Cumartesi, 06 Şubat 2021 19:52

MESCİD

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

MESCİD


- 871 -
Kavram no 130
Görevlerimiz 23
Bk. Namaz; Duâ; İsyan-İtaat
MESCİD


• Mescid; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur'ân-ı Kerim'de Mescid Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Mescid Kavramı
• Mescidin/Câminin Fonksiyonları
• Câmilerin İdâresi ve Görevlileri
• Mescidlere Ait Hükümler
• Kıble, Mihrâb, Minber, Ezan, Cemaat
• Mescid-i Harâm, Mescid-i Aksâ, Mescid-i Nebevî
• Kiliseden Câmiye; Câmiden Müzeye: Ayasofya
• Dırar Mescidi, Takvâ Mescidi
• Mescidlerin Sanat ve Mimari Yönü
• Yeryüzü Mescidi
• Günümüz Mescidleri; Bid'atler
• Câmilerde Bir Büyük Bid'at; Mevlid
• Mescidlerin Yeniden İhyâsı
“Allah’ın mescidlerinde O’nun zikredilmesini (o mescidlerde Allah’ın hükümlerinin îfa ve ifade edilmesini) engelleyen ve bunları yıkmaya (madden ve mânen harap olmasına, onların işe yaramaz hale getirilmesine) çalışanlardan daha zâlim kim olabilir?! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir (Başka türlü girmeye hakları yoktur). Bunlar için dünyada rezillik, âhirette de büyük azap vardır." 3954
Mescid; Anlam ve Mâhiyeti
Mescid, Arapça’da “eğilmek, tevâzu ile alnı yere koymak” mânâsına gelen sücûd (s-c-d) kökünden, “secde edilen yer” anlamında bir mekân ismidir. Bu anlamda secde edilen bütün yerler (tüm yeryüzü) mesciddir. Secde, namazın rükünleri içinde en önemlisi, Kur’an’a göre insanın daha ilk yaratılışında şâhit olduğu bir hürmet ifadesidir.3955 Hz. Peygamberimiz’in bildirdiğine göre kulun Allah'a en yakın olduğu an secde ânıdır.3956 Secde yeri demek olan mescid, müslümanların cemaatle ibâdet ettikleri yer olduğu gibi, aynı zamanda, özellikle Rasûlullah devrinde, sosyal faâliyetlerin her çeşidinin odak noktası, çeşitli hizmetlerin görüldüğü ana merkezdir, üstür. Kavram olarak; içerisinde ibâdet etmek üzere yapılan bütün yapılara verilen addır.
Kur’ân-ı Kerim, hadisler ve ilk İslâm kaynaklarında bugün câmi diye isimlendirilen ibâdet edilen yerler karşılığında mescid kelimesi geçmektedir. Bu
3954] 2/Bakara, 114
3955] Bk. 2/Bakara, 34
3956] Nesâî, Tatbîk 78
- 872 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kelimenin Sâmi kökenli dillerde telaffuz ve anlam bakımından benzerleri vardır. Batı dillerinde mescid/câmi karşılığı olarak kullanılan mosque, mosquée vb. kelimelerin mescidin farklı telaffuzundan doğduğu söylenmektedir.
Câmi: Arapça cem’ (c-m-a) kökünden türeyen, “toplayan, bir araya getiren” anlamındaki câmi kelimesi, başlangıçta sadece Cuma namazı kılınan büyük mescidler için kullanılan “el-mescidü’l-câmi’” tâbiri, Taberânî’nin bir rivâyetine göre bizzat Hz. Peygamber tarafından da kullanılmıştır.
Hicrî IV. Milâdî X. yüzyılın başlarında “câmi” kelimesinin tek başına, mescid anlamında kullanılmaya başlandığı bilinmektedir. Daha sonra, içinde Cuma namazı kılınan ve hatibin hutbe okuması için minber bulunan mescidler câmi, minberi bulunmayan yani Cuma namazı kılınmayan küçük mâbedler ise sadece mescid olarak anılır olmuştur. Ancak, Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ’ya Cuma kılınmalarına ve çok büyük olmalarına rağmen mescid denilmektedir. 3957
Zeccâc, Hz. Peygamber’in, “yeryüzü bana -teyemmüm için- temiz ve mescid kılındı” hadisini delil göstererek ibâdet edilen her yerin mescid olduğunu söyler. "Allah'ın mescidlerinde O'nun adının zikredilip anılmasına engel olan ve mescidlerin harap olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?!...”3958 âyetini de “Allah’ın dinine muhâlefet edenden daha zâlim kim olabilir?” şeklinde açıklar. 3959
Kur’an’da Ashâb-ı Kehf’in üzerine yapılan binânın mescid olarak zikredilmesi,3960 ehl-i kitabın, peygamber ve azizlerin kabirleri üzerine yaptıkları binâları bu şekilde adlandırdıklarını ve bunların içinde ibâdet ettiklerini gösterir. Nitekim Ümmü Habîbe ve Ümmü Seleme Habeşistan’a hicret ettiklerinde resimlerle süslenmiş böyle mescidler görmüşlerdir. Bu durumu Hz. Peygamber’e haber verince Rasûlullah (s.a.s.), hıristiyanların, içlerinden sâlih bir kişi öldüğünde onun kabri üstüne mescid inşâ ettiklerini ve içine resimler yaptıklarını, bu kişilerin kıyâmet gününde mahlûkatın en kötüleri olacağını belirtmiş, bu hareketlerinden dolayı yahûdi ve hıristiyanları lânetlemiştir.3961 Peygamber lisanıyla lânetlenmesine ve dinin yasaklamasına rağmen sâlih kabul edilen bazı kabirlerin üstüne veya kabrin içinde kalacağı şekilde yanına mescidler yapıldığına İslâm tarihinde çokça şâhit oluyoruz. Eyüp Sultan, böyle kabul edilebilir mi, tartışılabilirse de, Konya Mevlânâ câmimi/müzesi buna tipik bir örnektir. Nice câmilerin bahçesinde ve hatta içinde kabirler görülmektedir.
Osmanlılar döneminde pâdişahlar tarafından inşâ ettirilen büyük câmilere “selâtin câmileri”, vezirler ve diğer devlet ricâli tarafından yaptırılan orta büyüklükteki câmilere bânîsinin adına izâfeten sadece câmi, küçük olanlara da mescid denilmiştir. Mescidlerin Cuma namazı kılınan câmiye dönüştürülmesi ise berat ve izinle olmaktaydı. "Namaz kılınan yer" demek olan "musallâ", Hz. Peygamber döneminde bayram ve cenâze namazı kılınan yerler için kullanılmıştır. Yol boylarında üstü açık mescidlere ise Farsça'dan Türkçeye geçen "namazgâh" denilmiştir.
3957] Bk. 17/İsrâ, 1; 9/Tevbe, 108
3958] 2/Bakara, 114
3959] Lisânü’l-Arab, “scd” md.
3960] 18/İsrâ, 21
3961] Buhârî, Salât 45, 54; Müslim, Mesâcid 16-23
MESCİD
- 873 -
İlk Mescidler: Kur'an'ın belirttiğine göre insanlar için inşâ edilen ilk mâbed Kâbe'dir.3962 Hicretten önce, Hz. Peygamber İslâmiyet'i tebliğe başladığı zaman Mekke müşriklerinin büyük bir tepki gösterdiği bilinmektedir. Kendisine yapılan baskı ve hakaretlere rağmen Peygamberimiz, zaman zaman Mescid-i Harâm'da Hacerü'l-Esved ile Rüknü'l-Yemânî arasında namaz kılardı. İlk müslümanlar Dâru'l-Erkam'ı bir mescid haline getirmişlerdi. Ayrıca evlerinde, vâdilerde gizlice ibâdet ediyorlardı. Hz. Peygamber'in, "mirbed" denilen ağılların, harmanların temiz bölümlerinde namaz kıldığı rivâyet edilir. 3963
Hz. Ebû Bekir'in Mekke'de evinin bahçesinde kendisi için yaptığı küçük mescid, özel olmakla beraber bir müslüman tarafından inşâ edilen ilk mesciddir. Yanık sesiyle Kur'an okuyan Hz. Ebû Bekir, müşrik çocuk ve kadınların İslâm'a sempati duymasına vesile oluyor, bu da müşriklerin tepkisini çekiyordu. Bazı araştırmacılar, Ammar bin Yâsir'in evinde yaptığı mescidin ilk özel mescid olduğu, Hz. Ebû Bekir'in mescidinin de ikinci mescid olduğunu belirtirler.3964 Hz. Ömer İslâmiyet'i kabul ettikten sonra müslümanlar Mescid-i Harâm'da açıkça namaz kılmaya başladılar. 3965
Bazı rivâyetler, Hz. Peygamber'in hicretinden önce Medine'de mescidler yapıldığını göstermektedir. Akabe biatlarından sonra müslümanların sayısı artınca Medine'de mescide ihtiyaç duyulmuştu. Akabe'de Rasûl-i Ekrem'e ilk biat eden Ebû Ümâme Es'ad bin Zürâre, Mescid-i Nebevî'nin yapıldığı arazideki bir hurma kurutma yerinin etrafını duvarla çevirerek mescid haline getirmişti. Kıblesi Kudüs'e doğru olan bu mescidde Ebû Ümâme, arkadaşları ile birlikte namaz kılardı. Hicretten önce burada Cuma namazı da kılınmıştır.3966 İlk muhâcirler Kubâ'ya geldiklerinde burada bir mescid yapmış ve Ebû Huzeyfe'nin âzatlısı Sâlim'in arkasında namaz kılmışlardı. Hz. Peygamber'in Medine'de ilk Cuma namazını Benî Sâlim'in mescidinde kıldığına dair rivâyet de onların hicretten önce mescidlerinin olduğunu göstermektedir.
Hicretten Sonra, Medine ve Civarında Yapılan Mescidler: Hz. Peygamber, hicret sırasında Medine'ye 2 mil kadar uzaklıkta olan Kubâ'da bir mescid inşâ ettirdi. Bu mescidin inşâsını Hz. Peygamber'e tavsiye etmesi, mescid için taş toplaması ve yapılırken büyük gayret göstermesi sebebiyle Ammâr bin Yâsir'in İslâm'da ilk mescidin bânîsi olduğu söylenmiştir. Hz. Peygamber, Kubâ'dan Medine'ye doğru giderken yanlarından geçtiği kişiler kendisini dâvet ettiler. Ancak Rasûl-i Ekrem devesinin serbest bırakılmasını istedi ve mescidin yapılacağı yerin tesbitini kastederek onun görevli olduğunu söyledi. Deve Mâlik bin Neccâr'ların evlerinin önünde bir düzlükte çöktü. Hz. Peygamber bu yeri Sehl ve Süheyl adlarındaki iki yetimden satın alarak Mescid-i Nebevî'yi yaptırdı.3967 Bu mescidin temeli de Kubâ'da olduğu gibi bir nevi merâsimle atılmış ve Hz. Peygamber inşaatta bizzat çalışmıştır. Mescid-i Nebevî'nin ilk ölçüleri 100 x 100 zirâ idi. İlk yapının 60 x 70 zirâ ebadında olduğu ve sonradan genişletildiği de rivâyet edilir. (Zirâ, arşın da denilen bir adımlık uzunluk ölçüsüdür. Yaklaşık 68
3962] 3/Âl-i İmrân, 96
3963] Buhârî, Salât 49; Müsned, II/178, III/404, IV/85
3964] Bk. Muhammed Hamidullah, İslâm Müsseselerine Giriş, s. 46
3965] İbn Hişâm, I/367
3966] İbn Sa'd, I/239
3967] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 45
- 874 -
KUR’AN KAVRAMLARI
cm.dir.) Mescidin arka kısmında fakir sahâbîlerin barınması için Suffe adıyla bir yer ayrılmış, doğu duvarı boyunca Hz. Peygamber ve ailesine ait zamanla sayıları dokuza çıkan odalar inşâ edilmiştir. Yedi ay kadar süren inşaat sırasında Hz. Peygamber Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin evinde misafir kalmıştır.
Hz. Peygamber, mahallelerde ve kabîlelerin içinde müslümanların sayısı artınca buralarda mescidler inşâ edilmesini emretti. Kısa bir müddet sonra Medine ve çevresinde birçok mescidin yapıldığı kaydedilmektedir. Bazılarında Hz. Peygamber'in de namaz kıldığı bu mescidlerin sayısı, Belâzürî'nin naklettiğine göre dokuzdur. Bu sayıya Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Kubâ dâhil değildir. Buralarda vakit namazları kılınmakla beraber, Cuma namazı sadece Mescid-i Nebevî'de kılınmaktaydı. Bunlardan bir kısmının yeri ve kıblesi bizzat Hz. Peygamber tarafından tesbit edilmiştir.
Medine'nin Civar Kabilelerindeki Mescidler: Çeşitli kabileler İslâmiyet'i kabul ettikçe bulundukları yerlerde kendi adlarıyla anılan mescidler yapılmıştır. Hz. Peygamber'in yeni mescidler inşâ edilmesiyle ilgili emrinden kısa bir müddet sonra mescid inşâ etmeyen kabîle kalmamıştı. Ancak Asr-ı saâdette mescidler sadece Medine ve çevresi gibi dar bir alana sıkışmış değildi. Buhârî'nin bir rivâyetinden, Medine'ye oldukça uzak kabîlelerde de câmilerin yapıldığı anlaşılmaktadır. Mescid-i Nebevî'den sonra içerisinde ilk Cuma namazı kılınan mescid, Benî Abdülkays yurdundaki Cüvâsâ mescididir. 3968
Hz. Peygamber, gönderdiği askerî birliklere, gittikleri yerlerde mescidi bulunan bölgelerin halkına dokunmamalarını emrederdi. Nitekim Yelemlem'de oturan Cezîmeoğulları, üzerlerine gelen Hâlid bin Velîd'e müslüman olduklarını isbat etmek için mescidlerini göstermişlerdi. İslâmiyet'i kabul eden kabîlelerin bir kısmı eski mâbedlerinin yerine câmi yapmıştı. Tâif'teki Sakîf kabîlesi, câmilerini daha önce Lât'ın bulunduğu yere inşâ etmişti; bir rivâyete göre ise bunu bizzat Hz. Peygamber istemiştir.3969 Bazı eski mâbedlerin taşları da putlarla birlikte mescidlerin yapımında, özellikle kapı eşiğine, üzerine basılacak şekilde kullanılmıştır.
Hulefâ-yı Râşidîn Döneminde Mescidler: İslâmiyet, Hulefâ-yı Râşidîn döneminde doğudan batıya, kuzeyden güneye çok geniş bir alana yayıldı. Kur'an ve sünnette fazileti anlatılan3970 nasslardan ilham alan râşid halîfeler, ilk merhalede Mescid-i Harâm ve Mescid-i Nebevî'de bazı yenileme ve genişletme çalışmaları yaptılar. Kudüs'ü fetheden Hz. Ömer, Mescid-i Aksâ'nın bir çöplük haline getirilmiş olan yerini tesbit ettirerek burada büyük bir mescid yaptımıştır. Günümüzde "Ömer mescidi" denilen bu mescidin basit bir yapısı olmasına rağmen, burada 3000 kişi namaz kılabiliyordu. Hz. Osman, Mescid-i Nebevî'yi daha da genişletip kaliteli inşaat malzemesi kullanmak sûretiyle yeniden inşâ ettirmiştir. Müslümanların eline geçen yerlerde -fethediliş şekline göre- ya eski mâbedler kısmen veya tamamen câmiye çevriliyor veya mâbedler oldukları gibi bırakılarak sadece yeni mescidler binâ edilmek üzere bir arâzi ayrılıyordu.
Hulefâ-yı Râşidîn'in uygulamaları, daha sonraki dönemlerde örnek teşkil etmiştir. İslâm idaresine bağlanan şehirlerin halkıyla yapılan anlaşma şartlarına
3968] Buhârî, Cum'a 11
3969] İbn Mâce, Mesâcid 3
3970] 9/Tevbe, 18; Buhârî, Salât 65; Müslim, Mesâcid 24, 25
MESCİD
- 875 -
uygun olarak mâbedler muhâfaza edilmiş ve halkın ibâdetlerini serbestçe yapmasına izin verilmiştir. Hârun Reşid, zamanın kadısı Ebû Yûsuf'a zimmîlere ait kilise ve havraların durumunu sorduğunda Ebû Yûsuf, kilise ve havraları olduğu gibi bırakmaları gerektiğini, dört halîfe ve kumandanlarının uygulamalarından örneklerle açıklamıştır.3971 Dört Halîfe döneminde ve onlardan sonra yeni kurulan şehirlerde ve yerleşim yerlerinde mescidler yapılmış, halkın artan nüfusuna paralel olarak eski mescidler genişletilmiştir. İslâm dünyasının her tarafında zamanla birçok câmi inşâ edilmiştir. Müslümanların yaşadığı her köyde mutlaka bir câmi bulunuyor, daha ilk asırlardan itibaren köy câmilerinde Cuma namazı kılınıyordu. Daha sonraki asırlarda devlet adamları, güçlerinin simgesi olarak muhteşem câmiler inşâ ettirdikleri gibi bazı kişiler de câmi yaptırmaya özel bir gayret göstermişlerdir.
Osmanlılar döneminde de başta Bursa, Edirne ve İstanbul olmak üzere gelişen mimarî üslûplarıyla birçok câmi ve mescid yapılmıştır. 19. yüzyılın ortalarında İstanbul'da 900'e yakın câmi ve mescid bulunuyordu.3972 Bu, o zamanın nüfusu dikkate alındığında, şimdiki zamanla kıyaslanamayacak çok önemli bir sayı idi.
Mescidin Müslümanın Hayatındaki Yeri: Kâinattaki varlıkların hepsi ister istemez Allah’a secde ederler.3973 Evren, tüm varlıklar için bir mesciddir. İnsanlardan bazıları da inanarak ve isteyerek secde ederler. Kendi tercihiyle secde eden insana , Sünnetullah’a uymak zorunda olarak secde eden kâinatı, tüm yeryüzünü Allah (c.c.) mescid yapmıştır.
Mekke’de ilk müslüman cemaatin, bir mescidleri, ibâdet yerleri yoktu. Hz. Peygamber, ilk müslümanlardan Hz. Ali (r.a.) ve diğer arkadaşlarıyla Mekke’nin dar sokaklarında, bazı evlerde gizlice namaz kılıyordu. Hz. Peygamber genellikle namazlarını Kâbe civarında veya kendi evinde tek başına kılardı. Bununla birlikte müslümanların, cemaat halinde namaz kılabilmek için bir evde toplandıkları da olurdu. Bu ev, çoğu zaman ashâbdan Erkam’ın (r.a.) evi idi. Hz. Ömer (r.a.), İslâmiyet’i kabul ettikten sonra, mü’minlerin sayısı artıp belirli bir güce ulaşmasıyla, rahatsız edilmeden Kâbe’nin yanında namaz kılmaları gerçekleşmişti.
Yeryüzünde ilk inşâ edilen mescid, Mescid-i Haram’dır.3974 Peygamberimiz, daha Medine’ye gelmeden Kubâ Mescidini, Medine’ye gelince de ilk iş olarak Mescid-i Nebevî’yi yaptırdı. Bilindiği gibi, Hz. Ebû Bekir’le Medine’ye giren Rasûlullah (s.a.s.), devesini salıverir. Devesi, nerede durursa orada misâfir olacağını belirtir. Deve, bugün Mescid-i Nebevî’nin olduğu yerde durur. Boş bir arazi olan bu yeri, Peygamberimiz, mescid ve kendi ev halkı için oturacak yer yaptırmak üzere satın alır. İnşaatında bizzat kendisi de çalışarak ilk faâliyet olarak bu mescidi meydana getirdi. Böylece müslüman bir toplumun hayatının ortasında mescidlerin olması gerektiğini gösterdi. Mescid, mü’minlerin secde ve ibâdet yeri olduğu gibi, onların buluşma yerleri, eğitim ve öğretim, toplumsal sorunlarının görüşüldüğü yerlerdir. Bu anlamda mescid müslüman toplum hayatının ortasında yer alır. Medine mescidinden sonra Peygamberden örnek alan müslümanlar gittikleri her yere mescidler, câmiiler yapmışlardır. Onları din hayatının vazge3971]
el-Harâc, s. 138
3972] Ahmet Önkal-Nebi Bozkurt, TDV. İslâm Ansiklopedisi, c. 7, s.46-49
3973] 13/Ra’d, 15; 16/Nahl, 49
3974] 3/Âl-i İmrân, 69
- 876 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çilmez temeli olarak kabul etmişlerdir. Çünkü müslümanları eğiten mescidler olduğu gibi, dinlerini sağlıklı bir şekilde yaşamalarına yadımcı olan da oralardır.
Mescidlerin süslenmesi, gösterişli olması önemli olmadığı gibi, doğru da değildir. Önemli olan, oralara temiz giyimli, takvâ ahlâkı üzere ve cemaat şuuruyla gidebilmek, mescidlerde dirilebilmektir. Günümüzde mescitlerin aşırı süslenmesi, buna rağmen cemaatin yeterli İslâmî şuura sahip olmaması gerçekten acıdır. Peygamberimiz (s.a.s.) mescidlerin süslenmesini hoş karşılamamaktadır.3975 Mescidler, takvâ üzerine kurulur ve insanlar orada arınmaya çalışırlarsa gerçek fonksiyonlarını yaparlar. Gösteriş ve övünme için ve Allah’ın rızâsı dışında başka bir gâye için yapılan mescidlerden hayır gelmez. Hele hele müslümanların arasını açmak için (nifak için) yapılan mescidler ‘dırar’ (zararlı) mescididir. 3976
Mescidler müslümanlar için birer merkez durumundadırlar. Hem ibâdet yerleri, hem toplanma, hem de eğitim yerleridir. Mescidler günün her saatinde bu işlevlerini yapmalıdır. Müslümanların hayatı ile mescid arasında sıkı bir bağ vardır. Gönlü mescide bağlı olan gençler övülmüş, cemaatle namaz teşvik edilmiş, cemaatle kılınan namaz yirmi yedi derece üstün tutulmuştur. Orada yüksek sesle konuşmak, alışveriş yapmak doğru değildir. Ancak bu demek değildir ki oralarda sadece belli konuşmalar yapılır, müslümanların dünya işleriyle ilgili konuşulmaz. Şüphesiz müslümanların bir araya gelme yeri olan mescidlerde müslümanların sorunlarından konuşulmaksızın söz açmak mümkün değildir. Dünya kelâmı konuşmadan, ibâdet de eksik olacaktır; âhirete ancak dünya kapısından geçilebiceği için, dünya kelâmının hayırlıları, hayırlı yerlerde daha çok konuşulacaktır.
Halkı müslüman olan bazı laik ülkelerde, gayrı İslâmî yönetimlerin uygulamaları sebebiyle, mescidler yalnızca namaz kılma mekânları haline geldi. Özellikle küçük camiiler sadece namaz vaktinden namaz vaktine açılır oldu. Böyle bir uygulama o yerleri gerçek mescid olmaktan çıkarır, resmî mâbet yapar ve onu kuru yapı haline getirir. Müslüman toplumda icrâ etmesi gereken fonksiyona engel olur.
Müslüman toplumu ve onlardaki İslâmî hayatı ve şuuru mescidler ayakta tutar. Mescidler bu görevlerini yapamaz duruma gelince, sıradan birer bina durumuna veya tarihî eser konumuna düşerler. Bugün özellikle Avrupa ülkelerindeki Türklerin açtığı mescidler ya belli bir hizbin (grubun) yahut bir siyasî rejimin elindedir. Herkes elinde tuttuğu mescidi kendi anlayışının, kendi ideolojisinin propaganda yeri olarak kullanabilyor. “Falancıların mescidi, filancıların mescidi” deniyor. Hâlbuki Kur’an'a göre, mescidler sadece Allah'ındır, Allah içindir; orada sadece O'na çağrı yapılır: “Mescidler, şüphesiz Allah’ındır. O halde, Allah ile birlikte başkasını çağırmayın, başka kimseye duâ edip yalvarmayın (ve kulluk etmeyin).” 3977
Gayrı müslimlerin eline geçen İslâm topraklarındaki mescidlerin pek çoğu yakılıp yıkıldı veya amaçları dışında kullanılır oldu. Onlardan geriye ya birer enkaz, ya da hazin hâtıralar kaldı. Bize düşen görev camiileri, mescidleri amacına uygun kullanmak, görünür veya görünmez işgalle, amacından saptırılan
3975] İbn Mâce, Mesâcid 2, hadis no: 739-741, 1/244
3976] 9/Tevbe, 107-108
3977] 72/Cinn, 18
MESCİD
- 877 -
mescidleri kurtarmak ve mescidleri hayatımızın merkezine yerleştirip kurtulmaktır. 3978
Kur'ân-ı Kerim'de Mescid Kavramı
“Mescid” kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de 22 yerde geçer; Bu kelimenin çoğulu olan “mesâcid” kelimesi de toplam 6 âyette zikredilir. Mescid kelimesinin türediği kök olan “secde” ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de toplam olarak 92 yerde kullanılır.
Mescid kelimesi Kur’an’da tekil ve çoğul olarak, ayrıca sıfat tamlaması şeklinde kullanılır. Kâbe ve çevresini ifade eden Mescid-i Harâm 15 yerde, Mescid-i Nebevî veya Mescid-i Kubâ’nın kastedildiği “takvâ temeli üzerine kurulu mescid”,3979 Kudüs hareminin kastedildiği Mescid-i Aksâ3980 ve münâfıkların Hz. Peygamber’e sûikast tertiplemek üzere binâ ettikleri Mescid-i Dırâr3981 birer âyette zikredilmektedir.
Kur’an’da mescidlerin Allah için yapılan binalar olduğu vurgulanarak, kullanılışında da sadece Allah'a ibâdete tahsis edilmesi gerektiği belirtilmiştir. Hıristiyanlar kiliselerinde, yahûdiler de havralarında Allah'a şirk koşup O’ndan başkasına da duâ edip yalvararak, başkasını imdada çağırarak mâbedlerini puthaneye çevirdikleri gibi, mü’minlerin de mescidlerde böyle yapmamaları kesin bir dille ihtar edilir: “Mescidler, şüphesiz Allah’ındır. O halde, Allah ile birlikte başkasını çağırmayın, başka kimseye duâ edip yalvarmayın (ve kulluk etmeyin).” 3982
Bu âyetteki “mescidler” kelimesi şu şekillerde tefsir edilmiştir:
1) Namaz kılmak için binâ edilmiş yerler, câmiler,
2) Namaz ve ibâdet yalnız câmilere ve belli yerlere hasredilmiş olmadığından, bütün yeryüzü,
3) Bütün mescidlerin kıblesi olduğundan, “Mescid-i Harâm,
4) Secde ederken yere temas eden organlar. Dolayısıyla, Mescid-i Haram ve içinde namaz kılınan bütün câmi ve mescidler Allah’ın olduğu gibi, tüm yeryüzü mescidi de, insanların yaratıcısı önünde kulluk ve şükür simgesi olarak secde ettiği organları da Allah’ındır; Allah için ve Allah yolunda kullanılmalıdır.
Kur’an’da; “içinde Allah'a ibâdet edilen yer” şeklindeki genel anlamıyla mescid, ehl-i kitabın mâbedleriyle beraber zikredilmektedir: “Allah, bir kısım insanları, diğer bazılarıyla defetmeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi...”3983 Kur’ân-ı Kerim, i’tikâf için en elverişli mekân olarak mescidleri gösterir.3984 Allah Teâlâ, mescidleri, nûrunun aydınlattığı yerler olarak zikreder. 3985
3978] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 398
3979] 9/Tevbe, 108
3980] 17/İsrâ, 1
3981] 9/Tevbe, 107
3982] 72/Cinn, 18
3983] 22/Hacc, 40
3984] 2/Bakara, 187
3985] 24/Nûr, 35-36
- 878 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mescid inşâ etmek, îmar, tamir ve koruma hakkının sadece mü’minlerin, imanını eylemleriyle isbat eden, namazı ikame edip zekâtını veren ve Allah’tan başkasından korkmayan müttakî mü’minlerin hakkı olduğu, böyle şerefli bir görevi ancak böyle şerefli insanların yapabileceği ifade edilir.3986 Allah'a şirk koşanların, şirklerini itiraf eden veya davranışlarıyla bunu kabullenenlerin Allah’ın mescidlerini imar ve inşâ etmeye, hakları ve yetkileri yoktur; onların pis ellerini ve haram paralarını böyle mübârek yere bulaştırmaları yakışık almaz ve buna izin verilmemelidir.3987 Bu iki âyet, aynı zamanda mescide taraftar olup olmamayı, imanla küfrü ayıran bir alâmet olarak da değerlendirilebilir. Mescidin îmarı ile ilgili ifade, mescidlerin fizikî imarları gibi, aynı zamanda cemaate katılarak mânevî îmar ve hayatiyetine katkıda bulunmayı, bir iman ve takvâ alâmeti olarak görmemizi de gerektirir.
Allah’ın mescidlerinde ve yeryüzü mescidinde Allah’ın zikredilmesine, O’nun hatırlanıp hatırlatılmasına engel olan ve maddî ve mânevî yönden mescidleri harâb edenlerden daha büyük zâlim olmaz. En büyük zulüm, kişileri Allah’dan alıkoymaktır.3988 Bâzı âlimler, Hz. Peygamber’in, “yeryüzü bana mescid kılındı” hadisini delil göstererek ibâdet edilen tüm yerlerin mescid olduğunu, "Allah'ın mescidlerinde O'nun adının zikredilip anılmasına engel olan ve mescidlerin harap olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?!...”3989 âyetini de “Allah’ın dinine muhâlefet edenden daha zâlim kime olabilir?” şeklinde açıklar. Sadece Allah'a ibâdet edilmesi3990 gereken yeryüzü mescidinde Allah'a açıkça isyan yapılması ve sadece Allah'a kulluk yapmak isteyenlere engeller çıkarılması, işkenceden daha büyük zulüm, insanın en doğal haklarına tecâvüzdür.
"Allah'ın mescidlerinde O'nun adının zikredilip anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir (Başka türlü girmeye hakları yoktur). Bunlar için dünyada rezillik, âhirette de büyük azap vardır." 3991
“Sana haram aydan ve onda savaşmanın doğru olup olmadığından soruyorlar. De ki: ‘Haram ayda savaşmak büyük bir günahtır. Ancak (insanları) Allah yolundan çevirmek, Allah’ı inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak; bunlar Allah katında daha büyük günahlardır. Fitne de adam öldürmekten daha büyük bir günahtır... 3992
“De ki: ‘Rabbim bana adâleti emretti. Her mescidde yüzlerinizi O’na (kıbleye) doğrultun ve dini yalnız Allah'a has kılarak O’na yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi yine O’na döneceksiniz.” 3993
“Ey Âdem oğulları! Her mescide gidişinizde ziynetli elbiselerinizi giyin (edep ve takvâ süslerini takının); yiyin, için; fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” 3994
3986] 9/Tevbe, 18
3987] 9/Tevbe, 17
3988] 2/Bakara, 114
3989] 2/Bakara, 114
3990] 1/Fâtiha, 5
3991] 2/Bakara, 114
3992] Bakara, 217
3993] 7/A’râf, 29
3994] 7/A’râf, 31
MESCİD
- 879 -
“Allah'a şirk/ortak koşanlar, kendilerinin kâfirliğine bizzat kendileri şâhitlik ederlerken, (küfürlerinin farkında olup, bizzat itiraf ederlerken) Allah’ın mescidlerini i’mar etme yetkileri yoktur. Çünkü onların bütün işleri boşa gitmiştir. Ve onlar ateşte ebedî kalacaklardır.” 3995
“Allah’ın mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler i’mâr eder. İşte, hidâyete/ doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.” 3996
“Siz hacılara su veren ve Mescid-i Haram’ı onaran kimseyi, Allah'a ve âhiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerle bir mi tutuyorsunuz? Hâlbuki onlar, Allah katında eşit değillerdir. Allah zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez.” 3997
“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar...” 3998
“Bir de (mü’minlere) zarar vermek, (hakkı) inkâr etmek, mü’minlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Rasûlüne karşı savaşmış olanı beklemek için “mescid-i dırar” (bir zarar mescidi) kuranlar ve ‘(bununla) iyilikten başka bir şey niyet etmedik’ diye mutlaka yemin edecek olanlar da vardır. Hâlbuki Allah, onların kesinlikle yalancı olduklarına şâhitlik eder. Onun içinde asla namaz kılma! İlk günden takvâ üzerine kurulan mescid içinde namaz kılman elbette daha doğrudur. Onda, temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da temizlenenleri sever.” 3999
“Eğer iyilik ederseniz kendinize etmiş, kötülük ederseniz yine kendinize etmiş olursunuz. Artık diğer cezalandırma zamanı gelince, yüzünüzü kara etsinler, daha önce girdikleri gibi yine Mescid-i Aksâ’ya girsinler ve ellerine geçirdikleri her şeyi büsbütün tahrip etsinler (diye, başınıza yine düşmanlarınızı musallat kıldık).” 4000
“İnkâr edenler, Allah’ın yolundan ve -yerli, taşralı ayrımı yapmaksızın- bütün insanlar için (kıble) yaptığımız Mescid-i Harâm’dan (insanları) alıkoymaya kalkanlar (şunu bilsinler ki) kim orada (böyle) zulüm ile haktan sapmak isterse, ona acı azaptan taddırırız.” 4001
“Onlar, başka değil, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları, diğer bazılarıyla defetmeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak sûrette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, kavîdir/güçlüdür, azîzdir/gâliptir.” 4002
“Mescidler, şüphesiz Allah’ındır. O halde, Allah ile birlikte başkasını çağırmayın, başka kimseye duâ edip yalvarmayın (ve kulluk etmeyin).” 4003
“(Bu kandil) birtakım evlerdedir ki, Allah (o evlerin) yücelmesine ve içlerinde isminin zikredilmesine izin vermiştir. Orada sabah akşam O’nu tesbih eder; Birtakım adamlar
3995] 9/Tevbe, 17
3996] 9/Tevbe, 18
3997] 9/Tevbe, 19
3998] 9/Tevbe, 28
3999] 9/Tevbe, 107-108
4000] 17/İsrâ, 7
4001] 22/Hacc, 25
4002] 22/Hacc, 40
4003] 72/Cinn, 18
- 880 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(Allah’ı tesbih ederler ki), ne ticaret, ne de alış-veriş onları Allah’ı zikirden, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” 4004
Hadis-i Şeriflerde Mescid Kavramı
"Allah'ın en çok sevdiği yerler mescidlerdir. Allah'ın en fazla nefret ettiği yerler de çarşı ve pazarlardır." 4005
"Yeryüzü bana mescid ve (teyemmüm için) temiz kılındı. Ümmetimden kim bir namaz vaktine ulaştımı nerede olursa namazını kılsın." 4006
"Yedi sınıf insan vardır ki Allah onları kendi (arş'ının) gölgesinden başka hiçbir gölge bulunmayan (kıyâmet) gün(ün)de (arş'ının) gölgesinde gölgelendirecektir. (Bunlar:) Âdil imam (yönetici), Allah'a ibâdet ede ede yetişen genç, kalbi mescidlere bağlı olan kimse, Allah için sevişen, O'nun için bir yere gelen; O'nun için birbirinden ayrılan iki kimse, kendisini mevkî sahibi ve güzel bir kadın (fenâlığa) dâvet ettiği halde: 'Ben Allah'tan korkarım' diyen adam, sol elinin verdiğini sağ eli duymayacak derecede gizli sadaka veren kimse ve tenha bir yerde Allah'ı zikrederek gözleri boşanan kimsedir." 4007
Câbir İbn Semüre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) mescide girince cemaati bir kısım halkalar halinde gördü ve: "Sizleri niye böyle (tek bir cemaat halinde değil de) dağınık gruplar halinde görüyorum?" buyurdu. 4008
Ebû Said el-Hudrî (r.a.) anlatıyor: Benî Selîme (Ensâr'dan bir grup) Medine'nin uzakça bir kenarında oturuyordu. Mescid-i Nebevî'nin yakınlarına taşınmak istediler. Bunun üzerine şu mealdeki âyet indi: "Şüphesiz ölüleri dirilten, işlediklerini ve eserlerini yazan Biziz. Her şeyi apaçık bir Kitapta saymışızdır." 4009 Rasûlullah (s.a.s.): "Ayak izleriniz (sevap olarak) yazılıyor" dedi. Yerlerinde kaldılar. 4010
Ebû Zer (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) mescidde iken huzuruna girdim. Bana: "Ey Ebû Zer, mescide tahiyye (selâm vermek) gerekir" buyurdu. Ben: "Mescide verilecek selâm nedir?" diye sorunca: "(Girince) kılacağın iki rekât namazdır" buyurdu..." 4011
Hakîm İbn Hizâm (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) mescidde kısas infâzını, (kötü) şiir okunmasını ve hadlerin tatbik edilmesini yasakladı." 4012
"Namazlarınızdan bir kısmını evlerinizde kılın; sakın onları kabirlere çevirmeyin!" 4013
"Sizden kim namazını mescidde kılarsa namazından bir pay da evi için ayırsın. Zira Allah, evinde kılacağı namaz için dahi bir hayır takdir etmiştir." 4014
4004] 24/Nûr, 36-37
4005] Müslim, Mesâcid 288, hadis no: 671
4006] Nesâî, Mesâcid 42, hadis no: 2, 56
4007] Müslim, Zekât 91, hadis no: 1031
4008] Müslim, Salât 119, hadis no: 430; Ebû Dâvud, Edeb 16, hadis no: 4823
4009] 36/Yâsin, 11
4010] Tirmizî, Tefsir Yâsin, hadis no: 3224
4011] Kütüb-i Sitte Terc. c. 4, s. 381
4012] Ebû Dâvud, Hudûd 38, hadis no: 4490
4013] Buhârî, Salât 52, Teheccüd 38; Müslim, Müsâfirîn 208, hadis no: 777; Ebû Dâvud, Salât 346, hadis no: 1448; Tirmizî, Salât 331, hadis no: 451; Nesâî, Salâtu'l-leyl 1, hadis no: 3, 197
4014] Müslim, Müsâfirîn 210, hadis no: 778
MESCİD
- 881 -
Muaz bin Cebel (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) bağ ve bahçelerde namaz kılmayı da müstehab (sevimli ve hoş) sayardı." 4015
"Bir kimsenin mescide ilgisini görürseniz, onun mü'min olduğuna şehâdet edin; zira Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: "Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe iman edenler îmar ederler." 4016
Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: "Sa'd ibn Muaz, Hendek savaşı sırasında kol damarından yaralanınca, Rasûlullah (s.a.s.) onun için mescide bir çadır kurdurdu. Maksadı, onu daha yakından ziyâret etmek (ve ilgilenmek)ti." 4017
"Müslüman bir kimse, namaz ve zikir için mescidi vatan edindiği (çokça gitmeyi alışkanlık haline getirdiği) zaman, Allah'ın onun bu halinden duyduğu sevinç, tıpkı gurbette adamı olan kimselerin onların yanına dönmesiyle (kavuşmaktan) duydukları sevinç gibidir." 4018
"Birinizin hanımı mescide gitmek için izin talep ederse ona engel olmasın (izin versin)." 4019
Hz. Büreyde (r.a.) anlatıyor: "Bir adam mescidde yitiğini ilan etti ve: "Kim kızıl deveyi gördü?" dedi. Bunu işiten Peygamber (s.a.s.): "Bulamaz ol! Mescidler neye yarayacaksa (ne maksatla yapılmışsa) onun için inşâ edilmiştir (gâyesinden başka maksatla kullanılamaz)!" buyurdular. 4020
"Rasûlullah (s.a.s.) mescidde alışveriş yapmayı, yitik ilan edilmesini (kötü) şiir okunmasını yasakladı. Keza Cuma günü namazdan önce halka teşkil edilmesini de yasakladı." 4021
Mescid İnşâsı: "Kim Allah rızâsını talep ederek bir mescid inşâ ederse, Allah ona cennette bir ev inşâ eder." 4022
"Kim içerisinde Allah zikredilsin diye bir mescid binâ ederse, Allah da ona cennette bir ev binâ eder." 4023
"Mescidler hakkında övünme olmadan Kıyâmet kopmaz!" 4024
İbn Abbas (r.a.) der ki: "Yemin olsun! Sizler mescidlerinizi, yahûdi ve hıristiyanlar gibi süsleyeceksiniz!" 4025
"Görüyorum ki, yahûdilerin havralarını, hıristiyanların da kiliselerini yükselttikleri gibi sizler de mescidlerinizi yükselteceksiniz." 4026
4015] Tirmizî, Salât 249, hadis no: 334
4016] 9/Tevbe, 18; Tirmizî, Tefsîr Sûre 2, hadis no: 3092
4017] Ebû Dâvud, Cenâiz 8, hadis no: 310; Nesâî, Mesâcid 18, hadis no: 2, 45
4018] Kütüb-i Sitte Terc. c. 17, s. 15
4019] Buhârî, Cum'a 12, Ezân 162, 166, Nikâh 116; Müslim, Salât 134; Ebû Dâvud, Salât 53; Tirmizî, Salât 400; Muvattâ, Kıble 12
4020] Müslim, Mesâcid 80
4021] Ebû Dâvud, Salât 220; Tirmizî, Salât 240; Nesâî, Mesâcid 22, 23
4022] Buhârî, Salât 65; Müslim, Mesâcid 25; Tirmizî, Salât 237
4023] Nesâî, Mesâcid 1
4024] Ebû Dâvud, Salât 12; Nesâî, Mesâcid 2
4025] Ebû Dâvud, Salât 12; Buhârî, Salât 12
4026] Kütüb-i Sitte Terc. c. 17, s. 6
- 882 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Ameli bozulan her kavim mescidlerini süslemeye yönelmiştir." 4027
Enes (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) Medine'ye geldiği zaman, Medine'nin yüksek kısmında, kendilerine Benî Amr İbn Avf denen bir kabileye indi. Onların yanında on dört gece kaldı. Sonra Benî Neccâr'a haber gönderdi. Onlar kılıçlarını kuşanmış olarak geldiler. Ben (şu anda) Rasûlullah'ı devesi üzerinde, Ebû Bekir de terkisinde, Benî Neccâr'ın ileri gelenleri etrafını sarmış olarak görür gibiyim. Peygamber (s.a.s.), (yükünü) Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin evinin avlusuna indirdi. "Ey Benî Neccâr! buyurdular, şu bahçenin fiyatında pazarlık edelim!" Onlar: "Hayır! dediler. Vallahi biz senden onun bedelini istemiyoruz, Allah'tan istiyoruz!" Bu arsada hurma ağaçları, müşriklere ait kabirler ve bazı yıkıntılar vardı. Rasûlullah hurma ağaçlarının kesilmesini, müşrik kabirlerinin kaldırılmasını, harâbelerin de düzenlenip arazisinin tesviyesini emretti. Hurma kütükleri mescidin kıble tarafına (direkler halinde) dizildiler, kapının iki yanı taşla örüldü. (Bu inşaat devam ederken müslümanlar) şu beyti terennüm ediyorlardı, Rasûlullah da onlara katılıyordu: "Ey Rabbimiz, âhiret hayrından başka hayır yok! Öyleyse muhâcir ve ensâra yardım et!" 4028
Mescidin Temiz Tutulması: Ümmetimin ecri/ücreti bana arzedilip gösterildi. Öyle ki mescidden çıkarılıp atılan bir çöpün sevabını bile gördüm. Ümmetimin günahı da bana arzedilip gösterildi. Kişiye Kur'an'dan kendine gelen sûre veya âyeti unutmasından daha büyük bir günah görmedim." 4029
"Kim mescidden (insanlara rahatsızlık veren) bir şeyi çıkarırsa Allah Teâlâ ona cennette bir ev yapar." 4030
Abdullah İbnu'l-Hâris ez-Zübeydî (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) zamanında mescidde ekmek ve et yerdik." 4031
Amr bin Şuayb, babası ve dedesinden rivâyet ederek anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) mescidlerde hadd uygulanmasını yasakladı." 4032
Tahıyyetü'l-Mescid: "Biriniz mescide girince oturmazdan önce iki rekât (tahiyyetü'l-mescid namazı) kılsın." 4033
Rasûlullah (s.a.s.), bir seferden dönünce önce mescide uğrar, orada iki rekât namaz kılar, sonra insanlar (ile görüşmek için) otururdu." 4034
En Faziletli Mescidler: "Şu mescidimdeki namaz efdaldir." (Bir başka rivâyette:) "Bu mescidimdeki bir namaz, Mescid-i Harâm hâriç bütün mescidlerde kılınan bin namazdan daha hayırlıdır." 4035
4027] Kütüb-i Sitte Terc. c. 17, s. 6
4028] Buhârî, Salât 48, Fezâilu'l-Medine 1, Büyû' 41, Vesâyâ 27, 30, 34, Menâkıbu'l-Ensâr 46; Müslim, Mesâcid 9; Ebû Dâvud, Salât 12; Nesâî, Mesâcid 12
4029] Ebû Dâvud, Salât 16; Tirmizî, Fezâilu'l-Kur'ân, 19
4030] Kütüb-i Sitte Terc. c. 17, s. 9
4031] Kütüb-i Sitte Terc. c. 17, s. 415
4032] Kütüb-i Sitte Terc. c. 17, s. 322
4033] Buhârî, Salât 60, Teheccüd 25; Müslim, Müsâfirîn 69; Ebû Dâvud, Salât 19; Tirmizî, Salât 235; Nesâî, 37; Muvattâ, Kasru's-Salât 57
4034] Ebû Dâvud, Cihâd 178; Buhârî, Salât 59
4035] Buhârî, Fazlu's-Salât 1; Müslim, Hacc 505; Tirmizî, Salât 243; Nesâî, Mesâcid 7; Muvattâ, Kıble 9
MESCİD
- 883 -
Ebû Zer'den şöyle rivâyet edilmiştir: "Rasûlullah’a (s.a.s.) yeryüzünde inşâ edilen ilk mescidin hangisi olduğunu sordum: "Mescid-i Harâm" olduğunu söyledi. Ben: "Sonra hangisi?" dedim. "Mescid-i Aksâ" diye cevap verdi. Ben: "İkisi arasında kaç yıl fark var?" dedim. "Kırk yıl" dedi ve ilâve etti: Yeryüzü (tümüyle) bir mesciddir, öyleyse nerede namaz vaktine ulaşırsan namazını (orada) kıl, çünkü fazîlet ondadır (namaz vaktinin girdiği ilk andadır)." 4036
Hz. Dâvud'un oğlu Süleyman, Beytu'l-Makdis'in (Mescid-i Aksâ) inşaatını tamamlayınca Allah'tan üç şey talep etti: 'Allah'ın hükmüne muvâfık düşecek şekilde hüküm vermek, kendinden sonra kimseye nasip olmayacak bir mülk/saltanat, bu mescide sırf namaz kılmak niyetiyle gelenlerin günahlarından temizlenerek annelerinden doğdukları gündeki gibi olmaları.' İlk ikisi verilmiştir; üçüncüsünün de verildiğini ümit ediyorum." 4037
Cemaat: "Kişinin cemaatle kıldığı namazın sevabı, evinde ve çarşıda (iş yerinde) kıldığı namazından yirmi beş kat fazladır. Şöyle ki, abdest alınca güzel bir abdest alır, sonra mescide gider, evinden çıkarken sadece mescid gâyesiyle çıkmıştır. Bu sırada attığı her adım sebebiyle bir derece yükseltilir, bir günahı affedilir. Namazı kıldımı, namaz kıldığı yerde olduğu müddetçe melekler ona rahmet okumaya devam ederler ve şöyle derler: 'Ey Rabbimiz, buna rahmet et, merhamet buyur.' Sizden herkes, namazı beklediği müddetçe namaz kılıyor gibidir." 4038
"Cemaatle kılınan namaz, ayrı kılınan namazdan yirmi yedi derece üstündür." 4039
Namazda en çok sevap alan kimse, en uzak olanlarıdır; yürüme yönüyle en uzaktan gelenler, imamla kalıncaya kadar namazı bekleyen kimse, hemen kılıp sonra da uyuyandan daha çok sevaba ulaşır." 4040
Ubey bin Kâ'b (r.a.) anlatıyor: "Bir adam vardı. Mescide ondan daha uzakta oturan birini bilmiyordum. Namazları da hiç kaçırmıyordu. Kendisine: Bir eşek alsan da karanlık veya sıcak zamanlarda binsen!" denilmişti. O şu cevabı vermişti: "Evimin mescide yakın olması beni memnun etmez. Ben mescide kadar yürümelerimin, sonra da aileme dönüşlerimin sevap olarak yazılmasını diliyorum." Rasûlullah (s.a.s.) (adamın bu sözünü işitince): "Allah Teâlâ, bu isteklerin hepsini yerine getirdi." buyurdu. 4041
Âmâ bir zât (Abdullah İbn Ümmi Mektûm) gelerek: "Ey Allah'ın Rasûlü! Beni mescide kadar getirecek bir rehberim yok!" diyerek Hz. Peygamber'den (namazı evinde kılmak için) ruhsat istedi. (O da izin verdi.) Adam geri dönünce, Rasûlullah (s.a.s.) onu çağırtarak: "Ezanı işitiyor musun?" diye sordu. Adam: "Evet" deyince: "Öyleyse icâbet et" dedi (ve evde kılmaya izin vermedi). 4042
"Kim müezzini işitir ve kendini engelleyen bir özrü olmadığı halde cemaate katılmazsa, kıldığı namaz (kâmil bir sevapla) kabul edilmez." "(Ey Allah'ın Rasûlü,) meşrû özür
4036] Buhârî, Enbiyâ 8, 40; Müslim, Mesâcid 2, hadis no: 520; Nesâî, Mesâcid 3, hadis no: 2, 32); İbn Mâce İkamet, Mesâcid 7, hadis no: 753
4037] Kütüb-i Sitte Terc. c. 17, s. 103
4038] Buhârî, Ezan 30, Cum'a 2; Müslim, Salât 272, hadis no: 649; Ebû Dâvud, Salât 49, hadis no: 559; Tirmizî, Salât 245, hadis no: 330; İbn Mâce, Mesâcid 16, hadis no: 788
4039] Buhârî, Ezan 30; Müslim, Salât 272
4040] Buhârî, Ezan 31
4041] Müslim, Mesâcid 278, hadis no: 663; Ebû Dâvud, Salât 49, hadis no: 586
4042] Müslim, Mesâcid, 255; Nesâî, İmâmet 50; Ebû Dâvud, Salât 47
- 884 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nedir?" denildi. "Korku veya hastalıktır!" buyurdu. 4043
"Kim yatsıyı bir cemaat içinde kılarsa sanki gecenin yarısını ihyâ etmiş gibi olur; kim de sabah namazını bir cemaat içinde kılarsa sanki gecenin tamamını namazla geçirmiş gibi olur." 4044
"Münâfıklara en ağır gelen namaz yatsı namazıyla sabah namazıdır. Eğer bu iki namazdaki hayrın ne olduğunu bilselerdi, emekleyerek de olsa onları kılmaya gelirlerdi. (Nefsimi kudret eliyle tutan Zât'a kasem olsun!) Ezan okutup namaza başlamayı, sonra halkın namazını kıldırması için yerime birini bırakmayı, sonra da beraberlerinde odun desteleri olan bir grup erkekle namaza gelmeyenlere gitmeyi ve evlerini üzerlerine yakmayı düşündüm." 4045
"Karanlıktan mescide gidenlere Kıyâmet günü tam bir nûra kavuşacaklarını müjdele!" 4046
Ebû Mes'ûd el-Bedrî (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) namazda (cemaat için kalktığımızda) omuzlarımıza eliyle dokunur ve şöyle derdi: "Düzgün olun, karışık durmayın; sonra kalplerinize de karışıklık ve ihtilâf girer. Hemen arkama, sizden akıl ve dirâyet sahibi olanlar dursun. Sonra tedrîcen bunları tâkip edenler, sonra da onları tâkip edenler dursun." 4047
"Ya saflarınızı düzeltirsiniz ya da Allah kalplerinize muhâlefet atar." 4048
"Safları düz kılın, omuzları bir hizâya getirin, aradaki boşlukları kapatın, kardeşlerinizin (sizi düzeltmeye çalışan) ellerine karşı nezâketli olun. Arada şeytan gedikleri bırakmayın. Kim safa kavuşursa Allah ona kavuşur. Kim de saftan koparsa Allah da ondan kopar." 4049
"Meleklerin Rableri indinde saf tutmaları gibi siz de saf tutmaz mısınız? Ashâb sordu: "Melekler nasıl saf tutarlar?" "Onlar dedi, ön safları tamamlarlar ve safta muntazam ve bitişik dururlar." 4050
"Sizden biri, rükû ve secdede başını imamdan önce kaldırdığı zaman Cenâb-ı Hakk'ın, (Kıyâmet günü) başını, eşek başına veya sûretini eşek sûretine çevire(rek dirilte)ceğinden korkmaz mı?" 4051
İmamlık: "(İmamlar) sizin için kılarlar. Doğru kılarlarsa (sevabı) sizedir. Hatalı kılarlarsa (sizin namazınızın sevabı) sizedir, hata onların aleyhlerinedir." 4052
"Cemaate, Allah'ın Kitabını en iyi okuyan kimse imam olur. Eğer kırâatte (okumada) herkes eşitse, sünneti en iyi bilen; sünneti bilmede eşitseler, hicret etmede evvel olan; hicrette de eşitseler, yaşça büyük olan imam olur. Kişi misafir olduğu evin sahibine veya (emri altında çalıştığı) yöneticisine imamlık yapması; ev sahibinin baş köşesine izni olmadan da
4043] Ebû Dâvud, Salât 47, hadis no: 551
4044] Müslim, Mesâcid 260; Tirmizî, Salât 65; Ebû Dâvud, Salât 48; Muvattâ, Salâtu'l-Cemâa 7
4045] Buhârî, Ezan 29, Husûmât 5, Ahkâm 52; Müslim, Mesâcid 252; Tirmizî, Salât 162; Ebû Dâvud, Salât 47; Nesâî, İmâmet 49; Muvattâ, Salâtu'l-Cemâa 3
4046] Ebû Dâvud, Salât 50; Tirmizî, Salât 165
4047] Müslim, Salât 122; Nesâî, İmâmet 26; Ebû Dâvud, Salât 96
4048] Buhârî, Ezân 71; Müslim, Salât 127; Ebû Dâvud, Salât 94; Tirmizî, Salât 167; Nesâî, İmâmet 25
4049] Ebû Dâvud, Salât 94; Nesâî, İmâmet 31
4050] Müslim, Salât 119; Ebû Dâvud, Salât 94; Nesâî, İmâmet 28
4051] Buhârî, Ezân 53; Müslim, Salât 114; Ebû Dâvud, Salât 76; Tirmizî Salât 409; Nesâî, İmâmet 38
4052] Buhârî, Ezan 55
MESCİD
- 885 -
oturmasın." 4053
"Sizden kim halka namaz kıldırırsa namazı hafif (kısa) tutsun. Zira cemaatte zayıf, sakat, hasta ve ihtiyaç sahibi vardır. Müstakil (kendi başına) kılınca dilediği kadar uzatsın." 4054
"Yedi sınıf insan vardır ki Allah onları kendi (arş'ının) gölgesinden başka hiçbir gölge bulunmayan (kıyâmet) gün(ün)de (arş'ının) gölgesinde gölgelendirecektir. (Bunlar:) Âdil imam (yönetici), Allah'a ibâdet ede ede yetişen genç, kalbi mescidlere bağlı olan kimse, Allah için sevişen, O'nun için bir yere gelen; O'nun için birbirinden ayrılan iki kimse, kendisini mevkî sahibi ve güzel bir kadın (fenâlığa) dâvet ettiği halde: 'Ben Allah'tan korkarım' diyen adam, sol elinin verdiğini sağ eli duymayacak derecede gizli sadaka veren kimse ve tenha bir yerde Allah'ı zikrederek gözleri boşanan kimsedir." 4055
"(Namaz kılacaklar) üç kişi iseler, içlerinden biri imam olsun. İmamlığa en hak sahibi olan Kur'ân-ı Kerim'i en iyi okuyandır." 4056
"Sizin için hayırlınız ezan okusun; kurrâ olanınız (okuması iyi olanınız) da imam olsun." 4057
"Üç kişi vardır ki, onların namazları kulaklarından öte geçmez: Dönünceye kadar, kaçan köle; geceyi, kocası kendisine dargın olarak geçiren kadın; kavminin nefret ettiği imam." 4058
"Ben, uzun tutmak arzusuyla namaza başlarım. (Namazı kıldırırken) bir çocuk ağlaması kulağıma gelir, çocuğun ağlamasından annesinin duyacağı elemi bildiğin için namazı uzatmaktan vazgeçerim." 4059
Mescidin/Câminin Fonksiyonları
Mescid, her şeyden önce bir ibâdethânedir. İslâm’da ibâdetin sadece namaz ve benzeri görevlerden ibâret olmadığı, bireysel, sosyal ve siyasal hayatın bütün alanlarını kapsadığı için, mescidin de her çeşit ibâdet için bir mekân olduğunu, asr-ı saâdette hayatın her alanıyla ilgili fonksiyon icrâ ettiğini görüyoruz. Mâbeddir, mekteptir, irşad yeridir, buluşma görüşme yeridir, istirahat yeridir, mahkemedir, hastahane ve hapishanedir, düğün yeridir, spor merkezidir, mâliye ve hazinedir, kültür meclisi ve şiir kürsüsüdür...
1. Cemaatle Namaz Kılınan Mekân Olarak Mescid: Mescid, başlangıçta idare, eğitim ve öğretim merkezi gibi değişik amaçlar için kullanılmışsa da onun asıl fonksiyonu, bir mâbed oluşudur. 4060 Hz. Peygamber, bir kişinin mescide girip kayıp devesini sormasını hoş görmeyerek mescidlerin ibâdet yeri olduğunu îmâ etmiş ve yapılış maksatlarına uygun olarak kullanılmalarını istemiştir. 4061
İslâmiyet’te bütün yeryüzü, mescid kabul edilmekle beraber, namazların
4053] Müslim, Mesâcid 290; Tirmizî,Salât 174, Edeb 24; Ebû Dâvud, Salât 61; Nesâî, İmâmet 3, 6
4054] Buhârî, Ezân 62; Müslim, Salât 186; Ebû Dâvud, Salât 127; Tirmizî, Salât 175; Nesâî, İmâmet 35; Muvattâ, Cemâat 13
4055] Müslim, Zekât 91, hadis no: 1031
4056] Müslim, Mesâcid 289; Nesâî, İmâmet 5
4057] Ebû Dâvud, Salât 61
4058] Tirmizî, Salât 260
4059] Buhârî, Ezân 65; Müslim, Salât 189; Tirmizî, Salât 175, 276; Nesâî, İmâmet 35
4060] 24/Nûr, 36; 9/Tevbe, 108; 22/Hacc, 40
4061] İbn Mâce, Mesâcid 11
- 886 -
KUR’AN KAVRAMLARI
cemaatle mescidde/câmide kılınması, gerek sevap bakımından gerekse sosyal yönden büyük bir önem taşır. Ashâbdan bazıları, farz namazları evlerde kılıp câmiye gitmemeyi Hz. Peygamber’in sünnetini terketme olarak yorumlamışlardır.4062 Cuma ve bayram namazları ise mutlaka cemaatle kılınır. İslâmiyet yılda bir defa her renkten ve sınıftan müslüman cemaatin ilk mescidde (Mescid-i Harâm) dünya çapında, her Cuma da merkezî câmilerde bölge çapında bir araya gelip topluca ibâdet etmesini emretmiştir.
Cenâb-ı Hak, ilk mescidi “evim”4063 ve “bu beytin Rabbi”4064 ifadeleriyle yüceltmiştir. Bundan dolayı Kâ’be’ye “Beytullah” denilmiştir. Mâbed veya mâbedlerin bulunduğu yerler için “beytullah” ve benzeri ifadelere Ahd-i Atîk’te de rastlanır. Hz. Peygamber, bu ifadeyi diğer mescidler için de kullanmıştır.4065 Ancak, Rasûl-i Ekrem Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ’ya özel bir değer atfetmiş, buralarda yapılan ibâdetin diğer mescidlerde yapılandan çok daha fazîletli olduğunu söylemiştir.4066 Bunların dışında Hz. Peygamber’in içinde ibâdet etmeyi en çok sevdiği mescid, İslâm’da ilk mescid olan Mescid-i Kubâ’dır. Kendisi her Cumartesi burayı ziyaret ederdi.
Rasûl-i Ekrem, şeytandan Allah'a sığınarak ve rahmet kapılarının açılmasını dileyerek mescidlere sağ ayağı ile girer ve Allah’ın lütfunu temennî ederek çıkardı.4067 Mescide girdiğinde iki rekât “tahiyyetü’l-mescid” namazı kılardı. 4068
2- İ’tikâf Mekânı Olarak Mescid: İbâdet için belli bir yere çekilmeyi ifade eden i’tikâfa en elverişli mekânlar Kur’an’a göre mescidler/câmilerdir.4069 Hz. Peygamber her Ramazan ayında Mescid-i Nebevî’de kurulan özel bir çadırda i’tikâfa girerdi. Hz. Peygamber’in bir hadisine göre, adının anıldığı ve kendisine kulluk görevinin yerine getirildiği yerler olarak mescidler Allah'a en sevimli mekânlardır.4070 Allah Teâlâ, mescidleri nûrunun aydınlattığı yerler olarak zikreder.4071 Bu bakımdan orada edeple hareket edilmesi emredilir.
Eğitim-Öğretim ve Kültür Merkezi Olarak Mescid
3. İslâm Okulu Olarak Mescid: Hz. Peygamber’in, bir gün mescide girdiğinde cemaatin bir kısmını duâ ve zikirle, diğer bir kısmını ilimle uğraştıklarını görüp, “Ben muallim/öğretmen olarak gönderildim” diyerek ilimle meşgul olanların yanına oturması,4072 Asr-ı saâdet’te mescidin eğitim ve öğretim alanındaki fonksiyonunu göstermeye yeterlidir. Saâdet asrında mescid, tam bir mektep/okul görevi üstleniyordu. Suffa ehli, burada okuma yazma, ilmihâl ve özellikle hadis öğreniyorlardı. Mescidin bu fonksiyonunun İslâm’dan önceye giden bir geçmişi vardır.
4062] Nesâî, İmâmet 50; Ebû Dâvud, Salât 46
4063] 2/Bakara, 125; 22/Hacc, 26
4064] 106/Kureyş, 3
4065] Bk. Ebû Dâvud, Vitir 14; İbn Mâce, Mukaddime 17
4066] Bk. Müslim, Hac 250
4067] İbn Mâce, Mesâcid 13
4068] Buhârî, Salât 60
4069] 2/Bakara, 187
4070] Müslim, Mesâcid 288
4071] 24/Nûr, 35-36
4072] İbn Mâce, Mukaddime 17
MESCİD
- 887 -
İmrân’ın karısının, doğacak çocuğunu mescidde yetiştirilmek üzere adaması,4073 Mescid-i Aksâ’nın buna uygun bir planı olduğunu gösterir.
İslâm’da ilk eğitim ve öğretim faâliyetleri Mekke döneminde Dârü’l-Erkam’da başlamış, Medine’de Mescid-i Nebevî’nin inşâsından sonra buna hız verilmiştir. Mesciddeki öğretim faâliyetleri “meclis” kelimesiyle ifade edilir. Hz. Peygamber’in Mescid-i Nebevî’deki derslerine “meclisü’l-ilm” denilmiştir ki, bu ilk asırda hadis derslerini ifade ediyordu. Bu meclislerde Hz. Peygamber’in etrafında iç içe daire şeklinde oturan dinleyici grubuna “halka” denilmiştir.4074 Halkalara ders vermede bazı sahâbîler de kendisine yardımcı olmuştur. Ubâde bin Sâmit bunlardan biriydi ve mescidde Kur’an ve okuma yazma öğretiyordu.
Mescidde barınan ve sayıları zaman zaman 400’e kadar çıkan ashâb-ı suffe, vakitlerinin büyük bir kısmını öğrenimle geçiriyordu. İçlerinden bir kısmı sırf bunun için ticaret, zanaat ve tarım gibi işlerden çekilmiştir. Mescidde eğitim ve öğretim sadece erkeklere münhasır değildi; kadınlar için de Mescid-i Nebevî’de ayrı bir gün tahsis edilmişti. Kadınların dinî konulardaki geniş kültürleri, kendilerine Hz. Ömer gibi sertliğiyle tanınan bir halîfeye çekinmeden itiraz edebilme cesareti vermiştir. Nitekim Hz. Ömer, mehirlere sınırlama getiren kararından bir hanımın itirazı üzerine vazgeçmiştir.
Mezhep imamları câmide yetişmişler ve buralarda ders okutmuşlardır. İmam Şâfiî küçük yaşlarda mescidlerdeki ders halkalarına katılmış, daha sonra buralarda ders vermiştir. Ebû Hanîfe, kendi mescidinde ders okutur, talebelerinin mescidde yüksek sesle müzâkere yapmalarına müsâade ederdi. İmam Mâlik, Mescid-i Nebevî’de, Hasan-ı Basrî Basra Câmiinde öğretimle meşgul olmuşlardır. Tefsir, hadis, tarih, mantık, matematik, cebir, tıp alanlarında oldukça bilgi sahibi olan Taberî, gününün bir kısmını eser yazmaya, bir kısmını mescidde ders vermeye ayırırdı.
4. Aklî İlimler ve Halk Okulu Olarak Mescid: Mescidler, sadece naklî (Kur’an ve hadisle ilgili) eğitim ve öğretimin yapıldığı yerler değildi. Kur’an ve hadisi anlamadaki öneminden dolayı daha ilk asırlardan itibaren edebiyat ve özellikle eski Arap şiiri de bu derslerin konuları arasına girmiştir. Tâbiînden Said bin Müseyyeb, Mescid-i Nebevî’deki meclisinde sık sık Arap şiiri üzerinde dururdu. Daha sonra câmilerde nazarî tıp dersleri dahi verilmiştir. Meselâ hicrî 5. (milâdî 11.) yüzyılda Hâkim-Biemrillâh devrinde İbnü’l-Heysem Ezher Câmii’nde tıp dersleri veriyordu.
Câmilerin eğitim ve öğretim mahalli olarak kullanılması geleneği Osmanlılar’da da başlangıçtan beri benimsenen ve devam ettirilen bir uygulama olmuştur. Osmanlı medreselerinde mevcut odalarda (hücreler) öğrenci ikamet etmekte, medrese dershanesinde belirli dersleri görmekte, bunun dışında genel dersleri câmilerde takip etmekteydi. Takrir şeklinde halka açık olarak verilen bu dersler için 17. yüzyıldan itibaren dersiâmların tâyin edildiği bilinmektedir. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına kadar aralıksız süren bu usûle Cumhuriyet döneminde de kısmen devam edilmiştir.
Bunun yanında hat meşki, Kur’an tâlimi ve hâfızlık gibi uygulamalı derslerin
4073] 3/Âl-i İmrân, 35-37
4074] Buhârî, İlim 8
- 888 -
KUR’AN KAVRAMLARI
câmilerde verildiği de bilinmektedir. Hatta o dönemde İstanbul’da bazı câmiler geleneksel olarak yerleşmiş dersleriyle meşhur olmuştur. Bu dersler, bazen câmiye bir kapı ile açılan bitişik odalarda yapılırdı.
Osmanlı döneminde şehir, kasaba ve köylerde "sibyan mektebi" olmayan yerlerde câmilerin, çocukların eğitimi için "okul" olarak kullanılması çok yaygındı. Bu gelenek, Cumhûriyet devriyle birlikte dayatmalarla ve büyük zulümlerle kaldırılmaya çalışılmış, çocuklara Kur’ân-ı Kerim, Arapça ve “elif be” öğretmek, devlete ve devrimlere karşı en büyük başkaldırı gibi değerlendirilmiştir. Buna rağmen, fedâkâr hocalar câmilerde çocuk okutmaktan ve cefakâr vatandaşlar da çocuklarını câmi kurslarına göndermekten vazgeçmemişlerdir. Dayatmalarla Kur’an’ı aslî harfleriyle okuma eğitiminin önünü alamayan rejim, yasakları giderek yavaşlatmak zorunda kalmıştır. Bu uygulama, çok partili dönemlerde, özellikle 1950’lerden itibaren yaz aylarında İlkokul öğrencilerine câmilerde Kur’an öğretilmesi ve bazı sûrelerin ezberletilmesi şeklinde 2000 yılına kadar devam etmekteydi. Bu tarihte çıkarılan kanunla 15 yaşından küçük çocukların Kur’an Kurslarına gitmeleri yasaklanmış, câmilerde Kur’an öğrenme konusunda da 15 yaş altındaki çocuklara engeller çıkarılmaya çalışılmıştır.
5. Kütüphane: Câmiler, ilmî eserlerin muhâfazası ve âlimlerin istifâdesine sunulması bakımından da görev yapmıştır. Müellifler bağlı oldukları şehir veya mahalle câmilerine, isteyenlerin okuması için eserlerinin birer nüshasını bağışlamayı âdet edinmişlerdi. Bunlar “hizâne” denilen dolaplarda muhâfaza edilir, bazen de câminin bir köşesinde kütüphane şeklinde düzenlenirdi. Meselâ, Horasan’ın en büyük şehri olan Merv’deki on kütüphanenin ikisi, câmide bulunuyordu. Vakıf eserlerden oluşan, Azîziye ve Kemâliye denilen bu iki kütüphaneden sadece birincide 12.000 civarında kitap vardı.4075 Mısır câmilerinin bazılarında da oldukça büyük kütüphaneler mevcuttu.
Câminin İslâm Devletinde Devlet Kurumu Olarak Hizmetleri
6. Siyasetin Merkezi Olarak Câmi: İslâm dininin tebliğcisi olduğu gibi, aynı zamanda İslâm devletinin de başkanı olan Hz. Peygamber’in evi, mescide bitişik bulunuyordu ve câmi ile evini dinî ve idarî münasebetler yönünden âdeta bütünleştirmişti. İslâm açısından din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmazlığının bir ifadesi olan Hz. Peygamber’in bu uygulaması, daha sonraki dönemlerde de uzun bir süre devam etti. “Dârü’l-imâre” denilen hükümet konakları câmi yanında inşâ ediliyordu.
Hz. Ebû Bekir’den itibaren halîfeye biat minberde yapılıyordu. Halîfe de biatttan sonra idarede takip edeceği genel prensipleri minberde okuduğu ilk hutbe ile ilân ederdi. Minber, bu fonksiyonuyla anayasaya sahip toplumlarda üzerinde devlet devlet siyasetinin açıklandığı kürsülere benzetilmiştir. Hz. Osman, muhâliflerine karşı kendi icraatını minberde savunmuş ve bu âdet ondan sonra da devam etmiştir. Halîfeler hacca gittikleri zaman Mekke ve Medine’deki câmilerin minberlerinden, İslâm dünyasının her tarafından gelen müslümanlara hitap etme imkânı buluyorlardı.
(Şimdi, müslümanların başındaki laik devlet başkanı, bakan ve valilerin imamlık yapmalarını düşünebilir misiniz? Minberden hutbe okuduklarını,
4075] Mu’cemü’l-Büldân, V/114
MESCİD
- 889 -
Cuma namazı kıldırdıklarını? Bu inanç ve anlayışlarıyla yapmaları mı, yapmamaları mı daha kötüdür; o da ayrı bir soru. “Kendilerine gerek yok, onların emrindeki memurlar yapıyorlar” da denilebilir. Ya da, gerektiğinde Atatürk’ün 1923 yılında Balıkesir Zağnos Paşa Câmiinde minbere çıkıp hutbe okuduğu gibi, onun izindekiler de minberleri kullanabilir diye tarihî referans gösterilebilir...)
Halîfenin vilâyetlerdeki temsilcileri olan valiler, merkezî câmide imamlık yapar, bazen kadılık, kumandanlık gibi görevleri de üstlenirdi. Zira valilerin halkla bütünleşmesi istenmiş, halkın kendilerine ulaşabilmesi için câmi en uygun yer kabul edilmiştir. Hz. Ömer, ahşaptan işlenmiş süslü kapısından halkın girmekten çekineceğini düşünerek ve yöneticilerin isrâfa ve gösterişe meyletmelerini çirkin görerek Kûfe Dârü’l-imâresi’ni yıktırmış ve vali Sa’d bin Ebî Vakkas bir süre Kûfe câmilerinden birinde ikamet etmişti.
7. Elçilerin Kabul Edildiği ve Diplomatik Görüşmelerin Yapıldığı Yer
8. Kamu Yönetimi Açısından Câmi: Câmiler, ilk dönemden itibaren idarecilerin halkla bir araya geldiği yerlerdi. Asr-ı saâdet’te her türlü istek ve meseleler burada dile getiriliyordu. Müslümanlar Hz. Peygamber’e, ilk halîfelere ve diğer idarecilere namaz öncesinde ve sonrasında talep ve şikâyetlerini kolayca intikal ettirebiliyorlardı. Bir vali hakkında merkeze şikâyet ulaştığında müfettişler câmileri gezerek tahkikat yaparlardı.
9. Vergi Toplanması Gibi İktisadî Hizmetlerin Yürütüldüğü Yer Olarak Mescid: Kur’an âyetleri gibi, Hz. Peygamber’in iktisadî hayata dair söz ve uygulamaları hadis kitaplarında büyük bir yer tutar. Mukaddes kitaplar içinde devlet bütçesi ve harcamaları ile ilgili hükümler ihtivâ eden tek kitap olan Kur’an’ın bu iktisadî hükümleri, Asr-ı saâdet’te câmide yürütülürdü. Vergilerin tahsili ve dağıtılmasına bizzat nezâret eden Hz. Peygamber, mescidde toplanan malları gerekli yerlere ve ihtiyaç sahiplerine dağıtırdı. Bu davranış, Hulefâ-yı Râşidîn döneminde de bir süre devam etti. Hz. Peygamber devrinde Mescid-i Nebevî’ye bitişik “meşrebe”, “gurfe” veya “hizâne” adlarıyla anılan bir oda beytülmâl olarak kullanılıyordu.4076 İdarenin câmi ile olan ilgisinden dolayı başlangıçta beytülmâl genellikle câmiye bitişikti, hatta bazen câminin içinde yer alırdı. Hz. Ali döneminde Basra beytülmâli aynı zamanda şehrin büyük câmii durumundaydı.
10. Câminin Adâlet Hizmetlerindeki Yeri: İslâmiyet’in kendine has hukuk sistemi, mescidlerdeki ders halkalarında tâlim edilmiştir. Ashâb-ı kirâm hukukî konuları mescidlerde müzâkere ederdi.4077 Hz. Peygamber’in minberi, ahkâmın öğretildiği, yanlış hukukî uygulamaların düzeltildiği bir yerdi. Meselâ, kendisi “velâ hakkı”yla ilgili yanlış bir uygulamayı minberde dile getirip düzeltmiştir.4078 Asr-ı saâdet’te mescid kazâî faâliyetlerin yürütüldüğü bir mekân olarak da hukuka hizmet etmiştir. Dolayısıyla câmiiler, mahkeme ve adliye olarak da kullanılmıştır. Bazı âlimler, “Sana o dâvâcıların haberi geldi mi? Hani onlar duvardan mescide tırmanmışlardı.”4079 meâlindeki âyeti, mescidlerde kazâî faâliyette bulunulabileceğine delil göstermişlerdir. Hz. Peygamber’in, “Benim şu minberimin dibinde
4076] Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II/1121
4077] Dârimî, Mukaddime 51
4078] Buhârî, Salât 70
4079] 38/Sâd, 21
- 890 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kim yalan yere yemin ederse cehennemdeki yerine hazırlansın!”4080 meâlindeki hadisi, dâvâlara Mescid-i Nebevî’nin minberi yakınında bakıldığını göstermektedir.
11. Mescidin Askerî Amaçlar İçin Kullanılması: Kur’an’da cihadla ilgili âyetlerin sayısı oldukça fazladır. Bunların devamlı olarak namazlarda okunması, müslümanları düşmanla mücâdeleye hazır tutardı. Kendisinden önceki birçok peygamber gibi Hz. Peygamber’in bir vasfı da ordu kumandanı olmasıdır. Bu bakımdan Asr-ı saâdet’te mescid, askerî bir karargâh, bir nevi askerî şûrâ meclisi ve askerî hastahane olarak da görev yapmıştır. Hz. Peygamber savaştan önce ashâbıyla istişâre eder ve aksine bir vahiy gelmedikçe onların fikirlerine uyardı. Uhud Gazvesi öncesinde Mescid-i Nebevî’de böyle bir toplantı yapılmış, çoğunluğun fikri düşmanla şehir dışında karşılaşmak yönünde olduğu için buna uyulmuştur. Rasûl-i Ekrem, Cuma namazını kıldırdıktan sonra onları cihada teşvik etmiş ve sabrettikleri takdirde zafer kazanacaklarını bildirmiştir.
Hz. Peygamber, savaş kararlarını genellikle mescidde verir ve bunu minberde ilân ederdi; açılan deftere gönüllülerin adlarını yazdırmalarını isterdi. Sefer halinde orduyu donatmak üzere halkı yardıma buradan çağırırdı. Bir seriyye göndereceği zaman kumandanına mescidde tâlimat verirdi. Nitekim Abdullah bin Cahş’ı Nahle’ye gönderdiğinde onu gizli bir yazılı tâlimatla Mescid-i Nebevî’den uğurlamıştır. Orduya bizzat kumanda edeceği zaman, mescidde iki rekât namaz kılar, zırhını giyerek dışarı çıkar ve kapıya getirilen atına binip seferi başlatırdı. Kumandanlar sefer dönüşünde mescidde rapor verirlerdi.
Mescid-i Nebevî’de barınan, Kur’an’ın kendilerini cihada adamış kimseler olarak tanıttığı4081 ashâb-ı Suffe, âni askerî görevler için hazır birlik özelliği taşıyordu. Devlet başkanının oturduğu yerin hemen bitişiğinde bulunan ve umûmiyetle ticaret ve toprakla uğraşmayan, en zâhid, en heyecanlı kişilerden oluşan ashâb-ı Suffe, sevkedildikleri hedeflere hemen gider ve görevlerini lâyıkıyla îfâ ederlerdi. İlimle cihad birdi, ayrılmaz bir bütündü asr-ı saâdet’te; her âlim aynı zamanda mücâhiddi...
Mescidler sefer esnâsında ordunun mâneviyâtının zinde tutulduğu, gereken tâlimatın ve taktiğin verildiği mekânlar olmuştur. Hz. Peygamber, askerî seferler sırasında geçtiği bölgelerde ve savaş alanlarının uygun yerlerinde mescidler edinmiştir. Bedir’de, Hendek’te ve Tebük Gazvesi’nde bunların örnekleri görülmektedir. Tebük Gazvesi sırasında ordunun konakladığı on beş kadar yerde mescid yapılmıştır. Bu mescidler mimarî açıdan mütevâzi olmakla beraber fonksiyonları bakımından önemli yapılardı.
Mescidlerin askerî fonksiyonları Hz. Peygamber’den sonra da devam etmiştir. Ordugâh şehirlerinde ve diğer yerleşim birimlerinde valiler ordu kumandanlığı yanında merkezî câmilerde imamlık görevini de yüklenmişlerdir. Türkiye’de İstiklâl Savaşında da düşmana karşı ilk toplu hareketin başladığı yerler câmiler olmuştur. Meselâ, Mehmed Âkif’in Kastamonu Nasrullah Câmiinde verdiği vaazlar çok etkili olmuştur. 4082
12. Mescidlerin Hastahane Olarak Kullanılması: Mescidler, ihtiyaç olduğunda
4080] Ebû Dâvud, İman 3
4081] 2/Bakara, 273
4082] Ahmet Önkal-Nebi Bozkurt, TDV İslam Ansiklopedisi, TDV Yay., c. 7, s. 50-53
MESCİD
- 891 -
hastahane görevi de üstlenmiştir. Hendek Gazvesinde yaralanan Sa’d bin Muâz için Mescid-i Nebevî’de bir çadır kurulmuştu. 4083
13. Tutuk evi, Hapishane Olarak Kullanılması: Gerektiğinde savaş esirleri geçici olarak mescidde muhâfaza edilmiştir. Ancak, bununla, esirin İslâmiyet’i kabul etmesi amaçlanmış ve bunda da genellikle başarıya ulaşılmıştır. 4084
14. Mescidler İrşâd Yeridir: Dinin tanımını nasihat olarak yapan Hz. Peygamber, insanlara toplu olarak daha çok orada nasihat ederdi. Mescidlerin hâlâ şu veya bu şekilde icrâ ettikleri temel fonksiyonlarından biridir irşâd. Hutbe, vaaz, sohbet, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker gibi faâliyetler ilk mescidden bu yana dünyanın hemen her yerinde en büyük irşad yerleri olmuştur.
15. Mescidler Buluşma ve Görüşme Yeridir: Müslümanlar, mescidlere ibâdet için gittikleri gibi, aynı zamanda aynı bölgenin insanları olarak birbirleriyle buluşup görüşmek, yeni insanlarla tanışıp konuşmak, meselelerini halletmek, birbirleriyle yardımlaşmak için de giderler. Mescidler, bu fonksiyonlarını da hâlâ icrâ etmektedir.
16. Mescidler İstirahat Yeridir: Mescidler, aynı zamanda müslümanların günlük yorgunluklarını giderebilecek ve istirahat edebilecekleri yerlerdir. Peygamberimiz zamanında bazı sahâbîlerin kaylûle denilen öğle uykusu için istirahat etmek, dinlenip uyumak için mescidi kullandıklarını çeşitli rivâyetlerden biliyoruz.
17. Mescidler, Nikâh ve Düğün Salonudur: Peygamber Efendimiz, nikâhın mescidde ilân edilmesini istemiştir.4085 Merâsimlerin orada yapılmasını özellikle tavsiye etmiştir. 4086
18. Yemek Yenen Yerdir: Asr-ı saâdet’te mescidlerde nice sahâbînin yemek yediğini, açlara yiyecek verildiğini biliyoruz. Peygamberimiz, fakirlerin yemesi için mescidin direklerine hurma salkımları astırırdı.
19. Misâfirhanedir: Medine dışından gelen insanların, özellikle kalabalık grupların misafir edildiği misâfirhane olarak Mescid-i Nebevî’nin kullanıldığını biliyoruz.
20. Ganimet ve Malların Taksim Edildiği, Zekâtların Dağıtıldığı Mekândır: Peygamber Efendimiz, uzak yerlerden toplanan zekât ve sadaka mallarını, savaşlardan elde edilen ganimetleri mescidde taksim etmiş, ihtiyaç sahiplerine buradan yardım eli uzatılmıştır.
21. Abdest Alma Yeri: Rasûlullah’ın Mescid-i Nebevî’de abdest aldığı rivâyet edilmiştir. Bu tatbikat, bazı câmilerin içinde şadırvan yapılarak kurumlaştırılmıştır. Meselâ, Bursa Ulu Câmii, Kütahya Ulu Câmii gibi nice câmilerde şadırvanlar, günümüzde de bu ihtiyaca cevap verecek durumdadır; ama günümüzde sadece su içmek için kullanılmakta, temizlik ve serinletme simgesi olarak değerlendirilmektedir.
4083] Buhârî, Salât 59; Müslim, Cihad 67
4084] Buhârî, Salât 83; Müslim, Cihad 59
4085] Tirmizî, Nikâh 6
4086] Mescidde, özel günlerde ve bayramlarda eğlenilmesiyle ilgili olarak bkz. Kütüb-i Sitte Terc. c. 6, s. 51
- 892 -
KUR’AN KAVRAMLARI
22. Şiir Kürsüsü: Şiirler, eski devirlerde, bugünlerin medyası konumundadır. Kamu oyu oluşturmada, topluma moral aşılamada önemli yeri olan şiirlerin okunması, özellikle cihad ve tebliğ amaçlı hikmetli mısrâların dillendirilmesi için mescidlerin kullanıldığını, bu uygulamanın Hz. Peygamber tarafından başlatıldığını ifade edebiliriz. Müslüman şâirlerin en azından moral yönüyle desteklenmesi, onun da dâvâyı ve dâvâ adamlarını desteklemesi konusu için mescidleden yararlanılmıştır. Rasûl-i Ekrem'in, şâir Hassan bin Sâbit için mescidde özel olarak bir şiir kürsüsü ihdas etmesi, konuya verilen önemi gösterdiği gibi, câminin bu fonksiyonu açısından da mühimdir. Müslümanların müslümanca sanat faâliyetlerini icrâ edebileceği, özellikle tebliğe yönelik sanat ve güzellikler sergilenip sunulabileceği yer olarak mescid kullanılmıştır, kullanılabilir.
23. Mescidler, Aynı Zamanda Kültür Salonudur: Mescid-i Nebevî’nin asr-ı saâdet’te geniş anlamda kültürel faâliyetler, çeşitli edebî yarışmalar için de kullanıldığını görüyoruz. Benî Temîm kabilesiyle yapılan mufâhara buna örnektir. Mufâhara, iki tarafın şâirleri ve hatipleri arasında yapılan edebî bir yarışmadır. Günümüzde halk şâirlerinin/ozanların yaptığı atışma türüne benzer. Şâirler, şiir okuyarak, hatipler de nutuk atarak yarışırlar.
24. Spor Merkezidir: At yarışlarında start ve finiş (başlama ve bitiş) yeri olarak mescid kullanılmaktaydı. Bayramlarda Habeşliler Mescid-i Nebevî’de kılıç kalkan oyunu oynamışlardı. Hz. Âişe, Hz. Peygamber’in omzuna başını yaslayarak Efendimiz’in izniyle bunu seyretmiştir.4087 Bundan yola çıkarak mescidlerin her çeşit meşrû spor dallarında helâl hudutları çerçevesinde spor salonu olarak da kullanılabileceğini söyleyebiliriz.
25. Farklı Dinlerden Misâfirlere Mâbed: Peygamberimiz, kendisiyle görüşmeye ve anlaşmaya gelen Necran’lı hıristiyanlara, âyinlerini yapmaları için bir Pazar günü Mescid-i Nebevî’yi gösterip onlara tahsis etmiş, onlar da mescidde ibâdetlerini/âyinlerini yapmışlardır.
26. Karz-ı Hasen Kurumu: Bir komşu ülkede günümüzde uygulanmakta olduğu gibi, mahalle sâkinleri, artırıp biriktirdikleri paralarının saklanması ve uygun yerlere karz-ı hasen (karşılıksız, sadece Allah rızâsı için borç) 4088 şeklinde kullanılması için emanet sandığı olarak mescidleri tercih etmektedir. Bu emanet paralar, mescide devam eden gençlerin evlenmeleri ve kuracakları yuva için gerekli masraflara harcanmak üzere fâizsiz kredi şeklinde, imamın onay vermesi şartıyla mescidlerden verilmektedir. Yine, mahalle sâkinleri ve mescid müdâvimlerine kendi iş yerlerini açmak amacıyla, benzer şekilde karz-ı hasen fonundan yardım edilmektedir. Kapitalizm ve sömürü ile mücâdelede, müslümanlar arası yardımlaşmada mescidlerin fonksiyonları değerlendirilmektedir, bu mescid faâliyeti, geniş coğrafyalara yayılabilir ve işlevi genişletilebilir.
27. İstişâre ve Organizasyon: Câmi, bir meclistir. Devlet başkanı ve tüm diğer yöneticilerin izleyeceği siyaseti, metodu, düşünce ve projelerini açıklayıp üyelerin görüş, eleştiri ve müzâkerelerine sunduğu bir meclis. Bilindiği gibi Hz. Ebû Bekir halîfe seçildiği zaman, mescidde mü'minlere hitap ederek İslâmî yönetimin temel prensiplerini hatırlattı ve bu konulardaki kendi izleyeceği metotları
4087] bkz. Kütüb-i Sitte Terc. c. 6, s. 50
4088] 2/Bakara, 245; 5/Mâide, 12; 57/Hadîd, 11
MESCİD
- 893 -
anlattı:
"Ey insanlar! İstemediğim halde, büyük bir işin başına getirildiğimi biliyorum. Ancak Allah'ın yardımı ile bu işi başaracağım. Bu işi adâletle yapabilecek Rasûlullah'ın ashâbından birine her zaman vermeye hazırım... Ben de sizden biriyim. Ey müslümanlar! Allah'ın himâyesinde olan bir şeyden dolayı hesaba çekilmek istemiyorsanız, onu hemen yerine getiriniz. Şeytan beni yoldan çıkarabilir. Kızdığımı gördüğünüz zaman, size bir zararımın dokunmaması için benden uzak durunuz! Ey insanlar! Beni murâkabe/kontrol etmekten geri durmayınız. Eğer dürüst hareket edersem, bana yardım ediniz. Şayet yanlış bir hareketim olursa, hatamı düzeltiniz! Allah'a itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz; O'na isyan edersem siz de bana isyan ediniz!" 4089
Hz. Peygamber'in tatbikatına göre; bir bölgenin valisinin, aynı zamanda câminin de imamı olması gerekiyordu. Şayet bu bölge, başşehir ise, devlet başkanının namaz kıldırması lâzımdı. Herhangi bir câminin imamı, bir bölgenin vâlisi olmuyor; bilakis o bölgenin valisi, aynı yerin câmisinin de imamı oluyor ki, bu onun için bir imtiyazdır. Böylece o yörenin halkı, günde beş defa yöneticisini görmekte, şikâyetlerini arzedebilmekte ve bu sâyede onu kontrol etmektedir. Sözgelişi; o bölge yöneticisi vatandaşının işini aksatıyorsa, bu takdirde o vatandaşın başkente gidip şikâyetini arzetme imkânı olacaktır. Böylece devlet başkanı, kamuoyunun sesine kulak vermiş olacak ve halkıyla daha sağlıklı bir diyaloga girecektir. 4090
Gerek asr-ı saâdette, gerekse dört halîfe devrinde; müslim ve gayr-ı müslimlerin ihtiyacı, valilere gönderilen senelik emir ve yazılarda sunulurdu. Valiler, mescid, câmi ve namazgâhlarda verilen kararları sorar, anlar ve cevap olarak kararların özetini yazarlardı. Arafat'taki genel toplantıda; mahalle câmilerinden itibaren derece derece gelen haberler değerlendirilir ve ona göre karar verilirdi. İstibdat devrinde (Emevîler ve diğerleri), İslâm hâkimiyetinin esası olan meşveret ve teşkilat da bozuldu. Mescidler ve hacda yapılan siyasî, sosyal ve iktisadî meşveret ve telkinat kaldırıldı. Mihrabdan ve minberden yapılan telkinlerin, konuşmaların yerini yalnızca duâlar aldı. Oysa câmiler, sadece namaz kılmak için değil; aynı zamanda müslümanların birbirleriyle görüşüp tanışmaları için takdir olunan mekânlardır. Allah Rasûlü, şu âyetin hükmüne uyarak câmide ashâbıyla sık sık istişâre ederdi: "(Yapacağın) İş hakkında onlarla istişâre et."4091 Namaz, cemaat ve istişârenin birbirinden ayrılması mümkün değildir: "Rablerinin çağrısına icâbet ederler, namazı kılarlar ve işleri aralarında istişâre iledir." 4092
Müslümanların istişâresi, mahalle câmiinden başlayarak Arafat'a kadar uzanan birkaç kategoride gerçekleşir: Cemaatin getireceği haberler, mahalle câmiinde müşâvere edilip karara bağlanır. Haftalık Cuma namazlarında ise, bütün mahalle câmii cemaatlerinin katılım ile daha büyük bir mecliste, seçilmiş bir hatip tarafından İslâm âlemine ait bir haftalık haberler ve açıklamalar müslümanlara duyurulur. Câmi-i Kebîr veya Namazgâh'ta kılınan Bayram namazlarında ise, İslâm dünyasını ilgilendiren bir senelik olaylar ve haberler hatip tarafından
4089] Hadislerle Müslümanlık -Hayâtu's-Sahâbe-, M. Yusuf Kandehlevî, c. 2, s. 617-618
4090] İslâm Müesseselerine Giriş, M. Hamidullah, s. 88-90
4091] 3/Âl-i İmrân, 159
4092] 42/Şûrâ, 38
- 894 -
KUR’AN KAVRAMLARI
özet olarak arz ve izah olunur. Bütün İslâm ülkelerinde ve şehirlerinde meydana gelen olayları ve haberleri öğrenmek ve bunları değerlendirmek üzere gücü kudreti yeten müslümanlar Arafat'ta toplanır. Bu ibâdet ve meşveret mahallerinde müslümanlar eşitlik kuralına uyarlar. Kimsenin kimseye meslek, maddî güç, makam vb. açısından üstünlüğü olmaz. Herkes aynı safta ve omuz omuzadır. Bu yüzdendir ki, imamın da cemaatten yüksek bir yerde namaz kıldırması câiz değildir.4093 Hatta bazı ülkelerde günümüzde de görüldüğü gibi, mihrabdaki imam, cemaatin önüne geçtiği için gurura kapılmasın diye, cemaatin bulunduğu ve secde ettiği zeminden daha aşağıda olan mihrabda namaz kılar. İmamın, namazdan sonra arkasını mihraba, yüzünü cemaate dönüp oturması, duâ için olmayıp, kendisini imam seçen cemaatle istişâre ve tartışmaya başkanlık etmek içindir. 4094
Câmiler, tarihî süreç içinde, bu fonksiyonlarının bazılarından siyasî amaçlar yüzünden kasıtlı olarak uzaklaştırılırken; bazen de gelişen toplum ve çoğalan nüfus paralelinde câmiler çok fazla kurumu namaz kılınan alan içinde taşıyamaz olarak değerlendirildi. Bünyesinde topladığı bunca hizmetler, zamanla mescide sığmaz oldu ve sonuçta külliyeler, imâretler doğdu. Böylece mescid, birçok müessesenin kendisinden kaynaklandığı bir ana kurum olmuştu. Günümüzde mescidlerin bazı fonksiyonları tümüyle tarihe karışmış, bazı icraatlarını da kısmen farklı şekilde vakıflar, dernek ve cemaatler üstlenmiştir. Bir iş, ne kadar namaz ve zekâta benziyorsa o kadar ibâdet yönü ağır bastığı gibi; mescidlere benzediği oranında kurumlar, vakıf ve teşkilatlar hayır kurumu olacak, Allah’ın râzı olduğu mekânlar haline gelecektir.
Câmilerin İdâresi ve Görevlileri
a) Câmilerde Merkezî İdâre: “İmam” olarak da adlandırılan İslâm devletinin başkanı, müslümanların imamı sıfatıyla câmilere nezâret hakkına sahipti. Eyâletlerde bu yetki, halîfenin temsilcisi olan valilere ve görevlendirdikleri kadılara ait bulunuyordu. Câmilerin iç siyasetteki rolü bilindiğinden halîfeler özellikle büyük câmilere îtina gösteriyorlardı. Hutbe, halîfe adına okunur ve hutbede halîfenin adının anılması, bölgenin idareye olan itaatinin işareti sayılırdı. Câmilerin inşâsı ve ve tâmiri, çok defa şahıslar ya da vakıflar eliyle olmuştur. Yalnız Mescid-i Harâm ve Mescid-i Nebevî ile benzeri büyük câmiler ayrı bir önem taşıdıklarından tâmir ve genişletme işleriyle halîfeler özel olarak ilgilenmişlerdir. İmam başta olmak üzere, câmi görevlilerinin tâyin ve kontrolleri kadılar tarafından yapılmaktaydı.
b) Mâlî Durum: Câmilerin yapımı için gerekli olan mâlî harcamaları, genellikle hükümdar, vezir, emîr, eşrâf gibi nüfuzlu kişiler üstlenmiş; bakımı, malzeme temini, görevlilere ödeme yapılması gibi masrafları ise câmiye vakfedilen gayrı menkulün gelirleriyle karşılanmıştır. Başka alanlarda da hizmet veren vakıflar İslâm âleminde o kadar yaygınlaştı ki, hemen hemen her câminin en az bir gayrı menkul vakfı vardı. Bazı câmilerin, bulundukları yerden çok uzaktaki şehir ve ülkelerde vakıf mülkleri bulunabiliyordu. Meselâ, Mescid-i Nebevî’nin Suriye’de, Mısır’da, Irak’ta vakıfları vardı. Vakıf gelirleri, vakfiyede yazılı şartlara göre harcanırdı. Bazen vakfın gelirleri caminin ihtiyaçlarını karşıyamayacak kadar azalıyor veya vakıflar ortadan kalkıyordu. Bu durumda ya yeni vakıflar kuruluyor
4093] Ebû Dâvud, Salât 67
4094] Namaz, Abdullah Yıldız, s. 177-179
MESCİD
- 895 -
veya hayırseverler yardımda bulunuyordu. Devlet bütçesinden tahsisat ayrıldığı da olmuştur.
Osmanlı döneminde câmiler, bânîlerinin kurduğu vakıfların mütevellîleri tarafından yönetiliyordu. Bu vakıfların hukukî statüsü vakfiyelerle belirlenmekteydi. Vakıf sahibinin vakfiyede tesbit ettiği imam, müezzin, hatip, kayyim, cüzhan, devirhan, sûrehan, dersiâm gibi câmi görevlilerinin ücretleri mütevellîlerce ödenirdi. Artan gelirler de (zevâid-i evkaf) câminin bakım, onarım vb. ihtiyaçları için kullanılırdı.
Câmilerin yönetimi 1920’de, T.B.M.M. hükümeti kararıyla kurulan Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti’ne devredilmiştir. Daha sonra 3 Mart 1924 tarih ve 429 sayılı kanunla bu bakanlık ilgâ edilerek yerine Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Reisliği makamı kurulmuştur. Bu kanunla T. C. sınırları içindeki bütün câmi, mescid, tekke ve zâviyelerin yönetimiyle imam, hatip, vâiz, şeyh, müezzin, kayyim ve diğer görevlilerin tâyin ve azillerine Diyanet İşleri Başkanlığı görevli kılınmıştır (md. 5). Câmi vakıfları dâhil bütün vakıfların yönetimi önce başbakanlığa, daha sonra da yeni kurulan Vakıflar Umum Müdürlüğü’ne bağlanmıştır. 30 Kasım 1925’te türbe, tekke ve zâviyelerin kapatılması, Diyânet İşleri Başkanlığı’nın yetki alanını daraltmıştır. Bu dönemde câmi görevlilerinin ücretleri çok düşük düzeyde tutulmuş, “cihât-ı fer’iyye” denilen cüzhanlık, devirhanlık, sûrehanlık gibi ikinci derecedeki görevlerin boşalması halinde buralara yeni tâyin yapılmamış, imam, hatip, müezzin ve kayyim kadroları büyük çapta daraltılmıştır.
15 Aralık 1927 tarihli Şûrâ-yı Devlet kararıyla câmi görevlilerinin aylıkları devlet bütçesinden karşılanmakla birlikte, bunların memur veya müstahdem sayılmamaları kararlaştırılmıştır. 8 Haziran 1931 tarih ve 1827 sayılı kanunla câmilerin yönetimiyle câmi görevlilerini tâyin ve azletme yetkisi Diyanet İşleri’nden alınarak Vakıflar Umum Müdürlüğü’ne verilmiştir. 25 Aralık 1932’de yürürlüğe giren “Câmi ve Mescidlerin Tasnifi Hakkındaki Nizamnâme” hükümleri gereğince il ve ilçelerde Vakıflar müdür ve memurlarının, bunların bulunmadığı yerlerde vali ve kaymakamların uygun gördüğü bir kişinin başkanlığı altında yapılan sübjektif değerlendirmeler sonucunda, 15 Kasım 1935 tarih ve 2845 sayılı kanunla ihtiyaç dışı görülen birçok câmi başka maksatlarla kullanılmak üzere kapatılmış, kapanan câmilerin çoğu ordu tarafından depo olarak kullanılmış, bazıları Cumhuriyet Halk Partisi’ne ve özel kişilere satılmıştır. Açık kalan câmilere de çok sınırlı görevli tâyini yapılmıştır.
25 Aralık 1932 tarihli nizamnâme ile câmilerdeki cüzhanlık, devirhanlık, sûrehanlık gibi hizmetler imam, hatip ve müezzinlik görevleriyle birleştirilmiş ve bu görevlerin yürütülmesi işinin Vakıflar Umum Müdürlüğü’nün yetki alanı içinde olduğu belirtilmiştir. 11 Kasım 1937 tarihli “Câmi Hademesi Nizamnâmesi”nde câmi görevlilerinin her türlü denetiminin Vakıflar Umum Müdürlüğü’ne ait olduğu vurgulanarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi sadece vâizlerle hatipleri vaaz ve hutbelerini kontrol etmekle sınırlandırılmış, devlet memurlarının câmi ve mescidlerde görev yapmaları yasaklanmıştır. Bu dönemde ilgisizlik ve bakımsızlıktan birçok câmi harap olmuştur.
Câmilerin yönetimi, 29 Nisan 1950’de yürürlüğe giren 5634 sayılı kanunla, Diyanet İşleri Reisliği yeniden teşkilatlandırılarak daha önce Vakıflar Umum Müdürlüğü’ne intikal etmiş olan câmi görevlileri, kadrolarıyla birlikte yeniden
- 896 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bu kuruma bağlanmıştır. Câmi görevlilerinin kanunî statüleri ve özlük hakları, 22 Haziran 1965 tarihli ve 633 sayılı “Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun”la belirlenmiştir.
Türkiye’de bugün câmi yapma, mevcutları tâmir ve yaşatma; şahıslar, dernekler ve özel vakıflar eliyle yapılmaktadır. Vakıflar Genel Müdürlüğü, mülkiyetindeki câmilerin bakım ve onarımından sorumludur (Bu sorumluluğunu ne kadar yerine getirdiğini ise kimse sormamalıdır).
Ocak 1992 itibarıyla Türkiye genelinde 66.674 câmi mevcut olup bu câmilerde 56.135 İmam-hatip, 9560 müezzin-kayyim ve 739 vâiz kadrolu olarak görev yapmaktaydı. (2001 yılı Haziran ayında ise câmi sayısının 76.300 olduğu Diyanet tarafından açıklanmıştır.) Ocak 1992 tarihi itibarıyla Türkiye’de câmi bulunmayan bucak ve kasaba sayısı 47, köy sayısı ise 2125’tir. Câmilerin çoğu kadrolu olduğu halde bunlardan bir kısmının görevlisi bulunmamakta, kadro tahsis edilmemiş câmilerdeki görevlilerin ücreti ise vatandaşlar ve çeşitli dernekler tarafından sağlanmaktaydı. 2000 yılında ise, Diyanet’e bağlı kalmayan hiçbir câmi ve mescide müsaade edilmeyeceği hükme bağlanmıştır. (Bunun, câmileri, câmi içindeki faâliyetleri ve câmi görevlilerini tümüyle kontrol altına almak için olduğunu belirtmeye gerek yoktur.) Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinde câmiler için ayrılmış hiçbir tahsisat olmadığından, câmilerin yapımı, bakımı, onarım ve her türlü malzeme temini gibi masrafları şahıslar veya dernek, vakıf gibi özel kuruluşlar tarafından karşılanmaktadır. 4095
Câmi Görevlileri
Câmide görevli olan kişiler imam, hatip, müezzin, vâiz, kussâs, kaarî, cüzhan, bevvâb ve hademeler (kayyim) şeklinde sıralanabilir.
İmam: Cemaate namaz kıldıran kişiye imam denir. Bazı bölgelerde halîfeden ayırmak için imama “sahibü’s-salât” denilmekteydi. İlk dönemlerde merkezde devlet başkanı, eyâletlerde valiler, şehirdeki en büyük câminin imamlığını yapmışlardır. “İmam”ın kelime anlamı önde olan, kendisine uyulan, önder, lider demektir. İmam, geniş anlamda ümmetin önderidir. Bir kök durumundadır ve arkasında bir cemaat vardır.
İmam, etrafında bir topluluk (ümmet) toplayan, onları peşinden götüren, onlara yol gösteren insandır. İmam makamında olan önderler, insanları hidâyete ve kurtuluşa götürdükleri gibi, peşinden gelenleri ateşe sürükleyenleri de vardır.4096 Namaz kıldırmak için önde olanlara da, “namaz imamı, namazda önder” denmiştir. Çünkü o da namazda önde bulunmaktadır ve arkasında bir cemaat namaz için toplanmaktadır. Namazda ümmet durumunda olan cemaat, ümm (ana, kök -asıl- önder) durumundaki imama yani cemaatin liderine uymaktadırlar. Günümüz Türkiyesinde, imam kavramının diğer bütün anlamları kaybolmuş ve yalnızca camii imamlığı mânâsı kalmıştır. O da, bazılarının kafasında basit karşılığı olan, önemsiz bir içerik taşır. Bugün paramparça olan İslâm ümmetini ilimde, siyasette ve toplumsal hayatta bir araya toplayacak müslüman imamlara -önderlere- ihtiyaç vardır. 4097
4095] A. Önkal-N. Bozkurt, a.g.e., c. 7, s. 53-54
4096] 9/Tevbe, 12; 28/Kasas, 41
4097] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 302
MESCİD
- 897 -
Hatip: Cuma ve bayram namazlarında hutbe okuyan hatip, genellikle imamlık görevini de yürüten şahıstı. Yalnız bazı büyük câmilerde imamdan ayrı bir, bazen de birkaç hatip görev yapardı. Hutbe, siyasî bir önem taşıdığından hatip de önem kazanmış, bu sebeple çok defa kadılar hatiplik görevini bizzat üstlenmişlerdir. Şimdi, bu görevi tümüyle imamların yaptığını, hutbelerin, konu seçimi ve bazen içeriğinin de müftülük yoluyla devletin belirlediğini görüyoruz.
Müezzin: İslâm tarihinde ilk müezzin, hicrî birinci yılda Hz. Peygamber tarafından görevlendirilen Bilâl-ı Habeşî’dir. Âmâ sahâbî Abdullah bin Ümmü Mektûm da Hz. Peygamber’e müezzinlik yapmıştır. Bunlardan başka, zaman zaman Rasûlullah’a müezzinlik yapan başka sahâbîler de vardı. Müezzin, namaz vaktinin geldiğini bildiren ezanı, yüksek sesle okuyarak cemaati toplar, imamı namaza çağırır, onun gelmesi üzerine de namazın başladığını belirtmek için kaamet getirir. Minâreler yapılmadan önce ezan, genellikle câmiye yakın yüksek bir yerden okunurdu. Bilâl-ı Habeşî, Mescid-i Nebevî’ye yakın en yüksek evin damına çıkarak ezan okurdu. Mekke’nin fethinde de Hz. Peygamber’in emri üzerine Kâbe’nin damına çıkarak ezan okumuştur.
Müezzinlere ilk defa maaş bağlayan kişinin Hz. Osman olduğu nakledilir. Müezzinin temel görevi ezan okumakla sınırlıdır. Farza durulurken ezan gibi namaza dâvet şeklindeki kaamet getirmek de genellikle müezzinlerin hakkı ve vazifesi kabul edilmiştir. Zamanla müezzinlere yüklenen görevler çoğaldı. Câmide tesbih, zikir, mevlid ve tilâvet gibi âdetler gelişti. Buna bağlı olarak da câmilerde müezzin sayısı arttı. İbn Battuta, kendi zamanında Emeviyye Câmiinde yetmiş müezzin bulunduğunu kaydeder. 4098
Vâiz ve Kussâs: Mescidlerde müslümanlara nasihat edip, etkili sözlerle cemaatin dinî gayretlerini artırmaya çalışan kimselere vâiz denilir. Hz. Peygamber, ashâbın istekli anlarını gözeterek belli zamanlarda câmide vaaz veriyordu. Râşid halîfeler zamanında Abdullah bin Mes’ud da bunu örnek alarak etrafında toplananlara haftada bir gün vaaz etmeyi uygun bulmuştu. Hz. Ömer döneminde Temîm ed-Dârî, halîfe cuma namazı için câmiye gelmeden önce vaaza başlardı. Hz. Osman döneminde de kendisine haftada iki defa vaaz etme izni verilmişti ki bu zât, ilk kaas (çoğulu; “kussâs”, kıssacı, vâiz) olarak kabul edilir. Vâiz ve kaas tâbirleri çok defa birbirinin yerine kullanılırsa da kussâs, daha çok, dinleyici toplamak maksadıyla anlatımlarına asılsız hikâye, efsâne ve masallar karıştırdıkları için vâizlerden ayrı değerlendirilmiş ve kendilerine iltifat edilmemesi istenmiştir. Hz. Ali’nin Basra Câmiinde kussâsı kovduğu rivâyet edilir. Ancak kussâs, hemen her dönemde câmilerde resmen görev yapıyordu.
Kaarî: Câmilerde kaarî (çoğulu kurrâ) tarafından Kur’an tilâvet edilmesi âdetine Emevîler döneminden itibaren rastlanmaktadır. İbn Cübeyr’e göre Emeviyye Câmiinde kaarîler (kurrâ), sabah ve ikindi namazlarından sonra düzenli bir şekilde Kur’an okurdu. Özellikle Cuma vb. günlerde Kur’an tilâvetine önem verilirdi. Osmanlılar’da selâtîn câmilerinde cüzhân adı verilen kaarîler, namazlardan önce Kur’an’dan birer cüz okurlardı. Selâtîn câmilerinde cüzhanlar için müstakil kürsüler yapılmıştı. Bunlar vâiz kürsülerinden daha küçük olup genellikle iki duvar arasına yerleştirilmişti. Bazı câmi ve türbelerde ise ücretleri bir vakıf tarafından karşılanan ve gece gündüz aralıksız bir şekilde nöbetleşerek Kur’an okuyan
4098] Seyâhatnâme, 1/95
- 898 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kaarîler bulunurdu. (Nice mescid vb. yerlerde sürdürülen bu gelenek, Topkapı Sarayı Mukaddes Emanetler Bölümünde, Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar, yaklaşık 500 yıl süreyle sürdürülmüştü. Sonra siyasî rejim tarafından kaldırılan bu âdet, 1970’li yıllarda yeniden başlatılmış olup, hâlen devam ettirilmektedir.
Kayyim, Hademe: Hz. Peygamber’in mescidini süpüren Ümmü Mihcen adında zenci bir kadının bulunduğu nakledilir.4099 Daha sonra bu iş için hademeler çalıştırılmıştır. Bunların sayısı câminin büyüklüğüne göre değişiyordu. Meselâ hicrî 300 (milâdî 912) yıllarına doğru Kudüs Câmii’nde 140 veya 230 hademenin bulunduğu kaydedilmektedir. Hademe sayısının çok olduğu durumlarda iş bölümü yapılıyordu. Kayyim tâbiri ise aslında temizlik, lâmbaların yakılması, suların taşınması gibi işlere nezâret eden, mum, lâmba yağı, temizlik malzemesi vb. câmi ihtiyaçlarını tesbit ve temin eden kişiye delâlet ediyordu. Bazen imam, hatip, hatta kadı câminin kayyimliğini de yapıyordu. Buna karşılık kayyimler doğrudan doğruya hademelerin yaptığı temizlik işleriyle de uğraşmışlar ve sonraları kayyim tâbiri, bu mânâda kullanılmıştır.
Osmanlı döneminde câmi personelinde gerek tür, gerekse sayı bakımından önemli bir artışın olduğu gözlenmektedir. Köy ve mahalle câmilerinde ücretini câmi vakfından alan bir imam ve müezzin bulunmakta, küçük ve geliri sınırlı olan câmilerde ise sadece imam, görevi îfâ etmekteydi. Bunun yanında vezirlerin, ağa ve paşaların, bazı varlıklı kimselerin inşâ ettirdiği câmilerde, câmi vakfından ücret alarak görev yapan personel sayısının arttığı görülmektedir.
Osmanlı padişahları veya padişah hanımları tarafından yaptırılan ve zaman zaman padişahların da içinde namaz kıldığı câmi demek olan selâtîn câmilerinde, bunlar çok geniş vakıflara sahip olduğundan, görevli sayısı oldukça fazla idi. Meselâ III. Murad’ın Manisa’da yaptırdığı Murâdiye câmii’nde iki imam, bir hatip, bir vâiz, dokuz müezzin, doksan dört cüzhân, otuz iki hademe olmak üzere toplam 139 kişi câmi vakfından, çok farklı seviyelerde ücret almaktaydı. Süleymaniye Câmii’ndeki görevli sayısı ise daha fazla idi. Süleymaniye Külliyesi’nden ücret alan toplam 936 kişiden 303’ü doğrudan Süleymaniye Câmii’ne bağlıydı. Bunların içerisinde imam, müezzin, hatip, vâiz, kayyim, ferrâş gibi câmi hizmeti îfâ edenlerin sayısı ancak yirmi-otuz kadardı. Bunun dışında sayıları yüzleri bulan cüzhân, devirhân, en’âmhân, musallîhân gibi hizmetliler ise ilim tahsil edenlere, bazı tarikat erbâbına tahsis edilen cüz’î burs niteliğinde daha az bir ücret alıyorlardı. 17-18. yüzyıllarda câmilerde kürsü şeyhliği, dersiâmlık gibi görevlere de rastlanmaktadır. Osmanlılar’da bütün câmi personeli askerî zümre kapsamına alınmış, böylece kendilerine vergilerden muâfiyet ve başka imtiyazlar tanınmıştır. Diğer taraftan teşrifat defterlerinde, özellikle selâtîn câmilerinin vâiz, hatip ve imamlarına devlet protokolünde yer verildiğine dair bilgilere rastlanmaktadır. 4100
Bunların dışında, büyük câmilerde, şimdi görülmese de Cumhûriyet dönemine kadar şu görevliler de bulunurdu:
Dersiâm: İslâmî ilimler konusunda, halktan istekli olanlara câmilerde verilen ders ve bu dersi veren âlim, profesör.
4099] Buhârî, Salât 72, 74
4100] Ahmet Önkal-Nebi Bozkurt, a.g.e. 7/54-55
MESCİD
- 899 -
Bevvâb: Kapıcı, kapı bekçisi. Câmileri koruyup bekleyen görevli.
Ferrâş: Yayıcı, döşeyici, bu hizmetleri yapan kimse; câmi, mescid ve imâret gibi yerlerin temizliğine, döşemesine bakan kimse.
Cüzhân: Cüz, Kur’an’ın bölündüğü 30 parçadan herbiri, 20 sayfalık Kur’an bölümü. Cüzhân; Câmilerde yirmi sayfalık Kur’an bölümünü okuyan kurrâ.
Duâhân: Duâ eden, duâ okuyan, hatim merâsimi, kandil geceleri ve mevlid gibi törenlerden sonra, cemaatin “âmin”lerle katıldığı, sesli olarak duâ eden kimse.
Mevlidhân: Mevlid okuyan kimse, mevlidci; Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-Necât adlı Peygamberimiz’in doğum menkıbesi ve hayatıyla ilgili şiirini, belirli makam ve müzikalite ile okuyan kimse.
Devirhân: Câmilerde sürekli Kur’ân-ı Kerim okuyan görevli.
Naathân: Peygamberimiz’i övmek maksadıyla yazılan şiirlere naat (na’t) denilir. Naathân da; makamla na’t okuyan mevlidhân benzeri kimsedir.
Şeyhu’l-kurrâ: Kaarîlerin (kurrânın) üstâdı; Câmilerde Kur’an tilâveti yapan, daha çok değişik kıraat vecihlerini bilen ve tüm farklı kıraatlerde Kur’an okuyabilen hâfızlar.
Müderris: Ders okutan, medrese hocası, dârülfünûn hocası, profesör.
Muhaddis: Hadis âlimi, hadis dersi veren profesör.
Hâfız-ı kütüp: Kütüphaneci. Câmi kütüphanelerinde görevli kişi.
Kandilci: Kandil yakan kimse. Câmilerde kandilleri yakan, söndüren, bakımlarını yapan görevli kimse. Mahyacıya da bu ad verildiği olur.
Mahyacı: Ramazan ayında câmi minâreleri arasına gerilen ışıklı şekil veya yazılara mahya denilir. Mahyacı; Mahya kuran sanatkâr.
Buhurî: Buhur; tütsü demektir. Buhurî, Câmilerde, tütsü yakma işiyle görevli olan.
Bunların çoğu, tarihe karışmış ve günümüz câmilerinde bugün karşılığı olmayan görevlilerdir. Câmilerde genel olarak 4 temel görevli (imam, müezzin, vâiz, kayyim) bulunmakla birlikte, özellikle Osmanlılar’ın yükselme devrinde ve daha çok, selâtîn câmileri gibi büyük câmilerde görülen 30 civarında farklı görev ve görevliler vardı.
Mescidlere Ait Hükümler
Mescidler, Allah Teâlâ’ya ibâdet amacıyla yapıldığı için büyük bir şerefe sahiptir. Bu yüzden her mescide “Beytullah” (Allah’ın evi)” denilir. Bir mescid, kıyâmete kadar mesciddir. Mescide saygısızlık veya tecâvüz, Allah Teâlâ’nın hukukuna tecâvüz anlamı taşıyacağı için uhrevî sorumluluğu gerektirir. Halkın değerlendirmesine göre, bu saygısızlığın cezası dünyada başlayacağından, câmiyi pisletenin, bu suçla helâkı/ölümü çağırdığı vurgulanır: “Eceli gelen...” denir. Kur’an, Ebrehe’nin Allah’ın evi Kâ’be’ye karşı savaş açmasından dolayı cezasının
- 900 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dünyada da çok fecî olduğunu anlatır. 4101
Bir mescidin içi ve arsası mescid olduğu gibi, gökyüzüne kadar üstü de mescid hükmündedir. Bu yüzden mescidde yapılması mekruh olan şeyin, üstünde yapılması da mekruh olur. Mescidlerin araya yol girmeyen çevresi de (finâ-i mescid) namaz konusunda mescid hükmündedir. Fakat başka konularda mescid hükmünde değildir. Bu nedenle, oralardan geçmek veya oraya abdestsiz girmekte bir sakınca yoktur.
Bir kimsenin kendi mahallesi veya köyünün câmiinde namaz kılması daha faziletlidir. Ancak, imamının daha sâlih ve daha fakîh olması bir tercih sebebidir. Bu konuda Mescid-i Harâm ile Mescid-i Nebevi’de ayrı bir üstünlük vardır.
Bir mescid, cemaate dar gelmeye başlamışsa yanlarından arsa satın alarak genişletilebilir. Arsa sahipleri râzı olmasa da bedeli ödenerek alınabilir. Çünkü buna toplumun ihtiyacı vardır. Bir kimse, Allah rızâsı için yaptırdığı bir mescidin idaresine, tâmir, tefriş ve aydınlatılmasına ve ehil ise imamlık veya müezzinliğine başkalarından daha fazla hak sahibidir. Kendisinden sonra ehil olan çocukları ve aşireti de başkalarından önde gelir.
Bir mescidin duvarları veya kubbesinin birtakım nakış ve yaldızlarla süslenebileceğine müteahhirîn âlimleri fetvâ vermişlerse de, mescidin sade olması daha uygundur ve sünnete muvâfıktır. Özellikle namaz kılanların dikkatini dağıtacak şekilde kıble tarafına yapılacak süslemeler mekruh sayılmıştır. Vakıf mütevellîsi, bu nakış ve süsleri vakfın malından yapamaz; yaparsa bedelini ödemesi gerekir. Çünkü bunlar, mescidin binasına, devamına ait şeyler değildir. Mescid içinde abdest alınmaya ait bir yer (şadırvan) yapılmışsa, burada abdest alınabilir.
Görevli imam ve müezzini bulunan bir mescidde cemaatle namaz kılındıktan sonra, başka bir cemaatin yeniden ezân ve ikametsiz olarak, mihrabdan başka bir yerde ikinci cemaatin namaz kılmasında bir sakınca yoktur.
Bir mescide sağ ayakla girilir, önce Rasûlullah (s.a.s.)’a salât u selâmdan sonra, “Allahümme’ftah aleynâ ebvâbe rahmetik (Allah’ım, bizlere rahmet kapılarını aç” diye duâ edilir. Çıkarken de önce sol ayağı dışarı atarak “Allahümme’ftah aleynâ ebvâbe fadlik (Allah’ım, bize lütuf ve kereminin kapılarını aç)” diye duâda bulunmalıdır. 4102. Diğer yandan, mescide ilk girişte, mescidi selâmlama anlamında Allah rızâsı için en az iki rekât “tahıyyetü’l-mescid” namazı kılınması sünnet olup, mescidin mânevî havasına intibakı sağlar.
Mescidlerde yüksek sesle konuşmak mekruhtur. Ancak, vâiz, hatip ve öğrencilerine ders vermekte olan hoca sesini duyurmak için yükseltebilir. Namaz kılanlara zarar vermemek şartıyla Kur’ân-ı Kerim okuyanların veya Allah’ı zikredenlerin seslerini biraz yükseltmeleri câizdir.
Namaz için mescide gelenlerin, kendi durumlarına göre en temiz ve en güzel giysilerini giymeleri, cemaati nefret ettirecek soğan, sarımsak gibi şeyleri namaz öncesinde yemekten sakınmaları, insana, cemaate ve mescide olan saygının gereğidir. Kur’an'da şöyle buyrulur: “Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde ziynetli elbiselerinizi giyin (edep ve takvâ süslerini takının); yiyin, için; fakat israf etmeyin. Çünkü
4101] Bk. 105/Fîl, 1-5
4102] Bu duâ hakkında, Bk. Müslim, Müsâfirîn 68, 191; Ebû Dâvud, Salât 18
MESCİD
- 901 -
Allah israf edenleri sevmez.” 4103
Namaz kılanın önünden geçmek, mecbûrî hallerin dışında câiz değildir. Ancak, mescidde ön saflarda boş yer varken arka safta namaza duranın önünden geçip ileri safa gidilebilir. Burada, önünden geçilen kimse, câmi âdâbına uymayarak kendi saygınlığını kendisi yitirmiştir. Mescide abdestli olarak girilir. Mescidlere namaz için, namaza alıştırmak gâyesi olmaksızın câmide huzuru bozabilecek yaş ve durumdaki küçük çocukları, akıl hastalarını sokmak veya mescidin içinden zarûret bulunmadıkça yol gibi geçmek câiz değildir. 4104
Câmi İnşaatı, Onarımı ve Bakımı: “Allah’ın mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler i’mâr eder. İşte, hidâyete/doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.”4105 Bu âyet-i kerime ile konuya dair diğer âyet ve hadisleri gözönünde bulunduran İslâm âlimlerinin çoğuna göre sözkonusu nasslarda yer alan “îmar” tâbiri, câmilerin inşâsı, onarımı, döşenmesi, aydınlatılması ve temiz tutulması gibi maddî îmarı içine aldığı gibi; oralarda ibâdet etmek, Kur’an okumak ve okutmak, ilim öğrenmek ve öğretmek gibi mânevî îmar faâliyetlerini de ihtivâ eder.
Câmi yaptırmanın sadece mü’minlere ait bir imtiyaz olduğunu vurgulayan Kur’an âyetlerinin yanında, bunu teşvik eden birçok hadis-i şerif de mevcuttur. Bilindiği gibi, Hz. Peygamber, Medine’ye varır varmaz ilk iş olarak hemen mescidin inşâsını başlatmış ve kısa bir zamanda tamamlanmasını sağlamıştır. İslâm âlimleri, müslümanların yerleşim birimlerinde ihtiyaca yetecek kadar câmi yaptırmanın farz-ı kifâye veya mendup ya da müstahap olduğu konusunda fikir birliğine varamasa da, câmi yaptırmanın önemi ve faziletini ısrarla vurgulamışlardır. Câmi inşaatında kullanılan ana malzemelerin, hatta harç suyu gibi katkı maddelerinin din açısından necis sayılmayan temiz şeylerden olmasının gereği üzerinde ayrıca durulmuştur.
“Allah'a şirk/ortak koşanlar, kendilerinin kâfirliğine bizzat kendileri şâhitlik ederlerken, (küfürlerinin farkında olup, bizzat itiraf ederlerken) Allah’ın mescidlerini i’mar etme yetkileri yoktur. Çünkü onların bütün işleri boşa gitmiştir. Ve onlar ateşte ebedî kalacaklardır.”4106 Bu âyet-i kerimede ifade edildiği üzere, müslüman olmayanların câmi yaptırmaları veya yapımına katkıda bulunmaları doğru görülmemiş, âyette yer alan “îmar”la ilgili olarak yukarıda sözü edilen iki yorumdan maddî îmarın esas alınması halinde bunun câiz olmadığı zaten kesindir. Bu görüşü kaydeden Fahreddin Râzî, ayrıca gayrı müslimlerin câmi inşâsına katkıda bulunmalarının müslümanları minnet altında bırakabileceğine, bunun ise kabul edilemez bir şey olduğuna dikkat çekmiştir. 4107
Câmilerin yapılış maksadı dışında kullanılması, yıktırılması, satılması câiz değildir. Kur’ân-ı Kerim’de "Allah'ın mescidlerinde O'nun adının zikredilip anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?!”4108 buyrulmak4103]
7/A’râf, 31
4104] Mefâil Hızlı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 148-149
4105] 9/Tevbe, 18
4106] 9/Tevbe, 17
4107] Mefâtihu’l-Gayb, 16/7
4108] 2/Bakara, 114
- 902 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tadır.
Câmi ve mescidlerin sade bir görünümde olması esastır. Sadelikten uzak süslemeler, dikkat çekici yazılar ibâdet esnasında kişiyi meşgul edeceği ve namazın önemli unsurlarından olan huşûun zedelenmesine sebep olabileceği için mekruh sayılmıştır. Namaz kılınacak yerin temiz olması, namazın şartlarından birini oluşturduğuna göre câmilerin temiz tutulması mü’minler için başta gelen bir görevdir. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. İbrâhim ile oğlu İsmâil’e, “Allah’ın evi” diye nitelendirilen Kâbe’yi temiz tutmaları emredilmiştir.4109 Yine Kur’an’da Allah'a nisbet edilen4110 ve birer ibâdet yeri olan câmilerin bakım ve temizliğine özen gösterilmesi ilâhî buyruk şeklinde yer almıştır. Konu ile ilgili birçok hadis de mevcuttur. Câmilerin temizliği yanında, câmiye girenlerin de vücut ve elbise (,özellikle yaz aylarında çorap) temizliğine dikkat etmeleri gerekir. Kur’an’da câmilere güzel elbiselerle gidilmesi emredilmiştir.4111 Özellikle cemaatin diğer zamanlara oranla daha kalabalık olduğu Cuma ve bayram günlerinde yıkanarak câmiye gitmenin sünnet olması da bunu göstermektedir.
Câmi Âdâbı: “Allah’ın evi” diye nitelendirilerek yüceltilen câmilere girecek kimselerin maddî pisliklerden temizlenmiş olmaları yanında; cünüplük gibi hükmî ve küfür, şirk gibi mânevî pisliklerden de arınmış olmaları gerekir. Bu sebeple, guslü icap ettiren bir halde olan kimselerin câmiye girmeleri çoğu âlime göre câiz görülmemiştir.4112 Câmiye abdestsiz girmek câiz olmakla birlikte mekruh kabul edilmiştir. Birden fazla kapısı bulunan câmileri yol olarak kullanmak da hoş karşılanmamıştır.
Kur’ân-ı Kerim’de müşriklerin Mescid-i Harâm’a yaklaşmaları genel anlamda yasaklanmıştır.4113 Buna rağmen konunun ayrıntılarına inen fıkıh âlimleri arasında bazı farklı görüşler ortaya çıkmıştır.
Câmi âdâbına riâyet edemeyecek çok küçük yaştaki çocukların câmilere girmeleri genellikle uygun görülmemişse de; temyiz çağına (7-8 yaş) gelmiş çocukların câmiye götürülmesi, cemaatle namaza alıştırılması ve kendilerine câmide Kur’ân-ı Kerim öğretilmesi teşvik edilmiştir.
Ezan okunduğu sırada câmide bulunan bir kişinin meşrû mâzereti olmaksızın namaz kılmadan çıkıp gitmesi mekruhtur. İbâdet yerleri olan câmilerde cemaati rahatsız eden, onların huzurunu bozan her türlü davranıştan uzak durmak gerekir. Başkalarını inciterek öne geçmek, rahatsızlık verecek şekilde safları fazlaca sıkıştırmak ve namaz kılanın önünden geçmek de sakınılması gereken davranışlar olarak kabul edilmiştir.
Câmilerde taraflara karşılıklı menfaat sağlayan alım, satım, kira vb. akidler veya gelir getirici diğer işler yapılmasının hükmü haram veya en azından mekruh kabul edilmiş, sadece hîbe (bağış) akdi câiz görülmüştür. Câmide dilenmenin veya dilenen kimseye bir şey vermenin mekruh veya haram olduğunu söyleyen âlimler vardır. (Hele câmide Kur’an okuyup okuduğunu dilenmeye vesîle edinen,
4109] Bk. 2/Bakara, 125; 22/Hacc, 26
4110] 72/Cinn, 18
4111] 7/A’râf, 31
4112] Bk. Ebû Dâvud, Tahâret 93; İbn Mâce, Tahâret 126
4113] 9/Tevbe, 28
MESCİD
- 903 -
“cerci” denilenlere Kur’an’ı ve mescidi istismar ettikleri ve okudukları Kur’an’ı az bir pahaya -dünyevî bedel karşılığında- sattıkları için, daha sert tavır takınılmalıdır.) İnfak ayrı bir şeydir. Yani, ihtiyaç sahiplerine, onlar istemeden sadaka vermek, infak etmek câizdir. Câmi içinde, orada bulunanları rahatsız etmeyecek şekilde konuşmanın bir sakıncası yoktur. (Halkın câmide “dünya kelâmı konuşulmaz” demesinin bir temeli yoktur.) Bununla birlikte, sırf sohbet etmek maksadıyla câmiye gitmek, yüksek sesle konuşmak, hatta başkalarını rahatsız edecek şekilde yüksek sesle zikir yapmak tasvip edilmemiştir. Câmiyi kirletmemek şartıyla orada uyumakta ve bir şeyler yemekte sakınca yoktur.
Namaz kılmak bakımından câmilerin en faziletlisi, sırasıyla Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ’dır. Fazîletleri birçok hadiste de dile getirilen 4114 bu üç mescidden sonra ise, büyük ve cemaati kalabalık câmiler gelmektedir. Ancak, bu câmilere devam etmek, semt veya mahalle câmiinin cemaatsiz ve metruk kalmasına yol açacaksa mahalle câmiinde namaz kılmak daha fazîletli kabul edilmiştir. 4115
Kıble, Mihrâb, Minber, Ezan, Cemaat
Kıble: Kıble, ibâdette yönelinen yer, namaza başlarken dönülmesi gereken istikamet demektir. Allah’ın huzuruna çıkmak isteyen mü’min, Allah’ın evine (Beytullah) doğru yüzünü döndürmeli, kafasındaki bütün düşünceleri bir kenara bıkarak Allah'a teslimiyetle namaza durmalıdır. Kıbleye yöneliş, hem Allah'ın birliğini, hem de ümmetin bütünlüğünü işaret etmekte ve temsil etmektedir. Kâbe tektir, kıble de tektir. Bir'den fazla "ibâdî, itikadî, siyasî, sosyal, ulusal kıbleler" olamaz. Peygamberimiz ve o dönemdeki müslümanlar, hicretten sonra on altı – on yedi ay kadar Kudüs’e (Beytü’l-Makdis’e) yönelerek namaz kıldılar. Bu durum, yahudilerin şımarmasına, “Muhammed ve ashâbı kıblelerinin neresi olduğunu bilmiyorlardı. Biz onlara yol gösterdik; onlar bizim kıblemize tâbi oluyorlar” gibi laflar etmesine ve bunu etrafa yaymasına sebep olmuştu.
Rasûlullah başını göğe kaldırdı, İslâm’a kendi kıblesinin verilmesini niyâz etti. İşte bundan sonra hicretin ikinci yılı Şaban ayında kıble, Mescid-i Haram (Kâbe) olarak değiştirildi. Kudüs’ten Kâbe’ye dönülme emri geldi. Bunun üzerine yahûdiler ve münâfıklar tekrar mırıldanmaya başladılar. Aşağıdaki âyetler bu olayı anlatır:
“İnsanlardan birtakım beyinsizler, ‘üzerinde bulundukları kıblelerinden onları çeviren nedir?’ diyecekler. De ki onlara, ‘doğu da Allah'ındır, batı da Allah’ındır. O dilediğini doğru bir yola iletir.’ İşte böylece sizin insanlar üzerinde şâhitler olmanız, Rasûl’ün de sizin üzerinizde bir şâhit olması için sizi orta (dengeli) bir ümmet kıldı. Senin arzulayıp da şu anda üzerinde bulunduğun kıbleyi (Kâbe’yi) Biz ancak Peygamber’e uyanı, ökçesi üzerinde geri dönenden (münâfıktan) ayırt etmemiz için kıble yaptık. Bu şekilde kıblenin (Kudüs’ten Kâbe’ye) çevrilmesi, Allah’ın yol gösterdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı (namazınızı) asla zâyi edecek değildir. Şüphesiz Allah, insanlara (her şeye rağmen) şefkatli ve merhametlidir. (Yâ Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (gökten haber beklediğini) görüyoruz. Yüzünü (namazda) artık Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda)
4114] Buhârî, Fazlu’s-Salât fî Mescid-i Mekke ve’l-Medîne 1, 6; Müslim, Hac 505-511
4115] Mehmet Şener, TDV. İslâm Ansiklopedisi, c. 7, s. 91-92
- 904 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, ehl-i kitap, onun gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir. (Habîbim!) Sen kendilerine kitap verilenlere her türlü âyeti (mûcizeyi) getirsen yine de onlar (inatlarından) sana uyup kıblene kesinlikle dönmezler. Sen de onların kıblesine dönecek değilsin. Onlar da birbirlerinin kıblesine dönmezler. Sana gelen ilimden sonra eğer sen onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, işte o zaman sen haksız davrananlardan olursun.” 4116
Yönlerin En Güzelini Tercih; Kâbe’ye Dönmek: Namaz kılarken kıbleye yönelmek namazın şartlarından biridir. Bu da, yönünü diğer yönlerden ayırıp Kâbe’ye çevirmekle olur. Kıbleye dönmek, Allah'a yönelip O’nun emrine uymak demektir. Bütün yönler Allah’ın, “doğu da, batı da Allah’ın”4117 olduğu halde Kâbe’ye yönelmek... Niçin Kâbe? Kâbe; Âlemlere bereket ve hidâyet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev;4118 insanlar için toplantı ve güven yeri kılınan Allah’ın evi;4119 savaşmanın, kan dökmenin yasaklandığı emin yer;4120 küfrün ve şirkin her çeşidine ve Allah’ın hâkimiyetini tanımayanlara karşı insanlar için bir kıyam merkezi kılınan Kâbe.4121 Tavaf edenler, kıyam edenler, rükû ve secde edenler için temizlenen mübârek Mescid.4122 Varlığın, imanın, sevginin ve hayatın merkezi Kâbe... Evrenselliğin, mutlaklığın ve sonsuzluğun sembolü Beytullah... Allah'a yönelen tüm duygu ve düşüncelerin odaklaştığı mihver... Yüce Rabb’in divanına duranların yüzlerini döndürdükleri kıble... Mescid-i Haram...
Kâbe; renksiz, süssüz ve sade bir yapı... Bütün yönleri içine alan, ama aynı zamanda yönsüzlüğü sembolize eden bir “küp”... Doğu, batı, kuzey, güney, yukarı, aşağı... hepsine bakar; ama hiçbir ine de bakmaz... Allah'ı yönsüzlük ve her yanda olmak itibarıyla hatırlatacak başka bir eser düşünülebilir mi? Açık bir alan ve boş bir oda... Ne mimarî bir hüner ve güzellik, ne bir sanat ve yazı, ne de bir başka olağanüstü özellik... Allah hakkındaki duygu ve düşüncelerimizi karıştıracak, mutlak’ı ve sonsuz olan’ı düşünmemize engel olacak hiçbir fevkalâdelik yok... Tüm dikkatler, tüm hisler Allah'a yönelik... 4123
Kıbleye yönelmek; Kâbe’ye yönünü döndürmek, istikamet olarak Beytullah’ı seçmek demektir. Kalbini, gönlünü, duygu ve düşüncelerini, Kâbe’yi sembol edinerek Allah'a yöneltmek, O’nun emrine vermekle istikbâl-i kıble gerçekleşmiş olur. Kâbe’yi kıble edinenin, tüm varlığıyla kendisini Allah'a döndürmesi, diğer yönlere ve kıblelere itibar etmeyip onları reddetmesi gerekir; çünkü her milletin ve her dinin bir kıblesi, herkesin yüzünü döndüreceği bir yönü ve istikameti vardır. Mü’min, Allah’ın dinini tanımayanların kıblesine tâbi olmaz. Onlar da İslâm’ın kıblesine tâbi olmazlar. (Rasûlüm!) Sen kendilerine kitap verilenlere her türlü âyeti (mûcizeyi) getirsen yine de onlar (inatlarından) sana uyup kıblene kesinlikle dönmezler. Sen de onların kıblesine dönecek değilsin. Onlar da birbirlerinin kıblesine dönmezler. Sana gelen ilimden sonra eğer sen onların hevâlarına/arzularına uyacak
4116] 2/Bakara, 142-145
4117] 2/Bakara, 141
4118] 3/Âl-i İmrân, 96
4119] 2/Bakara, 125
4120] 2/Bakara, 191
4121] 5/Mâide, 97
4122] 2/Bakara, 125; 22/Hacc, 26
4123] Ali Şeriati, Hacc, s. 43-48
MESCİD
- 905 -
olursan, işte o zaman sen haksız davrananlardan olursun.” 4124
Kıble âyetinden sonra Mescid-i Haram’a yönelmekle özde bir değişiklik olmamıştır. Aslolan Allah'a yüzünü ve özünü döndürmektir; çünkü bütün yönler Allah’ındır. Mü’min, Rabbi’ine yönelmek için Kâbe’ye döner. Başkaları ise, kendi ilâhlarını sembolize eden nesnelere ve yönlere dönerler. Her insanın, kendi dinine göre değişen bir kıblesi ve istikameti vardır. “Herkesin yöneldiği bir yönü (viche) vardır.”4125 Şu halde kıble; kalplerdeki imana, kafalarda taht kuran düşünce sistemine ve ferdin kendini tümüyle teslim ettiği “ilâh”a göre değişen bir yön ve istikamettir. Örneğin, Allah Rasûlü’nün “kadınlarını kıble edinen bir neslin geleceği”nden söz ettiği rivâyet edilir. (Günümüzde kadının yanında, insanların kıblesini para tâyin etmektedir. İnsanlar işyerlerinde paraya yönelirken, evlerinde T.V.yi kıble gibi karşılarında tutmakta, yüzlerini hep bu kıblelerine çevirmekteler. “Kâbe Arabın olsun, bize Çankaya, anıtkabir yeter” diyen şâir Kemalettin Kamu gibilerin itiraflarıyla kimi de Kâbe yerine Çankaya veya Washington’u kıble edinebilmekteler.)
İşte mü’min, namaz kılmak için, yegâne ilâh olan Allah’ın huzuruna dururken, O’nun insanlar için bereket ve hidâyet kaynağı olsun diye koyduğu eve; Kâbe’ye yönelmekle, yalnızca Allah'a ve O’nun dinine tâbi olduğunu ortaya koymakta, buna karşılık tüm bâtıl dinlerin ve sahte ilâhların kıblesine itibar etmeyerek onlara asla tâbi olmayacağını ilân etmektedir. 4126
Mihrâb: Mihrab, câmide imamın namaz kıldırdığı yerin adıdır. Câmi ve mescidlerde, kıble tarafına isabet eden duvarın ortasında, câmiye ilâve edilen hücre demektir. Mihrabın zemini, yanlış bir âdet olarak câminin zemininden biraz yüksekçedir. Kur'an'da biri çoğul (mehârib) olmak üzere beş yerde geçen "mihrâb" kelimesi, dilcilerin çoğuna göre mescid anlamındadır. Makrizî, Mısır'da bazı mihraplardan söz eder ki, bununla mihrapları olan musallâları kasdetmektedir.
Tarih içindeki anlamı ve terimleşmesiyle mihrab, mesciddeki ibâdetlerin odak merkezi olup imamın şahsında tüm cemaat mihraba çıkar. “Mihrab” kelimesi, “harb” ile aynı kökten gelir. Kelime anlamı; “savaş alanı ve harb mekânı” demektir. Mihrab, tâğûta, şeytana, hevâ ve hevese, azgınlaşan nefse karşı savaş verilen yerdir. İnsanın, mihrabın hakkını vermesi, dünyevî eğilimlere, meşgalelere ve şeytanî güçlere karşı savaş hali içinde olması demektir.
Namaz kılan bir mü’min, bir bakıma günde beş kez muhârebe/savaş meydanına çıkmakta ve “Allahu ekber!” sloganını dilinden düşürmeyerek nefsiyle ve şeytanla kıyasıya savaşmaktadır. Zaten; ilâhlaştırılmaya meyyal olan nefisleri ayaklar altına almadan, putlaştırılan dünyaya ve onun nimetlerine karşı âhireti tercih etmeden, şeytana ve onun askerlerine karşı kin duymadan, Allah’ın dışında ilâhlık ve rablık iddia eden bütün otoriteleri reddetmeden kılınan namaz beyhûdedir. “Yalnızca Allah'a ibâdet edeceğine ve yalnızca O’ndan yardım dileyeceğine” dair söz verdiği halde; sahte ilâhlara kullukta bulunmaya, onları alkışlamaya devam eden, Allah’ın dışındaki fâni varlıklardan medet bekleyen kimse havanda su dövüyor demektir.
4124] 2/Bakara, 145
4125] 2/Bakara, 148
4126] Abdullah Yıldız, Namaz Bir Tevhid Eylemi, s. 72-73
- 906 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu yüzden, namaz kılan her mü’min; her kıyâmında, her rükû ve sücûdunda ve her kuûdunda, Allah adına Allah’ın düşmanlarına karşı zafer kazandığının şuurunda olmalıdır. O, yalnızca Allah’ın huzurunda divan durmakla, karşısında el ovuşturulan sahte ilâhlara karşı zafer kazanmaktadır. O, yalnızca Allah’ın huzurunda secdeye varıp toprağa yüz sürmekle, eli eteği öpülen, önünde yerlere kapanılan cibt ve tâğutlara karşı zafer kazanmaktadır. O, yalnızca Rabb’inin huzurunda huşû ile diz çöküp oturmakla, aşırı ta’zim edip putlaştırılan her türlü güç ve kudret sahibine karşı zafer kazanmaktadır.
Esasen namaz, baştan sona bir cihad ve muhârebedir; nefse, şeytana, tâğuta ve Allah düşmanlarına karşı... Zaten namaz, “salâ” kökünden türemiş olup “patlama ve parlama” anlamına gelir. Dolayısıyla namazın özünde, Allah düşmanlarına karşı bir patlama ve nefret ilânı vardır. Namazla düşünce planında mağlup edilen düşmanlar, pratik hayatta daha kolay yenilecektir. Namazda nefsini yenemeyen; nefislerin hâkimiyeti esasına dayanan câhiliyye düzenini nasıl mağlup edebilir? Namazda şeytanı yenemeyen; şeytanın ordularıyla nasıl baş edecektir? İşte bu açıdan bakıldığında namaz; hayatın hiçbir ânında durması mümkün olmayan fikrî ve fiilî cihad için bir hazırlıktır. Namazını gerçekten ikame eden bir mü’min, cihad ve tebliğ için gerekli heyecan ve enerjiyi ancak namazda bulacaktır. Kendisini namazla yenileyecek, imanını namazla güçlendirecek, davranışlarını namazla ıslah edecektir. Nihayet mü’min; namazla enerjik bir İslâm kavgacısı olacaktır.
“Namaz”la “mihrab” arasında sıkı bir bağ sözkonusudur. Dolayısıyla, cemaat halinde saf bağlayarak mihraba, yani savaş meydanına çıkan mü’minler, psikolojik ve fikrî olarak cihada hazırlanmaktadırlar. Safların dosdoğru ve arada boşluk bırakmaksızın düzenlenmesi, omuz omuza namaz kılmanın teşvik edilmesi, imamın düzen ve tertip konusunda sürekli cemaati uyarması, rükû ve secdeye giderken, kalkarken imamdan önce hareket edilmemesi, bu ve benzeri konularda imama harfiyyen uyulması... tümüyle askerî bir disiplin içinde cereyan eder ve müslümanları pratik olarak cihada hazırlar. Hz. Peygamber’in, Mescid-i Nebevî’de Habeşlilerin mızrak oyununa müsaade etmesi; cemaat namazı-câmi-mihrab ilişkisini ortaya koyması bakımından oldukça anlamlıdır.
Böylece câmiler; mü’minlerin fikren ve fiilen cihada hazırlandıkları, örgütlenip tebliğ ve cihad alanlarına sevkedildikleri merkezler olur. Günümüzde câmilerin ve cemaat namazlarının bu fonksiyonunu gerçek anlamda yerine getirmesi halinde, her câmi bir devrim merkezi ve cemaat bir devrim müfrezesi olacaktır. İşte o zaman: “Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.” 4127
Minber: Câmilerde hatibin Cuma ve Bayram namazlarında hutbe okumasına mahsus, merdivenli yüksekçe bir yerdir. Mihrabın cemaate göre sağ tarafında bulunur. İlk minber, Mescid-i Nebevî’de Rasûlullah’ın konuşmaları ve hutbeleri için hicretin 8. yılında yapılmıştı. Minber yapılmadan önce, Rasûlullah, bir hurma kütüğü üzerine çıkarak hutbe okurdu. Bir zaman sonra bizzat Rasûlullah’ın isteği veya ashâbın, cemaatin kalabalıklaştığını ve arkadakilerin hutbe okurken O’nu göremediklerini bildirmeleri üzerine, birkaç basamaklı bir minber yapılarak
4127] 26/Şuarâ, 227; Abdullah Yıldız, a.g.e., s. 186-188
MESCİD
- 907 -
mescide yerleştirildi. 4128
Kürsü: Câmilerde vâizlerin vaaz ederek halka nasihatlerde bulundukları ve bütün cemaat tarafından görüldükleri yüksekçe bir yerdir. Cemaate göre mihrabın sol tarafında veya câminin yan duvarının ortasında bulunur.
Ezân: “Ezan”, sözlükte, duyurmak, bildirmek, ilan etmek, çağrıda bulunmak anlamına gelen bir masdardır. Kavram olarak ezân; 5 vakit farz namazları ve Cuma namazının vaktinin geldiğini müslümanlara duyurmak için okunan özel ifadelere denir. Ezân, müslümanlara ait, sözleri hadislerle kesinleşmiş, okunması dinî bir emir olan namaz çağrısıdır. Ezân okuyana müezzin, ezân okunan yere de mi’zene denir. (Bu kelime daha sonraları Türkçe’de minare şeklinde söylenmeye başlanmıştır.)
Ezân, yalnızca namaz vaktinin, namaz için toplanma zamanının geldiğini ilan eden sözler değildir. Bu özel ibâdet, mü’minleri Allah’a itaat etmeye, şuura, uyanıklığa, takvâya ve İslâmî dirilişe dâvettir. Mü’minlerin gür bir sesle, yiğitçe Allah’ın adını yükseltmeleri, O’ndan başka ilâh, O’ndan başka Rab olmadığını, seslerinin ulaşabildiği her yere duyurmalarıdır. Ezân, Muhammed (s.a.s.)’in son peygamber ve tek önder olduğunu, mü’minlerin Kıyâmete kadar O’nun izinde olduklarını, O’nun hayatını örnek aldıklarını bildirmek ve ilân etmektir.
Ezân, baştan başa bir özgürlük bildirisidir. Müslümanların, Allah’tan başka hiçbir güç tanımadıklarını, O’ndan başka hiç kimsenin önünde eğilmelerinin sözkonusu olmadığını bütün dünyaya duyurmalarıdır, ültimatomlarıdır. Mü’minlerin İslâm’a bağlı olarak yaşama arzu ve isteklerini, ahid ve akitlerini, bu konudaki kararlılıklarını gösteren simgeleridir. Müslümanlar ezân şuuruyla; tevhidi, Allah’ın hâkimiyetini tebliğ ederken, insanları sadece Allah'a kulluk ve ibâdete çağırırken, kendi özgürlük hedeflerini de dile getirirler. Mü’minler, İslâm’ın hâkimiyeti, ibâdet ve müslümanca hayat özgürlüğü anlamına kavuşan gerçek ezânı, İslâm’ı hakkıyla yaşayabildikleri yerlerde ve zamanlarda okuyabilirler. Müslümanların hâkim olmadığı yerlerde okunan ezânlar yalnızca bir namaz çağrısı ve sınırlı bir din hürriyetidir. Böyle bir yerlerde İslâm’ın hedeflediği ezân şuurundan bahsedilemez.
Namaz Peygamberimizin hicretinden önce Mekke’de farz olduğu ve mü’minler Mekke döneminde de namaz kıldıkları halde, ezan ile birbirlerini namaza çağıramıyorlar, ezan okuyarak namaz için bir araya gelip cemaat olamıyorlardı. Ama ne zaman ki hicretten sonra Medine’de bir İslâm toplumu ve İslâm devleti kuruldu, İslâm egemen bir güç haline geldi; işte o zaman diğer İslâmî hükümler uygulanmaya başlandığı gibi, ezan okuma yükümlülüğü de başladı. Şüphesiz bu durum, ezan olayı ile müslümanların hâkimiyeti arasındaki bağlantıyı gösterir. Müslümanlar tarih boyunca fethettikleri beldelerde öncelikle ezan okumuşlardır. Günümüzde laik rejimlerin ezana ses çıkarmaması, verdikleri küçük tâviz karşısında aldıkları büyük tâvizlerden dolayıdır. Müslümanlara sus payı olmak üzere ezan okumalarına lütfen izin verirler, yakın tarihte ve yaşadığımız coğrafyalarda görüldüğü gibi, canları isteyince de ezanın aslını okumayı yasaklarlar.
Ezanın Başka Dillerde Okunması: Müslümanların yaşadığı beldeleri ele
4128] Buhârî, Cum’a 26
- 908 -
KUR’AN KAVRAMLARI
geçiren işgalci müşrikler ile yerli bağîler (Hakktan ayrılanlar), genellikle uğramadıkları camiye, kılmadıkları namaza, kuşanmadıkları tesettüre ve uyup gereğini yapmadıkları ezana müdâhale etmekten geri durmamışlardır. Canları istedikçe günümüzde de müdâhale edebilmektedirler. Ya onun sesini kısmaya, ya da asıl fonksiyonunu icrâ edemeyecek hale sokmaya çalışırlar. Etki alanını sınırlamak, başka dillerde okunmasını emredip yozlaştırmak isterler.
Ezanın sözleri Arapçadır ve dünyanın her yerinde Kıyâmete kadar Arapça okunmaya devam edilecektir. Çünkü onun sözleri bizzat Peygamberimiz tarafından tesbit edilmiş ve ümmete emânet bırakılmıştır. Ezanın Arapça sözlerinden başka bir şekilde okunabileceğine hiçbir aklı başında İslâm âlimi fetvâ veremez. Verenler olmuşsa veya böyleleri çıkacaksa, onlar âlim değil; kendilerine ekmek ve emir verenlerin sözcüleridir ve bunların değerlendirmeleri müslümanları bağlamaz. Üstelik hiçbir dildeki ezan çevirileri, aslının etkisini, sözlerindeki derin anlamı, âhengi, haşmeti ve ürpertiyi ifade edemez. Hangi dil “Allahu ekber” sözünü canlı, etkileyici, ürpertici, şuurlandırıcı, uyarıcı, ısındırıcı, kalplerin derinliğine işleyici bir şekilde anlatabilir? Hangi söz “eşhedü en lâ ilâhe illâllah (şehâdet ederim ki Allah’tan başka tanrı yoktur!)” bildirisini, iman ilânını, coşkusunu, bağlılığını, yüceliğini, yalancı tanrıları red edişteki kararlılığı dile getirebilir?
Bir semboller sistemi olan dil, onu konuşanların inançlarını, tercihlerini ve dünya görüşlerini; hayatı, tabiatı ve yaratıcıyı algılayış biçimlerini gösterir. Arapça da antropolijik anlamda dillerden bir dildir ve kutsal değildir. Ancak Allah (c.c.) Kur’an’ı bu dille gönderdi, Peygamberini bu dili konuşan bir kavimden seçti. İslâm’ın gelişine kadar sıradan bir dil olan Arapça, Kur’an ile birlikte en zengin dillerden biri oldu. Kur’anî vahiy, bu dile ait kelimelerin içini kendi değerleriyle, kendi dünya ve evren görüşüyle doldurdu. Vahyin, içini doldurduğu bu kavramlar artık Arabça değil; Rab’çadır, İslâm’cadır. Müslümanlar dinlerini bu kavramlarla öğrenirler, algılarlar ve hayatlarını bu kavramlarla İslâm istikametinde dönüştürürler.
Ezanın başka bir dilde (özellikle Türkiye’de Türkçe olarak) devlet zoruyla okutulmaya çalışılması, Din’i protestanlaştırma amacından başka bir şey değildir. Ezanın Arapça dışında bir dille okunmasını savunanlar; dikkat edilirse, ya tepeden inmeci jakobenler ya da ulusçu düşünen yarım okumuşlar, aydın denilen karanlıklardır. Bunların da Din’i daha iyi anlayıp, daha iyi uygulama diye bir kaygı taşımadıkları bilinen bir şeydir.
Ezan, bir İslâm şiarıdır (sembolü ve sloganıdır). Bilindiği şibi şiarlar şuurları uyandırmak içindir. Semboller, dış görünüşlerinden çok daha büyük anlam ve değer taşırlar. İslâm’ın şiarlarına karşı mücâdele edenler aslında şuursuz nesiller yetiştirmek istiyorlar. Çünkü şuursuz nesilleri kullanmak ve gütmek daha kolay olur.
Ezan, yalnızca namaz için toplanma çağrısı değildir. O, bir tevhid duyurusu, bir iman yenileme dâveti, bir birlik (vahdet) ilânıdır. Müslümanları tek bir İlâh’a, tek bir öndere çağırmak sûretiyle onlara kurtuluşun (felâhın) yolunu göstermekir. Şehâdet ilkesine sarılan mü’minler, tek yumruk, tek yürek halinde ve tek gâye uğruna İslâm ümmeti binasını meydana getirirler. Ezan, aynı zamanda bir tebliğdir. Mü’minleri Allah’a ibâdete dâvet ederken, gayri müslimleri Allah’a teslim olmaya çağrıdır. Namaz, Allah’a kulluğun simgesidir. Teslimiyetin, zikrin,
MESCİD
- 909 -
boyun eğmenin, Allah’ı büyük tanımanın, duânın, niyazın, en Yüce Makamı tanımanın somutlaşmış halidir. Namaz; İslâm’a teslimiyetin, müslüman olmanın göstergesidir. Ezan, bu teslimiyeti yeniden hatırlatır, bununla mü’minlere şuur ve canlılık verir.
Ezan, insanlara İslâm gerçeğini, ibâdetin yüceliğini, Allah yolunun doğruluğunu haber verir. Ezan, mü’min yürekleri sevindirir, onların esir, aşağı, müstaz’af, sürünen, sünepe olmadıklarını; aziz olduklarını/olmaları gerektiğini ilân eder ve onları Allah’a ibâdetle en güzel hürriyetin tadını tatmaya dâvet eder. Unutmamak gerekir ki ezan, yalnızca dinlenmez, aynı zamanda dinleyen müslümanlar tarafından okunur. Kur’an okur gibi, tabiatın dilini, denizin bestesini, gülün kokuşunu okur gibi… Her bir müslüman duyduğu ezan sesinde, kendi benliğini bulur, parçası olduğu bütünü hatırlar, organı olduğu bedeni aklına getirir. Ezanın sözlerinde imanını, umutlarını, kimliğini, aşkını ve varlığını hisseder.
İlk Ezan: Rivâyete göre Medine’de ilk defa Abdullah bin Zeyd’in gördüğü rüya üzerine ezan okunmaya başlanmıştır. Müslümanları namaza dâvet etmek üzere teklif edilen ‘çan çalma’, ‘ateş yakma’, ‘boru üfleme’ gibi şeyler Peygamberimiz tarafından kabul edilmedi. Çünkü İslâm bâtıl dinlere ait ibâdetleri ve onlara ait şiarları kabul etmez. Abdullah bin Zeyd, o gece gördüğü rüyayı ve rüyada kendisine söylenilen sözleri Peygamberimiz’e anlattı. Aynı rüyayı Hz. Ömer de görmüştü. Bunun üzerine Peygamberimiz Abdullah’a, “rüyada öğrendiğini Bilâl’a öğret, okusun. Çünkü onun sesi daha gürdür.” buyurdu. Böylece bugünkü haliyle ezan, dinî bir görev olarak meşrulaştı. 4129
Ezandan sonra “ezan duâsı”nı okumak Peygamberimiz’in emridir. 4130
Farz namazlardan önce ayrıca okunan ezana kaamet (ikaameh) denir. Ezan, farz namazlar ve cuma namazı için okunduğu gibi; mü’minler, doğan çocuklarının sağ kulağına ezan, sol kulağına kaamet okurlar. Bu ibâdet çocuğun İslâm fıtratına uygun bir amel ve ileride bu fıtratı koruması hususunda bir duâdır. Ezan, vâcip derecesinde sünnet-i müekkededir. (12) İnsan doğar doğmaz ezanla, tekbirle hayata adım atar. Ölürken de ezanla, tekbirle musalâya konur, namazı kılınır. Önemli olan bu ikisi arasındaki hayatı ezan ve tekbir mesajı ve gerekleriyle geçirmektir.
Ezan, tekbire, salât ve felâha çağrı olduğu gibi, aynı zamanda bir tebliğdir. Allah'ın hâkimiyetini bütün dünyaya ilân eden bir özgürlük mesajıdır; bir devrim çağrısıdır. O yüzden ezanla dirilen, namazla şeytana karşı zafer kazanan tevhid eri, kulu kula kulluktan kurtaracak bu mesajı topluma yaymaya, sesini ulaştırabildiği tüm yerlerde Hakkı hâkim kılma mücâdelesine ve tevhid ve vahiy ekseninde toplum projesi sunup kişisel, sosyal, siyasal değişim ve dönüşüm için hakkı haykırmış olur. Bulduğu doğruyu ve güzeli, kurtuluş ve huzuru başkalarıyla paylaşmak için “buldum, buldum!” demiş ve bulduğunu bulamayanlara da sunmuş olur.
4129] Müslim, Salât 1, hadis no: 377, 1/285; Ebû Dâvud, Salât 27-28, hadis no: 499, 505-507, 512, 1/135, 138-139, 141; İbn Mâce, Ezan 1, hadis no: 706-709, 1/232,233; Buhârî, Ezan 1, 1/157; Tirmizî, Salât 139, hadis no: 190, 1/362; Nesâî, Ezan 1, 2/3
4130] Müslim, Salât 11, hadis no: 384, 1/288; Ebû Dâvud, Salât 36, hadis no: 523, 1/144; İbn Mâce, Ezan 4, hadsi no: 722, 1/239; Buhârî, Ezan 8, 1/159; Tirmizî, Salât 157, hadis no: 211, 1/413; Nesâî, Ezan 38, 2/22
- 910 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Namaz için ezan okunduğu zaman, şeytan oradan sesli sesli yellenerek uzaklaşır, ezanı duyamayacağı yere kadar kaçar. Ezan bitince geri gelir. İkamete başlanınca yine uzaklaşır, ikamet bitince geri dönüp kişi ile kalbinin arasına girer ve "şunu hatırla" , "bunu düşün" diye insanın aklında daha önce hiç olmayan şeylerle vesvese verir. Öyle ki (buna kapılan) kişi kaç rekât kıldığını bilemeyecek hale gelir." 4131
Rasûlüllah, bu hadisinde, insî ve cinnî şeytanların ezandan duyduğu rahatsızlığı beliğ bir üslupla dile getirmektedir. Ezandan rahatsız olanların tercih edecekleri alternatif meşguliyet ve sesleri, Rasûlullah'ın yellenme sesine benzetmesi de dikkat çekicidir.
Akla şöyle bir soru gelebilir (veya gelmelidir): Kur'an'a başlarken, namaz kılarken, bizden uzaklaşmayan şeytan, namaz kadar önemi büyük ve terkedilmesi câiz olmayan bir ibâdet olmadığı halde, ezandan niye kaçar? Cevabı, ezanın mesajında ve sosyalitesindedir. Namaz, ferdî bir ibâdettir. Namazla kişi, sadece kendisini ateşten kurtaracaktır. Ezan ise, tebliğdir, dâvettir, başkalarının kurtuluşunu istemektir. Mesaj sunmaktır, hakkı haykırmaktır ezan. Peki, her tebliğ, her mesaj şeytanı kaçırır mı? Vâizlere de, vaazlara da şeytan yaklaşamaz mı?
Cevap, ezandaki ifadelerdedir. Ezanda nelerin tebliği yapılmaktadır? Dinin temel esasları, Allah'ın en büyük olduğu, O'ndan başka ilâh olmadığı. Başka? Kurtulmak için namaz kılmanın şart olduğu, Önder ve kılavuzun kim olduğu... Tüm insanların bu esaslara ve namaza dâvet edilmesidir ezan. Net, pazarlıksız, kesin bir ifadeyle tebliğdir ezan, çünkü şâhidlik yapılmaktadır. Ve güzel bir üslûp ve sesle insanlara çağrıdır ezan. Peki, bugünkü ezanlar, şeytanı gerçekten kaçırıyor mu? Cevap yine ezan ifadesinde. Ezana, "ezan-ı Muhammedî" denir. Anlamı, Muhammed’e (s.a.s.) ait çağrı, Muhammedî üslûpla ilân. Demek ki, sünnete uygun bir usûl ve metodla tevhidî mesajın ister minareden, ister başka yerden insanlara sunulması, şeytanları bizden uzaklaştıracaktır. İnsan ve cin şeytanlarını, korkudan yellene yellene kaçırmak isteyenlere duyrulur.
Peygamberimiz döneminde Cuma namazları için, farzdan hemen önce okunan tek bir ezan vardı. Dışarıda ayrı bir ezan okunmazdı. Cuma namazı için iki ezan okunmasına Emevîler döneminde başlandı. Bu bid'at, Türkiye'nin bütün câmilerinde hâlâ devam ettirilmektedir. Ezanların insan sesiyle okunması da sünnetin gereklerindendir.
Ezan Yasağı; Allahu Ekber’den Tanrı Uludur’a: Ezan, 1932 yılında devlet baskısı ve zorlamasıyla sadece Türkçe tercümesiyle okunmuştur. Türkiye'deki tüm minâreler, tam 18 sene boyunca "Allahu Ekber!" sadâlarına hasret kalmıştır. Bu Türkçe ezan(!) şu şekilde okunmaktaydı:
"Tanrı uludur, Tanrı uludur;
Tanrı uludur, Tanrı uludur!
Şüphesiz bilirim, bildiririm:
Tanrı'dan başka yoktur tapacak.
Tanrı'nın elçisidir Muhammed
4131] Buhârî, Ezan 4, Amel fi's-Salât 18, Sehv 6; Müslim, Salât 19, Mesâcid 89; Ebû Dâvud, Salât 31; Nesâî, Ezan 30; Muvattâ, Nidâ 6; Kütüb-i SitteTercümesi, 8/ 320
MESCİD
- 911 -
Haydin namaza! Haydin felâha!
Tanrı uludur, Tanrı uludur!
Tanrı'dan başka yoktur tapacak!"
Arapça aslıyla okuma yasağı 16 Haziran 1950 tarihine kadar sürmüştür. Ezanın tekrar aslî lisanıyla okunmaya başlamasından ordu rahatsız olmuş, kışlalarda kıpırdanmalar başlamış; bu uygulamayı tekrar hayata geçirenler on sene sonra bu suçlarının(!) cezasını idam sehpalarında ödemişlerdi. Bu uygulama, "laik" olduğu iddia edilen rejimin dine ne kadar müdâhale ettiğini göstermesi açısından hayli önemlidir. Ezanı Arapça aslıyla okumayı göze alan bazı müezzinlerin bu büyük suçu(!) işlediklerinden dolayı fecî zulümlerle cezalandırıldığını biliyoruz.
Minâre: Câmilerde müslümanlara namaz vakitlerini bildirmek için müezzinlerin ezan okudukları kule gibi ve füze şeklinde yüksek, sivri yapılı yerlerdir. Minâre, ilk defa hicrî 58 yılında Muâviye tarafından Mısır'da Amr bin el-Âs Câmiine ilâveten inşâ edildi. Bu minâre üstünde ilk defa ezan okuyan, sahâbeden Şurahbil bin Âmir el-Murâdî idi. Minârenin alttan yukarıya doğru bölümleri şunlardır: Temel, gövde, şerefe (ezan okunan ve dışarıya yönelik lambalar bulunan yer), şerefe korkuluğu, petek, peteğin üzerinde minârenin şerefesine açılan kapı, külâh ve alemdir.
Müezzin Mahfili: Mahfil (veya mahfel), müezzinlerin vazife gördükleri yerdir. Câmilerde minberin karşısında ve ortaya yakın arka tarafta bulunurlar.
Hünkâr Mahfili: Bazı büyük câmilerde, padişahların içinde namaz kıldığı yere hünkâr mahfili denir. Hünkâr mahfili bulunan câmiler, şehrin en büyük câmileri olduğu için bunlara "Selâtin Câmileri" denilir.
Câminin bu bölümlerinden başka, daha çok sosyal fonksiyon olarak işlevi olan şu yapıları da vardır: Kur’an Öğretimi için kurs binası veya odası şeklinde bölmeler, son cemaat mahalli, imam odası, şadırvan, avlu, tuvalet, gasilhane.
Namazgâh: Câmi yerine kullanılan namaz yeri, namaz kılınan meydan ve açık mescid demektir. Bayram ve cenâze musallâları/namazgâhları da yalnız namaz hususunda mescid hükmündedirler.
Cemaat: Cemaat kelimesinin aslı, toplamak, bir araya getirmek anlamındaki cem’ fiilidir. Cemaat, sözlükte, insan topluluğu, bir araya gelen insan grubu demektir. Geniş anlamıyla cemaat; bir fikir ve inanç etrafında bir araya toplanan insan topluluğuna verilen addır. Bir fıkıh terimi olarak ‘cemaat’ ise; namazı bir imamla birlikte kılan mü’minler topluluğudur. En geniş anlamıyla cemaat, İslâm ümmeti topluluğunu ifade eden bir kavramdır. Dünyadaki bütün müslümanlar bu anlamda bir bütün halinde ‘cemaat’tirler. Bu cemaatin ana özelliği, aynı Din’e, yani Tevhid Dinine inanmaları, aynı kıbleye yönelmeleridir. Dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, bütün müslümanlar İslâm cemaatinin birer üyesidirler. Cemaat, şuurlu bir birlikteliktir. Kuru kalabalık, yani kitle (cemâdât) değildir.
Namaz ve Cemaat: İslâm cemaatinin en küçük örneği, müslümanların namazda bir araya gelmeleridir. Namaz cemaati, İslâm cemaatini oluşturmada çarpıcı bir örnektir. Peygamberimizin cemaatle namaz kılmayı niçin sık sık tavsiye, hatta emrettiği bu nedenle daha iyi anlaşılır. Mü’minler kendi aralarında
- 912 -
KUR’AN KAVRAMLARI
seçtikleri ya da uygun gördükleri bir namaz imamının arkasında bir farz namazı kılmak üzere cemaat olurlar. Onun arkasında saf tutarlar. Namaz içerisinde onun komutuyla rükû ve secde yaparlar. İmamın okuyuşu cemaat için yeterli sayılır. Onunla birlikte hareket ederler, onunla beraber namazı tamamlarlar. Namaz için bir imama uyan mü’min, namazdaki bütün hareketleri imamla birlikte ama ondan sonra yapar, aynı zamanda da o imama uyan diğer mü’minlerle beraber yapar. Namazda kendi başına hareket etmez, diğer müslümanlarla birlikte aynı amacı gerçekleştirmeye, yani namazı ikame etmeye (yerine getirmeye) çalışır.
Cemaatle kılınan namazdaki hiyerarşik düzen, müslümanların oluşturacağı toplumun düzenine de bir işarettir. Namazda önde imam olur ve bütün cemaat yerin genişliğine göre onun arkasında sıra halinde saf tutar. Buradaki düzen piramit düzeni değil; eşitlik ve kardeşlik düzenidir. Çünkü İslâm cemaatinde soylular ve imtiyazlılar sınıfı yoktur. Hiç kimse diğerinden üstün değildir. Seçtikleri imam bile onlardan biridir ve yalnızca namazda onların bir adım önündedir.
İslâm’a göre cemaat olma o kadar önemlidir ki, iki kişi bir araya gelseler, hemen cemaat olmaları tavsiye edilir.4132 Cemaate devam etmenin sevabı kadın ve erkek mü’minler için aynı derecededir. Peygamberimiz kadınların cemaate gelmelerine engel olunmamasını istemiştir. 4133
Müslümanlar, farz namazları, Cuma ve bayram namazlarını cemaatle kılarlar. Cuma ve bayram namazlarının ancak cemaatle kılınması, tek başına kılınmasının mümkün olmaması oldukça önemlidir. Şüphesiz Cuma ve bayram, mü’minlerdeki cemaat şuurunu kuvvetlendirir, onları birbirine yaklaştırır, aralarındaki kardeşlik ilişkilerini artırır. 4134
Peygamberimiz (s.a.s.) birçok hadisinde müslümanlara cemaat olmayı teşvik etmekte, bunun önemini bildirmektedir. Bunun yanında cemaatle namaz kılmayı çok önemsemekte, mü’minlerin cemaatle namaz kılarak çok fazla karşılık alacaklarını haber vermektedir. Kur’an Hz. Peygamber’e, düşman korkusu olsa bile mü’minlere namazı cemaatle kıldırmasını emretmektedir.4135 Cemaatle namaz, İslâmî cemaatin temelini atar, cemaat şuurunu kazandırır. Bu nedenle cemaatle kılınan namazın derecesi tek başına kılınana göre yirmi beş veya yirmi yedi derece daha yüksektir. 4136
Hadis rivâyetinde; "Cemaatle kılınan namaz, ayrı kılınan namazdan yirmi yedi derece üstündür."4137 buyruluyor.
Bu faziletin, bugünkü devlet dairesi haline getirilen mescidlerde olacağını sanmıyorum. Çünkü asr-ı saadetteki uygulamada mescidin 27 fonksiyonu vardı. Günümüzde namaz kılmanın dışında mescidler hiçbir olumlu fonksiyon icrâ
4132] Buhârî, Ezan 35, 1/167; İbn Mâce, İkametü’s-Salât 44, hadis no: 972-975, 1/312; Nesâî, İmâmet 43-44, 2/80
4133] Buhârî, Ezan 162, 1/218; Müslim, Salât 30, hadis no: 442, 1/326; Ebû Dâvud, Salât 52, hadis no: 565-568, 1/155
4134] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 101-102
4135] 4/Nisâ, 101-102
4136] Buhârî, Ezan 30, 1/166; Müslim, Mesâcid 42, hadis no: 649, 1/449; Ebû Dâvud, Salât, hadis no: 559, 1153; İbn Mâce, Mesâcid 16, hadis no: 786-790, 1/258; Tirmizî, Salât 245, hadis no: 330, 2/15
4137] Buhârî, Ezan 30; Müslim, Salât 272
MESCİD
- 913 -
etmiyorlar. Allahu a’lem, hadis rivâyetindeki 27 derece sevap, mescidlerde icrâ edilen 27 ayrı sevaba sebep olacak 27 değişik fonksiyonla ilgilidir. Ama, bu benim şahsî yorumumdur, bu konuda iddia sahibi de değilim, sadece böyle düşünüyorum.
Asr-ı Saâdette 27 değişik fonksiyonu bulunan mescidler (câmiler) günümüzde cemaatle veya münferid olarak namaz kılınan yer olmanın dışında hiçbir fonksiyonu icrâ etmiyor. O yüzden 27 değişik faaliyetin yapılmasıyla elde edilecek 27 derece sevabın günümüz camilerinden beklenilmesinin hiçbir tutarlı tarafı olmadığını düşünüyorum. Tam tersine, bugün camilerde herbiri ibadetlerin sevabını götürecek 27 ayrı bid’atin görülebileceğini belirtmek istiyorum. Yukarıda gerçek camilerde olması gereken 27 fonksiyonu saydım. Ve günümüz mescidlerinde görülen 27 bid’ati de aşağıda tek tek sayacağım. Devlet dairesi haline gelmiş/getirilmiş günümüz camilerinde gerçekten 27 derece sevap beklenip beklenilmeyeceği hakkında kararın tekrar düşünülmesi ve bu camilerin işgalden kurtulup yeniden asr-ı saadetteki fonksiyonlarına sahip kılınıp bid’atlerden arındırılması için bütün muvahhid mü’minleri görev bilincine davet ediyorum.
Mescid-i Haram, Mescid-i Aksâ, Mescid-i Nebevî
Kur'an'ın bildirdiğine göre "insanlar için inşâ edilen ilk beyt (mâbed)" Kâ'be'dir.4138 Rivâyete göre onun ilk bânîsi Hz. Âdem'dir. Ebû Zerr'in sorduğu sorular üzerine Hz. Peygamber, yeryüzünde ilk mescidin Mescid-i Harâm, ikincisinin ise Mescid-i Aksâ olduğunu açıklamıştır.4139 Aynı hadiste aralarının zaman olarak kırk yıl olduğunun belirtilmesi, (kırk sayısının çokluk ve uzaklık bildiren mecaz anlamı kastedilmediyse) Hz. İbrâhim ve Hz. Süleyman'ın eski temelleri üzerine bunları yenilediklerini göstermektedir. Bu mescidlere "beyt" denilmiş, Kâbe için "el-Beyt",4140 "Beytü'l-Harâm",4141 "Beytü'l-Atîk"4142 ifadeleri kullanılmıştır. Tarihî bulgulara göre Mekke, Mescid-i Harâm'dan dolayı, eskiçağlardan beri mescidin yeri olarak bilinmekteydi.
"Şu mescidimdeki namaz efdaldir." (Bir başka rivâyette:) "Bu mescidimdeki bir namaz, Mescid-i Harâm hâriç bütün mescidlerde kılınan bin namazdan daha hayırlıdır." 4143
İslâm’a göre üç mescid yücedir. Bunlara özel ziyaret yapmak helâldir: Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ve Mescid-i Nebevî.4144 Mescid-i Haram, yeryüzündeki mescidlerin en faziletlisidir. Burada kılınan bir namazın, başka mescidlerde kılınan yüz bin namazdan daha efdal olduğu rivâyet edilmiştir. “Mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram hâriç, başka mescidlerde kılınan bin namazdan efdaldir. Mescid-i Haram’da kılınan bir namaz da diğer mescidlerde kılınan yüz bin namazdan efdaldir.”4145
4138] 3/Âl-i İmrân, 96
4139] Buhârî, Enbiyâ 49; Müslim, Mesâcid 1-2
4140] 2/Bakara, 125, 127, 158; 3/Al-i İmrân, 96, 97
4141] 5/Mâide, 2, 97
4142] 22/Hacc, 29, 33
4143] Buhârî, Fazlu's-Salât 1; Müslim, Hacc 505; Tirmizî, Salât 243; Nesâî, Mesâcid 7; Muvattâ, Kıble 9
4144] Müslim, Hacc 74, hadis no: 1338, c. 2, s. 975; Buhârî, Salâtu Mescid-i Mekke 1, 6, 2/76,77, Savm 67, 2/56; Ebû Dâvud, Menâsik hadis no: 2033, 2/216; Tirmizî, Salât 243, hadis no: 326, 2/148
4145] İbn Mâce, hadis no: 1406
- 914 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Fazilet bakımından Mescid-i Haram’dan sonra, Mescid-i Nebevî ve ondan sonra da Mescid-i Aksâ gelir.
Mescid-Haram, Mekke’de Kâbe’nin bulunduğu alandaki câminin adıdır. Hürmet ve saygı gösterilmesi gereken mescid anlamında, “hurmetli mescid” demek olan “el-Mescidu’l-Haram” ismi verilmiştir. Bütün müslümanların kıblesidir. Buraya Harem-i Şerif de denilir. Açık bir alan üzerinde bulunan Kâbe, Makam-ı İbrâhim ve zemzem kuyusu, bu mescidin içindedir. Çevre duvarları 547 metredir. Bu dört duvarında 9 kapı ve çevresinde 92 kubbe ve 7 minâre vardır.
“Mescid-i Haram” Kur’ân-ı Kerim’de 15 yerde zikredilir. Asr-ı Saâdet’in ilk yıllarında namazlarda kıble Kudüs’teki Mescid-i Aksâ iken, hicretten sonra 16. ayda, kıble Mekke’deki Mescid-i Haram’a çevrilmiştir.4146 Saldırı olmayınca, çevresinde savaş yapılması yasaklanmıştır “Mescid-i Haram’ın yanında onlar, sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Eğer orada sizinle savaşırlarsa onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası böyledir.” 4147
Mescid-i Haram, Emevîler, Abbâsîler, Osmanlılar ve Suudlular zamanında çeşitli tamirler görmüş ve değişikliklere uğramıştır. Şimdiki haliyle Kâbe’ye yakın olan kısmın üzeri açık, dış kısımların üzeri kapalıdır.
Peygamberimiz, 7 yerin mescid edinilmesini yasaklamıştır. Bunlar: zibillik-çöplük, mezarlık, yol kavşakları, güzergâhlar, hamamlar, hayvan ağılları ve Kâbe'nin üstüdür.4148 Bu gün Suud yönetiminin, Kâbe'nin tepesine diktiği görkemli krallık sarayı, Beytullah'ı ayakaltına alırcasına tepeden bakan yapısıyla Mescid-i Harâm'a büyük saygısızlık olduğu gibi; eğer kral ve çevresindekiler namaz kılıyorlarsa, hadis-i şerif gereği buradaki namazların da geçerli olmayacağını belirtmek gerekir.
Mescid-i Nebevî: Rasûlullah’ın (s.a.s.) Medine’ye hicretinden hemen sonra ashâbıyla birlikte binâ ettiği mescid. Bu mescide, Mescid-i Nebî, Mescid-i Rasûl, Mescid-i Şerif, Mescid-i Saâdet de denilir. Bilindiği gibi, devesiyle Medine’ye giren Rasûlullah: “Bırakın deve serbestçe yürüsün” demiş, onun durduğu yerde ikamet edip mescid yapacağını belirtmişti. Deve, iki yetim kardeşe ait boş bir arsaya çöktü. Rasûlullah’ın devesinin çöktüğü bu arsa sahipleri olan Neccaroğullarından Sehl ve Süheyl hîbe etmek için ısrar ettilerse de Hz. Peygamber bunu kabul etmedi ve on dinar karşılığında burayı satın aldı. Etrafı çevrili olan bu arsanın hemen bitişiğinde, câhiliyye insanlarının gömülü bulunduğu bir mezarlık vardı. Rasûlullah bu mezarlığın kaldırılması istedi. Böylece mescidin inşâ edileceği arsa genişletilmiş oldu. Ayrıca burada bulunan su birikintisi de yok edildi.4149 Ensar ve muhâcirden gönüllü kimselerin katılımıyla inşâ edilen bu mescid için Rasûlullah, organize etmek, planlarını yapmak, kıble duvarının tesbit ve inşâsı ve bir işçi gibi taş ve kerpiç taşımak şeklinde bizzat katılmıştır.
Mescidde namaz kılınan yerin üzeri açıktı. Ancak, mescidin ortasında, hurma ağacından yapılan direkler üzerinde, hurma dal ve yapraklarından bir gölgelik yapılmıştı. Mescidin doğu tarafında duvara bitişik olarak Rusûlullah (s.a.s.)’ın
4146] Bk. 2/Bakara, 249-250; 144
4147] 2/Bakara, 191
4148] İbn Mâce, Mesâcid 4
4149] Nesâî, Mesâcid 12
MESCİD
- 915 -
hanımları için odalar inşâ edilmişti. Yine bu mescide bitişik olarak, gündüzleri bir eğitim-öğretim yeri, geceleri ise evsiz kimseler ve misafirlerin barınması için “Suffe” denilen üzeri kapalı bir bölüm eklenmişti. Medine’de inşâ edilen bu mescid, aynı zamanda, kurulan İslâm devletine ait bütün faâliyetlerin yürütüldüğü bir merkez niteliğinde idi.4150 Birçok kez genişletilen mescid, bazen yeniden inşâ edilmiş, minâreler eklenmiştir.
Mescid-i Nebî’de kılınan namaz, diğer mescidlerde kılınan namazlardan çok daha faziletlidir. Hadis rivâyetinde buradaki namaz, başka mescidlerde kılınan bin rekât namazdan daha hayırlı ve faziletli4151 olduğu ifade edilmiştir. Bunun içindir ki, hac farîzasını îfa etmek için bu topraklara giden müslümanlar, bir müddet (bu müddet, genellikle 40 vakit peşpeşe namaz kılmak için 8 tam gündür) Medine’de kalarak Peygamber Mescidinde ibâdet etmenin güzelliklerinden faydalanmaya çalışırlar.
Mescid-i Aksâ: Kudüs’te eski Süleyman (a.s.) mâbedinin bulunduğu yerde inşâ edilmiş olan câmiye Mescid-i Aksâ denilir. “Aksâ”, en uzak anlamına gelir. Kur’an-ı Kerim’de isrâ olayıyla ilgili olarak bu mescidden bahsedilir. “Kulunu (Muhammed’i), gece vakti, âyetlerimizden bazılarını göstermek için Mescid-i Haram’dan, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. O her şeyi işitir ve görür.” 4152
Mescid-i Aksâ’ya “İliya” veya günahlardan temizlenme yeri anlamında “Beytü’l-Makdis yahut Beyt-i Mukaddes adı da verilmiştir. Mescid-i Aksâ’ya “en uzak mescid” anlamındaki bu ismin verilmesi, Mekke’deki Mescid-i Haram’a yaya yürüyüşü ile bir aylık mesafede bulunması yüzündendir. Hz. Peygamber, mirac gecesinde; “Burak’a bindim, Beytu’l-Makdis’e gittim” 4153 buyurmuştur. Yeryüzünde Mescid-i Haram’dan sonra yapılan en eski mescidlerden birisi Mescid-i Aksâ’dır. Yapımına Dâvud (a.s.) başlamış ve Hz. Süleyman tarafından tamamlanmıştır.
Mescid-i Aksâ, hicretin 16. ayına kadar müslümanların kıblesi idi. Hz. Ömer devrinde Kudüs fethedilince, oraya giden halîfe gece vakti Beytü’l-Makdis’e girdi ve bütün gece orada namaz kıldı. Sabah olunca ezan okutarak cemaatle namaz kıldı. Beytü’l-Makdis’in mukaddes hâtırasına bir mescid yaptırdı. Bu yapıya Mescid-i Ömer denilir ve asıl Mescid-i Aksâ burasıdır. Mescid-i Aksâ diye ziyaret edilen büyük câmi, Kubbetü’s-Sahrâ diye isim alır. Dört yandan merdivenlerle çıkılan geniş bir seddin ortasında, sekiz köşeli ve yüksek kubbeli bir binadır. Kubbetü’s-Sahrâ’nın bir ziyâret yeri olmasına karşılık, Mescid-i Aksâ, bunun bir ibâdethanesini teşkil eder. Mescid-i Aksâ deyince; İslâm kaynaklarında Kubbetü’s-Sahrâ, mezar, türbe, tekke ve sebil gibi dinî amaçlarla yapılmış yapıları içine alan yaklaşık 150 dönüm kadar bir arazi üzerine serpilmiş binalar topluluğu anlaşılır. Dar anlamda Mescid-i Aksâ deyince, Kubbetü’s-Sahrâ’dan uzakta olmayan ve Abdülmelik tarafından inşâ edilmiş bulunan câmi kast edilir.
Süleyman Ateş'in Alfred Guillaume'in makalesinden yola çıkarak Mescid-i Aksâ ile ilgili iddiası hayli farklıdır: Mescid-i Aksâ ne Kudüs'teki Süleyman mâbedi, ne de gökte bir mâbeddir. Hz. Peygamber'in zaman zaman gidip
4150] Nesâî, Mesâcid 20
4151] Ahmed Bin Hanbel, I/16, 184; Nesâî, Mesâcid 4
4152] 17/İsrâ, 1
4153] Müslim, İman 259; Nesâî, Salât 10
- 916 -
KUR’AN KAVRAMLARI
namaz kıldığı, Ci'râne Vâdisinde bir namazgâhtır. Ci'râne Vâdisinin Arafat yakınında bulunan kıyısında, bir Kureyşli tarafından yapılan mescide Mescid-i Ednâ (yakın mescid), Hz. Peygamber'in namaz kılıp ihrâma girdiği namazgâhına da Mescid-i Aksâ (uzak mescid) denmiştir. Dolayısıyla, isrâ olayının olağanüstü bir durumu yoktur, bedensel bir yürümedir; mîrac da ona göre ruhsal bir yükselme ve müşâhededir. 4154
En Fazileti Üç Mescid ve Bugünkü Konumları: Yeryüzünde namaz kılmak ve ziyaret etmek maksadıyla yolculuğa çıkılabilecek üç mescid vardır. “Üç mescidden başka bir yere (ibâdet ve ziyâret etmek için) özel olarak yolculuk yapılmaz; Mescid-i Haram, Mescid-i Aksâ ve Benim mescidim.” 4155
Bu üç mescidin üstünlükleri, onların peygamberler eliyle kurulmalarından gelmektedir. Mescid-i Haram, yani Kâbe, bütün varlıkların kıblesi, Mescid-i Nebevî, takvâ üzerine kurulan Son Peygamber'in mâbedi, Mescid-i Aksâ da eski Peygamberlerin kıblesi, müslümanların da ilk kıblesidir.
Bu Üç Mescid, Günümüzde Müslümanların Esâretini Haykırıyor!.. Ne yazık ki, en faziletli bu üç mescid de farklı şekillerde hür değil. İslâm ümmetinin malı ve kutsal değeri olan Mescid-i Harâm ve Mescid-i Nebevî bir kral ailesinin keyfî yönetimindedir. Mescid-i Aksâ’nın bulunduğu, Kur’an’da mübarek kılındığı bildirilen bölgede yer alan Kudüs ise siyonist kâfirler tarafından işgal edildi. Bu işgalle beraber Mescid-i Aksâ ve onun yanında bulunan diğer İslâm mirası siyonist tehdidi altındadır. Diğer mescidlerin birçoğu da İslâm dışı siyasî anlayışların kontrolündedir.
Mü’minlerin kalbi Allah’ın evidir. Câmiler de Allah’ın evidir. Her müslüman, kalbinde Allah’ın evini taşır. Câmiler, kentin içindeki rûhânî merkezlerdir; dünyanın rûhâniyeti ise Kâbe’de odaklaşır. O Beytullah’tır. Önce, Mekke’yi mi kaybettik; yoksa kalplerimizi mi? Mekke, kalplerimizde imanî zaafımızın karanlığında mı kayboldu?
Herhalde önce kalplerimizdeki imanı kaybettik. Sonra mâbedlerimizi, câmilerimizi ve Mekke, bütün bunların toplamı olarak tıpkı câmilerimiz gibi fonksiyonunu kaybetti. Mahkûm hale geldi. Kalplerimiz, câmilerimiz ne halde ise Kâbe de o halde. Mekke, bizim aynamızdır; biz de Mekke’nin. Mekke, haksızlıklara, zulme ve sömürüye karşı bir kıyam yeri olması gerekirken, 4156 bir meskenet yuvasına döndürülmek, bir emin belde olması gerekirken kan ve gözyaşının yurdu haline getirilmek isteniyor!
Fâiz haramdır. Ve Mekke’de haccedebilmek için hür olmamız gerekli. Gerçekten müslümanlar bugünkü dünyada hür müdürler ve hacca gitmek için ödedikleri fâizin hesabını nasıl verecekler? İlk kıblemiz Kudüs’ün işgaline bile son verecek irâdeyi ortaya koyamayan bir Haccın temsil ettiği rûhânî atmosferin kemâlâtından ciddi olarak şüphe etmek gerekir. Haccın normal şartlarda rükûnları bellidir. İslâm’ın genel ilke ve prensipleri ışığında Haccı değerlendirdiğimizde birçok boşluklar bulunduğu görülecektir:
4154] S. Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 13, s. 272
4155] Buhârî, Fedâilu’s-Salât -Salâtu Mescid-i Mekke- 1, 6, Savm 67; Müslim, Hacc 74; Ebû Dâvud, Menâsik hadis no: 2033; Tirmizî, Salât 243, hadis no: 326
4156] 5/Mâide, 97
MESCİD
- 917 -
Bugün en basitinden kendisine hac farz olan birinin haccedebilmesi için Suudi polisinin o kişi hakkında iyi not vermesi gerekir. Sakalınızın tipi, ya da nereden geldiğiniz, fikrî ve siyasî kanaatleriniz sizin haccetmenize engel teşkil edebilir. Allah indinde kusur olmasa da Suudi kralının memurları indinde suçsa yine de haccedemezsiniz. Onlar bizden olduklarını söyleyen ulu’l-emirler olarak, biz kabul etmesek bile üzerimizde hüküm sahibi olduklarını sanmaktadırlar.
Mekke de en az câmilerimiz kadar ruhundan soyutlanmıştır. Günümüzde hac, işin ilâhî ve istişârî yönü bir kenara bırakılıp sadece bir törene dönüştürülmüştür. Haccın anlam ve hikmeti bir kenara itilmiştir. Suud kralları sözde hâdimlikten bahsetseler de, vize uygulamaları ile doğrudan doğruya mukaddes topraklar üzerinde egemenlik/hâkimiyet haklarını kullanmaktadırlar. Bu uygulama, Suudi krallığına mânevî bir meşrûiyet bandrolü olarak kullanılmak istenmektedir. Oysa bugün bunun mümkün olmadığını Suudi kralı dışında hemen herkes bilmektedir.
Kutsal yerler sorununun âcil olarak çözümü gereklidir; Kâbe, Mescid-i Aksâ ve câmilerimiz... Buraların uluslar arası statüsünün teminat altına alınması gerekir. Bu da ancak uluslar arası planda İslâmî bir velâyet sistemi ve temsilî şûrâ ile mümkün olabilir. 4157
Müslümanların ibâdet edecekleri yere, bin bir güçlükle gitmesi, pasaport ve vize zorluklarına muhatap olması, harç ve toprakbastı gibi haraçlar alınması belirli yaştan sonra veya kota olarak belirlenen sayıdan fazla olan, daha önceden bu görevi yapmış olan müslümanlara hac ibâdeti için müsaade edilmemesi, sadece uçakla ve lütfen izin verilmesi, hac paralarının aylar önce toplanarak bankaya faize yatırılması, hac organizesinin laik bir devlet kurumu olan Diyanet Vakfı’nın dışında yapılamaması, hac masraflarının en az iki misli fazla alınarak, hacıların sırtından bazı şahıs ve kurumların hortumculuk yapması... müslümanlarca kabul edilemez, din özgürlüğüyle bağdaşamaz. “Allah, Kâbe’yi, o Beyt-i Haramı (saygıya lâyık evi) insanlar için kıyâm (yeri) kıldı...”4158 Buna rağmen, bırakın kâfirlere karşı kıyamı ve bunun için hac zamanında her ülkeden gelen müslümanlarla istişâre ve strateji planlarını, Amerika ve İsrail’i kınayan bir yürüyüş ve sloganı bile silâhla durduran bir rejim, insanlara siyasî bir mesaj, İslâm’ın hayata hâkim olması doğrultusunda Mescid-i Haram’ın uygun bir yerinde 15-20 kişiden oluşan bir cemaate bile sesli bir şey anlattırmayan, vaaz ve nasihate müsâade etmeyen yaklaşım, işgal zihniyeti değil de nedir? Müslüman halk, o yüzden o ülke rejimine Suudi Amerika demektedir. İnsanlar için toplantı ve güven yeri kılınan Allah’ın evi;4159 savaşmanın, kan dökmenin yasaklandığı emin yer;4160 küfrün ve şirkin her çeşidine ve Allah’ın hâkimiyetini tanımayanlara karşı insanlar için bir kıyam merkezi kılınan Kâbe,4161 bugün ne kadar güven ve emniyet yeridir, toplantı ve kıyam yeridir?
Kral, Kâbe’ye kuşbakışı bakacak şekilde Beytullah’tan yüksek saray inşâ edemez. Mescid-i Haram’ın kapısına “Önce Allah, sonra vatan, sonra kral” yazdıramaz. Bu, Allah’la beraber başka şeyleri de bir araya getiren bir tür teslis (üçleme)
4157] Abdurrahman Dilipak, Bu Din Benim Dinim Değil, s. 36-37
4158] 5/Mâide, 97
4159] 2/Bakara, 125
4160] 2/Bakara, 191
4161] 5/Mâide, 97
- 918 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dir. Hiçbir mescidde Allah’la beraber başka çağrılar yapılamaz.4162 Kâfirlerle bile zorunlu haller dışında savaş yapılamayan emin beldede Amerika ve İsrâil’i protesto eden hacılara ateş açmaktan ve onlarca hacıyı öldürmekten çekinmeyen zihniyet kabullenilemez. Mekke, özel konumundan dolayı, herhangi bir devletin ulusal egemenliği içinde herhangi bir şehir olarak değerlendirilemez. Orası, bütün dünya müslümanlarının ortak şehri ve malıdır. Orada tek bir devletin bayrağı dalgalandırılamaz; bir rejimin özel kanunlarına tâbi tutulamaz. Herhangi bir mescid ve ibâdet yerini îmar eden, hatta kendi arsasına, tümüyle şahsî bütçesinden inşâ ettiren bir kimse bile o yeri şahsî malı gibi kullanamaz, bazılarını o mescide kabul etmeme hakkına sahip değildir. 4163
Tüm müslümanların ibâdet edecekleri bir yerde, bir kimsenin sahiplik iddiası geçersizdir. Mekke ve hac organizasyonunun, Mekke ve Medine yönetiminin müslümanlardan oluşacak uluslar arası bir kurulun denetimine ve idaresine verilmesi İslâm’ın ve müslümanların hakkıdır. İslâm Konferansı veya başka bir teşkilâtın bünyesinde teşekkül edecek bir kurul, her sene hac organizasyonunu üstlenir ve bunu uygular. Her ülkenin çıkardığı hacı adayı sayısına göre kurulda temsil edilecek delegeler hac boyunca sağlanan döviz gelirlerini de organizasyon masrafları olarak kullanabilirler; artan miktarı da o bölgelerin temizlik, nizam ve intizamına, onarımına harcarlar.
Mescid-i Aksâ’nın yürekleri yakan durumu, mü’minlerin boy aynası, boy ölçüleri için gösterge... Hıristiyanlık, yahûdilik ve İslâmiyet açısından da kutsal bir kent, etrafı mübarek kılınan belde.4164 Oraya hâkim olan, dünyaya hâkim olmuştur denebilecek bir simge ve psikososyal moral ve güç kaynağı.
Günümüzdeki durumu belirtmeye gerek var mı bilmiyorum; Fesad, katliam, vahşet, dehşet... Siyonizm ve emperyalizm, sadece Kudüs’ümüzü değil; İslâm âlemini işgal altında tutuyor. Kudüs’ün, Mescid-i Aksâ’mızın işgalden kurtulması için çalışmak, tüm gayretimizi seferber etmek, cihad etmek farz-ı ayın.
Kıblelerimize Yönelerek Kıyam: Rasûlullah (s.a.s.) ve ilk müslümanlar Mescid-i Aksâ’yı vahiy gereği ilk kıble kabul ettiler; oraya yönelerek Rablerine kulluklarını yerine getirdiler ilk önce. Biz de önce oraya yönelmeli, sonra Kâbe’ye teveccüh etmeliyiz, tefekkür ve görev bilinciyle. Hem namazdaki “kıyam”ı, hem de namaz gibi ibâdet ve farz olan küfre başkaldırı anlamındaki “kıyam”ı kıbleler tâyin edecektir. Biz de kıblelerimize karşı yönelecek, yüzümüzü Aksâ ve Haram Mescidlerine çevirecek ve oraya doğru “Allahu Ekber!” diyerek kıyama duracağız/kalkacağız.
Rasûlullah Mescid-i Haram’dan veya diğer mescidlerden değil; Mescid-i Aksâ’dan çıktı mîrâca. Mescid-i Aksâ’ya ayak basarak yükseldi göklere. Biz de namazlarımızın mîrâc olmasını istiyorsak, yahûdilerin ayakları altında alçalmak değil de; göklere ve yücelere doğru yükselmek istiyorsak Mescid-i Aksâ’yı asansör veya kaldıraç kabul etmeli, onu merdivenimizin ilk basamağı olarak değerlendirmeliyiz.
Mescidlerimiz işgalden kurtulduğu gün Mescid-i Aksâ’mız da kurtulacak,
4162] 72/Cinn, 18
4163] 2/Bakara, 114
4164] 17/İsrâ, 1
MESCİD
- 919 -
Mescid-i Haram’ımız da. Mescidlerin kurtuluşu da Allah’ın evi olan gönüllerimizin işgalden kurtulması ile sağlanacaktır.
Kiliseden Câmiye; Câmiden Müzeye: Ayasofya
Ayasofya, Doğu Roma İmparatorluğunun en önemli kiliselerinden biri olarak 537 yılında yapılmıştır. 29 Mayıs 1453’te İstanbul’un fethi için şükür namazı burada kılınıp İstanbul’da ilk ezan burada okunarak, fiilen ilk İstanbul câmisi olmuştur. Kilise devrindeki adını fetihten sonra da koruyan Ayasofya Câmii, İstanbul’da ilk Cuma namazı kılınan câmi de olmuştur. Kiliseden câmiye üç gün içinde tamamen çevrilen Ayasofya, bu sebeplerden dolayı, İstanbul fethinin en büyük sembolü olmuştur.
Ayasofya câmiye çevrildikten sonra, Fâtih, vakıf geleneğini sürdürerek, buraya vakıflar tahsis etmiş ve devamlı bakımı için tam 62 görevli tâyin etmiştir. O günden sonra tam 481 sene Ayasofya, içinde namaz kılınarak mescidlik gibi ulvî bir vazife görmüştür. Câminin vakfiyesini hazırlatan Fâtih, bu câmiyi puthaneye çevirenler için tâ o günlerde lânetler yağdırmıştır. Fâtih’in vakfiyesinde şunlar yazılıdır:
“Kim bu vakfiyenin bir şartını değiştirir, fâsid bir te’ville, dalavereyle vakıf hükmünü yürürlükten kast eder ve aslını değiştirir, fürûuna itiraz eder veya bunları yapana yol gösterir ve yardım eder veya kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkar veya sahte evrak düzenleyerek mütevellîlik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi hesabına geçirirse haram işlemiş olur, günah kazanır. Allah’ın meleklerin ve bütün insanların ebediyyen lâneti onun üzerine olsun. Azapları hafiflemesin. Kıyâmet gününde yüzlerine bakılmasın. Kim bunu işittikten sonra değiştirirse, günahı değiştirenleredir. Allah işitendir, bilendir. Bu vakfı değiştirmeye, bozmaya girişen kişi ölümü, sekerâtı, kıyâmet sahnelerini ve karanlığını, kabri ve yalnızlığı, münkeri ve heybetini, nekiri ve soracaklarını, âlemlerin Rabbi huzurunda duracakları günü hatırlasın. O gün hiçbir kimse, hiçbir şeye sahip değildir. O gün bütün işler Allah'a aitttir.”
Ve... Ayasofya, 24.11. 1934 tarihli ve 2/1589 sayılı bakanlar kurulu kararı ile müzeye çevrilir. Artık Ayasofya’nın sembollüğü farklılaşmıştır. Câmilerimizin elden çıktığının, işgal edildiğinin, devletin emriyle kapatılıp, ancak tâğûtî güçler istediğinde lütfen açılmasına izin verildiğinin simgesi... Müslümanların öz yurtlarında esâretinin sembolü...
Osman Yüksel Serdengeçti Ayasofya için şöyle ağıt yakıyor: “Ey İslâm’ın nuru Ayasofya! Şerefelerinde fethin şerefi ışıl ışıl yanan muhteşem mâbed! Neden böyle bomboş, neden böyle bir hoşsun?! Hani minârelerinden göklere yükselen, tâ mâveradan gelen ezanlar? Hani o ilâhî devir, ilâhî nizamlar? Aysofya ses vermiyor, Ayasofya bomboş, Ayasofya bir hoş!
Hani nerde şu muşteşem minberde, binlerce erin, binlerce gâzinin baş koyduğu şu temiz yerde, şimdi hangi kirli ayaklar dolaşıyor! Ayasofya, Ayasofya! Seni bu hale koyan kim, seni çırılçıplak soyan kim? Hani kubbelerden gönüllere, gönüllerden kubbelere gürül gürül akan, sîneler yakan Kur’an sesleri!... Kur’an sesleri dindirilmiş, müslümanlar sindirilmiş. Allah, Muhammed, hulefâ-i râşidîn, bu din ulularının isimleri kubbelerden yerlere indirilmiş!
- 920 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ayasofya! Ey muhteşem mâbed! Merak etme, Fatih’in torunları yakında seni câmiye çevirecekler. Gözyaşlarıyla abdest alarak secdeye kapanacaklar. Tehlil ve tekbir sadâları boş kubbelerini yeniden çınlatacak. İkinci bir fetih olacak. Ozanlar bu fethin destanını yazacak, ezanlar ilânını yapacaklar. Sessiz ve öksüz minârelerinden yükselen tekbir sesleri fezâları inletecek. Şerefelerin yine Allah’ın ve O’nun sevgili peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.)’in şerefine ışıl ışıl yanacak. Bütün dünya Fâtih dirildi sanacak. Bu olacak Ayasofya, bu olacak! İkinci bir fetih, yeni bir ba’sü ba’delmevt. Bu muhakkak...”
Dırar Mescidi, Takvâ Mescidi
Dırar Mescidi: Münâfıklarca Medine’de inşâ edilen mescide, müslümanlara zarar verme amacıyla yapıldığı için “zararlı mescid” anlamında Kur’an’da Mescid-i Dırar denilmiştir.4165 Mescid-i Dırar, münâfık ve İslâm düşmanlarının işbirliğiyle yaptırılmıştır. Hz. Peygamber, münâfıkların amacını bildiren vahiy üzerine bu mescidi yıktırarak müslümanlar arasında fitne kaynağı olmasına izin vermemiştir.
Medine’de münâfıklar, İslâm aleyhindeki faâliyetlerini açıkça ve rahatça yapamadıkları için İslâm devletinin takibinden kendilerini koruyacak, gizli çalışmalarını yürütmeye elverişli bir merkeze ihtiyaç duyuyorlardı. Aslen Medine’li olduğu halde, Hz. Peygamber’in Medine’ye hicret etmesi üzerine İslâm’a ve Hz. Peygamber’e düşmanlığı ve hışmı dolayısıyla önce Mekke’ye, daha sonra da Bizans ülkelerine giden Ebû Âmir er-Râhib/el-Fâsık (Hz. Peygamber, onun er-Râhib lakabını el-Fâsık şeklinde değiştirmiştir) irtibatlı bulunduğu Medine’deki münâfıklara mescid şeklinde bir merkez kurmaları tavsiye ve tahrikinde bulundu.
Bunun üzerine münâfıklar, 9/630 senesinde Medine’de Sâlim bin Avf oğullarının bölgesinde Kubâ Mescidi’ne yakın bir yerde sözde bir mescid inşâ ettiler. Bundan sonra Hz. Peygamber’e mürâcaatla içlerinden yaşlıların ve özür sahiplerinin devamlı merkezdeki Medine Mescidine gelemediklerini, bazen yağmurlu ve soğuk günlerde kendilerinin de cemaate katılamadıklarını, bu sebeple kendi bölgelerinde namazı cemaatle kılabilmek üzere bir mescid inşâ ettiklerini belirterek, mescidlerine gelip namaz kıldırmasını ve böylece bu mescidin açılışını yaparak resmen tanınmasını istediler. Bu sırada Hz. Peygamber (s.a.s.), Tebük Gazvesi’nin hazırlıkları ile son derece meşguldü ve sefere çıkmak üzere idi. Bu sebeple kendisine müracaat edenlere, ancak seferden döndükten sonra mescidlerine gelebileceğini belirtti.
Fakat Hz. Peygamber (s.a.s.), Tebük Seferinden dönerken Medine yakınlarında Tevbe sûresinin 107-110. âyetleri nâzil oldu. Bu âyetlerde sözkonusu mescidin zarar verme (dırar), inkâr etme, müslümanlar arasında ayrılık çıkarma, daha önce Allah ve Rasûlüne karşı savaşanlara gözetleme yeri hazırlama amacıyla yapıldığı, münâfıkların bu amaçlarını gizlemek için “biz sadece iyilik yapmak istiyorduk” diye yemin ettikleri, buna rağmen yalancı oldukları belirtilerek şöyle buyruluyordu:
“Bir de (mü’minlere) zarar vermek, (hakkı) inkâr etmek, mü’minlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Rasûlüne karşı savaşmış olanı beklemek için “mescid-i
4165] 9/Tevbe, 107
MESCİD
- 921 -
dırar” (bir zarar mescidi) kuranlar ve ‘(bununla) iyilikten başka bir şey niyet etmedik’ diye mutlaka yemin edecek olanlar da vardır. Hâlbuki Allah, onların kesinlikle yalancı olduklarına şâhitlik eder. Onun içinde asla namaz kılma! İlk günden takvâ üzerine kurulan mescid içinde namaz kılman elbette daha doğrudur. Onda, temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da temizlenenleri sever. Binasının temelini Allah’tan korkma ve O’nun rızâsını kazanma esası üzerine kuran mı, yoksa binasını bir uçurumun kenarına kurup da onunla cehennemin ateşine göçen mi daha hayırlıdır?! Allah, zâlimler güruhunu doğru yola sevketmez. Yürekleri paramparça oluncaya kadar yaptıkları o mescid, daima bir şüphe kaynağı olarak kalplerinde kalacaktır. Allah alîmdir/her şeyi bilir, hakîmdir/hikmet sahibidir.” 4166
Münâfıklar, Dırar Mescidini açmak için Hz. Peygamber’in (s.a.s.) seferden dönmesini bekliyorlardı. Hz. Peygamber, Medine’ye dönünce, gerçek mâhiyeti konusunda bilgilendirildiği, yönlendirildiği Dırar Mescidini, görevlendirdiği birkaç sahâbe vâsıtasıyla yaktırarak ortadan kaldırdı. Böylece münâfıkların belli bir merkezde üslenerek faâliyette bulunmalarına fırsat vermedi. Bu sözde mescidin yakılması eylemi, İslâm toplumunun birliğini bozmaya yönelik faâliyetlere hiçbir şekilde izin verilmeyeceğine dair bir kanıtıdır. Bu olay ayrıca İslâm düşmanlarının hâince amaçları için İslâm’ın temel kurumlarını bile kullanmaktan çekinmeyecekleri konusunda müslümanlara yapılan bir uyarı niteliği taşımaktadır. 4167
“O mescid-i dırarda ebediyyen namaz kılma!”4168 Mûteber tefsirlerde Dırar Mescidini, Ebû Âmir’in emrinde olan on iki münâfığın yaptırdığı kaydedilmektedir. Münâfık, akaid noktasından “kâfir hükmünde” olduğuna göre, kâfirler tarafından inşâ edilen, mü’minlere zarar vermek, tefrikayı artırmak ve ideolojilerini yayarak küfrü güçlendirmek niyetine mâtuf olan her mescid, “Dırar” özelliğini taşır. Binâenaleyh “bir mescidin makbûl bir İslâm mâbedi olabilmesi için; helâl bir mal ile sırf Allah rızâsı için inşâ edilmiş olması icabeder.” Müctehid imamlar; “kâfirlerin inşâ ettikleri mescidlerde namaz kılınamayacağı ve haram mal ile mâbed yapılamayacağı” hususunda müttefiktirler. Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) sahâbe-i kiramdan Maan bin Adi, Mâlik bin ed-Dahşemi, Amr bin Yeşküri ve Vahşi’yi (r.a.) çağırıp “halkı zâlim olan şu mescide gidin, onu yıkın ve enkazını da ateşe verin!” buyurduğu bilinmektedir. Günümüzde bile; “Dırar mescidi”nin arsası, çöplük olarak kullanılmaktadır.
Bütün müfessirler, mescidlerin temellerinin takvâya dayanması hususunda müttefiktirler. Dünyevî hırs ve tamah içinde kıvranan insanların; mescid gibi maddî olan bir binanın, takvâ gibi mânevî bir temele nasıl dayanacağını kavramaları oldukça güçtür. Dırar Mescidi olayında ilgi çekici diğer bir yön gözden kaçırılmamalıdır. Bu mescidde namaz kıldıran; Hz. Mecmaa (r.a.) gibi genç bir sahâbi vardır. Hz. Ömer’in (r.a.) hilâfeti döneminde mü’minler bir mescid inşâ ettirince, imam tâyini için Hz. Mecmaa üzerinde dururlar. Hz. Ömer (r.a.): “Hayır, o kimse evvelce Mescid-i Dırarın imamı değil miydi?” buyurur. Hz. Mecmaa (r.a.) bu sözlere çok üzülür ve “Ey mü’minlerin emîri! Ben onların içlerinde gizledikleri nifakı ne bileyim!” diyerek özür beyan eder. Bunun üzerine Hz. Ömer, mü’minlerin isteğine uyarak Hz. Mecmaa’nın imâmetini tasdik etmiştir.
Allah’ın indirdiği hükümleri inkâr ettikleri; beyyine ve ikrarla sâbit olan
4166] 9/Tevbe, 107-110
4167] Ahmet Önkal, Şâmil İslâm Ans. c. 4, s. 150-151
4168] 9/Tevbe, 108
- 922 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kâfirlerin yaptırdıkları bütün mescidler, “Dırar” mescidi hükmündedir. Çünkü kâfirler; tarih boyunca mü’minleri, bu yolla aldatmayı mahâret saymışlardır. Mü'minler mescid hususunda titiz olmalıdırlar. Günümüzde yapılan mescidler, kadı'nın iznine dayanmadığı için "Mescid-i Takvâ" özelliğine sahip değildirler. Ancak İslâm'a zarar vermek gibi bâtıl bir niyet ile inşâ edilmedikleri için "Mescid-i Dırar" olarak da nitelendirilemezler. "Mescid-i meçhul" demek mümkündür. İslâm cemaati ihyâ edilir ve şartlara uygun mescidler yapılırsa, problem çözülmüş olur. 4169
Müslümanların kontrolünde, Allah’ın dininin topluca ikamesi için hareket merkezi olan mescid, müslümanların kontrolünden çıktığı zaman müslümanlar için en büyük tehlikelerden biri olacaktır. Çünkü mescid, müslümanların buluştukları, dertleştikleri, yardımlaştıkları, kendi meseleleri ile ilgili kararlar aldıkları, kâfirlere karşı stateji belirledikleri bir sığınak, bir kale, İslâm devletinin bir yönetim yeridir. Allah’la yüz yüze geldikleri, Allah’ın emirlerine imza attıkları bir yerdir. Câmilerin birçok fonksiyonu yanında, en önemli ve olmazsa olmaz özelliği müslümanların kontrolünde olmasıdır. Câminin müslümanların kontrolünde olması demek, orada müslümanların sadece namaz kılmaları demek değildir. Câmide okunan hutbenin sadece Allah’ın hâkimiyetini tescil yönünde okunması, Allah düşmanlarına karşı alınması gereken tavrın takınılması, müslümanlar üzerindeki oyunların bozulması ve daha önemlisi, Allah’ın dinine gerçekten inanan, Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmayan, tâğûtî rejimi kuvvetlendirmek için insanlara telkinde bulunmayan, zâlimlere tavır alınması gerektiğini gösteren samimi müslümanlar tarafından idare edilmesidir.
Bir mescidin “Dırar” olmasının temel sebebi, taşının, halısının, binasının kâfir eliyle yapılması değildir. Sözgelimi, Ayasofya gibi nice mescidler, ilk yapılışlarında tümüyle farklı şekilde ve başka niyetlerle yapılmış olsalar da, müslümanların kontrolünde gerçek mescid halinde kullanılmasında hiçbir sakınca görülmemiştir. “Dırar” denilmesinin asıl sebebi, Allah’ın dininden başka din icad edenlerin mü’minler için tuzak kurmak, onları birbirine düşürmek, aralarına tefrika sokmak ve Allah’ın dinini hükümsüz bırakmaktır. Yani, İslâm’a ve müslümanlara zarar vermektir. 4170
Mescidin gerçek anlamda işlev üstlenmesi için, kuruluşunun Allah rızâsı ve takvâ üzere olması ve arınmayı biricik gâye edinen insanların orada toplanması gerekmektedir.4171 Riyâ, gösteriş ve dünyevî çıkar için yapılan mescidlerden hayır gelmez. Böyle mescidlerde toplananların gayesi Allah'a varmak için arınma olmaz. Bu tür mescidler, mü'minler arasında tefrika çıkarmak, insanları gözetlemek ve fitne yaymaktan başka bir işe yaramaz. Böyle mescidler, dırar mescididir, yani zararlı mescidlerdir. 4172
Takvâ Mescidi: "İlk günden takvâ üzere yapıldığı" bildirilen mescidin Kubâ Mescidi, veya Peygamberimiz'in Medine'deki mescidi, yani Mescid-i Nebevî olduğu hakkında iki görüş vardır. Tirmizî ve Müslim'in rivâyetlerine göre bu, Mescid-i
4169] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 125-126
4170] Mahmut Balcı, İnsanları Tefrikaya Düşüren Faktörler, s. 95-96
4171] 9/Tevbe, 108
4172] Bk. 9/Tevbe, 107
MESCİD
- 923 -
Nebevî'dir.4173 Fakat âyetin söz akışından bunun, Kubâ Mescidi olduğu anlaşılmaktadır. Peygamberimiz (s.a.s.), ara sıra, bazen yürüyerek ve bazen binekle gelip namaz kıldığı bu mescid için; "Kubâ mescidinde namaz kılmak, bir umre yapmak gibidir" 4174 buyurmuştur. 4175
Takvâ mescidi, sadece Allah rızâsı için ve samimi müslümanlar tarafından yapılan mescid olmakla kalmaz; aynı zamanda, orada kötü sıfatlardan arınmış, içi ve dışı temiz insanların bulunduğu belirtilir.4176 Dırar mescidinde içi dışı fısk ve fücur dolu, maddî ve mânevî yönden kirli insanlar; Takvâ mescidinde ise, Allah'tan korkan, içi ve dışı temiz insanlar bulunur.
Mescidlerin Sanat ve Mimari Yönü
Kalp, insanın merkezi; Kâbe, arzın merkezi, yeryüzü mescidinin temsilcisi sayılır. Sanatın ve güzelliğin de etrafa halka halka yayıldığı bir merkez vardır müslümanların medeniyetlerinde. Bu güzellik merkezleri câmilerdir.
Laik düzenlerde topluma yön veren tüm kurumlar, beşerî diktaların tekelindedir. Sokakları, meydanları, okulları, mahkemeleri, meclisleri... dinin düzenlemesine müsâade etmeyen demokratik, laik ve dine saygılı(!) rejimler, câmilerde bile dinin hâkim olmasını istemezler. Tümüyle Allah'a ait ve O’nun için olması gereken mescidler, tâğûtî düzenlerde “Allah’ın evi”nden ziyade “devlet dairesi”ne benzerler.
İslâm’da câmiler sadece namaz kılınıp “dağılınan” yerler değil; kendisinde devamlı “toplanılan” mekânlardı. “Câmi”, kelimesi, bilindiği gibi “toplayan” demektir; İnsanları açtığı bağrında toplayıp cemaat haline getiren yerdir cami. Câmi, aynı zamanda bir kıyam merkezi, savaş yeri, istişâre meclisi, devletin idare edildiği mekân, yönetenlerle yönetilenlerin yüz yüze görüşüp dertleştikleri, hesaplaştıkları mahal, bir okul, kimsesizler yurdu, bir huzur evi...dir. Bu kadar işlevi olan bir merkezin üstünkörü bir yapısının olması beklenemez elbette. Bunca ihtiyaçlara çözüm getirecek büyüklük ve sağlamlıkta olması gerekir. Binanın muhkem olması da yeterli değildir. Aynı zamanda güzel de olması lâzımdır. “Mescidler, Allah için”4177 yapılan binalardır. Bu ifade, esas olarak câminin işlevi, yani içinde yapılacak eylemlerin ihlâslı ibâdet cinsinden olması, câminin inşâsı ve kullanılmasında Allah rızâsından başka bir amaç güdülmemesi anlamına gelir. Bununla birlikte “câmilerin Allah için olması” dış yapıyı da kapsar. Binanın maddî güzellikte ve sanatlı olması gerektiği anlamına da gelebilir.
Allah için, O’nun adına yapılan bina, O’na arz ve takdim edileceği için güzel ve îtinâlı, her şeyiyle sanat eseri olmalıydı; nice müslümanların görüş ve anlayışı buydu. O yüzden câmilerin merkezlik ettiği bir medeniyet ve sanat anlayışı İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren kendini göstermeye başladı. Câmilerin sanat ve güzelliğe nasıl merkezlik ettiğini inceleyelim:
a) Mimarî Yönden Câmi: Kur’ân-ı Kerim, câmilerin inşâsında azameti tavsiye
4173] Tirmizî, Tefsîr Sûre 9; Müslim, Hac; et-Tâc, 4/136
4174] İbn Mâce, İkamet 197; Tirmizî, Mevâkît 125
4175] İbn Kesîr, Tefsîr 2/390
4176] 9/Tevbe, 107
4177] 72/Cinn, 18
- 924 -
KUR’AN KAVRAMLARI
eder: “Allah’ın, yükseltilmesine izin verdiği (emrettiği) evler”4178 ifadesi, câmilerin mimarisinde sanatı ortaya çıkartan en büyük etkendir denilebilir. İnsanın içine huzur veren, kişiye sonsuzluk ufku açan, mü’mini birlik ve yücelik duyguları içinde huşûa götürmeyi amaç edinen bir mimarî tarzı... Yüksek kubbesiyle hâfızların güzel seslerine mikrofonun veremediği ekoyu/yankıyı oluşturduğu gibi, gökkubbe gibi sonsuzluğa açılan pencere görevi yaparak yüce duyguları galeyana getiren mimari. Kulu mânen yükselmeye hazırlayan füzeye benzer minâreleri, ezan sesindeki Allah'a dâvet ve ilâh taslağı tâğutları reddedip onlara meydan okumayı yüksek şerefesinden çok uzaklara kadar ulaştırma görevi yanında, zarifliği ve ilme irşâdı çağrıştıran kalem gibi incecik yapısıyla âdetâ şehâdet parmağı vazifesi görmekte ve göklere yükselmekte.
Müslümanların ortaya koyduğu güzel sanat eserleri içinde câmiler her dönemde ilk sırayı almıştır. Meselâ İstanbul’u câmisiz düşünebiliyor musunuz? O güzelim şehrin güzelliğinde câmilerin katkısını inkâr edebilir misiniz? Selimiye’siz Edirne ve Süleymaniye’siz İstanbul, mâbedsiz şehir Ankara gibi en kara olmaz mı? Turistik amaçlı İstanbul tanıtımlarında bile câmisiz bir afiş veya tanıtımın olmadığını görüyoruz. Câmiler, müslümanların sanat anlayışlarını, tarihî medeniyet birikimlerini gösteren sanat şaheserleri olduğu gibi, müslümanların tapu senedi hükmündedir. Şimdi değilse bile tarihin belirli dönemlerinde müslümanların o topraklardaki hâkimiyetini simgeler. O beldenin “dâru’l-harb”e dönüşmesine isyan bayrağıdır minâreler.
b) Tezyînî Sanatlar Yönünden Câmi: Mescid-i Nebevî’de Peygamberimiz (s.a.s.) için hazırlanan minber, nar büyüklüğünde iki topla süslenmişti ve Efendimiz’in torunları Hz. Hasan’la Hz. Hüseyin onlarla oynarlardı. Minber süsü olarak bu iki yuvarlak ağaç, ahşap yontma sanatının başlangıcı olduğu gibi, ondan sonraki minber ve câmi süslerinin ilk örneğini teşkil ediyordu.
Minber: Câminin en göz alıcı yerlerinden biridir. Güzel amaca hizmet ettiğinden yapısının, tezyînâtının sanatı da âdetâ konuşmakta, üzerindeki hatibin sesi gibi ses vermekte, ruhun derinliklerine hitap etmektedir sanat lisanıyla. Dantel gibi işlenmiş mermerleriyle, abanoz, fildişi veya sedef gömme işleri içinde geometrik desenler, arabesk ve motiflerle süslenmiş esrârengiz ve muhteşem sanat armonisi. Çeşitli desenleriyle şahane tahta işleri, oymacılık, hemen her büyük câminin klasikleşmiş görüntüsünü oluşturur.
Mihrab: Mermer işlemeciliğinin ve özellikle çini sanatının şaheserlerinin galerisi gibidir. Çini panolar renk ve desenleriyle baştan sona sanattır. En ince kıvrımlar nakşedilebilmiş, mozaikleştirilmiş, hamur gibi yoğrulmuş mermerler... Rengârenk ama gizemli ve derûnî his uyandıran camlar. Bu vitraylardan süzülen nûranî ışıkların akisleri ruhu tümüyle sarar. Gözü fazla meşgul etmemesine de özen gösterildiği anlaşılan canlı desenler... Bunlarla bütünlük arzeden halı, kilim ve seccâde gibi el emeği ve göz nurunun iplik iplik dökülerek sanatlaştığı dokuma ürünleri... Bütün bunlar birbirleriyle uyumlu ve irtibatlıdır. Birbirini çok güzel şekilde tamamlar. Öyle ki, bakan göze bir sanat birliği tesiri uyandırır. Câmiye giren insan, bu güzellikler ve etrafını saran hârikalar karşısında heyecanlanır, ruhunun tüm noktalarında huzur, zevk, coşku... hisleri kıpırdanır.
4178] 24/Nûr, 36
MESCİD
- 925 -
Mahyâ ayrı bir sanattır. Zannederim günümüzdeki neonlar ve ışık gösterilerinin ilk kaynağıdır. Ezanla birleşince ışık-ses gösterisine dönüşür mahyâ. İçindeki tebliğ yazıları iç-dış güzelliğini, bütünlüğünü ve ezanın mesajını yansıtır. Hat; câmi tezyînatında vazgeçilmeyen bir unsurdur. Hem cemaate tebliğ, hem de güzellik duygusuna hitap eden, müslümanlara ait orijinal bir sanat. Kur’an metninin muhâfazasından doğmuştur hat. Devamlı gelişme göstererek soyut resimle birleşen bir âhenge dönüşmüştür. Mûsikî; Kur’an’ın tilâveti, ezanın makamla okunması müslümanlar için meşrû mûsikîye kaynaklık etmiştir denilebilir. Güzel sesin, okunan Kur’an ve ezanın tesirini artırdığı ve Kur’an’ı güzel bir şekilde ve güzel sesle okumanın Sünnette tavsiye ve teşvik edilmesi, kıraatin aynı zamanda bir sanata dönüşmesine yol açmıştır. Gerçek ses sanatkârı olan güzel sesli hâfızlar, câmi kubbelerini olduğu kadar, ruhları da doldurup çınlatmışlar, dinleyenleri coşturup onların ibâdete meyillerini arttırma görevi üstlenmişlerdir.
Güzel elbise ve câmi ilişkisi de anlamlıdır. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde ziynetli elbisenizi giyin.”4179 Dış ve iç mimarî güzelliği, ses ve söz güzelliği, câmi içindeki insanların maddî ve mânevî güzellikleriyle de bütünlük kazanmalıdır. Mekânın büyüklüğüne ve güzelliğine yakışan elbise giyinmeli ki, Allah’ın evinde bulunduğumuz, O’nun huzuruna çıktığımız, yüce makama ayrıcalık verdiğimiz belli olsun. Bedenini tertemiz yapan, temizliğin güzellik için ön şart olduğunu bilerek abdest alan musallî, elbisesini de necâsetlerden arındırmakla yetinmeyecek, aynı zamanda süslenerek bayrama gelir gibi gelecek câmiye. Çünkü Rabbıyla beraber olduğu zaman bayramdır onun için; câmi de bayram yeri. Her şeyden çok sevdiği zat, huzuruna kabul için onu çağırmıştır. Çağıran güzel, çağrı güzel, çağrılan yer güzel olunca çağrıya koşan da güzel olmalı, hem de her şeyiyle.
Edebiyat sanatı yönüyle de câmiler önemlidir. Hutbe, vaaz, sohbet, eğitim çalışmaları ve her çeşit emr-i bi’l-ma’rûf merkezi olan câmilerin edebiyat sanatına katkısı çok büyüktür. “İnsanlara güzel söyleyin.”4180 emrine uygun, sanatlı, güzel sözler söyleyecektir câmide konuşan. Câmidekiler yumuşak, tatlı ifadelerle, hikmet ve güzel mev’ızalarla müjdelenerek Allah’ın yoluna dâvet edilecekler. Konuşulanların güzelliği gibi, konuşmanın şekli de güzel ve sanatlı olacaktır.
Beden ve kalbin beraberce kulluğu, uyum, âhenk, intizam, rûhî coşkunluk, Allah sevgisi, ezanla zamana tam riâyet, askerî disiplin içinde saf tanzimi, komutana (imam) tam ve hemen itaat, tüm cemaatin aynı anda uyumlu hareketleri, tekbirler ve kıraatlerdeki güzellik, kalbe huzur veren zikir... Evet, bütün bunlar her şeyiyle sanat değil midir? İşte buna sanat içinde sanat denir. Tüm ibâdetler sanattır. Yani, müslümanın bütün hayatı kulluk ve ibâdet şuuru içinde geçtiği nisbette ve o oranda sanattır. Müslüman da ne kadar güzel kulluk yapıyorsa o kadar sanatkâr. Bir yer, câmiye (takvâ mescidine) benzediği oranda sanatlı ve güzel olur. Bir insan da câmide ve namazda olunması gereken hale benzediği oranda kendi canlı sanat eseri olur. Tüm ibâdetlerin prototipi olarak namaz, bir sanat olduğu gibi, yeryüzü mescidinin prototipi olan câmilerimiz de sanatın ve güzelliklerin icrâ yeridir. Câmi ruhunu tüm arza taşımalı, güzellikleri yeryüzünün her yanına yaymalıdır sanatkâr âbid. Çünkü tüm arz mescid kılınmıştır
4179] 7/A’râf, 31
4180] 2/Bakara, 83
- 926 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onun için.
Namazsız mescidin maddî güzelliği, mimarî özelliği bir anlam taşımayacaktır. İslâm, her şeyi dengelemiştir. Dışla iç bütünlüğünü, dünya ile âhiret dengesini esas alan din, güzelliğin sadece maddî süslerle olmayacağını bildirir. Mânevî unsurlar olmadan maddî güzelliğin değeri çok azdır. Maddî güzelliğe mânâ yön vermiyorsa denge de sağlanamaz. Demek istiyorum ki, câmideki maddî güzellikler, câmi içindeki mü’minin dış güzelliği hiçbir değer ifade etmez; ibâdet şuuru tüm zerrelere kadar hissedilmez, takvâ, huşû ve huzur olmazsa. “Allah sizin dışınıza, sûretlerinize bakmaz; Sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.” Hele câmide Allah’ın hükmü gizleniyor, anlatılmıyor, sansüre tâbi tutuluyorsa... Ve bir de zâlimler, tâğutlar ve onların düzenleri, kanunları övülüyor veya onların koydukları sınırlar hudûdullah’tan önemli görülüyorsa... Câminin süsü, ziyneti neye yarar?
Allah’ı hissettirmeyen, O’nu hatırlatmayan câmi, ne kadar muhteşem olsa da güzel değildir.
Önce rûhî, mânevî güzelliği, sonra bununla uyumlu olarak buna ters düşmeyen maddî güzelliği önemlidir güzel diyeceğimiz her şeyin, tüm ibâdetlerin. İçindeki ruh, mânevî yön ihmal edilir veya bozuk olursa mescid, takvâ mescidi olmaktan çıkar, güzelliğini kaybeder, zararlı bir mescid, dırar mescidi oluverir. Tabii, tüm süsü, maddî güzelliği böyle bir câminin ayakta kalmasını, ibâdet edilmeye lâyık yer olmasını sağlayamaz. Yıkılıp yeri çöplük yapılmayı hak eder bu anıt. 4181
Câmileri takvâ ruhuna mâlik, hâlis niyetli, gerçek mü’minler inşâ etme hakkına sahiptir.4182 Allah'a hakkıyla iman etmeyen, nefislerini veya tâğutları Allah'a ortak koşan, hâkimiyet hakkını Allah’ta görmeyen, O’nun kanunlarıyla hükmetmeyen, başta namaz olmak üzere ibâdetlerini yerine getirmeyenlerin Allah’ın câmilerini yapmaya ve tamir etmeye hakları, yetkileri yoktur. 4183 Çünkü bu tipteki insanlar, câmilerin ruhunu maddesine kurban edecek, süslü-püslü inşâ ettikleri câmilerde esas ziynet olan kulluk yapılmasını istemeyeceklerdir. Niyetleri hâlis değildir. Bunlar, Allah’ın mescidlerinde Allah’ın zikredilmesine, insanlara Allah’ın hükmünün ve nizamının anlatılmasına engel olmak isteyen en büyük zâlimlerdir. 4184
Takvâ, mânevî özellikler, câmi mimarisine ve süslerine kurban edilince, güzel elbise giydirilmiş odunların hali gibi, câmi de içiyle dışı (ruhuyla maddesi) bir ve uyumlu olmayan münâfık bir yapı oluşturur. O zaman şeklen dırar (zarar) mescidi ortaya çıkmış olur. Zaten câmiye bu şekli veren, câmiyi aslen ve tümüyle dırar yapmak için vâsıta ve imkânlarını tamamlamış olmaktadır. Gerisi kolaydır artık.
Tarihten günümüze İslâm âleminde nice sultanlar, krallar, başkanlar ve yöneticiler, câhil halkın gözünü boyama, dikkatleri zulüm, sömürü, fakirlik gibi önemli meselelerden uzaklaştırma, halkı kandırma ve oyalama kasdıyla, içinde yaşadıkları saraylar kadar büyük ve yüksek değilse bile onlara benzeterek
4181] Bk. 9/Tevbe, 107-110
4182] 9/Tevbe, 18
4183] 9/Tevbe, 17-18
4184] 2/Bakara, 114
MESCİD
- 927 -
câmiler inşâ ettirdiler. Kendilerinin namazla ve namazın temsil ettiği dâvâ ile ne kadar ilgilerinin olduğu bilinen bu yöneticilerin bu görkemli câmileri inşâ ettirme sebepleri bellidir. Halka ancak bu şekilde müslümanlıklarını ispat edip, kendi rejim ve saltanatlarına destek sağlamak. Yani kazın geleceği yerden tavuğu esirgememek.
Müslümanların, hatta onlardan daha önce İslâm dâvâsının bunca zarûrî ihtiyaçları varken Ağustos 1993’de Fas’ın Kazablanka kentinde tam beş yüz milyon dolar harcanarak inşâ edilen bir câminin açılışı yapıldı. Câminin inşâsı, müslümanlara akla gelmedik zulümler yapan, Allah’ın dini olan İslâm’ı devlet dini haline getirip kuşa çeviren Kral II. Hasan tarafından yaptırıldı. Bu, Mescid-i Harâm ve Mescid-i Nebevî’den sonra dünyanın en büyük üçüncü câmisi. Ne ki, kalabalık yerleşim yerlerinden hayli uzakta, bir deniz kenarında. İslâm, sanat denilen gösteriş adına bu kadar israfa müsaade eder mi dersiniz? Bir de câminin kullanımını değerlendirin: Câmilerinde “Halîfe-i Müslimîn Kral Hasen-i Sânî” ifadesiyle her hutbede ve her duâda bütün namaz kıldırma görevlilerinin krala duâlar ve övgüler yağdırma zorunluluğunu düşünün. Fas’ta da câmilerin devlet dairesi şeklinde kullanıldığını hesap edin.
Tarihte ve günümüzde Allah’ın rızâsı dışında, meselâ gösteriş ve dünyevî yarış için “bizim köyün minaresi, sizinkinden daha büyük”, “bizim câminin kubbesi, sizinkinin iki katı!” cinsinden tavırlar... İhtiyaç olan yerlerden ziyade, gösterişli yerlere dikilen binalar... Altından kubbesi olan câmiler, türbeler, minâreler... Bugünkü basit mahalle câmilerinin birisinin parasıyla Mescid-i Nebevî prensiplerine sahip sadelikte en az on câmi yapılır.
Esas ziynet olan cemaat bulma, onları şuurlandırma eylemi tümüyle terkedilip, ilim yayma yerine kilim yayma öne çıkartılarak, sadece şekil olarak câmilerin süslere boğulması sanat filan değil; eğer sahihse hadis-i şerif rivâyetine göre kıyâmet alâmeti olarak kabul edilir. Hadis sahih değilse bile anlam olarak bu ifade sahihtir, doğrudur. Kıyâmet, cisimlerin ister kendi parçaları arasında, ister diğer cisimler arasında var olan uyumun, nizam ve birliğin kalkmasıdır. Mânevî yönü ihmal edilip tek kanatlı kuş gibi tek yönlü maddî süs ve güzellik, hele câmi gibi bir mekânda olursa bu elbette bir kıyâmettir, dehşettir, sanat filân değil; sanatın kıyâmetidir bu. Ve bu kıyâmeti câmiler başta olmak üzere çok şeyde yaşıyor günümüz insanı.
Ruh mânevî varlıktır. Onun yok olması, insanın ölümü demektir. Rûhî özelliklerle irtibatı kopmuş bir eşya, sanat eseri kabul edilse bile ölü bir yapıdan başka bir şey değildir. Ve bize göre ruhsuz sanat, diğer olumsuzlukları yanında taş yığını, çocuk oyuncağı cinsinden süslü oyalamaca, fantezi ve israftan ibarettir. Allah’ı düşündürmeyen, rûhî hislerimizi öne çıkarmayan süslerin, hele aşırı biçimde, hem de câmilerimizde boy göstermesi, câmi ve sanat anlayışımızın dengeyi bozan şekilde dünyevîleştiğini gösteren bir doğu zevkidir. O yüzden câmi sanatına, yanlışsız din olan “İslâm sanatı” değil; yanlışlar da yapabilen, eksikleri ve zaafları da olan “müslümanların sanatı” demek daha uygundur. 4185
Yeryüzü Mescidi
4185] Ahmed Kalkan, Sanat Bilinci, s. 71-79
- 928 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Tüm yaratıklar secde halinde olduğu için, bütün kâinat bir mesciddir. Teshîrî secde için varlıklara evrenin mescid olduğu gibi, ihtiyârî secde sahibi mü'min insan için de yeryüzünün tamamı mesciddir. "Benim için yeryüzü temiz ve mescid kılındı. Kime namaz vakti gelirse, bulunduğu yerde namazını kılar." 4186
Allah, gerçekten iman edip sâlih amellerde bulunan mü'minleri, şirkten uzak kalmaları şartıyla yeryüzünde iktidar sahibi yapacağını vaad etmiştir.4187 Bu vasıftaki mü'minler, yeryüzünün vârisleridir. Allah, onlardan yeryüzünü mescid edinerek kendilerine verilen miraslarına sahip çıkmalarını istemektedir.4188 O yüzden mü'minler yeryüzü mescidindeki her çeşit şirk ve küfür öğelerine tavır almalı, bütün yeryüzünden fitneyi kaldırmak için her çeşit yolla savaş vermeli,4189 Allah'ın hâkimiyetinin tüm yeryüzü mescidinde geçerli olması için tüm imkânlarıyla gayret etmelidir. Mü'minler, hem çevrelerindeki "mescid" adındaki mâbedlerine sahip çıkmalı ve hem de tüm yeryüzü mescidine "mescid" özellikleri kazandırarak sahip çıkmalı, mescidlerdeki putları devirmelidir. Birer pislik4190 olan müşrikler yeryüzü mescidini işgal ettiklerinden, tüm putlar ve putçulardan, tâğut ve zâlimlerden mescidlerimizi kurtarmadan köleliğimiz devam edecektir. En kutsal yerlerini müşriklere teslim eden kimselerin kafalarının ve gönüllerinin de hür olduğu, evlerinde ve işyerlerinde, sokaklarında ve caddelerinde özgürce İslâm'ı yaşayabilecekleri düşünülemez. Hayatın ibâdet haline gelebilmesi için, ortamın mescid halinde olması lâzımdır. Mescidlerin de insanı kurtarması için takvâ mescidi olması ve dırar mescidine en küçük çapta benzememesi gerekiyor.
Günümüz Mescidleri; Bid'atler ve Mescidlerin Yeniden İhyâsı
Bid'at Nedir?
Günümüzdeki mescidleri doğru değerlendirebilmek için, önce "bid'at" konusunu bilmek gerekmektedir. ‘Bid’at’, ‘ibdâ’ kökünden türemiştir. İbdâ, önceden yapılmış bir şeyi örnek almaksızın yapma ve icat etme demektir. Buna göre ‘bid’at’ sözlükte, daha önceden bir örneği olmaksızın yapılan, sonradan icat edilen şey (muhdes) demektir.
Kavram olarak ‘bid’at’; Şeriata karşıt olması sebebiyle onunla ters düşen ve onda bir fazlalık ya da noksanlığa neden olan şeydir. Bid’at Sünnetin zıddı olarak kullanılmaktadır ki, Şârî’nin (din koyucunun) açık ya da dolaylı, sözlü ya da fiilî izni olmaksızın, dinde sahâbeden sonra ortaya çıkan eksiltme ya da fazlalaştırmadır.
Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “(Dinde) Sonradan ortaya çıkan her şey bid’at’tır; her bid’at dalâlettir/sapıklıktır ve sapıklık insanı ateşe sürükler.”4191; “Allah (cc) bid’at sahibinin, orucunu, namazını, sadakasını, haccını, umresini, cihadını, (hayır yoluna)
4186] Müslim, Mesâcid 3, hadis no: 521; Buhârî, Salât 56, hadis no: 84
4187] 24/Nûr, 55
4188] 28/Kasas, 5-6
4189] 2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39
4190] 9/Tevbe, 28
4191] Müslim, Cum'a 43, hadis no: 867, 2/592; Ebû Dâvûd, Sünne hadis no: 4606, 3/201; İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 45-46, 1/17; Nesâî, Iydeyn 22, 3/153
MESCİD
- 929 -
harcamasını, şâhidliğini kabul etmez. O kılın yağdan çıktığı gibi dinden çıkar.” 4192
Bu kadar tehlikeli ve imandan ayırıcı olan bid’at konusunda müslümanların doğal olarak duyarlı olmaları gerekir. Allah (c.c.) kendi dini olan İslâm’ı peygamberinin tebliği ile insanlara ulaştırmış ve onu tamamlamıştır.4193 Hz. Muhammed (s.a.s.) yaşayarak ve uygulayarak İslâm'ın ne olduğunu ortaya koymuştur. Hiçbir insanın bu dine müdâhale hakkı yoktur; kimse ne dinden eksiltme yapabilir ne de ona bir şey ilâve edebilir. Sonradan ortaya çıkan ve yetkili ilim adamları tarafından yapılan ictihâd (fetvâ verme) ise, dine ilâve değil; dinî hükümleri sistemleştirme ya da yeni sorunlara Kur’an ve hadislerle cevap bulabilme gayretidir.
Ancak, değişen zamana göre, gelişen ilimler doğrultusunda yeni yeni şeyler icat edilir, yeni buluşlar ve teknikler, hatta yeni görüşler ortaya çıkabilir. Bid’at’ın sözlük anlamına takılarak, yeni ortaya çıkan her şeye bid’at demek mümkün değildir. Bu hem Din’i anlamamak, hem de Din’in mübah (helâl) alanını haksız olarak daraltmak, Din’in uygulanmasını zorlaştırmaktır.
Bid’at’ı bu şekilde anlayanlar günlük hayata biraz da zorunlu olarak giren yenilikleri bid’at kelimesiyle bağdaştırmanın yoluna gittiler ve bid’at’ı, ‘hasene-güzel’ ve ‘seyyie-kötü’ diye ikiye ayırdılar. Hatta bazı bilginler daha da detaya inerek bid’atları; vâcip, haram, mendup, mekruh ve mübah olmak üzere beş kısma ayırmışlardır.
Bid’at’ı dar kapsamlı olarak, yani kavram anlamıyla alanlar, onu inanç ve amellerde dine yapılan ekleme ve eksiltme olarak tanımlamışlardır. Böyle düşünenlere göre, dinî bir özelliği olmayan, insanların dünyalık işleriyle ilgili, İslâm’ın mubah dediği alana giren şeyler bid’at kapsamında değildir. İnsanların örf olarak yaşattıkları Din’e aykırı olmayan âdetler, sonradan gerek bir ihtiyacı karşılamak, gerekse ilmî araştırmalar sonucunda geliştirilen icatlar, üretimler, bazı kurumlar, ya da fikirler bid’at alanının dışındadır.
Kimileri, hasene (güzel) dedikleri bid’at’ı, Din’e bir ekleme olarak ele almazlar. Bunu Peygamberimizin haber verdiği ‘güzel bir çığır açma’ hadisine dayandırırlar. “Kim benden sonra terkedilmiş bir sünnetimi diriltirse, onunla amel eden herkesin ecri kadar o kimseye sevap verilir, hem de onların sevabından hiçbir şey eksiltmeden. Kim de Allah ve Rasûlünün rızâsına uygun düşmeyen bir sapıklık bid’at’ı icat ederse, onunla amel edenlerin günahları kadar o kişiye günah yüklenir, hem de onların günahlarından hiçbir şey eksilmeden.” 4194
Onlar, teravih namazını cemaatle ve yirmi rek’at kılınmasına bid’at diyenlere ‘ne güzel bid’at’ demesini delil olarak alırlar. Hâlbuki Hz. Ömer (r.a.) bid’ate güzel demedi, tam tersine; ‘teravihin bu şekilde kılınması bid’at değildir. Eğer siz kendi fikrinize göre ona bid’at diyorsanız, o zaman bu ne güzel bid’at’tır’ demek istemişti.
Onlara göre “Her yeni uydurma bid’at’tir” hadisinden, Dinin esaslarına, Hz. Peygamber’in ve O’nun ilk dört halifesinin yollarına uymayan şeyler anlaşılmalıdır. Bu bid’atler, Hz. Peygamber’in Sünnetinin ortaya koyduğu ilkelerle uyuşmaz,
4192] İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 49, 1/19
4193] 5/Mâide, 3
4194] İbn Mâce, Mukaddime 15, hadis no: 209-210, 1/76. Bir benzeri için Bk. Müslim, İlim 16, hadis no: 2674, 4/2060; Tirmizî, İlim 16, hadis no: 2677, 5/45
- 930 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onlara aykırıdır. Hatta bu bid’atler, bir şer’î (dinî) hükmü kaldırırlar, yerine kendileri yerleşirler.
Bid’atı, iyi ve kötü diye ikiye ayırmayan, onu dar kapsamlı yani kavram anlamıyla alanlar bu yorumlara katılmayarak derler ki; Yukarıda geçen ‘Sünnetin diriltilmesi (ihyâ edilmesi)’ yeni bir şey icat etmek değildir. Unutulmuş bir sünneti yeniden hayata kazandırmaktır. Hz. Ömer’in (r.a.)'in terâvih namazıyla ilgili uygulaması da yeni bir ibâdet çeşidi veya sonradan ortaya çıkmış bir uydurma değil; örneği Peygamber'in hayatında görülen ve O’nun tavsiye ettiği bir ibâdetin sürekliliğini sağlama düşüncesidir.
Bid’at Din’de temeli olmayan inançları ve ibâdet şekillerini İslâmî bir kılıfla İslâm’a yamamaktır. İslâm dışı görüş, inanış ve tapınmaları İslâm'a mal etmektir. Bunları yapanlar yaptıkları işin Din’e aykırı olduğunu bile kabul etmezler. Bundan dolayı Süfyân-ı Sevrî ve bazı âlimler şöyle demişlerdir: “Bid’at, İblis’e, mâsiyetten (günâh işlemekten) daha sevimlidir. Çünkü bid’atin tevbesi olmaz, hâlbuki kişi günâhından dolayı tevbe edebilir." "Bid’atin tevbesi olmaz" sözünün manası şudur: Allah (c.c.) ve Rasûlünün (s.a.s.) ortaya koymadıkları bir şeyi din edinen kimseye amelleri süslü gösterilir. O yaptıklarını doğru zannetmeye başlar. Kötü amellerini güzel görmeye devam ettiği sürece de tevbe etmiş olmaz. Her şeyden önce tevbenin başlangıcı; kişinin işlediği fiilin tevbe etmesi gereken kötü bir amel olduğunu kabul etmesi, ya da tevbeyi gerektirecek denli vâcip veya müstehab bir dinî emri terkettiğini bilmesidir. Bir kişi, kendi yaptıklarını güzel görmeye devam ettikçe tevbeye ihtiyaç duymaz.
Bid’at ehlinin tevbe etmesi, Allah’ın ona hidâyeti göstermesi ile mümkündür. Bu da ancak kişinin bildiği Hakk’a uyması ile gerçekleşebilir. “Bildiği ile amel edene Allah (c.c.) bilmediği şeyleri de öğretir.”4195 Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Doğru yolu bulanların Allah hidâyetlerini artırmış ve onlara takvâlarını (Allah’tan korkup sakınmalarını) vermiştir.” 4196
Peygamberimiz'in deyişiyle bütün bid’atler merduttur (reddedilmiştir). Hiçbir inin İslâm'a göre bir değeri ve hükmü yoktur. Çünkü böyle bir şey, İslâm’da eksiklik veya fazlalık olduğu düşüncesine dayanır. Hâlbuki Din Allah (c.c.) tarafından insanlar için beğenilip gönderilmiş ve tamamlanmıştır. Onda eksik veya fazla bir şey yoktur. Bid’atçıların bir kısmı Kur’an’a ve Sünnet’e aykırı inanç ve amelleri uydurup İslâm'a sokarlar, onları Din'denmiş gibi sunarlar. Bazıları da İslâm'ı daha iyi yaşamak, daha dindar bir müslüman olmak amacıyla yeni ibâdet ve inanış türleri uydururlar. Her iki tutum da yanlıştır. İnsanlara düşen görev, İslâm'ın eksikliklerini bulup kendi akıllarınca o eksiklikleri gidermek değil; İslâm'a hakkıyla teslim olarak ellerinden geldiği kadar onu yaşamaktır. Unutmamak gerekir ki hiç kimse İslâm'ı Hz. Muhammed’den (s.a.s) daha güzel yaşayamaz, O’ndan fazla dindar olamaz.
‘Güzel bid’at, kötü bid’at’ tanımları net değildir. Hangi inanış, hangi amel ve âdet bid’attır, hangisi güzeldir, hangisi kötüdür? Bu gibi değerlendirmeler kişilere ve kültürlere göre değişebilir. Bid’atın sınırlarını kim ve nasıl çizecek? Tarihte ve günümüzde hemen hemen her grup (hizip) kendi düşündüğünün ve
4195] Ebu Nuaym, Enes b. Malik’ten, nak. Ibni Teymiyye, Takvâ Yolu, s: 14
4196] 47/Muhammed 17; ayrıca Bk. 4/Nisâ, 66-68; 57/Hadîd, 28; 5/Mâide, 16
MESCİD
- 931 -
yaptığının doğru, diğerlerinin yaptıklarını yanlış görmektedir. Herkes görüşlerini ve eylemlerini Kur’an ve Sünnete dayandırma iddiasındadır. Hiç kimse de yaptığının bid’at olduğunu kolay kolay kabul etmez.
Onun için bu konuda da dikkatli olmak ve her şeye bilmeden ‘bid’at’ demek, ya da o şey gerçekte bid’at ise onu da İslâm'dan sayma yanlışlığına düşmemek gerekir. Kur’an’ı ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in yaşayıp tebliğ ettiği Din’i iyi bilirsek; bid’atleri daha iyi tanıyabiliriz. Peygamberimiz'den sonra ortaya çıkan bütün fikirlere, icatlara, kurumlara, yani her şeye -kavram anlamında- bid’at demek yanlış olduğu gibi, din kılıfı geçirilmiş sonradan ihdas edilmiş şeyleri de kabul etmek mümkün değildir.
Meselâ, mezar ziyareti ibret verici ve sevaptır; ama, türbeye veya mezarın yanındaki bir şeye çaput bağlamayı, mezardaki ölüden bir şey dilemeyi nereye koyacağız? Zikir yapmak, Allah’ı her an ve bütün ibâdetlerle anmak, hatırlamak Kur’an’ın emridir; ama, kolkola girerek, yatarak-kalkarak, ayılıp-bayılarak, kendinden geçerek, feryat ederek zikretme(!) davranışlarının delilini nerede bulacağız? Âlimleri dinlemek, derslerinden, sözlerinden, ahlâklarından ve ilimlerinden faydalanmak güzeldir, gereklidir de. Ancak "bir âlime, bir şeyhe bağlanılmadan, ömür boyu onun peşinden gidilmeden İslâm yaşanmaz", "şeyhi olmayanın mürşidi şeytandır" gibi iddiaları nereye koyacağız? Ölünün arkasından duâ etmek, onu hayırla anmak güzeldir. Ama onun arkasından yapılan kırkıncı, elli ikinci gece ve mevlid merasimlerini hangi âyete ve hadise dayandıracağız? İslâm'da biat (seçim), şûrâ, din hürriyeti, hoşgörü ilkelerinden hareketle; şirk ve zulüm düzenlerini, İslâm'a aykırı yapılanmaları İslâmî sayabilir miyiz? Hoşgörünün sınırları; sapıklıkları, isyanları, Din’e hakarate varan tavırları kabullenmek midir?
İslâmî olmadığı halde İslâm kılıfıyla sunulan bütün inanç, amel, tavır ve anlayışlara karşı duyarlı olmak zorundayız. Bunlar Din’den olmadığı halde ona sokulan bid’at ve hurafelerdir. Her bir bid’at, müslümanın hayatından bir sünneti alıp götürür. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Sünnetini iyi tanıyanlar ve onu bir hayat olarak yaşayanlar bid’atlerin tuzağına düşmezler. 4197
Mescidlerdeki Bid'atler
Mescidlerle ilgili birçok bid'at, İslâm'a ve müslümanlara rağmen maalesef hâlâ yaşamaktadır. Gayrı meşrû bid’atlerin arasında, sünnet ve müstahap olarak işlenen bazı sevaplar, bid’atlerin günahını ödemez. Usûl-i Fıkıh’ta bir kaide vardır: “Bir ibâdette müstahap veya sünnet ile bid’at birleşirse, bid’ati işlememek için sünnet fedâ edilerek o ibâdet işlenemez.” Hatta, böyle bir durumda vâcibin terkinde ihtilâf edilmiştir. Bid’atten o derece sakınılması tavsiye edilmiştir. Câmilerde görülen bid'atleri saymaya çalışalım:
1- Mescidlere kadın-erkek her müslüman girebilir. Asr-ı saâdette böyle olmuştur. Peygamberimiz'in sünnetinde kadınların mescide devam etmelerinin kısmen veya tamamen engellenmesi diye bir şey yoktur. 4198
Kadınların mescide gelip namaz kılmaları sünnettir. Peygamberimiz (s.a.s.)
4197] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 87-91
4198] Bk. Ahmed bin Hanbel, 6/66, 90, 154; Müslim, Salât 137; Tirmizî, Cum'a 48; Buhârî, Cum'a 13
- 932 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bu konuda şöyle buyurmuştur: "Allah'ın kadın kullarını Allah'ın mescidlerinden men etmeyin." 4199 Hz. Âişe (r.a.), mü'minlerin kadınlarının, şafak vakti çıkıp Allah'ın Rasûlü ile birlikte sabah namazını kıldıklarını söylemiştir.4200 Dolayısıyla günümüzde kadınlara mescid yolunu göstermemek, onları mescidlerden uzaklaştırmak, en azından bid'at olacaktır. Onlar, özellikle Cuma günü ve benzeri özel günlerde câmideki hitâbe, öğüt ve vaazlardan hisse almalı, cehâlet karanlığından kurtulmalıdır.
2- Pis kokular yayanların mescide girmelerini Rasûlullah yasaklamıştır. Hatta helâl ve şifalı bitkiler olan soğan sarımsak gibi hoş olmayan kokulara sebep olan gıdaları yiyenlerin mescide gelmemelerini istemiştir.4201 Fosur fosur sigara içen ve sigarasını lütfen câmi kapısında söndürüp atan ve sigara içmeyenleri, soğan yiyenlerin kokusundan rahatsız olduğundan çok daha fazla etkileyen kişi, durum değerlendirmesi yapmalıdır. Tabii, birini tercih etmesi gerekiyorsa neyi tercih edeceğine de karar vermelidir.
3- Mescidler, imkânlar zorlanarak asr-ı saâdetteki fonksiyonlarına yaklaştırılmalı, faâliyet alanlarını genişletmelidir. Mescidlerin çok yönlü faâliyetlere merkezlik teşkil etmesi yüzünden, insanlar oraya daha fazla gelecektir; mescid, sosyal hayatın merkezi, en vazgeçilmezi olacaktır. Çok yönlü hizmetleri yüzünden cemaatle kılınan namaz, 25 veya 27 derece daha üstündür. Mescidin bu çok yönlü fonksiyonunun kalktığı, kardeşlik ve kaynaştırmanın yerini hizip ve politik çekişmelerin, dedikoduların aldığı için, günümüz cemaatlerinde bu derece sevap fazlalığının bulunduğunu söylemek zordur. Şimdi ne o takvâ mescidi, ne de bir namazı 27 derece yükselten erdem sahibi cemaat...
4- Mescidlerde konuşulmayacağı, dünya kelâmı edilmesinin yasak olduğuna dair hiçbir şer'î hüküm yoktur. Yasak olan, lağvdır/boş söz, gereksiz lakırdıdır, mâlâyanidir, ki bir hayır amacına ulaştırmayan bu gereksiz söz, sadece mescidde değil; her yerde yasaktır. 4202
Bütün evren secde halinde olduğundan arzın her yeri mescid hükmündedir. İnsanlık açısından mescid olma hali ise o mekânda secde edilmesine bağlıdır.
5- Belirli mekânları mescid edinip başka yerde namaz kılmamak veya kılınamayacağını iddia etmek de bid'attir, yanlıştır. Evleri de kabir haline getirmemek, oralarda özellikle farz dışındaki namazları edâ etmek Peygamber tavsiyesi ve uygulamasıdır.
6- Bugünkü câmiler, dolaylı yoldan da olsa devlet kanunlarıyla yönetildiğinden, imamlar bazı dinî emirleri de uygula(ya)mamaktadır. Örnek olarak, müslüman olmadığı bilinen, hatta din düşmanı olarak tanınan bir kimse öldüğünde hangi görevli, “ben bunun cenaze namazını kıldırmam!” diyebilir? Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın dininden hoşlanmayan fâsıkların, kâfir ve münâfıkların namazlarının kılınmamasını, mezarları başında durulmamasını isterken, tâğut ve zâlimler
4199] Buhârî, Cum'a 13; Müslim, Salât 16; Ebû Dâvud, Salât 13; Tirmizî, Cum'a 64; Ahmed bin Hanbel, 5/17
4200] Buhârî, Mevâkît 27
4201] Bk. Buhârî, Ezan 160; Müslim, Mesâcid 68, 69, 71; Ahmed bin Hanbel, 2/20, 266, 429; İbn Mâce, İkamet 58
4202] Bk. Mü'minûn, 3
MESCİD
- 933 -
için duâlar edildiğini görüyoruz. “Onlardan ölen hiçbir ine asla namaz kılma; onun kabri başında durma. Çünkü onlar, Allah ve Rasûlünü inkâr ettiler de fâsık olarak öldüler.” 4203
7- Farz namazdan sonraki müezzinlik fasılları bid'attir. Müezzinin namaz esnasındaki görevi ezan ve kametle sınırlıdır. Farz namazlarından evvel veya Cuma namazında hutbe öncesinde İhlâs sûreleri veya başka âyetler okumak sünnette olmayan bir davranıştır.
8- Kur'an ve sünnetin belirlemediği uydurma ibâdet veya bereket unsuru kabul edilen şeylerin mescide sokulması bid'attir. Tesbih adı altında câmiye sokulan bazı araçlar, onların cemaat arasında ona buna atılması huzur bozan bir davranıştır. Câminin duvarlarına, kubbesine levhalar, yazılar yazmak, dikkat çekici süsler yapmak da bid'attir. İmam Mâlik gibi nice âlimler câminin mihrabına bir Kur'an âyetinin yazılmasına bile karşı çıkmıştır.
9- Namaz kılan cemaatin secde ettiği yerden daha yüksek ve câmide çıkıntı olacak şekilde mihrap yapmak da doğru değildir. Hatta mihrabın Emevîler döneminde câmiye konmaya başlandığından, Peygamber mescidinde bulunmadığından tümüyle bid'at olduğu değerlendirilir.
10- Mescidlere para toplamak için konan "sadaka sandıkları"na İmam Mâlik karşı çıkmış, "Allah, mâbedleri dünyalık toplama yeri yapmadı" demiştir. Câmiler dilencilik yapılacak yerler olmamalı; imamlar ve vâizler de dilenci. Cuma’dan cumaya câmiye gelen adamdan para isteme ve fâsıkların, hatta müslüman oldukları şüpheli olan insanların, haram olduğu halde câminin îmârına katkıda bulunması4204 isteniyor; namazsızlar veren el olduklarından aziz, câmi ve görevliler isteyen ve alan el oldukları için altta ve zelil oluyor. Denilebilir ki, “efendim, ne yapalım, câminin halıları değişecek, süslü âvizeler alınacak, paraya ihtiyaç var...”
Hâlbuki Cuma ve bayram namazında câmiye gelenleri, kayıp çocuklarımız ve misafirlerimiz olarak kabul etmeli, onlara biz bir şeyler verebilmeliyiz. Onlar ayakkabı çalınma riskinden veya yine para isterler anlayışından dolayı câmiden kaçma yolu arayan değil; câmide dağıtılacak hediyelerden ve sunulan imkânlardan yararlanmak için de olsa aramıza katılabilmeli. Câmiye çok nâdir gelen Cuma cemaatine kitaplar, broşürler, dergiler, kasetler, başka hediyeler verebilmeli, ondan bir şey kesinlikle istememeliyiz. Cebine değil, gönlüne hitap etmeli, gönlünü ve gözünü doyurabilmeliyiz. Hemen bütün peygamberlerin toplumlarına bir hitabı vardır: “Sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi (ecrimi, mükâfatımı) verecek olan ancak âlemlerin Rabbi Allah’tır.” 4205
11- Yine, bir câmi inşaatı için elde makbuz, çarşı pazar geziliyor, önüne çıkan dinli dinsiz herkesten câmi için yardım isteniyor. Bunun, dini ve câmileri küçülten bir tavır olduğu kadar, Kur’an’ın yasakladığı 4206 bir tavır olduğunu belirtmek gerekiyor.
12- Mescidlerde ticaret yapılması da çirkin bir bid'attir. Özellikle Diyanet,
4203] 9/Tevbe, 84
4204] 9/Tevbe, 17
4205] 26/Şuarâ, 109, 127, 145, 164, 180...
4206] 9/Tevbe, 17
- 934 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendi kasasını şişirmek için kendi memurlarına, kendi yayınlarını câmide pazarlamalarını emretmektedir. Takvim, dergi, kitap ve makbuzlarının satılması şeklinde örneklerini gördüğümüz ticaretle ilgili işler için mescidin kullanılması Hz. Peygamber'in bizzat yasakladığı hususlardandır.
13- Günümüzde, mescidlerle ilgili bir başka yanlışlık da, çoğu müslüman halk tarafından yapılıyor: Filan vilâyet veya uzak semtten Sultan Ahmet Câmiini veya câminin içindeki Konya’ya Mevlâna müzesini ya da başka bir câmiyi ziyaret etmeye gidiyorlar. Câmi ziyaret edince sevaba girdiklerini zannediyorlar. Hâlbuki câmi ziyareti kasdıyla yapılan bu davranışlar, yanlıştır, yasaktır, vebaldir. Çünkü yeryüzünde namaz kılmak ve ziyaret etmek maksadıyla yolculuğa çıkılabilecek ancak üç mescid vardır. “Üç mescidden başka bir yere (ibâdet ve ziyâret etmek için) özel olarak yolculuk yapılmaz; Mescid-i Haram, Mescid-i Aksâ ve Benim mescidim.”4207 Bugün müslümanlar, maalesef Mescid-i Aksâ’yı ziyaret edememektedirler. Hiç olmazsa hacca gidenlerin yol üzerinde uğrayıp ziyaret edebilecekleri ilk kıblelerine gitme yollarını bulmak bedel istiyor; insanımız da kolay sevap istediği için bedele yanaşmıyor.
14- Peygamberimiz'in her Ramazan'da mutlaka yaptığı mescidde i'tikâf sünneti unutulmuş, câmiler i'tikâfsız/coşkusuz kalmıştır. İtikâf, bilindiği gibi, dünya işlerinden arınıp bir mescidde özellikle Ramazan ayının son on günü ibâdete çekilme demektir. Bu kuvvetli sünnetin terk edilmesi, mescidlerimiz açısından önemli bir eksikliktir. İ'tikâfın ihyâ edilmesi gerekmektedir.
15- Bid'at unsurlarının bulaştığı mescidlere girmeme hakkı olan mü'minlerin, şirk unsurlarının bulaştığı mescidlere girmeme zorunluluğu vardır. 4208
16- Mescidin dırar olması/zararlı mescid haline gelmesi, mescidin sadece o niyetle yapılmasını gerektirmez. Mescid-i Dırarla ilgili âyet-i kerimede,4209 yapmak ve kurmak anlamında bir kelime kullanılmamış, "ittihaz (edinme)" kelimesi kullanılmıştır. Bu demektir ki, bir mescidin zarar vermesinden söz etmek için, daha yapılırken o niyetle yapılmış olması şartı aranmaz. İlk zamanda, hatta yüzyıllarca iyi hizmetler verdiği halde günün birinde "zarar veren mescid" haline dönüşen binalar olabilir.
17- Mü'minleri fırkalara bölmek, tefrika çıkartmak için mescid yapmak veya yapılmış mescidleri bu maksatla kullanmak, dırar mescidinin özelliğidir. Avrupa'da Türkler tarafından mescid haline getirilen yerlerde çok net sırıttığı gibi, her fırkanın kendine has bir câmisi vardır. Câmiler, sadece Allah'ın olması gerektiği4210 halde, falancıların mescidi, filancıların câmisi diye câmiler gruplarıyla bilinir ve çoğu mescidde ırklar ve uluslar arası ayrım özelliğine işaret anlamına gelecek tarzda Türk bayrakları, hem de mihrab veya minber civarında bulunur. Sadece kendi gruplarına ait mescidlerde toplanıp namaz kılanlar, öteki câmilerde namaz kılmaz ve o mesciddekilere müslüman gözüyle bakmaz. Hemen hepsi, birbirinin gıybetini etmeyi cihad zanneder.
4207] Buhârî, Fedâilu’s-Salât -Salâtu Mescid-i Mekke- 1, 6, Savm 67; Müslim, Hacc 74; Ebû Dâvud, Menâsik hadis no: 2033; Tirmizî, Salât 243, hadis no: 326
4208] Bk. 7/A'râf, 29; 9/Tevbe, 107-109; 72/Cinn, 18
4209] 9/Tevbe, 107
4210] 72/Cinn, 18
MESCİD
- 935 -
18- Rus işgali dönemindeki Afganistan'da ve günümüzde nice yerlerde örnekleri görüldüğü şekilde, câminin İslâm düşmanı olanlara, dini kullanmak ihtiyacı duyan ikiyüzlü kişilere barınak yapılması da bid'at olmaktan öte şirk unsurudur, dırar özelliğidir. Senelerce kahır ve zulüm altında inlettikleri müslümanların mâbedlerini, onları sömürmek, kontrol etmek ve birbirine düşürmek için kullanma alçaklığının İslâm tarihinde ilk temscilcileri Emevî hânedanıdır. Onlar, İslâm'ın zaferi önünde eğilmek zorunda kaldıklarında, müslüman kanı damlayan kılıçlarını kınlarına soktular ve o kılıçlarla dize getiremedikleri müslümanları, musallat oldukları mâbedlerinden vurdular. Bu öyle bir vuruştu ki, en büyük kahrını, dinin tebliğcisi Peygamber'in evlâdı üzerinde gerçekleştirdi. Onları zehir ve kılıçla yok etmekle yetinmedi, tevhidin mâbedinden yaklaşık bir asır o aziz Rasûl evlâdına ezan ve hutbelerden lânet okuyarak o Peygamber'in ümmetine âmin dedirtti. Ömer bin Abdülaziz (ölümü; 102/720), Rasûl evlâdına okunan bu lâneti mescidlerden kaldırdığında, kavramları tersine çevirmeye örnek olarak onu şu şekilde itham etme çarpıklığına gidebildiler: "Sünnete muhâlefet ediyor..."
19- Mescid yapımında, Allah rızâsı ve takvâ kaygısından başka herhangi bir kaygının rol oynaması da Dırar mescidinin temel özelliğidir. Kişisel menfaat, şöhret hırsı, grup ve parti çıkarı, ekonomik rant vb. bu özelliklerdendir.
20- Mescidlerde Allah'ın dışında herhangi bir kişiye sığınılması, yakarılması, herhangi bir kişinin Allah ile kul arasında vesîle ve aracı yapılması da, mescidin takvâ mescidi özelliğinin kalkması demektir.4211 Bu durum, ulûhiyet şânından olan özelliklerin Allah dışında bir varlığa verilmesini ifade ettiği için şirktir. Allah'ın dışında kişi veya kişiler için çağrıda bulunulması, övgüler dizilmesi, propaganda ve reklâm yapılması da mescidlerdeki çirkin davranışlardandır. İslâm'ın temel kabullerine zıt unsurların sokulduğu mescidlerdeki bu durumlara karşı çıkılmalı, tavır alınmalıdır.
21- Mescidlerin vazgeçilmez fonksiyonlarından biri, oradaki cemaatin birbirlerinin dertleriyle dertlenmesi ve istişâre etmesine zemin olmasıdır. Bu ibâdet ve meşveret yerlerinde müslümanlar, eşitlik kuralına uyarlar. Kimsenin kimseye meslek, maddî güç, makam vb. açıdan üstünlüğü olamaz. Bu ayrımlara göre saflar düzenlenip bazılarına ayrıcalık verilemez. Herkes aynı safta ve omuz omuzadır. Bu yüzdendir ki, imamın da cemaatten yüksek bir yerde namaz kıldırması doğru değildir; hatta bunu câiz görmeyenler bile vardır.4212 Hatta bazı ülkelerde günümüzde de uygulandığı şekilde, mihrabdaki imamın cemaatten daha yüksek yerde namaza durarak gurura kapılmaması için, mihrab câmideki cemaatin secde ettiği zeminden daha aşağıda olmasının daha faziletli olacağı değerlendirilebilir.
22- Cemaatteki bu eşitlik, ancak bir noktada bozulur; o da ilim ve ibâdet noktasıdır. Mescidde, ilk safta ilim ve takvâ bakımında önde olanlar bulunur. Bunlar, imâmet ve riyâset namzedi oldukları gibi, müzâkere ve müşâverede de reylerinden en fazla yararlanılan kişilerdir. İmamın, namazdan sonra arkasını mihraba, yüzünü cemaate dönüp oturması, duâ için olmayıp, kendisini imam seçen veya imam olarak kabul eden cemaatle istişâre ve tartışmaya başkanlık
4211] 72/Cinn, 18
4212] Ebû Dâvud, Salât 67
- 936 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etmek içindir. “Benim hemen arkama sizden dirâyet ve akıl sahipleri dursun! Sonra onları takip edenler, sonra da onları takip edenler dursun! Çarşıların karışıklığından sakının!” 4213; “Üç kişinin namazları kabul olmaz; bunlardan birisi cemaat istemediği halde imamlık yapmak isteyen kişidir...” 4214
23- Bu ölçüler dâhilinde câmilerde istişârenin terk edilmesi, cemaatin birbiriyle kaynaşmaması, imam-cemaat ilişkisinin sağlıklı olmaması ciddî problemlerden biridir. Takvâ ve ilim durumuyla öne çıkmadığı halde ön safı ve imamın arkasını âdetâ parselleyen kimselerin bu tavırları da sünnete uymaz. Aslında imamın cemaat tarafından seçilip öne çıkartılması gibi, imamın arkasına geçecek insanları da cemaat belirlemeli, lâyık olanları namaza durmadan oraya dâvet etmelidir.
24- Vaaz ve hutbelerde, müezzinlik ve imamlıkta, normal olarak ses duyulduğu müddetçe, gereksiz yere hoparlör kullanmak ve kulağı tırmalayacak şekilde bağırmak da çok yanlıştır, çirkin bir bid’attir.
25- Duânın kabulünün bir şartı, samimiyet ve sessizliktir. “Rabbınıza tazarrû ile yalvara yakara, gizlice duâ edin. Bilin ki O, haddi aşanları sevmez.”4215 Duâ, tevâzu ve zillet ile fakirane, gizlice ve çok yavaş sesle yapılmalıdır. Yoksa duâ, tevâzunun tersine bağırma ile yarış edercesine, edebiyat gösterişi şeklinde, kafiyeli ama samimiyetsiz sözlerden oluşan tarzda olduğu müddetçe o duâ, câmi kubbesinin dışına yükselmeyecektir. Hele bir de zâlim ve tâğutlar için de rahmet istenerek duâ edilmesi, duâda câiz olmayan vesîleler, ırk asabiyetine dair övünmeler de varsa, böyle duâya el açıp âmin diyenlerin de durumu, Akaid ilmini ilgilendirir.
26- Cuma namazlarında hutbeyi kısa, namazı uzun tutmak sünnet olduğu, aksi bid’at olduğu halde, hutbeler çok uzun ve namazlar çok kısa edâ ediliyor.
27- Mescidlerden yola çıkılarak, oradan İslâm'ın öğrenilip yaşanması, hâkim olması halka halka yayılarak toplumu hükmü altına alması gerektiği halde; bugünkü mescidler, aslî görevlerinin çoğunu yerine getirmemektedir. Tâğutlar ve onların rejimleri, çeşitli baskı ve dayatmalarıyla İslâm dünyasındaki mescidlerin çoğunu mahkûm etmiş, hapishaneye çevirmiştir.
Câmiler, müslümanların her çeşit ibâdet, buluşma ve görüşme, önemli meselelerini müzâkere etme, dinin emir veya tavsiye ettiği birtakım hizmetleri gerçekleştirmek üzere faâliyetlerde bulunma yerleridir. Bu kutsal mekânları laik devletin kontrol altına alması ve işlevlerini de yalnızca namaz ibâdetinden ibaret kılması; dine, sünnete, hukuka aykırıdır. Câmilerde yapılan vaazların ve hutbelerin devlet tarafından kontrolü, hele devlet tarafından hazırlanıp papağan yerine konanların eline tutuşturulması, kesinlikle din özgürlüğüne müdâhale anlamı taşır.
Câmiler ilk kuruluşundaki örnek uygulamaya göre birden fazla iş ve ihtiyaç için kullanılırdı. Câminin fonksiyonları bölümünde bu konu yeterince ifade edildi. Eğer biri çıkar da "bunlar tarîhîdir, o günkü ihtiyaç ve imkânsızlıklara bağlıdır, bugün bu işler için ayrı mekânlar ve kurumlar vardır" diyecek olursa, kendisine
4213] Müslim, Salât 123; Ebû Dâvud, Salât 96; Tirmizî, Salât 168
4214] Ebû Dâvud, Salât 63; Tirmizî, Salât 266
4215] 7/A’râf, 55
MESCİD
- 937 -
şu cevap verilir: Bunlar doğru olabilir, ancak, bu tarihî uygulama iki şeye kesin delildir: 1- Câmiler yalnızca namaz kılmak için değildir. 2- Müslümanların din işleri, dünya işlerinden ayrı değildir; din ile dünya iç içedir. Kur'an ve Sünnet, hem din hayatını hem de dünya hayatını düzenlemek, yönlendirmek, yönetmek için gönderilmiştir.
Câmilerde; farzmış, namazdan bir parça imiş gibi, Haşr sûresinin son âyetlerinin sabah ve akşam namazlarında imam veya müezzin tarafından mutlaka okunması, tesbihlerin komutlarla ve hiç ihmal edilmeksizin ve mescidin dışındaki hayata yayılmaksızın câminin ve namazın olmazsa olmazı gibi okunması da bid’attir. Bakara sûresinin son iki âyetinin de yatsı namazından sonra, başka âyetler okunmaz veya hiç terkedilmemeli gibi kıraati için de aynı şey söylenebilir.
Aslında, okunan aşır veya sûrelerin meal ve tefsirleri verilmeli, hatta güncel konularla, câmi dışı hayatla ilgili hükümleri, tavsiyeleri içeren âyetler seçilmelidir ki, okunanlar yerini bulsun, gerçek sünnete ve istenilen seevaba ulaştırsın. Ezanın, müezzinliğin haydi neyse, hele Kur’an’ın namaz veya namaz dışı okunmasında teğannî, şarkı okur gibi gereksiz, yersiz ve hatta yanlış uzatmalar ve ses dalgalandırmaları, sesin alçaltılması gereken yerlerde yüksek sesle okunması ve tersi uygulamalar, cehâlet kaynaklı bid'atlerdendir. Kur’an kıraatinin ağlayarak, hiç olmazsa ağlar gibi yapılarak hüzünlü bir şekilde okunması gerekirken, ses sanatkârı gibi ve değişik makamlarda okumanın da doğru olmadığını belirtelim.
Yine, müezzinlik gerekeği zannedilen tesbih duâları için komutlarda ve mevlid vb. okuyuşlarda Kur'an makamıyla, Allah'ın âyetleri dışındaki şeylerin okunması büyük yanlışlardan ve bid'atlerden biridir.
Kamet getirilirken bazı müezzinlerin ellerini namazda imiş gibi bağladığı görülüyor; bu da bid’attir. Mevlid okunurken de, Peygamber’in doğum zamanı anlatılırken, namaza durur gibi cemaatin ayağa kalkması ve ellerini namazda bağlar gibi bağlamaları da yanlış üstüne yanlıştır.
Namazdan sonra veya câmiden çıkmak üzere cemaatin birbirleriyle sanki namazın bir tamamlayıcısı gibi her zaman tokalaşmaları, bunu âdet haline getirmeleri de bid'attir. Ama arada bir yapılıyor, olmasa da olur deniliyor ve özellikle birbirlerini az görenlerin arasında uygulanıyorsa, bunda sakınca yoktur.
Ramazanlarda câmilerde kılınan teravih namazları, İstanbul boğazında sürat teknelerinin tehlikeli yarışlarına benziyor. Kıraat, rükû, secde hep yarım yapıldığı gibi, ta’dîl-i erkâna riâyet edilmiyor. Böyle, dostlar alışverişte görsün hesabı 20 rekât kılınacağına, sünnette olduğu gibi 8 veya 12 rekât kılınsa, ama hakkını vere vere kılınsa bid’at ve hatalardan uzaklaşılmış olur. Ama Hz. Ömer devrinde sahâbe 20 rekât da kıldığından, usûlüne uygun şekilde isteyen elbette 20, hatta daha fazla kılabilir. Fakat tavuğun yem topladığı gibi kılınacaksa, 100 rekât da kılınsa, gerçek sünnet sevabı elde edilemez. Teravihlerin devamlı cemaatle ve câmide kılınması da Peygamberimiz’in sürekli yapmadığı bir davranıştır.
İyi niyetli halk tarafından büyük fedâkârlıklarla yapılan câmilere Diyânet hemen el koyar. Maksat, orada kendisinin anlattığı devletin dininden farklı bir dinin anlatılmasına, yaşanmasına engel olmaktır. Câmiler, Diyanet eliyle devlet dairesi haline gelmiştir; İmamlar da namaz kıldırma memuru. İşgal edilen bu mekânlar, mü'minler için zararlı mıdır, tartışılmalı ama, devlet için öylesine
- 938 -
KUR’AN KAVRAMLARI
faydalı yerlerdir ki, devlet bu yerlerin kendi kontrolünde olmak şartıyla sayılarının artmasından memnun bile oluyor. Haftada bir gün, o kadar insana Cuma günü anlatacağı mesajları neden fırsat bilmesin? O kadar insan zorla toplanmaya çalışılsa bu kadar başarılı olunmaz.
Bu konuda Abdurrahman Dilipak’a kulak verelim: “Şimdi modern din adamı adına, Kemalist imam görüntüsü altında İslâm’a ve müslümanlara karşı bir tehdit odağı oluşturulmak isteniyor. İslâm’da din adamı, ruhban sınıfı yok, ama bu düzen içinde bunlar var. Bu tip insanlar, sadece Cuma namazında imama ihtiyaç duyuyor olsa gerekir. Ömürleri boyunca İslâm’a ve müslümanlara saldırdıktan sonra, bir maaş karşılığı susturulmuş imamların öncülüğünde, ne olur ne olmaz, yarın âhirette belki lâzım olur diye, biraz da Allah’ı kandırmak istercesine müslümanların kendileri hakkında iyi şahitlik yapmasını isterler. Müslüman mezarlığına gömülmek, garip bir tutkudur onlar için. Bu iş için, fazla baş ağrıtmayan, ölülerin arkasından kırkıncı günlerinde şen şakrak mevlitler okuyacak bir aydın imama ihtiyaçları vardır.
Câmilerimizin sosyal mimarisini kaybettik. Câmi, eski hali ile hayatı kuşatan bir mekândı. İbâdet, bizim dinimizde kapsamlı bir kavramdır. Günümüzdeki şekliyle câmiler, dinin hapsedildiği, ya da hapsedilmek istendiği hapishaneler gibidir... İmamlar da bu hapishanelerin gardiyanları. Kimileri, buraya gelen insanları avlayarak onları din adına uyuşturarak kendi çıkarları yönünde kullanmak istemektedirler. Ucuz bir oy deposu, ucuz bir fedâiler mangası!
Câmiler, şimdi sadece beş vakit namazın cemaatle kılındığı mescidlerdir. Câmi günlük hayattaki ekonomik, sosyal, kültürel fonksiyonunu büyük ölçüde yitirdi. Câmiler birbirinin dertleri ile dertlenmeyen, hatta birbirini tanımayan yaşlı insanların gelip gittikleri bir yer haline getirilmek istenmektedir. Cemaat imamın, imam cemaatin jurnalcisi olacaktır! Ne müthiş bir komplo. Namaz dışında câmilerin kapısına artık kilit vuruluyor. Câmi, müslümanların meşveret yeri olmaktan çıktı. Hutbeler ve vaazlar sivil karakterli, dinin özünden alınan ilhamlarla günün problemlerine çözüm getiren şeyler değil. Çoğu câmide okunan hutbe ve vaazları bir başka şekli ile bir kilise papazının ya da budist bir râhibin vaazlarında duyabilirsiniz. On emir”den ibaret ya da hıristiyanlaştırılmış, sadece kişisel ahlâka indirgenmiş bir din.
Câmi, ilk zamanlarda siyasî, sosyal, kültürel bir merkezdi. Giderek İslâmî yapı içinde mimarî bir üslûp kazanarak kurumlaştı. Şifâhâneleri, aş evleri, medresesi, öğrencilerin ve gariplerin barınacağı bir yer, buluşma ve müşâvere yeri, kütüphanesi ve vakfiyeleri ile hayatın en can alıcı noktalarında yer alırdı. Câmi her şeydi. Bugün ise, bütün bu boyutlarından yalıtılmış, tek boyutlu soluk bir renktir sadece. Şükürler olsun ki, bu durum giderek pozitif yönde değişmekte, câmi yeniden aslî yapısına doğru bir evrim süreci içinde bulunmaktadır.
Câminin siyasî merkezlerin güdümünde rûhâniyetini yitirmesiyle, müslümanlar câmi dışında bizzat hayatın içinde örgütlenmeye, câminin fonksiyonunu kendi evlerine, işlerine, sosyal hayatlarına, kültür dünyalarına taşıma gayretine girmişlerdir. Şunda kuşku yok ki, câmilerin biraz daha dejenere edilmesi ile bu dejenerasyona teslim olan mekânlar ve kişiler İslâm toplumundan tecrit edilecek ve dırar mescidi kavramı yeniden uyanacaktır.
MESCİD
- 939 -
İmamlara bunca maaşı niye veriyorlar dersiniz? Çok sevdikleri için, dine imana hizmet olsun diye mi? Yoo, onlara maaş verenler, onların ellerine kendi bildirilerini tutuşturup okutmak için... Bunda da çok başarılı değiller. Ama yine de güçlü bir oto sansür, oto kontrol mekanizması var.
İmamlık bir meslektir artık. İmam-Hatip okulları Meslek liseleri değil mi? Bir İmam-Hatip öğretmenine soruyorsunuz: “Hangi derse giriyorsunuz?” Cevap veriyor: “Meslek dersleri öğretmeniyim.” Sormak gerek: “Müslümanlık ne zamandan beri meslek oldu, ya da din?! O kardeşimize kızmamak gerek. Bu işin raconu böyle. Resmî yazışmalarda İmam-Hatip Lisesi bir meslek okulu; ama sıra maaş ödemeye gelince, normal lise statüsünde ödüyorlar. Ne kurtarsak kâr hesabı. Tam iki yüzlü bir politika. İmam-Hatip Liselerinde kız öğrencilerin başlarını örtmeleri resmen yasak. Tabii, Heybeliada papaz okulu talebelerine güçleri yetmez, hınçlarını bizimkilerden alıyorlar. Niye örgütlediler İmam-Hatip okullarını? Aydın din adamı yetiştirmek için. Ölülerini yıkayıp Allah önünde kendileri hakkında yalancı şahitlik yapsınlar diye. Ama olmadı... Tutmadı.
Sanırım câmide bizim görevimiz kısa sûreleri çabuk çabuk okuyarak işimizi bitirip câmiden ayrılmak olmamalı. İmamların görevi namaz kıldırmakla bitmiyor, eğer arkalarında cemaat var ise... Şöyle yapmamız gerekirdi: Özellikle câmilerin anlamı da burada gizlidir. İmamlar, bilen insanlar olarak Kur’an’dan öyle âyetler seçerek okumalılar ki, müslümanlar o günün çokça konuşulup tartışılan meselesini Kur’anî gözle görüp anlayabilsinler. Hz. Peygamber zamanında bu, temelde böyle idi. Çünkü âyetler, olaylar üzerine nâzil oluyor, Peygamberimiz onu okuyor ve sonra onu açıklıyordu. Biz de bugün yeniden olayların üzerine sanki Kur’an yeniden nâzil oluyormuş gibi namazda onları okumalıyız.
Evet, evet... Namazda okumamız gereken âyetler, o günün üzerinde tartıştığımız, konuştuğumuz ya da sorumluluk alanımıza giren şeyler olmalı. Müslümanlar bunu evrensel bir bildirinin ardından, yaklaşık iki milyar müslümanın mânevî huzuru ile Allah’ın evinde ve O’nun önünde kıyam, rükû ve sücûd aralarında okumalıdırlar. Böylece namaz, müslümanın sorumluluklarını kuşandığı bir mekân olacak. Müslümanlar günde beş defa Allah’ın evinden mânevî nitelikli dünyevî görevlerle ve bilgilerle donanmış olarak bir cemaat bilinci ile ayrılmış olacaklardır. Cemaat olmanın anlamı da budur. Katılan, karşı çıkan, konuşan ve sorumluluk yüklenen bir insan.
Tartışıp durduğumuz şey fâiz mi, zulüm mü, başörtüsü mü, haksızlıklar mı? Küfür mü, ahlâksızlık mı? Kur’an’ın hükmünü okur imam efendi ve namazdan sonra da oturur konuşuruz. Allah’ın hükmü üzerinde. Sorun ve çözüm yolları üzerinde düşünür, görüşlerimizi koyarız. Tartışmayız, ittifak etmişsek birlikte, ihtilâf etmişsek meşrû zeminde birbirimizi mâzur görerek herkes Allah'a vereceği hesabına göre sorumluluklarımızı kuşanırız. Ve namaz; donanma, namazlar arası zamanlar eylem vaktidir bizim için. Ve ibâdetimiz süreklidir. Sorumluluk şuuru ile hareket eden bir insan, âdeta bütün zaman namazdadır. Kıyamdadır, rükûdadır ve secdededir. Her yer mesciddir onun için.
İşte öyle olmasın diye, “câmilerde dünya kelâmı edilmez” diyorlar. Oysa din bu dünya içindir. Ve bizim dinimiz dünyayı ve hayatı kuşatır. Câmi, müslümanların cem’ olup toplandığı, namazda okudukları âyetleri Peygamberî bir metotla
- 940 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sorumluluğa dönüştürme mekânıdır.” 4216
Farkında Olunmayan Bir Başka Bid’at de Sarıksız Takkedir
İmamların, sünnet olmadığı ve daha ilerisi kâfirlerin özel giysisi olduğu halde hâlâ Yunan fesini namaz kıldırırken başlarına geçirmeleri gibi bir tuhaflık cemaatte de gözlenmektedir. İster câmide, isterse evlerinde olsun; namaz kılarken nice müslüman başına takke giymektedir. Bunun sünnet mi olduğu, yoksa dinen yasaklanan bir tavır mı olduğu, sünnet ise Peygamberimizin sünneti mi, yoksa Yahûdilerin sünneti, onların dinî kisvesi mi olduğu konusu, pek gündeme gelmemiş bir konudur. Yozlaşan gelenekle, bid’at ve hurâfelerle yüzleşme cesâreti, bedel isteyen bir tavırdır. Ödenmesi gereken bu bedel de, dini ketmeden/gizleyen kimsenin bedeline göre aslında çok hafif olduğu halde, bu tavırların gündeme geldiğine pek rastlanmamaktadır. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: "Bizimle müşrikler arasındaki fark, kalansuveler (takke ve benzeri başlıklar) üzerindeki sarıklardır." 4217
Bu hadisi, İbrahim Canan, Kütüb-i Site Şerhinde şöyle açıklamaktadır: Hadis, müslümanlarla müşrikler arasında bâriz farkın baş kıyafetinde bulunmasını ifade etmektedir. Baş kıyafetinin İslâmî şekli, kalansuve üzerine sarıktır. Kalansuve fes, takke nevinden başı örten serpuştur. Bazı âlimler, kalansuveyi müşriklerin de giydiğine, buna sarık ilâvesinin İslamî kıyafet olduğuna işaret ederler.
Şârihler, Rasûlullah’ın (s.a.s.), sarığın altına kalansuve giydiğini, kalansuve olmadan da tek başına sarığı başına koyduğunu, ama sarıksız kalansuve giydiğinin hiç görülmediğini; bu durumun da, kalansuvenin tek başına olması halinde müşriklere mahsus bir kıyafet olduğunun tescili bulunduğunu kaydederler. Kalansuve için "fes"dir, "takke"dir, "külah"dır, "şapka"dır diye tek bir şeyle ifade etmek muvâfık düşmemektedir. "Sarık sarılmasına engel olmayan bir serpuş" diye tarif etmek daha uygun gözükmektedir. 4218
Katolik hıristiyanların dinî lideri papanın, resmî törenler dışında başını hep takke ile örttüğünü unutmamak gerekir. Yahûdiler de ibâdet ederken havralarında başlarını mutlaka takke ile örtmek zorundadır. Yahûdilerin kippa denilen takke cinsinden bu giysiyi başlarına giymeleri, bunu özellikle dinî âyinde ihmal etmemelerinden yola çıkarak, müslümanların, üzerine sarık sarmadan takke giymelerinin hıristiyan papa(z)lara ve özellikle de yahûhidelere benzemek olduğunu bilmeleri gerekmektedir. Hıristiyan ve yahûdilerin ibâdetlerinde ve günlük hayatlarında müslümanlara benzeme ihtiyacı hissetmedikleri halde, nassların şiddetle yasaklamasına rağmen müslümanların onlara benzemesi ve hele bu benzemenin sevap zannedilmesi çok düşündürücüdür. Peygamberimizin sarıksız şekilde hiç takke cinsinden bir şey giymediğini değerlendirerek, sarıksız bir namaz takkesinin kesinlikle sünnet olmadığı bilinmelidir. Bir adım daha giderek, İbrahim Canan’ın da belirttiği gibi, hadis şârihi âlimler tarafından; tek başına takke cinsinden başa bir şey giymenin müşriklere (günümüzde papa(z)lara ve yahûdilere) mahsus bir kıyafet olduğunun tescil edildiğini belirtmek gerekiyor. Ayrıca, sadece namaz için özel bir kıyâfetin sünnette olmadığını ve bunun hoş
4216] Abdurrahman Dilipak, a.g.e. s. 33-35; 48-49
4217] Ebû Dâvud, Libas 24, h. no: 4078; Tirmizî, Libas 47, h. no: 1785
4218] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 15/45
MESCİD
- 941 -
görülmediğini de hatırlatalım. Yani, müslüman laik tavırlı olamaz, onun her şeyi namazdaki tavrı gibi olmalıdır. Namazda başka, namaz dışında başka olmamalıdır.
Sarık sarmaya gelince; Peygamberimizin çoğu zamanlar başında sarık olduğunu bildiren çok sayıda haber bulunduğu için namazda ve namazın dışında sarık sarmayı sünnet kabul etmek mümkündür. Bunun yanında, sarık sarmanın tüm ümmeti bağlayacak bir sünnet olmadığını ileri sürenler de vardır. Bu son değerlendirmenin bakış açısında şöyle yorum vardır: “Sarıkla kılınan namazın sarıksız kılınan namazdan şu kadar faziletlidir” şeklindeki rivâyetler, Kütüb-i Sitte’de bulunamamıştır, sahih olmadığı değerlendirilmelidir. Sakalı ısrarla tavsiye eden Rasûlullah aynı tavrı sarık için göstermemiştir. Kendisi sarıklı idi, ama bu onun yaşadığı coğrafyanın ve oradaki örfün bir uzantısı olmalıdır. Çünkü başta peygamberimiz olmak üzere müslümanlar değildi sadece sarık saranlar. Ebû Cehiller de, Mekke müşrikleri de sarık sarıyorlardı. Çöl sıcağında yaşayan insanlar, başlarına mutlaka bir örtü sarmak zorunluluğunu hissediyorlardı. Bu ihtiyaç, hâlâ geçerlidir. Adana, Hatay, Diyarbakır gibi yörelerden tutun, Suriye, Ürdün, Suudi Arabistan gibi ülkelerde, mü’min-kâfir çoğu erkek tarafından bu uygulamanın devam ettirile geldiğini görüyoruz. Hem hadis rivâyeti, hem Hz. Ali’nin sözü olarak rivâyet edilen “sarığın bir Arap tâcı” olduğu ifâdesi de bu yorumu doğrulamaktadır. Peygamberimiz’in sarıklı olduğunu belirten ifâdelere yer verildiği halde, sarığı emreden, ya da tavsiye eden bir ifâdeye Kütüb-i Sitte’de rastlamadım. Bununla birlikte, sarığı tavsiye eden bir ifâde Kütüb-i Sitte şerhinde şöyle yer alır: "Sarık sarın da hilminiz ziyâdeleşsin!" Râvî devamla der ki: "Hz. Ali (r.a.) de: "Sarıklar Arapların taçlarıdır" buyurdular." 4219
Câmiu’s-Sağîr adlı hadis kitabında rivâyet edilen bu hadisin şerhinde İbrahim Canan şunları söyler: Sarığın insandaki hilmi (hoşgörülü ve sabırlı olma halini) artırması meselesinde Münâvî şu açıklamayı sunar: "Sarıkla hilminiz artar, göğsünüz genişler. Çünkü kıyafetin güzelleşmesi kişiyi vakar ve ihtişama sevkeder; hafifliği, seviyesizliği ve düşük davranışları terke zorlar. Sünnette sarık sarıldığı zaman, sarığın bir ucunun omuz arasında serbest bırakılması irşad buyrulmuştur, bu müsneddir."
Sarığın taç olarak ifadesi, yine Münâvî'ye göre, onda izzet, cemal, heybet ve vakar bulunması sebebiyledir. Nitekim krallar da taçlarıyla başkalarından ayrılmaktadırlar. Sarıksız olan diğer kalansuveler ise acemler ve hafifmeşreb insanlara aittir ve onları tefrik eden taçları durumundadır.
Bir başka hadiste: "Sarıklar Arapların taçlarıdır. Onu bıraktıkları vakit izzetlerini de bırakırlar" denmektedir. Deylemî'nin bir rivayetinde sarığın terkedilip kalansuvenin alınması kıyamet alâmeti olarak ifade edilmiştir. 4220
Bu konuyla ilgili Enbiya Yıldırım, Hadis Problemleri adlı kitabında şunları söyler: “Sarıkla kılınan namaz, sarıksız kılınan yirmi beş namaza denktir”, “sarıkla kılınan Cuma namazı sarıksız yetmiş Cuma namazına eşittir”, “sarıkla namaz kılmakta on bin sevap vardır” gibi fazilet bildiren hadislerin tamamı
4219] Hadis, Teysir'de Ebû Dâvud'a nisbet edilmiş ise de, onda mevcut değildir. Câmiu's-Sağir'de mevcuttur -1, 555-
4220] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 15/46
- 942 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mevzûdur. 4221
Muâsır Muhammed el-Gazâli, bu hususta şöyle söyler: “Tirmizî ve Ebû Dâvud’un rivâyet ettiği sarıkla ilgili bazı hadisler okudum. Bunların hiçbir kıymeti yoktur. Şeyh Muhammed Hâmid el-Fakî’nin dediği gibi, ‘sarığın faziletiyle ilgili sahih hadis yoktur.’ Çünkü sarık Arap giysisidir. İslâmî bir elbise değildir.4222 İgaller de böyledir. Vâkıa, sıcak iklimler başın örtülmesini mecbur kılar. Beyaz ve geniş elbiseler makbuldür. Soğuk iklimlerde ise sıcak tutması için dar ve kapalı renklerin tercih edilmesi zorunludur…” 4223 “Dış görünüş ve kıyafet itibarıyla Hz. Peygamber’le Ebû Cehil arasında bir fark yoktur. Fark sûretlerde değil; sîretlerdedir. Hz. Peygamber’in şekil ve kıyafetinden nelerin olduğuna değil; Hz. Peygamber’in ahlâkından, dürüstlüğünden, hoşgörü ve insanlığından ne var, ona bakmalıyız. Ona ancak öyle benzeyebiliriz.” 4224
Câmilerde Bir Büyük Bid'at; Mevlid
Mevlid, doğum zamanı ve doğum yeri anlamındadır. Zamanla doğum tarihini kutlamak anlamı kazanmıştır. Mevlid, bugün özellikle câmilerde kullanıldığı şekliyle, Peygamberimiz'in doğumunu anmak ve kutlamak şeklinde uygulanan tören ve okunan şiir anlamında kullanılmaktadır. Osmanlı şâiri Süleyman Çelebi'nin (ölümü, 1422) Vesîletü'n-Necât adlı şiir kitabı bu adla yapılan törenlerde özel bir makam ve usûlle okunduğu için, mevlid dendiği zaman o şiir kitabının okunduğu merâsim akla gelmektedir. Peygamberimiz'in doğumunu anma esprisi de unutulmuş, Peygamber için yazılan bu şiirin okunması kendi başına bir dinî törene, bir ibâdet kabulüne dönüşmüştür. Bugün birçok aile ölüleri için sevap, hatta mutlaka yapılması gerekli dinî vecîbe gibi düşünmektedir. İbâdetler, Allah'a nasıl yaklaşıp hangi uygulamalarla sevaba girileceği nassların hükmü ile belli olur. Yani ibâdetler, fıkhî deyimiyle "taabbudî alandır, tevkîfîdir, vahyîdir. Din tamamlanmıştır, artırma da eksiltme de yapılamaz. Rasûlün ve ashâbın hayatında mevlid diye bir uygulama kesinlikle mevcut değildir. Mevlidi savunanlar şöyle derler: "Mevlid bir vesîledir, biz bu vesîleyle Kur'an okuyoruz, salât ve selâm getiriyoruz, duâ ediyoruz; esas amaç da bunlardır." Cevap olarak deriz ki: Mevlid dışında sayılanların kendi başlarına okunmaları halinde hangi zorluk ve eksiklik çıkıyor da Süleyman Çelebi'nin şiirine sığınılıyor? Süleyman Çelebi'den önce Kur'an okuyanların okudukları boşa mı gitti?
Kur'an ve sünnet, ibâdet anlayışı ile böyle şiir okuyarak sevap kazanılacağı bir ibâdetten bahsetmez. Ayrıca, mevlid şiir gibi değil; Kur'an okunur gibi Kur'an makamıyla okunmakta, Kur'an dinlenir gibi dinlenmektedir. Mevlid türünden kutlamalar, din kaynaklı değil; folklor ve âdet kaynaklıdır. Bu kutlamalar, câmide olmadığı sürece, ibâdet ve sevap kabul edilmemek şartıyla, Kur'an makamıyla ve kutsal metinmiş gibi icrâ edilmediği özelliklerde, salt şiir okur gibi okunursa bir sakıncası olmaz. Bugünkü şekliyle ise, en azından büyük bir bid'at
4221] Aliyyu’l Kari, Masnû, s. 118-119, rakam 177
4222] Hz. Ali’nin “Sarık Arapların taçlarıdır” sözü buna delil olabilecek durumdadır. Bk. İbnu’l-Esîr, Câmiu’l-Usûl, 10/631, rakam: 8235. Bununla beraber bu rivâyet dahi mevzû rivâyet olarak Hz. Peygamber’in hadisi olarak nakledilmektedir. Bk. Beyhakî, Şuabu’l İman, 5/175-176; İbnu’l-Cevzî, Mevdûât, 3/45
4223] Muhammed Gazâli, Sünne, s. 105.
4224] İsmail Yakıt, Peygamber’i Anlamak, İst. 2003, s. 41-42; Enbiya Yıldırım, Hadis Problemleri, Rağbet Y., İst. 2007, s. 180-181
MESCİD
- 943 -
ve hurâfedir. Bugün, bir şiir, ölülere rahmet ve cennete ulaşma vesilesi gibi kabul edildiğinden, Kur'an'dan öne çıkarıldığından, dinin temel ilkeleri açısından çeşitli sakıncalar içerir. Örf dinleşince, din de örfleşir. Örfün kutsallaşmasına seyirci kalmak, dinin tahribine seyirci kalmakla eş anlamlıdır.
Kur'an şöyle buyuruyor: "Allah yalnız başına anıldığında, âhirete inanmayanların kalpleri nefretle ürperir; O'nun berisindeki ilâhlaştırılmış kişiler anıldığında ise hemen müjdelenmiş gibi sevinirler."4225 Tevhid, ibâdet kasdıyla "Allah'ı da anmak" dini değil; "sadece Allah'ı anmak" dinidir. Câmiye sokulup ibâdet kasdıyla okunan mevlidin, sadece bid'at olarak kalmayacağı, bu anlayış ve kabulün şirk kapsamına girebileceğini bu riski taşıdığını belirtelim.
Bir Büyük Bid'at Daha; Mescidlerin Süse Boğulması
Mescidin meşrû ve makul süsü, orada bolca secde edilmesi, çokca insanın ibâdetle mescidi şenlendirmesidir. Asr-ı saâdette mescide biçilen roller, ne oranda uygulanabilirse onları icrâ etmekle mescidlerin yüzü gülecektir. Mescide gidenlerin süslenmeleri, temiz ve güzel giyinmeleri Kur'an'ın tavsiyesidir.4226 Ama mescidleri, hem de gözü meşgul edecek, ibâdetteki huşûya engel olacak şekilde süslemek, abartılı tarzda ziynetlere, desen ve boyalara boğmak din açısından yanlıştır. Konuyla ilgili hadis-i şeriflerde şöyle buyrulur: "Mescid yükseltmekle, mescid süslemekle emrolunmadım."4227; "İnsanlar, mescid yapma yarışına girip bununla övünmedikçe kıyâmet kopmaz."4228; "Sizin benden sonra, yahûdilerin havralarını, hıristiyanların da kiliselerini süsleyip püsleyerek yükselttikleri gibi, mescidlerinizi süsleyip püsleyeceğinizi görür gibiyim."4229; "Bir topluluk, mâbedlerini süsleyip püsleme hastalığına tutulmadıkça, ameli çirkin ve zararlı hale asla gelmez."4230 Sahâbî fakîhlerinden İbn Mes'ud (r.a.) Kûfe'ye ilk geldiğinde süslü, nakışlı bir câmi gördü ve şöyle dedi: "Bunu kim yaptıysa Allah'ın malını O'na isyanda harcamış."
Olayın israf boyutu da önemlidir. Mescidin gereksiz süslerine, kubbelerine yatırılacak para ile cemaat bulunup, oluşturulan cemaatin seviyelerini arttırmaya, İslâm ve müslümanlar için zarûri ihtiyaçlara kullanmak çok daha faziletli olacaktır. Paraları gereksiz taşlara ve süslere yatırmak yerine; dâvâya, insana, cemaate yatırmak dinin maslahatı açısından önemlidir. Mescidleri çok görkemli yapmışsın, süslemişsin, cemaati olmadıktan sonra neye yarar? Sağlam yetişen cemaat ise, bulunduğu her yeri mescid yapabilir, her yerde ibâdetini yerine getirebilir.
Câmilerimizin Yeniden İhyâsı
Câmilerimizle ilgili problemler, bu sayılanlardan ibaret değil elbet. Daha onlarca ilâve edilecek dertlerimiz var. İmamların maaşlarının kaynağı ve geliş sebebi, câmilerin ve imamların özgür olup olmadığı gibi hayatî sorunlar... Eskiden câmilerin onarım, tâmir ve günlük masrafları ve imamların maaşları başta olmak üzere, câmi kursları, cemaatin yetişmesi için gerekli harcamalar, müslüman zenginler tarafından oluşturulmuş özel vakıflar/akarlar sayesinde yürütülüyordu.
4225] 39/Zümer, 45
4226] 7/A'râf, 31
4227] Ebû Dâvud; et-Tâc, 1/243
4228] İbn Mâce, Mesâcid 2
4229] İbn Mâce, Mesâcid 2
4230] İbn Mâce, Mesâcid 2
- 944 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yani, ne laik düzenlerin ve ne de fert olarak bir müslüman şahsın maaş veya yardımı ile kendisine bağlayıp kendi zihniyetine göre hizmet beklentisi olmuyodu. Câmi içindeki hizmet ve faâliyetler, tüzel kişilik olarak cemaatler ve vakıflar eliyle, Kur’an’da belirtilen câmiyi îmar etme hakkı olanlar4231 tarafından yapılmayınca, devletin emrinde namaz kıldırma memurları, laik düzenden sadece maaş almıyor, emir de alıyorlar. Eski vakıfların tümüne el koyan T.C. yeni vakfiyelere (câmi bahçesine yapılan binalara) de el koyuyor. Müslümanlar da, câmi ve çevresine binalar ve yatırımlar yaparak, farkında olmadan devlete çalışmış oluyor.
Sayılamayacak kadar çok vakıf mallarına el koyan, şimdiki câmi çevresinde yapılanlara da sahip çıkan Vakıflar Genel Müdürlüğü, bu paraların bir kısmı ile Vakıflar Bankası kurmuş, diğerleri de devlet kurumlarına ve vakıfla hiç ilgisi olmayan kişi ve kuruluşlara dağıtılmıştır. Halk, farkında olmadan da olsa, câmiye yardım yaparak devlete, bankaya yardım yapmış olmakta...
Câmileri cemaatlerin, İslâmî sivil toplum kuruluşlarının yönetmesi, Dine özgürlük ve laiklik gereği olduğu halde, böyle olmuyor. Eskiden olduğu gibi, köylü veya mahalle sâkinleri imamlara maaş versin demek de problemi temelden çözmüyor; o zaman eskiden köylerde, köy imamlarına karşı bakıştaki müşkiller hortlayacaktır: Hocaların çok yemesi, halkın eline bakması...
İslâm kültüründe ve tarihimizde "imam", sıfatının devlet başkanına verilen ad olduğu, devlet başkanlarının aynı zamanda imamlık yaptığını biliyoruz. Şimdi, fıkra ve karikatür kahramanı, gerici, yobaz, toplumda ağırlığı olmayan biri konumunda. İlköğretim yaşlarındaki çocuklara sorun bakalım, içlerinden hiç, “ben, büyüyünce imam olacağım!” diyen çıkacak mı?
“Müftü” fetva veren demektir. Bugün fetva için müftülere danışan var mı, hiç sanmam. Onlar personel işlerine bakan müdür/âmir konumundalar, resmi formaliteleri yerine getirmeye, biraz da devlet ile vatandaşı kaynaştırmaya çalışan insanlar olarak gözükmektedir. Diyanet teşkilâtı, çok boyutlu kanayan ve kokuşan bir yara ve ameliyatsız çözümü mümkün olmayan bir yapı...
Hutbe konuları... (spor, milli bayramlar, verem savaş, trafik vb. devletin ihtiyaç duyduğu durumlarda hangi konu gerekiyorsa...) Ve lânetlik suçun bazı câmilerde işlenmediğini kimse iddia edemez: Hakkı gizlemek, hatta çarpıtmak, hakla bâtılı karıştırmak.
Cuma, bayram ve teravih namazları öncesi yapılan vaazlar, canlılığını yitirdi. Her iki anlamda “canlı” değil öğüt ve nasihatler. Meslek anlayışıyla ve görev icabı yapılması yönüyle canlı ve heyecanlı, diriltici içerik ve üslûp tutturulamadığı gibi; çoğu câmide canlı bir konuşmacı yok kürsülerde, sayılı birkaç câmide bir vâizin konuşması, kablo ile sadece ses olarak diğer câmilere ulaşıyor; telefon dinler gibi, uzaktan kumandalı şekilde vaazlar icrâ ediliyor. Böylece bir taşla çok kuş vurulduğu düşünülüyor, ama vaazlar da kuşa benzetiliyor. Resmî yetkililer, birkaç resmî vâizi seçerek, onları kontrol altında tutarak yönlendirmeyi daha kolay görüyor olmalı. Yarın imamlar da vâizler gibi cansız ve sesin yeterli görülmesiyle görev yaparlarsa şaşırmayın. Bir câmiden, hatta sadece Ankara’dan tek bir merkezden imam, hatip tekbir getirir, filan câmide sesi elektronik aygıtlarla duyan cemaat, o komuta uyarak rükûya ve secdeye gidebilir. “Olmaz, olmaz!”
4231] 9/Tevbe, 17-18
MESCİD
- 945 -
demeyin; burası Türkiye; olmaz olmaz!
İslâm hâkimiyetinde her yer, üzerinde namaz kılınabilecek temizlikte olacağı, yani mescide benzeyeceği gibi, küfrün egemenliğindeki günümüzde de her yer tapınaklara benziyor. Müzikholler, stadlar, borsalar, bankalar, nice kurumlar, okullar, meclisler, hatta kanallar, sokaklar, çarşılar... mâbed değil de nedir? Oradaki insanlar, ibâdet halinde değiller mi dersiniz?
Günümüz insanı, çok kıbleli, çok mâbedli, çok imamlı (önderli) ve çok dinli. Câmi, hayatımızın merkezi ve her şeyimiz câmiye uygun olmadıkça bu problemler azalmayacak, aksine gittikçe artacaktır.
Hâlbuki;
“Minâreler süngü, kubbeler miğfer;
Câmiler kışla, mü’minler asker!”
olmalı.
Câmilerimizle ilgili büyük problemlerimize rağmen, müslüman gençlerin câmileri terk etmeye haklarının olmadığı kanaati taşıyoruz. Şuurlu genç müslümanlarla câmi arasındaki ilişki, bebekle anne arasındaki bağ gibidir. İkisinin birbirinden koparılması her ikisinin de perişan olmasına sebep olacaktır; biri diğeri olmadan sağlıklı şekilde yaşayamaz. Câmiler, tevhidî düşünen gençler olmaksızın mânen harap olacağı/olduğu gibi; câmilerden koparılan gençler de öksüz kalacak, temel ihtiyacı olan "mescid anası"nın sütünden, onun kucaklayan ilgi, sevgi ve şefkatinden mahrum olacaktır.
İslâm devleti ile başlayan mescid, cemaatleşme ve devletleşmede önemli roller üstlenmiştir. Gelecekteki İslâm inkılâbı, câmilerin yeniden kazanılması ile halkın inancını bilmesi, ona sahip çıkması ve liyâkatini yükseltmesi ile mümkün olacaktır. Câmilerini kazanamayan insanların neyi kazanabilecekleri sorgulanmalıdır. Câmilerine sahip çıkamayan insanların hangi değerlerine sahiplik yapabilecekleri düşünülmelidir. İslâm’ı bu topraklara, sosyal ve siyasal hayata hâkim kılma mücâdelesinde, İslâmî değişim ve dönüşüm projesi için en doğal müttefiklerimiz olan veya olması gereken imam ve cemaatle uzlaşamıyor, mesajımızı onlara ulaştıramıyor, onlarla anlaşacak bir yol bulamıyorsak, böyle bir anlayış, câmi ve cemaatten önce kendi tavrımızın sorgulamasını gerektirmektedir. Unutmayalım ki İslâm, hemen her peygamber döneminde, garip ve kültürsüz kabul edilen müstaz’aflar tarafından kabul gördü. İslâm, câmilerden etrafa halka halka yayıldı. Önce câmilerimizi kurtaralım, o câmiler bizi kurtaracaktır.
Câmileri diriltmek ve câmide dirilmek için güzel imkânların oluşması ümidiyle...
- 946 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mescid Konusuyla İlgili Âyet-i Kerîmeler
A- Mescid ve Çoğulu Mesâcid Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Taplom 28 âyet): 2/Bakara, 114, 144, 149, 150, 187, 191, 196, 217; 5/Mâide, 2; 7/A’râf, 29, 31; 8/Enfâl, 34; 9/Tevbe, 7, 17, 18, 19, 28, 107, 108; 17/İsrâ,1, 1, 7; 18/Kehf, 21; 22/Hacc, 25, 40; 48/Fetih, 25, 27; 72/Cinn, 18
B- Mescid-i Harâm Teriminin Geçtiği Âyetler: 2/Bakara, 144, 149, 150, 191, 196, 217; ; 5/Mâide, 2; 8/Enfâl, 34; 9/Tevbe, 7, 19, 28; 17/İsrâ, 1; 22/Hacc, 25; 48/Fetih, 25, 27.
C- Mescid-i Aksâ: 17/İsrâ, 1.
D- Mescid-i Dırâr: 9/Tevbe, 107
E- Mescid-i Takvâ: 9/Tevbe, 108
F- Mescid Kelimesinin Kökü Olan Secde ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (Mescid ve Mesâcid Kelimeleri Hâriç, Toplam 64 Âyet): 2/Bakara, 34, 34, 58, 125; 3/Âl-i İmrân, 43, 113; 4/Nisâ, 102, 154; 7/A’râf, 11, 11, 11, 12, 120, 161, 206; 9/Tevbe, 112; 12/Yûsuf, 4, 100; 13/Ra’d, 15; 15/Hıcr, 29, 31, 32, 98; 16/Nahl, 48, 49; 15/Hıcr, 30, 33; 17/İsrâ, 61, 61, 61, 107; 18/Kehf, 50, 50; 19/Meryem, 58; 20/Tâhâ, 70, 116, 116; 22/Hacc, 18, 26, 77; 25/Furkan, 60, 60, 64; 26/Şuarâ, 46, 219; 27/Neml, 24, 25; 32/Secde, 15; 38/Sâd, 73, 75; 39/Zümer, 9; 41/Fussılet, 37, 37; 48/Fetih, 29, 29; 50/Kaf, 40; 53/Necm, 62; 55/Rahmân 6; 68/Kalem, 42, 43; 76/İnsan, 26; 84/İnşikak, 21; 96/Alak, 19.
G- Mescid Konusu
a. Mescidler Allah’ındır: 72/Cinn, 18.
b. Mescid Yapmak ve Korumak: 9/Tevbe, 17-18.
c. Mescidleri İmar ve Koruma Hakkı Mü’minlerindir: 9/Tevbe, 17-18.
d. Müşriklerin Mescidleri İmar ve Koruma Hakları Yoktur: 9/Tevbe, 17-18.
e. Mescid Düşmanlığı Yapanlar: 2/Bakara, 114.
H- Kıble
a. Kıble, Mescid-i Haram Kâ’be)’dır: 2/Bakara, 149-150.
b. Namazda Kıbleye Dönmek: 2/Bakara, 115, 142.
c. Kıblenin Değişmesi: 2/Bakara, 142-145, 149-150.
d. Kıblenin Değişmesini Dillerine Dolayan Ehl-i Kitaba Cevap: 2/Bakara, 177.
İ- Ezan
a. Ezanla Namaza Çağırmak:5/Mâide, 58; 41/Fussılet, 33.
b. Cum’a Ezanı: 62/Cum’a, 9.
c. Müezzinlerin Fazileti: 41/Fussılet, 33.
Konuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhârî, Ezân 46, 49, 81, 160; Salât 41, 42, 44, 45, 47, 49, 52, 54, 59, 60, 62, 65, 70-72, 74, 77, 83; Teheccüd 25; İtikâf 17; İlm 6, 8, 23, 24, 52; Iydeyn 7-8; Mescidü Mekke 1, 6; Enbiyâ 40; Menâkıbu’l-Ensâr 45; Cum’a 11; Savm 68; Mekâtib 1-3; Ahkâm 18-29; Husûmât 4; Sulh 9-13, Fazlu ‘s-Salât fî Mescid-i Mekke ve’l-Medîne 1, 6.
Müslim, Mesâcid 1-316, 24, 25, 69, 73, 79-81; Sıfatu’l-Münâfıkîn 82-83; Hacc 250, 415, 505-511, 512; Zühd 43, 44; Cihad 59, 67; Müsâfirîn 68-70, 191, 213.
İbn Mâce, Mesâcid 1-19, 5, 11; Mukaddime 17; Ahkâm 9; Hudûd 31; Diyât 2; İkamet 53, 194; Tahâret 78, 126.
Ebû Dâvud, Tahâret 93; Salât 13, 18, 23, 46, 53, 54, 199; Talâk 40; Menâsik 94; Vitr 14; İman 3; Büyû’ 37; Itk 53; Et’ıme 41; Hudûd 37.
Tirmizî, Salât 126; Cum’a 64; Nikâh 6; Menâkıb 18.
Nesâî, Tatbîk 78; Mesâcid 1-46; İmâmet 50.
Ahmed bin Hanbel, Müsned II/106, 178, 349, 420, 503; III/404, 434; IV/85, 229, 247; V/156, 157, 185, 328.
Dârimî, Mukaddime 32, 51.
MESCİD
- 947 -
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Câmi Âdâbı, Salahaddin Basan Çelebi, Şahsi Y.
2. Câmilerin Çağrısı, İbrahim Balcı, Medine Balcı, Ebrar Y.
3. Câminin Kaybolan Mâhiyeti, Mehmet Şahin, Şahsi Y.
4. İslâm’da Cami ve Cemaat, Ahmed R. Özbay, Fazilet Kitabevi Y.
5. Câmide Dans Var, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y.
6. Mâbetsiz Şehir, Osman Yüksel Serdengeçti, Türk Edebiyatı Vakfı/Görüş Y.
7. İbâdetler ve Mâbedler, Mehmet Emre, Erhan Yayın Dağıtım
8. Yeni Türkiye’de İslâmlık, Gotthard Jaschke, Bilgi Y.
9. Cumhuriyet Dönemi Din-Devlet İlişkileri, 1-3, H. Hüseyin Ceylan, Rehber Y.
10. Siyasi İdari Sistemlerle İlişkileri Açısından Din Bürokrasisi, Davut Dursun, İst, 92
11. Yönetim-Din İlişkileri Açısından Osmanlı Devletinde Siyaset ve Din, Davut Dursun, İst, 92
12. Şeriatten Laikliğe, Sadık Albayrak, Sebil Y.
13. Türkiye’de Din Kavgası, Sadık Albayrak, Şahsi Y. İst, 73
14. Tarihte Meşihat Makamı, İlmiye Sınıfı ve Meşhur Şeyhülislâmlar, Veli Ertan, Bahar Y.
15. Din Eğitimi, Din Müesseseleri ve Din Âlimleri, Veli Ertan, Hasan Küçük, Türdav Y.
16. Ulema ve Dinî Otorite, Derleme (Heyet), İnsan Y.
17. Din Öğretimi ve Din Hizmetleri Semineri, Heyet, Diyanet İşleri Başk. Y.
18. Türkiye’de Dinî Hayat, M. Emin Köktaş, İşaret Y.
19. Saray Mollaları, Mustafa Çelik, Misak Y.
20. İmam Müezzin, Cemaat ve Cem. Hakkında Birkaç Uyarı, M. Hamdi Güner, Şahsi Y. İst, 78
21. T.C. Başbakanlık Diyanet İşleri Başkanlığı, İsmail İşi, Ank, 1987
22. Açıklamalı Diyanet İşleri Başkanlığı Mevzuatı, Ahmet Uzunoğlu, Ank, 1980
23. Müslüman Toplum Laik Devlet, Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı, İştar B. Tarhanlı, İst, 1993
24.T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, (Ahmet Önkal, Mehmed Şener, Nebi Bozkurt), T.D.V. Y. c. 7, s. 46-92
25. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. 1/271-273; 3/351-352; 4/147-155, 187-189, 195-197
26. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, Kuba Y. c, 13, s. 243-278
27. Kur’ân-ı Kerim’in Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali Sâbuni, Şâmil Y. c. 1, s. 88-106
28. Fıkhu’s Siyre, Peygamberimiz’in Uygulamasıyla İslâm, M. S. Ramazan el-Bûti, Gonca Y. s. 203-209
29. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 397-399, 101-105, 170-173, 301-303
30. İslâm Müesseselerine Giriş, Muhammed Hamidullah, Düşünce Y. s. 45-73
31. Dinî Hayatın Psiko-Sosyal Temelleri, Ali Murat Daryal, İFAV Y. s. 91-116, 271-272
32. Tartışılan Sorular, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y. s. 69-79
33. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 124-126
34. İbâdet mi Âyin mi? Mustafa Karataş, Dersaadet, s. 86-107
35. Namaz, Bir Tevhid Eylemi, Abdullah Yıldız, Pınar Y. s. 59-64, 70-73, 167-181, 186-189
36. Laik Düzende Dini Yaşamak, Hayreddin Karaman, İz Y. 2/35-36, 294-296
37. Türkiye’de İslâmlaşma ve Önündeki Engeller, Hayreddin Karaman, Ensar Neşriyat, s. 24-27
38. Bu Din Benim Dinim Değil, Abdurrahman Dilipak, İşaret/Ferşat Y.
39. Selefin İzinde, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 7-26, 245-270
40. Yeryüzünün Vârisleri, Kul Sadi Yüksel, Madve Y. s. 269-273
- 948 -
KUR’AN KAVRAMLARI
41. Namaz, Bir Tevhid Eylemi, Abdullah Yıldız, Pınar Y.
42. Tartışılan Sorular, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y. s. 64-79
43. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y. s. 55-69
44. Tevhidin Düşmanı Tefrika, Ramazan Yıldız, Mücahede Y. s. 155-171
45. İnsanları Tefrikaya Düşüren Faktörler, Mahmut Balcı, İhtar Y. s. 94-96
46. İslâm’da Din-Devlet İlişkileri, Hayreddin Karaman, Türkiye Günlüğü, sayı 13, Kış 90
47. Tefsîr-i Kebir (Mefâtihu'l-Gayb), Fahruddin er-Râzî, Akçağ Y. c. 3, s. 354-377
48. Sanat Bilinci, Ahmed Kalkan, Denge Y. s. 71-81

 
Okunma 1299 kez
Bu kategorideki diğerleri: « HZ. MERYEM (R.A.) MEYVELERDEKİ İBRETLER »