İlim, Ancak Amel Etmek İçin Öğrenilmelidir
Âyet:
اَتَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنْسَوْنَ اَنْفُسَكُمْ وَاَنْتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ
“Siz, insanlara iyiliği emrediyor da, kendinizi unutuyor musunuz? Bir de Kitap okuyorsunuz ha! Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” [1]
مَثَلُ الَّذ۪ينَ حُمِّلُوا التَّوْرٰيةَ ثُمَّ لَمْ يَحْمِلُوهَا كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ اَسْفَارًاۜ بِئْسَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ
“Tevrat’la yükümlü tutulup da onun hakkını vermeyenlerin durumu, koca koca kitaplar taşıyan merkebin durumuna benzer. Allah’ın âyetlerini yalan sayan kavmin misali ne kötü! Allah zalimler topluluğunu doğru yola çıkarmaz.” [2]
Hadis:
“Faydasız ilimden Allah’a sığınırım!” [3]
İslâm’da ilim, Allah’ın rızasını kazanmak ve amel etmek için öğrenilir. Peygamberimiz, şöyle dualar ederdi:
“Allah’ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır; bana fayda sağlayacak ilim öğret, ilmimi artır.”[4]
“Allah’ım! Fayda vermeyen ilimden, kabul edilmeyen duadan, korkmayan kalpten ve doymayan nefisten Sana sığınırım.” [5]
Hadis-i şerifte geçen faydasız ilimden şunlar anlaşılır: Bilinip onunla amel edilmeyen ilim, bilinip başkasına öğretilmeyen ilim, sahibinin durum ve davranışlarını düzeltmeyen ilim, sahibinin huyunu temizlemeyen ilim, bilinmesine ihtiyaç duyulmayan ilim, dinin tasvip etmediği caiz görmediği (sihir bilgisi gibi) ilim ve benzerleri.
Hz. Peygamberimiz’e “ilim nedir?” diye sorulunca, “amelin kılavuzudur”[6] buyurdu. Âlim, âmil olmadığı (öğrendiklerini hayatına uygulamadığı) zaman onun ilmi vebal olabilir. “Ümmetimin helâkı (fâsık) âlimlerden ve câhil âbidlerden olacaktır.” [7]
Fahreddin Râzi’ye göre; ilmiyle amel etmeyen ve ilminden yararlanmayan kimselerin hali; sırtında su kapları olduğu halde çölde susuzluktan ölen devenin durumu gibidir. Amelsizlik bir fitnedir. “Fi’lü’l-ulemâ, delîlü’l-cühelâ” sözünde belirtildiği gibi; ilim adamları halkın örneğidirler. Âlim ilmiyle amel etmediğinde câhil de öğrenmekten kaçınır. Amelsiz ilim de yağmursuz bulut gibidir. [8]
“(Ey bilginler!) Siz Kitab’ı okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” [9]
“Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanan en sevilmeyen bir şeydir.” [10]
“Kendilerine Tevrat yükletilen sonra onu taşımayanların (Kitab’ın hükümleriyle amel etmeyenlerin) durumu, koca koca kitaplar taşıyan merkebin durumu gibidir.” [11]
İmam Gazali; Bildiği ile amel etmeyenler, sayfaları ilimle dolu defter veya kitap gibidir; başkasına kârı olsa da kendisi ondan yararlanamaz. Bileği taşı gibidir; bıçağı biler, fakat kendisi kesmez. İğne gibidir; başkasını giydirir, fakat kendisi daima çıplak durur. Lâmba fitili gibidir; başkasına ışık verir, fakat kendisi yanmaktan kurtulamaz. [12]
Bir şeyin ilmini yapmak, ondan istifade etmek içindir. Allah bu dini, insanlar “ona göre yaşasınlar” diye gönderdi; sözünü ve lafını etsinler diye değil. Yine Gazali şöyle der: İlim olan yerde söz az olur; lafı uzatanı ilmi de azdır.[13] Şimdi laf çok, kitap çok, konferans, seminer ve benzeri etkinlikler çok. Fakat bu işler insanların davranışlarında bir değişiklik yapmıyor. İlim adamları (!) ve bazı din adamları (!) sadece meslekî görevlerini yapıyorlar o kadar. İslâm’ı tarihî bir olay konumundan, keramet masalları, hurâfeler ve tartışmalar yığını gibi algılanmaktan kurtarmak şarttır. İslâm, Allah tarafından Kur’an’la tamamlanmış, Rasûlullah’ca hayata geçirilmiş, ilke ve esasları belli olan Hak dindir. O dün olduğu gibi, bu gün için ve gelecek için de vardır. O şimdiki hayatın, fert ve toplum hayatının içinde olmak için vardır. İslâm, duygulu şekilde hatırlanacak nostaljik bir hâtıra değildir. Onu bir tarihî olay gibi algılayanlar, gerçek ilimden nasibi olmayan ilim kalpazanlardır. [14]
Müslümanlık, yalnız bilgi işi değil, iman ve sâlih amel işidir. İlim de, imana ve sâlih amele götürdüğü nisbette faydalı ve faziletli. Bilgisi, kendisini hakikate ulaştırmayan kimse, mutlak surette bilginin hammalıdır. Yolcuyu gitmesi gereken yere (gerçek kurtuluş limanına) götürmeyen gemi, çok güzel de olsa basit bir süsten başka bir işe yaramaz, buna gemi de denmez. İnsan için marifet ve hüner, yön belirleyen pusulayı cepte taşımak değil; şu çalkantılı dünya gemisinde asıl hedefe gidecek yönü belirlemek ve o yola koyulmaktır. O yüzden, ilim; satırlardaki değil, sadırlardaki (göğüslerdeki)dir denilir. Senin hayatını düzenlemeyen, seni Hakk’a iletmeyen, üzerinde eseri görülmeyen ve İslâm için olmayan ilimde hayır yoktur. Bilginin papağan gibi hâfızı ve hammalı olmak boşuna yorulmaktır. Ortalıkta bu kadar kitap ve araştırmacı yokken, ortada hakiki ilmin özü ve şimdikinden daha güzel, daha müslümanca bir hayat vardı. Sahabe-i Kiram, Kutlu Elçi’den aldığı ilim ve özellikle halleri ile, somut ve gözle görülür bir müslümanlığı yaşıyor ve temsil ediyorlardı. Peygamber, canlı bir Kur’an; O’nun ashabı da Küçük Muhammed’lerdi. Bir rivâyetleri varsa, bin halleri ve o kadar da amelleri vardı. Sözleri az, fakat amelleri çoktu.
İnsan olarak bizim ilmimizin, bilme gücümüzün bir sınırı vardır. Çünkü zaten vahyin dışındaki bilgi vasıtaları olan duyularımızın ve aklımızın gücü sınırlıdır. Duyu organlarımızın ve aklımızın bizi yanılttığı durumlar da söz konusudur. İnsanın bilgi bakımından bazen yanılabileceği, hoşlanıp sevdiği bir şeyin aslında şer; hoşlanmadığı bir şeyin de gerçekte hayır olabileceği ifade edilerek, “Allah bilir; fakat siz bilmezsiniz.”[15] şeklinde kesin hüküm verilir. İnsan, bilgisinin sınırını idrâk ederek, kavrayamadığı gerçeklerin de bulunabileceğini kabul etmelidir. Gerçek, sınırsız ve mutlak ilim sahibi sadece Allah’tır. Tüm mahlûkat, O’nun yaratmasıyla var olduğu gibi, aklımız, organlarımız da maddî ve manevî güçlerimiz de Yaratıcımızın verdiği kadardır. İnsan, ancak aklının erdiği ve çalışması oranında bilir, daha ilerisini bilemez. Bu varlık âlemi içinde insanın bildiği birkaç damla ise, bilmediği bir okyanustur. Hatta insanlar, bildiklerini sandıkları konularda bile tam ve mutlak bir bilgi sahibi olamıyorlar. Bilgiler eşyanın ve hadiselerin yüzeyinde kalıyor, iç yüzüne nüfuz etmek için sarf edilen gayretlerin sonu acze varıp dayanıyor. [16]
İlim, aynı zamanda bir rahmettir, nurdur. Vahiy, fıtrat, hidayet, risâlet, kitap, hikmet, basiret, feraset vb. kısımlarıyla ilim, sadece Allah’tan kaynaklanır. İlim, Allah’ın adıyla, O’nun izniyle ve O’nun rızasıyla, O’nun verdiği imkânlarla, O’nun kitaplarını (Kur’an, evren ve insan) okumakla gerçekleşir, açığa çıkar. İmam Şafii’ye atfedilen Vekıy isimli âlime hâfızadan, ilim öğrenmedeki başarısızlıktan şiir diliyle şikâyet edildiği mısralarda geçtiği üzere; “İlim nurdur; Allah’ın nûru da âsîlere verilmez.”
İlmi ve hikmeti Allah, her isteyene değil; dilediğine verir:
“Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.”[17]
Farklı anlamlar verilmekle beraber; derin ve yararlı bilgiye hikmet denir. Bu ayetteki hikmet, Kur’an ilimleri demektir. Bilgisayarlar; ilim, hikmet, nur özelliğindeki Allah’ın vehbî olan basiret ve ferâsetle ilgili bilgileri ve ona giden yolları yok saymaktadır. Hikmeti, ferâset ve basireti, nuru bilgisayara sığdıramazsınız; ancak gönül sarayının tahtına oturtabilirsiniz. Bülbül, altın kafes ve vatanla ilgili ünlü atasözünü, konumuza adapte ederek şöyle diyebiliriz: İlmi, altın bilgisayara/bilgisaraya koymuşlar; ah mü’minin gönlü! demiş.
Allah’la, hidâyetle, fıtratla bağını koparanlar, akılsız, kör ve sağır oldukları için[18] câhildirler. Zaten İslâm, câhilliği Allah’ı hakkıyla tanımayanların, hakkı örten ve görmezden gelenlerin sıfatı olarak belirtir.[19] Câhiliyye mensubu bu câhiller hasta ruhludurlar.[20] Fıtratlarına, evrene ve Rab’lerine ters düştükleri için fesatçı/anarşisttirler[21] Hayvandan da aşağıdırlar.[22] Hayvanlar, yaratılışları gereği insanlara hizmet edip faydalı olurken; bu câhiller sadece faydasız değil; zararlı, müfsid, bulaşıcı mikrop taşıyan pisliklerdir.[23] Kötülüğü emreden, iyiliği yasaklayan,[24] şeytanın askerliğini yapan,[25] giderek şeytanlaşan[26] kimselerdir.
Kur’an’da akıl ve derin düşünme yerinin kafa değil de kalp olarak değerlendirilmesinin kalbin manevî duygu ve güzelliklerin, özellikle de iman ve takvanın mahalli olması ve selîm aklın bunlarla irtibatı dolayısıyla olmalıdır. Böyle bir aklın; imanla, takva ile, yani Allah’la bağı dolayısıyla câhillerin (kâfirlerin) basit çıkarlarından başka şeylere çalışmayan akıllarından farklı olacağı doğaldır. O yüzden Kur’an onlar için akletmeyen, aklını kullanmayan vasıflarını kullanır. [27]
Allah’ın, kendisine eşyanın tüm isimlerini öğretmesi sayesinde insan, meleklerden üstün olmuş ve bu ilim sıfatından dolayı halife vasfını kazanmıştır. Hilâfet sıfatının tahakkuku için de, mutlaka kullanması gereken araçların başında ilim gelir. Kur’an, bilgi kaynağı olarak, vahiy başta olmak üzere, doğru haberi, duyuları ve akıl yürütmeyi göstermektedir. Hayatın gayesi, Allah’ı bilmek, inanmak ve O’na ibadet/kulluk etmektir. O’nu tanımak ve bilmek, bilgilerin en üstünü ve yücesidir. İnsan, ancak bilgi vasıtalarıyla Allah’a giden yolu bulabildiği gibi, kendisini ve çevresini de bu araçlarla tanır ve bilir. Gayb hakkında tek bilgi kaynağı vahiydir. Vahiy, sadece gayb alanında bilgi kaynağı değil; aynı zamanda, bütün varlıkların sahibi, yaratıcısı ve eğiticisinin, her şeyi bilen Zat’ın haber verdiği her konu için kesin bilgi kaynağımızdır.
“Allah, her şeyi en iyi bilendir.”[28]
İster fıtrî imkânlarla elde edilen bilgi, isterse hidayet bilgisi olsun, ilim elde etmenin amacı, Allah’ı tanımak, O’nun emir ve yasaklarına boyun eğmek; böylece evrenle ve fıtratıyla uyum içinde olmaktır. Böylece evrenin de, insanın da terbiye edeni, eğiteni aynı rab olduğundan kâinattan âdil ve dengeli şekilde yararlanacak, diğer insanların ve tüm varlıkların aleyhine ve haksız olarak bilgi gücünü kullanmayacaktır. Meleklerin endişe ettiği fesatçı ve kan dökücü vasıflarını bastıracak veya buna sebep olacak özelliklerini hayra yönlendirecektir.
Câhiliyye toplumlarında vahyi kabul etmeyen câhilî eğitim sistemleri, vahyi ilim kaynaklarının, bilgi vasıtalarının içine katmazlar. Bundan dolayı bilim, câhiliyye düzenlerinde bir put haline dönüşmüştür. Cehâlete (küfre) bilim maskesi takılmış, câhile âlim makyajı yapılmış, okullar ve kitaplarla modern hurâfeler sahnelenmiştir. Her şeyi tümüyle bilen Allah’ı, bilime karıştırmak istemeyenler, hiç uzlaşmaması gereken bilimle câhilliği (câhiliyyeti) bir arada barındırma şerefini (!) kazanabilmişlerdir. Tabii, bu sentez, gerçek ilme giden yolu tıkadığı gibi, hakla bâtılın karışmasına yol açmaktadır. İlmin hidayete vesile, nur ve rahmet özelliğinden soyutlanıp Bel’amlığa zemin oluşturmaya giden yoldur bu.
Vahyi dışlayan bilim, Firavunlar adına beşeriyete âmentüler yazdırıp iman ettirmeye gayret eden soysuz bir dindir. Bunu batı bilimcileri de itiraf ediyor. Ernest Renan şöyle diyor: “Bilim bir dindir; bundan sonra âmentüleri, yalnız bilim yazacaktır. İnsanın, yaratılışı icabı çözümlerini ille ve ille istediği ebedî meseleleri yalnız bilim çözebilir.” [29]
Sözde bilim adamları, ilk insanın yaratılışından onun bilgi sahibi olmasına; kalemle yazmasından fıtratıyla ilgili özelliklerine kadar birçok konuyu, vahyi reddetmenin sonucu olarak faraziyelere, dayanaksız teorilere dayandırmakta, bunları da bilim diye kitlelere yutturmaktadırlar.
Mü’minler için Allah’ın kitabında ve Rasûlü’nün sünnetinde kat’i olarak yer alan her haber (vahiy) ilim hükmündedir. Hatta, akıl ve duyu organları, bu vahyî haberlerin mahiyetini kavramasalar da vahiy, kesin bilgi kaynağımızdır.
Akletmek, gerçek ilim sahibi olanların niteliğidir. Gerçek akıl sahipleri, gerçek âlimlerdir.
“Biz meseleleri insanlar için açıklıyoruz, ama onları âlimlerden başkası akletmez.”[30]
Aslında gerçek akletme ve bilme gücüne sahip olmayanlar, yani Allah’ın verdiği aklı, Allah’ın ihsânı olan fıtratları doğrultusunda kullanmayanlar, kafaları küflenmiş, kalpleri mühürlenmiş ve mânevî pisliklerle kararmış olanlar, bilgi ve kültürleri büyük zannedilse bile, gerçek câhillerdir.
“Onların bu konuda ilmi yok; sadece atıp tutuyorlar.” [31]
“ Onların hiç ilimleri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise, hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez.” [32]
“Hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere sapıtıp, kulağını ve kalbini mühürleyip gözü üzerine de perde çektiği kimseyi gördün mü?”[33]
“Allah, bilmeyenleri işte böyle mühürler.” [34]
Doğar doğmaz kulaklarına ezan ve kaamet okunup güzel isim konmakla çocuğun dünyadaki eğitimi fiilen başlamış olur. Ta’lime yani öğretmeye başlama yaşı da çocuğun konuşmaya başladığı ilk zamandır. Çocuğa İlk öğretilecek şey imandır:
“Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz Lâ ilâhe illâllah olsun.”[35] Rasûlullah’ın ashâbından Cündüb İbn Abdillah (r.a.) anlatıyor:
“Biz ergenlik çağına yaklaşmış bir grup genç Rasûlullah (s.a.s.) ile beraberdik. Kur’an’ı öğrenmezden önce imanı öğrenirdik. Sonra da Kur’an’ı öğrendik. Kur’an sâyesinde imanımız daha da arttı.” [36]
Çocuğun eğitiminde çok önemli yeri olan namaza başlama yaşı da temyiz yaşıdır.
“Çocuk sağını solundan ayırmasını bildimi ona namazı emredin.”[37] Bu hadisten anlaşıldığına göre namaz ve benzeri İlâhî emirleri, kendilerine tümüyle farz olmadan daha küçük yaşta emretmek ve onu alıştırmak gerekir.
Eğitimin amacı; Fıtrata ters düşmeden, Rabb’in öğretileri doğrultusunda Allah’ı ve kendini tanımak, dünya ve âhirette faydalanacağı ilim öğrenerek yaratıcısına kulluk yapmak, İslâm’a tâlip olmak, Kur’an ahlâkıyla yaşamaktır. Eğitim ve öğretim faaliyeti; Vahiy başta olmak üzere faydalı ilmin, insana ideal ölçüler içerisinde mal edilmesi, ilmin özümsenip hazmedilmesidir. Özümsemek, içselleştirmek, varsa posalarını ayıklayıp atmak ise, ancak fıtratla uyum içinde olan hidayetle mümkün olacaktır.
Kısaca; İlk eğitim metodu, öğretme tarzında başlamıştır. İlk ve gerçek anlamıyla tek öğretici her şeyi bilen Allah’tır. O’nun öğrettikleri dışında kimsenin bilgisi yoktur. Eğitimi peygamber düzeyinde ele aldığımızda tebliğ kavramıyla karşılaşırız. Tebliğde öğretim ve eğitim iç içedir. Peygamberimiz aynı zamanda öğretmen olarak gönderilmiştir. Peygamberlerin miras olarak bıraktıkları ilmi, âlimler o muallimin örnekliğinde diğer insanlara ulaştırmakla yükümlüdürler. İlim, ma’lum olanın olduğu hal üzere bilinmesidir. Yanlış ma’lûmâta ilim denilmez. Ebû Cehil’e câhillerin atası anlamındaki bu ismin verilmesine sebep, bilinmesi gerekenleri hiç bilmemesi değil; yanlış bilmesidir. Kur’an-ı Kerim’de ilim; en sık kullanılan anlamıyla ilâhî vahiyden kaynaklanan, yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlim Allah’tan olduğuna göre, İslâm’ın tamamı ilimdir. Âlim de gerçek anlamıyla müslümandır. İmanla birleşmeyen bilgiye ilim denilemeyeceği gibi, Allah’a kalpten gelen saygı ve huşû duygularıyla O’nun emrine boyun eğmeyen kimseler de âlim sayılmazlar. Âlim, ilimle donanmış, takva sahibi mücahid kimsedir. Allah’ın verdiği ilmi (vahyi) kabullenmeyen insana, profesör bile olsa câhil; bu câhillerin en meşhurlarına Ebû Cehil; böyle kişilerin oluşturduğu toplum düzenine de câhiliyye denir.
İlim, bir rahmettir, nurdur. Vahiy, fıtrat, hidâyet, risâlet, kitap, hikmet, basiret, ferâset vb. kısımlarıyla ilim, sadece Allah’tan kaynaklanır. Allah’ın, kendisine eşyanın tüm isimlerini öğretmesi sayesinde insan, meleklerden üstün olmuş ve bu ilim sıfatından dolayı halife vasfını kazanmıştır. Hilafet sıfatının gerçekleşmesi için de, mutlaka kullanması gereken araçların başında ilim gelir. Vahiy, gayb alanında tek bilgi aracı olduğu gibi, içerdiği her konu hakkında da temel bilgi kaynağıdır. İlim elde etmenin amacı, Allah’ı tanımak, O’nun emir ve yasaklarına boyun eğmek; böylece evrenle ve fıtratla uyum içinde olmaktır. Vahyi ilim kaynaklarından kabul etmedikleri için bilim, câhiliyye düzenlerinde bir put haline dönüşmüş, cehalete de bilim maskesi takılmıştır. Doğar doğmaz kulaklarına ezan ve kaamet okuyup güzel isim koymakla çocuğun dünyadaki eğitimi fiilen başlamış olur. Öğretmeye başlama yaşı da çocuğun konuşmaya başladığı ilk zamandır. Çocuğa ilk öğretilecek şey, iman ve tevhiddir. Eğitimin amacı; Fıtrata ters düşmeden Rabb’in öğretileri doğrultusunda Allah’ı ve kendini tanıyıp yaratıcısına kulluk yapmak, İslâm’a tâlip olmak ve Kur’an ahlâkıyla yaşamaktır.
“Hatırla ki, Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ dedi. Onlar: ‘Biz hamdinle seni tesbih ve takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?’ dediler. Allah da onlara: ‘Sizin bilemeyeceğinizi ben bilirim’ dedi. Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları önce meleklere arz edip: ‘Eğer siz sözünüzde sâdık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin’ dedi. Melekler: ‘Yâ Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, Senin bize öğrettiklerinden başka bizim ilmimiz yoktur. Şüphesiz alîm ve hakîm olan ancak sensin’ dediler.” [38]
İnsan öyle bir varlıktır ki, melekler bile insanın tüm sırlarını çözemez, insanın sadece bazı belirli yönlerini tanıyabilirler. Sadece yaratıcısı, ondaki sırlardan tümüyle haberdardır.
“Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.”[39]
Melekler insanla ilgili sayfanın sadece bir tarafını görüp okumuşlardı. Diğer yönlerinden haberleri yoktu. Bildikleri yanlış değil; doğruydu. Doğruydu ama eksikti. Allah, onların göremediğini görüyor; “sizin bilemeyeceğinizi ben bilirim” diyordu. Allah’la melekler arasındaki konuşmada, insanın psikolojik yapısında iki manevî çekirdeğin tesbitini görüyoruz: Bunlardan ilki, halifelik; Allah’ın eğitmesi sayesinde meleklere bile üstünlük. Diğeri ise ifsat ve kan dökme eğilimi; Rabbin talimatları doğrultusunda eğitilmezse bozgunculuğa meyletmesi.
İlk eğitim metodu, öğretme tarzında başlamıştır. İlk ve gerçek anlamıyla tek öğretici Allah’tır. O’nun öğrettiklerinin dışında kimsenin bilgisi yoktur. Hz. Âdem’e Allah tarafından eşya ile ilgili bilgiler verilir. Âdemoğluna da ilim için potansiyel fıtrat, hilafet ve güzel yaratılış vermiş, dolayısıyla tüm insanlığın eğitimini Allah üstlenmiştir. Onlara ilim ve terbiye ile sürekli rablik yapmış, insanlardan da rab olarak sadece kendisini kabul etmelerini istemiştir. Tüm âlemlerin olduğu gibi, tabii ki insanların da terbiyesini, eğitimini üzerine almış, Rabliğini kesintisiz sürdürmüştür. İnsanları İslâm fıtratı üzere yarattığı, ilim elde etme araçları olan duyu organları ve akledecek kalp verdiği gibi; gerçek ve örnek öğretmenleri, esas öğrenilmesi gereken vahyi öğretmek için göndermiştir:
“Kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab’ı ve hikmeti ta’lim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Rasûl gönderdik.” [40]
Eğitimi, peygamber düzeyinde ele aldığımızda tebliğ kavramı karşımıza çıkar. Böylece öğretim de eğitimin içine girmektedir. Tebliğ, hem eğitimi ve hem de öğretimi içine alır.
Rasûlullah, bir gün mescidde iki halka görür: Birindekiler zikir ve ibadetle meşguller; ötekiler ilmî meseleler müzakere ediyorlar. İbadet halkası için:
“Bunlar, Kur’an okuyorlar ve Allah’a duada bulunuyorlar, Allah’ın rızasını talep ediyorlar. Dua ve arzularını Allah dilerse kabul eder ve verir, dilerse vermez. Öbür halkadakilere gelince, onlar fıkıh ve ilim öğreniyorlar ve bilmeyenlere de öğretiyorlar. Bunlar daha üstündür. Ben de zaten bir muallim olarak gönderildim.” [41]
Ta’lim mesleğinin en üstün görev olduğunu ve bir nevi peygamberlik mesleği olduğu şu hadisle de te’yid edilir:
“Âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler miras olarak para pul bırakmazlar; ilim bırakırlar.” [42]
Eğitime başlama yaşı konusunda farklı tavırlar söz konusudur. Temyiz yaşı, altı yaş, dört yaş, çocuğun konuşmaya başlama aşaması... Pedagoji tarihinden günümüze yaklaştıkça araştırmalar, sıfır yaşa kadar gelmiştir. Bazı çağdaş İslâm eğitimcileri de, irsiyet ve tohum-tarla ilişkisi ile çocuk eğitiminin eş seçimi ile başlaması gerektiğini ileri sürerler. Biz, daha ileri (daha gerilere) giderek, A’râf sûresinde ifade edilen elest bezmiyle ilgili ayetten yola çıkarak ilâhî, Rabbânî eğitimin insanın dünyaya gelmesinden sonra da değil; yaratılmadan önce, ruhlar âleminde başladığını iddia edebiliriz.
“Kıyâmet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da,) Evet (buna) şâhit olduk, dediler.”[43]
Bu ayette açıklanan soru-cevabın mecaz değil de, gerçek anlamda olduğunu kabul ettiğimizde, Âdemoğlunun daha ruhlar âleminde iken, Rabbini tanıma eğitimi gerçekleşmiş olmalıdır ki, ilâhî soruya verdiği cevapla Allah’ı rab olarak kabul etmesinin arka planı tamamlanabilsin. Rableri, ruhları eğitmemiş olsa, onların rablerinı nasıl tanıdıkları sorusuna cevap verilemez.
Yukarıdaki misak’ın istiâre yoluyla teşbih olduğu, dolayısıyla mecazî anlam taşıdığı söylenebilir. Ama, bu insan eğitimin Rab tarafından başlama tarihi konusunu pek etkilemez. Eğitimin tüm insanlara, babaları Hz. Âdem’in şahsında daha cennette iken başladığı açıktır. Ayrıca Rahman suresinde, Allah’ın öğretmesinin insanın yaratılışına önceliklenmesi, ta’limin yaratılmadan önce ifade edilmesi dikkat çekicidir: “Rahmân. Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı (açıklamayı) ta’lim etti.”[44]
Zaten tüm esmâü’l-hüsnâ için olduğu gibi Rab ismi için de sınır tesbiti, belirli süreye tahsisi doğru değildir. Yani, eğitim anlamını da kuşatan Allah’ın Rab isminin tecellisi, insan için belirli bir zamanda yoktu; sonradan ortaya çıktı denilemez.
Tüm eşyanın ismini öğreten, eşyadan yararlanma bilgisi ve halifelik yeteneği veren Allah olduğu gibi;[45] Cennette bir ağaca yaklaşmayı yasaklayarak insanı irade eğitiminden geçiren de Allah’tır.[46] Peygamberler aracılığıyla insanı vahiyle eğiten ve hidayet bilgisi veren de O’dur.[47] Şükretmesi için fıtrî imkânlar, duyu organları ve akıl veren Allah’tır.[48] Bilmediklerini öğreterek varlıklardan yararlanma bilgisi veren de yine Rableridir.[49] Kur’an’ı ve beyanı öğreten de Allah’tır. [50]
İlim veren, verdiği ilmi arttıran, bizden ilmimizi arttırması için dua etmemizi isteyen de O’dur:“Rabbim, ilmimi arttır, de.” [51]
İlmin Allah tarafından verildiği vurgulanır: “Kendilerine ilim verilenlerin üstün dereceleri vardır.”[52]
Hadis-i şerifte de bu konu şöyle ifade edilir: “Allah, kim için hayır dilerse, onu dinde fakîh (derin anlayışlı, hükümlerin inceliğini kavrayan bilgin) kılar.”[53]
Melekler ve insanlar ilmin kaynağının Allah olduğunu itiraf etmek zorundadırlar: “Senin bize öğrettiklerinden başka bizim ilmimiz yoktur.” [54]
İlmin, vahiyle, Allah’ın öğretmesiyle ilgisi bakımından Peygamberimiz’in ümmîliği[55] dikkat çekicidir. Rasûlullah’ın Kur’an’da geçen ümmî vasfı, okuma yazma bilmeyen karşılığında kullanılmıştır. Allah’ın O’nu ümmî diye vasıflandırdığı halde Efendimiz’in ilmin bütün kemâlâtına sahip olması, ilmin vahiyle, dolayısıyla Allah’la irtibatı konusunda önemlidir. Yine, eğitimin ilâhî boyutuyla ilgili olarak, meleklerin insanlara öğretmeleri[56] Allah tarafından ilim öğretilen kul[57] konuları da zikredilebilir.
Peki, ilim nedir? Kur’an’ın ilim anlayışı nasıldır? Şimdi bu sorulara cevap bulmaya çalışalım. İslâm âlimlerinin tanımına göre ilim: Bir şeyin hakikatini idrak etmek ve ma’lum olanın, olduğu hal üzere bilinmesidir. Bu anlayışa göre, yanlış ma’lûmâta ilim (bilgi) denilemez. Ebû Cehil’e, câhillerin atası anlamındaki bu ismin verilmesine sebep, bilinmesi gerekenleri hiç bilmemesi değil; yanlış bilmesidir. Dünya ve âhirette faydası dokunmayacak bilgi kırıntıları, mâlûmât yığınlarına sahip olmasına rağmen, esas bilinmesi gerekenleri bilmemesidir. Ve Ebû Cehil, tarihî bir kişilik olmaktan öte; her zaman görülen prototiptir.
“Rabbim ilimce her şeyi kuşatmıştır.”[58]
“İlim ancak Allah katındadır.”[59]
Kur’an-ı Kerim’de ilim, en sık kullanılan anlamıyla, ilâhî vahiyden kaynaklanan, yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlim, Allah’tan olduğuna göre, İslâm’ın tamamı ilimdir. Âlim de gerçek anlamıyla müslümandır. İmanla birleşmeyen bilgiye ilim denilemeyeceği gibi, Allah’a kalpten gelen saygı ve ihtiram duygularıyla O’nun emrine boyun eğmeyen kimseler de âlim sayılmazlar: “Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar.” [60] Gerçek âlim, takvayı ve cihadı da ihmal etmeyen kimsedir. İlim, imanı gerektirir. Salih amel sahibi ve tabii cihad etmeyene âlim denilmez. Dolayısıyla âlim, ilimle mücehhez, Allah’tan haşyet duyan takva sahibi mücahid kimsedir.
Yine Kur’an bütünlüğünde değerlendirildiğinde âlim, insanlara Allah’ın emirlerini duyurur ve O’ndan başka kimseden korkmaz.[61] Bildiği doğruları ve hidayet yolunu ketm etmez/gizlemez.[62] İlmini az bir paha karşılığında satmaz.[63] Bilir ki dünyadaki refah, âhiret nimetleri yanında az bir paha, çok az bir menfaattir.[64] İlmini önce kendi hayatına geçirir, yaşar; bildiğiyle amel eder, kafalarındaki ilimle amel etmeyenlerin durumunun kitap taşıyan merkebin durumu gibi olduğunu[65] unutmaz. Zâlim yöneticilere hak kelimeyi (tevhidi, adaleti) söylemenin en büyük cihad olduğunu[66] bilerek ona uygun yürekli tavır takınır. Kâfirlerin tâğut yolunun savaşçısı olduğunu; iman edenlerin de Allah yolunda savaşçı olma seçeneğinden başka tercihi olamayacağını[67] bilen diliyle ve kalemiyle savaşçı kimliktir âlimlik.
Peygamberlerin mirasçısı, ilmin sorumluluğunu taşıyan ve ümmete hak yolu gösteren, öncülük ve önderlik yapandır âlim. Câhillikten ve câhiliyyeden arınmış, onu tanıyan ama fikirde ve tavırda ondan uzak olan, tâğutlara boyun eğmeyen, Bel’am tipine benzemeyen kişidir âlim. Âlim kelimesinin, burada Kur’an terminolojisindeki özel anlamıyla kullanıldığı akıldan çıkarılmamalıdır. Yine burada ilim, Allah’a, tam mânâsıyla tek gerçek olan hakka, hakikate ayandığı için mutlak ve objektif bir geçerliliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim, kesin bilgi demektir. Onun için; ilmi, yani hakka, hakikate dayanan ilâhî nur olan Allah’ın verdiği bilgiyi (vahyi) kabullenmeyen insana, profesör bile olsa câhil; bu câhillerin en meşhurlarına Ebû Cehil; böyle kişilerin oluşturduğu toplum düzenine de câhiliyye denir.
İlmi Gizlemek
Âlimler, sahip oldukları ilimleri başkalarına aktarmak zorunda mıdırlar? Başka bir deyimle, ilmi gizlemek, kınanan ve suç sayılan bir iş midir?
Kur’an-ı Kerim’de bu konuda yahudi ve hıristiyanlarla ilgili olduğu halde, hükmü müslümanları da kapsayan bazı ayetler vardır.
“İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti Biz kitap’da insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak, tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır; onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça merhamet edenim.” [68]
“Allah’ın indirdiği kitap’tan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah, ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onlar doğru yol karşılığında sapıklığı, mağfiret bedeli olarak da azabı satın almış kimselerdir. Onlar, ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar! O azabın sebebi, Allah’ın, kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır. (Buna rağmen farklı yorum yapıp) kitap’ta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir.” [69]
Ayet-i kerimelerin hükmü, yalnız ehl-i kitaba değil; Allah’ın ayetlerini gizleyen ve şer’î hükümleri açıklamayan herkese şâmildir. Çünkü ayetin ifade tarzı, usûl âlimlerinin de dediği gibi özel sebebe bağlı olmaksızın genel anlam ifade eder. Hadis-i şerif, bu konuda müslüman bilginlerin sorumluluğunu aynı sertlikle ifade eder:
“Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyamet gününde ateşten bir gem vurulacaktır.” [70]
Sahabiler de bu ayeti aynı şekilde anlamıştır. Ebû Hureyre’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Eğer Allah’ın kitabındaki bir ayet olmasaydı, size hiçbir hadis rivayet etmezdim.” Ebû Hureyre, bundan ilmi gizleyenlerle ilgili olan ayeti okudu. [71]
“Kıyamet gününde bir adam getirilir ve cehenneme atılır da cehennem değirmen merkebinin taşlarıyla (buğday) öğütmesi gibi onu öğütür. Bunun üzerine cehennem halkı onun başına toplanır da: ‘Ey filan, sen ma’rufla emrediyor ve münkerden nehyediyor değil miydin?’ derler. O da: ‘Evet, ben ma’rufla emrederdim de onu kendim yapmazdım ve yine ben, münkerden nehyederdim de, onu kendim işlerdim’ der.” [72]
Âlim, bilmeyen kalabalığa gerçek ve doğru yolu gösterici olması bakımından “Rabbinden sana indirilen gerçekleri insanlara bildir.”[73] ilâhî emrine muhatap olan peygamberin izindedir.
“Onlar ki, Allah’ın gönderdiği emirleri duyururlar, Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olara Allah (herkese) yeter.” [74]
Kur’an’ın itikadda hedefi iki şey üzerinde yoğunlaşır. Bunlar: İlmî tevhid ve amelî tevhid’dir. Allah Rasûlü, bu iki tevhidi sağlamak için gönderilmiş, diğer peygamberlerin daveti de yine bunları üzerine olmuştur. Çünkü saadet, manevî kemal şu iki şeyden gelir: Faydalı ilim ve sâlih amel. İlmî tevhid, faydalı ilim; amelî tevhid de sâlih ameldir. Faydalı ilim, Allah’ı bilmek; sâlih amel de Allah’ın emri gereği hareket etmektir. Faydalı ilim, iman ile, Peygamberin haber verdiği şeyleri tasdik etmek; sâlih amel de şeriki olmayan tek bir Allah’a kulluk ve Rasûlü’ne itaattir ki İslâm dini de işte budur.
Bize düşen, müslümanlığı gaye edinmek ve onu hayatın mihveri saymaktır. Artık bize gereken, Rasûl’ün dünyaya bıraktığı “mîras” ile kalbimizi diri tutmak, böylece fikrimize ve hayat yolumuza aydınlık ufuklar açmaktır. Üzerimize borç olan, fikrimizi ve ilmimizi Allah’ın nimeti kabul etmenin gereği olarak Allah yolunda kullanıp O’na fiilî şükrümüzü yerine getirmek, kulluğumuzu kanıtlamak. Bir hayat ki, tüm kurumları ile vahyi reddeder, kurumlarını, kurallarını, ilkelerini bâtıl tanzim eder ve ilim diye takdim edilen bilim, yalnızca yanlışın aracıdır. İnsanın övünçle, aldatıcı bir güvenle taşıdığı dünyada bile pek bir şeye yaramayan diploma ve etiketten ve tehlikeli ve faydasız bir yükten ibarettir; Artık o bilgi bir silâhtır, ama yalnızca imhâ ve intihar etmek için kullanılacak bir silâhtır. Bu bilgi ve onun taşıyıcıları, dalâletin hâmili, hakikatin katilidirler. Onlar, sırat-ı müstakimin önünde eşkiyadırlar; hak yolu keser, hevâya ve tâğutlara kulluğa giden yolları açarlar. İlmiyle âmil bir âlim olamayıp sadece bilgi taşıyıcıları olanlar da bunların değirmenine su taşımaktadırlar.[75] Bir depremlik, bir kıyamlık canı olan ölümcül sistemi canlandırmak için ilmi koltuk değneği ve payanda gibi dayarlar.
[1] 2/Bakara, 44
[2] 62/Cum’a, 5
[3] Tirmizî, Deavât 68
[4] Tirmizî, Deavât 128
[5] Tirmizî, Kitabu’d-Deavât 68, hadis no: 3711; İbn Mâce Terc. ve Şerhi 1/416
[6] F. Râzi, Tefsir-i Kebir Terc. II/296
[7] Aliyyül Kari, Esraru’l-Menfûa, 364
[8] Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir Terc. 2/ 283
[9] 2/Bakara, 44
[10] 61/Saff, 2-3
[11] 62/Cuma, 5
[12] Gazali, İhya, c. 1, s. 82
[13] Gazali, İhya, c. 1, s. 140
[14] E. Sağıroğlu, a.g.e., s. 113
[15] 2/Bakara, 216
[16] E. Sağıroğlu, Bilgiden Tevhide Yükseliş, s. 51
[17] 2/Bakara, 269
[18] 2/Bakara, 18; 7/A’raf, 179
[19] 7/A’raf, 138; 6/En’âm, 111
[20] 2/Bakara, 10
[21] 2/Bakara, 12
[22] 7/A’râf, 179
[23] 9/Tevbe, 28
[24] 9/Tevbe, 67
[25] 58/Mücâdele, 19
[26] 6/En’âm, 112
[27] 7/A’râf, 179
[28] 8/Enfâl, 73
[29] Bilimin Geleceği, E. Renan, Terc. Ziya İhsan, c. 1, s. 134, Ank, 1965
[30] 29/Ankebût, 43
[31] 43/Zuhruf, 20
[32] 53/Necm, 28
[33] 45/Câsiye, 23
[34] 30/Rûm, 59
[35] Abdürrezzak, Musannef IV/334
[36] Kütüb-i Sitte, Akçağ Y. 16/490
[37] Ebû Dâvud, Salât 26
[38] 2/Bakara, 30-32
[39] 67/Mülk, 14
[40] 2/Bakara, 151
[41] Kütüb-i Sitte, İ. Canan, 1/428
[42] Kütüb-i Sitte, İ. Canan, 1/428
[43] 7/A’râf, 172
[44] 55/ Rahmân, 1-4
[45] 2/Bakara, 31
[46] 2/Bakara, 35
[47] 2/Bakara, 151
[48] 16/Nahl, 78
[49] 96/Alak, 5
[50] 55/Rahmân, 2, 4
[51] 20/Tâhâ, 114
[52] 58/Mücâdele, 11
[53] Buhârî, İlim 10
[54] 2/Bakara, 32
[55] 7/A’raf, 157, 158
[56] 2/Bakara, 102
[57] 18/Kehf, 66
[58] 6/En’am, 80
[59] 46/Ahkaf, 23; 67/Mülk, 26
[60] 35/Fâtır, 28
[61] 33/Ahzâb, 39
[62] 2/Bakara, 159
[63] 2/Bakara, 174
[64] 3/Âl-i İmran, 197
[65] 62/Cum’a, 5
[66] İbn Mâce, Fiten 20
[67] 4/Nisâ, 76
[68] 2/Bakara, 159-160
[69] 2/Bakara, 174-176
[70] İbn Mâce, Mukaddime 24, hadis no: 261; Tirmizi, İlm 3, hadis no: 2787
[71] Ebû Hayyan, el-Bahru’l-Muhît I/454
[72] S. Buhâri, Fiten, 17; hadis no: 46; S. Müslim, Zühd 7, hadis no: 51 (2989)
[73] 5/Mâide, 67
[74] 33/Ahzâb, 39
[75] İzmir’li İsmail Hakkı, (H. B. Çantay, K. K. Mealinden naklen, 3/1231