Peygamder, İman ve Halife (1)
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
DAVUD EMRE YAYINEVİ
Kitabın Adı:
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR -6-
PEYGAMBER, İMAM
VE HALİFE
Yazarı:
Ahmed KALKAN
Tashih:
Ahmed Kalkan
Mizanpaj:
Ehl-i Dizayn
Kapak Tasarım:
Ehl-i Dizayn
İstanbul 2011
Baskı:
?????
Dâvud Emre Yayınevi
Telefon: (0 216) 632 29 58
www.davudemreyayinevi.com
PEYGAMBER, İMAM
VE HALİFE
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR
-6-
Ahmed KALKAN
İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopye edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı sözkonusu değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
İTHAF
Canlı KUR’AN olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret eden ve tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyâsının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu kavrayıp nebevî usûlle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması yapan tâvizsiz dâvetçilere, her yaştan genç dâvâ erlerine…
Önsöz
Bismillâh, El-hamdu lillâh, ve’s-salâtu ve’s-selâmu alâ rasûlillâh.
Peygamberler… İnsanları küfürden, şirkten kurtarmaya çalışan önderler. Onlardır diğer insanları vahiyle buluşturan, onlardır yaratılış gayesini hatırlatan, onlardır örnek bir şahsiyet, model bir kahraman, onlardır kâmil insan, mürşid-i kâmil. Topluma yön veren, toplumun önüne düşen, bedelin en ağırını kendilerinin ödediği Allah’ın seçtiği güzel insanlar…
Son peygamber Hz. Muhammed’den (s.a.s.) başka bir peygamber gelmeyecek, ama onların yolunu takip eden imamlar, halifeler olacaktır.
“Gerçek şu ki sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse Bana ibâdet/kulluk edin.” (21/Enbiyâ, 92). Mü’minler olarak hepimiz Allah’ın huzurunda tek ümmet inancını ve şuurunu koruyup korumadığımız hususunda hesap vereceğiz. İslâm ümmeti, tektir, birdir; küfür ümmeti ise sayısız denecek kadar çok olabilir. Tek ümmet inancının saptırılmadan devam etmesi, tek imamın varlığına bağlıdır. Esasen imâmet, bir ümmet sorunudur. Ümmet olmadan imâmet de olmaz. İmâmetin ihyâsı, ümmetin varlığına bağlanmıştır. Çünkü İslâm’da tek ümmet ve tek imam esastır (Mustafa Çelik, İslâmî Hareket Fıkhı, c. 4, s. 42).
İmâmet; “din ve dünya işlerinde Rasûlullah’a niyâbeten (vekil olarak) başkanlık, devlet reisliği” diye tanımlanmıştır. “Dinin uygulanması, dinin sınırlarının korunması konusunda, ümmetin tümünün kendisine uyması vâcip olmak üzere Râsûlullah’ın halîfeliğini yapmak” diye de ifade edilmiştir (Abdülkadir Udeh, İslâm ve Siyasî Durumumuz, s. 121-122). Mâverdî de şöyle diyor: “İmâmet; dinin bekçiliği ve dünya siyaseti konularında peygamberliğe halef olarak konulmuş ve kabul edilmiş bir müessesedir.” (İmam Mâverdi, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye)
İmamsız ümmet, başsız beden gibidir. Organizmanın canlılığı, ruhu ne ise; ümmet için imam da odur. İmamsız toplum, bir cesetten farksızdır. Ümmetin başına gelenler, imâmetin başına gelenlerle doğru orantılıdır. Kur’an’da ümmet ile imâmet kavramları birbiriyle yakın irtibat halindedir. Allah İbrâhim’i (a.s.) insanlara imam yapmıştır (5/Mâide, 45). O imamların başıdır. Aynı zamanda o, imamların kendisinden geldiği bir ümmettir (16/Nahl, 120). Dolayısıyla Hz. İbrâhim’in şahsında imâmet ve ümmet kavramları birlikte gündeme gelmişlerdir. O yüzden rahatlıkla şu
hükme varılabilir: Ümmet; tek bir imama bey’at ederek bağlı olan mü’minler topluluğudur. İmama bağlı olmadan ümmet teşekkül edemez. Ümmetsiz imam, imamsız ümmet olmaz.
Ümmet ve imam kavramlarını hayata geçirmek için haydi, önce gerçek Müslüman olup, sonra cemaat olmaya. Cemaatten ümmete, ümmetten başında imam olan devlete…
Ahmed Kalkan
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Temmuz 2011, Ümraniye
- 9 -
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKÂDİ KAVRAMLAR -6-
PEYGAMBERLİK VE PEYGAMBERLER
•
Nebî ve Rasül; Anlam ve Mâhiyeti
•
Kur’ân-ı Kerim’de Nebî ve Rasül Kavramı
•
Peygamberlerin Özellikleri
•
İnsanların Peygamberlere İhtiyacı
•
Peygamberlerin Gönderiliş Gâyeleri
•
Peygamberlerin Dâvetlerinin Özellikleri
•
Peygamberlerin Peygamberliği Nasıl Anlaşılır?
•
Son Peygamber
•
Mütenebbî/Sahte Peygamber
•
Peygamberlerin Sıfatları
•
Kur’ân-ı Kerim’de İsmi Geçen Peygamberler
•
Peygamberlere İman
•
Peygamberlere İman, Onları Örnek ve Önder Kabul Edip Onlara İtaat Etmek İçindir
•
Peygamberlere Vâris Olabilmek
•
Nebî ve Rasûl Kelimeleri Arasında Fark Var mıdır?
“Hatırlayın (ey İsrâil oğulları!) Verilen nimetlere karşılık, ‘Ey Mûsâ! Bir tek yemekle dayanamayız, bizim için Rabbine duâ et de yerin bitirdiği şeylerden; sebzesinden, kabağından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından bize çıkarsın’ dediniz. Mûsâ ise (onlara): ‘Daha iyiyi daha kötü ile değiştiriyor musunuz?! O halde mısıra (şehre) inin. Herhalde istedikleriniz sizin için orada vardır.’ dedi. İşte (bu hâdiseden sonra) üzerlerine zillet (alçaklık) ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah’ın gazabına uğradılar. Bu musîbetler (onların başına), Allah’ın âyetlerini inkâra devam etmeleri, haksız olarak nebîleri/peygamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi. Onların hepsi, sadece isyanları ve düşmanlıkları sebebiyledir.” 1
Nebî ve Rasül; Anlam ve Mâhiyeti
“Nebî” sözlükte haber getiren, haberci demektir. Nebe’ fiilinin fâil ismidir. “Nebe’”, kendisiyle ilim meydana gelen, çok faydalı ve
1] 2/Bakara, 61
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 10 -
önemli haber demektir. “Nebî”, önemli ve faydalı, aynı zamanda
sağlam bir haber getiren elçi demektir. Bazılarına göre nebî kelimesi,
yükseklik anlamına gelen “nübüvvet” kelimesinden türemiştir.
Buna göre “nebî”, her bakımdan yüksek bir makam sahibi,
insanlara doğru ve önemli haber getiren kimse demektir.
“Rasûl” kavramı “risl” kökünden türemiştir. “Risl” sözlükte; yerine
getirmek üzere gitmek, yumuşaklık ve kolaylık üzere göndermek
demektir. “Rasûl”, hem gönderilen mesaj, hem de mesaj yüklenip
götüren anlamında kullanılmıştır. Kur’an’da daha çok ikinci
anlamda geçmektedir. Allah (c.c.) insanlar arasından bazılarını seçer
ve onları özel bir görevle gönderir. Bu gönderme işine “irsâl”,
gönderilen elçiye “rasûl”, rasûllerin görevlerine de “risâlet” denir.
İslâm literatüründe “nebî” ile “rasûl” aynı anlamı ifade ederler.
Kur’an her iki kelimeyi de aynı anlamda kullanmaktadır.
Türkçe’de ise, Farsçadan gelen “peygamber” kelimesi daha
yaygın olarak kullanılmaktadır. Her üç kelime de “Allah’ın elçisi”
anlamına gelir. Nebî’nin çoğulu “enbiyâ” ve “nebiyyûn”dur.
Kur’an’da, nebîlerden/peygamberlerden çokça bahseden 21.
sûrenin adı: “Enbiyâ” sûresidir. “Rasûl” veya “mürsel”, haber ve
mesaj götüren anlamında elçi demektir. “Rasûl”ün çoğulu; rusül,
mürsel’in çoğulu ise; mürselîn’dir.
Rasûller tıpkı nebîler gibi Allah’ın seçtiği elçilerdir. Ancak
nebîler, haber getiren anlamında yalnızca insanlardan seçilirken;
rasûller hem insanlar arasından, hem de insan dışındaki varlıklardan
seçilebilir. Rasûle aynı zamanda mürsel de denilmektedir.
“Rasûl”, risâlet görevini Allah ile insan arasında yürüten kimsedir.
Rabbimizin mesajlarını bir plana bağlı olarak, yumuşaklıkla, ürküntüye
yer vermeden yerine ulaştıran elçidir.
Rasûller haberci anlamında elçi oldukları için bazen şuursuz
varlıklar arasından da seçilmiş olabilirler. Şuursuz elçilere yağmur
ve rüzgâr, şuurlu rasûllere melekler ve nebîler örnek olarak verilebilir.
“Allah, meleklerden de elçiler seçer, insanlardan da. Şüphesiz Allah,
işitendir, görendir.”2 Kur’an, rüzgârın aşılayıcı elçi olarak gönderildiğini
ifade etmektedir.3 Elçi, bir işle görevlendirilen ve görevi konusunda
yetkisi olan kimsedir. O, kendisini gönderen makama karşı
sorumludur. Hangi iş için gönderilmişse, o işi yapmaya memurdur.
Nitekim rüzgârın veya yağmurun elçi olarak gönderilmesi, onların
belli bir işlevi yerine getirmeleri ile sınırlıdır. Rüzgâr aşılayıcı,
yağmur yeryüzünü diriltici bir fonksiyon gösterir; onların elçilikleri
bunlarla sınırlıdır.
2] 22/Hacc, 75
3] 15/Hicr, 22
PEYGAMBER
- 11 -
Nebî, Allah’ın kendisine vahyettiği şeyleri insanlara aktaran,
onları bu vahye inanmaya ve itaat etmeye davet eden kişidir. Onlar
insanları, vahiyle terbiye eden terbiyecidirler. Onlar, Allah tarafından
seçildikleri için, en temiz insanlardır. İnsanlık için örnek
kişilerdir. Onlar, Allah’ın kendilerine vahyettiği şeyi canlı olarak
yaşıyorlardı. Peygamberler, aldıkları vahyin canlı örnekleridir. Her
nebî, kendi döneminin insanları için, Allah tarafından seçilmiş
örnek (numûne) idi. Nebîler, Allah’a hakkıyla kulluk yaparlar ve
ubûdiyyetin (kulluğun) nasıl yapılması gerektiğini gösterirler.
Allah’ın insanlar arasından seçtiği elçiler de belli bir mesajı insanlara
ulaştırmak, bazı şeyleri haber vermek ve aldıkları vahiyle
insanlara örnek olmak üzere görevlidirler. Risâlet, bir anlamda
nübüvvettir ve Allah’ın insanlara haber ulaştırma yoludur. İnsanları
hidâyete götürmenin, onları dünya hayatında yaşantılarını
düzenlemenin, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarmanın, onları
âhiret hayatına hazırlamanın bir yoludur.
Risâlet, insanları Allah’ın vahyi ile terbiye etmenin sistemidir.
İnsanlık bu kurum sayesinde Allah’a kulluğu ve fıtratındaki güzelliği
keşfedebilir. Rasûller, aldıkları vahiy ve yüklendikleri görevle;
insan fıtratının derinliklerindeki güzellikleri, iyilikleri ve Hakk’a
bağlılığı pratik hayata geçirirler; insan hayatından çirkinlik ve kötülükleri
uzaklaştırmaya çalışırlar.
Kur’ân-ı Kerim’de Nebî ve Rasül Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de “nebî” kelimesi, tekil ve çoğul olarak 75
defa, “nübüvvet” 5 defa geçer. Bu sayı, aynı kökten fiillerle toplam
160’a çıkar. “Rasül” ve “mürsel” kelimeleri ise Kur’an’da toplam
383 yerde kullanılır. Buna aynı kökten fiiller de eklenince bu
sayı 513’e yükselir. Nebîlerin soyları, ahlâkları, hayatları ve yürekleri
pak ve aydınlıktır. Onlar selâm üzerine doğar, selâm ile ölürler.4
Yani, onlar her türlü kirden ve pislikten, isyandan ve sapıklıktan
korunmuşlardır. Emniyet ve güven, itimat ve barış onların karakteridir.
Çevrelerine selâm (güven ve barış) ortamı sunarlar. “Ve
selâmün ale’l mürselîn = Gönderilen bütün peygamberlere selâm olsun!”5
Peygamberler, insanları cennet ve Allah’ın nimetleriyle müjdelemek,
cehennem ve Allah’ın azabıyla korkutmak için gönderilmişlerdir.
6 En güzel biçimde yaratılan insan,7 irâde sahibidir. Tüm
4] 19/Meryem, 15, 33
5] 37/Saffât, 181
6] 5/Mâide, 19; 7/A’râf, 184, 188; 11/Hûd, 2, 12; 4/Nisâ, 165
7] 95/Tîn, 4
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 12 -
davranışlarından mes’uldür. Allah’ın verdiği nimetlere karşı şükretmek
ve O’na ibâdet etmekle yükümlüdür. İnsan, tek başına, nasıl
şükredileceğini, nasıl kulluk yapılması gerektiğini bilemez; bu
görevlerini yerine getirme noktasında birçok engelle ve zorluklarla
karşılaşır. O yüzden insanın bir mürşide, rehber ve kılavuza
ihtiyacı vardır. İşte bu mürşid ve rehber, peygamberdir. 8
İnsanlar arasından seçilmiş rasûllerin görevleri, diğer elçilerden
farklıdır. Şu âyet onların işlevini en güzel bir şekilde açıklamaktadır:
“Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi tezkiye
eden (temizleyen), size Kitabı ve hikmeti öğreten ve size bilmediklerinizi
öğreten rasûller gönderdik.”9 Rasûller, açık deliller ile gelirler. Yanlarında
ilâhî adâletin ölçüsü vardır. Kitab’ı ve onunla gelen gerçekleri
mü’minlere öğretirler. Gücün, kuvvetin ve malın nasıl kullanılacağını
bildirirler. Allah (c.c.), bu anlamda insanlardan kimin
peygambere yardım edeceğini, kimin onun dâvetine uyup uymayacağını
imtihan etmektedir. 10
Allah (c.c.) bazı peygamberlere, nasıl yaşayacaklarını, hangi
prensiplere göre hareket edeceklerini ve ibâdetlerini nasıl yerine
getireceklerini bildiren şeriatler göndermiştir.11 Ama bütün peygamberler,
insanlara yalnızca Allah’ın dini olan İslâm’ı anlatmakla
görevli idiler. Allah’ın rasûlleri arasında da bir ayrım yoktur; Hepsi
de seçilmiş, şerefli elçilerdir.12 Mü’minler, peygamberlerin tümüne
iman ederler. Peygamberlere itaat etmek Allah’a itaat etmektir.13
Peygamberler bir şeye hüküm verdikleri zaman mü’minler “işittik
ve itaat ettik” derler. Son Peygamber’e iman eden mü’minler,
O’nun herhangi bir konuda verdiği hükme itirazda bulunmazlar
ve O’nun verdiği hükme teslimiyetle rızâ gösterirler. 14
Mü’minler, Allah’ı sevdikleri için son Peygamber’e uyarlar, onu
tâkip ederler.15 Peygamberler, insanlar için seçilmiş en güzel örneklerdir.
16 Mü’minler, Peygamber’in getirdiği her şeyi almak, yasakladığı
her şeyden de kaçmak zorundadırlar.17 Son peygamber
olan Hz. Muhammed (s.a.s.), mü’minleri sever, onların üzerine
8] 5/Mâide, 16
9] 2/Bakara, 151
10] 57/Hadid, 25
11] 42/Şûrâ, 13
12] 2/Bakara, 285
13] 4/Nisâ, 59, 64
14] 24/Nûr, 51; 33/Ahzâb, 36
15] 3/Âl-i İmrân, 31
16] 33/Ahzâb, 21
17] 59/Haşr, 7
PEYGAMBER
- 13 -
titrer, sıkıntıya düşmelerinden dolayı üzülür.18 Bütün peygamberler
rahmet; Son Peygamber de âlemlere rahmettir. 19
“Kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitab’ı
ve hikmeti getirip size bilmediklerinizi öğreten bir Rasül gönderdik.” 20
“İnsanlar (aslında) bir tek ümmet (millet) idi. Bu durumda iken Allah,
müjde verici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında
anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber
hak yolu gösteren kitapları indirdi.” 21
“Gönderilen peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman
etti, mü’minler de iman ettiler. Onlardan her biri Allah’a, O’nun meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. (Biz de onun için) Allah’ın
peygamberlerinden hiç birini ayırmayız (hepsine inanırız). Onlar ‘işittik,
itaat ettik; ey Rabbimiz mağfiretini niyaz ederiz, dönüş yalnızca sanadır’
dediler.” 22
“Hiç bir beşerin, Allah’ın kendisine Kitap, hikmet ve peygamberlik vermesinden
sonra (kalkıp) insanlara: ‘Allah’ı bırakıp bana kul olun’ demesi
mümkün değildir. Bil’akis (şöyle demesi gerekir ve der:) Okumakta ve
öğretmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe hâlis kullar olunuz.” 23
“İçlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve
inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir
peygamber göndermekle Allah, mü’minlere büyük bir lütufta bulunmuştur.”
24
“Biz her peygamberi, ancak Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesi
için gönderdik.” 25
“Hayır! Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda
seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın
(onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” 26
“Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki, insanların,
peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın! Allah
azizdir, hakîmdir.” 27
18] 9/Tevbe, 128
19] 21/Enbiyâ, 107
20] 2/Bakara, 151
21] 2/Bakara, 213
22] 2/Bakara, 285
23] 3/Âl-i İmrân, 79
24] 3/Âl-i İmrân, 164
25] 4/Nisâ, 64
26] 4/Nisâ, 65
27] (4/Nisâ, 165)
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 14 -
“Ey Rasül! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan
O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır.
Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu hidâyete erdirmez.” 28
“İşte o peygamberler, Allah’ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de
onların yoluna uy.” 29”Şüphesiz her ümmete bir peygamber gelmiştir.
Peygamberleri geldiğinde, aralarında adâletle hükmolunur. Onlara
asla zulmedilmez.” 30
“Andolsun Biz, ‘Allah’a kulluk edin, tâğuttan sakının’ diye (emretmeleri
için) her kavme bir peygamber gönderdik.” 31
“Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona; ‘Benden başka
ilâh yoktur; o halde Bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” 32
“Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Rasülü’ne dâvet edildiklerinde,
‘işittik ve itaat ettik’ demek, sadece mü’minlerin söyleyeceği sözdür.
İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Kim Allah’a ve Rasülü’ne itaat
eder, Allah’a saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, işte asıl bedbahtlıktan kurtulanlar
onlardır.” 33
“O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: ‘Keşke o peygamberle
birlikte bir yol tutsaydım! Ne yazık bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim.’
Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan
saptırdı. Şeytan, insanı (uçuruma sürükleyip, sonra) yapayalnız ve yardımcısız
bırakmakta.” 34
“Andolsun, size, Allah’ı ve âhiret gününü umanlara ve Allah’ı çokça
zikredenlere Allah’ın rasûlü’nde güzel bir örnek vardır.” 35
“O peygamberler ki Allah’ın emirlerini insanlara tebliğ ederler,
Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar.” 36
“Muhakkak ki Biz, peygamberlerimizi açık delillerle/mûcizelerle gönderdik.
İnsanlar, aralarında adâleti hâkim kılsınlar diye, o peygamberlere
kitap ve ölçü/nizam indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet
ve insanlar için faydalar vardır. Bu, Allah’ın dinine ve peygamberlerine
görmeden yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir,
daima üstündür. “ 37
28] 5/Mâide, 67
29] 6/En'âm, 90
30] 10/Yûnus, 47
31] 16/Nahl, 36
32] 21/Enbiyâ, 25
33] 24/Nûr, 51-52
34] 25/Furkan, 27-29
35] 33/Ahzâb, 21
36] 33/Ahzâb, 39
37] 57/Hadîd, 25
PEYGAMBER
- 15 -
Peygamberlerin Özellikleri
Peygamberler, “nübüvvet/peygamberlik” kurumunu hayata
geçiren elçilerdir. Onlar, Allah’tan aldıkları dini, insanlara öğretirler.
Her türlü zorluğa katlanarak insanları tevhîde, kurtuluşa
dâvet ederler. Bu dâvetleri için insanlardan hiç bir karşılık beklemezler.
Kendilerini dinlemeyen inkârcıların ve haddi aşanların kınama
ve eziyetlerine aldırmazlar. Peygamberleri, insanı ve insanla
ilgili her şeyi bilen Allah seçer. İnsanlar kendi istekleriyle peygamber
olamazlar. Peygamberleri insanlar kendi aralarından seçselerdi,
şüphesiz en uygununu değil; belki en kuvvetlisini, kendilerine
hoş geleni veya makam sahiplerini, üstünlük taslayan zorbaları
seçerlerdi.
İnsanlara önderlik etmeye kalkışan nice bilginler, filozoflar,
nice sultanlar, onları bölmüşler, onları lâyık olmadıkları halde
kendilerine itaate çağırmışlar, hatta zorlamışlardır. Üstünlük ölçüsü
olarak renkleri, zenginliği, sosyal statüleri temel almışlardır.
Peygamberler ise insanları yalnızca Allah’a ve takvâya çağırmışlardır.
Allah (c.c.) bütün insanlara peygamberler göndermiştir. Bütün
peygamberler de, insanlara tevhid dinini anlatmıştır. Hiç bir peygamber
diğer nebîleri yalanlamamış; bir sonra gelen bir öncekini
doğrulamıştır.
Peygamberler insanları en doğru yola, ahlâka, şerefe, insanlığa,
dünya ve âhiret mutluluğuna dâvet etmişlerdir. Kendileri en
yüce ahlâka sahip oldukları gibi, insanları da o üstünlüğe çağırmışlardır.
Onlar, insanların hayatına güzellikleri, adâleti, yardımlaşmayı
hâkim kılmaya çalışmışlardır. Zulmü, haksızlığı, sömürüyü,
cehaleti, düşmanlığı, ahlaksızlığı kaldırmaya gayret etmişlerdir.
Onlar, peygamber olarak gönderildikleri toplumun öncüsü idiler.
Kavimlerine hem vahyi öğretiyor, hem de din ve dünya işlerine
ait sorunlarını çözüyorlardı. Peygamberler birer beşer/İnsandırlar.
Hepsi de Allah’ın kullarıydı. Ancak onların peygamber olmalarına
sebep olacak üstün özellikleri vardı. Bu özellikleri (sıfatları) sebebiyle,
diğer insanlardan farklılaşıyorlar ve risâlet (peygamberlik)
görevini yükleniyorlardı.
Nübüvvet kurumu Allah’a aittir. Rabbimiz, yarattığı insanın
tüm ihtiyaçlarını ve zayıf taraflarını bildiğinden dolayı, onun için
gerekli ilâhî bilgileri, şeriatleri ve prensipleri nübüvvet yoluyla
göndermiştir. Bu kurum, Rab ile O’nun kulları arasında haberleşmenin
yoludur. Bu haberleşme Allah’tan insana doğru “vahy” ile;
insandan Allah’a doğru “duâ ve ibâdet” ile olmaktadır.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 16 -
İnsanların Peygamberlere İhtiyacı
Nübüvvet, insanın yeryüzündeki konumunu, görevlerini, geliş
yerini ve varacağı yeri, gücünü ve kapasitesini gösterir, öğretir. Bu
durum, insanlık için bir okul gibidir. Hayatın nasıl yaşanacağını
insan bu okulda öğrenir. Nübüvvet, insanlar için bir “örneklik” kurumudur.
İnsanın Allah karşısındaki konumunu bu kurum tanıtır.
İnsanın nasıl olması gerektiğini bu kurum canlı örnekler halinde
ortaya koyar. Vahy, insanları hayal olan bir hayata değil, önlerinde
canlı olarak kendi cinslerinden (beşer) peygamberlerin gösterdiği
somut örneğe dâvet eder.
İnsan, fıtrattan/yaratılıştan getirdiği birtakım duygulara sahiptir.
İrâdesiyle bu duygularını istediği gibi yönlendirir. Kendisine
verilen nefis, iyi şeyleri de isteyebilir; kötü şeyleri de. Toplu
olarak yaşayan insanlar belli kurallara bağlı olmazsa; huzur olmaz,
haklar yerini bulmaz. İnsan, tutkularının esiri olarak haddi aşabilir,
mal ve dünyalığa haksız yere sahip olmak isteyebilir, diğer insanlara
hükmetmek, onları sömürmek isteyebilir. Bu aşırı davranışlar
ise insanlar arasında düşmanlığa ve huzursuzluğa sebep olur. Bu
karışıklığın çaresi topluma adâletin yerleştirilmesidir. Peki bu nasıl
olacaktır ve bunu kim gerçekleştirecektir?
Adâletin sağlanması için birtakım ölçülere, kurallara ve prensiplere
ihtiyaç vardır. Bu ölçüleri koyan, insan mı olmalı, yoksa insandan
daha farklı bir üstün güç mü? Bu ölçüleri insan kendisi koyarsa,
şu ihtimaller akla gelebilir: Bu ölçüleri koyan, diğer insanlar
üzerinde haksız, bazen de sınırsız otorite kurar. Ölçüyü koyanlara,
kendi koydukları ölçü genellikle uygulanmaz. Konulan ölçülere
uymak zorunda olanlar arasından daha güçlü birisi çıkar, o ölçüleri
tanımaz ve kendisi yeni ölçüler koymak ister. İnsanlar hiç bir
zaman mutlak adâlet ölçülerini bulamazlar. Çünkü insanın zayıf
tarafları ve kapasitesinin yetersizliği söz konusudur.
İnsanlar için ölçü koyan öyle birisi olmalı ki, bütün bu sorunlar
olmasın. O, insanı tamamen bilen ve insandan güçlü biri olsun.
Ölçüye uyanlara mükâfat, uymayanlara ceza verebilsin. Gücü ve
kudreti tartışılmaz ve hükmünde asla yanılmasın. Hiçbir noksanı
bulunmasın, mutlak ve gerçek adâlet sahibi olsun. Böyle birisi elbette
insanlar arasından çıkmaz. Bu sıfatları ancak âlemlerin rabbi
Allah taşımaktadır. O Allah, insanın dünya ve âhiret mutluluğunu
sağlayacak ilâhî prensipleri, yeryüzünün halifesi olarak yarattığı
insanlar arasından seçtiği peygamberleri aracılığıyla bildirmektedir.
PEYGAMBER
- 17 -
Peygamberlik kurumu olmasaydı, şüphesiz insanlar doğru
yolu bulamazlardı. İnsan, beşer olması dolayısıyla kendi aklı ve
irâdesiyle nasıl hareket edeceğini, nasıl kulluk yapacağını bilemez.
Üstelik zayıf tarafları vardır, hırs ve aşırı isteklere sahiptir. Bu şekilde
yaratılan insanın sürekli “irşâd” edilmesi gerekir. Kendisine
doğru yol gösterilmeli, iyi ve kötü şeyler anlatılmalı, fenalıklardan
sakındırılmalı, hayırlı olan şeylere ve kulluğa teşvik edilmeli. İnsana,
hiç şaşırmayacağı, mutlak doğru olan prensipler verilmeli. Peygamberler
bu anlamda insanları irşâd eden mürşidlerdir. Öyleyse
nübüvvet, ilâhî irşâd kurumudur.
Risâlet veya nübüvvet, Allah’ın insana olan rahmetinin bir
tecellisidir. Başıboş bırakılan insan tek başına, ne hidâyeti ne de
güzel davranışları bulabilir. İnsan, kendi kendine ilâhî güzelliklere
ulaşamaz. Yaratılışı gereği bir rehbere, üstün nitelikli bir imama/
öndere muhtaçtır. Peygamberler, bu manada insanların önderleridir.
Peygamberler, yeryüzünde canlı vahiylerdir. Allah’ın kullarından
istediği insan tipinin somut örnekleridir. Risâlet/peygamberlik
görevi çalışılarak, okuyarak elde edilebilecek bir makam değildir.
Allah (c.c.) kulları içerisinden üstün niteliklere sahip kimseleri elçi
olarak seçer ve onlar vasıtasıyla insanlara mesajını gönderir. Elçilerinin
diğer insanları vahiyle terbiye etmesini ister.
Son Rasûl de diğer şerefli elçiler gibi, yalnızca mektup getiren
postacı benzeri, yani sadece mesajı (vahyi) getirip haber veren
kimse değildir. O, vahyi getirip haber verir, onu tebliğ etmek için
çaba sarf eder ve o vahyi bizzat uygular. Daha doğrusu vahyin
hedefini bizzat yaşayarak gösterir. Mü’minler O’na bakarak müslümanlığı
nasıl yaşayacaklarını ve Allah’ın kendilerinden ne istediğini
öğrenirler. Rasûl, Allah’ın mesajını insanlara ulaştırırken her
türlü eziyet ve sıkıntıya göğüs gerer. Gerekirse vahyin düşmanları
ile mücadele de eder.
Peygamberler, insanlar arasında en emin/güvenilen insanlardır.
Ahlâk ve davranış bakımından üstün özellikleri vardır. Onlarda
herhangi bir ahlâk düşüklüğü, çirkin bir davranış, veya günah işlemek
yoktur. Onlar Allah’ın vereceği mükâfâtın müjdecisi, azgınlara
vereceği cezanın da korkutucusudurlar (beşîr ve nezîrdirler)38.
İnsanların sorunları ancak onların getirdiği ölçülerle çözülebilir.
İnsanlık ancak onların getirdiği mesaj ile gerçek huzura, insanlığa
ve kurtuluşa ulaşabilir.
38] 6/En’âm, 48
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 18 -
Dünya hayatını nasıl yaşayacağımız konusundaki prensipler
Allah tarafından, peygamberleri ile bize bildirilmeseydi, insanların
hepsi bugünkü İslâm dışı görüşlere sahip olanlar gibi; kendi
kafalarına, yani kendi hevâlarına uyacaklar ve sayısız uydurma
dinlerin peşinden gitmek zorunda kalacaklardı. 39
Peygamberlerin Gönderiliş Gâyeleri
1- Allah’a Dâvet: İnsanoğlunun dünyaya gönderilmesindeki
asıl gâye, Kur’an’ın da bize bildirdiği gibi, Yaratıcı’sını tanıyıp
O’na hakkıyla kulluk etmektir. “Ben cinleri ve insanları ancak Bana
kulluk/ibâdet etsinler diye yarattım.”40 İşte peygamberlerin gönderiliş
sebeplerinin başında, bu kulluğun nasıl yapılacağı, en açık bir
şekilde insanlara öğretmek gelmektedir. Aslında Allah’a inanmak,
her doğan insanın fıtratında var olan bir gerçektir.41 Her insan,
fıtratında, kendinden yüce, güçlü ve kuvvetli birine inanmayı
ihtiyaç olarak hisseder. Bazıları bu yüce varlığı, “tabiat güçleri”
olarak algılarken, diğer bazıları, kendi elleriyle yapıp taptıkları
“put” olarak telakki eder. Gönderilen her peygamber, kendi
kavmini bu yüce gerçeğe dâvet etmiş, onlara, inanılması gerekli
olan Zât’ı bildirmiştir. “Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki,
ona; ‘Benden başka ilâh yoktur; o halde Bana kulluk edin’ diye vahyetmiş
olmayalım.”42; “Andolsun Biz, ‘Allah’a kulluk edin, tâğuttan sakının’ diye
(emretmeleri için) her kavme bir peygamber gönderdik.” 43
Tarih de açıkça ortaya koymuştur ki, insan, tek başına doğru
bir şekilde Yaratıcı’sını tanıyamamakta, O’na kulluk yollarını bilememektedir.
Gönderilen peygamberler arasındaki devrede bile
insan, pek çok bâtıl ve hurâfelere tapmış, herhangi bir fayda ve
zararı olmayan putlara, cansız varlıklara, yıldızlara vs. İbâdet etmiştir.
Gönderilen her peygamber, ümmetini Allah’a dâvet etmiş,
bu konuda büyük gayretler sarfetmiş, onlara gerçek Mâbud’u
anlatmıştır. Bütün peygamberler, hayatları boyunca bunun mücadelesini
vermiştir. Hz. Nûh’un 950 sene gece-gündüz, gizli-açık
bir şekilde, bütün yolları deneyerek kavmini hidâyete çağırdığını,
ancak toplumun buna yanaşmadıklarını44 örnek verebiliriz.
2- Allah’ın Emirlerini Tebliğ: Peygamberlerin gönderiliş amaçlarından
bir diğeri, dini tebliğdir. Eğer onlar gelmeseydi biz,
39] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 487-489; 506-508
40] 51/Zâriyât, 56
41] Buhâri, Cenâiz 92; Ebû Dâvud, Sünnet 17; Tirmizî, Kader 5
42] 21/Enbiyâ, 25
43] 16/Nahl, 36
44] 29/Ankebût, 14; 71/Nûh, 9, 21
PEYGAMBER
- 19 -
ibâdete ait meseleleri bilemez, Allah’ın emir ve yasaklarını hiçbir
zaman alamaz ve mükellefiyetlerimizi kavrayamazdık. Namaz,
oruç, zekât, hac gibi görevlerimizi; içki, kumar, zina, ihtikâr/karaborsa
ve faiz gibi haramları bilemezdik. Bütün bunları ve bunlara
benzer birçok meseleleri peygamberler vasıtasıyla öğrenmiş
bulunuyoruz.
Hayat ve medeniyetle beraber insan düşüncesinin de ilerlediği
öne sürülür. Asırlar içerisinde ve nesiller boyunca insanda meydana
gelen değişikliğe rağmen, ilk insanla bugünkü insan, insan
olma bakımından müşterek, hatta aynı mâhiyete sahiptir. İlk insanlarla
günümüz insanının ortak ihtiyaçları ve ortak kaderleri
vardır. İnsanda değişmeyen bu ihtiyaçların çözümü için, insanlığın
ebedî kurallara bağlanması ve öyle tanzim edilmesi bir zarûrettir.
Bu ihtiyacın, durmadan değişen ve olgunlaştığı kabul edilen akıl
ve ilim yoluyla değil; mutlak ve ebedî esaslara sahip olan din yoluyla
tanzim edilmesi gerekmektedir.
İlâhî emir ve yasakları insanlara ulaştıracak bir insana ihtiyacın
varlığı inkâr edilemez. Ve aynı zamanda bu elçinin bir insan
olması da gereklidir. Allah da bu elçileri insanlardan seçmiştir. Seçilen
bu peygamberler, bu yüce görevi tamamen yerine getirmiş,
hiçbiri insanları Allah’a dâvetten geri kalmamışlardır. “O peygamberler
ki Allah’ın emirlerini insanlara tebliğ ederler, Allah’tan korkarlar ve
O’ndan başka kimseden korkmazlar.”45; “Ey Rasül! Rabbinden sana indirileni
tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun.
Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu
hidâyete erdirmez.” 46
3- İnsanları Doğru Yola Dâvet: İnsan, kendisinde bulunan birtakım
özelliklerden dolayı, zaman zaman “sırât-ı müstakim” dediğimiz,
doğru yoldan sapabilir. Ancak ona, bu sapmasını haber
vererek, onun yeniden fıtratına dönmesine, iyilikleri yakalayıp
onları işlemesine yardımcı olacak birtakım uyarıcılar gelmiştir. İşte
bunlar, Allah’ın kendilerini seçip görevlendirdiği peygamberlerdir.
Evet, gelen her peygamber, etrafındaki insanları uyarmış, yanlış
yolların kötülüğünü izah etmiş, onları sırât-ı müstakime yönlendirmeye
çalışmıştır. “Elif Lâm Râ. (Bu Kur’an,) Rablerinin izniyle insanları
karanlıklardan nûra/aydınlığa, yani her şeye gâlip (ve) övgüye lâyık olan
Allah’ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.” 47
45] 33/Ahzâb, 39
46] 5/Mâide, 67
47] 14/İbrahim, 1
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 20 -
4- İnsanlara Örnek Olmak: Peygamberlerin gönderiliş
gâyelerinden birisi de, her konuda insanlara örnek olmalarıdır.
Nebîlerin fıtratları temiz, rûhî yönden pek yüksek, irâdeleri ise,
çok güçlüdür. Kur’an da Rasulullah’a, diğer peygamberlerin yolunu
takip etmesini emretmekle, aynı zamanda diğer insanları
da bu konuda uyarmıştır. “İşte o peygamberler, Allah’ın hidâyet ettiği
kimselerdir. Sen de onların yoluna uy!”48 Buradan da, her konuda
peygamberlere uymanın ve onları örnek almanın, insanlar için bir
emir olduğunu anlıyoruz.
Her şeyden önce, peygamberlerin kendi hayatları, hakikaten
çok büyük bir ahlâkî temizlik ve dürüstlük örneğidir. Bunlar, insanlara
dinî ve ahlâkî hakikatleri bildirmekten, onlara her bakımdan
faydalı olmak ve hizmet etmekten başka bir şey düşünmemişler,
hiçbir menfaat hırsı gütmemişlerdir. Onların hayatlarını ve
davranışlarını düşünürken, insan gerçekten heyecan duymaktadır.
Sonra onların din ve ahlâk namına getirdikleri ölmez prensiplerin
doğruluğu, asırlar sonra dahi meydandadır. Kur’an, “onların hepsi
de sâlih kimselerdendi.” 49 demekle, peygamberlerin bütünü hakkında
değer hükmünü bildirmiştir.
Allah, olgunluk ve fazilette, onları birer örnek ve numûne
kılmıştır. Çünkü onlar, akıl yönüyle mükemmel, hedef ve yöneliş
yönüyle tertemiz, şeref ve rütbe yönüyle de bütün insanlardan üstündürler.
“Andolsun, size, Allah’ı ve âhiret gününü umanlara ve Allah’ı
çokça zikredenlere Allah’ın rasûlü’nde güzel bir örnek vardır.”50 Peygamberler,
bütün insanlık için, en güzel birer önder, en güzel birer
örnektirler. Herkes, onlara uymak ve onların metodlarını tâkip
etmekle yükümlüdür.
5- İnsanları Bâki Âleme Yönlendirme: İnsanoğlu, yaratılışı
gereği dünyaya karşı aşırı bir şekilde sevgi beslemektedir. Hz.
Peygamber’den rivâyet edilen şu hadiste de, onun bu yönüne dikkat
çekilmiştir: “Şâyet insanoğlunun bir vâdi dolusu altını olsa, yine o,
iki vâdi dolusu olmasını arzu eder. İnsanoğlunun ağzını (aç gözlülüğünü)
topraktan başkası doyurmaz.”51 Ahiret hayatı, peygamberler olmaksızın
aklın hakikatini anlayamayacağı, gaybe âit işlerdendir. İşte
peygamberler, devamlı olarak dünyaya meyilli olan insanları, bu
âleme doğru yönlendirmeye çalışmışlardır.
Kur’ân-ı Kerim’in pek çok âyetinde, dünya hayatının bir
48] 6/En’âm, 90
49] 6/En'âm, 85
50] 33/Ahzâb, 21
51] Buhârî, Rikak 10; Tirmizî, Menâkıb 32, 64
PEYGAMBER
- 21 -
aldanma metâı olduğu,52 insanlar için çok süslü gösterildiği,53 oyun
ve oyalanmadan ibaret olduğu,54 dünyadaki nimetlerin geçici olup
asıl bitmeyen ve tükenmeyenlerin âhiret yurdunda olacağı 55 üzerinde
durulmuştur.
Günümüzde şu gerçeğin görülmemesi mümkün değildir:
Âhiret inancının olmadığı toplumlarda, huzur ve mutluluktan söz
etmek hiç de kolay değildir. Zira insanoğlunun hemen yarısını teşkil
eden çocuklar, yalnız cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı
görünen ölümlere karşı dayanabilirler ve bu ümitle sevinçli bir
şekilde yaşayabilirler. İnsanlığın azımsanamayacak bir bölümünü
teşkil eden ihtiyarlar, uhrevî hayatla yakınlarında bulunan kabre
karşı tahammül gösterebilirler. Toplumun önemli bir kesimini
oluşturan gençler, delikanlılar aşırı bir şiddette olan duygularını,
nefislerini, hevâ ve isteklerini; tecavüzlerden, zulüm ve haksızlıklardan,
ancak cennet düşüncesi ve cehennem korkusuyla dizginleyebilirler.
Böyle mutlu bir toplumu da ancak, getirmiş oldukları
prensiplerle insanları istikamete götüren peygamberler kurabilmişlerdir.
6- Dünya-Âhiret Dengesini Sağlama: Peygamberler, dünya
ve ukbâ dengesini kurmak için gelmişlerdir. Onların getirdiği
muvâzene/denge ile insanoğlu, ifrat ve tefritten kurtulacak ve istikameti
bulacaktır. Ne papazlar ve ruhbanlar gibi bütün dünyayı
terkedip manastırlara çekilme, ne de her şeyiyle dünyaya dalıp
ona kul-köle olma değil; sürekli orta yolu bulma ve yaşama ki, bu
da ancak vahyin aydınlık dünyasında elde edilebilecek bir nasiptir.
Yoksa akıl ve vicdanla böyle bir denge kurulamaz.
İslâm’da insanın dünyadan tamamen çekilmesi ve kendini
sadece namaza oruca vermesi istenmediği gibi; aynı zamanda
kendini tamamen maddeye kaptırıp onun arkasından devamlı
koşması da tavsiye edilmemiştir. Bilakis, dünya-ukbâ uygunluğu,
dünyanın âhirete bir tarla kılınması tavsiyesinde bulunulmuştur.
Mü’minin dünya ve âhiret mutluluğunu beraber istemesi,56 Karun
gibi sadece dünyaya takılıp kalınmaması,57 ama bununla birlikte,
çeşitli nimetlerden istifade edilebilmesi58 de, yine İslâm’ın, dolayısıyla
bütün peygamberlerin prensipleri arasındadır.
52] 3/Âl-i İmrân, 185; 13/Ra'd, 26; 31/Lokman, 33
53] 2/Bakara, 212; 3/Âl-i İmrân, 14; 57/Hadîd, 20
54] 6/En'âm, 32; 29/Ankebût, 64; 47/Muhammed, 36
55] 4/Nisâ, 77; 16/Nahl, 96; 35/Fâtır, 5
56] 2/Bakara, 200-201
57] 28/Kasas, 81
58] 7/A'râf, 31-32, 15
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 22 -
7- İtiraz Kapısını Kapatma: Peygamberlerin gönderiliş sebeplerinden
biri de, insanların âhirette Allah’a karşı herhangi bir
itirazlarının olmasını önlemektir. “Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak
peygamberler (gönderdik) ki, insanların, peygamberlerden sonra Allah’a
karşı bir bahaneleri olmasın. Allah azizdir, hakimdir.”59 Yani iman ve
itaat edenlere, âhirette ecir ve sevap ile müjde vermek; küfür ve
isyan edenlere, cehennem azâbını haber verip çekindirmek üzere
elçiler gönderilmiştir ki, azâbı gördükleri zaman mâzeretleri
kalmasın: “Eğer Biz, bundan önce onları helâk etseydik, muhakkak ki
şöyle diyeceklerdi: ‘Ey Rabbim! Bize bir peygamber gönderseydin de, şu
aşağılığa ve rüsvaylığa düşmeden önce âyetlerine uysaydık!”60 Peygamber
gönderilmemiş olsaydı, demek ki insanlar, bunu bahane edeceklerdi:
“Vaktiyle bize bunları bildirseydin, hükümlerini, şeriatını,
kanunlarını bildiren bir peygamber gönderseydin de, bilmediklerimizi
öğrenip onlara tâbi olsaydık ve felâketler başımıza gelmeseydi
ne olurdu; bize bir elçi gönderseydin de böyle alçak ve rezil
olmadan önce, senin âyetlerine uysaydık” diyebileceklerdi. İşte bu
mâzeret kapısını Allah, peygamber göndermekle kapatmıştır.
Kıyâmet gününde Allah, bütün insanları toplayacak, her
peygamberi de aynı zamanda kendi ümmetine tebliğde bulunduğuna
dair şâhit olarak getirecektir: “Kıyâmet gününde, her ümmete
bir şâhit getirdiğimizde halleri ne olacaktır? O gün, inkâr edip peygambere
isyan edenler, yerle bir olmayı isterler. Allah’tan hiç bir sözü
gizleyemezler.”61 Yine onlar, kıyâmet gününde, cehenneme atılmadan
önce, o korkunç âkıbete götürülürken, kendilerine işlemiş oldukları
suçlardan sorulur da, onlar, bunu itiraf ederler: “Cehennem,
öfkeden parçalanacak bir hale gelir. Cehenneme her topluluk atıldığında,
zebâniler onlara: ‘Size bir uyarıcı gelmemiş miydi?’ diye soracaklardır.
Onlar da: ‘Evet, uyarıcı gelmiş, fakat biz yalanlamıştık ve Allah hiçbir şey
indirmedi; siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz’ demiştik diye cevap
verirler. ‘Eğer dinlesek veya düşünseydik, alev alev yanan cehennemin
ehlinden olmazdık’ derler. İşte böylece günahlarını itiraf ederler. Kahrolsun
alev alev yanan o cehennem ehli!” 62
Her peygamber, insanları inandırmak ve inanmayanların da
bahanelerine meydan vermemek için bazı mûcizelerle gelmiştir.
Artık bundan böyle kimsenin itiraza hakkı yoktur. Allah, inanmamızı
istediği hakikatleri, peygamberleriyle gayet açık bir şekilde
gözler önüne sermiştir. Zaten bu da, onların gönderiliş
59] 4/Nisâ, 165
60] 20/Tâhâ, 134
61] 4/Nisâ, 41-42; 16/Nahl, 89
62] 67/Mülk, 8-11
PEYGAMBER
- 23 -
gayelerinden biridir. Ayrıca önemli bir nokta da, Allah, “Biz, peygamber
göndermedikçe azab edici değiliz.”63 buyurmaktadır. Demek
ki, peygamberler gönderildiği için mizan ve terazi kurulacak ve
kimsenin mâzeretine (daha doğrusu bahanesine) bakılmadan
herkesin hesabı sorulacaktır.
8- İnsan Fıtratına Uygun Olan Gerçek Din Duygusunu Öğretme:
İlk insanla beraber ortaya çıkan din, çağlar boyunca inanların
rûhunu tatmin etmiş, meraklarını gidermiştir. Dinin bu vasfı,
kaynağının sağlamlığındandır. Günümüz dünyasında da, bütün
eski dönemlerde olduğu gibi, insanların büyük çoğunluğu Allah’a
inanmakta ve tüm varlıkları O’nun eseri olarak kabul etmektedir.
Din, insanlığın en önemli gereksinimlerindendir.
İnsanlar, ilâhî ve uhrevî hakikatleri, kendi akıllarıyla idrâk edemezler.
Zira aklın kapasitesi sınırlıdır. Akıl, insanları çeşitli yollara
götürebilir. Büyük hakikatlere dair söz söylemek iddiasındaki filozofların,
insanlığa ne kadar değişik, hatta birbirini yalanlayan, zıt
yollar çizdikleri bilinir ve bilinmesi gerekir. Allah, lütfu ile zaman
zaman yeryüzünün çeşitli bölgelerinde, ilâhî tebliği alıp kavimlerine
ulaştıracak insanlar seçmiştir. Zira, hayatın, yaşayış tarzının,
ilâhî tâlimata göre tanzim edilmesi gerekmektedir. İnsan fıtratı
da, bu evreni var eden bir yaratıcıya ibâdet etmekle donatılmış
gibidir ki, bunu, Kur’ân-ı Kerim, şu âyetiyle kullara ifade etmektedir:
“Sen, yeryüzünü, hanîf (tevhid eri, Allah’ı birleyici) olarak dine, yani
Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise o fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında
değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu
bilmezler.”64 insanlar, fıtraten sağlam, fikir ve düşünce yönüyle
düzgün oldukları müddetçe, dine yönelmeleri devam edecektir.
Çünkü insanın duygu ve düşüncelerinin yöneldiği en kıymetli şey,
dindir. Aynı zamanda onu, diğer yaratıklardan ayıran en belirgin
öğe de din ve onu yaşamadır. İşte peygamberler de, insanların
muhtaç oldukları gerçek dini getirerek, onların bu ihtiyaçlarını en
güzel bir şekilde karşılamışlardır.
9- İnsanlara, Doğru Kuralları Gösterme: Nübüvvet görevlerinden
birisi de, Allah’tan almış oldukları dosdoğru kurallar vasıtasıyla,
hem bu, hem de öbür dünyada insanları saâdete götürecek,
faziletli davranışlara yönlendirmektir. İnsanların tek başlarına,
iyi şeylerin tamamını kavrayıp onların gerektirdiği doğrultuda
hareket etmeleri söz konusu değildir. Zira insanların arzu, istek
ve menfaatleri farklı farklıdır. Buna en büyük delil, bugünkü
63] 17/İsrâ, 15
64] 30/Rûm, 30
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 24 -
dünyanın içinde bulunduğu durumdur. Pek çok zulüm işlenmesine,
haksızlıklar yapılamasına, insan hakları çiğnenmesine rağmen
birçokları, medeniyetin zirvesinde olduğunu pek rahat bir şekilde
söyleyebiliyorlar. İşte bundan dolayıdır ki, peygamberlerin risâleti,
toplumu düzeltip insanları Allah’a kul olma noktasına getirecek
kuralları açıklamak ve yine toplumu felâkete sürükleyip Allah’ın
gazabını gerektirecek, kötü hareketlere dikkat çekmektir.
Kur’ân-ı Kerim’i incelediğimizde, her peygamberin, kendi dönemindeki
insanları doğruya sevk edip, kötü şeylerden sakındırdığını
görürüz. Hz. Nûh, insanları putlara tapmaktan sakındırmış,
tutmaları gereken yolu göstermiş,65 Hz. İbrahim, kavmiyle büyük
mücadeleler vermiş, akıl yönünden değişik metodlar kullanarak
doğruları göstermeye çalışmış66, Hz. Sâlih, kavmini kötü şeylerden
ve kötü kimselere uymaktan sakındırmış67, Hz. Lût, kavmi arasında
yaygın olan livâtadan (homoseksüellikten) vazgeçirmeye çalışmış
ve bu uğurda çetin mücadeleler vermiş,68 Hz. Şuayb, ölçü
ve tartıda eksiklik yapan kavmini bu davranışlarından caydırmaya
uğraşmıştır.69 Netice itibariyle her peygamber, kavmiyle buna
benzer nice mücadelelerde bulunmuştur. “Şüphesiz her ümmete
bir peygamber gelmiştir. Peygamberleri geldiğinde, aralarında adâletle
hümolunur. Onlara asla zulmedilmez.” 70; “Muhakkak ki Biz, peygamberlerimizi
açık delillerle/mûcizelerle gönderdik. İnsanlar, aralarında adâleti
hâkim kılsınlar diye, o peygamberlere kitap ve ölçü/nizam indirdik.” 71
10- Ahlâk Eğitimini Gerçekleştirme: İnsan için hem iyilik, hem
de kötülük yolu açıktır. “Biz, ona her iki yolu da (hayır ve şerri) göstermedik
mi?”72;“Gerçekten de nefis, kötülüğü emreder.”73 Ancak insan,
arzu ve isteklerini yönlendirme, sınırlama ve frenleme gücüne
sahiptir. “Rabbinin azametinden korkup kendini şehevî arzulardan koruyana
gelince, onun da varıp kalacağı yer mutlaka cennettir.”74 Fakat
her insan, nefsine hâkim olamayabilir. Demek ki insanda, bir şeyi
emreden veya yasaklayan gizli bir güç vardır. Kötülüklere karşı insanı
dizginleyen en önemli faktör, Allah’a inanma ve yaptıklarının
hesabını verme düşüncesidir. Ahlâk eğitimi de diyebileceğimiz bu
65] 7/A’râf, 59-64; 10/Yûnus, 71-73...
66] 6/En’âm, 76-79, 80-83; 21/Enbiyâ, 58-67...
67] 7/A’râf, 73-79; 11/Hûd, 61-68...
68] 7/A’râf, 80-82; 11/Hûd, 77-80...
69] 7/A’râf, 85-86; 11/Hûd, 84-85...
70] 10/Yûnus, 47
71] 57/Hadîd, 25
72] 90/Beled, 10
73] 12/Yûsuf, 53
74] 79/Nâziât, 40-41
PEYGAMBER
- 25 -
davranışları en iyi, peygamberler vermiştir. Onlar, getirdikleri kanunlarla,
insanlar arası münasebetleri en iyi bir şekilde ayarlamaya
çalışmışlar, onları güzel ahlâka yönlendirmişler ve bu konuda
en güzel birer örnek olmuşlardır. Kur’ân-ı Kerim de, peygamberimizin
bu yönüne dikkatleri çekmiş, O’nun yüce bir ahlâkla yaratıldığını
vurgulamıştır.75 Ayrıca peygamberimiz de, kendisinin,
“güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildiğini”76 ifade etmiştir. 77
Peygamberlerin Dâvetlerinin Özellikleri
1- Rabbânîlik: Kur’an’da peygamberlik, Allah’ın kulları arasından
seçtiği şahıslara verdiği bir lütuf ve rahmet olarak takdim
edilir. İnsanların kendi istek ve çabalarıyla bu unvânı elde etmeleri
mümkün değildir. Peygamberlerin, Allah tarafından bu görev
için tercih edildiğini,78 onların seçkin79 kişiler olduğunu belirten
âyetlerin yanında; Allah’ın, peygamberliği dilediği kimselere vereceğini
ifade eden âyetler de vardır.
Hiçbir peygamber, düşünüp taşınıp kendi aklına göre, “şöyle
bir sistem ortaya koyayım” diyerek işe başlamamıştır ve başlamaz.
Doğrudan doğruya Allah, insanlar içinden bir kimseyi peygamber
yapmayı diler. Vakti gelince, tamamen peygamberlik için yaratılmış
bu seçkin insana, peygamberlik vazifesini duyurur, o da peygamberliğini
ilân eder. Nübüvvet, Allah’ın istediğine verdiği bir
görevdir. O, ne akıl, ne çalışma, ne çok ibâdet ve ne de verâset
yoluyla ulaşılacak bir şey değildir. Onların getirmiş olduğu her şey,
vahiyden ibarettir. Onlardan her biri, şöyle der: “Ben yalnızca bana
vahy olunana uyuyorum.” 80
Bulundukları çevre şartları, ekonomik ve sosyal hâdiseler, onların
konumlarını asla değiştiremez. Onlar, bildikleri yolda hedeflerine
varmaya çalışırlar. Vazifelerini yaparlarken de, muhâtaplarının
kabul veya reddi onları pek bağlamaz. Onların vazifesi, sadece
tebliğ edip anlatmak ve ilâhî emirleri tatbik etmekten ibarettir.
Muhâliflerin dedikleri, söyledikleri veya yaptıkları, onların tavırlarını
değiştirmez. Mesajlarını, çarpıtmadan, eğip bükmeden net
bir şekilde toplumlarına iletirler. Dâvâları adına tâviz vermeleri,
kat’iyyen düşünülemez. “Ayı bir eline, güneşi diğer eline koysalar,
peygamberler, bu dâvâlarından kesinlikle vazgeçmezler.”
75] 68/Kalem, 4
76] Ahmed bin Hanbel, II/381; Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk, 8
77] Muhittin Akgül, Kur’ân-ı Kerim’de Peygamber, s. 28-36
78] 3/Âl- İmrân, 33; 7/A’râf, 144...
79] 27/Neml, 59; 38/Sâd, 47
80] 6/En’âm, 50; 7/A’râf, 203...
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 26 -
2- Tevhide Çağrı: Bütün peygamberlerin tebliğ ettiği din olan
İslâm’da temel nokta, tevhid bayrağı altından toplanmaktır. Bunun
da esası, kelime-i tevhiddir. “...Yalnız Allah’a kulluk edelim ve
O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayalım...”81 Bütün peygamberlere baktığımızda,
hepsinin temel gayelerinin, insanları Allah’ın varlığına
ve birliğine çağırdıklarını görürüz. Her peygamber, çevresindekilere
şunları söylemiştir: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için
O’ndan başka ilâh yoktur.” 82
Bütün peygamberlerin dâvetlerindeki esas tema, temel vurgu,
insanları sadece Allah’a kulluğa ve O’na inanıp teslim olmaya
yöneliktir. “Andolsun Biz, her ümmet/millet içinde; ‘Allah’a kulluk edin;
tâğuttan (ona itaatten) kaçının’ diyen bir rasül gönderdik.”83 Bunlardaki
söz birliği ve hepsinin tevhid hakikatiyle gelmesi de, yine peygamberlik
kurumuna ait bir özelliktir. Onun içindir ki, Allah Rasülü:
“Ben ve benden evvel gelen bütün peygamberlerin söylediği en faziletli
söz: ‘Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke lehû”(Bir tek olan ve hiç ortağı
bulunmayan Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur) sözü veya bu anlama gelen
sözdür.”84 buyurmuştur.
3- Ücret İstememe: Peygamberlerin, yaptıkları hizmetler karşılığında
insanlardan hiçbir beklentileri yoktur. Diğer insanların
böyle bir şeyi arzulamaları mümkün olabilir. Ancak Kur’an, peygamberlerin
böyle bir istekte bulunmadıklarını söylemektedir.
Onlardan her birinin, bu konudaki yegâne sözü: “Ben sizden hiçbir
ücret/karşılık istemiyorum. Benim ücretim/mükâfatım ancak Allah’a
aittir.”85 cümlesi olmuştur. Onlar, bunun karşılığını Allah’tan beklerler.
Nasihatleri ve irşadları karşılığında, insanlardan bir övgü de
beklemezler. Yegâne istekleri, Allah rızâsı ve âhiret sevabıdır.
4- Kavimlerinin Diliyle Gelme: Allah, insanlara olan merhametinden
dolayı, gönderdiği her peygamberi, insanlar ondan, anlaşılması
gerekli olan şeyleri kolaylıkla kavrayabilsinler ve anlasınlar
diye, kendi kavminin diliyle göndermiştir. Allah’ın âdeti, sünneti
böyledir. Öteden beri, her peygamber, gönderildiği ümmetin ve
özellikle içlerinde oturduğu topluluğun dili ile gönderilmiştir. Tâ
ki, tebliğine emredilmiş olduğu şeyleri kavmine anlatsın, anlattırsın.
Çünkü bir peygamberin peygamberliği, gerek kavmine ait olsun
ve gerek daha başkalarını da kapsasın, mutlaka o peygamber,
öncelikle kavmini dâvet edecek ve ilk işi onlara peygamberliğini
81] 3/Âl-i İmrân, 64
82] 5/Mâide, 72, 117; 7/A’râf, 59, 65, 73, 85...
83] 16/Nahl, 36
84] Muvattâ, Kur’an 32, Hacc 246
85] 10/Yûnus, 72; 11/Hûd, 29, 51...
PEYGAMBER
- 27 -
anlatmak olacaktır. Bu ise, onların en iyi, en kolay anlayabilecekleri
kendi dilleriyle açıklamaya bağlıdır. Şayet Kur’an, başka bir
dille indirilseydi, peygamberin de içlerinde bulunduğu ve ilk önce
hitap edeceği kavmi anlamayacaktı. Kur’an, bu durumu şöyle dile
getirir: “Eğer Biz bu Kur’ân’ı, yabancı bir dille indirseydik, iman etmeyenler,
mutlaka diyeceklerdi ki, ‘âyetleri uzun uzadıya açıklamalı değil miydi?
Arap bir peygambere yabancı dil, öyle mi?”86 Peygamberler, içinden
çıktıkları toplumlarının diliyle gönderilmeseydi, diğer kavimlere
tebliğ etmek ve mesajı umûmileştirmek için, ilk neşredenler yetişmeyecek
ve bundan dolayı, hiçbir topluluk hakkında Allah’ın kesin
delili gerçekleşmeyecekti. “Allah, her peygamberi kendi kavminin
diliyle göndermiştir.” 87
5- Hedef ve Gâyenin Açıklığı: Bütün peygamberler, insanların
fıtratlarına uygun bir şekilde hareket eder, onlara akıllarının
alabileceği sadelikte hitap ederlerdi. Çünkü dâvetçinin, konuşmalarında,
sohbetlerinde sözünün muhâtapları tarafından anlaşılır
netlikte ve sadelikte olması gerekir. Aksi takdirde dediği anlaşılmaz,
sözleri hedefini bulamaz. “(Ey peygamber!) Sen, insanları Rabbinin
yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde
mücadele et.” 88
İnsanlar, çoğu hususta birbirinden farklıdır. Zekâ ve ilimleri
farklı olduğu gibi, karakter ve duyguları da farklıdır. Ayrıca düşünce
ve tasavvurlarında farklı oldukları gibi, eğilim ve yönelişlerinde
de farklılık gösterirler. Bütün bu farklılıklar, dâvet ve dâvetçilerin,
onları etkileyecek ve karakterlerine münasip düşecek bir şekilde
giriş yapmalarını mecburi kılmaktadır. Bu noktayı çok iyi bir şekilde
bilen peygamberler, gayet açık ve net bir şekilde, aktaracakları
şeyleri aktarmış, insanların anlamakta güçlük çekecekleri bir metottan
uzak durmuşlardır. Tekellüfe/zorluğa girilmemiş,89 en kolay
ve açık deliller ileri sürülmüş,90 anlatılacak şeylerde bir kapalılık
bırakılmamıştır. 91
6- İhlâs ve Samimiyet: İhlâsı, “yapılan bir şeyi Allah için yapma
ve bunu Allah’tan başkasının görmesini istememe” şeklinde tanımlayabileceğimiz
gibi, “yapılan bir harekette, diğer insanların
değerlendirmelerini gözardı etme ve onların düşüncelerinden kaçınma”
diye de tarif edebiliriz. İşte peygamberler, bütün işlerinde
86] 41/Fussılet, 44
87] Ahmed bin Hanbel, V/158
88] 16/Nahl, 125
89] 38/Sâd, 86
90] 2/Bakara, 258
91] 12/Yûsuf, 108
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 28 -
ihlâsa erdirilen şahsiyetlerdir. İhlâs ve samimiyetin zirvesini onlar
tutmuştur. Kur’an, onların bu yönlerini bazı peygamberlerin
şahsında şöyle anlatmaktadır: “Kitab’da Mûsâ’yı da an! Gerçekten o,
ihlâsa erdirilmiş bir rasûl, nebî idi.”92 Hz. Yusuf için: “Şüphesiz o, ihlâsa
erdirilmiş kullarımızdandır.”93 Ve Hz. Peygamber’e ise: “Şüphesiz ki
Kitab’ı sana hak olarak indirdik. (O halde sen de) dini O’na has kılarak,
ihlâs ile Allah’a kulluk et!”94; “De ki: ‘Ben dinimde ihlâs ile (dini O’na has
kılarak) ancak Allah’a ibâdet ederim.” 95
Peygamberlerin Peygamberliği Nasıl Anlaşılır?
Bir peygamberin peygamberliği, onun gösterdiği mûcizelerden
anlaşılır. Bütün peygamberlerin bir mûcizesi vardır. Peygamberlerin
peygamberliklerini ispat etmeleri için Allah’ın izni ile göstermiş
oldukları hârikulâde (olağanüstü) olaylara mûcize denir.
Peygamberlerde görülen mûcizelerin benzeri, başkaları tarafından
gösterilemez. Mûcize, Allah’ın bir fiili olup, peygamberlere
nisbet edilmesi mecazîdir. Peygamberler, kendiliklerinden ve istedikleri
mûcizeyi gösteremezler. Peygamberin, bi’setinden (peygamber
olarak gönderilmesinden) kısa bir süre önce zuhur eden
hârikulâde hallere irhasat; daha evvel zuhur eden olağanüstü hallere
de keramet denir.
Son Peygamber
Allah son peygamber olarak Hz. Muhammed’i (s.a.s.) göndermiştir.
Ondan sonra artık peygamberlik kapısı kapanmıştır. Yani,
bir daha peygamber gelmeyecektir. Peygamberlerin en üstünü
ve en faziletlisi Hz. Muhammed’dir. “Biz Seni âlemlere rahmet olarak
gönderdik.”96;“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber Muhammed’i
överler/salât getirirler). Ey iman edenler! Siz de O’nu övün, O’na salât ve
selâm getirin.” 97
Müslümanların örnek alması gereken kişi, tek önderimiz Hz.
Muhammed’dir. Müslümanlar yaşayış tarzını, en ufağından en büyüğüne
bütün hal ve hareketlerini O’nu örnek alarak düzenlerler.
Allah Kur’an’da şöyle buyuruyor: “Ey inananlar! And olsun ki, sizin
için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler
için Resulullah en güzel örnektir.” 98
92] 19/Meryem, 51
93] 12/Yûsuf, 24
94] 39/Zümer, 2
95] 39/Zümer, 14; M. Akgül, a.g.e. s.37-40
96] 21/Enbiyâ, 31
97] 33/Ahzâb, 56
98] 33/Ahzâb, 21
PEYGAMBER
- 29 -
Peygamber’e itaat Allah’a itaattir. Allah Kur’an’da şöyle buyuruyor:
“(Ey Muhammed) de ki, Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah
da sizi ve günahlarınızı bağışlasın. Allah affeder ve merhamet eder. De ki
Allah’a ve Peygamber’e itaat edin. Yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah, inkâr
edenleri sevmez.” 99
Mütenebbî/Sahte Peygamber
Mütenebbî: Son peygamber olarak Hz. Muhammed’in (s.a.s.)
gelmesi ve O’ndan sonra başka peygamberin gelmeyecek olmasına
rağmen, Hz. Muhammed (s.a.s.)’den sonra peygamberlik iddiasında
olan kimselere verilen isimdir. Bunlara yalancı peygamber
de denir. Bu kişiler; ya deli, ya şöhret düşkünü veya basit çıkar
peşinde koşan insanlardır.
İlk mütenebbi, Peygamberimiz zamanında ortaya çıkan
Müseylimetü’l-Kezzab’tır. Bu yalancı peygamber, Hz. Ebu Bekir’in
halifeliği zamanında yapılan savaşta öldürülmüştür. Son zamanların
sahte peygamberlerinden Hindistan’da Sör Seyyit Ahmet
nice fitnelere sebep olmuş bir İngiliz ajanıdır. Yine 20. asrın
mütenebbîlerinden Reşad Halife de, Amerika’daki bir mescidde
meçhul birisi tarafından öldürülmüştür. Ankara’daki İskender Evrenesoğlu
(İskender el-ekber), içinde Demirel’den, bazı bakanlardan
isim isim bahseden Allah’tan “kitap” getirdiğini iddia eden
meczup insanlar da cahil halkı kandırarak bu tür komik iddialarda
bulunabilmektedir.
Peygamberlerin Sıfatları
1-) Sıdk; Doğruluk demektir. Peygamberler, hem sözlerinde
hem de işlerinde doğru sözlüdürler. Asla yalan söylemezler. “Kitapta
İbrahim’i de an. O, dosdoğru (sıddîk) bir nebî idi.”100 Yine bütün peygamberlerin
doğru olduklarını, örneklendiren benzer âyetlerde,
Hz. İsmâil,101 Hz. İdris,102 Hz. Yusuf103 için sıdk sıfatı verilir; diğer
peygamberlerin de sâdık oldukları başka ifadelerle anlatılır.
2-) Emanet; Güvenilir olmak demektir. Peygamberler güvenilir
insanlardır. Peygam-berler asla emanete hıyanet etmezler. “Bir
peygamber için, emanete hiyanet etmek olur şey değildir.”104 Mekke
müşrikleri Peygamberimize “Muhammed’ül-emin” diyorlardı.
99] 3/Âl-i İmrân, 31-32
100] 19/Meryem, 41
101] 19/Meryem, 54
102] 19/Meryem, 57
103] 12/Yusuf, 46
104] 3/Âl-i İmrân, 161
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 30 -
Peygamberimizin en azılı düşmanı olan bu müşrikler, en değerli
eşyalarını Peygamberimize emanet ediyorlardı.
3-) Fetanet; Peygamberler, insanların en zekileri ve en akıllılarıdır.
4-) İsmet; Günah işlememek demektir. Peygamberler büyük
günah işlemezler. Ancak, insan olduklarından dolayı “zelle” denilen
çok küçük hatalar yaparlar. Kur’an bu hataları bazen zelle kelimesi
ile bazen zulüm kelimesiyle, bazen de zenb/günah kelimesi
ile ifade eder. Bu hatalar derhal Allah tarafından düzeltilir.
5-) Tebliğ; Bildirmek demektir. Peygamberler Allah’tan almış
oldukları emirleri mutlaka insanlara bildirmişlerdir. Hiçbir şeyi
gizlememişler; hiçbir şey ilave etmemişlerdir. “O peygamberler ki
Allah’ın emirlerini insanlara tebliğ ederler, Allah’tan korkarlar ve O’ndan
başka kimseden korkmazlar.” 105
Bütün peygamberler, tebliğ görevini yapmak için büyük meşakkat
ve çilelere göğüs germişlerdir. Hatta bazıları bu uğurda
canlarını feda etmişlerdir. Peygamberler, gördükleri tüm kötülükleri
mutlaka elleriyle veya dilleriyle düzeltmeye çalışmışlardır.
Peygamberler âdil kimselerdir. Adalete ters hiçbir iş yapmazlar.
Peygamberler, görevlerinden azl olunmazlar. Peygamberlik çalışmakla
elde edilmez. Allah, onu dilediğine vermiştir. Peygamberler
seçilmiş, seçkin insanlardır; soyları temizdir. Güzel ahlak sahibidirler.
Yaratılışları ve suretleri de güzeldir. Allah’tan başkasından
korkmazlar. Bütün bunlarla birlikte, peygamberler, beşerdir, yani
bizim gibi insandırlar. İnsanlar için tabii olan yeme-içme, evlenme,
uyuma, yanılma, unutma, hastalanma... gibi hususlar peygamberler
için de mümkündür. Fizikî bünye ve ihtiyaçları itibariyle diğer
insanlardan farksızdırlar. 106
Kur’an’da İsmi Geçen Peygamberler
Peygamberlik makamı Hazreti Âdem ile başlayıp Hazreti Muhammed
Mustafa ile son bulmuştur. Bu iki peygamber arasında ne
kadar peygamber gelip geçtiğini Allah’tan başka hiç kimse bilemez.
Bütün peygamberler Kur’an-ı Kerim’de açıklanmamıştır. “Bir
kısım peygamberleri sana anlattık, bir kısmını ise anlatmadık.”107 Fakat
her ümmete (topluma) peygamber gönderildiği ifade edilmektedir.
Kur’an’da ismi geçen 25 peygamber vardır. Bu peygamberler
105] 33/Ahzâb, 39
106] bk. 25/Furkan, 20; 13/Ra’d, 38
107] 4/Nisâ, 164
PEYGAMBER
- 31 -
şunlardır:
Adem, İdris, Nuh, Hud, Salih, Lut, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub,
Yusuf, Şuayb, Harun, Mûsâ, Davud, Süleyman, Eyyub, Zülkifl,
Yunus, İlyas, Elyasa, Zekeriyya, Yahya, İsa, Muhammed Mustafa
(s.a.s.).
Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de ismi geçtiği halde peygamber olup
olmadıkları hakkında bilgi bulunmayanlar vardır. Bunlar: Uzeyir,
Lokman ve Zülkarneyn’dir.
Peygamberlere İman
Bilindiği gibi, peygamberlere inanmak imanın esaslarından biridir.
Peygamberlerin birini bile inkâr eden kişi dinden çıkar. Yüce
Allah, her topluma İslâm’ı tebliğ için peygamberler göndermiştir
ki, Allah’ı bilsinler ve O’ndan başkasına kulluk etmesinler. Allah,
kendilerine peygamber göndermediği bir topluma azab etmez.
“Biz bir peygamber göndermedikçe azab etmeyiz.”108 Peygamberlere
imanla alakalı olarak Kur’an-ı Kerim’de birçok âyet vardır. “Allah’a
ve peygamberlerine iman eden ve peygamberlerden hiç birisi arasında
(kendisine iman etme bakımından) fark gözetmeyen kimselere gelince,
işte onların mükâfatını Allah kıyamette verecektir. Allah çok bağışlayıcı
ve merhametlidir.” 109
“O kimseler ki, Allah’ı ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir olurlar.
Allah ile peygamberlerinin arasını açmak isterler. Ve ‘peygamberlerden
bir kısmına inanırız, bir kısmını inkâr ederiz!’ derler. Böylece iman ile küfür
arasında bir yer tutmak isterler.” 110Kendilerine peygamber gönderilen
toplumların çoğu, peygamberlerini yalanlamış ve onlara
uymamışlardır. Bugün olduğu gibi, geçmişte de peygamberlerine
tâbi olan insanlar çok az olmuştur. Mesela Hz. İsa’ya on iki kişilik
“havâriler” dediğimiz kimseler inanıp tâbi olmuştur. Diğer insanlar,
tâbi olmadığı gibi onu öldürmek istemişlerdir.
Bütün peygamberlerin getirdiği dinin adı İslâmiyet idi. Ne
Hz. İsa’nın dini hıristiyanlık; ne de Hz. Mûsâ’nın dini yahudilikti.
Hz. İsa’nın da Hz. Mûsâ’nın da, bütün peygamberlerin de dini
ancak İslâm idi ve bütün peygamberler müslüman idiler. Bu gerçek,
Kur’an’ın dilinden şöyle ifade edilir: “İbrahim ne bir yahudi, ne
de bir hıristiyandı. Fakat Allah’ı bir tanıyan gerçek bir müslümandı. Ve
108] 17/İsrâ, 15
109] 4/Nisâ, 152
110] 4/Nisâ, 150; Peygamberlere imanla ilgili diğer âyetler için, bkz. 2/Bakara,
4-5; 4/Nisâ, 14-15, 59, 80; 7/A’râf, 35. Peygamberlere itaat etmeyelere
azab ile ilgili bkz. 6/En’âm, 11; 13/Ra’d, 32; 5/Mâide, 33; 3/Âl-i İmrân, 32
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 32 -
müşriklerden de değildi.”111; “Mûsâ da kavmine şöyle dedi: Ey kavmim,
siz gerçekten Allah’a iman ettiyseniz O’nun birliğine teslim olmuş müslümansınız.
Artık Allah’a tevekkül edin.”112; “Hani havarilere (Hz. İsa’ya
bağlı olanlara): ‘Bana ve peygamberlerime iman edin’ diye ilham etmiştim
de onlar, ‘iman ettik, bizim hakiki müslümanlar olduğumuza şahid ol’
demişlerdi.” 113
Görüldüğü gibi, Allah tarafından gönderilen bütün dinlerin
adı İslâm, peygamberlerinin ve onlara tâbi olanların da adı müslüman
idi. Fakat sonradan, bu saf ve temiz olan isim (İslâm), çeşitli
isimler adı altında değiştirilmiştir. İslâm, her asır ve her peygamberin
dinidir. Fakat çoğu peygamberin şeriatı ayrıdır. Buna göre din
(İslâm) geniş, şümullü bir kavram; şeriat ise, bu dinin içerisinde her
bir peygamberin tâkip ettiği yoldur.
Bu ümmet ile geçmiş ümmetlerin şeriatları ayrı olabilir; fakat
bizim ile onlar arasında müsavi (aynı) olan bir kelime vardır ki o
özdür, temeldir, hiç bir zaman ve hiç bir şarta göre değişmez. Bu
gerçeği Yüce Allah şöyle beyan ediyor: “De ki, ey ehl-i kitap, hepiniz
bizimle sizin aranızda müsavi olan bir kelimeye gelin; şöyle diyerek:
Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim; O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım.
Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler tanımayalım.” 114; “Senden
önce gönderdiğimiz her peygambere: ‘Benden başka ilah yoktur, Bana
kulluk edin’ diye vahyetmişizdir.”115; “Andolsun ki her ümmete; ‘Allah’a
ibâdet edin ve tâğutlardan kaçının’ diye peygamberler gönderdik.” 116
İşte, Hz. Adem’den kıyamete kadar her insanın ve her cinnin,
hatta bütün kâinatın uyması gereken kural ve gerçek budur.
Mü’min bilir ve inanır ki, geçmişte ne kadar nebi ve rasül varsa,
onlara uyanlarla beraber müslüman idiler. Onlar Allah’tan başkasına
kulluk etmiyorlardı.
Tevhid dininin (İslâm’ın) son halkasını Hz. Muhammed (s.a.s.)
teşkil etmektedir. Artık Rasülullah gönderildiğinden itibaren,
Rasülullah’sız bir din, Rasülullah’sız bir akide ve inanç olamaz. Öyleyse,
yeryüzünde Allah’a bağlanmak isteyenlerin ve müslüman
olarak kalmak isteyenlerin rehberi, kılavuzu Rasülullah’tan başkası
olamaz. Zira Rasül’e itaat Allah’a itaattır. Bu konuda Yüce
Allah şöyle buyuruyor: “Kim Rasül’e itaat ederse, muhakkak ki Allah’a
itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, bu seni üzmesin. Zira seni onlara
111] 3/Âl-i İmrân, 67
112] 10/Yunus, 84
113] 5/Mâide, 112
114] 3/Âl-i İmrân, 64
115] 21/Enbiyâ, 25
116] 16/Nahl, 36
PEYGAMBER
- 33 -
koruyucu ve gözetici olarak göndermedik (ancak tebliğci olarak gönderdik).”
117
Allah Teâlâ bu âyet-i kerimede Rasülüne itaat edenin Allah’a
itaat etmiş olduğunu, Rasül’e isyan edenin de Allah’a isyan etmiş
olduğunu haber veriyor. Bunun sebebi, Rasülullah’ın (s.a.s.) kendi
hevâ ve hevesinden konuşmaması ve Allah’ın dinini tebliğ etmesidir.
118 Rasülulah, hiç bir zaman Allah adına kendi kafasından bir
şey konuşmaz; kendisine vahyedileni bildirir. Onun için Allah ile
Rasülü’nün hükümleri arasında ayrılık, zıtlık, farklılık olamaz.
İslâm akidesi açısından peygamberlik kurumu gerçekten büyük
değer taşır. Bu müessese, akidenin ikinci yarısıdır. Peygambere
iman, tevhid kelimesinin ikinci kısmıdır. Peygamberlik inancının
tezahürleri pratik hayatta mutlaka görülmelidir. Normalde her
insan, peygamberlere inandığını söyleyebilir. Fakat bu akide gerçeklere
dayandırılırsa görülür ki, mü’min olduklarını iddia eden
pek çok insan bu bağdan kopmuştur. Rasüllere iman olsun, diğer
iman esaslarına iman olsun, her zaman kulluk ve itaat gerektirir.
İtaat ve kullukla beslenmeyen bir iman, iman olarak kalamaz.
Günün birinde tamamen söner veya yön değiştirir. Bunun içindir
ki, itaat imana bağlı kılınmıştır. Böylece, Allah’a inanan kimse,
Rasül’e bağlanmak zorundadır. Rasül’e bağlanmayanlar, Allah’a
da bağlanmamışlardır.
Kur’an-ı Kerim, peygamberler ve itaat konusunu şöyle açıklıyor:
“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve
sizden olan ulu’l-emre (emir sahiplerine) de. Eğer bir hususta çekişirseniz,
onu Allah’a ve Rasülüne götürünüz. Eğer Allah’a ve ahiret gününe
inanmışsanız; bu hem hayırlı ve hem de netice itibariyle en güzeldir.”
119“Hayır, Rabbine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem
tayin edip, sonra haklarında verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir
sıkıntı duymadan (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olamazlar.”
120“Biz peygamberleri ancak itaat olunsunlar diye gönderdik.”
121“Allah’a ve O’nun rasülüne itaat edin ve onların emirlerine ve yasaklarına
aykırı hareket etmekten sakının. Eğer itaat etmekten yüz çevirirseniz,
bilin ki, Peygamberimiz’e düşen sadece açık bir tebliğdir.” 122
Bu âyetlerde mü’minlerin, Allah ile beraber Rasülü’ne
de itaat etmeleri şart koşuluyor. Rasül’e itaat etmeden İslâm
117] 4/Nisâ, 80
118] Bk. 53/Necm, 3-4
119] 4/Nisâ, 59
120] 4/Nisâ, 65
121] 4/Nisâ, 64
122] 5/Mâide, 92; Ve yine bk. 3/Âl-i İmrân, 132; 47/Muhammed, 33
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 34 -
yaşanamaz. Zira, “Rasüller sadece kendilerine itaat edilsin diye izn-i ilahi
ile gönderilmişlerdir.”123 İtaat, imanın ve İslâm’ın şartı ve hudududur.
İman edip de Allah’a ve Rasül’e itaat etmemek boş bir iddiadan
başka bir şey değildir. Bu yalan, tâğutla hükmetmek isteyen her
yalancının iddiasıdır. Çünkü, münâfıkların alâmeti, devamlı surette
itaatten kaçınmaktır. Zira Yüce Allah münâfıklar hakkında şöyle
buyurur:“Onlara Allah’ın indirdiğine ve Peygamber’e gelin denildiği
zaman, senden büsbütün kaçtıklarını görürsün.”124 İtaat, bir akide meselesidir.
Mü’min, akidesini sağlam temeller üzerine oturtmalıdır.
İslâm’ın ve imanın hududunu çok iyi bilmelidir. 125
Peygamberlere İman, Onları Örnek ve Önder
Kabul Edip Onlara İtaat Etmek İçindir
Peygamberlerin en büyük ve en önemli görevleri, insanların,
hakkında ihtilâfa düşerek kendi imkânlarıyla hakkı bulamayacakları
alanlarda ihtilâflarını çözümleyici hükümler getirmeleridir:
“İnsanlar (aslında) bir tek ümmet (millet) idi. Bu durumda iken Allah,
müjde verici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında
anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber
hak yolu gösteren kitapları indirdi.” 126 İşte bunun için Yüce Allah,
her bir kavim için bir nezîr/uyarıcı göndermiştir.127 Peygamberlere
iman, onların çağrısını kabul etmek, onların izinden gitmek, “olsa
da olur, olmasa da” kabilinden insanların tercihine bırakılmış bir
tutum değildir. İnsanlar, peygamberlere iman etmekle, onların
izinden gitmekle yükümlüdürler. Aksini yaptıkları takdirde her
peygamberden ümmeti hakkında şâhitlik etmesi de istenecek ve
bu şehâdet, onların kesinleşmiş ceza ve azaplarını daha bir pekiştirici
anlam taşıyacaktır. “Allah yolunda hakkıyla cihad edin. O, sizi seçti.
Dinde size güçlük vermedi. Babanız İbrahim’in milletine/dinine (uyun).
Sizi daha önceden ve bunda (Kur’an’da) ‘müslümanlar’ diye adlandırdı
ki Peygamber size şâhit olsun; siz de insanlar üzerine şâhitlik edesiniz.
O halde namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah’a güvenin. O’dur
sizin Mevlânız. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır.”128 Böylece
peygamberler, ümmetlerine karşı, peygamberlere iman edenler
de diğer insanlara karşı şâhitlik edecek ve hakkında şehâdet ettikleri
kimselerin peygamberlerin gösterdikleri yoldan gidip gitmedikleri
hususunda beyanda bulunacaklar; ya da bulunmaları
123] 4/Nisâ, 64
124] 4/Nisâ, 61
125] Ahmed Kalkan, Akaid Ders Notları, 80-83
126] 2/Bakara, 213
127] 35/Fâtır, 24
128] 22/Hacc, 78
PEYGAMBER
- 35 -
istenecektir.
Peygamberlere uymakla yükümlü olmanın yanında, insanın
başka sorumlulukları da vardır: Peygamberlerin mesajını yaymak,
bu mesajı insanlar arasında uygulanan yegâne din ve şeriat haline
getirmek yolunda, peygamberî metod istikametinde cihad etmek,
gereken gayreti gösterip hakkıyla mücadele vermek.
Peygamberlerin gösterdiği yoldan başka yolda gitmenin, dünya
hayatında sayılamayacak kadar çok olumsuz sonucu ve cezasından
ayrı olarak, âhirette de büyük bir cezası vardır. Bu ceza o
kadar büyük olacaktır ki, kâfirler dünyada iken peygamberlerin
izinden gitmediklerinden, kendilerinden farklı hiçbir meziyetleri
olmayan, haktan uzak sapık önderlere uyduklarından dolayı,
-faydasını göremeyecekleri bir zamanda- pişman olacaklar ve pişmanlıklarını
dile getireceklerdir. Bu durumu Yüce Rabbimiz şöyle
tablolaştırmaktadır: “...O gün kâfirlere çok zordur. O günde zâlim, ellerini
ısırıp: ‘Keşke peygamberle birlikte yol almış olsaydım!’ der. ‘Eyvah
bana, keşke filanı dost edinmeseydim. Andolsun ki o, bana geldikten
sonra beni haktan saptırdı.’ Şeytan insanı yardımsız ve zelil bırakandır.”129
İşte bu dünyada şeytanın ardından giderek peygamberlerin yolunu
terk edenler, âhirette bu dünyada iken uydukları kimselerden
uzaklaşmak isteyecekler; böylelikle azaptan kurtulmayı deneyeceklerdir.
Ancak bunun da kendilerine bir faydası olmayacaktır. 130
Allah, insanlara insan olarak, kendi aralarından peygamberler
göndermiş ve onların yolundan gitmelerini, peygamberlerine
her hususta itaat etmelerini emretmiştir. Peygamberlerin izinden
gitmeyenlere uymak, ya da onların izinden gidilmeyen hallerde
baştakilere, ileri gelenlere itaat, Allah’ın yolundan sapmak için
gösterilecek geçerli bir mâzeret değildir. Yüce Rabbimiz, peygamberlerin
yolundan sapmak için gösterilecek hiçbir mâzereti kabul
etmeyecektir. Peygamberlerin getirdikleri yola aykırı yol izleyenlere
itaat, -kim olursa olsunlar- meşrû bir itaat değil; “Yaratan’a
isyanı gerektiren hususlarda yaratılmışa itaat yoktur” şeklindeki nebevî
düstur ile ve “mârufu emredip münkeri nehyetmek” ilkesi gereğince
böylelerini hizaya getirmek gerekir; Onların sapıklıklarının
peşinden gitmek değil. Peygamberlerin dışında, uyulan kimsenin
büyük yanılgılara düştüğü önemli bir husustur. Uyulan kimselerin
peygamberlerin yolundan gitmemeleri halinde kimlikleri, sıfatları,
nitelikleri, makamları, yakınlıkları ne olursa olsun, uyanlara
âhirette hiçbir fayda sağlayamayacakları, ebedî azaptan
129] 25/Furkan, 26-29
130] Bk. 2/Bakara, 165-167
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 36 -
kurtaramayacakları herkes tarafından gayet açık ve net bir şekilde
bilinmelidir. “Yüzleri ateşte (bir taraftan bir tarafa) çevrileceği o
günde diyeceklerdir ki: ‘Ne olaydı, biz Allah’a ve Rasûl’e itaat etseydik!’
Ve diyecekler ki: ‘Rabbimiz, gerçekten biz başkanlarımıza, efendilerimize
itaat ettik de, onlar da bizi saptırdılar. Rabbimiz, onlara azaptan iki kat ver
ve onları en büyük lânet ile lânetle!” 131
İşte âhirette durum böyle olacaktır; peygamberlerden başkalarının
yolunu izleyenler için. Peygamberler ise, kendilerine itaat
eden ümmetlerine hatalarının affedilmesi için şefaatçi olacaklardır.
Dünyada her iki tür önderliğin ve bu önderliğe tâbi olmanın
farklı sonuçları olduğu gibi; âhirette de aynı farklılık sözkonusu
olacaktır; hatta daha da geniş boyutlarda...
Gerçekten akıl sahibi olanlar, peygamberlerden başkalarının
yolundan gitmeyi düşünmek, akıllarının en ücra köşesinden geçirmek
şöyle dursun; bu hayırlı ve biricik doğru yoldan gitmeyenleri
gafletlerinden uyandırmak için peygamberlerin açtıkları yolda,
gösterdikleri istikamette ve onların metoduyla mücadele eder, cihad
ederler...
Peygamberlerin ve –günümüz için söyleyecek olursak- son
peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirmiş olduğu şeriate aykırı
bir hüküm ya da hükümleri, düzen ya da düzenleri, kurum ya
da kurumları, değer ya da değerleri alternatif olarak göstermek,
kabul etmek, onlara çağırmak; bunlar insanlara hükmetmekte
iseler, bunları kabul edip rızâ göstermek, izâleleri için çalışmamak,
onlara gereken tepkiyi göstermemek; bütün bunlar peygamberin
getirdiği şeriatı reddetmek anlamına geleceğinden, iman ile
bağdaşamaz. Yani, böyle bir tutum, anlayış ve davranış küfürdür.
Çünkü İslâm’ın ve Kur’an’ın üzerinde hassasiyetle durduğu “peygamberlere
iman” ilkesine ve kelime-i şehâdetin ikinci bölümü
olan “Muhammed’in (s.a.s.) Allah’ın Rasûlü” olduğunu kabul ve
ikrar etmeye aykırıdır.
Peygamberlere iman, onlara karşı belli bir edeple edeplenmeyi
de gerektirir. Onların dâvetlerini kabul etmek, onların izinden
gitmek, uymakla yükümlü olduğumuz bütün hususlarda, yani
peygamberlik makamları gereği, kendilerine has olan hususlar dışında
kalan bütün alanlarda onlara uymak, bu edebin en önemli
yanıdır.
Peygamber Efendimiz’e karşı –hayatta iken- ümmet fertleri
131] 33/Ahzâb, 66-68 ve yine bk. 7/A’râf, 38
PEYGAMBER
- 37 -
seslerini yükseltmemekle132 yükümlü oldukları gibi, vefatından
sonra da kayıtsız şartsız ona uyarak, hükmüne teslim olarak, önüne
geçmemekle yükümlüdürler.133 Hiçbir zaman kendilerini ona
tercih edemezler. O kendilerine öz canlarından daha yakındır.
Onun zevceleri, mü’minlerin anneleridir.134 Bu bakımdan onun hanımları,
mü’minler için bir kadının saygı ve ihtiram noktasının en
zirvesindedirler. Mü’min bir kimsenin onlara annelik nazarından
başka türlü bakması mümkün değildir. 135
Mü’minin Allah’ın peygamberlerine ve özellikle de son peygamber
Hz. Muhammed Mustafâ (s.a.s.)’ya karşı konumu şudur:
Katıksız, şeksiz, şüphesiz tam bir tasdikin yanında; ona tam anlamıyla
uymanın mutlak bir farz olduğunu kabul etmeli; hükümlerini
tam bir tasdik ve teslimiyetle karşılayarak dünyada hidâyet
üzere olmanın, âhirette de vaad olunan cennete girmenin onun
sünnet-i seniyyesine tâbi olmakla mümkün olacağına tam bir
yakîn ile inanmalı ve bunu amelî hayatında da ortaya koymalıdır.
Onun dışında hiçbir yol gösterici ve önder aramamalı; kendisini,
kendisine emir verenleri ve emri ve sorumluluğu altındakileri hep
onun gösterdiği yol ile getirdiği şeriat ile uyguladığı ve söylediği
sünnet ile ölçüp değerlendirmelidir. Kendisinde ve çevresinde bu
ölçülere aykırı gördüklerini ilk fırsatta ve en güzel yolla düzeltme
yoluna gitmelidir. 136
Peygamberlere Vâris Olabilmek
İnsanları ıslahın bedeli ağır, fiyatı çok yüksektir. Bu yüksek fiyatı
ödeyecek bir varlık vardır ki o da Yüce Allah’tır (c.c.). Rabbi
ile irtibatı zayıflamış veya kopma noktasına gelmiş, yahut da tamamen
kopmuş olan insanları tebliğ ve dâvetleriyle irşad eden
bu güzel insanlar, ücretsiz gönül erleridir. Ücretleri tamamen
Rabbimiz’e aittir.
İlk peygamber Hz. Âdem’den, son peygamber Hz.
Muhammed’e (s.a.s.) kadar gelmiş olan peygamberler bugün yine
tüm tazelikleriyle insanları irşad etmekte, onları Yüce Allah’ ımızla
barıştırmanın mücadelesini vermektedirler. Gerek hayatları ve
gerekse temiz sicilleri bizzat Rabbimiz tarafından açıklanmış olan
bu gönül erleri kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de sık sık anlatılır ve tüm
insanlığa numune olarak gösterilir.
132] 49/Hucurât, 2
133] 49/Hucurât, 1
134] 33/Ahzâb, 6
135] 33/Ahzâb, 53
136] M. Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, s. 59-91
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 38 -
Her biri Allah’ın yolu dediğimiz sırât-ı müstakimin kenarlarında
bir nevi nöbet tutmakta ve bu mübarek yoldan çıkmak ve
sapmak isteyenlere güzel usulleriyle, temiz tavırlarıyla engel olmaktadırlar.
Gün olmuş insanlar kendi içlerinden bazı büyükleri rab edinmişler,
bu sapıtmış kimselere Hz. Nuh gönderilmiş... Gün olmuş
insanlar dünyaya meyletmiş, köşk ve saraylarda, yüzme havuzları
olan villalarda zevk ve sefaya dalmışlar, Rabbimiz Hz. Sâlih’i
görevlendirmiş. Yine gün olmuş insanlar cinsî sapıklığa düşmüş,
nikâh yoluyla meşrû olan kadın ve kızları dışlayarak hemcinsleriyle
düşüp kalkmaya başlamışlar, derhal Hz. Lut görevlendirilmiş.
Saltanat ve müstekbir yaşayışlarıyla yoldan çıkmış olanlara Hz. Süleyman;
Allah’a göklerin hâkimiyetini verip yeryüzü egemenliğini
vermeyen Firavun’a Hz. Mûsâ; ölçü, tartı ve adâlet mekanizmasını
tahrip eden bir topluma Hz. Şuayp; köleliğin, insanı sömürmenin
ve sınıfsal bir toplumun yapısını ortaya koymanın zirvesini yaşayan
bir topluma Hz. Yusuf; akla ve hayale gelebilecek tüm kötülükleri
hayatlarına geçirmiş olan bir başka topluluğa ve hak yol
arayışında olan tüm insanlığa ise Hz. Muhammed (s.a.s.) gönderilmiştir.
Gönderilmiş olan tüm peygamberler, sırât-ı müstakimde yürüyen
yolcuları, Allah adına kollamak ve sapmalara karşı ikaz ve
irşad görevlerini noksansız olarak ifa etmişlerdir. Allah’ın selâmı
hepsinin üzerine olsun.
Batının kendi toplumsal problemlerini çözmek için geliştirdiği
formül ve çözüm yollarını olduğu gibi aynen müslüman bir ümmete
uygulamak için baskıcı ve dayatmacı zihniyete karşı çıkmak,
bir iman borcudur. Bu borcu ödemek durumunda olan her İslâm
tebliğcisi ve dâvetçisi bir peygamber vârisidir/olmalıdır.
Sözgelimi, fâize yenik düşmüş bir toplumu, kapitalist sisteme
karşı reaksiyoncu bir seviyeye getirmeye çalışan, İslâm’ın bölünmez
bir bütün olduğunu söyleyerek bunu icabında hayatıyla ödeyen
bir müslüman, peygamber vârisidir.
“Alimler peygamberlerin vârisleridir.” buyuran Rasûlullah
Efendimiz’e tam manası ile vâris olmak meselesine gelince;
Kur’ân’ı öğrenip öğreten, insanları İslâmî yaşayış esasları üzerinde
eğiten, nefisleri şirkten ve diğer hastalıklardan temizlemek
mücadelesini sürdüren, bütün bunları gerçekleştirmek için ilim,
amel, kesin tavır ve numûne olmayı ihmal etmeyen, tefsir, hadis,
fıkıh halkaları kurarak, insanları sohbet ve dersleriyle yetiştiren
PEYGAMBER
- 39 -
insanlar, peygamberin vârisleridir. 137
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin
hayatından bazı enstantaneler, kesitler sunar. Bundaki temel
amaç, o örnekleri müslümanlar güncelleştirsin, benzer konumdaki
örnekleri yaşayışlarına geçirsinler; böylece peygamberlerin bıraktığı
mirası bölüşsünler. O miras, öyle büyük bir hazinedir ki, o
birikimle hem dünyanın hem âhiretin tüm güzel kapıları açılacak,
her hastalığa nebevî reçeteler şifa verecek, her probleme nebevî
çözümler çare olacaktır. Nu mutlu peygamber vârislerine!
Nebi İle Rasül Arasında Fark Var mıdır?
(Geleneğin Yanlışından Modern Küfre/Sahte
Peygamberliğe)
Nebi ve Rasul kavramları müteradif, yani eşanlamlı ifadelerdir.
Kur’an’da “nebî” ve “rasûl” kelimeleri peygamberler için
kullanılmıştır. Ancak klâsik anlayışa göre, ikisi arasında şöyle bir
fark olduğu belirtilir: Rasul, kendisine kitap ve şeriat gönderilen
peygambere denir. Nebi ise, kendisine kitap ve şeriat gönderilmeyip,
kendisinden önceki rasulün kitap ve şeriatını insanlara tebliğ
eden peygambere denir. O halde her rasûl aynı zamanda nebîdir,
ama her nebî rasûl değildir. Çağımızda bazı yalancı peygamberler
ve onları savunanlar da bu farkları tersine çevirirler.
Modern mütenebbiler, sahte peygamberliklerinin dine ters
düşmediğini güya kanıtlamak için, nebî ile rasül kavramı arasında
olduğunu kabul ettikleri farktan yola çıkarlar. Nebî, kitap verilenlere;
rasül ise, bu mesajı taşıyanlara verilen ad olduğunu ileri sürerler.
Hindistan’da Sör Seyyit Ahmet’in başını çektiği modernist
akım, bunu iddia eder. Bunlara göre, her nebî aynı zamanda rasüldür;
fakat her rasül nebî değildir. Nebî, hem kendinden önceki kitapları
doğrulayıcı, hem de aldığı yeni kitabı insanlara ulaştırıcıdır.
Her kitap verilen nebî bir elçidir/rasüldür; fakat her elçiye/rasüle
kitap verilmemiştir. Kur’an’dan uydurma deliller bulmaya çalışan
bu sahtekârlar, Peygamberimiz’in (s.a.s.) “hâtemu’l enbiyâ/nebîlerin
sonuncusu” 138 olduğunu kesin biçimde ifade edildiğini görüp bir
teville bunu çürütemedikleri için, sahte peygamberlerini, nebî değil
de rasül olarak isimlendirirler. Nebî ve rasülle ilgili geleneksel
yanlışı tersinden başka bir yanlışla sürdüren bu kimseler, yalancı
peygamberlik kurumunu yeniden işletmeye çalışırlar. Hâlbuki
Kur’an, nebî ile rasül arasında bir fark gözetmiyor.
137] Abdullah Büyük, Müslümana Mesajlar, 79-80
138] 33/Ahzâb, 40
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 40 -
Kur’an’a Göre Nebî ile Rasül Arasında Fark Yoktur. Nebî, peygamberlerin
haber alma, vahiy alma vasıflarına, rasül ise, alınan
mesajın elçiliğini yapma, aktarma vasıflarına işaret etmektedir.
Tıpkı adâletli davranmayı ve takvâlı olmayı şahsında birleştiren
mü’min gibi. Yani nasıl bir mü’minin aynı anda âdil ve muttakî olması,
çelişki arzetmiyorsa, bir peygamberin de aynı anda nebî ve
rasül olması da tenâkuz teşkil etmez. Nebî ile rasül arasındaki fark,
sadece kelime anlamları itibarıyladır. Yoksa şeriat alıp almaması,
kitap alıp almaması açısından aralarında anlam farkı yoktur. Geleneksel
bazı iddialara göre, Hz. İsmail gibi peygamberler sadece
nebîdir; kendilerinden önceki rasülü tekrar ederler. Oysa Kur’an,
Hz. İsmail için, hem rasül, hem de nebî sıfatlarını kullanmaktadır:
“Kitap’ta İsmail’e dair anlattıklarımızı da an. Çünkü o sözünde duran rasül
nebî idi.”139 Hz. Hârun için de Kur’an, Hz. Mûsâ ile beraber her ikisine
rasül demektedir: “Fir’avn’a giderek (ona) deyin ki: ‘Biz âlemlerin
Rabbinin rasûlüyüz.” 140
Geleneksel görüşün nebî’yi önceki kitabın ve rasülün mukallidi
durumuna indirgemesi çok yanlıştır. Çünkü birçok âyette nebî
kavramına kitap nispet edilmiştir. “Allah, nebîlerden şöyle söz almıştı:
‘Bakın, size kitap ve hikmet verdim, şimdi yanınızda bulunanı doğrulayıcı
bir rasûl geldiğinde, ona mutlaka yardım edeceksiniz; bunu kabul
ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?’ demişti. Kabul
ettik dediler. O halde şâhit olun, Ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım
dedi.”141 Bu âyetten kesin olarak anlaşılmaktadır ki, nebî,
kitap ve şeriat olmayan biri değildir. Yine Kur’an’da kendilerine
kitap verildiği muhkem olarak Kur’an’da anlatılan peygamberleri
nebî olarak vasfetmektedir. “Nebîlerden söz almıştık. Senden,
Nuh’tan, İbrâhim’den, Mûsâ’dan, Meryem oğlu İsâ’dan sağlam bir söz
(misak) almışızdır.”142 Dolayısıyla Kur’an, nebî ile rasül arasında kitap
alıp almamak açısından bir ayrım yapmamaktadır. Kur’an, bazı
nebîlere kitap verildiğini belirttiği gibi, rasüllere de kitap verildiğini
açıklar: “Andolsun Biz rasüllerimizi açık delillerle gönderdik. Ve
onlarla beraber Kitab’ı, mizan’ı/nizâmı indirdik ki, insanlar adâleti yerine
getirsinler.”143 Görüldüğü gibi âyet-i kerimede rasül kavramına
kitap nispet edilmiştir. Bu da gösteriyor ki, Kur’an, nebî ile rasül
arasında kavramsal fark gözetmemektedir. Fakat peygamberlerin
genel Kur’anî tanımı nebîdir; rasül, gönderilmekle (irsâl) ve tebliğle,
görevin icrâsıyla ilgili bir kavramdır.
139] 19/Meryem, 54
140] 26/Şuarâ, 16
141] 3/Âl-i İmrân, 81
142] 33/Ahzâb, 7
143] 57/Hadîd, 25
PEYGAMBER
- 41 -
Kur’an, Hz. İsmail, Hz. Mûsâ ve Hz. Muhammed’e (s.a.s.) aynı
âyetlerde hem nebî, hem rasül demektedir.144 Hâtemiyetin (son
nebî olmanın) sadece nebîlik için söz konusu olduğunu, rasüllük
için söz konusu olmadığını iddia etmek, hastalıklı kalplere sahip
olanların bir tahrif çabasından ibarettir. Kur’an nebî ile rasül arasında
bir ayrım gözetmediği gibi, şu peygamberler nebî; şunlar
da rasüldür diye Kur’an’ın bir beyanı da yoktur. Nebî, genellikle
peygamberlerin haber alma, vahiy alma yönünü, rasül ise genellikle,
alınan vahyin elçiliğini yapma yönünü ifade eden kavramlardır.
Her peygamber vahiy almıştır (nebî); ve aldığı vahyi tebliğ
etmiştir (rasül). Bu iki vasfı bünyesinde bulundurmayan birine
de peygamber denemez. Yani kalbine indirilen vahyin elçiliğini
(rasüllüğünü), insanlara iletimini üstlenmeyen birine nebî denemeyeceği
gibi, vahiy almayan (nebî olmayan) birine de rasül
denemez. Hz. Muhammed’den (s.a.s.) sonra bir insan, kavramsal
anlamda ister rasül olduğunu, isterse nebî olduğunu iddia etsin,
yalancı peygamberdir, müseylimetü’l kezzâbtır. Çünkü nebî de rasül
de ıstılâhî açıdan peygamberliğe delâlet etmektedir. Her nebî
rasüldür; her rasül de nebîdir. 145
144] 19/Meryem, 54, 51; 7/A'râf, 157; 33/Ahzâb, 40
145] F. Zülaloğlu, Nebî İle Rasül Arasındaki Fark, Haksöz 66
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 42 -
Peygamber ve Peygamberlikle İlgili Âyet-i Kerimeler
Peygamber Anlamındaki Nebî ve çoğulu Enbiyâ ve Nebiyyûn/Nebiyyîn Kelimelerinin
Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 75 Yerde:) 2/Bakara, 61, 91, 136,
177, 213, 246, 247, 248; 3/Âl-i İmrân, 21, 39, 68, 80, 81, 84, 112, 146, 161, 181;
4/Nisâ, 69, 155, 163; 5/Mâide, 20, 44, 81; 6/En’âm, 112; 7/A’râf, 94, 157, 158; 8/
Enfâl, 64, 65, 67, 70; 9/Tevbe, 61, 73, 113, 117; 17/isrâ, 55; 19/Meryem, 30, 41,
49, 51, 53, 54, 56, 58; 22/Hacc, 52; 25/Furkan, 31; 33/Ahzâb, 1, 6, 7, 13, 28, 30,
32, 38, 40, 45, 50, 50, 50, 53, 53, 56, 59; 37/Sâffât, 112; 39/Zümer, 69; 43/Zuhruf,
6, 7; 49/Hucurât, 2; 60/Mümtehıne, 12; 65/Talâk, 1; 66/Tahrîm, 1, 3, 8, 9. Peygamberlik
Anlamındaki Nübüvvet Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam
5 Yerde:) 3/Âl-i İmrân, 79; 6/En’âm, 89; 29/Ankebût, 27; 45/Câsiye, 16; 57/
Hadîd, 26.Elçi/Peygamber Anlamına Gelen Rasûl ve Çoğulu Rusul Kelimelerinin
Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 332 Yerde:) 2/Bakara, 87, 87, 98, 101,
108, 129, 143, 143, 151, 214, 253, 279, 285, 285, 285; 3/Âl-i İmrân, 32, 49, 53,
81, 86, 101, 132, 144, 144, 153, 164; 172, 179, 179, 183, 183, 184, 194; 4/Nisâ,
13, 14, 42, 59, 59, 61, 64, 64, 69, 79, 80, 83, 100, 115, 136, 136, 136, 150, 150,
152, 157, 164, 164, 165, 165, 170, 171, 171; 5/Mâide, 12, 15, 19, 19, 32, 33, 41,
55, 56, 67, 70, 70, 75, 75, 83, 92, 92, 9, 104, 109, 111; 6/En’âm, 10, 34, 61,
124,130; 7/A’râf, 35, 37, 43, 53, 61, 67, 101, 104, 157, 158, 158; 8/Enfâl, 1, 1, 13,
13, 20, 24, 27, 41, 46; 9/Tevbe, 1, 3, 3, 7, 13, 16, 24, 26, 29, 33, 54, 59, 59, 61, 62,
63, 65, 70, 71, 74, 80, 81, 84, 86, 88, 90, 91, 94, 97, 99, 105, 107, 120, 128; 10/
Yûnus, 13, 21, 47, 50, 74, 103; 11/Hûd, 59, 69, 77, 81, 120; 12/Yûsuf, 110; 13/
Ra’d, 32, 38, 38; 14/İbrâhim, 4, 9, 10, 11, 13, 44, 47; 15/Hıcr, 11; 16/Nahl, 35, 36,
113; 17/İsrâ, 15, 77, 93, 94, 95; 18/Kehf, 106; 19/Meryem, 19, 51, 54; 20/Tâhâ,
47, 96, 134; 21/Enbiyâ, 25, 41; 22/Hacc, 52, 75, 78; 23/Mü’minûn, 32, 44, 44, 51,
69; 24/Nûr, 47, 48, 50, 52, 52, 54, 54, 56, 62, 62, 63; 25/Furkan, 7, 27, 30, 37, 41;
26/Şuarâ, 16, 27, 107, 125, 142, 162, 178; 28/Kasas, 47, 59; 29/Ankebût, 18, 31,
33; 30/Rûm, 9, 47; 33/Ahzâb, 12, 21, 22, 22, 29, 31, 33, 36, 36, 40, 53, 57, 66, 71;
34/Sebe’, 45; 35/Fâtır, 1, 4, 25; 36/Yâsin, 30; 38/Sâd, 14; 39/Zümer, 71; 40/
Mü’min, 5, 22, 34, 50, 51, 70, 78, 78, 83; 41/Fussılet, 14, 43; 42/Şûrâ, 51; 43/
Zuhruf, 29, 45, 46, 80; 44/Duhân, 13, 17, 18; 46/Ahkaf, 9, 35; 47/Muhammed,
32, 33; 48/Fetih, 9, 12, 13, 17, 26, 27, 28, 29; 49/Hucurât, 1, 3, 7, 14, 15; 50/Kaf,
14; 51/Zâriyât, 52; 57/Hadîd, 7, 8, 19, 21, 25, 25, 27, 28; 58/Mücâdele, 4, 5, 8, 9,
12, 13, 20, 21, 22; 59/Haşr, 4, 6, 6, 7, 7, 7, 8; 60/Mümtehıne, 1; 61/Saff, 5, 6, 6, 9,
11; 62/Cum’a, 2; 63/Münâfıkun, 1, 1, 5, 7, 8; 64/Teğâbün, 6, 8, 12, 12; 65/Talâk,
8, 11; 69/Haakka, 10, 40; 72/Cinn, 23, 27; 73/Müzzemmil, 15, 15, 16; 77/
Mürselât, 11; 81/Tekvîr, 19; 91/Şems, 13; 98/Beyine, 2. Gönderilmiş Rasûl/Peygamber
Anlamına Gelen Mürsel ve Çoğulu Mürselûn/Mürselîn Kelimelerinin
Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 35 Yerde:) 2/Bakara, 252; 6/En’âm, 34, 48;
7/A’râf, 6, 75, 77; 13/Ra’d, 43; 15/Hıcr, 57, 61, 80; 18/Kehf, 56; 25/Furkan, 20;
26/şuarâ, 21, 105, 123, 141, 160, 176; 27/Neml, 10, 35; 28/Kasas, 7, 65; 36/Yâsin,
3, 13, 14, 16, 20, 52; 37/Sâffât, 37, 123, 133, 139, 171, 181; 51/Zâriyât, 31. Elçilik/
Peygamberlik Anlamına Gelen Risâlet ve Çoğulu Risâlât Kelimelerinin Geçtiği
Âyet-i Kerimeler (Toplam 10 Yerde:) 5/Mâide, 67; 6/En’âm, 124; 7/A’râf, 62,
68, 79, 93, 144; 33/Ahzâb, 39; 72/Cinn, 23, 28.Peygamberlere İman ve Peygamberlik
Konularındaki ÂyetlerPeygamberlere İman Etmek: 2/Bakara, 98, 136-
137, 177, 253, 285; 3/Âl-i İmran, 84; 4/Nisâ, 64, 136, 150, 152, 171; 5/Mâide, 12,
32, 99, 109, 111; 6/En’âm, 34, 86-87, 89, 130; 7/A’râf, 53; 10/Yûnus, 103; 17/İsrâ,
15, 55; 18/Kehf, 106; 21/Enbiyâ, 6-9; 42/Şûrâ, 13; 44/Duhân, 5.Mü’minler, Peygamberler
Arasında Ayrım Yapmazlar: 2/Bakara, 135-137, 285; 3/Âl-i İmran,
84; 4/Nisâ, 150-152.Peygamberlerin Bazılarına Üstün Özellikler Verilmiştir: 2/
Bakara, 253; 17/İsrâ, 55.Allah, Peygamberliği Dilediği Kimseye Verir: 3/Âl-i
İmrân, 74; 6/En’âm, 88; 14/İbrahim, 11; 16/Nahl, 2; 17/İsrâ, 55; 28/Kasas, 68; 40/
Mü’min, 15; 62/Cum’a, 4.Peygamberleri Yalanlayanlar: 3/Âl-i İmrân, 137; 6/
PEYGAMBER
- 43 -
En’âm, 11, 42-45; 7/A’râf, 94-96, 101; 10/Yûnus, 13, 47; 12/Yûsuf, 13, 47; 12/
Yusuf, 110; 13/Ra’d, 42; 14/İbrahim, 9, 46; 16/Nahl, 26, 36; 17/İsrâ, 76-77; 19/
Meryem, 42-45; 23/Mü’minûn, 44; 25/Furkan, 39; 30/Rûm, 47; 35/Fâtır, 26; 37/
Saffât, 72-74; 38 Sâd, 1-4, 11-14; 39/Zümer, 25-26; 40/Mü’min, 5-6, 22, 83; 43/
Zuhruf, 6-8, 24-25; 50/Kaf, 12-14; 58/Mücâdele, 5-6; 64/Teğâbün, 5-6; 69/Hakka,
9-10.Peygamberlere Düşmanlık Edenler: 2/Bakara, 98; 13/Ra’d, 42.Peygamberlerin
Şeriatlerinin Çeşitli Olmasının Hikmetleri: 5/Mâide, 48. Peygamberlere
Mûcize ve Kitap Verilmiştir: 16/Nahl, 44; 57/Hadîd, 25.Peygamberler,
Kıyamet Gününde Ümmetleri Üzerine Şahit Olarak Bulunacaklardır: 16/Nahl,
84, 89; 17/İsrâ, 71; 28/Kasas, 75.Peygamberleri İnkâr: 4/Nisâ, 136, 150-151; 6/
En’âm, 89, 148; 10/Yûnus, 74; 16/Nahl, 63; 17/İsrâ, 94-96; 43/Zuhruf, 6-7; 51/
Zâriyât, 52-53.Bütün Peygamberlere Selâm: 37/Saffât, 181.Her Ümmete Peygamber
Gönderilmiştir: 4/Nisâ, 41; 10/Yûnus, 47; 15/Hıcr, 10; 16/Nahl, 36; 26/
Şuarâ, 208-209; 28/Kasas, 47; 30/Rûm, 47; 35/Fâtır, 24; 37/Saffât, 72-74; 43/
Zuhruf, 6.Peygamberlere İtaat: 4/Nisâ, 64, 70; 7/A’râf, 35.Kıssaları/Hikâyeleri
Anlatılan ve Anlatılmayan Peygamberler: 4/Nisâ, 164; 6/En’âm, 83-87, 89; 21/
Enbiyâ, 48-91; 40/Mü’min, 78. G- Peygamberlerin Görevleri ve ÖzellikleriPeygamberler,
Beşîr ve Nezîrdir (Rahmet Müjdecileri ve Azap Habercileridir): 2/
Bakara, 213; 4/Nisâ, 165; 6/En’âm, 48; 18/Kehf, 56; 34/Sebe’, 34; 53/Necm,
56.Peygamberler, Kendilerine Kesinlikle Kulluk İstemezler: 3/Âl-i İmrân, 79-
80; 21/Enbiyâ, 90; 27/Neml, 45; 33/Ahzâb, 7-8.Peygamberler, Kendiliklerinden
Hiçbir Şey Getirmezler: 40/Mü’min, 78.Peygamberler, Eziyetlere Sabrederler:
6/En’âm, 34; 14/İbrahim, 12; 33/Ahzâb, 69; 35/Fâtır, 4; 46/Ahkaf, 35.Peygamberler,
Allah’ın Hidâyet Ettiği Kimselerdir: 6/En’âm, 90; 19/Meryem, 58.Yalancı
Peygamberler: 6/Enâm, 93.Peygamberlerin Gönderilmesi, Allah’ın Zulüm İle
Yok Edici Olmadığındandır: 6/En’âm, 131; 7/A’râf, 6; 26/Şuarâ, 208-209; 28/
Kasas, 47; 34/Sebe’, 34.Peygamberler de, Sorguya Çekilecektir: 7/A’râf, 6-7;
33/Ahzâb, 7-8.Bütün Peygamberlerle Alay Edilmiştir: 13/Ra’d, 32; 15/Hıcr, 11-
12; 21/Enbiyâ, 41.Peygamberler, Allah’ın İzni Olmadan Mûcize Gösteremezler:
13/Ra’d, 38.Peygamberler, Kendi Kavimlerinin Dilleriyle Gelirler: 14/İbrahim, 4.
Peygamberlerin Görevleri Tebliğdir: 16/Nahl, 35; 29/Ankebût, 18; 33/Ahzâb,
7-8, 39.Peygamberler, Beşerdir/İnsandır: 17/İsrâ, 94-95; 21/Enbiyâ, 8; 22/Hacc,
75; 25/Furkan, 20.Şeytan, Peygamberler Üzerinde Etkili Olamaz: 22/Hacc, 52-
53.Peygamberler, Güzel Amel ile Emredilmişlerdir: 23/Mü’minûn, 51.Bütün
Peygamberlerin Getirdiği Ortak Prensipler: 6/En’âm, 90; 21/Enbiyâ, 92; 23/
Mü’minûn, 51-52; 42/Şûrâ, 13; 43/Zuhruf, 45; 87/A’lâ, 14-15, 18-19.Peygamberler
Mâsumdurlar: 38/Sâd, 48-49.Peygamberler, Emaneti Korurlar: 3/Âl-i
İmrân, 161. Peygamberler, Allah’a ibâdete Dâvet Ederler: 3/Âl-i İmrân, 79-80;
21/Enbiyâ, 90; 27/Neml, 45; 33/Ahzâb, 7-8.Peygamberleri Yalanlamak ve Onlara
İsyan:Peygambere İsyân: 4/Nisâ, 14, 42, 80, 115; 5/Mâide, 56; 8/Enfâl, 27;
9/Tevbe, 61, 63; 22/Hacc, 78; 33/Ahzâb, 36; 72/Cin, 23.Peygamberleri Yalanlayanların
Kötü Sonları: 3/Âl-i İmrân, 137; 6/En’âm, 11, 42-45; 7/A’râf, 94-96,
101; 10/Yûnus, 13, 47; 12/Yusuf, 110; 13/Ra’d, 42; 14/İbrahim, 9, 46; 16/Nahl, 26,
36; 17/İsrâ, 76-77; 19/Meryem, 59; 22/Hacc, 42-45; 23/Mü’minûn, 44; 25/Furkan,
39; 30/Rûm, 47; 35/Fâtır, 26; 37/Saffât, 72-74; 38/Sâd, 1-4, 11-14; 39/Zümer,
25-26; 40/Mü’min, 5-6, 22, 83; 43/Zuhruf, 6-8, 24-25; 50/Kaf, 12-14; 58/
Mücâdele, 5-6; 64/Teğâbün, 5-6; 69/Hakka, 9-10. Peygambere Karşı Gelmek
ve Çok Soru Sormak, Yok Oluş Sebebidir: 5/Mâide, 101-102.Peygamber Gönderilmeyen
Toplumlara Azap Edilmez: 17/İsrâ, 15; 26/Şuarâ, 208-209; 28/Kasas,
59. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.):Peygambere Biat Etmek: 48/Feth,
10, 18.Peygambere İtaat Etmek: 3/Âl-i İmrân, 31-32, 132; 4/Nisâ, 13, 59, 64, 69-
70, 80; 5/Mâide, 92; 7/A’râf, 157-158; 8/Enfâl, 1, 20, 46; 9/Tevbe, 71; 24/Nûr,
51-52, 54, 56; 33/Ahzâb, 36, 71; 47/Muhammed, 33; 48/Feth, 17; 58/Mücâdele,
13; 59/Haşr, 7; 64/Teğâbün, 12. Peygamberin ve Mü’minlerin Yolundan AyrıKUR’AN
KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 44 -
lanlar: 4/Nisâ, 115; 28/Kasas, 85.Peygamber Güzel Ahlak Örnekleri Vardır: 33/
Ahzâb, 21; 68/Kalem, 4Peygamberimiz’e Salevat Getirmek: 33/Ahzâb, 56.Peygamberimiz
Rahmettir: 9/Tevbe, 61, 128; 21/Enbiyâ, 107; 28/Kasas, 46; 44/
Duhân, 6.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1- İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 245-284
2- İtikad Üzerine, İhsan Eliaçık, Şafak Y. s. 93-102
3- Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 89-93
4- Allah’a İman ve Altı Esası, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. s. 93-103
5- İslâm’da İnanç Esasları, Heyet, İFAV Y. s. 161-210
6- İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y. s. 254-271
7- İslâm’ın İnanç İlkeleri, Mevlüt Uyanık, Esin Y. 133-155
8- İslâm’da İnanç Konuları ve İtikadi M. Süleyman Uludağ, Marifet Y. s. 185-208
9- İnancımız, Ömer Küçükağa, Buruc Y. s. 103-144
10- İlmihal, İslâm Araştırmaları Merkezi Y. c. 1, s. 106-117
11- Yahudileşme Temayülü, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 96-99
12- İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y. 59-91
13- İnanmak ve Yaşamak, Ercüment Özkan, Anlam Y. c. 1, s. 31-47; 59-70
14- İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 113-116
15- Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 4, s. S.
16- Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 243-330
17- Merak Ettiklerimiz, Adem Tatlı, Mehmet Dikmen, Cihan Y. s. 143-162
18- İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Beşir İslâmoğlu, Denge Y. s. 11-150
19- İslâm Siyaset İlişkileri, Süleyman Uludağ, Dergâh Y. s. 72-77
20- Psikoloji Açısından Hz. Peygamber’in İbadet Hayatı, Habil Şentürk, Bahar
Y. s. 12-25
21- Kur’an’da İman Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 132-137
22- Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 89-100
23- Mekke Rasüllerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y. s. 41-59; 64-74
24- Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 505-514
25- Kuram ve Eylem , M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. II, s. 107-221
26- Ana Konularıyla Kur’an, Fazlur Rahman, Fecr Y. s. 177-223
27- Kur’an’ın Ana Konuları, M. Sait Şimşek, Beyan Y. 93-126
28- Kur’an’da Bazı Kavramlara Bakış, Ömer Dumlu, Anadolu Y. s. 253-266
29- İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 140-151
30- İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 487-489; 506-508;
525-528
31- Müslümana Mesajlar, Abdullah Büyük, Suffe Y. s. 79-83
32- Peygamberler, Seyyid Kutub, Ravza Y.
33- Peygamberler, Safvet Senih, Nil A.Ş. Y.
34- Peygamberler Aydınların Önderleri, Abdülkerim Süruş, Kıyam Y.
35- Peygamberler Tarihi I-II, M. Âsım Köksal, T. Diyanet Vakfı Y.
36- Peygamberler Tarihi, İlhami Ulaş, Osmanlı Y.
37- Peygamberler Tarihi, Bünyamin Ateş, Nesil Basım Yayın
38- Peygamberler Tarihi, Mustafa Necati Bursalı, Ölçü Y.
PEYGAMBER
- 45 -
39- Peygamberler Tarihi, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
40- Peygamberler Tarihi, 1, 2, 3, Ahmet Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
41- Peygamberler Tarihi, Ahmet Behçet, Uysal Kitabevi Y.
42- Peygamberlerden Kıssalar, Muhammed el-Habeş, İklim Y.
43- Peygamberlerin Hayatı, Seyyid Kutub, Ravza Y.
44- Peygamberlerin Hayatı, S. Kutub-Abdülkadir Cûde es-Sahhar, İslâmoğlu Y.
45- Peygamberlerin Hayatı, Ebu’l Hasan en-Nedvî, Risale Y.
46- Peygamberlerin Kıssaları, Ebu’l Hasan en-Nedvî, Arslan Y.
47- Peygamberlerin Mucizeleri, H. İbrahim Acıpayamlı, Tuğra Y.
48- Peygamberlik ve Peygamberler, Muhammed Ali Sâbûni, Kültür Basın Yayın
Birliği Y.
49- Peygamberler Tarihi, İsmail Yiğit, Kayıhan Y.
50. Dâvet Öyküleriyle Peygamberlerimiz, Münire Daniş, Timaş Y.
51- Nebîler Silsilesi I-IV, Osman Nuri Topbaş, Erkam Y.
52- Kur’an-ı Kerim’e Göre Peygam. ve Tevhid Mücadelesi, 1, 2, 3, M. Solmaz,
İ. L. Çakan, Nesil/Ensar
53- Kur’an’da Peygamber, Muhittin Akgün, Işık Y.
54- Kur’an’da Peygamberler ve Peygamberimiz, Afif Abdülfettah Tabbara,
Gonca Y.
55- Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Peygamber, Muhittin Akgül, Işık Y.
56- Kur’an’ın Tanıttığı Peygamberler, A. Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
57- Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in Hayatı, Mevdudi,
Pınar Y.
58- Kitab-ı Mukaddes ve Kur’ân-ı Kerim’de Nübüvvet, Basılmamış Doktora Tezi
59- Müşriklerin Vahye ve Rasullere Karşı Aldığı Tavırlar, Cengiz Duman, Haksöz
46-47 (Ocak 95)
60- Nebi ile Rasül Arasındaki Fark, F. Zülaloğlu, Haksöz 66 (Eylül 96), s. 29-33
- 47 -
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKÂDİ KAVRAMLAR -6-
İMAM
•
İmam; Anlam ve Mâhiyeti
•
Kur’ân-ı Kerim’de İmam Kavramı
•
Hadis-i Şeriflerde İmam Kavramı
•
İmâmet-i Kübrâ
•
İmâmet Sisteminin Temel Özellikleri
•
İmâmetin Önemi
•
İzinden Gidilen Önderler; Takvâ İmamları ve Küfür İmamları
•
Zâlim ve Fâsığın İmameti
•
Zâlim ve Fâsık İmama Karşı Kıyam Hakkı
•
Cemaat/Teşkilât İmamlığı
•
Namaz İmamlığı
“Bir zamanlar Rabbi İbrâhim’i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; ‘Ben seni insanlara imam/önder yapacağım’ demişti. ‘Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)’ dedi. Allah: ‘Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)’ buyurdu.” 1
İmam; Anlam ve Mâhiyeti
“İmam” kelimesinin sözlük anlamı; önde olan, kendisine uyulan, önder, lider demektir. “İmam” kelimesi, anne demek olan “el-ümm” kelimesinden türemiştir. “Ümmet” kavramı da aynı köke dayalı olarak; bir köke, bir öze, bir anne gibi asıla bağlı olan mânâsına gelir.
“İmam”, bir anlamda “ümmet”in önderidir. “İmam”, kendisine uyulan bir liderdir. Bir kök durumundadır ve arkasında bir cemaat vardır. Bu cemaat de bir imamın/önderin peşinde olduğu için “ümmet” adını almaktadır. Ümmetsiz imam, imamsız ümmet olmaz.
İslâm hukukunda “imâmet”, dünyayı din ile idâre etmekte peygamberliğe vekâlet etmektir. Müslümanların işlerini yönetmek için Rasûlullah’a vekil olana da imam denir. “İmam”,
1] 2/Bakara, 124
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 48 -
müslümanların özel bir seçim sistemi olan “biat”ı ile seçilen, ümmetin
(müslüman toplumun) din ve dünya siyasetini idare etmek
üzere seçilmiş müslüman önderlere denir. Bu mânâda ‘imam’,
İslâm’la yönetilen bir ülkenin müslüman başkanıdır. Bu imama
“ulu’l-emr”, “halîfe”, “emîru’l-mü’minîn” de denilir. Mü’minler,
kendi zamanlarında müslümanların serbest biatıyla (özel seçimiyle)
iş başına gelen imama tâbi olmak durumundadırlar. Böyle bir
imama biat etmeden ölen müslümanlar hata etmiş olurlar.
Namaz kıldırmak için önde olanlara da, “namaz imamı, namazda
önder” denmiştir. Çünkü o da namazda önde bulunmaktadır
ve arkasında bir cemaat (bir ümmet) namaz için toplanmaktadır.
Namazda ümmet durumunda olan cemaat, ümm (ana, kök,
asıl, önder) durumundaki imama yani cemaatin liderine uymaktadırlar.
İnsanların kendilerine uyup ilimlerinden ve ictihadlarından
faydalandıkları büyük âlimlere de “imam” denilmiştir. Çünkü insanlar,
herhangi bir meselede onların fikirlerinin etrafında toplanmakta
ve onların ictihadının rehberliğinde sorunlarına çözüm
bulmaktadır. Mezhep imamları bu mânâdadır. İmam A’zam, İmam
Şâfii, İmam Ahmed bin Hanbel gibi.
Ayrıca hadis ilminde otorite olan, en bilgili, hadis ilminde
peşinden gidilen büyük âlimlere de hadiste “imam” denilmiştir.
İmam Buhârî, İmam Müslim gibi.
Peygamberimiz’in kızı Hz. Fâtıma (r. anhâ) ile Hz. Ali’nin (r.a.)
soyundan gelen önderlere de “imam” adı verilmektedir. Bu temiz
soydan silsile yoluyla gelen önderlere ‘Ehl-i Beyt imamları’ denilmektedir
ki sayıları on iki tanedir.2 İmam Ali, İmam Câfer-i Sâdık,
İmam Zeynelâbidin gibi.
Kur’an-ı Kerim’i güzel okuma ilmi olan kıraat ilminde üstün
bir yeri olan âlimlere de “kıraat imamları” denilmiştir.
Dikkat edilirse, bunların tümünde bir önderlik ve peşinde olan
bir cemaat olgusu (ümmet) sözkonusudur. “İmam”, özet olarak,
bir topluluğa önder olan demektir. Günümüz Türkiye’sinde, imam
kavramının diğer bütün anlamları kaybolmuş ve yalnızca namaz/
câmi imamlığı mânâsı kalmıştır. O da, çoğunluğun kafasında basit
karşılığı olan bir kavramdır.
Görünen o ki, bugün paramparça olan İslâm ümmetini ilimde,
siyasette ve toplumsal hayatta bir araya toplayacak müslüman
2] Bk. Buhârî, Ahkâm; Müslim, İmâre 9, hadis no: 1821
İMAM
- 49 -
imamlara -önderlere, rehberlere- ihtiyaç vardır. Müslümanların biatıyla
(özel ve serbest tercih ve onaylamasıyla seçilmiş) halifelere
de ‘imam’ denildiğini tekrar hatırlayalım. Müslümanlar, bu şekilde
seçilmiş bir imamın önderliğinde her tür işlerini ve ibâdetlerini
daha iyi yerine getirirler, yaşadıkları coğrafyayı daha iyi ıslah ve
tanzim ederler.
Müslümanlar, her devirde bol miktarda meydanda olan “küfür
ve şirk” imamlarını çok iyi tanımalı, onların peşinden gitmemelidir.
Onların kurduğu düzenlere, ortaya koydukları dünya görüşlerine
ve hayat anlayışlarına karşı dikkatli olmalıdır. 3
Kur’ân-ı Kerim’de İmam Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’in adlarından biri de ‘Ümmü’l Kitab’dır. Yani
kitapların anası, kaynağı, kökü.4 Kur’ân-ı Kerim, aynı zamanda
‘İmâmü’l Mübîn’dir. Yani apaçık önder, yol gösterici, birleştirici,
önde olandır. ‘İmam’, Yâsin Sûresinde, kaderin yazıldığı yer,
Levh-i Mahfuz anlamında kullanılmıştır.5 Kur’an’da; takvâ sahiplerine
önder olma isteği ve bu konudaki duâ övülmüştür.6 Demek
ki imam (lider, önder) olmak bir nimet ve bir şereftir.
Kur’ân-ı Kerim, Hz. İbrâhim’e (a.s.), ‘insanların imamı’ sıfatını
vermektedir. İbrâhim (a.s.), büyük peygamberlerdendir ve Tevhidin
babası sayılmaktadır. O bu mânâda bütün insanların önderidir.
Yahûdiler ve hıristiyanlar günümüzde bile İbrâhim’i (a.s.) severler.7
İbrâhim (a.s.) soyundan gelen peygamberler de insanlığa birer
imamdır. 8
‘İmam’, etrafında bir topluluk (ümmet) toplayan, onları peşinden
götüren, onlara yol gösteren insandır. İmam makamında
olan önderler, insanları hidâyete ve kurtuluşa götürdükleri gibi,
peşine takılanları ateşe sürükleyenler de vardır.9 Bunlar, “eimme-i
küfr”dür, küfrün imamları, kâfirlerin önderleridir. Fazîletli insanlara,
mü’minlere, takvâ sahiplerine imam olmak ne kadar şerefli
bir rütbe ise, inkârcılara ve günahkârlara imam olmak da o kadar
şerefsiz ve aşağılık bir iştir. Kıyâmet günü bütün insanlar, kendilerine
yol gösteren veya peşinden gittikleri, izini takip ettikleri
imamlarıyla (önderleriyle) beraber diriltilecek ve o şekilde hesaba
3] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 302
4] 43/Zuhruf,1-4
5] 36/Yâsin, 12
6] 25/Furkan, 74
7] 2/Bakara, 124
8] 21/Enbiyâ, 73
9] 9/Tevbe, 12; 28/Kasas, 41
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 50 -
çekileceklerdir. 10
“İmam” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de tekil olarak 7, çoğul olarak
da 5 olmak üzere toplam 12 yerde geçmektedir. İmam kelimesi,
bu âyetlerde şu anlamlarda kullanılmıştır:
a- İyilik önderleri: Kur’an’da “imam” kavramı, daha çok önder,
iyilik önderleri anlamında kullanılır. Bazı peygamberler imam
olarak vasıflandırılır,11 bazı iman edip takvâ sahibi kimselerin
muttakîlere imam olmak için duâ ettikleri vurgulanır.12 Tüm bu
âyetlerdeki kullanım, iyilik önderleri anlamındadır.
b- Kötülük önderleri: Kur’an, küfrün imamlarıyla savaşılmasını
emreder.13 Yine, bazı yöneticiler, insanları ateşe çağıran imamlardır.
14 İnsanlara önderlik edenlerin bir kısmı, onlara kötülük yaparak
dünyada huzursuz eden ve âhirette cehenneme sürükleyen
kimseler olabilir. Meselâ, Firavun, kötülük timsali önder olarak
gösterilir.15 Bu âyetlerdeki imam kavramı, kötülük önderi anlamındadır.
Görüldüğü gibi imam kavramı, genel olarak hak önderleri
anlamında kullanıldığı halde, küfrün lider ve önderleri için de
kullanılır. “İmam” lafzı mutlak (genel) anlamda kullanıldığı zaman,
bâtıl imamlara kullanılmaz. Kur’an’da küfür imamlarının
anlatılması, hep kayıtlı olarak (“küfür imamları” şeklinde) gelmiş,
mutlak bir ifade ile (sadece “imam” şeklinde) kullanılmamıştır.
Kâfirler imam/önder olamayacaklarından, kâfirlerin önderlerine
mutlak olarak “imam” ismi verilemez; ancak “kâfirlerin imamları”
şeklinde kullanılır.
c- Kitap ve peygamber: Kur’an’da “imam” kavramına, önder
anlamının yanında, kitap ve peygamber mânâsı da verilir. 16
d- Levh-i Mahfuz: İmam kelimesinin Kur’an’da diğer bir anlamı,
Levh-i Mahfuz’dur.17 Levh-i Mahfuz; Allah tarafından takdir
olunmuş şeylerin yazılı olduğu mânevî levha, kitap demektir.
e- Yol: İmam kelimesi, bir âyette de yol anlamına kullanılmıştır.
18 Yola imam denilmesi, yolun uyulup izlenmesiyle ilgilidir.
10] 17/İsrâ, 71-72
11] 2/Bakara, 214
12] 25/Furkan, 74
13] 9/Tevbe, 12
14] 28/Kasas, 41
15] 28/Kasas, 39-41
16] 17/İsrâ, 71
17] 36/Yâsin, 12
18] 15/Hıcr, 79
İMAM
- 51 -
“Bir zamanlar Rabbi İbrâhim’i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam
olarak yerine getirince; ‘Ben seni insanlara imam/önder yapacağım’ demişti.
‘Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)’ dedi. Allah: ‘Ahdim
zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)’ buyurdu.” 19
“Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa,
küfrün imamlarına/önderlerine karşı savaşın. Çünkü onların yemin
(diye bir şeyleri) yoktur. (Onlara karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son
verirler.” 20
“Rabbin tarafından gelmiş açık bir delile dayanan ve kendisini Rabbinden
bir şâhidin izlediği, ayrıca kendisinden önce, bir imam/önder ve bir
rahmet olarak Mûsâ’nın Kitab’ı (elinde) bulunan kimse, (inkârcılar gibi)
midir? Çünkü bunlar, ona (Kur’an’a) inanırlar...” 21
“Eyke halkı da gerçekten zâlim idiler. Fakat Biz, onlardan da intikam
aldık. Bu yerlerin ikisi de (Eyke ve Hicr) açık bir imam/yol üzerindedir.” 22
“Her insan topluluğunu, imamları/önderleri ile birlikte çağıracağımız
günde kimlerin amel defterleri sağından verilirse, onlar, en küçük bir haksızlığa
uğramamış olarak amel defterlerini okurlar.” 23
“Ona (İbrâhim’e), İshak’ı ve fazladan bir bağış olmak üzere Ya’kub’u
lütfettik; her birini sâlih insanlar yaptık. Onları, emrimiz uyarınca doğru
yolu gösteren imamlar/önderler yaptık ve kendilerine, hayırlı işler yapmayı,
namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar, Bize ibâdet eden
kimselerdi.” 24
“Ve onlar (iman edip tevbe edenler), ‘Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak
eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine imam/önder
kıl!’ derler.” 25
“Biz istiyoruz ki, o yeryüzünde müstaz’aflara (güçsüz düşürülenlere)
lütufta bulunalım, onları imamlar/önderler yapalım, onları vârisler kılalım
(ötekilerin yerini aldıralım).” 26
“Onları (Firavun ve askerlerini) (insanları) ateşe çağıran imamlar/öncüler
kıldık. Kıyâmet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.” 27
“Sabrettikleri ve âyetlerimize yakînî olarak (kesin bir şekilde) iman
19] 2/Bakara, 124
20] 9/Tevbe, 12
21] 11/Hûd, 17
22] 15/Hıcr, 78-79
23] 17/İsrâ, 71
24] 21/Enbiyâ, 72-73
25] 25/Furkan, 74
26] 28/Kasas, 5
27] 28/Kasas, 41
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 52 -
ettikleri zaman, onların içinden, emrimizle doğru yola ileten imamlar/rehberler
yaptık.” 28
“Şüphesiz ölüleri ancak Biz diriltiriz. Önden gönderdikleri işleri ve bıraktıkları
eserleri yazarız. Zâten Biz, her şeyi apaçık bir imam/kitap (olan
Levh-i Mahfûz’da) sayıp yazmışızdır.” 29
“Ondan önce de bir rahmet ve imam/rehber olarak Mûsâ’nın kitabı
vardır. Bu (Kur’an) da, zulmedenleri uyarmak ve muhsinlere/iyilik yapanlara
müjde olmak üzere Arap lisânıyla indirilmiş, doğrulayıcı bir kitaptır.” 30
Hadis-i Şeriflerde İmam Kavramı
“İnsanlar üzerinde olan büyük imam, çoban (gibi)dır. (Çobanın sürüden
sorumlu olduğu gibi) O da halkından sorumludur.” 31
“Kim imama bey’at etmeden ölürse, câhiliyye ölümü (gibi bir ölüm)
ile ölür.” 32
“Üç kişi sefere çıktıkları zaman içlerinden birini emir tâyin etsinler.”
“Üç kişi, yeryüzünde bir çölde oldukları vakit, içlerinden birisini emir
tâyin etmemeleri onlara helâl olmaz.” 33
“Kim Bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur; kim Bana isyan ederse
Allah’a isyan etmiş olur. Kim Benim emîrime itaat ederse Bana itaat etmiş;
kim de Benim emîrime isyan ederse Bana isyan etmiş olur.” 34
“Dinleyin ve itaat edin! Üzerinize tâyin olunan vâli/yönetici, başı siyah
kuru üzüm gibi Habeş’li bir köle olsa bile, sizin aranızda Allah’ın kitabını
uyguladığı müddetçe dinleyin ve itaat edin.” 35
“Müslüman bir kimseye, kendisine ma’siyet (Allah’a isyan, günah hususlar)
emredilmediği müddetçe, hoşlandığı ve hoşlanmadığı (her) hususta
(İslâm devleti yöneticisini) dinleyip ona itaat etmesi gerekir. Eğer
ma’siyet emredilirse, ne dinlemek vardır, ne de itaat!” 36
“Allah’a isyan konusunda yaratılmışlara itaat edilmez.” 37
28] 32/Secde, 24
29] 36/Yâsin, 12
30] 46/Ahkaf, 12
31] Buhârî, Ahkâm 1; Müslim, İmâre, hadis no: 1705; Ebû Dâvud, İmâre 1;
Tirmizî, Cihad 7, hadis no: 1705; Ahmed bin Hanbel, 2/54
32] Müslim, İmâre 58, hadis no: 1851
33] Ebû Dâvud, Cihad 87; Ahmed bin Hanbel, 2/177
34] Buhârî, Ahkâm 1; Müslim, İmâre 33; Nesâî, Bey’at 26
35] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 37; Nesâî, Bey’at 27
36] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839; Tirmizî, Cihad 29, hadis
no: 707; Ebû Dâvud, Cihad 96; Nesâî, Bey’at 34; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no:
2864; Ahmed bin Hanbel, 6/111
37] Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839
İMAM
- 53 -
“Üç kişi vardır ki, kıyâmet gününde Allah onlarla konuşmaz, onlara
bakmaz, onları tezkiye etmez/temize çıkarmaz. Hem onlara elîm bir azap
vardır. Bunlar: 1- Kırda fazla suyu olup da onu yolcuya vermeyen, 2- İkindiden
sonra bir kimseye bir mal satan ve o malı ‘(kendim) şu kadara aldım’
diye Allah’a yemin ederek, gerçek bunun aksine olduğu halde müşteriyi
kendisine inandıran, 3- Bir imama, yalnız dünyalık için bey’at eden, dünyalık
verirse sözünde duran, vermezse durmayan kimselerdir.” 38
“Bir kimse imama bey’at eder de ona şaklayan elini ve kalbinin semeresini
verirse, elinden geldiği takdirde hemen ona itaat etsin! Başka biri
gelir de onunla çekişirse sonradan çıkana itaat etmeyin!” 39
“Benden sonra sizin (yönetim) işinizi birtakım insanlar üzerine alacaklar,
sünneti söndürecekler, bid’atı ihdâs edecekler (uyduracaklar), namazı vakitlerinden
geciktirecekler.” Bunun üzerine İbn Mes’ud Rasûlullah’a
sordu: “Ben onlara yetişirsem ne yapmalıyım?” Rasûlullah şöyle
buyurdu: “Ey Ümmü Abd’in oğlu! Allah’a isyan edene itaat olmaz!” 40
“Sizden kim yaşarsa çok ihtilâf görecektir. Size vâcip (gerekli) olan
Benim sünnetim ve hidâyette olan râşid halîfelerimin sünnetine uymanızdır.
Bu sünnetlere tutunun ve azı dişlerinizle ısırırcasına bunlara sıkı
sıkı sarılın. Dinde sonradan uydurulan işlerden (bid’atlerden) sakının. (Din
ve ibâdet olarak) Sonradan çıkarılan şey bid’attir. Ve her bid’at dalâlettir/
sapıklıktır.” 41
“Nübüvet hilâfeti otuz senedir. Sonra krallık olur.” 42
“Sizin aranızda Allah’ın, olmasını dilediği kadar nübüvvet olacak, sonra
peygamberliği kalkmasını dilediği zaman kaldıracak. Sonra nübüvvet
metodu üzerine hilâfet olacak; o da Allah’ın olmasını istediği kadar olacak.
Sonra hilâfeti, kalkmasını dileyince kaldıracak. Sonra ısırıcı krallık olacak.
O da Allah’ın olmasını dilediği kadar olacak. Sonra ısırıcı melikliği,
kalkmasını dilediği zaman kaldıracak. Sonra zorba/zâlim krallık olacak. O
da Allah’ın, olmasını dilediği kadar olacak. Onu da kalkmasını dilediği
zaman kaldıracak. Sonra nübüvvet metodu üzere hilâfet olacak.” 43
“Benî İsrâili peygamberler yönetirdi. Bir peygamber vefat ettiği zaman
38] Buhârî, Ahkâm 48; Müslim, İman 173; Tirmizî, Siyer 35, hadis no: 1595; İbn
Mâce, Ticâret 30, hadis no: 2207
39] Müslim, İmâre 46; Ebû Dâvud, Bey’at 25; İbn Mâce, Fiten 9; Nesâî, Bey’at 25;
Ahmed bin Hanbel, 2/161
40] Ahmed bin Hanbel, 5/301, hadis no: 3790; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no:
2865
41] Tirmizî, İlim 16, hadis no: 2676; Ebû Dâvud, Sünnet 5; İbn Mâce, Mukaddime
6, hadis no: 42; Dârimî, Mukaddime 6
42] Ebû Dâvud, Sünnet 8; Tirmizî, Fiten 48, hadis no: 2226
43] Ahmed bin Hanbel, 4/273
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 54 -
yerine (başka) bir peygamber geçerdi. Şu muhakkaktır ki, Benden sonra
peygamber yoktur. Ama halîfeler gelecek, hem de çok olacaklardır.”
Ashâb: “O durumda bize ne emredersin?” diye sordular. “Birinciye
ve ondan sonra gelene yaptığınız bey’atı tutun! Onlara haklarını verin.
Çünkü Allah halka, gözetmelerini istediği şeyden soracaktır.” 44
Câbir bin Semûre’nin (r.a.) rivâyetine göre Rasûlullah şöyle buyurdu:
“On iki halîfe olacak.” Râvi Câbir diyor ki; Sonra, bir kelime
dedi ki, ben onu işitemedim. Babama: “Ne söyledi?” diye sordum.
O da; “Hepsi Kureyş’den” dedi.” 45
“Müslüman bir halka, Allah’ın görüp gözetmek üzere idâreci kıldığı
hiçbir kul yoktur ki, onları aldatıp (zulmetmiş) olduğu halde ölürse muhakkak
Allah ona cenneti haram etmiş olmasın.” 46
“Müslümanların idare işini üzerine alıp da onlar için çalışmayan ve
hayır istemeyen hiçbir âmir yoktur ki, onlarla (müslümanlarla) birlikte cennete
girebilsin.” 47
“İslâm’ın tutunulması gereken kulpları (yapılması gereken emirleri) tek
tek çözülecek; her bir kulp koptukça insanlar önlerindekilere benzeyecekler.
O kulpların ilki hüküm (hâkimiyetin Allah’ın olması, Kur’an’la hükmedilmesi),
sonuncusu da namazdır.” 48
Hz. Peygamber’e “cihadın hangisi efdaldir?” diye sorulunca:
“Zâlim sultana karşı hakkı söylemektir.” 49
Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) Ahmes’li bir kadın şöyle bir soru sormuştur:
“Câhiliyyeden sonra Allah’ın getirdiği bu iyi ve uygun işin
(İslâm’ın) bekası ne kadar sürer?” Hz. Ebû Bekir (r.a.): “İmamlarınız
sizi (İslâmî) istikamet üzere doğru tuttuğu müddetçe” diye
cevap vermiştir. 50
Hz. Ömer bin Hattab (r.a.) şöyle diyor: “İmamları (yöneticileri)
ve rehberleri istikamet üzere oldukları müddetçe, insanlar istikamet
üzere olmaya devam edecektir.” 51
Selman’dan (r.a.) rivâyet edilmiştir ki, Halîfe Ömer İbn Hattab
44] Buhârî, Enbiyâ 5; Müslim, İmâre 44, hadis no: 1842; İbn Mâce, Cihad 42, hadis
no: 2871; Ahmed bin Hanbel, 2/97
45] Buhârî, Ahkâm; Müslim, İmâre 9, hadis no: 1821
46] Buhârî, Ahkâm 8
47] Müslim, İman 229, hadis no: 142
48] Ahmed bin Hanbel, 5/251; İbn Hibban, Sahih, hadis no: 257; Hâkim, el-
Müstedrek, 4/92
49] Ahmed bin Hanbel, 5/251; İbn Mâce, Fiten 20, hadis no: 4011-4012; Tirmizî,
Fiten 13, hadis no: 2175; Ebû Dâvud, Melâhim 17
50] Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 25; Dârimî, Mukaddime 23
51] et-Tabakatu’l-Kübrâ, İbn Sa’d, 3/292; Beyhakî, Sünen
İMAM
- 55 -
(r.a.), Selman’a (r.a.), “halîfe ile melik/kral arasındaki farktan sorduğunda
Selman (r.a.) şu cevabı vermiştir: “Müslümanların arazisinden
bir dirhem veya daha az veya daha çok toplarsan, sonra da
onu lâyık olmayan yere koyarsan (sarf edersen) işte sen bu halinle
kralsın demektir. Halîfe ise, halka adâletle davranandır, aralarında
adâletli ve düzgün bir şekilde taksimat yapandır, erkeğin ev
halkına ve ananın çocuğuna olan şefkati gibi halkına şefkat ve
merhamet eden ve Allah’ın kitabıyla hükmedendir”. Kâ’b, bu cevap
üzerine şöyle dedi: “Bu mecliste halîfe ile melikin arasını ayırt
edecek kimseyi zannetmiyordum. Fakat Allah Selman’a cevabı ilham
etti.” 52
İmâmet-i Kübrâ
İslâmî topluluğun dinî ve siyasî liderliğine imâmet-i kübrâ
denilir. Bu anlamda “hilâfet” kavramı kullanıldığı gibi, başlangıçtan
itibaren ve özellikle şiî müslümanların bu kavram yerine
“imâmet”i kullanmasından sonra “imâmet” kelimesi de kullanılmaya
başlanmıştır. Aynı zamanda bu makama, namaz kıldırma
vazifesi demek olan imamlıktan (imâmet-i suğrâ/küçük imâmet)
ayırt etmek için “İmâmet-i kübrâ” da denilmiştir.
Şiî müslümanların dışında ve özellikle ehl-i sünnete göre
imâmet-i kübrâ, itikadı ilgilendiren bir konu değildir. Sadece kulların
fiillerine ait muâmelâtla ilgili meselelerdendir. Rasûlullah’ın
vefatını müteâkip ashâbın imam/halîfe seçtikleri ve İslâm ümmetinin
imamsız bir zamanının geçmesine rızâ göstermedikleri
tevâtüren sâbittir. Nitekim Hz. Ebûbekir, meşhur ilk hutbesinde
buna işaret ederek diyordu ki; “Haberiniz olsun ki, Muhammed
(s.a.s.) vefat etmiştir ve bu dini ayakta tutacak bir reise (imâmet-i
kübrâya) mutlaka ihtiyaç vardır.” Muhtemel bir zararın defedilmesi
ve ümmetin çeşitli maslahatı bakımından da imam/halîfe seçilmesinin
vâcip olduğunda icmâ edilmiştir. Bu nedenle herkes Hz.
Ebûbekir’in sözünü yürekten kabul etmiştir. 53
Taftazânî, şunları da söylemektedir: “İmâmet-i kübrâ meselesi,
itikadî esaslardan olmayıp fıkhı ilgilendiren bir meseledir. Fıkıh
kitaplarımızda zikredilmiştir ki; millet için, dini yaşatacak, sünneti
ayakta tutacak, mazlumları koruyacak ve haklıyı haksızdan ayıracak
bir başkana/imama mutlaka ihtiyaç vardır.54 İmamın seçimi
ise; “ehl-i hall ve’l-akd”in seçmesi ile olur. Diğer bir görüşe göre;
daha evvelki imam tarafından bir tavsiye ile beraber halkın ileri
52] et-Tabakatu’l-Kübrâ, İbn Sa’d, 3/306; Târihu’l-Hulefâ, es-Süyûtî, s. 140
53] Taftazânî, Şerhu'l-Makasıd II/271
54] Taftazânî, a.g.e. II/27
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 56 -
gelenlerinin bey’atından ibârettir. Bu iki görüş arasında gerçekte
büyük bir ayrılık yoktur. Bu ihtilâf, ilk halîfelerin tesbit tarzından
ileri gelmektedir.
İmamda Aranan Şartlar: İmamın mükellef, müslüman, hür ve
erkek olmasından başka şu şartları da taşıması gerekir:
1- İlim: İmâmete aday gösterilecek kimse, Allah’ın insanlara
bildirdiği kanunlarını tam mânâsıyla bilip derinliğine nüfuz edecek
kadar âlim olmalıdır.
2- Adâlet: İmamlığa aday olacak kimsenin âdil olması gerekir.
Bu makam, adâletle iş görmesi gereken bütün diğer makamları
idare ve kontrol eden bir makamdır. O halde imamın her şeyden
evvel âdil olması gerekir. Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin,
zâlilmlerin ta kendisi olduklarından55 imamların, Allah’ın
hükmünü gereken titizlikle uygulamaları şarttır. Yine adâlet, fıskın
(fâsıklığın) zıddı olduğundan, âdil olması gereken imamın,
günahlarda ısrar eden veya büyük günah işleyen birisi olmaması
gerekmektedir.
3- İktidar ve ehliyet: Dinin korunması, düşmanla savaş, Allah’ın
hükmüne uygun çeşitli kanunların çıkarılması, İslâm’a uygun hükümlerin
konulması ve şer’î cezaların (hadlerin) tatbik edilmesi
gibi birçok hususta imamın, zamanında karar vermesi ve bu kararı
yerinde tatbik edebilecek ehliyete ve fevkalâde bir siyâsî basîrete
sahip olması gerekir. Bazı eserlerde ayrı birer sıfat olarak zikredilen
cesaret, ictihad ve rey sahibi olması da iktidar ve ehliyetin
içinde değerlendirilebilir. 56
4- Bünyesinin sağlam ve ârızasız olması: İmâmet makamına
gelecek kimsenin delilik, körlük, sağırlık, dilsizlik, iki el ve ayağının
yokluğu gibi noksanlıklardan berî ve duyularının sağlam olması
lâzımdır. Çünkü bu noksanlıklar, imamın üzerine aldığı işleri
başaramamasının sebeplerindendir. Bu bakımdan eğer bu eksiklikler,
şahsın sadece görünüşünü ilgilendiren cinsten ise, o zaman
bu şart, bir kemal şartı olur.57 Meselâ körlük, sağırlık, dilsizlik sebebiyle
imam azledilir; fakat ağır işitmek ve kekemelik sebebiyle
azledilemez.
İmâmet makamına gelecek kimsenin Kureyş’li olmasına gelince;
“İmamlar Kureyştendir” hadis-i şerifi ile ileri sürülen bu şartı,
bazı âlimler, meselâ Ebûbekir Bâkıllâni gibi ilim adamları
55] 5/Mâide, 45
56] Taftazânî, a.g.e. II/271
57] İbn Haldun, Mukaddime I/342-343
İMAM
- 57 -
kabul etmemişlerdir.58 Bu hususta İbn Haldun’un görüşü şudur:
“Halîfenin/imamın Kureyş’ten olmasının şart koşulmasının asıl sebebi,
Kureyş’in devleti idare ve koruma kudretine sahip olduğu
ve çekişmeleri ortadan kaldırabildiği içindir. Şâri’, hüküm ve kaideleri
yalnız bir kavim, bir asır ve sadece bir toplum için ortaya
koymamıştır. Müslümanların idaresi başında bulunacak kavmin,
devleti idare ve koruma kuvvetine sahip ve kendi zamanında diğer
kavimlerden üstün olması şarttır. Şâri’in maksadı herhalde işte
budur. Bu açıklamalardan halîfeliğin, her asırda Kureyş’e mahsus
olacağı değil; her ülkenin o zamanda devleti idare etme kudretine
sahip olan kavmin elinde olacağı anlaşılır ve o kavim devletin
başına geçer.” 59
“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden
olan ulu’l-emre (emir sahiplerine) itaat edin.”60 Bu âyet-i kerimeye göre,
imama/halîfeye itaat farzdır. Yalnız, bu itaat imamın Allah’ın emrine
uyması ile kayıtlanmıştır. “Allah’a isyan konusunda yaratılmışlara
itaat edilmez.” 61; “Ma’siyet emredilirse, ne dinlemek vardır, ne de itaat!”
62
Eğer halîfe Allah’ın emrine uymazsa, kendisi ikaz edilir; dinlemezse
azledilir. Nitekim Hz. Ebûbekir (siyasetin düsturu sayılan)
meşhur ilk hutbesinde bu hususu şöyle açıklar: “Ben, sizin en hayırlınız
olmadığım halde başınıza geçmiş bulunuyorum. Eğer doğru
yolda yürürsem bana yardım ediniz; doğrudan saparsam bana
gerçek yolu gösteriniz. Doğruluk emânet; yalan ise hıyânettir.
İçinizde zayıf bir kimse, hakkını kendisine vererek rahatlatıncaya
kadar nazarımda kuvvetlidir. Kuvvetli de, başkasının hakkını ben
kendisinden alıncaya kadar yanımda zayıftır. Hiç biriniz Allah yolunda
cihadı terketmesin; çünkü cihadı terkeden kavmi Cenâb-ı
Allah zillete düşürür. Bir kavimde de kötülükler yayıldımı, Allah
onları genel belâlarla terbiye eder. Ben Allah ve Rasûlüne itaat
ettiğim müddetçe bana itaat ediniz. Eğer Allah ve Peygamberine
itaat etmezsem sizin de bana itaatiniz gerekmez!”63 Taberînin bu
naklinden de anlaşıldığı gibi, imâmet makamında olan kimseye
Allah ve Rasûlüne bağlı olduğu müddetçe itaat edilir. Allah’a karşı
isyan eden bir kimseye itaat etmeme, İslâm’da çok meşhur ve bilinen
bir prensiptir. 64
58] Bk. İbn Haldun, Mukaddime, 345
59] İbn Haldun, Mukaddime, I/345-347
60] 4/Nisâ, 59
61] Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839
62] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839
63] et-Taberî, Târihu'r-Rusül ve mülûk, IV/1829
64] Geniş bilgi için bkz. El-Mâverdî, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, terc. Ali Şafak, s.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 58 -
İmâmet Sisteminin Temel Özellikleri
Kur’an’da imâm ve imâmetle ilgili âyetler, ahkâmla ve Allah’ın
indirdiğiyle hüküm konusunu içeren âyetlerle birlikte değerlendirildiğinde,
bu konudaki hadis-i şerifler ve İslâm âlimlerinin görüşleri
ışığında şu gerçekler ortaya çıkar:
1- İslâm, yönetim sahasında mükemmel bir sistem getirmiştir.
Bu, İslâm’ın her zamana ve her yere uygun olduğunu, evrensellik
ve kapsamlılığını bize gösterir. Bu düzen ebedîdir ve kıyâmete kadar
da tatbiki mümkündür. Bu ümmetin sonra gelenlerine yaraşacak
sistem, önce gelenlerine yaraşan ve “asr-ı saâdet” örneğinde
ortaya çıkan sistemden başkası değildir.
2- İmâmetin vâcip oluşu, Kitap, sünnet, icmâ ve şer’î kurallarla
sâbittir. Bu ümmetin temsilcileri olmaları, bu önemli konuda ümmetin
vekili olmaları bakımından “ehl-i hal ve’l-akd”e yöneltilen
bir farz-ı kifâyedir. Ehl-i hal ve akd bu işte zayıflık gösterirse, bu
vâcibin yerine getirilmesi için gücü yeten her müslüman gayret
göstermedikçe kendilerini vebalden kurtaramaz ve gücü yetip de
bu faâliyeti göstermeyen herkes günahkâr olur.
3- “İslâm, hüküm alanında bir düzen getirmemiştir. ‘İslâm devleti’
diye bir şey olmaz. Müslümanlara câhiliyye düzenlerinden
farklı bir İslâm devletini kurmak farz kılınmamıştır” diyenlerin
iddiâsı kesinlikle bâtıldır, geçersizdir.
4- İmâmet vesiledir; gâye değildir. Gâye, Allah’a ibâdet/kulluk
yaparak O’nun rızâsını kazanmaktır. İmâmet ümmetin hayır ve
adâlet üzere kalmasını, hakkın hak, bâtılın da bâtıl olarak kabul
edilip bunun geçerli kılınmasını sağlamaya bir vesiledir. O ümmet
ki, iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah’a inanır; O’nun
indirdikleriyle hükmetmek için Kur’an’a uygun düzenin oluşması
için gayret eder. Kendisinin ve toplumunun, İslâmî değişim ve
dönüşümü için tüm gayretlerini seferber eder; bu gayretlerini de,
beşerî metotlara göre değil; Allah’ın çizdiği hudûda ve Rabbânî
usûle göre ortaya koyar.
5- İmâmetin hedeflerinin en önemlisi, dini korumak, dünyayı
da din ile yönetmektir. Bu ise, imamın boynuna takılan görevlerin
en önemlisidir. Zira din ile siyaseti/yönetimi ayıran ve dünyayı
bu dinin dışında yöneten mü’min olamaz.65 Dini siyasetten ayırıp
“din başka, devlet başka” deyince; devlet dinsiz, din de devletsiz/
güçsüz kalacaktır.
5-25; Ahmet Yaşar, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 143-144
65] 5/Mâide, 44
İMAM
- 59 -
6- İzzet, şeref ve İslâm ümmetinin ayakta kalışı, ancak Allah’ın
kitabı ve Rasûlü’nün sünnetinin hükmüne dönmekle mümkündür.
Dini koruyup müslümanlara izzet ve şereflerini iâde etmek, İslâmî
hilâfeti/imâmeti oluşturup onun uygulanmasına çalışmakla gerçekleşebilir.
7- İmâmete geliş usûlü, Kur’an ve sünnet ilkeleri çiğnenmemek
şartıyla ümmete bırakılmıştır. Râşid halîfelerin iş başına geliş
şekilleri ve bey’atın yapılış tarzı örnek alınmalı ve bu örnekler
çağa uyarlanabilmelidir.
8- İmâmete dayalı sistemde 3 ana esas dikkate alınmalıdır.
Bunlar; “bey’at” denilen İslâm’a has özel seçim sistemi, “adâlet”
denilen Allah’ın indirdiğiyle hükmetme66 ve zerre kadar haksızlık
yapmama gayreti, “istişâre” denilen emin ve ehil kimselerle,
işinin uzmanı ve dinini yaşayan takvâ sahibi güvenilir kişilerle danışarak
onların öneri, eleştiri ve tavsiyelerini dikkate alma şeklindeki
uygulamadır.
9- İmamı seçme yetkisine sahip olanlar, “ehl-i hal ve’l-akd”
diye isimlendirilen ümmetin en âlim ve seçkinleridir. Demokrasilerde
olduğu gibi seçime bütün insanlar direkt olarak katılamaz.
Şûrâ’ya da bundan dolayı, en uygun ve en akıllı olanlar seçilir.
Çağdaş demokrasilerde olduğu gibi milletvekili olabilmek için insanları
iknâ etmeye (kandırmaya) ve bu uğurda boş yere ve çokça
para harcamaya ve propaganda yapmaya gerek de yoktur.
10- İmâmet, verâset yoluyla (babadan oğula) intikal etmez.
İslâm, bir ırka, bir soy ve kabileye ayrıcalık verme anlayışını kabul
etmez. Krallıkla imâmetin bir farkı da; birinde soy, diğerinde ehliyet/
yetenek ve en uygun olanı belirlemenin öne çıkmasıdır.
11- Bey’at, imâmete lâyık bir imamın bulunduğu vakit müslümanın
boynuna borçtur. Aksine bir tavır, kişinin câhiliyye ölümü
ile ölmesini sonuçlandırabilir. Keyfî ve indî gerekçelerle bey’atı
bozmak da, meşrû imamın meşrû her emrine en küçük bir itaatsizlik
de haramdır.
14- Devrim yoluyla ve zorla imâmete geçmek, şer’î bir yol değildir.
İmâmet, ümmetin bey’atı olmaksızın gerçekleşmez.
15- İmam adayının o makama ehil olabilmesi için imâmete ait
şartları taşıması gerekir.
16- İmamın, mevcut insanların en faziletlisi olması şart değildir.
Zaten bunu tesbit de mümkün olmayabilir. Evlâ olan,
66] 5/Mâide, 45
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 60 -
faziletlilerden biri olması, müslümanlara en faydalı ve en uygun
olanının seçilmeye çalışılmasıdır.
17- Ümmetin maslahatıyla ilgili olarak imamın üzerinde birçok
görev vardır. Bunları imamın yerine getirme zorunluluğu ve
sorumluluğu vardır. Fakat bu görevleri yerine getirebilmesi için
kendisine yardım edilmesi, kendisinin ümmet üzerindeki haklarındandır.
18- Âdil imama karşı çıkmak ve fitneyi uyandırmak haramdır,
büyük günahlardandır. Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmettiği
ve ma’siyeti emretmediği müddetçe imama itaat vâciptir. Şeriata
ters düşen yerde, Allah’a isyan kabul edilecek durumlarda
itaat ise haramdır. İmamların otoritesi, Kitap ve sünnete uygun
davranmasına bağlıdır. Allah’a itaat ettiği müddetçe kendilerine
itaat edilir. Allah’a karşı geldiklerinde de kendilerine karşı gelinir.
Yaratıcı’ya isyanda mahlûka itaat yoktur. Kim isyanda onlara itaat
ederse, günah hem emredene ve hem de emri uygulayanadır.
19- Şûrâ, meşrû ve gereklidir. İmamın seçilmesi ânında şûrânın
olması vâcip olduğu gibi, halkın işlerinin düzenlenmesinde de
şûrâ gereklidir. Bu, halkın direkt veya dolaylı seçimiyle oluşabilecek
“Danışma Meclisi” şeklinde seçilecek milletvekillerinden veya
İslâm’a ters düşmeyen çağın anlayış ve ihtiyaçlarına uygun farklı
şekillerde istişâre meclisinden oluşabilir.
20- İslâm hukuk sistemi ve yönetim tarzı, geçmişte ve bugün
uygulanan beşerî sistemlerin tümünden farklı özelliklere sahiptir.
Güttüğü amaç, gâyeye götüren araçlar, vesileler, hedefler,
dayandığı kaynak/referans, ulaşmak istediği hedef... yönünden
sayılamayacak farkı vardır. O, beşerî düzenlerden çok ayrı bir
sistemdir. Onunla beşerî hüküm, rejim ve kanunları kıyaslamak
mümkün değildir. 67
İmâmetin Önemi
İmamsız ümmet, başsız beden gibidir. Organizmanın canlılığı,
ruhu ne ise; ümmet için imam da odur. İmamsız toplum, bir cesetten
farksızdır. Ümmetin başına gelenler, imâmetin başına gelenlerle
doğru orantılıdır. Kur’an’da ümmet ile imâmet kavramları
birbiriyle yakın irtibat halindedir. Allah İbrâhim’i (a.s.) insanlara
imam yapmıştır.68 O imamların başıdır. Aynı zamanda o, imamların
67] Süleyman ed-Demirci, El-İmâmetu’l-Uzmâ, İslâm’da Devlet Başkanlığı, s.
491-493
68] 5/Mâide, 45
İMAM
- 61 -
kendisinden geldiği bir ümmettir.69 Dolayısıyla Hz. İbrâhim’in şahsında
imâmet ve ümmet kavramları birlikte gündeme gelmişlerdir.
O yüzden rahatlıkla şu hükme varılabilir: Ümmet; tek bir imama
bey’at ederek bağlı olan mü’minler topluluğudur. İmama bağlı
olmadan ümmet teşekkül edemez. Ümmetsiz imam, imamsız ümmet
olmaz.
“Gerçek şu ki sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim.
Öyleyse Bana ibâdet/kulluk edin.”70 Mü’minler olarak hepimiz
Allah’ın huzurunda tek ümmet inancını ve şuurunu koruyup korumadığımız
hususunda hesap vereceğiz. İslâm ümmeti, tektir, birdir;
küfür ümmeti ise sayısız denecek kadar çok olabilir. Tek ümmet
inancının saptırılmadan devam etmesi, tek imamın varlığına
bağlıdır. Esasen imâmet, bir ümmet sorunudur. Ümmet olmadan
imâmet de olmaz. İmâmetin ihyâsı, ümmetin varlığına bağlanmıştır.
Çünkü İslâm’da tek ümmet ve tek imam esastır. 71
İmâmet; “din ve dünya işlerinde Rasûlullah’a niyâbeten (vekil
olarak) başkanlık, devlet reisliği” diye tanımlanmıştır. “Dinin uygulanması,
dinin sınırlarının korunması konusunda, ümmetin tümünün
kendisine uyması vâcip olmak üzere Râsûlullah’ın halîfeliğini
yapmak” diye de ifade edilmiştir.72 Mâverdî de şöyle diyor:
“İmâmet; dinin bekçiliği ve dünya siyaseti konularında peygamberliğe
halef olarak konulmuş ve kabul edilmiş bir müessesedir.”73
İbn Hümam; “Mü’minlerin, kendi içlerinden imam seçmelerinin
sebebi, İslâm’ın hükümlerini hakkı ile edâ etmek içindir.”74 diyerek
önemli bir noktaya işaret ediyor. İmam Ebû Muin en-Nesefî
de bu konuda şöyle der: “Üzerimizde İslâm devlet başkanı olan
imamı görmeden bir günün geçmesi câiz değildir. İmam, devlet
başkanı olan halîfedir. İmâmetin hak olduğunu kabul etmeyen
kimse kâfir olur. Çünkü dinî hükümlerden bir kısmının farz olması,
ancak imamın varlığına bağlıdır. Cuma namazı, bayram namazı
ve yetimleri evlendirmek... gibi. İmamı inkâr eden kimse, farzları
inkâr etmiş olur. Farzları inkâr eden de kâfir olur.” 75
Siyerle ilgili kaynaklarda Rasûl-i Ekrem’in vefatından sonra
sahâbenin, daha Rasûlullah’ı defnetmeden önce imam/halife seçme
hususunda titiz davrandığı kaydedilir. İbn Âbidin, bu konuyla
69] 16/Nahl, 120
70] 21/Enbiyâ, 92
71] Mustafa Çelik, İslâmî Hareket Fıkhı, c. 4, s. 42
72] Abdülkadir Udeh, İslâm ve Siyasî Durumumuz, s. 121-122
73] İmam Mâverdi, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye, s.
74] Kemâleddin İbn Hümam, Kitabü’l-Müsâyera, s. 265
75] İmam Ebû Muîn en-Nesefî, Bahrü’l Kelâm fî Akaidi’l-ehli’l-İslâm
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 62 -
ilgili şunları zikreder: “Rasûlullah (s.a.s.) pazartesi günü vefat etmiş,
çarşamba günü defnedilmiştir. Bu arada ashâb-ı kiram, her
şeyden evvel müslümanların başına bir halife seçmekle meşgul olmuşlardır.
Bu sünnet, bugüne kadar devam edegelmiştir. Bir imam
vefat ettimi, onun yerine başkası seçilmedikçe defnedilmez. İmamın,
müslüman ve hür/özgür olması şarttır. Zira kâfir, müslüman
üzerine velî olamaz. Köleden de halife olmaz. Çünkü onun kendine
velî olmaya bile gücü yokken, nasıl başkasına velî olabilir? Sabî
ve köle de deli gibidir. İmam, muktedir, yani hükümleri yürütebilir,
mazlumun hakkını zâlimden almağa, sınırları ve memleketi korumağa,
asker sevkine vs. gücü yeter olmalıdır.” 76
Kâfirlerin (tâğutî güçlerin); Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil/
alternatif olmak ve onların yerine geçmek üzere koydukları
hükümleri reddetmek farzdır. Onların, mü’minler üzerinde velâyet
hakkının bulunmayacağı hususu kesindir.77 Dolayısıyla mü’minler;
kâfirlerin veya mürtedlerin istilâsına/işgâline uğrarlarsa, zor gücüyle
başlarına geçen bu yönetimi kabul etmezler. Onlara karşı
cihadın farz-ı ayın olduğunu bilirler. Nitekim İmam Serahsî; “Cihaddan
maksat; müslümanların emniyet içerisinde bulunmaları,
din ve dünya işlerini yürütme imkânına kavuşmalarıdır”78 diyerek,
hassas bir noktaya işaret eder. İşgal altında iken dahi; mü’minlerin
(müstevlîlerin liderine itaat etmeyip) kendi içlerinden bir imam
seçmeleri vâciptir. Nitekim İbn Âbidin bu konuyu şu şekilde izah
etmektedir: “Eğer görev verecek sultan yoksa veya kendisinden
görev alacak bir yetkili bulunmazsa (ki bazı müslümanların yaşadığı
bölgelerde olduğu gibi) o bölgelerde gayr-ı müslimler hâkim
olmuşlar, müslümanlar bir bakıma azınlıkta kalmışlar veya müslümanlar
mahkûm durumda, gayr-ı müslimler ise hâkim durumdadırlar.
Kurtuba’da (İspanya’da) bugün (yazarın yaşadığı tarihlerde)
olduğu gibi. Bu durumda ne yapılmalıdır? Gerekli (vâcip) olan,
müslümanların kendi aralarından birine bu görevi (imâmeti) vermeleridir.
Onda ittifak etmeleri vâciptir. Onu kendilerine imam/
idareci olarak seçerler, o da kadı tâyin eder. Böylece kendi aralarında
vuku bulan hâdiselerin yargı organlarına (mahkemeye)
aktarılması sağlanmış olur. Yine buralarda kendilerine Cuma namazı
kıldıracak bir imam nasbederler. İnsanın mutmain olduğu,
kabul edebileceği görüş de bu olsa gerektir. Bu görüş istikametinde
amel edilmelidir.79 Kâfir oldukları; kendi ikrarları ve beyyine
ile sâbit olan işgalcilerin tâyin ettiği kadı kabul edilemez. Çünkü
76] İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtar al’d-Dürri’l-Muhtar, c. 2, s. 384
77] 4/Nisâ, 141
78] İmam Serahsî, el-Mebsût, c. 10, s. 3
79] İbn Âbidin, a.g.e. c. 12, s. 145
İMAM
- 63 -
velâyet hakkı, kat’i nasslarla sâbittir. 80
“İçinizden hayra çağıran ve ma’rûfu emredip münkerden nehyeden
bir ümmet bulunsun. Kurtuluşa erenler, işte bunlardır.”81 Bu âyeti tefsir
ederken Elmalılı Hamdi Yazır şunları söyler: “Ümmet, öne düşen,
çeşitli insan gruplarını toplayan, kendilerine uyulan bir topluluk
demektir ki, hepsinin önünde “imam” bulunur. Cemaat ile namazlar,
bu muntazam ve hayırlı sosyal tertibin görüntüsünü ifade
eden gözle görülür şeklidir. Bu şekilde hayra dâvet ve emr-i bi’lma’ruf,
nehy-i ani’l-münker yapacak bir ümmet ve imâmet teşkili,
müslümanların imandan sonra ilk dinî farîzalarıdır. (Farîza; İslâm
açısından yapılması mecburî olan, farz, Allah’ın emri demektir.)
Bu farîzayı yerine getirebilen müslümanlar âyetin açık hükmü gereğince
kâmil (tam) kurtuluşa ererler.” 82
Devletsiz toplum, toplumsuz birey olmaz. Fert olarak insanın
yaratılış maksadı “Allah’a kulluk”tur. Bu gâyenin gerçekleşebilmesi
için ferdin canı, malı, dini, aklı, nesli ve şerefi korunmalıdır.
Korunma ancak düzen içinde olur; düzen ise devlettir, kanun
hâkimiyetidir. Yönetimsiz devlet, başkansız yönetim olmayacağına
göre, devlete bir başkan gereklidir. İslâm’da bu başkana, halîfe
ve emîru’l-mü’minîn sıfatlarının yanı sıra, imam denilmiştir. Birçok
hadis-i şerif, müslümanlara, İslâm devletinin müslüman ve
ehil başkanını tanımalarını, ona bey’at ve itaat etmelerini; bey’at
“şartlı” itaat sözü ve vekâlet mâhiyetinde olduğu için, imam, şartlara
riâyet etmediği veya liyâkat vasfını kaybettiği takdirde ona
itaat etmemelerini (değiştirip yerine lâyık olanı getirmelerini) emretmektedir.
Her sosyal hareket gibi, İslâmî hareketin de rehberlere ve
baş rehbere (imam/önder) ihtiyacı vardır. Hareket, İslâmî olunca,
İslâm’ın hayata hâkim kılınması gibi bir hedefe yönelince rehberlerin
de İslâm âlimi, İslâm’ı iyi bildiği kadar iyi yaşayan kimseler olması
zarûret haline gelmektedir. Tesbihin başlangıç ve bitiş yerini
belirleyen, tesbihi boncuk dizisinden ayırıp “tesbih” yapan şeyin
adına “imâme” denir. Tesbih bile imâmesiz olmadığına göre, ümmetin
imamsız olması elbette mümkün değildir.
“İpi kopan tesbihim,
Dağılmış tane tane;
Acı ama tesbihim
80] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 182-183
81] 3/Âl-i İmrân, 104
82] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y. c. 2, s. 407
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 64 -
Hani nerde imâme?”
İzinden Gidilen Önderler; Takvâ
İmamları ve Küfür İmamları
Allah, Kur’an’da imam kelimesini genelde peygamberler ve
kitap için kullanmakla birlikte; Kitabı ve peygamberleri kendisine
örnek edinerek dâvânın yaşanması ve yaşanılır kılınması için öncülük
eden muttakî önderlere karşı cephe oluşturarak, insanların
hidâyeti anlamasını ve hidâyete tâbi olmasını engelleyebilmek için
mücâdele edenleri de Allah küfür imamları/önderleri diye belirlemiştir.
İmam ve Ümmet Münâsebeti: Kur’an’da “imam” kavramının
“ümmet” kelimesi ile yakın ilişkisini görmekteyiz. Biri anlaşılmadan
ve gerçekleşmeden, diğerinin de anlaşılması ve gerçekleşebilmesi
mümkün değildir. Zira ümmetin oluşumunda onlara belli
bir düşünme, davranış ve yapı kazandıran imamdır/önderdir. İşte
bu sebeple, Allah her topluma, bir imam ve rehber olan peygamber
göndermiştir ki, toplumu karanlıklardan aydınlığa çıkarsın.83
Onlara, Kitapla yol göstersin, ışık tutsun, o toplum içerisinde kendisine
iman edenlerin karşılaştıkları problemleri çözümlesin. Tek
kelimeyle hakka, hidâyete yöneltsin; onların dünyalarını mâmur
ettiği gibi, âhirette de kurtuluşlarına sebebiyet verecek aydınlık
ve nurlu yolu (sırât-ı müstakîmi) göstersin. Allah, bozulmaya
yüz tutmuş, kokuşmuş câhilî toplumlara peygamberler gönderir.
Ellerinde kılavuz ve rehber (imam) olarak Kitab vardır. Rasüller,
toplumlarını o Kitaba iman etmeye ve onunla amel etmeye çağırırlar.
İman edenlere, Kitabı ve onun hikmetini öğretirler. Onları
birtakım kötü davranış ve düşüncelerden, nefsin kötü arzularından
arındırarak onlara rehberlik ederler. Dâvet etmiş oldukları
doğrularla insanları fiilî olarak eğitirler; bu bilince dayalı sahih
davranışlarda bulunan sâlih bir toplumu, müslüman bir ümmeti
oluştururlar.
Artık o toplumun önünde imam olan peygamber ve ellerinde
Allah’tan gelen Furkan vardır. O Furkan olan Allah’ın kitabıyla/
hükmüyle hakkı bâtıldan ayırmaya çalışırlar. Zâlim, fâsık, müşrik
ve kâfirleri cehennemle korkutarak, geçmiş toplumların başına
gelen belâ ve musîbetlerin kendi başlarına da gelebileceğini
hatırlatarak, kendilerine yüklenilen dâvet görevini yerine getirmeye
çalışırlar. İman edenleri, ihsanda/güzel davranışlarda bulunmaya
ve sorumluluk bilinciyle hareket etmeye çağırır; hakka,
83] 2/Bakara, 257
İMAM
- 65 -
hayra yönelen ve başkalarının da hakka yönelebilmesi için Allah’a
dâvet eden, iyilikleri emredip kötülükleri yasaklayanları cennetle
müjdelerler. Bu görevlerini yerine getirirken, dâveti reddeden bir
toplum oluşur ki; bunların da öncüleri, imamları/önderleri vardır.
Bu önderleri, halkı hakka ve hayra karşı örgütlerler. Bunların bir
ideolojileri, ellerinde ise arzularından kaynaklanan bir kitapları,
prensipleri ve ilkeleri vardır. Onunla düşünce ve davranışlarını
ayarlamaya çalışır, örgütlü bir toplum oluşturmaya çalışırlar. Bu
toplumun adı ise “câhiliyye” veya “küfür toplumu”dur.
Günümüzde Kur’an’ı yaşam biçimi olarak kabullenmeyip
başka sistemleri (komünizm, faşizm, kapitalizm, demokrasi, Kemalizm
vs.) onun yerine ikameye çalışanlar ile bazı meselelerde
Kur’ân’ı kabullenip hatta bazı ibâdetleri de şeklen (namaz, oruç,
hac gibi) yerine getirmelerine rağmen, toplumsal yapıyı düzenlemede
Kur’an dışı sistemlerden birini kabullenen toplumlar işte
bu câhiliyye toplumu kategorisine girerler. Örgütlü câhiliyye toplumu,
İslâm’a ve müslümanlara, kademeli olarak savaş başlatır ki;
hem kendi sistemini ayakta tutabilsin, hem de kendisini yok etmeye
yönelik tüm düşünce, oluşum ve örgütlenmeleri yok edebilsin.
Ancak, bu mücâdelesinde hassas davranması gerekir. Eğer o
toplumda din, geleneksel anlamda kabul görüyor ve kısmen yaşanıyorsa,
orada ruhban, Bel’am ve Sâmirîleri kullanarak davranışlarını
dine dayandırıyor intibâı vererek topluma dindar gözükmesi
gerekir ki, otoritesini meşrûlaştırabilsin. Âyetleri ruhban, Bel’am
ve Sâmirîlerine te’vil ve tahrif ettirerek, gerçekleri saptırarak,
mücâdeleci müslümanları bozguncu ve bölücü olarak, terörist
olarak gösterebilsin. Bunu sağladıktan sonra, oradaki müslümanlara
uygulayacağı işkence, mahkûmiyet veya yargısız infazlarla
mücâdelenin önünü kesebilsin. Kendisinin müsaade ettiği din
anlayışını ise te’vil ve tahrif mantığı ile bu psikolojik ve bedensel
işkencenin de verdiği korku ile toplumda kabul görüp taraftar
bulmasını sağlayabilsin.
İşte böyle bir ortamda; âhiret bilinci kalplerine yerleşmiş olan
müslüman dâvâ erleri sabrı kuşanarak, küfür toplumu içerisinde
yeniden bir ümmet oluşturabilmek için sorumluluk bilinci ile bir
araya gelmek zorunluluğu hissederler. Ancak bu şekilde, Allah
Teâlâ’nın rahmeti ortaya çıkmış olur. “Sabrettikleri ve âyetlerimize
yakînî olarak (kesin bir şekilde) iman ettikleri zaman, onların içinden, emrimizle
doğru yola ileten imamlar/rehberler yaptık.” 84
Evet, bir yanda câhiliyye toplumu içerisinde insanları hidâyete,
84] 32/Secde, 24
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 66 -
doğru yola dâvet edip yönelten bir imam veya peygamber; diğer
yanda ise peygambere veya muttakî imamlarlarla beraber Kur’an’a
tâbi olanları engellemeye çalışan ateş önderleri, ateşe dâvet eden
imamlar. “Onları (Firavun ve askerlerini) (insanları) ateşe çağıran imamlar/
öncüler kıldık. Kıyâmet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.”85 Onlar
kıyâmet günü yardım görmeyeceklerdir. Çünkü onlar insanların
hidâyeti anlamalarına engel olmuşlardır. Onlar kitabı te’vil ve tahrife
yönelerek, insanların vahyi anlamalarını engellemiş ve sapmalarına
sebebiyet vermişlerdir. Peki ya onları destekleyerek yanlarında
yer alanlar, onların zulüm ve işkencesinden korkarak uymak
mecburiyetinde oldukları anlayışıyla hareket edenler, kendilerini
sorumluluktan kurtarabilecek mi?
“Rabbim, bizi saptıranlar bunlardı, bunlar bizim hakkı anlamamıza
ve hakkı yaşamamıza engel olmuşlardı, bizi bunlardan ayır,
bunlardan ayrı değerlendir. Biz, güçsüzlüğümüz sebebiyle onlarla
birlikte olmuş, İslâm’a ve müslümanlara karşı yapılan savaşta
bu sebeple onların yanında yer almıştık” diyerek davranışlarının
doğru olduğunu savunabilecekler mi? Hayır! Bu bahanelerin hiçbir
faydası olmayacak. Çünkü onlar zâlimlerle birlik olup hakka
birlikte karşı çıkmışlar, âhireti bir kenara bırakarak dünya nimetlerini
tercih etmişlerdir. Yardımcı oldukları, yolunda yürüdükleri
imamları/önderleri olan o zâlim müstekbirlerle birlikte ateşe gireceklerdir.
Âhirette insan toplulukları imamları/önderleriyle birlikte
çağrılacaktır.
“Her insan topluluğunu, imamları/önderleri ile birlikte çağıracağımız
günde kimlerin amel defterleri sağından verilirse, onlar, en küçük bir
haksızlığa uğramamış olarak amel defterlerini okurlar.”86 Evet, o gün insanlar
ellerine tutuşturulan kitabı okuyacaklar. “Eyvah, bu kitaba
ne olmuş, büyük küçük her şeyi en ince ayrıntısına kadar saymış,
dökmüş. Yazıklar olsun bize!” diyecekler,87 ama artık faydası yok;
orada haksızlığa uğratılmadan bizzat kazandıkları şeyler sebebiyle
ateşe atılacaklardır.
Kur’an’da imam kelimesi ile kastedilen şeyin sadece peygamberlerin
değil, rasûllerle birlikte kitabın da imam olduğunu,88 insanlara
önder ve rehber olduğunu, onların yollarını aydınlatıp
hayatlarını belli bir plan çerçevesinde programladığını görürüz.
Peygamberler görevlerini yerine getirip ümmetini/toplumunu
oluşturduktan sonra onlar toplum içerisinde tâyin edilmiş bir
85] 28/Kasas, 4128/Kasas, 41
86] 17/İsrâ, 71
87] 18/Kehf, 49
88] 11/Hûd, 17
İMAM
- 67 -
vakte kadar kalırlar, sonra Allah onları toplumlarından çekip alınca,
artık orada önder ve rehber (imam) olarak kitap vardır. İnsanlar
artık o kitaba sarılırlar, onunla problem ve ihtilâflarını halleder,
onunla toplumsal yaşamlarını düzenlerler. Belli bir süre böyle devam
eder, zamanla nefislerini ön plana çıkaranlar olur, aralarında
ihtilâflar baş gösterir. Kimileri bağy edip Allah’ın hidâyetinden,
aydınlık yolundan saparlar. İhtiraslar çoğalır, dünyaya meyleder,
âhireti unuturlar. Bu sebeple ayrılık ve fitne zuhur eder, dinden
sapmalar çoğalır. Onlar artık din, kitap tanımazlar. Onların ahit ve
antlaşmaları da olmaz. Orada can, mal, akıl, nesil ve din emniyetleri
de kalmaz. Orada her şey onların hevâlarına/arzularına göre
ayarlanır.
Eğer güçlü iseler, birtakım değerleri ayaklar altına alırlar, ezmeye,
sömürmeye ve yok etmeye çalışırlar. Artık öylesi ortamlarda;
peygamberi kendisine örnek edinen, Kitabı rehber (imam)
edinen mü’minler için ağır sorumluluk başlar, o sorumluluklarını
yerine getirmeye çalışmaları gerekir: “Eğer antlaşmalarından sonra
yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa, küfrün imamlarına/önderlerine
karşı savaşın. Çünkü onların yemin (diye bir şeyleri) yoktur. (Onlara
karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler.” 89
Peygamberin çizgisini tâkip eden tevhidî topluluk, içinde yaşadıkları
câhilî toplumun önderlerine karşı uyanık ve dikkatli olmak
zorundadır. Zira, onlar gücü ellerine geçirdikleri zaman, ekini
ve nesli ifsad ederler.90 Bunu gerçekleştirirken ne söz/ahit, ne de
antlaşma tanırlar. Artık orada insanların hürriyetleri ellerinden
alınır ve insanlar tâğûtî otoritenin kulu haline getirilirler. Orada
zulüm ve haksızlık yaygınlaşır. Küfrün imamları/önderleri, otoritelerini
süreklileştirebilmek için, insanların bilinçsizleştirilmeleri
ve sorumluluk duygularını kaybetmeleri gerekir. Bu tâğutlar, fikir
ve düşünce hürriyetini kendi ölçülerine göre belirler, birtakım tabular
oluştururlar. Bilinçsizleştirdikleri yığınların kaybolan değer
yargılarının yerine, küfrün imamları/önderleri, kendi değer yargılarını
enjekte ederler ve bunları toplumun sahiplenmesini isterler.
Böyle bir toplumda, bilinçli kimselere haksızlık karşısında
susmayan inançlı insanlara çok büyük görevler düşer. Zira Allah,
insanları bilinçlenmeye ve akletmeye çağırır. Allah, kullarını, kullara
kul olmaktan kurtarıp sadece kendisine kulluk yapmalarını
sağlayarak gerçek hürriyetlerine kavuşmalarını ister. İşte bu sebeple,
küfrün önderleri olan müstekbirler, fırsatını buldukları an
89] 9/Tevbe, 12
90] 2/Bakara, 205
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 68 -
müslüman dâvâ erlerini ve onların imamlarını yok etmeye çalışırlar.
Rabbimiz ise, müslümanların Kur’an’ı kendilerine imam (rehber)
edinmelerini istemektedir.
Kur’an bize rehberlik ederek küfrün önderlerine karşı sürekli
bir mücâdele içerisinde olmamızı öğütler; onlarla savaşmamızı
emreder.91 İşte bu savaş, yani cihad, organize olmuş imamlı bir cemaatle
olur. Toplum, müttakî bir topluluktur. İmamları ise takvâ
sahiplerinin önderidir. Onlara takvâda öncülük eder. Bu toplumda
bütün hesaplar âhiret üzerine yapılır, âhireti kazanmanın
mücâdelesi verilir. “Ve onlar (iman edip tevbe edenler), ‘Rabbimiz! Bize
gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine
imam/önder kıl!’ derler.” 92
İmam, bir rehber ve önderdir; insanlara öncülük eder. İmâmet
ise bir makamdır, rehberlik ve önderlik makamı. İmâmet, Âdem’le
başlamış ve Rasûlullah’a kadar kesintisiz olarak vahiyle birlikte
devam etmiştir. Rasûlullah’tan sonra ise bu makam, O’nun getirdiği
Kitab (Kur’an)’a vâris olan, Kitabı yaşayıp toplumda yaşanılır
kılabilmek için mücâdele veren imamlar tarafından sürdürülecektir.
İşte bu imamlar, Rasûl’ün getirdiği şeriatı uygulamada ve dini
insanlara tebliğ etmede O’nun halefidirler. Bu makama getirilen
insanın Kur’an’ı kendisine rehber, Rasûlullah’ı ise örnek edinerek
muttakî olması gerekir. Peygamber’in soyundan da gelse zâlim
olanlar bu makama gelemezler. 93
Firavunî sistemlerin temeli, zora ve zulme dayanır. Orada insanlar
gruplara, partilere ayrılarak güçsüzleştirilerek birlikleri yok
edilir. Bu sistemlerin zulüm ve sömürülerinden kendilerini korumaya
çalışanlar, Firavunların/küfür önderlerinin kendilerine müsaade
etmiş oldukları yasalar çerçevesinde hareket ederler. Bu sebeple
orada güç ve inisiyatif Firavunların elindedir, onu diledikleri
gibi kullanırlar. Tüm mücâdeleci hareketleri kontrolleri altında
tutarlar.
Allah ise zayıf bırakılmış, ezilen ve sömürülen müstaz’af halka
seslenerek onları birlik olmaya, yeniden imâmeti diriltmeye ve
müstekbirlere karşı mücâdeleye dâvet ediyor, kendilerine lütufta
bulunarak onları yeniden önderler yapacağını, ezilmiş ve sömürülmüşlükten
kurtaracağını ve ne yapmaları gerektiğini anlatarak
uyarıyor. “Biz istiyoruz ki, o yeryüzünde müstaz’aflara (güçsüz düşürülenlere)
lütufta bulunalım, onları imamlar/önderler yapalım, onları vârisler
91] 9/Tevbe, 12
92] 25/Furkan, 74
93] 2/Bakara, 124
İMAM
- 69 -
kılalım (ötekilerin yerini aldıralım).” 94
“Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman
Allah’a ve Rasûlüne icâbet edin. Ve bilin ki, muhakkak Allah, kişi ile kalbi
arasına girer ve siz O’na götürülüp toplanacaksınız.” 95
İman edenler, imanlarının gereği olarak Allah’ın ve Rasûlünün
çağrısına dikkat etmeliler. Bu çağrının gösterdiği hedefin gerçekleşebilmesi
için gerekli güç ve çalışmayı ortaya koymalılar. Zira bu
çağrı iman edenlere hayat bahşedecek bir dâvettir. İmâmet kurumunun
yeniden gerçekleşebilmesi için imamlı cemaatlerini oluşturmaları
gerekir. Zira Allah’ın huzuruna götürüldükleri âhiret
gününde bu ağır sorumluluk gerektiren görevlerini yerine getirmemenin
ne anlama geldiğini bilirler.
Her imam, kendi cemaatini oluştururken, İslâm’ın karşısında
insanlar da oluşacaktır. Bu insanlar da küfrün imamlarıdır. İnsanları
kendi küfür yollarına dâvet ederken, kendi küfrî toplumlarını
oluştururlar. Artık orada iki ayrı topluluk oluşmuştur. Bir yanda insanları
Allah ve O’nun dinine çağıran imam ve beraberinde oluşan
“İslâm toplumu”, diğer yanda, insanları ateşe (cehenneme) çağıran
küfür imamları ve beraberinde oluşan “câhiliyye toplumu”.
Bu iki toplumun da inandıkları bir rabbi, bir dini vardır. Bu
topluluklar, âhirete imamlarıyla birlikte giderler. Peygamber’i,
O’nun getirdiği Kur’an’ı ve Kitap’la insanlar arasında hükmeden
Peygamber’in halefi olan imamları kendisine rehber edinenler
âhirette O’nunla beraber cennete girerler. Allah, Kur’an ve
Peygamber’i tanımayan veya bunları tanıdığını iddia etmesine
rağmen, Kur’an’ı yaşam biçimi olarak kabullenmeyip kendi yanlarından
sistem belirleyerek insanları onunla idare edenleri önder
ve rehber edinenler de âhirette o imamlarıyla birlikte ateşe girecekler,
cehenneme atılacaklardır.
Her ümmetin peygamberi Allah huzurunda şâhidlik edecek96
ve “Yâ Rabbi, Senin dinini, Senin mesajını insanlara ulaştırdım, onlara
Kitap’ta belirlediğin hayat şeklini ve bana öğrettiğin doğru
düşünme ve uygulama biçimini öğrettim” diyecektir. Rasûlullah’ın
ümmeti, sadece kendi bulunduğu dönemde yaşayıp da dâvetini
kabullenerek onun gereklerini yerine getiren insanlarla sınırlı
değildir. Bu ümmet, O’nun risâlet döneminde başlayıp kıyâmet
gününe kadar getirmiş olduğu dine girerek ona uygun amellerle
94] 28/Kasas, 5
95] 8/Enfâl, 24
96] 4/Nisâ, 41
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 70 -
imanını doğrulayarak onun göstermiş olduğu yolda yürüyen ve
o dinin sürekli yaşanılabilmesi için dâvet ve cihad görevini yerine
getiren insanların tamamından oluşmaktadır.
Biz de, bizim için çizilmiş olan bu yolda imamlarımızı hangi
ölçüye göre tesbit etmiş olduğumuza, kimleri imam olarak tanıdığımıza
dikkat edelim. Dikkat edelim ki, âhiretimizi kurtarmaya
çalışmış, görevimizi yapmış olabilelim; âhirete imamımızla birlikte
gideceğimizi unutmayalım. Onlar bizim hakkımızda orada
şâhidlik edeceklerdir.
Kur’an’da belirlenen imamlı cemaatimizi oluşturarak, âhirette
kurtuluşumuzu sağlayacak davranış içerisinde olalım. Bu ümmetin
kıyâmete kadar devam edebilmesi için bizden sonra gelen nesillere
bu kurumu sapasağlam, tertemiz bir vaziyette bırakalım ki,
kurtuluşa erenlerden olabilelim. “İçinizden hayra çağıran ve ma’rûfu
emredip münkerden nehyeden bir ümmet bulunsun. Kurtuluşa erenler,
işte bunlardır.”97; “Muhakkak ümmetiniz tek bir ümmettir ve Ben de sizin
Rabbinizim; o halde Bana ibâdet edin.” 98
İşte Allah’ın tarif ettiği ideal toplum. İslâm’ı kendine din olarak
seçmiş, Allah’a iman ederek yalnız O’nu Rab edinmiş, kulluğunu
sadece O’na yaparak başka hiçbir şeyi ortak tanımayan, sahte
rableri reddederek onların yaşam biçimlerini ve ideolojilerini kabul
etmeden, kıble edinilen çeşitli şeylere yönelmeyip sadece Rabbimizin
belirlediği kıbleye yönelen, Kur’an’da tarif edilen, özellikleri
belirtilen şahsı kendisine imam edinerek, başkalarını önder ve
rehber edinmeyen muttakî toplum; işte kurtulacak olan cemaat
de budur. 99
Zâlim ve Fâsığın İmâmeti
Yüce Allah, kulu ve elçisi olan İbrâhim’i (a.s.) ateşten koruduğu
gibi, evlâtlarını da korumuş ve onlara peygamberler arasında üstün
mevki ve mertebe de vermiştir. Kur’ân-ı Kerim Hz. İbrâhim’in
önderliğinden ve evlâtlarından şöyle bahsediyor: “Bir zamanlar
Rabbi İbrâhim’i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine
getirince; ‘Ben seni insanlara imam/önder yapacağım’ demişti. ‘Soyumdan
da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)’ dedi. Allah: ‘Ahdim zâlimlere
ermez (onlar için söz vermem)’ buyurdu.”100 Allah Teâlâ, sevdiği kulu
İbrâhim’i herkesin tâbi olduğu bir imam/önder yaptığını beyan
97] 3/Âl-i İmrân, 104
98] 21/Enbiyâ, 92
99] C. Tayyar Soykök, Kur'an'da İmam ve İmamet, Haksöz, sayı 62, 64
100] 2/Bakara, 124
İMAM
- 71 -
ediyor. Çünkü İbrâhim (a.s.), Yüce Allah’ın sınavlarını tümüyle ve
en güzel şekilde kazanmıştı.
Yüce Allah, kulu ve elçisi olan İbrâhim’i (a.s.) ateşten koruduğu
gibi, evlâtlarını da şirk ve haramlardan korumuş ve onlara peygamberler
arasında üstün mevkî ve mertebe de vermiştir. Yüce
Allah, sevdiği kulu İbrâhim’i herkesin tâbi olduğu bir imam/önder
yaptığını beyan ediyor.101 Çünkü İbrâhim (a.s.), Allah’ın sınavlarını
kazanmıştı. Allah’ın kendisini insanlara imam kılacağını beyan
edince, İbrâhim (a.s.) kendi soyundan da imamlar isteyince, Allah
“zâlimler imamlık/önderlik hakkına sahip olamazlar” karşılığını
vermiştir. Hiçbir zâlim, imam olamaz, kendisine uyulan önder
olamaz, buna hakkı yoktur. Allah’ın imâmet ahdine hiç bir zâlim
eremez.
Bu konuda Fahreddin Râzi şöyle der: “Onlar (zâlimler), Allah’ın
emirlerinin kendilerine emanet edildiği kişiler olamaz. Kendilerine
uyulamaz. Dolayısıyla imam (önder, lider) olamaz. Böylece
fâsığın imâmetinin bâtıl olduğu bu âyetin delâleti ile sâbit olmuştur.
Efendimiz buyuruyor ki: “Yaratana isyan konusunda hiçbir
mahlûka itaat yoktur.”102 Ve yine bu âyet-i kerime gösteriyor ki, fâsık
hâkim olamaz. Hüküm mevkiine geçtiği zaman, onun verdiği hükümler
uygulanamaz. Şehâdeti kabul edilmez ve Rasûlullah’tan
naklettiği hadis benimsenemez. Fetvâ verirse fetvâsına itibar edilmez.
Namaz için öne geçirilemez.” 103
Görüldüğü üzere imamlık veya diğer bir adıyla önderlik, sıradan
basit bir görev değildir. Babadan oğula geçen veya soy sop takip
eden bir verâset malı olmadığı gibi, zâlim, fâcir, fâsık, münâfık
ve müşrik gibi kimselerin de gelip oturduğu bir makam değildir.
İmamlık; iman, amel, şuur ve yaptırıcı güce sahip olanların hakkıdır.
Bu üstün meziyetlere sahip olmayanlar babası ve atası ne
olursa olsun, o yüce makama getirilemez. İslâm, bir saltanat ve
hükümdarlık dini değildir. İslâm, hak ve adâlet dinidir. Kim o mertebeye
ulaşırsa onun hakkıdır.
İmamlığı sadece bir devlet başkanı olarak düşünmek doğru değildir.
İmamlık; risâlet imamlığı, hilâfet imamlığı, devlet imamlığı,
cemaat imamlığı ve namaz imamlığı şeklinde geniş bir muhtevâya
sahiptir. Hangi şekliyle olursa olsun, o makamlara geçecek şahsın
zâlimlik, fâsıklık ve benzeri sıfatlardan uzak kalarak tam bir
adâlet sıfatına sahip olması şarttır. Allah Teâlâ’nın İbrâhim’e (a.s.)
101] 2/Bakara, 124
102] Müslim, İmâre, 38, hadis no: 1839
103] İbn Kesir, Hadislerle Kur'ân-ı Kerim Tefsiri, c. 2, s. 536
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 72 -
söylediği “zâli1m. ler.e imamlık ahdim erişmez” ifadesi, sadece İbrâhim
nesline münhasır değildir. Her dönemde geçerli bir kuraldır.
Zâlimlik ve fâsıklık yaparak Allah’ın dinini hafife alan herkes için
geçerli bir ölçüdür bu. Dün de, bugün de, yarın da olsa zâlimler,
bu yüce makama getirilemez. Şirk, en büyük zulüm104 olduğu için,
müşrik bir kimse büyük bir zâlimdir. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen
zâlimlerin ta kendisi105 olduğundan Allah’ın indirdiği dışında,
O’na ters yasa veya hükümle hükmetmek, insanları yönetmek
zulüm olduğu gibi bu yönetici de zâlimin ta kendisidir.106 Zulmün
zıddı, adâlettir. Allah adâletle davranmayı emretmektedir.107 Bütün
bunlarla birlikte nefsine uyduğundan, câhillik ve başka sebepler
yüzünden adâletten ayrılan kimse de zâlimdir. Ve zâlimlerin
imam/önder/lider olma hakkı yoktur. 108
İslâm siyâset tarihinde hiçbir fakîh, kâfirin imâmetini/yöneticiliğini
tartışmamıştır. Çünkü Kur’an’la sâbittir ki, kâfirlerin
mü’minler üzerinde velâyet hakkı yoktur: “Allah kâfirlere mü’minler
üzerine asla velâyet hakkı tanımamıştır.”109 Tartışılan konu, fâsık ve
zâlimin imâmeti ve yöneticiliğidir.
Bu konuda Hâricîler’i bir kenara bırakırsak, birbirine zıt iki görüş
vardır orta yerde. 1- Mürcie’nin görüşü: Bunlar, “olan” olması
gerekendir, deyip statükoyu savunanlardır. Bunlara göre, eğer birileri
herhangi bir yolla yönetimi ele geçirmişse bunun ele geçiriliş
tarzına bakılmaz. O yönetici zâlim ve fâsık olsa da meşrû addedilir.
2- Mu’tezile: Bu kesim de fıskı ve zulmü görülen bir yöneticinin
yönetimi gayr-ı meşrûdur. O meşrû olmadığı gibi, o yönetimde
görev yapan hâkimlerin -isterse Allah’ın indirdiğiyle hükmetsinlerhükümleri
meşrû değildir.
Bu noktada İmam Âzam, daha dengeli bir tavrı benimsemiştir.
Zâlim ve fâsığın yöneticiliğini kabul etmemekle birlikte, sosyal
faâliyetlerin yürütülmesi gerektiğini kabul ederek, eğer kendisi
âdilse zâlim imamın/halîfenin kadısının (hâkiminin) hükmünü
kabul etmiş, sorumluluğu ferdin kendisinden başlatmıştır. İmam
Âzam, zâlim ve fâsık bir yönetimde görev alma konusuna bireysel
açıdan yaklaşıyordu. Eğer fâsık bir rejimde fert, bulunduğu makamda
İslâm’ın ahkâmını icrâda bir engelle karşılaşmıyorsa onun
o makamda bulunmasına cevaz veriyordu. Ancak, ferdin fâsık ve
104] 31/Lokman, 13
105] 5/Mâide, 45
106] 5/Mâide, 45
107] 16/Nahl, 90
108] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, s. 46-49
109] 4/Nisâ, 141
İMAM
- 73 -
zâlim olması durumunda bunu meşrû saymıyordu. Tekrar başa dönerek,
sorumuzu soralım: İmam Âzam’ın zâlim ve fâsığın imamlığı/
yöneticiliği konusundaki net görüşü ne idi? Bu sorumuza Mekkî
ve Kerderî’nin ortaklaşa aldıkları İmam Âzam’ın bir ictihadında
cevap buluyoruz:
“Fey’i (İslâm devletinin gayr-ı müslimlerden aldığı vergiyi)
meşrû olmayan yollarda harcayan, ya da zulümle hükmeden ve
Allah’ın emirlerini terkedip yasaklarını irtikâp eden kimsenin
imamlığı/yöneticiliği bâtıldır. Onun vereceği emirler ve hükümler
geçersizdir.” Bazıları, İmam Âzam’ın “fâsık imamın ardında namaz
kılınabilir ve eğer âdil ve sâlih ise yönetici zâlim de olsa o
yönetimin Kur’an ile hükmeden kadısının hükmü geçerlidir” görüşleriyle;
“zâlim ve fâsık’ın yöneticiliği gayr-ı meşrûdur; onun hükümleri
geçersiz, ona yapılan biat bâtıldır” ictihadı arasında bir
çelişki olduğu zehâbına kapılmıştır.
İmam Âzam’ın namaz için fâsığın imâmetine, zâlim bir yönetimde
kadılık yapan âdil birinin meşrû hükmünü tenfîze cevaz
verişinden yola çıkanlar “yanlıştan yanlış gelir” mantığıyla onun
fâsık ve zâlimin imâmetini/yöneticiliğini de kabul ettiğini sanmışlardır.
Yani, “zâlim imamın/yöneticinin hükmü ne ise, onun tâyin
ettiğinin hükmü de aynıdır” demişlerdir. Bazıları bu zanlarından
dolayı Ebû Hanife’yi tâviz vermekle suçlarken, bazıları da yine bu
yanlış anlayışı kendi bâtıl görüşleri olan zulümle uzlaşma çarpıklığına
dayanak göstermişlerdir. İkisi de yanlış.
Hanefî mezhebinin ünlü imamlarından Ebûbekir Cessas’tan
dinleyelim: “İnsanlardan bazıları Ebû Hanife’nin fâsığın
imâmetine ve hilâfetine “olur” verdiğini ve halîfeyle hâkimin arasını
ayırarak onun hükmünü câiz görmediğini zannederler. Bunu
kelâmcılardan Zürkan adında biri söylemiştir. Kuşkusuz bu lakırdı
asılsızdır. Ebû Hanife’ye göre halife ile onun atadığı hâkim arasında
(yönetme hakkı ve meşrûiyet açısından) bir fark yoktur. Yönetime
gelişleri ve getirilişleri (hâkimin kendisi âdil ve sâlih de olsa)
gayr-ı meşrûdur. Çünkü her ikisinin meşrûiyetinin şartı da âdil olmaktır.
Fâsığın hilâfeti ve hâkimliği meşrû olmadığı gibi, şâhitliği
de kabul edilmez. Eğer Peygamber’den rivâyet ettiği hadis varsa
o da alınmaz.” 110
Ebû Hanife şöyle der: “Ümmetin malını meşrû olmayan yollarda
harcayan, ya da zulümle hükmeden ve Allah’ın emirlerini terkedip
yasaklarını irtikâp eden kimsenin yöneticiliği bâtıldır. Onun
110] Cessas, Ahkâmu’l-Kur’an, I/86 Cessas, Ahkâmu’l-Kur’an, I/86 Cessas,
Ahkâmu’l-Kur’an, I/86
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 74 -
vereceği emirler ve hükümler geçersizdir.”
Cessâs, “Zâlimler ahdime nâil olamazlar.”111 âyetinden hüküm çıkarırken
şunları söyler: “Bu âyetin delâletiyle fâsığın imamlığının/
yöneticiliğinin bâtıl olduğu anlaşıldı. Fâsık ve zâlim biri halife olamaz.
Hatta bu karakterde olanlar, herhangi bir biçimde yönetim
makamına gelseler, fıskları yüzünden halkın kendilerine uymaları
gerekmez. Bu konuda Rasûlullah şöyle buyuruyor: “Allah’a isyanda
kula itaat yoktur.” Bu hadis de delâlet eder ki; fâsık biri hâkim olamaz;
hükmettiği zaman verdiği hüküm yerine getirilmez, şâhitliği
kabul edilmez, Peygamber’den rivâyet ettiği hadis alınmaz, müftü
olup fetvâ verdiğinde fetvâsına uyulmaz.” 112
İbn Abbas, bu konuda şöyle der: “Zâlime verilen söze (biat)
vefâ gerekmez. Eğer ona verdiğin sözü yapmayınca zulme uğrayacaksan,
o zaman sözünü yerine getir.” Hasan Basrî ise şu açıklamayı
yapar: “Zâlimlere verilmiş ahid yerine getirilmez. Allah
âhirette onu yerine getirmeyen kişiyi sorumlu tutmayacağı gibi,
ecrini de artırır.” 113
İmam Âzam’ın zâlim ve fâsığın (kâfirin değil) yöneticiliği konusunda
hem böylesine pratik, hem de ideal bir yaklaşımı benimsemesi,
üzerinde durulması gereken bir konu. İmam bu yaklaşımıyla
olayı ferdin kendisinde başlatmış, kişiyi kendi yaptığı
eylemlerle karşı karşıya bırakmıştır. Böyle yapmakla “olan” ile
“olması gereken” arasındaki tercihte bocalayan birçok insana çıkış
yolu göstermiştir. Bu yol, anarşiye meydan vermeden zulme karşı
çıkmanın yoludur. Bu yol, toplum için ferdin önceliklerini, fert
için toplumun önceliklerini ihlâl etmeden yaşayabilmenin adıdır.
Bu yol, zâlim ve fâsık yöneticileri aklamak için kendilerince meşrû
birtakım mâzeretler uyduranların mâzeretlerini iptal eden yoldur.
Ümmetin tepesine musallat olan zorbaların elinden ümmeti
kurtarmak için bulunmuş dengeli bir mücâdele metodudur. İmam
Âzam, insanlara, zâlim ya da mazlum olmaktan başka seçenek
bırakılmayan ortamlarda, dengeli bir çözüm, meşrû ve pratik bir
çıkış yolu göstermiştir. 114
Zâlim ve Fâsık İmama Karşı Kıyam Hakkı
İmam Âzam, zâlim ve fâsık yönetime karşı müslümanların
silâhlı başkaldırısını emr bi’l-ma’ruf ve nehy ani’l-münker
111] 2/Bakara, 124
112] Cessâs, a.g.e., I/86
113] Cessâs, a.g.e., I/85
114] Mustafa İslâmoğlu, İmamlar ve Sultanlar, s. 239-242
İMAM
- 75 -
farîzasının bir parçası olarak görmüştür. Bu konuda İmam Ebu
Hanife ilk değildir. Emevîler, hilâfeti ellerine geçirdiğinden beri
silâhlı kıyamı savunan sahâbe ve ulemâ eksik olmamıştır.
Sahâbeden Hicr bin Adiyy ve arkadaşları bu görüşteydiler ve
yönetim tarafından katledildiler. Hz. Âişe ve Abdullah bin Mes’ud
gibi ünlü isimler de bu çıkışları desteklediler. Hz. Hüseyin, zâlim
ve fâsık yönetime karşı kıyâmın (hurûç ale’s-sultan) farziyyetine
inanıyor ve bu uğurda şehâdeti göğüslüyordu. Hz. Ebûbekir’in
torunu Abdullah bin Zübeyr de aynı inanç uğrunda mücâdele vermiş
ve şehid edilmişti. İbn Eş’as ayaklandığında tâbiînin en ünlü
âlimleri onun bu çıkışının şer’î olduğunu ilân ederek halkı yönetime
karşı onu desteklemeye çağırıyorlardı. Bu cümleden olarak İbn
Ebî Leylâ, eş-Şa’bî, Ebu’l-Bahterî ve Said bin Cübeyr’i sayabiliriz.
Zamanlarının en ünlü fakîhleri olan bu zatlar İbn Eş’as kıyâmının
içinde yer almışlar, bizatihî yardımcı olmuşlardır.
Hasan Basrî de kıyamları meşrû görmekle birlikte, başarılı olmasını
şart koşmuş, başarılamaması durumunda çok kan dökülür
gerekçesiyle kıyamların içinde bizzat yer almamıştır. Ancak,
yönetimin verdiği maaşı reddetmiş, işledikleri zulümleri bir bir
saymış, bunun gıybet olacağını söyleyen bazılarına “zâlimin zulmünü
dile getirmek gıybet değildir” demiştir. Bu dönemde, her
tarafta zâlimler tarafından oluk oluk müslüman kanı akıtılırken
âlimlerden bazılarının “ilim” adı altında fer’î meselelerle halkı
oylamasına içerleyen Hasan Basrî hayretini şöyle dile getirecektir:
“Ne garip! Müslümanların kanlarının köpek kanı gibi akıtılmasına
aldırmayanlar, pire kanının hükmünü soruyorlar.”
İmam Zeyd ile İmam Muhammed ve İbrahim’in kıyamlarında
İmam Âzam’ın sergilediği tavır oldukça nettir. Kıyâmını Bedir
Zaferi’ne benzettiği İmam Zeyd’e elinden gelen her türlü yardımı
yapması, onu çağının diğer fakîhlerinden ayıran en önemli
boyutudur. Bu olaylarda verdiği fetvâ ve sergilediği tavırlardan
anlaşılan o ki İmam Âzam, İmam Zeyd ile İmam Muhammed ve
İbrahim’e biat etmişti. İmam, İbrahim bin Hasan’ın kıyâmında
“boynumuza ipler takılsa yine de sözünden dönenlerden olmayacağız”
diyordu. Basra’lı tâbîsi Ebû İshak’a: “İbrahim’in safında
cihad eden kardeşinin aldığı sevap, senin kâfirlerle giriştiğin savaşta
aldığın sevaptan üstündür” diyordu.
İmam Âzam’ın zâlim ve fâsık yönetimler karşısında gösterdiği
bu tavır konusunda çağdaşlarından fakîh Evzaî şöyle der: “Ebû
Hanife’nin tüm ictihadlarına tahammül ettik. Ne ki, bu kez zâlim
ve fâsık yöneticiye karşı silâhlı kıyâmı kabullenerek, üzerimize
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 76 -
kılıçla geldi. Emr bi’l-ma’ruf nehy ani’l-münker’in vücûbuna inanıyordu.
Kendisine bu konuda hüküm soranlara Rasûlullah’ın şu
hadisini naklediyordu: “Şehidlerin en erdemlisi Hamza bin Abdulmuttalib
ve zâlim yöneticiye iyiyi emredip kötüden sakındırdığı için öldürülen
kimsedir.” 115
İmam Âzam, bu ictihadının altını kanıyla imzalamış, Allah da
onun adını yüceltmiş ve ebedîleştirmiştir. İmam Âzam’ın bu konudaki
ictihadlarını ve tavrını çok net bir biçimde özetleyen Hanefî
mezhebinin ünlü imamı Ebûbekir el-Cessâs, yöneticilerin zulmüne
ve fıskına karşı hassâsiyetini yitiren kimi tâvizkâr âlimleri eleştirerek
şunları söyler: “Geçmişte ve günümüzde câhil ve lüzumsuz
bazı hadisçiler hâriç İslâm ümmetinin âlimlerinden hiçbiri böyle
bir durumda silâhlı kıyâma karşı çıkmadı. Bu câhil ve lüzumsuzlar,
bağî olan topluluğun öldürülmesini, emr bi’l-ma’ruf nehy
ani’l-münker’in silâhla yapılmasını hoş görmeyip ona karşı çıktılar.
Allah’ın şu âyetini işittikleri halde silâhla emr bi’l-ma’ruf nehy
ani’l-münker’i fitne sayıp azgın zorbaların öldürülmesini kerih
gördüler: “Saldırganlık yapanlarla Allah’ın hükmüne boyun eğinceye kadar
savaşın.”116 Âyetin lafzı, savaş işinin kılıç, ya da başka silâhlarla
olmasını gerekli kılıyor.
Bazıları, sultanın zulmüne, fıskına, Allah’ın öldürülmesini haram
kıldığı canlara kıymasına, karşı konulamayacağını, ancak sultanın
dışındaki yöneticilere de silâhsız olarak sözle, ya da başka
bir biçimde karşı konulabileceğini söylemekle ümmete düşmanlardan
daha beter kötülük ettiler. Çünkü onların bu gibi fetvâları
insanları zorbaları öldürmekten, zâlim ve günahkâr yöneticiye
karşı koymaktan alıkoydu. İnsanlar ne zaman zâlim yöneticilere
ma’rufu emredip -velev ki silâhla olsun- münkerden nehyetmediler,
işte o zaman tüm İslâm topraklarını kesif bir zulüm bulutu
kuşattı. Din de gitti, dünya da gitti elden ve birçok zındıka akım
türedi.” 117
Cemaat/Teşkilât İmamlığı
Resmî veya gayr-ı resmî cemaatler, sivil toplum kuruluşları
olduğu için, toplumu İslâmî anlamda değiştirme ve dönüştürme
çabaları yönünden kaçınılmaz birlikteliklerdir. Dâvâyı benimsemiş
müslümanlardan oluşan bir cemaatin veya bunların oluşturduğu
teşkilâtın imamı/lideri, insanları Allah rızâsı idealine, müslümanca
faâliyet ve özellikle dâvetçi/tebliğci kimliği kazandırmaya yönelik
115] Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’an, I/87
116] 49/Hucurât, 9
117] Cessâs, a.g.e. II/320-321; M. İslâmoğlu, a.g.e., s. 246-249
İMAM
- 77 -
çalışmaları organize eden kimsedir. Cemaat imamının liderliğinin
kabulü ve ona itaat, dinin bu konudaki tavsiyesi doğrultusunda
gönüllü bir tercihe dayanmaktadır. Bu imamlıkta, insanları belli
ideallere inandırarak ve gönüllerini kazanarak sevk ve idare etme
kural ve yeteneği geçerlidir.
Cemaat liderliği, “belirli grupları veya toplulukları mecburî
olmayan yöntemlerle, planlanan hedeflere doğru yönlendirme
tekniği”dir. Çünkü liderlik; hem kendini yetiştirme ve yenileme,
hem de başkalarını etkileme ve sürükleme becerisidir. Gerçek ve
başarılı imam/lider, bir yandan kendisini ve cemaatini iyiye doğru
değiştiren, bir yandan yeni ve yeterli stratejiler geliştiren, bir yandan
da farklı karakter ve yetenekteki insanları aynı hedefe doğru
sevk ve idare eden kimsedir. Özellikle İslâmî cemaat ve hareketlere
imamlık/liderlik yapacak şahsiyetler, bu “başkanlık”, “ağabeylik”,
“hocalık” makamını, bir nimet ve ganimet değil; ilâhî bir emânet
ve büyük bir mes’ûliyet kabul ederler/etmelidirler. Bu çeşit yapılanmaların
başında imam konumundaki kişilerde şu özelliklerin
bulunması gereklidir:
1- Sağlam Bir İman ve İstikamet: Müslümanlara başkanlık
yapacak kimselerin bâtıl düşüncelerden uzak, kâmil/sağlam bir
imana ve en azından haramları terkettirip farzları yaptıran bir
takvâya sahip olması gerekir. Dinî konularda ve İslâmî yaşayışta
titiz ve dürüst olmayan kişiler, ahlâkî zaafları terkedip kendini
düzeltemeyen şahsiyetler, cemaatleri üzerinde itimat ve itibar/
saygınlık telkin edemezler. “(Nefsin kötü arzularına ve İslâmî hayatın
zorluklarına) Sabrettikleri ve âyetlerimize yakînî olarak (kesin bir şekilde)
iman ettikleri zaman, onların içinden, emrimizle doğru yola ileten imamlar/
rehberler yaptık.”118 Bu âyet, anlatılan gerçeğe dikkatimizi çekmektedir.
“Ve onlar (iman edip tevbe edenler), ‘Rabbimiz! Bizi takvâ
sahiplerine imam/önder kıl!’ derler.”119 Takvâ sahiplerine önder olmak,
takvâda da önder olan bir yaşayış gerektirecektir.
2- Zihnî Yetenek ve Kültür: İmamlık yapacak kimselerin süper
zekâya sahip olmaları şart değildir. Ancak, İslâm’ı, çağı ve çevreyi
yorumlamada ve uygulamada, hatta gerektiğinde özel yöntemler
ve orijinal fikirler ortaya koyabilme hususunda yeterli ve yetenekli
olmalıdır. İslâm’ı ve hareketi hazmedip özümsemiş, düşünen, değerlendiren,
mukayese ve muhâkeme eden, fikir üreten bir kafa
yapısına sahip bulunmalıdır.
3- Sosyal Kabiliyet: İnsanlara ve özellikle muhâtabı olduğu
118] 32/Secde, 24
119] 25/Furkan, 74
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 78 -
cemaat ve teşkilat mensuplarına, onların ilgi ve bilgi seviyelerinden
yaklaşamayan, onları kendi ayarlarında ve kendi diyarlarında
idare etmesini ve bununla beraber dâvâ istikametinde sürüklemesini
başaramayan kimseler imam olamazlar, başkanlık ve
ağabeylik yapamazlar. Çünkü imamlık/liderlik, başkaları yoluyla
iş başarmaktır. Çok çalışmak ve her işi yapmaktan ziyade; iyi bir
organizatör olmak, uygun işe uygun adam seçip o işi severek yaptırmaktır.
Her işe kendisi koşan, her şeyi bizzat kendisi yapmaya
çalışan lider başarılı olamaz. Lider; otoritesini kullanarak organize
yapan, uygun görev bölümü hazırlayan, arkasından takip ve
değerlendirmeyi unutmayan ve sonunda eksikleri tamamlayan ve
boşlukları dolduran ve ikinci bir girişimde aynı hataları tekrarla(t)
mayan kişidir.
4- İstişâre ve Adâlet: Her çeşit imamlık/yöneticilik için Kur’an’ın
temel prensiplerinden ikisidir istişâre ve adâlet. “İş (yönetim) hakkında
onlarla istişâre et, onlara danış, Kararını verdiğin zaman da artık
Allah’a tevekkül et, O’na dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp
güvenenleri sever.”120; “Onların işleri, aralarında şûrâ/danışma iledir.” 121;
“Allah size, emânetleri mutlaka ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında
hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder.”122; “Muhakkak ki
Allah, adâleti, ihsânı/iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder.”123 İstişâre
edilecek insanlarda bulunması gereken vasıfların başında iki husus,
vazgeçilmez şarttır: O konuda ehil/uzman olmak ve emîn/güvenilir
olmak.
5- Kararlılık, Cesâret ve Metânet: İmamlık yapacak kişiler, gereken
her hususta o konunun uzmanlarıyla, kendi yardımcıları ve
çevresindeki yakınlarıyla istişâre yapmalı, ortaya atılan fikir ve
önerileri dikkate almalı ve sonunda kendisinde hâsıl olan vicdanî
kanaatine göre verdiği kararı uygulamada cesaret ve ciddiyet
sahibi olmalıdır. “Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a tevekkül et,
O’na dayınıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.”124
Karar vermede tereddüt gösteren ve kararı geciktiren veya sık sık
karar değiştiren tipler, başarılı olamaz. İmam, kendisinin bir otorite
olduğunu/olması gerektiğini unutmamalı, cesaretle bazı kararlar
alıp uygulamaya koymak zorunda olduğunu unutmamalıdır.
Kararsız, korkak ve özgüveni olmayan liderler, beklentiye cevap
veremez, çevresinden gereken saygıyı duyamazlar.
120] 3/Âl-i İmrân, 159
121] 42/Şûrâ, 38
122] 4/Nisâ, 58
123] 16/Nahl, 90
124] 3/Âl-i İmrân, 159
İMAM
- 79 -
6- Problem Çözmede Mârifet: Liderler, ânî ve yeni problemleri
çözmede, zorlukları ve olumsuzlukları yenmede girişimci ve
becerikli olmalıdır. Problemleri, tehdit ve tehlike derecesine göre
sıraya koymada, problem çözümünde orijinal ve yeni metodlar
uygulamada keşfedici bir karaktere sahip bulunmalıdır. Sıkıntı ve
saldırılar karşısında yılgınlığa ve şaşkınlığa kapılmamalıdır. En zor
anlarda bile çevresine ümit ve gayret aşılamalı, onların hırs ve heyecanını
diri tutmalıdır. Sık sık paniğe kapılan, pısırıklık psikolojisinden
kurtulamayan tipler, imamlık/liderlik yapamazlar. Altından
kalkamayacağı sorunları, varsa bir üst makama iletmeli, kendinden
daha tecrübeli insanlardan yardım istemelidir. “Onlara (İslâmî
cemaat ve hareketle ilgili) güven veya korkuya dair haber gelince hemen
onu yayarlar (Bu tür haberlerin psikolojik veya stratejik yarar veya zararını
hesaba katmazlar). Hâlbuki o haberi Rasûl’e veya aralarında emir ve yetki
sahibi kimselere götürselerdi, onların arasında olayın içyüzünü anlayanlar
o haberin ne anlama geldiğini (ve yayılıp yayılmaması gerektiğini) bilirlerdi.
Allah’ın size lütuf ve merhameti olmasaydı, (böyle rastgele haber ve
yorum yaymaktan dolayı) pek azınız hâriç şeytana uyup giderdiniz.” 125
7- İletişim ve Hitâbet: İnsanları etkilemede, onları kudsî hedeflere
yönlendirmede hitâbetin büyük önemi vardır. İnsanları
yönetme ve çalışmaları organize etmede iletişim, temel unsurlardan
biridir. Bunun için de konuşma düzgünlüğü, çekiciliği, güzelliği
ile ifade tarzı/üslûp, hayatî öneme sahiptir. Konuşmaların
“dinle beni”si, yazıların “oku beni”si olmalı, sıkıcı değil; çekici ve
câzip olup, uyuyanı uyandırmalıdır. Konuşma konuları önceden
planlanmalı, toplumun/cemaatin karşısına hazırlıksız çıkılmamalıdır.
İletişim araçlarından yararlanmasını bilmelidir. Hz. Mûsâ’nın
konuşma kabiliyetini ve ifade yeteneğini artırması için Allah’a şu
duâsı, mesajın gerekli etkisi açısından hitâbetin önemini vurgulamaktadır:
“Rabbim! Ruhuma/gönlüme genişlik ver. Kolaylaştır işimi. Çöz
düğümü dilimden; ki anlasınlar sözümü.” 126
8- İktisat, Kanaat: İmamlar, her türlü israfı önleyici tedbirleri
almak zorundadır. Malî kaynakların ve maddî imkânların çarçur
edilmesinin önüne geçtiği gibi; eleman ve ekip israfına da, zaman
ve imkân israfına da izin vermemelidir. Üç kişinin başarabileceği
işe beş kişi görevlendirmek, ekip israfı; hatiplik ve ağabeylik yapacak
kapasitedeki insana afiş astırmak da eleman israfıdır. Güncelliğini
yitirmiş konuları konuşmak ve yazmak, zaman israfıdır. Cemaatin/
ümmetin parası, emânet bilinciyle değerlendirilmeli, kaliteli
işler ve ürünler ucuz maliyete getirilmeye çalışılmalıdır. İhtiyaçla
125] 4/Nisâ, 83
126] 20/Tâhâ, 25-28
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 80 -
lüks karıştırılmamalıdır. Reklâm ve vitrine ayrılacak bütçe, çalışma
ve eylemlerin önüne geçmemelidir. Ayrıca, töhmet ve zan altında
kalmamak için, her şeyin kuruşu kuruşuna hesabı tutulmalı, bu
konuda şeffaf olmalıdır. “Allah, israf edenleri sevmez.”127 İsraf, aşırılık
demektir; bu tavır da tepkiyi doğurduğundan itaat ve emre uymayı
imkânsız hale getirir: “İsraf edenlere itaat etmeyin!”128; “Gereksiz
yere saçıp savurma. Böylesine israf edip saçıp savuranlar, şeytanların
kardeşleri/dostlarıdır.”129 Plansız, programsız, hazırlıksız, ekipsiz, takipsiz
işler başarısız ve bereketsiz olacağından sonuçta zaman ve
imkân israf edilmiş sayılacak ve tabii, hizmetin neticesi hezimet ve
iflâsla noktalanacaktır.
9- Hürmet ve Muhabbet: İmamlık yapacak kişiler, hem olgun
ve ağırbaşlı, hem de herkese kibar ve saygılı olmalıdır. Başkalarını
sevmeyen, kendisi de sevilmeyen kişilerde hayır yoktur.
Hürmet etmeyen, kendisine hürmeti hak edemez. Sevmeyen
sevilmez. Tabii, lâkayt, laçka ve lâubali tipler, gırgır, geveze ve
hafif meşrep kimseler de saygıya ve itaate lâyık olamaz. İmamın,
ciddî, ama asık suratlı değil; sempatik ve güleryüzlü ama sırıtkanlıktan
uzak bir portresi olmalı. Herkesle ve her kesimle rahat
diyalog kurabilen, her gruptan müslümanla iyi ilişkiler geliştirebilen,
başkalarıyla asgarî müştereklerde uzlaşabilen, ama kendi
doğrularından ve değerlerinden tâviz vermeyen bir kabiliyet ve
karakter taşımalıdır. 130
Namaz İmamlığı
Halîfeye imam adının verilmesi, ittîbâ ve iktidâr bakımından
namaz kıldıran imama benzetilmesinden dolayıdır. Rasûl-i Ekrem
ve dört râşid halîfe, namaz kıldırma işini mecbur kalmadıkça
başka bir kimseye bırakmamışlar, kendileri namazda da imam olmuşlardır.
Hatta iki imam/halîfe, namaz imamlığı esnâsında şehid
edilmişlerdir. Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin imamlık yaparken öldürülmeleri,
Muâviye bin Ebû Süfyan’ın önlem almasına sebep olmuş
ve namaz kıldırırken başında silâhlı nöbetçiler bekletmeye başlamıştır.
Bazen de, belki bu gerekçeyle imamlığı başkasına yaptırmış
ve zaman zaman namazlarını câmideki parmaklıkla çevrilmiş
korumalı kısımda (maksûrede) kılmıştır. Abbâsiler döneminde halifeler
vakit namazlarında imamlık yapmayı tamamen terketmiş
ve bu işe resmî görevliler tâyin etmişler, Cuma namazı kıldırma
127] 6/En'âm, 141; 7/A'râf, 31
128] 26/Şuarâ, 151
129] 17/İsrâ, 26-27
130] Ahmet Akgül, Dâvâ Erlerine Mesaj ve Metod, s. 25-31
İMAM
- 81 -
ile yetinmişler; çok geçmeden o görevi de kadılara bırakmışlardır.
Fıkıhta imam; cemaatin önüne geçip onlara namaz kıldıran
kimseye denir. İmamın yapmış olduğu göreve de imâmet denir.
İmamlık faziletli bir görevdir. Peygamber Efendimiz ve kendisinden
sonra gelen râşid halîfeler bu görevi büyük bir özenle yapmışlardır.
Gelişi güzel herkes bu görevi yapamaz. İmam olabilmek için
birtakım şartlar vardır. Bunlar:
1- Müslüman olmak. Müslüman olmayanlar imam olamaz.
Fâsık ve bid’at sahibi kimselerin imam olması ise tahrimen mekruhtur.
2- Erkek olmak. Kadının imam olması câiz değildir. Ancak, kadının
kadınlara imam olması, kerâhetle câizdir. Bu durumda imam
olan kadın öne geçmez, cemaat olan kadınların sağında bulunur.
3- Akıllı olmak. Akıl hastasının imamlığı câiz değildir.
4- Ergenlik çağına ermiş olmak. Büluğ/ergenlik çağına ermemiş
olan çocuğun büyüklere imam olması câiz değildir. Ancak,
kendisi gibi çocuklara imam olabilir.
5- Özürlü olmamak. İdrarı tutamamak, devamlı olarak burundan
veya yaradan kan gelmesi gibi durumlar birer özürdür. Bu
gibi özürleri olan kimseler imam olamazlar. Ancak, aynı cins özre
sahip olanlara imam olabilirler. Özürleri farklı ise imam olması
câiz değildir.
6- Namaz sahih olacak kadar ezbere düzgün Kur’an okumasını
bilmek. Okuma yazma bilmeyenlere “ümmî” denir. Ümmî kendisi
gibi olanlara imam olabilir. Ümmînin ümmîye imamlığı câizdir.
Kur’an’ı iyi okuyamayanların, iyi okuyanlara imam olması sahih
değildir.
İmamlığa geçmede fazilet sırası: Evde ev sahibinin namazı kıldırması,
daha uygundur. Cemaatle namaz kılacaklar arasında ev
sahibi, görevli bir imam veya İslâm devletinde yetkili âmir yoksa,
sırasıyla şunlar imam olur:
1- Namazın hükümlerini, yani İslâm fıkhını en iyi bilen,
2- Kur’ân-ı Kerim’i en güzel, tecvid kurallarına ve mahreçlerine
uygun şekilde okuyan,
3- En fazla günahlardan sakınan, takvâda en ileri olduğu kabul
edilen,
4- En yaşlı olan,
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 82 -
5- Ahlâkı en güzel olan,
6- Yüzü daha çok nurlu olan,
7- Sesi en güzel olan,
8- Elbisesi daha temiz olan.
Bütün bu hususlarda eşit olurlarsa aralarında kur’a çekilir, ya
da cemaat onlardan birisini imamlığa seçer. 131
İyi niyetli halk tarafından büyük fedâkârlıklarla yapılan
câmilere Diyânet hemen el koyar. Maksat, orada kendisinin anlattığı
devletin dininden farklı bir dinin anlatılmasına, yaşanmasına
engel olmaktır. Câmiler, Diyanet eliyle devlet dairesi haline
gelmiştir; İmamlar da namaz kıldırma memuru. İşgal edilen bu
mekânlar, mü’minler için zararlı mıdır, tartışılmalı, ama devlet
için öylesine faydalı yerlerdir ki, devlet bu yerlerin kendi kontrolünde
olmak şartıyla sayılarının artmasından memnun bile
oluyor. Haftada bir gün, o kadar insana Cuma günü anlatacağı
mesajları neden fırsat bilmesin? O kadar insan zorla toplanmaya
çalışılsa bu kadar başarılı olunmaz.
Bu konuda Abdurrahman Dilipak’a kulak verelim: “Şimdi modern
din adamı adına, Kemalist imam görüntüsü altında İslâm’a
ve müslümanlara karşı bir tehdit odağı oluşturulmak isteniyor.
İslâm’da din adamı, ruhban sınıfı yok, ama bu düzen içinde bunlar
var. Bu tip insanlar, sadece Cuma namazında imama ihtiyaç
duyuyor olsa gerekir. Ömürleri boyunca İslâm’a ve müslümanlara
saldırdıktan sonra, bir maaş karşılığı susturulmuş imamların öncülüğünde,
ne olur ne olmaz, yarın âhirette belki lâzım olur diye,
biraz da Allah’ı kandırmak istercesine müslümanların kendileri
hakkında iyi şahitlik yapmasını isterler. Müslüman mezarlığına
gömülmek, garip bir tutkudur onlar için. Bu iş için, fazla baş ağrıtmayan,
ölülerin arkasından kırkıncı günlerinde şen şakrak mevlitler
okuyacak bir aydın imama ihtiyaçları vardır.
Câmilerimizin sosyal mimarisini kaybettik. Câmi, eski hali ile
hayatı kuşatan bir mekândı. İbâdet, bizim dinimizde kapsamlı
bir kavramdır. Günümüzdeki şekliyle câmiler, dinin hapsedildiği,
ya da hapsedilmek istendiği hapishaneler gibidir... İmamlar da
bu hapishanelerin gardiyanları. Kimileri, buraya gelen insanları
avlayarak onları din adına uyuşturarak kendi çıkarları yönünde
kullanmak istemektedirler. Ucuz bir oy deposu, ucuz bir fedâiler
mangası!
131] Abdullah Yücel, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 142
İMAM
- 83 -
Câmiler, şimdi sadece beş vakit namazın cemaatle kılındığı
mescidlerdir. Câmi günlük hayattaki ekonomik, sosyal, kültürel
fonksiyonunu büyük ölçüde yitirdi. Câmiler birbirinin dertleri ile
dertlenmeyen, hatta birbirini tanımayan yaşlı insanların gelip
gittikleri bir yer haline getirilmek istenmektedir. Cemaat imamın,
imam cemaatin jurnalcisi olacaktır! Ne müthiş bir komplo. Namaz
dışında câmilerin kapısına artık kilit vuruluyor. Câmi, müslümanların
meşveret yeri olmaktan çıktı. Hutbeler ve vaazlar sivil karakterli,
dinin özünden alınan ilhamlarla günün problemlerine
çözüm getiren şeyler değil. Çoğu câmide okunan hutbe ve vaazları
bir başka şekli ile bir kilise papazının ya da budist bir râhibin
vaazlarında duyabilirsiniz. On emir”den ibaret ya da hıristiyanlaştırılmış,
sadece kişisel ahlâka indirgenmiş bir din.
Câmi, ilk zamanlarda siyasî, sosyal, kültürel bir merkezdi. Giderek
İslâmî yapı içinde mimarî bir üslûp kazanarak kurumlaştı.
Şifâhâneleri, aş evleri, medresesi, öğrencilerin ve gariplerin barınacağı
bir yer, buluşma ve müşâvere yeri, kütüphanesi ve vakfiyeleri
ile hayatın en can alıcı noktalarında yer alırdı. Câmi her
şeydi. Bugün ise, bütün bu boyutlarından yalıtılmış, tek boyutlu
soluk bir renktir sadece. Şükürler olsun ki, bu durum giderek pozitif
yönde değişmekte, câmi yeniden aslî yapısına doğru bir evrim
süreci içinde bulunmaktadır.
Câminin siyasî merkezlerin güdümünde rûhâniyetini yitirmesiyle,
müslümanlar câmi dışında bizzat hayatın içinde örgütlenmeye,
câminin fonksiyonunu kendi evlerine, işlerine, sosyal hayatlarına,
kültür dünyalarına taşıma gayretine girmişlerdir. Şunda kuşku
yok ki, câmilerin biraz daha dejenere edilmesi ile bu dejenerasyona
teslim olan mekânlar ve kişiler İslâm toplumundan tecrit edilecek
ve dırar mescidi kavramı yeniden uyanacaktır.
İmamlara bunca maaşı niye veriyorlar dersiniz? Çok sevdikleri
için, dine imana hizmet olsun diye mi? Yoo, onlara maaş verenler,
onların ellerine kendi bildirilerini tutuşturup okutmak için... Bunda
da çok başarılı değiller. Ama yine de güçlü bir oto sansür, oto
kontrol mekanizması var.
İmamlık bir meslektir artık. İmam-Hatip okulları Meslek liseleri
değil mi? Bir İmam-Hatip öğretmenine soruyorsunuz: “Hangi
derse giriyorsunuz?” Cevap veriyor: “Meslek dersleri öğretmeniyim.”
Sormak gerek: “Müslümanlık ne zamandan beri meslek
oldu, ya da din?! O kardeşimize kızmamak gerek. Bu işin raconu
böyle. Resmî yazışmalarda İmam-Hatip Lisesi bir meslek okulu;
ama sıra maaş ödemeye gelince, normal lise statüsünde ödüyorlar.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 84 -
Ne kurtarsak kâr hesabı. Tam ikiyüzlü bir politika. İmam-Hatip Liselerinde
kız öğrencilerin başlarını örtmeleri resmen yasak. Tabii,
Heybeliada papaz okulu talebelerine güçleri yetmez, hınçlarını
bizimkilerden alıyorlar. Niye örgütlediler İmam-Hatip okullarını?
Aydın din adamı yetiştirmek için. Ölülerini yıkayıp Allah önünde
kendileri hakkında yalancı şahitlik yapsınlar diye. ama olmadı...
Tutmadı. 132
Din ıstılahında imam “devlet başkanı” demektir. Din ve dünyayı
ayrı düşünen inanç sonucu devletin başındakilere değil de sadece
câmide namaz kıldıranlara bu isim münhasır olmuştur. Hâlbuki
imam “otorite” demektir. Devletin başı, hem idarî işlerde, hem de
dinin diğer sahalarında en üst makamdaki zat demektir. Cumâ’yı
o, ya da onun vekili kıldırır. Onun adına hutbe okunur. Böyle iken
bugün imam, beşinci sınıf devlet memuru sayılmaktadır.
İmam ve müezzine “din görevlisi” demek çok sakıncalıdır. Dinimizin
bu şekilde görevlendirdiği birileri yoktur. İslâm’da kim
daha ehil ise, o kişi müslümanların önüne geçer, imam olur ve
namaz kıldırır. Namaz dışında da bu kimseler, cemaatin her türlü
işinde istişâre edeceği, sözünü dinleyeceği selâhiyetli kimselerdir.
İmam, devletin memuru statüsünde değil; halkın ve cemaatin içerisinde
ilmiyle, ahlâkıyla, irfânıyla sivrilmiş örnek alınacak şahıs
demektir. Aynı zamanda o Peygamber’in vekilidir/olmalıdır. Mihrap,
Peygamberin hakkıdır. Hz. Peygamber’den sonra ise O’nun
vekillerine emânet edilmiştir. İmam olan şahısların bu sorumluluğu
takdir edebilecek ve taşıyabilecek kabiliyet ve kapasitede
olmaları gerektiği gibi, cemaatin de imamı, Peygamber’in vekili
mevkiinde görüp ona itaat ve saygıyı elden bırakmaması gerekmektedir.
İmamı, sadece namaz için görevlendirilmiş bir “namaz
kıldırma memuru” gibi görmek din ile devlet, din ile dünya işlerini
birbirinden ayrı gören laik bir anlayışın ürünüdür. Bu anlayış
ile namazın gerçek mânâsına erebilmek, hiç de mümkün olmayacaktır.
Mihrâbın ve bu mevkînin hakkını verebilecek gerçek imamlar
yetiştirmek, bu ümmetin boynuna borçtur. Ümmetin kurtuluşu,
ancak, ehil âlimler ve imamların yetiştirilmesiyle gerçekleşecektir.
Cenâze ve mevlit peşinden koşmayan, nikâh ve hatim paralarına
tenezzül etmeyen ehl-i Kur’an, hamele-i Kur’an imam ve müezzinler
tasavvur ettiğimiz takdirde ve bunun tedbirlerini aldığımız
zaman din ve dindara bakış da bugünkü halinden çok farklı olacaktır.
132] Abdurrahman Dilipak, Bu Din Benim Dinim Değil, s. 36-37
İMAM
- 85 -
Namaz kılanların imamlığa geçecek kişiyi seçmeleri haklarıdır.
Mescit ehli, devamlı namaz kıldıracak kişiyi kendileri seçer. Eğer
ihtilâf ederlerse, çoğunluğun seçtiği namazı kıldırır. Kişinin, cemaat
istemediği takdirde imamlığa yeltenmesi doğru değildir. “Üç
kişinin namazları kabul olmaz. Bunlardan birisi, cemaat istemediği halde
imamlık yapmak iseteyen kişidir...”133; “Üç kişi vardır ki, namazları kulaklarını
aşmaz: Kerih gördükleri halde bir cemaate imamlık yapan kişi...” 134
İmamlık, cemaatle namazda bir esastır. İmam olacak kişi, namaz
kılanların rızâsı esasına göre seçilir. Namaz imamlığı, “din
adamları” denilen bir gruba tahsis edilen dinî bir makam değildir.
Herhangi bir müslüman bu vazifeyi üstlenebilir. Ancak, kişinin
ehliyetli olup olmadığı esas alınarak ona en lâyık olan tesbit
edilmelidir.
Bu imamlık anlayışı, bütün işlerinde bir idârecinin bulunmasının
gerekliliğini ilham eder. Bu kişiler tavsiye ve nasihatlerle onu
korurlar. Yine onlar, tâbi olanlarına Allah’a itaat konusunda insanlara
uydukları güzel bir örnek olurlar. Müslümanlar, siyasî, sosyal
ve cihadla ilgili işlerinde imamlığı/yöneticiliği ihmal ettiği takdirde
bütün işlerinde aksamalar ortaya çıkacaktır. Çünkü zulmü
önlemek, adâleti yaymak, dinî vecîbeleri yerine getirmek, Allah
yolunda cihad gibi bütün faâliyetler (ahkâm ve muâmelât) durur.
Dinde sadece fertle ilgili farzlar kalır. Namaz için imam seçimindeki
prensip neyse, imam/yönetici seçimindeki prensip de odur.
Sahâbe de konuyu böyle değerlendirmiş, son zamanki hastalığında
Hz. Ebûbekir’i namaz imamlığına geçiren Peygamberimiz’in
bu uygulamasından yola çıkarak, yönetici anlamındaki imamlık
konusunda da Peygamber’in onu işaret ettiği sonucu çıkarmış
ve o şekilde uygulamıştır. Yönetici anlamındaki imam da, namaz
imamlığında olduğu gibi, cemaatin/toplumun rızâsı (bey’ati) ve
onlarla müşâvere ile seçilir. İnsanlar bu konuda ihtilâfa düşerlerse
hak sahibi, müslüman cumhurun/çoğunluğun seçtiği/bey’at ettiği
kişidir.
Bir müslüman seçildiği zaman, artık ona, namaz imamına
uyulduğu gibi uyulur. Namaz imamı yanılınca, imamın arkasındakiler,
nasıl ve hangi usûlle imamı düzeltiyorlarsa, aynı şekilde
imam/halîfe yanıldığı, yanlış davranışlarda bulunduğu zaman düzeltilmesi
gerekir. Meselâ imam, namazın rekâtlarını ziyâde ederse
ona uyulmaz; tesbih ve tekbir gibi bir usûlle hatırlatılır, doğru
olana sevkedilir. Hz. Ömer de devlet başkanı iken Cuma namazı
133] Ebû Dâvud
134] Tirmizî
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 86 -
kıldırdığında hutbede cemaate soruyordu: “Ben Haktan ayrılırsam
ne yaparsınız?” Cemaatten ses yükseliyordu: “Kılıçlarımızla
düzeltiriz.” Hz. Ömer: “Bana bu şuurda cemaaat verdiği için
Allah’a hamd u senâlar olsun!” diye şükrediyordu.
Cemaatle namaz, yöneticiler için de bir eğitim ve genel yönetim
sahasında sâlih gâyeler için bir enerjidir. Cemaatle/toplumla
istişâre etmek, onların hesap sormalarına karşı hesap vermek, onlara
nasihat etmek, onların tercih ve eleştirilerine kulak vermek
için halife anlamındaki imamın, namaz imamlığını da yapması gerekli
görülmüştür. Zaten namaz, mü’minin hayatında prototiptir.
Mü’minlerin her işi, her şeyi namaza benzemeli, namazdaki gibi
ibâdet bilinciyle yerine getirilmelidir.
İmam, namaz için tâyin edilen vakitten geç kaldığı zaman
beklenmez. Cemaat, onun yerine namaz kıldıracak başka bir kişiyi
öne geçirir. Hz. Peygamber, namaza çıkmakta gecikince sahâbe
böyle yapardı.135 Cemaatin imam üzerindeki haklarından biri de,
imamın cemaatten daha yüksekte durmamasıdır. “Kişi, bir cemaate
imamlık yaptığı zaman, onlardan yüksek bir yerde durmasın.”136 Cemaatin
haklarından bir diğeri de, imamın duâsında sadece kendisine
duâ etmemesi, cemaatini de duâsına katmasıdır. “Üç şeyi yapmak,
hiç kimseye helâl değildir. Bunlardan birisi de, kişinin bir cemaate imamlık
yapıp duâsında sadece kendisine duâ etmesidir. Eğer böyle yaparsa onlara
hıyânet etmiş olur.” 137
Yine başka bir hak, cemaati sıkıntıya sokarak namazı fazla
uzatmamasıdır. Bu, uyulması gereken bir prensiptir. “Bir adam Hz.
Peygamber’e (s.a.s.) gelerek şöyle dedi: ‘Ben, falan kimse namazı
uzattığından dolayı sabah namazlarından geri kalıyorum’ Râvi der
ki: ‘Ben Peygamber’in o gün kızdığı kadar hiçbir nasihatinde kızdığını
görmedim.’ Hz. Peygamber bunun üzerine şöyle buyurdu:
“Ey insanlar! İçinizde nefret ettirenler var. Sizden biriniz namaz kıldırdığı
zaman uzun kıldırmasın. Arkasında zayıf veya ihtiyaç sahipleri olabilir.” 138
Cemaat imama uyar, onun arkasında saf bağlayarak namazı
kılar ve bütün hareketlerinde ona tâbi olur. Hiç bir durumda
imamdan önce hareket etmez, onu takip eder. “Ey insanlar! Muhakkak
ki Ben sizin imamınızım. Rükû, secde, kıyâm ve selâmda Beni
geçmeyin.” 139
135] Ebû Dâvud
136] Tirmizî ve Ebû Dâvud
137] Müslim
138] Müslim
139] Müslim
İMAM
- 87 -
Müslümanın gördüğü her cemaatte, kendisine diğer sosyal ilişkilerde
ve özellikle İslâmî devletin yöneticisiyle (imamla) ilişkileri
açısından bir eğitim ve bütünlük vardır. Meselâ, namazda, imamın
hemen arkasında ehliyetli (muttakî ve ilim sahibi) kişiler vardır/
olmalıdır. İmam hata yaptığı zaman ona hatırlatır, âyetleri karıştırdığı
zaman onu düzeltirler. İmamlık makamı boş kaldığı zaman,
imam bir özürden dolayı devam edemeyeceğinde onlar bu görevi
üstlenirler. “Benim arkamda sizden, akıllı ve yanlışları düzeltme gücüne
sahip olanlar dursun.”140 Bu durum, büyük imamlık için de geçerlidir.
Namaz, müslümanlara, yöneticilerinin etrafını sâlih, ilim sahibi ve
ehil kimselerle çevirmeyi öğretir. Onlar danışma meclisini, istişâre
heyetini oluştururlar. İmamlarını nasihatleriyle yönlendirir, genel
işlerde onu vekil kılarlar, yanıldıklarında onu hemen düzeltirler.
Neredeyse imâmet-i suğrâ (namaz imamlığı) ile imâmet-i
kübrâ (devlet başkanlığı)nın hükümleri aynıdır. Bu durum, dinin
tekâmülüne ve hayatın bütün safhalarındaki hükümlerinin muntazamlığına
ve her işin ibâdet olmasına delildir. Bu, onun tek kaynağı
olmasındandır; dünya ile âhiretin, din ile hayatın bir bütün
kabul edilip ayrılmaması ile ilgilidir. Din, müslümanın hayatının
bütününe hitap eder. Onda hayatın özel ve genel değerleriyle
ibâdet ve hükümleri arasında ayrılık yoktur. Dinin eğitim anlayışı,
insanı her yönüyle kuşatır, kendisini, ortağı olmayan tek bir
Allah’a teslim etmek, namazın ve diğer ibâdetlerin, hayatın ve
ölümün; âlemlerin Rabbı olan Allah’a âit olması için tek metodda
şekillenir. 141
İmam denilince, sözlük anlamına da uygun olarak, çevresine
önderlik ve öncülük eden kimse anlaşılır. Bunun için imamın,
hem namaz ibâdetinin, hem de her türlü hayırlı hizmetin yerine
getirilmesinde toplumuna önderlik etmesi, ilim ve ahlâkıyla, söz
ve davranışlarıyla insanların takdirini kazanması beklenir. Tabii,
her şeyden önce, imâmet-i kübrâ için olduğu gibi, namaz imamının
da müslüman olması gerekir. Bazılarının, “bu da mevzû mu
edilir, tabii ki imamların hepsi müslümandır” diyecekleri büyük
ihtimaldir. Ama günümüzde imamlarda aranacak ilk şart, onların
her çeşit şirkten arınmış, sadece Allah’tan korkan muvahhid birer
müslüman olmalarıdır. İmamlar ve cemaatler, gereği gibi muvahhid
mü’min olsalar, nihâi tercihlerini Allah’tan ve âhiretten
yana yapsalar, her şey bir başka olacaktır.
Mü’minlerin imamı/lideri, ancak mü’minlerden olur. Herhangi
140] Müslim
141] Hasan Turâbi, Namaz, s. 141-148
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 88 -
bir kâfirin mü’minlere yönetici olma hakkı yoktur. “Allah kâfirlere
mü’minler üzerine asla velâyet hakkı tanımamıştır.”142 Ümmetin ekserisi,
müslüman olduğu halde fâsık veya zâlim olan birisinin de imam
ve yönetici olma hakkına sahip olmadığı görüşündedir. Bu anlayış,
Kur’an’da “imam” ve “itaat” kavramıyla ilgili âyetler değerlendirildiğinde
tercih etmek zorunda olduğumuz bir tavırdır. Kur’an’da
kâfirlerin, ancak kâfirlere imam olduğu, kendisine uyanları ateşe/
cehenneme ulaştıracağı ifade edilir. Fâsık ve zâlimlerin de, ancak
kendileri gibi imamları olacaktır. Çünkü insanlar nasıl iseler, öyle
idarecilere/imamlara müstahak olacak ve o şekilde yönetileceklerdir.
Mü’min imamlar ise, imamların imamı Hz. İbrâhim örnekliğinde
ortaya konulur. O, put ve putçulara karşı tek başına bir ümmettir.
Ve aynı zamanda ümmetin imamıdır. O’nun İshak, İsmail gibi
oğulları, Ya’kub, Dâvud, Mûsâ, İsa, Muhammed (salevâtullahi
aleyhim ecmaîn) gibi torunları imamdır. Kur’an, apaçık bir imam/
rehber olduğu gibi, yol (hidâyet yolu, sırât-ı müstakîm) da imamdır.
İmam hakkındaki Kur’an’ın bu tanımlarından yola çıkarak
diyebiliriz ki; iyilik imamı, peygamberlerin izinden ayrılmayan,
Kur’an’ın ahkâmını inanarak uygulayan ve İslâm hidâyeti üzere,
sırât-ı müstakîm yolunda önder kişidir. Bu özellikleri taşımayan
kimse, mü’minlerin imamı olamaz; olsa olsa, küfür imamı/önderi
olabilir.
İslâm’ın toplumsal hükümlerini yaşayabilmek, bulunduğumuz
yere İslâm’ı hâkim kılabilmek için imamın mevcûdiyeti, başta
gelen esaslardandır. “Cemaat mi, arasından imamı çıkarır, yoksa
imam mı kendi cemaatini yetiştirir, oluşturur?” sorusuna, her iki
açıdan cevap vermek mümkündür.
Günümüzde İslâmî ve ideal anlamda cemaat bile olamayan
müslümanların, aralarından imam çıkarmaları ve imamsız devlete
tâlip olmaları gerçekleşmeyecek bir düşten ibârettir. Rüyanın gerçek
olması için önce cemaat ve ümmet bilincine sahip olmalı ve
içimizden bizi çekip çevirecek bir imam çıkarması için dil ve fiil ile
duâ etmeliyiz: “Ve onlar (iman edip tevbe edenler), ‘Rabbimiz! Bize gözümüzü
aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine
imam/önder kıl!’ derler.” 143
Selâm olsun hidâyet imamlarına ve hidâyete tâbi olan
muttakîlere! Yazıklar olsun toplumu hidâyetten engellemeye çalışan
önderlere ve onların izindekilere!
142] 4/Nisâ, 141
143] 25/Furkan, 74
İMAM
- 89 -
Selâm olsun, imamların unutulduğu ortamlarda ortaya çıkarak
cemaatlerini oluşturmaya ve imâmet müessesesini gerçekleştirmeye
çalışanlara!
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 90 -
Konuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Kur’ân-ı Kerim’de “İmam” ve Çoğulu “Eimme” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i
Kerimeler (12 âyet): 2/Bakara, 124; 9/Tevbe, 12; 11/Hûd, 17; 15/Hıcr, 79; 17/
İsrâ, 71; 21/Enbiyâ, 73; 25/Furkan, 74; 28/Kasas, 5, 41; 32/Secde, 24; 36/Yâsin,
12; 46/Ahkaf, 12.
B- İmam Kelimesinin Farklı Anlamları:
a- Önder, Rehber, Lider: 2/Bakara, 124; 11/Hûd, 17; 25/Furkan, 74; 46/Ahkaf, 12.
b- Kitab, Levh-i Mahfûz: 36/Yâsin, 12
c- Yol: 15/Hıcr, 79
d- Liderler: 9/Tevbe, 12; 21/Enbiyâ, 73; , 17/71; 28/Kasas, 5, 41; 32/Secde, 24.
Konuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
1. Buhârî, Salât 5-7, 60; Ezan 51, 54; Meğâzî 53, 82, Hudûd, 86, Edeb 74;
Ahkâm 1, 4, 8, 48; Enbiyâ 5; Menâkıbu’l-Ensâr 25.
2. Müslim, Mesâcid 289-290; Salât 178; İmâre, 9, 33, 37, 38, 44, 46, 58; İman,
173, 229.
3. Tirmizî, Fiten 13, 48, 75; Menâkıb 19, 33; Salât 174; Mevâkît 39, 149;
Cihad 7, 29; Siyer 35; İlim 16.
4. Nesâî, İmâmet 3-4, 39, 41; Bey’at 25, 26, 27, 34.
5. İbn Mâce, Fiten 8, 9, 20; Mukaddime 6, 11, Ezan 3; İkamet 46-48, 78;
Ticâret 8, 30; Cihad 40, 42.
6. Ebû Dâvud, Salât 32, 40, 60-62, 63, 134; Büyû’ 37; İmâre 1; Cihad 87, 96;
Bey’at 25; Sünnet 5, 8; Melâhim 17.
7. Müsned-i Ahmed, I/21, 23, 55, 84, 118, 119, 152, 209, 333, 375; II/54, 97,
161, 177, 232, 336; III/129, 183, 428, 457, 475; IV/21-22, 118, 148, 203-204,
273, 405, 461; V/29-30, 71, 251, 301; VI/111, 405.
8. Dârimî, Mukaddime 6, 23.
9. İbn Hibban, Sahih, hadis no: 257.
10. Hâkim, el-Müstedrek, 4/92.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 233-253
2. Tefhimu’l Kur’an, Mevdûdi, İnsan Y. c. 1, s. 109-122
3. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 403-429 ; Eser
Y. c. 1, 490-520
4. Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 246-276
5. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 528-584
6. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1,
s. 220-241
7. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 3, s. 408-520
8. El-Mîzan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c.
1, s. 379-444
9. El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 304-367
10. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 231-248
11. Et-Tefsîru’l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 125-136
12. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 34-38
13. Safvetü’t Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 168-
182
14. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 3, s.9-43
15. Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 256-283
İMAM
- 91 -
16. El-İmâmetü’l-Uzmâ, İslâm’da Devlet Başkanlığı, Süleyman ed-Demirci,
terc. İbrahim Cücük, Ravza Y.
17. Tek Başına Bir Ümmet, Necmettin Şahiner, Beyan Y.
18. İmamlar ve Sultanlar, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
19. İmamet ve Rehberiyyet Reçetesi, Murtaza Mutahhari, çev. Ünal
Çetinkaya, Endişe Y.
20. İmamet ve Rehberiyet Felsefesi, Muhammed Beyşehri, çev. Ünal
Çetinkaya, Endişe Y.
21. İmam En Büyük Önder, Ensari Kirmani, çev. İrfan Keser, Endişe Y.
22. İmamiye Şiasında On İkinci İmam ve Mehdi İnancı, Mustafa Öz, Marm.
Ün. İl. Fak. Vakfı Y.
23. İslâmî Siyaset Teorisi ve Sorunlar, Heyet, Ekin Y.
24. Ümmet Bilinci, Atasoy Müftüoğlu, Denge Y.
25. Ulemâ ve Dinî Otorite, Derleme, İnsan Y.
26. Mehdilik ve İmamiye, İbrahim Süleymanoğlu, Nil A.Ş. Y.
27. Resmî İdeolojinin Ücretli Köleleri, Mustafa Çelik, Misak Y.
28. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, (M. Sabri Küçükaşçı) T.D.V. Y. c. 22, s. 178-190,
201-207
29. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, (Abdullah Yücel) Şâmil Y. c. 3, s. 142-144
30. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, (Nureddin Yıldız) Risale Y. c. 2, s. 236-240
31. İslâmî Hareket Fıkhı, Mustafa Çelik, Ölçü/Yenda, c. 4, s. 37-47
32. İlmî ve Siyasî Tahliller, Molla Mansur Güzelsoy, Fıtrat Y. s. 15-35
33. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 180-183
34. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 534-537
35. Kur’an’da Siyasî Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s.127-135
36. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 301-302
37. Tartışılan Sorular, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y. s. 69-79, 127-130
38. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu,
İhtar Y. s. 55-69
39. İbâdet mi Âyin mi? Mustafa Karataş, Dersaadet Y. s. 95-103
40. İslâm Cemaatine Doğru, Abdurrahman Dilipak, Risale Y. s. 86-105
41. İslâmî Hareket, İlkeler ve Sorunlar 2, Muhammed Fadlullah, Ekin Y. s.
197-207, 271-284, 93-103
42. İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Beşir İslâmoğlu, Denge Y.
43. Bu Böyledir, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 193-244
44. İslâm Siyaset İlişkileri, Süleyman Uludağ, Dergâh Y. s. 50, 60-64
45. Teşkilat ve Teşkilatçılık, H. Mustafa Genç, Akabe-Biat Y. s. 123-148
46. Dâvâ Erlerine Mesaj ve Metod, Teşkilatçılık, Ahmet Akgül, Doğuş Y. s. 23-33
47. Bu Böyledir, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 193-218
48. İslâm ve Siyasî Durumumuz, Abdülkadir Udeh, terc. M. Beşir Eryarsoy,
Pınar Y.
49. Bu Din Benim Dinim Değil, Abdurrahman Dilipak, İşaret/Ferşat Y.
50. Ahkâmu’s-Sultâniyye, İmam Mâverdi, Bedir Y.
51. Namaz, Hasan Turâbi, Risale Y.
52. Ümmet ve İmâmet Soruşturması, Tevhid Dergisi, sayı 18, 19, 20, Haz,
Tem, Ağustos 1991
53. Kur’an’da İmam ve İmamet, Cafer Tayyar Soykök, Haksöz, sayı 62, 64
(Mayıs, Temmuz, 1996)
- 93 -
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKÂDİ KAVRAMLAR -6-
HİLÂFET - HALİFELİK
•
Halife Kelimesinin Anlamı ve Mâhiyeti
•
Kur’an’da Halife Kavramı
•
Halife’nin Anlam Sahası
•
“Yeryüzü” Halifeliği
•
“Allah’ın Halifesi” Olur mu?
•
Genel Hilâfet/Umumî İstihlâf
•
Özel Hilâfet/Hususî İstihlâf
•
Devlet ve Toplulukların İstihlâfı/Halife Kılınması
•
Bireylerin İstihlâfı/Halife Kılınması
•
Halifelik Makamı ve Halifenin Yükümlülükleri
•
“Halife”liğin Siyasi Boyutu; İslâm Devlet Başkanı Olarak Halife
•
Halifenin Görevleri
•
Râşid Halifeler
•
Halifeliğin Kaldırılması
•
Ardından Ağıt Yakmak İçin Değil; Muhteşem Dönüşünü Hızlandırmak İçin HİLÂFET
“Hatırla ki Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım,’ dedi. Onlar ‘Biz hamdinle Seni tesbih ve Seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?’ dediler. Allah da onlara: ‘Sizin bilemeyeceğinizi ben bilirim’ dedi.” 1
Halife Kelimesinin Anlamı ve Mâhiyeti
Halife kelimesi, h-l-f (halefe) kökünden türemiştir. Halefe, geride kaldı, sonradan geldi anlamındadır. Halife, selefin yerini alan, sonradan gelen (nesil), istihlâf edilen, birinin yerine bırakılan demektir. Aynı zamanda bu kelimenin kapsamı içinde vekâlet ve yöneticilik de vardır. Hilâfet, halife olmak, halifelik, reislik, başkanlık, birinin yerine geçmek, onun adına iş yapmak ve onu temsil etmek anlamına gelir. Istılahta ise; “Hz. Peygamber (s.a.s.)’den sonra, Ona halef olarak mü’minlere emîr olmak” şeklinde tarif edilmiştir. Bey’at sonucu mü’minler adına tasarruf yetkisine sahip olan ve
1] 2/Bakara, 30
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 94 -
ahkâmın tatbikini sağlayan kimseye halife denir. 2
Halife’nin çoğulu halâif ve hulefâ’dır. İstihlâf ise, birini halife
(temsilci/ardçı) kılmak anlamındadır. H-l-f (halefe) kökünden türeyen
kelimeler Kur’an’da çokça (127 yerde) geçer. Ama konumuzla
direkt ilgili olarak halife kelimesi Kur’an’da 2 yerde,3 halife’nin çoğulu
halâif 4 yerde,4 Hulefâ kelimesi de 3 yerde5 geçer. İstihlâf kelimesi
ise Kur’an’da 4 âyette6 zikredilir. Yine konuyla dolaylı ilgili
half kelimesinin de 2 âyette7 geçtiği görülmektedir.
Kur’an’da Halife Kavramı
“Hatırla ki Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’
dedi. Onlar: ‘Biz hamdinle Seni tesbih ve Seni takdis edip dururken, yeryüzünde
fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?’
dediler. Allah da onlara: ‘Sizin bilemeyeceğinizi Ben bilirim’ dedi.” 8
“Sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size verdiği (nimetler) hususunda sizi
deneyip sınamak için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur.
Şüphesiz Rabbin, cezası çabuk olandır ve gerçekten O, bağışlayan, merhamet
edendir.” 9
“İnsanları yeryüzünde halîfe (hâkim) kılan O’dur. İnkâr edenin inkârı
kendi aleyhinedir. İnkârcıların inkârı, Rableri katında yalnızca kendilerine
gazabı arttırır. İnkârcıların inkârı, hüsrandan başkasını artırmaz.” 10
“Darda kalanın duasına, kendisine yakardığı zaman karşılık veren, başındaki
sıkıntıyı gideren ve insanları yeryüzünün halifeleri yapan Allah,
kendisine eş koşulan bütün varlıklardan üstün ve yücedir.” 11
“Onu (Nuh’u) yalancı saydılar. Ama biz, onu ve gemide beraberinde
bulunanları kurtardık. Onları halifeler kıldık / ötekilerinin yerine geçirdik.
Âyetlerimizi yalanlayanları suda boğduk. Uyarıları dinlemeyenlerin sonlarının
nasıl olduğuna bir bak!” 12
“Andolsun ki sizden önce, peygamberleri kendilerine mûcizeler getirdiği
halde (yalanlayıp) zulmettiklerinden dolayı nice toplumları helâk
2] Râgıp el-İsfehânî, el-Müfredât, s. 105-106
3] 2/Bakara, 30 ve 38/Sâd, 26
4] 6/En'âm, 165; 10/Yûnus, 14, 73; 35/Fâtır, 39
5] 7/A'râf, 69, 74; 27/Neml, 62
6] 6/En'âm, 133; 7/A'râf, 129; 11/Hûd, 57; 24/Nûr, 55
7] 7/A'râf, 169; 19/Meryem, 59
8] 2/Bakara, 30
9] 6/En'âm, 165
10] 35/Fâtır, 39
11] 27/Neml, 62
12] 10/Yûnus, 73
HALİFE
- 95 -
ettik; zaten onlar iman edecek değillerdi. İşte Biz suçlu kavimleri böyle
cezalandırırız. Sonra da, nasıl davranacağınızı görmeniz için onların ardından
sizi yeryüzünde halifeler kıldık (onların yerine sizi getirdik).” 13
“(Hûd, kavmine dedi ki:) ‘Size Rabbimin sözlerini bildiriyorum. Ben sizin
için güvenilir bir elçiyim. Sizi uyarmak üzere aranızdan bir adam aracılığıyla
Rabbinizden size bir haber gelmesine mi şaşıyorsunuz? Allah’ın sizi
halifeler kılıp Nuh kavmi yerine getirdiğini ve yaratılışça onlardan daha
üstün kıldığını hatırlayın. Başarıya erişebilmeniz için Allah’ın nimetlerini
anın.” 14
“(Hz. Hûd, kavmine şu uyarıda bulundu:) ‘Ben, ancak benim de sizin
de Rabbimiz olan Allah’a güvenirim. Hiçbir canlı yoktur ki Allah ona el
koymamış bulunsun. Rabbim, elbette doğru yoldadır. Eğer yüz çevirirseniz,
şüphesiz ben size bana emanet edilen mesajı bildirdim. Rabbim
sizden başka bir kavmi istihlâf eder, yerinize getirir. Ona hiçbir şey de
yapamazsınız. Doğrusu Rabbim her şeyi koruyandır.” 15
Âd kavminden sonra gelen Hz. Salih, Semûd kavmine Allah’ı
tanıma ve O’na kulluk etme çağrısını yaptıktan sonra, şunları söyledi:
“Allah’ın sizi Âd kavmine halifeler yaptığını, onların yerine getirdiğini,
ovalarında köşkler kurup dağlarında kayadan evler yonttuğunuz yeryüzünde
yerleştirdiğini hatırlayın. Allah’ın nimetlerini anın. Yeryüzünde bozgunculuk
yaparak karışıklık çıkarmayın.” 16
“Firavun kavminin ileri gelenleri, “Mûsâ’yı ve kavmini yeryüzünde
bozgunculuk yapsınlar, seni tanrılarınla başbaşa bıraksınlar diye mi koyveriyorsun,
dediler. Firavun, onlara şu cevabı verdi: ‘Onların oğullarını
öldüreceğiz, kadınlarını sağ bırakacağız. Elbette biz, onları ezecek üstünlükteyiz.’
Hz. Mûsâ ise kavmine şöyle seslendi: ‘Allah’tan yardım isteyin ve
sabredin. Yeryüzü, şüphesiz Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı
kılar. Sonuç, Yüce Allah’tan korkup günahtan sakınanlarındır.’ Kavmi ona
şu karşılığı verdi: ‘Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da eziyet
çektik.’ Hz. Mûsâ şunları söyledi: ‘Rabbinizin düşmanlarınızı yok etmesi
ve yeryüzünde sizi istihlâf etmesi, onların yerine geçirmesi umulur. O zaman
nasıl davranacağınıza da bakar.”17 Yüce Allah, Firavun ve yandaşlarına
sıkıntılar verdi; onları sınadı, sonunda yok etti. “Hor görülen
o kavmi (yahudileri), bereketli kıldığı yerin doğularına ve batılarına mirasçı
kıldı. Allah’ın İsrailoğullarına verdiği güzel söz, sabırlarına karşılık böylece
yerine geldi. Firavun ve kavminin yaptığı ve yükselttikleri yıkıldı.” 18
13] 10/Yûnus, 13-14
14] 7/A'râf, 68-69
15] 11/Hûd, 56-57
16] 7/A'râf, 74
17] 7/A'râf, 127-129
18] 7/A'râf, 130-137
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 96 -
“Onların peşinden öyle bir half (nesil) geldi ki, bunlar namazı bıraktılar;
nefislerinin arzularına uydular. Bu yüzden ileride sapıklıklarının cezasını
çekecekler.” 19
“Onların ardından (âyetleri tahrif karşılığında) şu değersiz dünya malını
alıp, ‘nasıl olsa bağışlanacağız’ diyerek Kitab’a vâris olan birtakım kötü
half (nesil) geldi. Onlara,ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar.
Peki, Kitap’ta Allah hakkında haktan/gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine
dair onlardan söz alınmamış mıydı ve onlar Kitap’takini okumamışlar
mıydı? Ahiret yurdu Allah’tan korkup günahtan sakınanlar için
daha hayırlıdır. Hâlâ aklınız ermiyor mu?” 20
“Rabbin zengindir, rahmet sahibidir. Dilerse, sizi başka bir kavmin soyundan
getirdiği gibi, sizleri yok eder, dilediğini istihlâf eder, sizin yerinize
getirir. Size vadedilen, mutlaka yerine gelecektir. Siz O’nu âciz bırakamazsınız.
De ki: Ey kavmim! Elinizden geleni yapın! Doğrusu ben de yapacağım.
Sonucun kimin için hayırlı olduğunu göreceksiniz. Zulmedenler iflâh
olmaz, kurtulamazlar.” 21
“Allah, içinizden iman edip salih amel işleyenlere, onlardan öncekileri
halef (güç ve iktidar sahibi) kıldığı gibi, onları da yeryüzünde istihlâf edeceğine
(halifeler yapacağına), onlar için râzı olup beğendiği dini temelli
yerleştireceğine ve korkularını güvene çevireceğine dair söz vermiştir.
Çünkü onlar Bana kulluk eder, hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar. Bundan
sonra inkâr eden kimseler fâsık (yoldan çıkmış) kimselerdir. Namaz kılın,
zekât veren, Peygamber’e itaat edin ki, size merhamet edilsin. İnkâr
edenlerin, Bizi yeryüzünde âciz bırakacaklarını sanmayın. Varacakları yer
ateştir. Ne kötü dönüş yeridir.” 22
“Ey Dâvud! Şüphesiz seni, yeryüzünde halife (hükümran, iktidar sahibi)
kıldık. Öyleyse, insanlar arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevese
uyma. Yoksa seni Allah yolundan saptırır. Doğrusu, Allah’ın yolundan
sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin azap vardır.” 23
Halife’nin Anlam Sahası
Allah, yeryüzünü îmar etmek, insanları Allah’ın kanunlarına
göre yönetmek üzere yarattığı Âdem ve neslini halife olarak yaratacağını
belirtiyor. “Yeryüzünde bir halife yaratacağım”24 ifadesinden
Hz. Âdem yaratılmadan önce yeryüzünün yaratıldığını
19] 19/Meryem, 59
20] 7/A'râf, 169
21] 6/En'âm, 133-134
22] 24/Nur, 55-57
23] 38/Sâd, 26
24] 2/Bakara, 30
HALİFE
- 97 -
öğreniyoruz. Hz. Âdem yeryüzünde halife olarak yaratıldı. Papazların
dediği “Hz. Âdem cennette yasak meyveyi yemeseydi şimdi
biz cennetteydik” sözünün yanlış olduğunu haber veriyor.
Allah meleklere yeryüzünde halife var edeceğini bildirmekle,
insanı yeryüzünün hâkimi ve yaratıkları arasında hükmedecek biri
yapacağını belirtmiştir. Âyetteki “halife” kelimesinde hâkimiyet
anlamı vardır. Yeryüzünde halife olmak, yeryüzünün hâkimi ve
yöneticisi olmak demektir. “Ey Dâvud! Biz seni yeryüzünde halife
yaptık. O halde insanlar arasında hak ve adaletle hükmet.”25 Âyetten
de anlaşıldığı gibi burada “halife”, hüküm veren; yöneten anlamında
kullanılmıştır. Bu nedenle insanlar arasında hak ve adaletle
hükmetmesi Hz. Dâvud’dan istenmektedir. “Yani ey Dâvud, seni
hükümdar yaptık ki iyiliği emredesin ve kötülükten sakındırasın.
Böylece senden önceki peygamber ve sâlih önderlere halef olasın”
“Sonra da, sizin nasıl davranacağınızı görmek için onların ardından sizi
yeryüzünde halifeler kıldık.”26 “Yani onların yerine artık siz hükmedeceksiniz.”
Halife kelimesiyle, nesil nesil birbirini takip edecek
ve nesillerden her birinin diğerine halef olacağı bir canlı türü kastedilmiştir.
Yine Hz. Nuh ve kavmi için de şöyle buyrulur: “Onları
(yeryüzünde) halifeler kıldık; âyetlerimizi yalanlayanları da (denizde) boğduk.”
27
Bu âyetlerde “halife” kelimesi, sözlük anlamı olan; başkasının
yürüttüğü bir işi, ondan sonra yüklenip yürüten anlamındadır. Ancak
devralınan iş, hâkimiyetle ilgili bir iştir. Nitekim Hz. Âdem için
“halife” kelimesinin kullanıldığı âyetten hemen önceki âyette:
“Allah, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı.”28 buyurulmaktadır.
Demek ki Hz. Âdem’in halife kılındığı şey, yeryüzünün hâkimiyet
ve yönetimiyle ilgili bir iştir. 29
“Yeryüzü” Halifeliği
Kur’an’da ya yalın veya “arzda halife” terkibi halinde geçen
halife kelimesini bu bütünlükte değerlendirdiğimizde, insanlar
yeryüzünde ömür süren, orayı imar ve ıslah eden, orada iskân
eden yeryüzü halifeleri anlamında kullanıldığı anlaşılır; onlar birbiri
ardından gelen nesillerdir.30 Bu anlamda, beşeriyetin yeryüzündeki
kaderini ve Allah’a vereceği hesabı anlatan Bakara sûresi
25] 38/Sâd, 26
26] 10/Yûnus, 14
27] 10/Yûnus, 73
28] 2/Bakara, 29
29] İbn Teymiyye, Mecmuatu Fetâvâ, 35/42-46
30] 43/Zuhruf, 60; 19/Meryem, 59
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 98 -
30. âyetteki halife insan, yeryüzünün halifesi olacak, orada iskân
edecek, kan dökecek, ama Rabbinden isimler öğrenecek ve yaptıklarının
hesabını verecek bir nesildir. 31
Arz üzerindeki bütün güçler, bütün tabiat yasaları insana boyun
eğmiş ve insan, bunları kendi yararına kullanmak kabiliyetinde
yaratılmıştır. Yeryüzündeki diğer yaratıklar insana boyun
eğdirilmiştir. İnsan, dünya üzerindeki canlıların hiçbirinin yapamayacağı
işleri yapmaktadır; bu özellikleri, insanın halife olarak
yaratılmasından dolayıdır.
“O ki, sizi yeryüzünün halifeleri kıldı.”32; “Onların ardından sizi yeryüzünde
halifeler kıldık, nasıl davranacağınıza bakalım diye.”33 Âyetlerde
“yeryüzünün halifeleri” ve “yeryüzünde halifeler” ifadeleri geçmekte
ve insanın halife kılınarak bir imtihana tâbi tutulduğu belirtilmektedir.
İmtihansa elbette irâde sahibi olmayı gerektirmektedir.
İrade, seçme özgürlüğü demek olduğundan insanın istediği
şekilde hareket edebileceği ortaya çıkar. İrade sahibi bir varlığın
iyilik yapabileceği gibi, kötülük de yapabileceği kolayca anlaşılır.
Şu halde, irade sahibi olma “halife” kelimesinin kapsamı içindedir
ve melekler insanın fesat çıkarıp kan dökeceğini buradan anlamış
olabilirler. Öte yandan, halife’nin irade sahibi olması, belli bir
hâkimiyet gücünü elinde bulundurması demektir.
“Allah’ın Halifesi” Olur mu?
Allah’ın bir halifesi olamaz. Nitekim Hz. Ebu Bekir’e “Ey
Allah’ın halifesi!” denildiğinde, “Ben Allah’ın halifesi değilim;
ben ancak Rasûlullah (s.a.s)’ın halifesiyim ve bu bana yeter”34 demiştir.
İbn Teymiyye’ye göre, tanım gereği; ölen, orada hazır bulunmayan,
ya da işinde âciz olan biri için halife söz konusudur.
Allah hakkında ise bu tür durumlar mümkün değildir. Allah’ın ne
bir benzeri, ne de dengi mümkündür. Âlemlerden müstağni olan
Allah’ın halifeye/vekile ihtiyacı yoktur. İbn Teymiyye, vahdet-i vücutçuların
insanı ulûhiyet makamına yükseltmek istediklerini, bu
yüzden İbn Arabi’nin “insanın Allah’ın halifesi” olduğunu iddia
ettiğini söyler. Vahdet-i vücutçular, insanın birtakım mertebelerle
Allah’la bütünleşebileceğini iddia ederken, “Allah’ın halifesi” gibi
görünüşte Kur’anî bir dayanak ileri sürerler. 35
Aynı şekilde hilâfet makamına geçtiğinde Hz. Ömer’e de,
31] Bk. 27/Neml, 62; 35/Fâtır, 39; 6/En’âm, 135
32] 6/En’âm, 165
33] 10/Yûnus, 14
34] Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/10-11
35] M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş, s. 168-169
HALİFE
- 99 -
“Allah’ın halifesi” şeklinde hitap edilmesi kendisine teklif edilmiş,
kendisi bunu reddetmiştir. “Allah’ın halifesi” şeklinde bir ifadeye
ne bir âyet ve ne de sahih herhangi bir hadiste rastlıyoruz.
Âyetteki “halife” kelimesiyle nesil nesil birbirini takip edecek ve
nesillerden her birinin diğerine halef olacağı bir canlı türü kastedilmiştir.
Bu görüş, aynı zamanda İbn Kesir (H. 99), Taberi (H. 200),
Maturidi gibi nice âlimlerin kabul ettiği bir yorumdur. Bu görüş,
“halife” kelimesinin kelime anlamına da aykırı değildir. Çünkü
“halife” kelimesi, hem ism-i fâil ve hem de ism-i mef’ûl olarak alınabilir.
İsm-i fâil olarak alındığında, başkasının yerine geçen; ism-i
mef’ûl olarak alındığında da başkası ona halef olan anlamındadır.
Halife’nin, hâkim olan ve yöneten şeklindeki tefsirine gelince, yukarıdaki
bütün anlamlarla birlikte zikredilmesi gereken bir görüştür.
Hz. Âdem’in devraldığı iş, yönetme işidir. 36
Oysa Allah’ın temsil edilebilir bir varlık olarak algılanması,
Hz. İsa’yı enkarne olmuş (et giymiş -Allah’ın oğlu-) biçimi olarak
gören Hıristiyanlara ait bir düşünce idi. İslâm’ı istismar ederek,
İslâm’ın öngörmediği usullerle işbaşına geçen zâlim yöneticiler,
İslâm’ı kullanarak dini siyasete âlet etmek için “Allah’ın halifesi”,
“Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” vasıflarını kendileri için uygun
bir ünvan olarak gördüler. Kötülük ve adâletsizliklerini örtbas etmek
için kendilerine tanrısal bir statü vermeleri, müstekbirlerin
geleneksel tavrı olsa gerek. Bunlar, ilâhî tayinle iktidar oldukları
iddiasını sürekli tekrarlamışlardır. Firavunlar, zaman zaman kendilerini
tanrının oğlu (Ra tanrısının, güneşin oğlu), hatta zaman
zaman da tanrının kendisi olarak sunarlar. Japon imparatorlarına
yirminci asra kadar hâlâ “güneşin oğlu” deniliyordu. İnsan, tarih
boyunca, ilâhî adalete aykırı olarak, hak etmediği vasıflara sahip
çıkmaktadır. Bu olumsuz tavrı gösterenler arasında, vahye muhatap
olmuş ama onun kadrini kıymetini bilememiş ve tahrif etmiş
yahudi ve hıristiyanlar, ümmî Kureyşliler de vardı.
Yahudi ve hıristiyanlar: “Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz.”37
sözü ile Allah tarafından seçilmiş ırk görüşünü savunurlar. Fil
olayının sonucunu kendi üstünlüklerine yoran Kureyşliler de,
kendilerinin Mescid-i Haram’a daha lâyık olduklarını ileri sürerek38
hak etmedikleri bir imtiyazla39 bütün kabilelerin Kureyş’e
ta’zimini sağlamaya çalışmışlardır. Görüldüğü gibi zulüm iktidarları
kendi meşruiyetlerini garanti altına almak için insan fıtratında
36] M. Sait Şimşek, a. g. e., s. 177
37] 5/Mâide, 18
38] 8/Enfâl, 34
39] 9/Tevbe, 19
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 100 -
vazgeçilmez bir olgu olarak yer alan Allah’a inanma eğilimini kullanarak
Allah adına hareket ettikleri iddiasıyla, mazlumları etki ve
yetki altına almaya çalışmışlardır. Câhilî zihniyet, kendi iddialarına
göre risâletten önce Allah’ın yakınlarıdır.40 Risâletten sonra Emeviler
döneminde ise Allah’ın halifesidir. İslâm düşüncesinin değişime
uğradığı tarihin daha geç dönemlerinde ise “zıllullah”tır;
yani Allah’ın gölgesi. Artık sultanın yaptığı zulümden vazgeçmesi
isteniyorsa o zaman yapılacak tek şey vardır: Oturup dua etmek!
Çünkü her haliyle yeryüzünde Allah’ın gölgesi olan sultana isyan
en büyük günahtır(!)
Hz. Ebu Bekir ve Ömer’in kabul etmediği Allah’ın halifeliği
sıfatına zulümlerine meşrûluk vermek için zâlim yöneticiler can
simidi gibi sarılıyorlar. Rasûlullah için Kur’an ısrarla “kul” vasfını
verdiği, Allah’ın halifesi gibi ifadeler O’nun için bile söylenmediği
halde, Emevilerden itibaren sözde halifeler için, Rasûlullah’ın halifesi,
mü’minlerin emîri, müslümanların halifesi gibi sıfatlar yeterli
gelmiyor, cılız kabul ediliyordu. Allah’ın yeryüzündeki temsilcileri
ilan edilen bu müstağni liderler, Allah’ın kulluğuna değil; vekilliğine
soyunuyor. Ortaya koydukları siyasete/pratiğe göre de dini
yorumlayıp zulümlerine kılıf geçiriyorlar. Böylece dokunulmazlıkları
olan küçük yeryüzü ilahlıkları, rahatlıkla sömürü düzenlerini
devam ettirecek; ama asla eleştirilemeyeceklerdir. Çünkü sultaları
Allah’ın takdiridir(!) Cebr ve İrcâ akidesi imdatlarına yetişir. 41
İlk dönem İslâm tarihinde halife’nin kavramsal olarak yerleşmediğini
ve öncü sahabenin bu kelimenin Allah’a nisbet edilmesine
kesinlikle karşı çıktığını görüyoruz. İlk dönem İslâm öncüleri,
Rasül’ün ve Kur’an’ın yönetim için kavramlaştırdığı “emr” kelimesini
kullanmışlar, kendilerini “emîr” olarak görmüşlerdir. Kur’an,
yöneticilere “Ülü’l-Emr” ve “Veliyyü’l-Emr”42 terkibini tercih eder.
Kur’an, halife kelimesini açık bir şekilde arza izafeten kullanıyor;
Allah’a izâfeten hiçbir yerde kullanmıyor. Bakara sûresi 30.
âyetten sonraki âyetlerdeki, meleklerin yorumlarında ve reel hayatta
gördüğümüz gibi, (yaratıcısını överek tesbih edeceğine) yeryüzünde
fesat/kargaşa çıkaran, kan döken biri Allah’ın temsilcisi
olabilir mi? Bir temsilci, temsil ettiğinin dışına çıktığı zaman temsilci
olmaktan çıkacağına göre, belli bir irâdî alanda istemlerini
gerçekleştirme, tercihte bulunma yeteneğine sahip insan gerçeği,
“Halifetullah” ile nasıl uzlaştırılacaktır? 43
40] 8/Enfâl, 34; 9/Tevbe, 19
41] Fevzi Zülaloğlu, Allah’ın Halifeleri miyiz? Haksöz, Aralık 92, s. 16-17
42] 4/Nisâ, 83
43] Bak. 10/Yûnus, 14
HALİFE
- 101 -
Adı sanı anılmadan nice çağlar gelip geçtikten sonra yeryüzü
için yaratılan ve yeryüzünün hâkim ve yöneticisi konumuna getirilen
insan, nasıl hareket edeceği konusunda denenmektedir. Oysa
Allah’ın temsilcisi olarak görülen birinin özgür bir iradesi olmasından
bahsedemeyiz. Böyle bir statüye sahip birinin yapıp ettiklerinden
dolayı sorgulanması da söz konusu olamaz. Çünkü yapıp
ettikleri Allah adına, Allah’ı temsilendir. Hâlbuki insan için izzet
ve üstün bir şeref aranıyorsa, bu, Allah’a kulluk ve takvâdır. 44
“Halifetü’l-Arz” (Yeryüzünün efendisi, yöneticisi) insanın kendisi
için Allah’ın takdir ettiği bir konumu, bu ifadeyle anlatılıyor.
Yasak meyveyi yiyen insan, kendi farkına varmış, böylece içgüdüye
bağlı istekten; itaat ve isyana kabiliyetli, irâde/istem hürriyetine
kavuşmuştur. Böylece “yeryüzünün halifesi” payesini almaya
hak kazanmıştır.
Bazı âyetlerde halife kelimesi, başkasının yürüttüğü bir işi
ondan sonra yüklenip yürüten anlamındadır. Ancak, devralınan
hâkimiyetle/egemenlikle ilgili bir iştir. “Allah, yerde ne varsa hepsini
sizin için yarattı.”45 Demek ki insanın halife kılındığı şey, yeryüzünün
hâkimiyet ve yönetimiyle ilgili bir iştir. “Ey Dâvud! Biz
seni yeryüzünde (senden öncekilerin yerine) hükümdar yaptık. İnsanlar
arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevesine /keyfe uyma; sonra seni
Allah’ın yolundan saptırır.”46 Yani ey Dâvud, seni hükümran kıldık
ki adaleti yerine getirerek, iyiliği emredip kötülükten sakındırarak,
senden önceki peygamber ve sâlih önderlere halef olasın. Bu
hilâfet, siyasi erkle kayıtlı değildir; eşyanın tümünün âdil kullanımını
öngörür. “Sonra onların ardından sizi yeryüzünde halifeler yaptık
ki nasıl davranacağınızı görelim.” 47
İnsana, kâinatta Allah’ın biçtiği konum yerine; hak edilmeyen
bir statüye kaydırarak yer aramak, eşyada var olan dengeyi tersine
çevirmek demektir. İnsan, ancak insana temsilci/halife olur.
Ontolojik denge açısından eşitliğe sahip olmayan insanla Allah
arasında müşterek bir vekâlet sistemi yoktur. O halde Allah’ın vekil/
halife edinmesinden söz etmek mümkün değildir. 48
Genel Hilâfet/Umumî İstihlâf
Kur’an’da halife ve istihlâf kelimeleri, biri genel, diğeri özel
olmak üzere iki anlamda kullanılır. Bütün insanların yeryüzünün
44] Bak. 3/Âl-i İmran, 79
45] 2/Bakara 29
46] 38/Sâd, 26
47] 10/Yûnus, 14
48] Fevzi Zülaloğlu, a.g. y., s. 20-21
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 102 -
halifesi olması, yeryüzündeki her şeyin emir ve istifadelerine sunulması,
mülkiyetin kendisine emanet edilmiş olması, yeryüzünü
yönetip ıslah ederek ona sahip çıkması demektir.
Bakara sûresi 30. âyetteki “yeryüzünde var edilen halife”nin, kimin
halefi/ardçısı, ve kimin temsilcisi olduğu konusu çok tartışılmıştır.
Bu konuda meleklerin, cinlerin veya Allah’ın temsilcisi olduğu
iddia edilmiştir. Ayrıca insan nesillerinin birbirinin yerine geçtiği,
insanın yeryüzünde hâkim ve yöneten olduğu görüşleri ileri sürülmüştür.
Hiçbir âyette, halife kelimesi Allah’a izafe edilmemiştir;
yani “Allah’ın halifesi” tabiri Kur’an’da geçmez. Yalın halde veya
“arz” kelimesiyle tamlama yapılarak kullanılmıştır. Konumuzla ilgili
âyetin49 hemen öncesindeki âyette Allah, yeryüzünde olanların
hepsini insan için yarattığını belirtir.50 Şu halde insanın istihlâfı, yeryüzüne
hâkimiyet ve orasını yönetmekle ilgilidir. Böylece insana,
sınırsız değil ama geniş bir egemenlik alanı verilmiştir.
Özel Hilâfet/Hususî İstihlâf
a- Devlet ve Toplulukların İstihlâfı/Halife Kılınması:
Bu istihlâf, Allah’ın bir ümmete, başkalarından sonra hâkimiyet
ve istiklâl vermesi, birçok toplumları onun idaresi altında birleştirmesidir.
Devlet ve toplulukların istihlâfı bağlamında, Hz. Nuh’un
ve kavminin durumu şöyle belirtilir: “Onu yalancı saydılar. Ama biz,
onu ve gemide beraberinde bulunanları kurtardık. Onları halifeler kıldık/
ötekilerinin yerine geçirdik. Âyetlerimizi yalanlayanları suda boğduk. Uyarıları
dinlemeyenlerin sonlarının nasıl olduğuna bir bak!” 51
Hz. Hûd, peygamber olarak gönderildiği Âd kavmini şöyle
uyarıyordu: “Size Rabbimin sözlerini bildiriyorum. Ben sizin için güvenilir
bir elçiyim. Sizi uyarmak üzere aranızdan bir adam aracılığıyla Rabbinizden
size bir haber gelmesine mi şaşıyorsunuz? Allah’ın sizi halifeler kılıp
Nuh kavmi yerine getirdiğini ve yaratılışça onlardan daha üstün kıldığını
hatırlayın. Başarıya erişebilmeniz için Allah’ın nimetlerini anın.”52 Hz.
Hûd, ayrıca onlara şu uyarıda bulundu: “Ben, ancak benim de sizin
de Rabbimiz olan Allah’a güvenirim. Hiçbir canlı yoktur ki Allah ona el
koymamış bulunsun. Rabbim, elbette doğru yoldadır. Eğer yüz çevirirseniz,
şüphesiz ben size bana emanet edilen mesajı bildirdim. Rabbim
sizden başka bir kavmi istihlâf eder, yerinize getirebilir. Ona hiçbir şey de
yapamazsınız. Doğrusu Rabbim her şeyi koruyandır.” 53
49] 2/Bakara, 30. ayet
50] Bak. 2/Bakara, 29
51] 10/Yûnus, 73; ayrıca bak. 7/A'râf, 59-64
52] 7/A'râf, 69; ayrıca bak. 7/A'râf, 65-72
53] 11/Hûd, 56-57; ayrıca bak. 11/Hûd, 58-61
HALİFE
- 103 -
Âd kavminden sonra gelen Semûd kavmine Hz. Salih, Allah’ı
tanıma ve O’na kulluk etme çağrısını yaptıktan sonra, şunları söyledi:
“Allah’ın sizi Âd kavmine halifeler yaptığını, onların yerine getirdiğini,
ovalarında köşkler kurup dağlarında kayadan evler yonttuğunuz yeryüzünde
yerleştirdiğini hatırlayın. Allah’ın nimetlerini anın. Yeryüzünde
bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.”54 Ama onlar, bu uyarıları
dinlemedikleri için feci sonları geldi çattı.55
Sihirbazlar Hz. Mûsâ’nın mucizesini görüp Allah’a inandıktan
sonra, “Firavun kavminin ileri gelenleri, “Mûsâ’yı ve kavmini yeryüzünde
bozgunculuk yapsınlar, seni tanrılarınla başbaşa bıraksınlar diye mi koyuveriyorsun,
dediler. Firavun, onlara şu cevabı verdi: ‘Onların oğullarını
öldüreceğiz, kadınlarını sağ bırakacağız. Elbette biz, onları ezecek üstünlükteyiz.’
Hz. Mûsâ ise kavmine şöyle seslendi: ‘Allah’tan yardım isteyin ve
sabredin. Yeryüzü, şüphesiz Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı
kılar. Sonuç, Allah’tan korkup günahtan sakınanlarındır.’ Kavmi ona şu
karşılığı verdi: ‘Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da eziyet
çektik.’ Hz. Mûsâ şunları söyledi: ‘Rabbinizin düşmanlarınızı yok etmesi
ve yeryüzünde sizi istihlâf etmesi, onların yerine geçirmesi umulur. O zaman
nasıl davranacağınıza da bakar.” 56 Yüce Allah, Firavun ve yandaşlarına
sıkıntılar verdi; onları sınadı, sonunda yok etti. “Hor görülen
o kavmi (yahudileri), bereketli kıldığı yerin doğularına ve batılarına mirasçı
kıldı. Allah’ın İsrailoğullarına verdiği güzel söz, sabırlarına karşılık böylece
yerine geldi. Firavun ve kavminin yaptığı ve yükselttikleri yıkıldı.” 57
Hz. Peygamber’e ve kavmine de, Allah’ın uyarılarını dinlemeleri
konusunda, benzer hatırlatmalar yapılır: “Rabbin müstağnî ve
rahmet sahibidir. Dilerse, sizi başka bir kavmin soyundan getirdiği gibi,
sizleri yok eder, dilediğini istihlâf eder, sizin yerinize getirir. Size vadedilen,
mutlaka yerine gelecektir. Siz O’nu âciz bırakamazsınız. De ki: Ey kavmim!
Elinizden geleni yapın! Doğrusu ben de yapacağım. Sonucun kimin için
hayırlı olduğunu göreceksiniz. Zulmedenler iflâh olmaz, kurtulamazlar.” 58
Allah’a ve peygamberine itaat çağrısı ve peygamberin yalnızca
tebliğ/bildirim görevi olduğu, herkesin kendine yüklenenden
sorumlu olacağı anlatıldıktan sonra, şunlar belirtilir: “Allah, içinizden
iman edip salih amel işleyenlere, onlardan öncekileri halef (güç ve
iktidar sahibi) kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halef kılacağına, onlar için
râzı olup beğendiği dini temelli yerleştireceğine ve korkularını güvene
çevireceğine dair söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk eder, hiçbir şeyi
54] 7/A'râf, 74
55] 7/A'râf, 75-79
56] 7/A'râf, 127-129
57] 7/A'râf, 130-137
58] 6/En'âm, 133-134
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 104 -
Bana ortak koşmazlar. Bundan sonra inkâr eden kimseler fâsık (yoldan
çıkmış) kimselerdir. Namaz kılın, zekât veren, Peygamber’e itaat edin ki,
size merhamet edilsin. İnkâr edenlerin, Bizi yeryüzünde âciz bırakacaklarını
sanmayın. Varacakları yer ateştir. Ne kötü dönüş yeridir.” 59
Bu âyetler, iktidar değişiminin, iktidarın işleyişinin ve amacının
temel değişkenlerini açıkça belirtir: İman, sâlih amel, yalnız
Allah’a ibâdet ve hiçbir şeyi O’na şirk koşmama; dinin yerleşmesi,
korkuların güvene dönüşmesi; namaz ve zekâtın yerine getirilmesi,
Peygamber’e itaat; inkârcıların yoldan çıkışları, cehenneme
varışları.
b- Bireylerin İstihlâfı/Halife Kılınması:
Bu tür istihlâf, devlet başkanları için söz konusudur. Bireylerin
istihlâfı bağlamında Hz. Dâvud örnek verilir: “Ey Dâvud! Şüphesiz
seni, yeryüzünde halife (hükümran, iktidar sahibi) kıldık. Öyleyse, insanlar
arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma. Yoksa seni Allah
yolundan saptırır. Doğrusu, Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü
unutmalarına karşılık çetin azap vardır.”60 Bu âyet, iktidar sahiplerinin
kendi arzu ve heveslerine, istek ve tutkularına göre değil; adalet
esaslarına göre yönetmelerini açıkça vurguluyor. Bilindiği üzere
Hz. Dâvud, dinî ve siyasî otoriteleri birleştiren, hem bir peygamber,
hem de İbranilerin başında bir hükümdardı. 61
Bireylerin istihlâfı için, ayrıca imam62 ve melik63 kelimeleri de
kullanılır. Kur’ân-ı Kerim’de halife kavramı, yalnızca Hz. Dâvud
için siyasi bir içerikle kullanılmıştır. Devlet ve toplulukların istihlâfı
ise, ancak siyasi iktidar ve nesil değişikliği çevresinde siyasi-sosyal
bir anlam kazanır. İslâm siyasi tarih ve edebiyatında halife kelimesi,
bu kavramlarla bağlantılı olarak terimleşmiştir. 64
Halifelik Makamı ve Halifenin Yükümlülükleri
Bakara, 30. âyette belirtilen meleklerin, halifenin yaratılış
hikmetini öğrenmek amacıyla sordukları soru “halife” kelimesini
biraz açmaktadır. Onların sorusundan halifenin üç önemli özelliği
belli olmuştu. Bunlardan birisi, meleklerin merak sorusunun
yorumuyla anlaşılabilecek bir özelliktir. Onlar, “Halifenin yaratılmasından
maksat kulluksa, biz en güzel şekilde yapıyoruz; öyleyse
59] 24/Nur, 55-57
60] 38/Sâd, 26
61] Bak. 2/Bakara, 246-250
62] 2/Bakara, 124
63] 5/Mâide, 20
64] Kur'an'da Siyasi Kavramlar, V. Akyüz, s. 130 ve devamı
HALİFE
- 105 -
başka bir halifenin yaratılmasının hikmeti nedir? Öyle anlaşılıyor
ki, yaratılacak halife de tıpkı melekler gibi Allah’ı tesbih edecek,
yani O’na ibâdette bulunacak ve yönetim hakkı olacak. İkinci
özelliği yeryüzünde yaşayacak olması. Bunu âyetin başında bizzat
Rabbimiz söylüyor. Üçüncü özelliği ise, yer için yaratılacak halifenin
orada fesat çıkaracak ve kan dökecek olmasıdır.
Melekler, halifenin yaratılış hikmetini anlamak için, “yeryüzünde
fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?”65 diye sorarlar.
Allah, halife insanı bu olumsuz özelliklerle nitelemelerinden
dolayı onları yalanlamadı. “Hayır, siz yanılıyorsunuz, benim
halifem böyle bir şey yapmayacak” demedi. Buna karşı “Ben sizin
bilmediklerinizi bilirim” dedi.
Bütün bunlar, yeryüzü halifesinin Hz. Âdem ve onun soyundan
gelecek bütün insanlar olduğunu gösterir. Şurası kesindir ki
Hz. Âdem yeryüzüne indikten sonra ne fesat çıkardı ve ne de kan
döktü. Bu kötü fiilleri ilk olarak kendi oğullarından birisi yaptı.
Onun soyundan gelen niceleri tarih boyunca sayısız fesat çıkardılar,
haksız yere başkalarının kanını akıttılar. Öyleyse kast edilen
Hz. Âdem ve onun soyundan gelenlerdir. Kur’an’ın ifadesinden
anlaşıldığına göre Allah, bütün Âdemoğullarını yeryüzüne halife
olarak gönderdi. Şu âyet, bu açıdan oldukça dikkat çekicidir:
“Sonra, nasıl yapıp davranacaksınız diye sizleri gözlemek için, onların ardından
sizi yeryüzünde halifeler yaptık.”66 Kendilerine verilen nimetin
değerini bilmeyen ve nimet verene şükretmeyen, elçilere karşı
çıkan nice topluluklar cezalandırıldı, helâk edildi. Onların yerine
Rablerini tanıyan, şükretmesini bilen yeni kuşaklar halife olarak
gönderildiler. Onlar, Allah’ın hükmüyle hükmederler, yüklendikleri
emaneti hakkıyla taşırlar.
Hz. Âdem’in şahsında halife olarak yaratılıp dünyaya gönderilen
insan, bu özelliğini ancak halifeliğin gereğini yaparsa
koruyabilir. Halifeliğin gereği de şüphesiz ki dağların, yerin ve
göklerin taşımaktan korktuğu “emânet”i taşımaktır. Halifeliğin
değeri bununla ortaya çıkmaktadır. Bu anlamda başta bütün
peygamberler halifedir. Onlar en kutsal yük olan emaneti taşıma,
Allah’ın hükümlerini uygulama ve ümmetlerine anlatma yönüyle
kendilerinden önceki peygamberlerin halefleridirler. Peygamberleri
dinleyen, ilâhî davete kulak verip, Allah’ın koyduğu ölçülere
göre yaşayan bütün sâlih insanlar da, bu mübarek yükü taşımada
kuşaktan kuşağa birbirlerinin yerine halife olmuşlardır. Yine
65] 2/Bakara, 30
66] 10/Yûnus, 14
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 106 -
Allah’ın adıyla yaşayan, Allah’ın indirdikleriyle hükmeden, gücünü
ve otoritesini Allah’ın adı yüce olsun diye kullanan bütün otorite
sahipleri de bu halifelik sıfatına lâyıktır.
Allah, başta Hz. Âdem olmak üzere bütün insanları kendi
hükümlerinin uygulayıcıları olsunlar diye yarattı. Bütün insanlar
doğuştan birer halife adayıdır. Kim bu emaneti hakkıyla taşımış
veya taşıyorsa, onun halifelik sıfatı devam ediyor demektir.
Allah’ın hükmüne uymayıp, O’nun dininden yüz çevirenler, yani
ilâhî emaneti taşımayanlar ise o kutsal ve üstün halifelik sıfatını
koruyamayanlardır. 67
İnsan, yeryüzünün hâkimi, yöneticisidir; ama bu farazî ve sembolik
bir liderlik ve hâkimiyettir; Allah’a itaat etse de, karşı çıksa
da böyledir. Çünkü Allah’ın meşîetinin/ dilemesinin dışına çıkamaz.
Ama itaat ederse kendisi ve kendi saadeti için itaat etmiş
olur; irâde ve kaynaklandığı ‘benlik’ emanetini yerinde kullanmış
olur. İşte bu emaneti yerinde kullandığında fesat çıkaran değil;
selâmeti, sulhü gerçekleştiren bir halife olur. Şu halde, insan yeryüzünün
halifesidir ve bu halifelik yeryüzünde hükmetmektir. Bu
şekilde, insan toplulukları, nesiller birbirlerinin yerini alırlar, yani
birbirlerine halef olurlar; bir topluluk emanete ihanet ettiğinde
Allah onun yerine başka birini getirir, yani ona başka bir topluluğu
halef kılar ve onları yeryüzünün halifeleri yapar. Şu halde, halifeyi
yalnızca birinin yerine geçen anlamında kullanmak, kavramın
muhtevasını büyük ölçüde daraltmak olur. 68
Kur’ân-ı Kerim’de konu ile ilgili âyetlerden anladığımıza göre
Allah Teâlâ, genel anlamda bütün insanları yeryüzünün halifeleri
olarak yaratmıştır. Yeryüzündeki bütün yaratıklar, insanoğlu
için yaratılmış, onun hizmetine sunulmuştur; insan yeryüzünün
efendisi ve halifesidir. Bu halifelik gereği bütün insanlar ilk
plânda Allah’a iman etmekle ve bu imanın sonucu olarak O’nun
hâkimiyetini kabul etmekle yükümlü tutulmuşlardır. İnsanın yeryüzü
halifeliği, onun yönetim ve davranışlarda Allah’ın hükmünü
uygulaması demektir. Bu uygulamalarda Allah’ın kanunları mutlak
ölçüdür. İnsan, yeryüzünde halifeliğini ifa ederken bu ölçünün
dışına çıkamaz, bu hükümlere aykırı hareket edemez. Çünkü
Allah, yeryüzünde halife olarak görevlendirdiği insana mutlak bir
serbestlik vermiş değildir. İnsan için birtakım kurallar ve sınırlar
çizmiş ve bunları aşmamasını istemiştir.
Zürriyetlerini temsilen halife kılınan ilk insan Hz. Âdem ve eşi
67] H. K. Ece, Hz. Adem, Denge Y., s. 49-50
68] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 522
HALİFE
- 107 -
için bile birtakım sınırlamalar söz konusudur.69 Bu hududa uymak,
insanın yeryüzü halifeliğinde, bu yüce makamda kalabilmesinin
temel şartıdır.70 Bu ölçülerin dışına taşanlar ise, ateş azabına düşmekle
tehdit edilir. Diğer bir deyişle; insanlardan istenen, halifelik
gereklerini yerine getirmeleridir. Bu ise, Allah’ın belirlemiş olduğu
sınırlar içerisinde kalmakla mümkün olur. Bu anlamda bütün
insanlar, Allah’ın yeryüzünde halife tayin ettiği kimselerdir. Tüm
insanların bu şekilde görevlendirilmiş olmalarına “umûmî hilâfet”
diyoruz. Hz. Âdem’in soyundan gelen herkes bunun kapsamı içerisindedir.
İnsan, halifeliğinin sonucu olarak yüklenmiş olduğu
“emanet”in gereklerini yerine getirmekle yükümlüdür.
Allah, bu yükümlülüğü yerine getirmeyenleri, yerlerine başkalarını
istihlâf etmekle, başkalarını halife yapmakla tehdit ediyor.
Buna göre halifelik makamında, yalnızca bu makamın gerektirdiği
yükümlülükleri yerine getirenler kalabiliyor. Yalnız bu kişilerin
bu makamda kalabilmelerine de “husûsi hilâfet” adını veriyoruz.
Tarih boyunca bu anlamda toplumlar birbirlerinin yerine geçmiş
ve halifelik onlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Allah’ın halife
yapacağına ve onları yeryüzünde hâkim kılacağına yemin ile söz
verdiği kimseler, 71 O’nun dinini yeryüzünde hâkim kılanlar ve insanları
tağutların tasallutundan kurtarma savaşını sürdürenlerdir.
İster genel, isterse özel anlamda olsun hilâfet, “Allah’ın dinini
hâkim kılmak” özünü taşır. Bu öz, hilâfetin sosyal alanda
da hissedilir olup, gerçekleşmesiyle ve teşkilâtlanmasıyla siyasî
bir görünüm kazanır. Allah, Hz. Dâvud’a kendisini yeryüzünde
halife kıldığını bildirmekle birlikte ona; insanlar arasında hak ile
(Allah’ın hükümleri ile) hükmetmeyi72 emretmiştir. Hz. İbrahim
de kendisinin insanlara imam (halife) kılındığı haberini Allah’tan
alınca, soyundan geleceklerin de bu makama yükseltilmelerini
istemiş, Allah ise bu ahdinin zâlimler hakkında sözkonusu olmayacağını73
bildirmiştir. Anlaşılmaktadır ki halifelik, Allah’ın
hâkimiyetinin her alanda bütün açıklığıyla ortaya çıkması demektir.
Bütün insanlar bununla görevlidir. Böyle bir makama yükselmek
isteyen, daha doğrusu bu makamdan düşmek istemeyen
toplum da ona göre davranmak zorundadır. Bu tür toplumun en
yüksek temsilcisi ise, yeryüzündeki halifelerin kendi hür iradeleriyle
seçtikleri “halife”dir. Halife, bu emaneti yüklenebilecek
69] Bak. 2/Bakara, 35
70] Bak. 2/Bakara 38
71] 24/Nur, 55
72] 38/Sâd, 260
73] 2/Bakara, 214
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 108 -
nitelikte olmalıdır. Çünkü emanetlerin ehil kimselere verilmesi,
Kur’an’ın emirleri arasındadır. 74
“Halife”liğin Siyasi Boyutu; İslâm Devlet Başkanı
Olarak Halife
Siyasi anlamda “halife”: Bey’at sonucu mü’minler adına tasarruf
(yönetme) yetkisine sahip olan ve Allah’ın indirdiği ahkâmın
adalet ve istişare ile tatbikini sağlayan kimse demektir.
Hilâfetin akdî temeli, ümmetin halifeyi seçme hakkı bulunduğu
esasına dayanır. Halife, özel bir seçim olan bey’atla seçilir.
Ehl-i Hal’ ve’l-Akd denilen ümmetin seçkin temsilcileri tarafından
bey’atla seçilerek görev alır. Bu kurumun; halife küfre meyleder,
açıkça fısk olan işleri yapar, yönetimi hakkıyla icra edemeyecek
duruma düşerse halifeyi azletme (hal’ etme) yetkisi vardır. Halife,
şeriatı, bu seçkin temsilcilerden oluşan organla istişare ederek icra
eder. Bu organ, aynı zamanda şûrâ organıdır.
Halifelik, bütün ümmetin bağlılığını gerektirecek şekilde, dini
ve müslümanları, tüm insanî özellikleri korumak, sosyal hayatı
idare etmek konusunda Hz. Peygamber’e halef olmak demektir.
İslâmî devlet yönetiminde olmazsa olmaz olan temel esaslar:
Bey’atla başa geçen halifelik/imamlık, adalet (Allah’ın indirdikleriyle
hükmetmek) ve şûra prensipleridir.
Halifenin Görevleri
Allah’ın hükümlerini tatbik etmek,
Namazları, özellikle Cuma ve Bayram namazlarını kıldırmak,
Zekât ve diğer vergileri toplamak,
Kadıları (hâkimleri) ve valileri tayin etmek,
İslâm devletinde yaşayan fertlerin malını, canını, dinini,
ahlâkını, neslini korumak,
İslâm devletinin sınırların korumak, cihadı tanzim etmek,
Orduları hazırlamak, seferberlik emri vermek, komutan tayin
etmek ve gerekirse
komutanlık yapmak,
İslâm devleti içinde zulme uğrayanlara veya ihtiyaç sahibi
olanlara yardım etmek,
74] Bak. 4/Nisâ, 58; Şamil İslam Ansiklopedisi, Şamil Y., c. 2, s. 424
HALİFE
- 109 -
İslâm devletinde yaşayan fertler arasındaki ihtilafları çözmek
ve fitneleri engellemek.
Hz. Peygamber, hayatta olduğu sürece peygamberlik görevinin
yanı sıra devlet başkanlığını da şahsında toplamıştı. Bu nedenle
Hz. Peygamber hayatta iken, kurulan ilk İslâm devletinin
başkanını belirlemek gibi bir problemle karşılaşılmış değildi. Diğer
taraftan Peygamberimiz, kendisinden sonraki halifeyi belirleyen
herhangi bir söz de söylememişti. Durumun böyle olması nedeniyle
Hz. Ebu Bekir (r.a.) halife seçilene kadar bazı farklı görüşlerin
ortaya çıktığını görüyoruz. Ancak bu durumlar geçici ve oldukça
kısa bir süre için sözkonusu olmuş; bir müddet sonra unutulup
gitmiştir. Yani bu görüş ayrılıkları Hz. Peygamber’in vefatından
sonra Hz. Ebu Bekir halife seçilinceye kadar devam etmiş ve onun
seçilmesiyle son bulmuştur. Hz. Ebu Bekir, halife seçildikten sonra
yaptığı konuşmada şunları söyledi:
“İnsanlar! Sizin en iyiniz olmadığım halde başınıza getirildim.
İyi davranırsam bana yardımcı olun; saparsam düzeltin beni.
Doğruluk emanet, yalan ihânettir. İçinizdeki güçsüz, hakkını alıncaya
kadar benim yanımda güçlüdür. İçinizdeki güçlü de, Allah’ın
izniyle hakkı ondan alınıncaya kadar benim yanımda zayıftır. Sizden
kimse cihadı terk etmesin; çünkü onu terk eden bir kavmi,
muhakkak Allah zillete düşürmüştür. Allah’a ve Rasûlüne itaat
ettiğim sürece bana itaat edin. Allah’a âsi olursam, bana itaatiniz
gerekmez!”
Hilâfet kurumunda bu ilk mesaj, bir yandan onun kişiliğini ve
görev anlayışını dile getirirken; bir yandan da, “hilâfet”in hangi
temellere dayandığını ve varlık gayesini açıklamaktadır.
Râşid Halifeler
Rasül-i Ekrem’den sonra, müslümanların devlet ve hükümet
reisine “Rasûlullah’a halef olan” anlamında “halife” denmiştir.
Bu halifelerin ilk dördü hemen her yönüyle örnek halifelerdir.
Bunlara hulefâ-i râşidîn/râşid halifeler denir.
Hz. Peygamber (s.a.s.)’den sonra gelen ilk dört halifenin
hilâfet süreleri, Saâdet Asrının ikinci dönemini teşkil eder. İslâm
hukukçularının büyük bir çoğunluğu, bu dönemdeki uygulamalara,
alınan kararlara büyük bir önem verir ve bunları İslâm hukukunun
kaynakları arasında görürler. Çünkü onların uygulamaları Hz.
Peygamber’e zaman itibariyle en yakın olmak, O’nun eğitiminden
geçmiş olmak, vahyin nüzulüne tanık olmak, sünneti yakından
tanımak gibi ayırıcı özellikler nedeniyle önem taşır, başkalarının
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 110 -
fikir ve düşüncelerine göre üstünlük arz ederler. Hakkında nass
bulunmayan konularda Râşid Halifelerin uygulamaları oldukça
değerlidir. Bunun nedeni ise, onların hem veliyyü’l-emr olarak
mü’minlerin kendilerine itaat etmekle yükümlü olmaları; hem
de İslâm’ın özünü en iyi kavramış bulunmalarıdır. Bununla ilgili
verilecek örnekler pek çoktur. Meselâ, Hz. Ebu Bekir’in zekât
vermeyenlerle ilgili olarak aldığı kararlar, Hz. Ömer (r.a.)’in Irak
topraklarıyla ilgili görüşleri ve bunları etrafındakilere de delilleriyle
birlikte açıklayıp kabul ettirmesi, Hz. Ali’nin (r.a.) Hâricilerle
savaşmak ile ilgili tutumları kendi konumlarında olduğu gibi, sonra
bunlardan çıkarılan sonuç ve hükümlerle ilgileri bakımından
oldukça önemlidir.
Çünkü bütün bunlarla ilk defa karşılaşılıyordu ve bunların
İslâmî bir çözüme bağlanmaları gerekli idi. Yine Hz. Peygamber’in
(s.a.s.) vefatından hemen sonra onun yerine geçecek devlet başkanını
belirlemek konusu ortaya çıktı. Hz. Ebu Bekir’den sonra
gelen diğer üç halife de farklı şekillerde belirlendi. Onlar ile ilgili
durumlar İslâm hukukunda devlet başkanının başa geçiş yollarının
farklı olabileceği görüşünü belirledi. Bu konuda kesin ve açık
bir hükmün bulunmayışı, bu tabii sonucu doğurmuştur. Bu ise
İslâm’ın, her çağda her toplum için uygulanabilir olmasının kanıtları
arasındadır. Hulefâ-i Râşidîn’den sonra Muaviye’nin hilâfete
geçmesiyle birlikte, hilâfetin tarihinde saltanatın egemenliği de
başlamış olur. Artık, 4 halifeden sonra kâmil anlamda halifelik değil;
eksik halifelik veya ismi halifelik olan saltanat başlamış oldu.
Emevîlerden toplam 14 halife/sultan işbaşına geçti. Emevilerden
sonra Abbasilerin uzun saltanat dönemleri başlar. Abbasilerden
de toplam 37 halife/sultan hüküm sürmüştür. Abbasilerden sonra,
1924’teki ilgâsına kadar hilâfet Osmanlılarda kaldı. 29 halife/padişahın
idaresindeki Osmanlılardaki hilâfet de ondan öncekilerden
pek farklı değildi. Hilâfet kurumu, 23 Mart 1924’de T.B.M.M.’nin
431 nolu kanunuyla tam 1293 yıl devam ettikten sonra şimdilik
tarihe terkedilmiştir.
Hilâfetin akdî temeli, ümmetin halifeyi seçme hakkı bulunduğu
esasına dayanır. Halife, özel bir seçim olan bey’atla seçilir.
Ehl-i Hal’ ve’l-Akd denilen ümmetin seçkin temsilcileri tarafından
bey’atla seçilerek görev alır; bu kurumun halife küfre meyleder,
açıkça fısk olan işleri yapar, yönetimi hakkıyla icra edemeyecek
duruma düşerse halifeyi azletme (hal’ etme) yetkisi vardır. Halife,
şeriatı, bu seçkin temsilcilerden oluşan organla istişare ederek icra
eder. Bu organ, aynı zamanda şûrâ organıdır.
Halifelik, bütün ümmetin bağlılığını gerektirecek şekilde, dini
HALİFE
- 111 -
ve müslümanları, tüm insanî özellikleri korumak, sosyal hayatı
idare etmek konusunda Hz. Peygamber’e halef olmak demektir.
İslâmî devlet yönetiminde olmazsa olmazlardan biri bey’atla başa
geçen halifelik/imamlık, adalet (Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek)
ve şûra prensipleridir.
Kur’ân-ı Kerim’de: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e
itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan (müslüman) emir sahiplerine (ülü’lemre)
de itaat edin. Eğer bir şey hakkında ihtilafa düşerseniz, onu (ihtilaf
konusunu Allah’a ve Rasûlüne havâle edin. Eğer Allah’a ve âhiret gününe
inanıyorsanız (böyle yapın). Bu hem hayırlı, hem netice bakımından daha
güzeldir. Sana indirilene de Senden evvel indirilmiş olan (kitap)lara da
iman ettiklerini boş yere iddia edenlere bir bakmadın mı ki; onu inkâr
etmeleriyle emrolundukları halde, yine tâğutun huzurunda muhakeme
edilmelerini arzu ediyorlar. Şeytan da onları uzak bir sapkınlıkla büsbütün
saptırmak ister.”75 Mü’minlerin kime, hangi şartlarda ve nasıl
itaat edecekleri, neyi kesinlikle reddedecekleri burada açıkça izah
olunmuştur. Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.), “Kim ülü’l-emre itaatten bir el
kadar ayrılırsa, kıyamet gününde Allah’a, fiili (ameli) hususunda lehinde
hiçbir hücceti olmayarak kavuşacaktır. Kim de boynunda (ülü’l-emre)
beyatı olmayarak ölürse, câhiliyye ölümü ile ölür.”76 buyurduğu rivâyet
edilmiştir. İslâmî eserlerde “halife”, “imam”, “ülü’l-emr” kavramları
hep aynı mâhiyeti beyan için kullanılmıştır.
Hanefi fıkıh bilginlerinden İbn Hümam, mü’minlerin kendi
içlerinden halife/imam seçmelerinin sebebi, İslâm’ın hükümlerini
edâ etmek içindir demektedir.77 İmam Nesefî de bu konuda şunları
söyler: “Üzerimizde İslâm devlet başkanı olan halifeyi/imamı seçilmiş
görmeden bir günün geçmesi câiz değildir. İmam, devlet başkanı
olan halifedir. İmametin/hilâfetin hak olduğunu kabul etmeyen
kimse dinden çıkar. Çünkü dinî hükümlerden bir kısmının farz
olması, imamın varlığına bağlıdır. Cuma namazı, bayram namazı
ve yetimleri evlendirmek gibi... İmamı inkâr eden kimse, farzları
inkâr etmiş olur.78 Tarihî kaynaklarda, Rasül-i Ekrem’in (s.a.s.) vefatından
sonra sahabenin Rasülüllah’ı defnetmeden önce halife
seçme hususunda titiz davrandığı kayıtlıdır.
Kâfirlerin, tâğutî güçlerin; Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil
olmak ve onların yerine geçmek üzere koydukları hükümleri
reddetmek farzdır. Onların, mü’minler üzerinde velâyet hakkının
bulunmayacağı hususu kat’idir. Dolayısıyla mü’minler; kâfirlerin
75] 4/Nisâ, 59-60
76] Müslim, 2/1478, hadis no: 1851; ayrıca Buhârî, Ahkâm, 8/105
77] İbn Hümam, Kitabü'l-Müsâyere, s. 265
78] Nesefî, Bahrü'l-Kelâm fi Akaidi'l-Ehli'l-İslâm
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 112 -
veya mürtedlerin istilasına uğrarlarsa, kuvvetle başlarına geçen
bu yönetimi kabul etmezler. Onlara karşı cihadın farz-ı ayn olduğunu
bilirler. Nitekim İmam Serahsi; “Cihaddan maksat; müslümanların
emniyet içerisinde bulunmaları, din ve dünya işlerini
yürütme imkânına kavuşmalıdır” der. İstilâ altında iken dahi
mü’minlerin müstevlilerin liderine itaat etmeyip kendi içlerinden
bir halife/imam seçmeleri vâciptir. 79
Halifeliğin Kaldırılması
İslâm; insanlara tevhid esaslı bir dünya görüşü sunduğu gibi,
tevhid esasına dayanan bir yaşam ve yönetim biçimi de sunar.
İslâm’da yönetim biçimi, devlet düzeninde hâkimiyetin kayıtsız
şartsız Allah’a ait olması ve İlâhî hükümlerin esas alınmasına dayanır.
İslâm devletinin başında, Müslüman ahalinin bey’at ettiği âlim
ve âdil bir halife bulunur. Halife; İslâm devletinin ve Müslümanların
birliğinin sembolü ve imamıdır. (Bu gün dünyanın bütün
devletlerinde devlet başkanı ya da cumhurbaşkanı bulunmaktadır).
Ancak, İslâm devleti, halifeden ve hilâfet makamından ibaret
değildir. Halifenin, İslâm hukukunda belirlenmiş yetki ve görevleri
vardır. İslâm ahkâmının devlet eliyle tatbikinden ve tatbikinin takibinden
sorumludur. Kanunların üstünde bir yetkisi olmadığı gibi,
kendisi de İslâmî kanunlara bağlıdır ve İslâm’ın kendisine verdiği
yetkinin dışına çıkamaz. Bütün bunlar İslâm hukukunda belirlenmiş
ve bilinen hususlardır. Nitekim halifenin İslam literatüründeki
anlamı; Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarını tatbik etmekle mükellef
olmak, bu işle vazifeli olmak demektir. Dolayısıyla İslâm hukukçuları
bu kavramı, genellikle Rasûlullah’ın (s.a.s.) devlet başkanlığı
makamına geçme ve toplumu İslâmî kurallara göre sevk ve idare
etmede O’na halef olma anlamında kullanmışlardır.
Müslümanların, devletsiz ve başsız olamayacağı hakikatinden
dolayı, Rasulullah (s.a.s.) daha defnedilmeden Hz. Ebubekir (r.a.)
halife seçilmiş ve Müslümanların bey’atını aldıktan sonra vazifeye
başlamıştır. Hz. Ali’ye (r.a.) kadar ehliyet ve bey’at üzere devam
eden hilâfet, Muaviye tarafından hile ve zor karışımı taktiklerle
ele geçirildi ve saltanata dönüştürüldü. Kılıç zoruyla kabileler ve
kavimler arasında el değiştirdi, onu elinde bulunduran hanedan
içinde babadan oğula intikal etti. Yavuz Sultan Selim, 16. yüzyılın
başında Mısır seferinden sonra Halifeliği Osmanlılara taşıdı ve o
tarihten 1924 yılına kadar da Osmanlılarda kaldı.
79] Kelimeler Kavramlar, s. 181-182
HALİFE
- 113 -
Hilâfetin iki temel özelliği vardır; ehliyet ve bey’at. Halife
olacak kişide bu iki temel özellik aranır, halifeliğe ehil olmalı ve
Müslüman teba tarafından bey’at verilmelidir. Ancak Muaviye ile
birlikte bu iki temel özellik ortadan kaldırıldı, zor kullanımıyla
birlikte saltanat ve hanedanlığa dönüştürüldü. Osmanlılarda halifeliğin
aynı hanedan içinde babadan oğula geçmesi, deli olanların
bile halife olması ve kardeşin kardeşi öldürüp halifeliğini ilan
etmesi, hilâfetin aslından ne kadar uzaklaştığını, daha doğrusu
saptırıldığını göstermektedir.
Mustafa Kemal; hilâfeti tümden lağvedip batı standartlı laik
cumhuriyet rejimini oluşturmak istiyordu. Hilâfetin gelmiş olduğu
nokta ve halifelik makamında oturanların yanlış icraatlarından
değil, aksine İslâm’a, İslâmî yönetime ve müesseselerine karşı olduğundan
ve batıya aşırı derecede hayranlık duyduğundan dolayı
bu düşünceye sahipti.
Bunu doğrulayan belgeler çoktur. Örneğin; 1907 yılında daha
26 yaşında bir subay iken Bulgar asıllı Türkolog Manolov’a; “Bir
gün gelecek hayal sandığınız bütün bu devrimleri başaracağım”
demiş ve konuşmasında saltanat ve halifeliğin kaldırılacağını, kıyafetten
yazı harflerine kadar siyasi ve sosyal alanda değişikliklerin
yapılıp tamamen Batıya yöneleceklerini ifade etmiştir.
Aynı şekilde, 1919 yılında Erzurum’da iken yakın arkadaşları
arasındaki konuşmasında; Türkiye’nin yönetim şeklinin Cumhuriyet
olacağını söylemişti.
Mustafa Kemal bir yandan bu düşüncelere sahipken, öte yandan
ortamın buna hazır olmadığının hesabını yapıp Müslüman
halkın İslâmî duyarlılığını dikkate alarak son derece sinsi ve kurnazca
hareket ediyor, her vesileyle halifeye bağlılık ve sadakatini
ilan ediyor, gittiği yerlerde minberlere çıkıp bir vâizden daha ateşli
bir şekilde İslâmî nutuklar atıyordu. O yıllardaki bütün gezilerine
katılan ve o zaman Vakit gazetesinde muhabir-yazar olarak
çalışan Naşit Hakkı Uluğ, Mustafa Kemal’in bu tutumu hakkında
şu tespitlerde bulunuyor: “Mustafa Kemal, Saltanatın kaldırılmasından
sonra dahi, Cumhuriyet kurma kararını ve Halifeliğin
kaldırılması konusu üzerinde fikirlerini tekrarlamayı sakıncalı
buluyor ve devlet şeklini, ağzına “Cumhuriyet” sözünü almaksızın,
“Ulusal Egemenlik” formülü içinde her an Cumhuriyete doğru
yürüyen bir yöne sevk ediyordu. Onun bu gidişatının hedefini
sezen muhafazakârlar (Meclis içindeki şeriat ve hilafet isteklileri)
zaman zaman Mustafa Kemal’i konuşturmak istiyorlardı. Mustafa
Kemal ise bu sorulara zamanın icabına göre cevaplar vererek
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 114 -
karşısındakileri idare ediyordu.”
Konuyla ilgili önemli bir olay şöyledir: Sultan Vahdettin’in
İstanbul’dan ayrılmasının ardından 18 Kasım 1922 günü meclis
başkanı Rauf Orbay’ın teklifleri sonucu TBMM’de halife seçimi
için müzakereler başlamıştı. Bu müzakerelerde bir halifenin seçilmesi
ve ona biat edilmesi gerektiği vurgulanmıştı. İşte bu arada
Mustafa Kemal yine kurnazca bir manevra yapmış ve “Arkadaşlar!
Mevzubahis olan meseleyi çok münakaşa etmek, çok tahlil
etmek mümkündür. Fakat zannediyorum ki münakaşat ve tahlilatta
(tartışma ve değerlendirmelerde) ne kadar ileri gidersek meseleyi
halletmekte o kadar münakaşat ve teahhürata (tartışma ve
gecikmelere) uğrarız. Benden önce kürsüyü terk eden Yusuf Ziya
Bey, halife olacak zatın vazife ve salahiyetlerinin ne olacağından
bahis buyurdular. Zannediyorum ki ondan önce bir halife intihap
etmek (seçmek) daha mühimdir. Sonra seçeceğimiz halifeye hilafetini
tebliğ edeceğiz… Binaenaleyh bu gün söylenen şeylerin
hepsini halletmemiz mümkün değildir” diyerek sözde bir halifelik
seçimi yapmak ve halifeye hiçbir yetki ve vazife verdirtmemeye
çalışmıştı. Bu konuşmayla; “Biat” ve “Halifenin Yetkileri” meselesini
gündemden çıkarmış, dikkati daha çok halifelik makamına çevirerek:
“Fakat Türkiye’nin vazifesi Makam-ı Hilafeti kurtarmaktır.
Bu bizim için bir dava-yı mahsustur (özel bir davadır)….” demiş
ve hem meclis yoluyla kendi fikirlerini gerçekleştirmenin önünde
oluşacak bir engeli ustaca savmış, hem de Hilafeti savunma
pozisyonuna girip meclis havasına hâkim olmuştu. Neticede bir
seçim yapılmış, oylamaya katılan 162 üyeden 148’i Abdülmecid’e
oy vermişti. 19 Kasım 1922 tarihinde Mustafa Kemal, TBMM riyaseti
başlığıyla ve “Halife-i Müslimin” hitabıyla Abdülmecid’e bir
telgraf çekip biatlarını iletmişti.
Evet! Peygamber’den (s.a.s.) sonra Hz. Ebubekir (r.a.) ile başlayan
Halifelik, Muaviye ile birlikte saltanata tebdil edilmiş, ancak
İslâm ahkâmını esas alan sistem ve müesseseler ortadan kaldırılmamıştır.
Halifelik makamına oturan kişi ile devlet idaresindeki
zevat, eğer isterse İslâm’ı hakkıyla tatbik edebilir, İslâm adâletini
toplum içinde tesis edebilirdi. Buna herhangi bir mâni, devlet
düzeni içinde yasal bir engel yoktu. Nitekim Ömer b. Abdülaziz
halife olduğunda (ki Muaviye’den çok sonra idi) İslâm ahkâm ve
adâletini tatbik etmiş, onun zamanında zekâtlar (dağıtılacak yerler
bulunmadığı için) çoğu kere devlet hazinesinde kalmış ve İslâm
âlimlerinin çoğu onu hülafa-i raşidin’den (Raşit Halifelerden) kabul
etmişlerdir.
Sıkıntı; Muaviye ile başlatılan saltanat geleneği ve buna
HALİFE
- 115 -
paralel olarak devlet düzenine sokulan bid’atler neticesinde,
ehil olmayan insanların başa geçmesi sonucu İslâm ahkâm ve
adâletinin hakkıyla uygulanmaması idi. Osmanlı padişahları her
ne kadar İslâm Halifesi unvanına sahip olsalar da, bu geleneği sürdürmüşlerdir.
Ancak, Mustafa Kemal bunlara değil, İslâm’ın öngördüğü devlet
düzenine tümden karşı çıkmış, İlâhî kanunların hâkimiyetini
reddetmiş, beşerî kanunların hâkimiyetini istemiştir. Bu nedenle
Batı standartlı laik Cumhuriyet fikrini benimsemiştir. Yaptığı devrimlerin
tümü bu doğrultuda olmuş ve bu fikrin gerçekleştirilmesi
için yapılmıştır. Eğer iddia edildiği gibi İslâm ahkâmına ve İslâm
devlet düzenine karşı değil de Osmanlı padişahlarının yanlış ve
gayri İslâmî uygulamalarına karşı olmuş olsaydı, yeni kurulan meclisi
bu yönde yapılandırırdı ve İslâm ahkâmını esas alırdı, ayrıca
İslâmî müesseseleri ve İslâm’ın toplumdaki sosyal düzenini, gerçekleştirdiği
devrimlerle birer birer ortadan kaldırmaz ve İslâm’ı
yasaklı hale getirmezdi.
Hâlbuki Ankara’da meclisi kurup uygun ortam oluşturduktan
sonra halifeliği kaldırdığı gibi, İslâmî bütün müesseseleri, İslam’ın
sosyal hayattaki kural ve kaideleri, Kur’an ve İslâm kültür külliyatının
kendisiyle yazılmış olduğu Arap alfabesini ve hatta Müslümanların
İslâmî gelenekten kaynaklanan kılık ve kıyafetlerini bile
yasakladı.
Şimdi konumuz olan Halifeliğin kaldırılmasına dönelim:
Mustafa Kemal; kurtuluş savaşını yürütmek üzere geçici olarak
kurulduğunu söylediği Ankara’daki TBMM’yi kurduktan ve
yasama, yürütme, yargı yetkilerini bu meclise verdirdikten sona,
fikirlerini hayata geçirmek için en önemli zemin ve basamağı zaten
oluşturmuştu. Yetkilerin kendisinde toplandığı meclis içinde
süratli bir şekilde ortam oluşturdu ve ikna edebildiği insanları etrafına
toplayarak etkinlik kurmaya çalıştı. Çoğunluğu âlim, molla
ve şeyhlerden oluşan ilk meclisi, muhalif gördüğü bu kişilerden
hızla temizledi. Ancak fikirlerini adım adım, ürkütmeden, İslâm’a
ve hilafete de toz kondurmadan meclise onaylattırarak hayata
geçirdi. Saltanatın kaldırılması ve Cumhuriyetin ilanından sonra
artık meclis onun istediği noktaya gelmiş, etkinliği artmış ve arzu
ettiği ortam oluşmuştu. Artık Laik Cumhuriyetin önündeki en büyük
engel olan hilafet müessesesini kaldırmanın zamanı gelmişti.
Çünkü bu kaldırıldıktan sonra yeni cumhuriyet için Avrupa’dan
alınacak yeni hukuk sistemi getirilecek ve İslâm hukuku tamamen
terk edilecekti.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 116 -
Bu amaçla Mustafa Kemal; kendisiyle birlikte hareket eden
üyeler vasıtasıyla meclisi harekete geçirdi. Hilâfet kaldırılacaktı.
Hâlbuki bundan bir buçuk yıl önce saltanat kaldırılırken, İslâm
ve Hilâfet etrafındaki endişeleri bertaraf etmek için: “Makam-ı
Hilâfet bizim için en âlî makamdır (en yüksek makamdır) ve
Türk’ün başında ebediyyen bir Halife-i İslâm bulunacaktır” demişti.
Hilâfetin kaldırılacağı fısıltıları duyulunca gazetelere de manşet
olmuş ve toplum içinde gündem oluşturup yoğun bir tartışma
atmosferi içine girilmişti. Bu, bilinçli yapılmıştı. Başta meclis olmak
üzere toplum da buna alıştırılıyordu. Neticede meclis içinde yeteri
kadar üye ikna olmuş ve hilâfet makamı tartışılır hale sokulmuştu.
Ve Meclis, Hilâfeti gündemine alarak toplandı. Meclis içinde
etkili olan bazı üyeler Hilâfetin kaldırılması üzerine hararetli
konuşmalar yaptılar. Özellikle İslâm Hukuk Profesörü ve İlâhiyat
Fakültesi Dekanı olan Seyyid Bey’in, Mustafa Kemal’in istediği istikamette
uzun bir konuşma yapıp Hilâfetin şer’î değil, dünyevî
olduğunu vurgulaması ve kaldırılmasını ısrarla istemesi mecliste
etkili oldu. Netice itibariyle oylama yapıldı ve iki oy hâricinde
meclis üyeleri tarafından hilâfetin kaldırılması kabul edildi. Tarih
03 Mart 1924.
İslâm ve Müslümanlar açısından hayatı karartan kara bir gün
olan bu tarihte, kapkara bir devrim gerçekleşiyordu. Böylece İslâm
devlet düzeninin temel taşlarından biri olan ve İslâm ümmetinin
birliğini sembolize eden hilâfet makamı kaldırılmış oldu. Ümmet
anlayışı reddedildi, ulus anlayışı tercih edildi.
Hilâfetin kaldırılmasının İslâm ümmeti üzerinde olumsuz büyük
tesirleri olmuştur. Her ne kadar Osmanlı devletinde hilâfet
sembolik bir makam haline getirilmiş ve halifeler görevlerini ifa
etmiyor idiyseler de. Bu kara devrimle İslâm ümmetine ve İslâm
âlemine çok büyük bir darbe indirilmiş ve telâfisi imkânsız büyük
zararlar vermiştir. Ümmet bilinci kırılmış, İslâm âleminin birliği yönündeki
duygular kararmıştır. İslâm âleminde ümmet anlayışının
kalkması ve ulus anlayışının yerleşmesinde ve günümüzde İslâm
âleminin ulus devletler şeklinde parçalanıp dağılmasında, bu kara
devrimin etkisi inkâr edilemez boyuttadır. 80
80] M. Ali Nur
HALİFE
- 117 -
Ardından Ağıt Yakmak İçin Değil; Muhteşem Dönüşünü
Hızlandırmak İçin HİLÂFET
İslâm’ın hiçbir kurumu, sadece belirli zamanlarda yaşanıp bir
daha hayata dönemeyecek ceset değildir. Yine, hiçbir esası, insanları
fikir ve hayal dünyasında gezintiye çıkaran felsefî ütopya şeklinde
kabul edilemez. İslâm, her şeyiyle bir hayat nizamıdır. Evrenseldir,
her coğrafyada ve her zaman diliminde tatbik edilebilecek
yapıdadır. “Halifelik de, tarihî bir kurum olarak ne kadar câzip ve
muhteşem olursa olsun, bugünkü ve yarınki insana vereceği fazla
bir şey yoktur” diyen kimse, İslâm’ı anlamamış demektir. Hilâfet,
Rasûlullah’ın âhirete irtihâlinden 1924 yılına kadar tam 1293 yıl
müslümanları kendi etrafında toplayan mıknatıslı bir sancak olmuştur
ve daha nice yıllar aynı görevi üstlenecektir.
Câhiliyye egemenliklerini tarihte defalarca çöpe atarak mazlumları
kurtaran risâlet ve (Son Rasûl’den sonra da) hilâfet kurumu,
modern câhiliyye zulmü altında kıvranan dünya için yegâne
alternatiftir. Batı uygarlığı adındaki ihtiyar cadının maskesi düşmekte,
sırıtan makyajı arkasındaki çirkin suratı, kendi âşıkları tarafından
bile görülebilmektedir. Kendi gayrı meşrû çocuğu Komünizm
karşısında bile kaç defa köşeye sıkıştırılıp başındaki hakeme
sayı saydıran, yapay hormonlarla beslenip yasak doping ilaçlarıyla
maça çıkan bu şikeci boksör, gerçek rakibiyle karşılaşmaktan
korktuğu için, onun ringe çıkamayacağına sarhoş ettiği seyircileri
inandırmak istiyor.
Batının kanlı makasıyla lime lime doğranıp 46 parçaya ayrılmış
güzelim kumaşın hiç kesilmemiş gibi birleştirilmesinin kolay olmadığının
elbet farkındayız. Ama ihtiyar ninelerimiz, yaşlı annelerimiz
yaklaşık bu sayıdaki kumaş parçalarını birleştirerek nasıl güzel
seccâde oluştururdu. Yeter ki kumaş sağlam olsun, terzi ustaysa,
o parçaları birleştirmesini becerir. İş, terzilerin yetişmesinde. Kendi
önündeki kesik parçaları, kullanışlı güzel elbiseye çevirmesini
bilen terziler, içlerinden birini terzibaşı olarak seçecekler, çok da
zor değil hani. Üç tane sıfırın önüne geçen 1’in o sıfırları “bin”
yapması gibi bir bereket görülecektir, önünde “imam”ı olan toplumlarda.
İnleyen nağmeler coşan şarkılara dönüşecek, işinin ehli
orkestra şefinin yönetiminde. Söndürülüp seksen senedir yakılmayan
lambanın düğmesini açmak gibi bir şey. Karanlıkta düğmenin
yerini bulmaktır önemli olan. Bunun için de kafa gözüyle birlikte
gönül gözü de açık olanlara iş düşecektir.
Katolikleri papa, Ortodoksları patrik, Yahûdileri hahambaşı
topluyor, temsil ediyor, yönlendiriyor. Bir tek İslâm âlemi başsız!
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 118 -
Hem de dinleri “üç kişinin bile, yolculukta dâhi, içlerinden birini
lider seçmelerini” emrettiği halde. Lidersiz/halifesiz ümmet,
başsız ceset gibidir. Önce ümmet içinde hayra dâvet eden emr-i
bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan özel ümmet çıkmalı81 ki,
onlar yolu açsın. Sonra ümmet, ümmet bilinci ve sorumluluğunu
kuşansın.82 Müslümanlar tek ümmet, yani evrensel bir âile olduklarını,
birbirleriyle ilişkilerinde ispatlasın.83 Müslümanlara “böl,
parçala, yut” taktiğiyle tavır alanlar, “Birleşmiş Milletler” şemsiyesine
ihtiyaç duyuyor, Avrupa Birliğini tek devlet çatısı haline
dönüştürüyor, her vesileyle müttefik ve koalisyon ortakları arıyorlar.
Müslümanların “hilâfet” konusunu gündeme getirmelerine
ise “cısss!” diyorlar. Müslümanlar, dünyaya müslümanca nizam
vermeyi düşünmesinler diye, Amerika’nın başı çekerek Türkiye
modelini örnek(!) göstererek yön verdiği “Büyük Ortadoğu” projeleri
gündeme getiriliyor; “memlekete komünizm gerekiyorsa
onu da biz getiririz” anlayışıyla. Neo Osmanlı tartışmaları başlıyor,
“Hasta Adam”ın son demlerindeki “Jöntürkler”e, yani “Yeni
Osmanlılar”a nazîre olarak.
Amerika, 11 Eylül’den sonra daha belirginleşen tavrı ve kendi
başı Buş oğlu Buş’un ifâdesiyle “Haçlı Seferleri”ni tekrar başlatarak
“yeni dünya düzen(sizliğ)i” projesini uygulamak için,
Ortadoğu’nun işgâlini her alana yaymaya çalışıyor. Bir yandan da
stratejik destek için İslâmî hareketlere karşı “ılımlı İslâm”, “yumuşatılmış
İslâm”, “resmî, düzene uygun İslâm”, “başörtüsüz İslâm”,
“lâ’sı olmayan, her şeyle uzlaşan, herkesi hoş gören İslâm” şeklinde
içi boşaltılmış ve Amerikanlaştırılmış İslâm’lar pazarlamaya çalışıyor
kuklaları eliyle. “Paranın dini imanı olmaz”, “din devlete
karışmaz”, “laiklik ve demokrasi İslâm’la çatışmaz” gibi sloganlar
Amerikancı İslâm’ın (elbette bu Allah’ın katında tek gerçek din
olan İslâm değildir, muharref dindir) gerçek İslâm’ı yok etmesi için
kukla yönetici ve yönlendiricilerini seferber ediyor. Savaşlardan,
işgallerden çok daha tehlikeli bir durumdur; “müslümanım” diyen
etkin güçler tarafından dinin tahrifi, hakla bâtılın karıştırılıp
hak diye sunulması.
Halifeliğin ihyâsı demek, Dünya İslâm Devleti demek. Müslümanların
birbiriyle kardeş olduklarını kavraması demek. Aynı
coğrafyada yaşayan, aynı ülkenin, aynı mezhebin insanlarının
bile bin bir gruba ayrıldığı bir ortamdan kurtulup tüm dünya
müslümanlarının tevhid çizgisinde birleşmesi demek. Irkçılıktan,
81] 3/Âl-i İmrân, 104
82] 3/Âl-i İmrân, 110
83] 21/Enbiyâ, 92
HALİFE
- 119 -
ulusçuluk/milliyetçilikten, ulus-devlet anlayışından ümmetçiliğe
geçiş, vatandaşlık anlayışından Allah’a kulluk şuuruna hicret demek.
İslâm, sadece toplumun anladığı anlamda bir din değil; aynı
zamanda sosyal ve siyasal nizamdır da. Hilâfet adı verilen bu nizam,
1924’lere kadar yaşandı, yine yaşanabilir. Dünya, teknoloji
ve özellikle iletişim araçlarıyla çok küçüldü; şimdi çok daha kolay
uygulanabilir çok uluslu, çok katılımlı, çok ve zengin kültürlü, tek
halifenin (ya da hilâfet komisyonunun) şûrâ ile ve Allah’ın indirdiği
gerçek adâlet ilkeleriyle yönettiği bir Büyük İslâm Devleti.
Düşünebiliyor musunuz iki milyar nüfuslu, 46 ulus-devletin birleşmesinden
oluşmuş, başında halifesi olan bir Dünya İslâm Devleti...
Rüyâsı bile insanı mutlu ediyor, hayaline bile can kurban. Böyle
bir gücün karşısında kim durabilir? Global zulüm, ABD adlı vahşi
kovboy ve İsrail adlı haydutlar çetesi böyle bir güç karşısında ne
yapabilir? Böyle bir yapının ekonomisini, dünyaya verdiği huzuru
düşünün...
Umudu, hedefi, ideali olmayan kimse, dâvâ adamı olamaz.
Dâvâsı olmayan eyyamcı tip, reel politik oltalarına takılan tâvizci,
günlük işler arasında kaybolan ve yozlaşmaya, olumsuz değişime
açık, sürüleşmeye aday boş vermişlerden oluşur. Böyle kimselerin
bırakın mensup olduğunu düşündüğü din ve dâvâya, kendine bile
faydası olmayacaktır. Bunlar olsa olsa popstar yarışmalarına katılabilir,
biraz yaşlıysa o programlara seyirci ve seçici olarak takılabilir.
Müslümanın hedefi, ideali büyük olmalı; hele bizim nesil
gibi yenilgileri, kayıpları büyük ise. Müslüman, sadece bulunduğu
ülkede değil; tüm yeryüzünden fitneyi (zulmü ve en büyük zulüm
olan şirki) kaldırmaya çalışmakla yükümlüdür.84 Müslümanların
tüm yeryüzünde halife olduğu85 ve hâkimiyet anlamında bu halifeliği
uygulama imkânına kavuşmak için iman ve amel-i sâlihle ilgili
tüm görevlerini yerine getirmesi, sadece Allah’a kulluk/ibâdet
edip O’na hiçbir şeyi şirk koşmaması gerektiği86 Kur’an’ın mesajıdır.
“Hilâfet” derken; Emevî, Abbâsî, Fâtımî veya Osmanlı tipi saltanatçı
ve nâkıs hilâfet değil; hulefâ-i râşidîn (dosdoğru yolda olan
dört halife) tarzı hilâfeti kast ettiğimizi belirtelim. Hilâfet; İslâm
birliği, daha doğrusu müslümanlar birliği demektir. İdeal olan tek
devlet, tek lider anlayışının hayata geçmesi olmakla birlikte; geçiş
döneminde (hatta kalıcı olarak) bu “tek”lik, olmazsa olmaz değildir.
Önemli olan tek güç olmak, hedef birliği içinde organize
84] 2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39
85] 2/Bakara, 30
86] 24/Nûr, 55
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 120 -
olabilmektir. Bu, kolektif şekilde federatif biçimde de olabilir.
Önemli olan bey’at denilen özel bir seçim usûlüyle işbaşına gelip,
şûrâ prensibini ihmal etmeden, insanlara tek adâlet ölçüsü olan
Allah’ın indirdikleriyle hükmetmektir. Hilâfet düşüncesi, artık bir
daha hayata geçemeyecek hayâlî bir düşünce değildir. Kâinâtı,
içindekileri ve yaratıkların işleyiş kanunlarını yaratan zâtın kitabı
olan Kur’an’ın projeleri hayata geçirilebilecek projeler, kurtuluş
reçeteleridir. Hiçbiri ütopik ve ayağı yere basmayan uçuk teori ya
da artık devri geçmiş eskinin değeri değildir. Miladî 7. asrın başlarında,
medeniyet ve dünyevî etkinlikten uzak bir yörede yükselen
nebevî mesaj, o devirde hemen hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği
en büyük devrim ve en güzel toplumsal değişimi çok kısa
bir zamanda gerçekleştirmedi mi? Bırakın, Allah’ın yardım vaad
ettiği Kur’anî projelerin hayata geçirilmesini, kâfirlerin bile planlı
ve gayretli çalışmalarıyla 20. asrın başlarında çoğu yahûdinin dahi
hayal edemediği bir vampir devlet, asrın ilk yarısı bitmeden Ortadoğunun
kalbine saplanmış hançer şeklinde ortaya çıkmadı mı?
Birbirleriyle aynı asırda iki defa dünya savaşı veren Avrupa ülkeleri,
savaşın üzerinden altmış sene geçmeden tek devlete doğru hızla
gitmekte. Avrupa Birliğinin bugünkü şeklini savaş sonrasında,
yani elli-altmış sene önce hayal eden kaç kişi çıkardı? Sahi, çeyrek
asır önce İran’da ne oldu, nasıl oldu İslâm Devrimi, bütün dünyaya
ve hatta şiî olmayan müslüman âleme rağmen?! Kimlerin hayal
bile edemediğini, kim nasıl gerçekleştirdi?
Örneği direkt konumuzla ilgili verelim: 1900’lerin başında halifeliğin
kaldırılıp yeni bir dirilişe kadar tümüyle tarihe terk edileceğini
kaç kişi hayal edip dillendirebiliyordu dersiniz? Okullarda
okutulan tarihe bakarsanız, Yavuz’un Mısır’a gidip müslümanlarla
savaşarak kılıç zoruyla hilâfeti Osmanlılara getirmesi de, bir
Osmanlı paşasının eline fırsat geçtiği ilk anda, meclisten kanun
çıkartarak “dünya müslümanlarının sosyal ve siyasal liderliği”ni,
böylesi önemli bir gücü tarihe gömmesi de zafer olarak anlatılır.
Her ikisi de devrimdir. Her ikisi de yavuzluktur. Peki, “yavuz hırsız”
kimdir, orası meçhul.
Hilâfet bir hayal değil, Kur’ânî bir gerçekliktir. Kur’an bizim
yeryüzünün halifesi olmak için yaratıldığımızı vurgular.87 Allah’ın
takdir ve dilemesi, yeryüzünde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunup,
onları önderler yapmak, vârisler kılmaktır (28/Kasas, 5). İman
edip sâlih ameller işleyenleri, tüm yeryüzünde güç ve iktidar sahibi
olarak etkin şekilde halife yapmak, Allah’ın vaadidir.88 Hilâfetin
87] 6/En’âm, 165
88] 24/Nûr, 55
HALİFE
- 121 -
gerçekleşeceğine, Dünya İslâm Devletine inanmamak, belki de
Allah’ın vaadine inanmamakla eş tutulabilir. Liyâkat kesbedenlere
bir meyvedir hilâfet. Mekke’de çalışıp gayret eden ve şirkin
her çeşidini terk edip sadece Allah’a kulluk edenlere Medine’de
devlet kapısının kendiliğinden (Allah’ın lütfu ve meyvesi olarak)
açılıverdiği gibi. Daha beş-on sene önce Yâsir’lere, Sümeyye’lere
sorsanız hayal bile edilecek şey değildi bu. Hedefler, önce hayal
edilir, sonra ideal, daha sonra da gerçek olur; eğer gerekli çaba
gösterilirse...
Global/küresel sömürüye, çağdaş Haçlı Seferlerine, yönlendirilen
Bir”leş”miş Milletlere, tek devlet haline gelen Avrupa Birliğine
ve organize ittifaklara karşı, müslümanların ayrı ayrı küçük
ulusal devletler halinde (özellikle onlara hayran, kukla yöneticiler
de başlarındayken) dayanmaları, şimdiki sınırlı özgürlüklerini bile
korumaları mümkün gözükmüyor. Örnek aramaya gerek var mı?
Bosna, Çeçenistan, Afganistan, Irak. Sırada bekleyen Suriye, İran...
İslâm âlemi için, özellikle yarınki birleşmiş küfür cephesine karşı,
hilâfetten başka bir çözüm sözkonusu değildir; tabii onların
içinde eriyip yok olmayı, onlardan birine dönüşmeyi çözüm görmüyorsak.
Bu gerekçelerle Avrupa Birliğine katılmaya ve onların
içinde erimeye karşı çıkan kaç müslüman kaldı, orası da ayrı bir
problem.
“Hilâfet” demek; laiklik, demokrasi ve muhâfazakârlık gibi
tuzaklardan kurtulup Kur’anî ilkelere sarılmak demek. Yol uzun,
aşılması gereken dağlar yüksek olabilir. Ama unutmayalım; zorluklar,
başarının değerini arttıran süslerdir. Hedefin zorluğudur
insanı kahraman yapan. Sınavın zorlu olmasıdır kişiye dünyada
devleti, âhirette Cenneti armağan ettiren.
“İmkânsız”, ancak inançsızların sözlüğünde bulunabilecek bir
kelimedir. İman imkândır, hem de en büyük imkân. “İmkânsız”
kelimesini müslümanın diline tercüme ettiğimizde, sâlih amel ve
kulluk bilincini kuşanarak Allah’a daha yaklaşıp O’nun yardımını
kavlî ve fiilî olarak daha çok istemek anlamına gelecektir. Başkalarının
imkânsız dediği şey; müslüman için, olsa olsa “biraz zaman
alabilecek şey” anlamına gelir. Nefsini (hevâsını) dizginleyip
Hakk’a ibâdet ve itaat gıdâlarıyla benliğini güçlendiren, takvânın
sağladığı imkânlarla Allah’a yaklaşıp O’nun yardımına muhâtap
olan kimse için İlâhî emir ve tavsiyelerin hiçbiri “zor” ve hele
“imkânsız” gelmeyecektir.
En büyük engel, sahte kurtarıcılar, sahte halifeler. Keşke
Almanya’da, işi çocukların evcilik oyununa benzeten işçilerin kâğıt
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 122 -
üzerindeki devleti hiç olmasaydı, hiç İsa ve Mehdi’ler çıkmasaydı,
cihad zannedilen terör olayları yapılmasaydı, “ihlâs” gibi güzel
kelimeler ihlâssız kimselerce yıpratılmasaydı, Allah adı kullanılarak
insanlar kandırılmasa, politikacılar dini istismara yeltenmeseydi...
Sakın bütün bunlar, sırât-ı müstakîm yolcularının yolunu
tıkamak için yol kesen yolsuzlar ve yolunu bulmak isteyen o yolun
yolcularının insanımızı yoldan çıkarma yolu olmasın!
İmtihan için yaratılan insanoğlu, denemenin gereği olarak birtakım
yükümlülükleri yerine getirecek, bazı güçlükleri göğüsleyecek,
bazı zor gibi görünen ibâdetleri yapacak, nefsinin çok arzu
etmesine rağmen, sınavın bir gereği olarak bazı isteklerinden vazgeçecektir.
Kolaylık-zorluk kavramı, psikolojik ve sübjektif bir kavramdır.
Bazen pek basit ve çok kolay görülen bir şey, bir insan için
dağları aşmak kadar zor gelebilir, bazen de çoğu insan açısından
çok zor kabul edilen bir şey, birisine kolay gelir. Bunlar, her şeyden
önce kalpleri elinde bulunduran Allah’a âit bir tasarruftur. Tabii,
bu rasgele olmaz. Bunun da bir İlâhî kuralı, sünnetullah dediğimiz
Allah tarafından konulmuş ölçüsü vardır: Muhakkak zorlukla beraber
bir kolaylık vardır.89 Kim takvâ sahibi olur, Allah’tan korkarsa,
Allah ona işinde kolaylıklar verir.90 İnsanlara emr-i bi’l-ma’ruf
ve nehy-i ani’l-münker yapan, onlara öğüt veren kişileri Allah, en
kolaya yöneltip onda başarılı kılacaktır.91 Bu konudaki İlâhî sünnet,
iman-takvâ-infak konusunda görevini yapanlara kolaylığın
ihsân edilmesidir.92 Kim cimrilik edip vermez, kendini zengin sayıp
Hakka boyun eğmez, en güzeli de yalanlarsa, o da İlâhî kudret
eliyle en zora yöneltilecektir. 93
İman cesârettir, takvâ sahibi olmak güçlü olmaktır. Mü’min
inanır ki, Allah zoru kolaylaştırır, kolayı zorlaştırır; bütün bunlar
İlâhî hikmet ve sünnetullah dâhilinde ortaya çıkar. Hayattaki zorlukların
kolaylaştırılmasının adı İslâm’dır. Şeytan olumlu bir şeyi
terkettirmek için onu zor gösterir. İnsan zordan kaçmaya meyillidir.
Ama bu şeytanî/nefsî oyuna gelmeyen nice insan sebat ve ısrar
ederek başarılı olmuş, bir zamanlar kendisinin veya başkalarının
zor dediğinin hiç de zor olmadığını anlamış ve isbat etmiştir.
Toplumu ve hele koca bir ümmeti ilgilendiren büyük değişiklikler,
tedrîc denilen bir süreci gerekli kılar. Bir katın merdivenlerini
birer ikişer adımlamadan tümünü birden atlamaya kalkan
89] 94/İnşirâh, 5
90] 65/Talâk, 4
91] 87/A'lâ, 6-9
92] 92/Leyl, 5-7
93] 92/Leyl, 8-10
HALİFE
- 123 -
insan, aceleciliğinin cezâsını belki sakatlanarak çekecek, artık basamakları
birer birer bile çıkamayacak hale gelecektir. Konuyla
ilgili günümüzde tüm müslümanların yapması gereken, öncelikle
dünyadaki tüm müslümanları farklı mezhep ve ictihadlarına rağmen
Allah için sevmek, birbirleriyle hangi alanlarda ilişki kurabileceklerse
kurmaya çalışıp ümmet bilincine ulaşmak olmalı. Hacda
hem halkın ve hem de âlimlerin yararlanacağı dünya müslümanlarının
bilinçlenip birleşmesi için organizeler yapılmalı. Farklı ülkelerdeki
müslüman âlim ve aydınların, yazar ve çizerlerin arasında
ciddî ilişki ve iletişim oluşturulmalı. Müslümanlar, kâfirlerin
çizdiği coğrafî sınırları reddetme tavrı olarak farklı ülkelerdeki
mü’minleri, yani kardeşlerini ziyâret etmeli. İnternetten, dış ticaretten
yararlanmalı, farklı ülkelerden gelin ve dâmatlar edinerek
akrabâlık bağı oluşturmalı, dışpolitikayı en az iç politika kadar
tâkip etmeli. Müslüman gençler mutlaka Kur’an kültürü ile birlikte
Arapça ve İngilizce’yi çok iyi öğrenmeli. Müslüman imamlar,
hatipler, hocalar, öğretmenler, yazarlar resmî hutbe, resmî söylem,
resmî program yerine İslâm âleminin ortak sorunlarını ve Kur’anî
çözümleri gündeme getirmeli. Vatandaşlık yerine İslâm kardeşliği
vurgulanmalı. Vatanın müslüman için İslâm’ın hâkim olduğu her
yer olduğu söylem ve eylemle ortaya konulmalı. Var olan un, yağ,
şeker bir araya getirilip güzel helvalar yapılmalı.
Mehdi bekleyen insanlar, çözümü Hz. İsa’nın gökten inip
kendilerini kurtarması olarak görüp görevlerini kuşanmaktan kaçanlar
bilsinler ki, kurtuluş, aralarından bir önder (imam, halife)
çıkarıp onunla birlikte Kur’an’ın emrettiği şekilde cihad etmekle
mümkün olacaktır. Sünnetullah budur. Böyle bir lider, namaz
imamı gibi toplumun önünde (gerisinde değil), dünyevî riskin en
büyüğüne tâlip olacak şekilde ve toplumun kardeşi, içlerinden
biri olacaktır. Hicret örneğindeki Büyük Önder gibi, gemiyi en son
terk eden kaptan olmayı seçecektir. Tek başına ümmet94 olmakla
birlikte, aynı zamanda insanlara imam/önder olan 95 İbrâhim
gibi putlarla ve putçularla mücâdelenin bedelini gerekirse ateşe
atılarak ödemekten çekinmeyen birisi olacaktır. Takıyye yapması,
bazı ruhsatları kullanması câiz olmayan, müslümanların izzet ve
onuruna halel getirmeyen, çok net olarak İlâhî mesajı insanlara
ulaştıran örnek şahsiyet olacaktır lider/halife. O öne geçip yürüyecek,
arkasından ümmet yürüyecektir.
“Allah, içinizden iman edip sâlih amel işleyenlere, onlardan öncekileri
halef (güç ve iktidar sahibi) kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halife
94] 16/Nahl, 120
95] 2/Bakara, 124
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 124 -
kılacağına, onlar için râzı olup beğendiği dini temelli yerleştireceğine
ve korkularını güvene çevireceğine dâir söz vermiştir. Çünkü onlar Bana
kulluk eder, hiçbir şeyi Bana şirk/ortak koşmazlar. Bundan sonra inkâr
eden kimseler fâsık (yoldan çıkmış) kimselerdir. Namaz kılın, zekât verin,
Peygamber’e itaat edin ki, size merhamet edilsin. İnkâr edenlerin, Bizi
yeryüzünde âciz bırakacaklarını sanmayın. Onların varacakları yer ateştir.
Ne kötü dönüş yeridir.” 96
Bu âyetler, iktidar değişiminin, iktidarın işleyişinin ve amacının
temel değişkenlerini açıkça belirtir: İman, sâlih amel, yalnız
Allah’a ibâdet ve hiçbir şeyi O’na şirk koşmama; dinin yerleşmesi,
korkuların güvene dönüşmesi; namaz ve zekâtın yerine getirilmesi,
Peygamber’e itaat.
Allah, başta Hz. Âdem olmak üzere bütün insanları kendi hükümlerinin
uygulayıcıları olsunlar diye yarattı. Bütün insanlar doğuştan
birer halife adayıdır. Kim bu emaneti hakkıyla taşımış veya
taşıyorsa, onun halifelik sıfatı devam ediyor demektir. Allah’ın
hükmüne uymayıp, O’nun dininden yüz çevirenler, yani ilâhî emaneti
taşımayanlar ise o kutsal ve üstün halifelik sıfatını koruyamayanlardır.
Kur’an-ı Kerim’de konu ile ilgili âyetlerden anladığımıza göre
Allah Teâlâ, genel anlamda bütün insanları yeryüzünün halifeleri
olarak yaratmıştır. Yeryüzündeki bütün yaratıklar, insanoğlu
için yaratılmış, onun hizmetine sunulmuştur; insan yeryüzünün
efendisi ve halifesidir. Bu halifelik gereği bütün insanlar ilk
plânda Allah’a iman etmekle ve bu imanın sonucu olarak O’nun
hâkimiyetini kabul etmekle yükümlü tutulmuşlardır. İnsanın yeryüzü
halifeliği, onun yönetim ve davranışlarda Allah’ın hükmünü
uygulaması demektir. Bu uygulamalarda Allah’ın kanunları mutlak
ölçüdür. İnsan, yeryüzünde halifeliğini ifa ederken bu ölçünün
dışına çıkamaz, bu hükümlere aykırı hareket edemez. Çünkü Allah,
yeryüzünde halife olarak görevlendirdiği insana mutlak bir
serbestlik vermiş değildir. İnsan için birtakım kurallar ve sınırlar
çizmiş ve bunları aşmamasını istemiştir.
Allah, bu yükümlülüğü yerine getirmeyenleri, yerlerine başkalarını
istihlâf etmekle, başkalarını halife yapmakla tehdit ediyor.
Buna göre halifelik makamında, yalnızca bu makamın gerektirdiği
yükümlülükleri yerine getirenler kalabiliyor. Yalnız bu kişilerin
bu makamda kalabilmelerine de “hususi hilâfet” adını veriyoruz.
Tarih boyunca bu anlamda toplumlar birbirlerinin yerine geçmiş
ve halifelik onlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Allah’ın halife
96] 24/Nur, 55-57
HALİFE
- 125 -
yapacağına ve onları yeryüzünde hâkim kılacağına yemin ile söz verdiği
kimseler,97 O’nun dinini yeryüzünde hâkim kılanlar ve insanları
tâğutların tasallutundan kurtarma savaşını sürdürenlerdir.
İster genel, isterse özel anlamda olsun hilâfet, “Allah’ın dinini
hâkim kılmak” özünü taşır. Bu öz, hilâfetin sosyal alanda da
hissedilir olup, gerçekleşmesiyle ve teşkilâtlanmasıyla siyasî bir
görünüm kazanır. Allah, Hz. Davud’a kendisini yeryüzünde halife
kıldığını bildirmekle birlikte ona; insanlar arasında hak ile (Allah’ın
hükümleri ile) hükmetmeyi98 emretmiştir. Hz. İbrahim de kendisinin
insanlara imam (halife) kılındığı haberini Allah’tan alınca, soyundan
geleceklerin de bu makama yükseltilmelerini istemiş, Allah
ise bu ahdinin zâlimler hakkında sözkonusu olmayacağını99 bildirmiştir.
Anlaşılmaktadır ki halifelik, Allah’ın hâkimiyetinin her alanda bütün
açıklığıyla ortaya çıkması demektir. Bütün insanlar bununla
görevlidir. Böyle bir makama yükselmek isteyen, daha doğrusu bu
makamdan düşmek istemeyen toplum da ona göre davranmak
zorundadır. Bu tür toplumun en yüksek temsilcisi ise, yeryüzündeki
halifelerin kendi hür iradeleriyle seçtikleri “halife”dir. Halife,
bu emaneti yüklenebilecek nitelikte olmalıdır. Çünkü emanetlerin
ehil kimselere verilmesi, Kur’an’ın emirleri arasındadır. 100
Hilâfet, bir şiardır, bir semboldür müslümanlar için, hatta
nâmus ve izzet meselesidir. Tüm işgal altındaki şehirlerimizin ve
tüm müslümanların, hatta tüm mazlumların kurtuluşu için, dünya
ve âhiret nimeti için paroladır hilâfet.
“Sahi, aslan nerede düşmüştü ve nereden kalkacaktı?” Özellikle,
olaya hamâsetle yaklaşmaya devam eden ulusalcı ve asabiyecilere
soruyor ve pratik cevap istiyorum.
“İpi kopan tesbihim, dağılmış tane tane;
Acı ama tesbihim, hani nerde imâme?”
97] 24/Nur, 55
98] 38/Sâd, 260
99] 2/Bakara, 214
100] Bk. 4/Nisâ, 58
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKÂDİ KAVRAMLAR
- 126 -
Halife - Hilâfet Konusuyla İlgili Âyetler
a- Halîfe Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 2 Yerde): 2/Bakara, 30;
38/Sâd, 26.
b- Halîfe Kelimesinin Çoğulu Halâif ve Hulefâ’ Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i
Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 6/En’âm, 165; 7/A’râf, 69, 74; 10/Yûnus, 14, 73;
27/Neml, 62; 35/Fâtır, 39.
c- Halife Kelimesinin Türevlerinin Geçtiği Diğer Âyet-i Kerimeler (+Toplam
Yerde) 6/En’âm, 133; 7/A’râf, 129, 169, 169; 9/Tevbe, 118, 120; 11/Hûd, 57; 19/
Meryem, 59, 64; 24/Nûr, 55, 55; 34/Sebe’, 39; 57/Hadîd, 7.
d- Halife Kavramıyla İlgili Konular: 2/Bakara, 30; 6/En’âm, 133, 165; 7/A’râf,
69, 74, 129, 169; 10/Yûnus, 14, 73; 11/Hûd, 57; 19/Meryem, 59; 24/Nûr, 55; 27/
Neml, 62; 35/Fâtır, 39; 38/Sâd, 26.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 112-117
2. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 259-260
3. Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 62
4. Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 117-118
5. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 255-260; 272-275
6. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 244, 373
7. El-Mîzan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c.
1, s. 164-166
8. Min Vahyi’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s.
151-166
9. Safvetü’t Tefâsir, Muhammed Ali es-Sabuni, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 81-84
10. Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 75-97
11. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 17, s. 539-540, c. 15, s. 299-300
12. İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 2. s. 422-438
13. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, Kuba Y. c. 1, s. 122-123
14. Hz. Adem, Hüseyin K. Ece, Denge Y. s. 36-50, 56-65
15. Hz. Adem (İlk İnsan) Mustafa Erdem, T. Diyanet Vakfı Y. s. 127-130
16. Terimler Sözlüğü (Kitabü’t-Târifât), Seyyid Şerif Cürcani, Bahar Y. s. 101
17. Kur’an’da Siyasi Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 130-135
18. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 519-523
19. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 180-184
20. Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Süleyman Uludağ, Marifet Y. s. 219-220
21. Kur’anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılâb Y. s. 75-76
22. Kur’an Kıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y. s. 167-177
23. İslâm’da İmamet ve Hilâfet, Hasan Gümüşoğlu, Kayıhan Y.
24. İslâm’da Mülk ve Hilâfet, Şahin Uçar, İz Y.
25. Hilâfet: Modern Arap Düşüncesinin Eleştirisi, Fehmi Şinnavi, İnsan Y.
26. Halifesiz Günler, Hakan Albayrak, Denge Y.
27. Hilâfet ve Şehâdet, Muhammed Bâkır es-Sadr, Objektif Y.
28. Hilâfet ve Halifesiz Müslümanlar, Sadık Albayrak, Araştırma Y.
29. Hilâfet Nasıl Yıkıldı? Abdülkadim Zellum, Hizbü’t-Tahrir Y.
30. Hilâfet ve Kemalizm, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Alem Y. / Araştırma Y.
31. Hilâfetin İlgasının Arkaplânı, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, İnsan Y.
HALİFE
- 127 -
32. Hilâfet-i İslâmiyye ve T. B. M. Meclisi, İsmail Şükrü, Bedir Y.
33. Hilâfet (Geçmişi ve Geleceği ile), Kadir Mısıroğlu, Sebil Y.
34. Hilâfet ve Saltanat, Mevdudi, Hilâl Y.
35. Hilâfetin Saltanata Dönüşmesi, Vecdi Akyüz, Dergâh Y.
36. Hilâfet Hareketleri, Mim Kemal Öke, T. Diyanet Vakfı Y.
37. Hilâfetin Kaldırılması Sürecinde Cumhuriyetin İlânı ve Lütfi Fikri Dâvâsı,
1-2, Murat Çulcu, Kastaş Y
38. Halifeliğin Kaldırılması ve Lâiklik, Seçil Akgün, Turhan Kitabevi Y.
Sonsöz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, bunu ve buna benzer diğer kitapları bir kenara koymalısınız ve hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp meal ve tefsiriyle okumaya başlamalısınız. Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak, yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak için…