- Kader
- Kader ve Kaza Kavramlarının Anlamı
- İnsanın Fiilleri
- Tevekkül; Anlam ve Mâhiyeti
- Hayır ve Şer Kavramı
- Kur’ân-ı Kerim’de Hayır ve Şer
- Her Şeyi Yaratan Allah'tır; Fakat Şer İnsanlardandır
- Kur’ân-ı Kerim’de hiçbir âyette “şer” Allah’a nispet edilmez
- Merhametli Allah'a Rağmen Dünyada Şerlerin Bulunması
- Hayrın İki Yönü
- Müslümanın Hayatında Hayır ve Şer
- Tevekkül ve Kader
- Bir kimse Başkasının Rızkını Yiyebilir mi?
- Rızık, Azalıp Çoğalabilir mi?
- Kısmetimde Varsa, Rızkım Ayağıma Gelir Diyebilir miyiz?
- Rezzâk (Rızık Veren) Allah'tır; Kader ve Rızık
- Sorular
Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:
* Kader ve kaza kavramlarını açıklayabilmek.
* İnsanın ihtiyârı (tercihi) yönüyle fiillerini sınıflandırabilmek.
* Tevekkül kavramını açıklayabilmek, azimle ilgisini açıklamak.
* Tevekkülle kader arasındaki ilişkiyi izah edebilmek.
* İnsanın tevekküle ihtiyacını açıklayabilmek.
* Hayır ve şerrin mâhiyetini açıklayıp, bunların yaratma ve kesbetme yönünden
kimlere ve niçin nisbet edilmesi gerektiğini açıklamak.
* Allah’ın niçin şerlere müsaade ettiğini, bunun imtihan ve rızâ kavramlarıyla
ilişkilerini izah edebilmek.
* Müslümanın hayatında hayır ve şerrin ne gibi roller oynadığını örneklerle açıklayabilmek.
* Rızık kavramının mâhiyetini açıklamak ve Kur’an’da rızık konusundaki önemli
vurguları izah edebilmek.
* “Rızık azalıp çoğalabilir mi?”, “bir kimse başkasının rızkını yiyebilir mi?” gibi
sorulara doğru cevaplar verebilmek.
* Çalışmadan rızkın ayağına gelmesini beklemenin doğru olmadığını açıklamak.
* Rızıkla kader arasındaki ilişkiyi izah edebilmek.
* Ecelin ne demek olduğunu ve kısımlara ayrılıp ayrılmadığını izah ederek kaderle
ilişkisini anlatabilmek.
* Kur’ân-ı Kerim’de ecel ve ölümle ilgili önemli vurgulara örnekler verebilmek.
“Biz her şeyi bir kader ile (bir ölçüye göre) yarattık.”[1]
Kur’ân-ı Kerim’de “kader” kelimesi, iman esasları içinde sayılan hepimizin bildiği anlamıyla kullanılmamaktadır. Kur’an, bu kelimeyi, evrenin Allah tarafından belirlenmiş kurallar ve ölçüler içerisinde yarattığı; rastgele ve tesadüfî bir şekilde yaratılmadığı anlamında kullanmaktadır. Bu arada Kur’an’ın, kaderi imanın bir prensibi olarak sunmadığı da kabul edilmelidir. Ancak, bu, Kur’an’da kader konusunun yer almadığı anlamına gelmez.
Kur’an’da, hadis rivâyetlerinde iman esasları içinde sayılan kaderin reddedildiğine rastlanmaz; aksine, kaza ve kader inancı ile ilgili çok sayıda âyetler vardır. Bu âyetlerin toplamından, Allah’ın insanlar için bir kaza ve kader tayin ettiğini ve bu takdire iman edilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla sadece Kur’an’dan yola çıkılınca bile, vahyin belirttiği şekilde kadere iman etmek gerekmektedir. Kaza ve kader konusunda temel esas, Allah’ın bir kaderi, kazâsı ve takdiri olduğuna iman’dır. Fakat, bu kaza ve kaderin ne olduğu ve nasıl cereyan ettiği konuları, tarihten beri tartışılagelmiştir.
Kur’an’da kader konusunun yer alışı, olayların anlatım akışı içerisinde sözkonusu edilmektedir ve bu nedenle anlatım içerisindeki bağlamları gözardı edilmeden, konuyla ilgili bütün âyetler bir araya getirilmek ve onları dikkatli bir değerlendirmeye tâbi tutmak sûretiyle ancak Kur’an’ın kader konusundaki bakış açısı tespit edilebilir. Kur’an’ın değişik yerlerinde kader konusuna değinilirken kimi âyetlerden cebr, kimilerinden de tam bir özgürlük anlamı çıkarılabilir. Nitekim kimi mezhepler kader konusunda cebr ifâde eden âyetleri esas almış ve diğer âyetleri buna göre te’vil etmiş, bazıları tam bir hürriyet ifâde eden âyetleri esas alarak diğerlerini te’vil etmiş, diğerleri de orta bir yol takip etmiştir.
Kur’ân-ı Kerim, kâinatta olup biten her şeyin yüce Allah’ın irâdesiyle ve takdiri ile olduğunu beyan etmekle birlikte; insanın kendi irâdesiyle yaptıklarından yine kendisinin sorumlu olduğunu açıkça belirtmektedir. Kur’an, iman etmek ve inanmamak, iyi ameller işleyip cennete girmek, ya da yaptıkları kötü amel sonucu cehenneme girmeyi bir kader olarak ileri sürmemektedir. Kişinin iman etmesi de, etmemesi de kendi hür seçimine bağlıdır. “De ki: ‘Gerçek, Rabbinizdendir.’ Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. Şüphesiz zâlimler için, duvarları çepeçevre onları içine alacak bir ateş hazırladık. Onlar yardım istediklerinde, erimiş maden gibi yüzleri kavuran bir su kendilerine sunulur. Bu ne kötü bir içecek ve cehennem ne kötü bir duraktır! İyi hareket edenin ecrini zâyi etmeyiz. Doğrusu iman edip sâlih iş yapanlara, İşte onlara, içlerinden ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Orada altın bilezikler takınırlar, ince ve kalın ipekliden yeşil elbiseler giyerek tahtları üzerinde otururlar. Ne güzel bir mükâfat ve ne güzel yaslanacak yer!”[2]
Âyetlerde iman etmenin de, inkâr etmenin de insanın hür irâdesine bırakıldığı ve cennete girmenin de, cehennemi hak etmenin de, kişinin yaptıklarının sonuçları olduğu açık bir şekilde anlatılmaktadır. Allah’ın, yaptıklarımızı önceden bilmiş olması, bizi, o yaptıklarımızı yapmaya zorladığı anlamında değildir. Bilakis Allah’ın bilgisindeki o mâlumat, yaptıklarımız sebebiyledir.
Kader ve Kaza Kavramlarının Anlamı
Kader: Ezelden sonsuza kadar olmuş veya olacak şeylerin hepsinin zamanının, yerinin ve nasıl olacaklarının Allah tarafından bilinmesidir. Her şey bu bilgiye göre Allah tarafından takdir edilir.
Kader, Allah’ın ilim ve irâde sıfatı ile ilgilidir. Allah ilim sıfatı ile olmuş ve olacak şeyleri bilir. İrâde sıfatı ile şöyle veya böyle olmasını tercih ve takdir eder.
Kazâ: Ezelde Allah tarafından bilinen ve takdir edilen şeylerin, zamanı ve yeri geldiğinde Allah tarafından ortaya çıkarılmasıdır.
Kâinatta her şey kaza ve kadere bağlıdır. Allah’ın takdir ve irâdesinin dışında hiçbir şey olmaz. O’nun takdiri ve irâdesi olmadan bir yaprak bile yerinden kımıldayamaz.
Allah Teâlâ, bu âlem için kanunlar, esaslar ve düzenler koymuştur ve bütün eşya bu kanun ve esaslara göre hareket etmektedir. Bunlar hiçbir zaman zorlama anlamına gelmez. Kaderde icbar (zorlama) diye bir şey yoktur. Kader, kulun işleyeceği şeyleri Yüce Allah’ın ezelde bilmesi ve hayrı yarattığı gibi, insanların şerre dönüştüreceği şeyleri de O yaratmıştır. Meydana gelecek şeyleri Allah’ın bilmesi ve bu bilmeye göre o şeylerin meydana gelmesinin insan üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Çünkü bilme (ilim), tesir (etki) sıfatı değil; meçhul olan şeyleri açığa çıkarmanın sıfatıdır. Meselâ, güneş veya ay tutulmasının çok önceden astronomi ilmiyle uğraşanlarca bilinip takvimlere yazılması, güneş veya ay tutulmasının sebebi değildir. Bu bilginler bilmeseydi, bu takvimler yazmasaydı güneş veya ay tutulmayacaktı denilemez.
Allah sonsuz ilmi ile, dünyaya gelen ve gelecek insanların, iyiyi mi yoksa kötüyü mü seçeceklerini bilir. Ancak insanlar, kendilerinin Allah’ın ne şekilde hareket edeceklerini bildiği ve takdir ettiği için hareket ediyor değillerdir. İnsan hak ile bâtılı seçme durumundadır. Hakkı seçerse cennete girecektir; Bâtılı seçerse cehenneme girecektir. Bu kararı imtihan için Allah insana bırakmıştır. İnsan sonucuna katlanmak şartıyla, seçiminde hürdür.
Kadere iman, insana kâinatta her şeyin yüce bir hikmete göre cereyan ettiğini gösterir. Mü’min, kendisine bir zarar geldiği zaman feryadı basmaz. Başarı ve iyilik dokunduğu zaman da her şeyi unutarak sevinip şımarmaz. Böylece mü’min kadere inanmakla dengeli ve mutedil bir olgunluk kazanır. Dünyada da mutluluğun ve üstünlüğün zirvesine ulaşır. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurur: “Gerek yeryüzünde, gerek nefislerinizde meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki, bizim onu yaratmamızdan evvel bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır. Allah bunu, elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve O’nun size vereceği ile sevinip şımarmayasınız diye yazmıştır. Allah kendini beğenen kibirli kimseleri sevmez.”[3]
Kaza ve kadere inanmak insanın körü körüne kendini olayların akışına bırakması ve kurtuluş çaresi aramaması değildir. İnsan her şeyin bir sebebe bağlı olduğuna inanarak, sebepleri uygulamalıdır. Meselâ; bir deprem sonrasında, insanlar evsiz kalsa bu durumdan kurtulmanın çarelerini aramalıdırlar.
Rasûlullah (s.a.s.) her zaman kaderi yanlış anlayanlara karşı konulmasını istemiştir. Kader, hiçbir zaman tembelliğin sebebi, masiyetlerin vesilesi ve mecburiyetin varlığını iddia etmenin yolu yapılamaz. Aksine büyük işlerin ardında büyük gayelerin gerçekleştirilmesi için bir yol kabul edilmesi lâzımdır.
Hz. Ömer (r.a.)’in karşısına hırsızın biri getirildiğinde ona niçin hırsızlık yaptığını sorar. Hırsız: “Allah böyle takdir etti, kaderimde hırsızlık yapmak varmış, ne yapayım” deyince, Hz. Ömer: “Buna otuz kamçı vurun ve elini kesin.” diye emir verir. Sebebi sorulduğunda da şöyle cevap verir: “Hırsızlık yaptığı için eli kesilir, Allah’a iftira ettiği için de kamçı vurulur.”
Kader, ancak kader ile önlenir. Meselâ, açlık kaderi, yeme kaderiyle giderilir. Susuzluk kaderi, su içme kaderiyle önlenir. Hastalık kaderi, tedavi ve sağlık kaderiyle önlenir. Tembellik kaderi, çalışma ve gayret kaderiyle önlenir. Dolayısıyla kaderin baskı aracı olması söz konusu olamaz. Mü’min, kaderi bahane ederek tembellik edemez. Mü’min; fakirliğe karşı çalışma ile, cehâlete karşı ilim ile, hastalığa karşı ilaç ve tedavi ile, küfür ve isyana karşı cihad ile karşı koymasını bilen insandır. Mü’min, keder ve hüzünden, âcizlik ve tembellikten her türlü nifak ve şirkten Allah’a sığınır.
Ebû Ubeyde bin Cerrah, veba hastalığından kaçan Hz. Ömer’e şöyle sordu: “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” Bu soruya Hz. Ömer: “Evet, Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine sığınıyorum.” diye cevap verdi. “Bulaşıcı veba hastalığından, yine sıhhat ve afiyet kaderine kaçıyorum” demek istemiştir. Sonra, çorak arazi ile verimli araziyi örnek verdi ve develerinin otlaması için çorak araziden verimli araziye geçmesiyle bir kaderden diğer bir kadere intikal ettiğini ifâde etti.
Kader konusunda, bir mü’min için, bunları bilmek yeterlidir. Bunun dışında kader konusunda çatışıp çekişmek, münakaşalar yapmak câiz değildir. Çünkü mutlak kader Allah’ın bir sırrıdır, sınırlı kapasitesi olan insan aklının bu konudaki tüm sırları idrâk etmesi mümkün değildir.
Ebû Hüreyre’nin şöyle dediği rivâyet olunur: “Biz kader konusunda tartışırken Rasûlullah (s.a.s.) yanımıza çıkıp geldi. Kaderi tartıştığımızı görünce, öfkelendi ve yüzü kızardı, sonra şöyle buyurdu: “Size bununla mı gönderildim? Sizden önceki kavimler bunu tartışma konusu yaptıkları için helâk oldular. Bu konuda tartışmanızı istemiyorum.”[4]
İnsanın fiilleri 2’ye ayrılır:
a) Gayri ihtiyârî (Kendi isteği dışında) yaptığı fiiller: İnsanın elinde olmadan meydana gelen hareketlerdir. İnsanın açlık hissetmesi, vücudundaki kanın dolaşımı, saçlarının uzaması v.s. gibi işler böyledir. İnsanlar bunlardan ne sevab kazanır, ne de günaha girerler. Dolayısıyla insan bu tür fiillerinden sorumlu değildir.
b) İhtiyârî (İsteği ile yaptığı) fiiller: İnsanın yapıp yapmaması kendine kalmış fiillerdir. Burada insanın nasıl bir harekette bulunacağını seçme şansı vardır. İyi amellerde bulunursa sevab kazanır; kötü amellerde bulunursa günah kazanır. Meselâ, namaz kılmak. Kişi namaz kılarsa Allah’ın rızâsını kazanır, namaz kılmazsa günaha girer. Namaz kılmaya karar vermek insanın kendi isteğine kalmıştır.
Tevekkül: Bir iş için gerekli olan maddî, mânevî sebeplerin hepsini yaptıktan ve başka yapılacak hiçbir şey kalmadıktan sonra, neticeyi Allah’a bırakmak demektir.
İnsan işini götürebileceği noktaya götürdükten sonra, işinin sonunu Allah’a bırakacaktır. Çünkü Allah istemedikten sonra hiçbir şey olmaz. Meselâ; Bir çiftçi tarlasını güzelce sürer, tohumunu eker, gerektiğinde sular, yapabileceği her şeyi yapar, ondan sonra da Allah’a tevekkül eder. Çünkü bilir ki, Allah istemedikten sonra, ne yaparsa yapsın ekin bitmez. Allah Teâlâ Kur’an’da şöyle buyuruyor: “Bir kere azmettin mi artık Allah’a tevekkül et.”[5] Bu âyet-i kerimede görüldüğü gibi, Allah’a tevekkül etmeden önce azmetme (çalışma, o işin gereklerini yerine getirme) şarttır.
Türkçe’de “hayır” ve “şer” olarak kullandığımız kelimelerin Arapça asılları “hayr” (noktalı hı ile) ve “şerr”dir. “Hayr” taşıdığı özellik dolayısıyla istenilen, arzu edilen, değerli, dünya ve âhirette faydalı, yarayışlı olan her şeydir. Hayr, ister bir davranış, ister bir ibâdet, ister mal, yani dünyalık yönünden olsun; dünya ve âhirete ait meselelerde faydalı olan, arzu edilen şeyleri ifade eder. Hayır; istenilen, kötü karşılanmayan, kendisine rağbet edilen bir değerdir. “Hayr”ın karşıtı “şerr”dir. Hayr, iyi ve faydalı, rağbet edilen tercihleri ifade ettiği için; ibâdet, iyilik etmek, Allah yolunda harcamak, faydalı mal, kişiye sevap veya şeref kazandıran şeyler hakkında da kullanılmaktadır.
Aynı kökten gelen ‘hayrât’, beğenilen özellikler, davranışlar, sevap amacıyla yapılan iyilikler ve sadaka-i câriye (devam eden sadaka) olan şeyler demektir. Yine aynı kökten gelen ‘ihtiyar’, seçmek, dilemek, irâdesini kullanmak; ‘muhtar’, özgür iradeyle seçilen, beğenilen şey; ‘istihâre’, hayırlı bir işi dilemek; ‘hıyare (çoğulu ahyâr)’, hayırlı kimseler, seçilmişler demektir.
Kur’an’ın geniş kapsamlı kavramlarından biri, hayır kelimesidir. Bu kelimenin hem dünya işlerini, hem de âhiretle ilgili değerleri anlatan birkaç boyutu bulunmaktadır. Hayır ve onun karşıtı olan şer meselesi İslâm tarihinde üzerinde çokça tartışılan konulardan biridir. İslâm ıstılahında “ma’rûf”, her türlü hayrı; “münker” de her türlü şerri ifade eder.
Şer
‘Şerr’ sözlükte, istenmeyen, arzu edilmeyen, her açıdan kendisinden kaçınılan şey demektir. Bunun yanında fesat, bozukluk, kötülük, kötü şey, zulüm, cezayı gerektiren iş anlamında da kullanılmaktadır. Bazen de sıkıntı, belâ ve musîbet mânâsına gelir. ‘Şerr’in çoğulu “şurûr” ve “eşrâr”dır. Şer her türlü hayrın ve iyiliğin karşıtıdır.
Hayır ve şer ölçüleri, ya mutlak olur, ya da izafi (göreceli) olur. Meselâ, akıl, adâlet, iyilik duygusu her zaman mutlak olarak hayırdır. Zulüm, kötülük, hırsızlık gibi şeyler de mutlaka şerdirler. Bazı şeyler bazıları için geçici olarak hayır veya şer olabilir. Meselâ, mal sahibi olmak şer olmadığı halde, bazıları için şer olabilir. Birisi mal ile kötülük veya zulüm yapıyorsa mal o insan için hayır değildir. Şer, istenmeyen, arzu edilmeyen durumları anlattığı gibi, kötü olan ve insana zararı dokunan şeyleri de ifade etmektedir. Kur’an, akletmeyen sağır ve dilsizleri (inkârcıları) yerde debelenen varlıkların en şerlisi saymaktadır. [6] Çünkü onların yaptıkları hayır olmaz, tuttukları yol yanlıştır. Azgınlıkları yüzünden yeryüzünde hep fesat ve şer olmaktadır.
Şer, bir yönüyle insanın kendisine isâbet eden kötülüktür, yani mutsuzluk veya talihsizlik halidir. İnsan sürekli kendine göre iyi şeyleri ister; ancak, kendisine bir şer (kötülük) dokunursa ümitsizliğe düşer. Biraz rahata kavuşunca da nimetin kimden geldiğini unutur, nankörlük yapar.[7] Hayır, Allah rızâsı düşünülmüş ve takvâya uygun bütün davranış ve işlerdir. Şer ise, Allah’ın rızâsına uymayan bütün işlerdir. Birisi mü’minin halini ortaya koyarken, diğeri de günahı ve kâfirin amellerini nitelendirmektedir. Şirk, küfür, nifak, zulüm gibi tavırların hepsi de şerdir. Bunun sonucu olarak kim zerre miktarı hayır işlerse onun karşılığını, kim de zerre miktarı şer işlerse onun karşılığını görecektir. [8]
Şer, bazen sû’ yani günah işleme duygusunu anlatır. Hayır ve şer kavramları iman ve küfür, itaat ve isyan yerine de kullanılır. Âmentü’de hayrın da şerrin de Allah’tan geldiğine, yani her ikisinin de Allah (c.c.) tarafından yaratıldığına iman ettiğimizi söyleriz. Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Hayır ve şer Allah’tan geldiğine göre bizim çabamız ne işe yarar? İnsan, hür irâdeyle yaratılmış ve dünyaya gönderilmiştir. Hayrı da şerri de seçme yeteneği vardır. Allah (c.c.) onu başıboş bırakmamış, hayrı ve şerri anlatan peygamberler de göndermiştir. Bundan sonra dileyen hayır işler, dileyen şer işler. Ancak hayrı da şerri de yaratan Allah’tır. Bu bir anlamda denemek için Allah’ın insana izin vermesi ve onu hareketlerinde serbest bırakmasıdır.
Allah (c.c.) insanı hayır ve şer konusunda denemektedir.[9] Cimrilik edip de mallarını Allah yolunda harcamayanların bu yaptıkları kendileri hakkında bir hayır değil, şerdir.[10] Bazı insanlar mü’minlerden hoşlanmazlar. Allah onlara bundan daha şer olan bir sonucu haber veriyor; Allah’ın lânet ettiği, kızdığı, başka şekillere çevirdiği, tâğuta tapanlar yaptığı kimselerin durumu[11] daha kötüdür. Cehenneme gidecek olanlar, halk arasında en şerli kimselerdir.[12] Mü’minler, şeytanın şerrinden, yaratıkların, gecenin, düğümlere üfleyenlerin, hasetçilerin, vesvese verenlerin şerrinden Allah’a sığınırlar. [13]
Çevremizde olup bitenlere ve insanların işledikleri fillere hayır ve şer hükmünü verebilmemiz için elimizde sağlam bir ölçü olmalıdır. Bu ölçü de ancak Allah tarafından bütün insanlara gönderilen son din İslâm’dır. İnsanların aklı ve tarihsel tecrübeleri bu konuda kesin bir ölçü olamaz. Ancak hayır ve şer hükümleri akılla anlaşılır ve uygulanır.[14]
Kur’ân-ı Kerim’de Hayır ve Şer
“Hayr” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 176 yerde, türevleriyle birlikte ise toplam 196 yerde geçer. “Şerr” kelimesi ise 31 yerde zikredilir. Kur’ân-ı Kerim’de hayır kavramı, “iyi, güzel, değerli, faydalı ve mal mülk gibi arzulanan şeyler” anlamlarında kullanılır. Hayır, kavram olarak bazen hem mal, hem de o malı Allah yolunda sarf etme iyiliğini veya infak anlayışını ifade etmektedir. Allah’ın insana verdiği mal, -her ne kadar bazıları için şer olsa da) bizzat hayrın kendisidir. Meselâ, Kur’an, Hz. Süleyman’a (a.s.) verilen atlara “hayır” demektedir. Bir başka yerde, ölen birisinin geride bir hayır/mal bırakması durumunda onunla ilgili vasiyette bulunması gerekir denilmektedir. [15]
Mü’minler, Allah yolunda hayırdan ne infak ederlerse; bu, kendileri içindir. Onlar hayır olarak infak ettiklerinin karşılığını tastamam alacaklardır.[16] Görüldüğü gibi burada hayır, hem sahip olunan mal, hem de bu maldan Allah yolunda infak edilen pay, sadaka anlamına gelmektedir. Bir başka âyette ise ‘hayr’ yine ikili bir anlam ifade ederek hem sahip olunan şey, hem takvâya bağlı olarak yapılan amel (iş) yerinde kullanılmaktadır: “Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: ‘Hayır olarak infak edeceğiniz şey, ana-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışadır. Hayır olarak ne yaparsanız, Allah onu şüphesiz bilir.”[17] Hayır, yine maddî anlamlarda refah, bolluk, zenginlik gibi anlamlarda kullanılır. [18]
Hayır kavramı Kur’an’da şu anlamlarda da kullanılmaktadır:
a) Allah’ın sayısız (maddî ve mânevî) nimeti anlamında,[19]
b) Bütün hayırların kaynağı olan vahy ve peygamberlik anlamında, ki vahye uyan mü’minler birçok nimetlere, güzelliklere, sağlam bir inanca ve aralarında kardeşlik duygularına sahip olurlar. Bütün bunlar hayrın ta kendisidir, [20]
c) Gerçek iman, ya da iman etme eğilimi, samimiyet ve iyi niyet anlamında, [21]
d) İman etmenin güzel sonucu, imanın olumlu etkisi anlamında,
e) Sâlih amel, hayırlı iş, kulluk ve sonucu güzel olan işler anlamında, [22]
f) İslâm,[23
g) hikmet[24] anlamında “hayır” kavramı kullanılır. Bütün bu açıklamalardan sonra, hayır kelimesinin Kur'an'da "ma'rûf (iyilik)", şer kelimesinin de "münker (kötülük)" anlamında kullanıldığını söyleyebiliriz.
Hayır ve karşıtı olan şer, şu âyette birlikte kullanılmıştır: “İnsan, hayrı istediği gibi şerri de ister (Hayra duâ eder gibi şerre de duâ etmektedir). İnsan pek acelecidir.” [25] Âyette aceleci olan insanın, hayrı ister gibi şerri istediği; hayra duâ eder gibi şer için duâ ettiği belirtilmektedir. İnsanın hayrı ister gibi şerri istemesi, üç anlama gelebilir:
1) Bundan kasıt, Kur'an'a inanmayan kişilerin: "Allah'ım, eğer bu hak ise başımıza taş yağdır" gibi sözlerle Hz. Peygamber'le alay edip azap istemelerini kınamaktır. Allah Teâlâ, o insanların Kur'an'a inanıp doğru yola gelecekleri yerde bu hayrı bırakıp şerri istedikleri anlatılmakta, böyle doğru yoldan ayrıldıkları için türlü azaplara, sıkıntılara uğrayan yahûdilerin sonlarına benzer bir cezaya çarpılacaklarını îmâ etmektedir. Âyetlerin söz akışına en uygun mânâ budur.
2) İkinci ihtimale göre, insanın şer istemesi, bunaldığı zaman kendi aleyhine duâ (bedduâ) edip lânet okumasıdır. Bazı insanlar bunalınca "ölsem de kurtulsam!" gibi sözler söyler. Veya çoluk çocuğuna bedduâ eder. Hâlbuki o istediği şey, kendi lehine değil; aleyhinedir, yani şerdir. Hz. Peygamber (s.a.s.): "Canınız ve malınız aleyhine duâ (bedduâ) etmeyin. Sonra Allah'ın kabul saatine (zamanına) rastlarsınız da duânızı kabul eder." [26] buyurmuştur.
3) Üçüncü ihtimale göre insan, bazen aleyhine olacak bir şeyi hayır sanarak ister, olması için duâ eder, yalvarır, olmayınca üzülür. Gerçekten onun olması, kendi aleyhinedir, şerdir; olmaması hayırdır. Ama insan, işlerin içyüzünü bilmediği için farkına varmadan aleyhine olacak şeyleri ister. Hayrı istediği gibi o şerli şeyi de hayır sanarak ister. Âyette bu üç anlam da muhtemeldir. Daha doğrusu, âyet, bu mânâların hepsini kapsar; fakat siyak ve sibaka göre daha uygun ve temel anlam, birincisidir.[27]“Eğer Allah, insanlara, onların hayrı çabukça istemeleri gibi şerri de acele verseydi, elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu (ve hepsi de helâk olurlardı). Fakat Biz, Bize kavuşmayı beklemeyenleri azgınlıkları içinde bocalar bir halde (kendi başlarına) bırakırız.” [28]
“Hoşunuza gitmediği halde üzerinize savaş yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki sevdiğiniz bir şey de sizin için şerdir. Allah bilir de siz bilemezsiniz.”[29] Bu âyette, hoşlarına gitmese de savaşın, mü'minlere farz kılındığı; hoşlarına gitmeyen bazı şeylerin yararlarına; hoşlarına giden bazı şeylerin de zararlarına olabileceği, işlerin içyüzünü ancak Allah'ın bildiği belirtilmektedir. Evet, insan ne kadar bilgili olsa da, onun bilgisi, ancak duyuların verilerine bağlıdır. Duyulara çarpan olaylardan gelir. Yargısı da görünüşlere göredir. İnsan, olayların iyi veya kötü olduğu, bunlardan doğacak yarar veya zararları deney ile bilir. Çoğu kez bir olayı denemeye imkân olmaz. Denemeye kalkıldığı zaman da iş işten geçmiş olur. İnsan, olayların ancak dışyüzünü bilir; hâlbuki Allah, her şeyi yaratan kendisi olduğundan, her şeyin dışını da içini de bilir. Bu bilgisi uyarınca insanın yararına olan şeyleri emreder, zararına olan şeyleri de yasaklar. O'nun emrettiği her şey, zâhiren hoş görünmese de gerçekte hoştur, hayırdır.
Savaş da görünüşte hoş değildir; çünkü insanın ölümüne sebep olabilir. Ama birkaç kişinin ölümüyle bir toplumun hürriyeti, şeref ve nâmusu kurtarılır. Ölenler de cennette ebedî diriliğe ve mutluluğa erişirler. Peygamberlere arkadaş olmak şerefine ererler. Gerçekten, cihad eden İslâm toplumları yükselmişler, cihadı bırakınca dünya haritasındaki yerleri küçülmeye başlamış, sonunda güzelim ülkeleri yabancılar ve onların güdümündeki yerliler tarafından sömürülmüştür. Cihadı bırakmak, yalnız cepheye gitmemek değildir. Düşmana karşı kuvvet hazırlamayı ihmal etmek, düşman atom bombası yaparken piyade tüfeğiyle yetinmek de cihadı bırakmak demektir.
Âyetten çıkarılacak birinci hüküm, birinci ders cihada katılmak ve cihadı sürdürmektir. İkinci ders de, bazı hoşumuza gitmeyen şeylerin hakkımızda hayırlı olabileceğidir. Nice üzüldüğümüz şeyler vardır ki, sonunda bizim için çok hayırlı olmuş ve nice sevdiğimiz şeyler vardır ki, bizim için kötü sonuç doğurmuştur. O halde, biz elimizden geldiği, gücümüzün yettiği kadar yararlı işler yapıp durumumuzu düzeltmeğe, kötü sonuç doğuracak işlerden kaçmaya, tehlikelerden sakınmaya çalışmalıyız. Fakat Allah'tan başımıza bir olay geldiği, hoşumuza gitmeyen, bizi üzen bir olayla karşılaştığımız zaman da kendimizi üzüntü girdâbına atmak yerine sabretmeli, işin sonunu beklemeliyiz. Bir babanın, küçük çocuğunu bazı şeylerden men etmesi, çocuğun zoruna gitse de onun yararınadır. Doktorun verdiği ilâç acı da olsa hastanın şifasına sebep olabilir. Doktor, zulmünden değil; şefkatinden ötürü o ilâcı hastasına vermektedir. Her arzu ettiğini vermek, hastayı ölüme sürükleyebilir. Şâyet Yüce Allah da sana istediğin bir şeyi vermiyorsa, seni yoksul yaşatıyorsa, seni çocuksuz yapmışsa veya çok sevdiğin bir şeyi elinden almışsa üzülme, sabret; bu hoşuna gitmeyen işlerin içinde senin için kim bilir nice faydalar, hayırlar olabilir. Ya bu vesile ile Allah sana ileride çok yararlı şeyler verecek yahut seni bu olaylarla deneyip ruhunu olgunlaştıracak, mânevî dereceni yükseltecektir.
Biz Rabbimizin her an, her nefes bin türlü nimetiyle besleniyoruz. Bir nefes alış, vücuda oksijen götürür; nefes veriş, vücutta biriken zehirli gazı dışarı atar. Bir nefes alış verişte Allah'ın bize iki lütfu, iki nimeti var. Bir vakit de O'ndan bir sınavla karşı karşıya kalırsak elbette sabretmemiz gerekir. Sabredersek acı olaylar tatlılaşır, Allah olayları hikmetle örmüştür. Bazen hayırlı sonuçları görünüşte insanın hoşuna gitmeyen olaylara bağlamıştır. Şerri hayır yapacak yine O'dur. "Allah tevbe edip güzel iş yapanların kötülüklerini iyiliklere çevirir." [30] Meyveler güneşin karşısında dura dura tatlılaşır. Hakkın rızâsına boyun eğenler de rûhen olgunlaşır, iki cihan mutluluğuna ererler. [31]
Her Şeyi Yaratan Allah'tır; Fakat Şer İnsanlardandır
Her şeyi yaratan ancak Allah’tır. Fakat hayra rızâsı olduğu halde, şerre yoktur. Kaldı ki hayır ve şer dediğimiz, yapılan işin, işlenen fiilin Allah'ın emir ve rızâsına uygun olup olmamasıyla ilgili. Yani, fiilin kendisiyle değil; sıfatıyla alâkalı. Konuşma, görme, işitme, yürüme... hepsi birer fiil; Hayır olsun şer olsun bütün bu fiilleri yaratan Allah'tır. İşlenen fiil, İslâm'a uygun ise hayır; aksi halde şer olur. Zaten Allah'ın birliğine iman eden bir insan, O'nu bütün bu işlerin, bu fiillerin tek yaratıcısı olarak bilmiş olmuyor mu?
İnsan bir işi yapmayı sadece arzu eder ve cüz'î irâdesini o işi yapmaya sarfeder. Neticeyi yaratan ise Allah'tır. Hakikat böyle bilinmezse ortaya şöyle bir tezat çıkar: Aynı fiil hayır olunca Allah tarafından yaratılır, aksi halde... Görme fiilinin yaratıcısı Allah'tır. Göz fabrikası O'nun. Işık ham maddesi O'nun. Görülen bütün eşya da O'nun. O halde bir insan neye bakarsa baksın görmeyi yaratan Allah'tır. Baktığı helâl ise, bu bakış hayır olur, haramsa şer.
Gerek fenalık ve kötülük anlamında olsun; gerek musîbet, belâ, felâket ve sıkıntı anlamlarında olsun insanların şerre dönüştüreceği şeyleri de yaratan Allah'tır. Çünkü her mümkini ve her işi yaratan Allah'tır. O'ndan başka yaratıcı yoktur. Zâtı ekmel olup mutlak kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğu için Allah'ın zat, esmâ (isimler), sıfat ve fiillerinde hiçbir şer yoktur. Şer, insanlarda, insanların işlerinde ve insanın zannına göre yaratıklardadır. Allah insanların şerre dönüştüreceği şeyleri de hikmet ve İlâhî adâletin bir gereği olarak yaratmıştır.
Yüce Allah, insanı bu dünyaya akıl ve irâde vererek imtihan etmek için getirmiştir. Bu sınav âleminde şerrin bulunmaması, dünyanın ve içindeki insanın yaratılış hikmetine aykırı düşerdi. Allah bu evrende insanlara, içlerinden peygamberler göndererek doğru yolu göstermiştir: "Biz ona (insana) iki yol gösterdik."[32] Üstelik insanın ruhuna şerden sakınmanın ve şerri tanımanın bilgilerini koymuş ve ilham etmiştir: "Her nefse (insan ruhuna) ve onu düzenleyene, sonra da ona kötülüğü (n ne olduğunu) ve bundan sakınmayı ilham edene and olsun ki onu (nefsini/ruhunu günah ve şerden) temizleyen felâha ermiştir."[33]
Allah, insanlara şer ve kötülük yaptırmasaydı, zorlasa ve şer için fırsat vermese, onların hepsini kendisine iman eden, tâat ve hayırda/iyilikte bulunan kimseler yapsaydı, daha iyi olmaz mıydı? Allah, böyle yapsaydı, insanın sözgelimi arıdan veya başka herhangi bir hayvandan farkı kalmazdı. Arı, Allah'ın nefsine (canına) koyduğu bir ilham (içgüdü) ile baldan başka bir şey yapamaz. Onun ne aklı ne de hür bir irâdesi vardır. Fakat Allah, insana akıl, şuur, bilgi edinme ve irâde özellikleri olan bir ruh vererek onu hayvanlardan üstün kılmış ve yeryüzüne halife yapmıştır. İyilik ve hayrın kıymeti, zorlayarak ortaya çıkarılan değildir; şuur ve serbest bir tercih ile yapılmayan hayrın/iyiliğin kıymeti yoktur. "Eğer Rabbim dileseydi, yeryüzünde bulunan bütün insanların hepsi iman ederlerdi."[34] Allah böyle yapsaydı, insanlar akıllarını kullanarak, vicdanlarına tâbi olarak serbest irâdeleriyle hürriyet içinde iman ve hayrı seçmeselerdi, imanın küfre karşı ne değeri olurdu? Küfür ve şer olmasaydı, irâde ve istekle iman ve hayır uğrunda çekilen meşakkatin ne kıymeti kalırdı? Küfrün bilfiil varlığı olmasaydı iman ve kelimetullah nasıl bu kadar yüce ve değerli olurdu? Her şeyin kıymeti, zıddı ile bilinir. Eğer Nuh kavminin küfrü olmasaydı Tûfan mûcizesi meydana gelmezdi. Diğer peygamberlere iman etmeyen kavimlerde helâk âyetleri kendini göstermezdi.
İnsanların şerre dönüştüreceği şeyleri yaratmak şer değildir. Fakat şerri kazanıp şer ile vasıflanmak şerdir. İnsan, aklını kullanarak irâdesini şerre yöneltip kudretini buna sarf ederse, Allah da bunu yaratır. Her şey, Allah'ın dileyip yaratmasıyla vukua geldiği için, kulun irâdesini yöneltip kudretini sarf ederek işlediği işi de sırf husûle gelmesi ve imtihanın gerçekleşmesi için yaratır. Ancak, Allah'ın şerre yardımı ve rızâsı yoktur.
Bazen insan, bir şeyi hayırlı bulmayıp şer zanneder. Fakat Allah kula terbiye olması, aklını başına alması için musîbet verir; günahlarının affolması veya bir kısmından vazgeçilmesi ve o kişinin ecirler kazanması için hastalık, musîbet veya bazı sıkıntılar verir. Allah, bize şer şeklinde görünen sıkıntı ve musîbetleri hayra vesile olması için yaratır. Eşya ve olayların mâhiyet ve kıymetleri, zıtlarıyla anlaşılır. Hastalık olmazsa sıhhatin, cehâlet olmazsa ilmin kıymeti anlaşılamazdı. Yağmur ve karın yağmasında, rüzgârların esmesinde, insanlara zararlı mikrop ve hayvanların yaratılmasında görülen cüz'î şerler, bunların hayır ve faydaları yanında yok gibidir.
Yüce Allah'ın âhirette kâfirler ve günahkârlara vereceği cezalar da adâlet ve hayırdır. Çünkü cezaları hak edenlere verir. Cezayı hak eden ve buna lâyık olan kimselere verilen cezalar, bu kimselere nisbetle şerdir. Çünkü kendilerine acı ve sıkıntı verir.
Eski İran'da mecûsîler ve zındıklar, "âlemdeki bütün hayırları yaratan âlemin tanrısı Hürmüz’dür (Ahura Mazda). Kötülüklerin kaynağı/yaratıcısı ise Ehrimen’dir (Angra Mainyu)" derlerdi. Bunların iddialarına göre, dünyada bu iki kuvvet mutlak hâkimiyeti sağlamak için sürekli mücâdele halindedirler.[35] Her şeyin yaratıcısının Allah olduğu unutulan tahrif edilmiş veya uydurulmuş bâtıl dinlerde hayrı yaratan Allah, şerri yaratmaz denilerek, şer için başka hâlık kabul edilmiştir. Bazıları da şerri şeytanın yarattığını ileri sürmüşlerdir. Bunlar, şerrin yaratılmasını Allah'a yüklemenin hata olacağı düşüncesiyle hareket edenlerdir. Bu yüzden Kur'an, Allah'tan başka yaratıcı bulunmadığını anlatmak için her şeyin hâlıkı Yüce Allah'tır[36] buyurarak, fiilin kulun eseri olduğu bildirilirken, hâlıkının Kendisi olduğunu açıklamıştır. "Ona iki yolu (hayrı ve şerri) göstermedik mi?"[37] buyrulur. Şerri seçenin, kötülüğü yapanın kul olduğu bildiriliyor. O yüzden şerri meydana getirenin Allah olduğunu söylemek doğru olmaz. Şerri meydana getirenin insan olduğunu, Allah'ın ise tek yaratıcı olmasından dolayı insanı ve onun fiillerini yaratan olduğu, birbirine karıştırılmamalıdır. Hayır da şer de kulun fiilidir. Ama imkânları ve fiili meydana getiren kulu, Cenâb-ı Hakk'ın yaratmış olması yönüyle hâlıkı Allah olur.
Kâinatta olan biten her şey Allah’ın meşîeti (yaratması/dilemesi) dâhilindedir. Ama Allah şerri irâde etmez, kâinatta şerrin olmasını, insanların şerde bulunmalarını dilemez. İnsanların hoşuna gitmeyen bazı şeylerin hayır olabileceği Kur’an’da açıklandığı gibi,[38] şerrin de kesb, yani insanların kazanmalarının/amellerinin sonucunda var edildiği belirtilir ve “insanın, işlediği zerre miktarı hayır ve zerre miktarı şerrin karşılığını göreceği”[39]ilân edilir. Dolayısıyla Allah’ın, insanın şerre dönüştüreceği şeyleri yaratması şer değil; tümüyle hayırdır; fakat kulun şerri kazanması, yani kesbi şerdir. Eğer, kulun şerri kesbi neticesinde Allah onu yaratmamış olsaydı, bu defa, kul irâde sahibi olmuş olmazdı.
Kâinatta şeytan gibi, mutlak şer olan (insan açısından mutlak şer değil; hayrı şerrinden fazla olduğundan) yaratıkları da yaratan ve netice itibarıyla onun azmasına fırsat veren de Allah’tır. Yani, şeytanın azması, Allah’ın meşîeti dâhilindeydi. İnsan yeryüzüne imtihan için gönderilmiş ve kendisine irâde verilmiştir; o bu irâdesini kullanarak en alçak bir mevkîye düşebildiği gibi, en yükseğe de çıkabilir. Ortada yüz yumurta olsa, sadece yüz yumurta olarak değer ifade eder; ama bir tavuğun altına konulsa ve yirmisi civciv olup sekseni bozulsa, o zaman yirmi civciv mi daha kıymetlidir; yoksa yüz yumurta mı? Civcivlerin yumurta yanındaki değerleri bir yana, ileride her civciv tavuk olduğunda belki yüzlerce yeni yumurta verecektir. İşte, yeryüzünde insanların belki yüzde sekseni şeytana uyar, ama yüzde yirmisi gerçekten insan olur ve yüceliklere ulaşır; ama hepsi ot gibi kalsa, o zaman insana ne gerek olacaktır? Bu noktada, şeytan gibi mahzâ şer varlıkların varlığı tavzîfîdir (görevlendirme icabıdır). Kaldı ki, şeytanı şeytan yapan, onun kendisidir. Meleklerle birlikte tâbi tutulduğu bir imtihanda bir daha geri dönüşü ve telâfisi mümkün olmayacak bir kayba uğramıştır. Demek oluyor ki, Allah’ın yaratması yönüyle her şey, hayırdır; melekût cihetinde şer yoktur; şer kesb iledir ve mülk cihetindedir.[40]
Allah için yapılan her amel hayır; bunun dışındaki ameller ise şerdir. Kul, Allah Teâlâ'nın yarattığı imkânları, emirlerine uygun olarak kullanırsa, hayır; emrinin aksine kullanırsa şer olur. Bunlardan herhangi birini seçmek ve yapmak, kulun yetkisindedir. Eğer kötülüğü yapmak imkânına sahip olmasaydı, elbette yapamazdı. Şu halde yaratılan, aslında hayır ve şer değil; bunların yapılmasına elverişli imkânlardır. Bu sebeple de bu imkânları yaratan, fiilin hâlıkı olur. Çünkü O’ndan başka yaratan, imkân sağlayan yoktur. Halk etme Allah'a mahsus olduğundan, kulun fiili için bu tâbir kullanılamaz. Çünkü kul, fiilin meydana gelişini sağlayan çeşitli sebeplerden yalnız birinin (işi meydana getiren gücün) sahibidir. Kula fiilin hâlıkıdır demek, işin oluşmasında rol alan diğer bütün âmilleri hesap dışı bırakmak olur.
Kâinatta, gerçek mânâda “şer” vasfına lâyık olanlar, insanların dalâletleri ve günahlarıdır. Bu noktada, “kader sırrı” karşımıza çıkıyor. Dalâlet ve günahlarda insanın fâil ve muhtar olduğunu kabul etmek zorundayız. Bir insan olarak düşündüğümüzde, vicdânî bir muhâsebeye giriştiğimizde, fiillerimizdeki, bu arada kötü eylemlerimizdeki rolümüzü idrâk etmekten kendimizi alıkoyamayız. Yani sorumluluğumuzu ve mahcûbiyetimizi içimizde yaşarız. Fiillerimizin yaratıcısı Allah Teâlâ olduğuna istinad ederek, kötülüklerimizi O’na izâfe etmeye kalksak bile, bunu bir suçluluk hissi ile, aşağılık duygusu ve bahane arama anlayışıyla yaparız.
Kadere inanıyoruz. Ama takdiri önceden bilemediğimize göre ve işlerimizde güç yetirebileceğimizi hissettiğimize göre, kaderi bahane ederek sorumluluğumuzu atamayız. Dünyada hiçbir insan, kendisine yapılan haksızlık ve zulümler karşısında, “ne yapayım, kader böyle imiş!” diye, başına gelene rızâ göstermez; elinden geliyorsa, hakkını almaya uğraşır. Yani, pratikte kader inancı kimseyi bağlamamaktadır. Aleyhimize bir hükmü gerektirdiği zaman, nazar-ı itibara almadığımız bu inancı, Allah'a karşı kullanmak, böylece mes’ûliyeti atmayı ummak, olsa olsa, insan fıtratındaki bencillik ve haksız yere nefsini müdâfaa çabasıdır. O yüzden, insanların kâinatta “şer” olarak isimlendirdikleri keyfiyetler, ya aslında şer değildir; veya, onun sorumlusu insandır. Bundan dolayı bu şerler ile Cenâb-ı Allah’ın rahmân, alîm, hakîm, kadîr, mahlûkatına hiç zulmetmez oluşu bir tenâkuz/zıtlık arzetmemektedir.[41]
Kur’ân-ı Kerim’de hiçbir âyette “şer” Allah’a nispet edilmez:
“Sana gelen hasene/iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir/kendindendir…” [42]
“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” [43]
"İnsanların kendi elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde (çölde, kırda ve şehirde) fesat çıkar. Böylece, onlar yaptıklarının bir kısım karşılığını daha dünya hayatında görürler."[44]
“Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunanı değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah işitendir, bilendir.”[45]
"İnsanların elleriyle kazandıklarından dolayı karada ve denizde (çölde, kırda ve şehirde) fesat ortaya çıktı."[46]
"Eğer Allah'ın, insanları bir kısmıyla bir kısmını def edip savması olmasaydı, yeryüzü fesada uğrardı; ama Allah âlemlere karşı lütuf sahibidir."[47]
“İnsan, hayrı istediği gibi şerri de ister. İnsan pek acelecidir.” [48]
“Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.” [49]
“Sizden önceki nesillerden akıllı kimselerin, (insanları) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan men etmeleri gerekmez miydi? Fakat onlar arasından, ancak kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı. Zulmedenler ise kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar ve suç işleyenler olup çıktılar. Halkı ıslahatçı kimseler olsaydı, Rabbin o şehirleri haksız yere helak edecek değildi.”[50]
Yine, kötülüğün ve musîbetin insanın kendi yaptığı sebebiyle olduğu konusuyla ilgili bak. 4/Nisâ, 62, 16/Nahl, 34; 28/Kasas, 27; 30/Rûm, 36; 39/Zümer, 51; 42/Şûrâ, 48
Allah Güzeldir; Her Yaptığı ve Yarattığı da Güzeldir:Allah'ın isim-sıfatlarından biri "muhsin" (güzel yapıp eden)dir. Allah muhsin olduğu için her yarattığını güzel yaratmıştır. O, insanı da güzel, hatta en güzel biçimde yaratmıştır.[51] İnsanın ürettiği tüm güzelliklerin gerçek sahibi ve yapıp edicisi Allah olup bu üretimde, insanın beynini, gönlünü, elini, dilini kullanmaktadır.
Allah'tan daima güzellik zuhur eder. Kötü ve çirkin (seyyie), insan nefsinin ürünüdür.[52] Allah, yaratıcıların en güzelidir.[53] Var ettiklerine en güzel boyayı vuran da Allah'tır.[54] Allah, aynı zamanda hüküm verme bakımından da en güzel olandır.[55] Rızkın en güzeli de Allah'tan gelir. O, rızık verme yönüyle de en güzeldir.[56] Sözün de en güzelini bir kitap halinde indiren O'dur, O'nun kelâmı da tüm güzellikleri içerir.[57] Bu yüzden insana, indirilen sözün en güzeline uyması emredilir. İnsana inen sözlerin en güzeli Allah'ın sözüdür.[58] Bu yüzden, güzel insanların bir niteliği, sözü dinleyip onun en güzeline uymaktır.[59] En güzel din, güzellikler sergileyerek Allah'a teslim olanların dinidir.[60] Allah, fiil, söz ve hükmüyle en güzelin kaynağı olduğundan, en güzel isimler (esmâu'l-hüsnâ) da O'nundur. [61]
Merhametli Allah'a Rağmen Dünyada Şerlerin Bulunması
İnsanlar, bazıları meraklarından, bazıları ateist anlayışları için fırsat ve bahane kabul ettiklerinden dolayı, şeytana bir kapı açmışlar ve şu soruya cevap aramaya çalışmışlardır: Merhametli Tanrı’nın şerleri yaratması veya O’na rağmen kâinattta şerlerin bulunmasını nasıl izah ederiz? Hâlbuki, insanların çoğunluk itibarıyla bedbaht ve kötü oldukları, şerrin kol gezdiği bir dünyada yaşıyoruz. Şer, dünyada olanca dehşetiyle vâki olduğuna göre, Allah’ın mutlak kudretini ve sırf hayır olan iyiliğini nasıl telif edebiliriz? Bazıları, bu kapıdan şeytana daha fazla dâvetiye çıkararak, şöyle demeye yeltenmişlerdir: “İnsana Tanrı yokmuş gibi geliyor. Çünkü, eğer iki zıttan birisi mutlak olursa, diğerinin mevcut olmaması gerekir. Bundan dolayı eğer Tanrı var idiyse, şer olmamalıydı. Fakat dünyada şer var, öyle ise Tanrı yok mu?” Bu yoldan giderek bazı insanlar, şerrin varlığının Tanrı’nın yokluğuna delil olduğunu ileri sürmüşler, Tanrı’nın hayır isteyen ve ancak hayırların menbaı olması gerektiğine kail olmuşlardır. Günümüzün ateist, materyalist, hümanist Batı dünyasında bu anlayış(sızlık), giderek yayılıyor.
Kur’an, şerri bir vâkıa olarak kabul etmektedir. İster insanların isimlendirmelerine göre, ister hakikî mânâsında olsun “şer”, birtakım olay ve eşyanın vasfı olarak Kur’an’da geçmektedir. Fakat Kur’an’ın tenzih esasına dayanan ulûhiyet telâkkisi, bu gerçekle zıt gibidir. Çünkü rahmeti, kudreti, irâdesi ve ilmi sonsuz, zerrece zulmetmekten münezzeh olan Allah Teâlâ’nın, kâinattaki şerleri dileyip yaratmış olması, izaha muhtaçtır. Bu müşkil şu şekilde çözülür:
Şerlerin bulunduğu mekân kâinattır. Allah, kâinatı insan için yaratmıştır. İnsan da, Kur’an’ın ifadesiyle, ibâdet etsin diye yaratılmıştır.[62] İbâdet, çok geniş mânâlara gelmektedir. Bazı âyetlerde, insanın, imtihan içinde olduğu beyan edilmiştir. “İmtihan” ile “ibâdet” içiçedir. İnsana, ibâdet mükellefiyetinden önce, kabiliyetler verilmiştir ve böylece, teklifin icaplarını yerine getirmeye hazırlanmıştır. İnsanın yetenekleri çift yönlüdür; hem hayra, hem şerre imkân verir. İnsan, bu çift özelliğiyle, bir savaş meydanını andırır. İnsanlara, Allah, iyilik yapmalarını emretmiş, kötülüklerden de onları nehyetmiştir. Ama O, iyilik yapmak için, kötülüğe meyilli nefsini ve onun en büyük destekçisi şeytanın vesveselerini altetmesi gerekmektedir. Bunun için, melek ilhamları desteğindeki kalbinin, aklının ve ruhunun kuvvetlendirilmesi şarttır. Peygamberlerin tebliğiyle sınırları belirtilmiş sorumluluklarının îfâsı için Allah’tan istimdât penceresi açıktır.
İnsan, ibâdet dışında, bazı belâlarla denenerek terbiye edilir. Böylece çeşitli merhalelerden geçirilip kendisi için mukadder kemâle yöneltilir. Bunda insanın en büyük silâhı sabırdır. İnsanın terbiyesinde mühim bir yeri olan bu belâlar, şerrin bir çeşididir. Cenâb-ı Allah, insanı hayırlarla ve şerlerle terbiye ederek, rubûbiyetinin “terbiye” vechesini en güzel bir biçimde göstermektedir. Bu, müslümanlar içindir. Her ne kadar buna, insanların perspektifinden bakılarak “şer” ismi verilmişse de, bu belâlar hakikatte sırf hayırdır. Bu durumda, imtihanın bitişi demek olan “ölüm”, mühim iki unsur olarak karşımıza çıkan “nefs” ve “şeytan”, şer olmaktan öte, birçok kemâlâtın tezâhürünü temin eden, hayırlı vesilelerdir.
İnsan, imtihanında ve sorumluluklarında hatalar yapmaktadır. Ya âfâkî ve enfüsî çeşitli sebeplerle Allah’ı inkâr ederek, yaratılış gâyesinden tamamen sapmakta veya inanmakla birlikte, mükellefiyetini hakkıyla yerine getirememektedir. Kur’an’ın telâkkisinde bunlar da “şer”dir. Gerek dalâleti, gerekse kötü fiilleri yaratan bizzat insan olmayıp, Allah Teâlâ ise de, İslâm âlimlerince “kesb” ve “irâde-i cüz’iyye” denilen hisse insana aittir. Dolayısıyla insan fâildir ve yaptıklarından mes’uldür.
Şerrin üçüncü ve sonuncu çeşidi, kötülüklerimizin cezası olarak karşımıza çıkan ve nefsimize “şer” görünen musîbetlerdir. Allah Teâlâ, kâinattaki sünneti çerçevesinde, insanların kötü fiil ve fikirlerine, kalbin mühürlenmesi gibi, aynı cinsten cezâlar vermektedir. Kur’an’da bu kabil “şer”ler, “şu işiniz sebebi ile”, “bu suçunuzdan dolayı” gibi kalıplarla takdim edilmiştir ki, bunların birer cezâ olduğu anlaşılsın. Buna göre de, gerek fert, gerek toplum olarak başımıza gelen felâketler; zelzeleler, kıtlıklar, salgın hastalıklar, seller ve savaşlar, ya şerle imtihanın bir unsuru veya kötülüklerimizin cezâlarıdır. Binâenaleyh bunlar aslında şer değillerdir.
Hâdise ve fiillere “hayır” veya “şer” gibi bir vasıf verebilmek için, elimizde sağlam bir ölçü olmalıdır. Bu ölçü, ancak “din”dir. Bu ölçüye göre, şerrin ilk ve sonuncusu esasında şer değildir. İşaret ettiğimiz üzere, imtihan ve özellikle de terbiye vâsıtası olan hiçbir şey, selim akıl sahiplerince “şer” olarak tavsif edilemez. Adâletin tahakkuku demek olan cezâlandırma da, suçlu açısından hoş karşılanmadığı için şer olarak nitelendirilmiş olmakla birlikte, aslında “hayır”dır. Bunların Kur’an’da “şer” diye isimlendirilmesinin, Kur’an’ın bir üslûp özelliği olarak, Allah’ın “tenezzülât-ı ilâhiyye”lerle, bazı kavramları, insanların anladığı veya anlayabilecekleri şekillerde beyan etmesinin neticesi olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bunun yanısıra, (kaynağı beşerî olan ve göreceli hayır ve şer anlayışları açısından) insanların yanılmamaları için, şer olduğu halde hayır zannedilen, hayır olduğu halde şer zannedilen hallerin bulunduğu da hatırlatılmıştır.
Bu durumda, kâinatta, gerçek mânada “şer” vasfına lâyık olanlar, insanların dalâletleri ve günahlarıdır. Bu noktada, “kader sırrı” karşımıza çıkıyor. Dalâlet ve günahlarda insanın fâil ve muhtar olduğunu kabul etmek zorundayız. Bir insan olarak düşündüğümüzde, vicdânî bir muhâsebeye giriştiğimizde, fiillerimizdeki, bu arada kötü eylemlerimizdeki rolümüzü idrâk etmekten kendimizi alıkoyamayız. Yani sorumluluğumuzu ve mahcûbiyetimizi içimizde yaşarız. Fiillerimizin yaratıcısı Allah Teâlâ olduğuna istinad ederek, kötülüklerimizi O’na izâfe etmeye kalksak bile, bu bir suçluluk hissi ile, aşağılık duygusu ve bahane arama anlayışıyla yaparız.
Kadere inanıyoruz. Ama takdiri önceden bilemediğimize göre ve işlerimizde güç yetirebileceğimizi hissettiğimize göre, kaderi bahane ederek sorumluluğumuzu atamayız. Dünyada hiçbir insan, kendisine yapılan haksızlık ve zulümler karşısında, “ne yapayım, kader böyle imiş!” diye, başına gelene rızâ göstermez; elinden geliyorsa, hakkını almaya uğraşır. Yani, pratikte kader inancı kimseyi bağlamamaktadır. Aleyhimize bir hükmü gerektirdiği zaman, nazar-ı itibara almadığımız bu inancı, Allah'a karşı kullanmak, böylece mes’ûliyeti atmayı ummak, olsa olsa, insan fıtratındaki bencillik ve haksız yere nefsini müdâfaa çabasıdır. O yüzden, insanların kâinatta “şer” olarak isimlendirdikleri keyfiyetler, ya aslında şer değildir veya onun sorumlusu insandır. Bundan dolayı bu şerler ile Cenâb-ı Allah’ın rahmân, alîm, hakîm, kadîr, mahlûkatına hiç zulmetmez oluşu bir tenâkuz/zıtlık arzetmemektedir. [63]
Hayrın İki Yönü
Hayrın mânâlarına bakarsak onun iki yönü bulunduğunu görürüz: Birincisi, kaynağı Allah olan hayır; ikincisi, kaynağı insan olan hayır. Bu iki durumda da hayrın anlamı, İslâm’ın bakış açısıyla faydalı, değerli olduğuna hükmedilecek bir şeydir.
Hayır ve şer ya mutlaktır (kesin), ya da izâfîdir (göreceli). Sözgelimi, adâlet, iyilik duygusu, akıl, erdem sahibi olmak gibi şeyler her durumda herkes için hayır’dır. Zulmetmek, haklara tecavüz, yalan, hırsızlık gibi şeyler de herkes için her zaman şerdir. İzâfî (göreceli) hayır ve şer nitelemesi, kişilere ve onların durumlarına göre değişiklik gösterebilir. İzâfî hayrın başında mal sahibi olmak gelir. Mal, servet, dünyalıklar bazılarına hayır olabilir, bazılarına da şer. Helâldan kazanılıp helâla harcanmayan bir mal, sahibi için hayır değildir. Kendisinden İslâm’ın çizdiği sınırlar içerisinde faydalanılmayan mala “hayırlı mal” denilemez. Meselâ, cimrilik yüzünden Allah yolunda harcanmayan bir malda, onun sahibi bir hayr olduğunu sanmamalıdır.[64] Demek ki helâldan kazanılan ve Allah rızâsı uğruna harcanabilen bir mal veya kazanç, az da olsa, sahibi için hayırdır.
Allah (c.c.) mü’minlere gerektiği zaman kendi yolunda, kendi dini uğruna cihad etmeyi, savaşmayı emretmektedir. Mü’minlerden bazıları böyle bir şeyi kendileri için şer (zorluk, meşakkat, ağır bir imtihan, zararlı) sayabilirler. Ancak Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: “…Olabilir ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için şerdir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.”[65] Kur’an, kadınlara güzel davranılmasını emrettikten sonra şöyle ilâve ediyor: “…Şâyet onlardan hoşlanmadınızsa, belki, bir şey hoşunuza gitmez, ama Allah onda (sizin için) çok hayr yaratır.” [66]
Kur’an’ın ifadesine göre imtihan için yaratılan insan, çeşitli olaylarla, sıkıntı ve belâlarla imtihan edilir. Başına felâket gelir, zorluğa uğrar, malı elinden gider, yakını ölebilir, zulme uğrayabilir, baskı ve işkence görebilir, dinini yaşamak uğruna zorluklarla karşılaşabilir. Hepsi de denemek içindir. O yüzden insan çoğu zaman kendisi için neyin hayır, neyin şer olduğunu bilemez. Allah (c.c.) insanları bir sınav olmak üzere hayır ve şer ile denemektedir.[67] Bazı insanlar kendisi hakkında hayırlı olanı, faydalı olanı durmadan ister. Bir şerle karşılaştığı zaman ümitsizliğe kapılır. Bir bolluğa ulaştığı zaman da Allah’ın nimet verici olduğunu unutur ve inkârcılığa kalkışır. [68]
Mutlak hayır insan tarafından bilinebilir. Daha doğrusu Büyük Yaratıcı görevlendirdiği elçiler aracılığıyla bütün insanlara hayrı da şerri de açıklamıştır. Bunun dışında olan ve insanların zaman zaman karşılaşacakları olayların, elde ettikleri şeylerin ve kendilerinden kaynaklanan bazı davranışların hayır olup olmadığını bilmek zordur. Ancak iman edip, imanın nuruyla basiret sahibi olan müttakî mü’minler, çoğunlukla kendileri hakkında hayır olan şeyleri anlarlar. Örneğin, bu gibi mü’minler başlarına gelen bir musibeti şer sayıp isyan etmezler. Bilakis onu bir imtihan sebebi sayar, sabreder ve o denemenin gereğini yaparlar.
Müslümanın Hayatında Hayır ve Şer
Mü’minler, kendileri şerre sebep olmazlar, şerri üretmezler. Hayır sayılan işlerin takipçisi olurlar. Kendi irâdeleri dışında bir şerle karşılaştıkları zaman sabrederler, ya da şerri hayra çevirmeye çalışırlar. Hayrı ve şerri yaratan Allah’tır. İnsan, kendi özgür irâdesiyle bunlardan birini isteyerek yapar. Ancak onun tercih ettiği hayır ve şer işlerin yaratıcısı Allah’tır. Bir başka deyişle hayır ve şer olan işlerin yapılmasına izin veren, bu konuda insana hürriyet veren Rabbimizdir. Kimilerine göre Allah (c.c.) hayrı yaratır, şerre râzı olmaz. İnsanın hayır ve şer ile denendiğini, onun yaptığı bütün hareketlerden dolayı hesaba çekileceğini düşünürsek; insana şer işleme irâdesinin verilmesini anlarız. Şüphesiz ki mutlak yaratıcı yalnızca Allah’tır.
Hayır, bir anlamda Allah’tan ittika etme (korkup sakınma) şuuruyla işlenen bütün sâlih ameller, yapılan iyilikler, faydalı işlerdir. Bunun zıddı olan şer ise, bütün kötülükler, faydasız ve zararlı işlerdir. Bu bağlamda denilebilir ki, hayır imanın gereği, şer ise, inkârın ve isyânın diğer adıdır. Kur’an şöyle diyor: “Artık kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu(n karşılığını) görür. Kim de zerre ağırlığınca şer işlerse, onu(n karşılığını) görür.”[69]
Allah (c.c.) kullarının şer işlemlerine izin verse bile, şer yapılmasını istemez; buna râzı değildir. O yüzden kullarını sürekli hayra ve hayır işlemeye dâvet eder. Kullarının yanlışlarını ve hatalarını hatırlatarak hayır olanı onlara göstermektedir.[70] Kur’an, bazı amelleri, davranışları ve pozisyonları daha hayırlı saymaktadır. Meselâ, en hayırlı azık, takvâdır.[71] Yetime bakmak,[72] başa kakılan bir sadakadan daha fazîletli olan güzel bir söz,[73] Allah yolunda tasaddukta bulunmak,[74] inkârcıların hilelerine karşı Allah’ın kurduğu tuzak, Allah’ın mü’minlere olan yardımı,[75] âhiret hayatı,[76] rızık verici olarak Allah,[77] eşler arasındaki sulh/barış [78] ve bunlara benzer birçok şey, daha hayırlıdır.
İslâm ümmeti insanlar arasından çıkarılmış en hayırlı topluluktur. Çünkü onlar Islâma iman eder, ma’rûfu emreder, münkerden sakındırırlar.[79] Kur’an, “Sizden, insanları hayra çağıran bir topluluk bulunsun…”[80] buyurmaktadır. Tefsircilere göre buradaki hayır, İslâm’dır; İslâm’ın ilkeleridir, sâlih ameldir, faydalı olan her türlü iş ve ahlâktır.
Kur’an, her türlü hayrın kaynağı olarak vahyi göstermektedir. Hayra ulaşmak, hayırlı ameller işlemek ve bunların sonunda da hayırlı bir neticeye ulaşmak isteyen insan, vahyin doğrultusunda hareket etmek zorundadır. Toplumların işlerinin hayır olması da iş başında hayra gönül vermiş kimselerin olmasına bağlıdır. En şerlilerin yönettiği toplumlarda hayır barınamaz. Dünyada da âhirette de gerçek kurtuluşun yolu, hayır sayılan amelleri işlemekle mümkün olur. Bu anlamda hayır, sâlih amelin ta kendisidir. “Ey iman edenler! Rukû edin, secdeye varın, Rabbinize ibâdet edin ve hayır işleyin; umulur ki kurtuluşa erersiniz.”[81]
İnsanlar farklı farklı hedeflere yönelirler. Kendilerince önemli buldukları işleri yaparlar. Birçokları da kendi yaptıklarıyla övünür. İslâm'a göre ise hayat bir hayır işleme yarışıdır: “Herkesin yüzünü kendisine doğru çevirdiği bir yön vardır. Öyleyse hayırlarda birbirinizle yarışın…”[82] Mü’minlere düşen Allah’ın gösterdiği hayrı işlemek, hayırda yarışmak, hayrât sahibi olmak, hayırlı mal kazanıp hayra sarfetmek, hayırlı evlat yetiştirmek, ölmeden önce elinden geldiği kadar hayır olan şeyleri tercih etmek ve bütün bu güzel amellerle beraber Kur’an’ın övdüğü “ahyâr”dan/hayırlılardan olmaktır.[83] Mü’min, ölüm gelmeden önce hayırlı ameller konusunda acele eder. [84]
Kur’ân-ı Kerim ve hadislerle diğer İslâmî kaynaklarda hayır kelimesinin, başta mâlî fedâkârlıklar olmak üzere her türlü yardım severliği ifade eden bir anlamda kullanılması ve müslümanların bu tür faâliyetlere teşvik edilmesi, erken dönemlerden itibaren müslümanlar arasında güçlü bir dayanışma ruhu geliştirdiği gibi çeşitli kişi ve kuruluşlarca başta vakıf kurumu olmak üzere, dâruşşifâ (hastane ve sağlık ocağı), dâruleytâm (yetimler yurdu), dârulaceze (düşkünler yurdu, huzur evi), dâruşşafaka (şefkat yurdu, öksüz, yetim ve mağdur çocuklar yurdu ve okulu), imâret (külliye, yoksullara yardım maksadıyla meydana getirilen kuruluş, fakirlere ve öğrencilere yiyecek verilen yer), sebil (yol kenarlarında kurulmuş olan Allah rızâsı için su dağıtılan yapı), köprü, câmi, mektep, medrese, Kur’an Kursu, İmam-Hatip gibi kamuya hizmet veren birçok hayır eserinin meydana getirilmesini sağlamıştır. İslâm dünyasının ekonomik, sosyal, kültürel ve siyâsî krizlere mâruz bulunduğu 20. yüzyılda bu tür faâliyetlerde bir gerileme süreci yaşanmışsa da, yine de hayır faâliyetleri kesilmemiştir. Sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıfları gibi çağdaş yöntemlerle faâliyet gösteren kurumlar günümüzde de oluşturulmakta; bunun yanında özellikle sivil toplum anlayışının yaygınlaşmasına paralel olarak sivil toplum kuruluşu olarak pek çok gayr-ı resmî kişi ve kurumlarca, başta eğitim ve öğretim olmak üzere pek çok alanda hayır faâliyetlerinde bulunan vakıf ve dernekler kurulmaktadır. [85]
Azim ve Tevekkül
Azim (azm); Sözlükte “ısrarla istemek, kasdetmek, karar vermek, kesin karar, irâde, sabır” gibi anlamlara gelir. Kur’ân-ı Kerim’de beş âyette[86] “iyilikte sebat ve kararlılık”, dört âyette de[87] fiil şekliyle “kesin karar vermek” anlamında olmak üzere toplam dokuz yerde geçmekte, bunlardan birinde[88] Hz. Peygamber’e “azimli peygamberler” gibi sabırlı olması, acelecilikten sakınması emredilmektedir. Hadislerde azim ve bundan türemiş fiillerle “azme”, “azîme” veya “azâim” gibi müştakları “kararlılık, sabır, niyet, hayırlı iş, farz” gibi mânâlarda kullanılmıştır.
Bir işin yapılmasından önceki aklî teemmüllerle psikolojik arzu ve eğilimlerin doğurduğu tereddüt döneminden sonra o işi şu veya bu şekilde yapmak husûsunda bir tercihe ulaşılırsa bundan azim, ulaşılmazsa tereddüt ve şaşkınlık hali (tehayyür) doğar. Müslüman düşünürler, dinî ve ahlâkî davranışlar için, zihinde tasavvur edilmelerinden başlamak üzere, fiilen gerçekleşinceye kadar birtakım safhalar kabul ederler. Gazzâlî bunları hadis-i nefs (fiilin zihinde doğması), tabii ilgi, hüküm, azim veya kasıt, amel şeklinde sıralamış ve incelemiştir.[89] İlk üç safhada henüz kesin bir karar ve niyet bulunmadığı ve bunlar irâde dışı olduğu için insan, bu safhalarda sorumlu tutulamaz. Azim, aynı zamanda niyet ve kasıt safhası olduğundan insanın sorumluluğu bu noktada başlar. Buna göre kötü bir işe azmetmekle birlikte iyi niyete dayanan bir sebeple bu işi yapmayan veya yapamayan kişi azminden dolayı sorumludur. Ancak, Allah korkusu, günah endişesi gibi dinî ve ahlâkî faktörlerle kötülük yapma kararından dönmek de yeni bir azimdir ve böyle bir kimse, önceki azminden dolayı sorumlu değildir.
Azim insanın hâdis kudretinin eseridir. Böylece fiiller yaratma açısından Allah’a, karar açısından insana nisbet edilir; bu sûretle dinî ve ahlâkî yükümlülük ve sorumluluklar geçerlilik kazanır. Gerçi şeytanın veya bencil arzu ve ihtirasların etkisinde kalan kula, iyilik yönünde kesin karara ulaşabilmesi için Allah tarafından hemen her zaman bir yardım sözkonusudur. Fakat bu yardım, asla cebrî bir müdâhale anlamına gelmez; dolayısıyla kul için İlâhî bir lütuf olan tevfîkın bulunmaması, onu azm-i musammemden mahrum bırakmaz; böylece fâsıkların Allah’ın kazâ ve kaderini günahlarına mâzeret göstermelerinin de anlamı kalmaz.[90] Azim, bütün maddî-mânevî, bedenî-rûhî kuvvetleri toplayıp hedefe yöneltmektir.[91]
Tevekkül; Âcizlik gösterme, başkasına güvenip dayanma, Allah'a güvenme, O'nun hükmünün mutlaka meydana geleceğine kesin olarak inanma ve alınması gereken tedbirleri alma anlamında Kur'anî bir terimdir.
"Müvekkil" vekil edinen, "tevkîl" ise vekil kılma, vekil edinme demektir. Aynı kökten olan "ittikâl" biraz da tembellik içeren ve boşa gidebilecek bir güvenme ve dayanmayı anlatır. Tevekkülde, kelimenin Arap dilindeki kalıbı gereği bir zorlama vardır. Bu da herhangi bir konuda aklî ve bedenî gücü, yani metot ve eylem fonksiyonunu kullanmayı, dayanılıp îtimat edilecek yere bunun sonucunda dayanmayı ifade eder.
Tevekkülün ıstılâhî/terim anlamı ise: "Kişinin, şartlarını yerine getirerek, işlerini Allah Teâlâ’ya bırakması bir işe başlarken sebeplere yapıştıktan sonra O’na güvenmesi; kalbin, her işte Allah’a îtimat etmesi, güvenmesidir." Tevekkül, dine veya dünyaya ait herhangi bir hususta, alınacak bütün tedbirler alındıktan, konu ile ilgili tüm girişimler yapıldıktan sonra, o işin neticesinin Allah’a bırakılmasıdır. Tevekkül, insanın kendine yüklenen bütün görevleri yaptıktan sonra işin sonucunu Allah’a bırakması, O’nun yaratacağı neticeyi güven ve rızâ ile karşılayıp, insanlardan bir beklenti içerisinde olmaması; kısaca Allah’a güvenip, âkıbetinden endişe etmemesidir. Tevekkül, kalbin Allah’a tam îtimat ve güveni, hatta başka güç kaynakları düşünmekten rahatsızlık duyması mânâsına gelir. Bu ölçüde bir güven ve îtimat olmazsa, tevekkülden söz edilemez; kalp kapıları Allah’tan başkasına açık kaldığı sürece de hakîkî tevekküle ulaşılmaz.
Tariften de anlaşıldığı gibi tevekkül; müslümanın, yapacağı işlerde tüm zâhirî sebeplere sarılması, alınması gereken tedbirleri alması, çalışıp çabalaması, ama gönlünü bunlara bağlamayıp sadece Allah'a dayanmasıdır; İşin sonucunu Allah’a bırakması, Allah’a güvenip sonuçtan endişe etmemesidir.
Tevekkül, hiç bir zaman, çalışmayı ve sebebe sarılmayı terkedip, “Allah'ın dediği olur” diyerek kenara çekilmek değildir. Nitekim Hz. Peygamber, devesini salıvererek Allah'a tevekkül ettiğini söyleyen bir bedeviye "Onu bağla da öyle tevekkül et."[92] buyurmuştur.
İslâm inancına göre; yaratıkların bütün fiilleri, halleri ve sözleri Yüce Allah'ın kazâ ve takdîri ile meydana gelir. Onun için İslâm alınması gereken tedbirleri aldıktan sonra, insanlara ve aracılara değil, sadece Allah'a dayanma anlamındaki bir tevekkülü emreder. Bir âyette Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Müslümanlar sadece Allah'a tevekkül etsinler, O’na dayanıp güvensinler."[93] Hz. Peygamber de şu sözleri ile müslümanlara tevekkülü tavsiye etmektedir: "Eğer siz Allah’a hakkıyla tevekkül ederseniz, o sizi kuşu rızıklandırdığı gibi rızıklandırır."[94]
Hz. Ömer (r.a.), Medine'de boşta gezen bir gruba: "Siz necisiniz?" diye sordu. Onlar da: "Biz mütevekkilleriz" dediler. Bunun üzerine büyük halife: "Hayır, siz mütevekkil değil, müteekkil (yiyici)lersiniz. Siz yalancısınız, tohumunu yere atıp (toprağa ekip) sonra tevekkül edene mütevekkil denir" dedi.
Bu olay tevekkülden ne anlaşılması gerektiğini çok güzel ifade etmektedir. Gerçek tevekkül güzel bir davranış, ahlâkî bir fazilettir. Cenâb-ı Hak, müslümanlara tevekkülü emretmiş ve mütevekkil olanları sevdiğini haber vermiştir: "Bir de, daima diri olup, hiçbir zaman ölmeyen Allah'a tevekkül et."[95]; "Kim Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter."[96]; "Mü’minler, ancak o kimselerdir ki Allah anılınca kalpleri ürperir, onlara Allah'ın ayetleri okunduğunda o ayetler onların imanlarını artırır ve Rablerine tevekkül ederler."[97]
Tevekkül, müslümanların kadere olan inançlarının bir sonucudur. Tevekkül eden kimse, Allah'a kayıtsız şartsız teslim olmuş, kaderine râzı kimsedir. Fakat, nasıl kadere inanmak tembel tembel oturmayı, herşeyden el etek çekmeyi gerektirmiyorsa, tevekkül de tembellik ve miskinliği gerektirmez. Gerçek mütevekkil, çalışmadan kazanılamayacağını, ekmeden biçilemeyeceğini, amelsiz Cennet'e girilemeyeceğini, ihlâsla ibâdet ve tâatte bulunmadan Allah'ın rızâsına kavuşulamayacağını bilir.[98]
Şüphesiz ki ‘tevekkül’ bazılarının anladığı gibi, havadan ekmek beklemek, gayret etmeden bir başarıya ulaşmak, yerinde oturarak Allah’tan bir şey beklemek değildir. Bu anlamda Allah (c.c.) kimsenin ‘vekil’i değildir. Bazı kimseler, insan olarak üzerlerine düşeni yapmazlar, gerekli çabayı göstermezler, emek sarfetmezler, sonra da işlerini Allah’a havâle ederler. Tâyin ettikleri ‘vekil’in, kendilerinin tüm işlerini görmesini beklerler. İslâm’da böyle bir tevekkül inancı yoktur. Kur’an şöyle diyor: “Allah’tan bir rahmet olarak, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için mağfiret dile ve iş konusunda onlarla danış (müşâvere et). Bir kere azmettinmi (kesin karar verdinmi) de Allah’a tevekkül et. Çünkü Allah, tevekkül edenleri sever.”[99]
Görüldüğü gibi tevekkül’ün oluşum süreci açıktır. Yukarıdaki âyet belli bir konuda yapılması gerekenleri söyledikten sonra tevekkülün gereğine işaret ediyor. “Bir kere azmettinmi” ifâdesi, gerekli kararlılığı ve yapılması gerekli çalışmaları haber veriyor. İman edenler, Rablerinin kendilerini ne ile sorumlu tuttuğunu bilirler. Bunun şuurundadırlar. Bütün kulluk görevlerinin yerine getirilmesi, bu işin şartıdır. Zaten insan bunun için yaratılmıştır. Görevler yerine gelmeden, sonucu büyük mükâfat ve kazanç olarak beklemek mümkün değildir. Mü’min, gerekeni yapar, sonuç konusunda Allah’a güvenip dayanır, O’nun vereceği karşılığa râzı olur. İslâm mü’minlere, ilim öğrenmelerini, emirlere uymalarını, rızıklarını aramalarını, Allah yolunda çalışma yapmalarını, düşmana karşı hazırlıklı olmalarını, din ve dünya işlerinde şûrâya başvurmalarını, işleri kolaylaştıracak metodları bulmalarını, haksızlıktan kaçınıp her işlerinde adâlete uymalarını ve bunlara benzer bir çok güzel şeyi yapmalarını emrediyor. Elbette bu çalışmalar yapılırsa sonuç da güzel olacaktır.
Tevekkül bu anlamda, bütün çalışmaları yaptıktan, bütün görevleri yerine getirdikten sonra duyulan bir iç huzur ve doyumluluk, bir yönden de Allah’ın vereceğine râzı olma ahlâkıdır. ‘Tevekkül’, güçlü bir iman ve Allah’ın emrine uymada sürekli bir kararlılıktır. Tevekkül eden (mütevekkil), yaptığı tevekkülle bir faydayı elde eder, bir zarardan kurtulur. Onun hakkıyla yapacağı tevekkül ona böyle bir sonuç kazandırır ki, böyle bir sonucu başka bir şeyle elde etmek mümkün değildir.
Allah’a tevekkül, O’nun yardım ve desteğine güvenmedir, en uygun çalışmayı yapan, kulluk görevlerini yerine getirenlere iyi sonuç vereceğinden emin olmaktır. Kulun tevekkülü, Allah’ın o kuluna yeterli oluşunun bir sebebidir. Kur’an, mü’minleri tıpkı takvâda olduğu gibi, böyle bir tevekküle teşvik ediyor.[100] Tevekkül, hakka tam bağlılık, azimli ve kararlılık sahibi olma unsurları ile güçlenir, yerine getirilir. Mü’minler yalnızca Allah’a tevekkül ederler.[101] Onlar sürekli olarak ‘Hasbuna’llahu ve ni’me’l-vekîl; Allah bize yeter, O ne güzel vekildir’ derler.[102] Kur’ân-ı Kerim’de “azm” kelimesi ve türevleri toplam 9 yerde geçer. Tevekkül kelimesinin türediği “v-k-l” ve türevleri ise toplam 70 yerde kullanılır.
Peygamberimiz (s.a.s.) de buyuruyor ki: “Siz Allah’a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizleri de kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı; sabahleyin aç çıkar, akşama tok dönerdiniz.”[103] Bu demektir ki kuşlar gibi çaba sarfedenler, bu gayretlerinin sonuçlarını en güzel şekilde görürler.
Her şey bir sebebe bağlıdır. İnsanın kaderi; hedefini, amacını ve bu amacı gerçekleştirecek olan sebebi de içerisine alır. Bu, toprağın mahsul verebilmesi için, onun sürülmesi, ekilmesi, gübrelenmesi ve sulanması gerektiği gibi bir sebep-sonuç ilişkisidir. “Duâ ve tevekkül, işlerin sonucuna etki etmez!” diyen, amel işlemekle emredilmeyi, sebeplere yapışmayı görmezlikten geliyor demektir. Bir amel işlemeden, bir amaca ulaşmak için bir çaba sarfetmeden, emredilen şeyleri yerine getirmeden bir başarıya veya Allah’ın insana vaad ettiklerine kavuşmak mümkün değildir. Allah (c.c.), mü’min kullarının yalnızca Kendisine tevekkül etmelerini emrediyor.[104]
“Tevekkül”, öteden beri amaçlı ve tek taraflı yorumlara konu olmuş bir kavramdır. Bunun nedenini, yalnızca tevekkül sözcüğünün verdiği esnek anlamda değil, bu anlamın insanlar tarafından çarpık algılanmasında aramak gerekir. Çünkü tevekkülü, kimileri kasıtlı, kimileri de kasıtsız olarak yanlış yorumlamışlardır. Böylece bu kavram hakkında ikisi yanlış, biri ise doğru olmak üzere üç ayrı düşüncenin var olduğunu söyleyebiliriz.
Bu çarpık yorumlardan birincisi, İslâm’a ve Kur’ân’a karşı önyargılı olanlara aittir. Daha çok şartlanmışlık etkisiyle İslâm'a karanlık bakanlara göre tevekkül, kelimenin tam anlamıyla; "her şeyi boşvermişlik demektir. Bu da tembel, miskin, amaçsız ve idealsiz insan tipinin hayat anlayışıdır. Bu anlayışın kaynağı ise dindir." Tabiatıyla dinden İslâm’ı amaçlamaktadırlar.
Bu görüşün doğruluk derecesini anlayabilmek için Kur'ân-ı Kerim'i incelemek yeterlidir. Gerçekte de Kur'ân-ı Kerim, bütün emir ve yasaklarıyla ve birçok öğütleriyle müslüman kişiye aktif, hareketli, dinamik ve üretken olması için ruh vermektedir. İslâm'ın ahlâk değerlerinden ilham alarak yola çıkan müslümanların tarihte elde ettikleri başarılar ve zaferler, sanat ve bilim alanında gerçekleştirdikleri eserler de onların tevekkül anlayışının böyle olmadığını ayrıca kanıtlamaktadır. Tevekkülü, her şeyi boşvermek gibi yorumlayanların yanıldığını kanıtlayan bir gerçek de onların bu kavramı yorumlarken hiç bir kaynağa dayanmamış olmalarıdır. Nitekim:
“Bu kelimenin mânâsı: Her şeyi kadere ve kısmete bağlayarak gayret harcamadan tam bir tevekkül içinde yaşamak demektir”[105] diyen bir yazar bu tanımı neye dayanarak yaptığını açıklamamıştır, Çünkü açıklayamamıştır. Ayrıca bu tanımda şöyle bir çelişki vardır: "Her şeyi kadere bağlamak"ile "gayret harcamadan yaşamak" birbirinden farklı şeylerdir. Çünkü her şeyi kadere bağlamak sanıldığı gibi boşvermişlik değil, bilakis Allah'ın ezelde her şeyi bildiğine inanmaktır. Bu ise, imanın şartlarındandır. Dolayısıyla Allah’ın (c.c.) ezelde her şeyi bildiğine inanmayan insan zâten mü’min değildir. "Gayret harcamadan yaşama"nın ise "her şeyi kadere bağlamak"la hiç bir ilişkisi yoktur. Bu olsa olsa bazı kimselerin bilgisizlikten kaynaklanan kişisel görüşüdür. Kişisel görüşlerin ise Kur'ân'ın evrensel değerlerini anlatmak için bir kaynak ya da bağlayıcı bir kanıt olamayacağı açıktır.
Tevekkül konusundaki yanlış görüşlerden ikincisi ise bazı mistiklere aittir. Bu görüşün temeli, eski stoacı Yunan filozoflarından Antistenes ve Sinop'lu Diogenes’in düşüncelerine kadar dayanmaktadır. Roma döneminde de Epiktetos'un ihyâ ettiği bu düşünce İslâm’ın gelişinden sonra bazı tasavvufçular tarafından benimsenmiştir. “Kinizm” denen bu felsefenin zâten adı üstündedir. Çünkü kinik yaşam tarzı, köpek gibi yaşamak demektir. Bu anlayışa göre: Nasıl ki köpeğin, çalışmak gibi bir gâilesi, bir endişesi ve geleceğe dönük bir amacı ve ideali yoksa -sözde- insan da böyle olmalıdır; Mutluluk böyle bir yaşam tarzıyla ancak elde edilebilir. Tabiatıyla bir kısım tasavvufçular Helen kökenli maddeci filozofların bu görüşünü İslâm toplumuna sunabilmek için onu kendilerince İslâmlaştırmış ve bunu da tevekkül kavramını yorumlayarak yapmışlardır.
Tevekkül hakkındaki bu anlayışın yabancı kaynaklardan sızdığı, İslâm'daki tevekkülün ise bu olmadığı noktasında İslâm âlimleri görüş birliği içindedirler. Tevekkül kavramının en doğru anlamını Kur'ân-ı Kerim vermektedir. Bunu, özellikle şu âyetten çok iyi anlıyoruz: “… (Bir iş için) karar verdiğinde Allah'a tevekkül et.”[106]
Bir iş için karar vermek, o konuda gerekli önlemleri almak ve ön hazırlıkları yapmakla olur. Bu zâten doğal bir şeydir. Nitekim insanların, işlerine güçlerine gitmeden önce yanlarına birtakım kanıtlayıcı belgeler almaları, araç ve gereçler, ihtiyaç duydukları para, malzeme, silâh, ilâç, koruyucu madde, yiyecek ve içecek gibi şeyleri taşımaları, iş yerlerinde güvenlik önlemleri almaları hep bu gerçeği kanıtlamaktadır. Herhangi bir konuda karar veren aklı başında bir insanın, o işten beklenen sonucu alabilmek için gerekli ön hazırlıkları yapmış olması en mantıklı şeydir.
Dikkat edilecek olursa, yukarıda sözü edilen âyet-i kerimede iki önemli nokta vardır. Bunlardan birincisi karar vermek, ikincisi ise Allah'a tevekkül etmektir. Ancak “tevekkül etmek” âyet-i kerimedeki ifade içinde karar vermeye, (hatta bir anlamda önlem almaya bağlanmış) ve ondan sonra söz konusu edilmiştir. Bu da kişinin boş yere, gaflet içinde ve bilinçsiz olarak Allah'a tevekkül edemeyeceğini kanıtlamaktadır. İnsan elbette ki önce bir şey planlamış olmalı ve bunun için birtakım hazırlıklar yapmış, önlemler almış olmalıdır ki gerisini Allah Teâlâ'ya bırakması bir anlam ifade etsin. Bu ölçüler içindeki gerçek tevekkülün aykırı şekline ise “tevâkül” denir.
İnsanın bu dünyadan nasibini alabilmesi için sebeplere sarılması konusunda İlâhî öğüt vardır.[107]Ancak Allah Teâlâ mü’min kişiye, alacağı bütün önlemlerden ve yapacağı bütün hazırlıklardan sonra yine de işini O'na havâle etmesini emretmiş, “Eğer mü’minseniz Allah'a tevekkül ediniz.”[108] buyurmuştur. Çünkü şu bir gerçektir ki, insan ne kadar tedbirli ve hazırlıklı olursa olsun Allah eğer dilerse onun bütün tedbirlerini ve hazırlıklarını boşa çıkarıp işini gücünü altüst edebilir; Bunu, hikmetinin ve takdirinin bir sonucu olarak yapabileceği gibi, kendine ve aldığı önlemlere güvenen gâfil insana bir ceza olarak da yapabilir. Şu halde yapılacak bütün hazırlıklardan ve alınacak bütün tedbirlerden sonra Allah'a tevekkül etmek İlâhî bir emirdir. Mü’minin, gaflet içinde olmadığının da ayrıca kanıtıdır. İşte Kur'ân'ın bize öğrettiği ve öğütlediği tevekkül budur.[109]
Bir kimse Başkasının Rızkını Yiyebilir mi?
Kimse, kimsenin rızkını yiyemez. Yaşantımız, teferruatı ile bilinmekle, her birimizin neyi elde edeceği, neyi yiyeceği bilinmekle Allah'ın ilminde bellidir. Ona göre kayda geçmiştir. Eğer başka bir şey elde edeceksek, o da kaydedilmiştir. Elde edemeyeceksek, tabii ki kaydı yapılmamıştır. Onun için biri, diğerinin rızkını yiyemez.
Rızkımız azalıp çoğalabilir mi sorusuna, evet cevabı veririz. Çünkü Kur'an, bu konuda net cevap vermektedir: "Allah, kimi dilerse, onun rızkını genişletir, daraltır."[110]; "Allah, rızıkta kiminizi diğer bir kısmınıza üstün kıldı."[111] Allah, kulunun gidişatına göre, mükâfat olarak rızkını çoğaltır veya ceza olarak daraltır. "Hatırlayın ki, Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir! diye bildirmişti."[112]; "Allah, faizi tüketir, sadakaları ise artırır (faiz karışan malın bereketini giderir, sadaka verilen malın bereketini artırır)."[113]
Rızıklarını elde etmede insanların çalışkanlıklarının rolü vardır. Kulun rızkının genişliğinin sebeplerinden birisi de, günahlardan kaçınmak ve namazı dosdoğru ve devamlı kılmaktır. "Kim Allah'tan sakınıp korkar ve günahlardan kaçınırsa, (Allah) ona bir çıkış (yolu) yaratır ve onu ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah'a güvenirse, O, ona yeter."[114]"Ailene namaz kılmakla emret ve kendin de ona sebat ile devam et. Biz senden rızık istemiyoruz. Seni biz rızıklandırırız. Güzel âkıbet takva ehlinindir."[115]; "Eğer Allah rızkı kulları için bolca yaysaydı, yeryüzünde taşkınlık yapar ve azarlardı. Fakat dilediği kadar bir ölçüyle indirir."[116]; "Allah, kullarından dilediği kimsenin rızkını genişletir ve dilediğine de kısar. Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilir."[117] Rızıklanmadaki üstünlükte çalışma, sa'y ve gayretin rolü pek büyüktür. Rızkımız, tutacağımız yola göre değişir; tutacağımız yolun Allah'ın ezelî ilmiyle bilinip kaydı ona göre yapılmış olmasıyla, levh-i mahfuz kaydında değişme olmaz.
Kısmetimde Varsa, Rızkım Ayağıma Gelir Diyebilir miyiz?
"Kısmetimde varsa, rızkım ayağıma gelir" diyemeyiz. Kısmeti ayağına gönderilenler, kendi imkânlarıyla rızıklarını elde edemeyenlerdir. Meselâ, hareketi sınırlı mikro organizmalar, insan ve hayvan yavruları ki bunlar anaları babaları tarafından beslenir. Yetişkin ve sağlıklı bir insan, çalışarak rızkını elde edecek yeteneğe sahip kılınmıştır. O yüzden kendi gayretiyle rızkını elde etmek zorundadır. Allah'ın koyduğu nizam budur.
Peygamber Efendimiz: “Siz Allah’a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizleri de kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı; sabahleyin aç çıkar, akşama tok dönerdiniz.”[118] buyurmuştur. Yani kuş, nasıl rızkını aramaya gidip bulmuş ve ondan yararlanmış ise, siz de Allah'a güvenip kuş gibi rızkınızı elde etmeye uğraşırsanız sizi de rızıklandırır buyurmaktadır.
Demek ki rızkın temin edilmesi; aranıp bulunmasına, çalışıp elde edilmesine bağlıdır. Rızkı ayağına gönderilenler; bağırsaklarımızdaki saprofitler, vücudumuzdaki mikroplar, uzuvlarımızı oluşturan hücreler, yapraklarda yaşayan ufak böcekler gibi, kendi gayretiyle bunu elde edemeyecek olanlardır. Yoksa, bu imkâna sahip kılınmış olan canlılar; arayıp bulmak, kendi gayretiyle elde etmek zorundadır. Allah, işlerini koyduğu nizam ve kanunlar çerçevesinde yürütmekte olup hiçbir şeyi başıboş bırakmamıştır. Biz bunların tâbi olduğu nizam ve kanunları öğrenirsek, hareketlerimizi onlara uydururuz. Gerisi kendi bileceği iştir. O kısma bizim aklımız tümüyle ermez. Diler, rızkımızı çoğaltır; dilerse azaltır. İşte, bilmediğimiz; bunu nasıl yaptığıdır. Çalışma, ilk planda gelir, ondan sonrası tevekkülle Allah'a bağlanmaktır.
Rızık temin etme yollarını, meşru hudutlar içinde aramalıdır. Rızık elde etme yollarından herhangi birisinin ihmali, mü'minleri zor duruma düşürür. Zira her mü'min, kendi rızkını temin ederken, diğer mü'minlerin menfaatine olan hizmetleri de üretmek durumundadır. Ancak en efdal ve en temiz olan rızık elde etme yolunun cihad olduğu unutulmamalıdır. Nitekim Peygamberimiz: "Fâiz yemek için hileli yollara saptığınız, öküzlerin kuyruğuna yapışıp ziraatle geçindiğiniz ve cihadı terkettiğiniz zaman, Allah Teâlâ, üzerinize zilleti musallat kılar. Dininize dönmedikçe o zilleti üzerinizden sıyırmaz."[119] diyerek, cihadın asla terk edilmemesini ısrarla tebliğ etmiştir.
Özellikle yiyecek ve içecek cinsinden Allah'ın canlıya ihsan ettiği her besleyici şey rızıktır. Kur'ân-ı Kerim'deki çeşitli açıklamalar bu tanımı kanıtlamaktadır:
“Allah'tır ki sizi yarattı; Sonra sizi besledi; Sonra sizi öldürecek; Sonra sizi diriltecektir.”[120]; “Nice canlı vardır ki rızkını taşıyamaz. Onları da sizleri de besleyen Allah'dır. O, tümü duyandır, tümü bilendir.”[121];“İnkâr edenlere dünya hayatı parlak gösterilmiştir. Onlar mü’minlerle alay ederler. Oysa sakınanlar, kıyâmet gününde onlardan üstündürler. Allah dilediğine hesapsız rızık verir.”[122]
Rızık da her olay gibi kaderin kapsamına girer. Çünkü canlının hangi şartlarda, nerede, nasıl, hangi yollarla ve ne gibi bir besin maddesini alacağı ve ondan nasıl yararlanacağı ezelde Allah tarafından bilinmektedir. Dolayısıyla onun, yiyecek ve içecek maddesi olarak bir şeyi alması, kazanması ve onu tüketmesi, yaşadığı diğer olaylardan farklı bir şey değildir. Ne var ki, insanın örneğin, ağzına koymak üzere eline aldığı bir lokmayı herhangi bir nedenle yiyememesi, insanlar arasında öteden beri çok farklı bir olay gibi algılanmış, bu nedenle de yiyilip içilen şeylerin rızık adı altında özel bir konu olarak işlenmesi âdet olagelmiştir. Bu konuda olup bitenler arasında gerçekten de insanı şaşkınlık içinde bırakan bazı olaylar yaşanmıştır.
Örneğin, bir çocuğun, tam ağzına koymak istediği et lokmasının, o sırada kedi tarafından kapılması, ya da elindeki süt bardağının devrilmesi belki pek şaşırtıcı değildir. Ama kazılar sırasında çıkarılan bir insan kafatasının dişleri arasında henüz çürümemiş bir darı tanesi şaşkınlık içinde seyredilirken, kenara konduktan az sonra bir kuş tarafından gagalanarak kapılması daha büyük bir şaşkınlığa yol açabilmiştir. Bu da rızık meselesinin kader olayları arasında özelleştirilmiş bir konu olarak işlenmesine neden olmuştur. Hâlbuki rızık da, yaşanan diğer bütün olaylar gibi kaderin sıradan bir parçasıdır. Öyle ki, haram lokma da rızıktır.
Örneğin hırsızlık malı bir yiyeceğin, gerek hırsız tarafından bilinçle yenmesi, gerekse -farkında olunmadan- diğer biri tarafından yenmesi arasında kader açısından hiç bir fark yoktur. Haram ya da helâl, ikisine de yedikleri nasip olmuştur. İkisi de kendi irâde ve seçimleriyle bu fiili işlemişlerdir. Aralarındaki fark: Hırsızın sorumlu, diğerinin ise mâsum olmasıdır. Bu ise yenen şeyin, kader ya da rızık olmasıyla çelişmez. Daha doğrusu böyle bir olayın, Kur'ân'ın üslûbu dışında“rızık” olarak adlandırılmasının hiç bir özelliği yoktur. Çünkü kişinin bir şey yiyip içmesi ile onun, giyinip kuşanması, yürümesi, okuması, ya da herhangi bir hareket yapması arasında kader bakımından hiç bir fark yoktur.
Mu'tezilîler bu noktada da Ehl-i Sünnet'ten farklı düşünmüşlerdir. Onlara göre haram lokma rızık değildir. Çünkü "Allah, kötülüğü ve yasaklamış olduğu davranışları yaratmaktan münezzehtir." Bu nedenle rızık için “Allah'ın, insanı yararlanmaktan yasaklamadığı şeyler" diye spekülatıf bir tanım yapmışlardır. Hâlbuki insanlar, Allah'ın yasakladığı birçok şeyleri de yiyip içmekte ve bunlardan yasaklı yollarla yararlanmaktadırlar. Dolayısıyla bu tanımın tutarsız olduğu açıktır.
Aslında rızık meselesinin taşıdığı önemi, onu, kader zinciri içinde pek anlamı olmayan yorumlarla özel bir konu haline getirmekte aramamak gerekir. Fakat rızkın asıl başka yönden taşıdığı bir önem vardır. O da şudur: Allah (c.c.), rızkın yaratıcısıdır, kişi ise onu, kendi irâdesiyle arayıp kazanandır. Helâli de haramı da hikmetiyle yaratan Allah, insana neyin helâl, neyin haram, neyin iyi, neyin kötü, neyin serbest ve neyin yasak olduğunu açıklamış, ancak onu, istediğini seçmekte özgür bırakarak ileride kendisini hesaba çekmek üzere de sorumlu tutmuştur.[123]
Rızık hakkında bilinmesi gereken önemli bir nokta da şudur: Kişi, bilgisini, enerjisini ve imkânlarını seferber ederek, çalışıp didinmek, çabalayıp rızkını aramak ve bununla birlikte olanca dikkatiyle helâlinden kazanmak durumundadır. Bu, hem iman, hem ahlâk, hem de hayat açısından zorunludur. Yani kişi her şeyden önce helâla helâl, harama da haram olarak inanmalı, bu iki şeyi vicdanında asla bir tutmamalıdır; Buna bir toplum baskısı ya da bir gelenek diye değil, bir Kur'ân gerçeği olarak inanmalıdır.[124]İnsanın böyle bir inançla rızık arayışı içine girmesi ise hem bir ahlâk gereği hem de yaşayabilmek için kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Çalışmakla rızık arasındaki ilişkiye gelince bu nokta, akılları durduran bir sırla örtülüdür. Bu gizemi sonsuza dek hiç kimse çözemeyecektir. Çünkü bu dünyada canını fedâ edercesine çalışıp çabalayan, akıllı, zeki, bilgili, atılgan, enerjik ve ahlâklı insanlar vardır ki, hayatları boyunrca bir türlü iki yakaları bir araya gelmez. Aynı zamanda öyle tembel, sünepe, mendebur, geçimsiz ve ahlâktan yoksun kimseler de vardır ki, nimet ve servet içinde âdetâ yüzerler.
Öyle ise akıl, zekâ, enerji, disiplin, dürüstlük, ya da iman ve ahlâk ile rızık ilişkisinin arka planını deşmek veya merak etmek yerine, Allah (c.c.)'ın, insanlara uyguladığı bu gizemli sınavdan ibret almak ve bu sınav için hazırlıklı olmak daha doğru olur.[125]
Seni yaratan, seninle beraber rızkını da yaratmıştır. O Rezzâk'tır. Senin için takdir edilen rızkı bir başkasının yemesine imkân ve ihtimal yoktur. Sen, kendi rızkını bitirmedikçe ömrün de son bulmaz. Allah Teâlâ, bir kulunu yaşatmak istemediği zaman rızkını kesiverir; bir kere de rızkı kesince, kimsenin sana rızık vermesine imkân bulunmaz.
Ecel de, insanın hayatında yaşadığı sıradan herhangi bir olay gibi, rızık gibi kaderin bir parçasıdır. Allah Teâlâ her canlının, ne kadar yaşayacağını, nerede ve nasıl öleceğini kesinlikle ve ezelî ilmiyle bilir. Dolayısıyla canlının öleceği saatlerde onun hayatının sona ermesi için gerekli olan bütün nedenler bir araya gelir. Öyle ki bu nedenler onun yaşamını durdurmak için âdetâ birbirlerini tamamlarlar.
Örneğin çok yaşlanmış bazı insanların, hiçbir hastalık belirtisi göstermeden bir mumun yavaş yavaş sönmesi gibi öldükleri bir gerçektir. Bu demektir ki, vücutta bulunan sistemler çok eskimiş ve yıpranmış olmaktan dolayı artık normal görevlerini yapamazlar. Bu sistemlerden bazıları bir süre daha çalışabilecek durumda olsa bile, diğerleri fonksiyonlarını yerine getiremediklerinden, kısa bir süre için bir tür direnip faâliyetine devam eden sistem de bu genel duraklamadan olumsuz yönde etkilenerek o da durur. Böylece ezelden beri Allah'ın bilgisi içinde olan yaşama süresi bitmiş olur ki işte ecel, pek olağan gibi göremediğimiz ancak bu son derece doğal nedenlere bağlı olarak zamanında gerçekleşir.
Bundan şu sonucu çıkarmalıyız: Bir tek olan ecelin, bir değil; bilâkis aynı zamanda birçok zincirleme nedeni vardır. Bunlar Allah'ın ezeldeki takdirine ve O'nun kurmuş bulunduğu kâinât disiplinine bağlı olarak sebep-sonuç zincirinin akışı içinde birbirlerini farklı ölçülerde etkiler ve ecel saati yaklaştıkça yoğunlaşırlar.
Örneğin, bir trafik kazasında sürücünün, gideceği yere bir an önce ulaşmak istemesi, ecel için bir ilk neden oluşturabilir; bu psikoloji içerisinde yapacağı aşırı hız, onu bir an gelir ki -bir riski atlatmak için- hatalı sollamaya iter. Bu da nedenlerin ikincisi olur; Hatalı sollama kaçınılmaz bir kaza ile sonuçlanırsa bu üçüncü bir neden olur; Çarpışma ya da devrilme gibi bir olaydan sonra vücutta meydana gelen ezilme, kırılma ve yaralanmalar dördüncü bir nedeni oluşturur; Eğer kan kaybı ya da hastaneye geç ulaşmak gibi bir durum yaşanırsa bu da elbetteki başka bir neden olur ve böylece bir hayatın sona ermesi, âdetâ eceli hazırlayan sebeplerin birbirini izlemesiyle gerçekleşir. Ölüm hâdisesi dâhil, ard arda meydana gelen bu olayların hiçbiri, aslında diğerinden farklı değildir. Çünkü bunların her biri, aynı doğrultudaki kaderin birer halkasıdır. Buna rağmen insanlar, ecel için genellikle (kalp krizi, trafik kazası, zehirlenme, boğulma, intihar ve sûikast) gibi bir tek neden üzerinde dururlar. Bu, ezelî kaderin bir çeşit özetlenmesidir.
Ecel ve Ömür: Ömür, canlının bu dünyada var olmasıyla başlayan ve ecelinin gelip çatmasıyla ya da canlının ölmesiyle son bulan belirli süredir. Bu tanımdan hareket ederek, "öyle ise her canlının ömrü biçilmiştir" demek doğrudur; ancak bu, yeterli ve doyurucu bir açıklama değildir. Önce şunu düşünmeliyiz: Değil yalnız canlılar, Allah'tan başka her şey sürelidir, fânîdir, sonludur. Çünkü her şey Allah Teâlâ'nın ezelî ve kuşatıcı bilgisine, O'nun kurmuş bulunduğu kâinat disiplinine ve bu disiplini ayakta tutan evrensel yasalara bağlı olarak (fizik sınırlarda) sebep-sonuç ilişkisi içinde değişikliğe uğrar.
Her şey, kendi temel niteliklerinin çizdiği sınırlar içinde bağımsız bir bütünlükle ortaya çıkar ve Allah’ın sünneti dediğimiz kâinattaki sistemlerinden birine bağlı olarak aşamalarla gelişir, yıpranır, eskir ve sonunda köklü bir değişikliğe daha uğrar. İşte ilk var oluştan sonraki bu iki değişim arasında geçen süre her varlığın kesin ömrünü ifade eder.
Örneğin toprağa atılan bir tohumun, ekildiği andan itibaren yeşerip bir zaman sonra kurumasıyla ya da kesilip biçilmesiyle sona eren süre o bitkinin ömrüdür. Keza bir sanatkâr tarafından yapılan herhangi bir eserin gerçekleştirildiği andan itibaren kullanımdan kaldırıldığı saate kadar geçen süre yine o eserin ömrüdür. Ancak ömür ve ecel kavramları bu basit ve soyut açıklamayı aşarak insan idrâkinin ulaşamayacağı İlâhî irâdeye bağlı özel bir anlam taşırlar. Bu da, ecel ve ömür, birbirlerinden pek soyutlanamayan (ancak materyalıstlerin ileri sürdüğü gibi bir evrim olarak değil), Allah'ın izni ve ezelî irâdesiyle birbirini doğuran, birbirini tamamlayan devr-i dâim içindeki hayat ve kâinât olaylarının birer parçasıdırlar.
"Allah'ın emir ve kazası (izni) olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur. O (ölüm), belli bir süreye/ecele göre yazılmıştır..."[126]İnsan, kendisine tanınan süreden eksik veya fazla yaşayamayacağına göre, ölmemek için savaştan kaçmakla ölümden kurtulamaz.[127]
Toplumların Ecel
Bireylerin belli bir ömrü olduğu gibi, toplumların da belli bir ömrü vardır. İnsan gibi toplum ve devletler de doğar/kurulur, büyür/yükselir ve ölür. Sürelerini dolduran ümmetler ve uluslar, tarih sahnesinden silinir ve egemenliklerini kaybeder, başka ulus ve yönetimlerin egemenliği altına girerler. "Her ümmetin (takdir edilmiş) bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geriye atabilirler, ne de bir an ileriye alabilirler (Allah'ın takdir ettiği vakitte yok olup giderler)."[128]
Yükselme ve egemenlik sürelerini dolduran uluslar, ahlâkî dejenerasyona uğrayınca Allah’ın cezasını hak eder, ya tamamen helâk edilip tarih sahnesinden silinir veya egemenliklerini yitirirler.[129]
Ecel meselesini Allah’ın bilgisi açısından ele alacak olursak; Allah’ın her şeyi nasıl olacaksa öyle bildiğinden; “eceli de, meydana geliş şartları nasıl olacaksa olsun, bütün mâhiyeti ile bilip takdir etmiştir” diyebiliriz.
Ecele inanç, insanları korkaklıktan, haklarının gasbedilmesine karşı tepkisiz olmaktan, zulme seyirci kalmaktan kurtardığı için, sosyal hayat için de çok faydalı bir unsurdur. Kişileri tembelliğe ve tedbirsizliğe değil; aksine, daha cesur ve atak çalışmaya ve gayrete yöneltir. Sebepleri putlaştırmanın önüne geçer. Yakınlarından biri öldüğünde kişinin “keşke”ler içinde boğulmasına, başkalarına ve kendine gereksiz suçlamalar yapmasına engel olur. Ölüm gibi doğal ama ölünün yakınlarına acı veren bir olayı daha rahat kabullenip Allah’a, O’nun kaderine teslim olmayı sağlar. Dolayısıyla ecel inancı, insanın dünya ve âhiret mutluluğuna engel olacak yanlışlıklardan kurtulmasına sebep olur.
- Kaza ve kader kavramlarını sözlük ve terim olarak tanımlayınız.
- İnsanın ihtiyârı (tercihi) yönüyle fiilleri kaça ayrılır? Açıklayınız.
- Tevekkül kavramını açıklayarak bunun azimle ilgisini açıklayınız.
- Tevekkülle kader arasındaki ilişkiyi izah ediniz.
- İnsanın tevekküle ihtiyacını açıklayın ve tevekkülün faydaları hakkında bilgi veriniz.
- Hayır ve şerrin mâhiyetini açıklayıp, bunların yaratma ve kesbetme yönünden kimlere ve niçin nisbet edilmesi gerektiğini açıklayınız.
- Allah’ın şerlere niçin müsaade ettiğini, bunun imtihan ve rızâ kavramlarıyla ilişkisini izah ediniz.
- Müslümanın hayatında hayır ve şerrin ne gibi roller oynadığını örneklerle açıklayın.
- Rızık kavramının mâhiyetini açıklayın ve Kur’an’da rızık konusundaki önemli vurguları belirtiniz.
- “Rızık azalıp çoğalabilir mi?”, “bir kimse başkasının rızkını yiyebilir mi?” Bu konularla ilgili bilgi veriniz.
- Çalışmadan rızkın ayağına gelmesini beklemenin doğru olup olmadığını açıklayınız.
- Rızıkla kader arasındaki ilişkiyi izah ediniz.
- Ecelin ne demek olduğunu ve kısımlara ayrılıp ayrılmadığını izah ederek kaderle ilişkisini açıklayınız.
- Kur’ân-ı Kerim’de ecel ve ölümle ilgili önemli vurgulara örnekler veriniz
[1] 54/Kamer, 49
[2] 18/Kehf, 29-31
[3] 57/Hadîd, 22 - 23
[4] Tirmizî, Kader 1, Hadis no: 2216; İbn Mâce, Mukaddime 85
[5] 3/Âl-i İmran, 159
[6] 8/Enfâl, 22, 55
[7] 41/Fussilet, 49-50
[8] 99/Zilzâl, 7-8
[9] 21/Enbiyâ, 35
[10] 3/Âl-i İmrân, 180
[11] 5/Mâide, 60
[12] 98/Beyyine, 6
[13] 113/Felâk ve 114/Nâs Sûreleri
[14] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 623-624
[15] 2/Bakara, 180
[16] 2/Bakara, 272-273
[17] 2/Bakara, 215
[18] 6/En’âm, 17; 10/Yûnus, 107; 21/Enbiyâ, 35; 70/Meâric, 21
[19] 3/Âl-i İmrân, 26
[20] 2/Bakara, 105 ayrıca Bk. 16/Nahl, 30
[21] 8/Enfâl, 70
[22] 2/Bakara, 110; 5/Mâide, 48; 21/Enbiyâ, 90
[23] 3/Âl-i İmrân, 104; 68/Kalem, 12
[24] 2/Bakara, 269
[25] 17/İsrâ, 11
[26] Müslim, Zühd 74; Ebû Dâvud, Salât
[27] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 8, s. 29-30
[28] 10/Yûnus, 11
[29] 2/Bakara, 216
[30] 25/Furkan, 70
[31] S. Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 19, s. 308-309
[32] 90/Beled, 10
[33] 91/Şems, 7-9
[34] 10/Yûnus, 99
[35] Muhiddin Bağçeci, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 28
[36] 13/Ra'd, 16
[37] 90/Beled, 10
[38] 2/Bakara, 216
[39] 99/Zilzâl, 7-8
[40] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Nil Y. s. 257-258
[41] Lütfullah Cebeci, Kur’an’da Şer Problemi, Akçağ Y., s. 307-311
[42] 4/Nisâ, 79
[43] 42/Şûrâ, 30
[44] 30/Rûm, 41
[45] 8/Enfâl, 53
[46] 30/Rûm, 41
[47] 2/Bakara, 251
[48] 17/İsrâ, 11
[49]8/Enfâl, 25
[50] 11/Hûd, 116-117
[51] Bk. 32/Secde, 7; 40/Mü'min, 64; 64/Teğâbün, 3; 59/Haşr, 24; 95/Tîn, 4
[52] 4/Nisâ, 79
[53] 40/Mü'min, 14; 37/Sâffât, 125
[54] 2/Bakara, 138
[55] 5/Mâide, 50
[56] 65/Talâk, 1; 11/Hûd, 88; 22/Hacc, 58; 16/Nahl, 75
[57] 39/Zümer, 23
[58] 39/Zümer, 55
[59] 39/Zümer, 18
[60] 4/Nisâ, 125
[61] 7/A'râf, 180; 20/Tâhâ, 8; 59/Haşr, 24
[62] 51/Zâriyât, 56
[63] Lütfullah Cebeci, Kur’an’da Şer Problemi, s. 307-311
[64] 3/Âl-i İmrân, 180
[65] 2/Bakara, 216
[66] 4/Nisâ, 19
[67] 21/Enbiyâ, 35
[68] 41/Fussilet, 49-50
[69] 99/Zilzâl, 7-8
[70] 2/Bakara, 54, 103, 184, 281; 4/Nisâ, 25; 7/A’râf, 85 vd.
[71] 2/Bakara, 198
[72] 2/Bakara, 220
[73] 2/Bakara, 236
[74] 2/Bakara, 280
[75] 3/Âl-i İmrân, 150
[76] 6/En’âm, 32
[77] 5/Mâide, 114
[78] 4/Nisâ, 128
[79] 3/Âl-i İmrân, 110
[80] 3/Âl-i İmrân, 104
[81] 22/Hacc, 77
[82] 2/Bakara, 148
[83] 38/Sâd, 47
[84] Tirmizî, Zühd 3, hadis no: 2306, 4/552; Nesâî, Cenâiz 123; Kütüb-i Sitte, 15/181; Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 259-262
[85] Mustafa Çağrıcı, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 46
[86] 3/Âl-i İmrân, 186; 20/Tâhâ, 115; 31/Lokman, 17; 42/Şûrâ, 43; 46/Ahkaf, 35
[87] 2/Bakara, 227, 235; 3/Âl-i İmrân, 159; 47/Muhammed, 21
[88] 46/Ahkaf, 35
[89] İhyâ, III/41
[90] İbnü’l-Hümâm, el-Müsâyere, Kahire, s. 133
[91] Mustafa Çağrı, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 328-329
[92] Tirmizî, Sıfatü'l-Kıyâme 60
[93] 3/Âl-i İmrân, 122
[94] İbn Mâce, Zühd 14
[95] 25/Furkan, 58
[96] 65/Talâk, 31
[97] 8/Enfâl, 2
[98] Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 211
[99]3/Âl-i İmrân, 159
[100] 73/Müzzemmil, 8-9; 17/İsrâ, 2
[101] 3/Âl- i İmrân, 122, 160; 5/Mâide, 11; 9/Tevbe, 51; 12/Yusuf, 67 vd.
[102] 3/Âl-i İmrân, 173
[103]Tirmizî, Zühd, 33, Hadis no: 2344
[104] 5/Mâide, 11; 9/Tevbe, 51; 14/İbrâhim, 11 vd.; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 708-711
[105] Meydan Larousse, Tevekkül Maddesi, H. Rahmi Gürpınar’dan naklen
[106] 3/Âl-i İmrân, 159
[107] 28/Kasas, 77; 53/Necm, 40; 67/Mülk, 15
[108] 5/Mâide, 23
[109] F. Aydın, a.g.e., s. 299-303
[110] 13/Ra'd, 26
[111] 16/Nahl, 71
[112] 14/İbrahim, 7
[113] 2/Bakara, 276
[114] 65/Talak, 2-3
[115] 20/Tâhâ, 132
[116] 42/Şûrâ, 27
[117] 29/Ankebut, 82
[118] Tirmizî, Zühd 33, Hadis no: 2344; İbn Mâce, Zühd 14
[119] Ebû Dâvud, K. Büyû, c. 3, s. 740
[120] 30/Rûm, 40
[121] 29/Ankebût, 60
[122] 2/Bakara, 212
[123] 5/Mâide, 4; 16/Nahl, 114-116
[124] 16/Nahl, 116
[125] Ferid Aydın, İslâm’da İnanç Sistemi, Kahraman Y., s. 296-298
[126] 3/Âl-i İmrân, 145
[127] 3/Âl-i İmrân, 145, 154, 156-158, 168-170, 185; 4/Nisâ, 78; 33/Ahzâb, 16; F. Aydın, a.g.e., s. 304-306
[128] 7/A'râf, 34; Aynı konuyla ilgili âyetler için Bak. 10/Yunus, 49; 15/Hicr, 5; 23/Mü’minûn, 43
[129] 7/A’râf, 135, 185; 10/Yûnus, 11; 11/Hûd, 104; 13/Ra’d, 38; 14/İbrâhim, 10, 44; 16/Nahl, 61; 17/İsrâ, 99; 20/Tâhâ, 128-129; 29/Ankebût, 5; 35/Fâtır, 45; 42/Şûrâ, 14