Atalar Yolu (1)
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
Kitabın Adı:
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR -17-
ATALAR YOLU
Yazarı:
Ahmed Kalkan
Tashih:
Ahmed Kalkan
Mizanpaj:
Ehl-i Dizayn
Kapak Tasarım:
Ehl-i Dizayn
İstanbul 2012
Baskı:
İSTANBUL MATBAACILIK
Gümüşsuyu Cad. Işık Sanayi Sitesi B Blok No:21
Topkapı-Zeytinburnu/İSTANBUL
Tel: 0 212 482 52 66
ATALAR YOLU
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR
-17-
Ahmed KALKAN
İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopye edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı sözkonusu değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
İTHAF
Canlı KUR’AN olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret eden ve tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyâsının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu kavrayıp nebevî usûlle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması yapan tâvizsiz dâvetçilere, her yaştan genç dâvâ erlerine…
Önsöz
Bismillâh, elhamdu lillâh, ve’ssalâtu ve’sselâmu alâ rasûlillâh.
İslâm, atalar dinini eleştirir; müşriklerin putperestlik ve şirklerinin temel gerekçelerinin “atalarının yoluna uymaları” olduğunu belirtir. Küfrün önderlerine “ata/baba” lakapları takar. Sözgelimi asıl adı Amr bin Hişam el-Muğîra olan azılı İslâm düşmanı şahsın adını Ebû Cehil (Câhillerin, câhiliyyenin atası/babası) diye dillendirir. Asıl adı Abdul’uzza olan ve Hz. Peygamber’in amcası olduğu halde İslâm düşmanlarının başında gelen şahsa Ebû Leheb (Alevin atası, cehennemliklerin babası) unvanını Kur’an (111/Tebbet, 1) verir. Kur’an, soyu kesik, evlâdı olmayan veya kısa bir süre sonra nesli kesilecek olan “ebter” kimselere de Ebû Leheb örneğinde görüldüğü gibi “baba” lakabı takar. Nice baba/ata lakaplı kişinin çocuksuz olduğunu, kimsenin gerçekte babası olmayan ebter tiplerin baba adını ve rolünü çok sevdiklerini görüyoruz. Mafya babalarını ve benzeri babaları da hatırlamak uygun olur. Ayrıca İslâm, kendi babası dışında başkalarına baba demeyi, başkasına babalık isnâd etmeyi günah sayar; hadis-i şerif bu durumu kesin bir ifâde ile yasaklar. İnkârcıların durumu böyle iken Rabbimiz kitabında iman edenlere hitap ederek kesin ve net bir dille onları uyarmış; değil câhilî kültürü ve atalarını taklid etme... bâtıl üzere olan en yakınları, öz babaları ve kardeşlerini dahi velî (dost ve yönetici) edinmemelerini istemiştir (9/Tevbe, 23). Bu topraklarda “Atalar Dini” denilince iki şey akla gelir. Birincisi Bizden önce hayata gelmiş atalarımızdan bize miras kalan şeyler; ikincisi “Ata”nın dini, “Ata”lar dini”.
Ataların yolu, babalardan dedelerden devralınan din anlayışı, Kur’an ve Sünnet’e ters, hurâfe ve uydurmalarla, yanlışlarla dolu olabilir. Sırf babaların yolu diye, onların anlayışı diye bunları savunmak, bunları hak ve hakikat gibi görmek ataları kutsallaştırıp putlaştırmak, onları Allah’a ortak koşmak demektir.
Bu problem, sadece eski câhiliyyenin problemi değildir; her dönemde ve her yerde izlerini devam ettiren bâtıl bir anlayıştır. Bu anlayış, bazen ecdâdı yüceltmekle, ırkçılıkla, tarihi kutsallaştırmakla ortaya çıkar; bazen gelenek, görenek, örf-âdet ve körü körüne taklitçilikle kendini gösterir; “ele güne karşı”, “başkaları ne der?”, “ben bu yaşa geldim, bunları duymadım, dolayısıyla bu yanlıştır”, “senin yaşın kaç? Sen ne bilirsin?”, “biz hocalarımızdan, babalarımızdan böyle gördük, böyle duyduk; o yüzden
doğrusu budur” gibi ifâdelerle ortaya çıkar; bütün bunlar hurâfe ve bâtıl inanışlar, câhiliyye mantığı olarak değerlendirilmelidir. Eski câhiliyye döneminde tevhidî çağrının önündeki en önemli itirazın bu anlayış olduğu gibi, günümüz modern câhiliyyesinde de de durum farklı değildir. Günümüzde şuurlu müslüman gençlerin sırât-ı müstakîm çizgisinde sahih İslâm’ı anlayıp inanarak yaşamalarının önündeki engellerden, belki de en büyüklerinden biri bu “atalar yolu” anlayışıdır. “Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasûl’e gelin’ denildiği vakit, ‘babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter’ derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?” (5/Mâide, 104) “Andolsun Biz, daha önce İbrâhim’e de hidâyet, dürüstlük ve bilgi gücü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller nedir böyle?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz, babalarımızı bunlara tapar kimseler olarak bulduk.’ ‘Doğrusu, dedi, siz ve babalarınız, açık bir sapıklık içindeymişsiniz.” (21/Enbiyâ, 51-54)
Atalarının yoluna değil, Rabbinin dosdoğru yoluna tâbi olan, Allah’ın bir hükmü ve Rasûlün sahih bir sünneti varsa, atalarımız bu konuda farklı bir uygulama içinde olsalar da onları rab ve ilâh olarak görmediğimiz ispat ederek Allah’ın emrini ve hükmünü, atalarımızın hevâ ve zanlarına tercih etmek zorundayız. “Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.” (39/Zümer, 17-18)
Ne mutlu, Kur’an’ın herhangi bir emri karşısında, hemen “duyduk ve itaat ettik, diyenlere! Yazıklar olsun, “Ata”larını Allah’a tercih edenlere!
Ahmed Kalkan
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Kasım 2012, Ümraniye
İÇİNDEKİLER
ATALAR YOLU / 11
Atalar Yolu; Anlam ve Mâhiyeti / 11
Atalar Yolu, Her Dönemdeki Câhiliyyenin Temel Dinidir / 13
Kur’ân-ı Kerim’de Atalar Yolu İle İlgi Âyetler / 17
Atalar Kültü; Sosyal Çevre ve Geleneğin Putlaştırılması / 22
Hurâfe; Anlam ve Mâhiyeti / 25
Çokça Görülen Hurâfe ve Bâtıl İnanışlar / 34
Muska ve Muskacılık / 56
Yozlaştırılan Din; Halkın Dini ve Hakkın Dini / 67
Bu Din Benim Dinim Değil! / 73
Bid’at; Anlam ve Mâhiyeti / 76
Mescidlerdeki Bid’atler / 83
Câmilerde Bir Büyük Bid’at; Mevlid / 92
Bir Büyük Bid’at Daha; Mescidlerin Süse Boğulması / 93
Taklit ve Taklitçilik / 94
- 11 -
ATALAR YOLU
•
Atalar Yolu; Anlam ve Mâhiyeti
•
Atalar Yolu, Her Dönemdeki Câhiliyyenin Temel Dinidir
•
Kur’ân-ı Kerim’de Atalar Yolu İle İlgi Âyetler
•
Atalar Kültü; Sosyal Çevre ve Geleneğin Putlaştırılması
•
Hurâfe; Anlam ve Mâhiyeti
•
Çokça Görülen Hurâfe ve Bâtıl İnanışlar
•
Muska ve Muskacılık
•
Yozlaştırılan Din; Halkın Dini ve Hakkın Dini
•
Bu Din Benim Dinim Değil!
•
Bid’at; Anlam ve Mâhiyeti
•
Mescidlerdeki Bid’atler
•
Bir Başka Bid’at; Mevlid
•
Bir Büyük Bid’at Daha; Mescidlerin Süse Boğulması
•
Taklit ve Taklitçilik
“Onlara (müşriklere): ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler? (Hidâyet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler.” 1
Atalar Yolu; Anlam ve Mâhiyeti
Tarihin esasına, nakle ve ancak ilmî kaynakların tesbit edeceği birçok asırların tecrübelerine, daha doğrusu Allah’ın tayin edip indirdiği delillere bağlı olan hükümlerde geçmişi büsbütün atmak ve ondan habersiz olarak hep yeni şeyler aramak doğru değildir. Bununla beraber, körükörüne geçmişe taparcasına sevgi beslemek, ne olursa olsun atalar yolunu tutmak ve özellikle ilimden, dinden nasibi olmayan, hata ve sapıklıkları açık ve Allah tarafından beyan edilmiş bulunan ataları taassupla taklit etmek de onları, Allah’a eş ve ortak tutmak, cehâlet ve sapıklıkta boğulup kalmaktır.
Bu konuda aranacak olan şey; hak ve bâtıl, menfaat ve zarar, iyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinliktir. Menfaatin, hakkıyla
1 2/Bakara, 170-171
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 12 -
menfaat; iyilğin hakkıyla iyilik, güzelliğin hakkıyla güzellik olması
için de Allah’ın hükmünü, hakkın delilini bulmak lâzım gelir. Bundan
dolayı, bir şeye tâbi olma sebebi; eskilik, yenilik veya atalar
yolu olup olmaması değil; Allah’ın emrine ve Hakk’ın deliline uygun
olmasıdır. Allah’ın emrine uyan ve yaptığını bilen atalara uyulur.
Aksine, Hakkın emrini tanımayan, ne yaptığını bilmeyenlere
-atalar bile olsa- yine uyulmaz. Bu durum, eskilerde böyle olduğu
gibi, yenilerde de böyledir. Bunun için fıkıhta “zarar kadîm olmaz”
diye bir genel kaide vardır. “Kadîm, kıdemi üzere terk olunur” genel
kuralı da bununla kayıtlıdır.
Bu bakımdan eski, hiçbir kayda bağlı olmadan eski olduğu
için değil; açık bir zararı bulunmaması yönünden geçerli olduğu
gibi, iyiliği ve güzelliği ilmin sebeplerinden biriyle bilinen ve hakkın
deliline uygun olup sonradan ortaya konan yeni de geçerlidir.
Kısaca, hak ve iyilik ölçüsü, ne eski ve yeni, ne de bilgisizlik ve
istektir. Allah’ın emrine ve delile dayanan ilim gerçektir. Bunun
için eski olsun, yeni olsun Allah’ın indirdiği delillere bakmayıp da
ataların halini, yalnız ata olduklarından dolayı taklit etmek, onları
Allah’a eşler tutmak ve hakkı bırakıp hayal ve kuruntulara, şeytanın
emirlerine uymak, izince gitmektir ki, buna tutuculuk denir.
“Onlara; ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘Hayır! Biz
atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler...”2 Bu âyet gösteriyor
ki, bir hak (doğru) delile dayanmayan katıksız taklit, din hakkında
yasaklanmıştır. Belli bir bilgisizliğe, sapıklığa uyup onu taklit
etmek, aklen bâtıl olduğu gibi; şüpheli olan hususta da delilsiz
taklit, din açısından câiz değildir. Açıkça belli olmayan hususlarda
delilsiz söz söylemek ve o yolda hareket etmek, bilmediği bir şeyi
Allah’a iftira olarak söylemek ve şeytana uyup bilgisizce hareket
etmektir. Nitekim “Allah’ın indirdiği Kur’an’a ve diğer açık delillere,
parlak belgelere ve bunların hükümlerine uyun” denildiği
zaman Arap müşrikleri, taassupla böyle yapmış ve böyle söylemişlerdi
ki, bu âyet bu sebeple inmiştir. Bir rivâyette de böyle diyen ve
âyetin inmesine sebep olanlar, yahûdilerden bir gruptur. “Allah’ın
indirdiğine uyun” dendiği zaman bunlar: “Hayır, biz babalarımızı
neyin üzerinde bulduysak ona tâbi oluruz. Çünkü onlar bizden
hayırlı, bizden daha bilgiliydiler” demişler, yapılan bu teklifteki
âyet ve delilleri hiç düşünmeyerek taassuba sapmışlardır.3 Onların
bâtıl gelenekleri ile ilgili tek otoriteleri, bunların, atalarının
da gelenekleri olmasıdır. Ahmak izleyiciler bu tür bir geleneği,
2 2/Bakara, 170
3 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 1, s. 482-483
ATALAR YOLU
- 13 -
uyulması gereken bir otorite olarak kabul ederler. 4
Âyet-i kerimede kast olunanlar, ister İslâm’a ve İslâm şeriatına
dâvet edildikleri zaman, yukarıdaki sözü tekrarlayan ve İslâm’ın
reddettiği câhiliyet âdetlerine sımsıkı sarılan müşrikler olsun; isterse
bu dini kısmen veya tamamen reddedip atalarının yolundan
ayrılmayan yahûdiler olsun; her iki zümre için de bahis konusu olmak
üzere âyet-i kerime, akîde hususunda Allah’tan başkasından
bir şey almayı ve dinî konularda bâtıl dinleri taklit ederek, düşünmeden,
şuursuzca nakiller yapmayı kesinlikle reddediyor.
“... Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?”5
Ya durum böyle idiyse; onlar hâlâ atalarına uymakta ısrar edecekler
midir? Bu ne taklit, bu ne taassup? Bu yüzden âyet-i kerime onların
halini, taklitçi ve mutaassıp tavırlarına yaraşan, azarlayıcı ve
tekdir edici bir tablo halinde canlandırıyor. Söylenenden başka bir
şey anlamayan, çobanlarının haykırışını mânâsız seslerden ibâret
sayan, başıboş bir hayvan resmi var tabloda. Hatta onlar, hayvandan
da aşağıdırlar. Hayvan görür, işitir ve bağırır. Fakat onlar sağırdırlar,
dilsizdirler, kördürler: “(Hidâyet çağrısına kulak vermeyen)
kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların
durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple
düşünmezler.”6 Onlar sağırdır, dilsizdir, kördür. Her ne kadar kulakları,
dilleri ve gözleri olsa da, bu Kur’an’dan istifade edip hidâyete
ermedikten sonra onlar sağırdır, kördür, dilsizdir. Hilkatinin sebebi
olan vazifeleri yerine getirmeyen kötürümleşmiş uzuvlar gibidirler.
Sanki ne gözleri, ne dilleri, ne de kulakları var... 7
Atalar Yolu, Her Dönemdeki
Câhiliyyenin Temel Dinidir
İnsanlar, çoğu zaman düşünce ve yaşam perspektiflerini büyük
ölçüde tarihlerinden devraldıkları kültür ve geleneksel yaşam tarzıyla
şekillerdirmektedirler. Çünkü insan, doğduğu andan itibaren,
-doğru ya da yanlış- atalarının kültür ve geleneğiyle içiçedir.
İnsan, içinde bulunduğu bu kültürle yetişerek, onun bir parçası,
onu bir önceki nesilden devralıp daha sonraki nesle devredecek
olan bu câhiliyye din ve düzeninin bir dişlisi haline gelir. Bu rolün
taşıyıcılığını yapan insan, rolünün yanlışlığını düşünmek bir yana,
çoğu zaman yaşatmaya çalıştığı kültürünün doğruluğundan şüphe
bile etmez. Ona göre, kendisinin yapması gereken; devraldığı
4 Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l Kur’an, c. 1, s. 323-324
5 2/Bakara, 170
6 2/Bakara, 171
7 Mevdûdi, Tefhîmu’l Kur’an, c. 1, s. 119
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 14 -
kültürü yaşatmak, kendinden sonraki nesillere devretme görevini
yerine getirmektir. Bu görevi yerine getirmeye içinde bulunduğu
toplum tarafından zorlanır ve kendisini bu noktada bilinçsizce
zorunlu hisseder. Çünkü geleneksel yapı, bir anlamda, hatta çoğunlukla
bilinç denen olgunun iyiden iyiye köreldiği ve alışkanlığa
dönüşen davranışlar bütünü olduğu için, insanı etkin yönlendiricilikle
kuşatıverir. İnsanın, kendisini saran gelenek hakkında
kuşkuya kapılması için, ya tamamen farklı kültür ve geleneklerin
egemen olduğu bir toplum içinde yaşamak zorunda kalması, ya
da peygamberlerin itikat noktasında ortaya koydukları tebliğ ve
mücâdelede olduğu gibi, kendi toplumunun geleneğine karşı şiddetli
bir başkaldırı ve dirençle uyarılmış olması gerekir. Bu faktörlerin
etkisi, değişim sözkonusu olmadığı müddetçe, geleneksel
çark dönmeye devam edecek, yerleşik kültür tek düze yaşamını
sürdürecek, ahtapotun kolları gibi bu geleneksel atalar dini tüm
toplum bireylerini sarıp sağlıklı düşünce yapılarını dumura uğratacaktır.
Antropoloji bu olayı “historizm”, yani “tarihselcilik” olarak
tanımlar. Kur’ân-ı Kerim’in anlatımı ile bu durum, “atalar dini”nin
devam ettirilmesi diye vasıflandırılabilir. Kur’an’da anlatılan geçmiş
kavimlere ait kıssalarda görürüz ki; “atalar dini” mâzereti,
İlâhî tebliği reddetmekte büyük bir yer tutmaktadır. Yani insanların
atalarından devraldıkları dinden ayrılmak istemeyişleri, onları
hak dini reddetme sonucuna götürmüştür. Çünkü hemen her
yönden birbiriyle tezat teşkil eden “atalar dini” ile “hak din”in
öğretileri karşısında bu insanlar tercihlerini atalar dini yönünde
yapmışlardır. Bu noktada “atalar dini”ni tercih eden insanlar, alışılmış
tarihî düşünce kalıpları ve davranış biçimleri dışındaki tutum
ve anlayışları reddetmişlerdir.
İşte bu “tarihselcilik”, İlâhî mesaj karşısında insanın doğru/
sağlıklı ve hür düşünebilmesini, buna bağlı olarak da dini yalnızca
Allah’a hâlis kılarak yaşayıp sadece Allah’a kul olarak gerçek özgürlüğüne
kavuşmasını engellemiştir. Bu önkabuller “İlâhî din”in
evrensel ilkeleri değil de; temelde “atalar dini”nin önkabulleri
olunca, asırlar boyu yanlış anlayış ve yaşayış devam edegelmiştir.
Kendilerine getirilen doğrular karşısında da atalarından devraldıklarını
mâzeret göstererek kendilerini sorumluluktan kurtarmaya
boşuna çalışmışlardır.
Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin kıssalarını anlatırken
inkârcıların mâzeretçi tavırlarını ve “atalar dini” yönündeki
tercihlerini bize ibret verici bir şekilde aktarmaktadır. Zaten
Kur’an’da kıssaların anlatılmasının da ibret vermekten başka bir
ATALAR YOLU
- 15 -
amacı yoktur. Âd kavminin kıssasından bahsederek Hûd’un (a.s.)
tebliği karşısında kavmi: “Yâ! Demek sen, tek Allah’a kulluk edelim ve
atalarımızın taptıklarını bırakalım diye mi bize geldin?!”8 diyerek bu şekilde
tavır almış, Allah’a kulluk yerine atalarının taptıklarını tercih
etmişlerdir. Yine Medyen halkına gönderilen Şuayb’ın (a.s.) tebliğine
karşı kavminin takındığı tavır da farklı olmamış, yine “atalar
dini”ni tercih yönünde olmuştur. 9
Kur’an’da anlatılan kavimlerin kıssalarında temelde iki ortak
nokta göze çarpmaktadır. Birincisi, dini sadece Allah’a hâlis kılarak
kulluk yapmak; ikincisi, bu kulluğun zorunlu sonucu olarak
“atalar dini”nin getirdiği yanlış anlayışları reddetmektir. Ancak,
İlâhî mesajla karşılaşan her kavim, içlerinde küçük birer topluluk
hâriç, atalarından devraldıkları dinin etkisiyle İlâhî dini reddetmişlerdir.
Kur’ân-ı Kerim’i yalanlayanların durumu da bunlardan
farklı değildir. Mekke dönemi müşriklerini anlatırken Rabbimiz
bir genelleme yaparak peygamber/elçi gönderilen her kavmin
inkârcılarının aynı mâzereti ileri sürdüklerini bildirmektedir.10
Buna göre; İlâhî mesajla gönderilen her elçi, birçok yalanlamalarla
birlikte “atalar dini” mâzeretiyle (daha doğrusu bahânesiyle)
karşılaşmışlardır. Bu insanlar, gelen mesaj karşısında akıllarını birazcık
kullanmak külfetine katlanmak yerine; daima kolaycılığı
tercih etmişler, atalarının üzerinde bulunduklarını yaşamaktan
uzak durmamışlardır. Bu tavır da sürekli olarak yanlışların kültürel
olarak devam etmesine sebep olmuştur.
Kur’ân-ı Kerim “atalar dini”ni mâzeret gösterenlere karşı: “...
ataları bir şey düşünmeyen ve doğru yolu bulamayan kimsele olsalar da
mı?!”11 şeklindeki sorularla, yaptıklarının ne kadar tutarsız ve geçersiz
olduğunu istihzâ ile ortaya koymuştur. Atalar dinini mâzeret
gösterenler, hiçbir şekilde ataları tarafından kendilerine sunulan
dinin doğru olup olmadığını araştırmamış, öylece taasssupla/bağnazca
kabul etmişlerdir. Düşünmeyen ve doğru yolu bulamayan
atalarını mâzeret göstererek kendileri de ataları gibi düşünmeyen,
dolayısıyla doğru yolu bulamayan kimseler durumuna düşmüşlerdir.
12 Atalar dininin düşüncesi dışına çıkmamaları ve kendi
akıllarını kullanamamaları, onları Allah’a karşı iftiraya13 ve sonuçta
da şeytanın dâvet ettiği alevli ateşin azâbına götürmüştür. 14
8 7/A’râf, 70
9 11/Hûd, 87
10 43/Zuhruf, 22, 23
11 2/Bakara, 170, 5/Mâide,104
12 21/Enbiyâ, 54
13 7/A’râf, 28
14 31/Lokman, 21
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 16 -
İnkârcıların durumu böyle iken Rabbimiz kitabında iman
edenlere hitap ederek kesin ve net bir dille onları uyarmış; değil
câhilî kültürü ve atalarını taklid etme... yanlış üzere olan en yakınları,
babaları ve kardeşlerini dahi velî edinmemelerini istemiştir. 15
Yukarıda anlatılanların günümüzdeki yansımalarını düşündüğümüzde
içerik olarak belki biraz farklı olmakla birlikte, Kur’ânî
doğrular karşısında öne sürülen mâzeretlerin yer yer benzer itirazlarla
aynılaştığı gözlenir. Bu anlayış; ya mezhep taassubu, ya
geçmiş ulemânın dokunulmazlığı, ya da yaşayan her geleneğin
doğruluğunu kabul etmek gibi önkabullerle kendisini göstermiştir/
göstermektedir. On dört yüzyıllık bir süreç geçiren İslâm
kültürü bu zaman zarfında düşünce ve yaşantı itibarıyla birçok
eskiltme, artırma, bid’at ve hurâfelere mâruz kalmıştır. Geleneksel
din anlayışı, tarihin taşıdığı yanlış anlayışları da dinin aslından
sayılmış ve tarih (geleneğin) baskısı altında onların doğruluğuna
hükmederek yaşatmaya devam etmiştir. Dinin aslını Kur’ân-ı
Kerim’den ve örnek uygulamasını sahih sünnetten almayı bırakan
insanlar, atalarının kendilerine taşıdığı yanlış-doğru ne varsa hepsini
sorgulamadan kabul ederek hepsini “asıl din” ya da “dinin
aslı” konumuna getirmişlerdir.
Doğru olmayan şeyleri gözü kapalı olarak doğru saymak
ne kadar yanlış ise; doğruluğu kesin delillerle ortaya konmamış,
ancak ataların ve mevcut geleneğin getirmiş olması dolayısıyla
“doğru kabul edilen” şeyleri doğru saymak da o kadar yanlıştır.
Bundan dolayı atalarımızın düştüğü hatalara düşmemek, inanç ve
amelde “gerçekten doğru”16 olanla hareket edebilmek için; doğrularımızı
dinin aslı olan Kur’an’dan almak ve atalarımızın bize taşıdıklarını
da Kur’an süzgecinden geçirmek zorundayız. Aksi takdirde
farkında bile olmadan hüsrâna düşebiliriz. “Asra andolsun
ki insan hüsran içindedir. Ancak, iman edip sâlih amel işleyen, birbirine
hakkı ve sabrı tavsiye edenler hâriç.” 17
Ataların yolu, babalardan dedelerden devralınan din anlayışı,
Kur’an ve Sünnet’e ters, hurâfe ve uydurmalarla, yanlışlarla dolu
olabilir. Sırf babaların yolu diye, onların anlayışı diye bunları savunmak,
bunları hak ve hakikat gibi görmek ataları kutsallaştırıp
putlaştırmak, onları Allah’a ortak koşmak demektir. Bu problem,
sadece eski câhiliyyenin problemi değildir; her dönemde ve her
yerde izlerini devam ettiren bâtıl anlayıştır. Bu anlayış, bazen
15 9/Tevbe, 23
16 5/Mâide, 48
17 103/Asr, 1-3; Mustafa Başbekleyen, Atalar Dini Üzerine, Haksöz, sayı:12,
Mart 92, s. 6-7
ATALAR YOLU
- 17 -
ecdâdı yüceltmekle, ırkçılıkla, tarihi kutsallaştırmakla ortaya çıkar;
bazen gelenek, görenek, örf-âdet ve körü körüne taklitçilikle
kendini gösterir; “ele güne karşı”, “başkaları ne der?”, “ben
bu yaşa geldim, bunları duymadım, dolayısıyla bu yanlıştır”, “senin
yaşın kaç? Sen ne bilirsin?”, “biz hocalarımızdan, babalarımızdan
böyle gördük, böyle duyduk; o yüzden doğrusu budur”
gibi ifâdelerle ortaya çıkar; bütün bunlar hurâfe ve bâtıl inanışlar,
câhiliyye mantığı olarak değerlendirilmelidir. Eski câhiliyye döneminde
tevhidî çağrının önündeki en önemli itirazın bu anlayış
olduğu gibi, günümüz modern câhiliyyesinde de de durum farklı
değildir. Günümüzde şuurlu müslüman gençlerin sırât-ı müstakîm
çizgisinde sahih İslâm’ı anlayıp inanarak yaşamalarının önündeki
engellerden, belki de en büyüklerinden biri bu “atalar yolu” anlayışıdır.
Kur’ân-ı Kerim’de Atalar Yolu İle İlgi Âyetler
Peygamberlerin Allah’tan getirdiği hakikate, sadece Allah’a
kulluk yapma mesajına karşı müşriklerin “atalarının yolu”nu gerekçe
gösterip ecdatperestlik yapmaları Kur’ân-ı Kerim’de 25 yerde
gündeme getirilir. Atalarının izini takip etmelerinin, atalarının
yolunu şuursuzca sürdürmelerinin İlâhî ölçüye ters olduğu gibi,
akla mantığa da uygun olmadığı, geçersiz bir gerekçe, daha doğrusu
şirk için bahâne olduğu vurgulanır.
“Onlara (müşriklere): ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar,
‘Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları
bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler? (Hidâyet çağrısına
kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını
işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve
körlerdir. Bu sebeple düşünmezler.” 18
“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasûl’e gelin’ denildiği vakit, ‘babalarımızı
üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter’ derler. Ataları hiçbir şey
bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?” 19
“Müşrikler/putperestler diyecekler ki: ‘Allah dileseydi, ne biz şirk/ortak
koşardık ne de atalarımız şirk koşardı. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık.’
Bu şekilde onlardan öncekiler de (peygamberleri) yalanladılar da
sonunda azâbımızı tattılar. De ki: ‘Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi
var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz sadece yalan
söylüyorsunuz.” 20
18 2/Bakara, 170-171
19 5/Mâide, 104
20 6/En’âm, 148
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 18 -
“Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: ‘Babalarımızı bu yolda bulduk.
Allah da bize bunu emretti’ derler. De ki: ‘Allah kötülüğü emretmez.
Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” 21
“(Âd kavmi, peygamberleri Hûd’a (a.s.) dediler ki: ‘Sen bize tek
Allah’a kulluk etmemizi ve atalarımızın tapmakta olduklarını bırakmamız
için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğini (azâbı) getir.
(Hûd) dedi ki: ‘Artık size Rabbinizden bir azap ve bir gazab/hışım inmiştir.
Haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın
taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse,
şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.” 22
“Kıyâmet gününde, ‘Biz bundan habersizdik’ demeyesiniz diye Rabbin
Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı ve onları
kendilerine şâhit tuttu ve dedi ki: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (Onlar
da), ‘Evet (Rabbimiz olduğuna) şâhit olduk’ dediler. Yahut, (ne yapalım)
daha önce babalarımız Allah’a şirk/ortak koştu, biz de onlardan sonra
gelen bir nesildik, (onun için biz de onların izinden gittik. Ahd’i) iptal
edenlerin yüzünden bizi helâk edecek misin?” 23
“Onlar (Firavun ve toplumu) dediler ki: ‘Babalarımızı üzerinde bulduğumuz
(dinden) bizi döndüresin ve yeryüzünde ululuk sizin ikinizin olsun
diye mi bize geldin? Hâlbuki biz size inanacak değiliz.” 24
“(Semûd kavmi) Dediler ki: ‘Ey Sâlih! Sen, bundan önce içimizde ümit
beslenen birisiydin. (Şimdi) babalarımızın taptıklarına (putlara) tapmaktan
bizi engelliyor musun? Doğrusu biz, bizi kendisine (kulluğa) çağırdığın
şeyden ciddî bir şüphedeyiz.” 25
“(Medyen halkı) Dediler ki: ‘Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını (putları)
bırakmamızı yahut mallarımızda (eksik veya fazla verme hususunda)
dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor? Hakikaten
sen yumuşak huylusun, çok akıllısın, (diyerek alay ettiler).” 26
“O halde onların tapmakta oldukları şeylerden (bu şeylerin onları azaba
götürdüğünden) şüphen olmasın. Çünkü onlar ancak daha önce babalarının
taptığı gibi tapıyorlar. Biz onların (azaptan) nasiplerini mutlaka
eksiksiz olarak vereceğiz.” 27
21 7/A’râf, 28
22 7/A’râf, 70-71
23 7/A’râf, 172-173
24 10/Yûnus, 78
25 11/Hûd, 62
26 11/Hûd, 87
27 11/Hûd, 109
ATALAR YOLU
- 19 -
“(Yusuf dedi ki:) Ey zindan arkadaşlarım! Çeşitli tanrılar mı daha iyi,
yoksa kahredici olan bir tek Allah mı? Siz, Allah’ı bırakıp sadece sizin ve
atalarınızın taktığı (birtakım anlamsız) isimlere tapıyorsunuz. Allah onlar
hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm Allah’tan başkasının
değildir. O da Kendisinden başkasına ibâdet etmememizi emretmiştir.
İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” 28
“Sizden öncekilerin, Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan
sonrakilerin haberleri size gelmedi mi? Onları Allah’tan başkası bilmez.
Peygamberleri kendilerine mûcizeler getirdi de onlar, ellerini peygamberlerinin
ağızlarına bastılar, (hakkı söylemelerini engellemek istediler)
ve dediler ki: ‘Biz, size gönderileni inkâr ettik ve bizi, kendisine çağırdığınız
şeyden şüphelendirici bir kuşku içindeyiz. Peygamberleri dedi ki:
‘Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var? Hâlbuki O, sizin
günahlarınızdan birkısmını bağışlamak ve sizi muayyen bir vakte kadar
yaşatmak için sizi (hak dine) çağırıyor. Onlar dediler ki: ‘Siz de bizim gibi
bir beşerden başka bir şey değilsiniz. Siz bizi atalarımızın tapmış olduğu
şeylerden döndürmek istiyorsunuz.” 29
“Müşrikler dediler ki: ‘Allah dileseydi ne biz, ne de babalarımız ondan
başkasına ibâdet ederdik. Onun emri olmadan hiçbir şeyi de haram kılmazdık!’
Onlardan öncekiler de böyle demişlerdi. Peygamberlerin üzerine
açık-seçik tebliğden başka bir şey var mı?” 30
“Onların da (Allah evlât edindi diyenlerin), atalarının da bu konuda
hiçbir bilgisi yoktur. (Onların küfür ve iftira husûsunda) ağızlarından
çıkan bu söz ne büyük oldu! Çünkü yalandan başka bir şey söylemiyorlar.”
31
“Andolsun Biz, daha önce İbrâhim’e de hidâyet, dürüstlük ve bilgi
gücü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına
geçip tapmakta olduğunuz heykeller nedir böyle?’ demişti. Dediler ki:
‘Biz, babalarımızı bunlara tapar kimseler olarak bulduk.’ ‘Doğrusu, dedi,
siz ve babalarınız, açık bir sapıklık içindeymişsiniz.” 32
“Andolsun Biz Nûh’u kavmine gönderdik. ‘Ey kavmim! dedi, Allah’a
kulluk edin. O’ndan başka ilâhınız yoktur. Hâlâ sakınmaz mısınız? Bunun
üzerine, kavminin içinden kâfir olan liderler topluluğu; ‘Bu, dediler, tıpkı
sizin gibi bir beşer olmaktan başka bir şey değildir. Size üstün ve hâkim
olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak
bir melek gönderirdi. Hem biz geçmiş atalarımızdan da böyle bir şey
işitmiş değiliz.” 33
28 12/Yûsuf, 39-40
29 14/İbrâhim, 9-10
30 16/Nahl, 35
31 18/Kehf, 5
32 21/Enbiyâ, 51-54
33 23/Mü’minûn, 23-24
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 20 -
“Onlar, öncekilerin dediklerinin benzerini söylediler. Dediler ki: Sahi
biz, ölüp de bir toprak ve kemik yığını haline gelmişken, mutlaka yeniden
diriltileceğiz, öyle mi? Hakikaten, gerek bize, gerekse daha önce
atalarımıza böyle bir vaadde bulunuldu; (fakat) bu geçmiştekilerin masallarından/
efsânelerinden başka bir şey değildir.” 34
“(Rasûlüm!) Onlara İbrâhim’in haberini de naklet. Hani o, babasına
ve kavmine: ‘Neye tapıyorsunuz?’ demişti. ‘Putlara tapıyoruz ve onlara
tapmaya devam edeceğiz’ diye cevap verdiler. İbrâhim: ‘Peki, dedi, yalvardığınızda
onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut size fayda ya da zararları olur
mu?’ Şöyle cevap verdiler: ‘Hayır, ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk.’
İbrâhim dedi ki: ‘İyi ama, ister sizin, ister önceki atalarınızın olsun,
neye taptığınızı (biraz olsun) düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim
düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur).” 35
“Kâfirler dediler ki: ‘Sahi, biz ve atalarımız, toprak olduktan sonra
gerçekten (diriltilip) çıkarılacak mıyız?’ Andolsun ki, bu tehdit bize yapıldığı
gibi, daha önce atalarımıza da yapılmıştır. Bu, öncekilerin masallarından/
efsânelerinden başka bir şey değildir. De ki: ‘Yeryüzünde gezin de,
günahkârların âkıbeti nice oldu, bir bakın!” 36
“Mûsâ onlara apaçık âyetlerimizi getirince, ‘Bu, olsa olsa uydurulmuş
bir sihirdir. Biz önceki atalarımızdan böylesini işitmemiştik’ dediler. Mûsâ
şöyle dedi: ‘Rabbim, kendi katından kimin hidâyet rehberi getirdiğini ve
hayırlı âkıbetin kime nasip olacağını en iyi bilendir. Muhakkak ki, zâlimler
iflâh olmazlar.” 37
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ dendiğinde: ‘Hayır, biz babalarımızı
üzerinde bulduğumuz yola uyarız, derler. Ya şeytan, onları alevli ateşin
azâbına çağırıyor idiyse!” 38
“Onlara açık açık âyetlerimiz okunduğu zaman demişlerdi ki: ‘Bu, sizi
babalarınızın taptığı (putlardan) çevirmek isteyen bir adamdan başkası
değildir. Bu (Kur’an) da uydurulmuş bir yalandan başka bir şey değildir.’
Hak kendilerine geldiğinde hakkı inkâr edenler de: ‘Bu, apaçık bir büyüdür,
başka bir şey değildir’ dediler.” 39
“Sonra kesinlikle onların dönüşü, çılgın ateşe olacaktır. Kuşkusuz onlar
atalarını dalâlette buldular da peşlerinden koşup gittiler. Andolsun
ki, onlardan önce eski toplumların çoğu dalâlete düştü. Kuşkusuz, Biz
onlara uyarıcılar göndermiştik. Uyarılanların âkıbetinin ne olduğuna bir
34 23/Mü’minûn, 81-83
35 26/Şuarâ, 69-77
36 27/Neml, 67-69
37 28/Kasas, 36-37
38 31/Lokman, 21
39 34/Sebe’, 43
ATALAR YOLU
- 21 -
bak! Allah’ın ihlâslı kulları müstesnâ.” 40
“Yoksa bundan önce onlara bir kitap verdik de ona mı tutunuyorlar?
Hayır! Sadece, ‘biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların
izinde gidiyoruz’ derler. Senden önce de hangi memlekete uyarıcı
göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları: ‘Babalarımızı bir din üzerinde
bulduk, biz de onların izlerine uyarız’ derlerdi. ‘Ben size, babalarınızı
üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi
bana uymazsınız)?’ deyince, dediler ki: ‘Doğrusu biz, sizinle gönderilen
şeyi inkâr ediyoruz.’ Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların
sonu nasıl oldu?” 41
“Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey
değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar zanna ve
nefislerinin aşağı hevesine uyuyorlar. Hâlbuki kendilerine Rableri tarafından
yol gösterici gelmiştir.” 42
“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı
ve kardeşlerinizi veliler/dostlar edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse,
işte onlar zâlimlerin kendileridir. De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız,
kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından
korktuğunuz ticâret, hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar,
köşkler) size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten
daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah
fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” 43
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları,
kardeşleri yahut akrabâları da olsa- Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla
dostluk ettiğini görmezsin. İşte onların kalplerine Allah, iman yazmış
ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar
akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı
olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Hizbullah’tır/
Allah’tan yana olanlardır. İyi bilin ki Allah’tan yana olanlar, kuşkusuz kurtuluşa
erenlerdir.” 44
“Nûh Rabbine duâ edip dedi ki: ‘Ey Rabbim! Şüphesiz (boğulmuş
olan) oğlum da ehlimden/âilemdendir. Senin vaadin ise elbette haktır.
Sen Hâkimler Hâkimisin.’ Allah buyurdu ki: ‘Ey Nûh! O asla senin
âilenden değildir. Çünkü o, sâlih olmayan bir amel sahibi idi (Kâfirdi).
O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi Benden isteme. Ben sana
câhillerden olmamanı tavsiye ederim.” 45
40 37/Sâffât, 68-74
41 43/Zuhruf, 21-25
42 53/Necm, 23
43 9/Tevbe, 23-24
44 58/Mücâdele, 22
45 11/Hûd, 45-46
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 22 -
“Biz, insana ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer onlar,
seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak
koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak Banadır. O
zaman, size yapmış olduklarınızı haber vereceğim.” 46
“Eğer onlar (ana-baban) seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü
körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla
dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz
ancak Banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.” 47
Atalar Kültü; Sosyal Çevre ve
Geleneğin Putlaştırılması
Sosyal Çevre: İnsan, her türlü zihinsel ve duygusal yapıya sahip
olarak gelişmeye hazır bir vaziyette dünyaya gelir. Bu gelişim
sürecini devam ettirebilmek için toplum içerisinde yaşamak ve diğer
insanlardan faydalanmak zorundadır. Bu yönüyle toplumsal
bir varlık olarak değerlendirilen insan; inancını, bakış açısını, her
türlü değer yargısını, kimlik ve kişiliğini içinde yaşadığı toplumdan
alır. Fakat belirli bir noktaya gelindiğinde toplum, insanın
benliğini, irâdesini, idrâkini kuşatır, âdeta esir alır, hapseder. İnsanın,
toplumun koyduğu normları aşabilmesi bir mesele haline gelir.
Zira toplumlar kendi normlarını bireylere benimsetmek onların
düşünce, inanç ve davranışlarını yönlendirmek ister. Bu, toplumun
putlaşması demektir.
Toplum, binlerce yıllık birikimini, tecrübelerini, örf ve
âdetlerini, inançlarını, değer yargılarını bireylere aktardıktan
sonra, bu sosyal değer ve normların eleştirilmesine tahammül
edemez, kendine mensup bireylerden mutlak itaat bekler. Bu
normlar karşısında şüpheye düşülmesini bile istemez. Sosyal çevre,
insanın her yönüyle gelişimine uygun bir ortam olmakla birlikte,
belli bir aşamadan sonra yetersiz kalmakta, hatta fertlere
alternatif tanımadığı zaman da zararlı olmaktadır. Hür düşünme
ve araştırma imkânlarını ortadan kaldıran toplumsal çevre baskısı,
hiçbir zaman hoş karşılanmamaktadır.
Kur’an kültürüne dayalı bir perspektiften baktığımızda, yapılarına
göre iki tür toplumun varlığından söz edebiliriz. Biri normları
İlâhî öğretiye dayalı toplumlar (İslâmî toplum/ümmet), diğeri
normları câhilî öğretiye dayalı toplumlar (câhiliye). Câhiliye toplumlarında
insanı doğruluktan, iyilikten, güzellikten uzaklaştırıcı
bir baskı vardır. İşte böylesi toplumlarda toplumun yanlışlığına
46 29/Ankebût, 8
47 31/Lokman, 15
ATALAR YOLU
- 23 -
rağmen doğruyu görmek, toplumun kötülüğüne ve çirkinliğine
rağmen iyiyi ve güzeli tercih etmek, söz konusu topluma ve toplumsal
değerlere karşı çıkmayı, baskılara göğüs germeyi gerektirir.
Ayrıca kişiliğini içinde bulunduğu toplumla özdeşleştirmiş kimseler
için böyle bir durum geçerli değildir. Bunlar için, içinde yaşadıkları
toplumu reddetmek kendi kişiliğini reddetmek gibi imkânsızdır.
Bu tip insanlar İlâhî bir mesajla, hak sözle karşılaştıklarında kendilerine
göre bir değerlendirme yapma yeteneklerini işlevsiz hale
getirmişlerdir. Böyle bir durumda zihinlerinin ilk çağrıştırdığı şey,
içinde yaşadıkları toplumun yaklaşımlarıdır. Doğru da olsa yanlış
da olsa toplumun reddettiği her şey, toplumun bireylerince kabul
edilemezdir; bu toplumun yazılı olmayan yasasıdır/nassıdır.
Hak bir sözle, İlâhî bir mesajla câhiliye toplumunun karşısına
çıkanlar şu tür sorulara muhâtap olurlar: “Bu kadar insan bilmiyor
da sen mi biliyorsun? Bunca insan yanlış yolda da, sen mi
doğru yoldasın, yani bu kadar insan aldatıldığının farkında değil
de, bunu bir sen mi farkettin? Daha senin yaşın kaç? Biz bu yaşa
kadar atalarımızdan buna benzer bir şey duymadık, böyle bir şey
görmedik...”
Evet, bu kimselerin anlayışına göre iyi ve doğru, çoğunluğun
kabul ettikleridir. Peki nedir çoğunluğun özellikleri? Kur’ân-ı Kerim,
çoğunluğun “yoldan çıkmış, fısk ehli”,48 “vahiy bilgisine karşı
ilgisiz”,49 “Allah’ın verdiği sayısız nimetlere nankörlük eden”50 ve
“kâfir”51 kimseler olduğunu belirtir. “Muhakkak ki Biz, bu Kur’an’da
insanlara her türlü misali, çeşitli şekillerde anlattık. Yine de insanların
çoğu küfürden/inkârcılıktan başkasını kabullenmediler.”52; “Andolsun ki
eski milletlerin çoğu dalâlete düştü.”53; “Sen iman etmelerine düşkün
olsan bile yine de insanların çoğu iman edecek değillerdir.”54; “Elif Lâm
Mîm Râ, Bunlar Kitab’ın âyetleridir. Sana Rabbinden indirilen haktır, fakat
insanların çoğu iman etmezler.” 55
Kur’an ölçülerine göre itikadî ve ahlâkî açıdan olumsuz kimlik
taşıyan, normları câhiliye esaslarına göre belirlenmiş toplumlar,
çoğunluğun câhil, gâfil ve kâfir olması sebebiyle insanları
Hak yoldan saptırabilecek bir etkinliğe sahiptir. Yüce Allah konu
48 5/Mâide, 59; 7/A’râf, 102; 9/Tevbe, 8
49 7/A’râf, 187; 12/Yûsuf, 21; 30/Rûm, 6; 34/Sebe’, 28
50 2/Bakara, 243; 7/A’râf, 17; 12/Yûsuf, 38; 40/Mü’min, 61
51 12/Yûsuf, 103; 13/Ra’d, 1; 17/İsrâ, 89
52 17/İsrâ, 89
53 37/Sâffât, 71
54 12/Yûsuf, 103
55 13/Ra’d, 1
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 24 -
üzerinde mü’minlerin dikkatini çekecek uyarılarda bulunur: “Yeryüzünde
bulunanların çoğuna uyacak olursan; seni Allah’ın yolundan
saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz
de söylemezler.”56 Bu âyet, aynı zamanda, hakkın tek, bâtılların ise
birden fazla olduğuna, yerküre üzerinde yaşayanların çoğunluğunun
da kâfirler topluluğuna mensup olduğuna işaret eder. İnsanın
bâtıl inançlara mensup toplumla etkileşiminden genellikle bâtıl
inançlar doğar. Her insanda çoğunluğa ayak uydurma, çoğunluğun
beğenisini kazanma eğilimi, çoğunluk tarafından dışlanma
korkusu vardır. İnsanın içerisinde yaşadığı toplum inanç açısından
Tevhid üzere ise, toplumun yapacağı etkileme olumlu olur.
Fakat toplum dalâlet ehli insanlardan oluşuyorsa etkileşim de bu
doğrultuda olacağından, dalâlet ehli toplum, inkâr motivi işlevini
görür. Bu durumda İslâm, çoğunluğun değer yargılarına değil,
Kur’an öğretilerine itibar etmeyi öngörür.
Bireyin kimlik ve kişiliğinin oluşmasında çoğunluğun, yani
sosyal çevrenin rolü inkâr edilemez. Sosyal çevre, doğrudan doğruya
olmasa bile, dolaylı olarak etkide bulunur. İslâmî açıdan bozuk
bir çevre, öncelikle ruhu bozar. Ve bozulan ruhî ortamda, kutsal
duyguların, yüce düşüncelerin gelişimi zayıflar, âdi düşünceler
güçlenir, bayağı duygular revaç bulur. Böyle bir ortamda kişinin
inkâra düşmesi kolaylaşır. Hatta olumsuz sosyal çevre, bireyin
inkârcılığının bir motivi olur.
Atalar Kültürü: Her doğan insan, bir toplum içerisinde, o topluma
özelliğini veren kültür ortamı içerisinde bulur kendisini. Birey
kültür ortamıyla başlattığı etkileşim sürecini bir ömür boyu
devam ettirir. Fertler bir yandan mevcut kültürle hayatlarını şekillendirirken,
diğer yandan bu kültürü yeni yetişen nesle aktarma
uğraşına girerler. Başta yetişen nesil olmak üzere bütün toplum
bireyleri kültür ortamına adapte olmaya çaba harcarlar. Zira sosyal
bir varlık olan insan, doğal olarak, önceki nesillerin devretmiş
olduğu fikirleri, inançları, davranış kalıplarını benimser, sahiplenir.
Sahiplenilen bu sosyal normlar nesileller boyu sürekliliğini korur.
Geçmiş nesilden alınan sosyal normların en belirgin özelliği süreklilik
arzetmesi ve sürekliliği sağlayan ataların üstünlüğü fikridir. 57
Kültürün insana kazandırdığı normlardan insanın bir anda
sıyrılması, onları terketmesi oldukça zor bir iştir. Bu tür değerler
önceki nesillerden miras alınmış ve bireylerin benliğine ayrılmamacasına
yerleşmiş, onların kişiliklerinin bir parçası olmuştur. Aynı
56 6/En’âm, 116
57 Mustafa Armağan, Gelenek, Ağaç Y. s. 19
ATALAR YOLU
- 25 -
şekilde toplumda bâtıl inançlar, kötü alışkanlıklar hâkim olunca,
bu insanları atalarından taklit yoluyla devraldıkları bu inanç ve
alışkanlıklardan uzaklaştırmak, ayırmak imkânsız gibidir. İşte toplumun
yapısını oluşturan bâtıl inanç ve kötü davranışlar insanları
hakikatleri idrâk etmekten ve hakka itaatten alıkoyan en önemli
sosyal motivlerden birisidir. Bireyin içinde yaşadığı câhiliye toplumunun
normları, insandaki inanma kabiliyetinin uyanmasını ve
gelişmesini engelleyen etkili bir perdedir. Kur’ân-ı Kerim bu toplumsal
yapıyı Hakk’ın tezâhüne en büyük engel kabul etmiş; aklî
incelemeyi, delillere sarılmayı, bilinçli ve insanca yaşamayı önermiştir.
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ dendiğinde: ‘Hayır, biz babalarımızı
üzerinde bulduğumuz yola uyarız, derler. Ya şeytan, onları alevli
ateşin azâbına çağırıyor idiyse?!” 58 Eski atalarına tapıyor olmalarının
hiçbir aklî dayanağı yoktur.59 Saf, katıksız mücerret taklide yöneliyorlar.
60 Öyle bir taklit ki, taklit ettikleri şey doğru mu, yanlış mı
bunun üzerinde hiçbir şekilde düşünmüyorlar. İnsan bir şeyi taklit
edebilir, fakat bir yandan da onu sorgular veya taklit etmeden
önce üzerinde düşünür. Fakat kâfirler kendilerine gelen İlâhî mesajı
kabul etmedikleri gibi, taklit ettikleri gelenek ve değerlerin
doğru olup olmadığı üzerinde düşünmek de istememişlerdir.
Câhiliye toplumlarında gelenekçi anlayış, geçmişin tartışılmasına,
atalardan miras alınan sosyal normların analiz edilmesine
ve seçmeciliğe tâbi tutulmasına karşı çıkar: “Onlara (müşriklere):
‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘Hayır! Biz atalarımızı
üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış,
doğruyu da bulamamış idiyseler?”61 Kur’an’a, Peygamber’in getirdiklerine
tâbi olmaları istendiğinde atalarını taklitle yetinmişlerdir.
Hurâfe; Anlam ve Mâhiyeti
Dinde olmadığı halde dindenmiş gibi uydurulup anlatılan
hikâye ve rivâyetlere verilen ad. Bu çeşit rivâyetler ve hikâyeler
tümüyle uydurma, hatta bir kısmı saçma sapan olduğu halde, tarih
boyunca dine mal edilmiş, dinî bir kılıfla sunulmuşlardır.
Hurâfe, aslında bir insanın adıdır. Aslı astarı olmayan hikâyeler
anlatırmış. Dolayısıyla, Hurâfe’nin anlattıkları, Hurâfe’nin uydurdukları,
Hurâfe’nin çıkardığı söylentiler zamanla, bu tür bütün
uydurma rivâyetlerin ortak adı olmuştur.
58 31/Lokman, 21
59 İbn Kesîr, III/458
60 Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, IV/241
61 2/Bakara, 170
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 26 -
Hurâfeler, dilden dile veya kitaplar aracılığıyla anlatılan
rivâyetlerdir. Bunların sağlam bir asılları yoktur, yani uydurma
şeylerdir. Ancak dinî bir motifle, dine mal edilerek anlatılır. İşin
önemli olan yanı da burasıdır. Hurâfeler yalnızca hikâye olsa, üzerinde
durulmaz. Hikâye ve masal, her yerde her zaman anlatılabilir,
yazılabilir. Ancak, uydurma ve yanlış oldukları halde bunlara
dinî bir maske takılır, İslâmî bir kılıf giydirilirse, o zaman iş değişir.
Çünkü bu tür rivâyetler müslümanların saf inancına zarar vermektedir.
Müslümanlar arasında dolaşan yanlış unsurların bir kısmı,
yahûdi ve hıristiyan kaynaklarından aktarılmışlardır. Bunlara
‘İsrâiliyyât’ denilir. Bir kısmı, dinden olmadığı halde dine sonradan
sokulan bid’atlerdir. Ki bunlar, uydurma oldukları halde, çok
önemli dinî ibâdetler gibi algılanır ve yapılır. Bir kısmı, halk arasına
yerleşmiş bâtıl, yani yanlış, İslâm dışı inançlardır. Hurâfeler, İslâm
gerçekleriyle bağdaşmayan bâtıl inanışlar, uydurma hikâyeler ve
çarpık davranışlardır.
Hurâfeler, bir taraftan müslümanların inançlarına zarar verirken
bir taraftan da başkalarının, yeni yetişen nesillerin İslâm
hakkında yanlış fikre sahip olmalarına sebep olur. Hurâfelerle
örülmüş bir din, günümüzün gerçeklerinin çoğuyla bağdaşmaz.
Hâlbuki İslâm, kâinattaki kevnî gerçeklerle uyuştuğu gibi, her çağın
ve her ülkenin insanına hitap etmektedir.
Günümüzde birçok felsefî, siyasî ve iktisadî düşünce, birçok
tavır ve anlayış da birer bilimsel gerçek, birer değişmez inanç ilkeleri
gibi sunulmaktadır. Hâlbuki bunların çoğu, gerçekliği kesinleşmemiş
teori, zan ve kuruntudan ibârettir veya kişilerin kendi
görüşleri, ya da zamanla modası geçecek hususlardır. Bunların
pek çoğu müslümanların saf inancını bozacak özelliktedir. Bunlara
‘modern hurâfeler’ dememiz mümkündür. Müslümanlar, hangi
adla ve hangi kılıfla sunulursa sunulsun, her türlü hurâfeye karşı
dikkat etmek zorundadırlar. 62
Dinimize göre, İslâm imanı dışında kalmış kişi dalâlettedir/sapıktır.
Müslümanı doğru yoldan, yani sırât-ı müstakîmden uzaklaştırıcı,
sapıklığa çağırıcı üç ana sebep vardır: Şeytan, ehl-i kitap
(yahûdi ve hıristiyanlar), bid’at ve hurâfeler. Bid’at ve hurâfeler,
farkına vardırmadan doğru yoldan uzaklaştırıcılıkları dolayısıyla,
en az önceki iki sebep kadar, hatta onlardan daha etkili yanıltıcı
ve saptırıcılardır. Bunların müslümanlar için arzettikleri tehlikeye
ve sünnetin yaşanması gereğine Peygamber Efendimiz birçok
hadis-i şeriflerinde dikkat çekmiştir.
62 Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 279
ATALAR YOLU
- 27 -
Sağlıklı bir İslâmî yaşayış için, önce sağlam inanç esaslarına
ve bunlara bağlı bir ibâdet hayatına sahip olmanın, sonra da
ciddî, bilinçli ve sürekli bir denetimle, yozlaşmaya yardımcı olacak
hurâfe ve bâtıl inanışlara kapılmamanın, körü körüne taklitçiliği
terketmenin, çevre, toplum ve ecdattan devralınan anlayışı
Kur’an ve sünnet ölçüsüne vurmadan doğru kabul etmemenin
önemi inkâr edilemez.
Bilindiği gibi hakikatin zıddı olan hurâfe, aslı esası olmayan,
uydurulmuş, saf ve doğru inançlar arasına katılmış, bazı zaman
ve mekânların uğuru veya daha çok uğursuzluğu ile ilgili olarak
dillerde dolaşan abartılmış hikâyelerden, efsâne ve kerâmet adı
altında uydurmalardan ibârettir. Bâtıl inanışlar da bu asılsız söylentilere
inanmak ve gereğine göre hareket etmek demektir. Her
devirde, her toplumda az-çok, ama mutlaka görülen hurâfe ve
bâtıl inanışlar, toplumların ortak derdi olarak daima gündemde
kalmış önemli bir konudur. Hurâfe ve bâtıl inanışların bu derece
insanlığın başına dert olmasında genellikle câhillik, alışkanlık, gelenek-
görenek, propaganda, çıkar hesapları/istismarlar ve kişisel
zaaflar etkili olmuşlardır.
Öte yandan hurâfeler ve bâtıl inanışlar daha çok sağlık, ihtiyaç
ve gelecek hakkında önceden bilgi sahibi olmak gibi belli
bazı konularda ve özellikle kadınlar arasında yaygındırlar. Kadınlardan
nice kültürlüler bile, bâtıl itikatlara ve inanılmayacak şeylere
inanmaya meyillidirler. Geçim şartlarının düzeltilmesi, sağlık
hizmetlerinin yeterince yerine getirilmesi gibi sosyo-ekonomik
tedbirlerle hurâfe ve bâtıl inanışların ortadan kaldırılabileceği
görüş ve iddiâsı, modern ve ileri kabul edilen toplumlarda da (ülkemizdeki
batılı kültürle yetişmiş ve ekonomik yönden halk ortalamasının
üzerinde yaşayan sosyete çevrelerinde de) çeşit çeşit
hurâfe ve bâtıl inanışlara rastlanması gerçeği karşısında büyük
ölçüde geçerliliğini yitirmiştir. Bu durum hurâfe ve bâtıl inanışların
ekonomik olmaktan çok kültürel, daha doğrusu sahih iman/
inançla ilgili itikadî bir mesele olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Nitekim, dinler tarihi bize göstermektedir ki, insanlar tarihin
çeşitli dönemlerinde doğrudan uzaklaşmışlar, birtakım yaratıkları
kutsallaştırıp ilâhlaştırmışlar, hurâfe ve bâtıl inanışların tutsağı
olmuşlardır. Bütün bu dönemlerde Allah, rahmetiyle muâmele
etmiş, peygamber ve kitap göndererek, insanlığı boş ve asılsız,
zararlı inanç ve tapınmalardan kurtarmaya, dünya ve âhirette
huzurlu kılmaya çağırmıştır. Hak dinin peygamberler aracılığı ile
verdiği bu ciddî savaşa tevhid mücâdelesi denilir.
Tevhid mücâdelesi, putperestlerle mücâdele demek olduğu
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 28 -
kadar, asılsız kabuller, yanlış uygulamalar, yani hurâfe ve bâtıl
inanışlarla da mücâdele demektir. Kur’an ve Rasûlullah da aynı
şartlar içinde zuhur etmiş ve aynı mücâdeleyi naklî olduğu kadar,
en aklî ve mantıkî metodlarla da en başarılı şekilde yürütmüştür.
Bunun tarihî kanıtı, “câhiliyye devri” diye bilinen İslâm öncesi
dönemin kokuşmuş ortadoğu toplumlarının, Kur’an ve Sünnete
uydukları süre içinde dünya toplumlarınca özlem ve gıpta ile izlenen
İslâm medeniyetini gerçekleştirmiş olmalarıdır.
Ne var ki, bu kültürel hastalık (hurâfe ve bâtıl inanışlar),
Kur’an ve Sünnet çizgisini unutan, o anlayış ve yaşayışı yozlaştıran
değişen düzen ve toplum şartları içinde yeniden kendini göstermiş,
giderek gelişen boyutlarla günümüze kadar gelmiştir.
Hurâfe ve bâtıl inanışların hemen hepsinin temelinde ecdâda/
atalara bağlılık, ateş, su, orman ve ağacı kutsal kabul etmenin
derin izlerinin bulunduğu bir vâkıadır. Bazı yaratıklarda (özellikle
ölmüş kişilerde, onların yatırlarında) üstün güç ve nitelikler görerek,
onların yakınlığını elde etmek için onlara belli zamanlarda
kurbanlar sunmak gibi sapıklıklar, insanlığın tarih içinde sıkça
görülen büyük yanılgısı olmuştur. Kendilerini bu fecî yanlıştan
kurtarmaya çalışan peygamberleri ve onların izindeki mü’minleri
“uğursuzluk sebebi” olarak suçlayan toplumlar bile görülmüştür.
Hatta İslâmiyetin getirdiği en muazzam gerçekleri “öncekilerin
uydurmaları, masalları” diye, hurâfeler ve bâtıl inanışlar adına
mahkûm etmek isteyenler çıkmıştır. Günümüzde de saplandıkları
hurâfe ve bâtıl inanışları ölesiye savunanlar görülmekte, kendilerini
uyarıp karşı çıkanlara, kendi vasıfları olan “yobaz” ve “sapık”
gibi ithamlarla saldıranlara rastlanmaktadır. Hiç kuşkusuz, bu
davranışın temelinde bütün karanlığı ve korkunçluğu ile derin bir
cehâlet/câhiliyye bulunmaktadır. Dinimizin, insan fıtratına/özüne
ve gerçeğine en uygun inanç esasları, ibâdet ve ahlâk ilekleri ve
bunlara dayalı en olgun ve medenî uygulamaları konusunda yeterli
bilgiye sahip olan, İslâm’ı aslına uygun şekilde tanıyan kişilerin,
böylesi olumsuz davranışları sergilemesi düşünülemez. Çünkü
bilgi güçtür, aydınlıktır, gerçeği tanımaktır; bilgi gerçek anlamıyla
vahiydir, haktır, hakkı/İslâm’ı kabul edip teslimiyettir.
Toplumun hangi kesimine mensup olursa olsun, yeterli ve sağlıklı
dinî bilgisi olmayan ve inanç boşluğu içinde bulunan kişilerin,
hurâfe ve bâtıl inançlara kapılmaları daha kolay olacaktır. Çaresi
ise, bütünüyle toplumu, yeterli ve sağlıklı bir din bilgisine sahip
kılmaktır. Hurâfe ve bâtıl inanışların en büyük zararı, önce onlara
kapılanlara dokunur. Çünkü hurâfe ve bâtıl inanışlar, kişileri farkına
vardırmadan doğru yoldan ayırır. Onlar, iyi bir şey yapıyoruz
diye avunurlarken bir de bakarlar ki, gerek inanç olarak gerek
ATALAR YOLU
- 29 -
davranış olarak, inandıklarını söyledikleri dinin gerçeklerinden
uzaklaşıvermişler. Çünkü Sevgili Peygamberimiz’in bir hadis-i şeriflerinde
buyurdukları gibi, her bid’at ve hurâfe dalâlet/sapıklık
sebebidir: “Sözlerin en güzeli Allah’ın kitabı; yolların en doğrusu
Muhammed’in yoludur. İşlerin en kötü ve zararlısı, dinden olmadığı halde
sonradan uydurulup dine sokuşturulanlardır. Böyle uydurulmuş her
şey bid’attır, hurâfedir. Her bid’at da dalâlettir/sapıklık sebebidir.” 63
Öte yandan, hurâfe ve bâtıl inanışlar; inanma, kulluk, takdir
ve vefâ duygularının kötüye kullanılması demek olduğundan
toplumda kavram ve değer kargaşasına yol açarlar. Hak ile bâtıl
(doğru ile eğri) birbirine karışır. Özellikle, toplumda yaygınlaşmaları
halinde bu asılsız inanç ve uygulamalar “kurunun yanında
yaşın da yanması” gibi, yeterli dinî bilgisi olmayan kişiler tarafından,
dine ait bazı esasların da hurâfe ya da bâtıl inanış olarak
görülmesine ve tenkit edilmesine sebep olurlar. Böylece “dindarlık”
yaptıklarını sananlar, gerçek dinî esasların tenkidine yol açmış
olmanın sorumluluğunu da yüklenmiş olurlar. Unutulmamalıdır
ki herhangi bir kötülüğe sebep olmak, o kötülüğü işlemek gibi
sorumluluk doğurur.
Hurâfe ve bâtıl inanışlara kapılmış kişilerin büyük bir kısmı,
bu durumlarına “dindarlık”, bunlara karşı çıkılmasına da “itikatsızlık,
inançsızlık, sapıklık” damgasını vururlar. Oysa, iyi bilinmesi
gerekli olan bir gerçek vardır: Dinin kabul etmediği anlayış ve
uygulamalarla dindarlık olmaz. Dindarlık, ancak dinî olanı, dinden
olanı dince kabul ve emredileni, emredildiği şekil ve şartlarda
yerine getirmekle mümkündür. Bu yüzden dindarlık sanarak
hurâfe ve bâtıl inanışlara kapılmak, cennet sanarak cehenneme
yönelmektir.
Hurâfe ve bâtıl inanışlara kapılmış kişiler, ikaz edildikleri, uyarılmak
istendikleri zaman, genellikle, kendileri gibi düşünen ve
yaşayanların çokluğunu, atalarından böyle gördüklerini öne sürerek,
yanlışlarını savunmaya kalkarlar. Çoğunluğu veya atalarının
yolunu yanlışın doğru, hurâfenin hakikat sanılmasına gerekçe
yapmaya çalışırlar. Değil çoğunluğun, bütün bir toplumun ve
mezarlarındaki ölülerin tümünün bile yanlış ve hurâfe üzerinde
birleşmesi, onun niteliğini değiştiremez, hurâfeyi hakikat yapamaz.
Gerçeğin ölçüsü, sadece gerçektir/haktır. Gerçek, Kur’an’da
belirtildiği gibi Allah’tan gelendir/vahiydir: “Hak ve gerçek olan,
Rabbinden gelendir. Sakın kuşkulananlardan olma.” 64
63 Müslim, Cum’a 43; Ebû Dâvud, Sünnet 5; Nesâî, Iydeyn 22; İbn Mâce, Mukaddime
7
64 2/Bakara, 147; İsmail Lütfi Çakan, Hurâfeler ve Bâtıl İnanışlar, Marifet Y. s. 11-18
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 30 -
Tüm belâların anası olan cehâletin sosyal bir belirişi olan
hurâfe, dinde yozlaşmanın besleyici zeminini oluşturan sinsi ve
zehirli bir musîbettir. Halk kitlelerini perişan eden bulaşıcı bir
hastalık olmasına rağmen asırlardır hiç kimse onu tümüyle etkisiz
kılma başarısını gösterememiştir. Ocakları batıran, ama yine
de peşinden gidilen rezil bir yosmaya benzer hurâfe. Yıkıcı ama
câzibeli, zehirleyici ama tatlı...
Hurâfenin ana ocağı İsrâiliyattır; öncelikle ve özellikle
yahûdiliktir. Onu hıristiyanlık izler. Ehl-i kitap geleneği, bir anlamda
hurâfeler geleneği gibidir. Bu gelenek nazar boncuğundan
muskacılığa, falcılıktan cinciliğe, melek kanadı saymaktan şeytan/
cin çıkarmaya kadar akla gelebilecek tüm hurâfe çeşitleriyle doludur.
İsrâiliyât tahribi, hurâfe yığınının omurgasını oluşturmaktadır.
İsrâiliyyât denilen ehl-i kitap hurâfeciliğini, özellikle yahûdilik
yoluyla bünyesine aktaran müslümanların yanlış kültürü, daha
sonra buna hıristiyan, Sasani, Hint, Eski Yunan ve nihayet
Türk-Şaman kabullerini de ekleyerek iyice hurâfe okyanusuna
dönüşmüştür. Şamanizm gibi yarı pagan, yarı mistik bir dinin
oluşturduğu kollektif bir şuuraltına sahip bulunan Türk insanı,
İslâm’ı kabul ettiğinde, bu sayılan hurâfelerin ilk dördünü, girdiği
yeni dinle birlikte sîneye çekmekle kalmadı, ona kendi Şaman
kaynaklı hurâfelerini de, ufak kılık değiştirmelerle ekledi. Ve bir
zaman geldi ki, Türk insanı için din hayatı, bir tür hurâfeler hayatı
oluverdi.
Hurâfe, bunamak anlamındaki haref kökünden türemiş bir
kelimedir. Kitleleri bunamaya iten bir hastalık olduğu için bu toplumsal
illete hurâfe denmiştir. İbn Manzûr hurâfeyi, “yalan sözün
tatlı geleni” diye tanıtır.65 Demek oluyor ki hurâfede, tüm tutarsızlığa
rağmen, dinleyene tatlı ve çekici gelen bir yan bulunmaktadır.
Belki de hurâfeyi yaşatan, insanoğlundaki tatlı söze aldanma
şeklinde tecellî eden akıl almaz ahmaklıktır.
Batı dillerinde, Latince bir kök olan superstitio’dan türeyen
superstition kelimesiyle karşılanan hurâfe, bu dillerdeki ortak
kabule göre de mantık dışı, temelsiz, boş, aldatmaca, büyü
üründen inanç ve kabul demektir. Bu sözcük, aynı zamanda
ataların kabullerinden gelen akıl dışı anlayışları da ifade eder.
Larousse’a göre, hurâfede “mesnetsiz, saçma yükümlülük”,
belirgin niteliklerden biridir.
65 Lisânü’l-Arab, Hı-rı-fe maddesi
ATALAR YOLU
- 31 -
Hurâfe-Atalar Dini İlişkisi: Kelimenin kökünde, eski halk
inançları anlamları da vardır. Bu demektir ki, hurâfecilikte, eski
kabullerin yeni anlayışlar içinde sürdürülmesi önemli noktalardan
biridir. Kur’an’ın ecdat kabullerini dokunulmaz kılmayı putperestliğin
bir belirişi olarak gösteren konumuzla ilgili âyetlerini
hatırlamalıyız. Hurâfenin omurga noktalarından biri, eski ataların
kubullerini yeni zamanda yaşatmaktır. Kur’an 25 âyetinde şirkin
bir belirişi olarak gösterdiği ataların âdet ve geleneklerini kutsallaştırmayı
hurâfe sebebi kaynaklardan biri olarak ortaya koyar.
Ecdatperestliğin temel sloganı, peygamberlerin temel kanıtına
bir karşılık olarak gösterilmiştir. Peygamberler diyor ki: “Eğer doğru
sözlüler iseniz delilinizi getirin!” 66 Yine peygamberler diyorlar ki:
“Eğer doğru sözlüler iseniz bana ilimle haber verin!” 67 Şunu da söylüyor
nebîler: “Eğer doğru sözlüler iseniz haydi kitabınızı getirin!” 68 Bu isteğe,
hurâfeci şirkin verdiği cevap şudur: “Eğer doğru sözlüler iseniz
bize atalarımızdan kanıt getirin!”69 Veya şöyle söylüyorlar: “Şu dediğinizi
biz, önceki atalarımızdan duymadık.” 70
Hurâfe zehrinin kimliğiyle onun panzehirinin kimliğini birer
cümlede böylesine ihtişamla anlatmak, ancak Kur’an kelâmının
başaracağı bir hârika olabilirdi. Bu kelâm hârikasından biz şunu
öğreniyoruz: Hurâfecilik ve atalar yolunu körü körüne taklit; bir
ilimsizlik, kitapsızlık, kanıtsızlık illetidir ki insanı kör ve sersem
ederek ataların fosillerine, ete-kemiğe tutsak hale getirir.
Hurâfe-Ümniyye İlişkisi: Çoğulu “emânî” olan ümniyye kelimesi,
Kur’ân-ı Kerim’de bir yerde tekil, beş yerde çoğul olmak üzere
toplam 6 yerde geçmektedir. Fiil halinde kullanımı ise bunun iki
katından fazladır. Kur’an bu kavramı, kitap kavramına karşı bir
olumsuzluğu ifade için kullanmaktadır. Karşıtlık şöyle verilmektedir:
“Kitabı bilmezler, sadece emânî bilirler...”71 Ehl-i kitap dediğimiz
yahûdi ve hıristiyanlarla müslüman kitlelerin emânîsinden şikâyet
edilmekte, meselelerin bu emânîlerin hiçbirisiyle çözülemeyeceği
belirtilmektedir. Çözüm; Kitap, ilim ve eylem ile olacaktır. 72
Kitab’a, yani ilim ve delile karşı konmuş bulunan emânî, aslıesası
olmayan şey, yalan, sanı, ne dediğini anlamadan okumak
anlamlarındaki ümniyye kelimesinin çoğuludur. Ümniyye, takdir
66 2/Bakara, 111
67 6/En’âm, 143; 46/Ahkaf, 4
68 37/Sâffât, 157
69 44/Duhân, 36; 45/Câsiye, 25
70 23/Mü’minûn, 24; 28/Kasas, 36
71 2/Bakara, 78
72 4/Nisâ, 123
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 32 -
etmek (ölçü tutturmak) anlamındaki meny kökünden türemiştir.
Meny sözcüğündeki takdir, daha çok sanı, hayal ve kuruntuya dayanarak
yapılan tahminler için kullanılır. Bu yüzdendir ki meny,
genellikle gerçeğe dayanmayan hayalî tasavvurlar ve tasarımları
ifade eder. Bu kökten gelen “temennâ” fiili, “yalan söyledi” anlamındadır.
Buradan hareketle Mücâhid bin Cebr gibi bazı müfessirler,
emânî kelimesini “yalanlar” diye açıklamışlardır.
Kur’an’ın “Kitab”a karşıt gösterdiği emânî, bizim hurâfe,
anlamadan veya yanlış anlayarak okumak dediğimiz illetlerin
ta kendisidir. Emânî hakkında bilgiler veren Râgıb, şöyle diyor:
“Şeytan, peygamberlerin ümniyyelerine bir şeyler karıştırır” mealindeki
âyet 73 bünyesinde kullanılan ümniyye, okuyuş demektir.
Kendini iyice vermeden okumak, bu tehlikeyi taşıdığındandır
ki, Hz. Peygamber’e Kur’an okuyuşunda aceleden kaçınması
emredilmiştir.” 74
Şeytanın insanı saptırışının esası da ümniyyeye itmektir. Şeytan,
tüm vaatlerinde ümniyye kullanır. Yani, insanı, anlamını bilmeden
sırf üfürük olsun diye okumaya ve aslı-esası olmayan şeylere
inanıp bel bağlamaya iter.75 Daha ilginci, şeytan, insanoğlunu
ümniyeler (hurâfeler, uydurmalar, anlamsız okuyuşlar) kullanarak
saptıracağını Allah huzurunda açıkça beyan etmiştir: “Yemin olsun,
onları ümniyyelere, (boş kuruntulara, hurâfelere, yalanlara) iteceğim...”76
Zafer, mutluluk, ölümsüzlük bir emânî işi değildir; bir eylem ve
üretim işidir. 77
Cennete gidiş de din mensuplarının ürettikleri ve kendilerini
öne çıkarmak için kullandıkları emânî sloganlarıyla değil; üretilen
değerlerle olacaktır.78 İnsanoğlunun yolunu vuran, başına bin türlü
belâ açan da ümniyyelerdir. İnsan bu ümniyyelere aldanır, sapar
ve iyi şeyler yapıyorum sana sana batıp gider. Bu batışın en kahırlısı,
insanınn Allah ile aldatılmasıdır. Kur’an bu aldanışın altını
özellikle çiziyor.79 Bu gerçeği gösteren âyet, ümniyyelerle ayağına
çalı dolandırılan kitlelerin, Allah’ı paravan yapanlarca aldatılıp
perişan edileceğini de mûcize bir biçimde gösteriyor.
Kitap yerine, okuyup üfürme, asılsız gelenek ve kabullerin
peşinden gitme, hurâfelere saplanma gibi olumsuzluklara
73 22/Hacc, 52
74 20/Tâhâ, 114; 75/Kıyâme, 16
75 bk. 4/Nisâ, 120
76 4/Nisâ, 119
77 bk. 4/Nisâ, 123
78 bk. 2/Bakara, 111
79 bk. 3/Fâtır, 5; 57/Hadîd, 14
ATALAR YOLU
- 33 -
kucak açanlar şeytanın vaatlerinden başka hiçbir şeyle ödüllendirilmeyeceklerdir.
Böyle bir sonuçla karşılaşmamak için dini,
hurâfelerden temizlemek kaçınılmazdır. Bunu yapmayanlar, kitabın
yerine emânîyi (uydurma ve kuruntuları, anlamsız üfürükleri,
hurâfeleri) geçirerek bunların işletilmesiyle saltanat sürenlere teslim
olur, sahte tanrılara kul-köle haline gelirler. Bu bilgiler ışığında
hurâfeyi şöyle bir tanıma kavuşturabiliriz: Hurâfe, sünnetullah
(Allah’ın tabiattaki değişmez kanunlarına), vahye, ilme, akla ters
düşen ve çoğunluğu ataların eski kabullerinden oluşan inançların,
yaklaşımların, kabullerin, iddiâların, uygulamaların, tavırların ortak
adıdır. 80
Zan ve vehimlerle veya doğrudan doğruya cehâletin verdiği
telkinlerle, atalardan miras alınan din anlayışının sorgulanmadan
kabulüyle görülen hurâfe inançlar, ameller ve bunları savunanlar,
dini hurâfeler yığını olarak takdim edenler maalesef hayli yaygındır.
Cehâlet ve küfür devrinde görülen hurâfeler, her zaman
diliminde de görülebileceği için Kur’an, “atalar yolu” olarak ifade
ettiği bu taklitçiliği, ecdatperestliği şiddetli bir şekilde kınamış,
şirk sebeplerinden biri olarak göstermiştir.
Sadece sokaklarda ve vitrinlerde değil, hayatın hemen her
alanında ve en önemlisi gönüllerde çeşitli putların sergilendiği ve
yerleştiği çevrelerde ve zaman diliminde artık hurâfelerin hakikat,
hakikatlerin de hurâfe kabul edilir hale gelmesi sürpriz sayılmaz.
Kur’an’ı, hadisi, İslâm’ı bilmediği halde yahûdi, hıristiyan, ateist
ve müşriklerin bâtıl fikir ve hurâfeleri ile kafalarını ve kalplerini
dolduran birtakım zavallılar, dinin gerçek hükümlerini efsâne ve
bâtıl inanç kabul etmekte; bâtıl yorum, uydurma ve hurâfeleri ise
hak zannetmektedirler.
Hurâfelerin tümü din açısından tehlikeli olmakla birlikte, itikadı
ilgilendiren hususlar, şirke yol açmaları yönüyle en çirkinleridir.
Aslında her hurâfenin, hatta bir ölçüde bid’atin kabul ve uygulanışı,
İslâm itikadına zarar verir. Kur’an’da da tevhid dâvetine,
sadece Allah’a ibâdet/kulluk çağrılarına itiraz edenlerin temel
gerekçe olarak “atalarının yolu”nu göstermeleri, onların örf-âdet,
gelenek ve göreneklerini, onlardan miras aldıkları inanç ve yaşayış
biçimlerini alternatif olarak ileri sürmelerini bir ecdatperestlik,
körü körüne taklitçilik kabul etmenin yanında, hakkın karşısında
en önemli şeytanî gerekçe olarak görmekteyiz.
80 Geniş bilgi için bk. İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, s. 37-47
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 34 -
Çokça Görülen Hurâfe ve Bâtıl İnanışlar
Dünyanın öküzün boynuzunda durduğunu, hem de din adına
iddiâ eden hurâfeciler hâlâ kaldı mı bilinmez ama, yıldıznâmeye
(astroloji ve fallara) bakanlar ve baktıranlar, kahve içtikten sonra
kapatıp fala bakarak bir şeyler uydurup söyleyenler ve onlara
inananlar, baykuşun bir eve tüneyip ötüşünü, köpeğin uzun uzun
ulumasını duyanların mahalle veya köyden bir kişinin öleceğini
yorumlayıp buna inananlar, yılbaşı gelince noel baba olan, onun
heykelini yapan, noeli kutlayan, hindi kesen, çam deviren ve benzeri
hıristiyan taklitçiliğini çekinmeden işleyenlere hemen her zaman
ve her yerde rastlamaktayız.
a- Ölüler ve Kabirlerle/Türbelerle İlgili Hurâfeler
Bu tehlikeli hurâfelerin içinde en yaygınları, türbe ve tekkelerde,
yatır (ölü) ziyaretlerinde, ölü veya diri bazı kişilerin aşırı yüceltilip
kutsallaştırılması, tanrılaştırılması, daha doğrusu putlaştırılmasında,
bazı mubahların haram kabul edilmesinde, Kur’an’da
emredilmediği ve Peygamber döneminde uygulanmadığı halde
bazı yeni ibâdet şekillerinin kabulünde görüyoruz. Dinden olmadığı
halde dinin içine katılan her türlü ilâveler, yama ve sentezler,
bâtıl âdet ve sapık yorumlar, hurâfe ve bid’at kavramıyla ilgili
cinâyetlerdir.
Daha çok kadınlar ve hastaların rağbet ettiği türbeler çevresinde
kümelenen hurâfelerin başında, türbelere adak adamak,
pencere demirlerine ve yakınındaki bir ağaca çaput bağlamak,
türbe içinde veya çevresinde mum yakmak gelmektedir. Bunlar
üzerinde kısaca duralım:
Türbelere adak: Adak ya da dinî ifadeyle nezir; Allah rızâsı için,
insanın kendi kendini herhangi bir şarta bağlı olarak veya mutlak
şekilde mubah olan bir konuda borçlandırmasıdır. Adak yerine
getirilmediği müddetçe, adayan borçlu kalır. Adak, Allah’tan
başkası adına adanamaz. Adanırsa adak olmaz. Adayan da şirk
koşmuş olur. Ayrıca, iyice bilinmesi gerekli bir husus da adağın
hiçbir şeyi değiştiremeyeceği, kaderi zorlayamaycağıdır. Kimse
yapacağı vaatlerle -hâşâ- Allah Teâlâ’nın ezelî takdirini değiştirebileceğini
sanmamalıdır. Peygamber Efendimiz konuyu şöyle dile
getirmiştir: “Nezir (adak) hiçbir şeyi (şerri ve zararı) def etmez. Ancak
nezir sebebiyle cimriden mal çıkarılmış olur.” 81 Başka bir hadis-i şerif
de şöyledir: “Kim, Allah’a itaati gerektiren bir hayır ve ibâdet adarsa,
adağını yerine getirsin. Kim de Allah’a karşı günah işlemeyi gerektiren
şer bir iş nezrederse, Allah’a âsi olmasın, adağını yerine getirmesin.” 82
81 Buhârî, Kader 6
82 Buhârî, Eymân 28
ATALAR YOLU
- 35 -
Allah’a karşı isyan olan bir adağın yerine getirilmesi, adanmasından
daha büyük bir vebaldir. Allah’tan başkaları için adanan
adaklar da yerine getirilmemesi gerekli nezirler cümlesindendir.
O halde “falan türbeye bir koç adadım” diye söylenip gezenler ne
yapmak istediklerini anlamalıdırlar. Bu sözden maksatları “adadığımı
falan türbe civarında Allah için keseceğim” demek midir?
Yoksa, “o türbede yatana adadım” mı demek istemektedirler?
İkincisi ise, bu bir şirk koşmadır, terkedilmesi kesinlikle lâzımdır.
Bir ölü için, yatır için kurban kesilmesi, ona adak adanması şirktir/
küfürdür. Oralarda kurban adıyla hayvan kesenlerin hemen hepsi
böyle bir şirk içine düşmektedir. Bunlar, besmeleyle de kesseler,
kestikleri murdardır, yenilmez. Birincisi ise; câhilleri yanıltmamak
ve hurâfeci duruma düşmemek için ve yer kaydı da adakta önemli
olmadığından dolayı, türbe çevresinde değil de istediği başka bir
yerde Allah için adağını yerine getirmeli, hayvanını hurâfelere karıştırmadan
kesmelidir.
Ölülere Yalvarıp Duâ Etmek: Yatırlardan bir şeyler beklemek,
hastalığına şifa, derdine devâ, bahtına açıklık, kısırlığına çözüm...
için ölüden yardım ve imdat beklemek; tümüyle şirk olan hurâfe
ve bâtıl inanıştır. Bunları bir müslüman yapamaz.
Çaput Bağlamak: Mezar taşı, türbe ve tekke penceresine
veya o civardaki ağaçlara düğümler, çaputlar bağlamak eski Türk
câhiliyesinden devralınan hurâfe ve putperest özelliklerindendir.
Türkler, müslüman olmadan önce sahip oldukları türbelere ve
kutlu saydıkları ağaç ve çalılara paçavra bağlamak ve mezarlarda
mum yakmak gibi câhiliyye âdetlerini, İslâm’ı kabul etmeleriyle
birlikte yeni dinlerine katmışlar, hâlâ da bu hurâfe ve bâtıl inanışları
terkedememişlerdir.
Mum Yakmak: Türbe, mezar, tekke vb. yerlere mum yakma
âdeti, eski câhiliyye çağından kalma âdetlerindendir. Arkeologların
çoğu bu âdetin en ilkel ateş kültü ile ilgili olduğuna kanidirler.
Yani “ateşe tapınmak”tan kalma bir âdet olduğu söylenilmektedir.
Eski çağlarda yalnız “aziz” sayılanların değil; başka ölülerin
de mezarlarında yahut öldükleri yerde mum veya ateş yakmak
bir nevi kurban sayılırdı. “Türbelerde kandil (mum) yakmak âdeti,
Fenikelilerden intikal etmiş bir an’anedir. Fenikeliler Sur şehrinin
koruyucusu ve tanrısı olan Melkâres’in heykeli önünde devamlı
kandil (mum) yakarlardı.” 83
Hıristiyanlıktan önceki Helenler ve Romalılar’ın da mezarlarında
ve mezar taşları üzerinde meş’aleler yaktıkları bilinmektedir.
83 Hurâfâttan Hakikate, M. Şemsettin Günaltay, s. 298
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 36 -
Bunlar Hıristiyan olduktan sonra da bu âdetlerini bırakmamışlardır.
Bu Paganizm kalıntısı âdet, daha sonraları hıristiyan din
adamları tarafından kitaba uydurulup mum yakma şeklinde dinî
âyinlere sokulmuştur. Hıristiyan din adamlarının izahlarına göre
güya bu âdet, ilk hıristiyanların karanlık mağara ve Katakomplarda
gizlice ibâdet ettikleri zaman yaktıkları mum ve meş’alelerin
hâtırası imiş.84 İslâm’da câmi duvarına, kabir taşına, mezar taşına,
türbelere, yatırlara mum yakılır diye bir davranış kesinlikle
yoktur. Bunlar Türklere de hıristiyanlar aracılığıyla müşrik ve
mecûsilerden geçmiştir.
Kabir başına, mezar taşına mum yakan kişi, oradaki yatırla
kendini bütünleşmiş, ondan bir parça olmuş gibi kabul ediyor ki,
bu büyük bir hatadır ve şirktir. İslâm’a göre insan, ancak Allah’a
ilticâ eder ve O’na sığınır. O’nun dışındaki varlıklardan medet ummak
tevhide ters düşen büyük bir yanlıştır. Bu itibarla kabirlerde
mum yakma âdeti, bâtıl bir inanç ve hurâfedir. Ayrıca, halk arasında
yaygın olan bir yanlış inanç da, cenâze çıkan odada 40 gün ışık
yakılmasıdır. Güya ölü çıkan odada 40 gün ışık yakılırsa, ölünün
ruhu geldiği zaman karanlıkta kalmaz, evini ve odasını daha çabuk
bulurmuş.
Malı israf etmek, başka ümmetlere benzemek gibi iki haramı
birden işleten bu tür hurâfelerden kesinlikle uzak bulunmak
gerekir. Tevhidi gölgeleyici, müslümanları tevhid inancından şirke
sevkedici bu çirkin putperest âdetlerinden medet umanlar, putlardan
fayda bekleyenler gibi kendilerini aldatmaktan ve etrafa,
özellikle yeni yetişenlere kötü örnek olmaktan başka hiçbir iş yapmış
olmazlar. Bu da vebal olarak onlara yeter de artar bile.
Mum yakarak, çaput bağlayarak, ölülere adaklar adayarak,
murâdına nâil olacağını, hastalığından veya dertlerinden kurtulacağını,
bahtının açılacağını, çocuk doğuracağını sananlar ve yeri
geldiğinde de müslümanlığı kimselere bırakmayanlar, inandıklarını
iddiâ ettikleri İslâm’a, Kur’an ve sünnete ne kadar ters düşmüşlerdir!
“Yalnız Sana ibâdet eder, yalnız Senden yardım dileriz.” 85
âyetini kıldığı namazın her rek’atında okuyanların, “gazaba uğramış
ve sapıkların yoluna tâbi olmaktan”86 Allah’a sığınanların, verdikleri
bu söze ve yaptıkları duâya sâdık kalmalarından daha doğal
ne olabilir?
84 Hurâfeler ve Menşeleri, Abdülkadir İnan, s. 43
85 1/Fâtiha, 5
86 1/Fâtiha, 7
ATALAR YOLU
- 37 -
Merhum Mehmed Âkif’in;
“Hurâfeler, üfürükler, düğüm düğüm bağlar,
Mezar mezar dolaşıp hasta baktıran sağlar!”
mısralarıyla çizdiği yakışıksız görünümden uzaklaşmaya,
İslâm’ın sadeliğinde dinî kişiliği ve sadece Hakka kulluk yapan
izzeti bulmaya çalışmalıdır. Çünkü kurtuluşa giden doğru yolun,
böylesi hurâfelere tahammülü yoktur.
Cenâzeye Çelenk Götürmek ve Yeşil Düşmanlığı: İslâm hayat
dinidir. Her şeyde canlılık ister. Bu sebeple de hayat sembolü olan
yeşili, yeşilliği korur, geliştirilmesini teşvik eder. Rahmete, berekete,
sıhhate ve çevre sağlığına yararlı ve yeşilliğin (her çeşit ot, bitki
ve ağaçların) Allah’ı kendi halleriyle zikredip ibâdet ettiklerini kabul
eder. Ne var ki, her güzel ve doğrunun düşmanı olan hurâfe
ve bâtıl inanışlar, kör taklitçilik, amacı bilinmeden başka milletlerden
devşirilen, kapılardan gümrüksüz geçirilen câhiliyye âdetleri
yeşilin ve yeşilliğin de düşmanıdırlar.
İslâm ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan “hıdırellezde yeşil
çiğnemek gerek” düşüncesi ve uygulaması, yılbaşı kutlamaları
dolayısıyla çam kesmeler, vitrin süslemeler, bayramlarda mezarlara
yeşil çalı götürmeler, kabirlere çiçek bırakmalar, büyük kentlerde
salgın hale gelen cenâzeleri çelenklerle uğurlamalar gibi bir sürü
uygulama, bize yabancı, zararlı ve başka milletlere benzeme
girişimleri olarak sosyal ve dinî bünyeyi kemirip durmaktadırlar.
Ölüm ve ölüm ötesi ile ilgili hurâfe ve bâtıl inanışlar, gün geçtikçe
artmaktadır. Oysa çok dikkatli davranılması gerekli hayat olayı,
ölüm ve sonrası ile ilgili muâmelelerdir. Ne ses, ne gürültü, ne
bando, ne top arabası, hatta ne slogan... Sadece acele fakat
telaşsız, üzgün fakat vakur, hayat kadar ölüme de râzı bir havada,
duâlarla ve sürekli ölümü düşünerek ölü için duâ makamında
kılınacak cenâze namazı ve yapılacak mütevâzi bir merâsim, ölene
karşı son görevin yerine getirilmesi için kâfidir. Ötesi bir yığın
hurâfe ve günahtır, israf ve yorgunluktur, cenâzeyi de rahatsız,
huzursuz etmektir.
Bilinmelidir ki, cenâzeyi çelenklerle uğurlamak hıristiyan
âdetidir. Çelenk, aslında hıristiyanların kutsal kabul ettiği
haç taşıma aracıdır. Haçı çıplak taşımamak için onu çiçeklerle
süslemekte ve öylece mezara kadar götürmekteler. Peki, bir
müslüman, bu çelenk hurâfesiyle mezara ne götürmekte veya
göndermektedir? Hıristiyanın haçını mı, yoksa çiçek buketleri
arasına sıkışmış, üzüntülerle harmanlanmış hurâfeleri mi? Yapmadığı
duâları mı? Çelenk için, cenâze için çiçeği koparmak, onu
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 38 -
zikirden/ibâdetten ve insanlara güzellikler veren özelliklerden
mahrum etmektir. Ayrıca israftır, bu paralarla fakirlere sadakalar
verilse daha iyi olmaz mı?
Dinimiz, kabir üzerine yığılmış kurumaya mahkûm çelenk ve
çalı değil; büyümeye ve yeşil kalmaya lâyık fidanlar, çiçekler dikilmesinden
yanadır. Peygamberimiz bizzat buna örnek vermişler,
iki kabrin üzerine hurma fidanı dikerek, “bunlar yeşil kaldıkça, içeridekiler
için rahmet vesilesi olmaları umulur” buyurmuşlardır. O halde
ne yapılması gerektiğine dikkat edilmelidir? Allah’ı râzı etmek,
cenâzeye rahmet vesilesi olmak veya hıristiyanları körü körüne
taklit edip hurâfeyi çağdaşlık sanarak çeşitli zararları seçmek. Kararı
inançlar belirleyecektir.
Bir de kurban olarak horoz adamak veya kesmek var ki, horozdan
kurban olsa olsa, böyle sahte tanrılara olur dedirtiyor insana.
Yine, yatırların yanlarına konulan tuz ve şekerlerden medet
ummak, onları şifalı kabul edip almak veya dağıtmak, istismarcıların
ekmeğine yağ süren hurâfelerdendir. Oraların toprağını kutsal
kabul edip beraberinde götürmek, kabirlerin etrafında tavaf
etmek... Bütün bunlar şirk unsuru olan hurâfelerdir.
b- Günlerle İlgili Hurâfeler
İki Bayram Arası Nikâh Kıyılmaz mı? Anadolunun birçok yöresinde
hâlâ yaşatılmakta olan bir yanlış anlayış da “iki bayram
arasında nikâh kıyılmaz” görüşüdür. Nereden çıktığı bilinemeyen
bu asılsız sözün, toplumda giderek etkisini kaybetmesine rağmen,
tamamen unutulmamış olması ve zaman zaman ortaya atılması,
hurâfelerin yaygınlığı açısından düşündürücüdür.
Bilindiği gibi dinimize göre nikâh, ibâdet ve muâmele sıfatlarına
sahip, şaka götürmeyen bir icraattır. Dinimizde “ruhbanlık”
olmadığı için evlenmek teşvik ve evlenmemekten hayırlı kabul
edilmiştir. Hatta ibâdet edebilmek için evlenmeme düşüncesine
kapılanlar bizzat Peygamber Efendimiz tarafından uyarılmış,
“Benim sünnetimi terkeden Benden değildir!” diye çok ciddî şekilde
tehdit edilmişlerdir. Nikâhın şartları arasında “iki bayram arasında
olmaması” gibi bir kayıt bulmak mümkün değildir. Dinimizde
herhangi bir hüküm koyabilmek için bunun Kitab’dan veya
Sünnet’ten bir delilinin olması gerekmektedir. Bu kaynaklardan
delil bulunmayan bir görüş hakkında söylenecek sözler mesnetsiz,
asılsız, uydurma olmaktan öte gidemez ve dinî açıdan en küçük
bir değer taşımaz. Herhangi bir konunun haram/yasak olduğunu
tesbit etmek için bu delillere ihtiyaç vardır. Kafadan atmakla bir
helâl haram olmaz.
ATALAR YOLU
- 39 -
“İki bayram arası nikâh kıyılmaz” uydurması; delilsiz bir söz olmanın
ötesinde bizzat Hz. Peygamber’in hareketiyle reddedilmiş
bir görüştür de. Çünkü Hz. Peygamber’in Hz. Âişe ile evlenmesi
Ramazan ayını tâkip eden Şevval ayı içinde gerçekleşmiştir. Yani
iki bayram arasında meydana gelmiştir. Hem bir düşünelim: İki
bayram arası olmayan gün var mı ki?! Ramazan Bayramı ile Kurban
Bayramı arasında iki ay on günlük bir zaman varsa, Kurban
Bayramı ile gelecek yılın Ramazan Bayramı arasında da kamerî yıl
354 gün olduğuna göre yaklaşık dokuz ay on gün vardır. Biri 2 ay
10 gün olduğu için “iki bayram arası” kabul edilirken; ötekisi 9
ay 10 gün olduğu için mi “iki bayram arası” kabul edilmez? Tabii
bunun anlaşılır ve mantıklı bir tarafı yoktur.
Fıkıh kitaplarında nikâhın ibâdet niteliği dolayısıyla mescidlerde
ve Cuma günü kıyılmasının güzel görüldüğü yani “müstahap”
olduğu kaydedilmiştir. Bunun ötesinde zaman açısından herhangi
bir kayda rastlamak mümkün değildir. O halde insanımız bu tür
asılsız söylentilere iltifat etmemeli, nikâhın ne zaman kıyıldığına
değil; hangi şartlarla kıyıldığına ve kurulan yeni yuvanın dinî açıdan
aranılan şartlara sahip olup olmadığına dikkat etmelidirler.
Çünkü “Allah’ın emri, Hz. Peygamber’in sünneti” üzere sözleriyle
başlatılan evlilik hayatına başlama için uygulama ve törenlerin
ve devamının da Allah’ın emri, Hz. Peygamber’in sünneti üzere
olması gereklidir.
Salı Yola Çıkılmaz, Cuma İş Yapılmaz mı? Özellikle hanımlar
arasında çok yaygın olan iki yanlıştan biri, “Salı günü bir işe
başlanmaz, çamaşır yıkanmaz, yola çıkılmaz” anlayışı; ötekisi ise,
kadınların Cuma günü iş yapmalarının doğru olmadığı inanışıdır.
Tabii, her iki yanlışın/hurâfenin de dinî ve ma’kul bir gerekçesi
yoktur. Bâtılın bâtıl/yanlış olmaktan başka gerekçesi olur mu?
Dinimizde haftanın günleri ile ilgili olarak, “şu yapılmaz, bu
yapılır” şeklinde bir ayrım bulunmamaktadır. Zaman, sahne olduğu
eylemlere göre kıymet kazanır veya tehlike arzeder. Salı günü
ile ilgili söylentilerin asılsızlığı müslümanlar açısından İstanbul’un
29 Mayıs 1453 Salı günü fethedilmiş olması ile ortaya konmuş bulunmaktadır.
Bu fetihden fevkalâde üzüntü duyan hıristiyanlar;
İstanbul’u kaybettikleri gün olduğu için Salı gününü kendileri açısından
uğursuz saymış, yas günü ilan etmiş ve bir süre o gün herhangi
bir iş yapmamış olabilirler. Zamanla, onların bu -kendileri
açısından- bir ölçüde haklı görülebilecek kanaat ve uygulamaları,
işin farkında ve bilincinde olmayan hurâfeye düşkün müslüman
halk arasına girmiş ve yerleşmiştir. Sonra da müslümanlığa ait bir
görüş ve esasmış gibi yayılıp gitmiştir.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 40 -
Yine, 13 sayısının hıristiyan Batılı halka göre uğursuzluğu da,
fethin 1453 yılında gerçekleşmesi dolayısıyla olduğu şeklinde izah
edilir. 1453 sayısının rakamları tek tek toplandığı zaman 13 sayısı
çıkar; tabii bundan da önemlisi Batılılar açısından da rahmet olduğu
halde, kendi sapık yollarının yanlışlığının isbat edildiği dönemin
başlangıcı olan Peygamberimiz’in doğum yılı milâdî 571 yılının
rakamları da toplandığı zaman 13 sayısı ortaya çıkmaktadır.
Bu sebeplerle 13 sayısı hıristiyan Batılı halklar tarafından eskiden
beri uğursuz sayılmıştır. Peki, müslümanlara ne oluyor da bu tür
gün ve tarihleri uğursuz sayıyorlar?
Cuma günü kadınların iş yapmamasına gelince, bu da anlaşılması
güç bir tutum ve bâtıl inanıştır. Zira Cuma günü, iç ezan
dediğimiz câmi içinde okunan ezandan, Cuma namazının farzını
kılıncaya kadar geçecek süre içinde işi, alış verişi terketmek bir
vecîbedir, Kur’an emridir.87 Ama tabii, Cuma namazıyla mükellef
olan müslüman erkekler için. Kadınların Cuma namazı kılmak
gibi bir mükellefiyetleri olmadığından işi bırakmak zorunlulukları
da yoktur. Zaten erkekler de Cuma namazının farzı bittikten
sonra işlerinin başına ve ticarete dönebileceklerdir. Konu ile ilgili
âyetlerin mealini görelim: “Ey iman edenler, Cuma günü namaz için
çağrıldığı(nız) zaman, Allah’ı anmaya koşun ve alış-verişi (işi-gücü) bırakın.
Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık
yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lutfundan (nasibinizi) arayın. Allah’ı çok
zikredin; umulur ki kurtuluşa erersiniz.” 88 Evet, tekrar belirtelim ki,
bu âyetlerin muhâtabı, genelde mükelleflik çağında bulunan,
özelde Cuma namazının edâ şartlarına sahip olan müslüman erkeklerdir,
kadınlar değil. Öte yandan, Cuma günü kadınların iş
yapmayı doğru bulmamaları, Cuma gününün hafta tatili olduğu
günlerden kalma mânâ ve mâhiyet değiştirmiş bir uzantısı gibi
değerlendirilebilir. Şöyle ki:
Kur’an o günü tatil günü kabul etmemesine, namaz saati
dışında iş günü olduğunu ilan etmesine rağmen, müslümanlar
ibâdetlerini daha rahat icrâ etsin diye, uygulama olarak Cuma
günü Osmanlılarda ve günümüzdeki çokça müslümanların yaşadığı
hemen her yerde tatil kabul edilmiştir. O yüzden evin erkeği
genellikle evdedir. Cuma namazına gidecektir. Onu rahatsız etmemek
ve özel hizmetlerinde bulunmak için genel temizlik ve çamaşır
gibi işlerin yapılması belki uygun bulunmamıştır. Bu yüzden
böyle bir gelenek yerleşmiş olmalıdır. Hafta tatilinin değiştirilmesinden
sonra bu anlayış ve uygulamanın, Cuma gününün, gün
87 62/Cum’a, 9
88 62/Cum’a, 9-10
ATALAR YOLU
- 41 -
olarak kendisine ait bir nitelikten ileri geldiği sanılmış ve böylece
de bugünkü yanılgıya ve yanlışa düşülmüş olabilir. Ve bu anlayışın,
yahûdilerin Cumartesi günü iş yapma yasağının müslümanların
mübârek kabul ettiği Cuma gününe aktarılması gibi bir yahûdi
taklitçiliğinden kaynaklandığı da düşünülebilir.
Kaynağı ne olursa olsun, Salı ve Cuma günleri hakkında hanımlar
arasında dolaşıp duran bu ve benzeri sözlerin İslâmî bir
ölçüyü ifade etmediği, hurâfe ve bâtıl inanış olduğu ortadadır.
c- Gaybdan Haber Vermeye Bağlı Hurâfeler
Gaybı Bilmek Mümkün mü? Yüce Yaratıcı’nın biz insanlara
verdiği akıl, duyular ve benzeri öğrenme vâsıtaları ile hakkında
kesin veya zannî bilgi edinebildiğimiz şeylerin tümüne “şehâdet
âlemi” denir. İnsanın, bu kendine ait vâsıtalarla hakkında bilgi
edinemeyeceği Allah, cennet, cehennem, yarın başına neyin geleceği,
kıyâmetin ne zaman kopacağı gibi konuların hepsine de
insan açısından “gayb âlemi” denir.
Eskiden beri gayb âlemi, insanoğlunun merakını çekmiştir. Bu
âlem hakkında bilgi edinmek istemiştir. Tabii bu merak ve istek;
gaybdan/gâipten haber verdiğini söyleyen kâhinler, arraflar, falcılar,
müneccimler, cinciler tarafından istismar edildiği gibi günümüzde
de bunlara ek olarak medyumlar, astrloglar, ruh çağıranlar
tarafından kötüye kullanılmaktadır. Hurâfelerin, bâtıl inanışların
toplumda yaygınlaşmasına ve bazı kişilerin asla kendilerinde bulunmayan
birtakım üstün niteliklere sahip kabul edilmesine ve
böylece menfaat sağlamasına yol açan “gaybı bildiği ve haber
verdiği” yalanına ve çeşitli şekillerine dikkat çekmeden önce, meselenin
dinimiz açısından nasıl ele alındığını açıklayalım:
İslâm’a göre gayb’ı sadece Allah bilir. “De ki: Göklerde ve yerde
gaybı, Allah’tan başka bilen yoktur.”89 Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarını
insanlara duyurmak için içlerinden seçtiği peygamberler
bile gaybı bilemezler. Kur’ân-ı Kerim’de Peygamber Efendimize
hitâben şöyle buyrulmakta ve durum bize açıklanmaktadır: “De ki:
‘Size Allah’ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem; size
ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum.”
90; “De ki: ‘Ben, Allah’ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda
veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim, elbette
daha çok hayır/iyilik yapardım ve bana hiçbir kötülük dokunmazdı. Ben
89 27/Neml, 65
90 6/En’âm, 50
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 42 -
sadece iman eden bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeciyim.” 91
“O bütün gaybı bilir. Gaybına/sırlarına kimseyi muttalî kılmaz. Ancak
(bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden
ve ardından gözcüler salar.”92 Bu âyetlerde de Allah Teâlâ’nın
ancak dilediği peygamberleri gaybdan dilediği bilgiye muttalî
kıldığı belirtilmektedir. O halde Allah’tan bir bildirme olmadığı
sürece gaybı kimsenin bilmesi ve haber vermesi mümkün değildir.
Allah da bu bilgiyi sadece peygamberlerine bildirdiğine ve Hz.
Muhammed’den (s.a.s.) sonra da peygamber gelmeyeceğine göre,
ortalıkta gaybdan haber verdiğini söyleyip gezenlerin açık birer
yalancı oldukları anlaşılmış olmaktadır. Her akıllı kişi kabul eder
ki, hakikat, yalancıdan öğrenilmez. Ve gerçekler hiçbir zaman bu
zavallıların hevâ ve heveslerine tâbi olmaz, onlar dedi diye İlâhî
takdir değişmez. “Eğer gerçek, onların heveslerine uysaydı gökler, yer
ve onlarda bulunanlar bozulup giderdi.” 93
Hidâyet rehberimiz olan Peygamberimiz, gaybdan haber vermeye
kalkışan kişilere inanmanın tehlikesine şöyle işaret buyurmaktadır:
“Gayb habercisine (kâhin, arraf, falcı...) gidip onun dediğini
doğrulayan kişi, Muhammed’e gönderileni (Kur’an’ı) inkâr etmiş olur.” 94
Falcılık ve Fala Baktırmak: Fal ve falcılık; gaybdan haber verme,
gelecek hakkında önceden fikir beyan etme temeline dayanmaktadır.
Tarihin her devrinde, her toplumda istikbali öğrenme
teşebbüslerine, bunun çeşitli şekillerine ve değişik araçlarına rastlanmaktadır.
Câhiliyye Araplarında “ezlâm” denen fal okları, remiller,
günümüzde yıldız, burç, kahve, bakla, iskambil kâğıdı, suya
bakma, kitap açma vs. falcılığın şekil ve malzemesinin bir kısmıdır.
Ayrıca çağdaş câhiliyyede falcılık, medya aracılığıyla modern
insanın günlük hayatına da girmiş bulunmaktadır. Günlük fallar
yanında, gazetelerin yıl başlarında, senelik fallar yayınlamaları,
faldaki yalanın boyutlarını oldukça genişletmiştir.
Hurâfe ve bâtıl inanışların hepsine birden savaş açmış bulunan
İslâm, bütün çeşitleriyle falcılığı yasaklamıştır. “Ey iman edenler! Şarap,
kumar, dikili taşlar (putlar), ezlâm/fal ve şans okları birer şeytan işi
pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.”95 Bu âyet, fal oklarının
şeytanın pis işlerinden olduğunu, kötülükte şarap içmeye,
kumar oynamaya ve putlara tapmaya denk bir cürüm sayıldığını,
91 7/A’râf, 188
92 72/Cin, 26-27
93 23/Mü’minûn, 71
94 Tirmizî, Tahâre 122
95 6/En’âm, 90
ATALAR YOLU
- 43 -
kurtuluş için bunlardan uzak durulması gerektiğini çok açık bir
şekilde bildirmektedir. Bir başka âyette de: “... Ve fal oklarıyla kısmet
aramanız size haram kılındı.”96 buyurulmuştur. Öte yandan “... Hiçbir
kimse yarın ne kazanacağını (başına neler geleceğini) bilemez. Yine hiçbir
kimse nerede öleceğini de bilemez.”97 buyurulmakta, gelecekten
haber vermeye kalkışmaktan ibâret olan falcılığın İslâm’da yeri olmadığı
belirtilmektedir. Peygamber Efendimiz de falcılıktan elde
edilecek kazançtan mü’minleri nehyetmiştir. 98
O halde fala bakmak, falcılık yapmak, fala inanmak, faldan
kazanç temin etmek hiçbir sûrette müslümana yakışmayan hareketlerdir.
Özellikle hanımların bu konuya daha bir dikkat etmeleri,
böyle boş ve haram şeylerle kendilerini aldatmamaları gerekmektedir.
Falcılar bir şey biliyorlarsa, önce kendilerini kötülüklerden
korusunlar. Unutmayalım ki, aldatmak hâinlik, aldanmak da ahmaklıktır.
Bir sürü yalan ve tahmin içinde birkaç tanesinin mevcut
duruma, ya da ileride olacaklara uygun düşmesi, falcıların gaybı
bilmesi anlamına gelmediği gibi, onlara inanıp İslâm’ın temiz
inanç esaslarından vazgeçmeye, âyet ve hadislere ters düşmeye
değmez. Kim böyle bir değişmeye rızâ gösterirse, dünyanın ve
âhiretin büyük zararına uğramış demektir.
Ruh Çağırma: Son zamanlarda özellikle sosyete arasında yaygınlaşmış
olan modern kâhinlik veya çağdaş cincilik diyebileceğimiz
bir uygulama vardır: Ruh çağırma. Ruh çağırma seanslarında,
eğer sahtekârlık, teknik hileler yoksa, madde ötesi bir varlıkla ilgi
kurulduğu bilinmektedir. Ancak bu madde ötesi varlığın ruh olup
olmadığı, söylediklerinin gerçeği yansıtıp yansıtmadığı ciddi şekilde
üzerinde durulması gerekli bir konudur.
Beden kafesinden ayrılan ruhlar, berzah âleminde toplanırlar.
Orada dünyadakine benzer birtakım faâliyetlerde bulunma, bazı
noksanları telâfi etme imkânları yoktur. Artık amel safhası bitmiş,
hesaplaşma için bekleme dönemi başlamıştır. Peygamberimiz kabir
hayatını tarif ederken, onun iki durumda olabileceğini, ölenlerin
bu iki durumda bulunacağını belirtimiştir: “Kabir, ya cennet bahçelerinden
bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur.”99 Şimdi
düşünmek gerekir; cennet hayatı lezzeti içindeki bir ruh, dünya ile,
dünyadakilerle o güzel hayatı terkederek niçin meşgul olsun? Yine
cehennem azâbı içinde kıvranan bir ruh da nasıl dünyadakilerin
dâvetlerine icâbet edebilecektir? Ona bu izni kim verecektir?
96 6/Mâide, 3
97 31/Lokman, 34
98 Buhârî, Büyû’ 25, 113; Müslim, Müsâkât 40
99 Tirmizî, Kıyâme 26
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 44 -
Dolayısıyla ruhların, insanlarla ve dünyadiklerle haşir-neşir oldukları,
ölmemiş gibi birtakım işler yaptıkları iddiâsına dayanan
ruh çağırma girişimleri, ruhların durumuyla ilgili bu olaylara ters
düşmektedir. Ruh çağırma iddiâsında bulunanların iddiâları geçersiz
ve tutarsızdır, delilden yoksundur. Eğer ruhların dünyaya
dönüp dünyadakiler gibi birtakım faâliyetlere katılma imkân ve
şansları olsaydı, herhalde ruh çağırma seanslarıyla meşgul olmaktan
çok daha önemli işleri olurdu. Nitekim bir âyet-i kerimeden bir
kısım ruhların ne yapmayı arzu edeceklerine dair bilgi bulmaktayız:
“Onlar (günahkârlar) orada, ‘Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımız amelden
başkasını (daha iyisini) yapalım’ diye bağrışırlar.” Bu arzuya verilen
cevap da âyette açıklanmakta, şöyle denilmektedir: “Öğüt alacak
insanın öğüt alabileceği kadar bir zaman sizi yaşatmadık mı? Size uyarıcı
da gelmişti. Öyle ise tadın (o azâbı). Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur.”100
Ruhların dünyaya dönüp dünyalılar gibi birtakım faâliyetlerde
bulunamayacakları bir başka âyette şu şekilde belirtilmektedir:
“Onlardan birine ölüm gelince; ‘Rabbim, beni geri çevir, belki yapmayıp
(noksan) bıraktığımı tamamlar, iyi işler işlerim’ der. Hayır; bu kendi
sözüdür. Tekrar diriltilecekleri güne kadar aralarında geriye dönmekten
onları alıkoyan bir engel vardır.”101 Medyumlara cevap verdiği söylenen
ruhlar, bu engeli aşmayı beceren birtakım gözü açıklar mı
dersiniz? İlâhî sınırları, Allah’ın beyanını, beşerî sınırlar ve insanın
sözlerine benzetebilen câhiller/kâfirler ancak bunun böyle olabileceğini
düşünebilirler ve tabii aldanırlar.
Denilebilir ki; “iyi ama, ruh çağırma seanslarına gelen, hatta
içecek sigara bile isteyen görünmez varlıklar var. Peki bunlar ne?
Verdikleri birtakım geçmiş olaylara uygun bilgiler var, bunlara ne
diyeceğiz?” Ruh çağırma seanslarına mesajlar getiren madde ötesi
varlıkların, gerçekten çağrılan ruhlar olmadığı, olamayacağı kesindir.
Huddamcılık/cincilik/cin çağırma faâliyetleri ve bu esnâda
edinilen bilgiler ve bunların açıkça cinler yoluyla elde edildiği eskiden
beri bilinen ve hâlen de devam eden bir uygulamadır. Sosyete
çevrelerinin buna “ruh çağırma” ismini takması, hiçbir şeyi
değiştirmez. Bu, sadece modern cinciliktir o kadar.
Cinlerin varlığı Kur’an’la sâbittir ve cinler gaybı bilmezler 102.
Bununla beraber cinlerin insanlardan farklı bazı bilgilere sahip
olabileceklerini, özellikle de ruh çağırma seanslarında kendisiyle
görüşülmek istenen kişinin geçmiş hayatına dair birtakım bilgileri
bilmelerinin onlar için mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Şunun
100 35/Fâtır, 37
101 23/Mü’minûn, 99-100
102 34/Sebe’, 14
ATALAR YOLU
- 45 -
ya da bunun ruhu olarak seanslara gelenlerin, sorulan soruların
bir kısmına doğru cevap vermeleri, kendilerinin her söylediklerinin
doğru olması için yeter sebep değildir. Cinlerin ömürlerinin
uzun, niteliklerinin bizden çok farklı olması, kısa zamanda uzun
mesafeleri dolaşabilmeleri sebebiyle insanlardan farklı bilgileri
bulunmaktadır. Onların bizim bilmediğimiz bazı konularda bazı
şeyler söylemeleri gaybı bildiklerini göstermez; onların bilgileri
de çoğu kez noksan ve kasıtlı olarak yanlışla karıştırılmıştır. İnsanları
yanıltmaya yöneliktir. Müslümanlar maddeye olduğu kadar
melek, şeytan, cin gibi madde üstü varlıklara da inanırlar. Ancak
bu inançların Kitap ve Sünnette yer alan bilgilere uygun olması
gereklidir. Onların verdiği bilgilere bazı vehimler, zanlar karıştırılmasına
müsaade edilmemelidir. Çünkü zan ve vehim hiçbir zaman
ilim değildir. İman da en kesin ilme dayanmak zorundadır. O
halde asılsız birtakım söylentilerin, aldatmacaların peşinde imanı
süründürmenin anlamı yoktur.
Taş Yapıştırmak: Gaybdan haber almak ve gelecek konusunda
bilgi sahibi olmak merakının en garip ve akıl almaz
tezâhürlerinden biri de daha çok kadınların ilgi gösterdikleri taşa
taş yapıştırma hurâfesidir. Bu da niceleri gibi türbeler çevresinde
uygulanmaktadır. Genellikle türbe içinde veya yakınındaki herhangi
bir taş veya duvar bu iş için kullanılmaktadır.
Taş yapıştırma hurâfesinde dikkat çeken husus; o türbedeki
zat aracılığı ile tutulan niyetin Allah katında kabul görüp görmediğinin
öğrenileceği zannı, hatta dileklerin bizzat türbede bulunandan
dilendiğine inanılmasıdır. Bazen de taş yapıştırılan taşta/
duvarda bir kutsiyet vehmedilmesinin bu eyleme vesile kılındığı
görülür. Tabii bütün bunlar, putperestlik, yani kutsiyet izâfe ederek
putlara tapınma sapıklığının bir uzantısı olmaktadır. İslâm’ın
en ciddi mücâdele hedeflerinden birincisi olan putperestlik kalıntılarının,
çağdaş müslümanın hayatında uygulama imkânı bulması
ne kadar ters bir durumdur. Hz. Peygamber’in vefâtından
sonra İslâm’dan ayrılan mürtedlerle en amansız mücâdeleyi/savaşı
Hz. Ebu Bekir vermiştir. Bu yüzden çağdaş irtidat olaylarına
İslâm mütefekkirleri “Ebu Bekir’i olmayan irtidat” demektedirler.
Hz. Ömer de bid’at, hurâfe ve bâtıl inanışlara karşı pek büyük bir
hassâsiyet içinde olmuştur. Bu yüzden çağdaş hurâfe ve bâtıl inanışlara
da “Ömer’i olmayan hurâfeler” denilebilir.
Taş yapıştırmakla geleceği hakkında bilgi edindiğini, dileğinin
kabul edilip edilmediğini öğrendiğini sanan câhillere Buhârî ve
Müslim gibi sahih hadis kitaplarında, kendisinden nakledilen bir
hadiste gördüğümüz Hz. Ömer’in şu tavrını hatırlatmakta büyük
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 46 -
fayda olabilir: Hz. Ömer, bir haccında Haceru’l-Esved’e yaklaşıp
öpmüş ve sonra kulaklara küpe şu sözleri söylemiştir: “Çok iyi biliyorum
ki sen zararı ve faydası olmayan sade bir taş parçasısın!
Eğer Rasûlullah’ın seni öptüğünü görmeseydim asla seni öpmezdim!”
Nerede ve ne şekilde olursa olsun herhangi bir taşa şu ya da
bu şekilde taş yapıştırmakla tutulan niyetin gerçekleşeceğine
inanmak gibi bir sapıklıktan vazgeçilmesi ve böyle hurâfelerle sevinen
veya yerinenlerin ikaz edilmesi, akıl ve İslâm çizgisine gelmelerinin
öğütlenmesi Tevhide hizmet noktasından önem arzetmektedir.
“Allah bize kâfidir ve O, ne güzel vekîldir.” 103
Uğursuzluk Var mıdır? Hurâfe ve bâtıl inanışların, yanlış kabullerin,
doğrudan kaçışların cirit attığı tevhid bilincinden mahrum
bir toplumda bazı şeylerin uğuruna, birçok şeyin de uğursuzluğuna
hükmedileceği ve değer kargaşasına düşüleceği gayet
doğaldır. İçinde yaşadığımız toplulumda ne uğursuzluk vehimleri
yok ki?! Evden çıkınca kedi ya da köpek görmek, köpek uluması,
baykuş ötmesi, 13 rakamı, elden sabun ve makas almanın ayrılık
getireceği gibi nice anlayışlar, uğursuz yerler, zamanlar, kişiler ve
eşyalar... Kuş uçurup veya ürkütüp gittikleri yöne göre hüküm çıkarmak,
bacanın veya sigaranın dumanının çıkışına ve gidiş yerine
göre yorumlara girmek ve daha neler neler...
Hatırladıkça, saydıkça insana bunaltı veren bu tevhide ters
yanlış ve uydurmaların günümüzde de hatta tesirini artırarak yaşaması,
toplumun çoğu kesimini etkisine alması karşısında, sığınılacak
yer Kur’an ve Sünnet olacaktır. Peygamberimiz bu konuda
şöyle buyurmaktadır: “Uğursuzluk diye bir şey yoktur!” 104 Kadın, ev
ve binekte uğursuzluk bulunabileceğine dair bir rivâyeti Hz. Âişe
vâlidemiz; “Câhiliyye Arapları bu üç şeyde uğursuzluk olduğuna
inanırlardı” şeklindedir, diyerek katılmadığını kesin bir şekilde
ortaya koymuştur. “Uğursuzluk vehmiyle hiçbir niyet edilen işten geri
dönülmemesi gerektiği” Taberânî’nin rivâyet ettiği bir hadiste yer
almaktadır. Halk arasında günlük konuşmalarda duyduğumuz
“uğurlu geldi”, “uğursuz geldi”, “aramızda uğursuz biri var” gibi
sözler ve hükümler birer zan ve vehimdir. O şeyin veya olayın aslında
uğurlu veya uğursuz olduğunu göstermez. Hiçbir şey doğuştan
uğursuz değildir. Uğursuzluk varsa, bu, kişilerin yorumunda
ve anlayışında aranmalıdır.
Uğursuzluk anlayışı, birçokları gibi İslâm’a başka inanç sistemlerinden
girmiştir. Dolayısıyla müslümanların İslâmî hiçbir esasa
103 3/Âl-i İmrân, 173
104 Buhârî, Tıb 19, 25, 43-45; Müslim, Selâm 102
ATALAR YOLU
- 47 -
dayanmayan ve Peygamberimiz tarafından “yoktur!” diye beyan
buyrulan uğursuzluk hurâfesine iltifat etmemeleri, aydınlık ufuklarını
karartmamaları, hüsn-i zan ve iyimser özelliklerini yitirmemeleri,
zihnî ve imanî sâfiyetlerini bozmamaları gerekir. Hurâfeler
ve bâtıl inanışlarla sıkıntı ve evhamdan başka bir yere varılamaz.
d- Bazı Yanlış Kabuller
Dünya Kâfirin, Âhiret Mü’minin mi? Dünya Mü’mine Zindan
mıdır?
Bazı saf ya da câhil müslümanlarca, tembelliğe mâzeret olarak
ileri sürülen “dünya kâfirin, âhiret mü’minin” veya “dünya
Mü’minin zindanıdır” yargısı; İslâm ve müslümanlar aleyhinde
konuşulmasına vesile olan bir yanlış yorumdur. Neden yanlıştır?
Açıklayalım:
Evet, “Dünya mü’minin zindanı, kâfirin cennetidir.”105 şeklinde bir
hadis-i şerif vardır. Bu hadis-i şerif birkaç çeşit yoruma tâbi tutulabilir.
Kur’an ışığında ve hadislerin bütünlüğü içerisinde ve en aklî
açıklaması şöyledir: Bu hadis, iman ve küfrün öteki dünyada sebep
olacağı neticeye göre dünya hayatının değerlendirmesini yapmaktadır.
Yani, “âhiretteki durumlarına göre dünya, mü’minin zindanı,
kâfirin cenneti yerindedir” anlamını ifade etmektedir. Nitekim
mü’minin ve kâfirin âhiretteki durumunu belirten âyetlerden de
aynı mânâ anlaşılmaktadır: “Kitap ehlinden ve müşriklerden inkâr
edenler, şüphesiz, içinde temelli kalacakları cehennem ateşindedirler.
İşte bunlar yaratıkların en kötüsüdürler. Fakat iman edip sâlih amel işleyenler,
işte onlar da yaratıkların en hayırlısıdırlar. Onların Rableri katında
mükâfatı, içinde temelli ve sonsuz kalacakları, altlarından ırmaklar akan
Adn cennetleridir. Allah onlardan râzı; onlar da Allah’tan râzıdır. Bu, Rabbinden
korkan kimseyedir...” 106
Mü’mine vaad olunan cennetin ve kâfirin varacağı yer olan
cehennemin vasıflarını anlatan öteki Kur’an âyetleri; gerçekten
âhiretteki duruma göre dünyanın, mü’min için nasıl bir zindan
hayatı niteliği taşıdığını; yine kâfir açısından da ne ölçüde bir cennet
hayatı görünümünde olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Konuyu şu tarihî hikâye, güzel bir şekilde açıklamaktadır: Kadı’lardan
biri Bağdat’ta, yanında hizmetçisi olduğu halde gösterişli
bir biçimde atıyla külhan sokağından geçer. Külhancı yahûdi,
üstü başı simsiyah, cehennemî bir görünümle kadı’nın önüne
çıkar, atının gemine yapışır ve: “Allah, kadı’ya kuvvet versin.
105 Müslim, Zühd 1; Tirmizî, Zühd 16
106 98/Beyyine,6-8
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 48 -
Peygamberinizin, ‘dünya mü’mine zindan, kâfire cennettir’ sözünün
mânâsı nedir? Görüyorsun ya, dünya -mü’min ve Muhammedî
olduğun halde- sana cennet; -kâfir yahûdi olduğum halde- bana
zindandır. Hadisin mânâsı, tam tersiyle ortada?!” der. Kadı şöyle
cevap verir: “Şu üzerimde gördüğün dünyanın süsü ve heybetine
rağmen dünya; Allah’ın cennette hazırladıklarına nisbetle benim
için zindandır. Cehennemde seni bekleyen azaba nisbetle dünya
(bu haliyle de olsa) senin için cennettir.” 107
İşte din bütünlüğünden farklı ve yanlış yorumlanarak bu hadis
gerekçe gösterilerek “dünya kâfirin, âhiret mü’minin” yargısıyla
müslümanları dünyayı terke ve tembelliğe zorlamak, önce
hadisin gerçek mânâsına, sonra da İslâm’ın özüne aykırı bir tutum
olur. Unutulmamalıdır ki, temiz ve hoş rızıklar, dünya hayatında
da öncelikle müslümanlar içindir: “De ki: ‘Allah’ın kulları için çıkardığı
(yarattığı) ziyneti/süsü ve güzel rızıkları kim haram kılabilir?’ De ki: ‘Onlar,
dünya hayatında (inanmayanlarla birlikte) mü’minlerindir. Kıyâmet
gününde ise yalnız iman edenlerindir.’ İşte, bilen bir topluluk için âyetleri
böyle açıklarız.” 108 “Müjde, dünya hayatında da, âhiret hayatında da
onlarındır. Allah’ın sözleri için bir değişiklik yoktur. İşte büyük kurtuluş ve
mutluluk budur.” 109
Bu konudaki sözümüzü Mehmed Âkif’ten mısrâlarla bağlayalım:
“Bizim muhîti, bizim halkı seyredince naza;
Görür ki; beyni bozulmuş yığın yığın kafa var.
Ne hükmü var ki, esâsen yalancı dünyânın?
Ölürse, yan gelecek cennetinde Mevlâ’nın.
Fenâ kuruntu değil! Ben derim, sorulsa bana;
‹Kabul ederse cehennem, ne mutlu, amca, sana!’
Dolaş da yırtıcı aslan kesil behey miskin!
Niçin yatıp, kötürüm tilki olmak istersin?
Elin kolun tutuyorken çalış, kazanmaya bak!
Ki artığınla geçinsin senin de bir yatalak.
Bekãyı hak tanıyan sa’yi bir vazîfe bilir;
Çalış, çalış ki bekã, sa’y olursa hak edilir.”
107 İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l Beyân Tefsiri, III/23
108 7/A’râf, 32
109 10/Yûnus, 64
ATALAR YOLU
- 49 -
Dünya Öküzün Boynuzunda mı?
Halk arasında dolaşmakta olan “dünya sarı öküzün boynuzları
üzerinde durmaktadır” sözü, özellikle deprem olduğu yer ve
zamanlarda “sarı öküz yine kafasını salladı” gibi yarı şaka yarı
ciddî söylenen sözler, kaba bir cehâletin akıl almaz delilleridir.
Hatta “dünyanın öküz ile balığın üzerinde olduğuna dair hadisin
mevcûdiyetinden bahsedilmesi işi iyice ciddîleştirmektedir. Gerçek
durum şudur:
Dünyanın öküz ya da balık üzerinde bulunduğuna dâir güvenilir
hadis kitaplarımızda hiç bir kayda rastlanmamaktadır. İbn
Hacer’in el-Metâlibu’l-Âliye’sinde110 yeryüzünün yaratılışıyla ilgili
babta İsrâilî hikâyeler nakletmekle meşhur olan Kâ’bu’l-Ahbar’ın
-Hz. Peygamber’e izâfe etmeksizin- balıkla dünya arasında ilişki
kurduğu görülmektedir. Öte yandan el-Heysemî’nin Mecmûu’z-
Zevâid’inde 111 İbn Ömer’den naklen Hz. Peygamber’in dünyanın
yeri ile ilgili bir dizi soruya “Arz su üzerindedir”, “Su, kaya üzerindedir”,
“Kaya, iki tarafından arz’a temas eden bir balığın üzerindedir”
şeklinde cevapladığı belirtilmektedir. Ancak el-Heysemî,
bu zayıf hadisi rivâyet edenler arasında bulunan Abdullah bin
Ahmed’in “zayıf bir râvi olduğu”nu belirterek, bu haberin doğruluğu
konusundaki endişesini duyurur. Zaten adı geçen kitap, birçok
zayıf, hatta uydurma hadisin de bulunduğu, bu rivâyetlerin
yer yer kritiklerinin yapıldığı bir eserdir; sahih hadis kitabı da sayılmaz.
El-Albânî ise, İbn Adî’nin el-Kâmil’inde ve İbn Mende’nin
et-Tevhid’inde de gördüğü bu rivâyetin kesinlikle “uydurma” olduğunu
ve böylesi İsrâil kıssalarının Rasûlullah’ın sözü imiş gibi
nakledilmesinin vebâline işaret etmektedir. 112
Abdüllatif Harputî, meşhur eseri Tenkîhu’l-Kelâm fî Akaid-i
Ehl-i’l-İslâm’da bu öküz-balık uydurma ve hurâfesinin ehl-i kitaba
âit olduğunu hatta bunun yahûdilik ve hıristiyanlık için bile
bir leke olduğunu belirtmektedir. Bazı dikkatsiz veya hurâfelere
düşkün müslümanların yazdığı eserlerde görülen öküz ve balığa
dair acâyip ve akıl almaz hikâyeler ya İsrâiliyattandır veya (“bugün
dünya kadınların üstünde duruyor”; “dünya, futbol topunun
veya paranın üstünde durmaktadır” sözleri gibi) temsil/benzetme
çeşidindendir ya da bazı rivâyetçilerin şahsî yorumlarıdır. Ancak
bazı dikkatsizler bunları hadis zannederek Peygamber’e isnad etmişlerdir.
113
110 c. 3, s. 265-266
111 c. 7, s. 131
112 Silsiletu’l-Ahâdîsi’z-Zaîfe, 294 nolu hadis
113 Lem’alar, s. 86
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 50 -
Müslüman olmayan milletlerin eski hikâyelerinin uzantısı şeklinde
halk arasında dolaşan bu dünyanın öküz veya balık üzerinde
olduğu şeklindeki asılsız söz ve görüşler İslâm ile uzaktan yakından
ilgili değildir. Müslümanların böyle boş laflara itibar etmemeleri
gerekmektedir. Ve tabii hiç kimse de bu sözleri ileri sürerek İslâm
düşmanlığı yapmaya yeltenmemelidir. Aksi halde körü körüne bir
düşmanlıktan, zulmetmekten başka bir şey yapmış olmaz. Böyle
kişilere Âkif gibi “Suç başkasınındır da, niçin başkası mahkûm?”
diye sorma hakkı doğar... Şu âyet hakkında düşünelim: “Sen dağlara
baksan, hareketsiz olduklarını sanırsın. Hâlbuki onlar bulut gibi kayar
giderler. İşte sana her şeyi hesaplı ve sapasağlam yapan Allah’ın sanatı!
Şüphesiz O, yaptıklarınızdan tamamen haberdardır.” 114
Sorumluluktan Kurtulmak Mümkün mü?
Bazı câhillerin “bizim abdestimiz alınmış, namazımız kılınmıştır.
Önemli olan kalp temizliği değil mi? O da bizde var. İbâdete
ihtiyacımız yok” gibi sözleri, ya da “biz şeriatı aştık, hakikata
ulaştık; artık mükellefiyet/sorumluluk kalmadı” yollu hezeyanları,
saçmalıkları orada burada söyledikleri ve bu görüşleri savundukları
-az da olsa- görülmektedir. Dâr-ı teklif (mükellefiyet sahnesi)
olan dünyada, Allah’ın verdiği ömrü yaşarken İlâhî emir ve yasakların
dışında kalmak ya da mükellefiyet sınırını aşmak mümkün
değildir. Her akl-ı selim sahibi bunu böyle kabul eder. O halde mükellefiyet
nedir? diyenlere, açıklayalım: Mükellefiyet: İlâhî emir
ve yasaklardan sorumlu olmak demektir. Bu da müslüman olmak,
akıllı olmak ve ergenlik çağına ulaşmış olmak şartlarına bağlıdır.
Bunlar genel şartlardır. Ayrıca her emrin yerine getirilmesi için
kendine has bazı özel şartlar da vardır. Meselâ; orucun farz olması
için; Ramazan’a erişmiş ve mukîm olmak, oruç tutamayacak kadar
hasta olmamak gibi.
Bu kısa açıklama göstermektedir ki, mükellefiyetten kurtulabilmek
için, ya müslüman olmamak, ya bülûğa ermemiş çocuk
olmak veya deli olmak yahut da ölmek lâzımdır. Bunun dışında,
hiçbir sebeple, hiçbir görevle, hiçbir makamda bulunmakla, tasavvufta
zirveye çıkıp zırvalamakla tekliften, yani Allah’a kulluk
görevinden, sorumluluktan kurtulmak hiçbir insan için asla mümkün
değildir. Bir kere, düşünmek gerek; eğer mânevî mertebeler,
mükellefiyetten kişiyi kurtaracak olsaydı, herkesten önce peygamberler
bu teklif yükünden kurtulurlardı. Hâlbuki onlar, ümmetlerine
neyi teklif etmişlerse, aynen kendileri de sorumlu olmuşlardır.
“Gönderdiğimiz peygamberlere de, kendilerine peygamber
114 27/Neml, 88
ATALAR YOLU
- 51 -
gönderdiklerimize de soracağız.” 115 Hatta onların sorumlulukları
ümmetlerinden daha da ağır olmuştur. Çünkü bazı hususlar sadece
onlardan istenmiştir. Teheccüd namazının Hz. Peygamber’e
emredilip ona vâcip olması gibi.116 “Onların işledikleri onlara, sizin
yaptıklarınızın hesabı da size!” 117 “O, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini
denemek, imtihan etmek için ölümü ve hayatı yarattı...” 118 Sonra,
yalancı peygamberlerden ve sahtekârlardan başka hiçbir sahâbi,
ve İslâm âlimi mükellefiyetinin bittiğini, emir ve yasaklara uyma
zorunluluğunun kalmadığını söylememiştir. Tarih böyle bir şeye
şâhit değildir. Hz. Peygamber’e hitâben “Ve sana ölüm gelinceye
kadar Rabbine ibâdet et” 119 âyeti İslâm’da hiçbir kimse için dokunulmazlık,
şeriat üstülük hakkı tanınmadığını bütün açıklığıyla ilân
etmektedir.
Herhangi bir kimseye -peygamber de olsa- yakın olmak, şu ya
da bu ırka veya cemaate mensup olmak da mükellefiyetten kurtulmaya
gerekçe yapılamaz. Hz. Peygamber, akrabâlarına ayrı ayrı
hitap ettiği bir konuşmasında en son kızı Fâtıma’ya hitabettikten
sonra, “Benden bana âit şeyleri isteyin, vereyim. Ama Allah’ın azâbına
karşı bana güvenmeyin. Allah’ın azâbından kendinizi kendiniz koruyun.”
buyurmuştur. Yine dinin hükümlerinin uygulanması konusunda
hiçbir kimseye ayrıcalık olamayacağını, aksi anlayışın kesin bir
dalâlet/sapıklık olduğunu şu hadisiyle net bir şekilde açıklamıştır:
“Ey insanlar, sizden öncekilerin sapıtmasının nedeni şu idi: İçlerinde üstün
mevkiden biri hırsızlık yapınca, hadd (cezâ) uygulamadan onu serbest
bırakıyorlar, ama güçsüz (arkası olmayan, fakir) birisi çalınca da hemen
hadd tatbik ediyorlardı. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı
Fâtıma hırsızlık yapsa, Muhammed, onun elini de keser.” 120
Sorumluluğun kalktığını, sorumlu olmadığını iddia etmek büyük
bir sorumsuzluk ve büyük bir sorunluluktur; çünkü sorumluluk
imtihan dünyasında herkes için zorunluluktur. Sorumsuzluk
iddiâ etmek, “namazımız kılınmış”, “biz şeriatı aştık, o kabuktur,
avam içindir, biz hakikat(!) ehliyiz” demek, dünya şartlarında insan
ve müslüman olarak mümkün değildir. Bu iddiâ, “lâ yüs’el
ammâ yef’al -yaptığından sorumlu tutulmayan-” Allah’a ortaklık
iddiâ etmek gibi bir hezeyandır, saçmalıktır. Asıl amacı da haramhelâl
sınırını yıkarak her şeyin mubahlığı (ibâhiyye) görüşünü yaymaktır.
Hem dâll, hem mudıll -hem sapık, hem saptırıcı- olan bu
115 7/A’râf, 6
116 17/İsrâ, 79; 73/Müzzemmil, 2
117 2/Bakara, 134, 141
118 67/Mülk, 2
119 15/Hıcr, 99
120 Buhârî, Hudûd 12; Tirmizî, Hudûd 7
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 52 -
ve benzeri düşünce sahiplerini, düzeltmek, cezâlandırmak elimizden
gelmiyorsa, kendi düşünceleriyle başbaşa bırakmak, ama hiç
olmazsa onun etkisinde kalanlara hakikati anlatıp uyarmak ve bu
sapıkları toplumdan soyutlamak onlara yapılacak en büyük iyilik
olsa gerektir. Ola ki akıllarını başlarına devşirir ve kendilerine gelir
de böyle saçmalıklardan vazgeçerler. “Rabbım, her köle âzâd
edildiği gün sevinir; ben ise Sana gerçekten kul-köle olduğum
gün sevineceğim.”
Kul, Kusursuz Olur mu?
“Kusursuz kul olmaz”, “beşer şaşar”, “düşmez-şaşmaz bir Allah”
gibi cümlelerin, günlük konuşmalarımız arasında bolca yer
almasına ve gerçeğin de bu olmasına rağmen, bazı câhillerin,
saygı duydukları kişileri “kusursuz” ilan ettiklerine -seyrek de
olsa- rastlanmaktadır. Kusursuz kul anlayışı, Kur’an prensiplerine,
tevhid anlayışına ters düşmektedir. Peygamberlerden bile “zelle”
denen küçük hataların sudûr ettiği gerçeği -ki Kur’an, bunu Hz.
Muhammed (s.a.s.) dâhil hemen bütün peygamberler için ısrarla
vurgular- yanında, “şeyh efendi”nin veya “üstad”ın hatasızlığını
iddiâ etmek, her şeyi ters yüz etmek, “hatayı sevap görmek” gibi
bir sapıklığı sergilemek ve insanı aşırı yüceltip tanrılaştırmak demektir.
Herkesi gerçek mevkiinde ve doğal özellikleri ile değerlendirebilmek
ya da buna rızâ gösterebilmek bir olgunluktur. Bu olgunluk,
övgü ve yergi duygularındaki îtidâle, adâlet, denge ve
ölçüye bağlıdır. Sevdiğini ölçüsüz/sınırsız seven, yerdiğini kararsız
yeren tipler, haddini bilmeyen, aşırılıktan yana ve her an gaf yapmaya
hazır kişilerdir. Kiminin yanlış zannettiği gibi, eğer varsa(?)
kişideki keşifler ve kerâmetler, kusursuzluğun belgeleri değillerdir.
Mûcize sahipleri bile insanî/beşerî özellikleri sebebiyle yanılgıya
düşerlerse, kerâmet asla kusursuzluk beratı olarak değerlendirilemez.
Kaldı ki, kerâmet hikâyelerinin, özellikle günümüz
fesat ortamında tamamına yakını yalandan ibarettir. Halkın güzel
ifadesiyle “şeyh uçmaz, onu müridleri uçurur.” “Kerâmeti zâhir”
kabul edilen tüm kişilerin, kerâmetinden önce “hatâsı zâhir”dir.
Bunun böyle olması da, pek tabii, çok normaldir. Çünkü ne kadar
sâlih olursa olsun, bir kişi kusursuz olamaz. “Âdemoğlunun hepsi
hata edici, günah işleyicidir. Ancak, günahkârların en hayırlısı, tevbe edip
Allah’tan affını isteyendir.” 121 İnsan kusurunu kabul edip affettirmesini
bildiği ölçüde saygıdeğerdir, kıymetlidir. Zaten hüner, hiç
kusur işlememekte de değildir. İşlenen hatayı affettirebilmektir
121 İbn Mâce, Zühd 30; Ahmed bin Hanbel, III/198
ATALAR YOLU
- 53 -
hüner. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde:
“Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, siz hiç günah işlememiş
olsanız, Allah sizi giderir, yok eder de, günah işleyip tevbe eden bir kavim
getirir/yaratır. Onlar Allah’a istiğfâr ederler, Allah’tan af dilerler. O da
kendilerini affederdi.” 122 buyurarak, hataya müsâmaha etmemenin,
onu affettirebilmek için gayret sarfetmenin İlâhî irâdeye daha
uygun düştüğünü belirtmiş, kusursuzluğu değil; hatadan hemen
dönmeyi, yani tevbeyi teşvik etmiştir.
Öte yandan, kusursuzluğu kabul edilen kişilerin genellikle,
-varsa- eserlerinin de hatasızlığı ilan edilmekte, hataya bir hata
daha eklenmektedir. Ve tabii bu hatasız(!) görüşleri ve eserleri
tenkit etmek mesele olmakta, böyle bir saygısızlık, cür’et ve cürmü(!)
işleyenler, dinlerinden, imanlarından bile uzaklaştırılmakta,
en azından sapık ilan edilmekte, olmadık hakaret ve karalamalara
muhâtap kılınmaktadırlar. İlmî tenkit faâliyeti ve dolayısıyla
ilmin gelişmesi de böylece körü körüne kösteklenmektedir. Unutulmamalıdır
ki, kusursuz kitap, sadece Kur’ân-ı Kerim’dir. Çünkü
Allah kelâmıdır. O, Allah’ın hıfzı ve korumasındadır. Onun dışında
her kitapta az-çok kusur, eksik, hata bulunmaması mümkün
değildir. Dolayısıyla bazı câhillerin sevdikleri kişileri ve eserlerini
kusursuz ilan etmeleri, bizzat bu iddiâ sahiplerinin en büyük kusurlarından
biri olmaktadır. Buna göz yuman “kusursuzluğu ilan
edilen kişi”nin, eğer hayatta ise bütün bu anlayışları düzeltmemesi,
kusursuzluk isnâdından memnun olması, affedilemeyecek
hatalardan biridir.
Kullara yaptıklarını güzel göstermek, şeytanın bir taktiğidir.
Kimse hatasına sevap süsü vermeye ve hatalıları hatasız göstermeye
kalkmamalıdır. Bilmelidir ki, bu tür bir eğilim, açıkça şeytanın
tuzağına düşmek ve tam anlamıyla büyük bir hata işlemektir.
Halk deyimiyle “dost için post olmak”tır. “Her günahın içki gibi
sarhoşluğu olsaydı; sen o zaman görürdün, ayık kalan kimsenin
olmadığını!”
Nazarlık Takmak Doğru mu?
“Göz değmesi” veya “nazar değmesi” diye bilinen, mikrobik
olmayan ve âniden çoğunlukla baş ağrısı şeklinde beliren mânevî
rahatsızlıkların varlığını bilmeyen veya duymayan yoktur. “Nazar
değdi, nazara geldi, nazara uğradı” gibi cümlelerle hep aynı
rahatsızlık anlatılmak istenir. Tıb da bu tür rahatsızlıkları kabullenmekte
ve “insan gözünden çıkan şuaların/manyetik ışınların,
122 Müslim, Tevbe 2; Tirmizî, Cennet 2, hadis no: 2526
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 54 -
dikkatle ve belki biraz da kıskançlıkla bakış esnâsında yoğunluk
kazanması ve bu yoğun şuaların karşı organizmanın atomlarının
çalışma düzenine etki etmesi” şeklinde açıklamaktadır.
Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Nazar/göz değmesi
gerçektir (vâkidir).” 123. Hatta Peygamber Efendimiz, “dokunan her
kötü gözden” Allah’a sığınmayı, Hz. İbrâhim’in bir duâsı olarak
ümmetine ta’lim etmiştir.124 “Nazardan Allah’a sığının; çünkü nazar
haktır.”125 Hz. Âişe vâlidemiz de Hz. Peygamber’in göz değmesine
karşı okumayı emrettiğini haber vermiştir. 126
Nazar değmesine karşı okuma sûretiyle uygulanan tedâvinin
Hz. Peygamber ve ashâbı tarafından yapıldığı ve müsbet neticeler
alındığı örnekleriyle sâbittir. Bu tedâvide daha çok Fâtiha, İhlâs,
Felak ve Nâs sûreleri ve Âyetü’l-Kürsî’nin okunduğu da hadislerde
yer alan bilgiler arasındadır. Yine 68/Kalem sûresinin 51 ve 52.
âyetlerinin okunması tavsiye edilir. Elmalılı’nın belirttiği gibi127
bu tedâvi çeşidinde aslolan hastanın bizzat kendisinin okumasıdır.
İnsan, hoşuna giden bir şeye bakarken nazarı değmemesi
için “Mâşâallah, lâ kuvvete illâ billâh” demelidir. Bu, Peygamber
Efendimiz’in okuduğu bir duâdır.
Bu açıklamalardan sonra, göz değmesine karşı gûya tedbirmiş
gibi, halk arasında dolaşan birtakım hurâfelerin mânâsızlığı kendiliğinden
ortaya çıkmış olmalıdır. Çocukların elbiselerine mavi
boncuklar, nazarlıklar, iğde çekirdekleri, kaplumbağa kabuğu vs.
takmak; evlerin, binâların girişine, arabalara boynuz, at nalı, at
kafası, çeşitli muskalar, cevşenler asmak, kurşun dökmek, tütsü
yapmak, ceplere sarımsak koymak, arabalara ve dükkânlara göz
resimleri yapıştırmak, acâyip heykeller monte etmek ve benzeri
şeylerin hepsi, bu bâtıl inanışın zavallı âletleridir. Bunların tıb açısından
en küçük bir faydası düşünülemeyeceği gibi, bâtıl inanışları
yaygınlaştırması ve sürdürmesi noktasından büyük sakıncaları
vardır. Bu yüzden de bunları bu niyetle kullanmak kesinlikle haramdır;
bazı İslâm âlimleri, Allah’tan başka şifa veren, zararı def
eden mânevî sığınak ve çözüm kaynağı kabul edildiğinden bunları
nazar giderici olarak kullanmayı şirk kabul etmişlerdir. Bir tür
koruyucu totem izlenimi veren ve hastalıklardan koruduğu yanlış
kanısının zihinlere yerleşmesine vesile olan nazarlıkların, nazar
123 Buhârî, Tıb 36, Libas 86; Müslim, Selâm 41-42; Ebû Dâvud, Tıb 15; Tirmizî,
Tıb 19; Ahmed bin Hanbel, I/294, II/222, IV/67, V/70
124 Buhârî, Enbiyâ 10; Ebû Dâvud, Sünnet 20; İbn Mâce, Tıb 36
125 İbn Mâce, hadis no: 3508
126 Buhârî, Tıb 35
127 Hak Dini Kur’an Dili, c. 9, s. 6394-6399
ATALAR YOLU
- 55 -
boncuklarının kullanılmasını Peygamber Efendimiz kesin bir şekilde
yasaklamıştır. Hatta böyle bir nazarlığı üzerinde taşıyan kişinin
bey’atını kabul etmemiş ve onu çıkarıp atmasını emretmiştir.128
Yine Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: “Efsun
yapmak, nazar boncuğu takmak, kadınların kocalarına kendilerini
sevdirmek için sihir yapmak şirktir.” 129
Müslümana yakışan, basit birer madde olan nazarlıkların koruyuculuğu
zannına kapılmak değil; her şeyini borçlu olduğu ve
kulluğunu kendisine sunduğu Rabbine sığınmaktır. Şifâyı verecek
olanın ilaç, doktor, okuma, üfürme, hoca değil; bizzat Allah olduğunu
hiç unutmamaktır. Allah şifâ vermeyecek olduktan sonra,
dünya bir araya gelse ne çıkar? Ma’kul ve meşrû yollarla hastalıklara
çare aramak nasıl görev ise, şifâyı yalnız ve yalnız Allah’tan
bilmek ve beklemek de aynı şekilde görevdir. Mânevî hastalıkların
tedbiri de mânevîdir. Kur’an âyetlerinin ve sünnette geçen
duâların okunması ve Allah’a sığınılması bu tedbirin en üst seviyede
alınması demektir. Ötesi avunma, aldanma, gerçeği bırakıp
bâtıla dalma, denize düşünce yılana sarılma demektir. “Allah’ım,
her şeytan (tabiatlının şerrin)den, zehirli haşerâttan ve dokunan her kötü
gözden Senin şifâ veren kelimelerine sığınırım.” 130
Kurşun Dökmek: Nazar isâbetinden kurtulmak için uygulanan
yöntemlerden biri de, kurşun veya mum döktürülmek, nefesi
keskin hocalara(!) okutulmaktır. Bazı yörelerde de “tuz çatılmak”,
“un yakılmak”, “üzerlik otu yakılarak dumanı ile tütsülenilmek”
çare olarak görülmektedir. En yaygın olan uygulama, kurşun veya
mum dökme âdetidir. Bu iş şöyle yapılmaktadır: Nazar isâbet eden
hasta (genellikle çocuklar), kurşun dökücüsünün önüne oturtulur.
Başı bir örtü ile kapanır. Çocuğun başı üzerinde tutulan ve içinde
su bulunan kaba, ocakta eritilen kurşun dökülür. Kurşun döküldükten
sonra oradakiler hep beraber: “Kem göz çatlasın, Nazar
eden patlasın” diye bedduâ ederler. Bazı yerlerde de yaygın olarak
nazarlık otu, üzerlik otu yakılır. Dumanı ile hasta tütsülenir.
Bu esnâda çabuk çabuk şöyle söylenir: “Üzerliksin havâsın / Her
dertlere devâsın / Ak göz, kara göz / Mavi göz, elâ göz / Hangisi
nazar etmişse / Onların nazarını boz.” Şu tekerleme de söylenilmektedir:
“Elemtere fiş / Kem gözlere şiş / Üzerlik çatlasın / Nazar
eden patlasın!”
128 Nesâî, Ziynet 17; İbn Mâce, Tıb 39
129 Fethu’l-Kebir, c. 1, s. 304
130 İ. Lütfi Çakan, a.g. e. s. 11 vd.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 56 -
Bunların ne kadar gülünç, ama aynı zamanda trajik olduğu,
insanımızın ne denli câhiliyye uygulamalarına kapılarını açtıklarını,
kafalarını ve gönüllerini hurâfeyle kirlettiklerini gösteren uygulamalardır.
Muska ve Muskacılık
Muska ve Tılsımların Menşei: Muska ve tılsımların menşei,
putperestliğin en ilkel şekli olan “fetiş”tir. Bu inançta olanlar,
bazı nesnelerde uğur veya uğursuzluk bulunduğuna inanırlar. Kişi,
uğurlu saydığı nesneyi boynuna asar veya yanında taşır. Bu nesne
bir bitki, kurt dişi, ayı tırnağı, leylek kemiği, kartal tırnağı olduğu
gibi, bazen kurumuş bir böcek hatta bazı taş parçaları vb. olabilir.
Bu nesneleri taşıyanlar, çeşitli hastalıklardan, belâ ve kazalardan
korunacaklarına inanırlar. Hâlâ bazı nesneleri “uğur getiriyor”
inancıyla boynunda ya da yanında taşıyanlar bulunmaktadır.
İslâm’ın fıtrata, akla ve ilme uyan güzel esaslarına inanmamakta
direnen nice insan, böyle safsatalara kolaylıkla inanabiliyor, dolayısıyla
Kur’an’ın “onlar akıllarını kullanmayan akılsızlardır” ifadesini
her an farkında olmadan doğruluyorlar. Günümüzde üniversite
gençliği ve sosyete semtlerinin kültürlü geçinen kesimlerinde
gittikçe bu tür “uğur taşları” vb. yaygınlaşmakta, İslâm’dan uzaklaşan
insan ne kadar komik ve aşağılık olmaktadır!
Daha sonraki dönemlerde kâğıt parçaları üzerine yazılmış dinî
formüller veya tuhaf işaretlerle çizilmiş muska ve tılsımlar, fetişlerin
yerini aldı. Muska ve tılsımların en eski şeklinin Mısır’da bulunduğu
belirtilir. Eski Romalılar da, hastalıklardan ve zehirlenmeden
korunmak için acayip işaretlerle yazılmış veya çizilmiş muska tılsımları
kullanmışlardır. İsrâiloğullarına gönderilen peygamberler
de, putperest kavimlerden geçen, kendi dönemlerinde yaygın
olarak kullanılan fetiş ve tılsımları yasaklamışlardı. Buna dair eski
Ahid’de (Tevrat’ta) rivâyetler vardır.131 Hırisitiyanlıkta da muska ve
tılsımlara inanmak çok yaygındı. Hıristiyan din adamları muska
taşıma âdetleriyle mücâdele etmişler, ama pek başarılı olamamışlardır.
Milâdî 366 yılında toplanan “Laodice” dinî kurultayı, muska
ve tılsım taşımaya yasaklayan bir karar çıkartıp ilân etmiştir. Fakat
hıristiyanları bunları taşımaktan bir türlü vazgeçirememişlerdir. 8.
Yüzyılda Papa II. Gregoare bu bâtıl inançlara karşı şiddetle karşı
koydu. Ancak halk bildiğinden ve gördüğünden şaşmadı. Sonuçta
hıristiyan din adamları bu hurâfeye tâviz vermeye mecbur kaldılar.
Muskaların yerine “haç” hıristiyanlık sembolü olan balık resmi,
131 Meselâ, bk. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, Bab 35, s. 35
ATALAR YOLU
- 57 -
“Agnus Dei” (Tanrı Kuzusu) yazılı levhacıkları taşımayı tavsiye ettiler,
giderek halkı buna alıştırdılar. 132
İslâm’ı kabulden evvel yaşamış Türk boylarında da muskatılsım
kullanma âdeti vardı. Sekiz ve dokuzuncu yüzyıllarda Budist
ve Maniheist Türklerin yaşamış olduğu Doğu Türkistan’da yapılan
arkeolojik araştırmalarda elde edilen malzemeler arasında
“tılsım-muskalar”, çeşitli dinî formüller yazılı levhalar, tahtalar vs.
eşya bulunmuştur. Budist Uygurların dinî kitaplarında da tılsım
şekillerine rastlanmıştır. Bunlardan üç şekil Alman Türkologu F. W.
K. Müller tarafından neşredilen eski Türkçe Uygur metinlerinden
birinde açıklamalarıyla gösterilmiştir. Müslüman olduğunu iddiâ
edenlerin de kullandıkları muskalardaki tılsımların bir benzeri
olan bu şekillerin ifade ettikleri anlamlar olarak, bunlardan biri
için, bir kadın bu muskayı vücudunda taşısa, kolay doğurur, rahat
ve sevinç bulur; diğerinde, Pars yılı doğmuş olan (şimdiki burçların
bir benzeri olsa gerek) kişi, bu tılsımı saklarsa çok mutlu olur;
üçüncüsünde de, herhangi bir kişinin hayvanları çok ölüyorsa, bu
tılsımı kapıya yapıştırsın denilmektedir. 133
Günümüzde muska, tılsım ve sihir yapma işleriyle uğraşan
bazı inanç sömürücüsü kişilerin ellerinde bulunan kitaplar, eski
Babil, Asur, Mısır müşriklerinin, eski Budist ve Şamanist Türklerin
kullandıkları kitaplardan yararlanılarak yazılmıştır. Bu kitaplara
inandırıcılığı kuvvetlendirmek için Kur’ân-ı Kerim’den
âyetler,Esmâü’l-Hüsnâ ve bazı duâlar da ilâve edilmiştir. Muska ve
tılsımla ilgili kitaplarda yazılan muska ve efsunlar incelendiğinde
görülüyor ki, birçoğunda bazı âyet ve duâlarla beraber, hiçbir dile
benzemeyen kelimeler de bulunmaktadır. Tılsımcılar, mal ve mülkün
tılsım-muska ile her türlü âfet ve kazalardan korunacağını da
telkin ediyorlar. Bu tılsımlarda Esmâü’l-Hüsnâ, âyet-i kerime ve
duâlar sû-i istimal edilmektedir. Bunların, câhil halkı kandırmak
için kullanılmakta olduğu şüphesizdir. Bu hurâfeler, mü’minlerin
inancına, sağlığına, malına ve canına zarar verecek zırvalardır.
İmanı tam olan müslümanlar, bunlara inanamaz.
Tılsımlar, harfler ve rakamlar ile yapılmaktadır. Efsun ve tılsım
kitaplarına göre harfler ve onların ifade ettikleri rakamlar tabiatüstü
esrârengiz kudrete sahiptir. Harfler; “ebced, hevvez...“deki
sıraya göre adet ifade ederler. Yazı tarihi araştırmalarıyla ispat
edilmiştirki, “ebced, hevvez...“aslında hece harflerinin sırasını göstermek
ve sırf harfleri hatırda tutmak için tertip edilmiş, mânâsız
132 Abdülkadir İnan, Hurâfeler ve Menşeleri, s. 44
133 A. İnan, a.g.e., s. 46-47
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 58 -
sözlerden (mühmelât) ibârettir. Her şeyde esrâr arayan uydurma
meraklıları bu “ebced“deki mühmelât hakkında birçok hurâfe
icad etmekte zorlanmamışlardır. Aslında bu “ebced...“Aramî alfabesindeki
harflerin sırasını gösteren mânâsız sözlerdir. Bu alfabe
sırası Aramîlerden Nabatilere, onlardan da câhiliyye çağı Araplarına
geçmiştir. Aynı kaynaktan gelen İbrânî, Süryânî, Yunan ve
latin alfabelerinde de bu sıra, gelenek olarak muhâfaza edilmiştir.
Araplar, birbirine şekil bakımından benzeyen harfleri yanyana
koymak maksadıyla bu “a, b, c...“sırasını bozmuşlarsa da, eski
sırayı “abced hevvez“altı mühmelâtından muhâfaza etmişlerdir.
Harfleri, rakam gibi kullanırken de bu “ebced“deki sıraya riâyet
etmişler ve Arapçaya mahsus altı harf için de iki mühmel söz uydurup
ilâve etmişlerdir. Üfürükçülük kitaplarında gördüğümüz
harflerin büyük bir kısmı, Esmâü’l-Hüsnâ harfleri ve rakamları da,
bu harflerin “ebced“hesabına göre ifade ettikleri sayıyı göstermektedir.
Bazı tılsımlarda ise bu “ebced“hesabı tutmuyor.
Bu arada şu küçük açıklamayı da ifade edelim: Yazı işaretlerinin
(hiyeroglif, harf, rakam) esrârengiz sihrî kuvvet içerdiğine
inancın en eski kaynağı, tarihin karanlık devirlerine kadar uzanmaktadır.
Zira yazının mâhiyetini bilmeyen kavimler, yazıyı keşfeden
kavimlerin deri, tahta, tablet ve başka nesnelere çizdikleri
çizgilerle konuşup gâipten haber aldıklarına ve bu acâyip çizgilerde
tabiatüstü esrarlı kudret bulunduğuna inanıyorlardı. Bu inanç
ve korkunun câhil halk arasında bugün bile tesirini sürdürdüğünü
görüyoruz. Bazı okuma-yazma bilmeyen câhil kimseler, herhangi
bir muskayı alıp atmak, ya da kâğıdını yırtmak istediğiniz
zaman, “aman çarpılırsın!“diyerek size muskalarını vermek veya
açtırmak istemezler. Muska ve tılsım kitapları incelendiğinde öyle
anlamsız melek, cin, şeytan ve peygamber adlarına rastlarsınız
ki anlamlarını hiçbir dil ve lügatta bulamazsınız. Bunların hiçbirisinin
İslâm’la ilişkisi yoktur. Tümü uydurma ve hayali adlardır,
hurâfedir. Bunların yahûdilerin Kabbalah denilen mistik ve skolastik
felsefelerinden geçmiş olduğu belirtilir. Bu felsefeye göre
yahûdi alfabesindeki 22 harfin ve ifade ettikleri rakamların mistik
ve sihrî mâhiyetleri vardır. Bu yahûdi anlayışına göre, yahûdi
din kitaplarında zikredilen Tanrı adları ve sıfatlarını iyi kullanmak
şartıyla, her türlü hârikalar yaratmak mümkündür. Bu kabbalah
mârifetleri nesilden nesle gözli bilgi olarak, seçkin çömezlere öğretildi.
13. y.y. dan sonra kitap halinde yazılmaya başlandı. İspanya
yahûdilerinden de müslümanlara geçti.
Muskacıların Dayanağı: Her şeye bir dayanak, bir gerekçe arayan
insanoğlu, kendi görüşünü kuvvetlendirmek için bazen kutsal
ATALAR YOLU
- 59 -
değerleri bile istismar edebilmiştir. Nitekim muskacılardan bazıları
İsrâ sûresindeki Kur’an’ın şifâ olduğunu belirten âyeti, muska
yazmaya delil olarak göstermişlerdir. Oysa zikredilen âyette muska
yazma için hiçbir işaret yoktur. Bu âyette Allah şöyle buyurmuştur:
“Biz Kur’an’dan mü’minlere rahmet ve şifâ olan şeyler indiriyoruz.
O, zâlimlerin ise sadece husrânını/kaybını arttırır.” 134 Kur’an, ruhları
terbiye ederek mü’minleri psikolojik problemlerden ve rûhî hastalıklardan
korur. Mü’minler, o sâyede bâtıl akîdelerden, kötü
huylardan kurtularak mânevî sıhhatlerini temin edebilirler. Yine,
Fâtiha gibi sûreleri hüsnüniyetle okumak da bazı bedenî hastalıklar
için bir şifâ vesilesi olabilir. Kur’an, beşeriyete yücelme sebeplerini,
takip edilecek kurtuluş yolunu göstermiş, onları maddî ve
mânevî helâka sebep olacak şeyleri yasaklamış, kendilerine dünya
ve âhirette huzura götürecek şeyleri emretmiş rahmet kitabıdır.
Fakat Kur’an, zâlim için, Kur’an’ı inkâr eden, onun hükümlerine
karşı gelen kimseler için ise, zarardan başka bir şey arttırmaz.
Çünkü bu kimseler Kur’an’ın beyanlarına karşı düşmanlıkta, hürmetsizlikte
bulunur, her türlü ahlâksızlığı yaparak, kendileri için
mânevî felâketleri çağırırlar. Elbette, tedâviye muhtaç olan insan,
kendisine verilen en faydalı bir ilacı terkeder de midesini zehirli
şeylerle doldurursa kendi hayatına kasdetmiş, kendisini helâka
mâruz bırakmış olur. Kur’an hükümlerinin, yanlış yolda olanlara
ve kötü huy sahiplerine gerçeği görme ve doğruyu bulma yolunda
şifâ ve rahmet olduğunu, ama kötü niyetli zâlimler için ise, bir
helâk sebebi olabileceğini anlıyoruz. Ancak, âyette ne sûretle
olursa olsun, muska yazılacağına dair hiçbir işâret yoktur.
Kur’ân-ı Kerim, muska yazmak, büyü yapmak, fal bakmak
için değil; “insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden
ayırmanın açık delilleri olarak” 135 gönderilmiştir. Allah’ın
Kitabının âyetlerini rastgele yerlere yazarak çöplüklere gitmesine
sebep olmak veya beşerî çıkarlar için istismar etmek, İslâm’a ve
İlâhî Kitaba ihânettir. Bu işi yapanlara fırsat vermek gaflettir,
hıyânettir. Hatta mü’minlerin itikadını zedelemeye hizmettir. En
üzücü tarafı ise bunu yapanların kendilerini “hoca” olarak lanse
etmeleridir. Oysa İslâm’da “hoca” dinin hükümlerini bilen, ilmiyle
amel eden, Allah’tan korkan, Allah’ın âyetlerini az bir dünya
metâına satmayan örnek ve önder bir şahsiyettir. İslâm’ın yasak
kıldığı işleri yapan ve bu tür davranışlara cevaz veren insan, hoca
olamaz. Böyleleri ancak fâsık ve münâfık olur; bunlara dense
dense cinci, üfürükçü, din tüccarı, hurâfe pazarlamacısı muskacı
134 17/İsrâ, 82
135 2/Bakara, 184
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 60 -
denilir.
Muskacıların Sonu: Ömrünü muska yazarak, fal açarak, sihir
yaparak geçiren pekçok insanın sonu hüsran ile noktalanmıştır.
Bunlardan kimisi hapishane köşelerinde, kimisi de feci hastalıklara
yakalanarak fakr u zarûret içerisinde ölmüşlerdir. Vakitlerini
muskacılıkla geçirenler, bu yoldan her ne kadar dünyevî menfaat
temin ediyorlarsa da bu iş, dinen kınanmış olduğu için iflâh olmuyorlar.
Daima hayatları sıkıntı ve sefâletle, beş kuruşa muhtaç
olarak geçmekte olduğu müşâhede edilmektedir. Hayatlarının
sonunda perişan bir vaziyette, miskinlik içinde yaşadıkları görülmektedir.
Bunların hepsi yaptıklarının avans cinsinden dünyadaki
küçük cezâsıdır. Esas cezaları, ceza gününde verilecektir. Çünkü
bakılması haram olan nice göbeklere muskalar yazmışlardır. Nice
genç kızları veya evli insanları muhabbet muskalarıyla aldatmışlar,
ümitleriyle oynamışlardır. Allah’ın men ettiği şeyleri insanlara aşılamışlar,
imanın temelini sarsmışlar, İslâm akîdesini bozmuşlardır.
Böylelikle yahûdi ve hıristiyan âdetlerini canlandırarak ve bunları
birkısım insanlara kabul ettirip onların itikadlarını bozarak imanlarını
sarsmaları ile İslâm âleminde tedâvisi imkânsız olan yaralar
açmışlardır.136 Her aklı başında mü’min, insanları bu tür cinci, muskacı,
üfürükçü sahtekârların tahribatından korumak için elinden
gelen gayreti esirgememelidir. 137
Unutmamak lâzım ki, dindarlık, dinî olanı işlemektir; dinde olmayanı
değil. Nice insan, hem de din adına, dini de küçük düşürerek
ve sevap yapıyorum zannıyla günaha girerek bu tür hurâfe ve
bid’atler, bâtıl inançlar peşinde kendisine sıkıntı vermekte, hayatını
daha da çekilmez hale getirmektedir. Bazı insanlar, Cumartesi
ve Salı günleri çamaşır yıkamıyor, bazıları da kırılan bir ayna veya
evinin yakınlarında öten bir baykuş nedeniyle kâbuslar görüyor.
Bâtıl inanç, hurâfe ve bid’atlerden ancak sağlıklı ve doğru dinî bilgiyle,
Kur’an’ın hayata geçirilmesiyle korunulabilir. Bu tür sapıklıklara
yönelmenin nedeni, insandaki inanç ihtiyacının doğru ve
gerçek bilgilerle doldurulamaması, İslâm’ın hâkim değil mahkûm
olması, câhiliye düzeni, medya ve çevre şartlarının doğruyu eğri,
eğriyi doğru diye göstermesidir. Dini; bazı çıkarcı, istismarcı, cinci,
câhil ve bağnazların elinden kurtarmadıkça, bu tür insanlara ilgi
gösterilip “hoca” diye iltifat edildikçe bu sorunlar küçülmeyecek,
aksine büyüyecektir.
Yukarıda açıklananlardan başka hâlâ yaşayan bazı bâtıl inanç
136 Recep Aktaş, Bâtıl İnanışlar, s. 39-40
137 Kemalettin Erdil, Yaşayan Hurâfeler, s. 19-32
ATALAR YOLU
- 61 -
ve hurâfeleri saymaya çalışalım:
“At, avrat ve silâh uğursuzdur.”
“Ayna kırılması uğursuzluktur, ayna kırılan ev yedi sene iflâh
olmaz.”
“Ateşle oynayan çocuk altını ıslatır.”
“Ayın 13’ü uğursuzdur.”
“Gece tırnak kesilmez, ev süpürülmez.”
“Gece ev süpürülürse fakirlik gelir.”
“Geceleri aynaya bakılmaz.”
“Gece vakti, bir evden başka bir eve kazan, tencere ve tava
verilirse mutlaka ölüm olur.”
“Gece, vaktinden önce öten horoz uğursuzluk getirir.”
“Pazar günü çalışmak uğursuzluktur.”
“Salı günü işe başlanırsa bitmez, sallanır.”
“Salı günü yeni elbise giyilirse yanar.”
“Çarşamba gecesi işe başlanırsa, ‘Çarşamba karısı’nı kızdırı ve
o eve kötülüğü dokunur.”
“Çarşamba günü yorgan kaplayan hastalanır.”
“Çarşamba günü süt içmek, ev satın almak iyi değildir.”
“Perşembe günü çamaşır yıkanırsa zengin olunur.”
“Cuma akşamı ev süpürülürse meleklerin kanadı kırılır.”
“Cuma günü ev süpüren veya çamaşır yıkamak, fakirlik getirir
ve günahtır.”
“Çocuğu ölen kadın, Cuma günleri hiçbir iş yapmaz.”
“Cuma günleri çocuğun ayakları câmi kapısına bağlanır ve namazdan
sonra çözülürse, hasta olmaz.”
“Henüz konuşamayan çocuğun ağzı, Cuma salâsı verilirken
câmi anahtarıyla açılırsa, çocuk hemen konuşmaya başlar.”
“Cumartesi günü çamaşır yıkamak uğursuzluk getirir.”
“Arefe günü dikiş dikmek günahtır.”
“Arefe günü dikiş diken kadının ölmüş çocuğu varsa, onun
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 62 -
derilerini diker.”
“Misafirin ardından ev süpürmek iyi değildir.”
“Makasın ağzı açık kalırsa, kefen biçmeye yarar.”
“Makasın açık kaldığı evde kavga çıkar.”
“Elden ele makas alınmaz, makas düşman sayılır.”
“Elden ele sabun alınmaz, uğursuzluk getirir.”
“Hapse giren biri, ölmüş birisinin yüzüğünü takarsa hapisten
çabuk çıkar.”
“İnsanın önünden kara kedi geçmesi, uğursuzluk sayılır.”
“Tavşan, tilki, kara köpek birinin yoluna çıkarsa uğursuzluk
getirir.”
“Kapı eşiğine basan, iftiraya uğrar.”
“Merdiven altından geçmek uğursuzluktur.”
“Başa pisleyen kuş, talih kuşudur; Kuş pisliği başına düşene
para gelir.”
“Şimşek çakarken kırmızı giyilmez.”
“Terlik ve ayakkabının ters dönmesi iyi değildir.”
“Evliliğin ilk günü, gerdek gecesinde, erkek veya kadın, hangisi
önce uyursa o daha evvel ölür.”
“Gerdek gecesi, karı ile kocadan hangisi daha evvel diğerine
tokat vurursa, onun sözü daha çok dinlenir.
“Zifaf gecesi gelin ve dâmat sabunla yıkanırsa, sabun acı olduğundan,
aralarına acı ve ayrılık girer.“
“Ev süpürülürken süpürge birine dokunursa uyuz olur. Süpürgeye
tükürülürse hastalık bulaşmaz.“
“Gece tırnak kesilirse ömür kısalır.“
“Cenâze yıkanırken teneşirin altına dökülen su, bir şişeyekonup
habersiz sarhoşa içirilirse içkiyi bırakır.“
“Nazara uğrayan kişi, kuşkulandığı insanın saçından, ayakkabısından
veya elbisesinden habersiz bir parça kesip yakarak dumanı
ile tütsülenirse nazarı geçer.“
“Kötü bir hastalıktan söz edilirken: ‹Değirmenden geldim unluyum’
denilmezse o hastalık, söyleyene bulaşır.“
ATALAR YOLU
- 63 -
“Sarılık hastalığına tutulan kişinin ‹izinli’ denilen biri tarafından
alnı jilet ya da çakı ile çizilir. Akan kan alnına ve burnuna
sürülür. Yaradan kan aktıkça hastalık da akar gider.“
“Dişi ağrıyan bir kişi mezarlığa gider, mezar taşını ısırır, arkasına
bakmadan geri gelirse ağrısı kesilir.“
“Başı ağrıyan bir kadın câmiye gider, yazması (başörtüsü) ile
câmiyi süpürür ve yazmayı tekrar başına örterse başının ağrısı gider.“
“Evden çıkan erkek, işine giderken önünü kadın keserse (kadın
adamın önünden karşıya geçerse) adamın işi ters gider.“
“Kısa boylu kadınlar uğursuzdur.“
“Bir kız akşam ezanı okunurken merdiven altından geçerse kısır
kalır.“
“Cuma günü ezan okuyan müezzine kızın başörtüsü veya
mendili sallattırılırsa nasibi çıkar.“
“Evli birinin yüzüğünü bekâr kız takarsa kısmeti kesilir.“
“Bekâr kız, evli birinin gelinliğini giyerse kısmeti kesilir.“
“Gelin olanın duvağı evde kalmış kızın başında çözülürse kızın
bahtı açılır.“
“Evde kilitlenen kilit, bayram sabahı veya Cuma günü, namazdan
önce imam tarafından câmide açılırsa kızın bahtı açılır.“
“Ellerini birbirine bağlayanın kısmeti kesilir.“
“Ellerini kavuşturanın kısmeti kapanır, anası ölür.“
“Hâmile bir kadın yumurta yerse çocuğu terbiyesiz olur.“
“Hâmileyken anahtar açanın doğumu kolay olur.“
“Bir hâmile kadın ölü yıkanırken suyundan atlarsa çocuğu baygın
doğar.“
“Aş yeren bir kadın, çirkin bir yere bakarsa çocuğu çirkin olur.“
“Doğum yapan kadın, yedi gün çocuğunun yanından dışarı
çıkmaz. Çıkarsa cinniler gelir, çocuğu götürür. Başka bir çocukla
değiştirir.“
“Çocuğu yaşamayan bir kadın bir yatıra ‹Bunu sana sattım’ der
ve kurban kestirir. Çocuk dünyaya gelince eğer kız ise adını Satı,
oğlan olursa Satılmış koyar. Aksi halde çocuk yaşamaz.“
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 64 -
“Çocuğu yaşamayan kadın, yeniden doğum yaptığında 40 evden
topladığı parçalarla gömlek dikip çocuğuna giydirirse çocuğu
yaşar ve ömrü uzun olur.“
“Çocuğu ölen bir kadın Cuma günü iş yapmaz.“
“Lohusa kadının ve çocuğun yastığı altına iğne, çuvaldız, kama,
bıçak konulursa albasmaz.“
“Lohusa kadının bulunduğu yere süpürge, Kur’an, soğan, sarımsak
asılırsa ‹alkarısı’ loğusa ve çocuğa zarar vermez.“
“Hayızlı kadın, sebze bahçesinden geçerse sebzeleri kurutur.“
“Hayızlı kadın akşam ezanından sonra küpten turşu çıkarırsa
turşu bozulur.“
“Gelin eve ilk geldiğinde kaynanasının iki bacağı arasından
içeri girerse saygılı olur.“
“Yeni doğan çocuğun ilk dışkısı, yattığı odanın eşiğine veya
beşiğinin altına konursa cadı zarar vermez, nazar da değmez.“
“Yeni doğan çocuğun beşiği altına türbe ve kabirlerden toprak
getirilip konursa çocuğu cadı boğmazmış.“(Buna bazı yerlerde
cüher almak denilir.)
“Bebek fıtık doğarsa, külotu çalı ağacını bir dalı yarılarak arasından
geçirilince fıtığı iyileşir.“
“Bebeğin kırkı çıkmadan tırnağı kesilirse, ya arsız ya da hırsız
olur.“
“Yeni doğan çocuk, bayram günü bir dişi eşeğe ters bindirilip
köyün etrafında dolaştırılırsa ömrü mutlu geçer.“
“Çocuğun doğduğu yerde elişi yapılırsa, göbeği düşmez.“
“Cuma günü çocuğun ayakları bir câmi kapısında bağlanır,
Cuma namazından sonra çözülürse hastalığa tutulmaz.“
“Bebek ayakları altından öpülürse talihsiz olur.“
“Çocuk dünyaya geldikten sonra yıkanıp tuzlanır ve sofraaltı
denilen beze sarılırsa tokgözlü olur.“
“Çocuğun göbeği, câmi duvarına veya avlusuna gömülürse
dindar, medresenin (okulun) bahçesine veya avlusuna gömülürse
âlim, ahıra gömülürse malcı olur. Ayrıca suya atılırsa huyu temiz,
evin içinde bir yere gömülürse gözü dışarıda olmaz.“
“Boyu ölçülen çocuk kısa kalır.“
ATALAR YOLU
- 65 -
“Çocuğun boyu metre ile ölçülürse ömrü kısa olur.“
“Sünnetsiz ölen çocuğun parmaklarından birinin kırılması gerekir.“
“Çocuk sünnet olurken annesi oklava sallarsa, sünnet acısız ve
kolay olur.“
“Küçük çocukların yüzünde yara çıkarsa, deniz kenarında yaşayan
ve denize giren biri tarafından okunup yüzü meshedilirse
yaraları iyileşir.“
“Yürüyen çocuğun emeklemesi, misafir geleceğinin işaretidir.“
“At, öküz, inek, dana gibi büyükbaş evcil hayvanlar, eğer gece
ahırda huzursuzsa, bağırıyor, kişniyor veya böğürüyorsa, o evden
biri ölecektir.“
“Ölü yıkandıktan sonra kazan ters çevrilmezse bir başkası
daha ölür.“
“Bir evden ölü çıkarsa o evdeki su kapları boşaltılır. Eğer boşaltılmazsa
Azrâil suları ellediği için biri yine ölebilir.“
“Cenaze çıkan ev ile çevresindeki evlerin suları dökülmelidir.
Çünkü Azrâil kılıcını o sularda yıkar. Sular bu kılıçla pislendiği için
içilmez olur.“
“Gece vakti bir evden başka bir eve kazan, tava veya tencere
verilirse ölümü celbeder.“
“Gece sandık açmak, kendi mezarını açmaktır. Yani ölümü çağırmaktır.“
“Bir evdeki eşyalardan herhangi biri kendi kendine düşer veya
kırılırsa ölüme işarettir.“
“Ayakkabı çıkarılırken ters çevrilirse o evden cenâze çıkar.“
“Kefen diken iğne kırılmalıdır. Zira ölümü ve uğursuzluğu celbeder.“
“Saçakta baykuş ötmesi, ölüme işarettir.“
“Bir genç askere giderken evden çıkmadan önce bir dilim ekmeğin
yarısını yer, yarısını da geri bırakırsa, artık ekmek onu çağıracağı
için kazaya belâya uğramadan geri döner.“
“Biri yolculuğa çıkıp gurbete giderken arkasından yola su dökülürse,
su gibi yolculuğu olur, kazaya uğramadan sağ sâlim yerine
ulaşır, gurbetten çabuk döner.“
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 66 -
“Biri yolculuğa çıkarken arkasından aynaya su serpilirse kazaya
uğramaz.“
“Bir kişi sabunu başka birine elden verirse, sabun acı olduğu
için, acı olaylar görülür veya o iki kişi arasına düşmanlık girer.“
“Gök gürlerken buğday ambarına el ile vurulursa hasat çok
olur.“
“Nar tanelerini yere düşürmeden bir bütün narı yiyip bitirebilen
cennete girer.“
“Tarla veya bahçede bitkiler hastalanmış ise, tarla sahibinin
güneş doğmadan önce, tarlasının etrafını koşarak dolaşması gerekir.“
“Çeltik ekilen arazinin etrafı eşeğe binmiş bir kimse tarafında
Kur’an okunarak dolaşılırsa, o araziye dolu yağmaz.“
“At nalı asılan yere nazar isâbet etmez.“
“Önünde ‹beş taş’ oyunu oynanan eve fakirlik gelir.“
“Cezveden su içilirse zengin olunur.“
“Ayakkabılar ters dönerse şeytan üzerinde namaz kılar.“
Daha neler neler... Saymakla bitmeyecek bir sürü bâtıl inanışlar...
Dikkat edilirse, hurâfe ve bâtıl inanış olarak kabul edilen haftanın
hemen bütün günleri ya belâya, ya da günaha sebep gösterilmiştir.
Sanki müslümanın temizlik yapması, çalışması suç kabul
edilmiştir. Bu inanç, hem ibâdetlere, hem temizliğe, hem çalışıp
kalkınmaya ihânettir.
“Yıldızname“ye baktırmak, “fal“ açtırmak, “sevicilik“ yaptırmak,
“sihir“ bozdurmak, “muska“ yazdırmak, “tılsım“ yaptırmak, “afsunlanmak“
için diyar diyar, semt semt hoca(!) arayanlar, dileğinin yerine
gelmesi için türbe ve evliya mezarlarını/yatırları dolaşanlar, kızının
nasibini açtırmak için il il üfürükçü arayanlar azımsanmayacak kadar
çoktur. Göğüse ve göbeğe muska yama cür’et ve ahlâksızlığına
tevessül edenler ve bunların tuzağına düşüp pişmanlığını sineye
çekenler de az değildir. Kimi yerde gelin, kocasının evine girerken
“kaynanasının iki bacağı arasından geçerse saygılı olur“diye inanılmak,
dolayısıyla insan onuru ayaklar altına alınmaktadır. Kimi yerde
de “yeni doğan çocuğun ilk dışkısı, cin çarpmasın, nazar değmesin
diye, yattığı odanın eşiği altına konulmakta, bazı yerlerde de bebeğin
beşiğine mezarlıktan toprak getirilerek konulmaktadır.
ATALAR YOLU
- 67 -
Kurşun dökmek, muska ve nazar boncuğu takmak gibi eski
hurâfe ve bâtıl inanışların yanında; modern hurâfe ve çağdaş
bâtıl inanışların da sosyete çevreleri, üniversite öğrencileri ve Batı
kültürüyle yetişmiş insanlar başta olmak üzere, toplumda giderek
yaygınlaştı(rıldı)ğını belirtmek gerekiyor. Burç taşları, şans ve
uğur getireceğine inanılan çeşitli taş, yüzük, kolye veya boncuklar,
sinema filmleri veya tv. dizilerindeki kahramanlara ait resim
ve aksesuarlar, muska yerine uğur ve şifa kolyeleri, taşları, nazar
değmesin diye elini kulağına tutup tahtaya vurmalar, aksırınca
“çok yaşa“demeler ilk sayabileceğimiz modern gereçler ve tavırlardır.
Tabii, bunların yanında cinciliğin modern şekli olan medyumluk,
falcılığın bin bir çeşidi, burçların ve gök cisimlerinin insan
kaderi üzerinde etkisi olduğuna/tanrılığına inanmanın bir yansıması
olan burç falları, müneccimliğin modernize edilmiş şekli
olan astroloji, felekle ve feleğin kadere etkisiyle ilgili inanış ve
deyimler, ruh çağırma ve reenkarnasyon inanışları, insanın maymun
soyundan geldiğine inanmak, İmanî hakikatlerin çoğunun
bilimsel olmadığı, bilimin tek doğru ve gerçek mürşit olduğunu
kabul, tabiat/doğa veya tesadüfe yaratıcılık atfetmek gibi bâtıl
inanışlar ve modern hurâfeler...
Türbe ve yatırlardaki mantık dışı hurâfelerin çağdaş ve modern
şekillerini de televizyon izleyen herkes görmekte, mâtem törenlerini,
andiçmeleri... bilmekte. Simokinli resepsiyonlar, tuhaf, saçma
ve İslâm dışı kuralları olan törenler, seromoniler, âyinler, tapınmalar...
Kolej ve üniversite mezunlarının keplerini havaya fırlatmaları,
kıyâfet dayatmaları vb. zorunluluklar da resmî hurâfeler olarak
sayılabilir. Bütün bunların yanında kapitalizm, komünizm, kemalizm,
laiklik gibi her türlü beşerî ideolojiler, İslâm’a ters dünya görüşleri
ve felsefî anlayışlar, tâğutî yaklaşımlar, Bel’amca yorumlar
çağdaş bâtıl inançlar ve modern hurâfelerdir.
Yozlaştırılan Din; Halkın Dini ve Hakkın Dini
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun!’ denilse, ‘Hayır, biz atalarımızı
üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!’ derler. Peki ama, ataları bir şey düşünmeyen,
doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (atalarının yoluna
uyacaklar)?” 138. Aklı olmayan kimsenin dini de yoktur: “Allah’ın
izni olmadan hiç kimse inanamaz ve (Allah) pisliği (azâbı ve rezilliği), akıllarını
kullanmayanlara verir.” 139
138 2/Bakara, 170
139 10/Yûnus, 100
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 68 -
Bizden önce yaşayan atalarımızdan bize intikal eden mirasın
içinde hem doğruların, hem de yanlışların olabileceğini kabullenmek
gerekir. Bize intikal eden miras, hem bazı doğruları, hem de
bazı eksiklik ve yanlışları içermektedir. Bu miras, çeşitli siyasî ve
itikadî tartışmaların yoğun olduğu bir ortamda doğup yine çeşitli
siyasî entrikalardan geçmek sûretiyle bize ulaşmıştır. Bu mirasın
intikalinde çok samimi kimseler olduğu gibi; çok bağnaz kimselerin
de olduğunu unutmamalıyız. Bize intikal eden mirasın sahiplerinin
de birer insan olduklarını, yanılabileceklerini kabul etmeliyiz.
O halde bize intikal eden mirası analiz etmeden, araştırmadan,
Kur’an ve sahih sünnet terazisinde tartmadan, nakil ve akıl sağlamalarından
geçirmeden kabul etmemek gerekir.
İslâm dünyasında insanlara, müslümanlara yön veren kimselerin
değişmeyen dinin temel esaslarıyla değişen ve değişmesi gereken
özellikleri ayırt edebilmesi ve kendilerini sürekli yenilemeleri
gerekir. Dengelerin kısa sürede değiştiği bir dünyada mü’minlerin
pasif kalmaları, tamamıyla nakilci/taklitçi/şerhçi ve düşünemeyen
kimseler olmaları, din açısından üzücü bir olaydır. Böylesi
bir tablonun sorumlusu, bu insanların kendileridir. Çünkü Allah,
Kur’an’da hayra doğru değişmenin mutlak sûrette gerçekleştirilmesi
gerektiğini beyan etmektedir: “Bir toplum, kendi durumlarını
değiştirmedikçe şüphesiz Allah da onların durumunu değiştirmez. Allah
bir kavme kötülük murad ettimi artık onu geri çevirecek yoktur. Zaten
onların, O’ndan başka koruyup kollayanları da yoktur.” 140
Her konuda analizci, araştırıcı olmamız gerekir. Câhiliyye
Araplarının yaptığı gibi hayra doğru değişmeye, yenilenmeye
karşı olmak, ataların yolunu körü körüne taklit etmek demektir.
Câhiliyye Araplarına tebliğ edilen gerçek dine karşı çıkanların tavrı,
tamamıyla İslâm’a karşı mücâdele olmuştur. Âyet-i kerimelerde
de sık sık atalar dinine körü körüne bağlılığın kötülüğünden söz
edilir. Bu bağlılığın ne kadar tehlikeli olduğu vurgulanır. Bu tehlike,
müslümanlar için de söz konusudur. Kur’an ve sünnete bağlı
kalmakla birlikte, çağın dilini ve çağın gündemini kendi lehimize
kullanmak zorundayız.
“Hayır, (ne bilgileri var, ne de kitapları.) Sadece: ‘Biz, babalarımızı bir
din üzere bulduk; biz de onların izinden gidiyoruz’ dediler (Bütün delilleri
bundan ibâret). İşte, böyle senden önce de hangi memlekete uyarıcı
gönderdiysek, mutlaka oranın varlıklıları: ‘Biz babalarımızı bir din üzerinde
bulduk; biz de onların izlerine uyarız’ derlerdi. Ben size, babalarınızı
üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi
140 13/Ra’d, 11
ATALAR YOLU
- 69 -
bana uymazsınız)?’ deyince, dediler ki: ‘Doğrusu biz, sizinle gönderilen
şeyi inkâr ediyoruz.’ Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların
sonu nasıl oldu?” 141 “Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: ‘Babalarımızı
bu yolda bulduk. Allah da bize bunu emretti’ derler. De ki: ‘Allah kötülüğü
emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” 142
Hz. Peygamber (s.a.s.), müşrik Araplara yepyeni bir din sunmamıştı.
Çağın ihtiyaçlarına cevap verecek bazı yenilikleriyle bu
din; İbrâhim’in (a.s.) ve ondan önceki peygamberlerin getirdiği
Tevhidin/hak dinin aynısı idi. Ancak müşrikler İbrâhim’in (a.s.)
dininin kalıntıları ve kırıntıları üzerine atalarının hurâfe ve bâtıl
inanışlarının inşâsı ile yeni bir din çıkarmış, onların tâkipçileri de
araştırıp soruşturmadan aynı şeyi taklit etmişlerdi. Allah’ın dinine
isnad edilen bu yanlışlıkları ortadan kaldırmak için Allah Teâlâ
bir peygamber gönderdi. O’ndan sonra artık bir peygamber gelmeyecek
ama, Hz. Muhammed (s.a.s.)’den bize kalan tertemiz ve
dupduru iki kaynak var (Kur’an ve Sünnet). Bu iki kaynak, devamlı
bulandırılmak istendi. İlkine kimse dokunamadı, çünkü onun her
her şeye kaadir bir koruyucusu var. “Kur’an’ı kesinlikle Biz indirdik;
elbette onu yine Biz koruyacağız.” 143
Ancak, ikincisi için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Peygamberimiz
(s.a.s.) bu konuda şöyle buyurur: “Kim Benim adıma
yalan söylerse (hadis uydurursa) cehennemdeki yerine hazırlansın.” 144
Buna rağmen insanlar bu kaynağı devamlı bulandırmaya çalışmış
ve O’nun adına zaman zaman hadis uydurulmuştur. İslâm toplumunun
içinde bulunan münâfıklar, İslâm kisvesi altında müslümanların
kafasına şüpheler sokmaya çalışmış; bunun yanında hadis
uydurma cür’et ve cesâretinde bulunamayanlar da kanaatleri
doğrultusunda hikâye, kıssa ve menkıbeler uydurarak kafalarına
göre bir İslâm şekillendirmeye çalışmışlardır.
Hikâyecilerin İslâm tarihinde yaygın bir yeri vardır. Hz. Ali, bu
kıssacıları câmiden kovmuş, onların bu yolla din kaynağını bulandırmasına
izin vermemiş, ama ondan sonra yine bu olay devam
edegelmiştir. Felsefecilerin, Kelâmcıların, tasavvufçuların kaynağa
soktukları yanlışlar, halkın hikâye ve hurâfelere düşkünlüğü,
İslâm’a vahiyden ayrı bir kimlik ortaya çıkardı. Her ne kadar, ana
141 43/Zuhruf, 21-25
142 7/A’râf, 28
143 15/Hicr, 9
144 Buhârî, İlim 38, Cenâiz 33, Enbiyâ, 50, Edeb 109; Müslim, Zühd 72; Ebû
Dâvud, İlim 4; Tirmizî, Fiten 70, İlim 8, 13, Tefsir 1, Menâkıb 19; İbn Mâce,
Mukaddime 4; Dârimî, Mukaddime 25, 46; Ahmed bin Hanbel, 2/47, 83,
133, 150, 159, 171
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 70 -
kaynakları bulandırmadan, dini eksiltme ve ona ilâvelerde bulunma
gibi cinâyetleri işlemeden, sahih din anlayışı; her asırda az
veya çok insan tarafından takip edilse de, genel halkın çoğunluğu
vahyi yanlış anlamış insanlardı.145 Bu konuda suçun büyüğü, halktan
daha çok, onlara yanlış dini öğreten, ya da halkın yanlışlarını
düzeltmeye çalışmayan etkili ve yetkililerde, şeyh, başkan, ağabey,
hoca ve tebliğcilerdedir.
“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiğinde, ‘hayır, biz atalarımızı
üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ derler. Ya ataları bir şey düşünmeyen,
doğru yolu bulamayan kimseler olsa da mı?”146 Bizim
dinimiz, acezelerin, meczupların dini değildir. Geleceği beklerken
bu gününü unutanlar da bize yabancıdır. Atalarının dinleri, yaptıkları
ile övünmekle yetinenler de. Çünkü peygamber oğlu olmak
bile kurtuluş için yeterli değildir. Dinimiz, geçmişin sanıkları ve
tanıkları kaybolmuş dâvâlarının kavgasından da ibâret değildir.
Din, Allah’ın, Peygamberi vâsıtasıyla bize bildirdiği, eksiği ve fazlası
olmayan Kitapta yazılı olandır; Peygamber’in bize tebliğ ettiğinden
ibârettir. Hz. Peygamber ve O’nun dostları, bize bu dinin
pratiklerini göstermişler ve O’nun sahih sünneti tevârüs edilerek
bize ulaşmıştır.
Toplumların câhiliyye dönemlerinden kalma gelenekleri dinimizin
bir parçası değildir. Kuşkusuz onların, tevhide/vahdâniyete
karşı olmayanlarını koruyabilir ve geliştirebiliriz. Ancak, kendi
atalarımızdan, ırkımızın ve halkımızın geleneklerinden gelen her
özellik dinimizin bir parçasını oluşturmayacaktır. Atalarımızın yaşadıkları
zaman, mekân ve şartlar farklıdır. Geçmiş zamanı tekrar
etmek mümkün değildir. Biz bu gün Kur’an’ı, burada ve bu şartlarda
yaşamak, onun için de eskiyi tekrar etmek değil; yeniden,
Kur’an’da belirtilen sorumluluğumuzu asrın idrâkine söyletmek
zorundayız. Uzunca süren bir fetret döneminin, esâret, yoksulluk
ve sapma döneminin ardından, bu gün dini anlama ve yaşama
mücâdelesinde yığınla İsrâiliyat ve nefsimize kolay gelen, atalarımızın
örflerinden yola çıkarak Kur’an’ı te’vil etmeye kalkışmak,
bizi çok farklı mâceralara sürükleyebilir. Bugünkü iletişim akışı
içinde, medyanın; uzun boyluları cüce, cüceleri uzun boylu gösteren,
hâinleri kahraman, kahramanları hâin olarak tanıtan konkav
ve konveks aynaları arasında gerçeği yakalamak için yoğun çaba
göstermek zorundayız.
145 Abdurrahman Çobanoğlu, İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller,
s. 47-52
146 2/Bakara, 170
ATALAR YOLU
- 71 -
Eskilerin 32 ya da 54 farzdan ibâret din telakkileri ile bu günü
açıklamak mümkün değildir. Daha önceki dönemlerin siyasal ve
sosyal şartları içinde şekillenen din anlayışının, günümüzde dini
yeniden aslî yapısına döndürme gayreti içindeki insanlar için kesin
ve mutlak bir örnek teşkil etmesi düşünülemez. Ancak, tarihî
bilgi ve belgeler, tarihî tecrübeler de hiçbir zaman görmezlikten
gelinecek olaylar değildir. Gelenekleri aynı ile tekrarlamaya çalışmak
gibi, geleneklerden kesin olarak koparak, geçmişi, geçmişin
birikim ve tecrübelerini görmezlikten gelmek de bize bir şey kazandırmaz;
çok şey kaybettirir.
Tarih, övgü ya da sövgü kitabı değildir. Sanıkları ve tanıkları
kaybolmuş bir dâvâda kahramanlar ve hâinler üretmek, bize bir
şey kazandırmaz. Onlar, bizden önce gelip geçen bir topluluktu,
onların yaptıkları onlara, bizim yaptıklarımız bizedir. Tarihi, bugünümüzü
inşâ ederken bir tecrübe alanı olarak ciddiye almamız
gerekir. Kahramanlar üretmek adına ihânetleri görmezlikten gelmek,
ihânetlerden söz ederken faziletleri görmezlikten gelmek,
tarihte kalanlar için hiçbir şeyi değiştirmez; ama bize birçok şeyi
kaybettirir. Tarihi, bu günlerini ispat için malzeme olarak kullananlar
ve tarihî gerçekleri çarpıtanlar, hem kendi geleceklerini ve
hem de toplumun geleceğini karartırlar. Zaman içinde doğruluğunu
kanıtlamış, insanların ortak faziletini oluşturmuş, berraklaşmış
değerlere elbette sahip çıkmak, dürüst herkes için ahlâkî bir
görevdir.
“İnsanlardan kimi de vardır ki, ‘Allah’a ve âhiret gününe inandık’
derler; oysa inanmamışlardır. Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar.
Hâlbuki yalnız kendilerini aldatırlar da farkında olmazlar. Onların kalplerinde
hastalıkr vardır...” 147 Nasıl, kimi zaman insanlar katil ruhlarının
üstüne cihad elbisesi giyerek din adına cinâyetler işleyebiliyorsa,
kimi zaman da şeytan aklımızı çelip bize birtakım fantezileri din
gibi göstererek onları kafamıza sokmaya çalışmaktadır.
“Onlar kalbimiz temizdir” diyerek kendilerini aldatmaktadırlar.
Hayatlarına, dinlerine göre yön vermek yerine, hayatın içinde
buldukları şeyleri kendileri için din haline getirmektedirler. İslâm
adına rasyonalizm, İslâm adına demokrasi, İslâm adına sağcılık,
İslâm adına solculuk, İslâm adına Kemalizm, İslâm adına laiklik...
İslâm’ın neyi kabul edip neyi kabul etmediğini nerede ise Allah’ın
rızâsı değil; çağın icapları tayin etmekte ve çağın icaplarına göre
te’vil edilmek sûretiyle sürekli değişen bir din anlayışı ortaya çıkmaktadır.
147 2/Bakara, 8-10
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 72 -
Elbette Kur’ân-ı Kerim, kıyâmete kadar bâki kalacağına göre,
çağın getirdiği yeniliklere karşı İslâm’ın mesajı olacaktır. Müslümanların
bilgileri ve tecrübeleri geliştikçe Kur’ânî anlayışları
da gelişecektir. Ancak, burada çağın gereklerinden yola çıkarak
Kur’an’ı te’vil etmek değil; Kur’an’dan yola çıkarak çağı yorumlayıp
onu meşrû bir yoruma tâbi tutmak zorundayız. Reddettiğimiz
şeyin doğrusunu, savunduğumuz şeyin delillerini ortaya koymamız
gerekir.
Birinci yolda, yani çağın gereklerini din zannetmede bireyin
aktif, entelektüel bir katılımı yoktur. Sadece dinini te’vil etmek
sûretiyle edilgen bir yola girmektedir. Şuurlu bir müslüman ise,
İslâmî sorumluluk şuuru ile olayı yeniden yorumlamak ve onu tashih
ederek ona yeni bir biçim vermek durumundadır. Sağcılığın
dine eklenmesi, ya da Arap ülkelerindeki ve özellikle Libya’daki
solcu müslümanlık iddiaları, dini te’vil gayreti, dini moda akımlarla
sentez etme gayretini belgelemektedir.
Demek ki sentezcilik modası, sadece dini ırkla sentez etmek
değil; dini şahsî kanaatlerimiz, lider ve örgütlerimizle ve de aynı
zamanda, birtakım çağdaş felsefî akımlar, moda ideolojilerle, kavramlarla
sentez etme gayretleri de gözükmektedir. Bütün bunlara
karşı uyanık olmak zorundayız. Eğer her şeyi bu kadar birbirine
karıştıracak olursak, sonra bu işin içinden çıkamayan insanlar, bal
peteğindeki lafza-i celâl yazısının hikmeti üzerinde gereğinden
fazla kafa yorarak, imtihan olmak için geldikleri dünyanın gerçeklerinden
koparlar ve sorumluluk duygusunu yitirerek inançlarını
eyleme dönüştürme irâdesini kaybederler.
Hacca giden biri teraziye el sürmemeli imiş. Artık o, Allah
adamı olduğundan, dünya menfaati ile işi olmazmış. Kim uydurmuşsa...
İyi bir tüccar, nebîlerle birlikte haşrolmayacak mı? Bizim
dinimiz, bu dünya ile ilgilidir. Bize âhiretin sırlarını açıklar; ama ve
bu dünyada yaşanmak üzere, bu dünyadaki insanlar için inmiştir.
Câmide dünya kelâmı konuşulmazmış. “Din nasihattir (nasihatten
ibârettir).” 148 diyen bir dinin tebliği, anlaşılması için dünya
kelâmı konuşmadan nasıl nasihatleşeceğiz? Câminin asr-ı
saâdetteki hayatın hemen her alanıyla ilgili fonksiyonu, dünyayı
ve dünya kelâmını dışlayarak nasıl icrâ edilecektir? Din ve dünya
işlerini birbirine karıştırmayacakmışız. Gerçeğini bilmediğimiz
âhiret işlerine bu dünyayı nasıl karıştırabiliriz ki!? Bizim dinimiz
konuşmamızı, ticaretimizi, ekonomik ve sosyal ilişkilerimizi, her
şeyi kapsar. Yaptığımız ve yapmamız gerekirken yapmadığımız,
148 Müslim, İman 55; Ebû Dâvud, Edeb 67
ATALAR YOLU
- 73 -
söylediğimiz ve söylememiz gerekirken söylemediğimiz her şeyi!
Kimine göre din sadece vicdan özgürlüğü gibi bir şey. Bunlar
din ve vicdan özgürlüğünün ayrı ayrı şeyler olduğunu bile bilmeyecek
kadar zekâ sorunu olan insanlar... Din Allah’la kul arasında
imiş. Bu din, kimin dini ise, kim uydurdu ise... Her din, kendi bağlılarını
birbirleri arasında hukuk sahibi kılar. Onlarınkisi şeytanın
uydurduğu hayal âleminde olan bir din... Elbette kimsenin kalbini
yarıp bakmadık ama, Allah’ın kitabı Kur’an, müslümanları kardeş
yapmak sûreti ile birbirleri üzerinde hak sahibi yapmadı mı?
Dini dünya hayatının dışına itme iddiası, şeytanı bile güldüren
bir komedi olsa gerekir. Allah, peygamberlerini bizim gibi birer
beşer olan insanlardan seçip gönderdi. Dinin bütün hükümleri,
bu dünya içindir, bu dünyada uygulanır. Âhiret, sadece geleceğe
ilişkindir; cennet ve cehennem, bu dünyadaki amellerimizin
sonucu olarak varacağımız yerdir. Bu gün yaşanacak gerçek, bu
dünya ile ilgilidir. Öbür kısmı, haber verilen gerçektir. Dini dünya
hayatından soyutlamak, dini yok etmekle eş anlamlıdır. Bu bir
inkârdır, küfürdür!
Onlar bilmedikleri bir dine iman ettiklerini sanıyorlar. Onu
kendi gönüllerince süslüyor ve ona şeytanlarının söylediği şekilde
bir muhtevâ kazandırıyorlar. Eski putperest toplumlarda zenginlerin
kendi adlarına özel tanrılar, özel putlar edinmeleri gibi...
Din, onlar için bir nazar muskası gibi bir şeydir. Kalplerinin temiz
olduğunu sanıyorlar, ama şeytan kalplerine yuva yapmış. 149
Bu Din Benim Dinim Değil!
Bugün okullarda öğretilen mecburî din ve aynı şekilde câmilerden
halka empoze edilmeye çalışılan, yine dinde reform gayreti
sahiplerinin yaymaya çalıştıkları sahte bir din sözkonusudur.
Bu sahte dinle bırakın müslüman olmayı, hıristiyan olmak bile
mümkün değil. Hatta dinsiz bile olunamaz, ancak din düşmanı
olunabilir. Bugün hıristiyan misyonerliğinden daha korkunç olan
radyodan, TV’den, kimi bürokratların, sözde aydınların ağzından
kafasını uzatan şeytanın tebliğ etmeye çalıştığı bu sahte dindir.
Amaç, devletle uyumlu yeni bir müslüman(!) tip yetiştirmek.
Yeni Türk müslümanının standartlarını düzen ve kemalist ilkelerle
tesbit edip TSE damgalı bir din oluşturmak. Bu standartların
dışındaki dine “irticâ” damgası/yaftası vurarak onu yasaklamak.
Cumhuriyet çocuğu, demokrat, laik, Atatürk ilkelerini benimsemiş,
149 A. Dilipak, Bu Din Benim Dinim Değil, s. 49-52
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 74 -
Türk standartlarına uygun, düzenle uyum içinde, etliye sütlüye
(tabii zâlimlere ve sömürücü tâğutlara) karışmayan müslüman(!)
vatandaşlar yetiştirmek.
Laiklik, batı kökenli bir kelime... Batı şartlarında ortaya çıkmış
ve o şartlarda mümkün olan bir şey. Kaldı ki, bugün birçok
batılı ülke laiklik ilkesine bağlı değil. Hele Türkiye’deki laiklik, onlar
için çok yabancı. Ama müslüman Türk halkı ille de laik olmak
zorunda... Laikliği batı şartlarında bile mümkün kılmak sorunken,
müslüman bir toplumda nasıl mümkün olabilir? 23’den beri bunun
yolu aranıyor. Önce dini yasaklamak istediler, olmadı. Kaleyi
içeriden fethetme yolunu denediler, tutmadı. Okullara zorunlu
din dersi koyarken, maksatları, dini yaymak ve güçlendirmek
değil; halkın elindeki kitabı almak mümkün olmadığına göre,
dini öğreten kitabı kendileri yazıp öğretmek, dini yeniden yorumlamak
ve standardize etmek.
Türkiye ille de laik olacaktı ya, devlet değişmeyeceğine göre,
din devlete uymalıydı. Batılı anlamda bir laikliği mümkün kılmak
için imamın papaza, caminin kiliseye, Kur’an’ın da İncil’e benzemesi
gerekiyordu. Bütün gayret de onun için… Yani, hıristiyan
gibi (hatta dinsiz gibi) yaşayacak, yine de müslüman gibi ölüp törenle
müslümanca gömülecektiniz… Âhiret, dinin alanına girdiği
için, öldükten sonra imama teslim olacaktınız; yaşarken Sezar’lara,
tanrının tüzel kişilik kazanmış hali olan iktidar irâdesine! Bu,
aslında laiklik filan değil; doğrudan doğruya din düşmanlığı idi
aslında.
Liselerde Din Dersi Eğitimi ve Ders Kitapları: Resmî anlayışa
göre laiklik, kesin doğru olduğu için, laiklik müslümanlığa değil;
müslümanlık laikliğe uydurulacaktı. İşte, zorunlu din dersleri bu
irâdenin eseri idi. Elbette bu Din dersi de bu temel felsefenin ürünü
olacaktır. Türk milli eğitiminin temeli ve alâmet-i fârikası “gökten
indiği söylenen kitaplardan ilham almayacaktır!” Atatürk’ün
müslümanlara hoş gelir gibi gözüken sözleri ise, icraatta ve pratik
hayatta, o zamanın şartlarına göre söylenmesi gereken politikacı
Atatürk’ün sözleri olarak mülâhaza edilerek, resmî belgelere
geçen ve bizzat Atatürk’ün özel hayatında ve düşüncelerinde ifadesini
bulan din telakkîsi esas alınacaktır.
İlköğretim ve Ortaöğretim kurumlarında okutulan Din
Kültürü ve Ahlâk Bilgisi ders kitaplarında en fazla iktibas edilen
görüş Atatürk’ün görüşleridir. Bunu âyet ve hadisler izlemektedir.
Atatürk’ün görüşleri, hem metin aralarında, hem de ayrıca blok
olarak geniş ve uzun bölümler halinde verilmektedir.
ATALAR YOLU
- 75 -
İlköğretim ve Liselerde (tabii İmam-Hatip Liselerinde de) okutulan
Din derslerindeki konular: Biraz İnkılap Tarihi, biraz Yurttaşlık
Bilgisi ve biraz da dinlerin ortak yönlerinden birkaç örnek;
yalan söyleme, hırsızlık yapma, israf etme, âmirlerine itaat et.
Taassup yasak. Meselâ kadınların cemiyete karışmalarına karşı çıkmak
taassuptur. Atatürk taassubu reddeder, Kur’an da, peygamber
de reddeder. Kur’an, “âmirlerinize itaat ediniz” der...
Meselâ, kitaplarda fâiz, cihad, başörtüsü, şarap gibi şeyler yok.
Bir öğrenci, “mâdem namaz farz, namaz kılmak istiyorum” dese,
disipline verilir: “Ne demek istiyorsun sen?! Din, kalp temizliğidir.
İlim ibâdetten önemlidir. Nöbet ibâdetten önemlidir!...”
Hakikatin kaynağı ve ölçüsü, Atatürk’ün sözleri olduğu için,
zorunlu din derslerinin kaynağı da bulunmuş. Atatürk diyor ki:
“Her fert, dinini, dininin buyruklarına uymayı, imanını öğrenmek
için bir yere muhtaçtır. Orası da okuldur.” Mâdem öyle, haydi dinin
pratikleri için okullarda açsanıza mescidleri... İşleri geldiği yerde,
işlerine geldiği kadar, işlerine geldiği zaman... İsterlerse kitaplarının
bu sayfasını okurlar, isterlerse başka bir sayfasını. Herkese
göre hazır sözleri vardır.
Ne diyordu Celal Bayar: “Atatürk’ü sevmek ibâdettir.” Bu
adamların gözünde Atatürkçülük bir dindir. Sevgileri bir tapınmanın
tezâhürüdür. Bu kişilerin kafasına göre Türkiye’de Kemalist
teokrasi vardır. 1948’de basılan Türk Dil Kurumu’nun Türkçe
Sözlüğündeki din maddesi de öyle değil mi idi: “Kemalizm: Türklerin
dini.” Haydi öyle ise laiklik adına Atatürkçülüğü devletten
ayırsanız ya! Türbeleri ziyaret gericilikti. En büyük anıt mezarı
onun için yapıp mezar ziyaretini devlet töreni haline getirdiler.
Atatürk’ün din hakkındaki görüşleri ve dine konu olan olaylarla
ilgili düşünceleri Din dersi kitaplarında çok geniş yer kaplamaktadır.
Atatürk iyi bir müslüman mı, yoksa TSE damgalı bir dinin,
Allah ve peygamberden önce ya da sonra gelen bir diğer şartı
mı?... Burada öyle anlaşılıyor ki, asıl belirleyici olan Atatürk’tür.
Çünkü Kur’ân-ı Kerim ya da peygamberin sözlerinden Atatürk
ilke ve inkılapları ile çelişenlerin bu kitaplarda yeri yoktur ve olamaz
da. 150
Modern Hurâfe ve Bâtıl İnanışlar İçin Diğer Bir Örnek
Kemalizm; Resmî Din mi? Atatürk’e Tanrı veya Peygamber
Diyenler: Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin dine bakış tarzını
öğrenebilmek için, önce, okullarda çocuklarımıza okutulan tarih
150 Abdurrahman Dilipak, a.g.e. s. 52-62
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 76 -
kitaplarına, sosyoloji kitaplarına bakmak lâzım. İstanbul’da 1931
yılında, Devlet Matbaası’nda bastırılan Orta Zamanlar Tarihi’nde
İslâmiyet ve Hz. Peygamber (s.a.s.) aleyhinde yazılanlar, en koyu
münkirleri bile utandıracak seviyesizliktedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında,
devletin resmî ideolojisinde İslâmiyet’in yeri yoktur. Çünkü
“İslâm birtakım zevâta göre eskimiştir!”, “Hz. Muhammed
(s.a.s.) nihayet bir çöl bedevîsidir”, “İslâmiyet’in yerine yeni bir din
koymak lâzımdır ki, o da Kemalizmdir.” Nitekim Edirne milletvekili
Şeref Aykut’a göre Kemalizm dininin altı esası, altı oktan ibaretti.
Yani “Kemalizm dini, cumhuriyetçilik, milliyetçilik, inkılâpçılık,
devletçilik, laiklik ve halkçılık prensiplerine dayanmalıydı.”
Kemalizmin, yeni bir din olarak yayılmasında Şeref Aykut
yalnız değildi. İyi ama bu dinin peygamberi kim olmalıydı? Bu
sorunun cevabını Behçet Kemal Çağlar verdi: Mustafa Kemal
Atatürk! Behçet Kemal, Süleyman Çelebi’nin meşhur Mevlid’ini
Atatürk’e uydurmakta ve çıktığı Anadolu il ve ilçelerinde, başına
topladığı kalabalıklara Atatürk Mevlidi’ni okutmakta hiçbir sakınca
görmedi.
Kemalizm dininin yeni öncüleri ise, imanın altı şartı olan
İslâm âmentüsü karşısına, Kemalizm’in yeni âmentüsünü çıkardılar.
Bazı devlet kuruluşlarında bastırıp dağıttıkları bu devrimci(!)
âmentüyü şöyle yazarak ilân ettiler:
“Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var
eden Mustafa Kemal’e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına,
mücâhit analarına ve Türkiye için âhiret günü olmayacağına
iman ederim.”
Halk, “halkçı” Kemalistlerin bu dehşetli dalkavukluklarından
nefret ediyordu. Din ve dünya işlerini birbirinden ayırmaya çalışan
Atatürk ise, kendisine takılan bu dinî sıfatlar karşısında şaşırıp
kalıyordu. 151
Bid’at; Anlam ve Mâhiyeti
‘Bid’at’, ‘ibdâ’ kökünden türemiştir. İbdâ, önceden yapılmış bir
şeyi örnek almaksızın yapma ve icat etme demektir. Buna göre
‘bid’at’ sözlükte, daha önceden bir örneği olmaksızın yapılan,
sonradan icat edilen şey (muhdes) demektir.
Kavram olarak ‘bid’at’; Şeriata karşıt olması sebebiyle onunla
ters düşen ve onda bir fazlalık ya da noksanlığa neden olan şeydir.
Bid’at Sünnetin zıddı olarak kullanılmaktadır ki, Şârî’nin (din
151 Yavuz Bülent Bakiler, İslâmiyat cilt 3, sayı 3, Temmuz-Eylül 2000
ATALAR YOLU
- 77 -
koyucunun) açık ya da dolaylı, sözlü ya da fiilî izni olmaksızın,
dinde sahâbeden sonra ortaya çıkan eksiltme ya da fazlalaştırmadır.
Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “(Dinde) Sonradan ortaya
çıkan her şey bid’at’tır; her bid’at dalâlettir/sapıklıktır ve sapıklık
insanı ateşe sürükler.”152; “Allah (c.c.) bid’at sahibinin, orucunu, namazını,
sadakasını, haccını, umresini, cihadını, (hayır yoluna) harcamasını,
şâhidliğini kabul etmez. O, kılın yağdan çıktığı gibi dinden çıkar.” 153
Bu kadar tehlikeli ve imandan ayırıcı olan bid’at konusunda
müslümanların doğal olarak duyarlı olmaları gerekir. Allah (c.c.)
kendi dini olan İslâm’ı peygamberinin tebliği ile insanlara ulaştırmış
ve onu tamamlamıştır.154 Hz. Muhammed (s.a.s.) yaşayarak ve
uygulayarak İslâm’ın ne olduğunu ortaya koymuştur. Hiç bir insanın
bu dine müdâhale hakkı yoktur; kimse ne dinden eksiltme
yapabilir ne de ona bir şey ilâve edebilir. Sonradan ortaya çıkan
ve yetkili ilim adamları tarafından yapılan ictihâd (fetvâ verme)
ise, dine ilâve değil; dinî hükümleri sistemleştirme ya da yeni sorunlara
Kur’an ve hadislerle cevap bulabilme gayretidir.
Ancak, değişen zamana göre, gelişen ilimler doğrultusunda
yeni yeni şeyler icat edilir, yeni buluşlar ve teknikler, hatta yeni
görüşler ortaya çıkabilir. Bid’at’ın sözlük anlamına takılarak, yeni
ortaya çıkan her şeye bid’at demek mümkün değildir. Bu hem
Din’i anlamamak, hem de Din’in mubah (helâl) alanını haksız olarak
daraltmak, Din’in uygulanmasını zorlaştırmaktır.
Bid’at’ı bu şekilde anlayanlar günlük hayata biraz da zorunlu
olarak giren yenilikleri bid’at kelimesiyle bağdaştırmanın yoluna
gittiler ve bid’at’ı, ‘hasene-güzel’ ve ‘seyyie-kötü’ diye ikiye ayırdılar.
Hatta bazı bilginler daha da detaya inerek bid’atleri; vâcip,
haram, mendup, mekruh ve mübah olmak üzerer beş kısma ayırmışlardır.
Bid’at’ı dar kapsamlı olarak, yani kavram anlamıyla alanlar,
onu inanç ve amellerde dine yapılan ekleme ve eksiltme olarak
tanımlamışlardır. Böyle düşünenlere göre, dinî bir özelliği olmayan,
insanların dünyalık işleriyle ilgili, İslâm’ın mubah dediği
alana giren şeyler bid’at kapsamında değildir. İnsanların örf olarak
yaşattıkları Din’e aykırı olmayan âdetler, sonradan gerek bir
152 Müslim, Cum’a 43, hadis no: 867, 2/592; Ebû Dâvûd, Sünne hadis no: 4606,
3/201; İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 45-46, 1/17; Nesâî, Iydeyn 22,
3/153
153 İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 49, 1/19
154 5/Mâide, 3
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 78 -
ihtiyacı karşılamak, gerekse ilmî araştırmalar sonucunda geliştirilen
icatlar, üretimler, bazı kurumlar, ya da fikirler bid’at alanının
dışındadır.
Kimileri, hasene (güzel) dedikleri bid’at’ı, Din’e bir ekleme
olarak ele almazlar. Bunu Peygamberimizin haber verdiği ‘güzel
bir çığır açma’ hadisine dayandırırlar. “Kim benden sonra terkedilmiş
bir sünnetimi diriltirse, onunla amel eden herkesin ecri kadar o kimseye
sevap verilir, hem de onların sevabından hiç bir şey eksiltmeden. Kim de
Allah ve Rasûlünün rızâsına uygun düşmeyen bir sapıklık bid’at’ı icat
ederse, onunla amel edenlerin günahları kadar o kişiye günah yüklenir,
hem de onların günahlarından hiç bir şey eksilmeden.” 155
Onlar, teravih namazını cemaatle ve yirmi rek’at kılınmasına
bid’at diyenlere Hz. Ömer (r.a.)’in “ne güzel bid’at!” demesini
delil olarak alırlar. Hâlbuki Hz. Ömer (r.a.) bid’ate güzel demedi,
tam tersine; “teravihin bu şekilde kılınması bid’at değildir. Eğer
siz kendi fikrinize göre ona bid’at diyorsanız, o zaman bu ne güzel
bid’at’tır” demek istemişti.
“Her yeni uydurma bid’at’tir” hadisinden, Dinin esaslarına, Hz.
Peygamber’in ve O’nun ilk dört halifesinin yollarına uymayan şeyler
anlaşılmalıdır. Bu bid’atler, Hz. Peygamber’in Sünnetinin ortaya
koyduğu ilkelerle uyuşmaz, onlara aykırıdır. Hatta bu bid’atler,
bir şer’î (dinî) hükmü kaldırırlar, yerine kendileri yerleşirler.
Bid’ati, iyi ve kötü diye ikiye ayırmayan, onu dar kapsamlı
yani kavram anlamıyla alanlar bu yorumlara katılmayarak derler
ki; Yukarıda geçen ‘Sünnetin diriltilmesi (ihyâ edilmesi)’ yeni bir
şey icat etmek değildir. Unutulmuş bir sünneti yeniden hayata
kazandırmaktır. Hz. Ömer’in (r.a.) terâvih namazıyla ilgili uygulaması
da yeni bir ibâdet çeşidi veya sonradan ortaya çıkmış bir
uydurma değil; örneği Peygamber’in hayatında görülen ve O’nun
tavsiye ettiği bir ibâdetin sürekliliğini sağlama düşüncesidir.
Bid’at Din’de temeli olmayan inançları ve ibâdet şekillerini
İslâmî bir kılıfla İslâm’a yamamaktır. İslâm dışı görüş, inanış ve
tapınmaları İslâm’a mal etmektir. Bunları yapanlar yaptıkları işin
Din’e aykırı olduğunu bile kabul etmezler. Bundan dolayı Süfyân-ı
Sevrî ve bazı âlimler şöyle demişlerdir: “Bid’at, İblis’e, mâsiyetten
(günâh işlemekten) daha sevimlidir. Çünkü bid’atin tevbesi olmaz,
hâlbuki kişi günâhından dolayı tevbe edebilir.” “Bid’atin tevbesi
olmaz” sözünün mânâsı şudur: Allah (c.c.) ve Rasûlünün (s.a.s.)
155 İbn Mâce, Mukaddime 15, hadis no: 209-210, 1/76. Bir benzeri için bk. Müslim,
İlim 16, hadis no: 2674, 4/2060; Tirmizî, İlim 16, hadis no: 2677, 5/45
ATALAR YOLU
- 79 -
ortaya koymadıkları bir şeyi din edinen kimseye amelleri süslü
gösterilir. O yaptıklarını doğru zannetmeye başlar. Kötü amellerini
güzel görmeye devam ettiği sürece de tevbe etmiş olmaz. Her
şeyden önce tevbenin başlangıcı; kişinin işlediği fiilin tevbe etmesi
gereken kötü bir amel olduğunu kabul etmesi, ya da tevbeyi
gerektirecek denli vâcip veya müstehab bir dinî emri terkettiğini
bilmesidir. Bir kişi, kendi yaptıklarını güzel görmeye devam ettikçe
tevbeye ihtiyaç duymaz.
Bid’at ehlinin tevbe etmesi, Allah’ın ona hidâyeti göstermesi
ile mümkündür. Bu da ancak kişinin bildiği Hakk’a uyması ile
gerçekleşebilir. “Bildiği ile amel edene Allah (c.c.) bilmediği şeyleri de
öğretir.”156 Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Doğru yolu bulanların
Allah hidâyetlerini artırmış ve onlara takvâlarını (Allah’tan korkup sakınmalarını)
vermiştir.” 157
Peygamberimiz’in deyişiyle bütün bid’atler merduttur (reddedilmiştir).
Hiç birinin İslâm’a göre bir değeri ve hükmü yoktur.
Çünkü böyle bir şey, İslâm’da eksiklik veya fazlalık olduğu düşüncesine
dayanır. Hâlbuki Din Allah (c.c.) tarafından insanlar için
beğenilip gönderilmiş ve tamamlanmıştır. Onda eksik veya fazla
bir şey yoktur. Bid’atçıların bir kısmı Kur’an’a ve Sünnet’e aykırı
inanç ve amelleri uydurup İslâm’a sokarlar, onları Din’denmiş
gibi sunarlar. Bazıları da İslâm’ı daha iyi yaşamak, daha dindar
bir müslüman olmak amacıyla yeni ibâdet ve inanış türleri uydururlar.
Her iki tutum da yanlıştır. İnsanlara düşen görev, İslâm’ın,
olmayan eksikliklerini bulup kendi akıllarınca o eksiklikleri gidermek
değil; İslâm’a hakkıyla teslim olarak ellerinden geldiği kadar
onu yaşamaktır. Unutmamak gerekir ki hiç kimse İslâm’ı Hz.
Muhammed’den (s.a.s) daha güzel yaşayamaz, O’ndan fazla dindar
olamaz.
‘Güzel bid’at, kötü bid’at’ tanımları net değildir. Hangi inanış,
hangi amel ve âdet bid’attır, hangisi güzeldir, hangisi kötüdür?
Bu gibi değerlendirmeler kişilere ve kültürlere göre değişebilir.
Bid’atin sınırlarını kim ve nasıl çizecek? Tarihte ve günümüzde
hemen hemen her grup (hizip) kendi düşündüğünün ve yaptığının
doğru, diğerlerinin yaptıklarını yanlış görmektedir. Herkes
görüşlerini ve eylemlerini Kur’an ve Sünnete dayandırma iddiasındadır.
Hiç kimse de yaptığının bid’at olduğunu kolay kolay kabul
etmez.
Onun için bu konuda da dikkatli olmak ve her şeye bilmeden
156 Ebu Nuaym, Enes b. Malik’ten, nak. İbn Teymiyye, Takvâ Yolu, s: 14
157 47/Muhammed 17; ayrıca bk. 4/Nisâ, 66-68; 57/Hadîd, 28; 5/Mâide, 16
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 80 -
‘bid’at’ demek, ya da o şey gerçekte bid’at ise onu da İslâm’dan sayma
yanlışlığına düşmemek gerekir. Kur’an’ı ve Hz. Muhammed’in
(s.a.s.) yaşayıp tebliğ ettiği Din’i iyi bilirsek; bid’atleri daha iyi tanıyabiliriz.
Peygamberimiz’den sonra ortaya çıkan bütün fikirlere,
icatlara, kurumlara, yani her şeye -kavram anlamında- bid’at demek
yanlış olduğu gibi, din kılıfı geçirilmiş sonradan ihdas edilmiş
şeyleri de kabul etmek mümkün değildir.
Meselâ, mezar ziyareti ibret verici ve sevaptır; ama, türbeye
veya mezarın yanındaki bir şeye çaput bağlamayı, mezardaki
ölüden bir şey dilemeyi nereye koyacağız? Zikir yapmak, Allah’ı
her an ve bütün ibâdetlerle anmak, hatırlamak Kur’an’ın emridir;
ama, kolkola girerek, yatıp kalkarak, ayılıp bayılarak, kendinden
geçerek, feryat ederek zikretme(!) davranışlarının delilini
nerede bulacağız? Âlimleri dinlemek, derslerinden, sözlerinden,
ahlâklarından ve ilimlerinden faydalanmak güzeldir, gereklidir
de. Ancak “bir âlime, bir şeyhe bağlanılmadan, ömür boyu onun
peşinden gidilmeden İslâm yaşanmaz“, “şeyhi olmayanın mürşidi
şeytandır“ gibi iddiaları nereye koyacağız? Ölünün arkasından
duâ etmek, onu hayırla anmak güzeldir. Ama onun arkasından
yapılan kırkıncı, elli ikinci gece ve mevlid merasimlerini hangi
âyete ve hadise dayandıracağız? İslâm’da biat (seçim), şûrâ, din
hürriyeti, hoşgörü ilkelerinden hareketle; şirk ve zulüm düzenlerini,
İslâm’a aykırı yapılanmaları İslâmî sayabilir miyiz? Hoşgörünün
sınırları; sapıklıkları, isyanları, Din’e hakarete varan tavırları
kabullenmek midir?
İslâmî olmadığı halde İslâm kılıfıyla sunulan bütün inanç,
amel, tavır ve anlayışlara karşı duyarlı olmak zorundayız. Bunlar
Din’den olmadığı halde ona sokulan bid’at ve hurafelerdir. Her bir
bid’at, müslümanın hayatından bir sünneti alıp götürür. Hz. Muhammed
(s.a.s.)’in Sünnetini iyi tanıyanlar ve onu bir hayat olarak
yaşayanlar bid’atlerin tuzağına düşmezler. 158
Bid’at, bir nesneyi yeniden peydahlamak mânâsına gelir. Örneği
ve benzeri olmayan bir şeyi ortaya çıkarmak, üretmek demektir.
Yeniden vücuda getirmenin olumsuz yönlerini ifade için
bid’at sözcüğü kullanılmaktadır. Türkçedeki “türedi” kelimesi,
bunun tam karşılığıdır. Kur’an’da bid’at kelimesinin kavramsal
ve kurumsal mâhiyette ele alındığı âyete bakarsak, konu daha iyi
anlaşılacaktır: “Sonra bunların izinden ardarda peygamberlerimizi gönderdik.
Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik, ona İncil’i verdik;
ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet vermiştik. Uydurdukları
158 Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 87-91
ATALAR YOLU
- 81 -
(ibtedeû, bid’at icat ettikleri) ruhbanlığa gelince, onu Biz yazmadık. Fakat
kendileri Allah rızâsını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği
gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. İçlerinden
çoğu da fâsıktır/yoldan çıkmışlardır.”159 Peygamberler tarihinde
bid’ate/türediliğe örnek olarak hıristiyan ruhban sınıfının icat
ettiği ve sonra da ilkelerine saygılı olmadıkları ruhbanlık gösterilmektedir.
Bid’atin omurgasını tanımamızı sağlayan bu âyet gösteriyor
ki, bid’atler:
1. İyi niyetle, Hak rızâsı kazanmak gâyesiyle icat edilebilirler;
bu, onların bid’at olmasını engellemez.
2. Bid’at olarak ortaya çıkarılan şeye bir süre sonra bizzat onu
icat edenler bile uyamazlar.
Böylece, dikkatler şu iki noktaya çekilmektedir: Bu dinin
Peygamber(ler)i de,160 kavramları ve kurumları da bid’at/türedi
değildir. Bu bir dindir ki, Yaratıcı onu ilk insanla başlatmış ve asırlar
boyunca insanı onun değişmez, zaman üstü ilkeleriyle eğitmiştir.
Bu ilkeler tüm peygamberlerin mesajlarında aynıdır. Kur’an bu
mesajları toplayan kitaptır. Kur’an’ın din dediğine, Peygamber’in
din dediğine eklemeler yapan, bid’atçılık/türedilik yapar ve uydurma
bir din icat eder. Tamamlanan, kemâle eren ve adına İslâm
denilen bir dinin161 bid’at/uydurma/türedi kişi, kurum ve kavramlara
ihtiyacı yoktur. O yüzden bid’ati bazı âlimler şöyle tanımlar:
“Kemâle erdirildikten sonra dinde ortaya çıkan nesneye denen
bid’at, dinde Peygamber’den sonra ortaya çıkan tutku ve davranışlardır.
Dinde ortaya çıkan eksiltme veya artırmalar için kullanılır.”
Bid’at, dinin vahye dayanan tespitlerine, buyruklarına, kabullerine
yapılan ekleme veya bunlarda vücuda getirilen eksiltmedir.
Buna göre bid’at, din bünyesinde sözkonusu olur. Hayatın diğer
alanlarındaki yeniliklerin bid’at kavramıyla irtibatlandırılması tam
bir saptırmadır. Hatta, diyânet denen ve dine getirilen beşerî yorumları
içeren alandaki yenilikler de bid’at kavramı içine girmez.
Bid’atin sözkonusu edilebilmesi için “din” bünyesinde yeni icatların
olması gerekir. Bid’at, dinde olmayan şeyi dine sokmaktır.
Bid’at, Allah’ın din olarak gönderdiğinde olmayan şeyi var göstermektir.
Bid’at, vahyin oluşturduğu tevhid anlayışına aykırı kabuller
icat etmektir.
159 57/Hadîd, 27
160 46/Ahkaf, 9
161 5/Mâide, 3
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 82 -
Yine, bid’atin hasenesi/güzeli olduğunu ifade etmek, temelden
yanlıştır. Güzel bid’at tâbiri, birçok olumsuzluğun gözden
kaçmasına yol açan bir maske tâbirdir. Ortaya getirilen bir yenilik,
dinde olmayan bir şeyi icat etmektedir; bunun güzeli olmaz. Dine
ekleme yapmanın güzeli olacağını söylemenin kendisi bid’attır.
Bir bid’ati ölçüt yaparak başka bir bid’ati tanımlayamayız. Ortaya
getirilen yenilik, dinle iligil değil de hayatın başka alanlarıyla
ilgili ise onun bid’at kavramıyla hiçbir ilgisi yoktur. Bid’at, eski örf
ve âdetlerin yerine yeni örfler koymanın adı değildir; dinin tesbitlerinin
yerine eski veya yeni herhangi bir âdeti koymanın adıdır.
Bazıları ne hikmetse, eski âdetlere bağlılığı bid’at saymazken
yeni âdetlere en küçük bir itibarı hemen bid’at ilan eder. Oysa ki
âdetin dinleştirilmesi, her hal ve şartta bid’attır. Bunun birkısmı
günah bid’ati olur, birkısmı şirk bid’ati. Ama güzel bid’at asla ve
asla olmaz. Âdetler dinleştikçe din de âdetleşir. Bunun sonu, dinin
tahribi ve saygınlığının yok olmasıdır.
Yaşadığımız toplumda bid’atler karşı çıkmak adına ortaya çıkıp
en yıkıcı bid’atleri üreten kişi ve zümreler hayli çoktur. Bunlara
göre bid’at, öncelikle eski kabullere aykırılıktır. Daha net bir
çerçeveden bakılınca bid’at, bu insanların mensup oldukları fırkanın
kabullerine ters her şeydir. Bunlar için olay “biz ve ötekiler”
olayıdır. Din, bunun sadece dokunulmazlığını sağlayan bir araçtır.
Bid’at suçlamalarında bulunanların çoğu, vahyin verilerini değil;
kendi mezhep, tarikat, cemaat, ırk veya bölgelerinin âdetlerini
esas alarak başkalarını bid’atle itham ettiler. Bid’ati Kur’an ve sahih
sünnete aykırılık olarak asla tanıtmadılar. Yani bid’atle mücadele
adı altında bir tür yozlaştırma yaptılar.
Allah’ın dininde eksiltme veya artırma yoluyla değiştirme olarak
ortaya çıkan bid’atin en kötü yanı, genellikle iyi niyetle sergilenmesidir.
Bu iyi niyet zemini, bid’atin toplumda revaç bulmasına
sebep olmakta, bunun sonucunda da sapma sessizce yerleşmekte
ve dine eklenen âdet ve alışkanlıklar dinleşmektedir. İman Süyûti
bu konuda şunları söyler: “Bid’atlerin bir kısmını, halkın ibâdet
ve Allah’a yaklaşma zannıyla yaptıkları oluşturmaktadır. Oysa ki
esâsında bunların terk edilmesi ibâdettir. Câhiller bunların görüntüsünün
ibâdeti andırmasına aldanarak esasında yasak olan
fiilleri ibâdet yerine koymaktadır. Burada aldatıcı olan, ‘daha çok
ibâdet etme’ hırsıdır. İşte bu hırs, insanları, ibâdet görüntüsü veren
bu yasakları icrâya itmektedir. Bu tür ibâdetlerin haram olanı
vardır, mekruh olanı vardır. Hz. Ömer, Cuma namazının ardından
iki rekât ilâve namaz kılan bir adamı engelleyip mescidden
ATALAR YOLU
- 83 -
uzaklaştırmıştır...” 162
Bid’at yüzünden saparak beşerî âdetleri din gibi yaşamaya
kalkışanların vücut verdikleri günah yükü, bid’ati icat edenlerin
boynuna binecektir. Çünkü Kur’an, ilimsizlik yüzünden insanların
sapmasına sebep olanların, saptırdıkları insanların günahlarına
ortak olacaklarını çok açık bir biçimde bildirmiştir: “Onlar, kıyâmet
günü, kendi günahlarını tamamen yüklendikten başka, ilimsizlik yüzünden
saptırdıkları kişilerin günahlarının bir kısmını da yükleneceklerdir. Bakın,
ne kötü şey yükleniyorlar.” 163 Şâtıbî’ye göre bid’at, bir şirk kurumudur
ve esası da Allah’a iftira ederek dine haram-helâl, iyi-kötü
hükümleri eklemektir. Bu ilâve kabuller onları uyduranlar tarafından
süslenip püslenmekte ve taklit bedavacılığında rahat arayanlar
tarafından benimsenip hayata geçirilmektedir.164 Şâtıbî’ye
göre bid’atçılık, lânetlenmeyi gerektiren istisnâî cürümlerden biridir.
165
Mescidlerdeki Bid’atler
Mescidlerle ilgili birçok bid’at, İslâm’a ve müslümanlara rağmen
maalesef hâlâ yaşamaktadır. Câmilerde görülen bid’atlerin
en önemli ve yaygınlarını saymaya çalışalım:
a- Mescidlere kadın-erkek her müslüman girebilmesi gerektiği
halde, Asr-ı saâdette ve Peygamberimiz’in sünnetinde kadınların
mescide devam etmelerinin kısmen veya tamamen engellenmesi
diye bir şey olmadığı halde,166 kadınların Cuma ve bayram namazlarında,
teravih veya vakit namazlarında cemaatten, câmideki
vaaz ve nasihatlerden, sosyal faâliyetlerden din adına mahrum
bırakıldığı sözkonusudur. Dolayısıyla günümüzde kadınlara mescid
yolunu göstermemek, onları mescidlerden uzaklaştırmak, en
azından bid’at olacaktır. Onlar, özellikle Cuma günü ve benzeri
özel günlerde câmideki hitâbe, öğüt ve vaazlardan hisse almalı,
cehâlet karanlığından kurtulmalıdır.
b- Pis kokular yayanların mescide girmelerini Rasûlullah yasaklamıştır.
Hatta helâl ve şifalı bitkiler olan soğan sarımsak gibi
hoş olmayan kokulara sebep olan gıdaları yiyenlerin mescide
162 Celâleddin Süyûtî, el-Emru bi’l-İttibâ ve’n-Nehyu ani’l-İbtidâ (Bid’atlar),
Beyrut, 1998, s. 55-57
163 16/Nahl, 25
164 Şâtıbî, el-İ’tisâm, R. Rızâ Y. Mısır, c. 1, s. 126-139
165 Şâtıbî, a.g.e., s. 117; İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, s. 48 vd.
166 Ahmed bin Hanbel, 6/66, 90, 154; Müslim, Salât 16, 137; Ebû Dâvud, Salât
13; Tirmizî, Cum’a 48, 64; Buhârî, Cum’a 13
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 84 -
gelmemelerini istemiştir.167 Fosur fosur sigara içen ve sigarasını
lütfen câmi kapısında söndürüp atan ve sigara içmeyenleri, soğan
yiyenlerin kokusundan rahatsız olduğundan çok daha fazla etkileyen
kişi, durum değerlendirmesi yapmalıdır. Tabii, birini tercih
etmesi gerekiyorsa neyi tercih edeceğine de karar vermelidir.
c- Mescidler, imkânlar zorlanarak asr-ı saâdetteki fonksiyonlarına
yaklaştırılmalı, faâliyet alanlarını genişletmelidir. Mescidlerin
çok yönlü faâliyetlere merkezlik teşkil etmesi yüzünden, insanlar
oraya daha fazla gelecektir; mescid, sosyal hayatın merkezi, en
vazgeçilmezi olacaktır. Çok yönlü hizmetleri yüzünden cemaatle
kılınan namaz, 25 veya 27 derece daha üstündür. Mescidin bu çok
yönlü fonksiyonunun kalktığı, kardeşlik ve kaynaştırmanın yerini
hizip ve politik çekişmelerin, dedikoduların aldığı için, günümüz
cemaatlerinde bu derece sevap fazlalığının bulunduğunu söylemek
zordur. Şimdi ne o takvâ mescidi, ne de bir namazı 27 derece
yükselten erdem sahibi cemaat...
ç- Mescidlerde konuşulmayacağı, dünya kelâmı edilmesinin
yasak olduğuna dair hiçbir şer’î hüküm yoktur. Yasak olan, lağvdır/
boş söz, gereksiz lakırdıdır, mâlâyanidir, ki bir hayır amacına
ulaştırmayan bu gereksiz söz, sadece mescidde değil; her yerde
yasaktır 168. Bütün evren secde halinde olduğundan arzın her yeri
mescid hükmündedir. İnsanlık açısından mescid olma hali ise o
mekânda secde edilmesine bağlıdır.
d- Belirli mekânları mescid edinip başka yerde namaz kılmamak
veya kılınamayacağını iddia etmek de bid’attir, yanlıştır. Evleri
de kabir haline getirmemek, oralarda özellikle farz dışındaki
namazları edâ etmek Peygamber tavsiyesi ve uygulamasıdır.
e- Bugünkü câmiler, dolaylı yoldan da olsa devlet kanunlarıyla
yönetildiğinden, imamlar bazı dinî emirleri de uygula(ya)
mamaktadır. Örnek olarak, müslüman olmadığı bilinen, hatta din
düşmanı olarak tanınan bir kimse öldüğünde hangi görevli, “ben
bunun cenaze namazını kıldırmam!” diyebilir? Kur’ân-ı Kerim,
Allah’ın dininden hoşlanmayan fâsıkların, kâfir ve münâfıkların
namazlarının kılınmamasını, mezarları başında durulmamasını
isterken, tâğut ve zâlimler için duâlar edildiğini görüyoruz. “Onlardan
ölen hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında durma.
Çünkü onlar, Allah ve Rasûlünü inkâr ettiler de fâsık olarak
167 bk. Buhârî, Ezan 160; Müslim, Mesâcid 68, 69, 71; Ahmed bin Hanbel,
2/20, 266, 429; İbn Mâce, İkamet 58
168 bk. Mü’minûn, 3
ATALAR YOLU
- 85 -
öldüler.” 169
f- Farz namazdan sonraki müezzinlik fasılları bid’attir. Müezzinin
namaz esnasındaki görevi ezan ve kametle sınırlıdır. Farz
namazlarından evvel veya Cuma namazında hutbe öncesinde
İhlâs sûreleri veya başka âyetler okumak sünnette olmayan bir
davranıştır.
g- Kur’an ve sünnetin belirlemediği uydurma ibâdet veya
bereket unsuru kabul edilen şeylerin mescide sokulması bid’attir.
Tesbih adı altında câmiye sokulan bazı araçlar, onların cemaat
arasında ona buna atılması huzur bozan bir davranıştır. Câminin
duvarlarına, kubbesine levhalar, yazılar yazmak, dikkat çekici süsler
yapmak da bid’attir. İmam Mâlik gibi nice âlimler câminin mihrabına
bir Kur’an âyetinin yazılmasına bile karşı çıkmıştır.
h- Namaz kılan cemaatin secde ettiği yerden daha yüksek ve
câmide çıkıntı olacak şekilde mihrap yapmak da doğru değildir.
Hatta mihrabın Emevîler döneminde câmiye konmaya başlandığından,
Peygamber mescidinde bulunmadığından tümüyle bid’at
olduğu değerlendirilir.
ı- Mescidlere para toplamak için konan “sadaka sandıkları”na
İmam Mâlik karşı çıkmış, “Allah, mâbedleri dünyalık toplama yeri
yapmadı” demiştir. Câmiler dilencilik yapılacak yerler olmamalı;
imamlar ve vâizler de dilenci. Cuma’dan cumaya câmiye gelen
adamdan para isteme ve fâsıkların, hatta müslüman oldukları
şüpheli olan insanların, haram olduğu halde câminin îmârına katkıda
bulunması170 isteniyor; namazsızlar veren el olduklarından
aziz, câmi ve görevliler isteyen ve alan el oldukları için altta ve
zelil oluyor. Denilebilir ki, “efendim, ne yapalım, câminin halıları
değişecek, süslü âvizeler alınacak, paraya ihtiyaç var...”
Hâlbuki Cuma ve bayram namazında câmiye gelenleri, kayıp
çocuklarımız ve misafirlerimiz olarak kabul etmeli, onlara biz
birşeyler verebilmeliyiz. Onlar ayakkabı çalınma riskinden veya
yine para isterler anlayışından dolayı câmiden kaçma yolu arayan
değil; câmide dağıtılacak hediyelerden ve sunulan imkânlardan
yararlanmak için de olsa aramıza katılabilmeli. Câmiye çok nâdir
gelen Cuma cemaatine kitaplar, broşürler, dergiler, kasetler, başka
hediyeler verebilmeli, ondan bir şey kesinlikle istememeliyiz. Cebine
değil, gönlüne hitap etmeli, gönlünü ve gözünü doyurabilmeliyiz.
Hemen bütün peygamberlerin toplumlarına bir hitabı vardır:
169 9/Tevbe, 84
170 9/Tevbe, 17
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 86 -
“Sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi (ecrimi, mükâfatımı) verecek
olan ancak âlemlerin Rabbi Allah’tır.” 171
i- Yine, bir câmi inşaatı için elde makbuz, çarşı pazar geziliyor,
önüne çıkan dinli dinsiz herkesten câmi için yardım isteniyor.
Bunun, dini ve câmileri küçülten bir tavır olduğu kadar, Kur’an’ın
yasakladığı172 bir tavır olduğunu belirtmek gerekiyor.
j- Mescidlerde ticaret yapılması da çirkin bir bid’attir. Özellikle
Diyanet, kendi kasasını şişirmek için kendi memurlarına,
kendi yayınlarını câmide pazarlamalarını emretmektedir. Takvim,
dergi, kitap ve makbuzlarının satılması şeklinde örneklerini
gördüğümüz ticaretle ilgili işler için mescidin kullanılması Hz.
Peygamber’in bizzat yasakladığı hususlardandır.
k- Günümüzde, mescidlerle ilgili bir başka yanlışlık da, çoğu
müslüman halk tarafından yapılıyor: Filan vilâyet veya uzak semtten
Sultan Ahmet Câmiini veya câminin içindeki Konya’ya Mevlâna
müzesini ya da başka bir câmiyi ziyaret etmeye gidiyorlar. Câmi
ziyaret edince sevaba girdiklerini zannediyorlar. Hâlbuki câmi ziyareti
kasdıyla yapılan bu davranışlar, yanlıştır, yasaktır, vebaldir.
Çünkü yeryüzünde namaz kılmak ve ziyaret etmek maksadıyla
yolculuğa çıkılabilecek ancak üç mescid vardır. “Üç mescidden başka
bir yere (ibâdet ve ziyâret etmek için) özel olarak yolculuk yapılmaz;
Mescid-i Haram, Mescid-i Aksâ ve Benim mescidim.”173 Bugün müslümanlar,
maalesef Mescid-i Aksâ’yı ziyaret edememektedirler. Hiç
olmazsa hacca gidenlerin yol üzerinde uğrayıp ziyaret edebilecekleri
ilk kıblelerine gitme yollarını bulmak bedel istiyor; insanımız
da kolay sevap istediği için bedele yanaşmıyor.
l- Peygamberimiz’in her Ramazan’da mutlaka yaptığı mescidde
i’tikâf sünneti unutulmuş, câmiler i’tikâfsız/coşkusuz kalmıştır.
İtikâf, bilindiği gibi, dünya işlerinden arınıp bir mescidde özellikle
Ramazan ayının son on günü ibâdete çekilme demektir. Bu kuvvetli
sünnetin terk edilmesi, mescidlerimiz açısından önemli bir
eksikliktir. İ’tikâfın ihyâ edilmesi gerekmektedir.
m- Bid’at unsurlarının bulaştığı mescidlere girmeme hakkı
olan mü’minlerin, şirk unsurlarının bulaştığı mescidlere girmeme
zorunluluğu vardır. 174
171 26/Şuarâ, 109, 127, 145, 164, 180..
172 9/Tevbe, 17
173 Buhârî, Fedâilu’s-Salât -Salâtu Mescid-i Mekke- 1, 6, Savm 67; Müslim, Hacc
74; Ebû Dâvud, Menâsik hadis no: 2033; Tirmizî, Salât 243, hadis no: 326
174 Bk. 7/A’râf, 29; 9/Tevbe, 107-109; 72/Cinn, 18
ATALAR YOLU
- 87 -
n- Mescidin dırar olması/zararlı mescid haline gelmesi, mescidin
sadece o niyetle yapılmasını gerektirmez. Mescid-i Dırarla
ilgili âyet-i kerimede,175 yapmak ve kurmak anlamında bir kelime
kullanılmamış, “ittihaz (edinme)” kelimesi kullanılmıştır. Bu demektir
ki, bir mescidin zarar vermesinden söz etmek için, daha
yapılırken o niyetle yapılmış olması şartı aranmaz. İlk zamanda,
hatta yüzyıllarca iyi hizmetler verdiği halde günün birinde “zarar
veren mescid” haline dönüşen binalar olabilir.
o- Mü’minleri fırkalara bölmek, tefrika çıkartmak için mescid
yapmak veya yapılmış mescidleri bu maksatla kullanmak, dırar
mescidinin özelliğidir. Avrupa’da Türkler tarafından mescid haline
getirilen yerlerde çok net sırıttığı gibi, her fırkanın kendine
has bir câmisi vardır. Câmiler, sadece Allah’ın olması gerektiği176
halde, falancıların mescidi, filancıların câmisi diye câmiler gruplarıyla
bilinir ve çoğu mescidde ırklar ve uluslar arası ayrım özelliğine
işaret anlamına gelecek tarzda Türk bayrakları, hem de mihrab
veya minber civarında bulunur. Sadece kendi gruplarına ait mescidlerde
toplanıp namaz kılanlar, öteki câmilerde namaz kılmaz
ve o mesciddekilere müslüman gözüyle bakmaz. Hemen hepsi,
birbirinin gıybetini etmeyi cihad zanneder.
ö- Rus işgali dönemindeki Afganistan’da ve günümüzde nice
yerlerde örnekleri görüldüğü şekilde, câminin İslâm düşmanı
olanlara, dini kullanmak ihtiyacı duyan ikiyüzlü kişilere barınak
yapılması da bid’at olmaktan öte şirk unsurudur, dırar özelliğidir.
Senelerce kahır ve zulüm altında inlettikleri müslümanların
mâbedlerini, onları sömürmek, kontrol etmek ve birbirine düşürmek
için kullanma alçaklığının İslâm tarihinde ilk temscilcileri
Emevî hânedanıdır. Onlar, İslâm’ın zaferi önünde eğilmek
zorunda kaldıklarında, müslüman kanı damlayan kılıçlarını kınlarına
soktular ve o kılıçlarla dize getiremedikleri müslümanları,
Musallat oldukları mâbedlerinden vurdular. Bu öyle bir vuruştu
ki, en büyük kahrını, dinin tebliğcisi Peygamber’in evlâdı üzerinde
gerçekleştirdi. Onları zehir ve kılıçla yok etmekle yetinmedi,
tevhidin mâbedinden yaklaşık bir asır o aziz Rasûl evlâdına ezan
ve hutbelerden lânet okuyarak o Peygamber’in ümmetine âmin
dedirtti. Ömer bin Abdülaziz,177 Rasûl evlâdına okunan bu lâneti
mescidlerden kaldırdığında, kavramları tersine çevirmeye örnek
olarak onu şu şekilde itham etme çarpıklığına gidebildiler: “Sünnete
muhâlefet ediyor...”
175 9/Tevbe, 107
176 72/Cinn, 18
177 ölümü; 102/720
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 88 -
p- Mescid yapımında, Allah rızâsı ve takvâ kaygısından başka
herhangi bir kaygının rol oynaması da Dırar mescidinin temel
özelliğidir. Kişisel menfaat, şöhret hırsı, grup ve parti çıkarı, ekonomik
rant vb. bu özelliklerdendir.
r- Mescidlerde Allah’ın dışında herhangi bir kişiye sığınılması,
yakarılması, herhangi bir kişinin Allah ile kul arasında vesîle ve
aracı yapılması da, mescidin takvâ mescidi özelliğinin kalkması
demektir.178 Bu durum, ulûhiyet şânından olan özelliklerin Allah
dışında bir varlığa verilmesini ifade ettiği için şirktir. Allah’ın dışında
kişi veya kişiler için çağrıda bulunulması, övgüler dizilmesi,
propaganda ve reklâm yapılması da mescidlerdeki çirkin davranışlardandır.
İslâm’ın temel kabullerine zıt unsurların sokulduğu
mescidlerdeki bu durumlara karşı çıkılmalı, tavır alınmalıdır.
s- Mescidlerin vazgeçilmez fonksiyonlarından biri, oradaki cemaatin
birbirlerinin dertleriyle dertlenmesi ve istişâre etmesine
zemin olmasıdır. Bu ibâdet ve meşveret yerlerinde müslümanlar,
eşitlik kuralına uyarlar. Kimsenin kimseye meslek, maddî güç, makam
vb. açıdan üstünlüğü olamaz. Bu ayrımlara göre saflar düzenlenip
bazılarına ayrıcalık verilemez. Herkes aynı safta ve omuz
omuzadır. Bu yüzdendir ki, imamın da cemaatten yüksek bir yerde
namaz kıldırması doğru değildir; hatta bunu câiz görmeyenler
bile vardır.179 Hatta bazı ülkelerde günümüzde de uygulandığı şekilde,
mihrabdaki imamın cemaatten daha yüksek yerde namaza
durarak gurura kapılmaması için, mihrab câmideki cemaatin secde
ettiği zeminden daha aşağıda olmasının daha faziletli olacağı
değerlendirilebilir.
ş- Cemaatteki bu eşitlik, ancak bir noktada bozulur; o da ilim
ve ibâdet noktasıdır. Mescidde, ilk safta ilim ve takvâ bakımında
önde olanlar bulunur. Bunlar, imâmet ve riyâset namzedi oldukları
gibi, müzâkere ve müşâverede de reylerinden en fazla yararlanılan
kişilerdir. İmamın, namazdan sonra arkasını mihraba, yüzünü
cemaate dönüp oturması, duâ için olmayıp, kendisini imam seçen
veya imam olarak kabul eden cemaatle istişâre ve tartışmaya
başkanlık etmek içindir. “Benim hemen arkama sizden dirâyet ve akıl
sahipleri dursun! Sonra onları takip edenler, sonra da onları takip edenler
dursun! Çarşıların karışıklığından sakının!”180; “Üç kişinin namazları
kabul olmaz; bunlardan birisi cemaat istemediği halde imamlık yapmak
isteyen kişidir...” 181
178 72/Cinn, 18
179 Ebû Dâvud, Salât 67
180 Müslim, Salât 123; Ebû Dâvud, Salât 96; Tirmizî, Salât 168
181 Ebû Dâvud, Salât 63; Tirmizî, Salât 266
ATALAR YOLU
- 89 -
t- Bu ölçüler dahilinde câmilerde istişârenin terk edilmesi, cemaatin
birbiriyle kaynaşmaması, imam-cemaat ilişkisinin sağlıklı
olmaması ciddî problemlerden biridir. Takvâ ve ilim durumuyla
öne çıkmadığı halde ön safı ve imamın arkasını âdetâ parselleyen
kimselerin bu tavırları da sünnete uymaz. Aslında imamın cemaat
tarafından seçilip öne çıkartılması gibi, imamın arkasına geçecek
insanları da cemaat belirlemeli, lâyık olanları namaza durmadan
oraya dâvet etmelidir.
u- Vaaz ve hutbelerde, müezzinlik ve imamlıkta, normal olarak
ses duyulduğu müddetçe, gereksiz yere hoparlör kullanmak
ve kulağı tırmalayacak şekilde bağırmak da çok yanlıştır, çirkin
bir bid’attir.
ü- Duânın kabulünün bir şartı, samimiyet ve sessizliktir. “Rabbinize
tazarrû ile yalvara yakara, gizlice duâ edin. Bilin ki O, haddi aşanları
sevmez.”182 Duâ, tevâzu ve zillet ile, fakirane, gizlice ve çok yavaş
sesle yapılmalıdır. Yoksa, duâ, tevâzunun tersine bağırma ile, yarış
edercesine, edebiyat gösterişi şeklinde, kafiyeli ama samimiyetsiz
sözlerden oluşan tarzda olduğu müddetçe o duâ, câmi kubbesinin
dışına yükselmeyecektir. Hele bir de zâlim ve tâğutlar için de
rahmet istenerek duâ edilmesi, duâda câiz olmayan vesîleler, ırk
asabiyetine dair övünmeler de varsa, böyle duâya el açıp âmin
diyenlerin de durumu, Akaid ilmini ilgilendirir.
v- Cuma namazlarında hutbeyi kısa, namazı uzun tutmak sünnet
olduğu, aksi bid’at olduğu halde, hutbeler çok uzun ve namazlar
çok kısa edâ ediliyor.
y- Mescidlerden yola çıkılarak, oradan İslâm’ın öğrenilip yaşanması,
hâkim olması halka halka yayılarak toplumu hükmü altına
alması gerektiği halde; bugünkü mescidler, aslî görevlerinin
çoğunu yerine getirmemektedir. Tâğutlar ve onların rejimleri, çeşitli
baskı ve dayatmalarıyla İslâm dünyasındaki mescidlerin çoğunu
mahkûm etmiş, hapishaneye çevirmiştir.
Câmiler, müslümanların her çeşit ibâdet, buluşma ve görüşme,
önemli meselelerini müzâkere etme, dinin emir veya tavsiye
ettiği birtakım hizmetleri gerçekleştirmek üzere faâliyetlerde bulunma
yerleridir. Bu kutsal mekânları laik devletin kontrol altına
alması ve işlevlerini de yalnızca namaz ibâdetinden ibaret kılması;
dine, sünnete, hukuka aykırıdır. Câmilerde yapılan vaazların
ve hutbelerin devlet tarafından kontrolü, hele devlet tarafından
hazırlanıp papağan yerine konanların eline tutuşturulması, kesinlikle
din özgürlüğüne müdâhale anlamı taşır.
182 7/A’râf, 55
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 90 -
Câmiler ilk kuruluşundaki örnek uygulamaya göre birden
fazla iş ve ihtiyaç için kullanılırdı. Eğer biri çıkar da “bunlar
tarîhîdir, o günkü ihtiyaç ve imkânsızlıklara bağlıdır, bugün bu
işler için ayrı mekânlar ve kurumlar vardır” diyecek olursa, kendisine
şu cevap verilir: Bunlar doğru olabilir, ancak, bu tarihî uygulama
iki şeye kesin delildir: 1- Câmiler yalnızca namaz kılmak
için değildir. 2- Müslümanların din işleri, dünya işlerinden ayrı
değildir; din ile dünya iç içedir. Kur’an ve Sünnet, hem din hayatını
hem de dünya hayatını düzenlemek, yönlendirmek, yönetmek
için gönderilmiştir.
z- Câmilerde; farzmış, namazdan bir parça imiş gibi, Haşr
sûresinin son âyetlerinin sabah ve akşam namazlarında imam
veya müezzin tarafından mutlaka okunması, tesbihlerin komutlarla
ve hiç ihmal edilmeksizin ve mescidin dışındaki hayata yayılmaksızın
câminin ve namazın olmazsa olmazı gibi okunması da
bid’attir. Bakara sûresinin son iki âyetinin de yatsı namazından
sonra, başka âyetler okunmaz veya hiç terkedilmemeli gibi kıraati
için de aynı şey söylenebilir.
Aslında, okunan aşır veya sûrelerin meal ve tefsirleri verilmeli,
hatta güncel konularla, câmi dışı hayatla ilgili hükümleri,
tavsiyeleri içeren âyetler seçilmelidir ki, okunanlar yerini bulsun,
gerçek sünnete ve istenilen sevaba ulaştırsın. Ezanın, müezzinliğin
haydi neyse, hele Kur’an’ın namaz veya namaz dışı okunmasında
teğannî, şarkı okur gibi gereksiz, yersiz ve hatta yanlış
uzatmalar ve ses dalgalandırmaları, sesin alçaltılması gereken
yerlerde yüksek sesle okunması ve tersi uygulamalar, cehâlet kaynaklı
bid’atlerdendir. Kur’an kıraatinin ağlayarak, hiç olmazsa ağlar
gibi yapılarak hüzünlü bir şekilde okunması gerekirken, ses
sanatkârı gibi ve değişik makamlarda okumanın da doğru olmadığını
belirtelim.
Yine, müezzinlik gereği zannedilen tesbih duâları için komutlarda
ve mevlid vb. okuyuşlarda Kur’an makamıyla, Allah’ın
âyetleri dışındaki şeylerin okunması büyük yanlışlardan ve
bid’atlerden biridir.
Kamet getirilirken bazı müezzinlerin ellerini namazda imiş
gibi bağladığı görülüyor; bu da bid’attir. Mevlid okunurken de,
Peygamber’in doğum zamanı anlatılırken, namaza durur gibi cemaatin
ayağa kalkması ve ellerini namazda bağlar gibi bağlamaları
da yanlış üstüne yanlıştır.
Namazdan sonra veya câmiden çıkmak üzere cemaatin
birbirleriyle sanki namazın bir tamamlayıcısı gibi her zaman
ATALAR YOLU
- 91 -
tokalaşmaları, bunu âdet haline getirmeleri de bid’attir. Ama arada
bir yapılyor, olmasa da olur deniliyor ve özellikle birbirlerini az
görenlerin arasında uygulanıyorsa, bunda sakınca yoktur.
Ramazanlarda câmilerde kılınan teravih namazları, İstanbul
boğazında sürat teknelerinin tehlikeli yarışlarına benziyor. Kıraat,
rükû, secde hep yarım yapıldığı gibi, ta’dîl-i erkâna riâyet edilmiyor.
Böyle, dostlar alışverişte görsün hesabı 20 rekât kılınacağına,
sünnette olduğu gibi 8 veya 12 rekât kılınsa, ama hakkını vere
vere kılınsa bid’at ve hatalardan uzaklaşılmış olur. Ama, Hz. Ömer
devrinde sahâbe 20 rekât da kıldığından, usûlüne uygun şekilde
isteyen elbette 20, hatta daha fazla kılabilir. Ama, tavuğun
yem topladığı gibi kılınacaksa, 100 rekât da kılınsa, gerçek sünnet
sevabı elde edilemez. Teravihlerin devamlı cemaatle ve câmide
kılınması da Peygamberimiz’in sürekli yapmadığı bir davranıştır.
Sanırım câmide bizim görevimiz kısa sûreleri çabuk çabuk
okuyarak işimizi bitirip câmiden ayrılmak olmamalı. İmamların
görevi namaz kıldırmakla bitmiyor, eğer arkalarında cemaat var
ise... Şöyle yapmamız gerekirdi: Özellikle câmilerin anlamı da
burada gizlidir. İmamlar, bilen insanlar olarak Kur’an’dan öyle
âyetler seçerek okumalılar ki, müslümanlar o günün çokça konuşulup
tartışılan meselesini Kur’anî gözle görüp anlayabilsinler.
Hz. Peygamber zamanında bu, temelde böyle idi. Çünkü âyetler,
olaylar üzerine nâzil oluyor, Peygamberimiz onu okuyor ve sonra
onu açıklıyordu. Biz de bugün yeniden olayların üzerine sanki
Kur’an yeniden nâzil oluyormuş gibi namazda onları okumalıyız.
Evet, evet... Namazda okumamız gereken âyetler, o günün
üzerinde tartıştığımız, konuştuğumuz ya da sorumluluk alanımıza
giren şeyler olmalı. Müslümanlar bunu evrensel bir bildirinin ardından,
yaklaşık iki milyar müslümanın mânevî huzuru ile Allah’ın
evinde ve O’nun önünde kıyam, rükû ve sücûd aralarında okumalıdırlar.
Böylece namaz, müslümanın sorumluluklarını kuşandığı
bir mekân olacak. Müslümanlar günde beş defa Allah’ın evinden
mânevî nitelikli dünyevî görevlerle ve bilgilerle donanmış olarak
bir cemaat bilinci ile ayrılmış olacaklardır. Cemaat olmanın anlamı
da budur. Katılan, karşı çıkan, konuşan ve sorumluluk yüklenen
bir insan.
Tartışıp durduğumuz şey fâiz mi, zulüm mü, başörtüsü mü,
haksızlıklar mı? Küfür mü, ahlâksızlık mı? Kur’an’ın hükmünü
okur imam efendi ve namazdan sonra da oturur konuşuruz.
Allah’ın hükmü üzerinde. Sorun ve çözüm yolları üzerinde düşünür,
görüşlerimizi koyarız. Tartışmayız, ittifak etmişsek birlikte,
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 92 -
ihtilâf etmişsek meşrû zeminde birbirimizi mâzur görerek herkes
Allah’a vereceği hesabına göre sorumluluklarımızı kuşanırız. Ve
namaz; donanma, namazlar arası zamanlar eylem vaktidir bizim
için. Ve ibâdetimiz süreklidir. Sorumluluk şuuru ile hareket eden
bir insan, âdeta bütün zaman namazdadır. Kıyamdadır, rükûdadır
ve secdededir. Her yer mesciddir onun için.
İşte öyle olmasın diye, “câmilerde dünya kelâmı edilmez” diyorlar.
Oysa din bu dünya içindir. Ve bizim dinimiz dünyayı ve hayatı
kuşatır. Câmi, müslümanların cem’ olup toplandığı, namazda
okudukları âyetleri Peygamberî bir metotla sorumluluğa dönüştürme
mekânıdır.” 183
Câmilerde Bir Büyük Bid’at; Mevlid
Mevlid, doğum zamanı ve doğum yeri anlamındadır. Zamanla
doğum tarihini kutlamak anlamı kazanmıştır. Mevlid, bugün özellikle
câmilerde kullanıldığı şekliyle, Peygamberimiz’in doğumunu
anmak ve kutlamak şeklinde uygulanan tören ve okunan şiir
anlamında kullanılmaktadır. Osmanlı şâiri Süleyman Çelebi’nin
(ölümü, 1422) Vesîletü’n-Necât adlı şiir kitabı bu adla yapılan
törenlerde özel bir makam ve usûlle okunduğu için, mevlid dendiği
zaman o şiir kitabının okunduğu merâsim akla gelmektedir.
Peygamberimiz’in doğumunu anma esprisi de unutulmuş, Peygamber
için yazılan bu şiirin okunması kendi başına bir dinî törene,
bir ibâdet kabulüne dönüşmüştür. Bugün birçok aile, ölüleri
için sevap, hatta mutlaka yapılması gerekli dinî vecîbe gibi düşünmektedir.
İbâdetler, Allah’a nasıl yaklaşıp hangi uygulamalarla sevaba
girileceği nassların hükmü ile belli olur. Yani ibâdetler, fıkhî deyimiyle
“taabbudî alandır, tevkîfîdir, vahyîdir. Din tamamlanmıştır,
artırma da eksiltme de yapılamaz. Rasûlün ve ashâbın hayatında
mevlid diye bir uygulama kesinlikle mevcut değildir. Mevlidi savunanlar
şöyle derler: “Mevlid bir vesîledir, biz bu vesîleyle Kur’an
okuyoruz, salât ve selâm getiriyoruz, duâ ediyoruz; esas amaç da
bunlardır.” Cevap olarak deriz ki: Mevlid dışında sayılanların kendi
başlarına okunmaları halinde hangi zorluk ve eksiklik çıkıyor da
Süleyman Çelebi’nin şiirine sığınılıyor? Süleyman Çelebi’den önce
Kur’an okuyanların okudukları boşa mı gitti?
Kur’an ve sünnet, ibâdet anlayışı ile böyle şiir okuyarak sevap
kazanılacağı bir ibâdetten bahsetmez. Ayrıca, mevlid şiir gibi
değil; Kur’an okunur gibi Kur’an makamıyla okunmakta, Kur’an
183 Abdurrahman Dilipak, A.g.e. s. 33-35; 48-49
ATALAR YOLU
- 93 -
dinlenir gibi dinlenmektedir. Mevlid türünden kutlamalar, din
kaynaklı değil; folklor ve âdet kaynaklıdır. Bu kutlamalar, câmide
olmadığı sürece, ibâdet ve sevap kabul edilmemek şartıyla, Kur’an
makamıyla ve kutsal metinmiş gibi icrâ edilmediği özelliklerde,
salt şiir okur gibi okunursa bir sakıncası olmaz. Bugünkü şekliyle
ise, en azından büyük bir bid’at ve hurâfedir. Bugün, bir şiir,
ölülere rahmet ve cennete ulaşma vesilesi gibi kabul edildiğinden,
Kur’an’dan öne çıkarıldığından, dinin temel ilkeleri açısından
çeşitli sakıncalar içerir. Örf dinleşince, din de örfleşir. Örfün
kutsallaşmasına seyirci kalmak, dinin tahribine seyirci kalmakla eş
anlamlıdır.
Kur’an şöyle buyuruyor: “Allah yalnız başına anıldığında, âhirete
inanmayanların kalpleri nefretle ürperir; O’nun berisindeki ilâhlaştırılmış
kişiler anıldığında ise hemen müjdelenmiş gibi sevinirler.”184 Tevhid,
ibâdet kasdıyla “Allah’ı da anmak” dini değil; “sadece Allah’ı anmak”
dinidir. Câmiye sokulup ibâdet kasdıyla okunan mevlidin,
sadece bid’at olarak kalmayacağı, bu anlayış ve kabulün şirk kapsamına
girebileceğini bu riski taşıdığını belirtelim.
Bir Büyük Bid’at Daha;
Mescidlerin Süse Boğulması
Mescidin meşrû ve makul süsü, orada bolca secde edilmesi,
çokca insanın ibâdetle mescidi şenlendirmesidir. Asr-ı saâdette
mescide biçilen roller, ne oranda uygulanabilirse onları icrâ etmekle
mescidlerin yüzü gülecektir. Mescide gidenlerin süslenmeleri,
temiz ve güzel giyinmeleri Kur’an’ın tavsiyesidir.185 Ama
mescidleri, hem de gözü meşgul edecek, ibâdetteki huşûya engel
olacak şekilde süslemek, abartılı tarzda ziynetlere, desen ve
boyalara boğmak din açısından yanlıştır. Konuyla ilgili hadis-i
şeriflerde şöyle buyrulur: “Mescid yükseltmekle, mescid süslemekle
emrolunmadım.”186 “İnsanlar, mescid yapma yarışına girip bununla
övünmedikçe kıyâmet kopmaz.”187; “Sizin benden sonra, yahûdilerin
havralarını, hıristiyanların da kiliselerini süsleyip püsleyerek yükselttikleri
gibi, mescidlerinizi süsleyip püsleyeceğinizi görür gibiyim.”188; “Bir topluluk,
mâbedlerini süsleyip püsleme hastalığına tutulmadıkça, ameli çirkin
ve zararlı hale asla gelmez.”189 Sahâbî fakîhlerinden İbn Mes’ud (r.a.)
Kûfe’ye ilk geldiğinde süslü, nakışlı bir câmi gördü ve şöyle dedi:
184 39/Zümer, 45
185 7/A’râf, 31
186 Ebû Dâvud; et-Tâc, 1/243
187 İbn Mâce, Mesâcid 2
188 İbn Mâce, Mesâcid 2
189 İbn Mâce, Mesâcid 2
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 94 -
“Bunu kim yaptıysa Allah’ın malını O’na isyanda harcamış.”
Olayın israf boyutu da önemlidir. Mescidin gereksiz süslerine,
kubbelerine yatırılacak para ile cemaat bulunup, oluşturulan cemaatin
seviyelerini arttırmaya, İslâm ve müslümanlar için zarûri
ihtiyaçlara kullanmak çok daha faziletli olacaktır. Paraları gereksiz
taşlara ve süslere yatırmak yerine; dâvâya, insana, cemaate
yatırmak dinin maslahatı açısından önemlidir. Mescidleri çok
görkemli yapmışsın, süslemişsin, cemaati olmadıktan sonra neye
yarar? Sağlam yetişen cemaat ise, bulunduğu her yeri mescid yapabilir,
her yerde ibâdetini yerine getirebilir.
İslâm hâkimiyetinde her yer, üzerinde namaz kılınabilecek temizlikte
olacağı, yani mescide benzeyeceği gibi, küfrün egemenliğindeki
günümüzde de her yer tapınaklara benziyor. Müzikholler,
stadlar, borsalar, bankalar, nice kurumlar, okullar, meclisler,
hatta kanallar, sokaklar, çarşılar... mâbed değil de nedir? Oradaki
insanlar, ibâdet halinde değiller mi dersiniz?
Günümüz insanı, çok kıbleli, çok mâbedli, çok imamlı (önderli)
ve çok dinli. Câmi, hayatımızın merkezi ve her şeyimiz câmiye
uygun olmadıkça bu problemler azalmayacak, aksine gittikçe artacaktır.
Taklit ve Taklitçilik
İbn Hazm, İbn Teymiye, İbnu’l-Kayyim ve Şevkânî’nin de bulunduğu
bazı İslâm bilginleri bid’at olarak niteledikleri taklidin
haram olduğunu delillerle savunmuşlardır.
1. Allah Teâlâ’nın mukallidleri zemmetmesi,190 Kitap ve
Sünnet’in hâkim kılınmasını emretmesi ve ihtilâf çıkınca Kitap ile
Sünnet’e başvurulmasını istemesi;191 hükmün yalnız Kendisine âit
olduğunu bildirmesi,192 dinde Allah ve Rasûlünden başkasına dayanmayı
yasaklaması,193 Kendinden başkasının helâl ve haram kılacak
rab ve velî ittihaz edilmesini yasaklaması,194 Kitap ve Sünnet’e
dâvet edilen bir kimse, hangi nedenle olursa olsun, onu terk ederse,
kendisine büyük bir belâ/musîbet isâbet edeceğinin bildirilmesi195
taklidin haramlığına delâlet eder.
190 5/Mâide, 104; 31/Lokman, 21; 43/Zuhruf, 22-23
191 4/Nisâ, 59
192 6/En’âm, 57; 12/Yûsuf, 40
193 9/Tevbe, 16
194 9/Tevbe, 35
195 24/Nûr, 63)
ATALAR YOLU
- 95 -
2. “Bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun.”196 âyetindeki “zikir”
Kur’an ve hadis, onun “ehli” de bunları bilen âlimlerdir. Meselesiyle
ilgili âyet ve hadisi bilmeyen kimse, elbette bunları bilenlerden
soracak ve nakledilen âyet ya da hadise uyacaktır. Selef,
hiçbir zaman bunlar yerine bir kimsenin kişisel rey ve görüşünü
sormamıştır.
3. Başı yaralı kişiye, bu konudaki delili bilmeden fetvâ veren
ve onun ölümüne neden olanlara Hz. Peygamber, “... Allah canlarını
alsın! Mâdem bilmiyorlar, bilenlere sorsalar ya! Cehâletin şifâsı sormaktır”
buyurmuştur. Bu, ilimsiz fetvâ vermenin haram olduğuna
delâlet eder. Taklit, ilim olmadığına göre, onunla fetvâ vermek de
haramdır.
4. Hz. Ömer’in kelâle meselesinde Hz. Ebû Bekir’i taklit edişi,
birkaç şekilde açıklanabilir: Hz. Ömer bu konuda ölene kadar kesin
bir kanaate varamadığına göre, burada sözkonusu olan uyma,
Hz. Ebu Bekir’in söylediği “Reyimle hükmediyorum, hata edebilirim”
ilkesine âit olacaktır. Yoksa Hz. Ömer, mürted esirlerin reddi;
savaşla fethedilen arazinin vakfı, hilâfette veliaht tâyin edilmesi
gibi birçok konuda Hz. Ebu Bekir’e muhâlefet etmiştir.
5. Sahâbe, cemaatle kılınan namazın bir bölümünü kaçırınca,
önce bu bölümü kılıyor, sonra imama uyuyorlardı. Hz. Muaz ise
önce imama uydu, imam selâm verince, kalkıp kaçırdığı bölümü
edâ etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber; “Muaz size yol gösterdi,
artık öyle yapın” buyurdu. Hz. Peygamber’in Muaz’ın hareketini
tasvip etmesiyle sünnet meydana gelmiş, sahâbe de bu sünnete
uymuştur. Kitap ve Sünnet’e uymak taklit değildir.
6. Allah Teâlâ, Kendine, Rasûlüne ve ülü’l-emre itaati emretmiştir197.
Ülü’l-emre itaat, dinin uygulayıcıları olmaları bakımındandır.
Yoksa onların kendilerine itaat emredilmemiştir.
7. Allah Teâlâ, muhâcir ve ensâra iyi bir şekilde ittibâ edenleri
övmüş, onlardan râzı olduğunu bildirmiştir.198 Zayıf rivâyetle Hz.
Peygamberin de “Ashâbım yıldızlar gibidir, hangisine uysanız doğru
yolu bulursunuz” buyurduğu belirtilmiştir. Muhâcirûn ile ensâra uymaktan
maksat, dinî hayatta onların yolundan yürümektir. Onlardan
hiçbiri Kitap ve Sünnet’in nasslarını bir kişinin rey ve ictihadı
için terketmemişlerdir. “Ashâbım yıldızlar gibidir...” sözü de sağlam
yollardan gelmemiştir. Sahih olduğu kabul edilirse, mukallid-
196 16/Nahl, 43
197 4/Nisâ, 59
198 9/Tevbe, 100
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 96 -
lerin, kendi imamlarından önce ashâba uymaları gerekir. Bundan
da önce ashâb gibi davranarak Kitap ve Sünnet delillerini öğrenip
bunlara tâbi olmaları gerekirdi.
8. Müctehid imamların taklidi yasaklayan söz ve davranışlarını
herkes bilir. Onların Kitap ve Sünnet’ten delilini bulamadıkları birkaç
meselede daha âlim kimselerin ictihadlarına tâbi olmaları, herkes
için vâcip olan taklittir ve zarûret halleriyle sınırlıdır.
9. Allah’ın insanları çeşitli yeteneklerde yarattığı, öğrenci ve
çırağın hocalarını taklit etmelerinin doğal olduğu gerçektir. Ama,
bununla taklidin bir ilgisi yoktur. Taklit, sözü hüccet olmayan bir
kimsenin sözüne delilini sormadan uymaktır. Oysa Allah, kullarının
fıtratına körü körüne taklidi değil; iddiâ sahibinden delil ve isbat isteme
eğilimini yerleştirmiştir. 199
Kur’an ve hadisler, taklitçiliği, ötekinin berikinin mukallitliğini,
yani delilini bilmeksizin körü körüne herkesin söz ve davranışlarına
uymayı yasaklıyor. Daima her şeyin vahiy ile, akıl ve mantık ile, delillere
dayanan muhâkemelerle incelenmesi gerektiğini gösteriyor.
Bir âyette: “Sözlerinizde doğru iseniz delillerinizi getirin.”200 buyuruluyor.
Diğer bir âyette de: “İlminin ulaşmadığı şey üzerinde durma!”201 buyuruluyor.
Halk, her şeyden önce kasıtlı olarak câhil bırakılmış, halkı gerekli
İslâmî bilgilerden mahrum bırakanlar, dünya ve âhirette lâzım
olacak kültürden mahrum bırakanlar bununla yetinmeyip, nice dayatmalar
ve yönlendirmelerle halkı saptırmışlar, doğruyu eğri ve
eğriyi doğru olarak göstermişlerdir. Halk, kızılmaktan daha çok acınacak
bir zavallı, düzen ve çevrenin kurbanı durumundadır. Onlara
tevhid öğretilmeden, tevhidî bilinç ve ibâdet anlayışı kazandırılmadan,
sahih bir din öğretilmeden bâtıl inançların ve hurâfelerin önünün
alınamayacağı bilinmelidir. Bununla birlikte görülen bâtıllara
müdâhale edilmeli, halkın hurâfeci yaklaşımları en güzel üslûpla
önlenmeye çalışılmalıdır. Ama, bataklık kurutulmadan sivrisineklerle
mücâdelede ciddîi bir mesafe kat edilemeyeceği unutulmamalıdır.
Hurâfe üreten düzen ve çevre şartları değiştirilmeden eski ve yeni
câhiliyye hurâfelerinin, bâtıl inanış ve bid’atlerin önünün alınamayacağı
bir gerçektir.
Hakk’a ve hak dine inanmayan insanların bize din biçmelerine,
kendi bâtıl dinlerini bize dayatmalarına, hak dini tahrif etmeye çalışmalarına,
Allah’a ve Allah’ın dinine iftira etmelerine göz yumacak
199 Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 98-99
200 2/Bakara, 111
201 17/İsrâ, 36
ATALAR YOLU
- 97 -
ve boyun eğecek değiliz. Onların ilâhlıklarını, rabliklerini reddedeceğiz;
onların tuzaklarına düşmeyeceğiz. Onların (b)alıkları avlamak
için oltalarına taktıkları “din”i yutmayacağız.
Allahumme erina’l-hakka hakkan ve’rzuknâ’l-ittibâa ileyh. Ve
erinâ’l-bâtıle bâtılen ve’rzuknâ-l ictinâba anh. Ey Allah’ım, bize
hakkı hak olarak göster ve hakka ittibâ etmeyi nasip et. Bâtılı
bâtıl olarak görmeyi ve bâtıllardan kaçınmayı nasip et.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 98 -
Kur’ân-ı Kerim’de Atalar Yolu İle İlgili Âyetler
(Toplam 25 Yerde) (2/Bakara, 170-171; 5/Mâide, 104; 6/En’âm, 148; 7/A’râf, 28,
70-71, 172-173; 10/Yûnus, 78; 11/Hûd, 62, 87, 109; 12/Yûsuf, 39-40; 14/İbrâhim,
9-10; 16/Nahl, 35; 18/Kehf, 5; 21/Enbiyâ, 51-54; 23/Mü’minûn, 23-24, 81-83;
26/Şuarâ, 69-77; 27/Neml, 67-69; 28/Kasas, 36-37; 31/Lokman, 21; 34/Sebe’,
43; 37/Sâffât, 68-74; 43/Zuhruf, 21-25; 53/Necm, 23). Ayrıca, bu konuyla ilgili
olarak bkz. 9/Tevbe, 23-24; 58/Mücâdele, 22; 11/Hûd, 45-46; 29/Ankebût, 8;
31/Lokman, 15)
Konu ile İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 482-483
2. Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 119
3. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 323-324
4. Kur’ân-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 335-336
5. Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, 677
6. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neş. c. 1, s. 286-
287
7. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 4, s. 204-207
8. El-Mîzan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1,
s. 584-592
9. El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 448-452
10. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 277-279
11. Et-Tefsîru’l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 160-162
12. Muht. Taberî Tefsiri, İmam Taberi, Ümit Y. c. 1, s. 126
13. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 3, s. 147-
151
14. Safvetü’t Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 210
15. El-Esâs fi’t-Tefsîr, Said Havva, Şamil Y. c. 1, s. 410-423
16. Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Mahmud Ustaosmanoğlu, Siraç Kitabevi Y. c. 2, s.
197-200
17. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. Âdet: c. 1, s. 369-373, Atalar Kültü: c. 4,
s. 42-43
18. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. (Gelenek) c. 2, s. 230-231, (Örf:) 5/179-182,
(Taklit:) 6/98-99
19. Lâ, Mustafa Çelik, Ölçü Y. s. 66-90
20. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 279(Hurafe), 87-91
(Bid’at), Taklit
21. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 50-52
22. İman ve Tavır, Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 266-271
23. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 123-124
24. Kur’an’da İman Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 206
25. Yokluğuna Düşülmüş Notlar, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 134-136
26. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, (Gelenek md.), Risale Y. c. 2, s. 87-94, (Örf ve
Âdet), s. 201-203
27. Yahûdileşme Temayülü, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 176-253
28. Üç Muhammed, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 77-80
29. Kur’an’da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV
Y. s. 198-200
ATALAR YOLU
- 99 -
30. İslâm Dininin Yasak Ettiği Bâtıl İnanışlar, Recep Aktaş, Bahar Y. 3
31. Hurâfeler ve Bâtıl İnanışlar, İsmail Lütfi Çakan, Marifet Y. / Büşra Y.
32. Yaşayan Hurâfeler, Kemalettin Erdil, T. Diyanet Vakfı Y.
33. İslâm’a Sokulan Bid’at ve Hurâfeler, Mustafa Uysal, Uysal Y.
34. Bid’at-ı Hasene Yanılgısı, Abdülkayyum es-Süheyhani, Ümmül Kura Y.
35. Yaşayan Câhiliyye, Aysel Zeynep Tozduman, İnkılâb Y.
36. Dilek Taşları, Sabiha Ünlü, İnkılâb Y.
37. Kavram ve Mâhiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Ali Çelik, Beyan Y.
38. Dünden Bugüne İbâdetlerde Bid’at, Abdülhay Leknevî, Vahdet Y.
39. Câhiliyye ve Ehl-i Kitab Örf ve Âdetleri, Ali Osman Ateş, Beyan Y.
40. İslâm’dan Önce Arap Tarihi ve Câhiliye Çağı, Ank. Ün. İlâhiyat Fak. Y.?
41. Hurâfeler ve Menşeleri, Abdülkadir İnan, Diyanet İşleri Başkanlığı Y.
42. İslâm Hukukunda Örf ve Âdet, Selâhattin Kıyıcı, İşaret Y.
43. Taklitlerin Çarpışması, Muhammed Kutub,
44. Kur’an ve Hadise Göre Bid’at, Harun Ünal
45. Kitabu’l-Esnâm: Putlar Kitabı, İbnü’l-Kelbî, Terc. Beyza Düşüngen, s. 28, 48,
62
46. Sosyal Âdet ve Gelenekler, Nermin Erdentuğ, Kültür Bakanlığı Y.
47. Geleneğin Direnişi, Beşir Ayvazoğlu, Ötüken Neşriyat
48. Geleneğin Dünyası – Yeniliğin Ufukları, Necmettin Türinay, Akçağ Y.
49. Gelenek, Mustafa Armağan, Ağaç Y.
50. Gelenek ve Modernlik Arasında, Mustafa Armağan, İnsan Y.
51. Osmanlı Halkının Geleneksel İslâm Anlayışı ve Kaynakları, Hatice Kelpetin Arpaguş,
Çamlıca Y.
52. Eski, Yeni ve Ötesi, Orhan Şaik Gökyay, İletişim Y.
53. Eski Türk Dini Tarihi, Abdülkadir İnan, s. 1-4
54. Eski Türk Dini ve Alevilik-Bektaşilik, Mehmet Eröz, Türk Dünyası Araştırma
Vakfı Y.
55. Eskiçağ Türkiye Tarihi, Ekrem Memiş, Selçuk Ün. Y,/Öz Eğitim Y.
56. Bu Din Benim Dinim Değil, Abdurrahman Dilipak, İşaret/Ferşat Y.
57. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar
Y. s. 54-69
58. Din İstismarı (Özel sayı), İslâmiyât, c. 3, sayı 3, Temmuz-Eylül 2000
59. Atalar Dini Üzerine, Mustafa Başbekleyen, Haksöz, sayı:12, Mart 92, s. 6-7
60. Anadolu Örf ve Âdetlerinde Eski Kültürlerin İzleri, A. Ü. İlâhiyat Fak. Sayı
17, yıl: 1969
61. İslâm Nasıl Yozlaştırıldı? s. 37-67
62. Uydurulan Din ve Kur’an’daki Din, s. 340-345
Sonsöz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, bunu ve buna benzer diğer kitapları bir kenara koymalısınız ve hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp meal ve tefsiriyle okumaya başlamalısınız. Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak, yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak için…