorumları içeren alandaki yenilikler de bid’at kavramı içine girmez. Bid’atin sözkonusu edilebilmesi için “din” bünyesinde yeni icatların olması gerekir. Bid’at, dinde olmayan şeyi dine sokmaktır. Bid’at, Allah’ın din olarak gönderdiğinde olmayan şeyi var göstermektir. Bid’at, vahyin oluşturduğu tevhid anlayışına aykırı kabuller icat etmektir.
Yine, bid’atin hasenesi/güzeli olduğunu ifade etmek, temelden yanlıştır. Güzel bid’at tâbiri, birçok olumsuzluğun gözden kaçmasına yol açan bir maske tâbirdir. Ortaya getirilen bir yenilik, dinde olmayan bir şeyi icat etmektedir; bunun güzeli olmaz. Dine ekleme yapmanın güzeli olacağını söylemenin kendisi bid’attır. Bir bid’ati ölçüt yaparak başka bir bid’ati tanımlayamayız. Ortaya getirilen yenilik, dinle iligil değil de hayatın başka alanlarıyla ilgili ise onun bid’at kavramıyla hiçbir ilgisi yoktur. Bid’at, eski örf ve âdetlerin yerine yeni örfler koymanın adı değildir; dinin tesbitlerinin yerine eski veya yeni herhangi bir âdeti koymanın adıdır. Bazıları ne hikmetse, eski âdetlere bağlılığı bid’at saymazken yeni âdetlere en küçük bir itibarı hemen bid’at ilan eder. Oysa ki âdetin dinleştirilmesi, her hal ve şartta bid’attır. Bunun birkısmı günah bid’ati olur, birkısmı şirk bid’ati. Ama güzel bid’at asla ve asla olmaz. Âdetler dinleştikçe din de âdetleşir. Bunun sonu, dinin tahribi ve saygınlığının yok olmasıdır.
Yaşadığımız toplumda bid’atler karşı çıkmak adına ortaya çıkıp en yıkıcı bid’atleri üreten kişi ve zümreler hayli çoktur. Bunlara göre bid’at, öncelikle eski kabullere aykırılıktır. Daha net bir çerçeveden bakılınca bid’at, bu insanların mensup oldukları fırkanın kabullerine ters her şeydir. Bunlar için olay “biz ve ötekiler” olayıdır. Din, bunun sadece dokunulmazlığını sağlayan bir araçtır. Bid’at suçlamalarında bulunanların çoğu, vahyin verilerini değil; kendi mezhep,
2966] 46/Ahkaf, 9
2967] 5/Mâide, 3
- 812 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tarikat, cemaat, ırk veya bölgelerinin âdetlerini esas alarak başkalarını bid’atle itham ettiler. Bid’ati Kur’an ve sahih sünnete aykırılık olarak asla tanıtmadılar. Yani bid’atle mücadele adı altında bir tür yozlaştırma yaptılar.
Allah’ın dininde eksiltme veya artırma yoluyla değiştirme olarak ortaya çıkan bid’atin en kötü yanı, genellikle iyi niyetle sergilenmesidir. Bu iyi niyet zemini, bid’atin toplumda revaç bulmasına sebep olmakta, bunun sonucunda da sapma sessizce yerleşmekte ve dine eklenen âdet ve alışkanlıklar dinleşmektedir. İman Süyûti bu konuda şunları söyler: “Bid’atlerin bir kısmını, halkın ibâdet ve Allah’a yaklaşma zannıyla yaptıkları oluşturmaktadır. Oysa ki esâsında bunların terk edilmesi ibâdettir. Câhiller bunların görüntüsünün ibâdeti andırmasına aldanarak esasında yasak olan fiilleri ibâdet yerine koymaktadır. Burada aldatıcı olan, ‘daha çok ibâdet etme’ hırsıdır. İşte bu hırs, insanları, ibâdet görüntüsü veren bu yasakları icrâya itmektedir. Bu tür ibâdetlerin haram olanı vardır, mekruh olanı vardır. Hz. Ömer, Cuma namazının ardından iki rekât ilâve namaz kılan bir adamı engelleyip mescidden uzaklaştırmıştır...” 2968
Bid’at yüzünden saparak beşerî âdetleri din gibi yaşamaya kalkışanların vücut verdikleri günah yükü, bid’ati icat edenlerin boynuna binecektir. Çünkü Kur’an, ilimsizlik yüzünden insanların sapmasına sebep olanların, saptırdıkları insanların günahlarına ortak olacaklarını çok açık bir biçimde bildirmiştir: “Onlar, kıyâmet günü, kendi günahlarını tamamen yüklendikten başka, ilimsizlik yüzünden saptırdıkları kişilerin günahlarının bir kısmını da yükleneceklerdir. Bakın, ne kötü şey yükleniyorlar.” 2969 Şâtıbî’ye göre bid’at, bir şirk kurumudur ve esası da Allah’a iftira ederek dine haram-helâl, iyi-kötü hükümleri eklemektir. Bu ilâve kabuller onları uyduranlar tarafından süslenip püslenmekte ve taklit bedavacılığında rahat arayanlar tarafından benimsenip hayata geçirilmektedir.2970 Şâtıbî’ye göre bid’atçılık, lânetlenmeyi gerektiren istisnâî cürümlerden biridir. 2971
Mescidlerdeki Bid’atler
Mescidlerle ilgili birçok bid’at, İslâm’a ve müslümanlara rağmen maalesef hâlâ yaşamaktadır. Câmilerde görülen bid’atlerin en önemli ve yaygınlarını saymaya çalışalım:
a- Mescidlere kadın-erkek her müslüman girebilmesi gerektiği halde, Asr-ı saâdette ve Peygamberimiz’in sünnetinde kadınların mescide devam etmelerinin kısmen veya tamamen engellenmesi diye bir şey olmadığı halde,2972 kadınların Cuma ve bayram namazlarında, teravih veya vakit namazlarında cemaatten, câmideki vaaz ve nasihatlerden, sosyal faâliyetlerden din adına mahrum bırakıldığı sözkonusudur. Dolayısıyla günümüzde kadınlara mescid yolunu göstermemek, onları mescidlerden uzaklaştırmak, en azından bid’at olacaktır. Onlar, özellikle Cuma günü ve benzeri özel günlerde câmideki hitâbe, öğüt ve vaazlardan hisse almalı, cehâlet karanlığından kurtulmalıdır.
2968] Celâleddin Süyûtî, el-Emru bi’l-İttibâ ve’n-Nehyu ani’l-İbtidâ (Bid’atlar), Beyrut, 1998, s. 55-57
2969] 16/Nahl, 25
2970] Şâtıbî, el-İ’tisâm, R. Rızâ Y. Mısır, c. 1, s. 126-139
2971] Şâtıbî, a.g.e., s. 117; İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, s. 48 vd.
2972] Ahmed bin Hanbel, 6/66, 90, 154; Müslim, Salât 16, 137; Ebû Dâvud, Salât 13; Tirmizî, Cum’a 48, 64; Buhârî, Cum’a 13
ATALAR YOLU
- 813 -
b- Pis kokular yayanların mescide girmelerini Rasûlullah yasaklamıştır. Hatta helâl ve şifalı bitkiler olan soğan sarımsak gibi hoş olmayan kokulara sebep olan gıdaları yiyenlerin mescide gelmemelerini istemiştir.2973 Fosur fosur sigara içen ve sigarasını lütfen câmi kapısında söndürüp atan ve sigara içmeyenleri, soğan yiyenlerin kokusundan rahatsız olduğundan çok daha fazla etkileyen kişi, durum değerlendirmesi yapmalıdır. Tabii, birini tercih etmesi gerekiyorsa neyi tercih edeceğine de karar vermelidir.
c- Mescidler, imkânlar zorlanarak asr-ı saâdetteki fonksiyonlarına yaklaştırılmalı, faâliyet alanlarını genişletmelidir. Mescidlerin çok yönlü faâliyetlere merkezlik teşkil etmesi yüzünden, insanlar oraya daha fazla gelecektir; mescid, sosyal hayatın merkezi, en vazgeçilmezi olacaktır. Çok yönlü hizmetleri yüzünden cemaatle kılınan namaz, 25 veya 27 derece daha üstündür. Mescidin bu çok yönlü fonksiyonunun kalktığı, kardeşlik ve kaynaştırmanın yerini hizip ve politik çekişmelerin, dedikoduların aldığı için, günümüz cemaatlerinde bu derece sevap fazlalığının bulunduğunu söylemek zordur. Şimdi ne o takvâ mescidi, ne de bir namazı 27 derece yükselten erdem sahibi cemaat...
ç- Mescidlerde konuşulmayacağı, dünya kelâmı edilmesinin yasak olduğuna dair hiçbir şer’î hüküm yoktur. Yasak olan, lağvdır/boş söz, gereksiz lakırdıdır, mâlâyanidir, ki bir hayır amacına ulaştırmayan bu gereksiz söz, sadece mescidde değil; her yerde yasaktır 2974. Bütün evren secde halinde olduğundan arzın her yeri mescid hükmündedir. İnsanlık açısından mescid olma hali ise o mekânda secde edilmesine bağlıdır.
d- Belirli mekânları mescid edinip başka yerde namaz kılmamak veya kılınamayacağını iddia etmek de bid’attir, yanlıştır. Evleri de kabir haline getirmemek, oralarda özellikle farz dışındaki namazları edâ etmek Peygamber tavsiyesi ve uygulamasıdır.
e- Bugünkü câmiler, dolaylı yoldan da olsa devlet kanunlarıyla yönetildiğinden, imamlar bazı dinî emirleri de uygula(ya)mamaktadır. Örnek olarak, müslüman olmadığı bilinen, hatta din düşmanı olarak tanınan bir kimse öldüğünde hangi görevli, “ben bunun cenaze namazını kıldırmam!” diyebilir? Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın dininden hoşlanmayan fâsıkların, kâfir ve münâfıkların namazlarının kılınmamasını, mezarları başında durulmamasını isterken, tâğut ve zâlimler için duâlar edildiğini görüyoruz. “Onlardan ölen hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında durma. Çünkü onlar, Allah ve Rasûlünü inkâr ettiler de fâsık olarak öldüler.” 2975
f- Farz namazdan sonraki müezzinlik fasılları bid’attir. Müezzinin namaz esnasındaki görevi ezan ve kametle sınırlıdır. Farz namazlarından evvel veya Cuma namazında hutbe öncesinde İhlâs sûreleri veya başka âyetler okumak sünnette olmayan bir davranıştır.
g- Kur’an ve sünnetin belirlemediği uydurma ibâdet veya bereket unsuru kabul edilen şeylerin mescide sokulması bid’attir. Tesbih adı altında câmiye
2973] bk. Buhârî, Ezan 160; Müslim, Mesâcid 68, 69, 71; Ahmed bin Hanbel, 2/20, 266, 429; İbn Mâce, İkamet 58
2974] bk. Mü’minûn, 3
2975] 9/Tevbe, 84
- 814 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sokulan bazı araçlar, onların cemaat arasında ona buna atılması huzur bozan bir davranıştır. Câminin duvarlarına, kubbesine levhalar, yazılar yazmak, dikkat çekici süsler yapmak da bid’attir. İmam Mâlik gibi nice âlimler câminin mihrabına bir Kur’an âyetinin yazılmasına bile karşı çıkmıştır.
h- Namaz kılan cemaatin secde ettiği yerden daha yüksek ve câmide çıkıntı olacak şekilde mihrap yapmak da doğru değildir. Hatta mihrabın Emevîler döneminde câmiye konmaya başlandığından, Peygamber mescidinde bulunmadığından tümüyle bid’at olduğu değerlendirilir.
ı- Mescidlere para toplamak için konan “sadaka sandıkları”na İmam Mâlik karşı çıkmış, “Allah, mâbedleri dünyalık toplama yeri yapmadı” demiştir. Câmiler dilencilik yapılacak yerler olmamalı; imamlar ve vâizler de dilenci. Cuma’dan cumaya câmiye gelen adamdan para isteme ve fâsıkların, hatta müslüman oldukları şüpheli olan insanların, haram olduğu halde câminin îmârına katkıda bulunması2976 isteniyor; namazsızlar veren el olduklarından aziz, câmi ve görevliler isteyen ve alan el oldukları için altta ve zelil oluyor. Denilebilir ki, “efendim, ne yapalım, câminin halıları değişecek, süslü âvizeler alınacak, paraya ihtiyaç var...”
Hâlbuki Cuma ve bayram namazında câmiye gelenleri, kayıp çocuklarımız ve misafirlerimiz olarak kabul etmeli, onlara biz birşeyler verebilmeliyiz. Onlar ayakkabı çalınma riskinden veya yine para isterler anlayışından dolayı câmiden kaçma yolu arayan değil; câmide dağıtılacak hediyelerden ve sunulan imkânlardan yararlanmak için de olsa aramıza katılabilmeli. Câmiye çok nâdir gelen Cuma cemaatine kitaplar, broşürler, dergiler, kasetler, başka hediyeler verebilmeli, ondan bir şey kesinlikle istememeliyiz. Cebine değil, gönlüne hitap etmeli, gönlünü ve gözünü doyurabilmeliyiz. Hemen bütün peygamberlerin toplumlarına bir hitabı vardır: “Sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi (ecrimi, mükâfatımı) verecek olan ancak âlemlerin Rabbi Allah’tır.” 2977
i- Yine, bir câmi inşaatı için elde makbuz, çarşı pazar geziliyor, önüne çıkan dinli dinsiz herkesten câmi için yardım isteniyor. Bunun, dini ve câmileri küçülten bir tavır olduğu kadar, Kur’an’ın yasakladığı2978 bir tavır olduğunu belirtmek gerekiyor.
j- Mescidlerde ticaret yapılması da çirkin bir bid’attir. Özellikle Diyanet, kendi kasasını şişirmek için kendi memurlarına, kendi yayınlarını câmide pazarlamalarını emretmektedir. Takvim, dergi, kitap ve makbuzlarının satılması şeklinde örneklerini gördüğümüz ticaretle ilgili işler için mescidin kullanılması Hz. Peygamber’in bizzat yasakladığı hususlardandır.
k- Günümüzde, mescidlerle ilgili bir başka yanlışlık da, çoğu müslüman halk tarafından yapılıyor: Filan vilâyet veya uzak semtten Sultan Ahmet Câmiini veya câminin içindeki Konya’ya Mevlâna müzesini ya da başka bir câmiyi ziyaret etmeye gidiyorlar. Câmi ziyaret edince sevaba girdiklerini zannediyorlar. Hâlbuki câmi ziyareti kasdıyla yapılan bu davranışlar, yanlıştır, yasaktır, vebaldir. Çünkü yeryüzünde namaz kılmak ve ziyaret etmek maksadıyla yolculuğa çıkılabilecek ancak üç mescid vardır. “Üç mescidden başka bir yere (ibâdet ve ziyâret etmek için)
2976] 9/Tevbe, 17
2977] 26/Şuarâ, 109, 127, 145, 164, 180..
2978] 9/Tevbe, 17
ATALAR YOLU
- 815 -
özel olarak yolculuk yapılmaz; Mescid-i Haram, Mescid-i Aksâ ve Benim mescidim.”2979 Bugün müslümanlar, maalesef Mescid-i Aksâ’yı ziyaret edememektedirler. Hiç olmazsa hacca gidenlerin yol üzerinde uğrayıp ziyaret edebilecekleri ilk kıblelerine gitme yollarını bulmak bedel istiyor; insanımız da kolay sevap istediği için bedele yanaşmıyor.
l- Peygamberimiz’in her Ramazan’da mutlaka yaptığı mescidde i’tikâf sünneti unutulmuş, câmiler i’tikâfsız/coşkusuz kalmıştır. İtikâf, bilindiği gibi, dünya işlerinden arınıp bir mescidde özellikle Ramazan ayının son on günü ibâdete çekilme demektir. Bu kuvvetli sünnetin terk edilmesi, mescidlerimiz açısından önemli bir eksikliktir. İ’tikâfın ihyâ edilmesi gerekmektedir.
m- Bid’at unsurlarının bulaştığı mescidlere girmeme hakkı olan mü’minlerin, şirk unsurlarının bulaştığı mescidlere girmeme zorunluluğu vardır. 2980
n- Mescidin dırar olması/zararlı mescid haline gelmesi, mescidin sadece o niyetle yapılmasını gerektirmez. Mescid-i Dırarla ilgili âyet-i kerimede,2981 yapmak ve kurmak anlamında bir kelime kullanılmamış, “ittihaz (edinme)” kelimesi kullanılmıştır. Bu demektir ki, bir mescidin zarar vermesinden söz etmek için, daha yapılırken o niyetle yapılmış olması şartı aranmaz. İlk zamanda, hatta yüzyıllarca iyi hizmetler verdiği halde günün birinde “zarar veren mescid” haline dönüşen binalar olabilir.
o- Mü’minleri fırkalara bölmek, tefrika çıkartmak için mescid yapmak veya yapılmış mescidleri bu maksatla kullanmak, dırar mescidinin özelliğidir. Avrupa’da Türkler tarafından mescid haline getirilen yerlerde çok net sırıttığı gibi, her fırkanın kendine has bir câmisi vardır. Câmiler, sadece Allah’ın olması gerektiği2982 halde, falancıların mescidi, filancıların câmisi diye câmiler gruplarıyla bilinir ve çoğu mescidde ırklar ve uluslar arası ayrım özelliğine işaret anlamına gelecek tarzda Türk bayrakları, hem de mihrab veya minber civarında bulunur. Sadece kendi gruplarına ait mescidlerde toplanıp namaz kılanlar, öteki câmilerde namaz kılmaz ve o mesciddekilere müslüman gözüyle bakmaz. Hemen hepsi, birbirinin gıybetini etmeyi cihad zanneder.
ö- Rus işgali dönemindeki Afganistan’da ve günümüzde nice yerlerde örnekleri görüldüğü şekilde, câminin İslâm düşmanı olanlara, dini kullanmak ihtiyacı duyan ikiyüzlü kişilere barınak yapılması da bid’at olmaktan öte şirk unsurudur, dırar özelliğidir. Senelerce kahır ve zulüm altında inlettikleri müslümanların mâbedlerini, onları sömürmek, kontrol etmek ve birbirine düşürmek için kullanma alçaklığının İslâm tarihinde ilk temscilcileri Emevî hânedanıdır. Onlar, İslâm’ın zaferi önünde eğilmek zorunda kaldıklarında, müslüman kanı damlayan kılıçlarını kınlarına soktular ve o kılıçlarla dize getiremedikleri müslümanları, Musallat oldukları mâbedlerinden vurdular. Bu öyle bir vuruştu ki, en büyük kahrını, dinin tebliğcisi Peygamber’in evlâdı üzerinde gerçekleştirdi. Onları zehir ve kılıçla yok etmekle yetinmedi, tevhidin mâbedinden yaklaşık bir asır o aziz Rasûl evlâdına ezan ve hutbelerden lânet okuyarak o Peygamber’in ümmetine
2979] Buhârî, Fedâilu’s-Salât -Salâtu Mescid-i Mekke- 1, 6, Savm 67; Müslim, Hacc 74; Ebû Dâvud, Menâsik hadis no: 2033; Tirmizî, Salât 243, hadis no: 326
2980] Bk. 7/A’râf, 29; 9/Tevbe, 107-109; 72/Cinn, 18
2981] 9/Tevbe, 107
2982] 72/Cinn, 18
- 816 -
KUR’AN KAVRAMLARI
âmin dedirtti. Ömer bin Abdülaziz,2983 Rasûl evlâdına okunan bu lâneti mescidlerden kaldırdığında, kavramları tersine çevirmeye örnek olarak onu şu şekilde itham etme çarpıklığına gidebildiler: “Sünnete muhâlefet ediyor...”
p- Mescid yapımında, Allah rızâsı ve takvâ kaygısından başka herhangi bir kaygının rol oynaması da Dırar mescidinin temel özelliğidir. Kişisel menfaat, şöhret hırsı, grup ve parti çıkarı, ekonomik rant vb. bu özelliklerdendir.
r- Mescidlerde Allah’ın dışında herhangi bir kişiye sığınılması, yakarılması, herhangi bir kişinin Allah ile kul arasında vesîle ve aracı yapılması da, mescidin takvâ mescidi özelliğinin kalkması demektir.2984 Bu durum, ulûhiyet şânından olan özelliklerin Allah dışında bir varlığa verilmesini ifade ettiği için şirktir. Allah’ın dışında kişi veya kişiler için çağrıda bulunulması, övgüler dizilmesi, propaganda ve reklâm yapılması da mescidlerdeki çirkin davranışlardandır. İslâm’ın temel kabullerine zıt unsurların sokulduğu mescidlerdeki bu durumlara karşı çıkılmalı, tavır alınmalıdır.
s- Mescidlerin vazgeçilmez fonksiyonlarından biri, oradaki cemaatin birbirlerinin dertleriyle dertlenmesi ve istişâre etmesine zemin olmasıdır. Bu ibâdet ve meşveret yerlerinde müslümanlar, eşitlik kuralına uyarlar. Kimsenin kimseye meslek, maddî güç, makam vb. açıdan üstünlüğü olamaz. Bu ayrımlara göre saflar düzenlenip bazılarına ayrıcalık verilemez. Herkes aynı safta ve omuz omuzadır. Bu yüzdendir ki, imamın da cemaatten yüksek bir yerde namaz kıldırması doğru değildir; hatta bunu câiz görmeyenler bile vardır.2985 Hatta bazı ülkelerde günümüzde de uygulandığı şekilde, mihrabdaki imamın cemaatten daha yüksek yerde namaza durarak gurura kapılmaması için, mihrab câmideki cemaatin secde ettiği zeminden daha aşağıda olmasının daha faziletli olacağı değerlendirilebilir.
ş- Cemaatteki bu eşitlik, ancak bir noktada bozulur; o da ilim ve ibâdet noktasıdır. Mescidde, ilk safta ilim ve takvâ bakımında önde olanlar bulunur. Bunlar, imâmet ve riyâset namzedi oldukları gibi, müzâkere ve müşâverede de reylerinden en fazla yararlanılan kişilerdir. İmamın, namazdan sonra arkasını mihraba, yüzünü cemaate dönüp oturması, duâ için olmayıp, kendisini imam seçen veya imam olarak kabul eden cemaatle istişâre ve tartışmaya başkanlık etmek içindir. “Benim hemen arkama sizden dirâyet ve akıl sahipleri dursun! Sonra onları takip edenler, sonra da onları takip edenler dursun! Çarşıların karışıklığından sakının!”2986; “Üç kişinin namazları kabul olmaz; bunlardan birisi cemaat istemediği halde imamlık yapmak isteyen kişidir...” 2987
t- Bu ölçüler dahilinde câmilerde istişârenin terk edilmesi, cemaatin birbiriyle kaynaşmaması, imam-cemaat ilişkisinin sağlıklı olmaması ciddî problemlerden biridir. Takvâ ve ilim durumuyla öne çıkmadığı halde ön safı ve imamın arkasını âdetâ parselleyen kimselerin bu tavırları da sünnete uymaz. Aslında imamın cemaat tarafından seçilip öne çıkartılması gibi, imamın arkasına geçecek insanları da cemaat belirlemeli, lâyık olanları namaza durmadan oraya dâvet etmelidir.
2983] ölümü; 102/720
2984] 72/Cinn, 18
2985] Ebû Dâvud, Salât 67
2986] Müslim, Salât 123; Ebû Dâvud, Salât 96; Tirmizî, Salât 168
2987] Ebû Dâvud, Salât 63; Tirmizî, Salât 266
ATALAR YOLU
- 817 -
u- Vaaz ve hutbelerde, müezzinlik ve imamlıkta, normal olarak ses duyulduğu müddetçe, gereksiz yere hoparlör kullanmak ve kulağı tırmalayacak şekilde bağırmak da çok yanlıştır, çirkin bir bid’attir.
ü- Duânın kabulünün bir şartı, samimiyet ve sessizliktir. “Rabbinize tazarrû ile yalvara yakara, gizlice duâ edin. Bilin ki O, haddi aşanları sevmez.”2988 Duâ, tevâzu ve zillet ile, fakirane, gizlice ve çok yavaş sesle yapılmalıdır. Yoksa, duâ, tevâzunun tersine bağırma ile, yarış edercesine, edebiyat gösterişi şeklinde, kafiyeli ama samimiyetsiz sözlerden oluşan tarzda olduğu müddetçe o duâ, câmi kubbesinin dışına yükselmeyecektir. Hele bir de zâlim ve tâğutlar için de rahmet istenerek duâ edilmesi, duâda câiz olmayan vesîleler, ırk asabiyetine dair övünmeler de varsa, böyle duâya el açıp âmin diyenlerin de durumu, Akaid ilmini ilgilendirir.
v- Cuma namazlarında hutbeyi kısa, namazı uzun tutmak sünnet olduğu, aksi bid’at olduğu halde, hutbeler çok uzun ve namazlar çok kısa edâ ediliyor.
y- Mescidlerden yola çıkılarak, oradan İslâm’ın öğrenilip yaşanması, hâkim olması halka halka yayılarak toplumu hükmü altına alması gerektiği halde; bugünkü mescidler, aslî görevlerinin çoğunu yerine getirmemektedir. Tâğutlar ve onların rejimleri, çeşitli baskı ve dayatmalarıyla İslâm dünyasındaki mescidlerin çoğunu mahkûm etmiş, hapishaneye çevirmiştir.
Câmiler, müslümanların her çeşit ibâdet, buluşma ve görüşme, önemli meselelerini müzâkere etme, dinin emir veya tavsiye ettiği birtakım hizmetleri gerçekleştirmek üzere faâliyetlerde bulunma yerleridir. Bu kutsal mekânları laik devletin kontrol altına alması ve işlevlerini de yalnızca namaz ibâdetinden ibaret kılması; dine, sünnete, hukuka aykırıdır. Câmilerde yapılan vaazların ve hutbelerin devlet tarafından kontrolü, hele devlet tarafından hazırlanıp papağan yerine konanların eline tutuşturulması, kesinlikle din özgürlüğüne müdâhale anlamı taşır.
Câmiler ilk kuruluşundaki örnek uygulamaya göre birden fazla iş ve ihtiyaç için kullanılırdı. Eğer biri çıkar da “bunlar tarîhîdir, o günkü ihtiyaç ve imkânsızlıklara bağlıdır, bugün bu işler için ayrı mekânlar ve kurumlar vardır” diyecek olursa, kendisine şu cevap verilir: Bunlar doğru olabilir, ancak, bu tarihî uygulama iki şeye kesin delildir: 1- Câmiler yalnızca namaz kılmak için değildir. 2- Müslümanların din işleri, dünya işlerinden ayrı değildir; din ile dünya iç içedir. Kur’an ve Sünnet, hem din hayatını hem de dünya hayatını düzenlemek, yönlendirmek, yönetmek için gönderilmiştir.
z- Câmilerde; farzmış, namazdan bir parça imiş gibi, Haşr sûresinin son âyetlerinin sabah ve akşam namazlarında imam veya müezzin tarafından mutlaka okunması, tesbihlerin komutlarla ve hiç ihmal edilmeksizin ve mescidin dışındaki hayata yayılmaksızın câminin ve namazın olmazsa olmazı gibi okunması da bid’attir. Bakara sûresinin son iki âyetinin de yatsı namazından sonra, başka âyetler okunmaz veya hiç terkedilmemeli gibi kıraati için de aynı şey söylenebilir.
Aslında, okunan aşır veya sûrelerin meal ve tefsirleri verilmeli, hatta güncel konularla, câmi dışı hayatla ilgili hükümleri, tavsiyeleri içeren âyetler seçilmelidir
2988] 7/A’râf, 55
- 818 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ki, okunanlar yerini bulsun, gerçek sünnete ve istenilen sevaba ulaştırsın. Ezanın, müezzinliğin haydi neyse, hele Kur’an’ın namaz veya namaz dışı okunmasında teğannî, şarkı okur gibi gereksiz, yersiz ve hatta yanlış uzatmalar ve ses dalgalandırmaları, sesin alçaltılması gereken yerlerde yüksek sesle okunması ve tersi uygulamalar, cehâlet kaynaklı bid’atlerdendir. Kur’an kıraatinin ağlayarak, hiç olmazsa ağlar gibi yapılarak hüzünlü bir şekilde okunması gerekirken, ses sanatkârı gibi ve değişik makamlarda okumanın da doğru olmadığını belirtelim.
Yine, müezzinlik gereği zannedilen tesbih duâları için komutlarda ve mevlid vb. okuyuşlarda Kur’an makamıyla, Allah’ın âyetleri dışındaki şeylerin okunması büyük yanlışlardan ve bid’atlerden biridir.
Kamet getirilirken bazı müezzinlerin ellerini namazda imiş gibi bağladığı görülüyor; bu da bid’attir. Mevlid okunurken de, Peygamber’in doğum zamanı anlatılırken, namaza durur gibi cemaatin ayağa kalkması ve ellerini namazda bağlar gibi bağlamaları da yanlış üstüne yanlıştır.
Namazdan sonra veya câmiden çıkmak üzere cemaatin birbirleriyle sanki namazın bir tamamlayıcısı gibi her zaman tokalaşmaları, bunu âdet haline getirmeleri de bid’attir. Ama arada bir yapılyor, olmasa da olur deniliyor ve özellikle birbirlerini az görenlerin arasında uygulanıyorsa, bunda sakınca yoktur.
Ramazanlarda câmilerde kılınan teravih namazları, İstanbul boğazında sürat teknelerinin tehlikeli yarışlarına benziyor. Kıraat, rükû, secde hep yarım yapıldığı gibi, ta’dîl-i erkâna riâyet edilmiyor. Böyle, dostlar alışverişte görsün hesabı 20 rekât kılınacağına, sünnette olduğu gibi 8 veya 12 rekât kılınsa, ama hakkını vere vere kılınsa bid’at ve hatalardan uzaklaşılmış olur. Ama, Hz. Ömer devrinde sahâbe 20 rekât da kıldığından, usûlüne uygun şekilde isteyen elbette 20, hatta daha fazla kılabilir. Ama, tavuğun yem topladığı gibi kılınacaksa, 100 rekât da kılınsa, gerçek sünnet sevabı elde edilemez. Teravihlerin devamlı cemaatle ve câmide kılınması da Peygamberimiz’in sürekli yapmadığı bir davranıştır.
Sanırım câmide bizim görevimiz kısa sûreleri çabuk çabuk okuyarak işimizi bitirip câmiden ayrılmak olmamalı. İmamların görevi namaz kıldırmakla bitmiyor, eğer arkalarında cemaat var ise... Şöyle yapmamız gerekirdi: Özellikle câmilerin anlamı da burada gizlidir. İmamlar, bilen insanlar olarak Kur’an’dan öyle âyetler seçerek okumalılar ki, müslümanlar o günün çokça konuşulup tartışılan meselesini Kur’anî gözle görüp anlayabilsinler. Hz. Peygamber zamanında bu, temelde böyle idi. Çünkü âyetler, olaylar üzerine nâzil oluyor, Peygamberimiz onu okuyor ve sonra onu açıklıyordu. Biz de bugün yeniden olayların üzerine sanki Kur’an yeniden nâzil oluyormuş gibi namazda onları okumalıyız.
Evet, evet... Namazda okumamız gereken âyetler, o günün üzerinde tartıştığımız, konuştuğumuz ya da sorumluluk alanımıza giren şeyler olmalı. Müslümanlar bunu evrensel bir bildirinin ardından, yaklaşık iki milyar müslümanın mânevî huzuru ile Allah’ın evinde ve O’nun önünde kıyam, rükû ve sücûd aralarında okumalıdırlar. Böylece namaz, müslümanın sorumluluklarını kuşandığı bir mekân olacak. Müslümanlar günde beş defa Allah’ın evinden mânevî nitelikli dünyevî görevlerle ve bilgilerle donanmış olarak bir cemaat bilinci ile ayrılmış olacaklardır. Cemaat olmanın anlamı da budur. Katılan, karşı çıkan, konuşan ve sorumluluk yüklenen bir insan.
ATALAR YOLU
- 819 -
Tartışıp durduğumuz şey fâiz mi, zulüm mü, başörtüsü mü, haksızlıklar mı? Küfür mü, ahlâksızlık mı? Kur’an’ın hükmünü okur imam efendi ve namazdan sonra da oturur konuşuruz. Allah’ın hükmü üzerinde. Sorun ve çözüm yolları üzerinde düşünür, görüşlerimizi koyarız. Tartışmayız, ittifak etmişsek birlikte, ihtilâf etmişsek meşrû zeminde birbirimizi mâzur görerek herkes Allah’a vereceği hesabına göre sorumluluklarımızı kuşanırız. Ve namaz; donanma, namazlar arası zamanlar eylem vaktidir bizim için. Ve ibâdetimiz süreklidir. Sorumluluk şuuru ile hareket eden bir insan, âdeta bütün zaman namazdadır. Kıyamdadır, rükûdadır ve secdededir. Her yer mesciddir onun için.
İşte öyle olmasın diye, “câmilerde dünya kelâmı edilmez” diyorlar. Oysa din bu dünya içindir. Ve bizim dinimiz dünyayı ve hayatı kuşatır. Câmi, müslümanların cem’ olup toplandığı, namazda okudukları âyetleri Peygamberî bir metotla sorumluluğa dönüştürme mekânıdır.” 2989
Câmilerde Bir Büyük Bid’at; Mevlid
Mevlid, doğum zamanı ve doğum yeri anlamındadır. Zamanla doğum tarihini kutlamak anlamı kazanmıştır. Mevlid, bugün özellikle câmilerde kullanıldığı şekliyle, Peygamberimiz’in doğumunu anmak ve kutlamak şeklinde uygulanan tören ve okunan şiir anlamında kullanılmaktadır. Osmanlı şâiri Süleyman Çelebi’nin (ölümü, 1422) Vesîletü’n-Necât adlı şiir kitabı bu adla yapılan törenlerde özel bir makam ve usûlle okunduğu için, mevlid dendiği zaman o şiir kitabının okunduğu merâsim akla gelmektedir. Peygamberimiz’in doğumunu anma esprisi de unutulmuş, Peygamber için yazılan bu şiirin okunması kendi başına bir dinî törene, bir ibâdet kabulüne dönüşmüştür. Bugün birçok aile, ölüleri için sevap, hatta mutlaka yapılması gerekli dinî vecîbe gibi düşünmektedir.
İbâdetler, Allah’a nasıl yaklaşıp hangi uygulamalarla sevaba girileceği nassların hükmü ile belli olur. Yani ibâdetler, fıkhî deyimiyle “taabbudî alandır, tevkîfîdir, vahyîdir. Din tamamlanmıştır, artırma da eksiltme de yapılamaz. Rasûlün ve ashâbın hayatında mevlid diye bir uygulama kesinlikle mevcut değildir. Mevlidi savunanlar şöyle derler: “Mevlid bir vesîledir, biz bu vesîleyle Kur’an okuyoruz, salât ve selâm getiriyoruz, duâ ediyoruz; esas amaç da bunlardır.” Cevap olarak deriz ki: Mevlid dışında sayılanların kendi başlarına okunmaları halinde hangi zorluk ve eksiklik çıkıyor da Süleyman Çelebi’nin şiirine sığınılıyor? Süleyman Çelebi’den önce Kur’an okuyanların okudukları boşa mı gitti?
Kur’an ve sünnet, ibâdet anlayışı ile böyle şiir okuyarak sevap kazanılacağı bir ibâdetten bahsetmez. Ayrıca, mevlid şiir gibi değil; Kur’an okunur gibi Kur’an makamıyla okunmakta, Kur’an dinlenir gibi dinlenmektedir. Mevlid türünden kutlamalar, din kaynaklı değil; folklor ve âdet kaynaklıdır. Bu kutlamalar, câmide olmadığı sürece, ibâdet ve sevap kabul edilmemek şartıyla, Kur’an makamıyla ve kutsal metinmiş gibi icrâ edilmediği özelliklerde, salt şiir okur gibi okunursa bir sakıncası olmaz. Bugünkü şekliyle ise, en azından büyük bir bid’at ve hurâfedir. Bugün, bir şiir, ölülere rahmet ve cennete ulaşma vesilesi gibi kabul edildiğinden, Kur’an’dan öne çıkarıldığından, dinin temel ilkeleri açısından çeşitli sakıncalar içerir. Örf dinleşince, din de örfleşir. Örfün kutsallaşmasına seyirci kalmak, dinin tahribine seyirci kalmakla eş anlamlıdır.
2989] Abdurrahman Dilipak, A.g.e. s. 33-35; 48-49
- 820 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an şöyle buyuruyor: “Allah yalnız başına anıldığında, âhirete inanmayanların kalpleri nefretle ürperir; O’nun berisindeki ilâhlaştırılmış kişiler anıldığında ise hemen müjdelenmiş gibi sevinirler.”2990 Tevhid, ibâdet kasdıyla “Allah’ı da anmak” dini değil; “sadece Allah’ı anmak” dinidir. Câmiye sokulup ibâdet kasdıyla okunan mevlidin, sadece bid’at olarak kalmayacağı, bu anlayış ve kabulün şirk kapsamına girebileceğini bu riski taşıdığını belirtelim.
Bir Büyük Bid’at Daha; Mescidlerin Süse Boğulması
Mescidin meşrû ve makul süsü, orada bolca secde edilmesi, çokca insanın ibâdetle mescidi şenlendirmesidir. Asr-ı saâdette mescide biçilen roller, ne oranda uygulanabilirse onları icrâ etmekle mescidlerin yüzü gülecektir. Mescide gidenlerin süslenmeleri, temiz ve güzel giyinmeleri Kur’an’ın tavsiyesidir.2991 Ama mescidleri, hem de gözü meşgul edecek, ibâdetteki huşûya engel olacak şekilde süslemek, abartılı tarzda ziynetlere, desen ve boyalara boğmak din açısından yanlıştır. Konuyla ilgili hadis-i şeriflerde şöyle buyrulur: “Mescid yükseltmekle, mescid süslemekle emrolunmadım.”2992 “İnsanlar, mescid yapma yarışına girip bununla övünmedikçe kıyâmet kopmaz.”2993; “Sizin benden sonra, yahûdilerin havralarını, hıristiyanların da kiliselerini süsleyip püsleyerek yükselttikleri gibi, mescidlerinizi süsleyip püsleyeceğinizi görür gibiyim.”2994; “Bir topluluk, mâbedlerini süsleyip püsleme hastalığına tutulmadıkça, ameli çirkin ve zararlı hale asla gelmez.”2995 Sahâbî fakîhlerinden İbn Mes’ud (r.a.) Kûfe’ye ilk geldiğinde süslü, nakışlı bir câmi gördü ve şöyle dedi: “Bunu kim yaptıysa Allah’ın malını O’na isyanda harcamış.”
Olayın israf boyutu da önemlidir. Mescidin gereksiz süslerine, kubbelerine yatırılacak para ile cemaat bulunup, oluşturulan cemaatin seviyelerini arttırmaya, İslâm ve müslümanlar için zarûri ihtiyaçlara kullanmak çok daha faziletli olacaktır. Paraları gereksiz taşlara ve süslere yatırmak yerine; dâvâya, insana, cemaate yatırmak dinin maslahatı açısından önemlidir. Mescidleri çok görkemli yapmışsın, süslemişsin, cemaati olmadıktan sonra neye yarar? Sağlam yetişen cemaat ise, bulunduğu her yeri mescid yapabilir, her yerde ibâdetini yerine getirebilir.
İslâm hâkimiyetinde her yer, üzerinde namaz kılınabilecek temizlikte olacağı, yani mescide benzeyeceği gibi, küfrün egemenliğindeki günümüzde de her yer tapınaklara benziyor. Müzikholler, stadlar, borsalar, bankalar, nice kurumlar, okullar, meclisler, hatta kanallar, sokaklar, çarşılar... mâbed değil de nedir? Oradaki insanlar, ibâdet halinde değiller mi dersiniz?
Günümüz insanı, çok kıbleli, çok mâbedli, çok imamlı (önderli) ve çok dinli. Câmi, hayatımızın merkezi ve her şeyimiz câmiye uygun olmadıkça bu problemler azalmayacak, aksine gittikçe artacaktır.
Taklit ve Taklitçilik
İbn Hazm, İbn Teymiye, İbnu’l-Kayyim ve Şevkânî’nin de bulunduğu bazı
2990] 39/Zümer, 45
2991] 7/A’râf, 31
2992] Ebû Dâvud; et-Tâc, 1/243
2993] İbn Mâce, Mesâcid 2
2994] İbn Mâce, Mesâcid 2
2995] İbn Mâce, Mesâcid 2
ATALAR YOLU
- 821 -
İslâm bilginleri bid’at olarak niteledikleri taklidin haram olduğunu delillerle savunmuşlardır.
1. Allah Teâlâ’nın mukallidleri zemmetmesi,2996 Kitap ve Sünnet’in hâkim kılınmasını emretmesi ve ihtilâf çıkınca Kitap ile Sünnet’e başvurulmasını istemesi;2997 hükmün yalnız Kendisine âit olduğunu bildirmesi,2998 dinde Allah ve Rasûlünden başkasına dayanmayı yasaklaması,2999 Kendinden başkasının helâl ve haram kılacak rab ve velî ittihaz edilmesini yasaklaması,3000 Kitap ve Sünnet’e dâvet edilen bir kimse, hangi nedenle olursa olsun, onu terk ederse, kendisine büyük bir belâ/musîbet isâbet edeceğinin bildirilmesi3001 taklidin haramlığına delâlet eder.
2. “Bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun.”3002 âyetindeki “zikir” Kur’an ve hadis, onun “ehli” de bunları bilen âlimlerdir. Meselesiyle ilgili âyet ve hadisi bilmeyen kimse, elbette bunları bilenlerden soracak ve nakledilen âyet ya da hadise uyacaktır. Selef, hiçbir zaman bunlar yerine bir kimsenin kişisel rey ve görüşünü sormamıştır.
3. Başı yaralı kişiye, bu konudaki delili bilmeden fetvâ veren ve onun ölümüne neden olanlara Hz. Peygamber, “... Allah canlarını alsın! Mâdem bilmiyorlar, bilenlere sorsalar ya! Cehâletin şifâsı sormaktır” buyurmuştur. Bu, ilimsiz fetvâ vermenin haram olduğuna delâlet eder. Taklit, ilim olmadığına göre, onunla fetvâ vermek de haramdır.
4. Hz. Ömer’in kelâle meselesinde Hz. Ebû Bekir’i taklit edişi, birkaç şekilde açıklanabilir: Hz. Ömer bu konuda ölene kadar kesin bir kanaate varamadığına göre, burada sözkonusu olan uyma, Hz. Ebu Bekir’in söylediği “Reyimle hükmediyorum, hata edebilirim” ilkesine âit olacaktır. Yoksa Hz. Ömer, mürted esirlerin reddi; savaşla fethedilen arazinin vakfı, hilâfette veliaht tâyin edilmesi gibi birçok konuda Hz. Ebu Bekir’e muhâlefet etmiştir.
5. Sahâbe, cemaatle kılınan namazın bir bölümünü kaçırınca, önce bu bölümü kılıyor, sonra imama uyuyorlardı. Hz. Muaz ise önce imama uydu, imam selâm verince, kalkıp kaçırdığı bölümü edâ etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber; “Muaz size yol gösterdi, artık öyle yapın” buyurdu. Hz. Peygamber’in Muaz’ın hareketini tasvip etmesiyle sünnet meydana gelmiş, sahâbe de bu sünnete uymuştur. Kitap ve Sünnet’e uymak taklit değildir.
6. Allah Teâlâ, Kendine, Rasûlüne ve ülü’l-emre itaati emretmiştir 3003. Ülü’l-emre itaat, dinin uygulayıcıları olmaları bakımındandır. Yoksa onların kendilerine itaat emredilmemiştir.
7. Allah Teâlâ, muhâcir ve ensâra iyi bir şekilde ittibâ edenleri övmüş,
2996] 5/Mâide, 104; 31/Lokman, 21; 43/Zuhruf, 22-23
2997] 4/Nisâ, 59
2998] 6/En’âm, 57; 12/Yûsuf, 40
2999] 9/Tevbe, 16
3000] 9/Tevbe, 35
3001] 24/Nûr, 63)
3002] 16/Nahl, 43
3003] 4/Nisâ, 59
- 822 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onlardan râzı olduğunu bildirmiştir.3004 Zayıf rivâyetle Hz. Peygamberin de “Ashâbım yıldızlar gibidir, hangisine uysanız doğru yolu bulursunuz” buyurduğu belirtilmiştir. Muhâcirûn ile ensâra uymaktan maksat, dinî hayatta onların yolundan yürümektir. Onlardan hiçbiri Kitap ve Sünnet’in nasslarını bir kişinin rey ve ictihadı için terketmemişlerdir. “Ashâbım yıldızlar gibidir...” sözü de sağlam yollardan gelmemiştir. Sahih olduğu kabul edilirse, mukallidlerin, kendi imamlarından önce ashâba uymaları gerekir. Bundan da önce ashâb gibi davranarak Kitap ve Sünnet delillerini öğrenip bunlara tâbi olmaları gerekirdi.
8. Müctehid imamların taklidi yasaklayan söz ve davranışlarını herkes bilir. Onların Kitap ve Sünnet’ten delilini bulamadıkları birkaç meselede daha âlim kimselerin ictihadlarına tâbi olmaları, herkes için vâcip olan taklittir ve zarûret halleriyle sınırlıdır.
9. Allah’ın insanları çeşitli yeteneklerde yarattığı, öğrenci ve çırağın hocalarını taklit etmelerinin doğal olduğu gerçektir. Ama, bununla taklidin bir ilgisi yoktur. Taklit, sözü hüccet olmayan bir kimsenin sözüne delilini sormadan uymaktır. Oysa Allah, kullarının fıtratına körü körüne taklidi değil; iddiâ sahibinden delil ve isbat isteme eğilimini yerleştirmiştir. 3005
Kur’an ve hadisler, taklitçiliği, ötekinin berikinin mukallitliğini, yani delilini bilmeksizin körü körüne herkesin söz ve davranışlarına uymayı yasaklıyor. Daima her şeyin vahiy ile, akıl ve mantık ile, delillere dayanan muhâkemelerle incelenmesi gerektiğini gösteriyor. Bir âyette: “Sözlerinizde doğru iseniz delillerinizi getirin.”3006 buyuruluyor. Diğer bir âyette de: “İlminin ulaşmadığı şey üzerinde durma!”3007 buyuruluyor.
Halk, her şeyden önce kasıtlı olarak câhil bırakılmış, halkı gerekli İslâmî bilgilerden mahrum bırakanlar, dünya ve âhirette lâzım olacak kültürden mahrum bırakanlar bununla yetinmeyip, nice dayatmalar ve yönlendirmelerle halkı saptırmışlar, doğruyu eğri ve eğriyi doğru olarak göstermişlerdir. Halk, kızılmaktan daha çok acınacak bir zavallı, düzen ve çevrenin kurbanı durumundadır. Onlara tevhid öğretilmeden, tevhidî bilinç ve ibâdet anlayışı kazandırılmadan, sahih bir din öğretilmeden bâtıl inançların ve hurâfelerin önünün alınamayacağı bilinmelidir. Bununla birlikte görülen bâtıllara müdâhale edilmeli, halkın hurâfeci yaklaşımları en güzel üslûpla önlenmeye çalışılmalıdır. Ama, bataklık kurutulmadan sivrisineklerle mücâdelede ciddîi bir mesafe kat edilemeyeceği unutulmamalıdır. Hurâfe üreten düzen ve çevre şartları değiştirilmeden eski ve yeni câhiliyye hurâfelerinin, bâtıl inanış ve bid’atlerin önünün alınamayacağı bir gerçektir.
Hakk’a ve hak dine inanmayan insanların bize din biçmelerine, kendi bâtıl dinlerini bize dayatmalarına, hak dini tahrif etmeye çalışmalarına, Allah’a ve Allah’ın dinine iftira etmelerine göz yumacak ve boyun eğecek değiliz. Onların ilâhlıklarını, rabliklerini reddedeceğiz; onların tuzaklarına düşmeyeceğiz. Onların (b)alıkları avlamak için oltalarına taktıkları “din”i yutmayacağız.
Allahumme erina’l-hakka hakkan ve’rzuknâ’l-ittibâa ileyh. Ve erinâ’l-bâtıle bâtılen ve’rzuknâ-l ictinâba anh. Ey Allah’ım, bize hakkı hak olarak göster ve hakka ittibâ etmeyi nasip et. Bâtılı bâtıl olarak görmeyi ve bâtıllardan kaçınmayı nasip et.
3004] 9/Tevbe, 100
3005] Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 98-99
3006] 2/Bakara, 111
3007] 17/İsrâ, 36
ATALAR YOLU
- 823 -
Kur’ân-ı Kerim’de Atalar Yolu İle İlgili Âyetler
(Toplam 25 Yerde) (2/Bakara, 170-171; 5/Mâide, 104; 6/En’âm, 148; 7/A’râf, 28, 70-71, 172-173; 10/Yûnus, 78; 11/Hûd, 62, 87, 109; 12/Yûsuf, 39-40; 14/İbrâhim, 9-10; 16/Nahl, 35; 18/Kehf, 5; 21/Enbiyâ, 51-54; 23/Mü’minûn, 23-24, 81-83; 26/Şuarâ, 69-77; 27/Neml, 67-69; 28/Kasas, 36-37; 31/Lokman, 21; 34/Sebe’, 43; 37/Sâffât, 68-74; 43/Zuhruf, 21-25; 53/Necm, 23). Ayrıca, bu konuyla ilgili olarak bkz. 9/Tevbe, 23-24; 58/Mücâdele, 22; 11/Hûd, 45-46; 29/Ankebût, 8; 31/Lokman, 15)
Konu ile İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 482-483
2. Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 119
3. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 323-324
4. Kur’ân-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 335-336
5. Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, 677
6. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neş. c. 1, s. 286-287
7. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 4, s. 204-207
8. El-Mîzan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 584-592
9. El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 448-452
10. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 277-279
11. Et-Tefsîru’l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 160-162
12. Muht. Taberî Tefsiri, İmam Taberi, Ümit Y. c. 1, s. 126
13. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 3, s. 147-151
14. Safvetü’t Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 210
15. El-Esâs fi’t-Tefsîr, Said Havva, Şamil Y. c. 1, s. 410-423
16. Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Mahmud Ustaosmanoğlu, Siraç Kitabevi Y. c. 2, s. 197-200
17. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. Âdet: c. 1, s. 369-373, Atalar Kültü: c. 4, s. 42-43
18. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. (Gelenek) c. 2, s. 230-231, (Örf:) 5/179-182, (Taklit:) 6/98-99
19. Lâ, Mustafa Çelik, Ölçü Y. s. 66-90
20. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 279(Hurafe), 87-91 (Bid’at), Taklit
21. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 50-52
22. İman ve Tavır, Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 266-271
23. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 123-124
24. Kur’an’da İman Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 206
25. Yokluğuna Düşülmüş Notlar, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 134-136
26. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, (Gelenek md.), Risale Y. c. 2, s. 87-94, (Örf ve Âdet), s. 201-203
27. Yahûdileşme Temayülü, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 176-253
28. Üç Muhammed, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 77-80
29. Kur’an’da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 198-200
30. İslâm Dininin Yasak Ettiği Bâtıl İnanışlar, Recep Aktaş, Bahar Y. 3
31. Hurâfeler ve Bâtıl İnanışlar, İsmail Lütfi Çakan, Marifet Y. / Büşra Y.
32. Yaşayan Hurâfeler, Kemalettin Erdil, T. Diyanet Vakfı Y.
- 824 -
KUR’AN KAVRAMLARI
33. İslâm’a Sokulan Bid’at ve Hurâfeler, Mustafa Uysal, Uysal Y.
34. Bid’at-ı Hasene Yanılgısı, Abdülkayyum es-Süheyhani, Ümmül Kura Y.
35. Yaşayan Câhiliyye, Aysel Zeynep Tozduman, İnkılâb Y.
36. Dilek Taşları, Sabiha Ünlü, İnkılâb Y.
37. Kavram ve Mâhiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Ali Çelik, Beyan Y.
38. Dünden Bugüne İbâdetlerde Bid’at, Abdülhay Leknevî, Vahdet Y.
39. Câhiliyye ve Ehl-i Kitab Örf ve Âdetleri, Ali Osman Ateş, Beyan Y.
40. İslâm’dan Önce Arap Tarihi ve Câhiliye Çağı, Ank. Ün. İlâhiyat Fak. Y.?
41. Hurâfeler ve Menşeleri, Abdülkadir İnan, Diyanet İşleri Başkanlığı Y.
42. İslâm Hukukunda Örf ve Âdet, Selâhattin Kıyıcı, İşaret Y.
43. Taklitlerin Çarpışması, Muhammed Kutub,
44. Kur’an ve Hadise Göre Bid’at, Harun Ünal
45. Kitabu’l-Esnâm: Putlar Kitabı, İbnü’l-Kelbî, Terc. Beyza Düşüngen, s. 28, 48, 62
46. Sosyal Âdet ve Gelenekler, Nermin Erdentuğ, Kültür Bakanlığı Y.
47. Geleneğin Direnişi, Beşir Ayvazoğlu, Ötüken Neşriyat
48. Geleneğin Dünyası – Yeniliğin Ufukları, Necmettin Türinay, Akçağ Y.
49. Gelenek, Mustafa Armağan, Ağaç Y.
50. Gelenek ve Modernlik Arasında, Mustafa Armağan, İnsan Y.
51. Osmanlı Halkının Geleneksel İslâm Anlayışı ve Kaynakları, Hatice Kelpetin Arpaguş, Çamlıca Y.
52. Eski, Yeni ve Ötesi, Orhan Şaik Gökyay, İletişim Y.
53. Eski Türk Dini Tarihi, Abdülkadir İnan, s. 1-4
54. Eski Türk Dini ve Alevilik-Bektaşilik, Mehmet Eröz, Türk Dünyası Araştırma Vakfı Y.
55. Eskiçağ Türkiye Tarihi, Ekrem Memiş, Selçuk Ün. Y,/Öz Eğitim Y.
56. Bu Din Benim Dinim Değil, Abdurrahman Dilipak, İşaret/Ferşat Y.
57. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y. s. 54-69
58. Din İstismarı (Özel sayı), İslâmiyât, c. 3, sayı 3, Temmuz-Eylül 2000
59. Atalar Dini Üzerine, Mustafa Başbekleyen, Haksöz, sayı:12, Mart 92, s. 6-7
60. Anadolu Örf ve Âdetlerinde Eski Kültürlerin İzleri, A. Ü. İlâhiyat Fak. Sayı 17, yıl: 1969
61. İslâm Nasıl Yozlaştırıldı? s. 37-67
62. Uydurulan Din ve Kur’an’daki Din, s. 340-345