18. HUTBE: KUR'AN'I KERİMDE İLİM, KALEM VE YAZMA

18. HUTBE: KUR'AN'I KERİMDE İLİM, KALEM VE YAZMA (1)

Kur’ân-ı Kerim’de İlim, Kalem ve Yazma

Âyet:

اِقْرَأْ وَرَبُّكَ الْاَكْرَمُۙ اَلَّذ۪ي عَلَّمَ بِالْقَلَمِۙ عَلَّمَ الْاِنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْۜ

“Oku (ve öğren)! Rabbin ekremdir/en cömerttir. O, kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediklerini öğretendir.” [1]

Kur’ân-ı Kerim’de “ilim (ılm)” kelimesi ve türevleri toplam 854 yerde zikredilir. İlm’in zıddı cehâlet (c-h-l) kelimesi ve türevleri toplam 24 yerde kullanılır. Kalem ve çoğulu Aklâm kelimesi toplam 4 yerde geçer. Yazmak anlamında K(e)-t-b kelimesi ve türevleri ise toplam 322 yerde zikredilir.

Kur’an’ın, 854 yerde ilimden bahsetmesi, bilmeye, öğrenmeye verdiği önemi gösterir. Ayrıca Allah, Kur’an’ın bilgiye dayalı bir kitap ve yol göstermek için bir rahmet olduğunu ifade ediyor.[2] Bilmeksizin zan ile konuşmayı yasaklıyor.[3] Bilen­lerle bilmeyenlerin bir olmayacağından,[4] Allah’tan en çok âlimlerin korkacağından,[5] iman edenlerle, kendilerine ilim verilenlerin derecelerinin yükseleceğinden[6] bahsediyor. “Rabbim ilmimi artır, de” [7] âyetiyle de mü’minin ruhuna şiddetli bir ilim ateşi yakıyor. Ancak ilmi, amaçsız bir şekilde kendi başına bir değer olarak alıp kutsamıyor. Onun salt bir bilgi yığını olarak biriktirilmesini yeterli bulmuyor, bir gâyeye hizmet etmesini ve topluma aktarılması­nı da istiyor. İşte tebliğ ve inzarın böyle bir fonksiyonu vardır.

“Nun. Kaleme ve satır satır yazdıklarına andolsun.” [8]

“Bilmiyorsanız zikir ehline (bilenlere) sorunuz.” [9]

“Hatırla ki; Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ dedi. Onlar, ‘Biz hamdinle Sana tesbih ve Seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?’ dediler. Allah da onlara ‘Sizin bilemeyeceğinizi Ben bilirim’ dedi.”[10] “Allah Âdem’e bütün isimleri, (eşyanın adlarını ve ne işe yaradıklarını) öğretti. Sonra onları önce meleklere arz edip, ‘Eğer siz sözünüzde sâdık iseniz; şunların isimlerini Bana bildirin’ dedi.”[11] “Melekler, ‘Yâ Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih eder, kemâl sıfatlar ile tavsif ederiz ki, Senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz alîm (her şeyi bilen) ve hakîm olan (her yaptığında hikmetler olan) ancak Sensin’ dediler.” [12]

“Allah, sizi analarınızın karnından hiç bir şey bilmez halde çıkarmıştır.” [13]

“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklen­mekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu in­san yüklendi. Doğrusu o çok zâlim, çok câhildir.” [14]

“Ey iman edenler! Eğer fâsıkın biri size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bir topluluğa câhilce sataşırsınız da sonra yaptığınıza pişman olursunuz.”[15]

“Utan­malarından dolayı, câhil, onların zengin olduklarını sa­nır. Sen onları simalarından tanırsın.” [16]

“Allah’ın kabul edeceği tevbe, ancak cehâletle işlenip de sonra tez elden tevbe edenlerin tevbesidir.” [17]

“Sizden kim, cehâletle bir kötülük yapar, sonra ardından tevbe edip de kendini ıslah ederse...” [18]

“Sonra şüphesiz Rabbin câhillik sebebiyle kötülük yapan, sonra da bunıın ardından tevbe edip (durumunu) düzeltenleri (bağışlayacaktır).” [19]

“Bir zamanlar Mûsâ kavmine ‘Allah, bir sığır kesmenizi emre­der dedi. ‘Bizimle alay mı ediyorsun?’ dediler. ‘Câhiller­den olmaktan Allah’a sığınırım’ dedi” [20]

“Allah dileseydi, elbette onları hidâyet üzre toplayıp birleştirirdi; o halde sakın câhillerden olma?” [21]

“Rabbim, ilimce herşeyi kuşatmıştır.” [22]

“O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme. Ben sana câhillerden olmamanı tavsiye ederim.” [23]

“Eğer sen onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyle­der ve câhillerden olurum dedi.” [24]

“...Allah’ın dilemesi müstesna yine de inanacak değillerdi. Fakat çok­ları cehâlet segiliyor.” [25]

“Ey Mûsâ! Onlara ait tanrılar gibi bizim için de bir tan­rı yap!’ dediler. Musa, ‘Gerçekten siz câhil bir toplumsu­nuz’ dedi.” [26]

“...Ben, iman edenleri kovacak değilim; çünkü onlar Rabblerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizi câhillik yapan bir topluluk olarak görüyorum.” [27]

“De ki: ‘Rabbim ilmimi arttır.” [28]

 “...Yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve câhil kimseler kendilerine laf attığında ‘Selâm!’ derler.” [29]

“De ki: hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” [30]

“İlim, ancak Allah katındadır.” [31]

 

Hadis-i Şeriflerde Okuma, Yazma ve İlim

“İlim tahsil etmek maksadıyla bir yola giden kimseye Allah Teâlâ, cennet yollarından birini açar. Melekler, ilim tahsil edene karşı memnuniyetleri ve tevâzûları sebebiyle kanatlarını yere sererler. Göklerde ve yerde olan her şey, hatta su içindeki balıklar, âlim için Allah’tan rahmet diler. Âlimin, bilmeden ibâdet eden kimseye üstünlüğü, ondördündeki dolunayın görünen diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler ne altın ne de gümüş bırakmışlardır; onlar miras olarak sadece ilim bırakmışlardır. Kim ilmi almışsa büyük ve değerli bir şey almış demektir.” [32]

“Kim ilim tahsil etmek için (evinden veya yerleşim yerinden) çıkarsa, geri dönünceye kadar o kişi Allah yolundadır.” [33]

“İlim aramak, her müslüman üzerine farzdır. Ehil olmayan insanlara ilim öğretmeye kalkan kimse, domuzların boynuna cevher, inci ve altın gerdanlık takan adama benzer.” [34]

“Ey Ebû Zer, sabahleyin evinden çıkıp Kur’an’dan bir âyet öğrenmen senin için yüz rekât nafile namaz kılmandan daha hayırlıdır. Yine sabahleyin evinden çıkıp mükellefin ameliyle ilgili olan veya olmayan ilimden bir bâbı öğrenmen (senin için) bin rekât nafile namazdan daha hayırlıdır.” [35]

“Kıyamet gününde âlimlerin mürekkebi, şehidlerin kanı ile tartılır.” [36] 

“Hikmet, mü’minin yitiğidir. Onu nerede bulursa o mü’minin kendisi ona daha lâyıktır.” [37]

“Ne âlimlere karşı iftihar edip övünmek için, ne câhillerle münakaşa etmek ve ne de meclislerin seçkin köşelerinde yer almak için ilim talep edin. Bu yasağa rağmen kim böyle yaparsa ateşe (müstahaktır), ateşe (müstahaktır).” [38]

“Allah kim hakkında hayır dilerse, onu dinde fakîh (derin anlayış sahibi) kılar.” [39]

“Şeytana, bir fakîhi (dinde anlayış sahibi bir bilgini) aldatmak, bir âbid(i aldatmak) tan daha zordur.” [40]                                  

“Rasûlullah (s.a.s.)’a biri âbid (ibâdetle çokca meşgul) ve diğeri âlim (ilimle çokca meşgul) olan iki adamdan bahsedildi ve bunun üzerine Rasûl-i Ekrem: “Bir âlimin bir âbide karşı üstünlüğü, benim en aşağı mertebede olanınıza üstünlüğüm gibidir.” buyurdu. Sonra şunları söyledi: “Allah, melekleri, göklerin ve yerin halkı, hatta yuvalarındaki karıncalar ve balıklar, insanlara hayır (faydalı şey) öğreten kişiye dua ederler.” [41]

“İnsan öldüğü vakit bütün amelleri ondan kesilir. Yalnız üç şeyden dolayı kesilmez; sadaka-i câriyeden, faydalanılan ilimden ve kendisine dua eden sâlih evlâttan kesilmez.” [42] 

“Allah’ım, huşûu olmayan (korkmayan) kalpten, kabul olmayan duadan, doymayan nefisten ve fayda vermeyen ilimden sana sığınırım.” [43]

“İlmin kaldırılması, câhilliğin kökleşmesi, şarabın içilmesi, zinanın çoğalması kıyamet alâmetlerindendir.” [44]

“Şüphesiz Allah, ilmi kullardan silmek sûretiyle değil, âlimlerin ruhlarını kabzetmek sûretiyle giderecektir. Nihâyet hiçbir âlim bırakmayınca insanlar, câhil kişileri başlarına geçireceklerdir. Bunlara meseleler sorulacak; onlar da bilgileri olmadığı halde fetva verecekler. Onlar bu sûretle hem kendileri sapıklığa düşerler, hem de halkı sapıtırlar.” [45]       

“Allah’ın benim vasıtamla gönderdiği hidâyet ve ilim, bol yağmura benzer. Bu yağmur bazen öyle verimli bir toprağa düşer ki, onun bir kısmı toprağı suya doyurur ve çayırda bol ot yetişir. Bir kısım toprak kurak olur, suyu üstünde tutar, gölcük olur da Allah onunla insanları yine faydalandırır; ondan hem kendileri içerler, hem de hayvanlarını sularlar, ekin ekerler. Bu yağmur bir de diğer bir çeşit toprağa isabet eder ki, kıraç ve kaygandır; ne suyu üstünde tutar, ne de ot bitirir. İşte Allah’ın dinini anlayıp da Allah’ın benim vasıtamla gönderdiği hidâyet ve ilimden faydalanan ve bunu bilip de başkasına bildiren kimse ile; bunu duyduğu vakit kibrinden başını bile kaldırmayan ve Allah’ın benimle gönderilen hidâyetini kabul etmeyen kimse böyledir.” [46]

Hz. Ebûbekir (r.a.) Peygamberimiz’i anlatırken şöyle ifade eder: “Rasûlullah (s.a.s.) (Vedâ Haccında) şöyle buyurdu:

“...Kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız birbirinize haramdır. Burada hazır bulunanlarınız, burada bulunmayanlara (yeni nesillere) bunu tebliğ etsin. Olabilir ki, hazır olan kimse, bunu daha iyi anlayan bir kimseye tebliğ etmiş olur.” [47]    

Kur’an’ın, 854 yerde ilimden bahsetmesi, bilmeye, öğrenmeye verdiği önemi gösterir. Ayrıca Allah, Kur’an’ın bilgiye dayalı bir kitap ve yol göstermek için bir rahmet olduğunu ifade ediyor.[48] Bilmeksizin zan ile konuşmayı yasaklıyor.[49] Bilen­lerle bilmeyenlerin bir olmayacağından,[50] Allah’tan en çok âlimlerin korkacağından,[51] iman edenlerle, kendilerine ilim verilenlerin derecelerinin yükseleceğinden[52] bahsediyor. “Rabbım ilmimi artır, de”[53] âyetiyle de mü’minin ruhuna şiddetli bir ilim ateşi yakıyor. Ancak ilmi, amaçsız bir şekilde kendi başına bir değer olarak alıp kutsamıyor. Onun salt bir bilgi yığını olarak biriktirilmesini yeterli bulmuyor, bir gâyeye hizmet etmesini ve topluma aktarılması­nı da istiyor. İşte tebliğ ve inzarın böyle bir fonksiyonu vardır.

 

Kur’an’ın Eğitime Yönelik İlkeleri

Okumaya, yazmaya ve ilim öğrenmeye yönelik olarak Kur’an’ın söylemi konusunda daha önce bilgi vermiştik. Bun­lara tekrar girmeden eğitime yönelik teklif ettiği ilkeleri de kı­saca ortaya koymak gerekir. Çünkü İlâhi kitap, insanın eğiti­mini belirsizliğe terk etmemiştir. Ancak bu ilke ve kurallar, daha çok genel bir nitelik arzetmekte, teknik düzenleme iş­lemlerini insan düşüncesine bırakmaktadır. Şimdi bu ilkelere kısaca göz atalım:

Her şeyden önce bilmeyi, anlamayı ve düşünmeyi öngören İlâhi vahiy; bilmeden konuşmayı,[54] yapmadıkla­rını söylemeyi[55] yasaklıyor; insanın bildiklerini uygulamasını istiyor ve uygulamayan kimseleri kınıyor.[56] Dolayısıyla eğitimcinin tutarlı olmasını istiyor. Öğretmedikçe sorumlu tutmuyor.[57] İnsanın sorumluluğu ile bilgilen­dirilmesini doğru orantılı olarak görüyor. Kolaylaştırmayı em­rediyor, zorlaştırmayı çirkin buluyor;[58] yumuşak muâmeleyi emrediyor,[59] muhâtabın se­viyesine göre ve anlayacağı bir dille öğretilmesi gerektiğini öneriyor.[60] Affedici olmayı, ce­za ve sert muameleye tercih ediyor. [61]

Faraziyeler üretmekten sakındırıyor,[62] hedefi olmayan salt bir eğitim kutsamasını kabul etmiyor. Hem uzun vadeli hem de kısa vadeli hedefleri gözönünde bulunduru­yor, fakat uzun vadeli olanları ön plana çıkarıyor.[63] Bu nedenle inançlı ve Allah’ı merkeze alan bir eğitim ve öğretim öneriyor,[64] seküler ve dinsiz bir eğitimi reddediyor.[65] İnançlı bir eğitimde, ferdin ve âlemin, kısaca tabiatın parçalanmasını kabul etmiyor, bütün­leştirici ve tevhidî bir dünya görüşü kazandırmayı hedefliyor.[66] Bu tevhidî bilinçle Allah’tan başka kimse­den korkmayan, kendine güven kazanmış, şahsiyetli bir fert ve ümmet yetiştirmeyi amaçlıyor. [67]

Yöntem olarak telkin, soru-cevap,[68] tartışma,[69] tekrar, kıssa, meseller ve örneklemeye sıkça başvuruyor. Dahası eğitimcinin örneklik etmesi ve kendisinden örnek alınması gerektiğini söylüyor.[70] Tümden gelim ve tüme varım metodlarının her ikisini de kullanıyor. [71]

Tebliğ

Âyet:

وَاِذْ قَالَتْ اُمَّةٌ مِنْهُمْ لِمَ تَعِظُونَ قَوْمًاۨۙ اللّٰهُ مُهْلِكُهُمْ اَوْ مُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا شَد۪يدًاۜ قَالُوا مَعْذِرَةً اِلٰى رَبِّكُمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ لْكَافِر۪ينَ

“İçlerinden bir topluluk, ‘Allah’ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azaba uğratacağı bir kavme hâlâ ne diye tebliğde bulunuyorsunuz?’ dediler. Tebliğe devam edenler şu cevabı verdiler: Rabbiniz huzurunda özür beyanı yüzünden, bir de belki kendilerine gelir, korunurlar ümidiyle.” [72] 

يَٓا اَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَۜ وَاِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُۜ وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ

“Ey Rasûl, Rabbinden sana indirileni tebliğ et/duyur. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphe yok ki Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.” [73]

Zaman, yer ve nitelik açısından amaca ulaşma, sona varma, nihâyete erme, resmî bir yazıyı, kararı halka veya ilgililere duyurma, bildiri, beyanname, mesaj, bir dini başkalarına anlatma ve yayılmasına çalışma. “Be-le-ğa” fiilinden “tef’îl” bâbında masdardır. Çoğulu “teblîğât”tır. Tebliğ, Kur’an’da “belâğ” kelimesi ile aynı anlamda kullanılmıştır. Tebliğ masdar, belâğ ise isim olarak on küsur yerde geçmektedirler. Bu kelimelerin ifâde ettiği İlâhî mesajın sahibi Yüce Allah, aracı ve vâsıtası Hz. Muhammed (s.a.s.), muhâtabı ise, insandır.

Tebliğ, peygamberlerin sıfatlarından ve onların gerçek vazifelerindendir. Bu gerçeği ifâde eden bir ayetin meâli şöyledir:

“Ey elçi, Rabbinden sana indirileni tebliğ et/duyur. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur.”[74]

Bu görev yalnız Hz. Muhammed’e (s.a.s.) verilmemiş, diğer peygamberlere de verilmiştir. [75]

Tebliğ vazifesini yapan peygamberler, bu vazifelerinde zorlayıcı herhangi bir yola başvurmamışlar, sadece tebliğ vazifelerini yerine getirmişler ve sonucu Allah’a bırakmışlardır: “Peygambere düşen, sadece tebliğ yapmaktır.”  [76] 

Allah’tan aldıkları mesajları, muhatabı olan insanlara tebliğ etmekle görevli olan peygamberler, bu yolda çeşitli sıkıntılara katlanmışlar ve en güzel sabır örneğini göstermişlerdir. “(Önce) en yakın akrabanı uyar.”[77] âyeti nâzil olunca, Hz. Muhammed (s.a.s.) ilk tebliği, evinde topladığı Abdülmuttaliboğullarına yaptı. Daha sonra Safa tepesine çıkarak halka seslendi ve halk O’nun etrafında toplandı. Onlara, “Şu dağın arkasında düşman var desem, bana inanır mısınız?” diye sorunca, halk, “Evet, sana inanırız. Çünkü senden yalan duymadık” cevabını verdi. “Öyle ise size şiddetli bir azâbı haber veriyorum” deyince, amcası Ebû Leheb hakaret ifâde eden sözler sarfederek, onu susturdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.)’in tebliğini engellemeye çalışan Ebû Leheb ve hanımı hakkında Tebbet sûresi nâzil oldu.[78]

Peygamberler, tebliğ vazifelerini yerine getirirken, çeşitli sıkıntılarla karşılaşmışlardır. Ama hiç bir zaman yollarından sapmamışlar ve dâvâlarında tâviz vermemişlerdir. Hayatları bu hususta ibretli olaylarla doludur. Bu şekilde sabırla davranarak tebliğde bulunmak, insanları hikmetli sözler ve güzel öğütlerle Allah’ın yoluna dâvet etmek Allah’ın, Kur’an’a kulak veren her mümine İlâhî bir emridir:

“(Ey Muhammed) Sen (insanları) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütlerle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et.” [79]

Bu âyette söz konusu olan “hikmet” ve “güzel öğüt”, tebliğ ile ilgilenen insanlar için çok önemlidir. Hikmet, kişinin tebliğ sırasında dikkatli ve basiretli olması, bunu körü körüne yapmamasıdır. Hikmet, hitabedilen kişinin zihin, yetenek ve şartlarını gözönünde bulundurulmasını ve mesajın bunlara uygun bir şekilde iletilmesini gerektirir. “Güzel öğüt” ise, kişinin muhatabını sadece mantıkî ikna metotlarıyla değil, aynı zamanda duygularını cezbederek de inandırmaya çalışmasıdır. Bu âyette geçen “Onlarla en güzel şekilde mücadele et” emri de, tebliğ vazifesini ciddi bir şekilde yerine getirmeyi taleb etmektedir. Buna göre tebliğci, tatlı bir dile sahip olmalı, tebliğde soylu bir davranış göstermeli, cezbedici, akla ve mantığa uygun fikirleri öne sürmeli ve muhatabını en güzel bir şekilde ikna etmeye çalışmalıdır.[80]

Kur’an, İlâhî mesajın insanlara ulaştırılması açısından büyük önem taşıyan tebliği “büyük cihad (cihad-ı ekber)” olarak tanımlar:

“Kâfirlere boyun eğme ve bununla (bu Kur’an ile) onlara karşı büyük cihâd et.” [81]

Bu âyetteki “büyük cihâd”, İslâm davası yolunda elden geleni yapmak, bu dava için bütün imkân ve kaynakları seferber etmek ve Allah’ın adını Yüceltmek için tebliğde bulunmak demektir. Gerçekten de tebliğ suretiyle cihadda bulunmak, düşmana karşı silahla cihatda bulunmaktan daha büyük ve daha üstündür. [82]

Tebliğ ile meşgul olanlar, insanlar arasında ayırım yapmadan, genç ihtiyar, kadın erkek, herkese tebliğde bulunmalıdırlar. Ölüm döşeğinde olan insana bile, İslâm tebliğ edilmelidir. Çünkü o, iman ettikten sonra vefât ederse, âhireti kurtarılmış olur. Her hususta olduğu gibi, bu hususta da en güzel örnek, Hz. Muhammed’dir (s.a.s.). Ebû Tâlib’in ölüm zamanı gelince, Rasûlullah (s.a.s.) onun yanına geldi. Orada Ebû Cehil ve Abdullah b. Ebî Ümeyye de vardı. Hz. Peygamber (s.a.s.) Ebû Tâlib’e: “Ey amcacığım, ‘Lâ-İlâhe İllallah’ de, bununla Allah katında sana şehâdet edeyim” buyurdu. Ebû Cehil: “Yâ Ebâ Tâlib, Abdülmuttalib’in dininden vaz mı geçeceksin?” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) amcasına tebliğde bulunmaya devam etti. Fakat Ebû Tâlib, ona son söz olarak Abdülmuttalib’in dini üzerinde olduğunu söyledi ve ‘Lâ İlâhe İllallah’ demekten çekindi. O zaman Hz. Muhammed (s.a.s.): “Allah beni men etmediği müddetçe, senin için duâ edeceğim” dedi. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu:

“Akraba bile olsalar, cehennemin halkı oldukları belli olduktan sonra (Allah’a) şirk/ortak koşanlar için mağfiret dilemek; ne peygamberin, ne de iman edenlerin yapacağı bir iş değildir.”[83] Ebû Tâlib hakkında da: “(Ey Muhammed), Sen, sevdiğini hidâyete erdiremezsin/doğru yola iletemezsin, fakat Allah,  dilediğini doğru yola iletir. O, yola gelecek olanları daha iyi bilir.”[84] âyeti nâzil oldu. [85]

Ayrıca Kur’an, Allah’ın en büyük düşmanlarına bile tebliğin götürülmesini emreder. Hem de onları kırmadan, ezmeden, lânetlemeden ve onlara öfkelenmeden bu vazifelerinin yerine getirilmesi gerektiğini vurgular:

“(Ey Mûsâ ve Hârun!) Firavun’a gidin, çünkü o azmıştır. Ona yumuşak ve tatlı bir sözle tebliğde bulunun. Belki öğüt alır veya Allah’tan korkar.”[86]

Yüce Allah, Firavun’un imân etmeyeceğini elbette biliyordu. Ama yine ona tebliğin yapılmasını emretmiştir. Bunda çeşitli hikmetler vardır. İnanan insanların tebliğ vazifelerini yerine getirmeleri ve kendisine tebliğin ulaşmadığı hiç kimsenin kalmaması gerekir. Bu durum, tebliğcileri de mes’uliyetten kurtarır. Nitekim Yüce Allah başka bir âyette, Hz. Mûsâ ve ona bağlı olanların tebliğe ısrarla devam etmelerini faydasız gören bazı insanlardan söz ederken, şöyle bir açıklamada bulunmuştur:

“İçlerinden bir topluluk, ‘Allah’ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azaba uğratacağı bir kavme hâlâ ne diye tebliğde bulunuyorsunuz?’ dediler. Tebliğe devam edenler şu cevabı verdiler: Rabbiniz huzurunda özür beyanı yüzünden, bir de belki kendilerine gelir, korunurlar ümidiyle.” [87]

Bu durum, tebliğcinin görevini savsaklamadığına delil olur ve kendisine tebliğ yapılanın “ben bunu bilmiyordum” şeklinde mazerette bulunmasını engeller.[88] Merhum müfessir Elmalılı, bu âyeti açıklarken şöyle buyurmuştur: “Tebliğ vazifesini yerine getirme, herkese son nefesine varıncaya kadar bir nevi farzdır. Bununla beraber, dünyada hiç bir-hususta ümitsizliğe düşmek caiz değildir. Her ne kadar günahkâr olurlarsa olsunlar, insanların tövbe ve takvasını arzu ve ümit etmek de bir vazifedir. İnsanlığın hali sürekli değişmededir ve kader sırrı meydana gelişinden önce bilinmez. Ne bilirsiniz, bu güne kadar hiç söz dinlemeyen bu insanlar belki yarın dinleyiverir ve sakınmaya başlar, bütün bütün sakınmazsa, belki biraz sakınır ve bu sayede azabı hafifler. Her halde tebliğde bulunup öğüt vermek, tebliği terk etmekten evlâdır. Tebliği bütünüyle terk etmekte ise, hiç bir ümit yoktur. Hiç bir mukavemete maruz kalmayan fenalık daha süratle yayılır. Herhangi bir fenalığın aslını silmek mümkün olmasa da hızını azaltmaya çalışmak da göz ardı edilmemelidir. [89]

Hz. Peygamber (s.a.s.) vedâ hutbesinde İslâm’ın temel prensiplerini tebliğ ettiği zaman, sık sık hazır olanlara: “Tebliğ vazifemi yaptım mı?” diye sormuş. Onlardan olumlu cevap alınca, “Allah’ım, sen benim tebliğ vazifemi yaptığıma şahid ol!..” diyerek, bu kutsal vazifeyi yerine getirmenin sevincini yaşamıştır. [90]

Peygamber ve O’nun yolunda yürüyenlerin en önemli görevi, Hakk’ı tebliğdir. Her Müslüman bu konuda görevlidir. Müminlerin bu husustaki görevlerini yerine getirmeleri farzdır. İslâm; sürtüşme, tartışma, bölünme ve parçalanma dini değildir. Onun ruhunda ve mayasında ancak Allah’a kul olmanın derin manası, birbirimize kardeş olmanın yüksek anlamı yatmaktadır. Dinde kula kul olma basiretsizliği yoktur. Günümüzün tebliğ metodu bu doğrultuda geliştirilmelidir. İslâm dininde tebliğ, belli bir sınıfın değil, inanan bütün insanların vazifesidir. İslâm’da sınıf ayırımı yoktur. Her kişi, kendi bilgi ve kültür seviyesine göre, başkalarına tebliğde bulunup onları şuurlandırmaya çalışmak mecburiyetindedir.

Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de üzerinde önemle durduğu “dâvet” ve “Emr bi’l-Ma’ruf ve Nehy ani’l-Münker” de, tebliğe yakın ve onunla iç içe olan konulardır.

Hz. Muhammed (s.a.s.), Allah rızâsı için yapılmayan her şeyin bâtıl ve faydasız olduğunu haber vermiştir.[91] Buna göre tebliğ de, Allah rızâsı için yapılmalıdır. Herhangi bir maddî veya manevî menfaat niyeti ile yapılan tebliğin hiç bir faydası olmaz. Yüce Allah da Kur’ân-ı Kerim’de, tebliğin herhangi bir karşılık beklemeden, Allah rızâsı için yapılmasını ve bu şekilde yapılan tebliği dinlemenin gerektiğini açıklamıştır. [92]

Her şeyi Allah rızâsı için yapan, gâye olarak O’nun rızâsını seçen ve bu yolda tebliğ vazifesini de bilinçli bir şekilde yerine getiren bir toplum, mutluluğun sırrına erer. Kur’an, insanlara tebliğ edilmek üzere indirilmiştir. Hz. Muhammed (s.a.s), bu yolda her türlü sıkıntıya göğüs gererek, gerektiği gibi bu vazifeyi yerine getirdi. O’nun ümmetinin de, bu vazifeyi sadece Allah rızâsı için ve hakkıyla yerine getirmesi gerekir. [93]

‘Tebliğ’ kelimesi, bu şekliyle Kur’an’da fiil halinde ve diğer türevleri olarak sık sık kullanılmaktadır. Birçoğunun reşid olma yaşına ulaşması ‘büluğ’ çağına ulaştı, ‘büluğa’ erdi şeklinde söylenir.[94] Bu yaş güç ve kuvvete ulaşma, kişinin kendi işini kendi görebileceği yaşa varma zamanıdır. Peygamber için kullanıldığı zaman onların kırk yaşına ulaşmaları kast edilir. [95]

Aynı fiil yer bakımından bir mekâna ulaşma, varma anlamında,[96] zaman olarak belli bir sürenin sonuna ulaşma anlamında,[97] yaşlanma, ömrün sonuna gelme mânâsında,[98] belli bir amaca ulaşma,[99] bir şeyin bir yere, bir duruma ulaşması anlamında[100] kullanılmaktadır. Aynı kökten gelen ‘beliğ’ kelimesi, en açık en etkileyici, maksada en uygun, noksansız ve güzel söz demektir. [101]                                                   

‘Belâğat’ güzel söz söyleme sanatıdır ki, karşıdaki kimsenin durumuna göre, tam yerinde, düzgün ve etkileyici, maksada en uygun söz söyleme sanatı demektir. Kur’an, en üstün ‘fasâhat’ (az sözle çok şey anlatma) ve belâğat sanatına sahiptir, bu bakımdan benzeri olmayan bir mûcizedir.

 Tebliğ’ Kur’an’da, Allah’ın vahyinin insanlara ulaştırılması anlamında kullanılmaktadır. Bunun masdarı olan ‘belağ’ ise ulaştırma, ulaştırı demektir. Kur’an’da ‘tebliğ’ kelimesi fiil halinde, ‘belağ’ ise masdar olarak geçmektedir. Tebliğ edilmesi gereken şey Allah’ın vahyidir ve bu vahyin sahibi de Allah’tır. Bütün nebiler bu faaliyette bir aracıdırlar. Onlar, kendilerine vahyedilen şeyi çevrelerindeki insanlara aktarmak ve ulaştırmakla sorumludurlar. Tebliğin muhatabı, tebliğ ulaştırılması gerekenler insanlardır.

Tebliğ’ görevi aynı zamanda bütün peygamberlerin bir sıfatıdır. Onlar, Allah’tan aldıkları vahyi, hiç bir ilave yapmadan, hiç bir şey çıkarmadan, en güzel bir şekilde insanlara ulaştırırlar. Kur’an şöyle diyor: “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni duyur (tebliğ et). Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfir olan bir topluluğu hidayete eriştirmez.” [102]

Peygamberlerin Tebliğ Görevi: Aynı görev diğer peygamberlere de verilmiştir. Meselâ Nûh (a.s.) kavmine diyor ki: “Size Rabbimin risâletini (İlâhî mesajı) tebliğ ediyorum. Ayrıca size öğüt veriyorum ve sizin bilmediklerinizi Allah’tan biliyorum.”[103]  Aynı ifadeyi Hz. Hûd (a.s.) da, Sâlih (a.s.) de, Şuayb (a.s.) da söylemişlerdi.[104] Bütün peygamberler bu görevi hakkıyla yerine getirmişlerdir. [105]

‘Tebliğ’ ile görevli bütün nebiler, kendileri en güzel örnek olmak üzere, her türlü zor şartlara, zorba ve azgınların alay ve zulümlerine; insanların yüz çevirmelerine, kendilerine sıkıntı vermelerine, eziyetin ve baskının her çeşidini denemelerine rağmen; bu görevlerine devam ettiler. Onlar, tebliğ faaliyetlerinde yılmadılar, usanmadılar. Kendilerine karşı çıkanların tehdit ve baskılarına aldırmadılar. Tarihin kaydettiği en büyük zorba kişi ve sistemlerine karşı çekinmeden mücadele ettiler. Her türlü güzel ve uygun metodu kullanarak, Allah’tan uzaklaşıp günahkâr olan insanlara ulaşmaya çalıştılar. Yorgunluklara, sıkıntılara, eziyetlere dayandılar, hatta kimileri bu uğurda canlarını bile verdiler. Sözleriyle ve ahlâklarıyla insanlara ‘hidayet’ yolunu gösterdiler. Onları şirkin ve isyanın öldürücü etkisinden kurtarmaya çalıştılar.

Bütün zor şartlara rağmen ‘tebliğ’ görevini sürdüren peygamberlerin görevi yalnızca vahyi, ilâhi mesajı insanlara ulaştırmaktı. Onlar, metodun en güzelini ve etkilisini, davranışın en mükemmelini, takvanın en Yücesini göstererek, insanlara Allah’ın mesajını ulaştırdılar. Onların görevi sadece bu idi. Bundan ötesi onların sorumluluk alanına girmiyordu. Yani onlar, tebliğ ettikleri şeylere insanları zorla inandıran veya zorla itaat ettiren kimseler değildi. Onlar insanlar üzerinde bir bekçi veya bir vekil değillerdi.[106] Şu âyet bunu daha net bir şekilde ifade etmektedir: “Artık sen öğüt verip hatırlat. Sen yalnızca bir öğüt verici, hatırlatıcısın. Onlara ‘zor ve baskı’ kullanacak değilsin. Ancak kim yüz çevirir ve küfre saparsa; İşte Allah, onu en büyük azap ile azaplandırır.”[107]

Peygamberlerin bütün gayretlerine, hatırlayıp-öğüt vermelerine, uyarıp-korkutmalarına rağmen, insanlar yine de yüz çevirip iman etmezlerse, peygamberlere düşen apaçık bir belağ’dır (tebliğdir). Kur’an bu gerçeği sık sık vurgulamaktadır. “…Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidâyete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen ‘belağ-duyurup bildirmedir (tebliğdir). Allah kullarını hakkıyla görendir.”[108] 

Merhamet sahibi Allah tarafından insanlara ‘rahmet’ olarak gönderilen ilâhi vahy, yine rahmet sahibi elçiler eliyle insanlara, yumuşaklık, hoşgörü, fedakârlık, sabır, dayanma ahlâkıyla ulaştırıldı. Elçiler bu noktada kimseye baskı yapmaya, kimseyi zorlamaya kalkmadılar. Zaten böyle bir şey tebliğ faaliyetine terstir. Ancak, onların tebliğine engel olunursa o zaman da nebiler Allah’ın izniyle o engel olanlarla en güzel mücadeleyi yapmışlardır. Bu noktada inkârcıların baskılarına boyun eğmek yoktur.[109] Şunu da hatırlatmak gerekir ki, peygamberler yalnızca vahyi açıklayıp bırakan birer postacı değillerdir. Belki onlar, kendilerine tebliğ edildiği halde inanmayanlara karışmazlar. Ancak inkârcılar tebliğe engel olurlarsa ve müslümanlara zarar vermeye kalkışırlarsa peygamberler onlarla cihad ederler. Onlar ayrıca kendilerine inanan mü’minlerle beraber bir İslâm ümmeti (toplumu) kurarlar ve o toplumu Allah’ın gönderdiği hükümlerle yönetirler ve her açıdan insanlara örnek olurlar.

Tebliğ vahyin mesajını insanlara ulaştırmaktır dedik. Bu görev öncelikli olarak seçilmiş elçilerin görevidir. Onlar bu görevi en uygun bir metodla, amaca en uygun bir yolla yaparlar. Hatta en katı yürekli, zâlim ve zorba, hidayete gelme ihtimali olmayanlara bile tebliğ edilmesi Kur’an’ın bir emridir, Kur’an bu konuda güzel bir örnek veriyor:

“İkiniz (Mûsâ ve Harun) firavuna gidin, çünkü o, azmış bulunmaktadır. Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür ya da içi titrer korkar.” [110]

Böylelerine tebliğ etmek anlamsız değildir. Bu, tebliğin hedefi bakımından yapılması gereken bir şeydir. En azından tebliğ eden görevini yapmış, tebliğ edilenin de bir mazereti, bahanesi kalmamış olur. Ayrıca inkârcı ve günahkâr insanların tevbe etmelerini, iyi insan olmalarını arzu ve ümit etmek son derece güzeldir. Hz. Mûsâ’nın ısrarlı tebliğ faaliyetlerini anlamayanlara verilen cevap bunu açıklamaktadır:

“…Rabbinize karşı bir özür için ve bir ihtimal sakınabilirler, diye, dediler.” [111]

Kur’an, tebliğ kelimesinden yaklaşık 25 defa çeşitli şekillerde bahsediyor. Açıkça “sana indirileni tebliğ et” diyerek bunu farz kılıyor.[112] Ayrıca Kur’an 130 defa inzardan ve uyarıdan bahsediyor. Rasûlün tebliğci, uyarıcı ve müjdeleyici (mübelliğ, münzir ve beşir) olduğunu zikrediyor.[113] Tebliğ ve inzar deyince yüzeysel olarak gerçeği, insanlara bir defa duyurmakla tebliğin tamamlandığı gibi bir anlayış, şimdiye kadar düşüncelerimize hâkim oldu. Ancak Kur’an, olayı bu kadar yalın olarak ele almıyor. İnatlaşmış inkârcıların ve iman etmeyecek olanların tekrar uyarılmasına gerek görmezken, Allah’tan korkan ve Kur’an’a uyan kimselerin uyarılmasını (inzar) istiyor.[114] Uyarılan kimse Allah’tan korkuyor ve Kur’an’a tabi oluyorsa niçin uyarılacak, bu sorunun cevabını bulmamız gerekiyor. Hem bu âyet Mekkîdir ve imanla ilgilidir. İşte buradaki “Korkan ve tabi olan” kimsenin uyarılmasından maksat o kimsenin eğitilmesidir. Dolayısıyla bu tür kimseler için tebliğ ve uyarı bitmemiştir, devam etmektedir. Diğer bir deyişle tebliğ, anlık bir olay değil, düzenli bir süreçtir ve eğitimcinin yaptığını yapmaktadır. Bu sebeple kendisi­nin davetçi olduğunu hissedenler aynı zamanda iyi birer eğitimci olmak zorundadırlar.

 

[1]  96/Alâk, 3-5

[2]  7/A’râf, 52

[3]  3/Âl-i İmran, 66; 4/Nisâ, 157

[4]  39/Zümer, 9

[5]  35/Fâtır, 28

[6]  58/Mücâdele, 11

[7]  20/Tâhâ, 114

[8]  68/Kalem, 1

[9]  16/Nahl, 43

[10]  2/Bakara, 30

[11]  2/Bakara, 31

[12]  2/Bakara, 32

[13]  16/Nahl, 78

[14]  33/Ahzâb, 72

[15]  49/Hucurât, 6

[16]  2/Bakara, 273

[17]  4/Nisâ, 17

[18]  6/En’âm, 54

[19]  16/Nahl, 119

[20]  2/Bakara, 67

[21]  6/Enâm, 35

[22]  6/En’âm, 80

[23]  11/Hûd, 46

[24]  12/Yûsuf, 33

[25]  6/En’âm, 111

[26]  7/A’râf, 138

[27]  11/Hûd, 29

[28]  20/Tâhâ, 124

[29]  25/Furkan, 63

[30]  39/Zümer, 9

[31]  46/Ahkaf, 23; 67/Mülk, 26

[32]  Ebû Dâvud, İlm 1; Tirmizî, İlm 19, hadis no: 2822; İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 223

[33]  Tirmizî, İlm 2

[34]  İbn Mâce, Mukaddime17, hadis no: 224

[35]  İbn Mâce, Mukaddime, 16, hadis no: 219

[36]  Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. 2, s. 400

[37]  Tirmizî, Kitabu’l-İlm, 19, hadis no: 2827

[38]  İbn Mâce, Mukaddime 23; hadis no: 254

[39]  Buhâri, İlm 14, hadis no: 13; Müslim, İmâre 53, hadis no: 175; İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 220-221

[40]  Tirmizi, İlm 19, hds no: 2821; İbn Mâce, Mukaddime 17, hds no: 222

[41]  Tirmizî, Kitabu’l-İlim 19, hadis no: 2825

[42]  Müslim, Vesâyâ 3, hadis no: 14 (1631); S. Tirmizî, Ahkâm, 36, Hadis no: 1393

[43]  Tirmizî, Kitabu’d-Deavât 68, hadis no: 3711

[44]  Buhâri, İlm 22, hadis no: 22; Müslim, İlm 5, hadis no: 8 -2671-

[45]  Buhâri, İlm 35, hadis no: 41; Müslim, İlm 5, hadis no: 13 -2673-

[46]  Buhâri, İlm 21, hadis no: 21; Müslim, Kitabu’l-Fedâil 5, hadis no: 15 -2282-

[47]  S. Buhâri, İlm 10, hadis no: 9

[48]  7/A’râf, 52

[49]  3/Âl-i İmran, 66; 4/Nisâ, 157

[50]  39/Zümer, 9

[51]  35/Fâtır, 28

[52]  58/Mücâdele, 11

[53]  20/Tâhâ, 114

[54]  3/Âl-i İmran, 66

[55]  61/Saff, 2

[56]  62/Cum’a, 5

[57]  17/İsrâ, 15

[58]  22/Hacc, 78

[59]  3/Âl-i İmran, 159; 20/Tâhâ, 44

[60]  2/Bakara, 233, 286; 41/Fussilet, 44

[61]  57/Hadîd, 199

[62]  5/Mâide, 101, 102

[63]  25/Furkan, 77; 15/Hicr, 56; 74/Müddessir, 45; 75/Kıyâmet, 20, 21

[64]  96/Alak, 1

[65]  38/Sâd, 26

[66]  17/İsrâ, 44; 13/Ra’d, 16

[67]  5/Mâide, 3, 44; 2/Bakara, 150

[68]  26/Şuarâ, 70-75

[69]  56/Vâkıa, 58-72; 16/Nahl, 125

[70]  33/Ahzâb, 21; 60/Mümtehine, 4, 6

[71]  10/Yûnus, 31; 2/Bakara, 255

[72]  7/A’râf, 164

[73]  5/Mâide, 67

[74]  5/Mâide, 67

[75]  7/A ‘râf, 62, 68, 79, 93; 46/Ahkaf, 23

[76]  5/Mâide, 99; Bu konu ile ilgili olarak bk. 3/Âl-i İmrân, 20; 5/Mâide, 92; 13/Ra’d, 40; 16/Nahl, 35, 82; 24/Nûr, 54; 29/Ankebût, 18; 36/Yâsîn, 17; 42/Şûrâ, 48; 64/Teğâbûn, 12

[77]  26/Şuarâ, 214

[78]  Abdülfettah el-Kâdî, Esbâbü’n-Nüzûl, Beyrut, (t.y.) s. 251

[79]  16/Nahl, 125

[80]  el-Kurtubî, el-Câmiu l’i-Ahkâmi’l-Kur’ân, Kahire 1967, X, 200; er-Razî, et-Tefsiru’l-Kebir, Mısır 1937, XX, 138 v.d.; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1977, III, 167

[81]  25/Furkan, 52

[82]  ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1977, IV, 125; el-Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esraru’t-Te’vîl, Mısır 1955, II, 73; er-Razî, et-Tefsiru’l-Kebir, Mısır 1937, XXIV, 100

[83]  9/Tevbe, 113

[84]  28/Kasas, 56

[85]  Müslim, iman, 9; Muhammed b. İshâk b. Yesar, Sîretu İbn İshâk, Konya 1980, 222

[86]  20/Tâhâ, 43, 44

[87]  7/A’râf, 164

[88]  ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Mısır (t.y), IV, 34

[89]  Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1971, IV, 2313

[90]  Ahmed Zeki Safve, Cemheretu Hutubi’l-Arab, Mısır 1962, 1, 157

[91]  Tirmizî, Hudûd, 24, Fiten, 59, Zühd, 21; İbn Mace, Hudûd, 12, Zühd, 21

[92]  36/Yâsin, 21

[93]  Nureddin Turgay, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 141-143

[94]  12/Yusuf, 22; 24/Nûr, 59; 6/En’âm, 152; 17/İsrâ, 34

[95]  46/Ahkaf, 15

[96]  18/Kehf, 86, 90, 93; 17/İsrâ, 37; 48/Fetih, 25

[97]  2/Bakara/231, 232, 234; 6/En’âm, 124

[98]  19/Meryem, 8; 3/Âl-i İmrân, 40; 22/Hacc, 5; 40/Mü’min, 67

[99]  18/Kehf, 61

[100]  33/Ahzâb, 10; 56/Vâkıa, 83; 75/ Kıyâme, 26

[101]  4/Nisâ, 63

[102]  5/Mâide, 67

[103]  7/A’râf, 62

[104]  7/A’raf,/68, 79, 93

[105]  33/Ahzâb, 39

[106]  6/En’âm, 107; 42/Şûrâ, 48

[107]  88/Ğâşiye, 21-24

[108]  3/Âl-i İmrân, 20; Ayrıca bk. 5/Mâide, 92, 99; 13/Ra’d, 40;. 36/ Yasin/17; 64/Teğâbün, 12 vd.

[109]  25/Furkan, 52

[110]  20/Tâhâ, 43-44

[111]  7/A’râf, 164

[112]  5/Mâide, 67

[113]  26/Şuarâ, 115, 13/Ra’d, 7; 14/İbrâhim, 52; 24/Nûr, 52

[114]  36/Yâsin, 6-11