Cumartesi, 06 Şubat 2021 09:54

AF

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

AF
•Af; Anlam ve Mâhiyeti
•Kur’ân-ı Kerim’de Af Kavramı
•Hadis-i Şeriflerde Af Kavramı
•Allah’ın Affediciliği
•Peygamberimiz’in Af ve Müsâmahası
•İnsanın Kendine Yapılanları Affetmesi
•Dâvetçi Açısından Af ve Müsâmaha
•Hoşgörü ve Müsâmaha
•Af ve Müsâmahanın Yozlaştırılması
“O davranışlarınızdan sonra, belki (akıllanıp) şükredersiniz diye sizi affettik.” 115
Af; Anlam ve Mâhiyeti
Af kelimesinin aslı “afv”’dır. ‘Afv’ Türkçe’deki affetmenin karşılığıdır. ‘Afv’ sözlükte, yok etmek, silip-süpürmek, bir şeyi elde etmeye yönelik niyet, fazlalık, artıp çoğalma gibi anlamlara gelir. Istılah (terim) anlamı: Çirkin bir şeyi veya kötülüğü görmezden gelme, yapılan bir suçtan dolayı suçluyu cezalandırmama, ceza uygulamasından vazgeçmektir.
Bazı insanlar vardır ki, hatasız olmak peşindedirler. Toplam kalite kavramı içinde olayı düşündüğümüzde ve tüm günah ve yanlışlardan kaçmaya çalışmanın faziletini değerlendirdiğimizde bu, iyi bir tavır olarak görülebilir. Ancak, insan olduğu halde hatasız olmak mümkün değildir. O yüzden “insan beşer, şaşar” denir. Hata yapmayanın sadece Allah olduğu vurgulanır ve yargıya varılır: “Hatasız insan olmaz.” Hata edip tevbe etmek, insanın şanından; affetmek de Allah’ın şânındandır. Allah’ın afüvv, ğafûr, rahîm, tevvâb gibi nice isimleri, hata yapılmamış olsa tecelli etmeyecektir. İnsanın fıtratına da takvâ da fücur da ilham edilmiştir.116 Hata yapmak, insan olmanın kaçınılmaz bir yansımasıdır. “Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ sizi yok eder ve yerinize, günah işleyecek (fakat tevbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler yaratırdı.”117 Bazıları, kendilerini ellerinden geldiğince kusursuz bir insan gibi göstermeye ve görmeye çalışırlar. Çünkü hata yaptıklarını kabul ettiklerinde küçük düşeceklerinden korkmaktadırlar. Onlara göre ideal insan, kendisine hiçbir hata kondurmayan insandır.
Oysa, sözünü ettiğimiz bu “hatasızlık” arayışı, bir bâtıl inançtan başka bir şey değildir. Nitekim Kur’an, bizlere böyle bir mü’min modeli göstermez. Çünkü
115]2/Bakara, 52
116]91/Şems, 8
117]Müslim, Tevbe 9, hadis no: 2748; Tirmizî, De’avât 105, h. no: 3533
- 32 -
KUR’AN KAVRAMLARI
böyle bir model mümkün değildir zaten; İnsan, Allah karşısındaki âcizliğinin bir sonucu olarak, hayatı boyunca hatalar yapmaya, günah işlemeye mahkûmdur. Elbette ki elinden geldiğince bunlardan kaçınmalı, Allah’ın dinini uygulama konusunda hata işlememeye ve günaha girmemeye gayret göstermelidir. Ancak, Allah’ın âciz bir kulu olduğu için, hatadan kaçınmayı dahi tümüyle başaramaz.
Bu nedenle, Kur’an, yeryüzündeki her insanın Allah’a karşı hatalı ve günahkâr olduğunu haber verir: “Eğer Allah yaptıkları yüzünden insanları (hemen) cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık bırakmazdı. Fakat Allah, onları belirlenmiş bir süreye kadar erteliyor. Vakitleri gelince (gerekeni yapar). Zira Allah, kullarını görmekte (gözetlemekte)dir.” 118
Bu İlâhî hüküm gereği, Allah’ın mü’minden beklediği tavır, hatasızlık ya da günahsızlık değildir. Mü’minden beklenen, işlediği tüm hata ve günahlar için sürekli Allah’tan af dileyip bağışlanma istemesidir. İnkâr edenler ile mü’minleri birbirinden ayıran en önemli vasıflardan biri de budur: İnkârcı kâfirler, kendilerini hatasız ve günahsız saymaya çalışırlar. Oysa mü’minin böyle bir iddiası yoktur. Elbette mü’min, Allah’a karşı hiçbir günah işlememek için büyük bir çaba gösterir. Ancak insan, doğası gereği, kimi zaman geçici olarak nefsine uyup günaha girebilir. Allah’ın hükümlerini uygulamakta gevşeklik göstermek gibi bir gaflete düşebilir. Ama sonuçta tüm bunlardan pişman olup Allah’a yönelmesi ve O’ndan af/bağışlanma dilemesi önemlidir.
Kur’an’a baktığımızda Allah’tan bağışlanma dilemenin doğal ve daimî bir mü’min vasfı olduğunu görürüz. Bu durum da yine bizlere mü’minlerin hiçbir zaman kendilerini günahtan ârî/ soyutlanmış görmediklerini, aksine kusur ve eksikleri için sürekli O’nun rahmetine sığındıklarını göstermektedir.119 Kur’an’ın bize gösterdiği, Allah’tan bağışlanma dilemenin bir mü’minin sürekli yaptığı bir ibâdet oluşudur. İnsan, bilerek ya da bilmeyerek yaptığı tüm günahlar için Allah’tan sabah akşam bağışlanma dileyebilir/dilemelidir. 120
Kur’ân-ı Kerim’de Af Kavramı
‘Afv’ kelimesi, türevleriyle birlikte Kur’an’da otuz beş âyette yer almaktadır. Afv kelimesi, Kur’an’da çoğunlukla affetmek, yani suçluya ceza uygulamasından vazgeçip onu bağışlamak anlamında kullanılır. Şu âyette sözlük anlamı olarak ‘fazlalık’ mânâsında geçmektedir: “…Ve sana neyi infak edeceklerini (harcayacaklarını) soruyorlar. De ki: Afv’ı, yani ihtiyaçtan arta kalan fazlalığı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz.”121 A’râf Sûresi 199. âyette ‘afv’ bağışlama, affetme anlamına gelmektedir. Fiil olarak kullanıldığı ve Allah için isim-sıfat olarak geçtiği tüm yerlerde bağışlama anlamlarında kullanılır.
Af kavramı Kur’an’da hem Allah’ın özelliği olarak yer alır, hem de insanlar için emir ve tavsiye edilir. Yapılan haksızlığa, o miktarda karşılık vermek meşrûdur; ama bundan vazgeçerek affedene Allah, büyük mükâfat vaad eder.122
118] 35/Fâtır, 45
119] 9/Tevbe, 112
120] Cavit Yalçın, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 158-159
121] 2/Bakara, 219
122] 42/Şûrâ, 40
AF
- 33 -
Affedici olmak, takvâ makamına en yakın olmak kabul edilir.123 İnsan, başkasını affetmekle Allah’ın da kendisini affetmesine lâyık olur.124 Allah, affedenleri sever ve över. 125
“Rabbinizin mağfiretine/bağışına ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun! O takvâ sahipleri ki, bollukta da, darlıkta da infak eder/Allah yolunda harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever. Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında, ya da bizzat kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe-istiğfâr ederler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler.” 126
“Allah kendisine şirk/ortak koşulmasını mağfiret etmez/affetmez. Ancak, ondan başkasını dilediği kimseler için mağfiret eder.” 127
“De ki: ‘Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” 128
“...Affetmeniz takvâya daha yakındır. Aranızda iyilik ve ihsânı unutmayın. Şüphesiz ki Allah yapmakta olduklarınızı hakkıyla görür.” 129
“…Rabbimiz, unuttuklarımızdan ya da yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet, bizi bağışla. Sen bizim Mevlâ’mızsın. Kâfirler topluluğuna karşı da bize yardım et.” 130
“ ...Günahlarımızı bağışla, günahlarımızı/kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al, ey Rabbimiz!” 131
“Bir iyiliği açıklar yahut gizlerseniz veya bir kötülüğü (açıklamayıp) affederseniz, şüphesiz Allah da ziyadesiyle affedici ve kadirdir.” 132
“O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; (umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine sığınanları sever.” 133
“Bir kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür. Kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah’a aittir. Elbette O, zâlimleri sevmez.” 134
“Sen af yolunu tut, ma’rûfu/iyiliği emret ve câhillere aldırış etme!” 135
123] 2/Bakara, 237
124] 24/Nûr, 22
125] 3/Âl-i İmrân, 134
126] 3/Âl-i İmrân, 133-135
127] 4/Nisâ, 48
128] 39/Zümer, 53
129] 2/Bakara, 237
130] 2/Bakara, 286
131] 3/Âl-i İmrân, 193
132] 4/Nisâ, 149
133] 3/Âl-i İmrân, 159
134] 42/Şûrâ, 40
135] 7/A’râf, 199
- 34 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Cenâb-ı Hak, takvâ sahibi olmak için saydığı özelliklerin arasında öfkeyi yutmak ve insanları affetmek gibi olgun insanlara yakışan davranışları da saymaktadır. “...O takvâ sahipleri ki, öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever. Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında, ya da bizzat kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe-istiğfâr ederler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler.” 136
Bu âyette öfkelerinin neticesini yürütmeyip onu tutarak, içlerine geri çevirenler övülmektedir. Âyette geçen “kâzm” öfkesini yutup tutmak, zarar gördüğü kimselere karşı kudreti bulunduğu halde intikama kalkışmamak ve hatta hoş olmayan bir hal göstermeyip hazmetmek ve sabretmektir. Bu, takvâ sahibi olanların özelliğidir; sabrın ve yumuşak huyluluğun belirtisidir. Bu konudaki hadis-i şeriflerde şöyle buyrulur:
“Öfkesinin gereğini yerine getirebilecek güçte olduğu halde öfkesini yutan kimsenin kalbini, Allah emniyet/güven ve iman ile doldurur.” 137
“Öfkesini çıkaracak güçte iken, kim öfkesini yutarsa, Allah onu istediği kadar hûri ile evlendirir.” 138
“Allah’a şu iki yutkunmadan daha sevgili olan başka bir yutkunma yoktur: Sahibinin, sabır ve güzel bir katlanma ile yutkunduğu, acı verici bir (elem karşısında) yutkunması ve sahibinin yutkunmuş olduğu kızgınlık yutkunması.” 139
“Güçlü, güreşte galip gelen değildir; fakat güçlü, kızdığı zaman nefsine hâkim olabilendir.”140
Âyet-i kerimede “öfkelenmeyen” denilmez de “öfkelerini yutan” 141 denilir. Bu âyete göre takvâ sahibi insan, hiç öfkelenmeyen birisi değildir; öfkesini yutan kimsedir. Öfke, duyulması gereken bir duygudur. İman, sevgi ve buğuzdan ibarettir. Allah’ın emrine isyan, küfür ve şirk anlamı taşıyan bir davranışa karşı müttakî mü’min elbette öfkelenecek, müsâmaha göstermeyecektir. Hakkın çiğnenmesine, Allah’a isyana karşı öfkelenmemek, kalbî duyguların ve imanın körelmesi, hastalıklı hale gelmesi demektir. Allah’ı seven kişi, Allah’a isyana elbette tepki gösterecektir. Ama, öfkeyi dışa vurunca, muhâtabın tebliği kabul etmeme, nefsini müdafaa etme, tebliğ edilen fikrin içeriğini peşinen reddetme gibi olumsuz durumları söz konusu olacaktır. O yüzden, öfkeyi yenmek, insanlar arası ilişkilerde ve hakkın tebliğinde önemli bir tavırdır.
Öfke ateşi, şeytanın yakınlığını çeker. Şeytan ateşten yaratılmıştır.142 Ateşin özelliği, parlamak, alevlenmek, hareket, yakıp yok etmek, sarsıntı/titreyiştir. Bu özellikler, öfkede de vardır. Öfke, kin ve hasedi doğurur, intikamı kamçılar.
Affetmek için öfkeyi yenmek gerekir. “Öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını
136] 3/Âl-i İmrân, 133-135
137] Ebû Dâvud, Edeb 3, IV/248
138] EbûDavud, Edeb 3; İbn Mâce, Zühd 18, II/1400
139] Câmiu’s-Sağîr, II/149
140] Müslim; Câmiu’s-Sağîr, II/135; İhyâ-i Ulûmi’d-Din, 6/400
141] 3/Âl-i İmrân, 133
142] 7/A’râf, 12
AF
- 35 -
bağışlarlar.”143 Takvâya giden yol böyle açılıyor. Bütün öfke, beşerî bir infialdir. Kanın ansızın harekete geçmesiyle insan öfkelenir. İnsan varlığının ilk sebeplerinden ve ilk zaruretlerinden birisidir. Öfkeyi yenmek ilk merhaledir. Baskı yapmak, intikam almak nefsine hoş geldiği için, bazen insan öfkesini yenemez. Azgın öfke fena bir intikama döner. Beliren gazap gizli gizli öfkeye dönüşür. Gayz ve gazap, kin ve intikamdan daha iyidir. Bunun için âyet-i kerime, muttakîlere nefislerindeki öfkeyi yendikleri için o engin âkıbeti gösteriyor. Af, müsâmaha ve serbestliği.
Öfke yenilmediği zaman, nefse ağır bir yüktür. Kalbi yalayan bir ateş yalımıdır. Vicdanı kaplayan bir istir. Fakat nefis, müsâmaha gösterip kalp affedince o yükün altından insan kurtulur. Parlak, nurlu ufuklara ve rahatlığa ulaşır. Kalpte yumuşaklık başlar, vicdanda selâmet yerleşir. “Ve Allah muhsinleri (ihsân/iyilik edenleri) sever.” Öyleyse bollukta ve darlıkta cömertlik yapanlar gibi, öfkesini yendikten sonra af ve müsâmaha ile bağışlayanlar da muhsin kimselerdir; Allah’ın sevdiği iyi insanlardır.144
Muttakîler, kötülük edenlere karşı af ile muâmele ederler.145 Affetmek hakkında Peygamber Efendimiz şöyle buyurur: “Kıyamet günü, ‘nerede ecirleri (sevapları) Allah üzerinde olanlar, cennete girsinler!’ diye bir çağırıcı bağıracak. ‘Ecri Allah üzerinde olan kim?’ diye sorulacak. Bunun üzerine, (başka insanları) affetmiş olanlardan başka kimse kalkamayacaktır.”146 “Seninle münasebeti kesen akrabanı ziyaret et; seni mahrum bırakana ver!”147 Hz. İsa’nın şöyle dediği rivâyet edilir: “İyilik, sana iyilik edene iyilik etmen değildir; bu bir karşılıktır. İyilik, sana kötülük edene iyilik etmendir.”148 “İyiliğe iyilik her kişinin kârı; kötülüğe iyilik er kişinin kârı” atasözü bu nebevî ifadeden mülhem olsa gerektir.
Takvâ sahibi olanların özelliklerini sayan yukarıdaki âyette149 başkalarını affetmenin vurgulanmasından sonra şöyle denir: “Onlar fâhişe işledikleri veya nefislerine zulmettikleri zaman günahlarına hemen tevbe-istiğfar ederler” Fâhişe; çok çirkin olan fiil; nefse zulüm de herhangi bir günah. Fâhişe, başkasıyla ilgisi olan günah; nefse zulüm de başkasıyla ilgisi olmayan günah demektir. Müttakîlerin ikinci kısmı, insanlık hali, böyle bir kötülük yaptıkları veya herhangi bir günah işledikleri zaman, hemen Allah’ı hatırlarlar da hayâ ve korkularından hemen tevbe-istiğfar ederler. Yaptıklarına pişmanlık duyup kalbiyle ve diliyle affedilmesini diler ve o günahı örttürecek iyiliklere koşarlar.
Gerçekten, günahları Ğafûr (mağfiret edici, günahları örten) ve Rahim olan Allah’tan başka kim bağışlar? Öyle ya, affedenleri, iyilik yapanları seven şânı büyük Allah’tan çok affetmeye ve bağışlamaya gücü yeten kim düşünülebilir? İşte herhangi bir günah sonunda derhal Allah’tan utanıp da hemen tevbe edenler ve yaptıkları günahlarda bile bile ısrar etmeyenlerin mükâfatı, Allah tarafından bağışlanma ve günahları yokmuş gibi, altından ırmaklar akan, içinde ebedî
143] 3/Âl-i İmrân, 133
144] Seyyid Kutub, Fî Zılâl, c. 2, s. 453
145] 3/Âl-i İmrân, 133
146] Âlûsi, Rûhu’l Meânî, II/58; naklen Elmalılı, c. 2, s. 425
147] Ahmed bin Hanbel, Müsned IV/148
148] Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, c. 7, s. 173
149] 3/Âl-i İmrân, 133-135
- 36 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olarak kalacakları cennetlerdir. Esas itibariyle amelin gereği değil; sırf Allah’ın lutfu olan bu bağışlama ve cennet, İlâhî vaad gereğince, güzel amel sahiplerinin haklarıdır. Amel etmeyen, tevbe etmeyen isyankârların kurtuluş ve selâmetleri ise Allah’ın vaadi ile garanti edilmiş değildir. Sırf Allah’ın dilemesi ve yardımına kalmış bir şeydir.150
Seyyid Kutub da bu âyetin tefsirinde şunları söyler: İmtihanda başarıya ulaşmak ve rızâ-i İlâhîye nâil olmak için Allah’ın yardımını ve affını istemek şarttır. Kul ne kadar emirleri yerine getirmeye çalışsa da yine de kusur edebilir. Onu bağışlayıp af ve merhametine nâil kılmak ise Allah’ın rahmetindendir. Bu din, beşer denilen şu mahlûkun zaaflarını, derinliğine idrâk ediyor. İnsanı bazen cesetle ilgili ağırlıklar ahlâksızlık derekesine düşürebilir, hayvanî duyguların esiri kılabilir, Allah’ın emrine muhâlif hareketlere sevk edebilir. Bu din, insanın o nevi zaaflarını kabul ediyor, onun için de kızmıyor ona. İnsan kendi nefsine zulmedince, İslâm onu rahmet-i İlâhîden kovmuyor. İnsan, büyük bir günah işleyince ona kapıları kapatmıyor.
Ruhundaki iman şûlesinin henüz sönmemiş olması, kalbindeki iman kaynağının henüz kurumamış bulunması, Allah’la bağının henüz kopmamış olması, günahkâr bir kul olduğunu, affı geniş bir Rabbinin bulunduğunu bilmesi yeter ona. Şu halde bu günahkâr, hatalı, zayıf mahlûk, henüz hayır unsuru taşımaktadır. Önündeki yollar tamamen kesilmemiştir. Kopmayan bir ipe sarılabilir. Zaafına kapılarak ne kadar kayarsa kaysın. Beraberinde meşale bulunduktan, elinde ip mevcut olduktan sonra, Allah’ı unutmayıp zikrettikten, istiğfar ederek O’na kulluk ettikten, günahlarda da inat ve ısrar etmedikten sonra yine o nura ulaşabilir.
Bu din; şu zayıf yaratığın yüzüne karşı tevbe kapısını kapatmıyor. Onu bataklıkta yitik olarak tek başına bırakmıyor. Dönmekten korkan kovulmuş gibi terk etmiyor. O, bu zavallıya mağfiret kapısını gösteriyor. Yolu anlatıyor, titrer ellerinden tutuyor, kaypak adımlarına destek oluyor, emniyetli bir sınıra ulaşabilmesi için yoluna ışık tutuyor.
Ondan sadece bir şey istiyor; Kalbinin taşlaşmamasını, ruhunun kararmamasını, Allah’ı unutmamasını. Allah’ı hatırladıkça, ruhunda o hidâyet meşalesi bulundukça, vicdanından o keskin ses geldikçe, kalbinden o serin rüzgâr estikçe, ileride elbet bir gün ruhundaki nuru anlayacaktır. Kurumuş tohum yeniden yeşerip canlanacaktır. Hata eden ve evde sopadan başka bir şey olmadığını bilen çocuk, hiçbir zaman eve girmeyecek, kaçacak, kaybolacaktır. Fakat evde sopanın yanında hatasından özür dilerse zaafını anlayacak, tevbe ederse özrünü kabul edecek, şefkatli bir elin bulunduğunu anlarsa, bir gün, elbet eve dönecektir.
İşte İslâm, zayıf olan insanoğlunu zayıf anlarında böylece kolluyor, o zaafının yanında kuvvetinin de bulunduğunu, ağırlığın yanında rahatlığın da mevcudiyetini, hayvanî duyguların yanında Rabbanî arzuların da bulunduğunu biliyor. Zaafa düştüğü an, elinden tutup yükseklere çıkarmak için şefkat gösteriyor. Ayağı kayıp yuvarlandığı zaman, yeniden ufka yükseltmek için elinden tutuyor. Yeter ki insan, Allah’ı hatırlasın, O’nu unutmasın, hatalı olduğunu bildiği halde
150] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini K. Dili, c. 2, s. 425
AF
- 37 -
hatasında ısrar etmesin. 151
Hadis-i Şeriflerde Af Kavramı
Ebûzer diyor ki, Allah’ın Rasûlü (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Lâ ilâhe illâllah (Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur) deyip bu iman ve ikrar ile ölen hiçbir kul yoktur ki cennete girmesin!” “Yâ Rasûlallah, dedim, zina ve hırsızlık etse de mi?” “Zina ve hırsızlık etse de” buyurdu. Ben aynı soruyu 3 defa tekrarladım, O da aynı cevabı üç kez tekrarladı. Dördüncüsünde: “Ebûzer’in burnu toprağa sürülse de (yani Ebûzer hoşlanmasa da bu böyledir).” dedi. 152
“Yüce Allah buyuruyor ki: ‘Ey kulum, sen Bana (hakkıyla) kulluk etmedin, ama Benden umdun, istedin. Ben de sende olanları bağışladım. Ey kulum, dünya kadar günahla gelsen, Bana şirk/ortak koşmamışsan, Ben de seni dünya kadar mağfiretle karşılarım.” 153
“Yüce Allah buyuruyor ki: ‘Ben kulumun, benim hakkımdaki zannı üzereyim. Kulum Beni nerede zikreder/anarsa Ben oradayım. Bana bir karış yaklaşana Ben bir kulaç yaklaşırım. Bana bir kulaç yaklaşana Ben iki kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene Ben koşarak giderim.” 154
“Allah’ım! Sen affedicisin, Kerimsin. Affetmeyi seversin. Beni affet!” 155
“Kim bir müslümanın ayıbını örterse, Allah da, kıyamet gününde onun ayıplarını örter.” 156
“Sadaka hiçbir zaman malı eksiltmez. Allah, kişinin affetmesi sebebiyle ancak şerefini arttırır. Allah için alçak gönüllü davranan kimseyi Allah mutlaka yükseltir.” 157
“Allah (c.c.), kötülüğü affeden kişiyi mutlaka aziz (güçlü ve yüce) kılar.” 158
“Pehlivan, meydanda başkalarını yenen değil; gazaplı ânında nefsine hâkim olandır.” 159
“Bir kimse, kendisine vermeyene vermedikçe, şahsî haksızlığı affetmedikçe fazîlet sahibi olamaz.” 160
“Kul, kendisiyle münâsebeti kesen akrabalarına sıla-i rahim yapmadıkça, kendisine zulmedeni affetmedikçe ve kendisine vermeyene vermedikçe fazilet sahibi bir kimse olamaz.” 161
“Size iyilik yapanlara karşılık iyilik yapmak, kötülük yapanlara da kötülük yapmak yükseklik değildir. Asıl yükseklik, size zulmedenlere, kötülük yapanlara karşı da kötülük
151] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, c. 2, s. 454-455
152] Buhâri, Libâs 24; Müslim, iman 40, hadis no: 154
153] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/154
154] Müslim, Tevbe 1, hadis no: 1
155] Buhâri, Tecrid-i Sarih Terc. C. 6, s. 314
156] İbn Mâce, c. 2, s. 850, hadis no: 2547
157] Tirmizî, Birr 81; İmam Mâlik, Muvattâ, Sadaka 12
158] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/235, 238
159] Müslim, Birr 106
160] Fahreddin Râzi, Mefâtihu’l Gayb, IX/8
161] F. Râzi, Mefâtihu’l Gayb (T. Kebir), c. 7, s. 73; Benzeri için bk. Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/148
- 38 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etmeyip iyilikte bulunmaktır.” 162
“Elinizden geldiği kadar müslümanların cezalarını kaldırmaya çalışınız. Onun için bir çıkış yolu varsa serbest bırakınız. Devlet başkanının afta hata etmesi, cezalandırmada hata etmesinden daha iyidir.” 163
Allah’ın Affediciliği
Af, Allah’ın ilâhlık özelliklerindendir. Allah’ın en güzel isimlerinden (Esmâ-i Hüsnâ’dan) biri de ‘Afüvv’dür. Bunun anlamı “çok çok bağışlayan, çokça affeden” demektir. “Ğafûr” da bağışlayan, örten demektir. Ancak ‘Afüvv’ ismi ‘Ğafûr’a göre biraz daha geneldir. Çünkü Ğafûr, günahı örten demektir. Silip süpürmenin örtmekten daha iyi olduğu açıktır. Birçok âyetin sonunda Allah’ın Ğafûr ve Rahîm isim sıfatları tekrarlanarak, O’nun, kullarını affetmeyi ne kadar istediği, kullarına ne kadar acıdığı vurgulanır.
Bu isim, dört âyette ‘Ğâfur-bağışlayıcı’ ismiyle beraber geçmektedir. “Umulur ki Allah bunları affeder. Allah Afüvv’dür (affedicidir), Ğâfur’dur (bağışlayıcıdır).”164 Bir âyette bu isim ‘Kadîr’ ismiyle beraber kullanılır. Bu âyet, Allah’ın günah işleyenleri cezalandırmaya güç yetirdiği halde, onlara ceza vermeyip bağışlayabildiğini ifade eder.165 Allah (c.c.) sonsuz bağışlayıcı ve affedicidir. O’nun bu bağışlayıcılığı öncelikli olarak dinî emirleri ve yasakları (teklifleri) hafifletmede görülür. 166
Allah’ın kullarının hata ve günahlarını affedip bağışlaması, birçok âyette ve birçok isimle ifade edilmektedir. Allah’ın affedici olmasıyla ilgili Kur’an’da zikredilen Allah’ın isim-sıfatları şunlardır: Afüvv, Ğafûr, Ğaffâr, Tevvâb. Allah’ın affedici olmasının birçok isim-sıfatla zikredilmesi, affının büyük, bağışlayıcılığının çok olduğuna delil olabilir. Ama, Allah’ın affına muhâtap olabilmek için, kulun tevbe ederek Allah’a şirk koşmadan O’na yönelmesi şarttır.
Rabbimiz, kul olarak yarattığı insanın günah işleyeceğini, hata ve isyan edeceğini, hatta bazılarının inkârcı olup küfre düşeceğini biliyordu. Buna rağmen ona hem günah işleme hem de ibâdet etme özelliğini verdi.167 Yani Allah, insanın iradesini kendi eline vermiştir. Ancak onu başıboş da bırakmamıştır. Bütün insanlara ‘tâğuta kulluk yapmayın, Allah’a ibâdet edin’ diye davet yapması için elçiler/peygamberler göndermiştir. 168
Elçilerin davetine uymayıp, Allah’ın gönderdiği âyetlere sırtını dönenler azgınlık, sapıklık ve isyan içinde kalırlar. Peygamberlere iman edip müslüman olanlar da zaman zaman hata edebilir, günah işleyebilirler. İşte kim bu şekilde hataya düştükten sonra, hatasından vazgeçer ve Allah’a tevbe ederse Allah (c.c.) onu affedebilir. İnkârcı iken mü’min, isyankâr iken itaatkâr, günahkâr iken takvâ sahibi olanı (korkup korunanı) affeder. Af yetkisi Rabbimizin elindedir. Dilediğini bağışlar, dilediğini cezalandırır.
162] Tirmizî, Birr 10
163] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/160
164] 4/Nisâ, 99; ayrıca bk. 22/Hacc, 60; 58/Mücadele, 2; 4/Nisâ, 43
165] 4/Nisâ, 149
166] 2/Bakara, 187; 4/Nisâ, 43; 5/Mâide, 101
167] 91/Şems, 7-10
168] 16/Nahl, 36
AF
- 39 -
Eğer Rabbimiz bütün isyanlara ve günahlara ceza verip kullarını hiç affetmeseydi şüphesiz yeryüzünde kimse kalmazdı.169 İnsanların yaptıkları yüzünden karada ve denizde fesat (çarpıklıklar, bozulma) meydana gelir.170 Bazı insanlar veya topluluklar daha dünyada iken cezalandırılır. Ancak bütün bunlar, insanların ürettikleri kötülüklerden Allah’ın affının dışında kalan fazlalıklardır. Allah (c.c.) kullarını sürekli affetmektedir. Ancak bazılarının ceza alması da kâinat düzeni ve ibâdetin değerinin bilinmesi açısından Allah’ın adâletinin gereğidir. “Size isâbet eden her musibet, (ancak) ellerinizin kazanmakta olduğu dolaysıyladır. (Allah,) çoğunu da affeder.” 171
Allah (c.c.) Uhud savaşında Peygamber’in sözünü dinlemeyenleri,172 hac ibâdetinde daha önceden yapılan hataları,173 buzağıyı tanrı edinip sonra tevbe eden İsrail oğullarını174 affettiğini bildiriyor. Kötülükleri bağışlayıp affedenler,175 güçsüz ve zayıf olduğu için Allah yolunda hicret veya cihad edemeyen müstaz’aflar,176 Allah’a şirk koşmaksızın başka günah işleyenler177 Allah’ı (c.c.) affedici olarak bulurlar. 178
Peygamberimiz’in Af ve Müsâmahası
Kur’an, Peygamberimize de affedici olmasını öğütlemektedir: “Sen affı tercih et, ma’rûfu (iyiliği) emret ve cahillerden yüz çevir.”179; “Allah’ın rahmeti sebebiyle sen, onlara yumuşak davrandın! Şâyet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; (umuma ait) işlerde onlarla müşâvere et (onlara danış). Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine sığınanları sever.”180 Peygamberimiz’in acımasını, şefkatini, kibarlık ve nezâketini özetleyen bu âyet, kabalık ve katılığın, insanda dâvete karşı tepki ve ürküntü uyandıracağını; insanları iteceğini belirtmekte; insanların hatadan tamamen uzak olamayacağına da işaret ederek kusuru olanları affetmesini, mü’minlere hoşgörülü olmasını Elçi’ye emretmektedir. Hakk’a çağrı görevini üstlenenlerin, Hz. Muhammed’i (s.a.s.) örnek alarak daima yumuşak huylu, hoşgörülü olmaları, kabalık ve katılıktan kaçınmaları gerekir. Enes (r.a.) diyor ki: “Ben Hz. Peygamber’e on yıl hizmet ettim. Ne beni dövdü, ne yaptığım bir dünya işi için ‘neden böyle yaptın?’ veya yapmadığım (ihmal ettiğim) bir dünya işi için ‘neden yapmadın?’ dedi. 181
Hz. Âişe (r.a.) annemiz anlatıyor: Peygamber’e (s.a.s.) “Uhud gününden sana daha şiddetli gelen bir gün ile karşılaştın mı?” dedim. O da: “Evet, Akabe gününde senin kavminle ilgili olarak karşılaşmış olduğum hal, daha şiddetli ve vahimdi. Kendimi
169] 35/Fâtır, 45
170] 30/Rûm, 41
171] 42/Şûrâ, 30; ayrıca bk. 42/Şûrâ, 34, 40
172] 3/Âl-i İmrân, 152, 153
173] 5/Mâide, 95
174] 2/Bakara, 52; 4/Nisâ, 153
175] 4/Nisâ, 149; 64/Teğâbün, 14
176] 4/Nisâ, 99
177] 4/Nisâ, 48
178] 16/Nahl, 126; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 31-33
179] 7/A’râf, 199
180] 3/Âl-i İmrân, 159
181] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 1, s. 167
- 40 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Abdi Yaley b. Abdi Kelâl’e tanıttım. İstediğim şeyi onaylamadılar. Yüzüm keder dolu olarak yanlarından ayrıldım. Biraz uzaklaşmış, Seâlib’in yakınlarına varmıştım. Başımı kaldırdığımda bir bulutun beni gölgelendirdiğini gördüm. Cibril oradaydı. Bana seslenerek şöyle dedi: ‘Muhakkak ki Allah, kavminin sana dediklerini ve seni reddedişlerini işitti. Sana ‘dağların meleğini gönderdik, onlara dilediğini yapasın’ dedi. Bu esnada dağların meleği bana seslenerek şöyle dedi: ‘Ey Muhammed! Allah kavminin söylediklerini işitti. Ben de dağlar meleğiyim, Rabbim beni emrine verdi ki dilediğin şeyleri bana emredesin; dilersen şu iki dağı başlarına geçireyim.’ Ben de şöyle dedim: ‘Bilakis ben, onların soylarından Allah’a hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayan, yalnızca Allah’a ibâdet eden kişiler çıkarmasını Allah’tan temenni ederim.” 182
Benû Hanife reislerinden Sümâme bin Usâl kendisinin de itiraf ettiği gibi öldürülmeyi hak eden suçlar işlemiş azılı bir İslâm düşmanı idi. Bir müfreze onu yakalayıp Medine’ye getirdiği zaman Hz. Peygamber, Sümâme’nin Mescid’de bir direğe bağlanmasını ve kendisine iyi muâmelede bulunulmasını ashâbına emretti. Namaza giriş çıkışlarında da bizzat kendisi onunla ilgileniyor ve iman teklif ediyor, fakat Sümâme kabul etmiyordu. Üç gün sonra Hz. Peygamber, hiçbir karşılık almaksızın onu affederek serbest bıraktığı zaman Sümâme, o kadar hayret etmiş ve hislenmişti ki şehir çıkışında rastladığı ilk pınarda abdest alarak Rasûlullah’ın huzuruna döndü. Kelime-i şehâdetten sonra o, şöyle diyordu: “Şimdiye kadar Sen, benim nazarımda dünyanın en nefret edilecek adamı idin. Şimdi ise ben, her şeyden çok Sana hayranım.” Rasûlullah’tan gördüğü af, Sümâme’ye öylesine tesir etmişti ki memleketine dönüşünde umre için uğradığı Mekke’de müslüman olduğunu ilandan çekinmedi ve Hz. Peygamber’den izin almadıkları müddetçe Mekke’lilere Yemâme’den zırnık hububat göndermeyeceğini belirtti. 183
Rasûl-i Ekrem’e dağların meleği boyun eğdirilmiş ve Hz. Peygamber, bir sözüyle dilemiş olduğu şeyi yaptıracaktır. Bu olağanüstü kudrete rağmen onları affederek hidâyete ermelerini istemektedir. Bu durum, nefsin fısıldadığı intikam sevgisinin hepsinden, itibarın iâde edilmesinden daha hayırlı olarak; “bilakis ben, onların soylarından Allah’a hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayan, yalnızca Allah’a ibâdet eden kişiler çıkarmasını Allah’tan istiyorum.” meşhur sözünü söylemekte ve isteğini dile getirmektedir.
Rasûlullah’ın davranışlarında bağışlamak, ana unsurdur. Medine’ye zehirli bir kılıçla Rasûlullah’ı öldürmeye gelen Umeyr bin Vehb el-Cumahi’ye misilleme yapmaya muktedir olduğu halde affetmiştir. Yine, Beni Hanife’nin reisi Sumame bin Âsal, Peygamberimiz’i öldürmek için plan kurar. Yakalandığı zaman onu yine affetmiştir. Allah Rasûlü, kendisine insanların en sevgilisi olan Hz. Hamza’yı (r.a.) öldüreni affetmiş ve “yüzünü benden uzaklaştırın” demekten daha fazla ileri gitmemiştir. Kendisini hicveden şâirleri de affetmiştir. Elbette bağışlamak, asil bir özelliktir. Ama bu davranış, güçlü olanlarda nâdir bulunan bir uygulamadır.
Mekke fethinde Rasûlullah’ın yaptığı ilk iş, Kâbe’yi putlardan temizlemek olmuştu. Namaz vakti gelip de Hz. Bilâl, Kâbe’nin damına çıkarak ezan okumaya başladığı zaman, bazı diğer Mekke’liler gibi Attâb bin Esîd de hiddetle homurdanıyordu: “Allah’a şükür ki babam hayatta değil! Hiç olmazsa şu bayalığı
182] Buhâri, VI/224; Müslim, hadis no: 1795
183] Buhâri, Meğâzi, 70; Müslim, Cihad 59; Ebû Dâvud, Cihad 119
AF
- 41 -
görmüyor.” Namazı müteakip yaptıkları bunca eziyet ve savaşlardan başları yere eğik hemşehrilerine Hz. Peygamber: “Bugün, siz, muâheze edilecek değilsiniz. Gidin, hepiniz serbestsiniz!” dediği zaman kalabalık, heyecan, sevinç, aşk ve bağlılıkla coşuyor, biraz önce hiddetinden patlayan Attâb, herkesten evvel atılarak imanını haykırıyordu. Artık o, öylesine İslâm’a bağlı idi ki, Mekke’den ayrılırken Hz. Peygamber, onu Mekke valiliğine lâyık görüyordu. 184
Siyerinden ve hadis-i şeriflerinden açıkça anlaşılıyor ki, Peygamber Efendimiz, affetmekle başka bir şey değil; sadece insanların hidâyete ermesini amaçlamaktadır. Bu da genellikle tahakkuk etmiştir. Buna rağmen, Rasûlullah her önüne geleni affetmemiştir. O’nun ahlâkı Kur’an idi; Kur’an’da affedilmesi yasaklanan zâlim ve tâğutları elbette affetmesi beklenemezdi. Rasûlullah (s.a.s.) kötülüğü iyilikle gideriyordu; Çünkü Kur’an öyle tavsiye ediyordu: “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur.”185
Allah, peygamberini birçok af mesajı taşıyan Kur’an kıssalarıyla terbiye etmiştir. Elbette bu kıssalar ve nebevî özellikler, bizler için de uyulması gereken prensiplerdir. Rasûl-i Ekrem, Kur’an kanalıyla peygamberleri tanımakta, onların kendi kavimlerinin beyinsizliklerine ve işkencelerine karşı halkını nasıl affettiklerini görmektedir. Hz. Yusuf, kendisine kin tutan, komplo düzenleyerek kuyuya atan, peygamber oğlunun köle olarak satılmasına sebep olan kardeşlerini affeder. Bundan sonra kadınların desiseleriyle karşı karşıya kalır, sonra zindana atılır. Bütün bunlardan sonra, eline fırsat geçip onlardan intikam almaya güç yetirince şöyle der: “Bugün size karşı sorgulama, kınama yok; Allah sizi affetsin. Çünkü O, merhametlilerin en merhametlisidir.”186 Elbette Rasûlullah, bu hâdiseden, sadece akrabalarını affetmeyi değil; bilakis kanını helal gören, öldürmek için komplo düzenleyen, kovan ve işkence eden kavminin hepsini affetmeyi öğrenir. Onları, Mekke’nin fethi gününde güçlü olduğu halde, affetmenin hidâyetlerine bir tesiri olur umuduyla affeder. Öyle de olmuş, affetme, neticesini de vermiştir. 187
Peygamberimiz dâvet ve tebliğinde son derece başarılı idi. Çünkü O, güzel ahlâk sahibiydi. Anlattığı şeyleri yaşıyordu ve insanlara en güzel örnek oluyordu. İntikamcı değildi. Bağışlayıcı ve affedici idi. Bu özellik Allah’ın kullarına bir rahmetidir. Allah (c.c.) bu rahmetinden kullarına da vermiştir. Hz. Muhammed (s.a.s.), rahmet peygamberi idi. Affın ve bağışlamanın en güzel uygulayıcısı olması gerekirdi ve öyle oldu.
O’nun yumuşak huyluluğu, tatlı sözü, merhametli bir kalbe sahip oluşu, hata yapanları affetmesi, ceza vermekten kaçınması, kendisine karşı büyük kötülük yapanları bağışlaması insanları etkiliyordu. O’nun insan eğitimindeki en güzel metodlarından biri, af ve bağışlamadır. Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: “Allah’ın Rasûlünü, kendisine her ne zaman kısas olan bir dâvâ getirildiğinde, mutlaka her seferinde affetmeyi emrediyor gördüm.”188 Kendisi affı sevdiği gibi, ümmetine de affı tavsiye ediyordu. O, bir hadisinde şöyle buyuruyor: “Allah (c.c.),
184] Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, I/172; Bidâye, IV, 301
185] 41/Fussılet, 34
186] 12/Yûsuf, 92
187] Abdülhamid Bilâlî, Peygamber’in Yaşantısından Eğitici Dersler, s. 40-43
188] Ebû Dâvud, Diyât 3, Hadis no: 4497, 4/169; Nesâi, Kasâme 27, 8/33
- 42 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kötülüğü affeden kişiyi mutlaka aziz (güçlü ve yüce) kılar.” 189
İnsanın, Kendine Yapılanları Affetmesi
İnsanları affetmek, güzel ahlâk sahibi mü’minlere yakışan bir tavırdır. Kur’an, mü’minlerin affedici olmalarını tavsiye eder. Kur’an, affedenleri Allah’ın sevdiğini haber verir.190 İslâm’a göre bir kötülüğün cezası/karşılığı yine onun kadarıdır. Fazlaya kaçmak helâl değildir. Ancak hak sahibi bu hakkını bağışlarsa, bu bir fazilettir. Kur’an bağışlamayı tavsiye etmektedir. İslâm hukukunda, bir yanağına tokat vurana öbürünü çevirmek (zulme râzı olmak) hoş görülmediği gibi, intikam peşine düşmek de tavsiye edilmez. Haksızlığa uğrayan, hakkını kullanmaz da sabreder ve bağışlarsa bu güzeldir. 191
Kur’an mü’minlerin özelliklerini sayarken, onları, affedici ve öfkelendikleri zaman kızgınlıklarını yenen kimseler olarak tanıtmaktadır.192 Af ahlâkı, şüphesiz ki takvâ’ya (Allah’tan korkup sakınmaya) daha yakındır. Bu tutum, olgun müslümanların belirgin özelliğidir.193 Olgun mü’minlerin bir özelliği de muhsin/ihsân sahibi, yani sürekli iyilik eden ve güzel davranış sergileyen kimse olmalarıdır; Af ahlâkı da bunun bir parçasıdır. Mü’minler bu güzel davranışları sürdürürlerse, yani ihsân eder, sabır gösterir ve affedici olurlarsa; düşmanlıklar dostluğa; kargaşalar, kavgalar, kaoslar barışa dönüşebilir. 194
Aslında ideal olan şey, kişinin hata etmemesidir. Fakat, peygamberler hariç, herkes hata edebilir/eder. Peygamberler bile zelle denilen küçük hatalardan uzak değillerdir; çünkü onlar da bizim gibi bir beşer/insandır. İnsanlar hata etmede eşittir. İnsanlar arasında bu konuda fark, hatanın çeşidi ve oranıdır. Her insanın bazı zaaf noktaları vardır ve genellikle insan, hatayı o zayıf noktalarında işler. Hata ettiğimizde kendimizi daha çabuk ve kolay affederiz ve kendimize bu konuda anlayış gösterilmesini bekleriz. Kendimize gösterdiğimiz bu anlayışı, diğer insanlara da göstermek zorundayız. Mü’min, kendisi için istediği şeyi, başka mü’min kardeşi için de istemek zorundadır.
Dâvetçi Açısından Af ve Müsâmaha
Muhâtabına şefkat ve merhametinin bir özelliği olmak üzere dâvetçi, şahsına yöneltilen hücum ve hakaretleri, eziyet ve mihnetleri, eline fırsat geçtiği zaman intikam almaya kalkmadan affetmeli, seviyesiz ve cahilce yapılan itiraz, itham, zulüm, cefâ veya talep ve isteklere karşı müsâmahakâr bir ruhla muâmelede bulunmalıdır.
Bütün bu nâhoş tavır ve fiilleri işleyerek suçlu duruma düşen bir kimse, dâvetçi tarafından mutlaka cezalandırılmayı beklerken hiç ummadığı bir şekilde afla karşılaşıverdiği zaman onda bu muâmele, psikolojik bir tesir icrâ ederek âdeta bir ruh inkılâbı meydana getirir ve muhatap, dâvetçiye en büyük düşman iken, birdenbire dâvetçinin en samimi bağlısı ve yardımcısı olabilir. O halde
189] Ahmed bin Hanbel, 2/235, 238
190] 24/Nûr, 22; 2/Bakara, 178, 237
191] 2/Bakara, 178
192] 3/Âl-i İmrân, 134
193] 2/Bakara, 237
194] 41/Fussilet, 33-34
AF
- 43 -
Cenâb-ı Hak’ın, Rasûlüne emrettiği üzere, hıyaneti sabit olanların bile suçunu bağışlayarak müsâmahalı davranmak,195 İslâmî dâvetin metodlarından biridir.
Günümüz dâvetçisi, Rasûlullah’ın yolundan giderek nefsî kin ve düşmanlıklarını, grupçu görüş ve ayrılıklarını bir tarafa atarak muhâtabını, şâyet varsa işlediği suçlarından dolayı affetmesini bilmelidir. Allah, müttakî mü’minlerden öfkelerini yutmalarını ve affedici olmalarını istiyor. Muhâtaplarımıza düşmanca tavır takınmamalı ve onlara güzel sözler söylemeli, yumuşak üslûpla hakkı tebliğ etmeliyiz. Ancak zâlimlere kızmalı, onların zulümlerini bırakmalarına vesile olacak yolları bulmaya çalışıp onları bu kötülükten kurtararak onların hidâyetini/kurtuluşunu istediğimizi belli etmeliyiz. Kişilere değil; kötülüklere düşman olmalı, günahkârı değil, günahı kınamalıyız. Kişiye nefis müdafaası yaptıracak kötü sözlerden ve muhâtabın şahsiyetini rencide edecek tavırlardan kaçınmalıyız. Muhâtabımızın en son yıkacağımız putu, nefis putu olmalıdır.
Bütün bu metotların hassâsiyet ve titizlikle uygulanması, tamamıyla adam kazanma ve kazanılan adamı kaybetmeme gayretinden ileri gelmektedir. İslâm’ın insana verdiği değeri bilmeyen yoktur. Cenâb-ı Hak’ın, diğer mahlûkatı emir ve hizmetine verdiği insanoğlunun hidâyeti için çalışmak, dâvetçinin vazifesidir ve bu uğurda yaptığı çalışmalar vesilesiyle Allah’ın tek bir kişiye hidâyet nasip edivermesi, dâvetçi için çok büyük değer ifade eder. Hz. Peygamber’in Hayber Gazvesi esnasında Hz. Ali’ye söylediği gibi, bir müslüman için onun vasıtasıyla tek bir kişiye Allah’ın hidâyet vermesi; kızıl cins deve sürülerine sahip olmasından196 ve bir vesile ile ifade buyurdukları gibi, üzerine güneş doğan her şeyden daha kıymetli ve daha hayırlıdır.
Bu ölçü göz önünde bulundurulursa Hz. Peygamber’in her karşılaştığı insanın iman etmesini sağlamak için her meşrû çare ve her metoda başvurarak fevkalâde gayret sarf etmesindeki hikmet, gâyet güzel anlaşılır. Hakem bin Keysân esir edilmiş ve Rasûlullah’a getirilmişti. Hz. Peygamber, ona İslâm’ı arz etti, fakat o kabul etmedi. Rasûlullah onu yine dâvet etti ve uzun müddet teklifini tekrarladı. O kadar ki Hz. Ömer dayanamadı ve “Yâ Rasûlallah, ne diye bununla uğraşıp duruyorsun?! Vallahi, bu kesinlikle müslüman olmaz. Bırak da şunun boynunu vurayım, canını cehenneme yollayayım” dedi. Fakat Hz. Peygamber buna kulak asmadı ve Hakem’i İslâm’a dâvete devam etti. Nihâyet o müslüman olunca Rasûl-i Ekrem, ashâbına döndü ve “biraz önce size uysaydım onu öldürecektim ve o cehennemlik olacaktı!” buyurdular. Hz. Ömer’in ifadesiyle bundan sonra Hakem, ihlâslı bir müslüman olmuş ve Allah yolunda cihadlara katılmıştır.” 197
Hoşgörü ve Müsâmaha
Hoşgörü, batı dillerinde Latince kökenli “tolerans”la ifade edilir. Sabretmek, katlanmak, dayanmak anlamlarına gelir. Arap dilinde bunun karşılığı “müsâmaha”dır. Kur’an’da hiç geçmeyen bu kelime, sünnette genellikle alışverişte kolaylık gösterme bahsinde geçer. Bu tür hoşgörü hadislerinin en ünlüsü: “İsmah, yüsmah lek = Hoşgörülü ol ki, hoş görülesin.”198 hadisidir.
195] 5/Mâide, 13
196] Buhâri, Cihad 102
197] Ahmed Önkal, Rasûlullah’ın İslâm’a Dâvet Metodu, s. 339-343
198] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 1/248
- 44 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İnsanlar arası ilişkilerde hoşgörü, hayatı kolaylaştırır ve yaşanabilir kılar. Çünkü insan, sürekli hata yapabilen bir yapıdadır. İnsanların hata ve kusurlarını hoş gören biri, yalnızca başkalarından da kendisi için hoşgörü bekleme hakkını kazanmış olmuyor, bununla birlikte hayatı katlanılabilir kılarak yaşamın işkenceye dönüşmesini önlüyor demektir. Ne ki, insanlar, başkalarının kendilerine karşı yaptıkları hata ve kusurları hoş görme hak ve yetkisine sahiptir. Bir başkasına karşı yapılan haksızlığı hoş görmekten söz etmek gülünç olur. 199
Hoşgörü: Gücenmeyi gerektiren bir tutum, ya da davranış karşısında tepki göstermeme, tahammül gösterme halidir. Batıda mezhepler arası çatışmaya karşı çıkmak, ya da bilim-din tartışmalarında baskıya karşı kullanılan bir kavramdır.
İnsanların farklı umut ve korkulara sahip olması, farklı ön kabullerinden yola çıkmaları sebebiyle, kaynak, amaç ve yöntem farklılıklarından her zaman uzlaşma sağlamaları mümkün gözükmemektedir. Bu nedenle de birbirlerine karşı hoşgörü ile yaklaşmak zorundadırlar. Hoşgörünün sağlıklı bir şekilde kullanılabilmesi için, ileri sürülen iddianın kaynağının, bu iddiaya sahip kişinin amacının ve kaynakla amaç arasındaki mantıksal sürecin aklî delilleri olması gerekmektedir. Yanlış bir hoşgörü anlayışı, hem hoşgörü sahibi için, hem de hoşgörüye sığınan kişiler için felâketlere kapı aralayabilir ve kötü alışkanlıklara neden olabilir.
İslâm toplumlarında hoşgörünün ahlâkî bir temeli vardır. Bununla birlikte, safdilliğe varan bir davranış biçimi de olmamasına özen gösterilir. Hoşgörü sahibi, sadece yanlışa göz yummakla yetinmemeli, doğru olanı göstermeli ve aynı yanlışın tekrarlanmaması için gayret göstermelidir. Aksi halde göz yumma, giderek sabrı taşıran noktalara ulaşabilir ve başlangıçtaki hoşgörü, daha sonrası için bir birikim oluşturabilir. İyi niyet kavramı ile yakın ilişkisi olan hoşgörü, toplumsal barış ve uzlaşma açısından da büyük önem taşır. 200
Müsâmaha: Semâhat kelimesinden gelir. Hoş görürlük, kusurlara göz yummak, aldırış etmemek demektir. Ama bu göz yumulan kusurların İslâm’ın temel esaslarına ve temel insan haklarına karşı olmaması ve toplumu ifsad edecek davranışın dışında olması gerekir. Müsâmahadan, beşerî hataların anlayışla karşılanıp, hata sahibini incitmeden kusurunu tamir etmek veya onun kendisini düzeltmesine imkân vermek anlaşılmalıdır. Vahyin temel doğruları dışındaki karşıt görüşlere saygılı olmak, başkalarının da bakış açılarını hesaba katmak, ictihâdî görüşlerine gereken değer ve önemi vermek, İslâmî müsâmaha ile ilgili gerekliliktir. Müslüman bireylerin birbirleriyle ve cemaatlerin diğer cemaatlerle İslâm’ın kesin hükme bağlamadığı ictihada açık hükümlerde ve teferruatla ilgili farklılıklarda takip etmesi gereken anlayış ve tavır şu olmalıdır: “İttifak ettiğimiz hususlarda yardımlaşır, ihtilaf ettiğimiz hususlarda da birbirimizi mâzur görürüz.“
Kişiye düşen, hatalarını görüp tevbe ederek günahta ısrar etmeyip vazgeçmektir. Bir müslüman kardeşi de, bu hataları müsâmaha ile karşılayıp, tatlı bir yolla emr-i bi’l mâruf ve nehy-i ani’l münker yapmalıdır. Her çeşit hatalar karşısında hatayı işleyene ve onu gören kardeşine düşen hareket tarzı bu olsa gerektir. Cenâb-ı Hak’ın bizim için açtığı imtihanı kazanıp hataları maddî ve mânevî
199] Mustafa İslâmoğlu, Yürek Fethi, Denge Yay., s. 159
200] Abdurrahman Dilipak, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yay., c. 2, s. 182
AF
- 45 -
terakkîlerin vasıtası kılmanın yolu budur.
Hakikat böyle olduğu halde, kendi grubundan veya hizbinden, kendi parti ya da cemaatinden olmadığından dolayı müslümana cephe almak elbette yanlıştır. Yine, farklı metodla hareket etmek veya tâlî meselelerde -dinen câiz olduğu halde- kendisi gibi düşünmemek kusurundan(!) dolayı müslümanları itham edip bölünmelere ve düşmanlıklara sebep olmak, müslüman kardeşine iman ve İslâm gibi, Allah’ın her şeyden üstün tuttuğu iki vasfı bir tarafa atıp âdi taşlar hükmünde olan beşerî kusurları sebebiyle müslüman kardeşini mahkûm etmek büyük bir yanlıştır. Cenâb-ı Hak’ın “Mü’minler ancak kardeştirler”201 hükmüne ehemmiyet vermeyerek, yine Kur’an’ın ifadesiyle “ölmüş kardeşinin etini yemek”202 iğrenç bir cürüm olan gıybete tevessül etmek, gerçekten büyük bir cinâyettir. Bu öyle bir cinâyet ki, Cenâb-ı Hak’ın, “Bir de öyle bir fitneden sakının ki, o (geldiği vakit) yalnız içinizde zulmedenlere isabet etmez (iyilere de kötülere de isâbet eder). Bilin ki Allah’ın azâbı çok şiddetlidir.”203 âyetiyle haber verdiği musibet ve fitneye hak kazandırır. 204
Yeni müslüman olmuş ve İslâm’ın yüce ahlâk esaslarını bütün varlığı ile benimseyip olgunlaşma fırsatını henüz bulamamış bedevîlerin (çölde yaşayan ve medenî hayatın dışında kalmış kültürsüz insanlar) kaba ve haşin davranışları olurdu. İçinde yaşadıkları iklim ve medenî imkânlardan uzak hayat şartları, onları biraz da böyle olmaya âdeta zorlardı. Bir defasında Efendimiz Mescid-i Nebevîde ashâbı ile oturmuş konuşuyorlardı. Bedevînin biri içeri girdi. İki rekât namaz kıldıktan sonra ellerini kaldırıp: “Allah’ım! Bana ve Muhammed’e rahmet et! Başka kimseye de bizimle beraber rahmet etme!” diye dua etti. Bunu duyan peygamberimiz: “Pek geniş olan İlâhî rahmete sınır çektin!” buyurarak bedevînin hatasını düzeltmeye çalıştı. Bu bedevî, biraz sonra kalkıp Mescid’in bir tarafına giderek abdest bozmaya başlayınca, şaşkınlıklar içinde kalan sahâbiler bağrıştılar. Hz. Peygamber (s.a.s.) işe müdâhale ederek şöyle buyurdu: “Bırakın (işini görsün). Sonra bevlinin üzerine bir kova su dökün; zira siz güçlük değil, kolaylık göstermek üzere gönderildiniz.” Sonra bedevîyi yanına çağırarak ona dedi ki: “Bu mescidler ne bevil, ne de başka pislik içindir. Bunlar, Allah’ı anmak, namaz kılmak ve Kur’an okumak için yapılmıştır.”205 İnsana öyle geliyor ki, sahâbelerden çok Hz. Peygamber’in hiddetlenmesi, kendi mübârek mescidinin mâruz kaldığı böyle bir hakaret karşısında asıl onun öfkelenmesi gerekirdi. Fakat Rasûl-i Ekrem düşünüyor ki, bedevî bu işi kasten ve hakaret olsun diye yapmamıştır. Cehâleti sebebiyle böyle davranmıştır. Şu halde ona kızıp bağırmak, azarlamak doğru bir hareket olmazdı.
Bir başka seferinde Rasûlullah, Mescid-i Nebevî’den çıkarken bedevînin biri geldi. Rasûl-i Ekrem’in elbisesini şiddetle çektikten sonra: “Develerimi buğday ile yükle! Çünkü sendeki mal ne senin, ne de babanın malıdır!” dedi. Bu ânî ve şiddetli çekiş sebebiyle Efendimiz’in üzerindeki sert yakalı ridâsı (gömleği) boynunu kızartmıştı. Bedevînin bu yaptığı, muhakkak ki çok kaba ve görgüsüzce bir davranıştı. Efendimiz buna üzülmüştü. Bedevîye dönerek: “Önce beni
201] 49/Hucurât, 10
202] 49/Hucurât, 12
203] 8/Enfâl, 25
204] İbrahim Canan, Sulh Çizgisi, T.Ö.V. Yay., s. 104-105
205] Buhâri, Vudû, 58, Edeb 35, 80; Müslim, Tahâret 98-100; Ebû Dâvud, Tahâret 136; Tirmizî, Tahâret 112)
- 46 -
KUR’AN KAVRAMLARI
incittiğinden dolayı özür beyan et; sonra ben de senin istediğine bakarım” dedi. Bedevî : “Özür dilemeyeceğim!” diye karşılık verdi ve bu sözleri birkaç defa daha tekrarladı. Hâlbuki Peygamberimiz, bedevîye bir ahlâk dersi vermek istemişti. Fakat beriki hiç oralı olmuyordu. Hz. Peygamber, bedevînin sözüne ehemmiyet vermedi. Ashâbından birine dönerek: “Bu adam için şu develerin birine arpa, diğerine hurma yükle!” diye emredip yoluna devam etti. 206
Hoşgörülü olmak, büyük gönüllerin işidir. Kendinden emin, yaptığının doğruluğundan şüphe etmeyen ve ������������������������������������������������İlâhî hikmet gereği, insanoğlunun çeşitli hazım- ������������������������������������������� hazımsızlık ve zaaflarla ma’lûl olduğunu bilen asil insanlar, hoşgörü sahibi olabilir. Rasûl-i Ekrem Efendimiz, olgunluğun yüce doruğunda bulunduğu için şahsına karşı yapılan kabalıkları tebessümle karşılamış, yaratılanı Yaratan’dan ötürü hoş görmüştür. Müslümanların da karınca kararınca, O’nun yolunda olması, O’na benzemeye çalışması, canlarını sıkan bazı davranışları hoş görmeye gayret etmesi, O’na bağlılıklarının gereğidir.
Tarih boyunca müslümanlar, her konuda olduğu gibi, kişisel hataları bağışlama, gayr-i müslimleri inançlarıyla baş başa bırakıp onlara karşı müsamahakâr davranma âlicenaplığını İslâm’a, İslâm’ın insana ve inanç hürriyetine verdiği değere borçludurlar. İslâmiyet’in hiçbir dine nasip olmayan büyük bir süratle yayılmasının en mühim sebeplerinden birini, bu yüce dinin diğer bütün dinlerden daha müsâmahakâr ve âlicenap oluşunda aramak lâzımdır. Bu sebepledir ki, bazı hıristiyanlar, dinî müsâmahanın ne demek olduğunu müslümanlardan öğrenmiş olmalarını kendileri açısından çok elem verici bulurlar.207
Af ve Müsâmahanın Yozlaştırılması
Af ve müsâmahanın yozlaştırılması birkaç yönden olabilir. a- Allah’ın affediciliğini istismar edip, günahları önemsememe, b- Dinî esaslardan fedakârlık yapıp, Allah’ın hoşlanmadığı şeyleri ve kimseleri hoş görme, c- Zâlimleri ve tâğutları hoş görme, d- Başkasının suçunu bağışlama yetkisini kendinde görme. Bunları kısaca açıklayalım:
Allah’ın affediciliğini istismar edip, günahları önemsememe: Allah’ın rahmeti elbette ki çok geniştir. Ancak, O’nun engin rahmeti yanında, azâbı da çok çetindir. Allah’ın rahmetinden ümit kesilmemelidir. Çünkü O’nun rahmetinden ancak kâfirler ümit keserler.208 Fakat, Allah’ın rahmetine güvenip de günahlara dalmak mü’minlere yakışmayan dengesizliktir. Mü’min için uygun olan, umutla korku arası yaşamak, takvâya sarılıp günahlardan cehenneme düşüyor gibi sakınmaktır.
“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evlâdı, ne evlâdın babası için bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve ğarûr olan şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” 209
Şeytanın en önemli hilelerinden biri, insana kendini tümüyle temize çıkartıp,
206] Ebû Dâvud, Edeb 1
207] M. Yaşar Kandemir, Örneklerle İslâm Ahlâkı, Nesil Yay., s. 285-286
208] 12/Yûsuf, 87
209] 31/Lokman, 33
AF
- 47 -
suçlarını itiraf ettirmemesidir. Böylece insan, nefsini avukat gibi müdafaa eder. Şeytanı dinleyen nefis, kusurunu görmek istemez; görse de yüzlerce te’vil ile kılıf bulur. Ayıbını göremediği için insan, suçunu itiraf etmez, istiğfar etmez ve şeytana maskara olur. Ancak nefsini itham eden kusurunu görür. Kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Kusurunu görse, o kusur, kusurluktan çıkar; insan hatalarını itiraf edince, tevbe eder ve affa müstahak olur.
Dinî esaslardan fedakârlık yapıp, Allah’ın hoşlanmadığı şeyleri ve kimseleri hoş görme: Tolerans diye de ifade edilen hoşgörürlüğü, dinî esaslardan fedâkârlık etme şeklinde anlamak doğru değildir. Zira buna kimsenin selâhiyeti yoktur. Din, Allah’ın dini, o esasın yerine getirilmesini isteyen de Allah’tır. İslâm’ın ruhuna tamamen aykırı hareket edip de, müslümanların kendine karşı toleranslı davranmasını isteyen kimsenin bu arzusu, ahlâkî bir hareket değildir. Yapılan bir kötülük veya ayıp, şâyet toplumu ilgilendiriyorsa, onu hoş görmeye, affetmeye çalışma hakkı kimseye verilmemiştir. Müsâmaha/tolerans sözüyle, birinin şahsî hatasını yüzüne vurup utandırmadan, başkalarının yanında onu mahcup etmeden, sabır ve anlayışla kusurunu telâfi etmesine imkân vermek anlaşılmalıdır. 210
Nitekim Hz. Âişe vâlidemiz, Efendimiz’in müsâmahasını anlatırken, şahsî hiçbir meselesinden, uğradığı zararlardan dolayı kimseleri incitmediğini, kimseden intikam almaya kalkmadığını belirttikten sonra der ki: “Allah’a ait bir hak ayaklar altında çiğnenirse, onu hiç affetmez, hemen o kimseden Allah adına intikam alırdı.” 211
Zâlimleri ve tâğutları hoş görüp affetme: İnsanların her görüş ve anlayışına, sapıklık ve Hakka isyanlarına hoşgörü ile yaklaşmak, müsâmaha ve hoşgörü kavramını yozlaştırmak olduğu gibi; temel doğruları, İlâhî gerçekleri önemsememek ve Hakkı oyuncak haline getirmek demektir. Allah’ın hor gördüğünü hiç bir müslümanın hoş görmeye hakkı yoktur. Kâfirlerin belirli ölçülere uyarak kendi dinlerini serbestçe yaşamasına müsaade etmek, onları zorla dinlerini değiştirmeye çalışmamak ayrı bir şeydir; zâlim ve tâğutlara, insanları Allah’ın dininden uzaklaştırmaya çalışanlara hoşgörülü davranmak ayrı. Hiçbir müslüman, zâlimlere ve tâğutlara tavır almayıp onlarla uzlaşamaz, onlara müsamaha ile bakamaz, onları hoş göremez. Ne onları affeder, ne de onlardan af diler.
Müslüman, Allah’ın emirlerine teslim olan demektir. Allah’ın dininin düşmanlarını, zâlim ve tâğutları kendine dost bilmez ve onlardan af dilemez. Özellikle küfür ahkâmının galip olduğu beldelerde, bu hususa âzamî dikkat gerekir. 212
Tâğuta Küfür, Tâğutun Yaptığı İyilikleri İnkâr Edip Görmezden Gelmeyi de Kapsar
“Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğuta küfredip (onu inkâr edip reddederek) Allah’a iman ederse, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah (her şeyi) işitir ve bilir.” 213
Bu âyette: ‘Fe men yekfur bi’t-tâğuti / Kim tâğuta küfrederse’’ ancak onun,
210] M. Yaşar Kandemir, a.g.e., s. 284
211] Müslim, Fedâil 79
212] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 36
213] 2/Bakara, 256
- 48 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendisini kurtaracak sağlam bir kulpa yapışmış olabileceği belirtiliyor. “Âyette geçen ‘tâğuta küfretmek’ nasıl olur ve neleri kapsar?” Bu soruyu cevaplamak için ‘küfür’ nedir, onu tahlil etmek gerekir.
Küfür, ‘ke-fe-ra’ fiil kökünden masdar olup, lügatta ‘bir şeyi örtmek’ demektir. Bu anlamıyla tohumu toprağa eken ve böylece onu örtüp gizleyen çiftçiye küffar denildiği gibi, kılıcı örttüğü için kınına, karanlığı örttüğü için geceye, yıldızları örttüğü için buluta da kâfir denir. Bazı ibâdetler ve tevbe de birtakım günahları örttüğü için bunlara da keff�����������������������������������������������âre(t) denilmiştir. Kâfir kişi de Allah’ın var-â����������������������������������������������re(varlığını, ayetlerini, nimetlerini veya hükümlerini görmezlikten, bilmezlikten gelip inkâra gittiğinden bu ismi almıştır. Küfür kelimesi, Türkçe’de inkâr kelimesiyle karşılanır. Küfretmek; inanmamak, inkâr etmektir.
Kur’an, imana yüklediği tüm anlamların zıtlarını küfür kelimesine yüklemiştir. Zaten küfür de, bir inançtır; olumsuz bir inanç. Göğüsler iman için açıldığı gibi, küfür için de açılır.214
‘Küfür’, ‘iman’ın zıddıdır. Küfrü tanımak için zıddı olan imanı tanımak gerekir. İman, emn kökünden bir mastardır. Sözlük anlamı, birini sözünde tasdik etmek, onaylamak, kabullenmek itimat etmek, gönülden benimsemek, güvenmek/güvenilmek anlamlarına gelir. Türkçedeki inanmak kelimesi bunu aşağı yukarı karşılar. Demek ki küfür de ‘birini sözünde tasdik etmemek, onaylamamak, kabullenmemek ona itimat etmemek, onu gönülden benimsememek, ona güvenmemek demektir.
Küfür kelimesinin yukarıdaki anlamından yola çıkarak, ‘tâğuta küfretmek’, tâğutun varsa nimetlerini veya hükümlerini görmezlikten, bilmezlikten gelip inkâr etmek gerekiyor, demek zorundayız. Buraya kadar küfür kelimesinin salt lügat anlamından çıkan zarûri bilgileri aktarmış olduk. Kelimenin bu anlama geldiğinden ‘tâğuta küfür’ kavramını bu doğrultuda şöyle açıklamamız gerekir:
Tâğuta nasıl küfredilir, tâğutun neyini, nesini inkâr edip örteceğiz, neyi yok sayacağız’ Tâğutun kendisini yok saymak, görmezlikten gelmek, onun varlığını inkâr etmek kast edilmiş olabilir mi’ Hayır, olamaz! Çünkü tâğutun varlığını kabul edecek ki, onun hükümlerinin veya mahkemelerinin varlığını anlasın ve kanunlarını ve mahkemelerini kabul etmesin.215 Varlığını kabul edecek ki, ondan (tâğuta kulluktan) kaçınsın. 216
Küfür, aynı zamanda nimetleri inkâr, iyilikleri görmezlikten gelmek, yani nankörlük demektir. Kur’ân-ı Kerim’de tam 30 âyette küfür kelimesi, nankörlük anlamında kullanılır. Nankörlük, nimete karşı küfür, iyilikleri örtmek, nimeti ve yardımı inkâr etmek, yok saymak demektir.
Nankörlük kelimesi dilimize, Farsça’dan geçerek yerleşmiş bir kelimedir. Arap dilinde nankörlük; ‘küfrân’ ya da ‘küfrânü’n-nimeti’ kelimeleriyle ifade edilmektedir. Nankör kimseye de ‘kâfirü’n-nimeti’ denilir. Nankörlük; bir insanın başka bir insana karşı ya da Rabbine karşı nankörce davranmasına göre iki yönden ele alınabilir. İkinci tür nankörlük, insanın Rabbine karşı olan nankörlüğüdür. Zira
214] 16/Nahl, 106
215] 4/Nisâ, 60
216] 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17
AF
- 49 -
bunda, insanın küfre girme ihtimali büyüktür. Her ne kadar küfür ile nankörlük ilk bakışta birbirlerinden tamamen farklıymış gibi görünseler de aralarında çok yakın bir benzerlik vardır. Birincisinde; Allah’ın varlığını, birliğini ya da inanmamızı emrettiği hükümlerini inkâr etme söz konusudur ki, bu açıkça küfürdür. Allah’ın verdiği nimetleri inkâr etmek, onları unutmaya çalışmak ya da unutmuş görünmek de haddi zatında küfürdür. Zira her iki durumda da, ikrar edilmesi vâcib olan hakikatleri inkâr etme söz konusudur.
Kur’ân-ı Kerim’de, insanların Allah’a karşı nankörlüğünden söz edilirken, ‘nankör’ ve ‘nankörlük’ kelimelerinin, ‘küfr’ kelimesiyle ifade edildiğini görüyoruz: “Nankörlük ettikleri için (bimâ keferû) onları işte böyle cezalandırdık. Biz, nankör (kefûr) olandan başkasını cezalandırır mıyız?” 217 Bu âyette geçen ‘nankörlük ettikleri için’ sözü, Kur’an’daki “bimâ keferû” kelâmının mealidir. ‘Nankör’ kelimesi de ‘kefûr’ sözünün mealidir. Aynı şekilde, 27/Neml, 40 ve 16/Nahl, 112. âyetlerde geçen ‘nankör’ ile ‘nankörlük’ kelimelerinin tümü, ‘küfr’ kelimesinin türevidir.
İşte, Farsçadan Türkçeye geçtiği şekliyle nankörlük demek olan Kur’an ifadesi olarak ‘küfür’ Kur’an’daki ikinci anlamıyla nimeti tanımamak demektir. Nimetleri inkâr, iyilikleri görmezlikten gelmek demektir. Kur’ân-ı Kerim’de tam 30 âyette küfür kelimesi, işte bu anlamda, nimeti görmezlikten gelme, yani nankörlük anlamında kullanılır. Dolayısıyla, Kur’an’da 30 âyette geçen ‘küfür’ kelimesi, ‘nimete karşı küfür, iyilikleri örtmek, nimeti ve yardımı inkâr etmek, yok saymak’ anlamında kullanılmıştır. Kur’an’ın en doğru tefsiri yine Kur’an’la yapılır. Kur’an’daki “tâğuta küfür”218 kavramının tefsirinin de, Kur’an’dan yola çıkarak; ‘iyilikleri örtmek, nimeti ve yardımı inkâr etmek, yok saymak’ olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
‘Tâğuta küfür’ kavramını başka türlü izah etmek zordur. Eğer buradaki ‘küfür’ kelimesinden ‘red, reddetmek’ anlamı kast edilseydi, ‘redd’ kelimesi kullanılırdı. Bilindiği gibi reddetmek anlamındaki ‘redd’ kelimesi Arapça’dır ve Kur’an’da (türevleriyle birlikte) tam 62 yerde kullanılmıştır. Başka yerde kullanılan ‘redd’ kelimesi, 2/Bakara 256’da ve 4/Nisâ, 60’da kullanılmayıp ‘küfür’ kelimesi kullanılmıştır. Demek ki, buradaki küfür kelimesini ‘redd’ anlamı vermek doğru değildir. Zaten Kur’an’da diğer âyetlerde de ‘küfür’ kelimesi, redd anlamında kullanılmamıştır ki, bu âyette kullanılmış olsun. Ama küfür kelimesi, Kur’an’da tam otuz yerde ‘nimetleri, iyilik ve yardımları yok saymak, iyilikleri örtmek, inkâr etmek’ anlamında kullanıldığına göre, bu âyette de o anlamda kullanılmıştır diyebiliyoruz.
Kur’an, bizden tâğutların iyiliklerini örtmemizi, onların yardım ve iyiliklerini görmezden gelip yok saymamızı, yani inkâr etmemizi istemektedir. Kur’an bunun örneğini de bizzat kendi tavrıyla gösterir. Meselâ Kur’an, bazı (tâğut olmayan) kâfirlerin bazı olumlu taraflarını ifadeden kaçınmaz: “Ehl-i kitaptan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iâde eder.”219 İçki ve kumar hakkında da benzer tavır takınılır: “Sana şarap ve kumar hakkında sorarlar: De ki: ‘Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için birtakım faydalar vardır. Ancak,
217] 34/Sebe’, 15-17
218] /Bakara, 256; 4/Nisâ, 60
219] 3/Âl-i İmrân, 75
- 50 -
KUR’AN KAVRAMLARI
her ikisinin de günahı faydasından daha büyüktür.” 220 Fakat Kur’an, hiçbir âyette tâğut kategorisine giren İblis’in, şeytanın, Firavun, Nemrud, Ebû Cehil gibi şahısların olumlu taraflarından bahsetmez. Onların iyi taraflarını örter, yok sayar.
Kur’an, onların hiçbir iyiliğini görmezlikten gelerek örnek olduğu gibi, bizim de tâğutlar konusunda benzer tavır takınmamızı, onların iyiliklerini örtmemizi, yani küfredip inkâr etmemizi istiyor. Çünkü o tâğutlar, sıradan kâfir gibi değildir. Biz, tâğut olmayan kâfirlerin olumlu yönlerini anlatabiliriz. Ama tâğutların asla. Çünkü onlar, yüz binlerce belki milyonlarca insanın şirke düşmesine, Allah’a isyan etmesine ve Cehenneme doğru adım atmasına insanları teşvik ediyorlar, hatta zorlayıp yönlendiriyorlar. Kişileri Allah’ın indirdiği kanunlardan mahrum bırakıyor, kendi kafalarından çıkardıkları hükümlerle insanlara hükmederek onları Allah’ın azâbına sürüklüyorlar. Böyle büyük cinayetler işleyen tâğutların insanlara dünyevî yönden bazı faydalar sağlaması gündeme getirilecek önemde midir’ O küçük faydaların göz önüne getirilip inkâr edilmemesi, o tâğutların büyük cinayetlerini örtbas etmeye götürebilir. Kanserden can çekişen bir adamın ayağındaki mantarla uğraşmak veya binlerce adam öldürmüş seri katil bir canavar kişinin bu cinayetlerini görmezden gelip dilenciye verdiği yardımı öne çıkarmak gibi bir şeydir bu.
Kur’an, o yüzden sıradan kâfirlerden ayrı ‘tâğut’ kavramından bahseder ve bu özellikteki insanlara karşı tavır almamızı, onları (yaptıkları iyilikleri) inkâr etmemizi emreder. Bunu iman için bir esas kabul eder. Bu imanî esası çok iyi anlayan peygamberlerden hiçbiri, kendi dönemlerindeki tâğut saydıkları yöneticileri en küçük çapta olumlu bir özellikleriyle zikretmemişler, onların hep kötülük odakları olduğunu bildirip onlarla hep mücadele etmişler. Sadece kendileri onlara tavır almakla yetinmemişler, kavimlerine onlara kulluktan, yani itaatten kaçınmaları gerektiğini ısrarla hatırlatmışlardır: “Andolsun ki, Biz her kavme; ‘Allah’a ibâdet edin, tâğuttan (tâğuta kulluktan) kaçının’ diye (tebliğat yapması için) bir peygamber gönderdik.” 221 Tâğutların bazı iyi taraflarını gündeme getiren kimse, nasıl tâğuttan kaçınır’ Allah’a karşı bu kadar azgınlaşan, tuğyan eden tâğutun iyi tarafı olduğu nasıl kabul edilir’ Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen tâğutlar, sadece kâfir değil, aynı zamanda zâlim ve fâsıktırlar. 222
Af, zilleti kabul, müsâmaha da İslâmî prensiplerden tâviz verme olarak anlaşılmamalı, kesinlikle böyle uygulanmamalıdır. İslâmî esaslar ve cezalardan kesinlikle af ve tâviz verilemez. Hırsızlık yapan Benû Mahzum’lu kadının suçunun affı için yapılan müracaatlara karşı Rasûlullah’ın kesin tavrını223 müslüman olmak için kendilerinin namaz, zekât ve cihadla mükellef tutulmamalarını şart koşan Tâif’lilere; kesinlikle “namazsız dinde hayır olmadığı”nı belirterek böyle bir tâvizi kabul etmediğini biliyoruz. 224
Af yetkisi kime âittir?
İnsanlar, kendilerine karşı yapılan kusurları hoş görme hakkına sahiptir, ama
220] 2/Bakara, 219
221] 16/Nahl, 36
222] Bk. 5/Mâide, 44, 45, 47
223] Buhâri, Hudûd 12; Müslim, Hudûd, 8, 9; Ebû Dâvud, Hudûd 4
224] Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/218
AF
- 51 -
bir başkasına karşı yapılan haksızlığı hoş görmekten söz etmek gülünç olur. Hele bu, bir insanın Allah’a ve O’nun dinine karşı işlediği cinâyeti bir başka insanın hoş görmeye kalkması biçiminde tezâhür ederse, düpedüz haddi aşmak olur. İnsan, birinin kendisine küfretmesini hoş görebilir. (Özellikle askerde veya çoğu kahvehane kültüründe bu hoş görü sonuna kadar geçerli ve hatta samimiyet göstergesidir.) Eğer meşrebi genişse hanımına, çoluk çocuğuna küfretmesini ve hakaret etmesini de hoş görebilir. Ancak hiçbir kimse, birinin Allah’a ve O’nun dinine küfretmesini hoş görme yetkisine sahip değildir. Allah’a karşı yapılan bu isyan, küfür ve nifak sınırlarına ulaşmayıp sadece amelde kalıyorsa, o zaman buna şâhit olan kişi, o amelin sahibi için ancak istiğfar edebilir ve Allah’tan onun için hidâyet, af ve mağfiret dileyebilir.
İslâm hukukuna göre, işlenen suç, kısası gerektiriyorsa kısas hakkını elinde bulunduran kişi, suçludan diyet isteme hakkına da, onu bağışlama hakkına da sahiptir. “Tevrat’ta onlara şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş (karşılık ve cezadır). Yaralar da kısastır (her yaralama, misli ile cezalandırılır). Kim bunu bağışlarsa, kendisi için o keffâret olur. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zâlimlerdir.”225 Allah’a isyan ve İslâmî emirlerin çiğnenmesinde uygulanacak kısas dâvâlarında, kısas isteme hakkını elinde bulunduran kimselerin veya onun vârislerinin affetme yetkisi vardır. Bu kişilerin dışında hiç kimse, hiç bir kurum, hiçbir devlet böyle bir suçluyu affedemez. Tâzir cezalarında da af durumu, yine mağdûrla ilgilidir. Had cezalarında da af mümkün değildir. Aynı şekilde, bir devlet veya kurum, âdi suçları işleyen (had cezasına mahkûm olan) suçluları affetme hakkına sahip değildir. Kul hakkının çiğnendiği durumlarda da affetme yetkisi sadece mağdurun veya velisinindir. Hem kul hakkı ve hem de kamu hakkının birlikte ihlâl edildiği bir suçun cezası da, hem meşrû devletin, hem de mağdurun, her iki tarafın birlikte affetmesiyle düşer.
Günah ve suç işleyenlerin suçları kesinleştiğinde ve affedilmesi halinde toplum için bu kötü örnek olacaksa ve suçların yaygınlaşması söz konusu olursa, İslâm devletinin yöneticileri böyle bir suçluyu da affetme hakkına sahip değildir. Çünkü İslâm’a göre devlet, adâleti uygulamak, haklıya hakkını, suçluya cezasını vermek ve toplumu ifsad etmek isteyen zorba ve ahlâksızlara engel olmak zorundadır.
Kâfirlerin ve münafıkların Allah’a karşı yaptıkları isyanın hoş görülmesini reddeden Kur’an, Peygamber Efendimiz’den onlara yumuşak davranmamasını, sert muâmele etmesini istemektedir. “Ey Peygamber! Kâfirler ve münâfıklarla savaş, onlara karşı sert davran...”226 Yine, münâfıkların elebaşısının cenaze namazını kılan Rasûlullah, Allah tarafından uyarılmakta ve bir daha böyle yapmamakla emrolunmaktadır.227 Oysaki aynı Kur’an, Rasûlullah’a, kendisine karşı yapılan hakaret ve eziyetlere aldırmamasını, sabretmesini tavsiye ediyordu. “Onların eziyetlerine aldırma, Allah’a dayan, savunucu olarak Allah yeter.”228; “Sabret, sabrın ancak Allah’ın yardımıyladır.”229; “Onların söylediklerine sabret, onlardan güzellikle ayrıl”230 Rasûlullah,
225] 5/Mâide, 45
226] 66/Tahrim, 9
227] 9/Tevbe, 84
228] 33/Ahzâb, 48
229] 16/Nahl, 127
230] 73/Müzzemmil, 10
- 52 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bu İlâhî tavsiyeyi bir ahlâka dönüştürerek birçok insanın yüreğini fethetmişti.231 İslâm tarihi, Siyer bunun örnekleriyle doludur.
İnsan, sadece kendisine karşı yapılan suçları affedebilir, insanların kendi hakkından vazgeçmeye hakkı vardır. Başkalarının hukukunu çiğneyen zâlimleri mazlumun dışında kimsenin affetme hakkı yoktur. Başkasının hakkını çiğneyeni affetmek, suça ortaklıktır.
Müslüman, başka bir müslümanı düşman olarak kabul edemez, ama her müslümanla samimi olmak zorunda da değildir. Müslümanın ölçüsü Allah için sevmek, Allah için buğz etmek olmalıdır. Bir kötülüğün cezasını verirken, intikam alırken haddi aşmak zulümdür, Allah da zâlimleri sevmez. “Kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür. Kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah’a aittir. Elbette O, zâlimleri sevmez.”232 Hz. Peygamberimiz de şöyle buyurur: “Allah, kötülüğü kötülükle yok etmez, ancak iyilikle yok eder.”233 Müslüman, hiçbir konuda haddi aşmayan, itidalli, orta yolu, adâlet ve dengeyi gözeten bir insan olmalıdır. Sevmesinde ve düşman olmasında da haddi aşmaz, ölçüyü kaçırmaz. Sevdiğini aşırı severse, onu endâd ve put edinme tehlikesini unutmadığı gibi, sevmediklerine aşırı düşmanlık haddi aşmayı sonuçlandırabilir. Ölçüyü Allah Rasûlü şöyle dillendirir: “Dostuna sevginde ölçülü bağlan, aşırıya gitme; belki de bir gün düşmanın olur. Düşmanına buğzunda ölçülü davran, aşırıya gitme; belki de bir gün has dostun olabilir.” 234
“Kerim odur ki mücâzâtı afv ede hasma,
Felek müsaade-i intikam verdikçe.”
“Afv eyleyelim ki belki bilmez;
Bir sürçen atın başı kesilmez.”
“Affetmek, zaferin zekâtıdır.”
“Affetmek ve unutmak, iyi insanların intikamıdır.”
“Af, insanlık dilinin en tatlı kelimesidir.”
“Suçludan öç almak, adâlet; onu bağışlamaksa fazilettir.”
“İnsan sevdiği müddetçe affeder.”
“Affın en güzeli, hasmını ezmeğe güçlü iken yapılanıdır.”
“Başkalarını sık sık affet, kendini asla!”
“Aptalı, sık sık bağışlamak onu ahlâksız yapar.”
“Affetmek, güçlüyü daha güçlü yapar.”
“Şahsınıza kötülük eden bir düşmanı affedin; Ama dininize ve milletinize kötülük eden bir kimseyi asla affetmeyin.”
231] Mustafa İslâmoğlu, a.g.e. s. 159-160
232] 42/Şûrâ, 40
233] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 1/387
234] Tirmizî, Birr 60; Buhârî; el-Edebu’l Müfred, s. 447
AF
- 53 -
“Zâlimleri bağışlamak, yoksullara cefâdır.”
“Affetmenin ne olduğunu yalnız cesurlar bilir; yüreksizlerin tabiatında af diye bir şey yoktur.”
“Affedebilirim, fakat unutmam’ demek, ‘affetmeyeceğim’ demenin başka bir şeklidir.”
“İyi geçinme, iki kimsenin kusursuz olmalarıyla değil; karşılıklı birbirinin kusurlarını hoş görmekle olur.”
“Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur.”
“Mâzeret, iyi insanların katında kabul görür.”
Allah’ım! Sana, Kur’an’da öğrettiğin gibi duâ ediyoruz:“Rabbimiz, unuttuklarımızdan ya da yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet, bizi bağışla. Sen bizim Mevlâ’mızsın. Kâfirler topluluğuna karşı da bize yardım et.”235
235] 2/Bakara, 286
- 54 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Af Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Afv Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 35 Yerde): 2/Bakara, 52, 109, 178, 187, 219, 237, 237, 237, 286; 3/Âl-i İmrân, 134, 152, 155, 159; 4/Nisâ, 43, 99, 99, 149, 149, 153; 5/Mâide, 13, 15, 95, 101; 7/A’râf, 95, 199; 9/Tevbe, 43, 66; 22/Hacc, 60; 24/Nûr, 22; 42/Şûrâ, 25, 30, 34, 40; 58/Mücâdele, 2; 64/teğâbün, 14.
B- Af Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
a- Affedici Olmak: 3/Âl-i İmran, 134; 24/Nûr, 22.
b- Kötülüğü Affetmek: 4/Nisâ, 149; 42/Şûrâ, 40-43.
c- Öfke Sırasında Kusur Bağışlamak: 42/Şûrâ, 37.
d- Af ve Hoşgörü: 2/Bakara, 263; 3/Âl-i İmran, 133, 159; 4/Nisâ, 27, 98-99, 149; 7/A’râf, 199; 11/Hûd, 11, 52; 16/Nahl, 126; 24/Nûr, 22; 39/Zümer, 53; 42/Şûrâ, 36-37, 40, 43; 53/Necm, 32; 64/Teğâbün, 14.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1- Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 297; c. 2, s. 281-282, 424-425
2- Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 148; c. 2, s. 173, 453-455
3- Mefâtihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin er-Râzî, Akçağ Y. 2/543-544; 6/114-116; 7/71-75
4- Diyanet İslâm Ansiklopedisi, T. D. V. Y. c. 1, s. 394-396, 442
5- Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 1, s. 47-49
6- Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Y. c. 2, s. 181-182
7- İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 31-33
8- Kur’ânî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılâb Y. s.131-132
9- Kur’an, Allah’ı Nasıl Tanıtıyor?, Veli Ulutürk, Nil A.Ş. Y. s. 110-112
10- Kur’an’da Ulûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. s. 260-261, 155-158
11- Kur’an’da Günah Kavramı, Sâdık Kılıç, Hibaş Y. s. 402-403
12- İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 229-233
13- Rasûlullah’ın İslâm’a Dâvet Metodu, Ahmet Önkal, Esrâ Y. s. 339-342
14- İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 17-18
15- Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılâb Y. s. 35-36
16- Peygamberin Yaşantısından Eğitici Dersler, Abdülhamid Bilâli, Buruc Y. s. 40-43
17- Örneklerle İslâm Ahlâkı, M. Yaşar Kandemir, Nesil Y. s. 283-293
18- Sulh Çizgisi, İbrahim Canan, T.Ö.V. Y. s. 103-105
19- Yürek Fethi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 159-164
20- Kur’an’da Temel Kavramlar, Cavit Yalçın, Vural Y. s. 158-165
21- Kur’an’ın Ana Konuları, M. Sait Şimşek, Beyan Y. s. 63-65
22- Kur’an ve İnsan, Celâl Kırca, Marifet Y. s. 193-200
23- Esmâü’l-Hüsnâ Şerhi, A. Osman Tatlısu, Yağmur Y. s. 205-208
24- Esmâü’l-Hüsnâ Şerhi, Mustafa Necati Bursalı, Erhan Y. s. 270-273
25- Esmâü’l-Hüsnâ, Afifüddin Süleyman et-Tilmisanî, İnsan Y. s. 121-122
26- Esmâ-i Hüsnâ Şerhi, Said el-Kahtanî, Uysal Kitabevi Y. s. 99-101
27- O’nun Güzel İsimleri, M. Nusret Tura, İnsan Y. s. 120-121
28- İsm-i Âzam (Esmâü’l-Hüsnâ), Ali Büyükçapar, İnsan Saati Y. s. 168-169
29- Hz. Muhammed’in Hoşgörü Anlayışı, Enver Mahmud, Ebedî Risâlet SempozyumuTebliğleri
30- Köprü, Kış 97

 
Okunma 1188 kez Son değişiklik Cumartesi, 06 Şubat 2021 09:59

Ortam

Bu kategorideki diğerleri: « Hz. Adem AĞLAMAK - GÖZYAŞI »