BİR MUHÂSEBE
ÂYET:وَتَّقُو فِتْنَةً لَا تُص۪يبَنَّ لَّذ۪ينَ ظَلَمُو مِنْكُمْ آخَاصَّةًۚ وَعْلَ آمُو نََّ للّٰهَ َشَد۪يدُ لْعِقَابِ
“Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.” [1]
وَلَا تَركَْ آـنُو لَِى لَّذ۪ينَ ظَلَمُو فَتَمَسَّكُمُ لنَّارُۙ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ للّٰهِ مِنْ وَْلِ آيَاءَ ثُمَّ لَا تُنْصَروُنَ
“Sakın, zulmedenlere az da olsa meyletmeyin. Yoksa size ateşi (Cehennem) dokunur. Sizin Allah’tan başka velîniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz.” [2]
Gelin bugün bir muhâsebe yapalım; kendimize ve bulunduğumuz çevreye ibret ve hikmet gözlüğü takarak biraz farklı bakalım. Ne yapıyoruz, nereye doğru gidiyoruz?
İman ettik diyoruz, iman etmeyenler gibi yaşıyoruz. İman, Allah’a her konuda güvenmek ve kendisine her konuda güven duyulacak şekilde yaşamak demektir. Buna rağmen Allah’ın baztı imtihanlarından şikâyet ediyor ve herkesin her şeyini güvendiği bir insan olamıyoruz.
İslâm, teslim olmak demek; Allah’a, O’nun hükümlerine, emir ve yasaklarına. “Duyduk ve uyduk” dememiz gerekirken; “duyduk ve uyuduk” der gibi davranıyor, “duyduk ve tartışıyoruz” diyoruz. Evet, her şeyi tartışmaya döktük. Dini eğip büktük. Diğer Müslümanları küstürdük.
Elimizde Kur’an olması gerekirken; el kitabımız cep telefonu oldu. Bakmayı okumaya tercih ettik. Başkalarına tavsiye ettiğimiz doğruları, kendimiz ihmal ettik. Başkalarıyla meşgul olurken evimizi, çoluk-çocuğumuzu kaybettik.
“Namaz” denilince bazılarımız Cuma namazını anlıyor. Bazılarımız da günde beş defa bilinçsizce yatıp kalkmayı. Namazlarımız bizi Allah’a yaklaştırmıyor, kötülüklerden uzaklaştırmıyor. Bizi İlâhî rızâ hedefine odaklaştırmıyor. Bir an önce namazı kılıp kurtulsam diyoruz. Hâlbuki namazdan kurtulmak değil, namazla kurtulmak gerekiyor.
Sabır, direnişimizi arttıracakken, sabır zannettiğimiz pasiflik, tavizleri arttırdı. Mehter yürüyüşü gibi adımlarımız; ileriye doğru bir adım atar atmaz, geriye doğru iki adım attık. Bırakın ilerlemeyi, yerinde sayanları, geri adım atmayanları bile kahraman saymaya başladık.
Faizden kaçanımız kalmadı. Herkesin cebinde kimlik kartı gibi banka kartı. İktidar, iş hayatına ve ticarete; bankayla çalışmıyorsanız izin vermiyor. Namaz kılan halk da bankadan farklıymış gibi, Katılım Bankasını tercih ediyor.
İnsanımız ölümü ve yeniden dirilişi düşünmek ve Kur’an’la diriliş yerine; Diriliş dizilerini seyretmeyi tercih ediyor. İbadet bilinciyle seyrettiği Abdulhamit’i, başroldeki şimdiki cumhurbaşkanı diye izliyor. Lideri Amerika’ya, Batıya kafa tutunca Batının kötü olduğu aklına geliyor; lider barışınca Amerika ve Batı hayranı kesiliyor.
Ortadoğu’daki Müslümanların üstüne atılan bombalarla işgal edilen ülkelere acırız da; kitle imha silahı şeklinde tv.lerden, diziler, internetten yağdırılan bombalara ses etmeyiz.
Bazılarımız modern hurafelere kafayı takar, onları savunanları kendinden saymaz; Bazıları da klasik hurafelere. Ama, kendi tarafındaki hurafe ve bid’ate, bâtıl inanışa toz kondurmaz. Rivâyetleri zayıfıyla ve uydurmasıyla ya toptan kabul eder insanımız; ya da toptan reddeder. Kur’an’ı nedense ölçü ve hakem kabul etmek istemez.
Dilimiz “vahdet”i isterken, halimiz “vahşet”i sergiler oldu. Kur’an yerine, başka kitapları, interneti tercih eder olduk. Kâfirlere gösterdiğimiz tahammülü, mü’minlere gösteremiyoruz artık. Kızlarımız, örtünmek için değil, dikkat çekmek için giyiniyor. Erkeklerimiz, kadınların peçe takmalarını isterken kendi gözlerine peçe takmayı unuttu. Kızlarımızın yüzünde de, erkeklerimizin gözünde de haramların izi ve isi, nurlarını yok etti.
Korkularımızı tedbir adıyla savunduk. Mü’minlere ve yakınlarımıza karşı sevgide cimrileştik. Kendimizi savunmada cömertlik yarışına girdik. Suç işleyince, tevbe edip af dilemek yerine, suçu üzerine yıkacağımız bir yerler aradık. Günahımızı Amerika’ya, Batıya, düzene, çevreye yükledik; ama; “Rabbim biz kendimize zulmettik. Sen mağfiret edip merhamet göstermezsen biz zarar içinde bocalar dururuz” demedik. Haramlara kılıf, günahlara mazeret bulmaya çalıştık.
Asılla ilgili ciddi usûl hataları mı yapıyoruz? İslâm adına da olsa; fıtratımıza, Sünnetullaha ve vahye ters uygulamalar mı yapıyoruz da dünyevî netice için hiçbir ilerleme kat edemiyoruz? Tedrîce mi riâyet etmiyoruz? Tevhidî hayat görüşü yerine, klasik veya modern hurafelerden örülü yanlış din anlayışı mı bizi kuşatıyor? Dâvetin zahmeti yerine dünyevî rahatı mı tercih ediyoruz? Dindarlıkla dini darlığı mı karıştırıyoruz? Öncelikleri, önem sırasını yanlış mı tespit ediyoruz? İnandığımız esaslar Kur’an’ın iman esasları değil mi yoksa? İmanımız yakîniyet, kemal ve samimiyet testlerinden geçebilir mi acaba? Amelimiz ihlâslı mı değil? Fedâkârlık bilincimiz mi yetersiz? Adama bilincimiz hiç mi yok? İnfak gayretimiz, verme hassâsiyetimiz köreldi mi iyice? Cemaatleşme ile gruplaşmayı karıştırarak fırka fırka mı olduk? Mezheplerimiz, cemaatlerimiz dinin yerini mi aldı yoksa? Hocalarımızın, ağabeylerimizin görüşleri, nassların önüne mi geçiyor? Zengin olmayı sevip istediğimiz kadar cenneti istemiyor muyuz acaba? Aç kalmaktan korktuğumuz kadar cehennem korkumuz mu yok? Üniversite sınavını ve benzeri dünyevî sınavları, Allah’ın dünyada bizi tâbî tuttuğu imtihanlardan daha önemli mi görüyoruz? Şükür yerine nankörlük ve şikâyeti, sabır yerine pasiflik veya isyanı mı tercih eder olduk? İslâm devleti yerine demokratik düzenleri mi savunur hale geldik? Devlete tâlip olmamız gerektiği halde, gayri İslâmî yasalarla yönetilen düzenin hükümetine tâlip olmayı mı seçtik? Yeryüzünde adâleti sağlayacak İlâhî hükümleri hâkim kılma gayreti yerine, zâlimlere az da olsa meyletmeyi mi tercih ettik? Dost olmamız gerekenleri düşman, düşman olmamız gerekenleri dost mu kabul ettik yoksa? Tersi olması gerektiği halde, mü’minlere sert, kâfirlere hoşgörülü mü davrandık? Yalnız kalmaktansa yanlış yapmayı, marjinal kalmaktansa çoğunluğun yanında yer almayı mı yeğledik? Sürüden ayrılıp saflarımızı belirlemek yerine, “uydum kalabalığa” diyenlerden mi olduk? Dâvâ adamı dâvetçi olmayı geri plana atıp dünyevileşen tiplere mi dönüştük? Yoksa, bütün bu cinayetlerin hepsini ve ilave edilebilecek nice benzerlerini yapmaktan mı çekinmedik? Öyleyse… Öyleyse Rabbimizin rahmetinin, yardımının gelmesini beklemeye ne kadar hakkımız vardır?
Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, kimin eli kimin cephesinde belli değil. Kim kimin uğrunda, niçin cihad ettiğini bilmiyor. Hangi teşkilat, hangi grup neyi amaçlıyor; çok net değil. Net kabul edilenlerin de yarın nasıl bir pazarlık ve hesaplar içinde olacağını, şehid kanlarını veya ümmetin imkânlarını ve umutlarını satıp satmayacağını, ya da kandırılıp kandırılmayacağını kimse bilmiyor.
Problemin teşhisi, çözümü de veriyor: Tevhid ve vahdet; tevhidi tüm boyutlarıyla özümseyip Allah’ın ipine, Kur’an’a hep birlikte sımsıkı yapışmak…
Bugün müslümanların kâfirler arasında bir selin içindeki köpük gibi, çerçöp gibi olmasının temel sebebi, düşman edinmeleri gereken kâfirleri dost kabul etmeleridir. Dünyada izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli, Allah’ı ve Allah taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini düşman kabul etmek ve dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak davranışlarda bulunmaktır.
Batılı kâfirlere, hıristiyan ve özellikle de yahudilere ait Kur’an’da beyan edilen nice olumsuz özellik, bugün “müslümanım” diyenlerde hiç eksiksiz bulunmaktadır. Dolayısıyla hıristiyan ve yahudilere verilecek dünyevî ve uhrevî cezalar, mü’minlerden onları örnek alan taklitçilere de verilecektir. Bu, İlâhî adâletin gereğidir. Lânete, gazaba uğrama ve dalâlet/sapıklık hükümleri/ damgaları da. Bu değerlendirmeler, fertler için olduğu kadar; toplum için de geçerlidir. Toplumların, devlet ve rejimlerin, lânetli ve sapık yolu izledikleri zaman, helâkleri ve cezaları, tarihtekinden farklı olmayacaktır. Sünnetullah’ta (Allah’ın toplumsal kanunlarında) bir değişiklik olmaz. Saâdeti asra taşımak ve sahâbeleşmek mümkün olduğu gibi, Firavunlaşmak, hayvanlaşıp Esedleşmek (Esed bir hayvan cinsidir), İsrâil’leşmek de mümkündür. Bu tercih; mutluluk veya felâketi, cennet veya kıyâmeti seçmektir. Dışımızdaki kâfirden daha tehlikeli olan, içimizdeki kâfirdir, gâvurluktur; inanç, ahlâk ve yaşayış tarzı olarak gâvurlaşmadır. “Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın. Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca, dalâlette olan kimseler size zarar veremez.”[3]
İnsanımız, dostunu düşmanını tanımıyor, işgalin ne olduğunu bilmiyor. Gardiyanına âşık oluyor, celladını ölesiye (öldürülesiye) seviyor. Aman Allah’ım, nasıl olur, şehid kanları bile bu durumu değiştiremiyor. Dünyasını yok etmekten daha büyük zulüm, insanın âhiretini mahvetmektir. Kur’an öyle diyor: “…Allah’a şirk koşma! Şüphesiz şirk, gerçekten en büyük zulümdür.”[4] Filistin’den, Mısır’dan, hatta Suriye’den daha feci bu ülkenin insanlarının durumu. Onlar hiç olmazsa düşmanlarını tanıyorlar onlara tavır alıyorlar. Ölüyorlar (ölümsüzleşiyorlar) ve mümkün ki kurtuluyorlar. Buradaki işgal sonucu ölenlerinse âhireti mahvoluyor. Biz, insanların suçsuz yere ölmemesi için mi öncelikle mücadele etmeliyiz, yoksa âhiretlerinin mahvolmaması için mi? Önceliğimiz insanların bedenleri mi, ruhları mı? Dünyaları mı, âhiretleri mi? İnsanların öncelikle karınlarını mı doyurmalıyız, gönüllerini mi?
İnsanımız o hale gelmiş ki, belâ kendi evinin kapısına dayanıncaya kadar suya-sabuna dokunmamayı tedbir sayabiliyor. Para-pul, araç-gereç, sayı-nüfus hesabı yaptığı kadar bile Allah’ı hesaba katmıyor ve korkularının esiri olabiliyor. Okumakla adam olacağına, namazla sadece Allah’a kulluk bilincine ulaşacağına, duayla aktifleşeceğine, sabırla direnişe geçeceğine; kitapla eşekleşebiliyor, namazla ürkekleşebiliyor, duayla pasifleşebiliyor ve sabırla zilleti kuşanabiliyor. Elini taşın altına koyacağına, yüke omuz verip yük alacağına; yük olabiliyor. Bir yol bulacağına, yol açacağına, yola düşeceğine; yolda düşüyor, düştüğü yerden kalkmıyor, yoldan çekilmiyor. Yangını söndürmek için eline bir kova su alıp göreve koşmak yerine; itfaiyecileri eleştiriyor, yürüyenin önüne taş, üretenin önüne set olabiliyor. Zihni düşünce, gönlü huzur, eli iş üreteceğine, sadece dili laf üretiyor.
İnsanlık hüsrânın tüm boyutlarını yaşıyor. Şirkin zulmü globalleşiyor. Çağ imaj, kandırma, vitrin, reklam, tüketme ve tükenme çağı. Çılgınlık, azgınlık ve isyan hiçbir sınır tanımıyor. Nice insan, İslâm’ı mükemmel yaşayanlara şâhit olamadığı için İslâm’ın dışında kalıyor; hatta görmediğine, bilmediğine düşman oluyor. Müslümanların da önemli bir kesimi müslümanlığı bilmiyor. Bilenlerin de yapabileceklerinin tümünü yaptıklarını iddia etmek zor. Bu ortamda, teknik imkânlarla donanan, devle(tle)şen, küreselleşen fitne, sadece yapanları değil; tüm insanlığı kemiriyor. Ülkeler, sokaklar, evler, beyinler, gönüller işgâle uğramış durumda. Müslüman olduğunu iddia edenlerin de büyük bölümü bilinçsizce şirkin kucağına atılıyor, kurtuluşu zâlimlerin safında arayıp ifsâdı ıslah zannediyor.
Müslümanların, emredildikleri gibi müslümanlaşması için tevhid, cihad ve ibâdet bilincine yeniden kavuşması ve bunları içselleştirmesi gerekmektedir. “Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.”[5] Fitne, imtihan, ya da belâ... İçindeki bir grubun ne şekilde olursa olsun, zulüm, hatta zulmün en büyüğü şirk işlemesine hoşgörü ile bakan, zâlimlerin karşısına dikilmeyen, bozguncuların yoluna engel olmayan bir toplum, zâlimlerin ve bozguncuların cezasını hak eden bir toplumdur. Zulüm, bozgunculuk ve kötülük yaygınlık kazanırken, insanların hiçbir şey yapmadan yerlerinde oturmalarını İslâm asla hoş görmez. Zira İslâm, birtakım pratik yükümlülükler gerektiren bir hayat sistemidir. Kaldı ki, Allah’ın dinine uyulmadığını ve Allah’ın ilâhlığının rededilip yerine kulların tanrılığının yerleştirildiğini gördüklerinde müslümanların sessiz kalmaları, bununla beraber Allah’ın, onları belâdan kurtarmasını istemeleri, sünnetullaha ters bir arzu ve kabul olmayacak bir tavırdır. “Sakın, zulmedenlere az da olsa meyletmeyin. Yoksa size ateş (Cehennem) dokunur. Sizin Allah’tan başka velîniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz.”[6]
Bu fesadın sorumlusu bizleriz: “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde (şehirde ve kırsalda) fesat belirdi, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.”[7] Müslümanlar olarak başımıza gelen belâ ve musibetlerin sebebi bizleriz: “Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle yaptıklarınız yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu da affeder.”1055; “Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsinden/kendindendir…”[8]
Kâfirlerin, dalâletteki kimselerin bize pek zararı olmaz; bize esas zarar bizden, içimizden gelecek, kendimizden zannettiğimiz kimselerden sakınmamız gerekecektir: “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca dalâlette olan sapık kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O, size yaptıklarınızı haber verecektir.”[9] Düşmanlarımıza Allah’ın yardımıyla gücümüz yeter; ama ya dost bildiklerimize? Öyleyse arınıp temizlenmek, yenilenip fıtratımıza dönmek, mağlûp olduğumuz bir-iki raunttan sonra diğer rauntları alıp şeytanın sırtını yere getirmek, yani tevbe edip kendimizi düzeltmek gerekiyor, aynen ana ve babamızın dediği gibi dememiz gerekiyor: “(Âdem’le eşi) dediler ki: ‘Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik; eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen mutlaka ziyan edenlerden oluruz.”[10]
“İnsan, hayır istemekten bıkkınlık duymaz, fakat ona bir şer dokundumu, artık o, ye’se düşen bir ümitsizdir.”[11] “Öldük, bittik, mahvolduk”, “bizden adam olmaz.”, “Dünyamız zillete boyandı; öyleyse âhiretimiz de mahvolursa mahvolsun, ne yapalım?” Böyle mi diyeceğiz? Umutlu olan kimse, mutlu da olabilir. Umutsuzluk ise mutsuzluktur. İnsanlardan umut kesebilirsiniz, hatta kendinizden bile; ama mü’minseniz Allah’tan asla! Unutmayalım; Yoktan var eden Allah, ölüden diri de çıkartır.[12] Kıyâmeti dünyada yaşıyorsak, yeniden dirilişi de önce dünyada gerçekleştirmeliyiz. “Kıyâmet”, yaratılmışların topyekûn ölümünü ifade ettiği gibi, ondan daha çok, ölümden sonra yeniden dirilişi, canlanış ve ayağa kalkışı belirtir. Kıyâmeti dünyadayken yaşayan kimseler olarak yeniden canlanmalı ve diğer insanları canlandırmalıyız. Bak görmüyor, duymuyor musun, kalk borusu öttü; Kur’an bizi uyanmaya ve göreve çağırıyor.
Peki, Rabbimiz bizi niye terk etti? Mü’minlere yardım vaad edip kendi üzerine görev olarak yazdığı[13] halde, niçin İlâhî yardım gelmiyor? Bunca cemaatten, bu kadar âlimden birine Rabbimiz rahmetiyle muâmele edip ümmetin oraya yönelmesine işaret etmiyor?
Biz Rabbimizi terk ettik; O da bizi rahmetiyle terk etti. Biz O’nu unuttuk; O da bizi (yardımını göndermeyerek) unuttu.[14]
Hastalık doğru teşhis edilirse, tedavi için yapılması gerekenler de netleşir. Ne mi yapmak lâzım? Önce durum ve konum tahlili… Akıllıca, çekinmeden. Sonra uzun vadeli programlar. Ümmetin ihyâsı, tevhidi anlayan muvahhidlerin vahdeti. Sonra öncülerin şûrâsı ve önderliği. Ulemânın beraberliği, kolektif dayanışma ve güçbirliği ruhu. İlim-takva-cihad bütünlüğü. Allah’a (O’nun dinine) yardım. İlâhî rahmete paratonerlik ve liyâkatlik. Ümmet içinde öncü bir kadro, ümmet içinde ümmet. Ve, onların İslâmî değişim ve dönüşüm için planlı programlı faaliyetleri. Niyetlerin, inançların, amellerin/eylemlerin, safların, önderliğin netliği.
“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca dalâlette olan, sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.”[15] Nemelâzımcılık, vurdumduymazlık değildir istenen. Kendine gelmek, kendine bakmak, kendini düzeltmek, kendini kurtarmaktır öncelikli olan. Hizmeti putlaştırmanın alternatifi, hizmeti ihmal değildir. Neyin hizmet olduğu, bunun nasıl yapılması gerektiğinin ilkeleri kulluğun kılavuzu olan Kur’an’da belirtilmiş, yüce kul Rasûlullah tarafından hayata geçirilmiştir. Temel referans, Ankara, Washington, Danimarka kriterleri değil; mutluluk çağının Mekke ve Medine ölçüleridir. Kişi, tevhidî imanın zarûri gereği olan sâlih amellerle kendini ve çevresini ıslah gayretini hayat boyu sürdürme çabası içindeyse, başkalarının yoldan sapması ondan sorulmaz ve ona zarar vermez. Kulluk/ibâdet, iki cihanda kurtuluşumuz için temel esas. Başkalarını kurtarma iddiasıyla kendi kurtuluşunu riske atan insanlar bilmeli ki, bu yol akıllılık değildir.1064 Başkalarını kurtarmaya çalışmadan da kurtulmak mümkün değil.[16]
“Ey iman edenler iman edin…”[17] İmanın hakkını verin, nasıl iman edilmesi gerekiyorsa öyle iman edin. Sadece sözde değil; özde de, davranışta da teslimiyet gösterin. Bütün organlarınıza iman ettirip onları Allah’a teslim olan müslüman yapın. İmanınızı itaatle ispatlayın. Mü’minlerin geçirileceği sınavlara hazır olun. Ve imanda sebat edin. “Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde, hakkıyla, nasıl korkulması gerekiyorsa öyle korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.”[18] Müslüman olarak ölmek istiyorsak, yeniden müslümanlaşmak ve müslümanca yaşamak zorundayız.
Batılı bâtılın şoförlüğünde helâke doğru son sürat sürülen dünya arabasının tek kurtuluş şansı vardır. Tüm birikimlerini harcayan, bütün umutlarını yitiren çağdaş insanının tek umudu kalmıştır. O da müslümanların müslümanlaşması. Müslüman gibi inanıp müslümanca yaşayan müslüman göremediği, o boy aynasında boyunun ölçüsünü alıp kendine bakamadığı için insanlık, kendi yanlışlarının farkına varamamaktadır.
Dinimiz bütün Müslümanların kardeş olduğunu bildiriyor. Tefrikayı yasaklayarak Allah’ın ipi olan Kur’an’a tüm Müslümanlar olarak hep birlikte sarılmamızı istiyor. Müslümanlar olarak Kur’an’ın istediği gibi birleşip dayanışma ve vahdet içinde olsaydık çok büyük güç olurduk ve emperyalist zâlimler, Afganistan’ı yakıp yıkamaz, Irak’ta bir milyondan fazla insanı öldüremez, İsrail Filistinli kardeşlerimize böyle vahşice saldırıp zulümler yapamazdı. Suriye kitle imha silahlarını dünyanın gözüne baka baka rahatça kullanamaz; Mısır zindanları Müslüman kardeşlerle dolduramaz, ülkeyi hapishane ve morga döndüremezdi. Problemin teşhisi, çözümü de veriyor: Tevhid ve vahdet; Allah’ın ipine, Kur’an’a hep birlikte sımsıkı yapışmak…
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah(ın dinin)e yardım ederseniz, Allah da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar.”[19]; “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten iman etmişseniz, üstün gelecek olan sizsiniz.”[20]
Mü’minlerin, her şeyden önce yeniden imanını, sosyal, ekonomik ve siyasal yapısını gözden geçirmesi gerekmekte, köklü değişikliklere aday olması icap etmektedir. Bunun için de başlanacak yer: Tevhiddir, şirkin izâlesidir.
Sonra canlı Kur’an adayları yetiştirmek, iman-amel bütünlüğüne, takvâ ve ahlâkî erdemlerle örnekliğe önem vermektir. İşte bu özelliklere sahip olan ümmetin içinde tüm ümmeti ve İslâm’ı temsil edebilecek öncü insanları başta olmak üzere, Kur’an’la kâfirlere karşı büyük cihadı gerçekleştirmektir. Kur’an’la yapılan bu cihad, kapıları açacak ve Allah’ın yardımını sağlayacaktır. Allah, ancak bu aşamalardan geçmiş, kendi dinine yardım edenlere yardım edecektir. Ve Allah’ın yardımına lâyık olmadan böylesi büyük işleri başarmak ve hatta girişmek mümkün değildir.
[1] ] 8/Enfâl, 25
[2] ] 11/Hûd, 113
[3] ] 4/Nisâ, 105
[4] ] 31/Lokman, 13
[5] ] 8/Enfâl, 25
[6] ] 11/Hûd, 113
[7] ] 30/Rûm, 41 1055] 42/Şûrâ, 30
[8] ] 4/Nisâ, 79
[9] ] 5/Mâide, 105
[10] ] 7/A’râf, 23
[11] ] 41/Fussılet, 49
[12] ] 6/En’âm, 95; 10/Yûnus, 31; 30/Rûm, 19
[13] ] 30/Rûm, 47
[14] ] 7/A’râf, 51; 45/Câsiye, 34
[15] ] 5/Mâide, 105 1064] 2/Bakara, 44
[16] ] 103/Asr, 1-3
[17] ] 4/Nisâ, 136
[18] ] 3/Âl-i İmrân, 102
[19] ] 47/Muhammed, 7
[20] ] 3/Âl-i İmrân, 139