Cumartesi, 06 Şubat 2021 15:48

FETİH

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

FETİH


- 73 -
Kavram no 49
Nimetler 2
Bk. Galibiyet ve Allah’ın Yardımı;
Cihad; İman; Tevhid;
FETİH
• Fetih; Anlam, Mâhiyet ve Önemi
• Fettâh; Kapıları Açan Allah Teâlâ
• Kur’ân-ı Kerim’de Fetih
• Fetih Sûresi
• Hadis-i Şeriflerde Fetih
• Fetih, İşgal ve Terör
• İslâm, Ülkeleri Kılıç Zoruyla Alarak Değil; Gönülleri Fethederek Yayılmıştır
• Fetih; Şefkat Hareketi
• Fethin Boyutları
• Hudeybiye Barışı; İnsanlara Önce Kapalı Gelen “Apaçık Fetih”
• Mekke’nin Fethi; Kalpleri Feth Etmenin Sonucu Olarak Dünyanın Kalbinin Fethi
• Kendini Fethe Kapatmış Kişiler ve Onlara Karşı Tavır (Harbî, Zimmî; Ğanîmet, Cizye ve Harâc)
• Harbî; Fetihle Kurtuluşu Bekleyen Zavallı ya da Fethe Engel Tip
• Zimmî; Fethi Bekleyen Aday, En Azından Fethe Engel Ol(a)mayan Kişi
• Ğanîmet; Fethin Dünyevî Avansı
• Fey’; Düşmandan Ele Geçirilen Arâzîler
• Cizye; Gayr-i Müslimlerin Can ve Mallarını Koruma Bedeli/Yıllık Vergi
• Harâc; Zimmîlerden Alınan Toprak Vergisi
• Tefsirlerden İktibaslar
“Sizi gözetleyip duranlar; eğer size Allah’tan bir fetih/zafer (nasip) olursa, ‘sizinle beraber değil miydik’ derler. Kâfirlerin (zaferden) bir nasipleri olursa (bu sefer de onlara), ‘sizi yenip (öldürebileceğimiz halde) mü’minlerden korumadık mı?’ derler. Artık Allah Kıyâmet gününde aranızda hükmedecektir ve kâfirler için mü’minler aleyhine asla bir yol/fırsat vermeyecektir.”240
“Biz sana apaçık bir fetih ihsân ettik.” 241
“Allah’ın yardımı ve fetih geldiği zaman; Ve insanların bölük bölük Allah’ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit; Rabbine hamdederek O’nu tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.”242
240] 4/Nisâ, 141
241] 48/Fetih, 1
242] 110/Nasr, 1-3
- 74 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Fetih; Anlam, Mâhiyet ve Önemi
Fetih; Müslümanların ülke veya şehirleri i’lâ-yı kelimetullah amacıyla İslâmiyet’e açmaları, İslâm devleti idaresine almaları demektir. Arapça’da “açma, yol gösterme, hüküm verme, gâlibiyet ve zafere ulaştırma” anlamlarına gelen fetih,243 terim olarak İslâm’da meşrû görülen savaşlar hakkında cihad kelimesine benzer şekilde, müslümanların gayri müslimlerden gerçekleştirdikleri toprak kazançlarını tarihte ve günümüzde bilinen diğer istilâ ve sömürü savaşlarından ayırmak amacıyla kullanılmıştır; kaynağı da müslümanların geçmiş ve gelecekteki maddî-mânevî zaferlerinden bahseden Feth sûresidir. İslâm sancağı altında Hz. Peygamber ile sahâbîler tarafından gerçekleştirilen zaferlerle dolu sefer ve savaşlar için kaynaklarda sık sık bu terime yer verildiği görülür. Ancak burada kelimenin yalnız maddî yönden fetih mânâsı taşıdığı söylenemez; kelime öncelikle ve daha çok, kalbi ve aklı İslâm gerçeğine açmak, ikinci olarak da İslâm mesajının önündeki engelleri kaldırmak, insanın kalbine ve aklına ulaşmayı mümkün kılacak ortamı hazırlamak anlamına gelir. Fetih kelimesinin bu yorumu Hz. Peygamber’in hadislerinden ve Kur’an-ı Kerim’den açıkça anlaşılmaktadır. Medine’nin savaşsız fethedilmesi ve İslâm’a kazandırılması hakkında Rasûlullah’ın, “Ülkeler ve şehirler zorla alınır; Medine ise Kur’an ile fethedilmiştir”244 dediği kaydedilir. Bu mecâzî kullanımı gösteren Kur’anî delil ise Fetih sûresinin, “Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsan ettik” meâlindeki ilk âyetidir. Çünkü bu âyet ve daha sonra gelen âyetler askerî bir zaferin değil; Mekkeliler’le h.6; m.628 yılında yapılan Hudeybiye Antlaşması’nın arkasından inmiştir. Birçok sahâbî bu antlaşmayı kendilerini, Hz. Peygamber’i ve İslâmiyet’i küçük düşürücü mâhiyette bulmuş ve bu durum onları hoşnutsuzluğa ve hatta itaatsizliğe sevketmişti. Hâlbuki Rasûl-ü Ekrem, insanların Allah’ın dâvetine en çok barış ortamında kulak vereceğini bildiği için Mekkeliler’in önerilerini kabul etmişti. Nitekim vahiy onun bu görüşünü desteklemiş ve Hudeybiye Antlaşması’nı “feth-i mübîn (apaçık bir fetih)”245 olarak nitelendirmiştir.
Kur’an’ın birçok yerinde fetihle birlikte ondan türeyen çeşitli kelimelerin geçtiği görülür. Bunlar arasında terimin, savaşla bir yerin İslâm hâkimiyeti altına alınmasını göstermesinin yanında hüküm ve kazâ anlamında kullanılmış olması dikkat çeker;246 fâtihîn de “hükmedenler” anlamını taşımaktadır.247 Feth sûresinin 18 ve 27. âyetlerindeki “fethan karîben” (yakın fetih) ibâresi Hudeybiye Antlaşması’ndan sonraki Hayber’in fethine, Nasr sûresinin 1 ve Hadîd sûresinin 10. âyetlerindeki “el-feth” kelimesi ise Mekke’nin fethine işaret etmektedir. Böylece Kur’ân-ı Kerim’de fethin hem savaş, hem dâvet ve tebliğ yoluyla gerçekleştirilebileceği açıklanmış bulunmaktadır.
İslâmiyet’in doğuşu sırasında birbirlerine düşmanlık besleyen Arap kabileleri Kur’an’ın irşâdı ve Hz. Peygamber’in terbiyesiyle birleşerek i’lâ-yı kelimetullah için kılıç kuşanan idealist bir iman ve fetih ordusu haline gelmiş, bu ordu sâyesinde İslâm’ın tevhid anlayışı nereye ulaşmışsa o topraklar çeşitli ırk, din ve mezheplerin korunma imkânı bulduğu bir sığınak olmuştur. Böylece müslümanlar, belli
243] feth, çoğulu fütûh, bunun da çoğulu fütûhât
244] Belâzûrî, I/6
245] 48/Fetih, 1
246] 32/Secde, 28-29
247] 7/A'râf, 89
FETİH
- 75 -
bir prensip ve amaç uğruna giriştikleri cihadla yeryüzüne barış, adâlet ve fazilet getirmişler, adâlete ve eşitliğe dayanan bir ictimâî âhenkle fethedip idareleri altına aldıkları yerlere tek İlâh fikrinin ve imanının huzurunu da taşıyarak yeni bir dünya düzeninin müjdelerini vermişlerdir. İslâmiyet, cihad ve onun tabiî sonucu olan fetihlerle müslümanların hâkimiyetine geçen ülkelerin halkının İslâm dinini kabul etmeye zorlanmasını doğru bulmaz. Bu husus Kur’an âyetleriyle sâbittir: “Dinde zorlama yoktur”248 Fethedilen yerlerdeki insanlar, müslüman olma veya cizye ödemek şartıyla eski dinlerinde kalma hürriyetine ve her iki durumda da İslâm devleti hâkimiyeti ve himâyesi altında yaşama hakkına sahiptiler. Bu esas, Hz. Peygamber’in Tevbe sûresinin 29. âyetine dayanarak Tebük Gazvesi sırasında uyguladığı cizye usûlü örnek alınmak sûretiyle ilk fetihlerden itibaren değişmeyen bir prensip halinde benimsenmiştir. Cizye ödemek şartıyla zimmî statüsüne girmeyi kabul edenlere din ve vicdan hürriyeti tanınıp mâbedlerine dokunulmadığı gibi ibâdetlerine de karışılmamıştır. Müslümanlar fethettikleri yerlerde yaşayan insanları, daha önceleri pek çok yerde yapıldığı gibi, öldürme veya köleleştirme yoluna gitmemiş, kendilerine İslâm tebliği ulaştıktan sonra ileride ihtidâ edeceklerini umdukları için onları zimmî statüsüne almayı daha doğru ve insanî bulmuşlardır. Hz. Ömer’in Suriye genel vâlisi Ebû Ubeyde bin Cerrâh’a gönderdiği tâlimâtın son kısmı bu bakımdan dikkat çekicidir: “Allah’a yemin ederim ki, eğer bu arâziler sahipleriyle birlikte müslümanlara paylaştırılırsa geriden gelecek müslümanlar ve zimmîler konuşacak bir insan dahi bulamayacakları gibi emeklerinin ürünü iş ve kazançlarından da faydalanamazlar; arâzileriyle birlikte taksim edilen insanlar ise müslümanlar sağ kaldığı sürece sömürülürler. Sonuçta bizden sonra da çocuklarımız onların çocuklarını sömürmeye ve köle olarak kullanmaya devam eder. Böylece bu insanlar İslâm dini hüküm sürdükçe müslümanların kölesi kalırlar. Ben buna asla râzı değilim.”249
Bazı şarkıyatçılar ve hıristiyan yazarlar, İslâm fetihlerinin insanları kılıç gücüyle din değiştirmeye zorlama amacını taşıdığı iddiâ etmişler ve müslümanları bir ellerinde kılıç, diğerinde Kur’an olduğu şeklinde tanımlamışlardır. İslâmiyet’in, ilk döneminden bugüne kadarki yayılışının daha çok hıristiyanlığın aleyhine olduğu bilinen bir gerçektir; dolayısıyla bu din mensuplarından gelen ithamların ciddiye alınması doğru değildir. Müslümanlar insanları tevhid inancına dâvet etmişler ve bu uğurda büyük gayret göstermişlerdir; ancak, kimseyi zorla İslâmiyet’e sokmamışlardır. Hemen her yerdeki fetihleri kitleler halinde İslâm’a katılmalar tâkip etmiş ve bu katılmalar, mühtedîlerin İslâm’ın en doğru din olduğu yolundaki inanç ve tercihleriyle gerçekleşmiştir. Mısır’ın fethine iştirak etmiş olan Ziyâd bin Cez ez-Zübeydî’nin anlattıkları, müslamanları fetihlerden sonra nasıl davrandığını en güzel şekilde ortaya koymaktadır: “... Elimizdeki Mısırlı savaş esirleriyle birlikte toplandık; hıristiyanlar da geldiler. Biz her esiri, İslâmiyet’i veya hıristiyanlığı tercih etmesi husûsunda serbest bıraktık. Birisi İslâm’ı seçtimi biz fetih sırasındakinden daha kuvvetli bir sesle tekbir getiriyor ve onu yanımıza alıyorduk. Hıristiyanlığı seçenler olunca da hıristiyanlar bağırarak onu yanlarına alıyorlardı; biz de cizyesini bağlıyor, ancak buna sanki içimizden biri onlara katılmış gibi çok üzülüyorduk...”250
248] 2/Bakara, 256; ayrıca bk. 10/Yûnus, 99; 18/Kehf, 29
249] Ebû Yûsuf, el-Harâc, II/197-203
250] Taberî, Târih I/2582-2583
- 76 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm fetihleri devletin sınırlarının genişlemesini sağlamakla birlikte, gayri müslimleri zorla müslüman yapmayı hedef almıyor, onları yalnızca İslâm devletinin himâye ettiği insanlar statüsüne sokmakla yetiniyordu. Bir başka ifade ile, onların zorla müslüman olmalarını değil; İslâm’a tâbi olmalarını, İslâm’a girmeden Allah’a itaat etmelerini sağlıyordu. Çünkü zorla dine girenlerin müslümanlığından kendilerine de İslâm ümmetine de bir hayır gelmeyeceği, ayrıca insanları ölümle tehdit ederek müslüman yapmanın münâfıklığı körüklemekten ve toplumdaki münâfık sayısını arttırmaktan başka bir sonuç vermeyeceği biliniyordu.
Fetihler sonucunda İslâm devletinin himâyesi altına alınan insanlar, hem İslâm’ın sâfiyet ve ulviyetini müşâhede etmek, hem de tevhid potasında temizlenip sevgi, adâlet, merhamet, insaf ve iman sahibi olmuş müslümanları tanımak sûretiyle doğrunun eğriden, güzelin çirkinden, tevhidin şirkten farkını müşahhas bir şekilde idrâk etme imkânına kavuşmuşlar, dolayısıyla da memleketin yeni sahiplerinin müsâmahakâr, eski idarecilerle kıyas kabul etmeyecek derecede adâletli, insaflı, insan hak ve haysiyetine saygılı olduklarını bizzat görmüşlerdir. Böylece Allah’ın rızâsı yolunda girişilmiş olan ve “yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din de tamâmen Allah’ın oluncaya kadar”251 kâfirlerle yapılan cihad i’lâ-yı kelimetullahı gerçekleştirmiştir. Fethedilen yerlerde Allah’ın adı okunan ezanlarla, Kur’an hükümlerinin uygulanmasıyla, dinin esaslarının ve yüceliğinin yayılmasıyla, zâlim idârecilere son verilip İslâm’ın insanlara tebliğ edilmesine engel olanların saf dışı bırakılmasıyla ve hak, adâlet ve iyilik yapma ilkeleri üzerine kurulan, insanın insana değil; yalnız Allah’a kulluk ettiği bir idâre sisteminin getirilmesiyle yüceltilmiştir. Buralarda yaşayanlar, kendilerine hiçbir müdâhalede bulunulmaksızın şahsî irâdeleriyle İslâmiyet’i kabul etme imkânına kavuşmuşlardır. İslâmiyet’i kabul etmeyenlerden ise yahûdi, hıristiyan ve mecûsiler kendi dinlerinde kalmışlardır; çünkü “hidâyet Allah’tandır.”252
İslâm fetihlerinin esas gâyesi i’lâ-yı kelimetullahtır. Nitekim Hz. Peygamber’e, Allah yolunda olan kimdir? Ğanîmet kazanmak için harp eden mi, cesâretiyle şöhret kazanma amacında olan mı, yoksa kabilesiyle dayanışma halinde bulunduğunu göstermek isteyen mi?” diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “Hiçbiri değil; Sadece Allah’ın adını yüceltmek için savaşan kimse Allah yolundadır.”253 İslâm futûhat tarihinde önemli bir yere sahip olan Türkler’e Oğuz Destanı’nda hedef gösterilen, “büyük nehirlere ve büyük denizlere varma” şeklindeki “kızılelma” da, bu ulusun müslüman olmasından sonra yeni bir şekle dönüşmüş ve “i’lâ-yı kelimetullah” halini almıştır.
Şarkıyatçılar, Kur’an hükümlerinin yeryüzünde hâkim kılınması ve İslâm dâvet ve tebliğine engel olan unsurların ortadan kaldırılması için yapılan cihad ve bunun sonucunda gerçekleşen fetihlerle, insanların kendi istekleri doğrultusunda İslâmiyet’i benimsemeleri arasındaki farkı anlamamışlar veya anlamaz görünmeyi tercih etmişlerdir. Müslümanların fethettikleri yerlerde bugün dahi varlıklarını sürdüren gayri müslimlerin bulunduğunu gören bazı şarkıyatçılar ise İslâm fetihlerinin en büyük hedefinin ğanîmet ve maddî menfaat elde etmek olduğunu ileri sürmüşlerdir. İslâm fetihlerinin başarı sebepleri arasında tarihî, coğrafî, siyasî,
251] 8/Enfâl, 39; 2/Bakara, 193
252] 10/Yûnus, 99; 88/Ğâşiye, 21-22; 13/Ra'd, 27
253] Buhârî, İlim 45, Cihad 15, Tevhid 28; Müslim, İmâre 149-151
FETİH
- 77 -
askerî ve iktisadî birçok unsurun bulunduğunda şüphe yoktur. Özellikle savaşlardan sonra ele geçirilen ğanîmetler, zimmî statüsüne giren gayri müslimlerin ödedikleri cizye ve Hz. Ömer’in ğanîmet statüsü dışına çıkararak yerli halkın elinde bıraktığı topraklardan alınan haraç, müsteşrikler tarafından fetihlerin önemli bir muharrik unsuru olarak gösterilmektedir. İslâm dini, ğanîmetler ve vergiler konusunda son derece gerçekçidir. Savaşlardan sonra elde edilecek ğanîmetlerin nasıl dağıtılacağı husûsu, hicretin ikinci yılında Bedir Gazvesi’nden sonra nâzil olan Enfâl sûresinin 41. âyetiyle bir esasa bağlanmıştır. Cizye ve harâcın nasıl paylaştırılacağını ise Hz. Ömer kurduğu divan teşkilâtının yardımıyla tespit etmiş ve fey gelirlerinin Haşr sûresinin 7 ve 10. âyetlerine istinâden, İslâm’a yaptıkları hizmetlere göre bütün müslümanlara dağıtılması usûlünü getirmiştir. Fetih sûresinde müslümanlara ğanîmet vaad edilerek ödüllendirilecekleri beyan edilmiş,254 Hz. Peygamber de, bazı yerlerin fethedileceğine ve müslümanların ğanîmet elde edeceklerine dair söylediği, “Kisrâ ve Kayser’in hazineleri de Allah yolunda taksim edilecektir”255 gibi hadislerle planlı bir fetih hareketini hedef göstermiştir. Bununla birlikte ğanîmet İslâm fetihlerinin sebebi değil; bir sonucudur. Çünkü İslâm’da ğanîmet ele geçirmek, bir soyun hâkimiyetini veya bir ırkın galebesini sağlamak yahut şan ve şeref elde etmek maksatlarıyla savaş yapılması câiz görülmemiştir.
İslâm fetihlerinin en bâriz özelliği devamlı ve kalıcı olmalarıdır. Hıristiyan taassup ve barbarlığı ile Haçlı zihniyetinin emri altına giren engizisyon mahkemelerinin sekiz asra yaklaşan Endülüs’teki İslâm hâkimiyetini sona erdirmesi ve 200 yıldan beri modern Haçlı zihniyetiyle Rumeli ve Balkan müslümanlarının yerlerinden sökülüp atılmalarına yönelik günümüzdeki katliamlar bir tarafa bırakılacak olursa, tarih boyunca fetihler sonucunda ele geçen ve İslâm’a açılan toplarlarda bugün de hâlâ müslüman ulus ve devletlerin yaşadıkları görülür. Bu gerçek, İslâm fetihlerinin geçici değil; devamlı, kalıcı ve aynı zamanda çok tesirli ve köklü olduğunun açık bir delilidir. Bu durum, tevhid akîdesini esas alan ve fıtrî bir din olan İslâmiyet’in taşıdığı ehemmiyetle müslümanların fethettikleri yerleri en iyi şekilde yönetmelerinin bir sonucudur. İslâm’a sonradan açılan topraklara müslümanların yerleştirilmesi, mevcut şehirlerin imarının yanında yenilerinin kurulması, çeşitli İslâm müesseselerinin hayatı daha iyi yaşanır hale getirmesi, başta Kur’ân-ı Kerim öğretimi olmak üzere dinî ilimlerin ve İslâm kültürünün yaygınlaştırılması, günlük hayatın ihtiyaçlarına cevap verecek ticarî ve iktisadî faâliyetlerin kesintisiz sürdürülmesine imkân tanınması gibi hususlar bu bölgelerin İslâmlaştırılmasında önemli rol oynamıştır. Gerek kılıçla, gerekse barış yoluyla fethedilen memleketlerin sâkinleri, herhangi bir zorlamaya mâruz kalmadıkları halde âdeta birbirleriyle yarışırcasına müslüman olmuşlardır. Çünkü onlar İslâm’ı, onun kitabı Kur’an’ı, Hz. Peygamber’in yüce kişiliğini ve sünnetini müslümanların şahsında müşâhede ederek sevmiş ve benimsemişlerdir. Müslümanlar da fethettikleri yerlerde zimmî statüsüne giren çeşitli inançlara mensup her sınıf, cins, renk ve ırktan gayri müslimi, “Sizin dininiz size, benimki bana”256 âyeti uyarınca can, mal, ırz ve nâmusları ile ibâdet ve mâbedlerine hürmet etmek sûretiyle Allah’ın yarattığı birer varlık olarak karşılamıştır. Sevgi, adâlet, merhamet ve insafı aziz
254] 48/Fetih, 19
255] Buhârî, Cihad 157
256] 109/Kâfirûn 6
- 78 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tutup İslâm sulh ve selâmetini bütün dünyaya yaymaya ve uygulamaya çalışarak sonuçta bu dini cihanşümul/evrensel bir hale getirmişlerdir.
İslâm dünyasında gerçekleştirilen fetihlerle ilgili çok zengin bir literatür bulunmaktadır. Başta İbn Cerîr et-Taberî’nin (ö. 310/923) eseri olmak üzere, kronolojik esaslara göre kaleme alınmış tarih kitaplarından başka, bir şehir veya bölgenin fethine dâir müstakil kitap ve risâleler de yazılmıştır. Sâlih Ahmed el-Alî, ilk dört asırdaki İslâm fetihlerini anlatan ve İbnü’n-Nedim’in Kitâbü’l-Fihrist’inde yer alan Arapça eserleri toplayarak F. Rosenthal’in A History of Muslim Historigraphy257 adlı kitabından Arapça’ya yaptığı tercümede bir araya getirmiştir.258 Hicretin ilk üç asrında gerçekleştirilen İslâm fetihleriyle ilgili en kıymetli eser, başta bir yerin barış veya savaş yoluyla ele geçirilmesine dair haberler ve buna bağlı olarak muâhedelerle belirlenen cizye ve haraç miktarlarını zikreden, arkasından da fetihlerden sonraki imar ve iskân faâliyetlerine ve yapılan câmilere, iktâ edilen veya mera haline getirilen topraklara âit rivâyetlere yer vererek İslâmlaştırmaya âit bütün gelişmeleri anlatan Belâzûrî’nin (ö. 279/892-893), Fütûhu’l-Büldân’ıdır. Türk müslüman devletleri geleneğinde ise yine tarih kitaplarının yanında gazânâme, gazavâtnâme, fetihnâme, zafernâme gibi adlarla çok zengin bir literatür meydana getirilmiştir. 259
Fetih sözcüğü, açmak anlamından ayrı olarak, kapalı bilgilere açıklık kazandırma, öğretme ve bilgilendirme yardım etme/gönderme, kapalı/belirsiz işleri açığa çıkardığı için karar/hüküm verme ve kapalı bir kapıyı açtığı için zafer anlamlarına da gelir. Şu halde fetih sözcüğü, hem maddî, hem de mânevî açmalar/açılımlar için kullanılabilmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’de Fetih Kelimesinin Anlamları
Kapalı Bilgilere Açıklık Kazandırma: “Biz sana apaçık bir fetih verdik.”260 âyetindeki fetih, birkaç şekilde yorumlanmıştır:
1) Mekke’nin fethi anlamındadır.
2) Hz. Peygamber’e açılan bilgiler, ödül yolu olan hidâyetler, günahlarının bağışlanmasına sebep olan makamât-ı mahmûde anlamındadır.261
3) Buradaki fetih sözcüğüne, “karar/yargı” (kazâ) anlamı da verilmiştir.262
4) Bu âyette, “Biz senin için apaçık bir zaferin önünü açtık” karşılığını uygun gören Muhammed Esed, zaferi, İslâm’ın Arabistan’da kazanacağı zaferlere kapı açan Hudeybiye Antlaşması’nın sağladığı üstünlük olarak yorumlar.263
Öğretme ve Bilgilendirme: Fetih, bir konuda öğretme ve bilgilendirme durumunu anlatabilir: “Mü’minlerle karşılaştıkları zaman, ‘inandık’ derlerdi. Birbirleriyle yalnız kaldıklarında, ‘Rabbinizin katında size karşı hüccet göstersinler (koz olarak kullansınlar)
257] Leiden 1968
258] İlmü't-Târih Inde'l-Müslimîn, s. 283-287
259] Mustafa Fayda, TDV İslâm Ansiklopedisi, TDV Y. c. 12, s. 467-470
260] 48/Fetih, 1
261] Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât, s. 557
262] İbnü'l-Cevzî, Nüzhetu'l-Ayûni'n-Nevâzır, s. 462; Mukatil bin Süleyman, el-Vücûh ve'n-Nezâir, s. 93
263] Muhammed Esed, Kur'an Mesajı, c. 3, s. 1045
FETİH
- 79 -
diye mi, Allah’ın size açıkladığını (öğrettiğini; -fetehallahu-) onlara anlatıyorsunuz? Bunu hiç düşünmüyor musunuz?’ derlerdi. Gizlediklerini de, açıkladıklarını da Allah’ın bildiğinin farkında değiller mi?”264
Karar/Yargı Bildirme: Bu anlamda kullanıldığında masdarı, fetih olarak değil; daha çok fitâh olarak kullanılır. “feteha’l-kadıyyete” veya “feteha beynehumâ” biçiminde kalıplaşır.265 Nitekim Kur’an’ın birkaç âyetinde, bu anlam ve kalıplaşma özellikleriyle kullanılmıştır; özellikle bu kullanım peygamberlerin kavimleriyle ilgili olarak gerçeği ve haklıyı ayrıştırma yakarışları arasında yer almıştır.266
Yüce Allah’ın “karar verici” (Fettâh) ve “en iyi karar verici” (hayru’l-fâtihîn) sıfatları da bu anlamdan köken almıştır: “De ki: Rabbimiz sonunda hepimizi toplar. Aramızda adâletli hüküm (yeftehu) verir. Karar verici (el-Fettâhu) ve bilen, ancak O’dur.”267 Hz. Şuayb, kavminin tehditleri sonunda şu yakarışta bulundu: “... Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hakça hüküm ver (-iftah- hak neyse ortaya çıkar). Sen hükmedenlerin en iyisisin (hayru’l-fâtihîn).”268 Bu anlam özellikleri, “hüküm” kökenli türevlerle de ilişkilidir.
İlâhî Yardım Gönderme:
a) İlâhî Yardımın Engellenilmezliği: Allah, göndereceği yardımın tek karar vericisidir; “Allah’ın insanlara verdiği(yeftehu) rahmeti önleyebilecek yoktur. O’nun önlediğini de, ardından kimse açamaz. O, güçlü ve hakîmdir/bilgedir.”269 “Yardım bekleme yakarma” anlamı için270 “İnsanlardan peygamberin haberini duyma, kitaplardan çıkarma, Allah’tan zafer isteme ve putatapanlara karşı peygamberle zafere erişme” anlamları da verilir.271
Allah’ın âyetlerini yalanlayanlar ve büyüklük taslayanlar İlâhî yardımdan nasipsizdir: “Doğrusu âyetlerimizi yalan sayıp, onlara karşı büyüklük taslayanlara, göğün kapıları açılmaz (lâ tufettehu). Deve, iğne deliğinden geçmedikçe, cennete de giremezler. Suçluları böyle cezâlandırırız.”272
b) Bereket Gönderme: Allah, âyetlerini yalanlayanlara ve inkârcılara, bereket kapılarını açmaz: “(Allah’ın âyetlerini yalanlayanlar) kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onlara her şeyin kapısını açtık (fetahnâ). Kendilerine verilene sevinince, ansızın onları yakaladık da mutsuz kalıverdiler (rûhen çöktüler).”273 “Eğer kasabaların halkı, iman etmiş ve Bize karşı gelmekten sakınmış olsalardı, onlara göğün ve yerin bereketlerini/bolluklarını verirdik (le-fetahnâ). Ama gerçeği yalanladılar. Bu yüzden yaptıklarına karşılık onları yakalayıverdik.”274
264] 2/Bakara, 76-77
265] Râgıb el-Isfehânî, el-Müfredât, s. 557
266] Bk. 7/A'râf, 89; 32/Secde, 28-29; (Yevme'l-feth: Karar günü; istedikleri ve bekledikleri azap günü); 34/Sebe', 26
267] 34/Sebe', 26
268] 7/A'râf, 89
269] 35/Fâtır, 2
270] bk. 2/Bakara, 89
271] Bk. Râgıb el-Isfehânî, el-Müfredât, s. 558
272] 7/A'râf, 40
273] 6/En'âm, 44
274] 7/A'râf, 96
- 80 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yıkım ve İlâhî Azap Gönderme: Fetih sözcüğü, İlâhî azâbın bazı gerçekleşme yolları için de kullanılabilir: “Yok ettiğimiz kasaba halkının, âhirette cezâ görmek üzere Bize dönmemesi imkânsızdır. Ye’cûc ve Me’cûc’un seddi fethedildiği (yıkıldığı) zaman, her dere ve tepeden boşanırlar.”275 “Sonunda onlara şiddetli bir azap kapısı açtığımız zaman, ümitsiz kalıverdiler.”276
Hz. Nûh’un kavmi, peygamberlerini yalanlayınca, Allah gök kapılarını seller gibi boşanan sularla açtı.277
Zafer:
a) Zafer Karşısında Münâfıkların Bocalamaları: “Sizi gözetleyip duranlar; eğer size Allah’tan bir fetih/(zafer (nasip) olursa, ‘sizinle beraber değil miydik’ derler. Kâfirlerin (zaferden) bir nasipleri olursa (bu sefer de onlara), ‘sizi yenip (öldürebileceğimiz halde) mü’minlerden korumadık mı?’ derler. Artık Allah kıyâmet gününde aranızda hükmedecektir ve kâfirler için mü’minler aleyhine asla bir yol/fırsat vermeyecektir.”278 Âyetin sonundaki duyuru, tamamen mânevî/rûhî bir içeriğe sahiptir, hayatın değişkenlik gösteren maddî şartlarına uygulanamaz. Zira “inkârcılar” bazen şanslı günlerinde olabilirler, dolayısıyla mü’minler üstünde geçici bir üstünlük sağlayabilirler.279
Münâfıklar yahûdi ve hıristiyanların hayat tarzlarını taklide çalışarak onlara karşı iyi niyetlerini gösterme yarışına girerler: “Kalplerinde hastalık olanların ‘bize bir felâket gelmesinden korkuyoruz’ diyerek, onlara (kitap ehline) koştuğunu görürsün. Ama Allah, bir zafer (fetih) verir veya katından bir emir getirirse kalplerinde gizlediklerine içleri yananlara dönerler.”280
b) Sâdık Mü’minlerin Zaferi: “İşte bu, Allah’ın inkârcıların düzenini zayıflatıp yok etmesidir. Zafer (fetih) istiyorsanız, alın görün işte fethinizi/zaferinizi. (Peygambere karşı gelmekten/günahtan) vazgeçerseniz, sizin iyiliğinize olur. Yok tekrar dönerseniz, Biz de döneriz. Topluluğunuz kalabalık da olsa, size hiçbir fayda vermez. Allah, mü’minlerle berâberdir.”281 Bu âyetteki hitabın mü’minlere mi, yoksa müşriklere mi yönelik olduğu müfessirler arasında tartışmalıdır. Her iki yoruma da elverişliliği sağlayan unsurlar, “fetih” (zafer/karar) “fie” (ordu/topluluk) ve biraz ikincil de olsa “neûd” (vaadden döneriz/tekrar bozguna uğratırız) sözcükleridir. Ancak âyetin bağlamına, özellikle önceki âyetlere bakılırsa, hitâbın mü’minlere yönelik olduğu belirginleşir.
Âyetin mü’minlere hitap ettiği benimsenirse, iman edenler inançlarına ve doğru yoldaki eylemlerine sâdık kaldıkları sürece, Allah’ın onlarla birlikte olacağı; onlar gerçek mü’minler olmadıkça, gelecekte ne kadar büyük topluluklar oluştururlarsa oluştursunlar, güçsüz ve mukavemetsiz kalacakları yolunda müslümanlara bir uyarı durumunda olduğu anlaşılır.282
Âyetteki fetih sözcüğü, ayrıca, “zafer, karar ve iyilikler” olarak da
275] 21/Enbiyâ, 95-96
276] 23/Mü'minûn, 77
277] 54/Kamer, 9-11
278] 4/Nisâ, 141
279] Bk. Muhammed Esed, Kur'an Mesajı, c. 1, s. 172 -157-
280] 5/Mâide, 52
281] 8/Enfâl, 18-19
282] Muhammed Esed, Kur'an Mesajı, c. 1, s. 325 -21-
FETİH
- 81 -
yorumlanmıştır. Buna göre, “bunları istiyorsanız, Peygamberin gelişiyle onlara kavuşmuş bulunuyorsunuz” anlamı ortaya çıkar.283
“Doğrusu Biz sana apaçık bir fetih (zafer) sağlamışızdır.”284
c) Yakın Zafer (Fethun Karîb): Allah, Peygambere bağlılığını kanıtlayan ve pekiştiren mü’minlere yakın bir zafer (fethun karîb) vaad etmiştir: “Andolsun ki Allah mü’minlerden, ağaç altında sana beyat ederken râzı olmuştur. Gönüllerinde olanı da bilmiş, onlara güvenlik (sekînet/ iç huzuru) bahşetmiş yakında gerçekleşecek bir zafer (fethun karîb) ve ele geçirecekleri bol ğânîmetlerle ödüllendirmiştir. Allah, güçlü ve hakîmdir/bilgedir.”285 Birçok müfessir, bu zaferin, Hudeybiye Antlaşmasından birkaç ay sonra meydana gelen Hayber’in fethiyle bağlantılı olduğunu belirtir. Ama aslında burada kastedilen anlamın daha geniş olması kuvvetle muhtemeldir; yani hicrî 8. yılda Mekke’nin kansız bir şekilde fethedilmesi, İslâm’ın bütün Arap Yarımadası’nda üstünlük sağlaması ve nihâyet, Hz. Peygamber’in halifeleri döneminde İslâm birliğinin olağanüstü genişlemesi.286
“... Allah, sizin bilmediğinizi bilir. Size, bundan başka yakın zamanda bir fetih verecektir.”287 Buradaki fetih de, yukarıdaki âyette yer alanla bağlantılıdır.
Fetih, Allah yolundaki harcamaların erdemlilik ayracıdır; “Göklerin ve yerin mirasçısı Allah olduğu halde, Allah yolunda niçin infak edip sarfetmiyorsunuz? İçinizden fetihten önce infak eden ve savaşan kimseler, daha sonra sarfedip savaşan kimselerle bir değildir, berikiler daha üstün derecededirler. Allah, hepsine en güzeli (cenneti) vaad etmiştir. Allah, işlediklerinizden haberdardır.”288 Buradaki fetih, müslümanların hâlâ zayıf ve geleceklerinin belirsiz olduğu bir zamanda, Mekke’nin hicrî 8. yıldaki fethi olarak yorumlanmıştır. Ancak, daha geniş bir çerçevede düşünülerek, “zor ve sıkıntılı zamanlar” olarak anlaşılması daha uygun görünüyor.
“Ey iman edenler! Sizi can yakıcı bir azaptan kurtaracak kazançlı bir ticâreti/yolu göstereyim mi? Allah’a ve Peygamberine iman edersiniz. Allah yolunda, mallarınızla ve canlarınızla cihad edersiniz. Bilseniz bu, sizin için, en iyi yoldur. Böyle yaparsanız, Allah günahlarınızı bağışlar. Sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerinde hoş yerlere koyar. Büyük kurtuluş işte budur. Bundan başka, sevdiğiniz bir şey daha var: Allah katından bir yardım ve yakın bir zafer (nasrun minallah ve fethun karîb). İman edenleri müjdele. Ey iman edenler! Allah’ın dininin yardımcıları olun...”289 Müfessirler, bu zafer vaadini, müslümanların savaşla gelen fetihlerinin bir öngörüsü olarak değerlendirirler. Ama bunun, Kur’an mesajının mânevî zaferini ve daha önce onu anlamamış olanlar arasında hızla yayılmasını kastettiği ihtimali daha kuvvetlidir.290
d) Zafer (Nasr) Sûresi: Mina’da Hz. Peygamber’in hicrî 10. yılın Zilhicce ayında gerçekleştirdiği Vedâ Haccı sırasında yanivefatından yaklaşık iki ay önce nâzil olan bu sûre, kesinlikle onun insanlığa duyurduğu son tam sûredir. Bir gün
283] Râgıp el-İsfehânî, a.g.e. s. 558
284] 48/Fetih, 1
285] 48/Fetih, 18-19
286] Muhammed Esed, a.g.e., c. 3, s. 1048 -22-
287] 48/Fetih, 27
288] 57/Hadîd, 10
289] 61/Saff, 10-13
290] Muhammed Esed, a.g.e. c. 3, s. 1145 -13-
- 82 -
KUR’AN KAVRAMLARI
önce, “Sizin dininizi tamamladım.” (5/Mâide, 3) âyeti inmişti. Hz. Peygamber’in Nasr sûresinin nüzûlünden sonra aldığı tek vahiy, Allah’a dönüşü ve hesap görülmesini hatırlatan 2/Bakara, 281 âyeti olmuştur.291
Sûre, mü’minleri sayıca çoğalsalar bile, Allah’ı unutmamaya çağırır: “Allah’ın yardımı ve zafer (feth) günü gelip insanların Allah’ın dinine akın akın girdiklerini görünce, Rabbini hamd edip överek tesbih et. O’ndan bağışlanma dile (istiğfâr et). O, tevbeleri daima kabul eder.”292 Buradaki fetih sözcüğü; yardım, zafer, karar ve Allah’ın açımladığı bilgiler anlamlarına ihtimallidir.293
Fettâh; Kapıları Açan Allah Teâlâ
Fettâh; Allah Teâlâ’nın esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden) biridir. “Bir şeyi açmak, taraflar arasında hüküm vermek, birine yardım edip zafere ulaştırmak” anlamındaki “feth” kökünden mübâlağa ifâde eden bir sıfat olup “iyilik kapılarını açan, bütün anlaşmazlıkların nihâî hakemliğini yapmak sûretiyle mutlak adâleti gerçekleştiren, hak ile bâtılı birbirinden ayırıp durumu açıklığa kavuşturan, mazlumlara yardım edip mü’min kullarına zafer veren” mânâlarına gelir. Kullarına hayır kapılarını, dileklerine kavuşmak isteyen kullarına kapalı kapıları açan, peygamberlerini düşmanlarının elinden kurtarıp, memleketlerin fethini müyesser (kolay) kılan; sevdiği kullarına melekûtunun (gözle görülmeyen âlemin) kapılarını açıp, kalp gözlerinden perdeyi kaldıran anlamlarına gelir. Kur’ân-ı kerîmde şöyle buyrulur: “O (Allah Teâlâ) Fettâh’tır; Alîm’dir.”294 Fethin asıl anlamı olan “açma” eyleminin sonuçları dış duyularla algılandığı gibi, kalp gözüyle de (bâtınî hisler) idrâk edilebilir. Râgıb el-İsfehânî, “Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıksalar yine de ‘gözlerimiz boyandı, daha doğrusu biz büyülenmişler zümresiyiz’ diyeceklerdir.”295 meâlindeki âyetleri, Allah’a nisbet edilen birinci grup açma eylemine örnek olarak göstermiştir. Sonuçları kalp gözüyle algılanan açma fiili bazen fakr u zarûreti ortadan kaldırmak gibi dünyevî, bazen de bilinmezliği kaldırmak türünden mânevî olabilir.296 Fethin “hakemlik veya hâkimlik yapmak, nusret ve zafer vermek” mânâları da “açmak” şeklindeki temel mânâ ile bağlantılıdır. Çünkü hâkim iki hasım arasında kapalı kalan hak ve adâlet kapısını açarak karar vermektedir. Zafere ulaştırmak da haklılık ve ğanîmet kapısını açmak demektir.
Kur’ân-ı Kerim’de fetih kavramı fiil veya isim kalıplarıyla otuz sekiz yerde geçmektedir. Bunların on birinde muhtelif fiil sigalarıyla, dört yerde ise fetih şeklinde Allah’a izâfe edilmekte, bir yerde de gayb anahtarlarının (mefâtih) O’nun nezdinde bulunduğu belirtilmektedir.297 Duâ üslûbu taşıyan bir âyette Allah “hükmedenlerin en hayırlısı” (hayru’l-fâtihîn)298 diye anılmakta, bir âyette de “adâletle hüküm veren ve her şeyi hakkıyla bilen” (el-fettâhu’l-alîm)299 şeklinde tavsif
291] Muhammed Esed, a.g.e., c. 3, s. 1317
292] 110/Nasr, 1-3
293] Râgıp el-İsfehânî, a.g.e., s. 557; Vecdi Akyüz, Kur'an'da Siyasî Kavramlar, s. 497-504
294] 34/Sebe', 26
295] 15/Hıcr, 14-15
296] bk. Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât, 'fth' md.; Kamus Tercümesi, I/936
297] 6/En'âm, 59
298] 7/A'râf, 80
299] 34/Sebe', 26
FETİH
- 83 -
edilmektedir.
Hadislerde de fetih kavramı mâzi ve muzâri sigaları ve Kur’an’daki mânâları ile Allah’a nisbet edilmiştir. Ahmed bin Hanbel’in rivâyet ettiği bir hadiste,300 Fâtih ismi, esmâ-i hüsnâ listesine yer veren Tirmizî’nin es-Sünen’inde de301 “Fettâh” ismi Allah’a izâfe edilmiştir. İbn Mâce’nin listesinde ise Fettâh ismine rastlanmamaktadır. Fetih kavramının hakiki veya mecâzî mânâdaki “kapı” kelimesiyle yakın ilgisi olduğu şüphesizdir. Nitekim kelimenin Kur’an ve hadislerdeki kullanımında bu husus açıkça görülmektedir. Müslim’de yer alan bir hadise göre Hz. Peygamber, câmiye girerken, “Allahumme’ftah lî ebvâbe rahmetik (Allah’ım, bana rahmet kapılarını aç)!”302 şeklinde duâ edilmesini öğütlemiştir.
Kelâm âlimleri, kelimenin sözlük anlamını ve Allah’a nisbet edilen bir isim olarak Kur’ân-ı Kerim’deki kullanılışını göz önünde bulundurarak Fettâh ismine öncelikle “hâkim” (kadı) mânâsını vermeyi tercih etmişlerdir. Sebe’ sûresinde bu ismin yer aldığı âyetten önceki âyetlerde müşriklere hitap edilmekte, hidâyet ve dalâletin müslümanlarla müşriklerden hangisinde bulunduğu hususu tartışılmakta303 ve devamında şöyle denilmektedir: “De ki: Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra da aramızda adâletle hüküm verecektir. O âdil bir hâkimdir (fettâh), her şeyi bilendir.”304 Ebû Mansur el-Mâturidî, buradaki hâkimliğin hidâyet ve dalâletin hangi tarafa âit olduğunun belirlenmesi mânâsına geldiğini söylemiş ve Fettâh isminin “bilinmezlik perdesini kaldırıp gerçeği ortaya koyan” anlamına gelebileceğini ifâde etmiştir.305
Kâinatta vuku bulan her şey İlâhî kudretin ürünü olmakla birlikte, Allah madde dünyasında meydana gelen her şey için bir maddî sebep yaratmıştır. Buna bağlı olarak O’nun Fettâh ismiyle açtığı her kapının duyularla algılanabilen bir açısı ve yakın sebebi mevcuttur. Bunu göz önünde bulunduran esmâ-i hüsnâ müellifleri Fettâh isminin tecellî örneklerini mânâ âleminden vermeye özen göstermişlerdir. Ebû Süleyman el-Hattâbî, Fettâhı “kullarına rızık ve rahmet kapılarını açan, işlerinin ve teşebbüslerinin önündeki tıkanıklığı gideren, gerçeği görebilmeleri için kalpleri ve basîretlerinin üzerindeki perdeleri kaldıran” diye tefsir etmiştir.306 Gazzâlî, “Fettâh”a, “yardımıyla her kapalı şeyin açıldığı ve hidâyetiyle her müşkülün çözüldüğü isim” şeklinde mânâ verdikten sonra, şöyle demektedir: “Bazen ülkeleri düşmanlarının ellerinden çıkarıp peygamberleri için fetheder ve, “Biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik”307der. Bazen de velîlerinin kalplerinden perdeyi kaldırıp yüceliğinin iklimine ve azametinin güzelliğine giden kapıları onlar için açar ve, “Allah’ın insanlara açacağı rahmeti kimse tutamaz. O’nun tuttuğu rahmeti de kimse salıveremez”308 der. Gayb ve rızık anahtarlarını elinde bulunduran Allah elbette Fettâh olmaya lâyıktır”.309 Ebû Bekir İbnü’l-Arabî ise Fettâhın üç ilgi
300] Müsned, VI/24
301] Deavât 82
302] Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 68
303] 34/Sebe', 24-25
304] 34/Sebe', 26
305] Te'vîlâtu'l-Kur'an, vr. 596a
306] Tefsîru'l-Esmâ ve'd-Deavât, vr. 12b
307] 48/Fetih, 1
308] 35/Fâtır, 2
309] Gazzâlî, el-Mekasıdu'l-Esnâ, s. 91-92
- 84 -
KUR’AN KAVRAMLARI
alanı olduğunu söyler:
a) Yokluk kilidini açıp nesne ve olaylara varlık kazandırmak,
b) Bilinmeyeni kelâmı ile açıklamak ve her müşkülü çözmek,
c) Rızık ve nasip kilitlerini açmak. Bu sonuncu tecellî kıtlıktan sonra yağmur, fakirlikten sonra zenginlik vermek sûretiyle maddî alanda olabileceği gibi, üzüntüyü sevince, sapıklığı hidâyete, mâsiyeti tâate, günahkârlığı tevbeye, mağlûbiyeti zafere ve cehâleti ilme çevirmek sûretiyle mânevî alanda da gerçekleşebilir.310 İmam Kuşeyrî’ye göre Allah’ın Fettâh olduğunu bilen bir insana yakışan, O’nun lutuf ve kereminin mutlaka geleceğini ummak, acele etmeyip İlâhî hükmün yerini bulmasına hazır olarak beklemek ve O’nun hükmünde zaman açısından herhangi bir değişikliğin olmayacağını bilmektir.311
Esmâ-i hüsnâyı kendine özgü bir yöntemle tasnife tâbi tutan Ebû Abdullah el-Halîmî, Fettâhı Allah’ın kâinatı yönetmesini ifâde eden isimler grubu içinde mütâlaa etmiştir.312 Bu tespit, isâbetli olmakla birlikte, yukarıda söz konusu edilen mânâları göz önünde bulundurarak Fettâha âit tecellîlerin insana yönelik olduğunu söylemek gerekir. Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’ye göre Fettâh, “anlaşmazlıkları çözen (hâkim), hak ile bâtılı birbirinden ayıran” mânâsına alındığı zaman kelâm sıfatı yoluyla tecellî edeceğinden zâtî sıfat niteliği taşır. “Zafer veren, rızıklandıran, kalp gözünü açıp hidâyet lutfeden” anlamına geldiği yerlerde ise fiilî sıfatlar grubuna girer.313 Ayrıca Fettâh “hâkim” mânâsıyla, doksan dokuz isimden olan Hakem ve Muksıt isimleri ve Kur’an’da Allah’a nisbet edilen “kazâ” ve “fasl” kavramlarıyla belli bir ilgi içinde bulunduğu gibi, “rızık ve rahmet kapılarını açan” mânâsı yönünden Bâsıt, Muğnî, Mukît, Rezzâk, Rahmân ve Rahîm isimleri ve “zafer veren” anlamıyla da Mevlâ ve Nasîr isimleriyle mânâ yakınlığına sahip bulunmaktadır. 314
Kur’ân-ı Kerim’de Fetih
Kur’ân-ı Kerim’de fetih kavramı fiil veya isim kalıplarıyla otuz sekiz yerde geçmektedir. Bunların on birinde muhtelif fiil sigalarıyla, dört yerde ise fetih şeklinde Allah’a izâfe edilmekte, bir yerde de gayb anahtarlarının (mefâtih) O’nun nezdinde bulunduğu belirtilmektedir.315 Duâ üslûbu taşıyan bir âyette Allah “hükmedenlerin en hayırlısı” (hayru’l-fâtihîn)316 diye anılmakta, bir âyette de “adâletle hüküm veren ve her şeyi hakkıyla bilen” (el-fettâhu’l-alîm)317 şeklinde tavsif edilmektedir.
“Allah katından yanlarında olan (Tevrat)ı doğrulayan bir Kitap geldiği zaman, -ki bundan önce inkâr edenlere karşı fetih istiyorlardı- işte bilip tanıdıkları gelince onu inkâr ettiler. Artık, Allah’ın lâneti kâfirlerin üzerinedir.”318
310] Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, el-Emedü'l-Aksâ, vr. 99b
311] İbn'l-Arabî, et-Tahbîr fi't-Tezkîr, s. 42
312] el-Minhâc, I/202
313] el-Emedü'l-Aksâ, vr. 99b
314] Bekir Topaloğlu, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 12, s. 482-483
315] 6/En'âm, 59
316] 7/A'râf, 80
317] 34/Sebe', 26
318] 2/Bakara, 89
FETİH
- 85 -
“Onlar, sizi gözetleyip duruyorlar. Size Allah’tan bir fetih (zafer ve ğanîmet) gelirse: ‘Sizinle birlikte değil miydik?’ derler. Ama, kâfirlere bir pay düşerse: ‘Size üstünlük sağlamadık mı, mü’minlerden size (gelecek tehlikeleri) önlemedik mi?’ derler. Allah, kıyâmet günü aranızda hükmedecektir. Allah, kâfirlere mü’minlerin aleyhinde kesinlikle yol (fırsat) vermez.”319
“İşte kalplerinde hastalık olanların: ‘Zamanın, felâketleriyle aleyhimize dönüp bize çarpmasından korkuyoruz’ diyerek aralarında çabalar yürüttüklerini görürsün. Umulur ki Allah, bir fetih veya katından bir emir getirecek de onlar nefislerinde gizli tuttuklarından dolayı pişman olacaklardır.”320
“Eğer fetih istiyor idiyseniz, işte size fetih; ama eğer (inkârdan veya eski yaptıklarınızdan) vazgeçerseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Yok geri dönerseniz Biz de döneriz. Topluluğunuz çok da olsa, size bir şey sağlayamaz. Çünkü Allah, mü’minlerle beraberdir.”321
“(Peygamberler) Fetih istediler. (Sonunda) Her zorba inatçı bozguna uğrayıp -yok oldu- gitti.”322
“(Rasûlüm!) Kur’an’ı (okumayı, tebliğ etmeyi ve ona uymayı) sana farz kılan Allah, elbette seni (yine) dönülecek yere döndürecektir. De ki: Rabbim, kimin hidâyeti getirdiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu en iyi bilendir.”323
“Derler ki: ‘Eğer doğru söylüyor iseniz, şu fetih ne zamanmış?’ De ki: Fetih günü inkâr edenlere (o gün) inanmaları bir yarar sağlamaz ve onlara bir süre tanınmaz.”324
“Şüphesiz Biz, sana apaçık bir fetih verdik.”325
“Ve sana şanlı bir zaferle Allah yardım eder, zafer verir.”326
“Andolsun Allah, sana o ağacın altında biat ederlerken mü’minlerden râzı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş ve böylece üzerlerine ‘güven duygusu ve huzur’ indirmiştir ve onlara yakın bir fethi sevap (karşılık) olarak vermiştir.”327
“Andolsun Allah, elçisinin gördüğü rüyanın hak olduğunu doğruladı. Eğer Allah dilerse mutlaka siz Mescid-i Harâm’a güven içinde saçlarınızı tıraş etmiş (kiminiz de) kısaltmış olarak (ve) korkusuzca gireceksiniz. Fakat Allah, sizin bilmediğinizi bildi, böylece bundan önce size yakın bir fetih (nasip) kıldı.”328
“Size ne oluyor ki, Allah yolunda infak etmiyorsunuz? Oysa göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. İçinizden fetihten önce infak eden ve savaşanlar (başkasıyla) bir olmaz. İşte onlar derece olarak sonradan infak eden ve savaşanlardan daha büyüktür. Allah, her birine en güzel olanı vaad etmiştir. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”329
319] 4/Nisâ, 141
320] 5/Mâide, 52
321] 8/Enfâl, 19
322] 14/İbrâhim, 15
323] 28/Kasas, 85
324] 32/Secde, 28-29
325] 48/Fetih, 1
326] 48/Fetih, 3
327] 48/Fetih, 18
328] 48/Fetih, 27
329] 57/Hadîd, 10
- 86 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Ve seveceğiniz bir başka (nimet) daha var: Allah’tan yardım/zafer (nusret) ve yakın bir fetih. Mü’minleri müjdele.”330
“Allah’ın yardımı ve fetih geldiği zaman; Ve insanların bölük bölük Allah’ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit; Rabbine hamdederek O’nu tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.”331
Fetih Sûresi
Fetih Sûresi, Kur’an-ı Kerîm’in kırk sekizinci sûresidir. Medine’de, Hudeybiye antlaşmasından sonra Hicret’in altıncı yılında nâzil olmuştur. Yirmi dokuz âyet, beş yüz altmış kelime, iki bin dört yüz otuz üç harftir. Fâsılası elif harfidir. Adı sûrede geçen feth kelimesine dayanır: “Biz sana apaçık bir fetih verdik (müjdeledik)”332 Fetih: Bir yeri almak, zaptetmek, ele geçirmek demektir. Sûrenin konusu, kendisinden önce yer alan Muhammed sûresindeki gibi savaş ve fethin müjdelenmesidir.
Sûre, müslümanların geleceğine dâir müjdeler ihtivâ etmektedir. Hudeybiye andlaşmasından önce Rasûlullah (s.a.s.) rüyasında sahâbîleriyle birlikte Mekke’ye gittiklerini ve orada umre ziyâretini yaptıklarını gördü. Bir peygamber için rüya ayrı bir önem ifade eder; Çünkü onların rüyaları bir çeşit vahiydir. Bunun üzerine Rasûlullah ashâbına umreye gitmek üzere hazırlık yapmalarını ve çevreye haber gönderilmesini emretti. Muhâcir ve Ensâr hazırlıklarını yaptılar. Ancak çevre kabîlelerden çağrıya icâbet etmeyenler oldu. Çünkü hicretten sonra Mekkeliler, beş yıldır hiçbir müslümanı Mekke’ye sokmamışlardı. Mekkelilerden izin almadan yapılan bu yolculuk sonucunda müslümanların bir katliâma tâbi tutulacaklarını sanıyorlardı. Hac mevsiminde Mekke’nin kapılarını amansız düşmanlarına bile açan Mekkeliler sadece müslümanların gelmesini kabul etmiyorlardı.
Peygamber’le (s.a.s.) birlikte 1400 sahâbî yola koyuldu. O dönemde umreye gidenlerde âdet olduğu üzere her şahıs beraberinde silâh olarak sadece kılıcını götürürdü. Kurban edilmek üzere beraberlerinde yetmiş deve de götürmüşlerdi. Mikat’a geldiklerinde ihramlarını giyerek yollarına devam ettiler. Harem sınırına yakın Hudeybiye denilen yere geldiklerinde ise Mekkelilerin silâhlanarak pusuya yattıkları haberi duyuldu. Müslümanlar orada konakladılar. Karşılıklı elçiler gönderildi. Nihâyet andlaşma yapmak üzere görüşmeler yapıldı ve andlaşma imzalandı. Andlaşma maddeleri görünürde müslümanların aleyhineydi. Bu sebeple şartlar görüşülürken müslümanlar aşırı derecede huzursuz idiler. Hoşnutsuzluklarını Rasûlullah’ın huzurunda bile söylüyorlardı.
İşte böyle bir andlaşmadan dönerken -ki umre yapma imkânını da bulamamışlardı- fethi ihtivâ edip müjdeleyen Fetih sûresi indi. Sûre, müslümanların gönlüne su serpmişti. Sûre şu fetih müjdesiyle başlar: „Biz sana apaçık bir fetih verdik. Tâ ki Allah, senin günahından, geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın ve sana olan nimetini tamamlasın ve seni doğru bir yola iletsin. Ve Allah sana şanlı bir zafer versin. O, imanlarına iman katsınlar diye mü‘minlerin kalplerine huzur indirdi. Göklerin ve yerin askerleri Allah‘ındır. Allah bilendir, her şeyi hikmetle yapandır.“ (1-4). Böylece müslümanlara sadece umreye gidecekleri değil, Mekke’nin fethedileceği
330] 61/Saff, 13
331] 110/Nasr, 1-3
332] âyet 1
FETİH
- 87 -
müjdesi de verilmiş oluyordu.
Sûre, mü’minlerin âhirette de mükâfatlandırılacaklarına, münâfık ve müşriklerin ise şiddetli bir azâba çarptırılacaklarına dikkat çektikten sonra; korkuları sebebiyle bu yolculuğa katılmayanların samimî kişiler olmadıklarını, Medine’ye varıldığında asılsız birtakım bahaneler uyduracaklarını haber vermektedir. Söz nihâyet andlaşmaya katılan (bey’at eden) mü’minlere getirilir. Allah’ın o kimselerden râzı olduğu ve yakında bir fetihle mükâfatlandırılacakları anlatılır: “Allah şu mü’minlerden râzı olmuştur; ki onlar, ağacın altında sana bey’at ediyorlardı. Allah onların gönüllerindeki (doğruluk ve vefâyı) bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi. Yine onlara (yakında) alacakları birçok ğanîmetler bahşeyledi. Allah üstündür, hikmet sahibidir” (18-19).
Bu arada Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Hudeybiye andlaşmasından önce gördüğü rüya ele alınarak Peygamberin bu rüyasının gerçek çıkacağı bildirilir (27-28). Kuran’da geleceğe dair bu tür pek çok haber vardır ve bunların hepsi anlatıldığı gibi gerçekleşmiştir.
Sûrenin sonunda Peygamber ve onunla birlikte olanlar övülerek üstün hasletlerinden bir kısmı şöylece dile getirilir: “Muhammed Allah’ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. Onların, rukû ve secde ederek Allah’ın lutuf ve rızâsını aradıklarını görürsün. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır. Onların Tevrat’taki vasıfları ve İncil’deki vasıfları da şudur: Filizini çıkarmış, onu güçlendirmiş, kalınlaşmış, derken gövdesinin üstüne dikilmiş, ekincilerin hoşuna giden bir ekin gibidirler. Onlara karşı kâfirleri de öfkelendirir (bir duruma geldi). Allah, onlardan iman edip sâlih/iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vaad etmiştir” (29).
Bu benzetme, Allah Rasûlünün ve arkadaşlarının ilk ve son durumlarını anlatmaktadır. İlk defa yere atılan bir tane gibi filizlenmeye başlayan müslümanlar, gittikçe güçlenerek koca bir ordu olmuşlar; İslâm tohumunu ekenler bu durumdan son derece sevinirlerken, onların bu güçlü durumunu gören kâfirler, öfkeden çatlar hale gelmişlerdi. 333
Hadis-i Şeriflerde Fetih
“Mekke’nin fethinden sonra artık hicret yoktur, fakat cihad ve niyet vardır...”334
“Yakında size birçok yerlerin fethi nasip olacaktır. Allah size yeter. Sizden biriniz oklarıyla tâlim yapmaktan bıkıp usanmasın.”335
Nebî (s.a.s.)’ in yanına bir bedevî geldi ve: “Yâ Rasûlallah! Bir adam ğanîmet için savaşıyor; bir başkası kendinden bahsedilsin diye savaşıyor; bir diğeri de kahramanlıktaki yerini göstermek için savaşıyor. Bir rivâyete göre: Kahramanlık taslamak için ve ırkının üstünlüğünü göstermek için savaşıyor. Bir başka rivâyete göre: Gazabından dolayı savaşıyor! Şimdi kim Allah yolundadır? diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.): “Kim Allah’ın dini daha yüce olsun diye savaşırsa, sadece o Allah yolundadır” buyurdu.336
333] M. Sait Şimşek, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 175-176
334] Buhâri, Cihâd 1
335] Müslim, İmâre 168; Ahmed bin Hanbel, IV/157
336] Buhârî, Cihâd 15, İlm 45, Humus 10, Tevhîd 28; Müslim, İmâre 149-151; Ebû Dâvûd, Cihâd 24; Tirmizî, Fezâilü'l-Cihâd 16; Nesâî, Cihâd 21; İbn Mâce, Cihâd 13
- 88 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Cihada çıkan bir birlik veya seriyye savaşır, ğanîmet alır ve ölümden kurtulursa, ecirlerinin üçde ikisini önceden peşinen almış olurlar. Bir birlik veya seriyye cihada çıkar, ğanîmet elde edemez, şehit olur veya yaralı dönerlerse onların ecirleri ahirette tam olarak verilir.”337
Enes (r.a.) anlatıyor: “Ey muhammed! Doğrusu biz sana apaçık bir zafer sağlamışızdır. Allah böylece senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar, sana olan nimetini tamamlar, seni doğru yola eriştirir”338 âyetleri Hudeybiye dönüşü Hz. Peygamber (s.a.s.)’e nâzil oldu. Âyette geçen “apaçık zafer (Feth-i Mübin)” Hudeybiye zaferidir. Âyet inince: “Ey Allah’ın Rasûlü, ne mutlu, kutlu olsun, saâdetli olsun, Allah Teâlâ senin için ne yapacağını sana açıkladı. Acaba bize ne yapacak?” dediler. Bunun üzerine şu âyet indi: “İman eden erkek ve kadınları, içinde ebedî kalacakları, içlerinde ırmaklar akan cennetlere koyar, onların kötülüklerini örter. Allah katında büyük kurtuluş işte budur.”339
Açıklama: Rivâyet Fetih suresinin baş tarafındaki âyetlerin iniş vaktini bildirmekte ve surede geçen feth-i mübin tâbiriyle kastedilen tarihi vak’ayı açıklamaktadır. Hemen belirtelim ki rivâyette geçen “Hudeybiye Zaferi” tâbiri hem doğru, hem yanlış bir tabirdir. Yanlıştır, çünkü “zafer”, daha çok savaş kazanılınca kullanılan bir tabirdir. Hâlbuki Hudeybiye’de bir savaş yapılmamış, sulh anlaşması yapılmıştır.
Buna rağmen tâbir doğrudur. Çünkü İslâm’ın müteâkip zaferlerini bu sulh anlaşması sağlamıştır. Hem de öyle bir anlaşma ki, sefere katılan bütün Ashab, anlaşma şartlarını çok ağır, şereflerine bir darbe olarak değerlendirmede müttefik idiler. Sadece Hz. Ebû Bekir (r.a.) sıddîkiyetin verdiği teslimiyetle sesini çıkarmadığı, neticeden fazla endişe etmediği halde onun dışında kalanlar, -başta Hz. Ömer (r.a.)- hiç mi hiç memnun değillerdir. Âdeta isyan edecek bir halde idiler. Hatta Hz. Ömer’le, Rasûlullah arasında şu konuşma geçer:
“- Ey Allah’ın Rasûlü, biz hak üzere, onlar da bâtıl üzere değiller mi?”
“- Şüphesiz öyle!”
“- Bizim ölülerimiz cennetlik, onlarınki cehennemlik değil mi?”
“- Şüphesiz öyle!”
“- Öyleyse dinimizde niye bu zilleti kabul ediyoruz? Allah bizimle onlar arasında (savaşla tayin edilecek) hükmünü vermezden önce umre yapmaktan geri mi döneceğiz? (olmaz böyle şey!)”
“- Ey Hattâb’ın oğlu, ben Allah’ın Rasûlüyüm (ve O’nun emrine muhâlif de değilim). Ve Allah da ebediyyen bizi terk etmeyecektir.”
Hz. Ömer bundan sonra Ebû Bekir’in yanına giderek Hz. Peygamber (s.a.s.)’e söylediklerini ona da tekrar eder. Hz.Ebû Bekir de: “Onun emrine uy. Zira şehâdet ederim ki, O, Allah’ın Rasûlüdür ve Allah O’nu ebediyyen terk etmeyecektir” cevabını verir. Arkadan sadedinde olduğumuz Fetih sûresi iner. Hz. Peygamber (s.a.s.) sûreyi baştan sona Hz. Ömer’e okur. Hz. Ömer (r.a.): “Yani bu bir fetih
337] Müslim, İmâre 154; Ebû Dâvûd, Cihâd 12; Nesâî, Cihâd 15; İbn Mâce, Cihâd 13
338] 48/Feth, 1-2
339] 48/Feth, 5; Buhârî, Meğâzî 35, Tefsir Feth 1; Müslim, Cihâd 97, h. No: 1786; Tirmizî, Tefsir Feth, h. No: 3259
FETİH
- 89 -
mi?” diyerek hâlâ devam eden üzüntü ve endişesini dile getirir.
Isrardaki hatasını bilâhare anlayarak keffâreti için yıl orucu tutup, köleleri azad edecek olan Hz. Ömer başta olmak üzere, Hz. Ebû Bekir ve diğer pek çok sahabe ittifakla Hudeybiye Sulhü’nün “İslâmın en büyük zaferi” olduğunu ifade etmişlerdir.
Ashâbı belirttiğimiz şekilde üzen husus, umre yapmak niyetiyle Medine’den çıkıldığı halde, o yıl umre yapmadan geri dönmenin, anlaşma şartları arasında yer alması ile, müşriklerden Müslüman olarak Medine’ye iltica edeceklerin Mekkelilere geri verilmesi maddesi idi.340
Enes (r.a.) anlatıyor: “Sabah namazı sırasında Ten’im dağından seksen kişi Rasûlullah (s.a.s.)’ın üzerine geldiler. Niyetleri onu öldürmekti. Yakalandılar. Hz. Peygamber (s.a.s.) onları serbest bıraktı. Bunun üzerine şu âyet indi. (meâlen): “Sizi onlara üstün kıldıktan sonra, Mekke bölgesinde, onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan geri tutan, savaşı önleyen O’dur...”341
Açıklama: Yukarıda kaydedilen âyetin iniş sebebiyle ilgili farklı rivâyetler kitaplarımıza intikal etmiştir. Enes’ten yapılan yukarıdaki rivâyet bunlardan biridir. Ahmed İbn Hanbel’in rivâyetinde bu ani baskın hadisenin Hudeybiye Günü’nde vukua geldiği tasrih edilir. İbn İshak’ın bir rivâyetinde, Rasûlullah’ın (s.a.s.) ashâbından bir kişiyi kaçırmak üzere Kureyş’in gönderdiği 40 veya 50 kişilik bir grubun yakalanması ve sonra da serbest bırakılmaları üzerine bu âyet inmiştir. Keza Mekke’nin savaşsız fethi üzerine indiğine dair rivâyet de yapılmıştır.342
Übey İbn Kâ’b (r.a.), “Allah, peygamberine ve inananlara huzur indirdi. Onların takvâ sözünü tutmalarını sağladı”343 âyetinde geçen “takvâ sözü”nden, Lâ ilâhe illâllah’ın kastedildiğini Hz. Peygamber (s.a.s.)’den işittiğini söylemiştir.344
Açıklama: Âyette işaret edilen takvâ kelimesi nedir? Bunu âlimler farklı şekillerde cevaplamışlardır. Cumhur buna Lailahe illallah demiştir. Bazıları buna Muhammedu’r-Rasûlullah’ı da eklemiştir. Bazıları ise Vahdehu lâ şerike leh kelimesini eklemiştir. Zührî ise takvâ kelimesinin Bismillahirrahmanirrahim olduğunu söylemiştir. O, delil olarak, Hudeybiye Sulhü sırasında müşriklerin anlaşma metnine bu kelime ile başlamayı reddetmiş olmalarını gösterir.
Rivâyetlerde belirtildiği üzere Hz. Peygamber (s.a.s.) bunda ısrar etmez, cahiliye besmelesi olan, bismikallahümme formülüne razı olur. Allah mü’minleri bu kelimeye mecbur eder ve bununla hususiyet kazanırlar vs.
Sahih görüş ilk kaydedilendir. Zira kelime-i tevhid ile Allah’a şirk koşmaktan kaçınılmaktadır. Üstelik kelimetü’ttakvâ’nın lâilahe illallah kelimesi olduğunu te’yid eden yukarıdaki merfu rivâyet de mevcuttur.345
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Bir yerde iki
340] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 4/245-247
341] 48/Feth, 24; Müslim, Cihad 133, h. No: 1808; Tirmizî, Tefsir Fetih, h. No: 3260; Ebû Dâvud, Cihad 130, h. No: 2677
342] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 4/247
343] 48/Feth, 26
344] Tirmizî, Tefsir Feth, h. No: 3261
345] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 4/248
- 90 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kıblenin varlığı uygun olmaz. Müslüman kimseye cizye yoktur.”346 Süfyan merhum der ki: “Bunun mânası şudur: “Bir zımmî, kendisine cizye vermesi gerektikten sonra (vergisini henüz ödemeden) Müslüman olursa, artık bu vergi ondan düşer.”
Muâz (r.a.) demiştir ki: “Kim kendi boynuna cizye akdi yaparsa, Rasûlullah (s.a.s.)’ın gittiği yoldan (sünnetten) berî olmuş olur.”347 Burada “cizye”den murad harâctır. Yani, (satınalma yoluyla) kendini harâca mahkûm eden, tıpkı kitâbîyi cizyeye mahkûm etmek gibi bir davranışta bulunmuştur.
Ebû’d Derdâ (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) efendimiz buyurdular ki: “Kim bir arâziyi haracı ile birlikte (satın) alırsa hicretinden rücû etmiş demektir. Kim de bir kâfirin boynundan zilleti kaldırıp onu kendi boynuna koyarsa İslâm’a sırtını dönmüş olur.”348
Mücemmi’ İbn Câriye el-Ensârî (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte Hudeybiye sulhünde hazır bulunduk. (Sulh yapılıp) oradan döndüğümüz zaman, halk, develerini hızlandırarak (bir yere birikmeye) başladılar. Biz hayretle: “Bu insanlara ne oluyor, (niçin hayvanlarını hızlandırıp bir yere üşüşüyorlar?)” diye sorduk. “Rasûlullah (s.a.s.)’a vahiy gelmiş” dediler. Biz de, halkla birlikte harekete geçip develeri hızlandırdık. İlerleyince Rasûlullah (s.a.s.)’ı Kura’u’l-Gamîm denen349 yerde bulduk. Devesinin üzerinde duruyordu. Halk toplanınca bize Fetih sûresini tilâvet buyurdular. Askerlerden biri: «Yani bu sulh bir fetih midir?» dedi. Rasûlullah (s.a.s.): “Evet!” deyip ilâve etti: “Muhammed’in nefsini kudret elinde tutan Zât’a yemin ederim bu bir fetihtir” buyurdu. Sûre-i celileyi okumaya devam eden Rasûlullah (s.a.s.): “Allah size, ele geçireceğiniz bol bol ğanîmetler vaadetmiştir. İman edenler için bir delil olması ve sizi doğru yola ulaştırması için bunları size hemen vermiş ve insanların size uzanan ellerini önlemiştir”350 meâlindeki âyete kadar351 okudu. (Âyet-i kerimede işâret edilen âcil ğanîmetle) Hayber kastediliyordu. Buradan ayrılınca Hayber’e gazveye çıktık. (Elde edilen ğanîmet ) Hudeybiye’ye katılanlara taksim edildi. Bunlar bin beş yüz kişi idi. Bunlardan üç yüzü süvâri idi. Ğanîmet on sekiz hisseye ayrıldı. Süvâri olana iki yaya olana bir hisse verildi.”352
Haşrec İbn Ziyâd’ın babaannesinden (r.anhâ) anlattığına göre, babaannesi (Ümmü Ziyâd el-Eşceiyye) Rasûllulah (s.a.s.) ile birlikte altı kadından biri olarak Hayber Gazvesine katılır. Kadın der ki: “Bizim de iştirak ettiğimiz Rasûlullah’a (s.a.s.) ulaşınca Hz. Peygamber (s.a.s.) bizi yanına çağırttı. Gittik. Yüzünde öfke okunuyordu. Bize: “Kiminle çıktınız, kimin izniyle çıktınız?” diye çıkıştı. Biz: “Yün eğirip onunla Allah yolunda yardımcı oluruz. Okları (toplar gâzilere) veririz, diye çıktık. Ayrıca yanımızda yaralıları tedavi için ilaç var, yemek de yaparız” dedik. Bunun üzerine: “Öyleyse kalın!” buyurdu. Cenâb-ı Hakk Hayber’in fethini müyesser kılınca, bize de ğanîmetten, tıpkı erkeklere olduğu gibi pay ayırdı.” Haşrec der ki: “Ey babaanneciğim, bu verilen ne idi?” diye sordum. “Hurma idi” diye
346] Ebû Dâvud, Harâc 34, h. No: 3053; Tirmizî, Zekât 11, h. No: 633
347] Ebû Dâvud, Harâc 38, h. No: 3082
348] Ebû Dâvud, Harâc 38, h. No: 3082
349] Mekke ile Medine arasında Usfân'ın önünde bulanan
350] 48/Fetih, 20
351] 48/Fetih, 1-20
352] Ebû Dâvud, Cihâd 155, h. No: 2736, Harâc 24, h. No: 3015
FETİH
- 91 -
cevap verdi.”353
Zührî anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.), kendisiyle birlikte savaşmış olan yahûdilerden bir gruba, ğanîmetten pay ayırdı.”354
“Hangi bir köye varır da orada ikamet ederseniz, hisseniz oradadır. Hangi bir belde de Allah ve Rasûlü’ne isyan ederse o beldenin beşte biri Allah ve Rasûlü’ne aittir ve o (geri) kalan) da sizindir.”355
Abdullah İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) gazveye gönderdiği kimselerden bâzılarına, umumî ğanîmet taksiminden düşecek hisseden ayrı olarak, şahıslarına ait olmak üzere (bir nevi armağan olmak üzere) fazladan ğanîmet verirdi.”356
İbn Mes’ud (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) Bedir günü, Ebû Cehl’in kılıncını bana armağan etti. Ebû Cehl’i, İbn Mes’ud öldürmüş idi.”357
Sa’d İbn Ebî Vakkas (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.), ben yanında otururken, bir grub insana ihsanda bulundu. Ancak onlardan benim daha çok hoşlandığım birine hiçbir şey vermedi. Ben: “Falanca ile aranızda ne var (ona niye vermedin)? Allah’a kasem olsun, ben onu mü’min görüyorum!” dedim. Rasûlullah (s.a.s.): “Müslüman (görüyorum de!)” buyurdu. Sa’d (dayanamayıp) bu kanaatini üç kere söyledi. Rasûlullah (s.a.s.) da her seferinde aynı şekilde karşılıkta bulundu. Sonuncu sefer şunu ekledi: “Ben, nazarımda daha sevgili olana hiçbir şey vermezken, yüzü üstü ateşe düşeceğinden korktuğum insanı kurtarmak için ona ihsanda bulunurum (ihsanda bulunmam sevgime ölçü değildir)”358
“Savaş sırasında kim bir düşmanı öldürür ve bunu ispatlarsa, maktûlün seleb’i (muhâribin yanında silâh, giyecek vs. nevinden bulunan şeyler) kendisinin olur.”359
Seleme İbn’l-Ekva (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) bir seferde idi, müşriklerden bir câsus gelip, ashâbının yanında bir müddet oturup konuştu. Sonra sıvışıp gitti. Rasûlullah (s.a.s.): “(O bir casustur, arayıp bulun ve öldürün!” diye emretti. Ben (erken) bulup öldürdüm. Rasûlullah (s.a.s.) selebini bana bağışladı.”360
Avf İbn Mâlik ve Hâlid İbn Mâlik (r.a.) şunu söylemişlerdir: “Rasûlullah (s.a.s.) selebin katile ait olduğuna hükmetti, selebi ğanîmet malına katarak beşli taksime (humus) tâbi kılmadı.”361
Abdullah İbn Ebî Evfâ (r.a.)’nın anlattığına göre, kendisine: “Rasûlullah (s.a.s.) zamanında, gıda maddelerini humus taksimine tâbi tutar mıydınız?” diye
353] Ebû Dâvud, Cihâd 152, h. No: 2729
354] Tirmizî, Siyer 10, h. No: 1558
355] Müslim, Cihâd 47, h. no: 1756; Ebû Dâvud, Harâc 29, h. no: 3036
356] Buhârî, Hums 15, Meğâzî 57; Müslim, Cihâd 35, h. No: 1749; Muvatta, Cihâd 15, h. No: 2, 450; Ebû Dâvud, Cihâd 35, h. No: 2741-2746
357] Ebû Dâvud, Cihâd 150, h. No: 2722
358] Buharî, Zekât 3, İman 53; Müslim, İman 236, h. No: 150; Ebû Dâvud, Sünnet 16, h. No: 4685; Nesâî, İman 7, 8, h. No: 103, 104
359] Buhârî, Hums 18, Büyû’ 37, Meğâzî 54, Ahkâm 21; Müslim Cihâd 46, h. No: 1571; Muvatta, Cihâd 18, h. No: 2, 454; Tirmizî, Siyer 13, h. No: 1562; Ebû Dâvud, Cihâd 147, h. No: 2717
360] Buhârî, Cihâd 173; Müslim, Cihâd 45, h. No: 1754; Ebû Dâvud, Cihâd 110, h. No: 2653; İbn Mâce, Cihâd 29, h. No: 2836
361] Ebû Dâvud, Cihad 149, h. No: 2721
- 92 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sorulmuştu, şu cevabı verdi: “Hayber günü yiyecek maddeleri de ele geçirdik, kişi gelir, ihtiyacı kadar alır, sonra giderdi.”362
Abdullah İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) zamanında bir ordu ğanîmet olarak yiyecek maddesi ve bal ele geçirdi. Ancak bundan humus alınmadı.”363
Amr İbn Abese (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) kıble istikametinde (sütre olarak) bir ğanîmet devesi bulunduğu halde gerisinde bize namaz kıldırdı. Namaz kılınca, hayvanın yan kısmından bir tutam yün aldı (elinde tutup göstererek): “Ğanîmetinizden humus dışında şu kadarı bile bana helâl değildir. Humus da size iâde edilecek (sizin maslahatlarınızda harcanacak)tır” dedi.”364
Enes (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.)’a Bahreyn’den bir mal getirildi. Rasûlullah (s.a.s.): “Bunu mescide dökün” dedi. Bu mal (şimdiye kadar) Rasûlullah (s.a.s.)’a gelenlerin en çok olanı idi. Rasûlullah (s.a.s.) namaza gitti ve mala hiç nazar etmedi. Namaz bitince gelip malın yanında durdu. Her gördüğüne ondan veriyordu. Derken amcası Abbâs (r.a.) geldi ve:
“Ey Allah’ın Rasûlü, bana da ver. Zîra ben hem kendimin, hem de Akil’in (esaretten kurtuluş) fidyesini verdim!” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) da: “Al!” dedi.
Bunun üzerine o da torbasını iyice doldurdu. Sonra onu sırtlamaya çalıştı, ancak muvaffak olamadı.
“Ey Allah’ın Rasûlü, birilerine söyle de sırtıma kaldırıversin” dedi ise de: “Hayır” cevabını aldı. Bunun üzerine; Abbâs:
“Öyleyse sen sırtıma kaldırıver!” dedi. Yine: “Hayır!” cevabını aldı. Bunun üzerine Abbâs, torbadan bir miktarını döktü, tekrar sırtlamaya çalıştı, yine kaldıramadı. Ve:
“Birilerine söyle sırtıma kaldırıversin!” dedi. “Hayır!” cevabını alınca, yine: “Öyleyse sen kaldırıver” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) buna da “Hayır!” deyince Abbâs bir miktar daha boşalttı, sonra kaldırıp omuzuna koyup çekip gitti.
Rasûlullah (s.a.s.), Abbâs’taki (r.a.) para hırsına taaccübünden, bize görünmez oluncaya kadar gözleriyle onu takip etmişti. Rasûlullah (s.a.s.) tek dirhem kalmayıncaya kadar oradan ayrılmadı.”365
Avf İbn Mâlik (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.)’a fey malı gelince, hemen gününde dağıtırdı. Evliye iki hisse, bekâra bir hisse verirdi.”366
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki:
“Peygamberlerden (aleyhimüsselam) biri, gazveye çıktı da kavmine: ‘Nikâhla bağlanıp, gerdeğe girmek istediği halde henüz gerdek yapmadığı kadını olan benimle gelmesin, kezâ bina yapıp henüz çatısı atılmamış inşaatı olan da gelmesin, keza gebe koyun veya develer satın alıp doğurmalarını bekleyeniniz varsa o da gelmesin’ dedi.
362] Ebû Dâvud, Cihad 138, h. No: 2704
363] Ebû Dâvud, Cihad 137, h. No: 2701
364] Ebû Dâvud, Cihad 161, h. No: 2755
365] Buhârî, Salât 42, Cizye 4, Cihâd 172
366] Ebû Dâvud Harâc 14, h.no: 2953
FETİH
- 93 -
Gazveye çıktı. Derken tam ikindi namazı sırasında veya buna yakın bir zamanda (fethedeceği) beldeye yaklaştı. Güneş’e: ‘Sen bir memursun, ancak ben de bir memurum’ dedi ve Allah’a yönelerek: “Ey Rabbim, şu güneşi bize durdur (da namazımız geçmesin!)’ diye duâ etti. Güneş, o yerlerin fethini Allah müyesser kılıncaya kadar durduruldu. Sonra elde edilen ğanîmetleri topladılar. Toplanan ğanîmetleri yemek üzere ateş geldi. Fakat ateş tatmadı bile. Bunun üzerine Peygamber:
‘İçinizde ğanîmetten çalan bir hırsız var, her kabileden bir kişi bana biat etsin!’ dedi. Bu sûretle ona biat etmeye başladılar. Derken bir adamın eli peygamerin eline yapışıp kaldı. ‘Hırsız bu kabilede. Kabilenin her ferdi bana teker teker biat etsin!” dedi.
Biat etmeye başladılar. İki veya üç kişinin eli O’nun eline yapıştı kaldı. ‘Ğanîmet hırsızı sizde’ dedi.
Öküz başı kadar iri bir altın getirdiler. Ğanîmet yığınının içine o da atıldı. Ateş gelip ğanîmeti yedi.
“Bilesiniz, bizden önce hiçbir ümmete ğanîmet helâl kılınmamıştır. Ğanîmetleri Allah sadece bize helâl kıldı. Bu da, bizde gördüğü aczimiz ve zaafımız sebebiyledir.” 367
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) bir gün kalkıp gulûl’ü (yani ğanîmet malından çalma) hatırlattı, bunun kötülüğünü, günahının büyüklüğünü belirtti ve bu meyanda şunları söyledi: “Sakın sizden birini, kıyamet günü, boynunda böğürmesi olan bir deve olduğu halde bana gelmiş: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, bana yardım et!’ diye yalvarıyor ve kendimi de cevaben: ‘Senin için hiçbir şey yapamam, ben sana tebliğ etmiştim’ der bulmayayım...” Rasûlullah (s.a.s.) bu tarzda hayvanları ve diğer ğanîmet mallarını teker teker zikretti.”368
“Kim ğanîmet hırsızını gizlerse bu da onun gibi olur.”369
Abdullah İbn Amr İbni’l-Âs (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) bir ğanîmet ele geçirilince, Hz. Bilâl (r.a.)’e emrederdi, o da halka yüksek sesle duyulur, askerler de ğanîmet olarak ne ele geçirmişse getirip teslim ederdi. Peygamberimiz (s.a.s.) de önce beşte birini (humus) alır, geri kalanı taksim ederdi.
Bir gün, (Bilâl’in) çağırmasından sonra bir adam kıldan mâmul bir yular getirdi ve:
“Ey Allah’ın Rasûlü, ğanîmet olarak biz de bunu ele geçirmiştik!” dedi.
“Sen, dedi, üç kere bağırdığı vakit Bilâl’i işitmedin mi? O zaman niye getirmedin?”
“Adam, Rasûlullah (s.a.s.)’a (gecikmenin sebebiyle ilgili olarak kabul görmeyen) özürler beyan etti. Ancak neticede şu cevabı aldı:
“Hayır! Bunu senden kabul etmiyorum. Kıyâmet günü sen bununla birlikte geleceksin.”370
Abdullah İbn Amr İbni’l-Âs (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah’ın (s.a.s.) ağırlıklarının başını bekleyen Kerkere denen bir zât vardı, derken vefat etti. Rasûlullah (s.a.s.): “O cehennemdedir!” buyurdu. Bu söz üzerine adamı görmeye gittiler. Üzerinde,
367] Buhârî, Humus 8, Nikâh 58; Müslim, Cihad 32
368] Buharî, Cihâd 189; Müslim, İmâret 24, h. No: 1831
369] Ebû Dâvud, Cihâd 146, h. no: 2716
370] Ebû Dâvûd, Cihâd 144, h. no: 2712
- 94 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ğanîmetten çalınmış bir aba buldular.”371
Zeyd İbn Hâlid (r.a.) anlatıyor: “Hayber Savaşı sırasında Rasûlullah (s.a.s.)’ın ashâbından biri öldürülmüştü. Rasûlullah’a (s.a.s.) haber verildi. “Arkadaşınız üzerine namaz kılın!” dedi (Kendisi cenâze namazını kıldırmadı). Rasûlullah’ın (s.a.s.) sözü üzerine, halkın çehresi değişmiş, (bir soğukluk çökmüştü). Rasûlullah (s.a.s.) açıkladı: “Arkadaşınız Allah için cihad sırasında ğanîmetten çalmıştı!” Bunun üzerine, maktûlün eşyasını karıştırdık. Yahûdilere ait boncuk kolyelerden iki dirhem bile etmeyen bir kolyeyi çalmış olduğunu gördük.”372
“Kim ğanîmetten çalarsa, (bütün) eşyasını yakın, kendisini de dövün.”373
Abdullah İbn Amr İbni’l-Âs (r.a.) anlatıyor: “Hz. Peygamber (s.a.s.), Ebû Bekir ve Ömer (r.a.), ğanîmet hırsızının mallarını yaktılar ve kendisini de dövdüler.”374
Âsım İbn Küleyb (rahimehullah) babası (Küleyb)’den o da ensârî birinden naklederek anlatıyor: “Biz Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte bir sefere çıkmıştık. Sefer sırasında şiddetli bir kıtlık ve sıkıntıya maruz kaldık. Derken, bir ğanîmet ele geçirdik. Askerler, onu hemen yağmalayıverdiler. Rasûlullah (s.a.s.) yaya olarak (teftiş maksadıyla) yanımıza geldiğinde tencerelerimiz kaynamaya başlamıştı bile. Yayı ile tencereleri deviriverdi. Etleri de toprağa buladı. (Hepsini böylece yenilmeyecek hale getirdikten) sonra şu açıklamayı yaptı: “Yağma malı, lâşeden daha helâl değildir” veya (şöyle demişti): “Lâşe yağma malından daha helâl değildir.” (Rivâyetin sonundaki) şek râvilerden Hennâd’a aittir.”375
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: “Biz gazvelerimiz sırasında, bal ve kuru üzüm elde ederdik ve bunları (taksim edilmek üzere, diğer ğanîmet mallarının yanına) kaldırmaz, yerdik.”376
El-Misver İbn Mahreme’ye (r.a.) Amr İbn Avf (r.a.) şunu anlatmıştır: “Rasûlullah (s.a.s.) Ebû Ubeyde’yi (r.a.) Bahreyn’e, oranın cizyesini getirmek üzere yolladı. Mallarla dönünce Ensâr geldiğini işitti. Sabah namazını Hz. Peygamber’le (s.a.s.) kıldılar. Namaz bitince, Rasûlullah’ın (s.a.s.) etrafını sardılar. Rasûlullah (s.a.s.) tebessüm buyurdular ve: “Öyle zannediyorum, Ebû Ubeyde’nin bir şeyler getirdiğini işittiniz” dedi. Hep birlikte: “Evet!” dediler. Bunun üzerine şunları söyledi: “Öyleyse sevinin ve sizi sevindiren şeyi ümid edin. Allah’a yemin olsun, sizler için fakirlikten korkmuyorum. Ben size dünyanın genişlemesinden korkuyorum. Sizden öncekilere dünya genişlemişti de hemen dünya için birbirleriyle boğuşmaya başladılar ve helâk oldular. Genişleyen dünyanın onlar gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum.”377
Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) beni, Zübeyr’i ve Mikdâd’ı gönderdi ve dedi ki: “Gidin Ravzatu Hâh nam mevkiye varın. Orada bir kadın bulacaksınız. Onda bir mektup var, mektubu ondan alın gelin.”
371] Buhârî, Cihâd 190; İbn Mâce, Cihâd 34, h. no: 2849
372] Muvatta, Cihâd 23, h. No: 2, 458; Ebû Dâvud, Cihâd 143, h. no: 2710, Nesâî, Cenâiz 66, h. no: 4, 64; İbn Mâce, Cihad 34, h. no: 2848
373] Tirmizî, Hudûd 28, h. No: 1461; Ebû Dâvûd, Cihâd 145, h. No: 2713
374] Ebû Dâvud, Cihâd 145, h. no: 2715
375] Ebû Dâvud, Cihâd 138, h. No: 2705
376] Buhârî, Humus 20
377] Buhârî, Rikâk 7, Cizye 1, Megâzî 11; Müslim, Zühd 6, h. no: 2961; Tirmizî, Kıyâmet 29, h. no: 2464
FETİH
- 95 -
Gittik. Atımız bizi çabuk götürdü. Ravza’ya geldik. Kadınla karşılaşınca: “Mektubu çıkar!” dedik. Kadın: “Bende mektup yok!” dedi. “Ya mektubu çıkarırsın yahut senin elbiselerini soyarız!” diye ciddî konuştuk. Saç örgülerinin arasından mektubu çıkardı. Onu Rasûlullah’a (s.a.s.) getirdik. İçerisinde şu vardı: “Hâtıb İbn Ebî Belte’a tarafından, Mekke’de olan bazı müşriklere yazılmıştı. Rasûlullah’ın (s.a.s.) (sefer hazırlığı ile ilgili) faâliyetlerini haber veriyordu. Rasûlullah (s.a.s.) (Hâtıb’ı çağırarak): “Ey Hâtıb, bu da ne?” diye sordu. Hâtıb: “Ey Allah’ın Rasûlü, bana kızmada acele etme. Ben Kureyş’e dışardan katılan bir adamım. Ben onlardan değilim (aramızda kan bağı yok). Senin beraberindeki muhacirlerin (Mekke’de) akrabaları var. Mekke’deki mallarını ve âilelerini himaye ederler. Bu şekilde nesebten gelen hâmilerim olmadığı için oradaki yakınlarımı himaye edecek bir el edineyim istedim. Bunu katiyyen küfrüm veya dinimden irtidadım veya İslâm’dan sonra küfre rızamdan dolayı yapmadım” dedi. Rasûlullah (s.a.s.): “Bu bize doğruyu söyledi!” dedi. Hz. Ömer atılarak: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bırak beni, şu münâfığın kellesini uçurayım!” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) da: “Ama o Bedr’e katıldı. Ne biliyorsun, belki de Allah Teâlâ Hazretleri Bedir ehlinin hâline muttali oldu da: “Dilediğinizi yapın, sizleri mağfiret etmişim” buyurdu. Bunun üzerine Allah Teâlâ Hazretleri şu vahyi indirdi: “Ey iman edenler! Benim düşmanımı da kendi düşmanlarınızı da dostlar edinmeyin. (Kendileriyle aranızdaki) sevgi yüzünden onlara (peygamberin maksadını) ulaştırırsınız (değil mi?) Hâlbuki onlar Hak’tan size gelene küfretmişlerdir”378
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) (Mekke’nin) Feth(i) gazvesini Ramazan ayında yaptı.”379
Urve İbn Zübeyr rahimehullah anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) Fetih senesinde (Mekke’ye müteveccihen) yürüyünce, bu haber Kureyş’e ulaştı. Ebû Süfyan İbn Harb, Hakim İbn Hizam, Büdeyl İbn Verkâ haber toplamak üzere şehrin dışına çıktılar. Yürüyerek ilerleyip Merrü’z-Zehrân nâm mevkîne kadar geldiler. Bir de ne görsünler; her tarafta ateşler yanıyor, tıpkı Arafat’ta hacıların yaktığı ateşler gibi. Ebû Süfyân şaşkın: “Bu da ne? Sanki Arafat’taki ateşler!” der. Budeyl İbn Verka, “Beni Amr’ın ateşleri olmasın?” der. Ebû Süfyân: “Ama, Beni Amr’ın ateşi bundan az olmalı!” der. Rasûlullah (s.a.s.) devriyelerinden bazıları bunları görür yaklaşır ve tevkif edip, Rasûlullah’a (s.a.s.) getirirler. Ebû Süfyan müslüman olur.
Yürüdükleri zaman Abbâs’a (r.a.): “Sen Ebû Süfyân’ı şu dağın burnunda durdur da müslümanları görsün!” buyurur. Tenbih edildiği şekilde Hz. Abbas, Ebû Süfyân’ı (hâkim bir noktada) durdurur. Kabileler, Rasûlullah’la (s.a.s.) birlikte bölük bölük Ebû Süfyân’ın önünden geçmeye başlarlar. Bir bölük geçer, Ebû Süfyan sorar: “Ey Abbas bunlar kim?” “Bunlar Beni Gıfar!” der. Ebû Süfyan: “Bana ne Gıfâr’dan?!” der. Sonra Ceheyne kabilesi geçer. Ebû Süfyân aynı şekilde sorar, aldığı cevaba benzer muKâbelede bulunur. Arkadan Süleym geçer. Ebû Süfyân aynı şekilde sorar, aldığı cevaba benzer muKâbelede bulunur. Derken bir bölük gelir ki, bu öncekilerden çok farklıdır. Yine sorar: “Ey Abbâs bunlar kim?” “Bunlar, der Abbas, Ensârdır. Başlarında Sa’d İbn Ubâde, beraberlerinde de bayrak var!” Sa’d der ki:
“Ey Ebû Süfyân, bugün savaş günüdür. Bugün Kâbe’nin (orada kan dökmenin)
378] Mümtehine 1; Buhârî, Meğâzî 9, Cihâd 141, 195, Tefsir Mümtehine 1, İsti'zân 23, İstitâbe 9; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 161; Ebû Dâvud, Cihâd 108, h. no: 2650, 2651; Tirmizî, Tefsir Mümtahine, h. no: 3302
379] Buhârî, Megâzî 47, Savm 34, Cihâd 106; Müslim, Sıyâm 88, h. no: 1113
- 96 -
KUR’AN KAVRAMLARI
helâl addolunacağı gündür!” Ebû Süfyân Abbâs’a: “Ey Abbâs! (Sen Mekkelisin) bugün muhafaza vazifeni yapacağın en iyi fırsat. Görelim seni (şehri yağmalatma)” der. Derken bir bölük daha geçer. Bu geçenlerin sayıca en küçüğü. Bunların içinde Rasûlullah (s.a.s.) ve (yakın) ashabı var. Rasûlullah’ın sancağı da Zübeyr İbnü’l-Avvâm (r.a.)’ın elindedir. Rasûlullah (s.a.s.) Ebû Süfyân’ın yanından geçerken, Ebû Süfyân: “Sa’d İbn-Ubâde’nin söylediğini biliyor musun?” der.
Rasûlullah (s.a.s.): “Ne demişti?” diye sorar. Ebû Süfyân: “Şunu şunu söyledi” diyerek (yukarıda kaydedilen sözlerini) hatırlatır. Bunun üzerine Rasûlullah: “Sâd İbn Ubâde yanıldı. Bilakis, bugün Allah’ın Kâbe’nin şânını yücelttiği bir gündür; bugün Kâbe’ye örtünün giydirildiği bir gündür!” dedi. Rasûlullah (s.a.s.), sancağının (Mekke’nin Batı ve Kuzey cihetinde yer alan iki dağdan biri olan) el-Hacun’a dikilmesini emretti. Hâlid İbn Velîd’e (r.a.), şehre Mekke’nin üst kısmından, Kedâ’dan girmesini ferman buyurdu. O gün Halid İbn Velîd’in süvârilerinden iki kişi öldürülür: Hubeyş İbn’l-Eş’ar ve Kürz İbn Câbir el-Fihrî (r.a.).”380
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: “Abbas, Ebû Süfyan İbn Harb’i getirmişti, Merrü’z-Zahr’dan müslüman oldu. Abbâs (r.a.) dedi ki: “Ey Allah’ın Rasûlü, Ebû Süfyân, şereflenmeyi seven bir kimsedir. (Onun şerefleneceği) bir şey yapsanız!” “Doğru söyledin! (şehre girerken ilân edin): “Kim Ebû Süfyân’ın evine girerse emniyettedir, kim kapısını kapar (evinden dışarı çıkmazsa) emniyettedir, kim silahını atarsa o da emniyettedir. Kim Mescide (Kâbe’ye) girerse o da emniyettedir!”381
Cabir (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.), Fetih sırasında Ömer İbn’l-Hattâb’a, Bathâ’da iken Kâbe’ye gelip oradaki bütün sûretlerin (putların, heykellerin) ortadan kaldırmasını emretti. Rasûlullah (s.a.s.) oradaki bütün sûretler ortadan kaldırılmadıkça Kâbe’ye girmedi.”382
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.), Fetih günü Mekke’nin yukarı kısmından, devesinin üzerinde olarak ilerledi. Terkisinde de Üsâme İbn Zeyd (r.a.) vardı. Beraberinde Hz. Bilâl ve (Kâbe’nin) hâciblerinden olan Osman İbn Talha da vardı. Mescid-i Haram’da devesini ıhtırdı. Osman’a Kâbe’nin anahtarını getirmesini emretti. Osman annesine gitti. Ancak kadın anahtarı vermekten imtina etti. Osman: “Vallahi ya anahtarı verirsin ya da şu kılıç belimden çıkacaktır!” dedi. Kadın anahtarı verdi. Osman Rasûlullah’a getirdi. Aleyhissalâtu vesselâm kapıyı açıp, Betyullah’a girdi. Onunla birlikte Hz. Üsâme, Bilâl ve Osman da girdiler. Gündüzleyin içinde uzun müddet kaldı, sonra çıktı. Halk (içeri girmede) yarış etti. Abdullah İbn Ömer ilk giren kimseydi. Girince, Bilâl’i (r.a.) kapının arkasında ayakta duruyor buldu.
“Rasûlullah (s.a.s.) nerede namaz kıldı?” diye sordu. Bilâl, Aleyhissalâtu vesselâm’ın namaz kıldığı yeri işaret ederek gösterdi. Abdullah der ki: “Kaç rek’at kıldığını sormayı unuttum.”383
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: “Allah Teâlâ, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Mekke’nin fethini nasib edince, halkın içinde kalkıp, Allah’a hamd ve senâ ettikten sonra
380] Buhârî, Meğâzî 48
381] Ebû Dâvud, Harâc 25, h. no: 3021, 3022
382] Ebû Dâvud, Libâs 48, h. no: 4156
383] Buhârî, Cihâd 127, Salât 30, 81, 96, Teheccüd 25, Hacc 51, 52, Meğâzî 77, 48; Müslim, Hacc 389, h. no: 1329
FETİH
- 97 -
dedi ki: “Allahu Zülcelâl, Mekke’yi filin girmesinden korumuştur. Mekke’lilere Rasûlünü ve mü’minleri Mûsâllat etti. Mekke(de savaşmak) benden önce hiç kimseye helâl edilmedi. Bana da bir günün muayyen bir zamanında helâl kılındı. Benden sonra da kimseye helâl edilmeyecek. Onun avı ürkütülmemeli, otu yolunmamalı, ağacı kesilmemeli. Buluntular da ancak sahibi aranmak kasdıyla alınabilir. Kimin bir yakını öldürülmüşse, o kimse iki husustan birinde muhayyerdir: Ya diyet alır ya da ölünün âilesi kısas ister (katil öldürülür).” Abbâs (r.a.): “Ey Allah’ın Rasûlü! İzhir otu bu yasaktan hâriç olsun! Zira biz onu kabirlerimizde ve evlerimizde kullanıyoruz!” dedi. Rasûlullah da: “İzhir hâriç!” buyurdu.384
Vehb (rahimehullah) anlatıyor: “Hz. Cabir (r.a.)’ a sordum: “Mekke fethedildiği gün, herhangi bir şey ğanîmet kılındı mı?” “Hayır!” cevabını verdi.”385
Cabir (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) Mekke’ye girdiğinde sancağı beyaz, üzerindeki sarığı ise siyahtı.”386
Vâsile İbn’l-Eska’ (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) Tebük Gazvesine katılmak için çağrıda bulundu. Ben hemen ehlime gittim. Gazveye gitmeye yöneldim. Rasûlullah’ın ashâbının ilk kısmı yola çıkmıştı bile, Medine’de seslenmeye başladım: “(Ğanîmetten gelecek) hissesi taşıyana olacak bir kimseyi (devesiyle) taşıyacak bir kimse yok mu?” diyordum. Ensâr’dan yaşlı bir zât: “Kendisini münâvebe ile bindirmem ve yiyeceğini de vermem karşılığında (savaştan elde edeceği) hissesi bize olmak kaydıyla götürürüm!” dedi. Ben: “Anlaştık!” dedim. Ensârî:
“Öyleyse Allah’ın bereketi üzere yürü!” dedi. Böylece en hayırlı bir arkadaşla yola çıktım. Allah ğanîmet de nasib etti, hisseme bir miktar deve isabet etti. Bunları sürüp, (beni devesine olan Ensariye) getirdim. Adam çıkıp devesinin havıdındaki çullardan biri üzerine oturdu ve: “Bu develeri sen geri sür!”dedi. Sonra tekrar: “Sen bu develeri ileri sür, (bana getirme)!” dedi ve ilâve etti: “Ben senin bu develerini değerli görüyorum” dedi. Vesile de: “Bu başlangıçta anlaştığımız şarta göre senin ğanîmetin!” dedim. Ama Ensârî: “Ey kardeşimin oğlu, ğanîmetini al. Ben senin bu maddî payını istememiştim (sevâba, mânevî kazanca iştirak etmeyi düşünmüştüm)” dedi.”387
Fetih, İşgal ve Terör
1 Ocak tarihi, müslümanlar için önemli bir gündür. 31 Aralık gecesinde şuurlu müslümanlar bir kutlamaya katılırlar; Kutlamaya ve muhâsebeye. Elbette noel değildir kutlanan. Hıristiyanların tanrı kabul ettikleri bir zâtın doğum günü değildir değerlendirilen. 1 Ocak, müslümanlar için bir senenin israf edilip defterinin dürülmesi ve yeni bir yılın başlangıcının delice kutlanılması değil; Câhiliyye denilen karanlık bir çağın kapatılıp yeni bir çağın açıldığının bütün dünyaya ilânı olan en büyük fethin, Mekke fethinin yıldönümü ve fethin değerlendirildiği gündür.
İnsanları hayra yönelterek hayırlı ümmet olma şuurunu ve yeryüzünün halîfesi olma sorumluluğunu kuşanan fetih rûhuna sahip müslümanlar, gündem
384] Buhârî, İlim 39, Lukata 7, Diyât 8; Müslim, Hacc 447, h. no: 1355; Ebû Dâvud, Menâsik 90, h. no: 2017
385] Ebû Dâvud, Harâc 25, h. no: 3023
386] Ebû Dâvud, Cihâd 76, h. no: 2592; Tirmizî, Cihâd 9, h. no: 1679
387] Ebû Dâvud, Cihad 123, h. no: 2676
- 98 -
KUR’AN KAVRAMLARI
oluşturmak zorundadır. Başkalarının tâyin ve tespit ettiği gündemlerin arkasından koşan basit taklitçiler durumuna düşmemelidirler. Gündemimiz: Yılsonu, yılbaşı değil; Mekke fethidir.
Nedir Fetih? Fetih, kalplerin ve kapıların açılmasıdır. Fetih, kelime-i tevhidin, içine girip fethettiği gönlün, heyecanını dışa taşırıp başkalarını da kuşatıp yararlandırmasıdır. Şâirin; “Ballar balını buldum / Kovanım yağma olsun!” dediği cinsten, tattığı güzellikleri, başkalarına ikram etmektir fetih. Fetih, Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur!” diyen muvahhidin, tüm ilâh taslaklarına ve tüm putlara meydan okumasıdır. Karşısındaki, hangi dilden anlıyorsa, o dilden anlatmaktır. En büyüğün, sadece Allah olduğunun dünyaya ilânıdır fetih.
Fetih, küfür kalelerinin İslâm’a açılması demek olduğu kadar, gönül kapılarının da hidâyete açılmasıdır. İster dış, ister iç fetihten, isterse her ikisinden beraberce bahsedelim, cihadsız, mücâhedesiz fetih olmaz.
Fetih, Allah’ın kullarını kullara kulluktan kurtarıp sadece Allah’a kul etme eyleminin zaferle sonuçlanmasıdır.
Fetih, toprakları ele geçirip işgal etmek değil; tam tersine, her şeyi sahibine iâde etmektir. İçimizde ve çevremizdeki işgalleri kaldırmaktır.
Fetih, müslümanların ülke veya şehirleri i’lâ-yı kelimetullah amacıyla İslâmiyet’e açmaları, İslâm devleti idâresine almaları demektir. Arapça’da “açma, yol gösterme, hüküm verme, gâlibiyet ve zafere ulaştırma” anlamlarına gelen feth, terim olarak İslâm’da meşrû görülen savaşlar hakkında cihad kavramına benzer şekilde, müslümanların gayrı müslimlerden gerçekleştirdikleri toprak kazançlarını tarihte ve günümüzde bilinen diğer istilâ ve sömürü savaşlarından ayırmak amacıyla kullanılmıştır.
Fetih, öncelikle ve daha çok, kalbi ve aklı İslâm gerçeğine açmak, ikinci olarak da İslâm mesajının önündeki engelleri kaldırmak, insanın kalbine ve aklına ulaşmayı mümkün kılacak ortamı hazırlamak anlamına gelir. Medine’nin savaşsız fethedilmesi ve İslâm’a kazandırılması hakkında Rasûlullah’ın “Ülkeler ve şehirler zorla alınır: Medine ise Kur’an ile fethedilmiştir” dediği kaydedilir.388 “Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsân ettik”389 meâlindeki âyet, askerî bir zaferin değil; Mekke’li müşriklerle hicrî 6, milâdî 628 yılında yapılan Hudeybiye Antlaşması’nın arkasından inmiştir.
Fetih sûresinin 18 ve 27. âyetlerindeki “fethan karîbâ/yakın fetih” ibâresi Hudeybiye Antlaşmasından sonraki Hayber’in fethine, Nasr sûresinin 1 ve Hadîd sûresinin 10. âyetlerindeki “el-feth” kelimesi ise, Mekke’nin fethine işâret etmektedir. Böylece Kur’ân-ı Kerim’de fethin hem savaş, hem dâvet ve tebliğ yoluyla gerçekleştirilebileceği açıklanmış bulunmaktadır.
En mübîn, en büyük fetih olan Mekke’nin fethi ise; Allah’ın hükmünün yeryüzünün kalbine nakşedilmesi; Lâ ilâhe illâllah mührünün dünyanın merkezine vurulmasıdır.
Yeryüzünde halîfe olabilmek için, tüm kulluk ve kölelikleri reddedip sadece
388] Belâzûrî, Fütûhu'l-Büldân, I/6
389] 48/Fetih, 1
FETİH
- 99 -
Allah’a hakkıyla kulluk yapmak şarttır. Kulluk yapmak yani ibâdet etmek için yöneleceğimiz bir kıbleye ihtiyacımız olacaktır. Aynen başkalarına kulluk yapanların kıblelerinin Washington, Çankaya, Medya... olduğu gibi. Bizim kıblemizi tâyin eden Rabbimiz: “Yüzünü Mescid-i Harâm’a çevir” buyuruyor.390 Bu emre uyarak kıblemize yüzümüzü çevirip dikkatlerimizi Mekke’ye yöneltmeli, oraya doğru “Allahu ekber!” diyerek kıyâma durmalıyız. Bugün Mekke’miz ne durumdadır? Yeniden fethi bekleyen Mekke’mize yüzümüzü çevirip kıyâmımızı bekleyen başka Mekke’lerimiz olup olmadığını değerlendirmeliyiz. İslâm âleminin kalbi durumunda olan Kâbe ve Mekke ile, yine işgal altındaki kendi kalplerimizi mukayese etmeliyiz. Asr-ı Cehâlette Ebû Cehiller tarafından, arzın kalbi Kâbe ve Mekke nasıl işgal edildi ve putlarla doldurulduysa; arzın halîfesi olması gereken insanımızın kalbi de işgâle uğrayıp putlarla dolduruldu. Önce, bu putlardan uzaklaşmalı, hicret edecek Medine’ler bulmalı; sonra Mekke’lerimizi fethedip oraların sadece Allah’a kulluk yapılacak yerler olmasını sağlamalıyız.
Bu anlamda fetihler bekleyen Mekkelerimiz: Gönüllerimiz, evlerimiz, çevremiz ve halîfesi olduğumuz/olmamız gereken tüm dünyamızdır.
Allah’a ibâdet eden, Kâbe’ye, Mekke’ye yönelmiş müslümanlar, ilk kıblelerinin de halini düşünmek zorundadır. Kudüs’ümüz, Mescid-i Aksâ’mız ne durumda? O da fetih beklemiyor, yeni Salâhaddin’leri imdâda çağırmıyor mu?
Cemaat halinde dünya müslümanları gerçekten kıblelerine yönelip kıyâma dursalar, bu işgal, yerini fethe kısa bir anda bırakmaz mı? Cemaat ve ümmet bilinci içinde dünya müslümanları olarak hepimiz, fetih şuuruyla Mekke fâtihleri gibi davransak; Filistin’deki zulüm, Irak’taki vahşet, karşımızda kaç dakika dayanabilir?
Kimdir Fâtihler ve Fâtih Adayları? İnsan, yeryüzünün halîfesi olarak, ahsen-i takvîm üzere (en güzel biçimde) yaratılmıştır.391 Bu kerem vasfını, ancak müslümanlar devam ettirmiş, diğerleri dört ayaklılardan aşağı seviyeye düşmüştür.392 Peki, müslümanların hepsi, Allah katında aynı değerde midir? Hucurât sûresinde; “Allah yanında sizin en üstününüz en takvâlı olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır.”393 buyrulurken, Nisâ sûresinde; “Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı... Allah mücâhidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle fazîletli kıldı.”394 buyrulurmaktadır. Zümer sûresinde ise üstünlük konusunda şöyle denilir: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”395 Demek ki bilenler yani âlimler bu âyete göre üstün ve fazîletli kimselerdir. Bu üç âyette üç ayrı şahsiyetin fazîleti ifâde edilmektedir. Peki, en kıymetli kimse, Kur’an’a göre kimdir, düşündünüz mü? Yukarıdaki âyetlerden yola çıkarak cevaplayabiliriz: Takvâ sahibi, cihad eri âlim. Ya da ilim erbâbı, müttakî mücâhid. Veya cihad rûhuna sahip, ilimde derinleşmiş, müttakî gönül adamı.
Bilindiği gibi, takvâ kalptedir; ilim kafada, cihad da bilekte, kas gücünde. Fazîletin esası, bu üç gücü dengeli bir şekilde birleştirmektedir. İlim olmadan
390] 2/Bakara, 144
391] 2/Bakara, 30; 95/Tîn, 4
392] 95/Tîn, 5; 7/A'râf, 179
393] 49/Hucurât, 13
394] 4/Nisâ, 95
395] 39/Zümer, 9
- 100 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kaba kuvvet, sahibini kolayca zâlim ya da terörist yapabilir. Takvâ olmadan bilgi, hatta vahye dayalı ilim bile müşrik düzenin destekçisi Bel’am yapabilir kişiyi. İlim olmadan da takvâ gerçekleşmez. Çünkü Allah “Kulları içerisinde ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar.”396 buyurmaktadır. Dolayısıyla öğrendikleri, kişiyi Allah’tan, daha fazla huşû ile korkutup takvâya meylettirmiyorsa, öğrenilenler ilim; öğrenen kişi de âlim değildir.
Allah nazarında en üstün olan kişi, gönlünü, bileğini ve kafasını birlikte güçlendiren ve bu dengeli gücü Allah yolunda kullanabilen kimsedir.
Bugün İslâmî çalışma yapanların başarısızlıkları, saâdet asrının yıldızlarına çağdaş ayna olamaması, bu altın sentezi yapamamaları, bu bütüncül bileşim için ciddî gayret göstermemeleriyle ilgilidir. Bileği güçlü ve cesâreti ya da maddî imkânı olan müslümanın ilmi yetersiz kalmakta; dışından takvâ sahibi olduğu zannedilen kişiler, ellerine gücü, kafalarına bilgiyi yerleştirememektedirler. Âlim zannedilen kişilerin çoğu ise, cihad rûhuna yeterince sahip olamadıklarından, korkup İslâm’ı ketmetmekte/gizlemekte, kafaları kadar gönüllerini doldurmayı da düşünmemekteler. Fili olduğu gibi tanımlaması gerekenler, tuttuğu parçayı fil zannetmekle kalmamakta, başkalarını da bu organın fil olduğuna inandırmaya çalışmakta, hatta gözü açık olanların da bu körebe oyununa katılmasını istemekteler.
Fetih rûhuna sahip olmanın önündeki en önemli engel bu olduğuna göre, fâtih olmanın yolunun da nereden geçtiği ortaya çıkmaktadır. Kur’an’a bakıyoruz; İman ve küfrü, tevhid ve şirki, bunların aralarındaki savaşı görüyoruz. Tarihe bakıyoruz; tarihin hak ve bâtıl mücâdelesinden ibâret olduğunu görüyoruz. Günümüze bakıyoruz; manzara yine aynı: İşgalci müstekbirler ve zulme uğrayan müstaz’af kalabalıklar.
Anadolu, 10. ve 11. yüzyıllarda gönül ve kafa yoluyla fethedildi; kılıçla değil. Moro, Malezya, Endonezya gibi ülkeler, İslâm’ı yeterince bilen, bildiğini yaşayan yaşadığını tebliğ eden müslüman tüccarlar tarafından kılıçsız fethedildi. Aynen kan dökülmeden fethedilen Mekke gibi. Mekke; fetihte de önder şehir. En büyük fetih, Mekke’nin fethi; en büyük fâtih de Hz. Muhammed (s.a.s.). O, Mekke’nin, Medine’nin, Tâif’in, Hayber’in, tüm Arap yarımadasının fâtihi olduğu gibi, O’nun öğrencileri, O’nun izini tâkip ederek 30 sene içinde o günkü dünyanın iki süper devletinin ikisini de fethetti. Fetihler, Mekke’nin fethine benzediği oranda fetih, fâtihler de Peygamber’e benzediği ölçüde fâtihtir. Gönülleri fethetmeden yapılan ülke fetihlerinin ne kadar fetih özelliği taşıdığı tartışılabileceği gibi, bunlar uzun süreli de olamaz. Başlarında büyük fâtihin (Rasûlullah’ın) izini tâkip eden yöneticiler olmaksızın ele geçirilen yerler, fetihle ihyâ edilen yerler değil; işgal ile imhâ edilen topraklar olacaktır.
Fetih; açmak demektir yani kapalılığı gidermek. Bir memleketin fethi de, savaşla veya savaşsız Allah’ın hâkimiyetine boyun eğdirilmesi demektir. Kalbin fethi ise, kalbi “lâ” süpürgesiyle temizleyip “illâ Allah”ı o tertemiz gönül sarayına yerleştirmektir. Fetih, önce gönüllerimizde olmalı; sonra dalga dalga çevreye yayılmalı. Gönüller her türlü şirkten ve her çeşit puttan arınmalı öncelikle. Önce kalbimizin burçlarına dikmeli ve orada her an dalgalandırmalıyız tevhid
396] 35/Fâtır, 28
FETİH
- 101 -
bayrağını. Kurtulmayan kurtaramaz. Kendini fethedemeyen hiçbir şeyi fethedemez. Gönül kapısını tevhid anahtarıyla açabilen kimsenin önünde nice kapalı kapılar kolayca açılacaktır. Allah bir göğüste iki kalp yaratmadığı için,397 bir kalp ya Allah’a tahsis edilmiştir ya da başka bir şeye. Kalp Allah’a tahsis edilmişse, o kalp Beytullah olur.398 Böyle bir kalp artık Kâbe’ye, bu mukaddes evin bulunduğu Mekke’ye dönmüştür. İşte o zaman Mekke’mizi fethetmiş, işgalcilerden, putlardan temizlemiş oluruz. Mekke’nin şehirlerin anası399 ve dünyanın merkezi olduğu gibi; vücudun başkenti de kalptir. Kalbin fethi, insanın fethidir; insanların fethi de ülkenin ve dünyanın.
Allah’tan gayrıya tahsis edilmiş, Allah’ı sever gibi başka sevgilerle dolmuşsa, işgal edilmiştir gönül. Şeytanın, tâğutun, hevânın işgali altındadır. Veya para, kadın, sanat, spor, makam gibi putlar tarafından işgale uğramış demektir. Böyle bir gönül, ne Mekke’nin fethini, ne de başka fethi anlayabilir. O kalp ve sahibi için 31 Aralık gecesi Fetih gecesi değil; yılbaşı gecesidir. Beytullah olması gereken kalpte putlar varken, orayı fethedip özgürlüğüne kavuşturmadan Mekke fethini ve Beytullah Kâbe’deki putları deviren en büyük fâtih Rasûlullah’ı nasıl an(lay)acağız? Beytullah da, Mekke de içimizde. Fetih önce gönülde ve kafada olmalı. Sonra evimizde, iş yerimizde, çevremizde...
Günümüzde istismar edilmeyen kavram kalmamış, ifrât veya tefrîte kurban edilmeyen erdemden söz edilemez olmuştur. Fetihle işgal, ıslâh ile ifsâd, amel-i sâlih ile eylem, cihad ile terör, huzur ile anarşi, özgürlük ile başıboşluk, sabır ile zillet, tedbir ile korkaklık, cesâret ile delilik, tedrîcilik ile ihmalkârlık, ilim ile faydasız bilgi, takvâ ile şekilcilik, tebliğ ile propaganda, dâvet ile çığırtkanlık, denge ile aşırılık, istikrar ve sebat ile anlık heyecan ve geçici heves birbirine karıştırılmıştır. Gönül, kafa ve bileklerin dengeli beslenmediği ve birbirleriyle uyumuna önem verilmediği ortamlarda bu karışıklıktan başka bir şey beklemek zâten cehennemde saraylar aramaya kalkmak demektir.
Terör: Silâh Olarak Kullanılan Kaypak Bir Kavram: Kendileri fesatçı/terörist birer zâlim olan Firavun ve yandaşları, kendilerini ıslahatçı olarak görüyor, toplumu ıslah etmek isteyen Mûsâ (a.s.)’ya fesatçı/bozguncu/terörist damgası vuruyor ve halkı onun aleyhine kışkırtıyorlardı. Derin devletin yetkilileri Firavun’a şöyle baskı yapıyordu: “Mûsâ’yı ve milletini, seni ve tanrılarını terk edip yeryüzünde bozgunculuk/terörizm yapsınlar diye, bırakacak mısın?”400 Firavun da şöyle demişti: “Bana izin verin de Mûsâ’yı öldüreyim. O, Rabbine yalvaradursun. Onun, sizin dininizi değiştireceğinden veya yeryüzünde fesat çıkaracağından (terör uygulayacağından) korkuyorum.”401
Her farklı inanç mensubu, kendisine göre bir “terör” tanımı yapar; her görüşün farklı bir “terörist”i, daha doğrusu bu damgayla yaftalandırdığı farklı kimseler vardır. “Öteki” kavramı, bazı saldırgan düşüncelere sahip müstekbirlerde “terörist” demektir. Yani ya dostları, kendi çıkarlarına ters düşmeyen yardakçıları vardır; ya da teröristler. Her çeşit terör eylemleri yapan bir kimse, kendi çıkarlarına
397] 33/Ahzâb, 4
398] 50/Kaf, 16; 8/Enfâl, 24
399] 6/En'âm, 92
400] 7/A'râf, 127
401] 40/Mü'min, 26
- 102 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ters düşmüyor, hele hele kendi düşmanlarına karşı bu eylemleri sürdürüyorsa, o terörist değildir; o bir “özgürlük savaşçısı”dır. Ama, terör saldırılarına karşı kendini savunan “öteki” hemen damgayı yer: Terörist! Ülkeler için de damgalandırma bundan farklı değildir: Terörist ülkeler ya da teröre destek veren ülkeler diye listeye alınanlar, emperyalist ABD’nin çıkarlarına ters düşen ülkelerdir daha çok. Ve hiçbir zaman en büyük terörist devlet İsrail nedense bu listede yer almaz. Tâliban, Hizbullah, Filistin’deki İntifâda hareketi, istişhâdî (gönüllü şehidlikle ilgili) eylemler kesin bir şekilde terörist ilân edilirken BBC, CNN ve her ülkedeki kukla medya tarafından; İsrail’in yaptıkları terör filân değil; meşrû müdâfâdır, terörist avıdır, savaştır. Amerika’nın Irak’taki, Afganistan’daki, Afrika’daki sivil halka bombalar yağdırması hiç de terör diye damgalanmaz. Çıkarlarına uygunsa Apo ve benzerleri bir özgürlük gerillası; değilse, terörist oluverir. Terörü yerinde cezâlandırmak için yapıldığı söylenen Irak savaşı esnâsında ve sonrasında Irak’taki PKK’ya tavır alınmaz, hatta yardım edilir. Kimlerin planlayıp icrâ ettiği hâlâ netlik kazanmayan 11 Eylül 2001 saldırısının terörist eylem olduğu konusunda kimsenin şüphesi yoktur ama; bu olay bahanesiyle Afganistan’ın yerle bir edilmesi, Irak’ta petrol yerine oluk oluk insan kanının akıtılması ve söz konusu eylemle hiç ilgisi olmayan binlerce sivilin savaş, intikam, suçluların cezâlandırılması gibi sloganlarla vahşîce öldürülmesinin terörizm kavramıyla ilişkisi sorgulanmaz.
Birey ve gruplar terörist kabul edilirken, devletler çoğunlukla bu tanımın dışında tutulur. Halkın zâlim devlete karşı tavrı terördür de, devletin kendi halkına her türlü zulmü revâ görmesi veya başka ülkelerdeki halkları toplu kıyımlara uğratması terör kabul edilmez. Hâlbuki fesat anlamındaki terör, en büyük çapta ve en yoğun şekilde devletler tarafından sürdürülmektedir. İki dünya savaşında mâsum halkların acımasızca öldürülmesi, atom bombalarıyla iki şehrin yerle bir edilmesi ve hemen devamlı olarak sürdürülen müslüman halklara karşı katliâmlar, haksız saldırı ve savaşlar, terör örgütü diye tanımlanan dünyanın tüm bireysel ve grupsal eylemleriyle kıyaslanamayacak kapsamdadır. İsrail ve onun müstemlekesi durumundaki ABD ve onlara destek veren ülkelerin yönetimindeki zihniyet ortada durduğu müddetçe, dünyada haksız savaşlar yani terör ve fesat ortadan kalkmayacaktır. Haksız savaş en büyük bir terör şekli olduğu gibi, terör de bir savaş şeklidir. Terör, daha çok; askersiz ve toprak sınırı olmayan bir savaştır. Günümüzde en etkili ve önemli terör, emperyalist devletlerin yapmış oldukları terördür.
Devlet erki, askerî saldırganlığa karşı yapılan direnişe terörizm adını vermektedir. Sözgelimi, İsrail, BM tarafından Lübnan ve Filistin bölgelerini yasadışı bir şekilde işgal ettiği için sürekli kınanmasına rağmen, İsrail devleti bu işgale direnenlerin eylemlerini terörizm olarak tanımlamaktadır. Şartları ne olursa olsun Lübnanlı ve Filistinlilerin direnişleri istisnâsız terörist hareketler olarak isimlendirildiği halde, İsrail’in, Amerika’nın ülkeleri işgali yamyamlık ve barbarlığı terör kapsamına sokulmaz!
Filistinliler, evlerinin yıkılmasına ve siyonist işgale karşı direniş yapma hususunda uluslararası tanınmış bir hakka sahiptirler. Batı medyası hiçbir zaman dile getirmese de İsrail bir devlet terörü uygulamaktadır. Bu şekliyle terörizm, siyasi olarak kendisine anlam yüklenen bir terimdir. Batı medyası, terörizm kelimesini müttefiklerinin ve yandaşlarının muhâliflerine karşı kullandığı zaman adâletsiz davranmakta ve haksızlığın en büyüğünü de direnişin kendisine yapmaktadır.
FETİH
- 103 -
Medya kurbanları, akı kara ve karayı ak gösterme konusunda büyülü güç olan medyanın yönlendirdikleri, Filistinlilere karşı saldırganlıklarla dolu bir tarihe sahip olan İsrail’in nasıl oluyor da terörizmin ana kurbanı olarak gösterilebildiğini eleştirel bir şekilde düşünemezler. Sözde bilgi(!) çağında güç, kelime ve imajlardadır. Bugünün savaşları daha çok kelimeler ve kavramlarla yapılıyor. Silâh yerine medya bombardımanı kullanılıyor. Bütün olay, saldırganların kurbanlarını terörist olarak tanımlamasıdır. Fiilî olarak uzlaşılmayan tanımlamaların propaganda yoluyla normalleşmiş tanımlar ve kavramlar olmasına, eleştirel düşünceye sahip olamayan ve düşünme yerine seyretmeyi seçen medya yönlendirmesine açık izleyicilerin çoğunun katkıda bulunduğunu görüyoruz.
Aynen laiklik ve demokrasi gibi batının çoğu kavramları kaypaktır. İçlerini işlerine geldiği gibi doldururlar. Helvadan putlarıdır bu kaypak kavramlar modern putperestlerin, aynı zamanda da Truva atları. Terörizm kavramı, terör suçlaması da terör kadar tehlikeli bir silâhtır.
ABD, komünizmin çöküşünden sonra dünya egemenliğini sağlamak için etki alanına çeşitli dayanaklar getirmeye çalışmaktadır. Batı, terörizm ve fundamentalizmden korktuğundan daha çok İslâm’dan korkmakta ve dünyayı korkutmaktadır. Çünkü Batı bu iki özelliği de kendi bünyesinde barındırmaktadır. Batıyı asıl korkutan İslâm’ın kendine has bir dünya görüşüne sahip olmasıdır. Kendi zâlim düzenlerinin tek alternatifi, istikbalde en büyük açılımlara aday tek nizam İslâm olduğundan, İslâm’ı ve müslümanları terörize etmek, tek “kurtarıcı din”i “mahvedici din” diye gösterip “İslâmî terör” yaftasıyla insanların gözünden düşürmek istemektedirler. Allah’ın diniyle kendilerine yakışan tarzda kahpece savaş açmaktadırlar: Allah’ın râzı olduğu tek din İslâm olduğu için bu tâbir, öncelikle Allah’a yapılan en büyük hakarettir, O’na savaş açmak, O’nun nûrunu üfleyerek söndüreceğini sanmaktır. İRA’yı veya Batıdaki bir terör hareketini “Hıristiyan terörizmi” diye, İsrâilli siyonistlerin vahşetini “Yahûdi terörü” diye adlandırmazlar. Hiç “yahûdi terörizmi” “siyonist terörist” yoktur; ama “müslüman terörist”, “İslâmî terör örgütleri” vardır bu yaftalamada.
Batı tarihi eleştirel bir şekilde incelendiğinde İslâm’ın her yerde karşısına çıktığını görecektir. Batının kendini tanımlamasında şiddet, merkezî bir rol oynamaktadır. Batı inanılmaz derecede şiddet mirasına sahiptir. Batılılar tarafından yalnızca 20. y.y.da, kendilerinin sebep olduğu iki dünya savaşında ve icat ettikleri irili-ufaklı savaşlarda bir milyondan fazla insan öldürülmüştür. Bu şiddetin meşrûluğu ciddiyetle ele alınıp tartışılmadığı için Batı, suçlarını ve güvensizliğini terörist damgasıyla müslümanlara yansıtmaktadır.
Terörizm birtakım siyasî ve askerî kazanımlar elde etmek için sivillerin öldürülmesi ya da sindirilmesi şeklinde tanımlanabilir. Fakat bu tarz bir tanımlama Batı için tehlikelidir. Çünkü bu tanımı duyan birisi kalkar, Hiroşima’daki, Nagazaki’deki sivillerin bombalanmasını ya da Dresden, Kamboçya, Vietnam, Afganistan, Irak... bombalamalarını tartışmaya açar ve bu bombalamaların hepsini terörizm olarak isimlendiriverir. O yüzden böyle bir tanımlama medyada kullanılmaz. Egemenler için belirsiz, kesin olmayan, sık sık değişen kavramlar daha faydalıdır.
“Terörizm”, bu geç modernite döneminde Batı dünyası için gerekliliktir. Teröristler “kötü öteki”yi temsil etmektedirler. Onlar bitmez tükenmez kötü kişilerdir. Teröristler soğuk savaş dönemi savaşçılarının mesleklerini kaybetmemelerini
- 104 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sağlarlar ve hatta millî güvenlik organlarına, silâh ve mühimmat sanayilerine canlılık getirirler. Öyle ya, gerçek terör olmasa, sanal terörizm insanlara öcü gibi gösterilmese, Batının dev silâh teknolojisi ve silâh ticareti nasıl gerçekleşecek? İslâm’ın önlenemeyen yükselişi, hıristiyanların dinlerini sorgulayıp müslümanlığı seçişi nasıl frenlenecek?
Irak Savaşı adlı büyük terörizmden sonra orayı işgal eden terörist Amerika, oradan Ortadoğuyu tümüyle kontrol etmek ve kendine göre terörist kabul ettiği İslâmî hareketlere müdâhale edip, Amerikancı İslâm(!) anlayışını, o ülkelerdeki kendi piyonu konumundaki yöneticilerin de yardımıyla halka dayatmak istemektedir.
İslâm’ın Cihad Anlayışı: İslâm’ın cihad anlayışı, bambaşka bir şeydir. Cihad; cehdin yani hayırlı hedefe ulaşmak için tüm gayretin seferber edilmesinin belirişi, insanı insan yapan değerlerin çiğnenmesi durumunda başvurulan her türlü kavga ve savaşın adıdır. Şartları doğmuş bir savaş, insanın yolunu tıkayan engelleri aşmanın olmazsa olmaz şartıdır. Bütün mesele, savaşın şartlarının doğup doğmadığının iyi belirlenmesi ve seyrinin Kur’anî ruha uygun biçimde ayarlanmasıdır.
Cihad ve savaşta birinci gâye, âhiretimiz için bir ticâret yapmaktır.402 Cihadın ve savaşın bazı külfet ve meşakkatleri olsa da, bunlar, insanın acıklı azaptan kurtulması yanında hafif kalırlar. Yolumuzu aydınlatmak için malımızı yakmak, cehennemde yanmamak için gerekirse İbrâhim gibi dünya ateşlerine atılmak, dinimizin izzeti için canımızı incitmek, birtakım zorluklara, sıkıntılara katlanmak gerek. Dolayısıyla canla cihad yani Allah için savaş, başkalarını öldürüp cehenneme göndermek için değil; nefsimizi ve diğer nefisleri cehennemden kurtarmak için yapılır. Yanmaktan kurtulan hamiyetli insanların yapacağı ilk iş, başkalarının imdâdına koşmak değil midir? Cihad, bu yönüyle, insan kurtarma savaşının adıdır. Eğer birtakım insanların hak ve hakikate ermesine bir başka grup engel oluyorsa bunlarla savaş yapmak da cihaddır. Yeryüzünü sadece Allah’a kulluk yapılan bir mescid haline getirmek için tüm coğrafyalarda zulmün her çeşidine dur demek, globalleşen küfre karşı intifâdayı küreselleştirmektir.
Savaşta maksat ne olmalıdır? Bu sorunun cevabını iki maddede özetleyebiliriz: “Bize saldıran yahut saldırıya hazırlanan düşmana karşı kendimizi müdâfâ etmek” ve “zâlim devletlerle savaşarak, insanlığa hürriyet ve hidâyet yolunu açmak.” “Dinde zorlama yoktur.”403 Ancak, cennet yolunu zorla kapamak isteyenlere karşı da cihaddan, kıyâmdan başka çare yoktur. Bununla birlikte, sulh/barış daha hayırlıdır.404 İslâm’ın anlamlarından biri de barış ve selâmettir, esenlik ve huzurdur.
Canla cihadda yani Allah için savaşta hedef, öldürmek değil; diriltmektir. Ölü kalpleri diriltmek, sönük fikirleri aydınlatmak, donuk hissiyatlara can vermek. İnsanları yurtlarından etmek değil; onlara ebediyet yurdunu kazandırma gayretidir cihad. Bu diriliş hareketinin önüne çıkanlar ölümü hak etmiş olurlar. Çokların hayat bulması için, belli bir azınlığın ölmesi gerekiyorsa buna da “evet” dememiz gerek. Aksi halde çoğunluğa zulmetmiş oluruz. Elmalılı Hamdi Yazır,
402] 61/Saff, 10-11
403] 2/Bakara, 256
404] 4/Nisâ, 128
FETİH
- 105 -
savaşı, ıslah harbi ve ifsâd harbi diye ikiye ayırır ve mü’minlere emredilen savaşın ıslah harbi olduğunu beyan eder. Cihada çıkan mü’minleri de “azâba hak kazanmış bir kavme Hakk’ın azâbını tatbik etmeye memur bir el” olarak görür. O halde, savaşı bir ibâdet anlayışıyla yapmak ve bu ibâdetin kurallarına en ince ayrıntılarına kadar uymak gerekiyor. “Antlaşma yaptığınızda Allah’ın ahdini yerine getirin.”405emrine uyulacaktır. “Size savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın. (Allah’ın koyduğu) Sınırları aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.”406 fermânına kulak verilecek, his ve hevese kapılmaktan, aşırı gitmekten sakınılacaktır.407
Terör ile Cihadın Birbirine Karıştırılması: Birbirinden çok farklı şeyler olan, biri beşerî biri Rahmânî, biri yıkma biri yapma, biri ifsâd biri ıslah anlamında biri cehennemi biri cenneti çağrıştıran çok farklı iki kavramı bile maalesef birbirine karıştırma becerisini(!) gösteren insanlar çıkabiliyor. Terör ve cihad/kıtâl kavramları biri İslâm’ın düşmanları, diğeri İslâm’ın akılsız dostları tarafından olmak üzere iki şekilde karıştırılmaktadır. İslâm ve hak düşmanları, müslümanların saldırgan ve işgalci düşmanlara karşı kendilerini ve dinlerini savunmalarını terör diye damgalarken, cihadla terörü karıştırmış olmakta veya kasden birbirine tümüyle zıt iki şeyi aynı göstermeye çalışmaktalar. Bazı akılsız dostların iyi niyetle de olsa cihad zannıyla bazı terör olaylarına bulaştıklarını veya bu iki farklı konuyu zihinlerinde kesin hatlarla tam ayıramadıkları da görülen bir vâkıadır. Bir müslüman; terör, fesat, anarşi ile cihad ve kıtâli karıştırmaz, karıştırmamalıdır. Günümüzde İslâm’ın cihad hükümlerini de, ülkenin durumunu da, “savaşçı” ve “savaş alanı” konusunu da, safların ayrılmamış ve karmakarışık oluşunu da doğru ve yeterli şekilde yorumlayamayan çok az sayıdaki bazı gençler, cihad eylemi diye iyi niyetle terör eylemlerine girişebiliyor, en azından oyuna getirilip kullanılabiliyorlar. Bu, hem kendilerinin vebali, hem de İslâm’ı itham altına bırakıcı, tebliğin önünü tıkayıcı işlevleri yönüyle İslâm’a gölge etme vebalidir.
Medyanın ve resmî makamların verdiği haberler iyice araştırılmadan doğruluğu tasdik edilmemelidir.408 Bu konuda ihtiyat payı bırakarak olayların zâhirinden veya kamuya gösterildiği şeklinden yola çıkıldığında, ikiz kuleler konusunda ve İstanbul’daki bombalama olaylarında bazı müslümanların piyon olarak kullanıldığı anlaşılıyor. Arkalarında bulunan derin ve karanlık güçlerin, büyük istihbârât örgütlerinin oyununa gelen yarım bilgili ve yarım akıllı gençlerin kullanılmasıyla hem terörle mesajlarını veriyor, hem de suçu İslâm’a yükleyebiliyorlar. Bu gençlerin İslâm’a ve müslümanlara verdikleri zararı düşünemeyecek kadar yetersiz oldukları ve kullanıldıkları görülmektedir. Bu tür eylem hayalinde olanlar, İslâm’ın kesin hükümlerinin, peygamberlerin tavırlarının meşrû savaş dışında böyle cinâyetlere cevaz vermek bir tarafa, büyük bir suç kabul ettiğini unutmamalılar. Bu tür olaylara açıktan cevaz veren İslâm âliminin hemen hiç bulunmadığını, bulunamayacağını düşünmeliler. Üzerinde çokça spekülasyon yapılan terörün mesajı ve hedefi açık: Hedef İslâm ve müslümanların kötü gösterilmesi. Bu olaylardan en büyük zararı müslümanlar ve dinleri gördüğüne göre, planlayanların ve esas gücün müslümanlar olamayacağı, onların düşmanlarının olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor.
405] 16/Nahl, 91
406] 2/Bakara, 190
407] Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, Zafer Y. 2/162
408] 49/Hucurât, 6
- 106 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Haklarına, hürriyet ve canlarına kastedildiği her yer ve zamanda müslümanların cihad halinde olmaları en doğal hakları ve hatta görevleridir. Bu bakımdan İslâmî kurtuluş hareketi ve mücâdelelerini terörizm olarak değerlendirmek, gerçek terörizmi ve teröristleri himâye etmektir.
İslâmî ıstılahta ve Kur’an’da terör kelimesi “fesâd” ve “ifsâd” kavramıyla karşılanır. Kur’an penceresinden baktığımızda Allah’a isyan eden her müşrik ve müslüman geçinen her münâfık fesatçıdır yani terörist. Allah’a açıkça isyan, yeryüzünü fesâda vermek yani terörizm olarak kabul edilmiştir. Çünkü İslâmî hükümler, insanların huzuru için vaz’ olunmuş kanunlardır. İnsanlar bu hükümlere sımsıkı sarıldıkları zaman, düşmanlık ortadan kalkar ve herkes kendi ameliyle meşgul olur. Böylece hem yeryüzünün/doğanın, hem de orada yaşayan insanların salâhı gerçekleşir. Ancak, insanlar İslâm’a sarılmayı bırakıp, herkes kendi nefsinin arzuladığı şeyleri yapmaya başlarsa, o zaman fesat/terör ortaya çıkar. Mesele bu açıdan ele alınırsa, yeryüzündeki fesâdı ve fesâdın kaynağını tespit etmek kolaylaşır. Kâfirler ve münâfıklar, gayr-ı meşrû tüm amelleriyle fesat üretmektedir.
Özellikle zâlim yöneticiler ve Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen politikacılar, toplumlarında kötülüğü ve fesâdı yaygınlaştırırlar. Firavun ve yandaşları fesatçı/terörist oldukları halde;409 Firavun düzenine karşı çıkan ve sosyal ıslah programı öneren Hz. Mûsâ, karşı çıktığı düzen tarafından bozgunculuk suçlamasıyla, fesatçı/terörist diye damgalanıyor;410 vatan hâini, bölücü olarak görülüyor; halka böyle gösterilmek isteniyordu. Her devirde kâfirlerin tavrının farklı olmadığı, küfrün tek millet olduğundan aynı tavrı sahnelediği, günümüz dünyasındaki belirgin benzerliklerle değerlendirilebilir.
Kur’an, fesat üreten birey ve kitlelerin, insanların karşısına barışçı ve ıslah edici rolünde çıkabileceklerini de söylemektedir.411 Sulh/barış taraftarı gözüken nice sahte barışçılar vardır. Bunlar barışçı kimliğiyle savaşların en gaddarcasını yapmakta, ıslah adına yeryüzünü ifsat etmektedirler. İnsanları mahvetmenin adına kurtarmak denilebilmekte, Firavunlara Mûsâ adı verilmekte, nice sahte kahraman ve sahte kurtarıcılar insanları ifsat etmektedir. İsrâil örneğinde görüldüğü gibi terör devlet tarafından yapılabildiği gibi, Amerika örneğinde olduğu gibi savaş adıyla da yapılmaktadır. Medya, sanat, fikir, ahlâk yoluyla, ekonomi, teknoloji ve en önemlisi politika yoluyla yapılmaktadır. Üç-beş gencin işgalci ve savaşçı olmayan, halktan üç-beş kişiyi haksız yere öldürmesi elbette İslâm’ın onaylamayacağı bir terördür. Ama bundan çok daha tehlikeli terör, milyonlarca insanın âhiretini mahvedecek tarzda onların gönüllerini ve kafalarını işgal etmektir. Fesâdın yaygınlaşması konusunda tâğûtî düzenlerde alabildiğine yarış vardır. Zâlim politikacılar, fitne ve fesat kumkuması boyalı basın, ahlâksız kanallar, câhiliyye özelliklerini savunan çoğu kurumlar, fesat yarışında şeytanı bile geride bırakma gayretindedirler. Münkir-müşrik kâfirler ve “ben de müslümanım” diyen münâfıklar, gayr-ı meşrû amelleriyle fesat üretmektedir.
Fesâdın her türünden, terörizmin her çeşidinden, saldırganlık, işgal ve çirkin savaşın her görünümünden kurtulmak için, tek bir yol vardır. Dünya barışı, salâh
409] 28/Kasas, 4; 7/Arâf, 103
410] 7/A'râf, 127; 40/Mü'min, 26
411] 2/Bakara, 11
FETİH
- 107 -
ve îmârının, bireysel ve toplumsal huzurun tek bir kaynağı vardır. O da bir adı barış ve selâmet olan İSLÂM.
İslâm, Ülkeleri Kılıç Zoruyla Alarak Değil; Gönülleri Fethederek Yayılmıştır
Peygamberimiz (s.a.s.) yalnız ve yalnız kendisine veya İslâm’a saldıran, kendisine karşı komplo düzenleyen veya İslâm düşmanlarıyla gizli anlaşmalar yaparak onlarla suç ortaklığı eden, el altından onlara yardımda bulunan kimselere karşı savaşmıştır. Çünkü O, İslâm’ın gerçeklerini evrensel bir şekilde çizip belirleyen, müslümanların kendileriyle barış içinde yaşayan kimselerle savaşamayacaklarını açıklayan eşsiz bir şahsiyettir, o âlemlere rahmet olarak gönderilen merhamet peygamberidir. İslâm da bir anlamı barış olan dinin adıdır.
“İslâm” kelimesi, anlamı barış demek olan “silm” kökünden türemiştir. Barış kökeninden ismi türetilmiş olan bir dinin kitabında savaştan söz edilmesi derinlemesine akletmeyen kimseler tarafından yadırganabilir. Ancak Kur’ân-ı Kerim, hayaller ve ütopyalar üzere kurulu bir kitap değildir. Bir şeyin olmamasını istemek başka, onun varlığını kabul etmek başka bir şeydir. Savaş, insanlık tarihiyle birlikte var olmuş ve var olmaya devam edecektir. Henüz insan yaratılmazdan önce melekler, insanın yeryüzünde kan döken ve fesat çıkaran bir varlık olacağını söylemiş, Yüce Allah da, bu iddialarının gerçekleşmeyeceğini belirtmemiştir. Tarih de bunu isbat etmektedir.
Din karşıtı tavır takınanların ileri sürdükleri hususlardan biri de, dinlerin savaşlara sebep olduğudur. Ama hiç kimse, dinlerin yönetimler üzerinde etkisinin bulunmadığı günümüzde ortaya çıkan savaşların, hem yoğunluk, hem de tahribatları bakımından dinlerin yönetimler üzerinde etkili oldukları dönemlerden daha az olduğunu söyleyemez. Aslında dinler, insanların mutluluğunu ve barış içerisinde yaşamalarını hedef edinirler. Özellikle İslâm dini açısından meseleye baktığımızda sırf inançtan kaynaklanan savaşların varlığını iddia edebilmek için, bunun, Kur’an’a dayandırılması gerekir. Din inancı ve dinî ilimler sâfiyetlerini korudukları müddetçe dinin savaşlara sebep olduğu söylenemez.
İslâm düşmanları, İslâm’ın silâh zoruyla yayıldığı iddiasını ortaya atmaktadır. Bu ya gaflet ve cehâletle veya kasıt ve ihânetle yapılan bir değerlendirmedir ve tümüyle yanlıştır. Kur’an’da saldırı savaşına işaret edebilecek bir husus bulunmamaktadır. Bilakis, müslümanlara savaş açmış yahut müslümanları yurtlarından çıkarmış kimselerle savaşılması ve onların bu yaptıklarından vazgeçmeleri durumunda da savaşa son verilmesi istenmekte, hatta müslümanlara savaş açmamış kimselere iyilik yapılmasında bir sakınca bulunmadığı belirtilmektedir.412
Savaşın sebebi, bütünüyle müslümanlara yapılan haksızlıklardan kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte, İslâm toplumuna düşmanlık ve haklarına tecâvüz olmaksızın, sırf İslâm dinini inkâr etmesi nedeniyle bir ülkeye savaş açılabileceğini ileri süren İslâm hukukçuları olmuştur. Bu hukukçulara göre, o ülkenin sınırına gidilir ve savaşmadan önce onlara üç şey teklif edilir. Önce müslüman olmaları istenir ve İslâm’ı kabul ettikleri takdirde mal ve canlarını kurtaracakları; bundan
412] 2/Bakara, 190-194; 60/Mümtehıni, 8-9
- 108 -
KUR’AN KAVRAMLARI
böyle müslümanlarla aynı statüye kavuşacakları söylenir. Bunu kabul etmedikleri takdirde, kendi dinlerinde kalabilecekleri, fakat müslümanların hâkimiyetine girip cizye vermeleri teklif edilir. Bu iki şıkkı da kabul etmedikleri takdirde, kendileriyle savaşılacağı bildirilir. Bu barış seçeneklerini kabul etmedikleri takdirde de kendilerine savaş açılır.
Diğer bazı hukukçular ise, İslâm dininin, vatandaşlarına tebliğ edilmesine engel olanlarla savaşılabiceğini söylemişlerdir. Bu görüşü ileri sürenler, İslâm’ın evrensel bir din oluşunu ve Peygamber’in, İslâm dinini bütün insanlara tebliğ etmekle görevlendirilmiş olmasını görüşlerine temel alırlar. Şunu belirtelim ki, ne öncekiler ve ne de bu görüşte olanlar, İslâm dininin zorla dayatılacağını savunmuyorlar. İnsanların bu dinle karşı karşıya gelmelerini; isterlerse inanacaklarını ve istemezlerse inanmayacaklarını belirtiyorlar.
Birinci grup, müslüman olmayan yönetimlerin, vatandaşlarının, İslâm’la karşılaşmalarına ve müslüman olmalarına engel olacaklarını ileri sürerken; ikinci grup, bunun pratikte ispatlanmış olmasını şart koşarlar. O halde ikinci gruba göre, inançların ifade edilmesine ve insanların inandıkları gibi yaşamalarına engel olmak, savaş sebebidir. Ancak bunun fiilen ispatlanmış olması gerekir. Birinci gruba mensup olanlar: Küfür bizâtihî büyük bir cinâyettir. Bu cinâyetin devamına göz yumulamaz. Bu sebeple fırsat bulunduğunda, müslüman olmayanlarla savaşmak gerekir, derler. Hâlbuki küfrün savaş sebebi olamayacağı ortadadır. Zâten o ülke toprakları, İslâm ülkesine katılacak olsa bile isteyen, kendi dinini devam ettirir. Çünkü Kur’an, inanç konusunda bir dayatmanın olamayacağını açıkça ifâde etmektedir.
Düşman ülkenin sınırına varıldığında, onlara üç şeyin teklif edilmesi meselesine gelince; bunlar, savaş sebebi oluştuktan sonra yapılacak tekliflerdir. Buna göre onlara önce müslüman olmaları teklif edilir. Bunu kabul etmedikleri takdirde, cizye vermek kaydıyla müslüman ülkenin vatandaşı olmaları istenir; bu iki teklifi kabul etmedikleri takdirde kendileriyle savaşılacağı haber verilir. Savaş sebebi oluştuktan sonra yapılan bu tekliler de, İslâm’ın savaşa başvurmak istemediğini gösterir. Ama savaşın sebepleri oluştuktan sonra, ilk iki teklifi de kabul etmezlerse, savaştan başka yol kalmadığından dolayı savaşa başvurmak câiz görülmüştür.
Tebliğ için savaşın câiz olacağı meselesine gelince; dinin ulaştırılmasında tâkip edilecek metot şu âyette açık bir şekilde ifade edilmektedir: “Hikmetle, güzel öğütle, Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin, yolundan sapanları en iyi bilen O’dur ve O, hidâyete tâbi olanları/yola gelenleri de en iyi bilendir.”413 Savaş, bu âyette zikredilen hikmetle, güzel öğütle ve güzel mücâdele ile de bağdaşmaz. Kaldı ki, âyetlerde savaşın nedenleri zikredilmektedir ve bunların hiçbirinde İslâm’ın, savaşılan ülkenin vatandaşlarına ulaştırılması savaşa sebep olan bir unsur şeklinde zikredilmemektedir. Dini tebliğ etmenin diğer yollarına başvurmak yeterlidir. Ulusların birbirleriyle ilişkileri, herhalde savaştan ibâret değildir. Din dâvetçisi göndermek, ticaret ve daha başka ilişkiler, dinin tebliğ edilmesi için uygun vâsıtalardır. Bu araçlar mümkün değilse, mümkün olanlarıyla yetinilir. Örneğin Malezya’ya, Endonezya’ya, Hindistan’a, Çin ortalarındaki bölgelere ve daha başka bölgelere, müslüman tüccarlar kanalıyla İslâm
413] 16/Nahl, 125
FETİH
- 109 -
yayılmıştır. Ayrıca tarih boyunca müslümanların hiç savaşmadıkları bölgelerde yaşayan müslümanların nüfus miktarının, savaş yapılan bölgelerde yaşayanların nüfus miktarından çok daha fazla olduğunu burada belirtmeliyiz. Gerçi müslümanların savaştıkları bölgelerde de, söz konusu savaşların, durup dururken yapılmadığı, bilakis karşı tarafın savaşa sebep olacak davranışlarda bulunduğu bir vâkıadır. Elbette tarih boyunca müslümanların bu konuda hiçbir hata işlemediklerini söylemek istemiyoruz. Yapılan savaşların genelde savunma savaşı olduklarını anlatmak istiyoruz. Herhalde hiçbir dinin veya düşüncenin tarihi, bu konuda İslâm’ın tarihi kadar temiz değildir.
İslâm’da cihad ve kıtâl, bir savunma savaşı olduğundan dolayı, Kur’ân-ı Kerim’de savaşa katılmayanlar şiddetle kınanmıştır. Çünkü cihada katılmayanlar, kendi toplumlarını ve vatanlarını savunma görevini yerine getirmemekte, esâret içerisinde bir hayatı, özgür bir hayata tercih etmektedirler.
Dinin tebliği için gerektiğinde savaşılacağını; çünkü Peygamberimizin peygamberliğinin evrensel olduğunu ve bu peygamberliğe insanların muhâtap olmaları için gerekirse savaşa gidilebileceğini ileri süren hukukçuların, bu gerekçeleri de, artık günümüzde geçerli değildir. Çünkü günümüz açısından mesele değerlendirildiğinde, dinin tebliğ edilmesi için başka ülkelere gitmeye gerek yoktur. Zaten günümüzde müslümanlar, dünyanın her tarafında bulunmaktadır. Ayrıca günümüz teknolojisiyle ulaşılmayan bölge yoktur. Yeter ki dini doğru anlatan ve yaşayanlar bulunsun.414
İslâm savaşları, suçsuz halka saldıran, malları yok eden, atom bombalarıyla her şeyi harap eden, binaları yıkan, tabiatı bile kemiren yirminci yüzyılın savaşlarına, toplu kıyımlarına bütünüyle zıttır. Müslümanlar, ne orman kanunlarından, ne de güçsüzü ezen güçlünün zorbalığından ilham almışlardır. İslâm savaşçılarının uymak zorunda olduğu kanunlar, İlâhî bir kaynaktan gelmektedir. Bu kanunlar, ezilenlerin zorbalara karşı savunmasının hiçbir yerde rastlanmayan muhteşem örneğini vermek ve müstaz’afların zâlim müstekbirlerden hakkını en güzel bir yolla alma mücâdelesini gerçekleştirmek ve hakkı hâkim kılmak için gönderilmişlerdir. “Biz ise diliyoruz ki, o yerde za’fa uğratılanlara (müstaz’aflara) lutfedelim, onları (hayırda) önderler yapalım, onları (kâfirlere) vârisler kılalım.”415 İslâmî savaş; sebebi, başlayışı, cereyanı, bitişi ve yenilenlere yapılacak işlemler açısından tamâmen âdil ve bâtıla karşı hakkı savunan, gerçekten İlâhî bir savaştır.
Savaştan korkanların her şeye rağmen bir barış sağlanması dileği, bir bakıma emperyalizme boyun eğmek anlamına gelir.
İslâm barış dinidir. Ve biz onu cihadla koruyacağız. “Cihad” ve “barış”, birbirine karşıt değil; özdeş kavramlardır. Çünkü bu, barışı yok eden saldırılara karşı bir barış savunusu, barışı hâkim kılma mücâdelesinin adıdır.
Barış güzeldir, ancak barış için savaşılabilir. İslâm, lügat ve terim anlamı olarak gerçek barıştır. Barışı tüm dünyada gerçekleştirmek için İslâm’ı tüm dünyaya hâkim kılma gayreti gerekmektedir.
Evet, biz barış savaşçılarıyız. Ne zulmederiz ve ne de zulme boyun eğeriz.
414] M. Sait Şimşek, Kur'an'ın Ana Konuları, s. 282-286
415] 28/Kasas, 5
- 110 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İnsanlar inandıkları gibi yaşasınlar ve düşündüklerini özgürce ifade etsinler istiyoruz. Biz Hakk’a tâbiyiz ve hak sahiplerinin hakkını savunuruz.
Barış kula ya da devlete ya da servete boyun eğme; onun rabliğini ve hükümranlığını kabul etme olayı değildir. Nefsinin hevâsının esiri olanlar da aslında kaybedilmiş bir savaşı ifade eder. Barış, bir esâret stratejisi değildir.
İslâm’da barışın teminatı, insanların birbirlerinin hak ve hukukuna riâyet etmesidir. Dinde zorlama olmaması ve herkesin dininin kendine âit olması ve müslümanların tek yanlı bir deklerasyonla, başkaları kendilerinin bu haklarını korumasalar bile, meşrû zeminde bütün insanların mallarını, canlarını, namuslarını, akıl ve inançlarını, bütün canlıların nesil emniyetlerini koruması yönünde bir taahhüde sahip bulunması ile aktif bir barış politikası üretmektedir. İslâm âdil ve kalıcı bir barışın teminatıdır ve barışa yönelik tecâvüzlere karşı da insanları kışkırtır. Onun içindir ki, İslâm peygamberi hem savaş, hem de barış peygamberidir.
Fuhşun, alkolün, uyuşturucuların, işretin, kumar ve öteki ahlâksızlıkların zEbûnu olmuş boş vermiş insanların gerçek anlamda inanç ve ideolojileri yoktur. Bu yozlaşmaya karşı ise inanca dayalı çözüm yolları üretmek zorundayız. Belki insanları uyuşturarak barışçı edilgen topluluklar üretilebilir, ama böyle bir yaklaşımla barış toplumuna ulaşılamaz. Bu, gizli ve sessiz bir terör yöntemi olarak değerlendirilebilir.
İnsanların kendi ideolojilerini dayatmaları ve başkalarını bu dine ya da ideolojiye boyun eğmeye zorlamaları bir başka savaş türü olacaktır ki, bu tür dayatmalara karşı biz savaşa hazır olmalıyız. Müslümanlar kendi içinde ve kendi inanç kardeşleri arasında barışı sağlamak zorundadırlar. Çünkü Allah ve Rasûlü bizi barışa çağırır. Dinde tartışmaya girenler ve birbirlerinin ayıbını araştıran ve birbirlerine karşı kötü söz ve kötü fiil sahipleri korkutucu bir günle uyarılır.
“Size karşı savaş açanlara, Allah yolunda olarak savaşın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları (haddi aşanları) sevmez.”416 Kur’ân-ı Kerim’den ve Peygamber’in sünnetinden çıkarılan savaşla ilgili hükümler yakından izlenir ve incelenirse, savaşa götüren sebebin ve savaş amacının hiçbir şekilde istemeyenlere İslâmiyeti zorla kabul ettirmek isteği olmadığı ve savaşın zorunlu bir sosyal sistem olarak ortaya çıkmadığı görülür. Hz. Peygamber’in, daha çok, saldırıyı önlemek için savaşa girdiği açıkça ortaya çıkar.
İslâm’da savaş, asla dini zorla kabul ettirmek için yapılmaz. Bu konuda Allah’ın hükmü açıktır: “Dinde zorlama yoktur. Hakikat, iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır.”417. Kur’an, dinî itaatsizliği yasaklar. İnanca sataşmak, bir şahsa sataşmaktan daha kötüdür. “Fitne, katilden beterdir.”418
Savaş, saldırıyı püskürtmek için yapılır. “Kim size saldırırsa siz de ona muKâbele bilmisil olacak kadar saldırın (ileri gitmeyin). Allah’tan korkun. Bilin ki Allah muttakîlerle/takvâ sahipleriyle beraberdir.”419 Kur’an, mü’minlere saldırmayanları “kendileriyle iyi geçinilmesi gereken kimseler” olarak görür. Ama müslümanlara saldırdıkları anda düşman saflarında yer alırlar: “Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi
416] 2/Bakara, 190
417] 2/Bakara, 256
418] 2/Bakara, 191
419] 2/Bakara, 194).
FETİH
- 111 -
yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adâletli olanları sever. Allah yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa, işte zâlimler onlardır.”420
Saldırıyı önlemek söz konusu olduğu zaman, savaşın meşrû görülmüş olmasına rağmen, Kur’an, saldırının ilk işareti görülür görülmez, hemen savaşa girilmesine izin vermez. Hatta saldırı bilfiil başladıktan sonra bile, savaşa meydan vermeden, mümkünse onu durdurmaya çalışmayı tavsiye eder: “Eğer herhangi bir cezâ ile muKâbele edecek olursanız ancak size revâ görülen cezânın misillemesiyle yapın. Sabrederseniz, andolsun ki bu, tahammül edenler için elbet daha hayırlıdır.”421 İşte oldukça açık yargılar taşıyan bu âyetler ispat etmektedir ki, Peygamber (s.a.s.) ve ondan sonra gelen erdem sahibi yüce sahâbeler tarafından açılan savaşların sebebi, bir dâvâyı, bir düzeni veya bir dini, başkalarına zorla kabul ettirmek değil; aksine, bir saldırının önünü almaktı.
Bir de, karşımıza, önemi hiçbir zaman küçümsenemeyecek bir mesele çıkmaktadır: İmanı ve kişisel hürriyeti savunan ulu bir dâvânın adamı için, insanların bu dâvânın varlığından haberdar olmaları çok önemlidir. Evet! Her insan, çeşitli doktrinler arasında kendisine en uygun geleni, aklına en çok yatanı, delilleri en kuvvetli olanı seçmekte tam bir hürriyete sahip olmalıdır. Eğer bir kral veya despot yönetici, halkına baskı yapar, hakkın/gerçeğin onlara ulaşmasına engel olursa, ulu bir dâvâyı ortaya atan kimse -şâyet yeterli bir kuvveti varsa- inansınlar veya inanmasınlar bu yeni mesajı benimseme ve kabul imkânına sahip olabilmeleri için, mesaj ile baskı altında tutulan insanlar arasında dikilen engelleri kaldırmak yetkisini taşır.
Fetih; Şefkat Hareketi
Fethin sözlük anlamı; kapalılığın giderilmesi, açma, yol gösterme, hüküm verme, zafer ve gâlibiyettir. Kelimenin ilk karşılığı olan “kapalılığın giderilmesi” Râgıb’a göre iki şekilde olabilir:
1. Fizikî kapalılık ki, kapının açılması, yolun açılması, gözün açılması, sınırın, ülkenin, toprağın açılması bu cümledendir.
2. Mânevî kapalılıktır ki, bu da zihnin açılması, aklın açılması, kalbin açılmasıdır.422
Fethin kavramsal alanını îmâ eden bir anlamına daha şâhit oluyoruz: Kaynağı olan bir suyun kendi yatağını bularak serbestçe akması.423 Evet, bu son anlam gâliba fethin mâhiyetini de ele veriyor. Kaynak, evreni kudret elinde tutan yüce güç; su, o gücün insanın mutluluğu için gönderdiği mesaj; suyun aktığı yataksa, İslâm mesajının ilk aktarıcısı Rasul’den başlayıp o mesajın ulaştığı her insan. İşte fetih, İslâm adlı bu hayat suyunun, inkârın harâretiyle kuruyup çöle dönmüş insan yüreğine yürümesi için aradaki engellerin kaldırılarak kanalın açılması işlemidir.
420] 60/Mümtehıne, 8-9
421] 16/Nahl, 126
422] Müfredât, s. 383
423] İbn Manzur, Lisânu'l-Arab, IV, s. 3338
- 112 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâmî literatürde fetih, insana İslâm adlı mutluluğu ulaştırmak için insanla İslâm arasındaki engeli kaldırmak gâyesiyle yapılan cihadın amaçlarıyla; istilâ ve tegallüb gâyesiyle yapılan işgal savaşının amaçlarının özündeki derin farkı vurgulamak için kullanılmıştır. Cihad kavramıyla savaş kavramı arasında nasıl bir nitelik farkı varsa, fetih kavramıyla işgal kavramı arasında da öylesine bir fark mevcuttur. İslâm dünyevî ve seküler olan savaş ve işgal kavramlarını hem içerik, hem yöntem, hem de form olarak tamamen reddedip onların yerine ahlâkî ve kutsal boyutları olan cihad ve fetih kavramlarını yerleştirmiştir.
İşte bu nedenle İslâm sırf dünyevî egemenlik, toprak işgali ve insan esâreti amacına ulaşmak için yıkım, ölüm, kan, kıtâl ile gerçekleşen savaşın yerine; toprağı, toplumu ve insanın akıl ve yüreğini mutluluğa açmak/fetih için her türlü zihnî (ictihad), kavlî (dâvet), kalbî (duâ ve istiğfâr) ve fiilî çabayı/cihadı yerleştirmiştir.
Fetih, Kur’an’da çeşitli türevleriyle birlikte 38 yerde kullanılır. Evlerin kapılarının açılması, gök kapılarının açılması, belâ kapılarının açılması, nimet ve bereket kapılarının açılması, iman ve küfür toplumunun arasının ayrılıp hüküm verilmesi, Bünyamin’in yükünün, Ye’cûc ve Me’cûc’un önünün açılması, Cehennem ve Cennet kapılarının açılması, Kıyâmet gibi anlamlarda kullanılmıştır. Fetih, 4/Nisâ, 141; 5/Mâide, 52; 32/Secde, 28; 57/Hadîd, 10; 61/Saff, 13; 110/Nasr, 1; 48/Fetih 18, 27; 2/Bakara, 76, 89; Fetih 1 âyetlerinde zafer, gâlibiyet ve yüreklerin imana açılması anlamında kullanılmıştır. Bu âyetlerin hiç birisinde fetih; salt toprak işgali, siyasal, askerî ve ekonomik egemenlik anlamında kullanılmamıştır. Bu, belki “nasr” sözcüğüyle ifâde edilmiştir.
Savaş Değil Cihad, İşgal Değil Fetih: İslâm’da fethin gerçek mâhiyetini ele veren en güzel delil, konumuzla aynı adı taşıyan Fetih sûresidir. Kesinlikle bilinen bir şey var ki, bu sûre bir toprak kazanımının ardından değil, müslümanlar için görünürde çok ağır maddeler içeren Hudeybiye Antlaşması’nın ardından nâzil olmuş ve bu durumu Kur’an sûrenin “Biz sana gerçekten apaçık bir fetih ihsan ettik”424 anlamındaki ilk âyetinde “feth-i mübîn: apaçık bir fetih” olarak nitelendirmiştir. Ortada askerî bir operasyon yokken ihsan olunduğu ifâde edilen bu “apaçık fetih” nedir?
Kuşkusuz Kur’an bununla “yürek fethi”ni kastederek, barış ortamında insanların İslâm’ın evrensel mesajına kafalarını ve kalplerini açacaklarını müjdelemiştir. Aynı sûrenin 18 ve 27. âyetlerindeki “yakın fetih” de gerçekte İslâm ile insanların arasındaki engellerin kalkacağına işârettir.
Fetih sûresi indirildiğinde, olan biten karşısında derin bir hüzün ve keder içerisinde bekleyen müslümanlara Hz. Peygamber sûrenin ilk âyetini kastederek şöyle diyordu: “Bana dünyanın tümünden daha hayırlı bir âyet indirildi.” Peygamber’in bu sözü üzerine orada bulunanlardan Hz. Ömer “Şimdi bu fetih mi yani?” diye sorunca Rasûlullah’ın cevabı netti: “Evet, fetihdir.”425
110/Nasr, 1 ve 57/Hadîd, 10 âyetteki “feth”in Mekke’nin fethine işâret olduğuna dâir Hz. Âişe’den ve Mücâhid’den nakiller vardır.426 Bu rivâyetlerin doğru
424] 48/Fetih, 1
425] Taberî, Tefsir 11/333-334
426] Taberî, Tefsir 12/709-710
FETİH
- 113 -
olması durumunda dahi, âyetlerdeki feth, askerî bir zafer, toprak işgali ve siyasal hâkimiyete değil, İslâm’la insanın arasındaki engelin kaldırılıp aklın ve kalbin yolunun açılmasına delâlet eder. Mekke’nin fethine işaret eden kelime âyetteki “feth” değil, “nasr” kelimesidir ve “askerî başarı” anlamına gelir.
Fetih kavramının, savaşla gelen kazanımların dışında kullanıldığı ilgi çekici başka bir âyet de şudur: “Eğer fetih istiyorsanız işte size fetih. Ve eğer bu sâyede vazgeçerseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Yok, geri dönerseniz Biz de döneriz. Topluluğunuz çok da olsa size bir şey sağlayamaz. Çünkü Allah mü’minlerle beraberdir.”427 Bu âyet, son cümlesinden de açıkça anlaşılacağı gibi inkâr edenler hakkındadır. Tüm müfessirler içerisinde yalnızca Ubey bin Kâ’b’dan gelen bir rivâyeti delil göstererek Râzî bu âyetin mü’minler hakkında olduğunu söylemiş, Muhammed Esed de bu görüşü desteklemiştir.428
Bedir zaferinin hemen ardından nâzil olan bu âyet, müslümanların askerî zaferini müşrikler için “fetih” olarak nitelendirmiştir. Bunun anlamı bizim yukarıdan beri vurgulamaya çalıştığımız anlamdır ki, o da mutluluk, barış ve esenlik demeye gelen İslâm’la insanın arasındaki engelin kaldırılıp kalbin ve aklın İslâm’a açılmasıdır.
Fethe, tagallüb ve işgalin zıddı bir anlam yükleyen Rasûlullah, Medine hakkında şöyle buyuruyordu: “Ülkeler ve şehirler zorla işgal edilirler; Medine ise Kur’an ile fethedilmiştir.”429 Burada feth sözcüğü işgal yerine, Kur’an sözcüğü zor yerine kullanılmıştır. Hepimiz bilmekteyiz ki Medine üzerine bir ordu yürümemiştir. Medine ne savaş ne de sulh yöntemiyle elde edilmiştir. Aksine, bireysel ve sosyal bir dönüşümle Medine İslâm’ın beşiği olmuştur. Fakat Rasûlullah Medine’nin fethedildiğini söylemektedir. O halde bu fethin adı olsa olsa “yürek fethi”dir.
Aslında, fetih kavramının doğrudan savaş, toprak işgali, askerî başarı anlamına gelmediği “anveten” sözcüğünün kullanılışından da kolayca anlaşılır. Eğer bir belde savaş yoluyla ele geçerse bu yalın bir biçimde fetih kavramıyla ifâde edilmez, “zor yoluyla” anlamına “anveten”le ifâde edilirdi.
İslâm, dâvet metodolojisinde önceliği barışçıl yöntemlere verir. Dâvette ısrar ve tekrarı öne çıkarır.430 Rabb’in yoluna dâvet ederken hikmet, güzel öğüt, zaman ve ortama uygun yöntemler tavsiye eder.431 Bu dâvet sırasında başa gelecekleri sabır, metânet ve dirençle karşılamayı emreder.432
İslâm, savaş realitesini reddetmez. İslâm, savaşın salt dünyevî işgal, siyasal egemenlik, sömürü gibi emperyalist duygularla yapılmayacağını dost-düşman herkese göstererek, savaşı daha yüce bir hedef olan insanın mutluluğu önündeki engelin kaldırılması amacına mâtuf kılmıştır. Savaş kaçınılmaz olduğunda o günün dünyasında olmayan savaş ahlâkını getirmiştir: “Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşan fakat aşırı gitmeyin; doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez.”433
427] 8/Enfâl, 19
428] Mefâtihu'l-Gayb, I/324
429] Belâzûrî, I/6
430] 42/Şûrâ, 15; 3/Âl-i İmrân, 20, 104; 22/Hacc, 67
431] 16/Nahl, 125
432] 9/Tevbe, 11; 73/Müzzemmil, 10; 16/Nahl, 82
433] 2/Bakara, 190
- 114 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Peygamber Mekke’nin fethi günü şu emri veriyordu: “Yaralıyı öldürmeyiniz, kaçanı tâkip etmeyiniz, esiri öldürmeyiniz, kapısını örten güvenliktedir.”434
İslâm, savaşı, din dayatma aracı kılmamıştır. Bu konuda Kur’an’ın buyruğu açıktır: “Zorlama, dinde yoktur.”435 Bu ünlü âyette “zorlama” anlamına gelen “ikrâh” belirsiz olarak gelmiştir. Bunun anlamı “zorlamanın her türü” demektir. Müslümanlar, bu İlâhî buyruğa sâdık kalmışlar, insanların inançlarına müdâhale etmemişlerdir.
Zorla Değil, Gönülle: Bir âdem, bir âlem. İşte fetih ideolojisi: Bir insanın dirilişi tüm insanlığın dirilişidir, bir insanın ölümü de tüm insanlığın ölümü.436
Her mü’min, bir gönül sakası gibi, mutluluğun öbür adı olan İslâm’ı insanlığa taşıyan bir fetih işçisidir. Her fetih işçisi bir güneş rolünde, güneş kadar müslüman/teslim olmuş, güneş kadar cömert. Işığını yalnız yaban güllerine değil, zehirli zakkumlara da; yalnız mâsum kuzulara değil, yırtıcı sırtlanlara da; yalnız tavşanlara değil, çıngıraklı yılanlara da; yalnız İbrâhimlere değil; Firavunlara da ulaştırıyor.
Yarasalar mı? Onlar güneşe gözlerini kapıyorlar. Güneşten rahatsız oluyorlar. Bundan güneşe ne zarar gelir? Gözlerini kapayan dünyayı kendisine zindan eder. Kendi karanlığına mahkûm olur. Lâkin dünyayı başkalarına zindan edemez.
Hakikat tıpkı güneş gibidir. Kaynağı vardır ve tektir. Hakikatten bir şey taşıyan her şey ve herkes ışığını ondan alır. Ona yakın olduğu kadar aydınlık, ondan uzaklığı kadar karanlıktır. Kendisini hakikate doğru açıdan konuşlandıran herkes mükemmel bir yansıtıcı olabilir. Tıpkı ay gibi, Muhammed (s.a.s.) gibi. Peygamberler vahiy ışığını kaynağından alıp hem aydınlanır, hem aydınlatırlar. Bu silsile sonsuza kadar devam edip gidebilir.
Sorun iyi bir yansıtıcı olabilmekte. İnsandan insana hakikati yansıtan ayna yürektir. Eğer yürek aynasının sırçası sıyrılmışsa, aldığı ışığı yansıtamayacaktır. Işığı başkalarına taşımayan yürek “kalp” olma özelliğini yitirmiştir. O yürek, bakıma muhtaç bir yürektir. O yürek, hastalanmaya yüz tutmuş bir yürektir. Bundan da kötüsü, ışığa kapısını kapamış, sırtını dönmüş bir yürektir. İşte o yürek İlâhî ifâdeyle, mühürlenmiş bir yürektir. Taş gibi, hatta taştan daha da katı, acınılası yürektir. Taşa söz geçer, o yüreğe geçmez; taş ağlar, o yürek ağlamaz; taş yeşerir, o yürek yeşermez. Ölü yürekleri geçip, henüz ölmemiş, lâkin aynı zamanda bulmamış ve olmamış yürekler gerçeğin sağaltıcı soluğunu taşımak, işte fetih bu.
Emniyet ve hürriyetin sahici garantici olan Tevhidi ve huzurun ve barışın yegâne garantisi olan adâleti insana ve insanlığa taşımanın yolu yürekler arasında köprüler inşâ etmekten geçiyor. Bu köprülerden, önce sevginin orduları geçecek, ellerinde taşıdıkları saâdet tohumlarını, uğradıkları her yüreğe baştanbaşa ekecekler. Çölleşen yüreklerin erozyonu böyle önlenecek. Nefret tarlalarında, muhabbet tohumları sürgün verecek. Hakka gül, bâtıla diken olacak. Sevince cennet, kızınca cehennem kesilecek.
İnsanla İslâm arasına gerilen engellere teksif edecek nefretini, hiddetini,
434] Belâzûrî, I/55
435] 2/Bakara, 256
436] 5/Mâide, 32
FETİH
- 115 -
şiddetini. Bunun gerekçesi de sevgi olacak. Çok sevdiği insanı mutluluğun öbür adı olan İslâm’dan mahrum bırakan engele duyduğu nefretin şiddetinin, insana duyduğu sevginin büyüklüğüyle doğru orantılı olduğunu bilecek. İnsanla insanın mutluluğu, ışığın kaynağı, gerçeğin mesajı arasına gerilen her engelin kaldırılmasının insana duyulan sevginin en büyük isbâtı olduğunu bilecek.
Fetih İşçileri; Gönül Fâtihleri: İskender, Sezar, Darius, Konstantin, Muâviye, Abdülmelik, Cengiz, Timur, Fâtih, Kanuni, Napolyon ya da Mısır, Yunan, Roma, Bizans, Sâsâni, Emevî, Abbâsî, Osmanlı, Birleşik Krallık, ABD... Bütün bunların hâkimiyet alanının büyüklüğüyle bir tek insan gönlünün büyüklüğü arasında bir karşılaştırma yapsanız, hangisinin hâkimiyet alanı daha büyüktür dersiniz?
Bu soru karşısında hiç tereddüt etmeden diyebilirim ki; bir tek insanın gönlü yeryüzünün en büyük imparatorluğundan daha büyüktür. Ve elbette bir yüreği fetheden yürek fâtihi, tüm yeryüzünü istilâ eden bir cihangirden daha büyük bir zafer kazanmıştır.
Hayber fethi öncesidir. Genç Ali (r.a.) atının üzerinde, elinde kılıcı, hamâsî şiirler okuyarak bir sağa bir sola hamleler yapmaktadır. Onu izleyen Allah Rasûlü “gel” anlamında işaret eder ve der ki: “Yavaş ol ey Ali, vallahi senin elinle bir kimsenin hidâyet bulması, güneşin üzerine doğduğu her şeyden (ya da kızıl tüylü develere sahip olmandan) daha hayırlıdır.” 437 Bölgenin en stratejik yerleşim birimi olan Hayber’in ele geçirilmesi, hiç kuşkusuz büyük bir askerî başarıdır. Hayber’in müslümanlarca ele geçirilmesi Medine İslâm devleti için bir dönüm noktası olmuştur. Bu zaferden sonra Mekke müşrikleri bir daha Medine üzerine yürüyememişlerdir. Bütün bu gerçeklere rağmen Rasûlullah’ın mesajı açık. Bir yüreği kazanmak, değil Hayber gibi stratejik bir bölgeyi kazanmaktan, dünyanın tümünü ele geçirmekten daha önemli ve kazanan insan için daha kârlıdır.
Gelmiş geçmiş bir komutan, hiçbir imparator, hiçbir cihangir, hiçbir lider olaya böylesine insan merkezli bakamaz. Hiçbir örnek, bir tek insanın ebedî mutluluğuna vesile olmanın ne büyük ödül olduğunu bundan daha güzel ortaya koyamaz. Ve ancak bir peygamber, insan yüreğini tüm fetihlerin zirvesine oturtur. Dünya merkezli, toprak merkezli, makam ve iktidar merkezli, devlet ve egemenlik merkezli bir bakışaçısı, böylesine yüce bir tavrı anlamakta zorlanacaktır. Hattâ bu yaklaşımın yanlış olduğunu, siyasal iktidarın, askerî başarının, devlet hâkimiyetinin bir değil; binlerce insanın hidâyetine medar olacağını düşünenler bile çıkacaktır. Hayır, tarihî gerçekler göz önüne alındığında durum hiç de öyle görünmüyor. Yani siyasal iktidarın, askerî başarının ve devlet egemenliğinin yürek fethinin hiç de garantörü olmadığının birçok tarihî örneği var. Bu örnekler de yukarıda dile getirilen peygamberî yöntemin ne denli isâbetli olduğunu gösteriyor.
İşte birkaç örnek: Risâlet süresince en zor dönem hiç şüphesiz Mekke dönemidir. Ancak, Saâdet Asrı İslâm inkılâbı, bu dönemde kalbi fethedilen insanların omuzlarında yükselmiş, Medine döneminin siyasal açıdan en görkemli ve hâkimiyet açısından en yaygın, askerî açıdan en başarılı dönemlerinde dahi insan kazanımı açısından sayıda değil, ama kalitede o zor ve mahrum dönemlerdeki kazanımların seviyesine ulaşılamamıştır. Hatta, şöyle bir iddiada bulunmak daha
437] Buhârî, Cihad4/58, F. Sahâbe 5/23, Meğâzî 5/171; Müslim, F. Sahâbe 2406
- 116 -
KUR’AN KAVRAMLARI
aşırı bir yaklaşım olarak değerlendirilmese gerektir: Zor zamanların kazanımı olan bir avuç insanın yaptığı muhteşem İslâm sitesini kolay zamanların kazanımı olan “tuleka” kısa bir süre içerisinde temellerinden sarsmıştır.
Yine İslâm akınları Anadolu’ya, Ermenistan’a, Azerbaycan’a, Fars Körfezine, Kafkasya’ya ve hatta Orta Asya’ya daha hicretin ilk 50 yılında (milâdî VII. yüzyılın ikinci yarısı) yapılmıştı. Bu bölgelere, İslâm imparatorluğunun en görkemli ve güçlü zamanların da defalarca yapılan İslâm akınları bu bölgelerin yerli halklarında ciddi bir İslâmlaşmaya neden olmamıştır. Şaşılacak bir gerçektir ki, adı geçen bu bölgelerde İslâm’ın yerli halkların gönüllerini fethetmesi ilk akınlardan yaklaşık 200 yıl sonra IX. ve X. yüzyıllarda ve üstelik İslâm’ın siyasal olarak çok zayıf ve paramparça olduğu bir dönemde gerçekleşmiştir.
Bundan daha ilginç bir örnek de İspanya’dan, Endülüs İslâm Devleti, İspanyol ve Fransız ortak güçler eliyle şehir şehir yıkılıp müslümanlar tarihte eşine rastlanmamış bir katliama tâbi tutulurken, cezâlarının ölüm olduğunu bile bile gayrı müslim İspanya yerlileri topluca İslâm’a giriyorlardı. Bu tarihî gerçeği ünlü İngiliz tarihçi T. W. Arnold şöyle dile getirir: “İslâm, İspanya’daki varlığının en son gününe kadar mühtedî kazanmayı sürdürmüştür.”438 Yine başka bir İngiliz tarihçi Endülüs İslâm Devleti’nin yönetim merkezi Gırnata (Grenada)’nın düşüp içerisinde yaşayan tüm müslümanların hıristiyan olmakla ölmek arasında seçime zorlanmasının üzerinden 7 yıl sonra dahi İslâm’a girişlerin sürdüğünü itiraf eder.
Kur’an Tarihi eseriyle haklı bir şöhret kazanan ünlü oryantalist Thedor Nöldeke, İslâm’ın yayılışının kılıçla olduğu tezini reddederek bu iddiada bulunan meslektaşlarına Suriye örneğini gösterir ve der ki: “Pers krallarının onca zulümlerine rağmen, dinlerinden döndüremediği Suriye hıristiyanlarını İslâm zor kullanmadan nasıl müslüman etti?”439
Hindli tarihçi el-Cüzecânî, Delhi’de Seyyid Eşrefüddin’den dinlediği bir olayı aktarır. Bu olay, gönül fethiyle kazanılan bir insanın işkence altında can vermesine rağmen yeni girdiği dini terk etmediğinin çok ilginç bir örneğidir: Semerkand hıristiyanlarından herhangi biri İslâm ile şereflenince, bu beldenin müslüman halkı o kişiyi bağırlarına basar ve ona büyük izzet ve ikram gösterirlerdi. O dönemde Çin’in güç sahibi Moğollarından biri Semerkand’a girer. Nüfuz ve kudret sahibi olan bu Moğol’un gönlü hıristiyanlığa meyilliymiş. Semerkand hıristiyanları bu nüfuzlu Moğol’un önüne gelip derlermiş ki: “Müslümanlar çocuklarımızı hıristiyanlıktan çıkarıp Muhammed’in dinine sokuyorlar. Bu gidişle bütün kapılar yüzümüze kapanıp torunlarımız hıristiyanlıktan uzaklaşacak. Sen bu konuda bize yardım edebilecek güce sahipsin.” Bu şikâyet üzerine nüfuzlu Moğol, müslüman olan hıristiyan gencinin huzuruna getirilmesini emreder. Hıristiyanlar yalvarıp yakararak, para ve mal vaadiyle o genci İslâm’dan çıkmaya iknâ etmeye çalışırlar. Fakat o genç bunu reddeder. Moğol yönetici bunun üzerine gence en ağır işkenceleri revâ görür. O genç bu işkenceler altında ölünceye dek İslâm’da sebat eder ve sonunda rûhunu teslim eder. Bu olaydan hayli etkilenen ve üzüntü duyan Semerkand İslâm Cemaati bir dilekçe yazarak bir kurul eliyle bunu Berke Han’a ulaştırır. Olay Berke Han’a aktarılıp İslâm hakkında Berke Han’a bilgi verilince Moğol Hakan’ın gönlünde İslâm’a karşı bir sevgi belirir ve sonunda
438] İslâm'ın Yayılış Tarihi, s. 153
439] Ebû'lfazl İzzetî, İslâm'ın Yayılış Tarihine Giriş, İnsan Y. s. 124
FETİH
- 117 -
müslüman olur.”440
Bu bağlamda, tarihî bir gerçeği daha hatırlamakta yarar var. Moğollar, çekirge sürüleri gibi XII ve XIII. yüzyılda İslâm topraklarını baştan başa harâbeye çevirdiler. Mâmur İslâm kentlerini yerle bir ettiler, insanları katlettiler, kıymet biçilemez dev İslâm kütüphanelerini yaktılar. Bu korkunç vahşeti kahramanları olan Moğollar gâlip, müslümanlar da mağlup olan taraf olmasına rağmen, aradan çok geçmeden gâlipler mağlupların dinine girerek müslüman oldular. İslâm’ın muhteşem sanat eserlerini hoyratça yerle bir eden vahşi ve bedevi Moğollar’ı İslâm kısa sürede medenîleştirdi. Hâlâ İslâm medeniyetinin sanat şaheserlerinden biri olarak göz kamaştıran Tac Mahal, bu ulusun İslâm sâyesinde nereden nereye geldiğinin çarpıcı bir örneğidir.
İslâm’ın gönül fethinin en güzel delili, İslâm’ın yayılış tarihi üzerine çaplı bir araştırmanın yazarı olan T. W. Arnold’un şu itirafıdır: “İslâm’ın en büyük insan kazanımlarını siyasal gücünün en zayıf olduğu zaman ve mekânlarda gerçekleştirmiş olduğuna inananlardanım.”441
Fethin Boyutları
Allah’tan İnsana Fetih; Vahiy: Allah’tan insana fethin iniş sürecinin dikey boyutu “vahiy” ve yatay boyutu “üflenen ruh”un, tıpkı suyun toprağa can vermesi gibi insanın fizik ve metafizik varlığına can vermesi, Secde sûresinin 1-9. âyetlerinde çok güzel dile getiriliyor. Haydi, hep birlikte, olayı sembolik ifâdelere ve metaforik söz kalıplarına takılmaksızın Allah’tan insana fetih bağlamında düşünerek okuyalım:
“Elif Lâm Mîm.
Bu Kitab’ın indirilişi, hiç kuşkusuz âlemlerin Rabbindendir. Ama onlar, onu (Muhammed) uydurdu diye iftira ediyorlar.
Asla! O, Rabb katından bir hakikat olup senden önce hiçbir uyarıcıyla karşılaşmamış olan bu toplumu doğru yola gelsinler diye uyarabilmen içindir.
Allah’tır gökleri ve yeri ve ikisinin arasında bulunan her bir şeyi altı aşamalı bir süreçte yaratan ve sonra otorite ve hâkimiyet tahtına kurulan. Ne sizi O’na karşı koruyacak, ne de size şefaat edecek birini bulabilirsiniz. Buna rağmen hâlâ düşünüp aklınızı başa almayacak mısınız?
Gökten yere, tüm sistemi o kurar ve idâre eder. Ve sonunda tümü sizin hesabınıza göre bin yıl kadar süren bir günde (hesabı görülmek üzere) O’nun katına yükselir.
İnsan idrâkinin kavramakta acze düştüğü şeylerin de, idrâkin kavrayabileceği şeyleri de bilen O’dur. O, değeri kendinden olandır, rahmet kaynağıdır. Yarattığı her şeyi kapasitesinin sınırına taşıyan O’dur. Nitekim insanın yaratılışını da balçıktan başlatmıştı. Sonra çok basit bir özsudan soyunu sürdürmüştü. Sonra ona düzgün bir şekil verip kendi rûhundan üflemişti. Ve (en sonunda ) sizi hem işitme ve görme, hem de düşünce ve duygularla donatmıştı. Ne kadar da az şükrediyorsunuz!”442
440] Cüzecânî, Tabakat, Calcutta, Nasırî Neş. 1864, s. 448-449
441] Arnold, a.g.e., s. 265; Mustafa İslâmoğlu, Yürek Fethi, s. 19-30
442] 32/Secde, 1-9
- 118 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu âyetler hem Allah’tan insana, hem de insandan Allah’a çift yönlü fetih sürecini ele veriyor. Özellikle 5. âyette ifâde edilen “gökten yere” yani “yukarıdan aşağıya” doğru olan fetih süreci vahiy ve nefha-i ruh olarak işliyor. Yine aynı âyette bu sürecin tek yönlü bir süreç değil, aksine “aşağıdan yukarıya” doğru işleyen bir de ikinci boyutu olduğu açıkça beyan ediliyor. Yani fetih Allah’la insan arasında gerçekleşen sürekli bir iletişim olarak ortaya çıkıyor. Biz burada, fethin sadece “yukarıdan aşağıya” gerçekleşen boyutunu ele alacağız.
el-Fâtih, Allah’ın sıfatlarındandır. Kur’an’da O’nun açma işini en güzel şekilde yaptığı vurgulanır.443 Başka bir âyette de bu isim-sıfat mübâlağa vezniyle gelir: “el-Fettâh”.444 Arapça’da bu form, açma işini kendisine meslek edinen için kullanılır. O, el-Fettâh’tır. Sürekli ve mükemmel bir biçimde açan, açma işini en güzel ve münâsip bir sûrette yapan demektir.
İnsan idrâkinin kavramaktan âciz olduğu “gayb”ın anahtarları da O’nun elindedir. O, sadece idrâk edilebilen somut kapalılıkları açmaz; aynı zamanda insanın kavramakta acze düştüğü, aklın kapasitesinin yetmediği soyut, metafizik kapalılıkları da açar. Gaybın anahtarlarının O’nun katında olması445 bu anlama gelir. Nasıllığını aklın idrâk etmekte acze düşeceği kapalılıklarda biri de kalbin kapalılığıdır. Yürek derken, anatominin konusu olan ve vücuttaki kan dolaşımını sağlayan organı kastetmediğimiz çok açık. Yürek/kalp derken kastettiğimiz organ imanın, sevginin, nefretin, kabulün ve reddin makarrı olan, yüzölçümünü hesaplamaya rakamların yetmediği, yere göğe sığmayanı konuk eden, şâirin; “Bende sığar iki cihan / Ben bu cihana sığmazam” dediği mânevî organdır. Bu fiziküstü organın hastalıkları da kendisi gibi mânevîdir. Bu gerçeğe Kur’an defalarca parmak basar:
“Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; ve onlar için geri dönüş yoktur.”446
“Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir ve gözlerinin üzerinde de bir perde vardır.”447
“Kalpleri hastalanmıştır. Allah hastalıklarını daha da arttırmıştır.”448
“Ardından yine kalpleriniz katılaştı; taş gibi, hatta daha da katı oldu.”449
“Yok yok, aksine kalplerini karartmıştır yaptıkları işler.”450
“Hiç yeryüzünde gezmezler mi ki, akleden kalpleri, işiten kulakları olsun. Çünkü, gözler kör olmaz. Fakat asıl kör olanlar göğüslerdeki kalplerdir.”451
Ve böyle devam edip gidiyor. İşte bütün bu âyetlerde sözü edilen şey, yüreğin hakikat karşısında aldığı aykırı konumdur. Bu da hakikate karşı ya iç ya da dış kaynaklı bir engelle kapanmasıdır. Kur’an, yüreğin hakikate karşı bir daha
443] 7/A'râf, 89
444] 34/Sebe', 26
445] 6/En'âm, 59
446] 2/Bakara, 18
447] 2/Bakara, 7
448] 2/Bakara, 10
449] 2/Bakara, 74
450] 83/Mutaffifîn, 14
451] 22/Hacc, 46
FETİH
- 119 -
açılmamak üzere kapanmasına mühürlenme, hakikati farkedemeyecek kadar ışıksız kalmasına körlük, hakikati yansıtamayacak kadar sırçasının dökülmsine kararma, hakikati yanlış ve yanlı algılayışına hastalık, duyarlılığını yitirmesine de taşlaşma diyor. Bunların tümü de kapanmanın bir türüdür ve böyle bir yüreği açacak olan da el-Fettâh olan Allah’tır. Allah’ın, kapalı kaldığı için karanlıklara gömülen bir yüreği ışığa açmasına hidâyet diyoruz.
Gözün görmesi için ışığın fonksiyonu neyse, yüreğin inanması için de hidâyetin fonksiyonu odur. Işık olmayınca göz açık olsa da nasıl göremezse, hidâyet nûru olmayınca da yürek hakikati göremez. Bu anlamda hidâyet, İlâhî mesajdır ki, Kur’an Fâtiha ile Allah’tan hakikati görecek bir İlâhî ışık isteyenlere cevap verircesine hemen birkaç âyet sonra “Elif Lâm Mîm. İşte, kendisinde şüphe olmayan bu Kitab Allah’a karşı takvâ/sorumluluk bilinci duyanlar için bir hidâyettir.”452 der.
Şu durumda Kur’an Fettâh olan Allah’ın kalpleri hakikate karşı açan anahtarıdır. Vahiy bir fetih olayıdır. Nübüvvet bir fetih kurumudur. Risâlet bir açış operasyonudur. Fettâh olan Allah vahiyle hakikatin kaynağı olan zâtından insana doğru bir yol açar. Bu açış, insana Allah’ın bir lutfu, bir ihsânıdır. Her lutuf bir şükür ister; tıpkı konunun girişindeki âyetler grubunun sonunda “Ne kadar da az şükrediyorsunuz!”da îmâ edildiği gibi, Allah’tan insana yönelik fetih olan vahyin şükrü, insandan Allah’a yönelik fetih olan ibâdettir.
İnsandan Allah’a Fetih; İbâdet:
Vahiy, Allah’ın insana olan sevgisinin ifâdesi; ibâdet İnsanın Allah’a olan sevgisinin ifâdesi.
Vahiy, Allah’ın insanla kurduğu ilişkinin aracı; ibâdet, insanın Allah’la kurduğu ilişkinin aracı.
Vahiy, Allah’ın insana gönderdiği dâvet mektubu; ibâdet, insanın Allah’ın dâvetine verdiği kabul cevabı.
Vahiy, yukarıdan aşağıya fetih; ibâdet, aşağıdan yukarıya fetihtir.
Vahiy, aşkının içkine olan ilgisi, ibâdet bu ilgiye verilen karşılıktır. Namaz, işte bunun için “mü’minin miracıdır.” Yani aşağıdan yukarıya doğru fetih ameliyesidir. Buhârî’nin naklettiği hadiste geçen “Kulum bana nâfilelerle öyle yaklaşır, öyle yaklaşır ki, sonunda Ben onun tutan eli, gören gözü, işiten kulağı olurum...”un anlamı da budur.
Haccın, kelime anlamı da “gidip gelmek”tir. Aslında, bir mekândan bir mekâna doğru yapılan yatay ve fizikî gidiş-geliş, Allah-insan ilişkisindeki derinliğine ve fizik üstü çift yönlü fethi sembolize eder. Oruç ve zekât, tâbir câizse, bu çift yönlü fetih sürecinde bâtınî ve zâhirî arınma yöntemleridir. Kulluk bir uzun yürüyüştür. Bu yürüyüş, insanın tarih içerisindeki yatay yürüyüşünün aksine dikey ve mütekâmildir. Rabb oluşun sırrı da burada yatmaktadır: Eşyayı kademe kademe kapasitesinin sınırına taşıma... Bu işe terbiye adı verilmektedir.
İnsandan İnsana Fetih; Cihad: Cihad, insanın mutluluğuna giden yoldaki engeli kaldırmaktır. Cihad, savaş sözcüğünün karşılığı oyanam kullanılamaz. Cihadla savaş arasında hem nitelik, hem nicelik farkı vardır. Savaş salt askerî bir operasyon olup güce dayalıyken, cihad askerî operasyon da dâhil İlâhî amaçlar
452] 2/Bakara, 1-2
- 120 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uğruna gösterilen her tür çabayı kapsar. Bu kavramın çok geniş olan anlam alanını vurgulamak açısından aynı kökten türetilen kimi akraba kelimeleri anmamız gerekiyor.
İctihad: Düşünsel cihada verilen addır. Müctehid: Düşüncenin mücâhidine verilen addır. Mücâhede: İnsanın beşerî arzu ve isteklerine karşı verdiği mücâdelenin adıdır ve gönül cihadıdır. Aslında cihad, kutsal bir amaç uğruna ortaya konulan fiilî, fikrî ve kalbî her tür çabanın ortak ismidir.
İslâm, kilise dini gibi savaş realitesini görmezden gelerek reddetmez. Böyle bir yaklaşım gerçekçi de değildir. Çünkü savaşın tarihi, insanlık tarihiyle yaşıttır. İslâm, savaşı siyasal, sosyal ve ekonomik hegemonya aracı olmaktan çıkararak insânî amaçların gerçekleşmesinde gerektiğinde başvurulacak bir yöntem olarak görür. Savaş, özünde profan ve dünyevî iken, cihad kutsal ve uhrevî boyutları olan bir ibâdettir. İbâdettir, çünkü cihad bir insanın başka bir insana mutluluğu taşıması olayıdır. Bu yanıyla cihad bir yürek fethidir. Savaşın ölüsü “kayıp” olarak anılırken, cihadın ölüsüne kazanç diye bakılır ve “şehid” olarak anılır.
Şehid, hakikatin ölümsüz tanığıdır, şehâdetse tanıklık. Şehid çağın, insanın ve insanlığın tanığıdır. Dahası yaradılanı Yaradandan ötürü sevmenin ve bu sevgiyi insanın ebedî mutluluğu için can vererek isbat etmenin tanığıdır. İşte bu nedenle şehâdet en büyük aşk, şehid en büyük âşıktır. Şehid, canını imanına şâhid kılandır. Şehid, örnek olan ve olunandır.
İnsanın insana verebileceği en güzel hediye mutluluktur. Cihad, bu hediyenin sermayesidir. İnsanın mutluluğu için dökülen üç damla kutsaldır: Kan, gözyaşı ve alınteri. Bütün bunlar, gönüllerin birbirine açık olduğu bir dünyanın kurulması için sarfediliyorsa kutsallık kazanır. Gönüllerin birbirine açık olduğu bir dünya, fetih medeniyetinin emelidir. İslâm, Orta Afrika’dan Doğu Hind adalarına, Merakeş’ten Zengibar’a, Batı Afrika’daki Sierra Leone’den Sibirya’ya, Bosna-Hersek’ten Yeni Gine’ye, Senegal’den Çin’e kadar savaşla değil; bu cihad ruhuyla ulaşmıştır.
İnsanla, insanın mutluluğunun öbür adı olan İslâm arasına kimi zaman da insan girebilir. O zaman o insan ya da insanların İslâm’la insan arasından kaldırılması insanlığın değişmez değerlerine bağlı her kişinin boynunun borcudur. Kur’an’ın “Küfrün önderleriyle savaşın. Çünkü onlara güvenilip de anlaşma yapılmaz. Umulur ki vazgeçerler”453 emri, o önderlerin sıradan insanlarla İslâm arasında engel oluşturduğu içindir. Eğer onlar, İslâm’la insan arasına gerilmekten vazgeçerlerse İslâm’ın onlarla bir alıp veremeyeceği yoktur. İslâm onlarla küfürlerinden dolayı değil; insanın mutluluğuna engel oldukları için savaşılmasını emretmektedir.
İnsanla İslâm arasına gerilen ve fizikî olmayan engellerden biri de İslâm’a karşı propaganda savaşına girerek ürettiği yalan haberlerle İslâm’ın imajını kitlelerin gözünde lekelemeye çalışan muzır unsurlardır. Hz. Peygamber döneminde bu işi câhiliyye şâirleri yapıyorlardı ve Rasûlullah onları işledikleri bu insanlık cinâyetinden dolayı Mekke fethi sırasında ilân ettiği genel affın dışında tuttu. Oysa amcası Hamza’nın katilini dahi bu af bağlamında bağışlamıştı. Hakkında “insana ihânet” suçundan dolayı vur emri çıkarılan altı kişiden üçünün cezâsı infaz edilmiş, üçü de suçunu itiraf edip İslâm’a teslim olunca affedilmiştir.
453] 9/Tevbe, 12
FETİH
- 121 -
Yürekten yüreğe bir fetih olan cihadı, ancak insana “Allah’ın indirdiği bir kitap” olarak bakanlar ve onu bu gözle okuyanlar lâyıkıyla becerebilir. İnsanı kutsal bir kitap gibi okumayı becerenler, doğanın ve eşyanın da yüzündeki örtüyü açıp cevherini okumayı becereceklerdir. Fethin boyutlarından biri de doğaya ve eşyaya ulaşan yolun açılması demeye gelen “keşif”tir.
İnsandan Doğaya ve Eşyaya Fetih; Keşif: İlkokulda okuduğumuz Tabiat Bilgisi kitabı, hayatı ikiye ayırarak başlardı: Canlı varlıklar, cansız varlıklar. Kuşkusuz bu tasnif özünde ideolojik ve pozitivist bir bakış açısına dayanıyordu. Daha doğrusu, modernizmin seküler tabiatını ele veren bir tasnifti. Oysa cevheri itibarıyla hayat hep canlı ve hareketliydi. Molla Sadra’nın dediği gibi evren bir nesne değil bir eylemdi; bilinçli, düzenli ve amaçlı bir eylem. Allah’ın isimlerinden biri de “sürekli yaratan yaratmayı kendisine meslek edinen” anlamına gelen “Hallak” idi.454 Kur’an’ın bildirdiğine göre “O, her an yaratmadadır.”455 Bu Kur’ânî ifâde eskilerin dilinde “her anda bir şanda” biçiminde kalıba dökülmüştü. Bir başka âyette bu gerçek şöyle dile getirilir: “Kuşku yok ki, durmaksızın yaratan ve her şeyi bilen sadece Allah’tır.”456 O’nun her an yaratması, aslında varlığın yerinde saymadığı yaratılışın orijinal bir süreç olduğu ve canlı-cansız her bir varlığın bu sürece tâbi olduğu anlamına geliyordu.
Hayat, O’nun Hayy ve Kayyum isminin tecellîsiydi. Özünde hareket ve canlılık taşıyan her varlık ışığını O’ndan almaktaydı. Doğa ve eşya da İlâhî kanuna tâbî idi ve kendisine verilen rolü oynuyordu. Var olmak, kendi başına bir “anlamı olmak” demekti. Anlamı olan her şey okumanın nesnesidir. Doğa ve eşya da insanın okuma eyleminin konusudur. Yani doğa, Allah’ın kitaplarında bir kitaptır. Allah’ın kevnî âyetleri doğa ve eşyanın içerisinde okunmayı beklemektedir. Kur’an bu gerçeği şöyle yansıtır: “Hiç kuşkusuz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün farklılıklarında öz akıl sahipleri için âyetler vardır. O öz akıl sahipleri ki, Allah’ı ayakta, otururken ve yatarken zikrederler; Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde derin derin düşünerek derler ki: Rabbimiz, bütün bunları boşuna yaratmadın.”457
Bu âyetlerde, varlığı okuma demeye gelen ve “derin düşünce” diye tercüme ettiğimiz “akleden kalbin ameline” Kur’an “tefekkür” diyor. Tefekkür adı verilen bu tür bir okuyup, insanla eşya arasındaki perdeyi kaldıran bir fetihtir. Bu tür insandan doğaya ve eşyaya yönelik fetih, aynı zamanda keşiftir; yani, doğanın ve eşyanın sırrını örten perdeyi aralamak...
Bu âyetlerde ifâde edilen gerçek şudur: Var olan her şeyin bir anlamı bulunmaktadır. Allah’a iman anlamı inkâr demektir. Allah var olduğu için varlık saçma değildir. Tersi, başta insanın kendisi olmak üzere her şeyin saçma olduğu sonucuna götürürdü. “İsyan ediyorum, o halde varım” diyerek isyanı kutsayan A. Camus, hayatı “absürd” olarak nitelerken, aslında varlığın anlamı olan Allah’ı inkâr ediyordu. Aynı inkâra, İslâm’ın küfür olarak nitelediği “ye’s hali”ni sistematize eden Nihilistler (hiçciler) de düştü. Hayatın, varlığın ve evrenin anlamını yadsıyan bu inkâr felsefesi, mensûbu olan insanları ya mânevî ya da maddî intihara sürükledi.
454] 36/Yâsîn, 81
455] 55/Rahmân, 29
456] 15/Hıcr, 86
457] 3/Âl-i İmrân, 190-191
- 122 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Aslında Allah, insan ve doğanın da içerisinde yer aldığı kâinat arasındaki hârika ilişkiyi Fritjof Capra’nın şu cümleleri güzel ifâde ediyor: “Kozmos, teos ve insanlar. Başka bir deyişle kâinat ve insanların oluşturduğu bağlam olmaksızın Tanrı’dan bahsedemiyorsunuz. İnsanlardan da kâinat ve Tanrı olmaksızın söz edemiyorsunuz. Ve nihâyet kâinattan da ufuk olarak Tanrı’nın ve seyirciler olarak insanların oluşturduğu bağlam olmaksızın söz edemiyorsunuz.”458
Bir Hayat Tarzı Olarak Fetih: Fethin insanda bir hayat tarzına dönüşmesi, mahlûkata “insan eksenli” bir bakışla mümkündür. İnsanın, Kur’an’ın ifâdesiyle “sakîl, ağır ve değerli” bir varlık olduğunu teslim etmeyen biri, yürek fethini bir yaşam biçimine dönüştüremez. İnsan eksenli bir bakış, insanı şeref yönünden daha aşağı varlıklar uğruna harcamayan bir bakıştır. Daha doğru bir ifâdeyle, insanı hiçbir şey uğruna harcamayıp hayatı “insan kazanma” uğruna sebil eden bir bakıştır.
Fethi hayat tarzı olarak seçen birinin insan kazanma tutkusuna hırs adı verilemez. Oysa, örneğin kişinin para kazanma tutkusu böyle değildir. O bir hırstır ve sahte bir kazançtır. Çok parası olan biri köle, hizmetçi yamak, çırak, badigart, koruma sahibi olabilir; ama bunların hiçbirine “insan kazanma” denilemez. Olsa olsa “insan satın alma” denilebilir. Bu her iki taraf için de sahici bir fazilet değil, kimi durumlarda alçaltıcı ve utanç verici bir rezâlettir. Oysa, insan kazanmak her dönemde ve her yerde sahici bir fazilettir. İki kazanımı böylesine birbirine zıt konuma oturtan sebep, kazanıma konu olan şeylerin nitelikleridir. Bilinen bir gerçektir ki, insan kazanmak, insan yüreğini fethetmekle mümkündür ve paranın kalbi yoktur.
Fethi bir hayat tarzına dönüştürmek insana bir “kitab” olarak bakmakla mümkündür. İnsan, her bir satırı altı çizilerek dikkatle okunmayı bekleyen mukaddes bir kitaptır. Bu kitabı okuma işini tarihin tanıdığı hemen tüm hakîmler “kendini bilmek” olarak formüle etmişlerdir. Kendini bilmek yani “insanı okumak”. İnsan bilmecesini çözen, Allah’ı bulur. İşte nedenle insan okunmalıdır. Okumak, bir arayışın ürünüdür. İtici gücü ise gerçeğe duyulan meraktır. Yaratanı merak eden yaratılanı da merak eder. Müessiri merak edip de eseri görmezden gelmek ne mümkün? Her müessir büyüklüğünü eserinde sergiler. İnsan Allah’ın şaheseridir. Bu nedenle eseri tanıyan müessiri tanır, eseri öven müessiri över. Eskiler bu gerçeği şu veciz ibâreyle formüle etmişler: “Nakş-ı medih nakkaşa râcîdir.”
İnsanın kazanılması ne denli büyük bir saâdetse, kaybedilmesi de o denli korkunç bir felâkettir. Bu nedenledir ki, insan kazanımı tüm kazanımların, insan kaybı da tüm kayıpların sebebidir. Toplumsal hayatın bir cennet ya da cehenneme dönüşmesi bu sebebe mebnîdir. Olumlu ya da olumsuz tüm toplumsal dönüşümler, kazanmak ya da kaybetmekle ilintilidir. Onun içindir ki Rahmânî vahiy de şeytânî vahiy de insanı hedef alır. Kazanılan her insan evrensel koronun kozmik armonisine katılmıştır. Kaybedilen her insansa sosyal kaosun cehennemine odun taşıyan bir “hammâlete’l-hatab”tır. Dokunun bozuluşu organizmanın bozuluşuna zemin hazırlar, hücrenin bozuluşu ise dokunun bozuluşa. Toplum doku, birey ise hücredir. Toplumsal kokuşma bireysel kokuşmayla başlar. Elbette tersi de geçerlidir.
458] F. Capra, Kâinata Mensup Olmak, İnsan Y., s. 130
FETİH
- 123 -
Sorumluluğunun bilincinde her insan çevresiyle ilgilenir. Çünkü insanın sorumluluk alanına çevre de girer. İçinde yaşadığı topluma karşı sorumluluk hissetmeyen, hemcinslerine karşı yükümlülüklerini yerine getirmeyen insan, suçlu sayılmasa dahi kesinlikle vebal altındadır.
İnsan sosyal bir varlıktır. Bu nedenle hiçbir eylemi toplumdan bağımsız düşünülemez. Bireysel gibi duran davranışlarının dahi toplumsal bir boyutu vardır. Sosyal bir yozlaşmanın yaşandığı bir toplumda hiçbir fert, üyesi olduğu toplumun bu yozlaşmasından kendisini müstağnî ve sorumsuz addedemez. Hz. Peygamber’in hârika bir benzetmeyle ümmeti yaşayan bir uzviyete yani bir insan bedenine benzettiği bir gerçektir. Öyle bir uzviyet ki, her bir şahsiyet bu bedenin kromozomu, her bir âile bu bedenin hücresi, her cemaat bu bedenin dokusu, her bir ulus, kavim bu bedenin organı hükmündedir. Bunlardan ayrı olarak bu hücreler, dokular ve organlar arasında iletişimi sağlayacak bir sinir sistemi, bunların hayâtiyetini sürdürecek bir kan dolaşım sistemi, bir sindirim, solunum ve üreme gibi bütün bedenin hayatî fonksiyonlarını sağlayan sistemler gereklidir. Nasıl ki bedenin çeşitli mikroplara ve virüslere karşı bir savunma mekanizması varsa, ümmet organizmasının da sosyal hastalıklara karşı bir savunma mekanizması olmalıdır. İnsan bedeninin direncini sağlayan bağışıklık sistemi, ümmet organizması için de geçerlidir. Eğer fetih, en azından ümmet içerisinden birtakım insanların hayat tarzına dönüşürse, o insanlar ümmet bedeninin savunma mekanizması işlevini üstlenecek, hayâtiyetini yitirmiş organları oluşturdukları canlı hücrelerle yeniden hayata döndüreceklerdir.
Sorumluluğunun bilincinde her insan, mutluluğun öbür adı olan İslâm’dan uzak yaşayan her bireyin sancısını bağrında hissetmelidir. İsyanı kutsayan kentlerin fücur akan caddelerinden sele kapılmış çiçekleri birer birer toplamalıdır. İnsan yüreğini acımasızca kundaklayan modernizmin çıkardığı küresel yangından bir can kurtarmanın savaşını vermelidir. İnanan her insan şu duyguyu taşımalıdır: Elimi uzatabileceğim halde uzatmadığım için yüreği kundaklanan her insanın katili olarak beni hesaba çekecekler. Gel, diyecekler, sen elinden tutsaydın bu insan şimdi ateşe mahkûm olmayacaktı. Sen sorumluluğunu yerine getirseydi, Kitab mahzun olmayacaktı. Fetih işçisi olsaydın, zaman ve mekân ihânete uğramayacaktı.
“Bir benimle ne çıkar?” demeyeceksin. Baharın haberini karın altında, kışa inat açan kardelenlerin verdiğini unutmayacaksın. Kim var, diye sağa sola bakmayacaksın. “Ben varım!” diyecek ve yürüyeceksin. Caddelerde gördüğün câhil yığınlara, güneşi ceketinin astarında kaybetmiş kitlelere, yüreğinden habersiz göğsüne takacak sahte muskalar arayan kalabalıklara acıyacak, onlar arasında gördüğün cins tohumlara toprağı işaret edeceksin. Cins tohumu, cins toprakla buluşturan cins bahçıvan olacaksın. Uygun iklimi ise Allah verecek.
Bırak otçuların gözü yoncada olsun. Senin gözün daima insanda olacak. Hammaddesi makbul fakat adresini yitirmiş birini gördüğünde, “bundan ne güzel müslüman olur” diyecek ve tüm yüreğinle hidâyeti için duâ edeceksin. Onu kimliğini yitirmiş bir halde gördüğünde kahrolacak, elinden bir şey gelmiyorsa dahi, yüreğin bir peygamber yüreği gibi yanıp “Allah’ım, onları affet, onlara hidâyet et, çünkü onlar bilmiyorlar!” diye yakaracaksın. Arşın kapısına onlar için asılacak, yüreklerinin mührünü çözmesi için başını o kapının eşiğine vuracak, vuracaksın.
- 124 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm’ı İslâm’ın dostlarından değil, düşmanlarından öğrenen insanlar için hüküm verip infaz etmeyeceksin. Birçoğunun reddettiği İslâm’ın Allah’ın İslâm’ı değil, babalarının İslâm’ı olduğunu bilecek ve onu zâten senin de reddetmen gerektiğini hatırlayacak, onu kınamak yerine, kanlık yüreğine ışık tutacak, sevgiden oltanı gönül ummânına şefkatle atacaksın. O kendine, mezhebine, meşrebine, partine, kliğine, cemaatine, derneğine değil; öz benliğine çağıracak, “varlık sorununu” nasıl çözdüğünü soracaksın. Nereden gelip nereye gittiğini, ölüm hakkında ne düşündüğünü, mutluluktan neyi anladığını soracaksın. Hiç kendisiyle başbaşa kalıp kalmadığını, hayal kurup kurmadığını, rüya görüp görmediğini, sevip sevmediğini, özleyip özlemediğini, ağlayıp ağlamadığını, içinin nelere sızlayıp nelere sızlamadığını soracaksın.
Önce seveceksin. Garazsız ve ivazsız, pazarlıksız, bedelsiz seveceksin. Sevginin illeti ölümsüz olacak, ki sevgin de ölümsüz olsun. Dâvet yemeğini sevgi kaşığıyla sunacaksın. Sevgiden başka bedel beklemeyeceksin, ki sevginin bedeli sadece sevgidir, ondan başkası sevgiyi “ucuz”a vermektir. Benim ücretim yalnızca O’na âittir, diyeceksin. Tüm faturaları yakarak yola çıkacaksın, ki ileride fatura çıkaramayasın. Bir insanın yüreğinin aydınlanmasına vesile olduğunda dünyanın tapusunu sana vermişler gibi sevineceksin. Bir âdem bir âlemdir diye çıktığın yolda dirilişine sebep olduğun her bir insanın mânevî anası olmanın haklı gururunu duyacaksın. Öldürmek için doğuran zavallılara karşı diriltenler ve gerektiğinde diriltmek için ölen bahtiyarlar arasında olmanın şükrünü edâ edeceksin.
Yitirilmiş her bireye, yitirilmiş hikmetin gibi bakacaksın. Hikmetini bulmak için gözün insanda olacak. Bulduğunda sana yeni nâzil olmuş bir âyet gibi okuyacaksın. Tefsir edecek, te’vil edecek, şerh edeceksin. Yüreğinle yüreğini bulacak, onun yüreğini hedef alıp oradan vuracaksın. İnsan âyetiyle Kur’an âyetini buluşturup aralarından çekileceksin. İnsanla İslâm’ın arasından başka engelleri kaldırayım derken, kendin engel olmayacaksın. Ona vesile olmayı, onu minnet altına almanın bir gerekçesi olarak kullanmak gibi çirkin bir yola girmeyeceksin. Aksine, seni hidâyete vesile kıldığı için Allah’a minnet edeceksin.
İşte fetih bu şekilde bir hayat tarzına dönüşecek. Ve fetih yalnızca küresel planda değil; evrensel planda da gerçekleşecek.
Sınırsız ve Sınıfsız Fetih: “Mutlak hâkimiyetin sahibi olan Allah yücedir. O dilediğini yapmaya kaadirdir. O, hem ölümü hem de hayatı, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için yaratmıştır. O azîzdir, ğafûrdur. Yedi göğü birbiriyle uyumlu tabakalar şeklinde yaratan da O’dur. Rahmân’ın yaratışında hiçbir aksaklık göremezsin. Çevir gözünü, bir aykırılık görüyor musun? Yine, dikkatlice defalarca çevir gözünü, bak. Her bakışın şaşkın ve bitkin bir şekilde hüsrâna uğramış olarak sana geri dönecektir. Biz, en yakın göğü ışıklarla donattık ve onları şeytanların anlamsız spekülasyonlarına konu yaptık ve onlara yakıcı alevden bir azap hazırladık.”459
İnsanın halifeliği eğer evrensel ölçekte ise, o zaman fetih de evrensel olmak zorundadır. İnsanın evreni keşfi biraz da kendisini keşfidir. Çünkü insan küçük evren, evren ise büyük insandır. Kâinatla insan arasında garip ve anlaşılması zor ilişkiler mevcuttur. İnsanın beşerî boyutuyla kâinat arasındaki ortaklık bilenen bir gerçektir. Kur’an bu gerçeği sık sık dile getirerek insanın “balçıktan”
459] 67/Mülk, 1-5
FETİH
- 125 -
yaratıldığını vurgular. Bur gerçek farklı formlarla “topraktan”, “kurutulmuş balçıktan”, “pişirilimiş balçıktan”, “balçıktan” şeklinde yer alır.
Ancak, balçıktan, değil insanın, en basit bir virüsün bile hayat bulma ihtimali rakamlara sığmayacak kadar düşüktür.460 Bu ihtimal hesabı basit bir virüsün oluşumu içindir. Kaldı ki, bir insanın oluşumu için bir virüsten çok daha kompleks yapıda olan hücrelerden yüz trilyonunun bir araya gelmesi gereklidir. Bu ise insan varlığının tesadüfle değil, ancak Allah’ın varlığıyla açıklanabileceği bir durumdur.
İnsanın fiziğiyle evren arasındaki ilişkiye ayın hareketleri ile kadınların âdet halleri arasındaki garip ilişkiyi, renklerin ve sesin temel birim sayısıyla haftanın sayısı arasındaki uygunluğu, bahar mevsimiyle kimi psikolojik rahatsızlıklar arasındaki zamanlama çakışmasını gösterebiliriz.
İnsan psikolojisiyle evren arasındaki ilişkiler elbet daha karmaşık ve gizemli. Bu meyanda bir İskoç mühtedîsinin yazdığı eserde okuduğum bir notu burada zikretmek isterim: Kâinatın yaydığı bir enerji var ki, insan bu enerjiden mahrum kalınca birtakım psikolojik rahatsızlık ortaya çıkmakta. Prana denilen bu enerjiyi beton engellediği için, modern kentlerin sâkinleri melankoli, ansiyete, nevroz, depresyon vs. gibi psikolojik rahatsızlıklar çekiyor.
İnsanın zaman ve mekânla kısıtlı bir evrende yapacağı yolculuk aklî bir fetihtir. Bir de kalbî yolculuk vardır ki, bu enfüsî âlemden âfâkî âleme, içkin olandan aşkın olana yapılan bir yolculuktur ve bu gerçeği en güzel ifâde eden kelime “miraç”tır. Miraç bir fetihti. Âfâkın kapılarının enfüse açılması. Aşk atıyla aşkına yapılan aşk yolcuğuydu miraç. Miracı fiziğin sınırlı dünyasıyla açıklamakta ısrar etmek, insanın aşkın tarafını, yüreğin gücünü görmezden gelmektir. Ki yürek, atom santrallerinin yanında yaya kaldığı sınırsız bir güç merkezidir.
Miraç, süflî âlemle ulvî âlem arasındaki kapıların açılarak insanın rûhânî yolculuğa çıkmasıdır. Hz. Peygamber’in şahsında, bir insanın ulaşabileceği yüceliği temsil eder miraç. Çamur tarafına doğru alçaldığında “aşağıların da aşağısına” düşen ve şeytanların dahi kendisine besmeleyle yaklaştığı bir ifrit, ruh tarafına doğru yüceldiğinde melekleri yolda bırakan özgün bir varlık. Urûc/yükselik kökünden gelen “mirac”,insanın ruh kutbuna tutunarak kapasitesinin sınırlarına ulaşmasıdır. Miraç, aklın dahi açıklamakta yaya kaldığı bir aşk termodinamiğiyle sezilebilir. Şüphesiz yakıtı aşk, biniti yürek, rotası hiç/hep olan bir yolculuktur miraç. İşte bu nedenle ışık hızı miraç hızı yanında kartala göre kaplumbağanın hızı gibi kalır. Işık hızından çok daha süratli olan bilincin hızı dahi yetişememektedir ona.
Bir tek mirac’ın hızıyla duânın hızı kıyaslanabilir. İkisi de aynı yasaya bağlıdır. İşte bu nedenle namaz mü’minin miracıdır ve namaz bir fetihtir. Dışa doğru değil, öz benliğin kapalı kapılarını, aşılmaz engellerini aşıp duyuların zincirini kırarak yüreğe doğru gerçekleştirilen bir fetih. Yüreğe, Kur’an’ın ifâdesiyle “şah damarı”na doğru gerçekleştirilen bir fetih.
Bu fethin nasıl gerçekleştirileceğini bize öğreten büyük öğretmen ise
460] 10 üzeri 119776’dır. Bu rakamı okuyacak bilgisiyar yoktur. 119776 tane sıfır yazıp başına 1 ekleyeceksiniz
- 126 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Peygamberimiz’dir (s.a.s.).
Bir Yürek Fâtihi Olarak Hz. Muhammed...
İslâm Fetihlerinin Mantığı: “Gönülden seveceğiniz bir başka şey daha: Allah’ın yardımı ve yakında gerçekleşecek bir fetih.”461 İslâm, en kapsamlı tanımıyla bir hayat sistemidir. Hayat hakkında sözü olan her sistem gibi İslâm da kendi ilkeleri doğrultusunda hayatı değiştirmeyi ve dönüştürmeyi hedefler.
Hayatı değiştirmeyi hedefleyen sistemler özleri itibarıyla ikiye ayrılırlar: 1) Bir iç müdâhaleyle, gönüllülük esası üzere hayatı değiştiren sistemler, 2) Bir dış müdâhaleyle, metazori yöntemiyle hayatı değiştirmeyi yöntem edinen sistemler.
İç müdâhaleyi hayatı değiştirme yöntemi olarak benimseyen bir hayat sistemi, mutlaka inanç ve ahlâk üzerine bina edilmiş bir sistem olmalıdır; ki bu da genel adıyla dindir. Din, önce insandan yüreğini ister. İnanç esastır. İmansız bir itaati din makbul saymaz. İnanç, kalbî bir kabul ve red olayıdır. Zorla değil; iknâ ile gerçekleşir. İman, yürekte yanan bir meş’aledir, bu meş’aleyi yakmadan dışarıdan yapılacak her müdâhale zorakî olacaktır. Hiçbir insan zorla mü’min yapılamaz; olsa olsa münâfık yapılır; inanmaz, lâkin inanmış gibi yapar.
Hayatı dönüştürmek için dış müdâhaleyi üslûp olarak benimseyen sistemler genelde ideolojilerdir. Her ideoloji sekülerdir. Sekülarizm, temelde kartezyen felsefeden neş’et eder. Kartezyen felsefe hakikatin kaynağını bölen, dünyayı âhiretten, zâhiri bâtından, formu özden, düşünceyi duygudan, aklı kalpten, devleti dinden ayıran indirgemeci şirk felsefesidir. Hayatı zorla dönüştürmek isteyen ideolojiler dinlerin aksine beşerî karakter taşırlar ve genel kanaatin aksine deterministtirler. Örneğin dinler mûcizeyi kabul ederken ideolojiler reddeder. Mûcize, aslında eşyanın aşkın boyutudur. Mûcizeyi kabul, katı bir determinizmin reddidir.
Marksizmin Sovyetler Birliği’nde, Çin’de Kamboçya’da, Arnavutluk’ta ve daha birçok yerde sayısız kan dökerek yapmaya çalıştığı buydu. Kapitalizmin kalesi olan ABD’nin Vietnam’da, Panama’da, Kuzey Irak’ta silâh zoruyla, Çin’de Ortadoğu’da, Afrika’nın birçok ülkesinde para zoruyla, Türkiye’nin de içerisinde yer aldığı Akdeniz kuşağında, Balkanlar’da, Kafkaslar’da siyaset zoruyla yaptığı da aynı şeydir. Özelde Batılılaşma projesini Türkiye’de yaşayan halka zorla dayatanların da yaptığı budur.
Bütün bu beşerî ideolojilerin amacı hayatı, kendi koydukları beşerî ilkeler istikametinde tepeden dönüştürmekti. Sekülarist, dolayısıyla pozitivist olana beşerî ideolojilerin “iman” gibi bir sorunu yoktu. Aksine, onlar imana karşı başkaldırmanın ürünüydüler. Onun için de, insanların gönüllerini fethetmek gibi insânî bir üslûbu benimseyemezlerdi. Benimseseler de bu lehlerine olmazdı. Bu nedenler modernleşme projesinin Türkiye ayağının kendisine ihâle edildiği ünlü bir yönetici şöyle diyordu: “Kan’la yapılan devrimler muhkem olur.” Vâkıa bu pek asılsız da değildi. 20. yüzyılda zorla dayatılan tüm sistemler bir bir çökerken Türkiye’deki resmî ideolojinin hâlâ yaşıyor olmasının sırrı bu sözde yatıyordu. Hangi beşerî ideolojinin daha çok kan döktüğünü saptamak isteyen, hangisinin daha fazla ayakta kaldığına bakmalıydı bu söze göre.
461] 61/Saff, 13
FETİH
- 127 -
Oysa İlâhî dinler, daima yüreğe hitap etmiş, bir insanı diriltmeyi bir dünyayı diriltmek gibi görmüştü. Kur’an’da bir insanı öldürmenin, bütün bir insanlığı öldürmek gibi olduğunu ifâde eden âyet, bu gerçeğin Tevrat’ta aynen böyle yer aldığını da haber veriyordu. Gerçekten de eldeki tahrif edilmiş Tevrat ve İncil bu anlamda ifâdeler içeriyordu.
İlâhî dinlerin insana nasıl şefkat ve merhametle yaklaştığını Hz. Peygmaber’in şahsında görmek mümkün. Daha önce de değindiğimiz gibi Saâdet Çağı’nın nebevî devrimi, dünya tarihindeki hiçbir ideolojik devrimle karşılaştırılamayacak kadar kansız gerçekleşmiştir. 10 yıllık Medine dönemi boyunca, Rasûlullah’ın bizzat katıldığı 27 gazve ve katılmadığı 60 seriyye olmak üzere toplam 87 askerî sefer düzenlenmiştir. Siyer otoritesi Prof. Dr. Muhammed Hamidullah’a göre bütün bunlarda öldürülen insan sayısı 150 kadardır. Hamidullah bu sayıya Kureyzaoğullarından idam edilenlerin sayısını eklememiştir. Bilindiği gibi Kureyzaoğulları Medine’de yerleşik yahûdi kabilelerinden olup Hz. Peygamber’le aralarında ittifak anlaşması yapmışlardı. Ancak, Hz. Peygamber’e sûikast düzenlediler. Başarısız sûikast girişimi ortaya çıkınca kendilerinin seçeceği bir hakemin hükmüne râzı olmayı kabul ettiler. Müttefik Arap kabilesinin lideri Sa’d bin Ubâde’yi hakem seçtiler. Onun verdiği hükümle kabilenin erkekleri idam edildi. Bu idamların sayısı İbn Hişam’a göre 600-700, İbn Sa’d’a göre ise 900 kişidir. En yüksek rakamı kabul edip bu sayıyla 150 rakamını toplasak dahi her sefere 17 kişi düşmektedir.
İşte rakam, topraklarının yüzölçümü 1,5 milyon kilometrekareye varan Batı Avrupa büyüklüğünde bir Peygamber devletinin kuruluş bilançosudur. Saâdet Asrı’ndaki Nebevî inkılâbının bu bilançosuyla, 1789 Fransız devrimi, 1917 Bolşevik devrimi ve 1923 ve sonrasının Kemalist devrimlerinin bilançoları karşılaştırılırsa insana verilen değer ve hürmet açıkça ortaya çıkacaktır.
İslâm tarihinde insana verilen değeri tarihe geçen birçok olayda açıkça görmek mümkün. Rasûlullah’ın insan hayatına verdiği önemin örnekleri de saymakla bitmez. Üsâme bin Zeyd’in başına gelen, onlarca muhteşem örnekten biridir. Bir savaş sırasında mübârezeye tutuştuğu hasmını tam öldürecekken hasmı şehâdet kelimesini söylemiş, Üsâme onun canını kurtarmak için şehâdet kelimesini söylemiş, Üsâme onun canını kurtarmak için şehâdet getirdiğine hükmederek hasmını öldürmüştü. Olay Rasûlullah’a duyurulduğunda o denli kızmıştı ki, ondan sonra Üsâme’yi her görüşünde “Üsâme, demek sen ‘Rabb’im Allah’ diyen birini öldürdün ha?!” diyerek kınamış, Üsâme Rasûlullah’ın bu ısrarlı kınayışları karşısında ne denli sıkıldığını şu sözlerle dile getirmiştir: “Rasûlullah bu sözü o kadar çok tekrarladı ki, kendi kendime ‘keşke, bu olaydan sonra müslüman olsaydım!’ dedim.”
İslâm’ın insana verdiği bu değer yüzünden kitleler İslâm’a gelmekte tereddüt etmemiştir. Hatta İslâm’a girmeyenler dahi müslümanların insancıl davranışlarından etkilenerek müslüman olmadıkları halde müslümanlarla birlikte kendi dindaşlarına karşı savaşmışlardır. Bunun en tipik örneği Suriye’de gerçekleşmiştir. Hicrî 144 yılında Bizans imparatoru Juntinyanus’un, müslüman akınlarını durdurmak için Suriye’ye yerleştirdiği hıristiyan Slavlar müslümanların saflarına iltihak ederler. Müslümanlar da onları aynı yerde Bizans’a karşı konuşlandırır. Bu hıristiyan Slavlar daha sonraları Bizans’a karşı müslümanların saflarında
- 128 -
KUR’AN KAVRAMLARI
savaşacaklardır.462 B. Levis der ki: “Filistin’de hıristiyan Samaritenler müslümanlara o denli yardımda bulundular ki, müslümanlar onların bu yardımına karşılık onları cizyeden muaf tutma gereği hissettiler.”463
Müslümanların engin hoşgörüsüne ilk kuruluşu müslümanlar eliyle gerçekleştirilen Kahire, Bağdat, Basra, Kûfe vb. gibi birçok İslâm şehrinde yer alan kilise ve havralar şâhittir. Bu gibi müslümanlar eliyle kurulan kentlerde bugün dahi ayakta kalan diğer dinlere âit mâbedler geçmiş zamanlardan intikal eden yapılar değil, sonradan yapılan yapılar olduğu muhakkaktır.
Haçlı seferleri sırasında müslüman doktorlar kendi yaralılarını tedâvi ettikten sonra, muhârebe bitince hıristiyan kamplarına giderek düşman yaralılarını da tedâvi ediyorlardı.464
İslâm’ın ruhunu kavrayan her insan, diğer insanların ya dinde kardeşi ya da insanlıkta eşi olduğu gerçeğinden yola çıkarak davranır. Bu Hz. Ali’nin tavrı ve tespitidir. Bu ruhu kavramış olanlardan biri de asil insan Emir Abdulkadir’di. Cezayir’i işgal eden Fransız sömürgecilerine karşı 30 yıl amansız bir mücâdele verip sonunda Fransızlara esir düşen efsânevî komutan Emir Abdulkadir işgal rejimi tarafından Şam’a sürgün edilir. 1860 yılında Şam’da yerli halk tarafından yabancılara karşı baş gösteren ayaklanma sırasında 14 bin Şam’lı hıristiyanı himâyesine alarak mutlak bir ölümden kurtarır.465 Bunun üzerine Papa, Emir Abdulkadir’e Pie IX nişanını verir. Verir vermesine de, çok değil yaklaşık bu tarihten 80 yıl sonra 1940’da Fransa, özgürlük mücâdelesi veren sömürgesi Cezayir’de korkunç bir katliama girişir. Sonuç bir milyon şehid.
Hiç kuşkusuz, inanç özgürlüğü konusunda diğer dinlerin mensupları müslümanların gösterdiği performansı sergileyememişlerdi. 1572 yılında Fransa’da gerçekleşen Saint Barthélemy katliamında Katolikler yalnızca Paris’te birkaç gün içerisinde üç binden fazla insan katletmişlerdi. Cieaux piskoposu Arnald Amaralicus, sapıklığından kuşkulanılan Béziers kenti sâkinleri için ne yapılması gerektiğini soranlara kısa bir cevap vermişti: “Tümünü öldürün! Tanrı, kendinden yana olanları tanır.” Bu fetvâ üzerine yaşına ve cinsiyetine bakılmaksızın yirmi bin’e yakın insan kılıçtan geçirildi ve kent yağmalandı.
Hıristiyan fanatizminin en büyük kurbanı hiç kuşkusuz Endülüs müslümanlarıdır. Yaklaşık yedi asır İslâm medeniyetinin beşikliğini yapmış olan Endülüs’ün bugününe bakanlar hıristiyanlıkla İslâm’ın farkını kolayca anlayabilirler. Leon ve Kostil Ferdinand’ının müslümanları soykırıma tâbî tutarak Kurtuba’yı ele geçirip son kale Gırnata’yı da haraca bağladıklarında İspanya’nın yerli halkından sonucunun ölüm olduğunu bile bile yine de kitleler halinde İslâm’ı seçenler oluyordu. Bu gerçeği göre ünlü İngiliz tarihçi Carlyle İslâm’ın kılıç zoruyla yayıldığı oryantalist tezini şöyle çürütüyordu: “Haydi, siz de kılıcınıza sarılın, bakalım kılıçla oluyor mu?”
Yeniden Fetih Hareketi: Uzun insanlık destanının hiçbir döneminde insana ulaşmak, bu denli kolaylaşmamıştı, bu doğru. Ne ki, yine uzun insanlık destanı
462] Lebeau, Historie du Bas-Empire, neşr. M. St. Martin, Paris 1830, c. 12, s. 27-31
463] Tarihte Araplar, s. 67
464] Garaudy, İslâm’ın Vadettikleri, s. 86
465] Kasım Sadullah, Hayatu’l-Emir Abdulkadir, Şirketu’l-Vatanî, Tunus, 1974
FETİH
- 129 -
boyunca insanlar birbirine bu kadar kapalı, insan teki bu kadar yalnız da olmamıştı.
Modern toplumun birbirinin kurdu haline gelmiş bireylerini, modern mekanik toplum makinesinin silik bir cıvatası olmaktan çıkarıp şahsiyet haline getirmek, çok ciddi bir fetih seferberliğiyle mümkündür. İşte biz buna “yeniden fetih hareketi” diyoruz.
Yeniden fetih hareketi, “Ve enzir aşîrateke’l-akrabîn: Önce yakın çevreni uyar.” İlâhî metodu gereğince merkezden başlayıp muhîte doğru halka halka genişleyecektir. Yeniden fetih hareketinin fâtihleri önce işgale uğramış yürek ve akıllarını işgalde kurtararak işe başlamalıdırlar. Modern ikonların, soyut putların, teknoloji ürünü sanemlerin işgaline uğramış bir kafa ve kalple başkalarının yüreğini açmaya kalkışmanın imkânsızlığı ortada. Kafa ve kalbini işgalden kurtarabilmiş insan “şahsiyet” olmayı hak etmiş demektir.
İşte bu gerçekleşir ve müslüman şahsiyet yeniden inşâ edilebilirse, müslüman toplumun ve İslâmî hayatın yeniden inşâsının önündeki en büyük engel de kalkmış olacaktır.
İslâm’ın Yitik Çocukları: İçinde yaşadığımız sözde müslümanlardan oluşan toplumun bilincini örten kalın surlar, bir şefkat ve sevgi taarruzuyla parçalanabilir. Hepimizin kafasını işgal eden soru aynı: Düne kadar İslâm’ın fâtihleri olmuş bir toplumdan bugün nasıl oldu da İslâm’a düşman nesiller peydahlandı? 70 yıl öncesine kadar, değil müslümanlara gayrı müslimlere dahi “şeriat adâlettir” dedirten insanların torunları arasından nasıl oldu da “kahrolsun şeriat” diyen zavallılar çıkabildi?
Tüm varlığını küfre borçlu olanlar, gayrı müslim efendilerinin kendilerine verdiği rolü sâdık bir köle gibi oynayanlar, küfrün ve şirkin gönüllü Ebû Cehilliğini yapanlar bir tarafa. Onlar küfrün önderleridir ve onlara nasıl muâmele edileceğini Kur’an açıklamıştır.
Ancak, bu çok marjinal inatçı İslâm düşmanları dışında bir de kelimenin tam anlamıyla câhil bir kitle var. Bu câhil kitle, İslâm’ı İslâm’ın dostlarından değil de düşmanlarından öğrendi. Bu câhil kitle İslâm’a İslâm’ın hâkim olduğu değil, mahkûm olduğu bir dönemde düşman edildi. Onlar, aradıkları ışığın, girip de sırtlarını döndükleri mağaranın kapısından sızan ışık olduğundan habersiz zavallılar.
Fetih seferberliğinin ilk muhâtabı da işte bu İslâm’ı İslâm’ın düşmanlarından öğrenen câhil kitledir. Onlar, İslâm’ın yitik çocuklarıdır. Onlar, bu çağın öksüzleridir. Onlara bir yetim, bir öksüz gibi şefkatle, merhametle yaklaşmak, ana gibi kucak açmak, onları sokaktan tekrar yuvaya dâvet etmek, fedâkâr müslümanlara düşmektedir. Onlar arasında, düşmanları tarafından saraydan kaçırılıp asıl âilesine düşman edilerek onlara karşı savaştırılmak üzere yetiştirilmiş Hind şehzâdesi rolü oynayanlar çıkabilir. Bu tipler, eğer gerçeği fark edebilirlerse kendilerini bu duruma getiren şeytanın askerlerine karşı herkesten daha güçlü bir mücâdele sergileyeceklerdir. İslâm düşmanlarının İslâm’a karşı kullanmak için yetiştirdikleri İslâm’ın yitik çocukları, yuvalarını bulduklarında iman cephesinin en büyük mücâhidi olacaklardır.
- 130 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Fethin Araçları: İman, örnek yaşantı, ilim ve ahlâk, güzel söz, ikram ve iyilik, hoşgörü ve af, adâlet, duâ, namaz ve Kur’an ve yitik farz Emr bi’l-ma’ruf ve nehy ani’l-münker...
...Bugün, İslâm coğrafyasında yaşayan tüm müslüman halklar çeşitli tarihî, siyasî ve sosyal nedenlerden dolayı toplumsal bir hâfıza kaybını yaşamaktadırlar. Bu hâfıza kaybına bağlı olarak kimlik ve kişilik kaybı toplumumuzu oluşturan bireylerin ortak zaafı haline gelmiştir. Bu acınılası durumda en büyük pay, hiç kuşkusuz halka rağmen halkın tepesine silâh zoruyla oturan ya da birilerince oturtulan yönetici elitlerindir. Siyasetçisi, askeri, bürokratı, aydını ve hormonlu zenginleriyle bu yönetici elit, toplumsal yozlaşmanın ve kokuşmanın baş müsebbibidir ama tek müsebbibi değildir. Çünkü bu durumdan en az onlar kadar kendilerine İlâhî mesajı taşıma görevi yüklenen müslümanlar da sorumludur.
Böylesi bir ortamda inanan her insana ağır görevler düşmektedir. Samimi mü’minler sorumluluklarının gereğini yerine getirmek için tanımlamadan tanımayı yargılamadan yarlığamayı, hüküm vermeden dâvet etmeyi, infaz etmeden ihsan etmeyi öğrenmek zorundadırlar. Çünkü en azından bu topraklardaki câhil kitleler, dinlerini değil sağlıklı kaynaklardan, tâlî eserlerden bile öğrenmekten mahrum bırakıldılar.
Sistemin projesi “dini olmayan bir halk yaratmak”tı. Tabii ki bu mümkün değildi ve mümkün olmadığı çok geçmeden görüldü. Halk dinsiz olmadı, lâkin dinini öğrenmekten mahrum bırakıldığı için dinli de olamadı. Tek kelimeyle “câhil” oldu. Elbet bu câhiller arasında cesâreti cehâletinden alıp dine düşman olanlar da vardı. Bunların çoğunluğu “kişi bilmediğinin düşmanıdır” sözünü doğrulayan tiplerdi. Elbette İslâm’a bilinçli bir biçimde kin besleyen ve düşman olan azınlık bir gürûhu konumuzun dışında tutuyoruz.
Geniş câhil kitleler bir yana, dini, bu dinin dostlarından değil de düşmanlarından öğrenmiş(!) söz konusu zümreye şiddetle değil, şefkatle muâmele şarttı. Onlar, bildikleri bir dine değil, bilmedikleri bir dine birilerinin kafa yıkamaları sonucu ite-kaka düşman edilmiştiler. Onların düşman oldukları dini öğrendiğiniz zaman şaşakalıyordunuz. Çoğunlukla bu gibilerin “din” diye düşman oldukları şeyin Allah’ın dini değil “ataların dini” olduğunu görüyor, bu dine Allah’ın da düşman olduğunu hayretle müşâhede ediyordunuz. Bu gerçeği onlara söylediğinizde hayret etme sırası onlara geliyor ve insaf ehli olanlar ana kaynaklarından dini öğrenme sürecine giriyordu.
İlle de hüküm vermek gerekiyorsa, bu hüküm cehâleti dolayısıyla dine düşman edilenlerin dinlerini bu dinin dostlarından öğrenmeleri temin edilinceye kadar ertelenmeli, eğer hâlâ düşmanlıklarında direniyorlarsa hüküm o zaman verilmelidir.
Cehâlet zifiri bir karanlıktır. Böylesi bir karanlıkta göz diye bir organın olması, “görme” eyleminin gerçekleşmesi için yeterli değildir. Çünkü görme eylemi ışıksız gerçekleşmez. En az gözün varlığı kadar ışığın varlığı da gereklidir.
Göz akılsa, söz konusu ışık da İlâhî mesajdır. İnsanlık kervanının uzun yürüyüşünde bir yol kazâsı olan modern zamanların modern bireylerine yapılabilecek en büyük iyilik, ona hakikatin biricik kaynağını göstermek, onu sanal bir yaşamdan gerçek bir hayata çağırmaktır. Bunu yapabilme gücü sadece İslâm’a
FETİH
- 131 -
gönül veren insanların yüreğinde saklıdır. O güç harekete geçtiğinde, yürekleri sağaltan bir hayat soluğu olacak ve yürek fethi bir kez daha gerçekleşecektir. 466
Hudeybiye Barışı; İnsanlara Önce Kapalı Gelen “Apaçık Fetih”
Hudeybiye Muâhedesi; Hz. Peygamber ve ashâbının Kâbe’yi ziyâret maksadıyla Mekke’ye gitmek istemeleri ve bunun müşrikler tarafında engellenmesi üzerine çıkan olaylardan sonra müslümanlarla müşrikler arasında yapılan anlaşmanın adıdır. Allah Rasûlü’nün hicretinin üzerinden mücâdeleler ve savaşlarla dolu altı yıl geçmişti. Hem muhâcirler, hem de ensâr, Kâbe’yi ziyâret özlemiyle yanıp tutuşuyorlardı.
Allah’ın elçisi, bu yılın Zilkade ayının başında bütün ashâbın özlem ve beklentilerine cevap anlamı taşıyan bir rüya gördü. Rüyasında ashâbı ile birlikte güvenlik içinde Kâbe’yi ziyaret ediyordu. Rasûlullah’ın ashâba anlattığı rüya, hızla bir muştu gibi yayıldı Medine’ye.
Hz. Peygamber bu genel coşku üzerine, Kâbe’yi ziyâret etmek isteyenlerin hazırlanmasını emretti. Hattâ İslâm’ı kabul etmeyen kabileleri bile kendileriyle birlikte hac yapmaya çağırdı.
Hazırlıkların tamamlanmasından sonra, Zilkade’nin ilk Pazartesi günü467 bin dört yüz kişi ile birlikte Mekke’ye doğru hareket etti. Niyetinin barış olduğunu göstermek için yanlarına yolcu kılıcı denilen kılıçtan başka savaş silâhı almamışlardı. Zül-Huleyfe mevkiine geldiklerinde ihrâma girdiler ve umre için niyet ettiler. Yanlarında Mekke’de kurban edilmek üzere getirdikleri yetmiş deve bulunuyordu ve bunlar kurbanlık olduğu belli olacak biçimde nişanlanmıştı.
Mekkeli müşrikler müslümanların hareketini öğrenince toplanarak ne pahasına olursa olsun, Rasûlullah’ın Mekke’ye girmesine izin vermemeyi kararlaştırdılar. Rasûlullah’ın Mekke’ye daha fazla yaklaşmasına engel olmak üzere de Halid bin Velîd komutasında iki yüz atlıdan oluşan bir birlik gönderdiler.
Bu arada Hz. Peygamber Hudeybiye mevkiine gelmişti. Devesi burada kendiliğinden çöktü ve bütün çabalara rağmen kaldırılamadı. Bunun üzerine çeşitli fikirler ileri sürenlere karşılık Allah Rasûlü, “Filin Mekke’ye girmesine engel olan kuvvet bu deveyi de çökertti” diyerek herkesin inmesini emretti.
Peygamber Efendimiz, Mekke müşriklerinin durumu anlama ve umreyi gerçekleştirebilme konusunu görüşmek için Hz. Osman’ı (r.a.) Mekke’ye gönderdi. Hz. Osman (r.a.) kiminle görüştü ise, umre yapmanın mümkün olmadığını anladı. Zira müşrikler, müslümanların Mekke’ye girişini kendileri için büyük bir zillet sayıyorlar ve bütün Arap dünyasının gözünden düşecekleri şeklinde yorumluyorlardı. Bundan dolayı umre hiç mümkün gözükmüyordu.
Bu arada Hz. Osman’ın (r.a.) tutuklandığı ve öldürüldüğü haberi yayıldı. Bu haber üzerine peygamber Efendimiz, bütün mü’minlerden “ölüm” üzere bey’at aldı. Ashâb-ı Kirâm’ın ölüm için yarışırcasına bey’at etmelerini müşriklerin câsusları da görüyorlardı. Bu durumu süratli bir şekilde Mekke’ye bildirdiler.
466] M. İslamoğlu, Yürek Fethi, s. 31-94, 207-209
467] 13 Mart 628
- 132 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sahâbenin bey’atını bildiren âyet-i kerime’de şöyle buyrulur: “Sana bey’at edenler gerçekte Allah’a bey’at etmektedirler. Allah’ın eli onların elleri üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur ve kim Allah’a verdiği sözü tutarsa Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.”468 ve “Allah şu mü’minlerden râzı olmuştur ki, onlar ağacın altında sana bey’at ediyorlardı. Allah onların gönüllerindekini bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi. Yine onlara alacakları birçok ğânîmetler bahşeyledi. Allah üstündür, hikmet sahibidir.”469âyetleri bu olayı anlatmakta ve Cenâb-ı Hakk’ın biat edenlerden râzı olduğunu bildirmektedir. Bu âyetlerden dolayı, bu beyata, râzılık biatı anlamında “Biatü’r-Rıdvân” ve Hz. Peygamberin altında oturduğu ağaca da râzılık ağacı anlamında “Şeceretü’r-Rıdvân” adı verilmiştir. Kısa bir aradan sonra Hz. Osman (r.a.)’la ilgili ölüm haberinin asılsız olduğu anlaşılmıştır.
Bu arada karşılıklı elçiler gidip geliyor, bir uzlaşma yolu aranıyordu. Müşrikler müslümanların Mekke’ye girmelerine izin vermeyeceklerini açıkça söylüyorlardı. Hz. Peygamber ise “Biz buraya kesinlikle savaşmak için gelmedik. Amacımız Kâbe’yi ziyârettir, umre yapmaktır. Kureyşliler eski savaşlarda zayıf düşmüşlerdir. Dilerlerse onlarla bir anlaşma, bir süre için barış anlaşması yapmak isterim. Kabul ederlerse ne âlâ, aksi takdirde Allah’a yemin ederim ki, ölünceye kadar onlarla savaşırım” diyerek barış öneriyordu.
Allah Rasûlü’nün kararlılığı yüzünden müşrikler savaşı göze alamadılar. Amr oğlu Süheyl’i kendileri adına bir anlaşma yapmak üzere gönderdiler.
Rasûlullah ile Süheyl uzun görüşmelerden sonra anlaşma şartlarını tespit ettiler. Buna göre;
1- Müslümanlarla müşrikler on yıl süreyle savaşmayacaklar, birbirlerine saldırmayacaklardı.
2- Müslümanlar bu yıl Kâbe’yi ziyâretten vazgeçerek geri dönecekler, ancak gelecek yıl umre yapacaklar, müşriklerin boşaltacağı Mekke’de üç gün kalacaklar ve yanlarında yolcu kılıçlarından başka silâh taşımayacaklardı.
3- Mekke’den birisi müslüman olarak Medine’ye sığındığı zaman iâde edilecek; fakat Medine’den Mekke’ye sığınanlar iâde edilmeyecekti.
4- Arap kabileleri istedikleri tarafla anlaşma yapmakta serbest olacaklardı. Hudeybiye andlaşmasının bütün şartları görünüşte müslümanların aleyhine idi. Bu nedenle müslümanlar büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Bu andlaşmayı bir aşağılanma, bir küçük düşürülme olarak kabul ettiler. “Sen Allah’ın Rasûlü değil misin? Dâvâmız hak dâvâ değil mi? Bu zilleti neden kabul ediyoruz?” diyen Hz. Ömer’in sözleri, müslümanların genel üzüntülerinden doğan tepkinin dile getirilişinden başka bir şey değildi. Fakat şüphesiz Allah ve Rasûlü neyin hayırlı, neyin şer, neyin izzet, neyin zillet olduğunu daha iyi bilirdi.
Allah Rasûlünün “kurbanlarını kesip başlarını tıraş etmeleri” isteği yankısız kaldı. Büyük bir üzüntü ile çadırına girdi. Sonra mü’minlerin annesi Ümmü Seleme’nin tavsiyesi üzerine kendi kurbanını kesti ve tıraş oldu. Bunun üzerine bütün müslümanlar yarışırcasına kurbanlarını kesip tıraş oldular.
468] 48/Feth, 10
469] 48/Fetih, 18-19
FETİH
- 133 -
Hudeybiye’de on dokuz gün kalındıktan sonra Medine’ye doğru yola çıkıldı. Yolda, “Biz sana apaçık bir fetih verdik. Bununla Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlayacak ve sana olan nimetini tamamlayacak ve seni doğru bir yola iletecek. Allah sana şanlı bir zafer verecek”470 âyetleriyle başlayan Fetih Sûresi nâzil oldu.
Şânı yüce Allah, Hudeybiye barışını bir “feth-i mübin (apaçık bir fetih)” olarak niteliyordu. Gerçekten de bunun böyle olduğu çok geçmeden herkes tarafından anlaşıldı. Hudeybiye’yi Hayber gibi, Mekke’nin fethi gibi zaferler izledi.
Hudeybiye andlaşmasının en önemli yanlarından veya sonuçlarından birisi, hiç kuşkusuz siyasî yönüdür. Daha önce Mekkeli müşrikler, Medine İslâm toplumunun varlığına bile tahammül edemezlerdi. Hatta müslümanları kökten yok etmek amacıyla Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında olduğu gibi birçok girişimde bulunmuşlardı. İşte bu andlaşma ile ilk kez müşrikler Medine İslâm toplumunu resmen tanınmış oluyorlardı. Bu durum, İslâm’ın kabileler arasında büyük bir önem kazanmasına neden oldu.
Andlaşmadan önce müslümanlarla müşrikler arasında hemen hiç bir ilişki yoktu. Hudeybiye’den sonra ise iki taraf arasındaki ticarî ve âilevî ilişkiler canlandı. Hz. Peygamber istediği yerde İslâm’ı rahatça tebliğ etme imkânına kavuştu. Bu nedenle hem Mekke’de, hem de çevre kabileler arasında İslâm’ı kabul edenler hızla arttı. Öyle ki, Hudeybiye ile Mekke’nin fethi arasında geçen iki yıl içinde müslüman olanların sayısı, Hudeybiye’den önceki on dokuz yıl boyunca müslüman olanların iki katına ulaşmıştı.
Andlaşma maddelerinden müslümanları en çok üzenlerden birisi, Mekke’den kaçan müslümanların iâde edilmesi hakkındaki madde idi. Daha andlaşma imzalanır imzalanmaz zincirlerini sürükleyerek gelen Ebû Cendel’in, “Müslüman olduğum için bu kadar zulümlere işkencelere uğramıştım. Beni tekrar aynı işkencelere atmak mı istiyorsunuz? Beni yine müşriklere mi teslim edeceksiniz?” çığlıklarına rağmen andlaşma gereğince Kureyş adına andlaşmayı yapan müşrik Amr oğlu Süheyl’e teslim edilmesi, müslümanları gözyaşları içinde bırakmıştı.
Süheyl b. Amr, oğlu Ebû Cendel’i çeke çeke Kureyşlilerin yanına götürdü. Müslümanlar, onun feryadına dayanamayarak ağlamaya başladılar.471 Hz. Muhammed (s.a.s.), Ebû Cendel’i şu sözleriyle teselli ediyordu: “Ey Ebû Cendel, şu toplulukla aramızda yazılan barış yazısı tamamlandı. Sen biraz sabret, katlan, Yüce Allah’tan da bunun ecrini dile. Şüphesiz Allah, senin için ve senin yanında bulunan zayıf mü’minler için bir genişlik ve çıkar yol ihsan edecektir. Biz onlara Allah’ın ahdiyle söz verdik, onlar da bize söz verdiler. Onlara verdiğimiz sözü çiğneyemeyiz. Verdiğimiz sözde durmamak bize yaraşmaz.”472 Hz. Ömer, bu geri çevirmenin dış görünüşüne bakarak çok üzülmüş, din için bu kadar hakarete katlanmanın sebebini anlayamadığını söylemişti. Mekke’ye girip, Beytullah’ı ziyâret etmeyi uman sahâbîlerin bu arzuları gerçekleşmediği gibi, Hudeybiye Andlaşması gibi zâhiren aleyhlerine olan bir sözleşmeyi kabul etmek zorunda kalmışlardı.
Mekke’den kaçan fakat Medine’ye kabul edilmeyen müslümanlar Mekke-Şam kervan yolu üzerindeki İs mevkiinde üslendiler. Kısa zamanda sayıları üç
470] 48/Fetih, 1-2
471] Vâkıdî, Meğâzı, ll, 608'den naklen Asım Köksal, İslâm Tarihi, Vl, 204
472] Asım Köksal, a.g.e, Vl, 204
- 134 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yüze ulaşan müslümanlar müşriklere karşı gerilla savaşı yürütmeye başladılar. Kureyş’in kervanlarına saldırıyor, ellerine düşen Mekkeli müşrikleri öldürüyorlardı. Kureyş müşrikleri bu durum karşısında müslümanları Mekke’de tutmanın zarardan başka bir şey getirmeyeceğini, gerçekten iman etmiş bir mü’mini hapsetmenin serbest bırakmaktan daha zararlı olduğunu anladılar ve ilgili maddenin andlaşmadan çıkarılması için Peygamberimiz’e başvurdular. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) isteklerini kabul ederek İs’teki müslümanları Medine’ye çağırdı.
Bütün bu sonuçlar Hudeybiye barışının göründüğü gibi kötü bir anlaşma olmadığını, tersine müslümanlara zafer kapılarını açan bir “feth-i mübîn” olduğunu açık bir biçimde ortaya koymaktadır. 473
Mekke’nin Fethi; Kalpleri Fethin Sonucu Olarak Dünyanın Kalbinin Fethi
Fetih Hazırlığı: Mekke, sinesinde barındırdığı Kâbe sebebiyle her devirde ehemmiyetli bir merkez olagelmişti. Kâbe’ye terettüp eden değişik hizmetleri ifâ eden Mekkeliler yani Kureyş Arapları, diğer Araplara nazaran daha itibarlı, daha şerefli kimseler addediliyordu. Arap yarımadasının her tarafında yaşayan muhtelif Arap kabilelerinin Kâbe’ye olan müşterek saygıları ve tavaf için aynı mevsimlerde yaptıkları ziyâret, Mekkelileri, onların hepsiyle tanışmaya yakinen tanımaya, dostluklarını kazanmaya sevk etmişti. Mekkeliler itibar ve imtiyazlık durumunda piramidin tepesinde yer alıyordu. Bu yönüyle Mekke, sadece dinî değil, siyasî ve ticarî bakımdan da çok önemli bir merkezdi.
Öncelikle bütün Arapları birleştirerek güçlenmeyi, bu güçle de bütün dünyaya İlâhî mesajı götürmeyi planına alan bir hareket, Mekke’yi fethetmeyi, oranın sağlayacağı maddî ve özellikle mânevî avantajlardan istifade etmeyi gözardı edemezdi. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.s.) Mekke’yi bir an önce fethetmeyi planlamıştı. Hudeybiye sulhü bu gâyeye gitmede en iyi atlama taşı oldu, ortamı en güzel şekilde hazırladı. Müslümanlar sayıca arttı, Hâlid İbn Velîd, Amr İbn’l-Âs gibi, Mekke’nin dirâyetli şahsiyetleri de İslâm’a girdi. Hele barışın, bizzat Mekkelilerce ihlâl edilmesi, müslümanların Mekkelilerin üzerine gitmesine meşrû bir gerekçe de hazırlamıştı.
Hz. Peygamber (s.a.s.) bu maksatla sefer hazırlığına başlamış, Medinelilere ve Eslem, Gifâr gibi müttefiği olan diğer kabilelere de, sefer hazırlığı yapıp yerlerinde beklemelerini emretmişti. Fakat bunun Mekke’ye yönelik olduğunu en yakınlarına bile sezdirmiyordu. Öyle ki, bu çeşit işlerde en yakını, iki vezirinden biri olan Hz. Ebû Bekir (r.a.) bile, hazırlığın ne tarafta olduğunu merak ediyor, öğrenemiyor, kızı ve Rasûlullah’ın zevcesi olan Hz. Âişe (radıyallahu anhâ)’ya soruyordu. O da Rasûlullah’tan, istihbar etmiş olmak şöyle dursun, tahmin bile edemiyordu ki, şu cevabı vermiştir: “Bilmiyorum. Belki Benî Süleym’e, belki Tâif’e, belki de Havâzin’edir.” Cevapta dikkat çekici husus Mekke ihtimalinin zikredilmemiş olmasıdır.
Rasûlullah (s.a.s.), haber sızma ihtimalini asgarîye düşürmek için her çeşit seyahati yasaklar. Bazı rivâyetler Medine’den dışarıya kimsenin çıkamadığını belirtir. Bu tedbirlerdeki asıl gâye, Mekke’yi ânî bir baskınla ele geçirip, savaşa, kan
473] Harun Ünal, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 13-15
FETİH
- 135 -
dökmeye meydan vermemektir. Hâtıb İbn Ebî Beltaa’nın mektubunu yakalatma hâdisesini bu çerçevede anlamalı ve bu gizliliğe yönelik çarpıcı bir vesika nazarıyla bakmalıyız.
Hazırlıklar tamamlanınca, Rasûlullah (s.a.s.) Hicretin sekizinci senesi, 10 Ramazanında Medine’yi terk etti, ama yine Mekke istikametine değil. Hazırlanmaları için yazdığı kabilelere uğrayarak, oralardan sefere hazır olanları ordusuna katarak... Böylece hem gittikçe güçleniyor, hem de gideceği istikamet, asıl hedef husûsunda tereddütleri arttırıyordu.
Bu sûretle Mekke önlerine geldiği zaman on bin kişilik bir orduya ulaşmıştı. Konaklama emri verdiği zaman, her bir kabilenin ayrı ayrı yerlere yerleşmesini, geceleyin her askerin ayrı bir ateş yakmasını emretti.
Fetih: Şimdiden sonra hedefi gizlemeye gerek kalmamıştı. Artık mümkün mertebe korkutucu, şoke edici, savaş kararı verme husûsunda mütereddid kılıcı ve hatta felç edici bir manzaraya, psikolojik bir tesire ihtiyaç vardı. Bu sebeple geniş arâzîye dağılan on bin ışığın tesiri Mekke’nin şefi Ebû Süfyân ve diğer ileri gelen liderleri şaşkına çevirmiş ve teslimiyete sevk etmiştir.
Rasûlullah (s.a.s.)’a “son muhâcir” unvânıyla bu Mekke seferi sırasında katılmış olan Abbâs İbn Adilmuttalib (r.a.), İslâm ordusu Merru’z-Zahran’da konaklayınca, Rasûlullah’ın Mekke’ye ânî bir baskınla girmesi halinde Kureyş’in ebedî bir helâke uğrayacağını düşünür. Bunu önlemek için bir oduncu veya (çoban gibi) herhangi bir adam bularak Mekke’ye gönderip, Rasûlullah’ın yerini haber vermek ve gelip “emân talep etmelerini sağlamak” maksadıyla Hz. Peygamber’in atına binerek arâzîyi araştırır. “Erak vadisinde dolaşırken kulağıma Ebû Süfyân, Hâkim İbn Hizâm ve Büdeyl İbn Verkâ’ın sesleri geldi. Meğerse onlar da haber toplamak için çıkmışlarmış...” der, Abbâs (r.a.).
Hz. Abbâs, Ebû Süfyân’a bunun on bin kişilik İslâm ordusu olduğunu söyledikten sonra “Atıma bin, Rasûlullah’a gidelim; sana emân talep edeyim, değilse, seni yakaladı mı vallahi boynunu vuracak” der. Rasûlullah’ın bineğinde oldukları için emniyetle askerlerin arasından geçerler. Ancak Hz. Ömer, Ebû Süfyân’ı görünce, koşarak Rasûlullah’ın huzuruna girer, öldürme izni ister. Fakat Abbâs (r.a.): “Ben civar verdim, himayesine garanti verdim” diyerek Rasûlullah’ın emânını sağlar. Rasûlullah: “Sabahleyin gelin” der.
Ertesi sabah Ebû Süfyân, Hâkim İbn Hizâm ve Büdeyl İbn Verkâ üçü birden müslüman olurlar. Ebû Süfyân (r.a.) bir rivâyete göre Mekke’ye Hâkim İbn Hizam ile birlikte gelir, Kâbe’de şöyle bağırır: “Ey Kureyşliler! İşte Muhammed! Karşı koyamayacağınız güçle geldi. Kim benim evime girerse emniyettedir. Kim Mescid-i Harâm’a girerse emniyettedir, kim evinin kapısını kaparsa emniyettedir!” Sonra ilâve eder: “Ey Kureyşliler! Müslüman olun selâmette olun!” Hanımı Hind gelerek, sakalından tutup: “Ey âl-i gâlib, bu ahmak ihtiyarı öldürün!” derse de, Ebû Süfyân: “Bırak sakalımı! Yeminim olsun, sen de müslüman olmazsan boynunu uçuracağım, çabuk evine dön!” der. Hint, terk eder gider.
Rasûlullah (s.a.s.) ordunun bir kısmını Zübeyr’in emri altında Kedâ’dan sevk eder. Bir kısmını Sa’d İbn Ubâde komutasında yine Kedâ cihetinde sevk eder. Sa’d’ın: “Bugün savaş günüdür. Bugün (Mekke’nin) haramlığı kalkmıştır” dediğini bir muhâcir Rasûlullah’a haber verir. Bunun üzerine Hz. Ali’yi peşinden
- 136 -
KUR’AN KAVRAMLARI
göndererek: “Bayrağı ondan al, şehre bayrağı sen taşı” der.
Bir kısım orduyu Hâlid İbn Velîd’in emrine verir ve Mekke’nin yukarısından şehre girmesini emreder. Eslem, Gıfar, Müzeyne, Cüheyne ve diğer Arap kabileleri hep buradadır. Hâlid, ilk defa burada Rasûlullah’ın emriyle İslâm askerlerine komutan olmuştur.
Fetih sırasında ciddi bir çatışma olmaz ise de, İkrime İbn Ebû Cehil, Safvân İbn Ümeyye ve Süheyl İbn Amr’ın alelacele toplayabildikleri kimselerle Hz. Hâlid’in önüne çıkıp savaştıklarını, bu çatışmada 13 müşriğin öldürüldüğünü, müslümanlardan da 3 kişinin şehid olduğunu zikretmek gerekir. Esâsen, Rasûlullah (s.a.s.) daha önceden, kendileriyle çatışma çıkaranlar dışında hiç kimsenin öldürülmemesi husûsunda komutanlarına sıkı tenbihte bulunmuştur. Af dışı tutulanlar ise bu yasak kapsamına girmiyordu.
Af Dışı Tutulanlar: Mekke fethedilirken, Rasûlullah’ın genel af dışında tuttuğu ve “Kâbe’nin örtüsüne sarınsa bile” yakalandığı yerde öldürülmesini emrettiği kimseler vardır. Bunlar 8 erkek ve 4 kadından oluşmaktaydı. Bunlar: İkrime ibn Ebî Cehl, Safvân İbn Ümeyye, Abdullah İbn Sa’d İbn Ebî Sarh, Abdüluzzâ İbn Hatal, Huveyris İbn Nukayz, Mikyas İbn Sübâbe, Abdullah İbnu’z-Ziba’rî es-Sehmî, Vahşî İbn Harb, Huvaytıb İbnu Abdi’l-Uzzâ. Kadınlardan: Hind Bintu Utbe, Sâre Mevlâtu Amr İbni Abdilmuttalib, Abdullah İbn Hatal’ın iki şarkıcı câriyesi.474
Rasûlullah (s.a.s.)’ın ölüme mahkûm ettiği kimselerin çoğunu o devrin efkâr-ı umûmiye (kamuoyu) yapıcıları olan şâir ve şarkıcıların teşkil etmesi dikkat çekicidir. Şiirle ilgili olarak Rasûlullah’ın “dil”in kılıçtan daha derin yaralar açtığını ifade ettiğini biliyoruz. Dikkatimizi çeken husus şu ki, bu af dışı tutulanlardan o esnâda kaçıp da sonradan af dileme fırsatını bulanların hepsi tekrar aff-ı nebevîye mazhar olmuşlardır.
Fetihle İlgili Diger Bazı Notlar: Rasûlullah Mekke’ye başında siyah bir sarık olduğu halde girdi. Kâbe’nin kapısı önünde durarak: “Bir olan Allah’tan başka ilâh yoktur. O vaadinde sâdıktır. Kuluna yardım etmiştir. Tek başına ahzâbı (orduları) dağıtmıştır” der ve halka yönelerek: “Bütün kan dâvâsı, intikam hesabı veya hak iddiâ edilen mal şu iki ayağımın altındadır. Kâbe ile ilgili sadece iki hizmet devam edecektir. Sidâne ve Sikâye hizmetleri... (Sidâne: Kâbe’nin kapısını açma, kapatma ve onu temizleme vs. işlerini yürütme hizmeti; sikâye, hacılara su dağıtma hizmeti... Câhiliye ve İslâm’da bu hizmet Hz. Abbâs’a aitti)” der ve devam eder: “Ey Kureyşliler size ne yapmamı istersiniz?” Mekkeliler: “Sen kerim bir kardeşsin ve kerim bir kardeşin oğlusun” derler. “Haydi gidin, hepiniz tulekaasınız/âzâdlılarsınız” buyurur.
Rasûlullah, Mekke halkına, diğer fethettiği belde ahâlisine yaptığı muâmeleyi yapmamıştır. Devrin savaş hukukunda fethedilen yerlerin ahâlisi esir edilir, malı da ğanîmet olarak alınırdı. Hâlbuki Mekkelilere: “Gidin serbestsiniz” demiş, kendisine zulmün, işkencenin, hakaretin her çeşidini yapan ve bir saat öncesine kadar kendisini yok etmek için bütün güçleriyle çalışmış, çalışanları desteklemiş, bu maksatla Bedir, Uhud, Hendek savaşlarını tertiplemiş olan Mekkelileri birkaç kişi hâriç toptan affetmiş, sizler tulekâ’sınız demiştir. Tulekâ, “âzâd edilmişler” mânâsına gelir. Tulekâ demesi, belirttiğimiz üzere harp hukukuna göre, savaşta ele geçirilmeleri sebebiyle esir hükmünde olmalarındandır.
474] Kureyne ve Fertana
FETİH
- 137 -
Mekkelileri âzâd ettikten sonra Kâbe’yi yedi kere sa’y edip tavaf eder. İçine girer, orada namaz kılar. Kâbe’de bulunan 360 put temizlenir.
Sonra Safa tepesine oturarak önce erkeklerden ve sonra da kadınlardan bey’at alır. Erkeklerden: “Güçleri yettikçe Allah ve Rasûlüne itaat etmek ve dinlemek” şartı üzerine bey’at alır. Kadınlardan da: “Allah’a şirk koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ yapmamak, çocuklarını öldürmemek, göre göre iftira atmamak, ma’rufta âsi olmamak” şartları üzerine bey’at alır. Kadınlar için Allah’tan mağfiret talep eder. Kadınlarla bey’at yaparken Rasûlullah, onların ellerine değmez, musâfaha yapmaz. Rivâyetler Rasûlullah’ın nikâh düşen yabancı kadınlarla musâfaha etmediğini belirtir.
Öğle vakti olunca, Rasûlullah, Hz. Bilâl’e ezan okumasını emreder, Bilâl (r.a.) Kâbe’nin damına çıkar. Kureyşliler tepelerin üzerindedir, kimisi emân beklemekte, kimisine emân verilmiş. Hz. Bilâl’in ezanı, Mekkeliler’in bir kısmına ölümden beter üzüntü kaynağı olur:
Ebû Cehl’in kızı Cüveyriye: “Bilâl’in Kâbe üzerinde anırmasında hazır olmaması, babama Allah’ın ne büyük lütfu!” der.
Halid İbn Esed: “Allah babama lutfetti de bu günü görmedi!” der.
Hâris İbn Hişam: “Keşke bugünden önce ölmüş olsaydım” der.
Attâb İbn Esîd: “Allah babam Esid’e şu söyleneni işittirmemekle ne büyük ikramda bulunmuştur!” der.
Ebû Süfyân: “Ben bir şey söylemeyeceğim. Şâyet söylersem bunu şu çakıllar bile ona haber verecektir!” der.
Derken onlara Rasûlullah çıkagelir: “Söylediklerinizi biliyorum” der ve hepsini tekrarlar. Hâris ve Attâb: “Şehâdet ederiz ki sen Allah’ın Rasûlüsün. Bunu, bizimle olan şu kimseler ve bir de Allah biliyordu. Başka kimse bilmiyordu!” derler.
İbn’l-Esir, henüz müslüman olmayan başka bazılarının da benzer sözler sarfettiklerini, ancak sonradan hepsinin müslüman olup, müslümanlıklarında samimi kaldıklarını belirtir. Rasûlullah’ın Kureyşlilere hususî muâmelesi boşa değildir. Kısa zaman sonra hepsi müslüman olacak, içlerinden niceleri istikbâlin zafer dolu seferlerine komutanlık edeceklerdir.
Kâbe’yi bütün Arapların müşterek mâbedi kılan hususlardan biri, her kabilenin kendine mahsus putunun orada yer alabilmesi idi. Bu sebeple Kâbe’nin etrafında çok sayıda put vardı: 360 tane. İbn Hacer, bunların kurşunla yere tespit edildiklerini kaydeder. Bazı rivâyetlerde, Rasûlullah’ın önünden geçtiği her putun, ensesinin üzerine düştüğü belirtilmiştir.
Bu hadislerden, ulemâ, sûretin (put heykelin) bulunduğu yerde namaz kılmanın mekruh olduğu hükmünü çıkarmıştır. “Çünkü demişlerdir, şirk ihtimaline yer verir; eski milletlerin küfrü çoğunlukla sûretlerden/heykellerden gelmiştir.”
Kâbe’nin dâhili ise, Hz. Ömer tarafından temizlenerek Rasûlullah’ın girip namaz kılabileceği hale getirilmiştir. Bazı rivâyetlerde, içeride Rasûlullah’ın da su ve bez getirterek bazı sûretleri bizzat yıkadığı gelmiştir. İbn Hacer, bunu Hz. Ömer’in nazarından kaçmış olabilen bazı küçük sûretler olabilir diye te’vil eder.
- 138 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hatta bazı sütunlar üzerinde Hz. İsa ve Meryem tasvirlerinin, Abdullah İbn’z-Zübeyr zamanına kadar kaldığına, o zaman yeniden inşa edilince tamamen bu kalıntılardan temizlendiğine temas eden rivâyetler gelmiştir.
Mekke’ye Af: Burada ayrıca belirtilmesi gereken bir husus, yukarıda geçen475 hadiste belirtilen Mekke’nin ğanîmet kılınmamasıdır. O güne kadar yapılan gazvelerde, mağlup tarafın insanı daima esir edilmiş, malı da ğanîmet. Mekke, sinesinde barındırdığı mukaddes emânetin hürmetine, kandan ve yağmadan korunmuştur. Rasûlullah o İlâhî emanetin yani mukaddes Kâbe’nin hürmetine, en azılı düşmanları olan Kureyşlileri de o kutsal yeri muhafaza ve ona bakımda sebat eden hizmetleri hatırına aff-ı umumiye mazhar etmiştir.
Peygamberimiz’in Mekkelileri affetmesi, Kureyşlilerin pek beklemediği bir şeydir. Kureyşliler, böyle bir zafer kendilerine müyesser olması halinde, başta Rasûlullah olmak üzere tüm müslümanlara yapacakları muâmeleye paralel bir davranış bekliyor olmalılar. Nitekim bu endişe, bu konudaki hadislerde de dile getirilmektedir. Hatta rivâyetlerin daha umûmî bir değerlendirilmesine gidilecek olsa, bu meselede, Medine menşe’li Ensâr ile Mekke menşe’li muhâcirler arasında bile bir fark görmek; Medinelilerin, buranın fethini de diğer fetihler gibi görmeye mütemâyil; Mekke menşelilerin ise şehrin kandan ve yağmadan korunmasına mütemâyil olduklarını görmek mümkündür.
Medineli Sa’d İbn Mu’âz, Ebû Süfyân’a: “Ey Ebû Süfyân! Bugün, savaş günüdür, bugün Kâbe’nin helâl addedileceği gündür!” der. Bu rivâyette açık değilse de, bir başka rivâyette, Sa’d’ın ağzından çıkan bu cümlenin “bir muhâcir tarafından” derhal Rasûlullah’a (s.a.s.) ulaştırıldığı belirtilir.
Ebû Süfyân, Sa’d’ın bu sözü üzerine Rasûlullah’ın amcası Abbas’a, Rasûlullah nezdinde iltimasta bulunarak, şehrin “istihlâl”den yani “kan ve mal” yönüyle helâl sayılmaktan korumasını talep eder: “Ey Abbas, (Sen Mekkelisin, üstelik Rasûlullah’ın amcasısın, müslüman da oldun). Bugün muhâfaza vazifesi yapacağın en iyi fırsat. Göreyim seni (şehri yağmalatma!)” der. Bir başka rivâyet, Abbas’ın bu endişeyi çoktan hissettiğini, Mekke’ye zorla değil, halkına emân verilerek girilmesinin yollarını aradığını, bu maksatla şehre haber gönderecek bir oduncu bulmak üzere Rasûlullah’ın atına binerek gezintiye çıktığını, Erâk Vadisi’ne gelince Ebû Süfyan ve diğer iki arkadaşına rastladığını belirtir.
Rasûlullah (s.a.s.) da zâten öyle düşünmektedir ve kara listeye alınan 3 erkek ve kadın ile savaşmaya kalkacaklar dışında kimsenin öldürülmemesini komutanlara tenbih etmiş olmasına rağmen, “Mekkeyi istihlâl” esprisi ızhar etmiş olan Medine menşe’li Sa’d’ı, bu ifâdesi kulağına gelir gelmez, derhal komutanlıktan azleder ve onun yerine Mekke menşe’li Hz. Ali’yi tâyin eder. Diğer bir komutan Hâlid İbn Velîd (r.a.) zaten Mekkelidir.
Rasûlullah’ın (s.a.s.) kara listeye almış olduklarından, sonradan af dileme fırsatı bulanları bile istisnâsız affetmiş bulunmasına bakarak da Mekke’yi “kan”dan koruma tedbiri olarak görmekteyiz. Böylece hem onların düşmanlıklarından çok çeken müslümanlara bir rahatlama, hislerini tahfife imkân vermiş oldu, hem de “bunlar dışında kimse öldürülmeyecek” fikrinin zihinlerde yer etmesine vesile oldu. Değilse, şahsî kan ve intikam hesapları araya girebilirdi. Kara
475] 4286 numaralı hadis
FETİH
- 139 -
liste ilânındaki bir başka gâye de, bu kişilere “kaçın!” mesajıdır. Nitekim bir-ikisi dışında hepsi kaçmış veya bir sığınak bularak gizlenmiş, “hissiyatın yatışması ve ortalığın sükûnete ermesinden sonra” eman alanların veya alacakların garantisinde Huzûr-ı Nebevî’ye ulaşarak affa mazhar olmuşlardır. Rasûlullah (s.a.s.) bunların mutlaka öldürülmesini isteseydi “tilkiye kaç” mânâsına dönüşen böyle bir ölüm listesi ilân etmeksizin, onları tevkif ettirebilir veya özel vazifelilere sessiz sedâsız infaz ettirebilirdi.
Bu, birinci düşman Kureyş’in, Feth’e rağmen toptan affı, hele kara listeye girenlerin de çoğunlukla birer birer affı, İslâm’ın civar kabilelerde hızla hüsn-ı kabul görmesine “insanların fevc fevc Allah’ın dini’ne girmesi”ne476 müessir olan mühim âmillerden biri olmalıdır. Böylece İslâm’ın bir sen-ben kavgası, bir dünyalık edinme mâcerâsı, bir nefsi tatmin sevdâsı olmadığı; insanları, puta tapmak alçaklığından yükseltmek, zulüm, işkence, haksızlık, kan bataklığından kurtarmak; insanı insaniyetin mertebelerine tırmandırmak; onu iki dünya saâdetine kavuşturmak dâvâsı olduğu fiilen gösterilmiş oluyordu.
Ayrıca, ileriki hâdiselerde Mekke emin, sarsılmaz bir merkez olacak, Rasûlullah’ın ölümüyle ortaya çıkan irtidad hareketlerinde sâbit kalıp onların yatıştırılmasında, İslâm’ın fetih hareketlerine geniş çapta katkıda bulunacaktır. Mekkeliler, Arabistan’ın kültürel seviyesi yüksek kişileriydi. Komşu beldelerin krallarıyla iyi ilişki içindeydiler. Eski hissiyatlarla hareket edilmesi ve intikam duygusuyla bunların öldürülmesi İslâm’a bir şey kazandırmaz, ama müslümanlara bazı şeyleri kaybettirirdi. Affın gerisinde bunların da görülmesi gerekir.
Mekke’nin Tahrîmi: Rasûlullah’ın Mekke’yi fethettiği gün halka yaptığı hitâbede yer verdiği hususlardan biri, Mekke’nin tahrîmidir. Yani Mekke şehri, eskiden olduğu gibi haramdır; Orada kan dökülmez, hayvanları öldürülemez, otları yolunamaz, ağaçları kesilemez. Bu, İslâm’ın çevre korumasında, meskûn mahallerin tahribatının önlenmesinde, tabiî dengenin muhâfazasında aldığı ilk örnek tedbirlerden biridir. Rasûlullah, bilâhare kendi bölgelerinde benzer tedbirlere başvurmak isteyen Tâif, Tay, Cüreyş gibi kabilelere bu izni verecektir. Bu tedbirin ehemmiyetini anlamak için şunu düşünebiliriz. Taşıyla toprağıyla, bitkisiyle mukaddes bilinen bu diyardan, hacılar teberrüken birer yaprak koparsalardı, o memlekette yeşillik diye bir şey kalmazdı. Haram ilân edilmesi bu tahribattan Mekke’yi korumuştur. Başka maslahatlar da söz konusudur.
Mekke’nin eskiden beri haram bilinen statüsü’nün aynen korunması, İslâm’ın diğer Arap kabilelerince benimsenmesinde rol oynadığı gibi, Mekke’de fetih sonrası çıkabilecek hesaplaşmaları da önlemiş olmalıdır. Bu sebeple olacak ki, Aleyhissalâtu vesselâm, fetihle birlikte Kâbe önünde yaptığı ilk hitapta buna yer vermiş, kendisi için Mekke’nin “günün muayyen bir saatinde” helâl kılındığını, fetihle birlikte helâl hali’nin derhal son bulduğunu belirtmiştir: Hatta Ebû Hüreyre’nin rivâyet ettiği hadise göre, fetih hitâbesine, Mekke’nin bu statüsünü belirleyen hükmü beyanla başlamıştır.
Hâtıb İbn Ebi Belte’a: Mekke fethiyle ilgili olarak zikri geçen Hâtıb İbn ebî Belte’a vak’ası ve bu hâdise karşısında Rasûlullah’ın (s.a.s.) takındığı tavır, üzerinde biraz durmamızı gerektiren bir mâhiyet taşımaktadır. Ashâb-ı Kiram’a
476] 110/Nasr, 3
- 140 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(radıyallahu anhüm ecmâin) karşı İslâmî ölçünün, birçok müslüman zihinlerde -ve hatta çevrelerde- kaybolduğu günümüz şartlarında, Hâtıb vak’asına dikkat çekmemiz gerekiyor. Rasûlullah’ın tavrını daha yakından görmemiz, ulemâmızın değerlendirmelerini bilmemiz daha da ehemmiyet arz eder.
Hâtıb İbn Ebî Belte’a kimdir? Hâtıb, Lahm Kabilesinin Beni Halife koluna mensup bir zattır. Ebû Belte’a’nın oğludur. Ebû Belte’a’nın ismi ise Amr İbn Umayr İbn Seleme’dir. Görüldüğü üzere aslen Mekkeli değildir. Beni Esed İbn Abdiluzza’ya halif olmuştur. Sonra da Zübeyr İbn’l-Avvâm İbni Huveylid’e halif olmuştur. Ubeydullah İbn Hamid İbn Züheyr’in mevlâsı olduğu da söylenmiştir. Bu rivâyete göre mukâtebe yaparak hürriyetini satın almış, Mekke’nin fethinde son taksidini ödemiştir.
Bedir ve Hudeybiye gazvelerinde hazır bulunmuştur. “Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin...”477 âyetiyle Cenâb-ı Hakk’ın Hâtıb’ın imanına şehâdet ettiği söylenmiştir. Zira bu âyet, Hz. Ali’nin belirttiği üzere,478 Hâtıb’ın hâdisesi üzerine inmiş ve Hak Teâlâ, Allah’a ve müslümanlara düşman olanların dost edinilmemesini ihtar etmiştir. “Ey iman edenler!...” hitabında ilk muhâtap Hâtıb olduğuna göre, onun imanı teyid-i İlâhî’ye mazhardır.
Mekkelilere Mektup Hâdisesi: Bu hâdise hadiste geçtiği için vak’ayı burada tekrarlamayacağız, değerlendirmesi üzerinde duracağız. Burada şu kadarını belirtelim: Hâtıb mektubu, Vâkidî’nin kaydettiği üzere Süheyl İbn Amr, Safvân İbn Ümeyye ve İkrime’ye yazar ve şöyle der: “Rasûlullah, halka gazveye çıkılacağını ilân etti. Sizden başka bir yere gideceğini zannetmiyorum. Sizin nezdinizde bir elimin olmasını istedim.”
Âlimler, Hâtıb’ın Mekkelilere mektup göndermesi olayını Hz. Ömer’in ihânetle tavsif ederek, öldürülmesini talep etmesi karşısında Aleyhissalâtu vesselâm’ın ifâde buyurdukları cümleyi “Başka hiçbir gazveye katılanlar için vârid olmayan, sâdece Bedir gâzileri hakkında vâki olan büyük bir beşâret/müjde” olarak tavsif ederler.
Bu beşâret, rivâyetlerde farklı kelimelerle ifade edilmiştir. Sadedinde olduğumuz rivâyette Rasûlullah “Ama o Bedr’e katıldı. Ne biliyorsun, belki de Allah Teâlâ Bedir ehlinin haline muttalî oldu da ‘Dilediğinizi yapın, sizleri mağfiret etmişim’ buyurdu” demiştir. İfade burada terecci (yani ümitlenme) sigasıyla gelmiştir. Ancak Ebû Hureyre rivâyetinde cezm sigası kullanılmıştır: “Allah Bedir ehlinin haline muttalî oldu ve dedi ki: ‘Dilediğinizi yapın, Ben sizi mağfiret ettim.”479 Ahmed İbn Hanbel’in Hz. Cabir’den bir rivâyetinde “Bedr’e katılan kimse ateşe girmeyecektir” buyrulmuştur.
Âlimler “Dilediğinizi yapın” ifadesi karşısında farklı görüş ileri sürmüşlerdir. Ehemmiyetine binâen kaydediyoruz: Bir kısmı, bunu şeriatın genel prensibine aykırı bulmuştur. “Çünkü zâhirinde ibâhe var” demiştir. Bir kısım âlimler de: “Bu geçmişten ihbardır yani ‘daha önceki bütün amelleriniz affedilmiştir’ demektir” diyerek cevap vermişlerdir. Bunu şu durum te’yid eder: “Eğer bununla istikbâle ait bir amel kastedilseydi, mâzi sigasıyla gelmezdi yani “mağfiret ettim” denmezdi;
477] Mümtehine 1
478] Kütüb-i Sitte’de 4276 nolu hadis
479] Ebû Dâvud
FETİH
- 141 -
“Sizi mağfiret edeceğim” denirdi.
Ancak bu mülâhaza da bazı âlimlerce tenkit edilmiştir: “Eğer (sırf) geçmişte işlediği günahlar kastedilmiş olsaydı, Hâtıb kıssasında onunla istidlâl uygun olmazdı. Çünkü Rasûlullah (s.a.s.), bu cümleyi Hz. Ömer’i Hâtıb mevzuunda söylediği sözde reddetme maksadıyla ona hitâben söylemiştir. Bu kıssa ise, Bedir’den tam altı yıl sonra vukua gelmiştir. Öyleyse hadisten murad, geleceğe bakar. Mâzi sigasıyla gelmesi ise, mübâlağa ifade etmek içindir yani “mağfiret olunacağınız o kadar kesin ki sanki mağfiret olunmuş gibi.” demektir.
Bazı âlimler şunu söylemiştir: “Dilediğinizi yapın...” cümlesindeki emir sigası “teşrif” ve “tekrim” içindir. Murad da bundan böyle onlardan sâdır olacak şeylerden dolayı muâheze edilmeyecekleridir. Onlar böyle bir husûsiyete mazhar kılınmışlardır. Zira onların o savaşta izhar ettikleri yüce hal, geçmiş günahlarının mahvını gerektirmiş, gelecek günahlarını Allah’ın affetmesine de ehil olmuşlardır. Yani bu hâdiseden sonra “işlediğiniz her ne amel olursa olsun affedilmiştir” demektir.
Şu da söylenmiştir; murad, vâki olan günahlarıdır, vâki oldukça affedilecektir. Şu da denilmiştir: “Bu, onlardan günah vâki olmayacağının beşâretidir.” İbn Hacer, “Bu son görüş tenkit götürür” dedikten sonra, Kudâme İbn Maz’un örneğini verir. Onun Hz. Ömer zamanında şarap içtiğini, Hz.Ömer’in ona had tatbik ettğini, bu yüzden onun Medine’den hicret ettiğini, ancak Hz. Ömer’in rüyasına giren bir zâtın, Hz. Ömer’e onunla musâlaha etmesini söylediğini, Kudâme’nin Bedrî (Bedir’de cihad edenlerden) olduğunu kaydeder.
İbn Hacer, hadisten muradın “Bedrîler bir kısım farzları terk etmiş olsalar bile bu sebeple muâheze edilmeyecekleri, günahlarının “mağfûr olduğu”nun beyânıdır” der. Buna Sehl İbn Hanzeliye hadisini de örnek gösterir. Orada geceleyin at üstünde nöbet tutan Enes İbn Ebi Mersed el-Ganevi’ye Rasûlullah: “(Amelinle cenneti kendine) vâcip kıldın. Bundan böyle ameli terk etmenin sana bir günahı yok. (Bu amelin cennete gitmen için kâfidir)” buyurmuştur. Başka örnek de kaydeden İbn Hacer şu neticeye gider: “Bütün bunlar şunu iş’âr eder (bize duyurur): “Bazı sâlih amelleri yapan kimse, öylesine çok sevâba mazhar olur ki bu, pek çok farzları terk etmenin günahına mukabil gelir.” Büyük Tâbi’î Ebû Abdirrahman es-Sülemî’nin sadedinde olduğumuz Hâtıb kıssasından bunu anladığını belirtir, ona muhâlefet eden bazı görüşleri dermeyan ederse de es-Sülemî’yi haklı gördüğünü ihsas eder.
Ashab hakkında kîl ve kâl ederken bunların bilinmesinin de gerekli olduğunu, bu maksatla mevzuun uzaması pahasına bu bilgileri kaydettiğimizi belirterek Hâtıb hakkında bazı tamamlayıcı bilgiler vermeye devam ediyoruz:
Rasûlullah (s.a.s.) Hâtıb (r.a.)’ı hicretin 6. yılında Bizans’ın Mısır valisi Mukavkıs’a elçi olarak göndermiştir. Mukavkıs onu yanına alır. Aralarında şu konuşma geçer:
“Arkadaşından bana haber ver! O gerçekten peygamber midir?”
“Evet, o Allah’ın elçisidir.”
“Pekiyi, niye kendini memleketinden çıkaran kavmine o zaman bedduâ etmedi?”
- 142 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“İsa İbn Meryem’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet eder misin? O niye kavmi onu asmaya kalktığı zaman onlara bedduâ etmedi de Allah onu yükseltti?”
“Güzel cevap verdin. Hakîm (hikmetli söz söyleyen) bir kimsenin yanından gelmiş hakîm bir kimsesin.”
Hâtıb’tan memnun kalan Mukavkıs, Rasûlullah’a bir kısım hediyeler yollar. Kıbtî olan Mâriye ve kardeşi Sîrîn ve diğer bir câriye, bu hediyeler arasında yer alır. Rasûlullah Mâriye’yi kendisine câriye yapmış, (sonra onu âzâd ederek nikâhlamış ve) oğlu İbrahim (s.a.s.) ondan dünyaya gelmiştir. Sîrîn’i Hassân İbn Sâbit’e hibe etmiştir.
Hâtıb (r.a.) hicrî 30 yılında 65 yaşında olduğu halde vefat etmiş, Hz. Osman namazını kıldırmıştır. Şu hadis onun rivâyetidir: “Kim cuma günü yıkanır, en güzel elbisesini giyer, erkenden câmiye gider ve imama yakın olursa, bu ona öbür cumaya kadar (küçük günahlar için) keffâret olur.”480
Kendini Fethe Kapatmış Kişiler ve Onlara Karşı Tavır (Harbî, Zimmî; Ğanîmet, Cizye ve Harâc)
Harbî; Fetihle Kurtuluşu Bekleyen Zavallı ya da Fethe Engel Tip
Harbî; Müslümanlarla aralarında antlaşma bulunmayan gayr-i müslimlerin ülkesinde yaşayan kimse hakkında kullanılan bir İslâm hukuku terimidir. Harbî; kelime anlamı itibarıyla harbe mensup, savaşa âit mânâsına gelse de kastedilen “dâru’l-harb’e âit” anlamındadır. Harbî gayr-ı müslimlerin yurdunda yaşayan şahıs demektir.
Müslüman olmayanların müslümanlarla olan münâsebetlerinde hukukî statüleri üç bölümde incelenir.
Zimmîler; Müslümanların memleketinde cizye vererek yaşayanlar. Müste’men (pasaportlu) daru’l-harpte yaşayan bir şahsa izin ve emân alarak müslümanların memleketine girdiğinde ona emniyet ve güven verilmiş olur ki buna müste’men adı verilir.
Üçüncü grup harbîdir. Harbî olan şahısların hukukî durumu da ikiye ayrılır. Daha önce İslâm dininden haberdar olan harbîler; bunların memleketinde İslâm yaygın olup duyulmuştur. Bu takdirde bunlarla savaşa başlamadan önce onları İslâm’a davet etmek gerekmez. Önceden İslâm’dan, İslâm’ın harp gâyesinden haberdar olması onlar için “davet-i hükmiyye” kabul edilir. Ancak (yine de İslâm’a) davet edilmeleri daha uygundur. Bunu kabul etmedikleri takdirde cizye vererek İslâm ahdinin himayesini kabul etmeleri kendilerinden istenir. Müslümanların harp için elverişli ortamı ve vakti kaçırma gibi bir endişeleri varsa hiç davet etmeden saldırabilirler.
Daha önce İslâm dininden haberdar olmayan harbîler, bunlara savaşa başlamadan muhasara sırasında davet yapılır ve onlara İslâm anlatılır. Bu davete de “dâvet-i hakikiyye” denilir. Düşmanlar müslümanların memleketine saldırırsa onlara davet yapılması gerekmez. Çünkü bu düşmanın cüretinin artmasına, müslümanların zaman ve moral kaybına neden olur.
480] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 12/246-249
FETİH
- 143 -
Dâru’l-Harb’e cihad için giden müslümanların, bir İslâm beldesinin düşman tarafından istilâ tehlikesi varsa ve o beldenin düşmana karşı koymasının mümkün olmadığını bilirlerse o İslâm beldesine yardım etmeleri gerekir. Çünkü böyle bir durumda müslümanlara yardım farz-ı ayn olmuş olur ve def’i zarar celb-i menfaat’tan mukaddem bulunur yani zararı gidermek fayda sağlamakta önemlidir.
Bir harbî (düşman)’nin İslâm’a girmesi kendisi ile savaşılmasına engel olur. Çünkü İslâm’a girmesiyle istenen gerçekleşmiş oluyor.
Harbînin müslüman olduğunun kabul edilmesi şu üç yoldan birisiyle mümkündür: Açıkça İslâm’a girdiğini itiraf edip söylemesi; Cemaatla namaz kılması gibi müslüman olduğuna dalalet eden bir alametin bulunması, tebâiyyet yoluyla müslüman olduğunun kabul edilmesi; bir çocuğun anasına babasına veya bulunduğu İslâm ülkesine dayanacak müslüman sayılması.
Harbî, Dâru’l-harbde İslâm’a girdikten sonra, İslâm ülkesine hicret etmeden önce bulunduğu memleket müslümanlar tarafından alındığı takdirde elindeki menkul mallar kendisine bırakılır; gayr-i menkulleri ise ğanîmet sayılır.
Harbî, İslâm’a girip henüz daru’l-harbde iken bir müslüman tarafından bilerek veya hata yoluyla öldürülecek olursa öldüren yani katil diyet ödemez yalnız keffaret vermesi yeterlidir.481
Zimmî; Fethi Bekleyen Aday, En Azından Fethe Engel Ol(a)mayan Kişi
Zimmî; Mal, can, ırz ve dini için İslâm devleti tarafından güvence verilmiş olan ehl-i kitaba denir. Zimmet ehlinden bir kişi demektir. Zimmet; söz, güvence, kefâlet, hak, saygı, kendileriyle anlaşma yapılan topluluk anlamlarına gelir. Ehl-i zimmet ise; hırıstiyan yahudi ve başkaları gibi ehl-i kitaptan İslâm yurdunda oturanlardan kendileriyle andlaşma yapılanlar demektir. Zimmetin çoğulu “zimem”dir. Bir fıkıh terimi olarak zimmet; gayri müslimlerin cizye verip itaat etmelerine karşılık İslâm topraklarında yerleşmelerine izin verilmesi; mal, can, ırz ve inançlarının korunması ve dış saldırılara karşı İslâm Devleti tarafından savunulmaları demektir. Gayr-i müslimlerle zimmet andlaşmasını ancak İslâm devlet başkanı veya yetki verdiği kimse yapabilir. Çünkü ehl-i kitapla zimmet andlaşması yapılması görüş ve takdir hakkı kullanılması gerektiren önemli bir konudur. Diğer yandan Mâlikîlere göre, zimmet akdini İslâm devlet başkanından başkası yaparsa yine onlara emân verilir, öldürülmez ve esir edilmezler. Ancak bu durumda devlet başkanı bu akdi geçerli sayma ya da onları güvencede olacakları bir yere kadar geri çevirme yetkisine sahiptir.482
Zimmet andlaşmasının yapılma şekli: Ehl-i Kitapla zimmet andlaşması ya ahid, akid gibi açık sözcüklerle belirli şekilde yapılır yahut da cizye ödemeyi kabulü kapsayan bir fiil ile olur. Meselâ; harbi olan bir kimsenin dâru’l-İslâm’a girmesi ve orada bir yıl kaldıktan sonra kendisine ülkeyi terk etmesi veya zimmî olması bildirilince, dâru’l-İslâm’da kalmayı tercih ederse “zimmet ehli”nden olmuş bulunur.
481] Yahya Alkın, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 337
482] İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, 1. baskı, Mısır 1316/1898, IV, 368; eş-Şirbinî, Muğnî'l-Muhtâr, Mısır t.y., IV, 243; ez- Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, 2. baskı, Dimaşk, 1405/1985, VI, 442
- 144 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kendisi ile Zimmet Akdi Yapılanda Aranan Şartlar
1- Kendisi ile zimmet akdi yapılacak kişinin ehl-i kitaptan olması gerekir. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur: “Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Peygamberinin haram kıldığı şeyleri haram tanımayan ve hak dini din olarak kabul etmeyen kimselerle küçülmüş olarak kendi elleriyle cizyelerini verinceye kadar savaşınız”.483 Mecûsîler de kitap ehlinden sayılmıştır. Çünkü Abdurrahmân b. Avf (r.a.): “Ben, Rasûlüllah’ın; “Onlara kitap ehli uygulaması yapınız” dediğini duydum, demiştir.”484 Diğer yandan Hz. Ömer’in, Abdurrahman b. Avf, Rasûlüllah (s.a.s.)’ın Hecer mecûsilerinden cizye aldığına dair tanıklık edinceye kadar onlardan cizye almadığı da rivâyet edilmiştir.485 Mecûsîlerin Arap ırkından olup olmaması sonucu değiştirmez. Hanefî, Hanbelî ve Zâhirîler bu görüşü benimsemiştir.
Diğer yandan kendileriyle zimmet anlaşması yapılacak kimselerin Arap müşriklerinden olmaması gerekir. Çünkü Arap müşriklerinden ya İslâm’a girmeleri istenir veya onlarla savaşılır. Âyette şöyle buyrulur: “Onlarla ya savaşacaksınız veya İslâm’a gireceklerdir”486
Mâlikîlerin meşhur görüşüne, İmam Evzaî ve Sevrî’ye göre cizye bütün küfür ehlinden alınır. Kitap ehli olup olmaması veya Arap ırkından bulunup bulunmaması hükmü değiştirmez.487 Delil Süleyman b. Büreyde (r.anh)’ın babasından naklettiği şu hadistir:
“Hz. Peygamber ordunun başına bir komutan tayin ettiği vakit; kendisi hakkında Allah’tan sakınmasını ve beraberindeki müslümanlar için de hayrı tavsiye eder, sonra şöyle buyururdu: “Müşriklerden olan düşmanlarınla karşılaştığın vakit onları üç şeyden birisini kabul etmeye çağır. Bunlardan hangisini kabul ederlerse, sen de bu kabullerini benimse ve onlara dokunma. Onları İslâm’a dâvet et. Eğer yüz çevirirlerse cizye ödemelerini iste...”.488 Bu hadisteki “senin düşmanın” ifadesi bütün kâfirleri kapsamına almaktadır. eş-Şevkânî; “Bu hadis, cizyenin yalnız ehl-i kitaba ait bir vergi olmadığının delilidir” der.489
2- Zimmet sözleşmesinin süresiz olarak yapılması gerekir. Eğer sözleşmeye bir süre konulursa akit geçerliliğini kaybeder. Çünkü zimmet akdi insanın malının ve canının korunmasında İslâm’ın yerini tutar. İslâm süresiz olduğuna göre, onun yerini tutan zimmet akdi de süresiz olmalıdır. Bu şart üzerinde görüş birliği vardır.490
3- Zimmet sözleşmesi yapılacak kimsenin irtidat (dinden dönme) ehlinden olmaması gerekir. Çünkü mürtede tevbe etmediği zaman ölüm cezası uygulanır.
483] 9/Tevbe, 29
484] Mâlik, Muvatta', Zekât, 42; ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 448; eş-Şevkânî, Neylü'l-Evlâr, VIII, 56
485] bk. Zeylaî, a.g.e., III, 448; eş-Şevkânî, a.g.e.
486] 48/Feth, 16
487] İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, III, 293; Ez-Zühaylî, a.g.e., VI, 443
488] Müslim, Cihad 3; İbn Mâce, Cihâd 38; Dârimî, Siyer 5/8
489] ez-Zühaylî, a.g.e., VI, 443
490] el-Kâsânî, el-Bedâyi', Beyrut 1394/1974, VII, 110; İbnü'l-Hümâm, Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukî İslâmiyye ve Istilâhâtı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul 1968, III, 423
FETİH
- 145 -
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kim dinini değiştirirse, onu öldürünüz.”491
Bu şart üzerinde de görüş birliği vardır. Çünkü irtidat eden kimse İslâm’ın güzelliklerini gördükten sonra dinden çıktığı için, bunlarla zimmet sözleşmesi yapmanın bir yararı bulunmaz. Bu, onların İslâm’a yeniden dönmelerine de yardımcı olmaz. Onlar, İslâm’a dönüşte savaş arasında tercih yapma hakkına sahiptir.492
4- Zimmet sözleşmesinin dâru’l-İslâm’da yapılması câiz görülmeyen bir şartı taşımaması gerekir. Meselâ; kitap ehlinin azınlık liderleri kendi mensuplarına öldürme, idam gibi dilediği muâmelelerde bulunmak şartıyla zimmet anlaşması yapmak isteseler buna muvafakat edilmez. Çünkü zimmet akdi İslâm Devletine azınlığın mal, can ve ırz güvenliğini sağlama görevini vermiştir. Akdin niteliği ile çelişen bu gibi maddeler çıkarıldıktan sonra yeni bir anlaşma yapılabilir.
Cizye Yükümlüsünde Bulunması Gereken Şartlar: Zimmî’nin cizye yükümlüsü olabilmesi için aşağıdaki şartların bulunması gerekir:
1- Ehliyet: Cizye yükümlüsünün akıllı ve ergin olması gerekir. Çocuklar ve akıl hastaları cizye vergisi ile yükümlü tutulamazlar. Çünkü bunlar savaş ehlinden değildirler.
2- Erkek olmak: Kadınlara da cizye yoktur. Çünkü kadınlar da savaş ehli değildir. Allah Teâlâ cizyeyi savaşa katılabilen kimselere gerekli kılmıştır, çünkü âyette; ...Allah’a ve âhiret gününe inanmayanlarla savaşınız”493 buyrulur. Bu âyetteki “Mukâtele ediniz” emri her iki tarafın da savaşçı olmasın gerektirir.
3- Sağlık ve mâlî güç: Bir yıl veya yılın yarıdan fazlasında hasta olan kimseye cizye gerekmez. Çünkü çoğun hükmü bütünün hükmü gibidir. Yine çalışamayan yoksula ve insanların arasına karışmayan rahiplere de cizye gerekmez.
4- Müzmin hastalık, körlük ve yaşlılık gibi iptilâlardan uzak olmak,
5- Hür olmak: Köleden cizye alınmaz. Çünkü o, bir mala mâlik değildir.
Sonuç olarak İslâm fakihleri cizye yükümlülüğü için akıllı, ergin, hür ve erkek olma şartlarında görüş birliği içindedir. Buna göre, kadınların, çocuğun, akıl hastasının, bunağın, müzmin bir hastalığa yakalananların, kölelerin, felçlilerin ve ileri yaşta olanların cizye yükümlülüğü bulunmaz. Çünkü bunlar savaşçı sayılmazlar. Yine çalışmayan yoksullar ve insanların arasına karışmayan kitap ehli din bilginleri de cizye yükümlüsü değildir.
Şâfiîler ve tercih edilen görüşlerinde Hanbelîler ise yukarıda üç ve dördüncü maddelerde zikredilen özürlülere karşı çıkarak bunların cizyeyi düşüremeyeceğini söylerler.494
Cizye Akdinin Hükmü: Gayri müslimlerle yapılacak ümmet akdi, onlarla müslümanlar arasındaki savaşı sona erdirir, zımmîlerin mal, can, ülke ve ırzlarını koruma altına alır. Akit yapıldıktan sonra bunların mubah kılınması câiz olmaz.
491] Buhârî, Cihâd 149, İ'tisâm 28, İstitâbe 2; Ebû Dâvud, Hudûd 1; Tirmizî, Hudûd 25; Nesâî, Tahrîm 14; İbn Mâce, Hudûd 2
492] bk. Bilmen, a.g.e., III, 423
493] et-Tevbe, 9/29
494] el-Kâsânî, el-Bedâyi', VII, 111 vd.; Zeylaî, Tebyînü'l-Hakâik, el-Emiriyye tab'ı, IV, 278; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, IV, 372; el-Meydânî, el-Lübab, IV, 145
- 146 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Delil yukarıda zikrettiğimiz Büreyde hadisidir. Bu hadisin sonunda; “Onları cizye vermeye çağır. Eğer bunu kabul ederlerse, sen de kabul et ve onlara dokunma”495 buyrulur.
Diğer yandan cizyeden söz eden âyette de şöyle buyrulur: Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyenlerle, küçülmüşler olarak kendi elleriyle cizyelerini verinceye kadar savaşınız.”496 Bu âyette kitap ehlinin İslâm’ı kabul etmesi veya cizye vermeye razı olması halinde onlarla savaşın sona erdirilmesi gerektiği bildiriliyor. Buna göre kitap ehlinin müslüman olması, mal, can ve ırz güvenliğini sağladığı gibi, kitap ehli kalarak ve zimmî statüsüne geçerek cizye vermesi de ayni hakları ve korumayı sağlar. Nitekim Hz. Ali’nin şu sözü de cizyenin gayri müslim toplumla ilgili fonksiyonunu açıklıkla belirtir: “Onlar, cizyeyi ancak malları bizim mallarımız, kanları da bizim kanlarının gibi olsun diye ödemişlerdir.”497 Usâme’den (r.a.) Rasûlüllah’ın (s.a.s.) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Dikkat ediniz! Kim bir anlaşmalıya haksızlık eder veya ondan haklarını eksiltir yahut ona gücünün üstünde yük yükler veya ondan rızası dışında bir şey alırsa, kıyamet gününde onun karşısında hasmı ben olurum”498
Düşman eline esir düşen zimmîler ve bunların mallarını kurtarmaya çalışmak tebaası bulundukları İslâm devletinin görevidir. Dâru’l-İslâm’da bir zimmîyi haksız yere öldüren kimseye katlin niteliğine göre kısas veya diğer cezalar uygulanır. Öldüren kimse müslüman, zimmî veya müste’men (pasaportlu yabancı) olsun hüküm değişmez.
Zimmet ehlinin bulunduğu yerlerde eksiden beri var olan kilise, havra gibi ibadet yerlerine dokunulamaz. Bunlar harap olmuş bulunursa onarılmalarına engel olunmaz. Ancak zımmîlerin yeni kimse veya havra yapmalarına veya eskiden var olanların yerlerini değiştirmelerine izin verilmez. Hatta İslâm devlet başkanının yıkılmasını uygun bulduğu eski kiliseler ve benzerleri de yeniden yapılamaz.
Zimmet ehlinin bir köyde veya bir şehir dışında mabetleri bulunduğu halde bir çok evler yapılmakla o köy bir şehir haline gelse veya o şehir dışında yapılan binalar şehre kadar bitişerek şehrin bir mahallesi gibi olsa, o mabetler sağlam görüşe göre hali üzere bırakılır ve yıkımları yoluna gidilmez.
İslâm ordusu tarafından fethedilen bir belde halkı, zimmî statüsü ile İslâm Devletine bağlansa ve halkın orada kalmalarına izin verilse, bunlar o beldede kilise yapmaktan, şarap ve domuz eti gibi şeyleri açık bir şekilde satmaktan men edilemezler. Çünkü onlar bununla gayri Müslimlik şiarını kendi beldelerinde açığa vurmuş olurlar. Fakat bir grup gayri müslim, kendi istekleriyle İslâm Devletine başvurarak zimmî statüsüne geçmek isteseler, beldeleri İslâm beldesi hükmünde olur. Bu yüzden orada eski kiliselerine müdahale edilemezse de, yeniden mabetler yapmalarına izin verilmez.499
Cizye Çeşitleri ve Miktarları: Cizye konuluş durumuna göre ikiye ayrılır:
495] Müslim, Cihâd 3; İbn Mâce, Cihâd 38; Dârimî, Siyer 5, 8
496] et-Tevbe, 9/29
497] el-Kâsânî, a.g.e., VIII, III; Zeylaî, Nasbü'r-Râye, III, 281
498] Ebû Dâvud, İmâre 33
499] bk. Bilmen, a.g.e., III, 426, 427
FETİH
- 147 -
1. Sulh yoluyla konulan cizye: Bu İslâm devleti ile kitap ehlinin karşılıklı anlaşma ve rızalaşma yoluyla belirledikleri cizyedir. Burada cizyenin miktarı ve alınacak şahıslar bakımından zimmet sözleşmesi hükümlerine uyulur. Artık tek yanlı irade ile cizye miktarı değiştirilemez. Bu çeşit cizyenin delili Hz. Peygamber’in Necran hırıstiyanlarına yaptığı uygulamadır. İslâm’da konulan ilk cizye budur. Allah elçisi Necranlılarla yaptığı anlaşmada her yıl Safer ayında iki bin ve Recep’te de bin takım elbise cizye koymuştur. Her takım elbisenin değeri bir rukye olarak belirlenmiştir. Bir rukye kırk dirhemdir. Bir dirhem de yaklaşık bir koyun bedelidir.
2. İslâm Devleti tarafından doğrudan doğruya konulan cizye. Müslümanlar kendi güçleriyle bir düşman ülkesini ele geçirirler ve gayri müslim olan halkını yurtlarında “tebea” olarak bırakırlarsa, bunlara miktarı İslâm Devleti’nce belirlenen cizye vergisi konulur.
Hz. Peygamber döneminde sulh yoluyla miktarı belirlenen cizye uygulamasından sonra, Hz. Ömer (r.a.) ‘hilâfeti zamanında zimmîler ekonomik durumlarına göre aşağıdaki şekilde üç sınıfa uyararak yıllık cizye vergisi belirlemiştir.
a- Zenginler: Dış görünüş bakımından zengin sayılanlardan yıllık 48 dirhem cizye alınmıştır. On bin dirhem ve daha çok bir paraya sahip olanlar zengin sınıfta kabul edilmiştir. Hz. Peygamber zamanında 10 dirhem gümüş parayla iki koyun satın alınabiliyordu. Bu duruma göre yaklaşık iki bin koyun tutarında serveti olan zengin sınıfında yer almıştır.
b- Orta halliler: İki yüz dirhem ve daha fazlasına sahip olanlardan 24 dirhem cizye alınmıştır.
c- Çalışma gücü yeten yoksullardan ise yıllık 12 dirhem cizye alınmıştır. Bunlar 200 dirhemden daha fazla veya hiç parası olmayan ve elinin emeği ile geçimini sağlayan çiftçi ve işçi kesimidir.
Yukarıdaki cizye miktarları 12 aya bölünerek her ay eşit taksitler halinde ödenir. Ancak devlet, cizyeyi yılsonlarında topluca alma yoluna da gidebilir. Bu üç sınıf bir beldenin sosyal ve ekonomik durumu dikkate alınarak belirlenir. Çocuklar, kadınlar, din adamları ve çalışmayacak durumda bulunan gayri müslimler bu vergiden muaf tutulmuştur.500
Şâfiîlere göre cizyenin en az miktarı yılda bir dinardır (yaklaşık 4 gr. altın para). Çünkü Muaz b. Cebel’i (ö. 18/639) Allah’ın Rasûlü Yemen’e gönderirken ergenlik çağına gelmiş her erkekten, bir dinar veya onun değerinde meâfir denilen elbiseden almasını emretmiştir.501 “Meâfir”, Yemen’de Hemdanlılara nisbet edilen bir Yemen kumaşı türüdür. Şâfiîlere göre, zenginden dört dinar, orta halliden iki dinar alınması müstehaptır. Böylelikle Beyhakî’nin (ö. 458/1065) dediği gibi Hz. Ömer’in uygulamasına uyulmuş olur.
İslâm’ın ilk dönemlerinde genel olarak bir dinar altın paranın satın alma gücü on dirhem gümüş paraya denk durumda idi. Bu para denkliği dikkate alınınca,
500] el-Kâsânî, a.g.e., VII,112; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr,III, 292; Zeylaî, Nasbü'rRâye, III, 447; Ebû Yûsuf, Kitabü'l-Harâc, Kahire, 1397 H. 131, 132
501] bk. Ebû Dâvud Zekât 5, İmâre 3; Tirmizî, Zekât 5; Nesâî, Zekât 8; Ahmed bin Hanbel, V/230, 233, 247
- 148 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şâfiîler, 40, 20 ve 10 dirhem cizye miktarlarını üç sınıfın ekonomik durumuna göre benimsemiş olurlar.
Mâlikîlere göre ise, cizye, altın parası olanlar için yıllık dört dinar, gümüş parası olanlar için ise kırk dirhemdir. Ancak yoksul olanların cizye miktarı gücüne göre azaltılabilir.502
İslâm’da Gayri Müslimlerden Alınan Diğer Vergiler
1- Gümrük Vergisi: Hz. Peygamber döneminde, İslâm’dan önceye ait şehirlerarası gümrük vergisi uygulaması kaldırıldı. Allah Rasûlü kendisine tabi olan kabilelerle yaptığı anlaşmalarda bunu da bir şart olarak öne sürüyordu. Bununla birlikte dış ticaret 1/10 gümrük vergisine tâbi olmakta devam etti veya yüzde üzerinden başka oranda bir vergi özel ya da devletlerarası anlaşmalarda şart koşuldu.503
Ebû Yusuf’un (ö. 182/798) ve es-Serahsî’nin (ö. 490/1097) belirttiğine göre, Hz. Ömer’in gümrük uygulaması şu oranlarda idi. O, müslümanlardan 1/40, zimmîlerden 1/20, harbîlerden504 ve yabancılardan 1/10 oranında gümrük vergisi alıyordu.505
Hz. Ömer yabancı ülkelerin müslümanlardan ne kadar gümrük vergisi aldıklarını araştırmış ve 1/10 oranında vergi aldıklarını öğrenince o da “mütekabiliyet (karşılıklılık esası)” prensibini uygulayarak yabancılardan ayni oranda gümrük vergisi almıştır.506
Kısaca bir İslâm toplumu çevre, ülke ve toplumlarla ithalat ve ihrâcat ilişkilerinde gümrük miktarlarını karşılıklı gümrük tarifeleri ve anlaşmalar çerçevesinde çözümler. Yabancı ülke gümrük duvarlarını düşürürse, İslâm Devleti de düşürebilir.507
2. Harac: Mülkiyeti İslâm Devleti’ne ait olan ve köylülere yalnız ekip biçme hakkı tanınan topraklarla, mülkiyeti gayri müslim halka bırakılan yerler, harac vergisine tabidirler. Genel kanaate göre haraç arâzîsini müslümanlar da işletseler, ödedikleri vergi haraç hükmünde olur.
Harac muvazzafa ve mukaseme diye ikiye ayrılır:
a- Harâc-ı Muvazzafa: Gayri müslimlere ait bir arâzîye dönüm başına konulan vergidir. Bazen da bu vergi arâzînin bir dönümünden çıkacak ürüne göre belirlenir. Hz. Ömer geniş Irak ve Sûriye topraklarına bu çeşit vergiyi koymuştur.508
b- Harâc-ı Mukaseme: Öşürde olduğu gibi, elde edilecek ürünün kendisine, ondalık hesabı ile konulan vergiye de bu ad verilir. Bu verginin oranı ürünün I/4,1/3 veya 1/2 ölçüsündedir.509
502] ez-Zühaylî, a.g.e., VI, 448
503] bk. Muhammed Hamidullah, İslâm'da Devlet İdâresi, trc. Kemal Kuşçu, İstanbul 1963, 117
504] düşman ülkesi tebaası gayri müslim
505] Ebû Yûsuf, el-Harâc, 145, vd.; es-Serahsî, el-Mebsût, II, 199
506] es-Serahsî, a.g.e., II, 199
507] Sahnûn, el-Müdevvene, II, 41
508] Ebû Yusuf a.g.e., 38 vd.; el-Kâsânî, a.g.e., II, 62
509] el-Kâsânî, a.g.e., II, 63
FETİH
- 149 -
Hz. Peygamber, Hayber ve Fedek arâzîlerine bu çeşit bir vergi koymuş ve bu yerlerde oturan yahudilerden 1/2 oranında yani çıkan ürünün yarısını vergi olarak almıştır.510 Yahudiler bu iki yerdeki arâzîleri üzerinde mülkiyet haklarını kaybetmişler ve “yarıcı” olarak çalışmaya başlamışlardır. Bu yüzden onlardan alınan gelirlere vergi olarak bakmak tartışılabilecek bir konudur. Ancak bunlar harcama yerleri bakımından haraç hükmündedir.511
3- Ğanîmetlerden alınan beytülmal payları: Savaş sırasında gayri müslimlerden zorla ele geçirilen mallara “ğânîmet” denir. Ğanîmet her yıl veya belirli dönemlerde alınabilir düzenli bir gelir türü değildir. Kur’ân-ı Kerîm’de ğânîmetlerin paylaşılma biçimi ve devlete düşen paylar belirlenmiştir.512
Cizyeyi Düşüren Haller:
1- Zimmî’nin İslâm’a girmesi. Zimmet ehli bir kimse İslâm’a girince cizye vergisinin düşeceği konusunda görüş birliği vardır. Çünkü İbn Abbas (r.anhümâ)’dan nakledildiğine göre Allah elçisi şöyle buyurmuştur: “Müslüman’a cizye yükümlülüğü yoktur.”513
2- Cizye yükümlüsünün ölmesi. Hanefî, Mâlikî ve Zeydîlere göre ölümle cizye düşer. Çünkü bunlara göre cizye bir ceza olup, hadlerde olduğu gibi ölümle düşmelidir. Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise cizye ölümle düşmez ve terekeden alınır. Çünkü hayatta iken ödenmesi gereken bir borç olmuştur.
3- Zamanın geçmesi ile de cizye düşer. Ebû Hanîfe ve Zeydîlere göre, cizye tahsil edilmeden önce yıl sonu gelir ve bir sonraki yıl girerse cizye düşer. Çünkü cizye bir ceza olup, hadlerde olduğu gibi biri diğerinin içine girer. Ebû Yûsuf, İmam Muhammed ve diğer imamlara göre ise cizyede iç içe girme (tedâhul) söz konusu olmaz. Çünkü cizye bir bedel (ıvaz) olup, ödenmesi gereken bütün cizyeler ödenmelidir. Diyet, zekât gibi mâli haklar da böyledir.514
Zimmet Akdinin Niteliği: İslâm müctehidleri, zimmet akdinin müslümanlar için bağlayıcı (lazım) bir akit olduğunda görüş birliği içindedirler. Müslümanlar tek yanlı irade ile böyle bir anlaşmayı bozamazlar. Gayri müslimler için ise bağlayıcı olmayan bir akittir. Hanefîlere göre kitap ehli ile yapılan zimmet sözleşmesi aşağıdaki üç sebepten birisi ile bozulabilir:
a-Zimmî’nin müslüman olması,
b-Dâru’l-harbe kalmak üzere geçmesi,
c- Bir bölgede üstünlüğü sağlayarak, İslâm toplumuna karşı savaş açmaları. Bu üç sebebin dışında meselâ; cizye vermekten kaçınmak, Hz. Peygamber’e dil uzatmak, bir müslümanı öldürmek veya müslüman bir kadınla zina etmek gibi sebeplerle zimmet akdi bozulmuş olmaz. Çünkü İslâm Devleti zimmîyi cizye vermeye zorlayabilir, suç işlediğinde ise ceza hükümlerini uygulayabilir. İslâm Devleti, cizye karşılığında onların kendi inançları üzere kalmalarına izin verdiğine
510] Ebû Yûsuf, a.g.e., 55
511] bk. Celal Yeniçeri, İslâm'da Devlet Bütçesi, İstanbul 1984,191,192; İslâm İktisadı, İstanbul, 1980, 244 vd
512] 8/Enfâl, 41
513] Ahmed bin Hanbel, I/223, 285; Tirmizî, Zekât II
514] İbn Kademe, el-Muğnî, VIII, 511, vd.; ez-Zühaylî, a.g.e., VI, 449
- 150 -
KUR’AN KAVRAMLARI
göre, diğer halleri küfrün altında kalır.515
Çoğunluk fakihlere, İmâmiyye Şîa’sına ve Zeydiye’ye göre kitap ehli ile yapılan zimmet akdi cizye ödemekten veya İslâm’ın kendilerini ilgilendiren genel hükümlerini uygulamaktan kaçınmaları yahut İslâm Devleti’ne karşı toplu isyana kalkışmaları halinde bozulmuş sayılır. Çünkü bunlar zimmet akdinin gerektirdiği hususlardır. Bunlara uymamak akdin bozulmasını gerektirir. Şâfiîlerde sağlam görüşe göre, zimmîlerin ma’siyetleri işlemesi, zimmet sözleşmesinde şart koşulmadıkça akdi bozmaz.
Zimmîlerin Hak ve Görevleri
1- Hakları:
a- Yerleşme hakkı; zimmet ehli olan gayri müslimler Mekke’nin harem bölgesi dışında bulunan İslâm toprakları üzerinde yerleşebilirler. Mekke haremine onların girememesi şu âyete dayanır: Müşrikler ancak bir pisliktir (necis), onun için bu yıllarından itibaren onlar artık Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar.”516 Âyette kastedilen Mekke’nin harem bölgesidir. Bunu âyetin devamındaki; “... Eğer yoksulluğa düşeceğinizden korkuyorsanız yakında Allah, dilerse sizi lütfuyla zenginleştirir” ifadesinden anlıyoruz. Ebû Hanîfe ise onların bütün Hicaz bölgesi gibi Mekke haremine de girebileceklerini, ancak burasını sürekli yerleşim yeri olarak seçemeyeceklerini söyler.
b- Can, mal ve ırzlarını İslâm Devleti’nin koruması gerekir.
c- Mâbedlerine, içkilerine ve domuzlarına, bunları açıktan işlemedikleri sürece dokunulmaz. Bir müslüman onların içki, domuz vb. yiyecek, içeceklerine zarar verirse tazmin etmesi gerekir. Şafii ve Hanbelîlere göre ise tazmin gerekmez.
2- Görevleri:
a) Yılda bir defa ergin, hür ve erkekler için cizye ödemeleri,
b) Yerleştikleri bölge dışında ticaret yaparlarsa, onda bir vergi ödemeleri,
c) Herhangi bir mâbedi yeniden inşâ etmemeleri,
d) Müslümanları aldatmamaları ve müslümanların arasına casus sokmamaları,
e) Çanları gizlice çalmaları ve dinî ibadetlerinden herhangi bir şeyi açıktan yapmamaları,
f) Hiçbir peygambere sövmemeleri ve inançlarını açıktan açığa dile getirmemeleridir.
Zimmîlerle İlgili Bazı Önemli Hükümler
1. Zimmî ile müslümanın evlenmesi: Müslüman bir erkeğin hırıstiyan veya yahudi kadınla evlenmesi câizdir. Çünkü İslâm’da evin reisi kocadır, doğacak çocuklar babanın dininden sayılır, böylece gayri müslim kadınla evlenme İslâm’ın
515] el-Kâsânî, a.g.e., VII, 112 vd.; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, VI. 381; el-Meydânî, el-Lübâb, IV,147
516] et-Tevbe, 9/28
FETİH
- 151 -
yayılmasına yardımcı olabilir.
Kur’ân’da şöyle buyrulur: Hür ve iffetli mü’min kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden hür ve iffetli kadınlar, namuslu olmanız, zina yapmamanız, gizli dostlar edinmemeniz ve kendilerine mehirlerini vermeniz şartıyla size helaldır.”517 Ancak yukarıdaki âyetin açık olarak ehl-i kitap kadınla müslüman erkeğin evlenmesine cevaz verdiği halde Hz. Ömer (ö. 23/643) Medâyin valisi Huzeyfe b. el-Yemân’a (ö. 36/656), evli bulunduğu yahudi kadının boşamasını bildirmiştir. Kitap ehli kadınlarla evlenmenin kötüye kullanılması ve müslüman kadınlara rağbet azalacağı endişesi halife Ömer’i böyle bir önlem almaya sevketmiş olmalıdır.518 Bu hükmü kaldırma değil, geçici bir uygulamadır. Çünkü temelde Abdullah b. Ömer (ö. 73/692) dışında ashâb-ı kiramdan kitap ehli kadınla evlenmenin câiz olmadığını söyleyen yoktur. İbn Ömer bu konuda şöyle demiştir: “Allah müşrik kadınları, mü’min erkeklere haram kılmıştır. Ben bir kadının; Rabbim İsa’dır demesinden daha büyük bir şirk bilmiyorum.”519 İbn Ömer’in bu sözü haramlığa değil kerâhete hamledilmiştir. Hırıstiyan ve yahudilerin inanç bakımından Allah’a şirk koştukları çeşitli âyetlerle520 belirtilmektedir. Ancak müşriklerle evlenme yasağı bildiren âyetin521 genel hükmü, kitap ehli ile evlenmeye cevaz veren başka bir âyetin hükmü522 tarafından tahsis edilmiştir. Böylece ehl-i kitap kadınlar müşrik kapsamı dışında bırakılmıştır. Çoğunluğun görüşü böyledir.523
Diğer yandan İslâm toplumuna düşman olan harbi ve ehl-i kitap bir kadınla evlenmek mekruh olup, bu konuda icmâ vardır.524
2- Zimmî ile müslüman arasında miras hukuku: Çoğunluk müctehidlere göre, müslümanlarla gayri müslim arasında miras cereyan etmez. Delil sünnettir. Hadiste şöyle buyrulur: “Müslüman kâfir, kâfir de müslümana mirasçı olamaz.”525 Bu duruma göre, kitap ehli ile evli müslüman erkekle eşi arasında miras cereyan etmeyeceği gibi, çocuklar da babalarına tabi olarak yalnız ondan miras alabilecektir.
Ancak Muaz b. Cebel (ö. 18/639) ve Muâviye (ö. 60/679) ile tâbiîlerden Mesnûk b. el-Ecdâ (ö. 63/683), Saîd b. el-Müseyyeb (ö. 93/711), İbrahim en-Nehâî (ö. 90/714) ve diğer bazıları aksi görüştedir. Bu görüşte olanlar “müslüman kâfirden miras alır, fakat kâfir müslümandan alamaz” derler. Onlar bu konuda şu hadislerin genel anlamlarına dayanırlar: “İslâm arttırır, eksiltmez.”526 “İslâm yücedir, onun üzerine yücelinmez”527
Çoğunluk müctehidler ise yukarıda ilk verdiğimiz Buhârî hadisini miras
517] 5/Mâide, 5
518] el-Cassâs, Ahkâmü'l- Kur'ân, tahkik, Muhammed es-Sâdık, Kahire, t.y., II, 324
519] es-Sâbûnî, Tefsîru Âyâti'l-Ahkâm, 2. baskı, Dimaşk, 1397/1977, II, 564
520] bk. 9/Tevbe, 30; 5/Mâide, 73
521] 2/Bakara, 221
522] bk. 5/Mâide, 5
523] bk. el-Cassâs, a.g.e., II,15, vd.; el-Kâsânî, a.g.e., II, 270, 271; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 37 vd.; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, 225 vd
524] İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, II/372
525] Buhârî, Hacc 44, Meğâzî 48, Ferâiz 26; Müslim, Ferâiz 1; Ebû Dâvud, Ferâiz 10; Tirmizî, Ferâiz 15
526] Ebû Dâvud, Ferâiz 10; Ahmed bin Hanbel, V/230, 236
527] Buhârî, Cenâiz 79
- 152 -
KUR’AN KAVRAMLARI
konusunu çözümleyen esas delil olarak alırken, diğer genel anlamlı hadisleri doğrudan mirasla ilgili görmezler. Diğer yandan zimmîlerin kendi aralarında miras cereyan eder. Çünkü küfür ehli tek millet sayılmıştır.
3- Zimmîlerin İslâmî yasaklara saygı göstermesi: Zimmet ehli, İslâm’ın yasakladığı ve kendi inançlarına göre de menedilmiş bulunan şeyleri İslâm ülkesinde işlememekle yükümlüdür. Zina, eşcinsellik gibi.
Yine zimmîlerin müslümanlarla karışık bulunduğu yerlerde İslâm’ın şeârine aykırı olan şeyleri açığa vurmamakla yükümlüdürler. Bu şey kendi aralarında câiz olsa bile hüküm değişmez. Mahrem hısımla evlenmek gibi.
Bir zimmî İslâm beldesine açıkça içki, domuz ve benzeri şeyleri soksa, bunu bilmeme yüzünden yapmışsa İslâm devletince geri çevrilir ve tekrarı halinde cezalandırılacağı bildirilir. Bilerek yaptığı anlaşılırsa, bunlar yine geri çevrilir ve kendisi darb veya hapis gibi bir ceza ile te’dîb edilir. Diğer yandan bunları bir müslüman telef etse tazmin etmesi gerekir. Çünkü bunlar zimmî bakımından mütekavvim (değerli) maldır.
4. Zimmîye nâfile sadaka vermek: Zekât yalnız müslüman olan yedi sınıfa verilir: “Zekât, Allah’tan bir farz olarak ancak fakirlere, yoksullara, zekâtı toplayan memurlara, kalbleri İslâm’a ısındırılmak istenenlere, kölelere, borçlulara, Allah yolunda cihad edenlere ve yolda kalanlara verilir”528
Nâfile sadakalar ise yahudi, hırıstiyan veya mecûsîlerden fasık ya da kâfir olanlara verilebilir. Bunların zimmî veya harbî olması da hükmü değiştirmez. Delil şu âyettir: “Onlar, yemeğe ihtiyaç ve istekleri olduğu halde, onu yoksula, yetime ve esire yedirirler.”529 Âyetteki “esir” harbî statüsünde bir kişidir. Hz. Peygamber’in, susuz köpeği sulayan kimse hakkında şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Her ciğeri yaş olan hayvana yardımda ecir vardır.”530 Başka bir hadiste şöyle buyrulur: “Senin yemeğini muttakîlerden / Allah’tan sakınandan başkası yemesin”531 Burada daha fazîletli olan sadaka verme kastedilmiştir.
Diğer yandan Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre zimmîlere keffaret ve adaktan da verilmesi câizdir. Yemin kefâretini bildiren âyette şöyle buyurulmuştur: “Bozulan yeminin keffâreti, âilenize yetirdiğinizin ortalamasından on yoksulu yedirmek veya giydirmek yahut bir köle azat etmektir. Verecek bir şey bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır.”532 Bu âyette mü’minle kâfir arasında bir ayırım yapılmamıştır.533
Ğanîmet; Fethin Dünyevî Avansı
Dâru’l-Harbde yaşayan gayr-i müslim (kâfir)lerle yapılan savaş esnasında veya savaşan iki ordunun karşılaşmaları sırasında gâzîlerin kuvveti ile düşmandan alınan mal. Ğanîmet mallarından taşınabilir olanlarına, ğanâim-i me’lufe;
528] 9/Tevbe, 60
529] 76/İnsân, 8
530] Buhârî, Mezâlim, 23, Edeb, 37, Müsâkât, 9; Müslim, Selâm,153; Ebû Dâvud, Cihâd, 44; Mâlik, Muvatta', Sıfatü'n-Nebî, 23
531] Tirmizî, Zühd 56; Ebû Dâvud, Edeb 16; Ahmed bin Hanbel, III/38
532] el-Mâide, 5/89
533] Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 472-477
FETİH
- 153 -
taşınmaz mallara, ğanâim-i gayr-i me’lufe denir. Enfâl de denilen ğanîmet mallarına, genel anlamda ğanâim-i hâlise; beşte biri devlet hazinesine ayrıldıktan sonra gâzîlere dağıtılan ğanîmet mallarına, ğanâim-i maksûme; düşmandan alınıp da henüz gâzîler arasında taksim edilmeyen ğanîmet mallarına, ğanâim-i gayr-ı maksûme; devlet başkanının veya ordu emîrinin, savaşa teşvik için gâzîlere fazladan verdiği ğanîmet mallarına nefl (çoğulu enfâl) denir. Kur’an’ın sekizinci sûresine, ğanîmetlerden bahsettiği için “el-Enfâl Sûresi” denilmiştir. Düşmandan harbetmeksizin alınan ğanîmete de “fey” denir.
“Allah’ın onlardan Peygamber’ine verdiği fey’e gelince, siz bunun üzerine ne ata, ne deveye binip koşmadınız...”
“Allah’ın, o kent halkından, Rasûlune verdiği ğanîmetler Allah’a, Rasûle ve ona akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara, (yolda kalmış) yolcuya aittir... “
“(Bilhassa o fey’), hicret eden fakirlere aittir...”534
“Sana savaş ğanîmetlerinden sorarlar; de ki: Ğanîmetler, Allah’ın ve Rasûlunundur...”535
“... Bilin ki ğanîmet aldığınız şeylerin beşte biri, Allah’a, Rasûlune ve (Rasûl ile) akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir...”536
“Artık elde ettiğiniz ğanîmetten helâl ve temiz olarak yiyin...”537
Vaktiyle müslümanlar tarafından fethedilerek ya mücâhidlere veya diğer müslümanlara, mülk olarak verilen arâzîlerin (Arap yarımadası ve Basra arâzîsi gibi) mahsullerinden öşür (onda bir yahut yirmide bir hisse) adıyla alınan vergi ile tüccardan alınan gümrük vergisi İslâm devletinin önemli bir geliri idi. Bunlar; fakirlere, parasız kalan yolculara, borcunu ödeyemeyen borçlulara, hürriyeti için anlaşma bedelini ödeyemeyen kölelere harcanırdı.
Müslümanlar tarafından zorla zapt ve fethedildiği halde müslüman olmayan eski sahibinin elinde bırakılan veya hariçten gayr-i müslim vatandaşlara mülk olarak verilen yahut sulh ile fethedilip de bir vergi karşılığında gayr-i müslim halka terk olunan arâzîlerden alınan haraç (adı altında alınan vergi), İslâm ülkesinde yaşayan gayr-i müslimlerden, korunma karşılığı alınan cizye yabancılardan alınan hediyeler ve harpsiz olarak elde edilen sulh bedelleri de İslâm devletinin gelirlerindendir. Bu gelirler, müslümanların menfaati olan sınırları koruma, yol, köprü yapım ve tamiri, asker âilelerinin geçimini sağlama, devlet memurlarının ve ilim ile uğraşanların maaşlarını ödeme gibi yerlerde harcanırdı. Rikâz adı verilen madenler ile bulunup çıkarılan hazinelerin ve harp neticesinde düşmandan alınan ğanîmetlerin muayyen bir kısmı fakirler, kimsesiz yetimler ve borcunu ödeyemeyen borçlulara sarf edilirdi.
Vâris bırakmadan ölenlerin malları velîsi bulunmayan maktullerin kan bedelleri, sahibi bulunmayan yitik mallar, sahibi bilinmeyen terk edilmiş çocukların ve velîsi olmayan fakir çocukların nafakalarına, tedavi ücretlerine, techiz ve tekfinlerine, hastanelere sarf edilirdi.
534] 59/Haşr, 6, 7, 8
535] 8/Enfâl, 1
536] 8/Enfâl, 41;Ayrıca bk: 3/Âl-i İmrân, 161; 4/Nisâ, 94; 33/Ahzâb, 50; 48/Fetih, 15, 19, 20
537] 8/Enfâl, 69
- 154 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ğânîmetlerin Taksimi: Halkına karşı savaş açılan bir ülke ya sulh yoluyla ya da savaşmak sûretiyle zorla fethedilir. Müslümanlar, bir yeri sulh yoluyla fethettikleri takdirde hem o zamanki devlet başkanı, hem de ondan sonra devlet başkanı olacak şahıs, anlaşma şartlarına uymak mecbûriyetindedir. Arâzîler, anlaşmayı kabul eden karşı tarafın elinde bırakılır. Böyle bir yerin arâzîsi üzerine anlaşma şartlarına göre bir vergi konulmamışsa, o arâzî öşr suyu ile (yağmur, dere, kuyu, çeşme) sulanıyorsa, öşr üzerine; haraç suyu (fetih öncesi sahiplerinin açtığı kanal suyu) ile sulanıyorsa, haraç üzerine anlaşma yapılır, buna göre vergi alınır. Müslümanların gayr-i müslimlerden savaşarak elde ettikleri arâzîler hakkında şu hükümler geçerlidir; devlet başkanı bu hükümlerden herhangi birini tatbik etmekte serbesttir.
1) Arâzîyi eski sahipleri elinde bırakır, kendilerine diğer ğanîmet mallarından barınabilecekleri miktarda mal verir. Arâzîlerinden haraç, kendilerinden de cizye alır. Hz. Ömer Irak’ı fethettiğinde böyle yapmıştır.
2) Fethettiği bölge ahâlisini oradan çıkarır, yerlerine hariçten getirilen gayr-i müslimler yerleştirilir. Bu tür arâzî, “haraç arâzîsi” diye adlandırılır.
3) O belde ahâlisi kendi istekleriyle müslüman oldukları takdirde, arâzîleri kendilerine bırakılır veya o arâzî ğanîmetler (ğanîmeti hak eden muhâripler) arasında taksim edilir. Rasûlullah (s.a.s.)’in feth edilen Hayber arâzîsi hakkındaki uygulaması böyledir.
4) Bir kısmı gâzîler arasında taksim edilir, diğer kısmı da hazine masraflarına karşılık devlet için alıkonulur. Bu şekilde ahâliye verilen veya gâzîler arasında taksim edilen arâzîye “öşrî arâzî” denilir.
5) Herhangi bir taksimat yapılmaksızın bütün arâzî, müslümanlar adına devlet tarafından muhâfaza edilir. Böyle arâzîye “memleket arâzîsi, mirî veya, emîrî arâzî” denir.
İmam Mâlik’e göre savaşarak fethedilen arâzîler, gânimler arasında taksim edilmez; devlet tarafından vakıf olarak muhâfaza edilir. Elde edilen haraçı müslümanların, cihad, mescid, köprü gibi masraflarına sarfedilir.
İmam Şâfiî’ye göre böyle arâzîler diğer ğanîmetler gibi beş kısma ayrılır. Bunlardan bir kısmı devlet hazinesine, beşte dördü ise mücâhidlere taksim edilir.
Hanefî mezhebine göre gâzîler arasında taksimatı yapılmasına karar verilen arâzîler, diğer ğanîmet malları oranına göre taksim edilir. Ğanîmetlerden menkul (taşınabilir) malların taksimi: Ğanîmet mallarının beşte biri Allah’a,538 Rasûlune, onunla akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir.539 Yolculardan maksat, yolda parası kalmayanlardır. Geriye kalan beşte dördü ise muhâriplere taksim edilir. Muhâriplerden piyade olanlar bir, süvari olanlar ise iki hisse alırlar. Kumandan da bir fert gibi hisse alır.
Bizzat harbe katılanlar hisse aldığı gibi bunlara yardım için hazır bulunan erler, savaş sahasında bulundukları halde hastalık ve benzeri özür nedeniyle savaşa katılmamış olanlarla, ğanîmet malları henüz İslâm yurduna getirilmeden
538] Âyette geçen bu ifade, teberrüken zikredilmiştir
539] 8/Enfâl, 41
FETİH
- 155 -
evvel vefat eden muhâriplerle cihada yardım eden kadınlara, çocuklara, kölelere, zimmîlere ğanîmetten, gâzîlerin paylarından daha az bir miktar verilir. Buna “razh” denilir. Ğanîmet mallarının taksiminden sonra geriye kalan mal (taksimi mümkün olmayacak) kadar az bir miktar ise velîyyü’l-emr tarafından fakirlere dağıtılır.
Ğanîmet mallarını taksim edene “sahibi mekasım, emîri kısmet” denir. Bu memur isterse, taksimdeki güçlük nedeniyle, ğanîmet mallarını satar, elde ettiği parayı taksim eder.
Bu taksimvelîyyü’l-emr’in izni olmadıkça yapılamaz. Düşman ülkesi fethedilmediği halde elde edilen ğanîmetin beşte biri ayrıldıktan sonra geriye kalanı komutan tarafından muhâriplere taksim edilir. Ğanîmet mallarından az da olsa bir şey çalmak, bu mallardan daha taksim edilmeden hıyanet yoluyla bir şey almak büyük günahtır. Buna “gulûl” denir. Ğanîmet toplayanlardan biri ğanîmet mallarından bir şeyi telef etse ödemez; İmam Şâfiî’ye göre ise öder. Muhâriplerin, gayr-i müslimlerin yurdunda, denizlerinden çıkardıkları balık ve benzeri şeyler ile karada elde ettikleri av hayvanları, madenler, hazineler ğanîmet malından sayılır. Muhâriplerin, İslâm diyarı ile küfür diyarı arasında bulunan ormanda velîyyü’l-emr’in izniyle kesip İslâm yurduna götürdükleri ağaç, ğanîmet mallarından sayılır; mancınık ve gemi yapımı için kesilenler ise ğanîmetten sayılmazlar. Ğanîmet malları, İslâm yurduna götürülmeden taksimi yapılmaz. Harp hâlinde de taksimat câiz değildir. Şâfiî, Hanbelî, Malikî ve Zâhirî müctehidlerine göre bu taksim, düşman yurdunda da yapılabilir. Ğanîmet malları İslâm diyarına hükümetçe taşınması mümkün değil ise, mücâhidler arasında geçici olarak taksim edilir, onlar vasıtasıyla İslâm yurduna taşınır, tekrar hepsi bir yerde toplanır. Esas taksim bundan sonra (ilk taksime göre) yapılır. Muhâripler taksimattan önce ğanîmet malını satamazlar; yenilip içilecek cinsten olanlardan istifade edebilirler, fakat saklayamazlar. Silah, elbise, at gibi mallardan da geçici olarak istifade edilebilir, sonra taksimata tabi tutulur. Taksimattan evvel düşman ülkesinde ölen muhâribin vârislerine ğanîmetten bir şey verilmez. Ancak İslâm yurduna döndükten sonra ve ğanîmetin taksiminden evvel ölen muhâribin mirasçılarına ğanîmetten hissesi verilir. İmam Şâfiî ve diğerlerine göre, düşmanın mağlubiyeti kesinlik kazandıktan sonra ölen muhâribin vârislerine ğanîmetten hissesi verilir.
Enfâl sûresinin kırk birinci âyetinde de belirtilen Hz. Peygamber’in hissesi O’nun vefatından sonra söz konusu değildir. Abdulmuttalib oğullarının hisseleri de yoktur. Bu hisseler tamamen devlet hazinesine bırakılır; devlet kanalıyla da fakir yetimler ile diğer miskinler ve parasız kalmış yolculara harcanır. Bu hususta diğer mezhebler değişik görüş iler: sürerler. Velîyyü’1-emr veya komutan lüzum görürse fazla bir pay veya muayyen bir para vermek sûretiyle mücâhidleri harbe teşvikte bulunabilir. Buna “tenfil” denir.
Savaş esirleri hakkında yapılacak işlem: Savaş neticesinde elde edilen esirler hakkında velîyyü’1-emr serbesttir. Bu esirlerden fiilen savaşa katılanları öldürebilir; köle ve câriye yapabilir; İslâm zimmetinde emân vererek hepsine hürriyetini verebilir; İslâm esirleriyle değiş tokuş yapabilir. Arap müşriklerinin esir erkekleri ise ya İslâm’ı kabul ederler ya da öldürülürler.
Evzâî, Hasan İbn Muhammed et-Temîmî, Hasan el-Basrî, Hammâd b. Süleyman gibi müctehidlere göre esirleri öldürmek câiz değildir. Öldürülmelerinin
- 156 -
KUR’AN KAVRAMLARI
câiz olduğunu ileri süren. müctehidler, bu konuda gereğine göre hareket etmede velîyyü’1-emr’in serbest olduğunu söylerler. Müslümanların eline esir düşmeden evvel müslüman olan ise sadece köle yapılır. Düşmana âit köleler, müslüman olarak İslâm ülkesine iltica etseler veya müslüman olduktan sonra bulundukları ülke müslümanlar tarafından zabtedilse ya da müslüman olmaksızın İslâm ordusuna iltihak etseler, derhal hür olurlar.
Düşmandan alınan esirler hakkında köleleştirme kararı verilince bunların (diğer ğanîmet malları gibi) beşte biri devlet bütçesine âit olarak ayrılır, geriye kalanı gânimetler arasında paylarına göre taksim edilir. Bu’ durumda kölelerin öldürülmesi câiz değildir. Esiri, taksimden evvel öldüren bir mücâhide sadece ta’zir cezası verilir, keffâret ve diyet ödetilmez. Komutan, isyan etmeleri veya taraflarınca kurtarılma ihtimalleri olmadıkça, esirleri öldürmeye yetkili değildir. Bir yetki devlet başkanına âittir. Esir edilen kadınlar, çocuklar öldürülmez. Esir edilen kadınlar İslâm yurduna getirilince eski kocalarıyla nikâh ilişkileri kesilmiş olur. Kocaları da kendileri gibi esir olan kadınların nikâhları devam eder. Bakıma muhtaç olan esir çocuklar, esir analarından ayrılmazlar. Hanefîlere göre esirleri karşılıksız salıvermek câiz değildir.
İmam Şâfiî hariç, diğer mezhebler de aynı görüştedir. Ekonomik şartlar zorlamadıkça esirleri para karşılığı azat etmek Hanefîlere göre câiz değildir. İmam Şâfiî bu görüşte değildir. Düşmandan alınan esirler, müslüman esirlere mukabil değiştirilebilir. Buna “müfâdatu’l-üserâ” denir. Esir düşen müslümanları para, silah, hayvan karşılığı kurtarmak câizdir. İslâm’ı kabul eden bir esir, müslüman esir karşılığında değiştirilmez.540
“Artık elde ettiğiniz ğanîmetten helâl ve temiz olarak yiyin.”541 Allah’ın insanlar için takdir ettiği rızkın en helâl olanlarından biri ğanîmet mallandır. Savaş ğanîmet için yapılmaz; Allah’ın kelâmını yüceltmek, İslâm’ı hâkim kılmak ve küfrün galebesine son vermek ve İslâm adâletini başka ülkelere götürmek gibi ulvî gâyeler için yapılır. Böyle bir gâyenin gerçekleşmesi için meydana gelen savaşta ölenlere Allah şehid sıfatıyla cenneti nasib ederken; sağ olan gâzîlere de gösterdikleri gayrete bir lütuf olarak, düşmandan alınan ğanîmetleri helâl kılmıştır. Geçmiş ümmetlere ğanîmetten istifadeye izin verilmezken bu lütuf Muhammed’in (s.a.s.) ümmetine takdir edilmiştir.542
Fey’; Düşmandan Ele Geçirilen Arâzîler
Geri dönmek, vazgeçmek, gölge yayılmak fâe-yefîü-fey’en fiilinden masdardır. Bir isim olarak fey’; güneşin doğudan batıya dönmeye başlayan gölgesi; güneşin gurubuna kadar olan gölgesi; harâc, cizye, ticaret rusûmu; düşmandan savaşsız elde edilen ğanîmet; beytü’l-malde bulunan herhangi bir mal anlamlarına gelir.
İslâm arâzî hukuku terimi olarak fey’; düşmandan savaşla veya savaşsız ele geçirilen toprakların mülkiyetinin devlette yararlanma hakkının ise harâc vergisi karşılığında eski sahiplerinde bırakılması demektir. Bu, bir bakıma, geliri toplum ihtiyaçları için harcanmak üzere arâzîlerin topluca vakfedilmesidir.
540] İlgili hadisler için bk. Sahih-i Buhârî Tecrîd i Sarih Tercümesi, VII, 426, VIII, 438, X, 340
541] 8/Enfâl, 69
542] H. Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 213-215
FETİH
- 157 -
Fetihle ele geçirilen arâzîler üç kısma ayrılır: Savaşla (anveten) elde edilen; düşmanın savaşsız başka yere göç etmesiyle boş kalan ve sulh yoluyla ek geçirilen arâzîler.
A) Savaşla ele geçirilen arâzîler
Düşman toprakları zorla (anveten) ele geçirilmişse, İslâm devlet başkanı, bu topraklara şu üç statüden birisini uygulayabilir:
1) Bu arâzîleri savaşa katılanlar arasında paylaştırabilir. Hz. Peygamber’in Hayber topraklarını taksim etmesi gibi.
2) Arâzîleri eski sahiplerinin ellerinde bırakabilir. Bu takdirde onlara şahısları için cizye, arâzî leri içinde haraç vergisi bağlar. Arâzî, haraç arâzî si, gayri müslim olan halk da zimmî olur. İhtiyaç olması halinde ğanîmeti hak sahipleri arasında taksim etmek daha uygundur. Ancak buna ihtiyaç yoksa, gelecekte müslümanlar lehine bir güç oluşturmak için, eski sahiplerinin elinde bırakmak daha uygun olabilir.
İslâm hukukçuları, savaş ğanîmetlerinin, ğanîmeti hak eden sahiplerine taksim edilmesinin câiz oluşunda görüş birliği içindedirler. “Biliniz ki, savaştan ğanîmet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri, mutlaka Allah’ın, peygamberin ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır”543 âyeti bu konuya delil gösterilmektedir. Bu duruma göre, ğanîmetlerin beşte biri âyette zikredilenlere veya İslâm devletine, beşte dördü ise, diğer hak sahibi gazilere aittir.
Hz. Peygamber’in kavlî ve fiilî sünneti de buna delildir: “Herhangi bir yerleşim merkezine girip yerleştiğiniz zaman, orada sizin hisseniz vardır. Allah’a ve Rasûlüne karşı gelen bir yerleşim merkezini ele geçirdiğinizde ise, buranın beşte biri Allah’ın, peygamberinin, sonra sizindir”544 Bu hadiste ilk ele geçirilen yerden “fey’” arâzîleri ikincisinden ise savaşla ele geçirilen “ğanîmet” toprakları kastedilmiştir. Hz. Peygamber yine zorla fethedilen Hayber topraklarını ğanîmet haklı sahiplerine taksim etmiştir. Medine halkı İslâm’a girince, menkul ve gayrimenkul mallarının sahibi olarak kalmışlardır. Allah Rasûlü Mekke’yi zorla (anveten) ele geçirmiş, fakat topraklarını gazilere taksim etmemiştir.545
Hanefî ve Hanbelilelere göre, İslâm devlet başkanının fethedilen arâzî ler üzerinde, gâzilere taksim etme veya vakıf hâline getirme yetkisi vardır. Nitekim Hz. Ömer hilâfeti zamanında fethedilen Suriye, Irak ve Mısır topraklarını vakıf hâline getirerek, “fey’” hükümlerini uygulamıştır. Burada arâzînin kuru mülkiyeti (rakabesi) devletin yararlanma hakkı ise zilyed olarak daha önceki sahiplerinin olur. Irak toprakları fethedilince gâziler buranın kendilerine taksim edileceğini bekliyorlardı. Hz. Ömer dağıtmak istemeyince, uzun müzâkere ve istişareler oldu. Hz. Zübeyr, Abdurrahman b. Avf ve Bilâl Habeşî ile aynı düşüncede olanlar,.bu toprakların ğanîmet olarak kabulü ile Rasûlullah’ın Hayber topraklarını dağıttığı gibi gâzîlere dağıtmasını istediler. Muaz b. Cebel ve Hz. Ali gibi sahabe büyükleri de Hz. Ömer’i desteklediler.
Hz. Ömer şöyle diyordu: “Bu toprakları dağıtırsam sizden sonra gelecek
543] 8/Enfâl, 41
544] Ebû Ubeyd, el-Emvâl, Kahira, 1353 H., s.57
545] ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâm; ve Edilletüh, V, 533, 534
- 158 -
KUR’AN KAVRAMLARI
müslümanlara ne kalır. Onlar toprakların ahalisiyle birlikte taksim edilmiş olduğunu, babalardan oğullara miras olarak intikal ettiğini, böylece kendilerinin her şeyden mahrum edilmiş olduklarını görecekler. Bu görüş, görüş değil”. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf; “Görüş dediğin nedir? Arâzî ve sahipleri Allah’ın gâzilere ihsan ettiği fey’ ve ğanîmetlerden başka bir şey değildir” dedi. Hz. Ömer şöyle cevap verdi: “Onlar senin dediğin gibidir. Fakat ben meseleyi öyle görmüyorum. Allah’a yemin ederim ki, benden sonra müslümanlara çok şeyler sağlayacak bir ülke fethedilmez. Aksine fethedilen ülkelerin müslümanlara maddî bakımdan bir yük ve külfet olması da muhtemeldir. Irak ve Şam arâzîleri işleyicileri ile birlikte taksim olunursa, o zaman kaleler nasıl korunur? Daha sonra gelen nesillere, yetim ve dullara Irak ve Şam arâzî sinden ve diğer beldelerden ne kalır?” Toplantıda bulunanlar bu defa; “Allah’ın bize kılıçlarımızla ihsan ettiği ğanîmet leri savaşa katılmayan, taksime bile yetişmeyen kimselere, onların çocuklarına ve ortada hiç mevcut olmayan daha sonraki çocuklarına mı vakfedeceksin?” dediler.
Muaz b. Cebel; “Vallahi bu toprakları dağıtırsan hoşa gitmeyen şeyler ortaya çıkar. Toprağın büyük bir kısmı müslümanların eline geçer. Sonra bu sahipler zamanla ortadan kalkar ve büyük topraklar bir kişinin elinde toplanır. Onun için bu topraklara şimdiki müslümanların da, sonra gelecek olanların da faydalanmasını sağlayacak bir statü ver.”
Hz. Ömer bu arada Kur’an-ı Kerîmden fey’ ile ilgili şu âyetleri delil olarak göstermiştir: “Allah’ın fethedilen diğer düşman ülkeleri ahalisinden peygamberine verdiği ‘fey’ Allah’a, peygamberine, hısımlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalanlara aittir. Ta ki bu mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın. Peygamber size ne verdi ise onu alın, size ne yasak etti ise ondan da sakının”546; “Bilhassa o fey hicret eden yoksullara ait olup, onlar Allah ‘tan fazlu inâyet ve hoşnutluk ararlar.”547
Yukarıdaki âyetler, umumî olarak ğanîmetin taksiminden söz eden Enfâl Sûresi kırk birinci âyeti tahsis etmiştir. Yani ğanîmet âyeti, menkul ve gayrimenkul tüm malları kapsamına alır. Haşr Suresindeki fey’ âyetleri ise, ğanîmeti arâzîler dışındaki menkullere tahsis etti. Haşir Suresindeki âyetler, savaşla veya savaşsız alınan topraklar üzerinde devlet başkanına maslahata göre tasarruf yetkisi verir. Hz. Peygamber Hayber toprakları için Enfâl âyetiyle, Hz. Ömer ise Suriye, Irak ve Mısır toprakları için fey’ âyetleriyle amel etmiştir. Buna göre, fey’ âyeti bütün mü’minleri içine alır. Bu gayrimenkuller üzerinde hak sahibi olmada, sonradan gelenler önceden gelenlere ortak olurlar. Bu, ancak arâzîleri taksim etmemekle gerçekleşir. Bunlar vakıf sayılır, fakat miras yoluyla geçebilir. Gerçek vakıf ise mirasla geçmez.548
Hz. Peygamber bazı beldelerin topraklarını eski sahiplerinin ellerinde bırakmış ve taksim etmemiştir. Meselâ; Mekke’yi kılıç zoruyla fethetmiş, arâzîlerini gâzilere dağıtmamıştı. Yine Kurayza, Nadîr ve Arap yurtlarından diğer yurtlar fethedilmiş, ancak Hayber dışında bunlardan hiçbirinin toprakları taksim
546] 59/Haşr, 7
547] 59/Haşr, 8, Bk. âyet, 6, 9, 10
548] Ebû Yûsuf, Kitabü'l-Harac, Mısır 1352 H, s.75, 83,85; Ebû Ubeyd, el-Envâl, Kahîra 1968, s.94; Muhammed Hamidullah, el-Vesâiku's-Siyâsiyye, s.314, vesika: 325; Ali Şafak, İslâm Arâzî Hukuku s.146-149; Fahri Demir, İslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılımı, s.202-207; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s.572, 573; ez- Zühaylî, a.g.e., V, 532-537
FETİH
- 159 -
edilmemiştir. Bu konuda Devlet başkanı muhayyerdir. Dilerse, Rasûlullah’ın (s.a.s.) yaptığı gibi taksim eder, dilerse, yine Rasûlullah’ın Hayber dışındaki toprakları eski sahiplerinde bıraktığı gibi bırakır. Bu ikinciler fey’ topraklarını oluşturur.549
Hz. Ömer Irak topraklarını eski sahiplerinin elinde bırakırken Haşr Suresi’nin fey’ âyetlerine (âyet, 6-10) dayanmıştır. Arâzîler için haraç, gayri müslim sahipleri için ise cizye vergisi bağlamıştır. Bu uygulama, müzâkere ve istişâreler sonucunda sahabenin icmaı ile ortaya çıkmıştır. İşin başında Bilâl ve Zübeyr (r.anhümâ) gibi sahabiler karşı çıkmışsa da, sonradan onlar da bu görüşe katılmışlardır.550
Şam ve Mısır toprakları fethedildiği zaman ordu komutanları bu yerlerin hükmünü Hz. Ömer’den sormuşlar, Halife de şu cevabı vermiştir: “Arâzîyi sahiplerinde bırak, menkul ğanîmetleri muhariplere dağıt. Böyle hareket, tedbirimiz gereği, müslümanların yararı içindir...” İlk devirlerde başlayan bu fey’ uygulaması, sonraki devirlerde aynen devam etmiş, Osmanlılarda mîrî arâzî uygulamasının temelini teşkil etmiştir. Emevi halîfesi Ömer b. Abdilaziz valilerine gönderdiği mektuplarında şöyle yazmıştır: “Arâzî sahiplerinden kim müslüman olursa o anda elinde bulunanların hepsi kendisinindir. Ama evi ve arâzîleri müslümanların olmakta devam eder. Çünkü onlar Allah’ın bir fey’idir.”551
B) Gayrimüslim halkın savaş korkusuyla başka yere göç etmesi sonucu boş kalan arâzî ler. Bunlar da fey’ adını alır. Müslümanların bu beldeye girmesiyle arâzîlerin mülkiyeti beytülmale intikal eder. Bunlar vakfedilmiş devlet mülkü haline gelir. Devlet başkanı bu arâzîleri ekip-biçen müslüman veya zimmîlerden haraç vergisi alır. Böyle bir beldede düşmandan kalan menkul mallar da fey’e dâhil olur. İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre bunlar vakfedilir ve müslümanların maslahatı için harcanır.552
C) Sulh yolu ile (savaşsız) İslâm ülkesine katılan topraklar. Diğer sahipsiz topraklar gibi bunlar da devlet mülkiyetine geçer. Bu topraklar devlet namına işletilip geliri toplum yararına harcanabileceği gibi, devletçe gerekli görülen özel şahıslara da, dağıtılabilir. Nitekim Benî Nadir arâzî si (Fedek ve çevresi), servetlerini Mekke’de bırakıp Medine’ye hicret eden yoksul sahabelerle, Medineli üç yoksul sahabeye taksim edilmiştir. Devletin şahıslara tahsis edeceği bu topraklar prensip olarak arâzînin bulunduğu bölgeye göre öşür veya haraç vergisine tabi olur.553
Sonuç olarak, savaşla veya savaşsız alınan toprakların kuru mülkiyeti (rakabesi) devlete tahsis edilerek, eski sahipleri olan müslüman veya gayrimüslim kimseler kiracı kabilinden bu topraklardan yararlanırlar. Tespit edilen haracı da beytülmale ödemeye devam ederler. Kiracı durumundaki bu kimselerin arâzîyi satma, hibe, rehin verme gibi tasarrufları ve mirasla intikal hükümleri kanunla düzenlenir. 554
549] ez-Zühaylî, a.g.e, V, 537
550] Ebû Yusuf, Haraç, 27, 35; ez-Zühaylî, a.g.e., V, 537
551] İbn Zenceveyh, Kitabü'l-Emvâl, Arapça Uzm., Burdur Kütüphanesi, No: 183; Yahya b. Adem, Kitabü'l-Haraç, thk. Ahmed Muhammed şakir, Kahîra 1347 H., s.52, 62'den naklen Ali Şafak, a.g.e., s; 150
552] İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, I, 389; es-Şırâzı, el-Mühezzeb, II, 247; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, IV, 353; el-Mâverdî, el-Ahkâmü's-Sultâniyye, s.133
553] Fahruddin er-Râzı; et-Tefsîru'l-Kebîr, XXIX, 284-285; İbn Abidin, Reddü'l-Muhtar, III, 288
554] H. Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 178-180
- 160 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Cizye; Gayr-i Müslimlerin Can ve Mallarını Koruma Bedeli/Yıllık Vergi
Cizye; İslâm devleti bünyesinde yaşayan gayr-i müslim vatandaşların mükellef olan erkeklerinden can ve mallarını koruma bedeli olarak yılda bir defa alınan vergiye denir. Buna cizye denilmesinin sebebi, zimmî denilen cizye yükümlüsünü ölümden koruduğu içindir. Bir islâm beldesinde yaşayan gayr-i müslim, İslâm’a girerse cizyeden kurtulur. Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyrulur: “Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Peygamberinin haram kıldığı şeyleri haram tanımayan, hak dinini din olarak kabul etmeyen kimselere, zelil ve hakîr olarak kendi elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşınız.”555
Cizye, borcunu ödedi demek olan “cezâ deynûhu” fiilinden bir çeşit borç ödeyişi ifade eden bir isim olup, müahidin ahdi üzerine vereceği vergiye ıtlak olunur ki; can, mal ve özgürlüklerinin korunması karşılığında ödenmesi gerekir.
Müşriklere gelince onların cizye ödeyerek şirklerini sürdürmeleri asla söz konusu olamaz. Onlar için ya İslâm ya da kılıç vardır. Burada da cizyenin Ehl-i Kitab’a özgü kabul edildiğini ifade eder bir kayıt yoktur. Bunun için mesele ictihadî olmuştur. İmamı Âzam Ebû Hanife’ye göre cizye mutlaka Ehl-i Kitap’tan ve Arap olmayan müşriklerden alınır; fakat Arap müşriklerden alınmaz. Onlara ancak İslâm teklif edilir. Ebû Yusuf’a göre kitab’i olsun müşrik olsun Arap’tan alınmaz; fakat Arap olmayan Ehli Kitap’tan ve müşriklerden de alınır. İmam Şafiî’ye göre ise Arap olsun olmasın cizye ehl-i kitaptan alınır. Gerek Arap olan gerek olmayan müşrik ve putperestlerden alınmaz. İmam Mâlik ve Evzâi ise bütün gayr-i müslimlerden alınır kanaatini belirtmişlerdir.
İlk zamanlarda cizyenin nasıl uygulandığına dair elimizde delil olabilecek bilgi yalnız Mısır’da cârî muamele hakkındaki bilgilerdir. Orada vergi ödeyenlere, bir kurşun mühür verilir, mükellef bunu boynuna takardı. Fakat sonraları Hişâm b. Abdülmelik Barâe namıyla muntazam makbuz vermek yönteminin uygulanmasını istedi. Bu makbuzlardan çoğu günümüze kadar gelmiş ise de henüz bunlar üzerinde gerekli araştırma yapılmamıştır. Mısır’ın fethinde adam başına iki dinar konduğu rivâyet edilir.556
İslâm’ı kabul edenlerin çoğalması ile orantılı olarak, cizye, kişi başına vergi özelliğini kaybetti. Mısır’da, Selahaddin Eyyûbî devrinden itibaren, bu verginin yıllık geliri sadece 130.000 dinardan ibaret kaldı.557
Cizye İslâm’ın ilk defa ihdas ettiği bir vergi değildir. Cizye eski çağlardan beri vardır. Yunanlılar, Milat’tan önce beşinci yüzyıl sıralarında Fenikeliler’in saldırılarından korunmak karşılığında küçük Asya sahillerinde yaşayan halklardan cizye almaktaydılar. Romalılar da hâkimiyetleri altına aldıkları kavimlerden cizye almışlardır. İranlılar da yine hâkimiyetleri altında bulunan reayadan cizye alırlardı.
Müslümanlar açısından cizye, ilk defa Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından konulmuştur. Hz. Muhammed cizye verecek olanlara yaptığı anlaşmalarda, durumlarına göre cizyenin miktar ve şeklini belirlemiştir. Hz. Peygamber, Necran
555] 9/Tevbe, 29
556] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, III/2509
557] Makrîzî, Hitat, I, 107, 108, 27, 23
FETİH
- 161 -
hırıstiyanlarıyla yaptığı anlaşmada her yıl Safer ayında iki bin ve Recep’te bin takım elbise cizye koymuştur. Her takım elbisenin değeri bir rukiye olarak belirlenmişti. Bir rukiye kırk dirhemdi. Cizye böylece bir şekil ve muayyen bir miktarda olmaksızın Hz. Ebû Bekir (r.a.)’ın hilâfetinin sonuna kadar devam etti. Hz. Ömer (r.a.) hilâfet makamına geçip de İslâm fetihleri geniş bir alana yayılınca, cizyenin miktarı belirlendi. Hz. Ömer, etrafta bulunan kumandanlara; sakalı, bıyığı gelmiş olanlara cizye tarh edilmesine ve bunun her adam başına dört altın veyahut kırk dirhem gümüş olarak belirlenmesine dair emirler gönderdi. Bu miktar daha sonraları gayr-ı müslimin ekonomik durumuna göre yeniden belirlenmiştir. Cizye, Batılılar’ın gözlerine çok batan bir vergi olduğu için, onları memnun etmek düşüncesiyle Tanzimat’ın ilânında ilk iş olarak “cizye” vergisi kaldırıldı ve bu verginin patrikhaneler eliyle cemaatleri adına toplanmasına karar verildi. İslâm hukukunda Cizye iki türlüdür:
1) Sulh yoluyla konulan cizye: Bunun miktarı, anlaşma esaslarına göre uygulanır. Taraflar tek yanlı irade ile cizyenin miktarını değiştiremezler. Meselâ; yukarıdaki ifadede de belirtildiği gibi Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında Necran halkı ile yıllık bin iki yüz takım elbise üzerine anlaşma yapılmıştır.
2) İslâm devleti tarafından doğrudan doğruya konulan cizye: Müslümanlar kendi güçleriyle bir düşman ülkesini ele geçirirler ve gayr-i müslim olan halkını yurtlarında “tebea” olarak bırakırlarsa, bunlara miktarı İslâm devletince belirlenen cizye vergisi konulur.
Cizye yalnız Ehl-i Kitap denilen yahudiler ile hırıstiyanlardan ve kendilerinde Ehl-i Kitap şüphesi bulunan mecûsîlerden kabul edilir.
Cizyenin bir kimseden tahsil edilebilmesi için bu kimsenin akıllı, hür, sağlıklı, erginlik çağına ulaşmış erkek olması şarttır. Bu nedenle akıl hastaları, bunaklar, çocuklar, kadınlar, köleler, kör ve topallar, çok yaşlılar, yıl içinde altı aydan fazla bir süreyle hasta olanlardan cizye alınmaz. Çünkü cizye, şer’an savaşmaya muktedir olan gayr-i müslimlere ait bir yükümlülüktür. Yukarıda sayılanların ise savaşmaya gücü olmadığından, bunlar cizye ödemekle yükümlü değillerdir. Kilise ve havralarda bulunan rahip ve papazlara cizye bağlanıp bağlanamayacağı konusunda görüş ayrılığı vardır.
Cizyenin miktarı, yükümlülerin ekonomik durumları dikkate alınarak belirlenir. Geçmiş devirlerde devlet tarafından konulan cizyenin miktarı için yükümlüler üç sınıfa ayrılmıştır. Zengin sayılanlardan yıllık kırk sekiz; orta hallilerden yirmi dört; çalışmaya muktedir fakirlerden de on iki dirhem cizye alınmıştır. Nisap miktarına mâlik olanlar da zengin sayılmıştır. Bazı bilginlere göre ise, zengin, orta halli veya fakir sayılma konusunda ikâmet ettiği beldenin örfüne göre karar verilir. Sağlam ve geçerli olan görüş de budur.
Cizye ödeyen mükellefler, İslâm devleti ile sadece inanç ve dini merasimlerine için verilmesi için değil; aynı zamanda can ve mallarının korunması ve devlet garantisi altına alındığına dair bir andlaşma yapmış olurlar. Bu vergiden ziyade, devletin bu vatandaşlarına yaptığı harcamalara onların bir nevî katkılarıdır.
Hanefîlere göre cizye, yılbaşından itibaren tahsil edilmeye başlanır. Çünkü cizye yükümlüsü, yılbaşından itibaren geleceğe doğru saldırıdan korunma hakkını elde etmiş olur. Bu yüzden cizye on iki taksit halinde her ay tahsil edilir.
- 162 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bazı İslâm hukukçularına göre ise, cizye, yılsonunda tahsil edilebilir. Devlet bunu daha önce talep edemez.
Cizye, tahakkuk ettikten sonra şu üç sebepten biriyle düşer:
a) Mükellefin müslüman olması. Cizye verecek kimse müslüman olursa kendisinden cizye kalkar. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.): “Müslüman üzerine cizye yoktur.”558 buyurmuştur.
b) Cizye tahsil edilmeden sürenin geçmiş olması. Bu durumda cizye zaman aşımına uğramış olur.
c) Cizye tahsil edilmeden mükellefin ölmesi. Bu halde de cizye düşer: Mirasından tahsil edilmez. 559
Harâc; Zimmîlerden Alınan Toprak Vergisi
Harâc; Toprağın geliri, toprak vergisi, tazminat demektir. Harâc arâzîsi diye adlandırılan veya ihyâ edilen ölü topraklardan devletçe alınan verginin adıdır. Ayrıca zimmîlerin ödediği vergi anlamında da kullanılmıştır.560
İslâm hukukuna göre arâzîler genel olarak öşür ve harâc arâzîsi olmak üzere ikiye ayrılır:
1- Öşür arâzîsi. Kendisinde ibadet anlamı bulunan onda bir (öşür) vergisinin alındığı arâzîlerdir. Bu topraklar şunlardır:
a) Kûfe yakınlarından Yemen ve Aden’e kadar uzanan arap toprakları. Çünkü Hz. Peygamber ve dört halîfe bu topraklardan harâc almamıştır.
b) Halkı, kendi istekleriyle İslâm’a giren yerler.
c) Zorla fethedilen ve ğânîmet hakkına sahip müslümanlar arasında taksim edilen topraklar.
d) Müslümanın bahçe yapıp, öşür arâzîlerden gelen suyla suladığı yerler, harâc topraklardan gelen suyla sulanan yerler harâc arâzîsi sayılır. Ölü topraklardan Devletin izniyle ihyâ edilen yerler, Ebû Yûsuf (ö.182/798) göre, öşür arâzîsine bitişikse öşür; harâc arâzîsine bitişikse harâc arâzîsi sayılır. Bir yüzden sahabenin icmaı ile Basra yöresi öşür arâzîsi kabul edilmiştir. İmam Muhammed’e (ö.189/805) göre, ölü topraklar; yağmur, kuyu veya Fırat ve Dicle gibi büyük nehir sularıyla sulanarak ihya edilmişse öşür, aksi hâlde harâc arâzîsi olur.
2- Harâc arâzîsi. Bunlar, harâc vergisine tabi olan yerler olup, kökünde ehl-i küfre ait iken İslâm ordusu tarafından zorla fethedilen topraklardır. İslâm Devleti bu topraklan eski gayr-i müslim sahiplerinin elinde bırakır. Müslüman olmadıkları sürece şahısları için “cizye”, müslüman olsun veya olmasınlar, arâzîleri içinde “harâc” koyar. Irak, Şam ve Mısır toprakları gibi.561
558] Tirmizî, Zekât,11; Ahmed b. Hanbel, I, 223
559] Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 320-322
560] el-Mâverdî, el-Ahkâmü's-Sultâniyye, s. 141, 142; Ömer Nasuhî Bilmen, Istilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusî, IV, 75
561] el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', II, 57 vdş İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, IV, 358 vd; el-Meydânî, el-Lübâb, IV, 137, 139; el- Fetâvâ'ı Hindiyye, el-Emiriyye tab'ı, II, 219
FETİH
- 163 -
Hanefî ve Zeydîlere göre, İslâm Devleti, zorla fethedilen topraklar hakkında seçim hakkına sahiptir. Dilerse bu toprakları, Hz. Peygamberin Hayber uygulamasında olduğu gibi müslümanlar arasında paylaştırır, dilerse, gayri müslim olan eski sahiplerinin elinde bırakır ve şahısları için cizye, arâzîleri için de harâc koyar. Böylece, bu arâzîler harâc arâzîsi, üzerinde yaşayan halk da zimmet ehli olur. İbn Âbidin (ö. 1252/1836) bu konuda şöyle der: “Düşmandan zorla alınan yerleri, ğanîmet hakkı sahiplerine, eğer bunlara ihtiyaçları varsa daha uygundur. Çünkü bu yolla, müslümanlara gelecek için bir güç meydâna getirilmiş olur.”562
Harâc çeşitleri: Harâc arâzîsi, alınan verginin durumuna göre muvanafa ve mukâseme olmak üzere ikiye ayrılır.
a) Muvazzafa veya vazife harâcı. Tarıma elverişli arâzî için dönün (cerîb) başına miktarı kesin olarak belirlenen vergi olup, Hz. Ömer (ö. 23/643) tarafından geniş Irak ve Sûreyi topraklarına bu çeşit vergi uygulanmıştır. O, her cerîb (60 x 60 zira’ = 1600 m’) için, yetiştirilen ürün cinsinden bir kafiz (yaklaşık 18 kg.) ve bir dirhem alıyordu. Verginin nisbeti, ekin ve meyve bahçelerinin cinsine, arâzînin sulama ve verim durumuna göre değişik olur. Devletin bu vergiyi miktar olarak serbestçe tayin etmesi, azaltması, hatta bazı yöre halkım bundan muaf tutması mümkündür. Nitekim Hz. Ömer’in, Hilvan yakınındaki Sevâd hurmalıklarını haraçtan muaf tuttuğu bilinmektedir. Sahibinin arâzîyi işletip işletmemesi vergiyi etkilemez. Onun toprağa yerleşmiş olması yeterlidir.
b) Mukâseme hâracı. Haraç arâzîsinden elde edilecek ürünler belli oranlarını vergi olarak almaktır. 1/2, 1/3, 1/4’ünü almak gibi. Burada uygulama öşür gibi olur. Ürün çok olursa Devletin payı büyük olur, az olursa azalır. Hiç ürün olmazsa, toprak sahibi vergiden muaf sayılır. Bir yılda birden fazla ürün almışsavergi de buna göre tahakkuk ettirilir. Ancak alınacak miktarın 1/2’yi geçmemesi esası benimsenmiştir. Hz. Peygamber Hayber ve Fedek arâzîlerine bu çeşit vergi koymuş ve burada oturan yahudilerden 1/2 nisbetinde yani çıkan ürünün yarısını almıştır. Ancak yahudiler bu topraklarda mülkiyet hakkını kaybettiği için, onlarla yapılan bu anlaşmanın bir “zirâat ortakçılığı” olduğunu söyleyen bilginler de olmuştur.563
el-Ferrâ’ (ö. 458/1066), bu iki çeşit harâcın üç özellik dikkate alınarak belirlenebileceğini söyler. Arâzînin dönümü, ekinin dönümü, ondalık hesabı ile ürünün kendisi.564
İslâm hukukçuları, gayr-i müslime ait bir mülk olan haraç arâzîsine yalnız harâc vergisi konabileceği, öşür gerekmediği konusunda görüş birliği içindedir. Müslümana ait öşür arâzîsine de yalnız öşür gerekir. Müslümanının satın aldığı veya mülk edindiği harâc arâzîsinin zekâtı konusunda bazı görüş ayrılıkları vardır. Böyle bir arâzînin yalnız harâc vergisi devam eder yahut öşürle harâc birlikte mi uygulanır. Yahut da harâcı öşre mi dönüşür gibi.
Hanefîlere göre, müslümana intikal eden arâzî harâc arâzîsi ise, harâc vergisi devam eder, ayrıca, çıkan ürüne öşür gerekmez. Öşürle harâc tek arâzîde
562] es-Serahsî, el-Mebsût, 15, 37; İbnü'l-hümâm, a.g.e., IV, 303; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, III, 316, 353
563] el-Kasânî, II, 62, vd.: Ebû Yûsuf, Kitabü'l-Harâc, s. 38, 55; el-Mâverdî, a.g.e., s. 146, 152; el-Meydânî, el-Lübâb, s. 350; Ebû'l-Ulâ Madin, "Harâc", İA., V/I, 222
564] Ebû Ya'lâ, el-Ferrâ, el-Ahkâmü's-Sultâniyye, Mısır 1938, s. 152
- 164 -
KUR’AN KAVRAMLARI
birleşmez. Bu görüşü savunanlar Abdullah b. Mes’ûd’un (r.a.) naklettiği şu hadis-i şerîfe dayanırlar. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Öşür ve harâc, müslümanın toprağında birleşmez.”565 Ancak bu hadisin zayıf olduğu, hadis sabit olsa bile, buradaki harâcın cizye anlamında olabileceği ileri sürülmüştür. Diğer yandan harâc hükümleri uygulanan geniş topraklarından, ne dört halife döneminde ve ne de daha sonra öşür talep edilmemiştir. Bu da icmâ anlamına gelir. Yine harâc ve öşürün sebebi birdir: Bu da tarıma elverişli toprak olmasıdır. Bir malda iki zekât birleşemediği gibi bir arâzîde harâc ve öşür de birleşmez.566
Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise, harâcla öşür, bir arâzîde birleşebilir. Zekâtın farz olduğunu bildiren âyet ve hadislerin umum ifade etmesi, hem öşür, hem de harâc iki ayrı haktır. Öşürde ibadet, haraçta ise ceza (ukûbet) anlamı vardır. Öşür, elde edilen ürüne, harâc ise zimmete bağlı olur. Öşürün sebebi, çıkan ürünün kendisi olup, onsuz bulunmaz. Harâcsız sebebi ekilip biçilmezse bile arâzînin tarıma elverişli olmasıdır. Öşür fakirlere, harâc ise toplum yararına veya cihada sarfedilir. Öşürün delili nass, harcın ise, toplum yararına dayalı ictihadtır. Bütün bu ayrılıklar sabit olunca, öşür ve harâcın aynı arâzîye birlikte uygulanmasının mümkün olduğu anlaşılır.567
Harâc arâzîsinin satışı veya satın alınması mümkün ve câizdir. Ebû Yusuf (ö. 182/798), Necranlılardan birisinin elindeki harâc arâzîsini, bir müslümana veya zimmîye satması halinde, harâcının değişmeyeceğini, yeni mâlikten ayni verginin alınacağını befirtir.568 Bir kimse harâc arâzîsini kendiliğinden öşür arâzîsine çevirmeyeceği gibi öşür toprağını da harâc toprağı yapamaz.569
İmam Mâlik (ö. 179/795), zimmîlere ait bir arâzînin aslının satılıp satılmayacağı, sorusuna şu cevabı vermiştir: “Bu konu ihtilaflıdır. Satan kimseler ve arâzîleri silâh zoruyla alınmış, sonra da kendilerine bırakılmışsa, bunlar arâzîlerinin aslını satamazlar, satın alamazlar. Çünkü toprakları ve kendileri müslümanlarındır. Eğer bu arâzîler sulh yoluyla keıidilerine bırakılmışsa, bu takdirde satabilirler ve istedikleri gibi tasarrufta bulunabilirler. Ashâb-ı Kiradan Abdullah b. Mes’ud (ö. 32/652) böyle bir arâzî satın almıştır.570 Hz. Ömer’in harâc arâzîler için koyduğu satış yasağı, bazı yanlış anlamalara yol açmıştır. Ancak bu yasak, silâh zoruyla fethedilen ve kuru mülkiyeti (Rakabesi) devletin elinde tutan, önceki gayr-i müslim sahiplerine yalnız yararlanma hakkı (intifa hakkı) verilen harâc arâzî çeşidi ile ilgilidir.571
Harâc arâzîsinin, sahipleri tarafından kiraya verilmesi de câizdir. Nitekim İbn Sîrîn’in harâc arâzîsini üçte bir, dörtte bir ite kiraya verdiği nakledilir. Harâc arâzîsi müslüman tarafından kiralanırsa, harâcı (vergisi) kuru mülkiyete sahip olana aittir. Ebû Hanîfe’ye göre, kira akdinde harâc mâlike; âriyette ise, âriyet alana (müsteîr) aittir.572
565] ibnü'l-Hümâm, a.g.e.,, IV, 366
566] İbnü'l-Hümâm, a.g.e., IV, 365 vd; el-Kâsânî, a.g.e., II, 57; el-Meydânî, el-Lübâb, I, 154
567] eş-Şîrâzî, el-Mühizzeb, s. 157; İbn Kudâme, el-Muğnî, II, 725, 727; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletühu, II, 823, 825
568] Ebû Yûsuf, Kitabü'l-Harâc, s. 75
569] Ebû Yûsuf, a.g.e., s. 85, 86
570] Mâlik 6. Enes, el-Müdevvene, Bağdad 1970, tıpkı basım, IV, 273
571] bk. Ali Şafak, İslâm Arâzî Hukuku, İstanbul 1977, s. 117,118
572] el-Mâverdî, a.g.e., 119, 151; İbn Kayyim, Ahkâmu Ehli'z-Zimme, thk. Subhi salih, 1. baskı, Şam 1381/ 1961, I, I22, 123
FETİH
- 165 -
Öşrün, bir İslâm toplumunda yoksul kesime sarfedilmesine karşılık, harâc vergileri, devlet tarafından toplumun maslahat ve ihtiyaçları gözetilerek serbestçe tasarruf edilebilir.573
Tefsirlerden İktibaslar
Elmalılı Hamdi Yazır, Nisâ, 141. âyetin tefsirinde şöyle diyor:
“Onlar sizi gözetleyip dururlar. Eğer Allah tarafından size bir zafer nasip olursa: “Biz sizinle beraber değil miydik?” derler. Şâyet kâfirlerin zaferden bir payı olursa: (Bu defa da onlara): ‘Size üstünlük sağlayarak sizi mü’minlerden korumadık mı’ derler. Allah, kıyamet gününde aranızda hükmünü verecektir. Allah, mü’minlerin aleyhine kâfirlere hiçbir yol vermeyecektir.”574
“O münafıklar ki sizi gözetir beklerler” derken Allah tarafından size birtakım fetihler oluverirse “Biz, sizinle beraber değil miydik?” derler, hemen ğanîmete konmak isterler. Ve şâyet nasib kâfirlerin olur, zafer kâfirlere nasib oluverirse o zaman da onlara “biz size üstün gelmedik mi? Ve sizi mü’minlerden muhafaza etmedik mi?” derler. Onlara minnet edip bir hisse kapmak isterler. Bu söz başlıca iki mânâya müsaittir. Birisi: “Fırsat elimizde değil miydi? Biz de mü’minlerle beraber olup sizinle harbetseydik, sizi mağlub ve perişan etmez miydik? Hâlbuki siz dışardan uğraşırken biz kaleyi içinden fethettik, mü’minlere yardım etmedik. Sizin hesabınıza onlara propaganda yaptık, aldattık, kalblerine korku düşürdük ve sonunda bu sayede siz muzaffer oldunuz. Şu halde bu bizim mevkiimiz sizden yüksektir” demek olur ki, tefsircilerin çoğunluğu bunu tercih etmişlerdir. Diğeri de: “Siz müslümanları kuvvetli zannedip müslüman olacakken biz size yasaklamadık mı? Muhammed’in işi zayıflayacak siz kuvvetleneceksiniz diye sizi imandan vazgeçirmedik mi? Bakınız işte dediğimiz oldu, bizim kanaatimiz size galip geldi, şu halde üstünlük asıl bizimdir. Bu zaferin ğanîmetine sizden çok biz layıkız” demektir ki, bazı tefsirciler de bu mânâyı seçmişlerdir.
Şu halde bu böyle kalmayacak, kıyamet gününde Allah aranızda hükmedecek, o zaman mü’min ile münafık tamamen seçilecektir. Dünyada zahir ile hükmolunur, zahirde kelime-i şehâdet söyleyip müslüman görünene müslüman muamelesi yapılır. Fakat ahiret için ise böyle değildir. Şunu bilmelidir ki, Allah kâfirler için mü’minler üzerine kesin olarak yol vermez. Dünyada bazen kâfirler zafer kazansalar, mü’minlere hakim görünseler bile, bu bir yol, bir kanun, bir şeriat değil, geçici ve devamsız bir imtihan ve istidrac (şerre bağlı başarı)dır. Kalblere işleyecek delil ve burhandan mahrum, gelip geçici şeylerdir. “Adâleti yerine getirici ve Allah için şahitler” olan hak ve adâlet ehli muhakkak onlara üstünlük sağlarlar. Dünyada olmazsa, ahirette üstün gelir. Allah’ın şeriatinde, hak kanunda mü’min kâfirden daima şereflidir. Onun altında kalmaz, onun ayağının altına düşmez. Şerefiyle ölür, hakkın şerefini çiğnetmez. Ve işte bu hikmetten dolayıdır ki, bir mü’min kadının kâfirle evlendirilmesi câiz olmaz, küfür olur. Çünkü onu onunla evlendirmek, mü’min üzerine kâfire yol vermek, o mü’min kadını kâfirin istilasına terk etmektir.
573] Muhamed Hamidullah, İslâm Peygamberi, terc. M. Sait Mutlu-Salih Tuğ, İstanbul 1966-69, II, 220; Ebû'l-Ulâ Mardin, "Harâc", İA., V/1, 224; H. Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 333-334
574] 4/Nisâ, 141
- 166 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Elmalılı, Fetih sûresinin tefsirinde de şöyle der: Ahmed bin Hanbel, Buhâri, Tirmizî, Nesai, İbn Mâce ve İbn Merdûye de Ömer b. Hattâb’dan (r.a.) şöyle rivâyet etmişlerdir: Demiştir ki; Rasûlullah (s.a.s.) ile seferde idik, ona bir şeyden üç kere sual ettim, cevab vermedi ben de devemi sürdüm, sonra topluluğun önüne geçtim ve hakkımda Kur’an indirilmesinden korkmuştum, çok durmamıştım bir bağıran işittim, bana bağırıyordu korktu, zannediyordum ki hakkımda bir şey indirildi, vardım; Hz. Peygamber (s.a.s.) buyurdu ki: “Bu gece üzerime bir sûre indirildi, bana dünya ve onun içindekilerden daha sevgili: “Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik. Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar.” 575 Yine Ahmed, Ebû Dâvud ve başkalarının Müc’mi b. Câriyete’l-Ensârî’den rivâyet ettikleri bir sahih hadiste Peygamber’in (s.a.s.) Hudeybiye’den hareketinden sonra indirilmesini ve bunun “Küraülğamim” yanında olduğunu Peygamber (s.a.s.)’in onu bineği üzerinde insanlara okuduğunu ifade eder. İbnü Sa’d’ın ondan rivâyetinde de bunun Decnân’da olduğuna delâlet vardır. Ve bu Bikai’den rivâyet olunmuştur. Dacnan, Kamus’ta bildirildiği üzere Mekke yakınında bir dağdır. Bunlar gösteriyor ki indirilmesi Mekke ile Medine arasında olmuştur. Böyle olanlara da Medenî denildiği bilinmektedir. Zirâ Medenî hicretten sonra indirilendir ki gerek Medine’de olsun gerek Mekke’de, gerek seferde; Mekkî de hicretten önce indirilendir.
Âyetleri: Yirmi dokuzdur. Kelimeleri: Beş yüz altmıştır. Harfleri: İki bin dört yüz otuzdur. Fâsılası: Hep elif harfidir.
Bu sûreden bir önceki 47/Muhamed sûresi ile arasındaki ilgi baştan sona apaçıktır: Biri önce sunulan, diğeri sonra gelendir. Zira yardım ve zafer mânâsına fetih, gönlü iyileştirme ile savaşa gereken hazırlıktır. Orada tevbe ve istiğfar ile emredilmiş, burada mağfiretin olacağı haber verilmiş, ona değiştirme ihtarıyla son verilmiş, buna zaferler müjdesiyle başlanılmıştır.
İbnu Sâ’d’ın rivâyet ettiği Mücmi’ b. Câriye hadisinde geçmiştir ki, Cebrail Aleyhisselâm, bu sûre ile indiği zaman, “Tebrik ederiz seni ey Allah’ın Rasûlü!” demiş; Cibril tebrik edince müslümanlar da tebrik etmişlerdir. Bu sûrede İslâm’ın bütün dinlere galip geleceği de vaad edilmiştir.
Meâl-i Şerifi
1- Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsân ettik.
2- Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru yola iletir.
3- Ve sana Allah, şanlı bir zaferle yardım eder.
4- İmanlarına iman katsınlar diye mü’minlerin kalplerine güven indiren O’dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah bilendir, her şeyi hikmetle yapandır.
5- Mü’min erkeklerle mü’min kadınları, içinde ebedi kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyması, onların günahlarını örtmesi içindir. İşte bu, Allah katında büyük bir kurtuluştur.
6- Ve o Allah hakkında kötü zanda bulunan münâfık erkeklere ve münâfık kadınlara, Allah’a ortak koşan erkeklere ve ortak koşan kadınlara azap etmesi içindir. Kötülük onların başlarına gelmiştir. Allah onlara gazap etmiş, lânetlemiş
575] 48/Fetih, 1-2
FETİH
- 167 -
ve cehennemi kendilerine hazırlamıştır. Orası ne kötü bir yerdir!
7- Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
8- Şüphesiz biz seni, şâhit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.
9- Ki, Allah’a ve Rasûlüne iman edesiniz ve bunu takviye edip, O’na saygı gösteresiniz ve sabah akşam O’nu tesbih edesiniz.
10- Herhalde sana bey’at edenler ancak Allah’a bey’at etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği ahde vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.
Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik. Geleceği açan; ileride meydana gelecek birçok fetihlerin başlangıcı olan bir fetih. Bazı müfessirler bunu, Mekke’nin fethini vaad diye almışlarsa da çoğu müfessirler bunun Hudeybiye antlaşmasını haber verdiğini söylemişler. İbnü Abbas, Enes, Şa’bi ve Zühri’den de böyle haber vermişlerdir. İbnü Atıyye buna “Bu doğrudur.” demiştir. Bilinmektedir ki, fetih aslında açmak yani kapalılığı gidermektir. Bir memleketi fetih de, Keşşâf’ın açıkladığı üzere harpli veya harpsiz, zorla veya barışla zafer kazanmaktır ki zafere erişmedikçe kapalıdır. “Sakın gevşemeyin, üstün olduğunuz halde barışa davet etmeyin.”576 âyetine ters gibi görünen Hudeybiye antlaşmasının bir fetih olması sahâbeden bazılarına bile gizli kalmıştı. Cenâb-ı Allah, bunun açık bir fetih olduğunu açıklamıştır. Önce bir fetih olması gerçi Peygamber bunda bir savaş için değil, bir umre niyetiyle hareket etmiş ve kurbanlıklar göndermişti fakat müşrikler çarpışmayı kurmuşlardı, şiddetli bir savaş olmamış, fakat iki taraftan ok ve mancınık atışılmış “O sizi, onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra Mekke’nin göbeğinde, onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çekendir.” 577 buyurulduğu üzere müslümanlar müşrikleri mağlûb edip diyarlarına sokulmuşlardı ve barış yapmaya müşrikler istekli olmuşlardı. İkinci olarak bunun apaçık bir fetih olmasına gelince bu barış ile ilk önce müslümanlığın dünyada bir devlet olarak varlığı düşmanları tarafından dahi tasdik edilerek bir anlaşmaya bağlanmış bulunuyordu. Böylece bu, daha sonra meydana çıkacak devam edecek fetihler zincirinin başı ve açıcısı olmuş ve bundan sonraki İslâm fetihlerinden her biri bunun altında bir şubesi sayılacak bir şekilde vaad edilmiş oluyordu ki sûrenin başı bunu ilâhî bir dil ile açıklamaktadır. Aslında yine sûrenin içinde Feth-i karîb, (yakın fetih) diye işaret edildiğinden bunu pek yakından Hayber fethi takip etmiş, sonra da Mekke fetholunmuş, sonra da İslâm’ın bütün dinlere galip gelmesi vaad buyurulmuştur. Zührî demiştir ki: Hudeybiye fethinden büyük bir fetih olmamıştır. Bu sayede müşrikler müslümanlarla bir araya gelmeye ve sözlerini işitmeye başlamış ve bu onların kalplerinde yer etmiş ve bunun üzerine üç sene içerisinde birçok kimse müslüman olarak İslâm’ın çoğalmasına sebep olmuştur... Bütün bunlar Muhammed Sûresi’nin başında geçen âyetlerin hükmünün feyzidir.
2- Mübîn, açık, parlak yahut ilerisini açan gösteren demektir. Cenâb-ı Allah bu fethin “mübin” olmasının hikmetini şu dört yönü birleştirerek açıklıyor: 1) Mağfiret, 2) Nimetin tamamlanması, 3) Bir doğru yola ulaştırma, 4) Benzersiz
576] 47/Muhammed, 35
577] 48/Fetih, 24
- 168 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir yardım yani bunların her birini ayrıca değil hepsini birden bir hikmet olmak üzere bir “lâm-ı akıbet” ile şöyle buyuruyor: ki Allah senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Kâdı Beydâvî der ki: “Fetih kâfirlere karşı cihad ile şirkin def edilmesine ve dinin yükseltilmesine ve noksan şahısların yavaş yavaş kendi arzu ve istekleriyle olgunlaşabilmeleri için şiddetle yönlendirilmesine ve zavallı kimseleri zâlimlerin elinden kurtarmaya çalışmanın bir neticesi olduğu için mağfiret fethe sebep kılınmıştır ki maksat illet-i gâiyye yani hikmettir. Demek olur ki buradaki fetih ve mağfiret Muhammed Sûresi’ndeki “Hem kendinin, hem mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların günahının bağışlanmasını dile!”578 emrine uymanın cevabı ve neticesi olmuştur. Âlûsî der ki: “Fetih “Doğrusu biz fetih ihsan ettik.” diye azamet nûnu ile isnâd olunduktan sonra mağfiretin “Allah senin (günahlarını) bağışlar.” diye ism-i celâl ile isnad olunması şu inceliğe işaret olabilir ki, fethi yüce Allah birçok vasıtalar ile mümkün kılarsa da “mağfireti” yüce zâtı doğrudan doğruya kendisi yapar. Bazıları şunu izah etmişlerdir ki, büyüklerin kendilerinden biz diye mütekellim maalgayr sigası ile ifade âdetleri, kendilerinden meydana gelen fiillerin çoğunlukla hizmetkâr çalıştırmak şeklinde olmasındandır. Buna yardımın “Allah sana yardım eder.” diye ism-i celâle isnad olunmasıyla itiraz da edilmez. “Zâten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir.”579; “Yardım/zafer ancak Allah katındadır.”580 gerçeklerine işaret olunmuş demek daha açık olacaktır. Günahın, geçmişi ve geleceği hepsini kapsamasından kinâyedir. Bu şekilde peygambere bütün günahlardan mağfiretle temizlenme ve aklanma tebliğ edilmiştir. Ancak geçmiş tabiri farz olduğunu hatırlatır. Bunun için burada peygamberden işlenmiş olması mümkün olan günahın ne olabileceği hakkında görüş bildirilmiştir. Bazıları, maksadın ümmetin günahları olduğunu kabul etmişlerdir. Nitekim “Sen bir şüphedeysen”,581 “Eğer Allah’a ortak koşarsan, amelin boşa gider.”582 âyetlerinde kastedilen, Peygamber’e değil, dolayısıyla ümmete hitap olunduğunda görüş birliği vardır. Ancak bu tevil, “Hem kendinin hem mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların günahının bağışlanmasını dile.” âyetine yaraşmaz. Bazıları da demişlerdir ki, günahın işlenmesi kastedilmeyerek terkibin bütünü muahaze olunmamaktan kinâyedir Çoğu müfessirlerin görüşüne göre ise vahiy inmeyen konulardaki ictihadında makamına göre daha uygun olanın tersi şeklinde olan seçmeleridir ki “Allah seni affetsin, onlara niçin izin verdin?”583 gibi ilâhî hitap ile ihtar edilmiştir. Buna günah denilmesi peygamberlik makamına göredir. Çünkü “İyilerin iyiliği, Allah’a yakın olanların kötülüğü (gibi)dir.” Buradan, bundan böyle peygamberlik vazifesinin yerine getirilmesinde önceki meşakkat ve zorlukların ağırlığının kalmayacağına da delil getirilebilir. Nitekim İnşirah Sûresi’nde “Ağırlığından dolayı belini büken yükünü senden alıp atmadık mı?”584 buyurulmuştur. Sonuçları ve meyveleri toplanmaya başlayan görevlerin zorlukları başarı neşeleriyle örtülmüş olur. Ve üzerindeki nimeti tamamlar. Peygamberlikteki başarısına bir de mülk eklenilmek gibi dinî ve dünyevî nimetler ihsan eder. Ve seni bir doğru yola eriştirir Gerek peygamberliğin yerine getirilmesinde ve gerek devlet başkanlığının
578] 47/Muhammed, 19
579] 3/Âl-i İmrân, 135
580] 8/Enfâl, 10
581] 10/Yunus, 94
582] 39/Zümer, 65
583] 9/Tevbe, 43
584] 94/İnşirâh, 2-3
FETİH
- 169 -
resmî işlerini yerine getirmede doğrudan doğruya Allah’ın rızasına ulaştıran bir doğru yola çıkarır ki bu yol “İşte böylece sizin insanlar üzerinde şahit olmanız, Rasûlün de sizin üzerinizde şahit olması için sizi orta (dengeli) bir millet kıldık.”585 âyetine göre bütün insanlığın örnek numunesi olmak üzere İslâmî işlerin düşman etkilerinden uzak olarak yalnız hakkın uygulaması ve kanunu içerisinde hür irâdeyle idaresi yoludur. Gerçi istikâmet yani doğruluğun aslı fetihten önce de var ve gidilen yol o yol ise de, fetihten sonra egemenliğin resmen dışarda ve içerde tanınmasıyla hidâyet ve ilâhî muvaffakiyet başkaca bir açıklık ve renklilik kazanmıştır ve bundan böyle “Biz onlara âyetlerimizi ufuklarda ve nefislerinde göstereceğiz.”586 âyetine göre büyüyüp gelişmek dönemine girmiştir.
3- Onun için de buyuruluyor ki: Ve Allah seni şanlı bir zaferle yani benzeri bulunmaz bir yardım ve zafer ile muzaffer ve güçlü kılar. Bu da “Bütün dinlerden üstün kılmak için”587 ifâdesiyle açıklanacaktır. İşte bu fetih böyle apaçık bir fetihtir.
Mevdûdi, Nisâ 141. âyetin tefsirinde şöyle der:
“Onlar sizi gözetleyip-durmaktalar. Size Allah’tan bir fetih (zafer ve ğanîmet) gelirse: “Sizinle birlikte değil miydik?” derler. Ama kâfirlere bir pay düşerse: “Size üstünlük sağlamadık mı, mü’minlerden size (gelecek tehlikeleri) önlemedik mi?” derler. Allah, kıyamet günü aranızda hükmedecektir. Allah, kâfirlere mü’minlerin aleyhinde kesinlikle yol vermez.”
Münâfıklar her dönemde dilleriyle müslüman olduklarını söyleyerek ve sözde İslâm topluluğuna katılarak İslâm’ın sağladığı kolaylıklardan yararlanmışlardır. Aynı zamanda kâfirlerin arasına karışıp; “Biz onlarla birlikte görünsek de gerçekte müslüman olmadık. Kültürde, düşüncede, hayat tarzında, size daha yakınız. Menfaatlerimiz ve bağlılığımız sizinkilerin aynısı. Bu nedenle İslâm ile küfür arasındaki çatışmada sizin yanınızda yer aldığımızdan emin olun” diyerek onlardan da menfaat bakımından faydalanırlar.
Mevdûdi, Fetih Sûresinin tefsirinde de şöyle der:
Sûrenin adı, ilk âyeti olan “Ey Peygamber biz sana apaçık bir fetih kapısı açtık,” âyetinden alınmıştır. Fetih, sadece bu sûrenin adı değil, içeriği yönünden bir bakıma ünvanıdır da. Çünkü Allah Teâlâ’nın Hz. Peygamber’e ve müslümanlara lutfettiği Hudeybiye Antlaşması şeklinde tezahür eden o büyük fetihten (zafer) bahsetmektedir.
Nüzul Zamanı: H. 6. yılının Zilka’de ayında Hz. Peygamber (s.a.s.) Mekke kâfirleriyle Hudeybiye’de antlaşma yaptıktan sonra Medine’ye geri dönerken nâzil olduğunda ittifak edilmiştir.
Tarihsel Arka-Plan: Bu sûrenin nâzil oluşunu anlatan olaylar dizisinin başlangıcı şöyle olmuştur. Bir gün Hz. Peygamber (s.a.s.) rüyasında sahabeyle birlikte Mekke’ye gittiklerini ve orada Umre ziyareti yaptıklarını görüyor. Peygamber rüyasının sadece hayali ve asılsız bir rüya olamayacağı apaçık bir gerçektir. Rüya da bir vahiy çeşididir. Daha ileriki bölümlerde 28. âyette bizzat Allah, Hz. Peygamber’e gösterdiği bu rüyayı açıklamış ve tevsik etmiştir (sağlamlaştırmış,
585] 2/Bakara, 143
586] 41/Fussılet, 53
587] 9/Tevbe, 33; 48/Fetih, 28
- 170 -
KUR’AN KAVRAMLARI
belgelemiştir). Bu bakımdan gerçekte bu sadece bir rüya değil, bilakis Hz. Peygamber’in (s.a.s.) uyması gereken İlâhî bir işarettir.
O günlerde, görünüşte bu İlâhî buyruğun yerine getirilmesi ve ona göre hareket edilmesi imkân dâhilinde gözükmüyordu. Uygulanması imkânsız gibiydi. Kureyş kâfirleri 6 seneden beri müslümanlara Kâbe yolunu kapatmışlardı.
Bütün bu zaman zarfında bir tek müslümanı dahi, Hac ve Umre için de olsa Kâbe’nin sınırlarına yaklaştırmadılar. Durum böyleyken onların Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ve Sahabe’nin toplu halde Mekke’ye girişlerine müsamaha göstermeleri nasıl umulurdu? Silahsız gitmekse kendinin ve arkadaşlarının hayatlarını tehlikeye atmak demekti. İşte bu şartlar altında Allah Teâlâ’nın bu emrinin nasıl uygulanacağını hiç kimse bilmiyordu.
Fakat Peygamber’in (s.a.s.) mevkii ve Allah karşısındaki durumu gereği Rabbinin kendisine verdiği emir ne olursa olsun hiç tereddüt etmeden onu uygulaması gerekir. İşte bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.s.) hiç tereddüt etmeden rüyasını Sahabe-i Kiram’a anlatarak sefer hazırlıklarına başladı. Civardaki kabilelere de “Umre’ye gidiyoruz, bize katılmak isteyenler gelsin” diye haber gönderdi. Olayın görünüşüne bakanlar: “Bu insanlar ölüme gidiyorlar” diyerek Peygamber’e (s.a.s.) katılmaya onunla gitmeye yanaşmadılar. Fakat Allah’a ve Peygamber’e imanı sağlam olanlar bu işin sonu nereye varır diye hiç tereddüde kapılmadılar. Onların bu sefere katılması için Allah Teâlâ’nın bir işareti olması ve Peygamberi’nin emri yerine getirmek için ayağa kalkması yeterli idi. Bundan sonra artık hiçbir şey onları Peygamber’le beraber olmaktan alıkoyamazdı. 1400 Sahabe, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) önderliğinde bu son derece tehlikeli sefere çıkmak üzere hazırlandılar.
Hicretin 6. yılının Zilkade ayının başlarında bu mübarek kafile Medine’den hareket etti. Zül-Huleyfe’ye ulaşınca hepsi Umre için ihrama girdi. Kurban için 70 deve aldılar. Boyunlarına, Kâbe’ye kurban kesilmek üzere adak olduklarını belirten gerdanlıklar taktılar. Silah torbalarına sadece bir tek kılıç koydular. Arapların meşhur adetlerine uygun olarak Kâbe’nin bütün ziyaretçilerine tek bir kılıç taşıma izni veriliyordu. Bunun dışında hiçbir savaş aleti alınmadı. Böylece kafile Lebbeyk! Lebbeyk! nidâlarıyla Kâbe’ye (Mekke’ye) doğru yürümeye başladı.
O günlerde Mekke ve Medinelilerin ilişkilerinin ne durumda olduğunu çocuklara varıncaya kadar bütün Araplar biliyordu. Daha evvelki sene H.5 yılın Şevval ayında Kureyş, diğer Arap kabilelerinden de katılan kuvvetlerle Medine’ye saldırmış ve meşhur Ahzab Gazvesi (Hendek Savaşı) yapılmıştı. Bu sebeble Hz. Peygamber (s.a.s.) böyle büyük bir toplulukla kanlarına susamış düşmanlarının yurduna doğru yola çıkınca bütün Arapların gözleri bu ilginç sefere yönelmişti.
Herkes bu kafilenin savaş için değil, savaşın haram sayıldığı aylar içinde ihram giyerek, Kâbe’de kurban edilmek üzere adanmış develeri alarak Beytullah’a doğru silahsız olarak gittiklerini görüyordu.
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu hareketi Kureyşlileri son derece müşkil durumda bıraktı. Çünkü yüzlerce seneden beri Araplar arasında Kâbe’yi ziyaret ve Hac için mübarek kabul edilen haram aylardan Zi’lka’de ayında bulunuluyordu. Bu ayda ihram giyip Hac veya Umre için gelen bir topluluğu engellemek hiç kimsenin hakkı değildi. Düşman kabul ettikleri bir kabile dahi olsa, kesinkes uydukları
FETİH
- 171 -
kanunlar nedeniyle onların kendi bölgelerinden geçmesini engelleyemezlerdi. Kureyşliler: “Eğer biz Medine’nin bu topluluğuna saldırarak Mekke’ye girmelerini engellersek, bütün Arabistan’da kıyamet kopacak; her Arab “Bu tam bir zulümdür, haddi aşmadır” diye feryat edecek, bütün Arap kabileleri Kâbe’yi mülkiyetimize geçirip, tekelimize aldığımızı zannedecek,” diye endişeye düştüler. Hatta bu tavrımız sonucu bazı kabilelerde gelecekte bir kimsenin Umre veya Hac yapması veya yapmamasının bizim arzumuza bağlı olacağı, kızdığımız kimseyi Kâbe’yi ziyaretten, Medinelileri engellediğimiz gibi engelleyeceğimiz endişesini uyandıracaktır diye düşünmeye başladılar. Eğer böyle bir hata yaparsak bütün Arablar bize karşı gelir düşüncesine kapıldılar. Buna karşılık Muhammed (s.a.s.)’in beraberindeki büyük kalabalığı huzur içinde şehrimize sokarsak, bütün Arap diyarında itibarımız zedelenecek, şöhretimiz sönecek ve halk Muhammed’den (s.a.s.) korktuğumuzu söyleyecek diye düşünüyorlardı. Sonunda korku ve şaşkınlık içinde konuyu tartıştıktan sonra Cahiliye devri gururları ağır bastı, şeref ve haysiyetleri uğruna, ne pahasına olursa olsun bu kafileyi şehirlerine sokmamak kararı aldılar.
Peygamber (s.a.s.) Kâ’boğullarından birini, Kureyş’in ne yapmak istediğini, Kureyşlilerin nasıl hareket ettiklerini öğrenmek ve zamanında haber vermek üzere önceden Mekke’ye göndermişti. Kafile Usfan’a ulaştığında haberci gelerek Peygamber’e Kureyşlilerin tüm hazırlıklarını tamamlayarak Zi Tuva denen yere ulaştıklarını ve ayrıca Halid b. Velîd’i de iki yüz süvarisiyle birlikte Peygamber’in yolunu kesmek üzere Kurâ’el-amim’e doğru yolladıklarını haber verdi. Kureyş’in niyeti, ne pahasına olursa olsun Peygamber’in ashâbına sataşıp tahrik etmek ve daha sonra savaş çıkarsa, bu insanların gerçekte savaşmak için geldiklerini, Umre’yi perde olarak kullandıklarını ve ihramı sadece aldatmak için giydiklerini, iddia ederek etrafa yaymaktı. Peygamber (s.a.s.) bunu öğrenir öğrenmez derhal yolunu değiştirdi, son derece sarp ve ücra yollardan büyük meşakkat ve zorluklarla geçerek Hudeybiye denen yere ulaştı.
Hudeybiye tam Harem sınırı üzerinde bir yerdir. Burada Huzaa oğullarının başkanı Hudeyl b. Verka, kabilesinden birkaç kişiyle Peygamberimizin yanına gelerek ne niyetle geldiklerini sordu: Peygamber de (s.a.s.) hiç kimseyle savaşmak için gelmediklerini, sadece Beytullah’ı ziyaret ve tavaf etmek niyetinde olduklarını söyledi. Bunun üzerine heyettekiler geri dönerek Kureyş’in liderlerine durumu anlattılar, konuşmayı naklettiler ve Kureyşlilere bu Kâbe ziyaretine engel olmamalarını tavsiye ettiler. Fakat onlar inatlarında ısrar ettiler ve Ehabis kabilesinin lideri Huleys b. Alkame’yi Peygamber’in (s.a.s.) yanına, onu geri dönmeye ikna etmesi için gönderdiler. Kureyş liderlerinin ümidi, Hz. Peygamber (s.a.s.) Huleys b. Alkame’nin arzusunu kabul etmediği takdirde Huleys’in Peygamber’e kızacağı ve öfkeli olarak dönüp, tüm Ehabis’in kuvvetiyle Kureyş’in yanında yer alması idi. Fakat o kafilenin yanına vardığında kendi gözüyle bütün kafilenin ihramlı olduğunu, Kâbe’ye adanmış develerin ön tarafta boyunlarında adak olduklarını belirten gerdanlıklar asılı olarak ayakta durduklarını görür, bu insanların savaşmak için değil, aksine Beytullah’ı tavaf için geldiklerine kanaat getirince, Peygamberimize hiçbir şey söylemeden geri döndü. Kureyşlilerin yanına gitti; açık ve kesin olarak bu insanların Beytullah’ın azametini kabul ederek onu ziyarete geldiklerini söyledi ve sözlerine şöyle devam etti: “Eğer siz ona engel olursanız Ehabis kabilesi bu konuda asla sizin yanınızda olmayacaktır. Biz sizinle
- 172 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bütün haramları çiğneyesiniz ve kutsal âdetleri ayaklar altına alasınız, buna karşılık biz de bu davranışınızda sizi destekleyelim diye anlaşma yapmadık.”
Daha sonra Kureyş tarafından Urve b. Mesud Sekafi gönderildi. O kâh alttan kâh üstten alıp bütün maharetini kullanarak Peygamberimizi geri dönmeye ikna etmek ve Mekke’ye girme kararından vazgeçirmek istedi. Fakat Hz. Peygamber (s.a.s.), ona da, Huzaa oğullarına verdiği cevabı verdi. “Biz savaşmak için gelmedik, Kâbe’yi ziyaret ve dini bir vecibeyi yerine getirmek için geldik” dedi.
Urve geri dönerek Kureyşlilere şöyle dedi: “Ben, İran, Bizans, Habeşistan krallarının huzuruna girdim yanlarında bulundum. Yemin ederim, ben Muhammed’in adamlarının, ona karşı gösterdikleri fedâkârlık ve saygıyı hiçbir kralın huzurunda görmedim.
Bu adamların tutumları şöyle: “Muhammed abdest alırken ashâbı, suyun bir damlasını dahi yere düşürmüyorlar hepsini beden ve elbiselerine sürüyorlar. Artık siz, kimlerin karşısında bulunuyorsunuz, bir düşünün!”
Elçilerin geliş, gidiş ve görüşmeleri böyle sürüp giderken, Kureyşliler defalarca gizlice Peygamber’in kampına hücum edip sahabeyi tahrik ederek, ne pahasına olursa olsun savaşı başlatmaları için bahane olabilecek bir olay çıkarmaya çalışıyorlardı. Fakat her seferinde sahabenin sabır ve disiplini, Hz. Peygamber’in (s.a.s) ince düşüncesi ve hikmetli davranışı onların bütün oyunlarını boşa çıkardı. Bir keresinde 40-50 Kureyşli geceleyin gelip müslümanların kampına taş ve ok yağdırmaya başladılar. Sahabe-i Kiram hepsini yakalayıp Hz. Peygamber’in (s.a.s) huzuruna getirdiler. Ama Peygamber hepsini serbest bıraktı. Bir diğer olayda, Ten’im tarafından 80 kişi, tam sabah namazı vakti gelerek ani bir hucum yaptılar. Bu adamlar da yakalandılar ama Peygamber (s.a.s.) bunları da serbest bıraktı. Böylece Kureyş’in oyunları ve hileleri boşa çıktı. Nihâyet Peygamber (s.a.s.), Hz. Osman’ı Mekke’ye elçi olarak gönderdi. Onun vasıtasıyla, Kureyş liderlerine harb etmek için gelmediklerini, aksine ziyaret için adaklarla birlikte geldiklerini, Kâbe’yi tavaf edip kurban keserek geri döneceklerini haber verdi. Ama onlar inanmadılar ve Hz. Osman’ı Mekke’de alıkoydular. Bu sırada Hz. Osman’ın katledildiği haberi yayıldı. Hz. Osman’ın geri dönmemesi de müslümanların haberin doğru olduğuna inanmalarına neden oldu. Artık daha fazla tahammül göstermek yersizdi. Mekke’ye girmek bir yana bunun için kuvvet kullanmak bile asla düşünülmemişti. Ama sıra elçinin öldürülmesine kadar gelip dayanınca müslümanların savaşa hazırlanmaktan başka çareleri kalmamıştı. Nitekim Peygamber (s.a.s.) bütün ashâbını topladı ve onlardan artık buradan son nefesimizi verinceye kadar bir adım geri çekilmeyeceğiz diye söz aldı. Durumun nezaketi göz önüne alınırsa bunun basit bir biat olmadığını herkes anlar. Müslümanlar sadece 1400 kişiydiler yanlarına hiçbir savaş malzemesi almadan gelmişlerdi. Merkezlerinden (Medine’den) 250 mil uzakta tam Mekke sınırında konaklamışlardı. Burada düşman bütün gücüyle onlara hücum edebilirdi. Kureyş, etrafındaki anlaşmalı kabileleri de toplayıp, onları çepeçevre sarabilirdi. Buna rağmen bir tek kişi bile hariç olmamak üzere bütün kafile Peygamber’in (s.a.s.) eli üzerine ya öleceklerine ya da öldüreceklerine biat etmek için düşünmeden sıraya girdiler.
Bu insanların imanlarındaki samimiyeti ve Allah yolundaki fedâkârlıklarını bundan başka ne ispat edebilir? Bu biat, İslâm tarihinde Biat-ı Rıdvan (gönül rızası ile verilen söz) adıyla meşhur olmuştur. Daha sonra Hz. Osman’ın öldürüldüğü
FETİH
- 173 -
haberinin asılsız olduğu anlaşıldı. Hz. Osman da bu sırada geri geldi. Suheyl önderliğinde bir heyet de barış müzakeresi yapmak için Peygamberimizin kampına ulaştılar. Artık Kureyşliler, Peygamber ve Ashâbını istisnasız Mekke’ye sokmayacaklarına dair aldıkları inatçı karardan vazgeçmişlerdi.
Kendi itibarlarını kurtarmak için Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu sene geri dönerek, gelecek sene Umre için gelmesinde ısrar ediyorlardı. Uzun görüşmelerden sonra barış anlaşmasının maddeleri şöyle belirlendi:
1) 10 sene süreyle iki taraf arasında savaş durdurulacak. Bir taraf diğerine karşı, gizli veya açık hiçbir harekette bulunmayacak.
2) Bu süre içinde Kureyş’ten biri kendi hamisinin izni olmadan kaçarak Muhammed’in yanına gelirse, o kişi Mekke’ye geri gönderilecek. Peygamberimizin adamlarından bir kişi Kureyş’e dönerse onlar onu iade etmeyecek.
3) Arab kabilelerinden her biri bu anlaşmaya katılarak taraflardan birini seçmekte serbest olacak.
4) Muhammed bu sene geri dönecek; gelecek sene Umre için üç gün Mekke’de kalabilecek. Yanlarına birtek kılıçtan başka hiçbir aleti almayacaklar. Bu üç gün süresince Mekkeliler, herhangi bir çatışmaya meydan vermemek için Mekke’yi üç gün süreyle terk edecekler. Ama müslümanlar geri dönerken Mekke halkından hiç kimseyi götürmelerine izin verilmeyecektir.
Bu anlaşma şartları hazırlanırken müslümanlar aşırı derecede huzursuzdu. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu şartları hangi niyetle kabul ettiğini kimse anlayamıyordu. Hiç kimsenin basireti bu barış anlaşmasının getireceği büyük hayırları görebilecek kuvvette değildi. Kureyş müşrikleri, bunu kendi zaferleri zannediyorlardı. Müslümanlar ise, niçin biz altta kalarak bu küçük düşürücü şartları kabul edelim diyerek hoşnutsuzluklarını dile getiriyorlardı. Hz. Ömer gibi uzak görüşlü bir kimse bile: “Müslüman oluşumdan bu yana, gönlümde hiçbir zaman şüphe ve tereddüd meydana gelmedi, bu olayda ben de bu duygudan kurtulamadım.” diyordu. Hz. Ömer son derece huzursuz bir halde Hz. Ebû Bekir’e gitti ve: “Peygamber Allah’ın elçisi değil midir? Biz müslüman değil miyiz? Şu karşımızdaki insanlar müşrik değil midirler? Buna rağmen biz dinimiz uğruna bu zilleti niçin kabul ediyoruz?” diye sordu.
O da cevap olarak: “Ey Ömer! O Allah’ın Peygamberidir ve Allah onu asla mahzun ve mağlup etmeyecektir” dedi. Fakat Hz. Ömer kendine hâkim olamadı ve Hz. Peygamber’e (s.a.s.) bizzat giderek bu soruları tekrarladı. Hz. Peygamber de (s.a.s.) Hz. Ebû Bekir’in verdiği cevabı verdi. Daha sonra Hz. Ömer, Hz. Peygamber’e karşı söylediği sözlere çok pişman oldu, nafile ibadetler yaparak, sadakalar vererek Allah Teâlâ’dan kendisini bağışlamasını istedi.
Anlaşmada en çok şu iki madde müslümanların gücüne gidiyordu: Birincisi, ikinci madde idi ki bununla ilgili olarak herkes, adâletsizliği açıkca belli bir şarttır, diyorlardı. Mekke’den kaçarak gelenleri biz geri vereceksek Medine’den kaçıp gidenleri onlar niçin geri göndermesinler? diye itiraz ediyorlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Bizden kaçarak onlara giden kişi bizim ne işimize yarar, Allah onu bizden uzaklaştırmıştır, ama onlardan kaçarak bizim yanımıza gelenleri iade edersek Allah onları kurtarmanın bir başka yolunu
- 174 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gösterecektir.”
Müslümanların kalbini inciten ikinci konu ise, 4. maddenin hükmü idi. Müslümanlar, bunu kabul etmemiz, bütün Araplar önünde başarısız ve mağlup olarak geri dönüşümüzü kabul etmemiz mânâsına gelir diyorlardı. Ayrıca gönüllerde huzursuzluk meydana getiren diğer bir düşünce de “Hz. Peygamber (s.a.s.) rüyasında Mekke’de tavaf ettiğimizi görmüştü, hâlbuki biz şimdi tavaf yapmadan dönme şartını kabul ediyoruz” fikriydi.
Hz. Peygamber (s.a.s.) bunun üzerine halka şu ince noktayı anlattı: “Rüyada açıkça bu sene tavaf yapılacağı belirtilmemiştir, barış şartlarına uygun olarak bu sene değil inşallah gelecek sene tavaf yapılacak” Bunun üzerine anlaşma şartlarını görüşmek üzere gelen Kureyş temsilcisi Suheyl b. Amr’ın oğlu Ebû Cendel’in tam barış anlaşmasının maddelerinin yazıldığı sırada çıka-gelmesi huzursuzluğu iyice körükledi. Ebû Cendel müslüman olmuştu, Mekke kâfirleri de onu hapsetmişti. Bir yolunu bularak kaçıp Peygamber’in kampına ulaştı. Ayaklarında zincirler, vücudunda işkence izleri vardı. O bu halde Peygamber’den kendisini bu zulumden kurtarmasını istedi. Bu durumu gördükten sonra Sahabe-i Kiram’ı zapt etmek zorlaştı. Süheyl b. Amr: “Sulh şartlarının yazılışı tamamlanmamış olsa bile sizin ve bizim aramızdaki şartlar belirlenmiştir. Bu bakımdan bu çocuğu bana iade etmelisiniz” dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) onun bu isteğini kabul etti. Ebû Cendel’i zâlimlere geri verdi.
Barış yapıldıktan sonra Hz. Peygamber (s.a.s.) ashâba: “Artık kurbanlarınızı burada kesiniz, başlarınızı traş ediniz, ihramlarınızı çıkarınız,” dedi. Ama hiç kimse yerinden kıpırdamadı. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu emri üç defa tekrarladı.
Ama Sahabe-i Kiram o derece üzüntülü, kalbi kırık ve kederli idi ki hiçbiri herhangi bir hareket için istek göstermiyordu. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bütün peygamberliği süresince, ashâbına emir verdiği halde onların bu emri yerine getirmek için koşuşturmadıkları böyle bir olay hiçbir zaman meydana gelmemiştir. Bu davranışlar karşısında Hz. Peygamber (s.a.s.) çok üzüldü, çadırına dönerek mü’minlerin annesi Ümmü Seleme’ye ne kadar üzüldüğünü söyledi. O da: “Siz sessizce giderek kendi devenizi kesiniz, berberi çağırarak traş olunuz daha sonra herkes kendiliğinden sizi takip edecektir yaptıklarınızı yapacaktır ve alınan kararların artık değiştirilemeyeceğini anlayacaklardır”, diyerek görüşünü açıkladı. Nitekim öyle oldu. Peygamber’in (s.a.s.) yaptıklarını görerek müslümanlar da kurbanlarını kestiler, saçlarını traş ettiler ve ihramdan çıktılar. Ama buna rağmen kalpleri kederle doluydu.
Bu kafile, Hudeybiye Antlaşması’nı kendilerinin yenilgi ve aşağılanması kabul ederek Medine’ye doğru geri dönerken Dacnan denen yere (Bazılarının ifadesine göre Kura el-Gamim) gelince bu sûre nâzil olmuştur. Bu sûre müslümanlara, yenilgi zannettikleri bu barışın gerçekte büyük bir fetih (zafer) olduğunu bildirmektedir. Bu sûre nâzil olduktan sonra Peygamber (s.a.s.) müslümanları toplayarak onlara şöyle buyurdu: “Bugün bana dünyadan ve dünyadaki her şeyden daha kıymetli bir şey nâzil olmuştur.” Daha sonra bu sûreyi okudu ve özellikle Hz. Ömer’i çağırarak ona dinletti. Çünkü o herkesten daha çok üzüntülüydü.
Allah Teâlâ’nın bu buyruğunu işitince müslümanların kalbleri yatışmış, çok geçmeden de bu sulhun faydaları teker teker ortaya çıkmaya başlamıştı. Artık
FETİH
- 175 -
hiç kimsenin bu sulhun muşteşem bir fetih ve zafer olduğuna şüphesi kalmamıştı. Bu faydaları şöyle sıralayabiliriz:
1) Bu barış antlaşmasıyla Arabistan’da İslâmi bir idarenin varlığı tam olarak ilk defa kabul edilmiş oluyordu. Bu olaya kadar Arablar, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) ve Ashâbına, Kureyş ve Arab kabilelerine karşı isyan etmiş bir zümre olarak bakıyorlardı. Dolayısıyla müslümanları kanun dışı (illegal) kabul ediyorlardı. Artık Kureyş’in kendisi Peygamber (s.a.s.) ile antlaşma yaparak İslâm idaresinin sınırları içinde, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) iktidarını kabul ediyor ve Arab kabileleri içinde bu iki siyasi güçten istedikleri biriyle, çekinmeden dostluk kurma kapısı açılmış oluyordu.
2) Müslümanların Kâbe’yi ziyaret etme hakkını kabul etmekle Kureyş, kendiliğinden şimdiye kadar iddia ettikleri gibi İslâm’ın bir dinsizlik değil, bilakis Arablar için de mevcut dinlerden biri olduğunu kabul etmiş oluyorlardı. Diğer Arablar gibi bu dinde olanlar da Hac ve Umre ibadetlerini yerine getirme hakkına sahip oluyorlardı. Bu anlaşma sayesinde, Kureyş’in propagandası yüzünden Arabların gönlünde İslâm aleyhinde yerleşmiş olan nefret azalmıştır.
3) On sene müddetle savaşın durdurulmasının karar altına alınmasından dolayı müslümanların güvenliği sağlanmış ve bütün Arabistan’ın en uzak noktalarına dağılarak süratle İslâm’ı yaymışlardır. Hudeybiye sulhundan önceki 19 yıllık süre içerisinde müslüman olanların sayısı kadar insan, bundan sonraki iki sene içerisinde müslüman olmuştur. Hatta iki yıl sonra Mekke’lilerin anlaşmayı bozması üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) Mekke’yi fethetmek için yola çıktığı zaman beraberinde 10.000 kişilik bir ordu vardı.
4) Kureyş tarafından savaşın durdurulmasından sonra Hz. Peygamber (s.a.s.) kendi bölgesi içinde İslâm Devleti’ni sağlam bir şekilde oturtmak ve İslâm kanunlarını tam olarak uygulayarak İslâm toplumunu üstün bir medeniyet ve ahlâk örneği yapma fırsatı bulmuştur. Bu öyle büyük bir nimettir ki; Allah Teâla bununla ilgili olarak Maide Sûresi’nin 3. âyetinde şöyle buyuruyor: “Bugün ben dininizi sizin için kemale erdirdim ve nimetimi üzerinize tamamladım. Sizin için İslâm’ı din olarak seçip beğendim.588
5) Kureyş’le anlaşma yapılarak güney sınırlarının emniyete alınmasıyla müslümanlar Kuzey ve Orta Arabistan’ın bütün muhtelif güçlerini kolaylıkla yenmişlerdir. Hudeybiye Antlaşması’nın imzalanması üzerinden henüz 3 ay geçmişti ki yahudilerin en büyük yerleşim merkezi Hayber fethedildi. Daha sonra Fedek, Vadi-el Kura, Teyma ve Tebük’ün yahudi köyleri İslâm idaresi altına girdi. Bundan sonra, Orta Arabistan’ın yahudi ve Kureyşlilerle gizli ilişkiler kuran bütün kabileleri de Hz. Peygamber’in (s.a.s.) emrine girmişlerdir. Böylece Hudeybiye barışı iki sene içerisinde Arabistan’da güç dengesini öyle değiştirmiştir ki, Kureyş ve müşriklerin gücü alt edilmiş ve İslâm’ın galibiyeti kesinleşmiştir. Görüldüğü üzere bu barışı müslümanlar kendileri için bir başarısızlık, Kureyş de bir başarı olarak telakki etmekteyken, müslümanlara nasip olan hayırlar böylesine çoktu.
Bu anlaşma şartları içinde müslümanlara en ağır gelen şey: Mekke’den kaçarak Medine’ye gelenlerin iade edilmesi, buna karşılık Medine’den kaçıp Mekke’ye gidenlerin iade edilmemesini öngören madde idi. Fakat çok az bir
588] Daha geniş bilgi için Bk. Maide, giriş bölümü ve an: 15
- 176 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zaman geçmişti ki bu madde de Kureyş’in aleyhine çalışmaya başladı.
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) uzak görüşüyle anlaşmanın yararlı sonuçlarını görerek anlaşmayı imzalamasının uygunluğu bu tecrübeler sonunda iyice anlaşıldı.
Anlaşmanın yapılmasından birkaç gün sonra, Ebû Basir isimli bir müslüman Kureyş’in elinden kurtulup Medine’ye ulaştı. Kureyş onun geri gönderilmesini istedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) anlaşma gereği, onu geri verdi. Fakat Ebû Basir Mekke’ye götürülürken Kureyş heyetinin elinden kurtulup kaçtı ve Kızıl Deniz sahilinde Kureyş’in ticaret kervanlarının geçtiği yol üzerinde yerleşti. Bu olaydan sonra Kureyş’in elinden kurtulan her müslüman kaçarak Medine’ye gitmiyor, bunun yerine Ebû Basir’in yanına gidiyordu. Nihâyet sayıları 70’i buldu. Ve bunlar Kureyş kervanlarına saldırarak nefes aldırmaz ettiler. Sonunda Kureyşliler kendiliğinden (Medine’ye) Peygamber’e (s.a.s.) gelerek bu adamları Medine’ye çağırmasını rica ettiler. Böylece Hudeybiye Antlaşması’nın o şartı hükmen düşmüş oldu.
Bu tarihî olaylar dizisi göz önüne alınarak bu sûre okunursa daha rahat anlaşılması mümkün olur.
“Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla
Şüphesiz, biz sana apaçık bir fetih verdik. 1
Öyle ki Allah, senin geçmiş ve gelecek (her) günahını bağışlasın, 2 Üzerindeki nimetini tamamlasın 3 Ve seni dosdoğru bir yola yöneltip iletsin. 4
Ve Allah, sana ‘üstün ve onurlu’ bir zaferle yardım etsin.”5
Açıklama:
1. Hudeybiye barışından sonra Allah tarafından zafer müjdesi bildirilince, müslümanlar bu barışın nasıl bir fetih (zafer) olabileceği konusunda hayrete düşmüşlerdi. İmanlarından dolayı Allah Teâlâ’nın buyruğuna inanmalarına rağmen, onun bir fetih olması fikri kimsenin idrakine sığmıyordu.
Hz. Ömer (r.a.) bu âyeti dinleyince şöyle sordu: “Ey Allah’ın elçisi! Bu bir zafer midir?” Hz. Peygamber de (s.a.s.) “Evet” dedi.589
Başka bir Sahâbî gelerek o da aynı soruyu sordu. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Muhammed’in varlığı elinde olan Allah’a yemin olsun ki, şüphesiz bu bir fetihtir.”590
Medine’ye ulaştıktan sonra bir başka Sahâbî de arkadaşlarına: “Bu nasıl bir fetihtir? Kâbe’yi ziyaret etmemiz yasaklandı; kurbanlık develerimiz daha ileri gidemedi, Allah’ın Rasulü Hudeybiye’de durmak zorunda kaldı ve bu barış yüzünden iki mazlum kardeşimiz (Ebû Cendel ve Ebû Basir) zâlimlerin eline terk edildi.” diye serzenişte bulundu. Bu sözler Peygamber’e (s.a.s.) ulaşınca şöyle buyurdu: “Çok yanlış söz söylenmiştir. Bu, gerçekte çok büyük bir zafer ve fetihtir, siz müşriklerin yurtlarına kadar ilerlediniz, onlar da gelecek yıl Umre yapmanız konusunda söz vererek sizi geri dönmeye razı ettiler. Onlar savaşa son vermeyi ve barış yapmayı kendiliklerinden istediler. Hâlbuki onların kalplerinin size karşı
589] İbn Cerir
590] Müsned-i Ahmed, Ebû Davud
FETİH
- 177 -
ne kadar kinle dolu olduğunu biliyorsunuz. Allah sizi onlara üstün kılmıştır ve galibiyet lutfetmiştir. Siz Uhud Savaşı’ndan kaçarken ben de arkanızdan bağırıyordum. O günü unuttunuz mu? Hendek Savaşı’nda her taraftan düşmanın korkunç bir manzara ile saldırıya geçtiği günü unuttunuz mu?”591
Fakat uzun zaman geçmeden bu barışın bir fetih ve zafer olduğu tamamen açığa çıktı. Herkes açıkça anladı ki, gerçekten Hudeybiye Anlaşması’yla İslâm fethi de başlamıştır.
Hz. Abdullah ibn Mes’ud, Hz. Cabir ibn Abdullah ve Hz. Bera b. Azib’ten ayrı ayrı fakat aşağı yukarı aynı mânâdaki şu sözler rivâyet edilmiştir: “İnsanlar, Mekke’nin fethine zaferdir diyorlar, hâlbuki biz asıl zafer olarak Hudeybiye barışını kabul ediyoruz”592
2. Bu âyetin nâzil olduğu yer-durum göz önüne alınırsa, açıkca anlaşılmaktadır ki burada zikri geçen bağışlanan günahlardan maksat, geçmiş 19 sene içerisinde Hz. Peygamber (s.a.s.) önderliğinde İslâm’ın yayılması için yapılan mücadeleler, çalışmalar ve savaşlarda müslümanların yaptığı bir takım hatalardır. Bu hataları hiç kimse bilmemektedir. Hatta insan aklı, bu samimi gayretler içinde bir eksiklik arayıp bulmakta da acizdir. Ama Allah Teâlâ nazarında, en güzel ve en yüce olma ölçüsüne göre bu çalışmalarda öyle bir takım kusurlar oluyordu ki bunlardan dolayı müslümanlara müşriklere karşı kesin bir zafer nasib olmuyordu.
Allah Teâlâ’nın buyruğunda şu denmek istenmektedir: “Eğer siz bu hatalarla çalışmalarınıza ve cihadınıza devam etseydiniz, müşrik Arabları yenmeniz, onları alt etmeniz için daha uzun zaman gerekirdi. Ama biz bütün bu kusurları ve hataları bağışlayarak, sadece kendi kerem ve lütfumuzla onları gidererek, Hudeybiye denen yerde size bu fetih ve zafer kapısını açtık. Bu zaferi kendi gayretinizle başaramazdınız.
Burada şu nokta iyice anlaşılmalıdır: Herhangi bir gâye uğruna bir topluluk bir çaba gösteriyorsa, bu çabanın eksiklikleri, kusurları, hataları, o topluluğun liderine yönelir. Bu kusurlar ve hatalar, liderin şahsi hatalarıdır anlamına gelmez. Aslında bu hatalar bütün o topluluk tarafından işlenir. Bizatihi o topluluğun hareketlerinin sonucudur. Ama sorumluluk liderde olduğu için suçlamalar lidere yöneltilir ve “Davranışlarında şu kusurlar var” denir.
Nitekim söz Peygamber’edir (s.a.s.) ve “Allah senin gelmiş geçmiş bütün günahlarını bağışlamıştır”, diye buyurulmuştur. Bu bakımdan bu genel ifadeden şu mana da çıkar: Allah nezdinde masum Peygamber’in (s.a.s.) bütün sürçmeleri -onun yüksek makam ve mevkiinden dolayı sürçme denir- bağışlanmıştır. Daha sonra Sahabe-i Kiram, Hz. Peygamber (s.a.s.) ibadet yaparken ağır meşakkatlere ve tahammülü güç uzun süreli ibadetlere katlandığını gördüklerinde: “Sizin gelmiş geçmiş bütün günahlarınız affedilmiştir. O halde593 kendi canınıza bu kadar eziyeti niçin yüklüyorsunuz?” demişlerdi ve Peygamber (s.a.s.) cevap olarak: “Şükreden bir kul olmayayım mı?” diye cevap vermişti.
591] Beyhaki-Urve b. Zübeyr'in rivâyetiyle
592] Buhari, Müslim, Müsned-i Ahmed, İbn Cerir
593] Müsned-i Ahmed, Buhari, Müslim, Ebû Davud
- 178 -
KUR’AN KAVRAMLARI
3. Nimetin tamamlanmasından maksat; müslümanların kendi yurtlarında her tehlike, endişe ve dış müdahaleden korunmuş bir halde tam olarak İslâm medeniyeti, ahlâkı ve İslâm kanunları ve hükümlerine uygun olarak yaşamaları için hür ve serbest olmaları ve onların, Allah’ın dinini, Kelime-i Tevhid’i yükseltebilmeleri için güçlü olmalarıdır. Allah’a kulluk yolunda bir engel ve Kelime-i Tevhid’i yayma gayretine karşı bir zorluk olan küfr ve fasıklığın üstün gelmesi, Kur’an-ı Kerim’in “fitne” diye isimlendirdiği olay müslümanlar için büyük bir musibettir. Müslümanların bu fitneden kurtularak Allah’ın dininin eksiksiz olarak yaşanıp tatbik edildiği bir İslâm beldesine (Dâru’l-İslâm’a) sahip olmaları, bununla birlikte Allah’ın arzında küfr ve fasıklık yerine iman ve takvânın yerleşebileceği fırsat ve vasıtaların ellerine geçmesi, Allah’ın nimetinin onlar üzerine tamamlanması anlamına gelir.
Bu nimetin müslümanlara Allah’ın Rasulü yüzü suyu hürmetine verilmesine işaret olarak, Allah, Peygamber’e (s.a.s.) “Biz sana nimetimizi tamamlamak istedik, bundan dolayı da bu fethi lutfettik” buyurmuştur.
4. Burada, Peygamber’e (s.a.s.) doğru yolu göstermekten maksat, fetih ve zafer yolunu göstermektir. Diğer bir ifade ile Allah Teâlâ Hudeybiye’de bu barış anlaşmasını yaptırarak, İslâm’ın yayılmasına engel olan bütün güçleri mağlub edebilecekleri en uygun ve en güzel yolu göstermiştir.
5. Diğer bir tercüme de şu olabilir: “Sana emsalsiz bir yardım (zafer) lutfetti (bahşetti)”. Burada “Nasran Azizen” ifadesi kullanılmıştır. “Aziz”, çok güçlü ve benzersiz anlamına gelir. Ayrıca emsalsiz ve nadir anlamlarında da kullanılır. İlk anlamına bağlı olarak bu ifadeden kastedilen anlam şudur: Allah size bu barış sebebiyle düşmanlarınızı aciz bırakacak bir yardım yapmıştır. Kelimenin ikinci anlamı gözönüne alındığında kastedilmek istenen şu olabilir: “Çok nadir de olsa bazen birine yardım etmek için öyle ilginç bir yol seçilir ki, insanlara görünüşte sadece mağlup sayılan bir barış antlaşması gibi geldiği halde gerçekte kesin bir zaferin ve fethin başlangıcı olabilir.
6. “Sekinet” Arapça’da sakinlik, gönül huzuru, itminan ve kalb huzuru anlamına gelir. Bu âyette Allah, mü’minlerin kalbine sekineti, kalb huzurunu indirmesini, Hudeybiye’de müslümanlara nasip ettiği o fethin sonuçlarından biri olarak zikretmektedir.
O günkü durumlara birazcık dikkat edilirse bunun nasıl bir sakinlik ve kalb huzuru olduğu ve bu huzurun da nasıl bu fethin sonucu olduğu iyice anlaşılacaktır.
Hz. Peygamber (s.a.s.), Umre için Mekke-i Muazzama’ya gitme arzusunu açıkladığında, müslümanlar korku ve endişeye kapılarak münafıklar gibi bunun apaçık ölüme gitmek demek olduğunu düşünselerdi veya daha yolda iken Kureyşlilerin zorlu bir savaşa hazır olduklarını öğrenip bundan dolayı içlerine bir korku düşse idi, şüphesiz Hudeybiye’de ortaya çıkan sonuçlar asla olmayacaktı.
Hudeybiye’de kâfirler müslümanları yollarına devam etmekten alıkoyduğunda, gizli baskınlar ve saldırılar yaparak müslümanları tahrik etmeye çalıştıklarında Hz. Osman’ın şehid edildiği haberi geldiğinde ve Ebû Cendel perişan haliyle müslümanların gözleri önüne dikildiğinde müslümanlar tahrike kapılarak
FETİH
- 179 -
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kurduğu disiplini ve düzeni bozsalardı, bu olaylar her şeyi berbat etmeye yetecekti.
Dahası, Hz. Peygamber (s.a.s.) barış antlaşmasını müslümanların hiç beğenmedikleri şartlara rağmen yaparken müslümanlar Peygamber’e (s.a.s.) itaatsizlik yapsalardı, Hudeybiye’nin büyük zaferi büyük bir hezimete dönüşecekti.
Allah’ın büyük bir lutfu olarak o nazik zamanda müslümanların kalblerine, yüce Peygamber’in önderliği, Hak dine bağlılıkları ve temsilcilerinin doğru yolda olduğu hususunda, huzur ve sükûnet (mutmain olma) verilmişti. Böylece onlar kalb huzuru ve sükûnet içinde Allah yolunda meydana gelebilecek her şeye sabredeceklerine karar verdiler. Bunun sonucu olarak da korku, endişe, tahrik, ümitsizlik gibi her türlü olumsuzluktan korunmuş oldular. Kamplarında tam bir disiplin ve düzen hüküm sürdü. Yine o sükunet ve kalb huzuru sayesinde müslümanlar, barış şartlarından dolayı çok üzgün olmalarına rağmen Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kararına boyun eğdiler ve Umre yapmak için çıkılan bu tehlikeli yolculuk bir zaferin sebebi oldu.
Seyyid Kutub Nisâ, 141. âyetin tefsirinde der ki: Âyetlerin akışı münafıkların özelliklerini açıklamaya başlıyor. Ayıplayıcı ve nefret uyandırıcı bir tablolarını çiziyor. Müslümanları başka bir yüz, kâfirleri başka bir yüzle karşılıyorlar. Değneği ortasından tutuyorlar. Yılan gibi, sürüngen gibi davranıyorlar: “Onların gözleri hep sizin üzerinizdedir. Eğer Allah size zafer nasip ederse, `’’Biz sizinle beraber değil miydik?”, derler. Ama eğer kâfirler üstünlük sağlarsa (bu kez onlara), “Sizin tarafınızı tutmadık mı, mü’minlere karşı size destek vermedik mi?” derler. Allah kıyamet günü, aranızdaki hükmünü verecektir. Hiç kuşkusuz Allah kâfirlere, mü’minler karşısında üstün gelme fırsatı vermez.”
Bu son derece antipatik bir tablodur. Önce münafıkların gizliden müslümanların aleyhinde kötülükler tasarladıklarını ve başlarına belalar açmaya çalıştıklarını göstermektedir. Buna rağmen onlar, şâyet Allah müslümanlara zafer ve nimet nasip ederse onlara sevgi gösterisinde bulunuyorlar ve o zaman şöyle diyorlar: “Biz sizinle beraber değil miydik?”
Bazen çıkıp safları yardımsız bırakıyorlarsa, birtakım karışıklıklar çıkarıyorlarsa bile, savaş alanına beraberce çıkmış olmalarını kastediyorlar. Ya da kalplerinin onlarla birlikte olduğunu söylemeye çalışıyorlar. Arkadan yardımcı olduklarını, kendilerini koruduklarını kastediyorlar.
“Ama eğer kâfirler üstünlük sağlarsa (bu kez onlara), ‘Sizin tarafınızı tutmadık mı, mü’minlere karşı size destek vermedik mi?’ derler.” Kendilerine sığındıklarını yardımcı olduklarını, geriden destek olduklarını, mü’minleri yardımsız bırakıp safları karıştırdıklarını kastediyorlar.
İşte böyle, bukalemun gibi, yılan gibi renkten renge giriyorlar. İçlerinde zehir, dillerindeyse yağ. Ancak onlar buna rağmen oldukça zayıftırlar. Bu aşağılık, bu iğrenç görünümleri, mü’min gönüllerin iğrenmesine neden oluyor. Kuşkusuz bu da İlâhî sistemin mü’min gönüllere özgü kazandırdığı bir özelliktir.
Peygamberimizin (s.a.s.) münafıklar konusunda Rabbinin direktifiyle başvurduğu taktik; görmezlikten gelerek yüz çevirerek, mü’minleri sakındırarak,
- 180 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onlara karşı uyanık olmalarını sağlayarak bu aşağılık kampı etkisiz hale getirmekti. Bununla beraber burada, onları, yüce Allah’ın ahiretteki hükmüne havale etmektedir. Böylece üzerlerindeki perde kalkıp, müslümanlara kurdukları tuzakların cezasını çekeceklerdir.
“Allah kıyamet günü aranızdaki hükmünü verecektir.” O zaman hile yapmanın, gizli buluşmaların, komplolar kurmanın imkânı yoktur. Göğüslerde gizli duyguları saklamak, mümkün değildir.
Mü’minler, artık Allah’ın kesin vaadi ile mutmain oluyorlar. Gizlice kurulan hile ve tuzakların, kâfirlerle sergilenen bu dayanışmanın, kuvvet dengesini bozmayacağına inanıyorlar. Allah, mü’minlere karşı, kâfirlere zafer ve üstünlük imkânı tanımayacaktır: “Hiç kuşkusuz Allah kâfirlere, mü’minler karşısında üstün gelme fırsatı vermez.”
Bu âyetin tefsirine ilişkin bir rivâyete göre, söz konusu olan kıyamet günüdür bu âyette. O zaman yüce Allah, mü’minlerle münafıklar hakkında hükmünü verecek ve kâfirlere, mü’minler karşısında bir üstünlük vermeyecektir.
Bir diğer rivâyette ise; söz konusu olanın dünyadaki durum olduğu anlatılmaktadır. Buna göre kimi zaman çarpışmalarda yenilmiş olsalar da mü’minler üzerinde kâfirlerin, sürekli bir egemenlik kurmalarına fırsat vermeyecektir.
Âyetin hem dünyadaki hem de ahiretteki duruma göre genelleştirmesi daha doğrudur. Çünkü herhangi bir sınırlandırma yoktur âyette. Ancak ahiretteki durum, açıklama ve vurguyu gerektirmeyecek kadar kesindir. Dünyadaki duruma gelince; kimi zaman baş gösteren olaylar bunun tersini gösteriyor. Fakat bunlar aldatıcı görünümlerdir. İyice araştırıp incelemek gerekir bunları.
Allah’ın verdiği söz kesindir. Onun hükmü geneldir. Buna göre; ne zaman iman gerçeği mü’min gönüllerde iyice yer etmişse ve bu iman hayatlarında bir sistem ve bir sosyal düzen olarak somutlaşmışsa, her türlü düşünce ve davranıştan Allah için tamamen soyutlanmışlarsa ve büyük, küçük, ibadeti tamamen Allah’a özgü kılmışlarsa; o zaman yüce Allah, mü’minlere karşı kâfirlere bir fırsat vermeyecektir. Bu, İslâm tarihinin, aksine gerçekleşmiş en ufak bir olayı bile kaydetmediği bir gerçektir.
Ben, şüpheye yer bulunmayan Allah’ın vaadine güvenerek şunu kesinlikle söyleyebilirim: Mü’minler hiçbir zaman yenilgi yüzü görmeyeceklerdir. Düşünce ya da davranış alanında inançlarında bir gedik söz konusu olmadığı sürece, tarihlerinde de böyle bir yenilgiye rastlanmamıştır. Her türlü eklemeden ve şaibeden uzak yalnızca Allah yolunda, sadece bu sancak altında cihad etmek amacıyla hazırlık yapmak ve güç bulundurmak imanın gereğidir. Bundan sonra, açılan bu gedik oranınca, geçici bir yenilgi almalarına rağmen zafer tekrar mü’minlerin olacaktır; şâyet henüz varlıklarını sürdürüyorlarsa.
“Uhud”da örneğin, gedik, Rasûlullah’a (s.a.s.) itaat etmeyi bırakıp, ğanîmet arzusuna kapılmak noktasında açılmıştı. “Huneyn”de ise, sayı çokluğuyla övünmek, gurura kapılıp asıl dayanağı unutmak şeklinde açılmışdı gedik. Şâyet tarihleri boyunca, müslümanların aleyhinde meydana gelen her olayı inceleyecek olursak, buna benzer bir şey görmemiz her zaman mümkündür. İster olayı bilelim
FETİH
- 181 -
ister bilmeyelim durum değişmeyecektir. Allah’ın vaadi ise, her zaman doğrudur.
Evet, imtihan için bazı sıkıntılar çekilir. Ancak bunun da bir hikmeti vardır. O da iman gerçeğinin ve pratik gerçeklerinin iyice oturmasıdır. “Uhud” savaşında olduğu gibi. Nitekim yüce Allah müslümanlara anlatmıştı bunu. Ne zaman bu gerçek imtihanlar sonucu olgunlaşıp başarıya ulaşmışsa, zafer gelmiş ve Allah’ın vaadi kesinlikle gerçekleşmiştir.
Bununla beraber ben yenilgiden, herhangi bir çarpışmanın sonunda elde edilen bozgundan daha kapsamlı bir anlam kastediyorum. Kasteddiğim, ruhsal bozgundur, azmin kırılmasıdır. Çünkü ruhlarda bir gevşekliğe, bir bezginliğe ve ümitsizliğe neden olmadığı sürece savaş alanında alınan yenilgi, bozgun sayılmaz. Bir coşku uyandığında, bir kıvılcım tutuştuğunda, hatalar fark edildiğinde, inancın, savaşın ve uygulanacak yöntemin mahiyeti açıklığa kavuşunca.. Kuşkusuz bu, kesin bir zaferin kesin başlangıcıdır. Yol uzun sürse de.
Aynı şekilde Kur’an âyeti, “... Allah kâfirlere, mü’minler karşısında üstün gelme fırsatı vermeyecektir.” derken, mü’min ruhun muzaffer olduğuna ve iman düşüncesinin üstünlüğüne dikkat çekmektedir. Ayrıca müslüman kitleyi, iman gerçeğini, kalplerinde düşünce ve bilinç, hayatlarında da realite ve uygulama olarak tamamlamaya çağırmaktadır. Yoksa sırf isimlerine güvenmemelerini bildirmektedir. Çünkü zafer, isimle değil, onun ötesindeki gerçekle elde edilir.
Bizimle zafer arasında, her zaman ve her yerde iman gerçeğini olgunlaştırmak ve bu gerçeğin gereklerini hayatımızda ve realitemizde uygulamaktan başka bir şey olmamıştır. Hazırlık yapmak, güç bulundurmak imanın gereklerindendir. Aynı şekilde düşmanlara dayanmamak, Allah’tan başkasından şeref beklememek de iman gerçeğinin gereklerindendir.
Yüce Allah’ın bu kesin vaadi, evrendeki iman ve küfür gerçeğine tamamen uygun düşmektedir. Kuşkusuz iman, zayıflaması, yok olması söz konusu olmayan en büyük güce bağlanmaktadır. Küfür ise, bu güçten kopmak ondan ayrılmaktır. Bu nedenle sınırlı, kopuk, parçalanmış ve yok olmaya mahkûm bir gücün tüm evrendeki güçlerin kaynağına bağlı bir güce galip gelmesi mümkün değildir.
Bununla beraber, imanın gerçeği ile görüntüsünü birbirinden ayırt etmemiz gerekir. Kuşkusuz iman gerçeği, evrensel yasaların değişmezliği gibi değişmez ve gerçek bir güçtür. Hem kişi hem de kişiden kaynaklanan fiil ve davranışlar üzerinde etkilidir. Bu, kopuk, kesik ve sınırlı küfür gerçeğiyle karşılaşınca, onu bertaraf etmeyi garantileyen, büyük ve heybetli bir gerçektir. Ancak iman, bir görüntüye dönüşünce, küfür gerçeği ona üstünlük sağlar. Çünkü o esnada kendi tabiatına uygun ve imkânları dâhilinde hareket eden küfür gerçeğidir. Kuşkusuz herhangi bir şeyin gerçeği, herhangi bir şeyin görüntüsünden her zaman güçlüdür. Bu “gerçek” küfür, “görüntü”de iman olsa yine durum değişmeyecektir.
Batılı bertaraf etmek için savaşmanın kuralı hakkı oluşturmaktır. Ne zaman ki, hak, tüm gerçeği ve tüm gücüyle var olmuş o zaman hak ile batıl arasındaki savaşın gidişi belirlenmiş demektir. Bu bâtıl, aldatıcı ve kabarık bir görünüme sahip olabilir. Aksine biz hakkı, batılın üzerine atarız da onu darmadağın eder.
- 182 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bir de bakarsınız bâtıl yok oluvermiş.594
“... Allah kâfirlere; mü’minler karşısında üstün gelme fırsatı vermez.” Mü’minleri güvene sevk eden yanlarında şeref buluruz düşüncesiyle kâfirleri dost edinen münafıkları yapayalnız, ümitsiz bırakan bu kesin vaadden sonra, sûrenin akışı münafıkların aşağılayıcı portrelerini çizerek devam ediyor.595
Seyyid Kutub, Fetih sûresinin tefsirinde de şunları söyler:
1- Biz sana apaçık fetih verdik.
2- Allah böylece, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar, sana olan nimetini tamamlar, seni doğru yola iletir.
3- Ve sana şanlı bir zaferle yardım eder.
Bu sûre, yüce Allah’ın Rasûlüne, apaçık fethi, kapsamlı bağışlaması, tam bir nimeti, sarsılmaz bir hidâyeti eşsiz bir zafer “feyz”i ile bahşediyor. Bunlar Allah’ın ilhamı ve yönlendirmesine tam güvenmenin, ilham ve işaretlerine hoşnut olarak teslimiyetin, her türlü kişisel iradeden kayıtsız şartsız soyutlanmanın şefkatli himayeye derin güvenin mükafatıdır. Rasûlullah bir rüya görür ve o rüyanın ilhamı ile harekete geçer... Devesi çöker artık gitmez. Ve insanlar haykırır: “Kusva çöktü, kusva çöktü “ Rasûlullah onlara cevap verir: “Hayır Kusva çökmedi. Bu onun huyu da değildir. Fakat fili Mekke’ye bırakmayan onu da alıkoydu. Kureyş bugün benden içinde sıla-i rahim isteyerek, ne kadar zor şey isterlerse veririm kendilerine” Hz. Ömer heyecanlı bir tutku ile sorar ona: “Dinimizden bu tavizi vermek neden?” Rasûlullah cevap verir: “Ben Allah’ın kulu ve elçisiyim. Onun emrine asla karşı gelmem ve O, asla benden yardımını esirgemeyecektir”. Buna ek olarak, Hz. Osman’ın öldürüldüğü söylentisi yayılınca, “Onların işini çabucak bitirmedikçe buradan ayrılmayız” der. Ve halkı biata çağırır. Orada bulunan ve olanlara içinden hayırlar fışkıran Rıdvan biatı işte o zaman gerçekleşir.
İşte bu, Hudeybiye barış ve onu izleyen çeşitli şekillerdeki birçok fetihlerde somutlaşan diğer fetihlerin yanında gerçek bir fetih (zafer) idi. Bu fetih dâvette bir zaferdi. Zühri derki: İslâmda, bundan önce bundan daha büyük bir fetih yoktur. İnsanlar karşı karşıya gelince savaşmaktan başka bir yol yoktu. Sonra ateşkes sağlanıp da savaş bırakılınca ve insanlar birbirlerinden emin olunca birbirlerine karışmışlar, birbirleriyle konuşup tartışmışlardı. Aklı eren her kime İslâm anlatılmışsa İslâm’a girmişti. Bu iki yılda596 daha önce İslâm’a girenler kadar veya onlardan daha çok kişi İslâm’a girmiştir.
İbn-i Hişam der ki: Zühri’nin görüşünün doğruluğuna delil olarak; Rasûlullah Hudeybiye’ye Abdullah oğlu Cabir’in sözüne göre bin dört yüz kişi ile gelmişti. Sonra Mekke’nin fethi senesi yani iki yıl sonra on bin kişi ile gelmiştir, diyebiliriz.
Müslüman olanların arasında Halid bin Velîd ve As oğlu Amr gibi kişiler
594] 6/En'âm, 18
595] Fî Zılâli’l Kur’an, Nisâ, 41
596] Hudeybiye barışı ve Mekke'nin fethi
FETİH
- 183 -
bulunuyordu. Bu fetih aynı zamanda toprak ve coğrafya bakımından da bir fetih demekti. Müslümanlar Kureyşin şerrinden emin olmuşlardı. Bunun üzerine Rasûlullah Kaynuka oğulları, Nadir oğulları ve Kureyza oğullarından kurtulduktan sonra yanındaki yahudi tehlikesinin kalıntılarından kurtarmaya yönelmişti. Bu yahudi tehlikesi Şam yolunu tehdid eden çok güçlü Hayber kalesinde somutlaşıyordu. Yüce Allah orayı müslümanlara almayı nasib etmişti. Oradan çok büyük ğanîmetler elde etmişler ve Rasûlullah o ğanîmetleri sadece Hayber seferine katılanlara dağıtmıştı.
Bu fetih öte yandan, Medine’deki müslümanlarla, Mekke’deki Kureyş ile ve Mekke’nin civarında diğer müşriklere karşı müslümanların tutumunda bir fetih idi. Üstad Muhammed Derveze “Kur’an’a Göre Hz Muhammed’in Hayatı” isimli kitabında bu konu ile ilgili olarak gerçekten çok doğru söylüyor:
“Hiç kuşkusuz Kur’an’ın “büyük fetih” diye isimlendirdiği bu barış bu nitelemeye tamamen layıktır. Hatta bu barış, Rasûlullah’ın hayatında ve İslâm tarihinde İslâm’ın güçlenmesi ve kökleşmesinde ayırıcı en büyük olaylardan sayılsa yeridir veya daha doğru bir ifade ile olayların en büyüklerinden biridir. Kureyşliler bu olayla Rasûlullah’ı ve İslâm’ı tanımışlar, Rasûlullah ve İslâm’ın gücünü, varlığını itiraf etmişler ve Peygamber ve müslümanları kendilerine denk olarak kabul etmişlerdi. Hatta bu anlaşma müşrikleri müslümanlardan en güzel bir biçimde savmış oluyordu. Hem de bu Kureyşlilerin son iki yılda Medine’ye iki kez saldırdıkları bir sıraya rastlıyordu. Son savaş bu ziyaretten sadece bir yıl önce olmuş, müslümanların kökünü kazımak amacıyla müşrikler kendilerinden ve yandaşlarından oluşan büyük bir yığınak yapmışlardı. Bu savaş müslümanların düşmanlarının karşısında azlık ve güçsüzlüklerinden dolayı iç dünyalarında şiddetli korku ve sarsıntıya yol açmıştı. Bu da, Kureyşi kendilerine örnek alan ve önder gören, onların inkârcı tutumlarından son derece etkilenen civardaki Arapların benliğine büyük bir etki yapmıştı. Bedevilerin Peygamber ve müslümanların bu yolculuktan sağ-salim dönemeyecekleri yolundaki kanaatleri ve münafıkların müslümanlar için en kötü tahmini yaptıkları göz önüne alınınca, bu fethin önemi ve ne büyük bir boyuta sahip olduğu ortaya çıkar.
“Bu olaylar, Rasûlullah’ın yaptıklarına dair ilhamının doğru olduğunu ispat etmiş ve Kur’an da onu bu konuda desteklemiştir. Öte yandan bu olaylar, müslümanların elde ettikleri maddi manevi, siyasal, askeri ve dini yararların ne kadar büyük olduğunu ortaya çıkarmıştır. Çünkü, müslümanlar Arap kabilelerinin gözünde güçlenmişler, Rasûlullah ile birlikte yolculuğa katılmayan bedeviler özür dilemeye girişmişler, Medine’deki münafıkların sesleri daha da kısılmış, ağırlıkları kalmamıştır. Çünkü Araplar uzak yerlerden bölük bölük Rasûlullah’a gelmeye başlamışlardır. Çünkü müslümanlar Hayberde ve Şam yolu boyunca serpilmiş, Hayberin köylerindeki yahudilerin kolunu kanadını kırabilmişlerdir. Çünkü askerî birliklerini, Necd gibi, Yemen gibi, Belkâ gibi uzak yörelere gönderebilmişlerdir. Ve çünkü iki yıl sonra Rasûlullah Mekke’ye yönelebilmiş ve orayı fethedebilmiştir. İşte bu, kesin bir sonuçtu. Çünkü Allah’ın yardımı ve fethi gelmiş ve insanlar akın akın Allah’ın dinine girmişlerdi.”
Biz dönüyor ve yeniden vurguluyoruz ki; bütün bunların yanında ortada başka bir fetih daha vardır. Rıdvan biatının canlandırdığı, gönül ve kalplerde olmuştur bu fetih... Yüce Allah “Rıdvan biatından” ve ona katılanlardan Kur’an’da
- 184 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nitelemiş olduğu şekilde hoşnut olmuş ve bu hoşnutluğun ışığı altında onlar için sûrenin sonunda “Muhammed Allah’ın Rasûlüdür. Beraberinde bulunanlar kendi aralarında merhametli...”597 şeklindeki parlak ve kerim şekli çizmiştir. İşte bu davet tarihinde bir fetihdir. Kendine göre bir değeri ifadesi ve daha sonra tarihte etkileri olmuştur.
Rasûlullah bu sûre ile çok sevinmiştir. Büyük kalbi, yüce Allah’ın kendine ve beraberinde bulunan mü’minlere inen bu feyzi ile ferahlık duymuştur. Apaçık fetih yüzünden ferahlık duymuştur. Kapsamlı bağış ile ferahlık duymuştur. Tam nimetle ferahlık duymuştur. Doğru yola ulaştıkları için ferahlık duymuştur. Allah’ın mü’minlerden, hoşnut olması ve onları bu güzel niteliklerle nitelemesi yüzünden ferahlık duymuştur. Rasûlullah -bir rivâyete göre-: “Dün gece bana bir sûre inmiştir ki, o sûre bana dünya ve içinde olan her şeyden daha sevimlidir” demiştir. Bir başka rivâyete göre: “Bu gece bana bir sûre inmiştir ki, o sûre bana güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha sevimlidir” demiştir... Ve, Rabbinin kendisine vermiş olduğu nimete karşı gönlü şükürlerle dolup taşmış. Ve yine uzun uzun namaz kılarak Rabbine şükretmiştir. Hz. Ayşe bu namazdan söz ederken, “Rasûlullah namaza durduğu zaman ayakları şişinceye dek namaz kılardı. Ona: “Ya Rasûlallah! Yüce Allah senin geçmiş ve gelecek tüm günahlarını bağışladığı halde neden böyle davranıyorsunuz” dediğimde, Rasûlullah: “Yâ Âişe, ben yüce Allah’ın çok şükreden kulu olmayayım mı?” demiştir.598
Bir anlamı barış olan İslâm’ı tüm dünyaya hâkim kılma gayreti ile dünya barışı sağlanabilir. İşte cihad (her çeşit İslâmî mücâdele ve savaş) bunun için emredilmiştir. Biz barış için, sulh ve selâmet için mücâdele ederiz. Fitnenin, dayatma, fesat, saldırı ve savaşların sona ermesi için gerçek barışın yani İslâm’ın hâkim kılınmasından başka kesin çözüm yoktur. Müslüman, başkalarının haklarını ellerinden almak için değil; gasbedilmiş haklarını geri almak ve zulme/fitneye karşı çıkmak için, başka barış çabaları sonuç vermiyorsa, zâlimin anlayacağı dilden konuşur, savaşmaktan kaçınmaz.
“Savaşta başarı kazanmak için mânevî gücün rolü dörtte üç, maddî gücün ise dörtte birdir.”
“Dünya hayatı; zorluklar, zulüm, fitne, fesat, yoksulluk kendine göre kahramanları olan savaş alanlarıdır.”
“Ancak nûra, hakka, güzele, cennete kavuşmak için yapılan savaş güzeldir.”
“İslâm barışı hedefler, müslümanların savaşmak zorunda kalışı, barışı insanlara ulaştırmak içindir.”
“Barış bile, büyük ücretlerle satın alınır.”
“Fazla uzun bir barışın dertlerini çekiyoruz. Lüks, kılıçtan beter eziyor bizi.”
“Dostu severim, ama düşman da işe yarar. Dost gücümü gösterir, düşman da ödevimi.”
597] 48/Fetih, 29
598] Hadisi, Müslim, Abdullah b. Vehb'den sahihinde nakleder; Fi Zılâli’l Kur’an, Fetih sûresi
FETİH
- 185 -
“Zâlime merhamet, mazluma zulümdür.”
“Düşmanlarımıza teşekkür borçluyuz. Çünkü onları yenmek çabası olmasaydı, şimdi bulunduğumuz derecenin yarısını bile kazanamazdık.”
Gönlünü her an fetheden ve gönlü tarafından durmaksızın fethedilen ve bu fethi tüm coğrafyalara ve tüm insanlara ulaştırma çabasıyla yaşayan fâtihlere, fâtih adaylarına selâm olsun!
- 186 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Fetih Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- “Feth” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 38 Yerde): 2/Bakara, 76, 89; 4/Nisâ, 141; 5/Mâide, 52; 6/En’âm, 44, 59; 7/A’râf, 40, 89, 89, 96; 8/Enfâl, 19, 19; 12/Yûsuf, 65; 14/İbrâhim, 15; 15/Hıcr, 14; 21/Enbiyâ, 96; 23/Mü’minûn, 77; 24/Nûr, 61; 26/Şuarâ, 118, 118; 28/Kasas, 76; 32/Secde, 28, 29; 34/Sebe’, 26, 26; 35/Fâtır, 2; 38/Sâd, 50; 39/Zümer, 71, 73; 48/Feth, 1, 1, 18, 27; 54/Kamer, 11; 57/Hadîd, 10; 61/Saff, 13; 78/Nebe’, 19; 110/Nasr, 1.
B- Fetih Konusu:
a- Mekke’nin Fethi Müjdesi: 28/Kasas, 85; 61/Saff, 13; 110/Nasr, 1-3.
b- Fetih İçin Allah’ın Yardımı Gelince İnsanlar Hak Dine Gelir: 110/Nasr, 1-2.
C- Cihad Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (41 Yerde, -33’ü cihad anlamında-): 2/Bakara, 218; 3/Âl-i İmrân, 142; 4/Nisâ, 95, 95, 95; 5/Mâide, 35, 53, 54; 6/En’âm, 109; 8/Enfâl, 72, 74, 75; 9/Tevbe, 16, 19, 20, 24, 41, 44, 73, 79, 81, 86, 88; 16/Nahl, 38, 110; 22/Hacc, 78, 78; 24/Nûr, 53; 25/Furkan, 52, 52; 29/Ankebût, 6, 6, 8, 69; 31/Lokman, 15; 35/Fâtır, 42; 47/Muhammed, 31; 49/Hucurât, 15; 60/Mümtehıne, 1; 61/Saff, 11; 66/Tahrîm, 9.
D- Cihad Konusu:
a- Cihadın Farziyeti: 2/Bakara, 216; 4/Nisâ, 74-75, 84; 9/Tevbe, 123.
b- Mal İle Cihad: 2/Bakara, 195, 207, 245, 262; 4/Nisâ, 95; 8/Enfâl, 60, 72; 9/Tevbe, 20-22, 41-42, 88, 111, 121; 49/Hucurât, 15; 57/Hadîd, 7, 10, 11; 61/Saff, 10-13.
c- Mallarıyla ve Canlarıyla Savaşanların Üstünlüğü: 9/Tevbe, 20-22, 41.
d- Tebliğ Görevi ve Müşriklerden Yüz Çevirmek: 15/Hıcr, 94.
e- Güzel Bir Mücâdele ve Tatlı Bir Münâkaşa: 16/Nahl, 125
f- Cihad ile Karşılık Vermek: 2/Bakara, 191.
g- Cihad İçin Kesin İzin: 2/Bakara, 244.
E- Kıtâl (Savaş) Kelimesinin Geçtiği Âyetler (13 Yerde): 2/Bakara, 216, 217, 217, 246, 246,; 3/Âl-i İmrân, 121, 167; 4/Nisâ, 77, 77; 8/Enfâl, 16, 65; 33/Ahzâb, 25; 47/Muhammed, 20
F- Mukatele (Savaş) Kelimesi ve Türevleri (57 Yerde): 2/Bakara, 190, 190, 191, 191, 191, 193, 217, 244, 246, 246, 246, 253, 253; 3/Âl-i İmrân, 13, 111, 146, 167, 195; 4/Nisâ, 74, 74, 75, 76, 76, 76, 84, 90, 90, 90, 90; 5/Mâide, 24; 8/Enfâl, 39; 9/Tevbe, 12, 13, 14, 29, 30, 36, 36, 83, 111, 123; 22/Hacc 39; 33/Ahzâb, 20; 48/Fetih, 16, 22; 49/Hucurât, 9, 9; 57/Hadîd, 10, 10; 59/Haşr, 11, 12, 14; 60/Mümtehıne, 8, 9; 61/Saff, 4; 63/Münâfıkun, 4; 73/Müzzemmil, 20.
G- Mücâdele Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (29 Yerde): 2/Bakara, 197; 4/Nisâ, 107, 109, 109; 6/En’âm, 25, 121; 7/A’râf, 71; 8/Enfâl, 6; 11/Hûd, 32, 32, 74; 13/Ra’d, 13; 16/Nahl, 111, 125; 18/Kehf, 54, 56; 22/Hacc, 3, 8, 68; 29/Ankebût, 46; 31/Lokman, 20; 40/Mü’min, 4, 5, 35, 56, 69; 42/Şûrâ, 35; 43/Zuhruf, 58; 58/Mücâdele, 1.
H- Katl Kelimesinin Geçtiği Âyetler (170 Yerde): 2/Bakara, 54, 61, 72, 85, 87, 91, 154, 178, 190, 190, 191, 191, 191, 191, 191, 191, 193, 216, 217, 217, 217, 217, 244, 246, 246, 246, 246, 246, 251, 253, 253; 3/Âl-i İmrân, 13, 21, 21, 111, 112, 121, 144, 146, 154, 154, 156, 157, 158, 167, 167, 168, 169, 181, 183, 195, 195; 4/Nisâ, 29, 66, 74, 74, 74, 75, 76, 76, 76, 77, 77, 84, 89, 90, 90, 90, 90, 91, 92, 92, 93, 155, 157, 157, 157; 5/Mâide, 24, 27, 28, 28, 30, 30, 32, 32, 33, 70, 95, 95, 95; 6/En’âm, 137, 140, 151, 151; 7/A’râf, 127, 141, 150; 8/Enfâl, 16, 17, 17, 30, 39, 65; 9/Tevbe, 5, 12, 13, 14, 29, 30, 36, 36, 83, 111, 111, 111, 123; 12/Yusuf, 9, 10; 17/İsrâ, 31, 31, 33, 33, 33; 18/Kehf, 74, 74; 20/Tâhâ, 40; 22/Hacc, 39, 58; 25/Furkan, 68; 26/Şuarâ, 14; 28/Kasas, 9, 15, 19, 19, 20, 33, 33; 29/Ankebût, 24; 33/Ahzâb, 16, 20, 25, 26, 61, 61; 40/Mü’min, 25, 26, 28; 47/Muhammed, 4, 20; 48/Fetih, 16, 22; 49/Hucurât, 9, 9; 51/Zâriyât, 10; 57/Hadîd, 10, 10; 59/Haşr, 11, 12, 14; 60/Mümtehıne, 8, 9, 12; 61/Saff, 4; 63/Münâfukun, 4; 73/Müzzemmil, 20; 74/Müddessir, 19, 20; 80/Abese, 17; 81/Tekvîr, 9; 85/Bürûc, 4.
İ- Harb Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (11 Yerde): 2/Bakara, 279; 3/Âl-i İmrân, 37, 39; 5/Mâide, 33, 64; 8/Enfâl, 57; 9/Tevbe, 107; 19/Meryem, 11; 38/Sâd, 21; 34/Sebe’, 12; 47/Muhammed, 4.
J- Barış Anlamındaki Silm Kelimesi (6 Yerde): 4/Nisâ, 90, 91; 8/Enfâl, 61; 16/Nahl, 28, 87; 47/Muhammed, 35.
K- Barış, Anlaşma, Arabulucuk, Aralarını Düzeltme Anlamlarındaki “Sulh” ve “Islâh” Kelimeleri ve Türevleri (12 Yerde): 2/Bakara, 182, 224, 228; 4/Nisâ, 35, 114, 128, 128, 128; 8/Enfâl, 1; 49/Hucurât, 9, 9, 10.
FETİH
- 187 -
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, M. Sait Şimşek, c. 2, s. 175-176
2. TDV İslâm Ansiklopedisi, TDV Y. c. 12, s. 467-470 (Fetih, Mustafa Fayda), c. 12, s. 482-483 (B. Topaloğlu, Fettâh)
3. Kur’an’da Siyasî Kavramlarvecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 497-504
4. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 6, s. 207-216
5. Fetih, Fâtih ve İstanbul, Heyet, Seha Neşriyat
6. Fetihler ve Zaferler, H. Ahmed Çelik, Erdem Y.
7. Feth-i Celîl-i Kostantıniyye, Ahmed Muhtar Paşa, Bedir Y.
8. Fetih Sûresi Tefsiri,
9. Yürek Fethi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
10. İslâm’da Devlet İdaresi, Muhammed Hamidullah, terc. Kemal Kuşçu
11. İntişâr-ı İslâm Tarihi, T. W. Arnold, Akçağ Y.
12. İslâm’ın Yayılış Tarihine Giriş, terc. Cahit Koytak,
13. Anadolu’da İslâmiyet’in Yayılışı, Osman Çetin, Marifet Y.
14. Müslümanların Medeniyete Hizmetleri, Tahiru’l-Mevlevî, Bahar Y.
15. İslâm’ın Serüveni, M.G.S. Hodgson, 1-3, İz Y.
16. İslâm Devletler Hukukunda Savaş Esirleri, Ahmet Özel, T.D.V. Y.
17. Anadolu’da Birarada Yaşama Tecrübesi Selçuklularda ve Osmanlılarda Müslim-Gayri Müslim İlişkileri, Mehmet Şeker, DİB Y.
18. Cihan Hâkimiyeti, A. de Lamartine, Tercüman 1001 Temel Eser Y.
19. Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, Taberi, M.E.B. Y.
20. Medine Toplumu, Ekrem Ziya Umerî, terc. Nureddin Yıldız
21. İslâm Kültür Atlası, İsmail Râci el-Fârukî-Lois Lamya el-Fârukî
22. İslâm’da Ferd ve Devlet Münasebetleri, Hz. Ali, Ebû Yusuf, Abdülkerim Zeydan, Kayıhan Y.
23. İslâm’da İdarî Siyaset, Seyyid Abdullah Cemaleddin, Hira Y.
24. El-Ahkâmu’s-Sultâniyye, İmam Mâverdî, Bedir Y.
25. Doğuşundan Günümüze İslâm Dünyası, Milliyet Y.
26. İslâm’ın Uluslar arası İlişkiler Kuramı, A. Ahmed Ebû Süleyman, Risale Y.
27. İslâmiyet ve Milletler Hukuku, Ahmet Reşid Turnagil, Sebil Y.
28. İslâm Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, Ahmed Gürkan, Nur Y.
29. Yürek Fethi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
30. İslâm Avrupa’da, Montgomary Watt, terc. Hulusi Yavuz, İFAV Y.
31. İslâm ve Kuvvetin Mantığı, M. Hüseyin Fadlullah, Yöneliş Y.
32. Tarihin Şeref Levhaları, Ahmed Şahin, Yeni Asya Y.
33. Bütün Cepheleriyle Cihad I-II, Enver Baytan, Mevsim Y.
34. Gönüllerin Fethinde Cihad, Abdülaziz Hatip, Gençlik Y.
35. Tek Yol Cihad, Mustafa Meşhur, Vahdet Y.
36. İslâmî Tebliğin Medine Dönemi ve Cihad, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
37. Savaş ve Uygarlık, Arnold Topnbee, çev. Mehmet Dündar, Ürün Y.
38. Âyetlerle Savaş ve Cihad, Said Köşk, Anahtar Y.
39. Harp mi Sulh mü? Ali Rıza Temel, Seha Neşriyat
40. Kılıcın Hakkı, H. Hicran Göze, Boğaziçi Y.
41. İslâmî Mücadelede Şiddet Sorunu, Cevdet Said, Pınar Y.
42. İslâmî Direniş, M. Hüseyin Fadlullah, Bengisu Y.
43. Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim, Mevdudi, Özgün Y.
44. Şer İttifakı ve Sözcüsünü Arayan Bir Milyar Müslüman, M. Han Kayani, İnkılâb Y.
45. Hz. Muhammed ve Karşıt Güçler, M. Ahmet Halefullah, Birleşik Y.
46. Medine Devletine Giden Yol, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
47. Sulh Peygamberi, H. Hicran Göze, Boğaziçi Y.
- 188 -
KUR’AN KAVRAMLARI
48. Özgürlük Peygamberi Hz. Muhammed, Abdurrahman Şarkavi, Birleşik Y.
49. İslâm’da Savaş Kavramı, Muhammed Ebû Zehre, Fikir Y.
50. Dinsel Şiddet, Şinasi Gündüz, Etüd Y.
51. Cihad Müdafaası, Kelimetü’l-Hak, Ömer Abdurrahman, Servet Y.
52. Gönüllerin Fethinde Cihad, Abdülaziz Hatip, Gençlik Y.
53. Kütüb-i Sitte, Fetih Sûresi. 4/245-246, 5/185-188; Fetih Gazvesi: 12/222-225, 5/132

 
Okunma 2094 kez
Bu kategorideki diğerleri: « FESÂD - İFSÂD FISK / FÂSIK »