iman ve amel (1)
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
DAVUD EMRE YAYINEVİ
Kitabın Adı:
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR -3-
İMAN VE AMEL
Yazarı:
Ahmed KALKAN
Tashih:
Ahmed Kalkan
Mizanpaj:
Ehl-i Dizayn
Kapak Tasarım:
Ehl-i Dizayn
İstanbul 2011
Baskı:
?????
Dâvud Emre Yayınevi
Telefon: (0 216) 632 29 58
www.davudemreyayinevi.com
İMAN VE AMEL
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR
-3-
Ahmed KALKAN
İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopye edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı sözkonusu değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
İTHAF
Canlı KUR’AN olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret eden ve tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyâsının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu kavrayıp nebevî usûlle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması yapan tâvizsiz dâvetçilere, her yaştan genç dâvâ erlerine…
Önsöz
Bismillâh, elhamdu lillâh, ve’ssalâtu ve’sselâmu alâ rasûlillâh.
İman; Rasûlullah’ı Allah’tan getirmiş olduğu bilinen haber ve hükümlerin tümünde, kat’i olarak tasdik etmek, bunu diliyle ikrar edip tatbik etmeye çalışmaktır. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ı kendi tanıttığı gibi tanımak ve O’na yönelmektir. İman, Allah’ın gönderdiği peygamberleri tasdik etmek, getirdikleri vahyi benimsemektir. Allah’ın buyruklarını yerine getirerek, O’nun güven çemberine girmektir. Âyetleri kabul edip bağlanmak ve yaşamaktır.
İman, aynı zamanda; başkalarına güven vermek, güven içinde olmak demektir. Yani, iman sahibi/mü’min, hem inandığı gücün sağladığı güvenin içinde emin olan; hem de kendisi başkalarına güven veren demektir. Emanet de imanla aynı kökten gelen ve güvene tevdi edilmiş şey anlamı taşıyan bir kelimedir. İman sahibine mü’min denir ki, bir anlamı da emanet taşıyan kişi demektir. Esas emanetin Kur’an’ın hükümleri, İslâm’ın her alanda hâkimiyeti demek olan kutsal emanetler olduğunu unutmamalı ve emanete ihânet edenlerin münâfıklıktan bir şube içinde olan hâin konumuna düştüğünü aklımızdan çıkarmamalıyız.
İmanın amellerle tezâhürü olmalıdır. Güneşten ısı, gülden koku saçıldığı gibi, imandan da ameller saçılmalıdır. İmanın söz, fiil ve eylemlerle ispatlanması gerekir. Yoksa iman, birtakım istek ve temennilerden ibâret değildir.
İman dediğimiz şey, Allah ve Rasûlü’ne karşı sevgide şekillendiği gibi, Allah’ın dinini yüceltmek ve üstün kılmak için cihad etmede, yeryüzünde zulmü ve fesâdı önlemek için mücâdele vermede de şekillenmelidir. Allah’a yaklaşmak için namaz ve oruca devam etmede, haram ve helâle ittiba etmede de iman kendini göstermelidir. Allah, imandan söz ederken, iman ile birlikte amellerden de söz ediyor. Bu amellerin ekseriyeti de cihad kavramında birleşir. Çünkü cihad, imanın rûhu ve ameli olarak ortaya çıkar. “Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Rasûlü’ne iman ettikten sonra şüpheye sapmayıp, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad ederler. İşte onlar, imanlarında sâdık (doğru) olanların ta kendileridir.” (49/Hucurât, 15)
İman, meyvesiz, kurumuş, çürümüş, odun kütüğü olmuş bir ağaç değildir; iman ağacının mutlaka eseri ve meyvesi görülmelidir. İmanın meyvesi, Allah’tan korkup Allah’ın murâkabesi altında
olduğumuzu bilmektir. Şüphesiz Allah’ı tanıyan kişi, kendi kusurlarını idrâk eder ve O’ndan korkar ve ona göre hazırlık yapar. “Allah’ın gönderdiği risâleti tebliğ edenler, O’ndan korkanlar ve başka hiçbir kimseden korkmayanlar var ya, İşte bu, Allah’ın dinine dosdoğru uyan hak ehlinin sıfatıdır.” (33/Ahzâb, 39)
İmanın varlığının en güzel isbâtı, vahye sarılmaktır. Çünkü vahy, en temiz, en sağlam kaynaktır. Vahye sarılmak, Allah’a bağlanıp, araya aracılar koymadan, doğru olanı kendisinden almaktan başka bir şey değildir. Vahye sarılmaksızın Allah’a bağlanmak mümkün değildir. Vahyin mü’minlerden istediği onu dinlemek ve ona tâbi olmaktır (Bkz.24/Nûr, 51-52; 33/Ahzâb, 36; 4/Nisâ, 65; 2/Bakara, 143).
Mü’min erkek ve mü’mine kadınlara Allah ve Rasûlünün hükmü dışında muhayyerlik hakkı yoktur. İman ettikten sonra, kendi hevâ ve hevesine göre hareket edemezler. Allah’a ve Rasûlü’ne itaat etmek zorundadırlar. Allah’a iman, sonra arkasından isyan, apaçık bir sapıklıktır. Allah’a iman, teslimiyetle beraber bütün işlerde Allah Rasûlü’nün hakemliğini şart koşar. İman ettiğini iddia eden herkesin mutlaka hakemi, hükmünü kabul edip uygulayacağı ölçüsü, tercihi Allah ve Rasûlü olmalıdır. Aksi, sapıklıktır.
Kur’ân-ı Kerim’de hiçbir âyette iman edenlerin cennete gireceklerinden bahsedilmez. İman edip sâlih amel işleyenlerin cennete gireceklerinden bahseder. İman ile amel, birbirini tamamlayan iki husustur. İman olmadan amel, Allah katında kabul edilmeyeceği gibi; güzel amellerle süslenmeyen kalpteki imanın mânevî zevk vermekten uzak olduğu da bellidir. İman, kalp toprağına atılan bir tohumdur. İbâdetler, güzel ahlâk, iyi davranışlar onun yeşermesini ve hayatiyetini devam ettirmesini sağlayan vasıtalardır. Sâlih amel ve güzel ahlâkla bezenmemiş iman, bir hücreye kapatılan ve kimseyle görüştürülmeyen bir din âliminin, mürşid ve vâizin, hitabettiği topluma faydasızlığı gibi; kişiyi olgunlaştırıp manen geliştirmekten yoksun bir cevherdir. O halde iman olmadan amelin kabul olunması söz konusu edilemezse; sâlih amellerle desteklenmeyen imanın kemale ermekten mahrum olacağı da unutulmamalıdır. Hatta bu konuda “imanı korumak, kazanmaktan daha zordur.” sözü meşhur olmuştur.
Kur’an’ın, imanı tanımladığı âyetlere dikkat edecek olursak, hemen tamamında imanla amelin yan yana geldiğini görürüz. Özellikle iman ve sâlih amelin birlikte kullanıldığına şâhit oluruz. Kur’an, amelin imandan bağımsız olmadığının delilleriyle doludur.
Hatta kinaye olarak Kur’an’da amel, iman olarak adlandırılmıştır. “Allah imanlarınızı zâyi edecek değildir.” (2/Bakara, 143). Bu âyetteki iman’dan kasıt “namaz”dır.
Gerçek anlamda iman etmiş kardeşler! Haydi, buyrun sâlih amel cinsinden okumaya, Kur’an’ı insan ve kâinat adlı kitaplarla tercüme etmek için ve topluma yayıp toplumda hâkim kılmak için ölünceye dek koşturmaya…
Ahmed Kalkan
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Temmuz 2011, Ümraniye
- 11 -
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKÂDİ KAVRAMLAR -3-
İMAN
•
İman; Anlam ve Mâhiyeti
•
Kur’an’da İman
•
İmanın Artması eksilmesi
•
İmanın Gerektirdikleri
•
İman ve İslâm
•
İman ve Amel
•
İnsan Niçin İman Eder? İmanın Sebep ve Sonuçları (İmanla İlgili Sünnetullah)
•
Yeniden İmana
•
Ey İman Edenler İman Edin
•
İmanı Bozan Haller
•
Bâtıla İman
“O müttakîler (takvâ sahipleri) ki, gayba iman ederler, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler.” 1
İman; Anlam ve Mâhiyeti
İman, emn kökünden bir mastardır. Sözlük anlamı, birini sözünde tasdik etmek, onaylamak, kabullenmek itimat etmek, gönülden benimsemek, güvenmek/güvenilmek anlamlarına gelir. Türkçedeki inanmak kelimesi bunu aşağı yukarı karşılar.
Kavram olarak, Rasûlullah’ı Allah’ın katından getirmiş olduğu bilinen haber ve hükümlerin tümünde, kat’i olarak tasdik etmek, bunu diliyle ikrar edip, tatbik etmeye çalışmaktır. İman, küfrün zıddıdır. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ı tanımak ve O’na yönelmektir. İman: Allah’ın gönderdiği peygamberleri tasdik etmek, getirdikleri vahyi benimsemektir. Allah’ın buyruklarını yerine getirerek, O’nun güven çemberine girmektir. Âyetleri kabul edip, bağlanmak ve yaşamaktır.
İman’ın filolojik açıdan iki anlamı vardır: Başkalarına güven vermek, güven içinde olmak. İman sahibi kişi, yani mü’min, hem inandığı gücün sağladığı güvenin içinde emin olan; hem de kendisi başkalarına güven veren demektir.
1] 2/Bakara, 3
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 12 -
Kur’an’da İman
İman kelimesi 45 yerde geçer. İman kelimesinin kökü olan “e
m n” türevleriyle birlikte Kur’an-ı Kerim’de 878 yerde kullanılır.
Kur’an’ın onda birinden fazlasının imanla direkt ilgili ifâdeler olması,
konunun önemini göstermek için yeterlidir.
Kur’an, peygamberlerin emin (güvenilen) kişiler olduğunu
ifâde ediyor.2 Aynı zamanda, peygamberlere vahyi ulaştıran gök
habercisi Cebrail’in de emin olduğunu belirtiyor.3 Yine Kur’an, insanın
büyük sorumluluğundan bahsederken onu emaneti yüklenen
varlık olarak tanıtıyor. Emanet de imanla aynı kökten gelen
ve güvene tevdi edilmiş şey anlamı taşıyan bir kelimedir.4 İman
sahibine mü’min denir ki, bir anlamı da emanet taşıyan kişi demektir.
Mü’min, hem Allah’ın, hem de insanın sıfatıdır. Esmaü’l-
Hüsnadan biri, El-Mü’min’dir. Allah’ın mü’minliği, güven verici,
güven kaynağı olmayı; insanın mü’minliği de El-Mü’min’e
(Allah’a) güvenmeyi ifâde eder. İman, bu karşılıklı güvenin işleyişidir.
Allah’a güven tam olmadan iman olmaz. Allah’a güvenin
tam olması için, O’nu her şeyden fazla sevmemiz, O’nun emir ve
hükümlerini de her şeye tercih etmemiz gerekir. “İman edenlerin
Allah’a olan sevgileri çok fazladır.” 5
İmanın gündeme geldiği Bakara sûresinin ilk âyetlerinde
müttakîlerin vasıfları açıklanırken, yapılması gerekenler de açıklanmış
oluyor. Bu açıklama, aynı zamanda nelere iman edilmesi
gerektiğini de topluca içermektedir. Kurtulmak isteyen, gayb diye
ifâde edilen çıplak gözle göremediği, kendini aşan konulara kesin
iman edecek, salât şeklinde anılan amellerden ilkiyle bazı görevleri
yerine getirmeye başlayacaktır. İnfak şeklinde ifâde olunan inandığı
ve bağlandığı bir dine hizmet için çaba ve gayretlerin ilkiyle bu
esasları başkalarına da götürecektir.
Bunlara ilk ve yalnız kendisinin inanmadığını, devam edegelen
kadim bir mücâdelenin izleyicisi olduğunu hatırlaması için
kendinden öncekilerle de irtibatını kuracak, son olarak inzal
olunan bu Kitab’a, kitabın indiği şahsa (Hz. Muhammed (s.a.s.) ve
önceden inzal olan kitaplara ve peygamberlere iman edecektir. Bütün
bu inanç, amel ve gayretleri hayâtın ikinci ve ebedi bölümü
olan âhiret için yapacak, onun varlığına sanki görüyormuşçasına
2] 7/A'râf, 68; 26/Şuarâ, 107...
3] 26/Şuarâ, 193
4] Bk. 33/Ahzâb, 72
5] 2/Bakara, 165
İMAN
- 13 -
inanacaktır. Eğer böyle yaparsa hayâtın dünyadaki bölümünün
imtihanını başaracak, kurtulmuş olacaktır. 6
Bakara sûresinin ilk beş âyetinde özetlenen İslâm’ın temel
binâsı ve üçüncü âyetinde “gaybe iman” şeklinde çatısı çatılan
inanç temelleri, sûrenin sonunda da perçinlenir: “O Rasûl, kendisine
Rabbinden indirilene (Kur’an’a) iman etti. Mü’minler de Allah’a, Onun
meleklerine, kitaplarına ve bütün peygamberlerine inandı. Rasûllerden
hiç birini diğerinden ayırmayız, dinledik, itaat ettik. Ey Rabbimiz mağfiret
isteriz, dönüş ancak Sanadır, derler.”7 “Gaybe iman” olarak tavsif edilen
bu inanç temelleri Kur’an’ın değişik yerlerinde topluca veya
tek tek veya ikisi üçü birlikte zikredilmiştir.
“Elinizdekini tasdik etmek üzere indirdiğim Kur’an’a iman edin.”8;
“Allah’a ve Peygamberine iman edin. Eğer iman eder ve takvâlı olursanız
en büyük mükâfaat sizindir.”9; “Ey iman edenler, Allah’a, Peygamberi’ne,
Peygamberi’ne indirdiği Kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin.
Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü
inkâr ederse, son derece büyük bir sapıklığa düşmüş olur.”10 “Benim
kalbim temiz, kimseye kötülük düşünmem, herkesin iyiliğini isterim”
diyerek kendini kandıranlara gerçek iyiliğin ne olduğunu
Kur’an şöyle açıklar: “Gerçek iyilik, yüzünüzü doğuya veya batıya döndürmeniz
değil; Allah’a, âhirete, meleklere, kitaplara ve Rasûllere iman
etmenizdir...” 11
İman, insanı kopmaz, çürümez bir bağa kavuşturur ve boşluklara
yuvarlanmasını önler.12 İmandan yoksun kalanları Kur’an,
hayvanların en şerlisi olarak anmaktadır.13 Fakat ne yazık ki, insanlığın
çoğunluğu bu imandan uzak bulunmuştur, bulunacaktır.14
Mü’min, Allah’ın yardımcısı, Allah’ın dostu, velisi olarak nitelendirilmiştir.
15
İmanın Artması Eksilmesi
İmanı, kalbin ve benliğin onayladığı ve bağlandığı bir durum
olarak kabul ettiğimizde, bu bağlılık ve onayın güçlenmesi ve
zayıflaması yönünde bir artış ve eksilmesi elbette mümkündür.
6] 2/Bakara, 1-5
7] 2/Bakara, 286
8] 2/Bakara, 41
9] 3/Âl-i İmran, 179
10] 4/Nisâ, 136
11] 2/Bakara, 177
12] Bk. 2/Bakara, 256
13] Bk. 8/Enfâl, 55
14] Bk. 11/Hûd, 17; 13/Ra'd, 1, 31; 10/Yûnus, 99; 12/Yûsuf, 16, 103
15] Bk. 47/Muhammed, 7-11; 61/Saff, 14; 3/Âl-i İmran, 68
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 14 -
Münafık karakterli kimselerde imanın azaldığı ve küfre yaklaştığı
görülür. Gerçek mü’minlerde ise imanın artışı ve bağlılığın güçlenmesi,
olgunlaşması göze çarpar. Kur’an’da bunu açıkça görebiliriz:
“Bir sûre indirildiği zaman, münafıklar arasında ‘bu sûre, hanginizin
imanını arttırdı?’ diyenler vardır. İşte o sûre iman edenlerin imanını artırmıştır
ve bunu birbirlerine müjdelerler.” 16
“Onlara bazı kimseler, ‘insanlar size karşı birleştiler, onlardan korkun.”
demişlerdi de bu, onların imanını artırmış ve ‘Allah bize yeter, O, ne güzel
vekildir.’ demişlerdi.”17; “Ve bu, onların ancak imanlarını ve teslimiyetlerini
artırdı.” 18
“Mü’minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir,
kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman bu, imanlarını artırır.” 19
“Kitap verilmiş olanlar iyice inansın, iman edenlerin imanını artırsın.” 20
“Allah onların hidâyetini artırmış ve onlara takvâlarını vermiştir.” 21
“Allah, onları küfürleri dolayısıyla lanetlemiştir. Bu sebeple çok az inanırlar.”
22
“İmanlarını bir kat daha arttırsınlar diye mü’minlerin kalplerine sekînet
(güven) indiren O’dur.” 23
İman, muhtevâ (içerik) yönünden ise, yani iman edilmesi gereken
hususlara parça parça, peyderpey inanma gibi bir artış veya
bunda bir azalma kabul etmez. Çünkü doğru iman, ancak tam teslimiyet
ve bütünüyle kabul etmekle geçerli olur. Kısmî iman, kısmî
küfür demektir. Bir kısmını inkâr da tamamını inkâr gibidir. İman
edilmesi gereken unsurlar birbirine bağlı bir bütündür. Dolayısıyla
ya tam iman, ya da küfür var demektir. Küfrün az veya çok olması
küfür olmasını değiştirmez.
“Siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını küfr (inkâr) mü ediyorsunuz?
Sizden böyle yapanın cezası, dünya hayâtında zillet, kıyamet gününde
azabın en şiddetlisine uğratılmaktır.”24 Hoşuna giden şeylere iman
eden, hoşlanmadığı ve zor gelen şeyleri inkâr eden, ancak arzularını
ilâh edinen menfaatperest kimsedir. Bir bardak temiz suya
16] 9/Tevbe, 124
17] 3/Âl-i İmran, 173
18] 33/Ahzâb, 22
19] 8/Enfâl, 2
20] 74/Müddessir, 31
21] 47/Muhammed, 17
22] 4/Nisâ, 46
23] 48/Fetih, 4
24] 2/Bakara, 85
İMAN
- 15 -
bir damla zehir katılmış olsa, o su, faydalı olmaktan çıkar, tehlike
sebebi olur.
İmanın Gerektirdikleri
İman, insana dünyada çok büyük onur ve âhirette ebedî mutluluk
sağlar. Cennet bedava değildir. Kur’an, imanın bir imtihan,
ıstırap ve çile işi olduğuna dikkat çeker.
“İnsanlar, sandılar mı ki, ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılacak, inceden
inceye imtihan ve ıstıraba çekilmeyecekler. Yemin olsun, biz onlardan öncekileri
de inceden inceye deneylerden geçirmişizdir.” 25
“Andolsun ki, sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden
biraz azaltma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. Sabredenleri müjdele.”
26
“(Ey mü’minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler
size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Yoksulluk
ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihâyet Peygamber
ve beraberindeki mü’minler: ‘Allah’ın yardımı ne zaman?!’ dediler.
Biliniz ki, Allah’ın yardımı yakındır.” 27
Kâmil iman sahibi mükemmel mü’minin bir özelliği de, kınayanların
kınamasından korkmamaktır ki, Kur’an, bunu şöyle ifâde
eder:
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği
ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere
karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad
ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına
aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütufdur. Allah’ın
lütfu ve ilmi çok geniştir.” 28
“Birkısım insanlar, mü’minlere: ‘düşmanlarınız olan insanlar, size karşı
asker topladılar; aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını
bir kat daha arttırdı ve ‘hasbuna’llahu ve ni’me’l- vekîl’, yani, ‘Allah
bize yeter. O ne güzel vekildir!’ dediler. Bunun üzerine, kendilerine hiçbir
fenalık dokunmadan, Allah’ın nimet ve keremiyle geri geldiler. Böylece
Allah’ın rızâsına uymuş oldular. Allah, büyük kerem sahibidir. İşte o şeytan,
ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimselerseniz
onlardan korkmayın, Benden korkun.” 29
25] 29/Ankebut, 2
26] 2/Bakara, 155
27] 2/Bakara, 214
28] 5/Mâide, 54
29] 3/Âl-i İmran, 173-175
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 16 -
Gerçek mü’minlerin bir özelliği de birbirlerine sürekli hakkı ve
sabrı tavsiye etmeleridir.30 Mü’minlerin gönül dostları, yalnız kendilerinden
olanlar, yani mü’minler olacaktır.31 Mü’min erkekler ve
mü’mine hanımlar da birbirlerinin dostu ve kardeşidirler. Dostluk
ve kardeşlikte cinsiyet ayırımı yapılmayacaktır.32 Mü’minler, birbirlerinin
ancak kardeşleridir. 33
İmanda ortak olmayan, mü’min olmayan akraba, yakınlığı ne
olursa olsun (ana-baba da dâhil) gönül dostu olma, kardeş olma
hakkını kaybeder. Onlara karşı hukukî sorumluluklar yerine getirilir,
ama gönül dostu olarak benimsenemezler.34 Kur’an, böylece
kan ve et bağlarından arı, şuur beraberliğine dayalı bir akrabalık
getirmektedir. Bu bir gönüldaşlık, iman kardeşliğidir. İman bağı,
kan bağından daha üstündür, daha önemlidir.
Hayatın anlamı ve insanın mahlûkat içerisinde taşıdığı bir
imtiyaz olan imanı bir ağaca benzetirsek, bu ağacın kökü kalpte,
gövdesi akılda ve dalları organlardadır. Bu ağacın meyvesi ise
amellerdir. Ağacı kökü, gövdesi, dalları ya da meyvesi olmadan
tanımlamaya kalkanlar, onu eksik ve yanlış tanımlamak zorunda
kalacaklardır. Dalları kurumuş, meyve vermeyen ağaç, odun parçasından
başka bir şey değildir ve yanmaya lâyıktır.
İman, aslında insanın şerefinin en büyük delilidir. İnsanın fizikötesi
boyutunun fizikî boyutundan çok daha yüce ve anlamlı
olduğunu, onun iman edebilirliğiyle açıklayabiliriz. İman, insanı
fiziğin dar ve statik sınırlarından kurtarıp onu kendi dışındaki
âlemlerle bütünleştiren muharrik güçtür; enerjidir, aksiyon ve eylemdir.
İman gibi muazzam bir imkânı kullanmayan insan, bedeninin
daracık kabuğuna sıkışıp kalmış, meleklerle ve diğer aşkın
varlıklarla yarıştığı bir kulvarı terkederek kendisini, hayvanlarla
paylaştığı fiziğin dünyasına mahkûm etmiş demektir.
Akıl, imanın aracıdır. Eğer bu araç gayesine ulaşamamışsa
akıl sahibi olmak, insan için bir meziyet olmaktan çıkar, bilakis
en vahşi hayvanların dahi başaramayacağı bir vahşete kılavuzluk
yapabilir. Bu durumda insan, hemcinsleri için diğer tüm yaratıklardan
daha tehlikeli olabilir. İmana araç olsun diye verilen akıl,
kimi zaman haddini aşarak imanın koltuğuna oturur ve kendisi
“amaç” olur. Aklın putlaştırılması, ilahlaştırılması, işte bu durumun
30] Bk. 103/Asr sûresi
31] Bk. 3/Âl-i İmran, 28
32] Bk. 9/Tevbe, 71
33] Bk. 49/Hucurât, 10
34] Bk. 9/Tevbe, 20; 58/Mücâdele, 22
İMAN
- 17 -
bir sonucudur. Aklın imana “yoldaş” değil de; “rakip” olarak çıkartıldığı
bir yerde dengeler bozulmuştur. Çünkü akıl imansız, ya
da iman akılsız kalmıştır.
İman şereftir. Bugün müslümanın en önemli sorunlarından
biri, kimlik bunalımıdır. Bunun farklı tezahürleri olan kişilik erozyonu,
şahsiyetsizlik, zillet ve meskenettir. Müslümanın kimlik bunalımı
imanını iktidar edemeyişinden, müslüman oluşuyla iftihar
edemeyişinden, daha doğrusu iftihar edebilecek bir imana sahip
olamayışındandır. Bu durum, kâfirleri sevmeyi ve onlara gıpta etmeyi
getirecektir.
Tabii olay, sadece kâfiri sevmek sınırında kalmayacak; onun
küfrüne lâkayıtlıkla başlayan süreç küfre rıza ve küfre gıpta etmenin
ardından, küfre sevgi ve hayranlığa kadar varacaktır. Küfre
rızâ küfürdür, bu kesin! Ya küfre hayran olmak nedir? Evet, bu bir
akîde sorunudur ve çözümü de imanla ilgilidir. İmanla, yani bilgi,
tasdik, ikrar ve amelin toplamı olan imanla. Ve elbette İslâm’ı
olan imanla...
İman ve İslâm
“Taşralılar (bedeviler) ‘iman ettik’ dediler. De ki: ‘Siz iman etmediniz,
fakat ‘İslâm olduk’ deyiniz. Çünkü daha iman kalplerinize girmedi.”35
Âyetten de açıkça anlaşılacağı üzere iman ve İslâm birbirini tamamlayan,
lâkin birbirinden farklı anlamlara sahip kavramlar
olarak kullanılmaktadır. Âyetteki “İslâm olduk” ifâdesi, “müslüman
olduk” demektir ve imandan farklı olarak değerlendirilmiştir.
Bunu, Buhari ve Müslim dâhil birçoklarının naklettiği şu haber pekiştirmektedir:
“Sa’d b. Ebi Vakkas’tan: ‘Allah Rasûlü bir topluluğa
ganimet paylaştırıyordu. Onlardan bir adama vermemesi beni
şaşırttı. Kalktım ve dedim ki ‘Falan adama niçin ganimetten pay
vermediniz? Vallahi ben onu mü’min olarak görüyorum.’ Allah
Rasûlü şöyle cevapladı: “Hayır, belki müslim!” Sa’d üç kez aynı sözü
söyledi ve üçünde de Nebî’den aynı cevabı aldı. En sonunda Allah
Rasûlü buyurdu ki: “Ey Sa’d, kuşkusuz ben bir adama, ondan daha çok
sevdiklerin dururken, yardım edebilirim. Bu onun yüzüstü ateşe atılmasından
daha hayırlıdır.”36 Hadisin devamında Zühri’nin bir açıklaması
var: “Biz görüyoruz ki İslâm kelime-i tevhid; iman ise ameldir.”
İman ve İslâm ayrımı, bir başka âyette de yapılır: “Müslüman
erkekler ve müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar...”37
35] 49/Hucurât, 14
36] Buhârî, İman 27
37] 33/Ahzâb, 35
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 18 -
Allah Rasûlü, iman ve İslâm’ı şöyle açıklamışlardır: “İslâm, dışta
ve görünürde; iman, içte ve kalpte olandır.”38 Bu hadiste de iman ve
İslâm bir şeyin iki yüzü gibi birbirinden ayrılmayan, lakin birbirinin
aynı da olmayan bir olgu olarak tanımlanmaktadır. İmanla
İslâm’ın birbirinden ayrı ve bağımsız olmadığının en güzel delili,
sonradan “İslâm’ın şartı beştir” gibi yanlış bir zihniyetle sayıların
sultasına kurban edilen şu hadistir: “İslâm beş şey üzerine binâ edildi:
Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in de Allah’ın Rasûlü
olduğuna şehâdet etmek, namazı kılmak, zekâtı vermek, hac ve Ramazan
orucu.”39 Bu meşhur hadiste beş madde var. Bunlardan dördü
organlarla ilgili eylem: Namaz, zekât, hac ve oruç. Bunlar ameli
ilgilendiren maddeler. Geriye bir madde kalıyor ki, o da kelime-i
şehâdette ifâdesini bulan Allah’ın tekliğini ve Hz. Muhammed’in
O’nun Rasûlü olduğunu ikrar. Diğer dört madde, bu birinci maddeye
bağlı. Şehâdet olmadan ne namaz ve zekât, ne hac ve oruç
olur. Yalnız bu beş madde arasında temel bir benzerlik var. O da
bunların tümünün zahirde olup biten şeyler olması. Hadisteki
birinci madde insanı yanıltmamalı. Orada “iman etmek” değil;
“şehâdet etmek” şart koşulmaktadır. Şehâdet etmek ise, sözle yapılan
zâhirî bir eylemdir, yani ameldir; dilin ameli.
O halde İslâm bütünüyle imanın dış bükeyidir ve amele taalluk
eden boyutudur. İslâm, teslim olmak, müslümanlardan sayılmak,
şer’î hukuka tâbi olmak, müslümanların sahip olduğu haklara sahip
olmak demektir. İslâm, imanın aynısı da değildir. Öyle olsaydı,
Cebrail, Allah’ın Rasûlü’ne bir “İman nedir?” bir de “İslâm nedir?”
diye ayrı ayrı sormazdı ve Nebî de ayrı ayrı cevaplar vermezdi.
Hem sorular, hem de cevaplar farklı ise, imanla İslâm’ın birbirinin
aynı olmadığına bundan daha güzel delil olur mu? İman sorulduğunda
“Allah’a, meleklere, kitaplara, rasüllere, âhirete ve kadere iman
etmek”40 olarak tarif eden Allah Rasûlü, kendisine İslâm sorulduğunda
şehâdet kelimesi, namaz, zekât, oruç ve haccı zikretmiştir. 41
İmanı, iç güvenlik olarak tanımlarsak; İslâm da dış güvenliktir.
Bu nedenle Allah Rasûlü toplumsal güvenin sağlanmasında
ferde düşeni “iman”la değil; “İslâm”la tanımlamış ve buyurmuştur
ki: “Müslüman, müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu
kimsedir.”42 Bu uyarı da gösteriyor ki “İslâm”, mü’min bireyin
müslüman toplumla ilişkilerini belirleyen kavramlar dizgesinin
38] Ahmed bin Hanbel, Müsned
39] Buhârî, İman 8
40] Buhârî, İman 47; Müslim I/ 161-162
41] Buhârî, İman 47; Müslim, I/ 161
42] Buhârî, İman 10
İMAN
- 19 -
başında gelmektedir. Yani “müslüman kimdir?” sorusuna bu nasslardan
yola çıkarak şu cevabı verebiliriz: İslâm’a sarılıp kurtuluşa
(selâmet) eren, insanların da elinden ve dilinden selâmette olduğu;
varlığı, bireysel ve toplumsal barışın (selâm) garantisi ve bu
garantiyi, karşılaştığı her insana selâm vererek peşinen taahhüd
eden insandır. İşte bu hadis, mü’min bireyin sözkonusu barış garantisinin
taahhüdüdür. Onun için selâm vermek “en hayırlı İslâm”
olarak tanımlanmıştır: “Bir adam Nebî’ye sordu: ‘Hangi İslâm daha
hayırlıdır?’ Buyurdu ki: “Açları doyurursun, ister tanı ister tanıma selâm
(barış ve güven taahhüdü) verirsin, işte en güzel İslâm budur.” İslâm’ın
en güzel sembollerinden biri olan selâmın günümüzde içi boşaltılmış
ve öz manasından soyutlanmış bir şekilde geleneksel bir dil
alışkanlığı olarak verilmesi, ruhundan soyutlanan diğer imanî ve
İslâmî şiarların âkıbetine onun da uğradığının bir görüntüsüdür.
Oysaki selâm, mü’minin mü’mine verdiği barış ve güven parolasıdır.
Bu parolayı veren de alan da birbirleri için mü’min (güvenilir)
kimselerdir. Birbirlerine karşı güven ve barışı taahhüd etmişlerdir.
Bu nedenledir ki “selâm”, aynı kökten geldiği “İslâm”ın bir tezahürü
olarak ortaya çıkar. İslâm’sa, imanın bir tezahürüdür.
Din, hem imanın hem İslâm’ın ortak adıdır. İmansız İslâm
mümkündür, lâkin makbul değildir. 49/Hucurât sûresinin 14. âyet-i
kerimesi de bunun delilidir. Bugün de iman etmediği, Allah’ın
ahkâmını içine sindiremediği halde, kendilerini “müslüman” olarak
tanımlayan insanlar bu kategoriye girerler. İman etmeden
“İslâm olmak” kendi içerisinde iki kısımda mütalaa edilir:
1- İmana ulaşmadan müslüman olanlar: Bunun örneği 49/
Hucurât, 14’deki bedevilerdir. Onlar, bazılarının iddia ettiği gibi
bilinen manada münafık değildiler. Onlar, çeşitli sosyal ve siyasal
nedenler yüzünden imana ermeden İslâm’ın siyasal hâkimiyetine
teslim olmuş insanlardı. Bu nedenle sözkonusu âyette Allah, onların
iman olarak niteledikleri şeyin gerçek adının “İslâm” olduğunu
izah etmiş, iman etmeleri gerektiğini, ancak o zaman mü’min
olabileceklerini, şimdiki durumda “müslim” olduklarını duyurmuş
ve ardından şu garantiyi vermiştir: “Eğer Allah’a ve Rasûlü’ne itaat
ederseniz, O yaptıklarınızdan hiçbir şeyi eksiltmez. Allah çok bağışlayandır,
çok esirgeyendir.” 43
2- İmana ulaştıktan sonra onu reddedip müslüman görünenler:
Bu da iman etmeden müslüman olmak olarak adlandırılabilir.
Ne ki, birincisiyle bu ikinci arasında derin bir fark vardır. Birinciler
imandan habersizken; ikinciler haberlidir. Birinciler bilinçsizken;
43] 49/Hucurât, 14
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 20 -
ikinciler bilinçlidir. Çünkü bedeviler gerçekten teslim olmuşlar ve
bunu da “iman” zannetmişlerdir. Bu ikinci kesime giren müslüman
tipi olan münafıklarsa, ya imana girip onun gereğini yerine
getirmedikleri için (Uhud’un ve Tebük’ün ortaya çıkarttığı münafıklar
gibi) münafık olmuşlar; ya da bilinçli bir biçimde küfrü tercih
ettikleri halde dıştan müslüman görünmeyi menfaatleri açısından
daha yararlı buldukları için müslüman olmuşlardır. Şu âyet,
bu tür münafıklığı iyi açıklamaktadır: “Onlar ki iman ettiler, sonra
inkâr ettiler; daha sonra inandılar yine inkâr ettiler, sonra inkârları arttı.” 44
Din, iman ve İslâm’ın her ikisinin ortak adıdır. Çünkü iman
tasdik, İslâm ameldir. İman, kalbin ameli; İslâm, bedenin imanıdır.
İman, muharrik kuvvet; İslâm, bu kuvvetin harekete dönüşmesidir.
Bu nedenle İslâm, “şeriat”le eşleştirilir ve “İslâm şeriatı” olarak
kullanılır; “İman şeriatı” biçiminde değil. İman ise “hakikat” ile
eşleştirilir ve “imanın hakikati” denilir; “İslâm’ın hakikati” değil.
İslâm’sız imanın hükmü ne ise; şeriatsız hakikatin hükmü de odur.
Hakikatsiz şeriat, kuru bir kabuk ve şekilcilik; şeriatsız hakikat, gizemcilik
ve sapıklıktır. Hakikat, varlığını imandan; şeriat, meşruiyetini
İslâm’dan alırsa makbul olur.
İmanla İslâm arasındaki ilgi, imanla amel arasındaki ilginin
aynısıdır. Halkın dilinde “İslâm’ın şartı” olarak bilinen beş rükûn,
ameli ilgilendiren (şehâdet, dilin amelidir) maddelerdir.
Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç şudur: Şuurun dört mertebesinden
iç bükey ve bâtınî olan marifet ve tasdik ile iman ortaya
çıkmakta; dış bükey ve hâricî boyutu olan ikrar ve amel ile
de İslâm ortaya çıkmaktadır. Özetin de özeti; İmanla ameli ayırmak,
imanla İslâm’ı ayırmak demektir ki, bu durumda ortada ne
iman kalır, ne İslâm! Pezdevî der ki: “Ehl-i Sünnet icma etti: İman,
İslâm’dan; İslâm da imandan ayrılamaz. Bununla birlikte iman
ve İslâm mana olarak ayrıdırlar. Zira iman tasdiktir. İslâm ise ikrar,
inkıyad, itaat, boyun eğme ve teslimiyettir. Mü’min, Allah’ı ve
Rasûlü’nü tasdik eden; Müslim, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edendir.”
45
Kuru bir “iman ettim” sözü elbette yeterli değildir. İmanın
gerçeği de bu değildir. Söz, kalbin tasdiki ve beynin kabulü ile
bağlılığın ifâdesi olmalıdır. Bu da yaşamayı gerekli kılar. İman sözünün
verildiği anda, kişi “ben, Allah’tan başka ilah olmadığına
şahit olarak, bütün benliğimle Allah’a bağlanıyorum. O’nun
44] 4/Nisâ, 137
45] Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akaidi, Kayıhan Y. s. 221; M. İslâmoğlu, İman Risalesi,
s. 302-308
İMAN
- 21 -
otoritesine giriyorum.” demiş olur. Sonra da O’nun otoritesini
hiçe sayıp, hevâ ve hevesleri doğrultusunda hayatını sürdürürse,
bu kişi imanı anlamamış ve benimsememiş demektir. Aslında
onun imanı, kendi arzularının otorite olarak kabulü yönündedir.
Çünkü o Allah’ın isteklerini değil; kendi isteklerini kayıtsız şartsız
yerine getiriyor. Kim, kimin isteklerini kayıtsız şartsız yerine
getirirse, o, onun kuludur. İmanı, yani bağlılığı onadır.
İman, itaat ve teslimiyet ile birlikte varlığını korur.
“İnsanlardan öyle kimseler vardır ki: ‘Allah’a ve âhiret gününe iman
ettik’ derler; hâlbuki onlar, mü’min değillerdir.” 46
“Allah’a ve Peygamber’e iman ve itaat ettik derler. Sonra da onlardan
bir grup, bunun ardından yüz çevirir, bunlar mü’min değillerdir.” 47
“Ey iman edenler, Allah’a ve Peygamberi’ne itaat ediniz. İşitip dururken,
itaatten yüz çevirmeyin. İşitmedikleri halde ‘işittik’ diyenler gibi olmayın.
Zira Allah katında hayvanların en şerlisi, akıl etmeyen sağırlar ve
dilsizlerdir.” 48
Görüldüğü gibi âyet, Allah’a itaat etmeyenleri işitmeyen ve
görmeyen, aynı zamanda akılsız, en aşağılık mahlûklar olarak
tanımlıyor. “Ey iman edenler, Allah’tan korkulması gerektiği gibi korkun
ve ancak müslüman olarak, O’na teslim olmuş şekilde can verin.”49
İman, gerçek olup olmadığı ortaya konması için Allah tarafından
imtihan edilir: “İnsanlar, ‘iman ettik’ demekle bir imtihana çekilmeden
bırakılıvereceklerini mi zannediyorlar? Hâlbuki Biz, kendilerinden öncekileri
de denemiştik. Allah, elbette imanlarında doğru/sâdık olanları ortaya
çıkaracaktır ve elbette yalancı olanları da belirleyecektir.” 50
Allah’a iman, insan ile yaratıcısı arasında en şerefli bağı teşkil
etmektedir. Zira yeryüzünde en şerefli varlık insandır. İnsanın en
şerefli yeri kalbidir. Kalbin de en şerefli şeyi imandır. Bu bakımdan
iman ve hidâyet, nimetlerin en üstünü ve Allah’ın en büyük lutfudur.
“Allah imanı size sevdirdi. Onu kalplerinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı
ve isyanı size çirkin gösterdi. İşte rüşdünü bulanlar da onların ta kendileridir.”
51
İmanın amellerle tezahürü olmalıdır. Güneşten ısı, gülden
koku saçıldığı gibi, imandan da ameller saçılmalıdır. İmanın söz,
46] 2/Bakara, 8
47] 24/Nur, 47
48] 8/Enfâl, 20-22
49] 3/Âl-i İmran, 102
50] 29/Ankebut, 2-3
51] 49/Hucurât, 7
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 22 -
fiil ve eylemlerle ispatlanması gerekir. Yoksa iman, birtakım istek
ve temennilerden ibâret değildir. “İman, istek ve süsten ibâret değildir.
Ancak iman, kalpte yerleşip amelde kendisini gösterendir.” İman, Allah
ve Rasülünü sevmeden olmaz. Hem öyle ki, bir mü’min için, Allah
ve Rasülü’nün her şeyden sevimli olması lazımdır. Bu sevginin
mutlaka amel ve fiillerle ispatı lazımdır. Yoksa, sadece söz ile sevgi
olmaz. Allah’ı ve Rasülünü sevmek demek, Allah’ın hükümlerine
ve Rasûlullah’ın tebligâtına fiilen bağlanmak demektir. Bu konuda
Allah şöyle buyurmaktadır: “De ki, eğer babalarınız, oğullarınız,
kardeşleriniz, eşleriniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından
korktuğunuz ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler size Allah’tan,
Onun Peygamberi’nden ve O’nun yolundaki cihaddan daha sevimli ise,
artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleye durun. Allah, fâsıklar topluluğunu
hidâyete erdirmez.” 52
İman, ancak gerçek bir sevgiyle; Allah’a karşı sevgi, rasülü’ne
karşı sevgi ve şeriatın tümüne karşı sevgi ile tamamlanır. Rasûlullah,
bu konuda şöyle buyurur: “Şu üç şey kimde olursa, o kimse imanın
zevkini alır: 1- Kendisine, Allah ve Rasülü’nün her şeyden sevimli olması,
2- Sevdiği kişiyi sadece Allah için sevmesi, 3- Ateşe atılmaktan nefret ettiği
gibi, küfre dönmekten de nefret etmesi.”53; “Sizden biriniz beni, anasından,
babasından, çocuğundan, kendi nefsinden ve bütün insanlardan
daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz.” 54
İman dediğimiz şey, Allah ve Rasûlü’ne karşı sevgide şekillendiği
gibi, Allah’ın dinini yüceltmek ve üstün kılmak için cihad etmede,
yeryüzünde zulmü ve fesadı önlemek için mücâdele vermede
de şekillenmelidir. Allah’a yaklaşmak için namaz ve oruca
devam etmede, haram ve helâla ittibâ etmede de iman kendini
göstermelidir. Allah, imandan söz ederken, iman ile birlikte amellerden
de söz ediyor. Bu amellerin ekseriyeti de cihad kavramında
birleşir. Çünkü cihad, imanın ruhu ve ameli olarak ortaya çıkar.
“Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Rasûlü’ne iman ettikten sonra
şüpheye sapmayıp, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad ederler.
İşte onlar, imanlarında sâdık (doğru) olanların ta kendileridir.” 55
İman, meyvesiz kurumuş çürümüş, odun kütüğü olmuş bir
ağaç değildir; iman ağacının mutlaka eseri ve meyvesi görülmelidir.
İmanın meyvesi, Allah’tan korkup Allah’ın murakabesi altında
olduğumuzu bilmektir. Şüphesiz Allah’ı tanıyan kişi, kendi
52] 9/Tevbe, 24
53] Buharî, Sahih, İman 9, 14.
54] Buhârî, İman 8, Eymân 3; Müslim, İman 69, 70; Nesâî, İman 19; İbn Mâce,
Mukaddime 9; Ahmed bin Hanbel, III/170, 207, 275
55] 49/Hucurât, 15
İMAN
- 23 -
kusurlarını idrâk eder, O’ndan korkar ve ona göre hazırlık yapar.
“Allah’ın gönderdiği risaleti tebliğ edenler, O’ndan korkanlar ve başka hiçbir
kimseden korkmayanlar var ya, işte bu, Allah’ın dinine dosdoğru uyan
hak ehlinin sıfatıdır.” 56
İmanın varlığının en güzel isbatı, vahye sarılmaktır. Çünkü
vahy, en temiz ve en sağlam kaynaktır. Vahye sarılmak, Allah’a
bağlanıp, araya aracılar koymadan doğru olanı kendisinden almaktan
başka bir şey değildir. Vahye sarılmaksızın Allah’a bağlanmak
mümkün değildir. Vahyin mü’minlerden istediği onu dinlemek
ve ona tâbi olmaktır.
“Aralarında hükmetmek üzere, Allah’ın Rasûlü’ne dâvet olundukları
zaman, mü’minlerin sözü ancak, ‘dinledik ve itaat ettik’ demelerinden
ibârettir. İşte asıl amaçlarına erenler bunlardır. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne
itaat ederse, Allah’tan korkar ve O’ndan sakınırsa, işte bunlar kurtuluşa
erenlerin ta kendileridir.” 57
“Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdikleri zaman, mü’min erkek ve
mü’mine bir kadın için işlerinde muhayyerlik (başka şeyi tercih etme özgürlüğü)
yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne isyan ederse, muhakkak ki o,
apaçık bir sapıklığa sapmıştır.” 58
“Öyle değil, Rabbine and olsun ki, onlar aralarında çekiştikleri, tartıştıkları
şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı
yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça
iman etmiş olmazlar.” 59
Görüldüğü gibi, mü’min erkek ve mü’mine kadınlara muhayyerlik
hakkı yoktur. İman ettikten sonra, kendi hevâ ve hevesine
göre hareket edemezler. Allah’a ve Rasûlü’ne itaat etmek zorundadırlar.
Allah’a iman, sonra arkasından isyan, apaçık bir sapıklıktır.
Allah’a iman, teslimiyetle beraber bütün işlerde Allah
Rasûlü’nün hakemliğini şart koşar. İman ettiğini iddia eden herkesin
mutlaka hakemi, hükmünü kabul edip uygulayacağı ölçüsü,
tercihi Allah ve Rasûlü olmalıdır. Aksi, dalâlettir. “Demokrasi var,
özgürlük var; bana kimse karışamaz. Canım neyi isterse onu yaparım!”
Bir mü’minin diyebileceği sözler değildir bunlar. 60
İman ile amel, birbirini tamamlayan iki husustur. İman olmadan
amel, Allah katında kabul edilmeyeceği gibi; güzel amellerle
56] 33/Ahzâb, 39
57] 24/Nur, 51-52
58] 33/Ahzâb, 36
59] 4/Nisâ, 65
60] Bk. 33/Ahzâb, 36
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 24 -
süslenmeyen kalpteki imanın mânevî zevk vermekten uzak olduğu
da bellidir. İman, kalp toprağına atılan bir tohumdur. İbâdetler,
güzel ahlâk, iyi davranışlar onun yeşermesini ve hayâtiyetini devam
ettirmesini sağlayan vâsıtalardır. Sâlih amel ve güzel ahlakla
bezenmemiş iman, bir hücreye kapatılan ve kimseyle görüştürülmeyen
bir din âliminin, mürşid ve vâizin, hitab ettiği topluma faydasızlığı
gibi; kişiyi olgunlaştırıp mânen geliştirmekten yoksun bir
cevherdir.
O halde iman olmadan amelin kabul olunması sözkonusu edilemezse;
sâlih amellerle desteklenmeyen imanın kemale ermekten
mahrum olacağı unutulmamalıdır. Hatta bu konuda “imanı
korumak, kazanmaktan daha zordur” sözü meşhur olmuştur.
Mü’min olmak kolay, ama özellikle küfrün hâkim olduğu câhilî
toplumda mü’min kalmak ve mü’mince ölmek zordur. Biz de Hz.
Yusuf gibi, duâ etmeliyiz; fiilî ve kavlî duâ: “Teveffenî müslimen
ve elhıknî bi’s-sâlihîn (Ey Rabbim, beni müslüman olarak öldür ve beni
sâlihler arasına kat.” 61
İman ve Amel
Kur’an’ın, imanı tanımladığı âyetlere dikkat edecek olursak,
hemen tamamında imanla amelin yan yana geldiğini görürüz.
Özellikle iman ve sâlih amelin birlikte kullanıldığına şahit oluruz.
Kur’an, amelin imandan bağımsız olmadığının delilleriyle doludur.
Hatta kinâye olarak Kur’an’da amel, iman olarak adlandırılmıştır.
“Allah imanlarınızı zâyi edecek değildir.”62 Bu âyetteki iman’dan kasıt
“namaz”dır.
Sahih sünnette de iman-amel münâsebetlerini ele veren birçok
rivâyete rastlamak mümkün. İşte şu hadiste iman-amel içiçe:
“Nebî’ye soruldu: ‘Hangi amel daha efdaldir?’ “Allah ve Rasûlü’ne
iman” buyurdu. ‘Sonra hangisi?’ diye soruldu. “Allah yolunda cihad.”
buyurdu. Ardından yine soruldu: ‘Sonra hangisi?’ Cevapladı: “Hayır
üzere yapılmış bir hac.” 63
Rasûl’ü sevmek imandandır: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin
olsun ki, ben, içinizden herhangi birine babasından ve evladından daha
sevimli olmadıkça iman etmiş olamazsınız.” 64
Allah yolunda cihad, imanın bir parçasıdır: “Allah, bir kimseye
kendi yolunda cihadı nasip ederse ve o da Allah’a ve Rasûlü’ne iman
61] 12/Yusuf, 101
62] 2/Bakara, 143
63] Buhârî, İman 26
64] Buhârî, İman 14
İMAN
- 25 -
ediyorsa çıksın. Ya ecri, ya ganimeti, ya da şehâdeti elde eder. Eğer ümmetime
lazım olmasaydım hiçbir çarpışmadan geri kalmazdım. Andolsun
Allah yolunda öldürülüp sonra dirilmeyi, sonra öldürülüp bir daha dirilmeyi
ve yine öldürülmeyi ne kadar isterdim.” 65
Hayâ da imandandır: “Hayâ imandandır.” 66
Allah için sevmek, kızmak, vermek ve engel olmak da imandandır:
“Allah için seven, Allah için kızan, Allah için veren, Allah için
engel olan kuşkusuz imanını tamamlamıştır.” Allah Rasûlü, imanın
parçalardan meydana gelen bir bütün olduğunu, bunların içinde
amellerin de yer aldığını açık bir biçimde ifâde etmiştir: “İman yetmiş
küsür şubedir. En üst derecesi lâ ilâhe illâ’llah, en alt derecesi, çevreyi
rahatsız edici bir engeli yoldan kaldırmaktır.”67 Bu hadiste nazarî iman
olan “lâ ilâhe illâ’llah” ile amelî iman olan “eziyet veren şeyi ortadan
kaldırmak” bir bütünün farklı ağırlıktaki parçaları olarak
geçiyor. İşte o bütünün adı “iman”dır.
İmanın ve İslâm’ın şartlarını sayılarla ve belli maddelerle sınırlamanın
yanlışlığının delili olan şu sahih hadiste namaz, zekât,
oruç “iman nedir?” sorusunun cevabı olarak zikredilmektedir:
“Allah Rasûlü, kendisine gelen bir elçiler grubuna “yalnızca Allah’a
iman etmeyi” emretti ve sordu: “Yalnızca Allah’a iman nedir, bilir misiniz?”
‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ dediler. Bunun üzerine buyurdu
ki: “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun Rasûlü
olduğuna şehâdet etmek, namazı kılmak, zekâtı vermek, Ramazan orucunu
tutmak ve beşte biri (humus) vermektir.” 68
İman ağacının meyvesidir amel. Mü’minlik iddiasının isbatı,
vahyin hayâta dönüşmesidir amel. İmanın, zihinde hapsolunan
soyut bir düşünce, kalpte mahkûm olan zavallı bir akide, dilde
söylenilegelen kuru bir iddia olmaktan çıkarak göze fer, bileğe
güç, dize derman olarak yürümesidir amel. İmanın beden ülkesinde
şeytanın ve nefsin iktidarını yıkarak iktidara geçtiğinin göstergesidir
amel.
“Bizim âyetlerimize yalnızca o kimseler inanır ki, onlar kendilerine hatırlatıldığı
zaman hemen secdeye kapanırlar. Rablerini överek tesbih ederler,
büyüklük taslamazlar.” 69
“Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Peygamberi’ne inanırlar,
65] Buhârî, İman 37
66] Buhârî, İman 24
67] Buhârî, Müslim
68] Buhârî, İman 53
69] 32/Secde, 15
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 26 -
toplumsal bir iş (görüşmek) üzere onunla buluştukları zaman ondan izin
almadan gitmezler.” 70
Konumuzun eksenini teşkil eden “amel”den kasıt, Allah’a itaattir.
Burada sözkonusu ettiğimiz amel, nafile olan ameller değildir;
Allah’ın emir ve yasaklarıdır. Allah’a inandığını söylediği
halde O’nun emirlerini yapmayanın durumu şu askerin durumu
gibidir: Komutan, kendisine hayâtî önemi olan bir plânı verdikten
sonra plânın yerine getirilmesi için gerekli emirleri de vermiştir. O
plânın doğru olduğunu bilen, buna kalbiyle de inanan ve diliyle
komutanın emirlerine uyacağını taahhüd eden bu adamın verilen
emir ve tâlimatların hiçbirini tutmamasının iki sebebi olur: Ya
inanmamıştır, ya da inandığı halde zaafları yüzünden emri aksatmıştır.
İki halde de cezaya çarptırılır; Birinci durumda inanmayanların
cezasına, ikinci durumda da âsîlerin cezasına.
Bu noktada İmam Ebu Hanife’nin şu tesbitini aktarmak yerinde
olacaktır: Allah Teâlâ mü’mine ameli, kâfire imanı, münafığa
da ihlâsı farz kılmıştır. “Ey insanlar, Rabbinizden korkun.”71 âyetinde
“Ey mü’minler Allah’a itaat edin!”, “Ey kâfirler Allah’a iman edin!”
, “Ey münafıklar, ihlâslı ve samimi olun!” anlamı vardır.72 İman
hem amel, hem marifet, hem tasdik ve hem de ikrardır. Bunların
her biri farklı ağırlıklarla imanı oluşturan boyutlardır. Bunlardan
birini, ikisini ya da üçünü kaybeden kimse, imanî dengesini kaybeder.
Yapması gereken işlevi ifa edemez. İşlevini ifa edemeyen
iman da iman olmaktan çıkmış demektir.
İmanın vicdanlara hapsedildiği bir çağda, bundan zarar gören
yalnızca mü’minler olmayacaktır. Bilakis bütün insanlık zarar
görecektir. Çünkü imanın hâkim olduğu toplumda ahlak, adâlet,
fazilet, muhabbet, muâvenet, sadakat ve iffet baştacı edilen değerler
olarak yerini alacak; İmanın hâkim olmadığı toplumda ise
rezalet, nefret, sefalet, sefahat, atalet, ihanet, bencillik ve her türlü
dalavere ortalığı kaplayacaktır. Kimsenin unutmaması gereken
bir gerçek var: İman, atom ve nötron bombasını yapan “insan”
adlı muazzam silahın emniyet anahtarıdır. Onun olmadığı bir yerde
her an herkesin ‘kaza’ya kurban gitme ihtimali çok yüksektir.
Bütün bunlar imanın dünyevî kazancına dâhildirler. Bir de onun
uhrevî kazancı vardır ki o başka hiçbir şeyle elde edilemeyen bitimsiz
mutluluğun ta kendisidir.73 Gazete ve tv. haberlerinde sık
sık canavarlaşan insanların durumlarına şahit oluyoruz. Kocasını
70] 24/Nur, 62
71] 22/Hac, 1
72] Vasıyet, İmam Âzam'ın Beş Eseri, s. 75
73] A.g. e. s. 311-313 ve 346-348
İMAN
- 27 -
vuran kadınlar, çocuklarını doğrayan babalar, küçücük bebelere
tecâvüz edenler... Sebep tek: İmansızlık. Allah’a ve âhirete iman
eden böyle vahşet ve barbarlık yapabilir mi?!
İmanın sahih ve kabule şâyan olması için bazı şartlar vardır.
Birincisi; İman, ölüm döşeğinde iken, yeis ve ümitsizlik sebebiyle
vâki olmamalıdır. “Azabımızın şiddetini gördükleri zaman imanları kendilerine
fayda verecek değildir.”74 Fir’avn bile boğulma ânında iken
iman etmiştir. (İngiltere Brıtısh Museum’daki ona ait olduğu belirtilen
bozulmamış ceset de secde halindedir.) Ölüm üzere iken azabın
şiddeti ve dehşetini görerek iman, artık gayba iman olmaktan
çıkar. İkincisi; zarûrât-ı diniyyeden olan hükümlerden herhangi
birini inkâr veya tekzib etmemelidir. Mesela; bir kimse Allah’ın
varlığına, meleklerine, âhiret gününe inandığını ikrar etse, ancak
peygamberlere inanmadığını söylese, bu kimsenin imanı sahih
değildir. Çünkü iman bir bütündür, tecezzî (cüzlere, parçalara
ayrılmayı) kabul etmez. Yine Kur’an-ı Kerim’e inandığını beyan
eden bir kimse, onun herhangi bir âyetini reddetse mü’min olamaz.
Çünkü Kur’an-ı Kerim’den olduğu sabit olan herhangi bir
âyeti inkâr etmek küfürdür. Bu durumda, “efendim çoğuna inanıyor
ya?” diye itirazda bulunulamaz. Zira Kur’an, Allah tarafından
vahy yoluyla indirilmiştir. Bir âyeti yalanlayan kimse, vahyi yalanlama
durumundadır. Bu sebeple, insanı küfre götüren sözler (elfâz-ı
küfür) ve haller (ef’âl-i küfür) bilinmelidir. Mü’minler; bilmedikleri
herhangi bir mesele ile karşılaştıkları zaman; ileri geri herhangi
bir söz söylemeden “ben bunu bilmiyorum; Allah ve Rasûlü nasıl
bildirmişse öyledir” demelidirler.
İnsan Niçin İman Eder? İmanın Sebep ve
Sonuçları (İmanla İlgili Sünnetullah)
İnsan niçin iman eder? İman, doğal bir ihtiyaçtır. İnsanın fıtratında
inanma, bağlanma ve güvenme hisleri temel özelliklerdir.
İnsan, inanmadığı zaman, bağlanmadığı ve güvenmediği zaman,
yaşamanın bir anlamı ve değeri kalmaz. Her insan bir şeylere inanır,
ama kurtarıcı olan iman, hakka/doğruya inanmadır. İman hissini
kötüye ve olumsuz olana kullanarak şeytana tâbi olmak ve azgınlaşıp
kendini Allah’a muhtaç görmemek, kendi kendine yeterli
olduğuna inanıp her dakika soluduğu havayı verene nankörlük/
küfr etmek, cehenneme dâvetiye çıkarmaktır. Fakat doğru bir şekilde
iman edip, Allah’ın hidâyetine uymak, cennete adım adım
yaklaşmaktır. “Biz insanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu imtihan ediyoruz.
Bu sebeple, onun işitmesini ve görmesini sağladık. Sonra da ona
74] 40/Mü'min, 85
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 28 -
gideceği yolu gösterdik. Ya şükreder (bu yoldan gider) ya da küfreder.
Kâfirler için elbette zincirler, halkalar ve alevli cehennem hazırladık.”75;
“İman edenlere ve doğru hareket edenleri müjdele ki, onlara altından nehirler
akan cennetler vardır.” 76
İman, kişiye yalnızca âhirette mutlu bir hayât sağlamakla kalmaz;
bu dünyada da huzur, saâdet ve büyük bir güç kazandırır:
“Allah, sizden iman edenlere ve sâlih amel işleyenlere, kendilerinden öncekileri
halife/hükümran kıldığı gibi, onları da yeryüzünde halife/hükümran
kılacağını, kendileri için râzı/hoşnut olduğu dinlerini, yine onlar için uygulamaya
koyacağını ve korkulu hallerini güvene çevireceğini vaad etmiştir.
Çünkü onlar, yalnız Bana kulluk eder ve Bana hiçbir şeyi şirk koşmazlar.” 77
Müjdeler, mü’minler içindir.78 Allah, onların kalbine imanı yazmış
ve onları kendisinden bir ruhla desteklemiştir.79 Şeytanî güçler
onları ezmeye yol bulamaz.80 Onlara yardımcı olmak, Allah’ın bizzat
kendi üzerine yazdığı bir görevdir. “Mü’minlere yardım etmek,
Bize haktır (Bize düşen görevdir).”81 Allah, iç huzuru ve doygunluğu
onlara nasib etmiştir.82 Korkmak, üzülmek, kedere yenik düşmek
onlara uzaktır.83 Allah’ın lütuf ve bağışı mü’minler içindir.84
Mü’min, böylesine onurlu olduğu içindir ki, bir mü’mini kasten
öldüren, ebediyyen cehennemde kalır.85 “Şu bir gerçek ki, iman edip
sâlih amel işleyenler, varlıklar dünyasının en hayırlılarıdır.” 86
“Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer (gerçekten) iman ediyorsanız, mutlaka
siz üstün geleceksiniz.”87 Yani, her durumda düşmanınızla cihaddan
korkmayınız. Kuvvetten düşmeyiniz. Siz üstünsünüz, yani iman
ediyorsanız, sonunda zafer sizindir. Çünkü iman, kalbe güç verir,
Allah’la olan irtibatı artırır ve düşmanlarına aldırış etmemeyi öğretir.
“Ve mü’minlere karşı kâfirlere asla yol vermeyecektir.”88 Yani, Allah,
kâfirlerin bazı zamanlar üstünlük sağlasalar da, dünyada
75] 76/İnsan, 2-4
76] 2/Bakara, 25
77] 24/Nur, 55
78] 13/Ra'd, 29
79] 58/Mücâdele, 22
80] 16/Nahl, 99; 34/Sebe', 20
81] 30/Rûm, 47
82] Bk. 9/Tevbe, 26; 48/Feth, 4
83] Bk. 3/Al-i İmran, 139
84] 3/Âl-i İmran, 152
85] 4/Nisâ, 93
86] 98/Beyyine, 7
87] 3/Âl-i İmran, 139
88] 4/Nisâ, 141
İMAN
- 29 -
mü’minlere musallat olarak, tamamen ortadan kaldıracak şekilde
istilâ ve işgal etmelerine yol vermez. Âyet, dünya ve âhireti kapsamaktadır.
Dünya ve âhirette mutlu son mü’minlerindir. Mü’minler,
imanın hakikatinı yüreğinde yaşatan, sonra bu gerçek tevhidî
imanı, Allah’ın râzı olduğu ameller, teslimiyet ve cihadla dışa yansıtan
insanlardır.
Bazı zamanlarda kâfirlerin, intikam olarak mü’minlere yol bulmaları,
imanlarının hakikatinde meydana gelen gedikten olmuştur.
Savaş araçları, Allah yolunda cihad niyyetiyle kuvvet hazırlığı,
her türlü nisbet ve bağımlılıktan arınmış olarak sadece iman
sancağı altında bulunmak, imandan ve imanın gereklerindendir.
Müslümanlara zamanla yapışan yenilgi, imanın hakikatinde meydana
gelen zayıflık ölçüsündedir. Daha sonra, gerçek iman üzere
bulunduklarında yardım, mü’minlere hak olarak döner. 89
“Andolsun Tevrat’tan sonra Zebur’da da: ‘Arza mutlaka sâlih (iyi) kullarım
vâris olacak’ diye yazmıştık.” 90
“Kim mü’min olarak sâlih işlerden yaparsa, onun çalışmasına nankörlük
yok ve Biz (onun çalışmasını) yazanlarız.” 91
“Kim kötülük yaparsa, sadece onun kadar cezalanır; ama kadın olsun
erkek olsun kim mü’min olarak faydalı bir iş yaparsa, onlar cennete girerler
ve orada kendilerine hesapsız rızık verilir.” 92
“Erkek ve kadından her kim mü’min olarak sâlih amel işlerse, onu hoş
bir hayâtla yaşatırız. Onların ücretlerini yaptıklarının en güzeliyle veririz.”93
Mü’min erkek ve kadınlara Allah, bu dünyada iyi bir geçim hazırlar.
İman ve sâlih amelin mükâfatı olarak böyle bir hayâtı onlara
kolaylaştırır. Âhiretteki ecri ise daha güzeldir. Mü’min olup sâlih
amel işleyenlere vaad edilen dünyadaki güzel hayât, birçok şeyle
gerçekleşir. Rızâ, gönül huzuru (itmi’nan), iç rahatlığı (inşirâh-ı
sadr), mutluluğu hissetmek ve rahat geçim. Bunlar, maddî ve dış
etkenlere bağlı değil; iç etkenlere, gönle bağlı hususlardır. Gönüllere
tasarruf edebilen de ancak Allah’tır.
İmanla beraber olan sâlih amelin mükâfatı, dünyada tertemiz,
hoş bir geçimdir. Nimetlerle donatılmış, varlıklı ve zengin olmak
önemli değildir. Bazen zenginliğin; tertemiz, hoş bir geçimi engelleyen
dünya ve âhiret belâsı olduğu bilinmelidir. Hayâtta yetecek
89] Fî Zılâl'den
90] 21/Enbiyâ, 105
91] 21/Enbiyâ, 94
92] 40/Mü'min, 40
93] 16/Nahl, 97
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 30 -
kadar maldan başka, geçimi güzel kılan çok şey vardır. Allah’a
bağlanma ve O’nun gözetimine, himâyesine ve rızâsına sığınma
vardır. Sıhhat, sükûnet, bereket, evde rahatlık ve gönülden sevgi
vardır. Amel-i sâlihle huzur bulmak, onun gönüldeki ve hayâttaki
izleri vardır. Mü’min olarak sâlih amel işleyenin dünyada nâil olacağı
hoş ve güzel geçim, onun âhiretteki sevabını azaltmaz. Tersine,
Allah onun sevabının, dünyadaki amelinin en güzeli üzerine
olacağını vaad etmiştir. Cömert ve Kerim olan Rabbimizin hazineleri,
sevabı ne büyüktür!
Yeniden İmana
İnsanlık hüsrânın tüm boyutlarını yaşıyor. Şirkin zulmü globalleşiyor.
Çağ imaj, kandırma, vitrin, reklam, tüketme ve tükenme
çağı. Çılgınlık, azgınlık ve isyan hiçbir sınır tanımıyor. Nice insan,
İslâm’ı mükemmel yaşayanlara şâhit olamadığı için İslâm’ın dışında
kalıyor; hatta görmediğine, bilmediğine düşman oluyor. Müslümanların
da önemli bir kesimi müslümanlığı doğru şekilde bilmiyor.
Bilenlerin de yapabileceklerinin tümünü yaptıklarını iddia
etmek zor. Bu ortamda, teknik imkânlarla donanan, devle(tle)şen,
küreselleşen fitne, sadece yapanları değil; tüm insanlığı kemiriyor.
Ülkeler, sokaklar, evler, beyinler, gönüller işgâle uğramış durumda.
Müslüman olduğunu iddia edenlerin de büyük bölümü bilinçsizce
şirkin kucağına atılıyor, kurtuluşu zâlimlerin safında arayıp ifsâdı
ıslah zannediyor.
Bireysel, sosyal ve siyasal hayattaki tüm problemlerin kaynağında
Kur’an’dan uzak inanç ve yaşayışın olduğunu görmek zorundayız.
Kur’an’ın diriltici emirlerinden biri şöyledir: “Ey iman
edenler iman edin…”94 Yani, imanın hakkını verin, nasıl iman edilmesi
gerekiyorsa öyle iman edin. Sadece sözde değil; özde de,
davranışta da teslimiyet gösterin. Bütün organlarınıza iman ettirip
onları Allah’a teslim olan müslüman yapın. İmanınızı itaatle ispatlayın.
Mü’minlerin geçirileceği sınavlara hazır olun. Ve imanda
sebat edin.
Batılı bâtılın şoförlüğünde helâke doğru son sürat sürülen
dünya arabasının tek kurtuluş şansı vardır. Tüm birikimlerini harcayan,
bütün umutlarını yitiren çağdaş insanının tek umudu kalmıştır.
O da müslümanların müslümanlaşması. Müslüman gibi inanıp
müslümanca yaşayan müslüman göremediği, o boy aynasında
boyunun ölçüsünü alıp kendine bakamadığı için insanlık, kendi
yanlışlarının farkına varamamaktadır.
94] 4/Nisâ, 136
İMAN
- 31 -
Müslümanların, emredildikleri gibi müslümanlaşması için tevhid,
ibâdet ve cihad bilincine yeniden kavuşması ve bunları içselleştirmesi
gerekmektedir. Asr-ı saâdeti yaşamanın, saâdeti Asra
taşımanın yolu akîdenin sağlamlığından geçer. Kur’an’ın istediği
gibi iman edilmedikçe, kişilerin ve toplumların düzelmesi mümkün
olmayacak, ahlâkî öğütler delik kaba su doldurma gayreti
gibi sonuçsuz kalacaktır. Rasûlullah’ın Allah’a sığındığı faydasız
bilgi için her zorluğa göğüs geren insan, âhirette kurtuluş ve dünyada
huzur için gerekli İslâm’ı öğrenme ve yaşama çabası içinde
değilse, büyük bir yanlışlık var demektir. İslâm’ı öğrenmeye çalıştığını
sanan bazı kişilerin de, abdesti bozan şeyler kadar imanı bozan
şeyleri öğrenmeye önem vermediği de ayrı bir problem. Her
taraftan câhiliyyenin kuşattığı insanın, her türlü beşerî dayatmalara
karşı direnebilmesi, Allah’tan başkasına eğilmeyecek bir güce
ulaşabilmesi için çok sağlam bir imana ihtiyacı olacaktır.
Kur’an, insanın sadece Allah’a kulluk yapmak için yaratıldığını
vurgular. Her türlü puta tapıcılığı, şirkin tüm çeşitlerini, tâğutun
bütün görüntülerini, sahte ilâhların egemenliklerini reddetmeden
yalnız Allah’a kulluk sergilenemez. İman iddiası da, itaat ile
ispat edilmeden insanı kurtaramaz.
“Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde, hakkıyla, nasıl korkulması
gerekiyorsa öyle korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.”95
Müslüman olarak ölmek istiyorsak, yeniden müslümanlaşmak ve
müslümanca yaşamak zorundayız.
Müslümanların yeniden müslümanlaşmasını zarûrî kılacak
problemleri ana hatlarıyla üçe ayırmak mümkün:
1- Tarihten gelen problemler. Miras alınan din anlayışında yer
yer geleneksel sapma ve yozlaşmalardan dolayı, din adına sahip
çıkılan değerler ve yaşanılan hayat, Kitap ve Sünnetin istediği
İslâm’la her noktada çakışmadığından bu konuları hakkıyla araştırmayan
müslümanların iyi niyetle de olsa bid’at, hurâfe ve hatta
şirk unsurlarına İslâm diye sarılmaları…
2- Modernizmin ve modern hayatın problemleri. Çağdaş ideolojilerin
ve müslümanları da çepeçevre kuşatan, bazı konularda
dine müdâhale edip yönlendiren veya gerçek dinin sosyal hayata
yönelik yansımalarını yasaklayan devlet düzenlerinin problemi.
Batı kafasıyla, müsteşrik zihniyetiyle İslâm’a bakan, geleneksel
çizgiye karşı çıkarken yerine ondan daha beter tezler öneren biraz
laik, biraz demokrat, biraz özgürlükçü, biraz düzenci, biraz
95] 3/Âl-i İmrân, 102
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 32 -
kolaylaştırıcı, biraz diyalogcu, biraz pragmatist din anlayışı. Teknolojinin,
medyanın, eğitim kurumlarının, israfa dayalı modern
yaşama biçiminin, dünyevîleşmenin, sekülerleşmenin, aşırı özgürlükçü
yaklaşımın, bireyselliğin… müslümanlara sıçrattığı olumsuz
etkiler.
3- Çok sağlam ve köklü bir imana sahip olmamanın etkisiyle,
zor bedel isteyen konular başta olmak üzere dinden tâviz vermek,
görevlerini ihmal etmek, ibâdetlere gevşek davranmak, ahlâkî dejenerasyondan
kurtulamamak gibi dâhilî problemler.
Bütün bu üç problemin özünde dinin özü olan tevhidin geri
planlara itilmesi sorunu göze çarpmaktadır. O öz kaybolunca veya
en azından gölgelenip ihmal edilince ondan boşalan yeri bu üç
maddedeki olumsuzlukların tümü ya da bir kısmının doldurması
hiç de sürpriz olmayacaktır. O öz kaybolduğu için Kitabım dediği
Kur’an’la ilişkisini sıfıra yaklaştıran ve Kur’an’dan daha fazla başka
kitapların yönlendirmesine râzı olan bir müslüman tipi oluşmuş,
haramlardan, hatta şirkten daha fazla yasal yasaktan veya
ayıptan korkan, ama “elhamdü lillâh müslümanım” demeye devam
eden bir karakter ortaya çıkmıştır.
Ulemâ ve ümerânın gaflet veya dalâletlerinden kaynaklanan
uyarı, yönlendirme ve tavsiyenin (emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’lmünker)
yetersizliği, hatta tümden terkedilmesinin bu cinâyetlerin
sergilenmesinde büyük katkısı vardır.
İslâm, câhiliyye çağını tarihin çöplüğüne atmış, insanlığın bugüne
kadar bir daha göremediği en huzurlu çağını “saâdet çağı”nı
başlatmıştır. Kur’an çağ kapatıp çağ açmıştır. Dünyanın gördüğü
ve göreceği en büyük inkılâb, Kur’an’ın yaptığı inkılâbdır.
İnsanlık, bugün bilmem kaçıncı cahiliyye çağının karanlıklarında
yaşıyorsa bu, müslümanların müslümanlıktan uzak kalması,
diğer insanları da bu güzellikten mahrum etmesinden dolayıdır.
Kur’an gelip câhiliyyeyi değiştirmeden toplumda neler yapılıyorsa,
modern biçimde bugün de, buralarda da maalesef aynı şeyler arz-ı
endam etmektedir; hem de “müslümanım” diyenler tarafından.
Peki, Kur’an, aynı Kur’an olduğuna göre, bugünkü cahiliyyeyi
niye değiştiremiyor? Bugünkü insanlar Kur’an okudukları halde,
niçin karanlıklardan sıyrılıp değişik bir kimliğe bürünemiyor?
Yani Kur’an, niye artık inkılâb yapamıyor? Kur’an değişmemiştir;
ama Kur’an okuyanlar başkalaşmıştır. Kur’an anlayışı, Kur’an’a
bakış, Kur’an’a yaklaşım değişmiştir. Kur’an, aynı Kur’an’dır;
ama Kur’an’a yönelmesi gereken insan, Kur’an’a sahabe gibi
İMAN
- 33 -
yönelmiyor. Çeşme, bin dört yüz yıldır akmaktadır. Bu güne kadar
onun hayât veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip
dirilttiği gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu sunmaya devam
etmektedir. Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden
yararlanmayı bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir.
Karanlıklarda yaşayan insan çeşmenin yolunu unutmuş
olabilir, ama çeşmenin suyundan az da olsa tatmış olanların yapmaları
gereken büyük görevleri olmalıdır. Hele o çeşmenin yanı
başındaki yangınları farkeden itfaiyeci (dâvet ve tebliğci) görevini
yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik
araçlarıyla yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir?
Kendilerini ve toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur’an yardıma
hazırdır; referansları, örnekleri ortadadır. Hayırlı ve olumlu
değişim ve dönüşüm projelerini, kendisine yöneleceklere sunmaya,
yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır beklemektedir.
Bir ilâcın şifaya vesile olması için, o ilacın kullanılması gerekir.
Sadece reçetenin veya prospektüsün okunmasıyla şifa beklenemez.
“Kur’an şifadır.”96 Hem ferdî hastalık, problem, stres ve
buhranlarımıza; hem de sosyal kargaşalara. Aynı zamanda devlet
yönetiminin ölümcül hastalıklarına şifadır. Bunun böyle olduğu
sayısız deney ve tecrübelerle kanıtlanmış tarihî ve güncel bir
vâkıadır. Aynı ilaç, bayatlamadan bozulmadan duruyor. Raflarda,
kabından açılmadan tutuluyor. Uygulayacak hastaları bekliyor.
“Ey İman Edenler İman Edin…”97
Âyetinin Işığında Halimizi Sorgulamak
(Bu başlık altında Mehmet Pamak şöyle diyor:)
Ne oldu da, ilk Kur’an neslinde muazzam bir inkılâba yol açan,
onlara izzet, şeref ve onur kazandıran Kur’an ve ibâdetler biz de
aynı sonucu doğurmuyor? Neyi kaybettik, hangi yanlış tercihlerde
bulunduk ve hangi savrulmaları yaşadık da bugünkü zillete sürüklendik?
Hem de elimizde, insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkarmak
üzere indirilmiş, şeref ve izzet kaynağı muhteşem bir Kitap,
Kur’an varken…
Hangi hatalar bizi bu zillete sürükledi ve hangi sebeple bir
türlü o ilk neslin onurlu temsiline yaklaşamıyoruz? Neden Kur’an
ve ibâdetlerimiz bizde bir değişim, bir inkılâp meydana getiremiyor?
Hem de kitap aynı kitap, ibâdetler aynı ibâdetler olduğu
halde… Ümmet olarak bu hale neden sürüklendik?
96] 10/Yûnus, 57; 17/İsrâ, 82; 41/Fussılet, 44
97] 4/Nisâ, 136
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 34 -
Saltanata geçişle başlayan kaynaktan kopuş süreci, giderek büyük
savrulmalara yol açtı. Tevhidi sahih geleneğin yerini, yüzyıllar
süren bu savrulma sürecinde muharref gelenek aldı. Kur’an’dan
ve Rasûlullah’ın sahih sünnetinden uzaklaşma, Müslüman halkların
ümmet olma vasıflarını kaybetmesine, kitabî bir toplum olmaktan
çıkarak, muharref geleneğin oluşturduğu “atalar dini”ni
taklit eden niteliksiz halklar ortaya çıktı.
Allah’ın, Kur’an’da, akletmeyi, düşünmeyi, tefekkürü ve ilim
tahsil etmeyi emretmesine rağmen, kurumsallaşmış tasavvufun,
“aklı ve ilmi terketmedikçe hakikate ulaşılamaz” yalanıyla, şeytanın
ve zannın cirit attığı bir alan olan “keşf ve ilham” alanında
uydurulan sahih olmayan bilgilere dayalı bir din anlayışını öne
çıkarması bu büyük sapmanın, Kitabî din anlayışından kopmanın
en büyük sebebini teşkil etti. Aklın ve iradenin devre dışı bırakılıp,
Allah’ın yasakladığı “kör taklid”in ve “meyyit gibi teslimiyet”in
esas alınması sonucunda dinde tahrifin ve sapkınlığın önü iyice
açıldı.
Din alanında kaynaktan beslenmeyen, önderlerden intikal
eden yanlış bilgileri sorgulamadan taklit eden niteliksiz yığınlar
ortaya çıktı. Özellikle, “ictihad kapısını kapatan” taassubun sonucunda,
düşünmenin, akletmenin ve toplumun ihtiyaçlarına cevap
verecek yeni fikir ve projelerin üretilmesinin önü iyice kesildi.
Bunun neticesinde yüzyıllar sonrasının toplumlarının sorunlarına
yüzyıllar öncesinin fetvaları ile cevap verilmeye kalkışılmasının
doğurduğu çözümsüzlük ve bunalımlar da bu bozulma sürecini
hızlandıran bir katkı sağladı.
İşte bu büyük yozlaşma serüveninin sonunda geldiğimiz bugünkü
noktada, Kur’an algımızdan başlayarak, hayatımızı kuşatan
ve yaratılış amacımız olan “ibâdet” anlayışımıza kadar pek
çok temel konuda ürkütücü boyutlarda anlam ve eksen kaybının
meydana geldiğini görüyoruz.
Tevhidî Öbekler Neden İstikametini Koruyamıyor, Neden İlkeli
Duruşunu Sürdüremiyor?
Türkiye’de özellikle 1970’li yıllardan sonra başlayıp, 80’lerden
itibaren ivme kazanan tevhidi uyanış ve kaynağa dönüş çabalarına
ve bu çabaları gösterenlere ne oldu da, bu kadar çarpıcı savrulmalar
ve geriye dönüşler yaşanabildi? Bu birikim bugün ne halde?
Hani Kur’an özne olup, merkezde ve belirleyici bir kitap olarak
bizi, ailemizi, toplumumuzu yeniden inşa edip ateşten korunmamızı
sağlayacak, karanlıktaki hayatımızı aydınlığa çıkaracaktı?
İMAN
- 35 -
Hani insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için indirilmiş
bu kitap, bize, hak ile batılı ayırma kabiliyetini kazandıracak furkan
fonksiyonu görecekti?
Hani Kur’an, cahilî ölçüler içinde cereyan eden toplumsal hayatımızı,
ilişkilerimizi ıslah edecek ve vahyin ölçüleriyle yeniden
inşa edecekti?
Hani Kur’an, bireysel ve toplumsal hayatımızın bütün alanlarını,
davranışlarımızı, ilişkilerimizi vahyin ölçüleriyle inkılâba uğratmak
için indirilmişti?
Ne oldu da, Kur’an’ı gereği gibi okumayı, onu hayatımızın
tam içinde ve tam içinden okumayı terkettik? Ne oldu da, yıllarca
süren tefsir dersleri bir türlü hayatımızı Kur’an’laştıramadı?
Sürekli elimizde, başucumuzda durması, sürekli bir irtibatla
sürekli kalbimize ve hayatımıza nüfuz etmek, hayatımızı Allah’ın
rengine boyamak üzere okunması gereken Kur’an’ı bu işlevini yerine
getiremez hale nasıl getirdik?
Ne oldu da, kitaba varis kılınmışken, elimizdeki bu muhteşem
mirasa ihanet ederek, Rasûlullah’ın hesap gününde Allah’a, “Rabbim
gerçekten benim kavmim, bu Kur’an’ı terkedilmiş olarak bıraktı”98
şikâyetine muhatap olan zelil konumlara sürüklendik?
Ne oldu da, dünyanın süsleri, çıkar hesapları, korkular, dünyevî
endişeler, ikbal, iktidar ve rant hırsları bizi bu kadar kolayca peşine
takabildi? Bizler, Kur’an halkalarında yıllarca bulunmuş olanlar,
gereği gibi Kur’an okumayı da, öğrendiklerimizle amel etmeyi ve
hayatımızı vahyi değer ve ölçülerle inşa etmeyi de kolayca terkedip,
dünyanın süsleri uğruna, ahiret, hesap, kulluk bilinç ve imanımızı
zaafa uğrattık. Gerçekten bunu nasıl becerdik? Neden imanımıza
bu kadar kolayca ve bu kadar çabuk zulüm bulaştırabildik?
Ne oldu da bütün bu hüsran ve bu büyük savrulmalar yaşanabildi?
Belki samimi olarak, ancak duyguların, heyecanların yönlendiriciliğinde,
henüz sınanmadan iman ettiğimizi haykırdık, ama
bu teorik ve duygusal imanın altını dolduramadık, imanımızda
mutmain olamadık, imanımıza yakin, sahih bir boyut ve eğitime
dayalı ciddi bir derinlik kazandıramadık. İşte bu sebeple de, daha
ilk imtihanda hemen savrulduk ve maalesef kaybettik.
Hâlbuki yıllarca oturduğumuz Kur’an halklarında öğrenmiştik
ki; Rabbimiz, Bakara Sûresi 155-157. âyetlerde, bizleri “biraz
korku”, “açlık”, “bir parça mallardan, canlardan, ürünlerden
98] 25/Furkan, 30
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 36 -
eksiltmekle” imtihan edeceğini beyan etmekte, sabredip, direnenleri
ise müjdelemekteydi. Yine aynı halklarda okumuş ve
öğrenmiştik ki; Rabbimiz, Bakara sûresi 214. âyette “sizden öncekilerin
başına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete
girivereceğinizi mi sanıyorsunuz?” ikazıyla bizi uyarıyor, “Allah
Rasûlü ve beraberindeki mü’minlerin büyük sıkıntı ve darlıklarla
sınandıklarını ve Allah’ın yardımı ne zaman diyecek hale gelene
kadar büyük eziyetlere, darlıklara katlandıklarını ve Allah’ın vaat
ettiği yardıma ancak böylece müstahak olduklarını” bildiriyordu.
Daha önce, ikbal, makam, mevki, iktidar nimetleri, ihaleler,
zenginleşme fırsatları henüz kendilerine sunulmayanlar, bu tür nimetlerin
ilk sunulduğu sınavda bu kadar çok sayıda dökülüyorlarsa,
temel zaafın imanda olduğu kesindir. Milletvekili olma imkânı
yok iken, laik demokratik partileşmeye karşı olmak kolaydı. Öğrenciyken,
baldırı çıplakken, dünyevîleşme, zenginleşme, makam
mevki hırsı peşinde koşanları eleştirmek, bu duruşlara karşı çıkmak
kolaydı. Ama öğrencilik bitip, evlendikten, iş ve meslek sahibi
olduktan sonra, tüm bu imkânlar sunulduğunda ve karşılığında
İslâmî kimlik ve ilkelerden taviz istendiğinde çoğunluk ayakta kalamadı.
Hatta önemli kısmı bu tür imkânlar sunulmadan bunları
elde edebilmek uğruna kendileri tavize koştular. İşte gerçek iman,
bu imkânlar olduğu halde, eğer bunların karşılığında İslâmî kimlik
ve ilkelerden taviz verilmesi gerekiyorsa reddetmeyi gerektirirdi.
Ama maalesef çoğunluk bunu yapamadı. İşte bu sebeple Rabbimiz,
“Ey iman edenler iman edin…” çağrısında bulunuyor. Evet,
bu iman nasıl bir imandı ki, en küçük bir rüzgârda savrulup gidivermeye
engel olamadı.
Topluma daveti götürecek olanlar, daha davet ve şahitlik görevi
tam yapılmadan, hemen görevi terkedip, dünyevîleşerek, daha
önce reddedip eleştirdikleri toplumun cahili değerlerine doğru
savruluverdiler.
Tevhidî uyanışla oluşan öbekler ve tevhidi bilince ulaşan veya
öyle zannedilen bireyler neden uzun soluklu bir direniş azmini
gösteremiyorlar? Neden bir süre sonra bıkıp, yorulup savrulmaya
ve daha önce reddettikleri kesimlere ve yanlış din anlayışlarına
doğru sürükleniyorlar?
İslâmî çalışma öbeklerinin büyük ekseriyeti, neden içinde her
türlü inancı, hurâfeci anlayışları da barındıran çıkar birlikteliklerine
dönüştüler? Aynı grup içinde,
İMAN
- 37 -
Tevhidî düşünenler,
Tarihselciler,
Modernistler,
Liberal-demokratlar,
Sekülerleşenler,
Laik particiler,
Ulusalcılar,
Devleti kutsayanlar,
Tasavvufçularla birlikte bulunabiliyorlar.
Neden böyle oldu? Neden bu büyük çarpıklık bu kadar kolay
ve bu kadar çabuk kanıksanabildi?
Neden bu dönüşümü yaşayanlar, yıllarca Kur’an okudukları
halde tevhid inancıyla bağdaşmayan bu halden rahatsız değiller?
Neden bu çarpıklığı, savrulmayı, kargaşayı, eklektik duruşları
kimse eleştirmiyor? Neden herkes birbirini idare ediyor?
Neden kimse kimseye merhamet etmiyor? Birbirinin yanlışlarına,
savrulmalarına karşı çıkmamak, eleştirmemek, birbirine zulmetmek
iken, neden merhamet zannedilir hale gelindi? Neden,
Allah için uyaranlar, emri bil maruf yapanlar kınanır oldu?
Böyle olunca, her türlü fikri aynı grup içinde barındırınca, tek
amacın grup dayanışması ve grup çıkarlarını korumak olan kulüpler
haline dönüşmekten korunmak mümkün olmuyor. Başlangıçta,
tevhidî düşüncenin yaygınlaşması ve bu istikamette, sahih din anlayışı
ekseninde İslâmî toplumsal dönüşümün gerçekleşmesi için
kurulduğu iddia edilen bu tür grup, çevre ve öbeklerin çok büyük
ekseriyeti bugün yukarıda zikredilen eklektik/karışık din anlayışlarına,
geleneksel ve modern bid’at ve hurâfelere itibar eden ve
grubu için çıkar devşiren konumlara sürüklendiler. Giderek maddî
yönden güçlendiler, holdingleştiler, zenginleştiler, TV sahibi oldular,
büyük kurumlar oluşturdular ve biraz da kitleleşmeye doğru
yöneldiler, ama ilk çıktıkları noktadaki tevhidi duyarlılıklarının
bile çok gerisine düştüler.
Kimisi daha önce tekfir ettiği laik demokratik çizgide particilik
yapmaya, kimisi de hurâfeci tasavvufun kıymetini(!) yeniden keşfetmeye,
ilkeleri çürütücü, direniş azmini çözücü, şahsiyetleri öğütücü
pragmatizmin peşinde, oradan oraya savrulmaya başladılar.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 38 -
Savrulmanın Sebepleri
1- En önemli savrulma sebebi, imanda ve şahsiyette zaaf olması,
inanılan değerler konusunda emin olunmasını sağlayan yakînî
bir imanın ve inandığı değerler konusunda bedel ödemeyi göze
almayı sağlayacak bir şahsiyetin oluşmamış olmasıydı. Tevhidî
iman yerine Allah’ın varlığına imanın öncelendiği bir toplumsal
kültürün, toplumla çelişmeme adına kanıksanmasıydı.
İnsanların, tam bir tevhidi inançla kendilerini değiştirmeden
eski gelenek ve göreneklerindeki inançlarla birlikte İslâm toplumuna
girip kültürle dini birbirine karıştırmaları. “Bedevîler “inandık”
dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama ‘Boyun eğdik’ deyin. Henüz
iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah’a ve elçisine itaat ederseniz, Allah
amellerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok
merhamet edendir.” 99
2- İlk indiği, dönüştürdüğü toplumdan ve ilk inşa ettiği Peygamber
ve ashâbının hayatından soyutlanmış, ilk pratikten kopuk
teorik Kur’an okumalar, bugünkü toplum ve hayatla da bağı kurulamayan
ve dolayısıyla pratiğe aktarmada sorunlar yaşayan bir
okuma olmuştur. Peygamberin güzel örnekliği ve Kur’ani sünnet
içselleştirilmeyince, toplumu dönüştürme sorumluluğu terkedilince,
vahyi sosyalleştirmekten, Peygamberî pratikten kopuk teorik
imanlar, bir süre sonra cahiliye tarafından kuşatılıp, öğütülüyor.
Kulluk eksenli bir hayatı kuramayanlarda, tevhidi bir pratiği üretemeyenlerde
meydana gelen boşluğu dünyevîleşme dolduruyor,
ibâdet bütünlüğünden ve ubûdiyet bilincinin belirleyiciliğinden
kopuk hayat giderek sekülerleşiyor.
3- Kulluk eksenli mücadele yerine iktidar eksenli mücadelelere
heveslenilmesi, kulluğun parçalanıp, bazı parçaların dinin/
bütünün yerine ikame edilmesi, kimileri açısından kulluk bütününden
soyutlanmış bir siyasi mücadelenin dinin tümü gibi algılanması,
hem de diğer alanları yok sayacak derecede birinci plana
çıkarılması da bir başka savrulma sebebini teşkil ediyor.
4- İman edilen değerleri, Kur’ani ölçüleri hayat düsturu haline
getirememek, Kur’an’la ahlaklanamamak, inanıldığı iddia edilen
değerleri salih amel haline dönüştürememek, iman-amel bütünlüğünü
parçalayan tutumlar da savrulmalarda önemli rol oynamaktadır.
Allah bu durumda olanları: “Başkalarına iyiliği tavsiye ederken
kendisini unutan bilgi sahipleri”,100 “yapmadıklarını söyleyenler”101 ve
99] 49/Hucurat, 14
100] 2/Bakara, 44
101] 61/Saf, 3-5
İMAN
- 39 -
“Kitap yüklü merkepler”102 olarak niteleyip kınamaktadır.
5- Fikirde ve tavırda yüzeysellik sebebiyle derinlik kazanamamak
yüzünden slogan, duygu, heyecan ve tepkiselliğin davranış
ve eylemlere yön vermesi, vahiy ve aklın yönlendirme ve denetiminden
çıkılması ve bu halin çözümsüzlüklere, tıkanmalara yol
açması da savrulma nedenlerinin önemli bir boyutunu oluşturmaktadır.
6- Modern kavram ve değerlerin yol açtığı kirlenme ve Batının
seküler değerlerini evrensel değerler olarak kabul etme sonucunda
meydana gelen zihinsel dejenerasyon ve sekülerleşme Müslümanlar
üzerinde önemli bir dönüştürme etkisi yapmış bulunuyor.
Emperyalist sekülerleştirme projelerinin estirdiği medyatik
rüzgâra kapılarak, dağıtılan imkânlara teslim olarak, büyük güçlerin
gücü karşısında komplekse kapılarak, onlarla sağlıksız ve
ilkesiz ilişkiler kurarak Batı desteğiyle dönüştürme projelerine
eklemlenme de özellikle yerel ve global “28 Şubat” projelerinin
temin ettiği çok önemli ve yeni bir savrulma nedeni olarak gelişmelere
damgasını vurmuştur.
“Vay haline o kimselerin ki kitabı elleriyle yazıp, az bir paraya satmak
için, ‘bu Allah katındadır derler!’ Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline
onların!” 103
7 - Bazılarının yaşının ilerlemesine rağmen bir türlü gelmeyen,
uzun soluklu bir yürüyüşü gerektiren İslâmî yönetimden ümidi
kesip, bir an önce iktidara ve onun nimetlerine ulaşma aceleciliği
içine girdiler.
8- Tevhidî, inkılâbî kesimlere yapılan baskı ve zulümlerden çekinip
de sistemin “meşrû”(!) saydığı alanlara doğru yönelme eğilimleri,
korku krallığına teslimiyet de bu savrulmalarda önemli rol
oynadı.
9- CIA raporlarının ılımlı-radikal ayrımı yaparak, Amerikancı,
Batıcı seküler anlayışı temsil eden “ılımlı”lara ve sufizme sıcak
yaklaşımlar geliştirmesi, onlarla egemen güçlerin temasa geçmesi,
vaadlerde bulunması da bu tip yanlış din anlayışlarına rağbeti
arttırdı.
10- Çözüm üretememek, alternatif bir yapı oluşturamamak
gibi sebeplerle bunalıma düşüp, “biz hiçbir şey yapamıyoruz” diyerek,
yanlış da olsa bir şeyler yapar görünen uzlaşmacı, hurâfeci
102] 62/Cuma, 5
103] 2/Bakara, 79
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 40 -
kesimlere, kitleleşip kurumlaşanlara doğru meyletmek, (üstelik
bunlar ABD, AB, Papalık ve Siyonist kuruluşlarla çok yakın ilişkiler
de kurmalarına rağmen) onları yücelterek eklemlenmek de
önemli bir başka savrulma nedenidir.
11- Henüz görevlerini tam yapmadıkları halde, toplumu dönüştürmede
haksız yere hemen sonuç almayı ve hemen bir inkılâp
gerçekleştirmeyi umanlar, uzun vadeli çalışmayı göze alamadıkları
ve sabredemedikleri için, hemen dönüştüremedikleri toplumun
cahili değerlerini yeniden keşfederek ve daha önce hata ettiklerini
itiraf ederek, ne pahasına olursa olsun kitleyle buluşmak adına
topluma doğru bir dönüşüm geçirdiler.
İçinde İslâmî motiflere de yer veren fakat esasta tamamen
dünyayı terk gayesinde olan “Doğu Mistizminin” ve “Batı Ruhbanlığının”
özelliklerini de üzerinde bulunduran “Tasavvufî
Düşünce”nin doğması, tarihî bir savrulma nedeniydi. İşte birileri
bu savrulmayı eleştirerek yola çıkmışken şimdi yine ona sığınıyorlardı.
“Sonra bunların izinden ard arda peygamberlerimizi gönderdik.
Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik, ona İncil’i verdik; ona
uyanların kalplerine şefkat ve merhamet vermiştik. Uydurdukları ruhbanlığa
gelince, onu biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızâsını kazanmak
için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman
edenlere mükâfatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır.” 104
Müslümanların kolaylığı için çalışan âlimlerin görüşlerini dogmatik
olarak kabul edip değişmez mezheplerin oluşması, hatta
zaman zaman mezhepleri dinin önüne geçirmek, hatta kimileri
açısından dinleştirmek suretiyle oluşturulan “Kör taklid”çilik ve
mezhebi taassupçuluk bu süreçte yeniden baş gösterdi. Bazı tevhid
ehli Müslümanların, yola çıktıklarında önceledikleri Kur’an
ve sahih sünnetin belirleyiciliğini terkederek, mezhebi, Bâtınî yorumlarla,
Kur’an algısını, korunmuş metinle alakasız yorumlarla
tahrif eden eğilimlere ve mesnetsiz uyduruk rivâyetleri Kur’an’ın
ve sahih sünnetin önüne geçiren ve üstelik bu yanlışlara tabi olmayanları
mü’min saymayan sapkınlıklara doğru savrulmalar yaşandı.
Böylece, Kur’an’ı ve dini parçalayıp, kendi subjektif yorumunu
dinleştirip onunla böbürlenen kesimler oluştu. “Dinlerini parçalayan
ve bölük bölük olanlardan (olmayın. Bunlardan) her firka, kendilerinde
olan ile böbürlenmektedir.” 105
104] 57/Hadîd, 27
105] 30/Rûm, 32
İMAN
- 41 -
12- Az sayıda insanla birlikte olmaktan bıkıp, daha geniş kitlelerle
birlikte olmanın arzu edilmesi, insanlardan itibar görmeye
dair özlem ve beklentiler, marjinalleşmekten korkmak, kitleleşme
uğruna ilkelerin feda edilmesi de önemli bir savrulma nedeni
oldu. Hâlbuki bütün Peygamberler de önce marjinaldiler ve hatta
pek çoğu bu konumdan hiç kurtulamadılar, Nuh (a.s.) 950 yılda bir
gemi dolduramadı, ama tevhid gemisini inşa etmekten de hiç bıkmadı,
yorulmadı ve tüm alaylara rağmen karada gemi inşa etmeyi
ısrarla ve yılmadan sürdürdü.
Bir fikir, düşünce ve duruşun taraftarlarının marjinal olması,
azınlığı teşkil etmesi, onun yanlışlığının ve terkedilmesi gerektiğinin
delili olarak ileri sürülemez. Aslında toplumlarda büyük değişim
ve dönüşümlere sebep olan fikir ve çabalar başlangıçta hep
marjinal konumda bulunmuşlardır. Toplumlara hamle yaptıran,
ileriye taşıyan köklü fikir ve düşüncelerin sahipleri de hep tek kişi
olarak başlamışlar ve bu büyük dönüşümün yolundaki ilk adımları
da ya tek başlarına ya da birkaç kişiyle atmışlardır. Marjinallikten
kurtulup bir an önce kitleleşmek ve aceleyle dünyevî sonuçlar
elde etmek isteyenler; dönüştürmek istedikleri toplumdan farklarını
oluşturan temel ilkelerini terkederek, değiştirmek için yola
çıktıkları statükoya ve toplumun cahili değerlerine savrulmaktan
kurtulamazlar.
Hak ve adâlet çizgisinde ısrarlı olmaktan kaynaklanan marjinallik
şüphesiz ki şereftir. İnsanlığa hayırlı büyük değişim ve dönüşümlere
sebep olan çabalar başlangıçta hep marjinal olmuşlardır.
Önemli olan azınlıkta olup olmamak değil doğru konumda bulunup
bulunmamaktır. Kur’an birçok âyetinde “insanların çoğunun
bilmeme” noktasında bulunduğunu, hakikate kendilerini kapatan
konumları tercih ettiklerini vurguluyor. İblis ilk isyanı gerçekleştirip
şeytanlık, saptırıcılık fonksiyonunu üstlendikten sonra,
Rabbimize hitaben, “onların çoğunu şükredici bulamayacaksın”106 diyor.
Bir başka âyette ise, “iman edip sâlih amellerde bulunanlar başka.
Onlar da ne kadar azdır”107 hükmü yer alıyor.
O halde anlamlı, değerli, itibarlı ya da doğru olmanın ölçüsü
çoğunlukta olmak veya dünyada somut sonuçlar elde etmek
değildir. Tek kişi bile kalınsa, hak, adâlet ve tevhid çizgisinde bulunan
kişilerin durduğu yer doğru, isabetli, değerli ve anlamlıdır.
Hak istikametteki büyük değişimlerin yolunu açanlar da, hep marjinal
kalma pahasına temel ilke ve değerlerinden taviz vermeden
106] 7/A’râf, 16-17
107] 38/Sâd, 24
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 42 -
istikrarlı ve süreklilik arz eden onurlu ve şahsiyetli duruş ve çabaları
ortaya koyanlar olmuştur. Bu anlamda bütün Peygamberler
de marjinaldiler. Hatta toplumlarının çoğunluğunun, yani marjinal
olmayanların yanlışta direnmesi, yalanlaması sebebiyle pek
çokları da marjinal olmaktan hiç kurtulamadan ömürlerini ve görevlerini
tamamladılar. Meselâ Nuh (a.s.), 950 yıllık; tebliği, fesada
karşı ıslah edici çabayı ve marufu emredip münkere karşı durmayı
içeren tevhid ve adâlet mücadelesinde, toplumun batılda direnmesi
sonucu bir gemi dolduracak kadar insana bile ulaşamamış
ve savrulanların ifadesiyle dünyada bir sonuç ya da başarı da elde
edememiş, iktidar da olamamıştı. Zenginleşememiş, holdingleşememiş,
büyük kurumlar oluşturamamış, televizyon ve gazete
sahibi olamamış, kitleleşememişti. O halde, dünyada somut başarılar(!)
ya da her şeye rağmen büyüme ve kitleleşme peşine düşenlerin
mantığı ile Nuh (a.s.) yanlış yolda, manasız ve terkedilmesi
gereken şeylerin ve marjinal tutumların, düşüncelerin, tercihlerin
peşinde boşuna bir uğraş mı vermişti? Allah’a sığınarak haddimizi
bilmek kadar değerli ve önemli bir şey olamaz. Bize yakışan, istikameti
kaybetmeden dosdoğru yolda ısrarlı ve istikrarlı bir yürüyüşü
gerçekleştirmek, her şart altında tavizsiz bir biçimde ve Allah
rızası için doğru olanı yapmaktır. Hz. Nuh’un örnekliğinde olduğu
gibi kınamacıların kınamalarına aldırmadan tevhid gemimizi
inşa etmeyi ısrarla sürdürmektir, sonuçları takdir etmek ise sadece
Allah’a aittir.
Sonuç almak, başarılı olmak tamamen Allah’ın takdir alanına
giren hususlardır. Bizim irâdemize bırakılmış olan ise, ne pahasına
ve hangi şartlar altında olursa olsun, mutlaka yaratılış amacımız
istikametinde üzerimize düşen kulluk görevimizi yerine getirmekten,
Hakikatin mesajını hayatımızda örnekleyerek ısrarla insanlara
ulaştırmaktan, tevhidin ve adâletin ikamesi için hayırlı, olumlu
adımlar atmaktan, bu çabalarımızı ısrarla ve Allah rızası için sürdürmekten
ibarettir. Bize düşen, siyasi ve dünyevî çıkarlarımız uğruna,
bizi biz yapan bize şahsiyet ve şeref kazandıran temel ilkelerimizi,
imani ve ahlaki değerlerimizi terketmemektir. Niteliksiz
kalabalıklarla, küresel ve yerel zalimlerin istekleri yerine getirilerek,
ilkeler feda edilerek belki marjinallikten kurtulmak mümkün
olabilir, ancak bunun Allah’ın rızâsına uygun bir amel ve itibar
kazandıran onurlu bir tutum olduğu söylenemez. Çünkü Kur’an
“izzetin, onurun, şerefin tamamının Allah’ın yanında olduğunu”108
açıkça beyan etmiş bulunmaktadır. O halde izzeti ve itibarı yanlış
yerlerde aramaktan Allah’a sığınmak lâzımdır.
108] 4/Nisâ, 139
İMAN
- 43 -
13- Müslümanların, şirk sistemini, müesseselerini, makamlarını
ve yöneticilerini gözlerinde büyütmeleri ve onlardan görecekleri
küçük bir ilgi ve itibardan çok fazla etkilenip onlara doğru
meyletmeleri, yahut da tersine bir baskı ve tehdit aldıklarında da
hemen kenara çekilmeleri, ortada görünmemeleri de, ibretlik bir
savrulma nedenidir.
14- İslâmî yöntemle, sünnetullah gereği toplumsal değişimle
İslâmî yönetime ulaşmanın çok uzakta görünmesi, uzun ve zorlu
bir yolculuğu gerektirmesi sebebiyle bir an önce bazı imkân ve
dünyevî başarılara(!) ve bu arada can ve mal riskinden de uzak
yöntemlere doğru eğilim gösterilmesi, fedakârlıktan nimetlere,
riskten ikbale doğru kaçışın da savrulmalarda önemli rolü olmuştur.
15- Ülke sorunlarına âcil çözüm getirmek isteyenlerin,
“Mâdemki şimdi İslâm’ın gelmesi mümkün değil, o halde yangını
söndürmek için mevcut şartlar içinde beşeri sistemler, modeller
çerçevesinde projeler üretmeliyiz” diyerek İslâmî olmayan çözüm
yollarının arkasına takılanlar,
16- Ekonomik sıkıntılar yaşayanların veya daha yüksek refah seviyesini
ve daha büyük zenginliği arzu edenlerin, ya da zenginliğine
zenginlik katma hırsı içinde olanların, özetle dünyevîleşenlerin,
ekonomik imkân vaadedenlerin, kredi ve ihale dağıtanların yanlarına
hem de az sayılmayacak sayılarla koşmaları da dikkat çekici,
ibret verici ve tarihi kökleri olan kadim bir savrulma nedeni olmayı
sürdürmüştür.
17- “Saray (devlet) ulemâsının” ve bugünün “MGK ulemâsının”,
“zâlim yönetime itaatin” gerekliliği hususundaki açıklamalarının
mevcut iktidarlara itaat bilincini oluşturması ve bu sapmanın sistem
tarafından sürekli beslenmesi, toplumun zulüm ve fitnenin
adresini hep dışarıda aramaya, “kendi zâlim ve kâfirlerini” hoş
görmeye alıştırılmış olmasının da genel anlamda savrulmaları kolaylaştırıcı
bir tesiri olmuştur.
18- Uzlaşmacı bir anlayışla sistemle şu ya da bu ortak paydada
buluşmak, resmi ideolojiden beratını tam anlamıyla ilan etmemiş
olmak ve bayrakçılık, vatancılık, Türkiyecilik, devletçilik, demokratlık,
ulusçuluk, muhafazakârlık vb. ulusalcı kirlilikler ve sağcı
eğilimler de hep bu kolay savrulmanın zeminini oluşturmuşlardır.
19- Bazı hayırlı gelişmelerin zamanı gelince kendiliğinden
meydana geleceğine yönelik sahte iyimserlik ve yanlış tevekkül
anlayışı da direniş azmini kırıcı, pasifize edici bir rol oynamış,
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 44 -
zaman zaman gündemleşen mevzii duyarlılıkların da kolayca sönmesinde
ve sürdürülememesinde önemli rol oynamıştır.
20- Zulüm ve baskılar karşısında ne yapması gerektiğinin araştırmalarına
yönelip, nasıl mücadele edeceğinin projelerini üretmek
yerine, hatta yeni hak ve özgürlük taleplerini dillendirmek
yerine, ne pahasına olursa olsun, mevcut kazanımları korumak
endişesi ile mevcudun üzerine kapanıp, eldekini de kaybetmemek
için pasifleşmek, geri çekilmek, suskun ve özür dileyici bir tavra
sürüklenmek de büyük bir zaaf oluşturmuştur.
Sonuç olarak, en başta imanda zaaf ve yetersizlik, niteliksizlik,
korkular, çıkarlar, fikrî ve zihnî karışıklıklar, çok yönlü pragmatizm,
ilkesizlik, acelecilik, çözümsüzlük kaynaklı bunalımlar, marjinallikten
ve riskten kaçış ve en son olarak da emperyalistlerin küresel
dönüştürme projelerine eklemlenmek gibi unsurlar bu büyük savrulmanın
sebeplerini oluşturuyor.
Bütün bu sorun ve zaafların temelinde aslında sahih bir İslâmî
bilgiye dayalı sahih bir imanın ve doğru, isabetli bir yönelişin nitelikli
ve derinlikli bir biçimde gerçekleştirilememiş olması yatmaktaydı.
Bir de bunun üzerine 28 Şubat’la daha bir sertleşip
keskinleşen düzenin otoriter, baskıcı tavrı eklenince büyük sapma
ve savrulmalar yaygınlaşabilmiş ve üstelik savrulanlar bu konjonktürel
baskıları da kendilerine mazeret kılabilmişlerdi. Sonuçta,
bazen korku ve endişe, bazen dünyevî güç ve imkânlara erişme
hesabı, bazen reddedilmeme, dışlanmama tam tersine itibar görme,
medyada yer alma beklenti ve telaşı, çoğu zaman da bütün
bu kaygı ve hesapların içiçe geçmesi neticesinde savunulan ilke ve
değerlere aykırı tutumlar gündeme gelebilmişti. Yıllarca savunula
gelen doğrular bir çırpıda terkedilebilmiş, adeta tevbekâr bir ruh
haliyle maziye tümüyle sünger çekilebilmişti. “Demokratik tevbe”
yapan itirafçı kimlikler, işte bu zaaflar sebebiyle meydanı doldurmuştur.
Savunulan doğruların pratiğe taşınması noktasında yaşanan
başarısızlıkların ve sahip olunan iddiaların gerektirdiği bedeli
göze alamayışın bir sonucu olarak; “zaten savunduğumuz şey
pek de doğru sayılmazdı” türünden bir inkârcı tutum içine girilebilmiştir.
Eksik ve zaaflarımızı gidermemize katkı sağlayacak,
sorunlarımızı çözerek, zaaflarımızı aşarak ileriye gitmemizi
sağlayacak bir öz eleştiri yerine, kendi zaaflarının faturasını
iman ettiği, değer, ilke ve yönteme kesip, gerisin geriye dönmek
zalimlerin bile alay etmelerine yol açan utanç verici bir vakıa
İMAN
- 45 -
olarak maalesef sıklıkla yaşanabilmiştir. 109
Diğer taraftan, komünizmin yıkılışı ve soğuk savaş döneminin
sona ermesi, dünya üzerinde pek çok değişimin de yolunu
açtı. İslâm’ın vahiyle belirlenen dünya görüşünün, ilkelerinin ve
sâbitelerinin bu değişimden etkilenmesi, şüphesiz ki mümkün
değildi. Her şeye rağmen İslâm, insanlığı kurtaracak tek ve sahici
mesaj olmayı sürdürüyordu. Hatta komünizmi ve kapitalizmi
üreten modern, seküler Batı paradigmasının çöküşü sebebiyle,
önü daha da açılıyor, bu sebeple de Batı telaşla İslâm’ı düşman
ilan etme yoluna gidiyor ve İslâm’ın önünü kesmeyi birinci mesele
haline getiriyordu. Ancak kimi Müslümanlar, Batıdaki bu
tür gelişmelerin, İslâm’a yönelik menfi propagandaların ve yeni
değişim rüzgârlarının etkisi altında kaldılar ve Allah’ın koruması
altındaki Kur’an’la belirlenen İslâm’ın da yeni şartlara göre değişmesi
gerektiği zehabına kapıldılar. Çünkü hedefledikleri İslâmî
sistemin kurulmasının çok uzakta ve zahmetli bir mücadele gerektirdiğini
farkettiler. Daha fazla beklemeye takatleri yetmedi,
bıktılar, yoruldular ve yılgınlığa, umutsuzluğa düştüler. Liberalizmin
dünyevîleşme eğilimlerini tahrik etmesi sonucunda da, ideallerini,
ilkelerini sorgulamaya ve terketmeye başladılar. Sonuçta
dünyevîleştiler ve geçmişte tercih ettikleri duruşu mahkûm ederek
yeni konumlarını meşrulaştırma kolaycılığına ve zilletine sürüklendiler.
Savrulanlar ile tevhidi çizgisini koruyanların aynı öbek içinde
varlığını sürdürmesi yeni savrulma ve dönüşümlere zemin hazırlıyor.
İşte yukarıda özetlediğimiz etkenlerin yönlendirmesi altında
tevhidî zannettiğimiz öbekler ya da bireyler oradan oraya savruluyorlar.
O kadar ki, onları izleyenlerin başını döndürüyorlar. Nedense,
büyük çoğunluk ilkeli, onurlu ve tavizsiz bir duruşu sürdüremiyor,
çok çabuk ve kolayca hat değiştirebiliyor. Üstelik bu
halden rahatsız da olmuyorlar. Tam tersine, kendi yeni konumlarının
Allah’ın dinine uygun olduğunu ispat etmek için, Allah’ın
âyetlerini yeni konumlarına uydurmak için eğip bükmeye çalışıyorlar.
Daha önce kendilerinin de savundukları vahyin ölçü ve ilkelerini
savunmayı sürdüren ilkeli Müslümanları ise, radikal, entegrist,
fundamentalist vb emperyalist jargonlarla suçlayıp, sert, sivri diye
damgalayıp karalamaya, işlevsizleştirmeye çalışıyorlar. Bize yönelik
eleştirilerde açıkça sövenlere, küfredenlere bile sessiz kalanlar
ise, bizim ilmî ve İslâmî ölçülere uygun ahlaklı eleştirilerimize bile
109] Rıdvan Kaya, Müstakim Olma Zorunluluğu, Haksöz Dergisi, Ocak 1999, Sayı 94.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 46 -
sert damgası vurmaktan çekinmiyorlar.
Savrulanların kimisi, muharref geleneğin hurâfelerini yeniden
keşfedip, Muhiddin-i Arabi’nin, Celaleddin-i Rumi’nin şirke ve
pornografiye bulaşmış düşüncelerinin propagandasını, vahdet-i
vücudu, bid’at ve hurâfeden arındırılması mümkün olmayan tasavvufu
sahiplenmeye ve savunmaya yöneliyorlar.
Kimisi de, modernitenin karşısında eğilerek sekülerleşmekten,
postmodernist rölativizmi (göreceliği), tarihselciliği, modern ve
post modern hurâfeleri İslâm’a ve Kur’an’a bulaştırmaktan çekinmiyorlar.
Kimileri de daha önce kara dediklerine “ak” diyerek laik demokratik
particilik alanında ikbal ve çıkar devşirme çalışmalarını
İslâmî göstermenin vebalini cüretkârca içselleştiriyorlar.
Üstelik tüm bu savrulmuş anlayışlarla, tevhidi düşünceye sadakatini
sürdüren Müslümanlar aynı grup çatısı altında birlikte
olmayı da sürdürüyorlar. İnandıkları gibi yaşamayanların, zamanla
yaşadıkları gibi inanmaları kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya
çıkıyor.
Savrulanların aynı grup içindeki varlığını sorunsuz bir biçimde
ve kanıksanarak sürdürmeleri, yeni savrulma ve dönüşümlerin
zeminini hazırlıyor. Bu yanlış tutum ve anlamsız birliktelik grubun
tamamını çürütücü bir risk taşıyor.
Tabii ki, savrulan, dökülen, imanına aykırı amellere yönelenler
için üzülmeli ve onların bu yanlıştan kurtulmalarına vesile olmaya
çalışmalıyız. Ama bu gidişatta ısrar edenler, hatta eski tevhidi çizgilerini
reddettiklerini açıklayarak yeni fikirleriyle gurur duyanlara,
yeni konumlarını İslâmî göstermeye ve başkalarına da bulaştırmaya
çalışanlara tavır koymalıyız. Tıpkı Rasûlullah’ın (s.a.s.) Kâ’b
bin Mâlik’e ve arkadaşlarına yaptığı gibi uyarıcı tavır koymalıyız.
Savrulmanın normalleşmesine, kanıksanmasına asla vesile olmamalıyız.
Ayakta kalanlar, ilkelerine, imanlarına sadık olanlar sayıca az
da olsalar, işte bunlar anlamlı ve değerlidirler. Ve ancak bunlar
sahih din anlayışının onurlu temsilcileri ve yeni umutların kaynağı
olabilirler ve ancak bunlar saygı ve itibara layıktırlar. İmanına
sadık nice az topluluk, Allah’ın yardımına müstahak olunca nice
çoğunluklara galip gelmişlerdir.
İMAN
- 47 -
Savrulanlara İtibarın Sürmesi Çok Önemli Bir Yanlışı
Oluşturmaktadır
Bu konudaki çok önemli bir yanlış da, savrulanlara bir bedel
ödetilmemesi, tam tersine önceki itibarın aynen sürmesi, hem bu
insanların savrulmalarına meşruiyet kazandırıp, kendilerini gözden
geçirmelerini ve düzeltmelerini engellemekte, hem Allah’ın
diniyle ilgili anlayışları bulandırıp tahrif etme rolü oynamakta,
hem de çürümenin yaygınlaşmasına ve yeni savrulmaların yaşanmasına
kapıyı sonuna kadar açık tutmaktadır.
Bu konudaki en büyük yanlış ise, dünyevîleşerek savrulanların,
geldikleri konumu Hak’tanmış gibi gösterme çabalarının yol
açtığı tahrifatın görmezden gelinmesi, ya da hoş görülmesidir.
Din konusunda yapılan yanlışların, tahrifatların hiçbir eleştiriye
tabi tutulmaması, şahsi sorunlarda ise aşırı tahammülsüz olunması,
Müslümanların “Abdülmuttalip mantığı”na sürüklendiklerini
göstermektedir.
Hiç kimse eleştiri yapmamakta, herkes dünyevî ilişkileri ve çıkarları
adına susmayı, birbirini idare etmeyi tercih etmektedir. Ve
bu tutum hem savrulan insana kötülük, hem kendi nefsine, hem
de Allah’ın dinine zarar vermek sonucunu doğurmaktadır.
Halka doğru din anlayışının ulaşmasını engelleyen tutumlara,
basit gibi görünenden başlayarak birkaç örnek verelim:
Laik Kemalist sistem uğruna ölenlere verilen “şehitlik” payesi,
Abant toplantıları ile tevhid dininde reform çabaları, Dinler
arası diyalog, Papalık, ABD, AB ve İsrail’le kurulan ilkesiz ilişkilerle
İslâmı “sekülerleştirme” “Protestanlaştırma” projelerine destek
verenleri abartılı yüceltmeler ve bu konularda eleştiri yapanları
mahkûm etmeler,
Vahdet-i vücud anlayışını yüceltenlere, propaganda edenlere,
tasavvufî önderlerin düşüncelerini propaganda edenlere karşı
gösterilen sessizlik ve dolaylı destek…
Bu tür anlayışların da İslâm’dan aldıkları doğru tarafları olabilir.
Nitekim vardır da. Ancak İslâm’a katılan pek çok hurâfeyi ve
tevhid akiesine aykırılıkları da barındıran bu tür yanlış din anlayışlarını
ve önderlerini yüceltmek, gündeme getirmek, üstelik bu
tür yanlışlarına vurgu yapmadan, yanlışlarını reddetmeden doğrularından
bahsetmek bile doğru değilken, yanlış düşünceleri bile
önemli görülüp, tevil edilerek ya da tevil dahi edilmeden anlatılıyor
ve savunuluyorsa bu tutum İslâm’a zarar vermek demektir.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 48 -
Hem de kim yaparsa yapsın. Hatta doğruları çok olup, kendilerine
güvenilenlerin yapması çok daha fazla zarar verecektir.
Mekke müşrikleri de putları kendilerini Allah’a yaklaştırması
için vesile kıldıklarını söylerken,110 bugün bunların yerine şeyhleri
üstadları ya da onların kabirlerini vesile kılanların yanlış din anlayışlarına
neden sessiz kalınır?
İslâm’ı ve Müslüman halkları sekülerleştirme çabası içinde
olan, Batının ürettiği seküler değerleri evrensel sayan ve pozitif
insan hakları hukuku ile dini öğreti arasında bir çelişki olmadığını
iddia ederek Allah’ın dinine iftira edenlere hiçbir eleştiri yapmadıkları
gibi, bu tür çevrelerle birlikte iş yapmayı sürdürenlerin ve
böylece onlara meşruiyet kazandırmaktan çekinmeyenlerin tutumu
da ibret vericidir.
Bir hadisi çarpıtarak “Devlet gemisini gözümüz gibi korumalıyız”
diye yazı yazan İlâhiyatçı profesörü kimse eleştirmedi.
Allah’ın muhkem âyetlerine rağmen “İslâm’a göre mü’minlerin
kâfirlerle velâyet ilişkisi kurması mümkündür” diye yazan yazarı
kimse eleştirmedi. Eleştirenler ise hep sert ve sivri olarak suçlanıp
engellenmek istendi.
İslâmî camia olarak nitelendirilen alanda çıkarılan bunca dergi
ve gazetede yazı yazanların, birçok İslâm’a aykırılıklar da aynı yerlerde
İslâm adına yazılıp çizildiği halde, bugüne kadar birbirlerine
emri bil maruf nehyi anil münker sorumluluğunu, görevini yerine
getiren, ilmi eleştiri yapan bir tek yazar gördünüz mü?
Müslüman olduğundan beri, İslâm’ı babasından miras olarak
almamış, doğrudan Kur’an’dan ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) sahih sünnetinden,
güzel örnekliğinden almanın sağladığı furkan etkisiyle,
bu görevi gücü ve kapasitesi yettiğince Allah rızâsı için yerine getirmeye
çalışan yazar ve âlimler sürekli tepki alıyor. Netliği sertlikle
karıştıranlara, “söylediklerin doğru, ama üslûbun sert!” diyenlere,
sert olan yeri gösterin” denildiğinde çoğu kez gösterememektedirler.
Aslında takip edilen çizgiye esasta karşı olanların sertlik
suçlaması ise zaten bir bahaneden öte gidememektedir. “Yumuşak
eleştiri yapanı gösterin de onu örnek alalım” denildiğnde ise,
tek bir örnek gösterememenin sıkıntısı içine düşmektedirler.
Çeşitli hurâfeci cemaatlerin, birbirlerine karşı kullandıkları
üslûbu, hakaretleri, internet sitelerinde, CD savaşlarında, dizi
filmlerde birbirlerini aşağılayıcı, tekfir edici içeriği görmezden
110] 39/Zümer, 3
İMAN
- 49 -
gelenlerin; muvahhid dâvetçilerin bu çevrelere yönelik ilmî ölçüler
içinde ve delile dayalı eleştirilerini sertlikle yaftalayıp mahkûm
etmeye kalkışmalarını iyi niyetle bağdaştırmak mümkün mü?
Son Yüzyıla Damgasını Vuran İman Konusundaki
Sapma
Aslında bu sonucu doğuran sebeplerden biri de, iman konusunda
yaşanan ve özellikle Türkiyeli Müslümanlar olarak son yüzyılımıza
damgasını vurmuş olan çok önemli bir sapmadır.
Kimi bireylerin, bir topluluk olmayı hiçbir zaman başaramayan,
ateist eğilimlere sahip olmaları abartılarak çok yaygın gibi
gösterilmiş ve buna karşı mücadele öne çıkarılıp Allah’ın varlığını
ispat gündemde tutulmak suretiyle, tevhidin tebliği ihmal edilmiştir.
Bu sebeple, şirke bulaşmış kitap ehliyle sanki çok büyük bir
ortak payda varmış gibi gösterilerek ateizme karşı ittifak arayışlarına
gidilmiştir.
Bu yanlış tespite dayalı yanlış tutum, İslâm’ı tebliğ mücadelesinde
sapmalara ve sonuçta şirkin devre dışı bırakılmasına, görmezden
gelinmesine, mazur görülmesine, tevhidî mücadelenin
gündemden düşürülmesine yol açmıştır.
Allah’ın varlığına inanıp, kimi parça ibâdetleri şeklen yerine
getirenlerin de mü’min ve Müslüman kabul edilmesi sonucunda,
onlara ve şirke bulaşmış yanlış inançlarına eleştiri yöneltip Tevhidî
imana davet edenlerin ise kınanmasına, tekfirci olarak suçlanmasına
zemin hazırlanmıştır.
Cebriyecilik, kaderiyecilik gibi tarihî kökleri de olan, imanla
ameli ayıran, insanların sadece iman ettin demekle kurtulabileceklerini
iddia eden yanlış anlayışlar, 20. yüzyılda emperyalizmin
istekleri doğrultusunda yönlendirilmiştir. Özellikle “mutlak küfür”
olarak nitelenen “komünizme” karşı yeşil kuşak projesi çerçevesinde
yönlendirilen bu anlayışla sol ve komünizm düşman ilan edilirken,
sağ ve kapitalizm dost kabul edilmiştir. Solcular dışlanırken
sağcılar ve kapitalistler Müslüman kabul edilmiştir. Böylece din
adına kapitalist emperyalizme, NATO ve ABD projelerine hizmet
edilmiştir. Ve halen de aynı anlayış, yeni bir formatla ve bu sefer
“dinler arası diyalog” çerçevesinde, emperyalizme suna geldiği
hizmetini sürdürmektedir.
Bugün uygulamaya konan küresel dönüştürme projeleri dikkate
alındığında bu anlayış geçmişe nazaran daha büyük zararlar
vermektedir.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 50 -
Bir de “post modern” yaklaşımla ortaya atılan “hakikatin tek
olmadığı” düşüncesi de bu tür savrulmaların, her türlü inanç ve
düşüncenin meşru görülmesine, İslâm adına her söylenin doğru
olduğuna dair sapmanın yaygınlaşmasına katkıda bulunmuştur.
Bunlara göre mutlak hakikat Allah nezdindedir. Yeryüzünde mutlak
hakikat yoktur. Hakikat zannedilenler aslında hakikatin farklı
fenomenlerinden, tezahürlerinden sadece biridir. Bu sebeple
“kesrette vahdet”, “çokluk içinde birlik” gibi ifadelerle izah edilmeye
çalışılan bu düşünceye göre, hakikate ulaşabilmek için onun
yeryüzündeki bütün tezahürlerini kucaklamak gerekir. Böylece
sadece İslâm adına ortaya çıkan hurâfelerin değil, İslâm dışındaki
bütün dinlerinde hakikatin fenomenleri, görüntüleri olduğu ve
hatta bütün dinlerin kurtuluşa çıkaracağı iddia edilebilmiştir. Sonuçta
kendini İslâm’a nispet eden her akımın, bu arada her türlü
bid’atçı ve hurâfeci anlayışın da İslâm ve bunlara inananların Müslüman
olduğunun iddia edilebilmesi kolaylaşmıştır.
Rölativizm (görecelilik) de doğrunun tek olmadığı, herkesin
kendine göre doğrusunun farklı olabileceği, dolayısıyla herkesin
Kur’an’ı ve İslâm’ı farklı algılayabileceği, İslâm anlayışlarının farklı
olabileceği gibi sâbite kabul etmeyen anlayışlar da bu yanlışın
yaygınlaşmasını desteklemiştir. Böylece şirk diye bir şey kalmamış,
tevhidi tebliğ etmek, ma’rûfu emretmek, münkerden nehyetmek
de anlamsızlaşmıştır. Çünkü herkesin İslâm’ı, ma’rûf anlayışı, münker
anlayışı farklı ve hepsi de doğru kabul edilince bu tür bir sapma
kaçınılmaz sonuç ortaya çıkmıştır.
Hâlbuki bütün Peygamberler, şirke karşı tevhid mücadelesini
gündemleştirmişlerdir. Allah’ın varlığını ispat gayreti hiçbir Peygamberin
yolu olmamıştır. Çünkü ateizm insanlık tarihi boyunca,
hiçbir zaman bir ümmet, bir cemaat, bir topluluk olma boyutlarına
ulaşamamıştır. İnsanların büyük çoğunluğu hep Allah’ın, bir
yaratıcının varlığına ve evreni yönettiğine iman etmişlerdir. Bu
hem fıtratın yönlendirmesi ve akl-ı selimin gereğidir. Hem de kevni
âyetlerle ilgili gözlemlere dayalı düşüncenin doğal bir sonucudur.
Bu sebeple, tarihin hiçbir döneminde ateizmle tevhid dininin,
dinsizlikle dinin mücadelesi sözkonusu olmamıştır. Ali Şeriati’nin
de isabetle tespit ettiği gibi bütün Peygamberlerin ve izinde gidenlerin
mücadeleleri, hep şirk dinine karşı tevhid dinini üstün
kılma mücadelesi olmuştur.
“Andolsun ki Biz, ‘Allah’a kulluk edin ve Tâgut’tan sakının (kaçının)’
diye (emretmeleri için) her ümmete bir peygamber gönderdik. Allah,
İMAN
- 51 -
onlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı da sapıklığı
hak ettiler. Yeryüzünde gezin de görün, inkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur!”
111
“Senden önce hiçbir rasûl göndermedik ki ona: “Benden başka ilâh
yoktur; şu halde Bana kulluk edin” diye vahyetmiş olmayalım.” 112
Allah Kur’an’da, tek tek Peygamberleri sayarak, onların kavimlerine,
“Allah’tan başka ilah yoktur, o halde sadece O’na kulluk edin”
diyerek tevhide çağırdıklarını beyan etmektedir. Peygamberler,
insanları, Allah’ın varlığına inanmaya değil, zaten inandıkları ve
bazı alanlarda da kendisine ibâdet ettikleri Allah’a eş koşmaktan
arınmaya, Allah’ı ulûhiyette, rubûbiyette ve isim, sıfat ve fiillerinde
birlemeye, tevhid etmeye çağırmışlardır.
İblis’in tutumu bile bu konuda uyarıcıdır ve Tevhid-Şirk mücadelesinde
asıl tehlikenin yönü hakkında ipucu vermektedir. Şeytan
bile Allah’ın zati varlığını inkâr etmemekte hatta O’na dua etmektedir.
Ancak şeytanın bu zorunlu pazarlıklı teslimiyeti onu ve
takipçilerini müşrik olmaktan kurtarmamaktadır. (İblis dua ederek
Allah’tan kendisi ve askerleri şeytanlar için Kıyamete kadar insanların
imtihanında fitne olma izni almıştır.) 113
Müşrik Araplar da Allah’ı bütünüyle reddetmemekte, O’nu
yaratan, öldüren, rızık veren, belalardan koruyan, evreni yöneten
olarak kabul etmektedirler. Fakat O’nun, çeşitli alanlarda özellikle
de hayatın düzeninde bu egemenliğini paylaştığı ortaklarının
olduğunu iddia etmektedirler. Allah’ın çeşitli ilâhlar, rabler, veliler,
niddler, şahitleri ortak olarak edindiğini iddia ederler.
“Onlar Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere
tapıyorlar ve: ‘Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’ diyorlar.
De ki: ‘Siz Allah’a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?
Hâşâ! O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir.” 114
“İlâhları, tek ilâh mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir şey!’ dediler. Onlardan
ileri gelenler: ‘Yürüyün, ilâhlarınıza bağlılıkta direnin, sizden
istenen şüphesiz budur. Son dinde de bunu işitmedik. Bu, ancak bir
uydurmadır.” 115
“Andolsun ki, onlara ‘gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan; “Onları
şüphesiz güçlü olan, her şeyi bilen Allah yarattı” derler… Allah’ı bırakıp
111] 16/Nahl, 36
112] 21/Enbiyâ, 25
113] 15/Hicr 35-36
114] 10/Yunus 18
115] 38/Sad 5-7
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 52 -
da taptıkları putlar, şefâat edemezler. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler
bunun dışındadır. Andolsun onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan
elbette “Allah” derler. O halde nasıl (Allah’a kulluktan) çevriliyorlar?
(Rasûlullah’ın:) “Yâ Rabbi! Bunlar, iman etmeyen bir kavimdir” demesini
de (Allah biliyor).” 116
Ateizm (tamamıyla yaratıcıyı inkâr etmek), yeryüzündeki adâlet
cihadında sahte bir hedeftir. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük zorbaları,
diktatörleri bile yaratıcılık iddiasında bulunmamıştır. Meselâ
Firavun sıkışınca, zorda kalınca Allah’a teslim olmuştur. Fakat bu
teslimiyet icbara tabi tutulmayan özgür bir irade ile olmadığından
değersizdir. Çünkü Allah’ın bağışladığı olanaklar, istikbâr ahlakını
tercih etmekten dolayı heder edilmiş, Rabbimizin dünyadaki egemenlik
alanına küstahça girilmiş ve bu tavır ölüm ânına kadar sürdürülmüştür.
İman tercihini tam yapmak gerekir. 117
Firavun’un, Yüce Allah’ı hayatın belli merkezlerin kovma girişimi;
günümüzde sekülerizm ve laiklik silahlarıyla yapılmaya çalışılmaktadır.
Bu iki kavram ile Rabbimizin gönderdiği Din’in şeriatını
siyasal, toplumsal ve kamusal alanlardan kovma mücadelesi verilmekte,
hannâslar’ın dili ile kalplere Rabbânî gerçeklerden şüphe
duymayı ilham eden vesvese malzemelerinin harcı karılmaktadır.
Bu vesile ile hakikati bulandıran fitne tohumları cahiliyye bataklıklarında
büyütülmektedir.
Kur’an itikadına göre bir insan icmalen iman ettiğini izhar
etse, bazı ibâdetleri de yerine getirse, hayatın rengini belirleyen
toplumsal ilişkilerin temel ölçülerini, siyaset, ekonomi ve ahlâkın
ilkelerini hâkimiyetinde ortak tanımayan Allah’tan başka bir gücün
değer yargılarına göre düzenlemeyi savunsa müşriktir. Bütünlükten
yoksun bir soyut iman iddiası, sözde sâlih amellerin değerini
sıfırlamakta, bütün artıları eksiye çevirmektedir. Çünkü Allah
ile indirdiği şeriatının bazı unsurları üzerinde pazarlığa girişmek
şirktir
Tevhid inancının önündeki en büyük engel; insanın kendini
kendine yeterli görüp, hak etmediği, gurura dayalı bir özgüvenden
dolayı ilâh olarak hevâsına güvenmesidir. Gurura kapılmanın,
kula yakışan tevâzuyu terketmenin, beşerî değerleri kutsamak olduğu
gerçeğine işaret eden bazı âyetler için bk. 3/Al-i İmrân, 103;
8/Enfâl, 24, 63; 9/Tevbe, 40; 28/Kasas, 68; 53/Necm, 24; 67/Kalem,
38-40.
116] 43/Zuhruf, 9, 86-88
117] 17/İsrâ, 67; 22/Hacc, 11; 29/Ankebut, 69; 31/Lokman, 32
İMAN
- 53 -
“Kalpler, ancak Allah’ın zikri ile huzura erecektir.”118 hakikatine uygun
davranan mü’minler, hakkanî değerlerle nefsin olumsuz tutkuları
olan hevâ (fucur) arasında doğru tercihi yapmış olmanın
sükûneti içindedirler. İman ile gelişen selim akıl, yaratılıştan gelen
Rabbânî değerlere bağlanabilme yeteneklerini de kullanarak
geçici bedensel arzuların baskısından kurtulup mutmain olma
imkânı vermektedir.
Hevâsına uyanlar ise, insanın yaratılıştan gelen dur durak bilmeyen
arayış gerilimini asla dindirmeyecek sahte isteklerin ardında
hayatlarını heba etmektedirler. Bedensel arzuların cazibesine
kapılarak Ateş’e sürükleyici arzuların peşinden sürüklenmektedir.
Böylece insanı huzura ulaştıran imanın meyvelerinden mahrum
kalmaktadırlar.
Bu durum hevâsının tutkularının ardından biteviye koşanlarda
huzursuzluk ve gerilime yol açmaktadır. İşte manevi dünyası
fırtınalı böylelerini Rabbimiz, Kitabında “köpek gibi” davranmakla
suçlamaktadır. “Biz eğer dileseydik onu âyetlerimizle yüceltir, üstün
kılardık. Fakat o, hep dünyaya sarıldı ve yalnızca kendi arzu ve heveslerinin
(hevâsının) peşinden gitti. Bu bakımdan, böyle birinin durumu, kışkırtılan
bir köpeğin durumu gibidir. Öyle ki, onun üzerine korkutup varsan
da dilini sarkıtıp hırlar, kendi haline bıraksan da...” 119
İnsan hareket ve davranışlarına etki etmeyen bir Allah inancının
varlığı ile yokluğu birdir. Tevhid akidesinden yoksun bir alan
takdir etmek neticede iki alan tasavvur etmeye götürür. Birinde
Allah’ın hâkim olduğu, diğerinde insanın ürettiklerinin hâkim olduğu
iki alan. Böyle bir ilah, hâkimiyetini paylaşan, söz geçiremeyen,
niçin yarattığı belli olmayan, yer yüzündeki egemenliğini
zâlim sultacılara bırakan bir ilahtır ki, Allah böyle tasavvur edilmekten
müstağnîdir.
İşte, bu Kur’ânî ve peygamberî mücadele ve tebliğ hattı,
tevhid-şirk eksenli mücadele çizgisi terkedilerek, Allah’ın varlığına
inanan şirke bulaşmış inanç sahipleri de -ki bunlar hep geniş
kitleleri oluşturmuşlardır- hak gibi kabul edilince, Hak-bâtıl ayrım
çizgisi ateizmin yanından çizilince, tevhid mücadelesi anlamını yitirmiş,
Allah’ın varlığını ispat mücadelesi tevhid mücadelesi gibi
algılanmıştır. Bu sebeple şirke bulaşmış geniş kitleleri Müslüman
sayan anlayış, tevhidî dâveti gündemleştirmek isteyenleri de hep,
“sert”, “sivri”, “aşırı uç”, “marjinal” ve “tekfirci” gibi yaftalarla
karalamak yoluna gitmiştir.
118] 13/Ra’d, 28
119] 7/A’raf, 176
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 54 -
Sonuçta Allah’a inanan ve ben “Müslümanım” diyen herkesi
Müslüman sayan yaygın anlayış, tevhidi bilince ulaşmanın önünü
tıkayan en büyük engeli oluşturmuştur. Böylece tevhide aykırı
tutumlar, hurâfeci din anlayışları meşrulaştırılırken, tevhidî duruş
ve dâvet, emr-i bi’l-ma’rûf mahkûm edilmeye, radikalizm, aşırılık
olarak yaftalanıp kınanmaya başlanmıştır.
Tevhidî kimi öbekler de işte bu yaftalanmadan kurtulmak ve
yanlış din anlayışına sahip geniş kitlenin tasvibini alabilmek için,
şirke bulaşmış, bid’atçı, hurâfeci anlayışlara prim veren onları
meşru sayan konumlara doğru sapmışlardır.
İşte Bu Tehlikeli Gidiş, Mutlaka Engellenmelidir.
Emr-i Bi’l-Ma’rûf ve Nehy-i Ani’l-Münker’in Terkedilmesi,
Hatta Kınanması Savrulmaları Yaygınlaştırıcı Rol Oynamıştır.
Münkerin yaygınlaşması, yanlış din anlayışlarının İslâm’danmış
gibi sunulması, buna rağmen ıslah edici bir çabanın gösterilmemesi,
üstelik sadece birkaç kişinin gösterdiği bu tür çabaların ise
kınanması ve engellenmeye çalışılması büyük bir vebal ve tehlike
oluşturmaktadır.
Hâlbuki Peygamberlerin pratiğinde yanlış din anlayışlarını ıslah
ve emri bil maruf çok önemli bir yer tutmaktadır. Kendilerini
hak dinden sayanların yanlış anlayışları cepheden hedef alınmış
ve dışlanmış, hatta aşağılanmıştır.
Evet, bir yandan egemen sisteme ve cahili yapıya siyasal ve
sosyo ekonomik eleştiriler ve tavırlar geliştirilirken, diğer yandan
yine ilk âyetlerden itibaren içinde yaşanılan toplumun, hem de
hak din zannı ile tabi oldukları yanlış din anlayışları da açık ve net
eleştiri ve tavırlardan nasibini almıştır.
74/Müddessir, 18-19: Vahyî mesajın önerdiği muhkem doğrular
karşısında teslim olmayan, demagoji yaparak lafı eğip büken
kişilere tavır konulur.
81/Tekvîr, 8-9: Kız çocuklarını diri diri gömen sapkın inanç ve
uygulamalar dışlanır, kınanır.
74/Müddessir, 43-48: Namaz kılmamaları, yoksulu doyurmamaları
(Batıla) dalanlarla beraber dalmaları, ceza gününü yalan
saymaları, şefaatçilerinin şefaatleri ile kurtulacaklarına inanmaları
eleştirilir.
53/Necm, 19-23: Allah’ın haklarında hiçbir delil indirmediği Lat,
Uzza, Menat veya toplum vicdanında yer etmiş olan diğer putlar
İMAN
- 55 -
kınanmakta, bunların ancak zan ve hevânın ürünleri olduklarının
altı çizilmekte, yanlış din anlayışına cepheden saldırılmaktadır.
53/Necm, 26: Allah’ın izni dışında şefaatin fayda vermeyeceği,
yanlış din anlayışında önemli yer tutan ve insanları rehavete sürükleyen
şefaat anlayışının batıl olduğu vurgulanmaktadır.
38/Sâd, 6-7: Gelenekle intikal eden “Atalar dinine” sahiplenenler
eleştirilir ve azapla tehdit edilir.
7/A’râf, 28, 33: Atalardan intikal eden, hem de “Allah böyle
emretti” denilerek yapılan çirkinlik, kötülük ve günahlar, din adına
da yapılsa, bunların Allah’ın dininde bulunmadığı ve Allah’ın
böyle şeyleri emretmeyeceği zikredilerek, aşağılanır, reddedilir
ve bu yanlış din anlayışının şirk olduğu vurgulanır. (Bugün de
İslâm’da olmayan pek çok bid’at ve hurâfe Allah ya da Rasûlü böyle
emretti denilerek dinin içine sokulmuştur.)
7/A’râf, 38-39: Topluma yanlış din anlayışları ve uydurma ilahlar
üreten samiri konumundaki önderlerle, sorgulamadan onları
takip edenlerin acı akıbetine dikkat çekilerek, bu kesimler uyarılır.
7/A’râf, 188: Gaybı bilme iddialarına çok net cevap verilmekte
ve gaybı sadece Allah’ın bildiği vurgulanmaktadır.
7/A’râf, 191-198: Allah’tan başka ilah edinenlerin acizliği, Bu
uydurma ilahların zarar ya da fayda vermeye güçlerinin yetmeyeceği,
ne arkalarından gidenlere ne de kendilerine yardım edemeyecekleri,
veli edinilmesi gerekenin ancak Allah olduğu, onların
da yaratılmış oldukları ve Allah’a eş koşulamayacakları, onların da
bizler gibi kul oldukları vurgulanır.
Görüldüğü üzere yine Mekke döneminde ve ilk surelerden itibaren,
egemen sisteme ve onun haksızlık zulüm ve ifsadına karşı
tavır koymanın, başta akidevi olmak üzere, siyasi, sosyal ve ekonomik
konularda eleştiri ve tavırlar geliştirmenin yanında, aynı
zamanda toplumun “Allah’ın dini”, “İbrahim dini” (İslâm) adı altında
da olsa sahip oldukları hurâfeler yanlış din anlayışları temelden
eleştiriye tabi tutulur ve tabiri caizse yerle bir edilir, aşağılanır,
küçümsenir ve dışlanır. Hatta bu eleştirilerde bugün bazılarının
sık başvurdukları eleştiri amaçlı nitelemeyle, üslup zaman zaman
“sertleştirilir.”
Allah’ın ve Peygamberlerinin, yanlış din anlayışlarını üretip
yaygınlaştırarak dinde tahrifat yapanlara ve bu tür muharref düşüncelere
tabi olanlara yönelik üslûbu da gerçekten dikkat çekicidir.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 56 -
Bugün de birçok yanlış inanış İslâm adına ortaya konduğu
halde kimse bunları eleştirmeye, yanlış din anlayışlarına doğru
savrulanları uyarmaya teşebbüs etmiyor, emri bil maruf yapmıyor,
yapanlar ise kınanıyor ve münker giderek yaygınlaşıyor. Maruf ve
Münkerin herkese göre farklılığı iddiasıyla bu sorumluluğun yerine
getirilmesi engellenmektedir.
Hâlbuki, ma’ruf ve münkerin ne olduğunu Kur’an ve sahih sünnet
belirlemekte, bize de bu ölçüleri birbirimize hatırlatıp, uyarmak
görevi verilmiş bulunmaktadır. Üstelik bizim eleştirdiğimiz
konular da, yorum alanına girmeyen, dinimizin sâbiteleri alanına
dâhil olan hususlardır. Sâbitelerin varlığına inanmamız, değişime
kapalı dogmatik tutum olarak nitelenip mahkûm edilince, rölativizm
esas alınınca “emri bil maruf” da anlamını kaybetmektedir.
Çünkü sâbite yoksa, rölativizm (izafilik-görecelilik) esas alınarak,
herkese farklı şeyler söyleyen bir Kur’an anlayışına savrulunmuşsa,
o zaman kimsenin kimseye “emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’lmünker”
yapma imkânı kalmaz. Çünkü ortak bir Kur’an ve İslâm
anlayışı, ortak bir maruf ve münker tanımlaması yoktur.
İslâmî hayat tasavvurunda, şüphesiz ki, öncelik insanın kendi
nefsini vahyin ölçüleriyle ıslah edip Kur’an’la ahlâklanmasındadır.
Bu sorumluluğunu her Müslümanın süreklilik arz eden bir biçimde
yerine getirmesi kulluk görevidir. Ancak süreklilik arz etmesi
gereken bu sorumluluğun yerine getiriliyor olması, bu süreçte
gördüğü bir münkerden kardeşini men etme sorumluluğunu, asla
ertelemesini gerektirmez. Çünkü kulluk bütünü içinde yer alan
bu sorumlulukların tümünün erteleme kabul etmez bir süreklilik
içinde yerine getirilmeleri gerekir.
Bazıları bizi “entegrist” olarak suçlasa da, onlara da rağmen,
hepimizi bağlayan ve kıyamete kadar geçerli olan mutlak doğruların
varlığına inanmak zorundayız. Dinimizin sâbitelerinin varlığına
ve değişmezliğine inanmak mecburiyetindeyiz. Tevhid inancımız
gereği hayatın hiçbir alanı Allah’tan ve Allah’ın dininden
soyutlanamaz. Dinin sâbitelerini teşkil eden bu muhkem hükümler
dışındaki yoruma açık alandaki farklılıkların ise hoş görülmesi
gerekmektedir. Yorum alanında, hiçbir düşünceyi hiç kimseye dayatmamalıyız,
böyle bir tutumu da hiçbir zaman onaylamadık. Bu
bağlamda, hayatın bütün alanlarını düzenleyen dinimizin temel
ilke, değer ve ölçülerine aykırılık yapanlara, üstelik bu yaptıklarının
İslâm’a da uygun olduğunu iddia ederek en büyük iftiraları
Allah’ın dinine yapmaktan çekinmeyenlere, “emr-i bi’l-ma’rûf”
görevimiz gereği eleştiriler yapmanın önemli bir sorumluluk olduğunu
kabul etmeliyiz.
İMAN
- 57 -
Mü’min insanların Allah’a teslim olmalarının ve imanlarının
kaçınılmaz bir gereği olarak Allah’ın ve Rasûlünün verdiği hükümleri
aynen kabul etmeleri şarttır. Din konusunda Allah ve Rasûlü
bir hüküm vazetmiş ise mü’min kadın ve erkeklerin bunun dışında
bir tercih haklarının bulunmadığı Kur’an’ın değişik âyetlerinde
açık ve net bir biçimde ortaya konmuştur.120 Allah ve Rasûlüne
inanıp, şeriatıyla amel etmek maruf, Allah’a şirk koşmak, peygamberi
yalanlamak ve nehyettikleriyle amel etmek veya Allah’ın
kerih gördüğü veya yapılması hoş olmayan işler ise münkerdir.121
Kur’an ve sünnetin yapılmasını emrettiği şeylerin yapılması gerekir.
Ve bunlar maruftur. Kur’an ve sünnetin nehyettiği yasakladığı
şeylerin de yapılmaması gerekir. Ve bunlar da münkerdir.122 Ayrıca
bunlara ilaveten ve nasslara aykırı düşmemek kaydıyla, toplumda
hayırlı, adil, doğru, iyi, faydalı, temiz ve değerli olarak bilinen her
şey maruf, Kur’an ve sünnette yasaklanan, toplumda şer, zulüm,
batıl, fâsid ve kötü olarak bilinen her şey de münkerdir.123 “Emr-i
bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker”; Kur’an’da ve sünnette üzerinde
önemle durulan ve mü’min kadın ve erkeklere ısrarla yüklenen
son derece ciddi bir yükümlülüktür. Mü’minler bu yükümlülüğün
gereğini maruf olanı emretmek, münker olandan da nehyetmek
sûretiyle yerine getirmekle emrolunmuşlardır.
“Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker” ifadesi pek çok
âyette geçmekte olmasına rağmen doğrudan emir veya nehiy
biçiminde geçen şekli Lokman’ın (a.s.) oğluna tavsiyeleri arasında
yer almaktadır: “Ey oğlum, dosdoğru namaz kıl, maruf olanı emret,
münker olandan sakındır ve sana isabet eden (musibetler)e karşı sabret,
çünkü bunlar azmedilmesi gereken işlerdendir.”124 Görüldüğü gibi
Allah’ın bazı âyetlerde, önemine binâen birlikte zikrettiği namaz
ve sabrın arasına yerleştirilerek emredilen bu yükümlülüğün de
tıpkı namaz ve sabır gibi azmedilmesi gereken işlerden olduğu
vurgulanmaktadır. Ayrıca, iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmanın
öyle kolay bir şey olmadığı, bu sebeple bu görevi yerine
getirenlerin başlarına bazı musibetlerin gelebileceği ikazı da
yapılmaktadır. Emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker görevi oto
kontrol ve özeleştiri için tüm mü’min kadın ve erkeklere,125 ümmetin
birliği ve helaktan kurtuluşu için hiç olmazsa ümmet içinde
120] 33/Ahzâb, 36
121] Yard. Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur’an-ı Kerim’de Maruf ve Münker, Ravza Yay.
Sayfa 34
122] İzzet Derveze, et-Tefsirul-Hadis, c. 7, 137
123] İzzet Derveze, a.g.y.
124] 31/Lokman, 17
125] 9/Tevbe, 71
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 58 -
bir topluluğa,126 tüm insanlığın uyandırılması için İslâm ümmetine127
ve ilâveten İslâm devletine128 yüklenen, çeşitli âyetlerde tüm
bu kesimlere ciddiyetle hatırlatılan çok önemli bir görevdir. İbn-i
abbas’ın nakline göre Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle dediği rivâyet
edilmektedir: “…iyiliği emredip kötülükten yasaklamayan bizden değildir.”
129
Bir toplumun kurtuluş veya helâkini tayin edecek kadar önemli
olan “emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker”, ma’rûfu temsil
eden ıslah edicilerin yani mü’minlerin hayatlarının vazgeçilmez
bir parçasıdır. Yapmaları gereken en sürekli işlerdendir. Namaz ve
sabırla birlikte en çok ısrar edilmesi gereken ibâdetlerin başında
yer almaktadır. Günümüzde “emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i anil-münker”
yapmak, küçümsenen, dışlanan, suçlanan, hatta alaya alınan
bir konuma düşürüldü. Allah ve Rasûlünün, ısrarla, ciddiyetle ve
büyük bir önemle yapmamızı istedikleri bu görevin yerine getirilmesi
bazı Müslümanları rahatsız ediyor. Bu önemli görevin ifa
edilmesi engelleniyor, bu sorumluluğu yerine getirenler kınanıyor.
Hâlbuki böyle yaptıkları, birbirlerini münkerden nehyedip,
ma’rûfu emretmedikleri için, İsrail oğulları toptan lanetlenmişlerdi.
“İsrailoğullarından inkâr edenlere, Dâvud ve Meryem oğlu İsa diliyle
lânet edilmiştir. Bu isyan etmeleri ve haddi aşmaları nedeniyledir. Yapmakta
oldukları münkerlerden birbirlerini sakındırmıyorlardı, yapmakta
oldukları şey ne kötü idi” 130
Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır;
“Allah Teâlâ bütün halka, birkısım insanların yaptıkları (kötülük) münker
yüzünden azab etmez. Ancak aralarında kötülüğü görüp ve onu ayıplamazlarsa,
nehyetmeye güçleri yettiği halde bunu yapmazlar ise, böyle
yaptıkları zaman, Allah hepsini mahveder.”131 Bir toplum içinde, ellerinde
imkânlar olduğu halde, sırf bazı insanlarla iyi geçinmek, bu
insanların tepkilerini çekmemek için veya bazı dünyevî çıkarlar,
hesaplar uğruna, münker işleyenleri, Allah’ın dininin muhtevasını
saptırmaya sebep olanları, hak adına batıl söz ve eylemleri icra
edenleri eleştirmekten, “emr-i bil maruf nehy-i anil münker” den,
yani ıslah edici fonksiyon ifa etmekten kaçınanlar, hem kendilerinin
hem de tüm toplumun helâkine katkıda bulunuyorlar demektir.
Rasûlullah (s.a.s.) bu görevin önemine ısrarla dikkat çekmektedir.
“Abdullah b. Mes’ud’un rivâyetine göre de Hz. Peygamber
126] 3/Âl-i İmran, 104
127] 3/Âl-i İmran, 110
128] 22/Hacc, 41
129] Tirmizi, Birr 15
130] 5/Mâide, 78-79
131] Mevdudi, İslâmî Kavramlar, Pınar y., 2. baskı, sayfa 99
İMAN
- 59 -
(s.a.s.): “İsrail oğullarının ilk eksikliği şöyle olmuştu” diye buyurduktan
sonra “birileri münker işleyen birini ilk gördüğünde ona bunu yapmasının
helâl olmadığını söylerdi. Ertesi gün o kimseyi aynı halde görmesine
rağmen oturur, onunla yer, içerdi. Bunun üzerine Allah kalplerini birbirine
çarptı.” Daha sonra Hz. Peygamber Mâide sûresini 78. âyetin başından
81.âyetin sonuna kadar okudu ve şöyle buyurdu: “Allah’a
yemin ederim, ya iyiliği emreder kötülükten alıkoyar, kötülük işleyenin
Hakkın dışına çıkmasına fırsat vermezsiniz. Ya da Allah sizin de kalplerinizi
birbirine çarpar. Onları lânetlediği gibi sizi de lânetler.” 132
Düşünebiliyor musunuz, “emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’lmünker”
yapmak bile yetmiyor! O kişiler işledikleri münkerden
vazgeçmedikçe, onlarla birlikte oturmak, yiyip içmek bile yasaklanmaktadır.
Çünkü münkerden vazgeçmeyenle, onun bu halini
nehyetmeden kurulacak birliktelik, beraber oturup kalkmak, yiyip
içmek, dahi ona ve onun işlediği münkere meşruiyet kazandırabilecektir.
Bu ise münkerin işlenmesine katkıda bulunmak, meşruiyet
kazandırmak, rızâ göstermek anlamına gelecektir. Böylece
zamanla diğerinin de ona benzemesi, toplumun bozulması ve
helakı kaçınılmaz hale gelecektir. Bugün ise, münker ehline daha
bir defa bile “emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker” yapmadan,
hoş görerek, rızâ göstererek birliktelik kurulmaktadır. Rahatsız olmadan
beraber olunmaktadır. Üstelik böyle olması gerektiği savunulmaktadır.
Şüphesiz ki bu, büyük bir vebali üstlenmektir.
Bugün genelde eleştiri ve emri bil maruf sorumluluğu ya hiç
yerine getirilmemekte, ya da artık tarih olmuş, faaliyetleri bitmiş
yapılara yönelik tarihi eleştiriler yapılmaktadır. Yaşanan fesad ise
görmezden gelinmektedir. Ancak yaşayan grup ya da bireylerin
devam eden yanlışlıkları yüzlerine ve açıktan eleştirilmeyince,
hem düzeltme imkânı ortadan kalkmakta, hem de bu çevreler
birbirlerinin, arkadan çok daha sert ve hatta tahkir edici boyutlarda
gıybetini yapabilmektedirler. Böylece açıktan yapılacak ilmî
eleştiriden hem yanlışı yapanlar, hem de onların yanlışının tebliğine
muhatap olmuş toplum mahrum kalmaktadır. Ayrıca bu arkadan
çekiştirmelerle, kalpler düşmanlaşıyor, ancak dünyevî ilişki
ve diyaloglar riyakârca sürdürülüyor. Maalesef Müslümanlar arasında
iki yüzlülük yaygınlaşıyor. Birbiri hakkındaki düşüncesinde
içinde farklı dışında farklı Müslümanların sayısı artıyor. Samimiyet,
eminlik ve adâlet yok oluyor. Şahsiyetler zaafa uğruyor. 133
132] Ebû Dâvud, Melâhim17; Tirmizî, Tefsir, s. sûre, hadis 5, 6
133] Mehmet Pamak
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 60 -
İmanı Bozan Haller
İmanın, bâtıl hale gelmemesi için, itikadın doğru ve tam olarak
hayât boyu sürmesi gerekir. Kur’an ve sahih sünnet dışı olmaması
ve imanı bozucu bir davranışın yapılmaması gerekir. İmanı
bozan hallerin en önemlileri şunlardır:
a- Cibt ve tâğuta da inanmak: Cibt: Asılsız ve bâtıl olan
hurâfeler, Allah’tan başka kulluk edilen her şey, put vb. şeylerdir.
Tâğut ise: Allah’ın çizdiği sınırları aşan, sapmış, azgın kimseler;
Allah’ın hükmüne alternatif olma iddiasındaki anlayış, düzen,
put veya şahıslardır. Bunlar, Allah’ın Kitabında olmayan ve Kitab’a
aykırı olan hükümleri ve kanunları insanlara Allah’ın kanunları
gibi sunarlar. Cahil kimseler de bunlara aldanıp inanırlar. Böylece
imanlarını boşa çıkarırlar. “Kitaptan bir nasip verilenleri görmüyor musun?
Cibt ve tâğuta (putlara ve bâtıl tanrılara) iman ediyorlar. Sonra da
kâfirler için ‘bunlar, Allah’a iman edenlerden daha doğru yoldadır’ diyorlar.
İşte bunlar, Allah’ın lânetledikleridir. Allah’ın rahmetinden uzaklaştırdığı
(lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın.”134; “Sana indirilene
ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini iddia edenleri görmedin mi?
Tâğutun önünde mahkemeleşmek, onların hükümlerini uygulamak istiyorlar.
Oysa onu tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan onları uzak bir
sapıklığa düşürmek istiyor.” 135
b- Şirk koşmak: Şirk koşma imanı bozan ve insanın bütün iyi
amellerini yok ederek ebedî cehennemlik olmasına neden olan
bir davranıştır.
“Sana da, senden öncekilere de vahyolunmuştur ki ‘eğer şirk koşarsan,
şüphesiz bütün amellerin boşa gider ve hüsrâna uğrayanlardan
olursun.”136
“Allah, kendisine şirk/ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını
(günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah’a şirk koşan kimse
büyük bir günah ile iftira etmiş olur. Kim Allah’a şirk/eş koşarsa büsbütün
sapıtmıştır.” 137
c- Kâfirleri velî ve yönetici tanımak: Velî kelimesi, Arapçada
hem dost, hem de sahip, yönetici anlamına gelir. Mü’minler birbirlerinin
dostudur. Allah da mü’minlerin sahibi ve yöneticisidir.
Bir mü’min, mü’minleri bırakıp kâfirleri dost ve yönetici olarak
kabul ederse imanı boşa çıkar ve kâfir olur.
134] 4/Nisâ, 51-52
135] 4/Nisâ, 60
136] 39/Zümer, 65
137] 4/Nisâ, 48 ve 116
İMAN
- 61 -
“Allah, mü’minlerin velîsidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.
Kâfirlerin velîsi ise tâğuttur. Onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. Onlar
ateş arkadaşlarıdırlar. Orada temelli kalacaklardır.” 138
“Ey iman edenler, kendilerine Kitap verilenlerden herhangi bir gruba
itaat ederseniz, onlar sizi, imanınızdan sonra çevirip kâfir yaparlar.” 139
“Ey iman edenler, mü’minleri bırakıp kâfirleri velî edinmeyin. Allah için
kendi aleyhinizde apaçık bir delil vermek ister misiniz?” 140
Bâtıla İman
Kur’an, imanı sadece olumlu alanlar için kullanmaz. Gönülden
benimseme ve tasdik etmenin, yani imanın olumsuz görünümlerinin
bulunabileceğine de dikkatimizi çeker. İman, Allah’ın inanılmasını
istediği şeylere olursa doğru; hakkında Allah’ın hiçbir delil
indirmediği şeylere olursa bâtıl olur.
“De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O, göklerde ve
yerde ne varsa bilir. Bâtıla iman eden ve Allah’ı inkâr edenler var ya, işte
ziyana uğrayacaklar onlardır.”141
“Tek Allah’a ibâdete çağrıldığı, duâ edildiği zaman küfrederdiniz.
O’na şirk koşulunca (buna) iman ederdiniz. Artık hüküm, yüceler yücesi
Allah’ındır.” 142
“Onların çoğu, ancak şirk koşarak Allah’a iman ederler.” 143
Bu âyetlerden anlaşılıyor ki, mutlak anlamda aldığımızda
inkâr da bir imandır. İnkâr, imansızlığa imandır. Yani, her imanda
bir inkâr, her inkârda bir iman vardır. Mü’min de Allah’a iman
etmiş olmak için, hatta imandan önce, bazı şeyleri inkâr etmesi,
küfür etmesi gerekir. Küfür edip reddetmesi gerekenlerin başında
tâğut gelir.144 Doğru iman, Kur’an’ın gösterdiği imandır. Bu
iman insanlara Allah’tan başka ilah olmadığını, Allah’ın âlemlerin
Rabbı olduğunu, Allah’tan başkasına duâ ve kulluk edilmemesi
gerektiğini öğretir. Doğru imanın zıddı, bâtıla iman, yani şirktir.
Şirk, doğru olduğunu isbatlamak için Allah’ın, hakkında delil/âyet
indirmemiş olmasına rağmen; insanların uydurdukları bâtıl inançlardır.
“Allah’tan başka kulluk ettiğiniz şeyler, sizin ve atalarınızın uydurduğu
putlardan başka bir şey değildir. Allah, onların doğru olduğuna
138] 2/Bakara, 257
139] 3/Âl-i İmran, 100
140] 4/Nisâ, 144
141] 29/Ankebut, 52
142] 40/Mü'min, 12
143] 12/Yûsuf, 106
144] Bk. 2/Bakara, 256
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 62 -
dair bir delil indirmemiştir. Hükmetmek, yalnızca Allah’a aittir. O’ndan
başkasına değil!” 145
Kur’an, imanlarını zulümle (şirkle) lekeleyenler için kurtuluş
kapısını kapatmıştır. “İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar
var ya, işte emn (güven) onlarındır. Ve onlar hidâyeti (doğru
yolu) bulanlardır.”146 Kur’an, imandan sonra küfre sapanlara karşı
çok sert ve şiddetli bir tavır takınmaktadır. Kur’an, bu olaya tebdil
veya irtidat demektedir. Tebdil, imanı küfürle değiştirmek; irtidat
ise, İslâm dininden çıkmak, geriye dönmek demektir. Tebdil ve irtidat
Kur’an’a göre en iğrenç ve onur kırıcı hastalığın adlarıdır. 147
Doğru iman Kur’an’ın gösterdiği imandır. Bu iman, insanlara,
Allah’tan başka ilâh olmadığını, Allah’ın âlemlerin Rabbı olduğunu,
Allah’tan başkasına duâ ve kulluk edilmemesi gerektiğini öğretir.
Doğru imanın zıddı, bâtıla iman, yani şirktir. Şirk, doğru olduğunu
isbatlamak için Allah’ın, hakkında delil/âyet indirmemiş olmasına
rağmen; insanların uydurdukları bâtıl inançlardır. “Allah’tan başka
kulluk ettiğiniz şeyler, sizin ve atalarınızın uydurduğu putlardan başka
bir şey değildir. Allah, onların doğru olduğuna dair bir delil indirmemiştir.
Hükmetmek, yalnızca Allah’a aittir. O’ndan başkasına değil!” 148
145] 12/Yûsuf, 40
146] 6/En'âm, 82
147] Bk. 3/Âl-i İmran, 86, 90; 2/Bakara, 217
148] 12/Yûsuf, 40
İMAN
- 63 -
İmanla İlgili Âyet-i Kerimeler
İman Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 45 Yerde:) 2/Bakara, 93,
108, 109, 143; 3/Âl-i İmrân, 86, 90, 100, 106, 167, 173, 177, 193; 4/Nisâ, 25; 5/
Mâide, 5, 6/En’âm, 82, 158, 158; 8/Enfâl, 2; 9/Tevbe, 23, 66, 124, 124; 10/Yûnus,
9, 98; 16/Nahl, 106, 106; 30/Rûm, 56; 32/Secde, 29; 33/Ahzâb, 22; 40/Mü’min,
10, 28, 85; 42/Şûrâ, 52; 48/Fetih, 4, 4; 49/Hucurât, 7, 11, 14, 17; 52/Tûr, 31; 58/
Mücâdele, 22; 59/Haşr, 9, 10; 60/Mümtehıne, 10; 74/Müddessir, 31.
Mü’min, Mü’mine ve Çoğullarının Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 230 Yerde:)
2/Bakara, 8, 91, 93, 97, 221, 221, 223, 248, 278, 285; 3/Âl-i İmrân, 28, 28,
49, 68, 110, 121, 122, 124, 139, 152, 160, 164, 166, 171, 175, 179; 4/Nisâ, 25, 25,
84, 92, 92, 92, 92, 92, 92, 92, 93, 94, 95, 103, 115, 124, 139, 141, 141, 144, 146,
146, 162, 162; 5/Mâide, 5, 11, 23, 43, 54, 57, 88, 112; 6/En’âm, 27, 118; 7/A’râf,
2, 72, 75, 85, 132, 143; 8/Enfâl, 1, 2, 4, 5, 17, 19, 62, 64, 65, 74; 9/Tevbe, 10, 13,
14, 16, 26, 51, 61, 62, 71, 71, 72, 72, 79, 105, 107, 111, 112, 122, 128; 10/Yûnus,
57, 78, 87, 99, 103, 104; 11/Hûd, 53, 86, 120; 12/Yûsuf, 17, 103; 14/İbrâhim, 11,
41; 15/Hıcr, 77, 88; 16/Nahl, 97; 17/İsrâ, 9, 19, 82; 18/Kehf, 2, 80; 20/Tâhâ, 75,
112; 21/Enbiyâ, 88, 94; 23/Mü’minûn, 1, 38; 24/Nûr, 2, 3, 12, 12, 17, 23, 30, 31,
31, 47, 51, 62; 26/Şuarâ, 3, 8, 51, 67, 102, 103, 114, 118, 121, 139, 158, 174, 190,
199, 215; 27/Neml, 2, 15, 77; 28/Kasas, 10, 47; 29/Ankebût, 44; 30/Rûm, 4, 47;
32/Secde, 18; 33/Ahzâb, 6, 6, 11, 22, 23, 25, 35, 35, 36, 36, 37, 43, 47, 49, 50,
50, 58, 58, 59, 73, 73; 34/Sebe’, 20, 31, 41; 37/Sâffât, 29, 81, 111, 122, 132; 40/
Mü’min, 28, 40; 44/Duhân, 12; 45/Câsiye, 3; 47/Muhammed, 19, 19; 48/Fetih, 4,
5, 5, 12, 18, 20, 25, 25, 26; 49/Hucurât, 9, 10, 15; 51/Zâriyât, 35, 55; 57/Hadîd, 8,
12, 12; 58/Mücâdele, 10; 59/Haşr, 2, 23; 60/Mümtehıne, 10, 10, 11, 12; 61/Saff,
13; 63/Münâfıkun, 8; 64/Teğâbün, 2, 13; 66/Tahrîm, 4, 5; 71/Nûh, 28, 28, 28; 74/
Müddessir, 31; 85/Bürûc, 7, 10, 10.
İman Kelimesinin Türediği E-m-n ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler
(Toplam 878 Yerde)
İman Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
Gaybe İman: Bakara, 3; En’am, 59; Yunus, 20; Nahl, 77; Fâtır, 82; Yasin, 11;
Mülk, 12.
Haktan Şüphe Etmemek: Bakara, 147; Al-i İmran, 60; En’am, 114; Yunus, 94-
95; Hucurat, 15.
İmanda Samimi Olmak: Al-i İmran, 16-17; Mü’minun, 57-61; Ankebut, 2-3;
Feth, 29; Hadid, 7
Ye’s (Ümitsizlik Halinde İman Geçersizdir: Nisa, 159; En’am, 158; Yunus, 90-91,
98; Enbiya, 122-15; Sebe’, 54; Mü’min, 84-85; Muhammed, 18-19; Fecr, 21-23.
İman Edilecek Şeyler: Bakara, 177, 285; Nisa, 136.
İman Edenlerin Mükâfatı: Bakara, 62, 82, 186, 218, 277; Al-i İmran, 57; Nisa,
57, 122, 173; Maide, 9; En’am, 48; A’raf, 42-43; Tevbe, 20-22; Yunus, 9, 26; Hud,
23; Ra’d, 29; Kehf, 107-108; Ankebut, 58-59; Lokman, 8-9; Secde, 19; Ahzab,
35; Fâtır, 7; Fussılet, 8; Şura, 22-23; Muhammed, 12; Tûr, 21-24; Mülk, 12; İnşikak,
25; Buruc, 11; Leyl, 5-7; Tîn, 6; Beyyine, 7-8; Asr, 1-3.
Mü’minlerin İmanını Artıran Allah’tır: Feth, 4-5; Hucurat, 7-8.
Gerçek Mü’minler: Enfal, 2-4; Tevbe, 71, 112; Ra’d, 19-23; Hacc, 41;
Mü’minun,1-11
57-61; Nur, 51, 62; Furkan, 63-68, 72-75; Neml, 3; Ankebut, 2-3; Secde, 15-18;
Sebe’, 6; Şura, 36-39; Hucurat, 15; Mearic, 22-35
Mü’minlerin Mükâfatı: Bakara, 25; Nisa,57; En’am, 127; A’raf, 42-43; Tevbe,
20-22, 72; Yunus, 9-10; Ra’d, 23-24; İbrahim, 23; Nahl, 97; Kehf, 30-31,
107-108; Meryem, 61-63; Taha, 75-76; Enbiya, 101-103; Hacc, 14, 23, 50, 56;
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 64 -
Mü’minun, 10-11; Furkan, 75-76; Secde, 17; Ahzab, 47; Zümer, 10, 61; Duhan,
51-57; Ahkaf, 16; Muhammed, 2-3; Feth, 5; Hadid, 12; Mücâdele, 22; Teğabün,
9; İnsan, 12-22; İnfitar, 13, 15-16; Mutaffifin, 22-28.
Allah, Mü’minlerin Yardımcısıdır: Bakara, 257; Al-i İmran, 139, 160; En’am,
127; Tevbe, 40; Rûm, 47; Casiye, 19; Muhammed, 11.
Mü’minlerin Kutsal Kitaplardaki Özellikleri: Feth, 29.
Mü’minlerin Dostluğu: Al-i İmran, 118; Nisa, 144; Tevbe, 16, 71, 119.
Mü’minle Kâfir Karşılaştırması: Al-i İmran, 162-163, 196-198; En’am, 50, 122;
Hud, 24; Ra’d, 19-21; Kehf, 32-44; Kasas, 61; Secde, 18; Fâtır, 19,22; Sâd, 28;
Zümer, 9, 21-22; Mü’min, 58; Fussılet, 40; Casiye, 21; Muhammed, 14; Haşr,
19-20.
Mü’minle Münafığın Misali: A’raf, 58; Enfal, 20-23; Tevbe, 109.
Mü’minlerin Misali: Beyyine, 7.
Mü’minlerin Fazileti: Tevbe, 20-22, Beyyine, 7.
Allah, Mü’minleri Sevdirir: Meryem, 96.
Kur’an, Mü’minlerin İmanını Artırır: Enfal, 2; Tevbe, 124-125; Nahl, 102; Furkan,
73; Secde, 15; Zümer, 23; Zariyat, 55.
Mü’minler İçin Firavun’un Karısı Misal Getirildi: Tahrim, 11.
Mü’minlerin Dünyaya Bakışı: Kasas, 60.
Kâfirler Mü’minlerle Alay Ederler: Bakara, 212; En’am, 10; A’raf, 49; Yunus,
48; Meryem, 73-75; Furkan, 63.
Kâfirlerin Hayâtı Mü’minleri Aldatmasın: Al-i İmran, 196-197; Hıcr, 88; Taha,
131; Furkan, 10; Kasas, 79-82; Mü’min, 4; Zuhruf, 33-35; Ahkaf, 20; Kalem, 14.
Mü’minlerin Ölümü: Nahl, 28-29, 32-33; Vâkıa, 88-91; Naziat, 2-3; Fecr, 27-30.
y- Allah’ın Rahmetine Ulaşacak Mü’minler: A’raf, 156-157.
z- Kıyamet Günü Mü’minler: Taha, 112; Enbiya, 101-103; Furkan, 24; Rum,
14-16; Yâsin, 55; Zümer, 73; Mü’min, 51; Zuhruf, 68-73; Câsiye, 30; Fecr, 27-30
İmanla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
1. (Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y. –İlk
rakam cilt; ikinci rakam sayfa numarasıdır.-)
2. İman, İslâm, İhsan Nedir? 2, 216-217.
3. İman Kapısı Her Zaman Herkese Açıktır: 3, 366.
4. İman Sahibi ve Doğru Olan Cennete Girer: 17, 603.
5. İman ve İslâm’a Giren Müteferrik Hadisler: 2, 319-325.
6. İman ve İslâm’ın Fazileti: 2, 197-198.
7. Kâmil İmana Ermenin Yolu: 12, 398-399.
8. Kalbinde Hardal Tanesi Kadar İmanı Bulunan Cennete Gidecek: 14, 407.
9. İmanın Artıp Eksilmesi: 10, 494-497.
10. İmanın Fazileti: 14, 381-382.
11. İmanın Hakikati: 2, 213.
12. İmanın Şu’beleri: 2, 240-245.
13. İmanın Tadını Almak İçin Üç Şeyin Yapılması: 2, 234-235.
14. Diliyle İmanını İkrar Edenin Kanı Haramdır: 14, 139.
15. Hz. Peygamber’in Müslüman Olan Mülteci Kadınların İmanını İmtihanı:
5, 120-1
16. Kimsenin İmanının Varlığı ve Yokluğu Hakkında Konuşamayız: 12, 221.
İMAN
- 65 -
17. İmanla Ölen Herkes, Cezasını Çektikten Sonra Cennete Girecektir: 14,
467-469.
18. İmansız İyiliğin Sevabı Olmaz: 2, 203.
19. İmtihan Olunacak Beş Şey: 17, 540.
20. Asırlarca Her Yerde Aynı İnançlar: 11, 231-232.
21. Mü’minler
22. Mü’min Bir Yılanın Deliğinden İki Defa Sokulmaz: 16, 337-338.
23. Mü’minde Bulunması Gereken İki Mümtaz Sıfat: Şükür ve Sabır: 2, 208.
24. Mü’min Kabirde Bile İbâdeti Düşünür: 17, 600.
25. Mü’min Neden En Çok Hayır Görür: 17, 193.
26. Mü’min Olabilmenin Asgari Ölçüsünü Belirten Hadis: 2, 201.
27. Mü’mine Ancak Hüsn-i Zan Edilir: 17, 522.
28. Mü’mine La’net Etmek Onu Öldürmek Gibidir: 16, 366.
29. Mü’mine Yakışmayan Sözler: 15, 143.
30. Mü’mine Yakışmayan Vasıflar: 15, 143.
31. Mü’mine Zarar ve Hile: 16, 358-359.
32. Mü’mini Kasten Öldürenin Günahının Affedilip Affedilmeyeceği: 3, 414-415.
33. Mü’minin Devamlı Bela ve Musibetlere Giriftar Olması: 2, 320; 4, 326.
34. Mü’min Hususiyetleri: 15, 392; 16, 337-338.
35. Mü’minler Birbirine Buğzetmez: 10, 93.
36. Mü’minler Kardeştir: 15, 145.
37. Mü’minler Sayıca Az Olmalarına Rağmen Kâfirleri Yener: 3, 499.
38. Mü’minlerin Düştüğü Bir Vesvese: Her Zaman Aynı Uhrevî Hâleti
Yaşayamamak: 2, 366-367.
39. Mü’minin Hastalığı: 9, 545.
40. Mü’minin Kanı, Malı Haramdır: 17, 521.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Yenda Y. c. 1, s. 160-172
2. Tefsir-i Kebir, -Mefatih-i Gayb- Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 1 s. 449-456
3. Fi Zılali’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1 s. 78-80
4. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2 s. 162-170
5. Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1 s. 82-83
6. Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin El-Muvahhid, Hak Y. c. 1 s. 33
7. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 486-500
8. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. c. 1 s. 98-100
9. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 3 s. 145-151
10. İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, Toshihiko İzutsu, Pınar Y.
11. Epistemolojik Açıdan İman, Hanifi Özcan, İFAV Y.
12. İman, Şartları ve Onu Bozan Şeyler, Seyfuddin El-Muvahhid, Hak Y. s.
218-230
13. İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 302-309
14. İslâm, Mevdudi, Furkan Y.
15. Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 37-53
16. Düzeltilmesi Gereken Kavramlar, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 15-124
17. İlahi Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah), Abdülkerim Zeydan, hİ tar Y. s. 290-301
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 66 -
18. Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 1-127
19. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 262-263
20. Dini Hayâtın Psiko - Sosyal Temelleri, Ali Murat Daryal, İFAV Y. s. 11-31
21. Kur’an ve Sünnete Göre Tevhid ve Akaid, Muhammed Karaca, Ribat Y.
s. 208-223
22. Risale-i Nur’dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 129-225
23. Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmet Alptekin, Saff Y. s. 113-117
24. İslâm’ın İnanç İlkeleri, Mevlüt Uyanık, Esin Y. s. 25-49
25. İnanç ve Amelde Kur’ani Kavramlar, Muhammed El-Behiy, Yöneliş Y. s.
76-80
26. İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 219-220
27. Kur’ani Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s. 98
28. Terimler Sözlüğü -Kitabu’t- Ta’rifat- , Seyyid Şerif Cürcani, Bahar Y. s. 29,
31, 43
29. Yeryüzünün Varisleri, Kul Sadi Yüksel, Madve Y. s. 82-99; 278-281
30. Kelime-i Tevhid Davası, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 13-72
31. Akide, Şeriat ve Hayât Yolu La İlahe İllallah, Muhammed Kutub, Ravza
Y. s. 73-89
32. İslâm’da İman Esasları, Bekir Topaloğlu, İFAV Y. s. 20-25
33. İslâm’da İman ve Esasları, Ali Arslan Aydın, Hikmet-Dava-Çağ Y. s. 33-43
34. İslâm Akaidi, Ahmet Lütfi Kazancı, Marifet Y. s. 11-57
35. İman ve Sosyal Hayât, Beheşti, Birim Y. s. 11-25
36. Güven: İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c. 3, s. 178-183
37. İman Küfür Sınırı, Ahmed Saim Kılavuz, Marifet Y. s. 19-54
38. Kur’an’da Uluhiyet, Suat Yıldırım, Kayıhan Y. s. 269-270
39. Esmaü’l Hüsna, Ali Osman Tatlısu, Yağmur Y. s. 52-55
40. Esmaü’l Hüsna, Metin Yurdagür, Marifet Y. s. 80-82
41. Esmaü’l Hüsna Şerhi, Mustafa Necati Bursalı, Erhan Y. s. 91-93
42. Esmaü’l Hüsna, A. Süleyman Tilmisani, İnsan Y. s. 181-182
43. Esmaü’l Hüsna’dan Esintiler, Sadettin Kaplan, Marifet Y. s. 21-22
44. Kur’an Okulu, Cüz Cüz Kur’an Meal ve Tefsiri, 5. Sayı s. 234-238
45. Kur’an’da İman, Veysel Özcan, Mirfak Y.
46. İman, M. Zahid Kotku, Seha Neşriyat
47. İman, Abdülmecid Zindani, Risale Y.
48. İman, Mustafa Kasadar, Ravza Y.
49. İman, A. Nedim El-Cisr 1, 2 Kitabevi Y.
50. İman Bilgileri, Ahmet Efe, Seha Neşriyat
51. İman Buhranı, Isamüddin Attar, Yunus Emre Y.
52. İman Hakikatları, Bediüzzaman Said Nursi, Sözler Y.
53. İman Hakikatleri Etrafında Suallere Cevaplar, İ. Fenni Ertuğrul, Sebil Y.
54. İman-İslâm-İhsan, Abdülaziz Hatip, Nesil Y.
55. İman-Küfür Muvazeneleri, Bediuzzaman Said Nursi, Tenvir Neşriyat
56. İman Nurları, Âhiret Sırları, Ali Küçüker, Bahar Y.
57. İman Prensipleri, Hüseyin Emin Öztürk, T. Diyanet Vakfı Y.
58. İman Risalesi, Sâlih El-Sırriyye, Sor Y.
59. İman Üzerine, İbn Teymiyye, Pınar Y.
İMAN
- 67 -
60. İman ve Ahlakın Hayâti Değerleri, Mikdat Yalçın, Hikmet Y.
61. İman ve Altı Esası, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
62. İman ve Cihad, Yusuf Yiğitalp, Rehber Y.
63. İman ve İnsan, Haydar Baş, Belge Neşriyat
64. İman ve İslâm Atlası, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Y.
65. İman ve Şirk, Adil Akkoyunlu, Hidâyet Y.
66. İman-Mü’min, Sâlih Çavuşoğlu, Hanif Y.
67. İmana Çağrı, Hatice Özyiğit, Şelale Y.
68. İmanın Tadı Alınınca, Abdullah Ulvan, Uysal Y.
69. İmanın Temel Esasları, Süleyman Aksoy, Sır Y.
70. İmanla Gelen İlim, Haluk Nurbaki, Damla Y.
71. İman Aynası (Müslüman Yiğit Erkekler), Abdullah Naim Şener, Sönmez
Neşriyat
72. İnancımız, Ömer Küçükağa, Buruc Y.
73. İnançlar, Kenan Çığman, Gonca Y.
74. İnançta Hassas Ölçüler, İmam Gazali, Hisar Y.
75. Kur’an’da İnsan, İman ve Âhiret, Murtaza Mutahhari, Endişe Y.
76. Kur’an Ölçülerine Göre Mü’min, Kafir, Münafık, Ahmed Taşgetiren,
Büşra Y.
77. İmanı Çabuk Anlamak, Harun Yahya, Vural Y.
78. Kâmil İman, Harun Yahya, Vural Y.
79. İman-Amel İlişkisi: İman ve Tavır, Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 277-283
80. İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 171-174; 342-349
81. İman Küfür Sınırı, Ahmed Saim Kılavuz, Marifet Y. 32-40
82. Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 249-260
83. Yirminci Y.Y.da Tevhid ve Şirk, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y. s. 80-82
84. İslâm, Mevdudi, Furkan Y. s. 39-50
85. Kelimetü’l İhlas, 37-38
86.
- 69 -
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKÂDİ KAVRAMLAR -3-
SÂLİH AMEL
•
Amel ve Amel-i Sâlih (Sâlih Amel) Ne Demektir?
•
Amellerde Niyet
•
Amellerin Önemi
•
Sâlih Amelin Tanımı
•
Kur’an-ı Kerim’de Sâlih Amel İfadesi
•
İman – Sâlih Amel İlişkisi
•
İhlâs – Sâlih Amel İlişkisi
•
Sâlih Amel - Hasenât
•
Sâlih Amellerin Tamamını Gerçekleştirmek Mümkün mü?
•
Fert Açısından Sâlih Amelin Önemi
•
Kişinin Durumunu Islah Etmesi / Düzeltmesi
•
Sâlih insan Kimdir?
•
Sâlih Amelin Sonuçları:
a- Güzel Bir Gelecek ve Mutluluk
b- Güzel Bir Hayat
c-Bol Rızık ve Mağfiret
d- Tevbelerinin Kabul Görmesi
e-Kötülüklerinin Örtülmesi ve İyiliklere Tebdili
f- Sevginin Oluşması
g- İnsanların En Hayırlıları Olmak
h- Dinamizm Kazanmaları
i- Yeryüzüne Vâris Olmaları
k- Cenneti Kazandırması
“İman edip sâlih amel işleyenler için, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildiği vakit, ‘bu, bundan önce dünyada bize verilenlerdendir’ derler. Ve bu rızık onlara bazı yönlerden dünyadakine benzer olarak verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz eşler vardır. Ve onlar orada ebedî kalacaklar.” 149
Amel ve Amel-i Sâlih (Sâlih Amel) Ne Demektir?
Amel-i Sâlih: İyi, güzel, faydalı, sevaba ve Allah’ın rızasına
149] 2/Bakara, 25
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 70 -
sebep olacak, haram sınırına girmeksizin kişinin iman, iyi bir niyet
ve ihlâs ile yapmış olduğu davranışlar. Amel, iş manasına gelir.
Sâlih ise, elverişli, yararlı, yarayışlı, kendisi doğru olan, kendini
düzelten demektir. Dolayısıyla amel-i sâlih; kişiye âhiret saadetini
sağlamaya, Allah’ın rızasını kazanmaya elverişli olan, Allah katında
bir değer ifade eden davranışlardır.
Amel: İş, vazife, hareket, idare, işlemek, yapmak, davranış,
etki, ibâdet, hayırlı iş anlamlarına gelir. Daha ziyade canlıların
bir maksatla, bilinçli bir şekilde yaptıkları işe amel denir. Yapılan
işte bir gaye ve maksat yoksa buna fiil denir, amel denmez.
Amel, niyete, iradeye bağlı olarak yapılan iştir; amel, bilinçli bir
aksiyondur. Fakat fiilde bilinç her zaman söz konusu olmayabilir.
Kur’ân-ı Kerim’de amel kelimesi çeşitli kalıplarda 350 defa
geçmektedir. Amel, iyi (sâlih) ve kötü (seyyi’) amel olmak üzere
ikiye ayrılır. İnsan yeryüzüne, nasıl davranışlar göstereceği, iyi
ve kötü amellerden neler yapacağı belli olsun diye çıkarılmıştır.
“Hanginizin daha iyi amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı
yaratan O’dur.” 150; “Şüphesiz ki sizi biraz korku, açlık, mal, can ve ürün
eksikliğiyle imtihan edeceğiz. (Ey Muhammed) sabredenleri müjdele!”151
İslâm’da bir iyiliğin ve sâlih amelin dünya ve âhirette ecir ve sevap
kaynağı olması için bu ameli işleyen kimsenin imanlı olması
şarttır. Bu konuda iman ön şarttır.
İmanı kuvvetlendiren, sağlamlaştıran, onu çepeçevre sararak
koruyan sâlih amellerdir. Kur’ân-ı Kerim’de sâlih amel anlamında
“sâlih” kelimesi ve çoğulu, toplam 132 yerde geçer. Amel-i
sâlih, Kur’ân-ı Kerim’de doksan küsur yerde doğrudan doğruya
veya dolaylı olarak emredilmiştir. Sâlih amelden söz eden âyetler
genellikle önce imana değinerek başlarlar. Bunların hep “iman
edip sâlih amel işleyenler...” şeklinde oldukları görülmektedir. Bu da
iman ile amelin, bir bütünün ayrılmaz parçaları olduğunu ortaya
koyar. İman olmadan güzel davranışların hiçbir önemi olmadığı
gibi, sâlih amel olmadan da kuru bir imanın tadı yoktur. 152
Allah ve Rasûl’üne iman etmenin, çok geniş anlamda, sâlih
amelden sayıldığını görmekteyiz. Nitekim bir hadiste Hz.
Peygamber’e “hangi amel efdaldir?” diye sorulmuş, o da: “Allah
ve Rasûl’üne iman etmektir” buyurmuştur.153 İman kavramında
olduğu gibi, takva, şükür, sabır gibi diğer kalbî fiilleri de sâlih
amel içerisinde mütalaa etmek mümkündür. Meselâ şükür, kalp
150] 67/Mülk, 2
151] 2/Bakara, 155
152] Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 1, s. 128
153] Buhâri, İman 18
AMEL
- 71 -
amellerindendir ve kalp amelleri de, âzâların amellerinden daha
şereflidir. Bundan dolayı Allah’ı zikretmek, en faziletli amellerden
sayılmıştır. Fiilleri, kalbî ve bedenî, yani organlara ait olmak üzere
iki kısma ayırmak mümkündür. Buradan hareketle, müfessirler,
sâlih ameli çeşitli kısımlara ayırmaktadırlar. Fahreddin Râzi, kulun
amelini üç kısma ayırmakta ve bunları da:
Kalbin ameli, kulun fikri, inancı ve tasdiki,
Dilin ameli, kulun zikri ve şehadeti,
Âzâların ameli, kulun tâaati ve ibâdeti şeklinde sıralamaktadır.
Elmalılı da, bir yerde sâlih ameli, kalbî, bedenî ve mâlî olmak
üzere üçe ayırırken, başka bir yerde ise, sâlih amelin iki kısım
olduğunu, bunlardan birinin bedenî ibâdetler gibi, mükellefin
öncelikle kendi salahına yarayan ameller; diğerinin de, zekât ve
sadaka gibi başkalarına faydalı olan ameller olduğunu kaydeder.
Sâlih amelleri, kalbî ve bedenî olmak üzere ikiye ayırabiliriz.
Bedenî olan da, namaz gibi sadece bedeni ve kişiyi ilgilendiren;
zekât gibi hem ferdi ve hem de toplumu ilgilendiren mâlî olmak
üzere ikiye ayrılır.
Amellerde Niyet
Niyet, kasdetmek, azmetmek anlamlarına gelmekte olup, kalbin,
şimdiki halde veya gelecekte, bir faydayı celb veya bir zararı
def için, maksada uygun gördüğü şeye yönelmesinden ibarettir
şeklinde formüle edildiği gibi, çok geniş anlamda, gerçekleştirilmesi
ve sakındırılması eşit olan muayyen bir şeye doğru, iradenin
meydana geldiği bir harekettir şeklinde de tanımı yapılmaktadır.
Ayrıca, Allah’ın rızasını kazanmak veya bir hikmete imtisal için,
iradeyi bir fiile yönlendirme, tahsis etme diye de tarif edilmektedir.
Gazali ise, niyeti: “şu anda veya gelecekte faydalı olduğunu
anladığı şeye gönlün meyli ve yönelmesidir” şeklinde tarif ederek,
“gönlün temayülü olmadan kuru bir irade ile bir şey meydana getirmek
mümkün değildir” şeklindeki açıklaması da, niyette kalbin
önemine dikkat çekmekte ve ayrıca, irade ile niyet arasındaki bağı
vurgulamaktadır. Çünkü mesuliyet, niyet ve buna bağlı olarak da
işi irâdî olarak yapmaktır. “Ameller ancak niyetlere göredir.”154; “Ameller,
ancak niyete göre değerlendirilir. Kimin hicreti, Allah ve Rasûl’üne ise,
onun hicreti Allah ve Rasûlünedir. Kimin de hicreti, nail olacağı bir dünya
veya nikâh edeceği bir kadın ise, onun hicreti de onadır.” 155
154] Buhâri, Bed'ü'l-Vahy 1; Müslim, İmâre 155
155] Müslim, İmâre 155; Buhâri, İman 41
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 72 -
Ameller, niyetlerle değer kazanmakta ve şekillenmektedir.
Çünkü amellerin direği niyettir ve bir amel, hayırlı olması için niyete
muhtaçtır. Aynı şekilde, amellerin bâki kalması, sâlih olması,
Allah rızasına bağlanırken; sâlih amellerde niyetin şart olduğu
da açıktır. Muaz bin Cebel’in, sâlih amelde, ilim, niyet, sabır ve
ihlâsın bulunması gerektiği kanaatinde olduğu rivâyet edilmektedir.
Bu rivâyette zikredilen hususlar, birbirine bağlı kavramlardır.
İlim, dünya ve âhiret ile ilgili şeyleri, akıl ile alakalı gerçekleri
bilmektir. İlim, yapılacak olan işleri bilerek yapmayı sağlayacaktır.
Sonra da niyet gelir. Niyeti ilim ve amel desteklemektedir. Ancak
ilim önce gelir. Zira ilim asıldır. Amel ise, ilme tâbidir ve ilmin dalı
ve meyvesidir. Daha sonra da sabır gelmektedir ki, bu da meşakkat,
güçlük ve belalara karşı tahammül etmektir. İşte bunların neticesinde
ihlâs ortaya çıkmaktadır.
Niyetin önemi, şu misalde daha belirgin bir şekilde görülmektedir:
Bir kimse öğle vaktinde, güneşin karşısında, alnını secdeye
koysa ve yaptığı bu secde ile Allah’a ibâdeti kasdetse, bu hareket
İslâm’ın tasvip ettiği bir davranış olur. Fakat bu secdesi ile güneşe
tapmayı kasdetse, bu da küfür olur.156 Bu misal bize, “ameller niyetlere
göredir” prensibinden hareketle, niyet gerçeğini en güzel
bir şekilde anlatır. Nitekim Hz. Peygamber’in: “Allah, sizin ceset ve
sûretlerinize değil; kalplerinize ve amellerinize bakar” 157 hadisi de ayrıca
niyet gerçeğini beyan etmektedir.
Amellere kıymet kazandıran niyettir. Bir amelin sâlih olup olmaması
niyete bağlıdır. Hz. Ömer’in: “Amellerin efdal olanı, Allah’ın
farzlarını eda, haramlardan kaçınmak ve Allah katında sadık niyettir.”158
şeklindeki ifadesinde de görüldüğü gibi niyet esastır. Bununla birlikte,
ilim ve amel de niyette gözetilen unsurlardır. Ayrıca saadete
de, ilim ve amelle erişilebileceği bir gerçektir. Çünkü hayır, saadet,
kemal ve salah, faydalı ilim ve sâlih amelle mümkündür ki, bunlar
da niyeti destekleyen unsurlardır.
Amellerin Önemi
Ameller, iyi (sâlih) ve kötü olmak üzere ikiye ayrılmakta
olup, sâlih amelin zıddı olarak kötü amel zikredilmektedir.
Mü’minlerin kurtuluşlarının iman ve sâlih amel sayesinde olacağı
Kur’an’da ısrarla ifade edilmektedir.159 Bununla birlikte, namaz
kılıp, kendilerine rızık olarak verilenden infak ettikleri, hem
156] Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, 9/25
157] Müslim, Birr ve Sıla 10; İbn Mâce, Zühd 9
158] Gazâli, İhyâ-i Ulûmi’d-Din, 4/362
159] 28/Kasas, 67
AMEL
- 73 -
kendi peygamberlerine ve hem de diğer peygamberlere ve getirdiklerine
inandıkları,160 oruç tuttukları,161 Allah anıldığı zaman
yüreklerinin ürperip Allah’ın âyetleri okunduğunda da imanlarının
arttığı,162 kısaca namazlarında huşu içerisinde olmaktan, boş
şeylerden yüz çevirmekten tutun da, ırzlarını korumaya, sözlerinde
durmaya varıncaya kadar163 bütün ahlakî özelliklere sahip oldukları
belirtilmektedir. Bu özelliklere sahip mü’minlerin Firdevs
cennetlerine varis olacakları zikredilir.164 Buna mukabil, kötü amel
işleyenlerin cehennemlik oldukları da vurgulanır. 165
Böylece inanç açısından iki zıt kutupta olan insanlardan hangisinin
daha rahat olacağı, ruh enginliği kazanacağı kendiliğinden
ortaya çıkmaktadır. Zira sâlih amel, kişiyi Mevlâ’sına yaklaştırır.
Bununla birlikte insan, sâlih amellerle, önce kendisini düzeltir,
sonra da başkalarının salâhına çalışır. Kişinin kendini düzeltmesi
asıldır, başkasının düzelmesine çalışması ise ikinci derecededir.
Başkasını ıslah, salâh nisabının zekâtıdır. Kendisi sâlih olmayan,
başkasını nasıl ıslah edebilir, ağaç doğrulmadan gölge nasıl doğrulabilir,
doğru olabilir?
Dengeli bir hayat sürdürebilmek için, insan ruhu, sadece
nazarî hakikatlerle beslenemez. Bilmeye ve inanmaya olan ihtiyacından
başka, ister şahsî davranışlarında, isterse Allah veya insanlarla
olan münasebetlerinde olsun, insan, hareketlerini devamlı
bir şekilde tanzim edecek amelî kurallara muhtaçtır. Bu amelî
kurallar, çeşitli şekilleriyle Kur’ân-ı Kerim’de gösterilmektedir.
Meselâ, sıkıntı anında Allah’a yapılacak bir yalvarış, bir duâ ve
bu duânın da Allah tarafından kabul edileceğini bilmek,166 insanı
son derecek rahatlatabilir ki, bu da sâlih ameldir. Aslında insanda
iki kuvve bulunmaktadır. Bunlar, nazarî ve amelî kuvvetler olup,
nazarî kuvvenin kemali, insanın Hakk’ı tanımasıyla; amelî kuvvenin
kemali ise, onun sadece hayırları işlemekle gerçekleşebileceği
kaydedilmektedir. 167
İnsanda bulunan bu kuvveler, onun, hem maddî ve hem de
manevî yönünü işaret etmektedir. Böylece insandan sudur eden fiillerin
bilinçli olduğu ve dolayısıyla âyetlerde geçen “iman edenler”
160] 2/Bakara, 3-4
161] 2/Bakara, 183
162] 8/Enfâl, 2
163] 40/Mü'min, 2-8
164] 23/Mü'minûn, 9-10
165] 2/Bakara, 81
166] 2/Bakara, 47
167] Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, 12/53
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 74 -
kaydı ile insanın Allah’ı bilmesindeki nazarî kuvvesine; “sâlih ameller”
kaydı ile de, onun Allah’a kulluk/ ibâdet etme konusundaki
amelî gücünün kemaline delâlet etmektedir. Şu halde biz, insanın
dinen olumlu sayılabilecek davranışlarının sâlih amel olduğu genel
hükmüne varabiliriz.
“İslâmiyet’in çok önemli olan amelî yönü, Kur’ân-ı Kerim’de
esaslı ve açık bir şekilde kurtuluş ve ebedî saadete ermenin kaçınılmaz
bir şartı olarak zikredilir. Hatta bu amelî yönün Kur’an’da
açıkça geçmediği hallerde imanla ilgili olarak daha önce belirtilen
esaslar uyarınca sade mü’min tabiriyle bile zımnen ifade edilmiş
olduğunu görmek hiç de zor değildir.”168 Çünkü “sâlih amel,
Allah’ın bir lütfudur ve nimetine şükreden kullarını buna muvaffak
kılar.” 169
Sâlih amelin önemini, İmam Şafii’nin dünyayı büyük bir denize,
sâlih amelleri de, bu denizde seyreden gemiye benzetmesinden
anlamak mümkündür. Aynı şekilde Gazali’nin: “Ameller,
kalp hastalığının ilacıdır. Kalp hastalığı çoğu zaman hissedilmez.
Aynası olmayan bir adamın yüzündeki alaca hastalığı gibidir. Zira
o, bu hastalığı hissetmez. Ona söylense, bunu doğrulamaz”170 şeklindeki
açıklaması ve benzetmesi de, sâlih amelin önemini ifade
etmektedir.
Sâlih amelin önemi, insanı mutluluğa kavuşturmasıyla da
anlaşılabilir. İnsanın mutluluğu, Râzi’nin ifadesine göre171 ya ruhî
veya bedenî veyahut da hâricî şeylerle olmaktadır. Rûhî olanı, en
mükemmeli, bedenî olanı ortası, harici olanı ise en düşüğüdür.
Ruhî mutluluk, kalbin taat ve hizmetle meşgul olmasıyla, harici
mutluluk ise aile efradının mutluluğuyla olmaktadır. Aslında
Kur’ân-ı Kerim’de ahlakî terimler genellikle tasvîrîdir.
İyinin ne olduğunu mü’minlerin; kötünün ne olduğunu ise
kâfirlerin, münafıkların ve şeytanın tasvirlerinden çıkarabiliriz.
Kur’an’daki felâh, necât ve hidâyet gibi saadetle ilgili terimler
çok kere mü’minlerin vasıflarından sonra zikredilmiştir. Amellerin
önemi, insanları mutlu veya mutsuz etmesi, başka bir ifadeyle
saadete ve şekavete, bedbahtlığa götürmesiyle bilinebilir. Burada
da sâlih amelin, kişiyi mutlu ettiği; kötü amelin de bedbaht ettiği,
onu karamsarlığa sürüklediği açıktır.
168] Abdullah Draz, Kur'an'ın Anlaşılmasına Doğru, s. 91
169] Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l Kur’an, Hikmet Y., c. 11, s. 137
170] Gazali, İhyâ-i Ulûmi’d Din, c. 4, s. 138
171] Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, 28/20
AMEL
- 75 -
Sâlih Amelin Tanımı
Sâlih amelin çok çeşitli tarifleri yapılmıştır. Bu tariflerden
bazıları genel tarifler olmakla beraber, tahsisli diyebileceğimiz
tarifler üzerinde de durulmuştur. İbn Abbas, sâlih ameli genel
anlamda farzlardır, namaz kılmak, oruç tutmaktır şeklinde tarif
ederken, Hz. Ali, vaktinde tâdil-i erkân ve heyetine riâyet ederek
kılınan namazdır şeklinde tanımlamıştır. Bunlar, tahsisli tanımlardır.
Katâde, sâlih ameli imana dâhil olan şeyler ve hayır işlemektir
diye tanımlar.
Müfessirler, daha ziyade umumi tarifler üzerinde durmaktadırlar.
Sâlih amelin, Allah ve Rasûl’ünü tasdik etmek, emrettiklerini
yapıp nehyettiklerinden kaçmak, Allah’a itaat etmek ve yasakladıklarından
kaçmak şeklinde tanımlar yapıldığı gibi, üzerine sevap
terettüp eden tüm doğru ameller; Allah’ın rızası istenilen şey; akıl,
kitap ve sünnetteki delillerle yapılan her doğru iş; Allah’ın emrettiği
tâatleri işlemek şeklinde de tanımlar yapılmaktadır. Ahmed
Hamdi Akseki: “Sâlih amele gelince, o da, akl-ı selimin (sağduyu),
insan fıtratı ve tabiatının reddetmediği birtakım hayırlı amellerdir
ki, insanın kendisine, ailesine, toplumuna ve bütün insanlara,
faydalı ve onların menfaatine olan şeylerle bağdaşan iyi ve güzel
işlerlerle davranışlardır”172 şeklinde tarif etmektedir.
Elmalılı, sâlihât, sâliha’nın çoğuludur. Sâlih, aslında iyi, faydalı,
aklen ve naklen müstakim/dosdoğru, hayırlı manasına vasıftır;
kalbî, bedenî ve mâlî olmak üzere üç kısmı vardır diye sâlihâtı tarif
ettikten sonra, sâlih ameli de şöyle tanımlamaktadır: “Amel-i
sâlihe gelince, bu da, Allah’a ve âhirete imanın muktezasına göre
ve Allah’ın inzal ve irsal buyurduğu deliller, hükümler ve haberlere
ihlâsla ve hüsn-i niyyetle Allah’ın razı olacağı güzel ameller
yapmaktır.”173 Sâlih ameli, şöyle de tanımlayabiliriz: “İmanın gereklerini
gerektiği şekilde yapmak”; güzel bir ameli güzel bir niyetle
ve güzel bir şekilde yapmaktır (tabii, “güzel”in tanımının da
güzel olması kaydıyla).”
Görüldüğü gibi, sâlih amelin dar manada tarifleri yapılmasına
karşılık; oldukça geniş tanımları da yapılmıştır. Yapılan bütün tariflerde
zahiren veya zımnen imanın şart koşulduğu görülmektedir.
Zira ister sâlih amelin, sadece farzlardır diye, isterse namaz, oruç
gibi tahsisli tarifi yapılsın; iman etmek şarttır ve zaten bu amellerin
de iman olmadan yapılması düşünülemez. Yapılan bu tarifler
içinde Elmalılı’nın yaptığı tarifin efradını câmi, ağyarını mâni bir
172] Ahmed Hamdi Akseki, Ahlak İlmi ve İslâm Ahlâkı, s. 18
173] Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Y., c. 1, s.274; c.3, s. 1740
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 76 -
tanım olduğunu söyleyebiliriz. Zira bu tarifte, Allah’a ve âhirete
iman şart koşulduğu gibi, bu imanın gerektirdiği şekilde hareket
edilmesi de vurgulanmaktadır. Bununla birlikte, sâlih amelde bulunması
gereken ihlâs ve niyet de belirtilmektedir. Bütün bunların
yanında, Allah’ın razı olacağı kaydı da ayrıca dikkat çekmektedir.
Şu halde, bir amelin sâlih olabilmesi için iman ve bunun gerektirdiği
şekilde hareket etmenin esas olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü
iman, sâlih amelin düşünce planında olmasını sağlayacaktır ki,
sâlih amelde de bu esastır.
Kur’ân-ı Kerim’de Sâlih Amel İfadesi
“İman eden ve sâlih amelleri işleyenleri altlarından ırmaklar akan cennetle
müjdele!” 174
“İman eden ve sâlih amelleri işleyenlere gelince, imanlarından dolayı
Rableri onları altlarından ırmaklar akan nimet cennetlerine iletir.” 175
Kur’an’da “iman eden ve sâlih amel işleyenler” ifadesi 58 defa
geçmektedir. Kur’an’da sâlih amel kavramı çeşitli kalıplarda geçmektedir.
3 yerde emir sigası ile geçer:
“Kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse, sâlih amel işlesin ve Rabbine
ibâdette hiç kimseyi ortak etmesin.”176; “Sâlih ameller işleyin.” 177
Kur’an’da daha ziyade “iman eden ve sâlih amel işleyen(ler)” şeklindeki
ifadelerde geçen “sâlih” veya “sâlihât” lafızları mutlak olarak
zikredilmektedir. Bundan dolayı, sıla-i rahim, Allah yolunda
infak etmek, fert ve topluma faydalı olacak her türlü hayır, adalet,
takva gibi, ister bedenî ve isterse kalbî davranış olsun, aklımıza
gelebilecek bütün iyi ve güzel davranışlar sâlih amel olarak sıralanmaktadır.
Bununla birlikte “sâlih amel işleyenler” ifadesi, sadece
namaz ve zekât gibi dinin erkânından olan amellere ait olmayıp;
usûl, füru, farz, nâfile ibâdet, muamelat, Allah rızasına muvafık
ve salâha hizmet eden, hayra yarayan bütün faydalı amelleri içerisine
almaktadır.
Mukayyed olarak geçmesi: Kur’an’da sâlih amelden bahseden
âyetlerden bazıları da takyid edilmiştir. Nitekim Bakara sûresinin
82-83. âyetlerinde böyle bir durumun olduğuna işaret eden İzutsu,
şöyle demektedir: “Allah’ın İsrailliler ile ahdi olarak verilen
bu âyet, sâlihâtın özlü bir tanımı gibi ele alınabilir. Söz konusu
174] 2/Bakara, 25
175] 10/Yûnus, 9
176] 18/Kehf, 110
177] 23/Mü’minûn, 51; 34/Sebe’, 11
AMEL
- 77 -
âyet, şu beş unsuru sıralamaktadır: Allah’tan başkasına kulluk
etmemek, ana-baba, yakın akraba, yetim ve miskinler ile ihtiyaç
sahiplerine karşı iyilik (yani sıcak kanlı ve lütufkâr olmak, ihsan
etmek), herkese güzel konuşmak, namazı kılmak, zekâtı ödemek.”
178
Kur’ân-ı Kerim’de sâlih ve sâlihât kelimelerinin geçtiği
âyetlerin bazılarında, sâlih amel ifadesinden hemen sonra, sâlih
ameller açıklanmaktadır. Böylece, mutlak olarak zikredilen sâlih
veya sâlihât lafzı, takyid edilmektedir. Nitekim; “İman edip sâlih
amelleri işleyenler, namazı kılan, zekâtı verenlere gelince, onlara Rableri
katında mükâfat vardır.”179 âyetinde durum böyledir. Zira bu âyette
zikredilen namaz, zekât birer sâlih amel olup, bunların sâlih amellere
dâhil olduklarında hiçbir ihtilaf yoktur. Âyette özellikle namaz
ve zekâtın zikredilmesi ise, bu iki ibâdetin fazilet ve önemine
dikkat çekmek içindir. Bu duruma işaret eden müfessirler, bu
ibâdetlerden namazın bedenle yapılanların en büyüğü; zekâtın
ise, mal ile yapılanların en üstünü olduğunu beyan etmektedirler.
Sâlih lafzının takyid edildiğini şu âyette de görmekteyiz: “Allah yolunda
susuzluğa, açlığa uğramaları, kâfirleri kızdıracak bir yeri işgal etmeleri
ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları yoktur ki, mutlaka bunlarla
kendilerine sâlih bir amel yazılmış olmasın. Allah, muhsinlerin ecrini zayi
etmez.” 180
Sâlih amel kavramının âyetlerde, bazen emir sigası, bazen
mutlak ve bazen de mukayyed olarak gelmesinin şüphesiz pek
çok sebepleri vardır. Emir sigası ile gelmesi, mükelleflerin mutlaka
sâlih ameller yapması gerektiğine işaret etmektedir. Nitekim mükelleflerin
yerine getirmek mecburiyetinde oldukları sâlih amelleri
bunlara örnek gösterebiliriz. Sâlih amelin mukayyed olarak
zikredilmesi, âyetlerde zikredilen sâlih amellerin belli başlılarına
işaret ettiği gibi, bunların da önemli olduklarını vurgulamaktadır.
Nihâyet mutlak olarak gelmesi ise, mükelleflerin sâlih amellerin
sadece âyetlerde zikredilenlerden ibaret olduğu fikrine kapılmamalarına
işaret etmekte ve İslâm inancına bağlı olarak, insanlığın
hayrına yapılacak her türlü güzel, iyi davranışların da sâlih amellerden
sayılacağına delâlet etmektedir. Çünkü sâlih ameller, sadece
âyetlerde zikredilen namaz, oruç, hac, anne ve babaya güzel
davranma vs. gibi hareketlerden ibaret olmayıp, bunların dışındaki
iyi davranışlar da sâlih amellerdendir. Âyetlerin emir sigası,
mutlak ve mukayyed şeklinde gelişleri, mükelleflerin bir an bile
178] Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Pınar Y., s. 270
179] 2/Bakara, 277
180] 9/Tevbe, 120
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 78 -
olsa, güzel davranışlardan uzak kalmamalarını temin içindir.
“Mal ve oğullar, dünya hayatının süsüdür. Ama bâki kalacak sâlih
ameller, sevap olarak da, amel olarak da, Rabbinin katında daha
hayırlıdır.”181; “Ne mallarınız, ne de evlatlarınız size huzurumuzda bir yakınlık
sağlamaz. Ancak iman eden ve sâlih ameller işleyenler müstesna.
Onlara yaptıklarının fazlasıyla kat kat mükâfat vardır. Ve onlar oralarda
güven içindedirler.”182 Bu âyetlerden anlaşıldığına göre, iman ve
buna bağlı olarak yapılacak sâlih ameller, bâki kalacak olan amellerdir.
Bu ameller de akla gelebilecek her türlü hayır, birr, ma’ruf,
ihsan gibi hususlardır. Kur’ân-ı Kerim’de, gerek takva, sabır gibi
kalbî, gerek namaz gibi bedenî ve gerekse zekât gibi mâlî her türlü
davranış birer sâlih ameldir.
İman – Sâlih Amel İlişkisi
Âyetlerde, iman ile sâlih amel genellikle beraberce zikredilmekte
olup, bu şekildeki âyetler oldukça fazladır. Hatta İzutsu’nun
tesbitine göre, iman ve sâlih kelimeleri birbirlerine var olacak en
kuvvetli semantik bağ ile bağlı olup, neredeyse ayrılması imkânsız
bir şekilde birbirleriyle girift haldedirler.183 İman ve sâlih amel ifadesi,
Kur’ân-ı Kerim’de 52 defa beraberce zikredilmektedir.
Genellikle âyetlerde “İman eden ve sâlih amel işleyenler” şeklinde
geçen “iman” ve “sâlih amel” lafızları, bazı âyetlerde “Kim iman ederek
sâlih amellerden işlerse...”184 veya “Erkek ve kadından her kim iman
ederek sâlih amellerden işlerse...”185 şeklinde şartlı geçmektedir. Şartlı
ifade biraz farklı olarak şu âyetlerde de geçmektedir: “Kim de O’na
sâlih amelleri işlemiş bir mü’min olarak gelirse, işte onlar için de yüksek
dereceler vardır.”186 “Rabbine kavuşmayı uman kimse, sâlih amel işlesin
ve Rabbine kullukta hiç ortak koşmasın.” 187
“...Kim Allah’a ve âhiret gününe iman eder, sâlih amel işlerse, elbette
onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” 188
İman olmadan, sâlih amelin kişiyi kurtaracağını söylemek
son derece yanlıştır. Zira, amelin, imansız kabul edilemeyeceği
açıktır. Bunun yanında sâlih amelin mutlaka dayanması gereken
köklü bir dayanağı olması gerekir ki, bu da, imandır. Âyette “iman
181] 18/Kehf, 46
182] 34/Sebe’, 37
183] T. İzutsu, a.g.e. s. 269
184] 20/Tâhâ, 112; 21/Enbiyâ, 94
185] 4/Nisâ, 124
186] 20/Tâhâ, 75
187] 18/Kehf, 110
188] 2/Bakara, 62; 5/Mâide, 69
AMEL
- 79 -
etmiş olarak” ifadesinin yer alması gösteriyor ki, iman olmadan,
sâlih amelin bir faydası olmamaktadır. Hatta bir amelin, sâlih olabilmesi
için, imana bağlı olarak yapılması gerekmektedir. İmanın,
hem dünyevî, hem de uhrevî boyutta olduğu düşünülünce, bir fiilin
sâlih amel olabilmesi için her şeyden önce imana dayanması
gerektiği daha iyi kavranır. İmandan kaynaklanmayan bir amelin
kabul edilmemesi kadar tabii ve mantıkî bir şey olmaz. Malum
bir gaye ve muayyen bir düşünceden doğan sâlih bir amel, ancak,
Allah’a iman sayesinde zuhur imkânı bulabilir. Başka bir ifade ile
amel, imandan akan bir nurdur. Zaten âyetlerde, imanın, sâlih
amelden önce gelmesinde, sâlih amelin, imandan doğup neşv ü
nemâ bulduğuna işaret vardır. Zira iman, sahibini hayra ulaştırır,
şerden korur ve sâlih amel, imanla itibar kazanır.
Kur’ân-ı Kerim’de yetmiş âyette iman ile sâlih amel beraberce
zikredilmektedir. İman ile sâlih amel arasında kuvvetli bir semantik
bağ olup, birbirlerinden ayrılması imkânsızdır. Gölge, nasıl
bedeni takip ederse, aynı şekilde sâlih amel de imanı takip etmektedir.
Nerede iman varsa, orada sâlih amel de olmalıdır. Öyle
ki, birinci ikinci ile veya ikinci birinci ile tarif edilse, doğru kabul
edilebilir. Çünkü iman, ıslahın en faziletlisidir. Amellerin en üstünü
ise sâlih olanıdır. İman ve sâlih amel ifadelerinin beraberce zikredildiği
âyetlerde, insanın ebedî kurtuluşa ermesi genelde iman
ve sâlih ameli beraberce yapmasına bağlanmaktadır. Sâlih amel
olmadan, yalnız kuru bir imanın kişiyi ebedî saadete kavuşturacağı
pek mümkün görülmemektedir. Amel, imanı ayakta tutacak
bir rükûn olarak imana dâhil değildir. Dolayısıyla amelin yokluğu
ile kişinin, dünyada kâfir oluşuna ve imandan çıkışına; âhirette
ise devamlı azap olunacağına ve cehennemde ebedî kalacağına
hükmedilebilsin. Yine amel, imanın ayrılmaz bir parçası olarak
imanın dışında da değildir. Dolayısıyla amelin yokluğu ile kişi, bu
dünyada kınanmayı hak etmeyeceğine; âhirette ise ıkap ve azabı
gerektirmeyeceğine hükmedilebilsin.
O halde sâlih amel ile iman arasında önemli bir bağ vardır.
Çünkü Allah, kendisine kavuşmanın sâlih amel işlemede ve yapılacak
ibâdette hiç kimseyi kendisine ortak koşmamada olduğunu
bildirmektedir.189 Yine kötülüklerin keffâreti ve kişinin en güzel şekilde
mükâfatlandırılması, iman ve sâlih amelleri işlemeye bağlanmaktadır.
190 Sâlih amel, imanın semeresidir. Sâlih amel işleyenin
ne zulümden, ne de hakkının çiğnenmesinden korkmayacağı,191
189] 18/Kehf, 110
190] 29/Ankebut, 7
191] 20/Tâhâ, 212
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 80 -
yaptıklarına karşılık kat kat fazlasıyla mükâfat verileceği,192 cennetlerin
vaad edilmesi193 gibi daha pek çok hususlar âyetlerde belirtilmektedir.
Bütün bu ve benzeri âyetler, iman ile sâlih amel arasında kuvvetli
bir ilişkinin varlığını göstermektedir. Aslında iman lafzı müşterek
bir lafızdır. Gazali bu konuda şunları söyler: İman lafzı, üç
mânâ arasında müşterektir. Zira iman kelimesinden, bazen yakınî
delillere dayanan tasdik, bazen herhangi bir şüphe bulunmamak
şartıyla taklid elde edilen inanç kastedildiği gibi, bazen de bu isim,
tasdikin bir gereği olarak, kendisiyle beraber amelin de bulunduğu
bir inanca verilir.194 Görüldüğü gibi aslında iman lafzının içerisinde
amel de bulunmaktadır. Bu da gösteriyor ki, iman denilince
akla amel de gelmelidir. İnsan, amele devam etmesi sebebiyle,
kendi inancına karşı bir yakınlık duyar ve bununla da huzur ve
güveni artar. Bundan dolayı, kendi inancına uygun olarak uzun
zaman amel işlemeyen bir kimsenin, bu inancını değiştirmek veya
bu konuda kendisini şüpheye düşürmek isteyen bir kimsenin,
amele devamı uzun olmayanınkinden daha zor olur.195 insan inandığı
gibi yaşamıyorsa, yaşadığı gibi inanmaya başlar.
İman ile sâlih amel arasındaki ilişkiyi İbn Teymiye daha net bir
şekilde ortaya koymaktadır. Ona göre, sâlih amelin imanla ilişkisi,
ya dudakla dilin ilişkisi gibi veya kalbin bedenle olan irtibatı veyahut
da bir buğday danesinin bütünlüğü gibidir. Zira konuşmak,
dudak ve dil ile olur. Kalpsiz bir beden düşünülemez. Aynı şekilde
danenin içi ve dışı vardır, özellikleri ayrı olduğu halde iki dane
denilmez. 196
Sâlih amel, imanı olgunlaştırma ve tamamlama özelliğine sahip
olmasının yanında, imanın semeresi ve sıhhatidir de. Zaten
amelsiz imanı olan kişinin, zâhir ve bâtın bütün uzuvlarını kaybedip
yaşamaya çalışan bir insana benzetilmesi de iman ile sâlih
amel arasındaki ilişkiyi daha belirgin bir hale getirmektedir. Mücerret
bir iman, ebedî bir cehennemden kurtuluş ifade etse bile
derecelerin yükselmesini ifade etmez. Mü’minin yüksek derecelere
ulaşması, ancak iman ve sâlih amelle olur.
“Kim de O’na sâlih ameller işlemiş bir mü’min olarak gelirse, işte onlar
için yüksek dereceler vardır.”197 Âyette zikredilen yüksek derecelere
192] 34/Sebe’, 37
193] 2/Bakara, 82
194] Gazâli, İtikadda Orta Yol, s. 167-168
195] Gazâli, a.g.e. s. 169-170
196] İbn Teymiye, Kitabu’l-İman, s. 286
197] 20/Tâhâ, 75
AMEL
- 81 -
nail olmak, sadece imanla olmayıp, bunun yanında sâlih amellere
de bağlanmıştır. Yine aynı şekilde “İman eden ve sâlih amelleri işleyenleri,
altlarından ırmaklar akan cennetlerle müjdele!”198 anlamındaki
âyette de müjde, sadece imana olmayıp, aynı zamanda sâlih
amele bağlıdır. Allah, cennetlere girmeyi, iman edip sâlih amelleri
işlemeye bağlayarak şöyle buyurmaktadır: “İman eden ve sâlih
amelleri işleyenleri, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız.”199
Amelsiz iman, nefsi tezkiye etmeye yetmeyeceği gibi, vaad edilen
mükâfatları da elde etmeye kâfi gelmeyecektir. Kur’ân-ı Kerim,
Sâlih amel konusunu çeşitli yönleriyle ele alır.
İhlâs – Sâlih Amel İlişkisi
İhlâs, riyayı terketmek, kalbi karışık şaibelerden saflığa ulaştırmak,
ameline Allah’tan başkasını şâhit olarak istememektir.
İhlâs, Allah ile kul arasında bulunan bir sırdır; Şeytan onu bilemez
ki ifsad etsin. Hevâ ve hevesin rolü yoktur ki ona meyletsin.
Bedene göre ruh ne ise, amele göre ihlâs odur. Ruhu olmayan
bir beden, cansız bir maddeden ibarettir. İhlâssız amel de hebâ
olmuş bir iş gibidir.
İhlâslı davranmak, samimi olmak, gösteriş ve riyadan uzak bir
şekilde hareket etmek oldukça zor bir iştir. Kişinin bütün tutum
ve davranışlarında ihlâslı olması, hele sâlih amel işlerken ihlâslı
davranması daha da zor gibidir. Ancak kişi, bu durumlarda samimi
bir şekilde hareket ederse, ameli değer kazanır ve herhalde
ameli makbul olur. İhlâs kavramı, Kur’ân-ı Kerim’de 31 defa tekrar
edilmektedir.200 “Ancak tevbe edenler, ıslah olanlar, Allah’a sarılanlar
ve dinlerinde Allah için ihlâslı olanlar müstesnadır. Onlar iman edenlerle
beraberdir. Allah mü’minlere büyük ecir verecektir.”201 Bu âyette Allah,
münafıkların, içinde bulundukları durumdan kurtulmalarını, tevbe,
ıslah, Allah’a yönelme, O’na sığınma ve dinde ihlâslı bir şekilde
hareket etmeye bağlamaktadır.
İhlâs aynı zamanda dinin esasındandır. “Oysa, kendilerine, dini
yalnız Allah’a hâlis kılarak, Allah’ı birleyenler olarak O’na kulluk etmeleri,
198] 2/Bakara, 25
199] 4/Nisâ, 57
200] “İhlâs” Kelimesinin Kökü “H-l-s” ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler
(31 Yerde): 2/Bakara, 94, 139; 4/Nisâ, 146; 6/En’âm, 139; 7/A’râf, 29, 32; 10/
Yûnus, 22; 12/Yûsuf, 24, 54, 80; 15/Hicr, 40; 16/Nahl, 66; 19/Meryem, 51;
29/Ankebût, 65; 31/Lokman, 32; 33/Ahzâb, 50; 37/Sâffât, 40, 74, 128, 160,
169; 38/Sâd, 46, 46, 83; 39/Zümer, 2, 3, 11, 14; 40/Mü’min, 14, 65; 98/Beyyine,
5.
201] 4/Nisâ, 46
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 82 -
namaz kılmaları, zekât vermeleri emredilmişti. İşte doğru din budur.”202
anlamındaki âyette zikredilen üç esas, yani dinde ihlâs ile Allah’a
ibâdet etmek, namazı kılmak ve zekâtı vermek doğru dinin esaslarıdır.
İhlâslı bir şekilde Allah’a ibâdet etmek, sâlih amel cümlesindendir.
Bu özellikleri kendisinde bulunduran mü’minin kalbine
hile girmez. Böyle mü’minler, Allah için amelde ihlâslı olmak,
devlet adamlarına ve yöneticilere nasihatte bulunmak ve müslümanlarla
bir arada olmak203 isterler. Şu halde kişinin faaliyeti ve
samimiyeti, ihlâslı olmasıyla değer kazanır ve böylece amelinin
ecrini arttırır. Neticede de derecesi yükselir ve toplumda örnek bir
şahıs durumuna gelir. Çünkü ihlâslı bir kişi riyadan arınmış bir şekilde
dine hizmet etmeyi kendisine vazife bilen bir insandır. Böylece
mü’min kişi “...Ben dinimi yalnız Allah’a hâlis kılarak, O’na kulluk
ediyorum.”204 âyetinin ifade ettiği anlam bütünlüğüne erer.
Sâlih Amel - Hasenât
Farklı formlarda birçok yerde gelen (“amilû’s-sâlihât”, “amelen
sâlihan”) “sâlih amel”, Kur’an’ın 23 yıllık iniş sürecinde farklı vurgular
kazanır. Vahyin ilk yıllarındaki vurgusu “sorumlu davranış”tır.
Bu davranış, Bakara 2’den yola çıkarak “hidâyetten önceki takvâ”
diyebileceğimiz sorumluluk bilincine ve ahlâkına dayanır. Erdemlilik
ve dürüstlüğü ifade eder. İlerleyen yıllarda vahiy; Allah’ın râzı
olup olmadığı, imana yaraşan ve yaraşmayan eylemleri beyan
ettikten sonra “sâlih amel” terkibi “Allah’ın râzı olduğu imana
uygun davranış” vurgusunu kazanmıştır. İslâm cemaatinin iktidar
yıllarını teşkil eden Medine’de ise aynı terkip “sahibini ve başkalarını
ıslah edici iyilikler” vurgusuna ulaşmıştır. Aslında bu son
vurgu, “sâlihât” kelimesinin aslî vurgusudur ve imkânla orantılı
olarak her dönemde sâlih amelin mükemmel bir örneğidir.
Başta iman olmak üzere Allah’a itaat, namaz kılmak ve zekât
vermek gibi hukukullah ile ilgili ibâdetler bu yüzden Kur’an tarafından
“sâlihât”tan değil; “hasenât”tan sayılmıştır.205 Fakat
hasenât, sosyal amaçları gerçekleşince “sâlihât” vasfını da kazanır.
Mâûn sûresi, namaz ibâdeti özelinde, hasenât’ı sâlihât’a tebdil etmenin
formülünü sunar.206 Hasenâtâ bir’e on vaad edilirken (“Kim
bir hasene ile (iyilikle) gelirse, ona getirdiğinin on misli/katı vardır.”), 207
sâlihâta kesintisiz nimet ve cennet vaad edilmektedir. “Men câe
202] 98/Beyyine, 5
203] Bak. İbn Mâce, Mukaddime 18
204] 39/Zümer, 14
205] 11/Hûd, 23 ve 2/Bakara, 277
206] Krş. 107/Mâûn, 5
207] 6/En’âm, 160
AMEL
- 83 -
bi’l-haseneti felehû aşru emsâlihâ; ve men câe bi’s-seyyieti felâ yüczâ
illâ mislehâ vehum lâ yuzlemûn (Kim bir hasene ile (iyilikle) gelirse, ona
getirdiğinin on misli/katı vardır. Kim de bir seyyie ile (kötülükle) gelirse
o, sadece onun misliyle cezalandırılır. Onlar haksızlığa uğratılmazlar.)”208;
“İllâllezzîne âmenû ve amilû’s-sâlihâti felehum ecrun ğayru memnûn
(“İman edip sâlih amel amel işleyenler için eksilmeyen devamlı bir ecir
vardır.)””209; “İnnellezîne âmenû ve amilû’s-sâlihâti lehum cennâtin tecrî
min tahtihâ’l-enhâr, zâlike’l-fevzu’l-kebîr. (“İman edip sâlih ameller işleyenlere
ise, içinden ırmaklar akan cennetler vardır. İşte en büyük kurtuluş
odur.)” 210
Hasenât sahipleri seyyiâtı örtülmekle müjdelenirken, sâlihât
sahipleri canlıların en hayırlısı/iyisi olmakla müjdelenir. “İnne’lhasenâte
yuzhibne’s-seyyiât (“…Haseneler (sevaplar, iyilikler) seyyiâtı (günahları,
kötülükleri) giderir...)”211; “İllâ men tâbe ve âmene ve amile sâlihan
feulâike yubeddilullahu seyyiâtihim hasenât [Ancak, tevbe ve iman edip
sâlh amel işleyenler başka; Allah onların seyyiâtını (günahlarını, kötülüklerini)
hasenâta (sevaplara, iyiliklere) çevirir.]”212; “İnnellezîne âmenû ve
amilû’s-sâlihâti ulâike hum hayru’l-beriyyeh (İman edip sâlih amel işleyenlere
gelince, onlar halkın en hayırlısıdır.)”213 Hz. Peygamber’e nispet
edilen “Bir saatlik âdil yönetim, altmış yıllık nâfile ibâdetten hayırlıdır.”214
hadisi, sâlihât ile hasenât arasındaki büyük farka dair nebevî bir
okumadır. 215 Hasenât sahiplerinin haseneleri, onların günahlarını
giderirken; sâlih amel seyyiâtı hasenâta, günahları sevaplara
tebdil edip değiştirir. “İnne’l-hasenâte yuzhibne’s-seyyiât (“…Haseneler
(sevaplar, iyilikler) seyyiâtı (günahları, kötülükleri) giderir...)”216; “İllâ
men tâbe ve âmene ve amile sâlihan feulâike yubeddilullahu seyyiâtihim
hasenât [Ancak, tevbe ve iman edip sâlih amel işleyenler başka; Allah onların
seyyiâtını (günahlarını, kötülüklerini) hasenâta (sevaplara, iyiliklere)
çevirir.]” 217
Sâlih Amellerin Tamamını
Gerçekleştirmek Mümkün mü?
Kur’ân-ı Kerim’de sâlih amellerden bahseden âyetlerin bir
208] 6/En’âm, 160
209] 95/Tîn, 6
210] 85/Burûc, 11
211] 11/Hûd, 114
212] 25/Furkan, 70
213] 98/Beyyine, 7
214] Taberânî, el-Kebîr
215] M. İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, Asr Sûresi, 3, s. 1300
216] 11/Hûd, 114
217] 25/Furkan, 70
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 84 -
kısmının mutlak, bir kısmının da mukayyed olduğunu daha önce
kaydetmiştik. Bu âyetlerden bazılarında sâlih amel sayılan davranışlar
zikredilmektedir. Yine bu âyetlerden bazılarında da “sâlihât”
lafzının başında, kısım, parça, bölüm anlamına gelen “min” harf-i
cerinin bulunduğu görülmektedir. “Erkek veya kadın, mü’min olarak
sâlih amellerden işlerse, işte böyle kimseler cennete girerler ve zerre kadar
onlara zulmedilmez.”218; “Kim iman ederek sâlih amellerden işlerse
o, zulümden ve hakkının çiğnenmesinden korkmaz.”219; “Mü’min olarak
sâlih amellerden işlerse, çalışması inkâr edilmeyecektir ve biz onu yazmaktayız.”
220
Bu âyetlerden hareketle diyebiliriz ki, bir mü’minin bütün
sâlih amelleri yerine getiremeyeceği açıktır. Nitekim: “İman edip
sâlih amelleri işleyenler -ki, hiç kimseye gücünün üstünde bir şey teklif
etmeyiz- işte onlar cennet halkıdır. Onlar orada ebedî kalacaklardır.”221
âyetinden de anlaşılacağı gibi, gücümüzün yettiği oranda sâlih
amelleri yerine getirmemiz istenmektedir.
Hz. Peygamber, ashâbına güç yetirebilecekleri amelleri işlemelerini
emrederdi. Hz. Âişe (r.a.)’nin rivâyet ettiği hadiste bu görülmektedir:
“Rasûlullah, ashâbına emrettiği zaman, güçlerinin yeteceği
amelleri işlemelerini emrederdi. Ashâb: ‘Yâ Rasûlallah, biz senin gibi değiliz;
Allah senin olmuş ve olacak günahlarını bağışlamıştır (biz, senden
daha çok ibâdet etmek zorundayız)’ derlerdi de, Rasûlullah kızar ve hatta
kızdığı yüzünden belli olurdu. Sonra şöyle derdi: “Sizin en müttakîniz ve
Allah’ı en çok bileniniz benim.” 222
Netice olarak diyebiliriz ki, mükellefin sâlih amellerin hiç birini
bırakmaksızın tümünü yerine getirmesi imkânsız ve gücünün
dışındadır. Ancak, mü’minin, mümkün mertebe bu konuya ihtimam
göstermesi gerekmektedir. Zira âyetlerde sâlih amellerin bir
hayli tekrar edilmeleri buna işaret etmektedir. Bu konuda şöyle
bir ayrım yapmak gerekmektedir: Sâlih amellerin bir kısmı tüm
mükelleflerin yapmak zorunda olduğu farz amellerdir; bir kısmı
ise nafilelerdir. Kur’an, farz ve nafile tüm sâlih amelleri eksiksiz
istemese de, bu konuda gevşek davranmaları hoş görmemektedir.
Aslında ibâdetler/sâlih ameller, ne insanoğlunun kaçınacağı
kadar ağır ve çok; ne de onu tembellik ve rehavete sevk edecek
kadar basittir.
218] 4/Nisâ, 124
219] 20/Tâhâ, 112
220] 21/Enbiyâ, 94
221] 7/A’râf, 42
222] Buhâri, İman 13
AMEL
- 85 -
Fert Açısından Sâlih Amelin Önemi
Kişinin İtikadını Islah Etmesi/Düzeltmesi: Kur’an- ı Kerim’de
“sâlih” kavramı ile yine aynı kökten gelen “ıslah” kelimesi, ferdi ilgilendiren
yönleri ile ele alındığında görülür ki, bu kavramlarla
öncelikle toplumun bireylerinin düzelmesi ve düzeltilmesi hedeflenmektedir.
Nitekim: “Biz peygamberleri sadece müjdeleyici olarak
gönderiyoruz. Kim iman eder ve kendini düzeltirse (ıslah ederse), onlara
korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”223 anlamındaki âyet buna
işaret etmektedir. Bu düzelme ise, âyetten de anlaşılacağı gibi
“iman” sayesinde olacaktır. Âyette belirtilen imanın da, Kur’an’ın
istediği tevhid fikrine dayanması, kısaca “Allah’tan başka ilah
yoktur” prensibi çerçevesinde olması gerekir.
Bu prensibin içerisinde Allah’ın ölümsüzlüğünü, yaratıcılığını,
yüceliğini, ebedîliğini, mutlak birliğini, âdil oluşunu ve merhametini
mütalaa etmek mümkündür. Çünkü bütün iyiliklerin
ve güzelliklerin aslı, esası ve temeli tevhiddir. Tevhid ise, Allah’ı
bir bilmektir. Böylece insan Allah’ın karşısında güçsüzlüğünü kavrar.
Böylece insan, İslâm’ın özünün tevhid, tevhidin özünün de
Allah’ın birliği, O’nu tek, mutlak, yüce yaratıcı ve her şeyin sahibi
ve yöneticisi olarak kabul etmek olduğunda şüphe olmadığını anlar
ve O’na yönelerek sadece O’ndan yardım ister ve yine sadece
O’na kulluk eder. Çünkü Allah’la fert arasında sağlıklı bir ilişkinin
olması gerekmektedir. Bu noktada fert düşünür ki, Allah’tan başka
her şey Allah’a bağımlıdır. Allah, bütün kudreti ve yüceliği ile
beraber, temelde sonsuz rahmet sahibidir.
Kur’ân-ı Kerim’de “iman eden ve sâlih amel işleyenler” ifadesinin
çok geçmesiyle birlikte, sâlih amel olmadan, sadece iman kavramının
da çeşitli şekillerde vurgulandığını söyleyebiliriz. Bu âyetlerde
ifade edilen tüm iman esasları doğrultusunda fert, inancını düzeltmeli
ve bilmeli ki, iman, kokusunu asla içerisinde tutmayan
ve kokusu kendiliğinden çevreye yayılan, yayılmadığı zaman yok
olabilen bir çiçeğe benzetilmektedir. Böylece şekillenen saf ve
berrak inanca, ferdin itikadının, inancının ıslahı diyebiliriz.
Kişinin Durumunu Islah Etmesi/Düzeltmesi
Islah, bir şeyi iyi ve sâlih kılmak, başlangıçta veya sonradan
olabilecek fesadı gidermek, onarmak anlamlarına gelmektedir. Islah
kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de toplam 7 yerde zikredilir.224 Islah,
223] 6/En’âm, 48
224] Islâh Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 2/Bakara, 220,
228; 4/Nisâ, 35, 114; 7/A’râf, 56, 85; 11/Hûd, 88.Sulh ve Islah Kelimesinin
Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 32 Yerde): 2/Bakara, 160,
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 86 -
kişinin hem kendisini ve hem de başkalarını düzeltmesi anlamını
taşımaktadır. Nitekim “Sizden kim, bilmeyerek bir kötülük yapar
da sonra ardından tevbe eder, kendini ıslah eder, düzeltirse,
muhakkak O, bağışlayan ve merhamet edendir.”225 anlamındaki
âyette kişinin kendisini düzeltmesi istenmektedir.
Âyetlerde ferdin hırsızlık yaptıktan sonra hemen tevbe etmesi
ve bundan vazgeçip, durumunu düzeltmesi istenmekte, sonra
da: “Kim yaptığı haksızlıktan sonra tevbe eder, durumunu ıslah
eder/düzeltirse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Çünkü
Allah, bağışlayan ve merhamet edendir.”226 buyrulmaktadır. Bunun
yanında, fertlerin kendi durumlarını düzeltmelerini belirten
âyetlerin227 yorumlarında, onların kendi durumlarını kontrol etmeleri,
hallerini ifsad etmemeleri ve kendilerinde aşırı olan hususların
telafisi, amellerinin ıslahı, ahlâklarının düzeltilmesi gerektiği
vurgulanmaktadır. Yine âyetlerde ifade edilen ıslah, sâlih amel
işlemek, kötülüklerden el çekmek sûretiyle durumunu düzeltmek,
kendi aralarında durumlarını düzeltmek ve Allah’ın kendisinden
razı olacağı şekilde sâlih amel işlemek sûretiyle O’na yaklaşmaya
çalışmak ve böylece nefsini düzeltmek şeklinde yorumlanmaktadır
ki, bütün bunlar aynı zamanda kişinin kendi durumunu nasıl
kontrol edebileceğini göstermektedir.
Kişinin hem davranışlarını, hem de içini düzeltmesi, ıslah etmesi
gerekir. Bu da ferdin Allah’ı tanıması ve O’nun emir ve yasaklarına
uyması ile gerçekleşir. Böylece biz, öncelikle toplumda
ferdin kendi durumunu düzeltmesinin asıl olduğunu söyleyebiliriz.
Çünkü kişinin kendini düzeltmesi asıl, başkasını düzeltmesi ise
fer’îdir. Başkasını ıslah, sâlih insan olma nisabının zekâtıdır. Kendisi
sâlih olmayan, başkasını nasıl ıslah edebilir? Ağaç doğrulmadan
gölge nasıl doğrulabilir? Yüzme bilmeyen insan, denizde boğulan
başka birini nasıl kurtarabilir? Bununla birlikte, ferdin gerek inancını
ve gerekse tutum ve davranışlarını düzeltmesi, onun dünya
ve âhirette mutlu olacağının bir göstergesi demektir. Bu şekilde
kendilerini düzeltenleri Allah’ın bağışlayacağı ve onlara merhamet
edeceği de âyetlerde belirtilmektedir.228 Islah eden, düzelten
182, 224; 3/Âl-i İmrân, 89; 4/Nisâ, 16, 128, 128, 128, 129, 146; 5/Mâide,
39; 6/En’âm, 48, 54; 7/A’râf, 35, 142; 8/Enfâl, 1; 10/Yûnus, 81; 13/Ra’d, 23;
16/Nahl, 119; 21/Enbiyâ, 90; 24/Nûr, 5; 26/Şuarâ, 152; 27/Nenml, 48; 33/
Ahzâb, 71; 40/Mü’min, 8; 42/Şûrâ, 40; 46/Ahkaf, 15; 47/Muhammed, 2, 5;
49/Huucurât, 9, 9, 10.
225] 6/En’âm, 54
226] 5/Mâide, 38-39
227] 2/Bakara, 160; 3/Âl-i İmran, 89; 4/Nisâ, 46; 16/Nahl, 119)
228] 3/Âl-i İmran,89; 6/En’âm, 54
AMEL
- 87 -
anlamındaki muslih kelimesi ve çoğulu Kur’an’da 7 yerde zikredilir.
229
Sâlih insan Kimdir?
Sâlih, aslında fâsid’in zıddıdır. Fâsid ve müfsid: Yükümlülüğün
gerektirdiği hususları yerine getirmeyen; sâlih de: Yükümlülüğün
gerektirdiği hususları yerine getiren diye tanımlanmaktadır.
Sâlih, inancında ve amelinde doğru olandır şeklinde de tanımlanır.
Ayrıca sâlih, Allah’ın kendisi üzerindeki haklarını yerine getiren,
Allah’a karşı farzları, kullara karşı da haklarını ödeyen, itikad ve
amelinde doğru olan, Allah’a itaat eden ve haramlardan kaçınan,
ömrünü Allah’a itaatte, malını da O’nun rızası yolunda sarfeden,
dünya ve âhiretini düzeltip kâmil bir insan olan şeklinde de tarif
edilmektedir. Fakat yapılan bu tariflerden her biri, sâlih insanın
bir yönüne işaret etmektedir. Mevdûdi ise, sâlih insanı, inancında,
niyetinde, sözlerinde ve hareketlerinde doğru olan ve hayatının
her yönünde doğruluğu benimseyen kimsedir230 şeklinde
tanımlayarak, onun derli toplu bir tarifini vermektedir. Sâlih
insanın tarifi, Kur’an’da ehl-i kitap’tan bahseden âyetlerde şöyle
tarif edilmektedir: “... Onlardan geceleri secdeye kapanarak Allah’ın
âyetlerini okuyanlar vardır. Bunlar Allah’a ve âhiret gününe inanır, iyiliği
emreder, kötülükten yasaklar ve hayır işlerine koşarlar. İşte onlar sâlih
insanlardır.”231 Bu âyete göre sâlih insanın özelliklerinden bazılarını
şöyle sıralayabiliriz:
1 Allah’a ve âhiret gününe inanmak,
2 Allah’ın âyetlerini okumak,
3 Allah’a secde etmek,
4 İyiliği emredip kötülükten sakındırmak,
5 Hayır işlerine koşmak,
Sâlih amel işlemek.
Kur’ân-ı Kerim’de sâlih insan olmak, mü’minlere ait çok üstün
bir özelliktir. Peygamberler bile bu özelliğe sahip olmak için
duâ ve temennilerde bulunmuşlar, sâlih insanlardan olmayı arzu
229] Muslih Kelimesi ve Çoğulunun Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 5 Yerde):
2/Bakara, 11, 220; 7/A’râf, 170; 11/Hûd, 117; 28/Kasas, 19.
230] Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, insan Y., c. 1, s. 307
231] 3/Âl-i İmran, 114
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 88 -
etmişlerdir. Hz. İbrahim,232 Hz. Yusuf233 ve Hz. Süleyman’ın234 sâlih
insanlardan olmak için Allah’a duâ ettiklerini Kur’an’dan öğreniyoruz.
Yine Hz. İbrahim’in “Rabbim, bana sâlihlerden bir çocuk
lutfet”235 diye temenni ve duâda bulunduğu görülmektedir. Peygamberlerin
sâlih kullar olduğu zikredilmektedir. 236
Peygamberlerin sâlih insanlardan olmayı arzu etmelerinin sebebi
şudur: Sâlih, Kur’an’da her bakımdan mükemmel bir insan
tipi olarak çizilmektedir. Peygamberler ise, insanlar içinde Allah’ın
seçtiği insanlar olmaları sebebiyle en mükemmel insanlardır. Dolayısıyla
onlar sâlih insanlardan olmaya daha layıktırlar. Kâmil bir
sâlih insan, Allah’a isyan etmeyen ve mâsiyeti/günah ve isyanları
hatırına getirmeyendir. Hadis-i şeriflerde sâlih amelle ilgili çeşitli
açıklamalar yapılır.
Gerçek anlamda sâlih insan olmak, derecelerin en yükseği,
mertebelerin en büyüğü ve makamların en şereflisi demektir.
Peygamberlerin hedefleri, yeryüzünü ıslah etmek, fesadı kaldırmaktır.
Böylece iyiliğin emredildiği, kötülüğün yasaklandığı
ahlâk temellerine dayanan ve Allah’ın hâkimiyetini esas kılan
bir toplum düzeni kurmak için başarılı bir tebliğ yapan insanlar,
sâlih insan vasfına layık olurlar ki, bunların başında peygamberler
ve onların izini takip eden mü’minler gelir.
Peygamberlerin sâlih insan vasıfları yanında, mü’minlerin de
sâlih insanlardan olmaları gerektiği Kur’an’da vurgulanmaktadır.
“Rabbim, beni yakın bir süreye kadar ertelesen de, sadaka versem, sâlih
insanlardan olsam’ diyeceği zaman gelmeden önce size verdiğimiz rızıklardan
infak edin.”237 Sâlih insanlardan olma arzusu sadece peygamberler
ve mü’minlerde olmayıp, diğer insanların da istedikleri bir
vasıf olduğu anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber’e kâfir ve münafıklarla
mücadele etmesi gerektiğini bildiren âyetlerden sonra şöyle
buyrulmaktadır: “Onlardan kimi de: ‘Eğer Allah, lütuf ve kereminden
bize verirse, elbette sadaka vereceğiz ve sâlih insanlardan olacağız’ diye
Allah’a and içtiler.” 238
Sâlih insanlardan olmanın en önemli özelliği, Allah tarafından
dost edinilmiş olmak239 ve peygamberler, sıddıklar ve şehid-
232] 26/Şuarâ, 83
233] 12/Yusuf, 101
234] 27/Neml, 19
235] 37/Saffat, 100
236] 2/Bakara, 130; 21/Enbiyâ, 72; 6/En'âm, 85...
237] 63/Münafıkun, 10
238] 9/Tevbe, 75
239] 7/A'râf, 196
AMEL
- 89 -
lerle beraber olma gerçeğidir.240 Sâlih insanlardan olmanın temel
şartı ise, iman ve sâlih amel işlemektir. “İman eden ve sâlih amel
işleyenleri, sâlih insanlar arasına sokarız.”241 Bunun yanında Allah’a ve
Rasûl’üne itaat etmek gerekmektedir.242 Sâlih insanların derecelerine
ulaşmak için, sarp ve dik yokuşları aşmak, canlı bir Kur’an
olmaya gayret etmek lazımdır.
Sâlih Amelin Sonuçları
a- Güzel Bir Gelecek ve Mutluluk
Kur’ân-ı Kerim’de, iman edip sâlih amel işleyenleri güzel bir
gelecek ve mutluluğun beklediği ifade edilerek şöyle buyrulmaktadır:
“İman eden ve sâlih amel işleyenler için güzel bir gelecek ve mutluluk
(tûbâ) vardır.”243 Âyette ifade edilen güzel bir gelecek ve mutluluğun,
iman edip sâlih amel işleyenlerin olacağı belirtilmektedir.
Çünkü iman etmek ve bu imanın gerektirdiği şekilde güzel davranışlarda
bulunmak, helâl ve haram kavramlarını en ince noktasına
kadar düşünüp, bu doğrultuda hareket etmek, mü’min için
umulan, ama oldukça da zor başarılan davranışlardandır. İşte kim
bunları yerine getirirse, Allah böylelerine mutluluk ve güzel gelecek
vaad etmektedir ki, Allah’ın verdiği sözden dönmeyeceği açık
bir şekilde beyan edilerek şöyle buyrulmaktadır: “Bu, Allah’ın vadidir.
Allah, vadinden caymaz.”244 Ra’d sûresi 29. âyette geçen “tûbâ”
kelimesinin, nimet, gıpta etmek, sevinç ve göz aydınlığı, güzellik,
hayır, keramet, cennet, cennette bir ağaç anlamlarına geldiği
rivâyet edilmektedir.
b- Güzel Bir Hayat
Kur’ân-ı Kerim’de ister kadın, isterse erkek olsun, mü’min olarak
sâlih amel işleyene güzel bir hayat vaad edilmekte ve şöyle
buyrulmaktadır: “İman etmiş olarak, kadın – erkek kim sâlih amel işlerse
ona güzel bir hayat yaşatacağız ve onların mükâfatlarını, yapmakta
olduklarının en güzeli ile vereceğiz.”245 Âyette ifade edilen güzel bir
hayatın bu dünyada mı, yoksa âhirette mi olacağı konusunda görüş
ayrılıkları bulunmaktadır. İbn Abbas ve Dahhâk’e göre vaad
edilen bu hayat, bu dünyada; Katâde, Mücahid ve İbn Zeyd’e
göre âhirette ve Süddî’ye göre de kabirde olacaktır.246 “Güzel
240] 4/Nisâ, 69
241] 29/Ankebut, 9
242] 4/Nisâ, 69
243] 13/Ra’d, 29
244] 39/Zümer, 20
245] 16/Nahl, 97
246] Fahreddin Râzi, Tefsiru’l-Kebir, 20/113
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 90 -
bir hayat”la ne kast edildiği konusunda da çeşitli görüşler vardır.
Kurtubi, bunları helal rızık, kanaat, Allah’ın rızasını kazandıran
tâatleri yapmak, saâdet, cennetteki hayat şeklinde sıralar.
Âhiret hayatı, ebedî saadet ve mutluluğu ifade etmekle beraber,
sâlih bir mü’min, sâlih ameliyle ve şahsiyetli bir kişiliği ile
bu dünyada da mutlu bir hayat sürebilir. Çünkü davranışlarında
samimi, doğru, âdil ve temiz olanlar, diğer insanlara oranla bu
dünyada da çok daha iyi bir hayat yaşarlar. Çünkü onlar, kusursuz
kişilikleriyle, bu özelliklere sahip olmayanların görmediği saygı,
şeref ve güven içinde yaşarlar. Başarı kazanmak için kötü yollar
deneyenlerin elde edemediği temiz ve göze çarpan bir başarı
kazanırlar. Dünya hayatındaki güzel yaşayış, âhiretteki mükâfatı
eksiltmez, onların zevaline yol açmaz. Bahşedilecek güzel bir hayatın,
sadece âhirete tahsis edilmeyeceği kanaatindeyiz. Çünkü
mü’min, sâlih amelle, kendisi ve çevresiyle hoş bir atmosfer
içinde yaşama imkânını bulabilir. Fakat önemli olan bu yaşantıyı
kendisine sağlayacak iman ve bu imanın gerektirdiği sâlih ameli
işlemektir. Kadın olsun, erkek olsun bu güzel hayata ulaşabilmek
için insanların Allah’a iman etmekle beraber, Allah’ın kitabına ve
rasulünün sünnetine tâbi olarak sâlih ameller işlemeleri gerekmektedir.
c- Bol Rızık ve Mağfiret
Kur’ân-ı Kerim’de, iman eden ve sâlih amel işleyenlerin bağışlanıp
bol ve güzel bir rızıkla rızıklandırılacağı belirtilmekte
ve şöyle buyrulmaktadır: “(Allah,) iman eden ve sâlih amel işleyenleri
mükâfatlandıracaktır. Onlar için mağfiret ve güzel bir rızık vardır.”247
Âyette geçen mağfiret, imanın mükâfatı; rızk-ı kerîm ise, sâlih
amelin ödülüdür. Başka bir âyette ise: “İman eden ve sâlih amel işleyenlere
mağfiret ve bol rızık vardır.”248 buyrularak, bunlara nail olmak
için iman ve amel-i sâlihin gerekli olduğu vurgulanmaktadır.
Bazı âyetlerde ise, iman eden ve sâlih amel işleyenlerin, büyük
mükâfatla birlikte mağfiret edilecekleri belirtilmektedir. 249
Bütün bu âyetler, iman eden ve bu inancına bağlı olarak sâlih
amel işleyenlerin affedileceğini, bunlarla da kalmayıp gerek bu
dünyada ve gerekse âhirette yaptıklarının karşılıklarını göreceklerini
göstermektedir. Çünkü Allah, ğafur ve rahimdir. Nitekim
Allah, tevbe eden, durumunu ıslah eden/düzelten, ıslah işinde çalışanı
bağışlayacağını ve ona aynı zamanda merhamet edeceğini
247] 34/Sebe’, 4
248] 22/Hacc, 50
249] 5/Mâide, 9; 35/Fâtır, 7; 48/Fetih, 29
AMEL
- 91 -
de beyan etmektedir. 250
Kur’an, tevbe eden, iman eden ve sâlih amel işlemek sûretiyle
hidâyete ulaşan insanı bağışlayacağını zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
“Ve Ben, tevbe eden, iman eden ve sâlih amel işleyen,
sonra da hidâyete ulaşan kimseye karşı elbette çok bağışlayıcıyımdır.”251
Bu âyete göre bağışlanma için dört husus gerekmektedir. Bunlar:
Tevbe: İsyan, itaatsizlik ve küfürden sakınmak ve vazgeçmek,
İman: Allah’a, Rasûl’üne, Kitab’a ve âhiret gününe samimiyetle
inanmak,
Sâlih amel: Allah ve Rasul’ünün emirlerine uygun işler yapmak,
Hidâyet: Sebatla doğru yolu takip etmek ve yanlış yola sapmaktan
sakınmak.
Sayılan bu hususlara, doğrudan ve dolaylı olarak Kur’an’ın hemen
her yerinde rastlamak mümkündür. “Ancak sabredenler ve sâlih
amel işleyenlere gelince, işte onlar için mağfiret ve büyük ecir vardır.”252
Bu âyette de, bağışlanma ve büyük mükâfata nail olma, sabretmeye
ve sâlih amel işlemeye bağlanmaktadır. Başka bir âyette ise,
amellerin ıslah edilip günahların bağışlanması, Allah’tan korkmaya
ve doğru söz söylemeye bağlanmakta ve: “Ey iman edenler,
Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin ki (Allah) amellerinizi düzeltsin ve
günahlarınızı bağışlasın.” 253 buyrulmaktadır.
d- Tevbelerinin Kabul Görmesi
Kur’ân-ı Kerim’de sâlih ve muslih insanların tevbelerinin kabul
edileceği beyan edilerek şöyle buyrulur: “Rabbiniz içlerinizdekini
daha iyi bilir. Eğer siz, sâlih insanlar olursanız, şüphesiz ki O, tevbe edenleri
bağışlar.”254 Bu âyette Allah, mağfiretini sâlih bir insan olma ve
tevbe edip O’na itaat etme şartına bağlamaktadır ki, böyle bir
insanın da Allah’a iman eden ve sâlih amel işleyen birisi olduğu
da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Başka bir âyette ise, bir
kötülük yapıp, sonra durumlarını düzeltenlerin de tevbelerinin
kabul göreceği beyan edilmektedir.255 Kısaca geçmişi tamamen
tasfiye etme, günahlardan vazgeçip pişmanlık duyma anlamını
ifade eden tevbe, iman da dâhil olmak üzere, her şeyden önce
250] 3/Âl-i İmran, 89; 5/Mâide, 39; 6/En’âm, 54...
251] 20/Tâhâ, 82
252] 11/Hûd, 11
253] 33/Ahzâb, 72
254] 17/İsrâ, 25
255] 4/Nisâ, 16
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 92 -
gelmektedir. Nitekim âyetlerde bunu görmekteyiz.256 Çünkü tevbe,
gerçek iman etmenin bir teminatı durumundadır. Çünkü tevbe,
bu durumda olan bir şahsın, ayrılmaz vasfıdır. Hatta diyebiliriz
ki, tevbe, mü’minlerin en önde gelen vasıflarından biridir. 257
Bir âyette ise, tevbe ve sâlih amel, Allah’a gereği gibi yönelmenin
şartı durumundadır. “Kim tevbe eder ve sâlih amel işlerse, o,
gereği gibi Allah’a yönelmiş olur.”258 Bu âyet, aynı zamanda tevbe
edip kendilerini düzeltenler için bir müjdedir. Zira bu âyette, tabir
câizse “genel af” ilan edilmektedir.
e- Kötülüklerinin Örtülmesi ve İyiliklere Tebdili
İçerisinde sâlih amel ifadesinin geçtiği âyetlerden bazılarında,
iman eden ve sâlih amel işleyenlerin kötülüklerinin örtüleceği ve
iyiliklere tebdil edileceği vurgulanmaktadır. Bunlardan birinde
şöyle buyrulmaktadır: “Ancak kim tevbe eder, iman edip sâlih amel
işlerse, işte onların kötülükleri iyiliklerle değiştirilir.”259 İlgili âyetlerden
anlaşıldığına göre, kötülüklerin örtülüp iyiliklere tebdil edilmesinde
bazı şartlar söz konusudur. Bunlar da, genel anlamda tevbe,
iman ve sâlih amel olarak ifade edilmektedir.
f- Sevginin Oluşması
Kur’ân-ı Kerim’de iman edip sâlih amel işleyenlere, Rahman’ın
bir sevgi yaratacağı belirtilerek şöyle buyrulur: “İman eden ve sâlih
amel işleyenler (var ya), Rahman onlara bir sevgi yaratacak.”260 Âyette
ifade edilen sevginin yaratılmasını Hz. Peygamberimiz’in şöyle
izah ettiği rivâyet edilmektedir: “Allah bir kulunu sevdiği zaman
Cebrâil’e der ki: ‘Ben falanı sevdim, sen de sev.’ Cebrâil de göktekilere
aynı şekilde nida eder. Sonra onun için yeryüzünde bir sevgi yerleşmiş
olur. İşte Allah’ın “iman eden ve sâlih ameller işleyenler (var ya), Rahman
onlara bir sevgi yaratacak” âyeti bunu ifade eder.” 261
Allah’ın muhsinleri/iyilik yapanları,262 Allah’tan tam anlamı
ile sakınanları / müttakîleri,263 sabredenleri,264 adâletli
256] 19/Meryem, 60; 20/Tâhâ, 82; 25/Furkan, 70; 28/Kasas, 67
257] Bak. 9/Tevbe, 112
258] 25/Furkan, 71
259] 25/Furkan, 70 ve yine bak. 47/Muhammed, 2; 29/Ankebut, 7; 64/Teğâbün, 9
260] 19/Meryem, 96
261] Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an 20
262] 2/Bakara, 195; 3/Âl-i İmran, 134; 5/Mâide, 93
263] 3/Âl-i İmran, 76; 9/Tevbe, 4, 7
264] 3/Âl-i İmran, 146
AMEL
- 93 -
davrananları,265 Allah’a tevekkül edenleri,266 çok tevbe
edenleri,267 temizlenenleri268 seveceği zikredilirken; zâlimleri,269
haddi aşanları,270 fesâdı ve fesad çıkaranları,271 kâfirleri,272
kibirlenenleri,273 günahkârları,274 israf edenleri,275 hâinleri,276 nankörleri277
de sevmeyeceği belirtilir.
Allah’ın kulunu sevmesi demek, ona nimetlerini sunması demektir.
Kulun Allah’ı sevmesi ise, O’na yakın olmayı arzu etmesi,
istemesi demektir. Böylece kul, daima kendini kontrol etmeyi
hissedecek demektir. Çünkü Allah’ın sevgisini kaybetmek istemeyecektir.
Bundan dolayı da kulun Allah’a sevgisi kuvvetlenecek
ve âyette işaret edilen boyuta ulaşacak demektir ki, âyette şöyle
buyrulur: “... Mü’minlerin Allah’ı sevmesi ise daha kuvvetlidir.”278 Allah
sevgisini kazanmak için O’na iman ve bu imanın gerektiği şekilde
sâlih amel gerekmektedir.
g- İnsanların En Hayırlıları Olmak
Kur’ân-ı Kerim’de iman eden ve sâlih amel işleyenlerin
mahlûkatın en hayırlıları olacağı ifade edilerek şöyle buyrulur:
“İman eden ve sâlih amel işleyenler mahlûkatın en hayırlılarıdır.”279 Bu
âyette geçen “beriyye” kelimesinin genel bir mânâ arzedeceği gibi,
kendi asırlarında yaşayan mahlûkatın en hayırlısı anlamını ifade
edeceği beyan edilmektedir. Gerçekten insan, “en güzel bir şekilde
yaratılmış” olup, şeklen mahlûkatın en mükemmeli olduğu gibi,
akıl sayesinde de onların en üstünüdür. Fakat insan, bu mükemmelliğin
nereden kaynaklandığını unuttuğundan dolayı, kendisini
yaratan, öldüren ve sonra yine diriltecek olan Allah’ı unutmuş ve
böylece “nankör” durumuna düşmüştür.280 Dolayısıyla mahlûkatın
en şerlisi olmuştur. Ancak, onu bu durumdan kurtaracak yol da
yine Allah tarafından gösterilmiştir ki, bu da genel anlamda iman
265] 5/Mâide, 42; 49/Hucurât, 9; 60/Mümtehine, 8
266] 3/Âl-i İmran, 159
267] 2/Bakara, 222
268] 2/Bakara, 222; 9/Tevbe, 108
269] 3/Âl-i İmran, 57; 42/Şûrâ, 40
270] 2/Bakara, 190; 5/Mâide, 87; 7/A'râf, 55
271] 2/Bakara, 205; 5/Mâide, 64; 28/Kasas, 77
272] 3/Âl-i İmran, 32; 30/Rûm, 45
273] 4/Nisâ, 36; 16/Nahl, 23; 28/Kasas, 76
274] 4/Nisâ, 107
275] 6/En'âm, 141; 7/A'râf, 31
276] 8/Enfâl, 58; 2/Bakara, 276
277] 22/Hacc, 38
278] 2/Bakara, 165
279] 98/Beyyine, 7
280] 22/Hacc, 66
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 94 -
ve sâlih amel olup, insan bu sayede yaratıkların en hayırlısı konumuna
gelmiştir.
h- Dinamizm Kazanmaları
İman edip sâlih amel işlemek, insanı dinamizme sevkeder.
Çünkü iman ve sâlih amel, bir noktada, mü’minin boş işlerle
meşgul olmasını engeller. Çünkü mü’minler âyetlerde de ifade
edildiği gibi “... Faydasız bir şeye rastladıkları zaman, yüz çevirip vakarla
geçerler. Kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman onlara karşı
kör ve sağır davranmazlar.” 281
İnsanın sabahın erken saatlerinden, gecenin belirli bir vaktine
kadar Rabbi ile baş başa kalması, bir sâlih ameldir ve bunu
insana ancak inancı yaptırabilir. Yani kılacağı beş vakit namaz,
mü’minin Rabbi ile başbaşa kalmasını sağlayacaktır ki, namazın
sâlih amellerin en üstünü olduğu belirgindir. Namaz, özellikle
cemaatle kılındığında mü’minin hem kendisine ve hem de çevresine
karşı sorumlu ve uyanık olmasını sağlayacaktır. Böylece
mü’min sâlih ve muslih (aktif bir insan) olma yolunda gayret
gösterecek demektir. Ramazan’da oruç tutan bir mü’min, toplumdaki
yoksulları düşünür. Bu durum, mü’mini dinamik tutarak
onun devamlı çalışmasını sağlayacak ve yine çevresinde fakir
ve yoksul olanlara sadaka ve zekât yoluyla yardıma koşacaktır
ki, bunlar da sâlih amelin birer göstergeleridir. Psikolojik açıdan
ibâdetlerin insan ruhu üzerinde etkisinin olduğu ve insanı huzur
ve sükûna kavuşturduğu bilinmektedir. Günlük ibâdetlerini yerine
getiren bir mü’min, Allah’a karşı görevini yapmanın rahatlığı
yanında, kendini de yenilemiş ve dinamik bir hayata kavuşmuş
olacaktır. Böylece mü’minler, Allah’ın bütün insanları sadece
kendisine kulluk etmeleri için yarattığının282 şuuru içinde hareket
etmeleri gerektiğini idrâk etmiş olacaklardır.
i- Yeryüzüne Vâris Olmaları
Kur’ân-ı Kerim’de iman edip sâlih amel işleyenlere, yeryüzüne
halef kılınacakları vadedilerek şöyle buyrulur: “Allah, sizden iman
edip sâlih amel işleyenlere, onlardan öncekileri halef kıldığı, sahip ve
hâkim kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halef kılacağına, sahip ve hâkim
yapacağına onlar için râzı olduğu dinî temelli yerleştireceğine ve korkularını
güvene çevireceğine dâir söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk eder,
hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar. Ama kimler bundan sonra da inkâr
281] 25/Furkan, 72-73
282] 51/Zâriyât, 56
AMEL
- 95 -
ederse, işte onlar artık yoldan çıkmışlardır.”283 Bu âyette Allah, iman
edip bu imanlarının gerektirdiği şekilde sâlih amel işleyenlere üç
şey vadetmektedir. Bunlar:
Yeryüzüne halef kılınmaları,
Kendileri için seçilen ve beğenilen/râzı olunan dinin kendilerine
sağlamlaştırılacağı,
Korkularından sonra güvene erecekleridir.
Âyette vaad edilen “yeryüzünde halef kılma” şeklinde ifade edilen
hususla ne kast edilmektedir? Müfessirler, bu konuda farklı
görüşler ileri sürmüşlerdir. Allah’ın hangi ırktan olursa olsun müşriklerin
topraklarına varis kılması ve orada her türlü tasarruf yapmaya
yetkili halifeler yapması, kâinatı imar etme, adaleti yerine
getirme ve kullar arasında ihsan, iyilik yapmak için Allah’ın onları
halife yapmasının söz konusu olduğu beyan edilmektedir. Başka
bir âyette de bu vaade açıklık getirilir: “Andolsun, Tevrat’tan sonra
Zebur’da da arza mutlaka sâlih kullarım vâris olacaklardır, diye yazdık.”284
Ancak bu verâseti, iman etmeye ve bu inancın gerektirdiği şekilde
sâlih amel işleme şartına bağlamaktadır. Yeryüzüne, tevhid inancına
sahip olup sâlih amel işleyenler, dün olduğu gibi bu gün de
vâris olabilirler. Yeter ki onlar sâlih olsunlar.
k- Cenneti Kazandırması
Kur’an’da iman eden ve sâlih amel işleyenlere vadedilen
hususların başında cennet ve içindekilerin geldiğini söyleyebiliriz.
Cennete girmenin temel şartı iman ve sâlih ameldir. Bazı
âyetlerde bu durum, “şart edatı” ile ifade edilmektedir. “Erkek ve
kadından her kim iman ederek sâlih amel işlerse işte onlar, cennete girecekler,
orada onlara hesapsız rızık verilecektir.”285; “Allah, muhakkak ki
iman eden ve sâlih amel işleyenleri, zemininden ırmaklar akan cennetlere
koyar.” 286
Bütün bunların yanında, iman edip sâlih amel işleyenlere
Allah, yüksek dereceler verecek;287 korku ve hüzünden emin
kılacak;288 çalışmalarını zâyi etmeyecek;289 iyi insanlar arasına
283] 24/Nur, 55
284] 21/Enbiyâ, 105
285] 40/Mü'min, 40 ve bak. 19/Meryem, 60; 4/Nisâ, 124; 64/Teğâbün, 9; 65/Talak,
11
286] 22/Hacc, 14 ve bak. 47/Muhammed, 12; 14/İbrahim, 23; 2/Bakara, 25; 29/Ankebut,
58
287] 20/Tâhâ, 125; 46/Ahkaf, 19; 8/Enfâl, 84
288] 2/Bakara, 277; 2/Bakara, 62; 5/Mâide, 69; 6/En'âm, 48; 7/A'râf, 35
289] 7/A'râf, 170; 18/Kehf, 30; 3/Âl-i İmran, 57; 4/Nisâ, 173; 21/Enbiyâ, 94
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 96 -
dâhil edecek290 ve İlâhî rahmete kavuşturacaktır. 291
“Ey Rabbim! Beni verdiğin nimete şükretmeye ve râzı olacağın sâlih
ameller işlemeye muvaffak kıl. Rahmetinle, beni sâlih kulların arasına
kat.” 292
290] 29/Ankebut, 9; 28/Kasas, 67
291] 45/Câsiye30; 6/En'âm, 12
292] 27/Neml, 19* Bu konu, çoğunlukla Ömer Dumlu'nun Kur’ân-ı Kerim'de
Salâh Meselesi adlı kitabından yararlanılıp yer yer özetlenerek hazırlanmıştır.
Sâlih Amelle İlgili Ayet-i Kerimeler
A- Sâlih Amel Anlamında “Sâlih” Kelimesi ve Çoğulunun Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 132 Yerde): 2/Bakara, 25, 62, 82, 130, 277; 3/Âl-i İmrân, 39, 46, 57, 114; 4/Nisâ, 34, 57, 69, 122, 124, 173; 5/Mâide, 9, 69, 84, 93, 93; 6/En’âm, 85; 7/A’râf, 42, 73, 75, 168, 189, 190, 196; 9/Tevbe, 75, 102, 120; 10/Yûnus, 4, 9; 11/Hûd, 11, 23, 46, 61, 62, 66, 89; 12/Yûsuf, 9, 101; 13/Ra’d, 29; 14/İbrâhim, 23; 16/Nahl, 97, 122; 17/İsrâ, 9, 25; 18/Kehf, 2, 30, 46, 82, 88, 107, 110; 19/Meryem, 60, 76, 96; 20/Tâhâ, 75, 82, 112; 21/Enbiyâ, 72, 75, 86, 94, 105; 22/Hacc, 14, 23, 50, 56; 23/Mü’minûn, 51, 100; 24/Nûr, 32, 55; 25/Furkan, 70, 71; 26/Şuarâ, 83, 142, 227; 27/Neml, 19, 19, 45; 28/Kasas, 27, 67, 80; 29/Ankebût, 5, 7, 9, 27, 58; 30/Rûm, 15, 44, 45; 31/Lokman, 8; 32/Secde, 12, 19; 33/Ahzâb, 31; 34/Sebe’, 4, 11, 37; 35/Fâtır, 7, 10, 37; 37/Sâffât, 100, 112; 38/Sâd, 24, 28; 40/Mü’min, 40, 58; 41/Fussılet, 8, 33, 46; 42/Şûrâ, 22, 23, 26; 45/Câsiye, 15, 21, 30; 46/Ahkaf, 15; 47/Muhammed, 2, 12; 48/Fetih, 29; 63/Münâfıkun, 10; 64/Teğâbün, 9; 65/Talâk, 11, 11; 66/Tahrîm, 4, 10; 68/Kalem, 50; 72/Cinn, 11; 84/İnşikak, 25; 85/Bürûc, 11; 95/Tîn, 6; 98/Beyyine, 7; 103/Asr, 3.
B- Islâh Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 2/Bakara, 220, 228; 4/Nisâ, 35, 114; 7/A’râf, 56, 85; 11/Hûd, 88;
C- Sulh ve Islah Kelimesinin Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 32 Yerde): 2/Bakara, 160, 182, 224; 3/Âl-i İmrân, 89; 4/Nisâ, 16, 128, 128, 128, 129, 146; 5/Mâide, 39; 6/En’âm, 48, 54; 7/A’râf, 35, 142; 8/Enfâl, 1; 10/Yûnus, 81; 13/Ra’d, 23; 16/Nahl, 119; 21/Enbiyâ, 90; 24/Nûr, 5; 26/Şuarâ, 152; 27/Nenml, 48; 33/Ahzâb, 71; 40/Mü’min, 8; 42/Şûrâ, 40; 46/Ahkaf, 15; 47/Muhammed, 2, 5; 49/Huucurât, 9, 9, 10.
D- Muslih Kelimesi ve Çoğulunun Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 5 Yerde): 2/Bakara, 11, 220; 7/A’râf, 170; 11/Hûd, 117; 28/Kasas, 19.
E- Sâlih Amel Konusundaki Âyetler
a- Sâlih Amel İşlemek: Kehf, 110; Fatır, 10; Yasin, 12; Haşr, 18; Müzzemmil, 20.
b- Sâlih Amel İşleyenlerin Mükâfatı: Bakara, 25, 82, 277; Al-i İmran, 57; Nisa, 57, 122-123, 173; Maide, 9; A’raf, 42; Yunus, 9, 26; Hud, 11, 23; Ra’d, 29; Kehf, 30-31, 107-108; Meryem, 60-63; Enbiya, 94; Kasas, 84; Ankebut, 7, 9, 58-59; Lokman, 8-9; Secde, 19; Fatır, 7; Fussılet, 8; Şura, 22-23; Muhammed, 12; Talak, 11; İnşikak, 25; Büruc, 11; Tin, 6; Beyyine, 7-8.
c- Sâlih Amel İşleyenlerin Üstünlüğü: Asr, 1-3.
d- Sâlih Amel, Dünyalık Şeylerden Hayırlıdır: Kehf, 46; Meryem, 76.
e- Sâlih Amel İşleyenlerin Kusurlarını Allah Bağışlar: Ankebut, 7; Necm, 32.
f- Allah’ın, Sâlih Amel Nasib Etmesi İçin Süleyman a.s.’ın Duası: Neml, 19; Ahkaf, 15.
g- Sâlih Amel İşleyenlerin Yaptıkları, Kendi İyilikleri İçindir: Rum, 44-45; Fussılet, 46; Casiye, 15.
h- Amelsiz İman: En’am, 158.
i- Amelde İhsan: Bakara, 112.
j- Kötü Amel İşleyenler: Fatır, 8, 10; Yasin, 12; Fussılet, 46; Casiye, 15.
k- Bütün Amelleri Allah Bilir ve Görür: Fecr, 14; Adiyat, 11.
l- Bütün Amellere Karşılık Verilecektir: Zariyat, 6; Necm, 31; Zilzal, 6-8.
m- Amellere Göre Dereceler Vardır: En’am, 132; Ahkaf, 19; insan, 1-2; Leyl, 4.
n- Amellerin Boşa Gitmesi: Muhammed, 33.
Konuyla İlgili Kütüb-i Sitte Hadis Kaynakları
a.
Amel ve İbadette Mutedil Olmak: 17/ 150; 2/ 344.
b.
Amelde Devam: 9/ 481; 17/ 594.
c.
Amelde İhlâsın Önemi: 14/ 244-245.
d.
Amelin en Efdali: 8/ 298.
e.
Ameli Azaltıp Yakınlarından Faziletli Olanlarına Güvenme: 10/ 150.
f.
Ameli Olmayan, Lütufla mı Cennete Girer? 2/ 358, 359.
g.
Amelin Yok Olması İki Çeşittir: 8/ 254.
h.
Ameller Cennete ve Cehenneme Girmeye Sebeptir: 14/ 15.
i.
Amellerin En Hayırlısının Hangisi Olduğu Sorularına Cevaplar: 10/ 173.
j.
Ameller Kapta Bulunan Madde Gibidir: 17/ 585.
k.
Amellerin En Faziletlisi Allah İçin Sevmek, Allah İçin Buğzetmek: 10/ 140-141.
l.
Amellerin En Hayırlısı Orta Yollu Olanıdır: 7/ 436.
m.
Amellerin Hayırlısı Az da Olsa Devamlı Olanıdır: 17/ 594; 8/ 389; 9/ 481.
n.
Amellerimizde Allah’tan Başkasını Ortak Etmemek: 7/ 312-313.
o.
Allah Nezdinde En Hayırlı Amel: 8/ 225.
p.
wCehennemden Uzaklaştırıp Cennete Sokacak Ameldir: 13/ 243.
q.
Cenab-ı Hak, Her Bir Hayır Ameli En Az On Misliyle Kabul Eder: 9/ 419-420.
r.
Kişi Takat Getireceği Kadar Amel Etmeli: 9/ 306-307.
s.
Kişi Ameline Göre Semavat ve Arz Ehlince Kabul Görür, Sevilir: 10/ 142-143.
t.
Kişi Amelinin Sevabını Bir Başkasına Bağışlayabilir: 15/ 239.
u.
Kişi En Son Ameline Göre Hüküm Görür: 14/ 13.
v.
Kişi Öldüğü Amel Üzerine Diriltilecektir: 15/ 265.
w.
Kişinin Uzuvları, Kıyamet Günü Amelini Haber Verirler: 14/ 389.
x.
Yapılan Amellerin Cenab-ı Hakk’a Sunulması: 10/ 286.
y.
Yedi Şeyden Önce Amelde Acele Etmek: 15/ 181.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1.
Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 239
2.
Mefatihu’l-Ğayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 164-166
3.
Kur’an-ı Kerim’de Salah Meselesi, Ömer Dumlu, D.İ.B. Y.
4.
İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 3, s. 13-20
5.
İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 1, s. 126-129
6.
Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 276-281
7.
Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. 269-273
8.
İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. 195-234
9.
Kur’an Cevap Veriyor, İzzet Derveze, Yöneliş Y. s. 336-340
10.
İslâmi Terimler sözlüğü, Hasan Akay, işaret Y. s. 32-33, 408-409
11.
Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 183-187
12.
İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 277-280
13.
İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 309-315; 342-348
14.
Kur’an’da insan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 251-262
Sonsöz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, bunu ve buna benzer diğer kitapları bir kenara koymalısınız ve hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp meal ve tefsiriyle okumaya başlamalısınız. Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak, yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak için…