بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
AHLÂK
• Ahlâk; Anlam ve Mâhiyeti
• Ahlâk İlmi
• “İslâm Ahlâkı” Kavramının Kapsadığı Konular
• Güzel Huylar ve Çirkin Huylar (Faziletler ve Reziletler Listesi)
• Kur’ân-ı Kerim’de Ahlâk Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Ahlâk Kavramı
• Ahlâkî Örnek Olarak Hz. Peygamber (s.a.s.)
• Câhiliyye Ahlâkı
• Câhiliyye Teberrücü; Kadının Açılıp Saçılması
• Batı Câhiliyyesine Göre Ahlâk Anlayışı
• İman - Ahlâk Münasebeti; Lâ İlâhe İllâllah Ahlâkı
• Ahlâk ve Hukuk
• Aile Ahlâkı
• Ticaret Ahlâkı
• Ekonomi ve Tevhid
• Ekonomi ve Ahlâk
• Hangi Ahlâk?
• Ahlâk Toplumu
• Karakter (Huy) ve Karakterlerin Değişip Değişmemesi
• Edeb, Âdâb
• Âdâb-ı Muâşeret, Görgü Kuralları
• Ahlâkî Davranışlar
“Ve (ey Rasûlüm) sen elbette yüce bir ahlâka sahipsin.” 528
Ahlâk; Anlam ve Mâhiyeti
Ahlâk, Arapça “hulk” kelimesinin çoğuludur. Hulk: Huy, seciye, tabiat, din ve yaratılış anlamlarına gelir. Buna göre ahlâk kelimesinin sözlük anlamı; huylar, seciyeler, insanın mânevî yapısını belirleyen özelliklerdir.
Terim olarak ahlâk: Ahlâk, “insanın bir amaca yönelik olarak kendi arzusu ile iyi davranışlarda bulunup kötülüklerden uzak olmasıdır” şeklinde tanımlanabilir. İslâm âlimlerince genel kabul görmüş şekliyle ahlâkın tanımı şöyledir: “Ahlâk, insanın nefsinde yerleşen öyle bir hey’et (meleke)dir ki, fiiller hiçbir fikrî zorlama olmaksızın, düşünüp taşınmadan bu meleke sâyesinde kolaylıkla
528] 68/Kalem, 4
- 136 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve rahatlıkla ortaya çıkar.” Hulk veya hulûk insanın beden ve ruh bütünlüğü ile alâkalıdır. Ahlâk bu çerçeve içinde, “insanın bir amaca yönelik olarak kendi arzusu ile iyi davranışlarda bulunup kötülüklerden uzak olmasıdır” şeklinde tanımlanabilir.
Bu tanımın tahlil edilmesi bizi ahlâkın mâhiyeti hakkıda şu sonuçlara götürür:
a- Ahlâk, fiil ve davranışlardan ziyâde, bu davranışların kaynağı olan, mânevî kabiliyetler kompleksini (hey’eti) ifâde eder. Buna göre ahlâkî davranışlar, ahlâkın kendisi değil, onun bir tezâhürü, bir sonucudur. Çünkü “ameller niyetlere göredir.” 529
b- Ahlâk; sadece iyi huylar ve kabiliyetler anlamına gelmez. İyi ve kötü huyların hepsine birden ahlâk denir. Kendisinde iyi huylar geliştirmiş olana “iyi ahlâklı”; kötü huylar geliştirmiş olana da “kötü ahlâklı” denilir. Şu halde esâsen ahlâksız insan yoktur.
c- Ahlâk, insanda gelip geçici bir hal değil, onun mânevî yapısında yerleşen bir meleke halini alan istidat ve kabiliyetler bütünüdür. Peygamberimiz bu konuda “Amellerin en hayırlısı, az da olsa devamlı olanıdır”530 buyurmuşlardır.
d- Ahlâk, insanı, düşünüp taşınmaya, herhangi bir baskı ve zorlamaya gerek kalmaksızın, görevleri rahatlıkla ve memnuniyetle yapmaya sevkeder. Riya, korku, menfaat temini gibi sebeplerle yapılan davranışlar, güzel ahlâk sınıfına girmez.
e- Güzel ahlâklı olabilmek için, görevleri memnuniyetle yerine getirme alışkanlığı büyük önem arzeder. Böyle bir alışkanlık da ancak eğitim ile kazanılır. Burada eğitimden maksat, insanın kendi kendini eğitmesi, yani nefsini ıslah etmeye çalışmasıdır. Bu, bir irâde eğitimidir.
Ahlâkın muhtevâsı çok geniştir. İnsanla ilgili bütün davranışlar ahlâkın konusunu teşkil eder diyebiliriz. Kişinin Allah’la ilişkisi ahlâkın konusunu teşkil ettiği gibi; kişinin nefsiyle (kendisiyle) durumu, kişinin başka bir kişiyle, içinde bulunduğu toplumla, devletle ilişkisi, kişinin çevresiyle (tabiatla, hayvanlarla) münâsebeti de ahlâkın konusunu teşkil eder. Yaptıkları ve yapmadıkları; yani yapmaması gerekirken yaptıkları ve yapması gerektiği halde terk ettikleri, söylememesi gerekirken söyledikleri ve söylemesi gerekirken söylemedikleri de ahlâkın konusunu teşkil eder. Her ibâdetin ahlâkla ilgili boyutu vardır. Her İlâhî emrin ve ibâdetin terk edilince ahlâkî bir zaaf olduğu gibi, hakkıyla yerine getirilince insan ahlâkını yücelten boyutu da vardır.
Gâye ve Vâsıtalarda Ahlâkın Lüzumu: Yüce gâyeye âdi araçlarla ulaşmak mümkün ve doğru değildir. “Gâye, vâsıtayı mubah kılar” sözü İslâmî değildir. Bu söz, pragmatizmi yücelten Batının sloganıdır. Gâye ve neticenin Rabbânî olması gerektiği gibi, ona ulaştıran araçların ve metodların da Rabbânî olması gerekir. İslâm’da, gâyeye götüren vâsıtalar da meşrû olmalı, aynı zamanda ahlâkî kavramlara da uygun olmalıdır.
529] Buhârî, İman 41, Bed’u’l Vahy 1
530] Buhârî, Libas 43
AHLÂK
- 137 -
Ahlâk İlmi
İnsanın güzel ahlâkî özelliklere sahip olabilmesi, bu vasıfları kendisinde en doğru bir şekilde nasıl geliştirebileceği konusunda bazı bilgilere ihtiyaç vardır. İşte ahlâk ilmi, insanın bu ihtiyacını karşılamayı üstlenir. İnsan hayır ve şerrin ne olduğunu bilmeden bu konulardaki hatalardan kurtulamaz.
Ahlâk ilmi, ahlâkî fâil olan insanın, ahlâkî kabiliyetlerini tetkik ve tahlil eden, iyi ve kötünün, fazilet ve reziletin nelerden ibâret olduğunu araştıran, insanın yapmakla yükümlü olduğu görevleri ve uymak zorunda bulunduğu kuralları bildiren bir ilimdir.
Ahlâk ilminin konusu: Ahlâk ilmi, ahlâkî fâil olarak insanı ve onun ahlâkî kabiliyetlerini, duygularını ve bunlardan doğan fazilet ve reziletleri inceler. Güzel huyları geliştirmenin, kötü huyları ıslah etmenin yollarını araştırır ve gösterir. Ahlâk ilmi, bir kurallar ve değerler ilmidir.
Ahlâk ilminin gâyesi: Bu ilmin gâyesi, iyi huyları ve güzel vasıfları insanlara kazandırmaktır. İnsan, beden sağlığını olduğu kadar, ruh sağlığını da korumak ve geliştirmek zorundadır. Ahlâk, kısaca “neyi yapmalıyız?” sorusunun cevabını araştıran bir ilimdir. Dolayısıyla ahlâk ilmi bize hayır ve şer hakkında bilgi vermeyi, insan olarak uymak zorunda olduğumuz kuralları, görev ve sorumlulukları tanıtmayı, böylece ahlâkî ve sosyal bakımdan mükemmel insanlık meydana getirmeyi gâye edinir.
Ahlâk İlminin Kısımları
a- Nazarî ahlâk: Nazarî/teorik ahlâk, ahlâkın teorik olan kısmında bize bilgi verir. “Vazife (görev) nedir? İyi ve kötü nedir?” gibi soruların cevaplarını araştırır. Böylece nazarî ahlâkta, ahlâk problemleri incelenerek, insanın ahlâkî yaşayışına temel teşkil edecek genel prensipler, kural ve kanunlar tespit edilir.
b- Amelî ahlâk: Ahlâk ilmi, tatbikî bir ilimdir, yani bu ilim, sadece “bilmek” için değil; “yapmak” için vardır. Amelî ahlâk, nazarî ahlâkın tespit ettiği kural ve kanunların hem bir neticesi, hem de tatbikidir. Amelî ahlâk, bir vazifeler ilmidir. İyi ve kötü fiillerin, fazilet ve reziletlerin neler olduğu ayrıntılı olarak belirtilir.
İslâm ahlâkı Kur’ân-ı Kerîm’e dayanır. Yani her yönüyle Cenâb-ı Allah tarafından vahiy yoluyla belirlenmiş bir davranışlar manzûmesidir. Her şeyden önce İslâm ahlâkı bir vazife ahlâkı şeklinde ortaya çıkmıştır. Zira Kur’ân-ı Kerîm’deki her emir, mü’minler için bir görev belirlemiştir. İnsanın bir mü’min olarak bu emirlere muhâtap olmayı kabul etmesi, bunları birer görev olarak telâkkî etmesi anlamındadır. Kur’ân-ı Kerîm’de Rasûlullah’a (s.a.s.) hitâben: “Sen en yüce bir ahlâk üzeresin”531 buyurulmuş ve Hz. Peygamber’in kendisi de: “Ben ahlâkî prensipleri tamamlamak üzere gönderildim.”532 buyurmuştur. Aynı şekilde Rasûlullah’ın çoğu hadisleri insanların birbirlerine karşı daha iyi davranmaları konusunda birer emir ve tavsiye mâhiyetinde olup müslümanlara görev yüklemektedir. Dolayısıyla İslâm’ın getirdiği ahlâk anlayışı her şeyden önce bir görev ahlâkıdır.
İslâm ahlâkının diğer bir yönü de davranışlardaki niyet duygusudur. Zira Hz.
531] 68/Kalem, 4
532] Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/381
- 138 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Peygamber (s.a.s.), “ameller niyetlere göredir”533 buyururken, İslâm’ın önemli bir prensibini belirlemiştir. Müslüman için bu niyetin arkasındaki en büyük yönlendirici duygu, mü’minin her davranışında “Allah rızâsı”nı gözetme duygusudur. Zira mü’min herhangi bir davranışta bulunurken, asla bir dünyevî çıkar beklemeyip gönlünde sadece Allah rızâsını ve onun sevgisini kazanma arzusunu taşımaktadır/taşımalıdır. “Yoksula, yetime ve esire O’nun rızâsı için yemek yedirirler ve ‘biz size sırf Allah rızâsı için yediriyoruz. Sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz’ (derler).” 534
Niyet ve Allah rızâsı duygularının yanı sıra, Allah Teâlâ’ya karşı bir sorumluluk duygusu taşımak müslüman ahlâkının temel prensiplerindendir. İslâm’a göre müslümanın bu sorumluluk duygusu Allah Teâlâ’dan korkmak, onun emirlerine saygı göstermek ve bu emirleri asla aksatmaksızın yerine getirmek, yasakladığı her şeyden kaçınmak İslâm ahlâkının temel ve ilk prensipleridir. Diğer bir temel prensip de müslümanın diğer mahlûkata/yaratıklara karşı son derece merhamet, adâlet ve şefkatle davranması, zayıf ve muhtaç olanlarına yardım etmesi, ana ve babaya saygılı olması ve onların gönüllerini kazanmaya çalışması gibi hususlardır.
Bütün bunların yanı sıra, insanın kendi duygularına hâkim olması, mütevâzî, sabırlı, edepli, hayâlı ve insaflı olması gibi prensipler de müslümanın başkasına karşı sorumlu olduğu hususlardır.
İnsanın, dolayısıyla müslümanın, toplum içinde güzel ve hoş karşılanmayan her türlü kötü davranış ve alışkanlıklarını zamanla değiştirebilmesi gerekir. Bu kötü huy ve davranışlardan kurtulmanın tek yolu, irâdesini kontrol altında tutup ona tam olarak sahip olmasıdır. Bu kötü davranış biçimlerinden de ancak Allah’ın bize emrettiği ibâdetlere sımsıkı sarılmak sûretiyle kurtulmak mümkündür. Ama irâdesine hâkim olamayan bir kimsenin bu gibi kötü huy ve alışkanlıklardan uzaklaşması kolay değildir. İbâdetlere sıkı sıkıya bağlanmak, Allah’ı daima bizi görüyor gibi hissedip onu hatırda tutmak, sürekli olarak iyi insanlarla oturup kötülerden uzak kalmak, âsî insanların bulunduğu yerlere gitmemek, Allah’ın emirlerine sarılıp yasaklarından kaçınmak sûretiyle İslâmî anlamda bir ahlâka sahip olunabilir.
Bütün bu çizilen prensiplere göz attığımızda İslâm ahlâkının saf ve sağlam bir iyi niyete dayandığı; Allah’ın rızâsına önem vermesi, uygulayanından dünyevî hiçbir çıkar beklemeyip uhrevî bir fayda peşinde bile olmaksızın sırf Allah rızâsı ve sevgisini göz önünde bulundurmasını talep etmesi gibi özellikleri ile her türlü şekilci ve pragmatist ahlâk anlayışından uzak olduğu görülmektedir.
İslâm’da emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker prensibi insanların ahlâkını daima iyiye doğru yönlendirmek içindir. Hz. Peygamber’in “Ahlâkınızı güzelleştiriniz” diye tavsiyelerde bulunması müslümanın daima ahlâkını güzelleştirmesi gerektiğini dile getirmektedir. Bunun yanı sıra, Kur’ân-ı Kerîm’in birçok yerinde İslâm toplumunun daha mükemmel bir ahlâkî yapıya kavuşması için bir hayli emir ve nehiylerin sıralandığını ve müslüman için Allah’ın râzı olacağı bir hayat tarzının belirlendiğini biliyoruz. Bu gibi ahlâkî emir ve yasaklamaların bazılarını
533] Buhârî, İman 41, Bed’u’l Vahy 1
534] 76/İnsan, 8-9
AHLÂK
- 139 -
şöyle sıralayabiliriz:
“Rabbin yalnız kendisine ibâdet etmenizi, anneye ve babaya iyilik etmenizi emretti. İkisinden birisi yahut her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşır, yaşlanır, yanında kalırlarsa sakın onlara ‘öf!’ bile deme, onları azarlama, onlara güzel söz söyle. Onlara acımadan dolayı, tevâzu kanatlarını indir (onlara karşı alçak gönüllü ol) ve ‘ey (her varlığı terbiye edip yetiştiren) Rabbim! Bunlar beni küçükken nasıl (acıyıp) yetiştirdilerse sen de bunlara merhamet et’ de...”
“Seninle akrabalığı olana, yoksula ve yolcuya hakkını ver. (Malını gereksiz yere) saçıp savurma. Çünkü (gereksiz yere mallarını) saçıp savuranlar Şeytan’ın kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür. Eğer (elin dar olduğu için) Rabbinden umduğun bir rahmeti bekleyerek onlardan yüz çevirecek (onlara bir şey vermeyecek) olursan, bari onlara yumuşak söz söyle, gönüllerini al, bolluğa kavuşmaları için Allah’a duâ et. Ellerini boynuna bağlanmış kılma, tamamen de açma, sonra kınanır, hasret içinde kalırsın.” (Ellerin boyna bağlanması cimriliği temsil eder. Ellerin açılması da israfi ifade eder. Yani cimrilik de israf da İslâm nazarında kötü bir alışkanlık olup her iki durumda da insanın pişmanlık duymasına yol açar.)
“Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da sizi de biz besliyoruz. Onları öldürmek büyük günahtır.”
“Zinâya yaklaşmayınız. Çünkü o, açık bir kötülüktür, çok kötü bir yoldur.”
“Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyiniz. Kim zulmen birini öldürürse, onun velisi (olan mirasçısı)na yetki vermişizdir. (Öldürülenin hakkını arar. Ancak o da) öldürmede aşırı gitmesin (Katil yerine katilin akrabasını veya katille beraber bir başkasını öldürmesin). Çünkü kendisine yardım edilmiş (yetki verilmiş)tir. Katilin akrabası kendisine verilen bu yetkiyi kötüye kullanmasın.”
“Yetimin malına yaklaşmayın, ancak erginlik çağına (yaşına) erişinceye kadar en güzel tarzda (onun malını kullanıp geliştirebilirsiniz). Ahdi de yerine getirin. Çünkü insana ahdi sorulacaktır.”
“Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam yapın, doğru terazi ile tartın. Bu daha iyidir. Sonu da daha güzeldir.”
“Bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan (o yaptığın kötü şeyden) sorumludur.”
“Yeryüzünde kabara kabara (böbürlenerek) yürüme. Çünkü sen yeri yırtamazsın. Boyca da dağlara erişemezsin.”
“Bütün bunlar hepsi kötü olan ve Rabbinin katında hoş görülmeyen şeylerdir.” 535
İslâm’da ahlâkı imandan ayırmak mümkün değildir. Zira bütün Kur’ânî emirlere boyun eğmek imanın gereğidir. Bu emirlere uymakla da en üstün ahlâkî değerler elde edilir. Rasûlullah (s.a.s.): “Mü’minlerin iman açısından en mükemmel olanı, ahlâkı en iyi olanıdır.”536 buyurmuştur. Bu duruma göre ahlâkî açıdan mükemmel bir anlayış ve davranışa sahip olmayan kişi iman açısından da kemâle ermiş olamaz. Diğer bir hadiste de şöyle buyurur: “İman yetmiş şûbedir/türdür. En
535] 17/İsrâ, 23-38
536] Buhârî, Edeb 39
- 140 -
KUR’AN KAVRAMLARI
üstünü ‘Lâ ilâhe illâllah’tır; en aşağısı da yol üzerinde insanlara eziyet verecek bir şeyi kaldırmaktır. Hayâ da imanın bir bölümüdür.” 537; “Allah’a yemin olsun ki, hiç bir kul, kendi nefsi için istediği güzelliği kardeşi için de istemedikçe (tam) iman etmiş olmaz.”538; “Haklı olduğu halde bile çekişmeyi bırakan kimseye Cennet’in avlusunda bir köşk verileceğine, yalan söylemekten kaçınan kimseye Cennet’in ortasında bir köşk takdim edileceğine, ahlâkı güzel olan kimseye de Cennet’in en güzel yerinde bir köşk sunulacağına ben kefilim.”539; “Mîzâna konan ameller arasında güzel ahlâktan daha ağır gelecek hiç bir şey yoktur. İnsan güzel ahlâkı sâyesinde, (devamlı) oruç tutup namaz kılan kimseler derecesine yükselir.” 540
Bu ve buna benzer hadislerde Hz. Peygamber güzel ahlâkın üstünlüğünü dile getirmiştir. Ayrıca: “Müslüman, müslümanların onun elinden ve dilinden emin oldukları kimsedir.”541; “İnsanların en hayırlısı ömrü uzun olup amelleri de güzel olandır.” buyurmakla iyi müslümanı tarif etmiştir. Sahâbilerden biri Rasûlullah’a şöyle sorar: “İslâm’da en hayırlı iş nedir?” Peygamber Efendimiz şöyle cevap verir: “Yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığına selâm vermendir.” Ashâbın ileri gelenlerinden Abdullah İbn Mes’ud da buna benzer bir soru sorunca Rasûlullah şöyle buyurmuşlardır: “Vaktinde kılınan namaz, ana babaya itaat, Allah yolunda cihad.” İslâm ahlâkının temel prensipleri olarak sadece bunlarla amel eden ve bu prensipler çerçevesinde hareket eden bir toplum her zaman dimdik olarak ayakta durabilir. İnsanlara karşı daima yumuşak davranmak, hatalarına rastladığında, bu hatalarını son derece yumuşak bir ifadeyle ve onları üzmeyecek bir tarz ve üslûpla söylemek gerekir. İnsanları ikaz ederken de aynı üslûbu uygulamak müslümanın prensibi olmalıdır. İslâm’ın insanların hayatlarında görülen pratik ahlâkı insanın kendisine, hemcinslerine, çevresinde ve Allah’a karşı olan bütün görevlerini içine alır. Bütün bunlara baktığımızda İslâm ahlâkı hürmet, hizmet, merhamet, edep, hayâ, nefse hâkimiyet, tevâzu, adâlet ve benzeri hususlar üzerinde yükselmiştir.
Ayrıca İslâm yalan, küfür, lânet okuma, alay etme, kibirlenme, koğuculuk yapma, gıybet etme, riyâ, cimrilik, kıskançlık, vs. gibi duygu ve davranışların kesinlikle yasaklandığını bildirerek, müslümanın bütün bunlardan da uzak kalması gerektiğini açıklamıştır. 542
İslâmî ahlâkın temelinde vahiy vardır. Kur’ân-ı Kerim’deki her emir ve nehiy, bir vazifeyi gündeme getirir. İslâm dinindeki iman ve ibâdet esaslarıyla ahlâkî emirleri, kesin çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün değildir. Nitekim Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) nasıl bir ahlâka sahip olduğunu soran Hz. Urve b. Hişam’a, Hz. Âişe (r. anhâ) vâlidemiz şöyle cevap vermiştir: “Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) ahlâkı Kur’ân idi.” 543
Ahlâk ile birlikte ele alınması gereken bir kavram da edebdir. Edeb lafzı, edb kelimesinin ismidir. Edb ise, insanları ziyafete dâvet etmek mânâsınadır. Bu
537] Ebû Dâvud, Sünnet 14
538] Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71-72
539] Ebû Dâvud, Edeb 7
540] Tirmizî, Birr 62
541] Müslim, İman 14
542] Ahmed Ağırakça, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 67-69
543] Müslim, Müsâfirîn 139
AHLÂK
- 141 -
itibarla edeb, insanların dâvet olunduğu bütün hayır, fazilet ve mekârim-i ahlâkı (güzel huyları)içine alır. Seyyid Şerif Cürcani: “Edeb ma’ruftan ibarettir. İnsanı her türlü hata ve fenalıktan koruyan bir melekedir” der. Kamus mütercimi Âsım Efendi ise, edeb maddesinde şunları zikreder. Edeb; nezâket, incelik ve usluluktur. İnsanlara karşı sözü ve hareketi ile yumuşak bir muamele ve güzel bir tavır üzere olmaktır. Bütün hatalı davranışlardan kendisiyle korunulan şeyleri bilmektir. Kişinin benliğinde (tabiatında, seciyesinde) yerleşmiş bir meleke olup; ona sahip olanları, kötülenmeyi ve ayıplanmayı gerektirecek şeylerden korur. Âriflerin deyimi ile edeb, Dinin tesbit ve tâyin ettiği ahlâkî sınırları korumak ve saygı gösterilmesi gereken yola girmektir. Bu ise insanın gönlünde yer etmiş olan güzel ahlâktan ibârettir. İnsanı hakka götüren yolların hepsi edebtir. Fıkıh âlimlerine göre edeb; Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) sünnetine dayanan hareketler mânâsına gelir.”
İnsanın edebten nasibi yoksa o insan değildir. İnsanla hayvanı birbirinden ayıran en bâriz fark edebdir. Kur’ân-ı Kerim’i iyice tetkik edersen, bütün âyetlerin mânâsının edeb olduğunu görürsün. İnsanların toplum içerisindeki davranışlarını ve birbirleriyle münasebetlerini düzenlemek gâyesiyle konulan hükümleri, tekrar gözden geçirmeliyiz!.. Bu hükümleri kim ve hangi yetkiye dayanarak koymuştur? Eğer tâgûtî güçlerin koyduğu veya çevre kültürünün getirdiği hükümlere göre insanlarla ilişkilerimizi düzenliyorsak, bu düpedüz ahlâksızlık ve edepsizliktir. İslâm dininin tesbit ve tâyin ettiği ahlâkî hükümlere göre ilişkilerimizi sürdürüyorsak, ruhlar âleminde verdiğimiz misak’a sadâkat gösteriyoruz demektir. Gerek nefsimize, gerek ailemize ve gerek içinde yaşadığımız topluma karşı olan vazifelerimizi, İslâm’ın tâyin ettiği ölçülere göre edâ etmek borcundayız. İnsanların hevâ ve heveslerinden kaynaklanan ahlâk anlayışı, başlı-başına bir fâciadır ve sürekli değişir. 544
İslâm’da ahlâkın mâhiyeti ve niteliği Kur’ân-ı Kerim’in hükümlerinde yer aldığına göre, “İslâm ahlâkı” deyimini “Kur’an ahlâkı” şeklînde ifade etmek gerekmektedir. Gerçekte Hz. Âişe’nin rivâyet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber’in ahlâkının Kur’an ahlâkı” olduğu belirtilmiştir.545 Bu bakımdan İslâm ahlâkının teorik yönü Kur’an’da (aynı zamanda hadislerde), tam uygulanma örneği de Hz. Peygamber’in ahlâkî şahsiyetinde somutlaşmaktadır. Nitekim Peygamberimiz: “Ben ancak ahlâkî faziletleri tamamlamak için gönderildim” buyurarak İslâm’da ahlâkın önemine işaret etmişlerdir.
İslâm’da ahlâk edeb, terbiye ve ahlâkî güzellikleri kazanıp kötülüklerden kaçınmak, nefsin tezkiyesine (temizlenmesine, ıslahına) ait davranışlardır. Bu, dinin öngördüğü iyi bir kul olma esasını da güçlendirmektedir. Dolayısıyla insan her şeyden önce nefsini terbiye etmeli, ona karşı olan görevlerini yerine getirmelidir. Bu da nefsi koruma ve yüceltmedir, yani insanın her türlü maddî ve mânevî kötülüklerden korunması yanında; ikinci olarak, koruduğu bu nefsini geliştirmek, olgunlaştırmak ve yüceltmektir. Bir başka söyleyişle İslâm’da ahlâkın konusu nefis kabul edilmekte, bu da insanın maddî ve mânevî yönünü, yani beden ve ruhunu ilgilendirmektedir. Böylece insanın beden ve ruh yönünden terbiye edilmesi, ahlâkın öngördüğü bir kişiliği kazanması amaçlanmaktadır. Nitekim
544] Yusuf, Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılâb Y., s. 39-42
545] Müslim, Müsafirîn 139
- 142 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ahlâk alanında ortaya konulan eserlere “Kitabü’l-âdab”, “Tehzibü’l-ahlâk” veya “Mekârimü’l-ahlâk” isimlerinden birinin konulması gelenek olmuştur.
Hadis ve hukuk bilginlerinin yazdıkları ahlâk kitaplarında genel olarak Kur’an ve Sünnet’te belirtilen ahlâkî emirler ve kuralların şerh edilmesi ve açıklanması esastır. Allah’ın yüceliği, ihsan ettiği nimetlerin büyüklüğü karşısında hamd edilmesi, Hz. Peygamber’e bağlılık yanında insanın bizzat kendisine, nefsine, ailesine, çocuklarına, din kardeşlerine, öteki İnsanlara karşı görevleri belirtilir. Nefsin (maddî ve mânevî yönden) güzelleştirilmesi konusunda mü’min ya da genel olarak insanların yücelmesi, aklî olgunlaşması amaç olarak hedef gösterilmektedir. Ayrıca buna paralel olarak, özellikle ruhun erdemle güzelleştirilmesi kapsamında; sebat ve metânet, nefsine hâkim olma, şecaat veya cesâret, tevâzu ve vakar, eşref ve haysiyet (izzet-i nefs) hilm, edeb ve hayâ, doğruluk ve dürüstlük, iffet, sabır, cömertlik nitelikleri sayılmıştır. Bu niteliklerin karşıtı olan yalan, hiyânet, karıştırıcılık, bozgunculuk, utanmazlık, şerefsiz ve haysiyetsiz bir hayat yaşamak, sabırsızlık, cimrilik, korkaklık vb. erdemsizliğe götüren nitelikler olarak tanımlanır ve açıklanır.
Genel olarak ahlâkçılara göre insanın doğuştan gelen temel yetenekleri değiştirilemez, ama kazanılmış huyları değiştirilebilir. Zaten İlâhî kitapların ve insan eğitimcileri olan mürşidlerin güzel ahlâka teşvikleri de insanın değiştirilmesi mümkün olan huylarını hedef alır. İnsan boyunu, rengini, akıl kapasitesini değiştiremez, ama davranışlarını istediği biçimde yönlendirebilir. İnsanın sorumluluğu da seçimi elinde olan davranışlaryla sınırlıdır. Seçimi elinde olmayan işlerden ötürü insan sorumlu değildir. O, Allah’ın küllî irâdesi ve kaderinin belirlediği bir husustur.
İslâm ahlâkının asıl kaynağı Kur’ân ve onun ışığında oluşan Sünnettir. Kur’ân-ı Kerîm’de çoğul biçiminde ahlâk geçmemekle birlikte bunun tekili olan huluk ve halk kelimeleri geçer. Halk yaratma, biçim verme demektir ki bu, Allah’ın eylemidir. “Rabbimiz her şeye biçimini veren, her şeyi yaratıp sonra onu yaratıldığı amaca yönlendiren Allah’tır.”546
Huluk ise davranış biçimi, huy, âdet ve gelenek anlamını verir. Bu kelime ilk defa Kalem Sûresi’nde, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in davranış biçimini övmek üzere kullanılmıştır: “Muhakkak ki sen, büyük bir huluk (ahlâk) üzerindesin!”547 Daha sonra Şu’arâ Sûresi’nin, “Bu (davranışınız) sadece eskilerin huluku (geleneği)dir.”548 âyetinde önceki milletlerin, peygamberleri red geleneği, huluk kelimesiyle anlatılmıştır.
(Kur’ân-ı Kerim’de pek çok âyette yer alan “amel” teriminin alanı ahlâkî davranışları da içine alacak şekilde geniş tutulmuştur. Bunun yanında birr, takvâ, hidâyet, sırât-ı müstakîm, sıdk, amel-i sâlih, hayır, ma’rûf, ihsân, hasene ve istikamet gibi iyi ahlâklılık; ism, dalâl, fahşâ, münker, bağy, seyyie, hevâ, isrâf, fısk, fücûr, hatîe, zulüm gibi kötü ahlâklılık ile aynı veya yakın anlam ifâde eden birçok terim vardır. Hadislerde ise bu terimler yanında ahlâk ve hulk kelimeleri de kullanılmıştır.)
Kalem Sûresi’nin 4. âyeti münasebetiyle İmam Fahreddin Râzî, Hz.
546] 20/Tâhâ, 50
547] 68/Kalem, 4
548] 26/Şu’arâ, 137
AHLÂK
- 143 -
Muhammed’in (s.a.s.) ahlâkını şöyle anlatmaktadır: “Huluk ve hulk, ruhsal bir yetenektir ki onunla nitelenen kimse, kolaylıkla güzel işleri yapar. Güzel işleri kolaylıkla yapma durumuna huluk denir. Huluk’un çoğulu ahlâktır. Güzel huluk, cimrilikten, kızmaktan, katılıktan uzaklaşmak, sözü ve işi ile kendini insanlara sevdirmek, başkalarıyla ilişkiyi kesmemek; alışverişte ve diğer işlemlerde hoşgörü sahibi olmakla olur.”
Hz. Âişe (r.a.): “Allah’ın Elçisi’nin (s.a.s.) ahlâkı Kur’ân’dı”549 demiştir. Yani onun, Kur’ân âdâbıyla edeplendiğini, emirlerini tuttuğunu, yasaklarından kaçtığını kasdetmiştir. Allah’ın Elçisi (s.a.s.), her fazîleti, her üstün meziyeti kendinde toplamıştı. Soyu yüksek, zekâ ve anlayışı üstün idi. Bilgisi, utanması, ibâdeti çoktu. Cömert, yiğit, sabırlı, şükredici, mürüvvet, sevgi ve şefkat sahibi, tutumlu, dünyâya değer vermez, alçak gönüllü, âdil, öfkesini yenen ve affedici idi. Akrabayı ziyaret eder, güzel geçinir, tedbirli, güzel yönetir, güzel konuşur idi. Duyuları güçlü, biçimi güzeldi. Bu ve benzeri bütün güzel huylara, fazîlet ve meziyetlere sahipti. Bundan dolayı kendisi: “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim”550 demiştir. Kur’ân’ın ve ona aykırı olmayan sağlam Hadîslerin çizdiği genel çerçeve içinde yasakları çiğnemek, İslâm ahlâkına aykırıdır. Buna göre adam öldürmek, zina etmek, yalan söylemek, adâletten ayrılmak, haksız yere başkasının malını yemek, gasbetmek, çalmak, dedikodu yapmak, iftira etmek, bilmediği şeylerin ardına düşmek, insanların ayıp ve kusurunu araştırmak, insanları halka rezil etmeğe çalışmak, hased etmek, çekememezlik ve benzeri şeyleri yapmak İslâm ahlâkına aykırıdır, başka deyişle ahlâksızlıktır. Bunları yapmamak, tersine başkalarına iyilik etmek, doğru olmak, doğru söylemek, âdil davranmak, adam kayırmamak, rüşvetten, iltimastan kaçınmak, kendisini düşündüğü kadar başkalarını da düşünmek, hâsılı Kur’ân ve Hadîsin övüp teşvik ettiği huyları ve davranışları yapmak, iyi ahlâktır.
Kur’ân-ı Kerîm, güzel ahlâk davranışlarına a’mâl-i sâliha (yararlı işler) demektedir. Kur’ân’da iman, hep sâlih amel ile birlikte anılmıştır. Salih amel (güzel ahlâk) ile birlikte bulunmayan imanın bir değeri yoktur. Çünkü din ve iman kafada kalan soyut-pasif bir düşünceden ibaret değil, sâlih amel biçiminde görünen eylemli inançtır.
Kur’an’ın gösterdiği güzel ahlâka (sâlih amellere) uyan toplumlar, egemen yaşadıkları gibi,551 âhirette cennetle ödüllendirilirler. 552
Güzel ahlâk kurallarını çiğnemeye fısk (yoldan çıkma, güzel ahlâktan ayrılma) denilir. Ahlâksızlık, toplumları yok eder: “Biz bir kenti helâk etmek istediğimiz zaman onun varlıklılarına emrederiz, orada kötü işler yaparlar, böylece o ülkeye (azâb) karar(ı) gerekli olur, Biz de orayı darmadağın ederiz. Nitekim Nuh’tan sonra nice kuşakları helâk ettik. Kullarının günahlarını haber alıcı, görücü olarak Rabbin yeter. Kim bu aceleciyi (dünyâyı) isterse, orada ona, (evet) istediğimiz kimseye hemen çabucak dilediğimiz kadar veririz; ama sonra yerini cehennem yaparız! Kınanmış ve kovulmuş olarak oraya girer. Kim de âhireti ister ve inanarak ona yaraşır biçimde çalışırsa, öylelerinin
549] Müslim, Müsâfirîn 139
550] Muvatta’, Husnu’l-huluk: 8
551] 21/Enbiyâ, 105; 24/Nûr, 55
552] 2/Bakara, 62; 5/Mâide, 69; 4/Nisâ, 123-124
- 144 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çalışmalarının karşılığı verilir.”553
“Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez. Allah da bir kavme kötülük istedimi artık onu geri çevirecek yoktur. Zaten onların, O’ndan başka koruyucuları da yoktur.”554 Bir millet, kendilerinde bulunan iyi ahlâk ve meziyetleri değiştirip isyana dalmadıkça Allah onların elindeki ni’metleri değiştirmez. Bir ulus ahlâkını bozar, şerlere, kötülüklere, fesatlara dalar, isyan ederse Allah da lütfettiği nimet ve imkânları alıp onları perişan eder. Böylece güçlerini kaybeder, küçülürler. Bu durum, Allah’ın sosyal yasalarındandır. Sağlam ahlâk ve karakter sahibi uluslar güçlü, müreffeh olmuşlar; karakterleri bozulunca zayıflamış, perişan duruma düşmüşler, başka ulusların egemenliği altına girmişlerdir. Böyle kimseler, Allah’ın cezasını hak ederler. Bu, onların mahvolması, egemenliklerini kaybetmeleri demektir. Allah bir ulusu cezalandırmak dileyince O’nun cezasına kimse engel olamaz.
Güzel ahlâkını bozan ulusların mahvedileceğini vurgulayan bu âyet, daha sonra inmiş olan Enfâl Sûresi’nde de yinelenmiştir: “Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunan(güzel meziyet)i değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah işitendir, bilendir. (Evet) Firavun ailesi ve onlardan öncekilerin gidişi gibi: Rablerinin âyetlerini yalanlamışlardı; biz de onları günahlarıyla mahvetmiştik ve Firavun ailesini boğmuştuk. Hepsi de zulmedicilerdi.” 555
Bu âyetlerde de bir önceki âyetin bildirdiği “Bir millet kendi ahlâk ve meziyetini değiştirmedikçe Allah’ın, onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceği” gerçeği vurgulandıktan sonra; tarihte ahlâkını bozan, güzel huylarını kötüleriyle değiştirip zulüm ve fıska saptıkları için Allah’ın hışmına uğrayarak helâk edilen uluslardan birer örnek verilmektedir: Firavun ve kavmi, hakkı yalanlayıp haksızlık yapan, insanları köleleştirip ezen o zorbaları yüce Allah, suda boğmak sûretiyle cezalandırmış, yerlerini, yurtlarını ellerinden alıp başka bir ulusun egemenliğine vermiştir.
İşte ahlâkını, güzel karakterlerini bozup haksızlığa sapan her milletin sonu böyle hüsrandır. Nitekim günümüzde de bu İlâhî yasa tecellî etmiştir: Halkı ezen diktatörler, Çavuşeskular, Jiwkoflar, Brejnewler, Honeckerler devrilmiş, halka zorla uyguladıkları komünist rejimler yıkılmış; baskı ile kendilerine bağladıkları, ezdikleri uluslar bağımsızlıklarına kavuşmuştur. Mülkün temeli ahlâk ve adâlettir! 556
Görünür âlemin yegâne mükellef ve sorumlu varlığı olarak insanı tanıyan Kur’ân-ı Kerim, bu sebeple onun ahlâkî mâhiyeti konusuna özel bir önem vermiştir. Buna göre Allah insanı en güzel bir tabiatta yaratmış,557 ona Kendi rûhundan üflemiştir.558 Bu sebeple insanlığın atası olan ve bütün insanlığı temsil eden Hz. Âdem karşısında Allah’ın emri gereğince melekler secdeye kapanmıştır. Ancak insanın bu üstün rûhî cephesi yanında bir de topraktan yaratılan beşerî cephesi vardır. İşte insandaki bu ikilik onun ahlâkî bakımdan çift kutuplu bir
553] 17/İsrâ, 16-19
554] 13/Ra’d, 11
555] 8/Enfâl, 53-54
556] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları, 23/434-439
557] 95/Tîn, 4
558] 15/Hıcr, 29
AHLÂK
- 145 -
varlık olması sonucunu doğurmuştur. “Allah insan nefsine fücûrunu da takvâsını da ilham etmiş”,559 yani ona iyilik ve kötülüğün kaynakları olan kabiliyetleri birlikte vermiştir. Dolayısıyla “nefsini temiz tutan kurtuluşa ermiş, onu kirletense hüsrâna uğramıştır.” 560
Kur’ân-ı Kerim’in insanın ahlâkî mâhiyeti hakkındaki bu dengeli yaklaşımı, onun ahlâkî hüküm ve tercihlerini de aynı şekilde değerlendirmesine yol açmıştır. İşte Kur’an’ın insan hakkındaki bu ihtiyatlı iyimserliği İslâm ahlâkının temelde dinî kaynaklı olması sonucunu doğurmuştur. Kur’an ve Sünnet’e göre hakkında nass bulunan konularda yükümlülüğün kaynağı dindir. “Allah ve Rasûlü bir şeye hükmedince, artık mü’min erkek ve kadınlara işlerinde bir seçme hakkı kalmaz. Her kim Allah ve Rasûlüne isyan ederse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”561 Hz. Peygamber, ahlâkî hükümlerin de dâhil olduğu helâlleri haram, haramları helâl saymaya yönelik bir anlaşmanın geçersiz olduğunu açıklamıştır.562 Bununla birlikte, Allah’ın hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ana, baba, İslâmî devlet gibi başka otoriteler de vazife koyabilirler ve bunlara itaat gerekir.563 Kur’an ve Sünnet’te ahlâk ile ilgili genel hükümler yanında, birçok ahlâkî davranışlar için özel hükümler de yer almış olmakla birlikte, her şeye rağmen, hakkında hüküm bulunmayan girift meselelerle karşılaşılabileceği de hesaba katılmıştır. Hz. Peygamber, “Helâl da haram da bellidir; bu ikisi arasında ise şüpheli durumlar vardır. Şüpheli şeylerden sakınan kişi dininin şerefini korumuş olur.”564 buyurmuş ve böyle durumlarda kalp ve vicdanın verdiği hükme uymayı öğütlemiştir. Ne var ki Kur’an ve hadislerde vicdanın hükümleri ihtiyatla karşılanmıştır. Çünkü insan nefsi, kendisine kötülük ve edepsizlikler telkin eden şeytanın baskısı altındadır.565 Ayrıca İslâmî terminolojide “hevâ” adı verilen kötü arzu ve eğilimler ile şuursuz taklit de ahlâk ve fazilet yolunun engelleri olarak gösterilmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim kötü arzuların esiri olan insanı “hevâsını ilâh/tanrı edinen”566 şeklinde tanıtmış, öte yandan yanlış yolda olan atalarını taklitte direnenleri, “Onlar sağır, dilsiz ve kördürler; akıllarını kullanmazlar”567 ifâdesiyle eleştirirken bu arada dinî hükümlerle selim aklın hükümlerinin birbirini desteklediğine işaret etmiştir.
Kur’an ve Sünnet’te faziletlerin fert ve toplum hayatına maddî ve mânevî faydaları, rezîletlerin zararları üzerinde durulmuştur. Diğer yandan, kişinin rûhî benliğinde iyiliğin meydana getirdiği sevincin, kötülüğün meydana getirdiği pişmanlık ve elemin Kur’an ve Sünnet’te büyük bir değer taşıdığı görülür. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s.), “Bir insan iyilik yaptığında sevinç, kötülük yaptığında üzüntü duyabiliyorsa artık o gerçekten mü’mindir”568 buyurmuş, hatta iyilik (birr) ve kötülüğü (ism), kişinin vicdanında (nefs) meydana getirdiği etkilenmenin mâhiyetine göre tarif etmiştir.569 Ancak vicdan duygusu, insanı kötülük yapması halinde kına559]
91/Şems, 8
560] 91/Şems, 9-10
561] 33/Ahzâb, 36
562] Ebû Dâvud, Akdıye 12
563] Buhârî, Ahkâm 4, 43; Müslim, İmâre 34, 38
564] Buhârî, İman 39; Büyû’ 2; Müslim, Müsâkat 107, 108
565] 2/Bakara, 169
566] 25/Furkan, 43; 45/Câsiye, 23
567] 2/Bakara, 171
568] Ahmed bin Hanbel, Müsned I/398
569] Müslim, Birr 14, 15; Tirmizî, Zühd 52; Müsned, IV/227
- 146 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yan bir güç (en-nefsü’l-levvâme) olabileceği gibi,570 kaskatı kesilmiş kalp571 haline dönüşerek kötülük karşısında duyarlılığını kaybetmiş bir duruma da gelebilir. Bu yüzdendir ki İslâm’da bütün ahlâkî vazifeler uhrevî müeyyideye/yaptırıma bağlanmış,572 iyiler için cennet vaad edilmiş, kötüler cehennemle tehdit edilmiştir. Ancak ahlâk kurallarının uygulanmasında, özellikle sosyal düzenin sağlıklı işletilmesinde genellikle sadece bu motiflere dayanan bir ahlâk tam olarak saygıya değer sayılamayacağından, Kur’an ve Sünnet’te Allah’ı en yüksek derecede sevmek,573 O’nun rızâsına lâyık olmak ve O’ndan hoşnut olmak574 temel ahlâkî motif olarak gösterilmiş, doğru inanç ve temiz yaşayışın en yüksek gâyesinin Allah rızâsı olduğu vurgulanmıştır. 575
İslâm ahlâkının bu dinamik yapısı, onun sadece bir kitle ahlâkı veya sadece bir seçkinler ahlâkı olmadığı, aksine maddî, zihnî ve psikolojik bakımlardan her seviyedeki insanın kaygılarını ve özlemlerini dikkate alan, bununla birlikte ona, içinde bulunduğu durumdan daha ideal olana doğru yükselme imkânı sağlayan kapsamlı ve uyumlu bir ahlâk olduğunu gösterir. Buna göre hayır statik olmadığı gibi, gâye de statik değildir. Bütün insanların yapabilecekleri, dolayısıyla yapmak zorunda oldukları iyilikler (farzlar) yanında, yapılması kişinin fazilet ve kemal derecesine bağlı hayırlar da vardır. Ahlâk, bilgi ve fazilet bakımından sürekli bir yenilenmedir. Bunun için insan, Kur’ân-ı Kerim’e göre, öncelikle iman sevgisi kazanmalı, fenâlıklardan ve isyankârlıktan nefret etmeli,576 kalbini yani iç dünyasını Allah şuuru (zikrullah) ile huzura kavuşturmalıdır.577 Bu sûretle Allah şuuru insana ahlâkî ve mânevî hayattan zevk alma, hatalarının farkına varma, onlardan vazgeçme ve tevbe edip Allah’tan af dileme fırsatı sağlayacaktır.578 İslâm’ın öngördüğü bu ahlâkî terakkînin ulaşacağı son nokta, insanın gâye bakımından çıkar kaygılarını aşması, hatta cennet ümidi ve cehennem korkusunun da ötesinde, bütün düşünce ve davranışlarını Allah’ın emrine ve rızâsına uygun düşüp düşmeyeceği açısından değerlendirmesidir.579 Bu son noktada İslâm ahlâkı pragmatik eğilimleri ortadan kaldırmakta ve kategorik bir ahlâk hüviyeti kazanmaktadır. 580
“İslâm Ahlâkı” Kavramının Kapsadığı Konular
1) Nazarî Ahlâk: Ahlâk ve Mâhiyeti, Ahlâk İlmi, Edeb, Âdâb, Âdâb-ı Muâşeret, Yükümlülük ve Sorumluluk, Yaptırım, Niyet, Gayret…
Ahlâk İlmi, Ahlâk Felsefesi, İslâm Ahlâkı, Eski ve Modern Câhiliyenin Ahlâk Anlayışı, Kur’an ve Sünnette Ahlâk, Bir Bilim Dalı Olarak İslâm Ahlâkı, Ahlâkî Özgürlük, Ahlâkın Kaynağı, Ahlâkın Gâyesi...
570] 75/Kıyâme, 2
571] 5/Mâide, 13; 39/Zümer, 22
572] 28/Kasas, 83-84; 20/Tâhâ, 15; 40/Mü’min, 17; 45/Câsiye, 27
573] 2/Bakara, 165
574] 5/Mâide, 119
575] 9/Tevbe, 72; 57/Hadîd, 27
576] 48/Hucurât, 7, 14
577] 13/Ra’d, 28
578] 3/Âl-i İmrân, 135
579] 11/Hûd, 112; 42/Şûrâ, 15; 76/İnsân, 8-9
580] Mustafa Çağrıcı, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 2-3
AHLÂK
- 147 -
2) Amelî Ahlâk (Pratik Ahlâk): İnsanın Kendine Karşı Görevleri (Bedenine, Ruhuna/Mânevî Varlığına, Aklına Karşı), Ailesine Karşı Görevleri, Toplumsal Görev ve Sorumlulukları, Rabbine Karşı Görevleri.
3) Güzel Ahlâk (Övülen Davranışlar): Sâlih amel ve ihsân bilinci; Sabır, kanaat/doyumluluk, iffet-hayâ, cömertlik ve infak bilinci, yumuşaklık ve yumuşak huyluluk, merhamet ve şefkatli olma, af/bağışlama, takvâ, hikmet, doğruluk ve dürüstlük, güvenilir ve emîn olmak, tevâzu, iki kişinin arasını düzeltmek, adâlet, tevekkül, istişâre/danışma, samimiyet/ihlâs, (hevâ ve heveslere, irâdeye hâkim olma; bakışları haramdan sakındırma, sözde durma, öğrenme sevgisi, ilmi ve ma’rûfu yayma, hakkı savunma, haksızlığa karşı direnme, sevgi, saygı, kibarlık, sevecenlik ve misâfirperverlik, yardımseverlik, zühd (âhireti dünyaya tercih), doğallık, içtenlik, temizlik, titizlik, hoşgörü, çalışkanlık, dayanışma, eşitlik ve paylaşım bilinci, önyargısızlık, cesaret, İslâmî ve insanî kurallara uyma duyarlılığı, özveri/fedâkârlık, özgüven, kötülüğe karşı bile iyilik, kendinden esirgeyene bile verme, kendinden kaçana bile kucak açma, evlenmek, evlendirmek, mâlâyâniyi terk (faydalı şeylerle meşguliyet), itidalli/dengeli olup her türlü aşırılıktan kaçınmak, özeleştiri yapabilmek, eleştiriye açık olmak, nasihati sevmek.
4) Âdâb-ı Muâşeret (Görgü ve Nezâket Kuralları): Selâm verme, tokalaşma, oturup kalkma ve meclis âdâbı, konuşma âdâbı, dâvet ve tebliğ, aksırma ve esnemeyle ilgili âdâb, hediye, şaka yapma, giyim, yemek âdâbı, dâvete icâbet, hasta ziyareti, ölüye karşı görevler…
5) Kötü Ahlâk
Sözle ilgili kötü davranışlar: Yalan, hakaret ve sövme, lüzumsuz ve boş konuşma, koğuculuk, gıybet, yanlış övgü, yemin, öfke, kötü zan, tecessüs/gizli kusurları araştırma…
Bireysel davranışlarla ilgili kötü davranışlar: Gurur-kibir, övünme ve tafra, riya/gösteriş, cimrilik, israf, dünyaya aşırı bağlılık (dünyevîleşme), hırs, haset, iki yüzlülük/nifak, davranışları sözlerine uymamak, aşırı sevinç veya şikâyetçilik, haram yeme, kötü alışkanlıklar edinmek ve varsa terk etmemek (içki, kumar, sigara vb.), rüşvet alıp vermek, imansızlık, şirk, laikçilik, haksız tekfircilik, hurâfecilik, ırkçılık, kabilecilik, teslimiyetçilik, taklitçilik, iffetsizlik, hayâsızlık, doyumsuzluk, yapaylık, samimiyetsizlik, hoşgörüsüzlük, bencillik, küstahlık, tembellik, sabırsızlık, adâletsizlik, acımasızlık, ruhsuzluk, şahsiyetsizlik, kimliksizlik veya çok kimliklilik, zevksizlik, önyargılılık, gösterişçilik, saygısızlık, kabalık, çıkarcılık, kurnazlık, mal ve makam sevgisinde aşırılık…
Sosyal ahlâkla ilgili kötü davranışlar: Öldürme, kan dâvâsı, intihar; İffet ve namusa saldırı; Kişilik haklarına saldırı; Sarhoşluk; Hırsızlık, gasp ve yağma; Haksız ve haram kazanç; Aldatma; Fâiz; İhânet; Eziyet ve zulüm ve kötülüklere, zulme karşı tavırsızlık; Suç ortaklığı; Söz ve taahhütlerine sadâkatsizlik; Gerçeği gizlemek ve yalancı şâhitlik; Düşmanlıkta ve kötülükte yardımlaşmak; Tartışmayı sevmek, özellikle dinde tartışmak; Ana babaya ve saygı duyulması gerekenlere saygısızlık…
6) Siyasal Hayatla İlgili Ahlâkî Hususlar: Yöneticilerin nitelikleri ve görevleri, İslâmî yönetimin temel İlkeleri (bey’at, şûrâ, adâlet -Allah’ın indirdiğiyle hüküm-), yönetilenlerin görev ve sorumlulukları, zâlim ve haksız yönetime karşı
- 148 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tavır, hilâfet, şeriat, ideolojiler: materyalizm, kapitalizm, sosyalizm, demokrasi, laiklik vb.
7) İnsan Hakları ve Ahlâk: Din ve vicdan hürriyeti, ibâdet ve tesettür hürriyeti, dâvet ve tebliğ hürriyeti, kadın hakları, diğer insanî haklar, Özgürlük…
8) Çalışma Hayatıyla İlgili Ahlâkî Yükümlülükler: Çalışma, üretim ve kazanma, harcama ve tüketimle İlgili görevler, işçi-işveren ilişkileri, iş ahlâkı; hak ve sorumluluklar…
9) Ticarî Hayatla İlgili Ahlâkî Problemler: Alış-veriş, akit, şirket, ölçü-tartı, ticarette yalan, yemin ve malın kusurunu söylememe, fâhiş fiyat, kandırma, faiz, îne Satışı, hava Parası, borsa, sigorta, çek, kredi ve kredi kartı vb.
10) Sosyal Hayatla İlgili Ahlâkî İlişkiler: Sevgi, kardeşlik ve dostluk, toplumsal barış ve uzlaşma, insan haklarına saygı, insanlar arası ilişkiler, komşuluk ilişkileri, töre ve törenler...
11) Aile Hayatıyla İlgili Ahlâkî Kurallar: Evlenme, boşanma, çocuk, nafaka, çocuk terbiyesi, miras, karı-koca ve çocukların hak ve görevleri, kardeşler ve akrabalar…
12) Eğitim ve Öğretim Hayatında Ahlâkî İlkeler: İlim Anlayışı, öğrenme ve öğretme, fıtrat, öğrenci-öğretmen ilişkileri ve haklar-sorumluluklar, farz ve haram ilimler, faydasız bilgi, eğitim ilkeleri, câhilî eğitim-rabbânî eğitim, emanet bilinci, eğitim kurumları…
13) Hukukî Hayatla İlgili Ahlâkî Esaslar: Muâmelât, akidler, rızâ, borç, emânet mal, buluntu, yargılama hukuku, suçlar-cezâlar…
14) Peygamberimiz’in Örnek Ahlâkı
15) Allah’a Karşı Görevler
a- Genel Olarak: Küfür ve şirkten tümüyle kaçınıp tevhidî bilinçle iman etmek, Allah’a itaat, Günlük ibâdetlere özen göstermek, Kur’an’ı (anlayarak, düşünerek, uygulama, tebliğ ve topluma hâkim kılma gayretleriyle) okumak, Şükretmek, İmtihan ve musîbetlere tahammül, O’na güvenmek, Rahmetinden ümit kesmemek ve azâbından emin olmamak, Takvâ, ihlâs ve ihsân bilincine sahip olmak, Allah için ilimle meşgul olup ilmi yaymak, Allah’a yapılan adak ve vaadleri yerine getirmek, Çok yemin etmekten sakınmak ve yapılan yemine saygı göstermek, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapıp hakkı ve sabrı tavsiye etmek, devamlı Allah’ı hatırlamak, O’nu tesbih ve tekbîr etmek, Sık sık duâ etmek, Tevbe etmek, O’nu her şeyden çok sevmek…
b- İbâdetlerle İlgili Görevler: Namaz, Oruç, Hac, Zekât, Diğer İbâdetler (Zikir, Şükür, Tefekkür, Cihad vb.)
c- Haramlarla İlgili Görevler: Yeme-içme, giyinme ve süslenme, sanat, spor ve eğlence, cinsî hayat; Günah, Haram, Mekruh alanlarında görevler.
d- Bid’at ve Hurâfeler: Gayb bilgisi (falcılık, burç falı, kehânet, cincilik, büyücülük, muska, nazar boncuğu), Hurâfeler, Mezar ziyaretlerinde hurâfeler, Bid’at (Mevlit, kandiller, mistik âyinler, Sünnette olmayan zikir ve nâfileler…
16) Kur’an’ın Çok Önem Verdiği Ahlâkî Davranışlar: Sâlih amel, infak, ıslah,
AHLÂK
- 149 -
ahde vefâ/sözde durmak, tevbe, hakka bâtılı karıştırmamak ve hakkı gizlememek, sabır, adâlet, af, şükür, ihsân (güzellik sergilemek, yardım etmek ve Allah’ı görür gibi ibâdet etmek), Allah’a itaat etmek, ana babaya ihsan/iyilik ve güzel davranmak, insanlara güzel söz söylemek, haksız yere kan dökmemek, Allah’a ve O’nun sevdiklerine dostluk, O’nun sevmediklerine düşmanlık, tefrikadan kaçınmak ve dinde ihtilaf etmemek, ihlâs, Allah’ı sevmek ve Allah için sevmek, haram ve günahlardan sakınmak, doğru olmak, içki ve kumardan sakınmak, maddî ve mânevî temizliğe riâyet etmek, Allah için güzel borç vermek ve hayırda yardımlaşmak, fâizden ve haram kazançdan sakınmak, yalan ve iftirâdan uzak durmak, Müslümanlarla vahdet içinde kardeşlik bilinciyle yaşamak, emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yapmak, insanlara karşı yumuşak olmak ve kaba katı yüreklilikten kaçınmak, istişâreye önem vermek, azim ve tevekkül içinde olmak, cömert olup cimrilikten sakınmak, isrâf etmemek, fuhuş, zinâ ve onlara yaklaşma gibi kötü davranışlardan kaçınmak, aile bireyleriyle güzel geçinmek, emânetlere riâyet edip ihânetten kaçınmak, her çeşit hırsızlıktan kaçınmak, tesettüre riâyet etmek, gözleri haramdan korumak, Allah’ın rahmetinden ümit kesmemek ve azâbından emin olmamak, gıybet, alay, lakap takma ve sûi zan gibi çirkin davranışlardan kaçınmak, ölçü ve tartıyı adâletli yapmak, hasedden/kıskançlıktan sakınmak.
Güzel Huylar ve Çirkin Huylar (Faziletler ve Reziletler Listesi)
• Fazilet (erdem) – Rezilet (çirkinlik, alçaklık)
• Hikmet – İlimsizlik ve amelsizlik
• Adâlet – Zulüm ve Gadr/İnsafsızlık
• Şecaat (yiğitlik, cesurluk) – Cebânet (korkaklık)
• İffet – Fuhuş
• Emniyet (emin olmak) – Hiyânet
• Edeb – İsâet (kötülük ve terbiyesizlik)
• İttika – Fısk, Fücur
• İhsan – Bağışlamama, İyilik Etmeme
• İhlâs - Riyâ
• İstikamet – Hıyânet, Sözden Caymak, Sapıklık
• İtaat – İsyan
• İtimad – Hiyânet, İşi Kötüye Kullanmak
• İktisad – İsraf
• Ülfet – Uzlet
• İnsaf – Zulüm, Haksızlık, Hakkı İnkâr
• Beşâşet (güler yüzlülük) – Ubûset (yüz ekşiliği, çatıkkaşlılık)
• Teennî – İsti’câl (acelecilik)
• Ta’zîm (hürmet) – Tahkîr (küçümseme, hakir görme)
• Tefe’ül (hayra yorma, güzel zan) – Teşe’üm, Tetayyur, Uğursuz Görme
• Tefekkür – Gaflet
• Tevâzu – Tekebbür
- 150 -
KUR’AN KAVRAMLARI
• Tevekkül – Allah’a Güvenmemek, Sebeplere Sarılmamak
• Sebat (kararlılık, sözde durmak) – Kararsızlık
• Cûd (cömertlik) – Cimrilik (hasislik ve tama’)
• Hazm (anlayışlı, tedbirli davranmak) – Tedbirsizlik, Aşırı İhtiyat
• Hüsn-i Zan –Sûi zan (kötü sanma), Tecessüse Sebebiyet
• Hıfz-ı Lisan – Mâlâyâni
• Hak – Bâtıl
• Hilm – Hiddet, Tehevvür, Gazab, Öfke
• Hamiyet (nâmus ve şeref yolunda çaba) – Câhiliyye hamiyeti (bâtılı koruma yolunda çaba)
• Hayâ – Vekahat (utanmazlık, hayâsızlık)
• Huşû (haşyet, Allah korkusu) – Gaflet İçinde Kendini Büyük Görmek
• Hayır – Şer
• Dostluk (velâyet) – Adâvet (düşmanlık, kindarlık)
• Diyânet (dindarlık) – Dinsizlik, Din Hükümlerine Aykırı Davranmak
• Zikir – Nisyân (unutmak), Gaflet
• Rızâ (hoşnut olmak) – Reddetmek, İtiraz Etmek
• Rıfk (yumuşaklık, yavaşlılık, nezâket) – Unf (şiddet, sertlik, kabalık)
• Sa’y (çalışmak, güç harcamak) – Atâlet, Belâet, Meskenet (tembellik, gevşeklik, miskinlik, umursamazlık)
• Ayıpları Örtmek – Kusurları Yaymak, Gıybet ve İftira, Bühtan
• Şefkat – Merhametsizlik
• Şükür – Küfrân-ı Nimet, Nankörlük
• Sabır – Ceze’ (sabırsızlık)
• Sadâkat – Yalan, Hıyânet
• Salâh (iyi hal, sâlih amel) – Fesât, Fücur
• Sıla-i Rahim – Kat-ı Rahim
• Salâbet (metîn olmak, kalp kuvveti) – Gevşeklik ve İnanç Bozukluğu, Taassup
• Zarâfet (incelik, kibarlık) – Kabalık
• Azim (kararlılık, niyet, yönelme) – Tereddüt ve Terâhî (geciktirme)
• Muhabbet (sevgi) – Nefret, Buğz, Makt (kin)
• İsmet (günahlardan korunma gayreti ve huyu) – Suçluluk, Günahkârlık
• Af (bağışlama), Safh (göz yumma) – İntikam, Muâhaze (azarlama)
• Ahd (söz verme ve sözde durma) – Ahde Vefâsızlık, Döneklik
• Fütüvvet (yiğitlik, nefis şerefi, cömertlik, af) – Cebânet (korkaklık), Zillet, Cimrilik, Ürkeklik
• Ferâset (zihin uyanıklığı, çabuk anlayış yeteneği, insan sarraflığı) – Belâhet (anlayışsızlık)
• Kadirşinaslı (değer bilme) – Kadirnâşinaslık (değer bilmemezlik)
• Kanaat – İsraf (savurganlık), Hırs
• Kerem (cömertlik) – Cimrilik
AHLÂK
- 151 -
• Lutf (iyilik ve güzellik), Yumuşaklık – Cevr (eziyet)
• Latîfe, Mizah (şaka ve hoş duygulu söz ve davranış) – Aşırı Şaka, Eşek Şakası, Aşırı Ciddiyet, Asık Suratlılık
• Muhâbât (heybetlilik, faziletlerle iftihar etme) – Ucub, Gurur, Câhilce Övünme
• Metânet (sağlamlık, dayanıklılık, fikrinde sâbitlik) – Gevşeklik, Kuvvetsizlik, Zaaf
• Medh (övgü) – Zem (yergi, birinin kötü hallerini ortaya sermek), Meddahlık
• Müdârâ, Mümâşât (yüze gülmek, güzel davranışlarda bulunmak, hoşgörü ve sükûn – Müdâhane (yağcılık, yaltaklanma, dalkavukluk), Geçimsizlik
• Muhabbet (sevgi, dostluk) – Buğz, Nefret, Düşmanlık
• Merhamet – Gadr (gaddarlık, acımasız, katı kalpli, duyarsız ve duygusuzluk)
• Mürüvvet (erkeklik, insanlığa uygun şeyleri yapmak, olgunluk – Nâmerdlik
• Müşâvere – Dediğim Dediklik, Kendini Beğenmişlik
• Muâvenet, Teâvün (yardımlaşmak) – Yardımı ve Hizmeti Esirgemek, Bencillik
• Minnet (iyilik etmek) – Minnet (ikinci mânâsı; yapılan iyilikleri birer birer sayarak başa kakmak)
• Nâmus (şeref, iffet, edeb, hayâ, istikamet gibi faziletlerin tümü) – İffet ve İstikametten Mahrûmiyet
• Samimiyet – Nifak
• Lafını Bilmek – Nemîme (koğuculuk, laf getirip götürme)
• Vaad (söz vermek ve sözünde durmak) – Söz Vermemek ve Caymak
• Vefâ (verilen sözü yerine getirme, borcu ödeme, gereken şeyi yerine getirip altta kalmama – Hulf, Cayma, Vefâsızlık
• Vakar (ağırbaşlılık) – Hafiflik
• Himmet (yüksek bir irâde, kalbin Allah’a yönelmesi), Dâvâ Adamlığı – Huyun Aşağılığı ve Küçük, Basit Şeylerin Adamı Olmak
• Yüsr (kolaylık) – Usr (güçlük, çetinlik, uzlaşmaz tip)
• Helâl İstek ve Şehvet – Haram ve Aşırı İstek ve Şehvet, Hevâ
İslâm Ahlâkı
İnsanın yaratılış gayesini bildirerek iki cihan mutluluğuna erişmenin şartlarını geçekleştirme, ahlâkın başta gelen gayesidir. Müslüman’ın temel görevi Allah’a kulluktur. Hiçbir ortak koşmadan yüce Allah’a kulluk yapmaktır. Bu kulluğun esaslarını Kur’an’ı Kerim’den; ibâdetlerimizi tam anlamıyla yerine getirmeyi de Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) uygulamalarından öğrenmekteyiz.
Bu kulluk esasları içerisinde ahlâkın büyük bir yeri vardır. İnsan ahlâk sayesinde iyiye ve doğruya yönelir. İnsanın maddî ve mânevî yapısı bir âhenk içinde terbiye edilmiş olur. Güzel ahlâk sayesinde kişi, yalnız kendisini geliştirmiş ve korumuş olmaz; aynı zamanda toplumun korunmasında ve gelişmesinde de çok önemli katkılar sağlamış olur. Fertleri ve toplumları sağlam ve dürüst hale getirmek, ahlâkın gayeleri arasındadır. 581
581] Vedat Aydın, Ahlâk Dersleri, Denge Yay., s. 17
- 152 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ahlâkın önemi
İslâm dini ahlâka büyük bir önem vermiştir. Ahlâk iyi huyları benimsemek, kötü huylardan arınmaktır. Huylar iyi de olur, kötü de olur…
Dolayısıyla Ahlâk, güzel ve çirkin veya iyi ve kötü diye ikiye ayrılır. İslâm dini mü’minlere iyi huylara sahip olmalarını ve Kötü huylardan kaçınmalarını emretmektedir Zaten İslâm dininin ihtiva ettiği hükümler dört kısma ayrılmaktadır:
1- İtikada ait hükümler,
2- Helâl, haram, mubah ile mekruha ait hükümler,
3- İbâdetlere, muâmelâta ait hükümler,
4- Ahlâka ait hükümler.
Ahlâkın önemini âyet ve hadisler ortaya koymaktadır.
Ahlâkî Vazifeler
1- Kişinin Kendine Karşı Vazifeleri
a- Bedenî Vazifeler
1. Temiz Olmak: Öncelikle, mü’min kişinin temiz olması gerekir. Çünkü Rabbimiz Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah temiz olanları sever.” 582
Rasûlullah (s.a.s.): “Temizlik imanın yarısıdır”583; “Allah temizliği sever.”584 buyurmuştur. Dolayısıyla mü’min her türlü temizliğine dikkat etmelidir.
2. Sağlığı Korumak: Peygamberimiz (s.a.s.) sağlığın korunması için bizleri uyarmaktadır. “İki nimet vardır ki, insanların çoğu bunların kıymetini bilmiyorlar ve aldanıyorlar. Bunlar sağlık ve boş zamandır.” 585
Sağlığın korunması için, dengeli beslenmeli ve temiz ortamlarda bulunmalı, ayrıca sağlığımıza zarar veren alkollü içkiler, uyuşturucular ve sigara gibi sağlığımıza zarar veren her türlü şeyden sakınmalıyız. Hastalandığımızda da tedavi olmamız dinimizin emridir.586
b- Rûhî Vazifeler:
1. Doğru ve sağlam bir inanca sahip olmak,
2. Ruhu ibâdetler ile beslemek,
3. Güzel ahlâk sahibi olmak,
4. Kötü huylardan arınmak,
5. Doğru ve sağlam bilgiler edinmek,
6. Bâtıl inançlardan uzak durmak,
582] 9/Tevbe, 108
583] Müslim, Tahâret 1, Hds no: 223
584] Tirmizî, Edeb 41
585] Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. c. 12, s. 177, Hds no: 2019; Abdullah İbnü-l Mubarek, Kitabüz-Zühd ve’r-Rekaik, Terc. M. Adil Teymur, Seha Yay. s. 17
586] Bk. Ebû Dâvud, Tıb 1, Hds. No: 3855
AHLÂK
- 153 -
7. İrâdeyi güçlendirmek.
2- Ana Babaya Karşı Vazifeler
Anne ve babanın çocuk üzerinde hakları vardır. Çünkü onun dünyaya gelmesine vesile olmaları ve büyümesi için zorluklara katlanmaları, kendilerine saygıyı gerekli kılar. Allah (c.c.) anne babaya karşı saygılı olunmasını, onlara of dahi denilmemesi gerektiğini emretmektedir. 587
Abdullah İbn Mes’ud (r.a.) der ki; Rasûlullah (s.a.s.)’e; “Hangi iş, davranış Allah’a daha sevimlidir?” diye sordum. O da: “Vaktinde kılınan namazdır” dedi. ‘Sonra hangisi?’ “Anaya babaya iyilik etmek” ‘Sonra hangisi?’ “Allah yolunda cihad etmektir” buyurdu. 588
Caime oğlu Muâviye anlattı: Babam Rasûlullah (s.a.s.)’e gelerek: “Ya Rasûlullah savaşa gitmek istiyorum, size danışmaya geldim”dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) de: “Anan hayatta mı?” diye sordu. Cesime: “Evet” dedi. “Ondan ayrılma, çünkü cennet annelerin ayağının altındadır. (Ona hizmet edip onun gönlünü almak seni cennete götürür)” buyurdu.589
3- Evlâdın anne ve babasına karşı yapması gereken görevler şunlardır:
1. Muhtaç oldukları vakit onlara bakmak, her ihtiyaçlarını karşılamak,
2. Her ne zaman çağırırlarsa hemen koşup gitmek,
3. Emirlerine her zaman itaat etmek (günah olmadıkça),
4. Yanında gâyet yumuşak konuşmak, kırıcı olmamak,
5. Kendi için istediği ve râzı olduğu şeyleri onlar için de istemek; istemediği ve hoşnut olmadığı şeyleri onlar için de istememek,
6. Onlara çok duâda bulunmak.
Anne Babanın ölümünden sonra da :
1. Onların mağfireti için duâ etmek,
2. Akrabaların ve sevdiği dostlarının ziyaretine gidilmesi.
Bir kişi: ‘Ya Rasûlallah! Ana ve babamın vefâtından sonra onlara yapabileceğim bir iyilik var mı?’ diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.): “Evet, onlara hayır duâda bulunur, onlar için istiğfar eder (Allah’tan bağışlanmalarını ister), vasiyetlerini (isteklerini) yerine getirir, yakınlarıyla ilgisini kesmez ve dostlarına ikramda bulunursan” dedi. 590
Onların ruhları için hayır yapmak gerekir. Anne ve babanın memnun olacağı, hoşuna giden şeyleri gerek sağlığında, gerekse ölümünden sonra yapmalıdır. Onları memnun etmek evlâtlık görevidir. Anne babaya iyi davranmak gerekir.
587] Bk. 17/İsrâ, 23
588] Buhârî, Edeb 1; Müslim, İman 36, Hadis no: 137; Tirmizî, Birr ve’s-Sıla 2, Hadis no: 1960
589] Nesâî, Cihad 6; İmam Hafız el-Munziri, Terğib ve Terhib Terc. c. 5, s. 114, Hds no: 11
590] Ebû Dâvud, Edeb 120; İbn Mâce, Edeb 2; İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 5, s. 128, Hds no: 32
- 154 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Onlara karşı gelmek büyük günahlardandır. 591
4- Anne ve Babanın Çocuklarına Karşı Vazifeleri
Aile yuvasının süsü ve mutluluk kaynağı olan çocuk, anne ve babaya Allah’ın bir emanetidir. Çocuklarının terbiyesinden sorumludur.
Ebeveynin çocuklarına karşı başlıca vazifeleri şunlardır:
1. Çocuklarını sağlıklı olarak besleyip büyütmek, çocuklarının beden ve ruh sağlığını korumak,
2. Çocuklarına haram lokma yedirmemek, Peygamber Efendimiz: “Allah yolunda harcanan paraların sevabı en çok olanı, aile fertlerine harcanan paradır”592 diye buyurmuş; başka bir hadisinde de; “İnsanın aile bireylerini sefil bırakması kendisine günah olarak yeter” 593 demiştir.
3. Çocuğun sağ kulağına ezan, sol kulağına da kamet okumak594 ve güzel bir isim koymak,595 ayrıca Allah Teâlâ’ya şükür için kurban (akîka) kesmek sünnettir. Hz. Âişe’den (r.a.) şöyle rivâyet edilmektedir: Rasûlullah (s.a.s.) bize “erkek çocukları için iki, kız çocukları için bir koyun ‘akîka’ olarak kurban etmemizi emretti.” 596
4. Çocuğu iyi terbiye etmek, ona ahlâk yönünden güzel örnek olmak. Peygamberimiz: “Hiçbir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir bağışta bulunmamıştır”597 buyurarak çocuk terbiyesinin önemini belirtmiştir.
5. Çocuğuna namaz kılmayı, diğer dinî ve ahlâkî görevleri öğretmek, 598
6. Çocuğunu okutmak, geçimini sağlayıcı bir meslek sahibi yapmak,
7. Çocukları sevmek, onlarla ilgilenmek. Çünkü çocukların yemek içmek kadar sevgiye de ihtiyaçları vardır.
8. Çocuklara sevgi gösterirken, hediye verirken ayrım yapmamak, eşit ve adâletli davranmak, “Allah’tan korkun ve çocuklarınız arasında adâleti gözetin.” 599
9.Evlenme çağına geldikleri zaman çocukları evlendirmek.
Ebû Hüreyre (r.a.)’den (bir gün) Rasûlulah (s.a.s.) Hz. Ali (r.a.)’nin oğlu Hz. Hasan (r.a.)’ı öptü, Akra b. Habis de Peygamberimizin yanında bulunuyordu. Akra: “Benim on tane çocuğum olduğu halde, hiç birini öpmedim” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) ona hayretle bakıp: “Merhamet etmeyene, merhamet olunmaz” buyurdu.600 Çocuklara merhamet edip onları sevmeli, Allah’ın bizlere bir emaneti olduğunu unutmamalı, onların ahlâklı, faziletli yetişmesi için gay591]
Bk. Buhârî, Edeb 6; Müslim, İman 143-144, Tirmizî, Birr 4
592] Müslim, Zekât 38; Tirmizî, Birr 42; İbn Mâce, Cihad 4
593] Ebû Dâvud, Zekât 45
594] Bk. Ebû Dâvud, Edeb 108; Tirmizî, Edâhî 17
595] Bk. Buhârî, Akika 1, Edeb 108; Müslim, Fezâil 62
596] İbn Mace, Zebâih 1, Hds no: 3163
597] Tirmizî, Birr ve’s-Sıla 33, Hds no: 2618; İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 4, s. 255, Hds no: 2
598] Bk. İbn Mâce, Edeb 3; Ebû Dâvud, Salât 25; Tirmizî, Mevâkît 182
599] Buhârî, Hibe 12; Müslim, Hibât 13
600] Buhârî, Edeb 18; Müslim, Fezâil 65; Ebû Dâvud, Edeb 145; Tirmizî, Birr 12
AHLÂK
- 155 -
ret etmeli, onlar için çok duâ da etmelidir. Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor: “Ey insanlar kendinizi ve ailenizi (çoluk çocuğunuzu) ateşten koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır.” 601
Kendimizi ve ailemizi cehennem ateşinden korumamız için Allah Teâlâ bizleri uyarıyor. Haksızlık, ahlâksızlık, zulüm, her türlü şirk, isyan, küfür ve günahlardan sakınmak sûretiyle ve ibâdetlerimizi, kulluk görevlerimizi en iyi şekilde yaparak kendimizi ve ailemizi cehennemden korumaya çalışmalıyız. Dinimizin emri budur. Kendimizi ve ailemizi seviyorsak ve düşünüyorsak bu böyledir.
5- Eşlerin karşılıklı Vazifeleri
Eşlerin birbirleri üzerinde hakları vardır. Önderimiz Peygamberimiz (s.a.s.) bunu bize bildirmektedir: “Dikkat ediniz, kadınlar üzerinde haklarınız olduğu gibi, kadınların da sizin üzerinizde hakları vardır.” 602
Eşlerin Birbirlerine Karşı Vazifeleri Şu Şekilde Sıralanabilir:
1. Önce eşler arasında karşılıklı sevgi, saygı olmalı,
2. Erkek ailesinin beslenme, yiyecek, giyecek ve diğer ihtiyaçlarını da helâl yönden temin etmelidir.
3. Erkek, ailesinin İslâmî vazifelerini en iyi şekilde yapmasına yardımcı olmalı ve gerekeni yapmalı,
4. Erkek hanımına karşı sert olmamalı, yumuşak, nâzik davranmalı. Çünkü dinimizin emri de budur.
Allah Teâlâ Şöyle buyurur: “Kadınlarla iyi geçinin.”603 Peygamberimiz (s.a.s.) de şöyle bildirmektedir: “Mü’minlerin iman yönünden en mükemmel olanı, ahlâken en iyi olanıdır ve sizin en hayırlınız da kadınlara karşı en iyi davrananızdır.”604; “Bir kimse, karısına kin beslemesin (ona sert davranmasın). Onun bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir.”605; “Kadınlarını dövenleriniz, sizin hayırlınız değildir.”606 buyrulmaktadır.
5. Kadın evine bağlı olmalı, kendi hakkında kötü söz söylenmesine sebep olacak davranışlardan kaçınmalı, dedikodulara sebep olmamalıdır.
6. Kadın çocuklarına en iyi şekilde bakmalı ve evinde yapması gereken şeyleri yapmalı.
7. Çocuklarının terbiyesinde de anne-baba birlikte gerekeni yapmalıdır.
Abdurrahman b. Avf’dan (r.a.); Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdular: “Kadın beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutar, namusunu korur ve kocasına itaat ederse, kendisine: ‘Hangi kapısından istersen cennete gir!’ denir.”607; “Herhangi bir kadın,
601] 66/Tahrîm, 6
602] Tirmizî, Radâ 11; İbn Mâce, Nikâh 3
603] 4/Nisâ, 19
604] Tirmizî, Radâ 11; Ebû Dâvud, Sünnet 15; İbn Mâce, Nikâh 50
605] Müslim, Radâ 61
606] Ebû Dâvud, Nikâh 42; İbn Mâce, Nikâh 51
607] Tirmizî, Radâ 10; İbn Mâce, Nikâh 4; Ahmed bin Hanbel, 1/191; Terğib ve Terhib, c. 4, s. 214, Hds. 14
- 156 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kocası kendisinden râzı olduğu halde ölürse cennete girer”608 buyrulmuştur.
Rasûlullah (s.a.s.) bir sahabeye hitaben: “Hanımının senin üzerinde hakkı vardır. Bedeninin senin üzerinde hakkı vardır. Misafirlerin de senin üzerinde hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver.”609; “Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi, kadınların da onlar üzerinde hakları vardır. Yalnız erkeklerinki kadınlara göre (aile reisliği bakımından) bir derece daha fazladır.”610 Bu üstünlük, erkeğin aile başkanı olmasıdır. “Erkekler kadınlar üzerinde yöneticidirler.”611 Tabiî ki, ailenin başkanı olmak; gurura, kibre ve sert davranmaya sebep değildir. Sorumluluğun erkekte olduğunu göstermektedir. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle beyan ediyor: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz çobanlığınızdan (elinizin altındakinden) sorumlusunuz.”612 Dolayısıyla aile reisi olarak erkek, gereken sorumluluğu yerine getirmelidir. Ailesini huzur ve mutluluk içerisinde idare etmeyi bilmeli ve onlara çok iyi davranmalı ve buna çok dikkat etmelidir. Kadın da, evin huzur ve mutluluğu için gerekeni yapmalıdır.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Bir kimse karısını yatağına dâvet edip de (mazereti olmadığı halde) gelmez ve kocası da ona dargın olarak gecelerse, sabah oluncaya kadar melekler o kadına lânet ederler.” 613
Görüldüğü gibi erkek, cinsel ihtiyacını gidermek için hanımını yanına çağırdığında gelmesi gerekmektedir. Hiçbir mâzereti yokken kadının kocasından uzak durmaya çalışması câiz değildir.
Zinâ haram olduğu için mü’min erkek cinsel ihtiyacını zinâ yaparak gideremeyeceğine göre, kadın kocasının ihtiyaç hissettiğini anladığı zaman birtakım gereksiz bahaneler göstererek kocasını mahrum etmesi asla doğru değildir. Aynı şekilde kadın da cinsel ihtiyacını gidermek için kocasını çağırdığında onun da reddetmesi doğru değildir. Haramların, günahların yaygın olduğu bir toplumda ve teknolojik imkânlar sayesinde ahlâksızlığın arttığı bir ortamda günahlardan korunmak için karı-koca birbirlerine yardımcı olmalıdır.
Kadın kocasına güzel görünmek için süslenmeli, câzip olmaya çalışmalıdır Çünkü gerek tv.de gerekse sokaklarda, caddelerde kadınların süslü püslü, açık saçık gezmeleri, câzibeli, tahrik edici olmaları sebebiyle onlardan etkilenmek söz konusudur. Ancak hanımların evde kocalarına câzibeli görünmeye çalışmasıyla erkeklerin dışarıdaki câzibelerden korunması daha kolay olur. Bu gerçekleri hanımlar iyi düşünmelidir. Rasûlullah (s.a.s.): “Sizden tahrik eden bir kadın gören olduğu vakit hemen karısının yanına gelerek cinsel ilişkide bulunsun, çünkü böyle hareket etmesi gönlündekini (fitneyi) def eder”614 buyurmuştur. Gaye Allah’a kul olmaktır. Allah’a iyi kul olmada karı-koca birbirlerine yardımcı olmalıdır.
Hanımların, kocalarına karşı süslenmeleri, onlara câzibeli görünmek için gayret etmeleri gerekir. Çağırdığı zaman kocasının yanına gelmemesi ve cinsel ihtiyacını gidermede zorluk çıkarması sebebi ile kocalarına zulmetmiş olurlar.
608] Tirmizî, Radâ 10; İbn Mâce, Nikâh 4
609] Buhârî, Savm 51-55; Müslim, Sıyâm 182-187, Kader 34
610] 2/Bakara, 228
611] 4/Nisâ, 34
612] Buhârî, Cum’a 11-19; Müslim, İmare 20; Ebû Dâvud, İmâre 1, 13; Tirmizî, Cihad 27
613] Buhârî, Bed’u’l-Halk 7, Nikâh 85; Müslim, Nikâh 120-122; Ebû Dâvud, Nikâh 40
614] Müslim, Nikâh 10
AHLÂK
- 157 -
“Allah, zulmedeni sevmez.”615 Hanımların bu şekilde davranmaları mü’min bir hanımın davranış biçimi değildir.
Karı-koca birbirlerinin her türlü ihtiyaçlarını gidermede gevşek davranması yanlıştır. Bu ise ailenin huzur ve mutluluğuna engeldir. Ailenin mutluluğu için karı-koca birbirlerinin haklarına riâyet etmeli ve Allah’a iyi kul olmaya çalışmalıdırlar.
6- Akrabalara Karşı Vazifelerimiz
Akraba Arapça’da “yakın” mânâsına gelen “karib” kelimesinin çoğuludur. “Yakınlar” mânâsına gelir. Akraba iki şekildir:
1. Nesep yönünden: Amca, dayı, teyze, hala, yeğenler gibi akraba olanlar,
2. Evlilik yönünden: Eşinin babası, annesi, kardeşleri gibi akraba olanlar.
Akrabaya önem vermek, onlarla alâkayı kesmemek ve zaman zaman ziyaretlerde bulunmak dinimizin emridir. 616
Enes b. Mâlik (r.a.)’dan; Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kim rızkının bol ve ömrünün uzun olması kendini sevindirirse, o kimse yakınlarıyla ilgilensin” Tirmizî’nin rivâyeti şöyledir: “Akraba ve yakınlarınızı tanıyın (onlarla alâkayı devam ettirin). Çünkü sıla-i rahim (yakınlarla alâkayı sürdürmek), yakınlar arasında sevgi meydana getirir, malı çoğaltır ve ömrün uzamasına sebep olur.” 617
İbnu’l-Hâris sordu: “Ya Rasûlullah, (önce) kime iyilik edeyim?” Rasûlullah (s.a.s.): “Annene, sonra babana, kız kardeşine, erkek kardeşine ve bir de bunları takip eden akrabana (iyilik etmen ve onlarla alâkayı sürdürmen) vâcip bir haktır. Yakınlarına da!”618 buyurdu. Ayrıca Rasûlullah (s.a.s.) akraba ile ilgilenmeyen ve alâkayı kesenlerin âhirette perişan olacaklarını bildirmektedir: “Akraba ile alâkayı kesenler cennete giremez.” 619
Âyet ve hadisler; akrabaya karşı çok iyi muâmele edilmesini, onlarla dostluğun kesilmemesini onlara karşı görevlerimizi yapmamızı emretmektedir. İhtiyaçları olduğu zaman gidermeye çalışmalı, sevinç ve üzüntülerini paylaşmalı, onlara iyi davranmalı, sık sık ziyaretlerine gitmeli ve bu şekilde akrabalık görevini yerine getirmeye çalışmalıyız.
7- Komşularımıza Karşı Vazifelerimiz
Bize, aile ve akrabalarımızdan sonra en yakın insanlar komşularımızdır. Aynı sokakta veya aynı binada olmamız hasebiyle onlarla sık sık görüşmek söz konusu olmaktadır. Onun için komşularımızla çok iyi geçinmek İslâm’ın emridir. Allah Teâlâ komşularımıza iyi davranmamızı emretmektedir: “Allah’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana ve babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya (eş, dost ve arkadaşa), yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (köle,
615] 42/Şûrâ, 40
616] Bk. 16/Nahl, 90
617] Buhârî, Büyû’ 13; Müslim, Birr ve’s-Sıla 20)-21; Ebû Dâvud, Zekât 43; İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 5, s. 144, Hds no: 3
618] Ebû Dâvud, Edeb 129, Hds no: 5140
619] Buhârî, Edeb 11; Müslim, Birr ve’s-Sıla 18-19; Ebû Dâvud, Zekât 15
- 158 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hizmetçi ve işçiye) iyi davranın; Allah kendini beğenen ve gururlanan kimseyi sevmez.” 620
Ebû Hureyre’den (r.a.); Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Allah’a ve Âhiret gününe inanan, komşusuna iyi davransın.” 621
Komşularımıza karşı vazifeleriniz, şu şekilde sıralanabilir:
1. Komşularımızla iyi geçinmek, onlara karşı güler yüzlü olmak,
2. Onların hakkına saygılı olmak, söz ve davranışlarımızla onları kırmamak ve rahatsız etmemek,
3. Herhangi bir sıkıntısı varsa onun giderilmesine çalışmak,
4. Hastalandıklarında ziyaretlerine gitmek, “herhangi bir ihtiyacın var mı?” diye sormak, varsa yardımcı olmak,
5. Üzüntü ve sevincini paylaşmak ve ikramda bulunmak,
6. Vefât ettiğinde cenazesine katılmak. Bu hususlara dikkat etmeli, komşuluk görevimizi en iyi şekilde yerine getirmeliyiz. İyi işlerde yardımcı olmalı, kötü işlerde ise asla yardımcı olmamalı, hatta uyarmalı, o yanlış ve kötü işten vazgeçirmeye gayret etmeliyiz.
Komşuyu rahatsız etmemeye çalışmalı, elinde olmayan ses ve gürültüden dolayı komşuyu azarlamamalı, sabretmeli, anlayışlı olmalı, komşunun misafiri gelmiştir, çocuklar oynarken ses, gürültü gelebilir. Çok rahatsız edilme durumu varsa, güzel sözle uyarmak gerekir. Marifet, insanlara kaba, kırıcı, sert davranmak değildir. Marifet insanlara iyi davranmak, onlarla iyi geçinmek ve iyi bir örnek olmaktır.
Komşularımız İslâmî yaşamdan uzaksa, İslâmî bir hayat biçimine kavuşması için onlara yardımcı olmalı, gereken izahlar yapılmalı ve çok duâ etmelidir. Yani komşulara da maddî ve mânevî yardım yapılmalıdır. Peygamberimiz şöyle buyuruyor. “Komşusu aç iken bunu bildiği halde tok olarak yatan bana (tam) inanmış değildir.” 622
İslâm’da Ahlâkî Müeyyideler
İslâm’da ahlâk nizamının özelliklerinden biri de “ceza”dır. Ceza, bilindiği gibi, dinî literatürde sadece olumsuz anlamıyla kullanılmaz; olumlu ve olumsuz karşılık (Türkçedeki ödül ve ceza) anlamında kullanılır. Bu cezanın esasını, kişinin iman ettiği cennet ve cehennemdeki karşılaşacağı hususlar belirler. Yani sevap ve karşılığı cennetteki mükâfat; günah ve karşılığı cehennemdeki cezâ. Kötü ahlâkın cezâsı, bazen dünyada da verilir. Meselâ, yalancı şâhitlik eden, terbiyesiz söz söyleyen, hâinlik eden kimseye İslâm devletinde hâkim cezâ verir. Bazı ahlâkî suçların cezası da kişinin kendi kendine vermesiyle ancak affedilecek, tevbe yerine geçecektir. Meselâ, yeminini bozan kimse kendini cezâlandırıp yemin keffâreti olarak, köle âzâd etmek veya on fakiri sabahlı akşamlı doyurmak ya da on fakiri alışılmış biçimde giydirmektir. Bunlara gücü yetmezse, peşi peşine üç
620] 4/Nisâ, 36
621] Buhârî, Edeb 48-49; Müslim, Lukata, 3, Hds no: 14; Ebû Dâvud, Edeb 132, Hds no: 5154
622] İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 5, s. 189, Hds. 24, Taberânî ve Bezzar’dan
AHLÂK
- 159 -
gün oruç tutar.623 Bazen kötü ahlâkın cezası; yaygın olarak ahlâkî problemleri yaşayan toplumun helâk olması şeklinde tezâhür eder. “Sizden öncekiler şunun için helâk oldu: Onlardan ileri gelenlerden biri hırsızlık ettiği zaman, ona dokunmazlar. Zayıf birine hemen had tatbik ederlerdi.” İslâm ümmeti de bugün; korkaklık, zillet, zâlimlere karşı çıkmama gibi kötü ahlâk sebebiyle, farklı şekilde helâki yaşamaktadır. “Öyle bir fitneden sakının ki, o fitnenin cezâsı, sadece o zulmü işleyenlere isâbet etmekle kalmaz (karşı çıkmayan tüm topluma da gelir).” 624
Kur’ân-ı Kerim’de Ahlâk Kavramı
Görünür âlemin yegâne mükellef ve sorumlu varlığı olarak insanı tanıyan Kur’ân-ı Kerim, bu sebeple onun ahlâkî mâhiyeti konusuna özel bir önem vermiştir. Buna göre Allah insanı en güzel bir tabiatta yaratmış,625 ona Kendi rûhundan üflemiştir.626 Bu sebeple insanlığın atası olan ve bütün insanlığı temsil eden Hz. Âdem karşısında Allah’ın emri gereğince melekler secdeye kapanmıştır. Ancak insanın bu üstün rûhî cephesi yanında bir de topraktan yaratılan beşerî cephesi vardır. İşte insandaki bu ikilik onun ahlâkî bakımdan çift kutuplu bir varlık olması sonucunu doğurmuştur. “Allah insan nefsine fücûrunu da takvâsını da ilham etmiş”,627 yani ona iyilik ve kötülüğün kaynakları olan kabiliyetleri birlikte vermiştir. Dolayısıyla “nefsini temiz tutan kurtuluşa ermiş, onu kirletense hüsrâna uğramıştır.” 628
Kur’ân-ı Kerim’in insanın ahlâkî mâhiyeti hakkındaki bu dengeli yaklaşımı, onun ahlâkî hüküm ve tercihlerini de aynı şekilde değerlendirmesine yol açmıştır. İşte Kur’an’ın insan hakkındaki bu ihtiyatlı iyimserliği İslâm ahlâkının temelde dinî kaynaklı olması sonucunu doğurmuştur. Kur’an ve Sünnet’e göre hakkında nass bulunan konularda yükümlülüğün kaynağı dindir. “Allah ve Rasûlü bir şeye hükmedince, artık mü’min erkek ve kadınlara işlerinde bir seçme hakkı kalmaz. Her kim Allah ve Rasûlüne isyan ederse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”629 Hz. Peygamber, ahlâkî hükümlerin de dâhil olduğu helâlleri haram, haramları helâl saymaya yönelik bir anlaşmanın geçersiz olduğunu açıklamıştır.630 Bununla birlikte, Allah’ın hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ana, baba, İslâmî devlet gibi başka otoriteler de vazife koyabilirler ve bunlara itaat gerekir.631 Kur’an ve Sünnet’te ahlâk ile ilgili genel hükümler yanında, birçok ahlâkî davranışlar için özel hükümler de yer almış olmakla birlikte, her şeye rağmen, hakkında hüküm bulunmayan girift meselelerle karşılaşılabileceği de hesaba katılmıştır. Hz. Peygamber, “Helâl da haram da bellidir; bu ikisi arasında ise şüpheli durumlar vardır. Şüpheli şeylerden sakınan kişi dininin şerefini korumuş olur.”632 buyurmuş ve böyle durumlarda kalp ve vicdanın verdiği hükme uymayı öğütlemiştir. Ne var ki Kur’an ve hadislerde vicdanın hükümleri ihtiyatla karşılanmıştır. Çünkü insan nefsi, ken623]
Bk. 5/Mâide, 89
624] 8/Enfâl, 25
625] 95/Tîn, 4
626] 15/Hıcr, 29
627] 91/Şems, 8
628] 91/Şems, 9-10
629] 33/Ahzâb, 36
630] Ebû Dâvud, Akdıye 12
631] Buhârî, Ahkâm 4, 43; Müslim, İmâre 34, 38
632] Buhârî, İman 39; Büyû’ 2; Müslim, Müsâkat 107, 108
- 160 -
KUR’AN KAVRAMLARI
disine kötülük ve edepsizlikler telkin eden şeytanın baskısı altındadır.633 Ayrıca İslâmî terminolojide “hevâ” adı verilen kötü arzu ve eğilimler ile şuursuz taklit de ahlâk ve fazilet yolunun engelleri olarak gösterilmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim kötü arzuların esiri olan insanı “hevâsını ilâh/tanrı edinen”634 şeklinde tanıtmış, öte yandan yanlış yolda olan atalarını taklitte direnenleri, “Onlar sağır, dilsiz ve kördürler; akıllarını kullanmazlar”635 ifâdesiyle eleştirirken bu arada dinî hükümlerle selim aklın hükümlerinin birbirini desteklediğine işaret etmiştir.
“İyilik, yüzünüzü doğu ve batıya çevirmeniz değildir, ancak; Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman eden; çok sevdiği malını akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolda kalanlara, ihtiyacı olanlara ve kölelere veren; namazı kılıp zekâtı veren, yaptıkları anlaşmalara vefâ gösteren; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenlerin iyiliğidir. Sâdık (doğru) olanlar da, muttakî olanlar da işte bunlardır.” 636
“Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha iyisiyle veya hiç olmazsa aynısıyla karşılık verin.” 637
“…İyilik ve takvâda (Allah’ın yasaklarından sakınma üzerinde) yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah’tan korkun.” 638
“Muhakkak ki Allah adâleti, iyiliği ve (muhtaç olan) akrabaya yardım etmeyi emreder; haksızlıktan, fenalıktan, zulüm ve azgınlıktan men eder; iyice anlayıp tutasınız diye size böylece öğüt verir.” 639
“Rabbin yalnız kendisine ibâdet etmenizi, anneye ve babaya iyilik etmenizi emretti. İkisinden birisi yahut her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşır, yaşlanır, yanında kalırlarsa sakın onlara ‘öf!’ bile deme, onları azarlama, onlara güzel söz söyle. Onlara acımadan dolayı, tevâzu kanatlarını indir (onlara karşı alçak gönüllü ol) ve ‘ey (her varlığı terbiye edip yetiştiren) Rabbim! Bunlar beni küçükken nasıl (acıyıp) yetiştirdilerse sen de bunlara acı’ de...”
“Seninle akrabalığı olana, yoksula ve yolcuya hakkını ver. (Malını gereksiz yere) saçıp savurma. Çünkü (gereksiz yere mallarını) saçıp savuranlar Şeytan’ın kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür. Eğer (elin dar olduğu için) Rabbinden umduğun bir rahmeti bekleyerek onlardan yüz çevirecek (onlara bir şey vermeyecek) olursan, bari onlara yumuşak söz söyle, gönüllerini al, bolluğa kavuşmaları için Allah’a duâ et. Ellerini boynuna bağlanmış kılma (cimri olma), tamamen de açma (israf da etme), sonra kınanır, hasret içinde kalırsın.”
“Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz. Onları da sizi de biz besliyoruz. Onları öldürmek büyük günahtır.”
“Zinâya yaklaşmayınız. Çünkü o, açık bir kötülüktür, çok kötü bir yoldur.”
“Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyiniz. Kim zulmen birini öldürürse, onun velisi (olan mirasçısı)na yetki vermişizdir. (Öldürülenin hakkını arar. Ancak o da)
633] 2/Bakara, 169
634] 25/Furkan, 43; 45/Câsiye, 23
635] 2/Bakara, 171
636] 2/Bakara, 177
637] 4/Nisâ, 86
638] 5/Mâide, 2
639] 16/Nahl, 90
AHLÂK
- 161 -
öldürmede aşırı gitmesin (Katil yerine katilin akrabasını veya katille beraber bir başkasını öldürmesin). Çünkü kendisine yardım edilmiş (yetki verilmiş)tir. Katilin akrabası kendisine verilen bu yetkiyi kötüye kullanmasın.”
“Yetimin malına yaklaşmayın, ancak erginlik çağına (yaşına) erişinceye kadar en güzel tarzda (onun malını kullanıp geliştirebilirsiniz). Ahdi de yerine getirin. Çünkü insana ahdi sorulacaktır.”
“Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam yapın, doğru terazi ile tartın. Bu daha iyidir. Sonu da daha güzeldir.”
“Bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan (o yaptığın kötü şeyden) sorumludur.”
“Yeryüzünde kabara kabara (böbürlenerek) yürüme. Çünkü sen yeri yırtamazsın. Boyca da dağlara erişemezsin.”
“Bütün bunlar hepsi kötü olan ve Rabbinin katında hoş görülmeyen şeylerdir.” 640
“Kullarıma söyle: Sözün en güzelini konuşsunlar. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.” 641
“Allah’a dâvet eden, sâlih amel/iyi iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? İyilikle kötülük bir olmaz. (Sen kötülüğü) en güzel şeyle sav; o zaman (bakarsın ki) seninle arasında düşmanlık olan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir.” 642
“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki merhamet edilesiniz.” 643
“Kim iyi iş yaparsa faydası kendisinedir ve kim de kötülük yaparsa zararı yine kendisinedir. Sonra (ölünce) Rabbinize döndürüleceksiniz.” 644
“Ve Sen (Rasûlüm); büyük bir ahlâk üzerindesin” 645
“O nefsini günahlardan tertemiz yapan, muhakkak kurtulup umduğuna ermiştir. Onu (günahlarla) örtüp gömen de elbette ziyana uğramıştır.” 646
“İman edip iyi işler yapanlar da halkın en hayırlısıdır.” 647
Hadis-i Şeriflerde Ahlâk Kavramı
“Mü’minlerin iman yönünden en mükemmel olanları ahlâkı en güzel olanlarıdır.” 648
“Sizin hayırlınız ahlâkça en güzel olanınızdır.” 649
“Kıyâmet gününde mü’minlerin mizanında güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunmaz.
640] 17/İsrâ, 23-38
641] 17/İsrâ, 53
642] 41/Fussılet, 33-34
643] 49/Hucurât, 10
644] 49/Câsiye, 15
645] 68/Kalem, 4
646] 91/Şems, 9-10
647] 98/Beyyine, 7
648] Buhârî, Edeb 39; Tirmizî, Radâ 11; Ebû Dâvud, Sünnet 16; İbn Mâce, Nikâh 50
649] Buhârî, Menâkib 23; Müslim, Fezâil 68; Tirmizî; Birr 47
- 162 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah Teâlâ çirkin ve kötü sözlü kimseyi sevmez.” 650
“Mîzâna konan ameller arasında güzel ahlâktan daha ağır gelecek hiç bir şey yoktur. İnsan güzel ahlâkı sâyesinde, (devamlı) oruç tutup namaz kılan kimseler derecesine yükselir.”651
“Güzel ahlâk gibi şeref yoktur.” 652
“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” 653
“İnsanların cennete girmelerine en çok sebep olan nedir ya Rasûlullah?” dediler. “Allah’tan korkmak (emirlerini yerine getirip yasaklarından sakınmak) ve güzel ahlâklı olmak” buyurdu. “İnsanların cehenneme girmelerine en çok sebep olan nedir?” suâline karşı da; “İnsanın ağzı ve avret yeridir” cevabını verdi.” 654
“Allah güzel ahlâklı kulunu nâfile namaz kılan ve nâfile oruç tutanın derecesine eriştirecektir.” 655
“Her kimi yaptığı iyilik sevindirir ve kötülük (günah) üzerse, o kimse (olgun) mü’mindir.” 656
“İyilik ahlâk güzelliğidir, günah ise kalbinde rahatsızlık uyandıran ve başkalarının öğrenmesinden hoşlanmadığın şeydir.” 657
Bir adam Rasûlullah (s.a.s.)’ın karşısına gelerek: “Ya Rasûlallah! Hangi amel daha faziletlidir?” dedi. Rasûlullah (s.a.s.): “Güzel ahlâktır” dedi. Bu soruyu dört sefer sordu, Rasûlullah (s.a.s.) ona dönerek; “Sana ne oluyor, anlamıyor musun? Güzel ahlâktır” buyurdu 658
Bir grup insan gelerek Rasûlullah (s.a.s.)’e “Allah’a, kullarından en sevgili olan hangisidir?” dediler. Rasûlullah (s.a.s.) de: “Ahlâkı en güzel olandır” buyurdu. 659
“Sizlerden kıyâmet gününde en çok sevdiğim ve bana en yakın olanınız, ahlâkı en güzel olanınızdır.” 660
“İnsanlara, güzel ahlâkla muâmele et.” 661
“Su buzu erittiği gibi; güzel ahlâk da günahları eritir (yok eder); Sirke balı bozduğu gibi, kötü ahlâk da ameli bozar.” 662
“Gerçekten siz mallarınızla insanları memnun edemezsiniz. Onları ancak güler yüz
650] Ebû Dâvud, Edeb 8, h. no: 4799; Tirmizî; Birr ve Sıla 61, 62, h. no: 2003, 2004
651] Tirmizî, Birr ve Sıla 62, h. no: 2004
652] İbn Mâce, Zühd 24
653] Muvattâ, Husnü’l-Hulk 8; İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B. 135, Hds. 273; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/381
654] Tirmizî, Birr 61-62; İbn Mâce, Zühd 29
655] Ebû Dâvud, Edeb 8; Tirmizî, Birr 62
656] Tirmizî, Fiten 7
657] Müslim, Birr 14-15; Tirmizî, Zühd 40; Dârimî, Rikak 73
658] Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib Terc. c. 5, s. 259, Hds. 14
659] Hafız el-Munzirî, a.g.e., c. 5, s. 264, Hds. 25, Taberânî ve İbn Hıbban Sahih’inden
660] Tirmizî, K. Birri ve’s-Sıla, B. 70, Hds. 2087
661] Tirmizî, K. Birr, B. 54, Hds. 2053; Dârimî, K. Rikak, B. 74, Hds. 2794
662] Hafız el-Munzirî, a.g.e., c. 5, s. 269, Hds. 35, Beyhâkî’den
AHLÂK
- 163 -
ve güzel ahlâkınız (huyunuz) memnun eder.” 663
Sa’d, mü’minlerin annesi Hz. Âişe’den (r.a.) sorar: ‘Ey mü’minlerin annesi, bana Rasûlullah’ın (s.a.s.) ahlâkını anlat.’ Hz. Âişe; “Sen Kur’ân okuyorsun, değil mi?” dedi. Ben ‘evet okuyorum’ dedim. “İşte, Rasûlullah’ın (s.a.s.) ahlâkı Kur’an idi” dedi. 664
“Rabbim! Ahlâkın en güzellerine varmak için bana yol göster...” 665
“Haklı olduğu halde bile çekişmeyi bırakan kimseye Cennet’in avlusunda bir köşk verileceğine, yalan söylemekten kaçınan kimseye Cennet’in ortasında bir köşk takdim edileceğine, ahlâkı güzel olan kimseye de Cennet’in en güzel yerinde bir köşk sunulacağına ben kefilim.” 666
“Hayâ, imandan bir şûbedir.” 667
“İman yetmiş şûbedir/türdür. En üstünü ‘Lâ ilâhe illâllah’tır en aşağısı da yol üzerinde insanlara eziyet/zarar verecek bir şeyi kaldırmaktır. Hayâ da imanın bir bölümüdür.” 668
“Akıllı kimse, nefsini hesâba çeken ve ölümden sonrası için çalışandır. Âciz de, nefsini hevâsının peşine takan (keyfine göre davranan) ve Allah’tan (hak etmediği, lâyık olmadığı) temennide bulunan kimsedir.” 669
“Allah’a yemin olsun ki, hiç bir kul, kendi nefsi için istediği güzelliği kardeşi için de istemedikçe (tam) iman etmiş olmaz.” 670
“Müslüman, elinden ve dilinden diğer müslümanların emin olduğu kimsedir.” 671
Ebû Zerr (r.a.) şöyle dedi: ‘Ben ile bir adam arasında bir söz olmuştu. Onun annesi, gayr-ı Arab olan yabancı bir kadındı. Ben, kavga sırasında onun annesine hakaret ettim. O kimse, beni Rasûlullah’a (s.a.s.) zikredip şikâyet etti. Rasûlullah (s.a.s.) bana: “Sen, filan kimseyle sövüştün mü?” dedi. Ben: ‘Evet’ dedim. “O’nun annesini kötüledin mi?” buyurdu. ‘Evet, kötüledim’ dedim. “Muhakkak ki sen, içinde henüz câhiliyye ahlâkı kalmış bir kimsesin!” buyurdu.672 Velid b. Müslim’in munkatı olarak rivâyetine göre, sövülen zât, Bilâl el-Habeşî (r.a.) imiş. Ona: ‘Ya’bne’s-Sevdâ= Ey kara kadının oğlu’ diye hakaret etmiş. Bilâl’in şikâyeti üzere Peygamber’in tevbîhi vaki’ olunca Ebû Zerr (r.a.), yanağını yere koymuş: ‘Bilâl, ayağı ile basmadıkça yanağımı yerden kaldırmayacağım!’diyerek kusurunun affını istemiştir. 673
663] Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 5, s. 270, Hds. 37
664] Müslim, Musâfirîn, B. 18, Hds. 139; Ebû Dâvud, Tatavvu, B. 26, Hds. 1342; Nesâî, K. Leyl, B. 2, Hds. 1601; Dârimî, Salât B. 165, Hds. 1342
665] Müslim, Müsâfir 201
666] Ebû Dâvud, Edeb 7, h.no: 4800
667] Buhârî, İman 4, 6
668] Buhârî, İman 3; Müslim, İman 58; Ebû Dâvud, Sünnet 14; Tirmizî, Birr 80; Nesâî, İman 16; İbn Mâce, Mukaddime 9
669] Tirmizî, Kıyâmet 26
670] Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71-72
671] Buhârî, İman 4; Müslim, İman 14
672] Buhârî, Edeb79, İman 23, Itk 28; Müslim, Eymân 38-40; Ebû Dâvud, Edeb 133, Hds no: 5157
673] S. Buhârî Tercemesi, Çev. Mehmed Sofuoğlu, İst. 1987, c. 1, s. 185, dipnot: 45; S. Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Terc., c. 1, s. 42, dipnot: 3
- 164 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Düşün! Sen, ne kırmızı tenli, ne de siyah tenliden daha üstünsün! Ancak takvâ ile üstün gelebilirsin.” 674
“Hiç şüphesiz, sizin şu soylarınız herhangi bir kimseye sövme/hakaret sebebi değildir. Hepiniz Âdemoğullarısınız. Birbirinize benzersiniz. Hiç kimsenin din ve takvâ dışında kimseye üstünlüğü yoktur. Ağzı bozuk, cimri ve ahlâksız olması, kişiye yeter.” 675
“Helâl da haram da bellidir; bu ikisi arasında ise şüpheli durumlar vardır. Şüpheli şeylerden sakınan kişi dininin şerefini korumuş olur.” 676
“Bir insan iyilik yaptığında sevinç, kötülük yaptığında üzüntü duyabiliyorsa artık o gerçekten mü’mindir” 677
Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) nasıl bir ahlâka sahip olduğunu soran Hz. Urve b. Hişam’a, Hz. Âişe (r. anhâ) vâlidemiz şöyle cevap vermiştir: “Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) ahlâkı Kur’ân idi.” 678
“Kim bir müslümanın ayıbını örterse, Allah da, kıyamet gününde onun ayıplarını örter.” 679
“Sadaka hiçbir zaman malı eksiltmez. Allah, kişinin affetmesi sebebiyle ancak şerefini arttırır. Allah için alçak gönüllü davranan kimseyi Allah mutlaka yükseltir.” 680
“Allah (c.c.), kötülüğü affeden kişiyi mutlaka aziz (güçlü ve yüce) kılar.” 681
“Pehlivan, meydanda başkalarını yenen değil; öfkelendiği sırada nefsine hâkim olan kimsedir.” 682
“Kul, kendisiyle münâsebeti kesen akrabalarına sıla-yı rahim yapmadıkça, kendisine zulmedeni affetmedikçe ve kendisine vermeyene vermedikçe fazilet sahibi bir kimse olamaz.” 683
“Size iyilik yapanlara karşılık iyilik yapmak, kötülük yapanlara da kötülük yapmak yükseklik değildir. Asıl yükseklik, size zulmedenlere, kötülük yapanlara karşı da kötülük etmeyip iyilikte bulunmaktır.” 684
İmam Malik’den; Muaz b. Cebel (r.a.): (Yemen’e vali olarak giderken) ‘Ayağımı üzengiye koyduğum zaman Rasûlullah’ın (s.a.s.) bana son tavsiyesi şu oldu: “Ey Muaz, İnsanlar için ahlâkını güzelleştir, onlara karşı iyi ahlâklı ol!” 685
Peygamber efendimizin zevcesi Hz. Âişe (r.a.) şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.s.),
674] İmam Suyutî, A.g.e., c. 2, s. 101, Hds. 1489 (2740); Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5, s. 158; Ahmed İbn Hanbel, Kitabu’z-Zühd, Çev. Mehmed Emin İhsanoğlu, İst. 1993, c. 2, s. 550, Hds. 2365; İbn Kesir, A.g.e., c. 13, s. 7421
675] İbn Kesir, A.g.e., c. 13, s. 7422; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 4, s. 145, 158; et-Taberî, Taberî Tefsiri, c. 7, s. 518
676] Buhârî, İman 39; Büyû’ 2; Müslim, Müsâkat 107, 108
677] Ahmed bin Hanbel, Müsned I/398
678] Müslim, Müsâfirîn 139
679] İbn Mâce, c. 2, s. 850, hadis no: 2547
680] Tirmizî, Birr 81; İmam Mâlik, Muvattâ, Sadaka 12
681] Müsned, Ahmed b. Hanbel, 2/235, 238
682] Buhârî, Edeb 139; Müslim, Birr 106, h. no: 2608; Ebû Dâvud, Edeb 3, h. no: 4779
683] Mefâtihu’l Gayb, T. Kebir, c. 7, s. 73; Benzeri için Bk. Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/148
684] Tirmizî, Birr 10
685] Muvattâ, Husnu’l-Hulk 1
AHLÂK
- 165 -
iki şey arasında serbest bırakılınca, günah olmadığı müddetçe, bunun en kolayını alırdı. Şâyet günah ise, insanların en fazla ondan uzaklaşanı olurdu. Rasûlullah (s.a.s.), kendi şahsı için kimseden intikam almamıştır. Ancak, Allah’ın mukaddes kıldığı şeyler çiğnenmişse, o zaman Allah için onların intikamını alırdı.” 686
“Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri (mâlâyaniyi) terketmesi, müslümanlığının güzelliğindendir.” 687
“Kişi, ahlâkının güzelliğiyle, geceleyin namaz kılan ve şiddetli sıcakta oruç tutarak susuz kalan kimsenin derecesine yükselir.” 688
Abdullah b. Ömer anlattı: Rasûlullah (s.a.s.), utangaçlığından dolayı din kardeşini ayıplayan bir adamın yanına varınca: “Onu kendi haline bırak. Çünkü hayâ imandandır.”689 buyurdu.
İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: “Ben Rasûlullah’ın (s.a.s.) terkisinde (bineğinde, onun arkasında) idim. Bana şu nasihatte bulundu: “Yavrum! Allah’a karşı (emir ve yasaklarına uyarak edebini) koru, Allah da seni (dünya ve âhirette) korusun! Allah’ı(n üzerindeki hukukunu) koru ki O’nu karşında (dünya ve âhiretin fenalıklarına karşı hami) bulasın -veya önünde demişti-. Bollukta Allah’ı tanı ki, darlıkta da O, seni tanısın. (Dünya ve âhiretle ilgili) bir şey isteyince Allah’tan iste. Yardım talep edeceksen Allah’tan yardım dile. Zira kullar, Allah’ın yazmadığı bir hususta sana faydalı olmak için biraraya gelseler, bu faydayı yapmaya muktedir olamazlar. Allah’ın yazmadığı bir zararı sana vermek için biraraya gelseler, buna da muktedir olamazlar. Kalemlerin mürekkebi kurudu ve sayfalar dürüldü. Sen, yakinî bir imanla, tam bir rızâ ile Allah için çalışmaya muktedir olabilirsen çalış; şâyet buna muktedir olamazsan, hoşuna gitmeyen şeyde sabırda çok hayır var. Şunu da bil ki Nusret(i İlâhî) sabırla birlikte gelir, kurtuluş da sıkıntıyla gelir, zorlukta da kolaylık vardır, bir zorluk iki kolaylığa asla galebe çalamayacaktır.” 690
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Bir gün, Rasûlullah (s.a.s.) ashâbına: “Şu kelimeleri kim (benden) alıp onlarla amel edecek ve onlarla amel edecek olana öğretecek?” buyurdular. Ben hemen atılıp: ‘Ben! Ey Allah’ın Rasûlü!’ dedim. Peygamber elimden tuttu ve beş şey saydı: “Haramlardan sakın, Allah’ın en âbid kulu ol! Allah’ın sana ayırdığına râzı ol, insanların en zengini ol! Komşuna ihsanda bulun, mü’min ol. Kendin için istediğini başkaları için de iste, Müslüman ol! Fazla gülme. Çünkü fazla gülmek kalbi öldürür.” 691
“Rabbim bana dokuz şey emretti: Gizli halde de alenî halde de Allah’tan korkma(mı), öfke ve rızâ halinde de adâletli söz (söylememi), fakirlikte de zenginlikte de iktisad (yapmamı), benden kopana da sıla-ı rahm yapmamı, beni mahrum edene de vermemi, bana zulmedeni affetmemi, susma hâlimin tefekkür olmasını, konuşma hâlimin zikir olmasını, bakışımın da ibret olmasını, ma’rûfu (iyi, doğru ve güzel olanı) emretmemi.” 692
Ukbe (r.a.) anlatıyor: Bir gün Peygamber’le karşılaştım, elimi tuttu ve: “Dünyada ve âhirette bulunan kimselerin en güzel ahlâklısını sana bildireyim mi? Gelmeyene
686] Buhârî, Menâkıb 23; Müslim, Fedâil 20, h. no: 77
687] Tirmizî, Zühd 11; İbn Mace, Fiten 12; Muvatta
688] Ebû Dâvud, 40/7
689] Buhârî, İman 16; Müslim, İman 12, h. no: 59
690] Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâmet 60, h. no: 3518
691] Tirmizî, Zühd 2, h. no: 2306; İbn Mâce, Zühd 24, h. no: 4217
692] Rezin tahriç etmiştir; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 16/317
- 166 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gitmen, vermeyene vermen, sana zulmedeni bağışlamandır.” buyurdu. 693
Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.)’ın kılıcının kabzasında şu ibareyi bulduk: “Sana zulmedeni affet. Sana küsene git, sana kötülük yapana iyilik yap! Aleyhine de olsa hakkı söyle!” 694
“Teennî Allah Teâlâ’dandır, acele de şeytandan.” 695
“Teenni, âhiretle ilgili olanlar dışında her amelde güzeldir.” 696
“Rasûlullah (s.a.s.) Eşeccü Abdi’l-Kays’a dedi ki: “Muhakkak ki sende Allah ve Rasûlünün sevdiği iki haslet var; hilm ve teenni.” 697
“Kim Allah adına sığınma talebinde bulunursa ona sığınma verin, kim Allah adına isterse ona verin, kim sizi davet ederse ona icabet edin, kim size bir iyilik yaparsa karşılıkta bulunun, şâyet verecek bir şey bulamazsanız kendinizi, ona karşılığını vermiş görünceye kadar dua edin.” 698
“Her nerede olursan ol Allah’tan ittika et ve kötülüğün arkasından iyilik yap, bu onu yok eder. İnsanlara iyi ahlâkla muamele et.” 699
“Rasûlullah’dan ateşe insanları en çok atan şeyin ne olduğu soruldu: “Ağız ve ferc!” buyurdular. En ziyade neyin insanları cennete soktuğundan sordular: “Allah’a takvâ ve güzel ahlâk!” buyurdular.” 700
Rasûlullah (s.a.s.)’a soruldu: “Mü’minlerden hangisi efdal (en faziletli)dir?” “Ahlâkça en güzelleridir!” cevabını verdi. Tekrar soruldu: “Pekiyi, mü’minlerden hangisi en akıllıdır? “Ölümü en çok zikreden ve kendilerine gelmezden önce onun için en iyi hazırlığı yapanlardır. İşte akıllılar bunlardır.” 701
Rasûlullah (s.a.s.)’a “Hangi insan daha hayırlıdır?” diye sorulmuştu: “Ömrü uzun, ameli de güzel olandır” buyurdular.” “Öyleyse insanların kötüsü kimdir?” diye soruldu: “Ömrü uzun, ameli kötü olandır!” buyurdular.” 702
“Size en hayırlınız ve en şerliniz kim olduğunu haber vermiyeyim mi?” buyurdular ve bunu üç kere tekrar ettiler. Cemaat: “Evet, haber veriniz!” dedi. “En hayırlınız, kendisinden hayır umulan ve şerri dokunmayacağı hususunda emin olunandır; en şerliniz de kendisinden hayır ümit edilmeyen ve şerrinden de emin olunmayan kimsedir.” 703
“İki haslet vardır, bunlar kimde bulunursa Allah onu şükredici ve sabrediciler arasına kaydeder: Dinî konularda kendinden üstün olana bakıp, ona uymak. Dünyalıkta kendinden aşağı olana bakıp, Allah’ın kendine vermiş olduğu üstünlüğe hamdetmek. İşte böyle olan kimseyi Allah şükredici ve sabredici olarak yazar. Kim de din hususunda kendinden
693] Ahmed bin Hanbel, 4/148, 158
694] Rezin tahric etmiştir; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 16/317
695] Tirmizî, Birr 66 h. no: 2013
696] Ebû Dâvud, Edeb 11, h.no: 4810
697] Tirmizî, Birr 66, h.no: 2012; Müslim, İman 25, h.no: 17; Ebû Dâvud, Edeb 161, h. no: 5225
698] Nesâî, Zekât 72, h.no: 5, 82; Ebû Dâvud, Zekât 38, h.no: 1672
699] Tirmizî, Birr 55, h.no: 1988
700] Tirmizî, Birr 62, h.no: 2005
701] İbn Mâce, Zühd 31, h.no: 4259
702] Tirmizî, Zühd 22, h.no: 2331
703] Tirmizî, Fiten, 76, h.no: 2264
AHLÂK
- 167 -
aşağı olana bakar, dünyalıkta da kendinden üstün olana bakar ve elde edemediğine üzülürse Allah onu şükredici ve sabredici olarak yazmaz.” 704
Ukbe İbn Amir (radıyallahu anh) anlatıyor: “(Bir gün): “Ey Allah’ın Rasûlü! Kurtuluşumuz nasıl olacak?” diye sormuştum, şöyle cevap verdiler: “Dilini tut, evini genişlet, günahlarına da ağla!” 705
İmam Mâlik anlatıyor: “Bana ulaştığına göre, Lokman Hekim’e: “Sende gördüğümüz bu (meziyetin mahiyeti) nedir?” diye sormuşlardı. (Bununla onun faziletlerini kastetmişlerdi). Şu cevabı verdi: “Doğru sözlülük, emaneti yerine getirmek, beni ilgilendirmeyen şeyi terketmek. “Bir rivâyette şu ziyade gelmiştir: “Vaadime vefâkârlık etmek.” 706
“Kendisi ateşe haram edilen ve kendisine de ateşin haram kılındığı kimseyi size haber vermeyeyim mi? Ateş, (halka) her yakın olana, yumuşak huylu ve insanlara kolaylık gösterene haram kılınmıştır.” 707
“Kim şu üç şeyden berî olarak ölürse cennete girer: Kibir, gulûl (ganîmet/devlet malından çalma), borç.” 708
“Sakın sizden kimse kararsız olup da: ‘Ben insanlarla beraberim, eğer insanlar iyilik yaparsa ben de iyilik yaparım, kötülük yaparsa ben de kötülük yaparım’ demesin. Aksine, nefsinizi sâbit tutun, halka iyilik yaptı mı siz de iyilik yapın, kötülük yaparsa zulme yer vermeyin.” 709
“Kim halkın öfkesini dinlemeden/önemsemeden Allah’ın rızâsını ararsa insanların sıkıntısına karşı Allah kifâyet eder. Kim de Allah’ın öfkesini dinlemeden/önemsemeden halkın rızâsını/memnuniyetini ararsa, Allah onu insanlara havâle eder.” 710
“Ramazan girip çıktığı halde günahları affedilmemiş olan insanın burnu sürtülsün. Anne ve babasına veya bunlardan birine yetişip de onlar sâyesinde cennete girmeyen kimsenin de burnu sürtülsün. Ben yanında zikredildiğim zaman bana salât (salevat) okumayan kimsesinin de burnu sürtülsün!” 711
“Kim bana çeneleri ile bacakları arasındaki şeyler hususunda garanti verirse, ben de ona cennet hususunda garanti veririm.” 712
“Sizin hakkınızda en ziyade korktuğum şey, zenginlik hırsı ile karınlarınızın ve ferclerinizin (cinsel organlarınızın), şehvetleri bir de fitnelerin şaşırtmalarıdır.” 713
“Zânî bir kimse, zina yaptığı sırada mü’min olarak zinâ yapmaz, hırsız da çaldığı sırada mü’min olarak hırsızlık yapmaz. İçkici, içki içtiği sırada mü’min olduğu halde içki içmez. Hırsız, insanların, onun yüzünden gözlerini kendine kaldıracakları kadar
704] Tirmizî, Kıyâmet 59, h.no: 2514
705] Tirmizî, Zühd 61, h.no: 2408
706] Muvatta, Kelâm 17, h.no: 2, 990
707] Tirmizî, Kıyâmet 46, h.no: 2490
708] Tirmizî, Siyer 21, h.no: 1572, 1573
709] Tirmizî, Birr 63, h.no: 2008
710] Tirmizî, Zühd 65, h.no: 2416
711] Tirmizî, Deavât 110, h.no: 3539
712] Buhârî, Rikak 23, Hudûd 19; Tirmizî, Zühd 61, h.no: 2410
713] Ahmed İbn Hanbel, IV/420, 423
- 168 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nazarlarında kıymetli olan bir şeyi mü’min olarak çalmaz.” 714
“Kişi zinâ edince iman ondan çıkar ve başının üstünde bir bulut gibi muallak durur. Zinâdan çıkınca iman adama geri döner.” 715 (Tirmizî, şu ziyadede bulunmuştur: “Ebû Cafer el-Bâkır Muhammed İbn Ali’nin: “Bunda imandan çıkıp İslâm’a geçiş vardır” dediği rivâyet edilmiştir.”)
“Kim (başkalarının kusurlarını teşhir edip herkese) duyurursa, Allah da (onun kusurlarını) duyurur. Kim de riyâ yaparsa Allah da onun riyâsını ortaya çıkarır.” 716
“İnsanlara merhamet göstermeyen kimseye Allah da merhamet etmez.” 717
“Kim (bir müslümana) zarar verirse Allah da ona zarar verir. Kim de mü’mine meşakkat verirse, Allah da ona meşakkat verir. Kim de (bir müslüman) ile, nizâya, husûmete girerse Allah da onunla husûmete girer.” 718
“Kim, bile bile, yalan yere İslâm’dan başka bir din ile yemin ederse, bu kimse dediği gibidir. Kim kendisini bir şeyle öldürüp (intihar ederse) kıyâmet günü o şeyle azab verilir. Kişinin gücü dışında olan bir şey üzerine yaptığı nezir muteber değildir. Mü’mine lânet etmek onu öldürmek gibidir. Bir mü’mine küfür nisbet etmek onu öldürmek gibidir. Kim kendisini bir şeyle keserse kıyamet günü onunla kesilir. Kim malını çok göstermek için yalan bir iddiada bulunursa, Allah onun azlığını artırır.” 719
“Allah’a ve âhiret gününe inanan kimse ya hayır konuşsun ya da sussun.” 720
Tirmizî’nin İbn Ömer (r.a.)’den yaptığı diğer bir rivâyette, Rasûlullah: “Kim susarsa kurtulur” buyurmuştur.
“Kişinin mâlâyani şeyleri terki İslâm’ının güzelliğinden ileri gelir.” 721
“Allah’ın zikri dışında kelâmı çok yapmayın. Zira Allah’ın zikri dışında çok kelam, kalbe kasvet (katılık) verir. Şunu bilin ki, insanların Allah’a en uzak olanı kalbi katı olanlardır.” 722
“Âdemoğlunun, emr-i bi’lma’ruf veya nehy-i ani’lmünker veya Allah’ı zikredip (Allah’ı hatırlaması ve hatırlatması) hâriç bütün sözleri lehine değil, aleyhinedir.” 723
Ebû Saîdi’l-Hudrî (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) çadırdaki bâkire kızdan daha çok hayâ sahibi idi. Hoşlanmadığı bir şey görmüşse biz bunu yüzünden hemen anlardık.” 724
714] Buhârî, Mezâlim 30, Eşribe 1, Hudûd 1, 20; Müslim, İman 100, h.no: 57; Ebû Dâvud, Sünnet 16, h.no: 4689; Tirmizî, İman 11, h.no: 2627; Nesâî, Sârık 1, h.no: 8, 64
715] Ebû Dâvud, Sünnet 16, h.no: 4690; Tirmizî, İman 11, h.no: 2627
716] Buhârî, Rikak 36; Müslim, Zühd 48, h. no: 2987
717] Buhârî, Edeb 18; Tevhid 2; Müslim, Fezâil 66; Tirmizî, Birr 16, Zühd 48
718] Ebû Dâvud, Akdiye 31 h. no: 3635; Tirmizî, Birr 27, h. no: 1941; İbn Mâce, Ahkâm 17, h. no: 2342
719] Buhârî, Eymân 7, Cenâiz 84, Edeb 44, 73; Müslim, İman 176, h.no: 110; Tirmizî, İman 16, h.no: 2638; Ebû Dâvud, İman 9, h.no: 3257; Nesâî, Eymân 7, h.no: 7, 5, 6
720] Tirmizî, Kıyâmet 51, h. no: 2502
721] Tirmizî, Zühd 11, h.no: 2318, 2319; Muvatta, Hüsnü’l-Hulk 3, h.no: 2, 903
722] Tirmizî, Zühd 62, h.no: 2413
723] Tirmizî, Zühd 63, h.no: 2414
724] Buhârî, Edeb 77, Menâkıb 23; Müslim, Fedâilu’n-Nebi 67, h.no: 2320
AHLÂK
- 169 -
“Her bir dinin kendine has bir ahlâkı vardır. İslâm’ın ahlâkı hayadır.” 725
“Edebsizlik ve çirkin söz girdiği şeyi çirkinleştirir. Hayâ ise girdiği şeyi güzelleştirir.” 726
“Bana en sevgili olanınız, kıyâmet günü de bana mevkice en yakın bulunacak olanınız, ahlâkça en güzel olanlarınızdır. Bana en menfur olanınız, kıyâmet günü de mevkice benden en uzak bulunacak olanınız, gevezeler, boşboğazlar ve yüksekten atanlardır.” (Cemaatte bulunan bâzıları): “Ey Allah’ın Rasûlü! Yüksekten atanlar kimlerdir?” diye sordular. “Onlar mütekebbir (büyüklük taslayan) kimselerdir!” cevabını verdi. 727
“İyilik (birr), güzel ahlâktır. Günah da içini rahatsız eden ve başkasının muttalî olmasından korktuğun şeydir.” 728
“Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip istemedikçe (gerçek anlamda) iman etmiş olmaz.” 729
“Zâlim de olsa, mazlum da olsa mü’min kardeşine yardım et!” Bir adam: “Yâ Rasûlallah! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim; ama zâlimse nasıl yardım edebilirim, söyler misiniz?” dedi. Peygamberimiz: “Onu zulümden alıkoyar, zulmüne engel olursun. Şüphesiz ki bu ona yardım etmektir” buyurdu. 730
“Şeytan, Kıbleye dönen (mü’minlerin artık kendisine ibâdet etmesinden ümidini kesmiştir; fakat onları birbirine düşürmekte (hâlâ ümitlidir).” 731
“Nefsim yedinde olan Allah’a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayın.” 732
“Biriniz bir meclise gelince selâm versin. Kalkmak isteyince de selâm versin. Birinci selâm sonuncudan evlâ değildir (ikisi de aynı ölçüde önemlidir).” 733
“Âilene (onların bulunduğu evine) girdiğin zaman selâm ver ki, selâmın, hem senin üzerine hem de âile halkına bereket olsun!” 734
“Biriniz kardeşini (Allah için) seviyorsa ona sevdiğini söylesin.” 735
“Birbirinizle kinleşmeyin, hasetleşmeyin, birbirinizden yüz çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları kardeş olun...” 736
“Birbirinizle hasetleşmeyin. Almayacağınız bir malın fiyatını müşteri kızıştırmak için arttırmayın. Birbirinize kin ve nefret beslemeyin. Birbirinize darılıp yüz çevirmeyin. Birinizin satışı üzerine başka biriniz satış yapmasın. Ey Allah’ın kulları, böylelikle kardeş olun.
725] Muvatta, Hüsnü’l-Hulk 9, (2, 905); İbn Mâce, Zühd 17, h.no: 4181, 4182
726] Tirmizî, Birr 47, h.no: 1975; İbn Mâce, Zühd 17, h.no: 4185
727] Tirmizî, Birr 77, h.no: 2019
728] Müslim, Birr 15, h.no: 2553; Tirmizî, Zühd 52, h.no: 2390
729] Buhârî, İman 6, 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyâmet 59; Nesâî, İman 19, 33; İbn Mâce, Mukaddime 9
730] Buhârî, Mezâlim 4, İkrâh 6; Müslim, Birr 62; Tirmizî, Fiten 68
731] Tirmizî, Birr 25; Müslim, Münâfıkun 65
732] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66, İman 93, hadis no: 54
733] Tirmizî, İsti’zân 15, h. no: 2707; Ebû Dâvud, Edeb 150, h. no: 5208
734] Tirmizî, İsti’zân 10, h. no: 2699
735] Ebû Dâvud, Edeb 122, h. no: 5124; Tirmizî, Zühd 54, h. no: 2393
736] Buhârî, Edeb 57; Ferâiz 2; Müslim, Birr 23; Tirmizî, Birr 24
- 170 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulüm ve haksızlık yapmaz, yardımı kesmez ve onu hakir görmez. -Peygamberimiz üç defa göğsüne işaret ederek buyurdular ki- Takvâ buradadır. Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi, bir kimseye şer olarak yeter. Her müslümanın kanı, malı ve ırzı başka müslümana haramdır.” 737
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona hıyânet etmez, yalan söylemez ve yardımı terketmez. Her müslümanın, diğer müslümana ırzı, malı ve kanı haramdır. (Kalbini işaret ederek:) Takvâ buradadır. Bir kimseye şer olarak müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi yeter.” 738
“Sakın (sebepsiz, kötü) zanna yer vermeyin; zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin (gizli kusurları araştırmayın), rekabet etmeyin, hasetleşmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahrik etmez. Kişiye kötülük olarak, müslüman kardeşini hakir görmesi yeterlidir. Her müslümanın canı, malı, kanı ve ırzı diğer müslümanlara haramdır. Allah sizin sûret ve kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. Sakın ha, birbirinizin satışı üzerine satış yapmayın. Ey Allah’ın kulları kardeş olun. Bir müslümanın kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl olmaz.” 739
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. Kim kardeşinin ihtiyacını görürse, Allah da onun ihtiyacını görür. Kim bir müslümanın sıkıntısını giderirse Allah da o sebeple onu kıyâmet gününün sıkıntısından kurtarır. Kim bir müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah da o kimsenin ayıp ve kusurunu (kıyâmet gününde) örter.” 740
“Ashâbım, birbirinizle yardımlaşmayı kesmeyin, birbirinize buğz etmeyin, birbirinize hased etmeyin, birbirinizden yüz çevirip ayrılmayın. Ey Allah’ın kulları! Birbirinizle kardeş olun. Bir müslümanın din kardeşini üç günden fazla bırakması (küs durması) helâl değildir.” 741
“Sadece mü’minle arkadaşlık et. Senin yemeğini muttakî olan yesin.” 742
“Size oruç, namaz ve sadakanın derecesinden daha üstün olan şeyi haber vermeyeyim mi?” “Evet (Ey Allah’ın Rasûlü, söyleyin!)” dediler. “İnsanların arasını düzeltmektir. Çünkü insanların arasındaki bozukluk (dini) kazır.” Tirmizî’de şu ziyade gelmiştir: “Ben saçı kazır demiyorum, velâkin dini kazır (diyorum).” 743
“(Hiçbir kötülüğü olmasa dahi) kişinin, müslüman kardeşine hakaret etmesi kendisine (kötülük olarak) yeter. Her müslümanın diğerine kanı, malı ve namusu haramdır.” 744
737] Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57-58, 62; Müslim, Birr 30-32; Ebû Dâvud, Edeb 47; Tirmizî, Birr 24; İbn Mâce, Duâ 5
738] Tirmizî, Birr 18
739] Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34; Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Birr 18
740] Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58; Ebû Dâvud, Edeb 38, 46, 60, hadis no: 4893; Tirmizî, Hudûd 3, hadis no: 1426, Birr 19; İbn Mâce, Mukaddime 17; Benzer bir hadis için Bk. Müslim, Zikr 38, hadis no: 2699; Kütüb-i Sitte Terc. 10/149
741] Buhârî, Nikâh 45
742] Ebû Dâvud, Edeb 19, h. no: 4832; Tirmizî, Zühd 56, h. no: 2397
743] Ebû Dâvud, Edeb: 58, hadis no: 4919; Tirmizî, Kıyamet: 57, hadis no: 2511
744] Müslim, Birr 32; Ebû Dâvûd, Edeb
AHLÂK
- 171 -
“Bir mü’minin diğer mü’mine üç günden fazla küsmesi helâl değildir. Eğer üzerinden üç gün geçer de ona rastlarsa, ona selâm versin. Selâm verilen, selâma karşılık verirse sevapta ortak olurlar. Eğer selâma karşılık vermezse günah ona döner.” 745
“Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” 746
“Allah Tebâreke ve Teâlâ şöyle hükmetti: “Benim rızâm için birbirlerini sevenlere, benim için bir araya gelenlere, Benim için birbirlerini ziyaret edenlere ve Benim için birbirlerine harcayanlara sevgim vâcip olmuştur.” 747
“İman ipinin (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.” 748
“Üç konuda müslümanın kalbi kin tutmaz, hıyânet etmez: Amellerde ihlâs, devlet adamlarına nasihat, cemaatten ayrılmama” 749
“Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı beştir. Selâmını almak, hastalandığında ziyâretine gitmek, ölünce cenâzesine katılmak, dâvetine icâbet etmek, aksırınca ‘yerhamukelllah’ demek.” 750
“Sizin için korktuğum, dünyanın sizden öncekilerin önüne yayıldığı gibi, sizin önünüze de yayılıp onların birbirlerine karşı nefsâniyet güttükleri gibi sizin de birbirinize karşı nefsâniyet gütmeniz ve bu durumun onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesidir.” 751
“Birbirinize hediye verin ki, dostluğunuz artsın ve kalbinizdeki kin gitsin.” 752
“Sakın iyilikten hiçbir şeyi küçük görme, iyilik yap. İsterse mü’min kardeşini güler yüzle karşılama derecesinden hafif olsa bile.’’ 753
“Her iyilik bir sadakadır. Müslüman kardeşini gülümseyerek karşılaman ve kovandan onun kovasına su boşaltman da iyiliktendir.” 754
Bir sahâbi Peygamberimize ‘İslâm’ın hangi işi daha hayırlıdır?’ diye sordu. Buyurdu ki: “Yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığın herkese selâm vermendir.” 755
“Allah, kaba ve ağzı bozuk kişiyi kesinlikle sevmez.” 756
“Geçmiş peygamberlerin sözünden (hiç noksansız) insanların eriştiği haberlerden birisi de: ‘Utanmıyorsan dilediğini yap’ sözüdür.” 757
“Her ne halde olursan ol, Allah’tan kork, günahın arkasından sevabı ulaştır ki,
745] Ebû Dâvud, Edeb 55, h. no: 4912
746] Ebû Dâvud, hadis no: 4599
747] Muvatta, Şi’r 16, h. no: 2, 953, 954
748] Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr
749] İbn Mâce, Mukaddime, 18; Ebû Dâvud, İlim 10; Tirmizî, İlm 7; Ahmed bin Hanbel, 3/225
750] Buhârî, Cenâiz 2; Müslim, Selâm 4, h.b no: 2162; Ebû Dâvud, Edeb 98, h. no: 5030; Tirmizî, Edeb 1, h. no: 2738); Nesâî, Cenâiz 52, h. no:4, 52
751] Buhârî, 4/117
752] Muvatta, Husnü’l-Huluk 16
753] Müslim, Birr 144
754] Tirmizî, Birr 36
755] Ebû Dâvud, Edeb, hadis no: 5194; Buhârî, İman 6, 20
756] Bu hadis, hasen-sahihtir; Tirmizîi, Kitabu’l Birri Ve’s Sıla, B. 61, Hadis No: 2070
757] Buhârî, Kitabu’l Edeb, B.78, Hadis No.145 - İbn Mace, Kitabu’z Zühd, B.17, Hadis No: 4183
- 172 -
KUR’AN KAVRAMLARI
günahı silsin. İnsanlara güzel ahlâk ile muâmele et.” 758
“Kim din kardeşinin ırzını/nâmusunu onun gıyâbında müdâfaa ederse, Allah, kıyâmet günü onu cehennem ateşinden uzaklaştırır.” 759
“Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların zarar görmediği kimsedir. Muhâcir ise, Allah’ın yasakladığı şeylerden uzak duran kimsedir.” 760
“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden önce o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa, kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” 761
“(Ancak) Allah için seven, Allah için buğz eden/nefret duyan, Allah için veren ve Allah için sıkılık yapıp vermezlik yapan kişi imanını kemâle erdirmiş, olgunlaştırmıştır.” 762
“Kim Allah için tevâzu ederse Allah onu yükseltir. Kim de kibirlenirse Allah onu alçaltır. Kim Allah’ı çok zikreder/anarsa, Allah onu sever.” 763
“Allah Teâlâ buyuruyor ki: ‘Benim celalım adına birbirini sevenler var ya! Onlar için orada öyle minberler vardır ki, peygamberler ve şehidler bile onlara gıpta ederler.” 764
Ebû Hureyre’den (r.a.) rivâyet edilmiştir. O şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s.)’a bir adam geldi ve: ‘Yâ Rasûlallah! Bana açlık ve meşakkat isâbet etti (yani açlıktan dermansız kaldım)’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.), onu (doyurmak) için hanımlarına haber gönderdi. Fakat onların yanlarında hiçbir şey bulamadı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) : “... Bu gece şu adamı konuk edip yemek yedirecek bir adam yok mu ki, Allah, ona rahmet eylesin...” dedi. Ensar’dan bir zat, derhal ayağa kalktı: “Ben, yâ Rasûlallah!” diye cevap verdi. Sonra o adamı, alıp evine götürdü. Hanımına hitâben: “İşte Rasûlullah (s.a.s.)’ın konuğu. Ondan hiçbir şeyi tutup alıkoyma (konuğa ikram et)” diye tenbih etti. Kadın: “Vallahi, yanımda çocukların azığından başka birşey yok” dedi. Kocası: O halde çocuklar akşam yemeği yemek istedikleri vakit onları uyut, sonra gel, kandili söndür. Biz bu gece karınlarımızı dürelim (yani Rasûlullah’ın (s.a.s.) konuğu için biz, bu geceyi aç geçirelim)” dedi. Kadın kocasının dilediği işleri yaptı. Sonra o konuk, sabahleyin Rasûlullah’ın huzuruna vardı. Rasûlullah (s.a.s.): “... Andolsun ki, Aziz ve Celil olan Allah, bu gece falan erkek ve falane kadının işlerinden hayret etti -yahut güldü- Yani hayret uyandıracak şekilde râzı ve hoşnut oldu...” dedi. Aziz ve Celil Allah da, (onlar ve bütün Ensar hakkında) şunu indirdi: “... Kendileri fakirlik içinde bulunsalar dahi (muhâcirleri) öz nefislerine tercih ederler...” 765
Hz. Habib bin Ebi Sabit’den (r.a.) rivâyet edilmiştir: Yermuk (savaşı) günü, Hâris bin Hişam, İkrime bin Ebî Cehil ve Ayyaş bin Ebî Rebia, savaş alanında yara
758] Tirmizî, Birr ve’s-Sıla 54, Hadis No: 2053
759] Ahmed bin Hanbel, VI, 449-450
760] Buhârî, İman 4-5, Rikak 26; Müslim, İman 64-65; Ebû Dâvud, Cihad 2; Tirmizî, Kıyâmet 52, İman 12; Nesâî, İman 8, 9, 11
761] Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48
762] Et-Tâc, c. 5, s. 78
763] İbn Mâce, Zühd 16
764] Tirmizî, Zühd 53, hadis no: 2391; Kütüb-i Sitte Terc. 10/139
765] 59/Haşr, 9; Buhârî, Tefsir 409; Müslim, Eşribe 172, hadis no: 2054 -173-
AHLÂK
- 173 -
ala ala nihâyet yıkılıp can çekiştiler. Bu sırada Hâris bin Hişam su istedi. Askerlerden biri ona su götürürken, İkrime’nin ona baktığını gördü. Bunun üzerine sucuya: “İkrime’ye götür ver” dedi. İkrime de, suyu alırken, Ayyaş’ın kendisine baktığını görünce sucuya: “Götür Ayyaş’a ver” dedi. Fakat sucu, daha Ayyaş’ın yanına varmadan Ayyaş vefât etti. Bunu üzerine İkrime’ye döndü ve fakat daha ona ulaşmadan o da vefât ettiği için bu sefer Hâris’e döndü. Ona ulaştığında Hâris de son nefesini verdiği için her üçü de su içemeden vefât etmiş oldular. 766
“Kim, insanların kızması pahasına Allah’ı dost edinmekle O’nu râzı ederse Allah o kimseyi insanların nazarında yüceltir. Kim de Allah’ın gadabına rağmen insanları râzı ederse, artık onu Allah’ın azâbından hiçbir şekilde kurtarmak mümkün olmaz.” 767
“Ey diliyle inanıp iman kalbine inmeyenler topluluğu, müslümanları gıybet etmeyiniz. Onların ayıplarını araştırmayınız. Kim onların ayıplarını araştırırsa, Allah da onların ayıplarını araştırır. Allah kimin ayıbını araştırırsa, onun evinin içinde dahi ayıbını açar, perişan eder.” 768
“Eğer sen, insanların ayıplarını araştırmaya kalkışırsan, onları ifsad eder veya ifsad etmeye ramak kalırsın.” 769
“Kim bir ayıp görür de onu örterse, (Câhiliyye devrinde) toprağa diri diri gömülen kızları diriltmiş gibi olur.” 770
“Kim bir mü’mini, bir münâfığın şerrinden korursa, Allah ona bir melek gönderir. Kıyâmet gününde onun etini cehennem ateşinden korur. Kim bir müslümanı kötülemek isteyerek ona söz atarsa, söylediği sözü isâbet edip içinden çıkana kadar Allah, onu cehennem köprüsü üzerinde hapseder.” 771
“Kim, hürmeti düşecek, şerefinden noksanlık olacak bir yerde müslümana yardımcı olmaz, onu yalnız bırakırsa, Allah da yardımını istediği yerde onu yalnız bırakır. Kim şerefinden kaybedeceği, saygının azalacağı bir yerde müslümana yardımcı olursa, yardımını istediği yerde Allah, ona yardımcı olur.” 772
Hz. Âişe (r.anhâ), haber verip şöyle dedi: Bir kimse, Rasûlullah (s.a.s.)’ın huzuruna gelmek için izin istedi. Rasûlullah: “Ona izin verin. O, aşiretin ne kötü kardeşidir (yahut o, aşiretin ne kötü oğludur.” buyurdular. O kimse, Rasûlullah (s.a.s.)’ın yanına girince; Rasûlullah ona karşı yumuşak sözler söyledi. Ben: “Yâ Rasûlallah, biraz önce sen, onun için söylediğin o sözleri söyledin. Sonra da ona yumuşak kelâm ettin?” diyerek bunun sebebini sordum. Rasûlullah: “Yâ Âişe, insanların en şerlisi, çirkin hareketlerinden korunulması için insanların kendisini terk ettikleri yahut karşılaşmak istemeyip yalnız bıraktıkları kimsedir.” buyurdular. Not: İbn Battal’ın beyanına göre gelen kişi: Uyeyne b. Hısn El Ferazi’dir. 773
766] M.Yusuf Kandehlevî, Hayatu’s Sahabe, çev. Ahmet Meylani, İslâmi Neşriyat, Ank., TY, c. 1, s. 414; Kenzu’l Ummal, c. 5, s. 310 -Ebû Nuaym ve İbn Asâkir’den-
767] Tirmizî, Zühd 64
768] Ebû Dâvud, Edeb 40, hadis no: 4880; benzer rivâyetle, yakın bir mânâda: İbn Mâce, Hudûd 5, h. no: 2548; Tirmizî, Birri ve’s-Sıla 84, h. no: 2101
769] Ebû Dâvud, Edeb 44, hadis no:4888
770] Ebû Dâvud, Edeb 45, hadis no: 4891
771] Ebû Dâvud, Edeb 41, hadis no: 4883
772] Ebû Dâvud, Edeb 41, hadis no: 4884
773] Buhârî, Edeb, 83; Müslim, Birr ve’s-Sıla, 83; Tirmizî, Birr ve’s-Sıla, 58, hadis no: 2064
- 174 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Kardeşinle münakaşa etme, onunla (kırıcı şekilde) şaka yapma ve ona, yerine getiremeyeceğin vaadde bulunma!” 774
“Kardeşinin derdine sevinip gülme! Sonra Allah onu esirger de, senin başına verir.” 775
“Kim bir (din) kardeşini bir günahtan ötürü ayıplarsa, kendisi de o günahı işlemeden ölmez.” Ahmed bin Hanbel diyor ki: Şârihler, (bu hadisin şerhinde) “tevbe ettiği bir günahtan ötürü” dediler. 776
“Bir genç, ihtiyar bir kimseye yaşı sebebiyle ikramda bulunursa, Allah yaşlılığında ona ikram edecek kimseleri mutlaka takdir eder.” 777
“Küçüklerimize merhamet, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir.” Bir rivâyette şu ziyâde gelmiştir: “...Ma’rûfu emretmeyen, münkerden nehyetmeyen de bizden değildir.” 778
“Ölülerinizin iyiliklerini anın (hayırla yâd edin). Kötülüklerini (anmaktan) vazgeçin.” 779
“Ölülere sövmeyin. Çünkü onlar, önden göndermiş oldukları amellerinin karşılıklarına ulaşmışlardır.” 780
“Hasedden sakının, ateşin odunu veya otu yediği gibi, hased de iyi amelleri yer.” 781
“Sizden biriniz, yaratılış, mal ve evlât husûsunda kendisinden üstün kılınmış kimselere baktığı zaman (üzülmesin), hemen kendisinden aşağı (halli) kimselere baksın!” 782
“İki müslüman karşılaşıp musâfahada bulununca (tokalaşınca), ayrılmalarından önce (küçük günahları) mutlaka affedilir.” 783
“Musâfaha edin (tokalaşın) ki, kalplerdeki kin gitsin, hediyeleşin ki birbirinize sevgi doğsun ve aradaki düşmanlık bitsin.” 784
“Hasta ziyaretinde bulunan kimse, ziyaretten dönünceye kadar cennet meyveleri arasındadır.” 785
“Kim Allah rızâsı için bir arkadaşını ziyaret eder veya bir hastaya geçmiş olsun ziyaretinde bulunursa, bir münâdi ona şöyle nidâ eder: ‘Dünya ve âhirette hoş yaşayışa eresin. Bu gidişin de hoş oldu. Kendine cennette bir yer hazırladın.” 786
“Komşusu, zararlarından emin olmayan kimse cennete giremez.” 787
“Kim Allah’a ve âhirete inanıyorsa misafirine ikrâm etsin. Kim Allah’a ve âhirete
774] Bu hadis ğaribtir; Tirmizî, Birr ve’s-Sıla, 57, hadis no: 2063
775] Bu hadis, hasen ğaribtir; Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyame, 18, hadis no: 2621
776] Bu hadis, ğaribtir ve senedi muttasıl değildir; Tirmizi, Sıfatu’l-Kıyâme 17, hadis no: 2620
777] Tirmizî, Birr 75, h. no: 2023
778] Tirmizî, Birr 15, h. no: 1920
779] Ebû Dâvud, Edeb 50, hadis no: 4900
780] Buhârî, Cenâiz, 148 -98’inci ölülerin şerlilerini anmak bâbı-
781] Ebû Dâvud, Edeb 52, hadis no: 4903; İbn Mâce, Zühd 22, h. no: 4210
782] Buhârî, Rikaak 77; Müslim, Zühd ve’r-Rekaaik.8, h. no: 2963
783] Ebû Dâvud, Edeb 153, h. no: 5211, 5212; Tirmizî, İsti’zân 31, h. no: 2729
784] Muvatta, Husnü’l-Hulk 16, h. no: 2, 908
785] Müslim, Birr 40, h. no: 2568; Tirmizî, Cenâiz 2, h. no: 967
786] Tirmizî, Birr 67, h. no: 2009
787] Buhârî, Edeb 29; Müslim, İman 73, h. no: 46
AHLÂK
- 175 -
inanıyorsa komşusuna ihsanda (iyilikte) bulunsun. Kim Allah’a ve âhirete inanıyorsa hayır söylesin veya sükût etsin.” 788
“Size Ashâbımı, sonra da onların peşinden gelecekleri (sonra da bunların peşinden gelecekleri) tavsiye ediyorum. Daha sonra (gelenler arasında) yalan, öylesine yayılacak ki, kişi, kendisinden yemin taleb edilmediği halde yemin edecek, şâhidliği istenmediği halde şehâdette bulunacak. Haberiniz olsun, bir erkek bir kadınla baş başa kaldı mı onların üçüncüsü mutlaka şeytandır. Size cemaati tavsiye ederim. Ayrılıktan sakının. Zira şeytan, tek kalanla birlikte olur. İki kişiden uzak durur. Kim cennetin ortasını dilerse, cemaatten ayrılmasın. Kimi yaptığı hayır sevindirir ve kötülüğü de üzerse, işte o, mü’mindir.” 789
“Kim sevdiğini Allah için sever, buğz ettiğine Allah için buğz eder, verdiğine Allah için verir ve men ettiğini Allah için men ederse, iman kemâle erer.” 790
“Allah rızâsını dileyerek öfke yudumunu yutan bir kulun yudumundan sevabça daha büyük (ve faziletli) bir yudum Allah katında yoktur.” 791
“Müflis kimdir bilir misiniz?” Ashâb: “Bizim aramızda müflis, hiçbir dirhemi ve eşyası olmayan kimsedir, demişler. Bunun üzerine: “Gerçekten benim ümmetimden müflis, kıyâmet gününde namaz, oruç ve zekâtla gelecek olan kimsedir. Amma şuna sövmüş, buna zinâ isnâdında bulunmuş (fâhişe, namussuz demiş), şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş, diğerini de dövmüş olarak gelecektir. ve buna hasenâtından, şuna hasenâtından verilecektir. Şâyet dâvâsı görülmeden hasenâtı biterse, onların günahlarından alınacak, bunun üzerine yüklenecek, sonra cehenneme atılacaktır.” 792
“Enes (r.a.)’den rivâyet edilmiştir: O der ki: “Din üzerinde münâkaşa yapıyorduk ki, üzerimize Hz. Peygamber (s.a.s.) geldi. Bizi münâkaşa (mirâ) eder halde görünce, şimdiye kadar hiç görülmemiş derecede kızdı ve şöyle dedi: “Ey Muhammed’in ümmeti, nefislerinizi bu derece ateşlendirmeyin; siz bununla (din ve akîde konularında münâkaşa ile) mı emrolundunuz? Bundan nehyedilmediniz mi? Sizden öncekiler de sadece bu sebepten yok olmadılar mı? Hayrı az olduğu için mücâdeleyi terk edin. Münâkaşayı terk edin; zira münâkaşa, kardeşler arasına düşmanlık sokar. Münâkaşayı terk edin; zira fitnesinden emin olunmaz. Münâkaşayı terk edin; zira o, (zihinlerde) şüphe meydana getirir, amelleri yok eder. Münâkaşayı terk edin, zira mü’min (dinde) münâkaşa yapmaz. Münâkaşayı terk edin, zira münâkaşa yapanın haserâtı (zararı) tam olmuştur. Münâkaşayı terk edin, zira münâkaşada devam, günah için kâfidir. Münâkaşayı terk edin, zira o, Rabbim’in putlara tapmak ve şarap içmekten sonra beni nehyettiği ilk şeydir. Münâkaşayı terk edin, zira şeytan ibâdetten ümitsiz olduğu halde, aranıza fitne ve fesat sokmaktan ümitvârdır. İşte bu, dinde münâkaşadır. Münâkaşayı terk edin, zira İsrâiloğulları (bu yüzden) 71 fırkaya, hıristiyanlar 72 fırkaya ayrıldılar. Ümmetim ise 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunların bir kısmı (biri) hâriç, hepsi de dalâlet üzerindedir.” Bu kurtulan kısmın kimler olduğu sorulduğu zaman Rasûlullah şu cevabı verdi: “Benim yolum üzerinde olanlar, ashâbım, Allah’ın dini üzerinde mücâdele ve münâzaraya girmeyenler ve herhangi bir günah sebebiyle tevhid ehlinden birini tekfir etmeyenlerdir.” 793
788] Buhârî, Edeb 31, 85, Nikâh 80, Rikaak 23; Müslim, İman 74, h. no: 47; Ebû Dâvud, Edeb 132, h. no: 5154
789] İbn Mâce, Ahkâm 27, h. no: 2363; Tirmizî, Fiten 7, h. no: 2166
790] Ebû Dâvud, Sünnet 16, h. no: 4681; Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 22, h. no: 2642
791] Buhâri, EdEbû’l Müfred, B.640, no.1318; İbn Mâce, Zühd 18, h. no: 4189
792] Müslim, Birr ve’s-Sıla, 59 h. no: 2581
793] El-Âcurrî, eş-Şerîa, s. 55; T. Koçyiğit, Hadisçiler ve Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar,
- 176 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ahlâkî Örnek Olarak Hz. Peygamber (s.a.s.)
“Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için en güzel örnek” olan Hz. Muhammed (s.a.s.), rahmeti her şeyi kuşatmış olan Allah’ın tasdikiyle “yüce bir ahlâk” üzere yaşamıştır.
Ahlâkın özünü kişilik; kişiliğin özünü ise kendiliğinden, devamlı ve kuşatıcı olan kısmı teşkil eder. İzlenmesi gerekli yol olarak “sünnet” de içerdiği devamlılık ve kuşatıcılık ile Hz. Peygamber’in eşsiz ahlâkını şüphe ve yanlış anlamaya meydan vermeyecek şekilde insanlığın düşünme, ibret alma ve doğruyu bulma yeteneğinin istifadesine sunar. Muhtemel her yönü ve her türlü tezahürü ile hayatı bütünüyle kucaklayan istikamet, doğruluk ve adâlet; özü sözle, sözü de davranışla ayrılmaz bir vücut halinde birbirine nakşeden içtenlik ve samimiyet; düşünülen, söylenen ve yapılan her şeye güzellik ve insanilik damgasını vuran incelik, nezaket ve haya; her türlü iyiliğin özünü simgeleyen şefkat, merhamet ve muhabbet; her durum ve şartta insancalığı, insana yakışırlığı temsil eden hilm, cömertlik, sabır ve cesaret; kökü sağlam, dalları ise gökte olup her daim Rabbin izniyle yemişini veren iman ağacının özünü teşkil eden takvâ, itidal ve hakkaniyet; her türlü güzellik ve olgunluğun en güzel elbiseleri olan tevazu, sadelik ve vefâ... O’nun yüce ahlâkının ana çizgilerini oluşturur.
Yeme-içme, giyim-kuşam, istirahat ve eğlenme gibi tabi ihtiyaçlarını karşılamasında; ailesi , akrabaları, dostları ve düşmanları ile ilişkilerinde; duâ, ibâdet ve niyazında; tebliğ ve sohbetlerinde; geçimini teminine yönelik faaliyetlerinde; tebessüm ve vakarında; afiyet ve hastalığında; zenginlik ve fakirliğinde; savaşta düşmanla olan mücadelesi ile evinde çocuklarıyla olan muhabbetinde; vefât etmiş oğlu İbrahim’in bedenine damlayan gözyaşlarıyla şehid olmuş amcası Hz. Hamza’nın delik deşik edilip hunharca parçalanmış bedenine bakan gözlerinde... kısacası hayatının her an ve her aşamasında bütün bu yüce değerler olgunlaşma çabası altında kendilerini gösterir ve O’nun şahsiyetinin ayrılmaz parçaları haline gelirler.
Hayat, devamlı değişen ilişkiler bütünü olup bütün değişimleri ile bir süreci ifade eder. Ahlâkîse istikrarı, gelişimi ve olgunlaşması ile bu sürece kimliğini kazandıran, şahsiyetini verendir. Bu açıdan Peygamber Efendimizin detaylarıyla bilinen hayatına bakıldığında, bu hayata örnek şahsiyetini verenin, yüce değerlerin, dosdoğru yolun, insanca, insanın yaratılış amacına uygun yaşamanın İlâhî kelimelerle ifadesi olan Kur’ân-ı Kerim’in olduğu rahatlıkla görülür. Kendisine O’nu en iyi tanıyan kimselerden biri olarak “O’nun ahlâkı nasıl idi?” diye sorulduğunda, sevgili eşi Hz. Âişe’nin “O’’nun ahlâkı Kur’an idi.” şeklinde cevap vermiş olması bu açıdan çok önemlidir. Öncelikle yaratan ve emredip en güzeline hidâyeteden yüce Allah’ın “Yâsîn, hikmet dolu Kur’an hakkı için, sen şüphesiz gönderilenlerden (Rasûllerden)sin, dosdoğru yol üzerindesin.” 794 ; “Nûn. Kaleme ve yazdıklarına andolsun ki sen Rabbinin nimeti ile bir mecnun değilsin ve hiç şüphesiz senin için bitip tükenmeyen bir ecir vardır. Ve hiç şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin.”795 ve benzeri âyetler ile Peygamber Efendimizin bir yandan üstün ahlâkına bir yandan da s. 225-226) (Not: Bu hadis rivâyeti, Kütüb-i Sitte ve benzeri sahih hadis kitaplarında yer almaz, hadisin sıhhati bilinmemektedir.
794] 36/Yâsîn, 1-4
795] 68/Kalem, 1-4
AHLÂK
- 177 -
bu üstün ahlâkın İlâhî öğreti ile bağlantısına şahadeti; sonra da bu İlâhî şahadete selim akıl ve kalpleri ile doğru bilgi, tecrübe ve haberlere istinaden katılıp, bu hakikati tasdik eden nice insanların buna tanıklığı göstermektedir ki O, özü, sözü ve hareketi ile hayatının başından sonuna kadar her anına damgasını vuran ahlâkı ile İlâhî öğreti Kur’ân-ı Kerim rehberliğinde insanî olgunluk ve kemale ulaşarak âlemlere rahmet olmuş; olgunluk ve kemali gaye edinenlere de en güzel örnek olarak Allah’ın kulu ve elçisi olmanın gereğini yerine getirmiş; “yaratan Rabbinin adıyla” okumanın anlamını, şeklini ve beşeri düzlemdeki fonksiyonunu bütün insanlığa göstermiştir. Dolayısıyla O’nun eşsiz ahlâkını tetkik, insanı, Kur’an rehberliğinde yaşanmış bir olgunluğun, kemalin kıyısına götürmekte; insana, hayatı hayat olarak bütün karmaşıklığı içinde bütünlüğü ile anlama, tatma ve yaşama imkânı vermektedir. Zaten O’nu âlemlere rahmet ve insanlığa güzel örnek yapan da işte bu kuşatıcılık ile bütünlüğüdür; insanca yaşamanın eşsiz rehberi Kur’ân-ı Kerim’i özü, sözü ve davranışı; ailesi, topluluğu ve devleti ile hayata yansıtmış olmasıdır.
İnsan yaşamının üzerinde gerçekleştiği yeryüzü nice başarılara şahitlik etmiş; insan elinde çiçeklenen nice güzelliklerin tanığı olmuştur. Ancak bütün bu güzellik ve başarıların tek bir insanın şahsiyetinde Hakk’a ve hakikate şahitlik ettiği pek görülmemiştir. İşte Peygamber Efendimizi ve O’nun eşsiz ahlâkını mümtaz kılan, hayatın muhtelif yönlerinde ortaya konulan çeşitli başarıların sahibi olan diğer insanlardan ayırıp da O’nu tüm olgunluk ve kemalin numunesi haline getiren husus bu kuşatıcılığı ile bütünlüğüdür. Bu durumda insana ait yaşamın her anı ve her safhası için O’nun asil hayatı ve güzel ahlâkında olması gereken, olgunluk ve kemale işaret eden bir örneklik vardır.
“Muhammedî Risâlet” adlı eserinde Allâme Seyyid Süleyman en-Nedvî bu hususu şu güzel cümleleri ile ifade eder: “...eğer zengin ve varlıklı bir insan isen, Rasûlullah’ın Hicaz’la Şam arasında eşya taşıdığı ve Bahreyn’in hazinelerine sahip olduğu zamanı hatırla! Ve sen de O’nun gibi hareket et. Eğer fakir ve yoksul isen Rasûl-i Ekrem’in EbûTalib mahallesinde mahsur kaldığı, vatanını ve bütün mülkünü terk ederek Mekke’den Medine’ye hicret ettiği zamanı düşün. Eğer hükümdar isen O’nun Arapların idaresini ele geçirdiği, her tarafa hakim olduğu, ileri gelenlerin, şan ve şeref sahiplerinin O’na itaat ettiği zamanı hatırla. Eğer zayıf ve kimsesiz isen Rasûlullah’ın Mekke’de yaşadıklarını hatırla! O’nda senin için güzel bir örnek vardır... Eğer fatih ve muzaffer bir hükümdar isen Bedir’de, Huneyn ve Mekke’de düşmana galip geldiği günlere bakarak Peygamber Efendimizin hayatından ibret al. Eğer mağlup olmuşsan Uhud harbinde Rasûlullah’ın şehid ve ağır yaralı ashâbı arasındaki halini düşün. Eğer öğretmen isen mescidin sofasında ashâbına nasıl öğretmenlik yaptığını hatırla! Eğer öğrenci isen Cebrail’in huzurunda nasıl diz çöküp hidâyetistediğini düşün. Eğer nasihat eden bir vaiz, emin bir mürşit isen Mescid-i Nebevi’de bir kütük üzerinde vaaz eden Rasûlullah’a kulak ver. Eğer hiçbir yardımcın olmadığı halde hakkı ayakta tutmak, iyiliği haykırmak istiyorsan Mekke’deki zayıf haline rağmen Peygamber Efendimizin hakkı açıkça ilan ettiği zamanı hatırla. Eğer düşmanını yenersen, Rasûlullah’ın Mekke’yi fethettiği günü hatırla. Hakem ya da hakim isen, İslâm güneşi doğmadan önce, Kureyş reisleri birbirine girmek üzereyken Rasûlullah’ın Hacer-i Esved’i yerine koymak için verdiği hükme bir göz at. Sonra gözünü çevir ve bir daha bak: Rasûlullah’ın Medine mescidinin avlusunda insanlar arasında
- 178 -
KUR’AN KAVRAMLARI
adâletle hüküm verdiği zamanı düşün... Hülâsa her ne olursan ol, ne işle uğraşırsan uğraş, yaşadığın müddetçe, günün her saatinde Rasûlullah’ın hayatında senin için güzel bir hidâyet, hayat karanlıklarını aydınlatan güzel bir misal vardır. Böylece işlerin düzelir, sıkıntıların sona erer... O’nun hayatı bütün insanlık için hayatın her safhasında örnekti. O’nun hayatı aydınlanmak isteyenler için bir nur, hidâyete ermek isteyenler için bir kandil, doğru yolu bulmak isteyenler için de bir rehberdi.”
Peygamber Efendimizi herhangi bir şekilde görebilmek, O’nunla herhangi bir şekilde hayatın bir anını paylaşabilmek ya da onunla ilgili güvenilir bir eseri okuyabilmek, bir şekilde ona ulaşabilmek, görüp duyabilme ve görüp duyduklarını gereğince değerlendirebilme imkanına sahip bir insan için onun şahsiyet ve ahlâkının güzelliği ve eşsizliğini idrak noktasında yeterlidir. Onu gereğince takdir edebilmek ve onun bu güzellik ve eşsizliğinden yeterince istifade edebilmek ise insanın taşıdığı “sorumluluk” endişesiyle bağlantılı olarak onu, Allah elçisi ve dolayısıyla hakikatin (kitap ve hikmetin) öğreticisi, açıklayıcısı; olgunluk ve kemalin eğitimcisi olarak görebilmek ve değerlendirebilmekle; hiçbir istisnaya yer vermeksizin hayatın bütününü onun evrensel örnekliğine açabilmekle mümkündür. Bu durumda meramı ifâde için şu âyet yeterli olacaktır: “Andolsun ki Allah’ın Rasûlünde sizler için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için elbette pek güzel bir örnek vardır.” 796
Yakınları, dostları ve kendisini görenler tanıklık ederler ki Rasûl-i Ekrem’in mübârek cismi baştan aşağı kusursuz, bütün azası birbirine uygun, alnı, göğsü ve iki omuzlarının arası ve avuçları geniş; boynu uzun ve düzgün; omuzları, pazuları, baldırları iri ve kalın; bilekleri uzun, parmakları uzunca, elleri ve parmakları kalınca idi. Karnı, göğsü ile beraber olup şişman değildi. Ayaklarının altı çukurdu, düz değildi. Uzuna yakın orta boylu, iri kemikli, güçlü kuvvetli idi. Cildi ipekten yumuşak, başları orta büyüklükte, kaşları hilal, çekme burunlu, az değirmi (yuvarlak) çehreli idi. Kirpikleri uzun, gözleri kara ve güzeldi. İki kaşının arası açık, fakat kaşları birbirine yakındı. Çatık kaşlı değildi. İki kaşının arasında bir damar vardı ki hiddetlendiğinde kabarıp görünürdü. Yüzü âdeta pembe beyazdı. Yani ne kireç gibi beyaz ne de kara yağız, esmer idi. İkisi ortası gül gibi kırmızıya dönük, beyaz ve berrak olup yüzünde nur gibi bir parıltı vardı. Dişleri inci gibi beyaz ve parlak olup hafifçe seyrekti. Konuştuğu ve tebessüm ettiği vakit beliriverirdi. Saçları ne pek kıvırcık ne de pek düzdü. Uzadığı zaman kulaklarının memelerini geçerdi. Sakalı sıktı fakat uzun değildi. Bir tutamdan fazlasını keserdi. Vefâtlarında saçı sakalı henüz ağarmaya başlamıştı. Başında pek az, sakalında yirmi kadar beyaz kıl vardı. Vücudu tertemizdi. Koku sürsün, sürünmesin teni ve teri en güzel kokulardan daha güzel kokardı... Haline hüzün ve tefekkür, bakışlarına da netlik ve derinlik hakimdi. Çoğu zaman sükut eder ancak gerektiğinde konuşurdu. Konuştuğunda ağır ağır, tane tane konuşur; önemli yerleri tekrar ederdi. Sevgi ve sevincini tebessümle ifade eder; yüz rengi ve hatları, haline delalet ederdi. Yürüdüklerinde ayaklarını kuvvetle kaldırır, vakar ve sükunetle çabuk ve uzun adımlarla, sanki yüksekten iner gibi yürürlerdi. Bir şeye yönelmek istediklerinde sadece başlarıyla değil bütün vücutlarıyla döner, sebepsiz hiçbir tarafa bakmazlardı. Temiz, düzenli ve sağlıklı idiler. Ağırbaşlı, vakur, canayakın, sıcak, samimi ve ilgili idiler...
796] 33/Ahzâb, 21
AHLÂK
- 179 -
Peygamberimizin dış görünüşü ve tabii özellikleri, iç ahlâkı ve iç dünyasını aksettirmektedir. Bu meyanda yapılan tarifler, nihâyetinde samimiyeti, içtenliği, sevecenliği, güvenilirliği, dürüstlüğü, bilinçliliği, dinginliği... ile noktalanmaktadır. Yüzünün parlaklığı, yürüyüşünün eminliği, yönelişinin tamlığı bu açıdan değerlendirilirse bu açıkça görülecektir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de birçok yerde797 Yüce Allah “sîmâ”yı “iç”i tanıtan, ahlâkı gösteren bir alâmet olarak değerlendirmiştir. İbn-i Abbas’ın: “İyiliklerin yüzlerde bir parlaklığı, kalpte bir nuru, bedende bir kuvveti, rızıkta bir genişliği ve gönüllerde bir sevgisi vardır. Kötülüklerin de yüzlerde bir sevimsizliği vardır.” sözü ile, Hz. Osman’ın “Kişinin işlediği her bir amelin elbisesi kendisine giydirilir. Hayır ise hayır; şer ise şer...” sözleri de bunu göstermektedir. Bu durumda, Medine dışında konaklamış bir kervandan, pazarlık etmeksizin söylenen fiyat ile kırmızı bir deveyi alıp, yularından çekerek şehre doğru yürüdüğünde Hz. Peygamber’in arkasından olayı değerlendirerek tanımadıkları bir kimseye bu şekilde karşılığını peşin olarak almaksızın deveyi vermiş olmalarından hayıflanan kervan ehline “rahat olun! bundan daha temiz ve daha nurlu başka bir insan görmedik” şeklinde görüş bildiren o kadının, ya da vefâtı sonrasında, hücre-i saâdetine girip de peygamberimizin yüzünü açıp alnını öptüğünde “Ah! Hayatında olduğun gibi ölümünde de güzelsin.” diyerek duygularını ifadeye çalışan Hz. Ebûbekir’in bu samimi sözlerini ve de neden onu ansızın görenlerin heybetinden heyecana kapıldıklarını, görüp tanıyanların ise onu o derece sevdiklerini daha iyi anlayabiliyoruz.
Rasûl-i Ekrem’in şahsiyetinde, “yaratan Rabbin adıyla okuma...” ve “emredildiği şekilde istikamet üzere olma” çaba ve gayretinin yeri ve etkisi âşikârdır. Kendisine gelen ilk vahyin “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı alaktan yarattı. Oku! Kâlem ile öğreten, insana bilmediğini öğreten Rabbin ne büyük kerem sahibidir.” âyetlerinden oluşmuş olması; yaşlılık emareleri üzerinde belirdiğinde, halini soran ashâbına “Beni, Hûd sûresi ihtiyarlattı.” şeklinde cevap vermiş olması buna işaret etmekte olup, mezkûr sûrede Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O halde sen, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Ve aşırı gitmeyin. Çünkü O, her ne yaparsanız onu hakkıyla görendir.” 798
İnsan, bir münasebetler sentezidir. Her insan bir ilişkiler bütünü içerisinde yaratılır ve şahsiyetini, kişiliğini, ahlâkını bu bütün içerisindeki tavrı ve rolü ile ortaya koyar. Yüce Allah’ın “birleştirilmesi emredilen” olarak ifade ettiği bu ilişkiler bütününü muhafaza edebilmenin yolu olan yaratana kulluk, yaratılana da şefkat, merhamet ve adâletin, emrolunduğu üzere dosdoğru şekilde yerine getirilmesinin zorluğu ve zor olduğu kadar da insani olgunluğa ulaşabilmedeki önem ve rolü tartışmasızdır. İşte bizler Rasûl-i Ekrem’in eşsiz ahlâkında, özünde, sözünde ve davranışlarında ve hatta ağaran saç ve sakallarında hep bu “emrolunduğu gibi dosdoğru olma” endişesi ve gayretini görmekteyiz. O, Allah Teâlâ ile olan ilişkisinde, iç dünyasında, evinde, ailesi ve akrabası ile olan münâsebetinde; dostlarına, tanıdık tanımadık bütün insanlara karşı olan tavırlarında; istirahatinde, ticaretinde, savaşta ve savaş sonrası ganimet taksiminde; mescitte imamlıkta, en önde liderlikte, hayatı ve vefâtında hep bu endişeyi taşımış, olanca gayretini buna sarfetmişti. O, durumunu şöyle ifâde ediyordu: “Rabbim beni ne güzel terbiye etti.”; “Ben ancak ahlâkî faziletleri tamamlamak üzere
797] 2/Bakara, 173, 7/A’râf, 46-48, 47/Muhammed, 30, 48/Fetih, 29 ve 55/Rahmân, 41
798] 11/Hûd, 112
- 180 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gönderildim.” O halde, Rasûlullah’ın ahlâkını tanımak, onu, içerisinde bulunduğu ilişkiler bütünü ile tanımakla mümkün olacaktır. Bu yapıldığında ise onun ahlâkî yüceliğinin temelinde bu ilişkiler bütününü hayranlık verecek şekilde, biç birini ihmal etmeksizin muhafaza etmiş olmasının; birleştirilmesi emrolunan her şeyi hayatı ile birleştirmiş olmasının bulunduğu görülecektir.
Ahlâkî faziletlerin başında “adâlet” ve “ihsân” gelir ki her iki kavram da nihâyetinde “her şeyi yerli yerine koyma”yı ve “yapılması gerekeni layıkı ile yapma”yı ifade eder. Nitekim Yüce Allah: “Muhakkak ki Allah adâleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emreder; çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye sizlere öğüt verir.”799 buyurur. Rasûl-i Ekrem, hayatı boyunca her şeye gereken değeri gerektiği kadarı ile vermiş; ihmalkârlık, duyarsızlık ve aşırılık onun hayatında kendine bir yer bulamamıştır. Bir insanın ihmal ve dengesizliğe meydan vermeksizin, hiçbir aşırılığa düşmeksizin, hayatın her bir yönünde davranmış olması ve bu denge ve istikrarı hayatın hem yatay hem de dikey boyutunda muhafaza etmiş olması elbette olgunluk ve kemalin zirvesidir. Beşer olması peygamberliğine bir nakısa getirmemiştir. Peygamberliği ona ailesini, dostlarını unutturmamıştı. Allah’a olan bağlılığı ve deruni duyguları onu dünyadan el etek çekmeye yöneltmemişti. Liderliği, komutanlığı, hakimliği onu hastaları ziyaretten, fakirlerle sohbetten men etmemişti. Mekke’deki hayatı ile Medine’deki hayatı arasında yaşananlar ve sahip olunan imkanlar çok farklı da olsalar duruş bakımından hiçbir farklılık olmamıştır.
Adâlet ve ihsan onun hayatının her demini kuşatmıştı. Gençliğinde toplumda el-Emin olarak tanınır ve bilinirdi. Ticaret hayatındaki dürüstlüğü takdir edilir, insanlar arası anlaşmazlıklardaki hakemliği makbul görülürdü. “Doğruluk iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Yalan kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür” der, doğruluğu imanın gereği; yalanı, emanete ihaneti ve verilen sözlerde durmamayı nifak alameti sayardı. Doğruluk hassasiyeti o derecede idi ki şaka bile olsa ondan tâviz vermezdi. “şaka yapar mısınız?” diye sorulduğunda “evet, ama doğru sözden başkasını söylemem” demişti. Onun bu özelliğini düşmanları bile bilir, onu öldürmek için ellerinden geleni yaptıkları halde kıymetli eşyalarını ona emanet etmekten çekinmezlerdi. Mekke’den Medine’ye hicretinde yatağına yatırıp geride bıraktığı Hz. Ali’ye her emaneti sahibine vermesini tembihlemişti.
En zor durumlar bile onu verdiği söze bağlılıktan vazgeçiremezdi. Hiçbir menfaat ona, bu konuda geri adım attıramazdı. Mekke’den Medine’ye gelirken müşriklere yakalanan ve kendilerine karşı savaşmamak şartıyla serbest bırakılıp Bedir savaşı öncesi Hz. Peygamber’e kavuşan Huzeyfe el-Yeman ve bir arkadaşı, olayı Rasûl-i Ekrem’e anlattığında sayılarının azlığı, adama olan ihtiyaçlarının şiddetine rağmen onlara savaşa katılamayacaklarını ifade ile “siz geriye dönün, her hâl u kârda sözünüze riâyet edeceğiz. Bizim sadece Allah’ın yardımına ihtiyacımız var” demişti. Hudeybiye’de müşrikler ile yapılan anlaşmanın şartlarından biri de Mekke’den müslüman olarak Medine’ye gidecek olan kimselerin, talep edilmesi durumunda Mekkelilere geri verilmesi idi. Daha antlaşma henüz imzalanmış iken EbûCendel, elleri zincirli bir halde, hapsedildiği zindandan kaçarak müslümanların bulunduğu yere gelmişti. O esnada orada bulunup, anlaşmayı yapmış olan müşrik Süheyl Bin Amr, antlaşmanın derhal tatbikini talep ile kaçağın
799] 16/Nahl, 90
AHLÂK
- 181 -
kendisine teslimini istediğinde bu durum müslümanların ağırına gitmişti. Rasûl-i Ekrem ise inananların selamet ve kurtuluşuna olanca düşkünlüğüne rağmen “Ey Ebû Cendel, sabret! Biz ahdimizden dönemeyiz. İnşâallah Allah sana yakında bir yol açacaktır!” demişti. Ne ahde bağlılıktan tâviz vermiş ne de Ebû Cendel’i ihmal etmişti. Sözde durmayı, ahde bağlılığı kul olmanın gereği olarak görmüş; işin sonucunu Allah’a havâle etmiş, O’na güvenip dayanmıştı.
“Helâl rızık kazanmak için çalışmanın mecburi bir görev” olduğunu; en hayırlı kazancın da el emeği ve meşrûticaret vasıtasıyla sağlanan kazanç olduğunu söyler; satarken ve satın alırken kolaylık gösterene Allah’ın rahmetini müjdeler, doğru ve güvenilir tacirlerin peygamber ve şehidlerle beraber olacaklarını ilan ederdi. Bazen pazarları gezer, satıcıların mallarını kontrol eder ve “bizi aldatan bizden değildir” derdi. Kendisi de bilfiil ticaretle uğraşmış, kanaati, dürüstlüğü ve vefâsı ile tanınmıştı. Bazen borçlanır, borçlarını vaktinde ve en güzel şekilde öderdi. Hakka riâyete önem verir, her hak sahibine hakkının mutlaka verilmesinde ısrar ederdi. “Hak sahibinin söze hakkı vardır” diyerek hakkın üstünlüğünü ilan ederdi. Hiçbir olayın hakkı zayi etmesine müsâade etmezdi. Yahudi alacaklısı, alacağını talep üzere gelip de elbisesini çekerek, yakasından tutarak “Siz Abdulmuttaliboğulları hep borcunuzu uzatırsınız” gibi kaba sözler söylediğinde, Hz. Ömer sinirlenerek sert bir şekilde karşılık vermişti. Rasûl-i Ekrem ise olup biteni tebessümle karşılamış ve Hz. Ömer’e “Ey Ömer! Ben ve o, senden bunun dışında bir söz duymaya çok daha muhtaç idik. Bana borcumu güzelce ödemeyi, ona da alacağını güzelce istemeyi tavsiye etmeliydin, vâdenin dolmasına daha üç gün vardı” diyerek fazlasıyla ödenmesini sağlamıştı. Bu olay, yahudinin müslüman olmasına vesile olmuştu.
Bir defasında kestiği hayvanın etini satan bir bedeviden, evde var zannettiği hurma karşılığında bir miktar et almış; eve geldiğinde ise hurma kalmadığını görmüştü. Derhal çarşıya gelerek bedeviyi bulmuş “senden hurma karşılığında et almıştım fakat ne yazık ki hurmam kalmamış” diyerek durumu izah etmişti. Aldatıldığını düşünen bedevi bağırıp çağırmış, Rasûl-i Ekrem ise onu susturmaya çalışanlara “siz müdahale etmeyiniz zira bedevinin hakkı var” diyerek tekrar meseleyi anlatmaya çalışmış ama bedevi söylenmeyi bırakmamıştı. Bunun üzerine Peygamberimiz bedeviyi, Ensar’dan bir kadına havâle ederek etinin karşılığı olan hurmaları almasını sağlamış, bedevî de Rasl-i Ekrem’in sabır ve müsamahakârlığından duygulanarak “Muhammed! Cenâb-ı Hak sana ecir ve mükâfatını versin, sen bana hakkımı hem de fazlasıyla verdin” demişti. Hakka riâyetve en güzeliyle karşılık vermek onun ahlâkının en önemli esaslarındandı. O, “borçlarını daha iyi, daha mükemmel bir şekilde ödeyenler faziletli kimselerdir” der, aldığı borçları fazlasıyla geri öderdi.
Adâlete riâyet, kişinin kendisi, anne babası ve yakınlarının aleyhine de olsa âdil olabilmeyi; muhataba duyulan kin ve nefret duygularının adâletsizlik ve aşırılık yönündeki baskılarına direnebilmeyi gerektirir. Üst tabakada hırsızlık yapmış bir kadın için aracılıkta bulunulduğunda “İsrailoğulları işte bu yüzden helak olmuştur. Onlar, kanunları fakirlere uygular, zenginleri ise affederlerdi. Allah’a yemin ederim ki eğer Muhammed’in kızı Fatıma hırsızlık yapsaydı onun da elini keserdim” diyerek her türlü iltiması reddeden, buna karşılık suçun tesbiti ve cezanın terettübü için kılı kırk yaran Rasûl-i Ekrem, bu tarafsız adâlet ve hakkaniyetin emsalsiz temsilcisidir. Onun bu eşsiz özelliğidir, yahudilerin bile
- 182 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlaşmazlıklarını ona götürmesine sebep olan.
Rasûlullah, Hz. Ali’ye şöyle nasihat etmişti: “Sana iki kişi muhakeme için geldiğinde ikisini de dinlemeden sakın karar verme! Zira ancak her ikisini de dinlediğinde doğruyu bulabilirsin.” Hz. Ali, bu nasihat sayesinde davalarda zorluk çekmediğini, kolaylıkla doğruya ulaşabildiğini söylerdi. Rasûl-i Ekrem, âdil liderlerin kıyâmet gününde Allah’a en yakın kimseler olacaklarını, zâlimlerin ise en uzak olacaklarını; fakir, yoksul ve muhtaç kimselere kapısını kapatan hakimlere Allah’ın da kapısını kapatacağını söylerdi. Bir savaş sonrası ganimetleri taksim ederken “bu taksim Allah rızâsı için yapılmıyor” şeklindeki bir ifadeyle karşılaştığında “ben âdil olmazsam kim âdil olur?” diyerek mukabelede bulunmuştu. Kalabalık içerisinde üzerine yüklenen birisini, elindeki ince değnekle uyarmak istediğinde kazara o kimsenin ağzı çizilmişti. Peygamberimiz bu durumda, o kimseden aynısını kendisine yapmasını istemişti. Adâlet hususundaki hassasiyeti, hakkaniyete riâyeti ile tamamlanıyordu.
Onun adâleti sert, kaba ve kırıcı değil, bilakis yapıcı, onarıcı ve ıslah edici idi. Adâlete bağlılık ile geçen güzel ömrünün sonunda ölüm döşeğinde iken halka hitaben “birisine bir borcum varsa veya birini kırdıysam yahut birinin mal veya şerefine bir zarar verdiysem işte şahsım, işte şerefim, işte mâlim mülküm! Benden karşılığını bu dünyada alsın” demiş, onun bu sözleri sükunet ile karşılanmış, ancak bir adam Rasûl-i Ekrem’den birkaç dirhem alacağı olduğunu söylemiş ve parasını almıştı. Ne mutlu, adâlete riâyetle zulmün zerresine bile bulaşmadan ömür sürmüş olanlara!
Adâletten her ayrılış, zulme doğru atılan bir adımı ifade eder. “Muhakkak ki şirk elbette pek büyük bir zulümdür”800 âyetinin de işaret ettiği üzere, adâlete en uzak nokta şirk; adâletin özü de her türlü erdem ve iyiliğin bayrağı tevhiddir. Dolayısıyla yaratana kulluk peygamberimizin ahlâkının özünü teşkil eder ki, hayatı bunun en güzel şahididir. Hayatın yatay ve dikey boyutundaki her türlü kemale ait istikrar ve sebatının temelinde de bu sağlam bağlılık yatar. “şükreden bir kul olabilmek” onun her türlü düşünce, söz ve eyleminin saiki idi. Gece boyu namaz kılmaktan ayakları morardığında “Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladı. Niçin böyle yapıyorsunuz? diye soran Hz. Âişe’ye: “Şükreden bir kul olmayayım mı?” diyerek cevap vermişti.
Allah’ın dinine dâvetettiği Tâifliler kendisine horlama, aşağılama hatta taşlama ile mukabelede bulunmuş, o ise teselliyi Rabbine münâcaatta bularak, O’na olan bağlılık ve sevgisini “senden gelen her şeye ben râzıyım, yeter ki bana gazap etmiş olma...” şeklindeki duygu yüklü sözleriyle ifadeye çalışmıştı. Birçok vesile ile ashâbına “içinizde Allah’tan en çok korkanınız benim” demişti. Bu hayatının her ânı için geçerliydi. Bir defasında bütün gece boyunca Kur’ân-ı Kerim’de Hz. İsa’nın duâsı olarak geçen “eğer onlara azap edersen elbette onlar Senin kullarındır. Şâyet onları bağışlarsan elbette Sen yegâne izzet ve hikmet sahibi olansın”801 âyetini tekrar edip durmuştu.
Allah’ı zikir ve O’nu tesbih her ânını kuşatmıştı. Devamlı Kur’an okur, hatta başkalarının da okumasını ister, onu başkalarından dinlemeyi çok sevdiğini
800] 31/Lokman, 13
801] 5/Mâide, 118
AHLÂK
- 183 -
söylerdi. Özü, sözü ve davranışı ile Kur’an’ı hayata yansıtmak, her anının en büyük hedefiydi. “Gözümün aydınlığı namazdır” der, her vesilede namaz kılmayı arzulardı. “Haydi Bilal! Kalk, kamet getir de bizi rahatlat, bizi huzura kavuştur” derdi. Bu, O’nun için bütün dünya güzelliklerinin üstünde idi. Hz. Enes, “Rasûlullah’ı gecenin hiç ihtimal vermediğiniz bir anında namaz kılarken, yine hiç ummadığınız bir anında da uyurken görebilirsiniz” demektedir. Bazen o kadar oruç tutardı ki hiç orucu bırakmayacağı zannedilir; bazen de oruca o kadar ara verirdi ki artık daha oruç tutmayacak denilirdi.
Allah’a olan bağlılığı, ibâdete olan düşkünlüğü had safhada olmakla birlikte bu, onu dünyadan ve insanlardan uzaklaştırmaya sevk etmemiş, bilakis itidali sâyesinde ihsan üzere bütün sorumluluklarını yerine getirmesinde en önemli etken olmuştur. “En hayırlı amel, az da olsa devamlı olandır” der, dinde aşırılık ile insanın bir yere varamayacağı ihtarı ile arkadaşlarına itidal üzere yaşamayı tavsiye ederdi. Sadece ibâdette değil yeme-içme, giyim-kuşam, dostluk-düşmanlık gibi hayatın her yönünde aşırılıklardan korunmada ısrar ederdi. Acıkmadan yememek, yediğinde ise iyice doymadan sofradan kalkmak, O’nun âdeti idi. Bir seferinde her gün oruç tutmak, her geceyi namaz ile ihya etmek ve evlenmemek üzere anlaşan arkadaşlarını “İçinizde Allah’tan en çok korkanınız ve O’na karşı sorumluluklarını en fazla bileniniz olduğum halde bazı günler oruç tutarım, bazı günler ise tutmam. Aynı şekilde geceleri bazen uyur bazen de namaz kılarım, kadınlarla da evlenirim” diyerek itidâle yönlendirmiş; nefsin, vücudun, gözlerin... hanımın, çocukların, akrabaların ve dostların... insanın üzerinde hakları olduğunu beyan ile itidalin esasını ortaya koymuştur. Zaten bu, adâlet ve ihsanın da gereğidir. O’nun hayatı ve ahlâkı da olanca ağır sorumluluk ve muhtelif işlerine rağmen bu itidalin kusursuzluğu ile parıldar; yolunu arayana rehber, karanlıklardan çıkmaya çalışana da ışık olur.
Rasûl-i Ekrem nasıl yaşardı, diye sorulduğunda buna en kısa ve en basit olarak kul gibi yaşardı şeklinde cevap verebiliriz. Kulluk bilinci ve tevazuu hayatının her anında hakimdi. “Şüphesiz ki ben bir kulum. Kulun yediği gibi yer, oturduğu gibi otururum” der, hayata da bu gözle bakardı. Sadelik ve tevazu, şahsiyet ve yaşamının ayrılmaz vasıflarıydı. “Allahım! Âhiret hayatından başka bir hayat yoktur” diyerek dünyadaki yaşamını bir yolculuğa benzetir ve bu tanımlamaya aykırı her türlü tavır ve davranıştan kaçınırdı. Külfet, zorlama, gösteriş, riya, ucub ve kibir dünyada en çok O’na uzaktılar. Şekilcilik ve resmiyet O’nun ahlâkında kendilerine hiçbir yer bulamazlardı. Sade giyinir, önüne gelen nimeti küçük görmezdi. Çoğu zaman kuru ekmek, hurma ve sütle yetinir, şikâyetçi olmazdı. Kuru ekmek ve sudan oluşan mütevazi dâvetleri kırmazdı. Bir yemekten hoşlanmadığında herhangi bir yorum yapmaz yiyemeyeceğini belirtirdi. Hasır üzerinde yatardı. Çoğu zaman kalktığında sağ tarafında hasır iz yapmış olurdu. Üç gün art arda buğday ekmeği ile karnını doyurmamış, Medine dönemi boyunca bir günde iki öğün yemek yememiştir. Hz. Âişe“Ay gelir geçerdi de biz Muhammed ailesi yemek pişirmek üzere ateş yakmaz, sadece hurma ve su ile karnımızı doyururduk” demiştir. EbûÜmame de Rasûlullah’ın şöyle dediğini bize naklediyor: “Rabbim, Mekke vadisini benim için altına çevirmeyi teklif etti. Fakat ben ‘hayır ey Rabbim! Gün aşırı yiyeyim ve aç kalayım. Aç olduğum zaman Sana yakarıp Seni hatırlayayım. Doyduğum zaman da Sana duâ edip şükredeyim’ dedim.
Bir gün Hz. Ömer, peygamberin evine geldiğinde Rasûlullah’ın hasır üzerinde
- 184 -
KUR’AN KAVRAMLARI
örtüsüz yattığını ve hasırın izlerinin sağ yanında çıkmış olduğunu, odada bulunan bütün eşyanın hurma lifleriyle doldurulmuş bir yastık, bir hayvan derisi ve bir su kırbasından ibaret olduğunu, yiyecek olarak da sadece birazcık arpanın bulunduğunu görmüştü. Manzara karşısında duygulanarak ağlamış ve peygamberin “neden ağlıyorsun?” diye sorması üzerine “Bizans’ın kayseri, Fars’ın kisrası debdebe içinde yaşarken sen seçilmiş insan, Allah’ın Rasûlü böyle mi yaşayacaksın?” demişti. Rasûlullah ise “Ey Ömer! Sen bunun için mi ağlıyorsun? Bilmez misin ki onlar bütün nasipleri dünya hayatında verilmiş insanlardır” diyerek hayata bakışını dillendirmiştir.
Cuma günleri ve dışardan heyetler geldiğinde giymesi için ipekten bir elbise alması teklif edildiğinde de “Bunu âhiretten alacak bir payı olmayan giysin” demişlerdi. Sâlim bir kafaya, sıhhatli bir bedene ve günlük yiyeceğine sahip olan kimsenin bütün dünya nimetine sahip olduğunu söylerdi. İnsanın dünyadan nasibini de giyilip eskitilen, yenilerek tüketilen ve hayır olarak sarfedilip kazanılan olarak özetler; Kur’an’ın ifâdesiyle “Allah’ın verdiklerinde âhiret yurdunu gözetirdi.”802 Vefâtında, üzerinde iki yerinden yamalı bir elbise vardı. Zırhı, ailesinin geçimi için bir miktar arpa borç aldığı bir yahudinin elinde rehin olarak bulunuyordu. Ve evinde yiyecek olarak sadece bir avuç arpa vardı.
O’nun bu hali inancının, dünya hayatına bakışının, fedakarlığının ve cömertliğinin doğal bir sonucuydu. Yoksa bir zorlamanın ve dünyevi nimetlere olan soğukluğun eseri değil. Zira olanca sadeliğine rağmen bazen güzel yemekler yediği, güzel elbiseler giydiği olurdu. Nimeti takdir eder, Allah’ın bir lütfu ve ikramı olarak görürdü. O’nun yaptığı, içinde bulunulan ortamda yapılabilecek olanın en iyisini yapmaktan ibaretti. Komşusu açken tok yatmamak gibi.
Rasûl-i Ekrem’in tevâzûve sadeliği, kendini beğenmenin, gösteriş ve kibrin ve hatta her yerde bir şekilde kendine yer edinen bencilliğin bir elbisesi değil, aksine eşsiz bir samimiyet ve içtenliğin doğal bir muhafazası idi. Arkadaşları arasında bulunurken, O’nu farkedilmez yapan da işte bu özelliğiydi. Bir meclise geldiğinde boş bulduğu yere oturur, “Ben bir kral değilim” diyerek kendisi için ayağa kalkılmasını istemez, elinin öpülmesine müsaade etmezdi. Bir defasında kendisini görüp de heyecanlanan bir kimseye “Heyecanlanma! Ben kuru et yiyen bir kadının oğluyum” demişti. Kendisine “yaratılmışların en hayırlısı” diye hitap edildiğinde “yaratılmışların en hayırlısı İbrâhim idi” diyerek cevap vermiş, kendisi için Allah’ın O’na vermiş olduğu “Allah’ın kulu ve elçisi” vasfından başka bir vasfın kullanılmamasını istemişti. Sık sık bu konuda arkadaşlarını uyarır, şeytanın kendilerini kandırmaması için dikkatli olmalarını tavsiye ederdi.
Oğlu İbrahim vefât ettiği gün, güneş de tutulmuştu. Bazı kimselerin “işte bakın güneş de Rasûlullah’ın matemine iştirak ediyor” yollu düşünmeleri üzerine olaya hemen müdâhale etmiş ve “güneş tutulması Allah’ın âyetlerinden biridir. Kimsenin ölüm veya doğumu üzerine meydana gelmez” diyerek insanların kendisine olan sevgi, hürmet ve bağlılıklarının yanlış mecralara kaymasını engellemiştir.
“Hristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övmede aşırıya gittikleri gibi sizler de beni övmede aşırıya gitmeyin. Ben sadece bir kulum. Benim için sadece ‘o, Allah’ın kulu ve Rasûlü’dür’ deyin” sözleri, O’nun bu konudaki hassasiyetinin güzel bir göstergesidir. Yine
802] 28/Kasas, 77
AHLÂK
- 185 -
O’nun tevâzûve sadeliği, pasifliğin, acizliğin kendisine yüklediği geçici bir vasıf değil, aksine Allah sevgisi ve kulluk bilincinin incelik ve ruhi derinliğinin hayata doğru doğal bir inkişafıydı. Başarıları arttıkça, insanların sevgi ve bağlılığı çoğaldıkça O’nun büyük bir içtenlik ve tevâzûile Rabbine yönelişi, hayatının hiçbir safhasında bu sadelik ve tevazuundan tâviz vermeyişi bunu açıkça göstermektedir.
Bizler Rasûl-i Ekrem’i, Hayber’i fethettiğinde, dizgini hurma ağacının kabuğundan yapılmış bir merkep üzerinde Hayber’e girerken düşündüğümüzde; ya da yaşanan onca zorluğun ve çekilen onca hasretin ardından büyük fetihle birlikte, başını devesinin eyerine değecek kadar eğmiş, yüzü şefkat parıltılarıyla parlar olduğu halde Mekke’ye girerken gördüğümüzde eşsiz bir manzara ile karşı karşıya olduğumuzu idrak ederiz. O anda o, sadece Rabbini hamd ile tesbih ediyor ve O’ndan mağfiret diliyordu. “Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde ve insanları bölük bölük Allah’ın dinine giriyor gördüğünde, Rabbini hamd ile tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Zira O tevbeleri çokça kabul edendir” 803
Yaşlı bir yük devesinin üzerinde, sırtında dört dirhem bile etmeyecek basit bir hırka, veda haccına giderken şöyle duâediyordu: “Allahım! Bu haccı riyâ, gösteriş ve ünden uzak et.”
İnsan kişiliğinin en açık ve net olarak gözlemlenebileceği yer, evidir. Rasûl-i Ekrem, Hz. Âişe’nin ifadesiyle evde normal, sıradan bir insan ne yapıyorsa onu yapardı. Kendi işini kendi yapardı. Elbisesini diker, yamar, ayakkabılarını tamir ederdi. Keçilerinin sütünü sağar, devesinin boynuna yağ sürer, evi süpürürdü. Evde ailesi ile meşgul olur, ezan okunduğunda da namaza giderdi. Sorumluluklarının fazlalığı ve ağırlığı O’nun hayatında herhangi bir açığa, ihmale meydan vermezdi. Düzenliydi, tertipliydi; yaşanması gerekli her şeyin O’nun hayatında bir yeri vardı. Eşlerini sever, onlarla ilgilenir, dini yaşayıp uygulamada, kötülüklerden temizlenip, iyiliklerle olgunlaşmada onlara rehberlik eder, aile sorumluluğu ile hareket ederdi. Onlar için en iyisi ve en güzelini, ahlâkî faziletlerin en üstününü arzular, sevgi, şefkat ve ilgisi ile elinden geleni yapardı. Her akşam eşlerini ziyaret eder, onlarla sohbet ederdi. Geceleri onları namaza kaldırır, daima onları iyilik yapmaya teşvik ederdi. “Kişinin, eşinin ağzına koyduğu lokma sadakadır” der, kendisini ailesinin dünya âhiret saâdetinden mesul tutardı. Hz. Âişe, Hz. Peygamber’in hiçbir eşine vurmadığını, kaba söz söylemediğini belirtir. Zaten Rasûl-i Ekrem, “en hayırlınız ailesine karşı en merhametli olanınızdır” derdi. Ailesine karşı en merhametli olan da oydu.
Çocuklarını çok sever, onlarla oynar, ilgilenirdi. Çocuk sevgisini merhametin bir eseri olarak görürdü. On çocuğu olduğu halde, onlardan hiçbirini öpmediğini söyleyen bedeviye “Allah, senin kalbinden merhameti aldıysa ben ne yapabilirim?” demişti. Ahlâkve fazilet ile dolu hânelerinde mânevî havayı, kendilerini kuşatmış olan sevgi ve şefkat halesi içinde teneffüs ederek yetişen çocuklarının her derdiyle ilgilenir, bir baba olarak bütün sorumluluklarını yerine getirirdi. Kız çocuklarını iyi yetiştirip güzelce evlendirmeyi, cennetin anahtarlarından biri olarak görürdü. Erkek çocukları zaten daha küçük yaşlarda vefât etmişlerdi. Kızlarını ise büyütmüş ve evlendirmiş, torunları olmuştu. Yine onlarla ilgileniyor, onları ziyaret ediyordu. Gece namaza kalktıklarında onları da uyandırır, daima
803] 110/Nasr, 1-3
- 186 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iyilik yapmaları, âhiret yurdu için hazırlanmaları gerektiğini söyler, “yarın kıyamet gününde ben sizler için bir şey yapamam” derdi. Bütün gayret ve çabası onların iyi birer kul, faziletli birer insan olmaları içindi. Bunun için herkesten önce onlardan sabır ve fedakarlık beklerdi. “Allahım! Muhammed ailesine geçinecek kadar rızık ihsan buyur” diye duâ eder, ailesini her türlü aşırılık, lüks, israf ve cimrilikten; dünya malına düşkünlükten sakındırırdı.
Tehlike, sıkıntı ve zorluk olan yerlerde onları öne geçirir, menfaat, rahat ve kolaylığın olduğu yerlerde ise onları geriye alırdı. Bir defasında kızı Hz. Fâtıma’yı ziyârete gitmiş, ancak içeride süslü bir perde gördüğünde, kapıdan geri dönmüştü. Sebebi sorulduğunda “benim dünya ile ne işim olabilir?” demiş, kızına perdeyi satıp bedelini ihtiyaç sahiplerine vermesi tavsiyesinde bulunmuştur. Hz. Fâtıma, işlerinin yoğunluğu ve değirmende tahıl öğütmekten dolayı karşılaştığı zahmetten dolayı, kendilerine bir harp esirinin hizmetçi olarak verilmesini istediğinde, Hz. Peygamber, “mescidde yatan aç ve çıplak insanlar varken, bu isteğinizi karşılayamam!” diyerek, onların bu taleplerini geri çevirmiştir. Akşam olduğunda kızı ve dâmâdının yanına giderek, “size benden istediğinizden daha hayırlı bir şey söyleyeyim mi? Yatacağınız zaman 34 defa Allahu Ekber, 33 defa Elhamdu lillâh ve 33 defa da Subhânallah deyin” buyurmuştur.
Hz. Peygamber ve ailesinin, hiçbir sadakayı kabul etmemesi ve bunun kendilerine haram oluşu da bu açıdan çok önemlidir. Rasûl-i Ekrem’e 10 yıl boyunca hizmet eden Hz. Enes’in şu şehâdeti, Rasûl-i Ekrem’in ev halkına muamelesini uzun uzadıya anlatmaya gerek bırakmamaktadır. “Rasûlullaha on yıl boyunca hizmet ettim. Bir kere bile bana, “yaptığım bir şey için neden bunu yaptın, yapmadığım bir şey için de neden bunu yapmadın?” demediler.
Mescidde, cemaate hitap ederken, sevgili torunları Hasan ile Hüseyin’in düşe kalka kendilerine doğru geldiklerini görünce, dayanamayıp hutbesine ara vermiş, aşağı inerek torunlarını kucağına almış, sonra da “elbette ki mallarınız ve çocuklarınız sizin için birer imtihandır”804 âyetini okumuştur.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah’a kulluk edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve elinizin altında bulunanlara ‘ihsan’ üzere davranın. Muhakkak ki Allah, kendisini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.”805 İhsan, Rasûl-i Ekrem’in içinde bulunduğu ilişkiler bütünündeki istisnâsız tutumuydu. Sevgi, şefkat, merhamet, hilm, nezaket, incelik, fedâkârlık, cömertlik ve cesaret gibi üstün ahlâkî vasıflarının bir yumağı idi. “Gerçekten iman etmedikçe cennete giremezsiniz; gerçekten birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Sizlere gerçekten birbirinizi sevebilmenin yolunu öğreteyim mi!? Selâmlaşınız.”806 der; yemek yedirmeyi, tanıdık tanımadık herkese selâm vermeyi İslâm’ın en hayırlı amellerinden sayardı. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) çevresindeki herkesle ilgilenir, karşılaştıklarına önce davranıp selâm verir; musâfaha ettiğinde karşısındaki elini çekmedikçe elini çekmez; birisiyle konuştuğunda muhâtabı sözünü bitirip ayrılmadıkça onu bırakmaz; döndüğünde bütün cephesiyle dönerdi.
804] 64/Teğâbün, 15
805] 4/Nisâ, 36
806] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66; Kütüb-i Sitte Terc. 10/133
AHLÂK
- 187 -
Herkesi kuşatan sevgi ve ilgisi ahlâkının ayrılmaz parçasıydı. Anne ve babasını küçük yaşlarda kaybetmiş olmasına rağmen onları unutmamış; yıllar sonra bir vesile ile harap olmuş bir mezarın yanından geçerken durup oturmuş, ince ruhundan sızan gözyaşları ile ‘Bu Vehb kızı Âmine’nin kabridir’ demişlerdi. Kendisine emeği geçenleri asla unutmaz, daima onları hayırla yâd ederdi. Amcası Ebû Tâlib’in hanımının, dadısı Ümmü Eymen’in, süt annesi Hâlime’nin ve ailesinin O’nun gönlünde özel bir yeri vardı. Süt annesi geldiğinde, onu hürmetle karşılar, ilgi ile ağırlar, hırkasını çıkarıp altına sererdi. Ölümü sonrasında babanın arkadaşlarına iyiliği merhametin gereklerinden sayar, ‘içlerinde akrabâları ile ilişkilerini kesen bir kimsenin bulunduğu topluluğa Allah’ın rahmeti inmez’ der; sırasıyla annenin, babanın, yakın akrabaların kişinin üzerinde hakları olduğunu beyan ederdi. Dostlarına karşı vefâlı ve samimi idi. 26 yıl beraber yaşadıkları ilk eşi Hz. Hatice’yi daima hayırla yâd etmeleri; vefâtından yıllar sonra bile bir koyun kestiklerinde bir parçasını Hz. Hatice annemizin arkadaşlarına göndermeleri; kızı Zeyneb’in, savaşta esir düşmüş kocasının fidyesi için annesinden yâdigâr gerdanlığını Rasûl-i Ekrem’e gönderdiğinde gerdanlığı görüp de ağlaması eşsiz bir vefânın örnekleri değil midir?
Rasûl-i Ekrem, bir peygamber, bir insan, bir komutan, bir hâkim, bir dost, bir komşu, bir akraba... Bir insan olarak bütün sorumluluklarını yerine getirir, hayatı her şeyiyle paylaşırdı. Kendisini arkadaşlarından ayırmaz, ‘kendisini ayrıcalıklı göreni Allah sevmez’ derdi. Ashâbı ile birlikte oturur, fakirler ve kimsesizler ile birlikte yiyip içerdi. Onların konuşmalarına katılır, mecliste boş bulduğu yere otururdu. Meclisinde bulunan herkes ilgi ve sevgisinden hisselenir, her biri Rasûl-i Ekrem’in en çok kendisini sevdiği duygusuna kapılırdı. Dertleriyle dertlenir; sevinçleriyle sevinir; gecesi gündüzüyle hayatı onlarla paylaşırdı. Yapılması gerekli bir iş olduğunda hemen el atar, Mescid-i Nebevî’nin yapımında, şehrin etrafına hendek kazımında olduğu gibi onlarla beraber çalışır; girdiği savaşlarda olduğu gibi tehlike anlarında hep ön plana çıkarak onlara örnek ve siper olurdu.
“Büyüklerine saygı duymayan, küçüklerini de sevmeyen kimse bizden değildir” der, çevresinde bulunan herkese güzelce muâmele ederdi. Mekke’de iken arkadaşı Habbâb bin Eret’i bir yere göndermiş, dönünceye kadar da bu işi yapacak kimsesi olmadığından her gün Habbâb’ın evine giderek keçilerini sağmıştı. Hayber fethi sonrası Habeşistan muhâcirleri Medine’ye döndüklerinde “hangisine sevineyim, Hayber’in fethine mi, yoksa Cafer’in gelişine mi?” diyerek arkadaşlarına olan sevgisini göstermiştir.
Ashâbından biri vefât ettiğinde, arkasında mal bıraktıysa, onu mirasçılarına güzelce dağıtır; borç bıraktı ise onu üstlenip ödemeye çalışır, ödeyemediğinde “borçlu kimsenin cenaze namazını kılamam” diyerek müslümanları borcu ödemeye teşvik ederdi.
İyilik ve takvâ üzere yardımlaşmak; kötülük, günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmamak, O’nun çevresindekiler ile ilişkisinin genel karakteriydi. Ashâbını eğitmek, kötülüklerden temizleyerek iyiliklerle olgunlaştırmak için elinden geleni yapar; dünya ve âhiret saâdetleri için gayret ederdi. Onlara olan sevgi ve samimiyetine halel gelmemesi için “bana birbiriniz hakkında herhangi bir şey söylemeyin. Zira ben hepinizin karşısına temiz bir kalple çıkmak isterim” der, kimsenin kusurunu araştırmaz, kimseyi de hatasından dolayı yargılamazdı. Bir
- 188 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kimse bir hata yapıp günah işlediğinde, isim belirtmeden, kırıp incitmeden durumu düzeltir; aynı şekilde şüpheli şeylere meydan vermeyerek onların kalplerini de muhâfaza ederdi.
Hizmetinde bulunanlara evlâdı gibi muâmele eder, “köleleriniz sizin kardeşlerinizdir. Onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin. Onlara köle, câriye değil; oğlum, kızım diye seslenin. Ağır bir iş vermeyin; verirseniz onlara yardımcı olun”; “köleleriniz hakkında Allah’tan korkun” der, onları her fırsatta özgürlüğe kavuşturmayı en büyük iyiliklerden biri olarak görür; bütün esirlerine bu şekilde davranıp her birini özgürlüğüne kavuşturarak ashâbına örnek olurdu.
Çocukları sever, onları yolda oynarken gördüğünde selâm verir, bineğine bindirir, aralarına karışırdı. Bazen bir hizmetçi, bir câriye teklifsiz yanına gelir, kendisine yardım etmesini ister, o da hemen kalkıp onların işini görürdü. Dulların ihtiyaçlarını karşılar; yaşlı insanlara daima yardımcı olurdu. Medine’de yaşlılık sebebiyle bunamış bir kadın vardı. Bir gün bu kadın Rasûl-i Ekrem’e gelmiş, “Muhammed, seninle bir işim var” demişti. Rasûl-i Ekrem de onunla beraber sokağa çıkmış, oturarak onu dinlemiş ve isteğini yerine getirmişti.
Sâliha kadını dünya nimetlerinin en güzeli olarak görür, “kadınlar hakkında Allah’tan korkun” derdi. Bir gün çok sayıda kadın akrabası Peygamberimiz’in etrafına oturmuş, yüksek sesle konuşuyorlardı. Hz. Ömer içeri girince hepsi susmuş ve çekilmişler; Rasûlullah da bu duruma gülmüştü. Hz. Ömer; “Ey Allah’ın Rasûlü, Allah seni hep mütebessim kılsın, neden güldün?” diye sorunca, Rasûl-i Ekrem, kadınların ondan çekinip de sakınmalarına güldüğünü söyledi. Hz. Ömer’in “benden değil; Rasûlullah’tan korkun” sözü üzerine kadınlardan biri “O, senin kadar hiddetli değildir” demişti. Medine’ye girerken yol kenarında şarkı söyleyen küçük kız çocuklarını gördüğünde “Beni seviyor musunuz?” diye sormuş, “evet yâ Rasûlallah, seni seviyoruz” demeleri üzerine “Ben de sizleri seviyorum” demiştir.
Rasûl-i Ekrem, “Geniş olun! Zira Yüce Allah, geniş olanı sever” der; genişliği, hilmi ve anlayışı ile ashâbına örnek olurdu. İnsanları, zayıflıkları, ihtiyaçları ve idealleri ile bütün olarak değerlendirir; yadırgayıcı, yargılayıcı olarak değil; anlayışlı bir yol gösterici olarak onlara muâmele ederdi. Anlamak, affetmek ve yol göstermek, O’nun insanlara karşı tavrının özüydü. “Hizmetçimi bir günde kaç defa affedeyim?” diye soran bir kimseye “yetmiş defa affet!” diye cevap vermiştir. Bir defasında bahçesine izinsiz girip de hurma toplayıp yiyen ve biraz da elbisesinin cebine koyan bir kimseyi azarlayarak ve elbisesini soyarak Rasûl-i Ekrem’e şikâyet eden birine; “O, bilmiyordu, ona öğretmeliydin; o, açtı, onu doyurmalıydın!” diyerek bahçe sahibine nasıl davranması gerektiğini öğretmişti.
Çöllerde göçebe halinde yaşayan bedevî insanlar, Medine’ye geldiklerinde Rasûl-i Ekrem onlarla ilgilenir, kabalıklarını yadırgamazdı. Bir defasında yolda giderken bir bedevî gelmiş, Rasûl-i Ekrem’in hırkasını arkadan çekerek “Muhammed! Yanındaki Allah’ın malından bana ver” demişti. Çekilen hırkası boynunda iz yapmış, Peygamberimiz bu haliyle dönmüş, tebessüm ederek arkadaşlarına “evet, istediğini verin” demişti.
Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Âişe’nin ifadesiyle hiçbir zaman şahsî intikam peşinde koşmamıştı. Kötülüklere iyilikle mukabelede bulunurdu. O, her zaman
AHLÂK
- 189 -
kerem sahibi, yüce gönüllü idi. Hayatı boyunca O’na tuzaklar kuran münâfıklar, yahûdiler ve müşrikler de onun kerem ve şefkatinden nasiplerini almışlardı. Hayatını anlatan eserlerde, O’nun, münâfıkların reisi Abdullah bin Übeyy vefât ettiğinde gömleğini kefen olarak ona verdiğini, olanca entrikalarına karşılık yahûdilere olan güzel ve âdil muâmelesini ve de onca mücadelenin neticesinde Mekke’ye girdiğinde orada müşriklere “gidiniz, hepiniz özgürsünüz” diyerek “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizleri affetsin. O, merhametlilerin en merhametlisidir”807 âyetiyle hitap etmiş olduğunu; kendisini taşlayıp horlayanlar için; canına kastedip kendisiyle savaşanlar için Yüce Allah’a; “Allah’ım, onları affet, çünkü onlar bilmiyorlar” şeklinde duâ ettiğini okuduğumuzda “(Ey Muhammed) Sen af yolunu tut, bağışla, iyiliği emret, cahillere de aldırma”808 âyetinin hayata konabileceğini ve yine Rasûl-i Ekrem’in “Rabbim, bana intikam alacak gücüme rağmen düşmanlarımı affetmemi, benimle ilişkisini kesenle görüşmemi ve beni mahrum bırakana vermemi emretti” sözünün hakikatini daha iyi anlayabiliyoruz.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “... Allah’ın rahmeti ile onlara yumuşak davrandın. Kaba, katı yürekli olsaydın, zaten etrafından dağılıp giderlerdi. Öyleyse onları affet, bağışlanmaları için duâ et ve işlerinde onlara danış. Kararını verdiğinde de artık Allah’a tevekkül et. Zira O, kendisine tevekkül edenleri sever.”809 Âyette ifade edilen Allah’ın rahmetinden kaynaklanan “yumuşaklığın” ve gerçekten eşsiz bir şekilde insanların küçüğüyle büyüğüyle; kadınıyla erkeğiyle, fakiriyle zenginiyle O’nun etrafında sevgiden bir tek vücut haline gelmelerinin sırrını merak eden için, namazı uzun tutup da cemaatten bazılarını usandıran sahâbisini “namaz kıldırırken fazla uzun tutma. Cemaatte yaşlı olan, hasta olan vardır” diyerek uyaran ya da “nice zaman olur, uzunca bir namaz kılayım, diye namaza başlarım da, ağlayan bir çocuk sesi işittiğimde, arkamda namaz kılan annesinin şefkat duygularını bildiğimden, namazı kısa tutarım” diyen peygamberi düşünmek yeterlidir.
Naz ve nimet içinde büyüdüğü halde, müslüman olması sebebiyle ailesi tarafından dışlanıp fakr u zarûrete dûçar kalan Mus’ab bin Umeyr’i yırtık-pırtık elbiseler içinde gördüğünde gözyaşları akıtarak onun bu fedâkârlığına saygı gösteren; Câbir bin Abdullah’ın ifadesiyle, kendisinden bir şey istenildiğinde asla “hayır!” demeyen, kapısına gelenleri boş çevirmediğinden nice geceler ailesi ile birlikte aç yatan, elinde kalmış bir miktar parayı verecek bir fakir bulamadığında, o parayı alıp evine gidip yatmaktan utanıp da mescidde yatan ve sabahleyin bir fakir bulunup da o parayla ihtiyacı karşılandığında Allah’a hamd edip evine giden... evet, bu örneklerde ve benzeri yüzlerce örnekte Rasûlullah’ın eşsiz ahlâkını görmek mümkündür.
Hz. Peygamber, hediyeleşmeyi tavsiye eder, bunun sevgiyi arttırıp dostlukları pekiştireceğini söylerdi. Sadaka kabul etmemesine rağmen hediye kabul eder ve daha güzeli ile hediyelere karşılık verirdi. Varını yoğunu çevresindeki yoksul, ihtiyaç sahibi kimselerle paylaşır; verecek bir şeyi olmadığında da güzel sözler ile gönüllerini doyururdu. Gelir kaynaklarını, ailesinin geçimi için ayırdığı bir kısmı müstesnâ, fakirlere dağıtılacak şekilde düzenlemiştir. Cimrilik ve kötü huyun mü’minde bulunmayacağını söyler, insanların durumunu düzeltmek için
807] 12/Yusuf, 92
808] 7/A’râf, 199
809] 3/Âl-i İmrân, 159
- 190 -
KUR’AN KAVRAMLARI
elindeki tüm imkânları seferber ederdi. Bazen ödünç aldığı bir şeyi fazlasıyla geri öder; bazen satın aldığına anlaştıkları fiyatın fazlasını verir, bazen de ihtiyaç sahibi olduğunu anladığı bir kimseden bir şey satın alır, sonra da onu ona hediye ederdi.
İbn Abbas’ın deyimiyle O, hayırlı işlerde rüzgârdan daha fazla cömerttir. Dostu Ebû Zer’e fakirleri sevmeyi ve onlara yakın olmayı tavsiye etmiş, sevgili eşi Hz. Âişe’ye de “Ey Âişe! Hiçbir zaman muhtaç birini kapından boş çevirme, verebileceğin yarım bir hurma da olsa ver. Ey Âişe! Fakirleri sev, yakınına al ki Allah da kıyâmet gününde seni yakınına alsın” diye nasihat etmişti. Yüce Allah’tan, gerçek zenginlik olarak tanımladığı “gönül zenginliği” isterdi.
Ashâbının en fakir ve yoksul olanları, bir de devamlı eğitim-öğretimle meşgul olduklarından geçim sıkıntısı çekenleri, Ashâb-ı Suffe olarak tanınırlardı. Zira genelde mescidde kalırlar; Hz. Peygamber’in yanından ayrılmazlardı. Rasûl-i Ekrem, her şeyini onlarla paylaşır, yemeğini onlarla yerdi. Büyük bir kazanı vardı. Yemek onda pişirilir ve beraberce yenilirdi. Onlar, O’nun daimî misafirleriydi. Bütün mü’minler de öyle. “Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse, misafirine ikram etsin” diyerek “yemeğini, bıçağın deve hörgücüne gelmesinden daha çabuk ikram edildiği eve hayrın geleceğini” ve “misafiri kapıya kadar geçirmenin sünnetin bir parçası olduğunu” söylerdi.
Yetimlere bakmanın, şefkat göstermenin üstünlüğünden bahseder, dul ve miskinlere bakmanın Allah yolunda savaşmak veya gündüz oruç tutup gece namaz kılmak gibi olduğunu söylerdi. Ebû Zer’e bir gece yürürlerken “Ebû Zer! Şu Uhud dağı altın olsa da bana verilse, borcum için ayıracağım müstesnâ, bir dirheminin bile yanımda üç gün kalmasını istemem” demiştir.
Rasûl-i Ekrem, yağan yağmur tanelerinde Allah’la olan ahdi görür, “her bir canlıya yapılan iyiliğin sevap olduğunu” söylerdi. Sırtı karnına yapışmış bir deveye rastladığında sahibine; “bu dilsiz hayvanlar hakkında Allah’tan korkun; onlara güzelce binin, onları güzelce doyurun” demiştir. Yine bir defasında: “Otu bol bir yerde yolculuk ederseniz, devenize yerden nasibini verin. Eğer kurak bir bölgede yolculuk ederseniz, oradan süratle geçin. Eğer geceleyin bir yerde konaklarsanız, sakın yol kenarında konaklamayın, zira yol, geceleyin hayvanların gidip geldiği, böceklerin yuvalandığı yerdir” buyurmuşlardı. Canlıya canlı gibi davranır, hayata Allah’ın bir emaneti olarak bakardı.
Rasûl-i Ekrem, yüksek sesle konuşmaz, arkadaşlarının yanında ayaklarını uzatmazdı. Ashâbından Ebû Said el-Hudrî’nin ifadesiyle “bâkire kızlardan daha hayâlı idi, hoşlanıp hoşlanmadıkları yüzünden anlaşılırdı.” Ağızlarının içi görülecek şekilde kahkaha ile gülmezdi. Hayânın, imanın bir parçası olduğunu beyan ile bir defasında “hayâ imandandır ve hayâlı olan kişi cennettedir. Hayâsızlık kalbin katılığındandır. Kalbi katı olan ise cehennemdedir” buyurmuşlardı.
Yine bir defasında Hz. Âişe’ye “cezasını ben çekecek bile olsam, hiç kimsenin kabahati hakkında konuşmak istemem” demişlerdi. Asla kaba ifadeler kullanmaz, hayâ duygusunu davranışların kontrol mekanizması olarak görürdü. “Utanmadıktan sonra dilediğini yap!” sözü Peygamberlerin ortak sözü olup bunun en güzel ifadesi değil midir? O’nun hayâsı ve utangaçlığı, O’nu, soyutlanmaya, pasifleşmeye sevk etmez; yapması gerekenin ardında bırakmazdı. Zaten O’nun
AHLÂK
- 191 -
hayatı, Mekke’de yaşadıklarıyla, Medine’de yaşadıklarıyla, bütünüyle şükrün ve sabrın; Allah’a derin bir bağlılığın ve tevekkülün; azim ve sebatkârlığın ve nihâyeteşsiz bir cesâretin en somut örnekleri ile doludur.
Dinî, tebliğ süreci incelendiğinde sözlerin ifadeden âciz kalacağı bir manzara ile karşılaşılır. Derin bir huşû ile sarsılmaz bir iman ve azim ile... Bu gerçeği ifade için, kendisine yapılan her türlü teklife karşılık olarak verdiği şu tarihî cevabın yeterli olacağını düşünüyoruz: “Güneşi sağ elime; ayı da sol elime koysalar ben, yine de dâvamdan vazgeçmem!” Hz. Ali der ki: “Bedir’de savaş bütün şiddetiyle devam ederken bazen biz Rasûlullah’ın arkasına sığınırdık. En cesurumuz O idi. Düşman saflarına en yakın yerde O bulunurdu.”
Hayâsı, cesaretine gölge olmadığı gibi, ciddiyet ve vakarı da neşe ve tebessümüne engel olmazdı. Allah ile beraberliği sıcak ve canlı muâşeretine perde olmazdı. Abdullah bin Hâris, Rasûlullah’tan daha hoş ve mütebessim bir kimse görmediğini söylerdi. Ashâbıyla şakalaşır ve onlarla beraber gülerdi. Küçük kuşunun ölümüne üzülen Enes’in küçük kardeşine: “Ebû Umeyr! Nuğeyr’e (küçük serçe) ne oldu?” diye soracak kadar çevresiyle ilgiliydi. “Bir peygamber zırhını giydi mi artık onu çıkarmaz” diyecek kadar sebatkâr; “Allah’ın hizmetçileri sefâhat içinde yaşamazlar” diyecek kadar da fedâkârdı.
Karamsarlık, O’nun kalbinde bir yer bulamaz, imanı ve samimiyeti ile hayatın her ânında, her türlü şart altında sorumluluk bilinciyle hareket ederdi. Kıyâmetin kopması esnâsında bile eldeki fidanın dikilmesini tavsiye edecek kadar “hayır” ve “sorumluluk” anlayışına sahipti. Vefâtına sebep olacak hastalığı ağırlaştığı için Hz. Ebû Bekir’i imamlığa geçirmiş, biraz iyileşip de odasının kapısından saf saf huşû ile namaz kılan ashâbını gördüğünde Allah’a hamd etmişti. Vefâtı esnâsında, hazırlatıp Üsâme bin Zeyd’i kumandan tâyin ettiği son ordusu sefere hazır halde şehrin dışında bekliyordu. Belki bu ordu, O’nun yeryüzüne diktiği son fidanıydı.
Hayatı boyunca insanlar için tek üstünlük ve fazilet ölçüsü olarak “takvâ”ya başvurmuş, “üstünlük ancak takvâ iledir” diyerek her türlü emâneti ehli olana tevdî etmişti. Bu evrensel ilke Hz. Üsâme’nin kumandanlığında ne güzel parıldıyordu.
Hz. Hatice’nin oğlu Hind bin Hâle, Rasûl-i Ekrem’i bize şöyle tanıtır: “Rasûlullah’ın hüzün ve tefekkür içinde olmadığı bir an yoktu. Devamlı tefekkür ederdi. O’nun için rahat yoktu. Çoğu zaman sükût eder, gereksiz yere konuşmazdı. Söze başlayınca mağrur ve kibirli kimseler gibi dudak ucuyla konuşmaz, kelimeleri gâyetgüzel telaffuz ederdi. Güzel konuşurdu. Sözleri, hakkı bâtıldan ayırırdı. Ne fazla, ne de eksik, gerektiği kadar konuşurdu. Sert ve kaba bir insan değildi. Başkalarını hiçbir zaman hor ve hakir görmezdi. Nimet az bile olsa, ona büyük değer verir, asla nankörlük etmez, onu hiçbir şekilde kötülemezdi. Yiyecek ve içecekleri ne över ne de kötülerdi. Dünya için ve dünyada kendisini ilgilendiren işler için asla öfkelenmezdi. Fakat hakka tecâvüz söz konusu olduğunda hakkı sahibine iâde etmedikçe ve haksızı gereğince cezalandırmadıkça öfkesi dinmezdi. Kendisine ait bir şey için asla kızmaz ve intikam almazdı. Bir şeye işaret ettiğinde parmağıyla değil; bütün eliyle işaret eder, bir şeye hayret ettiğinde elini ters çevirirdi. Konuşurken ellerini birleştirir ve sağ elinin ayasını sol elinin baş parmağının iç tarafına vururdu. Öfkelendiğinde hemen vazgeçer ve bunun için büyük gayret sarf ederdi. Sevindiği zaman gözlerini yumardı. En
- 192 -
KUR’AN KAVRAMLARI
fazla güldüğünde tebessüm eder, gülümsediğinde de dişleri dolu taneleri gibi gözükürdü. Kahkaha ile gülmezdi...”
Rasûl-i Ekrem, ilk İlâhî vahye mazhar olduğunda sevgili eşi Hz. Hatice, onu şu şekilde teselli etmişti: “Cenâb-ı Hak, hiçbir vakit seni mahcup etmeyecektir. Çünkü sen yakınlık bağlarına saygı gösteriyor, borçluların borcunu veriyor, fakirlere yardım ediyorsun. Misafirlerini ağırlıyor, doğruları destekliyor, yükünü taşıyamayanlara yardımcı oluyorsun.”
Yine Hz. Âişe annemiz de Rasûl-i Ekrem hakkında şu sözleri söylüyordu: “Hz. Peygamber hiç kimseyi azarlamazdı. Kendisine fenalık edenlere fenalıkla mukabele etmezdi. Kendisine yapılan kötülüklere göz yumar, fâillerini bağışlardı. Bir şey hakkında iki şıktan birini tercih durumunda kaldığında günah olmamak kaydıyla kolay olanını seçerdi. Şahsına yapılan bir kötülüğün intikamını almaz, ancak bir kimse İlâhî emirlere isyan ettiğinde onu hak ettiği cezaya çarptırırdı. Rasûl-i Ekrem, hiçbir müslümanı ismiyle lânetlememiş; hiçbir kadın, köle, câriye, hizmetçi veya hayvanı dövmemiş ve hiçbir kimsenin meşrû ricâsını reddetmemiştir. Evine her girdiğinde tebessüm eder, arkadaşları arasında oturduğu zaman kesinlikle ayağını uzatmaz; sözlerini dinleyenler ezberleyecek kadar ağır ağır söylerdi.”
Hz. Hüseyin, babasından kendisine dedesini anlatmasını istediğinde Hz. Ali, Rasûl-i Ekrem’i şöyle anlatmıştı: “Rasûlullah, söz ve davranışlarında hep mûtedil olmuş, hiçbir zaman haddi aşmamış, çirkin bir söz söylememiş, çirkin bir davranışta bulunmamıştır. Bunun için özel bir gayret de sarf etmemiştir. Çarşı ve pazarlarda çok dolaşmazdı. Kötülüğe kötülükle mukabele etmezdi. Affeder ve bağışlardı. Allah yolunda cihad müstesnâ, hiçbir şeye eliyle vurmamıştır. Hiçbir hizmetçisini ve hanımını dövmemiştir. Kendi şahsına yapılan zulümlerden intikam aldığını hiç görmedim. Allah’ın haramları çiğnendiğinde ise şiddetle öfkelenirdi. İki şeyden birini tercih etmede muhayyer bırakıldığında kolay olanı tercih ederlerdi. Evine girdiğinde herkes gibi elbisesini temizler, koyununu sağar ve kendi hizmetini kendisi görürdü.”
“Lüzumsuz yere konuşmazdı. Müslümanları birbirine ısındıracak ve birbirlerinden nefret ettirmeyecek şekilde konuşurdu. Her kabilenin güzel hasletli insanlarına ikramda bulunur ve onları kavmine başkan tâyin ederdi. Halkı hatalı işler ve sözlerden sakındırır, kendisi de sakınırdı. Güzel yüzünü ve güzel ahlâkını kimseden esirgemezdi. Ashâbını daima arar, halka olup biten hâdiseleri sorardı. İyiliği över ve pekiştirir, ona güç katardı. Kötülüğü zemmeder ve onu zayıf düşürürdü. Her işinde îtidal üzereydi, ihtilâfsızdı. Müslümanların gaflete düşmesinden korkar, onları ikaz etmeyi ihmal etmezdi. Her halinde ibâdet ve iyiliğe hazırdı. Hakkın sınırını aşmadığı gibi, hakkı yerine getirmekten de geri kalmazdı. O’na yakın olanlar halkın en hayırlılarıydı. O’nun yanında arkadaşlarının en üstünü nasihati en yaygın ve kuşatıcı olanıydı. Mertebesi en yüksek olanlar da insanların durumunu düzeltmek için canıyla, malıyla çalışan; iyilik ve yardımı en güzel olanlardı.”
“Hz. Peygamber kalkarken de otururken de hep Allah’ı zikirle meşgul olurdu. Bir cemaatin yanına geldiğinde üst başa geçmez, hemen meclisin sonuna otururdu. Ashâbına da bunu emrederdi. Kendisiyle beraber oturan herkese değer verirdi. Orada bulunanların her biri kendisini en itibarlı kişi zannederdi.
AHLÂK
- 193 -
Kendisiyle oturan ya da bir ihtiyacı için yanına gelen kimseye dönüp gidinceye kadar sabrederdi. Biri bir istekte bulunursa onu hemen yerine getirir; imkânı olmadığında tatlı dille bunu anlatırdı. Gönlü ve hoşgörüsü bütün insanlığı kuşatacak kadar genişti. Onlara şefkatli ve merhametli bir baba olmuştu. Hak konusunda herkes O’nun katında eşitti.
Rasûlullah’ın meclisi bir ilim, hayâ, sabır ve emanet meclisiydi. Orada yüksek sesle konuşulmaz, hiç kimse ayıplanmaz ve kimsenin ayıp ve kusuru dışarı vurulup yayılmazdı. O meclisteki herkes eşitti. Tek üstünlük ölçüsü takvâ idi. Büyüklere herkes saygı gösterir; küçüklere şefkat ve merhametle muâmele ederdi. Fakir ve muhtaç olanları, herkes kendisine tercih eder, garipleri koruyup gözetirdi.” “Rasûlullah daima güler yüzlü, yumuşak huylu, şefkat ve merhameti bol bir insandı. Sert ve kaba sözlü değildi. Orada burada dolaşıp durmaz, kimsenin ayıp ve kusurunu araştırmazdı. Cimri bir insan değildi. Hoşuna gitmeyen şeyleri görmezlikten gelirdi. Hiç kimsenin ümidini kırmaz, hoşlanmadığı bir söz ya da davranışı sükûtla karşılardı.
Kendi hesabına şu üç şeyden sakınırdı: 1- İnsanlarla münâkaşa ve mücâdele etmekten, 2- Boş sözlerden, 3- Yararsız ve boş şeylerle, kendisini ilgilendirmeyen işlerle uğraşmaktan. Başkaları hesabına da şu üç şeyden uzak dururdu: 1- İnsanları tenkit etmekten, 2- İnsanların ayıp ve kusurlarını, gizli hallerini araştırmaktan, 3- İnsanlara hakaret etmekten.
Rasûlullah konuşurken mecliste bulunanlar başlarını öne eğer, başlarına kuş konmuş gibi hareketsiz dururlardı. Hz. Peygamber sustuğunda konuşurlar, ama asla O’nun yanında tartışmazlardı. Biri konuşacak olursa, diğerleri o, sözünü bitirinceye kadar sessizce beklerlerdi. Hz. Peygamber, ilk konuşanın sözüyle son konuşanın sözünü aynı dikkatle dinler, asla bıkkınlık göstermezdi. Onların güldüklerine güler, onların hayret ettiklerine de hayret ederdi.” “Yabancıların konuşma ve sorularındaki kabalık ve sertliğe ashâbı da kendisi gibi davransın düşüncesiyle sabrederdi. “Bir ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi aradığını görürseniz onun bu ihtiyacını karşılayınız veya ona yardım ediniz” derdi. Kendini, olduğu gibi göstermeyen övgüleri kabul etmezdi. Hakkın sınırını aşmadıkça kimsenin sözünü kesmezdi. Hakkın sınırı aşıldığında ya müdâhale eder ya da kalkıp giderdi.” “İnsanların gönülce en cömerdi, dilce en doğrusuydu. Tabiat itibarıyla en yumuşak huylusu, soyca da en şereflisiydi. O’nu ansızın görenler heyecana kapılır, tanıma imkânına erenler ise O’nu severdi. O’ndan önce de O’ndan sonra da O’nun gibi mükemmel bir şahsiyet görmedim.”
Enes bin Mâlik de der ki: “Rasûlullah’ın elinden daha yumuşak bir dibace veya ipekli kumaşa dokunmadım. O’nun kokusundan daha güzel bir koku koklamadım.”
Rasûl-i Ekrem’in ahlâkını birazcık olsun öğrenebilmek adına tarihî tecrübe ve tanıklıklar içerisindeki bu küçük seyrimizin sonunda diyebiliriz ki, söz biter, kalem kırılır, kulaklardan kalplere sadece Yüce Allah’ın “Şânım hakkı için, size kendi içinizden bir Rasûl geldi ki, sıkıntıya uğramanız ona çok ağır geliyor; üzerinize hırs ile titriyor; mü’minlere de pek raûf (çok şefkatli), pek rahîm (merhametlidir)”810 âyetinin eşsiz ifadesi akar. Hamd olsun âlemlerin rabbi Allah’a! Salât u selâm da
810] 9/Tevbe, 128
- 194 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mesajlarıyla insanlara rehber, hayatlarıyla da ışık olan kutlu elçilerine. 811
Câhiliyye Ahlâkı
Tevhid kelimesindeki espri, İslâm’ın genel bakış tarzıdır. Önce reddedilmesi gereken hususların ortaya konulup belirlenmesi; zihin, kalp ve ilgili organlardan bu “bâtıl”ların uzaklaştırılması gerekir ki, sonra boşalıp temizlenen yere “hakk”a ait hususlar girsin. İslâm ahlâkının ayrıntılarına geçmeden önce de, câhiliyyenin ve özellikle günümüz modern câhiliyyesinin ahlâka bakış tarzlarını incelememiz gerekir. Anca bu şekilde İslâm ahlâkı, câhiliye ahlâkıyla karışıp bulanması, reddedilmesi gereken sentezler oluşması engellenebilir.
Kur’ân-ı Kerim’de Câhiliyye Kavramı: Kur’ân-ı Kerim’de câhiliyye kelimesi, toplam 4 yerde geçer.812 Câhiliyye kelimesinin kökü olan “c-h-l” ve türevleri ise toplam 24 yerde zikredilir.
Câhiliyyenin, kendine göre (Allah’a dayanmayan) inanç sistemi, yaşayış biçimi, ahlâk anlayışı ve devlet görüşü vardır. Kur’an’da câhiliyye kelimesinin geçtiği dört âyet, câhiliyyenin temel dört görünüşünü ifade eder:
a- Câhiliyyenin inanç sistemi, Allah hakkındaki zannı: “...Kendi canlarının kaygısına düşmüş bir grup da, Allah hakkında haksız olarak câhiliyye zannına kapılıyorlardı.”813 Dolayısıyla vahye/ilme dayanan bir inanç değil; zanna ve cehâlete dayanan bir inanç câhiliyyenin özelliğidir.
b- Câhilî yaşayış biçimi, câhiliyye taassub ve barbarlığı: “O zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, câhiliyyet taassubunu yerleştirmişlerdi...”814 Dolayısıyla câhiliyyenin kendine has, İslâm dışı bir hayat tarzı, dünya görüşü söz konusudur.
c- Câhiliyyenin hüküm, yönetim ve devlet anlayışı: “Yoksa onlar câhiliyye idaresini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü/hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?”815 Demek ki, Allah’ın hükmüne dayanmayan câhiliyye yönetimi, İslâm öncesi câhilî yönetimin hortlatılmasından başka bir şey değildir.
d- Câhiliyye ahlâk anlayışı/ahlâksızlığı: “(Ey peygamber hanımları!) evlerinizde vakarınızla oturun, ilk câhiliyye (devri kadınları)nın açılıp saçılarak, zînetlerini göstererek yürüyüşü gibi yürümeyin...”816 İslâm ahlâkıyla bağdaşmayan modern bazı tavır ve kıyafet/kıyafetsizliğin eski câhiliyyenin devamı olduğu anlaşılmaktadır.
Kur’an’ın ifâdelerinden anlaşılan odur ki; câhiliyye mensûbu câhil insan, puta tapmakta ısrar eder,817 azap, mûcize istemekle Allah’ı ve Peygamber’i kendine göre âciz bırakmaya çalışır. Tuzak kurar, yalancıdır, kıskançtır.818 Şirke dâvet eder.819 Allah’a yalan isnad eder.820 Peygmaberlerden insan gücünün sınırlarını
811] Yasin Günaydın
812] 3/Âl-i İmrân, 154; 5/Mâide, 50; 33/Ahzâb, 33; 48/Feth, 26
813] 3/Âl-i İmrân, 154
814] 48/Fetih, 26
815] 5/Mâide, 50
816] 33/Ahzâb, 33
817] 46/Ahkaf, 23; 6/En’âm, 111
818] 12/Yusuf, 89
819] 25/Furkan, 63
820] 2/Bakara, 67
AHLÂK
- 195 -
aşan olağanüstü şeyler göstermelerini talep eder.821 Allah hakkında kötü zanda bulunur.822 Kavmiyetçidir.823 Ayrıca açılıp saçılmak,824 zinâ etmek825 de câhilî birer davranıştır. Fâsıklar câhiliyye hükmünün özlemi içinde olan, câhilî bir hayat tarzını benimseyen insanlardır.826 Mü’minler câhil olmamak için, bu kötü hasletlerden uzak durmanın yanında, şirke dâvet edenlerden yüzçevirmeli,827 Allah’tan kâfirleri bağışlamasını istememeli828 ve fâsıkların getirdikleri haberleri aslını araştırmadan kabul edip kullanmamalıdırlar. 829
Câhiliyye kelimesi “İslâm’dan önce” diye tercüme edilemez. Çünkü o daha çok şimdiyi gösterir. Câhiliyyede teslimiyet ve tevâzuya aykırı düşen özellikler baskındır. İnsanın kendi gücüne güvenmesi, sınırsız benliği, İlâhî ölçü tanımazlığı ile kulluğa aykırı düşen her şeyi câhiliyyede vardır.830 Câhiliyye insanından kimse İslâm’daki kulluk, teslimiyet ve alçakgönüllülüğü isteyemez. O, kendi kendisinin Rabbidir.831 Tevâzu ve teslimiyet kime karşı olursa olsun, ona göre hür doğmuş Arab’ı köleleştirmekten başka bir şey değildir.832 Çağımızdaki benmerkezci ve ferdin inanç ve amellerinin sadece kendisini bağlayacağı, dolayısıyla sorgulanamayacağı anlayışı, eskinin aynen benzeridir.
Câhiliyye, belli bir döneme ait bir olgu değil; insan hayatında sürekli var olan dinamik ve yaşayan bir olgudur. Peygamberimiz’den önceki dönem câhiliyye devri olduğu gibi; günümüz modern câhiliyyesi de, Batı etkisindeki yaşayış ve ahlâksızlıklar ve atalar dini halinde devam eden Kur’an’a ters eski gelenekler de en büyük ve en ilkel câhiliyyedir.
Günümüzde Câhiliyye: Câhiliyye’yi, yanlızca İslâm’dan önceki dönem diye çevirme yanlış olacaktır. O dönemin adı da ‘câhiliyye’dir. Ancak bu kavram, câhilî davranış ve inançların genel adıdır. Firavun nasıl, haddi aşan, azan, kibirlenip kendini Allah’a muhtaç görmeyen, zulmün ve tuğyanın (azıp-sapıtmanın) sembolü ise; câhiliyye de bilgisizliğin, bilgisizce hareket etmenin, yaptığı şeyin sonucunu düşünmemenin, Allah’ı ve O’nun âyetlerini anlamamanın, Allah’a isyan etmenin ne kadar kötü olduğunu idrâk edememenin sembol kavramıdır.
İnsanların hevâlarına uyduğu, nefislerinin, isteklerinin kulu oldukları, Allah’ın hükümlerinin kabul edilmediği, çeşitli ilâhlara ibâdet edildiği, sömürü ve zulmün bulunduğu, kavmiyetçilik ve asabiyyenin (tarafgirliğin) yaygın olduğu, hüküm vermede hakkın ve adâletin uygulanmadığı her yer ve zamanda câhiliyye var demektir. Günümüzde de çeşitli yerlerde, tıpkı câhiliyye döneminde olduğu gibi Allah (c.c.) unutulmuştur. O ve O’nun hükümleri hayata ve insanların işlerine sokulmamaktadır. O’nun gönderdiği hükümlere uymayı bir tarafa
821] 6/En’âm, 35
822] 3/Âl-i İmrân, 154
823] 48/Fetih, 26
824] 33/Ahzâb, 33
825] 12/Yusuf, 33; 4/Nisâ, 17
826] 5/Mâide, 50
827] 7/A’râf, 119
828] 11/Hûd, 46
829] 49/Hucurât, 6
830] Toshihiko İzutsu, Kur’an’da İnsan ve Allah, Yeni Ufuklar Neşriyat, s. 190
831] 25/Furkan, 43
832] T. İzutsu, a.g.e., s. 191
- 196 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bırakalım; o hükümler, yani şeriat yanlış, eksik ve hatta çağdışı sayılmaktadır. Günümüz insanlarının çoğu, unuttukları âlemlerin Rabbi Allah’ın yerine sayısız ilâhlar ve putlar bulmuşlar ya da koymuşlardır. Tıpkı eski Arap câhiliyyesinde olduğu gibi sahte tanrılara ibâdet edilmektedir. Ölçüler İlâhî kaynaktan değil, hevâlardan alınmaktadır. Güçlünün borusu ötmekte, sözü geçmektedir. Zayıflar yine ezilmekte, insanlar haklarına yine gereği gibi kavuşamamaktadır. Kumar, zinâ, fuhuş, hırsızlık en geniş şekilde yapılmakta, içki su yerine içilmekte, ribâ (fâiz) ekonominin can damarı kabul edilmektedir. İslâm’ın günah dediği pek çok şey çağdaş ahlâk sayılmaktadır. Kadınlar yine alınıp satılmakta, açılıp saçılmaları kadın hakkı, çağdaşlık kabul edilmektedir.
Kısaca, Kur’an’ın câhiliyye toplumu dediği müşrik toplumun anlayışı ve ahlâkı az bir değişiklikle günümüzde de aynen devam ediyor. Allah (c.c.), O’nun yüce hükümleri ve Âhiret hesaba pek katılmıyor. Bu durum da ‘câhiliyye’den başka bir şey değildir. 833
Câhiliyyenin Temel Özellikleri, Câhiliyye Ahlâk ve Âdetleri
Câhiliyye Arapları’nın sürdüğü hayattan ve içinde yaşadıkları ortamdan bazı örnekleri şöyle sıralamak mümkündür:
1) Putlara tapmak: Câhiliyye insanları Allah’ın varlığını kabul etmekle beraber putlara taparlardı. Onlar putlarının Allah katında kendilerine şefaatçı olacaklarına inanırlar ve: “Biz onlara ancak bizi daha çok Allah’a yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz”834 derlerdi.
2) İçki içmek: Şarap içmek âdeti çok yaygındı. Şâirleri her zaman içki ziyafetinden bahseder, içki şiirleri edebiyatlarının büyük bir kısmını teşkil ederdi. Hatta Enes b. Mâlik (r.a.)’in bildirdiğine göre İslâm’da içki, Mâide Sûresi’nin doksan ve doksan birinci âyetleriyle kesin olarak haram kılınmış, Hz. Peygamber (s.a.s) tellal bağırttırarak bunu ilân ettiğinde Medine sokaklarında sel gibi içki akmıştır.835
3) Kumar oynamak: Câhiliyye çağında kumar da çok yaygındı. Câhiliyye Arapları kumar oynamakla övünürlerdi. Öyle ki kumar meclislerine katılmamak ayıp sayılırdı. Onların şâirlerinden biri karısına şöyle vasiyette bulunur: “Ben ölürsem, sen, âciz ve konuşma bilmeyen, iki yüzlü ve kumar bilmeyen birini isteme.”
4) Fâiz yemek: Tefecilik almış yürümüştü. Para ve benzeri şeyleri birbirlerine borç verirler; kat kat fâiz alırlardı. Borç veren kimse, borcun vâdesi bitince borçluya gelir: “Borcunu ödeyecek misin, yoksa onu artırayım mı?” derdi. Onun da ödeme imkânı varsa öder, yoksa ikinci sene için iki katına, üçüncü sene için dört katına çıkarır ve artırma işlemi böylece kat kat devam ederdi. Tefecilik ve fâizin her çeşidini haram kılan Allah, özellikle Araplar’ın bu kötü âdetlerine dikkati çekerek “Ey iman edenler! Kat kat fâiz yemeyin.”836 buyurmuştur.
Fâizcilik Araplar arasında o kadar yerleşmişti ki ticaretle onun arasını ayıramıyorlar; “Fâiz de tıpkı alış-veriş gibi” diyorlardı. Bunun üzerine inen âyette:
833] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y. s. 101
834] 39/Zümer, 3
835] Müslim, Eşribe 3
836] 3/Âl-i İmrân, 130
AHLÂK
- 197 -
“Allah alış-verişi helâl, fâizi ise haram kılmıştır.”837 buyrulmuştur.
5) Zinâ etmek: Câhiliyye Araplar’ı arasında fuhuş da nâdir şeylerden değildi. Câriyelerini zorla fuhşa sürükleyenler vardı. Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususa işaretle: “İffetli olmak isteyen câriyelerinizi fuhşa zorlamayın.”838 buyurulur.
Kocanın birkaç metresi olduğu gibi, kadının da başkalarıyla ilişkide bulunması, bazı çevrelerce nefretle karşılanmayan bir davranıştı. Fuhuşla ilgili câhiliyye Araplarının şu âdetlerini zikredebiliriz:
Kadın, âdetinden temizlendikten sonra kocası ona (kendisinden çocuğu olmadığı ve asil bir çocuğa babalık yapmak istediği için) “şu adama git ve ondan hâmile kal” derdi. Kadın istenilen adamla beraber olduktan sonra kocası hamileliği belli oluncaya kadar ona yaklaşmazdı. Sonra yaklaşabilirdi. Bu, iyi bir çocuğa sahip olmak için yapılırdı.
Sayıları üç ila on arasında değişen bir grup erkek kadının evine girerek, sırasıyla hepsi de onunla cinsî münâsebette bulunurdu. Kadın hâmile kalıp da doğum yaparsa doğumdan birkaç gün sonra bu erkekleri çağırır, erkekler de zorunlu olarak bu dâvete iştirak ederlerdi. Sonra onlara: “Olanları biliyorsunuz, doğum yaptım” içlerinden birine işaret ederek “çocuğun babası sensin” derdi. O da bundan kaçınamazdı.
Bazı fuhuş yapan kadınlar da tanınmaları için kapılarına bayrak asarlardı. Bu tür kadınlardan biri doğum yaptığı zaman teşhis heyeti toplanıp çocuğun kime ait olduğunu tespit ederdi. O da çocuğun babası olduğunu kabul etmek zorunda kalırdı. 839
6) Kadına hakkını vermemek: Kadına değer verilmez, hak ve hukuku tanınmaz, âdetâ bir eşya gibi telâkkî edilip miras alınırdı. Biri ölüp karısı dul kalınca ölenin varislerinden gözü açık biri hemen elbisesini kadının üzerine atardı. Kadın daha önce kaçıp bu halden kurtulamazsa artık onun olurdu. Dilerse mehirsiz olarak onunla evlenir, dilerse onu bir başkasıyla evlendirerek mihrini almaya hak kazanır ve kadına bundan bir şey vermezdi. Dilerse, kocasından kendisine kalan mirası elinden almak için onu evlenmekten menederdi. Bunun üzerine inen âyette: “Ey inananlar! Kadınlara zorla mirascı olmaya kalkmanız size helâl değildir.”840 buyurulmuştur. 841
7) Bazı yiyecekleri kadınlara haram kılmak: Yiyeceklerin bazısı yalnız erkeklere ait olup kadınlara yasak ediliyordu. “Onlar: ‘Bu hayvanların karınlarında olan yavrular yalnız erkeklerimize mahsus olup, eşlerimize yasaktır. Ölü doğacak olursa hepsi ona ortak olur’ dediler.” 842
8) Kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek: Câhiliyye Arapları’nın kötü âdetlerinden biri de kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleriydi. Onlar bunu namuslarını korumak veya ar telâkkî ettikleri için, bazıları da sakat ve çirkin
837] 2/Bakara, 275
838] 24/Nûr, 33
839] Buhârî, Nikâh 36
840] 4/Nisâ, 19
841] Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, I/440
842] 6/En’âm, 139
- 198 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olarak doğduklarından yapıyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de şu âyetlerde buna işaret edilir:
“Onlardan birine Rahman olan Allah’a isnat ettikleri bir kız evlât müjdelense içi öfkeyle dolarak yüzü simsiyah kesilirdi.” 843
“Diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun hangi suçla öldürüldüğü sorulduğu zaman...” 844
“Ortak koştukları şeyler, müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi süslü gösterirdi.” 845
9) Ekin ve hayvanlarından putlarına pay ayırmak: Ekin ve hayvanlarını iki kısma ayırıyor, bir kısmını Allah’ın böyle emrettiğini sanarak Allah’a veriyor ve bir kısmını da Allah’a eş koştukları putlarına bırakıyorlardı. Onlar bu bâtıl inanç ve âdetlerinde biraz daha ileri giderek Allah’ın payına düşeni alıyorlar, onu eş koştukları putların payına ekliyorlardı. Ama putlarının payından alıp öbürüne ilâve ettikleri görülmüyordu. “Allah’ın yarattığı ekin ve hayvanlardan O’na pay ayırdılar ve kendi iddialarına göre: ‘Bu Allah’ındır, şu da ortak koştuklarımızındır’ dediler. Ortakları için ayırdıkları Allah için verilmezdi. Fakat Allah için ayırdıkları ortakları için verilirdi. Bu hükümleri ne kötüydü!”846 Bir kısım hayvanlarla ekinlerin bazısını dilediklerinden başkasına yasaklıyorlardı. Ayrıca bir kısım hayvanlara binerken ve keserken Allah’ın adının anılmasına engel oluyorlardı. 847
“Onlara: Allah’ın indirdiğine ve peygambere gelin dendiği zaman: ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter’ derler. Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu da bulamayan kimseler olsalar da mı?”848 İslâm, topluma hâkim olunca bütün bu câhilî sistemin ilkel davranışlarını tamamen yasaklamıştır. 849
Bütün bunlara baktığımızda, câhiliyye’nin bir inanma biçimi olduğunu görüyoruz. Câhiliyye; bir şeyi gerçeği dışında bilmek, anlamak ve buna göre amel etmek demektir. Bu duruma göre câhiliyye; insanın ve toplumun İslâm öncesi ve İslâm dışı bir yaşayış biçimiyle yaşaması demektir. Doğru yolun zıddı, ilmin aksi olan, eskiyen ve değişken olan, bölgelere, kavimlere ve anlayışlara göre kurulan her türlü İslâm dışı rejimler; câhilî sistemler ve hükümlerdir.
Câhiliyye; insanın insan irâdesinin dışındaki unsurlar üzerinde toplanmasını temine çalışan, insanı insana ve topluma köle yapan bir sistemin; beşeriyeti Allah’a ibâdetten uzaklaştırıp, herhangi bir adla anılan beşerî sistem ve prensiplere itaata zorlayan yönetimin adıdır. İnsanları, kavimlere, renklere, tarihlerinin karanlık çağı efsânelerine yönlendiren, ayrı ayrı dil farklılığı sebebiyle ümmet şuurundan uzaklaştırmaya çalışan her türlü despotizm, câhiliyyenin bir görüntüsüdür. Kısaca câhiliyye, Allah’ın hükmünden başka hüküm arayan ve Allah’ın hükmünden başka hükme rızâ gösterenlerin tavrı, hayat biçimi ve sistemidir. 850
843] 43/Zuhruf, 17
844] 81/Tekvîr, 8-9
845] 6/En’âm, 137
846] 6/En’âm, 136
847] 6/En’âm, 138
848] 5/Mâide, 104
849] 5/Mâide, 103
850] Ahmed Ağırakça, Durali Pusmaz, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 269-270
AHLÂK
- 199 -
Câhiliyye erkekleri için en büyük zevk içki içmekti. Onlar için şarap tâlihin üstün hediyesiydi. Sürekli içerlerdi. İstedikleri şarabı içmekle hem övünür, hem de gurur duyarlardı. Şaraba büyük paralar harcanırdı.851 Abid’in şiirlerinden birisi o dönem ile birlikte âdeta modern câhiliyyeyi tasvir etmektedir: “Ayıkken yıllanmış güzel kokulu şarabın fiyatını yükseltiriz. Ve zevkini aldığımız zaman, hesabını tutmayız heder olan servetin.” 852
Misâfirperverlik, hürriyet sevgisi, cesâret, mertlik vasıflarına önem veren câhiliyye insanı, bir taraftan misâfirine her türlü ikrâmı yaparken, diğer taraftan yolcuyu çevirip soyuyordu. Tam bir muammâ içinde olan câhiliyyenin sosyal yapısı, özde kavmiyetçi idi. Kan yoluyla yakınlık bağı üzerinde binâ edilmiş olan ve bir kişinin haklı ya da haksız olsun kavimdaşlarından yana olmasını zorunlu kılan o yıkıcı haysiyet duygusu, kişinin kendi kavmine olan sevgisi, başkalarına dil uzatması, câhiliyyenin kişisel değerleri ölçmekte kullandıkları nihâî kriterlerdi. Putperestlik devrinde, kavmiyetçiliği aşan bir “iyi” ölçüsü hiç yok gibi gözükmektedir.853 Bu sapkın anlayışın modern temsilciliğine örnek olarak Almanya’da Hitler’i, İtalya’da Mussolini’yi, Arap ülkelerinde de Baas rejimlerini gösterebiliriz. Câhiliyyenin bu yanı, Türkiye’de “Ne mutlu Türküm diyene!”, “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur”, “Bir Türk dünyaya bedeldir!” ifâdelerinde somutlaşmaktadır. Türk’ün Türkten başka dostunun olmadığı, Arap Müslümanların Türkleri her zaman arkadan vurdukları türünden anlayışlar kadim câhiliyyenin bölgedeki bu topraklardaki yansımasıdır. Bunun en uç ifâdesi de “Kâbe Arabın olsun, bize Çankaya yeter” ifadesidir.
Kâbe’de 360 kadar put vardı. Her kabilenin kendine has bir putu vardı. Bundan başka her evde bir put bulunur, âile fertleri buna ibâdet ederdi. Putperestlik câhiliyye Arabının ikinci tabiatı olmuştu ve günlük hayatın her konumunda nüfûzunu icrâ etmekteydi. Câhiliyye Arap inancının esası hastaya şifâ, çocuk edinme, kıtlık, vebâ gibi belâları kaldırma işini başka ilâhlara devrederek, dünyanın idâresini onlara taksim etmekten ibâretti. Cenâb-ı Hakk’ın yardımının ancak bu putlardan şefaat dilemekle elde edilebileceğine inanırlardı. Araplar bu putlara secde ederler, bunlar adına kurban keserler, ekinlerinin bir kısmını, sürülerinin bir kısmını bunlara tahsis ederlerdi. Günümüzde benzer şekilde kabirlere gidilip kabir ehline duâ ederek onların tasarrufuyla çocuk sahibi olmak istenmektedir. Ayrıca bazı şeyhlerin nefeslerinden şifâ umulmakta, diri veya ölü olsun şefaatlerine sığınılmaktadır. Kur’an’da Yüce Rabbimiz şefaati ancak izin verilenlerin yapabileceğini ve yetkiyi sadece kendine has kıldığını belirtirken, günümüz câhiliyyesinde dünyada iken bazı efendi veya şeyhlere bu makam verilmiştir. Bu yanlış anlayış, İslâmî kesime hitap eden kitap, dergi, radyo ve televizyonların büyük bir kısmınca sürdürülmekte ve yaygınlaştırılmaktadır.
Câhilî değerlere sahip böylesi bir zihniyet aynı zamanda korkunç bir ahlâkî çöküşün de temelini oluşturmaktadır. “Siz gerçekten kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Hayır, siz câhillik etmekte olan bir kavimsiniz.”854 Günümüz modern câhiliyyesinde de açıkça gördüğümüz ahlâkî değerlerin gittikçe ivme kazanan ifsâdı, câhiliyyenin belirgin özelliklerindendir. Tapınma duygularını
851] T. İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Pınar Y. s. 79
852] T. İzutsu, a.g.e., s. 79-80
853] A.g.e., s. 88
854] 27/Neml, 55
- 200 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendilerine sunulan ve kendileri gibi âciz varlıklarla tatmin eden zavallı insanlar onların getirdikleri ahlâksız tutumları bir ibâdet coşkusu içerisinde îfâ etmektedirler.
Defalarca tebliğ edildiği halde, artık yola gelmeyen bilinçli olarak tercihini kullanmış olan câhilî bir topluluğa nasıl tavır alınacağı konusunda Allah, Rasûle ve dolayısıyla bize şunu emretmektedir: “Onları hidâyete çağırsanız işitmezler. Onların sana baktıklarını sanırsın, oysa onlar görmezler. Sen affı tut, ma’rûfu emret ve câhillerden yüzçevir.”855 Câhillerden yüzçevirmek, onlardan, öncelikle zihinsel olarak kopuşu gerektirmektedir ki, onların diniyle Müslümanların dini arasında hiçbir alâka kalmasın.
Buraya kadar bahsettiğimiz câhiliyye; İslâmî düşünüş, davranış ve ahlâkına aykırı tüm değer yargılarına sahip, vahye karşı alınmış bilinçli bir tavrın adıdır. Bu tavırda vahiyle bir çatışmaya girilmiştir. Bu câhilî yaşayış biçimi bir çağda olup geçen ve bir daha tekerrür etmeyen tarihî bir olay değil; bir sistemdir, bir inançtır ve her zaman da aynı organik yapıya ve güçlere sahiptir. 856
Câhiliyye Teberrücü; Kadının Açılıp Saçılması
Câhiliyye dönemi Arap toplumunda Kadın; genellikle bütün tarihçilerin kabul ettiği üzere kadının hiçbir değeri yoktu. Öyle ki kadın olmak utanç verici bir durumdu. Bu yüzden kız çocukları diri diri toprağa gömülüyorlardı. Kadının miras hakkı yoktu. Kısaca kadın, erkeğin kölesinden başka bir şey değildi.
Kur’an’dan anladığımıza göre, müşrik Araplar kendi zihinlerinde düşük ve değersiz saydıkları kızları Allah’a lâyık görüyorlar, beğenip hoşlandıkları erkekleri ise kendilerine izâfe ediyorlardı.857 Meleklerin de Allah’ın kızları olduğunu iddiâ ediyorlardı.858 Allah Teâlâ ise Arapların kendilerince değersiz bulduklarını Allah’a, değerli saydıklarını kendilerine ayırmalarını “çarpık bir paylaşma” olarak niteliyor.859 Ve kızları diri diri toprağa gömecek kadar aşağılamaları hakkında “bak ne kötü hüküm veriyorlar!”860 buyuruyor.
Yine Kur’an, çeşitli konuları işlerken, kadının toplumsal, hukukî uygulamalarda uğradığı zulümlere işaret ediyor. Meselâ: “Kadına zorla mirasçı olmanız size helâl değildir.”861 mealindeki âyetten, kadının mal gibi miras kalması ve kadına zorla mirasçı olunması şeklindeki zulmün câhiliyye döneminde yürürlükte olduğunu anlıyoruz. Zıhar’ı yasaklayan âyetler de Kur’an’ın tâbiriyle “çirkin” bir geleneğin varlığına işaret ediyor. Boşanma ile ilgili âyetlerde, kadınların haklarını koruma noktasında mü’minlere Allah’tan korkmalarını emrediyor. Bu ve bunun gibi birçok âyetlerle, kadının câhiliyye dönemindeki, hukukî uygulamalarda zulme mâruz kaldığını, yaratılış itibarıyla da hor ve hakir görüldüğünü anlıyoruz.
855] 7/A’râf, 198-199
856] S. Kutub, a.g.e., s. 315
857] 16/Nahl, 57
858] 43/Zuhruf, 19
859] 53/Necm, 21-22
860] 16/Nahl, 59
861] 4/Nisâ, 9
AHLÂK
- 201 -
Batıda ve Batılılaşmış Toplumlarda Kadın: Eski câhilî düşünceler, modern dünyanın “izm”lerinde de farklı biçimlerde bütün çirkinliğiyle gözler önüne serilmiştir. Bilindiği gibi Rönesansla başlayıp Aydınlanma Çağı ve Endüstri Devrimiyle günümüze kadar devam eden, akılcı ve pozitivist temele oturan modernizm; Batının geçirdiği tarihî sürecin doğal bir sonucudur. Modernizm hayatı sekülerleştirip, her türlü dogmaya karşı olduğunu söylerken sahih-muharref ayrımı yapmamış, tahrif edilmiş dinî düşüncelerden topladığı verileri, sahih din için de genelleştirmiştir. Artık modernizm, sadece Ortaçağ kiliselerinin ruhban sınıflarını değil; tarihte oluşmuş tüm geleneksel değerler yanında sahih din değerlerini de karşısına almaktadır. Modern insanın kadına bakış açısında hiçbir zaman sahih-muharref ayrımı yapılmadığı görülmektedir.
Batı mâcerasında kadın konusundaki yaklaşımlara bir göz atacak olursak, Hıristiyanlığın, Yunan ve Eski Roma kültüründeki “kadının ikinci sınıf bir varlık” olduğu anlayışını düzeltmemiş olduğunu hatta kadının aşağılanmasının Hıristiyanlıkta daha da güçlendiğini görürüz. Kadın öylesine kötülenmiştir ki 6. yüzyılda Mason meclisinde kadının ruhu var mı, yok mu diye ciddî bir şekilde tartışılmıştır. Batı tarihinde kadına yapılan zulümler önemli bir yer tutar. Acaba bu zulümler, tarih sayfaları arasında mı kalmıştır, yoksa kılık değiştirerek başka şekillerde mi devam etmektedir? Eşitlik, özgürlük, bağımsızlık söylemlerinin bayraklaştırıldığı günümüzde kadının aşağılanması ve sömürülmesi bitmiş midir?
Modernizm bütün değerleri tüketerek, dünya genelinde yepyeni bir sistem oluşturma iddiasında. Bunu yaparken de insanın varoluş nedenini çarpıtarak “insan”ı sömürmektedir. Ve modern düşünce, insanın tüm zaaflarını kışkırtarak korkunç bir tüketim alışkanlığını “moda” adı altında sunmaktadır. Bu çerçeveden bakıldığında “çağdaş kadın” aldatmacası içerisinde kadının sömürülmesi ciddî boyutlara ulaşmıştır. Sanayi Devrimi ile ucuz iş gücüne duyulan ihtiyacı karşılamak üzere kullanılan kadınların, bugün de bir reklam aracı olarak kullanıldığı herkes için âşikârdır. Kadın fizikî güzelliğini sağlamak için kendisine sunulan kozmetikleri tüketirken, başkalarının da tüketmesi için hazırlanan her türlü reklamda bir nesne olarak cinsel kimliği ile kullanılır. Kapitalizmin hayatiyeti için gerekli olan sınırsız tüketim “reklam” ile sağlandığına göre kadın, reklamcıların dolayısıyla kapitalizmin kullandığı vazgeçilmez bir sömürü unsurudur.
Modern düşüncede genellikle kadın, bilgisi, görgüsü ve ahlâkıyla değil; kendi güzelliğini pazarlayabildiği oranda değer kazanır. Öyle ki günümüzde haremin değil; harem duvarlarının kaldırıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. “Modernizmin evleri, işyerlerini ve sokakları kaplayan hareminde sadece genç, güzel ve bu özelliklerini bir şekilde pazarlamaktan kaçınmayan kadınlara yer vardır.”
Modernizmde hayat bulan feminist hareketler kadın-erkek arasındaki uyum yerine, haksız bir rekabet ortamı oluşturarak iki cinsi birbirine düşman hale getirip fıtratı bozmaktan başka bir fonksiyon görmemektedirler. Dünyada ve yaşadığımız toplumdaki kadının problemlerini bu şekilde ortaya koymak ise tam bir çözümsüzlüktür. Feminizm, ahlâkî kuralları kadının özgürlüğünü sınırladığı gerekçesiyle protesto etmektedir. Kadın özgürlüğünden anlaşılan ise onun eğitim, sosyal ve siyasî hayata katılımı değil; âile, eş ve çocuğun sınırlayıcılığının(!) keşfedilerek câzibesini kullanma yolunda serbestliğidir.
Türkiye’de kadın özgürlüğü ve bağımsızlığından dem vuran dergilerdeki
- 202 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ağırlıklı konular kadınların gerçek problemleri değil; cinsellik, moda gibi konular olmakta, siyaset ile ilgili verilen haberler ise ancak dedikodu düzeyinde sunulmaktadır. Dergilerin genelinde oluşturulmaya çalışılan kadın tipi ise “akleden, sorgulayan, bilgili” tanımlamalarının çok ötesinde “çağdaş, câzibeli, tehlikeli ve yasak ilişkiler deneyebilen, sıradışı” kadın tiplemesidir. Bu da kadının özgürleştirileceği yerde, kelimenin tam anlamıyla “kullanıldığı”nın göstergesi değil midir?
Kısacası, çağımız câhiliyyesinde kadın, özgürlüğü ve kendi kimliğini bulma adına, onurlu, şerefli konumunu bir kenara itip câhilî oyunların kurbanı olmuştur. Arap toplumunda diri diri toprağa gömülen kadın bugün, kendi mutluluğu ve bağımsızlığı iddiâsıyla tezgâhlanan oyunlarla toplum bataklığına yine diri diri gömülmektedir. Ancak bir farkla; bu defa kadın gerçekten diri diri bir batağa girdiğinin farkında değildir. Modern dünyanın kendisine sunduğu imaj ve kimliği, kutsadığı ve onu gerçekleştirebilmek için tüm değerlerini fedâ ettiği müddetçe de bunu farketmesi mümkün olmayacaktır.
Modern dünyanın, geleneği sorgulayıp reddetmesiyle, kadının İslâm’daki konumu gündeme gelmiş ve temel amacı İslâm’a saldırı olan bu zihniyet, kadın konusunda kültürel İslâm’da kullanılmaya elverişli noktalar yakalayabilmiştir. Müslümanlar yapılan saldırılara cevap verme çabasıyla çeşitli kaynaklara başvurmuşlar, ancak çoğunlukla gerçek İslâm’ın kadına biçtiği konumu yansıtır mâhiyette güncelliği olan veriler ortaya koyamamışlardır. Çünkü pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da kalkış noktaları, tarih içinde şekillenen yorumlar olmuş ve bu yorumlar Kur’ânî çerçeveyi ortaya koymada yardımcı olacağı yerde engelleyici bir etki oluşturmuştur. Bu etkinin oluşması, gerek insanların bu yorumları ele alış tarzından, gerekse yorumların bizzat içeriklerinden kaynaklanmıştır. 862
Câhiliyye Döneminde Fuhuş: Câhiliyye döneminde erkekler çoğunlukla zinâyı ayıp saymazlar, hatta bununla övünürlerdi. Nitekim bu husus İmru’ulkays’ın şiirlerinde açıkça görülmektedir. Câhiliyye devrinde fâhişelik yapan câriyeler öksürerek ilişki teklifinde bulundukları için kendilerine “kahbe” de denirdi. Aralarında sahipleri tarafından para kazanmak amacıyla zorla bu işe itilenler de vardı. Kur’an’da; “...Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye nâmuslu kalmak isteyen câriyelerinizi fuhşa zorlamayın”863 meâlindeki âyet bunlarla ilgilidir.
Câhiliyye devrinde dost hayatı yaşayan çiftler de vardı. Erkek, kadının dostu ve arkadaşı (haden) olduğu için bu tür kadınlara “zevâtu’l-ahdân” veya “muttehızâtü ahdân” adı verilirdi. Kur’an’ın iffetli yaşamaları, zinâ etmemeleri ve gizli dost tutmamaları şartıyla câriyelerle evlenmeye izin veren,864 açık ve gizli kötülükleri (fevâhiş) yasaklayan865 âyetlerinde dolaylı olarak bunlardan söz edilir. Bu dönemde metres hayatı yaşayan evli kadınlar da vardı. “Dımd” denilen bu kadınlar kocalarından başka bir veya birkaç erkekle beraber olurlar, özellikle kıtlık zamanlarında karınlarını doyurmak için bu tür ilişkide bulunurlardı.
İslâm öncesinde livâta, sevicilik, hayvanlarla ilişki şeklindeki cinsî sapıklıklara
862] H. Koç, F. Candan, Kur’an Çerçevesinde Kadın, Haksöz, sayı 31, Ekim 93, s. 25-27
863] 24/Nûr, 33
864] 4/Nisâ, 25
865] 6/En’âm, 151; 7/A’râf, 33
AHLÂK
- 203 -
da rastlanmaktadır. Kur’ân-ı Kerim bunlardan özellikle livâta üzerinde durmakta ve bu çirkin ilişkiyi ilk defa başlatan Lût kavminin866 bu yüzden helâk olduğunu anlatarak bundan ibret alınmasını istemektedir.867 Câhiliyye devrinde birçok yerleşim merkezinde ve ticaret kervanlarının uğrak yerlerinde “mâhûr” (muhtemelen Farsça “mey-hor”dan -içki içen-) denilen işret ve zinâ âlemlerinin yapıldığı evler vardı. Buralarda câriyeler içki sunar, rakseder ve gayrı meşrû ilişkide bulunurlardı. Bu tür ilişkilerde pezevenklik (kıyâde) yapan kimseler de vardı. Bunlara “kavvâd” (Türk argosunda “kavat”) veya “kavvâde”; âilesini kıskanmayan ve fuhşa itenlere de “deyyûs” denirdi.
Bazı fâhişeler evlerinin veya panayırlarda kurdukları çadırların kapılarına bayrak asarak ücret karşılığı ilişkide bulunmak isteyenleri dâvet ederlerdi. Hz. Âişe, Câhiliyye dönemindeki nikâh türlerinden söz ederken bunlar hakkında da bilgi vermektedir.868 Aynı rivâyette, eşlerini kıskanmayan ve asil gördüğü bir kimseden çocuk sahibi olmak için onunla ilişkiye zorlayan ve eşi o kimseden hâmile kalıncaya kadar bunu sürdüren erkeklerle (buna nikâhu’l-istibdâ’ denirdi), on kadar erkekle ilişki kuran kadının doğurduğu çocuğun nesebinin nasıl tâyin edildiği hakkında da bilgi vardır. Kadın çocuğu doğurduktan sonra ilişki kurduğu erkekleri çağırır ve içlerinden birini çocuğun babası olarak belirlerdi. Doğan çocuk erkekse o kişi bunu kabullenmek zorundaydı. Kız çocuğu olması durumunda ise birtakım problemler ortaya çıkardı. Kız çocuğuna sahip olmanın utanç vesilesi sayılması ve doğan kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi âdeti de toplumda fuhşun yaygın olması, kız çocuklarının ileride fuhşa sürüklenmesi ihtimalinin bulunması ile açıklanabilir. 869
Eski Türklerde durum:
Eski Türklerde kadın yerli ve yabancı erkeklerden kaçmaz, onlarla gâyet serbest görüşebilirdi. Örtünmeye dâir hiçbir kayıtları yoktu, İbn Fazlan’ın Seyahatnâmesi’nde anlattığına göre Bulgar Türkleri, kadın-erkek hep beraber nehre inip çırılçıplak yıkanırlardı. Bununla beraber herhangi bir şekilde zina etmezlerdi. Zina onlara göre en büyük suçtu. Zina eden şahıs kim olursa olsun, yere çakılan dört kazığa el ve ayaklarını bağlayıp sonra da. onu boynundan uyluklarına kadar balta ile yararak iki parçaya ayırırlardı. Kadına da aynı cezayı tatbik ederlerdi. Kadın ve erkeği ikiye ayırdıktan sonra vücutlarının her parçasını bir ağaca asarlardı.
Oğuz Türklerinde de durum aynıydı. Kadın erkeklerden kaçmaz ve vücudunun hiçbir yerini insanlardan gizlemezdi. İbn Fazlan bunu şöyle bir misâlle anlatır: “Bir gün bir adamın evine misafir olduk. Adam ve karısıyla beraber oturuyorduk. Kadın bizimle görüşürken bir aralık gözümüzün önünde avret yerini açıp kaşımağa başladı. Biz utancımızdan yüzlerimizi kapayıp “Estağfirullah!” dedik. Kocası güldü. Tercümana: Onlara söyle: Bu kadın onu sizin huzurunuzda açıyor. Siz onu görüyor ve koruyorsunuz. Sizden ona hiçbir zarar gelmiyor. Bu hareket, kadının onu örtüp de başkalarına müsaade etmesinden daha iyidir” dedi, İbn Fazlan sözlerini şöyle bağlıyor: “Zina diye bir şey bilmezler. Böyle bir suç işleyen
866] 27/Neml, 54; 7/A’râf, 80-84
867] 29/Ankebût, 28-35
868] Buhârî, Nikâh 36
869] Nebi Bozkurt, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 13, s. 210
- 204 -
KUR’AN KAVRAMLARI
birini ortaya çıkarırlarsa onu iki parçaya bölerler. Şöyle ki: Bu kimseyi, iki ağacın dallarını bir yere yaklaştırarak bağlarlar. Sonra da bu dalları bırakırlar. Dalların eski durumuna gelmesi neticesi, o kimse iki parçaya bölünür.”
Kutluklarda da zina eden kadın ve erkeği yakarlardı.870 Göktürklerde sağlam bir aile hayatı vardı. “Fuhuş nedir bilmezlerdi. Evli bir kadına tecavüzün cezası idamdı. Bir genç kıza tecavüz ise, genç kız evlenmeyi kabul etmezse aynı ceza ile karşılık görürdü. Hırsızlık yapan, çaldığının on mislini öder ve cemiyetteki yerini kaybederdi. On mislini ödeyecek serveti yoksa hürriyetini kaybeder, esir olarak satılırdı.” 871
Fuhşun yasak olduğu, zina edenlerin en ağır şekilde cezalandırıldığı bir yerde muhakkak ki iffetin derin bir mânâsı vardır. Nitekim eski bir inanışa göre kadınlar doğum yapacağı zaman imdatlarına koşan Ayzıt adında bir doğum tanrıçası olduğu kabul edilirdi. Ayzıt’ın hiç müsamaha kabul etmeyen bir şartı vardı: İsmetini muhafaza etmemiş olan kadınların yardımına, ne kadar yalvarırlarsa yalvarsınlar ve ne kadar kıymetli kurbanlar ve hediyeler takdim ederlerse etsinler, bir türlü gelmezdi. 872
Bu misâller bize gösteriyor ki, müslüman olmadan önce bile Türklerde, câhiliyet Arapları ve hristiyanlık sonrası Avrupa milletleri ile mukayese edilemeyecek şekilde sağlam bir iffet ve namus anlayışı vardı. Bu anlayışın onların sadece örf ve âdetlerinden doğan sosyal bir ahlâk olduğu söylenemez; zira Ayzıt’ın iffetsizliğe müsaade etmemesi, kadını iffetli olmaya iten tamamen dini bir motiftir. Onların diğer milletlerden tamamen farklı olarak fuhuş bataklığına düşmelerine mâni olan otorite, İslâmîyetten önce kabul ettikleri Budizm, Brahmanizm, Mani. ve Zerdüşt dinleri ile Şamanizm’den kalan inançların oluşturduğu bir milli ahlâktır. Daha sonra İslâmîyet Türk kadınının şahsiyetine yakışmayan mezkûr pürüzleri törpüleyecek, onu gerçek iffet anlayışına sahip kılarak lâyık olduğu üstün değere kavuşturacaktır. 873
Modern çağda ilericilik adıyla sergilenen câhiliyye hükmü, ahlâk(sızlığ)ı, dünya görüşü ve değer yargıları, her çeşit müşriğin çok ilkel olduğunu, on dört asır öncesinin câhiliyye hayatına dönmek isteyen gericilik olduğunu göstermektedir. Müslümanlara gerici diyerek akılları sıra hakaret edenler, eski câhiliyyeyi hortlatmak isteyen kimselerdir. Bilindiği gibi, her dönemdeki İslâm dışı değer yargıları demek olan câhiliyyenin kendine göre inanç sistemi, yaşayış biçimi, ahlâk anlayışı ve düzen/yönetim şekli vardır. Câhiliyyenin itikadı/inanç sistemi, cehâlete dayanan, Allah hakkında câhiliyye zannı ve inancı ile şirke giden bir bâtıl inançtır.874 Câhiliyyenin kendine göre ilimden/vahiyden kaynaklanmayan, hevâya dayanan ahlâk anlayışı vardır. Özellikle kadınların toplumu ifsad edecek şekilde açılıp saçılması şeklinde kendini gösteren, kadınları orta malı olarak değer(siz)lendiren, kadınları hor gördükleri için kız çocuklarını küçükken toprağa diri diri gömmekten çekinmeyen bir yaklaşım sergileyebilirler. 875
870] Geniş bilgi için Bk. İbn-i Fazlan Seyahatnamesi, s. 31, 57, 91
871] Yılmaz Öztuna, Türk Tarihinden Yapraklar, s. 286-297
872] Türkçülüğün Esasları, s. 167; Mustafa Rahmi Balaban, Tarih Boyunca Ahlâk, s. 97
873] M. Yaşar Kandemir, Örneklerle İslâm Ahlâkı, Nesil Y., 5. Bsk, s. 73-75
874] Bk. 3/Âl-i İmrân, 154
875] Bk. 33/Ahzâb, 33; 16/Nahl, 58-59; 81/Tekvîr, 8-9, 14
AHLÂK
- 205 -
Eski Arap Câhiliyyesinde Ahlâkî Durum:
İnsan kanı değersiz kabul edilmektedir. Kabilecilik, baskınlar, düşmanlık ve zulüm her tarafı kuşatıyor, özellikle müstaz’af dediğimiz güçsüz halk yığınları bu zorbalık ve yanlışlıklardan çok etkileniyor. Kız-erkek ayrımı sözkonusudur ve kız çocuklarının doğumuna ana-babalar çok üzülürler.876 Kız çocuklarını fakirlikten ve namus anlayışından dolayı diri diri toprağa gömenler vardır.877 Toplumun sınıflara ayrılması, kölelere eziyet, câriyeleri fuhşa zorlama ve köle ticareti gibi insan onuruna ters ahlâkî problemler mevcuttur. Fuhuş, zina gibi ahlâksızlıklar yaygındır, kız çocuklarının geleceği tehlikededir. Bütün bunların temel sebebi ve önemli problem olarak putlara tapma, şirk, içki, kumar, fal, medyumluk, sömürü, egemen güçlerin tahakkümü câhiliyyenin temel görüntüsüdür.
Asr-ı Saâdette İslâm’ın mücâdele ettiği ve sonunda tarihin çöplüğüne attığı bu ahlâkî problemlerin, günümüz câhiliyyesinde ne oranda mevcut olduğunu değerlendirmemiz zor olmasa gerektir.
Günümüz câhiliyyesinin en belirgin temsilcisi olan Batı kültür ve uygarlığınının temel dayanaklarını, ahlâkla ilişkisi bakımından kısa da olsa tanımak gerekir. Batı tarihi, kökleri itibarıyla Roma, Yunan uygarlıklarının ve Hıristiyanlığın mirası üzerine bina edilmiştir. Sanayi devriminden sonra kapitalizm, aşırı özgürlükçülük, ateizm, hümanizm, pragmatizm ve sömürü ahlâk ve din halini almıştır.
Batı Câhiliyyesine Göre Ahlâk Anlayışı
Hayatın tümü bu iki durumun dışına asla taşmaz; ya hidâyet veya sapıklık. “Ya İslâm veya câhiliyye.”
Bugünkü çağdaş Avrupa medeniyetinin(!) temellerini Yunan ve Roma câhiliyyeleri teşkil eder. Bu gerçeği, her ne kadar “câhiliyye” olarak değil de “medeniyet”(!) diye adlandırıyorlarsa da durum değişmez. 878
Gerçekten uluslararası siyonizm, Darwin ve tekâmül nazariyesini ve Avrupa câhiliyyetinden arta kalan bütün erdemlilikleri üç büyük bilim adamı(!) olan, Marx, Durkheim ve Freud vasıtasıyla tamamen yok etmek için en korkunç bir şekilde istismar etmiştir. Bunların üçü de dinle alay etmek, onu hafife almak ve onu aşağılamak sûretiyle kitlelerin gözünde en kötü bir şey haline getirmişlerdi.
Durkheim: “Din, fıtrî değildir.”
Marx: “Din halkın afyonudur.”
Freud: “Ahlâkın normal hallerinde bile bir katılık vardır. O, bizzat insan varlığı için zararlı bir baskıdır” der.
Kadının evinden sokağa dökülmesine yol açtılar.
Marx: “Kadın, mutlaka çalışmalıdır.”
Durkheim: “Kadın için evlenmek fıtrî bir şey değildir.”
Freud: “İnsan, mutlaka kendi cinsel varlığını gerçekleştirip her türlü (dinî ve
876] Bk. 16/Nahl, 58, 59
877] Bk. 5/Mâide, 32
878] Muhammed Kutup, Yirminci Asrın Câhiliyyeti, s. 30-31
- 206 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ahlâkî) baskı ve prangalardan kurtulması gerekir.” 879
Freud: “Cinsiyet her şeydir. Her şey de cinsiyetten fışkırmaktadır.”
“Çocuk, annesinin memesini seksüel (cinsî) lezzetle emiyor. Cinsel şuurla annesine (tabii olarak kız çocuk da babasına) yapışıyor” demektedir. 880
Freud’un bu görüşlerinin, ahlâkın bozulmasında katkıları vardır. Günümüzde hâlâ Freud’un bu görüşlerini savunanlar da vardır. Meselâ, Aile Mutluluğu ve Cinsel Eğitim adlı kitaptan bir örnek verelim: Freud “Çocuğun anne karnında duruş biçimini bile cinsel tatmin amacına yönelik bir pozisyon şeklindedir, çocuk anne karnında bu şekilde durmak sûretiyle bir cinsel haz arayışı içindedir, çocuğun anne karnında duruş şekli bunun bir tecellisidir” anlamında olayı açıklamaktadır. (Yazar bu görüşün üzerine şunları ilâve etmektedir:)
Çocuk yaşantının ilk yıllarında cinsel yaşamın oral dönemindedir. Oral, ağız demektir, yani ağız yoluyla, emmek yoluyla bir nevî haz duyar, cinsel hazzını bir şey emmekle karşılar, annesini emer, emzik emer, gerekirse parmağını emer vs. bu, onun için bir cinsel gelişim evresidir.
Çocuk annesini emerken sadece bedensel olarak süt içtiği için beslenmekle kalmaz. Bu, görüldüğü gibi çocuğun gelişmesinde oral safha olarak bilinen bir aşamada önemli katkılar sağlamaktadır. Çocuk, annesinin memesini bazen acıtarak emer veya ısırır, bunların yorumları vardır. Çocuk bunları zannedildiğinin aksine bilinçsiz olarak değil, belli bazı gereksinimlerini karşılamak için, örneğin cinsel tatmin sağlamak ihtiyacıyla böyle davranmış olabilmektedir. 881
Görüldüğü gibi çocuğun masum davranışlarının ve annesinin memesini beslenmek için emmesinin dahi “cinsel tatmin sağlamak” için olduğunu söylemektedirler. Böylece çok yanlış anlamalara sebep olmaktadırlar.
Hakka karşı olan, haksızlığı, ahlâksızlığı, zulmü esas alan Batı emperyalizmi, İslâm topraklarını işgal ederek, insanların İslâm’dan uzaklaşmasına, bâtıl yolu takip etmelerine sebep olmuşlardır.
İslâm’ı reddeden, ona karşı çıkan Batılılar her yönüyle İslâm’a aykırı yaşam sürmektedirler. Bu şekilde devam ederek kötülük, yanlışlık, haksızlık, hırsızlık, zulüm, içki, kumar, zinâ, homoseksüellik ve her türlü ahlâksızlık dünyaya yayılmıştır ve bunları da normal karşılamaktadırlar. Bunların bu sorumsuzca, gayr-i İslâmî yaşantıları câhiliyye yaşantısıdır.
İslâm dini câhiliyye yaşantısını ortadan kaldırmak için gelmiştir ve kaldırmıştır. Rasûlullah (s.a.s.): “Câhiliyye (yaşantısının) her bir nevi ayağımın altındadır, kaldırılmıştır.”882 buyurarak câhiliyye hayatına son vermiştir. İslâm’a karşı olan Batılı güçler, canları istediği gibi zevklerine, keyiflerine göre yaşamak istedikleri için ne gerekiyorsa yapmışlardır. Yaşam içerisinde her şeyi kolaylaştırmak, zevkli ve keyifli yaşamak adına her türlü teknolojik icatlar yaparak bu kolaylığı sağlamışlardır. Bu imkânları, kolaylıkları nasip eden Allah’a şükredeceklerine, son din olan İslâm’a bağlanarak hak yoldan gideceklerine aksine bu Batılılar, bâtıl yolu
879] M. Kutup, a.g.e., s. 30-31
880] Muhammed Kutup, Taklitlerin Çarpışması, s. 23
881] Kemal Çakmaklı, Aile Mutluluğu ve Cinsel Eğitim, Seha Yay., s. 117-118
882] Müslim, Hac 147; Ebû Dâvud, Menâsık, 57, Hds no: 1905
AHLÂK
- 207 -
tercih ederek teknolojilerini bu mantıkla kullanmışlardır. Sinema, televizyon, video, internet ve basın-yayınla müstehcenliği sergilemişlerdir. Seks filmleri, pornografik ve erotik yayınlar yaparak insanların ahlâklarının bozulmasına, haktan uzaklaşmalarına çok büyük katkı sağlamışlardır. Bunları yaparken de kalkınma, çağdaşlık, modernlik, ilericilik diyerek İslâm’a aykırı tüm yaşantılarını, çağın gereği diyerek ahlâksızlıklarını iyi göstermeye çalışmışlardır ve çağdaşlaşma, ilerleme, batılılaşma budur demişlerdir. Halkı müslüman olan ülkeler de Batının teknolojisini biz de alalım, biz de bu kolaylıklardan yararlanalım diyerek, onların tüm yaşantılarını aynen almışlar ve böylece onlar da İslâmî yaşantıyı bırakarak, İslâm’a aykırı yaşantıya uymuşlardır.
Batıya Göre Ahlâk Anlayışı
A- Ahlâkın Lüzumsuzluğu ve Zararları
Bazılarına göre ahlâk, beşer tabiatıyla uyuşmamaktadır. O, insana güç ve kuvvet sahibi hâricî bir kuvvet tarafından zorla yüklenmiştir. Bunlara göre ahlâk, insanî arzuların tatmin edilmesine engel olan, insana hürriyetten faydalanma imkânı vermeyen bir baskı aracıdır. Özgürlükleri kısıtlar, insanı baskı altında tutar. Bu baskı sonucu birçok rûhî hastalıkların, asabî buhranların isâbet etmesi kaçınılmazdır. Stresler, bunalımlar… hep bu ahlâkî baskının sonucudur.
Bazıları ahlâkın geçmiş asırların bir artığı olduğu kanaatindedir. Onlara göre ahlâk, vahşi ve ilkel insanların kötü(!) duygularından kaynaklanmış, sert ve katı kayıtlardan ibarettir. Tekâmül ve medeniyet yolunda insanlık ilerleyince, ahlâkın bu kayıtları hafiflemiş, zincirleri yavaş yavaş çözülmüştür.
Neticede şunları söylemek isterler: İnsanlığın, artık ahlâkın boyunduruğundan tamamen kurtulması, bu vahşi kural ve bağlardan tamamen sıyrılması ve uygar olması icap etmektedir.
Meselâ Freud: “Ahlâk, en zayıf derecesinde bile katılığın timsalidir. Beşerin en çirkin duygularından ortaya çıkmıştır ahlâk. Beşerî duygulara güzel veya çirkin denilemez. Çünkü beşer tabiatı böyledir” der.
Bunlar, insanın şerefini, yüceliğini, kutsal değerleri ayaklar altına alır ve insanı hayvan derekesine indirmek isterler. İnsanların da aynen hayvanlar gibi hiçbir ahlâkî kurala bağlı olmadan, istedikleri gibi anırıp istedikleri yere pislemelerini, yani tümüyle özgür olmalarını istemektedirler. Bu yüzden Darwin de insanın aslının hayvan (maymun) olduğunu iddia etmiyor mu? Hayvan derekesine inen, şerefi ve ahlâkı olmayan insanları sömürmek çok kolaylaşacaktır çünkü. Zaten insanlık, onların inancına göre yahûdilerin merkebi sayılmaktadır.
Ahlâken çöken insanlık, ciddi şeyleri düşünemeyecek, bu emperyalistlere kolaylıkla yem olabilecektir. Emperyalist ve kapitalistlerin oyuncağı olacaktır. Moda, kadının pazarlanması (yan ürünleriyle birlikte fuhuş sektörü), lüks, israf, oyun, eğlence, düşüncesizce ve doymamacasına tüketim…
İnsanla hayvan arasındaki en önemli farklardan biridir ahlâk. Hâlbuki bazı hayvanların bile terbiyesi mümkün olmaktadır. İnsanın terbiyesi, elbette daha önemli ve daha mümkündür.
Freud: “İnsanın arzu ve istekleri şuur altına itilmek sûretiyle ancak ahlâk
- 208 -
KUR’AN KAVRAMLARI
meydana gelebilir” diyor. İslâm toplumu için bu sözler doğru ve geçerli değildir. İnsan (müslüman), hislerini görmezlikten gelmez, onları inkâr etmez. İslâm ahlâkı duyguları sınırlandırır, kontrol altına aldırır ve onlara güzel hedef (yön, istikamet) çizer. Şehevî hislerin şuur altına alınması ile bu şekilde kontrol edilmesi arasında çok fark vardır. Şuur altına atılma şuursuz bir işlemdir. Müslüman, şuurlu/bilinçli olarak, hem kendine ve hem de başkalarına zarar vermemek için duygularına sınır ve hedef çizer.
Hayvan, arzularını zapt etmeye muktedir değildir. Dıştan bir zorlama ile ancak arzularını durdurabilir. İnsanda ise bu, Allah’ın ona ihsan ettiği bir meziyettir; duygu ve hareketlerine hükmeden “irâde”siyle kendisini durdurmayı becerir. Güçlü insan, irâdeli insandır. İnsanın yeryüzünün halifesi olarak Allah tarafından en güzel sûrette yaratılması, mükerrem olması, meleklerden bile üstün seviyeye çıkabilmesi, irâdesi ve kendini yönlendirebilmesi sâyesidindedir.
Sınırsız özgürlük, ahlâk kurallarından kurtulmak, aşırı hürriyet anlayışı, kendisine hiçbir sınır konulmamasına çalışarak insanı bir yönden ilâhlaştırmaya götürür. Diğer yönden insanı böyle sınırsız yüceltmenin sonu, insanı aslında alçaltmak, hayvandan da aşağı hale getirmek olur. İnsan, kendi hevâ ve hevesinin, nefsî duygularının ilâhlığını kabullenmiş, aşağı isteklerin kulu durumuna düşmüş olur.
İnsan, nefsinin isteklerine tâbi olduğunda, hevâsının/keyfinin, her arzusuna uyduğunda ilerleyebilmesi, terakki edebilmesi ve yüce hedeflerini gerçekleştirebilmesi mümkün değildir. Çünkü beşerin gücü sınırlıdır. İnsan, bu gücü basit çıkarları ve şehevî arzuları tatmin yolunda tükettiğinde, üstün fikrî rûhî faâliyetlerde bulunabilmek, bunlara yönelebilmek için kendinde güç bulamayacaktır.
“Peki, Avrupa ve özellikle Amerika, ahlâk konusundaki bu yanlışlarına rağmen, nasıl yükselmiş ve yükseliyor?” Bu soruyu, kısaca ve maddeler halinde cevaplayalım:
1. Batının bugünkü durumu, bir yükselme midir? İnsanların rahat yaşamaları ve kolaylıkları için bazı teknik buluşlarını, yükselme ve ilerleme kabul etmek doğru mudur? Cinâyet ve intiharların, içki ve uyuştucuların, bunalım ve streslerin, sömürü ve soygunların, savaş ve saldırıların… alabildiğine arttığı huzur ve mutluluğun filmlerde bile yer alamadığı bir hayat, yükselme kabul edilebilir mi? İlerleme kabul edilen hususlar ve buluşlar, hangi yolda ve hangi yönde gerçekleşmektedir? İnsanlığın esas faydası, huzur ve mutluluğu bu şekilde gerçekleşebilir mi? Hangi çağa ve hangi hayat biçimine saâdet asrı adı verilmektedir? Bu ve bunlara benzer sorulara cevap verildikten sonra olay daha bir netlik kazanacaktır.
Elbette, bazı ilerlemeler de var: Bu da, ahlâksızlığın bazı alanlara henüz yayılmadığının göstergesidir. Batılı insanda bazı ahlâkî özellikler, hatta “müslümanım” diyenlerden daha İslâmî ve ahlâkî şekilde varlığını sürdürebilmektedir. Bazı konularda farklı anlayışla ve bilinçsizce de olsa müslümanlık yaşanmaktadır. Ama özellikle kadın, şehvet, cinsellik, eğlence, sömürü, inanç ve ibâdet gibi konular toplumları hızla çöküşe doğru sürüklemektedir. Batının düşünürleri, aydın ve uzmanları, bilim adamları ahlâkî bataklığa batmadıkları için kendi
AHLÂK
- 209 -
alanlarında bir şeyler yapabilmektedirler. Bu sınıftaki insanların hemen hepsi, özel hayatlarında mazbut insanlardır. Hatta halkın ahlâkî çöküşüne karşı “bu, tehlikeli yoldur, bu gidişin sonu uçurumdur!” diyebilmektedirler. Seslerini kitlelere duyurup duyuramadıkları ayrı bir konu.
2. Batı uygarlığı ve yaşayış tarzı, yüzlerce senelik sömürü ve hırsızlığa dayanmaktadır. Asırlardır mazlumların kan ve terleriyle, sömürdüğü yer altı kaynaklarıyla beslenmiş koca ağacın içindeki çürüme, dışarıdan hemen belli olmayabilir; dışarıdan güçlü gibi gözüken ağaç, içerideki çürüme arttıkça ânî yıkılışlara gebedir. ABD ise Avrupa’ya göre genç ve zengin bir devlettir. Çoğunlukla zulüm, köleleştirme, işgal ve sömürülerden kazandığı ekonomik, maddî ve mânevî güçlerini henüz harcayıp tüketmemiş durumdadır. Mikrop bünyeye girdiği halde, genç bünyede zâhiren belli olmaz; hâlâ bünye güçlü ve sağlıklı gözükebilir. Tedbir alınmadığı takdirde bu mikrop, güçlü zannedilen bünyeyi yine ânîden deviriverir.
3. Şehevî ve nefsî bağları tamamen başıboş bırakan bütün toplumların âkıbeti helâktir. İşte tarih: Peygamberimiz zamanındaki Sasani ve Bizans İmparatorlukları. Bu dönemlerin ABD ve Sovyetler Birliği’ne eş iki süper güç olan bu iki devleti, İslâm çok kısa bir sürede temelden sarstı ve ânîden yıkıverdi. Âd, Nûh, Semûd kavimleri, Sodom Gomore, Babil, Roma İmparatorluğu ve nice güçlü zannedilen devlet ve toplumların yıkılması, hep bozuk inanç ve ahlâk sâyesinde olmuştur. Osmanlı Devletinin yıkılmasında da saray hayatının etkisi, entrikalar, kadınlar saltanatı, Katerina’lar, câriyeler, israf, lüks hayat, Batıya özenti; yani ahlâkî problemler önemli rol oynamıştır.
4. Batılılar, ahlâksızlık bataklığına battıkları halde, birikmiş güçleri sâyesinde dünyevî yönde belirli ölçüde çalışmaya ve gelişmeye muktedir olabilmektedirler. Fakat mânevî yükselmeye güç harcamadıkları için, medeniyetleri maddî bir uygarlıktan öteye geçememektedir. İnsanî duygulara ve ahlâkî ideallere yer vermeyen maddî uygarlıkların bir çatışmalık, bir savaşlık, bir devrimlik, hatta bir kaosluk güçleri vardır. Ve sonunda bu uygarlıklar ya kendi kendilerini yiyip bitirirler, ya da dışarıdan bir güçle mahvolurlar.
5. Toplum ve devletlerin eceli, yani helâk, bazen değişik şekillerde de oluverir. Güçlü kabul edilen eski kavimler, ahlâksızlıkları yüzünden farklı biçimlerde helâk olmuşlardı. Bugünkü Batılı toplumların helâki de aids, uyuşturucu gibi ahlâkî problemler ve bunların sonucuyla olabilir.
6. Sovyetler Birliği’nin ve onunla birlikte Avrupa’daki Doğu blokunun 1988’lerde böylesine güçlü görüldükleri bir zamanda, böylesine ânî ve hızlı bir şekilde çökeceğini kim tahmin ediyordu? Dün Sovyetler’in ve bu bloğa bağlı nice komünist devletlerin ânî çöküşü gibi, yarın da bu gidişle Amerika ve Batı ülkelerinin sonu aynı, hatta daha feci olacaktır. Unutmamak gerekir ki, çok feci çağdaş hastalıklar, kalp sekteleri ve ânî ölümler bu çağda boy göstermektedir. Yoldan çıkan ahlâksız toplumların bazısını rüzgârla, sivri sinekle helâk eden Allah, belki bu toplumları da mikrop denen küçücük ordularıyla helâk edecektir. Her şey O’nun ordusudur, askeridir. “Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.”883; “…
883] 48/Fetih, 4, 7
- 210 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Rabbinin ordularını, Kendisinden başkası bilmez.” 884
7. Allah’ın kâfir/inkârcı toplumlara olan sünneti (sünnetullah) ile mü’min toplumlara ait sünneti farklıdır. İnkârcı/kâfir Batı ülkelerinde olup bitenler, Allah’ın kanunlarından bazısının gerçekleşmesiyle ilgilidir: “Onlar, kendilerine yapılan uyarıları unutunca, (daha önce indirmiş olduğumuz darlık ve musîbetleri kaldırıp) üzerlerine bütün her şeyin (nimetlerin) kapılarını açıverdik…”885; “ Kim (yalnız) dünya hayatını ve süsünü isterse, onlara oradaki amellerinin karşılığını tamamen öderiz (tam veririz). Ve onlar orada hiçbir eksikliğe uğratılmazlar.”886; “İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da ileride görülecektir. Sonra karşılığı ona tastamam verilecektir.”887 Bu kanunlara göre Batılılar dünyevî istek ve çalışmalarının karşılığını gördü. Ama tercüme akıllılar, yine Rabbanî kanunlardan olan iki konuyu bilmiyorlar:
a- Allah, Müslümanları, kâfirleri hâkim kıldığı yolla egemen kılmaz. Ancak O’nun yolunda düzgün yürüdükleri zaman onları hâkim kılar: “Allah, sizlerden iman edip sâlih amel işleyenlere, kendilerinden öncekileri halîfe (sahip ve hâkim) kıldığı gibi, kendilerine de yeryüzüne sahip ve hâkim kılacağını (yeryüzünde halîfe kılacağını), onlar için beğenip seçtiği dini (İslâm’ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve geçirdikleri korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vaad etti. Çünkü onlar Bana ibâdet/kulluk ederler; hiçbir şeyi Bana şirk/eş koşmazlar. Artık bundan sonra kim küfredip inkâr ederse, işte bunlar asıl fâsıklardır (büyük günahkârlardır).”888; “Andolsun, Zikir’den sonra Zebûr’da ‘yeryüzüne sâlih/iyi kullarım vâris olacaktır’ diye yazmıştık. İşte bunda, (Bana) kulluk eden bir toplum için bir mesaj vardır.”889 Dolayısıyla kötüler ve kötülüğün sürekli pâyidar olamayacağı, ahlâksız insanların uzun süreli hâkimiyetlerini sürdüremeyeceği; iyiliğin asıl, kötülüğün ise ârızî olduğunu, hâkimiyetin eninde sonunda iyi insanların, güzel ahlâklı ve doğru inançlıların eline geçmesinin mukadder olduğunu Kur’an anlatır.
Ama yoldan, yani sırât-ı müstakîmden uzaklaşırlar ve sâlih amelleri terk edip sâlih insan olmaktan çıkarlarsa, yeniden doğru yola dönünceye kadar, Allah onları hükümran kılmaz.
b- Kâfirlerin bu hâkimiyeti, sonsuza kadar sürmez. Sadece Allah’ın takdir ettiği sınırlı bir zaman süreci içindir. Sonra onu kâfirleri helâk kanunu tamamlar: “Onlar, kendilerine yapılan uyarıları unutunca, (daha önce indirmiş olduğumuz darlık ve musîbetleri kaldırıp) üzerlerine bütün her şeyin (nimetlerin) kapılarını açıverdik. Nihâyet onlar, verilenlerle (nimetlerle) şımardıkları zaman onları ansızın yakaladık, birdenbire bütün ümitlerini yitirdiler. Böylece, zulmeden toplumun kökü kesildi. Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” 890
“Kendilerine âyetlerimiz ayan beyan okunduğu zaman inkâr edenlere: ‘İki topluluktan hangisinin (dünyadaki) mevki ve makamı daha hayırlı, meclis ve topluluğu daha güzeldir?’ dediler. Onlardan önce de, eşya ve görünüş bakımından güzel olan nice nesiller
884] 74/Müddessir, 31
885] 6/En’âm, 44
886] 11/Hûd, 15
887] 53/Necm, 39-41
888] 24/Nûr, 55
889] 21/Enbiyâ, 105-106
890] 6/En’âm, 44-45
AHLÂK
- 211 -
helâk ettik. De ki: ‘Kim dalâlette/sapıklıkta ise, çok merhametli olan Allah ona mühlet verir. Nihâyet kendilerine vaad olunan şeyi -ya azâbı (mü’minler karşısında yenilgiyi) veya kıyâmeti- gördükleri zaman, mevki ve makamı daha kötü ve topluluğu daha zayıf olanın kim olduğunu çok geçmeden görecekler.” 891
“Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, halkı (peygambere başkaldırmasınlar ve Bize) yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır. Sonra kötülüğü (yoksulluk ve darlığı) değiştirip yerine iyilik (bolluk) getirdik, nihâyet çoğaldılar ve ‘Atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu’ (onlar da sıkıntılı ve sevinçli günler geçirmişlerdi) dediler. Biz de onları, hatırlarından geçmediği bir anda ansızın yakaladık.” 892
“Zâlimleri mutlaka helâk edeceğiz. Onları yok ettikten sonra yerlerine sizleri yerleştireceğiz. Bu da Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyanlar ve azap vaadimden korkanlar içindir.” 893
“Biz bir ülkeyi yok etmek istediğimiz zaman, oranın mütreflerine (bolluktan şımaranlarına, azgın liderlerine) (itaat) emrederiz. Onlarsa orada bozgunculuk yaparlar, yoldan çıkarlar. Artık o belde cezâyı hak etmiştir. Biz de onu nasıl lâzımsa, öyle helâk ederiz.” 894
“Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görsünler. Onlar, bunlardan daha çok, kuvvetçe daha sağlam idiler. Öyle iken, kazandıkları şeyler, kendilerinden (onlara gelen azaptan) hiçbir şeyi savamadı.” 895
“De ki: ‘Allah’ın azâbı size ansızın veya açıkça gelirse, zâlimlerden başkası mı yok olur!” 896
“İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde (şehirde ve kırda) fesat yayıldı, düzen bozuldu ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.” 897
“Her ümmetin takdir edilmiş bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman, ne bir saat geri kalırlar, ne de ileri giderler.” 898
“Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş emel onları oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler!” 899
Türkçe’de tehlike olarak bilip kullandığımız kelimenin aslı, helâk kavramıyla ilgilidir. Helâk kelimesiyle tehlike kelimesi aynı kökü paylaşırlar. Tehlike (aslı, tehlüke): Helâke Sebep olan, helâke yani yok olmaya, büyük zarara sebep olabilecek durum demektir. İnsanlar tehlikeden, tehlikeli olan şeylerden kaçınmak ister. Bu, doğaldır; insanın kendini koruma fıtratıyla ilgilidir. Yokolmak, helâk olmak istemez insan. Ama insanların çoğu, tehlikenin ne olup olmadığı ve esas tehlikeye karşı nasıl bir tedbir aldıkları konusunda çoğunlukla aldanmaktadırlar.
İblis, kendine bağladığı, Hakk’tan yüz çeviren kimselerin yaptıklarının
891] 19/Meryem, 73-75
892] 7/A’râf, 94-95
893] 14/İbrâhim, 13
894] 17/İsrâ, 16
895] 40/Mü’min, 82; Ayrıca, Bk. 35/Fâtır, 43-45
896] 6/En’âm, 47
897] 30/Rûm, 41
898] 6/A’râf, 34; 10/Yûnus, 49
899] 15/Hicr, 3
- 212 -
KUR’AN KAVRAMLARI
doğru, üzerinde bulundukları yolun sağlam olduğunu, inançlarında, sözlerinde ve işlerinde bir yanlışlık bulunmadığını onlara telkin eder. Onların yanlış ve sapık işlerini allayıp pullar. Böylece onların bu kötülüklere devam etmelerini sağlar. 900
Şeytan günahı, haramları, sağlığa zararlı, birey ve toplum için tehlikeli olan şeyleri tehlikeli olarak göstermeyip, içinde câzibe gösterir. “Şeytan, onların amellerini ziynetleyip süsler.”901 Esas tehlike, esas helâk; dünyada başa gelenler değil; âhiretteki ebedî felâketlerdir.
İnsanoğlu, suçlu olduğunu, elleriyle yaptıklarından dolayı helâki hak ettiğini vicdân mahkemesinin kararıyla anladığından dolayı, yakın gelecekteki helâk endişelerinin cezâsını şimdiden çekmeye başladı. Medyada sık sık yakın gelecekteki kıtlıktan, kuraklıktan, iklim değişikliklerinden bahsediliyor. “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde (şehirde ve kırda) fesat yayıldı, düzen bozuldu ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.”902 Toplumsal fesâda ve yeryüzünün düzenini bozacak çevre felâketlerine yol açacak zararlı davranış ve kötü fiillere, ibret olsun diye dünyadayken verilen karşılıklar için “bir kısmı” denmekte ve asıl cezânın âhirette olduğuna işaret edilmektedir.
Kur’an’a teslim olup onun hükmünü tatbik etmeyen insanlar, kendini ve nesillerini de mahvedip helâk edilmesine sebep olacak fesattan kurtulamıyorlar. Ozon tabakasının delinmesi, uzayın bir sürü uydularla kaplanması, “yıldız savaşları” diye ad verilen, içinde toplu katliamlara yol açacak silâhların uzayda bile cirit atması, ormanların mahvedilmesi, zararlı zannedilerek sayısız haşeratın topraklardan, arâzilerden yok edilmesi, denizlerin petrol ve benzeri atıklarla kirletilmesi, bunları yapan Batılı insanın helâkini hazırlayan ve kısmen şimdiden cezâsını çektiği ahlâksızlık cinsinden hemen sayılabileceklerdir.
Filmlerde çeşitli tehlike sahneleri, artık yerini helâk sahnelerine bırakıyor. Toplumsal helâk senaryoları romanların ve filmlerin temel konusu gibi oldu. Armagedon, Altıncı Element, Yarından Sonra gibi filmler, bir taraftan yaklaşan helâkin sinyallerini verirken, diğer yandan bu yaşayışın çıkmaz sokağını, yolun sonunun nasıl bir helâk olduğunun cezâsını da düşündürüyor, hatta sanal âlemde de olsa, psikolojik olarak kısmen yaşatıyor. Küresel ısınma, çölleşme, buzullaşma gibi insanın iklim değişikliklerine sebep olabilecek küresel fitne ve fesatlarının sonuçlarını, Allah bilir, ama bu çağın insanı tadacağa benziyor. Batının gidişi, teknolojinin aldığı boyut, uygarlık diye takdim edilen İslâm dışı dünya görüşünün durumu, toplu helâkleri paratoner gibi çekiyor. Kıyâmet senaryoları yetmiyor, Tanrıyı kıyâmete zorlama(!) faâliyetleri için Ortadoğudaki Müslümanlar, uygar Batının insanat bahçelerini dolduranlar tarafından, sözüm ona insan eliyle helâk edilmeye çalışılıyor. Aslında kıyâmeti, çevre felâketlerinin yol açacağı bir tabiat olayı olarak düşünmek, Kur’an’daki kıyâmet olayını çarpıtmak demektir. Bütün bunlarla birlikte, Kıyâmeti unutan, Kıyâmet sonrasına hazırlanmayan, hatta Kur’an’daki Kıyâmet olayını inkâr eden insan, bunun dehşetini istemese de daha şimdiden yaşıyor. Ne dersiniz, Batının öncülüğündeki bu tehlikeli gidiş tümüyle helâke doğru değil mi? Batılı toplumlar şimdiden helâki
900] 27/Neml, 24; 16/Nahl, 63
901] 16/Nahl, 63; 27/Neml, 24; 29/Ankebût, 28…
902] 30/Rûm, 41
AHLÂK
- 213 -
yaşamaya başlamadılar mı? Helâk gelip çatmadı mı?!
“Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş emel onları oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler!” 903 Yakında, çok yakında!
B- Ahlâkın Kaynağı ile İlgili Yanlışlıklar
Ahlâkın ne olduğu asırlar boyu düşünürleri meşgul etmiş, ahlâk sözünün neleri ihtiva ettiği üzerinde bir fikir birliğine, varılamamış; çeşitli çağlarda ve muhitlerde bu konuda birbirinden farklı görüşler ileri sürülmüştür. Ahlâkî fiilin (eylemin) kaynağı olan “iyi” üzerinde herkes mutlaka bir şey söylemiş; fakat iyinin haz mı, saâdet mi, vazife mi?.. olduğu hususunda birleşememişlerdir. Bununla beraber felsefî ekollerin her biri, iyi ile kötü hakkında en doğru bilgiye kendilerinin sahip olduğuna inanmışlardır.
İyinin ne olduğu her çağda, her toplumda ve hatta toplumdaki fertler arasında münakaşa mevzuu olduğuna göre, acaba iyi anlayışı nereden geliyor? Mutlak bir otoriteye sahip kesin ahlâk buyrukları var mıdır? Bu buyruklar Allah tarafından mı, yoksa insanlar tarafından mı konulmuştur?
Her iki görüş de felsefe tarihi boyunca savunulmuştur. Şunu hemen belirtelim ki, ahlâk kanunlarının Allah tarafından konulduğu kabul edilince, (“Ahlâk ile dinin münasebeti” bahsinde gördüğümüz üzere) bunların mutlak bir otoriteye sahip kesin ahlâk buyrukları olduğu da kabul edilmiş olur.
Ahlâk kanunlarının toplum tarafından ortaya konduğunu iddia edenler şöyle diyebilir: Çağlar ve toplumlar değiştikçe ahlâk anlayışının değişmesi, ahlâk denen şeyin toplum tarafından tesbit edildiğinin ispatıdır. Kısaca, toplumun iyi dediği şey iyi, kötü dediği de kötüdür!
Bu iddia karşısında şöyle sorulabilir: Acaba çoğunluğun görüşü her meselede ölçü olabilir mi? Buna müspet cevap vermek mümkün değildir; zira aslında değerli olmayan bir şeyi bâzen birçokları değerli bulabiliyor. Hâlbuki gerçekten değerli olan bir şey toplumların değişmesiyle değerini yitirmez. Üstelik bir kısım insanların değerli bulduğuna, diğer bir kısım itibar etmediğine göre değer ve ahlâk ölçüsünü toplumlar kendiliğinden tesbit edemezler. Ahlâk gibi insanlığa yön verecek bir değerin kaypak ve değişken bir şey değil, sabit ve köklü bir esas olması gerekir. Toplumların bir çağ boyunca daha sonraki devirlerde dehşetle hatırlanan bir çıkmaza düştüğü, bir bataklığa saplandığı olmuştur. Zulümleriyle ortaçağı karartan engizisyon mahkemelerinin dindar hristiyanlar tarafından işletildiği bilinmektedir. Eskiçağ filozoflarından Sokrat’ın, zamanındaki Yunan toplumunun kabul ettiği değerlerin karşısına çıkması. Yunan halkının “Bu dinsiz, çocuklarımızı baştan çıkarıyor!” diyerek onu ölüme mahkûm etmesi de bir başka tipik misâldir. Biz bugün Yunan toplumunun değil, Sokrat’ın ileri sürdüğü değerleri “iyi” olarak benimsiyoruz.
Fertler ve toplumlar ahlâkî değer ölçüsünü koyma gücüne ve üstünlüğüne sahip olmadığına göre, bu esasları tespite yetkili olan kimdir?
Bu sorunun açık ve kesin cevabı şudur: Ahlâkî kanunlar, “itaat” edilmesi gereken buyruklardır. Hâlbuki insan, bir başka şahsın kendine emir vermesinden
903] 15/Hicr, 3
- 214 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hoşlanmaz. Bunu hürriyetinin bir nevi ihlâli olarak kabul eder. Şu hâlde ahlâk koyucusunun zaaflardan arınmış, yanılmaz ve otoritesine isteyerek boyun eğilen biri olması gerekir ki, bu da Allah’dan başkası değildir. 904
Ahlâkın Kaynağı
Batı Toplumunda Batıya Has Ahlâkın Olumlu Gözüken Tarafları
Aslında, Allah’a hakkıyla ve şirksiz olarak iman etmeyen kimselerin mükemmel bir ahlâka sahip olmaları mümkün değildir. Tevhide dayanmayan ve Allah’ın rızâsı gözetilmeyen davranış biçimi gerçek anlamda güzel ahlâk vasfına sahip olamaz. Türk halkı, İslâm’ın hâkim olmadığı, hatta suç sayılıp küfrün çirkinliklerinin dayatıldığı bir ortamda yaşamak zorunda bırakıldığı ve çirkin bir kapitalizm içinde geçim kavgasına düşürüldüğü için, inanç ve amel konularında olduğu gibi ahlâk konusunda da yozlaştı. O kadar yozlaşıp dejenere oldu ki, gâvurlardan daha beter ahlâkî problemlere sahip oldu. Batılılar aslında örnek ahlâka kesinlikle sahip olamadadıkları halde, bazı tüccar Yahûdiler ve Batılılardan daha fazla ahlâksızlaşan halkımıza göre Batılılar daha ahlâklı olarak algılanmaya başlandı. Bu, belki imanı zayıf Türk halkıyla mukayese yapılınca bazı konularda böyle bir kabul ortaya çıkabilir, ama asr-ı saâdetteki Müslümanlarla karşılaştırılınca Batılıların da herhangi bir gayr-ı müslimin de ahlâk konusunda da geçer not almaları mümkün değildir. Buna rağmen bazı konularda Batılıların inancı küfür ahlâkı İslâm, Türk halkının da (bazı konularda) ahlâkı gâvurlardan daha beter küfür, denilecek durumlar ortaya çıkabiliyor.
Batılı toplumlarda, bazı hususlarda güzel ahlâktan bazı özellikler, parçalar cılız da olsa bazı parıltılar olduğuna şâhit oluyoruz. Ama tümüyle örnek alınacak, güzel ahlâk denilecek durumun olmadığı hikmetli bakan insanların hemen göreceği şekildedir.
Yüzeysellik, kandırmaya dayanan, şekilcilik, imaj ve gösteriş sozkonusudur. Câhiliye Araplarında da bazı ahlâkî erdemler sözkonusu idi. Her toplumda az da olsa iyi ahlâktan bazı parçalar bulunabilir. Ama tevhide dayanmayan ve bütüncül olmayan ahlâkî özellikler toplumları ayakta tutmaya, onları dünyada bile huzurlu ve mutlu kılmaya yetmez. Batıda henüz kaybolmayan bazı iyi ahlâk özelliklerini sayalım:
Randevuya sadâkat (sözde durma, vakitlere riâyet). Çok ciddi meselelerde veya menfaatine gelmeyen noktalarda aynı özellik pek görülmez. Esas gösterilmesi gereken sadâkat ve ahde vefâ olarak Allah’a karşı bu kurallara uyulduğu gözükmez.
Sosyal adâlet, sosyal hizmetler. İşçilerin hakkı, asgarî ücretin geçim standartlarıyla uyum göstermesi vb. insanî ve maddî özellikler. Mânevî özelliklere önem yok denecek kadar az.
İnsan sevgisi, hümanizm. Diğer yandan bebek yerine köpek. İnsan sevgisi yerine hayvan sevgisi.
Kurallara (trafik kuralları vb.) uyma, kanunlara itaat, vergilere riâyet. Korku ve menfaatten dolayı düzen ve disipline uyulma gereği, ama Allah’ın kurallarına
904] M. Yaşar Kandemir, Örneklerle İslâm Ahlâkı, Nesil Y., İst. 1986, 5. Baskı, s. 44-46
AHLÂK
- 215 -
itaatin hiç önemsenmemesi…
Hürriyet, özgürlük anlayışı. Ama, sınırları çok geniş -hayvanî özgürlük-
Demokrasi anlayışı. Ama demokrasi anlayışının da bir kandırmaca olduğu, halkın Batı ülkesinde de kendi kendisini yönetmediği, egemenliğin belirli zümrelerin tekelinde olduğu…
Eşitlik: Kadın-erkek eşitliği (abartılı ve yer yer yanlış şekilde, eşit olmadığı alanları yok sayıp kadına ve topluma zulmederek), dinli-dinsiz, ahlâklı-ahlâksız. Diğer ırklara, diğer dinlere ve diğer toplumlara karşı eşitlik uygulama yönüyle kesinlikle yok.
İnsan hayatına ve sağlığına değer verilir. (Dayağa, işkenceye, insan hakları ihlâline karşı çıkılırken; sigortası olmayan kimseye kimsenin ilgi göstermediğini, başka ülkelerdeki başka inançtan insanlara karşı savaşın ve sömürünün alabildiğine kabul edildiğini veya fiilî durum olarak diğer insanlara zulüm, işkence, katliam, yeni ilaçların denenmesi için koboy olarak kullanım gibi örnekleri çoğaltabileceğimiz tezatlar Batı insanının çifte standardıdır.
(Dış) Temizlik, hijyenik özellikler: İnsanda, giyimde, çevrede (ev, hastane, şehir sokakları…) yüzeysel temizlik, gösteriş, makyaj, imaj, ambalaja önem. Su ile temizliğe fazla önem verilmez, meselâ tahârette su yerine sadece kâğıt tercih edilir. Koltuk ve etek tıraşı, tırnak kesimine dikkat gibi bazı insanî temizlikleri ve abdest gibi suyla sık sık ilişkileri yok. Batı ailelerinde bebek yerine köpek tercih edildiği için; sokaklarda köpek pisliği hayli yaygındır. Evlerde köpeğin yatağa, koltuğa çıkması, kucaklara alınmasının getirdiği temizliğe hiç de uygun olmayan durumlar ciddi bir çelişki gibidir; aslında temizlik anlayışlarının çok yüzeysel olduğunu da gösterir. Evlerde ayakkabı çıkarılması âdeti olmadığı için tuvalete girdikleri ve sokakta yürüdükleri ayakkabı ile oturma odalarına, yatak odalarına nice pislikleri getirdiklerini değerlendirebilirsiniz. Erkeklerin ayakta ve alelacele küçük tuvaletlerini yapmaları, çamaşırlarının temizliğini sorgulamaya iter. Pisliği, kiri belli etmediği için kot pantolon kadın-erkek giysisi olarak çok yaygındır ve Batıya özenen diğer toplumlara da yayılmıştır. “Müşrikler ancak pistirler, pisliktirler...” 905
Kadınlarda çıplaklık ve aşırı özgür/serbest tavır, kadın-erkek ilişkilerinde ahlâkî sınırların çok gevşeklik, bencillik, menfaat ve faydacılık, kendini başkalarından (özellikle başka toplum ve dindeki insanlardan) üstün görüp başkalarını hor görme (istiğnâ ve istikbâr), göstermelik kuralların dışında gönülden saygı, sevgi, kardeşlik, ziyaretleşme ve yardımlaşmanın olmadığı bir yaşayış. Aile dayanışmasının da yok denecek kadar zayıf olması…
Cinsel devrim geçiren Batı, kadınların kıyafet ve davranışlarına aşırı özgürlük getirerek, fuhşu, zinayı alenîleştirecek kadın-erkek ilişkilerinde sınır tanımaz bir tavra giderken, bir yandan da homoseksüelliği de doğal olarak kabul etti. Aynı cinsten kişilerin birbiriyle cinsel ilişkilerini ayıp ve günah sayanları dışlayıp suçlamaya başladı. Resmen erkek erkeğe evlilikleri onayladı. Dinden soyutlanmayı, ateizmi diğer inançlara tercih etmeye başladı. Kendi yaşam tarzlarına aşırı özgürlük ister ve bunu savunurken; bazı ahlâkî özellikleri kınamaya, ayıp
905] 9/Tevbe, 28
- 216 -
KUR’AN KAVRAMLARI
saymaya başladı. Tesettür, karı-koca kıskançlığı, kızın erkek karşısındaki utanma duygusunu, evlenme öncesi ya da meselâ 18 yaşına girdiği halde hâlâ kızın bâkire olmasını… ayıp saymakta, bunları hatta neredeyse ahlâksızlık kabul edecek bir çirkin ahlâka sahip çıkmaktadır.
Batıda Ahlâkın Kaynakları (Felsefî Ahlâk Sistemleri)
Toplumlar ve devletler, bir sürü acı tecrübeler geçirdiler. Ortaçağ zulümleri, engizisyon, Hıristiyanlığın (daha doğrusu Hıristiyanlık adına kilisenin) baskısı, halk huzursuzluk ve ayaklanmaları… Sonra bilim ve aklın kullanılmasıyla Batı toplumları, fıtrata ait olan bazı özellik ve değerlere ulaştılar, ama onların da ne derece yeterli ve doğru olduğu tartışılır.
Batı toplumlarının ve devletlerinin ahlâk anlayışında şunların kaynak olduğunu görüyoruz:
a- Roma, Yunan, Hıristiyanlık, sekülarizm/laiklik, hümanizm, demokrasi, özgürlük, egoizm, nefislerin hevâ ve hevesi,
b- Emperyalizm,
c- Propaganda, hile, aldatma, reklâm vâsıtasıyla bu araçları kendi amaçları doğrultusunda kullanan egemen güçlerin tahakkümü, vergi ve sosyal devlet anlayışı,
d- Pragmatizm: Kazın geleceği yerden tavuğun esirgenmemesi, eski gelenekler (kültür)
e- İnsan hakları (İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ndeki temel esaslar).
Batıda Fertler Açısından Ahlâkın Kaynakları
a- Genel kültür: Okul, TV, çevre ve aileden aldığı ahlâkî değerler (ailenin önemi sıfıra yaklaştı),
b- Örf-âdet, gelenek (ki, bunlar hayli sarsıldı)
c- Fıtrat veya zorunlulukla ilgili birkaç özellik,
d- Hümanizm,
e- Felsefe.
Fertlerin ahlâk esaslarının kaynağı, toplumdur. Bireylerin ahlâkı; içinde yaşadığı toplumun inançlarından, uygulanan kanunlardan, âdet ve törelerden vücuda gelir. Batıda ahlâkın tek kaynağı vardır; o da insandır denilebilir. Akıl, ahlâkî vicdan, toplum kuralları… şeklinde ayrı şeyler söylenmiş olsa da, bunlar kaynağın insan olduğunu, insanın akıl, his ve eğilimleri, insanî itibarlar olduğunu unutturmamalıdır. İlâhî kuralları, kudsî makamın kaynaklığı mevzûbahis değildir. Batıda din, sadece kişi ile Rabbi arasındaki ilişki ve görevlerden bahseden vicdânî bir olgu kabul edilmektedir. Vahiy, ahlâkî konularda da reddedilir veya en azından önemsenmez durumdadır.
Felsefî Ahlâk Sistemleri: Genel felsefenin meşgul olduğu üç ana mes’ele vardır: Bilgi, varlık, ahlâk, insan bilgisinin nereden geldiği; madde, ruh ve hayatın ne olduğu, Allah’ın varlığı problemleriyle birlikte ahlâkın kaynağı, iyi ve
AHLÂK
- 217 -
kötünün tâyin ve tesbiti konuları da eski çağlardan beri filozofları düşündürmüştür. Ahlâkın kaynağı, iyi ve kötünün ölçüsü kimine göre deneylerimiz, kimine göre aklımız, kimine göre de deney ve aklımızdır. Bu üç kategoriden birinde birleşen filozofların yine de farklı düşündükleri, hatta talebe ve müntesiplerinin o görüşlere zamanla değişik biçimler verdikleri görülmektedir.
Batıda Ahlâkın Üzerine Binâ Edildiği Esaslar (Temeller)
1- Örf: Örf, sâbit değil, değişkendir. Zaman ve çevrenin değişmesiyle o da değişir. Örfün mubah kabul ettiği bazı şeyleri akıl kabul ve tasdik etmez. Eski toplumlardaki kölelik. Kadınlara uygulanan bazı yanlış tavırlar ve kadınların bazı kıyafetleri, başlık parası, içki gibi. Örfün değişkenliği toplumlar arası farklılık gösterdiği gibi, zamanla da değişkenlik göstermekte, hatta coğrafyaya ve mekân değişimine göre de değişmektedir. Plaj kıyafetiyle kilise kıyafeti gibi.
Ayrıca, örfe sıkı sıkıya sarılmakta donukluk ve taşlaşma vardır. İlerleme ve gelişmeye, yeni görüşlere sırt çevirme sözkonusudur. Islah ve ıslahatçılara, yeni görüş ve fikirlere, devrimlere düşmanlık vardır.
2- Menfaat Ahlâkı: Ütülitarizm (faydacılık) denen bu görüşün en tipik iki temsilcisi İngiliz Jeremi Bentam (ölm. 1832) ve Jon Stuart Mill (ölm. 1873)’dir. Bentam’a göre ahlâk, en az elem karşılığında en çok haz ve fayda elde etmektir. Bütün canlı varlıklar acıdan kaçar ve haz isterler. İnsan da böyledir. Faziletli insan, büyük hazlara erişmek için küçük hazlardan yüz çevirir ve acıya katlanır. Bir sarhoşun içkiden, âdi suçlunun suçundan duyduğu zevk kötü görülemez; fakat her ikisinin de ardından birtakım acılar gelir ve haz hiç olur. Önemli olan hazzın miktarıdır.
Bentam’ın faydacılık yönündeki fikirlerini Jon Stuart Mill daha geliştirip sistemleştirmiştir. Ona göre iyiyi kötüden ayıran ölçü, o şeyin faydalı olup olmadığıdır. İnsan haz duyduğu şeyi faydalı olduğu için sever. J.S. Mil’e göre hazzın miktarından çok kalitesi önemlidir. İlim ve san’at sevgisi diğer hazlardan daha üstündür.
Bunlara göre iyi ve kötünün ölçüsü menfaattir. Hâlbuki menfaatin hayır ve iyi olabilmesi için meşrû olması şarttır. Yalnız kendi şahsımıza faydalı olup başkasına zarar veren bir şey hayır olamaz. Üstelik menfaat, zamana, mekâna ve şahsa göre değişir. Böylesine değişken bir şey de ahlâkın kaynağı olamaz. 906
Maddî Menfaat: Toplumların gerçekleştirdiği işlerin maddî gâyeleri veya âcil ya da gelecekte bekledikleri birtakım menfaatleri vardır. Meselâ, tüccar, dürüst olur ve ticârî ahlâka uygun davranırsa maddî menfaat elde eder.
Ahlâkın rûhî temeli görmezlikten gelinince; zarar verme, düşmanlık, birbirine sırt çevirme, bencillik, açgözlülük, aldatma, fırsatları değerlendirme olacak ve herkes kendi nefsi için yaşayacak, başkalarını rakip/hasım olarak görecek, karşılıklı merhamet, ülfet, diğergâmlık, kardeşlik, barış ve güvene yer verilmeyecektir.
Ekonomik sebepler bile çok kere ekonomik olmayan birtakım sebeplerin tesir alanına girer. Öğrenim toplumun çoğalması ya da imhası harp veya barış
906] M. Yaşar Kandemir, a.g.e., s. 48
- 218 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ekonomik olmayan sebeplerdir. Ama ekonomi üzerinde küçümsenmeyecek bir etkiye sahiptir.
3- Şahsî Mutluluk, Haz Ahlâkı: Mutluluğun lezzetten ibaret ve elemden de uzaklaşma olduğuna inanılır. Batılılara göre ahlâkın esası lezzettir. Özellikle Epikür (M.Ö. 341-270)’ün felsefesi haz ahlâkına yöneliktir.
Sokrat (M.Ö. V. yüzyıl), “İyiye yönelmeli, iyiyi gerçekleştirmeye çalışmalı” demişti ama iyinin ne olduğunu söylememişti. Fakat Aristip (M.Ö. IV. yüzyıl), iyinin “haz” olduğunu kesin bir dille ifade etmiş ve şöyle demişti: “İradenin tek amacı hazdır. Hazzı sağlayan şey iyidir. O hâlde iyi ile haz aynı şeydir. Acı veren şey ise kötüdür. Hazzın sürekliliği şart değildir. Önemli olan, bütün şiddetiyle tadılan bir anlık hazdır. Hayatı boyunca tadabileceği hazları temin etmek insanın vazifesidir. Mânevi hazza erişilemez; bu sebeple maddî hazlar peşinde koşmalıdır. Ahlâkın kaynağını haz olarak kabul eden Aristip’in kurduğu bu ekole Hedonizm (Hazcılık) denir. Bu ekolün daha sonraki mümessillerinden Theodor’a göre hırsızlık, evlilik dışı münasebetler vs. haz veriyorsa bundan kaçınılmamalıdır; çünkü hazzın kötüsü olmaz.
Daha sonra Epikür (M.Ö. III. yüzyıl) bu görüşü temsil etmiş, fakat mânevi hazzın maddî hazdan daha üstün olduğunu söylemiştir. Ona göre haz, bütün fiillerimizin gayesi olmalıdır. Acı kötüdür, ama vereceği büyük haz için acıya katlanılmalıdır. Şu halde hedonistlere göre herkes hayvanî zevklerini tatmin peşinde koşmalı, nefsinin hazlarını tatmin için uğraşmalıdır. Üstelik zevkin tatminini geciktirmemelidir; zira bütün mutsuzluklar bu gecikmeden doğar.
İnsan ile hayvan arasında fazla bir fark bırakmayan hazcılık, görüldüğü gibi ahlâksız bir ahlâk görüşüdür. Diğer taraftan herkes aynı şeyden lezzet alamayacağına göre zevkin ölçüsü ne olmalıdır? Hazcılıktan nefret eden Sokrat’in talebelerinden Antistenes (M.Ö. IV. yüzyıl), “Haz en büyük kötülüktür. Haz duymaktansa deli olmayı tercih ederim.” demektedir.
Tarihte ve günümüzde zevkinden başka bir şey düşünmeyen, bu sebeple de büyük bir ahlâk bunalımına sürüklenmiş olan toplumlar, bu görüşün iflâsa mahkûm olduğunu ispat etmiştir. 907
Seçkin kişiler, başkaları için hayrı gerçekleştirmek üzere çeşitli acılara ve çilelere tahammül eder. Ana-babalar çocukları için sıkıntılara katlanır ve birçok hazlardan vazgeçerler. Mücâhidler dinleri uğrunda kendilerini fedâ ederler. Şerefli kişiler, bir yangın varsa söndürmeye, boğulanı kurtarmaya koşarlar. Onlar bir haz peşinde değildirler. Kimseden bir övgü ya da mükâfat beklemezler. Bencillik ise, şerefli bir ahlâkın kabul edemeyeceği bir şeydir.
4- Halkın (Toplumun) Mutluluğu: Doğruluk bir fazilettir. Çünkü toplumun mutluluğunu artırır. Doğrulukla toplum yükselir. Doktor doğru olmalıdır ki, sıhhatimize faydalı olsun. Öğretmen doğru olmalıdır ki, çocuklarımızı terbiye edip öğretsin… Eski bir ekol Evdoks (M.Ö.?), Bentom (1748-1833), John Stuart Mill (1806-1873) bu görüşün savunucularıdır.
Toplumun mutluluğu sâbit ve değişmez bir ölçü olmadığından buna güç de yetmez (Her şahıs her şeyden aynı hazzı ve elemi almaz). Hevâ ve hevesler
907] M. Yaşar Kandemir, a.g.e., s. 46-47
AHLÂK
- 219 -
ortaya çıkar, zulüm ortalığı kaplar. Çok kere toplumun başına güçlüler/kuvvetliler Musallat olur da, sadece kendi menfaatlerine zayıfların aleyhine toplum için birçok kurallar koyarlar. Bunu da toplum menfaati diye lanse ederler.
5- Vicdan: Zenon (M.Ö. 342-270), Kant (1725-1804) bu felsefenin savunucularıdır. İnsanlar, yapılan işler hakkında verdikleri hükümlerde birbirlerinden ayrılırlar.
Vicdanın kendisi de oluşturulmaya ve terbiyeye muhtaçtır. Zira çoğu zaman onu hevâ ve hevesler kaplar, özel menfaatler ona yön verir. Çevre, zaman ve hâdiselerin hükümleri vicdan üzerinde hâkimiyet kurar. Ona dinî bir terbiye verilmezse sesi kısık, hâkimiyeti zayıf olur. Vicdanın sesi kuvvetli olsa bile, insanda bu sese mukavemet edecek, ona âsi olacak başka bir kuvvet daha vardır. Bu da insandaki azimettir. Vicdandan daha güçlü bir sultana ihtiyaç vardır ki, akıl ve azimet de boyun eğsin. Mehmed Âkif bu konuda şöyle der:
“Ne irfandır ahlâka yükseklik veren ne vicdandır;
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.”
6- Kuvvet: Herbetz Hitşe gibi yeni yeni bazı filozoflar bu görüşü savunur. Bunlara göre güçlülerin zayıflara yakışmayacak özel bir ahlâkı vardır. Bu ekol, insanları iki tabakaya ayırmaktadır: Güçlüler ve zayıflar. Bunların arasına duvar örüyor. Böylece insanları birbirine düşman hale getirir.
Güçlülerin zayıfları sömürmesi, müstemlekeleştirmesi, milyonlarca zayıf bıraktıkları insanları öldürmeleri bu ekolün çirkin görüşlerine dayanmaktadır.
7- Egzistansiyalist Ahlâk: Çağımızda bu görüşün temsilcisi Fransız Jan-Pol Sartr’dır. “Varoluşçuluk” denen bu ekol, Gabriel Marsel’in önderliğinde “Tanrıcı Varoluşçuluk”, Sartr’ın önderliğinde de “Tanrısız Varoluşçuluk” adıyle gelişmeye başlamıştır.
Egzistansiyalizme göre, kendi varlığını kendi yaratan, değerlerini kendi koyan, yolunu kendi seçen yegâne varlık insandır. İnsan kendi kendisini yarattığı için hürdür. Kendinden başka hiçbir şey/değer yoktur. Ahlâkî davranışını da dışarıdan gelen herhangi bir kaideye göre değil, içinde bulunduğu duruma göre bizzat kendisi hür olarak ortaya koyar.
İnsan, toplum veya kutsal bir varlık için değil, kendisi için yaşar. Bu durumda egzistansiyalizme şahsî menfaat ahlâkı denebilir. Sartr, akıl dışı bir görüşe sahip olmakla beraber ahlâkta anarşiyi istemez. Kendine yüklenecek fiil ve hareketlerden, şahsına ve başkalarına olan sorumluluktan insanın kaçmaması gerektiğini söyler.
Ahlâka yegâne kaynak olarak hürriyeti kabul etmeleri çeşitli tenkitlere hedef olmuştur. Bir yandan Sartr, “Hiçbir şey, ama hiçbir şey şu veya bu değeri benimsemeyi bana haklı gösteremez” derken, diğer yandan ahlâk değerlerini insanın kendi koyduğunu söylemektedir. Hiçbir değere bağlanmayan bir insan için, hangi ölçüye dayanarak “değer” tesbit edilebilir.
Ahlâkı haz, menfaat ve hürriyet esasına dayandıran bu filozoflardan başka, ahlâkın kaynağının tekâmül olduğunu söyleyen Lamark, Darvin, Spenser gibileri de vardır. Bunlara göre insana tabiat kanunu hâkimdir. Ahlâk da tabii bir
- 220 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tekâmüle ve içgüdülere tâbidir.
Hristiyan ahlâkına “kölelerin ahlâkı” diye hücum eden ve onu miskinliğe teşvik etmekle suçlayan Alman filozofu Nice (XIX. yüzyıl), ahlâkı tabiî ayıklama esasına dayandırır. Ona göre ilerlemenin ve insan sevgisinin ilk şartı zayıfları ve sakatları yok etmektir. Hayatta egoizm hâkim olmalı ve herkes, kendi için yaşamalıdır.
Bu görüşlerin ahlâkla hiçbir ilgisi olmadığı ortadadır. Vaktiyle sofistler de (M.Ö. V. yüzyıl), insanların gerçekten bağlanacağı kanunların tabiat tarafından ortaya konmuş kanunlar olduğunu, ahlâk ve hukuk kanunlarının insan hürriyetini sınırladığını, iyinin herkese göre değişebileceğini söyleyerek Yunan ahlâk anlayışını, âdet ve geleneklerini alt-üst etmişlerdi.908
8- Akılcı (Rasyonalist) Ahlâk Ekolleri: Akılcı ahlâk ekollerine göre ahlâkî fiillerimize yön veren, deneylerimiz değil; aklımızdır. İyi ve kötü akılla bilinir. Yunan filozoflarından Sokrat, Eflatun ve Aristo ahlâkı akla dayandırırlar. Daha sonraları ahlâk konusunda yine birbirinden farklı şeyler söylemekle beraber Dekart, Spinoza ve Laypnic de akılcı ahlâk taraftadırlar.
Akılcı filozoflara göre ahlâk, aklın gösterdiği ideali takip etmektir. Bu ideal ise en üstün hayırdır. Filozofların kimine göre en üstün hayır saâdet, kimine göre de kemâldir. Saâdet ahlâkı’nın en meşhur temsilcisi Aristo’dur. Ona göre saâdet, bedenin değil, aklın istediği saâdettir. En büyük haz ve saâdet, aklın verdiği yüksek ve mânevi hazlardır.
Eski Yunan’da Revâkıyyûn adıyla bilinen ve Kıbrıslı Zenon (M.Ö. III. yüzyıl) tarafından kurulan sisteme göre; acıların da, maddî ve mânevi saâdeti yapan hazların da önemi yoktur. Yegâne hayır; fazilet ve kemâldir. İnsan hayvan derecesine inmemeli, ihtiras ve içgüdülerine esir olmamalı, hâl ve hareketlerini aklın vereceği emirlere göre düzenlemelidir.
Akılcı filozofların bir kısmı dindardır. Bunlar ahlâkın gayesini, Allah’ın irâdesini yerine getirmek olarak kabul ederler. Meselâ Dekart, ahlâk temellerinin insana Allah tarafından verildiğini söylemekle İslâmî görüşe yaklaşmıştır.
İslâm ahlâkının genişliği ve üstünlüğü bu noktada daha belirgin olarak görülebilir; çünkü o, İlâhî kaynaklı olmakla beraber akla büyük bir değer verir; insanın saâdetiyle birlikte kemâlini hedef alır. 909
9- Akılcı-Deneyci Ahlâk Ekolleri: Onlara göre ahlâk kaideleri, deneyler üzerinde akıl yürüterek elde edilir. Şöyle ki, insan önce hareket eder; çeşitli tecrübeler yapar. Sonra da bu hareketleri üzerinde düşünerek bir sonuca varır. Ahlâk kaidelerini de böyle çıkarmalıdır.
İngiliz filozofu Adam Smith (XVIII. yüzyıl), ahlâkın kaynağını sempati duygusunda bulur ve “Başkalarının sempatisini kazanacak şekilde hareket et!” der. Alman filozofu Shopenhavr (XIX. yüzyıl) da ahlâkın kaynağı olarak merhamet duygusunu gösterir. İnsanların hepsi muzdariptir. Saâdet ve fazilet, ıstırap çeken bu zavallılara merhamet etmekle doğar.
908] M. Yaşar Kandemir, a.g.e., s. 48-50
909] M. Yaşar Kandemir, a.g.e., s. 50-51
AHLÂK
- 221 -
Sempati ve merhamet gibi müphem ve sınırsız duygular, elbette ahlâka kaynaklık edemez. Akıl da kendi hakkında tarafsız bir gözlemci olamaz.
Yukarıdan beri gördüğümüz ahlâk ekollerinden başka ahlâkın esasını sosyal hâdiselerde, örf ve âdetlerde, iktisatta, vicdanda, vazife duygusunda, cinsî duyguda... arayan din dışı felsefeler de vardır. Bütün bu değişik fikirler bize gösteriyor ki, felsefe, ahlâkın kaynağı konusunda değişmeyen, metafizik bir esasa ulaşamamıştır. Filozoflar arasında körlerin fili tarifine benzer şekilde, ipuçlarını yakalayanlar olmuşsa da, parçaları birleştirip bütüne varamamışlar; bunun için de insanlara ve toplumlara huzur ve saâdet getirememişler; aksine toplumların ve milletlerin yeni yeni ahlâk buhranlarına sürüklenmesine yol açmışlardır.
Demek oluyor ki, insanın iki cihanda saâdetini ve huzurunu temin edecek ahlâk, metafizik temele dayalı dinî ahlâk, hususiyle İslâm ahlâkıdır.
İslâm Ahlâkının Kaynağı
İslâm ahlâkının kaynağı Kur’an ve Sünnettir. Âyetler, hadis-i şerifler ve sahâbelerin hayatıdır; imandır, takvâdır.
İslâm Ahlâkının Özellikleri ve Diğer Ahlâk Anlayışlarıyla Arasındaki Farklar
1- Mutlak hayra sahip olması: Kâmil bir hayır; her yönden üstün ve mükemmel, Allah korkusuna dayanması; Allah’ın her şeyi her yerde görmesi inancına ve O’nu râzı etme gayretine dayanır.
2- Genel maslahat (umumun menfaati): Güç getirilemeyecek emirler yoktur, zorlama yoktur. Zamana ve zemine göre değişmez, sâbit ilkelere dayanır.
3- Sebat (devamlılık): Tüm insanlara, her zaman, istikrarlı, değişmez esaslar.
4- Kapsamlı (geniş) bir murâkâbe (kontrol) sözkonusudur: Kalbin mutmainliği/huzur ve tatmini, selim kalbin, Müslüman gönlün onaylayıp fetvâ vermesi, terbiye edilmiş vicdanın hakemliği, akl-ı selîm, şeriatın hükümleri gibi esaslara dayanır.
5- Kaynağı din, mihveri takvâ (Allah korkusu), gayesi Allah rızâsıdır.
6- Güzel ahlâkı tek tek tesbit eder ve uygulanması için zemin hazırlar. Tatbiki mümkündür ve zor değildir.
7- Gâye Allah’ın rızâsıdır. Bu dünyada ve âhirette Allah’ın rızâsı sağlanınca netice ne olur? Dünyada huzur ve mutluluk: Ferdî ve bütün ümmeti gölgesi altına alan saâdet, gerçek güzellik ve huzur. Dünyayı küçük cennet kılan bir saâdet. Âhiret hayatı da bu insanlar için gerçek ve büyük cennet olacaktır; bu da esas saâdettir.
Helâllara izin (helâl dairesi keyfe kâfidir). Yasaklar az sayıdadır. Ferdin ve toplumun hayrı, dünya ve âhiret hayrı, fazilete/erdeme ulaştırma, fıtrata uygunluk İslâm ahlâkının özelliklerindendir. Kalp huzuru, iç denge, insanın kendisiyle vahdeti, uyum ve barışı sözkonusu olur. İslâm ahlâkı, insanlararası ilişkileri en güzel şekilde düzenler. Toplum huzurunu sağlayarak, dünyevî mutluluğu, insanlara sevap kazandırıcı eylemler yaptırarak âhiret mutluluğunu sağlar.
- 222 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İman-Ahlâk Münâsebeti; Lâ İlâhe İllâllah Ahlâkı
Ahlâk, iman ve takvâ ile iç içedir. İman, iyi ahlâk meyvesi verir. İmanla ahlâk arasındaki kopmaz bağ konusunda çok sayıda hadis rivâyeti vardır. “Emânete riâyet etmeyenin imanı, vaadinde/sözünde durmayanın da dini yoktur.”; “Vallahi iman etmiş olmaz (Hz. Peygamber bu sözü üç defa tekrar etti.) “Kim yâ Rasûlallah?” diye sorulunca şöyle cevap verdi: “Komşusunun, şerrinden emin olmadığı kimse.”910; “Münâfığın alâmeti üçtür. Konuştuğunda yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, emânete ihânet eder.”911; “Sizden biriniz kendisi için istediğini başka kardeşi için de istemedikçe mü’min olamaz.”
İslâm Ahlâkının iman ve İbâdetle İlgisi
İslâm dinindeki iman ve ibâdet esaslarıyla ahlâkî buyrukları kesin çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün değildir. Sahaları birbirinden ayrı gibi görünen bu esaslar, Kur’ân-ı Kerim ve hadîs-i şeriflerde birbiriyle kaynaşmış durumdadır. Zira İslâm dininin hedefi, bütün insanlığın ahlâkını en mükemmele götürmektir. Hz. Peygamber’in ahlâkını soranlara Hz. Âişe’nin: “Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) ahlâkı Kur’ân’dan ibaretti”912 demesi; peygamber olarak gönderilmesinin sebebini Rasûlullah Efendimizin, ahlâkı tamamlayıp bütünlemeye bağlaması913ve Allah Teâlâ’nın Hz. Muhammed’i (s.a.s.) “Şüphesiz sen, ahlâk güzelliğinin yüce bir mertebesinde bulunmaktasın”914 diye övmesi, İslâm dininin en önemli gayesinin beşeriyete mükemmel bir ahlâk disiplini kazandırmak olduğunu açıklığa kavuşturmaktadır.
Müslüman, dininin buyruklarını benliğine öylesine mâl edecek ki, bütün davranışları en güzel ahlâk prensipleri hâlinde ortaya çıkacaktır. Aslında iman ve ibâdet esaslarının tamamı, müslümanı bu olgunluğa eriştirmek için emredilmiştir. Bu seviyeye çıkan insanın kalbinde bütün mahlûkat için iyi ve güzel duygular boy atacak, asil şahsiyetine yakışmayan her türlü kötülükten uzaklaşacaktır. Tıpkı midenin sindirdiği yiyeceklerin sonunda kuvvet ve enerji şeklinde kendini göstermesi gibi, kalbin derinliklerine inen iman da kendini bize güzel huy şeklinde gösterecektir.
İman ile ahlâkın yakın münasebeti, Hz. Peygamber’in hadîslerinde billûrlaşmış olarak müşâhede edilir: “Mü’minlerin iman yönünden en mükemmel olanı, ahlâkı en güzel olanıdır.”915 Şu hâle göre mükemmel bir ahlâka sahip olmayan kimsenin iman itibariyle kemâle ermesi de söz konusu olamaz. Bir diğer hadîste şöyle buyurulur: “İman yetmiş nevidir. En üstünü “Lâ ilâhe illâllah (Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur)” demek, en aşağısı, yol üzerinde insanlara ezâ verecek birşeyi kaldırmaktır. Haya da imanın bir bölümüdür.” 916
Demek ki insanlara eziyet vermesin diye yoldaki bir taşı, bir dikeni kaldırıp atmak, haya duygusuna sahip olmak sadece ahlâkî birer davranış değildir;
910] Buhârî, Edeb 29
911] Buhârî, K. İman
912] Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn 139
913] Muvatta’, Hüsnü’1-Lulk 1
914] 68/Kalem, 4
915] Ebû Dâvüd, Sünnet 16, hadis no: 4682; Tirmizî, Radâ, h. no: 1162
916] Nesâî, İman 16; İbn-i Mâce, Mukaddime 9
AHLÂK
- 223 -
aksine imanı tamamlayıp mükemmelleştiren birer hareket ve imanın yetmiş küsür bölümünün birer parçasıdır.
İmanı ahlâktan ayrı olarak düşünmeyen Rasûl-i Kibriya Efendimiz yine buyurur ki: “Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, hiç bir kul, kendi nefsi için istediği hayrı, kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.” 917
İşte bu nevi hadîsler, dinin temeli olan iman kökleriyle ahlâk esaslarının ayrılamayacak şekilde birbirinin içinde eridiğini ifâde etmektedir. İbâdetlerin gayesinin de, insanı ahlâk olgunluğuna eriştirmek olduğunu; insanların, mânevi dereceleri ahlâkî seviyelerine göre elde edebileceklerini; âhirette, kişinin amelleri değerlendirilirken, mizanının ahlâkına göre ağır veya hafif geleceğini belirten hadîsler pek çoktur:
“Haklı olduğu hâlde bile çekişmeyi bırakan kimseye, cennetin avlusunda bir köşk verileceğine; şakadan da olsa yalan söylemekten kaçınan kimseye cennetin ortasında bir köşk takdim edileceğine, ahlâkı güzel olan kimseye de cennetin en yüksek yerinde bir köşk sunulacağına ben kefilim.” 918; “Mizana konan ameller arasında güzel ahlâktan daha ağır gelecek hiçbir şey yoktur. İnsan, güzel ahlâkı sayesinde, oruç tutup namaz kılan kimseler derecesine yükselir.” 919
Malî bir ibâdet olan “sadaka” vecibesinden elde edilecek sevabı, ahlâkî davranışlarla kazanmak da mümkündür. Bunu Hz. Peygamber şöyle ifâde etmektedir: “Allah’ın her günü, vücudundaki her bir mafsal için insanın sadaka vermesi gerekir. İki kimse arasında doğrulukla hükm etmek sadakadır. Ama binmesi için bir kimseye yardım etmek yahut yükünü yüklemek sadakadır. İyi ve hoş söz sadakadır. Namaza giderken attığın her adım sadakadır. İnsana eziyet veren şeyleri yoldan kaldırmak da sadakadır.” 920
Bu hadîslerden hareketle vardığımız netice şudur: İslâm dinindeki ahlâkî buyruklar, mutlaka dil veya imanı ilgilendiren emirlerdir. “İmanın yetmiş küsür kolundan her biri anlaşılıyor ki, amelî bir buyruktur ve dinî bir ödevdir. İnsanın “Lâ ilahe illallah” demesi bir dil işidir; fakat bunu dil ile söylemek imandan bir parçadır. Bu böyle olmakla beraber halkın gelip geçtiği bir yerden ona eziyet verecek bir şeyi kaldırmak, meselâ bir taş parçasını ortadan alıp bir kenara koymak da imandan bir cüzdür. Bir müslüman, namazını, orucunu, zekâtını, haccını nasıl bir dinî vazife tanırsa, sıhhatini korumayı, ailesini geçindirmeyi, insanlara güler yüz göstermeyi de dinî bir vazife sayar. Adam öldürmek, içki içmek, kumar oynamak, zina etmek, birine iftira etmek, başkasının malına el sürmek, gasb etmek nasıl günâh ise, nasıl haram ise; gıybet emek, kendini ilgilendirmeyen mevzularda ileri geri konuşmak, sıhhate zarar veren bir şey yemek, mideyi bozmak, edep ve terbiyeye uymayan tavır ve hareketlerle kendi haysiyetini kırmak, nefsini haksız yere alçaltmak da birer günâhtır ve bu yüzden haramdır.” 921
Ahlâklılık, ruh olgunluğuna erme hâlidir. Belli zamanlarda düzenli bir şekilde yapılan ibâdetler, ruhu besleyecek ve kuvvetlendirecektir. Ruhu ve dolayısıyla
917] Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyâme 59
918] Ebû Dâvûd, Edeb 7
919] Tirmizî, Birr 62
920] Müslim, Zekât 56
921] Babanzade Ahmed Naim, İslâm Ahlâkının Esasları, s. 32
- 224 -
KUR’AN KAVRAMLARI
irâdesi güçlenen insan, kötü duygulara karşı kolaylıkla mukavemet etme alışkanlığını kazanmış olacaktır. İslâm dininde iman, ibâdet ve ahlâk esaslarının bir arada mütalaa edilmesinin hikmeti budur ve bu sebepledir ki, Dinler Tarihi ve sosyoloji âlimi Gustave Lebon’un dediği gibi, “Kur’ân’daki ahlâkî prensipler, diğer dinlerin kitaplarındaki prensiplerden çok üstündür.”922 Zira Kur’ân’daki emirler, nehiyler, ibretli kıssalar, hükümler, iman ve ibâdet esaslarının yegâne hedefi, mükemmel insanlardan meydana gelen üstün bir toplum kurmaktır.
Netice olarak diyebiliriz ki, ahlâk ile din, birbirinden ayrılması mümkün olmayan yapışık kardeşler mesabesindedir. Ahlâkı dinden ayrı olarak düşünmek, onu güçsüz, tesirsiz ve cılız bir hâlde kalmaya ve adetâ nebati bir hayat yaşamaya mahkûm etmek demektir. Hâlbuki dinin hayat dolu ikliminde yetişip boy atan, İlâhî kaynaklardan beslenerek gelişen ahlâk ise kudretli, dipdiri ve müessir olacaktır. Emir ve yasaklarını kayıtsız-şartsız ifa ettirecek gücü kolaylıkla kendinde bulacaktır. 923
İman ve Ahlâk: İman, mâhiyeti itibariyle birbiriyle bağlantılı birçok boyuttan teşekkül eder. Bu boyutların ahenkli ve uyumlu bir şekilde bir araya gelmesinden mutlak mânâda olgun, bütün iman oluşur. En genel anlamda iman iç (psikolojik) ve dış (fizyolojik) olmak üzere iki boyuttan meydana gelir. Psikolojik boyut zihinsel, duygusal ve iradi unsurların bir araya gelmesiyle teşekkül eder. Duygusal unsurların içeriği ise, sıdk, sevgi, korku (takvâ), fedakârlık, tam bir teslimiyet, ihsan (murâkabe), ihlas, yakin, güven gibi olgularla doludur. Dil ile ikrar ve amel (ibâdetler, ahlâkî davranışlar, hukuki münasebetler) ise, imanın dışa yansıyan tezahürleri olarak fizyolojik boyutu oluşturur.
İmanın hem psişik yapıya ait fenomenlerle (sevgi, korku, teslimiyet v.d.), hem de maddî varlığının ortaya konduğu her çeşit fiille ilişkisi vardır. İnsanın bütün fiilleri, psişik yapı tarafından ortaya konur. Bir iç akt olan iman, amellerin gerçekleşmesini sağlayan, başlıca faktör ve en köklü psişik fenomendir. İnsanın davranışları çoğu kere, bu iç fenomenin gerçekleşmesi anlamını taşır. 924
Kalbindeki inançlar doğrultusunda hareket etmek insanda fıtridir. İnanan bir mü’min de doğal olarak, davranışlarını daima inancına uyduracak ve inançlarıyla davranışları arasında uyum sağlamaya çalışacaktır. Nefsin istekleri, hevâ ve sosyal motivler, insanı inancına ters düşecek şekilde davranmaya sevk edebilir. Böyle durumlarda, kişinin tutum ve tercihini, inancının güçlülüğü veya zayıflığı belirleyecektir. 925
Beden kalbin isteğine ilgisiz kalamaz. Kalb iyi ise, yani iman kalbde bütünlük ve olgunluk arzediyorsa, beden kalbdeki imana uygun olarak eylemini yapacaktır. Çünkü fiziksel eylemler, daima psikolojik eylemleri izlerler. Psikolojik eylem iyi olursa, fizyolojik eylem iyi olur. 926
Bireylerin kalbî inanışları ile inanışa bağlı tutum ve davranışlar bütünlüğü
922] A. Tabbare, İlmin Işığında İslâmiyet, s. 221
923] M. Yaşar Kandemir, Örneklerle İslâm Ahlâkı, s. 39-43
924] Mustafa Bilgin, Kur’ân-ı Kerim’de İlim İman İlişkisi, s. 152
925] Mazharuddin Sıddıkî, Semâvî Dinlerde İtikat ve Amel, Çev. Muhammed Han Kayani, Fikir Yayınları, İst., 1991, s. 45
926] İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, Toshihiko İzutsu, Terc. Selahaddin Ayaz, Pınar Yayınları, İst., 1984, s. 212-213
AHLÂK
- 225 -
şeklinde gerçekleşmesi gereken iman eyleminde, objektif unsur olarak ameller terkedilirse, ortada sadece basit ve kısır bir duygu ile bilgi kalır. 927
“Psişik enerjimizin verimi olan duygu ve düşünceyi icra eden ancak hareket (action) olur. Esasında duygular bir nitelik (keyfiyet) olarak var olmakla beraber bunların şekil almaları ancak fiillerimizle mümkün olur. Burada diyebiliriz ki, hiç ibâdete başvurmayan insanın dindarlığı farazi ve hayalidir. Çünkü pasif bir durumda olan zihni hayatımız ancak hareketle objektifleşir, dıştan görülebilecek hale girer.” 928
Kur’ân-ı Kerim’de “iman” ile “amel” kavramlarının pek çok âyette yanyana, defalarca ve sık sık tekrar edilmesinin amacı, kalbi imanla, imanın dış boyutu arasındaki münasebetleri belirtmek, mutlak mânâda bir imanın kalbi ve amelî boyutların birleşerek oluşturdukları kompozisyondan meydana geldiğini vurgulamaktır.
İmanın dışa yansıyan amel (davranış, fiil) boyutu genel hatlarıyla ibâdetler, ahlâkî davranışlar ve hukuki ilişkiler şeklinde insan hayatında yer alır. Dolayısıyla gerçek, olgun, imanı bütün bir mü’min için, ahlâkî davranışlar imanın fizyolojik (dış) boyutudur. İmanın dışa yansıyan tezahürüdür. Yüce Allah ve onun emirlerine karşı kalbi sıdk, sevgi, takvâ, fedakarlık, tam bir teslimiyet, ihsan, ihlas, yakın dolu olan bir mü’minin ahlâkî tutum ve davranışları da inancı doğrultusunda şekillenecektir. Psikolojik açıdan mü’minin ahlâkî davranışı, onun kalbindeki imanın dışa yansımış şeklidir. 929
İbâdetler ve Ahlâk
İbâdetlerin asıl amacı, kul ile yaratıcı arasındaki mânevî bağı daima sıcak tutmak, kesintiye uğratmamaktır. İbâdetler, kulun doğrudan Yüce Allah’a karşı yerine getirmekle yükümlü olduğu vazifelerdir. Fakat ibâdetlerdeki mânevî havanın, ruhi annmışlığın, İlâhî nefesin insanın yaşadığı diğer alanlara, tutum ve davranışlara tesir etmediğini söyleyemeyiz, Abdest, gusül, namaz, oruç, infak gibi ibâdetler oluşturdukları mânevî havayı; insan ilişkileri, ticaret, bireysel tutum ve davranışlar gibi hayatın her sahasına yansıtırlar. Kur’ân-ı Kerim değişik vesilelerle ibâdetlerin insanın ahlâkî yani tutum ve davranışlarına tesir ettiğini vurgular. Fakat ibâdetlerin sırf birtakım ahlâkî faziletleri kazandırmak için meşru kılındığı şeklinde düşünceye saplanmak da ifrat teşkil eder.
A) Namazın Psikolojik Boyutları
Namaz Allah’ı anmak için kılınır. Namaz kılan kişi, Allah’ın huzurunda olduğundan gafil bulunmamalıdır. Yoksa kılınan namaz ruhtan yoksun, şekilden ibaret sayılır. Allah’a teslim olup O’nu düşünerek eda edilen namaz, insan ruhunu etkiler, onu iyiliklere yöneltir, kötülüklerden sakındırır. İnsan ruhunda hiç bir olgunluk ve değişiklik meydana getirmeyen namaz, hakkıyla eda edilmekten uzak, sadece bir alışkanlıktan ibaret kalır. 930
927] Neda Armaner, İnanç ve Hareket Bütünlüğü Bakımından Din Terbiyesi, M.E.B., İst., 1967, s. 46
928] Armaner, a.g.e., s. 47
929] Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlâk Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 9-10
930] S. Ateş, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İst., 1988, VI/516
- 226 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Namazın verdiği bu ruh, mü’minin vicdanına öyle bir kuvvet yerleştirir ki, o kuvvet onu daima hayır işlere, iyiye ve güzele sevkeder, şer ve kötülüklerden, fuhuş ve münkerden sakındırır... Bizim, namaz kıldıkları halde ahlâken düşük ve davranışları bozuk gördüğümüz kimselere gelince, şunu hemen itiraf edelim ki, bu gibilerin kıldıkları namaz, ruhsuz cesetten başka birşey değildir. 931
“O Kitab’dan sana vahyedileni oku ve namazı da kıl. Çünkü namaz, kötü ve iğrenç şeylerden meneder. Elbette Allah’ı anmak, en büyük ibâdettir, Allah ne yaptığınızı bilir.”932 Vaktinde ve âdabına uygun şekilde eda edilen namaz insan ruhunda hikmetin doğmasına, tavır ve davranışlarında tecellisine vesile olur. Namazla İnsanın gönlü Rabbine bağlanır, Allah’a ulaşmanın zevkine erer. 933
“Onlar ki namaz kılarlar, zekât verirler ve onlar âhirete de yakinen inanırlar.”934; “Namazlara ve özellikle orta ikindi namazına devam edin. Allah’a gönülden boyun eğerek namaza durun.”935 Namaz kılmak ve Allah’la beraber olmak, keder ve üzüntülerden korur. Bu namaz özellikle ikindi namazıdır.936
Namaz insanı kötülükten, çirkin işlerden, sabırsızlıktan, cimrilikten alıkor. Namazda gönüllerini saygı ile Allah’a yöneltmeyenlerde namaz bir sonuç vermez, onlar gösteriş ve cimrilik gibi çirkin işlerini sürdürürler.937 Namazı sırf bir alışkanlık haline getirenler, onun ruhuna inmeyenler kınanmıştır: “Namazlarından gaflet eden şu namaz kılmayanlara yazıklar olsun! Onlar gösteriş yaparlar, yardım etmezler.” 938
Sıkıntı ve zorluklara karşı namaz bir kalkandır. Çünkü namaz ruh için kuvvetli bir gıdadır. Ruh kuvvetlenince bedensel acılar, yorgunluklar az hissedilir. Acı ve yorgunlukların tesiri yok denecek kadar azalır.939 Bundan dolayı Allah (cc.) buyurur ki: “Ehline, namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz, sana rızık veren Biz’iz. Sonuç Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.” 940
Namaz korku ve heyecan anında sihirli bir sakinleştirici, yatıştırıcı olarak takdim edilmiştir. Korkuya kapılanların en fazla ihtiyaç duydukları şey, Allah’ın zikriyle kalblerinin yatışmasıdır. Müslüman korku anında bile, Allah ile olan bağını kesmez. Savaş sırasında silahını yanına alarak, yüzünü düşmana dönüp namazını edâ eder.941 “Sefere çıktığınız zaman kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız namazı kısaltmanızda size bir vebal yoktur. Şüphe yok ki kâfirler sizin apaçık bir düşmanınızdır.” 942
Namaz kul ile Allah arasında bir bakışmadır. Namaz, kalbin güç kazandığı,
931] Yusuf el-Kardavi, İbâdet, Terc. Hüsamettin Cemal, Muvahhit Yayınları, Trabzon, 1986, s. 287
932] 29/Ankebût, 45
933] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’lKur’an, Terc. M. Emin Saraç, vd., Hikmet Yayınları, İst., M/46
934] 31/Lokman, 4
935] 2/Bakara, 236
936] M. Mahmud Hicazî, Furkan Tefsiri, Terc. Mehmet Keskin, İlim Yayınları, İst., 1/190
937] Ateş, a.g.e, I/74
938] 107/Mâûn, 5-7
939] Hicâzî, a.g.e., IV/58
940] 20/Tâhâ, 132
941] S. Kutub, Fi Zilâli’lKur’an, III/419
942] 4/Nisâ, 101
AHLÂK
- 227 -
ruhun Allah’a bağlılığını hissettiği, nefsin dünya hayatının değerlerinden daha üstün değerler bulduğu bir rabıtadır. Namaz Allah yolunun yolcularına bir azık, çölde susuz kalanlara bir pınar ve tüm ümitlerin suya düştüğü sırada bir ümit ipidir. 943
Namaz tükenmeyen bir hazinedir, kalbi sükûnete ulaştırır, azim ve sebat verir. Sabır ipi yalnız namazla uzar ve namazla birlikte oldukça asla kopmaz. Namaz sabırla birlikte, tatlı yüz, iç huzuru ve güven telkin eder. “Nefsânî arzuları yenmenin, şehvani duyguları yok etmenin, hak yolunda azimle yürümenin, fesad ve zulümle cihad etmenin zorlaştığı zamanlarda insan oğlunun o ezeli ve ebedi güce sarılmaktan başka çaresi yoktur. Şu mahdut, fani hayatta yollar uzayıp, şiddetler artar, hedefe bakınca henüz ön belirtilere bile rastlamadığı ve ömrün zevale doğru yöneldiğini gördüğü zamanlarda elbette o bitmez, tükenmez İlâhî kuvvete sarılmak mecburiyetini duyar. Şer hareketlerin yayıldığı, hayır fiillerin gizlenildiği, ufukta ışık belirtilerinin görülmediği, yolda işaretlere rastlanılmadığı zamanlarda elbette yöneliş yalnız O’na olacaktır. İşte bu gibi dar zamanlarda namazın hüviyeti ortaya çıkar. Namaz, fani olan insanla, baki olan Allahu Zülcelal arasında bir bağdır. Namaz, bir zerrelik damlayla, bitmez tükenmez derya arasında buluşma zamanı ve yeridir. Namaz, kaynayıp coşan bir hazinenin anahtarıdır. Namaz, fani olan insanoğlunun bu daracık kara parçasının sahasından uçup, kâinatı ihata eden İlâhî kudretin sahasına süzülüşüdür. Namaz, kızgın çöl güneşinin altında, serin bir ağaç gölgesidir. Namaz, bir ilkbahar yağmuru ve bitmeyen meltemdir. Namaz, üzgün ve yorgun gönüllerin şefkatli bir el -İlâhî kudret- tarafından okşanışıdır.” 944
“Ey iman edenler, sabırla bir de namazla yardım isteyin. Şüphesiz ki Allah, sabredenlerle beraberdir.”945 İnsan, başı derde girdiğinde namaza yöneldiğinde ruhu açılır, ferahlık duyar. Huzur içinde abdest aldı mı kalbi yatışır. Rabbi’nin huzurunda el bağlayıp işini O’na tevekkül ettiğinde ruhu sonsuz bir hazza ulaşır. 946
“Sabırla, namazla (Allah’tan) yardım dileyin, şüphesiz bu, (Allah’a) saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir.”947 Namaz, gün boyunca, insanın yaptığı işleri kuşatırsa, onlara da ibâdet ruhu nüfuz eder. Gün boyu namazları edaya devam eden kişi, diğer İşlerini de aynı ruhla yapmakta ve bütün işlerini samimi bir niyetle Allah rızâsını umarak sürdürmektedir. Namaz devamlı bir süreç takip etmeseydi, insanın; Allah’la irtibatı ve ünsiyeti azalırdı. Kişiyi gaflet, sıkıntılı meşguliyetler, günlük işlerin doğurduğu huzursuzluklar sarar ve bu olumsuzluklar dünya işlerindeki ibâdet lezzetini giderirdi.948 Onun için namaz günün beş vaktini, beş stratejik noktasını birer nöbetçi gibi tutmuştur. “Gündüzün iki tarafında (öğle ve ikindi) ve geceye yakın üç vakitte gereği üzere namaz kıl. Doğrusu bu hasenat günahları yok eder. Bu, ibretle düşünenlere bir nasihattir.” 949
Namaz insana sorumluluk duygusunu kazandırır. Arzu ve emeller uzun
943] S. Kutub, Fi Zılâli’l Kur’an, I/144
944] S. Kutub, a.g.e., I/294-295
945] 2/Bakara, 153
946] Ateş, a.g.e., I/157
947] 2/Bakara, 45
948] Hasan Turabi, Namaz, Risale Y., Çev. Saim Eminoğlu, İst., 1987, s. 45
949] 11/Hûd, 114
- 228 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vadeli olabilir. Çeşitli nedenlerle kişi hedeflerini gerçekleştirmeye bir türlü yeltenemez. Azmi kırılır, gayreti azalır. Ama namaz kılan bir kimse, vaktinde ve gereği üzere, günler ve belirli saatler boyunca gevşemeyen ve durmak bilmeyen bir azim ve kararlılıkla namazın devamlılığından, vazifeye vefâ ve dikkat konusunda istifade eder. Böylece diğer işlerinde de devamlılık ve gayretini, hayatın bütün alanlarına yaygınlaştırma konusunda eğitilmiş olur. 950
Namaz kılan kişinin, dualarının kabulü ve işlerinde başarılı kılması konusunda Allah’a karşı görevi fazlalaşır. Bu sahadaki tereddüt ve şüphelerden arındıktan sonra kişinin iç huzuru, onu çalışmaya sevkeder, mücadele ve tevekkül duygularını artırır. 951
Namaz kılan insan, Allah’ın ipine sarılan insandır. Hayatın sıkıntı ve problemleri karşısında dayanıklıdır. Güvendiği ve dayandığı bu gücün varlığı, onu bu sıkıntılar karşısında ümitsizliğe düşmekten korur. Allah’ın yardımıyla başaracağı bir zamanın geleceğine inanarak yeise düşmez. 952
“Gerçekten insan haris ve cimri yaratılmıştır. Kendine bir zarar dokundu mu, feryadı basar. Ona hayır (mal) isabet edince de, kıskanç olur. Ancak namaz kılanlar müstesnadır. Namaz kılanlar o kimselerdir ki, onlar namazlarına devamlıdırlar.” 953
Namazın, insanın sinir sistemini rahatlatıcı tesiri vardır. Gerginliği giderir, buhranları söndürür, ızdırapları dindirir. Namaz, sinir krizlerinin sebep olduğu uykusuzluk için yerinde bir tedavi sayılmaktadır. Namaz insan duygularını olumlu yönde etkiler. Bu duygular insan hayatını öyle bir huzur ve ruhu sükunet havasıyla kuşatır ki; bu, insanın fikren dinlenmesinde, duygusal rahatlık içinde hayatını sürdürmesinde sürekli yardımcı olurlar. 954 Belirli aralıklarla her gün tekrar tekrar kılınan namaz, bozulan ruh ve moral dengesini yeniden sağlar. İnsanı disipline ederek, iradesini kamçılar. 955
B) Kıbleye Yönelme Psikolojisi
Namaz kılanın bedeni, ruhu ve zihniyle günde beş defa yöneldiği kıble, müslümanın edindiği gaye ve yürüdüğü yol için bir istikamet ilham eder. Namaz kılan kişinin, kıbleye yönelmeyi, ondan yüz çevirmemeyi alışkanlık edinmesi bir tür psikolojik şartlanma eğitimidir. Bu eğitim müslümanın ruhuna yansır ve müslüman, gayesine sağlam bir iple bağlanmış, kendine doğru yolu ve yönü seçmiş olur. Doğru kıbleyi yakinen bildikten sonra, sapık akımlara kapılmaz. Kişinin bedeniyle şeklen kıbleye yönelmesi yeterli değil, aynı zamanda zihniyle de yönelmesi gerekir. Bu durum onun gaye olarak Allah’a, din ve yol olarak da İslâm’a sımsıkı sarılması neticesini doğurur. Bundan dolayı kıbleye yönelmek, müslümanın fikrî ve ameli istikameti için bir sembol kabuledilmiştir.956 Kıblenin en büyük rolü, bütün kıble ehlini birleştirmesi ve onları tek ümmet olarak birbirine bağlamasıdır. Namazın vesile olduğu bu müşterek yön, müslümanlar arasında kuvvetli
950] H. Turâbî, a.g.e., s. 55
951] Turâbî, a.g.e., s. 117
952] Turâbî, a.g.e., s. 120
953] 70/Meâric, 19-23
954] Abdurrezzak Nevfel, Kur’an ve Modern İlim, Çev. Hamit Ekber, Sönmez Neşriyat, İst., 1970, s. 188-189
955] Safvet Senih, İbâdetin Getirdikleri, Nil Y., İzmir, s. 71
956] Turabî, a.g.e., s. 58-60
AHLÂK
- 229 -
bir bağlılık düşüncesini oluşturur. Kâbe etrafında milyonlarca mü’minin kalbi birleşir. 957
Namazın özellliklerinden biri de kalp huzuruyla Allah’ın divanında durmaktır. Bu huzur, yalnız, namazın başlangıcından bitimine kadar tümünde sağa sola dönmeden, sabit bir yerde durarak ve tayin edilen bir yöne dönerek elde edilir. Şerefli bir yer kabul edilmiş olan Kâbeye bütün mü’minlerin yönelmeleri, aralarında ülfet ve birlik doğurur. Birbirlerini sevmelerine ve birbirleriyle anlaşmalarına yardımcı olur. 958
“İnsanlardan birtakım beyinsizler: “Onları daha önce üzerinde bulundukları kıblelerinden çeviren nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu da Allah’ındır, Batı da. Dilediğini doğru yola iletir. Böylece biz sizi insanlara şâhid olmanız için vasat (orta) bir ümmet kıldık; Peygamber de üzerinizde bir şâhid olsun. Senin yöneldiğin yönü (Kâbeyi) kıble yapmamız, Peygambere uyanları, iki topuğu üzerinde gerisin geri dönenlerden (cayanlardan) ayırdetmek içindir. Şüphe yok ki bu, Allah’ın kendisini hidâyete erdirdiği kimseler dışında kalanlar için büyük (bir yük) tür. Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir. Doğrusu Allah, insanlara şefkat ve merhamet edendir. Biz senin, yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu görüyoruz. Bunun için seni elbette hoşnut olacağın bir kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Her nereden bulunursanız, yüzünüzü o yöne çevirin. Kendilerine kitap verilenlere her âyeti (delil) getirsen de onlar senin kıblene tâbi olmaz; sen de onların kıblelerine uyacak değilsin. Onların bazısı da bazısının kıblesine uymaz. Andolsun, şâyet sana gelen bu kadar ilimden sonra onların hevâ ve isteklerine uyacak olursan, şüphesiz, o zaman zâlimlerden olursun.” Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu (Peygamberi) çocuklarını tanır gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir gurup bildikleri halde hakkı gizlerler. Gerçek Rabbindendir. Şu halde sakın şüpheye kapılanlardan olma. Her ümmetin, kendisine doğru yöneldiği bir yön (Kıble) vardır. Hayırlı işlerde birbirinizle yarışınız. Her nerede (sefere) çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Şüphesiz bu, Rabbinden olan bir haktır. Allah, yapmakta olduklarınızdan gafil değildir. Her nereden (yola) çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. İnsanların zulmedenlerinden başkalarının size karşı (kullanabilecekleri) delilleri olmaması için her nerede olursanız, yüzünüzü o tarafa çevirin. Onlardan korkmayın, benden korkun da; üzerinizdeki nimetlerimi tamamlayayım. Umulur ki hidâyete erersiniz.” 959
Tek olan kıbleye yönelme, kişiye bütün kabiliyet ve yeteneklerini bir noktada birleştirme alışkanlığı kazandırır, İnsan bütün işlerini ve hayattaki çalışmalarını bir yönde toplar ve gayesine doğru kademe kademe ilerler ve en uzaktaki hedefine varır. Güç ve kabiliyetlerini, gayret ve çabalarını bir istikamette toplayamayan, çeşitli yönlere dağılan ve yaşamları süresince bir gayeye ulaşamayan, dünyada gelişi güzel bir hayat sürüp, her zaman bir yoldan diğerine geçen insanlar hayatta başarılı olamazlar. Zamanın olaylarına ve problemlerine göre değişen arzuları arasında psikolojik bir çatışmaya girerler, yaptıkları boşa çıkar. 960
957] Turabî, a.g.e., s. 67
958] Konyalı, Mehmed Vehbi, Hulâsâtu’l-Beyan Fî Tefsîr’l -Kur’an, Üçdal Neşriyat, İst., 1976, I/245; Muhammed Ali Sâbûnî, Kur’ân-ı Kerîm’in Ahkâm Tefsiri, Terc. Mazhar Taşkesenlioğlu, Şamil Y., İst, 1984, I/105
959] 2/Bakara, 142-150
960] Turabî, a.g.e., s. 66; Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlâk Psikolojisi, Yalnızkurt Y., s. 11-18
- 230 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Oruç Psikolojisi
Mü’minler orucu faydasından dolayı değil, Allah emrettiği için tutar. Ama şurası bir gerçektir ki, Allah’ın emrettiği şeyler insanın yararına olan şeylerdir. Oruçta da insan için biyolojik ve psikolojik pek çok faydalar vardır. Her şeyden önce oruç nefsin şehvetini kırar, önüne geçilmez ihtiraslarını ve taşkınlıklarını frenler. 961
Nefis insanın yaşaması, üremesi ve yaşam faaliyetlerini devam ettirebilmesi için yaratılmıştır. Fakat aynı zamanda insanlar nefsi dizginlemek, ona hakim olmak, onun zararlarından korunmak zorundadır. Dolayısıyla nefs-i emmare için bir takım baskı, kontrol ve düzenleme mekanizmalarına ihtiyaç vardır. İşte bunların başında oruç gelir.962 “Ey iman edenler, sizden evvelkilere yazıldığı gibi, sizin üzerinize de oruç farz kılındı. Ta ki, korunasınız.” 963
Oruç insanın duygu ve düşüncelerine saflık ve incelik kazandırır. İnsanı şefkatli, yumuşak huylu yapar.964 Sevgi, merhamet gibi duyguların açığa çıkmasına zemin hazırlar. Kalbleri yumuşatıp iman gereği iyi huyların canlanmasına aracılık eder. 965
Oruç insana sabırlı ve dayanıklı olma alışkanlığı kazandırır. Sıkıntılı anlarda, zor şartlarda, oruç tutan insan sıkıntılara karşı bağışıklık kazanmış durumdadır. Ama oruç tutmayan insanlar ise daha işin başında ruhen çökerler. 966
Orucun emredilmesindeki psikolojik hikmet nefsi terbiye etmek, sabra ve zorluklara dayanmaya alışmaktır. Oruçla insanın azim ve iradesi kuvvetlenir. Arzu ve isteklerine hakim olabilme kabiliyeti kazanır. 967
Oruç mânevî duygulan kuvvetlendirir. Ruh beden kafesine bürününce maddenin etkisinde kalıp hayvansal duyguların esiri olur. Oruçla insan açlığa alışırsa, maddi arzular zayıflar, rûhanî hisler kuvvetlenir, kalp gözü açılır. 968
Tokluk ağırlaşmaya, zihnî donukluğa, gönül darlığına sebep olur. Açlık ise bedeni rahatlatır, çeviklik ve zindeliği artırır. Zihni berraklaştırır, gönlü ferahlandırır.969 Vücudun açlığıyla. dimağın zindeliği artar. Tokluk tembellik ve ağırlık getirir.970 “Oruç tutmanız sizin hakkınızda hayırlıdır, bilirseniz.” 971
Oruçta sinir sistemi tam bir rahatlama içindedir. Bir ibâdeti yerine getirme mutluluğu insandaki gerilim ve bunalımları hemen hemen tümüyle yok eder. Bir ay boyunca ibâdet zevki ile huzura eren bilinçaltı sanki yıkanmış gibi sinir sistemindeki gerginlikleri silip götürür. Oruçlu bulunulduğu sürece cinsel arzulardan
961] Ateş, a.g.e., I/304; Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, D.İ.B. Neşriyatı, İst., 1935, I/627
962] Ayhan Songar, Çeşitleme, Kubbealtı Neşriyat, İst., 1981, 41
963] 2/Bakara, 183
964] Ateş, a.g.e., I/304
965] Sâbunî, a.g.e., 1/180, Songar, a.g.e., s. 42
966] Ateş, a.g.e., I/304-305; Yazır, I/627-628
967] Sabuni, a.g.e., I/179; Hicâzî, a.g.e., I/135
968] Ateş, a.g.e., I/305; Uludağ, Süleyman, İslâm’da Emir ve Yasakların Hikmeti, T.D.V. Y., Ankara, 1989, s. 87
969] Uludağ, a.g.e., s. 86
970] Nevfel, a.g.e., s. 210
971] 2/Bakara, 184
AHLÂK
- 231 -
uzaklaşmak da sinir sistemi üzerindeki pek çok olumsuz etkileri kaldırır. 972
“Oruç tutan kişi, sırf Allah’ın rızâsını tahsil için aç kalmaktadır, dünya nimetlerinden uzak durmaktadır. Meseleyi bu açıdan ele alırsak, orucun, sırf Allah’ın emridir diye, herhangi bir fayda, bir çıkar gözetmeksizin tutulması gerekir. Böylesine hasbi bir davranış, bu şekilde bir teslimiyet ve en büyük yerden gelen emre itaat ise insana, insan olma haysiyet ve şerefini taşıyan kimseye, insan olma hazzını duyan bir kişiye büyük bir ruhi huzur ve doyum verecektir. İşte bu noktada orucun en büyük faydası, paha biçilemeyecek kazancı kendiliğinden ortaya çıkar. Bu, büyük bir ruh ve vicdan huzuru, borcunu ödemiş, vazifesini yapmış kimselerin eriştiği tatmin duygusudur.”
İnsan ruh ve bedenin birleşmesinden meydana gelmiş bir varlıktır. İnsanın rahat ve huzuru bu iki unsur arasındaki dengenin varlığına bağlıdır. Psikolojik açıdan araştırıldığında beden ve ruh arasındaki dengeyi sağlayan en kolay ve uygulanabilir vasıtanın oruç olduğu gözlenmiştir. İnsanın iradesini güçlendiren faktörlerin başında oruç geldiği görülmüştür. 973
Oruç ibâdetinde riya ve gösteriş bulunmaz. Bir kimsenin oruçlu olup olmadığının bilgisi Allah (c.c) ile o kişi arasındadır. Yalnız Allah’ın rızâsını umarak oruç tutan kimse, gizli-açık her nerede olursa olsun Allah’tan korkmayı ve sakınmayı, oruç vasıtasıyla öğrenir. Kişinin zihnine yerleşen, her yaptığı şeyin Allah tarafından bilindiği inancı ona vicdani bir rahatlık ve huzur verir. Böyle kimselerde ruhi bozukluklar ve dengesizlikler görülmez.974 “Oruç nesillerin ruhunda emanet duygusunun filizlenmesi için en hayırlı bir vesiledir. Yeni terbiye metodu, amelî yoldan çocuğu emin kılmaya önem verir. Bu arada oruca benzer bir yol mevcut değildir. Oruç, yemek ve içmeyi terketmeye bir davettir. Oruç tutanın gözetleyicisi ise, onun kalbidir. Dilerse yer, arzu ederse su içer ve Allah’tan başka kimsenin onu görmediğini bilir.” 975
Hac Psikolojisi
Hac ibâdetine bakıldığında onun, İslâm’ı ayakta tutan en güçlü sütunlardan biri olduğu görülür. Batılılar, haccın müslümanların kalplerini ne denli etkilediğini, müslümanlar arasındaki bağları ne derece güçlendirdiğini, dinî ruhu ne derece temizleyip arındırdığını bilirler. Zengin-fakir, idareci-idare edilen, işveren-işçi bir araya gelerek gönüllerini güçlendirirler, kalbleri-nin derinliklerinde İslâm’ı yenilerler, aralarındaki bağları kuvvetlendirirler. Orada hayır, mutluluk, rahat ve sükun bulurlar. 976
Hac ibâdeti insan sevgisini İslâm kardeşliğini geliştirir. Her insanın Allah katında eşit olduğu düşüncesini aşılayarak, insanların kibir ve gurura kapılmalarım önler. İradeyi güçlendirir, zorluklara karşı insanı sabırlı ve dayanıklı yapar. Nefse hâkim olmayı öğretir. Dini duyguların gelişmesine tesirde bulunarak, bu duygunun şuur haline gelmesine yardım eder. 977
972] Songar, a.g.e., s. 41
973] Celal Kırca, Kur’ân-ı Kerim’de Fen Bilimleri, Marifet Yayınları, İst., 1984, s. 138
974] Kırca, a.g.e., s. 138
975] Nevfel, a.g.e., s. 210
976] Hicazî, a.g.e., II/114
977] Kırca, a.g.e., s. 220
- 232 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hac ibâdeti; rengi, hedefi ülkesi ne olursa olsun bütün dünya toplantıları arasında mutlak güven, ruhi sükunet ve huzurun hakim olduğu yegane toplantıdır.978 Herkesin ihrama girmesi dünyadan giderken götüreceği kefeni hatırlaması, dünya hırsına kapılmaması içindir. İhram giymek, kişiye, zenginliğinden ve mevkiinden dolayı kimseyi küçümsememeyi, herkese karşı alçak gönüllü olmayı ilham eder, egoizmi giderir. 979
“Hacc bilinen aylardır. Her kim o aylarda kendisine haccı farz ederse; artık hacda kadına yaklaşmak, günah yapmak, kavga etmek yoktur. Ne hayır yaparsanız, Allah onu bilir. Bir de azık edininiz. Şüphesiz ki azığın en hayırlısı takvâdır. Ey kâmil akıl sahipleri; Benden korkun.”980 Büyük-küçük her türlü günahtan sakınmak kişiyi Allah’a bağlayıp her şeyden vazgeçirir. Hacda mü’min dünya meşguliyetlerinden elini çeker. Allah’a bağlı bir ruh hali meydana getirmek için üzerindeki dikişli elbiseden soyunur. Kâbenin şerefine yakışır şekilde edepli tavır takınır. 981
Allah’ın kutsal kıldığı mekanlarda müslümanlar birbirleriyle tanışarak aralarında ülfet ve yakınlık tesis ederler. Hacca giden insan malını, bedenini ortaya koyarak, ailesinden dostlarından ayrılığa ve yolculuğun meşakkatlerine katlanarak bu İbadeti eda etmeye giriştiği için aynı zamanda sabretmesini de öğrenir. 982
Haccın amacı ruhu dünya düşüncelerinden arındırıp Allah’a yöneltmektir. Hacda başkalarını incitmek, gönül kırmak gibi şeyler yoktur. Hacı adayı azığını beraberine alarak gönül huzuru içinde ibâdetini ifaeder. 983
Hac, ferdî şuurun asgari seviyeye inip, içtimai şuurun azami sınıra eriştiği bir ibâdettir. Hacda oluşan içtimai heyecan ve coşku seline kendilerini kaptıran bireyler, cismani varlıklarından sıyrılarak toplum içinde erirler. Ferd olarak fâni, toplum olarak bâkî olurlar. 984
Hac ibâdeti müslümanın kalbini Allah sevgisiyle dolduran psikolojik bir eğitimdir. Mukaddes hislerin kaynaştığı mübârek beldede İslâm’ın azamet ve ihtişamını gören müslümanın Allah’a ibâdet aşkı artar. İşlediği günahlara pişmanlık duyar. Rasûlullah’a karşı sevgi ve bağlılığı artar. Dünyanın her tarafındaki müslümanlara karşı kardeşlik duyguları uyanır. İçinde dini kahramanlık meşalesi yanar. İslâm’ın yüce prensiplerine uyma istek ve gayreti artar. Mukaddes topraklar ve oraların hatırası... Haccın ayırıcı izleri ve bunların ruhlar üzerinde bıraktığı tesir... Cemaat kuvveti, onun düşünce ve davranıştaki tezahürü gibi insanın ruh dünyasında meydana gelen daha pek çok psikolojik tesirler... İşte bütün bunlar müslümanın ruhu üzerinde derin tesirler bırakmaktadır. Böylece müslüman, seyahatından tertemiz bir kalble, tertemiz bir yoldan hayır işlere karşı azimeti her zamankinden daha kuvvetli, şer kuvvetlerin tahrikine karşı daha sağlam bir halde döner... İşte müslümanın geçirdiği bu psikolojik eğitim, onun mânevî varlığını kuvvetle sarar ve kendisini yepyeni bir hayata kavuşturur. Adeta kendisini
978] Nevfel, a.g.e., s. 213
979] Mahir İz, Din ve Cemiyet, Med Yayınları, İstanbul,1982, s. 62
980] 2/Bakara, 197
981] S. Kutub, Fi Zilâli’l-Kur’an, I/408
982] Konyalı M. Vehbi, a.g.e., IX/3531
983] Ateş, a.g.e., I/347
984] UIudağ, a.g.e., s. 94
AHLÂK
- 233 -
yeni doğmuş bir çocuğa döndürür.” 985
Hac ibâdeti, “kitleler psikolojisi açısından ele alındığında insanın apayrı bir yönü ortaya çıkar. İnsan fıtraten medeni olduğu için, kitlevi bir yanı da vardır. Bu tarafının tatmin edilmesi gerekir. Yani ben inanç ve anlayışımda yalnız değilim. Benim imanımı takviye eden bu kadar deliller var. Dünyanın dört bucağından gelmiş, ayrı ayrı dilleri konuşan, ayrı ayrı renkten komutanından erine, devlet başkanından halkına varıncaya kadar aynı inancı paylaşan bu kadar insan, bembeyaz ihramlar içinde aynı zikri beraber yapıyor, Kâbe karşısında hepsi de aynı huzur ve huşu içerisinde... İşte bütün bunlar kitlevi yönümüzü iliklerimize kadar takviye eder. İmanımız sadece kendimize, kendi bulduğumuz ve duyduğumuz delillere münhasır kalmaz, Hacca gelenler sayısınca sanki kuvvet kazanıp güçlenir.” 986
İnfak Psikolojisi
Şüphesiz mal ve servet oldukça çekici ve tatlıdır. İnsan paraya çok tutkun ve düşkündür. Maddenin aşağıya çekip kendine yapıştığı bir İnsan yükselemez, melekut âlemine çıkamaz. Malın kirlettiği ruh ve kararttığı kalb, mânevî gerçekleri göremez, İlâhî sırları idrak edemez. Bunun için bir ruh temizliği, kalb arındırması gereklidir. Her hastalık kendi cinsinden bir şeyle tedavi edilir kuralı uyarınca, maldan gelen hastalık yine malla tedavi edilir. Bundan dolayı malın belli bir kısmının yoksullara verilmesi, hayır yolunda harcanması emredilmiştir. “İyilik yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Ama iyilik, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman eden; O’nun sevgisiyle malı yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolculara, düşkünlere ve kölelere hürriyete kavuşmaları için veren; namazı dosdoğru kılan, Zekâtı veren ve akitleştiklerinde akidlerine vefâ gösterenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar doğru olanlardır ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlar da bunlardır.” 987
“Allah, faizi mahveder. Sadakaları artırır ve Allah hiçbir günahkar kâfiri sevmez”988 Sadaka Allah’a ve âhiret gününe inanan mü’minin psikolojisinin bir göstergesidir. O başkasını kendisine tercih eden bir psikolojinin alâmetidir. 989
“Onlar ki namaz kılarlar, Zekât verirler ve onlar âhirete de yakînen iman ederler.”990 İnsan ruhunu yücelten Zekât, doğuştan gelen bencilliği yok eder. 991
“O halde ey iman edenler, yakınlığı bulunana, yoksula, yolcuya hakkını verin. Bu Allah’ın rızâsını isteyenler için daha hayırlıdır. Ancak bunlar kurtuluşa erenlerdir. İnsanların mallarında artış için verdiğiniz faiz Allah katında artmaz.”992 Zekât veren toplumlarda, bireysel olarak, insanlarda nezaket, hoşgörü, sevgi, fedakarlık, başkalarının hakkına saygı gösterme faziletleri gelişir. 993
985] Karadavî, a.g.e., s. 379-380
986] S. Senih, a.g.e., s. 188-189
987] 2/Bakara, 177
988] 2/Bakara, 276
989] Said Havva, el-Esâs fi’t-Tefsîr, Çev. M. Beşir Eryarsoy, Şamil Yayınevi, İst, 1989, II/176
990] 31/Lokman, 4
991] S. Kutub, Fî Zılâli’l- Kur’an, Xl/461
992] 30/Rûm, 38
993] Hicâzî, a.g.e., IV/274
- 234 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Mü’minler gerçekten felâha ermişlerdir. Ki onlar namazlarında huşû içindedirler, onlar boş sözlerden yüz çevirirler. Ki onlar Zekâtlarını verirler.”994 Zekât kalbi temizler, cimrilikten arındırır. Şeytanın fısıldadığı fakirlik vesvesesinden insanı kurtarır. 995
“Onlar ki, gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infak ederler.”996 İnfak, insanın hırsın, cimriliğin, egoizmin pençesinden kurtuluşu demektir. “Ne infak edelim?” diye sana soruyorlar. De ki: “Maldan vereceğiniz şey ananın, babanın, akrabanın, yetimlerin, yoksulların, yolcuların hakkıdır. Ve her ne hayır işlersiniz, şüphe yok ki, Allah, onu hakkıyla bilir.”997 Zekât toplumda psiko-sosyal yapıyı etkiler. Toplumun bireyleri arasında tesanüdü sağlar. Ayrılık fikirlerini şuurlardan siler.
“Psikolojinin verilerine göre, ruh sağlığının esası insanın sosyal hayata katılması, topluma faydalı olduğunu hissetmesine bağlıdır. Zekât toplumsal katılımın en canlı örneklerinden biridir. Yine psikolojinin verilerine göre, Zekât inananı mali ibâdete alıştırmak sûretiyle, onu ruhi bunalımlara, hatta intiharlara götüren mal tutkusunun esiri olmaktan kurtarır.998 İnfak eden yani veren insan kalbinde ve şuur altında bir rahatlama ve zevk duyarak mutlu olur. 999
Zekât, zenginlerle yoksullar arasındaki çekememezlik hastalığına tesirli bir ilaçtır. Zenginlerin fakirlere yardım ellerini uzatmasıyla, yoksulların zenginlere karşı duydukları kin ve nefretleri söner, gönülleri sükuna kavuşur.1000 Zekât vermek mü’minler arasında nefret ve düşmanlığın ortadan kalkmasına neden olduğu gibi, muhabbet ve dayanışma kapılarını açar. 1001
Zekât insandaki hasislik, pintilik, cimrilik gibi huyları giderir. Yerine, cömertlik ve iyilik duygularını getirir. Merhamet’ duygularını geliştirir, gönül zenginliği kazandırır, insanı inceltir, yumuşatır. Kalb katılığını giderir. 1002
“Günümüzdeki psikoloji bilginlerinin yaptıkları araştırmaya göre insanoğlu yapılan ihsanlara karşı bir gün mutlaka düşmanlık beslemektedir. Psikolojik bir vakıa olarak ihsanın karşılığı düşmanlıktır.
Psikoloji âlimleri buna sebep olarak şunu ileri sürmektedirler: Sadaka alan kişi verenin karşısında zaaf ve noksanlık hissetmekte ve bu duygu şuur altında yer ederek kendisini rahatsızlandırmaktadır. Kendisinden üstün olan kişiye karşı kin ve düşmanlık emareleri göstererek ondan daha üstün olduğunu kabul etmeye çalışmaktadır. Zira hep veren kişinin karşısında kendisinin küçüldüğünü ve zaafım kabul etmektedir. Veren kişi de daima karşısındakine karşı kendisinin üstünlüğünü izhar etmektedir. Bunun neticesi sadakayı alan kişi karşısındakine düşmanlık yapacak kadar nefsinin rencide edildiğini hissetmektedir.
Bu sayılan sebeplerin bütünü belki cahiliyyet cemiyetleri için doğru olabilir.
994] 23/Mü’minûn, 1-4
995] S. Kutub, a.g.e., X/300
996] 2/Bakara, 3
997] 2/Bakara, 215
998] Nevfel, a.g.e., s. 204
999] Halûk Nurbaki, Sonsuz Nur, Damla Yayınevi, İst., 1987. s. 168
1000] Hicâzî, a.g.e., 1/129
1001] Konyalı M. Vehbi, a.g.e., V/2043
1002] Uludağ, a.g.e., s. 92
AHLÂK
- 235 -
Ne yazık ki bu cemiyetler İslâm’ın ruhundan habersizdirler. İslâm’ın hükümlerini bilmezler. Fakat aynı iddialar bu din için mevzubahis değildir. Zira İslâm bu problemi daha başka şekillerde halletmiştir. Fertlerin gönüllerine mal ve mülkün Allah’ın ihsan ettiği rızıklar olduğu fikrini yerleştirererek bu probleme çare bulmuştur. Bu hakikat karşısında uzak ve yakın bütün rızıkların esas sebebini bilmeyenlerden başka kimse münakaşa etmez. Bütün rızıklar Allah’ın ihsanıdır ve oraya hiç bir insanının kudreti ulaşamaz. Bir buğday tanesinin yetişmesi için güneşten toprağa, havadan suya kadar bütün tabiat kuvvetleri birlikte emek sarf etmişlerdir. Ve bütün bunları var etmek insanoğlunun kudreti dahilinde olmayan şeylerdir... Bir damla sudan tutun da kâinatta mevcut olan her şeyi bu bir buğday tanesine kıyas edin. Mal sahibi bir şey infak etmişse Allah’ın malından infak etmiştir. Verdiği her sadaka Allah Teâlâ’ya verilen bir karzdır. Şüphesiz ki, Allah Zülcelâl onların karşılığını kat kat fazlası ile verir. Bunun karşılığında sadakayı alan mahrum kişi de Allah Teâlâ’nın kat kat ihsan etmesi için mal sahibine bir vasıtadır. İşte şu anda karşısında bulunduğumuz, İslâm âdâbı bu şuurun neticesinde ortaya çıkmıştır. Âyet-i kerime bir kat daha bu duyguyu gönüllere yerleştirmekte, veren kişinin üstünlük taslamamasını, alanın da horlanmamasını temin etmektedir. Çünkü her ikisi de Allah’ın rızkından yemektedirler. Veren kişi Allah’ın yolunda yine Allah’ın malını vermişse mutlaka bunun mükâfatını Allah’ın ind-i İlâhîsinde görecektir. Verirken de Allah’ın belirttiği bu edep tavrını takınmalıdır. Allah Teâlâ’nın kendilerinden almış olduğu ahde sadakat göstermelidirler.” 1003
Hz. Peygamber’in şu hadisinde belirttiği gibi güzel ahlâk, İslâm dininin temel hedefidir. “Ben ancak en güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”1004 Şu âyet de bu konuyu teyid etmektedir: “Onlar, o mü’minlerdir ki kendilerine yer yüzünde iktidar verdiğimiz takdirde (zorbaların yoluna sapmazlar, bilakis) namaz kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler ve kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar. Bütün işlerin sonu Allah’a dönecektir.” 1005
Diğer bir âyette de şöyle buyurulmuştur: “Yüzlerinizi doğu veya batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik o kimsenin iyiliğidir ki; Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere inandı, Allah rızâsı için yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve esaret altındaki kölelere mal verdi, namazı kıldı, zekâtı verdi. Antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenler, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte onlar doğru yolda olanlar ve Allah’ın azâbından korunanlardır.” 1006
Güzel ahlâk, imanlı olmanın delili ve imanın meyvesidir. Güzel ahlâk olmadan imanın bir değeri yoktur, Hz. Peygamber bu hususa işaret ederek şöyle buyurdu: “İman; ümit ve temenni ile geçerli olamaz. Ancak kalpte yerleşir ve amel ile tasdik edilirse geçerli sayılır.” 1007
Hz. Peygamber’den “din nedir?” diye sorulunca O, şöyle cevaplamıştır: “Din,
1003] S. Kutub, Fi Zılâli’l - Kur’an, II/83-84; Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlâk Psikolojisi, Yalnızkurt Y., İst, 1997, 18-26
1004] Muvatta, Husnü’l-Huluk 8
1005] 22/Hacc, 41
1006] 2/Bakara, 177
1007] Deylemî; Müsned
- 236 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ahlâkın güzel olmasıdır.”1008 “Kötülük nedir?” diye sorulduğunda ise şöyle buyurmuştur: “Ahlâkın kötü olmasıdır.” 1009
Kıyâmet gününde hayırlı ameller arasında kulun terazisinde en ağır gelen amel, güzel ahlâktır. “Kim, kötü huylu ise ve kötü işleri yapıyorsa nesebi ile yol alamaz. (Şerefli bir aileye mensub olması âhirette ona hiçbir fayda sağlamaz.)”; “Kıyâmet gününde mü’minin terazisinde hiçbir şey güzel ahlâktan daha ağır değildir. Muhakkak ki Allah, kaba ve ağzı bozuk kişiyi asla sevmez.” 1010
Güzel ahlâk, İslâm’daki ibâdetlerin meyvesidir. Mü”min güzel ahlâklı olmazsa yaptığı ibâdetler, -hiçbir kıymeti ve faydası olmayan- hareket ve ayinlerden ibaret kalırlar. Yüce Allah namazın faydaları hakkında şöyle buyurmuştur: “Namazı da kıl. Çünkü namaz, insanı kötü ve iğrenç şeylerden alıkoyar.”1011 Hz. Peygamber de bu konuda şöyle buyurmuştur: “Kimin namazı, onu kötü ve iğrenç şeylerden alıkoymazsa, onun Allah’tan uzaklaşması artar.” 1012
Hz. Peygamber (s.a.s.) oruç hakkında da şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz oruçlu bulunduğu gün, kötü söylemesin ve kimse ile çekişmesin. Şâyet birisi kendisine söver veya çatarsa, ben oruçluyum desin.” 1013
Hacc hakkında ise yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Hac bilinen aylardandır; (Şevval, Zilkade ayları ve Zilhicce ayından on gün). Kim o aylarda (ihrama girerek) haccı (kendine) farz ederse bilsin ki, hacda kadına yaklaşmak, günaha sapmak ve kavga etmek yoktur.” 1014
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) bir hadiste: “Bir kimse hacceder ve hac esnasında kadına yaklaşmaz, kötü sözler söylemez ve büyük günahlardan çekinir, küçük günahları işlemekte ısrar etmezse o kimse, günahlarından arınarak annesinden doğduğu günkü gibi hacdan döner.”1015 buyurmuştur.
Müslümanın Özellikleri: Bir insanın ahlâk açısından gerçek müslüman olabilmesi için devamlı yapması ve kendisinden faydalanması gereken en önemli ahlâkî özelliklerden bazıları şunlardır:
Şüpheli şeylerden sakınmak: Müslüman kimsenin; Hz. Peygamberin (s.a.s.) emrine uyarak haramlardan sakınması ve şüpheli şeylerden sakınmasıve şüpheli şeyler hakkında ihtiyatlı hareket etmesi gerekir. Yüce Peygamberimiz bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Helâl belli haram bellidir. Fakat aralarında birtakım şüpheli şeyler vardır ki, bunlar helâl midir, haram mıdır, çok kimseler bilmezler. Şüpheli şeylerden sakınan kimse dinini de ırzını da kurtarmış olur. Her kim bu şüpheli şeylere düşerse harama düşer. Yasak bir yerin etrafında davarlarını otlatan bir çoban gibi, çok sürmez hayvanları içeriye dalabilir. Dikkat!.. Her padişahın kendine mahsus bir korusu vardır. Gözünüzü açın!.. Allah’ın yeryüzündeki korusu da haram kıldığı sellerden Biliniz ki; bedende bir et parçası vardır. O, yarayışlı olursa bütün beden yarayışlı olur, bozuk olursa bütün vücud
1008] Ebû Dâvûd, Edeb 124; Ahmed b. Hanbel, Müsned III/502
1009] Ahmed b. Hanbel, Müsned III, 502
1010] Ebû Dâvûd, Edeb 7
1011] 29/Ankebût, 45
1012] Câmiu’s-Sağir, II/181; Taberânî
1013] Buhârî, Savm 2
1014] 2/Bakara, 197
1015] Buhârî, Hacc 4
AHLÂK
- 237 -
bozulur, işte o et parçası kalptir.” 1016
Haramdan kaçınmanın en yüksek derecesi, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) şu hadisinde belirttiği derecedir: “Kul, sakıncalı şeylerden korktuğundan dolayı sakıncasız şeyi de bırakmadıkça müttakîler derecesine ulaşamaz.”
Gözleri haramdan korumak: Müslüman olan kimsenin, Allah’ın (c.c.) haram kıldığı şeylere bakmaması gerekir. Çünkü bakmak, şehveti celbeder ve insanı yavaş yavaş günah ve suç işlemeye sevkeder. Bundan dolayı Kur’ân-ı Kerim lüzumsuz yere bakmamak hususunda mü’minleri uyarmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Mü’minlere de söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar...” 1017
Hz. Peygamber de (s.a.s.) bu hususta şöyle buyurmuştur: “Bakmak, şeytanın zehirli oklarından biridir. Kim, Allah korkusundan mahremi olmayan kimseye bakmayı terkederse, Allah ona öyle bir iman ihsan eder ki, onun tadını taa kalbinde duyar.” 1018
Başka bir hadiste de şöyle buyurmuştur: “Mutlaka gözlerinizi haramdan sakınmalısınız ve ırzlarınızı da behemehal korumalısınız. Aksi takdirde Allah, yüzlerinizdeki nuru çıkarıp sizi çirkinleştirir.” 1019
Dili korumak: Müslüman kimsenin; faydasız, saçma, çirkin, kötü sözler ve deyimleri kullanmaktan, gıybetten ve koğuculuktan dilini koruması lazımdır. İmam Nevevî bu konuda şöyle demiştir: “Dinin ve kanunun muhatabı olma çağına gelen kişilerin faydalı olduğu açıkça bilinen sözlerden başka, dillerini her türlü sözden korumaları gerekir. Konuşmak ve konuşmamak eşit olduğu zaman ve susmak daha faydalı olduğunda konuşmamak sünnettir. Çünkü mubah olan konuşma, bazen haram veya mekruh bir sözü söylemeye sebep olur. Normalde böyle konuşmalara çok tesadüf edilir. Susarak haram veya mekruh sözleri söylemekten kurtulmak gibi iyi ve faydalı bir şey yoktur.”
Dilin, insanın başına gelmesine sebep olduğu felaket ve belaları belirten birçok hadis, Hz. Peygamber’den (s.a.s.) nakledilmiştir. Bu hadislerden birinde Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Dillerinin biçtikleri faydasız sözlerinden başka bir şey insanları yüzükoyun cehenneme düşürür mü?”1020 Başka bir hadiste de: “Çok ayıplayıcı, lânet edici, fâhiş sözler söyleyen ve hayasızlık yapan kimse olgun mü’min değildir”1021 buyurmuştur. Konuyla ilgili diğer bir hadiste ise; “Kim çok konuşursa, hatası çok olur. Hatası çok olanın da günahı çok olur. Günahı çok olan kimseye cehennem daha layıktır.”1022 buyrulmuştur.
Utanmak (Hayâ): Müslüman kimsenin her zaman ve her durumda hayâlı olması lazımdır. Fakat hayası, onu doğruyu söylemekten alıkoymamalıdır. Başkalarının işlerine karışmamak, harama bakmamak, müslümanlara karşı mütevazı ve şefkatli olmak, alçak sesle konuşmak, rızkına kanaat etmek ve benzeri hareketler de hayâdan sayılır. Bir rivâyette; “Hz. Peygamber (s.a.s.), hayâ bakımından
1016] Buhârî, İman 39
1017] 24/Nûr, 30
1018] Buhârî, İmân 39; Hâkim, Müstedrek
1019] Taberânî
1020] Tirmizî, İman 8
1021] Tirmizî, Birr 48
1022] Beyhakî
- 238 -
KUR’AN KAVRAMLARI
perde arkasındaki bâkireden daha utangaçtı.”1023 diye bildirilmiştir. Yine Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İmanın yetmiş yahut altmış bu kadar şubesi vardır. O şubelerin en faziletlisi: ‘lâ ilâhe illâllah / Allah’tan başka ilâh yoktur’ sözüdür. En aşağısı da yoldan gelip geçenlere eziyet verecek şeyleri atmaktır. Hayâ da imanın bir şubesidir.” 1024
Âlimler hayâ hakkında şöyle demişlerdir: “Hayânın hakikati şudur: Hayâ, kötülüklerden sakınmayı emreden ye hukukta hak sahiplerinin hakkını ödemekte kusurlu davranmayı men eden bir huydur.” 1025
Din ve Ahlâk
Din ile dünya birbirinden kopuk olmadığı gibi, ahlâk ile din de birbirinden ayrı şeyler değildir. Gerçi din ve ahlâk kavramları birbirinin eşit karşılıkları olmasalar bile ahlâkî ilkelerin dinin bir kısmına denk düştüğünü rahatlıkla düşünebiliriz. Ayrıca ahlâkın dinden farklı olduğunu söylemek de pek kolay gözükmüyor. Farklılığın bozuk din ve bozuk ahlâktan kaynaklandığını sanıyoruz.
Yaratma ve hüküm nasıl Allah’a aitse,1026 ahlâkî ilkelerin kökeni de dinî ve İlâhî’dir. Çünkü daha cennette Âdem ve eşine ahlâkî kurallar öğretmiştir. Tıpkı konuşmayı öğretmesi ve kural koyması gibi, tevbeyi de öğretmiştir. 1027
Bu nedenledir ki İlâhî buyruklara aykırı kurallar ahlâkî değildir. Çünkü hem ahlâkın kendisi olan vahye, hem de fıtrata aykırıdır. Kur’an, Peygamber’in getirdiği dinin büyük ahlâk olduğunu ifâde ederken,1028 Hz. Muhammed de (s.a.s.) “güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildiğini” belirtmektedir. Peygamberler hem din hem de ahlâk önderleridir; vahiy de bunun klavuz kitabıdır.
İlahî Ahlâk, İman
Tesbitlerimize göre ahlâk, kendisi tabiat içerisinde yer alan insanın tabiatıdır ve bu tabiata ait kurallar bütünüdür. Bu mânâda İslâm ise bu mükemmel ahlâkı oluşturmak için gönderilmiş fıtrat dinidir. Bunun anlamı, coğrafyanın zirvesinde yaratılan insanın bu önemli konumunu koruması için hem maddî hem de mânevî âlemin sahibi olan Allah’ın ona gönderdiği mesaja muhatap olmasıdır. Diğer bir ifâdeyle din, yaşadığı dünyanın mirasçısı (halifesi) olan insanın, o coğrafyada kaybolmasını (dalâlet) önlemek, anlamlar dünyasını korumak ve Yaratıcıyla bağını koparmasına engel olmak için gönderilmiş bir değerler sistemidir. Zira Kur’an (vahiy), insana uzatılan Allah’ın ipidir.1029 Tabii buna göre de vahyin rafa kaldırılması, insanın ipsizleşmesi anlamına geliyor. Kadim kültürümüzde ahlâka aykırı davranan insanlara “ipsiz” denmesinin nedeni bu olmalı: Çünkü bu İlâhî değerler sisteminden dışarı çıktığı zaman Âdemoğlu, şerefli mevkiinden aşağıların aşağısına yuvarlanmaktadır. 1030
1023] Buhârî, Menâkıb 23
1024] Buhârî, Hibe 35
1025] Fethi Yeken, Müslüman Olmam Neyi Gerektirir, İslâmoğlu Y., s. 49-53
1026] 7/A’râf, 54; 6/En’âm, 57
1027] 7/A’râf, 11-27; 2/Bakara, 30-39
1028] 68/Kalem, 4-7
1029] 3/Âl-i İmrân, 103, 112
1030] 95/Tîn, 4-8
AHLÂK
- 239 -
Bu bağlamda ele alacak olursak iman, insanın Allah’la olan bağını koparmaması, canlı ve sağlam tutması anlamına geliyor. Tabii ki insanın Allah ile bağını gerçekleştirmesi (iman), kalp ve gönül bağı ile mümkün olmaktadır.
Daha açık bir ifadeyle iman, insanın savrulmasını önlemek için bağlaması gereken bir emniyet düğümüdür ve bunun takılacağı kanca, kalp ya da gönülden başkası değildir.1031 Bu bakımdan Kur’an imanın bir ahit, sözleşme ve şehâdet olduğunu müteaddit âyetlerde dile getirmektedir.1032 Vahyi terketmek, tahrif etmek veya şirk koşmak ahdi bozmak olarak değerlendirilmektedir. 1033
Şehâdet ve iftira kavramları iman kavramının anlamı konusunda önemli ipuçları oluşturmaktadır. Her şeyden önce şehâdet, Allah ve Rasûl’e imanın sembolik ifadesi olmuştur. İslâm’ın beş esasının ortaya konulduğu hadis bu ifâdeyle başlamaktadır.1034 Bu bağlamda şehâdet kelimesinin anlamı iki ayrı boyut kazanmaktadır. Bunlardan birincisi ontolojik mânâda Allah ile kul arasındaki sözleşmenin sahiciliğidir ki İslâmî öğretinin ezelî bir gerçeklik olduğunu, türedi bir iftira olmadığını tesbit eden bir durumdur. Allah’ın, âhiretin, vahyin ve Peygamber’in hakk (gerçek) olduğunu söylemek bu bakımdan anlamlıdır. Uydurma olan ise tevhidî gerçekliğe muhâlefet olarak ortaya çıkan şirk felsefesidir. Bu sebeple Kur’an şirki, Allah’a iftira olarak değerlendirmektedir.1035 Ayrıca İslâmî öğretinin Hz. Âdem’le, şirk felsefesinin de İblis’le başlatılması bu konudaki şüpheleri ortadan kaldırmaya dönük İlâhî ihbarlardır.
Din, dünyanın değer klavuzu, ahlâk bu kılavuzun içselleştirilmesi gereken eylem planı, iman ise bu sistemin özünü oluşturan bilinç bağıdır. Tersinden okuyacak olursak imansız bir ahlâk, ahlâksız bir din ve dinsiz bir dünyanın nasıl olacağını sormaya gerek yok. Dünyanın hali ortada.
Ahlâk ve İman: Şimdi imanî kavramların ahlâkî kavramlarla ilişkisini irdelemeye çalışalım.
1- Ahlâklılar İman Edebilir: Muhâtabımızın davranışındaki asâleti takdir edebilmek için o değerin bizde de bulunması gerekir. Aksi taktirde muhatabımızdaki güzel meziyet bizim için bir anlam ifâde etmeyecektir. Şöyle ki; Rasûl’ün emin olmasının önemini anlamak için emanetin önemine inanmak gerekir. Elinden dilinden kimsenin emin olmadığı, sözünde sâdık olmayan bir kezzap için peygamberin (s.a.s.) emin olmasının pek bir anlamı olmayacaktır. Rasûl’ün doğruluğunu ve vahyin (kitabın) hak olduğunu söylemem ve söylediğimin arkasında durabilmem için bizzat benim sâdık (doğru), dürüst ve güvenilir bir insan olmam gerekir. Hakkı ketm eden, doğruyu söylemeyi zül addeden, ama yalanı hayat haline getirmiş bir dalkavuğun İlâhî vahye şâhitlik etmesi, mümkün değildir. Çünkü hakka şahitlik etmek, yalanlayanların karşısında ve haktan yana olanların yanında yer almak anlamına gelir ki bunu ancak kişiliği bozulmamış ve ahlâkî olgunluğu yakalamış insanlar başarabilir. Kişilik kaybına uğramışların nifakı ile, dinden çıktıkları halde kendilerini hak dinin içerisinde sananların fıskı, ne imanla bağdaşır ne de ahlâkla. Yanlıştan kurtulmak, şahsiyetini düzeltmek
1031] 49/Hucurat, 14
1032] 7/A’râf, 1, 71, 178
1033] 2/Bakara, 40, 63, 64, 83, 84
1034] Buhârî, İman 1, 2; Müslim, İman 19, 22; Tirmizi, İman 3
1035] 4/Nisâ, 48
- 240 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve çevresiyle uyumlu olmak, İslâm kelimesinin kök anlamını oluşturmaktadır. 1036
İnsan tabiatına hakkı teslim etmek için sevgi, çirkinlik ve kötülükten sakınması için de nefret yerleştirilmiştir. Bu duygular iman etmenin ve küfrü reddetmenin de temelidir.1037 Kalbindeki güzel duyguları tersine çevirmiş bir ahlâksızın iman etmeyeceğini Kur’an, daha baştan belirleyerek dini yalanlayanların özelliklerini sayıyor ki bunların tamamı ahlâkın konusudur: Yağcılıktan hoşlanan, boşyere yemin eden, aşağılık rezil, herkesi kınayan ve laf taşıyan, iyiliğe engel olan, saldırgan, günahkâr, kaba, şerefsiz ve kendini güçlü gördüğü için Allah’ın âyetleriyle alay eden, tüm bu özelliklerine rağmen kendini doğru yolda sanan, herkesin emin bildiği Muhammed’i (s.a.s.) yanlış yolda gören kimseler. Ki o eşsiz insan dosdoğru yolda ve büyük bir ahlâk üzerindedir.1038 Allah’a temiz kalple gitmek, imanın ve kurtuluşun temelidir.1039 Selim kalp, küfürden arınmış kalp demektir.1040 Selim ve hâlim olanlar Allah’ın dinine teslim olmakla kalmıyor, bu teslimiyet de iman gibi gelişerek devam ediyor. 1041
Azgınlığın zıddı olan takvâ (sakınma ve korunma), nankörlüğün zıddı olan şükür kavramları da boyun eğme ve itaat anlamını içermektedir. Aynı zamanda sâdık, selim, emin kelimeleri gibi hem ahlâkî hem de imanî kavramlardır. İnsanın fıtratında nankörlükten nefret etme ve iyilik karşısında şükür ve minnet duygusu yer almaktadır. Şükürsüzlük, nankörlüğün (küfür) kalbe yerleşmesi ve hayatı istilâ etmesi sebebiyle ortaya çıkan ârizî bir haldir ve insanların çoğu bu durumdadır.1042 Şâyet öyle bir hastalık ârız olmadı ise maddî olsun mânevî olsun gördüğü iyiliğe insanın şükür veya teşekkür etmesi gerekir.1043 Kendisine yol gösteren birine insanın şükretmemesi veya minnet duymaması eğer insanlıktan çıkmadıysa mümkün değildir. İman bir şükürdür ve Allah da iman edenlere şükredeceğini vaad etmektedir.1044 Kulun iman etmesi ya da şükretmesi, görevi olduğu halde, Allah’ın da ona şükretmesi ne mükemmel bir tevazu ve ahlâk öğretisidir. Kaldı ki Allah’ın kuluna minnet borcu yoktur, sırf büyüklüğünün ve merhametinin bir sonucu olarak kuluna ihsanda bulunmaktadır.1045 Karşılık beklemeksizin insanlara iyilik ve yardımda bulunmak gibi bir erdemi, önemli bir ahlâk kuralı yapan da bu espridir. İnsanın sayamayacağı ve karşılığını ödemekle bitiremeyeceği nimetler karşısında nankörlük ve azgınlık etmeyip, iman ve itaat etmesi gerekir ki her ikisi de şükür demektir.1046 Ve de insanın nankörlük etmeyip şükretmesi gereken nimetlerin başında vahiy gelmektedir. Onu bırakıp bâtıla inanması veya hevâsına tâbi olması, nimete nankörlüğün daniskasıdır. Bu bakımdan inkâr ve şirk nankörlüğün en beteridir. 1047
1036] Zebidî, Tâcü’l-Arûs
1037] 49/Hucurat, 7
1038] 68/Kalem, 1-15
1039] 26/Şuarâ, 89; 37/Sâffât, 84
1040] Zebidî, Tâc
1041] 33/Ahzâb, 22
1042] 10/Yûnus, 60
1043] 7/A’râf, 58
1044] 4/Nisâ, 147
1045] 27/Neml, 40
1046] 14/İbrâhim, 34
1047] 29/Ankebût, 67
AHLÂK
- 241 -
Allah’ın dini, kul ile Allah arasında bir sözleşme ve bu da nimet olduğuna göre ahde vefa göstermek de şükrün ta kendisidir.1048 Ölünceye dek İlâhî öğüde teslimiyet ve inkıyad içinde olmak, Allah’ın ipine/nimetine bağlı kardeşler olarak yaşamak, hayra çağırmak, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak hem imanî, hem de ahlâkî görevimizdir.1049 Fıtratımızın parçası olan mârufu emr, fıtratımıza yabancı olandan (münker) sakındırmak imanın bize yüklediği insanî sorumluluğumuz değil mi? Ebeveynimize karşı ihsânı emreden, kötülüğü bile iyilikle savmayı öneren Kur’an’ın kendisi dahî muhsinler için hidâyet ve rahmet değil mi?1050 Allah’ın kendileriyle birlikte olduğu muttakîler, muhsinler değil mi?1051 Bu sebeple yönünü Allah’a teslim eden muhsinlerden, din yönünden daha güzel kim vardır?1052 Onlar sapasağlam bir kulpa yapışanlardır.1053 O halde dinen güzel olan ahlâken de güzel değil midir? İman etmek de, sâlih amel işlemek de ihsânın kendisidir.1054 Zaten hayatın ve ölümün yaratılışındaki maksadın hangimizin daha iyi davranış (amel) sergilediğini denemek olduğunu söylemiyor mu Kur’an?1055 Allah için, en güzel kıvamda yarattığı insanın en güzel şekilde davranmasını istemekten daha tabiî ne olabilir?1056 Durum bu olduğu halde, imanın kuvveden fiile geçmesinden başka bir şey olmayan davranışlarımızı, imandan ayrı değerlendirmek ne derece tutarlı olabilir?
2- İman, Davranışın Rûhudur: İslâm İlâhîyatında, iman-amel ilişkisine dâir yaygın kanaatler bir türlü netleşmemiştir. Genelde tartışmalar davranışların (amel), imandan bir parça olup olmadığı yönünde cereyan etmiş, imanın insanî bir eylem olduğu nedense çoğunlukla gözardı edilmiştir. Kanaatimce bunun nedeni eylemlerin tek tek ele alınması, bütüncül ve gayeci bir bakış açısından mahrum kalınmasıdır. Şâyet hükümler bütün olarak ele alınsa ve dinin aslî düşüncesini teşkil eden imanın gayesinin eyleme dönüşmek olduğu gözönünde bulundurulmuş olsaydı, tartışmalar böylesi bir kısır döngüye mahkûm edilmezdi. Allah’ın kurallarına âzamî ölçüde uygun davranmaya özen göstermiş bir insanın gafletle bir kusur işlemesini, ömründe bir defa Rahman’a dönmemiş, sadece sorarsanız müslümanım demiş bir insanın hayat tarzıyla aynı kefeye koymak, iman-amel tartışmasını insafın kapısına getirip koymuştur. Her davranışta insanın imandan çıktığını söyleyen Hâricî mantığının aşırılığı kadar, ne kadar günah işlersen işle imana bir şey olmaz diyen Mürcie mantığının da aşırılığı sözkonusu değil midir?
Böylesi karmaşık bir kafa yapısının kelâmcıları getireceği nokta ortada: “İman artar mı, artmaz mı ya da eksilir mi eksilmez mi?” tartışması... Allah, imanın ve teslimiyetin arttığını söyleyecek, mü’min bir insan da bu âyetlerin altında imanın artıp eksilmeyeceğini, ama kuvvetlenip zayıflayabileceğini konuşacak?! 1057
1048] 2/Bakara, 39-41; 5/Mâide, 7
1049] 3/Âl-i İmran, 100-104
1050] 2/Bakara, 83; 23/Mü’minûn, 96; 31/Lokman, 2-5
1051] 16/Nahl, 128
1052] 4/Nisâ, 125
1053] 31/Lokman, 22
1054] 5/Mâide, 93
1055] 67/Mülk, 2
1056] 95/Tin/4
1057] 33/Ahzâb, 22; 8/Enfâl, 2
- 242 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Oysa artma kelimesi gelişmenin, eksilme kelimesi de gerileme ve zayıflamanın müradifidir. Allah’ın âyetleri kâfirin küfrünü ve tuğyânını artırıyor da mü’minin imanını neden artırmıyor, merak konusu.1058 Bunun nedeni açık: Amelin her parçasını imandan çıkarmaya yeter sebep gören Hâricî mantığından kaçarken, bütün kötülükleri işlemek durumunda bile imandan çıkılmayacağına hükmeden Mürcie pervasızlığını sergilemek. Bu noktada rahmetli Şâtibî’nin bütünlük ve gayelilik prensibini bir daha hatırlatmak durumundayım. Bir mekruhu işlemek veya bir müstehabı terketmek insanı günahkâr yapmaz, ama mekruhları toptan işleyip müstehapları toptan terk etmek günahkâr yapar. Bir haramı işlemek veya bir emri (farzı) ihmal etmek günahtır, ama haramları bütünüyle irtikâb etmekle emirleri toptan terketmek günahtan öte bir şeydir. Çünkü hükümler tikel olarak ayrı, tümel olarak ayrı hüküm giyerler. 1059
Ayrıca İslâm kelimesi, anlam genişliği nedeniyle bazen iman kelimesiyle eş anlamlı olarak kullanılırken bazen davranışların da tamamını kapsayacak şekilde dinin genel adı oluyor.1060 Her ne kadar “iman ettik demeyin, İslâm olduk deyin” 1061 âyetinde İslâm, kelime anlamında kullanılmış ve iman kelimesiyle farklılık arzetmiş olsa da sonraki ıstılahî/terim anlamıyla imanı da kapsayacak şekilde hak dinin adı olmuştur. Dolayısıyla imanı ve ahlâkı bir potada eriten bir işlev kazanmıştır. Çünkü kelime; tevâzu, gönülden itaat ve boyun eğme anlamına geliyor. 1062
Hadisler de iman ile amellerin sıkı bağlantısını gündeme getirmektedir. Buhârî’nin İman Kitabı’ndaki (Kitabu’l-İman) bab başlıklarının yarısı, iman ve İslâm’dan olan davranışları ifâde ediyor. Burada Buharî birçok âyet ve hadisi zikretmektedir. İslâm’ın beş temelinden sadece birisi şehâdet, diğerleri amellerdir.1063 “Müslim, elinden ve dilinden diğer müslimlerin emin olduğu kimsedir.”1064; “İslâm’ın efdalı budur.”1065; “Hayâ, imandan bir şubedir.”1066; “Yemek yedirmek ve selâm vermek İslâm’ın hayırlı olanıdır.”1067; “Kendisi için istediğini kardeşi için istemek imandandır.”1068; “Peygamberi sevmek imandandır.”1069; “Cihad, namaz, oruç, zekât ve humusu edâ etmek imandandır.”1070 En ilginç olanı da “imanı amellerin en efdali” kabul eden hadis ve bunu temellendiren âyetlerin geçtiği bölümdür. 1071
Bu hadislerin senetleriyle ilgili tartışmayı konunun uzmanlarına bırakıyor ve diyorum ki; imanın amellerle ilgisinin olmadığına dair zayıf da olsa rivâyet edilen bir hadis var mı? Nasıl olabilir ki ihsan hem Allah’a ibâdet, hem de insanlara
1058] 5/Mâide, 24; 8/Enfâl, 2; 9/Tevbe, 124, 125
1059] Şâtıbî, Muvâfakat, c. I, s. 125, 126, İz Y., İst., 1993
1060] 39/Zümer, 22; 3/Âl-i İmrân, 19; 5/Mâide, 3; 6/En’âm, 14; 16/Nahl, 120-123
1061] 49/Hucurât, 14
1062] 2/Bakara, 121-132; 68/Kalem, 35
1063] Buharî, İman, bab 1
1064] Bab, 4
1065] Bab, 5
1066] Bab, 4, 6
1067] Bab, 6
1068] Bab, 7
1069] Bab, 8
1070] Bab, 26, 28, 30, 34, 40
1071] Bab, 18
AHLÂK
- 243 -
güzel davranmaktır.1072 Aslında iman ilkeleri, genelde görmeden iman etmeyi gerektiren gaybî meselelerdir. Allah, Âhiret Risâlet ve Melek gibi. Bunlar olmasa ne amel kalır ne ahlâk. Ama amel ve ahlâk olmayacaksa “Allah var” “Âhiret var” demenin ne mânâsı kalır?
Yapmadığımız şeyleri söylemeyi kınayan İlâhî buyruğa rağmen yaptığı çirkinlikleri mâzur göstermek isteyenlerin “kalbime bak” demesini haklı çıkarmaya hiç bir ilim adamının hakkı olmasa gerek. Çünkü içi başka, dışı başka insanlar; hem ahlâken, hem de iman açısından hoş karşılanmaz. Münâfıkları ahlâklı olarak değerlendirmek nasıl mümkün değilse, imanlı olarak değerlendirmek de imkânsızdır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki: İman; ahlâkı onarmayı, aslına uygun olarak yeniden inşâ etmeyi, onu güzel davranışlarla süslemeyi hedefleyen niyet, zihniyet ve kararlılığın adıdır. İyiyi, güzeli, doğruyu, uyum, âhenk ve olgunluğu; kötü, çirkin, eğri, uyumsuz, düzensiz ve alçakça bir hayata tercih etmektir. Şeytanı dünyamızdan sürüp Allah’ı merkeze alan bir hayat sürmenin ilânıdır. İnsanın Allah’a, dünyanın insana âmâde olduğu bir anlayış ve yaşayışın kendisidir iman. İyi düşündüğümüzde anlarız ki, ahlâk da bundan ayrı birşey değildir. Hayatımızı hevâya, boş şeylere ve uydurma düzenlere değil de; Allah ve insan için anlamlı işler yapmaya adamak, iman kadar da ahlâkın gereği değil midir? En hayırlımız ahlâkça en güzel olanımız ise1073 ve bunda şaşılacak birşey yoksa; ahlâkça en iyimiz neden iman yönünden en mükemmelimiz olmasın?1074 Yoksa iman mükemmel olunca ahlâkın mükemmel olması gerekmiyor mu? Şâyet güzel ahlâkı sağlayan iman değilse, iman hiçbir zaman kuvveden fiile çıkamayacak hayâllerden ibâret sayılır.
Diyelim ki iman amel ile aynı şey değil veya ameller imanın bir parçası değil. Peki, imanın bir sonucu, hedefi veya göstergesi de mi değil amellerin bütünü. Bugün modern eğitimde bile öğretimin amacının davranış geliştirmek olduğunu biliyoruz. İnancımızı, zihniyet ya da düşüncemizi oluşturan iman ile onun eyleme geçirilmiş halinden başka bir şey olmayan ama aynı zamanda onu besleyen amellerimizin tamamının adı İslâm ise, -ki Cibril Hadisi de 5/Mâide, 85 âyeti de bunu ortaya koyuyor- ve de İslâmca en güzel olan ahlâkça en güzel olan ise,1075 ahlâk imanı da kapsayan bir sistemin adı değil midir? Veya İslâm, hem imanı hem de ahlâkı deruhte eden bir program değil midir? İmanca en olgunların, ahlâkça güzel olanlar olduğunu haber veren hadislerle1076; “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim”1077 hadisi de, buna işaret etmektedir. Zaten ahlâkçıların nazarî ve pratik ahlâk ayrımı da bu sistemin inanç, felsefe, dünya görüşü ve güzel amellerden oluşan bir sistem olduğunu haber vermektedir.
Allah’ın fıtratına bağlı kimliğimizi korumak, deforme olduysa özüne döndürmek hem imanın, hem ahlâkın konusudur. Ve ahlâk da birkaç tane yüz kızartıcı suçtan kaçınmakla, suya sabuna dokunmamaktan ibâret değildir. Ahlâk;
1072] 16/Nahl, 90; 4/Nisâ, 36; Buhârî, İman, Bab, 37
1073] Buhârî, Edeb 38, 39
1074] Ebû Dâvud, Sünnet 16, h. no: 4682; Ahmed bin Hanbel, II/185, 250
1075] Ahmed bin Hanbel, II/469, 481; V/89, 99
1076] Ahmed bin Hanbel, IV/385; Ebû Dâvud, Sünnet 14
1077] İmam Mâlik, Muvatta, Husnü’l-Huluk 8
- 244 -
KUR’AN KAVRAMLARI
imanı, güzel ameli ve âhiret hesabını birlikte değerlendiren sistemin adıdır. Hukuk, bu sistemin sadece devlet gücüne dayalı olarak dünyevî yaptırımlarla uygulanan kurallarından ibarettir. Hukukçuların hemen hemen tamamının ahlâkı, hukukun kaynağı kabul etmesinin nedeni budur.
Muhammed (s.a.s.) Medine devletini gerçekleştirinceye kadar Mekke’de nâzil olan hükümler, genelde hukukî değil; ahlâkî hükümlerdir. Çünkü Mekkî hükümler küllî temel esaslar, Medenî yasama ise o küllî hükümlerin üzerine kurulan sınırlandırıcı ve tamamlayıcı esaslar olarak değerlendirilmektedir.1078 Örnek olması bakımından Mekke’de nâzil olan İsrâ sûresinde ahlâkî kurallar vaz’ ediliyor. Cimrilik, israf, fakirlik korkusuyla çocukların öldürülmesi, haksız yere cana kıymak, yetim malı yemek, verilen sözden dönmek, ölçü ve tartıda hile yapmak, mahrem kusurların ardına düşmek ve kibirli yürümek gibi davranışların çirkinliği ilân ediliyor, ama herhangi bir maddî ceza öngörülmüyor. 1079
Kur’an’ın ahlâkı öne alması, bugünkü müslümanların tebliğ faâliyetleri için önemli bir ilke sunmaktadır. Bu büyük sistem olmadan, ne hukukî, ne siyasî ve ne de ticarî bir sistem kurulabilir. Kurulsa bile Bolşevizm gibi 70 yılda sarsıntı geçirir. Çünkü ahlâk, hukukun temeli ve arkaplanıdır. Zira hukuk, ahlâkın en önemli kurallarını seçerek ödünç almış ve maddî yaptırımlarla uygulamaya adım atmıştır. Buna rağmen hukuk, velînimeti olan ahlâka yan baktığı an kendi kuyusunu kazmaya başlamış demektir.
Müslümanların çökmüş sistemlerini yeniden kurması gerekiyor. Bunu yaparken kendi insanını ciddi bir ahlâkî eğitimden geçirmesi gerekiyor. Ahlâkî umdeleri içselleştirmeden bir insana fıkıh/hukuk maddeleri ezberletmek yontulmamış insan üretmenin ilk şartıdır. Şâyet kelamî ve fıkhî araştırmalar yapacaksak, bunu ahlâkî bir öğreti dahilinde yapmamız lâzım. Bunun kaynağı Kur’an ve hayatın gerçekleridir. Rasûl’ün ve önceki ümmetlerin tecrübesi de önümüzdedir. Bugünkü dağınık ve pejmürde görüntümüz de bu sistem yokluğunun tipik ifadesidir.1080
“İyilik, yüzünüzü doğu ve batıya çevirmeniz değildir, ancak; Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman eden; çok sevdiği malını akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolda kalanlara, ihtiyacı olanlara ve kölelere veren; namazı kılıp zekâtı veren, yaptıkları anlaşmalara vefâ gösteren; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenlerin iyiliğidir. Sâdık (doğru) olanlar da, muttakî olanlar da işte bunlardır.” 1081
Müslüman İnsanın Ahlâkı: Hayatında, şahsiyetinde, konuşmasında, yatıp kalkmasında, çalışıp didinmesinde (birimlerinde) bulunması icab eden İslâm ahlâkından kısaca bahsedelim:
Dinin (İslâm’ın) olmadığı bir yerde ahlâkı konuşmak veya ahlâk aramak, deve dikenlerinin ekili olduğu tarlada pirinç aramaya benzer. Bir cemiyetin ahlâka kavuşması ve ahlâklanması için o ahlâkın vahye dayanması icabeder. Vahye dayalı olan bir ahlâk, hem hayatın ve hem de o hayatta yaşayan tüm insanlığı kuşatmış demektir.
1078] Şâtıbî, Muvâfakat c. 3, s. 41, 392
1079] 17/İsrâ, 28-38
1080] Tuncer Namlı, Ahlâkî Kavramlarda Anlam Arayışı 1, Fecr Yayınları: 112-115
1081] 2/Bakara, 177
AHLÂK
- 245 -
O cemiyetin ve o cemiyette yaşayan insanların siyasetinin, hukukunun, iktisadının, nikâhının, eğitiminin, ticaretinin ahlâkı var demektir. İslâm’ı ve onun güzel ahlâkını kabul etmeyen bir toplum, ahlâksızlığın bataklığına saplanır ve o toplumun ahlâkı, ahlâksızlık olur. Tıpkı komünist rejimlerinin dininin dinsizlik olduğu gibi...
İslâm ahlâkından arındırılmış bir topluma konulacak kanunlar, yasalar tıpkı örümcek ağına benzer. Arıların rahatlıkla delip geçtiği, cılız sineklerin takılıp kaldığı örümcek ağına.
İslâm âlimleri müslüman ferdin, müslüman ailenin, müslüman cemiyetin ahlâkından bahsettiği gibi, bir de devlet ahlâkından bahsetmiştir. Devlet ahlâkının anlatıldığı bölümde, başkan ile tebaa arasında olması icab eden sıkı ilişkiye dikkat çekmişlerdir. Yüzde doksan dokuzunun matematiksel ifade ile müslüman olduğu söylenen bir ülkede, halkının inancına saygılı olmak şöyle dursun, onların inancını, dinini tehlike gören bir başkasının bulunduğu yerde barıştan, huzurdan, saâdetten bahsedilebilir mi? Bir de bu başkanlar halkının dininin tehlikeli olduğunu ihbar etmek için ülke dışına gider, zavallı bir insan gibi yahûdiye şikâyet ederse, o yerde güvenden, birlikten, dirlikten konuşulabilir mi?
İşte halkı müslüman olan ülkelerin bulunduğu acı tablo budur. Konuyu fazla dağıtmadan ve uzatmadan, bir damla sudan yaratılan insanın taşıması ve yaşaması gerekli olan İslâm Ahlâkı mevzusu ile onu başbaşa bırakıyorum. 1082
İslâm Peygamberi (s.a.s.) dâvetindeki açık metod ve risaletin ilk gayesini şu hadisiyle ilan etmiştir: “Muhakkak ki ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” 1083
Böylece, risâletin, tarihi hayat akışı içerisindeki yerini belirlemiş oldu. Risâlet sahibi (s.a.s.) nübüvvet nurlarını etrafa yaydı. Faziletleri neşretmeye, kemâl ufuklarını aydınlatmaya uğraştı ki, insanlar hakikate aydınlıklar içinde akın yapsınlar. İslâm’da teşrî edilen ve iman edilmesi gereken rükünler, körü körüne inanılması gereken şiarlar değildir. İslâm, insanı kapalı ve mânâsız amellerle mükellef kılmamıştır.
Hayır, hayır! İslâm’ın farz kıldığı bütün ibâdetler kişiyi sağlam bir ahlâkla yetiştirmek için tekrarlanan alıştırmalardır. İslâm, aynı zamanda durumlar ne kadar değişirse değişsin, insanın bu ahlâka sarılmasını da temin eder.
Bu ibâdetler kişinin isteyerek sarıldığı, beden ve hayatının rahatlaması için devam ettiği riyâzî temrinlere benzer. Kur’an ve Sünnet bu hakikati açıkça îzah eder. Namazın hikmetini îzah ederken, Kur’an “(Namazı kılın) şüphesiz ki namaz kötülükten ve münkerden alıkor”1084 buyurur. Evet... Rezilliklerden uzaklaşmak, kötü amel ve sözlerden temizlenmek namazın hakikatidir. Yine bir rivâyette: “Namazı; ancak azametim karşısında eğilen, kullarıma kibir taslamayan, isyanda ısrar etmeyen, gündüzleri zikrimle geçiren, miskin, yolda kalmış, dul ve musibetzedelere merhamet edenlerden kabul ederim “1085 buyurur Yüce Mevlâ...
1082] Abdullah Büyük, Müslümanın Ahlâkı, Muhammed Gazâli, Takdim
1083] Mâlik, Muvatta, Hüsnü’l-Hulk 8, II/553
1084] 29/Ankebût, 45
1085] Bezzâr
- 246 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Zekât; ceplerden alınan vergi ve haraç değil, bilakis o, şefkat ve merhamet duygularını uyandıran, çeşitli tabakalar arasında ülfet ve muhabbeti sağlayan bir araçtır. Kur’an zekâtın hikmeti hakkında da: “Onların mallarından sadaka (zekât) al ki bununla kendilerini (günahlarından) temizlemiş, (mallarını ve hasenatlarını) bereketlendirmiş olasın”1086 buyurur. Nefsi cimrilik pisliğinden temizlemek, cemiyeti de daha yüce bir seviyeye çıkarmak zekâtın birinci hikmetidir. Bundan dolayı Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) müslümanın vermekle yükümlü bulunduğu “Sadaka” kelimesinin şümulünü çok geniş tutmuş ve: “Müslüman kardeşinin yüzüne tebessüm, iyiliği emr, kötülükten menetmen, yolunu şaşırmışsa yol göstermen, yoldan; taş, diken, kemik vs. şeyleri temizlemen, kovandan müslüman kardeşinin kovasına su dökmen, görmeyene rehberlik etmen (hep) sadakadır “1087 buyurmuştur.
Asırlarca kin ve düşmanlık içinde yaşamış bedevi bir topluma bu tâlimat, İslâm’ın hedeflerini bildirmeye kâfidir. O, bunlarla bütün insanlığı karanlık câhiliyyet hayatından nura çekmiştir. Oruç da böyledir. İslâm oruca, belirli bir vakit için bir takım arzu ve isteklerinden mahrum kalmak nazarıyla bakmaz. Bu hususu Allah Rasûlü (s.a.s.) şöyle açıklar: “Kim yalan söz(leri) ve onunla amel etmeyi terk etmezse, Allah’ın onun yeme ve içmesini terk etmesine ihtiyacı yoktur.”1088; “Oruç, yeme ve içmeyi terk ile değil, ancak o; kötü söz ve benzeri şeylerden yüz çevirmek iledir... Birisi sana sataşır veya cehalette bulunursa ‘Ben oruçluyum’ de.”1089 Kur’an orucun semeresini şöyle zikreder: “Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, oruç sizlere de farz kılındı. Umulur ki (kötülüklerden) korunasınız.” 1090
Kişinin; İslâm’ın varlıklılara farz kıldığı ve mukaddes beldeye sefer yapmakla yerine getirilebilen hac ibâdetini gaybî (hikmeti bilinmeyen) bir ibâdet kabul etmesi büyük hatadır. Zira Kur’an bu İslâm şiarından şöyle bahseder: “Hac (ayları) bilinen aylardır. İşte kim onlarda (o aylarda) haccı (kendisine) farz eder (ihrama girer) se artık hacda kadına yaklaşmak, günah yapmak, kavga etmek yoktur. Siz ne hayır yaparsanız Allah onu bilir. Bir de (Âhiret için veya hac seferine yetecek miktarda) azıklanın. Muhakkak ki azığın en hayırlısı takvâdır. Ve ey kâmil akıl sahipleri! Benden korkun.” 1091
İşte bunlar toplu olarak İslâm’ın bazı meşhur ibâdetlerinden misallerdir. Bu ibâdetler İslâm’ın temel rükünleri olarak ta bilinmişlerdir. Bunlarla ahlâk arasında kopmaz bağlar vardır ki, onları da îzah edeceğiz.
Zikredilen ibâdetler mâhiyet itibariyle ayrı ayrı görünüyorlarsa da, cevher olarak, Rasûlullah’ın (s.a.s.) beyan ettiği şu gaye etrafında birleşirler: “Muhakkak ki ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”
Namaz, oruç, zekât, hac vb. ibâdetler, insanı arzu edilen kemâle erdiren, hayatını temizleyen ve değerini yükselten ruhî nezâfet için basamaklardır. Bu özelliklerden dolayı bunlara İslâm’da büyük yer verilmiştir. Kişi bunlarla kalbini tezkiye edip, özünü temizlemez, Allah ve insanlarla arasını düzeltmezse uçuruma gidiyor sayılır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Her kim Rabbine suçlu olarak varırsa hiç şüphesiz ona cehennem var. O, orada ne ölür (rahata kavuşur) ne dirilir (fayda
1086] 9/Tevbe, 103
1087] Buhâri, Edeb 33
1088] Buhârî, Zübdetü’l-Buhârî, I/277
1089] İbn Huzeyme, İbn Mâce, Sünen IV/593
1090] 2/Bakara, 183
1091] 2/Bakara, 197
AHLÂK
- 247 -
görür). Kim de ona iman etmiş, sâlih amellerde bulunmuş olarak gelirse işte onlar, onlar için de en yüksek dereceler, Adn cennetleri vardır ki, altlarından ırmaklar akar. Orada ebedi kalıcıdırlar onlar. İşte günahlardan (isyandan) temizlenen kimselerin mükâfatı.” 1092
Ahlâk Zaafı, İmanın Zaafına Delildir
İman; kişiyi iyiliklere yönelten ve kötülüklerden alıkoyan bir kuvvettir. Bunun içindir ki Allah (c.c), kullarını iyiliğe dâvet, kötülükten men ederken bunu kalblerdeki imanın bir gereği kılan Kur’an’da bunun misalleri pek çoktur.
Cenâb-ı Hakk’ın mü’min kullarına “Ey iman edenler” diye başlayan emirler vermesi ve onlara “Allah’tan sakının ve sâdıklarla beraber olun”1093 buyurarak imanlarına hitap etmesi inanç ve aksiyon arasındaki bağı göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
Risâlet sahibi (s.a.s.) güçlü imanın mutlak olarak güçlü ahlâkı gerektirdiğini, ahlâksızlığın iman za’fından veya yokluğundan neticelendiğini îzah buyurmuşlardır. Rasûlullah (s.a.s.) arsızı, kötü yolda olanı, rezalete bulaşanı, kimseden hayâ etmeyeni şöyle vasıflandırmıştır: “İman ve hayâ birbirine bağlı ve eşittirler. Biri gidince diğeri de gider.” 1094
Komşusunu inciten, onlara kötülük edenler hakkında İslâm şiddetli hükümler koymuştur. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Allah’a yemin olsun ki iman etmemiştir! (Bunu üç kez tekrarlamış ve): “Kim, ey Allah’ın Rasûlü?” denilince de: “Komşusu, kötülüklerinden emin olmayan”1095 demiştir.
Rasûlullah’ı (s.a.s.), etbâına bâtıldan yüz çevirmeyi hurafe ve gevezelikten uzaklaşmayı emrederken şöyle buyurduğunu görürsün! “Kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa, ya hayır söylesin, ya da sussun.”1096 İşte, Allah Rasûlü (s.a.s.) imanın kemâl ve sadâkâtına güvenerek, semeresini verinceye kadar faziletleri empoze etmeye, böyle davranıp devam ediyordu.
Böyle olmasına rağmen cemiyetimizde dindar sayılanların bir kısmı, ibâdetlerin îfa edilmesini, bunların tatbikini çok kolay görmektedirler. Böyle görmelerine rağmen, bunlar, aynı zamanda gerçek iman ve güzel ahlâkın hilâfına bazı amellerde bulunurlar. İşte bunlar; ibâdetlerin ruhuna erişmeyen, zirvesine varamayan, ancak şeklen ve taklid icabı yapan kimselerdir. Nice çocukların namaz hareketlerini gördükleri ve duydukları şekilde yapabildikleri gibi... Nice tellalların hac menasikini yapmacık bir tevazu ile yapabildikleri gibi... Tabii ki bunlar sağlam inanç ve yüce maksatlar için kâfi değildir. Doğru bir istikametle fazilet derecesinde bir hüküm verebilmek için şaşmaz bir mihenk gerek, o da yüce ahlâktır...
Bu konuda Rasûlullah’tan (s.a.s.) şu vârid olmuştur: Bir adam: “Ey Allah’ın Rasûlü! Falan kadın namaz, oruç ve sadakayı çokça yerine getirmekle anılıyor. Ancak o, diliyle komşusuna eziyet ediyor” dedi. Rasûlü Ekrem (s.a.s.): “O, ateşliktir,” buyurdu. Sonra adam devamla: “Falan kadın da az namaz kılıp, oruç tutup,
1092] 20/Tâhâ, 74-76; Muhammed Gazali, Müslümanın Ahlâkı, Ribat Y., 1-4
1093] 9/Tevbe, 119
1094] Hâkim, Taberâni, K. Sitte 17/582
1095] Buhârî, Edeb 29
1096] Buhârî, Edeb 31, 85
- 248 -
KUR’AN KAVRAMLARI
peynirden de (büyük miktarda) sadaka vermekle anılıyor. Fakat komşularına eziyet etmiyor “ deyince, Allah Rasûlü (s.a.s.): “O da cennetliktir”1097 buyurdu.
Bu cevap yüksek ahlâkın kıymetini takdir etmekte ve aynı zamanda sadakanın da içtimâi büyük bir ibâdet olduğunu îzah etmektedir. Sadakanın faydası başkasına da sirâyet ettiği için namaz ve oruçta az miktarın farz olunması, sadakada farz kılınmamış ve az bir miktar ile yetinilmemiştir. İslâm Peygamberi ahlâk ile gerçek iman ve ibâdetin alâkasını beyan etmekle ilgili suale cevap vermekle yetinmemiş, bilakis ahlâkı dünya ve âhiret salahı için esas kılmıştır. Bundan dolayı ahlâk meselesi önemli bir konudur. Fikir ve akidede iyice yerleşmesi için devamlı irşad ve aralıksız nasihata ihtiyaç vardır. İman, salâh ve ahlâk birbiriyle iç içe ve birbirine bağlı unsurlardır. Birini diğerinden ayırmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Peygamber (s.a.s.) bir gün ashâbına: “Müflis kimdir, bilir misiniz?”diye sorar. Ashâb: “Bize göre o, para ve eşyası olmayandır” deyince Rasûlü Ekrem: “Müflis; ümmetimden namaz, zekât ve oruçla gelen, fakat bununla beraber, şuna sövmüş, buna iftira etmiş, diğerinin malını (gasbetmiş), başkasının kanını akıtmış ve bir başkasını da dövmüştür. Tüm hak sahiplerine onun hayırları verilir. Üzerindeki borcu tükenmeden hayırları tükenir ve alacaklının günahlarından ona yüklenir ve sonra da ateşe atılır.” (İşte esas müflis budur)1098 buyurur.
Evet, işte müflis budur. Bu, bin liralık mala sahip olup üzerinde iki bin liralık borç olan kimse gibidir. Nasıl olur da bu miskin, zengin sayılabilir? Bazı ibâdetleri yapan ve dindar görünen biri, bunun yanında da kötülük aracı, asık suratlı ve zulümle iç içe olursa nasıl takvâlı bir insan sayılabilir? Rasûlullah (s.a.s.) bu durumla ilgili olarak şöyle buyurmuşlardır: “İyi ahlâk suyun buzu erittiği (veya buzun suya dönüp eridiği gibi) günahları yok eder. Kötü ahlâk da sirkenin balı bozduğu gibi (iyi) amelleri mahveder “ 1099
Zarar ve çirkefliğiyle tüm rezaletler birinde bulunursa, bu insanın dini, elbisenin vücuttan çıkarıldığı gibi çıkar gider. Böylesine iman iddiası da yalan sayılır. Ahlâktan yoksun bir imanın ne kıymeti var ki! Allah’a bağlanmak iddiasıyla birlikte bu fesadın mânâsı nasıl îzah edilebilir?
İmanla ahlâkın bu açık alâkası hususunda Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur: “Kimde üç haslet bulunursa o münâfıktır. İsterse namaz kılsın, oruç tutsun, umrede bulunsun ve ‘Ben müslümanım’ desin (değişmez): Konuşunca yalan söylerse, Vaadini yerine getirmezse, Emânete hıyanet ederse.” 1100
Başka bir rivâyette de: “Münafığın alâmeti üçtür: Konuşunca yalan söyler, vadini bozar, emanete hiyânet eder. Bunları yaptıktan sonra, ister namaz kılsın, oruç tutup müslüman olduğunu da iddia etsin (değişmez).”
O (s.a.s.), yine şöyle buyurmuş: “Kimde dört haslet varsa o hâlis münafık olur. Kimde bunlardan biri bulunursa, onu terkedinceye kadar onda bir münafıklık alâmeti var demektir: Emanete hiyânet eder, Konuşunca yalan söyler, Söz verdiği zaman tutmaz, Mücadele ve düşmanlık yaptığı zaman haktan ayrılır.” 1101
1097] Ahmed b. Hanbel; İhyâ, III/116
1098] Müslim, Kitâbu’l-Birr ves-Sıla 59
1099] Beyhakî; İhyâ, III/119
1100] Buhârî, K. İman
1101] Muhammed Gazali, Müslümanın Ahlâkı, Ribat Yayınları: 5-8
AHLÂK
- 249 -
Daha Güzel Bir Âleme Doğru: Şimdiye kadar bahsettiğimiz prensiplerden anlıyoruz ki, İslâm, beşeriyeti büyük adımlarla fazilet ve edeble yoğrulmuş bir hayata götürüp, bu hedefe ulaştırıcı tüm sebepleri de risaletin temel prensipleri kabul eder. Aynı zamanda bu sebepleri ihlal eden vasıtaları da risâletten çıkma ve uzaklaşma olarak telakki eder. Ahlâkî meseleler kişinin uzak kalması mümkün olan meseleler değildir. Bilakis onlar dinin razı olduğu ve hürmetle karşıladığı hayatın esaslarıdır.
İslâm tüm faziletleri tek tek sayıp mensuplarını onları işlemeye teşvik etmiştir. Peygamber’in (s.a.s.) iyi ahlâkla bezenmeyi emreden sözlerini toplarsak, hiçbir ıslahatçı liderde bulunmayan bir eser meydana getirmiş oluruz. Bu faziletlerin tafsilatına ve ayrı ayrı anlatımına geçmeden, Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) iyi ahlâk ve davranış güzelliğine yaptığı sıcak ve manalı dâvetinden bazı bölümler sunmak istiyoruz... Şüreyk oğlu Üsâme anlatıyor: “Bizler Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanında iken sanki başımızda kuşlar varmış gibi hareketsiz otururduk. Kimseden ses seda yok! Tam o esnada bir grup insan gelip: “Allah’a en sevimli kullar kimlerdir,” dediler. O da: “Ahlâkça en iyi olanları”1102 buyurdu. Bir başka rivâyette: “İnsana verilen en hayırlı şey nedir?” denilince: “Güzel ahlâk.”1103 buyurdu. Yine şöyle buyurdu: “Hayâsızlık ve edepsizliğin İslâm’da yeri yoktur.” 1104
“Sizin en hayırlınız ahlâkça en iyi olanınızdır “ yine: “imanı en kâmil mü’min kimdir ?” diye sorulunca: “Ahlâkı en iyi olandır.”1105 buyurmuşlardır. Yine Abdullah b. Amr şu hadisi nakleder. Allah Rasûlü (s.a.s.): “Size bana en sevimli olup, kıyamette bana en yakın olanınızdan haber vereyim mi? diye iki veya üç defa tekrarladı. Ashâb: Buyurun söyleyin ey Allah’ın Rasûlü deyince: “O, ahlâkça en iyi olanınızdır.”1106 buyurdu. Yine: “Kıyamet gününde mü’minin mizanında iyi ahlâktan daha ağır birşey yoktur. Allah (c.c.) hayâsız ve arsızdan hoşlanmaz. Muhakkak ki, iyi ahlâk sahibi, namaz kılan ve oruç tutanların derecesine nâil olur.”1107 buyurdu.
Bu açık ifade, ahlâkı ıslah etmeye çalışan bir filozoftan sâdır olsaydı pek acayip olmazdı. Esas garip olan, bir dinin peygamberinden sâdır olmasıdır. Zira dinlerin önemi sadece ibâdetlerde düğümlenir sanılır, İslâm peygamberi (s.a.s.) bir yandan insanları çeşitli ibâdetlere dâvet edip, düşmanları karşısında devletini cihad üzerine ikame ederken, diğer yandan da ümmetinin kıyamet gününde terazilerinde en ağır gelecek amelinin iyi ahlâk olduğunu vurgulamıştır ki, bu bile İslâm’da ahlâkın önemine delâlet etmeye kâfidir.
Nice dinler vardır ki, “sadece belli bir akideye sarılmakla günahlar affolunur veya belli ibâdetleri yapmakla hatalar silinir, prensibine inanır. Ama İslâm böyle demiyor. O, akideyi, iyilikleri işlemeye ve vecibeleri eda etmeye teşvik eden itici bir kuvvet kabul eder. O, ibâdeti kötülükleri silen bir araç, kemâle ulaştıran bir hazırlık addeder. Yani kötülükleri, kişiyi yücelten iyilikler yok edebilir.
Bu esaslar çerçevesinde Rasûlullah (s.a.s.) ümmetine ahlâkın değerini küçümsemeyecekleri derecede kemale ulaşmalarını temin ettirinceye dek bu gerçekleri
1102] İbn Mâce, Zühd 31, h. no: 4259; Taberâni
1103] İbn Hibbân; İhya, III/118
1104] Tirmizî, K. Birr ve’s-Sıla 41
1105] İbn Mâce, Zühd, 31; Taberânî
1106] Ahmed bin Hanbel; Hindî, Kenzu’l-Ummâl, II/139
1107] Ahmed bin Hanbel, Hindî, Kenzü’l-Ummal, II/139
- 250 -
KUR’AN KAVRAMLARI
pekiştirip öğretmek için ısrar etmiştir. Enes (r.a.) şu hadisi rivâyet eder: “Kul iyi ahlâk sayesinde âhirette büyük derecelere ve en büyük makamlara erişir. Hâlbuki o, dünyada iken ibâdetinde zayıf sayılırdı. Yine o, kötü ahlâkı sebebiyle cehennemde en aşağı dereceleri boylar.”1108 Âişe (r. anhâ)’dan: “Mü’min iyi ahlâkı sayesinde gece namaz kılan ve gündüz oruç tutanların derecesine ulaşır.”1109 Bir diğer rivâyette; “gündüz” ve “gece” kelimeleri yoktur. İbn Ömer’den: “İbâdetinde mûtedil olan mü’min iyi ahlâk ve üstün huyu sebebiyle çokça oruç tutan ve Allah’ın âyetlerini tatbik edip namaz kılanların derecesine ulaşır.”1110 Ebû Hureyre’den: “Mü’minin; şerefi, dini, mürüvveti, akıl ve değeri ahlâkı iledir.”1111 Ebû Zerr (r.a.) şu hadisi rivâyet eder: “Kalbini ihlâsla dolduran, dürüst, lisanı doğru, nefsini mutmain ve ahlâkını da müstakim kılan kurtulmuştur.” 1112
Güzel ahlâk, bir cemiyette sadece nazarî bilgiler ve eğitim, mücerred emir ve yasaklarla sağlanamaz. Çünkü kişileri faziletlere alıştırmak ve öğretmenin “şöyle yap,” “böyle yapma” demesi kâfi değildir. Bunun için köklü bir eğitim, uzun bir çalışma ve devamlı bir alıştırma gereklidir. Terbiye güzel bir numuneye dayanmazsa netice vermez. Kötü insan, çevresine iyi tesirler bırakamaz, iyi tesir, ancak gözlerin kendisinde olduğu kişilerden sadır olabilir. Böyle bir kişinin edebi ve yüce ahlâkı sayesinde gözler ondan hayâ eder, insanlar hürmetle Önünde eğilir, isteyerek onu takip ederler. Takip ve ittiba eden kişinin, bir şeyler kazanabilmesi için tabi olduğu ve uyduğu kişinin, kendisinden kıymet ve değer bakımından daha önde olması gerekir. Allah Rasûlü (s.a.s.) ashâbı arasında dâvet ettiği ahlâk için en güzel numune idi. O, dâvet ettiği yüce ahlâkı ashâbının kalbine muazzam siretiyle nakşediyordu. Abdullah b. Amr (r.a.) şöyle der: “Rasûlullah (s.a.s.) kötü ahlâklı ve kötülükten hoşlanan biri değildi. O, şöyle buyururdu: “En iyileriniz ahlâkça en üstün olanlarınızdır.” 1113
Enes (r.a.) anlatıyor: “Ben, Rasûlullah’a on yıl hizmet ettim. Allah’a yemin ederim ki bana bir defa “öf!” bile demedi. Herhangi bir şeyi niçin böyle yaptın veya şöyle yapmadın da demedi.”1114 Yine Enes’den (r.a.): “Dul bir kadın Rasûlullah’ı elinden tutar, ihtiyacı için onu dilediği yere kadar götürürdü. Bir insan onunla Mûsâfaha yapsaydı kendisi Rasûlullah’ın elini bırakmadan Rasûlullah onun elini bırakmazdı. O, yüzünü çevirmeden Rasûlullah çevirmezdi. Arkadaşları arasında ayaklarını uzattığına kimse şahit olmazdı. Yani O, arkadaşları arasında kibirlilik taslamaz ve bu hususta çok titiz davranırdı”1115 Hz. Âişe’den (r.anhâ): “Rasûlullah iki işten birini seçmekle karşı karşıya kalsaydı, günah olmadığı sürece kolay olanını tercih ederdi.
“O, günahlardan, insanların uzağı idi. Nefsi için intikam almış değildi. Ancak haram işlediğinde kızar, tâviz vermezdi. O, eliyle, ne bir kadın, ne bir hizmetçi ne de herhangi birşeyi dövmemişti. Sadece Allah yolunda cihad esnasında böyle
1108] Taberâni; İhya, III/43
1109] İmam Mâlik, Muvatta 6, 2/553
1110] Ahmed bin Hanbel; İhya, III/120, 121
1111] Hâkim
1112] Buhârî
1113] Buhârî, Edeb 38, 39
1114] Müslim, Fedâil 13
1115] Tirmizî
AHLÂK
- 251 -
değildi.”1116 Enes’den (r.a.): “Rasûlullah ile yürüyordum. Üzerinde, kaba kenarları sert bir aba vardı. Bu esnada, bedevi biri gelip O’nun abasını çekti. Öyle ki Rasûlullah’ın omuzlarında abanın tesiriyle izler hâsıl olmuştu. Bundan sonra adam “Ey Muhammed! Bana, Allah’ın senin yanındaki malından ver” dedi. Rasûlullah tebessümle ona iltifat edip kendisine maldan verilmesini emretti.”1117 Hz. Âişe’den (r.anhâ) şu hadis rivâyet edilir: “Allah nezâket sahibidir. Öyle olmayı da sever. Nezâket karşısında verdiği mükafatı katılıkta veya başka herhangi birşeyde vermez.”1118 Başka bir rivâyet şöyledir: “Nezâket birşeyde onu süsler, birşeyden alındımı, onu da lekeler bırakır.” Cerir’den (r.a.): “Allah yumuşaklığa karşı verdiğini hamakata karşı verecek değildir. Allah bir kulunu sevdi mi ona yumuşak huy ihsan eder. Bir ev halkı yumuşak huydan nasib almadılar mı hayrın tümünden mahrum sayılırlar.”1119 Âişe’den (r.anhâ), Rasûlullah’ın evde meşgul olduğu işler sorulunca şöyle cevap vermiştir: “O, evinde aile efradının hizmetinde bulunurdu. Namaz vakti gelince de hemen abdest alır, namaza giderdi.” 1120
Abdullah b. el-Haris’ten: “Ben Rasûlullah’dan (s.a.s.) daha fazla tebessüm eden birini görmedim.”1121 Enes b. Malik Rasûlullah’ı (s.a.s.) şöyle anlatır: “Rasûlullah insanların en güzel ahlâkına sahipti. Ebû Umeyr adında bir süt kardeşim ve “Nuğayr” adında hasta bir kuşu vardı. Rasûlullah (s.a.s.) bu çocuk ile latife eder ve “Ey Ebû Umeyr, Nuğayr’den ne haber?” derdi.1122 (Nuğayr, Arapçada kuşcuk mânâsına gelir)
Allah Rasûlü’nün cömertliği ve hiçbirşeyi saklamaması, cimrilik yapmaması Şemâil kitaplarında meşhurdur. O, hiçbir an haktan dönmeyecek kadar cesurdu. Hükmünde ebediyyen zulüm yapmayacak kadar adildi. Tüm hayatı boyunca sâdık ve emindi. Cenâb-ı Hak müslümanlara onun mübârek ve şerefli izlerini takip etmelerini emrederek şöyle buyurmuştur: “Gerçekten Rasûlullah’ta sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umar olanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir (imtisal) numunesi vardır.” 1123
Bu konuda Kadı el-Iyaz şöyle der: “Rasûlullah (s.a.s.) insanların en iyisi, en cömerdi ve en cesuru idi. Bir gece duyulan bir ses üzerine Medine ahalisini korku sardı. İnsanlar ses tarafına doğru gitti. Rasûlullah (s.a.s.) onları geride bırakarak ilerledi ve sesin olduğu yere varip haberi inceledi. Kendisi Ebû Talha’nın çıplak atı üzerinde, kılıcı da boynunda asılı duruyor ve “Hiç korkmayın” diyordu. Ali (r.a.) şöyle der: “Savaş alevlenip gözler şaşkına çevrildiği zaman, biz Rasûlullah ile kendimizi korurduk. (O’na iltica ederdik). (O anda) düşmana ondan daha yakın birisi olmazdı.”
Câbir b. Abdullah’dan (r.a.): “Rasûlullah (s.a.s.) kendisinden istenen hiçbir şeye yok demezdi. Hatice (r.anhâ) O’na şöyle dedi: “Sen düşkünün yükünü kaldırır, yoksula verir ve musibetzedelere yardım edersin.” Biri gelip O’ndan birşeyler
1116] Müslim
1117] Buhârî
1118] Müslim
1119] Taberâni
1120] Tirmizî
1121] Tirmizî
1122] Buhârî
1123] 33/Ahzâb, 21
- 252 -
KUR’AN KAVRAMLARI
istedi: “Benim yanımda birşey yok, fakat benim hesabıma istediğini satın al. Bize birşeyler gelince onu öderiz” dedi. Ömer (r.a.): “Allah (c.c.) güç yetiremiyeceğiniz şeyi size yüklemedi” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) bu görüşü beğenmedi. Ensar’dan biri de: “Ey Allah’ın Rasûlü infak et. Allah varken azalacağından endişelenme” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah, yüzünde belirtileri hissedilecek derecede tebessüm etti ve: “Ben de bununla emrolundum” buyurdu.
Kâinatın Efendisi ashâbı ile ülfet eder, nefret ettirmezdi. Her kabilenin ileri gelenleri ikram eder ve onu başlarına emir tayin ederdi. İnsanları korur, onları kötülükten sakındırırdı. Hiç kimseye karşı yüzünü ekşitmez ve ahlâkını nahoş etmezdi.
O, ashâbını arar, herbirine ayrı ayrı değer verirdi. Öyle ki, her arkadaşı Rasûlullah’ın yanında kendisinden daha kıymetli birinin olmadığı hissine kapılırdı. Bir ihtiyaç için onu durduran biri ondan ayrılmadan o ayrılmazdı. Ondan bir ihtiyacının giderilmesini isteyeni boş çevirmezdi, en az güzel bir söz ile de olsa razı etmeye çalışırdı, insanlara öyle nazik ve hoş davranırdı ki onlar için bir (büyük) baba yerine geçmişti. Hak hususunda herkes O’nun yanında eşitti.
Devamlı güler yüzlü, yumuşak huylu ve nezaketli bir yaratılışa sahipti. Sert ve kaba değildi. O, ne bağırır, ne çağırır, ne de ayıplar, ne de aşırı methederdi. Arzulamadığı birşeyi görmezlikten gelir, onu işleyenden tamamiyle ümit kesmezdi. Âişe (r.anhâ): “Rasûlullah’tan daha güzel ahlâklı kimse yoktu. Arkadaşları veya aile efradını çağırdıkları zaman “buyrun” mânâsına gelen “Lebbeyk” derdi diye nakleder. Cerir b. Abdullah (r.a.): “Rasûlullah (s.a.s.) ta müslüman olalıdan beri her beni gördüğünde veya ayrıldığında mutlaka tebessüm etmişlerdir. Ashâbıyla mizah eder, onlarla yarışlar tertib eder, çocukları okşar ve kucağına alırdı” der.
O; fakir, dul, köle herkesin dâvetine icabet eder. Medine’nin en ücra köşesinde bulunan hastayı ziyarette bulunur ve mazeret gösterenin mazeretini kabul eder’di. Enes’den (r.a.): “Biri Rasûlullah’ın kulağına eğilip birşeyler söylemek isteyince, dilediği gibi O’na başını eğip arzusunu takdim ederdi. Biri elinden tutunca, o elini bırakmadan Rasûlullah bırakmazdı. Karşılaştığı kişiye selam verir, Mûsâfaha yapardı. Kimseye karşı ayaklarım uzatmaz, bu sebeple yeri daraltmazdı. Yanına gelene ikram eder, bazen onun için elbisesini yere serer, altında bulunan minderi verir ve üzerinde oturması için ısrar ederdi. Ashâbına bazen künyeleri ile hitap eder, ikram olarak en güzel isimleriyle çağırırdı. Konuşan bir kişi kendisi bırakıp, konuşmasını kesmeden onun konuşmasını yarıda kesmezdi” diye rivâyet eder.
Yine Enes (r.a.) rivâyeten: Rasûlullah’a (s.a.s.) bir hediye getirildiğinde “Falanca kadının evine götürün. Çünkü Hatice’nin sâdık dostu olup, çok seviyordu” derdi, diyor. Âişe (r.anhâ): “Hatice’yi kıskandığım kadar başka hiçbir kadını kıskanmadım. Rasûlullah O’nun bahsini çok yapar, bir hayvan kestiğimizde onu Hatice’nin arkadaşlarına hediye ederdi. Onun kız kardeşi yanına girmek için izin istediğinde izin verirdi. Bir gün yanına bir hanım geldi. Onun gelişine çok sevinip hal hatır sordu. Hanım gidince de: “Bu hanım bize Hatice hayatta iken de gelirdi. “Ahde sâdık kalmak iman icabıdır” buyurdu.
Ebû Katâde: Necâşî heyeti gelince Rasûlullah onlara bizzat hizmette bulundu.
AHLÂK
- 253 -
Ashâb: Biz hizmeti yapabiliriz, deyince: “Onlar ashâbıma hizmet etmişlerdi. Ben de aynı şekilde onları mükâfatlandırmak istiyorum” dedi.
Ebû Üsame’den (r.a.): “Rasûlullah (s.a.s.) bastonuna dayalı olarak yanımıza geldi. Biz de ayağa kalktık. Bunun üzerine: “Acemlerin birbirini ta’zim ettikleri gibi ayağa kalkmayın. Ben kulum, kul gibi yer, kul gibi otururum” dedi.
O, merkebe biner, terkisine birini alır, fakir-fukarayı ziyaret eder, onlarla oturur, arkadaşları arasına katılır, mecliste boş bulduğu yere otururdu. Rasûlullah (s.a.s.) cılız bir deve üzerinde ve üzerinde dört dirhem etmeyen bir aba olduğu halde hac farızâsını etti ve bu esnada şu duayı okudu: “Allahım içinde riya ve gösteriş olmayan bir hac olarak kabul eyle.”
Mekke’ye fâtih olarak İslâm ordusuyla girince, Allah’a tevazuundan dolayı başı neredeyse bineğinin ön kısmına değecekti. O, önderler önderi, çok sükut eder, ihtiyaç olmadan konuşmaz, güzel konuşmayandan da yüz çevirirdi. Gülmesi tebessüm şeklindeydi. Konuşmasını tane tane yapar, ne fazla uzatır, ne de çok kısa keserdi.
O’na iktida ve benzemek için ashâbı da O’nun yanında sadece tebessüm ederlerdi. Meclisleri vakar, hayır ve emniyet meclisiydi. Orada ne sesler yükselir, ne de hürmetler ihlal edilirdi. Kâinatın Efendisi konuşunca ashâbı O’nu can kulağıyla dinler, sanki başları üstünde kuşlar duruyor gibi kımıldamazlardı. O, tam ahenk içinde yürür, ne acele eder, ne de gevşek davranırdı.
İbn Ebi Hale der ki: “Rasûlullah dört maksat için sükut ederdi: Vakar, takdir, dikkat, tefekkür.” Âişe (r.anhâ) der: “Rasûlullah başkası istediği takdirde kelime veya harflerini sayabileceği şekilde konuşurdu. O, hoş ve güzel kokuları sever, çok kullanırdı. O’na tüm imkanlarıyla dünya takdim edilmişti. Fetihler arka arkaya nasib olduğu halde buna rağmen dünya süsüne önem vermez ve ondan yüz çevirirdi.
Vefât ettiği zaman ailesinin nafakasını temin için zırhı rehin olarak bir yahudide duruyordu. Allah’ın salat ve selamı O’nun, ailesinin ve ashâbının üzerine olsun... (Âmin). 1124
Hayır ve Şerle Karşı Karşıya Olan İnsan: Diğer semavi dinler gibi İslâm da her şeyden önce insanlığın nefsini terbiye etmek ister. İslâm, bu terbiyeyi insandan ayrılmayacak şekilde empoze etmek için çok büyük gayretler sarfeder.
Bütün peygamberlerin risâletine “insanın kendisi” konu olduğu için, her zaman seve seve insanlar onların etrafında toplanmışlardır. Rasûllerin terbiyesi hayatın zor dönemlerinde yok olacak şekilde boş ve kuru kalıplar değildi. Onlar prensiplerini nefsin derinliklerine yerleştirdiler. Bu esaslar insanların damarlarına işleyecek kadar kuvvet buldu, insandan peyda olacak vesveseleri yok edip hedeflerine ulaşmada onlara yön verdi. Semavi risaletler insanların cemiyet halindeki bunalımlarından ve onların bu bunalımlarından kurtulmaları için gerekli ilaçtan bahsederek, onları huzura kavuşturacak nizamı takdim etti. Cemiyetlerin İslahı için “İyi insan” yetiştirmenin gerekli olduğunu beyan etti. Her medeniyet için “güçlü ahlâk”ın vazgeçilmez esas olduğu şuurunu yerleştirdi.
1124] Muhammed Gazali, Müslümanın Ahlâkı, s. 9-17
- 254 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İlâhî terbiyeden yoksun cemiyetlerin idari teşkilatlarında anarşi vardır. İdareyi elinde tutanlar yetkilerini hep kötüye kullanır. Ahlâkça iyi eğitilmiş idareci ise boş gedikleri kapatmaya cemiyeti aydınlatmaya ve gidişatında devamlı iyiliğe yönelmeyi esas alır. Bu insan, kasırga ve firtınalı zamanlarda da bu esaslara dikkat eder.
İyi bir hâkim, adâletiyle açıkları kapatabilir. Bunun yanında zâlim hakim ise, apaçık kanunları saptırabilir. İşte, insan nefsi de böyledir. O, dünyada vuku bulan olaylar, fikir, rağbet ve maslahatlar karşısında yalpalayabilir. Bunun içindir ki, nefsi ıslah, hayata hayrın hakim kılınması için ilk esastır.
Nefisler terbiye edilmeden ufuklar aydınlanamaz. insanlığın halihazırda olan halleri de, gelecekleri de fitne ve desiselerden kurtulamaz. Onun için Cenâb-ı Zülcelal şöyle buyurur: “Muhakak ki Allah bir topluma verdiği nimeti onlar kendilerindeki iyi hali fenalığa çevirmedikçe bozmaz. Bir topluma da Allah bir kötülük diledimi artık onun geri çevrilmesine hiçbir çare yoktur.” 1125
Kur’an kötü milletlerin helak oluş sebeplerini şöyle îzah eder. “(Evet, bunların gidişi) Firavun ve hanedanıyla onlardan evvelkilerin gidişi gibidir. Onlar Allah’ın âyetlerini (inkâr ile) kâfir olmuşlardı da, O da kendilerini, günahları yüzünden yakalamıştı. Çünkü Allah en büyük kuvvetin sahibidir, cezası pek çetindir. Bunun hikmeti şudur: “Bir kavim nefislerinde olan (iyi hali) değiştirmedikçe Allah onlara ihsan ettiği nimeti değiştirici değildir ve şüphesiz ki O, (her şeyi) hakkıyla işitendir, kemâliyle bilendir.” 1126
İslâm, nefisleri terbiye meselesine iki açıdan bakar:
1. İnsan tabiatında hayra meyyal olan bir taraf vardır. Onun için devamlı hayır yapmak ister, hayrı elde edince sevinir. Serden de üzüntü duyar. Hak ile hayatının huzur ve rahatını bulur.
2. Yine insan nefsinde onu doğru yoldan sapıtabilecek bazı düzensiz kuvvetler vardır. Bu kuvvetler bazen şerri hayır gösterip sahibini uçuruma yuvarlar.
İslâm bu iki kuvvetin varlığını hiçbir zaman gözden uzak tutmaz ve eğitimini ona göre yapar. İslâm yine bilir ki, insan bunlardan hangisine teslim olursa onu o yöne doğru çeker. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Her bir nefis ve onu düzenleyene, sonra da ona hem kötülüğü, hem (ondan) sakınmayı ilham edene ki, onu tertemiz yapan kişi muhakkak umduğuna ermiş, onu alabildiğine örten kişi ise elbette ziyana uğramıştır. “ 1127
İslâm’ın bu konuda yaptığı, insan fıtratını kuvvetlendirip nurlandırmak ve hayra sevkedebilmek için her imkanı seferber etmektir. Böylece nefis de devamlı kendisiyle çekişen kötülük vesvesesinden kurtulmuş olur.
İslâm kendini tüm lekelerden uzak, hâlis fıtrat dini olarak vasıflandırır ve insanların ona yönelmesini emreder. “O halde (Habibim) sen yüzünü (hakiki) bir müslüman olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir ki O, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışına (hiçbir şey) bedel olamaz. Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat
1125] 13/Ra’d, 11
1126] 8/Enfâl, 52-53
1127] 91/Şems, 7-10
AHLÂK
- 255 -
insanların çoğu bilmezler.” 1128
Gözün vazifesi kör değilse görmek, kulağın ki işitmek, fıtratın vazifesi de suyun yüksekten akışı gibi hakka, kemâl ve fazilete koşmaktır. Evet, nefse lekeler bulaşıp yaratılışından uzaklaşmadıkça yakışan budur.
Nefislerine Musallat olan kir ve lekeler, geçmiş asırların birikmiş pisliğinden veya helâk olmuş kavimlerin taklidinden başka birşey değildir. Her ikisi de beşer fıtratı için çok büyük tehlikelerdir. Gerçek ıslahatçıların esas cihadı bu pislikleri yok etmek ve insan fıtratını bu lekelerden kurtarmaktır. Tâki insanlık bu sayede esas gayesine yönelsin ve vazifesini idrak etsin.
Az önce, Rûm Sûresi’nin 30. âyetinde İslâm dininin fitrat dini olduğunu görmüştük. Bu âyetten hemen sonra şu âyetle karşı karşıya kalırız: “Hepiniz ona dönün, ondan korkun, namazı dosdoğru kılın, müşriklerden olmayın. (O müşrikler) ki onlar dinlerini darmadağınık etmişler, fırka fırka olmuşlardır. (Bunlardan) her zümre, yanlarında olanla böbürlenirler.” 1129
Küfür değil iman... Fısk-u Fücur değil takvâ... Ayrılık değil, muvahhid mü’minlerin birliği... İşte insanı dosdoğru yaratılışa (fıtrata) götürecek nasihat ve öğütler... İnsan ancak bunlarla huzur ve felaha erişir. Bunlarla çekişmelerden, hırs ve tamahların çatışmasından, sırtlanlar gibi birbirini yemekten kurtulur. Kur’an bunu şu şekilde ifade eder: “Biz, hakikat insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. Ancak iman edip de güzel amellerde bulunanlar müstesna...”1130 Âyette bahsedilen güzel şekilden maksat hakkı bilip ona sarılmaktır. Onun gerektirdiğini yapmak ta fazilet ve şereftir. Bunları ise nefsinde ve insanlarla olan alakalarında tatbik kemâlin zirvesi ve hayatta her şeye adâletin hakim olması demektir.
Fakat çok kişiler hevâ ve hevesine uyup kemal zirvesinden inip yere çakılmak ta, çok derin uçurumlara yuvarlanmaktadır. İşte “esfel-i sâfilîn” bu önünü göremiyen zavallılar içindir. Cenâb-ı Hak’ın onları gönderişi hidâyet ve adâlet kanunlarına uygundur. Bu kanunlar çok adil ve incedir. Bunları, alemlerin yaratıcısı şu âyetlerde izah buyurmuştur: “Allah bir kavme hidâyet ettikten sonra sakınacakları şeyleri kendilerine apaçık bildirinceye kadar onların sapıklığına (hükm) edecek değildir. Muhakkak ki Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” 1131
“Yeryüzünde haksızlıkla kibirlenenleri âyetlerimi (idrak)den çevireceğim. Onlar her âyeti görseler ona inanmazlar, akl-ı selim’in yolunu (doğru yolu) görseler de onu bir yol edinmezler. (Fakat azgınlığın yolunu görürlerse (yol diye işte) onu edinirler! Bu âyetlerimizi yalan saydıklarından, onlardan gafil olmalarındandır. “ 1132
Bu sefil dünyada temiz yaratılışını muhâfaza edip, çirkefliğe bulaşmayan kimdir? Bunun cevabını şu âyet veriyor: “İman edip sâlih ameller işleyenler müstesnâ.” 1133
1128] 30/Rûm, 30
1129] 30/Rûm, 31-32
1130] 95/Tîn, 4-6
1131] 9/Tevbe, 115
1132] 7/A’râf, 146
1133] 95/Tîn, 6
- 256 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu izahlar ile iman ve iyi amellerin semeresinin iyi ahlâk olduğunu anlamış oldun. İşte İslâm’ın temiz insan fıtratı ve onu kuvvetlendirme karşısındaki tavrı budur.
Kötü huylar karşısındaki tavrı ise şudur: İnsana öğüt verir, isteklerine gem vurur, akl-ı selim ve temiz fıtrat kaidelerine boyun eğdirir. İnsanda bulunan bazı kötü hususiyetlere Rasûl-i Ekrem şöyle işaret etmektedir: “İnsan ihtiyarladıkça iki haslet onunla devam eder: Hırs ve tûl-i emel”1134; “İnsanda en büyük kötülük, aşırı cimrilik ve fena korkaklıktır.”1135; “İnsanoğlunun altın dolu bir vadisi olsa, ikincisini, buna sahip olsa, üçüncüsünü temenni eder. Topraktan başkası insanoğlunun gözünü doyurmaz. Allah, tevbe edenlerin tevbesini kabul eder.” 1136
Kur’an da bu hasletlerin bazısına işaret eder: “Kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma güzel atlara (deve, sığır, koyun, keçi gibi) hayvanlara, ekinlere, olan ihtiraskârâne sevgi insanlar için bezenip süslenmiştir. Bunlar dünya hayatının gecici birer fâidesidir. Allah(a gelince) nihâyet dönüp varılacak yerin bütün güzelliği onun nezdindedir.” 1137
İslâm’ın dikkat çektiği hakikat şudur: Nefsin hevâsına uymak, vesvesesine cevap vermek ne nefsi doyurur, ne de Hakk’ı razı eder. Nefis bir yerde arzuladığını buldu mu hemen ordan başka yere atlamak ister. O dâimi olarak günah bataklığında olduğu halde, zulmü ve kötülükleri irtikab ettiğine aldırış etmez. Kur’an haram olan hevâdan men eder... “ Ve hevâya tabi olma ki, bu seni Allah yolundan saptırır. Muhakkak ki Allah yolundan sapanlar hesap gününü unuttuklarından kendilerine çok şiddetli bir azab vardır.” 1138
Kur’an, kâfirlerin takip ettikleri yolu ve müslümanların bunlara muhâlefet etme gereğini de şöyle beyan eder. “Eğer Allah, onların hevâlarına tabi olsaydı, göklerle yer ve bunlarda olanlar muhakkak fesada uğrardı. Hayır, Biz onlara izzet ve şerefleri olan Kur’an’ı getirdik de onlar şereflerinden yüz çeviriyorlar.” 1139
Nefsin haram olan istekleriyle mubah olanları karıştırmamak gerek. Dindar kesimin çoğu bu iki hususu büyük bir hata olarak karıştırırlar. İnsanın makul dünya imkanlarından faydalanmasında bir sakınca yoktur. İnsanın içindeki bu makul isteklerin sakıncalı olduğuna inanmak hatadır. Böyle bir inanç mâkul ihtiyaçları yaparken bile insana cinâyet işliyormuş hissi verir.
İnsan devamlı kötülük içinde bulunduğuna inanırsa ve kötülüğün hayatının bir cüz’ü olduğunu kabul ederse bunun sonucu olarak daha kötü münkerlere bulaşıp onları gerçek ve kaçınılması imkânsız şeyler olarak kabul etmeye başlar. Kur’an buna dikkat çekmiş ve sarih olarak nefsin faydalı isteklerini mubah kılmış, güzel ve hoş nimetlerin kullanılmasına geniş çapta izin vermiş, güzel ve temiz rızıklardan faydalanmayı mahzurlu görmeyi ve mubahları haram ve dar çerçeveler içerisinde kabullenmeyi kötülük ve çirkinliğe eş bir hareket olarak kabul etmiştir. Allah (c.c.) bu hususta: “Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerden helâl ve
1134] Müslim; Tirmizi, Zühd 21
1135] Ebû Dâvud, Cihad 22
1136] Buhârî; Tirmizî, Zühd
1137] 3/Âl-i İmran, 14
1138] 38/Sâd, 26
1139] 23/Mü’minûn, 71
AHLÂK
- 257 -
temiz olmak şartıyla yeyin. Şeytanın izini tâkib etmeyin. Çünkü o hakikaten apaçık bir düşmandır. Şeytan size ancak kötülüğü, haksızlığı ve Allah’a karşı bilmeyeceğiniz şeyleri söylemenizi emreder.” 1140
Evet, helâl ve hoş rızıkları mahzurlu kabul etmek, delilsiz olarak Allah’a iftira etmektir. Bu ise, şeytanın emri olan kötülük ve çirkinliğin tâ kendisidir. İslâm çirkin vesilelerle nefsi bu nimetlerden mahrum kılmayı kerih gördüğü gibi, başıboş bir israfın da karşısındadır. İnsan her hususta orta yolu takip etmelidir. Allah Rasûlü (s.a.s.): “İşlerin hayırlısı orta olanıdır” buyurarak bu esası perçinlemişlerdir.
İyi fıtratı destekleyen esaslar iman ve salahta olduğu gibi, çılgın arzuları düzenleyen esaslar da iman ve salahtadır. Yoksa küfür, her şeyi mubah görmek veya her şeyi haram görmekte değildir. Her iki durumda da nefsi kontrol ancak kuvvetli bir ahlâk ile mümkündür.
Kur’an insanı zaaf, tereddüt ve bencillikle vasıflandırırken, bunlardan kurtulmanın da dinin emirleriyle mümkün olabileceğini hatırlatır. “Gerçekten insan haris ve cimri olarak yaratılmıştır. Kendine bir zarar dokunduğu zaman feryadı basar. Ona hayır isabet edince de kıskanç olur. Namaz kılanlar müstesnadır. Namaz kılan o kimseler ki, onlar namazlarında devamlıdırlar. Onlar ki mallarında belirli bir hak vardır, hem dilenenin hem de iffetinden dilenmeyen için. Onlar ki, hesap gününü tasdik ederler. Onlar ki, Rablerinin azâbından korkarlar. Çünkü Rablerinin azâbından emin bulunulmaz. Onlar ki avret yerlerini korurlar.” 1141
Mâlumdur ki, ahlâk durup dururken nefis içinde oluşmaz. İnsanlarla birlikte olgun olarakta doğmaz. Bilakis o, zamanla çeşitli merhalelerle oluşur ve olgunlaşır. İşte ahlâkın, olgunlaşabilmesi için tekrarlanması gereken işlere bağlı olmasının sırrı budur. Namaz, oruç, âhirete iman ve Allah azâbından korkma gibi devam isteyen amellerde bu tekrar için vazgeçilmez unsurlardır. Mâdem ki kötü huy sahibini devamlı kötü yollarda sürüklemek ister.
O halde bu devamlı şerrin tehlikesi muvakkat ilaç ve tedbirlerle önlenemez. Böyle tehlikeli gidişatı ancak kendisinden kuvvetli bir âmil durdurup, aralarındaki muvazeneyi te’min edebilir.
Özet olarak; İslâm insanın pak olan fıtratına önem verir ve bu fıtratın terbiyesini gerekli bulur. İnsana başı boş ve gereksiz isteklerden uzak durmayı öğütler. Onun karşısına dosdoğru bazı hudutlar çizer.
Şu bilinmelidir ki, İslâm’ın emrettiği tüm ibâdetler bizi yüce ahlâk, doğru yol ve istikâmete ulaştırmadıkları müddetçe esas maksatlarına vâsıl olmamışlar ve yerlerine oturtulup, hakkıyla yapılmamışlardır… 1142
Ahlâkî Cürümlere Karşı Konulan Hadler: Kişi zorlama ile fazilet sahibi olmadığı gibi zorlanma ile iman sahibi de olamaz. Nefsî ve aklî hürriyet, mesuliyet ipin esastır. İslâm bu gerçeği takdir etmiş ve ona gereken kıymeti vermiştir. İslâm, ahlâkın binasını kurmuşken, insana hayrı göstermede veya ona yönünü çevirmede niçin zora başvursun ki? İslâm insan fıtratına karşı hüsn-i zan besler.
1140] 2/Bakara, 168-169
1141] 70/Meâric, 19-20
1142] Muhammed Gazali, Müslümanın Ahlâkı, Ribat Y., s. 19-25
- 258 -
KUR’AN KAVRAMLARI
O, üstün bir nesli yetiştirmek için önündeki engelleri izale etmeyi yeterli görür. İnsan fıtratı çok kıymetlidir. Bunu demekle onun masum ve melek olduğunu kasdetmiyoruz. Bunun mânâsı şudur: Hayır, insan fıtratına uygundur. Bir kuşun kafesten ve bağlardan sıyrılmasıyla göreceği tesir gibi fıtrat da hayra sarılmak veya ondan ayrı kalmakla tesir görür, İslâm’da gerçek amel, ilk önce menfi engelleri yok etmek ve ağır yükleri hafifletmektir. Bundan sonra insan yerinde saymaya devam eder ilerlemezse artık o, İslâm’ın nazarında hasta biridir. İyileşmesi için başka tedbirlere başvurmak gerekir.
İslâm böyle bir insanı, ancak başkasına zararlı olduğu zaman cemiyetten azleder. İşte bu sahada İslâm, ahlâkî cürümlerle savaşır. İslâm insan şerefinin korunmasını onun çalışıp çabalama gayretiyle hayat sürmesini farz kılar. Yâni onun hırsızlığa başvurmasına sebep bırakmaz. Öyle ise onu hırsızlığa sevkeden sebep nedir? Belini doğrultacak ihtiyaçları mı? Şâyet İslâm cemiyeti bunu temin edecek ve onu bu durumdan kurtaracak sebepleri o ana kadar almamış ise hemen alsın. Zaruri ihtiyaç ve huzurlu bir hayat sürmesini temin etsin. İşte İslâmî bir cemiyete farz olan budur. İnsanı hırsızlığa gitmeye zorlayan sebepler duruyorsa, hırsızlık vebali o kusurlu cemiyete aittir. Yokluk içinde bırakılan ferde âit değildir. Fakat ferdin zaruri ihtiyaçları karşılandıktan sonra da yine hırsızlık yapmaya teşebbüs ederse, ceza görmeden önce durumu çok iyi araştırılır. Belki onu bu durumdan kurtaracak hayırlı bir kapı açılır.
İslâm, cezalan infaz etmede acele etmemeyi o kadar istemiştir ki Rasûlullah (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurmuştur: “Devlet başkanının affetmede yanılması, cezayı uygulamada yanılmasından daha hayırlıdır.” 1143
Bütün bunlardan sonra da artık bu durumdaki bir şahsın fıtratı bozulur, içinde yaşadığı cemiyette bir kötülük aracı olduğu anlaşılırsa veya bu cemiyetin huzurunu bozup mânevî havasını kirletirse artık bu cemiyet de kalkıp insanları onun şerrinden muhafaza için elini kırarsa elbetteki bu hareketiyle kınanmaz.
Kur’an, el kesmeyi gerektiren hırsızlığı “Zulüm ve fesat unsuru” olarak vasıflandırır. Cezalı bir hırsız hakkında da şöyle der: “Kim yaptığı hırsızlık zulmünden tevbe eder ve hâlini düzeltirse, muhakkak ki Allah tevbesini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.” 1144
İslâm’ın meşrû gördüğü hadden maksat, düzgün ve âdil toplumu korumaktır. Bu, cemiyeti içindeki zararlı bir unsurdan kurtarır. Çünkü bu unsur, İslâmî cemiyetin adâletine ve zulmü yok etmesine fesat ile mukabelede bulunmaktadır. Bu, İslâm’ın ahlâkî cinâyetlere koyduğu hadlerin faziletleri zorlama ile yerine getirme veya insanları kerhen doğru yola koyma gibi maksadının olmadığını ispatlayan sadece bir misaldir. İslâm’da ideal metod: İnsan kalbine hitap, duygularını iyilik ve kemâle çekmek için okşamak, uyandırmak, yaratıcısına yöneltmek, buna gitmek için de sevgi, iknâ ve olumlu bir dâvet metodu kullanmak ve yüce faziletlerin onun için tabii neticeler olduğunu bildirmektir. Bazı hallerde cemiyetteki şahısların kabiliyetlerini olgunlaştırmak ve huylarını iyileştirmek için tahakküme başvurmak gereklidir. Havuzdan bulanık suyu çekip dökmemizde bir sakınca olmasa gerektir. Bir tarladan verimli ve arzu edilen hasadı elde
1143] Tirmizî, Hudûd 2
1144] 5/Mâide, 39
AHLÂK
- 259 -
edebilmek için elbetteki yabancı ve zararlı otlar temizlenir. İşte tüm insanlığın maslahatını muhafaza etmek, kıymet ve önem bakımından bunlardan az değildir. Hal böyle iken Tevrat ve diğer dinlerin de kabul ettiği hadleri inkâr etmenin bir mânâsı yoktur. İslâm, cemiyette hayır ve faziletlerin yayılmasında şer ve kötülüklerin frenlenmesinde cemiyete büyük görevler yükler. İslâm’ın adlî mekanizmasının tüm hedefi, cemiyette iffetli ve dürüst bir ortam meydana getirmektir.
İşlediği günahtan tevbe isteyen bir katil hakkında Rasûllah (s.a.s.) şöyle buyurur: “...Katil zamanındaki en âlim kişinin yerini sordu. Ona böyle bir âlimin yerini haber verdiler. Katil, âlime şöyle sordu: “Ben yüz insan öldürdüm buna rağmen acaba benim için tevbe etmek mümkün müdür?” Âlim: “Evet kişi ile tevbesi arasına kim girebilir ki? Sen içinde abidlerin bulunduğu falan yere git orada onlarla beraber ibâdet et, bulunduğun memlekete dönme çünkü orası kötülüklerin bulunduğu bir yerdir.”1145 dedi. Bir başka rivâyet de şöyledir: ‘’Katil, bir râhibe giderek tevbe etmem mümkün mü? dedi. Rahip: “Çok büyük günah işledin onun için bilmiyorum. Ötede Nasra ve Kefra adında iki köy vardır, Nasra halkı sadece cennete vesile olacak amelde bulunuyorlar. Kefra halkı ise sadece Cehenneme sebep olacak amellerde bulunup başka hiçbir amelde bulunmuyorlar. Sen de Nasra’ya git, orada amelde bulun, tevben kabul edilir.”1146 İşte bu naslardan da anlıyoruz ki, İslâm nazarında ahlâkın oluşumunda cemiyetin te’siri çok büyük bir âmildir. Bu âmil, zikri geçen sağlam fıtratı muhafaza ve çılgın arzuları terbiye eden diğer âmillere eklenebilir.
Biz inanıyoruz ki, tüm bu hususlara önem vermek, iffetli, temiz ve her türlü kötülüklerden arındırılmış bir cemiyetin oluşumu için kâfidir. 1147
Ahlâk Mefhumu Her Şeye Şâmildir: Her dinin kendisiyle yüceldiği ve diğerlerinden ayrıldığı bazı özel şiarları vardır. Şüphesiz ki İslâm’ın, mensuplarını sorumlu tuttuğu ve onlar arasında vazgeçilmez hususlar kabul ettiği başkalarının da bunlardan nasibi bulunmayan muayyen bazı ibâdetleri vardır. Ancak ahlâkî tâlimat böyle değildir. Müslüman, tüm dünyaya en güzel faziletler takdim etmekle mükelleftir. Onun, müslim veya gayr-i müslim herkese dürüst davranması vaciptir. Müsamaha, ahde vefâ, mürüvvet, yardımlaşma, cömertlik vs. hususlarda da böyledir.
Kur’an, yahûdî ve hristiyanlarla düşmanlık tohumlarını saçacak hiçbir dine faydası olmayan tartışmalara girmememizi emreder. “Düşmanlıkta ileri gidenler müstesna olmak üzere yahûdî ve hıristiyanlarla en güzel şekilde mücadele edin. Bir de deyin ki biz hem bize indirilene hem de size indirilene iman ettik. Bizim ilahımız ve sizin ilâhınız birdir. Biz yalnız ona ibâdet ederiz.” 1148
Kur’an, Mûsâ ve İsa (a.s.) mensuplarının müslümanlarla bu kabil tartışmalara girişmelerini çok garip karşılar. “Ey habibim! Onlara Allah’ın dininde ve ona bağlanmakla üstün olmada bizimle çekişip mücadele mi ediyorsunuz? Hâlbuki O bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Yaptıklarımızın mükafatı bize, sizin yaptıklarınızın cezası sizedir. Biz ona özümüzle bağlanmışız.” 1149
1145] Buhârî; Müslim, K. Tevbe 45
1146] Taberâni; Müslim, K. Tevbe 47
1147] Muhammed Gazali, Müslümanın Ahlâkı, s. 26-29
1148] 29/Ankebût, 46
1149] 2/Bakara, 139
- 260 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bir yahûdinin Rasûllah’ta (s.a.s.) alacağı vardı. Birgün borcunu istemeye gelerek şöyle dedi: “Siz ey Abdulmuttalip oğulları borcunuzu çok geciktiriyorsunuz. Hz. Ömer (r.a.) Rasûlullah’ın huzurunda nezaketsiz konuşan bu adama te’dip etmek gayesiyle kılıcıyla vurmak ister. Fakat Rasûlullah (s.a.s.) onu durdurarak: “Bana da ona da bundan başkasını söylemen gerek: O’na güzel istemeyi, bana da güzel ödemeyi tavsiye etmeliydin.”
İslâm, kâfir ve fâcir de olsa adâletle davranmamızı emretmiştir. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Mazlumun duası, günahkâr da olsa kabul edilir. Çünkü onun günahı kendisinedir.”1150 Yine şöyle buyurur: “Kâfir de olsa zulme uğramışın duası makbuldür. Sen şüphe vereni bırak şüphe vermeyene sarıl.” 1151
Bu naslarla İslâm, müslüman olmayanlara da kötü muamelede bulunmayı yasaklamıştır. Diğer dinlere mensup olanlara güzel muamelede bulunmanın bir diğer delili de şu hâdisedir: “Ömer’in oğlunun evinde bir koyun kesilmişti. Eve gelince ‘yahudî olan komşumuza ondan verdiniz mi?’ Çünkü ben Rasûlullah (s.a.s.)’ın şöyle dediğini duydum: “Onu bana vâris kılar zannına düşünceye kadar, Cebrail bana komşuya iyilikte bulunmamı tavsiye etti.” 1152
İslâm, kâfir de olsa akrabalara iyilikte bulunmayı emreder. Çünkü Hakk’a sarılmak, Hak ehline herhangi bir cefada bulunmamakla mümkündür. “Sen anne ve babana dünyada iyilikle muamelede bulun. Bana yönelenin yolunu tut, sonra dönüp bana geleceksiniz. Ben size yaptıklarınızı haber vereceğim.” 1153
Bunlar şahsî açıdan böyledir. Genel mânâda ise İslâm, tüm milletlerin bekâsını, medeniyetlerin yükselmesini, kuvvetlerinin devamını iyi ahlâkın varlığına bağlamıştır. “Milletlerin ahlâkı çökerse, onlar da çöker. Şair şöyle haykırır: Milletler ahlâk iledir. Ahlâkları kötüye giderse onlar da gider.” Bu gerçeği, Rasûlullah (s.a.s.) aşiret ve kavmine ki, onlar arap yarımadasında büyük mevki kazanmışlar ve yönetimi ellerine almışlardı. Buna rağmen onlara, bu saltanatlarının devamının ancak güzel ahlâkla mümkün olabileceğini anlatarak te’kid etmiştir: Enes bin Malik der ki: “Bizler, Muhacir ve Ensâr’ın bulunduğu bir evde iken Rasûlullah (s.a.s.) yanımıza geldi. Herkes yanıma oturur umuduyla ona yer göstermek istedi. Fakat O, kalkıp kapı kanadına dayanarak şöyle dedi: “Liderlik Kureyş’tedir... Benim sizin üzerinizde büyük hakkım vardır. Kureyş üç şeyi yaptığı müddetçe bu hakka sahip olur: Kendilerinden merhamet talep edildiği zaman merhamette bulunurlarsa, Hükmettiklerinde adâletten ayrılmazlarsa, Söz verdiklerinde yerine getirirlerse. Kim bunları yerine getirmezse Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların lâneti onun üzerine olsun.” 1154
Bu hadis, millet, devlet ve ailenin kıymet ve makamının ancak yüce ahlâk ve şerefli işlerle mümkün olabileceğini kesin ve açık bir şekilde îzah etmektedir. Meselâ, bir hâkim İslâm’ı tatbik ettiğini söylüyorsa fakat hükmünde adâleti yerine getirmiyor, ihtiyaçları yerine getirmede, merhamette bulunmuyor, sözleşmelerde ahde sâdık kalmıyorsa, böyle biri İslâm ve Kur’an nazarında tüm yüce faziletlerden sıyrılmış yer ve gök âleminde lanete müstehak olmuştur. Hasan (r.a.) şu
1150] Buhârî, Mezâlim 9; Ahmed bin Hanbel
1151] Ahmed bin Hanbel, II/367
1152] Buhârî, Edeb 28
1153] 31/Lokman, 15
1154] Taberânî
AHLÂK
- 261 -
hadisi rivâyet eder: “Allah bir kavme hayır muradettiği zaman yönetimlerini hikmet ehlinin eline, mallarım da cömertlerin eline verir. Bir kavme de şerri murad ederse yönetimlerini sefih insanların eline, mallarını da cimrilerin eline kor.” 1155
İbn Teymiye şöyle der: “Allah, kâfir de olsa âdil devleti ikâme eder, zâlim devleti müslüman da olsa ikame etmez. Kitap ve sünnet nazarında ahlâk en önemli meseledir. O, din ve dünyanın tamamıdır. Bir milletin Allah (c.c.) veya insanlar nazarında değeri düşerse bu düşüş, ahlâk ve faziletlerden yoksun kaldığı nisbettedir.” 1156
Küfür En Büyük Günah, En Büyük Ahlâksızlıktır: Ahlâka zıt bir iman mücadelesinin İslâm’a getirdiği olumsuzluklarla, ahlâksızlığı iman haline getirmek isteyen küfür eyleminin doğurduğu olumsuzluklar birbirini izlerken bazı kavramların en azından nazarî planda da olsa netleşmesi gerekir diye düşünüyorum. Akılların buharlaştığı bir ortamda anlam arayışı, piyasaya bakıldığında boşuna gibi gözükse de akıntıya kapılıp gitmekten daha akıllıca geliyor. Dahası küfür ve ahlâksızlığın Tuna Seli’ne döndüğü bir dünyada olayın sadece nazarî planda ele alınması bir dezavantaj gibi gözükse de konunun anlaşılması bakımından avantajlı olduğu gözardı edilemez. Meseleyi kişiselliğe dökmeden anlam ve eylemin kendisini tartışmak itikadi bir denemede en azından olması gereken bir hassasiyettir sanıyorum.
Önüne gelen her kötülüğe küfür gözüyle bakmak gibi bir genellemenin insanımızı yanlış sonuçlara götüreceği yönündeki hassasiyeti haklı bulmakla birlikte, hiç bir kötülüğün insanın imanını yok etmeyeceği veya kâfir yapmayacağı yönündeki bir genellemenin bizi getireceği çıkmaz konusunda da benzeri bir hassasiyet olması gerekmez miydi, diye sormaktan kendimi alamıyorum. Ahlâk dışı davranışların giderek daha geniş çaplı ahlâksızlıklara yol açacağı gözardı edilerek, insanımızın, en büyük ahlâksızlık olan küfrün kapısına getirileceği düşünülmemiştir. Daha da kötüsü, iffetin ayıplanıp fuhşun alkışlandığı bir dünyada “Ne kadar kötülük yaparsanız yapın imana zarar vermez; cennete gitmenize engel değildir, kâfir olmazsınız.” demeye devam edildiğini görüyoruz. Hatta bu anlayışa engel görülen âyetlerin anlamlarını yerinden kaydırmak için gösterilen çaba, Pavlos’u bile aratır hale gelmiştir. Günahla küfür arasındaki mutlak kopukluk düşüncesi, malesef İslâm-müslüman ahlâkını can evinden vurmuş, kısmen de olsa günahı mü’minin gözünde meşru hale getirmiştir. İmanî ve ahlâkî konularda maddî yaptırım içeren cezaların öngörülmediği düşünülürse bu ayrım, günahtan kaçınmanın garantisi olan içsel/ruhsal otokontrolün temelinden sarsılmasına yol açmıştır.
Şeytan ve yandaşlarının vesvese ve propogandalarına karşı kalplerde gedik açan bu yıkımın toplumu getirdiği nokta ortadadır. Akıllar, toplumdaki kargaşa ve anarşiyi anlamaktan aciz ve dumura uğramış vaziyette. Ne insanımızın yarınları var ne çocuklarımızın. İffet ve namus atılması gereken eski bir eşyayı andırır hale gelmiş; ona saldırı ise kutsal bir savaş olarak ilân edilmiştir. Günahkârlık işbilirlik, temiz kalmak ahmaklık olarak işlem görmektedir. Trilyonların harcandığı eğitim kurumları sadece cehaleti öğretir gibidir. Bu sebeple olmalı ki ülkede olup bitenlere ülkenin aydınları bile akıl erdirmekte güçlük çekiyor. Camiler
1155] Ebû Dâvud; Fethu’l-Kadir, I/262
1156] Muhammed Gazali, Müslümanın Ahlâkı, s. 30-33
- 262 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sonuna kadar açık olduğu için bunca kötülüğün kaynağı küfür değil de iman sanılıyor! Buna rağmen ulemâ(!), müslümanların gözünde günahın çirkinliğini hafifletmekle meşguldür.
Küfrün Anlamı
Küfür kelimesi, günah ve ahlâksızlık adına ne kadar kötülük varsa bunları ifade eden kelime ve kavramların etrafında döndüğü mihver bir kelimedir.1157 Bu nedenledir ki küfrün cezası, Kur’an’da hep ebedi cehennem olarak hatırlatılmaktadır. Ancak şunu belirtmeliyiz ki Kur’an’ın bu kelimeyi kullanmaya başladığından bu güne kadar küfür kelimesinin anlamında sürekli bir hareketlilik sözkonusudur. Özellikle kavramsal anlamını kazandıktan sonra birtakım anlamları gözardı edilmiş ve bilhassa kalp ile tasdikin zıddı bir konuma indirgenmiştir. Ama buna karşılık kimi zaman bir sövgü kelimesi olarak da kullanıldığı olmuştur. Bu sebeple kelimenin anlam sahasının doğru tesbit edilip, nerede ve hangi anlamda kullanıldığına özen gösterilmesi gerekir.
Küfür kelimesi, bilmemekten veya bildiği halde itiraf etmemekten kaynaklanan inkârı ifade için kullanıldığı gibi inatlaşma veya inanıyor gözükmeyi de içermektedir.1158 Daha da önemlisi Kur’an’ın bu kelimeyi, Arap toplumunun günlük dilde kullanmakta olduğu anlamıyla ödünç alıp dini sahada kullanmış olmasıdır. Câhiliyye Arapları bu kelimeyi nimet azgınlığı, ekmeksizlik veya nankörlük anlamında kullanıyorlardı.1159 Nahl sûresinde Allah, bir takım lütuf ve nimetlerini saydıktan sonra teslimiyet ve nankörlük etme tavırlarından sözederken kelimeyi nankörlük anlamında kullanmaktadır. Hatta bu âyetlerde hem maddî rızıklara hem de dinî ve ahlâkî hükümlere karşı sergilenen nankörce tavrın her iki yönüne de işaret edilmektedir. 1160
O halde kelime, başlangıçta iyiliksizlik anlamında bir umumiyet arzediyordu. Bu nedenle hem insanın iyiliğine nankörlük etmek, hem de Allah’ın insana lütfuna karşı nankörlük etmek anlamlarında kullanılabildi. Bir diğer husus ise kelimenin hem ahlâkî alanda hem de itikadi alanda kullanılıyor olmasıdır. Bu anlamsal bağ, bize daha derin bir ilişki zincirini hatırlatmaktadır. Dünyevi ilişkilere değer kazandıran ve anlam yükleyen ahlâk hükümlerinin, inanç ilkeleri ile hayatın akışı arasında bağlantı oluşturduğunu duyurmaktadır. Hayatın işleyişi ile dinî ilkeler arasında beliren bu ilişki biçimi, bizim “Dünya Görüşü” diye bildiğimiz, somutlaşan dini düşünceden başka bir şey olmamalı. İnsanın ruhundan doğan, İlâhî risalet ve hatırlatmayla kaynamaya başlayan inanç, hayatın üzerine şavkını vurduğunda ahlâkı doğurmaktadır. Bu nedenle ahlâk bir yönüyle hayatın bizzat kendisine diğer yönüyle hayatı vareden gücün tabiatına bağlıdır: İman ve itaat,1 takvâ ve kunut diye bildiğimiz bu bağ koparıldığı anda küfür denen illet kendini hissettirmektedir. Bu nedenle küfür, ahdi bozma ve yoldan sapmadır.1161
Dolayısıyla küfür kavramının, insanın insanla, hayatla ve Allah’la olan ilişkilerindeki arızâyı ifade eden bir anlam yelpazesine sahip olduğunu düşünebiliriz.
1157] Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, İst. 1991, s.165
1158] Zebidi, Tâcü’l Arus, küfür maddesi
1159] İzutsu, Kavramlar, s.167-175
1160] 16/Nahl, 78-83
1161] 2/Bakara, 108, 3/Âl-i İmran, 86
AHLÂK
- 263 -
Ve hatta insanın Allah’a muhalif olmasını, insanlarla ihtilaf içerisinde bulunmasını, böylece dünyayı fesad diyarı haline getirmesini sağlayan da bu kavramın kapsamına giren zihniyet, tavır ve hareketler olduğunu söyleyebiliriz. Küfür kelimesinin hem Kur’an’da hem de hadislerde iman ve İslâm’ın zıddı olarak gözükmesi; onun aynı zamanda barış ve emniyetin de iptalini doğuran yegâne sebep olduğunu gösterir sanırım.1162 Küfürle ilgili bir takım kelime ve kavramlara gözatınca, çok yönlü ilişkiyi ve anlam genişliğini görebiliriz. 1163
Küfürle Yakından İlgili Kavramlar
Kendini bilenin Rabbini bileceğine dair hüküm, insana arız olan gafletin içten başladığını gösterir sanırım. Çünkü insanın kendisi hakkındaki yanılgısı, onu Rabbiyle ilgili yanılgılara sürüklemektedir. Varlığını, bir damla suyun içerisinde yer alan hücre parçacığına borçlu olan insanın herkesi kendisine muhtaç görüp, kendisinin hiç kimseye muhtaç olmadığını sanması, galiba dünyanın en büyük yanılgısı olsa gerek. Kendisini bir virüsün elinde oyuncak olmaktan kurtaramayan insanoğlunun bu şişinmesine Kur’an, “istiğna” demektedir ve azmasının nedeni olarak da bu gafleti göstermektedir.1164 Kendini büyük sanma (tekebbür) ve üstünlük taslama (istikbar) ile başkalarını hor görme (istinkaf) bu cehaletin bir sonucudur. Ama bu aldanış kelimeleri, sadece günlük hayattaki edep dişiliği değil aynı zamanda imana engel olan küfrü de ifade için kullanılır.1165 Dahası, hem ahlâkdışılığı hem de iman karşıtlığını dillendirmede kullanılan kelimeler bunlardan ibaret değildir. Küstahlık anlamında bağy,1166 varlık içinde şımarma mânâsında batarat,1167 burun kıvırma olarak “ateve”1168 ve azgınlık, zorbalık anlamında tuğyan.1169 Haşin ve gaddarca davranışlar da bu tavırların bir sonucudur ve o da diğerleri gibi ahlâk ve imana mugayir davranışlardır. 1170
O halde bunun anlamı, Allah’ın gönderdiği vahiy ve elçiyle alay etmekle Allah’ın yarattığı insanla alay etmek arasında özde bir farkın olmadığıdır. Her ne kadar biri ahlâkî, diğeri imani bir mesele olsa da tabiattaki âyeti yalanlamanın kitaptaki âyeti yalanlamaktan farkı yoktur. Biriyle alay etmek diğeriyle alay etmekten neden farklı olsun ki? Birini “ol” emriyle yaratmış, diğerini de “ol” emriyle göndermiştir; dolayısıyla her ikisi de Allah’ın sözüdür. İnsan da vahiy de.1171 Bu sebeple Allah, gönderdiği vahye uyanlarla birliktedir, alaycılara karşıdır. 1172
Kâfirlerin kendileri hakkında düştükleri bu gaflet, onların olaylara bakışını olumsuz yönde etkilemekte, yaptıkları kötülükleri güzel göstermekte ve yollarını karıştırmalarına sebep olmaktadır.1173 Kur’an, kâfirlerin dalâleti hidâyet sanmalarının nedeni olarak, zan, hevâ, kalplerin katılaşması ve şüpheciliklerini
1162] Buhârî, Fiten 21, İman 36, Vudû’ 66; 6/En’âm, 81, 82; 2/Bakara, 253; 61/Saff, 14
1163] Tuncer Namlı, Ahlâkî Kavramlarda Anlam Arayışı 1, Fecr Y., 119-121
1164] 96/Alak, 1-7
1165] 39/Zümer, 59; 40/Mü’min, 27, 28; 4/Nisâ, 173; 74/Müddessir, 19-25
1166] 42/Şûrâ, 27, 42; 28/Kasas, 76, 78
1167] 28/Kasas, 58
1168] 25/Furkan, 21; 45/Câsiye, 8; 7/A’râf, 166
1169] 5/Maide, 64, 68; 18/Kehf, 80, 10/Yunus, 11
1170] 40/Mü’min, 35; 19/Meryem, 12, 14
1171] 36/Yâsin, 82
1172] 15/Hicr, 94-96
1173] 27/Neml, 4
- 264 -
KUR’AN KAVRAMLARI
göstermektedir. Bunlardan zan, kesinlik ar-zetmeyen tahmini bilgi; hevâ, vahye dayanmaksızın insanın kendi uydurduğu kuruntu;1174 kalplerin katılığı ise perdeli, örtülü, paslı olma ve mühürlenme şeklinde de ifade edilmektedir. 1175
İnsanı küfre düşüren bu önyargılar, ahlâksızlıklarının da nedenidir. İnsana iftira etme ahlâksızlığı ile Allah’a iftira etme küfrünün her ikisinin de iftira olduğunu unutmamak gerek! 1176 Kalplerindeki bu eğrilme ve sapma, onları Allah’ın vahyinden şüphe etmeye. sevketmektedir.1177 Bu sebeple de Allah’ın vahyini yalan, peygamberlerini de yalancı saymaktadırlar. Küfrün en yaygın ifadelerinden biri kizb ve tekzip kelimeleriyle ifade edilmektedir. Allah’ın söylemediği şeyleri söylemiş gibi gösterme iftirası ile onun gerçek âyetlerini yalan sayma arasında fark olmadığı gibi,1178 bir insana iftira etmek kadar doğru söylediğini bile bile yalancılıkla itham etmek de o ölçüde ahlâksızlıktır.1179 İnanmadığı halde inanıyormuş gibi görünen münâfıkların inkârı, aynı zamanda bir ahlâksızlık olduğu gibi, fesad ve ifsad da o ölçüde küfür ve ahlâksızlık örneğidir. 1180
İnsanın yalanlaması, onu İlâhî yolu reddedip şeytanî yolu benimsemeye ve sürekli bir bocalamaya itmektedir.1181 Gerçeği reddeden ve serabı gerçeğin yerine koyup sarılan bu insanın halini tasvir için kâfir kelimesi kullanılmaktadır. Böylece kelime gerçeği red (inkâr) etme ve örtme anlamında kavramlaşmaktadır. 1182
Tabii bu durumda gerçeği bastırma girişimi gündeme gelmekte ve zulüm kelimesini küfür kelimesinin anlam alanına taşımaktadır. Çünkü kâfirler, zâlimlerdir.1183 Bir küfür çeşidi olan şirk, en büyük zulüm olarak sunulmaktadır. Üstelik küfür kelimesinin şükrün zıddı olarak sunulduğu bir bölümde.1184 Zira küfür; kendi hevâsını putlaştırması ve İlâhî ölçüyü kaybetmesi nedeniyle kişiyi, sınır tanımayan bir canavara dönüştürmekte, böylece en iğrenç zorbayı ortaya çıkarmaktadır.1185 Bu nedenledir ki inanç ve düşünceye baskı, İslâm’dan değil küfürden kaynaklanan bir sorundur. Nitekim Allah yarattıklarının küfrüne rağmen verdiği süreye sâdıktır. Dinde zorlama yoktur.1186 O halde baskı, dinsizliktendir. 1187
Küfür En Büyük Günahtır
Küfür fiilinin sadece küfür kelimesiyle değil de cuhd,1188 inkâr,1189 iftira ve
1174] 53/Necm, 23
1175] 13/Ra’d, 30, 31; 2/Bakara, 74; 41/Fussilet, 4, 5; 17/İsrâ, 45, 48; 2/Bakara, 5, 7; 83/Mutaffifîn, 14
1176] 46/Ahkaf, 28; 5/Mâide, 103
1177] 40/Mü’min, 34, 35; 3/Âl-i İmran, 7
1178] 6/En’âm, 21, 25
1179] 6/En’âm, 33
1180] 2/Bakara, 7-15
1181] 2/Bakara, 15, 16
1182] Toshihiko İzutsu, s. 165, 166; Zebidi, Tâcü’l-Arus
1183] 2/Bakara, 254
1184] 31/Lokman, 11, 13
1185] 25/Furkan, 43; 28/Kasas, 50; 47/Muhammed, 14; Bakara, 49
1186] 2/Bakara, 256
1187] 10/Yunus, 99; 16/Nahl, 106; 20/Tâhâ, 73; Tuncer Namlı, Ahlâkî Kavramlarda Anlam Arayışı 1, Fecr Yayınları: 121-124
1188] 16/Nahl, 71; 29/Ankebût, 47
1189] 16/Nahl, 22, 83), tekzib (6/En’âm, 21), şirk (31/Lokman, 11, 13
AHLÂK
- 265 -
zulüm1190 ve benzeri kelimelerle ifade edilmesi gibi Kur’an; günah eylemini de çeşitli kelimelerle zikretmektedir: isim, seyyie, zenb, fuhuş, cünah vs. gibi. Günahla ilgili bu kelime grubunun da yine küfür grubu kelimelerle birlikte kullanıldığını ve aralarında anlam ilişkisi bulunduğunu görüyoruz. Şöyle ki: Allah’ın âyetlerini inkâr eden (küfr), tekzib eden (yalanlayan) lerin günahlarıyla (zenb) birlikte yakalanıp helak edildiğinden bahseden âyetler bunun en çarpıcı delilleridir.1191 Âyetin başına ve sonuna bakmaksızın, kimlerden bahsettiğini düşünmeksizin kelamcı yöntemiyle şu âyetten büyük ve küçük günah ayrımı çıkaranların günahtan ne anladığını merak ediyorum: “Günah ve fuhşiyatın büyüklerinden kaçınan, ancak aşın olmayan hatalar işleyenlerin iyiliklerine iyilikle, kötülük edenlere de yaptıklarıyla karşılık versin diye, yerde ve göklerde ne varsa Allah’ındır.”1192 Ancak Âyetlerin öncesi Allah’ın zikrinden (öğüt) yüz çevirip dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerin bilgisinin eksikliğinden bahsederek kimin doğru yolda, kimin sapkınlık içinde olduğunu Allah’ın daha iyi bileceğini söylüyor. Konunun sonu da aynı bağlamda sona eriyor.1193 Dolayısıyla âyet Mekkelilerin şirk ve aşırılıklarından bahsetmektedir.
İnsan sûresinde “isim” kelimesi, küfür kelimesiyle birlikte ve aynı eylem için kullanılmaktadır.1194 Dahası saldırgan, günahkâr kimseden başkasının âhireti inkâr etmeyeceğini söyleyen âyeti,1195 günahı, inkârın sebebi olarak göstermektedir. Bu hüküm, küfür zihniyetinin insanı taşkınlığa götürmesinin yanında, insanın işlediği günahların insanı boğacak hale getirmesinin de habercisidir sanki. Ateşin kendilerine sadece az bir gün dokunacağını söyleyen kitap ehline: “Allah’tan garanti antlaşması mı aldılar?” diye sorduktan sonra Kur’an, şöyle diyor: “Evet, kim bir günah (seyyie/kötülük) işler de suçu kendisini kuşattrsa işte onlar ateş ehlidir, cehennemde sürekli kalacaklardır.”1196 Bunun anlamı nedir? Günahkâr bir hayat, tövbe edilmediği müddetçe insanın gözünü, basiretini kapatacak bir ivme izleyerek gelişmeye devam ediyor. “Rabbinden gelen kesin deliller üzerinde bulunan kimse, yaptıklarının kötülüğü kendisine güzel gözüken ve hevâsına uyan kimse gibi midir?”1197 Firavun’a yaptıkları güzel görünmüş ve yoldan çıkarılmıştı. 1198
Allah’ın âyetlerini yalanlayıp onunla alay etmenin seyyie olduğunu söyleyen ve bu günahı işleyenlerin sonunu haber veren âyeti 1199 de küfrün en büyük günah olduğunu haber vermektedir. Haram ayların yerlerini maslahat gereği değiştirenlerin kâfir olduğunu ve Allah’ın onları yola iletmeyeceğini söyleyen âyet de bazı günahların küfür şeklinde cereyan ettiğini gösterir sanırım. 1200
Sonuç: “Küfür En Büyük Ahlâksızlıktır.” İlâhiyat kültürümüzde büyük günahlar diye bildiğimiz kati ve zina gibi haramların günah derecesi, küfürden
1190] 4/Nisâ, 48; 7/A’râf, 37; 29/Ankebût, 68
1191] 8/Enfâl, 52, 54; 4/Nisâ, 48, 50
1192] 53/Necm, 31, 32
1193] 53/Necm, 27-32
1194] 76/İnsan, 24
1195] 83/Muttaffifîn, 12
1196] 2/Bakara, 81
1197] 47/Muhammed/14
1198] 40/Mü’min, 37
1199] 30/Rûm, 10
1200] 9/Tevbe, 37; Tuncer Namlı, Ahlâkî Kavramlarda Anlam Arayışı 1, Fecr Yayınları: 124-126
- 266 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ehven olsa bile onları günah sınıflamasından çıkarmaz. Daha açık bir ifadeyle büyük ve küçük günah ayrımı, küçük günahları meşru, büyük günahları tevbesiz kılmaz ve hepsi de günahsa en büyük günah da (yani küfür) günahlardan bir günahtır. O halde günah işleyen kimsenin küfre düşmeyeceğini söylemek kavram kargaşasının doğurduğu anlamsız bir cümle olmaktan öteye geçemez.
Böyle bir kavram kargaşasının üzerine kurulmuş varsayımların doğurduğu vahim sonuçların farkedilmemesi daha da vahimdir. Tevbe edilmemiş büyük günahların, Allah’ın dilemesi durumunda atfedilebileceğini fakat küfrün ve şirkin affedilmeyeceğini söyleyen âyetlerden genellemeler çıkarmak bu tür varsayımların ürünüdür. Dilemesinin sınırı olmayan Allah’ın büyük günahların hepsini affetmek gibi bir yetkisi varsa bu yetkiyi küfür için (hâşâ) sınırlayan kim? Veya Allah’ın yetkisinin sınırsızlığından hareketle insanların günahlarının atfedilebileceğini bir güvence gibi sunmak mümkün mü? Şâyet mümkün gözükürse bunun çok önemli iki sakıncası vardır. Birincisi Allah’ın kanunlarını ve ilkelerini görmezden gelme anlamına gelir. İkincisi ve konumuz açısından en önemlisi de inananların gözünde günahı meşru hale getirir. “Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başka her şeyi dilediği kimse için bağışlar...”1201 âyeti, şirkten tevbe etmiş insanlar için değil, tevbe etmemiş ve küfründe direnmekte olanlar için geçerlidir. Çünkü sahabenin çoğunluğu şirkten tevbe etmiş ve müslüman olmuş kimselerdi. Âyet bu tür kimselerin durumunu ifade etmek için gelmemiştir. Küfürde direnmekte olanlara hitabetmektedir. Öte yandan Allah’ın şirk dışında bütün günahları affedebileceğini söylemek, affedileceği garantisini vermiyor ki. Dahası âyet, bu affetme yetkisini Allah’ın dilediği kimseler için kullanacağını söylüyor. Küfürde direnenlere karşı şirkin affedilmezliği bağlamında söylenen bir sözü, günahları meşrulaştırma bağlamında kullanmak âyeti anlamamak olur. Hele bir de Kur’an’ı hayat haline getiren sahabenin kısmi günahı ile günahtan gözükmez hale gelmiş bir insanı aynı kategoride tutmak ne derece doğru olur?
Bugün İslâm toplumlarında iyiliğin yanından geçmeyen ama cürmün içerisinden hiç çıkmayan ve de fena fil günah olan kimselerin büyük çoğunluğunun “Âmentü”nün esaslarına inandığını söyleyen ve ezbere sayan insanlar olduğunu kim inkâr edebilir? Mü’min ve kâfirin iyilik ve kötülükleri arasındaki fark bir cümleden mi ibaret? Şehâdet ve ahit hiç mi bağlılık gerektirmiyor? Allah’ın yasaklarının kendisini hiç ilgilendirmediğine inanan ve işlediği günahların da başkalarını ilgilendirmediğini söyleyen bir başıboş, gerçekten inanmış veya küfre bulaşmamış insan mıdır? Ömründe hiç namaz kılmayan kimse -ki biz buna “târikü’s- salât” diyoruz-, eskaza bir vakit namazını geçirmiş kimseyle aynı mı? Ağır tahrik altında bir insanı öldürmek zorunda kalan bir katille adam öldürmeyi en büyük zevk aracı haline getirmiş bir ölüm makinası bir olur mu?
Her fırsatta insanları küfürle itham etmeyi elbette savunmuyorum ama bir müslüman olarak hangi davranışın imandan, hangi davranışın küfürden kaynaklandığını veya hangi duruşun imana, hangi duruşun küfre yakın olduğunu bilmek gerektiğine inanıyorum. Bu bağlamda küfür kavramının da diğerleri gibi netleştirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bu konuda benim düşüncem, küfrün en büyük günah, en büyük ahlâksızlık olduğu yönündedir. Hatta bundan da öte, küfrün, günah ve ahlâksızlık
1201] 4/Nisâ, 116
AHLÂK
- 267 -
zihniyetinin ismi olduğunu düşünüyorum. Günahların günahı ahlâksızlığın da en ahlâksızı bu zihniyettir. Çünkü bu zihniyet tüm kötülükleri meşru hale getiren bir bakış açısından doğmaktadır. Herhangi bir kötülük kötülüktür ama size iyilik yapana kötülük yapmak, daha büyük bir kötülüktür. Allah’ın karşılıksız lütfuna kötülükle karşılık vermekse en büyük kötülüktür. Tolstoy’un dediği gibi; “Günahların en büyüğü, en büyük nankörlüktür.”1202 Neticede, Türkçesi nankörlük olan küfür de en büyük ahlâksızlıktır. Çünkü ahlâksızlık, günah sayılan davranışlar için kullanılıyorsa, küfür olan bir davranış böyle bir nitelemeyi öncelikle hakediyor demektir.
Küfür kavramı bütün kötülüklerin temelini oluşturduğu gibi, günahların yığılması da insanı küfre hazırlayan basamakların oluşturulması anlamına geliyor. Temiz kalmaya özen gösteren bir insanın iman etme şansı, boyunca çirkefe batmış ve yaptığından hiç utanmamış bir insanın şansından daha fazla olmalı. 1203
Ahlâk ve Hukuk
Giriş: Gerek “ahlâk” ve gerekse “hukuk” değerler dünyasına ait olmaları nedeniyle girift ve soyut kavramlardır. Bu nedenle gerek tanımlan, gerek alanları ve gerekse kapsamları net olarak çizilememektedir. Çizilse bile sübjektif özellikler taşımaktadır. Dolayısıyla herkesin kabul edebileceği objektif bir görüntü arzetmemektedirler. Ama bununla birlikte kişiler okudukları tanımlardan birini veya bazısını daha isabetli bulabilirler.
Öte yandan esneklik nedeniyle her iki kavramın karşılaştırmasını yapmak da oldukça netameli gözükmektedir. Çünkü hem ahlâk felsefecileri, hem de hukuk felsefecileri, ahlâk ve hukuk ilkelerini vaz’i alandan beşeri alana çekmekle oldukça görece bir tartışmaya zemin hazırlamışlardır.1204 Neticede bu tartışmalar, neyin ilke, neyin ilke olmadığı kaosunu doğurmuştur. Özellikle ahlâkî ilkelerin kişisel mi, yoksa toplumsal mı veya İlâhî kaynaklı mı, yoksa beşerî mi olduğunu tartışmışlardır. Hukuk felsefesinde ise tabiî hukuk, pozitif hukuk, realiter hukuk, vs. ayrımları oldukça yaygın tartışma alanlarıdır. Böylesine kaotik bir zeminde net yorumlar yapmanın mümkün gözükmemesi de tabiidir.
Ahlâk Nedir? Kelime mânâsı itibariyle huy, tabiat, doğuştan gelen veya sonradan kazanılan bir takım davranış şekilleri, huylar ve tavırlar anlamında kullanılmıştır.1205 Hukuk felsefecileri ise ahlâkı, toplum tarafından benimsenen ve insanların davranışını düzenleyen kurallar olarak tanımlamışlar ve hukuka yakın bir işlevine işaret etmişlerdir. 1206
Ahlâkı hikmet kavramına dayandırarak daha felsefi bir izah yapan Kınalızade Ali Efendi ise, Hikmeti, amelî ve nazarî olmak üzere ikiye ayırır ve Ameli (pratik) Hikmetin Ahlâk ilmi olduğunu belirtir. Ahlâkî davranışların temeline inmeye çalışan Kınalızade iyi davranışların tabiî ve vaz’î olmak üzere iki kaynaktan doğduğunu Nasreddin Tusi’den naklen şöyle açıklar: Tabiî olan davranışları kişi kendiliğinden yapar. Vaz’î olan davranışlar ise toplumun İttifak ettiği temel
1202] Tolstoy, Çocukluk, M.E.B. Y., s. 32
1203] Tuncer Namlı, Ahlâkî Kavramlarda Anlam Arayışı 1, Fecr Yayınları: 126-129
1204] Adnan Güriz, Hukuk Felsefesi, Ank.1987, s.72
1205] Meydan Larousse, “Ahlâk”
1206] Güriz, s.13
- 268 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kurallar tarafından önceden belirlenmiştir ve bunlar da İlâhî yardıma maz-har olmuş peygamberler vs. tarafından ortaya konmuş din kuralları veya örf, adet ve törelerdir.1207 Görülüyor ki Kınalızade, Materyalist hukuk ve ahlâk felsefecilerinin bölücü tutumlarla dışladıkları bir takım değerleri (norm) daha bütüncül bir yöntemle birleştirmiştir.
Ayrıca ahlâkı, hikmetli davranış ve düşünce anlamına gelen deyimlerle izah etmesi de oldukça anlamlıdır. Çünkü kanaatime göre hikmet, olması gerektiği gibi yapmak veya bir şeyi nasılsa öyle bilmek anlamına gelmektedir. Dolayısıyla böyle bir niteleme, ahlâkı aslına uygun olarak bilmek ve nasıl kavranılması gerekiyorsa öyle davranmak anlamında netleştirmektedir.
Bu bağlamda ahlâkın tanımıyla ilgili olarak değinmekte yarar gördüğüm bir husus, kelimenin etimolojik yapısıyla kavramsal anlamı arasındaki uygunluktur. Ahlâk kelimesi hulk’un çoğuludur ve halk (yaratma) kelimesiyle aynı kökten eş anlamlı olarak türetilmiştir. Yaratmayı (halk) fizikî bir yoktan yaratma olarak anlayanlar insanın değerler dünyasını şekillendiren (ki bu alan soyut, metafizik bir alandır) ahlâk kelimesiyle alaka kurmakta zorlanmışlardır. Bunun sebebi, halk (yaratma) kelimesinin yoktan yaratma anlamına gelen ibda kelimesi gibi bir yaratma anlamına geldiği yanılgısıdır. Hâlbuki halk kelimesi daha çok yaratılmış bir şeyi değiştirerek başka bir mahiyette yaratmadır. Alak sûresinde olduğu gibi kan pıhtısından insan haline getirme1208 şeklinde bir yaratma. Topraktan, sudan, ateşten yaratma1209 ibareleri de böyledir ki bu kelime insanın iç ya da ruh dünyasının düzenlenmesiyle ilgili bir anlam çağrıştırmaktadır. Bilgi, hikmet, örf, din ahlâk ve hukuk gibi etik değerler ve kavramlar daha çok insanın bu dünyasıyla ilgilidir. İnsan sahip olduğu bu yetenekleri sayesinde bahsedilen normları ya kendisi üretir veya İlâhî kaynaktan hazır olarak alır ve pratize eder. Bu da tabiî olarak insanın kendi orijinaline uygun tutum ve davranış demektir.
Hukuk Nedir? Toplumu düzenleyen ve devlet müeyyidesi ile kuvvetlendirilmiş bulunan kuralların bütünü şeklinde yüzeysel olarak tanımlanabilen hukuk kavramı,1210 daha çok kanunla eş anlamlı bir ketime gibi algılanmaktadır. Meşrutiyet dönemi İslâm hukukçularının şeriat ve kanun ayrımına benzer bir şekilde hukuk ve kanun ayrımından da bahsetmek mümkündür.1211 Hüseyin Hatemi’nin hukuk devleti deyiminin, kanunu olan devlet anlamına gelmediği yönündeki betimlemesi böyle bir ayrımın yapılabileceğini göstermektedir. Bugün yürürlükte olan T.C. kanunlarının, kanunda yer almayan bazı durumlarda ahlâk ve örfe göre çözüm üretmeyi tavsiye eden hükümler ihtiva etmesi1212 de hukukun kanunu aşan bir genelliğe sahip olduğu imajını vermektedir. Veya diğer bir ifadeyle hukuk yazılı normlar olarak kanun maddelerinin ötesinde yazısız normlar sahasına uzanan bir esnekliği bünyesinde taşımaktadır. Hâkime yorum ve ictihad hakkı vermesi de bu esnekliğin bir sonucudur.
1207] Kınalızade, Ahlâk-ı Alâi, s. 32, 33. Tercüman 1001 Temel Eser
1208] 96/Alak, 2
1209] Nisâ, 1; Nur, 45; Hacc, 22; Mü’min, 67; A’râf, 12
1210] Meydan Larousse, “Hukuk”
1211] Tuncer Namlı, “Tanzimat ve Sonrası Kanunlaştırmaları Karşısında İslâm Âlimlerinin Tavrı ve Neticeleri, Basılmamış Master Tezi
1212] Güriz, s. 22
AHLÂK
- 269 -
Ahlâk-Hukuk İlişkisi: Hukukun kurucu unsuru norm (değer) unsurudur ve bu değerin bir maddî bir de tinsel (mânevî) unsuru sözkonusudur.1213 Hukukun metafizik değerler dünyasına dayanması, onun kaynağını gündeme getirmektedir. Tabiî hukuk yanlıları hukukun ideal bir dünyadan doğduğunu bu sebeple ahlâk, örf ve din’den kaynaklandığını savunurken -ki bu ayağı yere basan bir bir tanımlamadır- materyalist hukukçular ise insan ihtiyaç ve çıkarlarından hukukun doğduğunu söylemişlerdir.1214 Seküler bakış açısının nitelemesi doğru olmakla beraber son derece eksik veya tek yanlı bir görüntü arz etmektedir. Zira hukukun ihtiyaçtan doğmuş olması bir vakıa olmakla birlikte her ihtiyacı o!an kendi çıkarına göre hukuk ilkesi veya idesi vazetmeye kalkarsa sonuç toplumun dolayısıyla insanın hüsranı demek olur ki son yüzyıllarda teknolojik bakımdan kalkınan insanlığın değerler dünyasında bir çıkmazın içerisine sürüklenmesi, hukuku aşırt derecede beşerileştirme ve böylece ölçüsüz şüpheciliğin içerisine sürüklemenin bir sonucudur. Gâyet net bir şekilde görülmektedir ki “metafiziktir” gerekçesiyle değeri, ahlâkı, dini vs. dışlayan Pozitivizm, insanı insanın canavarı haline getirmiş; bunun bir sonucu olarak da önce dinlerin meydana getirdiği kaynaşmayı ulusalcılık adına parçalamış daha sonra da makyavelîst bir mantıkla devleti milletin üzerinde kutsal bir tabu haiine getirmek ve tabiî hukuk, pozitif hukuk ayrımını doğurmak sûretiyle halklarla birlikte onların mânevî dünyalarını da parçalamış ve mahkûm etmiştir. Aslında bu toplumsal arızâ ideal dünyanın maddesel alanla kucaklaşması anlamına gelen hukukun katı pozitivizm tarafından haksız bir şekilde yaralanması ve sakat bırakılmasının bir sonucudur. Hukuku değer ve idealden yoksun bırakmakla insan doğasının can damarını koparan ve sakatlayan katı materyalizm, suçunun tazminatını da yine mazlum insanlara ödetmektedir.
Anlaşılan odur ki hukuk, yazılı kanun metinlerini aşan değerler dünyasına ait kuralların devlet eliyle uygulanmasıdır. Kaynağı da ahlâk, örf, âdet, din vb. kutsal değerler alanıdır. Hüseyin Hatemi’nin deyimiyle gerçek bir hukuk devletini gerçekleştirebilecek bir hukuk, ancak sâbit ve değişmez değerler dizisine dayanmakla olur ki, bu da ancak Allah’ın ipine sarılmakla rnümkündür.1215 Ancak laik sistem nedeniyle Türk hukuk felsefecileri, hukukun kaynaklan arasında dine yer vermezler. Hâlbuki muhafazakâr Batılı tabiî hukuk yanlıları, dinin hukuk kaynağı olduğunu alenen savunabilmektedirler.1216 Bu farklılık, Türk hukukçularının bir takım gerçekleri ifade etmekte zorlandığının göstergesi kabul edilebilir. Bu açıdan bakıldığında sekülerizmin hukuka getirilmiş bir sınırlama olarak değerlendirilmesi mümkündür.
Kaldı ki gücü elinde bulunduran batıcılar, aşın materyalizm bağnazlığı nedeniyle bırakınız dini, ahlâkî gerçeklikleri bile hukukla bağdaştıramazlar. Bir kavram kargaşası cambazlığı ile hukuku olduğu gibi eğitimi de çağdaşlık adına ahlâkî ilkelerden arındırdıkları için en aşırı devletçiler bile devletin malını deniz, kanununa uydurup yemeyenleri domuz kabul etmektedirler. Öyle anlaşılıyor ki kamu sahasını, dolayısıyla hukuku, ahlâkî değerlerden ayırmak, eğitim yoluyla halkın çocuklarını halkın değerlerinden koparmak anlamına geliyor. Bu sakat
1213] İsmail Kıllıoğlu, Ahlâk ve Hukuk, İst. 1988, s. 247, 248
1214] Güriz, s. 379-396, 73
1215] Hüseyin Hatemi, Hukuk Devleti Öğretisi, İst. 1989, s. 16, 35
1216] Güriz, s. 379, 396, 73; Hatemi, s. 42-45
- 270 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hukuk ve eğitim anlayışının bir neticesi olarak da devlet kademeleri, tek kişilik hırsız-polis oyununun oynandığı tiyatro sahnesini andırmaktadır.
Türk toplumu bugün hukukun ahlâka dayandırılması gerektiğini savunan hukuk felsefecileri ile bir avuç burjuva azınlığın ahlâkla bağdaşmayan formel hukuk anlayışını reaüter hukuk adına meşrulaştıran hukuk felsefecilerinin çelişkisini yaşamaktadır. Her ne kadar adı konmasa bile siyasi ve ideooljik çalkantıların arkasında en az çıkarlar kadar bu kavga yatmaktadır. Siyasi gücü elinde bulunduran ideolojilerin mensupları, konjonktür gereği halkı karşısına almamak için bu çatışmaların arka planlarının netleştirilmesini de istememektedir. Bunun bir sonucu olarak hukuk düzeninin, halkın idealleriyle çatışması sürmektedir. Halkın idealleri realitedeki pozitif kurallara feda edilirken, “Hayat hukuku takip etmez, hukuk hayatı takip etmelidir” gibi hukuk felsefesinin çok önemli bir prensibi, hukuk adına ihlal edilmektedir.
Hukuk-Ahlâk ilişkisi tartışmalı bir konu olmakla beraber bu konuda müstakil bir eser kaleme alan hukuk felsefecisi İsmail Kıllıoğlu çok net bilgiler vermektedir. Görüşlerini özetlemeyi bu noktada faydalı buluyorum:
A- Hukuk ve ahlâkın birliği yönünden
1- Hukuk ve Ahlâk etik değerler düzenine aittirler ve her ikisi de aynı değeri içerirler.
2- Sujeye (kişiye) ikişkin olup özgür iradeye yöneliktirler.
3- Bununla birlikte her ikisinin de toplumsal yanı mevcuttur.
4- Hukukta zorlayıcılık Ahlâkta vicdanın buyruğu söz konusudur.
5- Meşrûluk ve zorunluluk bakımından iki alanın birliği tartışmalıdır.
6- İkisi arasında uygulama birliği ve âhengi sözkonusudur.
B- Hukuk ve ahlâkın ayrıldığı noktalar yönünden
1- Hukuk dışa, ahlâk içe yöneliktir.
2- Değerlendirme ve karar verme bakımından eylemlerin hukuka uygunluğu ile ahlaka uygunluğu arasında fark olabilir.
3- Hukukun hetoronom, ahlâkın otonom oluşu yönünden bir fark söz konusu olduğunda,
a- Yürürlük kaynakları bakımından şekli, fiili ve kurumsal yürürlük farkları gündeme gelebilir.
b- Sorumlu olunan makam hukukta sistem veya devlet ahlâk alanında ise ya kişisel ya da kamusal vicdandır.
4- Yaptırım bakımından ayrıldığı noktalar ise hukukun talep hakkı vermesi ve zorlayıcı olması ahlâkın ise talep hakkı vermeyip konvansiyonel oluşudur. 1217
Sonuç: Kısaca ifade etmek gerekirse hem öz itibariyle hem de gerçekleştirmek istedikleri hedef açısından hukuk ve ahlâk, birlik ve uyum içerisindedirler.
1217] Kıllıoğlu, s. 336-374
AHLÂK
- 271 -
Ancak yürürlük ve yaptırım açısından ayrıldıkları noktalar mevcuttur. Hayatı cendereye almamak için hukukun kısa ve öz olması ahlâk ilkeleri gibi çok teferruatlı olmamasf gerekebilir. Bu bakımdan hukuk vaz’edenler teferruat alanını ahlâka bırakırken hukuk ilkelerinin ahlâkla uyumlu olmasına itina göstermelidir. Aksi takdirde fert ve toplumu, kurulu düzenin karşısına iterek devlet-millet çatışmasına neden olabilirler. Veya devlet-mîllet elele vererek fert haklarını gaspedebilir, bu yolla millet parça parça tüketilebilir. Böylece milletin hizmetine ve hayrına kurulmuş bir sistem, milletin felaketine yol açabilir. Üstelik hukuk, vazedenlerinin elinde kendi kaynağına (yani toplumun ahlâk yasalarına) ters düşmüş olur ki bu çok açık bir çelişki ve kendi kendini inkâr sayılır. Özellikle Kur’an’ın teşri felsefesi incelendiğinde görülecektir ki İlâhî vahiy, bir siyaset ve hukuk mekanizması öngörmeden önce ahlâkî ve toplumsal bir sistem önermiş, bilahare siyasal göç oluştuktan sonra hukuk kurallarını vaz’etmiştir. Bu bakımdan hukuk kurallarını ahlâkî disiplinin bir parçası kabul etmek veya onu devlet erkiyle uygulanan ahlâk kuralları olarak değerlendirmek daha uygun gözükmektedir. Çünkü adam öldürme, hırsızlık, saldırganlık gibi suçlar hukuken yasak olduğu kadar ahlâken de yasaktırlar. Bu nedenle İslâm fıkıhı, hukuku ahlâktan ayırmayı düşünmemiştir.
Öte yandan hukuk, bir şahsın veya bir grubun eliyle vaz edilirken ahlâk yasaları kamu vicdanından doğmuştur. Daha açık bir ifadeyle hukuk kuralları, önemli bir kısım ahlâk yasalarının insan eliyle somutlaştırılması demektir. Dolayısıyla ahlâk ilkeleri, hukuka oranla daha maşeri ve cumhuri bir niteiik taşır. Şâyet hukuk, toplumsal bir mutabakat sonucu oluşmamışsa bu fark daha da belirginleşecektir. Bu nedenle pozitif hukuk ve ahlâk yasaları arasında bir çelişki ortaya çıktığı takdtirde umumi ahlâk yasalarının tercih edilmesi daha sosyal bir tavır olur. Aksi takdirde sosyal devletten bahsetmek gülünç olmakla eş anlamlı hale gelebilir. Tabiî hukuk taraftarlarının din kurallarıyla hukuk normları arasında uyum olması gerektiği yönündeki tercihleri de bu bağlamda değerlendirilebilir. Batıyla özdeşleşme anlamında bir çağdaşlık adına milletin değerleriyle çelişmek Hatemi’nin tabiriyle gülünç olmayı göze almayı gerektirmekle kalmaz,1218 milletin içerisinde yaşama yerine fildişi kulelerde yaşamayı da beraberinde getirir diye düşünüyorum. Kaldı ki Türkiye’de batıcılık adına hareket ettiği sanılanların, batının kamusal alanda dine tanıdığı müsamahanın çok nisbi bir kısmını bile tanımaya tahammül gösteremediğini biliyoruz. Halka rağmen halkçılık politikaları da bu hukuk mantığının bir sonucu olarak inandırıcı olmamakta ve kabul görmemektedir.
Bilhassa hukuk kavramının hak kelimesinden türemiş olması ve bu kelimenin İslâmi öğretide Allah’ın bir ismi olması sebebiyle ilahsız bir hukuktan bahsetmek, hukuksuz bir hukuktan bahsetmek kadar abes olur. Bu sebeple öteden beri İslâm hukukçuları ne hukuku ahlâksız ne de ahlâkı dinsiz düşünmemişlerdir. Hukuk felsefesi konusunda Üsküdarlı Talat Bey’in şu sözü anlamlıdır: “İlm-i Hukuk’tan sonra bir nükte söyleyim. Eyler bunu kabul bütün zümre-i dühât. Bir zat-ı Hakk bilinmelidir, bir de hakk-ı zat. Bakisinin neticesi yok, hepsi türrehat”1219 Bilhassa ahlâk konusunda müstakil bir kitap telif eden Kınalızade, vaz’i ahlâk kurallarının dinden doğduğunu ve bunun da ibâdet muamelat
1218] Hatemi, s. 32
1219] Hatemi, s.13
- 272 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve siyaseti kapsayan fıkıh ilmi olduğunu açıkça ifade etmektedir.1220 Batılı tabiî hukuk felsefecilerinin görüşleriyle örtüşen İslâm hukuk ve ahlâk felsefecilerinin bu görüşünde yadırganacak bir durum da sözkonusu değiidir.
Tabii bu arada bütün insanları inansın veya inanmasın bir dinin hukukuna mahkûm eden ve farklı dinlerin varlığını dikkate almayan bir uygulamanın din adına özellikle İslâm dini adına savunulması mümkün gözükmüyor. İslâm’ın tarihteki uygulama biçiminden, münferit bazı durumlar hariç genelde farklı dinlerin hukuki farklılıklarını dikkate aldığını farketmek mümkündür. Ancak hemen belirtelim ki farklılıkları dikkate almayan tek tip bir dini hukuk dayatması kadar, dinlerin hiç birini dikkate almayan din dışı bir hukuk dayatması da tutarlı gözükmüyor. Böylesi bir uygulama, bütün dinlere yapılan bir saldırıdır ve hiç bir dine yaşama hakkı tanımama olarak değerlendirilebilir. En iyimser ihtimalle bütün dinlerin kamusal alana yönelik öngörülerinin budanrnasıdır. Böylesi bir uygulamayı din özgürlüğü adına savunmak, gülünç olmanın ötesinde bir aymazlıktır. Çünkü hiçbir dinin kamusal öngörülerini hesaba katmayan ve bir azınlığın dini hassasiyetlerini dikkate almayan bir hukukun ahlâka dayanmış olma iddiası daha da gülünçtür. Din olmadan ahlâkı koruma gayreti kadar boş bir iddiadır. 1221
Aile Ahlâkı
Aile, kişinin kendilerinden sorumlu olduğu eşi, varsa çocukları, ev halkı, yani yakın akrabalardan oluşan insan toplumudur. Müslüman için âile, bir sosyal müessese olduğu gibi, aynı zamanda İslâmî bir kurumdur. Nikâh, iki ayrı cinsiyetten müslümanın İslâmî kurallar çerçevesinde bir araya gelmesidir.
Ailenin temel görevi, neslin çoğalmasına ve onların iyi yetiştirilip İslâm terbiyesiyle eğitilmesine imkân sağlaması ve eşlerin birbirlerine yardımcı olup ihtiyaç ve eksiklerini gidermeleri, birbirlerine sevgi, huzur ve sükûn sunabilmeleridir.
Ailede üyeler arasında karşılıklı sevgi, saygı ve dayanışma olmalı ve aile fertleri birbirlerine karşı güzel davranışlar sergilemelidir. Ailede mutlu olmak ve bunu hayat boyu sürdürebilmek için eşler ve çocuklar çaba sarfetmeli ve gereken fedâkârlıklardan çekinmemeli, her kişi öncelikle kendi sorumluluklarını yerine getirmelidir. Her insanın, ailesindeki diğer şahıslara karşı görevlerinin olduğunu unutmaması gerekir.
Ailede tevhidî değerlere önem verilmiyor, Allah’a kulluk üzere haklar ve sorumluluklar değerlendirilmiyorsa, böyle bir aile kurumu bireyleri ne dünya ve ne de âhiret mutluluğuna ulaştırabilir.
Şuurlu Müslüman olan eş aile hakkını çiğnemez, ailesiyle iyi geçinir. Eğer eş hak ve sorumluluklarını yapmazsa zâlim (zulüm işleyen) adâletsiz (hak edene hakkını vermeyen) kişi olur ve bunun sonucunda da evlilikte anlaşmazlık, kavga, huzursuzluk olur. Öncelikle kendilerine zarar verirler, Sorumsuz olan kendisinde vicdan azâbı olur. Ailenin psikolojileri bozulur. Ve toplum çöküntüye uğrar.
Eğer eşlerin yanlarında akrabaları uzunca kalıyorsa, evlerinde kaynanası, kaynatası varsa, onlara karşı da sorumluluklarını, ihsan ile davranmayı, eşinin
1220] Kınalızade, s. 33, 34
1221] Tuncer Namlı, Ahlâkî Kavramlarda Anlam Arayışı 1, Fecr Yayınları: 126-129
AHLÂK
- 273 -
akrabalarını kendi akrabası olarak görüp benzer saygı, sevgi ve fedâkârlığı göstermelidir.
Evli çiftlerden biri: “Eşim bana karşı sorumluluğunu yerine getirmiyor” diyor. Ama kendinin de eşine karşı sorumlu olduğunu unutuyor. Eşler kendini düşündüğü gibi eşini de düşünmelidir. İlk sen sorumluluğunu yap, sen yapınca eşin de senin hakkını gözetecektir. Sorumluluk duygusu çok önemlidir. Özgürlüklerimizden ve haklarımızdan önce görevlerimizi düşünüp ona göre davranmalıyız. Yani, beraber yaşadığımız veya karşımızdaki kişilerin haklarına kendi haklarımızdan önce yer vermeliyiz.
Ailede Sağlıklı İletişim
Âileyi bir sistem üzerine kurun. Nizamsız ve intizamsız hiçbir sosyal yapı sağlıklı olmaz. Özellikle en büyük nizama âşık olanların nizamsız ve intizamsız olmaları düşünülemez.
Bir âile sisteminin temel ihtiyaçları şunlardır:
Varlığın tanınması,
Değer duygusu,
Emniyet duygusu,
Sorumluluk duygusu,
Paylaşma ve dayanışma duygusu,
Mücâdele duygusu,
Mutluluk duygusu,
Ahlâkî davranış ve adâlet duygusu,
Saf ve temiz bir iman.
Eşler Arası İlişki
Sağlıklı bir âile için karı-koca ilişkisini sağlıklı bir zemine oturtmak gerekir. Sağlıklı bir âilenin temeli karı-koca arasındaki sağlıklı ilişkiyle mümkündür. Çocukların gelişmesi için gerekli olan sağlıklı sosyal yapı, ancak böyle bir âilede ortaya çıkar.
Sağlıklı bir ilişki içine giren tarafların ilk uyması gereken kural, karşılıklı birbirlerini değerli görmek ve kabullenmek, bununla birlikte iletişim ve etkileşim kanallarını sonuna kadar açık bulundurmaktır.
Bir: Uzun vâdeli ve kalıcı mutlulukları, kısa vâdeli ve geçici mutluluklara fedâ etmeyin.
İki: Âileyi oluşturan bireyler olarak, kendi tavır, davranış ve düşüncelerinizden kendinizi sorumlu tutun.
Üç: Âile içerisinde doğru bildiklerinizi doğru bir üslûpla ve doğru zamanı kollayarak söyleyin.
Dört: Âiledeki mânevî atmosferi zenginleştirmeyi bencilce istek ve arzulardan
- 274 -
KUR’AN KAVRAMLARI
önde tutun. Bunun verdiği iç huzuru ve dinginliği çok geçmeden tüm âile fertlerinin fark ettiğini hayretle göreceksiniz.
Eşler arası ilişki, aşağıdaki 10 madde ile değerlendirilir ve eksiklik varsa giderilir:
İnsan-insan ilişkisi,
Din kardeşliği ilişkisi,
Sevgili ilişkisi,
Bedenî-cinsî ilişki,
Akrabâ ilişkisi,
Dost ilişkisi,
Arkadaş ilişkisi,
Sırdaş ilişkisi,
Yoldaş ilişkisi,
Kader birliği ilişkisi.
Sağlıklı İletişim
Bilinçli ve sağlıklı iletişim anlamlı hayata, anlamlı hayat da sâkin ve doyuma ulaşmış ruh halinin gelişmesine yol açar. Bunun için de özgür ortam şarttır. Özgür ortam içerisinde yapılan iletişim toplumsal sorunların çözümüne olduğu kadar, kişiler arası, özellikle âile içi sorunların çözümüne de katkıda bulunur.
Âilede sağlıklı iletişimin temel şartı üçtür:
1. Muhâtaba Saygı,
2. Doğal Davranış,
3. Empati.
Âilede sağlıklı bir iletişim için kesinlikle şu dört soruya doğru cevap vermeniz gerekir:
Ne söyleyeceksiniz?
Ne zaman söyleyeceksiniz?
Nerede söyleyeceksiniz?
Nasıl söyleyeceksiniz?
Bir doğrunun sadece doğru olması yetmez, o doğrunun doğru bir zamanda, doğru bir yerde, doğru bir kişiye ve doğru bir üslûpla söylenmesi gerekir. Eğer bunlardan biri yanlış olursa, söylediğiniz doğrunun doğru olması etkili olmasına yetmediği gibi, sizin muhâtabınızla ilişki kurmanıza da yetmeyecektir.
Aile Hayatı ile İlgili Haramlar
a- Hayız ve lohusalık hallerinde birleşme,
AHLÂK
- 275 -
b- Kadınlara anüslerinden yaklaşma,
c- Yatak odasında geçenleri başkalarına anlatma,
d- Çocuk düşürmek ve kürtaj (çocuk aldırma),
e- Çocuğun haklarına riâyetsizlik,
f- Ebeveynin haklarına riâyetsizlik.
Karı-Kocanın Birbirlerine Karşı Görevleri
Karı-koca birbirlerinin bazı eksiklerini, kusurlarını görmezlikten gelmeli, nâmus ve iffetlerini korumalıdırlar. Böylece bütünleşerek âile saâdetini sağlamalıdırlar.
Eşler birbirlerine asla yalan söylememeli ve doğrudan hiç ayrılmamalıdır. Birbirlerine güvenmeli, güven bozucu davranışlardan ve gereksiz şüphelerden kaçınmalıdırlar. Birbirlerine iyiliği emredip, birbirlerinin kusurlarını güzel bir tarzda ıslaha çalışmalıdırlar. Her konuda Kur’an ve Sünneti ölçü kabul edip müslümanca aile ilişkilerini sürdürmeli, dâvâ adamı vasfını bütün aile bireyleri olarak kazanmanın yolu aranmalıdır. Eşler, birbirlerini memnun etmek, eşinin hoşlanmadığı şeyi yapmamakla görevli olduklarını unutmamalıdır. Birbirleriyle hoş ve tatlı şekilde sohbet etmeli, birbirleriyle ilgilenmelidir. Kesinlikle incitici, kaba, hakaret taşıyan sözler söylenmemelidir. İmkân ve gücü oranında koca, evin ağır yorucu işlerinde eşine yardımcı olmalı, özellikle çocuklarıyla her yönden ilgilenmeye çalışmalıdır. Koca eve gelince selâm vererek, güler yüz, tatlı sözle kapıdan içeri girmeli, hanım da güler yüzle karşılamalıdır. Hanımların en önemli görevi kocalarına karşı güzellik sergilemek ve güler yüzlü davranmaktır.
Ailede Haklar ve Görevler
İslâm, kuruluşunu düzenlediği âile yuvasının mutluluğu için, eşlere karşılıklı sevgi ve fedakârlığa dayalı görevler de yüklemiş, bu görevlerin içtenlikle yapılmasının, erkek ve kadın için birer ibâdet olduğunu bildirmiştir. Bu âilevî görevleri şöyle özetleyebiliriz:
Hanımının kocasına karşı görevleri
Hanım, âilenin reisi olan kocasına karşı bütün meşrû ve İslâmî meselelerde itaat eder. Kadın eşinin malını, âilesinin her türlü sırrını, nâmusunu, çocuklarını korumalıdır. Kadın durup dururken kocasından boşanmayı istememelidir. Çok zor durumda kalmadan kocasından ayrılmak isteyen kadına Cennet kokusu haramdır.1222 Kadın kocasından izinsiz olarak evinden dışarı çıkmamalıdır. 1223
Kadının kocasını memnun etmesi onun en önemli görevidir. Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Herhangi bir kadın, kocası kendisinden râzı olduğu halde ölürse Cennet’e girer.”1224 Yine başka bir hadislerinde Rasûlullah Efendimiz: “Kadın kocasının yatağını (ma’zeretsiz) terkederek gecelerse, o kadına melekler sabaha kadar lânet ederler.” 1225 buyurmuşlardır. Kadın kocasına olgun ve iyi davranmalı, zen1222]
Ebû Dâvud, Talâk 18
1223] Buhârî, Nikâh 116
1224] Riyâzu’s-Sâlihîn, I/326
1225] Riyâzu’s-Sâlihîn, I/323
- 276 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ginliği ve güzelliği ile övünmemeli, ev işlerini düzenlemeli, çocuklarına bakmalı, kocasının malını israf etmemelidir
Evliliğin gerçekleşmesinden itibaren karı-koca, Allah önünde birbirlerinin haklarına uymakla yükümlüdürler. Bu karşılıklı haklar âile reisliği hâriç, eşitlik esasına dayanır. Evlilik kadının şahsiyetini ortadan kaldırmaz, erkeğin hukukî ve sosyal kişiliği eşinin haklarını gölgelemez. Kadın kendi âile ismini taşıyabilir, kendine ait mallar üzerinde tam ve bağımsız bir tasarruf yetkisini kullanabilir.
Karı-koca birbirlerine iyi niyet ve güzel ahlâk ile davranacaklardır. “İyileriniz, âilesine karşı iyi olandır...”1226 Ufak tefek huysuzluk, geçimsizlik ve kusurlara sabredecek, yuvanın yıkılmaması için tahammül göstereceklerdir: “...Kadınlara normal ve iyi davranın; onlarda hoşunuza gitmeyen bir şey olursa, belki bir şey hoşunuza gitmediği halde Allah onu birçok hayırla doldurmuştur.”1227 Anlaşmazlık büyürse hakeme başvurulacak, hakemler de âilenin devamını sağlayamazlarsa son çare olarak, usûlüne uygun “tedricî boşanma” sistemi uygulanacaktır. “Kocasını memnun bırakmış olarak ölen kadın, cennete girer.” 1228
Kadının itaati, sevgi dolu bakışı ibâdettir.
Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kadın, kocasının haklarına riâyet etmedikçe, Rabbinin hakkını (emrini) yerine getirmiş olmaz.”1229; “Kadın, beş vakit namazını kılar, bir aylık orucunu tutar, nâmusunu korur ve kocasına itaat ederse ona: ‘Hangi kapıdan dilersen oradan cennete gir’ denilir.” 1230
İslâm ahlâkı, hayatın tüm alanlarında olduğu gibi âile kurumunda da başıbozukluğu kabul etmez. Bu sebeple, bir sosyal kurum olması itibariyle, âile içinde de bir düzenin hâkim olması gerekir ki, bu da âilede bir otoritenin bulunması ile sağlanır. İslâm, bu yetki ve sorumluluğu, belli şartlar içinde erkeğe vermiştir. Bu durumda, âile düzeninin huzur ve saâdetinin sağlanması için, her otorite sahibine olduğu gibi, âile reisine de saygılı olmak, kadının başta gelen âilevî sorumluluğudur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kadın, kocasının hakkına riâyet etmedikçe, Rabbinin hakkını (emrini) yerine getirmiş olmaz.”1231; “... Erkek, âilede yöneticidir ve yönetiminden sorumludur. Kadın da kocasının evinde yöneticidir ve elinin altındakilerden sorumludur.”1232; “Kocasını memnun bırakmış olarak ölen kadın, cennete girer.”1233 Kadın, yöneticilik ve sorumluluk bakımından âile reisliğine getirilen kocasının meşrû arzularına saygı göstermekle mükelleftir. Kocasının malını, âile sırlarını, nâmusunu ve çocuklarını da korumak mecburiyetindedir. Kocasını meşrû yollarla tatmin/memnun etmeye çalışmak, çocuklarını güzelce yetiştirmek ve yabancılara karşı tesettürüyle, davranışlarıyla nâmusunu muhafaza etmek: Müslüman hanımın âiledeki en önemli üç vazifesi bunlardır. “Sâliha (iyi) kadınlar, itaatkârdır. Allah, kendilerini (haklarını) nasıl koruduysa, onlar da öylece gizliyi (kimse
1226] İbn Mâce, Nikâh 50
1227] 4/Nisâ, 19
1228] Tirmizî
1229] İbn Mâce, Nikâh 4
1230] Ahmed bin Hanbel, I/191
1231] İbn Mâce, Nikâh 4
1232] Buhârî, Cum’a 11; Müslim, İmâret 20
1233] Tirmizî, Radâ 10; İbn Mâce, Nikâh 4
AHLÂK
- 277 -
görmese de nâmuslarını) koruyanlardır.”1234 Peygamberimiz’in müjdesi de şöyledir: “Kadın, namazını kıldığı, orucunu tuttuğu, nâmusunu koruduğu ve kocasına itaat ettiği zaman, cennet kapılarının dilediğinden girsin.” 1235
Kadının en başta gelen görevi, iffet ve nâmusunu korumasıdır. Kadın, gözünü haramdan sakınarak, ırzını koruyarak, görülmesine müsaade edilen yerlerin dışında, örtülmesi gerekli yerlerini örterek bu görevini yerine getirir.1236 Evdeki işlerle ve çocukların yetiştirilip büyütülmesiyle daha çok ilgilenme durumunda olan kadın, dışarı çıkarken câhiliyye çıkışı ile çıkmayacaktır.1237 Câhiliyye çıkışı, yabancı erkekler için süslenme, ince veya dar elbiseler giyme, açılıp saçılarak sokağa çıkmayı içermektedir. Kadınlar, cinselliklerini sadece kocalarına karşı kullanmalı, kocasının yanında dişi; diğer insanların yanında kişi olarak yer almalıdır. Kocasına karşı süslenmeyi ibâdet bilmeli, onu doyurabilmelidir.
Kadın, iyiliği emir ve kötülükten yasaklama görevini, sadece fıtrî öğretmenleri olduğu çocuklarına karşı değil; eşinde gördüğü yanlışları düzeltmek ve doğrularını arttırmak için kocasına karşı da uygulayabilmelidir.
Hanımların bu âile içi görevleri yanında, tabii ki, erkeklerin de görevleri vardır.
Kocanın Âiledeki Görevleri
Dinimiz âile reisi olarak erkeği tanır: “Erkekler kadınlar üzerinde hâkimdir.”1238 âyeti bunu ifâde eder. Çünkü erkekler kadınlardan daha güçlü olarak yaratılmışlardır.
Hadis-i Şeriflerde Kocanın görevleri şöyle değerlendirilir: Âilesinin geçimini sağlamak erkeğin görevidir. İslâm buna o kadar önem verir ki, bir erkeğin Allah rızâsını gözeterek âile fertlerine yaptığı harcamayı sadaka kabul eder. 1239
Bir kimse hanımına iyi davranmalı, onu kırmamalı, kaba davranışlardan sakınmalıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: “Ey ümmetim! Kadınlara hayırla muâmele etmenizi tavsiye ederim. Çünkü onlar sizin emriniz altındadır. Fazla tahakküme hakkınız yoktur. Ancak açıktan fuhuş irtikâp etmiş olsalar o zaman durum değişir.” 1240
Koca, hanımına hanım da kocasına ilgi göstermeli, saâdeti evlerinde aramalıdırlar. Meşrû olmayan yollara düşmemelidirler. İffet ve nâmus konusunda titiz davranmalıdırlar: “Mü’min erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve ırzlarını zinâdan korusunlar.” 1241 âyeti bunu ifâde eder.
Erkek, hanımına ve çocuklarına dinî emirleri hatırlatmalı, iyi yönde eğitmelidir. “Âilene namaz kılmayı emret.”1242; “Yedi yaşındaki çocuğa namaz kılmayı öğretin.
1234] 4/Nisâ, 34
1235] Ahmed bin Hanbel, I/191
1236] Bk. 24/Nûr, 31; 4/Nisâ, 34; 33/Ahzâb, 59
1237] Bk. 33/Ahzâb sûresi, 33
1238] 4/Nisâ, 34
1239] Riyâzu’s-Sâlihîn, I, 331
1240] Riyâzu’s-Sâlihîn, I/319
1241] 24/Nûr, 30
1242] Tirmizî, Birr 13
- 278 -
KUR’AN KAVRAMLARI
On yaşına vardıklarında (kılmazlarsa) cezâlandırın.” 1243
Koca, kendi mal varlığı ve imkânlarına göre hanımının nafakasını sağlayıp her türlü ihtiyacını gidermekle yükümlüdür.1244 Bu hususta cimrilik ettiği takdirde hanımı ilgili yöneticilere ve yargı makamlarına başvurup durumunu anlatabileceği gibi, kocasına danışmadan onun malından harcama yapabilir. Koca, hanımına asla “çirkinsin” dememeli, yaptığı işte sürekli kusurlar aramamalı,1245 hanımını asla dövmemeli,1246 hanımını sürekli zan altında tutup onu gizlice tâkip etmeye kalkışmamalıdır.1247 “Kadınlara ancak kerîm olanlar ikrâm ederler (değerli olanlar değer verirler); onlara kötülük edenler ise leîm (kötü) kişilerdir.” 1248
“Bir mü’min erkek, bir mü’min kadına buğzetmesin. Çünkü onun bir huyunu beğenmezse başka bir huyunu beğenir.” 1249
“Sizin en hayırlınız, kadınlarına karşı en hayırlı olanlarınızdır.” “Kadınlarınıza karşı hayırlı olmayı birbirinize tavsiye edin.” 1250
“Kadınlarınız konusunda Allah’tan korkun. Çünkü siz onları Allah’tan emanet olarak aldınız.”1251
“Sizin hayırlınız, kadınlarına hayırlı olan, iyi davranandır.” 1252
“En güzel dünya nimeti, insanın sahip olabileceği nimetlerin en hayırlısı: Zikreden dil, şükreden kalp ve insanın iman doğrultusunda (müslümanca) yaşamasına yardımcı olan kadındır.” 1253
“Mü’min, Allah korkusundan ve O’na itaatten sonra, iyi bir kadından yararlandığı kadar hiçbir şeyden yararlanmamıştır. Çünkü ona emretse sözünü dinler, yüzüne baksa kendisini sevindirir, üzerine yemin etse, yeminini doğru çıkarır, başka tarafa gitse, kendisinin bulunmadığı sırada nâmusunu ve malını korur.” 1254
Hz. Peygamber, Vedâ Hutbesinde şöyle buyurmuştur: “Kadınlar hakkında Allah’tan korkunuz. Çünkü siz onları Allah’ın emâneti diye aldınız. Allah’ın sözü uyarınca ırzlarını kendinize helâl kıldınız. Onların, sizin yataklarınıza bir adamı almamaları ve iffetlerini korumaları, sizin onlar üzerindeki haklarınızdandır. Eğer böyle bir şey yaparlarsa hafifçe onları dövünüz. Sizin de onların geçimlerini ve giyimlerini sağlamanız, onların sizin üzerinizdeki haklarındandır.” 1255
“Allah’a isyanı emreden kişiye itaat olunmaz.” 1256
1243] Riyâzu’s-Sâlihîn, I/339
1244] Ebû Dâvud, Nikâh 41
1245] İbn Mâce, Nikâh 3
1246] Buhârî, Nikâh 93
1247] Müslim, İmâre 56
1248] İbn Mâce, Edeb 3; Ebû Dâvud, Edeb 6, Rikak 22, İ’tisâm 3; Müslim, Akdiye 11
1249] Müslim, Radâ’ 61, hadis no: 1469; Müsned II, 329
1250] Müslim, Radâ 62; Tirmizî, Radâ 11
1251] Ebû Dâvud, Menâsik 56; İbn Mâce, Menâsik 84
1252] Müslim, Birr 149
1253] Tirmizî, Birr 13
1254] İbn Mâce, Nikâh, 5
1255] Müslim, Hac 147, 194; Tirmizî, Fiten 2, Tefsir 2
1256] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, Cihad 40
AHLÂK
- 279 -
Rasûlullah’a soruldu: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bizden her biri üzerinde, zevcesinin hakkı nedir?” “Kendin yiyince ona da yedirmen, giydiğin zaman ona da giydirmen, yüzüne vurmaman, takbîh etmemen, evin içi hâriç onu terketmemen.” 1257
“Kadınlara karşı hayır tavsiye ediyorum. Çünkü onlar sizin yanınızda avândır/esirler gibidir. Onlara iyi davranmaktan başka bir hakkınız yok, yeter ki onlar açık bir fâhişe/çirkinlik işlemesinler. Eğer işlerlerse yatakta yalnız bırakın ve şiddetli olmayacak şekilde dövün. Size itaat ederlerse haklarında aşırı gitmeye bahane aramayın. Bilesiniz ki, kadınlarınız üzerinde hakkınız var, kadınlarınızın da sizin üzerinizde hakkı var. Onlar üzerindeki hakkınız, yatağınızı istemediklerinize çiğnetmemeleridir. İstemediklerinizi evlerinize almamalarıdır. Bilesiniz ki, onların sizin üzerinizdeki hakları, onlara giyecek ve yiyeceklerinde iyi davranmanızdır.” 1258
“Sakın bir erkek, yanında mahremi olmadıkça yabancı bir kadınla yalnız kalmasın!” 1259
Kocanın Âiledeki Görevleri: Zevcesi ile güzel geçinmek, onu korumak, onun nafakasını (geçim ihtiyaçlarını) karşılamak, kendisine doğruluktan ayrılmamaktır. “Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır.” 1260 Hanımını, Rabbinin emaneti olarak alan ve iffetini Allah adına söz vererek helâl edinen koca da, karısına karşı sevgi ve şefkat göstermek, yediğinden yedirmek, giydiğinden giydirmek, ona ve yaptığı işlere çirkin dememek, fena söz söylememek, hoş görülü olmak gibi görevlerle mükelleftir. İslâm’ın âile düzenini yaşatmak üzere kocaya tanımış olduğu otorite hakkı, ona kadın üzerinde haksız bir baskı ve zorbalık imkânı vermez. Zira bu konuda vârid olan âyet ve hadisler, bir anlamda kadının müdâfiisi/avukatı olmak sûretiyle İlâhî kaynaklı bir dengeyi temin etmektedir.
Erkek, gözünü harama bakmaktan, ırzını ve nâmusunu zinâ yapmaktan koruyacaktır.1261 Erkeğin bu hareketi, kendini haram işlemekten koruduğu gibi; karısının hukukuna da riâyetin bir gereği olmaktadır.
c- Ana Babanın Çocuklarına Karşı Görevleri (Çocuğun Ana Baba Üzerindeki Hakları)
Güzel isim koymak. İyi terbiye, sağlıklı, ahlâklı ve iyi bir müslüman olarak yetiştirmek, imanla birlikte ibâdet şuuru vermeye çalışmak. Çocuğa sevgi, şefkat ve anlayışla muâmele etmek. Vakti geldiğinde çok geciktirmeden Müslüman biriyle evlendirmek. Çocukları arasında eşit muâmele yapmak.
d- Çocukların Anne ve Babalarına Karşı Görevleri
Şirk ve haram olmayan hususlarda onlara itaat etmek,
Ana babaya ihsân edip onlara iyi davranmak,
Maddî ihtiyaçlarını gidermek,
1257] Ebû Dâvud, Nikâh 42, hadis no: 2142-2144; İbn Mâce, Nikâh 3
1258] Tirmizî, Tefsîr Tevbe, 3087
1259] Buhârî, Nikâh 111; Cezâu’s-Sayd 26, Cihâd 140, 181; Müslim, Hacc 424, hadis no: 1341
1260] 2/Bakara, 228
1261] Bk. 24/Nûr, 30; 70/Meâric, 29-30
- 280 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Saygısızlık etmemek,
Rızâlarını almak,
Onlara kötü söz söylememek,
Öldüklerinde hayırla anmak ve duâ etmek.
Çocuklar anne ve babalarına itaat etmeli ve iyilikte bulunmalıdırlar: “Biz insana, ana-babasına iyilik yapmasını da tavsiye ettik.”1262 Çünkü bir çocuğun yetişip büyümesinde en büyük fedakârlığı, anne ve baba gösterir. Çocuklar anne ve babalarına karşı saygı ve şefkat göstermeli, istediklerini yerine getirmeli, onları memnun etmelidir. “Ana-babaya güzellikle muâmele edin, eğer onlardan biri veya ikisi senin yanında ihtiyarlık hâline ulaşırsa sakın onlara “öf” bile deme, onları azarlama, ikisine de iyi ve yumuşak söz söyle.”1263; “Rabbin şunları kesin olarak buyurdu: Ancak O’na ibâdet edin, ana-babaya ihsan ve iyilik yapın. Birisi yahut ikisi de yanında ihtiyarlarsa sakın onlara “öf” bile deme, onlara darılma ve yüzlerine bağırma, ikisine de ikram et ve tatlı söz söyle. İkisine de merhamet besleyerek tevâzu göster ve de ki: ‘Rabbim ikisine de merhamet et, onlar beni küçükken nasıl terbiye etmişlerse sen de her ikisine merhamet et.” Rabbiniz gönlünüzdekini daha iyi bilir. Ana-baba haklarında iyilik ederseniz Allah size mağfiret eder. Çünkü O, günaha tevbe edenleri muhakkak affedicidir.” 1264
Abdullah bin Mes’ud diyor ki: “Peygamber (s.a.s.) Efendimize: “Allah’ın katında en sevgili amel hangisidir?” diye sordum, Peygamber (s.a.s.): “Vaktinde edâ olunan namazlardır” buyurdu. “Namazdan sonra hangisi daha sevgilidir?” dedim. “Ana-babaya iyilik etmektir” buyurdu. “Sonra hangisidir?” dedim. “Allah yolunda cihaddır” buyurdular. 1265
Çocuklar anne-babaları hakkında kötü konuşmamalı, onlara saygılı davranmalı, vasiyetlerini yerine getirmeli, dostlarına ikramda bulunmalıdırlar: “Ey Rabbimiz kıyâmet günü, beni, anne-babamı ve bütün mü’minleri mağfiret eyle. “1266 diye duâ etmelidir.
Bâliğ olan çocuklar ana-babalarının yatak odalarına her zaman izin alarak girmelidirler. Bâliğ olmayan küçükler de şu üç vakitte ana-babalarının veya başkalarının odalarına izin ile girmelidirler: Sabah namazından önce, yani yataktan kalkıp giyinileceği zaman; öğle uykusu sırasında ve yatsı namazından sonra yatılacağı zaman. Çünkü bu vakitler karı-koca arasında mahrem vakitlerdir. Allah Teâlâ, bütün mü’minlere bunu çocuklarına öğretmelerini emretmiştir. 1267
Hz. Peygamber, “kime iyilik edeyim?” diye soran bir sahâbîye şu karşılığı vermiştir: “Ananıza (bunu üç defa tekrarlamıştır) sonra babanıza, sonra en yakın olanlara.”1268 Yine Peygamber Efendimiz “Anne Cennet kapılarının
1262] 31/Lokman, 14
1263] 17/İsrâ, 23
1264] 17/İsrâ, 23-25
1265] Buhârî, Mevâkît 5, Cihad 1, Edeb 1, Tevhîd 48; Müslim, İman 137-139; Tirmizî, Salât 14, Birr 2; Nesâî, Mevâkît 51
1266] 14/İbrâhim, 41
1267] 24/Nûr, 58
1268] Buhârî, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1, 2; Ebû Dâvud, Edeb, 120
AHLÂK
- 281 -
ortasındadır.”1269; “Cennet annelerin ayakları altındadır”1270 buyurmuştur.
Çocuklar ana-babalarına karşı daima saygılı olmalı, onlara karşı tatlı dilli, güler yüzlü davranmalıdırlar. Ana-babanın bütün söylediklerini Allah’a itaatsizlik söz konusu olmadıkça, dinlemek ve kabul etmek gerekir. Her işte onların rızâsını almaya çalışmalıdır. Onların hizmetlerini kendi hizmetinden önce görmelidir. Öldüklerinde de onları rahmetle anmak, onlar için hayır duâ etmek, hayır yapmak, vasiyetlerini yerine getirmek gerekir.
Allah’a şirkten sonra en büyük günah ana-babaya itaatsizliktir. Ana baba İslâmî emirleri yerine getirmede ve yasaklardan kaçınmada titizlik göstermiyorlarsa ve hatta kâfir iseler bu onların ana-baba olmalarından doğan haklarını ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla onlara Allah’a isyan teşkil etmeyen hususlarda itaat etmek ve her zaman iyi davranmak gerekir.
e- Kardeşlerin birbirlerine karşı görevleri
Kardeşler birbirlerine karşı iyi davranmalı, küçükler büyüklere itaat edip onlara saygı beslemeli, büyükler de küçüklere hoşgörü ile davranmalıdırlar. Ancak bu şekilde âilede mutluluk ve huzur sağlanabilir. Kardeşler maddî hırs sebebiyle, aralarındaki birlik ve beraberliği, âhengi bozmamalıdırlar.
Kardeşlerin kabiliyetleri birbirlerini kıskançlığa sevk etmemelidir. Kimi insan ilme meraklıdır, o sahada ilerler, şan şöhret sahibi olur; kimi insan da ticarete meraklıdır, o sahada çalışır, ilerler, zengin olabilir. Bunları olgunlukla karşılamalı, herkesin aynı karakter ve yetenekte olamayacağı, aynı sahada çalışamayacağı gerçeği unutulmamalıdır. Aralarındaki -varsa tabii- fikir ayrılıklarını, konuşarak, birbirlerinin düşüncelerine hürmet duyarak çözüm yoluna koymalıdırlar. Sertlikler ve tartışmalar daima kötü sonuçlar doğurur. Âilevî huzursuzluklara, tatsızlıklara neden olur.
Karı-Koca Geçimi Konusunda Tavsiyeler, Özlü Sözler
“Haramlardan sakınan müslümana göre evlilik, aşkın meyvesi değil; aşk, evliliğin meyvesidir.”
“Evlilikte başarı, yalnız aradığı kişiyi bulmakta değil, aynı zamanda aranan kişi olmaktadır.”
“Âile, zamanın gittikçe kuvvetlendireceği tek bağdır.”
“Bir âileyi idâre etmek, bir devleti idâre etmekten hiç de kolay değildir.”
“Evlilik huzur bulmak içindir, didişmek için değil!”
“Biraz çaba göstererek iyi geçinmek varken, huysuzluk etmek akıl kârı değildir.”
“Evlilerin en çok yapmaları gereken şey, iyi niyetle iletişimdir, konuşmaktır.”
“Sevgi ve saygı karşılıklıdır.”
“İyilikle halledilebilecek bir şeyde zora başvurmak yanlıştır, zulümdür.”
1269] Ahmed bin Hanbel, V/198
1270] Nesâî, Cihad, 6
- 282 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Akıllı insan, evliliğini cennet edecek bir biçimde davranmaya çalışır ve evliliğini cehenneme dönüştürecek davranışlardan uzak durur.”
“Sayılmak istiyorsanız, saymayı öğrenmeniz gerekecektir. Sevilmek istiyorsanız sevmeyi öğrenmeniz gerekecektir.”
“Hep karşımdaki değişsin, diye düşünmek yanlıştır. Güzele doğru karşılıklı değişmek lâzımdır.”
“Biz herkese iyilik etmiyor muyuz? Başkalarından önce kendi âilemize karşı iyi olmamız lâzım.”
“Nasıl ki biz kusursuz olamıyorsak, karşımızdakinin de kusursuz olamayacağını peşinen bilmeli ve kabullenmeliyiz.”
“Dünya cennet değildir, elbette problemler olacaktır.”
“Mutlu olmak için önce sabırlı olmak gerek.”
“Evlilikte ana kural, karşılıklı olarak kişi onuruna saygı gösterilmesinin gerekliliğidir.”
“Bir babanın çocuklarına yapabileceği en büyük iyilik, onların annesini sevmektir.”
“İnsanı insana sevdiren, tatlı dil, güler yüz ve güzel davranışlardır.”
“Huzursuz bir âile, en çok çocukları yıpratır.”
“Eşini üzen, ezen, hırpalayan insan, onu mutsuz ettiği zaman kendisi mutlu olamaz, bunu unutmamalı.”
“Saygı ve sevginin olmadığı bir yuva kime, ne verebilir?”
“Dozunu aşmayan kıskançlık güzeldir ve sevgi ifâdesidir.”
“Aşırı kıskançlık ve diktatörlük evlilikte mutluluğu engeller.”
“Eşler, ‘hatâ karşıdadır’ peşin hükmü yerine; ‘acaba benim hatam nedir?’ diye düşünebilselerdi problemlerin halli çok daha kolay olurdu.”
“Hayatımızın bir yönünü İslâm’a göre, bir yönünü nefsimize göre yaşamak yanlıştır.”
“Âile hayatında her müslüman erkek Rasûlullah’ı, her müslüman kadın da O’nun değerli hanımlarını örnek almalıdır.”
“Huzurlu bir yuvada yaşamak, ancak karşılıklı fedâkârlık ile mümkündür.”
“Evlilik İslâm’a hizmete engel değildir ve olmamalıdır.”
“Evlilik geçici duygular ve imkânlar üzerine değil; iman ve ahlâk güzelliği üzerine kurulmalıdır.”
“Eşinizin ve çocuklarınızın sevgisini kaybetmek istemiyorsanız, onlara asla kötü söz söylemeyin, hakaret etmeyin.”
“Eşinize ve çocuklarınıza iltifat etmek, onları mutlu etmenin bir yoludur.”
“İyilik eden hem dünyada ve hem de âhirette kârlı çıkar.”
AHLÂK
- 283 -
“Eşler birbirlerine olan saygılarını kaybetmemeye dikkat etmelidirler. Saygının bittiği âilede pek çok şey bitmiş demektir.”
Ticaret Ahlâkı
Allah yeryüzünü insanlar için rızık sağlama yeri kılmıştır.1271 Bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır: “Rızık sağlamak gâyesiyle çalışmak her müslüman üzerine farzdır.” Buna göre müslümanlar helâl ve haramlara dikkat ederek kendilerinin ve âile fertlerinin rızıklarını sağlamak zorundadır. Ancak bu rızkı sağlamak için çalışıldığında mutlaka Allah’ın rızâsı ve O’nun koyduğu sınırlar gözetilmelidir. Hz. Ebû Bekr’in: “Haram ile beslenen bir vücûda, ancak Cehennem ateşi yakışır” sözü müslümanın rızık teminindeki ölçüyü en güzel şekilde belirtmektedir. Ashâbın, helâl alış-veriş yapmak ve haramlardan uzak durmak için şüpheli olan hususları bile terk ettiklerini biliyoruz. Ticaretle uğraşan bir müslümanın, İslâm’ın alış-verişe dair koyduğu bütün hükümleri ana hatlarıyla bilmesi gerekir. Günlük hayatta yapılan alış-verişleri Allah’ın râzı olacağı bir usûlde yürütebilmek için de bu hükümleri asgarî ölçüde bilmek her müslüman için farzdır.
İslâm fıkhına göre bir müslümanın kendisinin ve âilesinin nafakasını sağlamaya ve varsa borçlarını ödemeye yetecek kadar para kazanması ‘farz’dır. Bunun dışında, fakir mü’minlerin ihtiyaçlarını karşılamak ve akrabalarına ikram etmek için kazanmak da ‘müstehap’tır, dinin güzel ve faziletli gördüğü husustur. Güzel ve müreffeh bir hayat sürmek için bundan fazlası için çalışmak ise ‘mubah’tır. Başkalarına karşı kibirlenmek, dünyevî hırsa kapılarak başkasının servetiyle yarışmaya kalkışmak ve bu mal ile azgınlık ve taşkınlık yapmak için kazanmak, bu kazanç helâl yolla dahi olsa ‘haram’dır. Buna karşılık, küfre karşı verilen mücâdelede maddî katkıda bulunmak ve malını Allah yolunda infak için samimî bir niyetle çok çalışıp para kazanmak da güzel bir ibâdettir. Bu güzel gâye için çalışıp para kazanan kişi sürekli ibâdet hâlinde sayılır.
İslâm’da rızık temin etmenin en faziletli yolu cihad’dan (ganimetten) sonra ticarettir. Sonra ziraat ve sonra da zanaat gelir. İnsanlara hizmet anlayışıyla yapılan bu mânâdaki ticareti İslâm meşrû ve makbûl saymıştır. Ticaret hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurur; “Allah, alış-verişi helâl, ribâyı/fâizi de haram kıldı.”1272 Peygamberimiz de dürüst ticaretin sahibine ne kadar sevap kazandıracağını şöyle ifade eder: “Güvenilir, doğru ve müslüman tâcir, Kıyâmet günü şehidlerle beraberdir.”1273 hadîs-i şerîfi de.
İslâm’a göre ticaret; değerli olan bir malı, değerli olan bir diğer mal veya para karşılığında değiştirmektir. Dinimizin ticarette gözettiği gâye, her ne pahasına olursa olsun kazanmak değil; insanlara, ihtiyaçları olan faydalı eşyayı temin ederek hizmette bulunmak, bu vesîle ile de normal, meşrû bir kazanç sağlamaktır.
Meşrû bir ticarette şu özellikler bulunmalıdır:
1) Alan ve satanın rızâsı,
2) Karşılıklı iyi niyet ve dürüstlük,
1271] 67/Mülk, 15
1272] 2/Bakara, 275
1273] İbn Mâce, Ticârât, 1
- 284 -
KUR’AN KAVRAMLARI
3) Ticaretin, taraflardan birine veya başkalarına zarar vermemesi.
Ticarette bulunması gereken bu vasıfları Kur’an şöyle zikreder; “Ey îman edenler! Birbirinizin mallarını haksızlıkla değil, karşılıklı rızâ ile yapılan ticaretle yiyin, (haram ile) nefsinizi mahvetmeyin. Allah şüphesiz size merhamet eder. Bunu, kim aşırı giderek haksızlıkla yaparsa onu ateşe sokacağız. Bu, Allah’a kolaydır.” 1274
Malın özelliklerinin belirli olması, gizli bir kusuru bulunmaması, o maldan elde edilecek kazancın helâl olması için şarttır: Peygamberimiz şöyle buyurur: “Birbirinden ayrılmadıkça alan ve satan pazarlığı bozmakta muhayyerdir. Alan ve satan doğru söyler, malın özelliklerini açıklarlarsa alış-verişleri bereketlenir; yalan söyler ve malın ayıplarını gizlerlerse ticaretlerinin bereketi yok olur.”1275 Çünkü böyle bir alış-veriş, taraflardan birinin aldanması, zarara uğraması demektir. Bu ise dinde asla hoş görülmez. Satılan malda herhangi bir kusur varsa bu gizlenmemeli; açıkça belirtilmelidir. Ancak böyle satılırsa ticaret helâl ve bereketli olur. Peygamberimiz şöyle buyurur: “Kim kusurunu söylemeden ayıplı malı satarsa Allah’ın gadabı ve meleklerin lâneti onun tepesine yağmaya devam eder durur.” 1276
Müslüman olarak alış-verişlerde dikkat edeceğimiz bazı hususlar vardır. Ticaretle meşgul olan bir müslümanın özen göstermesi gereken ilk önemli konu, haram kılınan malların satışını yapmamaktır. Allah bir şeyi haram kılmışsa, onun bedelini de haram kılmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) şarapla ilgili olarak “İçilmesini haram kılan Allah Teâlâ, satılmasını da haram kıldı.”1277 buyurarak meseleyi gâyet açık bir şekilde belirlemiştir. Aynı şekilde mü’min bir kasabın, Allah’ın adı anılarak kesilmemiş olan bir hayvanın etini satması da böyledir. Çünkü hayvan boğazlarken kasden Allah’ın adı anılmazsa o et haram olur. Buna göre, bir müslüman böyle bir eti satamaz. Aynı şekilde put ve benzeri şeylerin de satışı İslâm’da yasaktır.
Fâiz haramdır. “Fâiz yiyen kimseler (kabirlerinden), tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali, ‘alış veriş (ticaret) de fâiz gibidir’ demelerindendir. Oysaki Allah, ticareti helâl, fâizi haram kılmıştır...”1278 İslâm, bütün çeşitleri ve miktarlarıyla fâizi yasaklamış, haram kılmıştır. İçkinin günahı, nasıl yalnızca içenin üzerinde kalmıyorsa, fâizin vebali de sadece onu yiyene âit değildir. Fâizi ödeyen, mukaveleyi yazan ve şâhidlik edenler de günaha girmektedir. Hadiste “Allah Teâlâ’nın fâiz yiyeni, yedireni, şâhidlerini ve yazanı lânetlediği”1279 ifade edilmiştir.
Çalışanın emeğini sömürmek, onun hakkını tam olarak vermemek çirkin bir suçtur. “İşçiye hakkını, teri kurumadan veriniz.”1280; “Ben kıyâmet gününde üç kişinin hasmıyım. Bana verdiği sözden cayanın, hür bir kimseyi satıp hakkını yiyenin, bir işçiyi çalıştırıp hakkını tam olarak vermeyenin.” 1281
1274] 4/Nisâ, 29-30
1275] Müslim, Büyû, 11
1276] İbn Mâce, Ticârât 45
1277] Ebû Dâvud, Büyû’ 64
1278] 2/Bakara, 275
1279] Buhârî, Büyû’ 24, 113
1280] İbn Mâce, hadis no: 2443
1281] İbn Mâce, hadis no: 2442
AHLÂK
- 285 -
Çalıntı olan bir malın satılması veya piyasaya sürülmesi de câiz değildir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.): “Kim bildiği halde hırsızlıkla elde edilmiş çalıntı bir malı satın alırsa onun günahına ve alçaklığına ortak olmuştur“1282 buyurduğu bilinmektedir. Buna göre ticaretle uğraşan bir müslümanın gerek mal alırken ve gerek satarken bu hususlarda titizlik göstermesi gerekir.
İslâm toplumunda karaborsa (ihtikâr) haramdır. Karaborsa, bir malın fiyatının artması için piyasadan çekilmesi, stok edilmesi, satılmaması ve fiyatı artınca satılmasıdır. Ticarette normal kâr helâldir. Fakat ticaretin gâyesi her ne pahasına olursa olsun kâr, hele aşırı kâr elde etmek değildir. İslâm’ın haram kıldığı aşırı kâr yollarından biri de karaborsadır. Karaborsanın insanlara pek çok zararı vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz: Piyasada sun’î darlık meydana getirmek, tüketimi sun’î olarak artırmak, bu vesîleyle enflasyonu yükseltmek, fazla fiyatla tüketicinin mağdur edilmesi, alıcı-satıcı arasındaki itimat, iyi niyet, sevgi ve saygının ortadan kalkması... Peygamberimiz karaborsacıyı şöyle tehdit eder. “Pazara mal getiren rızıklandırılmış; ihtikâr (stok ve karaborsa) yapan lânetlenmiştir.“1283 İslâm toplumunda malların fiyatlarına sun’î olarak yapılan müdâhaleler asla câiz değildir. Rasûlullah (s.a.s.): “Pahalılığı arttırmak için fiyatlara müdâhale eden kimseyi Kıyâmet gününde büyük bir ateşin üzerinde oturtmayı Allah Teâlâ üzerine almıştır“buyurmaktadır.
Alış-verişte yemin etmek: Pazarlık esnâsında yemin etmek câiz değildir. Yalan yere yemin etmek ise daha büyük bir haramdır. Çünkü bu, basit bir kazanç için Allah’ın adını istismar etmek, müşteriyi kandırmaktır. Hz. Peygamberimiz (s.a.s.) Kıyâmet günü, Allah’ın, yüzlerine bakmayacağı üç gruptan birinin; “...malı şu fiyata aldım deyip müşterinin kendisini doğruladığı ve malını satın aldığı kimse” olduğunu bildirmektedir.1284 Başka bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: “Ticarette çok yemin etmekten sakının. Çünkü yemin sürümü artırabilir, fakat bereketi yok eder.”1285; “Yemin, malın tükenmesine, bereketin eksilmesine sebeptir.” 1286
Ölçü ve tartının doğru olması, alış-verişe hilenin karıştırılmaması: İslâm dini, insanları ahlâka, fazîlete ve muâmelelerinde dürüstlüğe çağırır. Müslümanın en dikkate değer özelliği, dürüst oluşudur. Alış-verişlerde hileden maksat; bir kimseyi söz, fiil ve davranışlarıyla etkileyerek satım akdinin onun yararına olduğunu telkin etmek ve onu piyasa fiyatının dışında bir satış bedeline râzı etmektir. Âyet-i Kerîme’de şöyle buyrulur: “Veyl (Azap, yazıklar) olsun ölçüde tartıda noksanlık edenlere ki, onlar insanlardan ölçüp (haklarını) aldıkları zaman tam olarak alırlar. Fakat insanlara (verilmek üzere) ölçtükleri veya onlara tarttıkları zaman eksiltirler.“1287
Hz. Muhammed (s.a.s.) Peygamber olduğu zaman Hicaz’da Arapların önemli bir kısmı ticaretle uğraşıyordu. Peygamber (s.a.s.) vahiy gereği olarak düzenleyici bazı hükümler getirerek dürüst bir piyasanın teşekkülünü sağladı. Ebû Hüreyre’den rivâyet edildiğine göre, Hz. Peygamber bir gün pazar yerinden geçerken, elini bir zâhire yığınının içine sokmuş, altının ıslak olduğunu görünce
1282] Beyhakî, Sünen, V/336
1283] İbn Mâce, Ticaret 6
1284] Buhârî, Müsâkât 5; Müslim, İman 46
1285] Müslim, Müsâkât 27
1286] Buhârî, Büyû 26; Müslim, Müsâkât 131
1287] 83/Mutaffifîn, 1-3; Ayrıca bk. 6/En’âm, 152; 17/İsrâ, 35; 28/Şuarâ, 181-183
- 286 -
KUR’AN KAVRAMLARI
satıcıya sebebini sormuştur. Satıcı yağan yağmurun ıslattığını bildirince, Allah’ın Elçisi şöyle buyurmuştur: “Bu ıslaklığı herkesin görmesi için zâhirenin üzerine çıkarman gerekmez miydi? Bizi aldatan bizden değildir.”1288 Bu hadis, alış-verişte hile yapmanın haram olduğuna delâlet eder.
Tefecilik, fâiz, kumar, rüşvet, gasb, çalma, hiyânet gibi hileli kazanç yollarının hepsi bâtıldır. Bu çeşit yollarla para kazanmak haramdır. Yalnız, kişinin çalışması, karşılıklı rızâya dayanan helâl malların ticareti, hibe ve miras yoluyla elde ettiği mal helâldir. Ticaretin meşrûluğu, karşılıklı rızâya bağlıdır. Aldatma bulunan ve aldatmanın farkına varıldığı zaman, taraflardan birinin râzı olmayacağı ticaret meşrû değildir.
Hz. Peygamber, dürüst ticaret yapanları şu hadisleri ile övmüştür: “Sözü ve muâmelesi doğru tüccâr, kıyâmet gününde arşın gölgesi altındadır.”1289; “Doğru, dürüst ve güvenilir tâcir, Peygamberlerle, sıddıklarla ve şehidlerle beraberdir.”1290; “En güzel ve hoş kazanç o tüccarındır ki; konuştuğunda yalan söylemez, kendisine inanıldığında emniyeti kötüye kullanmaz, vaad ettiğinde vaadinden dönmez, satın aldığında malı kötülemez, sattığında da övmez, borçlandığında vâdesini geçirmez ve alacaklı olduğunda borçluya güçlük çıkarmaz.” 1291
Kur’ân-ı Kerim, “ticaret” kavramını, bildiğimiz alış-veriş anlamında kullandığı gibi, aynı zamanda Allah’la yapılacak mânevî ticaret için de kullanır. Allah Teâlâ, zâten kendisinin verdiği, dilediği zaman dilediği şekilde alabileceği emâneti olan mal ve mülkü,1292 nefsi/canı Cennet karşılığında mü’min kullarından satın almak ister. Bu ticaret, hem insanın Allah’la ilişkisi yönüyle çok büyük şeref, hem de büyük bir ihsandır; çok kârlı bir ticarettir.
Kur’ân-ı Kerim, münâfıkların hidâyeti verip dalâlet satın almalarını kazançlı olmayan zararlı bir ticaret1293 olarak vurgular. Hakkı bâtıl ile karıştırmayı ve hakkı gizleyip insanlara açıklamamayı yasaklayan Kur’an, “âyetlerimi az bir karşılık ile (dünyevî çıkarlar uğruna) satmayın!”1294 buyurmuştur. Kur’an, bu çirkin ticareti işleyenlerin karınlarına doldurduklarının ateşten başka bir şey olmadığını, âhirette onlara çok acıklı bir azap verileceğini ifade eder. 1295
Kur’an, altın ve gümüşü (serveti) yığıp biriktirerek onları Allah yolunda harcamayanlara acıklı bir azâbın müjdelenmesini (hatırlatılmasını) emreder.1296 İnfak ve cihadı emreden Allah, mü’minlerden mallarını ve canlarını bu yolla Cennet karşılığı satın almak ister. Bu alış-verişte, Cennet peşin olarak gözle görülür şekilde ve acele verilmediği düşüncesiyle insanın şüpheye düşmesi çok yanlıştır. Çünkü güvenilir bir tüccardan çok daha fazla Allah’a güvenilmelidir. O el-Mü’mindir, kendisine güvenilendir. Mü’min de O’na iman edip güvenendir.
1288] Müslim, İman 164; Ebû Dâvud, Büyû’ 50
1289] İbn Mâce, Ticaret 1
1290] Tirmizî, Büyû’ 4, h. no: 1209; İbn Mâce, Ticârât 1, h. no: 2139
1291] Beyhakî, Şuabu’l-İman IV/221; Terğîb ve Terhîb, II/366
1292] 3/Âl-i İmrân, 26
1293] 2/Bakara, 16
1294] 2/Bakara, 41-42
1295] 2/Bakara, 174
1296] 9/Tevbe, 34
AHLÂK
- 287 -
O’ndan daha çok sözünü yerine getiren kim olabilir? Allah’la yapılan bu alış-veriş, gerçekten büyük kazanç olduğu için bu ticareti yapanlar sevinmelidir.1297 Sadece cihad meydanına atılıp canlarını Allah’a Cennet karşılığı satanlar değil; aynı zamanda Kur’an’ı okuyup namazı ikame edenler ve infak edenler de Allah’la alış-veriş yapmış sayıldıklarından, zarara uğramayacak bir ticaret umabilirler.1298 Dünyevî ticaret, İlâhî kurallara uyulduğu takdirde meşrûdur, insanın hayrına ve faydasınadır; ama esas kazançlı ticaret, âhirete yatırım yapmaktır. İnsanı acı bir azaptan kurtaracak ticaret çok daha önemli ve hayırlıdır. Bu ticaretin temel şartı, güçlü bir iman, malla ve canla Allah yolunda cihad etmektir. Bu sermâyeler hazırlanınca günahlar bağışlanacak, büyük kurtuluş gerçekleşecek ve Cennetlerdeki güzel köşkler ihsan edilecektir. 1299
Haram Kazanç Yolları: Aslında helâl olan, fakat içki, kumar, fuhuş ve fâiz parası gibi haram yollarla kazanılmış olan paralarla alınan gıdâ maddelerini yemek de haramdır. Böyle haram parayla elde edilen yiyecekler, farkında olmasak bile beden ve ruh sağlığımız açısından sakıncalı, âhiret gıdâlarına ulaşma açısından engelleyici özelliktedir. Kur’an, ancak helâl ve temiz gıdâlardan yememizi emretmiştir; maddî bakımdan temiz olsa da, haram olan gıdâlar, manevî yönden temiz değildir.
Mü’min, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin ihtiyaçlarını karşılamak ve gücü yetiyorsa toplumdaki ihtiyaçları gidermek için Allah’ın meşrû kıldığı, helâl yollardan geçimini temin etmeye çalışacaktır. Geçim zorluğunu bahane ederek haram yollardan para kazanmaya çalışmak, dünyada zulme ve sömürüye sebep olmak, âhirette İlâhî azaba uğramak demektir. Peygamberimiz bu gerçeği şöyle açıklar: “Haramla beslenen vücut (cennete giremez;) ona ancak ateş yaraşır.” 1300
Haramla beslenen kimse, Allah’tan uzaklaşacağı için, duâsı da Allah tarafından kabul edilmeyecektir. “...Bir kimse ellerini semâya kaldırarak: ‘Ya Rabbi, ya Rabbi, diye duâ eder. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, kendisi haramla beslenmiş olursa, duâsı nasıl kabul edilir?”1301 Müslümanın yiyeceğine, içeceğine, giyeceğine ve diğer ihtiyaçlarına dikkat edip haramlardan tüm gücüyle uzak durması gerekmektedir. Helâl lokmanın getireceği nimet de büyük olacaktır: “Kim helâl lokma yer, Sünnet (Şeriat) gereğince amel eder ve insanlar da, onun kötülüklerinden emin olurlarsa, o kişi muhakkak cennete girer.” 1302
Allah’a hakkıyla kulluk yapan, temiz ve helâl rızıklardan başkasını istemeyip nimetlere şükreden sâlih kullara, Allah dünyada da güzellikler ve zenginlikler verir. Nankörlük edenlerin kendilerine gelmesi için, onları cezalandırır: “Allah, güven (ve) huzur içinde olan bir şehri misal verir ki, o şehrin (halkının) rızkı her taraftan bol bol gelirdi. Fakat Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler de yapmakta oldukları şeylerden dolayı Allah, onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı. Andolsun ki, onlara kendilerinden peygamber geldi de onu yalanladılar. Onlar (kendilerine) zulmederlerken azap
1297] 9/Tevbe, 111
1298] 35/Fâtır, 29
1299] 61/Saf, 10-12
1300] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2787; Keşfu’l Hafâ, hadis no: 2632
1301] Müslim, Zekât, 65; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an, 3173
1302] Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâmet, 2640
- 288 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onları hemen yakalayıverdi.” 1303
Ekonomi ve Tevhid
“Birbirinizin mallarını haksız şekilde yiyip tüketmeyin ve başkalarına ait meşru mallardan hiçbirini bilerek haksızlıkla tüketmek için hukukî hilelere başvurmayın.”1304 İslâm dünya görüşünün genel adı tevhittir. Bu ilke, İslâm’ın hayata bir bütün olarak baktığı mesajını verir. Çünkü İslâm, insanın Allah’a olan inancını yitirmemesi ve O’na bağlılığını sürdürmesi için hayatı bu ilkeye göre ayarlar. İnsan, kişiliğini oluştururken de, onun ruhuna, Allah’ın tek İlâh ve her şeyin sahibi olduğu psikolojisini yerleştirir. Bundan maksat, insanın Müslümanca yaşamasını gerçekleştirmektir. Bunu sağlayan en önemli mânevî fon ise, tevhit inancı ve bu inancın insanda oluşturduğu erdemli ruhtur.
İnsan hayatının en önemli boyutlarından birini de iktisat oluşturmaktadır. Bunun için Kur’an bütün toplumsal süreçlerde olduğu gibi iktisadi hayatta da adâletin ayakta tutulmasını, sömürünün de ortadan kaldırılmasını öngörmüştür.1305 Kur’an’ın inmeye başladığı dönemde, iktisadî ve ticarî hayat, o günün şartlarına göre oldukça canlıydı. Ancak sosyal yapıdaki ayar alabildiğine bozulmuş, sömürü yaygınlaşmış, özellikle yoksul kesimler acı ve sefâlet içinde bırakılmışlardı. İşte bu yüzden Kur’an’ın İlk dönemde inen âyetleri, değinilen olumsuz durumu düzeltmeyi amaçlayan, bu kötü tabloyu tasvir ve tenkit eden ifade ve hükümlerle doludur.1306 Bu da, toplumda pek çok şeyin düzeltilmesi için, öncelikle iktisadî hayatta ahlâk ve adâleti garanti edecek bir kurallar sisteminin gerekli olduğunu ortaya koymaktadır.
İslâm’a göre her şeyin ve bütün mülkün tek sahibi Allah’tır.1307 Bunun için Allah’ı dikkate almayan bir mülkiyet anlayışı doğru değildir. İnsanın işlevi ise, bir emanet sahipliğinden ibarettir.1308 Demek ki mülkiyet, amacına uygun kullanılması için insana sunulmuş İlâhî bir bağıştır. Bu da insana en çok güven duyan dinin İslâm olduğunu göstermektedir. Görüldüğü gibi bu dünya ilim ve hikmet sahibi bir yaratıcının eseridir.1309 İnsan da böyle bir dünyada anlamlı bir hayat geçirmek ve kendinden bekleneni gerçekleştirmek için yaratılmıştır.1310 Öyleyse Allah’ın hayrı ve nimetleriyle dolu olan bu dünya kötü değildir.1311 Kötü olan, insanın aşırı bir ihtirasla bu dünyaya bağlanıp âhireti unutmasıdır. Çünkü mal ve mülkün, insanı ölümsüz kılacağı zannına kapılmak, büyük bir aldanıştır.1312 Şu halde insan, kendi istifadesine sunulan dünya nimetlerinden meşru şekilde yararlanmalı ve helâl rızık peşinde koşmalıdır.1313 O, kendini malla tanımlamamalı,1314 mal ve mülk de sadece belli grupların elinde dönüp duran bir güç olmamalı1303]
16/Nahl, 112-113
1304] 2/Bakara, 188
1305] Bk. 2/Bakara, 188, 275; 4/Nisâ, 29; 26/Şuarâ, 181-183 vb.
1306] Bk. 73/Müzzemmil, 11-13; 74/Müddessir, 11-15; 104/Hümeze, 1-4; 107/Mâun, 1-7 vb.
1307] 2/Bakara, 107; 3/Âl-i İmran, 26-27 vb.
1308] 2/Bakara, 30; 33/Ahzâb, 72
1309] 2/Bakara, 29 vb.
1310] Bk. 67/Mülk, 2
1311] Bk. 62/Cuma, 10; 30/Rûm, 46; 73/Müzzemmil, 20
1312] Bk. 96/Alak, 6-7; 42/Şûrâ, 27 vb.
1313] Bk. 62/Cuma, 10; 67/Mülk, 15
1314] 2/Bakara, 30; 33/Ahzâb, 72
AHLÂK
- 289 -
dır.1315 Aksi halde iktisadi hayatın dengesi bozulur, bunun sonucunda da, hem kendilerini hem de toplumu felakete sürükleyen bir sömürücü sınıfın oluşması kaçınılmaz olur.
İnsanları maddi ve mânevî yönden yoksulluğa iten en önemli neden, ekonomik güç merkezlerini elinde tutan kesimlerin, hukuk düzenini de kendi lehlerine olacak şekilde düzenlemeleri, sömürüyü alabildiğince yaygınlaştırmaları, kat kat fâiz (ribâ) uygulayarak insanları sefalete mahkûm eden bir zulüm düzeni oluşturmalarıdır. Nitekim sömürgeci önderlerin, işi zaman zaman tanrılık İddiasına kadar götürmeleri iktisadi hayatı alt üst etmiş, karada ve denizde fesadın çıkmasına yol açmış,1316 sonunda toplumsal sefalet ve çöküş kaçılmaz olmuştur.1317 Bu gerçek asgarî ahlâk kodu ile çevrelenmemiş bir ekonominin hem inşâ’ını hem de kendini tahrip edeceği gerçeğini gözler önüne sermektedir.
İnsanın fıtratında, mal, mülk ve evlat gibi arzular; bu arzulardan kaynaklanan ihtiyaçlar vardır.1318 Bunun için dünyaya karşı olumsuz bir tavır takınmak, hem İnsanın tabiatına hem de İslâm’ın ruhuna aykırıdır. Çünkü dinin istediği, arzuların yok edilmesi değil, onların insan fıtratına ve yaratılış gayesine uygun bir şekilde terbiye edilmesidir.1319 Şâyet arzular iyi terbiye edilmezse, insan bilinç çarpıklığına uğrayıp pek çok kötü işi, iyi ve yararlı gibi görebilir. İşte önemli olan insanı böylesi bir sapıklığa ve yanlışlığa düşmekten korumaktır.
Şükür, sabır, cömertlik ve yardımlaşma gibi pek çok erdem, mal ve mülkün kazanılıp kullanılmasıyla gerçekleşir. Zekât gibi zorunlu mali ibâdetin, infak ve ihsan gibi gönüllü eylemlerin temel amacı da, insanı meşru yolla kazanan ve kazandığını israfa kaçmadan harcayan şuurlu bir varlık haline getirmektir. Zaten bilme, İnanma ve şükretme arasındaki tevhidin gerçekleşip İnsanın ahlâkî yüceliğe ulaşması, ancak böyle sağlanabilir. Dünyanın ıslah ve imarı İse, ahlâkî bilince ulaşmış insanlarla gerçekleşir. 1320
Sosyal Adâlet ve Refah Tedbirleri
Ekonomik hayatta karşılaşılan olumsuzlukların giderilmesi için, sosyal adâlet ve refahı garanti edecek tedbirlere; hile, sahtekârlık ve haksız kazanç gibi sapmaları önleyecek yaptırım gücü olan kurallar sistemine ihtiyaç vardır. Bunun için İslâm, sosyal adâlet ve refah tedbîri olarak zekâtı getirmiş, toplum hayatını çökerten faizi yasaklamış ve sömürüyü ortadan kaldırıp halkı iktisadi yönden dengeli biçimde yükselten yepyeni bir ekonomik yapıyı temellendirmekle işe başlamıştır. Kur’an’ın buyrukları ve Peygamber’in (s.a.s.) uygulamaları, olağanüstü durumlarda bu gibi tedbirlerle toplum ekonomisinin yeniden düzenlenebileceğini ortaya koymuştur. Şu halde yöneticiler, toplumun zenginleşmesine, refahın yayılmasına ve sosyal adâletin köklü bir şekilde kurulmasına çalışmalıdırlar. Bu da kültür ve medeniyette yabancıların sömürüsünden ve emirlerinden kurtulup milleti oluşturan fertlere en geniş ölçüde imkânlar sağlamakla gerçekleşebilir. Zevk ve sefâhata dalıp halktan kopan yöneticilerle insanları maddi ve mânevî
1315] Bk. 59/Haşr, 7
1316] Bk. 30/Rûm, 41
1317] Bk. 17/İsrâ, 16; 34/Sebe’, 34-35 vb.
1318] Bk. 3/Âl-i İmran, 14-15; 17/İsrâ, 100 vb.
1319] Bk. 91/Şems, 7-9; 92/Leyl, 4-7 vb.
1320] 11/Hûd, 61 vb.
- 290 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sıkıntılardan kurtarmak mümkün değildir.
Öldürücü Rekabet Yerine Hayırlı ve Faydalı Hizmet
Günümüzde ekonomik sefalet, ekonomiye tapıştan kaynaklanmaktadır. Çünkü mevcut ekonomik sistem, büyük ölçüde rant sağlama yoluyla para kazanma üzerine kurulmuş; temelde insanı ve toplumu değil, kişisel çıkarların korunmasını hedeflemiştir. Bu, ülkemizin görülmeyen veya insanlara gösterilmek istenmeyen yüzüdür. Ama bu gerçek ne kadar gizlenmeye çalışılırsa çalışılsın sömürgeci güçlerin toplumu ezdiği, bir kurtarıcı gibi sunulan kurum ve kişilerin, ekonominin Deli Dumrul’u oldukları artık herkes tarafından bilinmektedir. Çünkü millet, bunların gerçek yüzünü görmektedir. Yaşanan bu olumsuzluklar, öldürücü bir rekabet yerine hayırlı ve faydalı bir hizmetle; sömürülen insanların, sömürenlerin elinden ve dilinden kurtarılmasıyla sona erecektir.
Sonuç olarak denebilir ki, Kur’an bir ekonomi kitabı değildir. Fakat o, her alanda olduğu gibi iktisadi alanda da dertlere şifa olabilecek evrensel ilkeleri ve doğrulan içerir. Çünkü Kur’an, emek ve çalışmayı ibâdet çerçevesinde ele alıp değerlendirir, dünyanın imarını ve ıslahını da mü’minin görevleri arasında sayar. Öyleyse yoksulluğu övme, dünyayı ıslah ve imarda geri kalma gibi anlayışları Kur’an’la bağdaştırmak mümkün değildir. İslâm’ın insandan istediği, mü’mine yaraşır bir izzetle yaşamasıdır. Bu da büyük ölçüde alan el değil, veren el olmakla gerçekleşebilir. 1321
Ekonomi ve Ahlâk
“Sahip oldukları her şeyden (yardım) isteyenlere ve sıkıntı içinde bulunanlara bir pay (ayırırlardı).”1322 Tevhid ilkesine ve evrensel İslâm düşüncesine dayalı bir toplum oluşturmayı hedefleyen Kur’an, insanların ayrılığa düşmelerini önleyen, insan emeğinin ve onurunun sömürülmesine yer vermeyen bir sistemi öngörür. O, sağlıklı ve ahlâklı bir toplum oluşturmak için, adâletin mutlaka gerçekleştirilmesini,1323 fırsat eşitliği İlkesinin de işletilmesini ister. 1324
Ekonomi terimi, bütün fertler için iktisadi, sosyal ve ahlâkî davranış modelleri öngören bir sistemi ifade eder. İslâm ekonomisini diğer ekonomilerden ayıran en önemli özellik, onun sosyal denge ve dayanışma için şart olan paylaşım adâletini temin etmesidir. Kur’an’ın, ekonomik sistemi yeniden yapılandırması sürecinde ilk hamleyi faize yapması, İslâm ekonomisinin değinilen özelliğini yansıtır. Çünkü faiz, adâletsiz paylaşımın ve haksız kazancın en önemli vasıtasıdır. Bunun için Kur’an, faizi ve tefeciliği, Allah ve Elçisi’ne karşı savaş açmakla eş günah saymıştır.1325 Görüldüğü gibi İslâm’da, dini, ahlâkî ve insani değerleri feda ederek kazanç sağlamak, hiç de makbul bir iş değildir. Şu halde insanî ve İslâmî gayeleri gerçekleştirmek için bir araç olan ekonominin, iman ve ahlâk gibi yüksek değerlerle yönlendirilmesi gerekir.
İslâm’da, ekonomi ile ahlâk değerleri arasında sıkı ve devamlılık arzeden bir
1321] Fâhrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Y., s. 253-256
1322] 51/Zâriyât, 19
1323] 4/Nisâ, 58; 5/Mâide, 8 vb.
1324] 49/Hucurât, 13
1325] 2/Bakara, 278-279
AHLÂK
- 291 -
uyum vardır. Zenginliğe ahlâkî bir özellik kazandıran zekât, dile getirilen gerçeğin en güzel örneğidir. Çünkü zekât, İslâm iktisat sisteminin ahlâkî bir yapısı olduğunu; bu yapının, toplumun mânevî değerlerini bozmadan insanlar arasında dengeli ve uyumlu bir oluşum sağladığını; insandaki aşın kazanç tutkusunu da törpülediğini ortaya koyar. Servet, zekât yoluyla hem sosyal sefaleti azaltma, hem de toplumda mânevî ilerleme sağlama aracı haline gelir. İslâm’da ekonomik faaliyetler tevhid, denge, hür irade ve sorumluluk gibi ilkelere dayalı olduğundan İslâm iktisat düzeni, ahlâkî bir yapıya sahiptir.
Kur’an, ekonominin çıkış noktasına ihtiyaç motifini koyar.1326 Yetimi örselemeyi, yoksulu azarlamayı yasaklar.1327 Servetin bekletilmesini değil, toplumsal işlevini yapabilmesi için işletilmesini ister.1328 Kur’an ilkelerine dayanan İslâm iktisadı, insanın insanı sömürmesine, servetin sefahate, gösterişe ve ahlâk bozukluğuna yol açmasına fırsat vermez. İsraftan uzak, gerekli üretim ve ölçülü tüketime açık yapısıyla yoksulluk kâbusunu ortadan kaldırır. İnsanlar arasındaki husumeti giderip toplumda huzur ve güven sağlar.
Kur’an’a göre insan, mükellef olan ve sorumluluk taşıyan ahlâkî bir varlıktır.1329 Müslüman da, sadece İnanan kişi değil, aynı zamanda İnancının gereklerini yaşayan insandır 1330 Müslüman, servet kazanmayı, kişisel çıkar değil, Allah’a kulluğunu sürdürmenin bir gereği olarak görür. İnsan hayatını çalışmaya dayandıran Kur’an,1331 doğru ve verimli çalışmayı kutsamış, ibâdeti de iş yapmaya engel görmemiştir.1332 Kur’an’ın çalışmayı ibâdet sayması, iman değerine eren mü’minleri çalışmaya sevk etmiştir. Burada, İslâm çalışmayı emrettiği halde “Müslüman ülkelerin birçoğu niçin ekonomik açıdan az gelişmiştir?” diye bir soru akla gelebilir. Müslüman ülkelerin pek çoğunun ekonomik açıdan az gelişmişliği bir gerçektir. Ama bu az gelişmişliğin sebebi, çalışmayı emreden İslâm değildir. Bugünkü Müslüman toplumların durumuna bakıp İslâm’ı yanlış yorumlamaya çalışmak, gerçeği maksatlı olarak saptırmaktır. Unutulmamalıdır ki Avrupa ortaçağın karanlığını yaşarken, dünyanın hâkimi, İslâm’ın hakkını veren Müslümanlardı.
Liberal ekonominin bencil yapısı, iktisadi değerlerle ahlâkî değerler arasındaki dengeleri bozmuştur. Bu dengelerin bozulması sonucu, madde putlaştırılmış, çok sayıda insan sömürgeci sistemlerin yemi haline gelmiştir. Ahlâkî değerlerden tecrit edilen ekonomik sistem, aşırı kâr ve sömürü aracı olmuştur. Bu gerçek, sömürü sistemlerinin zihniyet kimliğini ortaya koyması bakımından oldukça dikkat çekicidir. Türkiye’de uygulanan ekonomik sistem de aynı özelliktedir. Bugün ülkede cari olan ekonomik sistem, iktisadî ve ahlâkî değerlerle değil, egemen güçlerin şablonları tarafından yönlendirilmektedir. Her türlü yüksek değerden uzak tutulan bu ekonomik model, ülkede sadece sömürgeci ve yoksullaştırıcı bir büyümeyi sağlamıştır. Çünkü ülkede hep işsizlik, yoksulluk ve yolsuzluklar büyüyor, hayırlı yenilikler içeren verimli ve olumlu gelişmelere bir
1326] Bk. 51/Zâriyât, 19; 70/Me’âric, 25 vb.
1327] Bk. 93/Duhâ, 9-10
1328] Bk. 6/En’âm, 141; 17/İsrâ, 26; 30/Rûm, 38; 9/Tevbe, 34 vb.
1329] Bk. 17/İsrâ, 9, 36 vb.
1330] 43/Zuhruf, 69; 41/Fussılet, 33 vb.
1331] Bk. 53/Necm, 39
1332] Bk. 62/Cum’a 9-10
- 292 -
KUR’AN KAVRAMLARI
türlü ulaşılamıyor.
Batılı değerler içinde doğan ve İslâmi yapıyı dışlayan kapitalist sistem, günümüzde zengin ülkelerin yoksul ülkeleri sömüren bir aracı haline gelmiştir. Çünkü Batı, sadece kendine çıkar sağlayan değerleri savunmaktadır. İnsan emeğini ve onurunu sömüren ekonomik modeller karşısında, İslâm’ın yeri ve önemi bir kez daha gündeme gelmiş bulunmaktadır. Bu noktada yapılması gereken iş, insan toplumlarında İslâm.i değerler düzenini devreye sokarak ekonomiyi olumlu biçimde yönlendirmek, faiz ve haksız kazanç gibi helal olmayan, iktisadi hayatı kirleten girişimleri etkili tedbirlerle önlemektir. Ayrıca Müslümanların, kendilerini batı modeli ekonomik sistemlerden kurtarmaları gerekmektedir. Bunu gerçekleştirmek için toplumun bütün fertlerinde, İslâm’a doğru bir tavır değişikliği olmalıdır. İslâmi değerleri ayakta tutan bütün sosyal kurumlar da İslâmi çizgilere uygun biçimde yeniden ihya edilmelidir. Daha da Önemlisi, Müslümanların, sömürgeci ekonomik sistemlerin kör taklitçisi ve uygulayıcısı olmaktan vazgeçmeleridir.
Yüce Allah Kur’an’da: “Yarışmacılar mutlu son için yarışsınlar.”1333 buyurarak insanları mutlu sona erme yarışına çağırıyor. Alışverişte bile Allah’ı anan ve Kur’an’m iyi Müslüman tanımı içinde yer alan Yüce Allah’ın bu çağrısı, sadece Müslümanlara değil, bütün insanlara yöneliktir. Çünkü O: “İnsan için çalışıp uğraştığından başkası yoktur.”1334 hükmü ile, değinilen gerçeği bütün insanlara duyurmaktadır. 1335
Hangi Ahlâk?
Ahlâk; huy, tabiat, seciye anlamlarına gelir. İnsanın mânevî niteliklerine, tutum ve davranışlarına denilir. İnsan denilince akılda iki mefhum birlikte canlanır: Beden ve ruh. Beden için “sûret”, ruh için ise “sîret” tabirleri kullanılır. Meseleyi yaratılış açısından ele aldığımızda, bedenin yaratılışına “halk”, ruhunkine ise, “hulk” tabir edilir. Hüsn-ü hulk yahut hüsn-ü sîret terkibleri insanın bu iç dünyasının güzelliğini ifade ederler.
Yaratılış itibariyle insanın sûreti de güzeldir, sîreti de. Ne bedeninde noksan yahut fazla bir organ vardır, ne de ruhunda gereksiz bir sıfat, bir latife, bir his... Organları arasında tam bir uygunluk, bir tenasüb olduğu gibi, hissiyatı arasında da mükemmel bir ahenk mevcut. Öyle ise, “güzel ahlâk” yahut “kötü ahlâk”dan söz ederken neyi kastediyoruz? Bu soru ile beraber karşımıza insan ruhunun en belirgin bir özelliği olan “cüz’î irade” çıkıyor. İnsan kendi iradesini doğru yahut yanlış kullanmakla, iç alemini ya daha da güzelleştirebiliyor yahut büsbütün bozup mahvedebiliyor.
Zâhirî güzelliğe özenmekte hemen herkes müşterek! Bunun ölçüsü de insandan insana pek fazla farklılık göstermiyor. Aynanın karşısına geçildiğinde, yüzün herhangi bir yerinde bir is, bir karartı varsa bunun güzelliği bozduğunu herkes biliyor. Ruh güzelliğinde, ruhu güzelleştirmede ise, bu hassasiyeti, bu görüş birliğini göremiyoruz. Niçin mi? Çünkü tercih edilen aynalar farklı.
1333] 83/Mutaffifîn, 26
1334] 53/Necm, 39
1335] Fâhrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Y., s. 257-260
AHLÂK
- 293 -
Bütün mü’minlerin annesi Hz. Âişe’ye (r.a.) sorarlar: Rasûlullah’ın (s.a.s.) ahlâkı nasıldı? diye. Aldıkları cevap şu olur: “Siz Kur’an’ı okumadınız mı? Rasûlullah’ın (s.a.s.) ahlâkı Kur’an’dı.” Bu ibretli sözlerle, Müslümanın hangi ayinenin karşısına geçip, ruhuna çekidüzen vereceği, huylarını ayarlayacağı, sıfatlarını, kabiliyetlerini tanzim edeceği ortaya konulmuş oluyordu. Bu ayine Kur’an’dı ve Cenâb-ı Hakk’ın kullarında görmek istediği ahlâk da Kur’an ahlâkıydı. Kur’ân-ı Kerim’de bize bu ahlâkı ders veren birçok âyet mevcut.
“Allah muhsinleri sever” âyetini okuyan bir mü’min, düşkünleri korumaya, açları doyurmaya, manen gıdasız kalmışların imdadına ilim ve irfanla koşmaya çalışır.
“Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme, çünkü sen asla arzı (yer küreyi) yaramazsın. Ve boyca da dağlara erişemezsin” fermanını okuyan ve “Allah mütekebbirleri sevmez” âyetini dinleyen bir insan kibri bırakır, tevâzuya yapışır.
“Allah tevekkül edenleri sever” âyetinden ders alan bir mü’min, şikâyeti, itirazı, hırsı bir yana atar. Sebeplere teşebbüs ettikten sonra, artık, “elbette, mutlaka, illa” demez; “İnşallah, na-sipse, hayırlısıyla” der. Kalbi kararsızlıktan ve endişeden kurtulur; rızâ ve teslimiyetle dolar.
Misalleri çoğaltabiliriz. Diğer taraftan, Kur’an’ın en birinci tefsiri olan Hadis-i Şeriflerde de bu husus bütün teferruatıyla yer almış. Bunlardan birisi: “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”
Bilindiği gibi, her peygamber kendi ümmetine güzel ahlâk dersi vermiş, onları Allah’ın razı olacağı ahlâk modeline göre yetiştirmeye çalışmıştı. Peygamberimiz (s.a.s.) ise, bu güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildi. Yani, Âdem aleyhisselam ile başlayan bir dersin, en mükemmel tarzını göstermek, en ileri seviyesini vermek için vazifelendirildi. Zira en büyük İlahi ferman O’na (s.a.s.) nâzil olmuştu.
Hadis-i Şerifteki “tamamlama” kelimesi üzerinde dikkatle durmak gerekiyor. Bilindiği gibi yarım olan, eksik olan şey tamamlanır. Hiç varlığından söz edilmeyen bir şeyin tamamlanması da bahis konusu olmaz. O halde, ortada güzel ahlâkın bazı esasları mevcut, ama noksan. Semavî dinlerin tesiriyle, birçok cemiyette yalan ayıplanır, zina yasaklanır, hırsızlık cezayı gerektirir, dedikodu hoş görülmez. Bütün bunlar İlahî iradeye uygun. Ve bütün bunlar Kur’an ahlâkından bazı şubeler. Ama bu kadarı kâfi değil... Bu Hadis-i Şerif ile Hz. Âişe’nin (r.a.) sözünü birlikte değerlendirdiğimizde, Kur’ân-ı Kerim’deki bütün emir ve yasakları, bütün teşvik ve tehditleri birlikte nazara almamız ve güzel ahlâkın ancak bütün emirlere uyma ve bütün yasaklardan sakınma ile tahakkuk edebileceğini kabul etmemiz gerekmiyor mu?
Şu âyet-i kerimeyi ibretle okuyalım: “Allah, şirki (kendisine ortak koşulmasını) elbette bağışlamaz. Ondan başka günahları, dilediği kimse için bağışlar...” Allah’ın hukukuna en büyük tecavüz, ona şerik, yani ortak koşmak. Bu suçu işleyen bir insan, kesinlikle affedilmiyor. Bir başka ifadeyle, Cennete kesinlikle giremiyor. Cehennem azâbına layık bulunuyor. Bu cinâyeti işleyen bir insan artık, diğer insanlarla nasıl iyi geçinirse geçinsin, onlara ne kadar centilmence davranırsa davransın, kul hakkına riâyette ne derece hassas olursa olsun güzelleşemiyor; Allah indinde güzel olamıyor ve güzellerin diyarı olan Cennete adım atamıyor.
- 294 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Burada çok önemli bir İslâmî kaideyi birlikte hatırlayalım: “Allah için muhabbet ediniz. Allah için buğz ediniz.” Bu kaideden alacağımız dersle, biz de Allah’ın sevdiği kimseleri sevecek, ancak onlara “iyi”, “güzel”, “ahlâklı” diyebileceğiz... O’na karşı en büyük ahlâksızlığı yapan kimseleri, hoşumuza giden birkaç müsbet sıfatlarının hatırına, ahlâklı kabul etmeyeceğiz. O müsbet sıfatların hakkını vereceğiz, ama o kimselerin ahlâkının kemale ermemiş olduğunu, “güzel ahlâkı tamamlamak” üzere gönderilen Peygamberimizin (s.a.s.) terbiyesi altına girmedikleri sürece, bunun mümkün de olamayacağını çok iyi bileceğiz... 1336
Ahlâk Toplumu
“Bütün mü’minler kardeştir...”1337 Kur’an’ın temel gayesi, doğruluk ve adâlet üzerine kurulmuş olan bir ahlâk toplumunu varlık alanına çıkarmaktır. Peygamber’in (s.a.s.): “Ben ahlâkî güzellikleri tamamlamak için gönderildim.”1338 sözü, bu gayeyi açık bir şekilde dile getirir.
Kur’an, müslüman toplumun temel özelliklerini belirtir. İslâm toplumu, temelde tevhid inancına bağlı bir kardeşlik toplumudur.1339 Doğruyu buyuran, kötülükten alıkoyan ve Allah’a inanan en hayırlı toplumdur.1340 Aşırılıklardan arınan, öteki toplumlara örnek olan;1341 düşman karşısında kuvvetli, kendi aralarında merhametli;1342 iyilikte yarışan ve yardımlaşan; 1343 işlerini aralarında şûrâ (danışma) ile yapan;1344 fitne ve fesat çıkarmayı, kargaşaya kapı açmayı en büyük suç sayan;1345 sosyal adâlet dengesinin bozulmasına izin vermeyen;1346 bir toplumdur. Böyle bir toplumda hiçbir haksızlığa ve ahlâksızlığa yer verilmez, kişilerin itibarına ve onuruna gölge düşürülmez.
Kur’an, İslâm toplumundan iç düzeninin sağlanmasını istemiş, sosyal, siyasi ve ekonomik istismarların tamamını yasaklamıştır.1347 Bu toplumun vazifesi, yeryüzünü ıslah etmek, oradan bozgunculuğu, haksızlık ve ahlâksızlıkları söküp atmak sûretiyle yaşanabilir ahlâkî, sosyal ve siyasi bir düzen kurmaktır.1348 Eğer toplumu çekip çeviren bir ahlâk düzeni olmazsa orada adâlet gerçekleşmez, güçlü zayıfı ezer, denge bozulur, hiçbir şey doğru olarak yerine oturtulamaz. Her türlü haksızlıkların ve ahlâksızlığın boy gösterdiği bir toplum, sonunda helak kanunu gereğince yok olmaya mahkûmdur.1349 Şu halde Kur’an’ın belirlediği biçimde bir ahlâk düzeni kurmak, her inanmış insanın hem gayesi hem de görevi olmalıdır. İşte bundan dolayı bütün peygamberler, vahye dayalı sosyal bir düzen kurmak için çalışmışlar, toplumun örnek nüvesini oluşturup adeta bütüne tesir
1336] Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, Zafer Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1999, s. 185-188
1337] 49/Hucurât, 10
1338] Bk. Kurtubî, el-Câmi li Ahkâmi’l-Kur ‘an, 18/227
1339] Bk. 49/Hucurât, 10
1340] 3/Âl-i İmrân, 110
1341] 2/Bakara, 143
1342] 48/Fetih, 29
1343] 3/Âl-i İmrân, 114; 5/Mâide, 2
1344] 42/Şûrâ, 38
1345] 2/Bakara, 190-191 vb.
1346] 59/Haşr, 7
1347] Bk. 90/Beled, 17; 103/Asr, 3; 5/Mâide, 2; 49/Hucurât, 11-13 vb.
1348] Bk. 3/Âl-i İmrân, 104, 110, 114; 22/Hacc, 41
1349] Bk. 17/İsrâ, 16; 18/Kehf, 59 vb.
AHLÂK
- 295 -
eden bir maya olmuşlardır.
Peygamber Kıssalarının Ahlâkî Mesajı
Kur’an’da zikredilen peygamber kıssaları, onların toplumlarını sadece Allah’a inanıp O’na ibâdet etmeleri, dürüst ve ahlâklı yaşamaları yolunda onları İkna için gösterdikleri çabaları ve yaptıkları uyarıları içermektedir.1350 Kur’an bu kıssaları, hangi çağda ve hangi toplumda olursa olsunlar, bütün insanlar için bir ibret, yaşanmıştan çıkarılmış bir ders olarak takdim eder. Demek ki Kur’an’daki kıssaların anlatılmasından maksat, belli bir toplumun hayatını hikâye etmek değil, ahlâksız bir hayat sürmüş olan toplumların ortak kaderini ve acı sonlarını hatırlatarak öğüt vermektir. Bunun için Kur’an’daki peygamber kıssaları bir hayat hikâyesi olmaktan çok yaşanan hayatın kendisidir. Hem insanların, boş gurura ve büyüklük duygusuna kapılıp günahkârca bir hayat sürmeleri, geçmişte kalmış bir olay değil, her an karşılaşılan bir gerçektir. İşte kendilerine gönderilen peygamberlere karşı çıkan Firavun ve Karun gibi azgınların kıssalarıyla da tarihi bir olayın anlatımı değil, ahlâkî bir mesaj amaçlanmıştır.1351 Çünkü Firavun’un boğulması, Karun’un yere batırılması, dünya iktidarının ve servetinin şu veya bu sebeple beklenmedik bir biçimde elden çıkıp gideceği mesajını verir. Kur’an bu gerçeği insanların zihninde sürekli canlı tutmak için, servet ve iktidarını putlaştırıp ahlâksız ve adâletsiz davrananların İlâhî irâde tarafından cezalandırmışını, insanlık tarihinin ibret verici olayları arasında zikreder. Çünkü servet ve iktidar sahibi olanlarla peygamberler arasındaki mücadelenin temel sebebi, zâlim kişi ve kadroların hayatın doğru yaşanmasını istemeyişleridir.
Ahlâk ve Siyaset
Toplumda hayırlı yenilikler içeren köklü değişiklikleri gerçekleştirebilmek için, siyasi güce İhtiyaç vardır. Bilindiği gibi Peygamber (s.a.s.) Mekke toplumu içersinde sosyo-ekonomik yönden zayıf ve ezilmiş sınıfları güçlendirmek için yeni bir ıslahat planı başlatmış, ancak bu planını, Medine’ye hicret edip siyasi gücü elde ettikten sonra gerçekleştirebilmiştir. Siyaset, toplum hayatının düzenini sağlayan ilke ve değerleri, uygulama alanına aktarma aracıdır. Hemen belirtelim ki, iyi yönetim meşru ve âdil güç ile, meşrû güç siyasetle, siyaset de güzel ahlâkla olur. Ahlâksız siyaset, İslâm, insan ve ülke yararı için değil, kitleleri zâlim kişi ve kadrolara kul etmek içindir. “Ticarette ahlâk aranmaz, siyaset ahlâkla olmaz.” diyenlerin toplumu ne hale getirdikleri herkesin malumudur. Şimdi de kötülük dolu akıllanyla zulüm ve sömürüye dayanan sistemlerini devam ettirmek için, zaman zaman yüksek değerleri kendi çıkarlarına alet etme ahlâksızlığını gösteriyorlar. Sömürü sistemlerinin oluşturduğu ahlâksız ortamda yaşayan kitleler, tam bir çaresizlik içindeler. Bu sistem içinde, hangi insan başvurduğu yerden olumlu sonuç alabiliyor? Tam aksine, olumlu sonuç bekleyen hüsrana uğruyor. Çünkü insanlar adâlet beklediklerinden zulüm, dostluk beklediklerinden hiyânet, iyilik beklediklerinden de kötülük görüyorlar.
Pek çok insan sevmeyi, affetmeyi, dürüstlüğü ve fedakârlığı çoktan unutmuş görünüyor. Yalanın ve isyanın sergilendiği toplumda, utanılacak şeyler teşhir ediliyor ve bundan da büyük bir haz duyuluyor. Mahremlik vitrin halini almış,
1350] Bk. 7/A’râf, 59-93, 103-137 vb.
1351] Bk. 28/Kasas, 3-44, 76-81 vb.
- 296 -
KUR’AN KAVRAMLARI
aldatmak, çağdaş vurgunlar yapmak zekâ hakkı kabul ediliyor. Bütün bu olumsuzlukların baş aktörleri, sonrada çıkıp temiz ellerden söz edip temiz toplum istiyor.
İnsanlık bu haksız ve ahlâksız durumdan ancak İslâm ahlâkı ile kurtulabilir. İslâm ahlâkı, Allah’ın vahiylerinden oluşan kuralları yaşama ahlâkıdır. Peygamber (s.a.s.) de Kur’an ahlâkının yaşayan örneğidir. Onun kişiliği, insanın ve imanın kemalidir. Çünkü o, imanı eyleme dönüştürerek dünyaya duyuran bir kişiliğin örneğidir. Bu öyle bir kişilik ki, Hak için halk elinde taşlanmaktan, inancının gereğini yaptığını söylemekten ve davasını yaşatmanın bedelini ödemekten asla korkmaz.
Fert ve toplumlar, iman değerini kaybettikleri gün, mutlu bir hayata ve güzel ahlâka veda etmiş olurlar. Fert ve toplumları noksanlıktan mükemmelliğe ancak İslâm ulaştırır. Öyleyse yetişmeyeni yetiştirmek, noksan olanı tamamlamak gerekir. Elbette yılların yanlışı bir kalemde silinemez. Fakat yetişmeyenin eline yetkiler verilerek yeni yanlışlar yapılmamalıdır. Aksi halde iki yüzlü siyasetin hilekâr kadroları, kitlelere ve masum insanlara karanlıkta hayâl seyrettirmeye devam ederler. İslâm, kendi insanından oluşan toplumla öne geçerse, tüm haksızlıklar ve ahlâksızlıklar sona erer. 1352
Karakter (Huy) ve Karakterlerin Değişip Değişmemesi
“Karakter” kelimesini kullanmamızın sebebi, bu kelimenin dilimizde yerleşmiş bir kavram olmasından dolayıdır. Bu kelimeyi karşılayabilecek diğer kelimeler daha az sıklıkla kullanılmaktadır. “Karakter” kelimesi Fransızca asıllı olup lügatlerde: “Bir bireyin kişiliğini oluşturan ve çevresine gösterdiği tepkileri belirleyen sürekli, duygusal niteliklerin tümü”1353 ne verilen addır. Bu kelime dilimizde genelde “tabiat” kelimesi ile karşılanmaktadır. “Tabiat” kelimesi ise: “Bir varlığı, bir şeyi belirleyen özelliklerin tümü”,1354 “Bir şeyin ulaştığı ve kapandığı son nokta, “Bir kimsenin temel kişiliğini oluşturan özellikler, eğilimler bütünü, huy, karakter”1355 şekillerinde açıklanmaktadır. Ayrıca görüldüğü üzere “karakter” kelimesi “seciye” ve “huy” gibi kelimelerle de karşılanmaktadır. “Seciye” kelimesi “tabiat, huy, yaratılış anlamlarına gelip Fransızca “caractere” kelimesi karşılığıdır.”1356 “Huy” kelimesi ise “farsça asıllı olup; yaratılıştan gelen özellik, tabiat, mizaç; sürekli yenilendiği için vazgeçilemez bir durum almış alışkanlık”1357 anlamlarına gelmektedir. Bu son tarifimizde bu defa da “tabiat” kelimesi “mizaç”la özdeşleştirilmektedir. “Mizaç” kelimesi ise Arapça kökenli bir kelime olup “mânevî niteliklerin, eğilimlerin tümü”1358 anlamına gelmektedir. Bu kelimenin anlamını Arapça bir sözlükten vermememizin sebebi, kelimenin yapı itibariyle Arap dilinde Türkçemizdeki gibi bir mana almamış bulunmasından dolayıdır. Türk Dil Kurumu’nun yayınlamış olduğu Türkçe Sözlük’te de “seciye” kelimesi karşılığında “karakter” kelimesi verilmekte ve “karakter” ke1352]
Fahreddin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Y., s. 249-252
1353] Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, Gelişim Yay., “Karakter” maddesi
1354] Meydan Larousse, Büyük Lügat ve Ans., “Tabiat” md.
1355] Büyük Larousse Söz. ve Ans., “Tabiat” md.
1356] Mustafa Nihat Özön, Osmanlıca-Türkçe Sözlük, “Seciyye” md.
1357] B. Larousse, “Huy” md.
1358] M. Larousse, “Mizaç” md., B. Larousse, a.g.m.
AHLÂK
- 297 -
limesine ait olan açıklamada da; bu kelimenin Yunanca asıllı olduğu ve “bir şeyi benzerlerinden ayırt etmeye yarayan temel özellik, seciye”1359 anlamına geldiği belirtilmektedir.
Bütün bu lügavî izahlardan şunu anlıyoruz ki, Kur’ân-ı Kerîm’de insanı niteleyici temel özelliklerin “karakter” kelimesi ile karşılanması hiç de yanlış olmamaktadır. Ancak burada “karakter” kelimesi üzerindeki mütalaiarımız henüz sona ermiş değildir. Bundan sonraki kısımlarda da “karakter” kelimesinin biraz da ıstılahı denilebilecek anlamlarına ve bu arada “karakter-şahsiyet” terimlerinin birbirleri ile olan yakınlığı-uzakhğı konularına dikkat çekmek istiyoruz.
Grolier Universal Ansiklopedisinde “karakter” kavramı hakkında şu mütalalara rastlıyoruz: “Karakter, şahsın ahlâkî prensiblere bağlılığının meydana getirdiği bir tezahürdür. “Şu kimse iyi kraktere sahiptir” cümlesi onun doğru ve düzenli bir kişi olduğunu belirtir. Yine “iyi karakter” cümlesi, çoğu zaman sebat, azim ve kararlılığı belirtmede kullanılır. Psikologlar, karakterin, kişiliği belirleyen merkezî bir görüş açısı mı yoksa bir şahsın ortaya koyduğu belli birtakım spesifik huylar mı olduğu konusunda ayrılık içerisindedirler. Genel kullanım ve deneyim, birinci görüşe ağırlık kazandırmaktadır. Meselâ, bir kimse devamlı olarak camiye gidiyorsa, bu kişinin diğerleri ile olan ilişki ve davranışlarında dürüst olduğu kabul edilir.1360 Buradan da anlaşılabileceği üzere karakter hem iyi hem de kötü tandanslı olabilmektedir. Ancak umumî kullanımda daima karakterin olumlu yönü kastedilmektedir. Hâlbuki karakter, “ruhta iyice yerleşen prensipler vasıtasıyla her irade fiilinin kesin ve muayyen olması üzerine ruhun istikrar kazanmış halidir.”1361 Bu istikrar daha önce işaret ettiğimiz müsbet ya da menfî yönde olabilir. Şâyet karakter menfî tarzda istikrar kazanmışsa bu, o kişinin olumsuz ve gayr-ı ahlâkî şahsiyetini ortaya koyar ki bu duruma Türkçemizde galat-ı meşhur nevinden “karaktersiz şahsiyet” denir. Hâlbuki bu şahıs karaktersizlik sıfatından öte “kötü karakter” sergilemektedir. Ancak ruhun istikrar kazanmış olduğu “prensipler, zamanın ve cemaatın ahlâk prensipleriyle uygunluk teşkil ederse işte o zaman karakter, ahlâklılık vasıfmı taşır ki bu, aynı zamanda kıymet ifade eden bir kavram olur.”1362 Yani, ahlâkî karakter kavramında çevreye karşı hususî bir vaziyet alma vardır diyoruz.
Ferdin karakter yapısı “kendi içinde ahenkli, vahdetli, tek bir istikamete yöneltilmiş bir hayat şeklidir.”1363 Ancak “psikolojik araştırmalar, insanların bazı durumlarda dürüst olurlarken daha başka birtakım Özel durumlarda ise dürüst olmayabildikleri fikrini ileri sürmektedirler. Mesela, bir şahıs, çevresi ve arkadaşları ile dürüst olurken vergi konusunda dürüst olmayabilmektedir.”1364 Buna göre, böyle bir şahsın karakteri de kendisinde zıtlıkları barındırabilen bir karakter yapısıdır diyebiliriz. Gerçi misâlimizdeki vergi konusunda dürüst olmayan şahıs bu hali ile bir tutum-davranış sergilemektedir. Ama bizler, bir insanın davranışlarına veya tutumuna bakarak onun karakteri ya da ruhî kıymeti hakkında bir değerlendirme veya hükümde bulunabilir miyiz? “Bir dinamo makinesinin dönmesi/hare1359]
Türkçe Sözlük, T.D.K. Yayınları, “Seciyye” md.
1360] Grolier Urıiversal Encyclopedia, “Character” md. New York, 1971
1361] Kerschensteiner, G., Karakter Kavramı ve Terbiyesi, s. 15
1362] A.g.e., s. 15
1363] A.g.e., s. 28
1364] Grolier Universal, Encyclopedia, a.g.m.
- 298 -
KUR’AN KAVRAMLARI
keti elektrik cereyanının bir unsuru sayılmadığı gibi, hareketler de ruhî durumun, daha doğrusu ruhun kıymet şeklinin bir unsuru sayılmaz.”1365 Çünkü “hareketler bazan gerçek ruhî durumun hakiki hüviyetini (mahiyetini) bile göstermeyebilir. Öyle terbiye metotları vardır ki pek erken başladığı, devamlı ve müstekar olarak tatbik edildiği takdirde bazı insanlarda, bilhassa irade bakımından istidadı zayıf olanlarda birtakım alışkanlıklar meydana getirebilir.” 1366
Karakter Değişmez mi?
Karakter değişmez midir; karakterin şekillenmesinde veya değişimlerinde bir hürlük ve dolayısıyla bir sorumluluk payımız var mıdır? Deneyler, insandaki doğuştan karakteri az veya çok ama sürekli olarak gizleyen ve iten sonradan edinilmiş bir karakterin ortaya çıktığını göstermektedir. Ama bu sonradan edinilmiş karakterin devamlı etkisiyle doğuştan gelen karakter tamamen ortadan kalkabilir mi? Kalkması az rastlanabilir olmakla beraber tamamen imkansız bir durum da değildir.
Normal bir kimsenin, kendi karakterini yeterince enerjik bir irade çabasıyla değiştirme gücüne gelince, bu durum varlığı inkâr edilmeyen bir gerçektir. Bunun içindir ki, psikolojik ve mânevî hayatı durmadan değişir, gelişir ve hatta sonsuz bir şekilde ilerleyebilir. 1367
Ayrıca muayyen bir ölçüde muhitin ve yaşama şartlarının değişmesini, fertteki statü değişikliklerinin vb. durumlarının da karakter üzerinde doğrudan doğruya ve en tesirli neticeler meydana getirebileceğini önemle belirtmek lâzımdır.1368 Memur olarak yaşam sürdürmekte iken amir konumuna yükselen, fakir iken zenginliğe kavuşan veya bunların aksine amir iken memur, zengin iken fakir duruma düşen kişilerdeki davranış/tutum değişiklikleri, hep muhitin ve yaşama şartlarının İnsan karakteri üzerinde müsbet ya da menfi olarak yapmış olduğu değişikliklerin birer tezahüründen ibarettir.1369
“Karakter ve Şahsiyet” Kelimelerinin Mukayesesi
Aslında farklı anlamlar ifade eden “karakter” ve “şahsiyet” kavramları Türkçemizde eşanlamlı kelimeler gibi kullanılmaktadır. Hâlbuki bu iki kavram birbirinden ayrıdır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi umumî mânâda karakter, insanın çevresine karşı değişmeyen bir tavır almasıdır (Tabii ki eğitimde statik mânâda bir değişmezlik ruh sağlığını bozar). Bu çevreye karşı vaziyet alma hem müsbet ve hem de menfi mânâda olabilir. Şahsiyette ise nevi şahsına mahsus bir hal vardır. Şahsiyet, yüksek ve mânevî kıymetlerden ayrı düşünülemez. 1370
Bu iki kavramdan her biri, şahsın mânevî hüviyetinden emniyet ve itimat ister. Mesela karakterin itimat ve güveni hareketlerin muayyen düsturlara bağlı bulunmasıyla ve şahsiyetin emniyet ve itimadı da düşünce, duygu ve hareket tarzlarıyla belli olur. Şahsiyet kavramında insanın bütün varlığı, bütün mahiyeti
1365] Kerschensteiner, G., a.g.e., s. 16
1366] Kerschensteİner, G., a.g.e., s. 16; Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994, 6-9
1367] M. Larousse, a.g.m.
1368] Palmade, Guy, Karakter Bilgisi, Çev. Afif Ergunalp, Anıl Yayınevi, İstanbul
1369] Musa Kâzım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 9-10
1370] Kerschensteiner, G., a.g.e., s. 28
AHLÂK
- 299 -
akla geldiği halde, karakter kelimesinde bütün varlık akla gelmez. Zira şahsiyette duygu, düşünce ve hareket tarzları topyekün gözönünde bulundurulur. Karakterde ise daha ziyade yalnız iradeyi harekete getiren düsturlar akla gelir. Bu kavramların ayrılığını iki örnekle daha belirgin hale getirmek istiyoruz.
Meselâ, işlerinde hayli dağınık olan bir adam, davranış prensiplerine göstermiş olduğu İtina ve titizlik sebebiyle pekala karakterli bir kimse olabilir. Böyle bir adamın biricik kusuru, işlerinde dağınık olmasıdır. Bu adam bütün işlerinde emniyetli ve itimatlı davranıyorsa bu kişiye kötü karakterli denemez. Ama bu dağınıklık hali şahsiyet için zıt bir durumdur. Kendine topyekün bir renk ve şekil vermek isteyen şahsiyet dağınıklığa mezun olmadığını bilir.
Yine; ukalâ, bilgiç, haris, kısaca küçük yaratılışlı olan bir insan bu olumsuz sıfatlarına rağmen karakterli olabilir. Böyle bir insan bütün ukalalığına ve bilgiçliğine rağmen düsturlara yani prensiplere göre hareketlerinde tutarlı olabilir. Fakat böyle bir insana hiçbir zaman şahsiyetli diyemeyiz. Çünkü şahsiyet kavramında küçüklük alameti yoktur. Şahsiyet, kendi hareketlerinin metotlarını, yollarını ve vasıtalarını takdir etmekte serbesttir ve canlıdır. Hayatta küçüklükle uğraşan şahıslar vardır; fakat şahsiyetler küçüklüklerle uğraşmaktan hoşlanmazlar. 1371
Karakter Eğitimi
“Karakter eğitimi” kelime anlamı olarak, “bireylerde belli bir ahlâk anlayış ve ölçüsüne göre birtakım özellikler geliştirme amacını güden eğitim”1372 anlamına gelmektedir.
Bilindiği gibi Cenâb-ı Hak, insanı emir, nehiy ve cezaları kaldırabilecek bir kapasitede yaratmıştır. Aynı zamanda insanda, kendisine muvafık gelen şeyler karşısında sevinme vb. kendisine zıt gelen durumlar karşısında da öfke vb. duygular koymuş, daha sonra da akıl vasıtasıyla, nefsin dâvet etmiş olduğu şeylere karşı cehd ve gayret göstermelerini emretmiştir. 1373 İnsanın göstereceği cehd ve gayret nisbetinde de onun karakter eğitimi büyük ölçüde gerçekleşmiş olacaktır. Çünkü karakter terbiyesinde emrin büyük bir önemi vardır. Bir emre, korkudan itaat edildiği gibi saygıdan, sevgiden dolayı da itaat edilir. Kur’ân-ı Kerîm, karakter eğitiminde her iki unsuru da kullanmıştır ki biz bu tür âyet-i kerimelere tergîb ve terhib âyetleri diyoruz. Bu husus da ileride tafsilatlı olarak izah edilecektir.
Herhalde emir, karakter eğitiminde ihmal edilemeyecek bir kuvvettir. Zira, güçlü bir otoritenin sıkı ve kesin emirleri kadar iradeyi istemiyerek gündelik hareketlerimiz üzerine çevirecek müsait bir kuvvet daha yoktur.1374 Ancak, karakter eğitiminde bilhassa şuna dikkat edilmelidir: Her karakter istidadına herhangi bir ahlâkî idenin her emrini, her vecibesini değil, belki karakter istidadına uygun
1371] Kerschensteiner, G., a.g.e., s. 28-29; Musa Kâzım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 10-11
1372] A. Ferhan Oğuzkan, Eğitim Terimleri Sözlüğü, T.D.K. Yay., Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1981
1373] el-Muhâsibî, Ebû Abdillah el-Haris, Daru’l-Kütübi’l-İlmiye, Beyrut
1374] Kerschensteiner, G., a.g.e., s. 98
- 300 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gelenini telkin edebiliriz.1375 İşte Kur’ân-ı Kerîm “Hayır işleyin”1376; “Güzel amel ve hareketlerde bulunun.”1377 vb. genel ifadeler kullanarak fertlerin temayül ve istidatlarını Ön plana çıkarmayı yani diğer bir mânâda onların karakterlerine uygun gelen iyi şeyleri yapmalarını tavsiye ederek onları bir nevi karakter eğitim sürecine girdirmiştir. Çünkü bir ferdin “temayül ve istidadı dinî işlerde aktif hizmet görmekle, bir diğerininkisi ilmî hakikatlere, bir üçüncüsü yalnız estetik hakikatlere hizmet etmekle tatmin edilebilir.”1378 Herkes bilir ki estetik ifade etmesi açısından hat sanatının ve büyük hat dahilerinin ortaya çıkmasını sağlayan ve onların bu bediî sanatı doruk noktasında ortaya koymalarına sevk eden âmil hiç şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm’in altmışsekizinci sûresi olan Kalem sûresinin birinci âyet-i kerimesi olan “Kaleme ve (kalem tutanların) yazdıklarına andolsun.”1379 âyeti olmuştur. Yine dinî işlerde aktif hizmet görmek isteyen kişilerin bu noktadaki yegâne saikleri Kur’ân-ı Kerîm’deki emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker “iyiliği emredip kötülükten alıkoymak”1380la ilgili âyet-i kerîmeler olmuştur.
Öyleyse Kur’ân-ı Kerîm birtakım sınırlamalar dışında, genel ifadelere de yer vermek sûretiyle herhangi bir ahlâkî yargının her yükümünü değil, belki kişinin karakter istidadına uygun geleni almasını hedeflemiştir diyebiliriz. 1381
Karekter Eğitiminin Önemi
Karakter, doğuştan kazanılmayan ve sosyal bir kavram olarak insanların çok yönlü özelliklerini tanımaya yarayan davranışlar bütünlüğüdür. İnsanın kendisine, çevresindekilere, genel olarak topluma karşı tavırlarını belirleyen karakter, toplumsal bir kavramdır. İyiyi bilme, iyiyi sevme ve iyiye ulaşma olarak bilinen karakter, düşünce hissetme ve davranış olarak da tanımlanır.
Alfred Adler’e göre: “Karakter, ne verâsetle geçen ne de doğuştan gelen birtakım yatkınlıklardır. Örneğin bir çocuk, tembel olarak doğmaz. Hırs, kıskançlık, güvensizlik gibi karakter özellikleri kişiliğin ayrılmaz bir parçası olduğunu kabul etsek bile, bunların verasetle geçtiğine ve değişmez olduğuna inanılamaz. Bunlar hayatın, erken yıllarında kazanılmış bir takım özelliklerdir.” Karakter denilince toplumda, olumlu-olumsuz davranışlar anlaşılır. Zayıf karakter, bir suç değildir ama, insanı suça götürebilir. Goethe: “İnsan karakteri, en çok nelere güldüğünden belli olur.” Karakter insanın kendisini tanımasıyla, kendi kimliğini fark etmesi ile başlar. Bu süreç ailede başlar, okullarda devam eder. Hz. Ali: “Her şey zeval bulmaya mahkumdur. Bunun yalnız bir istisnası vardır. o da fazilettir.” Öğrenciler fazileti ve temel ahlâkî değerleri tanıma, anlama ve Akademik donanımlarla birlikte diğer gelişimlerini ailede, okullarda ve yaşadıkları çevrelerde yaşları büyüdükçe de sürdürürler. İnce, derin anlayış, sağlam iman, namaz, dua ve güçlü sevgi ve fazilet ile beslenen ahlâk eğitiminin, karakter oluşumunda rolü büyüktür. “Ahlâk eğitimi ile çatışmalar, kırgınlıklar, huzursuzluklar, disiplinsizlikler ortadan kalkar. Sevgi, saygı ve sağlıklı ilişkiler egemen olur. Öğrencileri
1375] Kerschensteiner, G., a.g.e., s. 94
1376] 22/Hacc, 77
1377] 23/Mü’mimûn, 51
1378] Kerschensteiner, G., a.g.e., s. 94
1379] 68/Kalem, 1
1380] 3/Âl-i İmran, 104, 110, 114; 9/Tevbe, 71, 112
1381] Musa Kâzım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Y., s. 1-13
AHLÂK
- 301 -
yücelten, asilleştiren, erdeme ulaştıran, hayata bakışı anlamlaştıran bu eğitim yalnız din kültürü öğretmenlerine, imamlara bırakılmamalı, ortak bir bilinç oluşturulmalıdır. Her eğitimci bu alanda Bilgeliğin ve aklın gerçek bekçileri olmalıdır.”
Karakter eğitiminde, bedensel ruhsal ve zihinsel gelişimlerin tamamlanmasına yönelik yapılan rehberlikler de süreklilik esastır. Bu rehberlikte, mânevî eğitimin önemi büyüktür. Mânevî değerlerin sevgi ile bütünleşerek kazandırılması ile karakterler terbiye edilir. Mânevîyatla güçlenen bu yapı ile kişilerin vicdanlarındaki en küçük ses bile anlam kazanır. Bu sese bağlı olarak her söze ve davranışa olumlu tepkiler verilir. Verilen tepkiler etkili sesler de getirebilir. Böylece bilgi ve belgeye önem verilerek düşüncelere ince ruhluluk kazandırılır. Düşüncenin açıklığı ve doğruluğu kimden gelirse gelsin kabul görmesi iradelere yön verir. Kişisel olarak alınan her kararda, uygulanan her davranışta ahlâkî izler görülür. Vicdanlarda yerleşen bu duygu ile söz ve davranışlar karakter olarak belirginleşir. Kendini tanıyan davranışlarını önemseyen bireylerde, oldukça güzel karakter motifleri kendiliğinden gözükür.
Sağlam bir iradeye, temel özgürlüklere, öğrenme ve kişiliklere saygı ile birlikte sürdürülen karakter eğitimi yasaklar, cezalar ve suçlamalarla değil teşvik, edep ve nezaketle sürdürülmelidir. Bu eğitim birkaç saatlik seminer veya programla belirlenecek olay değildir. Ancak bu konuda verilen teorik bilgiler önemlidir.
Karakter eğitimi nitelikli insan yetiştirme eğitimidir. Kişiler farklı meslek gruplarında görev yapabilirler. Ancak ilişkilerinde “karaktersiz” ifadesi ile muhatap olmamaları için adam gibi adam olmak önemli bir özelliktir. Bu da karakterli bir kimlikle mümkündür. Karakter eğitimi uzun soluklu bir yoldur. Bu yolda anne ve babalara, eğitim kurumlarına, sivil toplum örgütlerine, vakıf ve derneklere büyük görevler düşer. Gerçekleştirilen paylaşımlar etik davranışlar, alışkanlıklar bilgi ile bütünleşerek doğru-yanlış, güzel-çirkin, iyi-kötü potansiyeller sistematik olarak uygulanır, görülür. Böylesi bir sorumluluk yaşanmadan çalışkan, başarılı, dürüst, kaliteli, karakterli bireylere ulaşmak zor olduğu gibi yapılan hizmet de yetersiz ve noksan olur.
Yeni kuşakların karakter eğitiminde ciddi anlamda yaşadıkları sorunların temelinde ailelerin, okulların ve sivil toplum örgütlerinin ihmalleri vardır. Çevrenin ve medyanın oldukça etkili olduğu bu çöküşün durdurulmasında bireylerin daha fazla kimlik kayıpları yaşamamaları için ilkeli, planlı ve günlük hayattan kopuk olmayan hayat dersleri ile karakter eğitimi konusunda sorumluluklar önemsenerek, severek örnek davranışlar ve modeller oluşturularak rehberlikler gerçekleşebilir. Yapılan rehberlikler sadece Akademik bilgilerle veya sadece doğru veya yanlışı öğreterek yapılmamalıdır. Yapılan tüm rehberlikler ahlâkî değerlerle bütünleşerek ortak bir bilinç ile yerine getirilmelidir.
Karakter Eğitiminde Uygulanacak Yöntemler: Karakter eğitiminde ailede, okulda, yaz kamplarında ve sivil toplum örgütlerinde şu uygulamalar belli takvimlere bölünerek uygulandığında güzel sonuçlar elde edilir:
Karakter eğitimi öğrenme ile başlar. Öğrenmenin odağında mânevî eğitim yer almalıdır. Kişinin varlık sebebini bilmesi, Allah’a kulluk bilincini en güzel
- 302 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şekilde yerine getirmesi önemli bir adımdır. Bu görevlerin başında namaz ibâdeti gelir. Namazların; huşu, tadili erkan ve cemaatle kılınması alışkanlığı oldukça önemlidir. İslâm dünyasının Müslümanların zor günler yaşadığı günümüzde sorumlular çocuklarına: “Yavrucuğum namaz kıl, iyiliği emret, kötülüklerden sakın, başına gelenlere sabret, doğrusu bunlar azmedilmeye değer işlerdir.”1382; “Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Şüphesiz ki bu Allah’a saygıdan kalbi ürperenler dışında her kese zor ve ağır gelen bir görevdir.”1383 âyetlerini hatırlatmada duyarlı olmalıdır. Secdeleri, duaları ve davranışları ile örnek olan anne ve babalar yeryüzündeki mazlumların, müslümanların yaşadığı acıların, pek çok sorunların tanıtımında, doğru bilgilendirmede öncülük yapmalıdır.
Bireyin kendini tanıması, dostunu düşmanını bilmesi, kendi mumunu kendisinin yakması, hem kendisini hem çevresini mutlu kılmada güven ve cesaret sahibi olması, abartılı roller üstlenmeden kendisine saygınlık kazandıracak, hayatı anlamlı kılacak arayışlara yönelik rehberlikler yapılmalıdır.
Hayatı ve ahlâkî değerleri tanıması, bilmesi, inançlarını en doğru ve en yaşanabilir düzeyde sürdürmesi, yabancılaşmanın, kimlik kaybının ve hafife alınmanın tehlikelerine, hazırlanan tuzaklara karşı ahlâk pusulası ile önlemler alınmalıdır.
Karakter eğitiminde gönülleri eğitmeye gönüllü olma önemli bir adımdır, bu konuda duyarlı olanların yol haritası bulunmalıdır, namazların, duaların tüm ibâdetlerin, mitinglerin, yardımların, diri ve uyanık bedenlerin yalnız felaketlerde, acılarda, hüzünlerde değil hayatın her anında ciddiyetle ve süreklilikle bu ritmi devam ettirerek öğrencileri, bireyi her geçen gün gerçeklerle yüzleştirmek önemli bir tavırdır.
Kişiyi önemseyen, anlayan, sorunlarını, başarısızlıklarını gidermede istekleri, yetenekleri yakından tanıma, birlikte karar alma, yaşam becerilerini birlikte kazandırmada öncelikleri belirlemek.
Karakter eğitiminde aileler, okullar, sivil toplum örgütleri sorumlu ve koruyucu olmalıdır. Planlı, aktif, amaçlara uygun, misyon, vizyon ve stratejilerini belirlemede, uygulamada titiz davranmalıdır. Başarısızlık, ezilmişlik, çaresizlik ve ağıtlar yerine yeniden dirilişin temellerini uygulamada ve gerçekleştirmede önsezileri, planları, hazırlıkları eylemleri olmalı.
Tüm bireylerin ortaklaşa ahlâkî liderlik konusunda iş birliği yapması karakter eğitimini uygulama da sistematik metotlar takip ederek, her geçen gün yenilenerek, değişimi kabullenerek kişilerin mânevî motivasyonunu olumlu yönde etkilemeleri gerekir.
Yazılı basın ve görsel donanımların katkısı ile düzeylerine uygun toplumsal olayları irdeleyen gerçekler aktarılmalıdır.
Karakter eğitimi anlamlı ve nitelikli bir müfredatı içermelidir, bu müfredat kişilerin özüne saygı duyan kişilikli ve başarılı olmalarını teşvik eden bir müfredat olmalıdır. Her aile ve okul, bu anlamdaki müfredatını yazıya dökmeli, okulun kültür iklimini oluşturmalıdır.
1382] 31/Lokman, 17
1383] 2/Bakara, 162
AHLÂK
- 303 -
Karakter eğitiminde evlerin, okulların, vakıfların sevdirilmesi gerekir, bu alanların cazip, neşeli, sanatsal görüntülerle donanması, katılımcılarda hayranlık bırakması onları asil duygulara ulaştırması, sanat ve estetiğe yönlendirmesi, ruhunu inceltmesinde önemli yeri vardır.
Kazancın ve yenen lokmanın önemi ciddiye alınarak rast gele her şeyin yedirilmemesi, ikramın, ikram yapılacak yerin önemsenmesi gereklidir.
Karakter eğitimi her alandaki etkinliklerle kendini göstermeli, yapılan her çalışmada ve Akademik gelişmede davranışlar, duygular farklı güzelliklerle donanmalıdır, kitapların, panoların, oyunların, seminerlerin, şiirlerin, gezilerin, deneylerin, incelemelerin, ödüllerin, meclislerin,mitinglerin sergi ve kermeslerin kişinin ruhunda oluşturduğu etkileri önemsemeleri gerekir. 1384
İnanç ve Karekter Eğitiminde Eğitimcilerin Görevleri
Öğrenciyi her ortamda bilgilendiren, terbiye eden, iyiliğe yönlendiren, hayatına değer kazandıran, düşünce eğitimciler, inanç ve karakter eğitimini ciddiye almalıdır. İnanç ve karakter eğitimi birlikte, uzun soluklu ve sabırlı paylaşımlar ile gerçekleşir İnanç ve karakter eğitiminde aileler, okullar, öğretmenler büyük sorumluluk taşımalıdır. Kaliteli ve nitelikli bahçıvanın elinde yetişen üründe kaliteli ve temiz olur. Öğrencilerin zihinlerini karıştıran ifadeler kullanmamalıdır. Aktarılan konular öğrencilerin gelişim düzeyine göre olmalıdır. Peygamberimiz:”Bilginin heder olması, ehli olmayana öğretilmesidir” buyurmuşlardır. Arzulanan inanç ve karakter eğitiminde öğretmenlerin temel bazı sorumluluklarını hatırlamaları ve şu özellikleri yansıtmaları gerekir.
Kişisel Gelişim: Kişisel gelişim kalbinizin derinliklerinde kendinize verdiğiniz bir yatırım sözüdür. İçinizdeki ‘ben’i yeniden ortaya çıkarmak ve geliştirmek, olabileceğin en iyisi olmaya çalışmaktır. Başarıları, yetenekleri ve bilgileri doğrultusunda saygınlık kazanmaktır.
Eğitimciler, bedensel, ruhsal ve zihinsel gelişimlerine yeni mânevî değerler, yeni güçler kazandıran etkinliklerden uzak kalmayarak, çevrelerindeki değişimden, yeniliklerden haberdar olmalıdır. Kendilerini keşfetmede, geliştirmede, iyileştirmede çabalar göstermelidir. Hayat yolculuğunda kendisi ile kucaklaşmalıdır. “İki gününü bir geçiren olmamalıdır.” Kişisel gelişimlerini ön planda tutup, değişimi, gelişmeyi gerçekleştirerek kendisini her geçen gün yenilikler ile taçlandırmalıdır. Aile ve kişisel hayatını erdemli kılan tavırlarla zenginleştirmelidir. İmam Rabbaninin: “İnsanların kendilerine değil hatalarına ve yanlış davranışlarına karşı tavır sergilemelidir.”
Eğitimciler, mânevî sorumluluklar doğrultusunda hareket tarzını sistemli ve sürekli kılmayı alışkanlık edinmeli. Sadece belirli gün ve haftalarda, kutlu gece ve günlerde, yardım kampanyalarında, savaşlarda yaşanan acıların sorumlulukları ile yetinmemeli müslümanca yaşama ve düşünme tarzını hayatın her anına ve her dönemine yaymada yeni metotlar üretmede gönüllü, istekli ve duyarlı davranmalıdır.
Kullanılan Dili Önemsemek: Dil anlatım ve çevreye uyum aracıdır. İnsanların bilgi, düşünce ve eğilimlerini aktarmalarını sağlar.. İnsanların iletişiminde,
1384] Ahmet Çağlayan, Vuslat
- 304 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlatılanların ilgi ve sevgiyle dinlenmesinde dilin önemi büyüktür. Öğrenciler için her sınıfta, her yaşta, her zaman, her derste ve her yerde ihtiyaç duyulan dil öğretimi veliler, eğitimciler ve öğrenciler tarafından oldukça önemsemelidir. Konfüçyüs’e: Bir memleketi yönetmeye çağrılsaydınız yapacağınız ilk iş ne olurdu? diye sorduklarında, büyük filozof şöyle cevap verir: “Hiç şüphesiz dili gözden geçirmekle işe başlardım” dinleyenlerin hayret dolu bakışları karşısında sözlerine devam ederek: “Dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılmazsa yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz. Ödevler gereği gibi yapılmazsa töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa adâlet yanlış yola sapar. Adâlet yoldan çıkarsa şaşkınlık içine düşen halk, ne yapacağını, işin nereye varacağını bilmez. İşte bunun içindir ki, dil çok önemlidir.”Konuşulan dil bir toplumun aynası, ruhunun dıştan görünüşüdür.
İnanç ve karakter eğitiminde dilin önemi büyüktür. Konuşulan dil bilgilenmeye ve olgunlaşmaya zemin hazırlar. Konular ve aktarılan bilgilerin anlaşılır bir dilde sunulması bir sanattır. Sözler çiğ olmamalı demli olmalıdır. Sahibini ve düşüncelerini en güzel şekilde yansıtmalıdır. “Ahlâkın güzelleşmesi, gelişmesi kullanılan dilin gelişmesine bağlıdır.”
Örnek Olay İncelemek: Konuların aktarılmasında, kavratılmasında örnek olayların belirlenip incelenmesi oldukça önemlidir. Örnek olayların incelenmesinde öğrencilerin derse daha aktif katıldıkları görülür. Analizler, değerlendirmeler yapılır. Örnek verilen olaylar gerçek veya hayâl ürünü olabilir. Bir iki örnek verecek olursak konuyu daha iyi kavramış oluruz:
“Önemli bir maçı izlemeye giden bir öğrencinin yanındaki arkadaşının geçirdiği ufak ama ilgiye muhtaç bir kaza geçirmesi sonunda yapılacakların neler olması... Arkadaşına yardım edip ailesini bilgilendirmek orada beklemek mi, yoksa günlerdir beklediği bu çok önemli maçı kaçırmamak mı...?“
“Âcil bir hastası için ilaç alacak parası bulunmayan bir kişinin yaşadığı sıkıntılar sonucu ilacı eczaneden çalıp hastaya ulaştırarak onun yaşamına destek sağlaması..’ gibi olaylar da insanlar ne yapmalı; Siz neler yapardınız?” Diyerek sorular peş peşe sorulabilir. Öğrencilerin konuşmaları, davranış biçimleri, tercihleri, sebepleri gündeme gelerek doğru davranış kalıpları belirginleşmiş olur.
Model Olmak: Kınalı zade Ali Çelebi: ‘Öğrenciler huy taklitçileridir.’ Her çocuk Evde, okulda, sosyal hayatta mutlaka yakından tanıdıkları, sevdikleri, ilgi duydukları, hoşlandıkları insanları taklit etmeyi severler. Taklit ettikleri insanlar, anneler, babalar, öğretmenler, sanatçılar, sporcular veya sosyal statüleri olan kimselerdir. Özellikle ergenlik döneminde bu hayranlık daha da belirginleşir.
Eğitimciler, söz ve davranışları ile okul ortamında, her yerde sevilen özellikler taşıyıp örnek ve model olmalıdır. Örnek ve model olan gönül üstadlarını tanıtmalı ve sevdirmelidir. Öğrenciler değer verdikleri, önemsedikleri modellere karşı daha duyarlı ve istekli davranır.. Sınıf ortamında ve farklı ortamlarda sevgi, saygı, empati ve dürüstlüğü ilke edinen öğretmenin örnek tavır ve davranışları bir öğrenci için en güzel modeldir.
Öğrencilerin Bireysel Yeteneklerinden Yararlanmak: Her öğrencinin farklı bir dünyası güzelliği ve yetenekleri vardır. Öğrencilerin dünyasına girerek onlardaki güzellikleri, yetenekleri keşfetmek gerekir. Mikel Anj’a: ‹Taşlardan
AHLÂK
- 305 -
böyle güzel eserleri nasıl yapıyorsunuz, bunun sırrı nedir diye sorduklarında: ‹O güzellikler taşın kendisinde bulunmaktadır. Ben sadece fazlalıkları alıyorum.’ cevabını alırlar.
Her öğrencinin dünyasındaki duygu ve birikimlerden yararlanmasını bilmek eğitimcinin görevidir. Öğrencilerin başlarından geçen, ailesinin yaşadığı, gördüğü, duyduğu olayları çıkış noktasını çok iyi analiz eden bir eğitimci inanç ve karakter eğitiminde bu malzemelerden oldukça yararlanır.
Ünitelerden-Konulardan Yararlanmak: Öğrencilerin yaşadıkları ortamlardan etkilendikleri, pek çok konuyu merak ettikleri bilinir. Çevresindeki olaylar, kişiler, dersler, konular gelişmeler her zaman onların ilgi odaklarıdır. Bu ilgi ve merakların, duyarlılıkların her zaman canlı ve tazeliğini korumasında eğitimcilere büyük görevler düşer. Yaşlarına uygun bilgilerin aktarılması, davranışlarının güzelleşmesi, arkadaş grupları arasında sevilip sayılmasında ona güç ve destek kazandıran değerler konular ve derslerin kaynaştırılması ile kazandırılmalıdır.
İnanç ve ahlâk eğiminde işlenen konulardan istifade etmek gerekir. Okula başlamanın, okumanın önemi, etkinliklerde görev alma ve paylaşım, bayramlar, ailemiz, yaşadığımız dünya ve çevremiz, toplum hayatımız yılın bölümleri, güneş ve dünya, hareket ve kuvvet sağlıklı büyüme, çevremizdeki canlılar, iletişim, vatan millet, yurdumuz, İslâmîyet ve tatil bunlardan bazılarıdır.
Cevapları Önemsemek: Eğitimcilerin hangi yaş grubu olursa olsun öğrenci sorularını her zaman önemsemeleri gerekir. İlişkilerin anlamlı olmasında, karşılıklı paylaşımın, anlaşılmanın rolü büyüktür. İnanç ve karakter eğitiminde sorulan her sorunun bir cevap bulması önemlidir. Öğrencilerin dünyası sırlarla örülüdür. Bu sırların aydınlanmasında verilen cevapların önemi büyüktür.
Akıllı, meraklı öğrenciler her konu ile ilgilenir sorular sorar. ‘İyi bir soru zekâya, güzel bir cevap bilgiye işarettir.’ Düşünce dünyaları geliştikçe soruları değişir anlamlaşır. Eğitimciler soruları cevaplarken öğrencileri hafife almadan, önemseyerek, onları dinleyerek kızmadan cevaplar vermelidir. Öğrencilerin İlgi ve yeteneklerine göre kısa ve öz olmalıdır. Samimi verilen cevaplar öğrenciler tarafından da yeterli görüldüğü gibi bıraktıkları izler de anlamlı olur.
İnanç ve karakter eğitiminde düşünceler davranışlarımızı, davranışlar alışkanlıklarımızı, alışkanlıklar karakterimizi, karakter ahlâkımızı, ahlâk inancımızı yansıtır. İnanç olmadan bilgi irfana, söz anlayışa, fiil ibâdete dönüşmez. 1385
Değerler Eğitimi
Hayatımıza anlam kazandıran bizi biz kılan önemli enerji kaynağımız değerlerimizdir. Sahip olduğumuz değerler olmazları olur, yapılamayanları yapılır hale getirmede oldukça etkilidir.
Değerlerimiz içimizdeki ‘biz’in aynasıdır. Farklılıklarımızı öne çıkaran içimizdeki enerjiyi açığa çıkaran tılsımdır. Arkamızda bıraktığımız silinmeyen izdir. Değerlerimiz vizyonumuzun temelidir. Misyonumuzdan vizyonumuza ulaşmamızı sağlayacak stratejinin, köprünün ayaklarıdır. Değerlerimiz temel ve kalıcı öğretilerimizdir. Hayâl ettiğimiz var oluş biçimidir.
1385] Ahmet Çağlayan, Vuslat
- 306 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kısaca, değerlerimiz hayatımızın önemli kaldıracıdır. Doğruluk, dürüstlük, kendini ifade etme, irade, sevgi, saygı güven, ahlâk, özgürlük ve benzeri kavramlar yaşantımızı ve başkalarının yaşantısını anlamlı kılan önemli değerlerimizden bir kaçıdır. İyi insanlar olabilme, çevreye güven vererek etkileyebilmede abartılı rollerden kaçınarak unutulmaz etkinliklerle, iz bırakan davranışlar ve kişilikler sergilemede değerler eğitiminin önemi çok büyüktür.
Eğitim kurumlarında öğrencilerin düzeylerine ve ilgilerine göre değerler eğitiminin programlanması, tartışılması aklın süzgecinden geçirilmesi önemlidir. Öğrencilerin gelişim düzeyleri göz önünde bulundurularak akılcı bir yaklaşımla karakter ve ahlâkını olumlu yönde etkileyen ona yaratılışının sırrını, kimliğini, sorumluluklarını hatırlatan bu rehberlik önemsenmelidir.
Değerler eğitimi, eğitimin vazgeçilmez amaçlarından biridir. İnsanın önemini öne çıkaran, bireysel kimliğine yeni kazanımlar kazandırarak kurumsal kimliğe anlam kazandıran bu eğitim uzun soluklu planlamaların yapılması ile uygulamaya sokulmalıdır. Kazandırılan değerlerin gerçek yaşamla ilgisini, ilişkisini çok iyi belirleyerek tercih ederek, anlam kazandırarak kavratmak öğrenciler için önemli bir rehberliktir. Bu rehberlikte aktif görev alan eğitimcilerin, önyargılardan arınarak, tercihleri paylaşarak öğrencilerin mutluluğuna yönelik sorumluluklar hissederek örnek tavırlar oluşturmalı.
Değerler eğitimi aracılığı ile varılmak istenen hedef, karakterli , ahlâklı, kişilik sahibi dürüst bireyler yetiştirmektir. Öğrencilerde duygusal güvenin temelini kazandırma, olayları vahyin ve aklın süzgecinden geçirme, çatışan konular karşısında zekice tavırlar sergileme, uyum sağlama, doğru örneklerle sorunları çözebilme gibi davranış kalıpları geliştirmek hedef alınmalıdır. Bilgi olarak aktarılan öğrenmenin kısa zamanda unutulacağı hesaplanarak, davranışların şekillenmesi, sözlerin anlamlı olmasını ciddiye almak gerekir. Toplum içinden örnekler verilerek olumlu ve olumsuz davranış biçimlerinin tartışılması tercihlerin belirlenmesi gerekir.
Değerler eğitimini önemseyen, değerleriyle özdeşleşen insanlar bulundukları ortamlarda büyük onurlar yaşarlar. Bu anlayışın eğitim kurumlarında sistemli olarak uygulanması, öğrencilerin hayata yönelik bilgilendirilmesi, yetiştirilmesi onların zihinsel gelişimlerine zenginlikler kazandırılması ve bu gücün olumlu kullanılması ile, öğrencilerin çevre ve gelecek ile ilgili bakış açılarını farklılaşacağı gibi hiç ölmeyecek gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi de âhirete hazırlıklı olmalarına katkılar sağlayacaktır.
Değerler Eğitiminde Ortamın Önemi: Öğrencilerin ahlâk ve değerler eğitiminde her türlü ortamlardan yeterince yararlanabilmesi için, onlara bazı olanakların sağlanması gerekir. Evde okulda uygulanan yöntemlerin, kazandırılan davranışların ve zengin ortamların sağlanması ile öğrenciler her geçen gün daha da olgunlaşır. Bedensel, ruhsal ve zihinsel gelişimi pozitif anlamda destekleyen ortamlar ile öğrenciler kendileri ve çevreleri ile daha uyumlu ve başarılı beceriler sergiler.
Modern donanımların katkıları ile zenginleşen ortamlarda ahlâk ve değerler eğitiminin etkileri daha fazla olur. Resim ve şekillerin, projeksiyon, radyo, televizyon, internet v.b.. araçların yardımıyla öğrenci merkezli rehberliği yapan
AHLÂK
- 307 -
eğitimcilerin olumlu sonuç almaları daha da kolaylaşmış olur. Tüm zengin donanımların yanında bu işi severek gönüllü çalışarak rehberlikte bulunmak esastır. Değerler eğitiminde gönüllülük esastır. Öğrencilerin kişisel gelişimlerini önemseyen, onları geleceğe asil ruhlu, kültürlü ve ahlâklı olarak yetiştirmede istekli ve gönüllü olan eğitim kurumları ve eğitimciler bu konuda sistemli çalışmak zorundadır. Öğrenci sağlık hizmetleri, rehberlik ve psikolojik danışma hizmetleri, boş zamanları değerlendiren sosyal etkinlikler takvimi gibi çizelgeleri oluşturmak zorundadır. Bu birimlerin destekleri ile öğrencileri tanıma, bilgi verme, özel sorunları ile ilgilenme, istek ve ihtiyaçlarını belirlemede daha da etkili olunur. Tüm bu etkinliklerin yaşanmasında uygun ortamları, öğrenme dilimlerinin çok iyi planlanması gereklidir.
Eğitim kurumlarında uygulanan yöntemler, konulan kurallar, hazırlanan ortamlar hangi nitelikler taşırsa taşısın tüm bu öğelerin öğrencilere sevdirilmesi benimsetilmesi gerekir. Okulların çevre ve aile ile iş birliği yapması öğrencilerini önemseyip değer vermesi ile tüm ortamlar güzelleşir ve beraberinde huzur ve başarı görülür.
Alternatif Eğitim Üzerine: Son zamanlarda alternatif eğitim, eğitim mi öğütüm mü gibi yaklaşımlarla dergilerin eğitim dünyasına ilgi duymaları , ilgililerin yorumlar ve aktarımlar da bulunması 26 yıllık bir eğitimci olarak doğrusu beni sevindirdiği gibi konuları yazanların tartışanların, eleştiri yapanların çözüm üretmek için çaba sarf edenlerin yıllarca içinde büyüdükleri, çocuklarını okuttukları eğitim sistemine kısmen de olsa yabancı kalmaları da üzüyor…
Vahye dayalı ve kıblesi âhiret olan bir eğitim yaklaşımı inanan insanların vazgeçilmez önceliğidir. Ancak böylesi güzel ve kapsamlı sözlerle arzulanan sonuçlar elde edilmiyor.. Mevcut yapıyı, eğitimdeki yeni gelişmeleri, uygulanacak yeni müfredatları görmemezlikten gelerek tamamen slogan ifadeler ile iyileşme mümkün olmamaktadır. Örneğin: “Mevcut okul modellerini geçmişteki güzellikleri taşımadığından dolayı pek çok özelliklerini yitirdiğini”, “eğitimci yazar”, “ pansuman tedaviler”, “cahili eğitim tevhidi eğitim”, “dayatmacı İslâmî olmayan eğitim sistemleri”, “ ilim kavramında ısrarcılık” “âlimliği kurumsal anlamda yeniden nasıl inşa edebiliriz” “eğitime nereden başlamak lazım”… gibi ifadeler kavram tartışmalarından öteye gidememektedir. Zira “atı alan Üsküdar’ı geçti..” İçinde yaşadığımız hayatın belirleyici, yaygın ve egemen kültürel dokusunu anlama, tanımlama, mücadele etme yolunda asli görevlerimizi unutarak kavramların, adlandırmaların öne çıkması pek de hoş değil. Her ne kadar bu kavramlarla ilgili yaklaşımlar, değerlendirmeler ve farklı bakış açıları yaşadığımız dünyayı, soluduğumuz havayı ve iklimi anlatmaya çaba sarfetse de yeterli olamamaktadır. Haz ve keyif alarak yaptığımız bu tanımlar sayfa aralarında mahkûm kalmaktadır.
Fıkıh usûlünde temel bir kural vardır; “sahip olduğunuz değerlerin çoğunu gerçekleştiremezseniz azını terk etmeyiniz.” Pek çok değerin referans alınarak mevcut yasalara, sıkıntılara ve yapılanmaya rağmen nasıl kazandırılması konusunda eğitimcilerin zihinsel örgütlenmeleri gerekir. Bu örgütlenmelerin dar anlamda gerçekleşen örnekleri de artık rahatlıkla görülmekte. Daha kapsamlı daha yaygın bir örgütlenme ile yapılanların, yapılacakların belirtilmesinde uygulanmasında yarar görüyorum. Her biri özellikli ahlâk okulu olan ailelerin ve
- 308 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sivil toplum örgütlerinin bu konuda haysiyet ve hassasiyet ile çalışarak marifet odaklı etkinlikleri ile marufa yönelmeleri, yavrularına “yön vermesi, onları yönlendirmesi”, “çocuklarına vereceklerini planlaması” çocuklarını okutan öğretmenlere şahsiyet ve kişilik kazandırmada bireysel ve kurumsal rehberliklerde bulunması “hayat ile (eğitim dünyası ile) barışık olması” müslümana daha bir yakışacaktır.
Mevcut eğitimi ve sistemi beğenmeyip “alternatif eğitim” diyenlerin problemi, gerçekten alternatif olacak yeterli şeyler üretememeleridir. Bugün ilköğretim okullarının ilk üç sınıflarında pedagojiye aykırı olduğundan dolayı(!) Din Kültürü dersi okutulmamaktadır. Ancak İslâm’ı referans alan pek çok dernek, vakıf ve özel okulların bile bırakın bir, iki, üçüncü sınıflarının müfredatını, diğer sınıflarda bile okutulan alternatif bir müfredatı oluşturamamaktadır. Yurt dışındaki ve yurt içindeki özel okullar üzerinde yaptığım araştırmalar sonucunda bunun somut örneklerini tespit ettim. Var olanların ise eğitimciler tarafından ne kadar ciddiye alındığı ise tartışılır. Bu konudaki örnekleri çoğaltmak mümkündür…
Alman Wilhelm: “Yıkanmaya karşı değilim, ancak yanlış anlaşılmasın bayramdan bayrama, yağmur suyunu biriktirip yıkanan bir adam da değilim” felsefesinden hareketle eğitimcilerin aile, okul, öğrenci ve müfredatlarla ilgili yorumlara yaklaşımlara daha içeriden daha yakından daha sıklıkla bakmaları gerekir. Hangi adlandırmayı kullanırsak kullanâlim sonuçta eğitime yönelik yapılan çalışmaları, gösterilen çabaları küçümsemeyelim. Unutmayalım ki eğitim slogan ile değil görünebilir, uygulanabilir, yaşanabilir somut örneklere ve atılımlara ihtiyacı duyar. 1386
Muvahhidlerin Ahlâkı
Yalnız Allah’ı Rab, İslâm’ı din ve Rasûlullah Muhammed’i (s.a.s.) önder edinen muvahhit mü’minler, Allah ve Rasûlü’nün (s.a.s.) hükümlerine tam teslim olmuş, hiçbir itiraz gündeme getirmeden “İşittik ve itaat ettik” diye emre âmâde olduklarını beyan eylemişlerdir. Onların bu teslimiyeti, katıksız imanlarından ve emrolundukları gibi sâlih amel işlemelerinden kaynaklanmaktadır…
İmanlarında şüpheye düşmeyen ve emrolundukları gibi amel edip amellerinde taviz vermeyen muvahhit mü’minler, izzet ve şeref üzere bir hayat yaşar, kemâle ulaşmış bir şahsiyet ile insanlık âlemine örnek olurlar… Onlar, yegâne Rableri Allah’ın ve yegâne önderleri Rasûlullah’ın (s.a.s.), kendilerine izzet ve şeref bahşeden çağrısına icabet eden, bu çağrının gereğini yerine getirip şerefli bir hayata kavuşan izzetli şahsiyetlerdir…
“Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasûlüne icâbet edin…”1387 emrini duyar duymaz hemen tabi olan muvahhit mü’minler, bilir ve katıksız iman ederler ki: “Allah ve Rasûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur…”1388 Çünkü: “Aralarında hükmetmesi için, Allah’a ve Rasûlüne çağırdıkları zaman mü’min olanların sözü: ‘işittik ve itaat ettik’ de1386]
Ahmet Çağlayan, Vuslat
1387] 8/Enfâl, 24
1388] 33/Ahzâb, 36
AHLÂK
- 309 -
meleridir. İşte kurtuluşa erenler bunlardır.”1389 Hakikatine tam iman edip teslim olmuşlardır…
Muvahhit mü’minler, yegâne Rableri Allah’ın kendilerine hayat örneği ve önderi kıldığı Rasûlullah’ın (s.a.s.), izini takip eden, O’nun sünneti’ne uyma konusunda hassas davranan şahsiyetlerdir… Muvahhitlerin ahlâkının biricik örneği Rasûlullah’ın (s.a.s.) ahlâkıdır… Rabbimiz Allah, Allah ve âhiret gününe iman edenler için hayat örneği kıldığı1390 Rasûlü Muhammed’e (s.a.s.) itaat olunup uymayı emretmiş, Allah ve Rasûlüne itaat etmekten yüz çevirirlerse, Allah’ın kâfirleri sevmediğini beyan buyurmuştur. “De ki: ‘eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun. Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. De ki: ‘Allah’a ve Rasûlüne itaat edin.’ Eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah, kâfirleri sevmez.” 1391
Rasûlullah (s.a.s.)’e uymak, Allah’a ve Rasûlüne itaat edip yüz çevirmemek, Âlemlerin Rabbi Allah’ın Muvahhit kullarına emridir… Yegâne Rab ve kendisinden başka hüküm koyucu ilâh olmayan Allah’ın emrini işiten muvahhit mü’minler: “İşittik ve itaat ettik!” deyip imanlarının ve itaatlerinin gereği önderleri Rasûlullah (s.a.s.) uyarlar… Rasûlullah’a (s.a.s.) itaat, gerçekte Allah’a itaattir… Çünkü Rasûl’e itaat etmeyi, Allah emretmiştir… Allah’ın emrine itaat edenler, Rasûlullah’a itaat ederler. “Kim Rasûl’e itaat ederse gerçekte Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, biz seni onların üzerine koruyucu göndermedik.” 1392
Hayat örneği ve önderi Rasûllah’a (s.a.s.) itaat, O’nun, Kur’ân-ı Kerim’in uygulanışı olan sünnetine uymakla gerçekleşir… O’nun ahlâkıyla ahlâklanmak, sünnetini yaşamaktır!.. Mü’minlerin annesi Âişe’nin (r. anhâ) beyanıyla: “Peygamber’in (s.a.s.) ahlâkı, Kur’an idi!” 1393
Rasûlullah (s.a.s.)’in ahlâkıyla ahlâklanmak, Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmaktır!.. Rasûlullah (s.a.s.), Allah tarafından güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilmiştir. Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyetiyle şöyle buyur Rasûlullah (s.a.s.): “Ben, ancak ahlâkın güzelliklerini tamamlamak için gönderildim.” 1394
Rasûlullah’ın (s.a.s.) Kur’an olan ahlâkıyla ahlâklanmak, hayatın her hâlinde ona uymakla gerçekleşir… Bir kısımda uyup, bir kısmında uymamak ve uymadığı kısmında tağutların hükmüne, adetlerine, geleneklerine uymak, Kur’an’a ve Sünnet’e yapılan korkunç bir ihanettir… Muvahhit mü’minler, böyle bir ihanetten berî olup Allah’a sığınırlar… Onlar, kitap ve sünnete uymak konusunda çok hassas olup itaati tam gerçekleştirmeye bütün gayretleri ile çalışırlar… Dinin parçalanması anlamına gelen Kur’an ve sünnetin bir kısmına uyup, bir kısmına uymamak muvahhit mü’minlerin reddettiği, asla kabul etmediği bir olaydır. Şöyle buyurur Rabbimiz Allah: “Yoksa siz, kitabın bir bölümüne inanıp da, bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz. Artık sizden böyle yapanların dünya hayatındaki cezası, aşağılık
1389] 24/Nûr, 51
1390] Bk. 33/Ahzâb, 21
1391] 3/Âl-i İmrân, 31-32
1392] 4/Nisâ, 86
1393] Müslim, Salâtu’l-Müsafirin, b. 18, Hds. 139; Nesâî, Kıyûmu’l-leyl, b. 2, Hds no: 1601; Ebû Dâvud, Salâtu’t-Tatavvu, b. 26, Hds no: 1342
1394] İmam Buhâri, Edebü’l müfred, b. 135 Hds no: 273; İmam Malik, Muvattâ, Husnü’l-hulk, Hds. No: 8
- 310 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmaktan başka değildir. Kıyamet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan gâfil değildir.” 1395
Muvahhid mü’minler, asla böyle bir duruma düşmez ve böyle bir durumu kabul etmezler… Onlar, yegâne hayat nizamı olan İslâm’ı ve onun temel düsturu olan Kur’an’ı bir bütün olarak kabul edip iman ederek, Rasûlullah’ın (s.a.s.) sünnetinde olduğu gibi hayatta uygulamaya gayret ederler… Böylece Rasûlullah’ın (s.a.s.) ahlâkı olan Kur’an ahlâkıyla ahlâklanırlar… Bu hâl, en hayırlı olmanın gereğidir. Mesruk (rh.a.) anlatıyor: Bizler, Abdullah ibn Amr’ın (r.a.) beraberinde oturuyor, O da bize hadis tahdis ediyordu. Bu sırada: Rasûlullah (s.a.s.), aşırılık yapıcı seciyede değildi, aşırılık yapıcı da olmamıştır. Muhakkak olan şu ki: “Sizin en hayırlı olanınız, ahlâkı en güzel olanınızdır.” buyurur dururdu. 1396
Usame b. Şerik’den (r.a.); Bedevîler, Rasûlullah’a (s.a.s.): “Yâ Rasûlallah, kula verilen (hasletler)’in en hayırlısı nedir?” diye sordular. Rasûlullah (s.a.s.): “Güzel ahlâktır” buyurdu.1397 Ebû Hüreyre’den (r.a.); Ebû’l-Kasım (Rasûlullah s.a.s.) şöyle buyurdu: “İslâm bakımından sizin en hayırlınız bilgili oldukları takdirde, ahlâk yönünden en güzel olanlarınızdır!”1398 Ebû Hüreyre’den (r.a.); Rasûlullah’a (s.a.s.): (mü’mini) cennete dahil eden amellerin en çoğu hangisidir? Diye sordular. O: “Takvâ ve ahlâk güzelliğidir!” buyurdu. 1399
Rasûlullah(s.a.s.)’in, Kur’an ahlâkı olan ahlâkıyla ahlâklanan muvahhit mü’minlerin ahlâkî özellikleri, Rabbimiz Allah tarafından şöyle beyan buyrulur: “O Rahman (olan Allah)’ın kulları, yeryüzü üzerinde alçak gönüllü olarak yürürler ve cahiller kendilerine muhatap oldukları zaman ‘selam’ derler. Onlar, Rablerine secde ederek ve kıyama durarak gecelerler. Onlar, ‘Rabbimiz’ cehennem azâbını bizden geri çevir. Gerçekten, onun azâbı ödenmesi kaçınılmaz bir borç (veya sürekli bir acıdır)’ derler. “Şüphesiz O, ne kötü bir karargâh ve ne kötü bir konaklama yeridir.” Onlar, harcadıkları zaman, ne israf ederler ne kısarlar. (Harcamaları) ikisi arası orta bir yoldur. Ve onlar, Allah ile beraber başka bir ilâha tapmazlar. Allah’ın haram kıldığı canı, haksız yere öldürmezler ve zinâ etmezler. Kim bunları yaparsa ağır bir ceza ile karşılaşır. Kıyâmet günü, azab ona kat kat arttırılır ve içinde aşağılanmış olarak temelli kalır. Ancak tevbe eden, iman eden ve Salih amellerde bulunup davranan başka. İşte onların günahlarını Allah, iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. Kim tevbe eder sâlih amellerde bulunursa, gerçekten o, tevbesi (ve kendisi) kabul edilmiş olarak Allah’a döner. Ki onlar, yalan şahitlikte bulunmayanlar, boş ve yersiz sözlerle karşılaştıkları zaman onurlu olarak geçenlerdir. Onlar, kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, onun üstünde sağır ve körler olarak kapanıp kalmayanlardır. Ve onlar: “Rabbimiz” bize eşlerimizden ve soyumuzdan, gözün aydınlığı olacak (çocuklar) armağan et ve bizi, takvâ sahiplerine önder kıl” diyenlerdir. İşte onlar, sabretmelerine karşılık (cennetin en gözde yerinde) odalarda ödüllendirilirler ve orda esenlik dileği selamla karşılanırlar. Orada ebedî olarak kalıcıdırlar. O ne güzel bir karargâh ve ne güzel bir konaklama yeridir.” 1400
Yegâne Rabbimiz Allah Teâlâ’nın bu âyet-i kerimelerindeki muvahhit
1395] 2/Bakara, 85
1396] Buhâri, Edeb 64; Müslim, Fedâil 16, Hds. No: 68
1397] İbn Mâce, Tıb 1, Hds. No: 3436; İmam Buhâri, Edebü’l-Müfred, b. 138, Hds no: 291
1398] İmam Buhâri, Edebü’l Müfred, b. 138, Hds no: 285
1399] İbn Mâce, Zühd, b. 29, Hds no: 4246; Tirmizî, Birr ve’s-Sıla, b. 61, Hds no: 2072
1400] 25/Furkan, 63-76
AHLÂK
- 311 -
mü’minlerin özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
1- Muvahhid mü’minler, kibirden ve gururdan arınmış, her hallerinde mütevazidirler. Bu mütevazi kullar, kendilerine sataşmak isteyen cahiliye düzeninin cahil muhataplarının seviyesizliğine inmeyen ve onlarla tartışmayanlardır…
2- Onlar, gece abid, gündüz mücahittirler… Gündüz kulluk vazifelerini çeşitli yönleriyle ve emrolundukları gibi yerine getirmeye gayret ederken, geceleyin “kıyâmu’l-leyl” ‘e dikkat ederek gecelerini, gündüzlerini ibâdet halinde ihyâ ettikleri gibi gereği gibi ihyâ ederler…
3- Gece-gündüz ibâdet hâlinde olan bu şeref sahibi şahsiyetler, her zaman duâ ederek Allah ile olan bağlarını kuvvetlendirirler…
4- Onlar, imanları katıksız ve tevhid akîdeleri sapasağlam olduğu için, Allah’a asla şirk koşmaz ve O’nunla beraber başka bir kanun koyucu, hüküm sahibi olduğu zannedilen bir ilâha tapmazlar… Allah’a karşı tuğyan etmiş olan bütün tağutları inkâr ve reddedeler…
5- Allah’ın haram kıldığı herhangi bir canı haksız yere öldürmezler…
6- Zinâya götürücü bütün yollardan uzaklaşır ve zinâya yaklaşmaz, zinâ etmezler…
7- Tevbe ve istiğfarı çokça yapar ve yaptığı tevbelerinde sabır edip geri dönmezler…
8- Yalan yere şahitlik etmezler…
9- Boş ve faydasız sözlere ve işlere bulaşmaz onlarla karşılaştıkları zaman kendilerine zarar dokundurmamaya gayret eder, izzet ve şerefleriyle onlardan uzaklaşırlar…
10- Onlara Allah’ın âyetleri hatırlatıldıkları zaman, kulak kesilir, dinler ve itaat ederler!...
Muvahhid mü’minlerin diğer özellikleri ve ahlâkî yapıları şu âyetlerde beyan buyrulmuştur: “Mü’minler, gerçekten felâh bulmuştur. Onlar, namazlarında huşuu içinde olanlardır.onlar, tümüyle boş şeylerden yüz çevirenlerdir. Onlar, zekâta ilişkin (söz ve görevlerini mutlaka) yerine getirenlerdir. Ve onlar, ırzlarını koruyanlardır. Ancak eşleri yada sağ ellerinin sahip olduklarına karşı (tutumları) hariç, bu konuda kınanmış değillerdir. Fakat kim bundan ötesini ararsa, artık onlar, sınırı çiğneyenlerdir. (Yine) Onlar, emanetlerine ve ahitlerine riâyet edenlerdir. Onlar, namazlarını da (titizlikle) koruyanlardır. İşte( yeryüzünün hakimiyeti ve âhiretin nimetlerine ) varis olacak onlardır. Ki onlar, Firdevs (cennetleri)e de varis olacaklardır. İçinde de ebedî olarak kalacaklardır.” 1401
Emirü’l mü’minin imam Ömer İbnü’l-Hattab (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah’a (s.a.s.) vahiy indiği zaman başının ucunda arı uğuldamasına benzeyen bir ses işitilirdi. Bir gün kendisine vahiy indirildi. Bir müddet bekledik. Ve sonra vahiy (durumu) O’ndan kaldırıldı. Rasûlullah (s.a.s.), kıble’ye karşı durdu, ellerini kaldırdı ve: “Allahım, arttır bizi, eksiltme bizi, şerefli kıl bizi alçaltma bizi, gözet bizi, başkalarını tercih etme bize, memnun et bizi, bizden de râzı ol!” diye duâ etti. Sonra: “Bana on âyet
1401] 23/Mü’minûn, 1-11
- 312 -
KUR’AN KAVRAMLARI
indirildi ki, her kim onların gereğini yaparsa, muhakkak cennete girecektir.” buyurdu. Ve peşinden: “Mü’ minler, gerçekten felâh bulmuştur...”1402 diye oku(maya başla)yarak on âyet bitirdi. 1403
Gereğini yaptıkları taktirde muhakkak cennete girecek olan katıksız iman sahibi muvahhit mü’minler şu vazifelerini asla ihmal etmemeli ve emrolundukları gibi amel etmelidirler:
1- Namazlarını titizlikle kılmalı ve namazlarında huşûlu olmalıdırlar.
2- Boş ve batıl olan şeylerin tümünden yüz çevirip uzaklaşmalıdırlar.
3- Zekât ve sadakalarında hassas olup helâl yollardan kazanıp helâl kılınmış yollara sarf etmeli ve zekât ile sadakanın şartlarını yerine getirerek edâ etmelidirler.
4- Irzlarını korumalı, kadın olsun, erkek olsun iffetlerine zerre kadar bir toz kondurmamalıdırlar.
5- Emanetlerine ve ahitlerine riâyet etmeli, borçlarını ödemek konusunda çok titiz davranmalı, ahitleştikleri mercilerle Allah’a ve Rasûlü’ne (s.a.s.) itaat ettikleri müddetçe itaat etmeli itaatte herhangi bir kusur işlememelidirler!..
İşte felâh bulan muvahhid mü’minlerin özellikleri… bu özelliklere sahip olan izzet ve şeref sahibi mü’minler, “yeryüzünün varisleri” olmaya hak kazandıkları gibi, Firdevs cennetlerinin de varisleri olup içinde ebedî kalacaklardır… Her muvahhid mü’min ahlâkî yapısını bu âyetlerdeki ölçüye arz etmeli ve ona göre davranmalıdır! 1404
İç Dünyamızın Dış Dünyaya Aksi; Ahlâk ve Edep
Allah Rasûlü (s.a.s.) bir hadisi şerifinde şöyle buyurur: “Siz kardeşlerinizin yanına geliyorsunuz. Güzel elbiseler giyinin. Binekleriniz de düzgün olsun. Kendinize öyle dikkat edin ki, diğer insanların içinde, vücuttaki güzel ben gibi göze çarpıcı, (görünüşünüz ve ahlâkınızla) güzel olun. Şüphesiz Allah kabalığı, kötülüğü, çirkinliği sevmez; çirkinleşmeyi de sevmez.” 1405
Evet, mü’min her şeyiyle güzel olmalıdır. Davranışlarındaki cana yakınlıkla, kullandığı kelimelerle, taşıdığı niyetle, güler yüzüyle, güzel giyimiyle, endamının uygunluğuyla, yerinde hareketleriyle, olgunluğuyla… güzel olmalı, takdir ve sevgi toplamalıdır.
Güzel giyim denince ne yazık ki günümüzde markalı, pahalı ve belli kalıplardaki giyimler anlaşılmaya başladı. Neredeyse bütünüyle dikkatini bu konuya yöneltenler ve insanlara bu açıdan bakarak hüküm verenler türedi. Böyle bir bakış ve değerlendiriş elbetteki sathî bir bakış, sığ bir değerlendiriştir. İnsan pahalı giyinmeyebilir, giyinemeyebilir; hatta giyinmemelidir. Ama temiz ve düzenli giyinmek hemen hemen her insanın elindedir. Sadeliğin ayrı bir güzelliği, verdiği ayrı bir olgunluk hissi vardır… Bu güzellik ve olgunluk diğer olgun insanlar
1402] 23/Mü’minûn, 1
1403] Tirmizî; Tefsiru’l-Kur’an, b. 24, Hds no: 3384-3385
1404] Abdullah Dâî, Vuslat Dergisi, sayı 38, Ağustos 2004
1405] Ebû Dâvud, Libâs 4/349; Ahmed bin Hanbel, IV/180; Hâkim, Müstedrek, Libâs 4/184
AHLÂK
- 313 -
tarafından derhal anlaşılır, gerçek mânâda takdir görür. Pahalı, markalı giyinme hevesinde belli bir hafiflik, gösteriş meraklılığı, içteki eksiklik duygusunu dışa yapılan eklerle, şeklî gayretlerle kapatma arzusu vardır. Ne kadar ustaca davranılırsa davranılsın, ne kadar perdelenmeye çalışılırsa çalışılsın bu da insanlar tarafından anlaşılır ve değer kazanmaya çalışan işi değer kaybına uğrar.
İnsanın dış güzellik ve sadeliğini, davranışlardaki güzellik, nezâket, edeb ve tevâzu takip ederse, şüphesiz, güzellikler kalıcı, duygular köklü, hasletler daha değerli olur… Şimdi biraz daha esasa inelim:
İbâdetler, gerçek mânâda Allah’a kulluğun, O’na olan yönelişin gönülden gelen ifade tarzlarıdır. Kulluk vazife ve şuurunun yerine getirildiği ibâdetler, aynı zamanda, ibâdet eden kişiyi mânevî kirlerden temizler, onu gönül berraklığına, ahlâk güzelliğine, iç huzuruna ulaştırır.
Allah Rasûlü (s.a.s.); “Günde beş vakit namaz, sizden birisinin kapısının önündeki gür suyla akan bir ırmağa benzer. Bu ev sahibi günde beş kere bu ıramakta yıkanarak arınır“1406 buyurarak namazın getireceği mânevî temizliğe dikkat çekiyor.
Eğer ibâdetlerimiz meyvesini vermiyor, bizleri gönül temizliğine, ahlâk güzelliğine ulaştırmıyorsa, “nasıl“ve “niçin“ibâdet ettiğimiz konusunda kendimizi ciddî bir muhâsebeden geçirmemiz gerekir.
Biz İslâmî kimliğiyle, ibâdetiyle tanınan bir insan isek, edeb ve ahlâkımızda hoşa gitmeyen haller varsa, bunun insanlar üzerinde nasıl bir tesir uyandırdığını çeşitli açılardan değerlendirerek muhasebe etmek, içinde bulunduğumuz durumun gerçek boyutlarını idrak etmek ve kendimize gelmek zorundayız.
Her gün, -belki bir kaç kere- aynaya bakıp dış görünüşümüze çeki düzen veriyoruz. Acaba davranışlarımıza, edep ve terbiyemize, konuşma, hitap üslubumuza, duygu ve düşüncelerimizin dış dünyaya aksettiriş tarzlarımıza; bizi gören, bizimle komşuluk, arkadaşlık, iş arkadaşlığı, yolculuk eden, bizimle alışveriş yapan, sohbet eden insanların gözüyle de hiç bakıyor muyuz? Kendimizi dıştan bakarak bütünüyle değerlendiriyor muyuz?
Dıştan bakınca ahlâkî görünümümüzün, iç dünyamızın dış dünyaya aksedişinin güzel olması, kılık kıyafetimizin güzelliği, uyumluluğu kadar değer taşımıyor mu!? Ceket yakamızın kalkık oluşu, elbiselerdeki ütü eksikliği veya kırışıklık, saçımızın birkaç telinin isyan edişi veya kıyafetlerimiz arasında yeterli renk uyumunun olmayışı… mühim de bizim davranışlarımız, çehremizin duruşu, kelimelerimizin kulaklara vuruşu… hareketlerimizin bir mü’mine yakışık tavır ve edâ çerçevesinde olmayışı mühim değil midir?..
Kısaca mü’min her şeyiyle güzel olmalı değil mi? Bizler sadece söylediğimiz sözlerle, dile getirdiğimiz kelimelere mi tebliğ yapıyoruz? Diğer davranışlarımızın, genel ahlâkımızın, insanlar üzerinde bıraktığı tesiri muhasebeden geçiriyor muyuz?!.
Bunları dertleşirken çok defa birbirimize hak vereceğimize, aynı fikirlerde buluşacağımıza inanıyorum. Ancak fikirler amele dökülmeden, doğrular hayat
1406] Buhârî; Müslim
- 314 -
KUR’AN KAVRAMLARI
akışına aksettirilmeden, inanılan hakikatler, inanıldığı gibi yaşanmadan çok mânâ ifade etmezler. Bu da inkâr edilemeyecek bir gerçektir.
Din-i Mübîn’in hayatın hiçbir alanını ihmal etmeyişine, küçük-büyük, kadın-erkek her şeyi ve herkesi mânevî bir letafetle kuşatışına dikkat ediniz. Dağlar kadar ağır dertlerin, tasaların, işkencelerin görüldüğü, İslâm nûrunu yaşatmak için mücadelelerin verildiği, nice saldırıların, savaşların, ölümkâlim anlarının yaşandığı, nice şehidlerin verildiği, nice hükümlerin, temel esasların öğrenilip hayata geçirildiği bir devrede Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) nasıl selam verilmelidir, nasıl alınmalıdır, kapı nasıl çalınır, çalınan kapının neresinde durulur, hangi elle yemek yenilir, hangi elle su içilir, ayakkabı önce hangi ayağa giyilir, önce hangi ayak çıkarılır, yatarken nasıl duâ edilir, nasıl yatılır, bir mecliste konuşma âdâbı nasıl olur, ikram nereden, nasıl başlar, büyükküçük hürmet ve sevgisi nasıl olur, baba dostlarına nasıl ilgi gösterilir, sevgi, muhabbet nasıl ve ne uğruna olur, nasıl yayılır, komşu hakları nelerdir, ev içi gönül sıcaklığı nasıl yaşanır, İslâm nûru hanelere nasıl yayılır… güzel hasletler nelerdir… öğretişi, bilgi verişi, teşvik edişi, tatbik ederek sahâbîlere ve kıyamete kadar bütün mü’minlere örnek oluşu… üzerinde ibretle düşünülmesi gereken gerçeklerdir.
Hadis, Fıkıh kitaplarını, tefsirleri karıştırınız, bunun nice hayret verici örneklerini bulacaksınız. Henüz ergenlik devresine girmemiş çocuklara bile anne-babanın odasına girmenin âdâbının öğretilmesi emrine Zikr-i Hakîm’de rastlayacaksınız.
Kendini beğenmenin, büyüklük taslamanın, gururun, cimriliğin, vefâsızlığın, kabalığın, kırıcılığın, çiğliğin, saldırganlığın… ne derece çirkin ve iman erlerine yakışmayan hasletler olduğunu âyet ve hadislerde göreceksiniz.
Allah Rasûlü’nün (s.a.s.); “Üçüncü bir şahsın bulunduğu yerde iki kişi kendi arasında gizli konuşamaz”1407 buyruğundaki ince duyguya, edeb anlayışına, yalnızlığa ve yanlış duygulara itilecek bir ferde gösterilen şefkate ve yakın ilgiye dikkat edin… Enes’e (r.a.) hitap ederek; “Yavrum! Âilenin yanına girdiğin zaman onlara selâm ver. Bu sana ve âilene bereket getirir.”1408 irşadındaki terbiye ve tavsiye güzelliğine bakınız…
Kaynaklarımız, böyle nice güzelliklerle doludur. Bu güzelliklerden örnekler görmek isteyen kardeşlerimiz, hadis, siyer, tefsir kitaplarını, bu alanda zühd ve takvâya yönelik kaleme alınan eserleri karıştırmalıdırlar. İslâm tarihinde yaşanmış, kaynaklara geçmiş nice hayranlık celbedecek ibret levhalarıyla karşılaşacaklardır.
Edeb, terbiye, ahlâk güzelliği bir mü’min için vazgeçilemez özelliklerdendir. Yapılınca sevabı alınan, yapılamayınca hoş görülen bir müstehab veya bir sünnet gibi değildir. Belki her biri kendi çerçevesiyle düşünüldüğünde böyle olabilir; ancak bütünüyle değerlendirildiğinde böyle olmadığı açıkça görülecektir. Ahlâkı güzel olmayan, edep ve terbiyeden nasibi bulunmayan bir kişide hayır yoktur. Çirkefi devamlıdır, hem kendine hem de mensubu olduğu dâvâya büyük zarar verir… Seyyiât defterine onu hudutsuz derecede pişman edecek kayıtlar düşülür… Kısaca güzel ahlâk, mü’minin şiârıdır.
1407] Ebû Dâvud; Hâkim Müstedrek
1408] Tirmizî
AHLÂK
- 315 -
Hiçbir maddî değer onun önüne geçemez, ondan daha değerli olamaz. Bu gerçek asla göz ardı edilmemeli, maddeler, mânânın önüne geçilmemeli, dünya ve âhiret birlikte karartılmamalıdır.
Bunu açıklamak niyetiyle birkaç kelime söylemek istersek şöyle bir misalle zihinlerde canlandırabiliriz: Çocuklarımızı yarınlara hazırlıyoruz. Kızlarımız daha küçük yaşlardan ileride kuracakları yuvalar için çeyiz yapmaya alıştırılıyorlar. Bu belli oranlarda erkek çocuklarda da var. Zaman zaman komşular aralarında neler yaptıklarını, neler hazırladıklarını konuşuyor, birbirlerinden fikir almaya, bilmedikleri bir yenilik, bir güzellik varsa onu öğrenmeye ve biran evvel yapmaya gayret ediyorlar.
Söyler misiniz; Hangi çeyiz bir ahlâk çirkinliğini örtebilir!?. Dahası hangi kız hangi erkek birlikte yuva kurduğu eşine, hayat basamaklarını birlikte çıkmaya karar verdiği insana iffetinden, güzel ahlâkından, güler yüzünden, samimiyetinden, hak yolda sonuna kadar Allah’ın istediği çizgide yürüme azminden… daha güzel bir çeyiz sunabilir. Hangi perde, hangi tencere, hangi masa, hangi ayna, hangi dolap, hangi işleme, hangi oya… Bu alandaki boşluğu, yokluğu doldurabilir. Hangi dâire, hangi araba iffetten daha kıymetlidir, güzel ahlâktan, edep ve terbiyeden önce gelir.
Bizi biz yapan, Rahman’a kul, mü’mine kardeş, Allah Rasûlü’ne ümmet, hak yol yolcularına yoldaş yapan hasletlerin kıymetleri mutlaka bilinmelidir. Edep ve terbiyenin has bahçesinde, gül kadrini bilenlerden olalım. Zibilliğe alışan, çöp kokusundan haz alan kargaları kendimize rehber edinmeyelim. Güzel ahlâkı ve hasletleri, yön ve yol bilmeyenlerde aramayalım.
Unutmayalım; “Allah iyilik yapanları, güzel davranışlarda bulunanları, samimiyetini taşıyarak güzellikler aksettirenleri sever.” 1409
Hayâ Duygusunda Zaafiyet ve Yozlaşma
“Bir insan İslâm’a sâdık kaldıkça, her şey onun tarafına doğru yol alır ; Toplum, güneş, ay hatta yıldızlar.” Gecesi gündüz gibi aydınlık olan bu din, karanlık bir gecede siyah taşın üstündeki siyah karıncaya dikkat etmemizi bize öğretirken; insanın yozlaşmasının kalbinin taa derinliklerinden geldiğine de dikkat çekmiştir.
Yozlaşma, kelime mânâsı ile tabii, doğal, yaratılıştan gelen dokunun veya ilişkilerin bozulması, ölçüye uygun gözüken ama ölçü dışı olması... Yozlaşmalar, ferdi ve toplumsal bazda olmakta ayrıca eşyayı yani çevremizi de etkilemektedir. Doğru kabul edilen, fıtrattan gelen değerlerin sulandırılması, seyreltilmesi, süte veya ayrana kıvamından fazla su katılması gibidir. Değerleri korumak özen ister. Bazı değerler ise insana ve eşyaya özen gösterir. Değerlere özen göstermek insanları, insanlara özen göstermek ise, değerleri korur.
Var olan toplumlara bakın! Bir bozukluk görüyorsunuz değil mi? yani yozlaşma... Sebebi ise basit bir etkene dayanıyor: Utanma duygusu. Bu duygu nasıl oluşmakta, yozlaşanlar ve yozlaştırılanlar nasıl oluşmakta? Bu konuda öncelikle, tüm kitapların bir kitabı anlatmak için yazıldığı, Kur’an’ı Kerim’e bakmak, incelemek gerektiğini anlıyoruz. Zira tüm insanlığın hayat düsturu, Allah İnsan
1409] 3/Âl-i İmran, 134; Şerafettin Kalay, Vuslat Dergisi, sayı 38, Ağustos 2004
- 316 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ilişkisinin nasıl olması gerektiğini anlatan kulluk kitabı, özellikle tertip sırası ile kitabı projeksiyona tâbi tuttuğumuzda şunları algılamaktayız. Önce besmele ile başlıyoruz. Bismillah, Allah adı ile başlar ve bize nedensellik kanununun ilki, olmazsa olmazını öğretir yani her şey, ilk başlangıç Allah ile sonrası, Fatiha sûresi ile devam eden iman, hamd, ibâdet, sığınma, duâ ve dosdoğru yolu isteme, gazaba uğrayanların ve sapıtanların yoluna değil salihlerin yoluna. İnsan olmaya atılan ilk adımdan sonra, bir şifre ile karşımıza çıkan Bakara sûresi, salihlerin yolunun kitabından bahseder ve üç insan tiplemesi ile inanan, inanmayan ve inanır görüneni anlatır, artık muttakiler belli olmuştur yani Allah’tan korkanlar. Sûre, insanın yaratılışı, Âdem, İbrahim ve yahudiler anlatılırken, ilmi alıp amelini yapmayan yahudileşenlere de dikkat çekilmektedir. Ali İmran sûresinde ise, hıristiyanlar ve körü körüne amele saplanıp ilmi terkeden hıristiyanlaşanlar anlatılmaktadır. Nisa sûresinde Salihler toplumu; Maide sûresinde salihlerin nasıl bir hukuk üzere olacağı; En’âm sûresinde hayvan ve hayvanlaşanlar; Araf sûresinde arada kalanlar, cehenneme bakıp sevinenler, cennete bakıp üzülenlerin trajedisi görülmektedir. Ve Enfal ile Tevbe sûreleri ile insanlığın psikolojisi anlatılırken ancak Allah için mücadele edenlerin mutluluğu bulacağı, esenlik yurduna ulaşacağı işlenmektedir.
Sünnetullah gereği, Allah’ın (c.c.) insanoğluna vahyettiği kulluk kitabı Kur’an’ı bilmeyenler; bilip de gereğini yapmayanlar; Kur’andaki ölçüleri ciddiye almayanlar; ölçüden çıkanlar; Âlemlerin Rabbi Allah’ın rızâsını düşünmeyenler; Allah’ın razı olduğunu, O’nun râzı olduğu şekilde yapmayanlar; başka alternatif kulluk kitaplarının muhatapları olacaklardır ve olmaktadırlar. Başka kulluk kitapları yani beşerî dinlerin kitapları ise asırlardır insanlığı kan, gözyaşı, sömürü, ezilmişlik, günaha bulanma ve yozlaşma dan başka bir şey vermemiştir ve vermeyecektir de. İnsanlık, geçmiş tarih ile bunların şahididir.
Günümüzün beşerî dini olan kapitalizmin ise, insanlığın yozlaşmasında ki fonksiyonu ise tartışılmaz. Yozlaşmanın çok basit bir sebebi var. İki cihan serveri Allah Rasûlü (s.a.s.) buyurdu ki: “Hayâ, İmandandır.”; “Kim ki utanmıyor, istediğini yapsın!” Kapitalizm, insanların ar ve hayâ duygularını kaybettirmektedir. Her şeye ekonomik sebeblerle bakmayı öğreten kapitalizm, erkekleri, kadınları, çocukları utandığı ve sıkıldığı ortamlarda çalışmayı mazur göstermektedir. Ekonomik gerekçelerin arkasına sığınan bu insanlar, yozlaşmanın da kapısını aralamaktadırlar. Ayrıca kapitalizmin bu yozlaşmayı hızlandıran sosyologları, psikologları, antropologları da mevcuttur. 6/En’âm sûresi 112 ve 113. âyetlerde bahsedildiği üzere, insan ve cin şeytanlar, insanları peygamberin yolundan alıkoymak için yaldızlı ve güzel sözler söylerler. Ve yaldızlı güzel sözlerle yozlaştırırlar. Güncel örneklerle sözümüzü bağlayalım: Bugün, Batı orijinli bir hayatı yaşayan, plaja iç çamaşırı ile girmeye kalksa kınanırken, farkı olmayan mayo ile girince tabii karşılanmaktadır. Sokağa pijama ile çıkamazsınız, zira size öğretilen örtünmenin zorunluluğu değil giyinmenin zorunluluğudur. Peki, kadın iç çamaşırı satan ve ondan alanlara ne demeli! Bu iç çamaşırı alışverişi umursamazlığı korkunç değil mi? Bir kadının bir erkeğin saçları ile saatlerce oynamasına süs ve güzellik adına nasıl izin verildi, bu işler kadınlara nasıl kabul ettirildi? Anlamak mümkün değil.
Şu kadarını söyleyelim, bu kapitalizmin dayattığı uygarlık, hayâ duygumuzu inciten pek çok olgunun uygarlık, özgürlük, insan hakları gibi yaldızlı güzel
AHLÂK
- 317 -
sözlerin ve yüksek fikirler(!)’in himayesinde bize kabul ettirildiğidir. 1410
Hayâ duygusu, Harama yaklaşmanın en ufak cezasıdır. Utanıyor iseniz, bu salih toplumlar ve salih kişiler için en büyük cezadır. İnsanoğlu, hayâ duygusu ile hareket ettikçe, haramdan uzak durmayı başarmaktadır. Hayâ terk edilince günaha bulaşma kolaylaşmaktadır. Buradan da anlaşılıyor ki, hayâ duygusu, insanoğlunu günahtan koruyan bir kalkandır. Allah Rasûlü (s.a.s.) buyurdu ki: “Hayâ iyilikten başka bir şey getirmez.” Her türlü kötülük, hayâsızlıktan kaynaklanıyor diyebiliriz. İnsanoğlu, iyilik ile kötülük arasında gidip gelmektedir. Özü ise, utanma duygusu ile doğru orantılı değişime uğramaktadır. Utanma duygusu yoğunlaştıkça, insani yönü güçlenen insanın, utanma duygusu gevşedikçe de insanî yönü de gevşemekte, yani insan olmaktan uzaklaşmaktadır. 1411
Yozlaşma, kitaptan uzaklaşma ile başlamaktadır;
Kitaptan uzaklaşanlar, Dinde yozlaşırlar;
Dinde yozlaşanlar, Ahlâkta yozlaşırlar;
Ahlâkta yozlaşanlar, Hayâda yozlaşırlar;
Hayâda yozlaşanlar, Amelde yozlaşırlar;
Amelde yozlaşanlar, İtikatta yozlaşırlar;
İtikatta yozlaşanlar, İlimde yozlaşırlar;
İlimde yozlaşanlar, Düşüncede yozlaşırlar.
Düşüncede yozlaşanlar, İlmi; İlimde yozlaşanlar, İtikadı; İtikatta yozlaşanlar, Ameli; Amelde yozlaşanlar, Ahlâkı; Ahlâkta yozlaşanlar, Hayâyı; Hayâda yozlaşanlar, Dini; Dinde yozlaşanlar, Kitabı Kaybetmişlerdir... Kitabı kaybeden ise, kendini kaybetmiştir. Kendini kaybedenin yozlaşması ise mâlumunuzdur. 1412
Toplumsal Disiplinde Bireysel Ahlâkın Önemi
Eğer yüz yıl önceki dille ifade edilmesi gerekirse bu başlığın; “İctimaî nizâmın tesisinde ferdî ahlâkın ehemmiyeti” şeklinde âdeta tercüme edilmesi icap edecektir. Bu ifade, zaman aşımına uğramış, müzedeki veya hurdalıktaki bir araca benzetilebilir. Yorum, sahibine ait olsun, fakat bu, acaba hangi ilgiyle aklımıza gelmiş olabilir.
Kuşku yok ki, bunu çağrıştıran neden, sık sık telâffuz ettiğimiz ve şikâyet konusu yaptığımız yozlaşmadır. Çünkü fert ve toplum yaşamında gözlenen hızlı değişimlerin ahlâk üzerindeki etkileri ister istemez yozlaşma konusuna girmeyi gerektirmektedir.
Fakat yöntem bakımından, burada bireysel davranışın yozlaşmadaki rolünden çok, yozlaşmanın bireysel ahlâk üzerinde bıraktığı etkiler önem taşımaktadır. Şüphe yok ki her iki şıkkın da üzerinde durmaya değer. Ancak mânevî birikimleri yozlaştırmada; münferit olarak etkileyici rol oynayan kişi sayısı hem çok az olduğu için, hem aynı zamanda bunlar adeta dokunulmaz birer statüye
1410] R. Özdenören, Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı?
1411] R.Özdenören, Eşikte Duran İnsan
1412] Yusuf Konukoğlu, Vuslat Dergisi, sayı 38, Ağustos 2004
- 318 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sahip bulundukları için, belli bir kesimi yersiz huylandıracak psikolojik davranış analizlerinden çok, toplumun hemen bütün fertlerini ilgilendiren sapma ve eğilimlerin nedenleri üzerinde durmak, daha isabetli olur.
Bu nedenler çoktur. Bazı müsait kişilerin ve belli bir kesimin bu konudaki rol ve etkileri ise bu nedenlerin yalnızca bir maddesini oluşturmaktadır. Yozlaşmayı eğer bir sele benzetmek gerekirse, güçlü toplumun her ferdi, bu selin hızını kesebilecek birer küçük engel olarak değerlendirilebilir. Ne var ki yozlaşma selinin karşısında direnç gösterebilmek bakımından, toplumdan topluma çok büyük farklar ortaya çıkar. Bu selin karşısında birer kaya gibi direnebilmek de vardır; selin üzerinde birer çöp gibi yüzüp gitmek ve nihâyet kayıplara karışmak da vardır. Tarihin sayfalarını eğer geriye doğru dikkatle okuyacak olursak bu benzetmenin, bazı toplumlar üzerinde bizi derinden düşündüren mesajlar vereceğini görürüz.
Tarih zaten bu amaçla okunur ve okutulur. Tarihin sahnesine çıkmış, yüzyıllarca varlık göstermiş ve medeniyetler kurmuş nice toplumlar bu dünyadan gelip geçmişlerdir. Çünkü her toplumun da her fert gibi, belli bir yaşama süresi vardır, eceli gelince göçer gider. Ancak toplumlar, fertlere göre biraz daha uzun ömürlü olurlar. Tamamen yok olmuş milletlerin, bıraktığı birtakım silik izler varsa da onlara ait dillerden birini bugün kimse bilmemektedir. Örneğin bir zamanlar Anadoluda Lidyalılar, Frigyalılar, Hititler yaşıyordu. Bu coğrafyada kim acaba bugün Lidya, Frigya ve Hitit dillerinden birini biliyor? Bizans ve Osmanlı İmparatorlukları da bu topraklar üzerinde kuruldu. Milyonlarca insan, bu coğrafyada Osmanlı dönemini yaşamamış olmasına rağmen, bu devletin yıkılmasına üzülmektedir. Ne ki bu insanlar, vârisleri olmakla gurur duydukları Osmanlının dilini bugün kullanamamaktadırlar. Oysa Osmanlı Devleti daha dün yıkıldı. Üstelik Osmanlı ruhu hâlâ yaşamaktadır. Bunlar ibret verici ilginç şeyler değil mi?
Hiç şüphesiz, ömrünü tüketen her şey, geçip gidecektir. Bu İlâhî bir kanundur. Fakat bu akışın doğal hızını kesmeye kalkışmak ne kadar abes ise, ona, doğal olmayan bir hız kazandırmaya çalışmak da o kadar zararlıdır. İşte yozlaşmanın, çözülmenin ve çürümenin temel nedenini burada aramak gerekir. Aynı zamanda yozlaşma ile olumlu gelişme arasındaki farkın sırrı da burada gizlidir.
Bu noktada, bireysel ahlâk ve davranış biçimleri ön plana çıkmaktadır. Çünkü toplumun yıkıcı etmenlere karşı direnip ayakta kalmasını veya çözülüp nihâyet başka toplumların potasında erimesini temelde bu olgu belirler. Onun için yıkılmış milletlerin sosyolojisi, özellikle bu bakımdan ibretlerle doludur. Nitekim tarihin sahnesinden çekilmiş, ancak geride izler bırakmış birçok kavmin, yıkılış ve yok oluş öyküleri çok iyi araştırıldığında, ortak bir özelliğe rastlanmaktadır. O da kişilerin, o kavme özgü değerleri ve kuralları tanımaz hale gelerek meydana getirdikleri kargaşa ortamıdır. Böyle bir ortamı, güç kullanarak bastırmaya çalışmak ise, çok kere durumu daha karmaşık hale getirmekten başka işe yaramamış ve mukadder sonu önleyememiştir.
Toplumsal sorunların birçoğu, teşhisi pek zor ya da mümkün olmayan sinsi hastalıklara benzerler. Bunların, hepsinin de temelinde ahlâkî deformasyonlar vardır. Onun için görünürde, herkesin işinde gücünde olduğu sanılırken (örneğin 31 Mart olayı gibi) birden bire bazı önemli patlamalar yaşanır. Aslında bunlar, sonu yaklaştıran birer süreç sayılırlar. Öyle ise bu gibi gelişmelerde tahmini
AHLÂK
- 319 -
çare olarak atılabilecek ilk adım şu olabilir; Ortaya çıkan ve birbirini izleyen süreçlerin, toplumun ahlâkından neleri alıp götürdüğünü ve bu sûretle toplumu ne kadar yaşlandırdığını her keresinde saptamak ve bu süreçlerin hiç değilse hızını azaltmaya çalışmak... Bu da elbette ki fertlere gereken önemi vermekle ancak mümkün olabilir. Meselenin bu cephesi ise daha çok yöneticileri ilgilendirir.
Bu konudaki belirtilere gelince bunlar özetle; fertler arası bağların çürümeye yüz tutarak, sevgi, yardımlaşma ve dayanışma ruhunun sönmesi şeklinde ortaya çıkarlar. Bunları tehlike çanları olarak yorumlayabilirsiniz.
Bu noktaya kadar birbirini izleyen evreler, her yıkılmış toplumun hayatında vardır. Tarih bunlardan bazı örnekleri çok dakik biçimde tespit etmiştir. Sosyal, kültürel, dinsel ve ideolojik birçok nedenin bir toplumu böyle bir eşiğe kadar getirmesinde ise bireyin önemli rolleri vardır. İşte şimdi bizi en çok ilgilendiren nokta da budur. Bu noktadan itibaren toplumumuzda çoğunluğun din olarak kabul ettiği İslâmın, ahlâk anlayışı üzerinde biraz durmakta yarar vardır.
Bilindiği üzere, İslâm hukukunda tüzel kişiliğin yeri yoktur. Buna bağlı olarak İslâm terminolojisinde “devlet” kavramı da yoktur. Ancak bunu da içeren, daha kuşatıcı bir anlamda “Ümmet” kavramı vardır. Ümmet ise; çatısı altında tüm dünya mü’minlerinin, organize olabileceği siyasal, sosyal, kültürel yönetsel ve hukuksal teşkilât demektir. Bu küresel teşkilât, birçok devletten oluşabilir. Fakat şu noktaya çok dikkat etmek gerekir ki Ümmet anlayışında devlete değil, devleti yönetmek üzere ümmet tarafından seçilmiş kişilere yetki ve sorumluluk verilmiştir. Evet, gerçi böyle bir enternasyonal örgütün anayasasını oluşturan Kur’ân-ı kerim’de seksenden fazla yerde “Ey iman edenler” diye çoğunluğa hitap bulunmaktadır; fakat çok dikkat edilirse bu hitap, aslında içerik olarak daha çok; topluluğun şahsında bireye yöneliktir.
İslâm ferde, o kadar çok önem vermiştir ki onu topluma eşdeğerde tutmuştur. Dolayısıyla onun evrensel erdemlerle yetişmesini ve olgunlaşmasını öngörmüştür. Sünnet kurumu ile ayrıntıları ortaya konan ve açıklanan bu ahlâk yapısı şu faziletlerden oluşur; İffet, hayâ, doyumluluk, kanaat, zühd, dürüstlük, doğallık, içtenlik, titizlik, takvâ, hoşgörü, cömertlik, gönül alçaklığı, çalışkanlık, sabır, danışma duygusu, dayanışma duygusu, eşitlik duygusu, paylaşım duygusu, öğrenme sevgisi, ön yargısızlık, dış temizlik duyarlılığı, cesaret, kurallara uyma duyarlılığı, sevgi, saygı, kibarlık, özveri, hakkı savunma, haksızlığa karşı direnme, başkaları için kaygılanma, Tevhid bilinci, Ümmet bilinci, âhiret bilinci ve şahadet bilinci...
Bu erdemlere fert ve toplum olarak önem verildiği çağlarda müslümanlar hep yükselmiş, kalkınmış, büyük açılımlar gerçekleştirmiş ve müreffeh yaşamışlardır. Bunların ihmal edildiği dönemlerde ise çökmüş, parçalanmış, dağılmış, perişan olmuş, toprak kaybına uğramış, yabancıların boyunduruğu altına girmiş ve heybetlerini yitirmişlerdir.
Bu bir deneyimdir. Günümüzde müslümanlar gerçek anlamda ümmet olarak yaşamamaktadırlar. Ancak bu deneyimden yararlanmak isteyen küçük mü’min gruplar vardır. Mü’min’lerin ortalarından itibaren başlamış olan uyanış hareketlerinin etkisiyle bugün dünyada binlerce mü’min, ümmeti yeniden yapılandırma özlemini taşımaktadır. Fakat bu o kadar kolay olmayacaktır. Çünkü bu özlemin
- 320 -
KUR’AN KAVRAMLARI
farkına varmış bulunan ve bundan dolayı panik içine giren “Küfür Dünyası”, kendi ölçülerine göre “Globalizm” adı altında, alternatif bir Ümmet tasarımını ortaya koymuş bulunmaktadır. İslâm ümmet ideali henüz bir özlemden bile öteye gitmemişken Küfür Ümmetinin işbirlikçileri, İslâm dünyasında ferdin ahlâkını perişan etmek sûretiyle bu ideali kökten sabote etme girişimlerine 11 Eylül senaryosundan sonra fiilen girmiş bulunmaktadırlar. Nitekim Amerika Başkanı George W Bush, “This is Grusade!”, yani, Bu bir Haçlı Seferidir, diyerek savaşın startını vermiştir.
Bu senaryo için dehşet stratejiler öngörülmüştür. Birkaç yıldan beridir, uygulaya konan bu stratejilerden bazıları, gerçek mü’min kişiliğe sahip, birikimli, kaliteli, ahlâklı ve yetişmiş kitleyi kısa zaman içinde eriterek onları tamamen ortadan kaldırmaya yöneliktir. Daha sinsi stratejilerle de geriye kalan eğitimsiz, ya da yarı okumuş, laikçi zihniyete sahip, kaypak, İslâmla kafa kâğıdından başka hiçbir bağı bulunmayan kalabalık sürüleri müzik, moda, sınırsız seks ve alkolle uyuşturarak köleleştirilmiş bir “Ilımlı Müslüman kitle” peydahlamaktır. Bunun şimdiki adı, “Ortadoğu Projesi”’dir. Bu projenin temeli, Haziran 2004’de İstanbul’da düzenlenen NATO zirvesinde resmen atılmıştır.
Görüldüğü üzere hedef yine ilk önce ferttir. Şu halde Küfür Ümmeti henüz tam başarıyı gerçekleştirmemişken, dünya mü’minleri ellerini çabuk tutmak sûretiyle biraz önce sayılan faziletlere ağırlık vererek eğitimi hızlandırmak zorundadırlar. Küfür Ümmeti, Hint yarımadasından, Fas’ın ve Moritanya’nın Pasifik kıyılarına kadar geniş bir coğrafyayı kaplayan Büyük İslâm vatanında son onbeş yıldır fırtınalar kopararak ilk önce ferdi dejenere etmek istemiştir. Hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki onun ilk hedefi bu olmuştur. Filistin’de Afganistan’da ve Irak’ta sahnelenen senaryolarla Küfür Ümmeti, önce ortalığı savaşlarla karıştırarak genç, eğitimli ve ahlâklı mü’min nesli kışkırtmak, sonra da (vatanlarını ve namuslarını savundukları için) onları terörist diye damgalamak ve tamamen yok etmek istemektedir. Bu bir süreçtir. Eğer bu süreci başarıyla sonuçlandırabilirse bu kez İslâm vatanındaki sürülere el atacak onlara yukarıda sayılan faziletlerin karşıtlarını aşılamaya çalışacaktır.
Evet, Küfür ümmetinin ikinci büyük hedefi ise; Çoğu işsiz, bilgisiz, kültürsüz, ya da beyinleri Hıristiyanlık ve Yahudilik kültürü ile yıkanmış, İslâm’dan kopuk sürüleri kazanmaktır. Onların her birine aşılanacak malzeme ise zaten hazırdır.
İşte listesi:
İffetsizlik, hayâsızlık, doyumsuzluk, iki yüzlülük, yapaylık, samimiyetsizlik, hoşgörüsüzlük, cimrilik, kirlilik, bencillik, küstahlık, tembellik, sabırsızlık, adâletsizlik, acımasızlık, ruhsuzluk, zevksizlik, pespayelik, ön yargılılık, gösterişçilik, teşhircilik, korkaklık, kuralsızlık, sevgisizlik, saygısızlık, kabalık, çıkarcılık, kurnazlık, teslimiyetçilik, taklitçilik. imansızlık, şirk, ırkçılık, kabilecilik, ayırımcılık, bölücülük, laikçilik ve hurafecilik…
İslâm’ın ezelî düşmanları, asrı saâdetten beri bu son evrensel dini ve mensuplarını ortadan kaldırmak, ya da en azından dünya Müslümanlarını ruhsuzlaştırmak için sürekli şekilde yeni stratejiler üretmiş, değişik savaş sistemleriyle emellerine ulaşmak istemişlerdir. Bu amaca o kadar şiddetli bir tutkuyla kilitlenmişlerdir ki onu gerçekleştirmek için sanayi devrimiyle birlikte hem bir yandan
AHLÂK
- 321 -
hızla cephelerini birleştirmiş, hem öbür yandan teknolojide dev ilerlemeler kaydetmişlerdir. Ancak İslâm’ı ve dünya Müslümanlarını çökertmek için ürettikleri tüm stratejiler, teknikler ve savaş sistemleri arasında kişiyi ahlâktan soyutlamak kadar hiçbir şeye önem vermemişlerdir. Kanlı savaşların yanı sıra, kansız savaşların planı da işte bu temel strateji üzerinde kurulmuştur.
Öyle ise, bundan çıkarılacak en büyük ders şudur: toplumun yükselip kalkınabilmesi, birlik ve beraberliğini sağlayabilmesi ve bu sûretle de tehlikelere karşı direnebilmesi için, yatırımın en büyüğü insana yapılmalıdır. Bu amaçla hazırlanacak hangi projede olursa olsun, ruh ve beden sağlığı kadar onun, sağlam bir ahlâk, temeli üzerinde yetişmesine de yer verilmedikçe elde edilecek başarıların hiç biri, tehlikelere karşı bir bağışıklık sistemi oluşturmayacaktır. Bunun çarpıcı delilleri de ortadadır.
Evet, Cumhuriyetin ilânından günümüze kadar, bu coğrafyada yaşanan (darbeler, terör ve soykırımlar, işlenen siyasi cinâyetler, sahnelenen sağcılık, solculuk, vandalizm, ırkçılık, lâikçilik, tarikatçılık, tekfircilik, hortumculuk ve soygun olayları), ruh ve beden sağlığına sahip, ancak (kurnaz, yobaz, münâfık, hain, sahtekâr, müşrik, imansız ve acımasız) grupların bu ülkede var olduğunu kanıtlamaktadır. Onun için Türkiye, her ne kadar görünürde sanayileşmiş ve kalkınmış bir ülke izlenimini uyandırıyorsa da halen bu kampların cirit attığı ve zaman zaman çatıştığı bir arena haline gelmiştir.
İçi dışından çok farklı olan bu tabloyu sağlam, berrak, güven verici ve iç açıcı bir manzaraya dönüştürmek elimizdedir. Devlet ve toplum olarak, her şeyden önce İslâm hakkındaki dış kaynaklı önyargılarımızı bir kenara koyup yeni kuşaklarımızı Kur’ân’ın evrensel terbiyesiyle yetiştirmeye gayret etmeliyiz. Onları bilhassa lâikçi, pozitivist, tarikatçı, ırkçı, tekfirci ya da müşrik gruplara emanet etme gafletine düşmemeliyiz.. Kur’ân-ı Kerim, bizi bu noktada ciddi ifadelerle uyarmaktadır. Bu konu ile ilgili olarak, Kitabımız şöyle der: “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah’ın buyruklarına karşı gelmeyen ve kendilerine emredilenleri yapan melekler vardır.” 1413
Unutmamak gerekir ki, ülkemizde yaşanan düşünce kaosunun, din anarşisinin, yozlaşmanın ve çürümenin içerdeki nedeni, biraz önce sözü edilen fanatik kampların faaliyetleridir. Çünkü bu gruplar arasında şiddetli bir kültür savaşı sürmektedir. Bu ise toplum ahlâkını aşındırmaktadır. Bunlardan her birinin çıkardığı yayın ve sürdürdüğü propaganda, bu ülke insanını ayrı ayrı doğrultularda İslâm’ın merkezinden ve “Orta Ümmet” anlayışından biraz daha uzaklaştırmaktadır. Üstelik bu ülkede, Kur’ân’ın evrensel görüşünü temsil eden “Orta Ümmet” anlayışını tanıtacak alternatif bir eğitim projesi ve onu uygulayan bir kurum da mevcut değildir.
Bu da gösteriyor ki, bazı gruplar, bazen derin devletin desteğinde yeni kuşakları orta ümmet anlayışından uzaklaştırmaya, onları fanatikleştirmeye, saldırganlaştırmaya ve ahlâksızlaştırmaya çalışmaktadırlar. Bunun yanı sıra, ideolojik eğitim mekanizmasının, antropomorfist, lâikçi, kadavracı ve ezberci yöntemi, medyanın tele vole ve magazin bombardımanı eşliğinde bu ülkedeki çocukların
1413] 66/Tahrîm, 6
- 322 -
KUR’AN KAVRAMLARI
beynini yıkamakta, onları zengin, evrensel ve insanî fikirleri anlayabilecek yetenekten yoksun hale getirmektedir. Onun için, biraz önce sözü edilen gruplardan her birinin gerçek amacı, yeni nesli kendi inanış ve ideolojileri doğrultusunda çeşitli karşıt kamplara bölmektir. Çocuklarımızı eğer bu grupların insafına terk etmek yerine onları Kur’an ve Sünnetin öngördüğü evrensel eğitim sistemiyle yetiştirmeye özen gösterirsek yakın gelecekte bu coğrafyanın bir mutluluk ülkesi olacağına inanmalıyız.
Sonuç olarak diyebiliriz ki; yarı örtülü ve şüpheli bu manzara karşısında her insanın, bu ülkede çok duyarlı ve tedbirli olması şarttır. Hangi düşünce ve inanış grubuna bağlı olursa olsun, bu ülkenin bütün önyargısız insanları evrensel değerlere sahip çıkmak ve bireyin ahlâkını yüceltmek için bir araya gelebilir, her türlü ahlâksızlığa ve fanatizme karşı ciddi bir dayanışma gerçekleştirebilirler. Yeter ki bütün sapmaların ve saplantıların ölümcül virüsü olan ideolojik eğilimlerden uzak dursunlar. 1414
Tekâmüle Götüren Üstün Ahlâk Ancak Eğiterek ve Yaşanarak Kazanılır
Her şeyin dar kalıplar içinde ve fıtratten uzak sunulmaya çalışıldığı günümüzde ahlâktan bahseden, sokak ve parkların isimlerini barış sloganları ile dolduranlara rağmen çeşitli zulüm ve haksızlıklar bütün dehşetiyle sürüyor. Sadece sözlerimizde değil, birçok yaşama ve davranış biçimimizde süslü ambalajı içinde yalan ve sahtekarlık başını almış gidiyor. Gıda maddelerimizden giyimimize, işlerimizden düşüncelerimize kadar devâsa bir kirlenme ile karşı karşıyayız. Öte yandan hergün bir dizi çıkarılan yasalar, polisiye tedbirler bu dejenerasyon karşısında âciz kalıyor. Bir kısmımız tamamen kara tablo içinde ümidimizi kesmiş durumda, bir kısmımız işe hep hatayı karşıda bilip devekuşu gibi başımızı kumlara gömmenin basit nefis hesabı içindeyiz. Nefisler birtürlü sorumluluğu ve görevlerini kabul etmediği gibi yetkili makamlarda olanlarımızda da koltuk, maddî menfaat ve çeşitli dünyalıklar ağır basıyor. Bilenler suspus olmuş, ilim namına ortada gezen fırsatçılar türedi.
Mâlumdur ki Rasûlü Zişan Efendimiz (s.a.s.) Hûd sûresinde geçen “Emredildiğin gibi dosdoğru ol!”1415 ifadesi beni kocalttı, yaşlandırdı buyurmuştur. Hâlbuki gelmiş ve geçmiş bütün günahları affedilmiş ve Allah’ın en sevdiği zat idi. Bizim, adam gibi adam olmamızı murad ediyordu. Anasından doğup ümmeti için af secdesine kapılmasından kendisine en büyük kötülükleri yapan Tâif’teki Beni Sakif kabilesine karşı buyurduğu “Allahım kavmimi bağışla çünkü onlar bilmiyorlar” üstün davranışına kadar her hareketinde bu niyet, azim ve dirâyet vardı. Peki, önceki asırlarda emirleri açıklayan kitaplar, imkân ve nasihat azdı diyelim binbir çeşit kitap, peryodik yayın, iletişim vasıtaları ve nimetler meşheri içinde yaşadığımız bugün için ne demeye hakkımız var. Bundan 45 yıl önce yurdumuzda okunacak pek dinî eser olmadığı gibi uydurma Hazreti Ali cenk kitaplarına rağmen okuma oranı fazlaydı.
“Ve sen en büyük bir ahlâk üzeresin”1416 âyet-i kerimesi ile müjdelenmesine rağ1414]
Ferit Aydın, Vuslat Dergisi, sayı 38, Ağustos 2004
1415] 11/Hûd, 112
1416] 68/Kalem, 4
AHLÂK
- 323 -
men emredileni önce kendisi hakkiyle yaşıyor ve onu titizlikle örnek alan gökteki yıldız misali Sahabi de hayatına tatbik etmeden geçmiyordu. Bütün nimetleri ve güzellikleri haktan bilen bir sağduyu içinde “Şeklimi ve ahlâkımı en güzel yaratan Allah’a hamdolsun.”1417 deme izzetini gösteriyordu Efendimiz (s.a.s.) Bugünün en yaygın mânevî hastalığı olan övgüden ve müsrif yaşamadan uzak durduğu gibi ismet ve iffetin, dille beraber bütün organlarını fena söz, hareket ve fuhşun her nevinden korumakla kazanılacağını ortaya koyuyordu. Teslimiyet şuuru Abbasiler döneminde Felsefe ile tanıştıktan sonra yavaş yavaş zayıfladı. Nefisler muhasebeden geçirileceğine dinin hükümleri sorgulanmaya başladı. Sünnetin asıl anlamı en olgun ahlâk ve davranışı hedefleyerek yaşamak ve çevresine de ışık olmaktır. Arabistan’da kuvvetli aşireti olmayan emniyet içinde çobanlık yapamazken Efendimizin (s.a.s.) müjdesiyle kısa bir zaman içinde başına altınını koyarak Yemen’e bile gitme rahatlığı doğdu. Hiçbir liderin hayatı onun kadar satır satır kaleme alınmadı ve sevilip korunmadı. Bugün içinde bulunduğumuz en büyük darboğaz kuru bir öğretimin yanında eğitime değer verilmemesidir. Ahlâk derslerinin prensipleri belki kitapla başlar ama bütün çevre ve kuşaklarda müjdeleyici ve sevindirici metotlarla teşvik ve destek görmesi başta eğitici, öğretici ve her kademedeki yöneticilerin şahsiyet ve davranışlarında ve kanunla korunma zırhına bürünmeden örnek hayat olarak benimsenip yaşanması gerekir. Tabii ki bütün yayın organları da bunu teşvik etmeye âmâde kılınmalıdır. Kötülük tohumlarının yayılması zorlaştırılmaz, ferdin ve toplumun zararına götürücü her yol kontrol altına alınmaz üstelik hürriyet, insan hakları ve sosyal ihtiyaç bahaneleri ile ambalajlanırsa süslü nutuk ve pasta ziyafetlerindeki yarenliklerle nereye varılabilir? Bu amaçladır ki Allah’a imandan sonra farz-ı ayn, iyiliği yaymak ve kötülüğe karşı olmak sağduyusunu ayakta tutmaktır. Şüphesiz muhatabımızın iyiliğini yürekten arzu etmekle beraber şefkatli ve çaplı çalışmalar göz ardı edilmez. 1418
40 yıl önce yedeksubay olarak görev yaparken verilen konferanslardan birinde Maurice Aseo adında aslen yahudi birisinin Akdeniz Sahillerinde kurulacak beynelmilel kumarhanelerle milli gelire çok büyük katkıda bulunabileceği vurgulaması başkaları nezdinde hayranlık uyandırırken bana çok dokunmuş “Ahlâk ve Ahlâk Tarihi” üzerine bir konferans da ben hazırlamıştım. Bütün eski ahlâk telakkilerini özetleyerek kalıcı olmadıkları için silinip gittiklerini belgelemiştim. Binbaşı bunu daktilo sırasında görüp çok beğenmiş okuyup getireyim diye götürmüş ve bir daha da getirmemişti. Daha sonra bunu istihbarat âmirine intikal ettirerek ceza vermek üzere hakkımda dosya düzenlemişlerdi. Tahkikata bakan hâkim subay bereket bunu mahkemeye intikal etmeye değer bulmayarak işleme koymamıştı. Takdir beklerken ve zerre kadar suç unsuru yokken ahlâkı, mânevîyata bağlamaktan fevkalâde rahatsız olanlar zuhur etmişti. Hâlbuki kapısında yarım asırdır elpence beklediğimiz batıda ferdin ve toplumun bilgilenmesine ve faydasına olan hiçbir çalışma ve hizmet göz ardı edilip hor görülmez ve her seviyede tartışılmasından memnun kalınır. Zira toplumu dejenere eden sayısız şer hareketler durmuyor ki müslüman da yatıp uyusun.
Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) her şeyin temeli olarak ahlâkı görmesi ve güzel
1417] Beyhakî, Şu’abu’l-İman
1418] Afzalur Rahman, Hazreti Muhammed (s.a.s.), Siret Ansiklopedisi, c. 2, s. 623, c. 3, s. 175-186, c. 4, s. 491-497
- 324 -
KUR’AN KAVRAMLARI
prensiplerine sımsıkı sarılması yola gelmez nice demirleri yumuşatmış ve gülmeyen yüzler rikkatten ağlar hale gelmiştir. Yıllarca kendisine en büyük zulmü yapan kendi kabilesini Mekke’nin fethinde beklenenin aksine affetmesi yılanı bile deliğinden dışarı çıkarmıştır. Mescide küçük abdestini bozan azgın bir bedeviye hücum edilmesine müsaade etmeyerek orasını temizlemiş ve ganimet için atkısını boynuna dolayarak kendini boğmaya çalışanı bile affetmiştir. Ama zengin bir gencin hırsızlık cezası için torpil edilmek istenen biricik kızı Hazreti Fâtıma’yı (r.a.) azarlamıştır. Her şeyde en güzel ahlâk örneklerini Peygamberimiz ve ashâbında bulmak mümkündür. 1419
Osmanlıda idarî yapıda güzel örnekler çoktur. Ötedenberi bazılarınca tenkit edilen Devşirme hareketinde devlete taze kanın yanı sıra nefislere ve nesillere temiz ahlâk ve iyi eğitim ve kültür kazandırmak amacı başta gelir. 7-8 yaşlardan itibaren teknik, dini ve ahlâkî yönden mükemmel eğitim ve öğretim verildiği gibi kabiliyet ve kudretini geliştirerek birçok üstün hizmetlerde kullanılmasına fırsat tanınırdı. Politikacılık dolapları yoktu. İşte böyle bir anlayıştan asırlardır yabancılara göstermekle şeref ve mutluluk duyduğumuz ve üzerinde kendi isimleri bile bulunmayan muazzam hayır eserleri doğmuştur. Yabancıların kasden abarttığı Harem hayatına ve iffete çok değer veren hükümdarlar yeni giren bir kızcağızdan Valide Sultan’a kadar herkesin görev ve sorumlulukları ve davranış biçimlerini gösteren Ahlâkı İnzibatiye levhası ile kayıt ve sıkı takibat altına almışlardır1420. Sultan II. Abdülhamid’in Sansür Yönetmeliği hakkiyle anlatılmış değildir. Onun zamanında 100’e yakın gazete 30’a yakın Mecmua yayınlandığı gibi Düyûn-ı Umûmiye (Düyûn-ı Umûmiye Osmanlıdan kalan genel borçlar olup başlangıcı itibariyle yine İngilizler tarafından borca alıştırılıp yine onların direktifleri doğrultusunda harcamamızdan kaynaklanmıştır) için gazetelere 2 paralık pul yapıştırma mecburiyeti daha sonra kaldırılmıştı. Basın bir millet için en etkili araç olmakla beraber sayfalarını çoğunlukla cinâyet, hırsızlık, gasp ve menfi hareketlere tahsis etmeye ve millet sayesinde ayakta durup milletin ense kökünde boza pişirmeye, kendisini farklı ve mümeyyiz bir sınıf gibi görüp göstermeye hakkı olmaması gerekir. Hatta hatırlayacaksınız bir zamanlar ar ve hayâ damarlarını yerinden oynatan fuhuş ve magazin neşriyatın bir poşet içinde satılması teklif edildi de ne gürültüler kopardılar. İşte bu amaçla Sultan Abdülhamid zamanında Maarif Nezaretince kurulan “Tetkikatı Müellefat Komisyonu” bütün eserleri ahlâkî yönden kontrol ediyor; şahsiyeti, devleti ve idarecileri rencide etmeye fırsat tanınmıyordu. Bir yolsuzluk veya aykırı hareket en yüksek makamca da olsa çekinmeden şahitlerle derhal Adliyeye intikal ettirilecek fakat fitneye sebep olacağı ve halkta çalışma şevk ve heyecanını ve güven duygusunu zedeliyeceği için yayınlanmayacaktır. Halktan kim olursa olsun padişah konusunda bile olsa mahkemelere başvurabilecektir. Ziraat, ticaret, sanayi ve benzeri konularda halkın yararına, tekniğin gelişmesi ve geliri artırmaya yönelik haber ve kültür yazılarına fazla edebiyata ve uzun yazılara kaçmadan açık ve net ifadelerle yer verilecektir. 1421
Sabataist, mason ve diğer din düşmanlarına, hortumculara, istediğini
1419] Said Havva, Er-Rasûl, Petek Y., s. 155-172
1420] Emrullah Öztürk, Osanlı Devşirme Usülü ve Boşnak Gerçeği Zaman Gazetesi, 5. 1O. 1992 Görüşler Düşünceler
1421] Aydın Talay, Eserleri ve Hizmetleriyle Sultan Abdülhamid Han, Risale Y., s. 18O-182
AHLÂK
- 325 -
göklere çıkarıp dilediğini çirkeflere batıran menfur ve fırsatçılara hak tanınmamalı ve satın alınarak hizmet edilip beslenmemelidir. 1422
Yozlaşmanın Toplumdaki Tezâhürleri
Hiçbir topluluk hak etmediği bir hal üzere bulunamaz. Eğer bugün İslâm dini ve Müslümanlar eleştirilme konusu oluyor, vahşet, terör gibi kavramlarla bir arada anılacak hale geliyorlarsa, Müslümanlar tutarsız, güvenilirliğini yitirmiş, marjinal suçlamaları ile karşılaşıyorlarsa şapkamızı önümüze koyup düşünmenin vakti gelmiştir, geçmektedir bile. Bu düşünmenin ve iç hesaplaşmanın sonucunda, ya Müslüman kimliğine karşı yapılan eleştirileri bir saldırı kabul edip, karşı koyamamanın ezikliğini hissetmeli, ya da dünyevi hırs ve ihtirasların kirletmiş olduğu davranışların Müslüman sıfatı ile bir arada anılarak eleştiri konusu olmasına sebep olunduğundan dolayı utanılmalıdır.
İslâm dini, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın (c.c.) dinidir. Ve kusursuz olarak tamamlanmıştır. Kendisine tabi olmakla şereflendiğimiz İslâm dininin ve Elhamdülillah diyerek pekiştirdiğimiz Müslüman isminin çizmiş olduğu yolun, takip edilmemesinden dolayı ortaya çıkan tablo, sadece bizlere zarar verecektir. Bu zarar hem kulluk görevlerini ifa edememenin kaybı, hem de taşınan kimliğe muhalif hareket ederek diğer insanların yanlış düşüncelere sahip olmalarına sebep olunması şeklinde düşünülmelidir.
Saf olan Vahyin, inşa ettiği fertlerin, toplum içinde belirleyici olamamaları toplumsal yozlaşma ve kirlenmenin gerekçesi olarak karşımıza çıkmaktadır. İlk nesil, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) terbiyesinden geçmiş, Vahyi, hayatlarında belirleyici olarak merkeze oturtmuş, sonraki tüm düşünce ve eylemlerini hep bu merkezin verdiği direktiflere göre tespit etmişlerdir. Vahiy onların tasavvurlarını kuşatmış, bilinçlerini etkilemiş ve hayatlarında daima yön gösteren bir etken olmuştur. İşte bu ruh hali toplumsal bir dönüşümü, bir inkılâbı gerçekleştirmiş, o döneme Asr-ı Saâdet denilmesini sağlamıştır.
Her zaman bir ideal olduğu vurgulanan Asr-ı Saâdet dönemi, şahsi zaaflarımızdan dolayı siyer kitaplarından okunan bir anıdan öteye ne yazık ki geçememektedir. Dümeni kırılmış bir teknenin akıntının yönüne doğru seyir alması gibi, bu günde Müslümanlar olarak bizler, müstekbirlerin belirledikleri senaryoların peşinde itile katıla rol almaktayız. Yitirdiğimiz değerlerimiz, kimliklerde ve kişiliklerde görülen erozyon, toplumsal bir yozlaşmayı peşinden getirmektedir.
Ailelerde görülen bozulmalar: Başından bireylerin, dinlerini tamamlamak, Allah yolunda aktivitelerini arttırmak amacı ile hesapladıkları evlilikler, toplumsal yozlaşmadan etkilenmiş, çiftlerin birbirlerine karşı tavırlarında problemler yaşanmaya başlamıştır. Erkeğin ataerkil olan örften etkilenerek, kadın üzerinde baskı kurmaya çalışması, onu yokmuş gibi hareket etmesi, “Ey iman edenler” İlâhî çağrısına kadınında muhatap olduğunu unutarak, eşinin daha iyi bir kul olması yönündeki çabalarına engel olması bu sorunlardan bazılarıdır. Bunun yanında kadınında, günümüz fitnelerinden olan feminizm rüzgarından etkilenerek başına buyruk bir hal alması, erkeğine karşı onu kaile almayan saygısızca tavırları, fiziksel yapı ve fıtratı gereği Allah (c.c.) tarafından sorumlu ve gözetici olan erkeğin bu özelliğini sindiremeyerek kendisini de bu işlerde rakip olarak görmesi aile içi huzursuzluğu arttırmaktadır.
1422] Aydın Talay, Vuslat Dergisi, sayı 38, ağustos 2004
- 326 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ayrıca reklâmların cazibesi ve çevreleri ile girdikleri rekabet sonucu yaşanan tüketim çılgınlığı, aileleri israf çamuruna da bulaştırmıştır. Bu da süslemekle, yenilemekle bitirilemeyen evler, yığılan elbiselerden yer kalmayan gar dolaplar, yenmeyip bozulan yemekler gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Tüm bunlara para yetiştirmeye çalışan erkeğin, işi ve çalışmayı hayatın amacı edinmesi, çarçabuk kıldığı namazın haricinde kimliğini ortaya çıkaran hiçbir belirtinin görülmemesi de hüzün vericidir.
Bütün bu problemlerin ortasında unutulan, ihmal edilenler yine çocuklar olmaktadır. Çevresinden bir kişinin hidâyeti için yıllarca çaba göstermeye razı olan kişiler, bir çiçek gibi özen gösterip, terbiye edebilecekleri ve Allah’ın izniyle istedikleri gibi yetiştirebilecekleri çocuklarını unutmaktadır. İlgiden, İslâmî terbiyeden uzak yetişen çocuklar, başıboş kaldıklarından, kendilerini sahte starlara, futbol yıldızlarına, dâvet eden T.v. ve gazetelerin tuzaklarına rahatça düşebilmişlerdir. Sürekli erteleyerek, namazlara kaldırılmayan, “aman değme uyusun” sözleriyle sözde merhamet gösterilen çocuklara asıl kötülüğün yapıldığı anlaşıldığında maalesef çok geç olmaktadır. Birde özellikle annelerde, dehşet bir özenti hastalığı görülmektedir. Çocukların giyimlerine, sözlerine etki eden bu özenti tehlikesi aşağılık kompleksinin bir sonucudur.
Çocukların, marka olan çocuk mağazalarından giydirilmesi için paralar harcanmaktadır. Kız çocukları mini etekler, askılı bluzlar, erkek çocukları ise blue jean’ler üstüne ne anlam ifade ettiği anlaşılmayan resimli, ya da bir işgalci devletin bayrağını taşıyan t’shirt’lerle dışarı salınmaktadır. Batı kültüründen ihraç edilen ve sadece bir defa giymek için yüksek meblağlar ödenen gelinlikleri, küçük kız çocuklarına giydirerek gururla dolaşılması, esasında acizliğin, erimişliğin gerçek bir tablosudur. Yapılan eleştirilere “o daha küçük mini etekten bir şey olmaz, kardeşim” gibi sözlerle karşılık verenlere, “peki neden hoş bir başörtüsü ile başını örtmüyorsun, güzel uzun bir elbise ile çocuğunu süslemiyorsun” diye sorulması gerekmez mi? Ağaç yaş iken eğilir sözünün doğruluğunu ilerleyen yıllarda acı bir şekilde gören bu zihniyet, daha sonra kızlarının örtünmesi ve toplumsal ilişkilerinde ki edebi ile ilgili sıkıntılar çekmektedir.
Gençlerimizde görülen bozulmalar: Ailelerde görülen erozyonun bir devamı olan gençlerde ki bozulmalar esasında çocukluk yıllarında ki eğitim ile ilgilidir. Dışarıda, pusuya yatmış bir kurt gibi bekleyen şirk ve küfr’ün elemanları, savunmasız bırakılan Müslüman ailelerin çocuklarını da maalesef kapabilmektedir.
Gençliğimiz, hayatın amacını şuurlu bir şekilde sindirememiştir. Hayatın, ölümün ve tüm ibâdetlerin âlemlerin Rabbi olan Allah için olduğu kendilerine verilemeyen gençler, etraflarında esen rüzgârlara çabuk kapılmaktadır.
Babaların, sanki kendi gençlik dönemlerin de ki hareketli, faal ortamlarından pişmanlık, rahatsızlık duyarcasına, evlatlarının bu tür faaliyetlere bulaşmaması için gösterdikleri çaba açıklanamaz bir durumdur. Cihad ve şehâdet bilincine sahip baba, oğluna bu bakış açısını ver(e)memektedir. Ve tabii ki mektebinde Cihad ve şehâdet olmayan bir nesil yok olmaya mahkûmdur.
Meşrû uğraşlar içerisinde yer almayan gençlik, tatmini, geyik muhabbetlerinde bulmakta; kendisine arkadaş seçerken “muhabbeti !” olan, şamata yaparak vakit geçirebileceği kimseleri seçmektedir.
AHLÂK
- 327 -
Bütün bu sıkıntıların bir sebebi de gençlere güvenilmemesidir. Sürekli küçük muamelesi yapılan gençler, beceri ve kabiliyetlerini gösterebilecekleri ortamlar bulamayınca pasifize olmaktadır.
Gençliğimizde görülen en önemli problemlerin birisiyle de, evlilik dönemi gelince karşılaşmaktayız. Görüşme adı altında yapılan sayısız muhabbetler, belli bir zaman sonra nefsi tatmin eden bir unsur haline gelmektedir. Büyüklerinde tam idrak edemedikleri bu yöntem, haram olan flörtün farklı bir versiyonu olarak karşımıza çıkmaktadır. Kendileri güvenilir aile büyüklerinin, genç erkek ve bayanı tanıyarak birbirlerine uygun oldukları izlenimine vardıktan sonra yapılması gereken görüşmeler yerine, “şurada biri var hadi yürü, burada biri var hadi gel” şeklinde dengesi bozulmuş bir hal alan sözde evlilik çalışmaları, arkasında, flört ihtiyacını gidermiş bir nefs, rencide olmuş birçok gurur bırakmaktadır.
Feminizm fitnesinden etkilenmiş Müslüman kızların, “özgürlüklerinin!” kısıtlanacağı endişesi ile evlenmeyi sürekli erteledikleri, bundan dolayı yaşları ilerleyince de çok büyük sıkıntılar çektiklerini de üzülerek görmekteyiz. İstedikleri yere istedikleri zaman gidebilme, istediği arkadaşında yatıya kalabilme, her türlü müdahaleden uzak bir şekilde giyinebilme, istediği zaman istediği ortam da çalışıp, sıkıldığı zaman işten çıkmak v.b. şeklinde tanımlanan sözde özgürlüklerinin kısıtlanmaması için, umursamadıkları evlilik, yaş ilerleyince artık bir kâbus halini almaktadır. Artık genç bayan, karşı tarafa sunacağı şartlarının çoğundan vazgeçmesine rağmen, idealindeki profilden çok farklı bir şahsiyet ile evlenme durumunda kalabilmektedir.
Ahlâkî yozlaşma: Bâtıl cephesinde görülen gayri ahlâkî davranışlar, bu toplumun içerisinde yaşayan Müslümanları da derinden etkilemiştir. Özellikle pervasızca yapılan pornografik içerikli propagandalar, olağanlaşan çıplaklık kültürü, ahlâkî erozyonu hızlandırmıştır. Tabii ki bu sebepler Allah (c.c.) katında bizim için mazeret olamayacaktır. Çünkü Rabbimiz Allah(c.c.) kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemeyeceğini vaat etmektedir.
Bu tarz etkileşim Müslümanların gündemini de belirlemiş, muhabbet ortamlarını, ikinci, üçüncü evlilik gibi meseleler doldurmaya başlamıştır. Küfürlü ve argo ifadelerinde artmaya başladığı toplumda, yüksek seslerle bağırıp, çağırarak konuşulmasına da sıkça rastlanmaktadır.
Toplumların ahlâken çökmesinde en önemli etkenlerden olan dedikodu ve zann oldukça rağbet görmekte, Rasûlullah(s.a.s.)’in mealen “Müslüman hırsızlık yapmış olabilir, içkiye bir an meyletmiş olabilir ama asla yalan söyleyemez.” Şeklinde buyurduğu ikaza rağmen, yalana can simidi gibi sarılmalar artmaktadır. Özellikle ticari ilişkilerde ki dengesizlikler, kardeşlik bağlarını zedelemiş, borç alış verişlerinde ki ihanetler güven ortamını yıkmıştır.
Ahlâkî bozulma kıyafetlere de yansımış, modacıların ortaya attıkları tasarımlara ilgi gösterilmiştir. Tesettürü, sadece başı örtmek zannederek, ucube kıyafetlerle ortaya çıkan bayanlar, ne Allah (c.c.) rızâsını kazanabilmekte, ne de hoş gözükmeye çalıştıkları kimselere yaranabilmektedir.
Özellikle son dönemde gerçekleşen İslâmî camianın düğünlerine baktığımızda, başları türbanlı, aşırı makyajlı, elleri ziynetlerle dolu, bazılarının burunları hızmalı, gözleri lensli, sürmeli, rujlu, farlı, allık sürmüş, parfüm kokulu kısaca
- 328 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ful makyajlı bayanların sayısı oldukça fazlaydı. Her biri asgari ücret değerindeki başörtüleri ise israil’in katliamlarına destek sağlayan vakko’dan, pierre carden’dendi. Değişimin gücü! bu olsa gerek. Nerede kaldı peygamberin sözleri; “yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin...” hatırlayan var mı acaba... Renk cümbüşünün yaşandığı bu kıyafetlerin İslâmî olduğunu düşünerek, kişinin kendini tatmin etmesi tek cümle ile bir algılama cinâyetidir.
Bu jenerasyon ve etkilediği bazı kitlelerin geldikleri son nokta maalesef bu kadarla da sınırlı kalmamaktadır. Alternatif tatil anlayışları geliştirerek, Antalya ve diğer sayfiye yerlerinde beş yıldızlı oteller açılmış, tesettürlü deniz mayosu! giydirerek Müslüman kadınların plajlara sokulması sağlanmıştır. Allah’ın (c.c.) dini ile alay edercesine takılan bu tavır için ödenen meblağlarda dört kişilik bir aile için milyar rakamlarına ulaşmaktadır.
Hareket Metodunda Görülen Bozulmalar: Müslümanların önünde ittifak ettikleri bir şahsiyetin olmaması, İslâmî mücadelenin metodu hakkında da ihtilaflara sebep olmaktadır. Yıllarca tağuti bir sistemin bir parçası olunmaması gerektiğini savunanların, bugün geldikleri noktada bizzat, sistemin kanun koyma makamında rey hakkına sahip bir kişi olarak yer aldıklarını şaşkınlıkla izlemekteyiz. Tabii bu gelişmeler, kişiler ile sınırlı kalmayıp, yıllarca beraber oldukları kitleleri de etkilemekte, bugüne kadar anlatılanlar mı doğru, yoksa şimdiki uygulamalar mı? çelişkisini doğurmaktadır.
Tüm bu saydığımız olumsuzluklar, olaylara bakış ve yorumlarda da görülmektedir. Dünyada meydana gelen ve ABD’nin bir şekilde müdahil olduğu patlamalar karşısında hemen savunmacı bir mantık takınarak “Biz yapmadık, biz masumuz” gibi yaklaşımla karşılık vererek özür dileme konuma geçenler, yeryüzünün kan gölüne dönmesinde ABD ve müttefiklerinin işgal ve sömürgeci politikalarının yattığı gerçeğini gerektiği gibi haykıramamaktadır.
Müslümana Allah (c.c.) tarafından verilen hakların gasp edilmesine karşı, Avrupa insan hakları mahkemesi gibi seküler bakış açısına sahip, dengesiz makamlardan medet umulması da geldiğimiz fikirsel erozyonun açık bir göstergesidir.
İman etmiş, dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan ve saygınlığı bulunan âlimler tarafından oluşturulmuş bir heyetin, Kur’an’ın referansıyla vereceği kararların, dikkate alınacağının ilanı, ve bu şekilde yapılan uygulamalar, en azından Müslümanların hak arama merciinin neresi olabileceğini tüm dünyaya gösterecektir.
Son dönemde ki gelişmelere karşı basın camiamızın göstermiş olduğu tepkilerde de körü körüne bir kayırmacılığa şahit olmaktayız. Irak’a asker gönderme tezkeresini sırf mevcut hükümet geçirmek istiyor diye eleştirmeyen, manşetlerine alakasız konuları taşıyarak gündemi saptıran bizim medya, tezkere karşıtı gösterileri, “meydanlarda ki bayanların başörtüleri vakko’dan” gibi gerçek dışı iftiralar ile sulandırmaya çalışmıştır. Ayrıca tren kazası haberini de “sabotaj” gibi komik bir mantık ile açıklamaya çalışarak, objektif gazetecilikten uzak bir tavır içinde yar almışlardır. Hükümetin başında farklı görüşe mensup bir parti olsaydı, tezkere haberini “ABD askeri olmayacağız”, tren kazasını da “Katiller” gibi başlıklarla manşetlerine taşıyacaklarına emin olduğumuz zihniyet, ne yazık ki şimdi seviyeli bir eleştiriyi bile yapmaktan çekinmiştir.
AHLÂK
- 329 -
Artık, değindiğimiz tüm bu yozlaşmaya karşı, ilkeli, Kur’an’ı referans alan, adâleti ön plana çıkaran, Allah’tan gereği gibi sakınan fertlere olan ihtiyaç kendisini iyice hissettirmektedir. Hayatın her aşamasında, hangi kişisel pozisyonda bulunursa bulunsun, Allah’a (c.c.) kul olduğunun, âhiret gerçeğinin, hesap vereceğinin bilincini yitirmeyen Muttaki şahsiyetler, geleceğe damgasını vuracak, özlenen toplumsal dönüşümü geçekleştirecektir.
Tüm bu gerçekleri görmezlikten gelerek, birde değişim kılıfı içerisinde açıklamaya çalışanlar ise tarihin çöplüğünde ki yerlerini almayı şimdiden garantilemişlerdir. 1423
Ahlâk Pusulası
Yaşadığımız ortamlar da emirler, tebliğler, yönetmelikler, yasalar belli zaman ve yerlerde değişerek, yenilenerek hareket tarzını belirler. Davranışlara yön veren, kuralları belirleyen bu değişimler ile birlikte ahlâkî kuralların rolü de çok büyüktür. Her ortamda bulunup yer edinirken “ahlâk pusulası” insanlar için önemli bir pusuladır.
Ahlâkî kurallar, hayatımızın her döneminde, her anında, iletişim içinde olduğumuz tüm kişilerle davranışlarımızı belirlerken yasaların da uygulanmasında ve anlam kazanmasında önemli rolleri vardır. Ahlâkî kurallar, bizi ayakta tutan, hedefe götüren ve başarılı kılan, sahip olduğumuz önemli bir enerjidir. Bu enerjinin hayatımızdaki insanların güvenini, saygısını, sevgisini kazanmada, aldığımız kuralların uygulanmasında, düşünce ve davranışlarımızın dürüst olmasında, tüm ilişkilerimizde ve sorumluluklarımızda rolü büyüktür. Kendi problemlerimizi çözerek hayatımıza olumlu yön vermek, çevremizdekileri tanımak, anlamak, etkilemek, daha iyi ilişkiler kurmada ahlâkî kurallar bizi umuda ve mutluluğa taşır. “Benden sonra tufan” gibi bencilce yaklaşımlardan korur. Akıllıca davranmayı, sevmeyi, yardım etmeyi, düşüncelerde ve davranışlarda dürüst olmayı öğretir. Anlık heyecanlardan ve davranışlardan korur. Her geçen gün irfana ve mârufa yönlendirir.
Her insan, görev yaptığı ortamlarda iletişim kurduğu kimselerle iyi dostluklar edinmelidir. Kimi zamanlar “ahlâk pusulası”nı kaybetmiş kişilerle karşılaşılabilir. Bilgisiz, şaşkın, güvensiz, mutsuz, dağınık, beceriksiz, ne zaman ne yapacağı bilinmeyen, çelişkilerle dolu karakterlerin, ahlâkî ilkelere aykırı olan tavırları, yaklaşımları, kararları, ilgisizlikleri karşısında incinir, kırılır, karamsar bile olabilir. Ancak, ahlâkî erdemleri tüm boyutları ile ruhuna, düşüncesine ve davranışlarına egemen kılanlar, yaşanılan olumsuzluklara karşı sorumluluk bilinci ile sabreder, direnir, zor zamanlarda, sıkınıtılı sınavlarda bile ahlâkî onurunu kişisel iletişimde göstermek zorundadır. Zor bir sınavdır bu. Böylesi sınavları başarılı olarak geçirmek, zihnimizi pozitif önerilerle besleyerek davranışlara yansıtmak önemli bir özelliktir. Maddî değerlerin gücüne esir olup ahlâkî değerleri rafa kaldırmaya ve sadece dünyalık zevklerin peşine düşüp insan olmayı unutmak büyük bir tehlikedir.
Kişisel ilişkilerde ahlâkî değerleri önemseyen, ön plana çıkaranlar sözlerine, davranışlarına, hizmetlerine özen gösterir. Kararlarında, uygulamalarında ortak alışkanlıklar sergiler ve böyle yaşamayı benimser. Başkalarından önce kendi
1423] Hamza Er, Vuslat Dergisi, sayı 38, Ağustos 2004
- 330 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yaşam biçimlerini denetime tabi tutar. Her şeyden önce kendilerine karşı dürüst davranır. Kendileri ve çevreleri ile uyum ve barış içindedir. Sevgiye dayalı ilişkiler kurar. Planlı olmayı, planlamayı önemser. Sorumluluklarını yerine getirir. Hayâllerini bile denetleyecek bir ahlâkî yapıyı öncelikli bir görev bilir.
Kişisel ilişkilerde, yaşantılarında ahlâkî değerleri sürekli diri tutanlar kendilerine yönelik misyonu oluşturur. Ayrıldıkları ortamlardan daima iyimser ve güzel anılarla hatırlanmak ister. Önce ruhlarını, sonra da yaşamlarını sahip oldukları ahlâk pusulası ile dengede tutar. Yarınki kaygıları veya geçmişteki pişmanlıklara göre bugünü anlamlı kılmanın yollarını, güzelliklerini görür ve önerir. Daima dürüst bir yaşam sürme konusunda kararlı ve sabırlı olmaya çaba gösterir. Âdil, sevecen, iz bırakan tavırları ile daima kahraman olarak anılır.
Kendisini tanımaya önem veren her insan bilir ki, kişinin kendisini bilmesi önemli bir erdemdir. Kendisini bilen faziletlidir. Kendisini bilen çevresini, arkadaşlarını bilendir. Kişi, yeteneklerini bildikçe, yakından tanıdıkça ilişkilerine daha da anlam kazandırmış olur. Böylece diğer insanlar ile kurdukları iletişimde daha tutarlı, daha ilkeli, daha ahlâkî nitelikler taşımış olur.
Bu nedenle her insan varlık sebebini, zayıf ve güçlü yönlerini tanımalıdır. Hayatı ve yaşadığı ortamı bir kavga alanı olarak görmemelidir. Hedeflerini belirterek onurlu ve dürüst yaşamalıdır. Kaybedilen kimlikleri, yaşanılan olumsuzlukları görüp de sızlanmanın faydasız olduğunu bilmelidir. toplumun ihtiyaç duyduğu, unuttuğu, kaybettiği “ahlâk pusulası”nı önlerine getiren çabalar sürdürmelidir. Tüm bu çabaları verirken farklı olumsuzluklar yaşasa bile bulunduğu ortamın deniz feneri olmalıdır.
Ahlâk eğitiminde öğrenci merkezli rehberliğin önemi büyüktür. Öğrenci merkezli yaklaşımın en etkili elemanı olan öğretmenin ve aktaracağı bilgilerin ve davranışlarında dikkate alınması gereklidir. Her alanda olduğu gibi ahlâk eğitiminde de öğrencilerin hayatındaki ilk deneyimler, ilk adımlar, alışkanlıklar eğitimcilerin davranış ve rehberlikleri ile oluşur. Onları geleceğe en güzel şekilde eğitip hazırlayan eğitimciler zengin özellikler taşımalıdır. Programların değiştirilmesi, eğitim sisteminin düzenlenmesi, güncel yaşanan olaylar ve gelişmeleri yakından takip eden ve uygulayan eğitimciler ahlâk eğitiminin vazgeçilmez temel taşıdır. Her öğrencinin zihninde, davranışında, bedeninde ve dilindeki tüm güzellikler ve ruhlarında sığınacak yerler bulan önemli mesajları öğrencileri ile paylaşan eğitimciler önder ve örnek insanlardır. Canlı, somut ve doğruların göstericisidir. Onlar her zaman bahçıvana, öğrencileri ise bilgi tomurcuklarına benzer. Bahçıvanın çabası ve emeği gibi eğitimci de yaşadığı toplumun gelecek kuşaklarına emek sarf eder. Öğrencilerini aydınlatan aydın olarak onların dünyasında yeri büyüktür. Verdiği emek hiçbir şeyle kıyaslanamaz.
“Süslü, câzip, sanatsal ve estetik donanımlarla yeni öğretim yılına hazır hale gelen okullarda eğitim ve öğretimin başarılı ve etkili olmasında çaba sarf eden öğretmenlerin ahlâk eğitimini de ciddiye almaları gerekir. Günümüz dünyasında öğrenciler çok uyarıcılı bir ortamda büyüyorlar. Ailede yaşanan sorunlar, medyanın etkisi, ekonomik sıkıntılar, şiddet, yolsuzluk haberleri, kişisel çıkarlar, uyuşturucu alışkanlığı ve olumsuz gelişmeler tüm öğrencileri okullarda ve yaşadığı ortamlarda huzursuz etmektedir. Ümitsiz, güçsüz ve ahlâkî açıdan donanımsız bırakılan öğrenciler farklı sıkıntılar yaşamaktadır.
AHLÂK
- 331 -
Okullardaki ahlâk eğitiminin temel amacı bütün öğrencileri olgunlaştırmak, yüceltmek ve asilleştirmek olmalı. Öğretmenler, öğrencilere özel yetenek ve bilgiler kazandırdığı gibi ahlâkî değerleri yaşama geçirmede de çaba sarf etmeli. Öğrencilere incelik, zeka ve vicdan kazandıran ahlâkî değerler önemsenmelidir.
Her okulda, karşılıklı yardım kurulları, yardımlaşma birlikleri, kooperatifler, okuldaki ihtiyaç sahiplerini koruma ve kollama kurulları, vb. çocukta topluluk duygusunu geliştirecek birçok gönüllü görevliler oluşturmalıdır. Özgür ve grup halinde çalışan bu öğrencilere farklı sorumluluklar vermek, sınıfları ve okulları birer cumhuriyet halinde düşünüp ilgili meclisler kurmak, sorumluluklar yüklemek, birlik ruhunu oluşturmak önemli etkinliklerdir.
Okullar ve öğretmenler, öğrencilere ahlâkî sorumluluk kazandırmada incitici, suçlayıcı söz ve hareketler yansıtmamalıdır. O, seven, sevdiren yaklaşımları ile içten ve samimi olmalıdır. Öğrencilerin zihinlerini karıştıran ifadeler kullanmamalıdır. “Bilginin heder olması, ehli olmayana öğretilmesidir” öğütlerini, seviyeye uygun yapmalı, inanca ait değerleri, duygu ve düşünceleri abartmadan, objektif, somut örnekler ve davranışlarla sunmalıdır. Vicdanları incitmemelidir. Zarif ve güzel bir yaklaşım ile öğrencilere ahlâkî değerleri aktarmalıdır. Sınıf ortamında anlatılan, uygulanan davranışların ve iletişimin örnekleri her ortamda aynı nitelikler taşıdığını hatırlatmalıdır.
Ahlâk eğitimi öğrencilere güzel alışkanlıklar kazandırmak ve sonuç almaktır. Ruhlara ve vicdanlara olan seslenişi ile güzellikleri yansıtması, yaşamasını istemektir. Aktif ve başarılı öğretmenler bu dersin öğrenciye kazandırdığı özgür iradeyi, iyiliği, doğruyu, saygıyı öğretmedeki yerini bilir. Öğretmen bu derste ne din adamı ne de babadır. Her ikisinin yeteneklerini birleştiren, öğrenciye şerefli bir gelecek hazırlayan kişidir. Anlamsız ve felsefi tartışmaları yapmaktansa pratik hayatında öğrenmenin kurallarını, davranışların disipline edilmesini öğretmelidir. Ahlâkî değerleri kazandırmada bütün öğretmenler etkili ve başarılı olmada, işbirliği yaparak yönlendirmede bulunmalıdır.” 1424
Ahlâk eğitiminin ciddiye alınması ile bilgisizlik giderilir, çatışmalar, kırgınlıklar, güçlükler, huzursuzluklar, disiplinsizlikler ortadan kalkar. Sevgi, saygı ve sağlıklı ilişkiler egemen olur. Karakterli, sosyal, sorumlu bireyler ile toplum huzurlu ortama kavuşur. Ses getiren sonuçlar alınır. Sözde ve davranışta lider olmayı amaç edinenler, ahlâk eğitimini önemsemelidir. 1425
İyilikten Hiçbir Şeyi Küçük Görme!
İmam Müslim, Ebû Zerr’in (r.a.) şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Allah’ın elçisi (Hz. Fahr-i Cihan (s.a.s.) bana şöyle tavsiyede bulundu: “Asla ve asla, iyilikten hiç bir şeyi küçük görme.” (Diğer bir ifadeyle, iyi ve güzel bir şey bazı insanlara ne kadar küçük ve basit görünürse görünsün, sen asla onu terketme, yap. Her ne iyilik olursa olsun, “bu basittir, bu küçüktür” deme, onu yap.) Şâyet bir Müslüman kardeşini güler yüzle karşılamayı dahi olsa. “Şâyet bir müslüman kardeşini güler yüzle (tebessümle) karşılamayı dahi olsa, iyilikten hiç bir şeyi (hiçbir güzel şeyi) asla ve asla küçük görme, (onu yap).” 1426
1424] Ahlâk Pusulası, A. Çağlayan Dem Yayınları
1425] Ahmet Çağlayan, Vuslat Dergisi
1426] Müslim, Birr 144
- 332 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“İyilikten hiçbir şeyi küçük görme” ibaresi üzerinde biraz duracak olursak: Arapçada olumsuz bir edattan sonra nekra (yani belirsiz) bir kelime gelirse, umumiyet ifade eder. Aslında Arapça’da kelmiesi başlı başına umumi bir kelimedir. Bu durum te’kit üzerine te’kit anlamına gelir. Ayrıca Efendimiz (s.a.s.) “küçük görme!” ibaresini nun-ı müşeddede ile kuvvetlendirip te’kit etmiş. Bütün bunlar meselenin ne kadar önemli, hassas ve derin olduğunu gösterir. Bu nedenle biz bu hadis-i şerifi “Asla ve asla hiçbir iyiliği basit ve küçük görme” diye tercüme ettik. Efendimiz (s.a.s.), bu ibarelerle, bizlere sanki şöyle der gibidir: “İyi ve güzel hiçbir şeyi değersiz görme. Câhil insanlar onu ne kadar basit ve değersiz görürse görsün, sen asla onu basit görme. Aslında o şey, çok güzel, çok değerli ve çok önemlidir. O nedenle onu yap ve uygula... Zira koca koca dağlar, küçük küçük zerrelerin bir araya gelmesinden oluşur. Damlaya damla göl olur... Belki o küçük iyilik sebebiyle, âhirette, sevapların günahlarından daha ağır gelip cennete gideceksin... Belki de o kaçırdığın küçük fırsatlardan dolayı kıyamet günü mizan terazinde fazlaca sevap bulamayacaksın ve günahlarınla birlikte cehenneme gideceksin... Ve bundan dolayı da çok pişman olacaksın. Şunu unutma ki Kur’ân-ı Kerim, Kıyâmet günü, “zerre kadar iyiliğin ve zerre kadar kötülüğün hesabının görüleceğini” bildirmektedir. 1427
Efendimiz (s.a.s.), hadis-i şerifimizin ikinci kısmında çok çarpıcı bir misal vererek bizleri güler yüzlü olmaya, tebessüm etmeye dâvet etmektedir. Bir Müslüman, diğer bir Müslüman kardeşini güler yüzle, tebessümle karşılaması, ince bir hayat anlayışının ifadesidir. Hz. Fahr-i Cihan (s.a.s.) bu hadis-i şerifte âdeta bizleri hayata, eşyaya çevreye sempati ile yaklaşmaya, güler bir yüz, tatlı bir dil ile Müslümanları kucaklamaya teşvik etmektedir.
İslâm’ın hayat anlayışını mükemmel bir üslupla özetlemektedir. İyiliklerle dolu, sempatik, güler yüzlü bir hayat... İyiliklerin peşinden koşan, çevreye tebessümle yaklaşan gülümseyen bir Müslüman...
Ashab, Hz. Fahr-i Cihanı tanıtırken, “Rasûlullah (s.a.s.) bizi devamlı tebessümle karşılardı. O gülümsediği zaman dolunay gibi parlayan bir ay parçası olurdu...” diyor. Gül Muhammed’den hayat-ı güllerle dolduran bir çağrı günümüz dünyasının insanlığına sesleniyor:
Nebevî hayat ölçüleri tebessümlerle dolu rahmet pınarlarıdır. Eğer Hz. Muhammed’in (s.a.s.) sünnetine tabi olursan, çiçeklerle, ağaçlarla eşyayla karşılıklı gülümseyeceğin bir hayatı kazanacaksın. O zaman, kuşların sana İlâhî bir ezgi söylediğini, ağaçların meyvelerini senin önüne sarkıttığını, güllerin sana en güzel kokuları sunmak için bir biriyle yarıştığını göreceksin. Ardından, bu hayatta gülümsediğin gibi, ölüm ötesi hayatta tebessümün zirvesini göreceksin... Zira, kâinatın yaratıcısı Kitab’ında, hisseden gönüllere sesleniyor: “O gün, öyle yüzler vardır ki, (Âlemlerin) Rabbine bakarken, parım parım parlar. (O gün, Alemlerin Rabbine bakan, (sevinçten ve mutluluktan) parım parım parlayan yüzler vardır...” 1428
Hayata gülümsemeyi bize öğreten, tebessümün sadaka olduğunu bildiren, iki hayatta da bizleri güldürecek ölçülerle yüreğimizi ferahlatan, gülücükler peygamberi gül Muhammed’e (s.a.s.), yeryüzündeki güllerin yaprakları sayısınca salat ü selâm ederiz. 1429
1427] 9/Zilzâl, 7-8
1428] 75/Kıyâme, 22-23
1429] Fehmi Çiçek, Vuslat Dergisi
AHLÂK
- 333 -
Nezâket, Kibarlık ve Güzel Ahlâk
Hz. Âişe (r. anhâ), Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz’in şöyle buyurduğunu nakletti: “Hiç şüphesiz ki Allah Rafîk’tir (mahlûkata aşırı derecede nezaket, yumuşaklık, incelik ve kibarık ile yaklaşır). Bütün işlerde de incelik, nezaket ve kibarlığı sever.”
Saltanat-ı Kibriyası bütün bir kâinatı kuşatan Yüce Rabbimizi bizlere bu ifadelerle tanıtan Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), dünyanın en nazik, en kibar ve en ince duygulara sahip insanıydı. Ona on yıl hizmet eden büyük sahabi Enes b. Malik (r.a.), Efendimiz’in güzel ahlâkı hakkında şöyle der: “Ben Rasûlullah’ın ellerinden daha yumuşak ne bir kadifeye ne de bir ipeğe dokundum. Rasûlullah’ın kokusundan daha güzel hiçbir kokuya rastlamadım.
Rasûlullah’a on yıl hizmet ettim. Bana bir defa bile “öf” demedi. Yaptğım bir şey için “Niye öyle yaptın?” demediği gibi yapmadığım bir şey için de “şöyle yapsaydın olmaz mıydı?!” demedi.” Rasûl-i Ekrem Efendimiz bütün dünya insanların içinde ahlâkı en güzel olan kimseydi. Sözlerinde ve fiillerinde en ufak bir çirkinlik bulunmazdı. Kendisi güzel ahlâka sahip olduğu gibi ümmetini de hep güzel ahlâklı olmaya teşvik eder ve “Sizin en hayırlınız ahlâkı en güzel olanınızdır. İman bakımından en mükemmel mü’min ahlâkı en güzel olan mü’mindir. Sizin en hayırlınız hanımına en iyi davranandır” derdi. Onun güzel ahlâkını kelimeler tarif etmekten âciz kalır. Zira onu kâinatın yaratıcısı Kur’ân-ı kerimde “Hiç şüphesiz ki sen büyük bir ahlâk üzerinesin” diyerek övmüştür. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.); bütün insanlar dünyada yaptıkları işlerin hesabını vermek için saf, saf Allah’ın huzurunda toplandı ve hesabın şiddetinden dolayı akıtılan terlerin topuklara, diz kapaklara, boğazlara ve kulaklara kadar çıktığı kıyamet gününde, suçlular için “Eyvaah bize! Bu kitaba ne oluyor ki büyük küçük demeden (hiçbir şey atlamadan) her şeyi yazmış” diyerek paniğe kapıldığı o dehşet günde, mü’min bir kulun amel terazisinde güzel ahlâktan daha fazla ağır gelen (daha fazla sevap getiren) hiçbir şeyin olmayacağını bildiriyor. Bir gün Rasûlullah’a (s.a.s.): “İnsanları cennete en fazla götüren şey nedir?” diye soruldu. Efendimiz: “Takvâ ve güzel ahlâktır” buyurdu. insanları cehenneme en fazla götüren şey nedir?, diye sorulunca: “Ağız ve cinsel organıdır” diye cevap verdi. Güzel ahlâk o kadar çok sevap getiren bir süstür ki, bir mü’min güzel ahlâkı vesilesiyle, gündüzleri oruç tutan, geceleri de ibâdet eden bir kimsenin derecesine ulaşabilir. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), haklı da olsa cedelleşmeyi terk eden bir kimseye cennetin kenarında, şaka da olsa yalan söylemeyi terk eden bir kimseye cennetin ortasında, ahlâkını ve gidişatını güzelleştiren bir kimseye de cennetin en yüksek yerinde bir köşk verileceğine bizzat kendisi kefil olmuştur.
Ağzı bozuk, gidişatı kötü, ahlâkı çirkin ve geçimi zor bir evladın, babanın, amirin ve patronun muamelesi karşısında hayatın ne kadar çekilmez hale geldiğini hep birlikte müşahede ettiğimiz günümüz dünyasında, Müslümanlar için rüyalarını süsleyen cennette Rasûlullah’a komşu olma özlemi, ahlâkı güzel, geçimi hoş iyi huylara sahip Müslümanlara verilecektir. Zira sevgili Peygamberimiz “Sizin içinizdeki en çok sevdiğim ve kıyamet günü bana en yakın olacak kimseler, ahlâkı en güzel olan kimselerdir” demiştir. Sosyal hayatında gerçekten de nazik ve kibar olmadğı halde insanların kendisini beğenmesi için laf kalabalığı yapan ve büyüklenip gururlanan kimselerin ise kıyamet günü kendisinden çok uzakta olacağını ve böylelerini hiç sevmediğini ilan etmiştir. Hiç şüphesiz ki nazik, kibar ve yumuşak olmanın da bir ölçüsü vardır.
- 334 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kibar olacağım diye zulme rızâ gösterilemez. Mehmet Akif:
“Yumuşak başlı isem, kim demiş uysal koyunum
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum...” derken, kâinatın güneşi sevgili Peygamberimiz de bu kadar hoş görülü, nazik ve kibar olmasına rağmen kâfirlere, zâlimlere ve müşriklere karşı İslâm’ın izzetini korumuş yeri gelince onlara hak ettikleri cezayı vermekten asla geri kalmamıştır.
İlk hadis-i şeriften anladığımıza göre, kâinatın yaratıcısının mahlukata incelik, kibarlık, hoş görü ve yumuşaklık ile yaklaşması bu ulvi değerlerin en yücesinin İslâm’da mevcut olduğunun en güzel delillerinden bir tanesidir. Yüce Rabbimiz nezaketi, inceliği ve kibarlığı çok sevdiği gibi, nezaket ve inceliğe verdiği sevabı başka hiçbir şeye vermediğini Rasûlü Ekrem’inin diliyle bizlere bildirmiştir. Ayrıca Sevgili Peygamberimiz sallAllah aleyhi vesellem “Nezaket, incelik ve kibarlık; bulunduğu her şeyi güzelleştirir, süsler. Bulunmadığı her şeyi de çirkinleştirir” demiştir. nezaket incelik ve kibarlıktan mahrum olan bir kimsenin de hayrın bütün çeşitlerinden mahrum kaldığını ilan etmiştir. 1430
Kaybolan Yitiğimiz: İslâmî Edebimiz
Edep, kısaca, “Her an Allah’la beraber olunduğunun bilinciyle yaşamak, bütün söz ve davranışlarını, niyet ve amaçlarını bu bilince uygun olarak oluşturmak”1431 olarak açıklanabilir. Nitekim Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bir hadis-i şerifinde “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” buyurarak, edebin bu gerçek mahiyetini dile getirmiştir. Buradan hareketle, edebin özellikle Allah’a gönülden inanmış ve teslim olmuş Müslümanlar yanında kıymet ve önemi, lüzum ve gerekliliği de açığa çıkmaktadır.
Ancak edep bu kadar önemli ve gerekli olmasına rağmen Müslümanların bu kıymet ve gerekliliği kavrayabildikleri ve edebi bir yaşam felsefesi yaptıklarını söylemek pek kolay olmamaktadır. Gerek kendisiyle birlikte iken (yalnızken) ve gerekse aile içerinde ya da komşu, arkadaş, akraba veya başka sosyal gruplarla birlikteyken zaman zaman edep sınırlarını aştığı görülmektedir. Kişisel ve toplumsal buhranların temelinde yatan ana neden budur. “Edepsizlik” denen bu kötü yaşam biçimi üzülerek belirtelim ki, bu sınırda kalmamıştır. Müslüman, Allah’a, Kur’an’a ve Peygamber’e karşı takınması gereken edebi de bütünüyle kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Modern dünyanın beraberinde getirdiği çarpık anlayış ve bunun yol açtığı sapkın yaşam biçimi en üstün edep gibi algılanıyor. Tabiî bu edepten yoksun anlayış ve yaşam tarzı, insanı mutlu etmek bir yana iyice mutsuz, bencil, hedef ve idealden yoksun hâle getirmektedir. Edepsizliği, kural tanımamazlık ve ardından benliğe ve menfaate tutkuyla bağlılık izlemektedir. Bunun yol açtığı sonucun ebedî helâk ve sonsuz hüsran ve pişmanlık olduğunu, işiten kulağı, gören gözü, hisseden kalbi ve iyi ile kötüyü ayırt edebilen aklı olan herkes görmektedir. Ancak böylelerinin de sayısı her geçen gün ne kadar azalmaktadır.
1430] Fehmi Çiçek, Vuslat Dergisi, sayı 38, Ağustos 2004
1431] İmam Mâlik, el-Muvatta, İstanbul 1982, 47 (8), c. 2, s. 553; Ahmed bin Hanbel, 8595 (8729); Büyük Hadis Külliyatı -Cem’u’l-Fevâid-, Rudânî, İstanbul 1996, c. 4, s. 244, hadis no: 7852; Ayrıca Bk. Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, c. 11, s.119
AHLÂK
- 335 -
Bu edebi yeniden önce bizim kazanmamız ve sonra onu üst bir kimlik olarak tüm güzellikleriyle bizde taşıyarak, en yakınımızdan başlayıp başkalarının da onunla donanmasına yardımcı olmamız zorunluluk olarak önümüzde durmaktadır.
Yiyip İçme Edebimiz ya da Sofra Âdâbımız: Edebi öncelikle günlük yaşantımızda, sıkça tekrarladığımız iş ve davranışlarımızda benimseyip sergilemeliyiz ki, bunun getireceği pratikle edebi iyice özümsememiz ve neticesinde, Allah ile birlikte olmanın edepli insana verdiği haz ve mutluluğu çokça yaşamamız mümkün olsun. Bu davranışlarımızdan birisi yiyip içmektir ki, bu, bizim her gün birden fazla tekrarladığımız ve zorunlu olduğumuz bir davranıştır. Bunu bazen yalnız başımıza, bazen bir toplulukla beraber yaparız.
Yiyip içmek, yani beslenmek insanoğlunun vazgeçemeyeceği işlerdendir. İnsan yaşamak için beslenmek zorundadır. Ancak yeme içmenin önemi sadece varlığını sürdürme amacıyla sınırlı değildir. Biliyoruz ki, insanın yaratılış amacı, ebedî mutluluk diyarı cennetlerde Allah’la buluşmaktır. Bunun içinse ilim ve amel (bilgi ve eylem) gerekir. Bu ikisi ise, ancak sağlıklı bir bedenle kazanılır. Bedenin sağlığı ise, belirli zamanlarda ihtiyaç duyduğu gıdayı almasına bağlıdır. Bu bakımdan kimi irfan sahibi insanlar, yeme içmeyi (beslenmeyi) dinin gereklerinden kabul etmişlerdir. Nitekim Allahu Teâlâ bir âyet-i kerimede yeme içmenin bu yönüne şöyle dikkat çekmektedir: “Temiz olan şeylerden yiyin; güzel işler yapın.”1432 Güzel işlerin başında ise, Allah’a kulluk gelmektedir. Âyet-i kerime üzerinde dikkatle düşünüldüğünde, sanki yeme içme ile güzel işler yapma arasında bir sebep sonuç ilişkisi kurulduğu, güzel işler yapmayı sağlayacak şeyin temiz şeylerden yemek olduğu görülecektir. Bu bakımdan yemek içmekte de edep kurallarının (şer’i ölçülerin) gözetilmesi, “güzel işler yapma” sonucunun elde edilmesi için zorunludur. Biz yeme içmeyi düzenleyen bu şer’i ölçülere kısaca “sofra âdâbı” diyeceğiz.
Sofra âdâbı sadece yemek esnasında gözetilmesi gereken kurallardan oluşmaz. Aksine bu kurallar, yemek henüz ortada yokken uyulması gereken birtakım kurallarla başlar ve yemeğin yenilmesinden bir süre sonrasına kadar devam eden diğer bir dizi kurallardan oluşur. Yemekten önce uyulması gereken bu kuralları şimdi kısaca açıklayalım:
Yemek Öncesinde Yerine Getirilmesi Gereken Edep Kuralları: Yemekten önce dikkat edilip, gözetilmesi gereken şer’i ölçüler yedi tanedir. İmam Gazalî bunları şu şekilde belirlemiştir: 1433
1- Yemeğin yapıldığı malzeme helâl olmakla birlikte, yemeğin kazanç şekli de helâl olmalıdır.
Allah, helâl ve temiz olan şeylerden yememizi emretmiştir. Bir şeyin temiz olması için öncelikle o şeyin kaynağının da temiz olması gereklidir. Çünkü kaynak, sebep olduğu/ortaya çıkardığı şeye kendi vasıf ve niteliğini vermektedir. Buna göre, haram kazançla alınan besin maddeleri başlangıçta her ne kadar kendileri temiz olsalar da daha sonra içine karıştıkları kaynakla kirlenmektedir. Haram lokmanın insanın gönül ve akıl sağlığı üzerindeki olumsuz etkisi, akıl
1432] 23/Mü’minûn, 51
1433] İhyâu Ulûmi’d-Din, Bedir Yayınları 1973, c. 2, s. 11-15
- 336 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve kalbi kararttığı bilinmektedir. Haram kazançla kurulan sofralardan beslenen akıl ve gönül zamanla fikir ve basiret yeteneği kaybetmekte ve sahibini cehalet ve zulmün karanlık dehlizlerinde helâk uçurumuna doğru sürüklemektedir. Akıl ve ruh sağlığı bozulmuş bir insanın, istikamet üzere davranışlar ortaya koyamayacağı açıktır. Bundan dolayı, yemekte aslolan, temiz/helâl bir kazancın ürünü olmasıdır.
2- Yemekten önce elleri yıkamak:
İnsanın en çok kullandığı organlarından olan el, dışarıyla sürekli temas hâlindedir. Bu sebeple diğer organlardan daha fazla kir ve pisliğe maruz kalmaktadır. Kir ve pislik, mikrop yuvalarıdır. Ellerinin temizliğine gereken dikkat ve itinayı göstermeyen bir insan, hastalıklara dâvetiye çıkarıyor demektir. Hâlbuki insan, sahip olduğu birçok şey gibi sağlığından da sorumludur, onu korumak zorundadır. Ayrıca beslenmenin (yiyip içmenin) biraz önce açıkladığımız kulluk davranışlarımızla olan dolaylı ilişkisini göz önüne alan İmam Gazalî, dinî görevleri yerine getirmek maksadıyla yemek yemeyi ibâdet saymakta ve buna göre yemekten önce elleri yıkamayı namazdan önce abdest almaya benzetmektedir.
“Edep” Kelimesi Neyi Anlatıyor?
Edep, Arapça bir kelime… Sözlükte, “güzelliği dolayısıyla insanı şaşırtan, takdirini kazanan şey”, “insanı takdire değer ve meziyet sayılan hususlara dâvet eden, bilgisizlik ve kötü davranışlardan alıkoyan şey” ve “söz ve davranış olarak takdire değer kabul edilmiş olan bu meziyet ve davranış tarzlarını uygulamak” olarak tanımlanıyor.1434 Herkes tarafından beğenilen söz ve davranışlar, güzel ahlâk anlamına geliyor. Yine yanlışın her çeşidinden sakınmak da edep kavramı içinde kabul ediliyor. 1435
Tanımlara dikkat edildiğinde edebin kapsamına ilişkin birkaç hususun öne çıktığı görülmektedir. Bunlardan biri, edebin, güzelliği dolayısıyla insanı hayrette ve hayran bırakan boyutudur. Gerçekten tam bir edebin sahibi insan, görenleri kendisine hayran bırakmakta, takdir ve övgülerine mazhar olmaktadır. Bu yaşanan bugün de sosyal bir olgudur. Hz. Peygamber bunun en üst seviyedeki örneğidir. Gerek Müslümanlar ve gerekse Müslüman olmayanlar tarafından Hz. Peygamber’in üstün ahlâk ve edebine dair yazılanlar bunun en açık delilleridir.
Edepte göze çarpan ikinci husus, onun insanı kötülüklerden engelleyici, koruyucu özelliğidir. Bu özelliği dolayısıyla edep, sahibini, övgüye mazhar yapmakla kalmamakta, bu durumun o kimse için sürekliliğini sağlayarak onu küçük düşürücü durumlardan korumaktadır. Edep, sahibi için bir kalkan ve fren olmaktadır. Sahibini dışarıdan gelebilecek kötülüklerden korurken, kendisinin de bu tür yanlışlıklarda bulunmasına engel olmaktadır. Edebin takdire şayan bir nitelik ve hâl olmasının bir sebebi de budur.
Edepte yerleşik bir başka husus, sahibini bilgisizlikten korumasıdır. Bu ne yazık ki, bugün edep kavramı içinde göz ardı edilen, aranmayan bir husus olmuştur. Hâlbuki edep, köken itibariye eğitim ve bilgi anlamını içinde taşımaktadır.
1434] TDV İslâm Ansiklopedisi, “Edep” Maddesi
1435] Bk. Cürcanî, “Tarifat” ve yine Ethem Cebecioğlu, “Tasavvuf Terimleri Deyimleri Sözlüğü”, “Edep” ve “Edep ve Erkân” maddeleri
AHLÂK
- 337 -
Buna göre edep, aydın olabilmek için gerekli bilgileri ve genel kültürü de ifade etmektedir. Nitekim edep kökünden gelmekte olup, Arapça “te’dip” kelimesi, birini bir konuda bilgilendirmek; “edip” “bir şey hakkında bilgilendirilmiş kişi” anlamına gelmektedir. Hz Peygamber’in çeşitli kabilelerin lehçelerini nasıl anlayabildiği şeklindeki bir soruya verdiği “Eddebenî rabbî ve fe ahsene te’dîbî” (Beni rabbim eğitti ve eğitimimi en iyi biçimde yaptı) sözü edebin bu boyutu gösteren önemli bir açıklamadır. Bugün “literatür” anlamında kullanılan Türkçe “edebiyat” sözcüğü de edep kelimesinden gelmektedir. Bu kelimenin Arap kültüründeki karşılığı için de “edep” kelimesi kullanılmaktadır. Buna göre, bilgisiz birinin tam bir edep sahibi olabilmesi mümkün gözükmemektedir. Edep sahibinin ihtiyaç duyduğu bilgiye de sahip olması zorunludur. O, hâl ve davranışlarını cehalet üzerine oluşturamaz.
Edebin tanımında yerleşik bir diğer husus, pratik boyuttur. Edep sadece teorik bir konu ve alan değildir. O bunun yanı sıra daha çok pratiklerden meydana gelir. Bu aynı zamanda edebin eğitim olmasıyla da ilgili bir konudur. Eğitim, sözün yanında uygulamayı esas alan, pratikler üzerine kurulan ve ilerleyen bir çalışmadır. Öğrenmek ve öğrendiğini uygulamaktır edep. Pratikler, edep kavramı içinde önemli bir boyutu oluşturur.
Edep sadece hayatın belirli alanlarını içine almaz; aksine hayatın tamamını kuşatır. O, insanın bireysel/özel hayatı, okul ve iş hayatı, sosyal hayatı, ibâdet hayatı, devlet ve siyaset alanı… gibi hayatın tamamında insana seslenir ve ona yön verir. Hayatın bütün alanlarına dair bilgiler ve en uygun davranış tarzlarını sunar. Nitekim İmam Gazalî, bütün bu konuları “İhyau ulûmi’d-din” adlı eserinde “Âdâb” (Edepler) başlığı altında sistematize etmiştir.
İnsanın beden ve ruhtan (davranış ve niyetten/maddî boyut ve mânevî boyuttan) meydana gelmesinden hareketle zahîrî ve bâtinî olmak üzere iki tür edebin bulunduğu söylenmiştir. Birincisi, insanın dış dünyayla olan ilişkilerinde gözetmesi gereken edebi gösterirken, diğeri iç dünyasında (kalp hayatında) gözetmesi gereken edebi anlatır.
Müslüman nazik ve kibar insandır. Onu bu şekilde olmaya sevk eden de “Allah’ın her an, her yerde kendisiyle beraber olup, bütün hâl ve hareketlerinde onu gözetlediği” inancı yani kısaca “Allah ile beraber olduğunun farkında olma şuuru”dur. İnsan bazen bu şuuru kaybetse, bundan gafil olsa da gerçekte o her zaman Allah ile beraberdir. Allah bu beraberliği bir âyette şöyle haber verir: “Her nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.” 1436
Bütün bu açıklamalardan sonra edebin; “her an Allah’la beraber olunduğunun bilinciyle yaşamak, bütün söz ve davranışlarını, niyet ve amaçlarını bu bilince uygun olarak oluşturmak” olduğu söylenebilir.
Atalarımız bu bilinci sürekli hatırda tutmak ve hatırlatmak için gözün görebileceği yerlere üzerinde “Edep Yâ Hû” yazılı tablolar asarlarmış. Biz de aynı anlayışla bundan böyle “Edep Yâ Hû” adını verdiğimiz bu sayfalarda bu bilincin önce kendimizde sonra başkasında yeniden inşası için gayret göstereceğiz. Bunu yaparken Hz. Peygamberi (s.a.s.) merkez/temel alacak, tüm yorum ve açıklamalarımızı onun bu konudaki sözleri ve davranışları üzerine kuracağız. Çünkü o
1436] 57/Hadid, 4
- 338 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’ın, “Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.”1437 buyurarak övdüğü mükemmel bir edebin sahibi olup, hayatın her alanında olduğu gibi bu konuda da bizim için en güzel model ve eğitimcidir. 1438
İslâmî Hareketin Ahlâkî Esasları
Ahlâk, insanın ilerleme ve gerilemesinin sebebidir: İnsana, taşıdığı beden ya da canlı olduğu için insan denilmez. İnsana diğer varlıklardan ayıran özellik bir bedeninin bulunması, nefes alıp vermesi, doğurması değildir. Aksine onu sair varlıklardan ayıran ve onlara üstün kılan özellik; insanı tabiattan ayrı bir varlık yapmakla yetinmeyip, onu yeryüzünde halife yapan özelliği, sadece ahlâkî ve mânevî özelliğidir.
Ahlâk insanlığın özü ve işin başı olduğuna göre insan hayatının saâdetinin, ahlâk ile olduğunu itiraf etmek lâzımdır. İnsanlığın ilerlemesi ve gerilemesine hükmeden kanunlar ahlâkî kanunlardır. Bu gerçeği kavradıktan sonra, ahlâkı inceleyecek olursak onun da iki önemli kısma ayrıldığını görürüz: Temel insanî ahlâk ve İslâmî ahlâk.
Temel İnsanî Ahlâk: Temel insani ahlâktan maksat, insanın ahlâkî varlığının esası olan sıfatlardır. Bu dünyada insanın kurtuluş ve başarısı için mutlaka bulunması lazım gelen diğer bütün ahlâkları içine alır. İnsanın gayesi doğru da olsa, yanlış da olsa başarının sırrı bu sıfatlara bağlıdır. Bu ahlâkları taşıyan Allah, Peygamber, vahiy ve âhirete ister inansın, ister inanmasın eşittir. İster temiz bir ruha sahip olup iyi niyet ve salih amel ile yolla çıksın isterse çıkmasın. Çalışması temiz bir gaye için olsun, isterse kirli emeller peşinde koşsun.
Bu sıfatları taşıyan kimse tam olarak onları uygularsa dünyada başarıya erişmesi kaçınılmazdır. Çok geçmeden sabah aydınlığı gibi başarısı ortaya çıkar. Bu sıfatları taşımayanları geçer. Yahut bu sıfatlara kendisinden daha az sarılmış olanları gerilerde bırakır. Bu şahıs ister iman nuruyla nurlanmış olsun isterse olmasın. Hayatı temiz olsun veya kirli olsun farketmez. Çalışmasının neticesinde ister hayır, ister şer murad etsin değişmez. İnsan hiç şüphe yok ki mü’min olsun kâfir olsun, salih olsun fasık olsun aşağıdaki sıfatları taşımadıkça başarı elde etmesi mümkün değildir.
Eğer bir şahısta, irade kuvveti, işin peşini bırakmamak, azim, atılım, sabır, sebat, temkin, zorluklara tahammül, gayret, cesaret, kahramanlık, faaliyet, şiddet, kuvvet, gayeye ulaşma şevki, gerçekleştirmek istediği şey uğrunda her şeyini fedaya hazır olmak, kararlılık, ihtiyat, işlerin sonunu görebilme, düzenli çalışma, görev duygusu, mesuliyet hissi, çeşitli durumlarda tavır alma gücü ve durumu uygun şekilde idare edebilme kabiliyeti varsa şartlara ve imkanlara göre iş çevirebilme yeteneği, his, arzu ve isteklerine sahip olabilme gibi vasıflara sahipse ve insanları cezbedip gönüllerini fethedebiliyor kendini onlara sevdirebiliyor ve onları ihtiyaç duyduğu anda istihdam edebiliyorsa, bu sıfatları haiz olan şahıs mü’min de olsa kâfir de olsa, salih de olsa facir de olsa başarıya ergeç erecektir.
Ferdin başarılı olabilmesi için az da olsa insanlığı ayakta tutan ve insan olmanın gerekleri sayılan bu sıfatları taşımasının yanısıra insana vekar ve güven
1437] 68/Kalem, 4
1438] Osman Arpaçukuru, Vuslat Dergisi
AHLÂK
- 339 -
veren, cömertlik, şefkat, nezaket, ileriyi düşünme, doğruluk, emanet, kötü alışkanlıklardan uzak durmak, ahde vefâ , vekar, itidal, temizlik, nefse hakimiyet ve zihin açıklığı gibi evsafı taşıması gerekir.
İşte bu sıfatları bir cemaat veya ümmet fertlerinin çoğu kendinde taşırsa artık insanlığın serveti onda demektir. Ve insanlığın ana malına sahip demektir. Mesela, kişi bir icada, buluşa imza atmak için yukarıda ki vasıfları kuşanarak çabalarsa, sonuca ulaşır. Teknolojik ve siyasi başarıyı da elde edebilir. Fetihler yaparak yeryüzün de söz sahibi de olabilir.
İşte Peygamberimiz de (s.a.s.): “Cahiliyye döneminde de olsa eğer onda bir kıymetli cevher varsa müslüman olunca aynı cevher İslâm’ın da hayırlılarıdır.” hadisinde bunları kastetmiştir.
Yani câhiliye döneminde de olsa eğer kişide bir kıymetli cevher varsa, müslüman olunca aynı cevher İslâm’ın malı olacak ve İslâm’ı anladığı takdirde o cevher kıymetini kaybetmeyecektir. Gerçekten de öyle olmamış mıdır? Müslüman olmadan birer cevher olanlar müslüman olduktan sonra büyük faydaları olmuş ve bu dinin bütün emirlerine kendilerinin ehil olduğunu ispat etmişlerdir.
Aradaki fark, kabiliyet ve kuvvetlerini masıyet (isyan-günah) ve şer yolunda kullanmalarıydı. İslâm geldi o kabiliyet ve kuvveti hayra sevketti.
Unutmamalıyız ki, toplumun dışladığı ve sürüklediği şahıslardan câhiliyede de, İslâm’da da bir fayda beklenemez. Peygamber’in (s.a.s.) kısa sürede elde ettiği büyük zafer ve geniş futuhatın tek sebebi vardı o da; bu dâvâyı üstlenmeye ehil insanları ve beşeri gücü Arap Yarımadasında bulmuş olmasıdır. Rasûlullah’ın (s.a.s.) ashâbı gayretsiz, irâdesiz, kendilerine güvenilmeyen ve itimat edilmeyen kimseler olsalardı hiç bu derece büyük zafer elde edilir miydi?
İslâmî Ahlâk: Ahlâkın bu kısmı temel insani ahlâktan ayrı bir şey değildir. Aksine temel insanî ahlâkı tamamlayıcı ve kemale erdirici mahiyettedir. İslâm’ın getirdiği ilk şey insani ahlâkı doğru bir temele oturtmaktır. İnsani ahlâkı bu doğru temele oturtunca, onu bütünüyle güzelliğe ve kemale ermiş bir ahlâk haline getirir.
İnsanî ahlâk ilk şekliyle hem hayır hem de şerde kullanılabilen bir güçtür. Keskin bir kılıç gibi. Bu keskin kılıç bir zâlimin veya hırsızın elinde olduğu zaman zulüm ve haksızlık için bir alettir. Bir mücahidin elinde olursa hakka ve hayra hizmet eden bir alet olur. Bu yüzden insani ahlâk bir ferd veya cemaatta mevcut ise o cemaatın sırf bu ahlâkı taşıdığı için iyi ve düzgün olduğuna hükmedilemez.
İyi ve doğru olabilmesi, doğru yolda kullanılmış olmasına bağlıdır. Bunun için de İslâm bu temel ahlâkı, hak ve hayır yoluna yönlendirmeyi kasteder. Tevhid çağrısının gereklerinden birisi de insanın sarfettiği bunca gayretlerin arkasında Rab Teâlâ’nın rızâsından başka bir şey gözetmemesidir. Düşünce ufkunu ve çalışma çapını Allah’ın tayin ettiği ölçülere uydurmasıdır.
Kendi nefsi, ailesi, milleti ve vatanı gibi câiz olan ve olmayan yollarda kullanmayıp sadece ilayı kelimetullah için kullanmasıdır. İşte böyle yapmak, ahlâkı soyut bir kuvvet olmaktan çıkartıp onu kapsamlı bir hayır ve alemlere rahmet haline getirmektir.
- 340 -
KUR’AN KAVRAMLARI
En temel insanî vasıflara sahip olan kişi, İslâm ile tanışarak bu vasıflarına anlam kazandırmış olur. Artık bu ahlâkî özelliklerini İlâhî bir yönde kullanmaya başlayacak, böylece, cömert, sevimli, şefkatli, emin, muhlis, adil ve her hususta sâdık bir kişiliğe bürünecektir.
İslâm, insanı kendi şahsında sâlih bir kul yapmakla yetinmez. Onun üstünde insanı “hayrın anahtarı, şerrin engeli” haline getirir. Yani İslâm yeryüzünde hayrın yayılmasını ve şerrin kaldırılmasını insana telkin eder.
Bu ahlâk, güzel hayat, cezbetme ve üstün kullanma gücünü herhangi bir cemaat kendinde uygularsa ve İslâm’ın kendisine yüklediği görevi yerine getirmek için çalışırsa, dünya güçlerinden hiçbirisi ona mukavemet etmeye ve karşı çıkmaya güç yetiremeyecektir.
İslâmî Ahlâkın Dört Mertebesi: İslâmî ahlâk diye tarif ettiğimiz ahlâk, Kur’an ve Sünnet gereği; iman, İslâm, takvâ ve ihsan olmak üzere dört mertebeyi kapsar. Bunların dördü de yaratılış icabı birbirini takip eder. Bir sonraki bir öncekinden kaynaklanır ve sadece onun üzerine bina edilir. Birinci tabaka sağlam olmayınca, temel sağlam olmayınca, üzerine ikinci katın, tabakanın bina edilmesi tehlikeden beri değildir. Bunun için iman tabakası üzerine ikinci kat olan İslâm tabakası onun üzerine takvâ onun da üzerine ihsan tabakası yapılarak bina sağlamlaştırılır.
Bugün görünen manzara, binanın temeli olan iman ile birlikte takvâ ve ihsanın bulunmamasıdır. Böyle olunca da iman olmadan ne İslâm’ın ne de takvâ ve ihsanın bulunması mümkün değildir. Aynı şekilde iman zayıf ise binanın temeli olan bu unsur sallantıda ise bunun üzerine hiçbir bina inşa edilemez. İmkansızdır. Böyle çürük bir temele bina yapılsa bu da zayıf ve direkleri sallanan yıkılmaya hazır bir bina olmaktan öteye geçemez. Aynı şekilde eğer iman zayıf ise, sınırlı ise İslâm, takvâ ve ihsanın da topluca zayıf ve sınırlı olması muhakkaktır. İslâmdan önce imanı sağlamlaştırmak gerektiği gibi takvâdan önce İslâm’ı sağlamlaştırmak gerekir. İhsandan önce takvâyı yerleştirmek şarttır.
Fakat bugün insanları çoğu kez yaratılıştan konmuş olan bu sıralamayı unutmuş görmekteyiz. İman ve İslâm köşkünü sağlamlaştırmadan temelleri atmadan takvâ ve ihsan peşinde koştuklarını ve asıl temele hiç ehemmiyet vermediklerini görmekteyiz. Bundan da kötüsü ve üzücü olanı iman ve İslâm hakkında yanlış bazı düşüncelere kapılmış olmalarıdır.
Giyimlerini, kuşamlarını, yemelerini, içmelerini, oturup kalkmalarını ve buna benzer zahiri bazı amellerini, bazı muayyen kalıplara döktüklerinde, takvâlarının tamamlanacağını zannetmektedirler. Takvânın en üst mertebesine kavuşacaklarını vehmetmektedirler. Veya bazı nafileleri, zikirleri, virdleri ve benzeri müstehab amelleri işlemek sûretiyle ihsanın en üst mertebesine ulaşacaklarını zannetmektedirler. Fakat takvâ ve ihsan sahibi olan bu zevatın hayatlarına baktığınız zaman, bunların henüz iman köşkünün temelini sağlam atmadıklarını, iman binasını muhkem yapmadıklarını gösteren emareleri görürsünüz.
Bu gibi hatalar bulunduğu sürece İslâmî ahlâkın unsurlarını tamamlamada başarıya ulaşmamız asla mümkün olamaz. Öyleyse bu dört mertebeyi tam olarak kavramamız lazımdır. Bu dört mertebenin düşünce yapısını kemale erdirmemiz kaçınılmazdır: İman, İslâm, Takvâ ve ihsan. Bu dört mertebenin yaratılıştan kaynaklanan sırasını çok iyi kavramamız zaruridir.
AHLÂK
- 341 -
İman: İmanın tevhidî ve peygamberliği ikrardan ibaret olduğunu bilmeyen yoktur. Bu ikisini ikrar eden kişi, İslâm’a girmenin kanuni şartını yerine getirmiş ve inananlardan olmuştur. Böyle olunca kendisine müslümanlara yapılan muamelenin yapılmasına hak kazanmıştır.
Fakat sadece kanunî bir işlemi tamamlamak kabilinden olan bu ikrar hemen üzerine İslâm köşkünü diğer üç mertebesiyle bina etmek için kâfi midir? Esef ve hüzün sebeplerinden birisi çoğu kimsenin bunu böylece kabul etmeleridir. Bu yüzden bu soyut ikrarı görünce hemen üzerine İslâm binasını kurmaya başlıyorlar. Hemen peşinden bu zayıf temellere takvâ ve ihsan tabakalarını atmaya çalışıyorlar ki, bu binanın ömrü asla uzun süremez, yıkılmaya dökülmeye hazırdır.
Fakat kâmil bir İslâmî hayat için, imanın her yönüyle, şümullü bir şekilde, bina köklerinin derinleşmesi lazımdır. İmanın şubelerinden herhangi biri eksik olursa o şube İslâmî hayatta eksik kalmış demektir. İmanın zayıf kaldığı noktada, İslâmî hayatın binası zayıf ve çökmeye mâruz kalmış demektir. Meselâ, buna misal olarak Allah’a imanı ele alalım. Allah’a iman, dinin başı ve ilk temel taşıdır. Allah’ı ikrar normal şeklini aşıp, derinleştikçe sayılamayacak derecede görünümlerle ortaya çıkar. Meselâ, bazıları Allah’ın varlığına ve her şeyi yarattığına, zatında ortağı bulunmadığına inanırken başka sıfatlarını tehdit eder, hak ve tasarruflarını sınırlar. (Allah’ın açığı ve gizliyi bildiğini, işitici ve görücü olduğunu, duâları kabul ettiğini, sadece O’na ibâdet edileceğini ve her türlü ibâdetin sadece O’na yapılabileceği, O’nun kitabının, her türlü meselede tek kaynak olduğu...)
Şunda hiç şüphe yok ki bu tasavvurlardan sadece bir tanesiyle hayat nizamı oluşmaz. Tasavvur ne kadar dar olursa ve sınırlı olursa fiili hayattaki İslâmî ahlâk o derece sınırlı olur. Hatta Allah’a iman konusunda yaygın dini tasavvurlara göre zirveye ulaşmış kimselerin, İslâmî hayat hakkındaki görüşleri Allah’a itaat ile tağutlara boyun eğmeyi kabul edecek kadar yetersiz görürsünüz. Yahut ta arzuladıkları her şeyi bulabilmek için küfür düzenini İslâm nizamına karıştırıp yeni bir terkip elde ettiklerini görürsünüz.
Doğrusu, kâmil ve hâlis İslâmî hayat sarayı, beşer hayatının bütün yönlerini ihata eden tevhid inancının ikrarı olmadıkça mümkün değildir. İnsan hayatının ferdi ve ictimai yönlerini kapsayan insanın kendisinin ve elinde bulunan her şeyin Allah’ın mülkü olduğu ve gerçek sahibinin Allah olduğunu ikrar eden bir tevhid inancına sahip olmalıdır.
Sahip olduğu her şeyin ve bütün alemin meşru sahibinin Allah olduğuna, onun tek mabud olduğuna, emir ve yasaklamanın ona ait olduğuna, hidâyetin sadece ondan geldiğine inanmalıdır.
Allah’a itaatten yüz çevirmenin yahut onun hidâyetine ihtiyaç duymamanın veya ona zatında, sıfatlarında, tasarruf ve haklarında ortak koşmanın hangi şekil ve renkte zuhur ederse etsin dalâlet ve küfür olduğuna bütün kalbiyle inanmalıdır.
Sonra bu bina (-Allah’a iman binası-)’nın direklerinin sağlamlaşması, kişinin kesin olarak kendisinin ve elindeki her şeyin ona döneceğine inanmadıkça mümkün değildir.
- 342 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Nefsindeki sevgi ve nefret ölçüsünü atıp, bu ölçüyü Allah’ın sevgi ve gadabına tabi kılmadıkça mümkün değildir.
Nefsinden kibir ve büyüklenmeyi atmadıkça mümkün değildir.
Nazariyelerini, fikirlerini, görüşlerini ve arzularını, Allah’ın kitabında indirdiği ilmin kalıbı çerçevesinde şekillendirmedikçe Allah’a iman binası sağlam temellere oturamaz.
Allah’a itaattan yüz çeviren, bütün bağlılıkları omuzundan atarak karşısına geçmedikçe ve Allah sevgisini kalbine yerleştirmedikçe, tazim ve saygı bekleyen her putu gönlünün derinliklerinden çıkarıp atmadıkça, sevgisini nefretini, dostluğunu, düşmanlığını, savaş ve barışı Allah’ın rızâsına uygun şekilde yönlendirmedikçe, Allah’a iman binasının temelleri sağlamlaşmaz.
Nefsi, Allah’ın razı olduğu şeye râzı olup, Allah’ın istemediğini istemez hale gelmelidir. İşte Allah’a iman mertebesinin gerçeği ve gayesi budur.
İman, kapsamında, kemâlinde ve kuvvetinde, nâkıs ve sınırlı olduğu sürece takvâ ve ihsan nasıl mümkün olacaktır?
Sakal uzatmak, elbise şekillerine önem vermek yahut tesbih çekmek yahut da geceleri namaz kılmak bu boşluğu kapatır mı?
İmanın diğer şubeleri, peygamberlere, kitaplara, âhirete iman da buna kıyaslanabilir. Meselâ; kişinin peygamberi, kendisinin kumandanı, yol gösterici mürşidi ve her şeyinde önderi kabul etmedikçe peygamberliğe imanı kemale ermiş sayılmaz. Peygamber ölçülerine ters düşen her türlü itaat, irşat ve yolları reddetmesi gerekir. Aynı şekilde, kişi eğer kalbinde Allah’ın kitabında indirdiği ölçü ve kaidelerin dışında bazı ilkelerin ve kaidelerin hayata hakim olduğuna inanıyorsa kitaba olan imanı nâkıs demektir. Veya kişinin kalbi ve ruhu, dünyanın, Allah’ın indirdiklerine tâbi olmamasına ve hayat nizamı olarak kabul etmemesine, üzüntü duymuyorsa o kişinin kitaba olan imanı eksik demektir.
Âhirete iman konusunda da durum aynıdır. Kişi dünya hayatını âhiret hayatına tercih ediyorsa âhirete olan inancı eksik demektir. Kemale ermemiş demektir. Dünyevî değerlere karşılık uhrevi değerleri reddediyorsa ve dünya hayatında attığı her adımda âhiret hayatının mesuliyetini hissetmiyorsa o kişinin âhirete olan imanı kemale ermemiş demektir.
Bu temel ve dayanakların eksik olduğu yerde, kapsamlı İslâmî hayatın binası nasıl kurulur?
İslâm: İman esasları kökleşip kemale erdikten sonra yeryüzündeki layık yerine oturursa İslâmî ahlâkın ikinci merdiveni olan İslâm binasını o temellere oturtmak mümkündür. İslâm imanın amel şeklinden zuhurundan başka birşey değildir. İmanın İslâm ile alakası tohumun ağaç ile olan alakasına benzer. Ağaçta yetişen her şey, tohumda bulunan özelliklerdir. Hatta ağacı tahlil ederek, tohumunda bulunan ve bulunmayan şeyleri hemen tanırsın.
Toprağa tohum atmadan bir bitkinin yetişip dallanması veya verimli bir toprağa atılan tohumun bitmemesi aklından bile geçmez. İşte iman ile İslâm arasındaki ilişki budur. İmanın bulunduğu yerde insanın fiili hayatında o imanın görünümü olan ahlâk, muamele, insanlarla olan diğer ilişkilerin fiili olarak zuhuru
AHLÂK
- 343 -
kesindir. Eğer herhangi bir hususta gayri İslâmî bir şey zuhur ederse o noktada ferdin imanı ya yoktur veya çok zayıftır. Eğer hayatı tamamen gayri İslâmî bir şekilde sürüyorsa bilmen gerekir ki o kalb imandan sıyrılmıştır. Yahut iman semeresini veremeyecek kadar kuraktır verimsizdir.
Bir kalpte bulunan imanın, İslâm görünümüyle amellerde zuhur etmemesi imkansızdır. Kur’an’dan anlaşılan o dur ki iman ve ameli olan İslâm birbirinden ayrı şeyler değillerdir. Nerede nefsinin rızâsı Allah’ın rızâsından uzak ise, nerede dini bırakıp kendi işlerine koyulmuşsa ve nerede çaba ve gayretleri Allah yolunun dışında sarf ediliyorsa işte orada o kişinin imanı eksik ve zayıftır. Tabiiki normal olarak yerleşmemiş olan iman ve İslâm temellerine takvâ ve ihsanı bina edemez. Zâhirî şeklini ve elbiselerini takvâ sahiplerine benzetmeye çalışıp işlerinde onların yolunu takip eder görünmeye ne kadar gayret ederse etsin, hakikat ruhundan uzak olan çekici, zahiri görünümler, çok güzel olan bir şahsın, süslü elbiseler içinde ruhsuz, yerde yatan naaşı gibidir. Yerde yatan cesedin elbisenin ve kendisinin güzelliğine aldanıp ona ümid bağlayan gerçekçi bir gözle bakar bakmaz hakikat ortaya çıkar ve hayâl kırıklığına uğrayıp hüsrana duçar olursun.
İşte o zaman kesin olarak anlarsın ki çirkin ve kısa boylu fakat yaşayan ve kuvvetli olan bir adam, ölü olan yakışıklı ve güzel elbise giymiş birinden daha hayırlıdır. Zâhirî şekillere aldanmaz ve dini yüceltmede bize fayda verecek olan gerçek takvâ ve ihsanı murad edersek ve eğer âhirette hayır kefesi ağır gelsin istersek, kesin olarak bilelim ki, iman tabakası sağlam, pekişmiş olmadıkça ve imanın görünümü olan İslâm Allah’a fiilen bağlanmak ve itaat etmek imanın yerleştiğine açıkça delâlet (şâhidlik) etmedikçe yüksek olan takvâ ve ihsan tabakasının bina edilmesi asla mümkün değildir.
Takvâ: Takvâ nedir? Belli bir elbise, muayyen bir görünüş veya belli bir yaşama şekli midir? Hayır takvâ; Allah korkusu ve ona itaat duygusundan oluşan nefsin bir halinden ibarettir. Hayatın her bölümünde bir görünüm olarak ortaya çıkar. Gerçek takvâ, kişinin kalbinin Allah korkusuyla ve ona kulluk duygusuyla nurlanmış olmasıdır. Kıyamet gününde Rabbinin huzurunda duracağını çok iyi bilmesi ve kavramış olmasıdır. Ve kesinkes bu dünya hayatının imtihandan başka bir şey olmadığını ve Allah’ın kendisini belli bir zaman için dünyaya gönderdiğini çok iyi idrak etmesi ve daimi olan geleceğinin tek bir şeye odaklayacağını bilmesidir.
O da dünyada imtihan için elinde bulunan kuvvet ve kabiliyetini nasıl istihdam edeceğidir? Rabbani iradeye uygun olarak malik olduğu mal ve malzemeyi nasıl tasarruf edecek? Hayatının değişik noktalardan alakalı olduğu kimselerle muamelesi nasıl olacaktır? Bu duyguların kendisinde uyandığı her ferd kalbini uyandırmış, dini duygusu parıldamış ve arınmış demektir. Allah sevgisine uygun olmayan her şeyi kalbinden silip atmış ve kendisini hesaba çekebilmiş demektir. Nefsini hesaba çekip kendinde zuhur edecek rağbet ve meyillerin neler olduğunu, vaktini nasıl geçirdiğini gücünü ve kuvvetini nasıl kullandığını düşünür. Açıkça günah ve münker olan şeylerin yanısıra şüpheli şeylerden uzaklaşmaya başlar. Nefsindeki görev duygusu, bütün emir ve vacibleri severek ve isteyerek yerine getirmeyi icab eder. Allah korkusu onda büyük etki eder ve Allah’ın koyduğu hududa tecavüz eden nefsi hakkında korku duyunca sarsıntılar geçirir.
- 344 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hukukullah ve kul haklarını muhâfaza, artık adet haline gelir. Ve kalbi hakka ve doğruluğa muhalif olan her şeyi işlemekten korku duyar.
Takvânın sadece bazı belli şekillere tabi olup devam ettirmek olduğunu kabul edenleri, sadece belli yollarla zahiri ve yapmacık bazı şekiller ve belli bir kalıp içinde kabul edenleri, takip ettikleri bu takvâ türünü muhafazada çok özen gösterdikleri, büyük gayretlerle yerine getirip nefislerinin razı olduğu bu takvâ türünü çok sıkı bir şekilde devam ettirdiklerini görürsün. Fakat aynı zamanda hayatlarının başka bir yönünde, takvâyı bırakın, iman gereklerine muhalif olan düşünce, çalışma ve uğraşlarla dolu bir ahlâk tarzı görünür.
Cüz’î meselelerde, mübalağa ile onları muhafazaya çalışanlar vardır ki, uzunluğuyla, konan belli ölçüden kısa oldu diye, sakalı kısa olanları fasık kabul ederler. Eteği topuklarından aşağıya sarkan herkesi ateşe girecek diye tehdit ederler. Mezheblerinin fer’i meselelerinde ona uymayanları nerdeyse dinden çıkarırlar.
Bir taraftan böyle yaparlar. Öte yandan da dinin usûlünü, büyük meselelerini ve temel ilkelerini yanlış göstermede son derece cömert davranırlar. Öyle ki müslümanların hayatını şer’i ruhsatlar, siyasi menfaatlar üzerine bina ederler. Dinin ikamesi için çaba ve gayret sarfetmekten yüz çevirmelerine sayılamayacak kadar hileler icad ederler. Bütün gayretlerini ve mesailerini müslümanları küfrün, hakimiyeti ve düzenin emri altında “İslâmî Yaşayış” planı çizmeye verirler. Bunlar avam tabakasını böyle dar bir ortamda dini hayatlarını sürdürebileceklerine ikna etmiş liderlerdir. Bundan daha kötüsü ve üzücü, hatta ağlatıcı olanı ise bu şahıslara birisi cüret ederek dinin gereklerini ve hakikatını anlatmaya çalışıp dinin ikamesi için çalışmaya sevketmeyi denese, o şahıslar yüzlerini asıp söylenenlere aldırmamakla kalmazlar, ellerinden gelen her şeyi kullanıp bu çalışmalara engel olmaya bizzat gayret ederler.
Gerçek ve suni takvâ arasındaki fark işte budur. Hadislerde vârid olan edeb ve ahkâmı küçük gördüğümüz, düşüncesi sakın oluşmasın. Hadislerde vârid olan zâhirî görünümle ilgili elbise, giyecek gibi adabı küçük görmekten ve alaya almaktan Allah’a sığınırız. Burada anlatılmak istenen, takvânın gerçeği ve cevheridir, elle tutulan görünenleri değildir.
Kalbinde takvâ gerçeği yer etmiş olan herkes doğruluk boyasıyla boyanmış ve katıksız İslâm hayatı yaşıyor demektir. İslâm bütün şümulüyle o ferdin fikirlerinde, duygularında, arzularında, şahsi zevkinde, vakitlerini taksimde, gücünü kullanmada yaşama programı ve mücadelesinde, kazancında, harcamasında ve hayatının diğer bütün yönlerinde yavaş yavaş tecelli eder. Ama işi tersine çevirir de zahiri görünümleri hakikat tercih eder, görünüşlere ehemmiyet verirsek ve gerçek takvânın yetişmesi için toprağa tohum atmaz ve onu sulamazsak, daha önce zikrettiğimiz sonuçlardan başkasını elde edemeyiz.
Birinci şekilde kişi sabır, vakar ve temkine muhtaçtır. Burada netice yavaş yavaş elde edilir ve semere bir müddet gecikir. Aynen toprağa atılan tohumdaki gibi tohum yavaş yavaş fidana dönüşür kemale erer ve semeresini ve çiçeğini bir gün veya iki günde vermez. Bir ağaç tohumu uzun seneler sonra bu kıvama gelir. Bu yüzden tabiatlarında acelecilik bulunanlar bu yoldan çabuk usanırlar.
İkinci şekilde ise neticeyi kolayca çabucak önümüzde şekillenmiş görürsünüz. O da tıpkı ağaca benzer bir odunu toprağa sokar ve üzerine yaprak ve
AHLÂK
- 345 -
meyve zannını uyandıracak şeyler asarsınız. Bu ikinci yolun bugün revaçta olduğunu ve her yerde bunun birinci yola tercih edildiğini görürsünüz. Fakat gerçek ağacın gerçekleştirdiği ümid ve arzuların onda birinin dahi bu suni ağaçlardan elde edilmeyeceği inkâr edilemeyecek kesin bir hakikattır.
İhsan: İhsan, İslâm tabakalarının en üstünü ve en yükseğidir. İhsan aslında kişinin Allah’a ve peygamberine olan gönül bağıyla İslâm’da eriyip yok olmasıdır. Kökleşmiş bir sevgi, sâdık bir vefâ, kıymetli varlıkları feda etmektir.
Takvânın temel düşüncesi Allah’tan korkmaktır. Bu takvâ kişiyi Allah’ın gadabından korunmaya teşvik eder. İhsanda ki temel düşünce de kişinin taşıdığı Allah sevgisidir. Bu sevgi kişiyi onun rızâsını istemeye teşvik eder. Takvâ ile ihsan arasındaki farkı anlamanız için herhangi bir devlet dairesinde çalışan memurları misal verelim.
Bu memurlardan bazıları kendilerine verilen görevleri itaat duygusu içinde kendilerini o işe tamamen vererek yerine getiriyorlar. İşyerinin koyduğu kanun ve ölçülere sâdık kalıp aykırı bir davranış içine girmiyorlar. İşyerinin menfaatine halel getirecek ve çalıştığı yeri karşılarına alacak bir şey asla yapmıyorlar.
Bunların karşısında ikinci bir tabaka var ki onlar da işyerine samimi, sâdıkane ve vefâkarca bağlanmış ve işyerlerine yardım ediyorlar. Kendilerine verilen görevleri eksiksiz yerine getiriyorlar. Hatta kafalarını çalıştırıp, gayretlerini sarfederek çalışmak için yeni metodlar icad ederek çalıştığı yere menfaat sağlayacak ve onun adını yüceltecek işler yapıyorlar. Bu duygu ve düşüncelerinin gereği olarak kendilerinden istenenlerin fevkinde (üstünde) çalışmalar yapıyorlar. İşyerini tehdit eden bir şey gördüklerinde onu korumak için canlarını, mallarını feda ediyorlar. Kanunların çiğnendiğini gördükçe onun acısını kalblerinde hissediyorlar. İşyerinin aleyhinde bir vefâsızlık gördüklerinde bu onları rahatsız ediyor ve ellerindeki bütün imkanlarla bu isyan ateşini söndürmeye ve kökünden söküp atmaya gayret ediyorlar.
Elbette ki takvâ sahibi olanlar işyerinde vefâkâr çalışanların listesine girecek ve dereceleri yükselecektir. Ancak ihsan sahipleri öyle yüksek dereceye haiz olacaklardır ki takvâ sahiplerinin başları onların ayaklarına ulaşamayacaktır. Ne takvâ sahiplerinin ne de başkalarının yetişemeyeceği bir makama sahip olacaklardır. Aynı şekilde takvâ ve ihsan sahiplerini İslâm ölçüleri içinde kıyaslayabilirsiniz. Evet takvâ sahipleri kendilerine güvenilen ve itimat edilen kimselerdir ama İslâmın kuvveti ve cevherindeki canlılığı sadece ihsan sahibi olan muhsinlerde bulunur. İslâmın bu âlemde yapılmasını istediği şeyleri yalnız bu tabakadaki muhsinler yapacaktır. Yerine getirecektir.
Allah’ın dininin küfür önünde mağlup olduğunu ve artık kâfirlerin işi ele aldığını ve Allah’ın kanunlarının çiğnenmekle kalmayıp küfür önünde yok olmaya yüz tuttuğunu, şeriatın ihlal edildiğini, sadece fiilen değil kanunen de yasak olduğunu ve artık yeryüzünde Allah’ın dininin yok sayıldığını, insanlığın ahlâkının ve medeniyetinin, küfrün galebesiyle fesada uğradığını, İslâm ümmetinin de, hala süratle ahlâkî ve ameli bazı sapıklıklarla bozulduğunu gören bir kesimin durumunu düşünelim.
Bütün bunları zaman zaman görüp hissettikleri halde hayatları bulanmayan, rahatsız olmayan ve şu utandırıcı hayattan kurtulup kamil ve salih bir hayat
- 346 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kurmak için gayrete girmezler. Tam tersine Allah’ın kendilerine verdiği zeka ve aklı, müslümanları, kâfirlerin kendilerine galip geldiğine ve bir şey yapamayacaklarına ikna etmeye gayret ederler. Bu insanlar nasıl ihsan sahiplerinden sayılabilirler? Allah’ın emirlerine karşı gösterdikleri bu vurdumduymazlıktan sonra ihsanın o üstün tabakasına, mertebesine nasıl çıkarlar?
Yaptıkları şeyler dinin özünü ve ayakta kalmasını sağlayacak hiçbir şeyi kapsamamaktadır. Allah’tan başkasının hakimiyetine teslim olmamak ve hakkın kelimesini yüceltmek için canını malını feda etmek olan dinin özünden, uzak vaziyette hayatlarını sürdürürler. Vefâkâr ile hâin düşman arasındaki bu fark dünyanın bütün devlet ve milletlerinde gözlenmektedir. Mesela devletin herhangi bir yerinde bir taife devlete isyan etse yahut dışardan bir düşman hücuma kalkışsa düşmanların ve hainlerin idaresini hoş görenler yahut onlardan memnun olanlar, aşağılık ve zilletlerini açığa vuran bir anlaşma yaparlar. Yahut düşmanlarının kontrolü ve himayesi altında bir düzen oluştururlar. Devletin büyük işlerinin tamamı bu düşmanların elinde, devlet hazinesi onların emrinde olur. Bu zavallılar da basit bazı işleri üstlenirler. Dünyada ne bir devlet ne de bir millet bu tip insanları kendilerine sâdık ve muhlis kimselerden saymazlar. Küçük meselelerinde kendi milliliklerini koruma hususunda çok şiddetli de davransalar milli kıyafetlerini üzerlerinden çıkarmasalar da hiç bir millet ve devlet düşmanlarına meyleden bu tipleri kendisine halis ve sâdık fertler olarak kabul etmez.
Öyleyse bilmemiz lazım ki Allah dost ve düşmanlarını insanlardan daha iyi bilir. Zannediyor musun ki Allah sakalın uzatılmasına, tespihlere, vird ve ezkara, nafilelere ve benzeri işlere aldanır? 1439
Sekülerleşme ve Kayıp Giden Değerlerimiz
Değerlerimiz vardı bizim... Bizi gerçekte biz kılan, bizi yüce bir varlık kılan değerlerimiz vardı bizim... Sevgimiz vardı bizim... Tertemiz, çıkarsız, içten gelen bir sevgimiz vardı bizim... Ve yüce sevdalarımız vardı bizim... Kendimizi adadığımız. Uğruna nice fedakârlıklarda bulunduğumuz bütün zorlukları göze aldığımız sevdalarımız vardı bizim... Hayâ duygumuz vardı bizim... Alçakgönüllü olmamızı sağlayan, kibirlenmemizi engelleyen bir hayâ duygumuz vardı bizim... Adâlet duygumuz vardı bizim... Kendi çıkarlarımıza ters düşse bile, haksızlık yapmamıza izin vermeyen bir adâlet duygumuz vardı bizim... Ve merhamet duygumuz vardı bizim... İnsanlık için bize gözyaşı döktüren, başkalarının acısına bizi ortak kılan, zâlimleşmemizi engelleyen bir merhamet duygumuz vardı bizim... Onurumuz vardı bizim... Zâlimler karşısında bize boyun eğdirmeyen, bizi kendimizden emin kılan, dik durmamızı sağlayan bir onurumuz vardı bizim...
Değerlerimiz vardı bizim... Bizi gerçekte biz kılan, insan kılan, bizi yüce bir varlık kılan değerlerimiz vardı bizim... Sekülerleşmenin hayatımızın her alanını işgal etmeye başlamasıyla birlikte, onları bir bir yitirmeye başladık. Yüreğimiz pas tutar hale geldi Sekülerliğin bataklığında dibe doğru her batışımızda, değerlerimizden bir parça yitirmeye başladık. Kendimizi yitirmeye başladık. Yani insanlığımızı yitirmeye başladık. Yani kendimizi...
Sevgimiz vardı bizim... Tertemiz, çıkarsız, içten gelen bir sevgimiz vardı bizim. Sevgimiz vardı bizim... Yüreklerimizi birbirine ısındıran, bizi birbirimize
1439] Mevdudi’nin aynı isimli çalışmasından esinlenerek, Numan Yılmaz, Vuslat Dergisi
AHLÂK
- 347 -
ısındıran, karşılıksız, yalansız bir sevgimiz vardı bizim. Sevgimiz vardı bizim... Yüreğimizin derinliklerinde, ta derinlerde hissettiğimiz bir sevgimiz vardı bizim. Sevgimiz vardı bizim... Bize maddenin her şey olmadığını, bize her şeyin akli olamayacağını ve olmaması gerektiğini öğreten bir sevgimiz vardı bizim. Sevgimiz vardı bizim... Bize gerçek mutluluğu ve huzuru sağlayan bir sevgimiz vardı bizim...
Sevgimizi dönüştürmeye başladık. Bize en fazla çıkar sağlayacak olan şeyleri sevmeye başladık. Daha fazla, hep daha fazlasını, hep en fazlasını elde ederek mutlu olacağımızı, mutluluğu ancak böyle elde edebileceğimizi düşünmeye başladık. Mutluluk... Seküler bir dünyada neydi ki mutluluk? Daha fazla kazanmak, daha fazla harcamak, yemek, içmek... Mutlu azınlıklara ve mutsuz çoğunluklara ne kadar mutlu olduğumuzu göstermek için mutlu olmaya çalışmak.
Mutluluk... Seküler bir dünyada huzursuz bir mutluluktu söz konusu olan... Bunun için gönül harcamalarında da kısıtlamaya gidilmesi gerekiyordu. Bunun için kimseleri sevmemize gerek yoktu. Daha fazla kazanmamız yeterliydi. Biz daha fazla kazandıkça, daha fazla kişi bize hürmet gösterecek, daha fazla kişi bizi sevecekti. Çıkar sevgisiyle bize bağlanacaktı daha fazla kişi...
Sevgimiz... Paylaştıkça büyüyen, paylaştıkça çoğalan sevgimiz... Sevgimizi dönüştürmeye, sevgimizi yitirmeye başladık. Çıkarsız, yalansız, yüreğimizin ta derinlerinden gelen sevgimizi yitirmeye başladık... Yüce sevdalarımız vardı bizim... Kendimizi sevgiliye adadığımız, uğruna kendimizi feda ettiğimiz, bütün zorluklan göze aldığımız sevdalarımız vardı bizim. Yüce sevdalarımız vardı bizim... Yüreğimizi alev alev yakan yüce sevdalarımız vardı bizim. Bizi sevgiliye dönüştüren yüce sevdalarımız vardı bizim. Bizi sabır imtihanına tabi tutan...
Yüce sevdalar bize artık uzak görünmeye başladı. Filmlerde kalır oldu yüce sevdalar. Sevenin, sevgilisi için, yüce sevdası uğruna katlandığı zorlukları hayretler içerisinde izler olduk filmlerden. Güzellikleri bir kameranın görüntüsünden bize yansıyanlarla sınırlandırdık. Renkli ekrandan bize yansıyanlarla hayatımızı renklendirmeye çalıştık. Yaşamadık hayatı... Bir dairenin, kareden bize yansıttıklarıyla izleyicisi olduk hayatın. Yüce sevdalar bize artık uzak görünmeye başladı... Kimi zamanda onları kitap sayfalarına mahkûm ederek, bu sayfalar arasından okumaya koyulduk heyecanla... Yüce sevdalarımız vardı bizim... Kitaplarda kalır olan, heyecanını yaşamaktan uzak olduğumuz...
Yüce sevdalar bize artık uzak görünmeye başladı... Sekülerleşmenin zihnimizi bulanıklaştırmasıyla birlikte onu şehvet sevdasına dönüştürmekten uzak kalmadık. Kendimizi sevgiliye adamak yerine, şehvet peşine düşüp sevgilileri kendimize bir bir feda etmeye başladık. Sevdiğimiz için fedâkârlık yapmamız gerektiğinde, onun için, onunla birlikte zorluklara katlanmamız gerektiği hallerde onu terk edip, yeni sevgililer aramaya koyulmaktan geri kalmadık. Yüce sevdalar... Yüce sevdalardan çok uzakta yaşamaya başladık. Hayatımızı yaşamak için yüce sevdalardan çok uzakta hayat sürer olduk…
Hayâ duygumuz vardı bizim... Alçakgönüllü olmamızı sağlayan, kibirlenmemizi engelleyen bir hayâ duygumuz vardı bizim. Yanlış bir şey yaptığımızda yanaklarımızın al al olmasına sebep olan, bizi tekrar o masum hâlimize döndüren bir hayâ duygumuz vardı bizim. Hayâ duygumuz vardı bizim... Yaptığımız
- 348 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iyilikleri, güzel şeyleri başkalarına anlatıp böbürlenmemizi engelleyen bir hayâ duygumuz vardı bizim.
Hayâ duygumuz vardı bizim... Bizi yalanlardan, yapmacık davranışlardan uzak tutan bir hayâ duygumuz vardı bizim. İçimizdeki çocuğun ölmediğini, onu orada hep yaşattığımızı gösteren bir hayâ duygumuz vardı bizim...
Yitirmeye başladık hayâ duygumuzu... Sekülerliğin söylemlerine boyun eğerek, hayâ duygumuzu çöp kutusuna atıverdik. Modern bireyin akıllı olması, girişken olması, rekabetçi olması, kendisini ispatlaması gerekiyordu. Hayâ duygusu... Hayâ duygusu bunlar için bir engeldi ve atılması gerekiyordu. Bizi hedefe götürecek her şey meşru olmalıydı. Hayâ duygumuz ise, bu meşrutiyetin sağlanmasının önünde bir engeldi. Gerektiğinde en akilâne bir tarzda yalanlar uydurabilmeli, dâhiyane aldatmacalar gerçekleştirebilmeliydik. Söylemler dünyasında kendimize iyi bir yer kapabilmek için, bu dünyanın nitelikli bir üyesi olduğumuzu göstermek adına, başarılarımızı en süslü, en abartılı kelimelerle anlatabilmeliydik. Hayâ duygumuzu yitirmeye başladık... Bizi gerçekte büyük bir insan kılan hayâ duygumuzu, büyük bir insan olmamızın önünde bir engel olarak görmeye başladık.
Adâlet duygumuz vardı bizim... Kendi çıkarlarımıza ters düşse bile, haksızlık yapmamıza izin vermeyen bir adâlet duygumuz vardı bizim. Nefsimize huzursuzluk veren olaylarla karşılaştığımızda bile, yanlış kararlar almamızı engelleyen bir adâlet duygumuz vardı bizim. Adâlet duygumuz vardı bizim... “Ben”lik duygusuna köle olmamızı engelleyen bir adâlet duygumuz vardı bizim. Kendi çıkarlarımızı değil, insanlığın çıkarlarını gözetmemizi sağlayan bir adâlet duygumuz vardı bizim... Adâlet duygumuzu yitirmeye başladık... Her geçen gün sekülerleştik ve her eylemimizde, karşılaştığımız her olayda elde edeceğimiz çıkarın büyüklüğüyle ilgilendik. Hayatın adâleti yoktur deyip, gerçekte bizim eserimiz olan adâletsizliğin bizle ilgisi yokmuş rahatlığına kendimizi kaptırdık. Adâlet duygumuzu yitirmeye başladık... İnsanlık dengelerinin gözetilmediği bir dünyada adâlet duygumuzu yitirmeye başladık...
Onurumuz vardı bizim... Zâlimler karşısında bize boyun eğdirmeyen, bizi kendimizden emin kılan, dik durmamızı sağlayan bir onurumuz vardı bizim. Onurumuz vardı bizim... Kınayanların kınamasından korkmamızı engelleyen bir onurumuz vardı bizim. En güçlünün bile haksızlık yapması durumunda, bunu ona haykırmamızı sağlayan bir onurumuz vardı bizim. Uğruna ölmeyi göze aldığımız, taviz vermeye yanaşmadığımız bir onurumuz vardı bizim... Onurumuzu yitirmeye başladık... Anlamlı, insanca bir hayat yaşamaya çalıştığımız onurumuzu yitirmeye başladık. Onurumuz yitirmeye başladık... Çıkar kapılarını açmak için yalakalık yapmaktan, onursuzluk yapanları onurlandırmaktan geri kalmadık. Onlar gibi ileride onurlandırılmak için onursuz yollardan geçmeyi ihmal etmedik. Onurumuzu yitirmeye başladık... Kuytu köşelerde terk ettik onurumuzu. Onurumuzu yitirmeye başladık ve böylece hayatımızdaki anlam karelerini tek tek silmeye başladık.
Merhamet duygumuz vardı bizim... İnsanlık için bize gözyaşı döktüren, başkalarının acısına bizi ortak kılan, zâlimleşmemizi engelleyen bir merhamet duygumuz vardı bizim. Merhamet duygumuz vardı bizim... Başkalarının acısını kendi acımızmış gibi hissetmemizi sağlayan, bize insan olduğumuzu hatırlatan
AHLÂK
- 349 -
bir merhamet duygumuz vardı bizim. Merhamet duygumuz vardı bizim... Komşumuz açken bizim tok yatmamızı engelleyen bir merhamet duygumuz vardı bizim...
Merhamet duygumuzu yitirmeye başladık... “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” düsturundan hareketle merhamet duygumuzu yitirmeye başladık. İnsanlığımızı yitirmeye başladık. Başkaları açken, başkaları acı çekerken, başkaları gözyaşı dökerken kendimiz mutlu olmayı başarabildik. Merhamet duygumuzu yitirmeye başladık... Gözyaşları ıslatmıyordu artık yüreğimizi.
Yüreğimiz... Dünyadaki sınırlar karşısında hapseylediğimiz yüreğimiz. Kulak vermek istemiyorduk artık yüreğimize. Öyle ya yarınlarımız için başka şeylerle zihnimizi meşgul etmememiz gerekiyordu. Daha fazla kazanmamız için, daha fazla çalışmamız gerekiyordu. Ve daha da fazla kazanabilmenin yollarını da bulmamız gerekiyordu. Hep daha fazlası, hep daha da fazlası... Yüreğimiz bu konuda bize rehber olamazdı. Yüreğimize kulak vermemiz gerekiyordu. Akıllı olmak gerekiyordu. Başkalarının zulüm görmesi, mutsuz olması ve bunlardan dolayı feryat emesi bizi ilgilendirmemeliydi. Merhamet duygumuzu yitirmeye başladık. Yani insanlığımızı yitirmeye başladık. Yani kendimizi yitirmeye başladık...
Zaman,
Zaman tükenmekteydi ama
Tükenip giden sadece zaman mıydı?
Yoksa bizde miydik zamanla tükenen?
Saliselerin saniyelere,
Saniyelerin dakikalara
Ve dakikaların saatlere
Ve saatlerin günlere
Ve günlerin haftalara
Ve haftaların aylara
Ve ayların yıllara
Ve yılların da ölüme doğru gittiği her bir anda
Bir adım
Ve bir adım daha atıyoruz
Kaçınılmaz sona doğru, Mutlak olan ölüme doğru...
Unutma dostum!
Bu dünyada yaşamak bir kere,
Hayat bir kere,
İşte bu yüzden;
İnsanlığını yitirmemek adına,
Yani kendini yitirmemek adına,
Şerefinle ölmeyi arzula sen her kere...
Bu dünyada ölmek bir kere dostum,
Ölüm bir kere,
- 350 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İşte bu yüzden;
Anların hayat sermayeni tükettiği her bir anda,
Yaşamak için yaşama dostum,
Yaşamak için yaşa sen her kere... 1440
“Güzel ahlâk en hayırlı dosttur. Çirkin ahlâk en zararlı düşmandır.” (Hz. Ömer r.a.)
“En güzel edeb; güzel ahlâk, en şiddetli fakirlik ahmaklık, en vahşi vahşet; kendini beğenmek ve en üstün zenginlik akıldır.” (Hz. Ali r.a.)
“Ahlâk güzelliği, beden güzelliğinden daha güzel ve daha devamlıdır.” (Hz. Ömer r.a.)
“Ahlâkı kötü insanla sohbet etme ki, günah irtikâbına meyletmeyesin.” (İmam-ı Azam r.a.)
“Bütün cihanı araştırdım, iyi huydan daha iyi bir liyâkat görmedim.” (Mevlana Celaleddin-i Rumi)
“Sade bir sözdür, fakat hikmetlerin en mücmeli; / Tek halâs imkânı var; Ahlâkımız yükselmeli.” (Mehmet Akif Ersoy)
“İskender, adı güzel, ahlâkı kötü bir adama demiş ki; ya adını değiştir, ya ahlâkını.” (Büyük İskender)
“Ahlâkta, sanatta olduğu gibi hiç konuşulmaz, ancak yapılır.” (Ernest Renan)
“Milletler parasızlıktan değil; ahlâksızlıktan çökerler.”
“İslâm insanlara en iyi ahlâk düzenini getirmiştir. Gayr-i İslâmî ahlâk anlayışı ise, bu düzeni getirmekten âcizdir.”
1440] Mehmet Anık, Vuslat Dergisi, sayı 38, Ağustos 2004
AHLÂK
- 351 -
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur’an Ahlâkı, M. Abdullah Draz, İz Y.
2. Müslümanın Ahlâkı, Muhammed Gazâlî, Ribat Y.
3. Kaynaklarımıza Göre İslâm Terbiyesi, Osman Şekerci, Çanakkale Seramik Y.
4. Kur’ân-ı Kerim’e Göre Ahlâk Esasları, Ali Turgut, Şamil Y.
5. Örneklerle İslâm Ahlâkı, M. Yaşar Kandemir, Nesil Y./Rağbet Y.
6. Allah Erinin Ahlâk ve Kültürü, Said Havva, Yenda/Petek/Hilal Y.
7. Güzel Ahlâk, A. Muhsin Toprak, Buruc Y.
8. Fütüvvet Ahlâkı, Mustafa Çelik, Misak Y.
9. Arınma Yolu, I-II, Abdülhamid Bilali, Şafak Y.
10. Ahlâk Dersleri, Vedat Aydın, Denge Y.
11. Ahlâk Bilinci, Hüseyin Caneri, Denge Y.
12. Anahatlarıyla İslâm Ahlâkı, Mustafa Çağrıcı, Ensar Neşriyat
13. Müslüman Olmam Neyi Gerektirir, Fethi Yeken, İslâmoğlu Y.
14. Ahlâk Rehberi, I-II, A. İlhan Ezel, Furkan Kitabevi Y.
15. İslâm Ahlâkı, Hayrani Altıntaş, Akçağ Y.
16. İman Ahlâk İlişkisi, İlhami Güler, Ankara Okulu Y.
17. İslâm’da Aile Eğitimi (Terbiyetu’l-Evlâd), Abdullah Nasih Ulvan, Uysal Kitabevi
18. Müslümanın Şahsiyeti, M. Ali Haşimî, Risale Y.
19. Âyet ve Hadislerin Işığında İnsan ve Ahlâk, Recep Kılıç, TDV Y.
20. İslâm ve Toplum İlmihal, Heyet, cilt 2, İSAM Y.
21. Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y.
22. Edebü’l-Müfred, Ahlâk Hadisleri, İmam Buhârî, Terc. A. Fikri Yavuz, I-II, Sönmez Y.
23. İmam Buhari’nin Derlediği Ahlâk Hadisleri, Buhârî, Terc. A.F. Yavuz, Alperen Y.
24. İslâm’da Nefis Terbiyesi, Said Havva, Yenda Y.
25. İhtilaf Ahlâkı, Mustafa Çelik, Misak Y.
26. Âyetlerin Işığında İman, İbâdet ve Ahlâk Üzerine Sohbetler, Bayraktar Bayraklı, Bayraklı Y.
27. Kitabü’z-Zühd ve’r-Rekaik, Abdullah İbnü’l-Mübârek, çev, M. Adil Teymur, Seha N.
28. Edeb-i Dünya ve Din, Din ve Dünya Edebi, el-Mâverdi, Bahar Y.
29. İslâm’da Ahlâk Nizamı, Mevdudi, Çev. A. Şener
30. Ahlâk Dersleri, Ahmed Hamdi Akseki, Üçdal Neşriyat
31. Ahlâk-ı İslâmiyye Dersleri, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Y.
32. İslâm Düşüncesinde Ahlâk, Mustafa Çağrıcı
33. Ahlâk Pusulası Ahlâkî Değerler Eğitimi, Ahmet Çağlayan, Dem Değerler Eğitim Merkezi, Y.
34. Küresel Ahlâk Eğitimi, Mustafa Köy, Dem Y.
35. Din ve Ahlâk Eğitim Öğretimine Yeni Yaklaşımlar, Heyet, Dem Y.
36. Okul Öncesi Din ve Ahlâk Eğitimi, Zeynep Nezahat Özeri, Dem Y.
- 352 -
KUR’AN KAVRAMLARI
37. Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye, İbrahim Canan, DİB Y.
38. Peygamberimizin Örnek Ahlâkı, Abdurrahman Azzam,
39. Hadislerle Peygamberimizin Güzel Ahlâkı, Ebû İsa Tirmizî, Hisar Y.
40. Peygamberimizin Güzel Ahlâkı, Yusuf Tavaslı, MÜSİAD Y.
41. Peygamberimizin Örnek Ahlâkı, Mehmet Paksu, Nesil Basım Yayın
42. Rasûl-i Ekrem’deki Eşsiz Ahlâk, Şaban Döğen, Gençlik Y.
43. Rasûl ve Ahlâk, A. Muhammed el-Hufi, Kültür Basın Yayın Birliği
44. Üsve-i Hasene Kullukta Ahlâkta Âdâbda En Güzel İnsan, Ömer Çelik, Mustafa Öztürk, Murat Kaya, Erkam Y.
45. Peygamberimizin Şemâili Ahlâk ve Adabı, Hüseyin Algül, Nil Y.
46. Âlimlerin Ahlâkı, Ebûbekir Acurri, Ebû Said İbn’l Arabî, İnsan Y.
47. Ehl-i Beyt Ahlâkı, Mehdi Sadr, İnsan Y.
48. Çevre Ahlâkı, İbrahim Canan
49. İslâm Şahsiyetçiliği, M. Aziz Lahhâbî, çev. İsmail Hakkı Akın, Yağmur Y.
50. Ahlâk Eğitimi, M. Münir Raşit Öymen, Murat Matbaacılık
51. Din ve Ahlâk Öğretiminin Psikolojik ve Metodik Esasları, Hüseyin Peker, Eser Mat. Samsun, 1991
52. Bütün Yönleriyle Müslüman Nasıl Olmalı?, Seyyid Sabık, çev. Abdullah Karaca, İhtar Y.
53. Çocuklarda ve Gençlerde Ahlâk ve Karakter Eğitimi, Recep Şükrü Apuhan, Timaş Y.
54. Hz. Peygamber’in Edeb ve Ahlâkı, Ebû Şeyh el-İsbehanî
55. Lokman Sûresi ve Ahlâkî Öğütler, Muhsin Demirci, Çamlıca Y.
56. Dinî ve Felsefî Ahlâk Lüğatçesi, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Y.
57. İslâm Terbiye ve Ahlâk Sistemi, Muhammed Kutup, Hisar Y.
58. Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y.
59. İslâm’da Ahlâk, Osman Pazarlı, Remzi Kitabevi Y.
60. Kur’an’da Ahlâk Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, İzci Y./Yalnızkurt Y.
61. Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, İzci Y.
62. Kur’an’da Karakter Eğitimi, Mûsâ Kâzım Gülçür, Işık Y.
63. Kur’an ve Sünnet’te İtikat, İbâdet ve Ahlâk, Ebûl Hasan En-Nedvî, Risale Y.
64. Gençliğin Dinî Ahlâkî Terbiyesi, Hüseyin Algül, Hafe Y.
65. İlmî ve Felsefî Ahlâk Lügatçesi, Fatih Enes Kitabevi Y.
66. İslâm Düşüncesinde Ahlâk, Mustafa Çağrıcı, Birleşik Y./M. Ü. İlahiyat Fak. Vakfı Y.
67. Çözüm Kur’an Ahlâkı, Harun Yahya, Vural Y.
68. Okul Öncesi Din ve Ahlâk Eğitimi, Zeynep Nezahat Özeri, Dem Y.
69. Ahlâk, Ahlâk-ı Alâî, Kınalızade Ali Efendi, Tercüman 1001 Temel Eser Y.
70. Devlet ve Aile Ahlâkı, Kınalızade Ali Efendi, Tercüman 1001 Temel Eser Y.
71. Tasvir-i Ahlâk, Ahlâk Sözlüğü, Ahmet Rifat, Tercüman 1001 Temel Eser Y.
72. Misbahü’l-Necah, Terbiye, İmam Gazâlî, Terc. Abdülkadir Akçiçek, Rahmet Y.
AHLÂK
- 353 -
73. Semâvî Dinlerde Ahlâk, Mustafa Yazgan, Nur Y.
74. Güzel Ahlâk Mesut Hayat, Burhan Bozgeyik, Erhan Y.
75. İlim ve Ahlâk, İslâm ve Kâinat, Mustafa Yazgan, Elif Y.
76. Kısa Gerekçeli Pratik Ahlâk, Andre Lalande, MEB Y.
77. Yaşayan Cahiliye, Aysel Zeynep, İnkılap Y.
78. İslâm Hukukunda Örf ve Âdet, Selahattin Kıyıcı, İşaret Y.
79. Tanrı-Ahlâk İlişkisi, Mehmet S. Aydın, TDV Y.
80. İslâm Ahlâkının Esasları, Babanzade Ahmed Naim, TDV Y.
81. Ahlâkın Dinî Temeli, Recep Kılınç, TDV.Y.
82. İnsan ve Ahlâk, Recep Kılınç, T.D.V. Y. İlim-Ahlâk-İman, Derleyen M. Rahmi Balaban, DİB Y.
83. İslâm Dini, İtikad, İbâdet ve Ahlâk, A. Hamdi Akseki, DİB Y.
84. İyi Müslüman, İsmail Lütfü Çakan, TDV Y.
85. İslâm Ahlâkı, Hasan Ege, Bahar Y.
86. Ahlâk Bilgileri, Ahmet Efe, Seha Y.
87. Tasavvufi Ahlâk, 1-5, M. Zahit Kotku, Seha Yay.
88. İslâm Büyüklerinin Örnek Ahlâkı ve Hikmetli Sözleri, İmam Şarani, Sönmez Neşr.
89. Edeb, Tahir Büyükkörükçü, Cağaloğlu Yay.
90. Büyük Günahlar, Hafız İmam Zehebi, Hak Yay.
91. İlâhi Yasaklar, Büyük Günahlar, Celal Yıldırım, Uysal Yay.
92. İlâhi Hikmetler, Büyük Sevaplar, Celal Yıldırım, Uysal Yay.
93. İslâm’da Helâl ve Haram, Yusuf el-Kardavi, Hilal Yay.
94. Helâller ve Haramlar, Hayrettin Karaman Nesil Yay
95. Lanetlenmiş Kişiler ve İşler, Mehmet Emre, Erhan Yay.
96. Ahlâk, İbn Hazm, Bilge Adam Y.
97. Ahlâk Dersleri, Eşref Edib, Beyan Y.
98. Ateistler İçin Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi, Hüseyin Akın, Akis Kitap
99. Dil ve Ahlâk, Hakan Poyraz, Vadi Y.
100. Ahlâk Nizamı, Mevdudi
101. Ahlâk Nizamı, Nurettin Topçu, Dergâh Y./Hareket Y.
102. Ahlâk Risalesi, Enes Uner, Fatih Y.
103. Ahlâk Felsefesi, Hüsameddin Erdem, Konya, 2001
104. İslâm Ahlâk Teorileri, Macit Fahri, Litera Y.
105. İslâm Ahlâkı, İmam Gazali, Sinan Y.
106. Herkes İçin Gerekli Ahlâkî Kurallar, Rızâ İsfehani, Ağaç Y.
107. Toplam Ahlâk, Coşkun Can Aktan, Zaman Kitap
108. Ahlâk-Hukuk İlişkisi, İsmail Kıllıoğlu
109. Karakter Nasıl Geliştirilir?, Aylin Atmaca, Timaş Y.
- 354 -
KUR’AN KAVRAMLARI
110. İslâm’da İnsanî İlişkiler ve Ahlâkî Hayat, Mehmet Kemal Gündoğdu, Nesil Y.
111. Sondevir Osmanlı Düşüncesinde Ahlâk, Hüsamettin Erdem, Şahsi Y.
112. Osmanlı Düşüncesinde Ahlâk, Hüsameddin Erdem, Dem Y.
113. Garp Menbalarına Göre Eski Türk Seciyye ve Ahlâkı, İsmail Hami Danişmend, İstanbul Kitabevi Y.
114. Türklerde Ahlâk ve Dünya Görüşü, Nihat Keklik, Ötüken Neşriyat
115. Akıl ve Ahlâk, Bünyamin Duran, Nesil Y.
116. Örnek Nesil İçin Sahabe Modeli, Murat Sarıcık, Nesil Y.
117. Siyasal Ahlâk ve Siyasal Ahlâksızlık, Türker Alkan, Bilgi Y.
118. Nur’dan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y., c. 1, s. 185
119. Kur’ân-ı Kerim’de İlim İman İlişkisi, Mustafa Bilgin, Basılmamış Yükses Lisans Tezi, Bursa, 1984
120. Ahlâk (Kapak Konusu), Vuslat Dergisi, s. 38, Ağustos 2004
121. Siyaset ve Ahlâk, İslâmiyat Dergisi, 6. cilt, sayı 1, 2003
122. Kur’ân-ı KerimKavram Tefsiri, Ahmed Kalkan, (Takvâ, İlim, İnfak, İfsâd-Islah, Sâlih Amel, Ahid, Tevbe, Hakka Bâtılı Karıştırmak ve Hakkı Gizlemek, Sabır, Zulüm-Zâlim, Af, Şükür, Yeme-İçme, İhsân-Muhsin, İsyan-İtaat, Ana Babaya İhsan, Güzel Söz, Kan Dökmek, Adâvet-Düşmanlık, Sihir/Büyü, Hevâ, İhtilâf, Husn/Güzellik, İhlâs, Sevgi ve Allah’ı Sevmek, Haram-Helâl, Günah, Sıdk/Doğruluk, İçki ve Kumar, Tahâret/Temizlik, Yemin, Karz-ı Hasen (Güzel Borç), Ribâ/Fâiz, Hesap ve Allah’ın Hesaba Çekmesi, İftirâ, Vahdet (Hep Birlikte Allah’ın İpine Yapışmak), Emr-i Bi’l-Ma’ruf ve Nehy-i Ani’l-Münker, Yumuşaklık-Kabalık ve Katı Yüreklilik, Şûrâ (İstişâre, Danışma), Azim ve Tevekkül, Buhl/Cimrilik ve Cömertlik, Fuhuş-Zinâ, Kadın-Erkek İlişkileri ve Ailede Geçim, Emânet, Hırsızlık, İsrâf, Elbise ve Tesettür, Yeis; Allah’ın Rahmetinden Ümit Kesmek, Kardeşlik, Gıybet-Alay-Lakab-Sûi Zan, Ahlâk Kavramları)
Aile Ahlâkı
1. Kur’an Âilesi, Mûsâ Kâzım Yılmaz, Hilâl Y.
2. Sevgi Peygamberi ve Yetişkin Din Eğitimi, Abdurrahman Dodurgalı, Rağbet Y.
3. Âilede İslâm Nizamı, Mehmet Altunkaya, Bahar Y.
4. Âile Bilinci, Aysel Zeynep, Denge Y.
5. Âile Saâdeti, Sâdık Dânâ, Erkam Y.
6. Âilede Saâdet Prensipleri, Mehmed Said, Bahar Y.
7. Âile Çevresi Kadın-Erkek İlişkileri, Servet Serdaroğlu, Redhouse Y.
8. Âile Okulu, Kemalettin Erdil, T.D.V. Y.
9. Âilede Eğitim, Hüseyin Ağca, T.D.V. Y.
10. Âilede Çocuğun Din Eğitimi, Abdurrahman Dodurgalı, İFAV Y.
11. Ailede Çocuk Terbiyesi, Halil Fikret Kanad, M.E.B. Y.
12. İslâm’da Aile Eğitimi (Terbiyetu’l-Evlâd), Abdullah Nasih Ulvan, Uysal Kitabevi Y.
13. Allah Rasûlünün Örnek Aile Hayatı, Ahmet Şelubi, Ahsen Y.
14. Hz. Muhammed’in Âile Hayatı ve Eşleri, Ziya Kazıcı, Çamlıca Y.
15. Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye, İbrahim Canan, DİB Y.
16. Rasûlullah’a Göre Aile ve Okulda Çocuk Terbiyesi, İbrahim Canan, Yeni Asya Y.
AHLÂK
- 355 -
17. Muvahhid Âileyi Kurmak, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
18. Müslüman Ailede Çocuk Terbiyesi, Ahmet Hamdi Savlu, Hayra Hizmet Vakfı Y. Konya, 1978
19. Okul Öncesi Din ve Ahlâk Eğitimi, Zeynep Nezahat Özeri, Dem Y.
20. Çocuklarda ve Gençlerde Ahlâk ve Karakter Eğitimi, Recep Şükrü Apuhan, Timaş Y
21. Mutlu Bir Yuva İçin 33 Teklif, Salih Yusufoğlu, Araştırma Y.
22. Ailede Çocuğun Ahlâk Eğitimi, M. Zeki Aydın, Nobel Y./Dem Y.
23. Ailenin Ahlâk Kılavuzu, Es’ad Coşan, Seha Neşriyat
24. Cinsel Ahlâk ve Biyolojik Tehlike, Münevver Ahmed Enis, İz Y.
25. Ailede Çocuğun Ahlâk Eğitimi, M. Zeki Aydın, Nobel Y./Dem Y.
26. Ailenin Ahlâk Kılavuzu, Es’ad Coşan, Seha Neşriyat
27. İslâm’da Âile ve Çocuk Terbiyesi 1-2, Heyet, (Tartışmalı Toplantı), İSAV, İlmî Neş./Ensar Neşriyat
28. İslâm’da Evlilik ve Âile Eğitimi, Ali Eren, Merve Yayın Pazarlama
29. İslâm’da Âile Ahlâkının Dinamikleri, Âyetullah Hüseyin-i Mezâhirî, çev. Kadri Çelik, Hamd Y.
30. İslâm’da Erkeğin Eşine Karşı Vazifeleri, Emine Özkan Şenlikoğlu, Mektup Y.
31. İslâm’da Erkeğin Eşine Karşı Vazifeleri, Abdulhâlim Hamid, Mektup Y.
32. İslâm’da Kadının Eşine Karşı Vazifeleri, Abdulhâlim Hamid, Mektup Y.
33. İslâm’da Âile Eğitimi, Abdullah Ulvan, 1-2, Uysal Kitabevi Y.
34. Hanımlara İslâm İlmihali, Enbiya Yıldırım, Umran Y.
35. Örnek Âile, Necip Ammere, Risale Y.
36. Kur’an ve Sünnete Göre Örnek Âile, Necip Ammare, Görüş Y.
37. İslâm’da Erkek, Emine Şenlikoğlu, Mektup Y.
38. Delilleriyle Âile İlmihali, Hamdi Döndüren, Erkam Y.
39. Kadın İlmihali, Abdülvehhab Öztürk, Kılıç Y.
40. İslâmîyet’te Kadın Öğretimi, Tayyib Okiç, D.İ.B. Y.
41. İslâm’da Evlenme Âdâbı ve Müslüman Kadını, Ahmet Arslantürkoğlu, Can Kitabevi Y.
42. Müslüman Kadının Fıkıh Kitabı, İbrahim Cemal, Risale Y.
43. Müslüman Kadının Görevleri, Şehid Hasan el-Benna, Ravza Y.
44. Kaynaklarıyla Büyük Kadın İlmihali, Rauf Pehlivan, Gonca Y.
45. Râşid Halifeler Devrinde Kadın, Rızâ Savaş, Ravza Y.
46. Sosyal Hayatta Kadın, Heyet, İSAV, Ensar Neşriyat
47. Sosyal Hizmetlerde Hanımlar, M. Es’ad Coşan, Seha Neşriyat
48. Kur’an ve Sünnete Göre Müslüman Kadının Şahsiyeti, M. Ali Haşimî, Risale Y.
49. Müslüman Kadının Şahsiyeti, Kültür ve Dâveti, Abdulhâlim Nuhoğlu, Ravza Y.
50. İzahlı Kadın İlmihali, A. Uysal, M. Uysal, Uysal Kitabevi Y.
51. Gençlere Âile Eğitimi, Abdullah Nâsıh Ulvan, Ravza Y.
52. Kur’an ve Sünnette Annelik, Muhammed Seyyid, Uysal Kitabevi Y.
53. Hadis-i Şeriflere Göre Evlenme Âdâbı, Nâsıruddin Elbânî, Hikmet Y.
- 356 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ticaret Ahlâkı
1. Ticâret Ahlâkı, Mustafa Çelik, Misak Y.
2. İslâm’da Ticâret Prensipleri, M. Cevat Akşit, Gâye Vakfı, İst. 2001
3. İslâm’da Ticâret Hukuku, Abdülkerim Polat, Sabah Gaz. Kültür Y. İst. 1977
4. Delilleriyle Ticâret ve İktisat İlmihali, Hamdi Döndüren, Erkam Y.
5. İslâm’da Tüketici Hakları, Hüseyin Arslan, T. Diyanet Vakfı Y. Ank. 1994
6. İslâm’da İş ve Ticaret Ahlâkı, Hüseyin Kaleşi, Seha Neşriyat
7. Alış-Verişte Vâde Farkı ve Kâr Haddi, Hayreddin Karaman ve heyet, İlmî Neşriyat
8. Ekonomi ve Ahlâk, N. Haydar Nakvi, İnsan Y.
9. İktisat ve Ahlâk, Salih Mirzabeyoğlu, İbda Y.
10. İktisadî Çözülmenin Ahlâk ve Zihniyet Dünyası, Sabri F. Ülgener, Der Y.
11. İslâm’da Mal ve İdare, Hasan Tahsin Feyizli, Kültür Bas. Yay. Birliği
12. İslâm Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Servet Dağılımı, Fahri Demir, D.İ.B. Y.
13. İslâm İcra ve İflas Hukuku, Fâhrettin Attar, Marm. Üniv. İlâhiyat Fak. Vakfı Y.
14. Alış-veriş: Hamdi Döndüren, Akif Köten, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 1, s. 103-108
15. Zenginlere ve Zengin Olmak İsteyenlere, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. İst. 1993
16. Fakirler ve Zenginler, Vehbi Karakaş, Timaş Y. İst. 1993
17. Zenginler, Yoksullar ve Robotlar, Deniz Can Saner, Birleşim Y. İst. 1993
18. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. Fakir: Osman Eskicioğlu, c. 12, s. 129-131; Fakr: Süleyman Uludağ, c. 12, s. 132-134; İsraf: Cengiz Kallek, c. 23, s. 179-180; Kanaat: Mustafa Çağrıcı, c. 24, s. 289-290
19. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. Fakirlik: Hamdi Döndüren, c. 2, s. 141-143 el-Ğanî: M. Sait Şimşek, c. 2, s. 212-213; (Kanaat: Zübeyir Tekkeşin) c. 3, s. 297-298; Tevekkül c. 6, s. 211; Zenginlik: Arif Köten, c. 6, s. 448 ?Miskin, Zühd? İsraf?, Müsrif? Cimrilik? Cömertlik? Mal?
20. İslâm Nizamı, A. Rızâ Demircan, Eymen Y. c. 3, s. 131-163
21. İslâm ve Ekonomik Hayat, Ahmet Tabakoğlu, D.İ.B. Y. İst. 1987
22. İslâm’a Göre Banka ve Sigorta, Hayreddin Karaman, Nesil Y. 3. Bs. İst. 1992
23. İslâm’da Para, Ahmed el-Hasenî, Çev. Âdem Esen, İz Y. İst. 1996
24. İdeal Ekonomik Politikası, Abdurrahman Maliki, Ta-ha Y.
25. Müslüman ve Para, Hekimoğlu İsmail, Timaş Y. 7. bs. İst. 1996
26. Para, Faiz ve İslâm, Heyet, İlmî Neşriyat, İSAV, İst. 1987
27. İktisat Penceresinden İslâm, Ferit Yücel, Şahsi Y. İst. 1979
28. Çalışma Hayatı ve İslâm, Yunus Vehbi Yavuz, Tuğra Neşriyat, İst. 1992
29. İslâm’da İşçi-İşveren Münâsebetleri, Hayreddin Karaman, Marifet Y.İst. 1981
30. Çağdaş Ekonomik Problemlere İslâmî Yaklaşımlar, Hamdi Döndüren, İklim Y. İst. 1988
31. Ekonomi Bir Din midir, Zübeyir Yetik, Beyan Y. İst. 1991
32. İşçi İşveren Münasebetleri, Heyet, İlmî Neşriyat, İSAV, İst. 1990
33. Sosyal Siyaset Açısından İslâm’da Ücret, Âdem Esen, T. Diyanet Vakfı Y. 2. Bs. Ank. 1995
34. Ekonomik Adâletin Temelleri, Muhammed Nuveyhi, Beyan Y. 2. Bs. İst. 1984
AHLÂK
- 357 -
35. Tüketim Köleliği, Ivan İllich, Çev. Mesut Karaşahan, Pınar Y. İst. 1990
36. Ana Hatlarıyla İslâm Ekonomisi, Servet Armağan, Timaş Y.
37. Çağdaş Ekonomik Doktrinler ve İslâm, İ. M. İsmail, Boğaziçi Y.
38. Çalışma Hayatı ve İslâm, Yunus Vehbi Yavuz, Tuğra Y.
39. Ekonomiye Değinmeler, Zübeyir Yetik, Akabe Y.
40. Hz. Muhammed’in Getirdiği Ekonomik Düzen, Sâdık Yılma, Yeni Ufuklar Neşriyat
41. Hz. Peygamber Döneminde Devlet ve Piyasa, Cengiz Kellek, Bilim ve Sanat Vakfı Y.
42. Hz. Ömer Döneminde Ekonomik Yapı, İrfan Mahmud Rânâ, Bir Y.
43. İktisat Bilinci, Hekimoğlu İsmail, Denge Y. İst. 1996
44. İktisat, Kâzım Güleçyüz, Nesil Basım Yayın
45. İktisat Risaleleri, Mustafa Özel, İz Y.
46. İslâm Devlet Bütçesi, Celâl Yeniçeri, Şamil Y.
47. İslâm Ekonomi Sistemi, Muhammed Bakır Sadr, Rehber Y.
48. İslâm Ekonomisi ve Sosyal Güvenlik Sistemi, Faruk Yılmaz, Marifet Y.
49. İslâm Ekonomisinin Temel Meseleleri, M. Ekrem Han, Kayıhan Y.
50. İslâm İktisadında Helâl Kazanç, İmam Muhammed Şeybani, Seha Neşriyat
51. İslâm İktisadının Esasları, Celâl Yeniçeri, Şamil Y.
52. İslâm Şirketler Hukuku (Emek-Sermaye Şirketi), Osman Şekerci, Marifet Y.
53. İslâm Ekonomisinin Strüktürü, Sezai Karakoç, Diriliş Y.
54. İslâmî Açıdan Borsa, Heyet, Ensar Neşriyat
55. Tüketim Virüsü, Mustafa Karaalioğlu, Yeni Şafak Y. İst. 1995
56. Faiz, Ebû’l-A’lâ Mevdûdî, Çev. M. Hasan Beşer, Hilâl Y. İst. 1966
57. Faiz, Seyyid Kutup, Çev. Cafer Tayyar, İslâmoğlu Y.
58. Faiz ve Problemleri, İsmail Özsoy, Nil A.Ş. Y.
59. Faizsiz Bankacılık ve Kalkınma, Cihangir Akın, Kayıhan Y.
60. Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli, Heyet, İlmî Neşriyat İSAV, İst. 1987
61. Türkiye’de, Dünyada Faizsiz Bankacılık ve Hesap Sistemleri, Mustafa Uçar, Fey Vakfı Y.
62. Tefsîr-i Âyeti’r Ribâ, Seyyid Kutup, İslâmoğlu Y.
63. İslâm’a Göre Faizsiz Banka, Kalkınma ve Sigorta, M. Ahmet Zerkâ, Kalem Y.
64. Para, Faiz ve İslâm, Heyet, İlmî Neşriyat, İSAV, İst. 1987
Âdâb ve Görgü Kuralları
1. Kur’ân-ı Kerim’de Âdâb-ı Muâşeret, Görgü Kuralları, M. Zeki Duman, İpek Y.
2. Kur’ân-ı Kerim’de Sosyal Münasebetler ve Âdâb-ı Muâşeret, M. Zeki Duman, Tuğra Y.
3. Âdâb-ı Muâşeret Edeb Yâ Hû, Mustafa Necati Bursalı, Çelik Y.
4. Hz. Peygamber’in Edeb ve Ahlâkı, el-İsbehanî, İz Y.
5. Günlük Hayatımızda Nezaket ve Görgü, Ayşenur Kurtoğlu, Timaş Y.
6. Görgü ve Nezaket Kuralları, Ali Çankırılı, İsmet Elbaşı, İ. Demirci, Timaş Y.
- 358 -
KUR’AN KAVRAMLARI
7. Mecmau’l-Âdâb, Sûfizâde Seyyid Hulûsi, Sağlam Kitabevi Y./Saâdet Y.
8. Mecmaü’l-Âdap, Fatih Enes Kitabevi
9. Mecmaul Adab, Naim Erdoğan, Huzur Y.
10. Âdâb-ı Muâşeret, Abdülkadir Halit, Rehber Y.
11. Âdâb-ı Muâşeret, Edeb Yâ Hu!, Mustafa Necati Bursalı, Çelik Y.
12. Konuşma Sanatı Görgü Kuralları, İshak Doğan, Uysal Kitabevi
13. Dua Âdâbı ve Hikmetli Dualar, Sevim Asımgil, Timaş Y.
14. Aile ve Görgü Ansiklopedisi, Ayten Karaalioğlu, İnkılap Kitabevi/Kelepir Y.
15. Hayatın İçinden Görgü ve Nezaket, Min Âdâbi’l İslâm, Abdülfettah Ebû Gudde, İlke Y.
16. Kur’an ve Sünnet Işığında Görgü, İbrahim Ünal, Nesil Y.
17. Peygamberimizin Şemaili Ahlâk ve âdâbı (s.a.s.), Hüseyin Algül, Nil Yayınları
18. Edeb, Tahir Büyükkörükçü, Cağaloğlu Yay.
19. Kız İsteme, Düğün âdâbı ve Cinsel Eğitim, Abdullah Nasıh Ulvan, Uysal Kitabev Y.
20. Kurban Bayramı ve Kurban Kesme âdâbı, Yaşar Bozyiğit, Umran Y.
21. Çağdaş Görgü Kuralları ve Protokol, A. Nevzad Odyakmaz, Mephisto Y.
22. Görgü ve Nezaket Kuralları, Emine Yüter, Sarı Papatya Y.
23. Aile ve Toplumda Görgü ve Nezaket Kuralları, Emine Yüter, Papatya Y.
24. Tatlı Emeller Acı Hakikatler Yahud Gelecek Nesillere Siyasî Âdab Tâlimi, Mizancı Mehmed Murad, Şehir Y.
25. Görgü ve Nezaket Kuralları, Mecit Dönmezbilek, Keşif Y.
26. Görgü: Kur’an ve Sünnet Işığında, İbrahim Ünal, Nesil Y.
27. Görgüsüzlük Çağı Davranış Rehberi, Yüksel Söylemez, ODTÜ Geliştirme Vakfı Yayıncılık
28. Her Şeyin Bir âdâbı Var, Şenay Duru Özaltın, Alfa Basım Yayın
29. Aileye Pratik Bilgiler, İnci Beşoğul, Nesil Y.
30. Aile Eğitim Kılavuzları, c. 22, Görgü Kuralları, Nabi Avcı, Seha Neşriyat
31. Âdâb, Muhammed bin Abdullah Hânî, terc. Ali Hüsrevoğlu, Erkam Y./Özel Y.
32. Adab Bilinci, H. Ali Akar, Furkan Y.
33. Âdâb-ı Muâşeret Konularına Göre Kırk Hadis I-II, Said Köşk, Kahraman Y.
34. Edeb-Âdâb ve Çeşitli Dualar, S. H. Eren, Berekat Y.
35. Bütün Yönleriyle Osmanlı âdâb-ı Osmaniye, Erol Özbilgen, İz Y.
36. Kur’an ve Sünnet Işığında Âdab, Seyda Muhammed Konevi, Ahmet Öz, Reyhan Y.
37. Adap Sünnetler Sünneti Yaşamak, Kolektif, Okul Y.
38. Genel Âdap ve Aile Düzenine Karşı İşlenen Suçlar, Cengiz Otacı, Seçkin Y.
39. Osmanlıda Gündelik Hayatın Değişimi, Âdâb-ı Muâşeret, Nevin Meriç, Kaknüs Y.
40. Avrupa Âdâb-ı Muâşereti yahut Alafranga, Ahmet Mithat Efendi, Akçağ Y